NİSA SURESİ 6

Nisa Sûresinin Hedefi Hakkında. 6

Birinci Mesele. 6

İkinci Mesele. 6

Takva (Allah'ı Sayma) İle İnsanların Bir Babadan Yaratılmalarının İlgisi 7

Akrabalığın Önemi 7

Dördüncü Mesele. 8

Hz. Âdem'in Eşinin Yaratılması 8

Birinci Mesele. 8

Hz. Adem (a.s)'ın Yaratılması 9

Yoktan Yaratma Meselesi 9

Dördüncü Mesele. 9

İnsanların Bir Ana-Babadan Çoğalmaları 9

İkinci Mesele. 9

Üçüncü Mesele. 10

Birinci Mesele. 10

Kelimesinde Hamza'nın Kıraatini Tenkide Cür'et Edenler 10

Hamza'nın Kıraatinin Sabit Olduğu. 10

Kuranın Kullanmasına Bakmayıp Şiir Şevahidi Arayan Nahivcilerin Tenkidi 11

Diğer Kıraatlerin İzahı 11

Allah ve Rab Vasıflarının Delâleten  Hakkında Güzel Bir İzah. 11

Dördüncü Mesele. 12

Rahim (Akrabakk) Kelimesinin Mânası 12

Altıncı Mesele. 12

Sıla-i Rahm'in Önemi 12

Kölelerin Hürriyete Kavuşma Sebebi Olarak Akrabalık. 13

Bu Sürede Farz Kılınan Bazı Mükellefiyetler 13

Yetimin Hakkını Gözetmek. 13

Birinci Mesele. 13

Yetim Kelimesinin Cemi Hakkında. 14

Yetimin Mâlı Kaç Yaşında Verilir?. 14

Yetimin Malı Hakkındaki Âyetin Nüzul Sebebi 15

Beşinci Mesele. 15

Birinci Mesele. 15

"Kötüyü İyiye Değişmeyin" Buyruğu Ne Demettir?. 15

Hûb Kelimesinin İzahı 16

Kist, İksat Kelimelerinin İzahı 16

Birinci Mesele. 16

Ayetinin Nûzül Sebebi 17

Evlenmenin Hükmü: Farz Veya  Mendub Olup Olmadığı 18

İkinci Mesele. 18

Üçüncü Mesele. 18

Sayı Sıfatlarının Gayr-ı Munsarif Olması 18

Evlenmede Kölelerin Durumu. 19

Sayısı Mahdut Olmayacak Miktarda Kadınla  Evlenmeyi Mubah iddia Edenler 19

Mezkur İddianın Reddedilmesi 20

Yedinci Mesele. 20

Adalet Yapılamazsa Erkek Bir Tek Kadınla Evlenir 20

İkinci Mesele. 21

Şafiî'ye Göre Nafile İbadetle Meşguliyet Evlenmekten Efdaldir 21

Birinci Mesele. 21

Tabirinin Tefsiri Hakkında. 21

Kadınlara Mehirlerini Veriniz. 23

İkinci Mesele. 23

Üçüncü Mesele. 23

Nihle'nin Mânası 24

Beşinci Mesele. 24

Halvet-i Sahiha Mehri Vacip Kılar mı?. 24

Kadın Mehrinden Vazgeçip Kocasına Bağışlayabilir 25

Birinci Mesele. 25

İkinci Mesele. 25

Üçüncü Mesele. 25

Dördüncü Mesele. 25

Beşinci Mesele. 25

Tabirinin İzahı 26

Yedinci Mesele. 26

Nisa 4 Âyetinin İhtiva Etliği Fıkhi Ahkâm.. 26

Mihrînî Hibe Eden Kadın Hibesinden  Rûcû Edebilir 26

Üçüncü Hüküm: Sefihlere Mallarında Tasarruf Yetkisi Vermeyin. 27

Birinci Mesele. 27

Sefihlerden Maksad Kimlerdir?. 28

Üçüncü Mesele. 28

Malın Ehemmiyeti Neden İleri Gelir?. 28

Beşinci Mesele. 28

İsraf Edenin Hacrolunup Olunmayacağı 29

Kavl-i Maruf Ne Demektir?. 29

Yetimlere Mallarının Teslim Edileceği Çağ. 29

Birinci Mesele. 30

Mükellefiyet Buluğla Başlar, Buluğun Alametleri 30

Rüşd (Aklın Emesi) Ne Demektir?. 30

Dördüncü Mesele. 31

Beşinci Mesele. 31

Altıncı Mesele. 31

Yedinci Mesele. 32

Fakir Olan Vasî, Yetim Malından Makul Bir Tarzda Faydalanabilir 32

Yetime Malı Teslim Edilirken Şahit Tutun. 33

Vasi Yetim Münasebetlerinde İmamların Anlayışları 33

Vasî, Yetime Malını Teslim Ettiğinde Şahit Çağırır 34

Esma-yi Hüsnadan el-Hasîbin Mânası 34

Dördüncü Hüküm: Miras Payları 35

Miras Hakkındaki Âyetlerin Nûzul  Sebebi 35

Miras Ahkamına Alıştırmada Tedric. 35

Zevi’l-erham Kısmından Olan Akrabaların Mirastaki Durumu. 35

Dördüncü Mesele. 36

Farz İle Vacip Tabirlerinin Manası 36

Taksim Sırasında Orada Bulunan Akrabalara da Birşeyler Verin. 36

Akrabaya Birşeyler Vermenin Vacip Olduğunu Söyleyenler 37

Bir Şeyler Vermenin Mendub Olduğunu Söyleyenler 37

Bu Taksimattan Maksad Vasiyyettir 37

İkinci Mesele. 38

Üçüncü Mesele. 38

Dördüncü Mesele. 38

Peşlerinden Zayıf ve Güçsüz Zürriyet Bırakacak Olanlar 38

İkinci Mesele. 38

Üçüncü Mesele. 39

Yetim Malı Yemek, Ateş Yemek Gibidir 39

Birinci Mesele. 40

İkinci Mesele. 40

Âyetteki Te'kîd Üslubu. 40

Dördüncü Mesele. 40

Beşinci Mesele. 40

Altıncı Mesele. 41

Birinci Mesele. 41

İkinci Mesele. 41

Üçüncü Mesele. 42

Varislerin Miras Payları 42

Cahiliye Döneminde Miras. 42

Birinci Mesele. 42

İslâm'da Veraset Sebepleri 42

İkinci Mesele. 43

Üçüncü Mesele. 43

Dördüncü Mesele. 43

Çocukların Miras Payları 43

Erkek ve Kız Evladın Beraber Bulunma Hali 44

Yalnız Kız Evlatların Bulunması Durumu. 44

Varislerin Yalnız Erkek Evlatlar Olması Durumu. 45

Mirasta Kadının Hissesinin Daha Az Olmasının Hikmeti 45

Buyurulup Başka Şekilde Bildirilmeyişinin Hikmeti 46

Veled (Çocuk) Kelimesinin Manası 46

Mirasa Mani Haller 47

Mirasta Din Ayrılığı 47

Mürted Olanın Durumu. 48

Peygamber Miras Bırakmış mıdır?. 48

Sekizinci Mesele. 49

Varisler Arasında Kadınların İkiden Fazla Olmaları 49

Mirasta Ana-Babanın Herbirinin Hissesi Altıda Birdir 49

Birinci Mesele. 49

İkinci Mesele. 50

Yalnız Ana-Babanın Varis Olması Hâli 50

Birinci Mesele. 50

İkinci Mesele. 51

Varislerin Anne İle Kardeşler Olması 51

Birinci Mesele. 51

Cem'in En Az Miktarı "İki" Adedi midir?. 52

İkinci Mesele. 52

Mirasın Taksimi Vasiyyet İle Borçlar Verildikten Sonradır 53

Birinci Mesele. 53

İkinci Mesele. 53

Âyette Vasiyyetin Borçtan Önce Zikredilmesinin Hikmeti 53

Bu Âyette "Ve" Değil de "Veya"  Edâtının Kullanılışının Sebebi 53

Dördüncü Mesele. 54

Babalarınızla Oğullarınızdan Hangisinin Size Yakın Olduğunu Bilemezsiniz. 54

Varislerin Sıralanmasındaki Hikmet 55

Birinci Mesele. 55

Ölümden Sonra Karı-Kocalık  Münasebeti Hakkında. 55

Üçüncü Mesele. 56

Mirasta Kelâlenin Manası Hakkında Görüşler 56

Hz. Ebu Bekir'in Görüşünün Delilleri 56

İkinci Mesele. 57

Üçüncü Mesele. 57

Bu Âyetteki İ'rab Farklarına Göre  Muhtemel Manalar 58

Beşinci Mesele. 58

Birinci Mesele. 58

İkinci Mesele. 58

Vasiyyetin Hükmü. 59

Hacc ve Zekât Borcu Olarak Ölenin  Terikesinden Bunlar Ayrılır 59

Vasiyyette Zarara Yol Açma Şekilleri 60

Vasiyyette Varislere Zarar Vermek Günahtır 60

Birinci Mesele. 61

Allah'ın Hudutları Ne Demektir?. 61

İkinci Mesele. 61

Üçüncü Mesele. 61

Dördüncü Mesele. 62

Beşinci Mesele. 62

Altıncı Mesele. 62

Fuhuş Yapan Kadınların Cezası 63

Birinci Mesele. 63

Fahişe (Hayasızlık) Hakkında. 63

Zina işleyenlerin Cezası 64

Zina Cezası Hakkında Ebu Müslim'in İzahı 64

Diğer Alimlerin Ebu Müslim'in İddiasını Tenkitleri 65

Cumhura Göre Bu Âyetin Hükmü Mensûhtur 65

Ebu Bekr er-Razî'nin Sözünü Red Hususunun İkinci Yönü Şudur 66

Beşinci Mesele. 66

Birinci Mesele. 66

Bu Âyetin Zina Hakkında Olduğunu Söyleyenler 67

Söz Konusu Eziyet Etmenin Nasıl Olacağı 67

Tevbe Hakkındaki Bu Âyetin Daha Öncesi İle Münasebeti 68

Birinci Mesele. 68

Allah Teâlâ Hakkında Vacip Olan Şey Yoktur 68

Bilmeyerek Günah İşleyenlerin Tevbesi Makbuldur 69

Bilmeyerek Yapılan Günah, Sorumluluğa Yol Açar mı?. 69

Bilerek Günah İşleyenlerin Tevbesi Makbul Olmaz mı?. 69

Tevbenin Kabulünün İlk Şartı Cehalet 69

Tevbenin Kabulünün İkinci Şartı: Çabucak Dönüş Yapma. 70

Ölüm Gelip Çatınca Yapılan Tevbe Makbul Değildir 71

Ölümün Yaklaşması Tevbenin Kabulünü önlemez. 72

Tevbesi Kabul Veya Reddedildiği Bildirilmeyen Kısım.. 72

Üçüncü Mesele. 73

Vaidiyye Fırkasının İddiası Ve Onlara Verilen Cevap. 73

Beşinci Mesele. 73

Altıncı Mesele. 74

Kadınlara Zorla Mirasçı Olmayınız. 74

Mezkûr Hükme Dair Âyetin Nûzûl Sebebi 74

İkinci Mesele. 74

Birinci Mesele. 74

İkinci Mesele. 75

Üçüncü Mesele. 75

Birinci Mesele. 75

İkinci Mesele. 75

Üçüncü Mesele. 76

Kadınlarla İlgili Hükümlerin Üçüncü Nev'i 76

Hoşlanmadığınız Bir Evlilikte Allah Çok Hayır Yaratabilir 76

Kadınlarla İlgili Hükümlerin Dördüncü Nevi 76

Âyetin Nüzul Sebebi 76

İkinci Mesele. 77

Üçüncü Mesele. 77

Halvet-i  Sahiha Mihir Vermeyi Gerektirir 77

Kötü Muamele Eden Koca, Ayrılırken  Karısının Mihrini Eksiltemez. 77

Birinci Mesele. 78

İkinci Mesele. 78

Mihirden Bir Şey Almanın "Bühtan" Diye Tavsif Edilmesinin Sebebi 78

Dördüncü Mesele. 79

Koca, Verdiği Mehri Kısmen de Olsa Geri Alamaz. 79

İfdâ Tabirinin İzahı 79

Birinci Mesele. 79

İkinci Mesele. 80

 


NİSA SURESİ

 

 

Nisa Sûresinin Hedefi Hakkında

 

"Ey İnsanlar, sizi bir tek kişiden yaratan Rabb'inizden ittikâ edin (çekinin)...” ( Nisa. 1).

Bil ki bu sûre, pekçok çeşit mükellefiyeti ihtiva etmektedir. Bu böyledir, çünkü Allahu Teâlâ, bu sürenin başında insanlara, kadınlara, çocuklara ve yetimlere şefkat etmelerini, onlara acımalarını, onların haklarını kendilerine vermelerini ve onlar için mallarını muhafaza etmelerini emretmiştir. İşte bu mânayla da sûre son bulmuştur ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Senden fetva isterier. De ki: "Allah, kelalenin (babası ve çocuğu olmayanın) mirası hakkındaki hükmü şöylece açıklar..." (Nisa, ı?6) âyetinin belirttiği husustur. Cenâb-ı Hak bu sûrede, başka mükellefiyetlerden de bahsetmiştir ki bunlar temizliği, namaz kılmayı ve müşriklerle savaşmayı emretmesidir. Bu mükellefiyetler insanlara zor ve ağır geldiği için onlara meşakkatli olunca, hiç şüphesiz, bu zor mükellefiyetleri yüklenmenin gerekçesini zikrederek bu sûreye başlamıştır ki, bu da bizi yaratan Rabb'imizden ve bizi var eden ilahımızdan ittikâ etmektir. İşte bunun için Cenâb-ı Hak,  "Eyİnsanlar, sizi yaratan Babb'inizden ittikâ edin (çekinin)..." buyurmuştur. Âyette birkaç mesele vardır:[1]

 

Birinci Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey insanlar..." buyruğu hakkında Vahidî, İbn Abbas'tan şunu rivayet etmiştir: "Bu hitap, Mekkelileredir." Müfessir usulcüler; bu hitabın bütün mükelleflere olduğu hususunda ittifak etmişlerdir ki, bu şu sebeplerden dolayı en doğru olan görüştür:

a) Bu âyette geçen "insanlar" kelimesi, başına eliflâm gelmiş olan bir çoğul lâfızdır. Binaenaleyh bu lâfız istiğrak (şümul ve umûm) ifâde eder.

b) Allah Teâlâ "ittika ediniz" emrini, O'nun, insanları tek bir nefisten yaratmış olmasına bağlamıştır ki bu illet, bütün mükelleflerin Hz. Adem'den yaratılmış olmaları sebebiyle, o mükellefleri de içine alır. İllet âmm olunca, hüküm de âmm olur.

c) İttikâ etmekle mükellef tutulma, sadece Mekkelilere ait değildir, Aksine, bütün insanlar hakkında umumî bir hüküm ifâde eder. lâfzı herkesi içine aldığına, "ittika etmek" emri yine herkes için âmm olduğuna ve bu mükellefiyet illeti de, ki bu onların tek bir nefisten yaratılmış olmasıdır, herkes hakkında umûmî olduğuna göre, bu hitabın Mekkelilere tahsis edildiğini söylemek, son derece uzak bir ihtimaldir. İbn Abbas'ın delili, Hak Teâlâ'nın "Kendisiyle birbirinize dileklerde bulunduğunuz Aliah'dan ve akrabalık (bağlânnı kırmak)dan sakının" (Nisa. –ı) buyruğunun Araplara mahsus olmasıdır. Çünkü "Allah aşkına" ve "akrabalık hakkı için" birşey istemek, Araplara mahsus bir Örftür ki, meselâ onlar, "Senden, Allah ve akrabalık hakkı içün istiyorum.." ve "Senden Allah ve akrabalık hakkı içün talep ve rica ediyorum" derlerdi. Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hakk'ın "Kendisiyle birbirinize dileklerde bulunduğunuz Aliah'dan ve akrabalık (bağlarını kırmak)dan sakının..." âyeti, Araplara mahsus otmuş olur. Bu sebeple de, âyetin baş kısmı olan "Ey insanlar..." hitabı, Araplara tahsis edilmiş olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın,   âyetin  evvelinde,   "Rabb'inizden  ittikâ  ediniz" ve  bundan  sonraki, "Kendisiyle birbirinize dileklerde bulunduğunuz Aliah'dan ve akrabalık (bağlarım kırmakfdan sakının" ifâdesi, aynı muhataba müteveccih olarak gelmişlerdir. İbn Abbas'ın bu görüşüne de şu şekilde cevap vermek mümkündür: Usûl-ü fıkıhta, âyetin sonunun hususi olması, baş kısmının umumî olmasına mani olmaz şeklinde bir kaide bulunmaktadır. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "Ey insanlar..." hitabı, bütün insanları içine alan âmm bir lâfız; O'nun, "Kendisiyle birbirinize dileklerde bulunduğunuz Aliah'dan ve akrabalık (bağlarını kırmak)dan sakının" buyruğu da Araplara mahsus olmuş olabilir. [2]

 

İkinci Mesele

 

Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı Kerim'de iki sûreye, "Ey insanlar, Rabb'inizden ittikâ ediniz" hitabı ile başlamıştır. Bunlardan birisi  bu sûredir ki, iş bu sûre, Kur'ân'in ilk yarısının dördüncü süresidir. İkincisi ise Hacc süresidir ki, bu sûre de, Kur'ân'ın ikinci yansının dördünce süresidir. Sonra Cenâb-ı Hak, bu sûrede "ittikâ ediniz" emrini, mebde'in, yaratılışın başlangıcını bilmeye delâlet eden hususa bağlamıştır ki bu, kendisinin insanları tek bir nefisten yaratmış olmasıdır. Bu da Yaratıcı'nın kudretinin, ilminin, hikmet ve celâlinin mükemmel olduğunu gösterir. Hacc süresindeki "ittikâ ediniz" emrini de, meâd, âhiret bilgisinin kemâline delâlet eden şeye bağlamıştır ki, bu da Hak Teâlâ'nın "Çünkü o saatin (kıyametin) zelzelesi müthiş bir şeydir" (Hacc 1) ifadesidir. Böylece Cenâb-t Hak, bu iki sûrenin evvelini "mebde"' ve "meâd" bilgilerine bir delil yapmıştır. Sonra Cenâb-ı Hak, "Mebde'e delâlet eden sûreyi "meâd"a delâlet eden sûreden önce getirmiştir. Bu konu pekçok sırları ihtiva etmektedir. [3]

 

Takva (Allah'ı Sayma) İle İnsanların Bir Babadan Yaratılmalarının İlgisi   

 

Bil ki  Allah Teâlâ bize ittikâ etmemizi emretmiş, bunun peşinden de , bizi tek bir kişiden yarattığını zikretmiştir ki bu, ittikâ ediniz emrinin, O'nun bizi tek bir nefisten yaratmış olmasına bağlandığını hissettirmektedir. Binâenaleyh, bu hüküm ile o vasıf arasındaki münasebeti izah etmek gere­kir. Buna göre biz deriz ki, "Allah Teâlâ bizi tek bir nefisten yarattı "şeklindeki sözümüz, şu iki kaydı ihtiva etmektedir:

a) Allah Teâlâ'nın bizi yaratmış olması.

b) Bu yaratmanın keyfiyyeti ki, bu keyfiyyet de, Allah Teâlâ'nın bizi sadece tek bir insandan yaratmış olmasıdır. Bu iki kayıttan herbirinin, takvâ'nın vacip oluşunda tesiri söz konusudur.

Birinci kayıt, ki bu, Allah Teâlâ'nın bizi yaratmasıdır. Şüphe yok ki Allah Teâlâ'nın bizi yaratması, O'nun mükellefiyetlerine bağlanmamızın ve emir ve nehiylerine boyun eğmemizin farz olmasının gerekçesi ve sebebidir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz:

a) Allah Teâlâ, bizim yaratıcımız ve zât ve sıfatlarımızın var edicisi olunca, biz O'nun kulu, O da bizim Mevtamız olur. O'nun bizim Rabb'imiz olması ise, emirlerinin kullan tarafından yerine getirilmesini; bizim O'nun kulu olmamız da, Rabb'e, Mûcid ve Hâlık'a inkıyâd ve boyun eğmemizi gerektirir.

b)  Cenâb-ı Hakk'ın bizi yaratması, en büyük nimet ve nihayetsiz bir lütuftur. Çünkü sen yoktun, O seni var etti; sen ölüydün, O seni hayata kavuşturdu; sen acizdin, O sana güç ve kudret verdi ve sen câhildin, O sana öğretti... Nitekim Hz. İbrahim, "Ki O, beni yaratan ve bana doğru yolu gösterendir" (Şuara, 78) demiştir. Nimetlerin hepsi Cenâb-ı Hak katından olunca, kuluna, huşu ve inkiyâdını izhâr edip, inâd ve isyanı terkederek, o nimetlere mukabelede bulunması gerekir ki, işte bu husus, Cenâb-ı Hakk'ın  "Nasıl oluyor da, Allah'ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki siz ölü idiniz de, O sizi diriltti..." (Bakara, 28) âyetinde kastedilen husustur.

c) Cenâb-ı Hakk'ın bizim yaratıcımız, Halikımız, İlâh ve Rabb'imiz olduğu sabit ve kat'î olunca, bizim de O'na kullukla meşgul olmamız ve nehyettiği bütün şeylerden ittikâ ederek kaçınmamız gerekir. Yine, yaptığımız bu fiillerden hiçbirisinin, bir sevabı îcâb ettirmemesi gerekir. Çünkü bu tâatlerin, geçmiş nimetlerin mukabilinde yapılmış olması vacip olunca, bunların bir mükâfaatt gerektirmesi imkânsız olur. Çünkü, hak edene hak ettiğini vermek, başka bir şeyi gerektirmez. Bu, kutun tâatleri doğrudan, kendiliğinden yapmış olduğunu kabul etmemiz halinde böyledir.[4] Bu nasıl olur, bu imkânsızdır. Çünkü tâatleri yapmak, ancak Allahu Teâlâ onları yapmaya kudret verdiği ve o tâatleri yapmaya götüren sebepleri yarattığı zaman mümkün olabilir. Bu kudret ve sebepler bulunduğu zaman bunların hepsi birden, kuldan tâatlerin sadır olmasına vesile olur. Durum böyle olunca da, kulun yapmış olduğu o tâatler de, Allah Teâlâ'nın kuluna lütfetmiş olduğu bir in'âm olur. Mevlâ, kuluna nimetler tahsis edince, bu nimetler, kula başka bir in'âmda bulunmasını (yani kulun yaptığı bu tâatlere mukabil yeniden mükâfaatlar vermesini) gerektirmez. Bu da, Allah Teâlâ'nın bizim yaratıcımız olmasının O'nun kulu olmamızı ve yasakladığı bütün şeylerden kaçınmamızı gerektirdiğini izah etmeye bir işarettir.

İkinci kayıt, ki bu, Allah Teâlâ'nın bizi tek bir kişiden yaratmasının, kendisine tâatlerde bulunup, günahlardan sakınmamızı gerektirmesidir. Bunun izahı da şu şekilde yapılabilir:

a) Bütün insan tiplerini, tek bir insandan yaratmak, kudretin ne kadar mükemmel olduğuna en ileri derecede bir delildir. Çünkü bu yaratma işi, tabiat ve özelliğe göre olmuş olsaydı, tek bir insandan meydana gelen ancak sıfatlarda aynı ve, yaratılış ve karakter bakımından birbirine benzer şeyler olurdu. Biz ise insan tipleri arasında beyaz, siyah, kızılderili, esmer, güzel, çirkin, uzun veya kısa tipler görünce, bu durum onları yaratıp var edenin mûcib bir illet (sebep) ve müessir bir tabiat değil, hür ve irâde sahibi bir Fâil-i Muhtar olduğunu gösterir. İşte bu incelik, âlemin müdebbirinin her türlü mümkinata kadir, her türlü malûmatı bilen; âlim bir Fâil-i Muhtar (irade ve ihtiyarı olan bir fail) olduğuna delâlet edince, bu durumda O'nun tekliflerine, emir ve yasaklarına inkıyâd etmemiz gerekir. Böylece, Hak Teâlâ'nın "Rabb'inizden ittikâ ediniz.." emrinin "Sİzİ bir tek nefisten yarattı" buyruğuyla olan irtibatı son derece güzel ve yerinde olur. [5]

 

Akrabalığın Önemi

 

b)  Allah Teâlâ "ittikâ ediniz" emrini zikredince, bunun peşinden yetimlere. kadınlara ve güçsüzlere iyilikte bulunmak emrini getirmiştir. Bütün insanların tek bir nefisten yaratılmış olmasının, bu ihsanda ve lütufta bulunma emrinde bir payı bulunmaktadır. Bu böyledir, çünkü akrabalar arasında mutlaka, muhabbet ve sevgiyi artıracak olan bir nevi münasebet ve bir arada bulunma söz konusudur. İşte bu sebepten dolayı insan, akraba ve ecdadının medhedilmesinden sevinir, onların kınanmasından ise kederlenir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), "Fatıma benim bir parçamdır. Ona eziyet veren şey, bana eziyyet verir"[6] buyurmuştur. Durum böyle olunca, bu iyilikte bulunma emrinin manası, bunun, insanların birbirlerine karşı şefkatlerinin artmasına vesile olmasıdır.

c) İnsanlar, herkesin aynı atadan gelme olduğunu bildiklerinde, birbirlerine karşı öğünüp kibirlenmeyi bırakıp, tevazu ve güzel bir davranış gösterirler.

d) Bu, âhiret alemine delâlet eder. Çünkü Allah Teâiâ, tek bir şahsın sulbünden farklı sıfatları olan insanlar meydana getirmeye ve tek bir damla nutfeden, terkibi harika ve sureti de son derece güzel olan bir insanı var etmeye muktedir olunca, O'nun ölüleri diriltmesi, ba's-ü neşr etmesi ve hesaba çekmesi nasıl imkânsız bir ihtimal sayılabilir? İşte bu bakımdan âyet, âhiret hayatına da delâlet etmektedir. Nitekim Cenâb-t Hak, "Kötülük edenleri, yaptıklarına mukabil cezalandırması, güze! hareket edenleri de daha güzeliyle mükâfaatlandırması için.." (N«m.si)buyurmuştur.

e)  Esamm:  "Bunun manası şudur:  İnsanların tek bir nefisten yaratılmış olmalarının gerektiği hususunda, aklî bir delil bulunmamaktadır. Aksine bu husus, ancak naklî delillerle bilinebilir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) herhangi bir kitabı okumamış ve herhangi bir hocadan da ders almamış olan bir ümmî idi. Binaenaleyh Hz. Peygamber, bu hususun böyle olduğunu haber verince bu, gaybden bir haber vermek olur ki, böylece de bu bir mucize olmuş olur. Netice olarak, Hak Teâlâ'mn "Sizi yarattı" buyruğu, Allah Teâlâ'mn birliğini bilmemize; O'nun "Tek bir nefisten.." sözü de, nübüvveti bilip tanımamıza bir delildir" demiştir.

Buna göre eğer, "Bu kadar çok insanın hepsinin, o küçücük tek bir nefisten yaratılması nasıl mümkün olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Allah Teâlâ bununla neyi murad ettiğini beyân etmiştir. Çünkü Hz. Adem'in zevcesi, O'nun bir parçasından yaratılmış, sonra onların çocukları onların her ikisinin nutfesinden meydana gelmiş, daha sonra da bu iş daima böyle olduğu için, insanların hepsinin yaratılmasını Hz. Âdem'e nisbet etmek caiz olmuştur. [7]

 

Dördüncü Mesele

 

Müslümanlar, buradaki tek bir nefisten muradın, Hz. Adem olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak ne var ki, kelimesinden dolayı (yani semâNnüennes olduğun­dan) onun sıfatı da müennes kılınmıştır. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın öldürdün ha!.." , 74) âyetidir. Şair de, Baban halife.. Onu, bir başka halife doğurmuştu. Sen de bu kemale halefsin" demiştir. Dilciler, buradaki müennesliğin kelimesinin lâfzının nazar-ı itibara alınmasından ileri geldiğini söylemişlerdir. [8]

 

Hz. Âdem'in Eşinin Yaratılması

 

"Ondan da onun zevcesini yarattı" (Nis. 1).

Bu hususta birkaç mesele vardır: [9]

 

Birinci Mesele

 

Buradaki kelimesinden murad, Havva (aleyhimesselâm)'dır. Hz. Havva'nın Hz. Âdem'den yaratıldığı hususun­da iki görüş bulunmaktadır:

Birinci görüş: Bu, ekseri âlimlerin kabul ettiği görüştür. Buna göre, Allah Teâlâ Hz. Adem'i yaratınca, O'nu bir sure uyuttu. Sonra da, O'nun sol kaburgalarının birinden Hz. Havva'yı yarattı. Hz. Adem uyandığında onu gördü, ona meyledip, onunla ünsiyyet kurdu. Çünkü o, Hz. Adem'in bedeninin bir parçasından yarattlmıştı.^Âlirnler bu görüşlerine Hz. Peyç-amber'in, "Kadın eğri bir kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Eğer onu düzeltmeye kalkışırsan onu kırarsın. Onu eğri olarak bırakırsan ondan istifâde edersin. "[10]

İkinci görüş: Bu, Ebu Müslim el-İsfehânî'nin görüşüdür. Buna göre Hak Teâlâ'-nın, buyruğundan murad, "Onun çişinden, ani insan cinsinden, onun zevcesini yarattı" manasıdır. Bu, HakTeâtâ'nın "Allah sizin için, kendinizden zevceler yaptı" (Nah. 72), "Allah, onlara kendilerinden bir peygamber gönderdiği için.." (Âw imran, 164) ve  "Andolsun, sfze kendinizden Öyle bir peygamber gelmiştir ki..." (Tevbe, 128) âyetlerinde olduğu gibidir. Kâdi birinci görüşün daha kuvvetli olduğunu söylemiştir. Çünkü ancak bu durumda, âyetteki "Sizi bir tek candan yarattı" ifâdesi, yerinde olmuş olur. Zira, şayet Hz. Havva da yoktan yaratılmış olsaydı, o zaman insan soyu bir candan değil iki candan (nefisten) yaratılmış olurlardı.

Kâdî'nin bu görüşüne şu şekilde cevap verilir. "Âyetteki "bir kişiden" sözünün başındaki "mîn", ibtidâ-i gaye içindir. Yaratmanın ve yoktan varetmenin başlangıcı, bu tek can olan Hz. Adem olunca, "sizi bir tek candan yarattı" denilmesi yerinde olur. Yine Cenâb-t Hakk'ın, Hz. Adem'i topraktan yaratmaya kadir olduğu sabit olduğuna göre, Hz. Havva'yı da topraktan yaratmaya kadirdir. Durum böyle olunca, Hz. Havva'yı, Hz. Adem'in bir kaburgasından yaratmasının manası nedir?" [11]

 

Hz. Adem (a.s)'ın Yaratılması     

 

İbn Abbas (r.a) şöyle demektedir: Hz. Adem'e, "Adem" ismi verilmiştir. Zira Allah Teâlâ onu, yeryüzünün kızıl, siyah güzel ve çirkin topraklarından yaratmıştır. İşte bu sebepten ötürü, onun çocukları arasında kızıl derili, siyah derili, güzel ve çirkin olanlar vardır. Onun hanımı da "Havva" diye adlandırılmıştır. Çünkü o Hz. Adem'in kaburgalarının birinden yaratılmıştır. Demek ki o, canlı (hayy) olan bir şeyden yaratılmış ve ona nisbetle de "Havva" diye adlandırılmıştır. [12]

 

Yoktan Yaratma Meselesi       

 

Bir grup tabiatct, bu âyetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ'nin "Sizi    bir    tek   candan   yarattı.." buyruğu bütün insanların tek bir nefisten yaratıldığın) gös­terir. O'nun, "Ondan da onun zevcesini yarattı" sözü de, eşinin o nefisten yaratıldığına delâlet eder. Cenâb-ı Allah, daha sonra Hz. Adem hakkında, "Onu topraktan yarattı" (Am İmran, 59) buyurmuştur. Binâenaleyh bu, Hz. Adem'in de topraktan yaratıldığına delâlet eder. Allah Teâlâ, insanlar hakkında ise, "sizi ondan (topraktan) yarattık" çv&h&, ss) demiştir. Bütün bu âyetler, sonradan olan bir şeyin, önceden olan bir maddeden yaratıldığına ve herhangi birşeyin sırf ademden (yokluktan) yaratılmasının imkânsız olduğuna delâlet etmektedir."

Kelâmcılar, onlara şöyle diyerek cevap vermişlerdir: "Birşeyi birşeyden yaratmak (halketmek) aklen imkânsızdır. Çünkü yaratılmış olan bu şey, eğer kendinden önce mevcut olan o şeyin aynt olursa, bu bir yaratma olmaz. Bu bir yaratma olmayınca da, başka birşeyden yaratılmış olması da imkânsız olur. Şayet biz, bu yaratılan şeyin kendinden önce mevcut olan o şeyden başka bir varlık olduğunu söylersek, bu durumda yaratılan ve sonradan meydana gelen bu şey, sırf yokluktan meydana gelmiş ve bulunmuş olur. Böylece, birşeyin başka birşeyden yaratılmasının aklen imkansız olduğu sabit olur. Bu âyetteki harf-i cerri, ibtidâ-i gaye manasınadır. Bu, şu demektir: Bu şeylerin, şeylerden meydana gelişinin başlangıcı, bir zaruretten ötürü değil, sadece öyle vâki olduğu içindir." [13]

 

Dördüncü Mesele

 

Keşşaf, sahibi, ism-i fail lâfzı ile, âyetin şeklinde de okunduğunu söylemiştir.  Bu, mahzuf bir mübtedânın haberi olup, takdiri, "O, yaratandır.." şeklindedir. [14]

 

"... Ve o ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip yayan (Rabb'iniz'den ittikâ edin). Kendisi adına birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarım kesmekten) sakının. Çünkü Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir" (Nisa. 1).

Cenâb-ı Allah'ın, "İkisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip yayan (Allah)" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: [15]

 

İnsanların Bir Ana-Babadan Çoğalmaları   

 

Vahidî, Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu ile dağıtıp, yayma manasını murad ettiğini söylemiştir. İbnul-Muzaffer Bir ise şöyle dernektedir: (bess) senin eşyayı dağıtmandır. Mesela, "Atları.hücum içindağıtıp yay­dı" "Avcı, köpeklerini salıp dağıttı" "Allah, mahlûkatı yarattı ve onları yeryüzüne dağıttı" ve birisi halıları yaydığında, Ja^Ji cJS "halıları yaydım" denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Vayilıp serilmiş saçaklı halılar..." (Gâşiye, 16) buyurmuştur." Ferrâ ve Zeccâc, bazı Arapların, fiili"Allah mahlûkatı dağıttı" şeklinde kullandıklarını söylemişlerdir. [16]

 

İkinci Mesele

 

Cenâb-ı Hak, İkisinden erkekleri ve kadınları türetip yaydı" buyurmamıştır. Çünkü bu ifâde, bütün erkek ve kadınların bizzat o ikisinden yaratılmış olmalarını gerektirir ki bu imkânsızdır. İşte bundan ötürü Allah Teâlâ bu ifâde şeklini bırakıp, "İkisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip yaydı" buyurmuştur. İmdi, "Cenâb-ı Hak niçin, "ikisinden birçok erkekler ve birçok kadınlar.." dememiş ve niçin çokluğu kadınlara değil de erkeklere tahsis etmiştir?" denilir ise. biz deriz ki: Allah bilir ya, bunun sebebi şudur: Erkeklerin şöhretli oluşları daha fazladır. Binâenaleyh onların çoklukları daha çok görülür. İşte bundan ötürü, çok oluş bilhassa onlara tahsis edilmiştir. İşte bu durum âdeta, erkeklere yakışanın şöhret, ortaya çıkma ve görünme olduğuna; kadınlara yakışanın da gizlenmek ve sesini çıkarmayıp adının sanının anıimaması olduğuna bir dikkat çekmedir. [17]

 

Üçüncü Mesele

 

Bütün beşeriyyetin zerreler halinde olduğunu ve Hz. Adem'in sulbünde bulunduğunu söyleyenler, âyetteki, "İkisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip yaydı" buy­ruğunu zahiri manasına hamletmişler; böyle söylemeyenter ise,  bu ifâdeden maksadın, "Onların çocuklarının onlardan türeyip çoğalması ve onların çocuklarından da yeni nesil ve toplulukların türeyip meydana gelmesi olduğunu söylemişlerdir ki, bu durumda bütün insanların, Hz. Adem ve Havva'nın evlatları oluşları mecazen olmuş olur.

Cenâb-ı Hakkın, "Kendisi adına birbirinize dilekierde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını kesmekten) sakının, çünkü Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir" buyruğu ile ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: [18]

 

Birinci Mesele

 

Asım, Hamza ve Kisaî, şeddesiz olarak  diğer kıraat imamları ise, şeddeli olarak şeklinde okumuşlar­dır. Şeddeli okuyanlar, fiilin aslının olduğunu dü­şünmüşlerdir. Böyle tâ harfi, her ikisi de dil harflerinden olduğu, ön dişlerin dibinden çıktığı ve "hems" sıfatında müşrek oldukları için, sın harfine idğâm edilmiştir. Şeddesiz olarak okuyanlar, mahreçleri ve sıfatları aynı olan iki harf yanyana geldiği için, OjJftl~îî kelimesindeki tâ harflerinden birini hazfetmişler, böylece, birinciler idğam yoluyla kelimede i'lâl yaptıkları gibi, bunlar da hazf ederek i'lâl yapmışlardır. Bu böyledir, çünkü mahreç ve sıfatları aynı olan harfler bir kelimede bulunduklar) zaman bazan hazf, bazan da idğam ile hafifletilirler. [19]

 

Kelimesinde Hamza'nın Kıraatini Tenkide Cür'et Edenler    

 

Sadece Hamza, mim harfinin cerriyle olmak üzere şeklinde okumuştur. Kaffâl (r.h) bu kıraatin, yedi kıraat imamının dışında Mücâhid ve başkalarından da rivayet edildiğini söylemiştir. Diğer kıraat imamlarının hepsi bu kelimeyi mîm harfinin nasbıyta  şeklinde okumuş­lardır. Keşşaf sahibi: "Bu kelime üç harekeyle ve şeklinde okunmuştur Pekçok nahivci, Hamza'nın kıraatinin yanlış olduğu görüşünde birleşerek şöyle demişlerdir: "Çünkü bu okuyuş, zahir bir ismin mecrûr bir zamire atfedilmesin) iktiza eder ki, bu caiz değildir. Onlar bunun caiz olmadığına delil olarak şunlarla istidlal etmişlerdir:

a)Ebu Ali el-Farisî şöyle demektedir: Mecrûr zamir, harf demektir. Binaenaleyh, zahir bir ismin ona atfedilmemesi gerekir. Biz, mecrûr zamirin şu sebeplerden dolayı harf gibi olduğunu söyledik:

1-Bu zamir, tenvînin kelimeden ayrılmayışı gibi, kelimeden ayrılmaz. Bu böyledir, çünkü ** ve lk kelimelerindeki hâ ve kâf harflerinin, harf-i çerden kesinlikle ayrılma­dığını görürsün. Böylece bu, âdeta bir tenvîn gibi olmuş olur.

2- Nahivciler, tercih edilen görüşe göre muzâf olan münâdadan, müfred olan münâdadan tenvîni hazfetmeleri gibi, nida edatı olan yâ harfini hazfederler. Müfrea münâdadan tenvîni hazfetmeleri, meselâ onların, j»^ U demeleri gibidir. Böylece mecrûr zamir, işte bu bakımdan tenvîne benzemiş olur. Bu sebeple de, mecrûr zamirin tenvîn harfi gibi olduğu sabit olmuş olur. Netice itibariyle de, zahir ismin mecrûr zamire atfedilmemesi gerekir. Çünkü matuf ile matufun aleyh'in arasında bir benzerliğin bulunması, atfın şartlarındandır. Binaenaleyh burada bir benzerlik bulunmadığına göre, atfın caiz olmaması gerekir.

b)  Ali İbn İsâ şöyle demektedir: Nahivciler, zahir ismin merfû zamir üzerine atfedilmesin! de uygun görmemişlerdir. Binâenaleyh, "Sen ve Zeyd git!" ve "Ben ve Zeyd gittim" denilmesi caiz değildir. Bilâkis nahivciler, demektedirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, Artık sen Rabb inle beraber git! Böylece ikiniz harbedin'' (Maıde. 24) bu­yurmuştur. Halbuki merfû zamir, bazan ayrılabilir. Binaenaleyh, zahir ismin, bazan ayrılabilmesi-sebebiyle mecrûr zamirden daha kuvvetli olan merfû zamire atfedilmesi caiz olmadığına göre, asla ayrılmayan mecrûr zamire atfedilmesi haydi haydi caiz olmaz.

c)  Ebu Osman el-Mazinî de şöyle demektedir: "Matuf ile matufun aleyh müşterektirler. Birincisini, ikincisini birincisine atfetmenin caiz olması halinde, ancak ikincisine atfetmek caiz olur. Halbuki burada böyle bir mâna mevcut değildir. Çünkü senin,  şeklinde söylemen caiz olmadığı gibi, demen de caiz değildir." [20]

 

Hamza'nın Kıraatinin Sabit Olduğu

 

Bil ki bu izahlar, kelimelerin kullanışlarında lisanda gelmiş olan rivayetleri reddetme hususunda pek kuvvetli görüşler değillerdir. Bu böyledir, çünkü Hamza, yedi kıraat imamından birisidir. Herhalde o, bu kıraati kendiliğinden bu şekilde okumamıştır. Aksine o bunu Allah'ın Resulünden rivayet etmiştir ki, bu da bu okuyuş şeklinin doğru olduğuna kesinkes hüküm vermeyi gerektirir. Kıyas, nakle karşı koyamaz, onun karşısında duramaz. Hele hele, örümceğin yuvasından daha zayıf olan bu gibi kıyaslar.. Hem bu kıraatin, şu iki türlü izahı da yapılabilir:

a) Bu, harf-i cerrin tekrar edilmesinin takdir edilmesi itibariyle böyie okunmuştur. Sanki, denilmek istenmiştir.

b) Bu kullanış, şiirde de gelmektedir. Nitekim Sîbeveyh bu manada olmaK üzere şunu söylemiştir:

"Bugün sen, muhakkak ki bizi hicvederek ve kınayarak sabahladın. Artık çek git! Sana ve günlere artık hayret etmiyoruz..."

Yine Sîbeveyh, 'Biz, bilezik takar, gibi kılıçlarımızı kuşanırız; onlarla topuk arasında iser geniş vadiler, derin uçurumlar vardır" demiştir. [21]

 

Kuranın Kullanmasına Bakmayıp Şiir Şevahidi Arayan Nahivcilerin Tenkidi

 

Şu nahivcilere şaşarım; zira onlar bu kullanış şekillerinin, bilinmeyen şu iki beyitle isbat edilmesini güzel görürler de, Kur'ân ilminde selef ulemâsının büyüklerinden otan Hamza ve Mücâhid'in kıraati ile isbât edilmesini uygun bulmazlar. Zeccfic da, Hamza'nın bu kıraatinin mâna bakımından bozuk olduğuna, Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Atalarınızın adını anarak yemin etmeyiniz"[22] hadisiyle istidlal etmiştir. Binâenaleyh âyetteki lâfzını, ifâdesindeki zamire atfettiğin zaman bu atf, "akrabalar adiyle" de yemin edilebileceğini gösterir. Zeccâc'ın bu görüşüne de şu şekilde cevap verilebilir: "Bu, onların câhiliyye döneminde yapmış oldukları bir fiili nakletmektir. Halbuki, geçmişte onların bu fiili yaptıklarını nakletmek, gelecekte onu yasaklamaya ters düşmez. Yine Hz. Peygamber'in hadisi, yalnız ecdad adına yemin etmeyi yasaklamaktadır. Halbuki burada durum böyle değildir. Aksine o kimse önce Allah'a yemin etmiş, daha sonra da bu yeminine, akrabalara yemini eklemiştir ki, bu durum bu hadisin manasına da ters düşmez. Mecrûr olarak şeklinde okunan kıraate göre söylenecek sözün özü, işte budur[23]

 

Diğer Kıraatlerin İzahı

 

Bu kelimeyi nasb ile okuma hususunda da şu iki izah söz konusudur:

a) Ebu Ali el-Farisî ile Ali İbn İsa'nın tercih ettiği görüşe göre bu  ifâdesinin mahalline atfedil m iştir. (Çünkü .ifâdesi, gayri sarih mef'ûl olduğu için mahallen mansûbtur). Nitekim şâir de, "Binâenaleyh, biz dağ değiliz, demir de değiliz!..." demiştir.

b) Ekseri müfessirierin görüşüne göre âyetin takdiri, "Akrabalardan, yani onlarla münasebeti kesmekten sakının..." şeklindedir. Bu Mücâhid, Katâde, Süddî, Dahhâk, İbn Zeyd, Ferrâ ve Zeccâc'ın görüşüdür. Bu izaha göre bu lâfız, âl' lâfzına atfedilmesi sebebiyle mansûbtur. Yani, "Allah'dan ve akrabalardan sakının" demektir. Bu da, akrabaların haklarından sakının, onları ziyaret ediniz ve onlardan kopmaymız, demektir. Vahidî (r.h), bu kelimenin "iğrâ" (teşvik ve tahrik) sebebiyle mansüb olabileceğini söylemiştir. Yani, "Akrabaları koruyun gözetin ve onları ziyaret edin" demektir. Bu, senin tıpkı "Aslandan sakın, aslandan sakın!..." demen gibidir. Vahidî'nin bu açıklaması, sıta-i rahimde bulunma­manın haram, onları ziyaret etmenin vacip olduğuna delâlet etmektedir. Merfû olarak okumaya gelince, Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Merfû olarak okunmasına göre  kelimesi mübtedâ olup, haberi de mahzûftur. Buna göre sanki şöyle denil­miştir: "Akrabalar da sakınılması gereken şeyler cümlesindendir" veya "Akrabalar da,.kendileriyle istekte bulunulan şeyler cümlesindendir" manasında olmak üzere, "Akrabalar da böyledir..." [24]

 

Allah ve Rab Vasıflarının Delâleten  Hakkında Güzel Bir İzah

 

Allahu Teâlâ önce, "Rabb'inizden sakının" demiş, sonrada "Allah'tan sakının" buyurmuştur. Bu tekrar hakkında

da şu izahlar yapılmıştır:

a) Bu, emri tekid ederek, ona teşvik etmektir. Bu, senin bir kimseye "Acele et, acele et!" demen gibi­dir. Buna göre senin bu ifâden,  "Acele et!" ifâdesinden daha belîğ olur.

b) Cenâb-ı Hak ilk hitabında insanları yaratması ve diğer şeylerle onlara in'âm ve ihsanda bulunduğu için; ikincisinde ise, kendisi adıyla karşılıklı olarak istenildiği için, insanların birbirlerinden istedikleri şeyler tıususunda takvayı emretmiştir.

c) Cenâb-ı Hak birinci hitapta, "Rabb'inizden"; ikincisinde ise, "Allah'tan ittikâ ediniz" buyurmuştur. "Rabb" terbiye ve ihsana delâlet eden bir lâfızdır. "İlah" ise, O'nun hakimiyetine ve heybetine delâlet eden bir lâfızdır. Binaenaleyh, birincisinde terğib ve teşvike,ikincisinde de terhîb ve sakındırmaya binaen, insanlara sakınmalarını emretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Korku ve ümid ile Rab'lerine duâ ederler" <secde, i6) ve "Umarak ve korkarak bize duâ ederler" (Enbiya. 90) buyurmuştur. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: O, seni büyütmüş, sana ihsanda bulunmuştur. Binaenaleyh, O'na muhalefet etmekten sakın; çünkü O, ikâbı şiddetli, azamet ve heybeti yüce olandır. [25]

 

Dördüncü Mesele

 

Bil ki Allah ve akrabalar adına istemenin şu şekilde olduğu söylenmiştir: Kişinin kendisiyle, başkasından bir şey iste­mekle söz konusu olan muradını te'kîd ve takviye ettiği; ondan hakkını alacağını veya onun yardımını ve desteğini talep ederken onun şefkatli ve_ merhametli olmasını temin etmek istediği ifâdeler kabilinden olmak üzere "Allah aşkına senden istiyorum" "Allah aşkına, sana halimi arzediyorum" "Allah'ın adına sana yemin ediyorum" denilmektedir. Hamza'nın kıraati mana bakımından açık olup, âyetin takdiri, "Kendisi ve akrabalar adına birbirinizden bir şeyler istediğiniz Allah'dan korkun..." şeklindedir. Çünkü, Arapların âdeti ve örfü, akrabayı zikrederek başkasının şefkatli olmasını talep etmektir. Meselâ onlar,  "Allah ve akraba aşkına senden istiyorum" demektedirler. Çoğu kez onlar yalnız akrabayı zikrederek, "Akraban aşkına senden istiyorum" derlerdi. Yine müşrikler Hz. Peygamber'e mektup yazarak, "Allah ve akraban aşkına, bize falan ve falancaları elçi olarak göndermemeni istiyoruz..." demişlerdir. Bu kelimeyi mansûb okumanın anlamı da bu manaya gelir ki takdiri, "Allah'tan ve akrabalardan sakının, ittikâ edin" şeklindedir.

Kâdî şöyle demektedir: "İşte bu durum, bazan aynı lâfızla pekçok farklı mânanın kastedilebileceğine delâlet eden şeylerden birisidir. Çünkü Allah'tan sakınmanın manası, akrabalardan ittikâ etmenin manasından başkadır. Allah'tan ittikâ etmek, O'nun tâatine yaptşıp, günahlardan kaçınma ile olur. Akrabalardan ittikâ etmek ise, onları ziyaret etmek, onlara iyilikte bulunup, ihsan ve ikramda bulunmakla olur." Kadî'nin bu görüşüne şöyle cevap verilebilir: Cenâb-ı Hak belki de bu lafzı iki kere tekrar etmiştir. Bu takdire göre de, bu problem ortadan kalkmış olur. [26]

 

Rahim (Akrabakk) Kelimesinin Mânası

 

Bazı âlimler, (i^"jJı kelimesinin, nimet manasına olan kelimesinden geldiğini söylemişler, bu görüşlerine  de Hz. Peygamberin şu hadisini delîl olarak getirmişlerdir: O şöyle buyurmuştur: "Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Ben, Rahmanım; o ise "Rahim" dir. Onun ismini kendi ismimden çıkarttım, türettim."[27] Bu teşbihin münasebet noktası, bu halin bulunmasından dolayı, insanların birbirlerine karşı merhametli olmasıdır. Bazıları da bu ismin bulunmasıyla in'âmda bulunmanın tahakkuk ettiği kelimesinden müştak olduğunu ve bunun asıl olduğunu söylemişlerdir. Diğer bazıları da, bu iki kelimenin her biri başlıbaşına bir asıldır; bu gibi şeylerde tartışmak *se, birbirine yakın neticeler verir. [28]

 

Altıncı Mesele

 

Âyet, Allah aşkına bir şey istemenin caiz olduğuna delâlet etmektedir.  Mücahid,  İbn Ömer'den  Hz.  Peygamber

(s.a.s)'in "Kim sizden Allah hakkı için bir şey isterse, ona veriniz"[29]dediğini rivayet etmiştir. Berâ İbn Azıb'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Allah'ın Resulü bize yedi şeyi emretmiştir ki, bunlardan bir tanesi de "vemini yerine getirmek"tir. [30]

 

Sıla-i Rahm'in Önemi           

 

HakTeâlâ'mn,  "akrabalar" sözü, akrabanın hakkının büyük ve saygıya değer olduğuna ve sıtâ-i rahmi kesmemeyi tekîd ettiğine delâlet eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Demek, idareyi ve hakimiyeti ele alırsanız hem yeryüzünde fesad çıkaracak, akrabalık münasebetlerinizi bile parçalayıp keseceksiniz, öyle mi?" (Muhammed, 22): "Onlar bir mü'min hakkında ne bir yemin (buradaki  kelimesinin akrabalık bağı olduğu söylenmiştir) ne de bir vecibe, hak hukuk gözetmezler" (Tevbe, ıojî "Rabb'in, "Kendisinden başkasına kulluk etmeyin ve ana ve babaya da iyi muamele edin" diye hükmetti" (isrâ,23)ve "Allah'a ibâdet edin, O'na hiçbir şeyi eş koşmayın. Anaya babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara... iyilik edin" (Nisa, 36) buyurmuştur. Abdurrahman İbn Avf'tan Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Ben, Bamânım; o ise "Rahim"dir. O'nun ismini kendi ismimden çıkardım. Kim o ilgiyi devam ettirirse, ben de ona olan ihtimamımı devam ettiririm. Kim akrabasıyla münasebetini keserse, ben de onunla olan münasebetimi keserim'.[31]

Ebu Hureyre'den Hz. Peygamber'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:

Kendisiyle Allah'a itaat edilip de, sevabı akrabayı ziyaret etmenin sevabından daha çabuk verilen hiçbir şey yoktur. Yine, kendisiyle Allah'a isyan edilip de, ikâbı haddi aşma ve yalan yemin etmenin ikâbmdan daha çabuk verilen hiçbir amel de yoktur."[32]

Enes'den de, Hz. Peyagamber (s.a.s)'in, şöyle dediği rivayet edilmiştir:

"Muhakkak ki, sadaka ve süa-i rahim sebebiyle Allah, ömrü uzatır; yine onlar sebebiyle Allah sû-i hatimeden korur, ve onlar vesilesiyle sakınılan ve istenmeyen şeyleri defeder."[33]

YineHz. Peygamber(s.a.s): "Sadakanmen üstünü, kâşth olan akrabana verdiğindir"[34] buyurmuştur. Buradaki, keli­mesinin, düşman manasına geldiği söylenmiştir. Böylece kitap ve sünnetin delaletiyle sıla-i rahmin vacip olduğu ve onun vesilesiyle mükâfaata nail olunacağı sabit olmuş olur. [35]

 

Kölelerin Hürriyete Kavuşma Sebebi Olarak Akrabalık

 

Sonra, Ebu Hanife (r.h)'nin mezhebinde olanlar, bu kaideye şu iki meseleyi de dayandırmışlardır:

a) Bir kimse kardeşi, kızkardeşi; amcası teyzesi gibi akrabalarına köle ve cariye olarak mâlik olursa, onlar hemen âzâd edilir. Çünkü mülkiyyet devam edecek olsa, icmâ sebebiyle, onların kendisine hizmet etmesini istemek helâldir. Ancak ne var ki, onların kendisine hizmet etmesini istemek, sıla-i rahmi inkıtaya uğratacak bir vahşettir. Bu ise, bu asla binâen, haramdır. Binâenaleyh, mülkiyyetin devam etmemesi gerekir.

b) Yakın akrabaya (nikâhı yakın olan akrabaya) yapılan bağıştan rücû olunmaz. Çünkü bu hibeden rücû, sıla-i rahmi inkıtaya uğratmaya sebebiyet veren bir vahşettir. Binaenaleyh, bunun caiz olmaması gerekir. Bu iki mesele hakkındaki söz, hilâfiyyat kitaplarında geçmektedir.

Sonra Cenâb-ı Hak bu âyeti, bir vâ'ad bir vaîd; bir terğîb ve bir terhîb olacak bir cümle ile bitirerek  "Çünkü Allah sizin üzerinizde tam bir gözeti­cidir" buyurmuştur, kelimesi, "Senin bütün fiillerini gözetleyen, muhafaza eden" anlamına gelmektedir. Sıfatı ve vasfı böyle olan kimseden sakınılması ve ondan bir şeyler umulması gerekir. Böylece Cenâb-ı Hak, kendisinin sırları ve en gizli olan şeyleri bildiğini beyân etmiş olmaktadır. O, böyle olunca da kişinin, yaptığı ve yapamadığı her şey hususunda (O'ndan) sakınması ve korkması gerekir. [36]

 

Bu Sürede Farz Kılınan Bazı Mükellefiyetler

 

"Yetimlere mallarını verin. Temizi murdara değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza (katarak) yemeyin. Çünkü bu, muhakkak ki büyük bir günahtır" (Nisa, 2).

Bil ki, Cenâb-ı Hak bu sûreye, kuluna, Allahu Teâlâ'nın emir ve tekliflerine boyun eğmesinin, O'nun gazabına sebebiyet verecek şeylerden de sakınmasının farz olduğuna delâlet eden hususları zikrederek başlayınca, bundan sonra da kısım kısım mükellefiyetleri açıklamaya başlamıştır. [37]

 

Yetimin Hakkını Gözetmek

 

Birinci çeşit teklif: Bu, yetimlerin mallarıyla ilgili olan tekliftir ki, işte bu âyetin konusu da budur. Allah Teâlâ, önceki âyette sıia-i rahmi tavsiye buyurduğu gibi, bu âyette de yetimlerin haklarına riâyeti tavsiye etmiştir. Çünkü yetimler, kendilerinin işlerini görecek bir kefil ve üzerlerine titreyecek bir hâmî bulunmayan bir hale düşmüş­lerdir. Böylece onların durumları, ya anne ve babası veyahut da yakın akrabası olması sebebiyle, kendilerinin başını okşayan ve onlara şefkat edecek birileri bulunan kimselerin hallerinden ayrılmıştır. Böylece de Cenâb-ı Hak, "Ye­timlere mallarını verin" buyurmuştur. Âyette birkaç mesele vardır: [38]

 

Birinci Mesele

 

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Yetim, babaları ölmüş, böylece de babalarından ayrı kalmış kimselerdir. Binâen­aleyh, yetimliğin manası, tek kalmak demektir." Nitekim, "(tek kalmış kum tanesi(?) ve "Eşsiz İnci" denilmektedir. İnsanlarda yetimliğin baba tarafından; hayvanlarda yetimliğin ise, ana tarafından olduğu söylenmiştir." Keşşaf sahibi sözüne devamla şöyle demektedir: "Esasen bu isim, babalardan ayrılık devam ettiği için, büyüğe de küçüğe de verilir. Ancak ne var ki örfde bu isim, henüz buluğa ermemiş kimselere tahsis edilmiştir. Böyle bir kimse, işlerini görme hususunda, kendisine kefalet eden bir kefile ve işlerini yerine getiren bir kayyime muhtaç olmayacak bir duruma gelince, o kimseye artık yetim denilmez. Kureyş, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, "Ebu Talib in yetimi" diyorlardı. Onların bu sözü, ya kıyastan ötürü, veyahut da Hz. Peygamber'in kadr-ü kıymetini düşürmek için, O'nun amcasının evinde büyüyen bir çocuk iken üzerinde bulunduğu hali anlatmak içindir. Hz. Peygamber'in, "Bulûğa erdikten sonra yetimlik yoktur"[39] ifadesi, kelimenin kullanılışını değil, şer'î durumu öğretmektedir. Yani, kişi bulûğa erdiği zaman, ona küçük çocuğun hükümleri tatbik edilmez.

Ebu Bekr er-Razî, "Ahkâmu'l-Kur'ân"ında, dedesinin İbn Abbas'a, "yetim ne demektir? Yetimlik ne zaman sona erer?" diye bir mektup yazdığını, İbn Abbas'ın da ona, "Onun rüşdü ve rüşde erdiği görüldüğü zaman, onun yetimliği sona erer" şeklinde cevap verdiğini nakletmiştir. Rivayetlerin birinde de şu yer almaktadır: "Bir kimse, sakalını tutsa dahi, henüz onun yetimliği sona ermez." Böylece İbn Abbas, o kimsenin rüşdü görülmediği zaman, buluğa erdikten sonra bile o kimseye yetim sıfatının verilebileceğini haber vermiştir. Ebu Bekr şöyle demektedir: "Kocasından ayrılan kadına "yetim" denebilir." Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), buyurmuştur. Yani, "Kocasız kalan yetim kadın İle nikahı hususunda müşaverede bulunulur.."[40] Buradaki kadından, baliğa olduğu halde izin istenmiştir (Yani, bâliğa olduğu halde yetim vasfı ona verilebilmiştir). Nitekim şâir:

"Muhakkak ki kabirler, bekârları, yetim ve dul olan kadınlarla nikahlıyor."

Şu söylediklerimizden çıkan netice; "yetim" vasfının, lügat bakımından hem küçük hem de büyük yaşta kimseler için, örfte ise sadece küçük yaştakiler için kullanıldığıdır. [41]

 

Yetim Kelimesinin Cemi Hakkında     

 

Burada şöyle bir soru vardır: "Yetim" kelimesi, nasıl "yetâmâ" şeklinde cemi yapılmıştır. Halbuki yetîm, fan

veznindedir ve fail vezninde olan kelimeler,  ve (hasta, hastalar; ölü ölüler; yaralı yaralılar) kelimelerinde olduğu gibi, vezni üzere cemîlenir. Keşşaf sahibi, bu hususta şu iki izahın yapıldığını söylemiştir:

a)  Şöyle denilebilir: "Yetim" önce  şeklinde; daha sonra  da  vezninde şeklinde cemilenmiştir. Nitekim "esîr", "esrâ" (esirler) ve "esârâ" "üsârâ" (esirler) kelimesinde olduğu gibi...

b) Şöyle de denilebilir: "Yetîm" kelimesinin çoğulu "yetâim"dir. Çünkü "yetim", sahip ve fâris (atlj) gibi isimlerdendir. Sonra "yetâim" kelimesi, "yetâmâ" şekline dönüşmüştür.Kaffâl (r.h), bu kelimenin "nedîm", "nedâmâ" (pişman olanlar) kelimesi gibi, "yetîm"  "yetâmâ" şeklinde; "şerîf", "eşraf" kelimesi gibi de, "yefîm" - "eytâm" şeklinde cemîlenebileceğini söylemiştir. [42]

 

Yetimin Mâlı Kaç Yaşında Verilir?      

 

Burada ikinci bir soru da şudur: Biz, "yetîm" isminin, küçük yaşta olanlara verilebileceğini söyledik. Binaenaleyh ona, yetîm sayıldığı müddetçe   malını kendisine teslim etmek caiz olmaz. O, malı kendisine verilecek kadar büyü­yünce de ona yetîm denmez. Öyle ise Cenâb-ı Hak niçin, 'yetimlere mallarını verin" buyurmuştur? Bu soruya şu iki şekilde cevap verilir:

1- "Buradaki yetimden murad, buluğa ermiş ve büyümüş kimselerdir" deriz. Sonra verdiğimiz bu manayı şu iki bakımdan izah ederiz:

a)  Hak Teâlâ, onları bu kelimenin lügat manasına göre "yetim" diye adlandır­mıştır.

b) Allah, her nekadar o anda yetim olmasalar bile, yetimlik çağını henüz geçmiş oldukları için onları "yetim" diye adlandırmıştır. Bu, Allah Teâlâ'nın "Büyücüler, derhal secde ediciler olarak yere kapandılar" (Şuara, 46) âyetinde olduğu gibidir. Yani, "Secde etmezden önce büyücü olan o kimseler..." demektir. Yine Cenâb-ı Hak, "İddetlerini bitirdiler m/, artık onları ya tutun..." (Bakara.231)âyetinde, iddetin bitimine yaklaşma halini, "iddetin bitimi" diye ifâde etmiştir. Bu âyetteki yetimlerden muradın, buluğa ermiş kimseler olduğuna, "Artık onlara mallarını teslim ettiğiniz zaman, karşılarında şahid bulundurun" (Nisa, 6) âyeti de delâlet etmektedir. Bulûğdan önce şahid bulundurmak yerinde olmayıp, ancak bulûğdan sonra doğru olur.

2- Buradaki "yetim" kelimesi ile küçüklerin kastedilmiş olduğunu söyleyebiliriz. Bu manaya göre de âyeti şu iki şekilde izah ederiz:

a)  Âyetteki "verin" kelimesi, bir emirdir. Emirler, geleceği de içine alırlar. Binâenaleyh bunun manası, "şu anda yetim olan o çocuklara, bu sıfatları gittikten sonra onlara mallarını verin" şeklinde olur. Bu izaha göre bir çelişki söz konusu olmaz.

b)  Bu, "Yetimlere, yetimlikleri döneminde nafaka ve giyimlerini karşılayacak nisbette ihtiyaçları kadar şeyi verin" demektir. Bu mananın sağladığı fayda şudur: Onlar küçük iken, onlara mallardan harcamanın caiz olmayacağı sanılabilir. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, bu emirle bunun mübahlığım beyan etmiş olur. Fakat bu manaya göre de şu problem ortaya çıkar: Eğer bu ifâdeden maksad bu olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak, "mallarından" (bir kısmını) verin" derdi. Allah, onlara bütün mallarını vermeyi emrettiğine göre, bu mana düşer. [43]

 

Yetimin Malı Hakkındaki Âyetin Nüzul Sebebi   

 

Ebu Bekir er-Râzi, Ahkâmu'l-Kur'ân'ında, Hasan el-Basrînin şöyle dediğini nakletmiştir: "Yetimlerin malları hakkında bu âyet nazil olunca, ashâb, onların mallarını kendi malla­rıyla birlikte tutmayı uygun görmemiş ve onları kendi malla­rından ayırmışlardı. Onlar bu hususu Hz. Peygamber (s.a.s)'e şikayet ve arzedince Cenâb-ı Hak, "Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: "Onları yararlı ve iyi bir hale getirmek   hayırlıdır.   Şayet  kendileri  İle  bir arada   yaşarsanız,   onlar sizin kardeşlerimizdir..." (Bakara. 220) âyetini indirmiştir. Ebu Bekir er-Râzi şöyle demiştir: "Ben, bunun râvinin bir hatası olduğunu sanıyorum. Çünkü bu âyetten maksad, yetimlere bulûğa erdikten sonra matlarını vermektir. Râvi bunu başka bir âyetle karıştırmıştır."

Sa'id İbn Cübeyr, İbn Abbas (r.a)'dan şöyle dediğini rivayet etmiştir:'Cenâb-ı Hak, "Yetim, erginlik çağına erinceye kadar malına yaklaşmayın, ancak bunun en iyi bir suretle olanı müstesna..." (lsra.34)ve "Gerçekten, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler.." (Nisa, 10)âyetlerini indirince, uhdesinde yetim bulunan herkes varıp yetimin yiyeceğini kendi yiyeceğinden, içeceğini de kendi içeceğinden ayırmışlardı. Ama bu durum, yetimlere çok güç ve zor gelmişti. Böylece yetimler bu durumu Hz. Peygamber (s.a.s)'e anlatınca, Hak Teâlâ, "Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: "Onları yararlı ve iyi bir hale getirmek hayırlıdır. Şayet kendileri ile bir arada yaşarsanız, onlar sizin kardeşlerimizdir.." (Bakara. 220) âyetini indirdi. Böylece de ashâb, bu durumda onların yiyeceklerini kendi yiyeceklerine, içeceklerini de kendi içeceklerine karıştırdılar."

Müfessirier bu hususta doğru olanın şu olduğunu söylemişlerdir: Bu âyet, yanında yetim ve zengin bir yeğeni olan Gatafan kabilesinden bir kimse hakkında nazil olmuştur. Çocuk bulûğa erince malını istemiş, amcası ise malını vermemişti. Bunun üzerine her ikisi de Hz. Peygamber'e müracaat etmişlerdi. İşte bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil oldu. Amcası bu âyeti işitince, "Allah'a ve peygambere itaat ettik. Büyük günah işlemekten Allah'a sığınırız" demiş ve malını ona teslim etmiş; Hz. Peygamberde: "Kim, nefsinin cim-liğiriden korunur ve bu şekilde Rabb isine itaat ederse, o yurduna (yani cennetine) konar" buyurur. Çocuk malını teslim alınca, onu Allah yolunda infak etmiş, Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Mükâfaatsabitoldur günah ise kaldı" bu­yurmuştur. Bunun üzerine orada bulunanlar, "Ya Resûlallah, andolsun ki mükafaatın sabit olduğunu anladık, fakat şu çocuk malını Allah yolunda infâk ettiği halde, geriye günah ve mesuliyet nasıl kalır?" deyince O, "çocuğun mükafaatı sabit oldu, fakat babasmdaki mesuliyet ve günah devam ediyor" buyurmuştur. [44]

 

Beşinci Mesele

 

Ebu Bekir er-Râzî bu âyeti, yirmibeş yaşından sonra sefih (aklı kıt) olanın "hacr" altına alınamayacağına hüccet getir­miş ve şöyle demiştir: Çünkü, âyetteki "yetimlere mallarını verin " emri, mutlak bir emir olup, sefih olanı da içine alır. İster rüşdü görülsün, isterse görülmesin, âlimler bu yaştan önce rüşdün görülmesinin, malın ona verilmesinin vacip olmasında şart olduğuna ittifak ettikleri için, yirmibeş yaşından öncesi için bu âyetle amel edilmemiştir. Bu ittifak, yirmibeş yaşından sonrası için yoktur. Binâenaleyh âyetin emrini, bu yaştan sonrası için zahirî manasına göre almak gerekir.

Âlimlerimiz (Şafiî fakihleri), ona şu şekilde cevap vermişlerdir: Bu âyet, âmmdır. Çünkü Allah Teâlâ bu âyette yetimlerden genel olarak bahsetmiştir. Daha sonra yetimler, "Yetimleri deneyin" (Nisa, e> ve "Mallarınızı sefihlere (akılsızlara) vermeyin.." (Nisa. 5) âyetleri ile daha iyi anlatılmışlardır. Allah Teâlâ bu iki âyetle yetimler aklı kıt olduklarında, onlara mallarını vermeyi haram kılmış (ve böylece umûmi hükmü, tahsis etmiştir). Hâs olan âyetin âmm olan âyetten önce geleceğinde şüphe yoktur.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Temizi, murdara değişmeyin" bu­yurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: [45]

 

Birinci Mesele

 

Keşşaf sahibi, âyetteki "değişmeyin" sözünün "değiştirmeyi istemeyin" manasında oldu­ğunu; "tebebddül" masdarının, "istibdat" manasına kul­lanılmasının pek nâdir olmadığını, nitekim isti'cal (acele etmesini istemek) manasına, "ta'accül" kelimesinin ve isti'hâr (gecikmesini istemek) manasına, "te'ahhur" kelimesinin kullanıldığını söylemiştir. Vahidi (r.h) de, birisi birşeyi birşeyin yerine aldığı zaman, denildiğini söylemiştir. [46]

 

"Kötüyü İyiye Değişmeyin" Buyruğu Ne Demettir?            

 

Âyette bahsedilen değişmenin nasıl olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:

Birinci izah: Ferrâ ve Zeccâc şöyle demektedir: "Size haram olan yetim mallarını, helâl kazançlarınız ve Allah'ın

yeryüzüne saçılmış rızıklarından sizin için mubah kılınmış helâl mallarınızla değiştirip de, o haramı helâl yerine yemeyiniz."

İkinci izah: "Kötü, murdar olan işi, yani yetimlerin mallarını (kendi mallarından) ayırma işini, onları koruyup muhafaza etmek demek olan güzel ve temiz işle değiştirmeyin." Bu, ekseri âlimlerin görüşüdür. Çünkü yetimlere velayet eden kimseler, onun malının iyisini alıp, yerine kendisinin daha kötü mallarını koyuyor, kendi kötü malını, yetimin iyi malı ile; kendi zayıf malını, yetimin semiz malı ile değiştiriyorlardı. Keşşaf sahibi bu açıklamayı tenkid ederek, "Bu şekilde yapma, bir tebeddül (değişme) değil, tebati (değiştirmedir. Ancak o kimsenin kendi arkadaşlarından birine cemile olsun diye, yetimin parasıyla onun zayıf malını, semîz mal yerine alması (değiştirmesi) müstesna" demiştir.

Üçüncü izah: Bu tebeddülün manası şudur: Onlar, daha sonra yerine koymak üzere yetimin malını yiyorlardı. Bunda da iyiyi kötü ile değiştirme oluyordu.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Onların mallarım kendi matta-larmıza (katarak) yemeyin" buyurmuştur. Bu ifadenin iki izah şekli vardır:

a) Bunun manası, "infâk ederken onların mallarını kendi mallarınıza katmayınız; sonra, kendisinden faydalanmanın helalliği hususunda kendi mallarınızla onların mallarını birbirinden ayıramazsınız.." şeklindedir.

b) Âyetteki edatının (harfi ceninin), (ile) manasında olmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'a giden yolda benim yardımcılarım kim?" (âı-i imran, 52) buyurmuştur; yani Allah'la beraber" demektir. Ancak birinci görüş daha doğrudur.

Şunu bil ki, Allahu Teâlâ burada her ne kadar "yemek" işini zikretmişse de, bundan murad çalıştırmak, tasarrufta bulunmaktır. Çünkü, yetimin malını yemek nasıl haram ise, bunun gibi bu mallan yok edecek olan diğer tasarruflar da haram kılınmıştır. Bunun delili ise, malda yenilmesi uygun olmayan şeylerin bulunmasıdır. Böylece, yemek fiilinden muradın, tasarrufta bulunmak olduğu sübut bulmuş olur. Cenâb-ı Hak burada yemek fiilini zikretmiştir, çünkü tasarrufun büyük bir kısmı yemek için yapılır.

Eğer, "Cenâb-ı Hak önceki ifâdede haksız yere yetimlerin mallarını yemeyi haram kılınca, buna o malların tek başına ve başka mallarla beraber yenilmesinin haramlığı da dahil olmuştur. O halde, o malların, kendi mallarıyla yenilmesinin tekrar yasaklanmasının manası nedir?" denilirse, deriz ki:

Çünkü veliler, Allah'ın kendilerini nzıklandırmış olduğu helâl malları sebebiyle, yetimlerin mallarına muhtaç olmadıkları halde, bununla beraber yine de onlar yetimlerin mallarına göz dikiyorlardı. Bu sebeple de bu kabahat daha çirkin.oluyor ve daha fazla kınama gerekiyordu. [47]

 

Hûb Kelimesinin İzahı

 

Allah Teâlâ bundan sonra, yetimlerin mallarını, hangi haram cihetten olursa olsun, yemenin büyük bir günah olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Çünkü bu, muhakkak ki büyük bir günahtır." Vahidî (r.h.) şöyle demiştir: Buradaki kinayeli ifâde, yemek fiiline râcidir. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hakk'ın "yemeyin" buyruğu, yemeye; "günâh" kelimesi de, büyük günaha delâlet etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Eyyûb'un annesini boşaman günahtır (Ey Ebu Eyyûb)."[48]  "Bunun gibi, ve ifâdeleri de, isim ve masdarda üç okuyuş şeklidirler. Ferra şöyle demiştir: şeklindeki oku­yuş Hicazlıların, şeklindeki okuyuş da Temimtilerindir. Her ikisinin manası da, (günah)tır." Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Rabbim, tevbemi kabul buyur;günahımı ise yıka, ant'.' [49]Keşşaf sahibi,  kelimeleri tıpkı (söz, ifâde, görüş) kelimeleri gibidir" demiştir. Kaffâl ise, "kelimenin aslı, acı ve eziyyet duymak anlamına gelen kelime­sinden gelmektedir. Binâenaleyh, kelimesi, irtikâb edenin, kendisinden bir acı duyacağı şeyi irtikâb edip yapmasına denilir" demiştir. Basralılar ise şunu söyle­miştir: "Hâ harfinin fethasıyla olmak üzsere  kelimesi masdar, hâ harfinin ötresiyle kelimesi de isimdir. kelimesi ise, "binâ-i merre" dir. Sonra bu kullanışlar, ras)' (kelâm, söz, ifâde) kelimesinde olduğu gibi birbirine karışmıştır. Çünkü, kelimesi bir isim iken, sonra, as "Muhakkak ki ona öyle bir söz söyledim ki..." denildiğinde aynı kelime bu sefer masdar olmuştur." Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Hasan el-Basrî bu kelimeyi şeklinde okumuştur. Yine bu kelime,  şeklinde de okunmuştur. [50]

 

Kist, İksat Kelimelerinin İzahı

 

"Eğer yetimler hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsamz..." (Nisa, 3).

Şunu bil ki bu, Cenâb-t Hakk'ın bu sûrenin başında zikretmiş olduğu hükümlerin ikinci nev'idir: Bu da, nikâhlar hakkındaki hükümdür. Bu âyette birkaç mesele bulunmaktadır: [51]

 

Birinci Mesele

 

Vahidî (r.h) şöyle demiştir: kelimesi, adaleti yerine getirmek manasındadır. Bir kimse âdil olduğu zaman, denilir. Cenâb-t Hak da şöyle buyurmuştur: olun, Allah âdil olanları sever" (Hucurât, 9). Aynı kökten gelen kelimesi ise, âdil ve insaflı olmak demektir. Bununla ilgili olarak da Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olunuz.." (nis, 135). Zeccâc şunu söylemiştir: "Gerek kelimesinin, ge­rekse  kelimesinin aslı, pay ve nasîb anlamına gelen kelimesinden gel­mektedir. Araplar, "zulmetti ve haksızlık yaptı" anlamında dedikleri zaman, bununla şunu demek isterler:* Arkadaşına düşen pay ve nasîb hususunda, ona zulmetti." Görmez misin ki Araplar, payına ve hissesine mukabil onu yendim, ait ettim anlamında olmak üzere  demektedirler. İşte böylece kelimesi, "zulmetti, haksızlık yaptı, yendi galip geldi" gibi manalarda kullanılmaya başlamıştır. Yine Araplar dedikleri zaman, onların bundan muradı, o kimsenin adalet ve hakkaniyet sahibi olduğudur. Böylece  kelimesi bir kimse, sözünde, fiilinde ve yemininde insaflı davranıp hakkını verdi, âdil oldu anlamlarında kullanılan fiili gibi kullanılmaya başlanmıştır. [52]

 

Ayetinin Nûzül Sebebi        

 

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Adâlet gerine getirememekten korkarsanız.." buyruğu bir şart; "Sizin için helâl olan kadınlardan., nikâh edin" sözü de şartın cezası ve karşılığıdır. Bu ceza ve karşılığın bu şarta nasıl taalluk ettiğinin mutlaka açıklanması gerekmektedir. Müfessirlerin bu konuda birkaç izah şekli bulunmaktadır:

a) Urve'den rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Aişe (r.anha)'ye, "Eğer yetimler hakkında adaleti yerinegetiremfyeceğinizden korkarsanız..'' âyetinin manası nedir? diye sorunca, o şöyle dedi: "Yeğenim! bu yetim kızdır.. O, velîsinin evinde bulunur, velisi onun malına ve güzelliğine kapılır. Ancak ne var ki, en düşük bir mehirle onu kendine nikahlamak ister. Sonra onu kendine nikahlayınca, onu kendisine karşı müdafaa edecek ve kötülüğünü ondan savuşturacak bir kimsenin bulunmadığını bildiği için, ona adî bir şekilde davranır. İşte bunun için Cenâb-ı Hak, "Eğer, nikahladığınız zaman yetimlere zulmetmekten korkarsanız, onların dışında size helâl olan kadınlardan nikahlayınız" buyurmuştur. Hz. Aişe sözüne devamla şöyle demiştir: Sonra insanlar, bu âyetin peşinden, yetimler hakkında Hz. Peygamber'den fetva istediler. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, "Senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: "Onlara dair fetvayı Allah veriyor: Kitapta yetim kadınlar hakkında size okunan..." (Nisa, 127) âyetini inzal buyurmuştur. Buradaki, "kitapta, yetim kadınlar hakkında size okunan..." ifâdesinden murad, bu âyetteki "Eğer yetimler hakkında adaleti yerine getiremiyeceğinizden korkarsanız" <Aı-» imran, 3) ifadesidir."

b) Yetimler hakkında olan ve onların malını yemenin büyük günah olduğunu ifâde eden önceki âyet nâzit olunca, yetimlerin velileri, yetimlerin haklarında adaleti terk-etmeleri sebebiyle kendilerine bir günahın isabet etmesinden korktular, bu sebeple de onları velayetlerine almaktan kaçındılar. Bazan onlardan bir kimsenin nikâhı altında on   veya daha fazla kadın bulunuyor, onlarsa oniartn haklarını yerine getiremiyor, aralarında adaleti yerine gevremiyorlardı. Bundan dolayı onlara, "Eğer yetimlerin haklarında adaleti yerine getirememekten korkup, onlara velî olmaktan çekmiyorsanız, aynı şekilde bütün kadınlara da âdil davranmamaktan korkun ve hanımların sayısını azaltın. Çünkü, onun bir benzerini işlerken, bir günahtan sakınan veya ondan tevbe eden kimse, hiç sakınmamış gibidir" denilmiştir.

c) Onlar, yetimleri velayetlerine almaktan sakınıyorlardı. İşte bundan dolayı onlara şöyle denilmiştir: "Yetimler hakkında korkuyorsanız, zinadan da sakının. Öyleyse, kadınlardan size helâl olanları nikahlayın ve haram olan kadınların etrafında dolaşmayın."

d) İkrime'den rivayet edildiğine göre o, şöyle demiştir: Bir adamın yanında hem hanımları, hem de yetimler bulunurdu. Kendi malını hanımlarına harcayıp, hiç malt kalmayarak muhtaç duruma düşünce, bu sefer hanımlarına yetimlerin mallarını harcamaya başlar. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Zevceler çok olduğu zaman, eğer yetimler hakkında adaleti yerine getiremiyeceğinizden korkars&nız, biliniz ki bu korkunun yok olması için, dörtten fazla kadın nikahlamanız size haram kılınmıştır. Dört kadının hukukuna riâyet edememekten de korkarsanızr o zaman bir kadın katidir" buyurmuştur. Allahu Teâlâ burada fazla tarafı, yani dördü; eksik tarafı, yani biri zikretmiştir. Böylece de, bu iki sayı arasındaki sayılara dikkati çekmiş ve adeta, "Eğer dörtten korkarsanız üç; üçten korkarsanız iki; ikiden korkarsanız bir hanım size yeter" demiştir. Bu, en uygun görüştür. Buna göre Allah Teâlâ, çok kadınla evlenmesi halinde daha fazla harcamada bulunmak zorunda kalacağından, bu sebeple de yetimin malına el uzatması muhtemel olacağından, veliyi çok kadınla evlenmekten sakındırmıştır. [53]

 

"Sizin  için helâl olan (diğer) kadınlardan ikişer, üçer, dörder olmak üzere nikâh edin. Şayet adalet yapamıyacagıntzdan korkarsanız, o zaman bir (tane ile) yahut mâlik olduğunuz câriye (ile yetinin). Bu, sizin için eğrilip sapmamanıza daha yakındır" (Nisa, 3).

Bu âyetle ilgili birçok mesele vardır: [54]

 

Evlenmenin Hükmü: Farz Veya  Mendub Olup Olmadığı        

 

Ashâb-ı Zahir (âyet-i kerimenin zahirine tutunanlar), nikâhın vacip olduğunu söylemişler ve bu âyete tutunmuşlardır. Onlara göre bu böyledir, çünkü "nikâh edin" sözü bir emirdir. Emrin zahiri ise vücûb ifâde eder. İmam-ı Şafiî ise, nikâhın vacip olmadığının beyân edilmesi hususunda Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizden kim hür ve müslüman kadınları nikâhla alacak bir bolluğa güç yeüremezse, o halde sağ ellerinizin mâlik olduğu mü'min cariyelerinizden (alsın). Allah sizin imanınızı çok iyi bilendir. Birbirinizden meydana gelmişsinizdir. O halde, fuhuşta bulunmayan, gizli dostlar da edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere, onları sahiplerinin izniyle, kendinize nikahlayın. Mehirlerini de, güzellikle onlara verin. Onlar evlendikten sonra bir fuhuş irtikâb etti mi, o zaman onlara hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı (verilir). Bu, içinizden sıkıntıya düşmekten korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır" (Nisâ..25) âyetine tutunmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, bu durumda evlenmeyi terketmenin, onu yapmaktan daha hayırlı olduğuna hükmetmiştir. Bu, nikâhın vacip ve farz olması bir tarafa, rrtendûb bile olmadığına delâlet eder. [55]

 

İkinci Mesele

 

Allah Teâlâ, "Size helâl olan şey..." buyurmuş, "Size helâl olan kimse..." buyurmamıştır. Bunun birçok sebebi vardır:

a) Allah Teâlâ, bununla cinsi kastetmiştir. Meselâ sen, "Yanında ne var?" dediğin zaman, muhatabın "Bir adam veya bir kadın" der. Bu sorunun manası, "Yanında olan şey, yanında bulunan hakikat nedir?" demektir.

b)  kelimesiyle onun sılası, masdar takdirinde olup, buna göre ifâdenin takdiri, "Kadınlardan helâl olanları nikahlayın" şeklindedir.

c) ve  kelimeleri, çoğu kez birbirlerinin yerine kullanılırlar. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Semâya ve onu bina edene yemin olsun" (şems, s) ve "Ve siz de, benim taptığıma tapıcılar değilsiniz" (Kmîm, s> bu­yurmuştur. Ebu Amr İbnu'l-Ala şunu söylemiştir: "Gök gürül­tüsünün kendisini teşbih ettiği o varlığı (Allah'ı) tenzih ederim.." Cenâb-ı Allah da. "Onlardan, karnı üzere yürüyen vardır" {Nûr, ) buyur­muştur.

d) Allah Teâlâ, kadınları gayr-i âkiller mertebesine indirmek için  yi zikretmiştir Cenâb-ı Hakk'ın, "Ancak ne var ki zevcelerine yahut sağ ellerinin sahip olduğu (cariyelerine) karşı (olan durumları) müstesna... (Mümınun, 6) âyeti de bu kabildendir. [56]

 

Üçüncü Mesele

 

Vahidî ve Keşşaf sahibi şöyle demişlerdir: "Âyetteki "Sizin için hoş olanlar.." ifâdesinin manası "Size helâl olan kadınlardan" şeklindedir. Çünkü kadınlar­dan, nikahı haram ofanlar vardır. Onlar da, "Size anneleriniz, kızlarınız.... hararr. kılındı" (Nisa, 23) âyetinde zikredilen kadınlardır. Bence bu görüşü bir tetkik edip düşünmek lâzım. Çünkü biz, âyetteki "Nikâh edin" ifâdesinin, mübahhk ifâde eden bir emir olduğunu açıklamıştık. Binaenaleyh, eğer ifâdesinden murad. "Sizin için helâl olan kadınlar" manası olsaydı, âyet "Nikâhı size mubah olanlar nikâh etmenizi size mubah kıldım" cümlesi yerinde olurdu. Bu ise, âyeti bir mana ifâde etmekten çıkarır. Aynı şekilde, onların söylediği manaya hamletmemiz durumunda âyet mücmel olur. Çünkü, âyette helâllik ve mübahlığın sebepler zikredilmeyince âyet mücmel olmuş olur. Ama biz âyetteki *->Ü? U ifâdesini, nefsir hoşlandığı ve kalbin meylettiği kadınlar manasına alırsak, bu durumda âyet umum' olup, tahsis edilebilir. Usûlü fıkıhta sabit olan bir kaideye göre, icmal ile tahsis durumu arasında bir tearuz meydana gelirse, mücmelliği kaldırmak evlâdır. Çünkü tahsis edilmiş olan âmm ifâde, tahsis edildiği yerin dışında da hüccettir. Mücmel ifâde ise kesinlikle hüccet olamaz. [57]

 

Sayı Sıfatlarının Gayr-ı Munsarif Olması

 

Dördüncü kaide:  "İkişer, üçer, dörder" ifâdesine gelince, bunun manası, "iki iki, üç üç, dört dört" demektir. Bu kelimeler gayr-i munsariftirler Bunların gayr-i munsarif olmalarının izahı ise iki şekildedir:

a) Bunlarda iki husus bir araya gelmiştir ki bunlar da "idi" ile "vasf'tır. İdi (muadil olma), senin bir kelimeyi zikredip onunla başka bir kelimeyi murad etmendir. Nitekim sen, dersin, bununla ve kastedersin. Burada da böyledir; sen de  (ikişer) sözünle "iki iki" mânasını kastedersin; böylece de  kelimesi, ma'dûl bir kelime olmuş olur. Bu kelimenin sıfat olmasına gelince; bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın,  "ikişer, üçer, dörder kanatlı.. ."(Fatır. ^âyetidir. Bu âyette geçen  kelimesinin bir vasıf olduğunda şüphe yoktur.

b) Bu kelimelerde iki udûl söz konusudur. Çünkü, yukarda beyan ettiğimiz gibi bunlar asıllarından değiştirilmiş (ma'dûl)tir; aynı zamanda da tekrardan udûl edilmiş, tekrar yapılmamıştır. Çünkü sen meselâ  kelimesiyle, sadece "iki" veya "iki iki" manasını kastedersin. Sen,  "Bana iki veya üç kişi geldi" dediğin zaman, bundan maksadın, sadece bu sayıdaki kimsenin geldiğini söylemektir. Ama, "Bana topluluk ikişer ikişer geldi" dediğin zaman, onların geliş şekillerinin iki iki olduğunu ifâde etmiş olursun. Binaenaleyh, bu lâfızlarda, iki çeşit sayının meydana geldiği sabit olmaktadır. Öyleyse bu lâfızların gayr-i munsarıf olmaları gerekir. Çünkü bir isimde, iki sebep beraber bulunduğunda, bu durum o ismin gayr-i munsarif olmasını gerektirir. Zira bu kelime, bu sebeple her iki tarafın da yerine geçer, böylece de fiile benzediği için gayr-i munsarif olur. Aynı şekilde onda iki yönden bir udûl meydana gelirse, yine gayr-i munsarif olması gerekir. Allah en iyi bilendir. [58]

 

Evlenmede Kölelerin Durumu     

 

Muhakkik âlimler, "Hoşunuza giden kadınlar1ı size helâl olan kadınları nikahlayın" ifâdesinin kölelere şâmil olmadığını söylemişlerdir. Çünkü, buradaki hitap ancak bir kadın hoşuna gittiği zaman, onu nikâhlayabilen bir insanadır. Köle ise böyle değildir, çünkü o, efendisinin izni olmadan evlenemez. Buna Kur'ân-ı Kerim ve hadisler delâlet etmektedir.jKur'ân'dan delil Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah şöyle bir mesel îrad etti: "Hiçbir şeye gücü yermeyen memlûk bir kul..." (Nahi, 75) âyetidir. Bu âyetteki "Hiçbir şeye gücü yetmeyen" ifâdesi kölenin evlenme hususunda bağımsız olmasını nefyeder. Hadisten delile gelince, bu Hz. Peygamber'in şu sözüdür: "Hangi köle, efendisinin izni olmaksızın evlenir-

se, o zina etmiş olur'.'[59] Binâenaleyh zikrettiğimiz bu delillerle, bu âyetteki hitaba kölelerin dahil olmadığı sabit olmaktadır.

Bu mukaddimeyi anladığın zaman biz deriz ki: Fakîhlerin çoğu, dört kadınla evlenmenin, köleler için değil, hür erkekler için meşru olduğu görüşüne varmışlardır. İmam Mâlik âyetin zahirî manasına tutunarak, "köle için de, dört kadınla evlenmesi helâldir" demiştir. Bu görüşe karşı, itimada şayan cevap şudur: İmam Şafiî, zikrettiğimiz hususun dışında diğer iki yönden daha, bu âyetin hür erkeklerle ilgili olduğuna delil getirmiştir:

1- Allah Teâlâ bu ifâdeden sonra,   "Şayet adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz, o zaman bir (tane ile)r yahut mâlik olduğunuz (cariyeler) ile yetinin" buyurmuştur ki, bu ancak hür erkekler için söz konusudur.

2- Allah Teâlâ, "E£er (kadın mihrinden) birazını gönül hoşluğu İle size bağışlamış olursa, onu da afiyetle yiyin" (nm, 4) buyurmuştur. Halbuki köle, hanımının mihrinden gönül hoşluğu ile bağışladığı şeyi yiyemez, çünkü o bağışlanan, efendisine âit olur. İmam Malik, "İki müstakil umûm? ifâde (peşpeşe) geldiğinde ve bunlardan ikincisine bir kayıt-şart dahil olduğunda bu, şartın önceki umûmî ifâdeye de dâhil olmasını gerektirmez" demiştir. İmam Şaflf buna, "Bu âyetlerdeki hitaplar, bir sıra üzere gelmiştir. Binaenaleyh bazılarının hür erkeklere hâs olduğu anlaşılınca, hepsinin hür erkeklere âit olduğu da anlaşılmış olur" diyerek cevap vermiştir.

Bazı fakihler, âyetin zahirî manasının köleleri de içine aldığını söylemişler, fakat bu umumî manayı kıyas ile (hür erkeklere) tahsis etmişler ve şöyle demişlerdir: "Köle oluşun, talak ve iddet bekleme meselelerinde olduğu gibi, nikahın haklarını eksik yapmada da bir tesiri bulunduğunda ittifak ettik. Evlenilecek kadınların sayısı meselesi de, nikah hukukundan olduğuna göre, köle için, hür erkeklere meşru olan sayının yansının söz konusu olması gerekir." Birinci cevap daha uygun ve daha güçlü... Allah en iyisini bitir. [60]

 

Sayısı Mahdut Olmayacak Miktarda Kadınla  Evlenmeyi Mubah iddia Edenler       

 

Başıboş   bir  güruh,   istenildiği   kadar  sayıda   kadınla evlenmenin caiz olduğu görüşüne varmışlar ve Kur'ân ile Hadis'ten buna delil getirmişlerdir. Onlar, Kur'ân'dan delil olarak, şu üç bakımdan bu âyete tutunmuşlardır:

1- "Sizin için helâl olan kadınlardan... nikah edin" emri mutlak olarak bütün sayıları içine alır. Çünkü içinden istisna yapılamayacak hiçbir sayı yoktur. İstisnanın hükmü ise, eğer istisna olmamış olsaydı ifâdenin hükmüne dahil olacak olanı hükmün dışında bırakmaktır.

2- Âyetteki "ikişer, üçer, dörder olmak üzere" ifâdesi, bu umumî manayı tahsîs edip (sınırlandıramaz). Çünkü bazı sayıları bilhassa zikretmek, o hükmün diğer sayılarda da bulunmasını nefyetmez. Aksine biz şöyle deriz: Bu sayıların zikredilmesi, günah ve yasağın mutlak olarak kaldırıldığına delâlet eder. Meselâ insan, çocuğuna "Dilediğini yap, ister çarşıya, ister şehre, ister bahçeye git" dediğinde, bu, serbestliği tamamen o çocuğun kendisine verdiğinin ve ondan mes'uliyet ile yasağı tamamen kaldırdığının mutlak ifâdesi olur, yoksa bu, sadece saydığı o yerler için izin verdiği manasına gelmez. Aksine saydığı ve saymadığı herşeye bir izin manasına gelir. Bu âyette de böyledir. Bir de, bütün sayıları saymak güçtür. Bundan dolayı,   Sizin için helâl olan kadınlardan nikah edin" sözünden sonra, Allah Teâlâ sadece bazı sayıları zikredince, bu bütün sayılar için iznin bulunduğuna bir işaret olmuştur.

3-  Atıf vâvı, mutlak cem' (toplama, bir arada bulunma) manasım ifâde eder. Binaenaleyh âyetteki "ikişerveüçervedörder"tabiri, bütün bun­ların toplamının helâl olduğunu ifâde eder. Bu da toplam olarak dokuz eder. Hatta doğrusu toplam onsekiz eder. Çünkü "ikişer" lâfzı, sadece ikiden ibaret değil, aynı zamanda iki iki demektir. "Üçer" ve  lâfızlarında da durum aynıdır."

Bu iddiada olanların, hadisten delilleri iki bakımdandır:

1- Hz. Peygamber (s.a.s)'in, dokuz hanımla evli iken vefat ettiği tevatürle sabittir. Hem sonra Cenâb-ı Hak, "Ona uyun" (Araf, 15e) diye bize, peygambere uymamızı emretmiştir. Emrin en hafifi de mübahlığı ifâde etmesidir.

2-  İnsanın sünneti, yolu ve gidişatıdır. Dörtten fazla hanımla evlenmek Hz. Peygamberin yolu olduğuna göre, bu aynı zamanda O'nun bir sünnetidir. Sonra O, "Benim sünnetimden yüz çeviren, benden (ümmetimden) değildir"[61]  buyurmuştur. Bu hadisin zahiri, dörtten fazla kadınla evlenmeyi terkeden kimseyi kınamayı, en azından bunun caiz olduğunu söylemeyi gerektirir. [62]

 

Mezkur İddianın Reddedilmesi

 

Bil ki, fakîhler hasrı isbât ederlerken iki şeye dayanmaktadırlar:

a) Haber.. Rivayet edildiğine göre, Gıylân müsiüman olduğu zaman, uhdesinde on tane hanımı bulunuyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona, "Hanımlarından dördünü nikâhında tut geriye kalanları da ayır, boşa" buyurdu. Yine rivayet edildiğine göre, Nevfel İbn Muâviye müsiüman olduğu zaman, uhdesinde beş tane hanım bulunuyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona, "Dördünü nikâhında tut birisini boşa" buyurdular.

Şunu bil ki, bu usûl şu iki bakımdan zayıftır:

1- Kur'ân-ı Kerim, bu haber ile hasrın tahakkuk etmediğine delâlet edince, bu, Kur'ân-ı Kerim'i haber-i vâhid ile neshetmek olur ki, bu ise caiz değildir.

2- Bu haber, bir durum hakkındadır. Belki de Hz. Peygamber (s.a.s) o kimseye, dört hanımı nikâhında tutmasını, diğerlerinden ise ayrılmasını emretmiştir; çünkü dört hanımla diğerlerini bir arada tutmak, neseb veya emzirme sebebiyle caiz değildir. Özetle, bu haber hakkında bu ihtimal daima söz konusudur; binaenaleyh, böylesi haberlerle Kur'ân'ı neshetmek mümkün değildir.

b)  Bu, belli başlı merkezlerdeki fakihlerin dörtten fazla kadın almanın caiz olmadığı hususunda icmâ etmiş olmalarıdır ki kendisine itimad edilen görüş de budur. Burada iki sual söz konusudur:

1-  İcmâ ne nesheder, ne de nesholunur. O halde nasıl olur da bu âyeti icmâ neshetmiştir denilebilir?

2- Ümmet içinde nâdir de olsa dörtten fazla kadınla evlenmenin haram olmadığını söyleyenler bulunmaktadır. Binâenaleyh icmâ, az sayıda da olsa bazı kimselerin muhalefet etmesi ile vakî olmamış olur?

Birinci soruya şöyle cevap verilir: İcmâ, Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında, bunu nesheden bir hükmün bulunduğunu ortaya koymaktadır. İkinci soruya da şöyle cevap verilir: Bu icmâ'ya, ehl-i bid'at'ın muhalefetine itibar edilmez.

Eğer, "Hal sizin dediğiniz gibi olsaydı, o zaman en uygun olan "ikişer veya üçer veya dörder" denilmesi olurdu. O halde niçin, âyette atıf harfi olarak jl (veya) değil de "ve" getirilmiştir?" denilir ise deriz ki: Şayet Cenâb-ı Hak, j' lâfzını kullansaydı bu, bunun ancak bu kısımlardan sadece biri hakkında caiz olmasını ve, "onlardan bir kısmı iki kadınla, diğer bir kısmı üç kadınla evlenir, bir diğer kısmı da dört kadınla evlenir" manasında olmak üzere, müslümanlara bu kısımları beraberce yapmanın caiz olmamasını gerektirirdi. Cenâb-ı Hak, bu ifâdeyi vâv harfi ile birbirine atfedince, bu durum herkesin bu hallerden herhangi birini tercih edebilmesinin caiz olduğunu ifâde etmiştir. Bunun bir benzeri de, bir kimsenin bir topluluğa, "Bin dirhem olan şu parayı ikişer ikişer ve üçer üçer ve dörder dörder bölüşün" demesidir. Onun, bu sözünden maksadı, o gruptakilerden bir kısmının ikişer dirhem almalarının, diğer bir kısmının üçer dirhem almalarının ve üçüncü bir kısmın da dörder dirhem almala­rının caiz olduğunu anlatmaktır. İşte bu âyette de  edatının zikredilmeyip "vâv" harf-i atfının zikredilmesinin faydası, söylediğimiz bu husustur. Allah en iyi bilendir. [63]

 

Yedinci Mesele

 

Hak Teâlâ'nın, kelimeleri, "hoş olan, helâl olan "ifâdesinden "hal" olarak mahallen mansubtur. Buna göre mana, "sizler bu sayılarca, yani ikişer ikişer, üçer üçer ve dörder dörder olmak üzere size helâl olan (hoşunuza giden) kadınlardan nikahlayınız" şeklindedir.

Hak Teâlâ'nın, "Şayet adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz, o zaman bir (tane ile), yahut mâlik olduğunuz (cariyeler) ile (yetinin)" emriyle ilgili olarak birkaç mesele vardır: [64]

 

Adalet Yapılamazsa Erkek Bir Tek Kadınla Evlenir 

 

Bunun manası şöyledir: "Eğer bu sayıdan fazlasında adalet edememekten korktuğunuz gibi, bu sayıdaki hanımlar arasında da adaletli davranamamaktan endişe ederseniz, tek  bir hanımla veya cariyelerle yetininiz." Böylece Cenâb-ı Hak, suhulet ve kolaylık bakımından, tek hanım ile, sayısını tahdid etmediği cariyelerin birbirine denk olduğunu beyân etmiştir. Ömrüme yemin ederim ki, cariyelerin sorumlulukları daha az ve yükleri de mehirli (hür) hanımların yüklerinden daha azdır. Onlara ister az, ister çok ver; aralarındaki taksimatta (onlarla yatmada) ister eşit davran, ister davranma; onlara ister azil yap, ister yapma, sana bundan dolayı bir sorumluluk ve günah gerekmez. [65]

 

İkinci Mesele

 

Ayetteki lâfzı, tâ harfinin fethası ile  şeklinde okunmuştur. Buna göre mana şöyle olur: "O zaman bir tane ile yetinin, veya bir kadını seçin, birden çok kadınla evlenmeyi terkedin. Çünkü bütün işler adaletle dönüp, dolaşır. Adaleti hangisinde bulursanız, onu yapın." Yine bu ketime, merfu olarak 5^ j» şeklinde de okunmuştur. Buna göre manası, "O takdirde bir tanesi yeter, veya, size bir hür kadın yahut sahip olduğunuz cariyeler kâfidir" şeklinde olur. [66]

 

Şafiî'ye Göre Nafile İbadetle Meşguliyet Evlenmekten Efdaldir           

 

İmam  Şafiî (r.h),  nafile ibâdetlerle meşgul olmanın, evlenmekten daha faziletli olduğu görüşünü açıklarken bu âyeti delil getirmiştir. Bu böyledir. Çünkü Hak Teâlâ, bu âyet-i kerimede, insanları tek kadınla evlenme ile câriye edinme arasında muhayyer bırakmıştır. İki şey arasında muhayyer bırakma, o işte arzu edilen hikmet bakımından o ikisinin eşit olduğunu hissettirmektir. Bu tıpkı, bir doktorun "Elma veya nâr ye" demesine benzer. Bu ifâde, maksadın tam yerine gelmesi hususunda, bu iki meyveden herbirinin diğerinin yerini alabileceğini bildirmektedir.

Nasıl Âyet-i kerime'nin bu eşit oluşa delâlet ettiği gibi akıl da aynı şekilde buna delâlet etmektedir. Çünkü evlilikten maksad sükunet bulmak, birlikte yaşamak, dini ve evin işlerini koruma altına almaktır. Bütün bunlar, her iki şekilde de hâsıl olur. Yine bir kadının câriye olup, sonra efendisinin onu azâd ederek onunla evlendiğini farzedersek, bu durumda evlenme ile câriye edinmenin birbirine eşit olduğu apaçık ortaya çıkar. Bu âyet-i kerime ile evlenme ve câriye edinmenin birbirine eşit olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Nafile ibâdetlerle meşgul olmanın, câriye edinmekten daha faziletli olduğunda icmâ etmiştik. Binaenaleyh nafile ibâdetlerle meşgul olmanın, nikahlan maktan da faziletli olması gerekir. Çünkü eşit iki şeyden birisinden üstün olanın, diğerinden de üstün olması gerekir.

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Bu, sizin için eğilip sapmamanıza daha yakındır" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır: [67]

 

Birinci Mesele

 

Âyetteki  kelimesi en yakın (akrab) manasınadır ve ifâde "Bu, sapmamanıza daha yakındır, daha uygundur" takdirindedir. Söz kendisine delâlet ettiği için, bu ifâdedeki  harf-i cerrinin hazfedilmesi güzel olmuştur. [68]

 

Tabirinin Tefsiri Hakkında 

 

Âyetteki  tabirinin tefsirinde birkaç vecih bulunmaktadır:

a) Bu, "zulmetmemenize ve (haktan) sapmamanıza.." manasındadır. Müfessirlerin ekserisince tercih edilen görüş de budur. Bu mâna merfû bir hadis olarak rivayet edilmiştir. Çünkü Hz. Aişe (r. anha), Hz. Peygamber (s.a.s)'i Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu, sizin için eğilip sapma­manıza daha yakındır" ifâdesi hakkında, "zulmetmemenize..."; başka bir rivayette de "sapmamanıza daha yakındır" dediğini rivayet etmiştir. Vahidî (r.h), bu iki lâfzın da rivayet edildiğini söylemiştir. kelimesinin aslı, meyletmektir. Nite­kim, terazinin kefesi meylettiğinde zulmettiğinde "Hakim hükmünde zulmetti" denilir. Çünkü hakim zulmettiği zaman, haktan meyletmiş, sapmış olur. Nitekim, Ebu Talib hakkında şâirler şöyle demişlerdir:

"Bir taneyi dahi eksiltmeyen bir adalet terazisi ve doğruluk tarttsıyla, haksızlık etmeksizin, onu tarttı..."

Rivayet olunduğuna göre bir hakim bir bedevinin aleyhine hükmetmiş de, bunun üzerine bedevî,hakime "Bana zulüm mü ediyorsun?" demiştir. Yine pay arttığında yine ben, hissede bir arttırma yaptığımda, denilir. Pay arttığı zaman, (terazinin) dengesinin bozulacağı herkesçe malumdur. Böylece kelimenin iştikakı hakkındaki bu açıklamalar, bu lâfzın aslının meyletmek manası olduğuna delâlet etmiştir. Sonra örf gereği bu kelime, haksızlık yapmak ve zulmetmeye meyletme manasında kullanılmıştır. Ekseri âlimin taraftar olduğu bu görüşün izahı hakkındaki sözümüz bundan ibarettir.

b) Bazı âlimler, bu tabirin manasının, "muhtaç olmamanıza daha ^yakındır" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Nitekim, fakir kimse mânasında Jîte J*-j denil­mektedir. Bu böyledir, çünkü bir kimsenin çoluk çocuğu az olduğu zaman, harcaması da az olur. Harcaması az olduğu zaman da, başkasına muhtaç olmaz.

c)  Şafiî (r.h)'den, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu sizin için eğilip sapmamanıza daha yakındır" tabirinin manasının, "Bu, çoluk çocuğunuzun çoğalmamasına daha yakındır" şeklinde olduğunu söylediği nakledilmiştir. Ebu Bekr er-Razî, Ahkâmu'l-Kur'ân'ında şöyle demektedir: "Âlimler, Şafiî'nin bu hususta şu üç yönden yanıldığını söylemişlerdir:

1- Selef ile, bu âyetin tefsirini rivayet eden herkes arasında, bu âyetin manasının, "Meyletmemenize ve zulmetmemenize daha yakındır" şeklinde olduğu hususunda bir ihtilâf yoktur.

2- Bu, lügat bakımından da yanlıştır. Çünkü âyetin metni, "Bu, çoğalmamanıza daha yakındır" şeklinde olsaydı, o zaman Şafiî'nin söylediği doğru olabilirdi. Ama âyetteki, lâfzını, manasına almak, lügat bakımından bir hatadır.

d) Allah Teâlâ tek bir hanımı, veya mülk-i yemîn ile cariyeyi, aile içinde kadınlar mesabesinde zikretmiştir. Bir kimsenin, istediği sayıda mülk-i yemini ve cariyesi olacağı hususunda bir ihtilâf yoktur. Böylece biz, bu tabirden maksadın, çoluk çocuğun çokluğu olmadığını anlamış olduk. Bu meseleyi eleştirme hususunda Nazm sahibi el-Cürcani dördüncü bir görüş daha zikretmiştir ki, bu da şudur; Allah Teâlâ âyetin evvelinde, ' 'Şayet, adalet yapamayacağınızdan korkarsanız, o zaman bir (tane ile yetinin)" buyurmuş, ama, "fakir olmaktan korkarsanız.." dememiştir. Binaenaleyh, cevabın da bu şarta atfedilmesi, (ona göre olması) gerekir. Bu şartın cevabı ise, ancak adaletin zıddı olan bir şey ile olur ki, bu da çoluk çocuğun çokluğu değil, "zulüm" ve "cevr" dir.

Ben derim ki: Birinci soru, son derece tutuK ve bozuktur. Çünkü Şafiî (r.h)'den, müfessirlerin, âyetin manasının "zulmetmemenize, cevretmemenize.." şeklinde olduğu görüşleri hakkında bir tenkid nakledilmemiştir. Ancak ne var ki o, bu hususta başka bir izahta bulunmuştur. Usulü fıkıhta şöyle bir kaide yer almaktadır: Önceki âlimler, âyetin tefsiri hususunda bir izahta bulundukları zaman, onların bu izahları daha sonra gelen âlimleri, o ayetin tefsiri hususunda başka bir izahta bulunmalarına mani değildir.. Eğer bu caiz olmasaydı, o zaman, daha sonra gelen âlimlerin, Allah'ın kelâmını tefsir hususunda istinbât ettikleri, ortaya koydukları o ince manalar, merdûd ve bâtıl olmuş olurdu. Bunun böyle olduğunu ise, ancak aciz bir mukallidin söyleyebileceği malumdur. Ebu Bekr er-Razî'ye, Şafiî'nin ileri sürmüş olduğu bu manayı, sahabe ve tabiûndan hiç kimsenin söylememiş olduğunu kim haber vermiştir? Biz bunu nasıl^ söylemiyelim ki? Çünkü Tavus İbn Keysân'ın, Hak Teâlâ'nın bu âyetini, "Bu çoğalmamanıza daha yakındır" şek­linde okuduğu meşhurdur. Önceki âlimlerin bunu bir kıraat kabul ettikleri sabit olunca, kıraati bir tefsir addetmeleri, haydi haydi uygun olur. İşte yapılan bu izahla, bu tenkîd hususunda Ebu Bekr er-Razî'nin ne kadar bilgisiz olduğu ortaya çıkmıştır.

İkinci soruya gelince, biz deriz ki: Sen bu lâfzın iştikakını Müberred'den naklettin. Fakat sen, müçtehid ve önde gelen âlimlerin başlarını tenkid etme hırsından, cehaletinden ve bilgisizliğinin şiddetinden ötürü, Müberred'in zikretmiş olduğu bu tenkidin yerinde oımadığını bilemedin. Bunun yanlışlığı pekçok yönden izah edilebilir:

1- Hisse artıp çoğaldığında, denilir. Bu mana, meyletmek manasına yakın bir manadır. Çünkü o şey fazlalaştığında onu arzu etme cihetleri ve isteme gerekçeleri çoğalmış olur. Durum böyle olunca da âyetin manası, "Bu, çoğalmamanıza daha yakındır" şeklinde olur. Çünkü sizler çoğalmadığınız zaman, insan zulüm ve haksızlığa düşmez. Çünkü zulüm, çoğalıp insanların birbirine karışmasıyla olur. İşte bu şekildeki açıklamayla, bu tefsir cumhurun tercih etmiş olduğu ilk tefsire yakın bir tefsir olmuş olur.

2- Bir kimse, dediği zaman, ona, "Bunun manası ne demektir?" denildiğinde onun, "Bunun manası, boyu uzun, izzet ve ikramı çok" demesi yerinde ve güzel olur. Bundan murad, ifâdesinin tefsirinin, onun boyunun uzun olması değildir. Bilâkis o kimsenin bu sözünden maksadı, sadece bu manadır. Bu şekildeki ifâde şeklini, beyân alimleri bir şeyi kinaye ve ta'rîz yoluyla açıklama diye isimlendirmektedir. Bunun neticesi tek bir metoda varıp dayanır ki bu da, bir şeye, onun ayrılmaz unsurlarını (levazımını) zikrederek işaret etmektir. Burada, ailenin kalabalık olması, haktan meyletmeyi ve çevri gerektirir. Binaenaleyh, Şafii (r.h) ailenin kalabalık olmasını, haktan meyletme ve cevr'den kinaye kabul etmiştir. Zira ailenin kalabalık olması, her halükârda zulüm ve haktan meyletmeden ayrılmaz. Böylece Şafiî bu manayı mutabakat yoluyla değil, aksine kinaye ve istilzam suretiyle tefsir kabul etmiştir. Bu ise Allah'ın kitabında meşhur ve bilinen bir usûldür. Şafiî, Arapça'nın bütün söz üslûplarını iyice kavramış olduğu için, bu sözü bu şekilde zikretmesi yerinde ve güzeldir. Ebu Bekr er-Razi'ye gelince, o bilgisi yetersiz ve Arapçanm ifâde özelliklerini bilmekten uzak olunca, muhakkak ki bu sebeple bu husustaki en güzel ifâde tarzını bilememiştir.

3- Keşşaf sahibi'nin zikretmiş olduğu şu husustur: "Bu tefsir, senin föyi "Adam, çoluk çocuğunu baktı, onları bakıyor, bakımını üstleniyor" tabirinden alınmadır. Bu, bir kimse çoluk çocuğuna harcamada bulunduğu zaman demeleri gibidir. Çünkü çoluk çocuğu çok olan kimsenin, onlara bakması lâzımdır. Bunda da, takva, helâl kazanç ve temiz rızık sınırlarına riâyet etmeyi güçleştiren durumlar söz konusudur." Böylece bu yapılan izahlarla, müslümanların imamlarından Şafiî (r.h)'nin zikrettiği şeyin son derece güzel ve yerinde olduğu; bu konudaki tenkidin ise ancak bilgisizlik ve cehaletten kaynaklandığı sabit olmuş olur.

Üçüncü soruya gelince ki, buda "Ailenin kalabalık olması, kadın hür ya da Köle olması bakımından bir farklılık arzetmez" şeklindeydi, buna da şu iki yönden cevap verebiliriz:

a) Kaffal (r.h)'in ileri sürmüş olduğu şu husustur: Cariyeler çok olduğu zaman, efendilerinin onlara kazanç sağlamak için çalışmayı teklif etme hakkı vardır. Cariyeler kazanç temin edince de, hem kendilerine hem de efendilerine harcamada bulunurlar. Böylece de aile, yani çoluk çocuk yükü azalmış olur. Ama hanımlar hür olduğunda, durum böyle olmaz.

b) Evin kadını cariye olduğunda, efendisi de onlara harcamada bulunamadığında, onları satarak onların sıkıntısından kurtulur. Ama, kadınlar hür olduğu zaman, onlara mutlaka harcamada bulunması gerekir. Örf, koca hanımını nikâhında tuttuğu müddetçe, hanımın ondan mihrini isteyemeyeceğine delâlet etmektedir. Ama, kadını boşamaya uğraştığında, hanımı ondan mihrini ister, böylece de koca bir sıkıntıya düşmüş olur.

Dördüncü soruya gelince, ki bu Nazm sahibi el-Cürcanî'nin zikretmiş otduğu husustur; buna da şu iki bakımdan cevap verebiliriz:

a) Kâdî'nin söylemiş olduğu şu husustur: "Şafiî'nin öne sürdüğü mana, daha tercihe şayandır. Çünkü, tabiri zulüm ve cevr manasına hamledilirse, bu bir tekrar otur. Çünkü bu mâna, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer yetimler hakkında adaleti yerine getiremiyeceğinizden korkarsanız" ifâdesinden anlaşılmaktadır. Ama biz bu kelimeyi, Şafiî'nin ileri sürdüğü mânaya hamledersek, burada herhangi bir tekrar söz konusu olmaz. Binâenaleyh, bu mâna daha yerindedir."

b) Şöyle de diyebiliriz: Farzedelim ki durum sizin söylediğiniz gibi olsun.. Ancak biz, Şafiî'nin zikretmiş olduğu mananın, incelendiği zaman ilk tefsire râci olduğunu da beyân etmiştik. Ancak ne var ki bu, kinaye ve tâ'riz yoluyla anlatılmıştır. Durum böyle olunca, böyle bir soru ortadan kalkmış oiur. İşte bu mevzûdaki konunun tamamı bundan ibarettir. Muvaffakiyet ancak Allah'tandır.

İkinci Hüküm: "Kadınlara Mehir Veriniz"[69]

 

"(Aldığınız) kadınların mehirlehni yürekten isteyerek ve (Allah'ın) bir atiyyesiolarak verin. Bununla beraber ondan birazını gönül hoşluğu ile size bağışlamış olurlarsa, onu da içinize sine sine yeyin" (Nisa, 4)

Âyette birkaç mesele vardır: [70]

 

Kadınlara Mehirlerini Veriniz

 

Cenâb-ı Hakk'ın,  'Kadınlara., veriniz" emrinin kime hitap olduğu hususunda iki görüş vardır:

a) Bu, hilab kadınların velilerinedir. Bu böyledir, çünkü cahiliyye döneminde Araplar, kadınlara mehirlerinden hiçbirşey vermiyorlardı. İşte bundan dolayı, kızı olan kimseye derlerdi ki, bunun manası şudur: "Sen, onun mihri olarak bir deve alır; onu develerine katarsın, böylece de malın çoğalır, büyür" İbnu'l-A'râbî ise, bu ifâdede geçen (nafice) kelimesinin manasının, "Bir kimse kızını kocaya verdiği zaman almış olduğu ücret, (başlık parası, olduğunu söylemiştir. Böylece Cenâb-ı Hak bunu yasaklamış, onu sahibine vermeyi emretmiştir. Bu, Kelbî ve Ebu Salih'in görüşü olup, Ferrâ ile İbn Kuteybe'nin tercihidir.

b) Bu hitap, kocalaradır. Onlar, kadınlara mehirlerini vermekle emrolunmuşlardır. Bu da Alkame, Nehaî, Katâde'nin görüşü olup, Zeccâc'm da tercihidir. Zeccac şöyte demiştir: "Burada velilerden bahsedilmemiştir. Bu ifâdeden önceki ifâdeler de, nikâh eden, evlenen kocalara bir hitaptır." [71]

 

İkinci Mesele

 

Kaffâl(r.h) şöyle demektedir: "Bu ifâdedeki iyi "veriniz" ifâdesinden maksat, vermektir. Bundan muradın, "üstlen­mek, iltizam etmek, emri kabul etmek" olması da muhte­meldir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar..." (Tevbe, 29) buyurmuştur. Bunun manası, "O cizyeyi tazmin edip, üstlenecekleri zamana kadar"dır. Binaenaleyh, birinci izaha göre bu ifâdeden maksat, sanki "onlar hanımları için belirledikleri o mehirleri vermekle emrolunmuşlardır" şeklindedir. İkinci takdire göre ise murad, "İster belirlenmiş olsun, isterse belirlenmemiş olsun, kadınların tereleri ancak bir bedel mukabilinde mubah olur" demektir. Ancak, Hz. Peygamber'e has bir hüküm olan, kendisini O'na hibe etmiş olan kadınların durumu müstesna..." Kaffal (r.h) sözünü şöyle sürdürür: "Bu sözün her iki manayı da ihtiva etmesi caizdir." Allah en iyi bilendir. [72]

 

Üçüncü Mesele

 

Keşşaf sahibi,  tabirinin manasının, "onların mehirleri" şeklinde olduğunu  söylemiştir.  Şureyh  hadisine göreyse, İbn Abbas kadınlara mehir verilmesine hükmet­miş, bu kelimeyi, tabirinin tahfifli şekli olarak şadın fethâsı, dalın da sükûr  kelimesinin çoğulu olarak da, şadın ötresi, dalınca sükunuyla  şeklinde kumuştur. Yine bu kelime, kelimesinin,  şeklinde de söylenmesi gibi,  kelimesinin müsakkal (dâl harfinin ötreli olarak okunması) şekliyle olmak üzere, sâd ve dâl harflerinin dammesiyle müfred olarak şeklinde de okunmuştur. Vahidî, harflerinin bu tertip üzere dizilmiş olmasının, kemâl ve sıhhat manalarına delâlet için olduğunu; işte bu sebeple de, nikâh kendisiyle tam ve mükemmel olduğu için, mihrin de ve diye isimlendirildiğini söy­lemiştir. [73]

 

Nihle'nin Mânası             

 

Âyetteki,  kelimesinin ne olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

a) İbn Abbas, Katâde, İbn Cüreyc ve İbn Zeyd  bunun manasının, "'arz kılınmış bir hak olarak.." "Cat olduğunu

söylemişlerdir. Onlar,  kelimesini  kelimesiyle tefsir etmişlerdir, çünkü Arap­ça'da, kelimesi din, inanç, şeriat, yol ve mezhep anlamlarına gelmektedir. Meselâ, bir kimse bir şeyi din olarak kabul ettiğinde,; yine "dini, mezhebi11 manasında "onun mezhebi şudur" denilir. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesi, yani "Onlara mehillerini verin. Çünkü bu, bir nihledir, yani bir din, bir şeriat ve bir mezheptir. Din ve mezhep olan şeyler ise, farz olan şeylerdir" demektir.

b) Kelbî, bu kelimenin manasının, "bîr bağış ve hibe olarak..." şeklinde olduğunu söylemiştir. Nitekim, "Falancaya bir şey hibe ettim, bağışladım, bağışlıyorum, bağışlamak ve hibe etmek" denilir. Kaffâf (r.h) da şöyle demektedir: "Bu kelimenin aslı, bir şeyi kendisine ait olmayan bir kimseye nisbet etmektir. Nitekim, denilir. Yani, "Bu, gerçek söyleyenine nisbet edil­meyen bir şiirdir" demektir. O yine sen bir şeyi iddia ederek onu kendine nisbet ettiğin zaman, "Onu kendime mal ettim" dersin. Bu görüşe göre, mehir kimin tarafından yapılmış bir bağıştır? Bu hususta iki ihtimaf bulunmaktadır:

Bu, kocanın yaptığı bir bağıştır. Bu böyledir, çünkü koca mehre karşılık hiçbiı şey elde edemez. Çünkü nikahtan sonra kadına malik olma hususunda kadının ferci, nikâhtan önceki gibidir. Binaenaleyh koca ona mihrini vermiş, fakat ondan, o mihre karşılık, elde edeceği bir bedel alamamıştır. Buna göre bu mihir, karşılığında herhangibir bedel olmayan bir bağış, hibe manasında olmuş olur. Kocanın, nikâh akdiyle o kadından hak ettiği, elde ettiği şey mülkiyyet değil, onun mübahlığını elde etmek, te'min etmektir. Başka âlimler ise şöyle demektedirler: "Allah, şehveti giderme ve çocuk doğurma gibi nikâhın temin ettiği menfaatleri, karı-koca arasında müşterek bir husus kabul etmiş, daha sonra da kocaya hanımına mihir vermesini emretmiştir ki, böylece bu, doğrudan doğruya Allah'tan bir bağış olmuş olur."

c) Ebu Ubeyde şöyle demiştir: "Âyetteki ib*j tabiri, "gönül hoşluğu ile.." demektir. Çünkü Arapça'da bu kelime, bir karşılık almaksızın bağışta bulunma manasına gelir. Nitekim, bir adamın oğluna malından birşeyler vermesi de bu kelimeyle ifâde edilir. Bir karşılık beklemeksizin verilen şey, ancak gönül hoşluğu ile verilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ, kadınlardan birşey istemeksizin ve onlarla çekişmeksizin mihirlerini vermeyi emretmektedir. Çünkü davalaşma yoluyla alınan şeye, bağış (nihle) denilemez." [74]

 

Beşinci Mesele

 

Biz, "nihle" kelimesini "din" manasına alırsak, âyetteki bu kelimenin mansub olmasının iki izah şekli vardır:

a) Kelime mef'ûlün lehtir. Buna göre âyetin manası, "O kadınlara mihirlerini, dinin bir hükmü olarak veriniz" şeklinde olur.

b) Kelime, "mehirler" lâfzından haldir. Yani, "şer'î ve farz bir hüküm olması Allah'tan bir din olarak.." demektir. "Nihle" kelimesini bağış manasına alırsak, kelimenin mansub olmasını izah hususunda yine iki izah şekli söz konusudur:

a) Kelime, masdar (mefûl-ü mutlak) olduğu için mansubtur. Çünkü "nihle" kelimesi de, "îtâ" kelimesi de vermek manasınadır. Buna göre sanki, "kadınlara, mehirlerini gönül hoşluğu ile veriniz" denmektedir.

b) Kelime, hat olduğu için mansubtur. Kelimenin, hal sayılmasına göre de şu iki ihtimal bulunmaktadır:

1- Bu, âyetle kendilerine hitab olunan muhataplardan haldir. Yani, "Onlara mehirlerini, bağışlayan ve gönül hoşluğu ile veren kimseler olarak veriniz" demektir.

2- Bu, âyetteki  ifâdesinden haldir. Yani, "gönül hoşluğu ile verilmiş bir bağış olarak mehirleri..." demektir. [75]

 

Halvet-i Sahiha Mehri Vacip Kılar mı?    

 

Ebu Hanife (r.h), halvet-i sahîhanın mehrin verilmesini vacip kıldığını söylemiştir. Şafiî (r.h) ise, bunun aksi görüştedir. Ebu Hanife, görüşünün doğruluğuna bu âyeti delil getir­miştir. Bu böyledir, çünkü bu âyet mutlak olarak (bir şarta bağlı olmaksızın) mihrin tastamam verilmesini gerektiriyor. Bir dokunma (cinsî münasebet) ve halvet-i sahiha bulunmadığı durumlarda, bu âyetle amel edilmemiştir. Fakat bu ikisinden biri bulunduğunda, âyetin muktezasına göre amel etmek (mehri vermek) gerekir.

Bizim (Şafiî) âlimlerimiz, âyetin umûmî olduğunu, "Eğer, onlara bir mehtr belirlemiş olduğunuz baldef kendileriyle cinsi münasebette bulunmadan o kadınları boşarsanız..." (Bakara, 237) âyetinin ise, bu durumdaki kadınlara sadece mihrin yarısının verileceğine delâlet ettiğini ve binâenaleyh hususi olduğunu; husûsî âyetin, umumî âyetten önce nazar-ı itibara alınacağını söylemişlerdir. [76]

 

Kadın Mehrinden Vazgeçip Kocasına Bağışlayabilir

 

Cenâb-ı Allah'ın, "Bununla beraber ondan birazını gönül hoşluğu ile size bağışlamış olurlarsa, onu da içinize sine sine yeytn" buyruğuna gelince, bil ki Allahu Teâlâ erkeklere, kadınların mıhırterin'ı vermeyi emredince, bunun peşinden kadının mehirden vazgeçip onu kocasına bağışlamasının caiz olduğunu da zikretmiştir. Bundan maksat, kadının gönül hoşluğu ile mehri terketmesi halinde dahi, erkeğin onun mehrini vermesi gerektiği zannına kapılmamasıdır. Âyette ilgili birkaç mesele vardır: [77]

 

Birinci Mesele

 

kelimesi, temyiz olması cihetiyle mansûbtur. Buna göre mâna ve takdir, "Eğer onların nefisleri, gönül hoşluğu ile sizin için mehrin bir kısmından vazgeçerse..." şeklinde olur. Ama âyet-i kerimede fiilin faili "nefisler..." kelimesi, bizzat fiilindeki nûn harfi olmuş, böylece de "nefs" kelimesi temyiz olarak getirilmiştir. Nitekim Araplar,"Sen, yüz cihetinden gü­zelsin" derler. Aslında güzel olmak fiilinin faiti yüz  kelimesidir. Ama, güzel olmak işi yüzün sahibine nibet edilince  kelimesi, fiilden dolayı temyiz olarak ifâde edilmiştir. Bunun bir benzeri de, "Onunla gözüm aydın oldu" ve "Onun yüzünden göğsüm daraldı" denilmesidir. (Aslında bu cümleler-deki failler,  ve  kelimeleridir.) [78]

 

İkinci Mesele

 

Âyet-i kerimede kelimesi müfred olarak getirilmiştir. Çünkü bundan maksad, fiilin konumunu beyân etmektir.

Bu beyân ise, müfred kelimeyle de elde edilir. Bunun bir misâli de, "yirmi dirhem" ifadesidir (yani, denilmemiştir). Ferrâ, "Şayet kelimeler çoğul getirilmiş olsaydı daha doğru olurdu. Nitekim Cenâb-ı Hak, : "(Yaptıkları) işler bakımından en çok ziyana uğra­yanları size haber vereyim mi?" (Kehf. 103) buyurmuştur. [79]

 

Üçüncü Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "Ondan" ifâdesindeki teb'îz için değil, tam aksine beyân içindir. Buna göre mana, "Mihir olan o cinsten herhangi bir şeyden..." demektir. Nitekim  Cenâb-ı Hak, "O halde murdardan, putlardan kaçının" (Hacc. 30) buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü kadın mihrin hepsini gönül hoşluğu ile bağışlasa, kocasının o mihri tamamen alması helâldir. [80]

 

Dördüncü Mesele

 

Bu ifâdenin zamirinin mercii, mihirter veya o şeydir. Bu tıpkı, 'Ve ki: "Size bundan, yani arzu ettiğiniz o şeylerden daha hayırlısını haber vereyim mi?" (Aı-i İmran, 15) âyetinde olduğu gibidir. Rivayet olunduğuna göre Ru'be, cildi beyaz lekeler kaplamışcasına, onda beyaz, beyaz siyah karışımı taktadır" dediğinde ona, bu şiirdeki ifâdesindeki zamir eğer "hutût" lâfzına râci ise, yok"sevâd' ve "belak" kelimelerine râcî ise,  demeliydin" deni­lince o, "Ben bu şekil ile, "Sanki şunun gibi..." demek istedim" demiştir. Burada yapılabilecek bir başka izah da şudur: Âyetteki "sadakat" kelimesi "sadak" (mihir) manasınadır. Çünkü sen "kadınlara, mihrini veriniz" desen, bununla da maksad ifâde edilmiş olur. Üçüncü bir izah da şudur: Zamirin müzekker olarak getirilmesinin faydast, zamiri o mihrin bir kısmına râci kılmaktır. Bunun gayesi ise, kadınları mihrin bir kısmını bağışlamaya teşviktir. [81]

 

Beşinci Mesele

 

Âyetin manası şu şekildedir: "Eğer onlar, onlarla geçimsizliğiniz veya huysuzluk yapmanız bunun sebebi olmaksızın, mihirlerinden bir kısmını gönül hoşluğu ile size bağışlarlarsa, onu yeyin ve harcayın." Âyette bu konuda bu yolun darlığına ve ihtiyatlı davranmanın gerektiğine dâir bir delil (işaret) vardır. Çünkü uenâb-ı Allah, şartı gönül hoşluğunun olmasına bağlayarak, "gönül hoşluğu ile size bağışlamış olurlarsa.." buyurmuş, fakat "eğer size hibe eder ve cömert davranırlarsa.." dememiştir. Bu, burada o kadının bizzat kendisinin o bağışladığı şeyden gönül hoşluğu ile ayrıldığını bildirmedir. [82]

 

Tabirinin İzahı

 

 ve kelimeleri, "Yemek hoşuna gitti ve afiyetle yendi" tabirinden alınmış iki sıfattır. Bu, yemek boğazdan yağ gibi akıp, külfetsiz yendiğinde denilir.  yiyenin hoşuna giden şey;  kelimesinin de, neticesinden memnun kalınan manasına olduğu söylenmiştir. Yine bunun, boğazdan kolayca akıp giden şey ve boğazdan midenin girişinekadar olan kısma (yemek borusuna), yemek­ler içinde kolayca akıp gittiği için, denildiği de söylenmiştir. Vahidî, dilcilerin bazısından  kelimesinin, uyuzu katran sürerek tedavi etmek manasına olan masdarına dayandığı görüşünü nakletmiştir ki buna göre bu kelime, uyuzdan şifâ bulma manasınadır. Müfessirler, âyetin manasının "Onlar, mihirlerini kocalarına gönül hoşluğu içerisinde hibe edip bağışladıklarında, kocalarına bundan dolayı, dünyada da âhirette de bir soruşturma ve kovuşturma (mesuliyet) yoktur" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Özet olarak diyebiliriz ki bu ifâde, helâl kılmak, mubah oluşu ve o hususta herhangi bir mesuliyetin olmadığını iyice belirtmekten ibarettir. [83]

 

Yedinci Mesele

 

Âyetteki kelimeleri mahzuf bir mef'ûl-ü mutlakın sıfatıdırlar. Yani bu, "O bağışlananı kemâl-i afiyetle yiyin" takdirindedir. Yahut da bunlar, "Onu yeyiniz" ifâdesindeki "onu" zamirinden haldir ve takdiri, "O, afiyet olduğu halde, onu yeyiniz" şeklindedir. Bazan âyetteki ke­limesinin sonunda vakıf yapılıp (durulup), daha sonra ifadeleriyle, bir duâ veya sanki denilmiş gibi, mefûlü mutlak yerine geçen iki sıfat olarak başlanılır.[84]                                                                                                        

 

Nisa 4 Âyetinin İhtiva Etliği Fıkhi Ahkâm   

 

Bu âyet pek çok hükme delâlet eder:

a) Mihır, kadının hakkıdır. Kadının velisinin bunda bir hakkı yoktur.

b) Kadın, mihrini bocasına bağışlayabilir, kocası da bunu kabul edebilir. Çünkü âyetteki "Onu da içinize sine sine yeyin" ifâdesi, her iki manaya da delâlet etmektedir.

c) Kadın, mihrini eline almadan ("kabz"dan) önce de bağışlayabilir. Çünkü Allah Teâlâ, iki durumu birbirinden ayırdetmemiştir

Burada şöyle bir mesele vardır: Hak Teâlâ'nın, "Onu da içinize sine sine yeyin" emri, mihrin bir mal (ayn) olması durumunu içine alır. Ama mihrin bir borç olması haline şamil değildir. Çünkü zimmette (uhdesinde borcu) olan şey için "Onu da içinize sine sine yeyin" denilemez.

Bu meseleye karşı biz deriz ki: Âyetteki "Onu da içinize sine sine yeyin" buyruğundan maksad, bizzat yemek değil, aksine bu hususta tasarrufta bulunmanın mubah oluşudur. Âyette bizzat "yeyin" lafzı zikredilmiştir. Çünkü mal elde etmenin en büyük gayesi, yeyip içmektir. Bunun bir benzeri de, "Gerçekten yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler..." (Nisa, ıo)ve "Aranızda mallarınızı haksız yollarla yemeyin" {Bakara, 188) âyetleridir. [85]

 

Mihrînî Hibe Eden Kadın Hibesinden  Rûcû Edebilir               

 

Âlimlerden bazıları, "Kadın mihrini önce bağışlar, sonra da onu geri isterse, onun bunu gönül hoşluğu ile bağışlamadığı anlaşılmış olur" demişlerdir. Şâ'bî'nin şöyle dediği rivayet edilmiştir. "Bir kadın, kocasılle beraber, kocasına bağışlamış olduğu şeyi geriye istediği için Kadı Şureyh'e baş­vurmuşlar. Kadı Şureyh kocaya "Onu kadına geri ver" hükmünü verince, adam "Allah Teâla, "Birazımgönü! hoşluğu ile size bağışlamış olurlarsa..." buyurmamış mıdır?" dedi. Bunun üzerine Kadı, "Eğer kadın bunu gönül hoşluğu ile bağışlamış olsaydı, bundan caymazdı" demiştir. Yine Kâdı'nın "Ben, kadının hîbe edişini bozuyorum, erkeklerin hîbe edişini bozmuyorum. Çünkü kadınlar aldatılırlar" dediği de rivayet edilmiştir.

Anlatıldığına göre, Ebu Mu'ayt soyundan bir adama hanımı, mihri olan bir dinarı bağışlar. Bir ay sonra adam, onu boşar. Bunun üzerine kadın onu Halife Abdulmelik İbn Mervân'a şikayet eder. Adam da, "O, bana bu mihri gönül rızasıyla bağışlamıştı" der. Abdulmelik, "Âyette bu ifâdeden daha sonra, "Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz, öbürüne yüklerle (mehir) vermiş olsanız biler içinden hiçbirşey almayın" (Nisa, 20) âyeti gelmektedir, ona mihrini geri ver" der.

Hz. Ömer (r.a)'in, kadılarına (hâkimlerine) şu şekilde mektup yazdığı rivayet edilmiştir: "Kadınlar bir arzu ve bir korkusundan dolayı mihirlerini bağışlarlar. Hangi kadın mihrini bağışlar, sonra da bundan vazgeçmek isterse, bu onun hakkıdır." Allah en iyisini bilir. [86]

 

Üçüncü Hüküm: Sefihlere Mallarında Tasarruf Yetkisi Vermeyin

 

"Allah'ın sizi başına diktiği mallarınızı beyinsizlere vermeyin. Kendilerine, bunlardan yedirin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin" (Nisa, 5).

Bil ki bu, bu sûrede zikredilen hükümlerin üçüncü çeşididir.

Bil ki bu âyetin, önceki âyetlerle ilgisi şu şekildedir: Sanki Cenâb-ı Mak şöyle demektedir: "Ben, yetimlere mallarını, kadınlara da mihirlerini vermenizi emrettim. Bunu, onlar âkil baliğ, ve mallarını koruyabilecek bir halde oldukları zaman size emrediyorum. Fakat onlar akıllı veya bâtiğ olmazlarsa, veyahut da âkil-baliğ olduktan halde, müsrif bir sefih olurlarsa, onlara bu halleri zail oluncaya kadar mallarını vermeyip, elinizde tutunuz. Bütün bunlardan maksad ise, zayıf ve âciz kimselerin mallarını koruma hususundaki ihtiyattır." Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [87]

 

Birinci Mesele

 

Âyetin izahı hakkında iki görüş vardır: Birinci görüş: Bu âyet, velilere bir hitaptır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Ey veliler, velayetiniz altında bulunan ve sefîh olan kimselere mallarını vermeyiniz" demiştir. Bunun velilere bir hitap olduğunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın "Kendilerine, bunlardan yedirin, giydirin" ifadesidir. Yine bu görüşe göre, bizim de izah ettiğimiz gibi, âyetin kendisinden öncesiyle ilgisi yerinde ve güzel olur.

Buna göre şayet, "Bu izaha göre, "sefihlere mallarını vermeyiniz" denilmesi gerekirdi. O halde ne diye "mallarınızı vermeyiniz" denilmiştir?" denilirse, biz deriz ki:

Bunun cevabı konusunda şu iki açıktama yapılmıştır:

a) Allahu Teâlâ. malı onlara (velilere), mâlik oldukları için değil, sadece onda tasarrufta bulunabilmeleri itibariyle nisbet etmiştir. Nisbetin yerinde ve güzel olabilmesi için, en ufak bir sebebin bulunması kâfidir.

b)  Böyle bir nisbet, nev' birliği, şahıs birliği yerine konulmak suretiyle yerinde ve güzel olmuştur.  Bunun bir benzeri de   Cenâb-ı Hakk'ın,  "Andolsun, size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki..." (Tevbe, 128): "O halde sağ ellerinizin mâlik olduğu mü'mtn cariyelerinizden..." (Nisa. 25);".... Nefislerinizi öldürün.." (Bakara, 54) ve "Sonra sizler, yine onlarsınız ki kendilerinizi öldürüyorsunuz..." (Bakara, 85) ifâdeleridir. Onlardan hiç kimsenin kendini öldürmediği malumdur; onlar ancak birbirlerini öldürmüşlerdir. Binâenaleyh hepsi aynı türden olmuşlardır. İşte burada da böyledir; çünkü mal, insan türünün kendisinden faydalanıp kendisine muhtaç olduğu bir şeydir. İşte bu tür birliğinden dolayı, sefihlerin mallarının, velîlerine nisbet edilmesi yerinde ve uygundur.

İkinci görüş: Bu âyet, babalara hitaptır. Böylece Cenâb-ı Hak o babaları, çocukları sef?h olup, kendi başlarına mallarını koruyamayarak onu ıslâh edemeyince, mallarının tamamını veya bir kısmını onlara vermeyi nehyetmiştir. Çünkü böylesi durumda malları onlara vermede tfsâd söz konusudur. Bu izaha göre, malların onlara (babalara) nisbet edilmesi, mecazî manada değil, hakîki manada olmuş olur. Bu görüşe göre âyetten kastedilen, zayi etmeme ve tüketmeme hususunda, matı korumaya ve çalışıp çabalamaya teşvik etmektir. Bu da, onların bütün mallarını yememeleri ve tüketmemeleri gerektiğine delâlet etmektedir. Kişi ölümün yaklaştığını hissedince, vereseleri için, malını muhafaza edecek bir güvenilir, emîn kişiye malını vasiyyet etmesi gerekir.

Biz, iki sebepten dolayı birinci görüşün daha müreccah olduğunu söylüyoruz:

a)  Nehyin zahirinin "tahrim" ifâde etmesi, bu tercihin delillerinden birisidir. Ümmet-i Muhammed, bir kimsenin malından istediği kadarını küçük çocukları ile kadınlarına hibe etmesinin haram olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Yine ümmet-i Muhammed, velînin, sefihlere mallarını vermesinin haram olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Durum böyle olunca, âyeti ikinci görüşe değit, birinci görüşe hamletmek vacip olur. Allah en iyi bilendir.

b) Allahu Teâlâ âyetin sonunda, "Ve onlara güzel söz söyleyin" buyurmuştur. Böyle bir vasiyyetin yetimlere yapılmasının daha uygun Hüçeceğinde şüphe yoktur. Çünkü kişi, tabiatının muktezası olarak, çocuklarına haliyle müşfiktir. Bınaenaıeyn, onlara ancak maruf ve güzel olan şeyleri söyler. Böyle bir vasiyyete ancak, yabancı yetimler için gerek duyulur. Ayeti her iki görüşe hamletmek de imkânsız değildir. Kadî, buna hamletmenin uzak bir ihtimal olduğunu, çünkü bunun (Uû'j*' "Malla­rınız" ifâdesini aynı anda hem hakîkî, hem de mecazî manaya hamletmeyi gerektireceğini söylemiştir. Kadî'nin bu görüşüne, "Hak Teâlâ'nın "mallarınızı..." sözü, o malların onlara, tasarrufu mümkin kılacak bir tahsisle tahsis olmasını ifâde etmektedir. Sonra bu tahsis, hem kendisinin mülkü olan mallarda, hem de yetim çocuğun mülkü olan malda söz konusudur. Ancak ne var ki velînin, çocuğun malında tasarruf etmesi gerekir. İşte böyte bir farklılık, Cenâb-t Hakk'ın "mallarınızı..." sözünden anlaşılan mefhumun dışına çıkan bir mefhûmda bulunmaktadır. Durum böyfe olunca, bu lâfzı, -lâfzın her ikisi arasında müşterek bir manayı ifâde etmiş olması bakımından- hem hakîkî, hem de mecazî manaya hamletmenin uzak bir ihtimal olmadığım" söyleyerek cevap vermek mümkündür. [88]

 

Sefihlerden Maksad Kimlerdir?     

 

Âlimler, âyet-i kerimedeki süfeha (beyinsizler) tabiriyle neyin murad edildiği hakkında şu görüşleri zikretmişlerdir:

a) Mücahid ile Ceveybir'in Dahhak'tan rivayetine göre, buradaki "süfehâ" kelimesinin ister karılar, ister anneler,

isterse kızlar olsun, kadınlardır. Bu, İbn Ömer'in mezhebidir. Bunun böyle olduğuna Ebu Umâme'nin Hz. Peygamber'den rivayet etmiij oldutju şu hadis de delâlet etmek­tedir:

"İyi biliniz ki, ateş ancak sefihler için yaratılmıştır." Hz. Peygamber bunu üç kere söyleyip (O, sonra şöyle devam etti): 'İyi biliniz ki sefihler, kocasına itaat eden kadın hariç  kadınlardır."

Buna göre eğer, "Sefîhlerden murad kadınlar olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, (garib, yabancı, el) kelimesinin çoğulu  ve geldiği gibi; kelimesinin çoğulu olarak da  veya demesi gerekirdi" denilirse, Zeccâc bu soruya, (fakir kadın) kelimesinin çoğulunun  (fakirler) şeklinde gelmesi caiz olduğu gibi, kelimesinin çoğulunun da şeklinde gelmesi caizdir" diyerek cevap vermiştir.

b) Zührî ve İbn Zeyd, buradaki sûfehâ kelimesiyle, çocukların sefîh olanlarının, kastedildiğini ve "Senin geçimini temin eden malını sefih çocuğuna verme. Zira o o malı ifsâd eder" dendiğini söylemişlerdir.

c) İbn Abbas, Hasan el-Basrî, Katâde ve Said İbn Cübeyr'in görüşüne göre, âyette geçen süfehâ lafzından, hem kadınlar hem de çocuklar kastedilmiştir. Bunlar şöyle demektedirler: "Bir kimse hem hanımının, hem de çocuğunun sefîh ve ifsadçı olduğunu anlarsa, onlardan hiçbirini malına hükümran kılması uygun düşmez. Çünkü onlar, bu malı ifsâd ederler, yok ederler."

d)Âyetteki süfehâ kelimesinden murad,malı muhafaza edecek kadar aklı ve izanı olmayan herkestir. Böylece bu lâfzın muhtevasına kadınlar, çocuklar, yetimler ve böyle olan herkes dahil olmaktadır. Bu görüş daha uygundur; çünkü delil olmaksızın tahsis etmek caiz olmaz. Biz Bakara sûresinde sefîhliğin, akıl yetmezliği olduğunu söylemiştik. İşte bundan dolayı fâsık kimseye de sefih denilmiştir, çünkü onun ilim ehli ve dindar kimseler nezdinde bir ağırlığı ve saygınlığı yoktur. Aklı noksan olan kimse de, aklının yetmezliğinden dolayı işte sefih diye adlandırılmıştır. [89]

 

Üçüncü Mesele

 

Bu kimseler hakkında kullanılan sefîhlik, zem ve kınama ifâde eden bir sıfat değildir. Bu, Altahu Teâtâ'ya isyan manasını ifâde etmez. Onlar, sadece akıllarının azlığı, malı muhafaza etme hususunda temyiz kabiliyetlerinin yetersizliğinden dolayı "sefih" diye adlandırılmışlardır. [90]

 

Malın Ehemmiyeti Neden İleri Gelir?  

 

Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'in pekçok yerinde mükelleflere, mallarını muhafaza etmelerini emretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İsraf ile saçıp savurma. Çünkü saçıp savuranlar, şeytanların kardeşleri olmuşlardır" (isrâ. 26-27)r "Elini boynu­na bağlı olarak asma. Onu, tamamiyleaçma.. (Ne çok eli açık, ne de eli sıkı olma). Sonra kınanmış ve pişman bir halde oturup katırsın" (isra.29) ve "Onlar ki harcadıktan zaman ne israf, ne de eti sıkılık yapmazlar.." (Furkan, 67) buyurmuştur. CenâtH Hak, müdâyene âyetinde de (Bakara. 282-263) malı muhafaza etmeye teşvik etmiştir. Çünkü bu âyetlerde borcu yazmayı, akde şahidler tutmayı, (sefer esnasında da) rehin almayı emretmiştir. Akıl da bunu teyid etmektedir. Çünkü insanın, gönlü müsterih ve hoş olmadığı sürece, dünya ve âhiret menfaatlerini elde etmesi mümkün değildir. İnsanın gönlü de ancak mal vasıtasıyla hoş ve müsterih olabilir. Çünkü menfaatleri temin, zararları savuşturmak ancak mal sayesinde mümkün olabilir. Binaenaleyh, kim bu maksatla dünyayı talep ederse, dünya o kimse hakkında, âhiret saadetini kazanmaya yardım eden vesilelerin en büyüğü olmuş olur. Ama kim de o dünyanın bizzat kendisini, onu isterse, o zaman dünya, âhiret mutluluğunu elde etmekten uzaklaştıran sebeplerin en büyüklerinden olur. [91]

 

Beşinci Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın, İ "Sizi başına diktigi..." tabirinin manası, "sizin geçiminiz ve hayatınızı sür­dürmeniz, ancak bu mal ile mümkün olabilir" şeklindedir.

Binaenaleyh mal, ayakta durabilmenin ve müstakil olarak yaşayabilmenin sebebi olunca, Cenâb-ı Hak onu, mübalağa yoluyla, "müsebbeb" (netice)'in ismini "sebeb"e ıtlak ederek  diye adlandırmıştır. Yani  "Bu mal, sizin ayakta durabilmenizin ve hayatınızı sürdürebilmenizin bizzat kendisidir" demektir. Nafi ve İbn Amir, bu ifâdeyi  şeklinde okumuşlardır. Bazan denilmek­tedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Dimdik ayakta duran birdtne, İbra­him'in dinine./' (En-am.ıei) buyurmuştur. Abdullah İbn Ömer ise, vâv ile olmak üzere şeklinde okumuştur. ifâdesinin anlamı ise, "Kendisiyle ayakta durulan şey" demektir. Bu, senin kendisiyle mâlik olunulan şeye, demen gibidir. [92]

 

İsraf Edenin Hacrolunup Olunmayacağı

 

Şafii (r-h), bulûğa eren bir kimse, malını saçıp savurup onu. ıfsad ettiğinde, o kimsenin   hacr   altına alınabileceğini;  Ebu Hanife (r.h) ise, bu kimsenin hacr" altına alınamaya­cağını" söylemişlerdir. Şafiî'nin delili şudur: Bu kimse sefihtir. Sefihin de hacr altına alınması gerekir. Biz onun sefih olduğunu söyledik; çünkü Arapçada sefih, "ağırlığı az olan kimse" demektir. Malını gereksiz yere saçıp savurarak onu telef eden kimsenin, insanların kalbinde bir ağırlığı.yeri ve saygınlığı yoktur. Böylece o kimse, insanlara göre ağırlığı olmayan bir kimse olmuştur. Binâenaleyh, o kimsenin sefih diye adlandırılması gerekir. Bu sabit olunca böyle bir kimsenin Cenâb-ı Hakk'ın, "Mallarınızı beyinsizlere (sefihlere) vermeyin..." âyetinin muhtevasına girmesi gerekir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Kendilerine bunlardan yedilin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin" buyurmuştur.

Cenâb-ı Hak, sefihe mal vermeyi yasaklayınca, bundan sonra şu üç şeyi anlatmıştır:

a) Cenâb-ı Hakk'ın, emridir. Bunun manası, "Onlara harcayın, infâk edin" demektir. Kulların rızık vermesinin manası, vazîjelikimsenin, vakti gelince rızık ile alâkalı vazifede bulunmasıdır. Nitekim, denilir. Yani, bu fiili onlara icra etti, uyguladı demektir. Cenâb-ı Hak, âyet-i kerimede velilere sefihlerin mallarının "bir kısmım" onlara rızık olarak vermelerini buyurmamış, yani demeyip buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak onlara, sefihlerin mallarında ticaret yapmak ve onları verimli hale getirmek; böylece de onların rızıklarını asıl maldan, sermayeden değil, kârdan temin etmeleri suretiyle, mallarını geçimlerine vesile kılmalarını  mretmiştir.

b)Cenâb-ı Hakk'ın, Onlarıgiydirin..."buyruğudur. Bundan maksad açıktır

c) Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve onlara güzel söz söyleyin ' buyruğudur. Allahu Teâlâ bunu emretmiştir, çünkü güzel söz kalplere tesir eder, böylece de sefîhliğin (manevi ezikliğini) izâle etmiştir. Ama güzel olmayan söz ise, sefihin bu halini ve eksikliğini fazlalaştırır. [93]

 

Kavl-i Maruf Ne Demektir?

 

Müfessirler,  buradaki  "güzel  söz"ün  ne demek olduğu  hususunda,  şu açıklamaları yapmışlardır:

a) Ibn Cüreyc ve Mücahid, bunun iyilik yapmak ve ziyarette bulunmak gibi, güzel va'ad olduğunu söylemişlerdir. İbn Abbas da, bunun, bir kimsenin "Şu ticaret yolculuğunda kar elde edersem, lâyık olduğun her şeyi sana yaparım; eğer savaşlarda ganimet elde edersen, sana (da) veririm..." demesi gibi olduğunu söylemiştir.

b) İbn Zeyd, bunun duâ olduğunu söylemiştir. Meselâ bir kimsenin, "Allah bize ve sana afiyet versin! Allah, senin hakkında bunu mübarek kılsın.." demesi gibi... Netice olarak, söz ve amele dair, gönüllerin kendisinde huzur bulup sevdiği, muhabbet duyduğu her şey "iyi"; gönüllerin hoşlanmadığı, yadırgadığı ve nefret ettiği her şey de, "münker- kötü, çirkin"dir.

c)  Zeccac şöyle demektedir: "Bu tabirin manası, "Onları yedirmeniz ve giydirmenizin yanısıra onlara ilim ve amele taalluk eden dinî hususları da öğretin" şeklindedir."

d) Kaffâl (r.h) şöyle demiştir: "İyi söz, kendisine velayet edilen çocuk olursa, velînin ona, malın onun kendi malı olduğunu, kendisinin o malın sadece bekçiliğini yaptığını, yetimin çocukluk devresi bitince malını ona vereceğini o yetime anlatmasıdır. Bunun bir benzeri de, "O halde yetime gelince, (onu sakın) hırpalama" (Duhâ, 9) âyetidir. Bu, "Köleye yaptığın gibi, o yetime de ezici muamelede bulunma" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Şayet Rabb'İnden umduğun rahmeti arayarak onlardan sarf-ı nazar edersen, kendilerine yumuşak söz söyle!" (isrâ. 28) âyeti de böyledir. Eğer kendisine velayet edilen kimse sefih olursa, veli ona va'z-ü nasihatta bulunup, onu namaza teşvik eder; malını saçıp savurmadan israftan men eder, ve ona malt saçıp savurmanın neticesinin fakirlik ve halktan dilenme olduğunu anlatır, ve benzeri şeyler söyler. İşte bu izah, naklettiğimiz diğer izahlardan daha güzeldir. [94]

 

Yetimlere Mallarının Teslim Edileceği Çağ

 

"Yetimleri, nikah (çağma) erdikleri zamana kadar, (gözetip) deneyin. O vakit kendilerinde bir akü ve salah gördünüz mü mallarım onlara teslim edin. Büyüyecekler diye bunları israf ile tez elden yemeyin. Kim zengin iser kaçınsın (o mala tenezzül etmesin). Kim de fakir ise, örfe göre (ondan biraz) yesin. Artık onlara mallarını teslim ettiğiniz vakit karşılarında şâhid bulundurun. Hesap sorvcü olarak Allah yeter" (Nisa, 6).

Bil ki Allah Teâlâ daha önce, "Yetimlere mallarını veriniz" diye, yetimlere mallarını vermeyi emredince, bu âyetle de, onlara mallarının ne zaman verileceğini beyân buyurmuş, bu âyeti zikretmiş ve bu âyette, onlara mallarını vermeyi şu iki şarta bağlamıştır:

a)  Nikah çağına ermeleri...

b) Kendilerinde bir akıt ve salah (iyi hal) görülmesi... Yetimlerde, mallarının kendilerine verilebilmesi için mutlaka bu iki sıfatın bulunması gerekir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [95]

 

Birinci Mesele

 

Ebu Hanife (r.h) şöyle demiştir: "Akıllı ve temyiz (iyiyi kötüden ayırma) gücü bulunan çocuğun, velisinin izni ile yapacağı tasarrufları sahihtir." İmam Şafiî {r.h), bunun sahîh olmadığını söylemiştir. Ebu Hanife, görüşüne bu âyeti delil getirmiştir. Çünkü, "Yetimleri, nikah (çağına) erdikleri zamana kadar, (gözetip) deneyin" âyeti, bu denemenin ancak buluğ çağından önce olmasını gerektirir. Bu deneme ve imtihandan murad, o yetimin alış-verişe uygun bir tasarruf halinin olup olmadığını denemektir. Bu deneme ise ona, alış-veriş hususunda müsaade edildiği zaman mümkün olur. Bu şey, bizzat bir deneme olmasa bile, içinden istisna yapılabilmesinin de delâlet ettiği gibi, denemenin içindedir. Mesela "Alış-veriş müstesna, yetimleri deneyiniz" denilebilir. İstisnanın hükmü ise, istisna bulunmadığı zaman, müstesnanın hükmüne girecek şeyleri, hükmün dışında bırakmaktır. Binâenaleyh âyetteki "Yetimleri., deneyin" ifâdesinin, velilere, buluğ çağına gelmeden önce o yetimlere alış-veriş hususunda müsâade etmelerine dair bir emir olur ki, bu da onların tasarruflarının (alış-verişlerinin) sahih sayılmasını gerektirir.

Şafiî (r.h), Ebu Hanife (r.h)'nin görüşüne şöyle diyerek cevap vermiştir: "Hak Teâlâ'nın, "Yetimleri., deneyin" emrinden murad, yetimlere, küçük iken alış-veriş (tasarruf) izninin verilmesi değildir. Bunun delili, bu ifâdeden sonra, "O vakit kendilerinde bir akıl ve salah (iyi hal) gördünüz mü, mallarını kendilerine teslim edin" buyurulmuş olmasıdır. Cenâb-ı Allah, onlara mallarını, ancak bulûğa ermelerinden ve kendilerinde bir rüşd görülmesinden sonra verilmesini emretmiştir. Bu âyetin gereği olarak, yetimlere küçükken mallarını vermenin caiz olmadığı sabit olunca, küçük iken tasarruflarının da caiz olmaması gerekir. Çünkü bu iki durum arasında bir fark bulunduğunu hiç kimse söylememektedir. Binaenaleyh, anlattığımız gibi, bu âyetin Şafiî'nin görüşüne delil olduğu sabit olmuş olur. Hanefilerin delil olarak ileri sürdükleri şeyin cevabı şudur: Âyette bahsedilen denemeden maksad, o yetimin, iyiyi kötüyü birbirinden ayırdetmede bir anlayışının ve gücünün olup olmadığı hususunda aklını denemek ve durumunu iyice ortaya çıkarmaktır. Bu da velinin, çocuğun yanında alıp-satması, sonra da çocuktan bu alış-verişin durumunu, kârlı mı zararlı mı olduğunu açıklamasını istemesidir. Şüphe yok ki, bu kadarcık birşeyle de deneme ve imtihan gerçekleşmiş olur. Yine farzet ki biz o velinin, alıp-satması için o yetime birşeyler verebileceğini kabul ediyoruz. Fakat niçin bu kadar bir şeyin de onun alış-verişin in doğruluğuna delâlet ettiğini söylüyorsun? Aksine o kimse alış-veriş yapıp, bununla aklı denendiğinde, veli onun alış-verişini tamamlar. İşte bu da muhtemeldir. Allah en iyisini bilendir. [96]

 

Mükellefiyet Buluğla Başlar, Buluğun Alametleri

 

"Nikah çağına ermek"ten maksad, "Sizden olan çocuklar bulûğ çağına ulaştığı zaman..." (Nûr. 59» âyetinde zikredilen ihtilâm çağıdır ki, bu bütün fakîhlere göre, mevcut oldu­ğunda sahibine sorumluluk terettüb eden, hadlerin (cezaların) ve hükümlerin gerekli olduğu erkeklik çağına ulaşmaktan ibarettir. Âyette "ihtilâm", "nikah çağına ermek" diye ifâde edilmiştir. Çünkü "ihtilâm", cinsî münasebette atma suretiyle çıkan suyun (meninin) inmesidir.

Bil ki bulûğa ermiş olmanın beş alameti vardır. Bunların üçü, kadın ve erkek arasında müşterektir. Bu üçü ihtilâm, belli bir yaşa gelme ve kasıklarda sert kılların bitmesidir. Bunların ikisi ise sadece kadınlara ait olup, hayız ve hâmile olabilmedir. [97]

 

Rüşd (Aklın Emesi) Ne Demektir?     

 

buyruğundaki "înâs" ile "rüşd"ün ne demek olduğunu mutlaka açıklamak gerekir. Buradaki kelimesi "anladınız" demektir. Bunun, "gördünüz" manasında olduğu da söylenmiştir. Arapça'da "înâs" kelimesinin asıl manası, "gözle görmek"tir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Tur dağı tarafında bir ateş gördü" (Kasas. 29) âyeti de böyledir. "Rüşd" kelimesine gelince, bunun, onun malının salaht (iyiliği) ile ilgili olmayan bir rüşd olmadığı malumdur. Aksine bununla şunun murad edilmiş olması gerekir: O da, o yetimin malının kıymetini bildiğinin, kendisinden bir israfın sâdır olmayacağının ve başkasının onu aldatamayacağının bilinmesidir. Sonra âlimler, buna dinî bakımdan olan iyi hâlin (salâhın) ilâve edilip edilmeyeceği konusunda ihtilaf etmişlerdir. İmam Şafiî (r.h)'ye göre, bu da gerekir. Ebu Hanife (r.h)'ye göre ise, dini bakımdan salah'a, bunda itibar edilmez.

Birinci görüş daha evladır ve ona bir çok şey delâlet etmektedir:

a) Lügatciler, "Rüşd, hayrı elde etmek, (bulmaktır)" demişlerdir. Dinî bakımdan müfsid olan ise, hayrı bulmuş olmaz.

b) "Rüşd" kelimesi, "ğayy" kelimesinin zıddıdır. Cenâb-ı Hak, "Hakikat rüşd ile gayy apaçık meydana çıkmıştır" (Bakara, 256) buyurmuştur. Gayy, dalâlet ve fesâd manasınadır. Hak Teâlâ, "Adem, Rabbine karşı geldi ve şaşıp kaldı (saptı)." (Tâ-m, 121) buyurmuş, âsî olanı "ğavî" (sapan) diye ifâde etmiştir. Bu, rüşdün ancak dinde sâtih (iyi) olma ile gerçekleşeceğine delâlet eder.

c) Cenâb-ı Allah, "Firavun'un işi reşid değildi" (MM, 97) demiş ve Firavun'un rüşd sahibi olmadığını göstermiştir. Çünkü o, dinî bakımdan iyi olan şeyleri gözetmezdi. En iyisini Allah bilir.

Bunu anladığın zaman biz deriz ki: Bu ihtilâfın özü şudur: İmam Şafiî (r.h), fasıka (günahkâra) "hacr" uygulanacağı görüşündedir, Ebu Hanife (r.h) ise bu görüşte değildir. [98]

 

Dördüncü Mesele

 

Âlimler, kişi reşîd olmadan bulûğa erdiğinde, kendisine malının verilemiyeceği hususunda ittifak etmişlerdir. Sonra Ebu Hanife'ye göre, o yirmibeş yaşına varıncaya kadar malı kendisine verilmez. Bu yaşa gelince, o ne olursa olsun ona malı verilir. Ebu Hanife şundan dolayı bu yaşı nazar-ı itibara almıştır: Ona göre erkeğin bulûğ çağı onsekiz yaşıdır. Bu yaşa Hz. Peygamber (s.a.s)'in,  "Yedi yaşma geldiklerinde çocuklara, namaz kılmalarını emredin"[99] hadis-i şerifinden ötürü, insanın hallerinin değişmesinde {dönüm noktası) olan bu yedi yaş da, bu onsekize ilâve edilince, yirmibeş yaşında insanın hallerinin değişebilene çağı tamamlanmış olur. Bu durumda da, ister rüşdü görülsün ister görülmesin malı o yetime teslim edilir. Şafiî (r.h) ise, rüşdü görülmediği müddetçe o kimseye kesinlikle malının verilmeyeceği görüşündedir. Bu aynı zamanda İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed (r.h)'in de görüşüdür.

Ebu Bekir er-Râzi, bu âyeti Ebu Hanife'nin tahine delil getirerek şöyle demektedir: "Rüşd, mücmel olarak akıl manasına gelir. Allah bu lafzı nekire olarak getirip, bir miktar da olsa bir rüşdü varsa, aklı bir miktar eriyorsa onunla yetinmiş, rüşdün diğer şartlarını aramamıştır. Binaenaleyh âyetin zahiri, akıl ouıununca, âyetteki rüşd şartının da bulunacağını gösterir. Böytece de malının ona verilebilmesi gerekir. Fakat yirmibeş yaşın altında olanlar için, âyet-i kerime ile amel olunmamıştır. Yirmibeş yaşın üstündekiler hakkında, âyetin ifâde ettiği hükme göre amel etmek gerekir."

Ebu Bekir er-Râzî'nin (el-Cessâs'ın) bu görüşüne şu şekilde cevap verilir: Hak Teâlâ, "Verim/eri., deneyin" buyurmuştur. Bundan muradın, onları mallarını korumadaki faydalarla ilgili hususlarda deneme olduğunda şüphe yoktur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O vakit kendilerine, bir rüşd (bir akü ve iyi hal) gördünüz mü, mallarını onlara teslim edin" buyurmuştur. Bu emirden muradın, "Eğer siz onlarda, mallarını koruma ve faydalarını anlama hususunda bir rüşd görürseniz" şeklinde olması gerekir. Çünkü âyetten bu mana kastedilmemiş olursa, nazım (sıra) bozulur ve âyetin parçalarının birbiriyle ilgisi kalmaz. Bu sabit olunca, âyette muteber olan şartın malın faydalarını gözetme hususundaki rüşdün mevcudiyeti olduğunu anlamış oluruz. Böylece de, Ebu Bekir er-Râzî'nİn istidlali düşer. Hatta bu âyet onun aleyhine bir delil olur. Çünkü o, malın faydalarını gözetmeyi, o malın yetime verebilmesinin bir şartı saymıştır. Yirmibeş yaşından sonra da bu şart bulunmayınca, malın ona verilmesinin caiz olmaması gerekir. Kıyâs-ı celî de, bu nass (âyet) ile istidlali kuvvetlendirir. Çünkü çocuk, malın nasıl korunacağına ve ondan nasıl istifâde edileceğine götüren bir akildan mahrum olduğundan, malı ona verilmemiştir. Bu hal, genç ve ihtiyar kimsede de bulununca, o da bir çocuk hükmünde olmuş olur. Böylece de, "Böylesi bir insan yirmibeş yaşına geldiğinde rüşdü (aklı ve salâhı) görülmese bile, malı kendisine verilir" diyenlerin görüşlerinin bir izah yolunun olmadığı sabit olmuş olur. [100]

 

Beşinci Mesele

 

Kişi reşîd olarak bulûğa erer, sonra durumu değişir sefîh olursa, Şafiî'ye göre bu kimseye "hacr" konulur (tasarruf yetkisi elinden alınır); Ebu Hanife'ye göre ise "hacr" konul­maz. Bu mesele, (Nisa. 5) âyetinin tefsirinde geçmiştir. Kıyas-ı celî de buna delâlet eder. Çünkü bu âyet, kişi reşîd olmadan bulûğa erdiğinde, malının kendisine veriiemiyeceğine delâlet etmektedir. O kimseye malı, ancak mal zayi olmasın, ihtiyaç duyacağı bir gün için korunmuş olarak kalsın diye verilmemiştir. Bu durum, sonradan olan sefîhlikte de mevcuttur. Binâenaleyh ona da itibar edilmesi gerekir. Allah en iyisini bilendir. [101]

 

Altıncı Mesele

 

Keşşaf sahibi, âyetteki "rüşd" kelimesinin nekire olarak getirilmesinin faydasının, nazar-ı dikkate alınan şeyin, tasar­ruf ve ticaretteki rüşd olduğuna veyahut da tam bir rüşd hali gözetilmesin diye, bir tür rüşdün bulunup, onun izlerinin görünmesine İtibar edileceğine dikkat çekmektir. [102]

 

Yedinci Mesele

 

Keşşaf sahibi, İbn Mes'ud (r.a)'un, "hissettiniz' manasında, kelimeyi şeklinde okuduğunu ve bir şâirin de  "Kadınlar onu farkettiler; ancak ona, büyüklenerek ve kibirlenerek, gözlerinin ucuyla bakıyorlar" dediğini söylemiştir. Rüşd kelimesi iki fetha ile ve iki zamme ile ve şekillerinde de okunmuştur.

Sonra Cenâb-ı Allah, "Mallarını onlara teslim edin" demiştir. Bundan murad, bulûğ ve rüşde ermenin görülmesi demek olan o iki şart tahakkuk ettiğinde onlara mallarının verilmesinin gerektiğidir. Allah Teâlâ, bu iki şartın yanısıra aklın kemâlini (tam olmasını) zikretmem iştir. Çünkü rüşde ermenin anlaşılması ancak akıllı olduğunu görmekle olur. Zira rüşd, akıldan daha fazla olan bir haldir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Büyüyecekler diye, bunlanisrafüe tez elden yemeyin" buyurmuştur. Bu, "Onlar büyüyecekler diye, müsrifler ve tez elden yiyenler olarak..." veyahut da "büyüyecekler diye, israf etmeniz ve tez elden yemeniz için..." manasınadır. Yani sizler, o mallan harcama hususunda ifrata varıyor ve "Biz, yetimler büyüyüp de o malları elimizden çekip almazdan önce, istediğimiz gibi onu harcarız" dersiniz.

Sonra Allah Teâlâ, durumu yetimlere vasî (veli) olanın zengin ve fakir oluşuna göre ayırarak, "Kim zengin ise, kaçınsın (o mala tenezzül) etmesin" buyurmuştur. Vahidî (r.h): "Birisi birşeyden kaçınıp onu bıraktığında, denilir" demiştir. Keşşaf sahibi,  fiili, fiilinden daha beliğdir. Sanki Cenâb-ı Hak, bunu kullanmakla daha ileri derecede bir kaçınmayı emretmiştir" demiştir. [103]

 

Fakir Olan Vasî, Yetim Malından Makul Bir Tarzda Faydalanabilir

 

Sonra Cenâb-ı Hak, j "Kim de fakir olursa, örfe göre  (ondan biraz) yesin" buyurmuştur. Âlimler vasî'nin, yetimin malından istifâde edip edemeyeceği] konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bu hususta şu görüşler vardır:

1- "Vasî, yetimin malından ihtiyacı ntsbetinde ve onun için yaptığı işin ücreti kadar alabilir." 8u görüşte olanlar görüşlerine birçok delil getirmişlerdir:

a) Ayetteki "Bunları israf ile tez elden yemeyin" cümlesi, yetimin vasisinin ihtiyacı nisbetinde o maldan yiyebileceğini ihs&s ettirmektedir.

b) Allah Teâlâ, "Kim zengin ise, kaçınsın, (o mala tenezzül etmesin). Kim de fakir ise, örfe göre (ondan biraz) yesin" buyurmuştur. Binâenaleyh âyetteki "Kim zengin İse, kaçınsın, (o mala tenezzül etmesin)" cülmesinden maksad, zengin olan vasîyi kendine âit maldan nehyetmek olmayıp, aksine onu yetimin malından faydalanmaktan nehyetmedir. Durum böyle olunca, âyetteki "K/m de fakir isef örfe göre (ondan biraz) yesin" ifâdesinin, ihtiyacı nisbetinde yetimin malından istifâde etmesi hususunda, vasî için bir müsaade olması gerekir.

c) Hak Teâlâ'nın, "Muhakkak ki yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler./' (Nisa. 10) ifâdesi, yetimin malının bazen zulüm yoluyla, bazen de zulüm olmaksızın yenildiğine bir delildir.  Eğer bu böyle olmasaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki, yetimlerin mallarım haksız olarak yiyenler.." (Nisa, 10) ifâdesinin bir manası olmazdı. Bu da, muhtaç durumda olan vasinin ma'ruf ve makul bir şekilde yetimin malından yiyebileceğini gösterir.

d)  Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet edilen şu husustur: Bir adam, Hz. Peygamber'e gelerek, "Himayem altında bir yetim bulunmaktadır. Onun malından yiyebilir miyim?" deyince, Hz. Peygamber, "Bir mal yıgmaksızın ve kendi malını da onun malıyla (onun malını ileri sürmeksizin himaye etmeksizin, mâruf ölçüler içinde yiyebilirsin" buyurdu. Bunun üzerine adam, "Onu dövebilir miyim?" deyince de, Hz. Peygamber, "Çocuğunu dövdüğün şeyler yüzünden dövebilirsin" buyurdu.

e)  Ömer İbnu'l-Hattâb (r.a)'ın, Ammâr, İbn Mes'ûd ve Osman İbn Hanîf'e

yazmış olduğu şu husustur: "Allah'ın selâmı üzerinize olsun. İmdi bundan sonra size her gün olmak üzere bir koyun ayırdım ki, bunun yarısı Ammar'ın, dörtte biri Abdullah İbn MesÛd'un ve dörtte biri de Osman İbn Hanîf'indir. İyi biliniz ki ben, hem kendimi hem de sizi Allah'ın malı karşısında yetimin malına velayet eden kimsenin yerine ve mertebesine koydum. Zengin olan iffetli olsun (tenezzül etmesin); fakir olan ise, maruf ölçüler içinde yesin içsin." İbn Abbas'tan rivayet olunduğuna göre, bir yetimin velisi İbn Abbas'a "Onun (yetimin) devesinin sütünden içebilir miyim?" dediğinde, İbn Abbas şöyle der: "Eğer yittiği zaman onu arıyorsan; su içme gölünü (su sızdırmasın diye) onarır sıvarsan; uyuz olduğu zaman tedavi edersen ve susadığında da ona su verirsen, nesline zarar vermeden ve sağmak konusunda aşırı gitmeksizin onun sütünden iç..."

Yine İbn Abbas'tan "Velînin eli, yetimlerin eliyle beraberdir; binâenaleyh vasi maruf ölçüler içinde yesin içsin; ama bir sarık ya da daha ufak bir şeye gelince, onu giymesin!..." dediği rivayet edilmiştir.

1) Vasî, sabinin (yetim çocuğun) işlerini ıslâh etmeyi, ifa etmeyi tekeffül edince, zekâtı alıp onu biriktiren zekât memuruna kıyasla, yaptığı işe oranla yetimin malından yiyebilir. Zira zekât memuruna, bu zekâttan muayyen bir hisse ayrılmıştır. İşte b rada da böyledir. 8u görüşün izahı budur.

2-  Vasî, ihtiyacı nisbetinde yetimin malından borç alabilir. Sonra eli bolluğa vardığında, aldığı borcu öder. Eğer ölür de ödeyemezse, kendisine herhangi bir şey terettüb etmez. Bu, Sâid İbn Cübeyr, Mücâhid ve Ebu'l-Aliye'nin görüşüdür. İbn Abbas'tan yapılan rivayetlerin ekserisi de böyledir. İlim ehlinden bazıları, bu borcu altın, gümüş vb. temel ve ana mallara tahsis etmişlerdir. Ama hayvanların sütlerinden istifade etmek, kölelerini istihdam etmek ve hayvanlara binmek gibi hususlara gelince, mala zarar vermediği müddetçe, vasinin bunlardan istifade etmesi mubahtır. Bu, Ebul-Altye ve bazılarının görüşüdür. Bunlar şöyle istidlal etmişlerdir: "Altahu Teâlâ, "Artık onlara mallarım teslim ettiğiniz vakit." buyurmuş, yetimlerin malları hakkında, o malların yetimlere verilmesine hükmetmiştir."

3-  Ebu Bekr er-Razî şöyle demektedir: "(Hanefî) âlimlerimizin mezhebinden bildiğimiz husus şudur: Vasî, ister zengin olsun isterse fakir, ne borç alabilir, ne de doğrudan doğruya onların mallarından istifâde edebilir. er-Razî bu görüşü hususunda birçok âyetle istidlal etmiştir:

a)  "Yetimlere mallarını verin. Temizi murdarla değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza (katarak) yemeyin. Çünkü bu, muhakkak ki büyük bir günahtır" (Nisa, 2).

b) "Muhakkak ki, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir" (Nisa, ıo».

c)  ".... bir de yetimlere karşı adaleti ayakta tutmanız..." (Nisa, 127).

d)  "Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin.." (Bakara, ise). er-Razî sözüne devamla şöyle der: "Bu âyetler muhkem olup, vasî ister zengin ister fakir olsun, yetimin malının ona memnu ve yasak olduğunu göstermektedir. Halbuki, Cenâb-ı Hakk'ın "Kim de fakir olursa, örfe göre (ondan biraz) yesin" ifâdesi müteşabih bir ifade olup, çeşitli manalara muhtemeldir. Binâenaleyh bu ifâde müteşabih olduğu için, muhkem âyetlere havale edilmesi gerekir."

Bana göre, bu âyetler er-Razî (el-Cessâs)'nin benimsediği görüşün delili değillerdir. Delil olarak getirmiş olduğu, "Yetimlere mallarını verin..." ifâdesi "âmm" bir ifâdedir. Bizim ele aldığımız bu âyet ise hâsdır. Hâs ise, âmm'dan önce gelir. Yine onun delil olarak ileri sürdüğü, "muhakkak ki, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler..." (Nisa, ıo)âyeti, vasinin, yetimin malından maruf ölçüler içinde yemesinin zulüm olmasının sabit olması halinde, bu meseleyi içine alır. Münakaşa ise, zaten bu husustadır. Bu cevap, onun delil olarak ileri sürmüş olduğu "Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle yemeyin..." (Bakara, ise) deliline de bir cevaptır. Cenâb-ı Hakk'ın "... bir de yetimlere karşı adaleti ayakta tutun" (Nisa. 127) buyruğuna gelince bu, ancak yemenin "adalet" ile olmamasının sabit olması durumunda münakaşa konusu olan şeye şamildir. Münakaşa ise zaten bu husustadır. Böylece Cessâs'ın bu konudaki sözünün yerinde olmadığı ve bozuk olduğu ortaya çıkmış olur. Allah en iyi bilendir. [104]

 

Yetime Malı Teslim Edilirken Şahit Tutun

 

Sonra Cenâb-ı Hak, "Artık onlara mallarını teslim ettiğiniz vakit, karşılarında şahid bulundurun" buyurmuştur. Bil ki ümmet, vasînin, yetim bulûğa erince, malını ona teslim ettiği zaman, şu sebeplerden dolayı, evlâ ve ihtiyatlı olanın, malını ona verdiğine dair şahid tutması olduğu hususunda ittifak etmişlerdir:

a)  Yetimin aleyhine, malını aldığı hususunda bir delil ve şahid bulununca, kendisine ait olmayan şeyin kendisine ait olduğunu iddia etmekten son derece uzak otur.

b)  Yetim, yalan bir iddiaya yöneldiğinde, vasî, malını ona verdiği hususunda ikâme etmiş olduğu delilini getirir.

c)  Şahid bulundurma hususu, vasînin emânete riâyet eden tertemiz, dürüst olduğunu ortaya koyar. Bunun bir benzeri de, Hz. Peygamber'in   'Kim bir yitik bulursa, adil iki şahid bulundursun; onu sakın inkâr etmesin, saklamasın"[105] şeklindeki hadisidir. O, kişinin emânet ehli olduğunu göstermesi ve kendisinden töhmeti gidermesi için, şahidler bulundurmasını emretmiştir. Böylece zikretmiş olduğumuz icmâ ve aklî deliller ile, ihtiyatlı olanın şahid getirmek olduğu sabit olmuş olur. Âlimler, yetim bulûğa erdikten sonra o yetime malını verdiğini iddia etmesi durumunda, vasînin bu sözünün tasdik edilip   edilmeyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Vasînin, "Yetim küçük iken ona harcamada bulundum" demesinin tasdik edilip edilmeyeceği de ihtilaflıdır. İmam-ı Mâlik ve İmam-ı Şafiî "Bu söz tasdik edilmez" demişlerdir. Ebu Hanife ve arkadaşları ise, "Vasinin bu sözü doğru kabul edilir" demişlerdir. Şafiî bu âyetle istidlal etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın Karşılarında şahid bulundurun" ifadesi, bir emirdir. Emrin zahiri ise, vücub ifâde etmektedir, [106]

 

Vasi Yetim Münasebetlerinde İmamların Anlayışları

 

Şafiî şöyle demektedir: "Yetimin malına velayet ve gözcülük eden kimse, yetim cihetinden mûtemed, emin kimse değildir. Bu kimse, ancak şeriat cihetinden emin kabul edilmiştir." Ebu Bekr er-Razî ise, bu görüşü akılsızca tenkid etmiş ve şöyle demiştir: "Eğer onun söylemiş olduğu şey tasdik edilmemenin sebebi ve illeti olsaydı, o zaman, kâdînin (hakimin) yetime "sana verdim..." dediğinde tasdik edilmemesi gerekirdi; çünkü yetim cihetinden onun da mutemed olmaması gerekir. Yine ona, babası için, çocuğu bulûğa erdikten sonra "Malını sana verdim" demesi halinde tasdik edilmeyeceğini söylemesi gerekir; çünkü çocuk onu da mutemed yapmamıştır. Yine Şafii'ye, yetimler bulûğa erdikten sonra vasiler birbirlerini tasdik ederek, yetimin malının telef olduğunu söylediklerinde, "vasilere malı tazmin etmelerinin gerektiğini söylemesi gerekir. Çünkü o vasî, yetim kendisini mutemed yapmaksızın onun malını alıkoymuştur" demiştir.

er-Razî'ye (el-Cessas'a) şöyle denilir: "Senin bu sözün, gerçekten fıkhı manalardan çok uzaktır. Şafiî'nin görüşünü, getirmiş olduğun kâdî meselesiyle nakzetmen, akıldan uzak bir iştir. Zira kâdî hakimdir, hüküm verendir; binâenaleyh, hükmünün geçerli olabilmesi için töhmetten berî olması gerekir. Eğer böyle olmasaydı, kâdî'nin, aleyhine hükmetmiş olduğu herkes, o kâdînin yalan söylediğini, haktan meylettiğini veya birilerine yaranmaya çalıştığını ileri sürebilirdi. Bu durumda da kâdî, başka bir kadıya muhtaç olurdu, böylece de teselsül gerekirdi. Böyle bir mananın, yetimin vasîsi için söz konusu olmadığı herkesin malûmudur.

Verdiğin baba misâline gelince, şu iki sebepten dolayı aradaki fark açık ve zahirdir:

1- Babanın şefkat ve merhameti, yabancı birinin şefkatinden daha tam ve mükemmeldir. Baba hakkındaki töhmetin azlığından, yabancı birisi hakkında da töhmetin az olması gerekmez.

2- Yetimler bulûğa erdikten sonra vasilerin, malın zayi olduğu hususunda birbirlerini teyid etmeleri durumuna gelince, biz deriz ki: Eğer velî, kusurundan dolayı malın yok olduğunu ikrar ederse, bu durumda (haliyle) malı tazmin etmesi gerekir. Ama  o malın  kendi kusuru olmaksızın helak olduğunu bildirirse, bu durumda sözünün kabul olunması gerekir. Aksi halde bu, insanların vesayeti kabul etmelerine mani olur. Böylece de, son derece mühim olan bu iş hususunda büyük bir eksiklik ve halel meydana gelmiş olur.

Ama, bulûğa erdikten sonra yetimin malını kendisine verdiği hususunda şahid tutmasına gelince, işte bu durum böyle bir kötü neticeye müncer olmaz, sebebiyet vermez. Binaenaleyh, iki durum arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Şu husus da böyle bir farkın mevcudiyetini kuvvetlendirmektedir: Allah Tealâ, bu âyetten önce, yetimde, vasî hakkında bir töhmeti gerektiren şeye delâlet eden hususu da zikretmiştir ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Büyüyecekler diye bunları israf ile tez elden yemeyin" buyruğudur. İşte bu ifâde, âdetin, velîlerin yetim ve çocuklara zulme meyletme şeklinde cereyan ettiğine delâlet etmektedir. Bu durumda âyet, yetim velîsi hakkında töhmeti gerektiren şeylerin bulunduğuna delâlet etmektedir. [107]

 

Vasî, Yetime Malını Teslim Ettiğinde Şahit Çağırır

 

Bundan sonra Cenâb-ı Hak, "Artık on/ara mallarını teslim ettiğiniz vakit karsılarında şahid bulundurun" buyurmuştur. Bu da, bundan maksadın, çocuk tarafını gözetmek olduğunu hissettirir. Zira, malı yetime verme iddiası ancak şahid huzurunda mümkün olunca, bu durum o kimsenin zulmüne, cimriliğine, hasisliğine ve malı noksan olarak vermesine mani olur. Durum böyle olunca, Hak Teâlâ'nın "Şahid bulundurun" emrinin, zahiren vücûb ifâde ettiği gibi, aynı şekilde karine ve durumların da vücûbu gerektirdiğini anlamış oluruz.

Sonra bu Razî (el-Cessas) şöyle demektedir: "Vasinin bu konuda, şahidsiz olarak kabul edileceğine, vasinin, hak ettiği zamanda onu yetime teslim edinceye kadar o malı korumakla ve emânet biçiminde o malı elinde tutmakla emrolunmuş olduğu hususunda bütün âlimlerin ittifak etmiş olmaları da delâlet etmektedir. Binâenaleyh bu mesele, bırakılmış olan emânetler veya yapılmış ortaklıklar mesabesindedir. İşte bundan dolayı, emaneti geri verenin, bunu vermesinin tasdik edilip doğrulanması gibi, o vasinin sözünün de tasdik edilmesi gerekir." Bu durumda el-Cessas'a şöyle denilir: "Bu meseleyle bırakılan emanetler meselesi arasındaki farkı, Şafif (r.h) zikretmişti. Senin bu farka yaptığın itirazın yanlış olduğu daha önce geçmişti. Hem senin âdet ve tutumun, tasavvur etmiş olduğun yanlış kıyastan dolayı, Allah'ın kitabına İltifat etmemektir; böyle bir anlayış, senin hakkında müsellem ve kabul edilmiş bir hal olsa da bu hususta sana katılmak gerekmez. Muvaffakiyyet ancak Allah'tandır. [108]

 

Esma-yi Hüsnadan el-Hasîbin Mânası

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hesap sorucu olarak Allah yeter" buyurmuştur. İbnü'l-Enbari ve el-Ezherî şöyle demektedirler: "Âyetteki "hasîb" lâfzının "muhâsib" manasına gelmesi muhtemel olduğu gibi, kâfî (yeter) manasına olması da muhtemeldir. Arapların, bir insana tehdid için demeleri birinciye misaldir ki bunun manası, "Allah o kimseyi, işlediği zulümden ötürü muhasebe eder" şeklindedir. Bizim, buradaki "hasîb" kelimesinin, "muhâsib" manasına olduğunu söylememizin bir benzeri de, kelimesinin,  (içme arkadaşı) manasına geldiğini söylememizdir. Arapların, yani "Allah sana yeter" şeklindeki sözleri de ikincinin misalidir.

Bil ki bu ifâde, yetimlere velayet eden kimseler için uır tehaid ve yetimin malı hususunda helâl olmayan şeylere niyetlenmesinler veya yapmasınlar ve malt yetime verinceye kadar, emâneti tam olarak yerine getirsinler diye, Atlan Teâlâ'nın işin zahirine olduğu gibi bâtınına da vakıf olduğunu bildirme manasına gelir. "Hasîb" kelimesini ister "muhâsib", ister "kâfî" (yeter) manasına alalım, bu incelik mevcuttur. Bil ki, "Allah yeter" "Rabbin yeter" âyetlerindeki bâ harf-i cerri, Kur'ân'ın her yerinde zâiddir.[109] Vahidî de Zeccâc'ın bu görüşte olduğunu nakletmiştir. Ayetteki "hasîben" kelimesi hal olarak mansubtur, yani "Allah, muhasîb olarak kâfi olarak yeter" demektir. [110]

 

Dördüncü Hüküm: Miras Payları

 

"Ana ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından erkeklere ve yine ana ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından kadınlara, -azından da, çoğundan da  farz kılınmış birer nasib olarak, hisseler vardır" (Nisa, 7).

Bil ki bu sûrede bahsedilen hükümlerin dördüncü çeşidi, miras ve ferâizle ilgilidir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [111]

 

Miras Hakkındaki Âyetlerin Nûzul  Sebebi   

 

İbn Abbas (r.a), âyetin sebeb-i nüzulü hakkında şöyle demiştir: "Evs İbn Sabit el-Ensârî, geriye üç kız ve bir hanım bırakarak ölmüştü. Vasileri olan amcaoğullarından Süveyd ve Ailece isminde iki adam gelip, Evs'in malına el koymuşlardı. Bunun üzerine Evs'in hanımı Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelip, durumu ona arzederek, vast olan bu iki kişinin, ne kendisine ne de kızlarına hiçbir mal vermediklerini söylemişti. Hz. Peygamber (s.a.s) de ona, "Haydi evine git, ben Allah'ın senin bu işin hususunda ne buyuracağına bakayım" demişti. İşte bunun üzerine Hz. Peygamber'e bu âyet nazil oldu ve erkeklerin de, kadınların da mirastan paylan olduğunu bildirdi. Fakat Hak Teâlâ, bu âyette payların ne kadar olduğunu beyân etmedi. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s) o iki vasiye haber göndererek, "Evs'in malından hiçbir şeye dokunmayınız" dedi. Daha sonra Allah Teâlâ'nın, "Allah size, evlatlarınız hakkında (...) emreder" (Nisa. 11-12) âyetleri nazil oldu ve böylece kocanın ve kadının hisselerinin miktart belirtildi. Bunun üzerine Allah'ın Resulü, o iki vasî'ye Evs'in hanımına mirastan sekizde bir hisse verip, kızların hisselerini ellerinde tutmalarını emretti. Daha sonra da Hz, Peygamber (s.a.s) onlara, kızların hisselerini de kızlara vermelerini bildirdi. O iki vasî de, onların hisselerini kendilerine verdi." İşte âyetin sebeb-i nüzulü ile ilgili söz bundan ibarettir. [112]

 

Miras Ahkamına Alıştırmada Tedric

 

Cahiliyye insanları, kadınlara ve çocuklara miras vermezler ve "Mızraklanyla vuruşmayan, yurdunu müdafâa edemeyen ve ganimet elde edemeyen kimseler.vâris olamazlar" derlerdi. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, vâris olmanın erkeklere has olmayıp, erkeklerle kadınlar arasında ortak bir husus olduğunu beyân buyurmuş, bu âyette sadece bu kadarını zikredip, bundan sonra tafsilatını bildirmiştir. Cahiliyye insanının, çocukları ve kadınları değil de, yetişkin erkekleri vâris sayma şeklinde bir örfleri olduğu için, Cenâb-ı Hakk'ın, onları tedricen bu örflerinden, başka bir şeye geçirmesi imkânsız değildir. Çünkü örf ve âdetlerden vazgeçmek, insan tabiatına ağır ve güç gelir. Binâenaleyh bu geçirme bir defada olursa, bunun güçlüğü kalpte artar. Ama bu tedricen olursa, kolaylaşır. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ, hükmü önce mücmel olarak (kısaca) zikretmiş, peşinden tafsilatını getirmiştir. [113]

 

Zevi’l-erham Kısmından Olan Akrabaların Mirastaki Durumu

 

Ebu Bekir er-Râzî, bu âyeti zevi'l-erham'ıh[114] da vâris olacağına delil getirerek şöyle demiştir: "Çünkü halalar, teyzeler, dayılar ve kızların çocukları akrabalardandır. Binâenaleyh bunların da "Ana ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından erkeklere ve yine ana ve baba İle yakut arkabalann bıraktıklarından kadınlara, -azından da, çoğundan da-, farz kılınmış birer nasib olarak, hisseler vardır" âyetinin hükmüne dâhil olmaları gerekir. Bu konuda söylenecek son söz şudur: Bahsedilen "hisse"nin miktarı bu âyette belirtilmemiştir. Fakat biz, bunların da herhangibir hisseye müstehak olduklarını bu âyetle isbat ediyoruz. Bunların hisselerinin miktarını ise, diğer delillerden çıkartıyoruz."

Âlimlerimiz (Şafiîler), Ebu Bekir er-Râzî el-Cessâs'ın bu görüşüne, şu iki şekilde cevap vermişlerdir:

1- Allah Teâlâ, âyetin sonunda, "Farz kılınmış birer nasîb olarak" buyurmuştur ki bu, "takdir edilmiş, belirlenmiş bir hisse..." demektir. Zevi'l-erhâm'ın, belirlenmiş bir hisseleri olmadığı icmâ ile sabittir. Binâenaleyh bu yakın akrabaların, âyetin hükmüne dahil olmadıkları sabit olmuş olur.

2-Bu âyet, yakın akrabalara aittir. Binâenaleyh siz niçin zevi'l-erham'ın, yakın akrabalardan  olduğunu  söylüyorsunuz?  Sözün  özü  şudur:  Ayetteki    "Yakın akrabalardan" murad, ya başka her bir şeyden daha yakın olanlardır, yahut da herşeyden daha yakın olanlardır. Birincisi bâtıldır. Çünkü bu, insanların pek çoğunun, âyetin hükmüne dâhil olmasını gerektirir. Çünkü her insanın, başkasına, ya yakın veya uzak bir sebepten ötürü neseb birliği (hısımlığı) vardır ki uzak sebep, Hz. Adem'in soyundan olmaktır. Binâenaleyh insanın, ölen kimseye, çocuğundan daha yakın olması gerekir ki bu durumda, bütün insanların bu âyetin hükmüne girmeleri gerekir. Bu ise bâtıldır.

Bu ihtimal bâtıl olunca, nassı (âyet-i kerimeyi) ikinci ihtimâle hamletmek gerekir ki, bu ikinci ihtimal, âyetteki en yakın akrabadan muradın ölen kimseye, insanların en yakın olanının olmasıdır. Bu da ancak, ebeveyn ile ölenin çocuklarıdır. Böylece bu nassın muhtevasına zevi'l-erhâm'ın giremeyeceği sabit olmuş olur. Âyetteki "en yakın akraba" ifâdesini ebeveyn mânasına hamledersek, "burada tekrar yapılmış olduğu söylenmiş olur" şeklinde bir şey de söylenemez. Zira biz, "en yakın akraba" tabirinin altında iki türü bulunan bir cins olduğunu söylüyoruz. Bu iki tür ise, ebeveyn ile çocuklardır. Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, önce ebeveyni, daha sonra da en yakın akrabayı zikretmiş olduğu sabit olmuş olur. Buna göre de mâna, O'nun, önce türü sonra da cinsi zikretmesi şeklinde olur. Böylece de herhangi bir tekrarın yapılmış olması gerekmez. [115]

 

Dördüncü Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın "nasîb, hisse" lâfzının mansûb olması hususunda şu görüşler beyân edilmiştir:

a) Bu kelime, "ihtisâs"tan dolayı mansûbtur. Yani "Ben farz kılınmış, katî ve vacip olan bir payı kastediyorum" demektir.

b) Bu kelimenin, mef'ûlü mutlak olmaktan dolayı nasbedilmiş olması da caizdir. Çünkü C-ai (nasîb, hisse, pay) kelimesi masdar manasında bir isimdir. Buna göre sanki (vacip bir taksimat olarak..) denilmek istenmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Allah'tan birer farizadır" (Nisa, nıyani, "farz kılınmış bir paydır" âyeti gibidir. [116]

 

Farz İle Vacip Tabirlerinin Manası     

 

"Farz" kelimesinin asıl manası, (ağaç üzerindeki) çentiktir.  Bundan dolayı, yayın tam ortasındaki çentiğe de "farz" denir. Fal okları üzerindeki çentiklere de "farz" denir. Bunun kendisini başkalarından ayıran bir alameti vardır. Su taksim kabındaki işaretlere de denilir. Bu işaretler sayesinde, her hak sahibi, su hakkının miktarını bilir. İşte, "farz" kelimesinin Arapça'daki asıl manası budur. Ebu Hanlfe'nin talebeleri "farz" kelimesini, vacip oluşu kat'î delil ile bilinen şeye; "vacip" kelimesini de, vacip oluşu zannî delil ile bilinen şeye tahsis ederek şöyle demişlerdir: "Çünkü farz, kesmek ve çentik atmaktan ibarettir. Vacip ise, düşmekten ibarettir. Meselâ güneş düştüğünde (battığında)  yine duvar yıkıldığında ve birşeyin düşüşü duyulduğunda "(Bir düşme duydum") denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Van/an üstü düşüp (öldükleri) vakit..." (Hacc. 36) buyurmuştur. Binâenaleyh "farz" kelimesinin, kesmek ve çentik atmaktan, "vücûb'un ise sükûttan (düşmekten) ibaret olduğu ortaya çıkmaktadır. Çentik atmanın ve kesmenin tesiri, düşmenin tesirinden şüphesiz daha kuvvetli ve daha ileridir. İşte bu sebeple, Ebu Hanife'nin talebeleri "farz" kelimesini, vacip oluşu kat'î delil ile bilinen; "vacip" kelimesini ise vücûbiyyeti zannî delil ile bilinen şeye tahsis etmişlerdir.

Bunu anladığın zaman biz deriz ki: Hanefilerin yaptıkları bu izah, kendilerinin aleyhine olmak üzere, âyetin zevi'l-erhâmı mirasçı kılmak, icmâ-ı ümmet ile, kat'î delille bilinen şeylerden değildir. Binâenaleyh zevi'l-erhamı mirasçı kılmak farz olmaz. Halbuki âyet, ancak farz kılınmış mirası içine alır. Binâenaleyh bu âyetin zevi'l-erhâmı içine almadığına kesinkes hükmetmek gerekir. Allah en iyi bilendir. [117]

 

"Miras taksim olunurken, akraba, yetimler ve yoksullar hazır bulunursa, kendilerini ondan (bir şey vererek) rızıklandmn ve onlara güzel sözler söyleyin" (Nisa, 8).

Âyette birkaç mesele vardır: [118]

 

Taksim Sırasında Orada Bulunan Akrabalara da Birşeyler Verin     

 

Bil ki  Cenâb-ı Hakk'ın, "Miras taksim olunurken, hazır bulunursa" ifâdesinde, bu taksimatın ne olduğunun izahı bulunmamaktadır. İşte bu sebepten dolayı müfessirler bu âyet hakkında pekçok görüş beyân etmiş­lerdir:

Birinci görüş: Allah Teâlâ bundan önceki âyette, mirastaki payları hususunda kadınların da erkekler gibi olduğunu zikredip, akraba arasından varis olan ve olmayanlar ile, taksimat zamanında orada hazır bulunup da varis olmayan kimseleri ve bu kimseler mirastan tamamen mahrum edildiklerinde, bu durumun onlara ağır geleceğini bildirince, hiç şüphesiz güzel bir edeb ve güzel bir muamele gerçekleşsin diye, taksimat esnasında bu kimselere de bir şeyler verilmesini emretmiştir. Sonra, bu görüşü ileri sürenler de kendi aralarında ihtilâf etmişlerdir. Meselâ bunlardan bazıları bu verme işinin vacip olduğunu ileri sürerlerken, bazıları da bunun mendub olduğunu söylemişlerdir. [119]

 

Akrabaya Birşeyler Vermenin Vacip Olduğunu Söyleyenler

 

Vacip olduğuna taraftar olanlar da birçok şekilde ihtilâf etmişlerdir:

a) Onlardan bir kısmı şöyle demektedir: "Mirasa konan kimsenin, eğer bulûğa ermiş ise, vereceği kimseyi memnun edecek kadar orada hazır bulunanlara birşeyler vermesi gerekir. Eğer bu kimse bulûğa ermemiş ise, onun velîsinin o maldan orada hazır bulunanlara'birşeyler vermesi vacip olur." Bazıları da şöyle demişlerdir: "Eğer mirasa konan kimse bulûğa ermişse, o maldan birşeyler vermesi ona vaciptir. Bulûğa ermemiş ise, velisinin, onlara özür beyân ederek şöyle demesi gerekir: "Ben bu malın sahibi değilim. Bu mal, kendilerine terettüb eden şeyleri akledemiyecek kadar küçük olan şu aciz kimselerindir. Bülüğa erdiklerinde onlar sizin haklarınızı bilirler..." İşte âyette bahsi geçen  "güzel söz" ifâdesinden murad budur.

b)Hasan el-Basri ve en-Nehaî şöyle demektedirler: "Bu birazcık verme işi, eşyanın taksimatıyla ilgili bir husustur. Ama arazî, köle, vb. şeylerin taksimatına gelince, mirasa konan kimse, meselâ onlara, "Varın gidin; Allah hakkınızda hayırlar ihsan etsin" demesi gibi, güzel sözler söyler."

c) Alimler şöyle demişlerdir: "Verilmesi vacip olan miktar, az bir şeydir. 8unun miktarının tayin edilmediği icmâ ile sabittir."

d) Bu verme işinin vacip olmasının kabul edilmesi halinde, bu âyet mensûh olur. Atâ'nın rivayetine göre İbn Abbas şöyle demektedir: "8u âyet, miras âyetiyle mensûhtur." Bu, Saîd İbnu'l-Müseyyeb ve Dahhâk'ın da görüşüdür. İkrime'nin rivayetine göreyse İbn Abbas, âyetin mensûh değil muhkem olduğunu söylemiştir ki bu da, Ebu Musa el-Eş'ârî. İbrahim en-Nehaî, Şa'bî, Zührî, Mücahid, Hasan el-Basri ve Saîd İbn Cübeyr'in görüşüdür. Bu zatlar, taksimat esnasında orada bulunan kimselere miras malından bir şeyler verilmesi taraftarıdırlar. Rivayet olunduğuna göre, Hz. Aişe hayatta iken, Abdullah İbn Abdurrahman İbn Ebî Bekr es-Sıddîk, babasının mirasını taksim etti ve orada bulunan hiç kimseyi miras dışı bırakmaksızın herkese bir şeyler verdi, sonra da bu âyeti okudu. İşte bütün bunların hepsi, bu hükmün vacip olduğunu söyleyenlerin görüşünün tafsilatıdır. [120]

 

Bir Şeyler Vermenin Mendub Olduğunu Söyleyenler

 

Bazıları da bu hükmün farz ve vacip olmadığını, mendûb ve müstehâb olarak sübût bulduğunu söylemişlerdir. Bu mendûb oluş da ancak, mirasa konan kimselerin bulûğa ermeleri halinde tahakkuk eder. Onlar baliğ olmamışlarsa, güzel söz söylemeden başka bir hüküm söz konusu değildir. İşte bu görüş, cumhur-u fukahânın benimsediği görüştür. Bunlar şu şekilde istidlal etmişlerdir: "Eğer bu kimseler için muayyen bir hak olmuş olsaydı, diğer haklarda olduğu gibi, muhakkak ki Cenâb-ı Hak, bu payın miktarını beyân ederdi. Böyle bir beyânda bulunmadığına göre, biz bu hükmün vacip olmadığını anlamış oluruz. Bir de şayet bu hüküm vacip olmuş olsaydı, fakir ve yoksul kimseler, bunun miktarının ne kadar olduğu hususunda aşırı özen gösterecekleri için, bu miktarın ne kadar olduğunun anlatılıp nakledilmesini gerektiren sebepler de o kadar çok olmuş olurdu. Böyle olunca da, muhakkak ki bu, tevatür yoluyla nakledilmiş olurdu. Durum böyle olmayınca, biz bu hükmün vacip olmadığını anlamış oluyoruz. [121]

 

Bu Taksimattan Maksad Vasiyyettir

 

İkinci görüş: Âyette bahsedilen taksimattan murad, vasiyyettir. Akrabadan varis olmayan kimseler ile, yetimler ve yoksul kimseler orada hazır bulunduklarında, Allah Teâlâ, ölen kimsenin onlar için bir pay ayırmasını ve bununla beraber, onlara o zaman güzel söz de söylemesini emretmiştir. Böylece bu durum, o kimselere o anda ve gelecekte bir neşe ve sevincin gelmesine vesile olmuştur.

Birinci görüş daha uygundur. Çünkü, mirastan bahsedilmiş, ama vasiyyet

mevzu-bahis olmamıştır. Bu görüşün daha uygun olduğunun söylenmesi de mümkündür. Çünkü önce geçen âyet, vasiyyet hakkındadır.

Üçüncü görüş: Bu âyette geçen, "akraba" kelimesinden maksat, varis olan kimseler; 'yetimler ve yoksullar' kelimesinden maksat ise, varis olmayan kimselerdir.

Cenâb-ı Hak daha sonra, 'Kendilerini ondan (birşey vererek) rtzıklandmn ve onlara güzel sözler söyleyin" buyurmuştur. Buna göre O'nun "Kendilerini nztklandmn" buyruğu, vâris olan akrabalar ile; "... ve onlara güzel sözler söyleyin" buyruğu ise, varis olmayan yetim ve yoksul kimselerle ilgilidir. Bu görüş, Sâîd İbn Cübeyr'den nakledilmiştir. [122]

 

İkinci Mesele

 

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın emrindeki  zamiri, ebeveyn ve en yakın akrabanın miras olarak bıraktığı şeylere racidir." Vahidî ise bu za­mirin, mirasa ait olduğunu söylemektedir. Bu izaha göreyse zamir, âyette geçen (taksimat) kelimesinin lafzına, manasına raci olmuş olur. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı "Nihayet onu kardeşinin kabından çıkardı" (Yusut 76) ifâdesi gibidir. Âyette geçmekte olan (su tası) kelimesi müzekker bir kelimedir. ateşindeki  zamiri, bu kelimeye raci olamaz. Ancak ne var ki, kelimesi ile (maşraba, su içme kabı) manası kastedilmiştir. Böylece de müen-nes zamir lâfza değil, manaya raci olmuş olur. Bu izaha göre, âyette geçen (taksimat) lâfzı ile, (taksim edilen şey) manası kastedilmiştir. Çünkü rızık, taksimatın bizzat kendisinden değil, ancak taksim edilen şeylerden olur. [123]

 

Üçüncü Mesele

 

Cenâb-ı Hak âyet-i kerimede yetimleri yoksullardan önce zikretmiştir. Çünkü yetimlerin acziyyeti daha fazla ve ihti­yaçları daha çoktur. Bu sebeple sadakaları onlara vermek, ecir ve sevap bakımından daha faziletli ve üstün olmuş olur. [124]

 

Dördüncü Mesele

 

En uygun olan, âyette geçen "güzel sözler" ifâdesinden muradın, verdiği hediyyeye sözlü bir başa kakma ve eziyyetin eklenmemesi olduğunun söylenmesidir. Veyahut da bundan muradın, (verdiği kimselere) daha fazlasını va'adetmek; bir şey vermediği kimselere ise, özür beyân etmesidir... [125]

 

"Arkalarında aciz ve küçük evlatlar bıraktıkları takdirde onlara karşı endişe edenler, saygı İle korksunlar, Allah'tan sakınsınlar, sözü dosdoğru söylesinler" (Nisa. 9).

Âyette birkaç mesele vardır: [126]

 

Peşlerinden Zayıf ve Güçsüz Zürriyet Bırakacak Olanlar  

 

Cenâb-ı Hakk'ın, bir şart cümlesi olan  "Arkalarında âciz ve küçük evlatlar bıraktıkları takdirde onlara karşı endişe edenler" ifâdesi, O'nun  "o kimseler ki." Sözünün  sılası ve sıfatıdır. Buna göre mâna,"Nitelikleri, aciz ve küçük evlâtlar bırakmaları halinde onlar hakkında endişe etmek olan kimseler, korksunlar..." şeklinde olur. Haklarında korku duyulan kimseler ise burada zikredilmemiştir. Müfessirlerin bu husustaki görüşlerini ilerde zikredeceğiz. [127]

 

İkinci Mesele

 

Muhakkak ki, Cenâb-ı Hakk'm "Arkalarında âciz ve küçük evlâtlar bıraktıkları takdirde onlara karşı endişe edenler.." ifâdesi, aciz ve küçük kimseler için daima ihtiyatlı olmayı gerektirir. Müfessirlerin bu husustaki görüşleri de şunlardır:

Birinci görüş: Bu, hasta olan kimsenin yanında oturup da, ona şöyle diyen kimselere bir hitaptır: "Senin evlâtların, yarın âhirette Allah'dan sana gelecek herhangi bir şeyi (ukubeti) defedemezler. O halde gel malını, falanca falanca kimselere vasiyyet et." Bu kimseler, malından vereselerine hiçbir şey kalmayıncaya kadar, ölmek üzere olan o kimseye, kendisine varis olmayan kimselere vasiyyette bulunmasını devamlı olarak telkin ederler. İşte bu sebeple onlara şöyle denilir: "Evlâtlarınızın, malsız olarak acziyyet ve açlık içinde kalmalarını arzulamadığınız gibi, Allah'tan korkunuz da, hastayı, aciz ve zayıf olan çocuklarını onun malından mahrum etmeye sevketmeyin.." Sözün neticesi şudur: "Sen, böyle bir şeyin sana yapılmasına razı olmazsın. Binâenaleyh, müslüman kardeşine de böyle bir şeyin yapılmasına razı olma!.." Enes (r.a)'den Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Kul, kendisi için arzuladığı şeyi, kardeşi için de sevip arzulamadıkça gerçek mü 'mfn

olamaz"[128] dediği rivayet edilmiştir.

İkinci görüş: Hubeyb İbn Ebî Sabit şöyle demektedir: "Miksem'e bu âyet hakkında sordum da, o da şöyle dedi: "Burda bahsedilen, ölmek üzere olan ve akrabası olmayan kimseler lehine mal vasiyyet etmek isteyen kimsedir." İşte bunun üzerine yanındakiler ölmek üzere olan kimse vasiyyet etmeyi arzu etmekle beraber, ona "Allah'tan kork, malını çocuklarına bırak!." derler. Birinci görüşe göre âyet, ölmek üzere olanın yanında bulunan kimseleri, o şahsı vasiyyet etmeye teşvik etmekten sakındırma anlamına hamledil mistir. İkinci görüşe göreyse âyet, orada bulunan kimseleri vasiyyete mani olmaktan nehyetme anlamına alınmıştır. Birinci görüş daha uygundur. Zira Cenâb-ı Hakk'ın, "Arkalarında aciz ve küçük evlâtlar bıraktıktan takdirde onlar hakkında endişe edenler.." buyruğu, birinci tefsire daha müsait ve ona daha yakındır.

Üçüncü görüş: Bu âyetin, ölmek üzere olan kimselere bir hitap olması ve maksadının ise, kendisine varis olan kimselerin, ölmek üzere olan kimsenin ölümünden sonra aç-susuz kalmamaları için çokça vasiyyet etmekten nehyetmek olması da muhtemeldir. Sonra bu âyet, şayet vasiyyet üçde bir oranında takdir edilmezden önce nazil olmuşsa, bundan maksad, geriye kalan malın vasiyyete boğulmamasıdır. Eğer bu âyet, vasiyyetin üçde bir azamî nisbetinde takdir edilmesinden sonra nazil olmuş ise, o zaman bundan maksad, yine üçde bir nisbetinde vasiyyet edilmesi, hatta çocukları hakkında endişe duyarsa daha azını vasiyyet etmesi olur. Pekçok sahabeden, işte bu sebepten dolayı, üçde birden azı vasiyyet ettikleri rivayet edilmiştir. Onlar şöyle diyorlardı: Beşte bir, dörtte birden; dörtte bir, üçte birden daha azdır. Sa'd'dan gelen haber de bunu göstermektedir, ki bu da Hz. Peygamber'in şu hadisidir:"(Vasiyyet) üçde birdir. Üçde bir de çoktur. Sana varis olan­ları zengin olarak bırakman, onları insanlara el-avuç açacak şekilde fakir ve muhtaç olarak bırakmandan daha hayırlıdır. "[129]

Dördüncü görüş: Bu, yetimin velilerine bir emirdir. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek istemiştir: "Ölümünden sonra çocukları için endişelenen kimse, himayesinde olan ve başkasının çocuğu olan âciz ve yetim kimselerin malını zayi etmekten korksun..." Bu izaha göre, âyetten maksat, Hak Subhânehu ve Teâlâ'nın insanları mallarını muhafaza etmeye teşvik etmesi ve o kimsenin, kendisini malını korumaya adamasını istemesidir. Bu hususta ihtiyatlı olmak, geriye çocuklar ve mal bırakması halinde, başkalarının, çocuklarına ve onlara bırakmış olduğu mallara iyi davranmalarını istemesi gibidir. Kfldî, bu mananın yetimler hakkında varid olan âyetlerden daha önce ve sonra geçen âyetlerden anlaşılan manaya daha uygun olduğunu söylemiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, insanları yetimlerin malını korumaya davet ederken, son olarak onların dikkatlerini kendilerine ve ölümünden sonra hallerini düşündüğü zürriyetlerinin durumunu düşünmeye yöneltmektedir. Hiç şüphesiz bu, bu gayenin yerine getirilmesindeki sebep ve illetlerin en güçlülerindendir. [130]

 

Üçüncü Mesele

 

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Ayetteki kelimesi, (sarhoşlar) kelimesi gibi ve şeklinde okunmuştur." Vahidî, Hamza'nın bu kelimeyi, her iki kelimede de, imâle ile okuduğunu söylemiştir, paha sonra kelimesinin imâle ile okunmasının sebebini açıklarken şöyle der: vezninde olan ve kelimelerinde olduğu gibi, başında kesreli istila harfle­rinden birisi bulunan kelimede imâle yerinde ve güzel olur. Bu böyledir, çünkü okuyuş esnasında dil istîla harfiyle yükselir, sonra kesre ile iner. Binaenaleyh, ses aynı tonda çıksın diye, kesreden sonra tefhim (kalın okuyarak) dilin yükseltilmemesi müstehâb olur. kelimesinde yapılan imâle de güzeldir. Zira sen böylece, *İÂ* ifâdesindeki  afacstm.

Hak daha sonra, "Allah'tan sakınsınlar, söylesinler" buyurmuştur. Bu cümleler önceki ifâdelerin bir takriri r. Buna göre Cenâb-ı Hak, sanki şöyle demek İstemiştir: "Daha önce geçen şeyler hususunda Allah'tan korkun. Bu hususta ihtiyatlı olan onlar başkalarını bir İşe, bir fiile sevketmek istediklerinde, onların sözü dosdoğru söylemeleridir." den maksat, sözün âdil ve doğru olanıdır.

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Vasilerin kavl-i sedîdi, yetimlere eziyyet etmemek ve kendi çocuklarıyla müsamaha ve hoşgörü ile konuştukları gibi, onlarla da aynen öyle konuşmalarıdır; onlara hitap ettikleri zaman, "Evladım, oğlum" demeleridir. Yanında oturanların, hastaya karşı güzel sözleri ise şudur: "Eğer vasiyyet etmek istiyorsan, vasiyyetinde aşırı gitme, çoluk çocuğunu mağdur etme..." Bu tıpkı, Hz. Peygamber (s.a.s)'in Sa'd'a söylediği söz gibidir. Varislerin, miras taksimatı sırasında orada bulunan ve varis olmayan kimselere karşı güzel sözleri ise, onlara nazik söz söylemeleri ve onlara ikram ve izzette bulunmalarıdır. [131]

 

"Muhakkak ki yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir" (Nisa, 10). [132]

 

Yetim Malı Yemek, Ateş Yemek Gibidir

 

Bil ki, Allahu Teâlâ haksız olarak yetim malını yeme konusundaki tehdit ve vaîdini tekid etmiştir. Bu âyetlerde, böyle yapan kimseye karşı yapılmış olan tehditler peşpeşe sıralanmıştır. Meselâ bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Temizi murdarla değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza (katarak) yemeyin. Çünkü bu, muhakkak ki büyük bir günahtır" {Nisa, 2); "Arkalarında âciz ve küçük evlatlar bıraktıktan takdirde, onlara karşı endişe edenler.." (nh», 9) âyetleridir. Bundan sonra Cenâb-ı Hak, bu âyeti yetimlerin mallarını yiyen kimseleri tehdid için, müstakil olarak zikretmiştir ki bütün bunlar, Allah'ın yetimlere olan rahmetidir. Çünkü yetimler, son derece âciz ve güçsüz olduklarından ötürü, Allah tarafından bu denli yardım ve ikrama müstehak olmuşlardır. Bu tehdid, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin genişliğine ve afvı ile fazlının çokluğuna ne kadar fazla delâlet etmektedir! Zira yetimler, güçsüzlükte had noktaya ulaşınca, Allah'ın onlara inayeti de had noktaya varmıştır.

Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [133]

 

Birinci Mesele

 

Bu âyet, yetim malının bazan haksız yere olmaksızın yenilebileceğine delâlet etmektedir. Eğer böyle olmasaydı,

âyetin "zulüm (haksız olarak)" ifadesi ile tahsis edilme­sinin bir manası olmazdı. Bu ise, daha önce de söylediğimiz gibi, muhtaç olan veli ve vasîlerin maruf bir şekilde yetimin malından yiyebilmeleridir. [134]

 

İkinci Mesele

 

Hak Teâlâ'nın "karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar" buyruğu ile ilgili iki görüş vardır:

Birinci görüş: Bu ifâde, zahiri (hakiki) manasına göre alınır. Süddî şöyle demiştir: "Bir insan, yetimin malını haksız olarak yediği zaman, kıyamet günü ağzından, kulaklarından ve gözlerinden cehennem ateşinin alevleri çıktığı halde diriltilir. Onu gören herkes, onun yetim malı yediğini anlar." Ebu Sa'îd el-Hudrî (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Miraca götürüldüğüm gece, dudakları deve dudakları gibi olan bir grup insan gördüm. Onlar için, dudaklarından tutan, sonra a'j ağızlarına ateşten bir kaya koyan kimseler vazifelendtrilmiştf. Bu kayalar, onların altlarından çıkıyordu. Bunun üzerine, "Ey Cebrail, bunlar kimler?" dediğimde, O: "Bunlar, yetimlerin mallarını baksız olarak yiyen kimselerdir" dedi"

İkinci görüş: Bu, mecazî bir ifâdedir. Bundan murad şudur: Yetim malı yemek, cehenneme götürmesi ve cehennemi gerektirmesi bakımından sanki ateşi yeme gibidir. Bazan biribirinin mülazımı (gereği) olan iki şeyden birinin ismi, diğerine verilebilir. Bu tıpkı, Allah Teâlâ'nın, "Kötülüğün karşılığı ona denk bir kötülüktür" (Şûra, 40) âyetinde olduğu gibidir. Kâdî, bu görüşün, birinciden daha evla olduğunu söylemiştir. Zira âyetteki, "Muhakkak ki yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar" ifâdesinde, bunların herbirine işaret vardır. Binâenaleyh bunu zikredilen mecazi manaya hamletmek daha evladır. [135]

 

Âyetteki Te'kîd Üslubu        

 

Birisi şöyle diyebilir: "Yeme, ancak karna olur. O halde, âyette, "karınlarına" denilmesinin faydası nedir?" Buna

şu şekilde cevap verebiliriz: Bu, Allah Teâlâ'nın, "Onlar ağızlan ile, kalplerinde olmayan şeyleri söylüyorlardı" (Âi-ilmran. 167) âyetinde olduğu gibidir. Halbuki söz, ancak ağızla söylenir. Yine Cenâb-ı Allah, "Fakat sinelerin içindeki kalpler kör olur" (Hacc, 46) buyurmuştur. Halbuki kalp, zaten sinede olu)'. Yine Cenâb-ı Hak, "İki kanadıyla uçan hiçbir kuş yok ki..." (Enam. 38) buyurmuştur. Halbuki uçma, zaten kanat ile olur. Bütün bunlardan maksat te'kîd ve kuvvetlice ifâde etmedir. [136]

 

Dördüncü Mesele

 

Allah Teâlâ, âyette her nekadar yemeyi zikretmiş ise de, bundan maksat hertürlü yiyip bitirme ve harcamadır. Zira yetimin zararı, malının yenilmesi veya başka bir yolla biti­rilmesi ile değişmez. Cenâb-ı Hak, âyette sadece yemeyi zikretmiş ve bununla, şu sebeplerden ötürü hertürlü bitirme yollarını kastetmiştir.

a) O zamanlar, yetimlerin malları genel olarak etleri yenilen ve sütleri içilen hayvanlardı. Binaenaleyh âyet, onların âdetine göre ifâde edilmiştir.

b) Malını, ister hayır ister şer olsun, her türlü yönde israf eden kimseler hakkında, "O, malını yedi" denilmesi âdettir.

c) Yeme, yapılan işlerde gözetilen en büyük gayedir. [137]

 

Beşinci Mesele

 

Mu'tezile şöyle demektedir: "Âyet, ister müslüman olsun ister olmasın, bu işi yapan herkesin, tehdid edildiğini gös­terir, zira Hak Teâlâ'nın, "Muhakkak ki yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler..." sözü, herkese şamil olan umûmî bir ifâdedir. Bu da, iiâhî tehdidin kesin olduğuna delâlet etmektedir. Âyette, "Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir" buyruğu, onların tevbesiz olarak ölmeleri halinde, kesin olarak bu çılgın ateşe gireceklerini gösterir. Bunun cevabını, Bakara sûresinde enine boyuna zikretmiştik. Sonra biz, "Bu ilâhî tehdidin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kâfirler zulmedenlerin taa kendileridir" (Bakara, 254) âyetinden dolayı, kâfirlere mahsus olduğu niçin söylenemesin?" diyoruz.

Sonra Mu'tezile şöyle der: "Bu tehdide, yetimin malından az bir şey yemenin dâhil olması caiz değildir. Çünkü ilâhî tehdid, bu yeme ile birlikte tevbenin, olmaması şartına bağlanmıştır Halbuki bu günahtan, daha büyük olacak bir taat yoktur. Durum böyle olunca, bu tehdîde dâhil olduğu kesin söylenen kimsenin, kendisinin büyük bir günah işleyip, buna tevbe etmeyen kimse olması gerekir. Bu sebeple hiç şüphesiz, yetimin malından ne kadar yenilirse, ona çok denileceğinin araştırılması gerekir. Buna göre Ebu Ali el-Cübbaî bu miktarın beş dirhem olduğunu söylemiştir. Zira bu miktar, zekâtı vermeyen kimseler hakkındaki "kenz âyeti" (Tevt», 3*35) âyetlerinde kendisine ilahî tehdidin terettüp ettiği miktardır." Kâdî'nin zikrettiği görüşün tamamı işte budur.

Kadî'ye şöyle denilebilir: "Sen şu iki sebepten dolayı âyetin umûmî ifâdesinin zahirine muhalefette bulundun:

a)  Buraya tevbe etmeme şartını ilâve ettin.

b) Yine sen buraya, bu kimsenin bütûğa ermemesi kaydını ekledin. Bu ilâveler caiz olunca, bizim bu konuya affetmeme şartını ilâve etmemiz niye caiz olmasın?" Bu konuda söylenebilecek en son söz şudur: Biz, affın bulunduğuna delâlet eden bir delil bulamadık.. Ancak, ne var ki bunu da şu iki yönden cevaplayabiliriz:

1- Biz, affın delillerinin bulunmadığını kabul etmiyoruz; bilâkis Bakara sûresinde de açıkladığımız gibi, bu deliller pek çoktur.

2- Farzedelim ki siz bu delilleri bulamadınız. Fakat delilleri bulamamak, cnların olmadığı hususunda kesinlik ifâde etmez, bilâkis, bulunma ihtimali söz konusu olur. O takdirde de bu âyete tutunma, kesinlik ve katiyyet ifâde etme dâiresinden çıkar. Allah en iyi bilendir. [138]

 

Altıncı Mesele

 

Allah Teâlâ, zekâtını vermeyenler hakkında, bedenlerinin dağlanacağı tehdidini zikrederek,  'Ogün bunlar, üzerlerin­de (yakılacak) cehennem ateşinin içinde kızdırılacak da o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak" (Tevbe, 35) buyurmuştur. Allahu Teâlâ, yetim malını yiyen kimse için de, karnının ateşle doldurulacağı tehdidinde bulunmuştur. Şüphe yok ki bu tehdid daha şiddetlidir. Bunun sebebi şudur: Zekat mevzuunda, fakir kimse nisab miktarı rrı«la mâlik değildir. Aksine mâlik ve zengin olanın, malından belli bir miktara o fakiri mâlik kılması gerekmektedir. Yetimin malını yeme meselesine gelince, yetim bu mala sahip ve mâliktir. Bundan dolayı velînin, yetime malını vermemesi daha çirkin bir fiildir. Binâenaleyh bu husustaki tehdid, daha şiddetli olmuştur. Bir de fakir bazan büyük olur ve bu sebeple de mal kazanabilir. Yetim ise, küçüklüğü ve güçsüzlüğünden dolayı âcizdir. Bundan dolayı yetimin malını telef edip bitirme hususundaki va'îd daha şiddetli olmuştur.

Sonra Hak Teâlâ, "Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir" buyur­muştur. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [139]

 

Birinci Mesele

 

Âsım'ın râvisi Ebu Bekir ile İbn Âmir, âyeti meçhul sîgasında, yâ harfinin zammesi ile şekünde okumuşlardır ki bu:"Onlar, cehenneme girdirileceklerdir" manasındadır. Diğer kıraat imamları ise yâ harfinin fethasıyla okumuşlardır. Ebu Zeyd, bu keli­menin "Adam ateşe girdi, giriyor, girmek " "O, ateşe giricidir"; "Giren kavim" şeklinde kullanıl­dığını söylemiştir. Hak Teâlâ da, "Cehenneme girecek olan kimse müstesna" (sâffat, 163); "Ona girip (yanmaya) daha lâyık olanlar" (Meryem, 70) ve "Cehenneme onlar girecekler" (Sâd, 56) buyurmuştur. Ferrâ şöyle demiştir: yakacağın ismidir. Buna  da denir. Bu kelimeyi sâd har­finin kesresi ile okuduğunda şeklinde uzatırsın; fetha ile okuduğunda ise uzatmadan şekhnde okursun. Fiildeki yâ harfini zamme ile okuyanlar, onu Arap­ların "Allah onu, ateşin sıcağına iyice soktu" tabirinden almışlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz, onu ateşe sokacağız" (Nisa, 30) ve "Onu cehenneme sokacağım" (Müdaessir. 26) buyurmuştur. Keşşaf sahibi, bu fiilin, yâ harfinin zammesi ile ve İâmı şeddesiz okuyarak, şeklinde ve yine yânın zammesi, lâm'ın şeddesi ile şeklinde okunduğunu söylemiştir. [140]

 

İkinci Mesele

 

yanan ateş demektir. Nitekim bu manada, "Ateşi yaktım, onu iyice tutuşturdum " "O iyice tutuşmuştur ve iyice yanandır" deni­lir. kelimesi kelimesinden dönmedir. Nitekim "kınalı el” Nitekim tabiri de  ifâdesinden dönmedir. Cenâb-ı Hak, bu kelimeyi  şeklinde nekire olarak getirmiştir. Zira bundan murad, şiddetinin derecesini Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği bir ateş olduğunu göstermektir. [141]

 

Üçüncü Mesele

 

Rivayet olunduğuna göre bu âyet nazil olunca, ifâde etliği hüküm insanlara ağır geldi ve bundan dolayı Müslümanlar yetimlerle birlikte yaşamaktan tamamen uzaklaştılar. Bu durum yetimlere zor geldi. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın, "Şayet kendileriyle birarada yaşarsanız, onlar sizin kardeşinizdif..." (Bakara, 220) âyeti nazil oldu. Bazı cahiller, bu âyetin o âyetle mensûh olduğunu söylemişlerdir ki bu, gerçekten uzak bir görüştür. Çünkü bu âyet, insanları yetimlere zulmetmekten men etme konusun­dadır. Binâenaleyh bu mensûh olamaz. Aksine bundan maksat, yetimlerin mallarını (kendi mallarına katmak) eğer zulüm yoluyla olur ise, bunun en büyük günahlardan biri olduğunu bildirmektir. Nitekim bu âyette de böyledir. Eğer bu katma işi, terbiye etme ve iyilikte bulunma yoluyla olursa, bu da en büyük iyiliklerden biri olmuş olur. Nitekim bu hususta, "Şayet kendileriyle btrarada yaşarsanız, onlar sizin kardeşintzdir..." (Bakara, 220) âyetinde ifâde edilmiştir. Allah en iyi bilendir. [142]

 

Varislerin Miras Payları

 

"Allah size, evlatlarınız hakkında tavsiye eder ki: Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır. Fakat onlar, ikiden fazla kadınlar ise, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır. (Dişi evlat) tek ise, o zaman bunun yansı onundur. (Ölenin) çocuğu varsa, ana ve babadan herbirine terikenin altıda biri (verilir). Çocuğu bulunmayıp da kendisine ana ve babası mirasçı olduysa, (malın) üçte biri arasınındır. (Erkek, dişi) kardeşleri varsa, o vakit altıda biri anasınmdır. (Fakat bütün bunlar, ölenin) yapacağı vasiyyetten veya borçtan sonradır. Siz,babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin, size fâidece daha yakın olduğunu bilmezsiniz. (Bunlar), Allah'tan birer farizadır. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilicidir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" (Nisa, 11). [143]

 

Cahiliye Döneminde Miras

 

Bu âyetle ilgili birçok mesele bulunmaktadır:

 

Birinci Mesele

 

Bil ki cahiliyye halkı, şu iki şey sebebiyle birbirlerine varis oluyorlardı :

a)  Neseb,

b)  Muahede, sözleşme...

Neseb cihetinden birbirlerine varis olmalarına gelince onlar, ne küçük çocuklara, ne de kadınlara miras vermiyorlardı. Onlar ancak, at üzerinde savaşan ve ganimet elde eden erkek akrabaları mirasa mâlik kılıyorlardı. Sözleşme cihetinden birbirlerine varis olmalarına gelince, bu da şu iki şekilde tahakkuk ediyordu:

1- Anlaşma: Cahiliyyede bir kimse, bir başkasına "Kanım, kanın; canım, senin canın.. Sen bana, ben de sana varis olurum... Sen beni kollarsın, ben de seni.." derdi. Onlar bu şekilde bir akid yaptıklarında, onlardan hangisi diğerinden önce ölürse, sağ kalan için, ölünün malından daha önce şart koşulmuş olan şey tahakkuk ederdi..

2- Evlat edinme... Araplardan herhangi bir kimse, başkasının oğlunu evlat ediniyordu. Böylece bu çocuk babasına değil de, o kimseye nisbet ediliyor ve o kimseye varis oluyordu. Bu evlat edinme de anlaşma çeşitlerinden birisiydi.

Hak Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'i peygamber olarak gönderince O, ilk başlarda Arapları cahiliyyedeki adetleri üzere bırakarak, onlara dokunmadı. Alimlerden şöyle diyenler de vardır: Aksine, Cenâb-ı Hak onları bu âdetleri üzere bıraktı da, 'Her biri için baba ve ananın, yakın hısımların terikelerinden de varisler yaptık" (Nisa, 33) buyurdu ki, bundan maksat da neseb cihetinden birbirlerine varis olmalarıdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Akd ile) yeminlerinizin bağladığı kimselere de hisselerini verin" (Nisa. 33) buyurmuştur ki bundan murad da, anlaşma sebebiyle birbirlerine varis olmalarıdır. Birinci görüşte olanlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Akd ile) yeminlerinizin bağladığı kimselere de hisselerini verin" (Nisa, 33) tabirinden muradın, maldan hisse, pay olmadığını, aksine bundan muradın "onlara yardım, nasihat ve güzel muameleye dair  hisselerini,   paylarını  verin"  şeklinde  olduğunu  söylemişlerdir. Cahiliyye dönemindeki Arapların birbirlerine varis olma sebeplerinin izahı işte budur. [144]

 

İslâm'da Veraset Sebepleri

 

İslâm'daki, insanların birbirlerine varis olma sebeplerine gelince: Biz, İslâm'ın ilk yıllarında, anlaşma ve evlat edinme yoluyla insanların birbirlerine varis otma yolunu benimsediğini zikretmiştik.. Ayrıca buna şu iki hususu da ilâve etmiştik:

a) Hicret. Buna göre hicret eden kimse, her ne kadar (neseb cihetinden) yabancı olsa dahi, diğer muhacir ile çok sıkı münasebet ve ilişki içine girdiği için ona varis oluyor, akrabası olsa dahi, muhacirden başkası ona varis olamıyordu.

b) Kardeşlik (muâhât..) Hz. Peygamber (s.a.s), ashâbdan her iki kişi arasında bir kardeşlik tesis etmişti. Böylece bu da, onların birbirlerine varis olmalarına sebep teşkil etmişti. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hısımlar, Allah'ın kitabınca birbirine daha yakındırlar..." (En, zsâyetiyle, bütün bu varis olma sebeplerini neshetmiştir. İslâm dininin üzerine bina edildiği veraset sebepleri ise, üçtür: a) Neseb, b) Nikâh, c) Velâ... [145]

 

İkinci Mesele

 

Ata şunu rivayet etmiştir: "Sa'd İbn Rebî şehit edildi ve geriye iki kızını, hanımını ve kardeşini bıraktı. Kardeşi

malın tamamını alınca, Sa'd'ın hanımı Hz. Peygamber'e gelerek, "Ya Resûlallah, şu iki kız Sa'd'ın kızlarıdır. Sa'd şehit edildi; kızların amcası ise, onların mallarını aldı" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Dön, umulur ki Allah bu hususta hükmedecektir" dedi. Bir müddet sonra kadın geldi ve ağlamaya başladı. İşte böylece bu âyet-i kerime nazil oldu. Bunun üzerine de Allah'ın Resulü, o iki ki2m amcasını çağırdı ve "Sa'd'tn iki kızına üçte iki, annelerine ise sekizde bir mal ver, geriye katan ise senindir" buyurdu. İşte İslâm'da taksim edilen ilk miras budur. [146]

 

Üçüncü Mesele

 

Bu âyetin kendinden önceki âyetlerle münasebeti konusunda şu iki açıklama yapılmıştır:

1- Allah Teâlâ yetimlerin malları hakkındaki hükmünü ve bu hususta velilere terettüp eden mükellefiyetleri beyân edince, bu yetimin veraset yoluyla mala nasıl mâlik ve sahip olacağını da beyân buyurmuştur. Bu ise ancak, miras hükümlerinin tamamının izah edilmesiyle mümkün olmuştur.

2- Allah Teâlâ miras hükümlerini, "Ana ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından erkeklere farz kılınmış bir nasîb, hisse vardır" (Nisa. 7) ifâdesinde kısaca beyân edince, bu mücmel ifâdenin peşinden de şu tafsilata yer vererek, "Allah size, evlatlarınız hakkında tavsiye eder ki:..." (Nisa, 11) buyurmuştur'[147]

 

Dördüncü Mesele

 

Kaffâl şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu şu demektir: "Allahu Teâlâ size, ölümü­nüzden sonra, sizi evlâtlarınızın haklarını tastamam yerine getirmeye vesile olan bir söz söylüyor..." Buradaki  (tavsiye etmek) kelimesinin astı, ulaştırmak anlamındadır. Bir kimse bir şeye ulaştığı zaman, yine bir kimse bir kimseyi bir şeye ulaştırdığında, denilir. Meselâ, denildiğinde bunun manası "O, beni kendisini bilmem gereken şeyi bilmeye ve anlamaya iletti, götürdü" şeklinde olur. kelimesi de böyledir; ancak ne var ki, mübalağa ifade etmek için kullanılır." Zeccâc, buradaki "size tavsiye eder.." cümlesinin manasının, "Allah size farz kılıyor" şeklinde olduğunu; zira Cenâb-ı Hakk'ın yapmış olduğu tavsiyenin farz anlamına geleceğini; bunun delilinin ise, "(Kısas ve zina gibi şeylerden dolayı meşru) bir hak olmadıkça, Allah 'm haram ettiği cana kıymayın. İşte Allah size. aklınızı başınıza alasınız diye bunları emretti" (Enam. ısı> buyruğu olduğunu; bunun ise bize farz olduğunda herhangi bir şüphe bulunmadığını söylemiştir.

Buna göre şayet, ""Arapça'da, "Seni şu şeye tavsiye ediyorum" şeklinde bir kullanış yoktur. O halde nasıl olup da Cenâb-ı Hak burada, buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki:

Vasiyyet, bir söz olunca, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak, '/Allah size tavsiye eder.." ifâdesinden sonra müste'nef bir haber zikretmiş ve "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyurmuştur. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "İman edip de iyi amelde bulunan o kimselere Allah hem mağfiret, hem büyük mükafaat va'adetmiştir" (Fetih, 29)âyetidir. Yani, "Allah şöyle demiştir: "Onlar için bir mağfiret vardır..." demektir. Çünkü va'ad, söylemek anlamına gelir. [148]

 

Çocukların Miras Payları      

 

Bil  ki,  Allah Teâlâ   önce çocukların  mirastaki  payını zikretmiştir. Allah, insanın çocuğuna olan ilgi ve alâkası, beşerî   ilgi   ve   alâkaların  en   kuvvetlisi   olduğu   için, böyle yapmıştır. İşte bu sebepten dolayı Hz. Peygamber (s.a.s), "Fatıma benden bir parçadır" buyurmuştur. İşte bu sebeple Allah Teâlâ çocukların mirastaki paylarını önce zikretmiştir.

Bil ki, çocukların bir yalnız başlarına bulunma durumları; bir de ebeveynleriyle birlikte bulunma durumları söz konusudur. Yalnız başlarına bulunma durumları üçtür. Bu böyledir, zira ölen kimse, geride ya hem erkek hem dişi; ya sadece dişi, veyahut da sadece erkek evlat bırakır. [149]

 

Erkek ve Kız Evladın Beraber Bulunma Hali

 

Birinci kısım: Ölen kimsenin geride, hem erkek hem de dişi evlat bırakması halidir. Altah Teâlâ bu husustaki hükmünü, hiç şüphesiz "Erkeğe, İki dişinin payı miktarı vardır" cümtesiyle beyan buyurmuştur.

Bil ki bu ifâde, pekçok hükmü ortaya koymaktadır:

a) Ölen kimse, geride bir erkek ve bir kız çocuğu bıraktığı zaman, erkeğin mirastaki payı 2 (iki), dişininki ise 1 (bir)'dir.

b) Varis olacak kimseler, üç (3) ve daha fazla sayıdaki erkek ile üç (3) ve daha fazla sayıdaki dişi ise, her erkeğin hissesi iki, her dişinin hissesi ise birdir.

c) Çocuklarla beraber, ana-baba ve zevceler gibi başka varisler de bulunursa, bunlar kendi hisselerini alırlar, paylar alındıktan sonra geriye kalan mal, erkeğin payı 2 (iki) olmak üzere, evlatlar arasında taksim edilir. Böylece Cenâb-ı Hakk'tn "Erkeğe. iki dişinin payı miktarı vardır" âyetinin bu pekçok hükmü ifâde ettiği sabit olmuş olur[150]

 

Yalnız Kız Evlatların Bulunması Durumu

 

İkinci kısım: Ölen kimsenin geride sadece dişi evlat bırakması hali.. Allah Teâlâ dişi evlâdın, ikiden fazla olması halinde, hisselerinin üçte iki olduğunu; tek olmas halinde ise, bu hissenin yarım olduğunu beyân buyurmuştur. Ancak ne var ki Cenâb-Hak, iki kızın hükmünü, sarih bir ifâde ile beyân buyurmamıştır. Âlimler, İki kızın paylarının ne olacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Üç kız ve daha fazlasının hissesi, üçte ikidir. İki kızın hissesi ise, yarıdır.' İbn Abbas, bu hükmüne Cenâb-ı Hakk'ın şu buyruğunu delil getirmiştir: "Fakat onlar, ikiden fazla dişiler ise, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır" (Nisa, n) Arapça'da kelimesi, şart koşmayı ifâde etmektedir. Bu da, üçte iki hissenin alınabilmesinin. dişilerin sayısının üç ve daha fazla olması sayısına bağlandığını gösterir ki, bu da iki kıza üçte iki pay verilmesine manidir."

Buna birkaç bakımdan cevap verilebilir:

Birinci şekil: Bu söz, İbn Abbas'ın aleyhinedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "(Dişi evlat) tek ise, o zaman bunun yansı onundur" (nis. N) buyurmuş, yarım hissenin tahakkukunu, dişi evladın bir olması şartına bağlamıştır. Bu ise, iki dişi için, pay olarak yarım hissenin tahakkuk etmesini engeller. Binaenaleyh, bu sözün doğru olması halinde bu, İbn Abbas'ın görüşünü iptal eder.

İkinci şekil: Biz, kelimesinin vasıf, nitelik yok olduğunda hükmün yokluğuna delâlet ettiğini kabul etmiyoruz. Bunun böyle olduğuna şu da delâlet eder: Eğer durum böyle olsaydı, bu iki âyet arasında bir tenakuzun bulunması gerekirdi. Zira "icmâ", iki kızın hissesinin ya yarım, veyahut da üçte iki olduğuna delâlet etmektedir. kelimesinin şart koşmayı ifâde ettiğini kabul etmemiz halinde, bu iki hükmün de yanlış olduğunu söylemek gerekir. Böylece, bu kelimenin şart mânasını ifâde ettiği şeklinde hüküm vermenin yanlış ve bâtıl bir neticeye götürdüğü sabit olmuş olur. Binaenaleyh, böyle bir hüküm asılsız olmuş olur. Bir de Cenâb-ı Hak, "... ve eğer bir yazıcı da bulamadınızsa, o vakit (borçludan) alınmış rehinler (yeter)..." (Bakara. 283) ve 'Eğer kâfirlerin size fenalık yapacağından endişe ederseniz, namazdan kısaltmanızda size bir vebal yoktur" (Nisa, 101) buyurmuştur. Halbuki bu kelimenin, bu âyetlerde şart koşma manasını ifâde etmesi imkânsızdır.

Üçüncü şekil: Âyette, bir takdimve tehir söz konusudur. Kelâmın takdiri ise şöyledir: "Eğer dişiler iki ve daha fazla olurlarsa, onlar için (mirastan) üçte iki pay vardır." İşte, İbn Abbas'ın deliline karşı vereceğimiz cevap budur. Ümmetin diğer âlimleri ise, iki dişinin hissesinin üçte iki olduğunda ittifak ederek şöyle demişlerdir: "Biz bu hükmün böyle olduğunu, birçok şeyden ötürü anlıyoruz:

1- Ebu Müslim el-İsfehanî şöyle demektedir: "Biz bunu Hak Teâlâ'nın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğundan anlamaktayız. Bu böyledir zira, bir kimse ölse ve geride bir oğul ve bir ktz bıraksa, bu durumda, Cenâb-ı Hakk'ın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" hükmünden dolayı, oğulun mirastaki hissesinin üçte iki olması gerekir. Erkeğin payı iki dişinin payı olduğuna ve burada erkeğin payının üçte iki olduğuna göre hiç şüphe yok ki, iki dişinin mirastaki payının da üçte iki olması gerekir."

2- Ebu Bekr er-Razî şöyle demektedir: "Bir kimse ölür, geride de bir oğul ve bir kız bırakırsa, bu durumda kızın mirastaki hissesi, Hak Teâlâ'nın   "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğunun delaletiyle üçte birdir. Bir kızın hissesi, bir erkekle beraber bulunduğunda üçte bir olduğuna göre, bu kızın mirastaki payının başka bir dişiyle beraber üçte bir olması daha evlâ olur. Çünkü erkek, dişiden daha güçlüdür.

3- Cenâb-ı Hakk'ın   "Erkeğe, İki dişinin payı miktarı vardır" âyeti, iki dişinin mirastaki payının, bir dişinin mirastaki payından daha fazla olduğunu ifâde etmektedir. Aksi halde, erkeğin payının bir dişinin payı kadar olması gerekir ki, bu da âyetin hilâfına bir durumdur. İki dişinin payının, bir dişinin payından daha fazla olduğu sabit olunca, biz deriz ki, bunun da üçte iki olması gerekir. Çünkü arada herhangi bir fark bulunduğunu söyleyen yoktur.

4-  Biz, bu âyetin nüzul sebebinde, Hz. Peygamber (s.a.s)'in Sa'd İbn Rebî'in iki kızına, üçte iki verdiğini zikretmiştik. Bu da, bizim söylediğimiz görüşe delâlet etmektedir.

5- Allah Teâlâ bu âyette, bir kız ile üç ve üçün üzerinde otan kızların mirastaki paytarını beyân buyurmuş, iki kıza dair hükmü ise beyân etmemiştir. Yine Altah Teâlâ kız kardeşlerin mirastaki paylarının ne olduğunu belirtmek için de, "Eğer evladı (ve babası) olmayan bir erkek ölür, onun (ana baba bir veya sadece baba bir) bir tek kız kardeşi kalırsa, terikesinin yansı onundur.(...) Eğer kız kardeş iki İse, oğlar kardeşinin bıraktığının üçte ikisini alırlar" (Nisa. 176) buyurmuştur. Burada Cenâb-Hak, bir ve iki kız kardeşin mirastaki hükmünü belirtmiş, ikiden fazla kız kardeşin mirastaki hükmünü zikretmemiştir. Böylece bu iki âyetten her biri, bir yönden mücmeı bir yönden de mübeyyen olmuş olur. Buna göre biz deriz ki, iki kız kardeşin hisses: üçte iki olunca, iki kız evladın hissesinin bu olması daha uygundur. Çünkü bu iki kız evlat, ölen kimseye iki kız kardeşten daha yakındır. Üç ve üçten fazla kızlarır hissesi üçte ikiden fazla olmadığına göre, üç ve üçten fazla kız kardeşlerin mirastak-paylarının da bundan fazla olmaması gerekir. Zira kız evladı, ölen kimseye daha yakır olunca, daha zayıfı daha güçlü olana üstün kabul etmek imkânsız olur. Bu konuda zikredilmiş görüşlerin tamamı işte budur. Bunlardan ilk üçü, âyetten istinbât edilmiş, dördüncüsü sünnetten, beşincisi ise "kıyas-ı celî[151] den alınmıştır. [152]

 

Varislerin Yalnız Erkek Evlatlar Olması Durumu

 

Üçüncü kısım: Ölen kimsenin, geride sadece erkek evlat bırakması hali. Buna göre biz deriz ki, tek bir oğul mirasta yalnız başına bulunduğunda, malın tamamım alır. Bunun izahı pekçok bakımdandır:

1-Cenâb-ı Hakk'ın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğunun delâleti itibariyle. Zira bu ifâde, erkeğin mirastaki payının, iki dişinin mirastaki payı miktarı olduğuna delâlet etmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak kızlar hakkında da, "(Dişi evlât) tek İse, o zaman bunun yansı onundur" buyurmuştur. Böylece bu iki âyetin toplamından, mirasta yalnız başına kalan bir oğulun hissesinin malın tamamı olması neticesi ortaya çıkar.

2- Biz bunun böyle olduğunu sünnetten de anlıyoruz. Bu da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Paylar dağıtıldıktan sonra geriye kalan miktar, en yakın erkek asabeye verilir."[153] Oğulun, erkek asabe olduğunda bir münakaşa yoktur. Oğul, hisselerden sonra geriye kalan malın tamamını alınca, hisse bulunmaması halinde de malın tamamını alması gerekir.

3- Ölüye en yakın asabe, oğuldur. Oğulun mirastaki payının muayyen ve mahdut olmadığı icmâ ile sabittir. Bu yalnız oğulla beraber, mirastaki hissesi âyette belirlenmiş bir kimse (sahib-i farz) bulunmayınca, onun muayyen bir miktar alması, geriye kalanı almasından daha evlâ değildir. Binaenaleyh, bu oğulun malın tamamını alması gerekir.

İmdi şayet, "İki dişinin hissesi üçte ikidir; binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "Erkeğe, tki dişinin payı miktarı vardır" buyruğu, erkeğin mirastaki payının mutlak olarak üçte bir olmasını gerektirir. Bu ise onun, malın tamamını almasına mani olur.." denilirse, biz deriz ki:

Bundan maksat, erkek evladın diğer mirasçılarla beraber bulunması halidir; yoksa yalnız başına kalması hali değildir. Buna, şu iki husus da delâlet etmektedir:

a) Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah size, evlatlarınız hakkında şöyle tavsiye (emr) eder..." buyruğu çocukların mevcut olmasını gerektirir. O'nun, "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğu da, miras taksimi durumunda erkek ve dişi evlatların bulunmasını gerektirir.

b) Allah Teâlâ bunun peşinden, çocuğun yalnız olma halini de zikretmiştir. Bütün bu anlatılanlar bir kimse ölüp, geride tek bir oğul bırakması durumunda söz konusudur. Ama, bir knmse ölüp geride, mala hak kazanma cihetinden müşterek olan pek çok oğullar bıraktığında, aralarında herhangi rüçhaniyyet durumu söz konusu değildir. Binaealeyh miras malının onlar arasında eşit olarak taksim edilmesi gerekir. Allah en iyi bilendir.

Âyetle ilgili olarak geriye iki soru kalmıştır: [154]

 

Mirasta Kadının Hissesinin Daha Az Olmasının Hikmeti

 

Birinci soru: "Hiç şüphesiz, şu sebeplerden dolayı kadın erkekten daha âcizdir:

a) Kadın dışarı çıkmaktan ve ortada gözükmekten âcizdir. Zira onun kocası ve atabaları, bunu ona yasaklar.

b) Aklı kıt, aldanması ve yanılması çoktur.

c) Erkeklerle karıştığında, töhmet altına girer. Kadının acziyyetinin daha fazla olduğu sabit olduğuna göre, mirastaki hissesinin de daha çok olması gerekir. Daha çok olmasa bile, en azından erkeğinkine eşit olması gerekir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, kadına mirastan erkeğin payının yarısını vermesindeki hikmet nedir?"

Bu soruya şu şekillerde cevap verilir:

1- Kadının harcaması daha azdır. Çünkü kocası, onun için harcar. Erkeğin harcaması ise daha çoktur. Çünkü erkek, hanımı için de harcar. Harcaması ve masrafı daha çok olan, mala daha muhtaçtır.

2- Erkek, yaratılış, akıl ve meselâ kadılık (hakimlikjjmamet (devlet başkanlığı) yetkisinin kendisine verilmesi gibi dinî mertebeler bakımından kadından daha üstün durumdadır. Keza kadının şahitliği, erkeğin şahitliğinin yarısı kadardır. Bu durumda olan Kimseye, daha tazla verilmesi gerekir.

3- Kadının aklı az, (arzuları) çoktur. Kadınaçok mal verildiğinde, fesat büyür. Nitekim Şâir: "Boş zaman, gençlik ve bolluk içinde olmak, kişiye çok zararlıdır" demiştir. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Çünkü insan muhakkak kendini ihtiyaçtan vareste gördü diye azar' âk, 6-7) buyurmuştur. Erkeğin durumu ise böyle değildir.

4- Erkek, aklının tam oluşu sebebi ile, malını hanlar yaptırma, çaresizlerin güze1 övgüyü, âhirette de bol sevabı kazandıracak şeylere harcar. Bunu ancak erkek yapabilir. Çünkü erkek, insanlara daha fazta karışıp içli-dışlı olur. Kadının, insanlara ihtilatı ise azdır. Binaenaleyh kadın buna muktedir olamaz.

5- Rivayet olunduğuna göre Cafer-i Sadık'a bu mesele sorulunca o şöyle demiştir: "Hz. Havva bir avuç buğday alıp onu yedi. Sonra bir avuç daha atıp onu gizledi. Daha sonra bir başka avuç aldı ve onu Hz. Adem'e verdi. Hz. Havva, kendi payını erkeğin payının iki katı kılınca, Allah Teâlâ durumu aleyhine çevirdi de, kadının (mirastan) hissesini, erkeğin hissesinin yarısı kıldı." [155]

 

Buyurulup Başka Şekilde Bildirilmeyişinin Hikmeti

 

İkinci soru: Cenâb-ı Allah niçin "iki dişi için bir erkeğin payı miktarı vardır" veya "Bir dişi için, erkeğin payının yarısı miktarı vardır" demedi?

Buna birkaç yönden cevap verilir:

a) Erkek, kadından daha üstün olduğu için, Cenâb-ı Hak erkeği kadından önce zikretmiştir. Nitekim erkeğin payını da, kadının payının iki katı kılmıştır.

b) Hak Teâlâ'nın,   'Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğu, erkeğin üstünlüğüne  mutabakat[156]; dişinin  noksanlığına ise  iltizâm  suretiyle delâlet etmektedir. Eğer Allah, sizin dediğiniz gibi demiş olsaydı, o zaman o ifâde dişinin noksanlığına mutabıkı olarak, erkeğin üstünlüğüne ise iltizâm? olarak delâlet etmiş olurdu. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, faziletleri teşhir etmedeki sa'y-ü gayretin, rezillikleri teşhir etmedeki sa'y-ü gayrete tercih edildiğine dikkat çekmek için birinci yolu tercih etmiştir. Nitekim O, "Eğer iyilik ederseniz, kendinize tyilfk etmiş olursunuz. Eğer kötülük ederseniz, (yine) kendinize etmiş olursunuz" (isra, i)buyurmuş ve iyilik etmeyi iki kere, kötülük etmeyi ise bir kere zikretmiştir.

c) Cahiliyye Arapları kadınları değil de sadece erkekleri mirasçı kılıyorlardı. İşte bu âyetin sebeb-i nüzulü budur. Bundan dolayı şöyle denilmiştir: "Erkeğin mirastaki payının, kadının payının iki katı olması ona yeter. Binaenaleyh erkeğin kadını mirastan tamamen mahrum etmeyi arzulaması uygun değildir." Allah en iyi bilendir. [157]

 

Veled (Çocuk) Kelimesinin Manası   

 

Veled   (çocuk)   kelimesinin,   hakikî   manada   adamın sulbünden olan çocuğa isim olarak verildiğinde şüphe

yoktur. Yine bu kelimenin oğulun çocuğu (torun) hakkında da kullanıldığında şüphe yoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yâ Beni Âdeme" buyurmuştur. Yine Hak Teâlâ Hz. Peygamber (s.a.s) zamanındaki yahudilere de "Ey Benî İsrail (İsrâiloğullan)" demiştir. Fakat konumuz, "veled" lafzının, oğulun çocuğuna (toruna) mecazi olarak mı hakîkî olarak mı verildiği hususundadır.

Buna göre, eğer biz bunun mecazî olduğunu söylersek, şöyle deriz: Usûl-u fıkıhta "tek bir lâfzın aynı anda hem hakîkî, hem de mecazî manada kullanılmasının caiz olmadığı" kaidesi vardır. Bu durumda Allah Teâlâ'nın, "Allah size, evlatlarınız hakkında şöyle tavsiye (emr) eder..." buyruğu ile, hem sulbten olan çocuğu, hem de oğulun çocuğunu (torunu) murad etmiş olması imkansızdır.

Bil ki bu müşkili gidermenin yolu şöyle demektir: "Biz, oğulun çocuğunun hükmünü bu âyetten değil, aksine sünnet (hadis) ve kıyastan elde ediyoruz. Fakat bu hükmü bu âyetten almak istersek şöyle deriz: Hem sulbten olan çocuk, hem de oğulun çocuğu bu âyetle aynı anda murad edilmemiştir. Bu böyledir, Zira oğulun çocukları (torunlar), mirasa ancak şu iki durumun birinde müstehak olurlar:

a) Sulbten olan çocuk hiç mevcut olmaz ise...

b) Sulbten olan çocuk mirasın tamamını alamıyorsa... Bu durumda onlar (torunlar), kalan mirası paylaşırlar. Fakat oğulun çocuğunun, sulbten olan çocukların birlikte hak sahibi olmaları gibi, sulbten olan çocuklarla birlikte ortak olarak hak sahibi olmalarına gelince, iş böyle olmaz. Buna göre de bu âyetin, sulbten olan çocuk ile oğlun çocuklarına (torunlara) delâlet etmesinden, tek bir lâfız ile, o lâfzın aynı anda hem hakikî hem de mecazi manasının murad edilmiş olması gerekmez. Zira bu tek lâfız ile sulbten olan çocuk murad edildiğinde oğulun çocuğu; oğulun çocuğu murad edildiğinde ise sulbten olan çocuk murad edilmiş olmaz.

Velhasıl diyebiliriz ki, bu âyet, bazan sülbten otan çocuğa, bazan da oğulun çocuğuna hitap olmuş olur. Bu iki durumun her birinde de tek bir şey murad edilmiş olur. Fakat biz "veled" isminin, hem sülbten olan çocuğa, hem de oğulun çocuğuna verilmesinin, hakiki manada olduğunu söylersek, bu durumda kelimeyi bu iki mana arasında müşterek kabul edersek, yine aynı müşkilat ortaya çıkmış olur. Zira müşterek bir lâfzın, aynı anda iki manasını ifâde etmek için kullanılamayıp, aksine onu bu iki manaya uygun (mütevatı) kılmanın gerektiği sabit olmuştur. Mesela insan ve ata nisbetle "hayvan" (canlı) kelimesinin kullanılışı gibi... Bunun doğruluğuna "Kendi sulbünüzden (gelmiş) oğullarınızın hanımları..." (Nisa,23)âyeti de delâlet etmektedir. Âlimler, bu ifâdeye sülbten olan oğul ile oğulun oğlunun (torunların) girdiği hususunda ittifak etmişlerdir. Böylece biz "ibn (oğul)" kelimesinin hem sülbten olan çocuğa hem de toruna nisbetle uygun bir manaya geldiğini anlamış olduk. İşte bu izaha göre müşkilat giderilmiş olur.

Bil ki "ibn" (oğul) kelimesinin oğulun oğlunu (torunu) içine alıp almadığı hususundaki bu bahis, "eb" (baba) ve "ümm" (anne) kelimelerinin dedeleri ve nineleri içine alıp almadığı hususunda da aynen söz konusudur. Şüphesiz ki bu kelimeler de Hak Teâlâ'nın, "Senin tanrına ve babaların İbrahim'in, İsmail'in, İshâk'ın bir tek tanrısı olan Allah'a İbadet edeceğiz" (Bakara, 133)âyetinin delâlet ettiği gibi, onları kapsamaktadır. Bu içine alma işinin hakiki manada olmadığı daha zahirdir. Zira sahabe, dede ile ilgili Kur'ân'da zikredilen bir hükmün bulunmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Eğer "eb" (baba) kelimesi, hakîkî manada olarak dedeyi ifâde etmiş olsaydı, sahabenin bu şekilde ittifakı doğru olmazdı. Allah en iyi bilendir. [158]

 

Mirasa Mani Haller            

 

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah size, evlatlarınız hakkında şöyle tavsiye (emr) eder: "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır-' buyruğunun umûmî manasının, şu dört durum ile tahsis edilmiş olduğu söylenmiştir:

a)  Hür ve köle birbirine varis olamaz.

b)  Kasten katil olan kimse vâris olamaz.

c) İki ayrı dine mensup olanlar birbirine vâris olamazlar. Bu, ümmetin kabul ettiği ve meşhur derecesine ulaşan bir haberdir. Bu haberden şu iki fer'î hüküm de çıkar: [159]

 

Mirasta Din Ayrılığı

 

Birinci hüküm: Âlimlerimiz, kâfirin müslümana vâris olamayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Müslümanın kâfire vâris olması meselesine gelince, çoğu âlimlerimiz bunun da kâfire vâris olamayacağı kanaatindedirler. Bazı âlimler ise vâris olabileceğini söylemişlerdir. Meselâ Şâ'bî şöyle der: "Mu'aviye bu şekilde hüküm verdi ve bunu  (valisi) Ziyad'a yazdı. Bunun üzerine Ziyad, bunu Kâdî Şüreyh'e gönderdi ve bu şekilde hükmetmesini emretti. Daha önce Kadî Şüreyh müslüman kâfire vâris olamaz diye hüküm veriyordu. Ziyad, Şüreyh'e bunu emredince, Şüreyh buna uygun hüküm verip, "mü'minlerin emiri (devlet başkanı) da bu şekilde hükmediyor1 dedi.

Birinci görüşte olanların delili, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, jjU Ja! ifjljaj ^ "İki ayrı dinden olanlar, birbirine vâris olamazlar"[160] hadiâ-i şerifinin umumî manada oluşudur. İkinci görüşte olanların delili ise, rivayet edilen şu husustur: Mu'âz (r.a) Yemen'de iken kendisine bir yahudinin ölüp, geride müslüman bir kardeşinin kaldığını söylediler. Bunun üzerine Mu'âz (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'den, *">G*^ ^aîü ^j ^ijt "İslâm arttım, eksiltmez"[161] dediğini duydum" dedi. Sonra bu görüş­te olanlar bunu şöyle diyerek kuvvetlendirmişlerdir: "Hak Teâlâ'nın, "Allah size, evlatlarınız hakkında tavsiye eder ki: "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" âyetinin zahirî manası, kâfirin müslümana, müslümanın da kâfire vâris olmasını gerektirir. Fakat biz bu âyetin zahirini, Hz. Peygamber (s.a.s)'in "İki ayrı dinden olanlar, birbirine vâris olamazlar" hadis-i şerifi ile tahsîs eder (sınırlarız). Çünkü bu hadis, âyetten daha hususidir. Husûsî (hâs) olan delil, umumî olan delilden önce nazar-ı itibara alınır. Yine Hz. Peygamber (s.a.s)'irı "İslâm arttırır, eksiltmez" ifâdesi, "İki ayrı dinden olanlar, birbirine vâris olamazlar" hadisinden daha husûsidir. Binâenaleyh bu hadisin, ona takdim edilmesi gerekir. Hatta bu tahsîs daha evladır. Zira bu hadisin zahiri, âyetin umûmî manası ile kuvvet kazanmaktadır. Birinci hadis ise böyle değildir. Buna cevap olarak söylenecek son söz şudur: Hz. Peygamber (s.a.s)'in "İslâm arttırır, eksiltmez" hadisi, mirasta bir nass sayılmaz. Binaenaleyh bunu başka durumlara hamletmek gerekir." [162]

 

Mürted Olanın Durumu

 

İkinci hüküm: Müslüman, irtidâd edip sonra ölür ya da öldürülürse, irtidad süresince kazandığı mala vâris olunamayacağı, bilâkis bu malın Beytü'l-male (devlet hazinesine) verileceği hususunda âlimler ittifak etmişlerdir. Onun müslüman iken kazandığı mala gelince, bu hususta iki görüş vardır: Şafiî, "O mala vâris olunamaz, aksine Beytü'l-male kalır" demiştir. Ebu Hanife ise, "Ona, müslüman olan varisleri varis olabilir" demiştir. Şafiî'nin delili şudur: "Biz Hz. Peygamber (s.a.s)'in "İki ayrı dinden olanlar birbirine vâris olamazlar" sözünü, Cenâb-ı Hakk'ın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" âyetinin umûmî manasına tercih etme hususunda ittifak ettik. Mürted ve onun müslüman vârisi, iki ayrı dinden olmuş olur. Binâenaleyh bunların birbirine varis olmamaları gerekir.

Buna göre şayet, "mürtedin mala mâlik oluşu, müslümanlığmın sona erişi ita zail olmuş ve bu mülkiyet kendisine vâris olan kimselere intikal etmiştir. Bu durumda da, müslüman kâfire değil müslümana vâris olmuş olur" denilir ise biz deriz ki Müslüman şayet mürtede varis olmuş olsaydı, ona ya mürted hayatta iken, yahut da öldükten sonra varis olmuş olurdu. Birincisi bâtıldır ve müslümanın bu durumda o mallarda tasarrufta bulunması helâl olmazdı. Çünkü Cenâb-ı Allah, "Ancak zevceleri veya sağ ellerinin mâlik olduğu (cariyeleri) müstesna... "{Müminun, 6) buyurmuştur. Bu. icmâ ile de bâtıldır. İkincisi de bâtıldır. Çünkü mürted, ölürken kâfir olarak ölmüştür. Binaenaleyh bu durum, iki ayrı dinden olan kimselerin birbirine vâris olması neticesine götürür ki bu da hadisin aksine bir şey olur.

Burada geriye ancak şöyle demek kalır: "O müslüman, o mürtede, mürtedin müslüman olduğu son âna dayanarak, ölümünden sonra ona varis olmuştur. Fakat buna dayanmaya hükmetmek de bâtıldır. Zira mürted hayatta iken, mülkiyet bulunmadığına göre, eğer bu mülkiyet o kimsenin ölümünden sonra, hayatta iken bulunduğu şekilde mevcut olmuş olsaydı, o zaman geçmiş zamanda tasarruf yapılmış olurdu ki bu da aklın bedaheti ile bâtıldır. Eğer bu istinad, tebyin ile tefsir edilecek olsa, söz yine vârisin, mürted hayatta iken mürtede vâris olması neticesine varır ki biz bunun bâtıl olduğunu bildirmiştik. Allah en iyi bilendir. [163]

 

Peygamber Miras Bırakmış mıdır?

 

d) Âyetin tahsis edilmiş olduğu şekillerden birisi de, müçtehidlerin ekserisinin görüşü olan, peygamberlere vâris olunamayacağıdır. Şiî'ler bunu kabui etmemişlerdir. Rivayet olunduğuna göre Hz. Fatıma (r.anha) miras isteyip, ashab ona o mirası vermeyince, ashab Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Biz peygamberler topluluğuna vâris olunmaz (ölümümüzden sonra) geriye ne bırakırsak, o, (ümmet için) sadakadır" [164] hadisine tutunmuşlardır. Bunun üzerine Hz. Fatıma (r.anha) da Hak Teâlâ'nın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" âyetinin umûmî manasına tutunmuş ve sanki Kur'ân'ın umûmî manasının, haber-t vâhid ile tahsis edilemiyeceğine işaret etmiştir.

Sonra Şi'îler şöyle demişlerdir: "Kur'ân'ın umumiliğinin haber-i vâhid ile tahsis edilmesi caiz olsa bile burada böyle bir tahsis caiz değildir. Bunu şu üç şekilde izah ederiz:

1- Bu hüküm, Atlah Teâlâ'nın Hz. Zekeriyyâ'dan naklen: "Ki o bana mirasçı olsun. Ya'kub hanedanına da mirasçı olsun" {Meryem, 7)âyeti ile, "Süleyman Davud'a mirasçı oldu" (Nemi, 16) âyetinin hilâfınadır. Bunu, onların ilim ve dinine vâris olma manasına hamletmek mümkün değildir. Zira bu hakikî manada bir veraset olmayıp, yeni bir kesb (kazanç elde ediş) olur. Hakiki manada vâris olmak, ancak malda olur.

2- Bu meseleleri bilmeye muhtaç olan, ancak Hz. Fatıma, Hz. AH ve Hz. Abbas (r.anhüm)'dır. Bunlar ise zâhid, âlim ve dindar kimselerin en önde gelenlerindendir Hz. Ebu Bekir (r.a)’in bu meseleyi bilmeye hiç ihtiyacı yoktu. Zira o,  Hz. Peygamber'e vâris olacağını düşünen kimselerden değildi. O halde bu meseleyi bilmeye ihtiyacı olmayan kimseye bunu tebliğ edip, bu meseleyi bilmesi daha fazla gerekenlere tebliğ etmemesi Hz. Peygambere nasıl yakışır?

3- Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "(Ölümümüzden sonra) geriye ne bırakırsak" ifâdesi "Vâris olunmayız" ifâdesinin sılası da olabilir. Buna göre ifâdenin takdiri, "Geride sadaka olarak bıraktığımız şeye, işte buna vâris olunmaz" şeklindedir. Buna göre eğer, "Böyle bir takdir yapılması halinde, bu hükümde peygamber için bir hususiyet kalmaz" (Zira diğer insanların da sadaka olarak bıraktıktan şeyler paylaşılmaz) denilirse, biz deriz ki: "Aksine peygamberlerin bir şeyi tasadduk etmeye niyetlenmeleri halinde, sırf niyetleri sebebiyle, o şeyin onların mülkiyetlerinden çıkması ve o şeye, onlardan hiç kimsenin vâris olamayacağı ihtimalinden ötürü, bu hususiyet mevcuttur. İşte böyle bir mana, peygamberlerden başkası için söz konusu değildir."

Şiilerin bu görüşüne şöyle cevap verilir: Hz. Fatıma (r.anha), bu münazaradan sonra Hz. Ebu Bekr'in hükmüne razı olmuş ve Hz. Ebu Bekr'in kail olduğu hükmün doğruluğu hususunda icmâ meydana gelmiştir. Binaenaleyh böyle bir soru ortadan kalkar. Allah en iyi bilendir. [165]

 

Sekizinci Mesele

 

Bu âyetle ilgili meselelerden birisi de, âyetteki "Erkece, iki dişinin payı mtktan vardır" ifâdesi, "Onlardan erkeğe..." manasındadır. Âyet-i keri­meden  (Onlardan) ifâdesi, anlaşıldığı için hazf edilmiştir. Bu tıpkı senin Yağın iki ölçeği, bir dirhemedir" sözün gibidir. Allah en iyisini bilendir. [166]

 

Varisler Arasında Kadınların İkiden Fazla Olmaları

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat onlar ikiden fozla kadınlar ise, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır" buyruğunun manası, "Eğer , kızlar veya kız çocuklar, hepsi kadın olur, içlerinde oğlan bulunmaz ise..." şeklindedir. Hak Teâlâ'nın "İkiden fazla" lâfzının, fiilinin ikinci haberi veya (kadınlar) lâfzının sıfatı olması caizdir. Bu, "Kadınlar ikiden fazla olurlarsa.." demektir. Burada birkaç soru vardır:

Birinci Soru: Âyetteki, "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğu çocuklardan iki kızın hissesini beyân etmek için değil de, erkeğin hissesini beyân etmek için söylenmiş bir sözdür. O halde, Hak Teâiâ'nın 'Fakat onlar ikiden fazla kadınlar ise..." ifâdesi, kadınların hissesini beyân etmek için getirilmiş olduğu halde, bununla erkeğin hissesini murad etmiş olması, nasıl güzel ve yerinde olur?

Buna şu iki şekilde cevap verilir:

1- Biz, "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" beyanının iki dişinin hissesinin üçte iki nisbetinde olduğuna delâlet ettiğini açıklamıştık. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak, iki dişinin mirastaki payının ne kadar olduğunu gösteren şeyi beyân edince, daha sonra, "Onlar, sayıları üçten fazla olan bir kadınlar topluluğu olurlarsa, bunların mirastaki payları, İki dişinin payı olan üçte iki nisbetindedir" manasında olmak üzere, "Fakat onlar ikiden fazla kadınlar iseler, ölünün bıraktığının üçte ikisi onlarındır" buyurmuş ve böylece üç veya üçten daha fazla kadının (kızın) mirastaki hükmünün, herhangibir fark olmaksızın iki dişinin (kızın) hükmü gibi olduğunu bildirmiştir. Binaenaleyh bu atfın yerinde olduğu sabit olur.

2- İki dişinin hükmü daha önce geçmişti. Bundan dolayı, atfın yerinde yapılmış olduğu hususunda bu kadar söz yeter.

İkinci toru: Âyette geçen fiilinin, tam bir fiil sayılarak ve ifâde-lerindeki zamirlerin birer müphem zamir; vekelimelerinin ise, o zamirleri açıklayan birer ifâde olmaları doğru olur mu?

Cevap: Keşşaf sahibi bunun uzak bir ihtimal olmadığını söylemiştir.

Üçüncü soru: Âyette geçen kelimesi cemidir. Cemî'nin (çoğulun) en azı ise üçtür. Binaenaleyh "nisa" kelimesinin, ikiden fazla kadının bulunması manasına olması gerekir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın bu kelimeyi "ikiden fazla" diye kayıtlamasının manası nedir?

Cevap: Cemî'nin en aztnın iki olduğunu söyleyenlerin delilleri, bu âyettir. Cemî'nin üç ve daha fazlasını ifâde ettiğini söyleyenler ise, "ikiden fazla" ifâdesinin te'kîd için olduğunu söylemişlerdir. Bu tıpkı, "karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar" (Nisa. ıo) ve "İki Tanrı edinmeyin. O, ancak bir Tanrıdır" (Nam, sı) âyetlerinde olduğu gibi.

Hak Teâiâ'nın, "(Dişi evlat) tek iser o zaman bunun yarısı onundur" buyruğuna gelince biz deriz ki: Nâfî, kelimesini merfû (ötreli) olarak; diğer kıraat imamları ise mansûb (fethalı) olarak okumuşlardır. Merfû okuyanlar buradaki fiilini tam fiil saymışlardır. Tercih edilen okuyuş mansûb olarak okumak­tır. Çünkü bu ifâdeden önce geçen ibaresindeki fiilinin mansûb bir haberi vardır. Âyetin takdiri, "Eğer vâris olanlar, sadece kadınlar olurlarsa..." şeklindedir. İşte bu ibarede de aynıdır ve bunun takdiri, "Eğer geride bırakılan tek bir kadın olursa" şeklindedir. Zeyd İbn Ali, "nısf" kelimesini, nûn harfinin zammesi ile, şeklinde okumuştur. [167]

 

Mirasta Ana-Babanın Herbirinin Hissesi Altıda Birdir

 

HakTeâlâ, Ölenin varsa, ana ve babadan herbfrfne terikenin altıda biri (verilir)" buyurmuştur.

Bil ki Allahu Teâlâ çocukların miras paylarının nasıl olduğunu zikredince, bunun peşisıra ana-babanın mirastaki hissesini zikretmiştir. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: [168]

 

Birinci Mesele

 

Hasan el-Basr! ile Nu'âym İbn Ebû Meyser, kelimeyi sükûn ile şeklinde okumuşlardır. Bunlar ve kelimelerini de böyle okumuşlardır. [169]

 

İkinci Mesele

 

Bil ki ana-babanın üç hali vardır: Birinci hal: Ana-baba ile birlikte, ölenin bir çocuğunun da bulunması ki bu âyette anlatılan bu haldir; oğlan ve kız için, "çocuk" (veled) kelimesinin kullanıldığı hususunda bir münakaşa yoktur. Binaenaleyh bu birinci halin, şu üç şekilde olması mümkündür:

a) Ana-baba ile birlikte, ölenin bir veya daha fazla erkek çocuğunun geriye kalmış olması... İşte bu durumda ana-babadan herbirinin payı altıda birdir.

b) Ana-baba ile birlikte, ölenin iki veya daha fazla kız çocuğunun geriye kalmış olması... Bu durumda hüküm yine aynıdır.

c) Ana-baba ile birlikte, ölenin geriye tek kızının kalmış olması hali... Bu durumda, kızın mirastaki payı, malın yarısı, bu âyete göre de, ananın payı altıda bir, babanın payı altıda birdir. Geriye kalan altıda bir ise, asabe olması sebebi ile yine babaya aittir. Burada birkaç soru vardır:

Birinci soru: Ebeveynin insan üzerindeki hakkının, çocuğunun hakkından daha büyük olduğu hususunda şüphe yoktur. Ana-babanın hakkı o dereceye ulaşmıştır ki. Cenâb-ı Hak, onlara itaati kendine boyun eğme ile birlikte zikrederek, "Rabb'in, Kendinden başkasına kulluk etmeyin, ana ve babaya iyi muamele edin" diye hükmetti ' (fora, 23) buyurmuştur. Durum böyle olunca, Allah Teâlâ'nın, çocuklara mirasta ana-babadan daha fazla pay vermesindeki sebep nedir? Buna şöyle cevap MriHr: Bu son derece güzel ve hikmetlidir. Zira ana-babanın geriye pek az ömrü çalmıştır. Binaenaleyh bunların mala ihtiyaçları azdır. Fakat çocuklar, daha küçük loştadırlar ve mala ihtiyaçları daha fazladır. Binâenaleyh aradaki fark açıktır.

İkinci soru: Hak Teâlâ'nın, "Onun ana-babasma.." sözündeki "O" zamiri, kime râcidir?

Cevap:  Bu,  merci'i zikredilmeyen bir zamirdir.  Bu,  "ölenin ana-babas manasınadır.

Üçüncü soru: Âyette geçen "ebeveyn" ile kim'murad edilmiştir?

Cevap: Bunlar ana ile babadır. Anne için, aslında  kelimesinin kullanılması gerekir. Binaenaleyh "ebeveyn" kelimesi, (baba) ve  (anne) kelimelerinin tesnyesdıv.

Dördüncü soru: Bu âyetin tahlili (iğrabı) nasıldır?

Cevap: Âyetteki "onlardan herbiri" ifâdesi, âmil olan lâm harf-* cerrinin tekrarı ile, "ana-babadan" ifâdesinden bedeldir. Böyle bir bede yapmanın faydası şudur: Eğer, "Ana-babası için altıda bir pay var" denilmiş olsayd.. bunun zahirinden her ikisinin müşterek olarak altıda bir alacakları anlaşılırdı. Buna göre şayet,"denilmeli değil miydi?" denilir ise, biz deriz ki: "Çünkü mücmel bir ifâdeden sonra, bedel yapıp o ifâdeyi iyice açmada bir te'kîd ve kuvvetle ifâde etme vardır." Âyetteki kelimesi mübtedâ, ifâdesi ise, onun haberidir. Bedel de, izah için mübtedâ ile haber arasına girmiştir. [170]

 

Yalnız Ana-Babanın Varis Olması Hâli

 

Allah Teâlâ, "Çocuğu bulunmayıp da kendisine ana ve babası mirasa olduysa, (malın) üçte biri anasmmdır" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır: [171]

 

Birinci Mesele

 

Bil ki bu, ana-babanın ikinci halidir ki bu da, ana-baba ile birlikte, ölenin hiç çocuğunun bulunmaması ve ebeveyn­den başka hiçbir varisin olmamasıdır. Âyetteki, "Kendi­sine ana ve babası varis olduysa" ifâdesinden kastedilen bu haldir. Bu durumda ananın mirastaki payı üçte bir olup, nass (ayet) ile açıkça belirlenmiş hissesidir. Geriye kalan mal ise babaya aittir. Bu böyledir. Çünkü Hak Teâlâ'nın, "Kendisine ana ve babası varis olduysa..." ifâdesinin zahiri, ölenin ana ve babasından başka varisinin olmadığını ihsas ettirmektedir. Durum böyle olunca, malın tamamı ana-babaya kalır. Binâenaleyh ananın mirastaki hissesi üçte bir olunca, geriye kalan üçte ikinin de babaya kalmış olması gerekir. İşte bu durumda, ana-baba arasında taksim edilen mal, evlatlar arasında taksim edildiği şekilde, erkeğe, dişinin hissesinin iki misli düşmüş olur.

Bu söylediğimiz husustan, şu iki fer'î mesele kaynaklanır:

a) Daha önceki âyet, babanın ayetle belirlenen payının altıda bir olduğuna delâlet etmektedir. Bu halde ise baba üçte iki almıştır. Fakat baba, o önceki durumda altıda biri ashab-ı ferâizden[172] olması sebebi ile, malın  yarısını da asabe[173] olması sebebiyle almaktadır.

b) Babanın bu halde, asabe olması sebebi ile malın yansını alacağı sabit olunca, tek başına olduğu zaman (annenin hayatta olmaması durumunda) da malın tamamını alması gerekir. Zira asabenin özelliği, tek başına kalmış olduğu zaman, bütün mala varis olmasıdır. Bütün bunlar, ölenin ebeveynin dışında bir varisi bulunmadığı zaman söz konusudur. Fakat ölen kimseye, ebeveyni, eşlerden birisi ile birlikte mirasçı olduğunda, bu durumda, sahabenin ekserisi, (meselâ) kocanın kendi hissesini alıp, sonra kalan malın üçte birini kadının annesine, geri katan malı da kadının babasına vereceği görüşünü benimsemişlerdir. İbn Abbas (r.a) da şöyle demektedir: "Eşe, mirastaki (belirlenen) payı, ölenin annesine malın üçte biri, kalanı da ölenin babasına verilir." İbn Abbas (r.a) sözüne devamla, "Geriye kalan malın üçte birinin kime verileceği hususunu Kur'ân'da bulamadım" demiştir. İbn Sîrîn'in, ölenin karısı ve ana-babası arasındaki miras taksimatı hususunda İbn Abbas (r.a)'a muvafakat ettiği, ve fakat karı ölüp geriye kocası kalmışsa onunla ana-babası arasındaki miras taksimatı hususunda ona muhalefet ettiği rivayet edilmiştir. Zira bu durum, iki erkeğin hissesinin, bir dişi (kadın) için olması neticesine götürür. Fakat ölenin karısı ile ilgili taksimat, bu neticeye götürmez.

(Sahabenin) cumhurunun delilleri şunlardır:

1- Mirastaki kaide şudur: "Her ne zaman ana-baba bir erkek ve kız evlatlar birlikte mevcut olursa, erkek için iki dişinin (kıztn) hissesi kadar pay vardır. Baksana kız ile birlikte bulunan erkek evladın durumu da böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah size, evlatlarınız hakkında şunu tavsiye (emr) eder ki: "Erkeğe, Ski dişinin payı miktarı vardır" buyurmuştur. Yine kızkardeşle birlikte bulunan erkek kardeşin durumu da böyledir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer (yine aynı şartlarla varis olanlar) erkek ve dişi kardeşler ise, o zaman erkek için, dişinin iki hissesi vardır" (Nisa, 176) buyurmuştur. Baba ile birlikte (sağ olarak) bulunan ananın durumu da böyledir. Çünkü biz, ana-babanın dışında mirasçı olmadığı zaman annenin payının üçte bir, babanın ise üçte iki olduğunu beyân etmiştik. Bu sabit olunca biz deriz ki, eş (kan veya koca) mirastaki hissesini alınca, geriye kalan malın ebeveyn arasında erkeğe, kadının iki misli olarak, (ikili birli) kalması vacip olur.

2- Ebeveyn, aralarında mal bulunan iki ortağa benzerler, Binaenaleyh, o maldan bir şey alındı mı, geriye kalan mal ebeveyn arasında ilk hak edilişe göre devam eder.

3- Eş, hissesini, yakınlık itibariyle değil, nikâh akdine göre alır. Bu yönüyle de bu mesele, geriye kalanın taksimatı hususunda vasiyyete benzemiş olur.

4- Kadın (ölüp), geriye kocasını ve ana-babasını bıraktığında, bu durumda kocanın mirastaki payı, maltn yarısıdır. Binaenaleyh, şayet biz üçte biri anaya, altıda biri de babaya verirsek, bu durumda kadının payı, iki erkeğin payı kadar olmuş olur. Ki bu da, "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" âyetinin aksinedir.

Bil ki ilk üç delilin neticesi, âyetin umumiliğini kıyas ile tahsis etmeye müncer olur. Dördüncü delile gelince, bu da iki umûmdan birisini diğeriyle tahsis etmektir. [174]

 

İkinci Mesele

 

Hamza ve Kisaî, hemzenin ve mîm harfinin kesresiyle şeklinde okumuşlar ve  bunun kesre okunabilmesi için kendisinden önce meksûr bir harfin veya yâ harfinin bulun masını şart koşmuşlardır.

Birinci duruma gelince bu, Cenâb-ı Hakk'ın,"Annelerinizin karınlarında" (Zümer.6): ikinci duruma gelince, bu da "Ana merkezle lerine... bir peygamber" (Kasas, 59) âyetlerinde olduğu gibidir. Bu şartlar bulunmadığı zaman, pi kelimesi sadece damme okunur. Meselâ, Cenâb-ı Hakk'tn. "Meryem'in oğlunu da, anasını da bir âyet kıldık" (Mü'minun. so>âyetinde oldu­ğu gibi. Diğer kıraat imamları ise, hemzeyi her durumda damme ile okumuşlardır. Meksûr okuyanların yapmış oldukları izah şudur: Zeccâc şöyle demektedir. "Araplar, Cenâb-ı Hakk'ın *ifü ifâdesinde, kesreden sonra damme ile okumayı ağır ve zor bulmuşlardır. Bu böyledir, zira lâm harfi i1 lâfzına iyice bitiştiği için, bunların hepsi sanki tek bir kelime gibi olmuştur. Arapçada, fâel-fülinin kesre, ayne'l-fiilinin dammesiyle şeklinde bir kelime yoktur. İşte bundan dolayı muhakkak ki, ayne'l-fiilinin dammesı kesreye dönüştürülmüştür." Hemzeyi damme ile okuyanların izahı ise, şöyledir: Bu, hemzeyi asit üzere kullanmaktır. Bundan, şeklinde bir kullanış ortaya çıkmaz. Zira, *i&» kelimesindeki lâm harfi, ayrı bir harf hükmündedir. Allah en iyisini bilendir. [175]

 

Varislerin Anne İle Kardeşler Olması

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "(Ölenin erkek dişi) kardeşleri varsa, o vakit altıda biri ananındır" buyruğuna gelince, bil ki bu ebeveynin hallerinden üçüncü haldir ki, ebeveyn ile beraber erkek ve kız kardeşlerin bulunması durumudur. Âyetle ilgili birkaç.mesele vardır: [176]

 

Birinci Mesele

 

Âlimler, tek bir kız kardeşin, anneyi üçte birden alttda bire "hacb"[177] edemiyeceği, (indiremiyeceği) hususunda itti­fak etmişlerdir. Yine âlimler, üç kız kardeşin (anneyi) üçte birden hacbedeceği hususunda ittifak etmişler, ama iki kız kardeşin hacbedip edemiyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Sahabenin ekserisi, üç kız kardeş bulunması halinde olduğu gibi, iki kız kardeşin de hacbedeceği kanaatindedirler. İbn Abbas ise, bir kız kardeşte olduğu gibi, bu iki kız kardeşin de hacbedemiyeceği görüşündedir. İbn Abbas in delili şudur: Bu âyet bu hacbin, kardeşlerin bulunması şartına bağlanmış olduğuna delâlet etmektedir. îj^-v lâfzı cemî bir lâfızdır. Usûlü fıkıhta sabit olduğuna göre, cem'in en azı üçtür. Binaenaleyh üç kardeş bulunmadığı zaman, hacbin şartı da bulunmamış olur. Binaenaleyh bu durumda hacbin bulunmaması gerekir. Rivayet olunduğuna göre İbn Abbas Hz. Osman'a şöyle demiştir: "İki kardeş neye göre anneyi üçte birden altıda bire indirger, hacbeder? Halbuki Cenâb-ı Hak, "(Ölenin erkek, dişi) kardeşlen varsa..." buyurmuştur. Halbuki, Arapça'da iki kardeş, (cemi olarak) kardeşler değillerdir." Bunun üzerine Hz. Osman, "Ben, benden önce verilmiş ve ülkenin bütün beldelerine yayılmış bir hükmü geri  çeviremem" demiştir.

Bil ki bu anlatılan durumda, cem'in en az sayısının üç olduğuna delâlet bulunmaktadır. Zira İbn Abbas, meseleyi Hz. Osman'la beraber müzakere etmiş; Hz. Osman ise, İbn Abbas'ın vardığı hükmü yadırgamamıştır. Oysa ki her ikisi de halis Arap, ve din alimlerindendir. Binaenaleyh onların ittifakları bu hususta bir delil olmuştur. [178]

 

Cem'in En Az Miktarı "İki" Adedi midir?

 

Bil ki, cem'in en az sayıst hakkında âlimler şu iki görüşü beyân etmişlerdir:

a) Cem'in en az sayısı ikidir. Bu, Kadî Ebu Bekr el-Bakıllanî (r.h)'nin görüşüdür. Bu görüşte olanların delilleri şunlardjr;

1- Cenâb-ı Hak, "Hakikaten sizin kalpleriniz kaymıştır" 4) buyurmuştur. Halbuki, bir insanın birden fazla kalbi olmaz.

2-HakTeâlâ, "Fakat onlar, ikiden fazla kadınlar ise..." (Nisa, n) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, burada "ikiden fazla..'1 lafzıyla kayıtlaması, ancak, tL-J kelimesinin iki sayısına elverişli, onu içine alması halinde güzel olur.

3- Arapların, "iki ve ikinin üzerinde sayı, cemâattir (cemâat hükmündedir)" sözüdür.

Bu görüşü benimseyenler, âyetin zahirinin, iki kardeş ile de ananın hacbedilmesini gerektirdiğini iddia etmişlerdir. Ancak, usûlü fıkıhta benimsediğimiz husus, cem'in en az sayısının üç olduğudur. Bu takdire göre âyetin zahiri, anantn iki kardeş bulunduğunda hacbedilmesini gerektirmez. Bunu gerektiren ise, ancak ve ancak kıyastır. Bunu izah ederken şunu deriz: İki kız kardeş, hacbetmeyi gerektirirler. Durum böyle olduğuna göre, iki erkek kardeşin de hacbetmeleri vacip olur. Biz iki kız kardeşin hacbettiklerini söyledik, zira Cenâb-ı Hakk'm, miras mevzuunda iki kadını üç kadın yerine koyduğunu görmekteyiz.. Baksana, iki kız ile üç kızın mirastaki paylan, üçte ikidir. Yine, ana bir iki kız kardeş ile, üç kız kardeşin hissesi üçte birdir. İşte bu inceleme, hacbin üç kız kardeşin varlığı ile tahakkuk ettiğ gibi, iki kız kardeş ile de tahakkuk etmesini gerektirir. Böylece, iki kız kardeşin de hacbettikleri sabit olmuş olur.

Bu durum, iki kız kardeş hakkında söz konusu olunca, aynı durumun iki erkek kardeş hakkında da bulunması gerekir. Hiç kimse, bunlar arasında bir fark bulunduğunu söylememektedir. Binaenaleyh işte bu, bu mevzuda söylenmesi mümkün olan görüşlerin en güzelidir. Yalnız burada bir müşkil ortaya çıkmaktadır: Payların oranını tayin etmede kıyası tatbik etmek güç bir şeydir. Çünkü bu pay oranlarının manası ve niçin böyle olduğu akılla anlaşılamaz. Binaenaleyh bu, cihet-i camia (müşterek bir nokta) olmaksızın, sırf bir teşbih olmuş olur. Şöyle de denilebilir: Bu hususta kıyasa değil de, aksine "istikra" (inceleme ve araştırma) metoduna temessük edilir. Zira çokluk, umumî oluşun alâmeti ve belirtisidir. Ancak ne var ki. bu metod da son derece zayıftır. Allah en iyisini bilendir. Bil ki bu husus, tabiînin, İbn Abbas'tn görüşünün sakıt olduğu hususunda ittifak etmiş olmaları İle de güç kazanmıştır. Usulü fıkıhta en sahih görüş, ihtilâfın hemen peşinden meydana gelen icmâ'nın bir hüccet ve delil olduğudur. Allah en iyi bilendir. [179]

 

İkinci Mesele

 

Kardeşler, anneyi üçte birden altıda bire hacbettiklerinde, onlar mirasta kesinlikle herhangi bir varis olamazlar; aksine geriye kalan malın tamamını baba alır ki, bu da beş tane altıda birdir. Baba altıda birini ashâb-ı farz olarak; geriye kalanını ise, asabe olması sebebiyle alır. İbn Abbas ise, kardeşlerin, anneyi hacbettikleri altıda bir miktarı alacaklarını, geriye kalanın ise babaya ait olacağını söylemiştir. İbn Abbas'ın delili şudur: "İstikra (araştırma, tetkik) varis olamayan kimselerin hacbedemiyeceklerine delâlet etmektedir. Bu kardeşler hacbettiklerine göre, vâris olmaları gerekir." Cumhurun delili ise şudur: "Kardeşler bulunmadığı zaman, mal ebeveynin mülkü olur; bulundukları zaman ise, Allah Teâlâ onların vasfının, anneyi üçte birden altıda

bire hacbetmek olduğunu zikretmiştir. Kardeşlerin hacbedici olmalarından, onların varis olmaları neticesi çıkmaz. Binaenaleyh, bu hacb işi tahakkuk ettikten sonra malın, hacb'den önce de olduğu gibi, ebeveynin mülkü olarak kalması gerekir." Allah en iyisini bilendir. [180]

 

Mirasın Taksimi Vasiyyet İle Borçlar Verildikten Sonradır

 

Cenâb-ı Hak, "(Fakat bütün bunlar, Ölenin) yapa­cağı vasiyyetten veya borçtan sonradır" buyurmuştur.

Vasiyyet meseleleri, bu âyetin son kısmında ele alınmıştır. Burada birkaç mesele vardır: [181]

 

Birinci Mesele

 

Allah Teâlâ çocukların ve ebeveynin mirastaki paylarını ele alınca, "(Fakat bütün bunlar, ölenin) yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır" buyurmuştur. Yani   "Bu hisseler, hak sahiplerine, geriye bırakılan mal, ölenin yaptığı vasiyyet ve borçlardan fazla olduğu zaman ancak hak sahiplerine verilir. Bu böyledir, zira ölünün geriye bıraktığı maldan ilk ödenecek şey onun borcudur. Öyle ki borç, ölen kimsenin bütün malını kuşatırsa, o malda varislerin hiçbir hakkı olmaz. Ama ölen kimsenin borcu olmaz, veya olur da bu borç ödenir, bundan sonra geriye de bir miktar mal kalırsa, bu durumda bakılır: Eğer ölen kimse bir vasiyyette bulunmuşsa, vasiyyeti de geriye kalan malın üçte birinden yerine getirilir, en sonunda kalan mal, Allah'ın belirttiği şekilde taksim edilir. [182]

 

İkinci Mesele

 

Ali İbn Ebî Talib (r.a)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Sizler (Kur'ân-ı Kerim'de) vasiyyeti borç ifâdesinden önceokuyorsunuz. Halbuki, Hz. Peygamber (s.a.s) borcu vasiy­yetten önce yerine getirirdi." Hz. Ali (r.a)'nin bu sözünden maksadı, takdimin sadece lâfızda ve okumada olduğudur. O'nun maksadı, âyet-i kerimenin, hüküm bakımından vasiyyetin borca takdim edilmesini gerektirdiği şeklinde değildir. Çünkü j1 edatı, kesinlikle "tertîp" ifâde etmez. [183]

 

Âyette Vasiyyetin Borçtan Önce Zikredilmesinin Hikmeti

 

Vasiyyetin lâfız bakımından, borçtan önce zikredilmesinin hikmetini şu iki şekilde açıklayabiliriz:

a) Vasiyyet, karşılıksız olarak alınan bir maldır. Binaenaleyh, bunun verine getirilmesi, varis olan kimselere çok güç gelir. Bu sebeple de onun edası ihmâl edilebilir. Borç ise böyle değildir; çünkü varislerin gönülleri onu yerine getirmekle tatmin olur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, vasiyyeti yerine getirme hususuna teşvik ve onu edâ etmeye sevketmek için, vasiyyeti borçtan önce zikretmiştir. Daha sonra bu teşvikini, ödenmesinin vacip olması konusunda vasiyyetle borcun ödenmesi­nin aynı, yani birbirine eşit olduğu hususuna dikkat çekmek için, "vasiyyet" kelimesinin başına edatını getirerek, bu teşviki te'kîd etmiştir.

b) Varis olan kimselerin payları borçtan sonraya bırakıldığı gibi, vasiyyet sonraya da bırakılabilir. Baksana, ölen kimse malının üçte birini vasiyyet ettiği zaman, vereselerin hisseleri, bu üçte birin kendisine vasiyyet edilen şahsa tesliminden sonra muteber olur. Böylece Cenâb-ı Hak, bize, vereselerin hisselerinin borçtan sonra muteber olacağı gibi, vasiyyetten sonra da muteber olacağını bildirmek için, borç ile vasiyyeti birlikte zikretmiştir.

Cenâb-ı Hak, borç ile vasiyyet arasında, başka bir cihetten daha ayrım yapmıştır ki, o da şudur: Malın bir kısmı telef olduğunda, gerek kendisine vasiyyet edilenlerin, gerekse ölüye varis otan kimselerin hisselerinde bir eksilme meydana gelir. Halbuki borç böyle değildir. Zira malın bir kısmı heiâk olsa dahi, geriye kalan maldan borç tastamam ödenir. Eğer borç, geriye kalan bütün malı kaplarsa, hem kendisine vasiyyet edilenin, hem de varislerin bütün hakları yok olur. Binaenaleyh vasiyyet, bir yönden verasete, diğer bir yönden de borca benzemiş olur. Vasiyyetin verasete benzemesi yönüne gelince, bu biraz önce bizim, "Miras malından herhangibir şey helak olduğunda, gerek kendisine vasiyyet edilenlerin, gerekse varislerin hisselerinde bir eksilme meydana gelir" şeklinde zikretmiş olduğumuz husustur.

Vasiyyetin borca benzemesi ise, "Varis olan kimselerin hisselerinin, ölen kimsenin borcunun ödenmesinden sonra muteber olması gibi, vasiyyetten sonra da muteber olduğu" hususudur. Allah en iyisini bilendir. [184]

 

Bu Âyette "Ve" Değil de "Veya"  Edâtının Kullanılışının Sebebi     

 

Bir kimse şöyle diyebilir: "Buradaki  (veya..) edatının manası nedir" "veya" yerine "ve" kullanılarak (fakat bü-

tün bunlar, ölenin) yapacağı vasiyyetten ve borçtan sonra- dır  denilmeli değil miydi?" Buna şu iki yönden cevap verebiliriz:

a) edatı mübahhk (ibaha) ifâde eder. Bu birisinin "İster Hasan'la isterse İbn Şîrîn ile görüş" demesi gibidir ki bunun manası, bunlardan her birinin sohbetlerinde bulunmaya layık kimseler olmasıdır. Bu sebeple, sen Hasan'la da oturmuş olursan isabet etmiş olursun, İbnSîrln ile de oturmuş olursan isabet etmiş olursun, her ikisiyle beraber oturursan da isabet etmiş olursun... Ama bir kimse, "Şu iki adamla beraber otur" dese, sen onlardan biriyle beraber oturup diğeriyle oturmasan, emre uymuş olmazsın. İşte burada da böyledir. Şayet Cenâb-ı Hak, "Vasiyyetten ve borçtan sonra" demiş olsaydı, o zaman her Ölen kimsenin malında, bu iki durumun mutlaka bulunması gerekirdi. Halbuki, bunun böyle olmadığı herkesçe malûmdur. Ama Cenâb-ı Hak bunu, j* (veya) edâtıyla zikredince, mâna "Eğer bunlardan birisi (vasiyyet veya borç) bulunursa, miras taksimatı bundan sonra yapılır. İkisinin bulunması hali de böyledir" şeklinde olur.

b) edatı, olumsuzluk ifâde eden bir kelimenin başına geldiğinde, (ve) edatı­nın mânasını ifâde eder. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Onlardan hiçbir günahkâra ve hiçbir nanköre boyun eğme..." (insan,24) ve"Onlara, sığır ve koyunun iç yağlarını da haram kıldık. Bunların sırtlarına ve bağırsaklarına yapışan ve kemiğe karışanlar müstesna.." (En'âm, 146) âyetlerinde olduğu gibidir. Böylece edatı, bu âyetlerde  (ve) manasına gelmiş olur. Hak Teâlâ'nın, "Yapacağı vasiyyetten veya borçtan sonradır" buyruğu istisna manasında olunca, O sanki, "O zaman bir vasiyyet ve bir borcun buluması durumu müstesna..." demek istemiştir. Böylece de maksat, "Bu ikisinin tastamam ifasından sonra..." şeklinde olmuş olur. [185]

 

Dördüncü Mesele

 

Âsım'ın ravisi Ebu Bekr ile İbn Kesîr ve İbn Âmir, bu fiili, meçhul sîgasıyla olmak üzere, sâd harfinin fethasıyla,

ıfejt ; Nâfi, EbÛ Amr, Hamza ve Kisâî de vasiyyet eden kimseye nisbetle (malûm sîgasıyla olmak üzere) sâd harfinin kesresiyle şek­linde okumuşlardır ki, bu ikinci okunuş Cenâb-ı Hakk'ın, "Çocuğu varsa, terikeden..." buyruğunun delaletiyle, tercih edilen okuyuştur.

Hak Teâlâ,"Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin, size faidece daha yakın olduğunu bilmezsiniz. (Bunlar), Allah tan birer farizadır. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilendir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" buyurmuştur. [186]

 

Babalarınızla Oğullarınızdan Hangisinin Size Yakın Olduğunu Bilemezsiniz

 

Bil ki, "Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin, size faidece daha yakın olduğunu bilmezsiniz" buyruğu varisler ve onların hisselerinin anlatıldığı ifâde ile, "(Bunlar), Allah'tan birer farizadır" buyruğu arasına girmiş bir muteriza, (ara) cümlesidir. İtirâziyye cümlesinin vazifesi, arasına girmiş olduğu iki cümleyi te'kîd etmektir. İmdi biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, çocukların ve ebeveynin mirastaki paylarını belirtip; bu hisseler farklı olup, akıl bu takdir edilen hisselerin ne kadar olacağını bilemeyip, insanın hatırına, "bu taksimat başka bir şekilde olsaydı, daha faydalı ve daha uygun olurdu..." şeklinde düşünceler gelip; özellikle Arapların mirastaki taksimleri bu şekilde olup, onlar güçlü kuvvetli erkeklere mirastan pay verdikleri halde çocukları, kadınları ve zayıf kimseleri mirastan mahrum bırakınca, Cenâb-ı Hak şöyle diyerek bu şüpheleri ortadan kaldırmıştır: "Sizler, akıllarınizin, (hangi şeylerin) sizin menfaatinize olduğunu ihata edemez, tam anlayamaz; binaenaleyh, çoğu kez sır zarar olduğu halde, bir şeyin sizin menfaatinize olduğunu; sırf menfaatinize olan şeyi de mahzâ zarar zannedersiniz. Ama, Hakîm ve Rahîm otan Allah, bütün gaiblen ve neticelerini bilen Zât'tır." Buna göre sanki şöyle denilmiştir: "Ey insanlar, miras paylarını, akıllarınızın güzel gördüğü miktarlarla takdir etmeyi bırakın da Allah'ın sizin için takdir etmiş olduğu şu paylar hususunda O'nun emrine itaat ediniz."

İmdi Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin, size faidece daha yakın olduğunu bilmezsiniz" buyruğu, insan tabiatının, mirasın varislere taksimatı hususunda temayül ettiği şeyleri terketmeye; O'nun, "(Bunlar) Allah'tan birer farizadır" buyruğu ise, şeriatın takdir edip hükmettiği bu taksimatı kabul etmenin farz olduğuna bir işarettir. Âlimler, Cenâb-ı Hakk'ın "Onlardan hangisinin, size faidece daha yakın olduğu..." ifâdesinden ne murad edildiğini izah hususunda şu görüşleri belirtmişlerdir:

1-Bundan maksat, "Onlardan hangisinin, âhirette  size faidece daha yakın olduğu..." şeklindedir. İbn Abbas şöyle demektedir: "Allah sizi birbirinize şefaatçi kılar. Binaenaleyh, ey oğullar ve babalar! Sizin hanginiz Allah'a daha çok itaat ediyorsa, cennette en yüksek derece onun olur. Eğer cennette, babanın derecesi çocuğunun derecesinden daha yüksek olursa, gözü aydın olsun diye, babasının isteği üzerine Allah, onun çocuğunu babasının yanına yükseltir. Ama, çocuğun derecesi babasınınkinden daha yüksek olursa, Allah o çocuğun anne-babasını onun yanma yükseltir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin size faidece daha yakın olduğunu bilmezsiniz" buyurmuştur. Çünkü, baba ve evlâddan biri, kendisinin cennetteki istifâdesinin, babasıyla mı veyahut da evladıyla mı daha fazla olacağını bilemez.

2- Bu ifâdeden maksat, "Birbirlerine harcamada bulunmak, birbirlerini eğitmek ve birbirlerini kötülüklerden korumak ve müdafaa etmek gibi yapılması gerekli olan hususlarda,   onların  dünyada  iken,   birbirlerinden  nasıl  istifâde edeceklerini" bilememeleridir.

3- Bu ifâdeden maksat, oğulun babadan, babanın oğuldan önce ölerek böylece de hangisinin diğerine varis olacağının bilinmemesidir.

Hak Teâlâ'nın "(Bunlar), Allah'tan birer farizadır" buyruğu, te'kîd için gelmiş olan bir mef'ûlü mutlaktır. Yani, "Allah bunu bir farz olarak takdir etmiştir. Muhakkak ki Allah hakkıyla bilen, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" demektir. Buna göre mana, "Allah'ın mirası bu şekilde taksim etmesi, sizin gönüllerinizin meylettiği taksimattan daha evlâ ve hayırlıdır. Çünkü O, bütün malûmatı bilendir. Böylece de O, miras taksimatındaki sizin lehinize ve aleyhinize olan hususları en iyi bilendir. Yine O Hakimdir; bu sebeple de ancak, en güzel ve en yararlı şeyleri emreder. İşte durum böyle olunca, O'nun mirası bu şekilde taksimatı, sizin murad edip gönlünüzden geçirdiğiniz taksimat şeklinden daha hayırlı ve evlâdır..." şeklinde olur. Bu ifâde, O'nun meleklere "Ben, sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim..." (Bakara, 30) demesi gibidir.

Buna göre şayet, "Allah şu anda da böyle olduğu halde, niçin "Muhakkak ki Allah hakkıyla bilen yegâne hüküm ve hikmet sahibi idi" demiştir?" denilirse, biz deriz ki:

Halil şöyle demiştir: "Bu lâfızlarla, Allah hakkında bir haber vermek, O'nun hakkında hâl ve istikbal ifâde eden lâfızlarla haber vermek gibidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, zaman mefhumunun içinde bulunmaktan münezzehtir." Sîbeveyh ise, "Bir topluluk bir ilim, bir hikmet, bir fazilet ve bir ihsan görüp müşahede edince, taaccüb ederler de, bunun üzerine onlara, "Şüphesiz Allah daha önce böyle olduğu gibi O, daima da bu sıfatlarla muttasıfttr..." denilir" demiştir. [187]

 

Varislerin Sıralanmasındaki Hikmet

 

"Zevcelerinizin çocuğu yoksa, terikeslnin yansı sizindir. Eğer onların çocuğu varsa, size terikesinden (düşecek hisse) dörtte birdir. (Fakat bu da) onların edecekleri vastyyet ve borçtan sonradır. Eğer çocuğunuz yoksa bıraktığınızdan dörtte biri onlarındır. Şayet çocuğunuz varsa, terikenizden sekizde biriedeceğiniz vasiyyet ve borçtan sonra- yine onlarındır" (Nisa, 12).

Bil ki, Allahu Teâlâ bu âyetlerde, veresenin taksimatını en güzel biçimde zikretmiştir. Bu böyledir, zira varis olan, ölen kimse ile ya doğrudan ya da dolaylı olarak ilgili olur. Eğer, varis olan kimsenin ölen kimse ile ilgisi doğrudan olursa, bu ilginin sebebi ya neseb olur, veya zevciyyet (evlilik) hali olmuş olur. Böylece bu durumda şu üç kısım meydana gelmiş olur:

a) Bu ilgilerin en üstünü, neseb cihetinden doğrudan meydana gelmiş olan ilgidir ki, bu da birbirinden meydana gelme, doğma yakınlığıdır. Bu yakınlığa, çocuklar ve ebeveyn dahildir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, bu kısma ait hükmü en önce zikretmiştir.

b)  Evlilik cihetinden doğrudan meydana gelen münasebet ve ilgi. Bu kısım, üstünlük bakımından, birincisinden sonra gelmektedir. Birinci kısım ilgi, zatî; ikincisi ise arızîdir. Zatî olan, arızî olandan daha üstündür. İşte bu ikinci kısım, şu anda tefsirini yapmakta olduğumuz âyette kastedilen kısımdır.

c)  Dolaylı olarak meydana gelen ilgi ve münasebet ki, bu ilgi ve münasebete "kelâle" denilmiştir.

İşte bu üçüncü kısım, şu sebeplerden dolayı, ilk iki kısımdan sonra gelmiştir:

1- Çocuklar, ebeveyn, karı ve koca için, mirastan tamamiyle düşmek söz konusu değildir. Ama "kelâle"ye gelince onlar için bazan, tamamiyle mirastan düşmek söz konusu olabilir.

2- İlk iki kısımdan her birinin ölen kimseyle olan nisbet ve ilgisi, doğrudan (zati)dir. Kelâlenin nisbeti ise dolaylıdır. Doğrudan sabit olan (zatî) şey, dolaylı sabit olandan (arızî) daha üstündür.

3- İnsanın ebeveyn, çocuklar, karı veya koca ile olan ilişkileri, "kelâle" ife olan ilişkilerinden daha tam ve mükemmeldir. İçli-dışlılığın çok olduğu yerde, ülfet ve şefkatin mevcudiyyeti hissedilmektedir. Bu ise, onlarla ilgili hallere gerekli alâka ve ihtimamı göstermeyi icap ettirir. İşte bu üç sebep ve benzeri sebeplerden dolayı Cenâb-ı Hak,  "kelâle"nin mirasını,  ilk iki kısmın miras hükümlerinden sonra zikretmiştir. Bu ne güzel bir tertib ve aklın kanunlarıyla ne güzel bir uyumdur! Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [188]

 

Birinci Mesele

 

Allah Teâlâ, neseb yönünden olan ilgide erkeğin mirastaki payını, iki dişinin payı kadar kılınca; tıpkı bunun gibi, sebebî yönden olan ilgide de, erkeğin payının   iki dişinin payı kadar olduğuna hükmetmiştir. Bil ki bir ve birden fazla kişi, dörtte bir ve sekizde birde eşit olup, bu eşten veya başkasından olan çocuk da, bunları yarımdan dertte bire veya dörtte birden sekizde bire indirmede eşittir. Bil ki çocuğun erkek ve kız olmasında fark olmadığı gibi, oğulun, oğulun oğlunun, kızın ve oğulun kızının arasında da herhangi bir fark yoktur. [189]

 

Ölümden Sonra Karı-Kocalık  Münasebeti Hakkında            

 

Şafiî (r.h), kocanın (öldükten sonra) karısını yıkamasının caiz olduğunu; Ebu Hanife (r.h) ise, caiz olmadığını söylemistir. Şafiî'nin delili şudur: "Bu kadın, ölümünden sonra da onun karışıdır. Dolayısı ile onun, o kadının cenazesini yıkaması helaldir. Bu kadının, hâlâ onun hanımı olduğunun delili, Hak Teâlâ'nın, "Zevcelerinizin çocuğu yoksa, terikesinin yansı sizindir" buyruğudur. Cenâb-ı Hak o kadını, ölürken malının yarısının kocasına ait olduğunu söylerken "zevce" diye ifâde etmiştir. Kadın öldüğünde malının yarısı kocasmadır. Binaenaleyh öldükten sonra da o kadının, onun zevcesi sayılması gerekir. Bu sabit olunca, kocanın o kadınını yıkamasının helâl olması gerekir. Zira evlilik olmazdan önce erkeğin o kadını yıkaması helâl değildir. Fakat evlilik tahakkuk edince, erkeğin kadını yıkaması helâl olur. Deveran,[190] apaçık illiyyetin (sebep oluşun) delilidir."

Ebu Hanife'nin delili ise şudur: "O kadın, (ölünce) artık onun hanımı sayılmaz. Dolayısf ile onun onu yıkaması helâl olmaz." Ebu Hanife, "O kadın, onun hanımı sayılmaz" hükmünü şu şekilde açıklamıştır: "Eğer o, o adamın hanımt sayılsaydı, onun ölümünden sonra o kocanın, "ancak zevceleri müstesna.," (MO'minûn, 6) âyetinden dolayı, o kadınla cinsî münasebette bulunması helâl olurdu. Helal olmadığı sabit olduğuna göre, onu yıkayamaması da gerekir. Zira bu yıkama helâl olsaydı, ya o kadına bakmasının helâl olmasıyla sabit olurdu ki bu Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Zevcenden başka diğer kadınlardan gözünü yum" hadi­sinden dolayı bâtıldır. Yahut da bakma helâl olmaksızın (bakmaksızın) yıkamasının helâl olması sabit olur ki bu da icma ile bâtıldır."

Ebu Hanife'nin görüşüne şöyle cevap verilir: Arada zevciyyetin bulunup bulunmadığı hususunda iki delil çatışınca, bir tercih yapmak gerekir. Buna göre biz deriz ki: "Eğer o, onun hanımı sayılmasaydı, Cenâb-ı Hakk'ın "Zevcelerinizin, çocuğu yoksa, terikesinin yarısı sizindir" buyruğu mecaz olurdu. Eğer o kocanın, o (ölmüş olan) hanımı ile cinsi münasebette bulunması helâl olmadığı halde, karısı sayılır ise, o zaman bir tahsîs (sınırlama) gerekir. Usûl-ü fıkıhta, tahsis yapmanın daha evlâ olduğunu zikretmiştik. Binaenaleyh, tercih bizden yanadır. Hem nasıl olmasın ki biz birçok şekil ve misalde, cinsî münasebette bulunmak helâl olmadığı halde, arada kan-kocalık halinin bulunduğunu biliyoruz. Meselâ kadının hayız ve nifaslı olduğu zamanlar, ramazan ayı gündüzleri, farz olan hac ve namazı eda ederken, şüphe ile cinsî münasebette bulunmadan ötürü iddet zamanlarında olduğu gibi. Hem biz, hilâfiyyât kitaplarında, birçok menfaat ihtiva etmesinden dolayı, cinsi münasebette bulunmanın helal oluşunun, delillerin aksine sabit olduğunu beyân etmiştik. Ölüm olduktan sonra, bu menfaatlerden geriye kalan yoktur. Binaenaleyh iş, aslolan haramlığa dönüşmüş olur. Yıkamanın helalliğine gelince, kadının ölümünden sonra, kocasının onu yıkayabileceğini söylemek, birçok menfaatin kaynağıdır. Bundan dolayı bu helalliğin devam ettiğine hükmetmek gerekir. Allah en iyisini bilir. [191]

 

Üçüncü Mesele

 

Âyette, erkeklerin kadınlardan üstün olduğuna delil olan hususlar vardır. Çünkü Allah Teâlâ, bu âyette erkeklerden bahsederken, onlara hitap ederek; kadınlardan bahseder­ken ise onları gaib sîgalar ile zikrederek bahsetmiştir. Yine Hak Teâlâ bu âyette yedi kez erkeklere hitap etmiş, kadınları isa gâib sîgalar ile bundan daha az zikretmiştir. Bu durum, erkeklerin kadınlardan üstün sayılmasına delâlet eder. Bu inceliğe riayet eden Allah ne güzeldir. Çünkü o, mirastaki paylar bakımından erkekleri kadınlara üstün kılmış ve bu incelikle de onların kadınlardan üstün olduğuna dikkat çekmiştir. [192]

 

Cenâb-ı Hak: "Eğer (öten) erkek veya kadının mirasçısı evladı ve ana-babası olmayıp başka yakınları ise o zaman bir erkek veya bir kız kardeşi varsa, her birine altıda bir düşer. Eğer onlar bundan çok iseler, o zaman onlar (ölünün) etmiş olduğu vasiyet ve borçtan sonra kalan üçte birde ortaktırlar. Zarar verici olmamalıdır. (Bunlar), Allah 'tan birer vasiyyetttr. Allah alîm ve halimdir" (Nisa. 12) buyurmuştur.

Bil ki bu âyet, varislerden üçüncü kısmın varis oluş şeklini açıklamaktadır. Bunlar "kelâle" olup, ölen kimseye dolaylı olarak nisbet edilen kimselerdir. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [193]

 

Mirasta Kelâlenin Manası Hakkında Görüşler 

 

Ashab, "kelâle"nin ne olduğunu ortaya koyma hususunda pek çok söz söylemiştir. Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a), "kelâle"nin, ötenin ebeveyni ile çocukları dışındaki akra­balarından ibaret olduğu görüşünü tercih etmiştir ki muhtar ve doğru görüş budur. Hz. Ömer (r.a) ise "kelâle"nin, ölenin çocukları dışındaki akrabaları olduğunu söylemiştir. Rivayet olunduğuna göre  Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir'in görüşünü tenkit ederek şöyle dermiş: "3en, "kelâle"nin çocuğu olmayan kimse olduğu görüşündeyim. Kelâle"nin, Ölenin babası ile çocukları dışında kalanlar olduğunu söyleyen Ebu Bekr'e muhalefet etmiş olmaktan utanıyorum." Bu hususta Hz. Ömer'den gelen bir başka rivayete göre, o bu meselede tevakkuf etmiş (fikir bildirmemiş) ve şöyle demiştir: "Üç şey var ki Hz, Peygamber (s.a.s)'in onları açıklaması, bizim için dünya ve dünyadaki herşeyden daha sevimli idi. Bunlar kelâle, hilâfet ve ribâ (faiz) konularıdır. (Fakat açıklamadı.)" [194]

 

Hz. Ebu Bekir'in Görüşünün Delilleri

 

Hz. Ebu Bekr Sıddîk (r.a)'in görüşünün doğruluğuna şunlar delâlet eder: Birinci delil: "Kelâlâ" lâfzının iştikakına tutunmak. Bu hususta şu izahlar vardır:

a) Aralarındaki akrabalık uzak olduğu zaman, "Falanca ile falanca arasındaki akrabalık uzaktır"; yine bir kimse, diğer bir kimseden uzaklaştı­ğında "Falanca falancaya nisbet edildi, sonra o ondan

uzaklaştı" denilir. Binâenaleyh uzak akrabalık, işte bu yönden "kelâle" kelimesiyle ifâde edilmiştir.

b) Yine bir kimse aciz kalıp güç ve kuvveti gittiğinde denilir. Daha sonra bu kelimeyi Araplar, neseb bakımından olmayan akrabalığı ifâde etmek için, istiare (mecaz) olarak kullanmışlardır. Bu böyledir, çünkü bu nevi akrabalığın dolaylı olarak meydana gelmiş olduğunu beyân etmiştik. Bu sebeple bu çeşit akrabalıkta bir nevi zayıflık bulunmaktadır. Binâenaleyh bu izahla, ebeveynin "kelâle" mefhumuna girmesinin uzak bir ihtimal olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü ebeveynin ölene akrabalığı doğrudan doğruyadır.

c) "Kelâle" lâfzı, asıl lügatta "ihata etmek (kuşatmak) manasına gelir. Başın etrafını sardığı için taca da "iklîl" denilmiştir. İçine dahil olan herşeyi kuşattığı için "küll" kelimesi de böyledir. Bulutlar her tarafı sardığında denilir. Bunu iyice anladığında biz deriz ki: Ölenin babası ve çocukları dışındaki akrabaları "kelâle" diye adlandırılmışlardır. Çünkü onlar insanın etrafını kuşatan bir dârie ve başını kuşatan bir tâç gibidirler. Halbuki doğumdan dolayı olan (neseb) yakınlığı böyle değildir. Çünkü bunda, insanlar birbirinden dallanır budaklanır ve birbirinden türemiş olur. Bu, tek bir kökten çoğalan bir tek şey gibidir. İşte bundan dolayı şâir:

'Ebâ an ceddin birbirini takip ederek fasılasız gelen bir sülâle, İç içe borulardan (kamışlardan) meydana gelmiş olan bir mızrak gibidir, (çok sağlamdır)" demiştir.

Fakat doğumdan dolayı olan akrabalığın dışındaki kız kardeşlik, erkek kardeşlik, amcalık ve halalık gibi diğer akrabalıklara gelince, bunların nesebierinin, kendisine nisbet edildikleri kimse ile bir ilgisi ve ihatası vardır. Binaenaleyh bütün bu iştikakla (türemeyle) ilgili izahlar sayesinde, "kelâle"nin, ölenin ebeveyni ile çocukları dışındaki akrabalarından ibaret olduğu sabit olur.

İkinci delil: Allah Teâtâ "kelâle" lafzını, Kur'ân'ın hiçbir yerinde zikretmeyip ancak bu sûrede iki defa zikretmiştir: Birincisi bu âyette, ikincisi ise bu sûrenin sonundaki: "Deki "Allah "kelâle" hakkındaki hükmü (şöyle) açıklar: Eğer evladı olmayan bir erkek ölür ve bir tek kız kardeşi kalırsa, terikesinin yarısı onundur" (Nisa 176) âyetinde.. Hz. Ömer (r.a) bu âyeti "kelâle"nin, sadece çocuğu bulunmayan kimse olduğuna delil getirerek şöyle demiştir: "Burada "kelâle"nin tefsiri olarak zikredilen, onun çocuğunun bulunmayışıdır." Biz de diyoruz ki: Bu âyet "kelâle"nin, geride babası ve çocuğu olmayan kimse olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ ölenin kelâle olması halinde, erkek ve kız kardeşlerinin ona varis olmasına hükmetmiştir. Erkek ve kız kardeşlerin, ölenin ebeveyninin sağ olması hafinde vâris olamayacaklarında şüphe yoktur. Binaenaleyh öten kimsenin ebeveyninin sağ olması halinde, kelâle sayılmaması gerekir.

Üçüncü delil: Allah Teâlâ, geçen âyetlerde ölenin çocuğunun ve ebeveyninin mirastaki hükmünü zikretti. Daha sonra bunun peşisıra "kelâle"nin hükmünü getirmiştir ki, işte bu sıralama, "kelâle"nin ölenin ebeveyni ve çocukları dışındaki akrabaları olmasını gerektirir.

Dördüncü delil: Ferezdak'ın şu beytidir:

"Sizler, mülkün ambar ve depolarına   "kelâle" olarak değil. Menâfin iki oğlundan: Abd-i şems ve Haşim'den varis oldunuz."

Bu beyit, Arapların mülke, kelâle olarak vâris olmadıklarına, aksine bu mülkü babalarından aldıklarına delâlet etmektedir. Bu ise babanın "kelâle" ifâdesine dahil olmamasını gerektirir. Allah en iyi bilendir. [195]

 

İkinci Mesele

 

"Kelâle", bazan vâris olanların, bazan da vâris olunanların vasfı kılınır. Binâenaleyh biz bu kelimeyi vâris olanların vasfı kabul edersek, bununla ölenin çocukları ve ebeveyni dışında kalan akrabalar murad edilmiş olur. Biz bu kelimeyi, kendisine vâris otunan kimsenin vasfı kabul edersek, yine ölenin ebeveyni ve çocukları dışında kalan vârisler kastedilmiş olur. Bu kelimenin vârisler hakkında kullanılmasının delili, Hz, Cabfr (r.a)'in rivayet ettiği şu hadistir: O şöyle demiştir: "Ölümden döndüğüm bir hastalığa tutuldum. Hz. Peygamber (s.a.s) bana geldi. Ben de "Ya ResûlaUah, ben ancak kendisine "kelâle"nin varis olacağı bir adamım" dedim..." Câbir (r.a) bu sözü ile babasının ve çocuğunun mevcut olmadığını ifâde etmek istemiştir. Fakat bu kelimenin kendisine vâris olunanlar hakkında kullanılışının delili, Ferezdak'tan naklettiğimiz beyittir. Bu beytin manası, "Siz bu mülkü, amcalarınızdan değil aksine babalarınızdan aldınız" şeklindedir. Böylece Ferezdak burada, "amcalar") "kelâle" diye ifâde etmiştir. Amcalar ise bu beyitte vâris olan değil, vâris olunan durumundadır. Buna göre biz deriz ki: Bu âyetteki "kelâle"den murad, geride ebeveyni ve çocuğu kalmayan ölüdür. Çünkü bu vasıf, kendisinin çocuğu veya babası bulunup bulunmaması sebebi ile hali değişmeyen vâris hakkında olmayıp, ancak vâris olunan ölü hakkında söz konusudur. [196]

 

Üçüncü Mesele

 

Arapça'da,, (kelâle adam), kadın) ve (kelâle topluluk) denilir. Bu kelime ve (delâlet, vekâlet) lâfızları gibi bir masdar olduğu için, tesniye ve cemisi yoktur (ve aynı zamanda müzekker ve müennesi müsavidir).

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki, biz bu kelimeyi ister varis olanın, isterse kendisine varis olunanın sıfatı kabul edelim, bu kelime  (kelâle sahibi, kelâleli) anlamına gelir. Nitekim bir kimse (yakınlık sahibi) manasını kastederek, (falanca bana yakınlığı olanlardandır) der. Keşşaf sahibi, bu "kelâle" lâfzının, ahmak hakkında kullanılan (ne yaptığını bilmeyen) ve (ne konuştuğunu bilmeyen) kelimeleri gibi, bir sıfat olmasının da caiz olduğunu söylemiştir. [197]

 

Bu Âyetteki İ'rab Farklarına Göre  Muhtemel Manalar           

 

Hak Teâlâ'nın,  ifâdesinde şu iki ihtimal bulunmaktadır:

a) Bu kelimenin,  (Adam ona varis oldu, ona varis oluyor) tabirinden alınmış olması.. Bu takdirde âyette geçen,  (erkek) kelimesi, kendisine varis olu­nan olmuş olur. "Kelâle" lâfzının mansub olması hakkında da şu izahlar yapılmıştır:

1- Hal olduğu için, kelime mansubtur. Buna göre kelamın takdiri, "O adam, "kelâle" olarak kendisine varis olunursa..." şeklinde olur. Bu durumda "kelâle" kelimesi, hâl mevkiinde bulunan masdar (mef'ûlü mutlak) olmuş olur ki, takdiri "kendisine nesebi uzak olanların varis oJduğu bir adam olursa.,," şeklinde olur.

2- ifâdesinin lâfzının sıfatı olup;  lâfzının ise, fiilinin haberi olması durumu.. Buna göre kelamın takdiri, "Eğer kendisine varis olunan adam kelâle olursa..." şeklinde olur.

3- lâfzının mef'ûlün leh olması. Buna göre kelâmın takdiri, "kelâle olduğu için kendisine varis olunan bir adam olursa.." şeklinde olur.

b) ifâdesinin, (miras bıraktı, miras bırakıyor) tabirinden alın­mış olmasıdır. Bu durumda adam mirası bırakanın bizzat kendisi olmuş olur. Buna göre de lâfzının mansub oiuşu, yukardaki izahlara göre olmuş olur. [198]

 

Beşinci Mesele

 

Hasan el-Basrî ile Ebû Recâ el-Utâridî, bu fiili ma'ûm sîgasıyla olmak üzere ve babtarından öjjî (miras bırakıyor, bırakır) ve (miras bırakıyor, bırakır) şeklinde okumuşlardır.

Cenâb-ı Hakk'ın, "... ve onun erkek veya kız kardeşi bulunursa, bu kardeşlerden her birinin (hakkı) altıda birdir" buyruğuna gelince, bu hususta iki mesele vardır: [199]

 

Birinci Mesele

 

Burada hatıra bir soru gelmektedir ki, o da şudur: "Allah Teâlâ, "Eğer mirası alman erkek veya kadın kelâle olur.." buyurmuş, daha sonra da, "ve onun erkek kardeşi bulu­nursa" buyurarak, erkeğe racî olan bir zamir iJj getirmiş, fakat kadına raci bir zamir zikretmemiştir. Bunun sebebi ne olabilir?"

Cevap: Ferrâ şöyle demiştir: "Bu caizdir. Zira, aynı manada birbirine denk iki şey edâtıyla getirildiği zaman bu tefsirin (zamirin), bunlardan istenilen herhangi birisine isnâd edilmesi ile, her ikisine birden isnâd edilmesi caizdir. Meselâ sen, "Kimin bir erkek veya bir kız kardeşi varsa, onu ziyaret etsin" dediğin i.aman. buradaki zamir âiyrl erkek kardeşe, aynı zamanda kız kardeşe veya ^1/tli dediğin zaman kız kardeşe; aynt zamanda erkek kardeşe; dediğin zaman da her ikisine birden raci olur (yani zamir müzekker tesniye olduğu halde, kız kardeşe de şamil olur). [200]

 

İkinci Mesele

 

Müfessirler burada geçen (erkek kardeş) ve (kız kardeş) kelimelerinden kastedilenin, ana bir erkek ve kız kardeş olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Sa'd İbn Ebî Vakkas da, bu âyeti, "Ve onun, ana bir erkek veya kız kar­deşi bulunursa" şeklinde okurdu. Âlimler bu mananın kastedildiğine hükmetmişlerdir, Zira Cenâb-ı Hak bu sûrenin sonunda, "De kt, Allah, babası ve çocuğu olmayanın mirası hakkındaki hükmü (şöylece) açıklar..." (Nisa. 176) buyurmuş, iki kız kardeşin mirastaki payının üçte iki; kardeşlerin payının ise malın tamamı olduğunu; burada ise, erkek ve kız kardeşlerin mirastaki paylarının üçte bir olduğunu açıklamıştır. Binâenaleyh, burada kastedilen erkek ve kız kardeşlerin, (Nisa. 176) âyetinde kastedilen erkek ve kız kardeşlerden başka olması gerekir. Bu sebeple buradakiler sadece ana bir erkek ve kız kardeşler; (Nisa, 176) âyetindekiler ise, ana-baba bir veya baba bir erkek ve kız kardeşlerdir.

Sonra Cenâb-ı Hak, Eser onlar bundan çok iseler, o zaman onlar,... üçte birde ortaktırlar" buyurmuş, böylece, her ne şekilde olurlarsa olsunlar, onların mirastaki paylarının üçte birden fazla olamıyacağtnı beyân buyurmuştur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Ölünün) etmiş olduğu vasiyyet ve borçtan sonra..." buyurmuştur. Bu âyetle ilgili olarak da birkaç mesele vardır: [201]

 

Vasiyyetin Hükmü             

 

Bu âyetin zahiri, malın tamamıyla, arzu edilen bir kısmının vasiyyet edilmesinin cevazını gerektirir. Nafi'İn İbn Ömer den rivayet ettiği şu hadis de, bu âyete uygun düşen hadislerden birisidir. İbn Ömer'e göre Hz. Peygamber (s.a.s), "Vasiyyet edecek malı bulunan müslüman kişiye, vasiyyeti yanında yazılı bulunmadıkça, iki gece yatması muhakkak surette caiz değildir.[202] buyurmuştur. İşte bu hadis de, vasiyyetin istenildiği bir biçimde, mutlak manada yapılabileceğine delâlet etmektedir. Ancak biz deriz ki, bu umumî ifâdeler şu iki yönden tahsis edilmiştir:

1-Vasiyyetin miktarının belirli olmasından dolayı... Zira, malın tamamını vasiyyet etmek, Kur'ân ve sünnetin delaletiyle caiz değildir. Kur'ân'dan olan delâlete gelince, bunlar, mücmel ve mufassal olarak mirasa delâlet eden âyetler. Mücmel olan âyete gelince, bu Cenâb-t Hakk'tn, "Ana ve baba ile yakm akrabaların bıraktıklarından, erkeklere hisseler vardır" (Nisa, 7) âyetidir. Malın tamamını vasiyyet etmenin, bu nassın neshedilmesini iktizâ edeceği malumdur. Mufassal olanına gelince, bunlar miras âyetleridir. Meselâ bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah size, evlatlarınız hakkında erkeğe, iki dişinin payı miktarı olduğunu... tavsiye eder" (Nisa, n) âyeti bunlardandır. Yine buna Hak Teâlâ'nın, "Arkalarında âciz ve küçük evlatlar bıraktıkları takdirde onlar hakkında endişe edenler, saygı İle korksunlar.." (Nisa, 9) âyeti de delâlet etmektedir. Sünnetten olan delâlete gelince bu, bu konuda meşhur olan Hz. Peygamjpr'in su hadisidir "(Haim) Üçte btrlnf (vasiyet edebilirsin). Hatta üçtebir bile çok. Çünkü zengin olarak bırakman, hiç şüphesiz onları insanlara el avuç açar vaziyette muhtaç bırakmandan daha hayırlıdır, "[203]

Bil ki bu hadis pekçok hükme delâlet etmektedir:

a)  Malın üçtebirinden çoğunda vasiyyet etmek caiz değildir.

b) Evlâ olan, vasiyyetin, Hz. Peygamberin "üçte bir de çoktur" buyurmasından ötürü, üçte birden noksan olmasıdır.

c) Ölen kimse geride az miktarda mal bırakır, kendisine varis olan kimseler de fakir olurlarsa, Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Vârislerini zengin olarak bırakman, hiç şüphesiz onları insanlara  el avuç açar vaziyyette muhtaç bırakmandan daha hayırlıdır"[204] ifâdesinden dolayı, herhangi bir şey vasiyyet etmemesi daha efdâl ve uygundur.

d) Bu ifâdede, ölen kimsenin varisleri olmadığı zaman, malın tamamının vasiyyet edilebileceğine  bir  delâlet   bulunmaktadır.   Çünkü,   malın  tamamının   vasiyyet edilmesinin men edilmesi, varislerden ötürüdür. Binaenaleyh   varisler olmadığı zaman, malın tamamının vasiyyet edilebilmesi gerekir.

2- Bu, âyetin umumîliğinin, kendisine vasiyyet edilen kimse hakkında tahsis edilmiş olmasıdır. Bu böyledir, zira ölen kimsenin kendisine varis olan kimselere vasiyyet etmesi caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)"İyi biliniz ki, varis olana vasiyyet edilmez!" buyurmuştur. [205]

 

Hacc ve Zekât Borcu Olarak Ölenin  Terikesinden Bunlar Ayrılır      

 

Şafiî (r.h) şöyle demektedir: Bir kimse, zekâtını ve haccınt tehir edip, böylece de ölse, zekât ve hacc bedelinin bıraktığı maldan yerine getirilmesi vacip olur. Ebu Hanife {r.h) ise, "vacip değildir" demiştir. Şafiî'nin delili şudur: "Farz olan zekât ile farz olan hacc, bir borçtur. Binânealeyh işte bu âyetten dolayı o borcun terikeden ödenmesi vacip olur. Biz, zekât ve haccın bir borç olduğunu söyledik, çünkü (borç) kelimesinin lügavî manası buna delâlet etmektedir. Şeriat da bunu gösterir, jî's kelimesinin lügavî manası, inkıyâd edilmeyi gerektiren durumdan ibarettir. Meşhur duâfarda da, "Ey (insan­ların) boyunlarının kendisine inkıyad edip boyun eğdiği zât.." denilmektedir.

Şeriatın da buna delâlet etmesine gelince, Has'amiyye, Hz. Peygamber (s.a.s)'e babasının üzerinde bulunan (hayattayken yapamadığı) haccın durumunu sorunca, Hz. Peygamber (s.a.s), "Söyle bakalım ne dersin? Babamn bir borcu olsa da, sen onu ödeşen, bu kifayet eder mi?" Bunun üzerine o, "evet" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah'ın borcu, ödenmeye daha lâyıktır" buyurdu. Bunların bir borç olduğu sabit olunca Cenâb-ı Hakk'ın, "(ölünün) etmiş olduğu vasiyyet ve borçtan sonra..." buyurmasından dolayı, miras taksimatından önce ele alınmaları gerekir. Ebu Bekr er-Razî: "Âyette zikredilen borç herhangi (mutlak) bir borçtur. Hz. Peygamber (s.a.s) ise haccı, "Allah İçin bir borç" diye tavsif etmiştir; mutlak olan şey ise mukayyede şamil olmaz" demiştir.

Biz deriz ki, bu son derece zayıf bir sözdür. Bunun bir borç olduğu sabit olup, âyetin hükmüne göre de borçların, miras taksiminden önce ele alınacağı sabit olunca, hiç şüphesiz maksadın hasıl olması gerekir. Mutlak ve mukayyet sözü manasız bir kelâm olup, bu neticeye bir zarar vermez. Allah en iyisini bilendir. [206]

 

Vasiyyette Zarara Yol Açma Şekilleri    

 

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın "Zarar verici olmaksızın' kaydı hal olmak üzere mansubtur. Yani, "(Vasiyyet eden) vereselerine zarar vermeksizin, vasiyyet olunan bir vasiyyetten sonra..." demektir.

Bil ki, vasiyyette zarar verme işi şu şekilde olabilir:

a) Vasiyyet eden kimsenin, malının üçte birinden fazlasını vasiyyet etmesidir.

b)  Malının hepsini veya bir kısmını bir yabancıya vermesi.

c)  Miras malını vereselere vermemek için, kendisinin, gerçekte olmayan bir borcunun olduğunu ikrar etmesi..

d) Başkasında olan alacağını tastamam aldığını ve o alacağın kendisine ulaştığını söylemesi.

e) Malını ucuz bir değere satması, veyahut da pahalı olarak bir şey alması. İşte bütün bunlar, malın vereselerin eline geçmemesi için ileri sürülmüş, yapılmıştır.

f) Malının üçte birini Allah rızası için değil, vereselerin mirastaki haklarını noksanlaştırma maksadıyla noksanlaştırmasıdır. Vasiyyette zarar verme şeklinin izahı işte budur.

Şunu bil ki âlimler, evlâ olanın, kişinin malının üçte birinden daha azını vasiyyet etmesi olduğunu söylemişlerdir. Ali şöyle demiştir: "Ölenin, malının beşte birini vasiyyet etmesi, dörtte birinden; dörtte birini vasiyyet etmesi de, üçte birini vasiyyet etmesinden bence daha makbuldür." Nehâî de şöyle demektedir: "Allah'ın Resulü, vasiyyet etmeden irtihâl etmiştir. Hz. Ebu Bekir ise vasiyyet ederek vefat etmişti Buna göre, bir kimse vasiyyet ederse, bu güzel ve yerinde olur. Eğer vasiyye: etmezse, bu da güzel ve yerinde olur.

Bil ki insana yakışan, geride bıraktığı malın miktarı ile, kendisine varis olan kimseleri nazar-ı dikkate alıp, sonra da vasiyyetini buna göre yapmasıdır. Buna göre eğer malı az, kendisine varis olan kimseler de çok ise, vasiyyet etmez. Eğer malı çok ise, malına ve ölümünden sonra, kendisine varis olan kimselerin sayısının az veya çok olmasına göre  vasiyyet etmesidir. Allah en iyi bilendir. [207]

 

Vasiyyette Varislere Zarar Vermek Günahtır  

 

İkrime, İbn Abbas'ın  vasiyyette zarar vermenin büyük günahlardan olduğunu söylediğini  nakletmiştir.  Bil ki bunun böyle olduğuna Kur'ân-ı Kerim, sünnet ve aklî delil­ler de delâlet etmektedir. Kur'ân'dan delile gelince bu

Cenâb-ı Hakk'ın, "İşte bunlar Allah'ın sınırlandır. Kim Allah'a ve peygamberine itaa: ederse..." (Nisa. 19) âyetidir. İbn Abbas, "Kim, vasiyyet konusunda Allah'a ve peygamberine itaat ederse; kim de vasiyyet hususunda Allah'a ve peygamberine isyan ederse..." (Nisa, 14) demiştir. Sünnetten delile gelince, bu İkrime'nin İbn Abbas tan rivayet ettiği şu hadistir: Buna göre, Hz. Peygamber (s.a.s), "Vasiyyette zarar vermek  büyük günahlardandır" demiştir. Şehr İbn Havşeb'den rivayet edildiğine göre Ebu Hüreyre, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Muhakkak ki bir kimse, yetmiş sene cennetliklerin ameliyle amel eder de, vasiyyetinde zulmeder (haddi aşar)sa, yapmış olduğu amellerin en şerlisiyle işine son verilir. Böylece cehenneme girer. Yine bir (başka) kimse de, yetmiş sene cehennemliklerin ameliyle amel eder de, vasiyyetinde âdil olur (haddi aşmaz)sa, yapmış olduğu amellerin en hayırlısıyla işine nihayet verilir de böylece cennete girmiş olur. "[208]

Yine Hz. Peygamber (s.a.s), Kim, Allah 'm farz kılmış olduğu bir mirası kesmek, engellemek isterse, Allahu Teâlâ da, o kimsenin cennetten olan (cennetten elde edeceği) mirası keser, men eder' buyurmuştur. Vasiyyette (belirlenen miktardan) fazla yapılmasının, mirastan kesme ve engelleme olduğu malumdur. Bu meselenin aklî delili de, ölüme yaklaşıldığı bir sırada, Allah'ın emrine muhalefet etmenin, Allah'a karşı çok fazla cüretkâr olduğuna ve O'nun tekliflerine inkıyâd edip boyun eğmekten kaçınma ve buna karşı koyma olduğuna delâlet eder ki, bu da büyük günahların en büyüklerindendir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Bunlar), Allah'tan birer vasiyyetnr" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili olarak şu iki soru söz konusudur:

Birinci soru: Cenâb-ı Hakk'ın, sözü niçin mansûbtur? Cevap: Buna birkaç yönden cevap verilir:

a) Bu kelime, te'kîd için gelmiş olan bir mefûlün mutlak olup, takdiri "Allah bunu size iyice vasiyyet ediyor" şeklindedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı "Allah'tan kesin birer farizadır" ifâdesi gibidir.

b) Bu ifâdenin, O'nun "Zarar vermeksizin" ifadesiyle nasbedilmiş olmasıdır. Yani "Allah'ın vasiyyeti, vasiyyetin üçte birden fazla olmaması hususunda zarar vermeksizin.." demektir.

c) Takdirin şöyle olmasıdır: "Bu, çocuklara ve ölen kimsenin, vasiyyetinde Heri gitmek suretiyle çocuklarını başkalarına el-avuç açacak bir şekilde muhtaç ve yoksul bırakmaması hususunda Allah tarafından bir vasiyyet olmak üzere.." Bu izahı Hasan el-Basrî'nin izafetle   şeklinde okuması da destekler.

İkinci soru: Cenâb-ı Hak niçin önceki âyetin sonunu "Allah'tan bir fariza olarak" (Nisa, ti) buyurarak; bu âyetin sonuna ise, "Allah'tan bir vasiyyet olmak üzere" diye bitirmiştir?

Cevap: "Farz" lâfzı, "vasiyyet" lâfzından daha güçlü ve daha kuvvetlidir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, evlatların miraslarının izahını, kelimesiyle; "kelâle"nin mirasını ise, "vasiyyet" sözüyle bitirmiştir. Bu, bütün bunlar her ne kadar riâyet edilmesi gereken bir husus ise de, ancak ne var ki, çocukların hallerine riâyet etmeyi ifâde eden birinci kısmı gözetmenin daha münasip olduğuna delâlet etmek için, ifâde bu şekilde geçmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani "Allah, vasiyyetinde zâlim veya âdil olanları bihakkın bilir, zâlim olanların cezasını derhal verme konusunda aceleci olmayıp, haiîmdir" demektir ki, bu bir tehdit anlamındadır. Allah en iyi bilendir. [209]

 

"İşte bunlar Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, (Allah) onu altından ırmaklar akan cennetlere sokar ki onlar orada ebedi kalıcıdırlar. Bu, en büyük bir kurtuluş (ve saadettir). Kim de Allah'a ve peygamberine isyan ederse ve Allah m sınırlarını çiğneyip geçerse (Allah) onu da içinde dâimi kalıcı olmak üzere cehenneme sokar. Onun için hor ve hakir edici bir azab vardır" (Nisa, 13-14).

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [210]

 

Birinci Mesele

 

Allah Teâlâ, miras paylarını açıkladıktan sonra, insanları kendisine itaata teşvik ve kendisine isyandan korkutmak için, va'ad ve va'îdini zikrederek "İşte bun­lar Allah'ın sınırlandır..." buyurmuştur. Bu ifâde hakkında iki bahis vardır:

Birinci bahis: Âyetteki dili (İşte bunlar) lâfzı neye işaret etmektedir? Bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür:

1- "Mirastaki "hallere" işarettir."

2- "Yetimlerin malları, nikâhın hükümleri ve mirasın halleri gibi sûrenin başından buraya kadar zikredilen bütün hükümlere işarettir." Bu görüş, Esamm'ındır. Birinci görüşün delili, zamirlerin, zikredilen şeyler arasında kendisine en yakın olana râcî olması kâidesidir. İkinci görüşün delili şudur: Zamîrin en yakına râcî olması kaidesi, daha uzaktakine râcî olmasına bir manî bulunmadığı zaman geçerlidir. Mani yoksa, zamir hepsine râcî olabilir. [211]

 

Allah'ın Hudutları Ne Demektir?

 

İkinci bahis: "Allah'ın sınırlan"ndan murad, Allah'ın zikredip açıkladığı ölçü ve miktarlardır. Birşeyin hududu (sınırı), kendisi ile başka şeylerden ayrıldığı taraftır. [212]

 

"Hudûdu'd-dâr" (evin sınırları) ifâdesi de bu manadadır. Birşeyin hakikatine delâlet eden söz de, "o şeyin haddi (sınırı)" diye adlandırılır. Çünkü o söz, ifâde ettiği hükmün içine başkasının girmesine mâni olur. "Başkası" ise, o sözün dışında kalan herşeydir.[213]

 

İkinci Mesele      

 

Bazı âlimler, Hak Teâlâ'nın 'Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse.." sözü ile, "Kim de Allah'a ve Peygamberine

isyan ederse..." ifâdesinin, bu sûrede bahsedilen mükelle­fiyetlerde Allah'a itaat veya isyan eden kimseler hakkında olduğunu söylemişlerdir. Muhakkik âlimler ise, bu tabirlerin, hem bu mükellefiyetler, hem de diğer mükellefiyetlerde Allah'a itaat veya isyan eden kimselere şamil olan, umûmî ifâdeler olduğunu söylemişlerdir. Bu böyledir, çünkü âyetteki "kim" lâfzı umûmîdir. Binaenaleyh bunların, herkesi içine alması gerekir. Bu mevzuda söylenecek son söz şudur: Bu umûmî ifâdeler, her nekadar belli birtakım mükellefiyetlerden sonra getirilmişler ise de, bu kadarcık şey bu umûmî ifâdelerin tahsîs edilip (sınırlandırılmasını) gerektirmez. Baksana, baba, bazan çocuğuna yönetip, onu belli bir iş hususunda azarlar, sonra da "Bana karşı gelip âsî olmaktan sakın!", der. Babanın bu sözünden maksadı, çocuğunu bütün işlerde kendisine karşı gelmekten men etmektir. İşte burada da böyledir. Allah en iyi bilendir. [214]

 

Üçüncü Mesele    

 

Nafî ve İbn Âmir, âyette aynı olan iki yerde de, kelimeyi nûn ile, "Biz onu, cennetlere so­karız" ye "Biz onu, cehenneme sokarız" şeklinde; diğer kıraat imamları ise, yâ harfi ile şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraat, "iltifat" üslûbuna göredir. Bu, tıpkı Hak Teâlâ'nın önce, "Hayır, sizin yârınız, yardımcınız Allah'tır" (âı-i imran, 150) buyurup, sonra da "Biz, korku salacağız…” (Al-i İmran 150) buyurması gibidir. İkinci okuyuşun sebebi ise açıktır. [215]

 

Dördüncü Mesele

 

Burada hatıra şöyle bir soru gelmektedir: Hak Teâlâ'nın,  "(Allah) onu ... cennetlere, sokar" buyruğundaki zamir müfred olup bir şahsa uygundur. Cenâb-ı Hakk'ın bundan sonra gelen, "Onlar orada ebedî kalıcıdırlar" sözü ise, birden fazla sayıda kimse için uygun olan bir ifâdedir. Binaenaleyh bu iki ifâdenin arası nasıl bulunur?

Cevap: Âyetteki, "kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse.." kısmındaki "kim" (men) lâfzı, lâfız olarak müfred, mana olarak cemidir. İşte bu sebepten ötürü, bu iki şekil doğru ve yerinde olmuştur. [216]

 

Beşinci Mesele    

 

Âyette geçen ve . kelimeleri, fiillerindeki hüve zamirinden "hal" olarak mansûbtur. Bunun manası "içinde daimî kaltct olacakları bir şekilde Allah onu cehen­neme sokar" şeklindedir. [217]

 

Altıncı Mesele

 

Mutezile şöyle demektedir:" Bu âyet, eht-i salâttan (namaz kılanlardan) fasık (günahkâr) olanların cehennemde ebedî bırakılacaklarına delâlet etmektedir. Zira âyetteki "Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan ederse ve Allah'ın sınırlarını çiğneyip geçerse ..." sözü ya daha önce zikredilen mîrâsla ilgili hükümleri çiğneyen kimseler hakkındadır veyahut da bu ifâdeye hem miras, hem de başka hükümler dâhildir. Her iki takdire göre de, bu tehdide miras hükümlerini çiğneyen kimselerin girmesi gerekir. Bu ise, ister ehl-i salat (namazlı), ister namazsız olsun, haddi aşan (Allah'ın hükümlerini çiğneyen) herkes hakkında umûmî bir ifâdedir. Binâenaleyh bu âyet, ilâhî tehdidin kesin olduğuna ve bunun da cehennemde ebedî kalma olduğuna delâlet etmektedir. Bu va'îdin, AJlah'ın sınırlarını (hükümlerini) aşan kimselere mahsus olduğu ve bunun ise ancak kâfir hakkında söz konusu olabileceği, zira kâfirin, Allah'ın bütün sınırlarını çiğneyip aşan kimse olduğu söylenemez. Çünkü biz diyoruz ki : Bu, şu iki yönden kabul edilemez:

a) Biz, bu âyeti şayet Allah'ın bütün hududlarını (ahkamını) çiğneyip geçme manasında alırsak, âyet bir mana ifâde etmemiş olur. Zira Allah Teâlâ, Yahudilik, Hristiyanfık ve Mecusilikten insanları nehyetmiştir. Binâenaleyh Allah'ın bütün sınırlarını çiğneyip geçmek, bu nehyedilen şeylerin hepsini bırakmaktır. Bunların hepsini bırakmak ise, ancak Yahudilik, Hristiyanlık ve Mecusiliği aynı anda yapmış olmakla olur. Bu ise imkansızdır. Binâenaleyh Allah'ın bütün hudutlarını çiğnemenin imkânsız olduğu sabit olur. Bu sebeple, eğer âyetten kastedilen mana bu olmuş olsaydı, âyet bir mana ifâde etmemiş olurdu. Böylece buradaki Allah'ın sınırlarını çiğnemeden murad edilenin, O'ntın hududlarından (hükümlerinden) herhangibirini çiğneyip aşma olduğunu anlıyoruz.

b) Bu âyet mirasın taksimatı ile ilgili âyetlerin peşisıra gelmiştir. Bundan dolayı âyetteki "ve Allah'ın sınırlarını çiğneyip geçerse ..." sözünden kastedilen, bu âyetlerdeki hudûdullahı çiğneyip geçmedir. İşte bu takdire göre de böyle bir söz söylenemez." Mu'tezile'nin sözünün sonu budur.

Biz bu meseleyi, Bakara sûresinde iyice ele aldık. Burada o meselenin bir kısmını tekrar etmekte zarar olmaz. Biz diyoruz ki: Âyetteki va'îdin, tevbe edilmeme hali ile ilgili olduğu hususunda ittifak ettik. Zira (şer'î) deliller, tevbe edilmesi halinde, geriye bu tehdidden birşey kalmayacağına delâlet etmektedir. Yine bunun, Allah tarafından affedilmeme şartına bağlı olması da mümkündür. Çünkü affın olduğuna dâir bir delilin bulunması durumunda, geriye böyle bir azabın kalması imkansız olur. Halbuki biz, Allah'ın affedeceğine dâir nice deliller zikrettik. Hem sonra biz, bu umûmî hükmün kâfirlere mahsus olduğunu söylüyoruz. Şu iki şey de bunun böyle olduğuna delâlet etmektedir:

a)  Biz, size " (kim) kelimesinin, "şart cümlesi içinde, umûmî mana ifâde ettiğine    dâir deliliniz nedir?" desek, siz   " Bunun delili, bu kelimeden istisna yapılabilmesidir. İstisna, istisna yapılmaması halinde kendisine dâhil olabilecek hükümleri o sözden (kelimeden) çıkarmadır" dersiniz. Binâenaleyh biz deriz ki: "Eğer deliliniz doğru ise bu Hak Teâlâ'nın, " Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan ederse..." sözünün, sadece kâfirler hakkında olduğunu gösterir. Çünkü bütün isyan (ve günahların) bu ifâdeden istisna edilmesi ve (mesela) "Küfür ve fasıkhk (günah) müstesna, kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse..." denilmesi doğru otur. İstisnanın hükmü, istisna yapılmaması halinde, içine dahil olabilecek şeyleri o sözün dışında bırakmaktır. Binâenaleyh işte bu durum, Hak Teâlâ'nın   "Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan ederse ..." ifâdesinin, bütün isyan ve kötülük çeşitleri hakkında olmasını gerektirir. Bu ise, ancak kâfir için söz konusudur.

Hasmımızın, "İsyanların hepsini birden yapmak imkansızdır. Zira (mesela) hem Yahudiliği, hem de Hristiyanlığı aynı anda yapmak imkansızdır" şeklindeki görüşüne karşı biz deriz ki: Aklî veya şer'î bir tahsis edici (sınırlayıcı) delilin bulunması durumu hariç, lafızların zahiri umûmî mana ifâde eder. Yapılan bu izaha göre, onların ileri sürdükleri şeyler sakıt olur, bizim söylediklerimiz kuvvet bulur.

b) Bu âyetin kâfirlere has olduğunun izahının ikinci şekli şudur: Hak Teâlâ'nın "Kim de,Allah'a ve Resulüne isyan ederse ..." buyruğu, bu kimsenin günahın faili olduğunu gösterir. O'nun, "ve Allah'ın sınırlarını çiğneyip geçerse..." buyruğundan da şayet, önceki ifâdenin anlattığı şey kastedilmiş olursa, o zaman (lüzumsuz) bir tekrar olur ki bu aslolanın hilafına birşeydir. Binâenaleyh bu ikinci sözü, "küfür" manasına almak gerekir.

Hasmımızın, "Biz bu âyeti, miras hususundaki ahkâmı (hudûdullahı) çiğneme manasına hamlediyoruz " şeklindeki iddiasına gelince, biz deriz ki: Farzet ki bu böyledir. Fakat ne var ki, bizim zikrettiğimiz soru bu sözle sakıt olur. Çünkü miras hududunu (ahkâmını) çiğneyip geçmek, bazan bu mükellefiyet ve hükümlerin hak ve kabulü vacip olduğuna inanmak, fakat onları yerine getirmemek, bazan da bunların hikmetli ve doğru olmadığına inanmak suretiyle olur ki işte bu ikinci şekil, Allah'ın hududunu (ahkâmını) çiğnemede zirvedir. Birinci şekle gelince, o kimseler için de, "Allah'ın hududunu çiğneyip geçti" denilebilir. Fakat bu durumda, bahsettiğimiz gibi, âyette bir tekrar söz konusu olmuş olur. Bundan dolayı bu tehdidin (va'îdin), Allah Teâlâ'nın buradaki âyetlerde zikrettiği miras hükümlerine razı olmayan kâfire mahsus olduğunu anlamış oluruz. Bu âyete has bahisler, işte bunlardan ibarettir. Geriye kalan suallerin izahı Bakara sûresinde geçmişti. Allah en iyi bilendir. [218]

 

Fuhuş Yapan Kadınların Cezası

 

"Kadınlarınızdan tiıhşu irtikab edenlere karşı içinizden dört şahid getirin. Eğer şehâdet ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye kadar, yahut Allah onlara bir yol açmcaya kadar, kendilerini evlerde alıkoyun" (Nisa. 15).

Bit ki Allah Teâlâ, geçen âyetlerde kadınlara iyilik etmeyi, onlara güzel davranmayı ve bu hususlarla ilgili şeyleri emredince, bunun peşisıra onların fuhuşta bulunmalarına karşı sert hükmünü getirmiştir. Gerçekte bu hüküm, onlara bir ihsan ve ahiretleri ile ilgili olarak onları bir görüp gözetmedir. Yine bunda şöyle diğer bir fayda daha bulunmaktadır: Allah'ın erkeklere, kadınlara ihsanda bulunmalarını emretmesini, onlara şer'î cezaların tatbik edilmemesine bir sebep kılınmamalıdır. (Onlar için cezaların terkedilmesi), onların çeşitli bela ve kötülüklere düşmesine bir sebep olur. Bu hükümde üçüncü bir fayda daha vardır. O da, Allah Teâlâ'nın, mahlukatından hakkını tastamam alması gibi, o erkeklerden de hakkını taslamam alacağını; O'nun hükümlerinde bir müsamahanın bulunmadığını, kendisiyle herhangi bir fert arasında herhangi bir yakınlık ve karabet bulunmadığını, şeriatının medar ve dayanağının adalet ve her konuda ifrat ve tefritten sakınma olduğunu beyândır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı.." buyurmuştur. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [219]

 

Birinci Mesele

 

Âyet-i kerimedeki  kelimesi,  kelimesinin cem'îdir. Arapların, bu lâfzın cemisinde çok çeşitli kullanışları vardır: ve EbuBekrİbnel-Enbârî şöyle demektedir: "Araplar cansız varlıkların cem'i hakkında, canlıların çem'i hakkında ise ^"^J1 kelimesini kullanırlar. Bu, meselâ, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'ın sizi basma diktiği mallarınızı..." (Nisa.5)âyetinde olduğu gibidir." Yine Cenâb-ı Hak, âyetlerinde ve  buyurmuştur. Aradaki fark şudur: Cansızların cemisi, müfred bir şey gibidir. Ama, canlıların cemisi böyle değildir, aksine onlardan her biri, kendisinin dışında kalanlardan birtakım özellik ve niteliklerle ayrılmamışlardır. İşte fark budur. Araplardan, bu iki husus arasında bir fark görmeyip de bunları şu şekilde kullananlar vardır: ''Durumları şöyle şöyle olan Hinde'fer ne yaptı?" ve "Durumları şöyte şöyle olan elbiseleri ne yaptın?" Birinci görüş, tercih edilen görüştür. [220]

 

Fahişe (Hayasızlık) Hakkında     

 

Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinin manası, "Onlar o fuhşu işlerler" demektir. Meselâ, "Sen onu yaptın" manastnda "Sen çirkin bir iş yaptın" denilir.

Nitekim Cenâb-ı Hak, "Andolsun sen, acaib bir şey yapmışsın" (Meryem, 27) Andolsun siz pek Çİrkin bir yaptiniZ.." (Meryem, 89) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, fuhuş işlemeyi bu şekilde ifâde etmesinde bir incelik vardır ki o da şudur: Cenâb-ı Hak, mükellefi bu günahı işlemekten nehyedince O, o mükellefe bunu yapma konusunda yardımcı olmaz, aksine mükellef, sanki o işe kendiliğinden gitmiş ve onu, sırf karakteri gereği seçip tercih etmiştir. İşte bu incelikten dolayı "Muhakkak ki o, o fuhuşa geldi ve ona yöneldi, gitti.." denilir. Ancak ne var ki bu incelik, Mu'tezile'nin görüşü benimsendi­ğinde tamam olur. İbn Mesûd bu ifâdeyi, şeklinde okumuştur. kelimesi çirkin fiil manasına gelip, dilcilere göre, (akıbet) lâfzı gibi masdardır. Meselâ bir kimse, çirkin bir söz söyleyip veya çirkin bir fiil yaptığında, ve ifâdesi kullanılır. Âlimler, âyette geçen "fahişe" kelimesinin, zina olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Birçok çirkin fiilden daha fazla çirkin ve kabîh olduğu için, zinaya "fahişe" ismi ıtlak edilmiştir.

Buna göre şayet, "Küfür (kâfir olmak) ve adam öldürmek, zinadan dal* çirkin ve kabahatli bir fiildir. Halbuki, bu fiiller "fahişe" ismiyle adlandırılmamışlardır " denilirse, biz deriz ki:

Bunun sebebi şudur: İnsanın bedenini idare eden kuvvetler üçtür: Kuvve-i natıka, kuvve-i gadabiyye ve kuvve-i şeheviyye... Kuvve-i natıkanın (düşünme kuvvetinin) bozulması, küfür, bidat ve bu ikisine benzeyen şeylerdir. Kuvve-i gadabiyyenin bozulması ise, adam öldürmek, kızmak ve benzeri şeylerdir, Kuvye-i şeheviyyenin bozulması ise, zina, livata, sürtüklük, zamparalık ve bunlara benzeyen şeylerdir. Bu üç kuvvetin en âdisi ve alçak olanı, şehevî kuvvetin fesada uğramasıdır.

Binâenaleyh, onun fesada uğraması, hiç şüphesiz en adî bir fesat nev'i olmuş olur. İşte bu sebepten dolayı bu işe, hassaten "fahişe" ismi ıtlak edilmiştir. Allah ne murad ettiğini en iyi bilendir. [221]

 

Zina işleyenlerin Cezası        

 

Hak Teâlâ'nın, "Kadınlarınızdan ûıhşu irtikâb edenlere karşı" sözüyle neyin murad edildiği hususunda şu iki görüş beyân edilmiştir:

Birinci görüş: Bundan, zina murad edilmiştir. Bu böyledir.

Çünkü bir kadın zinaya nisbet edildiğinde, zina işlediğine dair müslüman dört erkeği şahid olarak getirmediği müddetçe, hiç kimse o kadına dokunamaz. Şahidler, o kadının aleyhine şehâdet ettikleri zaman, o kadın herhangi bir yerde ölünceye, veyahut da Allah onlara bir yol açıncaya kadar tutulur. Bu görüş, cumhûr-ı müfessirinin görüşüdür. [222]

 

Zina Cezası Hakkında Ebu Müslim'in İzahı

 

İkinci görüş ki bu Ebu Müslim el-İsfehanî'nin tercih ettiği görüştür. Buna göre, Cenâb-ı Hakkın, "Kadınlarınızdan fuhşa trttkâb edenlere karşı..." sözüyle sürtük ve ahlâksız, ki bunların cezası ölünceye dek bir yerde hapsol un malarıdır; O'nun "Sizlerden fuhşu irtikâb edenlerden her ikisini de ..." {Nisa, 16) sözüyle de livata yapanlar kastedilmişlerdir ki, bunların cezası da, söz ve fiil ile eziyyet edilmeleridir. Nur suresinde zikredilen âyet ile (Âyet 2) kastedilen ise, erkek ile kadın arasında meydana gelen zina fiilidir ki, bunun cezası da, bakire olanlar için sopa; evli olanlar için ise, recm'dir. Ebu Müslim bu konuda şu delilleri ileri sürmüştür:

a) Cenâb-ı Hakk'ın, "Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı..." sözü, kadınlara; "sizlerden fuhşu irtikâb edenlerden her ikisini de ..." (nis*. i6) ifâdesi ise. erkeklere tahsis edilmiş olup, onlarla ilgilidir. Zira, Hak Teâlâ'nın, "O İki erkek' ifâdesi, tesniye müzekker bir ifadedir.

Buna göre şayet, ifadesiyle (Nisa, ıej hem erkek, hem de kadının kaste­dilmiş olması; ama ne var ki, tağlîb'den dolayı müzekker lâfzın kullanılması niçin caiz değildir?" denilirse, biz deriz ki, eğer bu böyle olsaydı, Cenâb-ı Hak bu ifadeden önce kadınlarla ilgili olan ifâdeyi müstakil olarak zikretmezdi. Binâenaleyh O, kadınları başlı başına ele alıp, bundan sonra da, "Sizlerden fuhşu irtikâb edenlerden her ikisini de ..." (Nisa. 16) buyurunca, bu ihtimal artık söz konusu olmaz.

b)  Böyle bir izah ve takdir yapıldığında, ilgili âyetlerden herhangi birisinde "nesh"in cereyan ettiğini söylemeye de gerek kalmaz. Aksine, bu âyetlerden herbirinin hükmü cari ve yürürlükte olmuş olur. Ama sizin belirttiğiniz açıklamaya göre, bu âyetlerde "nesh" in cereyan ettiğini kabul etmek gerekir. Böylece, bu görüş daha evlâ olur.

c) Sizin zikretmiş olduğunuz açıklamaya göre, Cenâb-ı Hakk'ın "Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı..." ifâdesi, zina ile ilgili olmuş olur. O'nun, "Sizlerden fuhşu irtikâb edenlerden her ikisini de ..." (nm. 16)sözü de zina hakkında olmuş olur. Böylece bu. durum, aynı mevzuda aynı şeyin tekrar edilmesi neticesine götürür ki, bu da hoş bir şey değildir. Ama bizim yaptığımız izaha göre, böyle bir netice ortaya çıkmaz. Binâenaleyh, bizim görüşümüz daha uygun ve evlâ olur.

d) Bu âyetin zina hakkında nazil olduğunu söyleyenler, Hak Teâlâ'nın "yahut Allah onlara bir yol gösterinceye kadar" ifâdesini, recm, sopa atma ve sürgün etmek ile tefsir etmişlerdir ki, bu doğru değildir. Çünkü bütün bunlar kadınların lehine değil, aleyhine olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kazandığı kendi faidestne, yaptığı (şer) kendi zarannadır" (Bakara, 286) buyurmuştur. Ama biz, Cenâb-ı Hakk'ın "yahut Allah onlara bir yol gösterinceye kadar" sözünü, Allah'ın, o kadınlara şehvetlerini nikâh yoluyla evlenmek suretiyle gidermelerini kolaylaştırme:! diye tefsir ediyoruz. Sonra Ebu Müslim sözüne devamla şöyle demektedir: "Bizim söylediğimiz görüşlerin doğrulu­ğuna delâlet eden hususlardan birisi de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Erkek erkek ile (cinsî) münasebet kurduğunda, onların her ikisi de zinakârdırlar. Kadın da kadın ile münasebet kurarsa, onların da her ikisi zinakârdırlar" hadisidir. [223]

 

Diğer Alimlerin Ebu Müslim'in İddiasını Tenkitleri

 

Alimler, Ebu Müslim'in görüşünü iptal etme hususunda   şunlarla ihticâc etmişlerdir:

a) Bu, önceki müfessirlerden hiç kimsenin söylemediği bir görüştür; binâenaleyh, bu görüş bâtıldır.

b) Hadis-i Şerifte, Hz.Peygamber (s.a.s)'in "İşte Allah onlara bir yol gösterdi: Evli veya dul olanlar recm edilir; bakireler iser sopalanır"[224] dediği rivayet edilmiştir. Bu da bu âyetin, zina eden kadınlar hakkında nazil olduğunu gösterir.

c) Sahabe, "Livata"nın hükümleri hususunda ihtilâf etmişler ve onlardan hiçbiri bu âyete de tutunmam ıslardır. Onların, bu hükme delâlet eden bir nassa çok şiddetli ihtiyaçları olmasına rağmen, bu âyete temessük etmemeleri, bu âyetin, "livata" hakkında olmadığına delâlet eden delillerin en kuvvettilerindendir.

Birinciye şöyle cevap verilir: Böyle bir icmâ kabul edilmez. Çünkü, andolsun ki, bu görüşü büyük müfessirlerden olan Mücahid beyan etmiştir. Bir de biz usûlü fıkıhta, âyetten, öncekilerin zikretmemiş olduğu yeni bir görüş çıkarmanın caiz olduğunu beyan etmiştik.

İkinciye cevap: Bu, Kur'ân'ın haber-i vahid İle neshedilmesini gerektirir ki, bu caiz değildir.

Üçüncüye cevap: Sahabenin gayesi "lûtî" olan kimseye ceza tatbik edilip edilmeyeceğini tetkik ve tahkik idi. Halbuki bu âyette menfî ve veya müsbet yönae bir delâlet bulunmamaktadır. İşte bundan dolayı sahabe, bu âyete başvurmamıştır[225]

 

Cumhura Göre Bu Âyetin Hükmü Mensûhtur

 

Cumhur-u müfessirîn, bu âyetin mensûh olduğunu iddia etmişlerdir. Ebu Müslim ise, bu âyetin mensûh olmadığın söylemiştir. Müfessirler bu görüşlerini kendilerinin şu kai­delerine dayandırmışlardır: Bu âyet, zinanın hükmünü beyân hakkındadır. Bu âyetin hükmünün devam etmediği malûmdur. Binaenaleyh âyet mensûhtur. Sonra bu fikri benimseyenler de, kendi aralarında şu iki şekilde ihtilâf etmişlerdir:

1- Bu âyet, şu hadis ile neshedilmiştir Ubade İbn es-Sâmît, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "(Hükümlerinizi) benden alm, benden alın. Muhakkak ki Allah onlara bir yol açtı: "Bekâr bekâr iler dul veya evli de dul veya evli ile zina yaptığında, bekar sopalanıp sürgün edilir; dul veya evli de sopalanır ve recmedllfr."[226] Sonra bu hadis de, Hak Teâlâ'nın   "Zina eden kadınla, zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun" (Nur, z) âyeti ile neshedilmiş olur. Bu izaha göre, bazan Kur'ân'ın sünnet ile, bazan da sünnetin Kur'ân ile neshedildiği sabit olmuş olur. Şafiî'nin görüşü böyle değildir. Şafiî'ye göre, bunlar birbiriyle nesholunmazlar.

2-  Bu âyet, celde âyeti (Nur, 2) ile neshedilmiştir.

Bil ki Ebu Bekir er-Râzî (el-Cessâs), İmâm Şafiî'yi tenkide çok istekli olduğu için şöyle demiştir: "Birinci görüş daha evlâdır. Zira celde âyeti, Hz. Peygamber'in "(Hükümlerinizi) benden alm, benden alın..." ifâdesinden önce inmiş olsaydı, Resûluliah'ın böyle söylemesinin bir manası olmazdı. Binâenaleyh Hz. Peygamber'in "(Hükümlerinizi) benden alm..." ifâdesinin, celde âyetinden (NOr, 2) önce olması gerekir. Bu takdire göre de habs âyeti (Nisa. ibj bu hadisle; bu hadis de celde âyeti ile neshedilmiş olur. Böylece Kur'ân ve sünnetin herbirinin diğeri ile bazan neshedilebildiği sabit olmuş olur."

Bil ki, Râzî el-Cessâs'm görüşü şu İki bakımdan zayıftır:

a) Ebû Süleyman el-Hattabî'nin, "Meâlimü's-Sünen" adlı eserinde zikrettiği şu husustur: "Ne bu âyette, ne de bu hadiste nesh kesinlikle söz konusu değildir. Zira Hak Teâlâ'nın, "O kadınları Ölüm alıp götürünceye kadar, yahut Allah onlara bir yolgösterinceye kadar, kendilerini evlerde alıkoyun" ifâdesi, o kadınların evlerde tutulmalarının, Allah'ın onlara bir yol açmasına kadar süreceğine delâlet etmektedir.

Binâenaleyh âyette geçen "yol" kelimesi, mücmel (net olmayan) bir ifâdedir. Hz. Peygamber (s.a.s), ''(Hükümlerinizi) benden aim.. Dul veya ev/f recmedüir, bekâr ise sopalanıp sürgün edilir" buyurunca, bu hadis, o âyeti neshetmemiş aksine tefsir etmiş olur. Ve yine bu hadis, Cenâb-ı Allah'ın, "Zina eden kadınla, zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun" (Nûr, 2) âyetinin umûmî manasını tahsis etmiş (sınırlandırmış) olur. Bu hadis-i şerifin, şu iki âyetten biri için beyân, diğeri için de muhassis (tahsis edici) olduğunu kabul etmedin, zincirleme neshin olduğunu söylemekten daha evlâ olduğu malumdur. Hem nasıl olur ki habs âyeti (Nisa, 15) kesinlikle mücmel bir âyettir. Bu âyette geçen "yol"un nasıl olduğuna delâlet eden herhangibir şey yoktur. Binâenaleyh bu âyetin bir mübeyyininin (açıklayıcısının) bulunması gerekir. Celde âyeti (Nûr, 2) ise tahsis edilmiştir. Mutlaka onun da bir tahsis edicisinin olması gerekir. Bu sebeple biz bu hadisi, habs âyetinin mübeyyini, celde âyetinin de muhassisi kabul ediyoruz." Fakat Ebu Hanife taraftarlarına göre, bunda üç cihetten nesh bulunmuştur. Birisi şudur: Habs âyeti, recmin delilleri ile neshedilmiştir. Böylece söylediğimiz şeyin, şüphe götürmez bir gerçek olduğu ortaya çıkmış olur. [227]

 

Ebu Bekr er-Razî'nin Sözünü Red Hususunun İkinci Yönü Şudur

 

b) Sen celde âyetinin, Hz. Peygamber'in "(Hükümlerinizi) benden alın..." hadisinden önce nazil olmuş olmasının mümkün olmadığını söylüyorsun. Niçin bu âyetin o hadisten sonra olması gerektiğini söylüyorsun Hz. Peygamber (s.a.s)'in bu âyet nazil olunca böyle demiş olduğunu söylemek niçin caiz olmasın? Bunun izahı şöyledir: "Cenâb-ı Hakkın, "Zina eden kadınla zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun" (Nûr, 2) âyeti, müslüman dul hakkında, icmâ ile tahsis edilmiş olur. Halbuki tahsis eden delilin, tahsis gören umûmî ifâdeden sonra gelmesi bir karışıklığa sebebiyet vereceği için, sana ve Mu'tezile'nin ekserisine göre caiz değildir. Durum böyle olunca, Hz. Peygamber (s.a.s)'in bu sözü, Hak Teâlâ'nın "Zina eden kadınla, zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun" (Nûr. 2) âyeti indiği zaman söylemiş olduğu sabit olmuş olur. Bu izaha göre de senin, "Hadis, celde âyetinden önce söylenmiştir" şeklindeki sözün düşmüş olur. Bütün bunlar habs âyetinin, zina eden kadınlar hakkında nazil olduğunu söyleyenlerin görüşüne dayanan izahlardır. Binaenaleyh bu görüşe göre, bu âyetin mensuh oluşunun delil ile sabit olmadığı ortaya çıkmış olur. Ebu Müslim el-lsfehânî'nin görüşüne göre, âyetin zahirî manası neshedilmemiştir. Allah en iyi bilendir. [228]

 

Beşinci Mesele

 

Bu âyetin zina hakkında nazil olduğunu söyleyenlere şu sorular yöneltilir:

Birinci soru: Âyetteki "kadınlarınızdan" ifâdesi ile ne mu-rad edilmiştir?

Cevap: Bu hususta şu izahlar yapılır:

a) Bundan murad, "zevcelerinizden" manasıdır. Bu tıpkı, "Kadınlarından, zıhâr yaparak ayrılmak İsteyenler..." (Mucide, 3) ve  "Kendileri ile (zifafa) girdiğiniz kadınlarınızdan olan..." (Nisa, 23} âyetlerinde olduğu gibidir.

b)Bundan murad, hür olan kadınlardır. Bu tıpkı, "Erkeklerinizden iki de şâhid tutan.." (Sakara. 282) buyruğundaki (erkekler) kelimesinde olduğu gibidir. Bunda-maksad, cariyeler İçin (zinadan dolayı) bir cezanın olmadığını beyân etmektir.

c)  Bu, mü'min kadınlar   manasınadır.

d) Bu "bekâr değil dul olan kadınlar" demektir.

İkinci soru: Âyetteki, "Kendilerini evlerde alıkoyun" emrinin manası nedir?

Cevap: Bu, "Onları, evlerinizde devamlı hapsediniz" demektir. Bunun hikmeti şudur: Kadın, zinaya ancak dışarı çıkıp orada burada dolaştığı zaman düşer. Fakat onlar evlerde tutulduklarında zinaya imkân bulamazlar. O kadın bu hal üzere tutulduğu sürece, iffeti yeniden kendisine dönüp, zinadan o nisbette uzaklaşmış olur.

Üçüncü soru: Âyetteki, "Ölüm (onları) alıp götürünceye kadar.." tabirinin manası nedir? Halbuki mevt (ölüm) ve teveffî (öldürmek) aynı manadadır. Binaenaleyh bu ifâde, "Onları ölüm öldürünceye kadar..." manasına gelmiş olur.

Cevap: Bu tabirle, "Ölüm meleği, onların canını alıncaya kadar..." manası kastedilmiş olabilir. Bu tıpkı, "Meleklerin canlarını aldığı kimse­ler.." (Naw.28)ve "Deki: "Size müvekkel (vazifeli) ötem ölüm meleği canınızı alacak" (Secde, n) âyetlerinde ifâde edildiği gibidir. Veyahut da bunun manası, "ölüm onları yakalayıp, canlarını tastamam alıncaya kadar..." şeklindedir.

Dördüncü soru: Siz, Allah Teâlâ'nın "Yahut Allah onlara bir yolgösterinceye kadar..." ifâdesini, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "işte Allah onlara bir yol gösterdi.. Bekâr sopalanır. Evli ve dul ise recmolunur" hadis-i şerifi ile tefsir ediyorsunuz ki bu uzak bir izahtır. Çünkü bu yol, onların lehjne değil aleyhinedir. Zira recm, hiç şüphe yok ki, onları hapsetmekten daha sert ve katı bir cezadır?

Cevap: Hz. Peygamber (s.a.s), âyette geçen "bir yol" ifâdesini böyle tefsir ederek, "(Hükümlerinizi) benden alın. İşte Allah o (kadınlara) bir yol gösterdi: Dul veya evlinin, dul veya evli ile zinasının cezası, yüz değnek ve taşla recmolunmalandır. Bekârın bekâr ile zinasının cezası ise yüz değnek ve bir yıl sürgündür" buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s), "bir yol"u bu şekilde açıklayınca, bunun doğruluğuna kesin inanmak gerekir. Hem sonra bunun, dil bakımından da şöyle bir izahı yapılabilir: İster ağır ister hafif olsun, birşeyden kurtulan kimse için, o şey bir yoldur. [229]

 

"Sizlerden fuhşu frtfkâb edenlerin her fkfsfne de eziyet edin. Eğer tevbe edip, (hallerini) düzeltirlerse, artık onlardan elinizi çekin. Çünkü Allah tevvâb ve rahîmdir" (Nisa, 16).

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [230]

 

Birinci Mesele

 

İbn Kesir, bu kelimeyi nûn harfinin şeddesi ile, ve şeklinde; diğer kıraat imamları ise, şeddesiz olarak okumuşlardır. Ebu Amr, İbn Kesir'e dJuliî (Kasas, 32) şeklin­deki okuyuşunda muvafakat etmiştir. Şeddeli okuyuşun izahı hususunda İbn Miksem şöyle demiştir:   İbn Kesîr, bu nûnları şu iki sebepten ötürü şeddeli okumuştur:

a)  Mebnî isimler ile mu'reb isimlerin tesniyelerini birbirinden ayırmak için..

b) ve kelimeleri zal harfine dayanmaktadır. Bundan dolayı, Araplar bu kelimelerin tesniyelerinin nûnuna, aynı cinsten bir başka nûn daha ekleyerek, bu kelimeleri güçlendirmek istemişlerdir. Başkaları da şöyle demiştir: Bu kelimeleri şeddeli okuyuşun sebebi şudur: Bunların sonundaki nûn, tesniye nûnu değildir. Dolayısı ile İbn Kesir, bu nûn ile tesniye nûnu birleştirmek istemiştir. Arapların, bunun başına elif-lâm ziyâde ettikleri gibi, te'kîd için sonuna da nûn getirdikleri söylenmiştir. Ebu Amr'in, ta'viz işini i s m-i mevsullere değil de, ism-i işaretlere tahsis etmesi, öyle anlaşılıyor ki, hazfin ism-i işaretler için elzem olduğunu düşünmekten ileri gelmiş olmalıdır. Binaenaleyh ism-i işaretlerin, bedele (ivaz'a) hak kazanma derecesi daha ileridir.. [231]

 

Bu Âyetin Zina Hakkında Olduğunu Söyleyenler

 

Önceki âyetin zina edenler hakkında olduğunu söyleyenler, bu âyetin de zina edenler hakkında olduğunu söylemişlerdir. Böylece onlar, bu tekrarın sebebi ve faydasının ne olduğu nususunda ihtilâf ederek, şu görüşleri söylemiş­lerdir:

1- Allah Teâlâ'nın,   "kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenler.." (Nisa, 15) âyeti, zinâkâr kadınlar; "Sizlerden fuhşu irtikâb edenler.." (Nisa,ıe)âyeti ise zinâkâr erkekler hakkındadır. Sonra Cenâb-ı Hak, evlerde alıkonma hükmünü kadınlara, eziyet edilme hükmünü de erkeklere tahsis etmiştir ki bunun sebebi şudur: Kadın zinaya, ancak dışarı çıkıp orada burada dolaştığı zaman düşer. Fakat evde alıkonulduğunda, bu günahı kesilir. Erkeğe gelince, onu evde alıkoymak mümkün değildir. Çünkü erkeğin, geçimini temin etme, işlerini düzeltme ve çoluk çocuğunun rızkını temin için dışarı çıkması gerekir. Bundan dolayı zina eden kadına evde alıkonulma, zina eden erkeğe de eziyet olunma cezası verilmiştir. Erkek tevbe edip döndüğünde, artık ona eziyet edilmez. Şöyle de denebilir: Eziyet, erkek ve kadına uygulanan müşterek bir cezadır. Hapsotunma ise, kadınlara has bir cezadır. Binâenaleyh zinâkar kadın ve erkekten ikisi de pişman olup tevbe ettiğinde, onlardan "eziyet olunma" cezası kaldırılır. Fakat kadının hapsolunma cezası devam eder. İşte bu, söylenen görüşlerin en güzelidir

2- Süddî şöylu demiştir: "Bu âyetle kastedilen, kadın ve erkeklerden bekâr olanlar; önceki âyetle kastedilen ise evli veya dul olanlardır. Buna göre iki âyet arasındaki fark ortaya çıkmaktadır." 8u görüştekiler, "bu izaha şunlar delâlet eder" demişlerdir:

a)  Allah Teâlâ,   'Kadınlarınızdan fiıhşu İrtikab edenler.." (Nisa. ıs> buyuru kadınları kocalara ntsbet etmiştir.

b)  Cenâb-ı Hak onları "Nisa" (kadınlar) diye tavsif etmiştir ki bu, evli ve kadınlara daha uygun düşer.

c) Eziyet etmek, evde hapsolunmaktan daha hafif bir cezadır. En hafif ceza ise. zina eden dul ve evliye değil, zina eden bekaradır.

d) Hasan el-Basrî şöyle demektedir: "Bu âyet, önceki âyetten daha önce nâzi1 olmuştur ve bunun takdiri şu şekildedir: "Kadın ve erkeklerinizden fuhşu irtikâb edenlere eziyet edin. Eğer onlar tevbe eder ve hallerini düzeltirlerse, artık onlardan elinizi çekin." Daha sonra Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerini evlerde alıkoyun" (Nisa, s.) âyeti nazil olmuştur. Bu, "Eğer onlar tevbe etmez ve bu çirkin fiilde ısrar ederlerse, onların gerçek durumlarını anlayıncaya kadar, onları evlerde alıkoyun" demektir. Bu görüş, bana göre son derece uzak bir ihtimaldir. Zira bu, bu âyetlerdeki tertibin bozulmasın» gerektirir.

e)  Ebu Müslim'den, önceki âyetin sürtük kadınlar hakkında nazil olduğunu; berikinin ise, lûtîler hakkında nazil olduğunu izah etmiştik ki, bunun izahı daha önce geçmişti.

f) Bundan murad şudur: Allah Teâlâ, önceki âyette zina hadisesineşehâdeteden kimselerin mutlaka dört tane olması gerektiğini beyan buyurmuştur. Böylece bu âyette ise, "Onların iki şahit olmaları halinde, onlara öziyyet edin, onları devlet başkanının ve hâkimin huzuruna götürülme ve kendilerine ceza tatbik edilme ile korkutun" şeklinde bir hüküm beyân etmiştir. [232]

 

Söz Konusu Eziyet Etmenin Nasıl Olacağı

 

Âlimler, bu eziyyetin mutlaka dil ile sıkıntı vermek şeklindeki bu da azarlama ve ayıplamadır gerçekleştirileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Meselâ şöyle denilir: "Yaptığınız bu iş, ne kadar kötüdür. Siz, kendinizi Allah'ın ceza ve gazabına duçar kıldınız. Ve yine siz kendinizden adalet, liyâkat ve ehliyetini uzaklaştırıp, şehâdet etme hakkını yitirdiniz..." Âlimler, bu eziyyete, dövmenin de dahil olup olmayacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. İbn Abbas'tan, onların pabuçlarla dövüleceği rivayet edilmiştir. Birinci görüş daha uygundur, çünkü passın medlulü (manası) onlara sadece eziyyet etmedir. Bu ise, sadece dil ile yapılan eziyyet ile tahakkuk etmektedir. Âyet-i Kerime'de, dövmeye delâlet eden bir husus da yoktur. Bundan dolayı, bu görüşe varmak doğru değildir.

Hak Teâlâ daha sonra, 'Eğer tevbe edip, (hallerini) düzeltirlerse, artık onlardan elinizi çekin" buyurmuştur. Bu, "onlara eziyyet etmeyi bırakın" manasındadır. Cenâb-ı Hak daha sonra da, "Çünkü Allah tevvâb ve rahimdir" (Nisa. 16) buyurmuştur. "Tevvâb" kelimesi, "kulu, günahı sebebiyle kendisine tevbe ettiği zaman, kuluna ihsan ve mağfiret ile muamele eden" demektir. ifâdesinin izahı daha önce geçmişti. [233]

 

"Allah katında (makbul olan) tevbe, kötülüğü ancak cahillik sebebiyle yapacakların, sonra da çarçabuk (vazgeçip) tevbe edecek olanların (tevbesi)dir. İşte Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır. Allah hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir" (Nisa. 17). [234]

 

Tevbe Hakkındaki Bu Âyetin Daha Öncesi İle Münasebeti

 

Bil ki, Allah Teâlâ Önceki âyette, fuhuş irtikâb edenler, tevbe edip hallerini iyileştirdiklerinde, onlardan eziyyetin kalkacağını zikredip, mutlak manada da kendisinin Tevvâb ve Rahîm olduğunu haber verince, bundan sonra tevbenin ne zaman yapılacağını, şartını zikretmiş, insanları, günahda ısrar ettikleri bir sırada kendilerine ölüm gelmeden önce, onları hemencecik tevbe etmeye teşvik etmiştir; zira ölüm esnasında yapacaktan tevbe onlara fayda vermeyecektir. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [235]

 

Birinci Mesele

 

Tevbenin mana ve mahiyyetini Bakara sûresinde, Cenâb-ı Hakk'ın   "(Allah da) tevbelertnizi kabul etmişti. Çünkü Or tevbeleri çok kabul edenin, çok merhamet edenin ta kendisidir" (Bakara, m) âyetinin tefsirinde zikretmiştik.

Kâdî, bu âyetle Cenâb-ı Hakk'ın tevbeleri kabul etmesinin vacip olduğuna şu iki bakımdan aklen istidL. ol m iştir;

a) Âyet-i kerimede geçen , kelimesi, vücûb ifâde eder. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, 'Allah katında (makbul olan) tevbe... "tabiri, Cenâb-ı Hakk'ın tevbeleri kabul etmesinin aklen vacip olduğuna delâlet etmektedir.

b) Şayet biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah katında (makbul olan) tevbe..." buyruğunu sırf O'nun tevbeleri kabul etmesi manasına hamledersek, o zaman bu sözle 'İşte Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır" kısmı arasında herhangi bir fark kalmaz. Zira bu da, Cenâb-ı Hakk'ın tevheleri bilfiil kabul ettiğini haber vermektedir. Ama biz önceki ifâdeyi, tevbeleri kabul etmesinin vacip olmasına; bu ifâdeyi de, tevbeleri bilfiil kabul ettiği manasına alırsak, böylece bu iki âyet arasındaki fark ortaya çıkar ve herhangi bir tekrar da meydana gelmemiş olur. [236]

 

Allah Teâlâ Hakkında Vacip Olan Şey Yoktur

 

Bil ki, "Vücûb alâ'llah" (Bir şeyin Allah'a vacip olduğuna) hükmetmek bâtıldır. Bunun böyle olduğunun birçok delili vardır:

Birinci delil: Vacip olarak üstlenilmiş olan şey yapılmadığı, yerine getirilmediğinde, zemmedilmeyi ve kınanmayı gerektirir. Bu lâzım olma keyfiyetinin Cenâb-ı Allah hakkındaki sübûtu ya imkânsız olur veyahut da olmaz.. Birincisi bâtıldır. Zira, vacip olanı terketmek, bu zemmi gerektirip, bu zemmin ve kınanmanın da Allah hakkında sübûtu, varlığı imkânsız olunca, vacibi yerine getirmeyisin Allah hakkında sübûtunun, varlığının imkânsız olması gerekir. Bu yerine getirmeyisin Allah hakkında sübûtu aklen imkânsız olunca, .lilin (vücûbiyyetin) sübûtu vacip olmuş olur. Bu durumda da Allah Teâlâ, fâil-i muhtar değil de, zâtı gereği mûcib (mûcib-i bizzat) olmuş oiur. Bu ise bâtıldır. Ama, zemme müstehak olmanın Allah hakkında imkânsız olmayışına gelince, mümkün olan her şeyin meydana geleceğini farzetmekten, onun imkânsız olması gerekmez. Bu durumda da, ilâhın, ilâh olmasıyla birlikte, zemme müstehak olmakla vasfedilebileceği sonucu çıkar ki bu, hiçbir akıllının söylemeyeceği 'bir muhaldir. Bu iki kısım bâtıl olunca, "vücûb alâ'llah" (bir şeyin Allah'a vacip olduğu)na hükmetmenin bâtıl olduğu sabit olur.

İkinci delil: Tevbe'yi yapıp yapmamaya nisbetle kulun kadir olması, ya eşit olur, veya eşit olmaz. Eğer bu kudret eşit olursa, tevbe'yi yapmak yapmamaya, ancak bir müreccih sebebiyle üstün gelebilir. Sonra bu müreccih, bir ihdas ve icad eden tarafından meydana gelmezse, o zaman Yaratıcı'nın yokluğu gerekir. Eğer bu müreccih kul tarafından meydana gelirse, taksîm tekrar döner {başa dönülmüş olur). Eğer bu müreccih Allah tarafından meydana gelmişse, bu durumda kul tevbe etmeye, ancak Allah'ın yardımı ve güç-kuwet vermesiyle yönelebilmiştir. Bu sebeple kulun tevbesi, Allah tarafından kuluna bir in'âm olmuş olur. Allah'ın kuluna in'âmda bulunması, ona yeniden in'âm ve ihsanda bulunmasını gerektirmez. İşte bu sebeple, kuldan tevbenin sudur etmesi, Allah'a o tevbeyi kabul etmesinin vacip olmasını gerektirmez. Ama, kulun kadir olması, bir şeyi (tevbeyi) yapıp yapmamaya elverişli olmazsa, işte bu durumda da "cebr" kaçınılmaz olur. Böyle olunca da, "vücûb alâ'llah"a hükmetmek, apaçık bâtıl ve fasit olmuş olur.

Üçüncü delil: Tevbe, geçmişe (yapılan işe) pişman olup, gelecekte onu bir daha yapmamaya kesinkes karar vermekten ibarettir. Pişman olmak ve karar vermek ise, istemek ve istememek kabilindendir. İsteyip istememek ise, kulun ihtiyarı ile meydana geimez. Aksi halde kul, bunları meydana getirme hususunda başka bir "irade"ye muhtaç olur; böylece de "teselsül" gerekmiş olur. Durum böyle olunca da, bu pişmanlığın ve karar vermenin meydana gelip vücûd bulması, sırf Allah'ın yaratmasıyla olur. Allah'ın bir şeyi yapması, kendisine başka bir şeyi meydana getirmesini vacip kılmaz. İşte böylece de "vücûb alâ'llah"a hükmetmenin bâtıl ve yanlış olduğu sabit olmuş olur.

Dördüncü delil: Mu'tezile'nin görüşüne göre tevbe, kulun ihtiyarıyla meydana gelen bir fiildir. Binaenaleyh, eğer bu, "vücûb alâ'llarTm illeti sayılırsa, o zaman kulun fiili Allah'ın zat ve sıfatlarında müessir olmuş olur ki, bu hiçbir akıllı kimsenin söyleyeceği bir şey değildir.

Mu'tezile'nin istidlal ettikleri hususa vereceğimiz cevap da şudur: Allah Teâtâ mü'minlerin tevbesini kabul edeceğini vaadetmiştir. Allah bir şeyi va'adedip, vaadin­den cayması da muhal olunca, işte bu bir nevi "vücûb"a benzemiş olur. İşte bu açıkla­maya göre, lafza-i Celâle'nin başına ^ kelimesinin getirilmesi doğru ve yerinde olmuş olur. Bu sebepte de, Hak Teâlâ'nın "Allah katında (makbul olan) tevbe..." buyruğu ile O'nun, "İşte Allah'ın, tevbelerint kabul edeceği kimseler bunlardır" buyruğu arasındaki fark ortaya çıkmış olur.

Eğer, "Allah Teâlâ ievbenin kabulünden haber verip, Allahu Teâlâ'nın vukuundan haber verdiği her şeyin meydana gelmesi de vacip olunca, o zaman sizin, Allah'ın fâil-i muhtar olmadığını kabul etmeniz gerekir" denilirse, biz deriz ki:

Bir şeyin meydana geldiğini haber vermek, o şeyin hasıl olmasına bağlıdır. Meydana gelme de, onu meydana getirene tâbidir. Tâbi olan (ikinci derecede bulunan), "asi" olanı değiştiremez. Bu sebeple O, bu meydana getirme hususunda Fail-i Muhtar otmuş olur. Ama siz ise, tevbenin tevbe olması bakımından meydana gelişinin, o tevbeyi kabul etmenin Allah'a vacip olması hususunda müessir olduğuna hükmediyorsunuz. Bunu ise, hiç kimse söylemez. Böylece fark, ortaya çıkmış olur. [237]

 

Bilmeyerek Günah İşleyenlerin Tevbesi Makbuldur       

 

Allahu Teâlâ bu tevbenln kabulünü iki şarta bağlamıştır: Bunlardan biri, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kötülüğü ancak cahillik sebebiyle yapacakların. buyruğudur. Bu ifâde hakkında da şu iki soru vardır:

a) Günah olduğunu bilmeden bir kimse bir günah işlerse, o kimse herhangi bir cezaya müstehak olmaz. Çünkü bilmeden işlenen şeylerin günahı ve cezası, bu ümmetten kaldırılmıştır. İşte bundan dolayı, bilmeden günah işleyen kimselerin, tevbe etmelerine ihtiyaç yoktur.

b) Âyette geçen kelimesi, hasr içindir. Binâenaleyh, âyetin zahiri günah olduğunu bilerek bir kötülüğü yapmaya yeltenen kimselerin, tevbelerinin kabut edilmemesini gerektirir. Halbuki bu ise, icmâ ile bâtıl ve geçersizdir. [238]

 

Bilmeyerek Yapılan Günah, Sorumluluğa Yol Açar mı?

 

Birinci soruya cevap: Yahudi, yahudiliği, onun bir günah olduğunu bilmediği halde seçmiş, tercih etmiştir. Ama ne var ki o, bundan dolayı bir cezaya müstehaktır. [239]

 

Bilerek Günah İşleyenlerin Tevbesi Makbul Olmaz mı?

 

İkinci soruya cevap: Günah olduğunu bilmemekle beraber, bir günah işleyen kimsenin durumu, günah olduğunu bilerek onu işleyen kimsenin durumundan daha hafiftir. Hal böyle olunca vücûb olma hali, bir va'ad ve kerem vücûbu olmak üzere, hiç şüphesiz birinci kısımdaki kimselerin tevbelerinin kabulüne tahsis edilmiştir. İkinci kısımdakilerin günahları daha ağır olunca, hiç şüphesiz ki Cenâb-ı Hak, tevbelerinin kabul edilmesi hususunda böyle bir te'kîde yer vermemiştir. Böylece bu âyet, işte bu yönden de tevbeleri kabul etmenin Allah'a vacip olmadığına delâlet etmiş olur. [240]

 

Tevbenin Kabulünün İlk Şartı Cehalet

 

Bu iki soruya verdiğimiz cevapları iyice anladıysan, şimdi biz, bu ifâdede yer alan "cahillik" kelimesinin tefsiri hususunda müfessirlerin zikretmiş olduğu görüşlere geçebiliriz.

Birinci görüş: Müfessirler şöyle demektedirler: Allah'a isyan eden herkes, câhil; yaptığı o fiil ise, cehalet diye adlandırılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hz. Yusuf'tan bahse­derken, "... Onlara meyleder, câhillerden olurum" (Yusuf, 33» buyurmuştur. Yine O, Hz. Yusuf (a.s)'tan naklederek, Yusuf'un, kardeşlerine "Siz (henüz) cahil kimseler iken Yusuf a ve kardeşine neler yapağınızı biliyor musunuz?" dedi" (Yusuf, 89) dediğini buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, "(Allah da şöyle) buyurdu: "Ey Nuh, o katiyyen senin âüenden değildir. Çünkü o(nun işlediği) salth olmayan bir iştir. O halde bilgin olmadığı btrşeyi benden isteme. Seni câhillerden olmaktan bihakkın men ederim" (Hûd, 46) ve "Allah size muhakkak bir inek boğazlamanızı emrediyor" demişti de, onlar, "Bizi eğlence mi ediniyorsun?" demişti. Musa da, "Ben cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım" demişti" (Bakara, 67) buyurmuştur. Bazan, efendi kölesine, kölesinin yaptığı bir işten dolayı onu kınarken, "Ey câhil, niye şöyle şöyle yaptın?" der. Rabb'ine isyan eden kimseye câhil denilmesinin sebebi şudur: Şayet bu kimse, kendisinde mükâfaat ve cezanın ne olduğu hususundaki bilgisini kullanmış olsaydı, bu günahı işlemez, ona yeltenemezdi. Binâenaleyh, o bu ilmini kullanmayınca, sanki hiç ilmi yokmuş gibi olur. İşte bu sebepten dolayı da, Rabb'ine isyan eden kimseye câhil denilir. Bu izaha göre, insanın yaptığı şeyin, günah olduğunu bilerek veya bilmeyerek işlediği her masiyyet ve günah cehalet mefhumuna dahildir.

İkinci görüş: İnsanın, yaptığı şeyin günah olduğunu bildiği halde, onun cezasının miktarının ne kadar olacağını bilmeyerek işlemiş olduğu günahlardır. Nitekim biz insanın, neticesinde meydana gelecek olan belâ ve musîbetterin miktarını bilmediği halde, yaptjğt şeyin, yapılmaması gereken bir şey olduğunu bilerek o günahı yapmaya yellenip, onu yaptığında bu kimseye, mecazî olarak, "O, ne yaptığını bilmiyor" denildiğini biliyoruz.

Üçüncü görüş: Bundan murad, insanın, günah olduğunu bilmeyerek ve fakat onun bir günah olduğunu bilmesinin mümkün olması şartıyla bir günah işlemesidir. Buna göre o kimse de, cezaya müstehak olur. İşte bu sebepten dolayı biz, yahudinin, yahudiliğin bir günah olduğunu bilmemekle beraber, onun bir günah ve masiyyet olduğunu bilebilmesinin mümkün olması sebebiyle, bir cezaya müstehak olacağı hususunda ittifak ettik. İşte bu, bir cezaya müstehak olmanın sübûtu hususunda yeterli derecede bir izahtır. Uyuyan ve yanılan kimse, bizim bu söylediğimizin dışında kalır. Çünkü bunlardan her biri de, (yapmaları halinde) çirkin bir fiil yapmışlardır, ancak bunların onun çirkin (kabîh) olduğunu bilmeleri mümkün değildir. Bu görüş, cehalet lâfzının ilk iki görüşte mecazî; bu görüşte ise hakikî manaya hamledilmiş olması bakımından, diğerlerine râcih ve üstün bir görüştür. Ama ne var ki bu görüşe göre, âyetin ifâde ettiği hükme ancak, yaptığının kötü ve günah olduğunu bilmeyerek onu irtikâb eden kimseler dahil olur. Bu kabîh fiili kasten işleyenler İse, âyetin ifâde ettiği hükme dahil olmayıp, bu kimselerin durumu, ancak kıyas yoluyla bilinir ki, bu kıyas * da şudur: Yaptığının ne olduğunu bilmeden yapan bu câhile tevbe etmek vacip olunca, kasten bir kabahatte bulunan bir kimsenin tevbe etmesi, haydi haydi vacip olur. Tevbenin şartlarından birinci şart hakkında söyleyeceklerimiz bundan ibarettir. [241]

 

Tevbenin Kabulünün İkinci Şartı: Çabucak Dönüş Yapma

 

Tevbenin ikinci şartına gelince ki, bu Cenâb-ı Hakk'tn, "Sonra da çarçabuk (vazgeçip) tevbe edecek" buyruğudur. Alimler bu yakınlıktan maksadın, ölüm zamanının gelip çatması ile, ölüm korkularının bizzat müşahede ve aynelyakîn görülmesi olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Allah Teâlâ bu müddeti. şu sebeplerden dolayı yakın olarak adlandırmıştır:

a)  Ecel, gelmekte olandır. Her gelmekte olan ise, yakındır.

b) İnsanın ömür müddetinin, her ne kadar insana uzun gelse dahi, kısa ve yakın olduğuna dikkat çekmek.. Çünkü, İnsanın ömür müddeti, ezel ve ebed tarafından kuşatılmıştır.  Buna  göre  senin  ömrün,  bu  iki  tarafa  nisbetle taksim  edilip bölündüğünde, adeta yok gibi olur.

c) İnsan her an ölüm olayının başına gelmesini bekler. Durumu bu olan bir şey de, muhakkak ki yakın olarak vasfedilir.

Buna göre "Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesindeki kelimesi hangi manayı ifâde ediyor?" denilirse, buna şöyle cevap verilir:

Bu, "ibtidâ-i gaye" manasını ifâde etmektedir. Yan?, "Onun tevbeye başlaması günahta ısrar edenler zümresine dahil olmaması için, hemen günahın peşinde başlar'' demektir. Günah işledikten hemen sonra ve de ölüm gelmeden önce değil de, günah işlemesinden çok zaman sonra tevbe eden kimselere gelince bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah katında (makbul olan) tevbe.. ve "İşte Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır" buyruklarıyla, tevbelerini kabul etmeyi zatına bir lütuf vücûbu kabul etmekle mükerrem kıldığı kulların dışında kalmış olur. Tevbeleri yukardaki şekilde meydana gelmeyen kimselerin ise Cenâb-ı Hakk'ın, Olur ki Allah onların tevbelerini kabul eder" Tevbe, 102) buyruğundaki (olur ki. umulur ki, belki..) kelimesiyle tevbelerinin kabulü va'adedilen kimselerden olması. kendisine kâfidir. Şüphe yok ki, bu iki derece arasındaki fark apaçık olup herkesçe bilinir.

ifâdesindeki  edatının "teb'îz" için olduğu da söylenmiştir. Yani, "Onlar yakın bir zaman içinde tevbe ederler" demektir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, isyanın meydana geldiği zaman ile, ölümün gelip çattığı zaman arasındaki müddeti, "yakın zaman" olarak adlandırmıştır. Bu sebeple insan, bu arada kalan zaman dilimlerinin herhangi bir diliminde tevbe ederse, bu yakın bir zamanda tevbe etmiş olur. Aksi halde o, uzak bir zamanda tevbe eden olmuş olur.

Bil ki Allah Teâlâ, bu iki şartı zikredince, "İşte Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır" buyurmuştur.

İmdi eğer "Cenâb-ı Hakk'ın "Allah kahnda (makbul olan) tevbe..." buyurduktan sonra, "İşte Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır" sözünün faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki bu hususta iki açıklama yapılmaktadır:

a) Hak Teâlâ'nın, "Allah katında (makbulolan) tevbe...." sözü, tevbeleri kabul etmenin Allah'a, "mecbursun, yapacaksın" anlamında bir vücûb değil de, O'nun keremi, ihsanı ve fazlı gereği bir vücûb olduğunu bildirmektir. O'nun "İşte Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır" buyruğu ise, O'nun tevbeyi kabul edeceğini haber vermektir.

b) Cenâb-ı Hakk'tn, ifâdesi, "Bilmeyerek bir günah işleyip de, sonra da hemencecik ondan tevbe edip, o günahta ısrar etmeyi terkederek, istiğfarda bulunan kimseler hakkında, tevbe etmeye iletmek, ona irşâd etmek ve bu tevbe hususunda tevbe edenlere yardım etmek, ancak Allah'adır..." anlamındadır. Daha sonra da Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Durumu böyle olan bu kul, tevbe ettiğinde, Allah onun tevbesini kabul eder" demektir. Buna göre birinci ifadeyle, tevbeye muvaffak kılması; ikinci ifâdeyle de, yapılan tevbeyi kabul etmesi kastedilmiştir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir" buyurmuştur. Yani, "Allah kulun şehveti, gazabı ve cehaleti kendisini istîla edip bürüdüğü için bu masiyeti irtikâb etmiş olduğunu bilir; kulun vasfı bu olup, sonra da en yakın zamanda bu günahından tevbe ettiğinde, keremi ve lütfü gereği, o kimsenin tevbesini kabul etmesi hususunda hakîm'dir" demektir. [242]

 

"(Yoksa makbul olan o tevbe), kötülükleri yapıp yapıp da, onlardan (yan! Böyle yapanlardan) her hangi birine ta Ölüm gelince: "Ben şimdi hakikaten tevbe ettim" diyenlerin tevbesi değil... Kendileri kâfir olarak öleceklerin (tevbesi) de değil. Onlar (öyle işte), biz onlar için pek acıklı bir azâb hazırîamışızdır" (Nisa, 18).

Bil ki Cenâb-ı Hak, makbul olan tevbenin şartlarını zikredince, bunun peşinden makbul olmayan tevbenin izahını yapmıştır. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [243]

 

Ölüm Gelip Çatınca Yapılan Tevbe Makbul Değildir             

 

Âyet-i Kerime, kendisine ölüm gelip çatan ve ölümün dehşetini müşahede eden kimselerin tevbelerinin makbul olmayacağına delâlet etmektedir. Bu mesele şu iki konuyu ihtiva etmektedir:

Birinci konu: Durumunu belirttiğimiz kimselerin tevbelerii-nin makbul olmadığına şunlar delâlet etmektedir:

a)  Bu âyet ki bu, bu neticeyi verme hususunda açık ve sarihtir.

b) Cenâb-ı Makk'ın, "Ama hışmımızı gördükleri zaman, imanları fayda verecek değildi." (Mû'mm, 85) buyruğudur.

c) Cenâb-ı Hak, Firavun'un sıfatı hakkında "Nihayet su onu boğmaya başlayınca (şöyle) dedi: "İnandım. Hakikat İsrâiloğullannın iman ettiğinden başka Tanrı yokmuş. Ben de müsîümanlardanım.'' Şimdi mi (iman ediyorsun)? Halbuki sen bundan evvel (ömrün boyunca) isyan etmiştin..." (Yufcus, 90-91) buyurmuş, Cenâb-ı Hakk'ın azabını müşahede ettiği sırada yapmış olduğu tevbeyi kabul etmemiştir. Şayet Firavun bu imanı, o andan bir lahza önce yapmış olsaydı, muhakkak ki makbul olurdu.

d) Hak Teâlâ'nın, "Nihayet onlardan her birine ölüm gelip çatınca, (tekrar tekrar şöye) diyecektir: "Rabb'im, bent (dünyaya) geri gönder. Ta ki ben, zayi ettiğim (ömrüm) mukabilinde, iyi amelde bulunayım." Hayır, onun söylediği bu söz, boş lâftan ibarettir" çm'mmn, 99-100) âyetidir.

e) Cenâb-ı Hak, "Herhangi birinize ölüm gelip de, "Ey Rabb'im, beni yakın bir müddete kadargeciktirseydin de, sadaka verip dursaydım, iyi kimselerden olsaydım" demesinden evvel size nzık olarak verdiğimizden harcayın. Halbuki Allah, hiçbir kimseyi, eceli gelince, asla geri bırakmaz..." (Münafikûn, 10-11) buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak bu âyetlerde, Ölüm gelip çattığı zaman yapılmış olan tevbenin kabul edilmeyeceğini beyân buyurmuştur.

f) Ebu Eyyûb, Hz. Peygamber, (s.a.s)'den "Muhakkak ki Cenâb-ı Hak, canı boğazına dayanmadıkça, kulunun tevbesini kabul eder"[244] dediğini rivayet etmiştir. Atâ'dan Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Ölümden iki deve sağımlığı bir zaman önce tevbe etmiş bile olsa.." dediği rivayet edilmiştir. Hasan el-Basrî'den de şu rivayet edilmiştir: "İblis yeryüzüne indirildiğinde, "Senin izzetine yemin ederim ki âdemoğlunun ruhu bedeninde olduğu müddetçe onun peşini bırakmam" deyince, Cenâb-ı Hak, "Ben de İzzetime yemin ederim ki, âdemoğlunun canı boğazına dayanmadığı müddetçe tevbe kapısını ona kapamayacağım" buyurdu.

Bil ki Hak Teâlâ'nın, "Herhangi birine ta ölüm ge-lince..." ifâdesi, "ölümün inmesinin ve yaklaşmasının alâmetleri gelince" demektir. Bu tıpkı, "Sizden birine ölüm gelip çattığı zaman, vasiyette bulun(manız) farz kılındı..." (Bakara, 180)âyeti gibidir. [245]

 

Ölümün Yaklaşması Tevbenin Kabulünü önlemez

 

İkinci konu: Muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: "Ölümün yaklaşması, tevbenin kabulüne manî değildir. Aksine tevbenin kabulüne manı olan, meydana geldiklerinde, zarurî olarak Allah'ın bilinmesinin tahakkuk ettiği hallerin bizzat görülmesidir. Biz ölümün yaklaşmasının, tevbenin kabulüne manî olmadığını şu sebeplerden ötürü söyledik:

a)  Meselâ, İsrâiloğulları ve Hz. Eyyûb (a.s)'un çocukları gibi toplulukları Hak Teâlâ öldürüp sonra diriltmiş; bu diriltmeden sonra da onları  mükellef tutmuştur. Bu durum, Ölümü müşahede etmenin, mükellef kılmaya zarar vermediğine delâlet etmektedir.

b) Ölmek üzere olan kimsenin karşılaştığı sıkıntılar, "kulunç" girdiğinde meydana gelen zorluklar ile kadınların doğum sırasında çektiği sancılar esnasında çekilen sıkıntılar gibidir  veya  bundan  biraz  daha  ileridir.   Binâenaleyh  bu  sıkıntılar, mükellefiyetin devamına manî olmadığına göre, ölüm esnasındaki sıkıntılar da aynı hükümde olur.

c) Ölmek üzere olan kimsenin ızdırabf arttığında, kulun bunalması çok şiddetli olur ki bu, Hak Teâlâ'nın, "Darda kalana kendisine duâ ettiği zaman icabet eden mi...?" (nemi, 62)âyetinde beyân ettiği husustur. Binâenaleyh o esnada elemlerin artmasının tevbenin kabulüne bir sebep olması, kabul edilmemesine bir sebep olmasından daha evladır.

Böylece bu izahlar ile, ölümün yaklaşmasının ve ölümün elemleri ile sıkıntılarının artmasının, tevbenin kabulüne manî olamayacağı sabit olmaktadır. Biz deriz ki: Tevbenin kabulüne mâni olan şudur: ölmek üzere olan insan, birtakım haller ve dehşetler müşahede ettiğinde, bunları müşahede ederken, zarurî (kesin) olarak Allah'ı tanıyıp inanır. Her nezaman insan zarurî olarak Allah'ı tanırsa, ondan mükellefiyet sakıt olur. Baksana, âhirettekilerin bilgileri zarurî olduğu için, her nekadar orada bir ölüm ve bir ceza olmasa da, onlardan teklif sakıt olmuştur. Çünkü haşr ve hesâb esnasında ve cehenneme girmezden önce onların yaptıkları tevbeter makbul olmaz.

Bil ki burada derin bir usûl meselesi vardır: Çünkü kıyamettekiler, kendilerinin ölümlerinden sonra diri olduklarını görürler. Yine onlar, büyük bir ateşi (cehennemi) ve çeşitli dehşetengiz şeyleri müşahede ederler. Bütün bunlar, Allah'ı bilmenin, zarurî bir ilim olmasını gerektirmez. Çünkü yokluktan sonra hayatın meydana geldiğini bilmek ve bunun bir faile muhtaç olduğuna inanmak, çoğu Mu'tezilî âlime göre nazarî (teorik) bir ilimdir. Bu ilmin, zarurî bir ilim sayılmasına göre, bu diriltmenin Allah'tan başkası tarafından olmadığını bilmek, hiç şüphesiz nazarî bir ilimdir. O büyük ateşi yaratanın ancak Allah Teâlâ olduğunu bilme ise istidlali bir ilimdir. Binâenaleyh âhirettekilerin, âhiretin dehşetli hallerini görmelerinden dolayı, Allah'ı ilm-i zarurî ile tanıdıkları nasıl iddia edilebilir? Sonra farzet ki durum böyledir. Binâenaleyh daha niçin, "Allah'ı bilme zarurî olduğu zaman bu, mükellefiyetin sıhhatine manî olur" dediniz? Zira kul, mükâfaat veren ve cezalandıran bir tanrının varlığını zarurî olarak bilmesine rağmen, O tanrının kerîm olduğunu ve insanların taatının O'na bir faydası, günahlarının da bir zararı olmayacağını bildiği için, bazan günaha yönelebilir. Durum böyle olunca, siz niçin "Bu, teklîfin sakıt olmasını gerektirir" dediniz? Hem sonra şu Mu'tezile'nin dediği, "Teklif (mükellefiyet) yurdu dünyada Allah'ı bilmenin nazarî bir bilgi olması gerekir. Eğer bu ilim zarurî olursa, mükellefiyet sakıt olur" şeklindeki sözleri, zayıf bir sözdür. Çünkü kalbinde Allah'ı bilme hususunda bir bilgi bulunan kimsenin, kalbinde bu bilginin zıddı başka birşeyi de bulundurabileceği söylenir ise, bu bir ilim değil "zan" olur. Eğer o kimsenin kalbinde, bunun zıddını bulundurması mümkün görülmez ise, başka bir ilmin bundan daha güçlü ve kuvvetli olması imkânsız olur. Bu takdire göre, geriye ilm-i zarurî ile ilm-i nazarî arasında hiçbir fark kalmaz. Böylece, Mu'tezile'nin söylediği bütün bu görüşlerin zayıf ve güçsüz ifâdeler olduğu, Hak Teâlâ'nın istediğini yaptığı ve istediği şeye hükmettiği sabit olmuş olur. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah, bazan fazlı İle tevbeleri kabul edeceğini va'adetmiş, bazan ise adaleti ile tevbeleri kabul etmeyeceğini haber vermiştir. İşleri yönetme O'nun hakkıdır. Bundan dolayı O, makbul olanı merdûd, merdûd olanı da makbul kılar. Zira O, "Yapacağından mesul olmaz, fakat onlar (insanlar) mes'ûl olurlar" (Enbiya, 23) buyurmuştur. [246]

 

Tevbesi Kabul Veya Reddedildiği Bildirilmeyen Kısım

 

Allah Teâlâ, iki kısım tevbeden bahsetmiştir. Birinci kısım hakkında  "Allah katında (makbul olan) tevbe, kötülüğü ancak cehalet sebebiyle yapacakların tevbesidir..." (Nisa, 17) buyurmuştur. Bu ifâde, bunların tevbelerinin kabulünün gerekli olduğunu iş'âr etmektedir. Hak Teâlâ ikinci kısım tevbe hakkında ise, "(Yoksa mak­bul olan o tevbe), kötülükleri yapanların (tevbesi) değildir..." (Nisa, ıs) buyurmuştur ki bu ifâde de, Allah'ın böylesi kimselerin tevbesini kabul etmeyeceğini kesin olarak göstermektedir. Binâenaleyh geriye, aklî taksimata göre, bu iki kısım arasında üçüncü bir kısmın daha bulunması kalmaktadır ki bu üçüncü kısım, Allah Teâlâ'nın, tevbelerini ne kabul edeceğini, ne de reddedeceğini kesin olarak belirtmediği kimselerdir. Bu sebeple birinci kısım, bilmeden bir kötülük (günah) işleyenler; ikinci kısım da, ancak dehşetengiz şeyleri müşahede ettiklerinde tevbe edenler olunca, bu iki kısım arasında kalan, ortadaki kısmın, bir günahı bilerek işleyip, ama sonra tevbe eden kimseler olmbŞ! gerekir. Allah Teâlâ, işte bu kimselerin tevbelerini kabul veya reddedeceğini bildirmemiş, aksine onları meşîetine (dilemesine) bırakmıştır. Nitekim O. bunları bağışlamayı da meşîet-i ilâhîyesine bırakarak, "(Allah), (şirkten) başka günahı dilediği kimseler için bağışlar" (Nisa, 48) buyurmuştur. [247]

 

Üçüncü Mesele

 

Allahu Teâlâ, ölüm emare ve alâmetlerinin göründüğü sırada tevbe edenlerin tevbesinin makbul olmayacağını beyân buyurunca, "Kendileri kâfir olarak Öleceklerin (tevbesi) de değil..." demiştir. Bu hususta şu iki izah vardır:

a) Bu, "ölümleri yaklaşan kımsefer..." manasrrra'tfr ki bu da, işlenilen günahlardan dolayı ölüm esnasında yapılan tevbelerin kabul edilemiyeceği gibi, aynı esnadaki imanın da makbul olmayacağı manasına gelir.

b)  Bundan murad şudur: Kâfirler küfürleri üzere öldüklerinde, âhirette tevbe ederlerse, tevbeleri kabul olunmaz. [248]

 

Vaidiyye[249] Fırkasının İddiası Ve Onlara Verilen Cevap      

 

Va'Miyye fırkası, kendi inançlarının doğruluğuna, bu âyeti şu iki bakımdan delil getirmişlerdir:

1- Onlar şöyle derler: "Allah Teâlâ, "(Yoksa makbul olan tevbe), kötülükleri yapıp yapıp da, onlardan (yani böyle yapanlardan) herhangi birine tâ ölüm gelince: "Ben şimdi hakîkaten tevbe ettim" diyenlerin tevbest değil. Kendisi kâfir olarak öleceklerin (tevbesi de) değil" buyurup, "kötülük yapanlar"ı, "kâfir olarak ölenler"e atfetmiştir. Ma'tuf (atfedilen), ma'tufun aleyhten (üzerine atfedilenden) başkadır. Binaenaleyh birinci grubun kâfir olmadıkları sabit olmuş olur. Hak Teâlâ, daha sonra bunların hepsi hakkında, "Biz onlar İçin pek acıklı bir azab hazırlamışızdır" buyurmuştur. Bu da, bu va'tdin hem kâfirleri hem de fâsıklart (günahkâr mü'minleri) içine almasını gerektirir.

2- Allah Teâlâ, âhiretin korkunç halleri müşahede edildiği zaman, onların yapacağı tövbelerin kabul edilmeyeceğini haber vermiştir. Bundan dolayı tevbenin hiç yapılmaması durumunda onları bağışlar ise, bu haber verişin bir manası kalmaz."

Bunlara şöyle cevap verilir: Biz, Bakara sûresinde "kim bir kötülük (günah) kazanır da suçu kendisini çepeçevre kuşatırsa, onlar cehennemliktirler..." (Bakara, sı> âyetini tefsir ederken, Va'îdiyye'nin bütün umûmî inançlarını birlikte zikretmiş ve tutundukları bu şeylere birçok yönden cevap vermiştik. Bu umûmî inançları ile ilgili cevaplan yeniden zikretmeye gerek yok.

Hem sonra biz diyoruz ki: Zamirin, daha önce zikredilen şeylerden, kendisine en yakın olanına râcî olması gerekir. Hak Teâlâ'nın, "Onlar ifin.. İşte biz onlar için pek acıklı btrazâb hazırlamışızdır" buyruğuna en yakın olan, "Kendileri kâfir olarak ölenler..." buyruğudur. Binâ­enaleyh, âyetteki "Biz onlar için pek acıklı bir azab hazırlamışızdır" ifâdesinin, sırf kâfirler hakkında olması niçin caiz olmasın?

Bu hususta sözün özü şudur: Allah Teâlâ, ancak âhiretin dehşetengiz hallerini müşahede ettiklerinde, tevbeye yönelenlerin tevbelerinin kabul edilmeyeceğini haber verip, daha sonra kâfirlerden bahsetmiştir. Binâenaleyh bu gibi kimselerin ölürken iman edişlerinin de makbul olmadığını beyân buyurmuştur. Hiç şüphesiz kâfir, Allah katında, fiil bakımından daha kabîh (çirkin) ve derece bakımından daha düşüktür. Bundan dolayı en fazla hor ve hakir kılınışın, kâfire has kılınması gerekir. Binâenaleyh âyetteki, "Biz onlar için pek acıktı bir azap hazırlamışadır" buyruğunun, onlara kâfir oluşları sebebi ile daha fazla ceza ve zilletin verildiğini beyân etmek için, kâfirlerle ilgili bir ifâde olması caizdir.

Va'îdiyye'nin dayandığı ikinci yöne gelince bunun cevabı şöyledir: Allah Teâlâ, kıyametin korkunç halleri göründüğünde tevbelerin kabul olmayacağını haber vermiştir. Tevbe olmayınca, orada hem cezalandırma, hem de affetme söz konusu olabilir. Bu ise, bir çeşit korkutmadır. Bu, Hak Teâlâ'nın, "Şüphesiz ki Allah, kendisine eş tanınmasını affetmez. Ondan başkasını dileyeceği kimseler için bağışlar" (Nisa, 48}âyetinde olduğu gibidir. Bu "hitap deliline" tutunmadır. Mu'tezile ise bunu kabul etmemektedir. Allah en iyi bilendir. [250]

 

Beşinci Mesele

 

Allah Teâlâ, ölüm esnasında görülen dehşetli hallere binâen "tevbe edenler"e, "kâfirler"! atfetmiştir. Ma'tuf, ma'tûfun aleyhten başkadır. Bu da ehl-i salattan olan fâsıkların (günahkârların) kâfir olmamalarını gerektirir. Yine bununla, Haricîlerin "Fâsık, kâfirdir" şeklindeki sözleri bâtıl olmuş olur. Bununla münafıkların murad edilmiş olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira doğru olan görüş, münafığın kâfir saytlmasidır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah şehâdet eder ki münafıklar hiç şüphesiz yalancıdırlar" (MMNcfln, i) buyurmuştur. Allah en iyi bilendir. [251]

 

Altıncı Mesele

 

Âyetteki kelimesi, "biz hazırladık ve âmâde kıldık" manasına gelir. Bunun bir benzeri de, cehennem ateşi

hakkındaki, "O (ateş) kâfirler için hazırlanmıştır" <Bakara.24) âyetidir. Alimlerimiz bu âyeti, cehennemin şu anda yaratılmış bulunduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü "acıkh (elim) bir azab", ancak cehennemin ateşi ve soğuğudur. Âyetteki "Hazırlamışızdır" ifâdesi, geçmişten haber vermektedir. Bu da cehennemin yaratılmış olduğuna, bu bakımdan da delâlet eder. Allah en iyi bilendir. [252]

 

Kadınlara Zorla Mirasçı Olmayınız

 

"Ey iman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmanız ve onları  kendilerine verdiğiniz (mehir)den birazını giderip (ele geçirmek) için, zorlamanız size helâl olamaz. Ancak arayı açacak bir fuhşu irtikab etmiş olmaları müstesna... Onlarla iyi geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmıyorsanız, olabilir ki birşey sizin

hoşunuza gitmez de Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur" (Nisa, 19)

Bil ki, Cenâb-ı Hak tevbe'yi vasfettikten sonra, tekrar kadınlarla itgili hükümleri beyan etmeye başladı. Yine şunu da bit ki cahitiyye Arapları kadınlara çok çeşitli eziyetler ediyor ve onlara çok çeşitli zulümler yapıyorlardı. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak onları yaptıkları bu işlerden, bu âyetlerde nehyetmiştir.

Kadınlara yapılan zulüm ve eziyyetin birinci nev'i, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey iman edenler, kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmaz.." buyruğudur.

Bu hususta iki mesele vardır: [253]

 

Mezkûr Hükme Dair Âyetin Nûzûl Sebebi   

 

Âyetin nüzul sebebiyle ilgili olarak şu iki görüş beyân edilmistir: Birinci görüş: Cahitiyye döneminde bir adam ölüp, geride hanımı da kaldığı zaman, o adamın o kadından olmayan oğlu veya adamın akrabalarından bazıları gelir, kadının üzerine elbisesini atar ve şöyle derdi: "O adamın malına varis olduğum gibi, karısına da varis oldum." Böylece bu sözü söyleyen kimse, o kadın üzerinde, hem kadının kendisinden hem de diğer insanlardan daha fazla hak sahibi olmuş olurdu. Bu sebeple de isterse o kadınla, ölen kimsenin vermiş olduğu ilk mihif hariç, herhangi bir mihir vermeden evlenir; isterse o kadını, başka birisiyle evlendirir, kadının mihrini alır, o mihirden de kadına hiçbir şey vermezdi. İşte bunun üzerine Ailah Teâlâ bu âyeti indirip, bunun ve herhangi bir kimsenin ölen kişinin hanımına bu yolla varis olmasının haram olduğunu beyân buyurmuştur. Bu görüşe göre Cenâb-ı Hakk'ın, "kadınlara mirasçı olmanız.." ifadesiyle kastedilen, kadınların bizzat kendileri ve kocalarının ölümünden ötürü onların kendilerine varis olunamayacağı hususudur.

İkinci görüş: Bu verasetin, kadının malıyla ilgili olmasıdır. Bu böyledir, zira ölünün varislerinin, kadın ölünceye ve onlar onun malına varis oluncaya kadar, o kadını evlenmekten men etme hakları vardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Onlar istemedikleri halde, sizin onların mallarına varis olmanız helâl olmaz" buyurdu. [254]

 

İkinci Mesele

 

Hamza ve Kisâî, kâf harfinin dammesiyle olmak üzere. gerek bu âyette gerekse (Tevt», 53) ve (Ahkât, 15) âyetlerinde Asım ile İbn Amir (Ahkâf, 15) âyetinde zamme ile; diğer yerlerde fetha ile ve Nafi, İbn Kesir ve Ebu Amr bütün yerlerde fetha ile olmak üzere la '/ şeklinde okumuşlardır. Kisâî, bu iki kullanılışın da aynı manaya geldiğini; Ferrâ ise, fetha ile okunduğunda ikrah (zorlama), damme ile okunduğunda ise, meşakkat manasına geldiğini söylemişlerdir. Yine Ferra, yapılmaya zorlanılan şeyi ifâde için, fetha ile  kişinin kendisinden olan şeyi ifâde için de damme ile lâfzının kullanıldığını söylemiştir.

İkinci nev': HakTeâlâ'nın, "Ve onları, kendilerine verdiğimiz (mehir)den birazını giderip (ele geçirmek) için..." sözüdür. Bu hususta da birkaç mesele vardır: [255]

 

Birinci Mesele

 

buyruğunun i'râbtaki yeri hususunda şu iki görüş vardır:

a) Kendinden önce başında ûl bulunan lâfza atfedildiği için, mahallen mansûbtur. Kelamın takdiri ise, "Kadınlara zorla mirasçı olmanız ve onları zorlamanız size helâl olmaz" şeklindedir. Abdullah İbn Mesûd da bu şekilde okumuştur.

b) Bu, daha önce geçen söze atfen, meczûmdur. Takdiri de, "Onlara (bu şekilde) varis olmayın ve (onları) kocadan men etmeyin" şeklinde olur. [256]

 

İkinci Mesele

 

kelimesinin manası, "men etmek'tir. Nitekim karşı konulamayan hastalığa da denilir. Bu husus-taki inceleme,  Hak Teâtâ'nın, "Kadınların, artık kendilerini kocalarına nikâh etmelerine mani olmayın" (Bakara. 232) âyetinin tefsirinde geçmişti. [257]

 

Üçüncü Mesele

 

Cenâb-ı Hak, "onlarızorlamayınız.." ifadesiyle kimlere hitap etmiştir? Bu hususta üç görüş vardır:

a) Cahiliyyede bir kimse hanımından hoşlanmıyor ve ondan

ayrılmayı istiyor; bu sebeple ona kötü muamele yapıyor, kadın mihrini fidye olarak verip de canını kurtarıncaya kadar ona baskı yapıyordu.. Bu görüş, ekseri müfessir-lerin tercih ettiği görüştür. Buna göre Cenâb-ı Hak, "Sizin onlarla zorlama yoluyla evlenmeniz helâl olmaz. Ve yine, onlarla evlendikten sonra, onlara mihir olarak verdiğiniz şeylerin bir kısmını geri versinler diye, onları engellemeniz ve hapsetmeniz helâl olmaz" buyurmuştur.

b) Bu, cahiliyye insanlarının yaptığı gibi, kadını istediği ve dilediği kimselerle evlenmekten men etmeyi terketmeleri için, varis olan kimselere hitaptır. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerine verdiğiniz (mihir)den birazını giderip (ele geçirmek) için..." sözünün manası ise şudur: Onlar, ölen kimsenin kadınını engelliyor ve hapsediyorlardı. Maksatları ise, kadının, Ölen kimsenin mirasından almış olduğu şeyi geri vermesini temin etmektir.

c) Bu, velîlere bir hitap olup, onları kadınları engellemekten bir nehiydir.

d) Bu, kocalara bir hitaptır. Çünkü onlar cahiliyye döneminde kadını boşuyor ve kendisinden bir şeyler koparmak amacıyla, onun başkasıyla evlenmesine manî oluyor, onları zorluyorlardı.

e) Bu, umumî olarak herkese bir hitaptır.

Cenâb-ı Hakk'ın, "Ancak arayı açacak bir fuhşu trtikâb etmfş olmaları müstesna.." istisnasıyla ilgili birkaç mesele vardır: [258]

 

Birinci Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "arayı açacak bir fuhuş" ifadesiyle ilgili şu iki açıklama vardır:

a) Bu, "Kadının geçimsizliği, insanlara karşı kötü huyluluğu, kocasına ve yakınlarına eziyyet etmesidir." Buna göre mana, "Kadınlardan bir kötü muamelenin olması durumu müstesna.. Bu durumda ey erkekler, sizler kadınlardan "hull" (fidye karşılığı boşanma) istemekte mazursunuz.." şeklinde olur. Bunun böyle olduğuna, Ubey Ibn Ka'b'ın "Size karşı, haddi aşmış olmaları müstesna.." şeklindeki kıraati de delâlet eder.

b) Bu ifâde ile, onların zina yapmaları kastedilmiştir. Bu, Hasan el-Basri ve Ebû Kılibe ve Süddf'nin görüşüdür. [259]

 

İkinci Mesele

 

Hak Teâlâ'nın, yi istisnası hangi şeyden istisna edilmiştir? Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:

1- Bu, ahz-i emval (mal alma)dan yapılmış bir istisnadır. Yani, "Erkeğin, fidye versin diye hanımını zarara sokmak için engellemesi helâl değildir. Ancak o kadının zina etmesi durumu hariç (o zaman helâl olur)" demektir. Bu görüşte olanların bir kısmı bu hükmün devam edip nesholunmadığını, bir kısmı da bunun celde âyetiyle (Nûr, 2) mensûh olduğunu söylemişlerdir.

2- Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "kendilerini evlerde alıkoyun" (Nisâ. 15) âyetinde geçen engelleme ve tutmadan istisnadır. Bu Ebû Müslim'in görüşü olup, o bu âyetin mensûh olmadığını iddia etmiştir.

3- Bu istisnanın, HakTeâlâ'nın, "onları zoriamayınız" buyruğundan bir istisna olması da mümkündür. Çünkü kelimesi, hapsetmek anlamındadır. Binâenaleyh, bu kelimenin manasına, o kadınları evlerde hapsetme hususu da dahildir. Böylece velîler ve kocalar, o kadınları evlerde hapsetmekten nehyedilmiş olurlar. O kadınların, arayı açacak bir fuhuş irtikâb etmiş olmaları durumu müstesna... Bu durumda, hem velîlerin hem de kocaların, onlan evlerinde hapsetmeleri helâl olur. [260]

 

Üçüncü Mesele

 

Nâfi ve Ebu Amr, bu âyeti şeklinde; Kur'ân'da geçtiği bütün yerlerde yâ harfinin fethasıyla şeklinde okumuşlardır. Onlar şöyle demişlerdir: ifâdesinde, o âyetlerin ortaya konulup beyân edilme gayesi bulunmaktadır.ifâdesinde ise, bu fuhşun ortaya çıkarılma maksadı yoktur." İbn Kesir ve Âsım'ın ravisi Ebû Bekr, her iki ifâdeyi de fetha ile; diğerleri ise, kesre ile okumuşlardır. Fethâ ile okuyanlar, bunu iki şekilde izah etmişlerdir:

a) "Fahişe" ve "âyât" kelimeleri, hakikatte fail durumunda değillerdir. Onları ortaya koyup beyân eden, ancak Allah Teâlâ'dır.

b)  Fuhuş ortaya çıkar; eğer dört şahit o fuhşun yapıldığına şahitlik ederse, o zaman o fuhuş, ortaya konulmuş ve beyân olunmuş olur. Âyetlere gelince, her halükârda Cenâb-ı Hak, onları beyân ettiği için "mübeyyen" (beyan olunmuş) olurlar. Bu kelimeleri kesre ile okuyanların izahı ise şudur: Âyetler, ortaya çıkıp zuhur ettiklerinde, beyân etme ve açıklamanın birer sebebi olurlar. Âyetler açıklama ve beyânın birer sebebi olunca da, açıklamanın onlara isnâd edilmesi (bu kelimelerin fail durumuna geçmeleri) caiz olur. Nitekim putlar, sapıklığın bir sebebi oldukları için, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabb'im, çünkü onlar insaflardan birçoğunu baştan çıkardılar" (ibrahim, 36! buyruğunda saptırmanın onlara isnâd edilmesi yerinde ve güzel olmuştur. [261]

 

Kadınlarla İlgili Hükümlerin Üçüncü Nev'i

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlarla iyi geç inin "buyruğudur. Cahiliy-yedekiler, kadınlara kötü muamele yapıyorlardı. İşte bunun üzerine onlara, "Onlarla iyi geçinin" denilmiştir. Zeccâc, bunun, geceleme (hanımlara ayrı ayrı gece tahsisatı) ile onlara yapılan harcama konusunda âdil olmak ve güzel söz söylemek olduğunu söylemiştir. [262]

 

Hoşlanmadığınız Bir Evlilikte Allah Çok Hayır Yaratabilir

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer kendilerinden hoşlanmıyorsanız, olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de, Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur" buyurmuştur. Yani, "Onlarla iyi geçinmeyi ve onların kocası olmayı istemez de, onlardan ayrılmayı tercih ederseniz, biliniz ki, olabilir ki bir şey sizin hoşunuza gitmez de, Allah onda birçok hayır takdir etmiş olabilir. Bu âyette bulunan *i "onda" kelimesindeki zamirin neye râci olduğu hususunda şu İki izah yapılmıştır:

a) Bu, "Eğer onlarla beraber yaşamayı istemezseniz, onları güzel bir şekilde tutun, alıkoyun. Olabilir ki, onlarla beraber yaşamanızda birçok hayır bulunabilir" demektir. Bu görüşte olanlar, buradaki. ^J-SST \'jj- ifâdesini bazan dünyaya gelecek bir çocuk ile tefsir etmişlerdir. Böylece o istememezlik (kerahet) muhabbete, nefret de arzuya dönüşmüş olur. Onlar bazan da bu ifâdeyi şu şekilde tefsir etmişlerdir: "Erkek onunla birlikte yaşamayı istemediği halde, sonra o buna rağmen, Allah'ın mükâfaatını elde etmek için bu sıkıntıya katlanır, o kadına harcamada bulunur, istemediği halde ona iyilikte bulunursa, âhirette bol sevaba, dünyada ise güzel bir övgüye müstehak olmuş olur.

b) Mananın şöyle olmasıdır: "Eğer siz onlarla beraber yaşamayı istemez, onlardan ayrılma hususunda arzulu olursanız, Cenâb-ı Hak bg ayrılıkta o kadınlar için birçok hayırlar meydana getirir. Bu da, o kadının kocasından kurtulup, ondan daha hayırlı olan bir koca bulması ile tahakkuk eder. Bu âyetin bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer (kan-koca) birbirinden ayrılacak olurlarsa, Allah her birini fazlû keremiyle ihtiyaçtan müstağni kılar.." {Nisa, 130) âyetidir. Bu görüş, Ebu Bekr el-Esamm'ın görüşüdür. Kadı ise şöyle demektedir: "Bu görüş, uzak bir ihtimaldir. Çünkü Cenâb-ı Hak, söyledikleriyle (kocayı) hammıyla sürekli yaşamaya teşvik etmiştir. Binâenaleyh, daha nasıl O, bununla onların ayrılmasını murâd etmiş olabilir?" [263]

 

Kadınlarla İlgili Hükümlerin Dördüncü Nevi

 

"Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz, öbürüne yüklerle vermiş olsanız bile, içinden bir şey almayın. Bir iftira ve açık bir günah olarak alır mısınız onu? Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize karılıp katıldınız? Onlar sizden kuvvetli bir teminat da aldılar..." (N'sâ, 20-21).

Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [264]

 

Âyetin Nüzul Sebebi            

 

Allahu Teâlâ, önceki âyette, kadınların arayı açacak bir fuhuş işlemeleri halinde onlara zarar verme hususunda müsaade edince, bu âyette de fuhuş işleme halinin dışında onlara zarar vermenin haram olduğunu beyân buyurarak, "Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz" buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre, câhiliyyede bir kimse başka bir kadınla evlenmeyi arzu ettiğinde, bizzat kendi hanımına fuhuş iftirası atardı. Böylece kocası o kadını, yeni evlenmek istediği kadınla evlenme masrafını karşılamak için, ona daha önce mihir olarak verdiği şeyi fidye olarak geri vermeye {kadını "hull" yapmaya) zorlardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz... "buyurmuştur. Bu âyette geçen "kıntar" kelimesinden maksat, çok miktarda mal olup, bu kelimenin tefsiri, Cenâb-ı Hakk'ın "yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüş..." (Al-i imrân 14) âyetinin izahında geçmiştir. [265]

 

İkinci Mesele

 

Âlimler, bu âyetin "mihr"deki fiatların (mihr'in miktarının) artabileceğine delâlet ettiğini söylemişlerdir. Rivayet olun­duğuna göre Hz. Ömer (r.a) minberde iken, "Dikkat ediniz. Kadınların mihirlerini yüksek tutmayın" demiş, bunun üzerine bir kadın ayağa kalkarak, "Ey İbnu I-Hattâb, Allah bize veriyor, sen ise mani oluyorsun.." diyerek bu âyeti okumuş. Bunun üzerine Hz. Ömer, "Herkes Ömer'den daha fakîh!" demiş ve mihrin ftatlarının artırılmasının uygun olmayacağı görüşünden vazgeçmiştir. Bana göre âyette, "mihr"in fiatlarının artabileceğine dair bir delâlet buİt.Tnarrıaktadır. Zira, Cenâb-ı Hakk'ın "Öbürüne yüklerle vermiş olsanız bile" tabiri, O'nun, "Eğer oralarda (gökte ve yerde) Allah 'tan başka tanrılar olsaydı, onların ikisi de muhakkak ki harap olup gitmişti" (Enbiya, 22) buyruğunun, Allah'dan başka ilâhların bulunduğuna delâlet etmediği gibi, kadınlara mihr olarak çok mal verilebileceğine delâlet etmez. Netice ofarak diyebiliriz ki, bir şeyi başka bir şeyin şartı yapmaktan, o şartın haddi zatında tahakkuk etmiş olması gerekmez. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Kimin bir yakını öldürülürsef öldürülenin ailesi, iki şeyi (diyet veya kısas) tercih etme arasında muhayyerdirler"[266] buyurmuştur. Hz. Peygamber'in bu hadis-i şerifinden öldürmenin caiz olduğu neticesi çıkmaz. Bazan bir kimse, "şayet ilâh cisim olsaydı, muhdes olurdu" der. Bu, doğru bir sözdür. Ama bundan "İlâh gerçek bir cisimdir" şeklinde bir hüküm çıkarmamız gerekmez. [267]

 

Üçüncü Mesele

 

Bu âyete, erkeğin kadına mihir vermesi durumu da, vermemesi durumu da dahildir. Bu böyledir, çünkü erkek

nikâh akdini, Allah'ın belirttiği şekilde, bu "mihr"e karşılık yapmıştır. Binâenaleyh, o erkeğin bu "mihr"i bizzat vermesiyle vermemesi durumu arasında bir fark yoktur. [268]

 

Halvet-i  Sahiha Mihir Vermeyi Gerektirir

 

Ebu   Bekr   er-Razî   el-Cessâs,   bu   âyetle    "halvet-i sahîha"nm mihrj gerektirdiğine istidlal ederek şöyle demektedir: "Çünkü Allah Teâlâ, kocayı kadının mihrinden her hangi bir şeyi almaktan men etmiştir. Bu men' mutlaktır. "Halvet-i sahîha" olmadan önce, âyetle amel edilmemiştir Binâenaleyh, halvet-i sahîhadan sonra bu âyetle amel edilmesi gerekir." O, sözüne devamla şöyle demektedir: "Bunun, Hak Teâlâ'ntn "Eğer siz onları kendilerine temas etmeden önce bosar, (fakat daha evvelden) onlara bir mihir tayin etmiş bulunursanız, o halde tayin ettiğiniz mthrin yansı onlarındır" (Bakara, 237) âyetiyle tahsis edilmiş olduğunun söylenmesi de caiz değildir. Zira, Sahabe dokunmanın tefsiri hususunda ihtilâf etmişlerdir. Meselâ Hz. AH ve Hz. Ömer, bundan muradın "halvet-i sahîha" olduğunu söylerlerken, Abdullah İbn Mesûd, bunun cima olduğunu söylemiştir. Bu, hakkında ihtilâf edilnn bir husus olunca; bunun, bu âyetin umumîliğinden ötürü tahsis edilmiş olduğunu kabul etmek de imkânsız olur."

Cevap: Burada zikredilen âyet, Cenâb-ı Hakk'ın "Birbirinize karılıp katılmış iken, onu nasıl alırsınız ki?" buyruğunun delaletiyle, cimâ'dan sonraki durumla tahsis edilmiştir. Çükü "onların birbirlerine karılıp katılmaları", müfessirlerin ekserisine göre, "cimâ"dır. Bunun doğru olduğuna dair, ileride deliller getireceğiz. [269]

 

Kötü Muamele Eden Koca, Ayrılırken  Karısının Mihrini Eksiltemez      

 

Kötü muamele, ya koca yahut da kan tarafından yapılır. Buna göre, eğer bu kötü muamele kocadan ise; o kocanın, karısının mihrinden herhangibir şey alması mekruh olur. Zira Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz, öbürüne yüklerle (mihir) vermiş olsanız bile, içinden birşey almayın" hitabı, geçimsizliğin kocadan olması durumunda, o kocanın karısının mihrinden herhangi bir şey almaktan nehyedilmiş oiduğu hususunda sarih bir âyettir. Sonra, eğer karıyla koca arasında "hûll" (fidye karşılığında kocanın kadını boşaması) akdi meydana gelmişse, tıpkı cuma namazı çin ezan vaktinde alış-veriş yapmanın yasaklanmış olması; yapılması halinde bu alışverişin geçerli olup bir mülkiyyet ifâde etmesi gibi, koca "hulf'un bedelini alabilir. Ama geçimsizlik kadından olursa, bu durumda kocanın, "hull" bedelini alması helâl olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, ".. ve onları kendilerine verdiğiniz (mihir)den birazını giderip (elegeçirmek) için, zorlamanız helâl olmaz..." (Nisa. 19) buyurmuştur.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Nasıl olur da bir iftira ve açık bir günah olarak onu alırsınız!" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: [270]

 

Birinci Mesele

 

Arapça'da "bühtan" kelimesi, bir kimsenin büyüklenerek, arkadaşının yüzüne söylemiş olduğu yalandır. Kelimenin asıl manası, bir kimse şaşakaldığında Arapların söylemiş olduğu tabirine dayanmaktadır. Buna göre "bühtan", cesametinden dolayı insanın şaşakaldığı bir yalandır. Sonra, butlanından dolayı şaşakalınan her bâtıl, bühtan diye isimlendirilmiştir. "Onda olmayan bir şeyi kardeşinin yüzüne karşı söylediğinde ona bühtanda bulunmuş olursun." hadisi de bu köktendir. [271]

 

İkinci Mesele

 

Âyetteki "bühtan" kelimesi niçin mansub kılınmıştır? Bu hususta şu ihtimaller vardır:

a) Zeccâc, bu kelimenin "hal" makamında kullanılmış bir

mefûl-ü mutlak olduğunu söylemiştir. Buna göre mana, "siz o malı, bühtan edici ve günaha girici olarak mı alırsınız?" şeklinde olur.

b) Keşşaf sahibi ise şöyle demektedir: "Bu kelimenin her nekadar hakîkatta bir sebep olmasa da, mefûl-ü leh olduğu için mansub olmuş olması da muhtemeldir. Bu, tıpkı senin  "korktuğu için savaştan geri durdu" sözünde olduğu gibidir.

c) Bu kelime, başındaki harf-i cerr hazfedilmiş olduğu için mansub kılınmıştır ve bu, (bühtan ile) takdirindedir.

d) Burada bir hazif vardır ve takdiri, "O malı bir bühtan ve bir günah olarak alıyorsunuz" şeklindedir. [272]

 

Mihirden Bir Şey Almanın "Bühtan" Diye Tavsif Edilmesinin Sebebi    

 

Bu malın alınışına, "bühtan" denilmesi hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

1-Allah Teâla, bu mihrin verilmesini farz kılmıştır. Binaenaleyh kim onun geri verilmesini isterse, sanki "Bu farz değildir" demiş olur ve bundan dolayı bu bir bühtan olmuş

olur.

2- Koca, nikah akdi yapılırken, o mihri o kadına teslim edip, ondan geriye birşey almayacağına garanti vermiştir. Binâenaleyh koca o malı geri alınca, ilk verdiği söz bir bühtan olmuş olur.

3- Biz, "câhiliyye Araplarıntn, hanımlarını boşamak istediklerinde, onlara iftira etmeleri adetlerindendi. Bundan dolayı kadın, kocasının böyle birşey yapmasından Korkup, kocasının verdiği mihri geri verme karşılığında, kendisini (nikahını) kocasından almak (hull1 yapmak) istiyordu" dedik. İş genel olarak bu şekilde cereyan ettiği için, sanki karı kocadan herbiri, diğeri gibi sayılmıştır.

4- Allah Teâlâ, önceki âyette "Onları, kendilerine verdiğiniz (mehir)den birazını giderip (ele geçirmek) için zorlamaymız. Ancak arayı açacak bir fuhşu irtikâb etmiş

malan müstesna" (Nisa, i9) buyurmuştur. Müslümanın zahirî hali, onun Allah'ın *rrine muhalefet etmeyeceğini gösterir, Binâenaleyh böyle bir koca, hanımının - Tinden bir kısmını geri aldığında, onun bu alışı, hanımının apaçık bir fuhuş işlemiş buğunu ihsas ettirir. Gerçekte böyle bir şey olmadığı ve kocanın bu hareketinin 3e aslında böyle birşey olmadığı halde kadının fuhuş yaptığı manasına gelmesi ift«ımından, kocanın bu mal alışını bir bühtan (iftira) olarak isimlendirmek doğru olur.

Bu hususta bir başka izah da şöyledir: Kocanın bu malı alışı, kadının zatını bir tenkid ve onun malını haksız bir alıştır. Bundan dolayı bu hareket, bir yönden bir bühtan, bir yönden de bir zulümdür. Binaenaleyh büyük günahlardan biri olmuş otur.

5- Bühtan ve açık bir günahın ilahî cezası onlarca bilinmektedir. Buna göre Hak Teâlâ'nın, "Nasıl olur da bir iftira olarak onu alırsınız!" buyruğunun manası, "Bühtanın (iftiranın) cezasını alır mısınız?" şeklindedir. Bu tıpkı, "Gerçekten, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler, karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar" (Nisa, ıo) âyetinde olduğu gibidir. [273]

 

Dördüncü Mesele

 

HakTeâlâ'nın, "Nasıl olur da onu alırsınız!" buyruğunun başındaki istifham, "Böyle şey olmaz" manasında

istifham-ı inkârî olup, "Şer'an ve aklen kabîh (kötü ve çirkin) olduğu ortada iken, siz böyle bir şeyi nasıl o|ur da yaparsınız!" demektir. [274]

 

Koca, Verdiği Mehri Kısmen de Olsa Geri Alamaz

 

Cenâb-ı Hak daha sonra,  Onu nasıl alarsmız ki, birbirinize :arılıp katıldınız? Onlar sizden kuvvetli bir teminat da aldılar" buyurmuştur.

Bil ki Allah Teâlâ bu men edişin sebebi olarak şunları zikretmiştir:

1-  Bu malı (mihri) geri alma, zımnen kadının açık bir fuhşa nisbet edilmesi manasını taşır. Binaenaleyh bu bir bühtan olmuş olur. Bühtan ise, büyük günahların belli başlılanndandır.

2-  Bu, apaçık bir günahtır. Zira bu mal, o kadının hakkıdır. Binâenaleyh kim, bu zorlama ve şiddet gösterme yoluyla -ki bu bir zulümdür- kadının malını almaya uğraşırsa -ki bu da ikinci bir zulümdür - ve kadını güç durumda bırakırsa, hiç şüphesiz böylece bir zulümle diğer bir zulme yot arayan bu kimsenin bu hareketi apaçık bir günah olmuş olur.

3-  Hak Teâlâ'nın, "Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize karılıp katıldınız" âyetiyle beyân ettiği husus... [275]

 

İfdâ Tabirinin İzahı

 

Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır:

 

Birinci Mesele

 

Burada geçen  "genişlik"   manasına gelen  masdarındandır.  Nitekim Araplar, bir yer geniş ol­duğu zaman, fiilini söylerler. Leys de, "Birisi birisine ulaştığında,  denilir ki, bu "O, onun bosluğunda ve sahasında oldu" manasınadır" demiştir. Müfessirler, bu âyetteki "ifdâ"nın ne manaya geldiği hususunda şu iki görüşü zikrederler:

a)  Buradaki "ifdâ", cima (cinsî münasebetken kinayedir. Bu, İbni Abbas, Mücâhid ve Süddî'nin görüşü olup, Zeccâc ve İbn Kuteybe'nin de tercihidir. Bu, aynı zamanda İmam Şafiî'nin görüşüdür, Çünkü Şafiî'ye göre, koca, hanımıyla hiç cinsi münasebette bulunmazdan önce onu boşarsa, aralarında bir halvet-i sahîha (tam bir başbaşa kalma) olsa dahi, koca mihrtn yansını alabilir.

b) "İfdâ", hanımıyla cinsî münasebette bulunmasa bile, kocanın onunla halvet-i sahihada kalması manasınadır. Kelbî, "ifdâ, ister cinsi münasebette bulunsun, ister bulunmasın, kocanın hanımıyla birlikte bir örtü (yorgan-yatak) içinde bulunmalarıdır" der. Bu, Ferrâ'nın tercihi olup, Ebu Hanîfe(r.h)'nin de görüşüdür. Çünkü halvet-i sahîha, mehrin verilmesini gerektirir.

Bil ki birinci görüş daha evlâdır. Buna şunlar da delâlet eder:

1- Leys, tabirinin, falanca adam, "falanca kadının boşluğunda ve sahasında oldu" manasına geldiğini söylemiştir. Bunun, hakikî manada ancak cima esnasında bulunacağı herkesin malumudur. Fakat cinsî münasebet (cima) bulunmadığı zaman, bu mana bulunmaz.

2-Allah Teâla, bunu taaccüb sadedinde zikredip, "Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize karılıp katıldınız!" buyurmuştur. Taaccüb ise, ancak bu ifdâ (karılıp katılma) ülfet ve muhabbetin meydana gelmesinde kuvvetli bir sebep olduğu zaman, tam ve yerinde olur.  Bu kuvvetli sebep, sırf başbaşa kalmak değil, aksine cimâdır. Binaenaleyh "ifdâ" kelimesini, cima manasına almak gerekir.

3- Okadına "ifdâ" yapmanın, mutlaka kendisinde son bulacağı bir iş ile tefsir edilmesi gerekir. Çünkü harf-i cerri, intihâ-i gaye manasınadır. Fakat karı-koca arasındaki halvet-i sahîha böyle değildir. Zira sırf halvette, koca ile karıdan birinin fiili diğerine ulaşmış olmaz. Binâenaleyh âyetteki "Birbirinize karılıp katıldınız" ifâdesini, sırf halvet manasına almak imkânsızdır. Buna göre şayet, "Onlar bir örtü altında birbirleriyle sarmaş dolaş olduklarında, hiç şüphe yok ki aralarında bir ifdâ (karılıp katılma) meydana gelmiş olur. Binâenaleyh bunun yetmesi gerekir. Halbuki siz böyle demiyorsunuz" denilir ise, biz deriz ki: Burada hüküm veren olan iki kişidir. Birisi, mihrin ancak cima ile; diğeri ise sırf halvet ile olacağını söylüyor. Halbuki ümmet arasında, sarmaş dolaş olma sebebi ile mihrin gerekeceğini söyleyen hiç kimse yoktur.

Binaenaleyh bu görüş icmâ ile bâtıf olmuş olur. Bu durumda, âyetteki ifdâ (karılıp katılma) kelimesinin tefsiri hususunda geriye şu ikisinden birini söylemek kalır: Bu, ya cimâ veya halvet-i sahîha manasınadır. Açıkladığımız sebeplerden dolayı, bunun, "halvet" manasına olduğunu söylemek bâtıldır. Geriye, bundan muradın "cimâ" (cinsî münasebet) olması kalır.

4- Halvet olmadan, mehir kesinleşmez. Halbuki şeriat, mehrin kesinleşmesini karı ile kocanın birbirine "ifdâ"sına bağlamıştır. Âyetteki "ifdâ" ile, halvet mi cimâ mı murad edildiği meselesi karışıktır (net ve açık değildir). Bir meselede bir şüphe meydana geldiğinde, onu evvelki hali üzere bırakmak gerekir ki bu da, mehrin kesinleşmemesidir. İşte bütün bu izahlar ile Şafiî'nin mezhebinin daha tercihe şayan olduğu ortaya çıkmış olur. Allah en iyi bilendir. [276]

 

İkinci Mesele

 

Hak Teâlâ'nın, "Onu nasıl alırsınız ki birbirinize karılıp katıldınız" buyruğu bir taaccüb (hayret) ifadesidir. Yani,

"Hangi sebep ve şeyden dolayı böyle yapıyorsunuz!" Çünkü o kadın, kendisini sana adamış, kendisini senin için ve istifâden için sunmuş ve aranızda tam bir ülfet (yakınlık) ve sevgi meydana gelmiştir. Aklı olan kimseye, o hanımına gönül hoşluğu ite verdiği mihirden, kendisine birşeyleri geri vermesini istemesi nasıl uygun düşer? Bu, hiç şüphe yok ki fıtratı bozulmamış ve dürüst kimselere kesinlikle uygun değildir" demektir.

Allah Teâlâ'nın, bu mehri geri istemeyi men edişinin sebebi olarak zikrettiği şeylerden dördüncüsü, "Onlar sizden kuvvetli bir teminat da aldılar" âyetiyle beyân ettiği husustur. Bu âyetteki "kuvvetli bir teminat" hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Süddî, İkrime ve Ferrâ söyle demişlerdir: "Bu, insanların "Bu kadını seninle, Allah'ın erkeklerden kadınlar için aldığı, ya o kadını maruf (iyi) bir şekilde tutma veya güzel bir şekilde salıverme şeklindeki ahdi üzere evlendiriyorum" demelerindeki (teminattır). Halbuki erkek, hanımını mehri geri vermeye mecbur ettiğinde, hanımını güzel bir şekilde değil, ona kötülük ederek salıvermiş olacağı herkesçe malumdur.

b)  İbn Abbas (r.a) ve Mücahid, kuvvetli teminatın, mihre dayandırılmış nikah akdi olduğunu ve bunun kendisi ile, kadınların ferçlerinin helâlliğinin teminine çalışıldığı bir kelime jsöz) olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s): "Kadınlar hakkında Allah'tan korkun. Çünkü siz onları Allah'ın birer emâneti olarak aldınız ve Allah 'm kelimesi (sözü) ile onların ferçlerini kendinize helâl kıldınız"[277] demiştir.

c) Hak Teâlâ'nın "Onlar sizden kuvvetli bir teminat da aldılar" buyruğu, "Onlar sizden, birbirinize karılıp katılmanız sebebi ile, kuvvetli bir teminat aldılar" demektir. Cenâb-ı Hak bu ahdi (teminatı), çok kıymetli ve önemli olduğu için, "kuvvetli" diye tavsif etmiştir. Âlimler şöyle derler: "Yirmi günlük beraberlik, akrabalık sayılır. Artık karı koca arasında meydana gelen birlik ve imtizaçtaki yakınlık derecesini varın düşünün." [278]

 



[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/305

[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/306

[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/306-307

[4] Yani, kulun yaptığı taatlerin bir sevabı îcab ettirmesi, ancak Allah Teâiâ'mn bir dahli bulunmaksızın, kulun o tâatleri başardığını kabul etmemiz takdirindedir. Halbuki O muvaffak kılmasa kulluk edemeyiz (ç).

[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/307-308

[6] Buhârî, Fezailü'l-Ashâb, 12; Müslim, Fezâilü's-Sahâbe, 93-94 (4/1902-1903).

[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/308-309

[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/309-310

[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/310

[10] Buhârî, Enbiya, 1; Müslim, Redâ', 60 (2/1091).

[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/310-311

[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/311

[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/311-312

[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/312

[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/312

[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/312

[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/312-313

[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/313

[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/313

[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/313-314

[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/314-315

[22] Buhârî, Eymân, 4; Müslim, Eyman, 1-2 (3/1266).

[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/315

[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/315-316

[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/316

[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/317

[27] Müsned, 1/194.

[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/317

[29] Ebu Davud. Zekat, 38 (2/128); Nesâî, Zekat, 72 (5/82).

[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/318

[31] Benzeri hadis: Buhârî, Edeb, 13; Tirmizi, Birr ve Sıla, 16 (4/324).

[32] Tirmizi, Kıyame, 57 (İV/665).

[33] Tirmizî, Zekât, 28 (IH/52).

[34] Dârimî. Zekât, 38 (1/397); Müsned, 3/402.

[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/318-319

[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/319

[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/320

[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/320

[39] Ebu Dâvud, Vesâyâ, 9 (3/115).

[40] Ebu Davud, Nikâh, 23 (2/231); Maksad: "evleneceği zaman onun görüşü alınır" demektir Tirmizî, Nikah, 19 (3/417).

[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/320-321

[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/321-322

[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/322

[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/323

[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/324

[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/324

[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/324-325

[48] Itırı Esîr, Nihâye, 1/455.

[49] İbn Mâce, Ouâ, 2 (2/1259); Tirmizî, Deavât, 103 (5/554).

[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/325-326

[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/326

[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/327

[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/327-328

[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/329

[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/329

[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/329-330

[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/330

[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/330-331

[59] Darimî, Nikah, 40 (2/152).

[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/331-332

[61] Buhâri, Nikah, 1; Müslim, Nikah, 5 (2/1020).

[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/332-333

[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/333-334

[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/334

[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/334

[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/335

[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/335

[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/335

[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/335-339

[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/339

[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/339-340

[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/340

[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/340

[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/341

[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/342

[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/342

[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/342-343

[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/343

[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/343

[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/343

[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/343-344

[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/344

[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/344

[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/344

[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/345

[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/345-346

[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/346

[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/346-348

[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/348-349

[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/349

[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/349

[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/349-350

[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/350

[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/351

[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/352

[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/352-353

[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/353

[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/354

[99] Benzeri bir hadis için bkz: Tirmizî, Salât, 299 (2/259).

[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/354-355

[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/355-356

[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/356

[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/356

[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/356-359

[105] Ebu Davud, Lukâta, 9 (2/136); İbn Mace, LuKata, 2 (2/837)

[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/359-360

[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/360-361

[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/361

[109] Zaid demekten maksad: "Bu harf olmasa da mananın aslı mevcuttur" demektir. Yoksa bu kelimenin tamamen manasız, fazladan olduğu manasına gelmez. Nitekim, zaid denilen kelimelerin tâli derecedeki manaları, diğer alimlerce de kabul.edilir. Bunların mutlaka ihtiva ettikleri belagat incelikleri vardır. Onun içindir ki bazı bilginler "zaid" yerine "tezyin gayesiyle getirilmiştir" demeyi tercih ederler. Yanlış anla­şılmaya yol açabileceği düşüncesiyle bazı âlimler de Kur'ân-ı Kerim'deki herhangi bir kelime hakkında "zaid" demeyi mahzurlu sayarlar (ç).

[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/361-362

[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/362-363

[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/363

[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/363

[114] Zevi'l-Erhâm: Mirastan belli bir serimi olmayan ve mirası asabeden olmak sıfatıyla da alamayan, hala. davı. tevze aibi diâer akrabalardır (ç)

[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/364

[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/365

[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/365

[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/366

[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/366

[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/366-367

[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/367

[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/367-368

[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/368

[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/368

[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/368

[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/369

[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/369

[128]Buharı, İman, 7; Müslim. İman, 71 (1/67).

[129] Buhârî, Vesâya, 2.

[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/369-371

[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/371

[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/372

[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/372

[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/372

[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/372-373

[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/373

[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/373-374

[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/374

[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/375

[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/375

[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/375-376

[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/376

[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/376-377

[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/377-378

[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/378

[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/378

[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/378

[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/379

[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/379

[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/380

[151] Kıyas-ı Celi: Açık, anlaşılır "kıyas" demektir. Bu, hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü aralarında ortak illet bulunması sebebiyle, hakkında nass bulunan bir meselenin hükmüne bağlamaktır

[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/380-382

[153]Buhâri, Ferâiz. 5; Müslim, Ferâiz, 1.

[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/382-383

[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/383-384

[156] Mutabakat: Bir kelimenin, vaz' olunduğu (başlangıçta konulduğu) manaya delâlet etmesidir İltizâmı delâlet: Bir kelimenin vaz' olunduğu mananın lazımı (neticesi, gereği) olan manaya delâlet etmesidir  Meselâ, "insan" kelimesinin "bilebilen ve yazabilen bir varlığa"delâlet etmesi gibi..

[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/384-385

[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/385-386

[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/386

[160] Ebu Davûd, Ferâiz, 10 (8/126); Tirmizî, Feraiz, 16 (4/424).

[161] Ebu Davud. Feraiz, 10 (3/126).

[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/386-387

[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/387-388

[164] Buhârî. Humus, 1, Ferâiz, 3; Müslim, Cihad, 49-56 (3/1377-1383).

[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/388-389

[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/389

[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/389-391

[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/391

[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/391

[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/391-392

[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/392

[172]Ashâb-ı Ferâız: Mirastaki payları, âyetle belirlenmiş olan vârisler.

[173] Asabe: Ashab-ı ferdiz ite beraber bulundukları halde, onların sehimlerinden artakalan mirasa müstehak

olan ve ashab-ı ferâiz bulunmadığı takdirde mirasın tamamını alan yakın akrabalardır (ç).

[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/392-394

[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/394

[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/394

[177] Hacb, Muayyen bir şahsın mirastan sehmini, diğer bir şahsın varlığından dolayı, tamamen veya kısmen men etmek (vermemek)tir (ç).

[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/395

[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/395-396

[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/396-397

[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/397

[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/397

[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/397

[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/397-398

[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/398-399

[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/399

[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/399-401

[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/401-402

[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/402-403

[190] Deveran. Mantıkta bir şeyin illet (sebep) olabilecek başka bir şeye dayanmasıdır (ç).

[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/403-404

[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/404

[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/404

[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/405

[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/405-406

[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/407

[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/407

[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/407-408

[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/408

[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/408

[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/408-409

[202] Buharî, Vesâyâ. 1.

[203] Buhârî, Nafakât, 1.

[204] Buhârî, Nafakât, 1.

[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/409-410

[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/410-411

[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/411-412

[208] Ebu Davud, Vasâya, 2 (3/113) (kısmen).

[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/412-413

[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/414

[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/414

[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/414

[213] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/414-415.

[214] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/415.

[215] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/415.

[216] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/415.

[217] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/415.

[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/416-417

[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/418

[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/418-419

[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/419

[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/419-420

[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/420-421

[224] Müslim, Hudûd, 13 (3/1316).

[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/421-422

[226] Müslim. Hudûd, 13 (111/1316).

[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/422-423

[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/423

[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/423-425

[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/425

[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/425

[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/425-427

[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/427

[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/427

[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/428

[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/428

[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/428-430

[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/430

[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/430

[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/430

[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/431-432

[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/432-433

[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/434

[244] Tirmizi, Da'avât. 99 (5/548); İbn Mâce, Zühd, 30 (2/1420).

[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/434-435

[246] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/435-437

[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/437

[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/437

[249] Bkz. Bakara, 81. âyetin tefsin.

[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/437-438

[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/439

[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/439

[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/439-440

[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/440

[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/440-441

[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/441

[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/441

[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/441-442

[259] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/442

[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/442

[261] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/442-443

[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/443

[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/443-444

[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/444

[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/444-445

[266] Ebu Davud, Diyât, 4 (4/172); Müsned. 6/365.

[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/445

[268] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/445

[269] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/445-446

[270] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/446

[271] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/446

[272] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/447

[273] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/447-448

[274] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/448

[275] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/448

[276] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/448-450

[277] Müslim, Hacc, 147 (2/889) (Veda Haccı hutbesinden,..)

[278] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 7/450-451