66- Gerçekten, biz
onlara "Kendinizi öldürün, yahut yurtlarınızdan çıkın" diye yazsaydık
(farz kılsaydık) içlerinden birazı hariç olmak üzere, bunu yapmazlardı. Onlar
kendilerine öğütleneni hakkıyla yapsalardı bu kendileri için elbet hem daha hayırlı, hem (imanları- m)
sağlamca kökleştirmiş olurdu.
67-Ve o zaman biz de
onlara tarafımız- dan Pek b«yük bir mükâfat (cennet) verirdik.
68- Onları elbet doğru
yola iletirdik.
"Onlar
kendilerine öğütleneni hakkıyla yapsalardı..." ayetinin iniş sebebi şudur:
Sabit
b. Kays b. Şemmâs ile Yahudilerden bir adam karşılıklı övündüler. Yahudi dedi
ki: Vallahi Allah bize "Kendinizi öldürün" diye emrettiğinde biz
(atalarımız) buna itaat ederek kendimizi öldürmüşüzdür. Sabit de, Vallahi, Allah
bize de "Kendinizi öldürün" diye farz kılsaydı bizler de kendimizi
öldürürdük, dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ: "Onlar kendilerine
öğütleneni hakkıyla yapsalardı, bu kendileri için hem daha hayırlı, hem
(imanlarını) sağlamca kökleştirmiş olurdu" ayetini inzal eyledi.
[1]
Allah Teâlâ, imanın
ancak, aralarında ortaya çıkan ihtilâf ve çekişmelerde Rasul-i Ekrem'in (s.a.)
hakem kılınması ile kemale erip tamam olacağını açıkladıktan sonra burada da,
insanlardan çoğunun bu hususta imanlarının zayıflığı sebebiyle kusuru ve
ihmali bulunduğunu zikretmektedir.
[2]
Allah Teâlâ,
insanların çoğunun, işleyegeldikleri yasaklardan el çekmeleri e mrolunduğunda
bunu yapmayacaklarını haber vermektedir. Çünkü çoğunun kötü tabiatleri,
karakterleri ilâhî emre karşı gelmeye meyillidir. Bu haber, Allah Teâlâ'nm
olmamışı veya olanın da nasıl olduğunu bilmesi kabilindendir.
Şayet Allah Teâlâ,
buzağıya tapınmalarından tevbe eylemeleri için kendilerini öldürmelerini emrettiği
İsrailoğulları gibi diğer insanlara da kendilerini öldürmelerini emretseydi,
intihar bir tevbe yolu olurdu. Yahut biz onlara yurtlarından çıkmalarını ve
Allah yolunda başka diyarlara göç etmelerinin farz kıl-saydık, işte bu emirleri
yani kendini öldürme ve yurdunu terk etme emrini onların az bir kısmı yerine
getirirdi, demektir.
Ve onlar kendilerine
öğütlenen, gösterilen ve sebepleri, illetleri, hikmetleri, vaad ve tehditleri
ile birlikte bildirilen emirleri, yasakları yapsalardı, şüphesiz onlar için
daha hayırlı ve güzel olurdu, imanlarını, dinlerini daha sağlamca yerleştirmiş
bulunurdu.
Eğer onlar bu büyük
hayırı işleseler ve emrolunduklarını yerine getirselerdi, o zaman biz de
onlara tarafımızdan pek büyük bir ecir ve mükâfat bağışlardık, cenneti
verirdik. O cenneti Peygamberimiz (s.a.) Hazretleri, el-Bezzâr ve Taberanî'nin
el-Evsat'ta Ebu Saîd el-Hudrî vasıtasıyla rivayet ettikleri hadiste şöyle
övmüştür: "Cennette gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hiç bir
insanın hatırına gelemeyecek nimetler bulunmaktadır."
Biz işte onları
elbette dünyada ve ahirette doğru yola, hem dünya, hem de ahiret mutluluğuna
götürecek salih amele muvaffak kılardık.
[3]
İlâhî emirlere itaat,
dağlar gibi sağlam bir iman gerektirir. Taat, nefse hoşlandığı değil,
hoşlanmadığı fiili yüklemek demektir ki bunu bütün insanlardan az bir kısmı
başarabilir. Eğer insanlar emrolunduklarını yapsalar, yasaklandıklarından
kaçmsalar, muhakkak bu kendileri için dünyada ve ahirette daha hayırlı olur,
hak üzerinde sebatın bir delili, ahirette de büyük bir sevaba hak kazanma
sebebi bulunur. Çünkü hadis-i şerifte bildirildiği gibi cennet nefsin hoşuna
gitmeyen şeylerle, cehennem de şehvet çekici peylerle kuşatılmıştır.
Bu ayet-i kerime indiğinde,
Müslümanlardan bir kısmı ilâhî emri uygulamak için hazır olduklarını
göstermişlerdi. Ebu İshâk es-Subey'î diyor ki: "Gerçekten biz onlara
"Kendinizi öldürün..." ayeti indiği vakit bir adam "Eğer
emro-lunsaydık muhakkak yapardık, hamdolsun bize afiyet veren Allah'a"
dedi. Bu söz Resulullah'a (s.a.) ulaşınca buyurdu ki: "Ümmetimden öyle
adamlar vardır ki onların kalplerindeki iman sabit dağlardan daha
sağlamdır." İbni Vehb der ki: İmam Malik, bunu diyen zatın Hz. Ebubekir
es-Sıddîk (r.a.) olduğunu söyledi. en-Nekkâş ise bunun Ömer b. el-Hattâb
(r.a.) olduğunu zikretmiştir. Ebu'l-Leys es-Semerkandî de, öyle söyleyenlerin
Ammâr b. Yâsir, Abdullah b. Mes'ud ve Sabit b. Kays olduğunu ve "Eğer
Allah Teâlâ, kendimizi öldürmemizi ve yurtlarımızdan çıkmamızı emretse, elbette
bunu yaparız" dediklerini, bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.)'in "Bu
adamların kalplerindeki iman sabit dağlardan daha sağlam" buyurduğunu
zikreder.
Amir b. Abdillâh b.
ez-Zübeyr demiştir ki: "Gerçekten, biz onlara ...yazsay-dık.r ayeti indiği
zaman Resulullah (s.a.) "Eğer böyle bir emir inseydi İbni Üm-mi Abd (yani
Abdullah b. Mes'ud) elbette uygulayanlardan biri olurdu" buyurdu.
Şureyh b. Ubeyd de
şöyle diyor: Resulullah (s.a.) "Gerçekten, biz onlara ...yazsaydık"
ayetini okuduğu zaman eliyle Abdullah b. Raha'ya işaret ederek: "Eğer
Allah Teâlâ bunu farz küsaydı, şu da o az kısım insanlardan olurdu" buyurdu.
"Yahut
yurtlarımızdan çıkın" cümlesinde vatan sevgisine, insanların vatanlarına
bağlı olduğuna, bu bağlılığın cana kıymakla aynı derecede zikredüi-şine,
vatandan göç etmenin zorluğuna işaret bulunmaktadır.
[4]
69-70- Kim Allah'a ve
Peygamber'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine nimetler verdiği
peygamberlerle, sıddıklar-la, şehitlerle, salihler (iyi adamlar) ile beraberdirler.
Onlar ne iyi arkadaştırlar. Bu Allah'tan bir nimettir. Her şeyi hakkıyla bilen
olarak Allah yeter.
"es-Sıddîkîn,"
sıddîk kelimesinin çokluğu olup sözünde ve itikadında sadık, doğru olan
kişilere denir. Ebu Bekir es-Sıddîk ve peygamberin ashabının ileri gelenleri
doğruluklarından dolayı ve ilâhî vahyi en kuvvetli şekilde tasdik ettikleri
için bu isimle anılmıştır. Allah Teâlâ da şöyle buyurur: "Kitap'ta İdris'i
de an. Çünkü o sıddîk (çok sadık) bir peygamberdi." (Meryem, 19/56).
"eş-Şühedâ,"
şehid kelimesinin cemisi olup delil ve burhan ile dinin doğruluğuna şahitlik
eden, din uğrunda kılıç, ok ve silahla savaşan kimseye denir. Şühedâ, Allah
yolunda ölmüş kimselerin ismidir.
"es-Sâlihîn"
ise sâlîh kelimesinin cemisi olup istikamet ve selâmet üzere olan, iyi yönleri
kötü yönlerinden çok fazla olan kimseye denir.
"Onlar ne iyi
arkadaştır" yani onlar ne güzel cennet arkadaşlarıdır. Onları cennette
görüp ziyaret eder, makamları diğerlerine göre daha yüksek derecelerde olsa da
beraberlerinde bulunur.
[5]
Taberanî ve İbni
Merdûveyh Hz. Aişe'den rivayet etmişlerdir. Hz. Aişe (r.a.) diyor ki: Bir adam
Peygamberimiz (s.a.)'e gelerek şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, muhakkak ki sen
bana canımdan da, çoluk çocuğumdan da daha sevgilisin. Evimde olup seni
hatırladığımda artık duramıyorum, gelip seni görmeden sükûnete eremiyorum.
Kendi ölümümü ve senin ölümünü düşününce anlıyorum ki sen cennete girdiğin
vakit diğer peygamberlerle birlikte yüce makamlara yükseltilirsin. Ve korkarım
ki cennete girdiğimde ben seni göremem artık. Resul-i Ekrem (a.s.) hiç bir
cevap vermedi. Nihayet Cebrail (a.s.) bu ayeti indirdi: "Kim Allah'a ve
Peygamber'e itaat ederse... işte onlar... peygamberlerle... beraberdirler."
el-Kelbî diyor ki:
Ayet, Resulullah (s.a.)'ın mevlâsı (kölesi) Sevbân hakkında inmiştir. Sevbân,
Hz. Peygamberi pek çok severdi, O'nu görmemeye dayanamazdı. Bir gün rengi
solmuş, bedeni zayıflamış bir halde geldi. Yüzünde hüzün ve öldükten sonra Hz.
Peygamberi (s.a.) artık görememe korkusunun belirtisi okunuyordu. Bu durumu
Resulullah'a (s.a.) söyledi. Hemen Allah Teâlâ bu ayeti indirdi.
İbni Ebî Hatim,
Mesrûk'tan tahric ediyor: O dedi ki: Hz. Peygamber (s.a.)'in ashabı "Ey
Allah'ın Rasulü, bize dünyada senden ayrı kalmak yaraşmaz. Sen bizden önce
alınırsan (vefat edersen) bizim üzerimizdeki derecelere yükseltileceğinden
artık seni göremeyeceğiz..." dediler. Bunun üzerine Allah celle ve alâ
"Kim Allah'a ve Peygamberce İtaat ederse... peygamberlerle
beraberdir." ayetini indirdi.
Yine İbni Ebî Hatim,
İkrime'nin şöyle dediğini tahric eder: Bir genç Peygamberimize (s.a.) gelerek
dedi ki: "Ey Allah'ın Nebisi! Dünyada seni görme nimetine erdik. Fakat
kıyamet günü seni göremeyiz. Çünkü sen cennete yüksek derecelerde
olacaksın." Bunun üzerine Allah Teâlâ bu ayet-i kerimeyi indirdi.
Resulullah (s.a.) da o gence: "Sen cennette benimle olacaksın
inşaallah" dedi.
[6]
Yukarıda geçmiş
bulunan ve Allah'a ve Rasul'e itaati emreden ayetleri Allah Teâlâ bu itaatin
büyük mükâfatını beyan ile noktalamıştır ki o bütün nefislerin ulaşmaya göz
diktiği yüce bir emeldir.
[7]
Allah ve Rasulünün
emrettiklerini yapan ve yasakladıklarını bırakan kimseyi Allah azze ve celle
izzet ve ikram yurdu olan cennetine sokar, kullarının en seçkin grubu olan
yüce derece sahiplerine arkadaş kılar. Bu kıymetli zevat dört mertebedir:
Peygamberler,
sıddıklar, şehitler, sonra müminlerin umumu olan ve dış ve içleri selim,
istikamet üzere bulunan salih kişilerdir. Lafız, her salih ve şehidi içine
alır. Allah ve Rasulü'ne itaatkâr olan kimse onlarla aynı yerlerde bulunur,
oradaki nimetlerden istifade eder. Onları görmek ve huzurlarında bulunmak
suretiyle yararlanır. Yoksa onlarla aynı derece ve makamda eşit olamazlar, bu
bakımdan aralarında farklar vardır. Ancak dünyada onlara uyup itaat
etmelerinden dolayı devamlı ziyaretleşirler. Ve her biri kendi halinden
hoşnuttur, razıdır.
Sonra Allah Teâlâ
onları överek buyuruyor ki: "Onlar ne iyi arkadaştır." Bu dört sınıf
zevat, o kişiyi çok sevdiklerinden, onu görmekten sevinç duyduklarından ötürü
ona arkadaş olurlar. Buradaki "refik (arkadaş)" kelimesi murâ-fık
"devamlı şekilde arkadaşlık, yoldaşlık eden kişi" manasınadır ve cemi
(çoğul) şekli kasdedilmektedir. Mana "Onlardan her biri arkadaş olmak
yönünden ne güzeldir" demektir. Nitekim "Sonra sizi bir çocuk olarak
çıkarıyoruz." (Hac, 22/5) ayetinde de çocuk kelimesi müfred olarak
gelmiştir, manası, "Sizden her birinizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz"
demektir.
Ayet-i kerimenin
manasını Taberanî'nin merfu olarak rivayet ettiği "Kim bir kavmi severse
Allah da onu onlarla beraber hasreder (kıyamet günü birlikte kılar)."
hadisi ile Buharî ve Müslim'in Enes (r.a.)'ten tahric ettikleri "Kişi
sevdiği ile beraberdir." hadisi de teyit etmektedir. Sevgi ise
"(Habibim) de ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi
sevsin." (Âl-i İmran, 3/31) ayetinde Duyurulduğu gibi itaat etmeyi
gerektirir.
Allah Teâlâ'ya ve Hz.
Peygambere itaat eden kişiye verilecek bu mükâfat büyük bir ilâhî lütuftur. Ona
hak kazananı en iyi Allah bilir, kim takva sahibidir daha iyi bilir. İtaatkâr
müttakiler, sapıtmış günahkârlar ve riyacı (gösterici) münafıkların kim
olduklarını bilmeye Allah Teâlâ kâfidir.
Ayet-i kerime, onların
bu dereceye sadece itaatleri sebebiyle değil, Allah Teâlâ'nm fazl u keremi ile
eriştiklerini de haber vermektedir.
Artık münafıklar
hallerini ıslah etmezlerse o kötü ve uğursuz sonuca kavuşmaktan sakınsınlar.
İtaatkâr, sadık müminlere de Allah Teâlâ'nm fazl u ihsanı, nimetleri kutlu
olsun, kavuşacakları sevaplara, mükâfatlara sevinsinler.
[8]
Münafıkların
kendilerine öğüt verildiği zaman yapıp tevbe edecekleri ve o takdirde ilâhî
nimetlere kavuşacakları emri zikrettikten sonra Allah Teâlâ bu emri yerine
getirenin kavuşacağı sevabı beyan eylemiştir.
Bu ayet-i kerime
Fatiha süresindeki "Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin
yoluna ilet." (6-7) ayetlerinin tefsiridir. Vefatı sırasında Peygamberimiz
(s.a.) Hazretlerinin tekrarladığı "Allahım, beni refik-i a'lâ'ya
ulaştır." duasındaki muradı da budur. Buharî'nin rivayetine göre Hz. Aişe
(r.a.) dedi ki: Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu duydum: "Sıhhati
bozulan hiç bir nebi yoktur ki dünya ile ahiret arasında muhayyer bırakılmış
(tercih hakkına sahip) olmasın." Sıhhati bozulup rahatsızlandığı sırada
sesi boğuk boğuk çıkıyordu ve şöyle diyordu: "Allah'ın kendilerine
nimetler verdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salih kimselerle beraber
(kıl ya Hak)" Anladım ki kendisi de artık muhayyer bırakılmıştır.
Kurtubî diyor ki: Bu
ayet-i kerimede Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk'in (r.a.) halifeliğine delil
bulunmaktadır. Şöyle ki: Allah Teâlâ kitabında evliyasının derecelerini
zikrederken en üst mertebede olan peygamberlerle başlamış, ikinci olarak
sıddıkları zikreylemiştir. Aralarında bir vasıta kılmamıştır. Müslümanlar da
Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a.) Hazretlerinin "sıddîk" diye
isimlendirilmesinde Muhammed (a.s.)'in rasul (peygamber) olarak
isimlendirilmesi üzerindeki ic-maları gibi icma etmişlerdir. Bu sabit ve onun
"sıddîk" oluşu sahih bulunduğuna ve Resulullah'tan (s.a.) sonra
ikinci şahıs (Tevbe, 9/40) olduğuna göre, Hz. Peygamberden sonra hiç bir
kimsenin onun önüne geçmesi caiz olamaz.[9]
71- Ey iman edenler, (düşmanlarınıza karşı)
korunma tedbirinizi alın da küçük kıtalar (bölükler) halinde savaşa çıkın,
yahut toptan seferber olun.
72- İçinizden (öylesi vardır ki) muhakkak ağır
davranacaktır. Eğer size bir musibet gelip çatarsa der ki: "Allah bana
cidden lütfetti. Çünkü onlarla beraber bulunmadım!"
73- Eğer size
Allah'tan bir lütf u inayet gelirse (o zaman da), sanki sizinle kendisi
arasında hiç bir dostluk olmamış gibi, muhakkak "Keşke ben de onlarla
beraber olaydım da büyük bir murada (ganimete) ereydim" der.
74- Artık ahiret (saadeti) yerine (geçici) dünya
hayatını satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşıp da
öldürülürse, veya (düşmana) galip gelirse ona pek büyük bir ecir (mükâfat)
vereceğiz.
75- Size ne oluyor ki Allah yolunda, acizlik ve
ızdırap içinde bırakılıp "Ey Rabbimiz, bizi halkı zalim olan şu
memleketten (kurtarıp) çıkar, bize senin tarafından bir sahip gönder, bize
senin katından bir yardımcı yolla" diyen erkekler, kadınlar ve çocuklar
uğrunda düşmanla savaşmıyorsunuz?
76- İman edenler Allah yolunda savaşırlar.
Kâfirler de şeytan yolunda savaşırlar. O halde siz de şeytanın dostlarıyla
savaşın. Şüphesiz ki şeytanın hilesi zayıftır.
"Artık ahiret
yerine dünya hayatını satanlar..." Burada istiare sanatı vardır.
"Şirâ (satmak)" lafzını mübadele (karşılıklı değiş-tokuş) için
istiare etmiş, ödünç almıştır. Fani, geçici olanı baki ve devamlı olan ahiret
karşılığında satıyorlar, demektir.
"İman
edenler" ile "kâfirler" kelimeleri arasında mukabele sanatı
vardır.
"Size ne oluyor
ki savaşmıyorsunuzl" sorusu kınamak için yöneltilmiş bir sorudur. Sizin
savaşmaya bir engeliniz yoktur, demektir.
[10]
"Korunma
tedbirinizi alın" yani düşmanınıza karşı uyanık olun.
"infirû (düşmanla
savaşa kalkın, çıkın)" kelimesinin masdar şekli "nefr"dir ki
manası bir şeyden endişelenmek, onu merak etmektir. Bir şeyden ayrılmak ve bir
şeye meyletmek demek olan "nuzû" gibidir.
"Allah
yolunda" Allah'ın dinini yüce kılmak için "savaşsınlar." Allah
yolu Allah'ın kelimesini (dinini) yüce kılmak ve davetini yaymak suretiyle
hakkı teyit edip yardım eylemektir.
"Ahiret yerine
dünya hayatını satanlar" yani dünya hayatını satıp karşılığında ahiret
nimet ve sevaplarını alanlar; "öldürülürse..." yani şehit olursa...
"el-vildân;
çocuklar" kâfirler tarafından hicret etmeleri engellenen, kendilerine eza
edilen çocuklardır. İbni Abbas "Ben ve annem onlardan idik" demiştir.
"Bir
yardımcı" yani bizi düşmanlardan koruyacak birisi. Allah Teâlâ onların
dualarına icabet eylemiş, bir kısmının Mekke'den çıkışını kolaylaştırmış, diğer
bir kısmı da Mekke'nin fethine kadar kalmıştı. Hz. Peygamber (s.a.) Attâb b.
Useyd'i Mekke valiliğine tayin etmiş, o da mazlumların hakkını zalimlerinden
almıştı.
"Tağut"
şeytan veya hak, adalet ve hayrı aşıp batıla, zulme, şerre sapan manasına
gelir.
"Şeytanın
dostları" yani onun dininin yardımcıları. Allah'tan alacağınız güçle
onlara galebe çalınız.
"...Şüphesiz ki
şeytanın hilesi zayıftır." Şeytanın müminlere karşı kurduğu tuzak çürüktür,
Allah'ın kâfirlere karşı hazırladığı tuzağa dayanamaz. Şeytanın hilesi,
çeşitli entrika ve yollarla fesat için çabalaması şeklindedir.
[11]
Allah Teâlâ
münafıklardan sakındırıp Allah'a ve Peygamberine itaati emrettikten sonra,
burada itaatkâr olanlara tevhid kelimesini yüceltmek, dininin şanını yükseltmek
için Allah yolunda cihad etmelerini, kâfirlerin ansızın yapacakları saldırıdan
korunmak için hazırlıklıblmalarını emretmiş sonra da cüıad, azim ve
çalışmalarını gevşeten münafıkların hallerini beyan eylemiştir. Böylece iç
cepheyle ilgili konulardan dış cepheyle ilgili olanlarına, toplumda karşılıklı
ilişkiler hakkındaki siyasetten, savaş siyaset ve hukukuna geçilmektedir.
[12]
Allah Teâlâ burada
mümin kullarına düşmanlarına karşı korunma tedbirlerini dikkatlice almalarını
emrediyor. Bu müminlerin savaş için gerekli silahları hazırlamalarını ve
savaşacak bir ordu kurmalarını gerektirir. Cenab-ı Hak savaşta izlenecek
siyaseti de çiziyor, zafer ve ezici bir başarıya götürecek kıtal ve savaş
kaidelerini de ortaya koyuyor.
Ey müminler, uyanık
olun, korunma için gerekli tedbirleri alın. Düşmanlıkları def için hazırlık
yapın. Çünkü bir çok şiddetli çarpışma ve hücumlara maruz kalacaksınız. Bu
daimi bir emirdir, asırlar boyunca değişen savaş alet ve vasıtalarına,
kaidelerine göre değişecek şekillerde yerine getirilir. Hz. Ebu Bekir (r.a.)
Yemame harbinde Hâlid b. Velid'e şöyle demiştir: "Onlar sana karşı neyle
savaşırsa sen de onlara karşı savaşta aynısını kullan: Kılıca karşı kılıç,
mızrağa karşı mızrakla." İşte kara, deniz ve hava savaşlarında dünyada
hangi araçlar kullanılıyorsa ona göre hazırlık yapmak lâzımdır.
Müminin savaşlara
atılmaktan korkması, çekinmesi doğru olmaz. Çünkü insanın eceli ne bir an
gecikir, ne de bir an önce gelir. Müminlerin düşmana karşı güçlü olmak için
imkânları dahilindeki bütün sebeplere yapışması gerekir. Bu hususta kaderi
delil diye ileri sürüp sorumluluktan kaçmamalı, herhangi bir başarısızlık ve
bozguna uğrama korkusundan dolayı ümitsizliğe düşmemelidirler. Hakim'in Hz.
Aişe (r.a.)'den rivayet ettiği "Hazr (sakınma, tedbir), kadere karşı
fayda vermez" hadisi, tedbirini alma işiyle çatışmaz. Zira tedbire baş
vurmak da kaderin içindedir. Çünkü kader, işlerin sebebiyete muvafık olarak
cereyan etmesi demektir. Yani müsebbekât, sonuçlar genel olarak sebeplerin
miktarına göre meydana gelir. Hazr (tedbir) sebeplerden biri olduğuna göre
tedbir almak da kader gereğince amel etmek olur.
"Küçük kıtalar
(bölükler) halinde savaşa çıkın, yahut toptan seferber olun." Savaş için
arka arkaya topluluklar halinde, bölükler, kıtalar, birlikler olarak davranın,
çıkın. Yahut düşmanın güç ve haline göre nasıl uygun görüyorsanız öylece
toptan, birbirinizi takviye ederek seferber olun. Bu emir, İslâm ümmetinin cihad
için daima hazır olması gerektiği manasınadır. Şu ayetin benzeridir: "Siz
de onlara (düşmanlara) gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve (cihad için) bağlanıp
beslenen atlar hazırlayın ki bu hazırlıkla Allah'ın düşmanı ve sizin düşmanınız
olanları korkutasınız." (Enfâl, 8/60).
Fakat iç cephede
bulunan sizden bazısı cihaddan kendisi geri kalabilir, mü-cahidlerin harekâtına
bazı engeller çıkarabilir, cihad azim ve gayretlerini kös-teklemeye
kalkışabilir. Bunlar münafıklar veya zayıf imanlı ve korkak kişilerdir.
Bir kere münafıklar
savaşa hiç rağbet göstermezler. Çünkü İslâm'ı ve Müslümanları sevmezler. Zayıf
imanlı ve korkaklara gelince, zayıf karakterli, iradesi güçsüz veya korkak
olduklarından cihada katılmakta tereddüt gösterirler.
Bunlar bulanık suda
avlanmaya çalışırlar, sonuçları ve fırsatları, olayları kendi lehlerine
değerlendirirler. Eğer başınıza ölüm, yenilgi gibi bir musibet gelip çatarsa
kendi canlarını kurtarmış oldukları için çok sevinirler. Onlardan biri
çarpışmada bulunmadığı için Allah'a hamdederler, bunu Allah'ın kendilerine bir
lütfü sayarlar da sabırdaki ya da öldürüldükleri takdirde şehitlik
rütbe-sindeki mükâfatları kaçırdıklarının farkına varmazlar.
Eğer size Allah'tan
bir lütf u inayet yani bir nusret, zafer, ganimet gelirse, -sanki sizin
dininize mensup değillermiş gibi- derler ki: Keşke savaşa katılsay-dık da biz
de ganimetten bir pay kapsaydık.
Her iki durumda da
onlar zayıf akıllı, dar görüşlü, zayıf imanlı, korkak kişilerdir. O yüzden
Allah Teâlâ onları yermiş, Müslümanlarla bağlarının koptuğunu gösteren ince
bir üslûpla "...sanki sizinle kendisi arasında hiç bir dostluk olmamış
gibi..." buyurarak kınamıştır. Ayet dinleyen kimsede düşünce ve muhasebe
duygularını harekete geçirmekte, onu hakiki durumu ve ayıpları üzerinde durmaya,
değerlendirme yapmaya yöneltmektedir.
Allah Teâlâ daha sonra
zayıfların halini beyandan kuvvetli olan müminlerin odak noktasını açıklama
konusuna geçiyor. Görevi yerine getirmekten geri duranlar dairesinden bu büyük
günahtan, cihaddan geri kalma günahından nefsi temizleme imkânı bulanların
eriştikleri bir dereceye yükselmeyi ele alıyor. Cenab-ı Hak mümin kullarını
kendi yolunda cihad etmeye, Mekke'de ve daha başka memleketlerdeki cihaddan
aciz ve zayıf vaziyette bulunan erkek, kadın ve çocukları kurtarmak için
çalışmaya teşvik ediyor.
Artık Allah yolunda,
O'nun tevhid kelimesini yüceltmek, hak, tevhid, adalet, şeref, kuvvet,
medeniyet dini olan İslâm'a yardım için ebedî olan ahiret hayatı karşılığında
geçici, fani dünyayı satmış olan kimseler savaşsınlar. Ta ki Allah'ın kelimesi
(tevhid akidesi) yükselsin, Allah'ın kelimesi en yüce, kâfirlerin kelimesi ise
alçak olsun. Allah Teâlâ aziz, mutlak galip; hakîm, tek hüküm ve hikmet
sahibidir.
Bu emirden sonra da
Allah Teâlâ cihadın sevabını beyan eyleyerek savaşa terğib ve teşvik
etmektedir. Kim Allah yolunda savaşıp da düşmana galip gelirse veya düşman ona
galip olursa, Allah Teâlâ ona pek büyük bir ecir, cennet ve pek güzel
mükâfatlar verecektir. Bu da cihad ve cihad etmenin şerefine delâlet
etmektedir. Nitekim Müslümanlar, fetihten önce Mekke'de, Bilâl, Suheyb, Am-mâr
ve ailesinin başına geldiği gibi müşriklerden pek şiddetli eza ve cefa görmüşlerdir.
Sonra ileri
sürülebilecek özürleri geçersiz sayarak cihada daha fazla teşvik etmektedir.
Allah Teâlâ'nm yolunda cihada, savaşa katılmanıza ne gibi bir engel ve özrünüz
var ki? Bu suretle siz şirk yerine tevhidi, şer yerine hayrı, zulüm ve işkence
yerine adalet ve merhameti yerleştireceksiniz. Kureyş kâfirlerinin hicret
etmelerini engelleyip dinlerinden çevirmeye çalıştığı, aciz ve zayıf durumdaki
erkek, kadın ve çocuklardan oluşan din kardeşlerinizi kurtaracaksınız.
Bunlardan bahsetmek
hamaset ve mertlik duygularını galeyana getirir, insanı faaliyete geçirir,
görev ve zayıfları zulümden kurtarmak için fedakârlık gösterme hissini
uyandırır.
O zayıfların yardımcı
ve el uzatacak kimseleri kalmamıştır. Bulundukları ağır işkence ve acılardan
dolayı dua ediyorlar: Ey Rabbimiz, bizi, halkının kâfir olduğu, kullarına
zulmedilen bu memleketten, Mekke'den çıkar. Bize senin tarafından bir dost
gönder de işlerimizi üstüne alsın, bizi kurtarsın, canlarımızı ve ırzımızı
korusun. Bize yine senin tarafından bir yardımcı yolla da bizi zulümden
kurtarsın, zalimlere karşı bize yardım etsin, hicret etmemize yardımcı olsun. Önümüzde
senin yüce kapından başka bir yol kalmadı, ey Allahımız!
Allah Teâlâ, ondan
sonra Müslümanlara göre cihadın hedefleri ile savaşın müşriklerin gözündeki
amaçları arasında bir karşılaştırma yapmıştır. Şöyle ki: Müminler şehit, hak,
adalet, halklara insafla muamele kelimesi olan Allah'ın kelimesini yükseltmek
için savaşırlar, yoksa zamanımızda yapıldığı gibi sömürgecilik kurmak, çıkar
sağlamak, tecavüz etmek, zulüm, başkalarının mallarını ve servetlerini
yağmalamak için değil. Kâfirler ise evhama dayalı amaçlar veya bayağı maddi
hedefler, sadece şehvetlerini temin gayesi uğrunda savaşırlar. Onlar ancak
şeytanın vesvesesine, putçuluğun yerleştirilmesine, küfür sistemlerine ve
ehline yardıma razı olurlar, ganimet kapma peşindedirler yahut mücerred zafer
kazanıp yenme, Arap kabilelerinin önünde şan ve şöhret kazanma duygusuyla
övünerek nefislerine pay çıkarma, çalım satma amacını gütmektedirler.
Fakat kesin olan
âkibet, en sonunda hakkın batıla galebe çalmasıdır. Çünkü hak güçlüdür,
sabittir. Hak ehli daha izzetli ve sağlamdır. Batıl zayıftır, yenilir, ehli de
daha zayıf ve korkaktır. Hak yücedir, onun üzerine başka şey yük-selemez. O
sebeple Allah Teâlâ bu ayetlerle şu manada emir vermektedir: Ey müminler,
şeytanın kendilerini evhama, kuruntuya düşürdüğü, zulüm ve tah-npte şeref ve
yüksek bir makam bulunduğu şeklinde vesveseye kaptırdığı dostlarıyla,
yardımcılarıyla savaşın. Onların kuvveti, sayıları ve silahları sizi aldatmasın.
Çünkü şeytanın hilesi, tedbiri, vesvesesi zayıftır, olgun akıl ve yüksek fikir
sahipleri katında hiç bir etkisi yoktur. Size gelince, sizin dostunuz
Rahman'dır. O'nun dinine yardım ettiğiniz müddetçe sizin yardımcınız, işlerinizi
tedbir ve muvaffak kılacak O'dur. Allah'ın askerleridir galip olacaklar. Allah'ın
hizbi (dinine mensup olanlar)dır başarıya erecek olanlar.
[13]
Bu ayet-i kerimeler
İslâm ümmetinin savaş sırasındaki dış ilişkilerinde takınacakları sabit,
değişmez tavırları açıklamaktadır.
Ayetler ilkin Muhammed
(s.a.) ümmetinin ihlâslılarına cihada hazırlık yapmalarını, daima tedbirli
bulunmalarını bildirmektedir. Allah yolunda, şeriatı ve İslâm ülkesini korumak
ve zayıfları kurtarmak için düşmanlarla cihadı ve çarpışmayı emretmektedir.
Düşmanlarına bilgisizce, onların sahip bulunduğu kuvvet, sayı ve silahlar
hakkında raporlar elde edip incelemeden, nasıl karşı koyacakları konusunda
tafsilâtlı ve sağlam bilgiler toplamadan saldırmamalarını talep etmektedir.
Onun için müminlere "Hazrinizi (korunma tedbirinizi) alın"
Duyurulmuştur. Bu savaşa başlama üslûp ve metodunu tespittir.
Tedbir almak, Allah'a
tevekkül etmeye aykırı olmaz, aksine tevekkülün ta kendisidir. Çünkü tevekkül
gereken sebeplere yapışmayı terk etmek manasına gelmez. Tevekkül Allah'a
güvenmek, O'nun kaza ve kaderinin geçerli olduğuna kesin inanmak, O'nun
Peygamberinin (s.a.), yeme, içme, düşmandan korunma, silah ve teçhizat
hazırlama gibi lüzumlu sebepleri elde etmeye çalışma hususundaki sünnetine
uymak, Allah'ın mutad kanunu neyi icap ettiriyorsa onu kullanmak demektir.
Sehl der ki: Kim,
tevekkül sebebi terk etmek suretiyle olur derse, muhakkak Resulullah'm (a.s.)
sünnetine ta'n etmiş (lekelemiş, ayıplamış) olur. Çünkü Allah azze ve celle
"Artık elde ettiğimiz ganimetten helal ve hoş olarak yiyin." (Enfal,
8/69) buyurmaktadır. Ganimet bir kazanmadır. Yine "(Ey müminler) hemen
vurun kâfirlerin boyunlarının üstüne, vurun onların her bir parmağına!"
(Enfal, 8/12) buyurmuştur. Bu da bir ameldir. Peygamberimiz (s.a.) de
"Şüphesiz ki Allah Teâlâ meslek sahibi mümin kulu sever"
buyurmuştur.
[14] Hz. Peygamber (s.a.)
Seriyyeîere
[15] ikazda bulunurlardı.
Ayette hazerin,
tedbiri almanın kaderle çatıştığını veya bir şeyi kaderden menettiğini gösteren
bir delil bulunmuyor. Lâkin biz kendimizi tehlikeye de atmamakla emrolunduk.
Hadiste "Deveni bağla ve tevekkül et" buyurulmuştur.
[16] Kader,
Allah Teâlâ'nm kazasına uygun olarak cereyan eder, Allah dilediğini yapar,
tedbirini almak da kaderden olur.
İkinci olarak ayetler
harp kaidelerinden birine veya savaş ve plan siyasetlerinden birine delâlet
etmektedir. Şöyle ki: Müslümanların görevi imam (devlet başkanı) insanları
düşmanla savaşa çağırdığı zaman cihada katılmaktır. Bu birbiri peşine gruplar
halinde çıkmak yahut da bütün ordu toptan savaşa katılmak suretiyle olur. Bu
şekiller de düşmanın durumu, hazırlık ve istihkâmları ile ilgili raporlara
dayanarak ve savaştaki gelişme ihtimallerine göre komutanın uygun göreceği
maslahat göz önüne alınarak tespit edilir. Seferber olan topluluğa (nefir) denir.
Buna göre ayet
neshedilmiş olmayıp şu ayetler ile de çatışmaz: "(Ey müminler) sizler
gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak elbirlik (savaşa) çıkın." (Tevbe,
9/41); "Eğer (emrolunduğunuz bu cihada) elbirlik çıkmazsanız Allah sizi
pek acıklı bir azaba duçar eder." (Tevbe, 9/39); "(Bununla beraber)
müminlerin hepsinin (topyekün) savaşa çıkmaları lâyık değildir." (Tevbe,
9/122). Çünkü her bir ayet ile uygun harp şart ve durumuna göre amel edilir.
Birisi, Müslümanların hepsine birden savaşın gerektiği şartlar hakkında iken,
bir diğeri bir kısım Müslümanın savaşmasının kâfi. geldiği durumlara aittir.
Üçüncü olarak ayetler,
ümmet arasında her zaman, cihaddan alıkoyan, geri duran münafıklar gurubunun
bulunabileceğine irşad etmektedir. "Tebtıe" ve "ibtâ" geri
kalma ve durma demektir. Münafıkların daimî âdeti savaştan geri durma,
başkalarını da kendileriyle beraber geri bırakmadır. Onlar ümmetin
içindedirler, aynı cins, dil ve âdetlere sahiptirler, müslümanmış gibi gözükürler.
Fırsatçı ve çıkarcıdırlar: İslâm topluluğu bir fetih, zafer, ganimet elde ederse
münafıklardan olan kişi keşke, ben de onlarla beraber olup büyük bir murada,
imkâna kavuşsaydım, der. Sanki ümmet ile bağı kopuk, dostluğu yokmuş, cihad
etmek üzere söz vermemiş gibidir. Şayet İslâm ümmetinin başına ölüm, yenilgi
gibi bir musibet gelirse münafık sevinir ve der ki: Allah gerçekten bana
lütfetti, beni korudu da onlarla savaşta birlikte bulunmadım. İşte bu münafıklardan
çok ciddi bir şekilde sakınmak icap eder. Onlardan maksatlı söylenti ve
dedikodular beklenmelidir; zayıflık, yenilgi, zamanımızda kuvvetlerin denk olmadığı
gibi cihad ruhunu, maneviyatını kırıcı, köreltici yayınlar yapabilirler.
Dördüncü olarak
ayetler müminlerin Allah yolunda savaşması emrini tekit eylemiştir. O müminler
ki ahiret saadeti karşılığında fani dünya hayatını satmışlar, ahirette
kendilerine vereceği sevaplar mukabilinde canlarını ve mallarını Allah azze ve
celleye feda etmişlerdir.
Allah yolunda
öldürülen veya düşmana galip gelen müminlere verilecek ahiret sevabı, hiç bir
insanın tahmin ve tasavvur edemeyeceği kadar büyüktür, pek çoktur.
"Öldürülür, yahut
düşmana galip gelirse" cümlesinin zahiri şehit olup öldürülen ile
ganimete sahip olarak dönen gazinin aynı derecede olmasını gerektirir. Yani
Allah yolunda savaşan herkese, ister şehit düşsün, isterse düşmana galip
gelsin, Allah Teâlâ katında büyük bir ecir, bol bir mükâfat vardır. Müslim'in
Sahih'inde Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Resulullah 's.a.) da
şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ kendi yolunda cihada çıkan kimseye,
evinden ancak benim yolumda cihad etmek amacıyla ve bana iman, peygamberlerimi
tasdik ederek çıkarsa, ben onu şehit olursa cennete koymaya, gazi olursa ecire,
sevaba ve ganimete nail kılarak evine döndürmeye kefilim, diye kefil olmuştur.
Son cümlenin manası şudur: Mücahitlerden şehit olmayan bir kişi için iki şeyden
birisi söz konusudur: Ganimete nail olamazsa ecir almak, yahut ganimete nail
olmak, ecir alamamak. Bütün bunlar cihad yolunda mücahidin niyetinin ne kadar
halis olduğuna göre farklılık gösterir.
Ancak cihada, ganimete
de nail olmak arzusuyla niyet ettiği takdirde, ganimet nasip olursa ahirette
alacağı ecri üçte ikisine peşin olarak dünyada kavuşmuş, üçte biri ahirete
kalmış olur. Şayet ganimet elde edemezse bütün ecir ve sevabı ahirette tam
olarak verilir. Bu değerlendirmeler Abdullah b. Amr'ın rivayet ettiği başka bir
hadisten anlaşılmaktadır.[17]
Beşinci olarak ayet-i
kerime cihada teşvik edip savaşın meşru olmasına yol açan bir kısım halleri
açıklamıştır:
1- Allah yolunda
savaşmak: Cemaatin Ebu Musa (r.a.)'dan rivayet ettiği şu hadis bunu
açıklamaktadır: "Kim Allah'ın kelimesi (tevhid ve hak nizamı) en üstün
olsun diye savaşırsa, o kişi Allah yolundadır." Yani dinin hükmü en üstün
ve hakim olsun, Allah'ın birliğini ilân eden İslâm bayrağı yükselsin, hak ve adalet
yerleşsin diye çalışan, güzel ahlâka, tek ve en güçlü olan Allah'a ibadet edip
tazimde bulunmaya, O'nun yanında herhangi bir beşeri ilâh tanımamaya davet eden
kimse, Allah yolundadır demektir.
2- Zayıf ve
çaresiz kalmış mümin kulları düşmanın elinden kurtarmak: Bazı canlar feda
edilse de bu dinî bir görevdir. Müslüman cemaatinin esirlerini savaş yoluyla,
ya da mal vererek kurtarmaları vazifeleridir. Mal vererek kurtarma imkânı
varsa bu görev daha da lüzumlu olur. İmam Malik (r.a.) "İnsanlar üzerine aralarında
toplayarak fidyelerini vermek suretiyle esirlerini kurtarmak vaciptir"
demiştir. Bu hususta, İmam Ahmed ve Buharî'nin Ebu Musa (r.a.)'dan
naklettikleri "Esiri (fidyesini ödeyerek) kurtarın" hadisi gereği herhangi
bir görüş ayrılığı yoktur. Aynı şekilde ulema, Müslümanların esirlere, zayıflara
malî ve maddî yardımda da bulunmaları gerektiğini söylemişlerdi. Maddî yardım
(muvâsat), fidye vermekten daha aşağı derecededir.
Tarihte mustaz'af
(acizlik ve ızdırap içinde bırakılmış) olanlardan bir kısmı Mekke'de kalmış
olan müminlerdi. Kureyş kâfirlerinin hakaret ve işkencelerine maruz
kalıyorlardı. Cenab-ı Peygamber (s.a.) Efendimiz kurtulmaları için haklarında
şöyle dua ediyordu: "Allahım, Velid b. Velid'i, Seleme b. Hi-şam'ı, Ayyaş
b. Ebî Rabîa'yı, mustaz'af (aciz durumdaki) müminleri de kurtar." İbni
Abbas "Ben ve annem de Mekke'deki mustaz'aflardan idik" demiştir.
Savaşın hedefleri
hakkındaki şu karşılaştırma ne hoştur: Müminler, Allah'a itaat yolunda, O'nun
dinini ve şeriatının hükümlerini yaymak için savaşırlar. Onların yardımcısı ve
dostu Allah'tır. Kâfirler ise tağut yolunda (şeytan ve onun temsilcisi olduğu
zulüm, hurafe, sihirbazlık, kehanet, putlara ve heykellere tapmaya çağrı
uğrunda) savaşırlar. Kâfirlerin şeytandan başka dostu yoktur. Şeytanın
müminlere karşı kurduğu tuzak, Allahîın kâfirlerin hilesine vereceği karşılığa
göre çok zayıf ve çürüktür. Zaferi gerçekleştirecek gerçek kudretin sahibi
Allah Teâlâ'dır. Şeytanın gücü vehmidir, aldatıcılığıdır.
Cabir b. Abdullah,
münafık ve kâfirlerin hakemliğine baş vurdukları ta-ğutlarm sayısı hakkında
kendisine soru sorulduğunda şöyle cevap vermiştir: Cüheyne'de bir tane,
Eslem'de bir tane ve her kabilede bir tane vardı.
Ebu İshak der ki:
Tağut kelimesinin şeytan manasına olduğunun delili: "Şeytanın dostlarına
karşı savaşınız, şüphesiz şeytanın hilesi zayıftır" ayetidir. Şeytanın ve
ona tabi olanların hile ve tuzaklarının tesiri azdır, zayıftır demektir.
[18]
77- (Daha önce)
kendilerine "Ellerinizi (savaşmaktan) çekin, dosdoğru namazı kılın, zekâtı
verin" denilen kimselere bakmaz mısın? Şimdi onların üzerine kıtal (savaş)
yazılınca (farz kılınınca) içlerinden bir zümre, Allah'tan korkar gibi, hatta
daha şiddetli bir korku ile insanlardan korkuyorlar. Onlar "Ey Rabbimiz
üzerimize (şu) savaşı niçin yazdın? Bizi yakın bir zamana kadar geciktiremez
miydin?" dediler. (Onlara) de ki: "Dünya metâı (faydası) pek azdır.
Ahiret ise sakınanlar için elbet daha hayırlıdır. Size fetîl (zerre) kadar bile
zulmedilmez."
78- Nerede olursanız
olun, hatta sağlam yüksek kalelerde bile bulunun, ölüm size çatıp yetişir.
Eğer onlara bir iyilik dokunursa "Bu Allah katından-dır" derler.
Şayet onlara bir fenalık dokunursa "Bu senin katındandır (senin
yüzündendir)" derler. De ki: "Hepsi Allah tarafındandır. Böyle iken
o kavme ne oluyor ki (kendilerine söylenen) hiç bir sözü anlamaya
yanaşmıyorlar?"
79- Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana
gelen her fenalık da kendinden-dir. Seni (Habibim) insanlara bir peygamber
olarak gönderdik. (Buna) hakkıyla şahit olarak da Allah yeter.
"Allah'tan korkar
gibi..." benzetmesi mücmel bir teşbih-i mürseldir.
"onlara ne oluyor
ki..." ifadesi ileri derecedeki cahilce davranışlarının şaşılacak durumda
olduğunu beyan için kullanılan soru şeklidir.
[19]
Kendilerine
"Ellerinizi (savaşmaktan) çekin..." denenler sahabeden bir topluluktur.
Mekke'de müminlere vaki olan kâfir eza ve cefalarına karşı onlarla savaş izni
istedikleri vakit kendilerine böyle denilmişti.
"Onların üzerine
yazılınca" yani kendilerine kıtal (savaş) farz kılınıp em-redildiği zaman.
"...Allah'tan korkar gibi" yani Allah'ın azap ve gazabından korkar
gibi "insanlardan korkuyorlar" onlarla savaşmaktan korkup çekiniyorlar.
"Bizi
geciktiremez miydin?" yani bizi geciktirseydin de kendi yakın ecellerimizle
ölseydik.
"Onlara de ki:
Dünya metâı" dünyada kendisinden istifade edilen, kullanılan faydalar,
zevkler, rahatlıklar, "azdır" yani çabucak kaybolucudur. "Ahiret
ise" yani cennet ve nimetleri... "sakınanlar için elbet daha
hayırlıdır."
"Size fetîl
kadar..." zerre kadar. Bu kelime, hurma çekirdeğinin yarığında bulunan
ince iplik manasınadır. Azlık ve basitliğe misal vermek için kullanılır,
"zulmedilmez" amellerinizden hiçbir şey eksiltilmez.
"Nerede olursanız
olun. Yüksek kalelerde" yükseltilmiş kireçle sıvanmış yüksek binalarda,
"bile bulunun." Bununla askerlerin düşmana karşı koymak için içine
sığındıkları muhkem, sağlamca inşa edilmiş kaleler, hisarlar da mu-rad edilmiş
olabilir, "ölüm size çatıp yetişir." Ne türlü bir mekân ve makamda
bulunursanız bulununuz ölüm sizi yakalar, kurtulamazsınız.
"Hasene"
yani ona sahip olan kimse tarafından güzel bir şey diye nitelenen verimlilik,
genişlik, ganimet ele geçirme gibi şeyler.
"Seyyie"
yani ona sahip olan tarafından hoşlanılmayan şiddet, sıkıntı, belâ, kuraklık,
yenilgi, yaralanma, ölüm gibi şeyler.
"Sözü
anlamıyorlar." Kendilerine söylenen bir sözü anlamaya bile yanaşmıyorlar.
Bir fiile yanaşmadıklarını söylemek, o fiili yapmadıklarını söylemekten daha
ağır ve beliğ bir ifadedir.
[20]
"Kendilerine
"Ellerinizi (savaştan) çekin..." denilen kimselere bakmaz mısın?"
77. ayetin nüzul sebebi ile alakalı olarak Nesâî ve Hâkim, İbni Abbas
(r.a.)'tan tahric ediyor: Abdurrahman b. Avf ve bir kısım ashabı Peygamberimize
(s.a.) gelerek "Ey Allah'ın Nebisi, müşrik iken bizler rahat ve izzet
içinde bulunuyorduk. Ne zaman ki iman ettik, zillete düştük, (ne yapacağız?)"
dediler. Buna Cenab-ı Peygamber (s.a.) Hazretlerinin cevabı "Bana affetmek
emredildi. O kavimle (kâfirlerle) savaşmayın" oldu. Allah Teâlâ peygamberine
Medine'ye intikal ettikten sonra kıtal (savaşmak) emrini verdi. Bu zevat daha
önceki müsadeye binaen savaştan el çektiler. Allah Teâlâ da "(Daha önce)
kendilerine "Ellerinizi (savaşmaktan) çekin..." denilen kimselere
bakmaz mısın?..." ayetini indirdi. Hasan-ı Basrî "Ayet bütün
müminler hakkındadır" demistir. Mücahid ise ayetin Yahudiler hakkında
olduğunu söyler, münafıklar hakkındadır, da denmiştir. Manası: Allah Teâlâ'dan
gelecek ölümden korktukları gibi müşrikler tarafından öldürülmekten de
korkarlar demektir.
"Nerede olursanız
olun ölüm size çatıp yetişir." (78. ayet) ayetin nüzul sebebi ile alakalı
ılarak İbni Abbas'ın şöyle dediği rivayet olunur: Allah Teâlâ Uhud günü şehit
düşen Müslümanları zikrettiği zaman cihaddan geri kalmış bulunan münafıklar
"Öldürülen kardeşlerimiz bizim yanımızda kalsalardı ölmezler ve
öldürülmezlerdi" dediler. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu ayeti indirdi.
[21]
Allah Teâlâ yukarıda
geçen ayetlerde savaşa hazırlık yapmayı, gerekli tedbirleri almayı emredip,
bundan geri duran ve başkalarını da engellemeye çalışanları zikretmiş, kendi
yolunda ve zayıf müminleri kâfirlerin elinden kurtarmak için savaşma emrini
vermişti. Burada ise Mekke'de iken müşriklerle savaş izni isteyen bir
topluluğu zikretmektedir. Kendilerine savaş farz kılınınca içlerindeki
münafıklar ve zayıf imanlılar bundan hoşlanmamışlardı. İşte daha önceki
talepleri ile iş ciddiye binince takındıkları tavır arasındaki tenakuz sebebiyle
Allah Teâlâ onları tevbih etmekte, yermektedir.
[22]
Müminlere Mekke'de
iken namaz, zekât ve fakirlere malî yardım etmeleri, müşriklere karşı müsamaha
ve af ile karşılık vermeleri emrolunmuştu. Düşmanlarından öçleri almak için
kendilerine savaş izni verilmesini istiyorlardı. Bir çok sebeplerden ötürü de
durum bunun için uygunluk göstermiyordu. Meselâ düşmanların pek çok olan
sayısına mukabil Müslümanların sayısı az idi. Ayrıca yeryüzünün en şerefli
köşesi olan Mekke'de, kan dökülmesi, zulüm işkencesi yasak olan Haram Belde'de
bulunmakta idiler. O yüzden orada kendilerine cihad emrolunmamıştı. Medine'ye
hicret ettiklerinde, artık kendilerine ait bir yurt olunca, daha fazla güç ve
yardımcılar, Ensâr bulunca cihada izin verildi. Bununla birlikte daha önce
temenni ettikleri savaş emri verilince bir kısmı buna dayanamadı, insanlarla
çarpışmaktan şiddetli bir korkuya kapıldılar. İşte Allah Teâlâ bize bunların
kıssasını anlatmaktadır.
Şu kimselere bakmaz
mısın ki İslâm'ın başlangıcında Mekke'deyken kendilerine "Barışa sarılın,
kendinizi ve ellerinizi cahiliye savaşlarından çekin, rükünlerine riayet
ederek namazı huşu içinde kılın, halk arasında birbirine şefkat ve yakınlık
duygularını uyandıracak olan zekâtı verin" denilmişti. Çünkü cahiliye
devrinde en basit sebepten dolayı harp çıkarırlar, kalpleri kinle kaynardı.
Fakat Medine'de kendilerine cihat ve kâfirlerle savaş farz kılınınca bir kısım
insanlar, yani münafıklarla zayıf imanlılar bundan hoşlanmadılar. Kâfirlerin
kendilerine savaş açıp onları öldürmelerinden korktular. Bu korku Allah'ın
azap ve başlarına felâket indirmesi derecesinde, hatta Allah'tan korkma
derecesinden de fazla bir noktaya vardı.
Allah Teâlâ onların bu
şiddetli korku ve endişelerini hikaye ederek buyuruyor ki: Onlar şöyle
dediler: "Ey Rabbimiz, niçin bizim üzerimize savaşı, kıtali farz kıldın.
Bizi bıraksaydm da normal bir ölümle ölseydik ya! İsterse bu ölüm yakın bir
zamanda gelecek ecel ile olsun. Şu savaş farzını başka bir zamana er-teleseydin
daha uygun olurdu. Çünkü savaşta kanlar dökülecek, çocuklar yetim, kadınlar
dul kalacak!"
Bu sözler şu
ayettekilere de benziyor: "İman edenler "(Cihad hakkında) bir sure
indirilmeli değil miydi?" derler. Fakat muhkem (hükmü baki) bir sure indirilip
de içinde savaş zikrolunca, kalplerinde hastalık bulunanların (münafık ve zayıf
imanlılar) ölüm zamanı üstlerine oaygınlık gelmiş olanların bakışı gibi sana
bakmakta olduklarını görürsün." (Muhammed, 47/20).
Sonra Allah Teâlâ
şöyle buyurarak onların şüphesinin reddedilmesini em-reylemektedir: "De
ki: Dünyanın metâı (faydası) pek azdır..." Yani, sizin ölüm endişesiyle
savaşı geciktirme talebiniz ve savaştan geri kalmanız dünya malına ve
lezzetlerine rağbetinizden, bağlılığınızdan kaynaklanıyor. Halbuki dünyadaki
kendisinden yararlanılan her şey geçicidir, ahiretteki yararlara, nimetlere
göre pek azdır. Muttaki, haramlardan sakınan ve Allah'a itaat eden kişinin
ahireti, dünya hayatından daha hayırlıdır. Çünkü dünya nimetleri sınırlıdır,
yok olmaya mahkumdur. Ahiret nimetleri ise çoktur, sınırsızdır, ebedidir, hiç
bir bulanıklığı ve yorgunluğu yoktur. Ve onlara ancak Allah'tan korkan, O'nun
emirlerine uyup yasaklarından kaçman müminler nail olacaktır. Sizler her şeyden
dolayı hesaba çekileceksiniz.
Amellerinizden hiç bir
şey, bir fetîl miktarı yani hurma çekirdeğinin arasındaki ince iplik kadar
bile eksiltilmeyecektir. Aksine karşılığını tastamam alacaksınız. Bu cümle,
müttakî müminleri dünyalık nimetler karşısında teselli etmekte, ahirete rağbet
ve arzularını artırmakta, cihada teşvik eylemektedir.
Şüphesiz ölüm,
kimsenin kaçamayacağı kesin bir durumdur. Sizler çaresiz ona doğru
gitmektesiniz. Kimse ölümden, sağlam, yüksek güçlü bir kalede iyi korunan bir
yerde dahi bulunsa kurtulamaz. Ölüm meleği Azrail'in gelmesini hiç bir şey
engelleyemez. Allah Teâlâ başka ayetlerde de bu hususu kuvvetle belirtmiştir:
"Her can ölümü tadıcıdır." (Âl-i İmran, 3/185). "Yeryüzünde
bulunan her canlı fanidir" (Rahman, 55/26); "Biz senden önce de hiç
bir beşere (insana dünyada) ebedilik vermedik." (Enbiya, 21/34). Ölüm, en
sonunda bütün yaratıkların varacağı netice olduğuna ve ne bir an sonra, ne de
bir an önce değil tam tespit edildiği vakitte geleceğine göre cihaddan korkmaya
gerek yoktur. İnsan ister cihad etsin, ister etmesin onun eceli kesindir,
alnında yazılıdır. Halid b. Velid ölüm döşeğinde şöyle diyordu: "Şu şu
olaylar ve savaşlarda bulundum. Vücudumda ok, mızrak, veya kılıç yarası bulunmayan
bir yer kalmadı. Ama işte yine de (ne yazık ki) yatağımda ölmekteyim.
Korkakların gözüne uyku girmesin!.." Nice muharip (savaşçı) ölümden dönmüştür.
Nice savaştan geri kalıp yatağında oturan da yarasız, beresiz oluvermiştir.
Sonra Cenab-ı Hak o
münafıkların bir sözü sebebiyle şaşılacak bir durum zikretmektedir. Onlara
ganimet, bolluk, bereket gibi bir iyilik geldiği, meyve, ekin, çocuk ve benzeri
bir rızka kavuşdukları zaman "Bu Allah katındadır. O'nun lütfundan ve
ihsanındandır. Başka kimsenin bunda bir payı yoktur" derler. Ama bir
hezimet (yenilgi), kuraklık, yağmursuzluk, meyve ve ekinlerde bir telef-zarar,
veya çocukların ya da hayvanların yavrularının ölmesi gibi başlarına bir
fenalık, kötülük geldiği zaman ise "Ey Muhammed, bütün bunlar senin
yüzünden, sana uymamız, senin dinine tabi olmamız sebebiyledir" derler.
Nitekim Allah Teâlâ, Firavun kavminin de böyle yaptığını haber vermiştir:
"Fakat onlara iyilik (bolluk) gelince "Bu, bizim hakkımızdır"
dediler. Eğer kendilerine bir fenalık da (kıtlık, belâ) gelirse Musa ile onun
beraberinde olanlara uğursuzluk yüklerlerdi. Gözünüzü açın ki onların
uğursuzluğu ancak Allah tarafından-dır. Fakat çokları bilmezler." (Araf,
7/131). Bu tavrı belirten başka bir ayette de "İnsanlardan kimi de
Allah'a, (dininin yalnız bir tarafından (tutup) ibadet eder." (Hacc,
22/11) buyurulmaktadır.
Yahudiler gibi görünüşte
İslâm'a girmiş olan ama işin gerçeğine bakılırsa İslâm'dan hoşlanmayan
münafıklar da böyle söylemişlerdir. Hatta başlarına bir şer, fenalık
geldiğinde bunu Peygamberimize (s.a.) uymalarına bağlamışlar, Hz. Muhammed'e
(s.a.) -hâşâ- uğursuzluk yüklemeye kalkışmışlardır ve "Bu senin
katındandır (senin yüzündendir)" yani "Kendi dinimizi terk edip
Muhammed'e tabi olmamız yüzünden bu belâ başımıza geldi" demişlerdir.
Allah Teâlâ bu iddiayı
şöylece reddediyor: Bu onlar tarafından atılmış batıl bir iddiadır. Hepsi
Allah tarafındandır. Her şey Allah'ın kaza ve kaderiyle-dir. Allah'ın
sebep-müsebbep (sebep-sonuç) kanunu dairesinde gerçekleşmektedir.
Şu adamların
akıllarına ne isabet etti de kendilerine söylenen sözü, ağızlarından çıkan
lafın gerçek yönünü anlamıyorlar? Aklî yeteneklerini yitirdiler-de mi böyle
kötü bir sonuç çıkarıyorlar ve sebep-müsebbep ilişkisini, Allah'ın herşeyin
yaratıcısı olduğunu anlamıyorlar? Sonra Allah Teâlâ Rasul-i Ekrem'ine (s.a.)
hitap ediyor. Hitap ile murad olunan insan cinsidir, böylece cevap da elde
edilebilir yani ey insan, sana gelen her hasene, iyilik Allah'tan, Allah'ın
fazl u ihsanından, lütfundan, rahmet ve tevfikindendir ki öylece kurtuluş ve
hayır yoluna girersin. Ve sana gelen her seyyie, fenalık da kendindendir, senin
tarafındandır, işlediğin amelinden kaynaklanır. Çünkü sen akıl, hikmet, ilâhî
hidayet kaideleri ve ilim ile tecrübe sonuçlarının kılavuzluğunu kullanma yoluna
girmedin. O yüzden ey Ey Habibim, onların hastalığına bile senin sebep olduğunu
söylüyorlar. Gerçek şu ki irsî, soyaçekim yoluyla gelen hastalık insanın
kendisinden ve doğru olmayan yollara girmesi sebebiyle meydana gelir. Mesele
Allah Teâlâ'nın: "Size çarpan her musibet, kendi ellerinizin (ihtiyar ve
iradenizin) işleyip kazandığı (günahlar) yüzündendir. Bununla beraber Allah)
bir çoğunu da affeder (ve musibete uğratmaz)." (Şûra, 42/30) ayetinde
buyurduğu gibidir.
Sen ise Ey Muhammed
(s.a.) bizim katımızdan bütün insanlara gönderdiğimiz bir peygambersin. Onlara
Allah Teâlâ'nm hükümlerini, kanunlarını, Allah'ın sevdiği ve razı olduğu,
sevmediği ve kabul etmediği hususları tebliğ ve beyan eylersin. Seni peygamber
olarak gönderdiğine hakkıyla şahit olarak da Allah Teâlâ yeter. O, seninle
onlar arasında da şahittir. Senin onlara tebliğ ettiklerini onların da küfür
ve inatta bulunarak hakkı reddettiklerini bilmektedir. Sana düşen sadece
tebliğdir. Hayır ve şer, yaratılması ve var kılınması yönünden Allah
Teâlâ'dandır. Kesb ve ihtiyar (kulun kendi iradesiyle bir şeyi yapması)
bakımından ise şer, kuldandır.
Kısaca burada iki şey
bulunuyor:
1- Her şey
Allah Teâlâ katındandır. Yani her şeyin yaratıcısı, insanın çalışması ve
kazanması ile ulaşacakları prensipleri, kanunları, kaideleri koyan O'dur.
2- İnsana
dokunan fenalık ve şer ise, insanın bu kanun ve prensipleri, sebepleri
anlamaktaki kusurundan, ihmalinden kaynaklanmaktadır.
"Hepsi Allah
tarafındandır." ile "Sana gelen her fenalık da kendindendir."
ayetleri arasında bir taaruz (çelişki) yoktur. Çünkü birinci ayet-i kerime yaratılması
ve var edilmesi itibariyle her şeyin Allah'tan olduğunu kasdediyor. İkinci
ayet-i kerime ise günahlar yahut dünya hayatındaki genel kanun ve prensipleri
anlamaktaki kusuru sebebiyle, kulun kendi iradesiyle kazanması ve sebebiyet
vermesi bakımından fenalığın kendisinden kaynaklandığı manasınadır.
[23]
"Kendilerine,
ellerinizi (savaştan) çekin...denilen kimselere bakmaz mısın?" Bu ayet-i
kerimenin Kurtubî'nin de ifade ettiği gibi bir kısım Yahudi, münafık ve zayıf
imanlı kişiler hakkında inmiş olması daha makuldür. Zira Ashab-ı Kiramın
(r.a.) tarihinde şer1! hükümlerden birisinin vahiy yoluyla indirilmesine
itirazda bulundukları bilinmemektedir. Ayetin akışı da bunu gösteriyor:
"Onlar: "Ey Rabbimiz üzerimize şu savaşı niçin yazdın? Bizi yakın
bir zamana kadar geciktireydin ya..." dediler". Ecellerin mahdut,
nzıkların kaderde taksim edilmiş olduğunu bilen bir sahabiden böyle bir sözün
sadır olması mümkün değildir. Tam tersine onlar isteyerek ve kabullenerek
Allah'ın emirlerine boyun eğerler, ahiret yurduna ulaşmayı dünyada kalmaktan
daha hayırlı görürlerdi. Nitekim hayatlarını böylece geçirdikleri tarihen
sabittir. Allah Teâlâ hepsinden razı olsun. Amin!
Ayetin iniş sebebi
hakkında Nesâî ve Hâkim'den gelen rivayet araştırma ve incelemeye muhtaçtır.
Abdurrahman b. Avf gibi cennetle müjdelenmiş bir sahabinin yukarda geçen sözü
söylemiş olması mümkün değildir.
Ayet-i kerimenin
delâlet ettiği hükümlere gelince:
1- Dünya ve
dünyadaki meta, fayda, lezzet, şehvet, eğlence gibi şeyler fanidir, sınırlıdır.
Devamlı nimetleri ve cennetlerde ebedi kalış da içinde olmak üzere ahiret
hayatı, günahlardan sakınan kimse için daha hayırlıdır. Peygamber (s.a.)
Efendimiz de "Benim ile dünyanın misali bir yolcunun haline benzer: O
yolcu bir ağacın altında öğleyin biraz uyur, istirahat eder sonra da kalkıp
yola devam eder, oradan ayrılır" buyurmaktadır.
2- Ölüm
hükmü kesinleşmiş, eceli sona erenin ondan geri kalamayacağı bir iştir. İnsan
ister meskun bölgelerde kurulu sağlam ve muhteşem kalelerde bulunsun, isterse
savaş meydanlarında bulunsun, bu netice değişmez. Savaşlardan savaşlara
koşarak hayatını geçirmiş olan Halid b. Velid (r.a.)'in evde döşeğinde ölmesi
en büyük bir ibrettir.
Başka bir deyişle
eceller ne zaman biterse, o vakit ruhun da cesedi terk etmesi lâzım gelir. Bu,
öldürülmek veya kendi kendine ölmek ya da Allah'ın ruhun çıkması için koyduğu
diğer kanunlardan biri yoluyla olabilir.
3- İçinde
yaşamak için ülkeler, şehirler kurmak, binalar yapmak, malları ve canları
korumak, Allah Teâlâ'nın sünnetidir yani kulları hakkında koyduğu kanunudur.
Bunlar sebeplerin en büyüğü ve önemlilerindendir. Bizlere de bu sebeplere
yapışmak emredilmiştir. Nitekim peygamberler de ülke ve şehirler kurmuşlar,
tedbir olarak ve daha iyi korunmasını temin etmek için etrafına hendekler
kazdırmışlardır. Bütün bu örnekler, tevekkülün sebeplere yapışmayı terk etmek
olduğunu söyleyen kimselere en etkili cevaptır.
4-
"Eğer onlara bir iyilik (hasene) dokunursa "Bu, Allah
batındandır" derler. Şayet onlara bir fenalık dokunursa "Bu senin
katındandır" derler." ayet-i kerimesi İbni Abbas (r.a.) ve diğer
müfessirlere ve te'vil alimlerine göre Yahudiler ve münafıklar hakkında
inmiştir. Bunlar, Resulullah (s.a.) Efendimiz Medine'ye geldiği zaman "Şu
adam ile ashabı buraya geleliden beri meyvalarımızm ve ekinlerimizin
eksildiğini fark etmekteyiz" demişlerdir.
5- Şiddet,
sıkıntı, bolluk, zafer, hezimet, yenilgi, hepsi Allah tarafmdandır. Allah
Teâlâ'nın kaza ve kaderi, O'nun yaratması ve var etmesi iledir.
6- Ey
insanlar topluluğu, verimlilik, bolluk, rızık genişliği gibi nail olduğumuz
her şey Allah Teâlâ'nın size olan fazl u keremindendir. Başınıza gelen kuraklık,
rızık darlığı gibi şeyler kendinizden, yani bunlar günahlarınız sebebiyle o
aşınıza gelmiştir. Nitekim Hasan-ı Basrî, es-Süddî ve daha başka alimler böyle
söylemişlerdir.
Cahiller, "De ki:
"Hepsi Allah tarafmdandır" ayetini "Hasene (iyilik) ve seyyie
(fenalık) Allah'tandır, yarattıklarından değildir" şeklinde anlayarak hataya
düşmüşlerdir. Hataları "seyyie"yi "masiyet-günâh" diye
tefsir etmelerinden kaynaklanmaktadır. Halbuki öyle değildir.
"Seyyie" ile murad olunan belirli bir şeydir. Kuraklık, geçim
darlığı ve benzeri gibi. Çünkü, eğer "hasene" ile murad iyilik yapan
kimsenin fiili, "seyyie" ile fenalık edenin fiili olsaydı, Ce-nab-ı
Hakkın ayette, "İşlediğin bir iyilik, işlediğin bir fenalık" şeklinde
söyler-iı. Çünkü iyilik ve fenalığın hepsini de işleyen, yapan kuldur. Bu
fiiller kula, onları işlediği zaman nispet edilir, başkasının yapması durumunda
fiil o kula ait kabul edilmez.
7-
Resulullah (s.a.) ilâhî bir risalet ve davet sahibidir. Bu risalet, Allah
Te-âlâ tarafından ona vahyedilmiştir. Artık kendi nebisinin peygamberliğinin
doğru olduğuna ve o peygamberin sadık bulunduğuna şahit olarak Allah Teâlâ kâfidir.
[24]
80- Kim o Peygamber'e itaat ederse muhakkak
Allah'a itaat etmiştir. Kim de yüz çevirirse... Zaten seni onların başına bekçi
göndermedik ya!
81- Onlar (sana):
"Hayhay, emrine uyduk" derler. Fakat senin yanından ayrıldıkları
zaman da onlardan bir topluluk senin söylediklerinden başkasını geceleyin
kurarlar. Allah onların gizlice ne planlar kurduklarını yazıyor. Onun için sen
onlardan yüz çevir (aldırış etme). Allah'a güvenip dayan. Allah, bir vekil
olarak yeter.
82- Onlar hâlâ Kur'an'ı gereği gibi düşünmeyecekler
mi? Eğer o, Allah'tan başkası tarafından olsaydı elbet içinde birbirini
tutmayan bir çok (tutarsızlıklar) bulurlardı.
"Onlar hâlâ
Kur'an'ı gereği gibi düşünmeyecekler mi?" ifadesi inkâr ve tenkit murad
edilerek kullanılmış bir sorudur.
[25]
Biz "seni onların
başına bekçi" amellerini gözetleyen, koruyan olarak
"göndermedik". Aksine Allah'ın azabıyla korkutucu, nezir olarak
gönderdik. İşleri bize aittir, taşkınlıklarının karşılığını biz vereceğiz. Bu
ifade savaş emri gelmeden önceki devir ile ilgilidir.
"Bir
topluluk" gündüz sana "söylediklerinden başka" şeyleri
"geceleyin planlayıp kurarlar." Yahut hilekârlık ederek senin
söylediğin ve emrettiğinin aksini tertip ederler. Ya da itaat edeceklerine dair
verdikleri sözün ve garantinin tersine harekette bulunurlar. Çünkü onlar
kabulü değil, reddi, itaati değil isyanı içlerinde gizlemektedirler,
söyledikleri ve dışa vurdukları şeylerde münafıklık yapmaktadırlar.
"Allah onların
gizlice ne planlar kurduklarını yazıyor." Geceleyin kurdukları gizli
planlarını, ona göre cezalandırılmaları için onların sayfalarına yazılmasını
emrediyor.
"Onlar hâlâ
Kur'an-ı gereği gibi düşünmeyecekler mi?" Kur'an-ı Kerim'i iyice düşünüp,
ondaki eşsiz manalara nazar kılıyorlar mı?" Kur'an'ı tedebbürün manası,
manalarını düşünmek, içindekileri anlayıp kavramak demektir.
"Eğer o Allah'tan
başkası tarafından olsaydı" manalarında çelişkiler, nazmında ve
belagatında aykırılıklar bulunurdu da bazı ayetler mucize mertebesine vardığı
halde diğer bazıları o dereceden geri kalır ve dolayısıyla benzerinin meydana
getirilmesi mümkün olurdu. Gayb ile ilgili verdiği haberlerin bir kısmı haber
verilen konuyla uyumluluk gösterir, diğer bir kısmı ise konuya tamamen zıt
olurdu. Bazı ayetler sahih bir manaya delâlet ederken bazıları fasit olan ve
uygun bulunmayan bir manaya delâlet ederdi.
[26]
Mukâtü'in rivayetine
göre Hz. Peygamber (s.a.) şöyle buyururdu: "Beni seven muhakkak Allah'ı
sevmiştir. Bana itaat eden muhakkak Allah'a itaat etmiştir. " Bunun
üzerine münafıklar şöyle demeye başladılar: Şu adamın söylediğini işitmiyor
musunuz? Bize Allah'tan başkasına ibadet etmememizi yasakladığı halde kendisi
neredeyse şirke giriyor. Hıristiyanların İsa'yı rab edindikleri gibi bizim de
kendisini rab edinmemizi istiyor. Bunun üzerine Allah Teâlâ bu ayet-i kerimeyi
inzal eyledi.
[27]
Cenab-ı Hak yukarıda
geçen Allah'a ve Rasulüne itat emrini burada tekit etmekte, Rasul-i Ekrem
(s.a.)'e itaatin netice itibarıyla Allah'a itaat olduğunu beyan buyurmakta,
münafıkların entrika ve hilekârlıklarını ortaya çıkarmaktadır.
[28]
Allah Teâlâ, kulu ve
peygamberi olan Hz. Muhammed (s.a.) hakkında haber vermekte, ona itaat edenin
Allah'a itaat etmiş olduğunu, ona isyan edenin Allah'a isyan etmiş bulunduğunu,
çünkü onun asla kendi arzu ve hevesine göre konuşmadığını, söylediklerinin
kendisine gönderilen bir vahiy olduğunu bildirmektedir. Sahihayn'da Ebu
Hureyre (r.a.)'den nakledilen bir rivayette Cenab-ı peygamber (s.a.) şöyle
buyurmaktadır: "Kim bana itaat ederse muhakkak Allah'a itaat etmiştir.
Kim bana isyan ederse muhakkak Allah'a isyan etmiştir. Kim emire itaat ederse,
muhakkak bana itaat etmiştir. Kim de emire isyan ederse muhakkak bana isyan
etmiştir."
Ayetin manası: Kim
Rasul-i Ekrem'e (s.a.) itaat ederse, o muhakkak Allah'a itaat etmiş
olmaktadır. Zira gerçekte emreden ve nehyeden Allah Teâlâ'dır. Peygamber ise
sadece emri ve nehyi, yasağı teklif etmektedir. Dolayısıyla itaat, bizzat
Peygamber'e değil, onun emri ve nehyi kendisinden alıp teklif ettiği zata yani
Allah azze ve celle'ye yapılmış olmaktadır.
Ama Hz. Peygamber
(s.a.)'in dünya işlerine dair emir ve tavsiye ettiği hurmaların aşılanması,
zeytin yağı yenmesi ve bedene sürülmesi, buğday, arpa gibi yiyeceklerin
öğütülürken, hamur yapılıp yoğrulurken tartılması gibi hususlara gelince,
bunlar kendisinin kanaati ve içtihadıdır.
Ashab-ı Kiram (r.
anhum) bir işle ilgili olarak onun Allah'tan gelen bir vahiy mi, yoksa Cenab-ı
Peygamberin bir içtihadı mı olduğu hakkında şüphe ettikleri zaman Rasul-i
Ekrem'e (s.a.) sorarlardı. Eğer vahiy ise tereddütsüzce itaat ederlerdi. Şayet
kendi görüşü ise onlar da görüşlerini söylerler, daha uygun gördükleri husus
varsa onu beyan ederlerdi. Nitekim Bedir ve Uhud savaşlarında böyle olmuştur.
Resulullah (s.a.) bazan onların görüşlerine katılır ve uygulardı.
Ey Habibim sana
itaatten yüz çeviren muhakkak zarara ve hüsrana uğrar, kaybeder. Onun işi
hakkında senin yapacağın bir şey yoktur. İstediğim şey hususunda onu
zorlayamazsın. Sana düşen sadece belağ yani tebliğ etmektir. Onların üzerine
musallat olmuş, zorba birisi değilsin sen. Hüsran ve helak onlara er veya geç
ulaşacaktır. Nitekim sahih bir hadiste şöyle buyurulmaktadır: 'Kim Allah'a ve
Rasulü'ne itaat ederse muhakkak rüşde (hidayete) ermiştir. Kim de Allah'a ve
Rasulü'ne isyan ederse, o kimse kendisinden başkasına zarar : ermiş
olmaz."
Daha sonra Allah Teâlâ
münafıkların durumlarını haber veriyor. Onlar zahiren muvafakat ve itaat
ettiklerini belirtirler. Münafıklık edip zahiri bir teslimiyet arz ederek
"Bizim işimiz sana itaat etmektir" ya da "Emrine itaat edilecek
bir emirdir" derler. Senin bulunduğun yerden ayrılıp uzaklaştıktan sonra
ise geceleyin senin yanında söyleyip arz ettiklerinden başka görüş ve fikirler,
planlar kurarlar, tertip ederler. İbni Cerir et-Taberî, İbni Abbas (r.a.)'tan
onun şöyle dediğini rivayet ediyor: Onlar öyle insanlardı ki Resulullah
(s.a.)'m »anında bulunurlar iken canlarını ve mallarını güven altına almak
için, Allah'a ve Rasulü'ne iman ettik, derlerdi. Fakat Allah Rasulü'nün
yanından çıkrıktan sonra onun yanında söylediklerinin aksine bir tavır ve yola
girerlerdi. O sebepten dolayı Allah Teâlâ kendilerini ayıplayıp azarlamıştır.
Allah celle ve alâ
onların tertip ve tuzaklarını bilmektedir. Kulların işlerini ve sözlerini
yazmaya memur kıldığı yazıcı hafaza meleklerine, münafıkların bu hal ve
sözlerini yazıp kaydetmelerini de emretmektedir. Bu tehditteki mana şudur:
Cenab-ı Hak haber veriyor ki kendisi o münafıkların gönüllerinden geçenleri
de, aralarında gizlice konuştukları sırları da, Rasul-i Ekrem (s.a.) Hazretlerine
muhalefet ve isyan etme hususunda geceleyin verdikleri ve vardıkları kararları
da -her ne kadar zahiren ona itaatkâr ve muvafakat eder gözükseler ie- gayet
iyi bilmektedir, o yüzden de onları cezalandıracaktır.
Ey Rasulüm! Sen
onlardan yüz çevir. Müsamahakâr ol, onlara karşı da yumuşak davran. Hemen
onları hesaba çekme, kurdukları komplo ve desiselere fazla önem verme,
açıklarını hemen ortaya dökme. Ve onlardan da korkma, Allah Teâlâ'ya tevekkül
et. O'na güven, işini O'na ısmarla, bütün işlerinde O'na güvenip dayan. Çünkü
onların seslerine karşı Allah sana yeter. Zira Allah Teâlâ, kendisine tevekkül
edip, yalnız O'na dönenlere dost, yardımcı ve destek olarak kâfidir.
Allah Teâlâ, ondan
sonra Kur'an-ı Kerim'i tedebbür etmeyi, manasını iyice düşünerek okumayı,
muhkem manaları ve belâğatli lafızlarını anlamayı emrediyor. Bu düşünce yolunun
plan ve metodunu tashih etmek hususu zaten O'nun kefaleti altındadır. O
Kur'an'da hiçbir ihtilâf, karışıklık, çelişki bulunmadığını, çünkü onun Hakîm
ve Hamîd olan Allah katından indirildiğini, Hak'tan gelen bir hak olduğunu
haber veriyor. Onun için, Allah Teâlâ "Onlar Kur'an'ı hiç düşünmüyorlar
mı? Yoksa onların kalpleri üzerinde (kat kat) kilitler mi var?"
(Muhammed, 47/24) ayetindeki sualden sonra buyuruyor ki: "Eğer o Allah'tan
başkası tarafından olsaydı" (Nisa, 4/82) yani kul tarafından yazılıp
ortaya konmuş olsaydı, "Elbet içinde birbirini tutmayan birçok (şeyler)
bulurlardı." Yani onda pek çok ihtilâf, tezat, tutarsızlık ve benzeri
şeylere rastlarlardı. Halbuki şu Kur'an bütün bu tür eksikliklerden salim ve
uzaktır, çünkü o Allah Teâlâ'nın katından inmiştir.
Bulunması muhtemel
ihtilâf ve farklılıkların ortaya çıkacağı yerler ya Kur'an'm nazmında ya da
manalarında olabilirdi.
Nazmı ve belâğati
yönüyle düşünülse bazı ayetler mucize derecesine varmış iken diğer bazıları o
dereceden daha aşağı olabilirdi.
Manaları yönüyle
düşünülecek olursa bazı ayetlerin manası doğru, bazısının ki fasit ve sakat
olabilirdi. Gaybdan, geçmiş ümmetlerin kıssalarından haber verirken gerçeğe
uygun olan haberlerin yanısıra gerçek ve vakıa ile bağdaşmayanları da nakledebilirdi.
Milletlerin sosyal, iktisadî ve siyasî ahvali ile ilgili gerçekleri tasvir
ettiği gibi hurafeleri ve yanlışları da zikredebilirdi. Akide esaslarını,
anayasa prensiplerini, genel hükümleri ihtiva eylediği gibi bunları çürüten ve
yıkan hükümler de bulundurabilirdi.
Tertibi bakımından ele
alınacak olursa Kur'an-ı Hakim, toptan değil de yirmi üç küsur yıl boyunca
çeşitli olaylar ve münasebetlere göre ayrı ayrı, per-deypey indirilmesine
rağmen son derece sağlam, tutarlı, mütenasip, şahane bir düzene sahiptir. Zira
Peygamberimiz (s.a.) Hazretleri her bir ayet ve sure vah-yolunduğunda
kâtiplerine onlara nereye yazacaklarını, tescil edeceklerini bildirmiş ve
takip etmiştir. Zaten kendisi de ayetleri hafızasından silinmeyecek şekilde
sağlam ve sabit olarak "(Habibim) seni okutacağız da (asla) unutmayacaksın"
(A'lâ, 87/6) ayetinde belirtildiği gibi ezbere biliyordu.
İşte bu çeşit ihtilâf
ve ihtimallerin hiçbiri Kur'an-ı Kerim'de bulunmamaktadır. Bu da kesin bir
şekilde gösteriyor ki Kur'an, Allah kelâmıdır. Ne önünden, ne ardından ona
hiçbir batıl (yanaşıp) gelemez. O, belâğatiyle, fesahatiyle, akıcılığıyla bütün
beliğ ve fasih kimseleri acze düşürmüştür. Gerçekleri hiçbir ihtilâf ve çelişki
olmaksızın tam manasıyla tasvir eylemiştir. Geçip gitmiş devirleri vakıaya
uygun olarak doğruca haber verdiği gibi, zamanındaki ahvali, nefisîerdeki ve
kalplerdeki gizli esrarı da hayret ve şaşkınlık verecek şekilde, tenkitçi
dilleri susturacak ölçüde sağlamca bildirmiş, gelecekle ilgili verdiği haberler
de aynen öylece gerçekleşmiştir. Akidenin temel prensiplerini, genel ve özel
konulara, milletlerarası siyaset ve yönetime ait daha önce görülmemiş hü-kümer
vaz'etmiştir. Öyle ki bunlar, bugün beşeriyetin uzun bir mücadele ve
çalkantılar döneminden sonra ulaşabildiği en modern ve sağlam nazariye ve
felsefî doktrinlerden daha ileri bir seviyede durmaktadır.
Gayb âlemini, kıyamet
manzaralarını öyle canlı, hissedebilir bir şekilde bize tasvir etmiştir ki
sanki onları görüyormuş, onları yaşıyormuş gibi oluruz. Şiddetli etkisinden ve
muhteşem bir şekilde tasvirinden, hikayelerinin doğru ve gerçekçi oluşundan
ötürü zihinlerimizde bıraktığı izler kaybolmak bilmez: "Allah, kelâmının
en güzelini -(ayetleri birbiriyle) ahenkli, katmerli (tıklım tıklım
gerçeklerle dolu) bir kitap halinde- indirmiştir ki Rablerine derin saygı göstermekte
olanların ondan derileri ürperir, sonra da hem derileri, hem kalpleri Allah'ın
zikrine (yatışıp)yumuşar." (Zümer, 39/23).
Eğer Müslümanlar
kendilerine karşı insaflı düşünüp davransalar bu mübarek Kur'an'ı terk edilmiş
olarak bırakmazlardı. Onun ihtiva ettiklerini iyice düşünseler ve kendileri
için çizdiği en doğru hayat yolunu anlayıp takip etselerdi, şu andaki zelil
duruma düşmezlerdi. Kur"an bir hidayet rehberidir, bu ümmetin nurudur,
ışığıdır. Allah Teâlâ'nm bildirdiği dosdoğru yoldur, mutluluk anahtarıdır,
gerçek menfaatin gerçekleşmesi İslâm ümmetinin bina edilip medeniyetle
ilerlemesinin tek yoludur. Nitekim Allah celle ve alâ şöyle buyuruyor:
"Gerçek bu Kur'an (insanları) öyle bir yola doğrultup götürür ki o, en
adil ve en doğru bir (yol)dur. O, salih amel (ve hareketlerde bulunan müminlere
kendileri için muhakkak bir ecir olduğunu da müjdeler." (İsra, 17/9).
[29]
Ayet-i kerimeler şu
noktalara işaret etmektedir:
1-
Resulullah'a (s.a.) itaat farzdır. Ona itaat etmek Allah Teâlâ'ya itaat etmek
demektir.
2- Allah'ın
Rasulü'ne itaatten yüz çeviren kendi heva ve arzularına tabi olmuş,
şehvetlerine boyun eğmiştir, gerçek menfaatini ziyan etmiştir. Kendisini dünyada
uçuruma sürüklemiş, ahirette de cehennem azabına düşürmüş olmaktadır.
3-
Münafıkların hile ve foyaları ortaya çıkarılmıştır. Onlar Hazret-i Nebiy-yi
Ekrem'in (s.a.) yanmdayken "Biz itaat ediyoruz" veya "Senin
emrine itaat edilir" gibi sözler söylüyorlar, ancak hemen daha evvel
söylediklerinin tersini ortaya koyuyorlardı. Bu basit, cahil, sefih insanların
bile takınmaya tenezzül etmeyecekleri bir tavırdı. Onların Peygamberin
huzurunda iken söylediklerinin hiçbir yaran yoktur. Çünkü itaate yürekten inanmayan
hakikatte itaatkâr sayılmaz. Makbul ve muteber olan sonuçlardır. Şu sabittir ki
itaat itikadın ya-nısıra fiilen bulunmasıyla geçerli ve faydalı olur.
O münafıklar o türlü
tavırlarından bir şey de ele geçirmiş değildirler. Tam aksi ortaya çıkmış, daha
dünyadayken bütün insanların önünde rezil duruma düşmüşler, ahirette de bu
nifakları helak ve hüsrana uğramalarına sebep olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ
münafıklıklarını amel defterlerine kayıt etmiştir, ona göre cezalarını
verecektir.
Ondan dolayı münafıklara
pek önem vermeye de gerek yoktur. Zaten Peygamber Efendimiz (s.a.)'e de
onlardan yüz çevirmesi, onların işini Allah Te-âlâ'ya ısmarlaması, düşmanlara
karşı zafer elde etmek için O'na tevekkül edip güvenmesi emrolunmuştur. Allah
ne güzel dost ve ne güzel vekildir.
4-
Manalarını anlamak için Kur'an-ı Kerim'i tedebbür etmek, iyice anlamaya
çalışarak okumak bir vazifedir, her Müslümana dinen bir farzdır. Manaları ve
gözettiği hedefler üzerinde durmadan, düşünmeden, sadece tilâvetle okumak
yeterli değildir. Burada düşünmeye, istidlalde bulunmaya, akaid ve dinin temel
esaslarında taklidin iptal edildiğine de delil bulunduğu gibi ayet ayrıca
kıyas prensibinin ispatı hususunda da delil teşkil etmektedir.
5- Ayetteki
"birçok ihtilâflar bulurlardı" cümlesinden maksat, kıraat
lafız-larındaki, misal ve delâletlerinin lafızlarındaki, sure ve ayetlerin
miktarların-daki farklılıklar değildir. Kastedilen belagat seviyesindeki mucize
olan nazmın-daki, manaları ve fikirlerdeki, haberler ve gayb alemiyle ilgili
hususlardaki, hayat nizamı ve hükümlerindeki çelişki ve farklılığın
olmamasıdır.
[30]
83- Onlara eminlik
veya korku hususunda bir haber geldiği vakit onu yayıverirler. Halbuki bunu
Peygamber'e ve onlardan (müminlerden) emir sahiplerine (idarecilere) havale
etmiş olsalar onlardan hüküm çıkarmaya kadir
olanlar onun ne
olduğunu bilirlerdi. Allah'ın sizin üzerinizdeki lütf u inayeti ve esirgemesi
olmasaydı, birazınız
müstesna olmak üzere
muhakkak ki şeytana uyup gitmiştiniz.
"...birazı
müstesna" ifadesinde İbnü'l-Enbârî'nin zikrettiği gibi (I, 262) altı
ihtimal vardır:
1- İstisna,
"Şeytana uyardınız" cümlesinden olabilir.
2-
"Hüküm çıkarmaya kadir olanlar" cümlesindeki cemi vâv'ından olabilir.
3-
"Haberi yayarlar" cümlesinden olabilir.
4-
"Bihî: haberi" kelimesinden olabilir.
5- "Onlara
geldiği zaman" cümlesindeki hum (onlara) kısmından istisna olabilir.
6-
"Sizin üzerinizdeki nimeti" cümlesindeki aleykum (sizin) kısmından
olabilir.
Şöyle de denmiştir.
Bunun takdiri "illâ ittibâan kalîlen" (az bir tâbi oluş) şeklindedir.
Mevsuf olan kelime (ittibâan) hazfedilmiş, sıfatı onun yerine ikame
edilmiştir. Zamahşerî der ki: Bu, "Sizden birazı müstesna" veya
"az bir tabi oluş hariç" takdirindedir.
[31]
"Onlara bir haber
geldiği" yani Rasul-i Ekrem'in (s.a.) seriyyelerinin, askerî birliklerin
elde ettikleri bir zafer veya yenilgi haberi geldiği "vakit onu
ya-yıverirler."
"Halbuki bunu onu
emir sahiplerine havale etmiş olsalardı", Ashabın büyükleri gibi görüş ve
dirayet sahibi olanlara müracaat etseler veya kendilerine kesin haber gelene
kadar sussalar.
"onlardan hüküm
çıkarmaya kadir olanlar..." İstinbât, kuyudan suyu çıkarmak manasınadır.
Burada murad olunan ise alim bir adamın aklı ve ilmi sayesinde ortaya çıkardığı
fikir, hüküm ve meselelere dair çözümlerdir. İşte öyle alim kişiler gerçek
durumu peygamberden ve emir sahiplerinden öğrenip yayanlardır, "onun ne
olduğunu" yayılması uygun bir haber olup olmadığını "bilirlerdi.
"
"Allah'ın sizin
üzerinizdeki lütfü inayeti" yani İslâm nimeti "ve esirgemesi"
yani Kur'an-ı Kerim göndermek suretiyle merhameti olmasaydı "şeytana uyup
gitmiştiniz." Onun emrettiği fuhuş ve münkerata kapılmıştınız.
[32]
Müslim, Ömer b.
el-Hattab'dan (r.a.) rivayet etmiştir: Peygamber (s.a.) hanımlarından itizal
ettiğinde (uzaklaştığında) mescide girmiştim. Baktım ki insanlar ellerindeki
çakıl taşlarıyla yere bir şeyler çiziktiriyorlar: "Resulullah (s.a.)
hanımlarını boşadı" diyerek üzülüyorlardı. Mescidin kapısına dikildim ve
var gücümle "Hanımlarını boşamadı" diye bağırdım. Bunun üzerine bu
ayet nazil oldu: "Onlara eminlik veya korku hususunda bir haber geldiği
zaman onu yayıverirler. Halbuki bunu peygamberlere ve onlardan (müminlerden)
emir sahiplerine havale etmiş olsalardı, onlardan hüküm çıkarmaya kadir
olanlar onun ne olduğunu bilirlerdi." O haberin hükmünü istinbât eden
bendim.
İbni Cerir et-Taberî
diyor ki: Bu ayet, Rasul-i Ekrem'in (s.a.) kendilerine söylediğinin veya
kendilerinin Hz. Peygamber'e söyledikleri söz ve vaadlerin tersine planlar ve
desiseler kuran topluluk hakkında nazil olmuştur.
Suyutî ise:
"Ayet-i kerime münafıklardan veya zayıf imanlı müminlerden bir grup
hakkında nazil olmuştur. Bazı müminlerin kalpleri zayıflasın, Peygamberimiz
(s.a.) de rahatsız olsun diye böyle bir yola tevessül ederdi" demektedir.
Kanaatimce Suyutî'nin
söylediği sebep daha barizdir. Zira haber yaymak, bazı söylentilerin
dolaşmasına yardımcı olmak ya ümmetin düşmanı bulunan münafıkların kötü bir
maksatla işledikleri bir fiil yahut da zayıf imanlı, cahil halk tabakasının iyi
niyetle yaptıkları bir iş olabilir. Hz. Ömer (r.a.)'in tavrı da nüzul
sebeplerinden birisi olabilir.
Zemahşerî ise şöyle
diyor: Bunlar henüz sosyal olaylar hakkında tecrübesi bulunmayan, işlerin iç
yüzünden haberdar olmayan zayıf imanlı bazı Müslü-manlardı. Rasul-i Ekrem
(s.a.) Hazretlerinin gönderdiği seriyyeler (askerî birlikler) ile ilgili
olarak kendilerine ulaşan bir emniyet, selâmet, korku, aksaklık, hezimet
haberini derhal yayarlar, bu şayia da genel bir bozgunluk veya felâket sebebi
olurdu.
[33]
Ayet-i kerimenin
kendisinden önceki kısımla münasebeti açıktır: Allah Te-âlâ burada
Kur"an-ı Kerim'in tedebbür edilmesini, iyice düşünerek okunmasını,
anlaşılması için dikkat ve gayret sarf edilmesini emretmektedir. Bu da hayatın
bütün işlerinde ve ahvalinde -haberleri nakletmek vb. şeyler de buna
dahildir-meseleyi araştırıp tahkik etmek zaruretini öğrenmeye sevkeden bir
sebeptir.
[34]
Bu, işlerin ve
meselelerin gerçek yönünü öğrenmeden hemen haberini alıp yayan kimselere
yöneltilmiş bir nehiydir. Çünkü haberlerin sahih olmaması da mümkündür. Müslim
Sahih'inde Ebu Hureyre'nin naklettiği bir hadiste Peygamberimiz (s.a.)'in
"Kişiye günah olarak her duyduğunu anlatması yeter" buyurduğunu
rivayet etmektedir. Başka bir sahih hadiste de 'Yalan olduğunu zannettiği bir
sözü anlatıp nakleden kişi de iki yalancıdan biridir" buyurmaktadır.
Buhari ve Müslim'de Muğire b. Şu'be'den (r.a.) nakledildiğine göre Rasul-ı
Ekrem (s.a.): "Kîl u kâl'den (yani dedikodudan nehyetmiştir." Yani
insanların dillerinde dolaşan sözleri hiç bir araştırma ve soruşturma yapmadan
nakletmeyi yasaklamıştır. Ebu Davud'un S«nen'inde de "Zeâmû (demişler,
ileri sürmüşler) sözü kişi için ne kötü bir binittir" buyurulmuştur.
Ayetin manası
şöyledir: Emniyet (barış) ve korku (savaş) durumları ile ilgili bir haber
güvenilir olmayan kaynaklardan gelerek cahil halka veya münafıklara ya da
genel konularda tecrübesi ve bilgisi bulunmayan bazı zayıf Müslümanlara
ulaşabilir ve onlar da hemen halka duyurup yaymaya girişebilirler. Bu ise
insanların genel menfaatine zarar veren kötü bir iştir.
O sebeple kamu işleri
ile ilgili söz ve açıklamaların Müslümanların başkanına yani Rasul-i Ekrem'e
(s.a.) veya emir sahibi olan idarecilere, ehl-i hal ve'l-akd olan ümmetin şûra
heyetinin üyesi bulunan zatlara bırakılması gerekir. O tür konularda konuşma
hakkına onlar sahiptir. Sağlam haberleri, işlerin gerçek yönlerini ortaya
çıkarma imkânı onların elindedir. Bilgileri, istifade ettikleri kaynakların
çeşitliliği, savaş ve savaş hileleri, entrikaları hususundaki tecrübelerine
dayanarak alınması gerekli tedbirler ve söylenecek sözler hakkında onlar
yetkilidirler.
Her duyduğunuzu
anlatmakta, sağlamlığını araştırıp sormadan bütün haberleri nakletmekte ise
devlete açık bir zarar verme durumu söz konusudur. O yüzden zamanımızda her
devlet basm-yaym, radyo, televizyon ve diğer iletişim organlarındaki haberlere
belli oranda sansür uygulamaktadır. Tâ ki toplumda kargaşa ve karışıklık
çıkmasın, insanlar şayialara kapılmasın. Bu kontrol, sansür barışta da, savaş
zamanlarında da mevcuttur.
Daha sonra Allah Teâlâ
imam sağlam olan müminlere lütf u inayet edip kendilerini o türlü bozuk ve
şaibeli akımlardan koruduğunu belirterek beyan ediyor ki: Eğer Allah'ın, sizin
üzerinizdeki lütfü ve esirgemesi olmasaydı -çünkü sizi hidayete sevkeden,
Allah'a ve Rasulü'ne itaat etmeye muvaffak kılan, sizi sağlam bir ilmî kaynağa
yani peygambere ve ümmetin emir sahibi olan zevatına idarecilerine müracaat
etmeye kılavuzlayan O'dur- sizler de şeytanın vesveselerine uyardınız veya
Zamahşerî'nin dediği gibi kâfir olarak kalırdınız. Bundan sizin pek azınız
müstesna olurdu, yahut birazcık bir itaatla da olsa şeytana uyardınız. Bu
ayet-i kerimenin bir benzeri de şu ayettir: "Eğer üzerinizde Allah'ın fazl
u rahmeti olmasaydı içinizden hiçbiriniz ebedi temize çıkamazdı" (Nûr,
24/21).
[35]
Ayet-i kerimenin yönelttiği nasihat ve
irşadlar şunlardır:
1- Haberleri
rivayet ve hikâye etmeden önce doğru olup olmadığını araştırmak vaciptir.
Duyurulacak haberler üzerinde genel bir kontrol gereklidir. Böylece ümmetin
sırları ve birliği korunmuş, güçlü, birbirine bağlı ve sağlamca hayatını devam
ettirmesine, maksatlı propaganda ve şayialardan etkilenmemesine çalışılmış
olur.
2- İlim ve
tecrübe sahipleri ile ümmetin idarecisi mevkiinde bulunanlar genel meseleler,
kamu işleri hususunda konuşma hakkına daha lâyıktırlar. Bunlar aynı zamanda
dinî konularda çalışma görevinin başındadırlar.
3- Allah
Teâlâ'nın lütfü ve inayeti, rahmeti olmazsa, şeytanın vesvese ve iğvalarının
peşine düşmek pek çok rastlanan ve görülen bir durumdur.
4- İmam
el-Cassâs er-Râzî der ki: Ayet aynı zamanda olaylar ile ilgili hükümlerde
kıyas ve içtihat ile hüküm vermenin vacip olduğuna da delâlet etmektedir.
Müminlerin meselelerini, olayları hayatında ve huzurunda iken Ra-sul-i Ekrem'e
(s.a.), vefatından sonra veya huzurunda değil iken de alimlere havale ve arz
etmelerini emretmektedir. Şüphesiz ki bu, hakkında nas bulunmayan konulardaki
meselelerde böyledir. Çünkü üzerinde nas bulunan meselelerin istinbatı,
hükümlerinin yeniden konması diye bir şey asla söz konusu olamaz. Böylece şu
sabit olmaktadır ki Allah'ın ahkâmından kimisi üzerinde nas bulunmaktadır,
kimisi de nassm arasına, muhtevasına konulmuştur. Bize düşen bu ikinci kısmı
istidlal ve istinbat yoluyla öğrenmeye çalışmaktır.
Ayet-i kerimenin
ihtiva ettiği bir kısım manalar da şunlardır: Hadiseler ve olaylar ile ilgili
hükümlerden bazıları hakkında nas bulunmaz, ama o hüküm hakkında delâlet ve
işaretler vardır. Alimlerin o hükmü istinbat etmesi, hakkında nas bulunan
benzeri meselelere kıyas ederek neticeye varması gerekir. Avam insanlardan olan
kişilerin de bu olaylarla ilgili hükümlerde alimleri taklit etmesi icap eder.
Peygamber (s.a.) Efendimiz de bazan hükümleri istinbat etmek, delilleri
kullanarak hükme varmakla mükellef olmuştur. Çünkü Allah Teâlâ Rasul'e (s.a.)
ve emir sahiplerine (idarecilere) müracaat etmeyi emrettikten sonra
"Onlardan hüküm çıkarmaya kadir olanlar, onun ne olduğunu bilirlerdi"
buyurmuştur. Bunu Rasul'ü hariç tutup sadece emir sahiplerine mahsus bir iş
olarak tespit etmemiştir. Bu da gösteriyor ki herkesin istinbat ve istidlal
yoluyla hükmü öğrenmeye çalışma hakkı bulunmaktadır.[36]
84- Artık Allah
yolunda savaş. Sen ken- dinden başkasından mükellef tutulma- yacaksın. İman
edenleri de teşvik et. Olur ki Allah o
kâfir olanların şiddeti n* defeder. Allah'ın azabı çok çetindir, ibret alınacak cezası da pek şiddet-
"Sen kendinden
başkasından mükellef tutulmayacaksın." Onların cihad yolunda geri
durmalarına önem verme. Tek başına da olsa sen savaş. Sana zafer vaad
olunmuştur.
"Olur ki Allah o
kâfirlerin şiddetini" yani güçleri ve saldırılarını "defeder."
[37]
Allah Teâlâ daha
önceki ayette münafıkların ve imanı zayıf olanların gevşeklik ve cihaddan geri
durduklarını, itaat edecekleri görüntüsü verdikleri halde kalplerinde bunun
zıddmı taşıdıklarını zikredince, buradaki ayete "Artık sen Allah yolunda
savaş." diye başlamıştır[38]
Allah Teâlâ bu ayet-i
kerimede de kulu ve peygamberi Muhammed (s.a.)'e savaşa bizzat girişmesini,
kendisine yardımdan geri duranları bırakmasını ve onlara önem vermemesini
emretmektedir.
Ey Habibim Muhammed!
Artık sen Allah yolunda savaş. Onlar seni yalnız ve tek başına bıraksalar da
önemli değil. Eğer düşmanlara karşı zafer elde etmek istiyorsan kendinden
başkasını cihada atılması için sorumlu tutma. Çünkü sana yardımcı olacak olan
Allah'tır, askerler değil. O isterse sana tek başına da, etrafında binlerce
asker ile yardım ettiği nusret ve zaferi nasip eder.
Kendin dışında kalan
ve niçin bize savaşı farz kıldın ya Rab diyen, senin yanında ve karşında arz
ettikleri itaatten başka entrika ve planlarla meşgul olanlara gelince onları
kendi işleriyle başbaşa bırak. Şüphesiz Allah yaptıklarının cezasını
verecektir.
Onlar hakkında sana
düşen sadece cihada teşvik etmektir, onları kınamak, azarlamak değildir. Allah
Teâlâ haber verip vaad ediyor ki -O asla vaadinden caymaz- sana yönelecek şu
Kureyş kafilesinin her ne türlü şiddet ve kuvveti olursa olsun onu
defedecektir. Çünkü Allah Teâlâ kudret ve kuvvetçe de Kureyş'ten çetindir. Kahr
u ceza, azap etme bakımından da daha çetindir. Onların kâfirlikleri, hak
aleyhine cüretkârlıkları sebebiyle dünyada da ahirette de cezalarını vermeye
kadirdir.
İşte bu ilâhî vaad
fiilen gerçekleşmiş, Allah Teâlâ kâfirlerin satvet ve kuvvetlerini defetmiş ve
kırmıştır. Şöyle ki: Ebu Süfyan Uhud savaşından sonra gelecek yıl Bedir'de
Müslümanlarla tekrar karşılaşma ve savaşma talebinde bulunmuş, Resulullah
(s.a.) da bu talebi kabul etmişti. Uhud savaşının üçüncü senesinde Küçük
Bedir'de karşılaşma vakti geldiğinde Rasul-i Ekrem (s.a.) kesin olarak çıkma
kararını vererek: "Nefsim elinde olan Allah'a yemin olsun ki tek başıma da
olsam savaşa muhakkak çıkacağım" buyurmuş, beraberinde sadece yetmiş kişi
bulunduğu halde sefere çıkmış ve zafer elde etmişlerdi. Çünkü Ebu Süfyan
"Bu yıl kıtlık yılı diyerek yoldan geri dönmüştü." Kureyşlilerin yanında
sadece kavut bulunuyordu, halbu ki onlar savaş gibi önemli işlere ancak bolluk
zamanlarında girişirlerdi. Böylelikle Allah Teâlâ Peygamber Efendimiz
(s.a.)'den kâfirlerin şerrini defetmiştir.
[39]
Bu ayet-i kerime
savaşa ve muharebeye girmeye en yüksek derecede bir teşviki ihtiva etmektedir.
Müslümanlar cihada katılmaktan geri durdukları taktirde sadece Peygamberimiz
(s.a.) sorumlu tutulmaktadır. Mana şöyledir: Düşmana karşı cihadı, mustaz'af
(himaye ve yardıma muhtaç) müminlere imdada koşmayı tek başına da kalsan terk
etme. Çünkü Allah sana zafer vermeyi vaad etmektedir. ez-Zeccac diyor ki: Allah
Teâlâ peygamberine tek başına savaşma durumunda kalsa bile cihadı emretmiştir.
Çünkü nusret ve zaferi garanti etmiştir.
Ayet-i kerime Rasul-i
Ekrem (s.a.)'in davetine kuvvete baş vurarak karşı gelen müşriklerle tek başına
da olsa savaşma emrini aldığına delâlet etmektedir. Aynı zamanda Peygamberimiz
(s.a.) Hazretlerinin benzersiz bir şecaat ve cesarete sahip olduğunu da
göstermektedir. Nitekim Uhud ve Huneyn savaşlarında da böyle olmuş, asla
sebattan ayrılmamıştır. Diğer savaşçılar, kahramanlar bile O'nun arkasında ve
siperinde kalmışlardır. Hz. Ali (k.v.) der ki: Harp kızıştığı ve gözleri kan
bürüdüğü demlerde Resulullah'ı kalkan edinir, onunla korunurduk. Düşman
tarafına O'ndan daha yakın kimse kalmazdı.
Ayet-i celile
müminleri cihada, savaşa teşvik hususuna şamil olduğu gibi, Allah Teâlâ'nın
peygamberine zafer ve nusret vaadinin, yukarıda açıkladığımız gibi
gerçekleştiğini göstermektedir. Bu vaadin kesilmeden devam etmesi halinin
bulunması lâzım değildir. Ne zaman bulunursa meselâ bu bir lahza olsa bile
Allah vaadinde durmuş demektir. Cenab-ı Hak Küçük Bedir hadisesinde müşriklerin
güçlerini kırmıştır; nitekim verdikleri tekrar savaşa gelme sözünden dönen
onlar olmuştur: "Savaşta, müminlere Allah'ın yardımı yetti." (Ah-zab,
33/25). Aynı şekilde müminler Hudeybiye'de müşrikler üzerine zafer kazanmışlardır.
Müşrikler fırsatını kollayıp Müslümanlara gadretmek, bir baskın düzenlemek
niyetinde idiler. Müslümanlar işin farkına vardılar ve hemen harekete geçip
baskına hazırlananları esir aldılar. Halbuki o sıralarda iki taraf arasında
elçiler gidip gelmekteydi. Bu ayet-i kerimedeki murad işte o hadiselerdir:
"O Allah, onların elini sizden çekendi." (Fetih, 48/24).
Allah Teâlâ, Hendek
Savaşı gününde de ahzab (müttefik kâfir ordular)nın kalplerine korku salmıştır
ve "Savaşta, Allah'ın müminlere yardımı yetti." (Ahzâb, 33/25)
ayetinde belirtildiği gibi müşrikler herhangi bir çarpışmaya ve savaşa
girmeden bırakıp gitmişlerdir.
Yahudiler de
diyarlarından, mallarından, müminlerin kendileriyle savaşmasına gerek kalmadan
çıkıp gitmişlerdir. Pek çok Yahudi ve Hıristiyan dâr-ı islâm'da kalmayı ve
cizye (vergi) ödemeyi kabullenmişlerdir. Bazıları savaşsız memleketlerini terk
etmiştir. Allah Teâlâ müminleri onların kuvvet ve şiddetinden kurtarmıştır.[40]
85- Kim güzel bir
şefaatte bulunursa ondan kendisine bir hisse vardır. Kim de kötü bir şefaatle
şefaatte bulunursa ondan kendisine bir pay vardır. Allah her şeye hakkıyla
kadir ve nazırdır.
86- Bir selâm ile selâmlandığınız vakit siz ondan
daha güzeli ile selâm alın veya onun aynısıyla karşılayın. Şüphesiz ki Allah
her şeyin hesabını hakkıyla arayandır.
87- O, öyle bir
Allah'tır ki, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Olacağında hiçbir şüphe
bulunmayan kıyamet günü elbette hepinizi toplayacaktır. O Allah'tan daha doğru
sözlü kimdir?
"Kim şefaatte
bulunursa..." Bir kimsenin yardımcısı olarak yanına katılıp işinin
görülmesinde aracılık ederse...
"Mukît" yani
hakkıyla kadir ve koruyucudur, herkese amelinin karşılığı ile mukabele
edecektir.
"Tehiyye"
aslında uzun ömür dilemek için dua etmek demektir. Ama dahe sonra sabah ve
akşam yapılan hayır duaya isim olarak kullanılmıştır. Şeriat Müslümanların
selâmını, "esselâmu aleykum" olarak belirlemiştir. Bu selâmde
Müslümanların şiar parolasının selâmet, emniyet ve sevgi olduğuna işaret bu
lunmaktadır.
"Hasîb" yani
amellere göre hesabı gören, mükâfat ve ceza veren. "Allah'tan daha doğru
sözlü kimdir'?" Yani Allah'tan daha doğru sözlt kimse yoktur.
[41]
Allah Teâlâ, müminleri
cihad ve savaşa teşvik ettikten sonra burada da beyan ediyor ki onlar sana itaat
ettiklerinde pek çok hayra nail olacaklardır. Sana da bu hayırdan ulaşacak bir
hisse vardır. Çünkü onları cihada teşvikte sen de bir emek sarf ediyorsun.
Mücahid der ki: Bu ayet, insanların birbirlerine şefaatçi ve yardımcı olması
hakkında inmiştir.
[42]
Hayırlı netice verecek
bir iş hususunda yardıma çalışan kimse için hakkın batıla galip gelmesinden bir
hisse ve onu takiben elde edilen dünyada şeref ve ganimet, ahirette de nail
olunacak sevaptan bir pay vardır.
Aynı şekilde bir günah
yolunda katkıda bulunan kimse de çalışması ve niyetinden ötürü gereken günah
ve vebali yüklenir. Sahih bir hadiste Rasul-i Ekrem (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Hayır işlerinde şefaatçi olunuz, ecir alırsınız. Allah, peygamberinin
lisanı üzere dilediği şeyi hükme bağlar."
[43]
Şefaat iki nevidir:
Güzel ve çirkin. Güzel şefaat, kendisiyle bir Müslüma-nın hakkının gözetildiği,
Müslümandan bir şerrin defedildiği veya ona bir hayır sağlayan, Allah rızası
için yapılan ve o yüzden rüşvet almayan, caiz olan bir iş hakkında yapılan,
Allah'ın had cezalarından bir had ya da kul haklarından bir hak hususunda
olmayan türdeki şefaattir. Deniliyor ki: Güzel şefaat, Müslüman için dua
etmektir. Çünkü o da Allah Teâlâ katında şefaatte bulunmak manasındadır.
Peygamberimiz (s.a.) Hazretleri şöyle buyurmaktadır: "Kim 'Müslüman)
kardeşi için gıyabında dua ederse duasına icabet olunur. Melek dua edene de, aynısı
senin için olsun, der."
[44] İşte
bu da dua edenin hissesi olmaktadır. Müslüman aleyhine yapılan dua da bunun
tersinedir.
Kötü şefaat ise güzel
olanın aksinedir. Şimdi yaygın olan ise aracılık etmeler, adam kayırmalar,
menfaat ve rüşvet alarak yapılan kötü şefaatlerdir ve başkalarının haklarını
çiğnemek, mallarını zalimce yollarla ele geçirmek için yapılmaktadır. Rivayet
edildiğine göre Mesrûk bir şefaatte bulunmuş, lehinde şefaat ettiği kimse de
hediye olarak Mesrûk'a bir cariye sunmuştu. Mesrûk hiddetlenerek hediyeyi
reddetmiş ve "Kalbinde olanı bilseydim senin ihtiyacın hakkında tek kelâm
etmezdim, tamamlanması için bir kelime bile söylemezdim" demiştir.
[45]
"Allah her şeye
hakkıyla kadir ve nazırdır." Herşeyi muhafaza edicidir, her şeye şahittir.
Ayette geçen "mukît" kelimesinin kudret ve iktidar sahibi, hesabı lâyıkıyla
görücü, manalarına geldiği de söylenmiştir. Cenab-ı Hak şefaatçılarm
maksatlarına muttalidir, bilicidir. Herkese maksadına göre karşılık verecektir.
Herkese hak ettiği ceza ve mükâfatı vermeye kadirdir. Çünkü O'nun koyduğu
kanuna (sünnetullaha) göre ceza (karşılık) amel ile alâkalıdır.
Daha sonra yüce Mevlâ
insanlara selâmı ve selamlaşma âdabını öğretmektedir. Selamlaşma da güzel
şefaat gibi insanlar arasında yakınlaşma ve iyi ilişki kurma vasıtalarındandır.
Ayette geçen "tehiyye" kelimesinin aslı Allah'ın uzun ömürler vermesi
için dua etmek demektir. "Tahiyyat Allah'a mahsustur" diye okunan
duanın manası ise Allah'ın mülk ve kudretine delâlet eden ve kendileri yerine
kinaye olarak kullanılan lafızlar, ifadeler demektir. Sahih olan burada
tehiyye kelimesinin "selâm" manasına gelmesidir. Nitekim Allah Teâlâ
da "tehiyye" lafzı ile şöyle buyurmaktadır: "Onlar sana
geldikleri zaman seni Allah'ın selâmlamadığı bir şeyle selâmlarlar."
(Mücadile, 58/8).
Size bir Müslüman
selâm verdiği vakit kendisine ondan daha güzel veya aynı şekildeki bir selâm
ile karşılık vermek vaciptir. Daha fazla bir ifade ile selâm almak mendup,
benzer bir ifade ile karşılık vermek ise farzdır. Bu şahıs "Esselâmü
aleykum" dediği zaman kendisine selâm verilen ya "Ve
aleykümü's-selâm" şeklinde yahut da "Ve aleykümü's-selâm ve
rahmetullah" şeklinde selâmı alır. Şayet "ve berakâtüh" lafzını
eklerse bu daha faziletlidir. Her bir kelime için on hasene (derece) sevap elde
eder. Selâmın güleryüz, sevinç ve güzel bir muamele ile alınması daha
münasiptir.
İbni Cerir, Selmân-ı
Fârisî (r.a.)'den rivayet ediyor: Bir adam Peygamberimize (s.a.) geldi ve
"Esselâmü aleyke ya Resulullah" dedi. O da "Ve aleyke's-selâmu
ve rahmetullah" dedi. Sonra başka birisi gelip "Esselâmü aleyke ve
rahmetullahi ve berakâtüh ya Rasulallah" dedi. Ona da Resulullah (s.a.)
"Ve aleyke's-selâm ve rahmetullahi ve berakâtüh" diye karşılık verdi.
Daha sonra biri daha gelerek "es-Selâmü aleyke ya Rasulallah ve
rahmetullahi ve berakâtüh" dedi. Ona ise cevabı "Ve aleyke"
oldu. Bunun üzerine adam "Ey Allah'ın Peygamberi, anam-babam sana feda
olsun, filân ve falan kimseler sana gelip selâm verdiklerinde, bana verdiğin
karşılıktan daha fazla ifadelerle onların selâmını aldın" deyince Hz.
Peygamber (s.a.): "Sen bize bir şey bırakmadın ki. Allah Teâlâ "Bir
selâm ile selâmlandığınız vakit ondan daha güzeli ile selâmı alın veya onu
aynı-sıyla karşılayın" buyurdu. Biz de sana aymsıyla karşılık verdik"
diye cevap verdi.
"Şüphesiz ki
Allah her şeyin hesabını hakkıyla arayandır." Sizi selâmlama ve onun
dışındaki her şeyden dolayı hesaba çekecektir. Bu ifade selâmın yayılmasını ve
selâm verenin selâmını almanın vacip olduğunu tekit etmektedir. Ebu Davud'un
Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle
buyurmuştur: "Nefsim kudreti elinde olan Allah'a yemin ederim ki iman
etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.
Size yaptığınız zaman birbirinizi seveceğiniz bir işi göstereyim mi?: Aranızda
selâmı yayınız."
Daha sonra Allah Teâlâ
onların selamlaşma, cihad, hayır işleri ve şefaat-tan dolayı mükâfat
alacaklarını beyan etmekte ve varışın, dönüşün tek ve biricik ilâh bulunan
Allah'a olacağını, ahirette yeniden diriliş (ba's) ve amellerin karşılığının
verileceğinin kesinlikle vuku bulacağını haber vermektedir. Bu ayet dinin iki
esas rüknünü de takrir eylemektedir: Tevhid (Allah'ın tek ilâh ol-duğu)'nu
ispat ediyor ve "O, öyle bir Allah'tır ki, ondan başka bir ilâh
yoktur" ayetiyle bütün mahlukat üzerinde yegâne ilâhlık haklarının O'na
ait olduğunu haber veriyor. Ahirette diriliş (ba's) ve cezanın olacağı da
müteakip kasem ile ispat olunmaktadır: "Olacağında hiçbir şüphe bulunmayan
kıyamet
[46] günü elbette hepinizi
toplayacaktır." Cenab-ı Hak gelmiş geçmiş herkesi öldürüp toprak altında
toplayacak, sonra da hepsini tek bir sahada diriltecek ve herkese ameline göre
karşılık verecektir. Ayet, yeniden dirilme hususunda şek ve şüphe duyanlar
hakkında nazil olmuştur. Allah Teâlâ bunu tekit için kendi adına yemin
etmiştir.
"O Allah'tan daha
doğru sözlü kimdir?" Yani sözünde verdiği haberde, va-ad ve tehdidinde
Allah celle ve alâ'dan daha sadık ve doğru kimse yoktur, tek ilâh O'dur, başka
bir rab olamaz. O'nun verdiği bu bilgi bütün kâinatı kuşatan ilminden
kaynaklanmaktadır. Durum "Benim Rabbim hata da etmez, unutmaz da."
(Tâ-Hâ: 20/52) ayetinde buyurulduğu gibidir.
[47]
1- Güzel
şefaat mubahtır. Yani hakkını almaya götüren, rüşvete bağlı olmayan şefaat
caizdir. Kötü şefaat ise yani bir batıl, günah ve tecavüz için veya Allah'ın
had cezalarından bir haddi düşürmek maksadıyla veya bir hakkın çiğnenip iptali
ya da rüşvet almak için yapılacak şefaatler haramdır.
Güzel ve kötü olanın
tespitinde ölçü şeriattır. Şeriatın güzel gördüğü yani iyilik ve taat yolları
ile ilgili olanlar güzel, kötü gördüğü yani masiyet ve haram yolları ile
ilgili olan da kötüdür.
2- Tanıdığına,
tanımadığına selâm vermeye, merhabalaşmaya teşvik ve terğib olunmaktadır. İmam
Nahaî der ki: "Selâm vermek sünnettir, almak ise farzdır." Selâm
alırken ne kadar ziyade ifade olursa sevap da o kadar çok olur. Sadece
"Esselâmü aleykum" diye selâm verene ve aynı şekilde mukabele edene
on hasene verilir. Eğer "rahmetullahi" lafzı ilâve edilirse sevap
yirmi hasene, "ve berakâtüh" lafzı da söylenirse sevap otuz hasene
olur. Nebi'nin İmrân b. Husayn (r.a.)'dan naklettiği hadiste böyle
bildirilmektedir. İbni Abbas (r.a.)'tan mervidir ki: "Selâmı almak
vaciptir. Bir adam Müslüman bir topluluğa uğradığında onlara selâm verir de
onlar selâmını almayacak olurlarsa, o kimselerden ilahî rahmet çıkarılır,
adamın selâmını da melekler alırlar." İbni Cerir'in yine Ibni Abbas
(r.a.)'tan nakline göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah'ın
halkından sana selâm verenin selâmını al, o kişi mecusi de olsa. Çünkü Allah
Teâlâ "Bir selâm ile selâmlandığınız vakit, siz ondan daha güzeli ile selâmı
alın veya onun aynısıyla karşılayın buyurdu."
Hasmına karşı
"Es-selâmü aleyküm" diyen kişi ona canı hususunda eman vermiş
demektir.
Sünnet olan binekli
olanın (yüksekte bulunduğu için) yaya olana, yayanın oturana (vakar ve
sükûnetinden dolayı), azın çoğa ve küçüğün büyüğe (topluluk ve çoğunluğun
şerefinden ötürü) selâm vermesidir. Erkek, kendisine yabancı olan kadına selâm
vermez, ama hanımına verir. Buhari ve Müslim'de şöyle rivayet gelmiştir:
"Binekli yürüyene, yaya olan oturana, az çoğa selâm verir." Rivayet
edildiğine göre Resulullah (s.a.) çocukların yanından geçerken onlara selâm
vermiştir. Tirmizî'nin rivayetine göre Cenab-ı Peygamber (s.a.) bir kadın
topluluğunun yanından geçerken eliyle selâm vermiştir. Buhari ve Müslim bir
hadis şöyledir: "İslâm'ın en üstün ve hayırlı ameli yemek yedirmen,
tanıdığına ve tanımadığına selâm vermendir." İmam Hâkim, Rasul-i Ekrem'in
(s.a.) kelâmı olarak "Selâmı yayın ki selâmet bulaşınız" hadisini de
rivayet etmektedir. Malikîler kadınlara selâm vermeyi caiz görmüşlerdir, ancak
genç kadınlara selâm vermeyi şeytanî bir vesvese veya şehvetle bakış neticesi
konuşarak fitneye götürür korkusu varsa caiz görmemişlerdir. Hanefiler ise
aralarında mahremi olanlar bulunmuyorsa kadınlara selâm vermeyi menetmişlerdir.
Hanefiler diyorlar ki: Ezan, kamet, namazda seslice kıraat etmek gibi hususlar
kadınlardan sakıt olunca selâm almaları da sakıt olur, icap etmez, kendilerine
selâm da verilmez.
İmam Suyutî şöyle
belirtmektedir: Sünnette sabit olduğuna göre kâfirin, bid'atçinin, fasıkm
selâmını almak, def-i hacet yapana, helada olana, yemek yiyene selâmını iade
etmek vacip değildir. Hatta yemek yiyen dışında bu sayılanların selâmını almak
mekruhtur. Kâfire sadece "Ve aleyke (sana da) denir. Resulullah (s.a.)
Efendimiz'in şöyle buyurduğu sabittir: "Ehl-i Kitap selâm verdiğinde siz
"Ve aleyküm (size de) deyiniz."
[48]
Bunun manası "Dediğiniz sizin üzerinize de olsun" demektir. Çünkü
Ehl-i Kitap selâm verirken "Essâmu aleyküm (ölüm üzerinize olsun)"
derlerdi. Bir rivayette de şöyle gelmiştir: "Yahudi-ye ilk sen selâm
verme. Eğer önce o selâm verecek olursa "Ve aleyke (sana da)"
de." Bu cumhurun görüşüdür.
Hutbe esnasında,
aşikâre Kur"an okurken, hadis rivayet ederken, ilim müzakeresinde
bulunurken, ezan ve kamet sırasında selâm alınmaz. Namaz kılana da selâm
verilmez. Namaz kılan kimse, kendisine selâm verildiği taktirde muhayyerdir:
Dilerse parmağıyla işaret ederek alır, dilerse namazı bitirdikten sonra alır.
İmam Ebu Yusuf
(r.a.)'tan rivayet edildiğine göre tavla ve satranç oynayana, şarkıyıca, def-i
hacet edene, hamam ve benzeri yerlerde özürsüz yere avret yerini açana selâm
verilmez.
Tahâvî, selâmın
abdestli olarak alınmasının müstehap olduğunu zikretmiştir. Nebiyy-i Ekrem
(s.a.)'in selâmı almak için teyemmüm ettiği rivayet olunmuştur. İmam Ebu Hanife
(r.a.) selâmın çok yüksek bir sesle alınmayacağını belirtmiştir.
Hasan-ı Basrî (r.a.)
de diyor ki: Kâfire "Ve aleyke's-selâm" demen caizdir. Ama "ve
rahmetullah" deme, zira o cümle istiğfar (affını dileme) manasınadır.
Şa'bî, kendisine selâm veren bir Hıristiyana "Sana da selâm ve Allah'ın
rahmeti olsun" diye karşılık vermiş, niye böyle dediği sorulduğunda ise
"O da Allah'ın rahmeti sayesinde yaşamıyor mu?" demiştir.
Bazı alimler, ortada
kendilerine ihtiyaç doğuran bir hadise varsa, zımmî olan Ehl-i Kitab'a da ilk
olarak selâm verilmesine ruhsat vermiştir ki İmam Nahaî bunlardandır. Hâsılı,
bazı imamlara göre, gayr-ı müslimlere de ilk olarak selâm vermek, selâmlarını
almak caizdir.
Selâmı açıktan açığa
verip almak sünnettir. İmam Şafiî'ye göre parmak ve elle işaret kâfi gelmez.
Malikîlere göre uzakta ise kâfidir.
3- Allah
Teâlâ her şeye mukît yani şahit ve muktedirdir; hasîb, yani her şeyi
gözetiminde tutan, muhafaza edici, amellere göre hesaba çekendir. Haberinde, vaadinde,
tehdidinde, sözünde O'ndan daha doğru ve sadık kimse yoktur.
4- Allah
Teâlâ'nm vahdaniyeti sabittir, bütün mahlûkatm biricik ilâhı ve rabbi O'dur.
Ba's (diriliş) ve ahirette ceza yani amellerin karşılığını bulma haktır.
5- Kur'an-ı
Kerim, Allah kelâmıdır. O'ndan gelmiş bir vahiydir: "O Allah'tan daha
doğru sözlü kimdir?"
Allah Teâlâ ve Nebî
dışındakilerin kelâmları ise bilerek veya yanlışlık ya da cehaletle olsun doğru
da yalan da olabilir.
[49]
88- Siz hâlâ niçin
münafıklar hakkında -Allah onları kazandıkları yüzünden tepesi aşağı getirdiği
halde- iki kısım oluyorsunuz? Allah'ın saptırdığını siz mi doğru yola getirmek
istiyorsunuz? Allah kimi saptırırsa artık onun için hiçbir yol bulamazsın.
89- Onlar, kendileri küfre girdikleri gibi sizin
de küfredip onlarla beraber olmanızı arzu ettiler. O halde, onlar Allah
yolunda hicret edinceye kadar içlerinden dostlar edinmeyin. Eğer yüz çevirirlerse
onları nerede bulursanız yakalayıp tutun, onları öldürün. Onlardan ne bir dost
ne de bir yardımcı edinin.
90- Sizinle aralarında
antlaşma bulunan bir kavme sığınanlar, yahut ne sizinle ne de kendi
kavimleriyle savaşmak istemedikleri için göğüsleri daralıp size gelenler
müstesnadır. Allah dileseydi elbette onları sizin başınıza musallat eder de
sizinle herhalde savaşırlardı. Artık onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilirler
de sizinle vuruşmazlar ve size barış teklif ederlerse, o halde Allah size
onların aleyhine bir yol bırakmamıştır.
91- Diğer bir takımını da şu halde bulacaksınız:
Onlar hem sizden emin olmak, hem kendi kavimlerinden emin olmak isterler. Ne
zaman fitneye döndürülürler ise onun içine baş aşağı atılırlar. Öyle ise
onlar sizi bırakıp bir tarafa çekilmezler, size barış teklif etmezler,
ellerini çekmezler ise onları nerede bulursanız yakalayıp tutun, onları
öldürün. İşte size onlar hakkında apaçık bir ferman verdik.
"Siz hâlâ niçin
münafıklar hakkında iki kısım oluyorsunuz?" ile "Allah'ın
saptırdığını siz mi doğru yola getirmek istiyorsunuz?" cümleleri inkâr
manasına gelen bir sorudur.
"Allah'ın
saptırdığını siz mi doğru yola getirmek istiyorsunuz?" cümlesinde tıbâk
sanatı vardır.
"Kendileri küfre
girdikleri gibi sizin de küfredip... olmanızı arzu ettiler" cümlesinde
mugayir cinas sanatı vardır.[50]
"Allah onları
tepesi aşağı getirdiği halde..." Burada murad olunan onların müslümanlara
dostluk ve bağlılık gösterdikten sonra gadre ve savaşa kalkışmaları halidir.
[51]
"Siz hâlâ niçin
münafıklar hakkında iki kısım oluyorsunuz?" 88. ayetin nüzul sebebi ile
ilgili olarak: Buharî, Müslim ve başkaları Zeyd b. Sabit (r.a.)'ten şöyle
rivayet eder: Resulullah (s.a.) Uhud savaşma çıktığında kendisiyle beraber
gidenlerden bazıları geri döndü. Onlar hakkında Ashab-ı Kiram iki kısma
ayrıldı. Bir kısmı, "öldürelim derken diğer bir kısmı, hayır, öldürmeyelim,
diyordu. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
İbni Cerir'in İbni
Abbas (r.a.)'tan rivayetine göre ayet Mekke'de müslüman olduklarını izhar etmiş
bir kavim hakkında inmiştir. Bunlar Müslümanlar aleyhine müşriklere yardım
etmekte idiler. Müslümanlar bunlar hakkında hüküm vermekte ihtilâfa düştüler
de o yüzden bu ayet indi.
Saîd b. Mansur ile
İbni Ebi Hatim, Sa'd b. Muaz b. Ubâde'nin şöyle dediğini tahric etmişlerdir:
Resulullah (s.a.) insanlara hitap ederek buyurdu ki: Bana eza eden ve evinde
bana eza verenleri toplayana karşı bana yardımcı olacak kim var? Sa'd b. Muâz
hemen "Eğer Evs'ten ise onu öldürürüz, eğer Hazredi kardeşlerimiz ar. smda
ise bize emredersiniz, sana itaat ederiz" dedi. Bunun üzerine Sa'd b.
Ubade kalkıp "Ey Muâz'm oğlu, Resulullah'a (s.a.) itaat et. Senden
meydana gelenleri bilmektesin" dedi. Useyd b. Hudayr da ayağa kalktı ve
"Ey Ubâde'nin oğlu, sen münafıksın ve münafıkları seviyorsun" dedi.
Onun üzerine ayağa kalkan Muhammed b. Esleme de şöyle dedi: "Ey insanlar
susun, aramızda Allah'ın peygamberi bulunmakta. O bize emreder, biz de emrini
infaz ederiz." Bunun üzerine "Siz hâlâ niçin münafıklar hakkında iki
kısım oluyorsunuz?" ayeti indi.
Ahmed b. Hanbel,
Abdurrahman b. Avf (r.a.)'tan rivayet etmiştir: Araplardan bir kavim Medine'de
Resulullah'a (s.a.) geldiler ve müslüman oldular, sonra Medine'nin o zaman
yaygın olan hummasına yakalandılar. O yüzden gerisin geriye Medine'den
çıktılar. Yolda onlarla bir kısım Ashab karşılaştılar ve sordular: "Ne
oldu da Medine'den ayrıldınız?" Onlar "Medine'nin hummasına yakalandık"
dediler. Ashab "Allah Rasulü'nde sizin için alınacak güzel bir örnek yok
muydu? (O ve Ashabı bu çeşit şeylere sabrediyor)" dediler. O adamlar hakkında
bazısı "Bunlar münafık olmuş" derken, bazısı da "Münafık
olmazlar" diye hüküm verirken bu ayet nazil oldu.
Ancak bu rivayetin
isnadında tedlîs ve inkıta vardır, yani buna itimad etmek sahih değildir.
"Ancak aralarında
antlaşma bulunan bir kavme sığındılar..." 90. ayetin nüzul sebebi ile
ilgili olarak: İbni Ebî Hatim ve İbni Merdûveyh, Hasan-ı Bas-rî'den şöyle
dediğini tahric etmektedir: Sürâka b. Mâlik el-Mudlicî bize şöyle anlatmıştı:
Resulullah (s.a.) Bedir ve Uhud'da zaferler elde edip etraftaki kabileler
İslâm'a girmişti. Halid b. Velid'in bir askerî birlik ile kavmim olan
Mudli-coğulları üzerine Resulullah (s.a.) tarafından sevk edileceği haberini
aldım. Hemen Medine'ye gelip Hz. Peygambeı-'e dedim ki: "Nimet aşkına,
benim kavmime asker sevk edecekmişsin. Ben, onlarla mütareke yapmanı
istiyorum. Çünkü senin kavmin Kureyş müslüman olursa bizimkiler de müslüman
olup İslâm'a girerler. Kureyş müslüman olmazsa kavminin onlar üzerine galip
bulunması uygun olmaz."
Bunun üzerine
Resulullah (s.a.) Halid b. Velid'in elini tuttu ve "Onunla git ve
istediğini yerine getir" dedi. Halid de onlarla Resulullah (s.a.)'a karşı
kimseye yardım etmemeleri, Kureyş İslâm'a girerse onlarla beraber müslüman
olmaları şartıyla sulh yaptı. Bunun üzerine Allah Teâlâ "Sizinle
aralarında antlaşma bulunan bir kavme sığınanlar müstesna." ayetini
indirdi. Onlara iltica edenler de onlarla yapılan antlaşmaya dahil oldular.
İbni Ebî Hatim, İbni Abbas,
(r.a.)'ın şöyle dediğini tahric etmiştir: "Ancak... bir kavme
sığınanlar..." ayeti Hilâl b. Uveymir el-Eslemî, Suraka b. Mâlik
el-Mudlicî ile Cuzeyme b. Amir b. Abdi Menafoğulları hakkında indi. İbni Ebî
Hâtim'in Mücahid'den naklettiği bir rivayete göre ayet Hilâl b. Uveymir el-Eslemî
hakkında inmiştir. Bu zat ile Müslümanlar arasında bir antlaşma vardı.
Kavminden bazı kimseler ona gidip Müslümanlara karşı beraber olmaları teklifinde
bulunmuş, Hilâl ise Müslümanlarla da kendi kavmiyle de savaşmak istememişti.
[52]
Bu ayetlerde de
münafıkların ahvali ve utanç verici tavırları beyan edilmekte, müminlerin de
münafıklar hakkında iki ayrı görüşe ve zümreye ayrılmaları kınanmaktadır.
Çünkü münafıkların küfrü apaçık ortadadır, kâfir oldukları ve kendileriyle
savaşılması gerektiği kesinlik taşıyan bir meseledir. Yukarıda geçmiş olan
60-63, 64-68, 72-73. ayetler ile 142-143. ayetler de münafıkların yaptıkları
işleri ele alıp tenkit ediyor ve kınıyordu.
[53]
Münafıkların kâfir
olduğu hususunda gerekli deliller mevcut olduğu halde müminlerin onlar hakkında
farklı görüş ve gruplara ayrılmasını hoş karşılamayan Allah Teâlâ hitap ederek
soruyor: Onlar hakkında niçin farklı görüşlere sahip taraflar haline geldiniz?
Bir kısım onları temize çıkarıp haklarında hayır yollu şahitlik etmekte, diğer
bir kısım ise münafıkları tan u teşnide bulunup küfre girdiklerine şehadet
eylemekte. Halbuki münafıklar kâfirdirler. Allah Teâlâ onları haktan ayırıp
dalâlete düşürmüştür. Buna sebep ise isyanları, Allah'ın Rasulü'ne muhalefet
etmeleri, batılın peşinden gidip Müslümanlara düşmanlıkta bulunmaları,
Müslümanlara buğzedip aleyhlerine entrika ve komplolara girişmeleri, Mekke'den
Medine'ye hicret etmemeleridir. Münafıklar aslî fıtratları artık bozulduğu için
sanki baş aşağı ters çevrilmişler, yüzleri üzeri yürür bir vaziyete
düşmüşlerdir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır: 'Yüz üstü, düşe kalka
yürümekte olan kimse mi daha çok hidayete erendir. Yoksa doğru bir yol
üzerinde dümdüz yürüyen mi?" (Mülk, 67/22). "Allah onları kazandıkları
yüzünden tepesi aşağı getirdi" cümlesinin manası şudur: Allah Teâlâ
onları daha önceden oldukları hâle, müşriklerin hükmüne döndürdü. Sebep ise
irtidat edip müşriklere katılmaları ve Resulullah (s.a.) aleyhine komplo
düzenleyip hilekârlık yapmalarıdır.
"Allah'ın
saptırdığını siz mi doğru yola getirmek istiyorsunuz?" Yani kendi istek ve
fiilleriyle dalâlete düşmüş, sapıtmış olanları İslâm'a hidayet etmeyi mi
istiyorsunuz? Hak yoldan sapıtmış olan kişiyi ona geri çevirmek için bir yol bulamazsın
ki. Çünkü hakkın yolu açıktır: O da fıtratın çizdiği, selim aklın götürdüğü ve
hayır ile şer, faydalı ile zararlı, hak ile batıl hakkında tarafsızca edilecek
tefekkürün yolunu izlemek, o kadar.
Daha sonra Allah Teâlâ
münafıkların garip bir tavrını zikrediyor: "Onlar sizin de dalâlete
düşmenizi, sapıtmanızı arzu ediyorlar. Ta ki dalâlet bakımından siz de onların
haline düşesiniz ve islâm dini tamamen yok edilsin." Bu şekilde temenni
etmeleri ise sadece size şiddetli düşmanlık ve buğuzlarmdan, küfürdeki devamlı
azgınlıklarından kaynaklanmaktadır. Zira kendi dalâlet ve kâfirlikleri,
taşkınlıkları yetmiyor, başkalarını da sapıtmaya düşürüyorlar.
O yüzden Allah Teâlâ
münafıkların hilelerinden ve bu türlü entrikalarından sakındırmaktadır. İman
ettiklerine dair açık bir delil bulununcaya, Medine'ye hicret etmelerine kadar
putperest müşriklere karşı size yardım edecek diye münafıklardan dostlar,
yardımcılar edinmeyin. Çeşitli dava ve meselelerinizde sadakatle size yardımcı
olduklarını görürsen ve diğer şartları yerine getirirlerse o zaman imanlarında
sadık olduklarını anlarsınız.
Fakat Allah yolunda
hicret etmek gibi zahirî imandan yüz çevirip Medine dışındaki yerlerinde
kalmaya devam edecek olurlarsa, nerede ve ne zaman, ister Harem sınırları
içinde, isterse Harem dışında onları yakalayın ve öldürün; onlarla dostluk ve
ittifak kurmayın ve hiçbir önemli işin başına da onları getirmeyin. Aynı halde
devam ettikleri müddetçe Allah düşmanlarına karşı onlardan yardım da talep etmeyiniz.
Sonra Allah Teâlâ
onlardan iki sınıfı bu hükmün dışında tutmuştur:
Birincisi,
Müslümanlarla aralarında antlaşma bulunan bir kavime sığınanlardır. Sizinle
sulh veya zimmîlik antlaşması ile antlaşma yapmış olan bir kavme, ahit ve
antlaşma müddeti esnasında iltica edenlerin hükmünü de antlaşmanız
bulunanlarınki gibi kabul edin. Bu hüküm, Buharî'de de zikredilen Hudey-biye
sulhuna uygun düşmektedir. "İsteyen Kureyş'in sulh ve antlaşmasına girer,
isteyen de Muhammed ile ashabının sulh ve antlaşmasına girer." Ebu Bekir
er-Râzî diyor ki: İmam, kendisiyle kâfirlerden bir kavim arasında bir antlaşma
akdederse, şüphesiz bu antlaşmaya her iki tarafa rahm (akrabalık), ittifak ve
velâ yoluyla mensup olup taraftar ve destekçi durumunda bulunanlar da dahil olurlar.
Ama başka bir kavimden olan kimse, şart koşulmadıkça antlaşmaya dahil değildir.
Başka bir kabileden olup antlaşma yapan tarafların akdine girmesi şart koşulan
kişi ise, andlaşma buna göre akdolunmuş ise dahil olur. Nitekim Hudeybiye'de
Kinâneoğulları Kureyş'in ahit ve tarafına dahil olmuş idi.
[54]
İkincisi,
tarafsızlardır: Başlan daralmış olarak gelen ve sizinle savaşmayı istemeyen,
kendi kavimlerine karşı savaşmak da kendilerine kolay gelmeyenler. Bunlar
sizin ne lehinize ve ne de aleyhinize bulunmaktalar. Bugünkü deyişle tarafsız
durumdadırlar. Onlar antlaşma icabı Müslümanlara karşı savaşmadıkları gibi ırk
ve cins gibi köklü irtibatlarını korumak için kendi kavimleriyle de
savaşmazlar. Ne de olsa kendi kavimleridir, karşılarına çıkmak istememekte
mazurdurlar.
Her iki sınıfa Allah
Teâlâ'nm şu ayeti ile muamele olunur: "Size harp açanlarla, Allah yolunda
siz de savaşın. Fakat haddi aşmayın. Şüphesiz Allah haddi aşanları
sevmez." (Bakara, 2/190).
Allah Teâlâ'nm size
bir lütf u keremi ve rahmeti neticesi onlar sulh yapmışlardır. Böylece de
Allah onların zararını sizden defetmiştir. Allah dileseydi, size karşı savaşa
girmelerini ilham ederek onları size musallat kılardı ve sizinle onlar da
savaşırlardı.
Eğer bunlar ve
benzerleri sizi bırakıp geri çekilir de savaşmazlarsa ve size barış teklif
ederlerse, onlar bu halde devam ettiği sürece sizin onlarla savaşmaya hakkınız
yoktur. Bedir savaşma istemeye istemeye müşriklerle birlikte çıkmak zorunda
kalan Abbas ve emsali, Haşimoğullarından bir grup böyleydi. O yüzdendir ki
Peygamberimiz (s.a.) Abbas'ın öldürülmesini yasaklamış, esir edilmesini
emreylemişti.
Zeroahşerî diyor ki:
Allah Teâlâ'nm o insanları Müslümanlara karşı savaştan çevirmişolması onlara
taarruz etmeme ve öldürülmekten kurtulma sebeplerinden biridir.
Daha sonra Allah
T&âlâ görünüşte yukarıda anlatılan zümreye benzeyen bir başka cemaatin
hükmünü beyan eyliyor. Fakat bunların niyetleri ötekilerinki gibi değildir.
Bunlar münafık bir kavimdir, Resulullah (s.a.) ve ashabına karşı müslüman gözüküyorlar
ki o yönden canlarını, mallarını, çoluk çocuklarını emniyet altına almış
olsunlar. Fakat alttan alta da kâfirlere yardakçılık yapıyorlar, onların
ibadet ettiklerine ibadet ediyorlar. Müslümanlardan emin olmak istiyorlar ama
kalben içten kâfirlerle birliktedirler
[55]
Allah Teâlâ'nm şu ayetinde belirttiği bir halde bulunuyorlar:
"Şeytanlarıyla başbaşa olunca, emin olun, biz sizinle beraberiz,
derler." (Bakara, 2/14). Burada da halleri şöyle tasvir ediliyor: "Ne
zaman fitneye döndürülürler ise onun içine baş aşağı atılırlar." Yani
kavimleri onları ne zaman Müslümanlara karşı savaşmaya çağırırsa, en çirkin,
azgın bir şekilde o çağrıya uyarlar ve savaşa tepe takla atılır ve diğer bütün
düşmanlardan daha şiddetli bir şekilde harbe katılırlar. Zemahşerî diyor ki:
[56]
Süddî dedi ki: Fitne, burada şirk manasınadır. Yani münafıklar ne zaman şirke
davet edilirler ise en kabih ve çirkin bir dönüşle ona dönerler. Onlar münafıklık
üzerinde idman yapmışlardır. İbni Cerir ise ayetin Esed oğulları ve Gatafan
kabilesi hakkında indiğini hikâye eder. Başka kimseler hakkında indiği de
söylenmiştir.
Bunların hükmü şudur:
Eğer sizi bırakıp bir tarafa çekilmezler, size barış teklif etmezler ve
tarafsız kalmazlar, müşriklerle birlikte olurlar ve sizinle savaştan uzak
kalmazlarsa onları esir edin, nerede karşılaşırsanız onları öldürün. Onlar
aleyhinde size apaçık bir delil, düşmanlıkları ortaya çıktığı için öldürülmeleri
hakkında gayet kesin bir ferman verdik.
Bu hükümler, İslâm'ın
barışa, güvenliğe, ahde, antlaşma ve sulha ne kadar çok önem verdiğini
göstermektedir. Razî diyor ki: Ekseri alimler "Bu da gösteriyor ki onlar
bize karşı savaşı bırakıp bizden sulh talebinde bulunurlar ve savaştan ellerini
tamamen çekecek olurlarsa, bizim de onlarla savaşmamız ve onları öldürmemiz
caiz olmaz" demişlerdir.
[57]
1- İslâm'ın
münafıklar hakkındaki tavrı gayet açıktır: Münafıkların kâfir olduklarına ve
öldürülmelerinin caiz olduğuna hükmedilir. Onlar hakkında iki ayrı görüş ve
gruba ayrılmak, küfürlerine dair deliller açıkça gözler önüne serili ise sahih
olmaz. Durumları hakkında ayet inen münafıklar Abdullah b. Übeyy b. Selûl ile
arkadaşlarıdır. Bunlar yukarıda Âl-i İmran'da da geçtiği gibi Uhud savaşma
çıkmışken Resulullah'ı (s.a.) yalnız bırakıp askerleri ile geri dönmüşlerdi.
İbni Abbas (r.a.) diyor ki: Onlar Mekke'deki bir kavimdir, iman etmişler, fakat
hicreti terk etmişlerdi. Dahhak da onlar "Eğer Muhammed galip gelirse
zaten tanınıyoruz. Şayet kavmimiz galip gelirse daha hoşumuza gider" diye
konuşurlardı, demektedir.
İşte bu şahıslar
hakkında Müslümanlar iki kısma ayrılmıştı. Bir kısmı onları dost sayıyor, bir
kısmı da onlardan teberri ediyor, uzak olduğunu söylüyordu. İşte o hususa Allah
Teâlâ "Siz hâlâ niçin münafıklar hakkında iki kısım oluyorsunuz?"
buyurmaktadır.
2-
Münafıklar, kâfirlik ve münafıklık bakımından Müslümanların da kendileriyle
aynı seviyede olmalarını temenni etmektedirler. Allah Teâlâ onlardan uzak ve
beri olmayı emrederek "Onlar Allah yolunda hicret edinceye kadar içlerinden
dostlar edinmeyin" buyurmaktadır. Başka bir ayet de şöyledir: "Hicret
edecekleri zamana kadar, sizin onlara hiçbir şey ile velayetiniz yoktur."
(Enfâl, 8/72).
Hicretin değişik
türleri bulunmaktadır:
a)
Peygamberimiz (s.a.) yardım etmek için Medine'ye hicret etmek. Bu, İslâm'ın
başlangıç döneminde farzdı. Buharî'nin rivayet ettiği hadisinde Rasul-i Ekrem
(s.a.) şöyle buyurmaktadır: "Mekke'nin fethinden sonra artık hicret yoktur."
b)
Münafıkların, Resulullah (s.a.) ile gaza ve savaşlarda hicret etmeleri.
c) Dâr-ı
harpte Müslüman olan kişinin hicret etmesi ki bu da farzdır.
d)
Müslümanın, Allah'ın haram kıldığı şeylerden hicret etmesi, onları terk etmesi.
Rasul-i Ekrem (s.a.) Hazretleri, Buharî, Ebu Davud ve Nesâî'nin İbni Ömer
(r.a.)'den rivayet ettikleri hadisinde buyurur ki: "Muhacir, Allah'ın
yasak ettiği şeyleri bırakan kimsedir." Başka bir lafız da:
"Allah'ın, ona haram kıldığından hicret eden, ayrılan kimsedir"
şeklindedir.
Bu iki hicret
zamanımızda sabit ve vardır.
e) Te'dip ve
terbiye maksadıyla günahkâr ve isyankâr kimseleri, tevbe edinceye kadar yalnız
bırakmak. Vazgeçip tevbe edinceye kadar bunlarla konuşulmaz, görüşülmez.
Nitekim Resulullah (s.a.) KaTb b. Mâlik ve iki arkadaşına böyle davranmıştı.
3-
Münafıklar esir edilip öldürülürler. Allah Teâlâ buyuruyor ki: "Eğer yüz
çevirirlerse onları nerede bulursanız yakalayıp tutun, onları öldürün." Bu
hüküm onların tevhidden yüz çevirip hicret etmemeleri durumunda böyledir, harem
dahilinde veya dışında (hill'de) nerede yakalanırlarsa ölüm cezasına çarptırılırlar.
4-
Müslümanlarla antlaşması bulunan bir kavme iltica eden, sığınan kimseleri
öldürmek, onlarla savaşmak haramdır. Tarafsız olan ve bu halde devam edip
Müslümanlarla da kavimleriyle de savaşmayanlar hakkındaki hüküm de böyledir.
5- "Sizinle
antlaşması bulunan bir kavme sığınanlar... müstesna." ayeti, harbîler
(kendileriyle savaş halinde olduğumuz düşman) ile ehl-i İslâm arasında
mütareke (sulh) yapılmasının meşru olduğuna -şayet mütarekede Müslümanlar için
menfaat bulunuyorsa- delildir.
6- Allah
Teâlâ istediğini yapma kudretine maliktir. Dilediğini, dilediğine dilediği
vakit musallat kılar. Allah Teâlâ'nın müşrikleri müminler üzerine musallat
etmesi, onlara bu yolda kudret ve kuvvet vermesi suretiyle olur ve bu da ya
münker ve günahların yaygınlaşması sebebiyle ceza ve intikam için veya
"Andolsun ki sizi imtihan edeceğiz. Tâ ki içinizden mücahidleri ve sabr u
sebat edenleri belirtelim, haberlerimizi açıklayalım" (Muhammed, 47/31)
ayetinde beyan edildiği gibi iptilâ ve imtihan için yahut da günahların
temizlenmesi içindir: "Bazen lehte bazen de aleyhte olan günler Allah'ın
müminleri tertemiz yapması içindir." (Âl-i İmran, 3/141).
7- İğreti
duran, fırsatçı davranan, iman etmiş gözüküp şirke dönmeye hazır haldeki
kimselerle de ahitlerini bozmadıkları sürece sulh üzere olunmalıdır.
"Diğer bir
takımını da şu halde bulacaksınız..." ayeti onların durumunu
anlatmaktadır.
Katâde diyor ki: Bu
ayet Tihâme'den bir kavim hakkında inmiştir. Bunlar Resulullah'a (s.a.) gelerek
eman talep etmişler, hem ondan, hem de kendi kavimlerinden emin olmak
istemişlerdi.
Mücahid ayetin Mekke
ahalisinden bir topluluk hakkında inmiş olduğunu söyler.
Süddî ise "Ayet,
hem Müslümanlardan, hem de müşriklerden emin olmak isteyen Nuaym b. Mes'ûd
hakkında inmiştir" demektedir.
Hasan-ı Basrî de
münafıklardan bir topluluk ile ilgili olduğunu söylüyor.
Yine deniliyor ki:
Ayet Esed ve Gatafan kabilesi hakkında inmiştir. Bunlar Medine'ye gelerek
müslüman olmuşlar, memleketlerine döndüklerinde ise küfürlerini izhar
etmişlerdir.
Bunların fırsat
gözetledikleri "Ne zaman fitneye döndürülürler ise onun içine baş aşağı
atılırlar" ayetinde açıkça ifade edilmektedir: "Baş aşağı atılırlar"
ifadesi, verdikleri ahit ve sözlerden cayıp vazgeçerler manasınadır. Şirke
çağrıldıkları vakit dinden çıkıp ona dönerler, manasına olduğu da söylenmiştir.
[58]
92- Bir müminin diğer mümini, yanlışlık eseri
olmayarak öldürmesi helâl olmaz. Kim bir mümini yanlışlıkla öldürürse mümin
bir köle azad etmesi ve ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi
lâzımdır. Meğer ki onlar diyeti sadaka olarak bağışlamış olsunlar. Eğer ölen,
mümin olmakla beraber size düşman bir kavimden ise mümin bir köle azad etmek
lâzımdır. Şayet kendileriyle aranızda bir antlaşma olan bir kavimden ise o
vakit ailesine bir diyet vermek ve bir de mümin bir köle azad etmek gerektir.
Kim bunları bulamazsa, Allah tarafından tevbesinin kabulü için birbiri ardınca
iki ay oruç tutması icap eder. Allah, herşeyi bilendir, gerçek hüküm ve hikmet
sahibidir.
93- Kim bir mümini kasten öldürürse cezası,
içinde ebedî kalıcı olmak üzere, cehennemdir. Allah ona gazap etmiştir, ona
lanet etmiştir ve ona çok büyük bir azap hazırlamıştır.
"Yanlışlık eseri
olması dışında öldürmesi..." ve "Kim bir mümini yanlışlıkla
öldürürse..." cümlelerinde itnâb sanatı vardır.
"boyun, azad
etmek" kelimelerinde mecâz-ı mürsel vardır. Cüz' (boyun) zikredilmiş, ama
küll (kölenin tamamı) murad olunmuştur.
[59]
"Kim bir mümini
yanlışlıkla" yani av, ağaç gibi başka bir şeye atarken isabet ettirirse,
yahut da genellikle öldürücü olmayan bir alet ile vurur da "öldürürse
mümin bir köle azad etmesi ve ailesine teslim edilecek bir diyet" kan
parası "vermesi lâzımdır." Yahut bedeli olarak öldürülenin ailesine,
varislerine verilecek mal.
"Meğer ki onlar
diyeti sadaka olarak bağışlamış olsunlar." Yani öldürülenin ailesi katile
o diyeti bağışlamış, affetmiş iseler...
"...peşpeşe iki
ay oruç" yani iki kameri ay oruç tutacak ve şer"î bir mazeret bulunmaksızın
hiç ara verilmeyecek. Allah Teâlâ bu diyette, zıhar cezasında olduğu gibi
yemek yedirme şıkkına intikal etme hususunu zikretmemiştir. İmam Şafiî iki
kavlinden daha sahih olanına göre böylece hüküm vermiştir.
"Allah tarafından
bir tevbe olarak" yani nefislerinizi tertemiz kılmak ve yaralarınızı
sarmak için.
[60]
"Bir müminin
diğer mümini..." 92. ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak: İb-ni Cerîr,
İkrime'nin şöyle dediğini rivayet ediyor: Amir b. Lueyy oğullarından Haris b.
Yezîd, Ebu Cehil ile bir olup Ayyaş b. Ebî Rabia'ya işkence ederdi. Yıllar
sonra Haris, Medine'ye Resulullah'a (s.a.) hicret için yola çıktı. Medine'nin
Harra mevkiinde Ayyaş buna rastgeldi ve hâlâ kâfir olduğunu zannederek kılıcı
çekip adamı öldürdü. Sonra da Peygamberimize (s.a.) gelip yaptığını haber
verdi. Bunun üzerine "Bir müminin diğer bir mümini, yanlışlık eseri olmayarak
öldürmesi helâl olmaz." ayeti indi.
"Kim bir mümini
kasten öldürürse..." (93.) ayetin nüzul sebebi ile ilgili olarak: İbni
Cerîr, Cüreyc yoluyla İkrime'den rivayet ediyor: Ensar'dan bir adam, Mıkyes b.
Sabâbe'nin kardeşini öldürdü. Resulullah (s.a.) Mıkyes'e, kardeşinin diyetini
verdi, o da alıp kabul etti. Ama daha sonra kardeşinin katilini yakaladığında
da adamı öldürdü. Cenab-ı Peygamber (s.a.) Hazretleri de onun hakkında "Ne
Harem dahilinde, ne de hill bölgesinde ona eman vermiyorum" buyurdu ve
adam Mekke fethedildiği sırada öldürüldü. İbni Cüreyc "Kim bir mümini
kasten öldürürse..." ayeti onun hakkında inmiştir, demiştir.
[61]
Allah Teâlâ bundan
önce münafıklarla ve Müslümanlarla barış anlaşması yaptıktan sonra hıyanet edip
düşmanlara yardım eden kavme karşı harp etmenin hükümlerini zikrettikten sonra
burada da öldürülmesi helâl olmayan bir kişiyi kasten ya da hata yoluyla
öldürmenin maktul ister müminlerden, isterse kendileriyle anlaşma yapılmış bir
kavim ve zimmîlerden olsun, hükmünü beyan eylemektedir.
[62]
Ne şekilde olursa
olsun bir müminin diğer bir mümin kardeşini öldürme hakkı yoktur. Öldürme fiili
sadece hata, yanlışlık eseri işlenmiş olabilir. Hata yoluyla öldürme ise,
öldürme fiilini veya o şahsı ya da canının çıkmasını genelde kasdetmeyecek bir
surette meydana gelir. Çünkü insan öldürmek büyük bir cinayettir, helak edici
yedi büyük günahtan birisidir. Allah Teâlâ "Kim bir canı, bir can
karşılığında veya yeryüzünde bir fesat çıkarmasından dolayı olmayarak
öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur" (Mâide, 5/32)
buyurmaktadır.
Buhari ve Müslim'de
İbni Mes'ud (r.a.)'un rivayet ettiği hadisinde Resulullah (s.a.) da buyuruyor
ki: "Lâ ilahe illallah, Muhammedun Resulullah" diye şehadet etmiş
Müslüman bir kişinin kanı ancak üç şeyden birisi ile helâl olur: "Bir can
karşılığında can, zina eden evli, dinini terk edip cemaatten ayrılan bir kişi
olması sebebiyle." Bu üç durum karşısında ise halkın bir şey yapma yetkisi
yoktur. Onların cezasını verme hak ve selâhiyeti sadece İslâm devlet başkanına
ya da onun naibine aittir.
İbni Mace'nin, İbni
Ömer (r.a.)'den rivayetinde Peygamberimiz (a.s.) buyuruyor ki: "Mümin bir
müslümanın öldürülmesi işine yarım kelime ile de olsa yardımcı olmuş olan kişi,
kıyamet gününde iki gözü arasına "Allah'ın rahmetinden ümidi
kesilmiş" diye yazılı olarak gelir." Beyhâkî de Berâ b. Azib
(r.a.)'den tahric eder ki: Nebi (a.s.) Hazretleri şöyle buyurdu: "Allah
katında dünyanın yok olması mümin bir adamın öldürülmesinden daha hafif ve kıymetsizdir.
"
Hata yoluyla
öldürmekten dolayı ceza verilmesinin sebebi, bunun da bir ihmal, dikkatsizlik,
önemsememe gibi bir durumda işlenmiş olmasıdır ki o yüzden de ceza icap
etmektedir.
Hata yoluyla öldürme
cezasında iki şey vardır: Mümin bir köleyi azad etmek ve öldürülenin ailesine
diyet vermek. Birinci vacip yani bir köle azadı, ha-taen de olsa işlenmiş olan
bu büyük günahın kefareti olarak gerekmektedir. Bunun şartı ise kölenin mümin
olmasıdır, kâfir köle azadı yetmez. Cumhura göre köle müslüman ise, yaşı küçük
olsun büyük olsun kâfir bir maktulün kefareti olarak azad edilmesi sahihtir.
İmam Ahmed, Abdullah b. Abdullah'tan, o da Susaldan, bir adamdan rivayet
ediyor: Adam siyah bir cariyeyi getirip dedi ki: Ya Rasulallah, benim mümin bir
köle azad etme borcum var. Şayet şu cariyeyi mümin görürsen (sayarsan) azad
eyleyeyim. Resulullah (s.a.) de cariyeye: "Allah'tan başka ilâh
olmadığına şehadet ediyor musun?" diye sordu. Evet, deyince yine:
"Benim Allah'ın Rasulü olduğuma da şehadet ediyor musun?" diye sordu.
Cariye, evet, dedi. Tekrar "Öldükten sonra dirilmeye inanıyor musun?"
diye sorduğunda cariye "Evet" deyince Hz. Peygamber (s.a.): "Azad
et onu" buyurdular. Bu rivayet isnadı sahihtir, sahabinin isminin
bilinmemesinin bir zararı yoktur.
İmam Malik'in
Muvatta'sı, İmam Şafiî'nin ve İmam Ahmed'in Müsnedle-rinde, Müslim'in Sahih'i,
Ebu Davud ile Nesâî'nin Sürenlerinde Muâviye b. el-Hakem (r.a.)'den şöyle
rivayet olunmaktadır: Bu siyah cariye getirildiği vakit Resulullah (s.a.) ona
"Allah nerede?" diye sordu. "Gökte" dedi. "Ben
kimim?" dediğinde de "Allah'ın Rasulüsün" cevabını verince,
Resulullah (s.a.) "Azad et onu, çünkü mümindir" buyurdu.
İkinci vacip olan
diyete gelince, öldürülen kişinin ailesine kayıplarından dolayı bir bedel
vermek icap etmektedir. Sünnet'te sabit olan miktarı yüz devedir. Kadının
diyeti, erkeğin diyetininkinin yarısıdır. Zira erkeğin kaybından dolayı ailenin
ziyan ettiği maslahat, kadının kaybından dolayı uğradığından daha büyüktür.
Ebu Davud, Nesâî ve diğer imamların Amr b. Hazm'den rivayetlerine göre
Resulullah (s.a.) Yemen ahalisine bir mektup yazdı, onda şu hususlar da
yazılıydı: "Şer"! bir sebep olmaksızın bir mümini öldürdüğü delil ile
sabit bulunan kimseye kaved, yani kısas icap eder. Ancak öldürülen kişinin
velileri (mirasçıları) diyete razı olurlarsa ne âlâ. Bir can hususunda da diyet
yüz devedir." Mektubun ilerisinde daha sonra şöyle buyuruluyordu:
"Altın ehli olan ise bin dinar verecektir." Yani diyetin cinsi,
yaygın olan sermayeye göre tayin edilir. Altın ile iş görenler bin dinar,
gümüş ile iş görenler Hanefîlere göre on bin dirhem, cumhura göre on iki bin
dirhem, devesi çok olanlar da yüz deve öderler. İmam Şafiî der ki: Altın veya
gümüşle iş görenlerden de neye ulaşırsa ulaşsın ancak yüz deve kıymeti alınır.
Deve cinsinden
alınacak diyet beş sınıf halinde olur. İmam Ahmed ve Sünen sahiplerinin İbni
Mes'ud (r.a.)'dan rivayetlerine göre Resulullah (a.s.) hata-en öldürmenin
diyetinin şöyle ödenmesine hükmetti:
a) Yirmi
adet bint-i mehaz (iki yaşına girmiş dişi deve).
b) Yirmi
adet ibn-i mehaz (iki yaşına girmiş erkek deve).
c) Yirmi
adet bint-i lebûn (üç yaşına girmiş dişi deve).
d) Yirmi
adet hıkka (dört yaşma girmiş dişi deve).
e) Yirmi
adet cezea (beş yaşına girmiş dişi deve).
Ahmed, Mâlik ve
Şafiî'nin mezheplerinin görüşü budur. Ebu Hanife'ninki de böyledir, ancak o
ibn-i lebûn yerine ibn-i mehazı saymıştır.
[63]
Kasda benzer (şibh-i
amd) katlin diyeti ise İmam Ebu Hanife'ye göre üç çeşitten alınır: Kırk adet
halife (yüklü), otuz adet hıkka (dört yaşına girmiş dişi deve), otuz adet cezea
(beş yaşma girmiş dişi deve)
[64]
İmam Malik şibh-i amd
şeklini, babanın oğlunu öldürmesi hali dışında kabul etmez. Kasden öldürmenin
diyeti İmam Ebu Hanife ile İmam Mâlik'in meşhur olan görüşüne göre
zikredildiği gibidir. İmam Şafiî'ye göre ise şibh-i amd diyetine benzer.
Hata yoluyla
öldürmenin diyetini ödemek, katilin âkılesine düşer. Âkile, Hicaz alimlerine
göre katilin baba tarafından olan akrabası, yani asabesidir. Çünkü insanlar
Peygamberimiz (s.a.) ile Hz. Ebu Bekir (r.a.) zamanında âkile usulüyle amel
etmişlerdi, o zaman insanların kayıtlı olduğu bir divan/sicil yoktu.
Hanefîlere göre âkile,
katilin mensup olduğu divanda kayıtlı kimselerdir. Bunların tertibini Hz. Ömer
(r.a.) yapmıştı.
Şayet âkile diyeti
ödemekten aciz kalırsa diyet, beytu'l-maldan (hazineden) alınır.
Burada şöyle bir sual
sorulabilir: Allah Teâlâ "Herkesin kazanacağı kendisinden başkasına ait
değildir. Günahkâr hiçbir nefis diğerinin günah yükünü taşımaz" (En'âm:
6/164) buyururken nasıl oluyor da âkile diyeti ödemek zorunda kalıyor, katilin
suçundan dolayı sorumlu tutuluyor? Bezzâr'm Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'dan
rivayet ettiği hadisinde de Resulullah (s.a.) "Hiçbir adam babasının
suçuyla da, kardeşinin suçuyla da sorumlu tutulamaz" buyurmuştur. Ebu
Davud ve Nesâî'nin naklettiği Ebu Ramse hadisinde geçtiği üzere Hz. Rasul-i
Ekrem (s.a.) Ebu Ramse ve oğluna hitaben de: "O senin aleyhine cinayet işlemiş
olmaz, sen de onun aleyhine cinayet işlemiş olmazsın" buyurmuştur.
Bunun cevabı şöyledir:
Gerçekte bu, başkasının işlediği suç ve günahı bir şahsa yüklemek kabilinden
değildir. Çünkü diyet öncelikle katile aittir. Âkile bunu, nasıl başka bir
katilin diyetinin ödenmesinde yardım etmesi mümkün oluyorsa, işte öylece kendi
akrabası olan katile yardım etmek bakımından yüklenmiş olmaktadır. Nitekim
aynı kabile fertleri düşmana karşı zafer kazanmak için yardımlaşmakta, dıştan
gelen baskınları defetmekte, mali yönden dayanışmaya girip birbirleri namına
fidye ödemektedirler.
Bir takım hadisler de
âkılenin, yani baba cihetinden asabe olan akrabaların diyeti yükleneceklerine
delâlet etmektedir. Buhari ve Müslim Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayetlerine göre
bir kadm diğer bir kadının karnına vurdu ve karnındaki ceninin ölü olarak
düşürmesine sebep oldu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) vuran kadının
âkılesinin gurre (Hanefîlerce miktarı beş yüz dirhem olan mâli tazminat)
vermesine hükmetti. Hamel b. Mâlik kalkıp "İçmemiş, yememiş, bağırmamış,
ses çıkarmamış biri için nasıl fidye veriyormuşuz, böylesinin kanı heder
olur" deyince, Rasul-i Ekrem (s.a.) Hazretleri "İşte bu cahiliye secicinden
(süsCü nutukCarındanJdır" buyurdu.
Varit olduğuna göre
Hz. Ömer (r.a.), Abdülmuttalib'in kızı Safiyye'nin kölesi bir cinayet
işleyince fidyeyi ödeme işini Hz. Ali (k.v.)'ye yüklemişti.
Hz. Ali, Safiyye'nin
erkek kardeşinin (Ebu Talib'in) oğlu idi. Safiyye'nin mirasının ise oğlu
Zübeyr'e ait olduğuna hükmetmişti.
Cenin diri olarak anne
karnından çıktığı takdirde, diyet ile beraber kefaret de icap ettiği hususunda
alimler arasında ihtilâf yoktur. Ancak ölü olarak çıktığı zaman kefaret gerekip
gerekmeyeceği hususu ihtilaflıdır.
İmam Mâlik "Bu
durumda gurre ve kefaret gerekir" diyor. İmam Ebu Ha-nife ile İmam Şafiî
ise "Gurre gerekir, kefaret değil" diyorlar.
Ceninden dolayı
alınmış gurrenin miras malı olup olamayacağında da ihtilâf bulunmaktadır.
Mâlik ve Şafiî diyorlar ki: Ceninden dolayı alınmış gurre, Allah'ın kitabına
göre ceninden geriye kalmış bir miras sayılır, çünkü gurre de bir diyettir.
Hanefîler de şöyle
diyorlar: Gurre sadece annenin hakkıdır. Çünkü bu annenin vücudundaki
organlardan bir organın kesilmesi suretiyle onun aleyhine işlenmiş bir cinayet
olup diyet sayılmaz.
Fukahadan Ebu Bekir
el-Esamm'a göre diyet, katilin bizzat kendisi üzerine düşer, âkıleye değil.
Çünkü "Mümin bir köleyi azad etmesi ve ailesine teslim edilecek bir diyet
vermesi lâzımdır..." (Nisa, 4/92) ayeti, kendisine bu hüküm icap eden
kişinin katil olduğunu gerektirmektedir, diyet de böyledir.
Zamanımızda ise sosyal
düzen, Arapların eski nizamından farklı bir hale gelmiş, kabile bağlan ve
bağlılığı kaybolmuş, her şahıs kabilesine değil kendi kendine dayanır olmuştur.
İbni Abidin'in de beyan ettiği üzere son devir Hanefi alimlerinin bazıları buna
göre hüküm vermişlerdir. Maamafih, şartlar mevcut ise ve uygulaması mümkün
olduğu taktirde âkile sistemini ne kadar faydalı olacağı inkâr edilemez.
"Meğer ki sadaka
olarak bağışlamış olanlar" cümlesinin manası şöyledir: Diyet öldürülenin
ailesine verilir. Ama onlar bunu affedip bağışlarlarsa o zaman diyet icap
etmez. Çünkü diyet, onların hatırını ve gönüllerini almak için, katil ile
aralarında bir düşmanlık ve kavga olmasın diye ve ölen kişi sebebiyle uğradıkları
zarar yerine bir tazminat olmak üzere vacip olmuştur. Affettikleri takdirde ise
gönülleri olmuş, bundan vazgeçmiş demektir. Zaten Allah Teâlâ bu şekilde affa
teşvik için "sadaka olarak bağışlamış olsunlar" diye ifade etmiştir.
Şayet maktul
(öldürülen şahıs) Müslümanlarla savaş hali üzere bulunan (ehl-i harp) düşman
bir kavimden olup kendisi mümin ise ve hicret etmediği için onun iman ettiğini
Müslümanlar bilmiyorsa, onlara diyet verilmez. O durumda katilin sadece mümin
bir köle azad etmesi icap eder. Yukarıda geçen Haris b. Yezîd'i Ay-yâş'ın
öldürmesi hadisesi buna bir misaldir. Aynı şekilde dar-ı harpte iman edip de
müslümanlığı bilinmediği için öldürülmüş olan herkesin hükmü böyledir.
Fakat öldürülen şahıs
Müslümanlarla barış üzerine antlaşma yapmış (muahid) bir kavimden ise,
-zimmîler ve sulh akdi yapmış kimseler gibi- mirasçılarına da ölülerinden
dolayı diyet verilmesi gerekir. Mümin veya kâfir muahi-din (antlaşmalınm)
öldürülmesinden ötürü icap eden bedel tam bir diyet ve mümin bir köle azad
etmektir. Bu İmam Ebu Hanife'nin görüşüdür. Çünkü ayetin misâk (antlaşma) ehli
olan muahidler ve zimmîler hakkındaki zahir hükmü bunu göstermektedir. İmam Ebu
Hanife kısas hususunda Müslüman ile zimmiye eşit kabul ettiği diyette de eşit
kalmak etmektedir.
İmam Malik'e göre ise
hataen ve kasten öldürme durumlarında muahidle-rin diyeti Müslümanların
diyetinin yarısı miktarıdır. Ahmed ve Tirmizî'nin rivayet ettiği hadisinde
Resulullah (a.s.) "Kâfirin diyeti Müslümanın diyetinin yarısıdır"
buyurmaktadır. Amr b. Şuayb dedesinin şöyle dediğini nakleder: Resulullah
(s.a.) zamanında diyet sekiz yüz dinar ve sekiz bin dirhem idi. Ehl-i Kitabın
diyeti ise Müslümanların diyetinin yarısı kadardı. Bu böyle sürdü. Ömer (r.a.)
halife seçilince kalkıp "Şüphesiz develerin kıymeti çok pahalandı"
diye hitap ederek gümüş ehline on iki bin dirhem, altın ehline bin dinar,
sığırı olanlara yüz sığır, koyunu olanlara iki bin koyun, hülle (kat elbise)den
de iki-yüz hülle olarak diyet takdir etti. Zimmîlerin diyetini bıraktı ve hiçbir
şeylerini artırmadı. Dört sünen sahibi de Rasul-i Ekrem (a.s.)'in
"Muahidin diyeti Müslümanların diyetinin yarısı kadardır" hadisini
rivayet etmişlerdir.
İmam Ahmed'den, kasten
öldürme durumunda muahidin diyetinin Müslü-manın diyeti gibi başka hallerde ise
yansı kadar olacağı rivayet edilmiştir.
İmam Şafiî ise şöyle
diyor: Hataen ve kasten öldürme durumunda muahidin diyeti Müslümanm diyetinin
üçte biri kadardır. Çünkü bu meselede söylenen hükmün en azı budur. Hz. Ömer
(r.a.) onun diyetini dört bin dirhem olarak takdir etmiştir ki bu da Müslüman
diyetinin üçte biri olmaktadır.
Diyeti maktulün
varisleri alırlar. Diyet miras gibidir. Borçlar ondan kapatılır, vasiyetler
ondan yerine getirilir ve kalan da mirasçılara dağıtılır. Rivayete göre bir
kadın gelerek kocasının diyetinden kendi hissesini talep eder. Hz. Ömer (r.a.)
"Sana bir şey düştüğünü bilmiyorum, diyeti almak da âkile olan asabelere
aittir" der. Bazı sahabiler Resulullah (s.a.)'ın kocanın diyetinden karısına
da miras verilmesini emrettiğine şahitlik edince Hz. Ömer (r.a.) de aynı hükmü
verir.
Azad edecek köle veya
bedeli olan mala sahip olmayan ya da zamanımız-daki gibi köle bulamayan (ki bu
İslâm'ın hedeflerindendir) kimse, peşpeşe iki kameri ay müddetince oruç tutar,
şerı bir özür bulunmaksızın iftar ile bu günlerin arası kesilmez, kesilecek
olursa oruca yeniden başlamak lâzım gelir.
"Allah'tan bir
tevbe olarak" Allah Teâlâ bu hükümleri kendi tarafından bir kabul ve
rahmet olmak üzere, gönüllerinizi de, hataen öldürme cürmüne götüren kusur,
ihmal, araştırmama ve dikkatsizlik izlerinden temizlemek için meşru kılmıştır.
Allah Teâlâ gönüllerin
ahvalini, onları neyin tertemiz yapacağını hakkıyla bilendir. Hata yoluyla
katil olanın kasten suç işlemediğini de bilmektedir. O yüzden ona kısas
cezasını yüklememiştir. Yine Allah Teâlâ koyduğu hüküm ve kanunlarda hikmet
sahibidir. Tazminat olarak diyet takdir etmesi de son derece hikmet ve
maslahat eseridir.
[65]
Bir mümini kasten
(taammüden) öldüren kişinin bu fiilinden dolayı cezası ise ebedî cehennem
azabıdır, yani orada temelli kalacaktır. Allah ona gazap etmiştir, bu büyük
cürmü, cinayeti işlemesinden ötürü ondan intikam alır, rezil ve rüsvay eder.
Ona lanet etmiştir, yani onu rahmet-i ilâhisinden uzak kılıp ona büyük bir azap
hazırlamıştır.
Kasten o adamı öldüren
katilin tevbesi kabul olunur mu?
İbni Abbas (r.a.) ile
sahabe ve tabiinden bir kısım zevata göre
[66]
kasten katil olan kişi için tevbe söz konusu değildir. Bu suçun ne kadar büyük
olduğunu gösteren birçok hadis mevcuttur. Nitekim yukarıda geçen İbni Ömer
(r.a.) ve Berâ b. Azib (r.a.) hadisi bunlardandır. Durum burada şirkten tevbe
etmiş kişininkinden -katil olmuş, zina etmiş olabilir- farklıdır, onun tevbesi
kabul olunur. Çünkü o, müşrik haldeyken, bu gibi suçları haram kılan İslâm şeriatına
iman etmiş değildi, onun bir nevi mazereti bulunuyordu. Ayrıca onunla ilgili hüküm
İslâm'a girmesini teşvik edici mahiyettedir. Fakat öldürmenin haramlı-ğını, suç
olduğunu bilen bir müminin böyle bir özrü bulunmamaktadır.
Cumhura göre ise
taammüden, kasten katil olanın tevbesi de kabul olunur. Allah Teâlâ: "Ey
kendilerinin aleyhinde haddi aşanlar Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.
Çünkü Allah bütün günahları mağfiret eder. Şüphesiz ki O çok mağfiret edici
(yarlığayıcı), çok esirgeyicidir." (Zümer, 39/53) buyurmaktadır. Bu
hitap, küfür, şirk, şüphe, nifak, kati (öldürme), fasıldık vb. bütün günahlar
hakkında umumidir. Her kim tevbe edecek olursa Allah da onun tev-besini kabul
eyler. Yine Cenab-ı Mevlâ azze ve celle şöyle buyurur: "Şüphesiz ki Allah,
kendisine şirk koşulmasını yarlıgamaz. Ondan başka şeyi dileyeceği kimseler
için, yarlıgar." (Nisa, 4/48). Bu da Allah'a şirk koşma ve O'na eş tanıma
dışındaki bütün günahlar için geçerlidir.
Buhari ve Müslim'de
rivayet olunduğuna göre İsrâiloğulları zamanında bir adam yüz kişi öldürmüş,
sonra da bir alime tevbe etmesine imkân kalıp kalmadığını sormuş. Alim de
"Senin ile tevbe arasına kim girebilir ki, neden engel bulunsun?"
demiş, sonra ona günahlarından uzaklaşıp tevbe ederek Allah'a ibadetle meşgul
olacağı bir başka şehre gitmesini tavsiye etmiş. Adam da oraya hicret ederken
yolda ölmüş. Adamı rahmet melekleri alıp götürmüşler. Israiloğullan zamanında
böyle olduğuna göre bu ümmette olması daha da evlâ ve lâyıktır. Çünkü Allah
Teâlâ İsrâiloğulları'na yüklediği ağır yük ve sorumlulukları bizden kaldırmış,
sevgili peygamberimizi dosdoğru ve müsamahakâr İslâm dini ile göndermiştir.
Ayrıca kâfirlik,
katillikten daha büyük bir günah ve suçtur. Kâfirlikten tevbe kabul olunduğuna
göre adam öldürmekten tevbe etmek de daha evlâ olarak kabul edilir. Sonra
Furkan süresindeki şu ayet de katilin tevbesinin kabul edileceğine delâlet
etmektedir: "Onlar ki Allah'ın yanı sıra bir başkasını tanrı edinip ona
tapmazlar. Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar, zina etmezler.
Kim bunları yaparsa cezaya çarpar. Kıyamet günü de azabı katmerle-şir ve onun
içinde hor ve hakir olarak ebedî bırakılır. Ancak tevbe ve iman edip salih
(iyi) amel işleyen bunun dışındadır." (Furkan, 25/68-70).
"Kim bir mümini
kasten öldürürse, cezası... cehennemdir." ayet-i kerimesine gelince, Ebu
Hureyre (r.a.) ve seleften bir cemaat bu hususta şöyle demektedir. Allah
Teâlâ, o kişiyi cezalandıracak olursa cezası budur. Her bir günaha dair
bildirilen tehditler de buna göre izah edilir. Muvazene, yani iyilikler ile kötülüklerin
tartılıp karşılaştırılacağı görüşünde olan alimlere göre günahkâr bir kişinin
bir takım salih amelleri bulunabilir. Bunlar da bu yüzden gereken cezanın ona
erişmesini engelleyebilir.
Cumhurun görüşüne
göre, sayesinde kurtulacağı salih bir ameli bulunmadığı taktirde o kişi
ebediyen orada bırakılmaz. Hulud kelimesi, o taktirde devamlı kalmak değil,
çok uzun bir müddet kalmak manasına hamledilir. Çünkü Resulullah'tan (s.a.) şu
manada bir çok hadis tevatüren gelmiştir: "Kalbinde zerre ağırlığından
daha az iman bulunan kimse de sonunda cehennemden çıkarılır."
İkrime ve İbni Cüreyc
gibi bazı alimlerin kanaati ise ayet-i kerimenin hükmünün öldürmeyi helâl sayan
kimseyle ilgili olduğu yolundadır. Onlar "kasten (müteammiden)"
kelimesini "helâl sayarak" manasında tefsir etmektedirler. Öyle
olanın cezası da cehennem azabında devamlı, ebediyen kalmaktır.
Fahreddin er-Râzf nin
cevabmdaki tercihi ise şöyledir: Bu ayet-i kerime iki yerde tahsis olunmuştur:
Birincisi: Kasten
öldürme, düşmanlık yoluyla olmadığı takdirde kısas durumundaki öldürme
gibidir.
İkincisi: Katilin
tevbe ettiği öldürme. Ayete bu iki yerde tahsis girdiği zaman, biz de
"Ondan başka şeyi, dileyeceği kimseler için yarlıgar" (Nisa, 4/48)
ayetine dayanarak affın hasıl olduğu durumlarda umum (genellik) ifadesini
tahsis eyleriz.
[67]
1- İmanın
gereği insan öldürmekten kesin olan çekinmektir; ne kasten ve ne de hata
yoluyla. Çünkü bu, Yaratıcı'nın hakkına tecavüz etmektir, büyük bir cürümdür,
çok çirkin bir fiildir. Peygamberimiz (s.a.)'in "Müslümanların kanları
birbirine denktir" hadisinde hasseten hür kimseler murad edilmiştir.
[68]
2- "Bir
müminin diğer bir mümini yanlışlık eseri olmayarak öldürmesi helâl olmaz"
ayeti üzerinde alimler, buna kölelerin (abîd) girmeyeceği, ayetteki murad
edilenlerin köleler değil, hür kimseler olduğu hususunda icma etmişlerdir.
3-
"Mümin bir köleyi azad etme" yani Allah Teâlâ'nm zıhar kefaretinde vacip
kıldığı gibi, hataen adam öldürenin de mümin bir köle azad etmesi icap eder.
Tabii köle azadı hakkında çeşitli görüşler var, ancak asrımızda bunların
zikredilmesine gerek bulunmuyor.
4- Hata
yoluyla öldürme suçunda gerekli ikinci vacip diyettir. Diyet, kan pahası olarak
ölenin velisine ödenir. Allah Teâlâ, kitabında diyetin miktarını tayin ve
tespit etmemiştir. Ayette sadece mutlak olarak diyetin icap ettiği zikredilmiştir,
âkılenin mi, yoksa katilin kendisinin mi ödeyeceği belirtilmemiştir. Bunun
hükmü yukarıda da açıkladığımız gibi, Peygamberimizin sünnetinden alınmıştır.
5-
"Meğer ki onlar sadaka olarak bağışlamış olsunlar" cümlesi diyeti
affetmenin caiz olduğunu göstermektedir. Tasadduk lafzı vermek demektir ve maktulün
varisleri olan veliler, Allah Teâlâ'nm kendilerine ödenmek üzere katilin âkılesi
üzerine vacip kıldığı diyeti, ibra ve affettikleri taktirde diyetin düşeceği
murad olunmaktadır. Ancak Allah Teâlâ için icap eden kefaret, velilerin ibrası
ile düşmez. Çünkü katil, Allah'ın ibadetinde bulunan bir mümin şahsı telef eylemiştir;
o halde Rabbine serbestçe ibadet için başka birini, bir köleyi halâs etmesi,
hürriyetine kavuşturması gerekmektedir.
Velilerin hakkı
diyettir. Kefaret ise, cinayeti işleyenin malından icap eder, onun yerine başka
biri bu ödemeyi yüklenmez.
6-
"Eğer (öldürülen) mümin olmakla beraber size düşman bir kavimden
ise" cümlesinin işaret ettiği konu
şöyle olur: Bir mümin kâfirlerin ülkesinde yahut onlarla savaş halinde iken bir
kimseyi kâfirdir diye öldürürse İmam Mâ-lik'in mezhepte meşhur sayılan görüşüne
ve İmam Ebu Hanife'ye göre bakılır: Şayet bu maktul, iman edip de kâfir halde
bulunan kavmi arasında kalmış mümin bir adam ise onun için diyet lâzım gelmez,
kefareti sadece mümin bir köle azad etmektir. Zira öldürülenin kavmi
kâfirdirler, onlara diyet verilip de onunla Müslümanlar aleyhine
güçlenmelerine yardım etmek sahih olmaz. Ayrıca iman ettiği halde hicret
etmemiş bu adamın hürmeti, saygı gösterilmesi gerekli hakkı azdır ve de
"İman edip de hicret etmeyenlere ise, hicret edecekleri zamana kadar,
sizin onlara hiç bir şey ile velayetiniz yoktur." (Enfâl, 8/72) ayeti
gereğince onun için diyet gerekmez. Bir mümin İslâm ülkesinde öldürülürse,
kendi kavmi de Müslümanlara karşı savaş halinde bulunuyorsa, o kimse için
Beytü'l-mâle diyet ödenir ve kefaret de yerine getirilir
[69]
Şafiî, Evzâî, Sevrî ve
İbni Sevr'e göre diyetin düşmesi sadece velilerin hepsinin kâfir olmaları
halindedir. O takdirde ister dar-ı harpte, isterse İslâm diyarında öldürülmüş
olsun diyeti verilmez. Diyet vacip olmuş olsa, bu Beytül-mâl'in yine Beytü'l-mâl'e
vermesi için vacip olmuş demektir ki öldürme hadisesi İslâm diyarında da vuku
bulsa böyle bir halde diyet lâzım gelmez.
Müslim'in Sahih'inde
zikredilen hadise ile ilgili hüküm de bunu teyit etmektedir. Üsâme (r.a.)
Cüheyne kabilesinden ölüm korkusuyla canını kurtarmak için son anda Lâilâhe
illallah diyen bir adamı öldürmüş, Peygamberimiz (s.a.) de ona "Bir köle
azad et" buyurmuştur. Kısas veya diyet cevazı vermemiştir.
7-
"Şayet kendileriyle aranızda bir antlaşma olan bir kavimden ise..."
Bu hüküm, öldürülen zımmî ve muâhid hakkındadır. O taktirde hem diyet, hem de
kefaret gerekir. İbni Abbas, ŞaTjî, Nahaî ve Şafiî'nin görüşü böyledir.
8- Ulema,
kadının diyetinin erkeğin diyetinin yarısı olduğu üzerinde icma etmiştir. Çünkü
kadının mirastaki payı yarımdır. Şahitliği de erkeğin şahitliğinin yansına
denktir. Bu hüküm sünnet ile sabittir, Kur'an ile değil. Kasten öldürme
suçunda ise erkekler ile kadınlar birbiri mukabilinde kısas edilirler. Bu
hükmün dayanağı Bakara suresinde geçen "Can, can karşılığında, hür hür
karşılığında.... kısas olunur" ayetidir.
Bir adam diğer bir
adamın üzerine düşüp birisinin öldüğü durum ile ilgili meselede alimler farklı
görüştedirler.
Şureyh, Nahaî, Ahmed
ve İshâk diyorlar ki: Üstte bulunan altta kalanı tazmin eder, alttaki üsttekini
tazmin etmez.
İmam Malik, iki
adamdan birinin ötekini çekip beraberce düşerek öldükleri durum hakkında
"Çeken adamın âkılesine diyet icap eder" demiştir. Şafiî'nin ashabından
bazısı ise "Diyetin yarısını tazmin eder, çünkü hem onun fiilinden hem de,
üzerine düşenin ağırlığından dolayı ölmüştür" der.
Çarpışma (tesadüm) ile
ilgili bazı hükümleri de şöylece zikrediverelim: İki adamdan biri diğerine
çarpsa ve ikisi de ölse, bu durum hakkında Şafiî "Kendisine çarpılan
adamın diyetini ödemek çarpan adamın âkılesine düşer, çarpan adamın diyeti
heder ve heba olur, der. Birbiriyle çarpışıp ikisi de ölmüş olan iki atlı
hakkında ise her birisi üzerine arkadaşının diyetinin yarısını ödemek düşer.
Çünkü onlardan her birisi, hem kendi fiilinden, hem de arkadaşının fiilinden
dolayı ölmüş bulunuyor, demektedir.
Mâlik ve Ebu Hanife'ye
göre ise her birisinin diğerinin diyetini ödemesi icap eder ve bu da âkılesine
aittir.
Günümüzde cereyan eden
iki otomobilin veya iki geminin çarpışması durumlarında da aynı hükümler söz
konusudur.
9- Ehl-i
Kitab'm diyeti hakkında ihtilâf bulunmaktadır. Malikîler ve İmam Ahmed yukarıda
zikrettiğimiz Amr b. Şuayb hadisini delil göstererek Kitap Ehli olan bir
erkeğin diyetinin Müslümanın diyetinin yarısı, mecusininkinin sekiz yüz dirhem,
kadınlarının diyetlerinin de bu miktarların yarısı kadar olduğunu
söylemektedir.
Hanefîlere göre
diyetlerin hepsi, Müslüman, Yahudi, Hıristiyan, mecusi, muahid, zimmî olsun
eşittir. Bunun delili Cenab-ı Mevlâ'nın ayetteki "...bir diyet vermesi
lâzımdır" kavlidir ki bu diyetin, Müslümanın diyetinde olduğu gibi kâmil
ve tam olarak verilmesini gerektirir.
[70] İbni
Abbas'ın rivayeti de bunu te'yit etmektedir: Rasul-i Ekrem (s.a.) Kurayza ve
Nadir oğullarının diyetini eşit ve tam olarak takdir eylemiştir. Ancak bu
rivayet çok zayıftır.
İmam Şafiî ise şöyle
diyor: Bir Yahudi ve Hıristiyanm diyeti, bir Müslümanın diyetinin üçte biri,
bir mecusunin diyeti sekiz yüz dirhemdir. Çünkü bu o konuda söylenmiş olan
miktarın en az miktarıdır. -Yukarıda bunu izah etmiştik.- Zimmet ve uhde ise
yakîn (kesin bilgi) veya hüccet (delil) yoksa beridir, yükümlülükten uzaktır.
10- Azad
edecek köle bulamayan veya köle alacak kadar malî imkânı olmayan iki ay
peşpeşe oruç tutar. Özürsüz yere bir gün bile orucunu açsa yeni baştan başlar.
Cumhurun görüşü budur. Hayız, hastalık gibi bir özür bulunursa İmam Mâlik'e
göre oruca yeniden başlamaz. İmam Ebu Hanife ile iki görüşünden birine göre
İmam Şafiî "Hastalık durumunda yeniden başlar" der.
11- Allah
celle ve alâ, kitabında kasten ve hata yoluyla öldürme meselesini zikretmiş,
şibh-i amd (kasda benzer) şeklini zikretmemiştir. İmam Mâlik der ki: Allah'ın
kitabında sadece kasten ve hata yoluyla öldürme şekli bulunuyor. Şibh-i amd
şeklini ise tanımayız.
İslâm ülkelerindeki
fakihler ve mezheplerin imamları ise Abdullah b. Amr (r.a.)'da şibh-i amd
(kasta benzer) öldürme şeklini tespit etmişlerdir:
Resulullah (a.s.)
buyurdu ki: "Dikkat ediniz, kasta benzer hata yoluyla yani kamçı ve sopa
ile öldürme durumunda yüz deve diyet icap eder. Bunların kırkının yavrusu da
karınlarında olacak." Ancak hadisin muhaddislere göre derecesi
muzdaribdir; İbni Abdi'1-Berr, isnadı yönünden sabit olmadığını belirtir.
Şibh-i amd öldürme
şeklini kabul eden ulema, bunun sınırlarının tespiti, neyin kasten sayılacağı
hususunda üç görüşe ayrılmıştır:
a) İmam Ebu
Hanife'ye göre kasıt (amd) demir ile işlenen cinayettir. Demir dışında değnek,
ateş ve benzeri aletler şibh-i amd'dır.
[71]
b) Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre, kendisi gibi
öldürücü olmayan şekil şibh-i amd sayılır.
c) Şafiî'ye
göre de vuruşta kasten, öldürmesi bakımından hataen olan; yani öldürme
maksadıyla olmayan ama neticede ölüme yol açan vuruş, şibh-i amd'dir. Hataen
öldürmede, hem vuruş hem de ölüme sebep olan hata söz konusudur. Kasten
öldürme halinde her ikisi kasten olur.
Fakihler, kastın,
şibh-i amd ve hataen öldürme fiilinin ispatı hususunda cinayetin kendisiyle
işlendiği alete itimat ve itibar ederler. Çünkü bizim katilin niyetine vakıf
olmamız mümkün değildir, o yüzden cinayet aleti, niyet yerine kâim (geçmiş)
kabul edilir. Evlâ olan katilin gerçek niyetini öğrenmek, kasten mi yoksa
hataen mi öldürdüğünü anlamak için cinayetin işlendiği şartları, karine ve
belirtileri araştırmaktır.
Şibh-i amd öldürmedeki
muğallaza (ağırlaştırılmış) diyet miktarı hususunda fukahanm farklı görüşleri
vardır. Atâ, Şafiî ve şibh-i amd olarak kabul ettiği tek hal olan babanın
oğlunu öldürmesi meselesinde İmam Mâlik diyorlar ki: Bunun diyeti otuz hıkka,
otuz cezea ve kırk adet halifedir.[72]
İmam Ebu Hanife'ye
göre bu diyet dört sınıftan verilir: Dörtte biri bint-i lebûn, dörtte biri
hıkka, dörtte biri cezea, dörtte biri de bint-i mehaz.
Şibh-i amd durumunda
diyet, Hanefî, Şafiî ve Hanbelîlere göre katilin âkı-lesine düşer.
Kasten öldürme
durumunda âkile, diyeti yüklenmez. Bunun caninin malından ödenmesi gerekir.
Kasten öldürme halinde
kefaret icap eder mi? Hata yoluyla cinayet işleme durumunda kefaret gerektiği
hususunda icma bulunmaktadır. Ama kasten adam öldürene kefaretin icap edip
etmediğinde ihtilâf edilmiştir. Cumhura göre icap etmez. Çünkü kefaretlerde
kıyas olmaz. Kur"an nassı, kasıtlı olmayan günâhtan doğan yarayı sarmak
üzere hata yoluyla öldürmek hakkında gereken kefareti zikretmekle yetinmiştir.[73]
İmâm Şafiî ı§§ Mmîi,
kasten, şibh-i amd ve hata yoluyla öldürme durumlarında vacip görmektedir.
Çünkü kasten öldürmedeki günah, hataen öldürme durumundakinden daha büyüktür,
dolayısıyla kasten olan öldürmede kefaret daha uygun ve gereklidir. Kasten
öldüren kişi cinayetinin günahını affettirmeye daha muhtaçtır.
Yanlışlık ile
öldürmeye bir topluluk katılırsa, dört mezhebin de ittifakıyla bunlardan her
birine kefaret vacip olur.[74]
94- Ey iman edenler,
Allah yolunda harbe çıktığınız zaman, tam açıklanmasını bekleyin. Size selâm
verene, dünya hayatının menfaatini arayarak "Sen mümin değilsin"
demeyin. İşte Allah'ın katında bir çok ganimetler vardır. Önceden siz de
böyle iken Allah size lütfetti. O halde iyice açıklanmasını bekleyin. Şüphesiz
ki Allah ne yaparsanız hakkıyla haberdardır.
"Allah yolunda
harbe çıktığınız zaman" ibaresinde iki istiare vardır. Darp (ayağını yere
vurmak) lafzı düşmanlarla cihad etmek için, sebîl (yol) lafzı da Allah'ın dini
için istiare yapılmıştır.
[75]
Meselenin "tam
açıklanmasını bekleyin." Bir kıraete göre ise "fe-tesebbe-tû"
şeklindedir. Yani meseleyi iyice araştırın, hüküm vermekte acele etmeyin
demektir.
"Selâm"
selamlaşma veya müslüman oluşun alâmeti bulunan kelime-i şe-hadeti getirerek teslim
ve tabi olmaktır.
"...bir çok
ganimetler vardır" yani sizi, bir şahsı malından dolayı öldürmekten
müstağni ve uzak kılacak derecede çok nimetler ve nzıklar vardır.
"...önceden siz
de böyle iken" yani kelime-i şehadeti söyler söylemez canlarınız ve mallarınız
dokunulmazlık kazandı.
İman etmeniz ve
istikamete girmeniz suretiyle "Allah size lütfetti."
Bir mümini öldürmemek
için "çok iyi araştırın" ve İslâm'a yeni girene de size edildiği gibi
muamele edin.
"Şüphesiz Allah
ne yaparsanız hakkıyla haberdardır." Yaptıklarınızın karşılığını da
verecektir.
[76]
1- Buharî,
Tirmizî, Hâkim ve diğer muhaddisler İbni Abbas (r.a.)'tan rivayet ediyorlar:
Süleymoğullarından bir adam önüne katıp götürdüğü bir koyun sürüsü olduğu
halde Cenab-ı Peygamberin (s.a.) ashabından bir topluluğun yanından geçti ve
selâm verdi. Onlar "Bu adam ancak bizden kendini korumak ve kurtarmak
için selâm verdi" deyip (müslüman değil zannıyla) adamın üzerine yürüdüler
ve onu öldürdüler, koyunlarını da Peygamberimize (s.a.) getirdiler. Bunun
üzerine "Ey iman edenler, Allah yolunda harbe çıktığınız zaman..."
ayeti indi.
2- Bezzâr'm
başka bir vecihle İbni Abbas'tan rivayetine göre Resulullah (s.a.) bir seriyye
(askerî birlik) gönderdi. Seriyyede Mikdâd da bulunuyordu. Seriyye varıncaya
kadar düşman dağılmış kaçmış, sadece yanında epeyce çok malı bulunan bir adam
kalmıştı. Adam "Eşhedü enlâ ilahe illallah (=Allah'tan başka ilâh
olmadığına şehadet ederim)" dedi ama Mikdâd onu öldürdü. Döndüklerinde
Nebi (s.a.) Hazretleri, Mikdâd'a 'Yarın kıyamette "Lâ ilahe
illallah"ı ne yapacaksın bakalım?" dedi. Allah Teâlâ da bu ayeti
indirdi.
3- Ahmed,
Taberânî ve başka muhaddisler Abdullah b. Ebî Hadrad el-Es-lemî (r.a.)'den onun
şöyle dediğini tahric ediyorlar: Resulullah (s.a.) bizi aralarında Ebu Katâde
ve Muhallim b. Cessâme'nin de bulunduğu bir grupla sefere gönderdi. Yolda Amir
b. el-Edbat el-Eşceî yanımızdan geçerken bize selâm verdi. Muhallim ise adamın
üzerine atılıp onu öldürdü. Medine'ye Nebi (s.a.)'nin yanma geldiğimizde durumu
haber verdik. Hakkımızda şu Kur"an ayeti indi: "Ey iman edenler,
Allah yolunda harbe çıktığınız zaman..." vd.
İbni Cerir de, İbni
Ömer hadisi olarak bir benzer rivayeti tahric etmiştir.
4-
Sa'lebî'nin İbni Abbas (r.a.)'tan rivayetine nazaran öldürülenin adı Fe-dek
ahalisinden Mirdâs b. Nehîk el-Gatafanî idi. Öldüren ise Üsâme b. Zeyd, o
seriyyenin emiri de Galib b. Fedâle el-Leysî idi. Mirdâs, kavmi yenildiğinde
tek başına kalmış, koyunlarını da bir dağa sürmüştü. Müslümanlar kendisine yetişince
"Lâ ilahe illallah Muhammedun rasulullah, esselâmü aleykum" demişti
ama Üsâme b. Zeyd onu öldürmüştü. Döndüklerinde de bu ayet nazil olmuştu.
Ayetin iniş sebebinin
bir kaç tane olmasına da bir engel yoktur. İster birinci ve üçüncü
rivayetlerdeki gibi koyunların sahibinin İslâmî selâmı vermesinden sonra
inmiş, isterse savaşta hemen silâh kullanmaktan sakınmak için inmiş olsun,
katil de ister Mikdâd veya Muhallim olsun, isterse Üsame olsun durum aynıdır.
Resulullah (s.a.) ayet-i kerimeyi her vaka ve olayla ilgili olan kişilere
okumuş olabilir.
Kurtubî der ki: İbni
İshak'ın Siyeri, Ebu Davud'un Sünen'i ve İbni Abdi'l-Berr"in
el-İstiâb'm&a da zikredildiği üzere ekseri alimlere göre katil Muhallim b.
Cessame, maktul (öldürülen) de Amir b. el-Edbat idi.
[77]
Bu ayet de eski
savaşlarda hasıl olan hataen öldürme çeşitlerinden birini beyan eylemektedir.
Müşriklerle harp halinde veya harp ederken bir adamın müslüman olmadığı
hakkında acele hüküm verilerek böyle hatalar işleniyordu.
Kurtubî, bu ayetin,
yukarıda geçen ayetlerde zikredilen öldürme ve cihad konularına bağlı olduğunu
söylemiştir.[78]
Ey Allah'ı ve
Rasulü'nü tasdik edenler! Düşmana karşı cihad için yola çıktığınız ve Müslüman
mı kâfir mi, barışçı mı savaşçı mı diye durumundan şüphelendiğiniz birini
gördüğünüz vakit onun hakkında hüküm vermekte acele etmeyin, hakikî durumunu
iyice tahkik edin. Size selâm vermesi ve kelime-i şe-hadeti diliyle söylemesi,
mümin oluşundan ötürü müdür diye araştırın. Onu öldürmekte acele davranmayın.
Teslim olup sizinle savaşmayan ve müslüman olduğunu izhar eden kişiye
"Sen mümin değilsin" demeyin. Siz zahire, dış duruma göre amel
etmekle memursunuz. İç durumunu Allah Teâlâ daha iyi bilir.
Siz acele ederek dünya
hayatının mal ve metamı sonunda kaybedecek olan fani ganimetlerini elde etmek
istiyorsunuz ama biliniz ki Allah katında sayılamayacak kadar çok rızıklar,
nimet ve lütufiar bulunuyor. Göklerin ve yerin hazineleri O'nun yanındadır.
Allah'a itaat ve ibadet ederek o sonsuz nimetleri talep edin, bu sizin için
daha hayırlıdır. Sizin bu şekilde davranmanız ve insanların kalplerindeki iman
hakkında hüküm vermekte acele ederek onları "Yapmacık olarak, bizden
kendini korumak için, kılıç korkusundan dolayı böyle söylüyor" diye itham
etmeniz size yakışmaz ve zaten bu muameleniz sahih de olmaz.
Hem nasıl unutursunuz
ki sizler de daha önce böyle idiniz. Gizlice iman etmiştiniz, imanınızı
müşriklerden gizliyordunuz. Daha sonra imanınızı açığa vurdunuz. Öldürdüğünüz
kişinin hali de işte böyleydi, imanını kendi kavminden gizlemekteydi. "O
zaman da hatırlayın ki siz yeryüzünde azlıktınız, mus-taz'aflardan (aciz ve
zayıf tanınanlardan) idiniz" (Enfâl, 8/26). Allah Teâlâ size lütfetti de
emniyet ve huzur haline kavuştunuz, müminler sırasına katıldınız. Allah celle
ve alâ size istikamet ve imanınızı açığa vurabilmek gibi nimetleri vermek,
dinini aziz kılmak, İslâm'ın gücünü takviye etmek, öldürmekte acele davrananın
tevbesini kabul eylemek gibi lütuflarda bulundu. Üsame, bu olaydan sonra
"Lâ ilahe illallah" diyen hiçbir kimseyi öldürmeyeceğine yemin etmiştir.
Zemahşerî "Önceden siz de böyle idiniz" cümlesinin tefsirinde der ki:
İslâm'a ilk girdiğiniz vakit siz de bu halde idiniz. Ağzınızdan kelime-i
şehadet duyulur duyulmaz kanlarınız ve mallarınız dokunulmazlık kazandı,
gönlünüz-dekinin dilinizden çıkana uygun olmadığının anlaşılması beklenmedi.
[79]
Allah Teâlâ daha sonra
iyice araştırma yapmak icap ettiği hususunu tekit etmiş, yapmaya girişecekleri
bir iş ile ilgili açık delillere, yeterli karinelere sahip olmalarını, acele
verilmiş bir karar ve zanla hareket etmemelerini emretmiş ve işin gerçeği
anlaşılana dek düşünmeleri gerektiğini bildirmiştir. Çünkü
imanın bulunduğuna
hüküm vermek için salt görünen hal kâfidir. Öldürmek için ise adamın kâfir
olarak kaldığına dair kuvvetli bir delile dayalı zannı galip bulunmalıdır. O
halde siz de İslâm'a yeni girenlere, size yapılanı yapın, öldürmekten ve
savaştan vaz geçmek için zahirî İslâm'ı muteber kabul edin.
Şüphesiz ki Allah
Teâlâ yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır, ahvalinize niyet ve maksatlarınıza
vakıftır. Onlara göre size hakettiğiniz karşılığı verecektir. Bu ifade bir
tehdit ve vaiddir, aynı hataya düşmenin tekrarlanmaması için bir uyarıdır. O
halde hemen öldürmek için koşturmayın, bu konuda ihtiyatlı olun, hataya
düşmekten son derece sakının.
[80]
Bu ayetin konusu,
önemine binaen hüküm vermede ve adam öldürmede acele hareket edilmemesine,
iyice araştırma ve tahkikatta bulunmanın gerekliliğine hasredilmiştir. Bir
şahsın müslüman olduğu hakkında hüküm vermek için, zahiren kelime-i şehadeti
söylemesi ile yetinilir, kalbindekini açığa çıkarmaya, gerçek yönünü ve
durumunu bilmeye gerek yoktur. Bu zaten beşerin, insanoğlunun yapacağı bir iş
değildir. Kalplerin işi gaipleri, göze görünmeyenleri yegâne bilici olan
Allah'a kalmıştır. Bu hüküm rivayeti için de münasiptir.
Bu ayetin iniş sebebi
hakkında meşhur olan, Müslim'in Sahih 'inde Üsa-me'den gelen rivayettir. Üsame
diyor ki: Resulullah (s.a.) bizi bir seriyye ile göndermişti. Cüheyne kabilesinin
bulunduğu hurağat
[81]
bölgesine bir sabah baskın yaptık. Ben bir adama yetiştim. Adam "Lâ ilahe
illallah" dedi ama ben aldırmayıp ona mızrakla vurdum. Sonra bu işten
dolayı içime bir şüphe düştü. Durumu Peygamberimize (s.a.) söyledim. Resulullah
(s.a.) "Adamı lâ ilahe illallah dedi de mi öldürdün?" diye sorunca
ben "Ey Allah Rasulü, o silah korkusundan ötürü bunu söyledi" dedim.
Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber (s.a.): "Şehadeti gerçekten söylemiş mi,
söylememiş mi, bilmen için kalbini yarsaydın ya!" buyurdular.
Üsame'nin şöyle dediği
rivayet edilmektedir: Daha sonra Resulullah (s.a.) benim için üç kere istiğfar
eyledi ve "Bir köle azad et" diye emretti; herhangi bir kısas veya
fidyeye hükmetmedi.
Fakihler ise şöyle
demektedirler: Bu durumda o adam öldürülürse, katil de onun mukabilinde
öldürülür. Üsame öldürmemiştir; çünkü olay daha İslâm'ın ilk devirlerinde
cereyan etmiştir ve adamın canının kurtarmak için ve silah korkusundan dolayı
şehadet getirdiği tevil ve kanaati ile bunu işlemiştir. Çünkü bir kimsenin
kanını ve malını kurtaran mani kelime-i şehadeti mutmain, gönül hoşluğu ve
rahatlığı ile söylemesidir. Peygamberimize (s.a.) de ne halde söylerse söylesin
bunun kendisini kurtaracağını haber vermiştir. Müte-vatir hadiste buyuruyor ki:
"Allah'tan başka ilâh yoktur deyinceye kadar insanlarla savaşmakla memur
oldum. Bu kelimeyi söylediklerinde ise hakkıyla olması hali dışında kanlarını
ve mallarını benden korumuş olurlar." O sebepten Üsame'ye hitaben:
"Kelime-i şehadeti gerçekten söylemiş mi, söylememiş mi, bilmen için onun
kalbini yarsaydın ya!.." buyurmuştur. Yani o bu sözünde doğru mu yoksa
yalan mı söyledi, baksaydm ya; bu mümkün olmadığına göre dilinden duyduğunu
kabul etmekten başka yol kalmamıştır, demektir. "İnsanlarla savaşmakla emrolundum"
hadisinden murad, Arap müşrikleri olup Yahudiler ve Hıristiyanlar değildir.
Çünkü onlar "lâ ilahe illallah" derler. Onların ayrıca Muhammed
(s.a.)'in peygamber olduğunu kabul eylediklerini ilân etmeleri lâzımdır.
[82]
Fıkıh bakımından
burada önemli bir hüküm bulunmaktadır ki o da şudur: Hükümler, zahirî hallere
ve zann-ı galibe bağlı olarak verilirler, kesinlik taşımak ve gönüllerde gizli
olan hususlara vakıf olmak şartı üzere değil.
[83]
"Size selâm
verene, sen mümin değilsin, demeyin" ayetinin tehiyye yani selamlaşma
olarak tefsir edilmesine de bir mani bulunmuyor. Çünkü o kişinin İslâm selâmı
ile selâmlaması, kendisinin itaat edip boyun eğdiğini bildirmektedir. Bununla
tarafsızlık ve savaşmayı terk etmesinin murad edilmesi de muhtemeldir. Eğer
"Selâmün aleyküm (=selâm size)" derse, yine bunun gerisinde ne gibi
bir durum olduğu yahut neyin kastedildiği bilinmese dahi onun öldürülmesi
uygun olmaz. Çünkü ortada şüphe uyandıran bir hal bulunmaktadır, imam Mâlik'e
(r.a.) göre bir kimsenin "Ben müslümanım, ben müminim, ben namaz
kılıyorum" demesi yeterli değildir. Peygamberimiz (s.a.)'in "İnsanlar
'Allah'tan başka ilâh yoktur, (Lâ ilahe illallah)" deyinceye kadar
kendileri ile savaşmaya memur kılındım" sözünde, insana dokunulmazlık
sağlayan kelimeyi söylemesi lâzımdır.
[84]
Yani İslâm selâmı ile
selâmladıktan veya namaz kıldığı görüldükten sonra gereken doğruyu yanlıştan
ayırıcı kelime olan "Lâ ilahe illallah"ı söylemesidir. Bu, harbin
sona erdirilmesi, savaşın ve vuruşmanın bitirilmesi ile ilgilidir. Bu durumda
görünüşe bakarak hüküm vermek yeterli olur. Yoksa bazılarının bu ayeti delil
göstermeye kalkışması gibi imanın sadece dil ile ikrar etmekten ibaret olduğu
hakkında değildir. Çünkü gerçek iman kalp ile tasdik etmektir. Yoksa dilleri
ile "Lâ ilahe illallah" diyen münafıklar da iman etmiş sayılırlardı;
halbuki onlar mümin kabul edilmemektedir.
Ayet-i kerime,
müminlerin cihaddan güttükleri hedefin, Allah Teâlâ'nın meşru kıldığı üzere,
Allah'ın kelimesini (dinini) yüce kılmak olduğu hakkında açık bir nasstır.
Müminlerin silahtan maksatları harp ganimetlerine kavuşmak, dünya malları veya
maddi çıkarlar elde etmek değildir. Zira Allah Teâlâ, başkaca helâl yollardan
ve haram-yasak işlemeksizin pek çok rızıklar ve ganimetler vaad etmiştir. O
sebeple şu fani şeyleri elde etme peşinde koşmayın.
[85]
95- Müminlerden özür
sahibi olmaksızın oturanlarla, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad
edenler bir olamaz. Allah mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece
itibarıyla, oturanlardan çok üstün kıldı. Allah hepsine de cenneti vaad
etmiştir. Fakat Allah, cihad edenlere oturanların üstünde daha büyük bir ecir
vermiştir.
96- Kendi tarafından
dereceler, mağfiret ve rahmet vermiştir. Allah, çok yarhğayıcıdır ve çok
esirgeyicidir.
"Allah
mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibarıyla.....üstün kıldı."
cümlesi ile "Fakat Allah, cihad edenlere, oturanların üstünde daha büyük
bir ecir vermiştir." cümlesinde itnâb sanatı vardır.
[86]
"ed-darar
(özür)" körlük, topallık, felçli olmak gibi sahibinin cihada katılmasını
engelleyen hastalık ve illetler demektir.
[87]
Buharî, Berâ
(r.a.)'dan rivayet ediyor: "Müminlerden, oturanlar... ile müca-hidler bir
olamazlar" ayeti inince Resulullah (s.a.) "Filanı çağırın" dedi.
O kimse yanında yazı için gereken hokka, levha, kemik gibi malzemeler olduğu
halde geldi. Resulullah (s.a.) "Müminlerden oturanlar ile Allah yolunda
cihad edenler bir olamaz" diye yaz buyurdu. O sırada müezzin İbni Ümmi
Mektûm, Peygamberin (s.a.) arka tarafında bulunuyordu. Dedi ki: "Ey
Allah'ın Rasulü, ben körüm." Bunun üzerine o ayet yerine
"Müminlerden özür sahibi olmaksızın oturanlar ile... mücahidler bir
olmaz..." ayeti nazil oldu.
Tirmizî, benzer bir
sebebi İbni Abbas hadisinde şöyle rivayet etmiştir: Abdullah b. Cahş ile İbni
Ümmi Mektûm "Biz ikimiz de kör kimseleriz" dediler.
İşte "Özür sahibi
olmaksızın" cümlesinin eklenmesi sebebinin beyanı budur.
Sûyutî ise;
"Müminlerden oturanlar... ile mücahidler bir olamaz" ayeti Müslüman
oldukları halde hicret etmeyen, sonra da Bedir günü kâfirlerle birlikte
öldürülmüş olan bir topluluk hakkında inmiştir. Ayetin inişi Bedir Gazası
zamanında olmuştur." demektedir.
[88]
Allah Teâlâ, kelime-i
şehadet getiren birini hataen öldürme suçunu işledikleri için müminleri itab
edip kınadıktan sonra, burada, cihadın faziletini, ci-had edenlerin oturanlara
olan üstünlüğünü beyan etmektedir.
[89]
Bedir Gazasına gitmeyen
bir topluluğun yaptığı gibi müminlerden cihada katılmayıp evlerinde,
yurtlarında oturanlar ile zalimlerin tecavüzünü engellemek, hakkı hakim kılıp
onu savunmak suretiyle Allah'ın rızasını kazanmak için mallarını ve canlarını
O'nun yolunda feda ederek cihad edenler bir ve eşit olamazlar. İslâm'ın ilk
devrinde, hicret sonrası Bedir Savaşma katılanların cihadı böyleydi.
Ancak Allah Teâlâ,
cihad farizası yükümlülüğünden özür sahiplerini istisna etmiştir. Özür
sahipleri körlük, topallık gibi hastalığı bulunanlardır. Bu durum, cihadı terk
etmeyi mubah kılıcı bir özürü bulunanlar için, Allah yolunda mallarıyla,
canlarıyla cihad edenlerle aynı olmaktan bir çıkış yolu olmaktadır. O sebeple
bunlar, güçleri bulunsa cihad etmeye gönülden niyet ettikleri için kınanmaz ve
azarlanmazlar. Buharî, Ahmed ve Ebu Davud'un rivayetine göre Resulullah (s.a.)
Tebûk Gazasından sonra Medine'ye girerken "Medine'de öyle insanlar var ki
gittiğiniz her yerde, geçtiğiniz her vadide sizinle beraber olmuşlardır"
buyurdu. Ashab "Kendileri Medine'de bulundukları halde mi?" diye sorunca
Resulullah (s.a.): "Evet, Medine'de bulundukları halde. Onları cihada katılmaktan
özür alıkoydu" cevabını verdi.
Sonra Allah Teâlâ,
cihad edenlerin, özrü bulunmadığı halde cihaddan geri kalıp yurtlarında
oturanlara olan üstünlüğünü haber vermiştir. Allah Teâlâ öyle bir dereceye
yükselmiştir ki miktarını tahmin mümkün değildir: Dünyada zafer, nusret, iyi
nam ve şöhret ile ganimetler, ahirette de cennette bulunan yüksek makamlar ve
bol sevaplar...
Allah Teâlâ cihad
edene de, cihadı temenni etmekle birlikte bir özrü veya acizliği sebebiyle
cihaddan geri kalıp oturana da, her iki zümrenin de imanı kâmil, niyet ve
ameli halis olduğu için hüsnâyı, yani cenneti ve bol mükâfat vaad etmiştir.
İbni Kesir diyor ki:
Ayet, cihadın farz-ı ayn olmadığına, farz-ı kifâye olduğuna delâlet
etmektedir.[90]
Daha sonra Allah Teâlâ
mutlak olarak mücahitlere özür sahibi olmaksızın cihaddan geri oturanların
üstünde daha büyük bir ecir verdiğini haber vermektedir.
Bu büyük ecir, yüksek
cennetlerin odalarında bulunan yüce makam ve derecelerdir. İnsanların bunları
dünyada sayı ve hesap ile takdir edip ölçmesi zordur. Nitekim Allah Teâlâ bir
ayet-i kerimede de: "Baksana, biz onların kimini kiminden nasıl üstün
kıldık. Elbette ahiret, dereceler itibarıyla da daha büyüktür, üstün kılmak
bakımından da daha büyüktür." (İsra, 17/21) buyurmuştur. Derecelerdeki
üstünlük farkı iman kuvvetine, Allah rızasını rahat ve nimetlere, kamu
menfaatini özel menfaate tercih etmeye dayalıdır.
Sahihayn'da Ebu Said
el-Hudrî (r.a.) tarafından rivayet edilen hadisinde Resulullah (s.a.) buyuruyor
ki: "Cennette yüz derece vardır. Allah bunları kendi yolunda cihad edenler
için hazırlamıştır. Her iki derecenin arası, gök ile yeryüzü arası
gibidir." Resulullah (s.a.), İbni Mes'ud (r.a.) tarafından rivayet edilen
hadisinde de şöyle buyuruyor: "Kim bir ok atarsa ona bir derece ecir ve
sevap verilir." Bir adam "Ey Allah Rasulü, derece nedir?" diye
sorunca Resulullah (s.a.): "Ona gelince, o senin annenin kapı eşiği
değildir, iki derece arası yüz senedir."
[91]
dedi.
Ecir ve sevap aynı
zamanda günahların, hataların mağfiret edilmesidir. Bu rahmet ve berekât
hallerini, Rahman onlara mahsus kılmış olup fazl u keremi ile mağfiretten
fazla olarak vermiştir. O'nun tarafından sunulan bir ihsan ve ikramdır bunlar.
Allah Teâlâ'nm şanı ve hiç ayrılmaz daimi sıfatı, hak etmiş olanlara mağfireti
ile muamele etmesidir. Rahmeti de aklen bunun kendisine icap ettiği
kimseleredir. Ancak bu, ilahî lütfa kalmış bir iştir.
[92]
1- Bedihî
olarak (ilk bakışta) da, tabiî ve şer"î olarak da düşkünlük, felçli-lik,
körlük, topallık gibi bir özür sahibi olmaksızın, cihaddan geri kalıp oturanlar
ile Allah rızası için canlarını ve mallarını feda eden mücahitler arasında bir
eşitlik olamaz. Ayetin manası şudur: Hastalık ve benzeri bir engeli bulunmayan,
sağlığı yerinde olan müminler, mücahitler ile eşit olamaz.
Alimler diyor ki:
Ayette geçen zarar ehli, özür sahibi olanlar, demektir. Çünkü kendilerinde
bulunan hastalık ve benzeri dertler cihaddan kendilerini menettiği için onlara
zarar vermiştir. Yukarıda zikredilen "Medine'de bir takım kimseler vardır
ki..." hadisi, özür sahibinin ve de gazinin ecir ve sevabının verileceğine
delâlet etmektedir.
Deniliyor ki: Özür
sahibinin ecrinin öbürüyle denk olması da muhtemeldir. Çünkü Allah'ın fazl u
keremi geniştir. Verdiği sevap zaten fazl u ihsandır, istihkak (tam olarak hak
etme) değildir. Allah sadıkane olan bir niyete, fiili için vermediği sevabı
lütfeder.
Özür sahibine ecri kat
kat olmadan verildiği halde, gazi doğrudan cihada katıldığı için ecrini kat kat
fazla alarak üstün kılınılır da denilmiştir. Kurtubî diyor ki: Bu hususta gelen
sahih hadise göre "Medine'de öyle kimseler var ki..." ayeti hakkında muhtemeldir
birinci görüş daha sahihtir.
[93]
2- Bazı
alimler bu ayete dayanarak divan ehlinin sevabının gönüllülerden daha büyük
olduğunu söylemişerdir. Çünkü divan ehlinin sevabı, fedakârlık gösterdikleri,
zor durumlarda savaşa gönderildikleri, her daim komuta ve sefere çıkma emri
altında oldukları için gönüllülerden daha fazladır. Gönüllüler sa-vaife (yaz
mevsiminde yapılan büyük seferlere) katıldıkarı için daha emniyette ve rahat
sayılırlar.
3- Bazıları
da zenginliğin fakirlikten daha üstün olduğuna bu ayeti delil gösterirler.
Çünkü Allah Teâlâ burada kendisiyle salih ameller yapmaya muvaffak olunan malı
zikretmektedir.
Bu meselede netice
olarak üç görüş vardır.
Bazılarına göre
zenginlik daha iyidir. Çünkü zengin muktedir ve güçlüdür, fakir ise acizdir.
Kudret ise acizlikten daha üstündür. Bu görüş, "Şükreden zengin sabreden
fakirden daha üstündür" sözüne daha uygundur.
Bazıları da fakirliği
üstün tutmuştur. Çünkü fakir dünyalığı terk etmiş, zengin ise onlara
bulaşmıştır. Dünyayı terk etmek ise dünyaya bulaşmaktan ve dünya şehvetlerine
dalmaktan daha üstündür.
Diğer bir kısım da bu
ikisinin arasını bulmanın tercih edilmesi görüşündedir. Bu ise fakirlik
sınırından çıkıp zenginlik derecelerinin en aşağısına varmakla, böylece her
ikisinin üstünlüğüne ulaşmak ve kınanacak yanlarından uzak kalmak suretiyle
gerçekleşir.
4-
"Allah, mallarıyla, canlarıyla cihad edenleri, derece itibarıyla oturanlardan
çok üstün kıldı" ayetinden sonra "Kendinden
dereceler...vermiştir." diye buyurulması hakkında bazı alimler: "Önce
bir derece, sonra dereceler denmesi mübalağa, beyan ve tekittir"
demişlerdir. Bazıları ise: "Allah cihad edenleri, özür sahibi olarak
oturanlardan bir derece, özür sahibi olmaksızın oturanlardan sayısız
derecelere üstün kılmıştır." demektedirler.
Yine deniliyor ki:
Derece kelimesinin manası ulüvv, yükseklik demektir. Yani, Allah Teâlâ onların
şanını, ismini yüceltti, onları överek, takdir ederek âli ve yüksek kıldı,
manasınadır. Bu, dünyadaki derece ile ilgili olandır. Ahiret-te ise onlar için
bir çok dereceler, yani kimisi kiminden daha yüksek olan menziller, makamlar
bulunmaktadır.
[94]
97- Öz nefislerinin zalimleri olarak canlarını
alacağı kimselere melekler derler ki: "Ne yaptınız!" Onlar: "Biz
yeryüzünde mustaz'aflar (aciz kimseler) idik" derler. Melekler de:
"Allah'ın arzı geniş değil miydi? Siz de oraya hicret edeydiniz ya"
derler. İşte onlar var ya, onların barınakları cehennemdir. O ne kötü bir
yerdir.
98- Erkeklerden, kadınlardan, çocuklardan zaaf
ve acizlik içinde bırakılıp da hiç bir çareye gücü yetmeyen ve bir yol
bulamayanlar müstesna.
99- İşte onlar var ya,
Allah'ın kendilerini affedeceğini umabilirler. Allah, çok affedici, çok
yarlığayıcıdır.
100- Kim Allah yolunda
hicret ederse, yeryüzünde gidecek barınacak bir çok yerler de bulur, genişlik
de bulur. Kim evinden, Allah'a ve O'nun peygamberine muhacir olarak çıkıp da
sonra kendisine ölüm yetişirse, muhakkak ki onun mükâfatı Allah'a düşmüştür.
Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.
"Ne
yaptınız1?" ve "Allah'ın arzı geniş değil miydi?" cümlelerindeki
soru kınamak ve azarlamak için gelmiştir.
"Allah'ın
kendilerini affedeceğini umabilirler... Allah çok affedici" ve
"...hicret ederse... muhacir olarak çıkarsa" cümlelerinde mugayir
cinas vardır.
"Canlarını alacağı
kimselere melekler der ki" cümlesinde can alan tek melek Azrail olduğu
halde, şanının ne kadar büyük olduğunu belirtmek maksadıyla cemi sigası
kullanılmıştır.
[95]
"Öz nefislerinin
zalimleri olarak..." Yani kâfirler arasında kalıp hicret etmemeleri
sebebiyle.
[96]
97. ayetin nüzul
sebebi:
"Öz nefislerinin
zalimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler ki..."
Buharî'nin İbni Abbas (r.a.)'tan rivayetine göre Müslümanlardan bazıları
müşriklerle beraber kalmışlardı. Bunlar Rasululah (s.a.)'a karşı müşriklerin
kalabalığını çoğaltıyorlardı. Savaşta kendilerine isabet eden bir okla veya
kılıç darbeleriyle ölebiliyorlardı. Bunun üzerine Allah Teâlâ "Öz
nefislerinin zalimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler derler
ki..." ayetini indirdi.
İbnül-Münzir ve İbni
Cerir de İbni Abbas (r.a.)'ın şöyle dediğini tahric etmektedir: Medine
ahalisinden bir kavim müslüman olmuşlardı, fakat bunu gizliyorlardı. Bedir
günü müşrikler onları kendileriyle beraber çıkardılar. Bunların bazıları
savaşta ödürüldüler. Haklarında müslümanlar "Onlar müslüman-dı, savaşa
zorla çıkarılmışlardı, onlar için af ve mağfiret dileyiniz" dediler. Hemen
ardından "Öz nefislerinin zalimleri olarak canlarını alacağı kimselere melekler
derler ki. T ayeti nazil oldu. Müslümanlar, bu ayet-i kerimeyi Mekke'de kalmış
olanlara yazdılar, hiçbir mazeretleri kalmadığını bildirdiler. Onlar da
Mekke'den çıktılar. Ama müşrikler yetişerek eziyet ve tehditlere onları caydırdılar
ve geri döndüler. Bunun üzerine "İnsanlardan öylesi var ki "Allah'a
inanmadık" der de Allah uğrunda eziyet olunduğu zaman insanların
fitnesini Allah'ın azabı imiş gibi tanır." (Ankebut, 29/10) ayeti indi.
Müslümanlar bunu da Mekke'dekilere yazdılar, onlar da çok üzüntüye kapıldılar.
Ardından "Sonra senin Rabbin işkencelere uğratıldıktan sonra hicret
edenlerin, sonra da cihad edenlerin ve sabredenlerin lehinedir." (Nahl,
16/110) ayeti indi. Bunu da onlara yazdılar ve onlar da Mekke'den çıktılar.
Müşriker de arkalarından yetişti. Artık kurtulan kurtuldu, ölen öldü.
100. ayetin nüzul
sebebi:
"Kim evinden...
muhacir olarak çıkarsa..." İbni Ebi Hatim ve Ebu Yalâ'nm ceyyid bir sened
ile İbni Abbas (r.a.)'tan rivayet ettiğine göre Damra b. Cündüb muhacir olarak
evinden çıktı ve ailesine "Beni bir bineğe bindirin, müşriklerin
topraklarından beni Rasululah'a (s.a.) çıkarın, dedi. Ama Peygamberimize (s.a.)
kavuşamadan yolda öldü. Bunun üzerine vahiy geldi: "Kim evinden, Allah'a
ve O'nun peygamberine muhacir olarak çıkıp da sonra kendisine ölüm yetişirse
muhakkak ki onun mükâfatı Allah'a düşmüştür."
Deniliyor ki:
Leysoğullanndan Cunda' b. Damra, Mekke'deki mustaz'aflar-dandı ve hastaydı.
Allah Teâlâ'mn hicret hakkında indirdiği ayeti duyunca "Beni Mekke'den
çıkaruı" dedi. Kendisi ve yatağını oğulları eliyle bir deveye yüklettirdi.
Yola çıktı. Fakat Ten'îm mevkiinde
[97]
vefat etti. Allah Teâlâ onun hakkında "Kim evinden... muhacir olarak çıkarsa..."
ayetini indirdi
[98]
Allah Teâlâ yukarıda
geçen ayette Allah yolunda cihad edenlerin özrü olmaksızın oturanlardan üstün
olduğunu zikrettikten sonra burada bin grup insanın halini anlatmaktadır.
Gerçekte zayıf olmadıkları halde bunları kâfirler taciz ediyor, zaafa düşürmeye
çalışıyorlardı. İslâm'ın başlangıç devrinde Mekke'den Medine'ye hicret etmek
farz idi. İşte bu farzı terk etmeleri hususunda o insanların hiçbir mazereti
bulunmuyordu. Çünkü kâfirlerin Müsümanlara verdikleri eza ve cefa çok
şiddetliydi. O derece ki Müslümanları önce Habeşistan'a hicrete, sonra da
Peygamberimiz (s.a.) ile beraber Medine'ye hicret etmeye mecbur bırakmıştı. O
vakitlerde bazı Müslümanlar ise vatan sevgisi yüzünden Mekke'de oturup kalmış,
bazıları hastalık, yaşlılık, yol tehlikesi gibi sebeplere hicret etmekten acze
düşmüş, diğer bir kısmı da hicrete koyulmuş fakat yolda ölmüştür.
[99]
Ecelleri bittiği
vakitte hicreti terk etmeleri ve şirk diyarında ikamet etmeye rıza
göstermeleri sebebiye öz canlarına zulmedici oldukları halde canlarını
alacakları kimselere melekler, onları kınayıp azarlayarak derler ki: Dininizin
durumu hakkında ne işte idiniz? Yani onlar hiçbir iş yapmamışlardır, hicret etmeye
güçleri bulunduğu halde hicret etmemişlerdir.
Bunlar Mekke
ahalisinden müslüman olmuş bulunan bir topluluktu. Hicretin farz olduğu o
dönemlerde hicret etmemişlerdir.
Kınayıp tekdir
olundukları hususta gerçek bir özür beyan edememeksizin şöylece kendilerini
mazur göstermeye çalışanlar: "Bizler Mekke'de mustaz'af idik, zelil
durumda bulunuyorduk, dini ve onun farzlarını tatbik etme gücüne sahip
değildik" derler. Bu çürük bir delil olduğu için melekler tarafından kabul
edilmez. Melekler, mazeretlerini reddederek "Allah'ın arzı geniş değil
miydi? Siz de oraya hicret edeydiniz ya" derler. Bundan maksat şudur:
Hayır, sizler Habeşistan'a hicret edenlerin yaptığı gibi dininizi açıkça
ortaya koymanıza mani olmayan bazı ülke ve diyarlara gitmeye, yahut
Resulullah'm yanına hicret etmeye kadir idiniz.
Bu da gösteriyor ki
bir kişi, bir beldede dininin şeâir ve esaslarım tatbik edemiyorsa veya başka
bir beldede Allah Teâlâ'nm hukukuna daha riayetkar, ibadette daha devamlı
olacağını biliyorsa, hicret etmesi onun üzerine bir haktır. Dininin şeâir ve
esaslarını tatbik edebiliyorsa -zamanımızda Avrupa ve Amerika'da ikamet edenler
gibi- o taktirde hicret etmek onlara vacip değildir ama sünnettir, çünkü dar-ı
küfürde (kâfirlerin diyarında) ikamet etmek mekruhtur.
Peygamberimiz
(s.a.)'den rivayet edilmiştir: "Kim dini sebebiyle bir yerden başka bir
yere firar ederse, bu mesafe bir karış toprak bile olsa, onun için cennet vacip
kılınmış olur ve atası İbrahim (a.s.) ile peygamberi Muhammenin 's.a.) cennette
yoldaşı olur. Allahım, benim sana hicretimin sadece dinim sebebiyle firar
olduğunu bilmekteysen, ömrümün hayırlı sona ermesine ümıd edilen fazl u keremine
ve dilenen rahmetine kavuşmaya onu sebep eyle. Senin için beytinin yanında
itikâf suretiyle ikamet edişimi, ikram yurdu olan cennetinde komşuluk ile
birleştir, ey mağfireti çok geniş olan Allahım."
[100]
Hicret görevini yerine
getirmekte kusurlu davranan o kimselerin meskeni, üzerlerine farz olan bir emri
terk ettikeri için cehennemdir. Çünkü İslâm'ın ilk devirlerinde hicret etmek
farz idi.
Onlar için cehennem ne
kadar kötü bir varış yeridir! Zira orada başlarına hep çirkin ve kötü şeyler
gelecektir.
Sonra Allah Teâlâ bu
tehditten gerçekten mustaz'af, zayıf ve aciz durumda olanları istisna
etmiştir. Onlar fakirlik, acizlik veya ihtiyarlık gibi sebeper-den dolayı
Mekke'den hicret etmeye kudret bulamıyorlardı. Erkeklerden Ayyaş b. Ebî Rabia,
Seleme b. Hişâm
[101],
kadınlardan İbni Abbas'ın annesi Üm-mü'1-Fadl, yeni yetişen delikanlılardan
İbni Abbas ve emsali kimseler bunlardan idi.
Bunlar ya hastalık,
düşkünlük gibi bir acizlikten ötürü hicret etme gücünü bulamıyorlar, yahut da
fakirlikten dolayı çıkamıyorlar, geçilecek yollan bilemedikleri için yola
gidemiyorlardı. İbni Abbas diyor ki: Ben ve annem, hiçbir çareye gücü yetmeyen
ve bir yol bulamayan mustaz'af kimselerden idik. Gerçekten de böyle yeni
yetişen gençler hicret etmekten aciz olan kişilerdendir.
Onları Allah'ın
affetmesi, hicreti etmeleri gerektiği halde şirk diyarında ikamet etmeleri
sebebiyle hesaba çekmemesi ümid olunur. Burada hicreti terk etmenin büyük bir
günah olduğuna da ima ve işaret edilmektedir.
Allah Teâlâ'nın şanı
ahirette günahları affetmek, ayıpları örterek mağfiret etmektir.
Zemahşerî burada
"Niçin Allah'ın onları affedeceğini umabilirler" diye tama' (ümid)
ifade eden "asâ" kelimesi kullanıldı?" diye soruyor, cevabını da
şöyle veriyor: Hicreti terk etme işinin sınırlarının çok dar olduğuna, o hususta
ruhsat olmadığına delâlet etmesi için bu ifade kullanılmıştır. Açık bir özür
sebebiyle hicretten geri kalmış kimsenin hakkı bile "Allah'ın beni
affedeceğini umarım" demek olduğuna göre, artık başkasının hali nasıl
olur, bilinmez.
[102]
Daha sonra Allah Teâlâ
aciz ve zayıf halde bulunanların himmetlerini, gayretlerini harekete geçirmek
için teşvik ederek diyor ki: Kim Allah yolunda yani O'nun rızasını elde etmek
ve gerektiği şekilde dinini tatbik etmek için hicret ederse Allah Teâlâ'nm şu
geniş arzında hicret etmeye uygun pek çok yer de bulur, buna yol da bulur,
kavimlerinden -onlara rağmen- ayrılıp giderler. Ayette geçen "rağm"
kelimesi, zül ve horluk manasınadır. Bu kelime asıl olarak devenin burnunun
toprağa sürünmesi manasındadır. Muhacir olan kişi, zillet ve itelenmekten
kurtulmasının yanısıra, yeryüzünde hayırları ve geniş imkânları olan barınaklar
bulur. Ayetteki "murâğan", hoşlanmadığı şeylerden uzakta bulunan
kimse, "seâten" de rızık, imkân demektir.
Allah Teâlâ ayette
muhacirlere geçim yolarını kolaylaştıracağını, düşmanlarının burnunu yerlere
sürteceğini ve onlara karşı zafer vereceğini vaad etmektedir. Bunların hepsi
hicrete teşvik içindir.
Sonra Allah Teâlâ
hicret niyetiyle evinden çıkarak yurdunu, ailesini, malını terk eden, ama
Medine'ye ulaşamadan yolda ölen kimseye, hicretinden ötürü Allah katında pek
büyük ecir ve sevap vaad etmiştir. Bu hicretin sevabı O'nun nezdinde artık
sabit ve vâkidir, ne şekilde mükâfatandıracağmı O bilmektedir.
Allah Teâlâ'nın şanı
daima bu muhacirleri mağfiret etmek, lütf u ihsanı ve şefkat göstererek şümullü
rahmetini üzerlerine bol bol tamamlamak olmuştur. Buhari ve Müslim'de Hz. Ömer
b. el-Hattab (r.a.)'dan rivayet edilen meşhur hadis de bu manayı tekit ediyor:
Rasululah (s.a.) buyurmuştur ki: "Ameller niyetlere göredir. Herkes için
ancak niyet ettiği şey vardır. Kimin hicreti Allah ve Rasulü'ne idiyse, hicreti
Allah ve Rasulü'ne olarak sabit olmuştur. Kimin hicreti de elde edeceği bir
dünyalık, nikahlayacağı bir kadına idiyse, onun hicreti de hicret ettiği şeye
sabit olmuştur."
Allah Teâlâ'nın bu
açık ve kuvvetli vaadi ile, zayıflık veya acizlik sebebiyle hicreti terk
edenlere mağfiret vaad edişi ve onlar için de Allah katında bir ümide yer
oluşu arasındaki fark ne büyüktür!
[103]
Kurtubî'nin zikrettiği
gibi daha sahih olan rivayete göre bu ayet ile Mekke ahalisinden bir cemaat
murad edilmektedir. Bunlar müslüman olmuş ve Resul-i Ekrem (s.a.)'e iman
ettiklerini açıklamışlar, ancak Peygamberimiz (s.a.) Medine'ye hicret ettiğinde
ise kavimleriyle beraber kalmışlardı. Bunların bir kısmı dinlerinden dönmeleri
için müşriklerden eza ve cefa görünce fitneye düşmüşlerdi. Bedir günü de
onlardan bazısı kâfirlerle beraber çıkmıştı. Sonra bu ayet nazil olmuştu.
Allah Teâlâ işte hicretten
tenbellik edip geri kalanları ikaz etmiş, doğru yolu göstermiş, onların
imkânının bulunduğunu, hicret etmeye ve kendilerini zillete, zaafa
düşürenlerden uzaklaşmaya kadir olduklarını belirtmiştir. Gerçekten zayıf ve
aciz durumda olmadıkları için özürlerini kabul etmemiştir.
Günahların ve
masiyetlerin işlendiği bir diyarı terk etme hususunda bu ayette delil
bulunmaktadır.
Gerçekten düşkün
durumda bulunan ve Rasul-i Ekrem'in (s.a.) kurtulmaları için dua ettiği Ayyaş
b. Ebî Rabîa, Seleme b. Hişâm gibi erkekler ile zayıf kadınlar ve çocukları ise
Allah Teâlâ'nın affedip yarlığayacağı ümid edilir.
Medine'ye giderken
yolda ölenin ecri sadakati, azimeti ve hâlis niyetinden dolayı haktır ve Allah
katında sabittir.
İslâm'ın ilk devrinde
Medine'ye hicretin bir çok sebepleri vardı. Bir kaçı şunlardır:
1- Dinin
şeâir ve esaslarını tatbik etmek imkânı bulmak, dinleri yüzünden baskıdan
kurtulmak. Tabi baskı altında kalan herkes güvenilir bir yer aramak zorundadır,
yoksa büyük günaha girmiş olmaktadır.
2- Dinin hükümlerini
ve meselelerini öğrenme imkânı bulmak. İslâm'ın hükümlerini öğreten alimerin
bulunmadığı bir diyarda ikamet eden her müslü-manın dini ilimler elde edeceği
bir beldeye hicret etmesi lâzımdır.
3- İslâm
devletini kurmak, İslâm davetini yeryüzünün çeşitli bölgelerine yaymak, bu
daveti ve Allah davetçilerini savunmak için hazırlık yapmak.
Bu gibi sebepler
Mekke'nin fethine kadar geçerli kaldı. Mekke fethedilip insanlar gruplar
halinde İslâm'a girince, Ashab-ı Kiram (r.a.) insanlara dinlerinin hükümlerini
öğretmek için çeşitli yerlere dağılınca, İslâm gücü artınca ve Arap yarımadası
şirk ve putperestlik pisliğinden temizlenince, hicret farzının hükmü kalkmış
oldu. Ahmed ve Buhari ve Müslim'in İbni Abbas (r.a.)'tan rivayet ettiğine göre
Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Fetihten sonra hicret yoktur. Cihad
ve niyet vardır. Seferberliğe çağrıldığınızda icabet edin."
Öyle anlaşılıyor ki
hicreti gerektiren şartlar ve yukarıda sıralanan sebeplerden biri bulunduğu
takdirde hicret her zaman ve asırda yine vacip olur.
Hicretin kısımlarını
İbnu'l-Arabî'nin açıkladığı gibi zikretmek güzel olur. Diyor ki:
Hicret altı kısma
ayrılır:
1- Dâr-ı
harpten dâr-ı İslâm'a çıkmak. Diğer kısımlarıyla birlikte bu çeşit,
Peygamberimiz (s.a.) zamanında farz idi. Bu hicret, kıyamete kadar farz olarak
bakidir. Dâr-i harpte kalırsa isyan etmiş olur. Yukarıda açıklandığı gibi hakkında
değişik hükümler vardır.
2- Bidat
işlenen yerden çıkmak: İbnu'l-Kâsım der ki: İmam Mâlik'in (r.a.) şöyle
dediğini işittim: Selefe (İslâm büyüklerine) sövülen bir beldede ikamet etmesi
hiçbir kimseye helâl olmaz. İbnul-Arabî de şöyle demektedir: Bu doğrudur.
Mün-keri değiştirmeye gücün yetmezse oradan ayni. Allah Teâlâ "Ayetlerimiz
hakkında dalanları gördüğün zaman -onlar Kur'ân'dan başka bir sözle meşgul
oluncaya kadar- kendilerinden yüz çevir. Eğer şeytan sana unutturursa, o halde
hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile beraber oturma."
(En'âm, 6/68) buyurmuştur.
3- Haramın
hakim ve galip olduğu yerden çıkmak: Çünkü helâli istemek ve aramak her
Müslümana farzdır.
4- Bedenî
işkence ve ezadan kaçmak: Bu Allah Teâlâ'nm bir fazl u ihsanıdır, o hususta
ruhsat vermiştir. Çünkü bir kişi bir yerde canına kastedilmesin-den korkuyorsa,
Allah ona hadiseyi atlatmak için oradan çıkma ve canının kurtarma izni
tanımıştır.
5- Suyu,
havası ağır ve hastalıkların yaygın olduğu yerlerden temiz yerlere gitmek.
Rasul-i Ekrem (s.a.) Efendimiz Medine'nin havası kendilerine ağır gelen
çobanların sağlıklarına kavuşuncaya kadar yayla ve sahralara çıkmasına izin vermiştir.
Bu yüzden sadece tâûn hastalığından ötürü çıkmak hariç tutulmuştur.
Peygamberimiz'den (s.a.) gelen bir hadiste belirtidiğine göre Allah bunu
yasaklamıştır. Ancak alimlerimizin kitaplarda bundan dolayı çıkmanın mekruh
olduğunu söyediklerini gördüm.
6- Malda
eziyet ve rahatsızlık görme korkusuyla kaçmak. Çünkü Müslü-manm malının
hürmeti, kanının hürmeti (dokunulmazlık ve saygınlığı) gibidir. Ailesinin
hürmeti ise aynıdır, hatta daha da kuvvetlidir.
[104]
101- Yeryüzünde sefere
çıktığınız zaman, eğer kâfirlerin size fenalık yapacağından endişe ederseniz
namazı kısaltmanızda üzerinize vebal yoktur. Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık
düş-manınızdır.
102- Sen de içlerinde
bulunup da kendilerine namaz kıldırdığın vakit, onlardan bir kısmı seninle
birlikte dursun, silahlarını da alsınlar. Bu suretle secde ettikleri zaman da
arka tarafınızda bulunsunlar ve henüz namazını kılmamış olan diğer bir kısmı
gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini
ve silahlarını alsınlar. O küfredenler arzu ederler ki siz silahlarınızdan ve
eşyanızdan gafil olsanız da üstünüze derhal bir baskın yapsınlar. Eğer size
yağmurdan bir eziyet olursa, yahut hasta bulunursanız silahları koymanızda
üzerinize vebal yoktur. Bütün ihtiyat tedbirlerini de yine alın. Şüphe yok ki
Allah kâfirlere hor ve hakir kılıcı bir azap hazırlamıştır.
103- Artık namazı
bitirdiğiniz vakit ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerindeyken Allah'ı
anın. Sükûn ve güven haline geldiğiniz vakit ise namazı dosdoğru kılın. Çünkü
namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farz olmuştur.
"Artık namazı
bitirdiğiniz vakit..." ifadesinde umumî bir lafız kullanılmış, hususî bir
mana murad edilmiştir. Murad edilen korku namazıdır.
"...namazı
dosdoğru kılın. Çünkü namaz..." ifadesinde namaz kelimesinin tekrar
edilmesinde itnâb bulunmaktadır. Faziletine dikkat çekilmektedir.
[105]
"Eğer kâfirlerin
size fenalık yapacağından" yani öldürmelerinden veya daha başka türlü
zarar ziyan vermelerinden. Burada kâfirler lafzı o gün vaki olan durumu
açıklamaktadır, başka bir mefhumu bulunmamaktadır. Sevgili Peygamberimizin
sünneti sefer mesafesini beyan etmiştir ki dört berîd, yani iki merhale,
bugünkü ölçülerle 89 km. uzunluğundadır.
"...namazı
kısaltmanızda" sadece dört rekâtlı olanları iki rekât olarak kılmak
suretiyle bir kısmını terk etmenizde "üzerinize vebal yoktur", vebal,
sıkıntı verme demektir. Bu lafiz İmam Şafiî'nin "namazı kısaltmak vacip
olmayıp ruhsattır" görüşüne delildir.
"...silahlarını
da alsınlar..." Burada, savaşmak için kullanılan eskiden kılıç, hançer,
ok gibi silahlar, zamanımızda ise tüfek, tabanca, top vb. silahlar murad
olunmaktadır.
"...namazı
dosdoğru kılın..." yani rükün ve şartlarını tam olarak yerine getirerek
eda edin.
"Vakitleri belli
bir farz" yani vakitleri belirlenmiş sabit bir farzdır ve o vakitte eda
edilmesi lâzımdır.
[106]
101. ayetin nüzul
sebebi:
"...yeryüzünde
sefere çıktığınız zaman..." ayetinin nüzulü ile ilgili rivayet şöyledir:
İbni Caerir et-Taberî'nin Hz. Ali (k.v.)'den rivayetine göre Beni
Nec-câr"dan bir kavim Resulullah'a (s.a.) sorarak dediler ki: "Ey
Allah'ın Rasulü, bizler yeryüzünde sefere çıkıyoruz, namazımızı nasıl
kılacağız?" Bunun üzerine Allah Teâlâ "yeryüzünde sefere çıktığınız
zaman, namazı kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur." cümlesini inzal
etti. Sonra vahiy kesildi. Bundan bir yıl kadar sonra Resulullah (s.a.) gazaya
çıktı ve orada öğle namazını kıldırdı. Müşrikler onları görünce "Muhakkak
Muhammed ve ashabı sırtlarını size döndürmüş bulunuyorlar, onlara arkadan bir
baskın yapsanız ya!" dediler. İçlerinden biri ise "Onların bunun
peşinden bunun benzeri bir namazları daha var" dedi. İşte Allah Teâlâ iki
namaz (öğle ile ikindi) arasında "eğer kâfirlerin size fenalık
yapacağından endişe ederseniz" cümlesinden başlayarak "hür ve hakir
kılıcı bir azap hazırlamıştır"
ibaresine kadar olan kısmı gönderdi ve böylece korku namazının hükmü
inmiş oldu.
102. ayetin nüzul
sebebi:
"Sen de içlerinde
bulunup da" kısmının indirilişi ile ilgili rivayet şöyledir.
Ahmed, Hakim (sahih
olduğunu belirterek), Beyhâkî ve Darakutnî, Ebu Ayyaş ez-Zevkiyy (r.a.)'den
tahric ediyorlar: Diyor ki: Resulullah (s.a.) ile beraber Usfân'da
bulunuyorduk. Başlarında Hâlid b. Velid'in olduğu müşrikler karşımıza
çıktılar. Onlar bizimle kıble arasında kalmışlardı. Resulullah (s.a.) orada
bize öğle namazı kıldırdı. Müşrikler "Onlar bu haldeyken ansızın bir
baskın yapsak" diye konuştular. Sonra da "Şimdi onlar öyle bir namaz
vakti gelecek ki o kendilerine oğullarından ve canlarından daha
sevimlidir" dediler. Cibril (a.s.) işte o zaman öğle ile ikindi arasında
bu ayet-i kerimeyi indirdi: "Sen de içlerinde bulunup da kendilerine
namaz kıldırdığın vakit." İşte bu olay, Halid b. Ve-lid'in İslâm'a giriş
sebebi olmuştur.
Benzer bir rivayeti
Tirmizî Ebu Hureyre (r.a.)'den, İbni Cerîr Câbir b. Abdullah (r.a.) ve İbni
Abbas (r.a.)'tan nakletmiştir.
"Eğer size
yağmurdan bir eziyet olursa..." kısmının indirilişi:
Buharî'nin tahririne
göre İbni Abbas (r.a.) "Eğer size yağmurda bir eziyyet olursa, yahut hasta
bulunursanız" kavli Abdurrahman b. Avf (r.a.) hakkında indi, kendisi o
sırada hasta idi." demiştir.
[107]
Söz hâlâ cihad ve
hicret ile ilgilidir. Cihad seferi gerektirir. Allah Teâlâ sefer mazereti,
cihad ve düşmanla savaş özrü ile bile namaz vazifesinin düşmeyeceğini beyan
eyliyor. Ayet-i kerime sefer sebebiyle dört rekâth namazı kısaltmanın ve cihad
ederken korku namazı kılınmasının meşru olduğunu ispat etmektedir.
[108]
Yeryüzünde yolculuğa
çıktığınız zaman kâfirlerden öldürmek, esir etmek gibi bir fenalıktan ya da yol
kesici eşkiyadan korkarsanız dört rekâth namazları kısaltmanızda üzerinize bir
günah veya vebal yoktur. Ta ki kâfirler sizin namazla meşguliyetinizi fırsat
bilip size galebe çalmasın. Onlara bu imkânı vermeyin de namazı kısaltın.
Ayetten muradın şöyle olması da sahihtir: Kâfirlerin siz rükû ve secdede
bulunurken onların hareketlerini göremediğinizden size bir zarar vermelerinden
korktuğunuz zaman böyle yapın. Sonra Allah Teâlâ düşmanlardan ne kadar çok
sakınmanız gerektiğini tekit ederek buyuruyor ki: Kâfirler sizin açkıca
düşmanlarınızdır. Açık bir düşmanlık yapmaktadırlar. Size bir fenalık ve zarar
vermelerinden ve galebe çalmalarından sakının. Garaz ve hedeflerini
gerçekleştirme fırsatı tanımayın onlara.
"...size bir
fenalık yapmalarından endişe ederseniz" ayetinin zahiri ile amel ederek
bazı alimler diyor ki: Burada birinci ayet ile onu takip eden ikinci ayette ve
Bakara süresindeki "Fakat korkarsanız o halde yürüyerek, yahut binekli
olarak kılın." (2/239) ayetinde açıklanan korku namazında rekâtları
kısaltmak murad edilmektedir. İmam Şafiî (r.a.) demiştir ki: Korku dışında
namazı kısaltmak sünnet ile sabittir. Sefer esnasındaki korku namazında
kısaltmak ise Kur*an ve sünnet ile sabittir. Sünnetten yüz çevirerek sefer
durumunda namazın tam rekâth olarak kılınması hoş değildir.
Başka alimlere göre
ise "...endişe ederseniz" ayeti genelde hakim olan hal göz önüne
alınarak varit olmuştur. Çünkü Müslümanlar üzerinde galip olan hal seferlerde
düşmandan endişe etmektir. O yüzden Müslim'in rivayetinde de zikredildiği üzere
Ya'lâ b. Umeyye Hz. Ömer'e (r.a.) "Niçin emniyet içinde bulunduğunuz
halde hâlâ seferde namazı kısaltıyoruz?" diye sorduğunda Hz. Ömer (r.a.)
şöyle der: "Senin şaştığın şeye ben de şaştım ve Resulullah'a (s.a.) bunu
sordum: "Bu Allah Teâlâ'nın size tasadduk ettiği bir sadakadır. O'nun sadakasını
kabul edin" buyurdu.
Korku namazında iki
şart (sefer ve düşmanların fenalık etmeleri) aranmaz. Yeryüzünde yola
çıkılmasa ve sefer hali bulunmasa, bilâkis düşmanlar gelip bizi kendi ülkemiz
ve beldemizde işgal etse, o zaman da korku namazı caizdir. İki şartın
bulunması gerekmez.
Hz. Ali'den rivayet
olunan ve yukarıda geçen nüzul sebebi misafirin (yolcunun) namazı
kısaltmasının meşru olduğuna delâlet ediyor. Kurtubî der ki: Bu haber sahih
ise, buna karşı kimsenin bir diyeceği yoktur. O zaman onda korku dışında da
namazın kısaltılacağına Kur"an'dan delil bulunmuş olmaktadır. Zaten
benzer bir rivayet İbni Abbas (r.a.)'tan gelmiştir. Demiştir ki: 'Yeryüzünde
sefere çıktığınız zaman, namazı kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur"
ayeti, seferdeki namaz hakkında indi: "...eğer kâfirlerin size fenalık
yapacağından endişe ederseniz" kısmı bir sene sonra 'korku hakkında
indi'. Buna göre ayet iki hüküm ve meseleyi ihtiva etmektedir. "Yeryüzünde
sefere çıktığınız zaman..." kısmı ile sefer, yolculuk murad edilmektedir
ve söz tamamlanmıştır. Sonra bir farzı zikretmeye başlamakta ve şartı belirtmektedir.
Takdiri şu şekildedir: Kâfirlerin size bir fenalık etmesinden çekindiğiniz
takdirde, sen de içlerinde bulunup da kendilerine namaz kıldırdığın
vakit.." Cevabı arkadan gelmektedir: "...onlardan bir kısmı, seninle
birlikte dursun..." "Şüphesiz ki kâfirler sizin apaçık
düşmanınızdır" cümlesi ise ara cümlesidir
[109]
"Namazı
kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur" cümlesinin zahiri, namazı
kısaltmak ile tam olarak kılmak arasında serbest bırakmakta, tam kılmanın efdal
olduğuna işaret etmektedir.[110] İmam
Şafiî, serbestlik ifade ettiği görüşündedir. Peygamberimiz (s.a.)'in seferde
tam olarak kıldığı rivayet edilmiştir. Darakutnî Hz. Aişe (r.a.)'den rivayet
ediyor: Resulullah (s.a.) ile beraber Medine'den Mekke'ye umre yaptım.
Mekke'ye gelince "Anam babam sana feda olsun Ey Allah'ın rasulü, sen
namazı kısa kıldın, ben tam kıldım. Sen oruç tuttun, ben ise tutmadım"
dediğimde "Ey Aişe iyi ettin" buyurdu ve beni ayıplamadı. Hz. Osman
(r.a.) yolculuk halinde namazı kısaltarak da tam olarak da kılmıştır.
İmam Ebu Hanife'ye
(r.a.) göre yolculukta namazı kısaltmak ruhsat değil, azimettir; kısaltma
dışında bir şeyi işlemek caiz olmaz. Hz. Ömer (r.a.)'in şu sözü buna delildir:
"Peygamberimizin lisanından varit olduğu şekilde yolculuk namazı iki
rekâttir, bu iki rekât tam namazdır, kısaltma sayılmaz. Hz. Aişe (r.a.)'in şu
sözü de buna delildir: "Namaz ilk önce ikişer rekât farz kılındı. Yolculuk
halinde bu hüküm aynen kaldı, ikamet halinde ise dörde çıkarıldı."
Öte yandan
Peygamberimiz (s.a.) bütün seferlerinde kısaltma hükmünü benimsemiş ve tatbik
etmiştir. İbni Abbas'tan (r.a.) şöyle dediği rivayet olunmaktadır. Resulullah
(s.a.) yolcu olarak çıktığı vakit, dönene kadar namazı iki rekât kılardı. İmrân
b. Husayn (r.a.) diyor ki: Peygamberimiz (s.a.) ile beraber haccettim.
Medine'ye dönene kadar namazları ikişer rekât olarak kılıyordu: "Mekke
ahalisine de "Siz dört rekât kılınız, bizler şimdi seferi (yolculuk
halinde bulunan) bir topluluğuz" demiştir.
Buhari ve Müslim'in
rivayetine göre İbni Ömer (r.a.) de şöyle demiştir: Yolculuk halinde Resulullah
(s.a.) ile beraber bulundum, farzda iki rekât üzerine bir şey artırmadı. Ebu
Bekir, Ömer, Osman (r. anhum) ile beraber de yolculuk yaptım, onlar da
hayatlarının sonuna kadar iki rekât üzerine bir şey artır-madılar. Allah Teâlâ
(c.c.) "Andolsun ki Resulullah'ta sizin için güzel bir örnek vardır"
(Ahzab, 33/21); "O halde Allah'a ve O'nun ümmı peygamber olan rasu-îüne
-ki kendisi de o Allah'a ve O'nun sözlerine iman etmektedir- iman edin, ona
tâbi olun. Tâ ki doğru yolu bulmuş olunuz." (A'raf, 7/158) buyurmaktadır.
Eğer Allah Teâlâ'nın muradı namazı kısaltmak ile tam olarak kılmak arasında
serbest bırakmak olsaydı, oruçta beyan ettiği gibi bunu da beyan eylerdi.
Hz. Osman (r.a.)'dan
varit olan habere gelince onun mazereti bulunuyordu. O Mekke'den evlenmiş ve
demişti ki: Ben bu beldede evlendiğim için namazları tam olarak kıldım. Çünkü
Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu işittim: "Bir beldede evlenen kimse
artık oranın ahalisindendir."
Zamahşerî "Namazı
kısaltmanızda üzerinize bir vebal yoktur" ayeti hakkında şöyle diyerek
cevap vermiştir. Ashab rekatları tam kılmaya yani dört rekât kılmaya alışmış
oldukları için hatırlarına namazı kısaltarak kılmaları halinde eksiklik varmış
gibi bir his gelebileceğinden kendilerinden günah ve vebali nefyedilmiş,
namazı kısaltma hususunda gönülleri hoş olsun, emniyet hissine sahip olsunlar
istenmiştir.
[111]
Alimler buradaki
kısaltma (kasr) ile ne murad edildiği, bunun namazların rekâtlarındaki kısaltma
mı, görünüş ve şeklindeki bir kısaltma mı olduğu üzerinde ihtilâf etmişlerdir.
[112]
Bir kısmı muradın
rekât adedinin kısaltılması olduğunu söylemiş, Müslim'de geçen Ya'lâ b. Ümeyye
hadisini delil olarak göstermiştir. Ya'lâ der ki: Ömer b. Hattab'a (r.a.)
sordum: "Artık emniyet içinde olduğunuza göre nasıl oluyor da namazları
kısaltıyoruz?" Dedi ki: "Senin şaştığına ben de şaşmış ve
Resulullah'a (s.a.) sormuştum. O da: "Bu, Allah'ın size tasadduk ettiği
bir sadakadır. O'nun sadakalarını kabul ediniz" buyurdu. Yukarıda
açıkladığımız gibi bu da ayette geçen kısaltmanın rekât sayısını kısaltmak
olduğuna delâlet etmektedir. Müslim'in Sahih'inde İbni Abbas'ın (r.a.) şöyle
dediği rivayet ediliyor: Allah Teâlâ namazı Peygamberimizin (s.a.) lisanı üzere
ikamet (hazar) halinde dört, yolculuk halinde iki rekât olarak farz kıldı.
Fakat Kadı İbnu'l-Arabî el-Kabes adlı
kitabında demiştir ki: Alimlerimiz (Allah hepsine rahmet eylesin) bu hadisin
icma ile merdûd (reddedilmiş) olduğunu söylemişlerdir.
Aynı, şekilde
"kasır" kelimesi, bir şeyden onun sadece bir parçasını kısaltmak,
onunla yetinmek manasında kullanılır. Sıfatta kasretmek ise değiştirmek olup
onun bir parçasını, bazısını yerine getirmek manasına gelmez. Çünkü sıfattaki
kasr, imayı-işareti meselâ rükû ve secde yerine koymaktır.
Yine "namazı kısaltmanızda..."
ayetinde kullanılan, "min" cer harfi teb'îz (bazısını ifade etmek)
içindir ve bazı rekâtlar ile yetinilmesine delâlet etmektedir.
Cassâs gibi diğer bir
kısım alimlere göre ise, ayetteki namazı kısaltmaktan murad olunan, namazın
sıfat ve heyetinin (şeklinin) kısaltılmasıdır. Rekât sayılarının eksiltilmesi
değildir. Kısaltma rükû, secde ve imayı, rükûya kalkmayı terk etmek suretiyle
olur. Çünkü ayet "yeryüzünde sefere çıktığınız zaman" cümlesi ile
yolculuk namazı hakkındadır.
Hz. Ömer'in "Yolculuk
namazı iki rekâttır..." şeklindeki sözü de yolculuk namazının -ister korku
halinde, isterse emniyet halinde kılınsın- tamam olduğunu, kısaltılmış
olmadığını göstermektedir. O zaman da ayetteki kasr, rekâtların adedinin
eksiltilmesi değil, sıfat ve şeklinin kısaltılması manasına gelir.
Kasrı mubah kılan
yolculuk hakkında ise farklı görüşler bulunmaktadır:
1-
Hanefilere göre bu, Kûfe'den Medain şehrine kadar olan mesafedir ki üç günlük
bir yürüyüştür. "İki gün ve üçüncü günün çoğu kadar süren bir mesafedir"
diye de söyledikleri rivayeti vardır.
Hanefilerin delili,
İmam Ahmed'in Avf b. Malik el-Eşceî'den mana olarak zikrettiği şu hadisi
şeriftir: "Mukim bir gün ve bir gece mesheder, yolcu ise üç gün."
Sünnette ise kocası veya mahremi olmaksızın kadının üç günden fazla süren bir
yolculuğa çıkması nehyedilmiştir. Bu da üç günden az olan yolculuğun sefer
olmadığını, ikamet hükmünde olduğunu göstermektedir.
2- Mâliki ve
Şafiîlere göre ise bu mesafe dört berîdlik yoldur. Bir berîd dört fersah gelir.
Darakutnî İbni Abbas (r.a.)'tan, Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu
rivayet eder: "Ey Mekkeliler, dört berîdden daha az bir mesafede,
Mekke'den Usfan'a kadar bir yerde namazı kısaltmayınız." Bir fersah 5544
m. dir.
[113]
Sonra Allah Teâlâ korku
namazının nasıl olduğunu beyan etmiştir. Bunun Kur'ân'daki mücmel (kısa) şekli
şöyledir:
Ey Muhammed veya O'nun
makamında bulunan müslüman devlet başkanı, Müslümanlardan bir cemaatın içinde
bulunup, onlara namaz kıldırmak istediğin, ezan ve kamet ile onlara
seslendiğin vakit orduyu iki kısma ayır. Bir kısmı seninle beraber cemaat
olarak birinci rekâtı kılsın. Ansızın baskın yapabilecek düşmanla karşılaşmaya
namazdan sonra hazır olabilmek için silahlarını da yanlarına alsınlar. Siz
secde ederken arkanızdaki diğer kısım sizi korur.
Çünkü namaz kılanın
korunmaya en çok ihtiyacı olduğu an secde ettiği andır. Zira düşmanı
görememektedir. Sonra bu birinci grup kendi başına ikinci rekâtı tamamlar. Sen
ise ikinci rekâtın başında ayakta beklersin.
Ondan sonra askerin
ikinci kısmı gelip seninle beraber birinci grubun kıldığı gibi bir rekât
kılar. Bu senin ikinci rekâtın olmaktadır. Onlar da ilk kısmın yaptığı gibi
bütün ihtiyat tedbirlerini alsınlar ve silahlarını yanlarında bulundursunlar.
İkinci kısmın ihtiyatlı olmasını emretmekteki hikmet şudur. Çünkü düşman
birinci grubun namazına pek dikkat edip anlayamaz. Olabilir ki secde
ettiklerinde bir baskın yaparlar.
Ondan sonra ey habibim
ikinci grubu son teşehhütte beklersin, onlar kalkar, ikinci rekâtı tamamlarlar
ve sonunda onlarla birlikte selâm verirsin.
Buna göre birinci grup
insanla beraber tekbir alma ikinci grup da onunla birlikte selâm verme şerefine
ermiş olurlar.
Daha sonra Allah Teâlâ
namaz esnasında silahım yanında bulundurma, bütün ihtiyat tedbirlerini alma
emrinin sebebini açıklamaktadır. Kâfirler, arzu ve temenni ederler ki siz
namazınızla meşgul olurken silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil olasınız da
üzerinize çullansınlar, birdenbire baskın düzenleyip sizi öldürsünler,
mallarınızı talan eylesinler. Allah Teâlâ sizin muvaffak olmanızı, zafer
kazanmanızı istiyor, o yüzden sizi sakındırıyor ve daima hazırlıklı olmanızı
emrediyor.
Sonra silah taşımanın
zor olduğu durumlara dair özürleri açıklayarak diyor ki:
Eğer yağmur, hastalık
veya başka bir mazeretten ötürü size bir eziyet olursa silahları koymanızda
üzerinize bir günah yoktur. Ama bu, bütün ihtiyat tedbirlerini alarak ve
düşmana karşı tam hazırlıkla birlikte olsun. Çünkü düşman en ufak bir zaaf
halinizi beklemekte, hareketlerinizi gözetlemektedir; ona karşı uyanık olun,
gaflete düşmeyin.
Şüphesiz Allah Teâlâ
kafirler için dünyada ve ahirette son derece hor ve hakir kılıcı bir azap
hazırlamıştır. Dünyadaki perişanlıkları Müslümanların onları mağlup etmesi
şeklinde olacaktır. Ahirette karşılaşacakları hüsran ise cehennem ateşi içinde
görecekleri ebedi azaptır. Bu Allah'ın kâfirleri zelil kılacağı, onları yâr ve
yardımcısız bırakıp zafer vermeyeceği yolunda bir tehdittir. Ancak
sebep-müsebbeb (neden-sonuç) ilişkisi bakımından Allah'ın koyduğu sünnet
(kanun) gereği Müslümanlardan istenen şey bütün ihtiyat tedbirlerini almaktır.
Ta ki gevşemesinler, sebeplere yapışmayı bir yana bırakmasınlar.
İbni Mace hariç
cemaatin (Kütüb-i Süte sahiplerinin) Sehl b. Ebî Hasme (r.a.)'den rivayetine
göre, Zâtü'r-Rikâ' gazvesinde ordunun bir kısmı Resulullah (s.a.) Hazretleri
ile namaza durdu. Diğer kısmı düşman karşısında kaldı. Hz. Rasul
beraberindekilere bir rekât kıldırdı sonra ayakta bekledi, onlar kendileri
ikinci bir rekâtı da tamamlayıp düşman karşısına geçtiler. Askerin ikinci
kısmı geldi. Rasul-i Ekrem (s.a.) onlara kendi namazından kalan ikinci rekâtı
kıldırdı, onların ikinci rekâtı tamamlamasından sonra onlarla birlikte selâm
verdi.
Bu şekilde korku
namazını eda ettikten sonra içinizden Allah Teâlâ'nın nimetlerini, kendi
dinine yardım edene dünyada zaferi, ahirette de sevaplar vereceğine dair
vaadini hatırlayarak zikreyleyin. Dilinizle de hamdü sena, tekbir ve dualar
edin. Çünkü Allah'ı zikretmek kalbi kuvvetlendiren, himmet ve gayreti
yükselten şeylerdendir. Sabır ve sebat ile zafer ve nusret gerçekleşir. Nitekim
Allah Teâlâ: "Bir grup düşmanla karşılaştığınızda sebat edin ve Allah'ı
çok anın ki felah ve zafere eresiniz." (Enfâl, 8/45) buyurmaktadır.
Savaş bitip seferden
beldenize dönerek sükûn ve emniyet haline kavuştu-rulduğunuz vakit, namazı
mutad şekilde, rükün ve şartlarını tamamlayarak dosdoğru kılınız; çünkü namaz
dinin direğidir.
Korku zamanında bile
namazın farz oluşunun sebebi, namazın belirli vakitlerde edası sabit halde
bulunan bir farz olmasıdır. Ebedi şekilde hatta savaşlarda ve korku anlarında
bile namazın terk edilmesi doğru değildir. Cenab-ı Hak (c.c.) bunu beyan
ederek: "Fakat korkarsanız o halde yürüyerek, yahut bi-nekli olarak namaz
kılın. Emniyet haline kavuştuğunuz zaman bilmediklerinizi öğretmiş olduğu gibi
Allah'ı zikredin..." (Bakara, 2/239) buyurmaktadır.
[114]
Bu ayetler yolculuk
halinde dört rekâtlı namazların kısaltılması ve korku namazının nasıl
kılınacağı hakkındadır. "Yeryüzünde yolculuğa çıktığınız zaman..."
ayeti -fıkhî ihtilâflardan sarf-ı nazar edersek- yolculukta namazı kısaltmanın
hükmüne açıkça delâlet etmektedir.
Yukarıda da
açıklandığı gibi namazı kısaltmanın hükmü hakkında alimlerin farklı görüşleri
bulunmaktadır.
Hanefîlerin de
aralarında olduğu bir kısım ulemaya göre seferde namazı kısaltmak Hz. Aişe
(r.a.)'nin şu hadisine binaen farzdır: "Namaz ikişer rekât olarak farz
kılınmıştır." Fakat Kurtubî diyor ki: Bu hadiste bu hükme delil yoktur,
çünkü Hz. Aişe buna kendisi muhalefet etmiş, yolculukta namazını tam olarak
kılmıştır. O da rivayetin kuvvetini zayıflatmaktadır. Bir çok belde fakih-leri
onun muteber bir kaide olmadığında ittifak etmişlerdir. Yolcu olan kimse mukîm
olan imama uyduğu zaman icma ile namazı onun gibi kılar, yani tamamlar.
Diğer bir kısmı da
-Hz. Ömer, İbni Abbas, Cübeyr b. Mut'im (r. anhum) bunlardandır- "Namaz
hazar (ikamet) ve yolculukta ikişer rekât, korku halinde bir rekât olarak farz
kılındı" demişlerdir.
Malikîlerde meşhur
olan görüşe göre, namazı kasretmek (kısa olarak kılmak) sünnettir. Şafiîler
ile Hanbelîlere göre ise bu bir ruhsattır, yolcu kısaltmak ile tam kılmak
arasında serbesttir; "...namazı kısaltmanızda üzerinize bir vebal
yoktur" ayetinin zahiri de bunu ifade eder.
Peki kasretmek mi, tam
kılmak mı, hangisi daha faziletlidir? Maliki mezhebinde sahih sayılan görüş,
yolcunun tam kılmak ile kasretmek arasında serbest (muhayyer) olduğudur. İmam
Mâlik (r.a.) ise kasretmenin müstehap olduğu görüşündedir ve tam kıldığında
vakit içerisinde ise namazı iade etmesi gerektiği kanaatindedir.
Hanbelîlere göre
mutlak olarak kasretmek efdaldir. Çünkü Resulullah (s.a.) buna devam etmiştir.
Şafiîlere göre ise
kasretmek, şayet nefsinde buna karşı bir hoşnutsuzluk duyarsa, yahut sefer,
(Hanefîlerce 96 km.) olarak takdir olunan üç konaklık bir mesafeye yapılmışsa,
tam olarak kılmaktan efdaldir. Böylece sünnete uyulmuş, İmam Ebu Hanife gibi
kasrı farz kabul eden zevat ile ihtilâf etmekten çıkılmış olur.
Namazı kısaltmayı
mubah kılan sefere gelince bu, ekseriya kendisinden dolayı meşakkat, zorluk
erişecek derecede uzun mesafede olan yolculuktur. Ha-nefîlere göre bunun
mesafesi Hz. Osman, İbni Mes'ud ve Huzeyfe (r. anhum) kavilleri ve yukarıdaki
deliller ile amel edilerek üç günlük yol yani 96 km. olarak tespit edilmiştir.
Cumhura göre ise 48 Hâşimî mili veya iki merhale (yani gecesiz iki mutedil gün
ya da gündüzsüz iki mutedil gece yürüyüşü), yahut da dört berîd yani 16
fersahtır. Çünkü İbni Ömer ile İbni Abbas (r.a.), 89 km. olarak takdir olunan
dört berîdlik mesafede oruçlarını açarlar, namazlarını da kı-saltırlardı.
Alimler cihadda, hac
ve umrede, sıla-i rahim ve gönül ihya etme hususunda namazları kasretmenin
caiz olduğu hususunda icma etmişler, bunun dışındaki konularda ihtilâf
etmişlerdir.
Abdullah b. Mes'ud'un
"Namaz sadece hac veya cihad yolunda kasredilebi-lir, isyancı, yol kesici
ve benzerlerinin yolculuğu gibi ma'siyet olan yolculukta kasr yoktur"
sözüne binaen Cumhur, ticaret vb. için mubah olan seferde kasrın caiz olduğu
görüşündedirler.
İmam Ebu Hanife ve
İmam Evzaî bu durumların tamamında namazın kasredilmesini mubah görmüşlerdir.
Buna göre bu yolculuğuyla isyankâr olan kimse için bile namazı kasretmek
sahihtir.
Seferi olan kimsenin
ne zaman kasredeceği (namazları kısaltarak kılacağı) hususunda alimler ihtilâf
etmişlerdir:
a) Cumhur
seferinin köyünün evlerinden dışarı çıkmadıkça namazı kasre-demeyeceği
görüşündedirler. Zira bu anda -köyünün evlerinin bittiği noktada-yeryüzünde
dolaşmaya başlamış olmaktadır.
b) Niyet
ettiği andan itibaren namazı kasreder. Haris b. Ebî Rabia'dan rivayet
edildiğine göre Haris sefere niyet etti. Evinde cemaate iki rekât namaz
kıldırdı. Cemaatin içinde el-Esved b. Yezid ve İbni Mes'ud'un arkadaşlarından
birkaç kişi vardı. Ata b. Ebî Rabah ve Süleyman b. Musa da bu kanaattedirler.
Buna göre "Yeryüzünde yolculuğa çıktığınız zaman..." şeklindeki
ayetin manası, yeryüzünde yolculuğa niyet ettiğiniz zaman şeklindedir.
Seferi kimse iftitah
tekbirinden itibaren namazı kasretmeye niyet etmiş olmalıdır. Kasretme
niyetiyle namaza başlar, sonra namaz esnasında ikamete azmederse bu namazı
nafile olarak kabul etmiş olur.
Alimler seferinin
ikamete niyet ettiği zaman namazını tam olarak kılacağı ikamet müddeti hakkında
ihtilâf etmişlerdir:
İmam Malik, Şafiî ve
Ahmed şöyle demişlerdir: Seferi dört gün ikamete niyet ettiği zaman namazı tam
kılar. Ancak İmam Ahmed şöyle demiştir: 21 farzı kılmaya yetecek kadar bir
müddet ikamete niyet ederse namazı kasreder.
Hanefiler diyor ki: 15
gün ikamete niyet ederse namazları tam kılar, daha az olursa kasreder. Bu
şekilde İbni Abbas ve İbni Ömer'in kavliyle amel etmektedirler.
Seferi kimse vatanına
dönünceye kadar namazı kasreder. Yahut bir yeri vatanı kabul ederek
konaklayıncaya kadar -senelerce sürse bile- namazı kasreder.
Kur'an-ı Kerim'de
zikredilen "korku namazı"na ihtiyaç duyulabilir. Müslümanlar kıbleye
arkalarını dönmüş durumda ve düşmanın yüzü de kıbleye dönük olabilir. Bu
Peygamberimiz (s.a.)'in Zat'ir-Rıka'daki namazına muvafıktır. Peygamberimiz
(s.a.)'in Usfan'daki namazında ve İbni Ömer'den rivayet edilen bir başka yerde
kılman namazda Müslümanlar kıble tarafında idiler.
"Korku
namazı" nın şekli hakkında Sünnet-i Nebeviyyedeki rivayetler birbirlerinden
farklıdır.
İbnül-Kassar
Peygamberimiz (s.a.)'in bu namazı on yerde kıldığını zikretmektedir.
İbnül-Arabî diyor ki:
Peygamberimiz (s.a.)'den "korku namazı"nı 24 defa kıldırdığı rivayet
edilmiştir.
[115]
İmam Ahmed ise şöyle
diyor: Korku namazı hakkında rivayet olunan her hadis sabittir (sahihtir).
Hepsi sahih ve sabit hadislerdir. Onlardan hangisiyle korku namazı kılınırsa
inşaallah bu namaz yerine gelmiş olur.[116]
Burada Müslümanlar
arasında tatbik edilmiş amelî bir örnek olması sıfatıyla fıkıh alimlerinin
görüşlerini zikredeceğiz. Ayetin bu görüşlere uygun bir şekilde tefsir edilmesi
mümkündür:
1- İmam Ebu
Hanife ve İmam Muhammed (rh.a) korku namazının şu şekilde kılındığı görüşünü
ileri sürdüler: İmam cemaati iki gruba ayırır. Bir grup imamla birlikte namaza
durur. Diğer bir gurup da düşmanın karşısında cephede bulunur. İmam önce birinci
gruba iki secdeli tek rekât namaz kıldırır. Bundan sonra bu grup ikinci grubun
yerine geçer. Bunu müteakip düşmanın karşısında cephede bulunan ikinci grup
gelir. İmam bunlara iki secdeli bir rekât namaz (imama göre ikinci rekât)
kıldırır. İmam selâm verir, bu ikinci grup selâm vermezler. Çünkü bunlar mesbûk
(namaza geç kalan kimse) hükmündedirler. islâm vatanını korumak için düşmanın
karşısına yaya gitmişlerdir.
Bunlardan sonra
birinci grup tekrar aynı yerlerine gelir (yahut bulundukları yerde çok daha
fazla yürümüş olmamak için) namazlarının ikinci rekâtlarını kılarlar. Bu
birinci grup ikinci rekât namazlarını münferiden ve kıraatsiz olarak kılarlar.
Çünkü bunlar lâhık hükmündedirler. Bunlar daha sonra teşehhüt için otururlar,
selâm verirler ve tekrar düşmana karşı cepheye giderler.
Daha sonra ikinci grup
gelir. Fatiha ile birlikte sure okuyarak namazlarını tamamlarlar. Çünkü bunlar
imamla birlikte namazın başında bulunmamışlardır. Bu sebeple sabık olarak
kabul edilmişlerdir.
Bu durum İbni Şihab
ez-Zührî'den, o da Salim'den, Salim de babası İbni Ömer'den yaptığı şu
rivayetle sabit olmuştur:
Resulullah (s.a.) iki
gruptan biriyle bir rekât namaz kıldı. Diğer grup düşmana karşı cephede idi.
Sonra birinci grup ayrılıp ikinci grubun cephedeki yerini aldı. Bundan sonra
ikinci grup geldi. Efendimiz (s.a.) ikinci rekâtı ikinci grupla birlikte kılıp
selâm verdi.
Bunun üzerine ikinci
rekâtı Peygamberimiz (s.a.) ile birlikte kılan ikinci grup kalkıp eksik kalan
bir rekâtı tamamladılar. Birinci grup da namazlarını ikinci gruptan sonra
kıldılar.
Bu rivayetin benzeri
Nafi'den, o da İbni Ömer'den Buhari-Müslim rivaye-tiyle, ayrıca İbni Abbas'tan
rivayet edilmiştir.
2-
Abdurrahman b. Ebî Leylâ diyor ki: Düşman Müslümanlarla kıble arasında ise
İslâm ordusu iki saf olurlar.
İmam tekbir alır,
hepsi tekbir alırlar. İmam rükû eder, birinci ve ikinci saf-fin tamamı rükû
ederler. İmam ve birinci saf secdeye varır, ikinci saf düşmanın karşısında
ayakta bekler. Birinci saf secdeleri bitirip ayağa kalkınca ikinca saf secde
eder. İkinci saf secdelerini bitirince ayağa kalkar. Arkadaki saf öne geçer.
Öndeki saf geri kalır. İmam bu iki saffa diğer rekâtı da aynı şekilde kıldırır.
Düşman kıblenin
arkasında ise İmam ve birinci saf kıbleye doğru namaza durur. Diğer saf düşmana
doğru döner. İmam tekbir alınca her iki saf da tekbir alır. İmam rükû edince
her iki saf da rükû eder. Daha sonra imamla beraber olan birinci saf iki secde
eder. Sonra ters döner, düşmana karşı yönelirler. Bundan sonra diğer saf
gelir. Onlar da secde eder. İmam bu iki saffa, ikinci rekâtı kıldırır. Her iki
saf birlikte rükû ederler. Sonra imamla beraber olan birinci saf secde eder.
Sonra düşmana doğru döner. Daha sonra ikinci saf gelir. İmamla birlikte secde
edip bu rekâtı bitirirler. Sonra imam ve her iki saf birlikte selâm verirler.
Bu durumu İbni Abbas
Peygamberimiz (s.a.)'in Usfan'daki namazını anlatırken rivayet etmiştir. Bu
şekil namazı İmam Ahmed, Müslim ve İbni Mace Cabir'in hadisi olarak rivayet
etmişlerdir.
Düşmanın kıble
cihetinde olması durumunda Şafiî ve Hanbelîler bu rivayeti dikkate
almışlardır.
3- İmam
Malik (r.a.) diyor ki: İmam bir grupla öne geçer, diğer grup düşmanın
karşısında bulunur. İmam kendisiyle birlikte olan gruba iki secdeli bir rekât
kıldırır ve ayağa kalkar. İmamla birlikte olan grup ikinci rekâtı yalnız
başlarına kılarlar. Sonra teşehhüt için otururlar ve selâm verirler. Sonra da
henüz namaz kılmamış olan grubun yerine gider, onların yerlerinde dururlar.
Daha sonra ikinci grup
gelir. İmam onlara (kendisinin, ikinci rekâtı, onfa-rın birinci rekâtı olarak)
iki secdeli bir rekât namaz kıldırır. Sonra teşehhütte bulunurlar. İmam selâm
verince bu ikinci grup ayağa kalkıp geri kalan rekâtı kendi kendilerine
kılarlar.
Peygamberimizin,
Zatü'r-Rika' gazvesindeki namazının şekli bu idi. Bu rivayeti İbni Mace hariç
diğer Kütüb-i Süte müellifleri Sehl b. Ebî Hasme'den nakletmişlerdir.
İmam Ahmed'in,
"Sehl'in hadisine gelince ben bu hadisi tercih ediyorum" dediği
rivayet bu rivayetir.
Şafiîler ve Hanbelîler
düşmanın kıble cihetinde olmadığı durumda bu rivayete dayanmışlardır. Ancak
İmam Malik ile onların arasındaki fark şudur: Şafiîler ve Hanbelîler
"İkinci grup namazlarını kendi kendine tamamlayıncaya kadar imam selâm
vermez, ikinci grupla birlikte selâm verir" demişlerdir.
[117]
Fıkıh alimleri akşam
namazının korku namazı şeklinde kılınması hususunda ihtilâf etmişlerdir:
a) Hanefî,
Malikî ve Şafiîler şöyle demişlerdir: İmam birinci gruba iki rekât, ikinci
gruba bir rekât kıldırır.
b) Ancak
Şafiîler şöyle demişlerdir: Birinci grup kendi kendine namazı bi-tiriceye ve
ikinci grup gelinceye kadar imam ayakta bekler. Fakat -Şafiîlerin görüşüne göre
daha önce de geçtiği gibi- imam selâm vermez.
[118]
Fıkıh alimleri savaşın
kızışması, çarpışmanın şiddetlenmesi ve namaz vaktinin çıkmasından korkulduğu
durumlarda kılınacak korku namazı hakkında da ihtilâf etmişlerdir:
a) Hanefîler
diyor ki: Çarpışmanın kızışması durumunda namaz yoktur. Eğer çarpışma devam
ediyorsa namazları fasit olur. Bu durumda namazı sonraya bırakırlar.
b) İmam
Malik, Sevrî, Evzaî, Şafiî ve alimlerin çoğunluğu şöyle demişlerdir.- Mücahid
imkân buldukça namazı kılacaktır. Bu konuda İbni Ömer'in şu sözü delildir:
Bundan daha fazla korku varsa mücahid binekli veya ayakta, yahut da ima ile
namaz kılar.
İmam Malik Muvatta
adlı kitabında "Kıbleye dönerek veya kıbleye dönmeden kılabilir"
demektedir. Yani rükû ve secde edemiyecek durumda namaz una ile olur.
İmam Şafiî diyor ki:
Namaz halinde iken kılıçla bir vuruş vurmasının, bir mızrak atmasının hiçbir
mahzuru oktur. Eğer vuruşlar peşpeşe gelirse namazı bozulur. Bu konuda ayetten
başka deliller de vardır.
[119]
Alimler düşmanın
peşinden koşan ile düşman tarafından takip edilen kimsenin namazında ihtilâf
etmişlerdir:
a) İmam
Malik ile ashabından bir grup alim "Bu iki kişinin durumu aynıdır. Her
ikisi de binek üzerinde namazlarını kılarlar" demiştir.
b) İmam
Evzaî, Şafiî ve hadis fakihleri "Düşmanın peşinden koşan sadece yerde
namaz kılabilir" demişlerdir. Kurtubî ise şöyle demektedir: Bu görüş sahihtir.
Çünkü düşmanın peşinden takip etmek nafiledir. Farz namaz ise mümkün olduğu
kadar binek üzerinde değil, yerde kılınmalıdır. Binekli kimse bu namazı ancak
çok şiddetli korku içinde olması halinde kılar. Düşmanı takip eden ise çok
şiddetli korku içinde sayılmaz.
Askerler bir karaltı
görüp onu düşman zannederlerse namazı korku namazı şeklinde kılarlar. Daha
sonra bunun başka bir şey olduğu anlaşılırsa bu takdirde ihtilâf edilmiştir:
a)
Malikîlerden bir kısmı ile Hanefîler şöyle demişlerdir: Bunlar kıldıkları korku
namazını iade ederler. Çünkü bunun yanlış olduğu ortaya çıkmıştır. Hakimin
verdiği hükümde hata edip dönmesi gibi doğruya dönerler.
b) Malikîlerin
diğer bir kısmı ile İmam Şafiînin iki kavlinden en mutemet olanına göre namazı
iade etmeleri şart değildir. Çünkü bunlar kendi içtihatlarına göre amel etmiş
olurlar. Bu da onlar için caizdir. Tıpkı kıbleyi tespit etmede hata etmeleri
gibi. Evlâ olan görüş de budur. Çünkü bunlar kendilerine em-rolunan şeyi yapmış
olmaktadırlar.
[120]
Nisa Suresi 102.
ayette geçen "... ve silahlarını da yanlarına alsınlar" cümlesiyle
"... Onlar da namazda tedbirlerini ve silahlarını alsınlar" cümlesi
düşmanın emeline ulaşmaması ve fırsat yakalamaması için gerekli tedbirin ve
silahların alınmasını emretmektedir. Silah ise geniş anlamıyla kişinin savaşta
kendisini savunduğu her şeydir.
[121]
İmam Ebu Hanife diyor
ki: Onlar silâhlarını taşımazlar. Çünkü silâhlarını taşımaları vacip olsaydı
bunu terk etmeleri halinde namazları bozulurdu.
İmam Ebu Hanife'nin bu
görüşüne şu şekilde cevap verilmiştir: Silâhlanın taşımaları namaz için vacip
olmamış, sadece kendilerine güç ve kuvvet olması için ve maslahatlarına
bakılarak vacip olmuştur.
İbni Abdil-Berr diyor
ki: İlim ehlinin çoğunluğu korku namazı kılanın bu namazı kılarken silâhını
yanına almasını müstehap saymaktadırlar. "Silâhlarını yanlarına
alsınlar" ifadesine mendup manasına hamletmişlerdir. Çünkü korku olmasaydı
silâhları almak vacip olmazdı. Dolayısıyla bu emir de mendup olmaktadır.
Malikîlerden
İbnü'l-Arabi, İmam Şafiî ve Zahirîler ise şöyle derler: Korku namazında silâh almak
Allah'ın bunu emretmesi sebebiyle vaciptir. Ancak yağmur sebebiyle sıkıntı
içerisinde olan kimse bundan hariçtir. Çünkü bu durumda silâhı bırakması
caizdir. Her ne durumda olursa olsun -Kurtubî'nin dediği gibi- vacip olmasa
bile ihtiyat sebebiyle müstehaptır.
Ayrıca "Secdeye
vardıkları zaman..." ifadesi kaza rekâtının secdelerini yaptıkları zaman
demektir. Bunlar namaz kılan birinci grup olup namazdan ayrılsınlar demektir.
Bu ifade secde kelimesiyle namazın tamamının anlatılmak istendiğine delâlet etmektedir.
Ayetteki bu ifade Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadisi gibidir: "Sizden
biriniz mescide girdiği zaman iki secde etsin."
[122]
Yani iki rekât namaz kılsın.
"Kâfirler temenni
ettiler ki..." ayeti silâhların alınmasının hikmetli yönünü beyan
etmektedir. Bu tedbir ve ihtiyat birinci grup için değil ikinci grup için
zikredilmiştir. Çünkü ikinci grup tedbir ve ihtiyat için daha evlâdır. Zira düşman
maksadını bu vakte kadar ertelemez. Bu rekât, namazın sonudur. Ayrıca düşmanlar
silâh müslümanlara ağır gelmeye başladı, bitkin düştüler, diye düşünebilirler.
Bu ayette sebeplere
sarılmaya, kurtuluş vesilelerini edinmeye ve selâmete ulaştıracak çarelere baş
vurmaya delil vardır. Cenab-ı Hak daha sonra iki şey emretti:
- Allah'ı zikretmek
- Belirli vakitlerde
namazı eda etmek.
Allah'ı zikretmeyi
Cenab-ı Hak şöyle beyan etmiştir: Ey mü'minler!.. Korku namazını bitirdiğiniz
zaman her çeşit hallerinizde ayakta iken, otururken ve yanlarınız üzerine
yatarken Allah'ı zikredin.
Allah'ı zikretmek
Allah'ın kendisine -kendi dinine- yardım edenleri zafere eriştirmesi, ahirette
de sevaba nail kılması vaadini hatırlamak suretiyle gönüllerinizle, Allah'a
hamdetmek, tekbir getirmek, tehlil getirmek ve zaferle dua etmek suretiyle
dillerinizde olur. Zikir kalple de olur, dille de olur. Kalple zikir, Allah'ın
mahlûkatmda bulunan ve kendisine işaret eden, O'nun hakimiyetine, güzel bir
şekilde yaratmasına delâlet eden delillerini, Allah'ın azametini, celâlini ve
kudretini düşünmektir. Dille zikir ise Allah'ı ta'zim, teşbih ve takdis etmektir.
Burada emredilen zikir
-cumhur'un görüşüne göre- korku namazının arkasında yapılan zikirdir. Zikir
ta'zim ve huşu ile birlikte olur. Zikirdeki hikmet, mücahid müminlerin
cihatlarında sadece Allah'a güvenip dayanmaları, yardım ve zaferin yalnız
Allah'tan gelmesi için her hallerinde Allah Teâlâ ile olan irtibatlarının
devam etmesidir. Zira zafer sadece O'nun elindedir. O her şeye kadirdir.
Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler!
Bir düşman grubuyla karşılaştığınız zaman sebat edin. Allah'ı çok zikredin.
Umulur ki kurtuluşa erersiniz." (Enfai, 8/45).
Zikir -Allah Teâlâ'nın
talep ettiği gibi- devamlı ve çokça olur. Çünkü bu kurtuluş aracıdır ve
haşyetullah (Allah korkusu) vesilesidir. Ne zaman haşye-tullah bulunursa o
zaman itaat bulunur, masiyetten kaçınma bulunur. İşte kazanç ve saadet budur.
İbni Cerîr
"Allah'ı ayakta iken ve otururken zikredin" ayeti hakkında İbni Abbas
(r.a.)'ın şu sözünü naklediyor: Allah kullarına bir farz kalmışsa mutlaka bu
farz için bir mükâfat da tayin etmiştir. Sonra da bu farzı eda etmelerine engel
olacak özür çıkarsa bu özürlerini kabul etmiştir. Ancak zikir bundan müstesnadır.
Çünkü Cenab-ı Hak zikir için bir son nokta tayin etmemiştir. Aklı yerinde
olmayanlar dışında hiçbir kimseyi zikri terk etme hususunda mazur görmemiş,
şöyle buyurmuştur: Allah'ı ayakta iken, otururken ve yatarken, gece-gündüz,
karada ve denizde, yolculukta ve ikamet halinde, zenginlik-fakirlik,
sağlık-hastalıkta, gizli-açık her durumda zikredin.
Namazın devamlı bir
şekilde farz oluşuna gelince: Allah Teâlâ müminlere şöyle beyan eder: Korku
namazını kıldığınız zaman -Bu ifade "Yeryüzünde yolculuğa çıktığınız
zaman..." ayetinin mukabilidir- namazı kısaltmak ve özel bir şekilde
kılmak gerektiği korku durumu ortadan kalktığı zaman namazı en kâmil şekilde
rükünleri, sayısı ve kılınış şekli tam olarak eda edin. Zira namaz sizin
üzerinize belirli bir vakitte farz kılınmıştır. Yani vakitleri belirli olarak
farz kılınmıştır. Namazın belirli vakitleri dışına çıkmak caiz olmayıp yolculukta
ve ikamet halinde mutlaka vaktinde eda etmek gereklidir. Sünnet-i Nebeviyye seferi
kimseye bir ruhsat, kolaylaştırma ve hafifletme olarak yolculukta yapılacak
kısaltma, cem', takdim ve tehir durumlarını beyan etmiştir.
Beş vakit namazın
belirli vakitlerde kılımasınm sebebi, gafletin mümini kötülüğe ve hayırda
ihmalkâr davranmaya sevk etmemesi için gece-gündüz Rabbini hatırlatın
olmasıdır.
[123]
104- O kâfir kavmi
takip etmek hususunda gevşeklik göstermeyin. Siz (yaralarınızdan dolayı) acı
duyuyorsanız onlar da sizin acı duyduğunuz gibi acı duyuyorlardır. Siz
Allah'tan onların ummadıkları şeyleri umuyorsunuz. Allah herşeyi gayet iyi
bilendir, sonsuz hikmet sahibidir.
"Kafir kavmi
takip etmek" savaşmak için düşmanı takip etmek "hususunda gevşeklik
göstermeyin." Yani zafiyete düşmeyin. Burada düşmanlar kâfirlerdir.
"Sîz acı
duyuyorsanız" yani yaralarınızın acısını duyuyorsunuz "onlar da sizin
acı duyduğunuz gibi acı duymaktadırlar" sizinle çarpışmaktan korkmaktadırlar.
"Allah" her
şeyi "gayet iyi bilendir" ve yaptıklarında "hikmet
sahibidir."
[124]
Bu ayetin (Nisa, 104)
Uhud Savaşı hakkında nazil olduğu söylenmiştir. Bu savaşta Peygamberimiz (s.a.)
müşriklerin izini takip etmek için yola çıkmıştı. Müminler içinde yaralılar da
vardı. Peygamberimiz (s.a.) -Âl-i İmran suresinde geçtiği gibi- sadece bu
savaşta bulunanların çıkmasını emretmişti.
Bu ayetten önceki
ayetler savaş esnasında namazın nasıl kılınacağı hakkında idi. Bu ayetler
kâfirlerin son derece düşmanlık beslediklerine ve Müslümanlara darbe vurmak
için uygun bir fırsat kolladıklarına işaret etmişti. Yine bu ayetler müminlerin
namaz esnasında almaları gereken tedbirlere de işaret etmişti.
Burada ise Allah Teâlâ
savaşta zafiyet göstermekten nehyetmektedir. Çünkü savaşta acı duymak her iki
taraf için ortak bir durum olsa da müminler şu iki güzellik sebebiyle yani
zafer ya da cennet ve sevaba nail olmayı beklemek suretiyle Rabbi nezdindeki
mükâfat sebebiyle ayrı özelliğe sahiptirler. Bu ayet müminleri gerçek hayattan
alınmış ikna üslûbu ile mü'minlere canlılık vermekte ve onları savaşa teşvik
etmektedir.
[125]
Düşmanlarla çarpışma
hususunda zafiyet göstermeyin, gevşeklik göstermeyin. Namazı bitirdikten sonra
daima onlarla çarpışmaya hazır olun. Size isabet eden yaralama acıları
bahanesiyle düşmanlarla yapılacak çarpışmalara girme konusunda hiç tereddüt
etmeyin. Zira acı çekme keyfiyeti savaşan her iki taraf arasında ortak bir
durumdur. Çünkü onlar da sizin gibi beşer olup acı duymakta ve bu acılara
tahammül etmektedirler. Siz sabretmeye ve tahammül etmeye daha lâyık iken size
ne oluyor da sabretmiyorsunuz!
Gerçek şudur: Onların
çarpışmalarının kabul edilmeye lâyık bir hedefleri yoktur. Zira onlar batıl
üzerindedirler. Batıl ise sonunda yok olmaya mahkûmdur. Halbuki sizler Hak
üzerindesiniz. Allah size yardımı vaad ettiği halde onlara yardım vaadinde
bulunmadı. Savaşmaları sebebiyle onlara verilecek hiçbir sevap ve semere yoktur.
Allah size ceneti garanti etti.
Onların putlarda başka
yardım isteyecekleri hiçbir merci yoktur. Putların ise hiçbir zararı veya
faydası dokunmaz. Halbuki siz sadece Allah'a ibadet etmekle yardım ve rahmet
talep etmek hususunda O'na iltica ediyorsunuz. Göklerin ve yerin anahtarlarını
elinde bulunduran O'dur. Zafer sadece O'nun kudreti ve dilemesiyle
gerçekleşir.
Siz Allah'tan onların
hiçbir zaman ummadıkları şeyi, Hak dinin diğer dinlere galip gelmesini, bol
sevap ve cennet nimetlerini umuyorsunuz.
Niyetinizi ihlâslı
kılarsanız, Allah'ın dinine yardım ederseniz ve O'nun mukaddesatım müdafaa
ederseniz Allah size iki güzellikten birini yani ya zafer ya da şehitlik
sebebiyle cenneti vaad etmiştir.
Ancak ümidini
kaybeden, ahiretten ümit kesen kimse genellikle korkak, azmi zayıf, gayreti az
bir kimse olur. Sadece emirleri yerine getirmek için ya da grupçuluk, ırkçılık
ve diğer milletlere üstün gelme, lider olma arzusu için çarpışır.
Allah herşeyi bilen
sonsuz hikmet sahibidir. Halinizi gayet iyi bilir, size emrettiği ve nehyettiği
hususlarda sonsuz hikmet sahibidir. Dininiz ve dünyanızda sizin için mutlaka
yararlı olan şeylerde ilmi ve hikmeti gereği sizi yükümlü kılar.
[126]
Bu ayetin bir benzeri
şu ayettir: "Eğer siz bir yara almışsanız aynı yarayı düşmanlarınız olan o
topluluk da almıştır." (Al-i İmran, 3/140).
Bu iki ayet de
çarpışmaya, savaş meydanında sabırlı olmaya, düşmanların önünde sebat etmeye,
zayıflık, gerileme, gayretsizlik ve azimsizlikten kaçınmaya teşvik etmektedir.
Bu iki ayette gerçekçi
delillerle ikna etme yolu tutulmuştur. Çünkü savaş savaşan her iki taraf için
yok olmak, tahribat, öldürme, yaralama, can ve mal kaybı demektir. Müminler
kendilerinin aldıkları yaralarla acı duyuyorlarsa düşmanları da kedilerinin
aldıkları yaralarla acı duymaktadırlar.
Ancak mümilerin farklı
özelliği vardır. Bu özellik, müminlerin zaferi ve Allah'ın sevabını ummaları,
başkalarının ise böyle bir ümit taşımamalarıdır. Çünkü Allah'a iman etmeyen
Allah'tan hiçbir şey ümit etmez. Dolayısıyla müminler savaşa karşı
düşmanlarından daha çok arzu duymaktadırlar.
Allah Teâlâ her şeyi
ve mümin kullarının durumunu en iyi bilendir. Müminler için mutlaka sonsuz
hikmet, kesin menfaat, değişmez ve daimî fayda bulunan şeyleri emreder.
[127]
105- Gerçekten biz sana, Allah'ın gösterdiği
şekilde insanlar arasında hükmetmen için Kitab'ı hak olarak indirdik. Sen
hainlerin savunucusu olma.
106- Allah'tan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah
çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
107- Kendi kendilerine
hainlik edenlerden yana mücadele etme. Çünkü Allah hainlikte ileri giden aşırı
günahkâr kimseyi sevmez.
108- Onlar (yaptıkları kötülükleri) insanlardan
gizliyorlar da Allah'tan gizlemiyorlar!.. Oysa geceleyin Allah'ın razı
olmadığı sözü planlarken Allah onlarla beraberdir. Allah onların yaptıklarını
(ilmiyle) kuşatıcıdır.
109- İşte siz dünya
hayatında onları savundunuz. Peki kıyamet gününde Allah'ın huzurunda onları
kim savunacaktır? Ya da onlara kim vekil olacaktır?
110- Kim bir kötülük
işler veya nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse Allah'ı çok
bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulur.
111- Kim bir günah
işlerse ancak kendi aleyhine zarara girmiş olur. Allah her şeyi bilen sonsuz
hikmet sahibidir.
112- Kim bir hata
yapar ya da günah işler ve sonra bunu suçsuz birinin üzerine atarsa şüphesiz o
kimse büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş olur.
113- Eğer Allah'ın
senin üzerindeki lütuf ve rahmeti olmasaydı onlardan bir grup mutlaka seni
saptırmaya çalışırdı. Halbuki onlar ancak kendilerini saptırabi-lirler. Sana
hiçbir zarar veremezler. Allah sana kitabı ve hikmeti indirmiş ve sana
bilmediklerini öğretmiştir. Allah'ın senin üzerindeki lütfü çok büyüktür.
"Allah'tan mağfiret
dile... Allah çok bağışlayandır", "Hainlik edenler... hainlikte ileri
giden" ve "Allah'tan mağfiret dilerse... Allah'ı mağfiret edici
olarak bulur." ibareleri arasında cinas-ı mugayir sanatı bulunmaktadır.
"Onlar
insanlardan gizliyorlar da Allah'tan gizlemiyorlar" ayetinde ise tı-bâk-ı
selb sanatı vardır.
[128]
"Gerçekten biz
sana Allah'ın gösterdiği şekilde" sana bildirdiği ve vahyet-tiği şekilde
"insanlar arasında hükmetmen için Kitab'ı hak olarak indirdik. Sen"
hırsızlık, günah işlemek ve başkalarını itham etmek suretiyle insanlara ve
kendilerine hainlik eden "hainlerin savunucusu" yani onları müdafa
eden "olma."
"Kendi
kendilerine hainlik edenlerden" yani masiyet işlemek suretiyle nefislerine
hainlik edenlerden "yana mücadele etme." Mücadele, karşılıklı tartışmanın
en şiddetli şeklidir. Zira hiyanetlerinin vebali kendi üzerlerinedir.
"Çünkü Allah
hainlikte ileri giden" çok hain olan, "aşırı günahkâr" günah
işlemekte aşırı giden "kimseyi sevmez."
"Onlar
insanlardan gizliyorlar" yani insanlardan utanarak ve korkarak
gizleniyorlar "da Allah'tan gizlemiyorlar. Oysa geceleyin Allah'ın razı
olmadığı" hırsız olmadığına ve Yahudinin onunla itham edildiğine dair
yemin etmek üzere azimli oldukları şeklindeki "sözü planlarken"
gizli gizli kurarken, tuzak hazırlarken "Allah onlarla beraberdir."
"Allah onların
yaptıklarını kuşatıcıdır." Yani her şeyi bilendir, ilmi her şeye
şamildir.
"İşte siz dünya
hayatında onları savundunuz." Onların tarafını tuttunuz. "... onlara
kim vekil olacaktır?" Onların durumunu üstlenen, onları müdafa eden,
savunan kim olacaktır? Yani hiçbir kimse bunu yapamaz.
"Kim bir
kötülük" bir günah "işler" onunla başkasına kötülük yapmış
olursa "veya nefsine zulmeder" sadece kendisini ilgilendiren bir
günah işler "de sonra Allah'tan mağfiret dilerse" yani tevbe
ederse... İstiğfar, günahtan pişman olmak ve tevbe etmekle birlikte Allah'tan
mağfiret istemektir.
"Kim bir günah
işlerse ancak kendi aleyhine zarara girmiş olur." Zira vebali onun
üzerine olur; başkasına zarar vermez.
"Kim bir
hata" küçük günah "işlerse" Hatîe (hata) ile ism (günah) arasında
fark şudur: Hatîe, kasten veya kasıtsız olarak işlenen günahtır, yahut küçük
günahtır; ism ise günah olduğu bilinerek kasten işlenen günahtır, yahut büyük
günahtır.
"ve sonra bunu
suçsuz birinin üzerine atarsa" ona nispet eder ve onu bununla itham
ederse "şüphesiz o kimse büyük bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmiş
olur." yani nefsine böyle bir günahı yüklemiş olur. Bühtan, başkasına
yalan yere iftira etmektir.
"...Bir grup
mutlaka seni saptırmaya..." yani hakkı karışık göstermek suretiyle hak
ile hükmetmekten seni çevirmeye "çalışırdı." bunu gizlice düşünmüşlerdi.
"Onlar sana hiçbir zarar veremezler." Zira saptırmalarının vebali onların
üzerinedir.
[129]
Tirmizî, Hakim ve İbni
Cerir'in Katade b. Numan'dan rivayet ettiklerine göre "Bu ayetler Tu'me b.
Ubeyrık hakkında nazil olmuştu. Tu'me ensarın Zafe-roğullan kolundan bir kimse
idi. Yanında emanet olarak bulunan amcasının zırhını çalmıştı. Bu zırhı bir un
çuvalının içine saklamıştı. Un zırhhın açtığı deliklerden dökülüyordu. Bu un
çuvalını da Zeyd b. Semîn adlı bir Yahudiye vermişti. Zırhı Tu'me'nin evinde
aradıklarında bulamadılar. Tu'me bu zırhı almadığına ve bunun hakkında hiçbir
bilgisi olmadığına dair yemin etti. Unun izini takip ettiler. Nihayet Yahudinin
evine ulaşıp zırhı aldılar. Yahudi:
- Bu çuvalı bana Tu'me
verdi, dedi. Yahudilerden bir grup da buna şahitlik ettiler. Fakat Tu'me bunu
inkâr etti. Tu'me'nin kabilesi olan Zaferoğulları:
- "Resulullah (s.a.)'a gidelim,"
dediler ve Peygamberimiz (s.a.)'den arkadaşlarını savunmasını istediler.
Peygamberimiz'e:
- "Bunu yapmazsan
arkadaşımız helak olur, rezil olur. Yahudi suçsuz olur." dediler.
Peygamberimiz (s.a.)
de olayın bu şekilde olmuş olacağını umuyordu. Gönlü onlarla beraber olup
Yahudinin cezalandırılması şeklinde idi. Bunun üzerine bu ayet indi.
Müfessirlerden bir
grubun görüşü budur,
[130]
Rivayet olunduğuna
göre Tu'me Mekke'ye kaçıp dinden dönmüş, bir hırsızlık esnasında üzerine duvar
yıkılmış, ölmüştü.
[131]
Bu ayetler müminleri
münafıklardan uyarmaya, onlarla cihad etme hususunda hazırlıklı olmaları
konusuna devam etmektedir.
En çok dikkat edilmesi
gerekli konulardan biri insanlar arasında hükmetmektir. Müminler hiçbir kimsenin
hatırını gözetmeksizin hak ve adaletle hükmetmek zorundadırlar.
Alimler diyorlar ki:
Tu'me ve kavmi münafık idiler. Aksi takdirde onlar böyle tahmin ve iftirada
bulunarak Peygamberimiz (s.a.)'den Yahudiye hırsızlık suçunu yakıştırma
talebinde bulunmazlardı. Şu ayet-i kerime bunun delilidir: "Eğer Allah'ın
senin üzerindeki lütuf ve rahmeti olmasaydı onlardan bir grup mutlaka seni
saptırmaya çalışırdı. Halbuki onlar ancak kendilerini saptı-rabilirler. Sana
hiçbir zarar veremezler." (Nisa, 4/113).
[132]
Allah Teâlâ Rasulüne
insanlar arasında hiçbir kimsenin hatırını gözetmeden, gayri müslim bile olsa
hiçbir kimseye haksızlık yapmadan hak ve adaletle hükmetmeyi emretti. Rasulüne
hitaben şöyle buyurdu:
Gerçekten biz sana
insanlar arasında Allah'ın sana vahyettiği ve bildirdiği hükümlerle hükmetmen
için varsa vahiyle hükmetmen için, açık bir vahiy yoksa içtihatla hükmetmen
için bu Kur'an'ı haberinde, talebinde ve hükmünde hakkı gerçekleştirme ve beyan
etme vasıflarıyla hak olarak idirdik.
O halde insanlar
arasıda Allah'ın şeriatı ile hükmet. Sen kendine hainlik eden kimseyi müdafaa
ederek, O'ndan hakkı isteyeni reddederek hain kimsenin savunucusu olma.
Husumette hasmın mücadele kuvvetinden etkilenerek hakkı araştırma hususunda
gevşeklik gösterme.
Burada -Usûl
alimlerinin zikrettikleri gibi- bu ayetin delaletiyle ve Buharî ve Müslim'in
Sa/uMerindeki Ümmü Seleme hadisinin delaletiyle Peygamberimiz (s.a.)'in
içtihatla hükmetmeye hakkı olduğuna işaret vardır.
Ümmü Seleme (r.a.)
validemiz anlatıyor: Resulullah (s.a.) odasının kapısında bir tartışma sesi
duydu. Dışarı çıktı. Onlara hitaben şöyle buyurdu:
"Dikkat edin. Ben
ancak bir beşerim. Ben duyduğum şeyle hükmederim. Olabilir ki sizden biriniz
hüccet getirme hususunda diğer taraftan daha kabiliyetli olabilir, ben de onun
lehine hükmedebilirim. Kimin lehine bir müslümanın hakkına hükmetmişsem bu
ateşten bir parçadır. İster bu ateş parçasını yüklensin isterse terk
etsin."
İmam Ahmed'in Ümmü
Seleme (r.a.)'den yaptığı rivayete göre, ellerinde delil bulunmayan kendi
aralarında zamanı geçmiş miras davasını görmek üzere Ensar'dan iki zat
Peygamberimiz (s.a.)'e geldiler. Peygamberimiz (s.a.) onlara şöyle buyurdu:
"Siz benim huzurumda davanızı arz ediyorsunuz. Ben sadece bir beşerim.
Olabilir ki sizden biriniz hüccet getirme hususunda diğer taraftan daha
kabiliyetli olabilir. Ben ancak duyduğum şeyle hükmederim. Kimin lehine
kardeşinin hakkından bir şeyle hükmetmişsem onu almasın. Ben bu kimseye ateşten
bir parça koparmış vermişim demektir. O kimse kıyamet günü boynunda takılı
olarak bu ateş parçasını getirecektir."
Bunun üzerine bu iki
zat da ağladılar. İkisinden her biri de:
- Benim hakkım
kardeşimin olsun, dedi. Peygamberimiz (s.a.):
- "Söylediklerinize gelince, bu hakkı
aranızda taksim edin. Sonra aranızdaki hak payını gözetin. Sonra da kur"a
çekin. Daha sonra her biriniz arkadaşından helâllik dilesin."
Ebu Davud'un Üsame b.
Zeyd (r.a.)'den rivayet ettiği hadis-i şerifte şu ziyade yer almaktadır:
"Ben bana vahiy inmeyen konularda aranızda sadece kendi reyimle
hükmederim."
Peygamberimiz
(s.a.)'in içtihatta bulunmasını caiz gören alimlerin cumhuru şöyle demiştir:
Bu olayın ve Bedir esirlerinden fidyenin kabul edilmesi olayının delaletiyle
Peygamberimiz (s.a.)'in hata etmesi caizdir. Fakat O, hatayı onaylamaz, hatada
ısrar etmez.
"Lil-hâinîn"
ifadesindeki lâm sebeb bildirmek içindir. Yani seni götürmek istedikleri
noktada hainlerin savunucusu olma. Hainler ise burada Tu'me ve Tu'me'nin
kabilesidir.
Tu'me'nin davranışı
yüzünden tam olarak tespit edemediğin suçsuzluğu ve Yahudinin cezalandırılması
konusunda teşebbüs ettiğin hatadan dolayı Allah'tan mağfiret dile.
Bu ve benzeri
konularda istiğfar etmekle emrolunması peygamberlerin masumiyetine leke
düşürmez. Çünkü O'nun bu konuda sadece arzusu olmuştu. Arzu ise günah olarak
nitelendirilmez. Bilakis bu durum "iyilerin güzel amelleri Allah'a daha
yakın kullar için günah sayılabilir" kabilindendir. O'nun istiğfar ile
emrolunması sadece hüküm verme hususunda kesinlikle ispat esasının vacip
olduğu hususunda O'nü ve O'nun ümmetini irşad etmek ve O'nun sevabını ziyade
etmek içindir.
Peygamberimiz (s.a.)
bu olay hakkında ayetler nazil olmadan hüküm vermemiş, hak olduğuna inandığı
ölçülerden başka bir şeyle amel etmemiştir. Efendimiz (s.a.) sadece Tu'me'nin
kabilesini savunma hususunda hüsnü zanda bulunmuştu. Cenab-ı Hak da Rasulünün
Müslümanm genellikle doğru sözlü, Yahudinin de genellikle yalan konuştuğu
kanaatine aykırı olarak Rasulüne bu olayın gerçek yönünü beyan etmişti.
Sonra da Cenab-ı Hak
Tu'me'nin kabilesini ve başkalarını tevbeye davet ederek: "Şüphesiz ki
Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir." buyurmuştu. Yani Allah
Teâlâ kendisinden mağfiret dileyen için çok mağfiret edici, rahmet niyaz eden
için rahmeti çok geniştir.
Ya Muhammedi..
Başkalarının haklarına tecavüz etmek suretiyle kendi nefislerine hainlik
edenler lehine mücadele etme.
Ayette, başkalarına
karşı hainlikte bulunmak kendi nefislerine hainlikte bulunmak olarak tesmiye
edilmiştir. Çünkü yaptıkları bu hainliğin zararı kendilerine ait olacaktır.
Şüphesiz ki Allah çok
hainlik eden, günah işlemeyi alışkanlık haline getiren kimseye buğzeder.
Emanet ve istikamet ehline ise sevap vermeyi ister.
Burada ayet, Tu'me'nin
hıyanette ve günah işlemede aşırı gitmesini Allah'ın bildiğini mübalağa
sigasıyla ifade etmiştir.
Hırsız Tu'me tek kişi
olduğu halde ayette "hainler" ve "nefislerine hıyanet
edenler" kelimeleriyle ifadeye yer verilmiştir. Bunun iki sebebi vardır:
Birincisi: Tu'menin
kabilesi olan Zaferoğulları Tu'menin suçsuz olduğuna şahitlik ettiler ve O'na
destek oldular. Dolayısıyla günahta O'na ortak oldular.
İkincisi: Bu ayette
Tu'me'yi ve O'nun hıyanetiyle hainlik yapan herkesi içine alması için cemi
ifadesi kullanıldı. Yani "Hiçbir haini savunma ve hainden yana mücadele
etme." denmiş gibidir.
[133]
Daha sonra Allah Teâlâ
hainlerin durumlarını ve onların çirkin hasletlerini beyan ederek şöyle
buyurdu: Bu hainlerin durumu şudur: Onlar suçu işleme durumunda ya utanarak ya
da korkarak insanlardan gizleniyorlar da görünen ve görünmeyen âlemi bilen,
onlarla beraber olan, onların durumunu bilen, buna muttali olan, onların gizli
sırlarından hiçbir şey kendisine gizli kalmayan Allah'tan gizlenmiyorlar. Zira
onlar Allah'ın razı olmadığı sözü planlıyorlardı. Bu tedbir, Tu'me'nin çaldığı
zırhı Yahudi Zeyd'in evine atıp onu hırsızlıkla itham edip kendisinin suçsuz
olduğuna yemin etmeyi planlamasıdır.
Allah onların
amellerini kuşatmakta, yaptıklarını tespit etmektedir. Onların Allah'ın
azabından kurtulma ümitleri yoktur.
ZEmahşerî diyor ki: Bu
ayet insanların Allah'ın huzurunda olduklarını, Allah'la aralarında hiçbir
perde, hiçbir gaflet veya habersizlik olmadığını bilmelerine rağmen ne kadar
hayasız ve Allah korkusu taşımayan kimseler olduğunu açıkça ilân etmektedir.
Cenab-ı Hak daha sonra
müminleri hainlere yardımcı olmaktan ve onlara sevgi beslemekten sakındırarak
-mealen- şöyle buyurdu:
Ey hainlerden yana
mücadele eden ve dünyada onları suçsuz göstermeye çalışan!.. Kıyamet gününde
Allah'ın huzurunda onların amellerine ve durumlarına tamamen vakıf olan Allah
Teâlâ'nın hüküm verici olduğu zamanda onları kim savunacak? Kim onların yerine
onların davalarının vekili ve onların avukatı olacak? O halde müminlerin
üzerine düşen Allah'ı murakabe etmek ve Allah Teâlâ'nın huzurundaki bu korkunç
mahşer gününde cevap vermeye hazırlanmaktır: "O gün hiçbir kimse kimseye
bir fayda sağlayamaz. O gün emir Allah'ındır." (İnfıtar, 82/19).
Diğer bir ifadeyle:
Farzedelim ki siz dünyada Tu'me ve kabilesini savundunuz, peki ahirette Allah
azabıyla yakaladığı zaman onları kim savunacak? Allah'ın azabına ve intikamına
karşı kim onların vekili, koruyucu ve savunucusu olacaktır?
Bu ayette Yahudiye
karşı Tu'me'ye yardım etmek isteyenlere azarlama ve tenkit vardır. Yine bu
ayetteki ifadeye göre hakiminin hükmü zahiren geçerli olur ama gerçek farklı
olabilir. Yani lehinde hüküm verilen kişi için bu verilen hüküm haramı helâl
kılmaz. Kendisinin hakkı olmadığını kesinlikle bildiği bir şeyi almasını caiz
kılmaz.
Bundan sonra Cenab-ı
Hak tevbe etmeyi teşvik ederek şöyle buyurdu: Kim başkasına kötülük yaparak
çirkin bir günah işlerse yahut yalan yere yemin gibi bir masıyetle kendi
nefsine zulmederse, sonra da bu günahına karşı Allah'tan mağfiret dilerse Allah
tarafından bir lütuf ve ihsan olarak O'nu günahları çok çok affedici, ayıp
işleyenlere karşı çok çok merhametli olarak bulacaktır.
Bu ayette Tu'me ve
kabilesi tevbe ve istiğfara teşvik edilmekte ve günahtan çıkış yolu beyan
edilmekte, gerçekleri karalamak ve adalet kalesini yıkmak isteyen Hak
düşmanlarına karşı uyarıda bulunulmaktadır.
Cenab-ı Hak daha sonra
genel bir şekilde günah ve masiyet işlemekten sakındırarak şöyle buyurdu: Kim
günahı gerektiren bir masiyet işlerse onun suçu ve yaptığı bu ameli kendi
nefsine vebaldir, kendi şahsına zarardır. Bunun zararı başkasına geçmez. Çünkü
bu fiiline karşılık cezalandırılacak olan kendisidir. Allah Teâlâ insanların
yaptıklarını geniş ilmiyle bilmektedir. İnsanlara koyduğu hükümleri aşmalarını
engelleyecek esaslar koymuştur. O aynı zamanda günah işleyen kimse için koyduğu
ceza ile büyük hikmet sahibidir.
En büyük suçlardan
biri de bir insanın yanlışlıkla ve hiçbir kasdı olmaksızın ya da günah
olduğunu bile bile bir günah iyleyip sonra suçsuz bir kimseyi bu günahla itham
etmesidir. Bu davranış bühtandır, yalan yere iftirada bulunmaktır. Bu kimse
iki suç işlemiş olmaktadır: Hem kendisini günahkâr kılan günahı işlemiş, hem de
kendisinin iftiracı olarak adlandırılmasına sebep olacak olan suçsuz kimseye
ithamda bulunmuştur.
Cenab-ı Hak daha sonra
Peygamberini himaye ettiğini beyan ederek şöyle buyurdu: Eğer Allah'ın senin
üzerindeki lütuf ve rahmeti, himaye ve ikramları olmasaydı, ayrıca onların
sırlarına muttali kılmak üzere sana indirdiği vahiy olmasaydı
Zaferoğulları'ndan bir grup seni Hak ile hükmetmekten ve adalet yolunu tutmaktan
vazgeçirirlerdi. Halbuki onlar suçu işleyenin arkadaşları olduğunu gayet iyi
bilmektedirler.
Yani Allah'ın sana
verdiği peygamberlik, masumiyetle teyidi ve olayın gerçeğini beyan etmek
suretiyle rahmeti olmasaydı onlardan bir grup seni adaletli hüküm vermekten
alıkoyabilirlerdi. Ancak onların bu teşebbüsleri başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. Zira vahiy senin için hakkı açık bir şekilde ortaya koymuştur.
Onlar gerçekte hak ve
doğruluk yolundan sapmaları sebebiyle sadece kendilerini, saptırmaktadırlar. Zira
günah sadece onların üzerinedir ve vebal sadece onlara aittir. Onlar sana
hiçbir zarar veremezler. Çünkü sen durumun görünen şekliyle hareket ettin.
Gerçeğin bunun zıddı olacağı aklına bile gelmezdi. Allah seni insanların
şerrinden ve onların aralarında hüküm verirken nefsî arzulara tabi olmaktan ve
her çeşit kötülüklerden korumaktadır.
Allah sana Kitab'ı
-yani Kur'an'ı- ve Hikmeti -yani şeriatın ana esaslarını anlamayı ve sırlarını
idrak etmeyi- indirmiştir. Sana kitap, şeriat ve gerçeklerin anlaşılması
hususunda daha önce bilmediğin gizli durumları, kalplerin esrarını, din ve
şeriatın emirlerini öğretmiştir.
Allah'ın senin
üzerindeki lütfü gayet büyüktür. Zira seni bütün insanlara gönderdi. Seni
peygamberlerin sonuncusu ve kıyamet gününde insanlar için şahit kıldı. Seni
insanlardan korudu. Senin ümmetini orta yolda dengeli ve güvenilir bir ümmet
kıldı. O halde sen de buna karşı şükret. Ümmetin de bu nimetlere şükretsin.
Böylece insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet ve başkaları için güzel bir
örnek olsun.
[134]
Bu ayetler şu
hükümleri ihtiva etmektedir:
1- Allah'ın
kendisine öğrettiği ve vahyettiği şekilde ister açık nas olarak isterse
şeriatın temel esaslarına dayanan görüş ve içtihatla olsun insanlar arasında
hak ve adaletle hükmetmesi için Allah'ın hüküm vermeyi peygamberine havale
etmesi.
2- Tu'me b.
Ubeyrık ile kabilesinden onu destekleyen Bişr, Beşîr ve Mübeş-şir adlarındaki
üç kardeş ile amcaoğulları Üseyr b. Urve'nin azarlanması. Zira bunlar Tu'me'nin
hırsızlık ithamından ve geceleyin Rıfaa b. Zeyd'den zırh ve un çalması suçundan
aklanmasında ve Zeyd b. Semin adlı Yahudiyi hırsızlıkla suçlamaları
teşebbüsünde Tu'me'ye batıl yolda yardımcı olmuşlardı.
3-
Kendisiyle hükmedilecek kanun, "Allah'ın sana gösterdiği şekilde"
hük-medilmesidir. Bunun manası da şeriatın kanunlarına göre ya açık bir vahiy
yahut vahiy esaslarına göre cereyan eden görüşle hükmedilmesidir.
Bu, kıyasta temel
kaidedir. Bu ayet Peygamberimiz (s.a.) için içtihadın caiz olduğuna delâlet
etmektedir. Aynı zamanda Kurtubî'nin görüşüne göre Efendimiz (s.a.)'in bir
görüş ileri sürdüğü zaman isabetli olacağına delildir. Çünkü bu görüşü ona
Allah göstermiştir. Allah Teâlâ peygamberlerini masumiyet garantisi altına
almıştır. Halbuki bizler bir görüş ileri sürdüğümüzde bunun kesin olarak
isabetli olduğunu söyleyemeyiz.
4- Allah
Teâlâ'nm "Hainleri savunma" ifadesi davalarda batıl bir davranışta
bulunan ve suçluluğu açık ve kesin olan kimseye vekil ve yardımcı olmanın caiz
olmadığına delâlet etmektedir. Bir kimsenin kesin olarak haklı olduğunu
bilmeden hiçbir kimseyi savunması caiz değildir. Allah (c.c.) bu ayette
Rasulünü töhmet ehlini desteklemekten ve söylediği delillerle hasmına karşı onu
savunmaktan nehyetmiştir.
5- Alimler
diyorlar ki: Müslümanlar bir topluluğun münafık olduklarını anlayınca bu
münafık grubu savunmaları, himaye etmeleri, onlar adına mücadele etmeleri
uygun değildir. Zira bu Peygamberimiz (s.a.) zamanında meydana gelmiş ve bu
gibiler hakkında "Hainleri savunma!" ayetiyle "Kendi nefislerine
hainlik eden kimselerin adına mücadele etme" ayeti inmiştir.
Buradaki hitap
Peygamberimiz (s.a.)'edir. Bundan murad bu şekilde hareket eden
müslümanlardır. Bunun delili de bu hitaptan sonra zikredilen "İşte siz
dünya hayatında onları savundunuz" ifadesidir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.)
onların aralarında hakem idi. Bu sebeple O'ndan özür dilenir, O kimseden özür
dilemezdi. Dolayısıyla burada maksat başkalarıdır.
6-
"Allah'tan mağfiret dile" ayeti Peygamberlerin Ubeyrık oğullarının müdafaasını
takdim etmeye ve Yahudinin elinin kesilmesi suretiyle cezalandırılmasına
yönelme gibi günah olmayan şeylerden istiğfar etmekle emrolunabile-ceğine
delâlet etmektedir.
Bu onların
suçsuzluğuna inandığı için bir savunma ve zahirle amel etmedir. Bu "İyilerin
sevapları Allah'a daha yakın kullan için günah sayılabilir" kabilindendir.
Denilmiştir ki:
İstiğfarla emrolunma, ümmetinden günahkâr olanlar ve batılı savunanlar içindir.
Yine denilmiştir ki:
Bu, teşbih yoluyla istiğfar kelimesini tekrarlama emridir. Tıpkı bir adamın
bir günahtan tevbe etmeyi kasdetmeksizin teşbih niyetiyle "estağfirullah,
estağfirullah, estağfirullah" demesi gibi.
Bir başka görüşe göre:
Buradaki hitap Peygamberimiz (s.a.)'edir. Bundan murad edilen de
Ubeyrıkoğulları'dır. Tıpkı "Ey Peygamber Allah'tan kork!.." ' Ahzab,
23/1); "Eğer sen şüphede isen..." (Yunus, 10/94) ayetlerinde olduğu
gibi.
7- Cenab-ı
Hakk'ın "Kendi nefislerine hainlik edenler adına mücadele etme, onları
savunma!" ayeti hainleri savunmaktan açık bir şekilde nehyetmek-tedir.
Yani nefislerine hainlik edenler adına hüccet getirme. Allah ise hainden ve
aşırı derecede hıyanet edenlerden razı olmaz.
8- İnsan
çoğu zaman dar görüşlü, düşüncesi sınırlı, tavırları sathî olan bir varlıktır.
Bazan insanın bir günahı işlemeye teşebbüs ettiğinde kendisi gibi olan
insanlardan gizlediğini, utandığını ama Allah'tan gizlemediğini ve utanmadığını
görürsün. Halbuki Allah korkulmaya ve kendisinden utanılmaya daha lâyıktır.
Zira varış O'nadır. Ceza sadece O'nun elindedir.
9- Gerçekler
Allah'ın huzurunda, hesap âleminde, kıyamet gününde kesin ve açık bir şekilde
ortaya çıkacaktır. Dava vekili sanığı dünya hayatında savunur ama kıyamet günü
batıl ehlini kim savunup onun adına mücadele edebilecektir?
Bu istifham inkâr ve
azarlama manasmdadır.
Kim onlara vekil
olabilir? Yani işlerinin idaresini kim üstlenebilir? Yaratıklarını idare
etmeyi üstlenen Allah'tır. Allah böylelerini azabıyla yakaladığı ve cehenneme
koyduğu zaman bunların işini görecek, onlara yardımcı olacak hiçbir kimse
yoktur.
10-
İsyankârlar ve günahkârlar için tevbe kapısı daima açıktır. "Kim bir
kötülük işler ya da nefsine zulmeder de sonra Allah'tan mağfiret dilerse
Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulur." ayeti bunun
delilidir.
İbni Abbas diyor ki:
Allah bu ayette Ubeyrık oğulları'na tevbe etmelerini teklif etmektedir.
11- Günahın
vebali ve acı sonucu bizzat günah işleyen kimse üzerinedir. Bunun delili de
"Kim bir günah işlerse o kimse ancak kendi aleyhine zarara girmiş
olur." yani sonucu ona aittir, zararı sadece ona gelir, ayetidir. Çünkü
dünyada musibetlere, belâlara, ahirette ise cehennem azabına uğramak suretiyle
zarar görecek olan odur.
Kesb, insanın
kendisine fayda getirecek yahut kendisinden zararı giderebilecek
davranışlarıdır. Bunun için Cenab-ı Hakk'm fiili "kesb" olarak
adlandırılmaz.
12- Bühtan
çok büyük bir suçtur. Bühtan suçsuz bir kimseye yalan uydurarak suç isnadında
bulunmaktır. Ya da din kardeşini tamamen uzak ve suçsuz olduğu bir şeyle itham
etmektir.
Allah Teâlâ buyuruyor
ki: "Kim bir hata veya günah işler de sonra suçsuz bir kimseyi bununla
itham ederse büyük bir bühtan ve apaçık bir günah yüklenmiş olur." (Nisa,
4/112)
Bu ayette teşbih
yapılmıştır. Zira günahlar ağırlık ve yük gibi olup taşınan eşyaya
benzetilmiştir. Yine Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Onlar kendi günah
yüklerini ve kendi yükleriyle birlikte diğer günah yüklerini de taşıyacaklardır."
(Ankebut, 29/13)
Taberî diyor ki:
Ayette hatîe (hata) ile ism (günah) arası ayrılmıştır. "Ha-tîe"
kasıtlı ve kasıtsız yapılan hatalardır. "İsm" ise sadece kasten ve
bilerek işlenen günahlardır.
13-
Peygamber'i sapıtma ve yanıltma teşebbüsü Allah'ın O'nu masum -günahsız-
kılması ve O'na olan lütuf ve rahmeti sebebiyle başarısızlıkla sonuçlanmıştır.
Allah Teâlâ şöyle
buyuruyor: "Allah'ın senin üzerindeki lütuf ve rahmeti olmasaydı -Yani
seni hak ile uyarması, peygamberlik ve masumiyetle donatmak şeklindeki lütfü
olmasaydı- onlardan bir grup seni sapıtmaya ve yanıltmaya çalışacaktı."
Çünkü onlar Resulullah
(s.a.)'tan Tu'me b. Ubeyrık'ı bu ithamdan aklamasını ve bu suçu Yahudiye
yüklemesini istemişlerdi. Böyle bir istek de -açıkladığımız gibi- sadece
Yahudiden gelebilirdi. Allah (c.c.) da bu konuda uyarıda bulunmak ve bu durumu
Peygamber'ine bildirmek suretiyle lütufta bulundu: "Onlar sadece
kendilerini yanıltırlar." Zira bunlar sapıkların amelini işlemektedirler.
Bunun vebali de kendilerine dönecektir. "Onlar sana hiçbir şekilde zarar
veremeyeceklerdir." Çünkü sen masumsun, günahtan korunmuşsun.
14- Allah
Peygamber'ine Kur’an'ı ve hikmeti -yani vahiyle hükmetmeyi ve şeriatın
esaslarını anlamayı- indirdi. Peygamber'ine daha önce bilmediği şer'î esasları
ve hükümleri öğretti.
[135]
114- Sadaka vermeyi,
iyilik yapmayı ve insanlar arasında sulh yapılmasını emreden kimse müstesna
onların fısıltılı konuşmalarının çoğunda hiçbir hayır yoktur. Kim bunları Allah
rızası için yaparsa ona büyük bir mükâfat vereceğiz.
115- Kim kendisine
doğru yol açıklandıktan sonra Peygamberle ayrılığa düşer ve müminlerin
yolunun dışında bir yol takip ederse onu gittiği bu yolda bırakırız ve
cehenneme atarız. O cehennem ne kötü bir yerdir!...
"Necvâ"
fısıldaşmak veya iki kişi arasındaki sır demektir. "Onların fısıltılı
konuşmalarının çoğunda" yani aralarındaki gizli konuşmalarının çoğunda
"hiçbir hayır yoktur. Ancak sadaka vermeyi, iyilik yapmayı ve insanlar
arasında sulh yapılmasını emreden kimse"nin yaptığı gizli hayırlı
konuşmalar bundan 'müstesna."
"Ma'ruf",
şeriatın ve selim aklın onayladığı ve gönüllerin kabule lâyık gördüğü iyi
ameldir.
"Kim bunları
Allah rızası için" yani dünyevî bir gaye ile olmaksızın Allah'ın rızasını
talep ederek "yaparsa ona büyük bir mükâfat vereceğiz."
"Kim ... ayrılığa
düşerse" düşmanlık eder muhalefette bulunursa... Yani birbirine düşmanlık
edenlerin her biri bir tarafta bulunursa...
[136]
Bu ayetler Tu'me b.
Übeyrık ailesinin bozgunculuk ve şer üzerine işbirliği, hırsızlık suçunun
Yahudinin üzerine atılması hususunda kendi aralarında geceleyin gizlice
konuşmaları hakkında nazil olmuştur.
Rivayete göre
Peygamberimiz (s.a.) elinin kesilmesi şeklinde hüküm verince Tu'me Mekke'ye
kaçmış, dininden dönmüş ve müşrik olarak ölmüştü. Bunun üzerine "Kim
Rasul'e karşı gelirse..." (Nisa, 4/115) ayeti nazil oldu.
[137]
Bu iki ayetin konusu
bundan önceki ayetlerle irtibat halindedir. Bundan önceki ayetlerde kendi
nefislerine hainlik eden ve suçunu insanlardan gizleyip de Allah'tan
gizlemeyenlerin durumu anlatılmaktadır. Bu kimseler suçsuz kimseye hırsızlık
ithamında bulunmak için gizlice anlaşan Tu'me b. Ubeyrık ve yardımcıları idi.
Cenab-ı Hak da burada
hayırda yardımlaşma, emri bil-maruf veya kardeşler arasını ıslah etme kasdıyla
olmadıkça her çeşit saklı konuşma, gizli tedbir ve fısıldaşmada hiçbir hayrın
olmadığını bildirdi. Sonra da Allah Teâlâ Ra-sul'ün (s.a.) emrine aykırı
davranmanın ve müminler cemaatinin yolundan başka bir yola tabi olmanın
cehennem ateşine girmeyi gerektiren büyük bir cürüm olduğunu zikretti.
[138]
Tu'me'nin kabilesi
gibi insanların kendi aralarında yaptıkları konuşmaların ve fısıldaşmalann pek
çoğunda hiçbir hayır yoktur.
Ancak şu üç hususta
yapılan gizli konuşmalar bundan müstesnadır:
1- Muhtaç
olana yardım etmek, fakir ve yoksula yardımcı olmak için sadaka vermekle
emredilmesi.
2- Emri
bi'1-maruf yapılması: Ma'ruf, şeriatın emrettiği umumî maslahat ve genel hayır
bulunan hususlardır.
3- Dava ve
çekişmelerinde insanların arasını düzeltmek ve ıslah etmek.
Nitekim bu husus İbni
Merdûveyh, Tirmizî ve İbni Mace'nin Ümmü Habi-be'den rivayet ettiği hadiste de
belirtilmektedir: Bu hadiste Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır:
"Ademoğlunun
bütün sözleri lehine değil, kendi aleyhinedir: Ancak Allah'ı zikretmek, emri
bi'l-maruf ve nehyi ani'l-münkeryapmak müstesnadır."
İmam Ahmed, Ümmü
Gülsüm bnt. Ukbe'den naklediyor: Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu
işittim: "İnsanların arasını ıslah eden, hayrı geliştiren ya da hayır
söyleyen kimse yalancı değildir." Ümmü Gülsüm devam etti: "Ben
Peygamberimiz (s.a.)'in insanların birbirlerine söyledikleri yalanların üç
şeklinden başka hiçbir şekline izin verdiğini görmedim: Savaşta, insanların
arasını düzeltmede, erkeğin hanımına ve hanımın erkeğine konuşmasında söylediği
söz."
İmam Ahmed'in İbni
Ömer (r.a.)'den rivayet ettiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Sadakanın en faziletlisi insanların arasını düzeltmektir."
Ebubekir el-Bezzar ve
Beyhakî'nin Enes (r.a.)'ten rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz (s.a.) Ebu
Eyyüb (r.a.)'e şöyle buyurmuştu:
- Sana bir ticaret
göstereyim mi? Ebu Eyyüb:
- Evet ya Rasulallah,
dedi. Efendimiz (s.a.):
- Bu, insanlar
birbirleriyle bozuştukları zaman insanların arasını ıslah etmeye çalışmandır.
İnsanlar birbirlerinden uzaklaştıkları zaman aralarını yaklaştır mandır.
Ayet-i kerimede
"pek çoğunda" ifadesi kullanıldı. Çünkü fısıldaşmalarm bir kısmı
tarım, ticaret, sanayi vb. özel işler ve mubah olan şeylerde olur. Bunlar
kötülükle nitelendirilmez. Bu işlerde hayır maksadı da yoktur. Ayette geçen
kendisinde hayır vasfı bulunmayan pek çok fısıldaşmalar başkalarının durumlarını
ilgilendiren konularda fısıldaşmadır.
Allah Teâlâ
fısıldaşmayı genellikle günah ve şerrin kaynağı olarak saymıştır: "Ey iman
edenler! Aranızda fısıltı ile konuştuğunuz zaman günah işlemeyi, düşmanlık
yapmayı ve Peygamberce karşı gelmeyi fısıldaşmayın. İyilik ve takva hakkında
fısıldasın. Dirildikten sonra huzurunda toplanacağınız Allah'tan korkun."
(Mücadile, 58/9).
İmam Malik, Buharı ve
Müslim'in İbni Ömer (r.a.)'den rivayet ettiklerine göre Peygamberimiz (s.a.)
şöyle buyurmuştur: "Bir araya gelenler üç kişi olunca iki kişi bir
üçüncüsünü bırakıp kendi aralarında fısıldaşmasınlar. Zira bu durum üçüncü
kişiyi üzecektir." Bu bir zarar vermedir. Zarar verme ise icma ile
haramdır.
Fısıldaşmanın
çoğunlukla kötü bir şey olarak nitelendirilmesinin sebebi şudur: Genellikle
hayrı açıkça ortaya koyma âdet olmuş, şer ve günah gizlilikle zikredilir,
komplolar gizlice planlanır olmuştur.
Efendimiz (s.a.)
buyuruyor ki: "Günah, gönlünde darlık meydana getiren, göğsünde tereddüt
meydana getiren, insanların bilmesinden hoşlanmadığın 'şeydir."
[139]
Ayette zikredilen bu
şeylerin en hayırlı amel oluşu sadece gizli oldukları durumdadır, yoksa açıkta
yapıldıkları zaman değildir. Bunun delili şu ayettir: 'Sadakaları açıktan
verirseniz bu ne güzeldir!.. Eğer sadakaları gizler de fakirlere verirseniz bu
sizin için daha hayırlıdır." (Bakara, 2/271).
Cenab-ı Hak bundan
sonra bu üç amelin yapılması üzerine kararlaştırılan sevabı zikretti: Allah'ın
rızasını kazanmak, O'nun emrine itaat etmek kasdıyla bu hususta ihlâslı bir
şekilde ve Allah (c.c.) katında bunu yapmanın sevabını yalnızca Allah'tan
bekleyerek kim bu üç ameli yaparsa şüphesiz Cenab-ı Hak buna bol, büyük ve
geniş mükâfat verecektir.
Hayırlı fısıldaşma
durumlarına karşılık güzel mükâfat ve hayırla yapılan bu vaadden sonra Cenab-ı
Hak kötülükle fısıldaşan, insanlara komplo düzenleyen, cemaatten
ayrıldıklarını ve Rasul'e düşmanlıklarını ilân edenleri tehdit ederek şöyle
buyurdu:
Kim İslâm dininden
dönerek ve hidayet peygamberine ve onun sünnetine açıktan düşmanlık ederek
Rasul'e karşı gelir ve düşmanlık ederse, Peygamberimiz (s.a.)'in getirdiği
şeriat yolundan başka bir yola girerse, müminlerin cemaatinin yolundan başka
bir yola uyarsa Allah o kimseyi çevireceği yere çevirir. Yani bu kişiyi o yola
giren, bu batıl yolda yürüyen, bir istidrac olarak bu durumdan memnun kalan bir
kimse kılar, onu dalâlet çukurlarında bocalayan bir kimse olarak bırakır.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyuruyor: "Bu sözü (Kur'an'ı) yalanlayanları sen bana bırak. Biz
onları nereden geldiğini bilmedikleri bir azaba yavaş yavaş
yaklaştıracağız." (Kalem, 68/44).
"Onlar doğrudan
sapınca Allah da onların kalplerini saptırmıştı." (Saf, 61/5) "Onları
azgınlıkları içinde bırakırız, bocalayıp dururlar." (En'am, 6/110)
Allah ahirette o
kimsenin varacağı yeri cehennem ateşi kılar. Onun varacağı bu yer ne kötü bir
yerdir!.. Zira kim hidayetten çıkarsa kıyamet gününde onun yolu cehennem yolu
olur.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Zulmedenleri ve eşlerini bir araya toplayın."
(Saffat, 37/22).
"Günahkârlar
ateşi görürler ve oraya düşeceklerini anlarlar. Fakat ondan kaçıp sığınacak bir
yer bulamazlar." (Kehf, 18/53).
Burada şu gerçeğe
işaret vardır: Kim kendi nefsini bir yola, bir yöne çevirirse ve gönlü memnun
ve razı olduğu halde bu yola yönelirse Allah onu bu durumuyla başbaşa bırakır.
Kötü yolu tercih ettiği ve doğru yoldan uzaklaştığı için o kimsenin cezası da
beklenen ve adalet gereği bir durum olur.
[140]
Bu iki ayet şu
hususlara işaret etmektedir:
1-
İnsanların gizlice fısıldaşmalarınm çoğunda yahut bir cemaatin konuşmasının ya
da iki kimsenin kendi aralarında gizli veya açık konuşmasının çoğunda hayır
yoktur. Ancak şu üç kimsenin gizlice konuşmaları bundan müstesnadır:
- Sadaka vermeyi emreden kimse: Sadaka ile
ihtiyacına insanlardan pek azının muttali olduğu muhtaç, zavallı ve fakirlere
yardım yapılır.
- Ma'rufu emreden
kimse: Ma'ruf, bütün iyilik amellerini içine alan bir kelimedir. Peygamberimiz
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Her ma'ruf (iyilik) bir sadakadır. İyilikten
biri de din kardeşini güler yüzle karşılamandır"
[141]
Yine Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Ma'ruf ismi gibidir. Kıyamet
günü cennete ilk girecek kişi ma'ruf ve ma'rufu işleyenlerdir."
- İnsanlar arasını
ıslah etmeyi emreden kimse: Islah kan, mal, ırz ve insanlar arasında ihtilâfın
vaki olduğu her şeyde, Allah rızası güdülen her sözde olur. Gösteriş ve
başkanlık sevdası olan kimse ise sevaba nail olamaz.
Hz. Ömer (r.a.) Ebu
Musa el-Eş'arî (r.a.)'ye yazdığı mektubunda şöyle diyordu: "Davalılar
birbirleriyle sulhedinceye kadar davalarını reddet. Zira derhal hüküm
verilmesi onların arasında kin meydana getirir."
Enes b. Malik (r.a.)
diyor ki: "Kim iki kişi arasını ıslah ederse Allah her kelime karşılığında
o kimseye bir köle azad etme sevabı verir."
Bu ayet (Nisa, 4/114)
şu ayetlerin benzeridir: "Müminlerden iki grup vuruşurlarsa, aralarını
ıslah edin." (Hucurat, 49/9).
"Eğer kan-koca
kendi aralarında sulhederlerse onlara hiçbir mahzur yoktur. Sulh daha
hayırlıdır." (Nisa, 4/128).
"Eğer ikisi de
aralarını ıslah etmek istiyorlarsa Allah onları muvaffak kılar." '(Nisa,
4/35).
2- Rasul'e
düşmanlık etmek, o'na muhalefet etmek, İslâm'ı terk etmek veya İslâm'dan
dönmek, müslümanlarm yoluna aykırı davranmak bunu işleyen kimseyi Allah'ın
yardımından ve gözetiminden mahrum kılar, o kimsenin karanlık ve dalâlet
bataklığında bocalamasına, kendi nefsî ve beşerî arzularının güdümüne girmesine
sebep olur. O kimsenin cehennem ateşine girmesini gerekli kılar. Bu haktan
sapan kimsenin varacağı yer ne kötüdür!
Bu ayetin (Nisa,
4/115) benzeri şu ayettir: "Allah'a ve Rasul'üne savaş açanlar alçaklarda
olacaklardır." (Mücadile, 58/20). Yani o kimse Rasul'ün yolundan başka
bir yola girerse inanç ve dinde Peygamber'e aykırı davranırsa... demektir.
3- Alimler
ve bunların başında İmam Şafiî diyor ki: "Kim doğru yol belli olduktan
sonra Rasul'e karşı gelir ve müminlerin yolundan başka yola tabi
olursa..." ayeti icmanın delil oluşunu göstermektedir. İcma Peygamberimiz
s.a.)'in ümmetinden
olan müçtehitlerin O'nun vefatından sonraki asırlarda sert bir hüküm üzerine
ittifak etmeleridir.
Zira Allah Teâlâ
müminlerin yolundan başka bir yola tabi olmakla Peygamber'e yapılan vaad ve
tehditlere aykırı davranmayı bir arada zikretmektedir. Bu da ümmetin icma
etmesinin sahih olduğuna delâlet etmektedir. Zira müminlerin yolundan başka bir
yola tabi olan kimseye tehdit yapılmaktadır.
[142]
4- "Onu
yoluna çeviririz." ayeti Allah'ın o kimseden uzak olduğunu, o kimseyi
girdiği bu putların ve batıl dinlerin yoluna havale edeceğini haber vermektedir.
Allah o kimseye yardımı ve zaferi üzerine almamaktadır.
[143]
5-
"Doğru yol belli olduktan sonra" ayeti bu konuda şiddetli bir
yasaklama ve durumunun çirkin olduğunu açıklamak ve bu husustaki tehdidi beyan
etmek içindir. Zira o kimse Resulullah (s.a.)'m doğruluğuna delâlet eden
mucizelerin ortaya çıkmasından sonra da inatçı bir kimse idi
[144]
116- Şüphesiz ki Allah kendisine şirk koşulmasını
bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim
Allah'a şirk koşarsa muhakkak ki derin bir sapıklığa düşmüş olur.
117- Onlar Allah'ı
bırakıp da sadece bir takım dişi varlıklara yalvarıp yakanr-lar. Böylece onlar
ancak inatçı şeytana yalvarmış olurlar.
118- Allah o şeytana lanet etmiştir. Şeytan da
şöyle dedi: Yemin olsun ki kullarından belirli bir kısmını mutlaka elde edeceğim.
119- Yemin olsun ki onları mutlaka saptıracağım.
Onları boş kuruntulara sokacağım. Onlara emir vereceğim, hayvanların
kulaklarını delecekler. Yine onlara emir vereceğim, Allah'ın yaratışını
değiştirecekler, dedi. Kim Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinirse şüphesiz
ki o apaçık bir hüsrana uğramış olur.
120- Şeytan onlara vaadlerde bulunur ve onları boş
kuruntulara sokar. Şeytan onlara sadece aldatıcı vaadlerde bulunmaktadır.
121- İşte böylelerin
yeri cehennemdir. Onlar oradan kaçacak bir yer bulamayacaklardır.
122- İman edip salih
ameller işleyenleri de altlarından ırmaklar akan cennetlere koyacağız. Onlar
orada ebedî olarak kalacaklardır. Bu, Allah'ın hak olan vaadidir. Allah'tan
daha doğru sözlü kim vardır?
"Dalle...
dalâlen" kelimeleri ve "Hasıra... husrânen" kelimeleri arasında
cinas-ı mugayir sanatı vardır.
[145]
"Onlar Allah'ı
bırakıp da sadece bir takım dişi varlıklara" Lat, Uzza ve Menat gibi
putlara "yalvarıp yakarırlar." Yani müşrikler bunlara taparlar yahut
yönelirler ve bunlardan yardım talep ederler. Bu da bir çeşit ibadettir.
"Böylece" bu
putlara tapmakla "onlar ancak inatçı şeytana" pislik üzerine alışmış,
itaatten çıkmış olan İblis'e "yalvarmış" tapmış "olurlar."
Şeytan insan ve cinlerden pis olan ve eziyet veren varlıktır.
'"Merîden"
şaşırtma ve sapıklığa düşürmekte alışkın olan yahut inatçılık yaparak
kibirlilik gösterip itaatten yüz çeviren anlamında olup "el-merîd" isyankâr
ve inatçı demektir.
"Allah o şeytana
lanet etmiştir." Onu rahmetinden uzaklaştırmış, gazap ve horlama ile
birlikte onu kovmuştur. "Şeytan da şöyle dedi: Yemin olsun ki, kullarından
belirli" kesin, değişmez "bir kısmını" bir payını "elde
edeceğim" onları bana uymaya davet edeceğim.
'Yemin olsun ki,
onları mutlaka" vesvese ile haktan "saptıracağım," onları
dalâlet ve fesatçılığa sevk edeceğim. "Onları boş kuruntulara
sokacağım." Kalplerine hayat boyunca ne dirilme ne de hesap vardır diye
temenniler sokacağım, batıl kuruntuları onlara süsleyeceğim. "Onlara emir
vereceğim, hayvanların kulaklarını delecekler" onları diğerlerinden
ayırmak ve putlara tahsis etmek için hayvanların kulaklarını kesecekler.
"Onlara emir vereceğim, Allah'ın yaratışını" dinini küfürle, Allah'ın
haram kıldığını helâl kılmak, helâl kıldığını haram kılmak suretiyle
"değiştireceğim, dedi."
"Kim Allah'ı
bırakıp şeytanı dost edinirse" şeytanı dost edinir, ona itaat ederse
"şüphesiz ki o kimse apaçık bir hüsrana uğramış olur." Onun varacağı
yer ebedî cehennemdir.
"Şeytan
onlara" hayatı müddetçe "vaadlerde bulunur ve onları boş kuruntulara
sokar." Onları dünyada emellerine ulaşacakları temennisine ve dirilme ve
amellere karşılık olmayacağı kuruntulara sokar.
"Şeytan" bu
şekilde "onlara, sadece aldatıcı" batıl "vaadlerde bulunmaktadır."
"Onlar oradan
kaçacak" kurtulacak, uzaklaşacak, sığınılacak "bir yer bulamayacaklardır.
"[146]
Birinci ayet daha önce
geçen dininden dönen Tu'me kıssasıyla irtibat halindedir. Zira Tu'me dininden
dönmeseydi Allah'ın rahmetinden mahrum olmazdı. Çünkü şirk günahından başka
her günahın mağfiret edilmesi mümkündür.
"Kim Rasul'e
karşı gelirse..." (Nisa, 4/115) ve "Şüphesiz ki Allah kendisine şirk
koşulmasını affetmez." ayeti hakkında alimler şöyle demişlerdir: Bu iki
ayet hırsızlık yapan, Peygamberimiz (s.a.) elinin kesilmesi hükmünü verince de
Mekke'ye kaçan ve dininden dönen Tu'me b. Ubeyrık hakkında inmiştir.
Said b. Cübeyr diyor
ki: Tu'me Mekke'ye varınca Mekke'de bir evin duvarını deldi. Müşrikler de ona
yetişip onu öldürdüler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Şüphesiz ki Allah
kendisine şirk koşulmasını affetmez" ayetini indirdi.
Dahhak diyor ki:
Kureyşlilerden bir grup Medine'ye geldiler. Müslüman oldular sonra da Mekke'ye
mürted olarak döndüler. Bunun üzerine: "Kim Pey-gamber'e karşı
gelirse..." ayeti nazil oldu.
Ayet her ne kadar zırh
ve benzeri eşya çalan kimse hakkında nazil olmuşsa da bu ayet Müslümanların
yoluna aykırı davranan herkes hakkında umumidir.
[147]
Bundan sonraki ayetler
de öncesine uygundur. Bu ayetlerde Cenab-ı Hak şirk suçu ve tehlikesi, şeytanın
amelleri, lanetlenmesi ve cezası ile iman ve amel-i salih arasında
karşılaştırma yaptı.
Çünkü şeytan şirk ve
putperestliğe davet etmektedir. Bunun karşısında da inancın temelinde şeytanın
vesveseleriyle etkilenmeyen yahut bazan pek az etkilenen sarsılmaz iman kalesi
yer almaktadır. Bu bir uyarı ve teşviktir.
[148]
Şüphesiz ki Allah,
kendisine ortak koşulmasını ve şirk koşan kimseyi asla affetmez. Fakat O,
şirkin dışındaki günahları affedebilir, onlara azap etmeyebilir.
Kim Allah'a bir şeyi
ortak koşarsa o kimse sapıtır ve hidayet yolundan uzaklaşıp azgınlık uçurumuna
düşer, hak yoldan başka bir yola girer, hidayetten sapar, doğruluktan
uzaklaşır. Nefsini helak eder, dünya ve ahirette nefsini kaybeder, iki cihanda
saadetten mahrum kalır. Zira şirk sapıklık olup aklı ifsat eder, ruhun
safiyetini bulandırır, müşrik evhamların ve hurafelerin kulu olur. Dolayısıyla
şirk ruhun bozukluğunun ve akılların sapıklığının son noktası, hurafe ve
batılların yuvasıdır.
Allah Teâlâ buyuruyor
ki: "İnsanlardan bir kısmı Allah'tan başka eş edinen kimselerdir. Onlar
bu eşleri Allah'ı sevdiği gibi severler, iman edenler ise en çok Allah'ı
severler." (Bakara, 2/165).
Bu ayetin zikri daha
önce geçmişti. Burada da hasta gönüllerden şirkin tesirlerini kökünden yok
etmek, şirki ortadan kaldırmak ve İslâm'ın asıl mak-sadlarına aykırı esaslarını
yıkmak için bu ayet tekit olarak tekrar edildi.
Şirk İslâm inancına,
tevhid akidesine son derece zıt bir husustur. Allah'a imanı aşılamak için, şirk
bataklığından, tehlikesinden sakındırmak için, şirkin fıtrat esasına ve akl-i
selimin (bozulmamış aklın) gereklerine aykırı oluşunu bir defa daha tekit etmek
için tekrar edilmesinde hiçbir kusur yoktur.
Tirmizî Hz. Ali
(r.a.)'nin şu sözünü rivayet etmektedir: Kur'an'da bana bu ayetten daha hoş gelen
bir ayet yoktur: "Şüphesiz ki Allah kendisine şirk koşulmasını
affetmez." Tirmizî diyor ki: Bu
hadis "hasen-garib" bir hadistir.
Şirkin dışındaki
günahların affedilmesi iman nurunun baki kalması sebebiyledir. Bu mağfiret
Allah'ın dilemesi şartına bağlıdır. Allah kullarından dilediği kimseleri
affeder. Nitekim O, tevbe ve kendisine yönelmek sebebiyle mağfiret eder. Bu,
günahların silinmesinin yoludur.
Ama o müşriklere
gelince onlar ihtiyaçlarını görmek için sadece hiçbir faydası ve zararı
dokunmayan ölülere yönelirler, yahut Lat, Uzzat ve Menat gibi dişi putlara
[149]
yönelir, onlara tapınırlar. Her kabilenin, "Falan oğullarının dişisi"
diye adlandırılan o kabileye has putu vardı. Yahut onlar müşriklerin kendileri
hakkında "Allah'ın kızları" dedikleri meleklere yönelirler:
"Onlar Rahmanın kulları olan melekleri dişi olarak kabul ettiler."
(Zuhruf, 43/19).
Onlar gerçekte sadece
eziyet vermek için inatçılık yapan, pis şeyler üzerine alışkanlık yapan
isyankâr şeytana tapıyorlar. Zira bu putlara tapınmayı emreden o şeytandır. Ona
(şeytana) itaat etmek demek ona tapınmak demektir.
Allah o şeytana lanet
etmiştir. Yani onu zelil kılmak ve horlamakla birlikte rahmetinden ve
lütfundan kovmuştur. Zira o insanın göğsüne verdiği vesveselerle şerrin,
fesatçılığın ve batılın davetçisidir.
Şeytanın azgınlığının
ve bozgunculuğa davetinin örneklerinden biri şu şekilde yemin etmesidir:
"Yemin olsun ki kullarından belirli bir kısmını mutlaka elde
edeceğim." Yani insanlardan belirli bir miktarını, bir grubunu kendime talebe
olarak alacağım. Bu ayet yine şeytanın sözünü nakleden şu ayete benzemektedir:
"Yemin olsun ki ben onların hepsini saptıracağım. Ancak içlerinden
kendilerine ihlâs verilen kulların müstesna -Onlara dokunamam.-" (Hicr,
15/39-40).
Onları mutlaka saptıracağım.
Yani onları haktan ve doğru inançtan çevireceğim.
Onları boş kuruntulara
sokacağım, yani geçici dünya lezzetlerini ve tevbe-yi terk etmeyi onlara süslü
göstereceğim, ve onlara bazı kuruntular vaad edeceğim. Onlara ileri erteleme
ve geciktirmeyi emredeceğim ve onları nefsî arzularına tabi olmaya teşvik
edeceğim.
Onlara sapıklığı
emredeceğim. Onlar da hayvanların kulaklarını kesecekler, yani kulaklarını
yarıp işaretleyecekler ve bu hayvanları putlara has kılacaklar. Tıpkı üzerine
binmeyi terk ettikleri "bahîra", dişi on yavru doğuran ve binilmeyip
putlara tahsis edilen, yavrusu veya fakirlerden başkası tarafından sütü
içilmeyen "sâibe", bir erkek bir dişi yavru dünyaya getiren, dişisi
erkek kardeş ile irtibat kurdu diyerek dişisi sebebiyle erkeği kesilmeyen, sütü
sadece erkeklere ait olup kadınlar tarafından içilmeyen şaibe gibi kabul edilen
"vasile" develeri gibi...
Onlara emir vereceğim.
Onlar da hayvanları iğdiş yapmak, yüze dövme yapmak gibi fıtratı bozup Allah'ın
yaratışını değiştirecekler.
İmam Ahmed ve Kütüb-i
Süte müelliflerinin rivayet ettikleri sahih hadis-i şerifte İbni Mes'ud şöyle
diyor: "Allah dövme yapan ve yaptıran kadına, kaş aldıran ve aldırtan
kadınlara, güzellik için dişlerini seyrekleştiren kadınlara, Allah'ın yarattığı
şekli değiştiren kadınlara lanet etmiştir." İbni Mes'ud devam ediyor:
Dikkat ediniz! Ben de Resulullah (s.a.)'ın lanet ettiklerine lanet ediyorum.
Bu Allah'ın kitabında şu ayette yer almaktadır: "Rasul size neyi verdiyse
onu alın. Sizi neden nehyettiyse onu bırakın." (Haşr, 59/7).
Müfessirlerden bir
grup alim demişlerdir ki: Allah'ın yarattığını değiştirmek Allah'ın dinini
değiştirmek demektir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
'Yüzünü bir tevhid
ehli olarak tamamen dine çevir. Bu Allah'ın fıtrî dinidir ki, Allah insanları
yaratılıştan bu din üzerine kılmıştır. Allah'ın yaratışında hiçbir değişiklik
yoktur." (Rum, 30/30).
Yine Buharî ve
Müslim'in Sa/uMerinde sabit olan hadis-i şerifte şöyle bu-yurulmaktadır:
"Her doğan çocuk fıtrat üzerine (Hak dini kabule meyyal olarak) dünyaya
gelir. Onu anne ve babası Yahudi, yahut Hristiyan, ya da Mecusî kılar. Tıpkı
bir hayvan yavrusunun sağlam doğduğu gibi doğar. Siz hiç burnu, kulağı, eli
veya dudağı kesik olarak doğan bir hayvan yavrusu gördünüz mü ?"
Kim şeytanı kendi
işini üstlenecek bir dost veya itaat edilecek bir önder olarak kabul ederse
dünya ve ahirette apaçık hüsrana uğramış olur, hatta gerçekte hem dünyayı hem
de ahireti kaybetmiş olur. Bu tekrar elde edilmesi mümkün olmayan, bunu
kaçıranın tekrar kavuşamayacağı bir kayıptır. Kur*an hidayetini terk etmekten
ve şeytanın üslûp ve metodlarına uymaktan daha büyük kayıp ne olabilir?
Şeytan kendi
dostlarına batıl vaadlerde bulunmakta ve yalan kuruntular vermektedir.
Mallarını Allah yolunda harcadıkları zaman fakirlik, hastalık ve kalkınma
kervanından geri kalmakla onları korkutmakta, meselâ kumar oynamakla onlara
zenginlik ve servet vaadinde bulunmakta ve kendilerinin dünya ve ahirette
kazanacakları temennisinde bulunmakta, bu hususta yalan ve iftira uydurmaktadır.
Şeytan onlara sadece
aldatıcı vaadlerde yani aldanacakları batıl vaadlerde bulunmaktadır. Bu
vaadleri zina, kumar ve içki içmek gibi bazı şeylerde faydalarla
süslemektedir. Halbuki bunlar pek çok zararlı şeyler, kötülükler ve elemlerle
doludur. Nitekim Cenab-ı Hak kıyamet gününde İblis'in durumunu anlatırken
şöyle buyurmaktadır:
"Allah'ın emri
yerine gelince şeytan dostlarına şöyle der: Şüphesiz Allah size gerçek bir
vaadde bulunmuştu. Ben de size bir vaadde bulunmuştum. Fakat ben size olan vaadimi
bozdum. Benim sizin üzerinizde hiçbir nüfuzum, tesirim yoktu. Ben sadece sizi
(sapıklığa) davet ettim. Siz de benim bu davetimi kabul ettiniz..."
(İbrahim, 14/22).
İşte şeytanın yaptığı
vaadleri ve ortaya koyduğu kuruntuları güzel görenlerin varacağı ve ulaşacağı
yer kıyamet gününde cehennemdir. Onlar orada kaçacakları bir yer bulamazlar.
Yani onların ayrılacakları, sığınacakları hiçbir yer yoktur, hiçbir kurtuluş
yoktur, hiçbir sığınak yoktur. Onlar ateş üzerine yaygı serip oturan kimsenin
sıçraması gibi cehennemde sıçrayıp dururlar.
Cenab-ı Hak bundan
sonra saadete erenlerin ve takva sahiplerinin durumunu ve verilen tam ikramı
anlatarak şöyle buyurdu: İman edenler Allah'ı, peygamberlerini, kitaplarını,
ahiret gününü tasdik edip O'nun kaza ve kaderine razı olanlar, salih ameller
işleyenler yani güzel amelleri ve kendilerine emredilen hayırlı amelleri
işleyenler, nehyedildikleri çirkin amelleri terk edenler... İşte bunları Allah
ihtiva ettiği çeşitli ebedî nimetlerle birlikte altlarından ırmaklar akan
cennetlere koyacaktır. Onlar orada diledikleri şekilde ve nereye isterlerse
gideceklerdir. Onlar orada devamlı bir şekilde hiçbir zeval ve yer değiştirme
olmaksızın ebedî olarak kalacaklardır. İşte bu, gönüllerin arzuladığı en büyük,
en yüce kazançtır.
Bu vaad hiçbir şüphe
olmayan gerçek bir vaaddir. Yani bu Allah tarafından bir vaaddir. Allah'ın
vaadi ise hiç şüphesiz meydana gelecektir.
Bu sebeple bu ifadeyi
haberin gerçekleşeceğine delâlet eden bir mastarla yani "hakkan"
(gerçekten) ifadesiyle vurgulamıştır.
Her şeye kadir olan
O'dur. O ikramı, rahmeti ve lütfü geniş olandır. Şeytanın vaadi ise aldatmacı
bir söz ve yalandır. Bundan sonra Cenab-ı Hak şöyle buyurdu: "Allah'tan
daha güzel sözlü kim olabilir?" Yani Allah'tan daha doğru sözlü, haberi daha
doğru hiçbir kimse olamaz. O'ndan başka ilâh yoktur. O'ndan başka rab da
yoktur.
Resulullah (s.a.)
Tirmizî'nin rivayet ettiği hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Sözlerin en
doğrusu Allah kelâmıdır. Hidayetin en hayırlısı Muhammed (s.a.)'in hidayetidir.
İşlerin en kötüsü sonradan çıkanlardır. Her sonradan çıkan şey bidattir. Her
bidat de sapıklıktır. Her sapıklık da cehenneme lâyıktır."
[150]
Bu ayetlerde şu
konulara işaret edilmektedir:
1-
"Şüphesiz ki Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez." ayeti
Haricîlere reddiyedir. Zira Haricîler büyük günah (kebâir) işleyen kimsenin
kâfir olduğunu iddia etmişlerdir. Hz. Ali (r.a.)'den bu ayetin Kur*an ayetleri
içinde kendisinin en çok hoşuna giden ayet olduğuna dair bir hadisi yukarıda
zikretmiştik.
Malikîler ve diğer
ehl-i sünnet alimleri kâfirlerden başka hiç kimsenin cehennemde ebedî
kalmayacağı görüşünde ittifak etmişlerdir. Yine ehl-i kıbleden olan fasık kimse
tevbe etmeden ölmüşse bu kimsenin cehennemde azap görse bile hiç şüphesiz
Resulullah (s.a.)'m şefaatiyle yahut tamamen Allah'ın rahme-tiyle cehennemden
çıkacağı muhakkaktır
Dahhâk diyor ki:
Bedevilerden yaşlı bir şahıs Peygamberimiz (s.a.)'e gelip:
- Ya Rasulallah! Ben
günah ve hatalara dalan yaşlı bir kimseyim. Ancak Allah'ı tanıyıp iman
ettiğimden bu yana O'na hiçbir şeyi şirk koşmadım. Allah katında benim durumum
ne olur? dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak "Şüphesiz ki Allah kendisine şirk
koşulmasını affetmez. Bunun dışındaki dilediği kimseleri affeder."
buyurdu.
2- Allah'ın
putları "dişi" olarak tavsif etmesi putların güçsüz olduklarına hafif
yollu işarettir.
"Onlar Allah'ı
bırakıp dişilere yalvarıp yakarırlar" ayeti Mekke halkı hakkında inmiştir.
Zira onlar putlara tapıyorlardı. Bu putlar Lat, Uzza ve Me-nat gibi "dişi"
olarak nitelendirilen putlardı. Her mahallenin taptığı bir put vardı.
Mekkeliler bu putlar için "Falan kabilenin putu" manasına "Falan
kabilenin dişisi" ifadesini kullanıyorlardı. Buradaki ayet ise hayret
etme makamında gelmiştir. Zira her cinsin dişisi o cinsin düşük kalitelisidir.
İşte bu da cansız varlıkları Allah'a ortak koşan, onlara "dişi"
ismini veren yahut onların dişi olduklarına inanan kimselerin bilgisizliğidir.
Bir görüşe göre
"Dişilere yalvarıyorlar" demek ölülere yalvarıyorlar demektir. Çünkü
ağaç gibi, taş gibi varlıklar canı olmayan ölülerdir. Bir başka görüşe göre
"dişiler", meleklerdir. Zira putperestler "Melekler Allah'ın
kızlarıdır, onlar bizim Allah katında şefaatçilerimizdir" diyorlardı.
3- Şeytana
itaat etmek ona ibadet etmek, ona tapmak demektir. "Onlar sadece inatçı
şeytana yalvarıp yakarırlar."
ayetiyle İblis kastedilmektedir. Zira onlar şeytanın gösterdiği yola
itaat ettikleri zaman ona tapmış olmaktadırlar.
Bu ayetin mana
yönünden benzeri şu ayettir: "Onlar Allah'ı bırakıp din adamlarını ve
ruhbanlarını rabler edindiler." (Tevbe, 9/31). Yani onlar din adamlarına
tapmadılar, sadece emrettikleri hususlarda onlara itaat ettiler.
4- İblis'i lanetleme: Lanet -örfte- kızgınlık ve
gazapla birlikte olan uzaklaştırma demektir. Allah'ın bizzat isim vererek
İblis'e laneti caizdir. Ayrıca Firavun, Haman ve Ebu Cehil gibi ölmüş
kâfirlere lanet okumak da caizdir. Küfürlerine karşılık olmak ve küfürlerinin
çirkinliğini ortaya koymak için isim vermeksizin topluca kâfirleri lanetlemek
caizdir.
"İyi bilin ki,
Allah'ın laneti zalimlerin üzerinedir." (Hud, 11/18) ayetinin delaletiyle
isim vermeksizin zalimlere lanet etmek de caizdir. Mutlak olarak isyankâr
kimseye lanet etmek de ittifakla caizdir. Zira Peygamberimiz (s.a.) İmam Ahmed,
Buharî, Müslim, Nesaî ve İbni Mace'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ettiği
hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Allah hırsıza lanet etmiştir. Hırsız
miğfer çalar ve eli kesilir." Bütün bu lanetler isim verilmeksizin
yapılır.
5- Şeytanın
öğrencileri kâfirler ve isyankârlardır. Bu kimseler şeytanın özellikle
azdırdığı ve dalâlete düşürdüğü kimselerdir. Hadiste şöyle bir ifade yer
almaktadır: "Her bin kişiden biri Allah'a, diğeri şeytana aittir."
Cenab-ı Peygamber'in Sahih-i Müslim'de yer alan hadisinde haber verdiği
cehennem grubu şeytanın nasibidir.
6- Şeytanın
araçları: Saptırmak (hidayet yolundan çevimek), hayır işlemekte ve tevbe
etmekte mühlet vermek suretiyle hayat boyunca batıl temennilerle oyalamak...
Masiyette ısrar etmekle birlikte bilgili olmak... Hayvanların kulaklarını
kesmek ve bunu putların alâmeti olarak yapmak... Yaradılışın aslını
değiştirmek... Hayalarını burmak, gözleri çıkarmak, kulakları kesmek gibi
hayvanlara eziyet etmek suretiyle maddî değişiklik yapmak, inancı değiştirmek,
tuğyana düşerek helâli haram, haramı helâl saymak suretiyle manevî değişiklik
yapmak.
Müslim Iyad b.
Hımar'dan naklediyor: Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Allah
(c.c.) buyuruyor: Ben kullarımı tevhid ehli olarak yarattım. Onlara şeytanlar
geldi. Onları dinlerinden uzaklaştırdılar. Kendilerine helâl kıldığım şeyleri
haram kıldılar."
Bu değişiklik şeytanın
fiilinden ve tesirinden dolayı olunca Peygamberimiz (s.a.) Ebu Davud'un Hz.
Ali (r.a.)den rivayet ettiği kurbanlar hakkında nakil şöyledir: "Göz ve
kulaklara dikkat etmemizi, şaşı, kulağı kesik, kulağının ucu kesik veya kulağı
yarık koyunları kurban etmememizi emretmişti."
İmam Malik, Şafiî ve
fakih alimlerden bir grup kulağının bir kısmı veya çoğu kesik olan yahut
kulaksız doğan koyunun kurban olmasını bu sebeple caiz görmemişlerdir.
Hayvanların iğdiş
edilmesine gelince, alimlerden bir grup kurbanın etlenmesi ve benzeri fayda
amacı güdüldüğü zaman bunu caiz görmüşlerdir. Cumhur da iğdiş edilmiş hayvanın
kurban edilmesini caiz görmüşlerdir.
İnsanoğlunun iğdiş
edilmesine gelince, bu haramdır. Zira iğdiş etmekte belki de sahibinin helak
olmasına sebep olacak büyük bir acı vardır. Bu bir çeşit "müsle"
(azaları yok etme) olup Peygamberimiz (s.a.) bundan nehyetmiştir. Ayrıca neslin
kesilmesine sebep olur. Peygamberimiz (s.a.) Abdürrezzak'm Said b. Ebî
Hilâl'den -mürsel olarak- rivayet edilen hadis-i şeriflerinde: "Evleniniz,
çoğalınız. Ben kıyamet gününde diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar
ederim" buyurmuştur.
Hayvanın diğerlerinden
ayırdedilmesi için hayvana dövme yapılması veya işaretlenmesi Peygamberimiz
(s.a.)'in şeytanla ilgili yasaklamalarından istisna edilmiştir.
Vesm, ateşle yapılan
dağlama demektir. Sahih-i Müslim'de Enes (r.a.)'ten rivayet edildiğine göre
Enes (r.a.) şöyle anlatıyor: "Resulullah (s.a.)'ın elinde işaretleme aleti
gördüm. Peygamberimiz (s.a.) her malın bilinmesi, hakkının yerine getirilmesi,
bundan başkasına geçilmemesi için sadaka ve ganimet develerini
işaretliyordu."
Vesm, yüz dışında
bütün azalarda caizdir. Zira yüz güzelliğin merkezidir. Çünkü hayat onunla
kaimdir.
Müslim'in Cabir'den
rivayetine göre "Resulullah (s.a.) yüze vurmaktan ve yüze dövme yapmaktan
nehyetti."
Yasak olan değiştirme
hallerinden birisi de dövme yapmak ve yaptırmak, peruk takmak ve taktırmaktır
ve bunun delili İbni Mes'ud hadisidir. Bu hadis dövmenin haram olduğu hakkında
açık bir ifadedir.
"Veşm :
döğme" kadının elinin sırtına ve bileğine iğne batırması, sonra bu deliği
sürme veya mum dumanı ile doldurması ve elin yeşillenmesidir.
Bu hadis peruk
takmanın da haram olduğuna açık bir delildir.
7- Şeytana
uymak kayıptır. Çünkü Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor: "Kim Allah'ı bırakıp
da şeytanı dost edinirse" yani şeytana itaat eder, Allah'ın emrini terk
ederse "şüphesiz ki o apaçık bir hüsrana uğramış olur." Yani kendini
kaybeder ve Allah Teâlâ'nın hakkını terk etmek sebebiyle aldanır.
8- Şeytanın
vaadleri ve temennileri yalancı ve aldatıcıdır: "Şeytan onlara vaadde
bulunur ve onları boş kuruntulara sokar. Şeytan onlara sadece aldatıcı
vaadlerde bulunmaktadır."
Ayetin manası şudur:
Şeytan batıl ve lüzumsuz mal, mevki ve makam vaadinde bulunur, öldükten sonra
dirilme ve ceza olmadığını söyler. Onlara hayır yolunda harcama yapmamaları
için fakirlik vesvesesi verir. Bütün bunlar aldatma ve kandırmadır.
İbni Arafe diyor ki:
"Gurur, aldatıcı husus", görünüşte hoşuna giden şey olup özü
hoşlanılmayan veya bilinmeyen şey demektir. Şeytan çok aldatıcıdır. Çünkü o
nefsin arzu edeceği şeylere teşvikte bulunur. Halbuki bunun ardında kötülük
vardır.
9- Şeytana
itaat edenlerin cezası cehennemdir. "İşte böylelerin yeri cehennemdir.
Onlar oradan kaçacak -sığınılacak- bir yer bulamayacaklardır."
10- Salih
ameller ve hayırlar işleyen müminlerin sevabı, altlarından ırmaklar akan
ebediyet cennetleridir. Bu ifade her çeşit daimî ve hoşa giden nimetlere,
gönül huzuruna, zihin rahatlığına ve ebedî mutluluğa işaret etmektedir.
Allah'tan daha doğru
sözlü kim olabilir? Yani Allah Teâlâ'dan daha doğru sözlü, vaadi daha doğru
olan hiçbir kimse yoktur.
[151]
123- Bu durum ne sizin kuruntunuza, ne de Ehl-i
Kitab'ın kuruntusuna göredir. Kim bir kötülük işlerse onun cezasını
görecektir. O kimse kendisine Allah'tan başka hiçbir dost ve yardımcı bulamaz.
124- Erkek veya kadın
kim mümin olarak güzel amelleri işlerse bu gibi kimseler cennete girerler.
Onlara zerre kadar haksızlık yapılmaz.
125- İyi ameller
işleyerek kendisini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in tevhid dinine tabi olan
kimseden daha güzel dindar kim olabilir? Allah İbrahim'i kendine dost
edinmişti.
126- Göklerde olan ve
yerde olan her şey Allah'ındır. Allah her şeyi kuşatıcıdır.
"Yüzünü Allah'a
teslim eden..." ifadesinde istiare vardır. "Yüz" kelimesi kasıt
ve cihet için istiare edilmiştir.
"Ahsenü..."
ve "muhsinün" kelimelerinde cinas-i mugayir sanatı vardır.
[152]
"Bu durum ne
sizin kuruntunuza ne de Ehl-i Kitab'ın kuruntusuna göredir. " Bu durum
temennilere bağlı değil, bilakis salih amellere bağlıdır.
"Kim bir kötülük
işlerse" ya ahirette ya da hadiste geldiği gibi belâ ve mihnetlerle
"onun cezasını görecektir."
"O kimse
kendisine" işini üstlenecek, kendisini koruyacak ve kendisinden azabı
giderecek "hiçbir dost ve" kendisine yardımcı olacak, himaye edecek,
başına gelen bu durumdan kendisini kurtaracak hiçbir "yardımcı
bulamaz."
"Onlara zerre
kadar haksızlık yapılmaz." Nekîr veya nekre, hurma çekirdeğinin
üzerindeki bir nokta demektir. Azlık için bir örnek olarak zikredilmektedir.
"İyi ameller
işleyerek" yani iyi amelleri yapıp kötü amelleri terk ederek
"kendisini Allah'a teslim eden" O'na boyun eğen, amellerinde ihlâslı
olan "tev-hid ehli olarak" sapıklığı, dalâleti ve diğer bütün dinleri
bırakıp sağlam ve hak dine meylederek "ibrahim'in dinine, İslâm dinine
uygun dinine "tabi olan kimseden daha güzel dindar kim olabilir?"
"Allah İbrahim'i
kendine dost" seçkin, sevgisi samimi bir dost "edinmişti."
"Göklerde olan ve
yerde olan" mülk, yaratık, kul vb. "herşey Allah'ındır. Allah her
şeyi kuşatıcıdır." Bütün her şeye kadir olmakla birlikte herşeyi bilmektedir.
Allah'ın bu sıfatı daimidir.
[153]
İbni Ebî Hatim İbni
Abbas (r.a.)'tan naklediyor: Yahudi ve Hıristiyanlar ""Bizden
başkaları cennete girmeyecek dediler. Kureyşliler de "Biz tekrar
diril-meyeceğiz" dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak şu ayeti indirdi:
"Bu durum ne sizin kuruntunuz, ne de Ehl-i Kitab'ın kuruntusuna
göredir..." (Nisa, 4/123).
İbni Cerir et-Taberî
Mesruk'un şu sözünü naklediyor: Hıristiyanlar ve İslâm ehli birbirlerine karşı
övünmeye başladılar. Bu grup:
-Biz sizden daha
üstünüz, dedi. Diğer grup da:
-Biz sizden daha
üstünüz, dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak şu ayeti indirdi: "Bu durum ne
sizin kuruntunuz ne de Ehl-i Kitab'ın kuruntusuna göredir." (Nisa, 4/123).
Yine Taberî Mesruk'tan
naklediyor: "Bu durum ne sizin kuruntunuza ne de Ehl-i Kitab'ın
kuruntusuna göredir" ayeti indiği zaman Ehl-i Kitap müminlere "Siz
de bizimle eşitsiniz" dediler. Bunun üzerine şu ayet nazil oldu:
"Erkek veya kadın kim mümin olarak güzel ameller işlerse bu gibi kimseler
cennete girerler..." (Nisa, 4/124).
[154]
Cenab-ı Hak geçen
ayetlerde asılsız kuruntular verme hususunda şeytanın rolünü zikredip Ehl-i
Kitab'ın ve bazı zayıf imanlı Müslümanların gönüllerinde tesiri olduğunu beyan
edince bu kuruntuların tesirini, salih amel işlemenin fazileti ve mükâfatını
beyan etmek gayet münasip olmuştur.
İbni Cerir ve İbni Ebî
Hatim Süddî'den naklediyorlar: Müslüman, Yahudi ve Hıristiyanlardan bir grup
bir araya gelmişlerdi. Yahudiler Müslümanlara:
-Biz sizden daha
hayırlıyız, bizim dinimiz sizin dininizden öncedir, bizim kitabımız sizin
kitabınızdan öncedir, bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden öncedir, biz
Hz. İbrahim (a.s.)'in dini üzerindeyiz, cennete sadece Yahudi olanlar
girecektir, dediler.
Hıristiyanlar da bu
sözün benzerini söylediler. Müslümanlar ise:
-Bizim kitabımız sizin
kitabınızdan sonradır, bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden sonradır, siz
bize tabi olmakla ve bu eski dininizi terk etmekle emrolundunuz; biz sizden
daha hayırlıyız, biz Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. İshak'm (a.s.) dini
üzerineyiz; bundan sonra cennete sadece bizim dinimiz üzerine olanlar
girecektir, dediler.
Bunun üzerine "Bu
durum ne sizin kuruntunuza, ne de Ehl-i Kitab'ın kuruntusuna göredir."
(Nisa, 4/123) ayeti nazil oldu. Cenab-ı Hak Müslümanların diğer dinlerin
ehlinden onlara karşı övünen kimselere karşı ortaya koydukları hüccetlerini
destekleyip Müslümanları galip kıldı.
Bu hadisin benzeri
Katade'den de nakledilmiştir.
[155]
Durum ne sizin
kuruntularınıza bağlıdır ey Müslümanlar, ne de sizin kuruntularınıza bağlıdır
ey Kitap Ehli! Amellerin karşılığı yapılan amele bağlıdır. Mücerret temenni ile
ne size, ne de onlara kurtuluş yoktur. İtibar edilen ve değer verilen husus
Allah'a itaat, değerli peygamberlerinin diliyle Allah'ın tayin ettiği şeriata
uymaktır.
İbni Ebî Şeybe Hasan-ı
Basrî'den -mevkuf olarak- naklediyor: "İman temenniden ibaret değildir.
Fakat kalpte yerleşen ve amelin de kendisini tasdik ettiği şeydir." Yine
Hasan-ı Basrî diyor ki: "Bir kavmi mağfiret aldattı. Dünyadan günahlarla
dolu olarak çıktılar. Sadık ve samimi olsalardı amellerini
güzelleştirirlerdi."
Kim bir kötülük
işlerse onun cezasını görecektir. Zira verilen karşılık amelin eseridir.
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Kim zerre ağırlığınca kötülük işlerse
onu görür." (Zelzele, 99/8).
İmam Ahmed Ebu Bekir
b. Zübeyr'den rivayet ediyor: Haber verildiğine göre Hz. Ebu Bekir (r.a.)
Peygamberimiz (s.a.)'e:
— Ya Rasulallah!
"Bu durum ne sizin kuruntunuza ne de Ehl-i Kitab'ın kuruntusuna
göredir" ayetinden sonra kurtuluş nasıl olacaktır? Her işlediğimiz kötülükle
cezalandırılacak mıyız? diye sordu. Peygamberimiz (s.a.) şöyle cevap verdi:
— Allah seni mağfiret
eylesin ey Ebu Bekir! Sen hastalanmıyor musun? Yorulmuyor musun? Üzülmüyor
musun? Sana bir sıkıntı isabet etmiyor mu? Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir (r.a.):
— Evet dedi. Efendimiz
(s.a.):
— İşte bu
cezalandırıldığınız şeylerdendir buyurdu,
Said b. Mansur, Ahmed,
Müslim, Tirmizî ve Nesaî Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet ediyorlar: "Kim
bir kötülük işlerse onun cezasını görecektir" ayeti indiği zaman bu durum
Müslümanlara ağır geldi. Bunun üzerine Resulullah (a.s.):
— Doğru olun ve
doğruluğa yaklaşın. Zira Müslümana isabet eden her şeyde Müslüman için kefaret
vardır. Hatta ayağına batan dikende, çektiği sıkıntıda kefaret vardır,
buyurdu.
Bu hadis ve benzerleri
dünyadaki hastalıklar, belâlar, musibetler ile dünyanın dertleri ve korkulan
sebebiyle Allah'ın hataları sileceğine delâlet etmektedir.
Kim kötülük işlerse
kendisinin işini üstlenecek, kendisini koruyacak ve kendisinden cezayı
kaldıracak hiçbir dost ve kendisine yardımcı olacak ve başına gelen bu
durumdan kendisini kurtaracak hiçbir yardımcı bulamaz. Ölçü sadece iman ve
amellerdir, temenni, kuruntu ve rüyalar değildir.
Buna mukabil olarak,
karşılaştırma ve adalet gereği olarak -bu ameli işleyen ister kadın ister
erkek olsun- imanında sadık olduğu halde nefsini ıslah edecek salih amel
işlerse bu şekilde amel edip Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimseler
cennete girecekler ve amellerinin ecirlerinden, isterse bu amel gayet basit ve
zerre kadar bile olsa hiçbir haksızlığa uğramayacaklardır.
Cennetin ve saadetin
yolu imanla birlikte salih amel işlemektir. Cehennemin yolu ise kötü ameldir.
Allah'ın şeriatı ve dinine uyulmadığı müddetçe övünmek bir millete veya gruba
ya da peygambere mensup olmak hiçbir yarar sağlamayacaktır.
Cenab-ı Hak bundan
sonra kemal derecelerini zikrederek devam etti ve şöyle buyurdu: Kalbini sadece
Allah'a ihlâsla teslim eden, dua veya dileğinde O'ndan başkasına yönelmeyen,
gönlünü O'ndan başka rab veya mabud tanımaksızın sadece Allah'a teslim eden
kimseden din yönünden daha güzel kim olabilir?
Ayette kalbin
yönelmesi ve maksat "yüzü teslim etmek" şeklinde ifade edilmiştir.
Zira yüz kalpte bulunan duygu ve düşüncelerin aynasıdır.
O kimse bu kalbi ihlâs
ile ve kâmil imanla birlikte güzel amel işler, yani iyilikleri yapar,
kötülükleri terk eder, faziletli ahlâk ve hasletlerle muttasıf olur. Şirkten
yüz çevirmekle, putperestlik ve putperestlerden uzak durmak suretiyle tevhid
dini olan Hz. İbrahim (a.s.)'in dinine tabi olur. Hak din olan İslâm dinine
sarılır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Bir zaman
İbrahim babasına ve kavmine şöyle demişti: Ben sizin tapmakta olduğunuz bütün
ilâhlardan kesinlikle uzağım. Ancak beni yaratan müstesna. Beni O hidayete
ulaştıracaktır. İbrahim bu tevhid kelimesini kendisinden sonrakilere onlar
hakka dönsünler diye, ebedî bir kelime olarak bıraktı." (Zuhruf,
43/26-27).
"De ki: Hayır!
Biz hakka yönelen İbrahim'in dinine uyarız. O Allah'a ortak koşanlardan
değildi." (Bakara, 2/135).
"Allah İbrahim'i
kendine dost edinmiştir." Bu cümle ara cümlesi olup mecazi bir mana
taşır. Yani Allah İbrahim (a.s.)'i seçti, O'na samimi dostun samimi dostuna
yaptığı ikramına benzer özel ikramda bulundu. Allah katında Allah'ın kendisini
samimi dost edinecek kadar yakın bir dereceye sahip olan kimse dinine ve
yoluna tabi olmaya lâyık bir kimsedir.
Yani Allah İbrahim
(a.s.)'e selim bir fıtrat ve inanç, kuvvetli bir akıl ve tertemiz bir ruh,
Allah'ı kâmil manada tanıma iradesi, güçlü bir azim, putperestlik ve şirkle
savaşma hususunda yüce bir gayret vermek suretiyle lütufta bulunmuş; böylece
İbrahim (a.s.) ulü'1-azm (son derece azimli ve yüksek mertebeli) peygamberlerden
biri olmuştu. O Rahman'ın samimi dostu ve şeytanın düşmanıdır.
Cenab-ı Hak bundan
sonra itaat etmenin sebep ve hikmetini zikrederek şöyle buyurdu:
Göklerde ve yerde
bulunan her şey Allah'ın mülkü, O'nun kullan ve yaratıklarıdır. Bütün hepsinde
tasarrufta bulunan sadece O'dur. O'nun takdir ettiği kaderi geri çevirecek bir
güç, verdiği hükmü reddedecek bir kuvvet yoktur. Azameti ve kudreti, adaleti,
hikmeti, lütfü ve rahmeti sebebiyle O'nun yaptığından sual edilmez. O'nun
kudretiyle birlikte ilmi her şeyi kuşatıcıdır, hepsinde nüfuz sahibidir.
Kullarından hiçbir şey O'na gizli kalmaz. O'nun ilminde göklerde ve yerde
bulunan zerre ağırlığınca bir şey, zerreden küçüğü de büyüğü de gizli kalmaz.
Kullarının amellerini bilen kimse hayırlı ve şerli amellerinin karşılığını
onlara verecektir. Kulların üzerine düşen kendileri için en güzel olanı tercih
etmektir.
Bu ayet salih amel
işleyenlerle kötü amel işleyenlerin zikredildiği ayetle sıkı irtibat
halindedir. Mana şu şekildedir: Göklerin ve- yerin mülkü Allah'ındır. O'na
itaat etmek onların üzerlerine vaciptir. Kâinatı çevreleyen yüce kudret sahibi
olmak, vaad ettiği ve tehdit ettiği şeyleri yerine getirmek sıfatıyla muttasıf
olması sebebiyle her şeyde kendisine yönelmeye lâyık olan Allah Teâlâ'dır.
Hatta İbrahim Halil (a.s.) ve diğer peygamberler de Allah'a yönelmek
zorundadırlar.
[156]
Bu ayetler aşağıdaki
hüküm ve tavsiyelere delâlet etmektedirler:
1- Hiçbir
kimsenin emel ve temennilerle ilgisi yoktur. Sevap ve ceza amele bağlıdır. Kim
salih amel işlerse kendi lehinedir. Kim kötü amel işlerse kendi aleyhinedir.
Yüce Allah (c.c.) kullarına zulmedici değildir.
Salih kulların dostu
ve yardımcısı Allah'tır. Dalâlet ve fesat ehlinin yardımcısı da şeytandır.
Şeytan ise kendi nefsini Allah'ın azabından kurtarmaktan acizdir; nasıl dünya
hayatında aldattığı kimseleri koruyabilsin?
Müşriklerin işlerini
üstlenecek bir dostları veya onlara yardım edecek bir yardımcıları yoktur. Yani
ayet kâfirle ilgili kabul edilirse kâfirin dost ve yardımcısı yoktur; müminle
ilgili kabul edilirse müminin Allah'tan başka dost ve yardımcısı yoktur,
demektir.
2- Güzel
ameller iman olmadıkça kabul edilmez. "Erkek veya kadın kim mümin olarak
güzel ameller işlerse ..." buyurulmaktadır. Dolayısıyla iman asıl şarttır.
Zira o, din binasının temelidir.
Çünkü müşrikler
Kabe'nin hizmetini, hacılara yemek yedirme, misafiri ağırlama vazifelerini
yerine getiriyorlardı. Ehl-i Kitab'ın ise önceliği vardı. Ehl-i Kitap "Biz
Allah'ın oğulları ve dostlarıyız" diyorlardı. Fakat salih amelleri bu
ayetin gereğince iman olmadığı için hiçbirine fayda vermeyecektir.
3- İslâm
dininin diğer dinlere üstünlüğü: Çünkü "İyi ameller işleyerek kendisini
Allah'a teslim eden ve İbrahim'in tevhid dinine tabi olan kimseden daha güzel
dindar kim olabilir." buyurulmuştur.
'Yüzünü Allah'a teslim
eden..." ifadesinin manası kim dinine Allah için ih-lâslı bir şekilde
bağlanırsa, boyun eğerse ve O'na ibadetle yönelirse demektir. Bazı alimler
"iyi ameller işleyerek" ifadesinin manasını "tevhid ehli
olarak" şeklinde anlamışlardır. Bu ifadeye Ehl-i Kitap girmez. Çünkü Ehl-i
Kitap Hz. Muhammed (s.a.)'e imanı terk etmişlerdir. Millet kısaca ve öz
manasıyla din demek, Hanîf ise müslüman demektir.
4- İbrahim
(a.s.) Allah'ın halilidir (samimi dostudur). Zemahşerî diyor ki[157]: Bu
ifade samimi dostun yanında samimi dostun ikramına benzer ikramıyla
Allah'ın özel olarak
Hz. İbrahim'e ikramda bulunmasından, O'nu seçmesinden mecazdır.
"Halil"
kendisiyle dostluk kurulan demektir. Halil, senin hasletlerinde sana uygun
olan, senin yolunda, seninle birlikte yürüyen ya da senin kendisinin
noksanlarını kapattığın gibi senin noksanlıklarını kapatan kimsedir.
Sa'leb diyor ki:
Samimi dosta "halil" ismi verilmiştir. Çünkü onun sevgisi kalbe
işliyor, kalpte hiçbir boşluk bırakmadan kalbi tamamen dolduruyor.
Denilmiştir ki:
Halil'in anlamı meful manasında, (mahbûb) manasmdaki habîb) gibidir. İbrahim
(a.s.) Allah'ı seven ve Allah tarafından sevilen bir zat idi.
Yine denilmiştir ki:
"Halil" kelimesinin manası özel olmaktır. Yani İbrahim (a.s.),
devrinde peygamberlik için seçilmiştir.
Her ne durumda olursa
olsun Allah'ın İbrahim (a.s.)'i halili (samimi dostu) olarak seçmesinde zatının
veya sıfatlarının gerçeğine yaklaşmakla hiçbir ilişki yoktur. Allah'ın O'nu
halili olarak seçmesinin sebebi ya yemek ikramında bulunması yahut kendisinin
ölünceye kadar Rabbinin hadimi olma yolunu seçmesidir.
Kasım b. Ebî Ümame'den
rivayet edildiğine göre Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz
ki Allah İbrahim'i halili (samimi dostu) olarak seçtiği gibi beni de halili
olarak seçmiştir. Ayrıca hiçbir peygamber yoktur ki bir halili olmasın. Benim
halilim de Ebu Bekir'dir."
[158]
5- Allah
göklerin ve yerin gerçek sahibi ve yaratıcısıdır. "Göklerde ve yerde olan
her şey Allah'ındır." ayetinin manası burada şudur: Allah Hz. İbrahim'i
O'nun dostluğuna muhtaç olduğu için, yahut O'ndan destek almak için değil O'nun
güzel bir şekilde kendisine itaat etmesi sebebiyle halili olarak seçti. Zira
göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır. Sadece kendisinin emrine uyduğu
için O'na ikramda bulunmuştur.
6- Allah'ın
ilminin geniş olması: "Allah her şeyi kuşatıcıdır." Yani O'nun ilmi
her şeyi kuşatmaktadır.
[159]
127- Kadınlar hakkında
senden fetva istiyorlar. De ki: Kadınlar hakkında size fetvayı Allah veriyor:
Kendilerine yazılan haklarını vermediğiniz ve kendilerini nikahlamak
istediğiniz yetim kızlar ve zavallı çocuklar hakkındaki ve yetimlere adaletle
davranmanız hususundaki hükümleri Kur'an'da size okunan ayetler
açıklar. Ne hayır işlerseniz şüphesiz ki Allah onu bilir.
128- Bir kadın eğer
kocasının geçimsizliğinden ya da kocasının kendisinden yüz çevirmesinden
endişe ederse karı-kocanın aralarında anlaşarak sulh olmalarında ikisine de
bir sakınca yoktur. Sulh daha hayırlıdır. Ne var ki nefisler cimri olarak
yaratılmıştır. Eğer iyi geçinir, gerçekten Allah'tan korkar-sanız şüphesiz
Allah yaptıklarınızdan tamamen haberdardır.
129- Ne kadar isteseniz de hanımlar arasında
adaleti sağlamaya gücünüz yetmez. O halde (hiç olmazsa) birine tamamen meyledip
diğerini askılı gibi bırakmayın. Eğer nefsinizi ıslah eder, Allah'tan korkar
sanız muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir.
130- Eğer karı-koca
birbirlerinden ayrılacak olurlarsa Allah onların her birini geniş lütfayla
kimseye muhtaç bı-rakmaz. Allah lütfü geniş ve sonsuz hikmet sahibidir.
"Yuslıha
beynehümâ sulha... Ves-sulhu" ve "Temüû küllel-meyl" cümlesinde
cinas-i mugayir sanatı bulunmaktadır, "...diğerini askılı gibi
bırakmayın." cümlesinde ise mürsel mücmel teşbih sanatı vardır.
[160]
"Kadınlar
hakkında" kadınların durumu ve mirasları hususunda "senden fetva
istiyorlar. De ki: Kendilerine yazılan" farz kılınan miras ve mehir gibi
"haklarını vermediğiniz ve kendilerini nikahlamak istediğiniz yetim kızlar
ve zavallı çocuklar hakkındaki ve yetimlere" miras ve mehirde
"adaletle davranmanız hususundaki" size kapalı gelen "hükümleri
Kur'an'da size okunan ayetler açıklar. Ne hayır işlerseniz şüphesiz ki Allah
onu bilir." Yaptığınızın karşılığını verir.
"Bir kadın eğer
kocasının geçimsizliğinden" yatağını "terk etmek suretiyle
kibirlenmesinden dolayı veya hanımına buğzetmesi ve gözünün hanımından daha
güzel birine kaymasından dolayı ihmalkârlığından "ya da kocasının kendisinden
yüz çevirmesinden endişe ederse" aile beraberliğini arzu ederek, taksim
veya nafaka konusunda kadının kocasına mal verme teklifinde bulunması suretiyle
"karı kocanın aralarında anlaşarak sulh olmalarında ikisine de bir sakınca
yoktur." Kocası buna razı olursa ne âlâ. Aksi takdirde hanımının hakkını
vermesi yahut hanımından ayrılması gerekir. "Sulh" ayrılık,
geçimsizlik ve yüz çevirmekten "daha hayırlıdır. Ne var ki "Nefisler
cimri" son derece açgözlü "olarak yaratılmıştır." Ayetin manası
şöyledir: Kadın kocasından alacağına müsamaha göstermez. Erkek de hanımından
başkasını sevdiği zaman hanımına neredeyse hiç hoşgörü' göstermez.
"Eğer" hanımlarla "iyi geçinir" kadınlara zulmetmek
hususunda gerçekten "Allah'tan korkarsanız şüphesiz Allah yaptıklarınızdan
tamamen haberdardır." Yaptıklarınıza karşı size mükâfat verecektir.
"Ne kadar
isteseniz de hanımlar arasında" sevgi hususunda "adaleti sağlamaya
gücünüz yetmez. O halde" hiç olmazsa mal taksimi ye nafaka hususunda
hanımlardan "birine tamamen meyledip diğerini" ne boşanmış ne de evli
imiş gibi olmayan "asılı gibi bırakmayın." "Eğer"
Taksimlerde adalet göstermek suretiyle "nefsinizi ıslah ederseniz" zulmetmekten
"Allah'tan korkarsanız muhakkak ki Allah" kalbinizde olan meyli
"çok bağışlayan ve" size "çok merhamet edendir."
"Eğer karı-koca
birbirlerinden ayrılacak olurlarsa Allah onların her birini geniş
lütfuyla" yani hanıma başka bir eş lütfederek yahut kocaya başka bir eş
lütfederek "kimseye muhtaç bırakmaz. Allah" mahlûkatına karşı
"lütfü geniş" ve onlara emrettiği hususlarda "sonsuz hikmet
sahibidir."
[161]
"Kadınlar
hakkında senden..." 127. ayetin nüzul sebebi: Buharı bu ayet hakkında Hz.
Aişe (r.a.)'nin şu sözünü nakletmiştir: Yanında yetim bir kız yetiştiren, o
yetim kızın velisi ve varisi olan, malında hatta hurma
salkımında ortak kıldığı
halde o yetim kızla evlenmekten yüz çeviren ve o kızı başka biriyle
evlenmeyezorlayan, o şahsı yetim kızın malına ortak kılan ve o yetim kızın
başkasıyla evlenmesine engel olan kişi hakkında bu ayet nazil olmuştur.
İbni Ebi Halim Süddi’den naklediyor: Cabir (r.a.)’in
çirkin bir amca kızı vardı. O kızın babasından miras kalan malı vardı. Cabir o
kızla evlenmek istemiyor, evleneceği kocası malını alır götürür korkusuyla kızı
başkasıyla evlendirmiyordu.
Cabir bu durumu Peygamberimiz (s.a.)’e sordu. Bunun
üzerine bu ayet nazil oldu.
“Bir kadın eğer kocasının geçimsizliğinden” 128.
Ayetin nüzul sebebi:
Tirmizi İbni Abbas (r.a.)’tan bu ayetin Sevde bnt.
Zem’a hakkında nazil olduğunu rivayet etmektedir. İbni Abbas (r.a.) anlatıyor:
Sevde Resulullah (s.a.)’ın kendisini boşamasından
korkmuş ve “Beni boşama , beni tut, benimle olacağın günü Aişe’ye tahsis et” demişti.
Peygamberimiz(s.a.) de böyle yapmıştı. Bunun üzerine “Karı-kocanın aralarında
anlaşarak sulh yapmalarında ikisine de bir sakınca yoktur.” ayeti indi.
Karı-kocanın üzerinde sulh yaptıkları şey caizdir. Tirmizi diyorki: Bu hadis
“hasen-garib”dir.
Ebu Davud ve Hakim Hz. Aişe (r.a.)’den bunun
benzerini rivayet etmişlerdir
İbni Uyeyne ve Said b. Mansur Zühri’den, o da Said
b. Üseyyeb’den rivayet ediyorlarki Rafi b. Hadic’in nikahı altında Muhammed b. Mesleme’nin kızı Havle vardı. Ya
kibrinden veya başka bir sebeple ondan hoşlanmamış, onu boşamak istemişti.
Havle”Beni booşama da bana dilediğin malı ayır” demişti. Sünnet de bu şekilde
ceryan etmişti. Bunun üzerine “Bir kadın kocasının geçimsizliğinden ya da
kocasının kendisinden yüz çevirmesinden endişe ederse...” ayeti indi.
Buhari ve Hakim Hz. Aişe (r.a.)’den rivayet ediyor: “Bir
kadın kocasının geçimsizliğinden ya da kocasının kendisinden yüz çevirmesinden
endişe ederse...” ayeti hakkında Hz.
Aişe diyor ki: “Benim durumum hakında sana helallik vereyim” diyen kadın hakkında bu ayet nazil oldu.[162]
Bu sure iki genel
konuyu ele almıştır:
a)
Birincisi, kadınlar, yetimler, akrabalık, miras ve hısımlık hükümleri.
b) Sonra da
“Allah’a kulluk edin, Allah’a şirk koşmayın” ayetinden başlayarak dinin
esasları, Ehl-i Kitap ve münafıkların durumu ve savaş.
Sonra tekrar
kadınların ve güçsüz yetimlerin hükümlerine, aralarını ıslah etmek suretiyle ve
hanım sayısı birden fazla ise hanımlar arasında adaleti gözetmek suretiyle
karı-koca birliğinin temellerinin sağlamlaştırılmasına dönüldü.
[163]
Ya Muhammed!
Kadınların durumu ve onların miras ve aile hakları, mali durumları ve karı-koca
durumları muamelede adaletle davranmak, güzel geçinmek ve geçimsizlik durumunu
ıslah etmek hakkında sana fetva sorarlar.
De ki: Onlar hakkında
size fetvayı Allah veriyor: Onların durumları hakkındaki kapalı hususları size
beyan ediyor. Yine bu surenin başından beri •vur'an'da size okunan miras
hususunda yetim kızlara nasıl muamele edileceği -e yetimlerin mallarının
verilmesi gibi diğer hükümleri açıklıyor.
"Yetimlere
mallarını verin." (Nisa 4/3). Yetim kızlarla evlenmekten sakının ak
hakkında 'Yetimler hakkında adaleti sağlamaktan korkarsanız." (Nisa, 4 31
buyrulmuştur.
Sizin çirkin
âdetleriniz, yetim kızların velileri olduğunuz ve miras elinizde r olunduğu
zaman onlara takdir edilen paylarını vermemek şeklinde devam etti Halbuki siz
o yetim kızların güzelliğinden ve mallarından istifade etmek istiyorsunuz. Şu
mana da ihtimal dahilindedir: Siz çirkinlikleri sebebiyle o yetim uzları
nikâhlamaktan yüz çeviriyorsunuz.
Rivayet edilmiştir ki
Hz. Ömer (r.a.) yetim bir kızın velisi kendisine geldi-i~ zaman ona:
— O yetim kızı biriyle
evlendir. Onun için senden daha hayırlı birini bul ierdi. Yetim kız çirkin
olur, malı da bulunmazsa velisine:
— Bu yetim kızla
evlen, sen buna daha lâyıksın derdi. Zira bilindiği gibi :ahiliye devrinde adam
yetim kızı ve malını kendi nefsi için alır, kız güzel olurca onunla evlenir ve
malını da yerdi. Kız çirkinse ölünceye kadar evlenmesine engel olurdu.
"el-Müstaz'afîn"
ifadesi yetim kızlar üzerine atfedilmiştir. Yani "Allah size vladınız
hakkında tavsiyede bulunuyor..." (Nisa, 4/10) ayetinde açıkça belirti-~n
miras hususundaki haklarını vermediğiniz zavallı çocuklar hakkında size :kunan
ayetler... Cahiliye döneminde kadın ve çocuklar mirasçı olamaz, sadece idleri
idare eden kadınlar mirasçı olurlardı.
"Yetim
kızlar" üzerine atıf yapılması halinde amil olan kelimenin
"yüftî-£üm" olması sahihtir. Yani O yetim kızlar, zavallı çocuklar ve
yetimlere adaletle davranmanız için size fetva veriyor.
Kısaca Allah iki
güçsüz kimsenin hakkını hatırlatıyor. -Kadın, -Yetim çocuk.
Ayetlerin manalarını
düşünmek ve içindekilerle amel etmek üzere bu ayetlerinden gafil oldukları için
bu hatırlatmayı yapıyor.
"...yetimlere
adaletle davranmanız..." Yani Allah size yetimlere adaletle muamele
etmeniz ve onların işlerine özel bir itina göstermeniz hususunda yine size
fetva veriyor.
Zemahşerî'nin
zikrettiği gibi "Ve en-tekûmû" kelimesinin mukadder bir fi-ılîe yani
"Ye'müruküm" fiiliyle nasbedilmiş olması da caizdir. Bu emir yetimlere
bakmaları, haklarını tam olarak vermeleri, hiçbir kimsenin onlara haksızlık
yapmasına veya haklarını çiğnemesine müsaade etmemeleri hususunda ümmete
verilen bir hitaptır.
Yetimlere, güçsüzlere
ve kadınlara büyük veya küçük bir hayır işlerseniz şüphesiz ki Allah bunu gayet
iyi bilir. Buna karşılık size en güzel mükâfatı verir.
Bu ifade hayırları
işlemeye ve emirlere uyulmasına teşvik etmektedir. Allah (c.c.) bunların
hepsini gayet iyi bilmektedir. Buna karşılık en kâmil ve en mükemmel mükâfatı
verecektir.
Cenab-ı Hak daha sonra
kan-koca arasında ihtilâfları ortadan kaldırma yollarını bildirmiş, burada üç
durum zikretmiştir:
-Erkeğin hanımından
nefret etmesi durumu -Erkeğin hanımıyla anlaşması durumu -Erkeğin hanımından
ayrılması durumu
Birinci Durum: Kadın
kocasının kendisinden nefret etmesinden veya kendisinden yüz çevirmesinden
endişe ederse, alacağı nafaka veya giyecek yahut geceleme yeri gibi haklarından
ya da haklarının bir kısmından vazgeçebilir. Kocasının da bunu kabul etme hakkı
vardır. Kadının kendi malından kocasına vermesinde hiçbir sakınca yoktur,
erkeğin bunu kabul etmesinde de hiçbir sakınca yoktur. Burada
"korku" kelimesi buna delâlet eden bir takım işaretlerin ortaya çıkması
şartıyla gerçek anlamında kullanılmıştır.
Bu durumda ayetin
manası şudur: Kadın kocasının kendi nefsini hanımına teslim etmemesi, nafaka
vermemesi ve hanımına sevgi ve rahmetle muamele etmemesi yahut küfürlü
sözlerle, dövmekle ve benzeri davranışlarla eziyet etmesi gibi alâmet ve
emarelerle kocasının geçimsizliğinden veya kendisine tepeden bakmasından
endişe ederse yahut kendisinin kötü tabiatı ve ahlâkı, yaşının ilerlemesi ya
da çirkinliği veya usanç vermesi sebebiyle kocasının kendisiyle konuşmaktan ve
onunla huzur içinde yaşamaktan vazgeçmesi suretiyle kendisinden yüz
çevirmesinden endişe ederse...
İşte bu durumda
kadının kocasının nikâhı altında kalmaya devam etmesi için kendi haklarından
bir kısmından ya da tamamından vazgeçmek suretiyle yahut kocasının kendisini
boşaması için malından bir kısmını bağışlamak -hu-lu' bedeli vermek- suretiyle
karı-kocanm kendi aralarında sulha baş vurmalarında hiçbir sakınca yoktur.
"Karı-kocanm fidye konusunda anlaşmalarında hiçbir mahzur yoktur."
Fakat eşler Allah'ın
aralarında meydana getirdiği sevgi ve rahmet prensiplerini daima
hatırlasınlar. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyuruyor:
"Size kendi
içinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratması ve aranızda sevgi
ve rahmet meydana getirmesi Allah'ın kudretinin alâmetlerin-dendir. Şüphesiz bu
hususta düşünen bir topluluk için deliller vardır." (Rum, 30/21).
Bu ayetlerin nüzul
sebeplerini beyan ederken İslâm'ın ilk asrında kadının kocasının yanında
kalması ve kocasının kendisini boşamaması için hanımın taksim anında
(gecelemede) hakkını kumasına bırakması veya her iki ayda bir defa gecelemekle
yetinmesi şeklinde bazı kadınlara ait bir kaç durumu zikretmiştik.
İkinci Durum: Bu durum
"sulh* kelimesiyle ifade edilen eşler arasındaki söz birliği durumudur.
Yani hanımın haklarından bir kısmını kocasına bırakıp kocanın bunu kabul
etmesiyle karı-kocanm birbirleriyle sulh olmaları tamamen ayrılmaktan daha
hayırlıdır.
Birbirleriyle anlaşmak
Allah'a ayrılıktan daha sevimli olunca Allah Teâlâ 'Sulh daha hayırlıdır"
buyurdu. Yani eşlerin birbirlerinden ayrılmalarından, boşanmalarından,
geçimsizlikten ve birbirlerinden yüz çevirmelerinden, kötü geçimden daha
hayırlıdır. Ya da aile birliğini korumak için, aile düzeninin yıkılmasını ve
çocuklara zarar verilmesini engellemek için ayrıca boşanmanın helâller arasında
en çok buğzedilen şey olması sebebiyle sulh her şeyde husumet duymaktan daha
hayırlıdır.
[164]
Bütün bunlar iyilikle
geçinmeye ve adaletle muamele etmeye dönmeyi gerektirir. Bu cümle bir ara
cümlesidir. Yine "Nefisler cimri olarak yaratılmıştır" cümlesi de bu
şekilde bir ara cümlesidir.
Yani Kur*an burada bir
parantez açarak nefislerin bir tabiatım açıklamıştır: Bu cimrilik üzerine hırs
gösterilmesidir. Meselâ kadınlar hakkın paylaşılması, nafaka ve iyi geçim hususunda,
kocasını kıskanma, kocasının mehir ve iddet nafakası vermesi hususunda
hırslıdırlar. Erkekler de kendi malları hususunda ve ailenin yıkılmasından
hoşlanmamaları hususunda azami gayret gösterirler. Dolayısıyla karşılıklı
hoşgörü ve sulh devam ettiği müddetçe her iki taraf için daha hayırlıdır.
Karşılıklı hırsların olduğu yerde sulh, anlaşma ve ba-nşma ayrılmaktan daha
hayırlıdır.
Sulh, kadının
kocasının gönlünü almak üzere kendi payına düşen hakkının tamamından veya bir
kısmından vazgeçmesi şeklinde iki tarafın anlaşmalarıdır.
Nitekim Şevde bnt.
Zem'a (r.a.) validemiz Peygamberimiz (s.a.)'in kendisinden ayrılmasını
istemediği ve Hz. Aişe'nin Peygamberimiz (s.a.)'in kalbindeki yerini bildiği
için kendi sırasını Hz. Aişe'ye hibe etmişti.
Yine rivayet
olunduğuna göre kocası kendisinden hoşlanmadığı için hanımını boşamak isteyen
ve kocasından bir çocuğu bulunan bir hanım kocasına:
—Beni boşama, bana
dokunma da çocuğuma bakayım. Bana sadece iki ayda bir defa uğra yeter diye
teklifte bulundu. Kocası da:
—Sana yeterli ise bu
durum benim için daha hoştur dedi ve hanımının bu teklifini kabul etti
[165]
Sulh durumlarından
biri de kadının mehrinin tamamını veya bir kısmını ya da nafakasını kocasına
bağışlamasıdır. Kadın bunu yapmazsa erkeğin sade-
"Allahım... Bu
benim yapabildiğim bir paylaştırmadır. Senin sahip olup da benim sahip
olamadığım hususlarda -yani sevgi hususunda- beni ayıplama." Zira Hz.
Aişe (r.a.) hanımları içerisinde en çok sevdiği hanımı idi.
"O halde (hiç
olmazsa) birine tamamen meyletmeyin." İstenmeyen hanıma tamamen
zulmetmeyin. Onun rızası olmaksızın onun payına düşeni elinden almayın. Yani
tamamen bir tarafa eğilmekten kaçınmak elde olan ve mümkün olan bir şeydir. Tam
manasıyla adil olmakta kusurunuz olsa bile bu konuda ihmalkâr davranmayın.
Burada bir parça azarlama yapılmaktadır. Onlardan birine biraz meylettiğiniz
zaman tamamen meyletmeyin, demektir.
"...diğerini
askılı gibi bırakmayın." Yani diğer hanım yahut istenmeyen hanım askıda
gibi ne evli ne de boşanmış halde kalmasın. Bilâkis sizin üzerinizde onu razı
etmek, onunla güzel geçinmek ve onun haklarını korumak görevi vardır.
İmam Ahmed, sünen
müellifleri ve Ebu Davud et-Tayalisî'nin Ebu Hurey-re (r.a.)'den rivayet
ettiklerine göre Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuşlardır: "Kimin iki hanımı
olur da birine meylederse kıyamet günü bir tarafı düşük olarak
gelecektir."
"Eğer nefsinizi
ıslah eder, Allah'tan korkar sanız..." Yani işlerinizi ıslah eder ve
adaletle paylaşma yaparsanız, birine meyletmek ve diğerine zulmetmekten dolayı
tevbe ederseniz, gelecekte her çeşit durumda Allah'tan sakınırsanız Allah
sizin geçmişte hanımlarınızdan birine diğerlerinden daha çok meyletmeniz
şeklindeki günahınızı affedecektir. Zaten Cenab-ı Hakk'm şanı ihmalkâr
kullarını affetmek, kendisine yönelen ve tevbe eden kullarına rahmette bulunmaktır.
Üçüncü Durum: Bu durum
ayrılma durumudur: Allah Teâlâ eşlerin çözüm, tedavi, uyum ve aralarında
anlaşmalarının çok zor olması sebebiyle birbirlerinden ayrıldıkları zaman
Allah erkeği hanımına, hanımı da kocasına muhtaç kılmaz. Erkeğe o hanımdan daha
hayırlısını verir. Hanıma da o kocadan daha hayırlısını verir. Allah lütfü
geniş, ikramı büyük, bütün fiilleri, takdiri ve şeriatında son derece hikmet
sahibidir.
[166]
"Bilmiyorsanız
ilim ehlinden sorun." (Nahl, 16/43) ayetine binaen dinde fetva istemek
şeriatta istenen bir emirdir.
127. ayet kadınların
hak ve yükümlülükleri hususunda istenen fetva üzerine inmişti. Peygamberimiz
(s.a.)'e kadınlarla ilgili miras ve diğer konularda pek çok hüküm soruluyordu.
"Kendilerine
yazılan hakları..." ifadesiyle anlatılmak istenen husus miras, mehir veya
nikâh ve diğer hususlarda kadınlar için tayin edilen haklardır.
"Kur'an'da size
okunan ayetler..." ifadesinin manası şudur: Onlar pek çok hüküm hakkında
soru soruyorlardı. Bu ayetin inmesinden önce hükmü beyan
Erkeğin kendisinden
meydana gelen geçimsizlik durumunda kadının malından bir şey almaya Cenab-ı
Hakk'ın izin vermesinin ve hanımın geçimsizliğine kocasının vereceği cezayı
önce hanımına nasihatte bulunması, sonra hanımını yatakta terk etmesi ve sonra
da onu dövebilmesi şeklinde belirtmesinin ve ayet-i kerimede:
"Geçimsizliğinden
korktuğunuz kadınlara nasihatte bulunun, onları yataklarında terk edin, ve
onları dövün." (Nisa, 4/34) buyurmasının asıl sebebi, Allah Teâlâ'nın
erkeklere hanımlara hakim olma derecesini vermesi, erkeğinin hakimiyeti altında
olan kadının kocasını cezalandırma yetkisinin bulunmaması ve Allah'ın akıl,
din ve zor yükümlülükleri taşımak hususunda erkekleri kadınlardan üstün kılmış
olmasıdır. Bu üstün kılma erkeğin geçimsizliğinin ancak çok çok önemli bir
sebep olması durumunda meydana geleceğine işaret etmektedir.
Kadın duygularının
kendisine hakim olması, aklının ve dininin noksanlığı sebebiyle kadının en
basit sebeple geçimsiz olmasına sık rastlanır. Sonra ayrıca erkeğin boşama
yoluyla hanımından ayrılma hakkı vardır, ama tersi mümkün değildir. Hanımdan
ayrılık işaretleri ve hoşnutsuzluk alâmetleri görüldüğü zaman hanım için böyle
bir fırsat yoktur.
"Sulh daha hayırlıdır"
ayeti bu meselede eşlerden birinin diğerine mal vermesi ya da kadının eşiyle
birlikte geceleme hususundaki hakkından mutlak olarak yahut belirli bir müddet
veyahut uzun bir müddetle vazgeçmesi şeklinde yapılacak sulhun bütün
çeşitlerinin mubah olduğuna işaret etmektedir.
Bilakis ayet eşler
arasında anlaşmazlık durumları dışında sulhun caiz olduğuna delâlet
etmektedir. Ancak delillerin tahsis ettiği durumlar müstesnadır. Bu da
Cassas'ın dediği gibi inkâr dolayısıyla yapılan sulhun ve meçhul durum
sebebiyle yapılan sulhun caiz olduğuna delâlet etmektedir.
[167]
Zira bu cümlenin bir ara cümlesi olarak gelmesi ve bir özlü söz şeklinde
zikredilmesi bu lafzın umumî bir ifade olmasını tercihe lâyık kılmaktadır.
Yine Kurtubî diyor ki:
"Sulh daha hayırlıdır" ayeti umumî ve mutlak bir lafız olup gönle
huzur veren ve ihtilâfı önleyecek gerçek sulhun mutlak olarak hayırlı olmasını
gerekli kılmaktadır. Erkekle hanımı arasındaki bir mal, ya da münasebet veya
başka bir şey ortaya konarak yapılan sulh bu manaya girmektedir .[168]
Cenab-ı Hak
"Nefisler cimri olarak yaratılmıştır." ayetiyle cimriliğin herkeste
bulunduğunu ve insanın yaradılışı ve tabiatı itibariyle mutlaka cimrilikte
bulunabileceğini hatta bu huyun sahibini hoşlanmadığı bazı şeylere
sevke-debileceğini haber vermektedir.
Aç gözlülük şer*î
hakların yahut kişiliğin gerekli kıldığı hakların engellenmesine sebep olduğu
zaman çok daha çirkin bir haslettir.
"Eğer iyi
geçinir, Allah'tan korkarsanız..." ayeti kocalara yapılan bir hitap olup
cimrilik yapabileceği ve iyi geçinmeyebileceğine delâlet etmektedir. Yani
hanımlarınızdan hoşlanmadığınız halde onlarla birlikte oturmak suretiyle iyi
geçinir ve onlara zulmetmekten sakınırsanız bu sizin için daha faziletlidir.
Yükümlülükler
dairesinden kaldırılmış olan adalet insanın sultasına ve iradesine boyun
eğmemektedir. Zira sevgi ve hoşnutsuzlukta adalet insanın gücü dışındadır.
İşte Cenab-ı Hakk'ın imkânsız olduğunu bildirdiği adalet sevgide ve
hoşnutsuzlukta adaletle davranmaktır.
İbni Abbas, Katade,
Mücahid ve Ebu Ubeyde gibi selef-i salihinden tefsir alimleri şöyle
demişlerdir: Allah'ın gücümüz dışında olduğunu haber verdiği adalet hanımlar
arasında kalbî sevgide ve tabiatlerin meyletmesinde eşit davranmaktır. Bunun
da imkânımız dışında olduğu bilinmektedir. Bu ayette kastedilen adalet sadece
kalbî sevgideki adalettir. Aksi takdirde bu ayet daha önceki "Hoşunuza
giden kadınlardan ikişer, üçer, dörder evlenin..." ayetiyle çelişirdi.
Emredilen ve birden
fazla kadınla evlenmenin şartı olarak zikredilen adalete gelince bu adalet
mükellefin günlerini paylaştırma, nafaka, elbise, ev gibi insanın gücünün
yettiği ve sahip olduğu hususlarda hanımlarının arasında eşit davranması
demektir.
Dolayısıyla hanımlar
arasında sevgide eşitlik farz değildir. Çünkü sevgiye hakim olunamaz. Hz. Aişe
(r.a.) -daha önce de geçtiği gibi- Efendimiz (s.a.)'in hanımları arasında O'na
en sevimli olanı idi. Bundan cinsî münasebet hususunda hanımlar arasında eşit
davranmanın da farz olmadığı sonucu çıkmaktadır. Zira bu da sevgi ve meyle
bağlıdır. Sevgi ise kalplere hakim olan Allah'ın elindedir.
Fakat bu çeşit
meyletme "Tamamen meyletmeyin" ayeti sebebiyle zulme sebep
olmamalıdır.
Mücahid diyor ki:
Kasten kötülük yapmayın. Günlerin taksimi ve nafaka konusunda eşitliğe sarılın.
Çünkü bu gücünüz dahilindedir.
"Onu askıda
gibi" -ne evli ne boşanmış halde- bırakmayınız" ayeti gereğince
kadının şerefinin korunması, kişiliğine saygı duyulması ve onun sapmaya
zorlanmaması gerekir.
Burada kadının durumu
asılı bir eşyaya benzetilmiştir. Zira asılı olan şey ne yerde durmakta ne de
asılı olduğu şeye dayanabilmektedir.
Cenab-ı Hak eşler
arasında sulha teşvik ettikten sonraki "Buna rağmen karı koca
birbirlerinden ayrılacak olurlarsa Allah her birini geniş lütfuyla müstağni
kılar" ayetiyle mutlaka gerekli olduğu zaman ayrılmanın caiz olduğunu
beyan etmektedir. Allah eşlerden herbirinin hatırını hoş tutmakta, herbirine
kendisini diğer eşinden müstağni kılacağı ve ona muhtaç etmeyeceği vaadinde
bulunmaktadır.
Ayrılmalarının sebebi
üzerlerine farz kılınmış olan Allah'ın haklarını terk etmekten korkmak ise her
ikisi de O'na hüsnü zan etsinler. Allah erkeğe gözünün nuru olacak başka bir
hanım, kadına da huzur bulacağı başka bir koca nasip edecektir.
Cafer b. Muhammed'den
rivayet edildiğine göre bir adam ona fakirlikten şikayet etti. Cafer
nikâhlanmasını emretti. Adam gidip evlendi. Sonra tekrar gelip fakirlikten
şikayet etti. Bu defa boşanmasını tavsiye etti. Bu durum kendisine sorulduğu
zaman şöyle cevap verdi:
"Bu adam belki
"Eğer fakir iseler Allah onları lütfuyla zengin kılar" ayetinin
ehlindendir, diye ona nikâhlanmasını emrettim. Bu ayetin ehlinden olmayınca
ona boşanmasını tavsiye ettim. Dedim ki: Belki de bu adam "Eğer birbirlerinden
ayrılacak olurlarsa Allah onların herbirini geniş lütfuyla kimseye muhtaç bırakmaz"
ayetinin ehlindendir.
[169]
Cenab-ı Hak ayeti,
kendisini bütün mahlûkat için yeterli olduğu, fiillerinde ve hükümlerinde son
derece hikmet ve itina sahibi olduğunu bildirerek bitirmiştir.
Bu ifade rızık,
zenginlik ve imkân kaynağının Allah olduğu ve O'nun kulların rızıklannı
kefaleti altına aldığına her şeyde yaratma, yoktan var etme, hüküm koyma,
hakimiyet, tasarruf ve ceza verme hususunda hikmetinin yüce olduğuna açık bir
nastır.
[170]
131- Göklerde ve yerde
bulunan her şey sadece Allah'ındır. Biz sizden önce kendilerine kitap
verilenlere de size de Allah'tan korkun diye tavsiyede bulunduk. Eğer inkâr
ederseniz (bilin ki) göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah
hiçbir şeye muhtaç değildir. Sonsuz hamde lâyıktır.
132- Göklerde ve yerde
bulunan her şey sadece Allah'ındır. Vekil olarak Allah yeter.
133- Ey insanlar!.. O
dilerse sizi yok eder ve yerinize başkalarını getirir. Allah buna gerçekten
kadirdir.
134- Kim dünya mükâfatını isterse (bilsin ki)
dünya ve ahiret mükâfatı Allah katandadır. Allah her şeyi çok iyi işiten ve çok
iyi görendir.
"Biz sizden önce
kendilerine kitap verilenlere" yani Yahudi ve Hıristiyanla-ra kendi
kitaplarında tavsiyede bulunduk. Kitap, cins isim olup bütün semavî kitapları
içine alır. Yani, onlara da, "...size de" ey Kur'an ehli
"Allah'tan korkun!" O'na itaat etmek suretiyle O'nun azabından
korkun "diye tavsiyede bulunduk. Onlara da size de şöyle dedik:
"Eğer inkâr ederseniz" size tavsiye edilen şeyi tanımazsanız bilin
ki "göklerde ve yerde" yaratık, mülk ve kul olarak "ne varsa
hepsi Allah'ındır." Sizin inkâr etmeniz ona zarar vermez.
"Allah" mahlûkatma ve onların ibadetlerine "hiçbir şeye muhtaç
değildir. Sonsuz hamde lâyıktır." İnsanlar ona hamdetseler de etmeseler
de O, onlara yaptığı iyiliklere karşı övülmektedir.
"Göklerde ve
yerde bulunan her şey sadece Allah'ındır." Bu cümle Allah'tan korkma
gereğini ispat etmek için tekit olmak üzere tekrarlanmıştır.
"Vekil
olarak" hâkim güç, yegâne koruyucu ve göklerde ve yerde olan her şeyin
kendisine ait olduğuna şahit olarak "Allah yeter."
[171]
Cenab-ı Hak adaleti,
yetim ve zayıflara iyilikte bulunmayı emrettikten sonra bu emrettiği işleri,
kulların amellerine ihtiyaç duyduğu için emretmediğini açıklamaktadır. Zira
göklerde ve yerde bulunan her şey O'nun mülküdür. O hepsinden müstağnidir ve
onları müstağni kılmaya da kadirdir. Sadece kullan hayır ve iyilik emellerine
teşvik için bu ifade kullanılmıştır.
[172]
Cenab-ı Hak
kendisinin, göklerin ve yerin gerçek sahibi ve hakimi olduğunu ifade
etmektedir. Göklerde ve yerde bulunan mülk, yaratık, icad, tasarruf ve kul
olarak her şey Allah'ındır, mutlak hüküm O'nundur.
Biz senden önceki
Yahudiler, Hıristiyanlar ve diğerlerine size emrettiğimiz şeyle emrettik.
Onlara size tavsiye ettiğimiz şekilde sadece Allah'a kulluk edip O'na hiçbir
şeyi ortak koşmamalarını, O'nun emirlerim ve şeriatını yerine getirmek
suretiyle gerçekten Allah'tan korkmalarını tavsiye ettik.
Siz Allah'ın
nimetlerini ve size olan ihsanını inkâr ederseniz, bilin ki Allah mülkün gerçek
sahibidir. Sizin şükretmeniz ve takva sahibi olmanızın O'na hiçbir yararı
dokunmadığı gibi sizin inkâr etmeniz ve isyanda bulunmanız da O'na hiçbir zarar
vermez. O bunları size buna ihtiyacı olduğu için değil, rahmeti sebebiyle
tavsiye etti.
"Siz inkâr
ederseniz" ifadesi "Allah'tan korkun" ifadesine atfedilmiştir.
Zira mana şudur: Biz onlara da size de takvayı emrettik. Onlara da size de
şöyle dedik: Siz inkâr ederseniz bilin ki mülk Allah'ındır.
Zemahşerî'nin dediği
gibi[173]
mana şöyledir: Bütün mahlûkat Allah'ındır. O bütün yaratıkların yaratıcısı ve
gerçek sahibidir, mahlûkata çeşitli şekillerde nimet veren O'dur. O halde
mahlûkatı arasında O'na itaat olunması ve isyan olunmaması mahlûkatın O'nun
cezasından sakınmaları ve mükâfatını ummaları Allah'ın hakkıdır. Biz geçmiş
ümmetlerden kendilerine kitap verilenlere ve size Allah'tan korkun diye
tavsiyede bulunduk. Yani bu eski bir vasiyet olup Allah kullarına bu şekilde
vasiyette bulunmaya devam etmektedir. Bu sadece size özel bir durum değildir.
Zira onlar takva sebebiyle O'nun nezdinde saadete kavuşurlar. Onlar bununla
neticede kurtuluşa nail olurlar. Onlara ve size şöyle dedik: İnkâr ederseniz
bilin ki göklerinde ve yerinde bulunan, O'nu bir tanıyan, O'na kulluk eden ve
O'ndan korkan melekler, insanlar ve cinler ve diğer varlıklar Allah'ındır.
Allah zatıyla
yarattıklarından, her şeyden ve hepsinin ibadetinden müstağnidir. Onlardan
hiçbir kimse hamdetmezse de O kendi zatıyla ve mükemmel sıfatlarıyla
nimetlerinin çokluğu sebebiyle hamdedilmeye lâyıktır. Allah Teâlâ şöyle
buyuruyor:
"Ben onlardan
hiçbir rızık istemiyorum. Ben onlardan beni doyurmalarını da istemiyorum.
Şüphesiz ki rızık verici olan, kuvvet sahibi ve güçlü olan Allah'tır."
(Zariyat, 51/57-58).
Daha sonra bu ifadeyi
tekit için tekrar etti: Göklerde ve yerde bulunan her şey yaratık ve mülk
olarak Allah'ındır. Göklerde ve yerde var etmek ve yok etmek, diriltmek ve
öldürmek hususunda Allah dilediği şekilde tasarrufta bulunur. Vekil olarak
Allah yeter. Hakim olarak, koruyucu olarak, kullarının rızık-ları ve diğer
işlerinde kefil olarak Allah yeter.
Zemahşerî diyor ki:
"Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah'ındır" ifadesinin tekrar
edilmesi O'ndan sakınmaları, O'na itaat etmeleri ve isyan etmemeleri için
Allah'tan sakmılmasınm sebebini ispat etmektedir. Zira haşyetul-lah (Allah
korkusu) ve takva bütün hayrın aslıdır.
[174]
Cenab-ı Hak daha sonra
umumî ve açık bir tehditte bulunarak şöyle buyurdu:
Ey insanlar!.. Yüce
Allah dilerse sizi ortadan kaldırır ve sizin yerinize başkalarını getirir. O
buna kadirdir. Çünkü göklerde ve yerdeki her şey O'nun kabzası altındadır ve
O'nun hakimiyetine boyun eğmiştir. Allah yaratmaya ve yok etmeye son derece
muktedir. O'nun dilediği hiçbir şey O'nun için imkânsız değildir.
Bu ifade Peygamberimiz
(s.a.)'e eziyet eden ve O'nun davetine karşı çıkan müşriklere karşı gazap ve
korkutma ifadesidir. Yani isyan ettiğiniz zaman sizi ortadan kaldırmaya ve
değiştirmeye muktedir olduğunu beyan etmektedir. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Siz yüz çevirirseniz O sizi başka bir kavimle değiştirir.
Onlar sizin gibi olmazlar." (Muhammed, 47/38).
Seleften bir alim
şöyle demiştir: Allah'ın emrini zayi ettikleri zaman kullar Allah'ın nazarında
ne kadar da basittirler!..
Yine Cenab-ı Hak
buyuruyor ki: "O dilerse sizi yok eder ve yeni bir yaratık getirir. Bu
Allah'a ağır değildir." (İbrahim, 14/19-20). Yani bunu yapmak O'nun için
imkânsız değildir.
Cenab-ı Hak daha sonra
şöyle buyurdu: "Kim dünya mükâfatını isterse..." Yani kim bu gayreti,
ameli ve cihadıyla dünya mükâfatını yani mal, mevki vb. dünya nimetlerini
isterse bilsin ki dünya ve ahiret mükâfatı Allah katındadır. Tıpkı cihadıyla
sadece ganimet almak isteyen mücahid gibi... İstediği şey çok basittir. Bilâkis
onun dünya ve ahiret hayırlarını istemesi gerekir. Allah rızası için cihad
ederse hem ganimeti alır, hem de cennete nail olur.
Ayetin manası şudur:
Eğer isterse Allah katında dünya ve ahiret mükâfatı vardır. İnsanın dünya ve
ahiret mükâfatını birlikte arzu etmesi gerekir.
Burada dinin kendi
mensuplarını dünya ve ahiret saadetine ulaştırdığına, r u hidayetin de Allah'ın
lütuf ve rahmeti olduğuna hafif yolla işaret vardır. Müslümanlar Rablerinin
emirleri ve düsturlarının hidayeti üzere dosdoğru devam ederlerse dünyanın
efendileri olurlar.
Bu ayet şu ayetlerin
bir benzeridir: "İnsanlardan bir kısmı, "Ey Rabbimiz! Nimetlerini
bize dünyada ver" der. Bunların ahirette hiçbir nasibi yoktur. OnIardan
bir kısmı da, ey Rabbimiz! Bize dünyada da ahirette de iyilik ver. Ve bizi :-ihennem
azabından koru" der. İşte onların kazandıklarından payları vardır." Bakara,
2/200-202).
"Kim ahiret
menfaatini isterse onun mükâfatını artırırız. Kim de dünya "-,; ıfaatini
isterse ona dünyada istediğinin bir kısmını veririz. Ahirette ise hiç-• -.-
nasibi yoktur. (Şûra, 42/20).
"Kim geçici dünya
hayatını isterse dünyada istediğimize dilediğimiz kadar .'.rıriz. Sonra da ona
cehennemi hazırlarız. Oraya perişan bir halde Allah'ın ~z-.metinden kovulmuş
olarak girer. Kim de ahireti diler, mümin olarak ahiret -r.n gerekeni yaparsa
işte onların amelleri Allah katında makbuldür. Dünya ve z'.ıreti
arzulayanlardan her ikisine de Rabbinin nimetlerinden veririz.
Rabbi-•>.;•". nimetleri kimseye yasak edilmiş değildir." (İsra,
17/18-21).
Cenab-ı Hak ayeti şu
ifade ile tamamladı: "Allah her şeyi çok iyi işiten ve :-:k iyi
görendir." Yani Allah geçmişte ve devamlı olarak kullarının sözlerini
işi-ii her maksadı ve ameli çok iyi görendir. Kullar da sözlerinde ve
davranışla-r.nda Cenab-ı Hakk'ı murakabe etme mecburiyetindedirler.
[175]
Bu ayetlerden
mahlûkatın başlangıcından itibaren her millette ve her din-ie Allah yolunda
çalışan ve cihad eden herkes için ilâhî vahiyde daim olan ve reğışmeyen esaslar
anlatılmaktadır. Bu esaslar şunlardır:
1- Göklerin
ve yerin mülkü, mülk, yaratık, tasarruf ve hakimiyet olarak Allah'ındır.
2- İlahî
emirlere uymak ve nehiylerden kaçınmak suretiyle Allah'tan korkmakla
emrolunması bütün ümmetler için genel bir emirdir.
Ariflerden biri bu
ayet (Nisa, 4/131) hakkında şöyle demiştir: Bu ayet Kuran ayetlerinin değirmen
taşıdır. Zira hepsi bunun etrafında döner.
3- Kulların
isyankârlıkları ve küfrü Allah'a zarar vermez, itaatkârlıkları - e imanları da
O'na fayda vermez.
Cenab-ı Hak
"Göklerde ve yerde bulunan her şey sadece Allah'ındır" ifadesin: 13.
ayette iki defa, sonra 132. ayette üçüncü defa tekrarlar. Bu ifadeyi ya t alların
dikkat etmeleri, melekûtu ve mülkünde bulunan varlıklara bakmaları j-n ve
kendisinin bütün âlemlerden müstağni olduğunu tekit etmek için ya da şu gibi
faideler için tekrarlamıştır:
Cenab-ı Hak önce
Allah'ın herkesi geniş lütfuyla (rızkıyla) müstağni kılacağını, kimseye muhtaç
bırakmayacağını bildirdi. Zira göklerde ve yerde olan herşey O'nundur; O'nun
hazineleri tükenmez.
Daha sonra da şöyle
buyurdu: Size ve Kitap Ehli'ne Allah'tan korkmaızı tavsiye ettik. Eğer inkâr
ederseniz bilin ki O sizden müstağnidir. Zira göklerde ve yerde bulunan her şey
O'nundur.
Sonra üçüncü olarak
"Vekil olarak Allah yeter" ayetiyle mahlûkatmı koruyup gözeteceğini,
zira göklerde ve yerde bulunan her şeyin kendisinin olduğunu beyan etti.
Cenab-ı Hak
"Göklerden olan kimseler" buyurmayıp "Göklerde bulunan her
şey" buyurdu. Zira ayetteki "mâ" ism-i mevsulü her cinsi içine
almaktadır. Göklerde bulunan akıl sahibi olan ve olmayan her şeyi içine
almaktadır.
Kısaca: Bu tekrar her
şeyin Allah'ın geniş imkânı dahilinde olduğu inancım kökleştirmek için ve
Allah'ın mutlak istiğnasını kulların inkâr etmelerinin ona hiç bir zararı
dokunmayacağını ilân etmek, Allah'ın mahlûkatını koruyup gözettiğini beyan
etmek için yapılmıştır.
4-
Müşrikleri, münafıkları ve bütün isyankârları yok etmek, şu anda bulunanlardan
daha itaatkâr olacak diğerlerini getirmek için mutlak irade ve kâmil kudret
Allah'ındır.
Ayetteki "O
dilerse sizi yok eder" ifadesi idarecilik, emirlik, başkanlık durumunda
bulunup da emri altında bulunanlara adaletle davranmayan kimseleri yahut alim
olup da ilmiyle amel etmeyen ve insanlara nasihatte bulunmayan kimseyi yok
etme ve yerine başkasını getirme tehdidi ve uyarısında bulunmaktadır.
"Kudret"
Allah'ın ezelî sıfatıdır. Bilgisinin sonu olmadığı gibi takdirinin de sonu
yoktur. "Allah buna kadir idi" ayetindeki mazi sigasıyla Allah'ın
sıfat-laruıdaki gelecek zaman sigası birdir. Ancak bu ifadenin Cenab-ı Hakk'ın
zatı ve sıfatı hakkında olduğu kanaati hakim olmasın diye özellikle mazi sigası
kullanıldı. Kudret, kendisi vasıtasıyla fiilin yapılabildiği özelliktir.
Kudretle birlikte acizlik ortadan kalkar.
5- Kim
ahireti talep ederek Allah'ın kendisine farz kıldığı şekilde amel ederse Allah
ona bunun karşılığını ahirette verir. Kim de sadece dünyayı isteyerek amel
ederse dünyada O'na sadece yazılmış olan nimetler verilir, ahirette ise O'nun
için hiçbir mükâfat yoktur.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Ahirette onun hiçbir nasibi yoktur." (Şûra,
42/20); "Ahirette öyleleri için sadece ateş vardır." (Hud, 11/16). Bu
mana ayetten murad edilenlerin münafık ve kâfirler olmasına göredir. Taberf nin
tercihi budur.
[176]
Doğru olan -İbni
Kesirln dediği gibi- ayetin umumî ve manasının zahir (açık) olduğudur.
Kişi sadece dünyayı
elde etmeyi hedeflememeli bilakis hedefi ve gayeyi hem dünyayı hem de ahireti
elde etmeye yönelik yücelikte olmalıdır.
[177]
135- Ey iman
edenler!.. Kendiniz ya da anne babanız ve yakınlarınız aleyhinde de olsa,
Allah için şahitlik ederek adaleti hakim kılanlar olun. O kimseler zengin de
olsa fakir de olsa Allah onlara daha yakındır. O halde adaleti yerine
getirmeyip nefsî arzularınıza uymayın. Eğer eğri davranır veya (haktan) yüz
çevirirseniz şüphe yok ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
136- Ey
iman edenler!.. Allah'a, Rasul'üne, Rasul'üne indirdiği
Kitab'a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin. Kim Allah'ı, meleklerini,
kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse, şüphesiz o derin
bir sapıklığa düşmüştür.
"Kavvamîne
bi'l-kıst" (adaleti ayakta tutanlar adaleti hakim kılanlar) ifadesi
mübalağadır. Yani adaleti ikame etmek hususunda çok çok gayretli olan kimseler
olun demektir.
"...Zengin de
olsa fakir de olsa" ifadesinde tıbak sanatı vardır.
"Ey iman
edenler... İman edin" ifadesinde şekil değiştiği için cinâs-ı nakıs
yapılmıştır.
"Dalle
dalâlen" ifadesinde cinas-ı mugayir sanatı vardır.
[178]
"Ey iman
edenler..." Şahitlik etmeniz "Kendiniz ya da anne-babanız ve yakınlarınız
aleyhinde de olsa" sadece "Allah için" Allah rızası için gerçeğe
"şahitlik ederek adaleti" en güzel şekilde "hakim kılanlar
olun." Hakkı ikrar edin, gizlemeyin. "O kimseler zengin de olsalar
fakir de olsalar Allah onlara" sizden "daha yakındır." onların
menfaatlerini daha iyi bilir. "O halde adaleti
•.erine
getirmeyip" haktan ayrılıp zengini memnun etmek yahut fakire şefkat etmek
için şahitliğinizde "nefsi arzularınıza uymayın. Eğer eğri
davranırsanız" şahitlikte dillerinizi sağa sola çevirirseniz yahut
şahitliği eda etmekten "yüz :euirirseniz" yani şahitlik yapmazsanız
"şüphe yok ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır." size
yaptıklarınızın karşılığını verecektir.
[179]
135. ayetin nüzul
sebebi:
İbni Ebî Hatim
Süddî'den naklediyor: Bu ayet Peygamberimiz (s.a.)'e nazil rlduğu zaman biri
zengin diğeri fakir iki kişi O'na davalı ve davacı olarak geldiler.
Peygamberimiz (s.a.) fakirin tarafını tutuyordu. Zira fakirin zengine zulmedemeyeceği
görüşünde idi. Allah da bunu reddedip zenginle fakir hakkında sadece adaleti
yerine getirmesini emretti.
[180]
Bu emir insanlar
arasında adaletle davranma hakkında umumî bir emir-iır. Bu emir fetva isteme
ayetinde (127. ayette) yer alan yetimlere ve kadınlara idaleti emretme ayetinin
hemen ardından gelmiştir. Zira cemiyetin ayakta durması adaletle mümkündür.
Nizamın korunması ve mülkün devamlılığı an-:ak adaletle sağlanabilir.
Dolayısıyla adalet daimî mülkün temelidir.
[181]
Allah Teâlâ mümin
kullarına adaleti yerine getirmelerini, Allah'ın emri "ususunda
kınayanların kınamasına aldırış etmemelerini, birbirlerine yardım-r: ve destek
olmalarını emretmektedir.
Ey müminler!.. Adaleti
yerine getirme hususunda son derece gayretli olun. Adalet genel bir emir olup
hem idarecilerin insanlar arasında hüküm vermede, -em herhangi bir sahadaki
çalışmada, hem de ailede adil olmayı ihtiva etmektedir. Yani hakim yahut vali
veyahut görevli kişi insanlar arasında verdiği r.-_ıkümlerde, meclislerde ve
her çeşit ihtiyaçlarını görmede eşit davranacak, -er iş sahibi işçileri
arasında eşit davranacak; kişi hanımları ve çocukları İrasında muamele ve bağış
hususunda eşit davranacaktır.
Sizler Allah'ı razı
kılacak hakkı araştırmak ve şahitliği Allah'ın rızasını irzu ederek yerine
getirmek suretiyle Allah için hak şahitleri olun. Böylece .-ahitlik hiçbir
kimseyi gözetmeksizin ve ayrıcalık yapmaksızın doğru, adil ve rerçek şahitlik
olsun.
Şahitliğinizin sonucu
kendi nefsinizin aleyhine bile olsa, zararı size dönse r.le hakkı ikrar edip
gizlememek suretiyle sırf hak için şahitlik yapın. Kim tendi nefsi aleyhine hak
sözle şahitlik yaparsa kendi aleyhine şahitlik yapmış :îur. Zira şahitlik hakkı
ortaya çıkarmak demektir.
Yine şahitlik anne
babanızın ve diğer yakınlarınızın aleyhine bile olsa ve zararı onlara dönse
bile siz yine gerçek sözle şahitlik edin. Zira anne-babaya itaat ve akrabalarla
irtibatı devam ettirmek Allah'ın rızasına uymayan şahitlikle olmaz, bilakis
iyilik, ziyaret ve itaatte, hak yolda ve meşru hususlarda olur.
Zengini sadece zengin
olduğu için, fakiri de fakirliği sebebiyle acıdığınız için gözetmeyin. Bilakis
bu işi Allah'a bırakın. Allah zengini de fakiri de gözetir. O ikisine sizden
daha yakın ve menfaatlerini sizden daha iyi bilir.
Haktan batıla meyledip
de nefsî arzularınıza uymayın. Zira nefsî arzularda ayaklar kaymaktadır. Yahut
nefsî arzular asabiyet ve insanların sizlere buğzetmesi sizi işlerinizde ve
vazifenizde adaleti terk etmeye sevketmesin. Hangi durumda olursa olsun adalete
sarılın. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Bir topluluğa olan
kininiz sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adaletli olun. Çünkü bu (adaletli
olmak) takvaya daha yakındır." (Maide, 5/8).
Dilinizi eğer büker,
şahitliği bozup değiştirirseniz, "Kitap Ehli'nden bir grup dillerini eğip
bükerler." (Âl-i İmran, 3/78) buyurulduğu gibi dillerinizi eğip bükerseniz
yahut şahitliği eda etmekten yüz çevirirseniz... Yüz çevirme, şahitliği
gizlemek ve terk etmektir. Cenab-ı Hak "Kim şahitliği gizlerse şüphesiz o
kalbi günahkâr kimsedir." (Bakara, 2/283) buyurmaktadır.
Peygamberimiz (s.a.)
de Müslim'in Zeyd b. Halid el-Cüheni (r.a.)'den rivayet ettiği hadis-i
şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "Size şahitlerin en hayırlısını haber
vereyim mi: Bu kimse şahitliği istenmeden yerine getiren kimsedir."
Eğer yanlış davranır
yüz çevirirseniz Allah sizin amellerinizden gayet haberdardır. Size bunun
karşılığını verecektir. Burada Alîm (gayet iyi bilir) ifadesi yerine Habîr
(gayet haberdardır) sıfatı kullanılmıştır. Zira haberdar olmak her şeyin
inceliklerini ve gizli yönlerini gayet iyi bilmek demektir. Şahitlikte ise
aldatma, hile, lafı evirip çevirme sıkça görülmektedir. Cenab-ı Hak bunları
gayet iyi bildiğine göre emre aykırı davrananlar bundan sakınsınlar demektir.
Cenab-ı Hak daha sonra
Allah'a, Rasul'üne ve indirdiği kitaplara imanı emretti. Bu hitap müminlere ise
bunun manası bu hususta sebat edin, buna devam edin, sürekli bu şekilde olun
demektir.
Nitekim mümin her
namazda "Bizi doğru yola ilet." (Fatiha, 1/6) demektedir. Yani bu
hususta bizi basiretli kıl, hidayetimizi artır, bize bunun üzerinde sebat ihsan
eyle demektir.
Yine Cenab-ı Hak şöyle
buyurmaktadır: "Ey iman edenler!.. Allah'tan korkun. O'nun Rasul'üne iman
edin." (Hadîd, 57/28). Bu İbni Kesir ve Kurtubî'nin görüşüdür.
[182]
"Rasul'üne
indirdiği kitap" ifadesiyle Kur'an-ı Kerim'i kastetmektedir. "Daha
önce indirdiği kitap" ifadesi ise cins isim olup bütün önceki kitapları
içine almaktadır.
Eğer bu hitap Ehl-i
Kitab'm müminlerine yapılmış ise bundan önceki peygamberlere ve Kur'an'dan
önce indirilen-kitaplara iman ettikleri gibi Peygamberimiz (s.a.)'e ve
Kur'an'a iman etmelerinin emredildiği mâaası anlaşılmalıdır.
Rivayet edildiğine
göre bu hitap Yahudilerden iman edenlere yapılmıştır. İbni Abbas ve aynı
şekilde Kelbî diyor ki: "Bu ayet Abdullah b. Sellâm, Esed b. Ka'b, Übeyd
b. Ka'b, Sa'lebe b. Kays, Abdullah b. Sellâm'ın kızkardeşinin oğlu Sellim ve
Yamin b. Yamin hakkında nazil olmuştur. Zira bunlar Resulullah (s.a.)'a gelip
"Biz sana, Kitabına, Musa'ya, Tevrat'a ve Üzeyr'e iman ediyoruz. Bunların
dışındaki kitapları ve peygamberleri inkâr ediyoruz" dediler. Peygamberimiz-
(s.a.) de: "Hayır! Allah'a, Rasul'üne, kitabı Kur'an'a ve bundan önceki
her kitaba iman edin" buyurdu. Onlar da "Bunu yapmayız" dediler.
Bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Hepsi de iman ettiler.
[183]
Ayette Kur'an hakkında
"nezzele" kelimesi kullanılmıştır. Çünkü Kur'an parça parça, zaman
zaman, olaylara göre, kulların hayatları ve ahiretleri hakkında ihtiyaç
duydukları hususlara göre indirilmiştir.
Önceki kitaplar ise
toptan bir bütün halinde indirilmiştir. Bu sebeple Cenab-ı Hak önceki kitaplar
hakkında "enzele" kelimesini kullanmıştır.
Cenab-ı Hak imanı
emrettikten sonra küfredenlere tehditte bulunmuştur:
Kim Allah'ı,
meleklerini veya kitaplarından ve peygamberlerinden bir kısmım yahut ahiret
gününü inkâr ederse sapıklığa düşmüştür. Yani hidayet ve hak yoldan dışarı
çıkmıştır, istenen esaslardan tamamen uzaklaşmıştır.
Kim Allah'ın kitapları
ve peygamberleri arasında ayırım yaparsa Yahudiler ve Hıristiyanlar gibi bir
kısmına iman edip bir kısmını inkâr ederse bu kimsenin imanına itibar edilmez
ve kabul edilmez. Bir kimse kendi peygamberine ve kitabına iman etse bile
kendi kitabında müjdelenen Hz. Muham-med (s.a.)'i inkâr ederse bir kitabı veya
bir peygamberi inkâr etmesi sebebiyle hepsini inkâr etmiş olacaktır.
[184]
Bu ayetler insanlar
arasında hüküm verme ve yargılamanın adalet esası üzerine olması, şahitliğin
gerçeğe uygun yapılması temel esasları ile Allah'ın peygamberleri arasında
hiçbir ayırım yapmaksızın bütün nebileri ve rasulleri tasdik etme, hepsine iman
etme ve bu şekilde bir dini inanca sahip olma esaslarını ihtiva etmektedir.
Birinci ayet (Nisa,
4/135) şu iki şeyi gayet açık ve kesin bir şekilde emretmektedir:
Birincisi: Adaleti
yerine getirme konusunda son derece itina göstermek, bu konuda korkmadan,
haktan sapmadan ve hüküm vermede tereddüt göstermeden karşılıklı yardımlaşma
esasını gözetmek... Zira gökler ve yeryüzü adaletle ayakta durmaktadır.
Selef-i salihin bütün
yargılamalarında hatta düşmanlarla birlikte aleyhine hüküm verilenler
Müslümanlar bile olsa adalet esasına sarılmakta yegâne örnek olmuşlardır. Bu
hususta onların eşsiz örnekleri ve kıssaları vardır:
Meselâ: Abdullah b.
Revaha'yı Peygamberimiz (s.a.) Hayber halkının meyvelerini ve ekinlerini
tahmin etmek üzere görevlendirip gönderdiği zaman Yahudiler kendilerine yumuşak
ve tavizkâr davranması için Abdullah b. Revaha'ya rüşvet teklif etmişlerdi.
Bunun üzerine Abdullah b. Revaha:
"Allah'a yemin
olsun ki ben size benim için yaratılmışların en hayırlısı olan bir zatın
(Resulullah'm) yanından geliyorum. Siz ise maymunlar ve domuzlar haline
getirilen bir kavimden olup bana göre en sevimsiz insanlarsınız. Ancak O'na
olan sevgim ve size olan buğzum beni sizin hakkınızda adaletsizlik etmeye
sevketmeyecektir." Bunun üzerine Yahudiler: "Gökler ve yeryüzü bunun
üzerine (adalet üzerine) ayakta durmaktadır" dediler.
ikincisi: Şahitliğin
sonuçları kendi aleyhimize yahut anne-baba ve yakınlarımızın aleyhine bile
olsa hak için şahitlik yapmak. Çünkü hak daima yüksektir, ondan yüksek hiçbir
şey olamaz. Çünkü hak tabi olmaya en lâyık olandır. Çünkü kendi nefsimizin
menfaatleri ve zevklerinin üstünde olmak Allah'a olan sahih bir imanın
işaretidir. Çünkü anne babaya itaat, sıla-i rahim ve akraba ile irtibat hak ve
meşru ölçüler dairesi içinde olur. Yaratıcıya isyan olan hususlarda yaratılana
itaat yoktur.
Şahitlik sadece Allah
için, yani O'nun zatı, O'nun rızası, O'nun mükâfatı için olmalıdır. İnsanlar,
hakkı ehline vermelidir. Bu da O'nun şehadeti bizzat kendi nefsi üzerine yerine
getirmesi demektir. Allah müminleri bu edeple terbiye etmiştir. Nitekim İbni
Abbas şöyle demektedir: Onlar kendileri aleyhine bile olsa hakkı söylemekle
emrolunmuşlardı.
Burada zengin-fakir
gözetilmesine ihtiyaç yoktur. Zengin ve fakirin işlerini Allah üstlenmiştir.
Zengin ve fakirin herbirine Allah daha yakındır.
Nefsî arzulara tabi
olmak uçuruma düşürücü yani helak edicidir. Cenab-ı Hak buyuruyor ki:
"İnsanlar arasında hak ile hükmet. Nefsî arzulara tabi olma ki seni
Allah'ın yolundan saptırmasınlar." (Sad, 38/26).
Nefsî arzulara tabi
olmak haksız olarak şahitliğe ve hüküm verirken zulmetmeye sebep olur.
ŞaTai diyor ki: Allah
idarecilerden üç söz aldı:
-Nefsî arzularına tabi
olmamaları,
-İnsanlardan değil de
Allah'tan korkmaları,
-Allah'ın ayetlerini
basit bir dünya metaına değişmemeleri.
Şahitlikte tahrifte
bulunmak, iki taraftan birine meyletmek, hakkı söylememek, hakkı yerine
getirmekten yüz çevirmek, hükmederken zulmetmek bütün bunlar cezayı ve şiddetli
azabı gerektirir. Nitekim bu, ayetin sonundaki tehditten anlaşılmaktadır:
"Eğer eğri davranırsanız ve yüz çevirirseniz şüphesiz ki Allah
yaptıklarınızdan haberdardır." Yani buna karşılık sizi cezalandıracaktır.
Ayetin lafzı hem hüküm
vermek hem de şahitlik için genel bir ifadedir. Her insan adaletle davranmakla
emredilmiştir. Hadis-i şerifte "İmkân sahibi olanın borcunu ödemekte
oyalama yapması şikayetçi olunması ve hapsedilmesini gerektirir." (D
buyurulmuştur.
Anne - Baba Lehine ve
Aleyhine Şahitliğin Fıkhı Yönü:
Fıkıh alimleri
anne-babanın lehinde veya aleyhinde şahitlikle ilgili bazı hususlara işaret
etmişler ve şöyle demişlerdir:
Evladın anne-babasınm
aleyhindeki şahitliği geçerli ve makbuldür. Bu onlara itaat edilmesi emrine
aykırı değildir. Bilakis onlara olan itaatin gereği (hakkı açıklamak için
gerekiyorsa) onların aleyhine şahitlikte bulunmak ve onları batıldan
kurtarmaktır. "Kendinizi ve ailenizi cehennem ateşinden koruyun."
(Tahrim, 66/6) ayetinin manası budur.
Evladın anne-babasmın
lehinde ve anne-babanm evladın lehinde şahitliğine gelince, bu konuda ihtilâf
vardır:
Zührî diyor ki:
Selef-i salihinden geçmiş büyüklerimiz anne-baba ve kardeşin şahitliğini caiz
görüyorlar ve Cenab-ı Hakk'ın "Allah için şahitlik ederek adaleti hakim
kılanlar olun" ayetini tevil ediyorlardı. Selef-i salihinden hiçbir kimse
bu konuda itham edilmemişti. Daha sonraları insanların bazı tavırları olup
idarecilerin onları itham etmelerine sebep oldu, dolayısıyla itham edilebilecek
kimsenin şahitliği terk edildi. Bu da şahitliğin evlat, baba, anne, kardeş,
karı, koca hakkında caiz görülmemesi sonucunu getirdi. Bu görüş Hasan-ı Bas-rî,
İbrahim Nehaî, Şa'bî Şüreyh, İmam Malik, Sevrî, İmam Şafiî, Ahmed b. Hanbel,
İmam Ebu Hanife ve ashabının mezhebidir.
Bazı alimler ise
şahitler adil (güvenilir) iseler yakınları hakkında şahitliklerini caiz
gördüler. Bu görüş Hz. Ömer (r.a.) ile Ömer b. Abdülaziz'den rivayet
edilmiştir. İshak ve Müzenî'de bu kanaattedir.
İmam Şafiî
karı-kocanın birbirleri lehindeki şahitliklerini kabul etmiştir. Çünkü bunlar
birbirlerine yabancı idiler, aralarında sadece karı-koca sözleşmesi olup bu da
yok olmaya mahkûmdur. Aslolan hususî bir durum olmadıkça şahitliğin kabul
edilmesidir. Hususî durum dışındaki hüküm, asıl olan kaide üzerine devam
edecektir.
İmam Şafiî'ye şu cevap
verilmiştir: Karı-koca ilişkisi şefkati, irtibatı, ülfet ve sevgiyi gerekli
kılmaktadır. Karı-koca arasındaki mal-mülk menfaatleri devam etmektedir.
Töhmet altında kalma kuvvetli ve açıktır.
Ebu Davud'un Amr b.
Şuayb'dan, o da babasından, o da dedesinden naklettiği hadisi şerifte
"Resulullah (s.a.) hain erkek ve kadının şahitliğini, kindar olanın
kardeşi hakkındaki şahitliğini, özel görevlilerin şahitliğini reddetmiş,
başkalarının şahitliğini kabul etmiştir."
Bu hadisi İmam Ahmed,
Ebu Davud, Nesaî, İbni Mace ve Hakim Şerid b. Süveyd'den rivayet etmişlerdir.
Hattabî diyor ki:
Zül-gımr (kindar olan), kendisi ile aleyhinde şahitlik yaptığı kişi arasında
açık bir düşmanlık besleyen kimsedir. Töhmet sebebiyle bunun şahitliği
reddedilir. Kani' (özel görevli), ise sadece bir topluluğa hizmet etmekle
meşgul olan, onların ihtiyacını gören ücretli veya vekil gibi kişilerdir.
Şahitliğinin reddedilmesinin manası, kendine menfaat elde etmek töhmeti altında
bulunmasıdır. Yaptığı şahitlikle kendi lehine menfaat temin eden her kişinin
şahitliği reddedilir.
Bu hadis babanın oğlu
lehine yaptığı şahitliği caiz görenlere karşı bir delildir. Zira baba çocuğunu
sevme ve ona meyletme fıtratı üzerine yaratıldığı için bununla menfaat elde
etmektedir.
İmam Malik'e göre
şahitliği reddedilecek olan kimselerden biri, Bedevi'nin kasabalı aleyhine
şahitliğidir. Bunun delili Ebu Davud ve Darakutnî'nin Ebu Hureyre (r.a.)'den
naklettikleri Peygamberimiz (s.a.)'in şu hadisi şerifidir: "Bedevi'nin
kasabalı aleyhine şahitliği caiz değildir."
İkinci ayete (Nisa,
4/136) gelince: "Ey iman edenler" şeklinde başlayan bu ayet
anlaşıldığı gibi bütün müminler hakkında nazil olmuştur. Ayetin manası, ey
tasdik edenler, bu tasdikiniz üzerine devam edin, sebat edin; hem Kur'an'ı hem
de diğer peygamberlere indirilen bütün kitapları tasdik edin demektir.
Denilmiştir ki: Bu,
münafıklara bir hitaptır. Buna göre mana, "Ey görünüşte iman etmiş
olanlar!.. Allah için ihlâslı olun" demektir.
Bir başka görüşe göre,
bundan murad müşriklerdir. Ona göre mana, ey Lat, Uzza ve tağutlara iman
edenler!.. Allah'a iman edin. Yani Allah'ı ve O'nun kitaplarını tasdik edin
demek olur.
Yine denilmiştir ki:
Bu ayet Hz. Muhammed (s.a.)'den önce geçen peygamberlere iman edenler hakkında
nazil olmuştur.
[185]
137- İman edip sonra
inkâr eden, sonra iman edip tekrar inkâr eden, sonra da inkârlarında ileri
gidenleri Allah bağışlamayacak ve onları doğru yola eriştirmeyecektir.
138- Münafıklara
kendilerine can yakıcı bir azap olduğunu müjdele.
139- Onlar müminleri
bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar. Yoksa onların yanında izzet ve şeref mi
arıyorlar? Hiç şüphesiz bütün izzet ve şeref Allah'a aittir.
140- Allah size
kitabınızda "Allah'ın ayetlerinin inkâr edildiğini ve onlarla alay
edildiğini işittiğiniz zaman başka bir söze geçmedikleri müddetçe onlarla
birlikte oturmayın. Aksi takdirde siz de onlar gibi olursunuz." diye hüküm
indirmiştir. Hiç şüphesiz Allah bütün münafıkları ve kâfirleri cehennemde
toplayacaktır.
141- Onlar daima sizi
gözetlerler. Allah tarafından size bir fetih nasip olursa "Biz de sizinle
beraber değil miydik?" derler. Eğer kâfirlere bir nasip (zaferden bir
pay) olursa onlara "Biz size üstünlük sağlayıp sizi müminlerden korumadık
mı?" derler. Allah kıyamet gününde aranızda hüküm verecektir. Allah
müminlere karşı kâfirlere asla hiç bir imkân vermeyecektir.
"İman
ettiler." ve "küfrettiler." kelimeleri arasında tıbâk sanatı
vardır. "Câmiun" ve "Cemîan" kelimeleri arasında ise
cinas-ı iştikak yapılmıştır.
"Münafıklara
müjdele" ifadesi tehekkümî (alaylı) bir üslûptur. "Korkut"
kelimesi yerine alaylı bir tarzda "müjdele" kelimesi kullanılmıştır.
"Yoksa onların
yanında izzet ve şeref mi arıyorlar?" sorusu inkârîdir. Burada azarlama
ve tehdit amacı güdülmektedir.
[186]
Ey Muhammedi..
"Münafıklara kendilerine can yakıcı bir azap" cehennem azabı
"olduğunu müjdele." Yani onları bununla korkut.
"Onlar müminleri
bırakıp kâfirleri dost ediniyorlar." "Evliya" kelimesi "velî"
kelimesinin çoğuludur. Veli yardım eden, destek olan, dost anlamındadır.
Münafıklar kâfirlerde kuvvet olduğu zannma kapılarak onları dost edinmişlerdir.
"Onların yanında
izzet ve şeref mi arıyorlar1?" istiyorlar. Yani bunu onların yanında
bulamazlar. "Hiç şüphesiz" dünya ve ahirette "bütün izzet ve
şeref Allah'a aittir." Yani izzet ve şerefe sadece Allah dostları
kavuşur.
"Allah size
Kitap'ta" Kur'an'da "Allahın ayetlerinin" Kur'an'ın "inkâr
edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman başka bir söze geçmedikleri"
başka konu konuşmadıkları "müddetçe onlarla" kâfirlerle ve alay
edenlerle "birlikte oturmayın diye hüküm indirmişdir."
"Onlar daima sizi
gözetlerler" size belâ çatmasını yahut başınıza bir iş gelmesini
beklerler. "Allah tarafından size bir fetih" zafer ve ganimet
"nasip olursa biz de" dinde ve cihadda "sizinle beraber değil
miydik?" O halde ganimetten bize de verin "derler."
"Eğer kâfirlere
bir nasip" sizin üzerinize bir zafer nasip "olursa" onlara
"Biz size üstünlük sağlamadık mı?" sizi galip kılmadık mı? Sizin
öldürmenize imkân tanımadık mı? Sizi baki kılmadık mı? "Sizi müminlerden
korumadık mı?" Müminlerin haberlerini size duyurmak ve onu küçük düşürmek
suretiyle sizin müminlere karşı zafer elde etminizi temin etmedik mi? Bizim sizin
üzerinizde hakkımız, minnetimiz vardır.
"Allah kıyamet
gününde" sizi cennete, onları cehenneme sokmak suretiyle onlarla sizin
"aranızda hüküm verecektir."
"Allah müminlere
karşı kâfirlere asla hiç bir imkân vermeyecektir." Dünyada tamamen yok
olma imkânı vermeyecektir. İbni Kesir diyor ki: Bazı zamanlarda bazı insanlara
karşılık kâfirler zafer elde etmiş olsalar da Allah kâfirleri Müslümanlar
üzerine musallat edip tamamen yok etmelerine fırsat vermeyecektir. Zira dünya
ve ahirette hayırlı sonuç takva sahiplerinindir.
[187]
Nitekim Cenab-ı Hak
bir ayette şöyle buyurmaktadır: "Hiç şüphesiz biz Peygamberimize ve iman
edenlere dünya hayatında yardım ederiz." (Gafir, 40/51).
[188]
Cenab-ı Hak geçen
ayette Allah'a, Rasul'e ve inen kitaplara iman etmeyi emredince imanın dışında
kalan iki sınıfı zikretmesi uygun düşmüştür:
Birinci Sınıf:
Münafıklık yaparak görünüşte iman eden, sonra küfre dönen ve dalâlet üzere ölen
kimselerdir. Ölümden sonra onların tevbe etmeleri mümkün değildir. Allah
onlara mağfiret etmeyecektir.
İkinci Sınıf: Müslüman
görünen ve kâfirlerle birlikte sevgi bağı kuran münafıklar topluluğudur.
Bunlar için cehennemde acıklı bir azap vardır.
[189]
İmanlarını açığa vurup
da sonra küfre dönenler, sonra iman edip daha sonra küfredenler, daha sonra
aşırı gidip küfürde devam edenler ve sonra da küfür üzerinde ölen kimseler için
mağfiret yoktur. Onlara hayır yolu gösterilmez.
Yani kendilerinde
dinden dönme fiili tekrar tekrar görülenler, ziyadesiyle küfür etmeleri ve
küfür üzerinde ısrar etmeleri beklenenler, imanın gerçeğini anlamak için
kabiliyeti kaybedenler, hidayet üzerine sebatkâr olmaya çalışmayanlar,
Allah'ın mağfiretini, rahmetini, ihsanını ve rızasını asla elde edemeyeceklerdir.
Bu tereddütten sonra cennete ve cennetteki hayır, kurtuluş ve saadete asla
ulaşamayacaklardır. Zira hayatları boyunca onların tevbe ettikleri görülmemiştir.
Onlar ölünceye kadar küfürleri, tuğyanları ve İslâm'a olan düşmanlıklarında
devam etmişlerdir.
Ey Muhammed! Bu
münafıkları ve kâfirlere meyleden ve onlarla dostluk kuran diğerlerini cehennem
ateşinde derecesi bilinmeyen acıklı bir azapla müjdele, yani bununla korkut.
Hayırb akıbetin takva
sahiplerine ait olduğunu, zira Allah'ın takva sahipleriyle beraber olduğunu
bilmeyerek üstünlüğün kâfirlere ait olacağını zannetmeleri, bu sebeple de
müminlerin dostluğunu terk etmeleri, kâfirleri dost ve yardımcı edinmeleri
münafıkların sıfatlarındandır.
Daha sonra Cenab-ı Hak
onların bu tavırlarını reddetmiş, onları azarlamış ve eğer onlar bu
tavırlarıyla kâfirlerin yanında izzet, şeref ve üstünlük arıyorlarsa hata
ettiklerini belirtmiştir. Zira izzet, şeref ve üstünlük dünya ve ahi-rette
Allah'ındır. Allah bunu dilediğine verir.
Ayetten murat izzet,
şeref ve üstünlüğün sonunda Allah'ın, Yahudilere ve diğer insanlara karşı izzet
vereceğini vaad ettiği Allah dostlarının olduğudur. Cenab-ı Hak buyurdu ki:
"İzzet (şeref, üstünlük, kuvvet, hakimiyet ve yücelik) Allah'ın, Rasulünün
ve müminlerindir." (Münafikun, 63/8).
İbni Abbas diyor ki:
"İzzeti onların yanında arıyorlar" ayetiyle Kaynuka oğullan
kastedilmektedir. Zira Abdullah b. Übeyy b. Selul onlarla dostluk kurmuştu.
Cenab-ı Hak daha sonra
imanında sadık olan müminleri ve kendini mümin gösteren münafıkları Allah'ın
ayetleriyle alay eden kâfirlerin meclislerinde oturmaktan nehyetti. Onlara
kulak vermeyin, başka bir söze girinceye kadar onlarla birlikte oturmayın.
Çünkü siz onlarla birlikte oturursanız onların sözlerine razı olmanız sebebiyle
küfürde onlara ortak olursunuz.
Bu ayet aynen şu ayet
gibidir: "Bizini ayetlerimize dalan (ileri-geri konuşan) kimseleri
gördüğün zaman onlar başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüz çevir."
(En'am, 6/68).
Nehyin sebebi şudur:
Müşrikler meclislerinde Kur'an hakkında ileri geri konuşuyorlar, Kur'an'la alay
ediyorlardı. Müşrikler böyle ileri-geri konuşmaya devam ettikleri müddetçe
Müslümanlar onlarla birlikte oturmaktan nehyolun-dular.
Medine'deki Yahudi
alimleri de aynen müşrikler gibi hareket ediyorlardı. Bunun üzerine Müslümanlar
Mekke'de müşriklerle birlikte oturmaktan nehyo-lundukları gibi Yahudi
alimleriyle de oturmaktan nehyolundular. Kur'an hakkında ileri geri konuşan
Yahudi alimleriyle beraber oturanlar münafıklardı. Dolayısıyla onlara:
"Siz de küfürde Yahudi alimleri gibisiniz" denilmiş oldu.
Burada münkerin
karşısında susan kimsenin günaha ortak olduğuna ima edilmektedir.
Daha sonra Cenab-ı Hak
hepsinin sonlarını beyan etti. Münafık ve kâfirlerin tamamını yani kâfirler ve
onlarla birlikte oturanların tamamını cehennemde toplayacağını kararlaştırdı.
Zira bunlar dünyada Allah'ın ayetleriyle alay etmek üzere toplandıkları gibi
kıyamet günü azapta bir araya geleceklerdir. Zira bir şeye razı olanın hükmü
tamamen onu işleyen kimsenin hükmü gibidir.
Cenab-ı Hak sonra
münafıkların bazı durumlarını beyan etti. Onlar müminler için meydana gelecek
hayır ve şerri beklemektedirler.
Müminlere Allah
tarafından bir zafer, fetih veya ganimet nasip olursa "Biz de destekleyici
ve teyit edici olarak sizinle beraberdik, bize de ganimetten bir pay ayırın,
bizim hak kazandığımız taksimde bizi de ortak edin" diye iddiada
bulunmuşlardı.
Kâfirlere bir zaferden
nasip olduğu zaman -Meselâ Uhud'da olduğu gibi-münafıklar onlara şöyle dediler:
Sizi biz galip kılmadık mı? Size öldürme ve esir etme imkânını biz vermedik mi?
Müminlere karşı size yardımcı olmadık mı? Biz Müslümanları sizin yerinize
oyalamak, onların kalplerine korku ve endişe vermek suretiyle size yardımcı
olduk. Bundan dolayı onlar sizinle çarpışmaktan çekindiler. Onların sizin
üzerinize hakim olmasını engelledik. O halde elde ettiğiniz ganimetten bizim de
nasibimizi getirin.
Müslümanların
zaferinin "fetih", kâfirlerin zaferinin "nasip" olarak
adlandırılmasının sebebi Müslümanların şanını yüceltmek ve kâfirlerin elde
ettiği payı küçümsemektir. Zira Müslümanların zaferi büyük bir hadise olup bu
sebeple gök kapıları açılmakta, melekler Allah dostlarına yardım için inmektedirler.
Kâfirlerin nasibi ise Zemahşerî'nin de dediği gibi[190],
sadece basit bir hissedir ve dünyadan elde ettikleri küçük bir paylardır.
Cenab-ı Hak daha sonra
müminlerle münafıklar arasındaki durumu kesin çizgilerle belirtti: Ey sadık
müminler ve ey yalancı münafıklar!.. Allah kıyamet günü aranızda hüküm verecek,
herkese amelinin karşılığını verecektir. Müminler cennete, münafıklar
cehenneme gireceklerdir.
Sonra da Allah Teâlâ
vesveseci münafıkların sarılabilecekleri bütün ümitleri de kesip attı:
Müminler Allah'ın şeriatına ve dinine sarılmaya devam ettikleri müddetçe Allah
kâfirlere müminleri tamamen ortadan kaldırma, müminleri yok etme imkânı
vermeyecektir. Bazan kâfirler bir zafer elde etseler de bu geçici bir zafer
olacaktır. Zira hayırlı sonuç dünya ve ahirette sadece takva sahiplerinin
olacaktır. "Müminlere yardım etmek bizim üzerimize borçtur." (Rum,
30/47); "Siz Allah'a (Allah'ın dinine yardım ederseniz) O da size yardım
eder ve ayaklarınızı sabit kılar." (Muhammed, 47/7).
[191]
Bu ayetler şu
noktalara işaret etmektedir:
1- Kâfir
iman ettiği zaman eski küfrü affolunur, ancak tekrar döner, inkâr ederse önceki
küfrü affolunmaz. Bunun delili Sahih-i Müslim'de Abdullah b. Mes'ud (r.a.)'dan
rivayet edilen şu hadis-i şeriftir.
Sahabeden bazıları
Peygamberimiz (s.a.)'e:
—Ya RasulallahL Biz
cahiliyetteki amelimizden sorumlu olacak mıyız? diye sordular. Peygamberimiz
(s.a.):
—Sizden kim İslâm'da
güzel amel işlerse öncekilerden sorumlu olmaz. Kim kötülük işlerse hem
cahiliyetteki hem de İslâm'daki amelinden sorumlu olur, buyurdu. Bir başka
rivayete göre "Kim İslâm'da kötülük işlerse önceki ve sonraki ile sorumlu
olur." denmiştir.
Buradaki
"kötülük" küfür manasındadır. Zira burada kötü amel işlemek manası
uygun ve doğru değildir. Zira böyle olursa İslâm'ı kabul etmenin kendinden
önceki amelleri silmemesi gerekir. Ancak ölünceye kadar bütün günahlardan masum
olan kimse bundan müstesna sayılır. Böyle bir şey de icma ile batıldır
[192]
2-
"Onları hidayet yoluna iletmez" ayetinde kadercilere reddiye vardır.
Zira Cenab-ı Hak kâfirlere hayır yolunu göstermez. Böylece kul hidayetten
Allah Teâlânm iradesiyle mahrum olur.
3-
"Şüphesiz ki iman edip daha sonra küfredenler" ayeti mürtedlerin hükmünü
yani dinden dönmenin bütün amelleri boşa çıkaracağı hükmünü ihtiva etmektedir.
4- Acıklı
azap Allah Teâlâ'nm haber vermesiyle hiç şüphesiz münafıklara mahsustur.
Allah'ın haberi ise değişikliğe uğramaz.
5-
"Kâfirleri dost edinenler..." ayetiyle tevhid ehlinden masiyet
işleyenlerin münafık olmadıklarına delil vardır. Zira Müslüman kâfirleri dost
edinmez.
Ayet kâfirlerle
dostluk yapılmamasını ve onların dinle ilgili amellerde yardımcı kabul edilmemesini
ihtiva etmektedir.
Sahih hadiste Hz. Aişe
(r.a.)'den rivayet edildiğine göre müşriklerden bir adam Peygamberimiz (s.a.)
ile beraber savaşmak üzere İslâm ordusuna katıldı. Efendimiz (s.a.) o kimseye:
—Dön. Biz müşrikten
yardım istemeyiz buyurdu.
[193]
6- İzzet
yani galibiyet, hakiki ve tam kuvvet Allah'ındır.
7- Allah'ın
ayetleriyle (Kur'anla) alay eden kâfirlerin meclislerinde oturmak haramdır.
"Size kitapta şu hüküm indirildi..." ayetindeki hitap genel olup
dürüst veya münafık olarak imanını ortaya koyan herkes içindir. Zira bu kimse
imanı ortaya koyunca Allah'ın kitabının emirlerine sarılması gerekir. Halbuki
münafıklar Yahudi bilginleriyle birlikte oturuyor, Kur'anla alay ediyorlardı.
"Başka bir söze
-yani küfürden başka bir söze- dolmadıkça onlarla birlikte oturma. O halde sen
de onlar gibi olursun" ayeti kendilerinden bir münker görüldüğü zaman
günahkârlardan kaçınmanın vacip olduğuna delâlet etmektedir. Zira onlardan
kaçınmayan kimse onların davranışına razı olmuş demektir. Küfre rıza ise
küfürdür. Cenab-ı Hak "O halde sen de onlar gibi olursun" buyurmaktadır.
Buna göre bir masiyet meclisinde oturup onları yadırgamayan kimse günahta
onlarla birlikte eşit derecede olur. O kimse masiyet konuştukları ve masiyet
işledikleri zaman onları uyarmalıdır. Eğer onların bu durumundan
hoşlanmadığını bildirmeye muktedir değilse onların yanından kalkmalıdır ki bu
ayette adı geçenlerden olmasın.
Masiyet işleyenlerden
kaçınmak sabit olduğuna göre bid'at ve nefsî arzular peşinde koşanlardan
sakınmak evlâdır.
8- Münafıkların
tavır ve tutumları şaşılacak, alay edilmeyi ve her iki taraftan kovulmayı
gerektiren çok zayıf bir tutumdur. Zira münafıklar bir taraftan kendilerini
Müslümanlara destek olan ve cihadlarmı teyit eden kimseler olarak onların
ganimetlerini arzu ediyorlardı. Diğer taraftan da kâfirlere gidip onları
savunduklarını ve onlar adına Müslümanları basite aldıklarını, böylece
Müslümanların onlardan korktuklarını söyleyerek kâfirlerin ganimetlerine
konmayı arzu ediyorlardı
"Sizi daima
gözetleyenler..." ayeti münafıkların da Müslümanlarla birlikte gazvelere
çıktıklarına delâlet etmektedir. Bunun için "Biz sizinle beraber değil
miydik?" demişlerdir. Ayrıca ayet münafıklara ganimet verilmediğine
delâlet etmektedir. Bunun için onlar ganimet talebinde bulunmuşlar ve "Biz
sizinle beraber değil miydik?" demişlerdir.
Münafıkların "Biz
'sizinle beraber değil miydik ?" sözüyle Müslümanlara minnette bulunmak
istediklerini de ihtimal dahilindedir. Yani biz onların haberlerini size
bildiriyorduk. Biz sizin yardımcılarınız idik, manasmdadır.[194]
9- "Allah
müminler üzerine kâfirlere asla üstünlük vermeyecektir" ayeti hakkında
İbnü'l-Arabî ve ona tabi olarak Kurtubî
[195] şu
beş vechi zikretmiştir:
a) Cenab-ı Hak
kâfirlere müminler üzerine kendi tarafından bir üstünlük vermeyecektir. Ancak
sizler birbirinize batılı tavsiye ederseniz, münkeri neh-yetmezseniz, tevbeyi
terk ederseniz düşmanın sizin üzerinize musallat olması sizin tarafınızdan ve
sizin sebebinizle olur. İbnü'l-Arabî bu tefsirin çok nefis olduğunu
söylemektedir.
"Sebil"
kelimesinden murad "hüccet, delil" demektir.
Bu durum kıyamet günü
olacaktır. Taberî bu görüşü tercih etmiş, İbnü'l-Arabî de bu husustaki haberin
faydasız olması sebebiyle bu görüşü zayıf bir görüş olarak kabul etmiştir.
b) Benim de tercih
ettiğim bir başka görüşe göre Allah kâfirlere müminlerin devletini yok edecek,
izlerini silecek, müminlerin varlığını ortadan kaldıracak bir imkân
vermeyecektir. Nitekim Sahih-i Müslim'de Sevban (r.a.)'dan rivayet edilen bir
hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle buyurmaktadır:
"Rabbimden
müminler üzerine onların vatanlarını mubah sayacak (onları tamamen ortadan
kaldıracak) kendilerinden başka bir düşman musallat etmemesi için dua
ettim."
Bu ayet hakkında
Cassas diyor ki: Kocanın dinden dönmesi sebebiyle eşler arasında ayrılık vaki
olması hususunda bu ayetin zahiri delil olmaktadır. Zira nikâh akdi kocaya
hanımını evinde tutma, cezalandırma ve evden dışarı çıkarmama hakkı, kadına da
nikâh akdinin gerektirdiği hususlarda kocasına itaat etme yükümlülüğü getirmektedir.
Nitekim Cenab-ı Hak,
"Erkekler kadınlar üzerine hakimdirler" buyurmaktadır. Bu ayet
kocanın dinden dönmesi sebibiyle ayrılığı ve kocanın hanımı üzerindeki
haklarının ortadan kalkacağını gerekli kılmaktadır. Çünkü nikâh devam ettiği
müddetçe kocanın hakları sabittir. Kocanın hanımı üzerindeki yetkileri devam
etmektedir.
[196]
142- Münafıklar
Allah'ı aldatmak isterler. Halbuki Allah onların hilelerini kendilerine
çevirir. Onlar namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar. İnsanlara
gösteriş yaparlar. Allah'ı pek az anarlar.
143- Onlar bu arada (iman ile küfür arasında)
bocalamaktadırlar. Ne bunlara (müminlere) ne de şunlara (kâfirlere)
bağlanırlar. Allah kimi doğru yoldan saptmrsa sen artık ona bir yol bulamazsın.
144- Ey iman
edenler!.. Müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmeyin. Allah'a kendi
aleyhinize olacak apaçık bir delil mi veriyorsunuz?
145- Şüphesiz münafıklar cehennem ateşinin en
aşağı tabakasındadırlar. Sen onlar için asla bir yardımcı bulamazsın.
146- Ancak tevbe
edenler, kendilerini düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar, Allah için
dinlerine ihlâsla bağlananlar müstesna. Çünkü bunlar müminlerle
beraberdirler. Allah müminlere büyük bir mükâfat verecektir.
147- Eğer siz şükrederseniz ve iman ederseniz
Allah size ne diye azap etsin? Allah şükredenlerin mükâfatını veren ve her
şeyi gayet iyi bilendir.
"Mâ yefalü"
ibaresindeki "mâ" harfinde iki farklı görüş vardır: Birincisi,
"yef alü" fiilinin nasb mevkiinde soru edatı olmasıdır. Yani,
"Size neden azap etsin?" manasındadır. (Meal bu şekilde
verilmiştir).
İkincisi,
"mâ" harfinin olumsuzluk edatı olmasıdır (Yani "azab etmez"
anlamını verir). İbnül-Enbarî diyor ki: Birinci görüş en uygunudur.
[197]
"Münafıklar"
kendilerine küfrün dünyevî hükümlerinin uygulanmasını reddetmek için içlerinde
gizledikleri küfrün aksini yani imanı ortaya koymak suretiyle "Allah'ı
aldatmak isterler." Hıda' (aldatma), başkasına bir şeyin gerçeğine aykırı
fikir vermektir. "Halbuki Allah onların hilelerini kendilerine çevirir."
Aldatmalarına karşı onlara cezasını verecek. Onların içlerinde gizledikleri
niyetlerini Allah'ın peygamberine bildirmesi sebebiyle dünyada rezil olurlar,
ahirette ise cezalandırılırlar.
"Onlar namaza
kalktıkları zaman tembel tembel" yani namazı ağırdan alarak üşene üşene
"kalkarlar." Namazlanyla "İnsanlara gösteriş yaparlar."
Yaptıkları bu amellerine karşı içlerinde istek duymaksızın insanlar arasında
tanınmak amacım güdüyorlardı. "Allah'ıpek az anarlar."
"Onlar bu
arada" imanla küfür arasında "bocalamaktadırlar." Tereddüt
içerisindedirler. "Ne bunlara" yani müminlere "ne de
şunlara" yani kâfirlere bağlanırlar."
"Allah'a kendi
aleyhinize olacak apaçık bir delil mi" açık kuvvetli bir delil, münafık
olduğunuzu gösteren bir burhan mı "veriyorsunuz?"
"Şüphesiz
münafıklar cehennem ateşinin en aşağı" en dip "tabakasındadır-lar.
Sen onlar için asla" onları azaptan koruyacak "bir yardımcı
bulamazsın."
"Ancak"
münafıklıktan "tevbe edenler, kendilerini" amellerini
"düzeltenler, Allah'a sımsıkı sarılanlar" Allah'a güvenenler
"Allah için" riyadan uzaklaşıp "dinlerine ihlâsla bağlananlar
müstesna... Allah müminlere büyük bir mükâfat" yani ahirette cennet
"verecektir."
"Allah şükredenlerin
mükâfatını veren" müminlerin amellerine mükâfat vermek suretiyle karşılık
veren "ve her şeyi" yaratıklarını "gayet iyi bilendir."
[198]
Bu ayetler
münafıkların sıfatlarını, durumlarını ve tutumlarını beyan eden önceki ayetleri
tamamlamaktadır.
[199]
Münafıklar
cahillikleri, basitlikleri, bilgilerinin ve akıllarının azlığı, psikolojik
hastalıkları ve anlayışsızlıkları sebebiyle hileye yönelirler. Hilekâr kimsenin
yaptığı gibi küfrü gizleme ve imanı açığa vurma şeklinde hareket ederler.
Nitekim Bakara suresinin başlarında onların bu özellikleri şöyle anlatılmıştı:
"Onlar Allah'ı ve iman edenleri aldatmak isterler." (Bakara, 2/9).
Hiç şüphesiz Allah
aldatılamaz. Zira O bütün sırları ve gizlilikleri bilir. Fakat onlar durumlarının
insanlar arasında revaç bulduğu gibi, görünüşte kendilerine şeriat hükümleri
uygulandığı gibi olacak zannederler. Kıyamet gününde Allah katındaki
hükümlerinin de böyle olacağını, durumlarının Allah katında da makbul olacağını
zannederler.
Nitekim Cenab-ı Hak
onların kıyamet gününde kendilerinin dünyada iken istikamet ve doğru yol
üzerinde olduklarına yemin edeceklerini, bu yeminlerinin kendilerine faydalı
olacağına inandıklarını haber vermekte, şöyle buyurmaktadır: "O gün Allah
hepsini diriltir. Onlar size yemin ettikleri gibi Allah'ın huzurunda da yemin
ederler." (Mücadile, 58/18); "Allah da onları aldatır (onların
hilelerine kendilerine çevirir)." Yani onların hilelerine karşılık onlara
ceza verir. Bu birinci lafza uygun olsun diye "aldatma" şeklinde
adlandırılmıştır. Meselâ "Onlar hile yapar, Allah da onlara hile yapar
(yani hilelerinin karşılığını verir)". (Enfal, 8/30) ayeti de böyledir.
Yahut O, aldatmaya karşılık genellikle yapılacak şeyi onlara yapar. Yani
zahiren kendilerine şeriat ahkâmı uygulansın diye bırakır. Dünyada kanlarına
ve mallarına dokunulmaz. Ahirette ise onlara aşağı tabaka hazırlanır. Dünyada
onları rezillik, perişanlık, sıkıntı, işkence ve sürekli korku hiç yalnız
bırakmaz.
Cenab-ı Hak
münafıkları ahirette insanların huzurunda rezil de edebilir. Sıratta müminlere
nur verildiği gibi onlara da nur verilir; sonra nurları söndürülür. Nitekim
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"O gün münafık
erkek ve kadınlar müminlere: "Bize bakın da nurunuzdan istifade
edelim" derler. Onlara: "Arkanıza dönün de nur isteyin" denilir.
Müminlerle münafıklar arasına kapısı olan bir sur çekilir. Onun içinde rahmet,
dış tarafında da azap vardır."
"Münafıklar
müminlere "Dünyada biz sizinle beraber değil miydik?" diye çağrıda
bulunurlar. Müminler de "Evet, fakat siz kendinizi fitneye kaptırdınız,
müminlerin bir belâya uğramasını beklediniz, din hususunda şüpheye düştünüz.
Allah'ın emri gelinceye kadar boş emeller sizi aldattı. Sizi Allah'a karşı aldatıcı
şeytan aldattı" derler."
"Bugün ne sizden
ne de kâfirlerden, kurtulmanız için hiç bir fidye kabul edilmeyecektir. Yeriniz
cehennemdir. Sığınacağınız odur. O ne kötü bir yerdir." (Hadîd, 57/13-15).
İmam Ahmed ve
Müslim'in İbni Abbas (r.a.)'tan rivayet ettiği hadiste Efendimiz (s.a.) şöyle
buyuruyor: "Kim ismini duyurmak isterse Allah (kıyamette kötü bir
şekilde) ismini duyurur. Kim gösteriş yaparsa Allah da onu (kıyamet gününde
kötü bir şekilde insanlara) gösterir."
İbni Abbas diyor ki:
"Allah'ın onları aldatmakla cezalandırması şu şekildedir. Allah kıyamet
gününde insanlarla birlikte yürümek üzere onlara nur verir. Sırata ulaştıkları
zaman nurları söner, karanlıkta kalırlar. Bunun delili Cenab-ı Hakkın şu
ayetidir:
"Onların durumu
aydınlanmak için ateş yakan kimsenin durumuna benzer: Ateş çevresini aydınlatınca
Allah onların nurlarını giderdi ve onları karanlıklar içerisinde bıraktı da
görmez oldular." (Bakara, 2/17).
"Namaza
kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlar." Yani ağır ağır, üşe-ne üşene
kalkarlar. Zira onları namaza sevkedecek imanları yoktur. Onların namaz
hususunda hiçbir niyetleri yoktur. Namazın manasını da düşünmezler. Bu onların
dış görünüşlerinin sıfatıdır.
Cenab-ı Hak daha sonra
onların çürük iç durumlarını da anlatarak şöyle buyurdu: "İnsanlara
gösteriş yaparlar." Yani onların ihlâsı yoktur. Allahla hiçbir
irtibatları yoktur. Bilakis onlar sadece suni ve yapmacık bir tavırla hareket
ederek insanların kendilerini görmelerini isterler, namazlarında gösteriş ve
şöhret amacını güderler. Bunun için umumiyetle yatsı ve sabah namazlarından
geri kalırlar.
Nitekim Buharî ve
Müslim'in Sa/u'A'lerindeki bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.) şöyle
buyurmaktadır: "Münafıklara en ağır gelen namazlar yatsı ve sabah
namazlarıdır. İnsanlar bu iki namazdaki ecri bilselerdi sürünerek de olsa bu
namazlarına gelirlerdi."
"Onlar Allah'ı
çok az zikrederler."'Yani namazlarında haşyetullaha uymazlar, ne
dediklerini bilmezler. Onlar namazlarından gafil ve habersizdirler. Gerçekte
ise onlar namazı pek az kılarlar. Hiç kimse görmediği zamanlarda ise hiç namaz
kılmazlar.
Münafıklar bununla
birlikte imanla küfür arasında bocalamakta, tereddüt etmekte ve şaşkınlık
geçirmektedirler. Onlar gerçekte ne müminlerle beraberdirler, ne de gerçekten
kâfirlerle beraberdirler. İçleri kâfirlerle beraberdir. Onlardan bir kısmı da
şüphe rüzgârına kapılmışlardır. Bazan müminlere bazan da Yahudiler gibi
kâfirlere meylederler: Tıpkı Cenab-ı Hakkın Bakara suresinin başlarında
buyurduğu gibi: "Şimşek onları aydınlattıkça onun ışığında yürürler,
üzerlerine karanlık çökünce de dikilip kalırlar." (Bakara, 2/20). Bu iki
gruptan birine hakimiyet nasip olursa kendilerinin o gruptan olduğunu iddia
ederler.
"Allah kimi doğru
yoldan saptırırsa sen artık ona bir yol bulamazsın." Yani amelleri, tavrı
ve ahlâkı sebebiyle Allah kimi hidayet yolundan çevirirse artık onun
girebileceği hayır ve doğruluk yolu bulamazsın.
Cenab-ı Hak daha sonra
müminleri münafıklar gibi davranmaktan ve kâfirleri dost edinmekten
sakındırdı. Şu mealde buyurdu:
Ey Allah'a ve
Rasul'üne iman edenler!.. Müminleri bırakıp kâfirleri dost edinmeyin. Yani
kendileriyle arkadaşlık, dostluk, samimiyet ve sıcak ilişki kuracağınız,
sevgiyle sırlarınıza ortak edeceğiniz, kendilerine müminlerin özel durumlarını
açıklayacağınız dost ve yardımcılar edinmeyin.
Nitekim bir başka ayette
Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır: "Müminleri bırakıp kâfirleri dost
edinmeyin. Kim böyle yaparsa Allah'tan (bekleyeceği) hiçbir şey yoktur. Ancak
onlardan sakınmanız hali müstesna, Allah sizi kendisinden sakındırır."
(Âl-i İmran, 3/28).
"Ey iman edenler!...
Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin dostudur."
(Maide, 5/51).
Ancak İslâm devletinde
zimmilerin umumi vazifelerde görevlendirilmeleri haram değildir. Çünkü bunlar
sahabe asnnda divanlarda çalışmışlardı. Ebu İs-hak es-Sabî Abbasî Devletinde
vezir idi.
"Allah'a kendi
aleyhinize olacak apaçık bir delil mi veriyorsunuz?" Siz kâfirleri dost
edindiğiniz zaman cezayı hak etmekle Allah'a kendi amelleriniz aleyhinde olacak
açık bir hüccet mi vermek istiyorsunuz? Yani kâfirlerle dostluk münafıklığa
delildir. Bu ancak bir münafıktan sadır olabilir.
Cenab-ı Hak daha sonra
münafıkların meşhur cezasını zikretti: "Şüphesiz münafıklar cehennem
ateşinin en aşağı tabakasındadırlar." Yani onların yeri ateşin en alt
derecesindedir. Ateş de yedi tabakadır: Bunlar sırasıyla cehennem, laz'â,
hutame, setr, sekar, cehm, hâviye'dir. Bazan birbirlerinin adlarıyla da
anılırlar. Cennet de derece derecedir. Bunlar da birbirlerinin üstündedirler.
Münafığın azabının
kâfirin azabından daha şiddetli oluşunun sebebi münafığın küfür bakımından
kâfir gibi olması, küfrüne ilâve olarak İslâm ve Müslümanlarla alay etmesidir.
Münafıklar kendilerini
bu azaptan kurtaracak yahut bu azabı hafifletecek kimseyi asla
bulamayacaklardır.
Cenab-ı Hak daha sonra
ıslah yolunu zikretti. Islah yolu münafıklıktan tevbe etme kapısının
açılmasıdır. Cenab-ı Hak münafıkların tevbesinin sahih bir tevbe olarak kabul
edilmesi için "Ancak tevbe edenler, kendilerini düzeltenler, Allah'a
sımsıkı sarılanlar, Allah için dinlerine ihlâsla bağlananlar müstesna."
ayetinde dört şart zikretti. Bu şartlar şunlardır:
1- Geçmiş
fiilden pişman olmak,
2- Nifak
kirlerini temizleyen salih amelleri işlemekte gayretli olmak (kendini
düzeltmek),
3- Allah'a
sarılmak yani O'na güvenmek, O'nun kitabına sarılmak, Peygamberi Hz. Muhammed
Mustafa (a.s.)'nın hidayetiyle hidayete ermek,
4- Allah
rızası amacmı taşımak. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a iman
edip O'na sarılanlara gelince, Allah onları kendi tarafından bir rahmet ve
lütfa sokacak ve onları doğru yola iletecektir." (Nisa, 4/175).
Allah için ihlâslı
olmak, kulların sadece O'na ibadet etmeleri, O'na halisane bir şekilde
yönelmeleri, O'na itaat ederken sadece O'nun rızasını arzu etmeleri, bir
zararı ortadan kaldırmak veya bir menfaat elde etmek için O'ndan başkasına
iltica etmemeleri şeklinde olur. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Biz ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz." (Fatiha,
1/5).
İşte münafığın
tevbesinin kabulünün şartları bunlardır. Kâfire gelince onun tevbesinin
kabulünün şartı sadece küfrü terk etmesidir.
Nitekim Cenab-ı Hak
buyuruyor ki: "Küfredenlere de ki: Eğer (küfürden) vazgeçerlerse onların
geçmiş günahları bağışlanır." (Enfal, 8/38).
Münafık, küfrünü
gizleyip imanını açığa vuran kimsedir. Kâfir ise küfrünü açıktan ilân eden
kimsedir.
Bu tevbe eden kimseler
müminlerle beraberdirler yani müminlerin dostları ve her iki dünyada
arkadaşlarıdır, kıyamet günü onların zümresindedirler.
Allah müminlere
mikdarı bilinmeyen büyük bir mükâfat verecektir. Onlar bu mükâfatta müminlerle
ortak olacaklardır. Nitekim Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Hiçbir nefis
yaptıklarına karşılık olarak kendileri için gizli kılınan gözlerinin nuru
hurileri bilemez." (Secde, 32/17).
Cenab-ı Hak daha sonra
onlara azap edilmesinin sebebini -yani Allah'ın nimetlerini inkâr etmelerini-
zikretti. İnkâr manasmdaki bir istifham ile şöyle buyurdu:
Ey insanlar! Allah
size ne diye azap etsin? O size, öç ve intikam almak sebebiyle yahut bir
zararı engellemek veya bir fayda elde etmek için azap etmiyor. Zira Allah
bütün insanlardan müstağnidir. Bu hususta O'na hiçbir şey caiz değildir. Fakat
O aynı zamanda adalet ve hikmet sahibidir. O salih kimse ile salih olmayanı
eşit saymaz. Kâfir, münafık ve isyankâr kişi kendisine verdiği nimetlerinden
dolayı Allah'a şükretmez. Allah'a hakikî iman hususundaki vazifelerini yerine
getirmezler. Allah'ın nimetlerini hayır yolunda sarf etmezler.
Eğer amellerini
düzeltmek, O'na hakkıyla iman etmek suretiyle Allah'a şükretmiş olsalar
benzerleri için hazırlanan bol sevaba lâyık olurlar. Allah şa-kirdir,
şükredenlere karşı mükâfat verir, itaat edene sevap verir. Yaratıklarını gayet
iyi bilir, O'na hiçbir şey gizli kalmaz
Kim Allah'a iman eder,
nimetlerine şükretmek suretiyle vazifesini yerine getirirse Allah bunu gayet
iyi bilir. Buna karşılık ona en bol mükâfatı verir.
Nitekim Cenab-ı Hak
şöyle buyurmaktadır: "Hani Rabbiniz ilân etmişti: Siz şükrederseniz size
artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz benim azabım şiddetlidir."
(İbrahim, 14/7).
O, az ameli çok
mükâfatla, basit bir şeyi büyük bir ecirle ödüllendiren, son derece ikramsever
ve çok çok ihsan edendir. Bir iyiliği on misline hatta daha çok emsaliyle
katlar.
Allahım! Bizi şükreden
ve sabreden, ihlâslı takva sahibi, dünya ve ahiret-te kendilerinden razı
olduğun müminlerden kıl!
[200]
Bu ayetler şu önemli
hükümlere dikkatimizi çekmektedir.
1- Nifak ve
riya her ümmette ve her zaman var olan iki haslettir. Nifak küfrü gizleyip
İslâm'ı ortaya koymaktır. Riya ise Allah'ın emrine uymak için değil, insanların
görmesi için güzel ameli ortaya koymaktır.
2- Münafık
tilki gibi hile ve aldatmaya dayanır. Durumu ise insanlara derhal açığa çıkar.
Nifakının başlamasından itibaren yaptığı münafıklıktan hiçbir şey Allah'a gizli
kalmaz. Münafıklar bilgisizlikleri ve kıt akıllan sebebiyle Allah'ı aldatmak
isterler. Halbuki Allah onları aldatacaktır. -Bu aynı lafız kullanılarak
yapılan müşakele sanatıdır.- Allah'ın aldatması demek, Allah dostlarını ve
peygamberlerini aldatmalarına karşılık Allah'ın münafıkları cezalandırmasıdır.
3- Dünyada
münafık kimseye zahiren şeriatın hükümleri uygulanır. Ahi-rette ise Hasan-ı
Basrî'nin dediği gibi, mümin ve münafık her insana kıyamet günü bir nur
verilir. O zaman münafıklar şımarırlar ve kurtulduklarını zannederler. Sırata
geldikleri zaman her münafığın nuru söner. İşte bu anda söyleyecekleri söz
şudur: "Bize bakın. Biz sizin nurunuzdan iktibas edelim." (Hadîd,
57/13).
4-
Münafıkların vasıflarından biri namazı gösteriş için kılmalarıdır. Yani onlar
tembel tembel, çok ağır ve zor bir şekilde namaz kılarlar. Onlar hiçbir mükâfat
beklemezler. Bunu terk etmeleri sebebiyle gelecek cezaya da inanmazlar.
Daha önce geçen sahih
hadiste şöyle buyuruluyor: "Münafıklara en ağır gelen namazlar, yatsı ve sabah
namazlarıdır." Münafıklar gündüz yorgunluğu sebebiyle yatsı namazlarını
kılmazlar, sabah namazı vakti gelince de uyku onlara daha sevimli gelirdi.
Eğer kılıç (ceza) olmasaydı namazı kılmazlardı.
Cenab-ı Hak
münafıkları gösteriş ve korku anında Allah'ı az zikretmekle tavsif etmektedir.
Peygamberimiz (s.a.) namazı geciktiren kimseyi zemmederek -üç defa- "İşte
şu münafıkların namazıdır" buyurmuş, sonra da bu namazı tarif etmiştir:
"Münafıklardan biri güneşi gözetler, nihayet güneş şeytanın iki boynuzu
arasına girdiği -yani güneş batacağı zaman- kalkar, Allah'ı pek az zikrederek
dört defa yeri gagalar." Bu hadisi İmam Malik ve başkaları rivayet etmiştir.
Cenab-ı Hak müminleri
az zikretmekle tavsif etmiştir. Zira onlar Allah'ı Kur'an okuyarak veya teşbih
ederek zikretmemekte, sadece tekbir getirmek suretiyle zikretmekteydiler.
Denilmiştir ki: Cenab-ı Hak bunu azlıkla tavsif etmiştir. Zira Allah az zikri
kabul etmez. Yine denilmiştir ki: Zikri, ihlâs olmaması sebebiyle kabul etmez.
5- Kim
münafıkların namazı gibi namaz kılarsa ve zikri de onların zikri gibi olursa
kabul olmama hususunda onlara katılır ve Cenab-ı Hakk'ın "Namazlarında
huşu sahibi olan müminler kurtuluşa ermişlerdir." (Mü'minûn, 23/1-2)
ayetinin dışında kalır. Ancak özrü olursa müstesna. Bu durumda Peygamberimiz
(s.a.)'in namazı eksik kılan bedevi Arab'a öğrettiği gibi sadece farzı kılar.
İmamların rivayet ettikleri gibi buyurdular ki:
"Namaza kalktığın
zaman güzel bir abdest al, sonra kıbleye dön ve tekbir getir. Sonra Kur'an'dan
kolayına gelen ayetleri oku. Sonra da rükûda tatmin oluncaya kadar rükû et.
Sonra ayağa kalk. Nihayet ayakta tam anlamıyla dur. Sonra da secdede tatmin
oluncaya kadar secde et. Sonra kalk, tatmin oluncaya kadar otur. Sonra bir defa
daha aynı şekilde secde et. Bunu namazının her rekâtında yap."
Yine Peygamberimiz
(s.a.) İmam Ahmed ve Kütüb-i Sitte müelliflerinin Ubade (r.a.)'den rivayet
ettikleri hadis-i şerifte şöyle buyurur: "Ümmü'l-Kufan'ı (Fatiha'yı)
okumayan kimsenin namazı yoktur."
Tirmizî'nin rivayet
ettiği hadis-i şerifte de şöyle buyurur: "Kişinin rükû ve secdede belini
düzeltmediği namaz makbul değildir." Bundan dolayı alimlerin bir çoğu bu
hadis sebebiyle tadil-i erkan farzdır demişlerdir. İmam Ebu Hanife ise bunun
farz olmadığı ve haber-i âhad'la sabit olduğu için vacip olduğu görüşündedir.
6-
İbnül-Arabî diyor ki: Kim insanlar onun namazını görsünler ve kendisini
namazda görsünler de onun imanına şahit olsunlar diye ya da şahitliğinin kabulü
ve imamlığının caiz olması için namaz kılarsa bu nehyedilen riyadan değildir.
Bunda ona hiçbir mahzur yoktur. Masiyet olan riya, kişinin namazı insanları
kandırmak için ve menfaate yol olsun diye açıktan kılmasıdır. Bu doğru olmayan
bir niyettir, o kimsenin namazı iade etmesi gerekir.[201]
7- Münafık
tereddüt içinde, endişeli ve dengesizdir. Münafıklar müminlerle müşrikler
arasında tereddüt içindedirler. Ne imanda ihlâs sahibidirler, ne de açıktan
inkâr ederler.
Sahih-i Müslim'de İbni
Ömer (r.a.)'den rivayet edilen bir hadiste Peygamberimiz (s.a.) şöyle
buyururlar: "Münafık kimsenin benzeri iki sürü arasında dolaşan şaşkın
koyun gibidir ki bir defasında bu sürüye diğerinde öteki sürüye katılır."
8- Müminleri
bırakıp kâfirleri dost edinmek haramdır. Bundan murad İbni Kesirdin dediği
gibi kâfirlerle arkadaşlık, dostluk ve karşılıklı yardımlaşma, onlara gizlice
sevgi göstermek, müminlerin gizli durumlarını, sırlarını onlara bildirmektir.
Kâfirlerle dostluktan nehyeden ayetler pek çoktur.
9- Münafığın
cezası küfrünün büyüklüğü, masiyetlerinin çokluğu ve müminlere olan eziyeti
sebebiyle cehennemin en alt tabakası olan "hâviye"ye girmektir.
Ateş derekelerinin
(alt derecelerinin) en üstünü cehennemdir. Sonra sırasıyla lazâ, hutame,
se'îr, sekar, cehm ve hâviye'dir. Bazan bütün bu derekelerin hepsi birinci
tabakanın (cehennemin) ismiyle adlandırılır. Allah lütfü ve kere-miyle cehennemin
azabından bizi korusun.[202]
10-
Münafığın tevbesi bir takım şartlarla makbuldür. Bu ayetin açıkça beyan ettiği
gibi sözünü ve davranışını ıslah etmesi, Allah'a sarılması, Allah'ı iltica
yeri ve sığınak olarak kabul etmesi ve dinde ihlâslı olması şartlarıyla tevbesi
makbuldür.
11-
Münafıklara veya başkalarına azap verilmesinde Allah'ın hiçbir maslahatı
yoktur. Nitekim şu ayet bunu açıkça ifade etmektedir: Siz şükreder ve iman
ederseniz size azap etmekte O'nun ne menfaati vardır? Burada Cenab-ı Hak
şükreden müminin azaba uğramayacağına, O'nun kullarına azap vermesinin mülkünü
artırmayacağına ve yaptıklarına karşılık kullarına ceza vermeyi terk etmesinin
O'nun hakimiyetini eksiltmeyeceğine, ancak ilâhî hikmetin ve adaletin bu azabı
gerekli kıldığına işaret etmektedir:
Tabiînden Mekhul diyor
ki: Dört şey vardır ki kimde bulunursa onun lehine olur. Yine dört şey daha
vardır ki, kimde bulunursa onun aleyhine olur. Kişinin lehine olan dört şey
şükür, iman, dua ve istiğfardır. Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Siz
şükrederseniz ve iman ederseniz Allah size azap etmeyi ne yapsın?" (Nisa,
4/142). Yine Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Sen onların içinde olduğun halde
Allah onlara azap edecek değildir. Onlar istiğfar ettikleri halde Allah onlara
azap edici değildir." (Enfal, 8/33). Yine Cenab-ı Hak buyuruyor ki:
"De ki sizin duanız (ibadetiniz) olmasa Rabbim size ne diye önem
versin1?" (Furkan, 25/77).
Mekhul devam ediyor:
"Kişinin aleyhine olan üç şey şunlardır: Hile, hakka tecavüz (zulüm) ve
yeminden dönmek." Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Kötü hile ancak sahibine
zarar verir." (Fatır, 35/43). Yine Cenab-ı Hak buyuruyor ki: "Sizin
hakka tecavüz etmeniz kendi aleyhinizedir." (Yunus, 10/23)
Yine Cenab-ı Hak
buyuruyor ki: "Kim yeminden dönerse kendi aleyhine olur."(Feih,
48/10)
12- Allah
itaat etmelerine karşılık kullarının şükrünü kabul eder.
"Yeşku-ruhum" ifadesinin manası onlara mükâfat verir, az bir ameli
kabul eder; buna karşılık bol sevap verir. Bu Allah'ın kulun ibadetine karşılık
şükrüdür, yani mükâfatıdır.
[203]
Allah çirkin sözün
açıktan söylenmesini sevmez. Zulme uğrayan müstesna. Allah Semî'dir, Alîm'dir.
149- Bir iyiliği açığa
vurur veya gizler yahut bir kötülüğü affederseniz, şüphe Allah da affeden,
Kadir olandır.
"Açığa vurur...
veya gizler..." kelimelerinde tıbâk vardır.
[204]
"Allah çirkin
sözün açıktan söylenmesini sevmez." Allah -bunlara karşılık ceza vermesi
anlamıyla- hiç bir kimsenin bu işi yapmasını sevmez. Açığa vurmak (el-Cehr)
bir şeyi ilân etmek, açıkça yapmak demektir. "Zulme uğrayan
müstesna". Zulme uğrayan, uğradığı zulmü bildirmek ve kendisine zulmedene
beddua etmek suretiyle bu zulmü açığa vurmasından dolayı Allah tarafından
sorumlu tutulmaz. "Allah" , söylenen sözleri işiten
"Semî'dir"; yapılanları da bilen "Alîm'dir."
[205]
Hennâd b. es-Serrî,
Mücâhid'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Allah çirkin sözün açıktan söylenmesini
sevmez, zulme uğrayan müstesna" ayet-i kerimesi, Medine'de birisini
misafir eden ve ev sahibi olarak misafirini iyi ağırlamayan bir kimse hakkında
nazil olmuştur. Misafir olan kişi daha sonra, gördüğü muameleyi anlatmaya
koyuldu. Böylelikle ona ev sahibinden gördüklerini anlatma ruhsatı verilmiş
oldu. Yani bu ayet-i kerime (bu durumda olan bir kimsenin) gerektiğinde
şikayette bulunabileceği hususunda ruhsat vermek üzere inmiştir. Aynı zamanda,
İbni Cüreyc'den de rivayet edilmiştir.
[206]
Bu iki ayet-i kerime,
münafıklardan ve Kitap Ehli'nden olup küfre sapan kimselerden söz eden önceki
ayetlerle ilişkilidir. Yüce Allah müminleri onların kusurlarından, kötü
işlerinden ve niteliklerinden sakındırıp, böyle olanların cehennemin en aşağı
tabakalarında olduklarını beyan ettikten sonra, kötü sözü açıkça söylemenin;
hayrı da açıklamanın ya da gizli tutmanın hükmünü açıklamıştır; ta ki müminler
kayıtsız ve şartsız olarak kötü sözü açığa vurmanın meşru olduğunu
sanmasınlar. Çünkü kötü sözün açıkça söylenmesiyle çirkin şeyler ve ayıplar
yaygınlık kazanır, ümmet zarar görür. Kötü sözün açıkça söylenmesinin meşruluğu
zulüm hali ile kayıtlıdır. Diğer taraftan iyiliğin açığa vurulması ile gizli
yapılması arasında ise bir fark bulunmamaktadır.
[207]
Yüce Allah kötü sözü
açıkça söyleyen, insanların kusurlarını ulu orta anlatan kimseleri
cezalandırır. Çünkü böyle bir tutum düşmanlığı körükler, nefreti, kini
galeyana getirir, ruhlara düşmanlık tohumlarını eker. Aynı şekilde bu, o sözleri
dinleyenlere de bir kötülüktür. Bunun sonucunda o sözleri dinleyenlere
kötülükleri işleme, kötülük işleyeni taklit etme cesaretini verir, işitenleri
kötülük yapmaya iter. Çünkü kötülüğü dinlemek tıpkı kötülük yapmak gibidir.
Kötü sözü gizli söylemek
de aynı şekilde haramdır ve cezayı gerektirir. Şu kadar var ki, ayet-i kerimede
zararı daha fazla, fesadı daha genel ve daha tehlikeli olduğundan dolayı
yalnızca açıkça söyleme hali zikredilmiştir. Çünkü Yüce Allah bir başka yerde
şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz hayasızlığın müminler arasında yaygınlık
kazanmasını isteyenler için dünyada da ahirette de oldukça acıklı bir azap
vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz." (Nûr, 24/19).
Daha sonra Yüce Allah
kötü sözün açıkça söylenmesinin caiz olduğu bir hali istisna etmektedir: Bu,
yöneticiye, hakime veya üzerindeki zulmü kaldırması, imdadına koşması umulan
başka herhangi bir kimseye zalimin zulmünden şikayette bulunma halidir. Zalimi
şikayet etmek şer"an istenen bir iştir. Çünkü Yüce Allah kullarının zulme karşı
sessiz kalmalarını yahut kendilerine yapılan haksızlıklara boyun eğmelerini
yahut küçük düşürülmeyi kabullenerek zillete sessizlikle karşılık vermelerini
sevmez. İmam Ahmed şunu rivayet etmektedir: "Şüphesiz hak sahibinin
söylemesi gereken bir söz vardır." Bu ise iki zarardan daha hafif olanını
işlemek ve iki kötülükten daha büyük olanını bertaraf etmek kabilinden bir
tutumdur.
Kötü sözü açıkça
söylemenin caiz oluşu ile caiz olmayışı hallerinin her birisi, Yüce Allah'ın
alabildiğine hassas gözetimi altındadır. O söylenen bütün sözleri işitir.
Sözleri söylemeye iten niyet ve maksatları bilir. Bütün yaratıkların
yaptıkları her türlü fiil ve tasarrufları çok iyi bilendir. Haklı olana sevap
verir. Batıl üzere olanı cezalandırır. Zulmün ortadan kaldırılmasına yardımcı
olur, her zalimin zulmüne ceza verir.
İster söz, ister fiil
kabilinden olsun, hayırlı herhangi bir şeyi açığa vurmak yahut gizlemek veya
kötülük yapanı bağışlamak gibi amellerin her birisini Allah hayır ile
mükâfatlandırır, hatta Allah böyle davranmaya teşvik bile eder.
Çünkü Yüce Allah
hayırlı işler yapmayı sever, kötülükleri bağışlar. Bununla birlikte O, kötülük
işleyeni cezalandırmaya tam anlamıyla kadir olandır. Yüce Allah'ın emrettiği
ahlâkî güzelliklerle bezenmek ise güzel bir iştir ve teşvik edilmiştir.
[208]
Ayet-i kerimeler
aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1-
İnsanların kusurlarını yaygınlaştırmak suretiyle kötü sözü açıktan söylemek
münker bir iş olup Allah bunun cezasını verir.
2- Zulme uğrayan
bir kimsenin üzerindeki zulmü kaldırmak için mahkemeye başvurması ve zalimin
yaptığı işi anlatması mubahtır. Nitekim zalime beddua etmek de caizdir.
Mazlumun yaptığı dua ise Allah tarafından kabul edilir. Hâkim, İbni Ömer'in
şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Mazlumun bedduasından çekinin. Çünkü
onun bedduası semaya bir kıvılcımmış gibi yükselir." Tâberânî ile ed-Dıyâ
(el-Makdisî), Huzeyme b. Sabit'in şöyle dediğini naklederler: "Mazlumun
bedduasından sakının. Çünkü o beddua bulutlar üzerinde taşınır ve Allah şöyle
buyurur: "İzzet ve celâlim hakkı için, bir süre sonra dahi olsa mutlaka
ben sana yardım edeceğim."
İbni Abbâs ve
başkaları da şöyle der: "Zulme uğrayan kimsenin kendisine zulmedene beddua
etmesi mubahtır, sabretmesi ise onun için daha hayırlıdır."
Hasan-ı Basrî de şöyle
demiştir: "Zalime beddua etmeyin. Bunun yerine: Allahım, sen ona karşı
bana yardımcı ol ve benim ondaki hakkımı al, deyin."
Ayet-i kerimenin
zahirinin gerektirdiği ise mazlumun kendisine zulmedenden intikam alabileceğidir.
Fakat eğer (zalim olan) mümin bir kimse ise, haddi aşmamalıdır. Nitekim Hasan-ı
Basrî'den gelen bir başka rivayette böyle denilmektedir: "Bununla birlikte
sövmek ve iftira etmeye misliyle karşılık vermek caiz değildir, bu konuda
ancak mahkemeye başvurabilir."
3- Misafir
ağırlamayı vacip kabul edenler bu ayeti delil göstererek şöyle derler: Zulmün
yasaklanmış olması misafir ağırlamanın vücubunu göstermektedir. Bu, el-Leys b.
Sa'd'ın görüşüdür. Cumhur ise misafir ağırlamanın ancak ahlâkî erdemlerden olduğu
görüşündedir.
4- Hakkın
talep edilmesinde haddi aşmayıp mutedil olmak, şer'an istenen bir iştir. Çünkü
Yüce Allah'ın: "Allah (her şeyi işiten) Semî'dir, her şeyi bilen
(Alîm)dir." buyruğu, zulmetmemesi
için zalimin sakındırılmasını ifade ettiği gibi zulme uğrayan kimsenin intikam
almakta haddi aşmaması içinde bir uyarıdır.
5- Zulmün
ortadan kaldırılması hususunda dayanışma İslâmın esasların-dandır. Hz.
Peygamber, Taberânî'nin en-Nu'mân b. Beşîr'den naklettiği zayıf bir rivayete
göre şöyle buyurmaktadır: "Aranızdaki beyinsizlerin ellerini (zulüm ve
haksızlıklardan) çekin, alıkoyun." Ahmed, Buharî ve Tirmizî'nin Enes'ten
rivayetine göre Peygamber Efendimiz (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Zalim veya
mazlum olsun kardeşine yardım et." Hazır bulunanların: "Haydi mazlumken
ona yardım ettik, peki zalime nasıl yardım ederiz?" demeleri üzerine
Resulullah (s.a.): "Sen zulmetmekten onu alıkoyarsın. İşte bu, ona bir
yardımdır." diye cevap vermiştir.
6- Kalbi
iman ve ihlâs ile dolu bir kimsenin yahut da insanları iyilik yapmaya teşvik
etmek maksadını güden bir kimsenin, yaptığı iyiliği açığa vurması güzel bir
iştir. Eğer mükâfat ve sevabı ortadan kaldıran riyakârlıktan korku-lursa, bu
sefer hayrın gizli tutulması daha faziletlidir. Bu efdal olana dair bir
açıklamadır. Ayet-i kerimenin riyakârlık söz konusu olmaksızın yapılan bir
hayra karşılık verilecek sevabı elde etmek için açıkça belirttiği esas ise,
hayrın açığa vurulmasının da gizlenmesinin de eşit olduğu şeklindedir.
7- Kötülük
yapanı affetmek, teşvik edilmiş bir davranıştır. Çünkü af -intikam alma gücüne
sahip olmakla birlikte- yüce Allah'ın sıfatlarındandır. İbni'l-Mübârek,
el-Hasen'den şöyle dediğini rivayet eder: Kıyamet gününde bütün ümmetler
âlemlerin Rabbi huzurunda diz çöktüklerinde şöyle nida olunacak: "Haydi
mükâfatları Allah'a ai olanlar ayağa kalksınlar." O vakit dünyada iken
başkalarını affedenler dışında kimse ayağa kalkamayacaktır. Nitekim bunu Yüce
Allah'ın şu buyruğu da tasdik etmektedir: "Her kim affeder halini düzeltirse,
onun ecrini vermek Allah'a aittir."
(Şûra, 42/40) Ahmed, Müslim ve Tir-mizî, Ebu Hureyre'den Resulullah
(s.a.)'m şöyle buyurduğunu nakletmektedirler: "Hiç bir sadaka hiç bir
malı eksiltmez. Affetmek dolayısıyla Allah kulunun izzetinden başka bir şeyini
artırmaz ve bir kimse Allah için tevazu gösterdi mi, mutlaka Allah onu
yükseltir."
[209]
150- Allah'ı ve
peygamberlerini inkâr edenler, Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak
isteyenler "Bir kısmına inanır, bir kısmını da inkâr ederiz" deyip
bu ikisinin arasında bir yol tutmak isteyenler var ya;
151- İşte onlar
gerçekten kâfir olanlardır. Kâfirlere alçaltıcı bir azap hazırla-mışızdır.
152- Allah ve peygamberlerine iman edip onlardan
birini diğerinden ayır-mayanlara; işte onlara Allah mükâfatlarını verecektir.
Allah Gafûr'dur, Ra-hîm'dir.
"İnanır... inkâr
ederiz. kelimeleri arasında tıbâk vardır.
[210]
"Bir kısmına
inanır" Peygamberlerin bazısına inanır ve "bir kısmını da inkâr
ederiz." Onların bir bölümünün peygamberliğini kabul etmeyiz diyerek
"bu ikisinin arasında bir yol tutmak isteyenler" : Küfür ile iman
arasında izleyecekleri bir yol tutanlar. "Kâfirlere alçaltıcı" küçük
düşürücü "bir azap hazırlamı-şızdır.": Bu ise cehennem azabıdır.
"Onlara Allah mükâfatlarını" amellerinin sevabını verecektir.
"Allah" itaat ederleri bağışlayan "Gafûr'dur" Kendisine
itaat eden kimselere karşı da merhanıeı ii olan "Rahîm'dir."
[211]
Yüce Allah kâfirler
ile birlikte oturup kalkmayı, onlarla arkadaşlık kurmayı, onlarla samimi
olmayı nehyedip münafıkların bir takım özeliklerini ortaya koyup, müminlerin
dikkatlerini kötü ve çirkin sözlerden neyin açıklanmasının mubah olduğuna
çektikten sonra, Kitap Ehli'nin kâfir oluş sebeplerini, imanın iki esasını
açıklamak suretiyle izah etmektedir. Bu iki esas ise Yüce Allah'a iman ile
peygamberler arasında herhangi bir fark gözetmeksizin bütün peygamberlere
imandır. Peygamberlerin kimisine iman edip kimisini inkâr eden kimse, Cehennem
azabında cezalandırılmayı hak eden kâfirlerden olur. Yani Yüce Allah
müşriklerle münafıkları söz konusu ettikten sonra, Kitap Ehli olan Yahudi ve
Hristiyanlardan kâfir olanları söz konusu etmektedir.
[212]
Yüce Allah bu ayet-i
kerimelerde kendisini ve peygamberlerini inkâr eden Yahudi ve Hristiyan
kâfirleri tehdit etmektedir. Çünkü Yahudi ve Hristiyanlar iman hususunda Allah
ile peygamberleri arasında fark gözetmişler, ayırıma gitmişler, bazı
peygamberlere iman ederken bazı peygamberleri inkâr etmişlerdir. Bunu da taassupları,
miras aldıkları geleneklere körü körüne bağlılıkları, heva ve heveslerinin
arkasından gitmeleri dolayısıyla yapmışlardır. Yahudiler Hz. İsa ile Hz.
Muhammed dışında diğer peygamberlere iman ederken, Hristiyanlar da bütün
peygamberlere iman ettikleri halde, peygamberlerin sonuncusu ve en şereflisi
olan Hz. Muhammed (s.a.)'i inkâr etmişlerdir.
Peygamberlerden
herhangi birisini inkâr eden kimse, diğer peygamberleri de inkâr etmiş
demektir. Çünkü bütün peygamberlere iman etmek farzdır. Kıskançlık, taassup
veya başka sebeplerle herhangi bir peygamberin peygamberliğini reddeden kimse,
böylece iman ettiği peygamberlere olan imanın şer"î bir iman olmadığını
açıkça ortaya koymuş olur.
Bundan dolayı Yüce
Allah; "Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler" buyruğuyla onları
Allah'ı ve peygamberlerini inkâr eden kâfirler olmakla damgala-mıştır.
"Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler", iman hususunda
onlar arasında ayırım gözetmek isteyenler, "bir kısmına inanır bir kısmını
da inkâr ederiz, diyerek bu ikisi arasında bir yol tutmak isteyenler var
ya" İman ile küfür arasında bir yol tutturmak, İslâm ile Yahudilik
arasında uydurma bir din icat etmek isteyenler. Bunlar hakkında Yüce Allah
bizlere şu haberi vermektedir: "İşte onlar gerçekten kâfir
olanlardır." Onlar iman ettiklerini iddia ettikleri kimselere kesin ve
tartışılmaz bir şekilde kâfir olmuşlardır. Çünkü onların imanları şer"!
bir iman değildir. Zira bir peygambere Allah'ın peygamberidir, diye iman eden
kimselerden olsalardı, delil ve belge itibariyle daha açık bir şekilde
peygamberliği ortada olana da iman etmeleri gerekirdi. Yüce Allah kayıtsız ve
şartsız olarak dini inkâr eden her bir kâfire veya bir takım peygamberlere iman
edip diğerlerine iman etmediği için kâfir olan başka din mensuplarına kısacası
bütün kâfirlere zelil kılıcı, küçük ve hakir düşürücü bir azabı, küfürlerinin
bir cezası olmak üzere hazırlamıştır.
Böylelikle
peygamberleri inkârın iki türlü olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır: Birisi bütün
peygamberleri inkâr, diğeri ise onların bir kısmını inkâr. Birinci tür inkarcı
kâfirler hiç bir peygambere iman etmezler. Çünkü bunlar peygamberliği ve
peygamberleri inkâr ederler. İkinci tür kâfirler ise bir takım peygamberlere
iman etmekle birlikte, bir kısmına iman etmezler. Hz. Musa'ya iman edip Hz. İsâ
ile Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr eden Yahudiler ile Hz. Mûsâ ve Hz.
İsa'ya iman ettikleri halde Muhammed (s.a.)'i inkâr eden Hristiyanlar gibi.
Allah'ın azabını hak
etmek bakımından bu iki kesim arasında bir fark yoktur. Çünkü Allah'a ve
peygamberlerine iman parçalanma kabul etmez. Gerçekten Allah'a iman eden bir
kimse insanları doğru yola çağırmak üzere Allah'ın göndermiş olduğu
peygamberlerinin tümüne iman eder. Çünkü peygamberleri gönderen O'dur.
Peygamberler Allah ile yarattıkları arasında elçidir. Allah'a iman ile
birlikte onun bir takım peygamberlerinin inkârı düşünülemez. Böyle bir durumda
ise Hz. Musa'ya iman ederken, Hz. İsa'nın inkâr edilmesi makbul değildir. Bütün
peygamberlere iman ile birlikte Muhammed (s.a.)'in inkâr edilmesi kabul
olunamaz. Çünkü Hz. Peygamber onların kitaplarında anılmış, ellerindeki
kitaplarda geleceği müjdesi verilmiş, o da beraberlerinde bulunan kitapları
tasdik etmiştir. Kur'an-ı Kerim kendisinden önceki semavî kitaplar üzerinde
bir hakim (müheymin)dir ve Allah kime peygamberliği vereceğini en iyi bilendir.
Yüce Allah: "Biz sizden her birinize bir şeriat ve bir yol tayin ettik"
(Mâide, 5/48) buyurmuştur.
Daha sonra Yüce Allah
bundan önceki iki kesim ile birlikte üçüncü bir kesimden daha söz etmektedir
ki, bunlar Müslümanlardır. Bunlardan hep birlikte söz etmesinin sebebi ise
aralarında karşılaştırma yapmak, öğüt ve ibret almaktır. İşte bu Müslümanlar
Allah'a ve bütün peygamberlerine iman edenlerdir. Bunlar Allah tarafından indirilen
bütün kitaplara, Allah'ın gönderdiği bütün peygamberlere iman ederler. Nitekim
Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Peygamber Rabbinden
kendisine indirilenlere iman etti. Müminler de. Onların her birisi Allah'a,
meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine iman ettiler. Biz onun
peygamberlerinden hiç bir kimse arasında fark gözetmeyiz (derler)."
(Bakara, 2/285)
İşte bunlar için Yüce
Allah çok büyük bir mükâfat ve oldukça şerefli bir sevap ve ecir hazırlamıştır:
"İşte onlara Allah" Allah'a ve peygamberlerine iman ettikleri için
"mükâfatlarını verecektir. Allah Gafûr'dir, Rahîm'dir." Eğer onların
bazılarının günahları varsa onların günahlarını bağışlayacaktır. Onlara
iyilikle muamele edecek ve iyiliklerini kat kat artıracak şekilde onlara merhamet
edecektir. Nitekim Yüce Allah kendilerini hidayete iletmek, en sağlıklı ve
doğru yolu açıklamak, en üstün ve dosdoğru yolu bildirmek üzere peygamberler
göndermek suretiyle de bütün kullarına gerçekten Rahîm sıfatıyla merhamet
etmiştir.
[213]
İman ve küfür bir
araya gelmez iki zıddır. İman parçalanma kabul etmez. Küfrün cezası birdir,
isterse şekilleri birden çok olsun. Bütün dinleri ve peygamberleri inkâr eden,
Allah'ın varlığını tanımayıp onun birliğine iman etmeyen, bütün peygamberleri
inkâr eden yahut onların bazılarına iman edip diğer bazısını inkâr eden kişi
kâfirdir. Kitap Ehli olan Yahudi ve Hristiyanlar da kâfirdir, çünkü onlar
Resulullah (s.a.)'m peygamberliğini inkâr etmişlerdir. Ayet-i kerime Hz. Peygamberi
inkârın bütün peygamberleri inkâr olduğunu açıklamaktadır. Çünkü ne kadar
peygamber geldiyse hepsi de Muhammed (s.a.)'e ve diğer bütün peygamberlere iman
etmeyi kavimlerine açıktan açığa emretmişlerdir. Şanı Yüce Allah da, Allah ile
peygamberleri arasında ayırım gözetmenin küfür olacağını açıkça ifade ediyor.
Bunun küfür oluşunun sebebi ise, Yüce Allah'ın bütün insanlara peygamberler
aracılığıyla gönderdiği şeriate göre kendisine ibadet etmelerini farz kılmış
olmasıdır. İnsanların peygamberleri veya peygamberlerin getirdiği şeriatleri
kabul etmeyip reddetmeleri, yaratıcıyı reddetmek manasına geleceği için,
küfürden başka bir şey değildir.
Yine Yüce Allah,
peygamberlerin bazısına iman edip bazısını inkâr etmenin inkâr olduğunu da
açıkça ifade etmiştir. İman ile küfür arasında ortalama bir yol edinmek yahut
da İslâm ile Yahudilik arasında bir din uydurmak da Kur'ân şeriati tarafından
reddedilmiştir.
Yüce Allah, gönderdiği
son peygamberi inkâr etmeleri halinde, bu tutumlarının kendilerine fayda vermeyeceğini
şu buyruklanyla pekiştirmektedir: "İşte onlar gerçekten kâfir
olanlardır." Rasulünün peygamberliğini inkâr ettikleri takdirde, Onu da
inkâr etmiş olurlar. Ayrıca o peygamberin geleceğini müjdeleyen her bir
peygamberi de inkâr etmiş olurlar. İşte bundan dolayı onlar gerçekten kâfir
olmuşlardır.
Küfrün cezası ise
ayet-i kerimenin açıkladığı gibidir: "Kâfirlere alçaltıcı bir azap
hazırlamışızdır." Cenab-ı Allah kâfirlerin bütün çeşitleri için hor kılıcı,
zelil kılıcı bir azap hazırlamıştır.
Allah'ın varlığını,
birliğini tasdik eden, bütün peygamberlere iman eden, peygamberlerin hiç birisi
arasında fark gözetmeyen Müslümanlara ise Allah amellerinin mükâfatını
verecektir. Allah onların isyan edenlerine mağfiret eder. Onlara hemen azap
etmez, aksine tövbe ve dönüş için bir fırsat verir. Kur'ân, peygamberler, akıl,
duyular, tekrarlanıp duran deneyler, iman duygusunu uyandıran olaylar
aracılığı ile onları dosdoğru yola iletir.
[214]
153- Kitap Ehli senin kendilerine gökten bir
kitap indirmeni isterler. Mû-sâ'dan da bundan daha büyüğünü istemişlerdi ve:
"Bize Allah'ı apaçık göster" demişlerdi de zulümlerinden dolayı
onları yıldırım yakalamıştı. Sonra da kendilerine bunca açık ayetler ve
deliller geldiği halde yine de buzağıya taptılar. Nihayet biz bunları affettik,
Musa'ya apaçık bir hüccet verdik.
154- Söz vermelerine
karşılık Tûr dağını üzerlerine kaldırdık ve onlara: "Kapıdan secde
ederek girin." dedik. "Cumartesi gününde aşırı gitmeyin" dedik
ve onlardan ağır bir teminat aldık.
155- Sözlerini bozmaları Allah'ın ayetlerini
inkâr etmeleri, peygamberleri haksız yere öldürmeleri, "kalplerimiz
perdelidir" demeleri yüzünden; hayır Allah küfürlerine karşılık onların
kalplerini mühürledi de artık pek azı hariç onlar inanmazlar.
156- Bir de kâfir
olmaları ve Meryem'e iftirada bulunmalarından;
157- Ve:
"Allah'ın Rasulü Meryem oğlu İsa Mesih'i öldürdük" demelerinden. Oysa
onu öldürmediler ve asamadılar; ancak onlara (İsa'ya) benzer gösterildi. Onun
hakkında ihtilâfa düşenler an-dolsun ondan yana şüphe içindedirler. Bu hususta
onların bilgileri yoktur; ancak zanna dayanmaktadırlar. Onu gerçekten
öldürememişlerdir.
158- Bilakis Allah onu kendi katına yükseltmiştir.
Allah Azîz'dir, Ha-kîm'dir.
159- Kitap Ehli'nden
olup ölümünden önce ona inanmayacak hiç bir kimse yoktur. Kıyamet günü de
aleyhlerinde şahit olacaktır.
"Sözlerini
bozmaları... yüzünden": Sözlerini bozmaları yüzünden onları lanetledik.
"Onu gerçekten öldürememişlerdir." ibaresindeki halin ilgili olduğu
yere göre üç türlü anlaşılması mümkündür: Birisi bu konuda kendileri kesin
kanaat sahibi olarak onu öldürdüklerinden emin bir surette onu öldüremediler
yahut kesinlikle öldürdükleri o değildi, onun o olup olmadığı hususunda şüpheli
idiler yahut onu öldürüp öldüremediklerinden emin olamadılar, yani öldürme
hususunda dahi şüphedeydiler.
"Kitap Ehli'nden
olup... bir kimse yoktur": Kitap Ehli'nden olan herkes mutlaka ona, yani
Hz. İsa'ya ölümünden önce iman eder. Bu da iki türlü anlaşılabilir: Birincisi,
Kitap Ehli'nden olsun başkalarından olsun, her bir kâfir ölüm esnasında
hakikati açıkça göreceğinden ona iman eder; ikincisi, Hz. İsâ ahir zamanda
yeryüzüne inecek ve böylelikle Yahudilerden olsun, diğerlerinden olsun onu
yalanlayan herkes ona iman edecektir. Ancak ikinci açıklama ayetin zahirine pek
uygun değildir; birinci açıklama şekli daha uygundur.
[215]
"Allah'ın Rasulü
Meryemoğlu İsa Mesih": Burada onların Hz. İsa'yı rasul olmakla
nitelendirmeleri, onunla alay etmek yoluyladır. Çünkü onun peygamberliğine
iman etmiyorlar.
"Peygamberleri
haksız yere öldürmeleri" Burada mürsel bir mecaz vardır. Çünkü
peygamberlerin bir kısmı kasdedüerek bütün peygamberleri ifade edecek bir
tabir kullanılmıştır. Aynı şekilde "Allah'ın ayetlerini inkâr
etmeleri" buyruğunda mürsel bir mecaz vardır. Çünkü bunlar (Yahudiler)
diğerlerini değil de Kur"ân ve İncil'i inkâr etmişlerdir.
"Kalplerimiz
perdelidir" ifadesinde de istiare vardır. Burada perde, anlamamayı ifade
etmek için kullanılmıştır.[216]
"Kitap Ehli
senin... isterler.": Yahudiler senden, inatlaşmak kasdıyla, Kitabın Hz.
Musa'ya indirildiği gibi semadan toptan indirilmesini isterler. "Musa'dan
da bundan daha büyüğünü istemişlerdi." Onların ataları: "Bize Allah'ı
apaçık göster demişlerdi de onları yıldırım yakalamıştı" Bu isteklerindeki
aşırılık ve zulümlerine karşı bir ceza olmak üzere ölümleriyle sonuçlanan semadan
inen bir ateş geldi, "açık ayetler": Allah'ın birliğine delâlet eden
mucizeler ile Hz. Musa'nın peygamberliğine apaçık delil teşkil eden denizin
yarılması, beyaz el ve asa gibi mucizeler. "Nihayet biz bunu
affettik" Onları toptan imha etmedik. "Musa'ya apaçık bir hüccet
verdik." Onlara tövbe etmek üzere kendilerini öldürmeleri emrini vermek
suretiyle Musa'ya onların üzerine apaçık bir tasallut verdik, onlar da ona
itaat ettiler.
"Söz vermelerine
karşılık" Onlardan söz alınması dolayısıyla böyle olmuştu, ta ki
sözlerini bozmasınlar. "Tûr dağını" Tûr dağı onların o sırada
eteklerinde bulundukları dağdı. Bu dağı, korksunlar ve misakı kabul etsinler
diye "üzerlerine kaldırdık ve onlara: Kapıdan secde ederek"
kasabanın kapısından secde ederek "girin, dedik" Zilletini izhar
ederek, itaatle boyun eğerek ve eğilerek giriniz. "Cumartesi gününde
aşırı gitmeyin": Size mubah kılınan sınırları aşmayın, o günde hileli
yollarla balık avlamaya çalışarak cumartesi gününün saygınlığını çiğnemeyin,
"...kalplerimiz perdelidir": Senin söylediklerini kavramayı önleyecek
şekilde kalplerimiz örtülüdür. "Allah kalplerini mühürledi": Küfürleri
sebebiyle kalplerine mühür bastı; o bakımdan onlar hiç bir öğüdü anlayamamaktadır.
"Pek azı hariç onlar anlayamazlar": Abdullah b. Selâm ve arkadaşları
gibileri dışında iman eden bulunmaz, "...büyük iftirada
bulunmaları..." Hz. Meryem'e zina isnadında bulunarak ortaya dehşet
verecek, hayrete düşürecek bir yalan atmışlardı. "Allah'ın rasulü Meryem
oğlu İsa Mesih'i öldürdük diye" iddiada bulunmuşlardı. İşte bütün bunlar
sebebiyle biz onlara azap verdik.
[217]
İbni Cerîr et-Taberî,
Muhammed b. Ka'b el-Kurazî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Yahudilerden bazı kimseler Resulullah (s.a.)'m yanına gelerek dediler ki:
"Musa bize, Tevrat levhalarını Allah'tan getirdi. Haydi, seni tasdik
etmemiz için sen de bizlere bu şekilde levhalar getir!" Bunun üzerine Yüce
Allah da: "Kitap Ehli senin kendilerine gökten bir kitap indirmeni
isterler... Meryem'e büyük iftirada bulunmalarından..."a kadar olan
buyrukları indirdi. Yahudilerden birisi diz üstü çöküp şöyle dedi: "Allah
sana da, Musa'ya da ve hiçbir kimseye de hiçbir şey indirmiş değildir."
Bunun üzerine Yüce Allah: "Allah'ı gerektiği gibi bilip
tanıyamadılar." (En'am. 6/91; Hacc, 22/74; Zümer, 39/67) buyruklarını
indirdi.
Yine rivayet
edildiğine göre Ka'b b. el-Eşref ile Finhâs b. Âzûrâ ve başkaları Resulullah
(s.a.)'a şöyle dediler: Sen gerçekten bir peygamber isen Musa'ya verildiği gibi
sen de bize semadan toptan bir kitap getir. Bunun üzerine bu ayet-i kerimeler
nazil oldu. İbni Cüreyc şöyle der: Hz. Peygamberden üzerlerine:
"Allah'tan filâna, filâna ve filâna kendilerine getirmiş olduğu şeylerde
onu tasdik etmelerine" dair yazılmış bir levha getirmesini istediler.
Müfessirlerce
bilindiğine göre Yahudiler, Muhammed (s.a.)'den gözleri önünde semaya çıkmasını
istemişlerdir. Bu şekilde semaya çıkıp üzerlerine tıpkı Musa'ya Tevrat'ın
verildiği gibi, bir defada iddia ettiği şeyler hususunda kendisini doğrulayacak
yazılı bir kitabı üzerlerine indirmesini istemişlerdir. Onlar bu isteği
Resulullah (s.a.)'la inatlaşmak üzere ileri sürmüşlerdi. Yüce Allah da böylelikle
onların atalarının Hz. Musa'ya karşı bundan daha büyük ve daha muazzam bir
istekte bulunmak suretiyle inatlaştıklarını bildirdi ve: "Bize Allah'ı
apaçık göster" demiş olduklarını zikretti.
Onlar bu sözleri işi
yokuşa sürmek, inatlaşmak, küfür ve inkâr kasdıyla söylemişlerdi. Nitekim daha
önce Kureyş kâfirleri de Resulullah (s.a.)'tan böyle bir istekte bulunmuşlardı.
Bu da İsrâ suresinde şöylece dile getirilmektedir. "Ve dediler ki: Sen
bize yerden bir kaynak fışkırtmadıkça sana asla iman etmeyeceğiz". (İsrâ,
17/90).
[218]
Ayet-i kerimeler
kendilerinden önceki ayetlerle ilişkilidirler. Bunların da konusu Kitap
Ehli'dir. Bundan önceki ayet-i kerimeler onların küfürlerini açıklamaktaydı.
Çünkü onlar: "Peygamberlerin kimisine iman eder, kimisini inkâr ederiz."
diyorlardı. Bu ayet-i kerimeler de onların işi yokuşa sürdüklerini, ayak direttiklerini,
inat ve inkâr olsun diye bir takım şeyler istediklerini göstermektedir.
[219]
Kitap Ehli olan
Yahudiler senden, üzerlerine senin Allah tarafından kendilerine gönderilmiş
peygamber olduğuna tanıklık edecek semavî bir hat ile yazılmış bir kitap
indirmeni isterler. Bu, onların dinin gerçeğini, peygamberlik ve risaletin
anlamını bilmediklerinin, ilâhî meşietin ve rabbanî hikmetin anlamını idrâk
etmediklerinin delilidir: "Eğer üzerine kâğıtlar içerisinde bir kitap
in-dirsek, onlar da elleriyle ona dokunsalardı, hiç şüphesiz kâfir olanlar:
Muhakkak bu apaçık bir büyüdür, diyeceklerdi." (En'âm, 6/7) Bu
bilgisizliklerinin sebebi ise, Allah'ın kendileriyle peygamberlerini
desteklediği gerçek mucizeler ile büyücülerin hile ve göz bağcılıklarını
ayırdedememeleridir.
Onların bu istekleri
iyi niyetli bir istek değildir. Bu istek ikna olmak, samimiyetle belge ve
delil istemek maksadıyla yapılmış değildir. Böyle bir istek işi yokuşa sürmek,
karşısındakini aciz bırakmak ve zora sokmak maksadıyla yapılmıştır. Hasan-ı
Basrî şöyle der: Eğer onlar bunu doğruyu bulmak kasdıyla istemiş olsalardı,
şüphesiz onlara istediklerini verirdi.
Ey Muhammedi Sen
onların bu istekleri dolayısıyla hayrete düşme, şaşırma. Çünkü onlar Musa'dan
bundan daha büyük bir istekte bulunmuş ve şöyle demişlerdi: Bize Allah'ı
herhangi bir engel ve perde söz konusu olmaksızın gözle görülecek şekilde,
açıkça göster. İşte bu, onların Allah'ı gereği gibi bilemediklerinin
delilidir. Çünkü onlar Allah'ın gözler ile idrâk edilebilecek sınırlı bir cisim
olduğunu sanmışlardı.
Böyle bir isteği
ataları yapmış olmakla birlikte Hz. Peygamberimiz çağında yaşayan Yahudilere
bu istekte bulunmanın nisbet ediliş sebebi, atalarının yaptıklarına razı olan
ve onları taklit eden mirasçıları oluşlarmdandır. İşte bu da fertlerinin bir
kısmının yaptığı işlere razı olması halinde, aynı ümmetin birbiri ile
dayanışma içerisinde, birlik içerisinde oluşunun şekillerinden birisidir.
Aciz bırakmak
arzusuyla yapılan bu istekleri dolayısıyla, kendilerinin ölümlerine sebep olan
yıldırımın düşmesi ile cezalandırılmışlardı. Sonra Allah onları diriltmişti.
Söz konusu bu diriltme
Bakara suresinde yer alan şu buyruklarda açıklanmaktadır: "Hani: Ey Mûsâ!
Allah'ı açıktan açığa görmedikçe asla sana iman etmeyeceğiz, demiştiniz de bu
sebepten siz bakıp dururken yıldırım gelip sizi yakalamıştı. Sonra da
şükredersiniz diye ölümünüzün ardından sizi diriltmişti" (Bakara,
2/55-56).
Diriltmelerinden sonra
Mısır topraklarında Hz. Mûsâ tarafından gösterilen bunca göz kamaştırıcı
mucizeleri ve reddedilemez gerçekleri görüp düşmanları olan Firavun ve
askerlerinin denizde boğulup helak edilişini görmelerine rağmen, henüz bu yerden
fazla uzaklaşmamışken putlara tapınan bir topluluğun yanından geçtiler de Hz.
Musa'ya: "Onların tanrıları olduğu gibi sen de bize bir tanrı yap"
dediler. Yüce Allah onların buzağıya ilâh edinmelerini A'râf suresinin 152.
ayetinde Ta-ha suresinin de 88. ayetinde söz konusu etmektedir. Buzağıyı bu
şekilde ilâh edinmeleri ise Hz. Musa'nın Yüce Allah'a münacata gidişi sırasında
olmuştu. Hz. Mûsâ yanlarına dönünce yaptıklarından tövbe ettiler ve birbirlerini
öldürdüler. Aralarından buzağıya tapınmamış olanlar tapınmış olanları öldürdü.
Daha sonra Yüce Allah onları diriltti ve tövbe etmeleri üzerine onları
affetti. Hz. Musa'ya da apaçık bir delil ve belge verdi. Yani güçlü, açık
seçik, rahatlıkla görülüp tanınacak bir belge: Asa, denizin yarılması ve beyaz
el gibi. Bunlara ayet-i kerimede "sultan" adının veriliş sebebi ise,
bu gibi belgeleri getirenin belgesinin kahredici, yani ister istemez kabul
edilmesi gereken bir belge oluşundandır. Bu belge görülmekte insanların
benzerini getirmelerinin mümkün olmadığı bilindiğinden, kalpler buna boyun
eğmek zorunda kalır.
Onların tövbeleri
birbirlerini öldürmeleri şeklinde olup bu kendilerine: "Artık
bırakınız" denilinceye kadar devam edip gitti. Bu öldürülen kimse için
şehitlik, hayatta kalan için bir tövbe idi. Nitekim Yüce Allah Bakara suresinde
şöyle buyurmaktadır: "Hani Mûsâ kavmine şöyle demişti: Kavmim, şüphesiz
sizler buzağıyı ilâh edinmekle kendinize zulmettiniz. Haydi sizi yaratana tövbe
ediniz, bunun için de kendinizi (birbirinizi) öldürünüz. Böylesi sizi yaratan
nez-dinde sizin için daha hayırlıdır. O da tövbenizi kabul etti. O tövbeleri
çokça kabul edendir, Rahîm'dir." (Bakara, 2/54) İsrailoğulları'nın karşı
karşıya kaldıkları durumlardan ve tedip edilme üslûplarından hayrete düşürücü
birisi de Yüce Allah'ın üzerlerine Tûr dağını adeta bir gölge yapan bir bulut
gibi kaldırmış olmasıdır. O sırada onlar o dağın vadisinde bulunuyorlardı.
Tûr"un bu şekilde tepelerine kaldırılması ise, Tevrat hükümlerine bağlı
kalmayı kabul etmeyip Hz. Musa'nın getirdiklerine itaati reddetmeleri esnasında
olmuştu. Bu şekilde cezalandırılmalarının sebebi ise, Yüce Allah'ın önceden
kendilerinden almış olduğu, kendilerine indirilenler gereğince tam bir
ciddiyet ve ihlâs ile amel edeceklerine dair sözleriydi.
Daha sonra itaat
etmeye mecbur edildiler, onlar da itaate dönüp secde ettiler. Dağ, tepelerine
düşer korkusuyla başlarının üstünde duran dağa baka kaldılar. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Hani biz bir zaman dağı üzerlerine sanki bir
gölgelikmiş gibi çekip kaldırmıştık da üstlerine düşecek sanmışlardı. Size
verdiğimizi kuvvetle alın (demiştik)" (A'râf, 7/171).
Onlara kasabanın, yani
Beytulmakdis'in kapısından secde ederek, yani zillet ve itaatle boyun eğerek
girmeleri, girerken de "hıttah" demeleri emrolun-muştu. Bunun anlamı
şuydu: "Allah'ım, Cihadı terkedip ondan yüz çevirdiğimiz için ve bundan
dolayı da kırk yıl boyunca şaşkın şaşkın dolaştığımız için kazanmış olduğumuz
günahları üzerimizden kaldır." Ancak hem söylemeleri emrolunan sözü
söylemeyip muhalefet ettiler, hem de yapmaları istenen davranışı da
değiştirdiler. Kendilerinden söylemeleri istenilen söz yerine "Arpa içinde
bir buğday", diye bir söz söyleyerek ve kıçları üstünde sürünerek
girdiler.
Yüce Allah, cumartesi
yasağına riayet etmelerini ve bu kendileri için şer"î bir hüküm olarak
devam ettiği sürece Allah'ın kendilerine yasak kıldıklarına bağlı kalmalarını
emrederek Hz. Dâvûd aracılığı ile şöyle buyurmuştu: "Cumarteside haddi
aşmayın." Yani dünyevî işlerle uğraşmak suretiyle o hususta Allah'ın size
belirlemiş olduğu sınırları çiğnemeyin. Ancak onlar bu hususta balık avlamak
ile ilgili bilinen hilelerini yaptılar ve emre muhalefet ettiler:
"Andolsun sizler cumartesi hususunda aranızdan haddi aşanları
bilmişsinizdir. Biz de kendilerine: Hor ve hakir maymunlar olunuz,
dedik." (Bakara, 2/65)
Allah da onlardan çok
ağır bir misak almıştı. Yani Tevrat'a tam bir ciddiyetle, bütün güçleriyle
sarılıp onun gereğince amel edeceklerine, Hz. İsa ile Hz. Muhammed'in
gönderilecekleri müjdesini gizlemeyeceklerine dair oldukça sağlam bir söz
almıştır, fakat onlar bu hususta da muhalefet ettiler, isyan ettiler, Allah'ın
haram kıldıklarını işlemek için hileli yollara saptılar. Nitekim A'râf
suresinde bu hususa şöyle değinilmektedir: "Bir de onlara deniz kaıyısındaki
o kasabayı sor. Hani onlar cumartesi gününde haddi aşmışlardı. Çünkü cumartesilerinde
balıklar akın akın meydana çıkarak yanlarına geliyor; cumartesi tatil
yapmadıklarında ise gelmiyorlardı. İşte biz itaatten çıktıklarından dolayı kendilerini
böylece imtihan ediyorduk." (A'raf, 7/163)
Yüce Allah bu misakı
söz konusu ettikten sonra, onların başlarına gelen ilâhî ceza ve gazabın
sebeplerini de zikretmektedir. Bu sebep ise ilâhî emirlere karşı gelmenin en
çirkinlerinden olup Allah'ın kendilerinden almış olduğu sözü bozmuş
bulunmalarıdır. Böylelikle onlar Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl
kıldığını da haram kıldılar. "Sözlerini bozmaları... yüzünden"
Yahudilerin sözlerini bozmaları, peygamberlerinin doğruluklarına delil teşkil
eden Allah'ın ayetlerini (ve mucizelerini) inkâr etmeleri, Zekeriyyâ ve Yahya
(a.s.) (ikisine de selâm olsun) gibi peygamberleri de günahsız ve haksız yere
öldürmeleri, kalplerimiz perdelerle kaplıdır demeleri yüzünden senin
kendilerini davet ettiğin hiç bir şey onların kalplerine ulaşmamaktadır:
"Ve dediler ki: Bizim kalplerimiz bizi kendisine davet ettiğin şeye karşı
örtüler içerisindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık da vardır. Bizimle senin
aranda da bir perde bulunmaktadır. Haydi sen yapacağını yap, biz de
yapanlarız." (Fussilet, 41/5) Yüce Allah onlara gerçeğin böyle olmadığını
aksine İsa ve Muhammed (a.s.)'i inkâr etmeleri sebebiyle Allah'ın kalplerini
mühürlediğini, bundan dolayı da hidayet nurunun kalplerine ulaşmadığını
bildirdi; tıpkı başka bir nakış ve şekle sokulamayan sikke haline getirilmiş
paralar gibi. Onlar, aralarından Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi pek azı
müstesna, iman etmezler.
İsa (a.s.)'ya kâfir
olmaları, İncil'i inkâr etmeleri, bakire ve tertemiz Hz. Meryem'i fuhuş ile
itham etmeleri, aralarında salih bir insan olarak bilinen Yûsuf en-Neccâr ile
ilişki kurduğunu söylemeleri -ki bu suçsuz bir kimseyi dehşete düşüren büyük
bir iftira, uydurulmuş bir yalandır-, Meryem oğlu İsa'yı öldürdüklerini iddia
etmeleri ve onun daveti ile alay olsun diye onu Allah'ın peygamberi diye
nitelendirmeleri... Buna karşılık Kur'ân-ı Kerîm: O Allah'ın oğludur, diyen
Hristiyanlara cevap olmak üzere Meryem'in oğlu olmak ile onu nitelendirmekte
ve Yahudilere de şu şekilde cevap vermektedir: Durum şu ki, onlar iddia ettikleri
gibi İsa'yı ne öldürdüler, ne de astılar; fakat Allah bir başka kişiyi ona
benzetti ve onlar da onu astılar. Onlar kesin olarak İsa'yı öldürmediler. Yani
öldürdükleri kişinin bizzat İsa olduğunu kesin bir kanaate sahip olarak
öldürmüş değillerdir. Çünkü Hz. İsa'ya benzeyen kişiyi öldürüp asanlar, İsa'yı
tanımıyorlardı. İncillerde bilindiğine göre ise Hz. İsa'yı askerlere teslim
eden kişi İsharyotlu Yahuda'dır.
Diğer taraftan Hz.
İsa'nın kendisinin mi, yoksa başkasımn mı çarmıha geril-diği hususunda ihtilâf
içerisindedirler. Onlar durumun gerçek mahiyeti hakkında şüphe ve tereddüt
etmekte olup, kesin bir bilgiye sahip değillerdir. Bu hususta zanna, karinelere
ve hakka asla ulaştıramayan bazı emarelere uymaktadırlar.
Yüce Allah Hz. İsa'yı
Yahudilerin ellerinden kurtarmış ve onu kendisine kaldırmıştır. Nitekim Âl-i
İmran suresinde şöyle buyurulmaktadır: "Hani Allah şöyle demişti: Ey İsâ!
Şüphesiz ben seni vefat ettirecek, seni bana doğru kaldıracak ve seni inkâr
edenler arasından tertemiz edip çıkaracağım, demişti." (Âl-i İmran, 3/55)
İbni Abbâs şöyle der: Ben seni vefat ettireceğim, sözünün anlamı "seni
öldüreceğim"dir. Vehb: Allah onu üç gün boyunca ölü bıraktı, sonra
diriltti, sonra da onu yükseltti, demiştir. İbni Cerîr de şöyle der: Onun vefat
ettirilmesi yükseltilmesi, kaldırılması demektir.[220]
Çoğunluk ise şöyle demiştir: Burada vefattan kasıt uykudur. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Geceleyin (uyku ile) size vefat ettiren (öldürür
gibi uyutan) odur." (En'âm, 6/60) Bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Allah ölümleri vaktinde ruhları alır. Ölmeyeninkini de uykusunda (ruhunu
alır)." (Zümer, 39/42) Hasan-ı Basrî Resulullah (s.a.)'m Yahudilere
dediğini söyler: "İsa ölmedi. Şüphesiz o Kıyamet gününden önce size geri
dönecektir." Yani müfessirler arasında meşhur olan görüşe göre Yüce Allah
Hz. İsa'yı ruh ve cesedi ile semaya kaldırmıştır. Râzî şöyle der: Bundan
maksat: "Ben seni kendime has lütuf ve keremime mazhar kılacağım yere
yükselteceğim." demektir. Bunu kendisine doğru kaldırma diye nitelendirmesi
ise bu durumun şanını yükseltmek, azametine dikkat çekmek içindir. Nitekim
Yüce Allah'ın Hz. İbrahim'in söylediğini naklettiği: "Ben Rabbime
gidiyorum." (Saffat, 37/99) ifadesi de bu kabildendir. Oysa Hz. İbrahim
Irak'tan Şam'a doğru gitmişti. Bütün bunlardan kasıt ise azametine ve yüceliğe
dikkat çekmektir. "Seni bana doğru yükselteceğim, kaldıracağım."
ayeti derece ve mevki itibariyle yüksekliğe delil olup mevki ve cihet
itibariyle değildir. Nitekim Yüce Allah'ın': "Sana tabi olanları Kıyamet gününe
kadar kâfir olanların üstünde tutacağım." (Âl-i İmran, 3/55) buyruğundaki
üstünde olmak da mekân itibariyle bir üstünlük değildir, derece ve yükseklik
itibariyle bir üstünlüktür.[221]
Daha sonra Yüce Allah,
Hz. İsa'yı çarmıha gerilmekten koruyup, onu zalim Romalılarla Yahudilerden
kurtarıp kendisine doğru yükseltmesine: "Allah Azîz'dir, Hakîm'dir"
buyruğunu delil getirmektedir. Yani şüphesiz ki, Allah asla mağlup edilemeyen
güçlüdür. O yaptıklarında, bütün takdirlerinde ve yaratmayı takdir ettiği,
hükmettiği bütün işlerinde hikmeti sonsuz olandır. Her kişiye amelinin karşılığını
verir. Dünyada Yahudilere verdiği karşılıklardan birisi de onların karşı karşıya
kaldıkları zillet, yoksulluk ve yeryüzünün dört bir tarafına dağılmışlıktır.
İsâ Mesih'in çarmıha
gerilmesi ve yükseltilmesi ile ilgili bizim bu akidemiz, varlık âleminde en
sağlam ve güvenilir bir kaynak olan Allah'ın kelâmı Kur'an-ı Kerim'dendir ve
Kur'an-ı Kerîm bizlere tevatür yoluyla nakledilmiştir. O bakımdan sıhhati sabit
olmamış başka bir takım rivayetleri tasdike mahal yoktur. Hatta sağlam olmayan
bu rivayetler arasındaki çelişkiler ve pek çok tutarsızlıklar da kendileri
hakkında kesin bir şüpheyi ortaya koymakta, diğer taraftan da bunların asla
güvenilir olmadıklarını kesinlikle ifade etmektedir.
Ayrıca Hz. İsa'nın
aşılmadığını söylemek, Hz. İsa'nın şerefine daha çok yakışır, onun üstünlüğünü
daha iyi ifade eder. Onun insanlığın ve dünyanın, Hz. Adem ve çocuklarının
günahlarını affettirmek için kendisini feda ettiğini, söylemeye gelince: Bu,
Hristiyanlığın vehimlerinden ve insanlar tarafından tedvin edilmiş İndilerde
yer alan hikâyelerdendir. Çünkü Yüce Allah günahtan kurtulmayı tövbe etmeye
bağlı kılmıştır. Hz. Âdem de tövbe etmiş ve bu problem böylelikle sona ermiş,
Allah da onun tövbesini kabul etmiştir: "Derken Âdem Rabbinden bir takım
kelimeler telakki etti, Allah da onun tövbesini kabul etti. Şüphesiz ki O,
çokça tövbeleri kabul edendir, Rahimdir." (Bakara, 2/37)
Aklı başında hiçbir
kimse Hz. İsa'nın kendisini feda etmesi ve Mesih'e uyanların masiyetleri
işlemelerini mubah kılmasını kabul edemez. Çünkü Mesih, onlara göre
günahlarını affettirmek üzere asılmıştır.
Daha sonra Yüce Allah
Hz. Mesih hakkında kesin sözü söylemekte ve Kitap Ehli'nden herkesin, ölüm
gelip kendisini bulduğu esnada Hz. İsa hakkındaki gerçeği açıkça göreceğini ve
herhangi bir eğrilik söz konusu olmaksızın gerçek ve doğru şekilde ona iman
edeceğini, böylelikle Yahudilerin Hz. İsa'nın yalan söylemeyen doğru sözlü bir
peygamber olduğunu, Hristiyanlarm da ne ilâh ne de ilâhın oğlu olmayıp insan
olduğunu bileceğini ortaya koymaktadır.
Yüce Allah'ın:
"Ölümünden önce ona inanmayacak hiç bir kimse yoktur." buyruğuna
gelince: Bu, şu takdirdeki hazfedilmiş bir mevsufa sıfat olarak gelmiş bir
yemin cümlesidir: Yani -Andolsun ki- Kitap Ehli'nden olup da ona iman etmeyecek
hiç bir kimse yoktur. Yüce Allah'ın şu buyrukları da bu kabildendir:
"Bizden bilinen bir mevkii bulunmayan hiç bir kimse yoktur." (Sâffât,
37/164); "Aranızdan ona uğramayacak hiçbir kimse yoktur." (Meryem, 19/71).
Buyruğun anlamı şudur: Yahudi ve Hristiyanlardan olup da ölümünden önce Hz.
İsa'ya iman etmeyecek, onun Allah'ın kulu ve rasulü olduğuna inanmayacak hiç
bir kimse yoktur. Yani bunlardan her bir kimse ölümü görüp canı çıkmadan önce
imanın kendisine fayda vermeyeceği bir zamanda ona inanacaktır. İmanın bu
zamanda fayda vermeyişinin sebebi ise teklif (dinî sorumlulukla muhatap olma)
zamanının artık sona ermiş olmasıdır.[222]
Diğer taraftan artık herkesin bilmediği hususlar açıkça ortaya çıkacak ve ona
iman edecek; ancak bu iman ölüm meleğini gördükten sonra ona fayda
vermeyecektir.[223]
Kıyamet gününde de Hz.
İsa Yahudiler aleyhine, kendisini yalanladıklarına dair, Hrıstiyanlar aleyhine
de kendisini Allah'ın oğlu diye çağırdıklarına dair şahitlik edecek ve böylelikle
onun gerçek durumu ortaya çıkmış olacaktır. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ben onları senin bana emretmiş olduğun, benim de Rabbim
sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet ediniz, demekten başka bir şey
söylemedim ve ben aralarında bulunduğum sürece onlara karşı şahit idim."
(Mâide, 5/117) Yani o aralarından iman eden kimselere iman ettiklerine, kâfir
olan kimseler aleyhine de kâfir olduklarına dair şahitlik edecektir. Çünkü her
bir peygamber Yüce Allah'ın şu buyruğunda da olduğu gibi ümmetine karşı bir
şahittir: "Her ümmetten birer şahit getirip bunların üzerine de seni şahit
olarak getirdiğimiz zaman (halleri) nice olur." (Nisa, 4/41) Katâde
"kıyamet günü de aleyhlerinde şahit olacaktır." ayetiyle ilgili
olarak şunları söylemektedir: Onlara karşı Allah'tan aldığı risaleti
kendilerine tebliğ ettiğine ve Yüce Allah'a kulluğunu ifade ettiğine dair
şahitlik edecektir.
[224]
Ayet-i kerimeler
aşağıdaki hususları göstermektedir:
1-
Yahudilerin ahlâk ve karakteri oldukça katı, değişken ve gariptir. Hakka bir
türlü boyun eğmezler. Hakka karşı mücadele edip dururlar. Haktan uzaklaşarak
aciz bırakmak, inkâr, inat, sapmak ve işi yokuşa sürmek maksadıyla bir takım
şeylerin gerçekleştirilmesini istemeye koyulurlar.
Peygamber (s.a.)'den,
gökten Musa'nın getirdiği şekilde bir defada indirilmiş ve filâna filâna
yazılı, iddiasını doğrulayan, söyleyeceklerinden onu tasdik eden bir kitap
indirmesini -sırf işi yokuşa sürmek maksadıyla- istemişlerdi.
Hz. Musa'dan da Yüce Allah'ı
kendilerine açıkça ve gözle görülecek şekilde göstermesini istemişlerdi. Yüce
Allah'ın Hz. Musa'yı kendileriyle desteklediği beyaz el, asa, denizin yarılması
ve buna benzer Allah'tan başka hiçbir kimsenin mabud olmadığını ortaya koyan
bir çok mucize ve kesin delile rağmen yahudiler buzağıyı ilâh edinmişlerdi.
2- Yahudiler
maddeden başka bir şeye boyun eğmezler. Bundan dolayı Yüce Allah, onları
Tevrat'a ve Hz. Musa'ya itaat etmeye, korkutmak maksadıyla dağlan tepelerine
adeta bir gölge imiş gibi kaldırarak, mecbur etti.
3- Yahudiler
hilekâr, aldatıcı ve düzenbaz bir kavimdir. Allah onlara cumartesi gününe
saygı göstermelerini, o günde çalışmamalarını emrettiği halde, onlar cuma
gününde deniz kıyılarına bir takım engeller koymak suretiyle hileli bir şekilde
balık avlama yoluna gittiler. Denizin yükselmesi ile bu günde gelen balıklar,
denizin geri çekilmesiyle bu engellere takılıp kalırlardı.
4- Yahudiler
verdikleri sözleri bozar, antlaşmalarına muhalefet ederlerdi. Allah onlardan
Tevrat gereğince amel edeceklerine dair pekiştirilmiş bir söz aldığı halde onlar bu sözleri bozdular
ve çok az görülen bir cüretkârlık ile bu ahdin gereğini yerine getirmediler,
muhalefet ettiler.
5- Bir çok
sebep dolayısıyla Allah'ın gazabına uğramayı ve zalim Romalıların tasallutuna
maruz kalmayı hak ettiler. Bu sebeplerin bir bölümü ise verdikleri sözleri
bozmaları; Allah'ın ayetlerini inkâr etmeleri; Hz. İsa ile Muham-med'in
peygamberliğini kabul etmeyişleri; haksız yere günahsız olarak peygamberleri
öldürmeleri; kalplerimiz örtülüdür, o bakımdan hayır ve ilâhî hidayet bize
nüfuz etmez, diyerek ilâhî emirlere meydan okumaları; Hz. İsa'yı inkâr edip
İncil'e inanmamaları; Hz. Meryem'e zina iftirasında bulunmaları, onun Yûsuf
en-Neccâr ile ilişki kurduğu iftirasını -ki bu çok büyük bir
iftiradır-atmaları; Hz. Meryem'in oğlu İsa Mesih'i öldürdüklerini iddia
etmeleridir.
6- Allah'ın
kesin ve doğru haberleri ile pekiştirilmiş değişmez gerçek şudur: Onlar Hz.
İsa'yı öldüremediler ve asamadılar. Aksine Allah onlara karşı Hz. İsa'yı himaye
edip korudu, onların hile, tuzak ve desiselerinden onu kurtardı ve ya
-çoğunluğun söylediği gibi- gerçek manada ruh ve cesedi ile birlikte onu semaya
yükselterek kendisine kaldırdı. Çünkü Yüce Allah mekândan münezzehtir ya da
er-Râzî'nin de söylediği gibi makam ve mevkisini yükseltmek, onu tanzim edip
yüceltmek maksadıyla onu yükseltmiştir.
7- Yahudi ve
Hristiyanlardan olup da ölümünden önce Hz. İsa'nın gerçeğini idrâk etmeyecek
ve imanın fayda vermeyeceği, yani ölüm meleğini göreceği vakit gerçek anlamıyla
iman etmeyecek hiç bir kimse yoktur. Bu esnada imanın fayda vermeyiş sebebi
ise, artık hayattan ümidin tam anlamıyla kesilmesi (ye's hali) ve imanın artık
ölüm halinin fiilen başgöstermesi zamanında oluşu dolayısıyladır. Yahudi olan
bir kimse böyle bir vakitte onun Allah'ın peygamberi olduğunu ikrar eder.
Hristiyan olan bir kişi ise Hz. İsa'nın Allah'ın rasulü olduğunu ikrar eder.
Bu aynı şekilde bir takım hadis-i şeriflerden de bilinen bir gerçektir. Buharî,
Ubâde b. es-Sâmit'ten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)
buyurdu ki: "Mümin olan bir kimse ölüm ile karşı karşıya kaldığında ona
Allah'ın rızası, Allah'ın lütuf ve ikramı (ve keremi) müjdesi verilir. Kâfirin
ölüm vakti geldiği vakit ise Allah'ın azap ve cezası ona bildirilir." İbni
Merdûvey ise İbni Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Cennet ya
da cehennemdeki yerini görmedikçe hiç bir kimse dünyadan ayrılmaz."
8- Kıyamet gününde Hristiyanlar, Hz. İsa'nın
kendisini yalanlayanları yalanlamasını ve kendisini doğrulayanları da
doğrulamasını, ayrıca kendisinin Allah'ın oğlu olduğuna dair iddialardan uzak
olduğunu ortaya koyan şahitliği ile karşı karşıya kalacaklardır. Onun Allah'ın
kulu ve rasulü olduğu ikrarında bulunduğunu, hem kendisinin hem onların Rabbi
olan Yüce Allah'a ibadete davet ettiğini, hayatta kaldığı sürece kendisinin
onları gözetip durduğunu, fakat vefatından sonra sapmalarından dolayı Allah'a
özür beyan ettiğini göreceklerdir.
[225]
160- Yahudilerin
zulümleri sebebiyle ve bir de Allah yolundan çokça alıkoymalarından dolayı,
kendilerine helâl kılınmış hoş şeyleri yasakladık.
161- Bir de
kendilerine yasaklanan faizi almalarından ve haksız yere insanların mallarını
yemelerinden ötürü. Onların kâfir olanlarına elem verici bir azap hazırladık.
162- Fakat onlardan
ilimde derinleşmiş olanlar ve iman edenler sana indirilene ve senden önce
indirilmiş olana da iman ederler. Namaz kılanlara, zekât verenlere, Allah'a ve
ahiret gününe inananlara gelince: elbette onlara büyük bir mükâfat vereceğiz.
"İlimde
derinleşmiş olanlar" ifadesinde bir istiare vardır. Burada derinleşmiş
olmak, ilimde sebat göstermek ve oldukça iyi bilgi sahibi olmak hakkında
istiare yoluyla kullanılmıştır. "Elbette onlara büyük bir mükâfat
vereceğiz" ifadesinde ise gaipten hitaba bir geçiş vardır. Çünkü ifade
asıl itibariyle "onlara verecektir" şeklinde olmalıydı.
"Ecir" kelimesinin nekire gelmesi ise bu ecrin büyüklüğünü ifade
etmek içindir.
[226]
'Yahudilerin"
Yahudiler buzağıya taptıktan sonra tövbe eden kimselerdir. "zulümleri
sebebiyle, kendilerine helâl kılınmış hoş şeyleri yasakladık." Burada
sözü geçen haram kılınan şeyler ise "Biz onlara her tırnaklıyı haram kıldık..."
(En'âm, 6/146) ayetinde sözü geçenlerdir. "Bir de Allah yolundan çokça
alıkoymalarından": İnsanları Allah'ın yolundan çokça alıkoymalarından
"dolayı kendilerine helâl kılınmış hoş şeyleri yasakladık" ,
Tevrat'ta "yasaklanan faizi almaları ve haksız yere insanların mallarını
yemelerinden ötürü." Hüküm verirken yönetirken, rüşvet vs. yoluyla
başkalarının mallarını yediklerinden dolayı. "İlimde derinleşmiş
olanlar" İlimde sapasağlam bir
noktaya ulaşan, onu çok iyi belleyen kimseler. "İman edenlere
gelince" muhacir ve en-sara gelince, "elbette onlara büyük bir
mükâfat vereceğiz." Bu büyük mükâfat, cennettir.
[227]
Bu ayet-i kerimeler
Yahudilere dair açıklamaların bir devamıdır. Yüce Allah Yahudilerin çirkin
davranışlarını, gazabına sebep olan fiillerini sayıp döktükten sonra, burada
da dünya hayatında kendilerine verdiği bir çeşit azabı söz konusu etmektedir
ki, bu da bazı temiz ve helâl şeylerin haram kılmışıdır. Ahirette ise onlara
oldukça can yakıcı bir azap söz konusudur. Aralarından sa-lih olan müminler
için büyük bir ecir olan cennet vardır.
[228]
Yüce Allah Yahudilerin
işlemiş oldukları çok büyük günahlar sebebiyle, yani zulümleri dolayısıyla
onlara -belki dönerler diye- daha önce helâl kılmış olduğu hoş ve temiz bir
takım şeyleri haram kılmış olduğunu haber vermektedir. Nitekim bir başka yerde
şöyle buyurmaktadır: "Tevrat'ın indirilmesinden önce İsrail'in (Yakûb'un)
kendisine haram ettikleri şeyler müstesna, bütün yiyecekler îsrailoğulları'na
helâl idi." (Âl-i İmran, 3/93) Maksat bütün yenecek şeylerin Tevrat'ın
indirilişinden önce onlara helâl olduğudur. Bunlardan tek istisna, İsrail'in
kendisine haram kılmış olduğu deve eti ve sütü idi.
Daha sonra Yüce Allah
Tevrat'ta pek çok şeyi haram kıldı. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Biz
Yahudilere bütün tırnaklıları haram kıldık. Sığır ve koyunun iç yağlarını da
haram kıldık. Ancak karınlarındaki yağlar ile sırtlarına ve bağırsaklarına
yapışan veya kemiklere karışan (yağlar) müstesna. Bunu onlara zulümleri yüzünden
ceza olarak verdik. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz." (En'âm, 6/146) Biz
bunları Yahudilere haram kıldık. Çünkü haddi aşmaları, azgınlıkları,
peygamberlerine muhalefet etmeleri ve onlara aykırı davranmaları sebebiyle bu
haram kılmayı hak etmişlerdir. Bundan dolayı Yüce Allah burada:
"Yahudilerin zulümleri sebebiyle..." buyurmaktadır. Yani bu, onların
zulümleri, insanları ve kendilerini hakka uymaktan alıkoymaları, kötülüğü
emretmeleri, iyilikleri engellemeleri, peygamber Muhammed (s.a.)'in geleceği
müjdesini gizlemeleri sebebiyledir. Bu onların geçmiş ve gelecek bütün
zamanlarda sahip oldukları bir nitelik, karakteristik bir özelliktir. İşte
bundan dolayı onlar peygamberlerin düşmanıdırlar. Bundan dolayı bir takım
peygamberleri öldürdüler ve Hz. İsa ile Muhammed'i yalanladılar.
Allah'ın Peygamberler
aracılığıyla kendilerine yasak kılmış olduğu faizi almaları sebebiyle de azaba
uğrayacaklardır. Çünkü onlar faiz yemek için çeşitli hileli yollara saptılar.
İnsanların mallarını rüşvet, hainlik ve bunlara benzer yollarla, herhangi bir
karşılık olmaksızın yediler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlar yalana kulak verenler, haram kazançları pek çok yiyenlerdir."
(Mâide, 5/42).
Ahiretteki cezaları
ise, hem kendilerine hem de kendilerine benzeyen bütün kâfirlere cehennem
ateşinde oldukça can yakıcı acıklı bir azabın hazırlanmış olmasıdır.
Dikkat edilecek olursa
temiz şeylerin haram kılınışı genel olmakla birlikte, uhrevî azap aralarında
küfür üzere ısrar eden ve kâfir olarak ölen kimseler içindir. Bundan dolayı
Yüce Allah hemen şöyle buyurmaktadır: Faydalı bilgide derinleşmiş olup bu
bilgi üzere sebat gösteren, dinin gerçeklerine muttali olan, Allah'a ve sana
indirilenlere samimi olarak iman eden, senden önceki -Mûsâ ve İsa
gibi-peygamberlere indirilenlere iman edip onlardan herhangi birisi arasında
ayırım gözetmeyen, Allah'a ve ahiret gününe, yani ölümden sonra dirilişe,
amellerin karşılıklarının görüleceğine gerçek manada iman eden, mallarının
zekâtını hak sahiplerine eda eden, Rablerinin emirlerine itaat eden ve
aralarından özellikle de en mükemmel şekliyle şart ve rükünlerini yerine
getirerek namazı eda eden kimselere gelince; işte bütün bu niteliklere sahip
olanlara Rableri çok büyük bir ecir olan cenneti mükâfat olarak verecektir. Bu ecrin
gerçek mahiyetini Allah'tan başkası bilemez. Namaz kılmanın özel olarak
övülmesinin sebebi ise bunun zekât vermeyi gerektirmesi, hayasızlıklardan,
münkerden alıkoyması, ruhu arındırması, insan nefsine malı hak sahibine
vermeyi kolaylaştırmasıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz ki, insan mal toplamaya tutkun olarak yaratılmıştır. Kendisine
zarar erişince feryadı basar, ona bir hayır dokunursa cimrilik eder, infak
etmez. Ancak namaz kılanlar müstesna..." (Meâric, 70/19-22)
İbni İshâk ve Beyhakî,
Delâilu'n-Nübüvve' de İbni Abbâs'tan: "Fakat onlardan ilimde derinleşmiş
olanlar..." ayetinin Abdullah b. Selâm, Üseyd b. Sa'ye, Salebe b. Sa'ye ve
Esed b. Ubeyd hakkında, Yahudilerden ayrılıp İslâmı kabul etmeleri, yani
Allah'ın Muhammed (s.a.) ile gönderdiklerini tasdik etmeleri üzerine nazil
olduğunu rivayet etmişlerdir.
[229]
Şanı Yüce Allah
Yahudilerin cehennem ateşinde can yakıcı azabı, bir takım hoş şeylerin haram
kılınmasını hak edişlerinin sebeplerini söz konusu etmektedir. Bu sebeplerden
birisi zulümdür. Bu zulmün haram kılmadan önce anılmasının sebebi, haram
kılmaya sebebin o olduğunun haber verilmesidir. Diğer bir sebep ise hem
kendilerini hem kendilerine tabi olanları Muhammed (s.a.)'e uymaktan
alıkoymaları, faiz almaları, batıl yollarla insanların mallarını yemeleridir.
Bütün bunlar onların işledikleri zulmün bir açıklamasıdır. Aynı şekilde daha
önce söz konusu edilen sözlerini bozmaları, buzağıya tapmaları ve sözü edilen
diğer hususlar da bu kabildendir.
İşte bu, kâfirlerin
şeriatin fer'î hükümleriyle muhatap olduklarını kabul eden ve Hanefîlerin
dışında kalan cumhurun kanaatini desteklemektedir. İbnü'1-Arabî şöyle der[230]:
Malik'in mezhebinde kâfirlerin muhatap oldukları (yani iman etmeleri ve imandan
sonra da şer"î farizaları eda etmeleri istendiği anlamında) hususunda
görüş ayrılığı yoktur. Yüce Allah bu ayet-i kerimede de onlara faizin ve batıl
yolla mal yemenin haram kılınmış olduğunu açıklamaktadır. Eğer bu Kur'ân-ı
Kerim'de Muhammed (s.a.)'e indirilenleri haber vermek ve onların bu hitabın
kapsamına girdiğini bildirmek anlamında ise zaten mesele yoktur. Yok bu Yüce
Allah'ın Hz. Musa'ya Tevrat'ta indirdiklerini bildirip onların da bunu
değiştirdiklerini, tahrif ettiklerini, isyan edip muhalefet ettiklerini
bildirmek içinse o zaman şöyle sorulur: Bizim onlarla bir takım muamelelere
girmemiz -dinleri hususunda mallarını ifsad etmiş bulunuyorlarken- caiz olur
mu, olmaz mı?
Bir kesim, onlarla bu
gibi muamelelere girişmenin caiz olmadığı zannına sahip olmuştur. Buna sebep
ise onların mallarındaki bu tür fesattır. Doğrusu ise faiz almalarına ve Yüce
Allah'ın kendilerine haram kıldığı şeyleri işlemelerine rağmen, onlarla
muamelenin caiz olduğudur. Çünkü bu konuda Kur'ân ve sünnette kesin delil
vardır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kitap verilenlerin yiyecekleri
size helâl olduğu gibi sizin yiyecekleriniz de onlara helâldir." (Mâide,
5/5) Bu, onların şeriatın feri hükümleriyle muhatap oldukları hususunda açık
bir nas olduğu gibi, Resulullah (s.a.) da Yahudiler ile bir takım muamelelere
girişmiş, vefat ettiği sırada da ev halkı için almış olduğu bir arpa
mukabilinde zırhı bir Yahudinin yanında rehin bulunduğu halde vefat etmiştir.
Daha sonra Kitap
Ehli'nden iman edenleri istisna etmektedir. Çünkü Yahudiler inkâra yönelerek
şöyle demişlerdir: Esasen bu gibi şeyler aslı itibariyle haramdı, sen bunları
helâl kılıyorsun. Yoksa bunlar bizim zulmümüz sebebiyle haram kılınmış
değildir. Bunun üzerine: "Fakat onlardan ilimde derinleşmiş olanlar..."
ayet-i kerimesi nazil oldu. İlimde derinleşmiş olan (er-Râsih) ise kitap
bilgisi ileri derecede olan, bu konuda sağlam bilgiye erişmiş olan kimse demektir.
İşte Abdullah b.
Selâm, Ka'b el-Ahbâr ve benzeri Kitab Ehli'nden olan bu müminler ile Muhammed
(s.a.)'in arkadaşlarından muhacir ve ensara mensup müminlere, namazı kılanlara
ve zekâtı verenlere Allah çok büyük bir mükâfat verecektir. Bu mükâfatın
niteliğini Allah'tan başkası bilemez. Bu mükâfat ise cennettedir. Ayet-i
kerimeler günah çeşitlerinin iki tür olduğunu işaret etmektedir: İnsanlara
zulmetmek ile hak dinden yüz çevirmek. İnsanlara zulmetmeye şu buyruklarla
işaret edilmektedir: "Yahudilerin zulümleri sebebiyle..." Hak dinden
yüz çevirmeye de Yüce Allah'ın: "bir de Allah yolundan çokça alıkoymalarından
dolayı" buyruğu ile işaret edilmektedir. Zulmün ortaya çıkan şekilleri pek
çoktur. Bunlar faiz yemek, rüşvet, hile, aldatmak ve benzeri suretlerde batıl
yollarla insanların mallarını almak, yalan dinlemek, haram yemek. Bu dört günah
dünyada da ahirette de işleyenlerin aleyhlerine cezanın katmerleşmesi için bir
sebeptir. Dünyadaki ceza onlara temiz şeylerin haram kılınması, ahi-retteki
ceza ise cehennem ateşindeki can yakıcı azaptır.
[231]
163- Nuh'a, ondan
sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi şüphesiz sana da vahyettik.
ibrahim'e, İsmâile, İs-hâk'a, Ya'kûb'a ve Esbât'a; İsa'ya, Ey-yûb'a, Yunus'a,
Harun'a ve Süleyman'a da vahyettik. Davud'a da Zebur'u verdik.
164- Kıssalarını daha
önce sana anlattığımız peygamberler ile kısasını sana anlatmadığımız
peygamberlere de; ve Allah Mûsâ ile konuşmuştur.
165- Müjdeleyici ve
uyarıcı peygamberler olarak; ta ki peygamber geldikten sonra insanların
Allah'a karşı hüccetleri kalmasın. Allah Azîz'dir, Ha-kîm'dir.
166- Lâkin Allah sana
indirdiğine şahitlik eder ki, onu ilmiyle indirmiştir. Melekler de şahitlik
eder; esasen şahit olarak Allah yeter.
"Ve Allah Mûsâ
ile konuşmuştur" buyruğundaki mastar ile te'kid, Allah'ın Hz. Mûsâ ile
mecazî olarak değil, gerçekten konuşmuş olduğunu göstermektedir. Çünkü mecazî
fiil bu buyruktaki şekliyle (mutlak mefûl olarak) te'kid edilmez.
[232]
"Nuh'a...
vahyettiğimiz gibi" buyruğunda Hz. Nuh'un özel olarak zikredi-liş sebebi,
onun şerefini yükseltmektir. "Ondan sonra gelen peygamberlere"
buyruğu da peygamberlerin faziletlerini ortaya koymak içindir. Bu buyruktaki
benzetme mürsel ve mufassal (benzetme edatı ve yönünün zikredildiği) benzetmedir.
"Şahitlik eder...
Şahit olarak" kelimelerinde iştikak cinası vardır.
[233]
"Şüphesiz sana da
vahyettik.": Cebrail aracılığıyla sana bir kitap indirdik.
Vahiy gizli bir
şekilde bildirmektir.[234]
Zeccâc şöyle der: Vahyetmek gizli bir yolla bildirmek demektir. Sözlükte bir
çok anlama gelmektedir ki, bunların bazıları şöyledir:
1- İşaret.
Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Onlara sabah akşam teşbih edin
diye vahyetti." (Meryem, 19/11) Yani onlara işaret etti.
2- İlham.
Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Hani havarilere bana iman
ediniz, diye vahiy (ilham) etmiştim." (Mâide, 5/111); "Ve Biz
Musa'nın annesine onu emzir diye vahyetmiş (ilham vermiş)" (Kasas, 28/7)
3- Fıtrî
ilham: Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Ve Rabbin bal arısına:
Dağlardan kendilerine evler edin, diye vahyetti." (Nahl, 16/68)
4- Gizlice
bildirip haber vermek: "İns ve cin şeytanlarını... onlardan kimisi
kimisini aldatmak için yaldızlı bir takım sözler vahyeder (gizlice bildirir)
fısıldar."[235]
(En'âm, 6/112)
"Esbât"
kelimesi sıbt'm çoğuludur. Oğulun oğlu demektir. Burada es-bât'tan kasıt, Hz.
Ya'kûb'un sulbünden gelen çocukları yahut çocuklarının çocuklarıdır.
"Zebur":
Dâvûd (a.s.)a indirilen kitaptır. Zebur mastar olarak "yazılan Şey"
demektir. İsim olarak, verilen kitabın adıdır.
"Kıssalarını daha
önce sana anlattığımız peygamberlerle kıssasını sana anlatmadığımız
peygamberlere de": Yüce Allah'ın dört bini İsrailoğulları arasında dört
bini de diğer insanlar arasında olmak üzere sekiz bin peygamber gönderdiği
rivayet edilmiştir.
"Müjdeleyici ve
uyarıcı peygamberler olarak": İman edenlere sevap müjdesini, kâfir
olanlara da cezalandırılma uyarısını yapanlar olarak.
"Allah
Azîz'dir": Mülkünde asla mağlup edilemeyendir, yaptıklarında, sanatında
hikmeti sonsuz "Hakîm'dir."
"Lâkin Allah sana
indirdiğine" benzerini getirmekten insanları âciz bırakan Kur"ân-ı
Kerîm'in hak olduğuna, "şahitlik eder." Senin peygamberliğini beyan
eder ki, onu ilmiyle indirmiştir. Yani Kur'ân-ı Kerîm'in durumunu bilen olarak
yahut onda Allah'ın bilgisi olduğu halde indirmiştir.
[236]
"Nuh'a... sana da
vahyettik." diye başlayan 163. ayetin nüzulü ile ilgili olarak İbni
İshâk, İbni Abbâs'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Adiyy b. Zeyd dedi ki:
"Biz Allah'ın Musa'dan sonra herhangi bir insana bir şey indirdiğini
bilmiyoruz." Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi.
O halde bu ayet-i
kerime -Sukeyn ve Adiyy b. Yezid'in aralarında bulunduğu ve -Peygamber
(s.a.)'e: Allah, Musa'dan sonra herhangi bir kimseye vahiy ile bir şey
bildirmiş değildir diyen bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Allah onları
böylelikle yalanlamaktadır.
"Lâkin Allah...
şahitlik eder ki" diye başlayan 166. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili
olarak da İbni İshâk İbni Abbâs'ın şöyle dediğini nakletmektedir: Yahudilerden
bir topluluk Resulullah (s.a.)'m huzuruna girdiler. Hz. Peygamber onlara:
"Gerçek şu ki, Allah'a yemin ederim, siz benim hakikaten Allah'ın rasulü
olduğumu biliyorsunuz." dedi. Onlar: Hayır biz böyle bir şey bilmiyoruz,
deyince Yüce Allah da: "Lâkin Allah sana indirdiğine şahitlik eder
ki..." buyruğunu indirdi.
[237]
Ayet-i kerimeler Kitap
Ehli ile tartışmayı, onların çeşitli inatlarını açıklamayı sürdürmektedir.
Önceden de geçtiği gibi onlar bütün peygamberlere iman etmemektedirler. Peygamberlerden
gerçekleşmesi zor şeyler istemektedirler. Ayet-i kerimeler burada onlarla
yapılan tartışmaların sonucunda vahyin aynı türden olduğunu, peygamberler
arasında bu noktadan fark bulunmadığını ortaya koymaktadır. Eğer Musa'ya
olsun, ondan başkasına olsun iman etmek iddiasında doğru iseler, Muhammed'e de
iman etmelidirler. Neden bir peygamber ile diğeri arasında fark görmektedirler.
Bu ifadeler Yüce Allah'ın: "Kitap Ehli senden üzerlerine gökten bir kitap
indirmeni isterler". (Nisa, 4/153) buyruğu ile ilişkilidir. Yüce Allah
Muhammed (s.a.)'in durumunun kendisinden önce gelen peygamberlerin durumu ile
aynı olduğunu bildirmektedir.
[238]
Şanı Yüce Allah kulu
ve rasulü Muhammed'e tıpkı kendisinden önce gelen diğer peygamberlere
vahyettiği gibi vahyettiğini zikretmektedir. Muhammed (s.a.) peygamberler
arasında benzeri görülmedik bir kimse değildir. Onlar gerçekten bütün
peygamberlere iman eden kimseler olsalardı, Resulullah (s.a.)'a da iman ederlerdi.
Çünkü vahyin türü birdir, onda değişiklik yoktur. Ayrıca onların kitaplarında
onun peygamber olarak geleceğinin müjdesi ve nitelikleri de yazılıdır.
Vahiy, Yüce Allah'ın
bir peygambere yahut bir resule, Allah'ın kendisine bildirdiğini kesin olarak
ondan geldiği bilgisini ifade edecek bir yolla bir sözü yahut bir anlamı
bildirmesidir. Risâletü't-Tevhid'de denildiğine göre, vahiy, kişinin içinde
duyduğu bir irfandır ki, bununla beraber duyduğu bu irfanın -vasıtalı ya da
vasıtasız olsun- Allah'tan geldiğinden kesin olarak emindir.
Vahiy örnek olarak
birdir. Hz. Nuh'a gelen vahiy ile diğer vahiyler arasında bir fark yoktur. Hz.
Nuh'un öncelikle zikredilmesinin sebebi, peygamberlerin en önce geleni ve
kendisi vasıtasıyla şeriatlerin ortaya konulduğu ilk peygamber oluşundan
dolayıdır. Ondan sonra gelen peygamberlere de aynı şekilde vahiy gelmiştir.
Bunlar da peygamberlerin atası Allah'ın Halîli Hz. İbrahim, onun büyük oğlu
Arapların atası Peygamber (s.a.)'in büyük dedesi Hz. İsmail'dir. Hz. İsmail
Mekke'de vefat etmiştir. Hz. İbrahim'in diğer oğlu ve İsrail diye bilinen Hz.
YaTaıb'un babası Hz. İshak da bu peygamberlerden birisidir. Yahudiler ona
nispet edilir. Şam bölgesinde vefat etmiştir. Sonra Hz. Lût zikredilmektedir.
İbrahim (a.s.) onun amacısıdır. Daha sonra Hz. Ya'kub, sonra da Hz. Ya'kub'un
on evladı olan Esbât ile Hz. YaTuıb'un Yusuftan olan iki torunu gelir.
Böylelikle toplam olarak 12 sıbt (torun) olmaktadırlar. İsrailoğulları arasında
Hz. İshak'ın soyundan gelen esbât diye bilinen torunlar, Hz. İsmail'in soyundan
gelen kabileleri andırmaktadır. Daha sonra Hz. Musa'ya, Hz. Harun'a, Hz.
Ey-yûb'a, Hz. Davud'a Hz. Davud'un oğlu olan Hz. Süleyman'a ve Hz. Yûnus'a vahiy
bildirildiği zikredilmektedir. Meryem'in oğlu Hz. İsa'nın bunlardan önce
zikredildiğini görüyoruz. Çünkü Yahudiler ona dil uzatmışlardır,
"vav" harfi ile atıf ise tertibi gerektirmektedir. Özellikle bu
peygamberlerin anılış sebebi ise, Allah nezdindeki şerefleri ve değerleri
dolayısıyladır.
Allah, Hz. Davud'a
Zebur'u vermiştir. Zebur Yüce Allah'ın Hz. Davud'a vahyettiği kitabın adıdır.
Bu 150 sureden ibaret idi. İçinde herhangi bir hüküm, helâl veya harama dair
bir şey yoktu. Zebur bir takım hikmet ve öğütlerden ibaretti. Hz. Davut güzel
sesli birisiydi. Zebur okumaya koyulduğunda insanlar, cinler, kuşlar ve yabanî
hajTanlar dahi sesinin güzelliği dolayısıyla etrafında toplanırdı. Alçak
gönülle ve kendi el emeğiyle zırh yaparak geçinirdi.[239]
Ey Muhammed! Biz
bunlardan başka peygamberler gönderdiğimiz gibi seni de peygamber olarak
gönderdik. Bu peygamberlerin bir kısmını bu surenin indi-rilişinden önce sana
anlattık ve Mekkî surelerde onlar söz konusu edildi. Nitekim Yüce Allah En'âm
suresinde Hz. İbrahim'den şöylece söz etmektedir: "Biz ona İshâk'ı ve
Ya'kub'u bağışladık. Onların her birisine hidayet verdik. Önceden Nuh'a da hidayet
vermiştir. Onun (İbrahim'in) soyundan da Dâvûd', Süleyman, Eyyûb, Mûsâ ve
Harun'a da (hidayet verdik). İşte biz iyi davrananları böyle mükâfatlandırırız.
Zekeriyyâ, Yahya, İsâ ve îlyâs da; bunların hepsi salihlerdendi. Ismâîl,
el-Yesa', Yûnus ve Lût da. Biz hepsini âlemlere üstün kılmıştık." (En'âm,
6/84-86). Kur'ân-ı Kerîm'de isimleri anılan peygamberler 25 tanedir. Bunlar;
Âdem, İdrîs, Nûh, Hûd, Salih, İbrahim, Lût, İsmâîl, İshâk, Ya'kûb, Yûsuf, Eyyûb,
Şuayb, Mûsâ, Hârûn, Yûnus, Dâvûd, Süleyman, İlyâs, Yesa', Zekeriyyâ, Yahya ve
İsa'dır. Aynı şekilde müfessirlerin bir çoğuna göre Zülkifl ve bütün
peygamberlerin efendisi Muhammed (s.a.)'dir. Peygamberlerin kıssalarını en
kapsamlı şekilde ihtiva eden sureler ise Hûd ve Şuarâ sureleridir.
Diğer taraftan
kıssaları Kur'ân-ı Kerîm'de anılmayan başka peygamberler de vardır. Bu
peygamberlerin ümmetleri bilinmemektedir. Böyle olmayanların anılması ise daha
faydalıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "An-dolsun ki, biz her
ümmet arasında, Allah'a ibadet edin ve tâğûttan uzak durun, diyen bir peygamber
göndermişizdir." (Nahl, 16/36) Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"içinde korkutucu bir peygamberin geçmediği hiç bir ümmet yoktur."
(Fâtır, 35/24)
Peygamber kıssalarının
anlatılmasından maksat ise öğüt, sebat vermek ve hatırlatmaktır. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki onların kıssalarında özlü akıl
sahipleri için bir ibret vardır. Bu (Kur'an) uydurulan bir söz
değildir..." (Yûsuf, 12/111) Yine Yüce Allah başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Peygamberlere dair bütün haberleri onlarla kalbine sebat verelim diye sana
kıssa olarak anlatıyoruz. Bunda da sana hak ve müminlere bir öğüt ve bir ihtar
gelmiştir." (Hûd, 11/120).
Peygamber ve
rasullerin sayısı hususunda meşhur olan ise Ebu Zerr yoluyla gelen uzunca
hadistir. Bu da İbni Merdûveyh'in (r.a.) Tefsir' inde rivayet ettiğine göre
şöyledir: Ebu Zerr şöyle der: Ey Allah'ın rasulü, dedim, peygamberlerin sayısı
kaçtır? O: "124 bindir" buyurdu. Ey Allah'ın peygamberi, aralarından
rasul olanlar kaç tanedir? diye sorunca şöyle buyurdu: "Üç yüz on üç;
büyük bir kalabalık." Ey Allah'ın rasulü, onların ilki kimdir? diye
sordum. "Adem" dedi. Ey Allah'ın rasulü, o hem bir peygamber hem bir
rasul müydü? diye sordu. Hz. Peygamber: "Evet, Allah onu kendi eliyle
yarattı, sonra ona kendi ruhundan üfledi. Sonra onu dosdoğru bir insan olarak
düzenledi." Sonra şöyle buyurdu: "Ey Ebu Zerr! Bunlardan dört tanesi
Süryanî (ce konuşurlar) idi. Bunlar: Âdem, Şît, Nûh ve İdris'in kendisi olan
Ahnûh'dur. O aynı zamanda kalemle ilk yazı yazandır. Dört tanesi
Araplardandır! Hûd, Salih, Şuayb ve, ey Ebu Zerr, senin peygamberin. İsrail
oğullarının ilk peygamberi Mûsâ, son peygamberleri İsa'dır. Peygamberlerin ilki
Âdem, sonuncuları ise senin peygamberindir." Yine bu hadisi Ebu Hatim b.
Hibban el-Büstî de el-Envâ Ve't-Tekâsim adlı eserinde zikretmiş ve bunun sahih
olduğuna işaret etmiştir.
[240]
Daha sonra Yüce Allah
Hz. Musa'nın bir meziyetini söz konusu etmektedir. Bu ise Yüce Allah'ın ona
tahsis etmiş olduğu "Kelîmullah" sıfatıdır. Çünkü bu açıklamalarla
kastedilenler onun kavmidir: "Ve Allah Mûsâ ile konuşmuştur." Yani
aracısız olarak, gerçek manada, sahih şekilde. Peygamberler ile konuşmak ise
"vahiy" diye adlandırılır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Vahiy ile veya bir perde arkasından yahut izniyle dilediğine vahyetmesi
için bir elçi göndermesi yoluyla olmadıkça hiç bir insana Allah'ın söz
söylemesi söz konusu olmamıştır. Şüphesiz ki O, yücedir, Hakîm'dir."
(Şûra, 42/51) Perdedeki hikmet ise, gereken dikkat ve önemin tek şeye
yöneltilmesidir. Allah'ın izniyle onun dilediklerini vahyeden elçi ise vahiy
meleği olan ve kendisinden "er-Rû-hu'1-Emîn" diye söz edilen Hz.
Cebrail'dir. Söz söylemenin keyfiyeti hakkında araştırmalara girişmek, bunun yüzyüze
olup olmadığını araştırmak, bizim işimiz değildir. Bunu en iyi bilen Yüce
Allah'tır.
Daha sonra Yüce Allah
peygamber göndermekteki hikmetini söz konusu etmektedir. Bunun hikmeti
insanlara delil göstermek ve hidayet yolunu açıklamaktadır. Allah peygamber
göndermeyecek olsaydı, insanlar aslî görevleri olan iman ve salih ameli
bilmeyişlerini delil olarak ileri sürebileceklerdi. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Eğer bizler onları, ondan önce bir azap ile helak etmiş
olsaydık, mutlaka: Rabbimiz bize bir peygamber gönderseydin de zelil ve hakir
olmadan önce ayetlerine uy saydık ya, diyeceklerdi." (Tâ-Hâ, 20/134);
"Zaten Biz bir peygamber göndermedikçe azap ediciler değiliz." (İsrâ,
17/15) Buna göre peygamber göndermenin, kitaplar indirmenin maksadı, herhangi bir
kimsenin ileri sürecek bir mazeretinin kalmamasıdır.
Peygamberlerin görevi
ise Allah'a itaat edenleri ve O'nun rızasına tabi olanları hayırlarla
müjdelemek, Allah'ın emrine aykırı hareket edip peygamberleri yalanlayanları
da ceza ve azap ile korkutmaktır.
Allah kimsenin mağlup
edemeyeceği kadar güçlü olan, Aziz olandır. Sanatında ve bütün fiillerinde
hikmeti sonsuz, Hakîm'dir. Hiç kimsenin ileri sürecek bir itirazını bırakmaz.
Buharî ile Müslim'de
İbni Mes'ud'un şöyle dediği sabittir: Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Allah'tan daha gayretli (kıskanç) yoktur. İşte bundan dolayı açığıyla
gizlisiyle hayasızlıkları haram kılmıştır. Yine Aziz ve Celil olan Allah'tan
daha çok övülmeyi seven yoktur. Ondan dolayı kendisini övmüştür. Kimsenin ileri
sürecek mazeretini bırakmamayı Allah'tan daha çok seven yoktur, İşte bundan
dolayı o, müjdeleyiciler ve uyarıcılar olmak üzere peygamberleri
göndermiştir." Bir başka lafızda da: "işte bundan dolayı peygamberler
göndermiş, kitaplar indirmiştir." buyurulmaktadır.
Bundan önceki ayet-i
kerime: "... şüphesiz sana da vahyettik." ifadesiyle Hz. Peygamberin
peygamberliğini isbatı ve bunu inkâr eden müşriklerle Kitap Ehli'nin
iddialarını reddini ihtiva ettiğinden dolayı, Yüce Allah: "Lâkin Allah
sana indirdiğine şahitlik eder..." buyurmaktadır. Böylelikle önceki ayet-i
kerimede zımmen ifade edilen, burada açıkça ifade edilmektedir. Çünkü
ifadelerin akışından Yahudilerin ve müşriklerin ve onların dışında kalanların
Resulullah (s.a.)'ın peygamberliğini inkâr ettikleri, onun peygamberliğini
kabul etmedikleri anlaşılmaktadır. Bu ek açıklamanın muhtevası da şudur: Yüce
Allah Hz. Peygamber'in (s.a.) lehine, üzerine Kur'ân-ı Azîm diye bilinen kitabı
indirdiği rasulü olduğunu şahitlik etmektedir. O kitap, "önünden de
arkasından da batılın kendisine erişmediği bir kitaptır. Hakim ve Hamîd (olan
Allah) tarafından indirilmiştir." (Fussilet, 41/42) İsterse seni
yalanlayan, sana muhalefet edenler arasından onu inkâr edenler bulunsun; bu
gerçeği değiştirmez.
Daha sonra Yüce Allah:
"Onu ilmiyle indirmiştir." buyruğuyla şahitliğini pekiştirmektedir.
O kitapta kullarının muttali olmasını dilediği bilgisi vardır. Muttali
olmasını istediği şeyler o kitapta yer alan apaçık belgeler, hidayet, hakkı batıldan
ayıran ölçüler (Furkan), Allah'ın sevip razı olduğu veya sevmeyip istemediği
şeyler, geçmiş ve geleceği ihtiva eden gayba dair bilgiler, Allah bunları bildirmedikçe
gönderilmiş bir peygamberin de, mukarreb bir meleğin de bilemeyeceği Allah'ın
yüce ve mukaddes sıfatlarıdır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onun dilediğinden başka onlar onun ilminden hiç bir şeyi
kuşatamazlar." (Bakara, 2/255) Melekler de aynı şekilde buna şahitlik
etmektedir. Yani onlar da Yüce Allah'ın bu hususa dair olan şahitliği ile
birlikte sana gelenin doğruluğuna ve sana gelen vahyin gerçekliğine, bu Kitab'm
sana indirildiğine şahitlik etmektedirler. "Esasen şahit olarak Allah
yeter." Onun senin lehine yaptığı şahitliği kafidir. Çünkü bu konuda o
gerekli delili ortaya koymuş ve onu açık bir şekilde aydınlatmıştır. Zaten onun
şahitliği en doğru ve en gerçek şahitliktir: "De ki: Şahitlik itibariyle
en büyük olan hangisidir? De ki: Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Ve bu
Kur'ân bana onunla hem sizleri hem de bu Kur'an'ın kendisine ulaştığı
kimseleri uyarıp korkutayım diye vahyolundu." (En'âm, 6/14).
[241]
Ayet-i kerimeler
vahyin tek bir tür olduğunu göstermektedir. Peygamberliğe yahut herhangi bir
peygambere iman eden kimse diğer bütün peygamberlere de iman etmelidir.
Bir şeriat getiren ilk
peygamber Hz. Nuh'tur (a.s.). Yüce Allah'ın yeryüzüne gönderdiği ilk
peygamberin İdris olduğu da söylenmiştir. Daha sonra rasul-lerin ardı arkası
kesilmiş ve bu Yüce Allah Hz. Nuh'u gönderinceye kadar böyle sürmüştür.
Bilahare Allah Hz. İbrahim'i peygamber olarak gönderip onu Halil edininceye
kadar rasuller gönderilmemiştir. Arkasından Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İsmail,
sonra da diğer oğlu Hz. İshâk, ardından Hz. İbrahim'in kardeşinin oğlu olan Hz.
Lût, sonra Hz. Ya'kûb (ki o da İshâk'm oğlu İsrail'dir) sonra Hz. Ya'kûb'un
oğlu Hz. Yûsuf, sonra Yevbeb oğlu Şuayb, sonra Abdullah oğlu Hûd, sonra Âsef
oğlu Salih, sonra İmrân'ın oğulları, Hz. Mûsâ ile Hz. Hârûn, sonra Eyyûb, sonra
Hadrun diye de bilinen el-Hıdr, sonra İşâ oğlu Hz. Dâvûd, sonra Hz. Davud'un
oğlu Hz. Süleyman, sonra Metta oğlu Hz. Yûnus, sonra İlyas, sonra Zülkifl -ki o
Ya'kub oğlu Yahuda soyundan Avîduna'dır- sonra Hz. Mû-sâ
[242]
sonra Hz. İsâ, sonra Abdulmuttalib oğlu Abdullah'ın oğlu Hz. Muhammed peygamber
olarak gönderilmiştir; hepsine Allah'ın salât ve selâm olsun.
İmrân'ın oğlu Hz. Mûsâ
ile Hz. İsa'nın annesi olan İmran kızı Hz. Meryem arasında 1700 yıl geçmiştir.
Hz. Mûsâ ile Hz. İsa aynı koldan değillerdir. Bu ayet-i kerimede ayrıca
Peygamberimiz (s.a.)'in kadrinin ve şerefinin yüksekliğine de dikkat
çekilmektedir. Çünkü Yüce Allah diğer peygamberlerden önce "Şüphesiz sana
da vahyettik" diyerek onu öne almıştır.
Peygamberlere
indirilmiş kitaplar dört tanedir: Hz. Davud'un Zebur'u, Hz. Musa'nın Tevrat'ı,
Hz. İsa'nın İncil'i ve Peygamberimiz Muhammed (s.a.)'e verilen Kur'ân-ı Kerîm.
Peygamberler
binlercedir. Rasuller ise yüzlercedir. Az önce geçtiği gibi onlardan kiminin
adı ve kıssası Kur'ân-ı Kerîm'de zikredilmiştir.
Peygamberlerin görevi
müjdeleyip uyarmaktır. Onların gönderiliş hikmeti ise insanları hakka ve
sırat-ı müstakime, yani dosdoğru yola iletmektir.
Yüce Allah da, onun
melekleri de Peygamber Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin doğruluğuna
şahitlik etmişlerdir. Allah da Kur'ân-ı Kerîm'i ona indirdiğini bilmektedir.
"Onu ilmiyle indirmiştir" buyruğu da Yüce Allah'ın her şeyi bildiğini
göstermektedir. Esasen şahit olarak da Allah yeter.
[243]
167- İnkâr edip
insanları Allah yolundan alıkoyanlar şüphesiz uzak bir sapıklığa
düşmüşlerdir.
168-169- Muhakkak ki
kâfir olan ve zulmedenleri Allah bağışlayacak, onları cehennem yolu dışında
bir yola da itecek değildir. Onlar orada ebedi kalıcıdırlar. Bu ise Allah'a
pek kolaydır.
170- Ey insanlar!
Peygamber size Rab-binizden hak ile gelmiştir. O halde kendi faydanıza olarak
hemen iman edin. Eğer küfre saparsanız, muhakkak ki, göklerde ve yerde olanlar
Allah'ındır. Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.
"İnkar edip
insanları Allah yolundan alıkoyanlar." İnsanları, Muhammed (s.a.)'in
niteliklerini gizlemek suretiyle, İslâm dinine girmekten alıkoyanlar. Bunlar
da Yahudilerdir. "şüphesiz uzak bir sapıklığa düşmüşlerdir." Asla
doğru yolu bulamamışlardır. Allah' ı inkâr ederek "kâfir olan ve"
niteliklerini gizlemek suretiyle peygamberine haksızlık yapan
"zulmedenleri... cehennem yolu dışında" Oraya ulaştıran yol dışında,
"bir yola iletecek de değildir". "Ey insanlar" Yani ey
Mekke halkı! "peygamber" Muhammed (s.a.) "size Rabbinizden hak
ile gelmiştir... kendi faydanıza olarak" hemen "iman edin" ve
içinde bulunduğunuz durumdan daha hayırlı olan bir şeye doğru yönelin.
"Muhakkak ki, göklerde ve yerde olanlar Allah'ındır." Mülkiyeti,
yaratması ve kullukları itibariyle hepsi O'nundur. O bakımdan sizin küfre
sapmanızın ona bir zararı olmaz. "Allah Alîm'dir" Yaratıklarım çok
iyi bilendir, onlara yaptıklarında hikmeti sonsuz olan "Hakîm'dir."
[244]
Yüce Allah bundan
önceki ayet-i kerimelerde Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini, üzerine
indirmiş olduğu buyruklar vasıtasıyla lehine yaptığı şahitliklerle ispat
etmekte, daha sonra bu ayet-i kerimelerde onu inkâr ederek küfre sapanları
korkutmaktadır. Bu ayet-i kerimelerde Yahudilerin daha önce sözü edilen bir
takım nitelikleri de söz konusu edilmektedir ki, bu da onların Resulullah
(s.a.) ve Kur"ân-ı Kerîm'i inkâr edip kâfir olmaları, başkalarını da
Allah'ın yolundan alıkoymalarıdır.
[245]
Şüphesiz ki, Allah'ı,
Peygamberini, Kur'ân-ı Kerîm'i inkâr ederek kâfir olanlar, başkalarını da İslâm
dininden, Muhammed (s.a.)'e uyup onun izinden gitmekten, kalplerine şüphe
tohumlan saçmak suretiyle, alıkoyanlar, -meselâ "Eğer bu bir peygamber
olsaydı Kitabını tıpkı Tevrat'ın Musa'ya indirildiği şekilde semadan bir defada
getirirdi." şeklindeki sözleri yahut "Yüce Allah Tevrat'ta Musa'nın
şeriatının asla değiştirilmeyeceğim Kıyamet gününe kadar nesh olunmayacağını
belirtmiştir." şeklindeki sözleri veya Peygamberler ancak Harun ve
Davud'un soyundan gelenler arasından çıkar gibi iddiaları- işte bunlar,
oldukça uzak bir sapıklıkla sapmış bulunuyorlar. Yani hak ve doğrunun dışına
çıkmış, ondan alabildiğine uzaklaşmış bulunuyorlar.
Daha sonra Yüce Allah,
ayetlerini, Kitabını ve rasulünü inkâr edip küfre sapan, hem bununla, hem onun
yolundan başkalarını alıkoymakla ve hem de çeşitli günahlar işleyip onun
yasaklarını çiğnemekle kendilerine zulmeden kâfirler hakkındaki hükmünü
açıklamaktadır: Allah böylelerine mağfiret etmeyecek, onları hayır yoluna
iletmeyecek, artık bir daha onları doğruya muvaffak kılmayacaktır. Artık O, bu
gibi kimseleri amellerinin cezası olan cehennem yolundan başka bir yola
ulaştırmaz. Yüce Allah'ın: "Cehennem yolu dışında" buyruğu munkatı'
bir istisnadır. Çünkü bu yol zalim kâfirlerin yoludur.
Bunların cehennemdeki
akıbeti de, ebediyen kalmak şeklindedir. Yani orada tek bir hal üzere
kalacaklardır. Orada bir değişiklik, yok olma söz konusu değildir, orada
ebedîlik vardır. Ebedilik ise uzayıp giden, sonu gelmeyen zaman demektir. Bunun
amelleriyle mütenasip bir şekilde nasıl devam edeceğini en iyi bilen Allah'tır.
Amellerine karşılık böyle bir ceza vermek Allah için pek kolaydır. Çünkü O,
her şeye gücü yetendir, bir ve tektir, Kahhâr'dır, hikmet ve adaletin
gerektirdiğini yapandır. Bu ifadeler ile onların değerlerinin oldukça düşük
olduğuna da işaret edilmektedir.
Yüce Allah Yahudilerin
şüphesine cevap verip delillerini çürüttükten, izledikleri yolun
tutarsızlığını açıkladıktan sonra, bütün insanlara hitap etmekte ve bu
hitabıyla onlara Muhammed (s.a.)'in davetine itaat ile boyun eğmelerini,
risaletine iman etmelerini emretmektedir.
İşte bu peygamber
sizlere hidayeti, hak dini ve yüce Allah'tan türlü dertlere şifa verecek,
kalpleri rahatlatacak açıklamaları getirmiştir. O bakımdan onun size
getirdiklerine iman ediniz, ona tabi olunuz. Bu iman sizin için hayırlı olacaktır.
Çünkü o sizi temizleyip arındırır; pisliklerden, kirlerden temizler. Dünya ve
ahirette mutluluğunuzu sağlayacak hidayete iletir. Rabbinden getirdiği hak ise
Kur'ân'dır; yalnızca Allah'a kulluk edip O'ndan başkasmdan yüz çevirmektir.
Daha sonra cenab-ı Hak
şöylece uyarı ve tehditte bulunmaktadır: Eğer kâfir olursanız şüphesiz ki,
Allah'ın size bir ihtiyacı yoktur. İmanınıza muhtaç değildir. Sizi
cezalandırmaya gücü yeter. Küfre sapmanız dolayısıyla onun bir zararı olmaz.
Çünkü göklerde ve yerde bulunan her şey, mülkiyeti, yaratması ve kulluğu
itibariyle yalnız O'nundur. Kâinatta bulunan her şey, Yüce Allah'ın mülküdür.
Onları yaratan O'dur. Hepsi O'nun kulu olup, O'nun hükmüne itaatle boyun
eğenlerdir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Mûsâ dedi ki: Sizler
de yeryüzünde bulunanların hepsi de kâfir olursanız, şüphesiz ki Allah Ganî'dir
(imanınıza muhtaç olmayandır), Hamîd'dir (her türlü hamde lâyık olandır)."
(İbrahim, 14/8) Burada ise Yüce Allah "Allah Alîm'dir" buyurmaktadır,
yani aranızdan kimin hidayeti hak ettiğini bilir, o bakımdan onu hidayete
iletir. Kimin de sapıklığa lâyık olduğunu bilir, o bakımdan onu saptırır. Kullarının
amellerinden hiç bir şey O'na gizli kalmaz. "Hakîm'dir." Sözleri,
fiilleri, şeriat ve kaderi sonsuz hikmetlerle dopdolu ve sapasağlamdır.
Kullarından herhangi bir amel işleyen bir kimsenin amelini zayi etmez. Mümin
ile kâfiri, kötülük yapan ile iyilik yapanı da eşit tutmaz. Çünkü Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Yoksa biz iman edip salih amel işleyen kimseleri
yeryüzünde fesat çıkartan kimseler gibi mi kılacağız? Yahut takva sahibi olan
kimseleri günahkârlar gibi mi kılacağız?" (Sâd, 38/28).
[246]
Bu ayet-i kerimeler
bizlere aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Yahudiler
ve onlardan başka İslâmı inkâr eden kâfirler haktan ve doğruluktan
alabildiğine uzaktırlar. Çünkü bunlar Allah'ı, rasulünü ve Kur"ân-ı
Kerîm'i inkâr etmekte, bununla birlikte de insanları İslama girmekten alıkoymaktadır.
2- Küfre
sapan zalimlerin cezası Cehennemde ebedî kalmak ve mağfirete nail olmamak;
zulüm, küfür ve inatları sebebiyle Rabbani hidayet yolundan uzak bırakılmaktır.
Onlar niteliklerini gizlemek suretiyle Muhammed (s.a.)'i inkâr ederek
kendilerine, hakkı gizledikleri ve İslâm dininden onları alıkoydukları için de
insanlara zulmetmişlerdir. Yüce Allah'ın: "Allah onları bağışlayacak da
değildir." buyruğu tövbe etmeksizin kâfir olarak ölen kimseler hakkındadır.
3- İslâm
daveti, Allah'tan gelen hak davettir. Bu davet Allah'tan başka ilâh olmadığına
şahitlik etmeyi ihtiva eden hak dinin kendisidir. Bu davet Kur"ân ile
desteklenmiştir. Hiç bir şeyi ortak koşmaksızm yalnızca Allah'a ibadet etmek,
O'nun dışında kalan varlıklara ibadetten yüz çevirmek esasına dayanır. Akıl
da, hakkın bu olduğunu ortaya koymaktadır. İşte bütün bunlar ayrıca Muhammed
(s.a.)'in Rabbinden hakkı getirdiğinin delilleridir.
[247]
171- Ey Kitap Ehli!
Dininizde taşkınlık etmeyin. Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin. Meryem oğlu
İsa Mesih ancak Allah'ın peygamberi, Meryem'e ulaştırdığı kelimesi ve
kendinden bir ruhtur. Artık Allah'a ve peygamberlerine iman edin. "(Allah)
üçtür" demeyin. Kendi yararınıza olarak bundan vazgeçin. Allah sadece tek
bir ilâhtır. Çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde olanlar da yerde olanlar da
O'nundur. Vekil olarak Allah yeter.
172- Mesih de, mukarrep melekler de Allah'a kul
olmaktan asla çekinmez. Kim ona kulluktan çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin
ki, O hepsini huzuruna toplayacaktır.
173- İman edip salih
ameller işleyenlere gelince: Onlara mükâfatlarını eksiksiz ödeyecek,
lütfundan daha fazlasını da ihsan edecektir. Kulluk etmekten çekinenleri ve
büyüklük taslayanları can yakıcı bir azaba uğratacaktır. Onlar kendilerine
Allah'tan başka bir dost ve yardımcı bulamazlar.
"Ey kitap
ehli!": Burada tabir genel kapsamlı olmakla birlikte, özel bir kesim
kastedilmiştir ki, bunlar da Hristiyanlardır. Hristiyanların kastedildiğinin delili
ise daha sonra gelen: "(Allah)... üçtür demeyin" buyruğudur ki, bu
Hristiyanların söyledikleri bir sözdür.
"Meryem oğlu İsa
Mesih ancak Allah'ın peygamberi...dir.": Burada mevsu-fun (Hz. Mesih'in),
münhasıran bu niteliğe sahip olduğu ifade edilmektedir.
Kendinden bir
ruhtur" buyruğundaki -den anlamını veren (min) edatı teb'îz (kısmîlik)
ifade etmek için geldiği gibi, burada görüldüğü gibi gayenin ib-tidası (yani
başlangıç) ifade etmek için de gelir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda görüldüğü
gibi: "O, kendi katından olmak üzere göklerde ve yerde bulunanların
hepsini size müsahhar kılan (boyun eğdiren)dir." (Casiye, 45/13)
[248]
" Ey kitap
ehli!" Ey İncil'e sahip olanlar. Burada kasıt Hristiyanlardır.
"...Taşkınlık etmeyin.": Aşırı giderek yahut kusurlu davranmak
suretiyle haddi aşmayın. "Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin."
Yüce Allah'ı ortaktan ve evlâttan tenzih etmek suretiyle hak sözden başkasını
söylemeyin. "İsa Mesih Allah'ın... Meryem'e ulaştırdığı kelimesi"
Kasıt Hz. İsa'nın tekvînî emir ifade eden "ol" kelimesi ile var
olduğunu, diğer insanlar gibi bir başka surette varolmadığını anlatmaktır.
Allah bu "Kelime"sini (sözünü) Meryem'e ulaştırmış ve böylece
yaratılmıştır, "ve kendinden bir ruhtur." Yüce Allah'tan gelmiş bir
ruha sahiptir. Yani Hz. İsa, "Allah'ın Ruhu" diye bilinen Hz.
Cebrail'in üflemesi ile var olmuştur. Hz. Cebrail'in "Allah'ın Ruhu"
diye Allah'a izafe edilmesi, onun için bir şereftir. Hz. İsa Hristiyanlarm
ileri sürdüğü gibi, Allah'ın oğlu yahut onunla birlikte bir ilâh yahut üçün
üçüncüsü değildir. Çünkü ilâh mürekkep bir varlık olmaktan ve mürekkeb bir
varlığın kendisine hizmet etmesinden münezzehtir. "(Allah) Üçtür
demeyin!" Allah: İsa ve onun annesi olmak üzere ilâhlar üç tanedir,
demeyin. "Kendi yararınıza olarak bundan vazgeçin." Siz böyle
söylemeyin, bunu bırakın. Onun yerine sizin için daha hayırlı bir iş olan
tevhidi gerçekleşti-rin. "Çocuğu olmaktan münezzehtir." O çocuğu
olmaktan yücedir, uzaktır. "Göklerde olanlar da yerde olanlar da
O'nundur." Onları yaratan Odur, onun mülküdürler, onun kuludurlar. Bir
şeye malik olmak ise onu evlât edinmeye aykırıdır. "Vekil olarak Allah
yeter." Tanık olarak Allah yeter, "...asla çekinmez": Kulluğa
karşı büyüklük taslamaz ve bundan utanmaz. "Kim, O'na kulluktan çekinir ve
büyüklük taslarsa" gurura kapılarak ve kendini beğenerek nefsini büyük
kabul eder ve kulluğa yanaşmazsa, "bilsin ki O hepsini huzuruna
toplayacaktır." "...onlara mükâfatlarını eksiksiz ödeyecek"
amellerinin sevabını tamamıyla verecek "lütfundan daha fazlasını da ihsan
edecektir." Ayrıca onlara hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın
işitmediği, hiç bir insanın hatırma getirmediği şeyleri de verecektir.
"Can yakıcı bir azap" Bu da oldukça acı veren, can yakan cehennem
azabıdır. İşte bu azabı onlardan uzaklaştırabilecek "Allah'tan başka bir
dost ve" kendilerini bu azaptan koruyabilecek "yardımcı
bulamazlar."
[249]
Yüce Allah Yahudilerin
şüphelerini cevaplandırıp doğru yola uymalarını emrettikten sonra Hristiyanlara
karşı delil getirmekte, Meryem oğlu İsa hakkında doğru kanaati kabule mecbur
etmektedir.
[250]
Yüce Allah Kitap
Ehli'ne aşırılığı, haddi aşmayı yasaklamaktadır. Çünkü Hristiyanlar Hz. İsa
hakkında haddi aştılar ve sonunda onu ilâhlaştırdılar. Onu peygamberlik
makamından alıp çıkardılar. Hatta onun dini üzere olduğunu iddia eden, ona
bağlı olduğunu, tabi olduğunu söyleyenler hakkında dahi aşırıya giderek,
bunların masum olduklarını, günah işlemediklerini iddia ettiler. Söyledikleri
her hususta, hak olsun batıl olsun, onlara tabi oldular. Yahudiler de aynı
şekilde Hz. İsa'yı tahkir etmek, küçük düşürmek hususunda aşırıya gittiler, onu
inkâr ettiler. Halbuki istenen, bu iki hal arasında orta yoldur. Ne Hz. İsa'yı
tazimde aşırıya gitmek, ne de onu tahkir ederek ileriye gitmek.
Ey Kitap Ehli! Dinde
fazlalık yahut eksiklik suretiyle Allah'ın çizdiği sınırları aşmayınız. Ancak
ya mütevatir dini bir nass ile yahut kesin aklî bir delil ile sabit olan hak
şeylere inanınız. Allah'ın insanlara hulul etmesi, onlarla bir arada olması, eş
ve çocuk edinmesi gibi uydurduğunuz iddialardan sakının. Yahudilerin yaptığı
şekilde İsa'yı inkâra kalkışmayın, annesine iftira etmeyin, onu küçük görmeyin,
küçük düşürmeyin. Hristiyanlarm yaptığı şekilde de İsa'yı tazim ve takdis hususunda
aşırıya gitmeyin. Çünkü onlar sonunda İsa'yı bir ilâh yahut Allah'ın oğlu kabul
etme noktasına kadar vardılar.
Her türlü iftiradan
uzak, tertemiz, bakire Meryem'in oğlu İsa Mesih, ancak Allah'ın
İsrâiloğulları'na gönderdiği bir peygamberdir. O kavmine, hiç bir şeyi ortak
koşmaksızm yalnızca Allah'a ibadet etmelerini emredip, şirki yasaklamış,
takvalı olmayı teşvik etmiş, dünyaya rağbet etmemelerini söylemiş, peygamberlerin
ve rasullerin sonuncusunun geleceği müjdesini vermiştir. Nitekim Kur'ân-ı Kerim
Hz. İsa'nın şöyle dediğini bizlere nakletmektedir: "Ve benden sonra
gelecek adıAhmed olan bir rasulü müjdelemek üzere... size geldim." (Saff,
61/6).
Hz. İsa
"kün=ol" şeklindeki tekvînî bir emir ile babasız olarak var edilmiştir.
Çünkü "O, bir şeyi diledi mi ona emri "ol" demesidir, o da
derhal oluverir." (Yâsîn, 36/82); "Bir işe hüküm verdiği zaman ona
sadece: "Ol" der, o da hemen oluverir." (Âl-i İmran, 3/47).
Yüce Allah, Hz. Âdem'i
yarattığı şekilde babasız ve annesiz bir insan yaratmaya yahut Hz. Havva'yı
yarattığı gibi annesiz, fakat bir babadan yahut bir anne ve bir babadan olmak
üzere alışılmış zahirî bir sebebe bağlı olarak bir insan yaratmaya kadir
olduğu gibi, Hz. İsâ gibi babasız bir insan yaratmaya da kadirdir:
"Şüphesiz Allah nezdinde İsa'nın misali Âdem'in misali gibidir. Onu
(Adem'i) topraktan yarattı sonra, da ona "ol" dedi, o da hemen
oluverdi." (Âl-i İmran, 3/59) Yine Yüce Allah Hz. İsa'nın beşer olduğunu
ve Allah'ın kulu olduğunu şöylece haber vermektedir: "O ancak kendisine
nimet verdiğimiz ve onu İsrâiloğulları'na bir misal kıldığımız bir
kuldur." (Zuhruf, 43/59) Madde yahut tabiat da özü itibariyle başkasını
yaratmaktan âciz olan bir yaratıktır. O halde yaratılmış her şeyin ilk aslını
da yaratan Yüce Allah'tır.
Ayrıca Hz. İsa Yüce Allah
tarafından var edilmiş bir ruh ile desteklenmiştir, yoksa bu ruh
(Hristiyanlarm anladıkları gibi) Allah'tan bir parça değildir. Öyle olsaydı,
Melek aracılığıyla Allah'tan bir ruhun üflenmesiyle yaratılmış her bir insanın
Allah'ın bir parçası olması gerekirdi: "O kendi nezdinde göklerde ve
yerde bulunan her şeyi size müsahhar kılandır." (Müellif burada;
"kendinden" ifadesi Allah'tan bir parça anlamına gelmeyeceği gibi,
Hz. İsa hakkında "kendinden bir ruhtur" demesi de kendisinden bir
parçadır anlamına gelmez, demek istemektedir. -Çeviren-) Hz. İsa'nın
Ruhu'1-emin ile desteklenmiş olması da Yüce Allah'ın şu buyruklarıyla sabittir:
"Ve Biz onu Ruhu'l-Kudüs ile destekledik." (Bakara, 2/87 ve 253).
Yine Yüce Allah müminleri Allah'tan bir ruh ile desteklenmekle de nitelendirmiş
ve şöyle buyurmuştur: "İşte bunlar Allah'ın kalplerine imanı yazdığı ve
kendinden bir ruh ile desteklediği kimselerdir." (Mücâdele, 58/22)
Mücâhid şöyle
demektedir: "Kendinden bir ruhtur." Yani tarafından gönderilmiş bir
peygamberdir. Yani o, halk edilmiş bir ruhtan yaratılmıştır. Ruhun Yüce Allah'a
izafe edilmesi onun şerefini yüceltmek içindir. Nitekim Yüce Allah'ın şu
buyruklarında dişi devenin ve Beyt'in Allah'a izafe edilmesi de böyledir:
"İşte bu, Allah'ın devesidir." (A'râf, 7/173); "Ve benim evimi
tavaf edenler için temizle" (Hacc, 22/26) Nitekim hadis-i şerifte de şöyle
buyurulduğu rivayet edilmiştir: "Ve Rabbimin evinde, Rabbimin huzuruna
girerim." buyruğundaki izafe de bir şerefi yükseltme izafesidir. Bütün
bunlar aynı kabildendir ve aynı üslûpta kullanılmış ifadelerdir.
İsa'yı da, başkasını
da yaratan Yüce Allah olduğuna göre, artık sizler de bir ve tek olan Allah'a
iman edin. Allah'ın bir ve tek olduğunu çocuğu ve eşi olmadığını tasdik edin.
İsa'nın Allah'ın kulu ve rasulü olduğunu da bilin ve buna kesin olarak inanın.
Hiç bir fark gözetmeksizin bütün peygamberlere uygun şekilde iman edin. Sakın
"baba, oğul ve Rûhu'l-Kudüs' gibi üç ilâh olduğunu yahut her biri
diğerinin aynı olmak üzere Allah'ın üç uknumdan meydana geldiğini, her
birisinin tam bir ilâh olduğunu ve bunların toplamının da tek bir ilâh ettiğini
söylemeye kalkışmayın. İsa'yı ve annesini Allah'a ortak koşmayın. Yüce Allah
bundan alabildiğine münezzeh, alabildiğine yücedir. Çünkü böyle söylemek, asıl
itibariyle Mesihîliğin de getirmiş olduğu halis tevhidi terketmektir. Çünkü
tevhid Hz. İsa'dan da önce Hz. İbrahim ve diğer peygamberlerin de yaymaya
çalıştıkları temel bir ilkedir. Teslis ile tevhidin bir arada kabul edilmesi
ise mümkün değildir. Bu, akim temel ilkelerinin reddettiği bir çelişkidir. Bundan
dolayı Yüce Allah teslisi kabul edenleri şöylece tenkit etmektedir:
"Andol-sun! Muhakkak, Allah üçün üçüncüsüdür, diyenler kâfir olmuşlardır.
Halbuki bir tek ilâhtan başka ilâh yoktur." (Maide, 5/73) Mâide suresinin
sonlarında da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hatırla ki Allah: 'Ey
Meryemoğlu İsa! İnsanlara Allah'ı bırakıp da beni ve annemi iki ilâh edinin,
diye sen mi söyledin?' diyecektir." (Maide, 5/116) Mâide suresinin baş
taraflarında ise şöyle buyurul-maktadır: "Allah Meryem oğlu Mesih'in
kendisidir, diyenler, andolsun ki, kâfir olmuşlardır." (Maide, 5/17)
Ey Hristiyanlar!
Teslis iddiasından "vazgeçin!" sizin için bundan daha hayırlı olacak
bir başka söz söyleyin. Bu söz ise aralarında İsa'nın da bulunduğu bütün
peygamber ve rasullerin kendisine çağırdığı katıksız tevhiddir.
"Allah sadece bir
tek ilâhtır" O zatı itibariyle bir ve tektir, birden çok olmaktan
münezzehtir. Onun parça yahut uknumlarının varlığı söz konusu değildir. O bir
takım cüzlerden de meydana gelmiş değildir; O bunlardan münezzehtir. Halbuki
siz Mesih hakkında "Mesih onun oğludur" yahut "bizzat onun
kendisidir" demektesiniz. Eğer gerçek evlât sahibi olmayı kastediyorsanız
bu Yüce Allah hakkında imkânsız bir şeydir. Çünkü bu da Allah'ın baba olmasını
yahut bir eşi olmasını gerektirir. Şayet mecazî olarak evlât oluşunu kastediyorsanız
bu da Hz. İsa'ya has bir özellik olamaz.
Gerçek anlamıyla
Allah'ın çocuğunun varlığı söz konusu değildir. Aksine göklerde ve yerde
bulunan her şey O'nundur. Yani her şey Allah'ın mülküdür, onun yaratığıdır.
Göklerde ve yerdekilerin hepsi O'nun kuludur. Hepsi onun tedbir ve tasarrufu
altındadır. O her şeyin üzerine vekildir. Mesih de O'nun yarattıkları arasında
bir yaratıktır. O halde bu yaratılmışlardan Allah'ın nasıl olur da bir eşi ve
çocuğu bulunabilir? Zira bir şeye malik olmak, o şeyi mülk edinmeye aykırıdır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Göklerde ve yerde bulunan herkes mutlaka
Rahman (olan AllahJ'a kul olarak gelecektir." (Meryem, 19/93); "Gökleri
ve yeri yoktan var edendir. Nasıl olur da onun bir çocuğu olur?" (En'âm,
6/101)
'Vekil olarak Allah
yeter" ibaresi buna tanık olarak Allah yeter manasm-dadır. Bunun manasını
açıklarken er-Râzî şöyle der: Şanı Yüce Allah tek başına mahlükatı idare eder,
yaratılmışları gereği gibi koruyup muhafaza eder. Onunla beraber bir başka
ilâhın varlığını kabul etmeye, böyle bir iddiada bulunmaya ihtiyaç yoktur.
[251]
"...asla
çekinmez" ibaresi Mesih yalnızca Allah'a ibadet etmekten çekinmez yahut
buna karşı tekebbür etmez ya da Allah'ın bir kulu olmaktan çekinmez, manalarına
gelir. Çünkü o Yüce Allah'ın azametini, Allah'ın lâyık olduğu ubu-diyyet ve
şükrü bilir. Aynı şekilde mukarrep melekler de Allah'ın bir kulu olmaktan daha
üstün bir makamda kendilerini görmezler.
Her kim yalnızca
Allah'a ibadet etmekten çekinir, kendini daha yüce bir makamda görür, şirk
yahut teslis iddiasında bulunacak olursa bilsin ki, Allah amelinin karşılığını
vermek üzere hepsini kendi huzuruna toplayacaktır. Amellerinden dolayı onları
hesaba çekecek ve cezalandıracaktır. Kıyamet gününde o bunların hepsini
huzurunda toplayacak ve asla haksızlık ve zulmün söz konusu olmayacağı mutlak
âdil hükmüyle aralarında hüküm verecektir. Allah, salih amel işleyen ve
kendisine iman edenlere eksiksiz olarak, tam tamına amellerinin mükâfatını ve
ecirlerini verecektir. Salih amelleri miktarmca onlara sevap vereceği gibi
bundan ayrı olarak lütfü, ihsan ve geniş rahmetiyle fazlasını da verecektir
onlara.
Ona kulluktan çekinen
bunu büyüklüklerine yedirmeyen, yani Allah'a itaat ve ibadetten uzak duranlara
gelince: Onları lâyık oldukları, hak ettikleri şekilde dünyada da ahirette de
can yakıcı bir azap ile azaplandıracaktır. Yüce Allah'tan başka işlerini yerine
getirecek, düzene koyacak başka bir kimse bulamayacakları gibi, Allah'ın
azabına karşı kendilerine yardımcı olup üzerlerinden azabı kaldıracak bir
kimse de bulamayacaklardır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphe
yok ki, bana kulluk etmeyi büyüklüklerine yedirme-yenler cehenneme hor ve hakir
olarak gireceklerdir." (Mü'min, 40/60) Dünyada ibadet etmeyen ve buna
karşı büyüklük taslayan müstekbirler ahirette küçültülmüş ve zeliller
olacaklardır.
[252]
Bu ayet-i kerimede
inanca dair özü ilgilendiren bir takım hükümlere işaret edilmektedir ki,
bunları şöylece sıralayabiliriz:
1- İşlerde
haddi aşmak, aşırıya gitmek şer"an yasaklanmıştır. Yahudiler Hz. İsa
hakkında aşırıya giderek sonunda Hz. Meryem'e iftirada bulunmuşlardır.
Hristiyanlar da Hz. İsa hakkında aşırıya gitmiş ve nihayet onu bir ilâh kabul
etmişlerdir. Muharref İncil'deki ilk ifade şöyledir: "Bu bizim ilâhımız ve
Rabbımız Yesû' (İsâ) Mesih'in kitabıdır." Aşırıya gitmek de, kusurlu
davranış da bir kötülüktür, bir küfürdür. Bundan dolayı Sahih-i Buharî'de Hz.
Peygamberin şöyle buyurduğu nakledilmektedir: "Hristiyanların yalan yere
İsa hakkında aşırıya gidip haddi aştıkları gibi siz de beni tazimde aşırıya
gitmeyin, bunun yerine: Allah'ın kulu ve rasulü, deyin."
2- Yüce
Allah'ın: "Meryem oğlu İsa Mesih ancak Allah'ın peygamberi, Meryem'e
ulaştırdığı kelimesi ve kendinden bir ruhtur." buyruğuna üç hükme işaret
edilmektedir:
a) Yüce
Allah'ın: "Meryem oğlu İsa" buyruğu annesine nispet edilen bir
kimsenin ilâh olmasının düşünülemeyeceğini göstermektedir. Çünkü ilâhın muhdes
(sonradan var edilmiş) değil de kadim olması gerekmektedir.
b) Yüce
Allah, İmrân kızı Hz. Meryem dışında Kitabında ismini anarak başka bir kadından
söz etmemektedir. Hz. Meryem'in admı hikmeti gereği yaklaşık otuz yerde
anmaktadır. Bu hikmet ise Hz. Meryem'in Allah'a kul olma sıfatını iyice
yerleştirmek ve Arapların kadın köleleri (cariyeleri) kendi isimleriyle anmak
şeklindeki âdetlerine uygun bir üslub kullanmaktı. Hür kadınların isimlerini
Araplar açıktan açığa zikretmezlerdi. Bundan kasıt ise hür kadınların
isimlerinin dile düşmemesiydi.
c) Hz.
İsa'nın babasız olduğuna inanmak farzdır. Onun adının annesine nispetle tekrar
tekrar zikredilmesi kalplere onun babasız olduğu kanaatini şuurlu bir şekilde
yerleştirmek, ayrıca onun tertemiz annesinin Yahudilerin iddialarında ve zina
iftiralarından uzak ve münezzeh olduğunu pekiştirmektedir.
3- Hz.
İsa'nın Mesih, İsa, Kelime ve Ruh olmak üzere dört tane ismi vardır.
Kelime'den kasıt onun tekvinî "ol" emriyle yaratılmış olmasıdır.
Böylelikle o, babasız olarak bir insan halinde yaratıldı. "Kendinden bir
ruh" buyruğundan kasıt ise Hz. İsa'nın Hz. Cebrail'in nefhası ile var
edilmiş olmasıdır. Arapçada nefha (üfürüş) ya da ruh denmektedir. Çünkü ruh ve
rîh (yel, rüzgar) birbirine yakın kelimelerdir. Üflemek de bir rîh'tir ve bu
ruh'tan çıkar. Yüce Allah'ın: "Kendinden" buyruğundan kasıt ise Hz.
İsa'nın şerefini yükseltmek, faziletini yüceltmektir. Yoksa bundan kasıt onun
Allah'tan bir parça olduğunu anlatmak değildir. Çünkü bütün yaratıklar Allah'ın
ruhundandırlar. Nitekim, bu Allah'tan bir nimettir, de denilmekte ve bununla
bu nimetin eksiksiz ve şerefli bir nimet olduğu ifade edilmektedir. Yine bu
Allah'tan bir ruhtur denilirken, O'nun yarattığı bir varlık olduğu
vurgulanmaktadır.
Hristiyanlar, İsa
Allah'tan bir parçadır, demekle hataya ve sapıklığa düşmüşlerdir. Çünkü Hz.
İsa Allah'tan bir ruhtur.
4- Allah'ın
Mesih'i yaratan, onu peygamber olarak gönderen tek bir ilâh olduğuna, İsa da
aralarında olmak üzere bütün peygamberlerin Allah'ın kulu olduğuna iman etmek,
kaçınılmaz olarak kabul edilmesi gereken farz bir iti-kaddır. Doğru düşünen
akılların kabul edeceği gerçek budur. O halde Hz. İsa'nın ilâh kabul edilmesi
doğru olamaz.
5- İlâhların
birden çok olduğunu yahut üç olduğunu söylemek harr.mdır. İbni Abbas şöyle der:
Teslisten kasıt Yüce Allah'ın kendisi, eşi ve oğludur. Hristiyanlar teslisi
icma ile kabul edip şöyle derler: Allah aslında tek bir cevherdir, fakat onun
üç tane uknumu vardır ve böylelikle her bir uknumu bir ilâh olarak kabul
ederler. Uknumlarla kastettikleri ise varlık, hayat ve ilimdir, genellikle
onlar bu uknumları baba, oğul ve Ruhu'l-kudüs diye ifade ederler. Baba ile varlığı,
ruh ile hayatı, oğul ile de Hz. İsa'yı kastederler. Önceden de geçtiği gibi ve
bu konudaki sözlerinden anlaşıldığı üzere, nihayette onlar gösterdiği mucizeler
ve harikulade haller sebebiyle Hz. İsa'nın ilâh olduğunu söylerler. Çünkü bu
mucizeler insan takatinin fevkindedir. O halde bunları yapabilen ulûhiyyet sıfatına
sahip demektir, derler.
Hz. İsa'nın ulûhiyyet
sıfatına sahip olmayışının en açık delillerinden birisi de şudur: Eğer o
dedikleri gibi bir ilâh olsaydı kendisini düşmanlarından kurtarabilir, onların
kendisine vermek istedikleri zararı önleyebilir ve -iddia ettikleri gibi-
düşmanlarının kendisini çarmıha germelerine fırsat vermezdi.
6- Teslis
iddiasından vazgeçmek katıksız hayrın ve doğrunun ta kendisidir. Çünkü Yüce
Allah bir tek ilâhtır. Çocuğu olmaktan münezzehtir. Aksine göklerde ve yerde
bulunan her şey O'nundur. Mülkiyet ise mülk edinilen şeyi evlât edinmeye
aykırıdır. Onun hiç bir ortağı yoktur. İsa da Meryem de göklerde ve yerde
bulunan şeyler arasında yer alırlar. Bu ikisinde bulunanlar ise yaratıktır. O
halde kendisi yaratılmışken İsa nasıl ilâh olabilir?
7- İsa Mesih hiç bir
şekilde Allah'ın bir kulu olmaktan çekinmez, utanmaz ve bunu asla kendisi için
bir küçüklük kabul etmezdi. Allah'ın rahmet ve rızasına yakın olan mukarrep
melekler de asla Allah'a kul olmayı kendileri için bir küçüklük kabul etmezler.
Allah'a kulluktan çekinen ve bunu büyüklüğüne ye-dirmeyen bir kimse hiç bir
şekilde Allah'a ibadet etmez, ona itaate bağlı kalmaz. Şüphe yok ki, Allah
bütün yaratıkları mahşerde toplayacak ve herkese hak ettiği şekilde karşılık
verecektir.
Salih amel işleyen
müminler için eksiksiz olarak amellerinin sevabı verileceği gibi, ayrıca Yüce
Allah lütuf, rahmet ve ihsanından fazlasını da onlara verecektir. Allah'a
kulluğu kendilerine yedirmeyen ve kulluğa karşı büyüklük taslayanlar ise
işlerini üstlenecek yahut kendilerine yardımcı olacak hiç bir dost ve yardımcı
bulamadan oldukça can yakıcı bir azap göreceklerdir.
8- Bazıları
Yüce Allah'ın: "Mukarrep melekler de" buyruğunu meleklerin
insanlardan daha faziletli olduğuna delil göstermişlerdir. Yaratma itibariyle
de fiilen itibariyle de onların Hz. Mesih 'ten büyük olduğuna delil göstermek
istemişlerdir. Ancak onlara şöyle cevap verilmiştir Ayet-i kerime büyük işler
yapmaya kadir olmak ve yaratılmışlarının azameti hususunda meleklerin üstünlüklerini
sunmak sadedindedir. Melekler Allah'a ibadetten uzak kalmak hususunda
Mesih'ten daha fazla güç sahibidirler, fakat onların bundan imtina etmek
hususunda daha güçlü ve daha muktedir olmaları daha faziletli olmalarını
gerektirmez.
[253]
174- Ey insanlar!
Rabbinizden size apaçık bir delil gelmiştir. Size apaçık bir nur da indirdik.
175- Allah'a iman
edenleri ve ona sarılanları o rahmetine ve bol nimetine kavuşturacak, onları
kendisine götürecek doğru yola eriştirecektir.
"Rabbinizden size
apaçık bir delil (burhan)" Rabbinizden size karşı apaçık bir delil olan
peygamber "gelmiştir. Size apaçık bir nur"ki bu da Kur'an-ı Ke-nm'dir
"da indirdik" "Doğru yol": Eğriliği, büğrülüğü olmayan bir
yol olan İslam dini.
[254]
Bundan önceki ayet-i
kerimeler münafıklara, müşriklere, Yahudi ve Hris-riyanlara karşı açık ve kesin
delilleri ortaya koymuş, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğini ispat etmiş
bulunmaktadır. İşte bütün bunlar, insanlığın tümüne islâm'a tabi olma davetinin
yöneltildiği bu iki ayet-i kerimeye bir mukaddime mahiyetindedir.
[255]
Ey insanlar! Sizlere
Allah'a iman gerçeğini, daha erdemli bir hayat için uygun toplumsal düzenleri
açıklayan Rabbinizden sizlere ulaşan açık seçik bir belge ve kesin bir delil
bulunmaktadır ki, bu da cahiliye döneminde aranızda yetişmiş bulunan güvenilir,
ümmî, Arabî peygamber Muhammed (s.a.)'dir. Cahiliye döneminde aranızda
yetişmiş olmakla birlikte o dönemin bozuklukları ve pislikleri ile kirlenmemiş,
aksine ilâhî risaleti yüklenmek için Rabbinin koruması altında özel bir terbiye
ile yetişmiştir. O bakımdan yaşayışı, ahlâkı, gidişi ve liderliği itibariyle
en üstün bir örnektir. O, risaletinin doğruluğuna çok büyük ve pratik bir
belge-iir: "Allah risaletini nereye bırakacağını en iyi bilendir."
(En'am, 6/124).
Biz sizlere bu apaçık
delil ile birlikte yine hakkı açıkça ortaya koyan bir nur, bir ışık da indirmiş
bulunuyoruz. Bu da akideyi ve yaşanılan düzeni tashih etmek üzere gelmiş
bulunan Kur"ân-ı Kerim'dir. Katıksız tevhidi ortaya koymuş; putperestlik
ve şirke karşı sa^aş açmış; halihazırda tahrif edilmiş bulunan Yahudilik ve
Hristiyanhğm tutarsızlığını beyan etmiş; doğru yolun (hidayetin) belirgin
işaretlerini sapasağlam yerleştirmiş; Yüce Allah'a ibadetin yolunu açıkça
göstermiş; siyaset, savaş, barış ekonomi, toplumsal hayat, kâinata dair bilgiler
gibi bütün alanlarda dosdoğru ahlâkî esasları ortaya koymuştur. Aynı zamanda
bütün bunlar peygamberin şahsî yaşayışına ek olarak, bu dinin eşsiz ve
terkedilmemesi gereken hak din olduğunun da açık bir belgesidir.
Buna bağlı olarak
Allah'a iman edip Kur'ân'a ya da İslama sımsıkı bağlanıp sarılanları ve onun
nuruna tabi olanları Allah rahmetine sokacak, dünya ve ahirette lütfuyla
onların hepsini kuşatacaktır. Yani Kur'an-ı Kerim sayesinde onlara rahmet edip
onları cennetine koyacak, sevaplarını artırıp mevkilerini yükseltecektir. İbni
Abbâs şöyle der: Rahmet cennettir. Fazladan vereceği bir nimet ise onlara
lütfedeceği, hiç bir gözün görmediği, hiç bir kulağın işitmediği ve hiç bir
insanın hatırına gelmeyen lütuflar ve nimetlerdir
[256]
Ayrıca onları dünyada izzet, şeref ve üstünlük ile itikat ve amelde dosdoğru
yola tabi olmak suretiyle, ahirette de cennete ve rızasına nail olmak suretiyle
mutluluğu elde edecek noktaya da ulaştıracak, dosdoğru yola ulaşma başarısını
onlara ihsan edecektir. Çünkü şerefli Kur'ân-ı Kerim'e sımsıkı yapışmadan,
Muhammed Mustafa'nın sünnetine tabi olmadan özel bir hidayetin varlığı ve ilâhî
tevfike mazhar olmak söz konusu değildir. Tirmizî Ali b. Ebî Tâlib'den Hz.
Peygamberin şu buyruğunu rivayet etmektedir: "Kur'ân-ı Kerim Allah'ın
dosdoğru yolu ve sapasağlam ipidir."
[257]
Allah'tan kullarına
gelmiş büyük ve apaçık delil Muhammed (s.a.)'dir. Ona "delil"
denilmesinin sebebi, kesin delilin onunla birlikte bulunmasıdır ki, bu da onun
mucizeleri yahut getirdiği delillerdir. Çünkü onun gösterdiği mucizeler Hz.
Peygamberin delilleri demektir.
Apaçık bir nur ise
Kur'ân-ı Kerim'dir. Ona nur denilmesinin sebebi ise, onun vasıtasıyla
hükümlerin açıklık kazanması, onun aracılığıyla sapıklıktan kurtulup doğruya
nail olmanın mümkün olmasıdır. O halde Kur'ân-ı Kerim açık seçik ve aynı
zamanda açıklayıcı bir nurdur.
Her kim Allah'a iman
eder, Kur'ân-ı Kerim'e sarılmak suretiyle de Allah'a isyandan uzak durursa
cennete ve Allah'ın rızasına nail olur, dünyada da ahirette de o büyük ilâhî
lütfü elde eder.
Yüce Allah'ın:
"Bol nimet (fadl)" sözü yüce Allah'ın karşılıksız olarak sevap
vermek suretiyle kullarına lütufta bulunduğunun delilidir. Çünkü onun verdikleri
eğer sadece amelin karşılığı olsaydı, elbette bu lütuf (fadl) olmazdı. er-Râzî
şöyle der: Rahmet ve lütuf (fadl) cennette bulunan türlü fayda ve tazimler
hakkında kabul edilir. Hidayetten kasıt ise kudsî âlemin ve kibriyasmın
nurlarının beşerî ruhlarda tecelli etmesinden husule gelen mutluluklardır. İşte
ruhanî mutluluk budur. Allah'ın bunu önceki iki kısımdan sonra zikretmesinin
sebebi ise, ruhani lütuf ve huzurun, bedenî lezzetlerden daha üstün olduğuna
dikkat çekmektir
[258]
Kur"an-ı Kerim'de
sözü edilen hidayet iki türlüdür: Genel ve özel hidayet.
Genel hidayet Yüce
Allah'ın şu buyruğunda ifade edildiği gibidir: "Ve biz onu iki yola
hidayet ettik (iki yolu gösterdik)." (Beled, 90/10) Yani biz ona mutluluk
ve bedbahtlık, hayır ve şer yollarını gösterdik. Bu hidayet, zahirî ve batı-nî
duyuların hidayetini ve aklî hidayet ile, din hidayetini de kapsar.
Özel hidayet Yüce
Allah'ın şu buyruklarında dile getirildiği gibidir: "İşte bunlar Allah'ın
kendilerine hidayet verdikleridir, o halde sen de onların hidayetine uy!"
(En'âm, 6/90); "Bizi dosdoğru yola ilet." (Fatiha, 1/6). Bu hidayet
ise az önce geçtiği gibi genel olarak doğru yolu göstermekten farklıdır. Bu
doğru yolu göstermekle birlikte, hayır ve kurtuluş yolunda yürümek için özel
yardım ve başarı ihsanını da ifade eder. İnsan dini anlarken duyu ve aklını
kullanmakta yanılmaya ve sapmaya maruz bir varlık olduğundan dolayı, özel
yardıma muhtaçtır. Bundan dolayı Yüce Allah bizlere: "Bizi dosdoğru yola
ilet" buyruğunda bunu kendisinden istememizi emretmektedir.
[259]
176- Senden fetva
isterler. De ki: "Allah size babası ve çocuğu olmayan (kelâ-lehn mirası
hakkında hükmü şöyle veriyor: Çocuğu olmayıp bir kız kardeşi bulunan bir erkek
ölürse, bıraktığının yarısı kız kardeşe kalır, fakat (ölen) kız kardeşinin
çocuğu yoksa kendisi ona tamamen varis olur. Eğer (ölenin) iki kız kardeşi
kalmışsa bıraktığının üçte ikisi onlaradır. Eğer erkekli kadınlı bir çok
kardeşi varsa erkeğe iki kadının hissesi kadar pay vardır. Şaşırırsınız
(şaşırmayasınız) diye Allah size açıklıyor, Allah her şeyi en iyi bilendir.
"Kelâle",
babası ve çocuğu olmayana denilir. Ayet-i kerime kelâle olarak ölen kimseden,
erkek ve kız kardeşlerin alacağı miras hakkındadır.
[260]
Nesaî, Câbir'in şöyle
dediğini nakleder: Bir gün, hastalandım. Resulullah (s.a.) yanıma geldi. Ey
Allah'ın Rasulü! dedim. Kızkardeşlerime malımın üçte birini vasiyet edeyim mi?
O bana: "İyilikte bulun" dedi. Ben: Ya yarısını? deyince, o yine:
"İyilikte bulun" dedi, sonra çıktı, sonra tekrar yanıma girip şöyle
dedi: "Ben bu rahatsızlığının ölümünle sonuçlanacağı kanaatinde değilim.
Allah hüküm indirip kız kardeşlerinin payını açıklamış bulunuyor ki, bu da üçte
ikidir." O bakımdan Hz. Câbir "Senden fetva isterler. De ki: Allah
size babası ve çocuğu olmayanın mirası hakkındaki hükmü şöyle veriyor..."
ayet-i kerimesi benim hakkımda nazil olmuştur, derdi. Hafız İbni Hacer şöyle
der: Bu, Hz. Câbir'in surenin baş taraflarında (yani 11. ayette) geçen
kıssasından farklı, başka bir olaydır.
Bir rivayette de şöyle
denilmektedir: Ben hastalandım. Resulullah (s.a.) yanıma girdi. Yedi kız
kardeşim vardı. İbni Merdûveyh de Hz. Ömer'den, Resulullah (s.a.)'a kelâle'ye
nasıl mirasçı olunacağını sorduğunu, bunun üzerine Yüce Allah'ın, "Senden
fetva isterler, de ki: Allah size babası ve çocuğu olmayanın mirası hakkındaki
hükmü şöyle veriyor..." buyruğunu indirdiğini rivayet etmiştir.
Ahmed, Buharî ve
Müslim ile bazı kimseler Cabir b. Abdullah'ın şöyle dediğini rivayet ederler:
Hasta olup aklımın başında olmadığı bir sırada Resulullah (s.a.) yanıma geldi,
abdest aldı, sonra o abdestten üzerime serpti, benim aklım başıma geldi ve
şöyle dedim: Bir kelâle dışında kimse bana mirasçı olmuyor. Mirasım nasıl
olacak? Bunun üzerine mirasa dair ayet-i kerime -ki bu ayeti kastediyor- nazil
oldu.
Yine Buharî ve Müslim,
el-Berâ'dan bunun inen son ayet olduğunu rivayet ederler ki, bundan maksat,
feraize dair inen son ayettir. el-Hattabî şöyle der: Yüce Allah kelâle hakkında
iki ayet-i kerime indirmiştir. Onlardan bir tanesi kışın nazil olmuştur ki,
Nisa suresinin baş taraflarındaki ayet budur. Bu ayet-i kerimede hem bir icmal,
hem de bir müphemlik vardır ki, zahirinden anlamın ne olduğu hemen hemen
anlaşılamamaktadır. Daha sonra Yüce Allah diğer ayeti yaz mevsiminde indirdi
ki, bu da surenin sonlarındaki ayettir. Bu ayet-i kerimede kış mevsiminde nazil
olan ayette bulunmayan fazladan açıklamalar vardır. Böylelikle soru soran bu
ayete gönderilmiş olmaktadır. Bununla orada anılan kelâle'den maksat açıkça
anlaşılmış olmaktadır. Birinci ayet-i. kerime kışın inmiş ayet, ikincisi ise
yazın inmiş ayet diye adlandırılmaktadır.
[261]
Râzî şöyle der: Şunu
bil ki, Yüce Allah surenin baş tarafında malî hükümlere dair izahlarda
bulunmakta, surenin sonunu da böyle bir husus ile bağlamaktadır; ta ki,
surenin sonu, surenin baş tarafına benzemiş olsun. Surenin orta bölümleri ise
dine muhalif çeşitli fırkalar ile karşılıklı tartışmayı ihtiva et-mekteri.
[262]
İlim adamları icma ile
bu ayet-i kerimenin anne baba bir yahut sadece baba bir kardeşlerin mirası
hakkında olduğunu kabul etmişlerdir. Anne bir erkek ve kız kardeşlere gelince:
Bunlar hakkında da surenin baş tarafında yer alan şu ayet-i kerime nazil
olmuştur: "Eğer mirası aranan erkek veya kadın, çocuğu veya babası olmayan
(ana bir erkek) veya kız kardeşi bulunursa bunlardan her birine altıda bir
vardır." (Nisa, 4/12).
Rivayet edildiğine
göre Hz. Ebubekir hutbesinde şöyle demiştir: "Şunu bilin ki Allah'ın Nisa
suresinde ferâize (miras hukukuna) dair indirdiği ayetlerin ilki, çocuk ve baba
ile ilgili, ikincisi koca, zevce ve anne bir kardeşlerle ilgilidir. Nisa
suresinin sonunda yer alan ayet-i kerimeyi de baba ve anne bir yahut baba bir
erkek ve kız kardeşler hakkında indirmiştir. Enfâl suresinin sonundaki ayet-i
kerimeyi de ulu'l-erham (yakın akrabalar) hakkında indirmiştir.
[263]
Ey Peygamber! Senden
Câbir b. Abdullah gibi babası ve çocuğu bulunmayan, fakat asabeden kız
kardeşleri bulunan kelâlenin mirası hakında fetva vermeni isterler. Bunlar
hakkında daha önce terekeden belli bir pay ayrılmamıştı. Anne bir kardeşlere,
bir kişi olması halinde, altıda bir, iki ve daha çok olmaları halinde de üçte
bir miras tayin edildi.
Kelâle ise, başın dört
bir yanını kuşatan (ve taç anlamına gelen) el-İk-lü'den alınmıştır. Bu ise hem
mirasçı hakkında, hem miras bırakan hakkında kullanılan bir isimdir. Mirasçı
hakkında kullanılacak olursa, baba ve oğul dışındakiler kastedilir. Hz. Ebu
Bekir şöyle der: "Kelâle baba ve oğlu dışında kalanlardır." Eğer
miras bırakan hakkında kullanılacak olursa, o takdirde anne ve babanın da
çocuklarının da kendisinden miras alması söz konusu olmaksızın ölen kimsedir.
Oğlu olmadan ölen bir
kişinin anne baba bir yahut baba bir kız kardeşi terekesinin yarısını alır.
Hz. Ömer, kelâlenin hükmü hakkında tereddüde düşerek Buharî ile Müslim'de
sabit olduğuna göre şöyle demiştir: "Üç şey vardır ki, onlar hakkında
Resulullah (s.a.)'m bize kendisine nihaî olarak başvuracağımız bir açıklama
bırakmış olmasını çok arzu ederdim. Bunlar dede, kelâle ve riba türlerinden bir
tür." (Burada kastedilen riba türü Bakara suresinin sonlarındaki
ayetlerde geçmektedir.) İbni Mâce de Sünen'inde "Kelâle, riba ve
halifelik" lafzı ile bunu rivayet etmektedir.
Burada
"çocuk"tan kasıt erkek ve kız çocuklarıdır. Çünkü söz konusu
kelâ-ledir. Kelâle ise erkek olsun kız olsun hiç bir şekilde çocuğu bulunmayan
ve babası da olmayan kimse demektir. Mesele gayet açık olduğundan dolayı
yalnızca "çocuk" zikredilmekle yetinilmiştir.
"Kız
kardeş"ten kasıt da ya anne baba bir kız kardeş veya sadece baba bir kız
kardeştir. Anne bir kız kardeşin hükmünü ise Yüce Allah'ın, -önceden de geçtiği
gibi- surenin baş tarafında açıkladığı, icma ile kabul edilmiştir.
Eğer ölenin bir kız
çocuğu varsa kız kardeşi bıraktığının yarısını alır. Ölenin oğlu varsa kız
kardeşi bir şey almaz. Ayet-i kerimenin zahirine göre kız kardeş, erkek veya
kız olsun herhangi bir çocuğu bulunmadığı takdirde yarısını alır gibi
anlaşılmakta ise de, asıl maksat bu değildir. Aynı şekilde bu kız kardeşin
mirasın yarısını alabilmesi için ölenin babasının da olmaması gerekir. Ayetin
zahirinden eğer ölenin oğlu yoksa yarısını hak edeceği anlaşılmakta ise de,
asıl anlatılmak istenen bu değildir. Çünkü kız kardeşin baba ile birlikte olması
halinde mirası almayacağı icma ile kabu edilmiştir.
[264]
"Fakat (ölen)
kızkardeşinin çocuğu yoksa kendisi ona tamamen varis olur." buyruğunun
anlamı da şudur: Şayet kız kardeşin kendisini miras almaktan hacb edecek çocuğu
ya da babası bulunmuyorsa, erkek kardeş kız kardeşinin mirasının tamanını
-ta'sîb yoluyla- alır. Burada kardeşten kasıt, ana baba bir yahut sadece baba
bir kardeştir. Anne bir kardeş ise mirasın tamamını almaz, onun payı sadece
altıda birdir.
Eğer mirasçı iki veya
daha fazla kız kardeş ise -ki burada kız kardeşten kasıt, anne baba bir yahut
baba bir kız kardeş olup anne bir kız kardeş kaste-dilmemektedir- kelâle olan
erkek kardeşinin bıraktığının üçte ikisini alırlar. İki ve daha fazla olmaları
arasında da bir fark yoktur, Çünkü Hz. Câbir'in kız kardeşleri yedi taneydi.
Mirasçılar erkek ve
kız kardeş karışık iseler o takdirde erkeğin payı iki dişi kadardır. Anne bir
erkek kardeşler ise mirasın üçte birin de ortaktırlar.
"Şaşırırsınız
diye Allah size" dininize dair hususlar; helâl, haram gibi bütün
hükümleri "açıklamaktadır." Küf eli âlimlere göre ifadenin takdiri,
mirasın paylaştırılması ve diğer hususlarda bu açıklamadan sonra haktan
sapmayası-nız, şeklindedir. Birinci tevile göre Basralı âlimlerin görüşünce
muzaf hazfedil-miştir. Bu da "şaşırmanızı" istemediğinden
anlamındadır. Yüce Allah'ın: "O kasabaya sor." (Yusuf, 12/8) buyruğu
gibidir. (Bundan maksat ise kasaba halkına sor, şeklinde hazfedilmiş bir
muzafın takdir edildiğidir. -Çeviren) İkinci tevile gelince, bu da İbni
Ömer'den sabit olan şu hadiste olduğu gibidir: "Allah tarafından duanın
kabul edileceği vakte rastgelir diye sakın sizden herhangi bir kimse çocuğuna
beddua etmesin."
[265]
Bunun anlamı ise 'Allah'ın duaları kabul edeceği vakte denk gelmemesi için'
şeklindedir.
"Allah her şeyi
en iyi bilendir", yani sizin için teşri buyurduğu hükümlerde sizin
hayrınız ve menfaatiniz vardır ve bu hükümler Allah'ın geniş ilminden sadır
olmuştur. O bakımdan onun açıklaması hak, onun bildirdikleri doğrunun
kendisidir.
[266]
Bu ayet-i kerime ölen
kelâle'den erkek ve kız kardeşlerin miras almalarının söz konusu olduğu dört
hali kapsamaktadır:
Birinci hal, ölen
kişiye sadece bir kız kardeşinin mirasçı olması halidir, O takdirde yarısını
farz hisse olarak alır, geri kalan miktar ise mevcut olmaları halinde asabeye
aittir. Aksi takdirde geri kalan da kız kardeşe red yoluyla geri döner. Aynı
şekilde kız kardeş de ölen kız kardeşinin mirasının yarısını alır.
İkinci hal, bunun tam
aksidir; o da, kız kardeşin ölüp ona bir erkek kardeşinin mirasçı olmasıdır. O
takdirde erkek kardeş terekenin tamamını alır. Erkek kardeş, aynı şekilde,
ölen erkek kardeşinin de mirasının tamamını alır.
Üçüncü hal, ölen erkek
yahut kız kardeşe iki ve daha fazla kız kardeşin mirasçı olması halidir. Bu
takdirde kız kardeşler üçte ikisini alırlar. İlim adamları ikiden fazla kız
kardeşin tıpkı iki kız kardeş gibi olduklarını icma ile kabul etmişlerdir.
Çünkü ikiden fazla kız çocuğu üçte ikiden fazlasını alamayacaklarına göre
-önceden de geçtiği gibi- iki kız kardeşten fazlasının üçte ikiden fazlasını
alamamaları öncelikle söz konusudur.
Dördüncü hal ise,
erkek yahut kız kardeşin mirasçılarının bir çok erkek ve kız kardeş olmaları
halidir. O takdirde erkeğin payı iki dişi payı kadardır. Fakat anne baba bir
erkek kardeşler ve sadece baba bir erkek kardeşler bir arada bulunuyor ise,
anne baba bir erkek kardeşlere öncelik tanınır. Çünkü baba bir erkek kardeşleri
anne baba bir erkek kardeşler hacb ederler.
Ölen kelâlenin
kardeşleri birkaç erkek kardeş oldukları takdirde terekenin tamamına mirasçı
olurlar.
İbni Abbas ve Dâvûd
ez-Zâhirî dışında ashab ve tabiinin çoğunluğuna göre, eğer beraberlerinde
erkek bir kardeş bulunmuyor ise, kız çocuklarla birlikte bulunan kız kardeşler
asabe sayılır. İbni Abbas ile Dâvûd ez-Zâhirî ise kız çocuklarla birlikte
bulunan kız kardeşleri asabe olarak değerlendirmezler. Çünkü Yüce Allah'ın:
"Çocuğu olmayıp bir kız kardeşi bulunan erkek ölürse bıraktığının yarısı
kız kardeşe kalır." buyruğunun zahiri bunu ifade etmektedir. Bunların kız
kardeşe miras verilmesini kabul ettikleri hal, ölenin çocuğu bulunmaması
halidir. Bu durumda, kız çocuğun da çocuk olduğu bilinen bir husus olduğundan,
kız çocuğun varlığı ile birlikte kız kardeşin miras almaması icabet-mektedir,
demektedirler.
[267]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/129.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/129.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/129-130.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/130-131.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/132.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/132-133.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/133.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/133-134.
[9] Kurtubî, V/273.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/134.
[10] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/136.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/136.
[12] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/136-137.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/137-139.
[14] Hakim, Taberânî, Şuabü'l-İman'da. Beyhaki İbni
Ömer'den rivayet etmişlerdir. Hadis zayıftır.
[15] Kurtubî, IV/189; Cassas, Ahkâmü'l-Kur'ân, 11/215.
Seriyye; sayısı en fazla dört yüze ulaşan askeri birlik. Bu şekilde
adlandırılışı ordunun seçkinlerinden oluşmasından dolayıdır.
[16] Tirmizî, Enes (r.a.)'den rivayet etmiştir. Zayıf hadistir.
[17] Kurtubî, V/277-278.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/139-142.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/143.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/144.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/144-145.
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/145.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/145-148.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/148-150.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/151.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/151-152.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/152.
[28] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/152.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/152-155.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/155-156.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/157.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/157-158.
[33] Zemahşerî, 1/412.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/158.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/159.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/159-160.
[36] Cassâs, Ahkamü'l-Kur'an, 11/215.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/160.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/161.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/161.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/161-162.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/162-163.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/164.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/165.
[43] Buharî, Müslim ve İbni Mace dışındaki Sünen sahipleri Ebu Musa'dan rivayet etmişlerdir.
[44] Müslim ve Ebu Davud Ebu'd-Derda'dan şu şekilde rivayet
etmişlerdir. Her kim (müslü-man) kardeşine arkasından dua ederse onun müvekkel
meleği de "Amin! Aynısı senin için olsun" der.
[45] Zemahşerî, 1/413.
[46] Kıyamet adının verilişi o gün insanların rablerine
kıyam etmelerindendir. "Yoksa onlar büyük bir gün için diriltileceklerini
sanmıyorlar mı? O gün insanlar âlemlerin Rabbi olan Allah'ın huzurunda
dururlar." (Mutaffifin 83/4-5). Ayrıca bu adın verilişinin o gün insanların
kabirlerinden kalkıp ona yönelmelerinden dolayı da olduğu söylenilmiştir:
"O gün süratle kabirlerinden çıkarılırlar." (Meâric, 70/43).
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/165-167.
[48] İmam Ahmed, Buhari, Müslim, Tirmizi ve İbni Mâce Enes
(r.a.) rivayet etmişlerdir.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/167-169.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/171.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/171.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/171-172.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/172.
[54] Cassâs, Ahkamü'l-Kur'an, 1/220.
[55] İbni Kesir, 1/533.
[56] Zemahşerî, 1/415-416.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/173-175.
[58] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/175-177.
[59] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/178.
[60] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/178-179.
[61] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/179.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/179.
[63] Cassas, Ahkâmü'l-Kur'an, 1/232-233.
[64] Cassas, Ahkâmü'l-Kur'an, 1/234.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/179-184.
[66] İbni Kesir, 1/536; Zemahşerî, 1/417.
[67] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/184-186.
[68] Ahmed, Tirmizi, Ebu Davud, İbni Mace İbni Amr'dan,
Ahmed, Buharî ve İbni Mace dışındaki Sünen sahipleri Ebu Cuhayfe'den rivayet
etmişlerdir.
[69] Cassas, Ahkamü'l-Kur'an, 1/240.
[70] Cassas, Ahkamü'l-Kur'an, 1/238.
[71] Cassas, Ahkâmü'l-Kur'ân, 1/228.
[72] Hıkka, dört yaşına giren deve, cezea beş yaşına giren
deve, halife gebe devedir.
[73] Cassas, Ahkâmü'l-Kur'ân, 1/245.
[74] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/186-190.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/191.
[76] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/191.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/192.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/192-193.
[79] Zemahşerî, 1/418.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/193-194.
[81] Cüheyne civarında bir yer.
[82] Cassas, Ahkâmü'l-Kur'an, 1/248.
[83] Kurtubî, V/244, 248-249.
[84] Kurtubî, V/339; İbnü'l-Arabi, Ahkamü'l-Kur'an, 1/481.
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/194-195.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/196.
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/196.
[88] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/196-197.
[89] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/197.
[90] Ibni Kesir, 1/541.
[91] İbni Kesir, 1/541.
[92] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/197-198
[94] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/198-199.
[95] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/200.
[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/200.
[97] Hıll dahilinde Mekke yakınında bir mevki. Aişe Mescidi
diye tanınır. Umre için orada ihrama girilir.
[98] Kurtubî, V/349.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/201.
[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/202.
[100] Zemahşerî, 1/419.
[101] İbni Ebi Hatim Ebu Hureyre'den selâm verdikten sonra
kıbleye yönelik halde şu şekilde dua ettiğini rivayet ediyor: "Ey Allahım!
Velid b. Velid'i, Ayyaş b. Rebia'yı, Seleme b. Hi-şam'ı, çaresiz kalan ve çıkar
yol bulamayan zayıf haldeki müslümanlan kurtar!"
[102] Zemahşerî, 1/420.
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/202-204.
[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/204-206.
[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/207.
[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/208.
[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/208-209.
[108] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/209.
[109] Kurtubî, V/361.
[110] Zemahşerî, 1/420.
[111] Zemahşerî, 1/420.
[112] Cassas, Ahkamü'l-Kur'an, 1/251; İbnü'l-Arabî, 1/488;
Kurtubî, V/360.
[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/209-212.
[114] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/212-214.
[115] İbnül-Arabi, Ahkâmü'l-Kur'an, 1/491.
[116] Kurtubî, V/365.
[117] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/214-218.
[118] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/263.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/218.
[119] Cassas, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/263.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/218-219.
[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/219.
[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/219.
[122] İmam Ahmed ve Kütüb-i Sitte müelliflerinin Ebu
Katade'den rivayet ettikleri meşhur rivayet "Sizden biriniz mescide
girdiği zaman iki rekât (tahiyyetül-mescid) kılmadan oturmasın"
şeklindedir. İbni Mace bu hadisi Ebu Hureyre (r.a.)'den rivayet etmiştir.
[123] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/219-221.
[124] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/222.
[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/222-223.
[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/223.
[127] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/223-224.
[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/226.
[129] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/226-227.
[130] Vahidî, Esbabü'n-Nüzul, 103.
[131] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/227.
[132] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/227.
[133] Zemahşerî, 1/423.
[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/228-231.
[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/232-234.
[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/235.
[137] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/235-236.
[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/236.
[139] Bu hadisi İmam Ahmed ve Daremî "hasen" bir
isnadla Vâbısa b. Ma'bed (r.a)'den rivayet etmişlerdir. Hadisin başlangıcı bu
kaynaklarda: "İyilik gönlün tatmin olduğu, kalbin mutmain olduğu, şeydir.
Günah..." şeklindedir.
[140] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/236-238.
[141] Bu hadisi İmam Ahmed, Ebu Davud, Nesaî ve İbni Cabir
b. Abdillah (r.a.)'tan rivayet etmişlerdir.
[142] Kurtubî, V/386, Cassas; Ahkâmü'l-Kur'an, 11/281.
[143] Cassas; Ahkâmü'l-Kur'an, 11/281.
[144] Cassas; Ahkâmü'l-Kur'an, 11/281.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/238-240.
[145] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/242.
[146] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/242.
[147] Kurtubî, V/385.
[148] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/242-243.
[149] Hasan-ı Basrî diyor ki: Burada geçen
"dişiler" kuru tahta ve kuru taş gibi canlılığı bulunmayan ölü
varlıklardır.
[150] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/243-246.
[151] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/246-249.
[152] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/250.
[153] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/250-251.
[154] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/251.
[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/251-252.
[156] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/252-254.
[157] Zemahşerî, 1/426.
[158] Vahidî, Esbabü'n-Nüzûl, s. 104-105. Bu hadisi Taberanî
Ebu Ümame (r.a.)'den rivayet etmiştir. Hadis zayıftır.
[159] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/254-255.
[160] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/257.
[161] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/257.
[162] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/257-258.
[163] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/258.
[164] Ebu Davud ve İbni Mace Abdullah b. Ömer (r.a.)'den
Peygamberimiz (s.a.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Helâllerin
Allah'a en çok buğz vereni, boşanmadır."
[165] Zemahşerî, 1/427.
[166] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/258-263.
[167] Cassas, Ahkâmü'l-Kur'an, 1/283.
[168] Kurtubî, V/406.
[169] Kurtubî, V/408.
[170] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/263-267.
[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/268-269.
[172] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/269.
[173] Zemahşerî, 1/428-429.
[174] Zemahşerî, 1/429.
[175] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/269-271.
[176] Taberî, V/205; Kurtubî, V/410.
[177] İbni Kesir, 1/565.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/271-273.
[178] İbni Kesir, 1/565.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/274.
[179] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/274-275.
[180] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/275.
[181] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/275.
[182] İbni Kesir, 1/566; Kurtubî, V/415.
[183] Zemahşeri, 1/430; Vahidî, Esbabü'n-Nüzul, 106.
[184] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/275-277.
[185] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/277-280.
[186] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/281-282.
[187] İbni Kesir, 1/567.
[188] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/282.
[189] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/283.
[190] Zemahşerî, 1/431.
[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/283-285.
[192] İcmaın delilleri: Cenab-ı Hakkın "İnkâr edenlere
söyle: Eğer vazgeçerlerse onların geçmiş hataları affolunur" (Enfal,
8/38), ayeti ile Müslim'in Amr b. As'tan rivayet ettiği şu hadistir:
"Bilmiyor musun ki İslâm kendinden öncekileri siler."
[193] Bu hadisi İmam Ahmed ve Ebu Davud Hz. Aişe (r.a.)'den
"Biz bir müşrikten yardım istemeyiz" lafzıyla rivayet etmişlerdir.0
[194] Kurtubî, V/419.
[195] Kurtubî, V/419; İbnü'l- Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 1/509.
[196] Cassas, Ahkamü'l-Kur'an, I, 290.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/285-287.
[197] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/288-289.
[198] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/289.
[199] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/289.
[200] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/289-293.
[201] İbnü'l-Arabî, Ahkâmü'l-Kur'an, 1/511.
[202] Kurtubî, V/425.
[203] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/293-296.
[204] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/299.
[205] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/299.
[206] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/299.
[207] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/299-300.
[208] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/300-301.
[209] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/301-302.
[210] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/303.
[211] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/303.
[212] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/303-304.
[213] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/304-305.
[214] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/305-306.
[215] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/308.
[216] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/308.
[217] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/308-309.
[218] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/309.
[219] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/310.
[220] Taberî, III/203 vd.
[221] Râzî, VIII/69.
[222] Zemahşerî, 1/437.
[223] İbni Kesir, 1/577.
[224] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/310-315.
[225] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/315-316.
[226] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/317.
[227] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/317-318.
[228] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/318.
[229] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/318-319.
[230] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'ân, 1/514.
[231] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/319-320.
[232] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/321.
[233] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/321.
[234] Kurtubî, VU15.
[235] Âlûsî, VIII/5.
[236] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/321-322.
[237] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/322-323.
[238] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/323.
[239] Kurtubî, VI/17.
[240] İbni Kesîr, 1/585 vd.
[241] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/323-327.
[242] Ancak Hz. Mûsâ, daha önce zikredilmişti! (Çeviren)
[243] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/327.
[244] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/328.
[245] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/328-329.
[246] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/329-330.
[247] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/330.
[248] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/331-332.
[249] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/332.
[250] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/332.
[251] Râzi, XI/117.
[252] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/332-336.
[253] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/336-338.
[254] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/339.
[255] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/339.
[256] Râzî, XI/120.
[257] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/339-340.
[258] Râzî, XI/120.
[259] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/340-341.
[260] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/342.
[261] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/342-343.
[262] Râzî, XI/120.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/343.
[263] Râzî, XII/121.
[264] Râzî, XII/121.
[265] Bu hadisi Ebu Dâvûd, Cabir b. Abdullah'tan rivayet
etmiştir.
[266] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/343-345.
[267] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/345-346.