"Ey İnsanlar,
sizi bir tek kişiden yaratan Rabb'inizden ittikâ edin (çekinin)...” ( Nisa. 1).
Bil ki bu sûre, pekçok
çeşit mükellefiyeti ihtiva etmektedir. Bu böyledir, çünkü Allahu Teâlâ, bu
sürenin başında insanlara, kadınlara, çocuklara ve yetimlere şefkat etmelerini,
onlara acımalarını, onların haklarını kendilerine vermelerini ve onlar için
mallarını muhafaza etmelerini emretmiştir. İşte bu mânayla da sûre son
bulmuştur ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Senden fetva isterier. De ki:
"Allah, kelalenin (babası ve çocuğu olmayanın) mirası hakkındaki hükmü
şöylece açıklar..." (Nisa, ı?6) âyetinin belirttiği husustur. Cenâb-ı Hak
bu sûrede, başka mükellefiyetlerden de bahsetmiştir ki bunlar temizliği, namaz
kılmayı ve müşriklerle savaşmayı emretmesidir. Bu mükellefiyetler insanlara zor
ve ağır geldiği için onlara meşakkatli olunca, hiç şüphesiz, bu zor
mükellefiyetleri yüklenmenin gerekçesini zikrederek bu sûreye başlamıştır ki,
bu da bizi yaratan Rabb'imizden ve bizi var eden ilahımızdan ittikâ etmektir.
İşte bunun için Cenâb-ı Hak, "Eyİnsanlar,
sizi yaratan Babb'inizden ittikâ edin (çekinin)..." buyurmuştur. Âyette
birkaç mesele vardır:[1]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Ey insanlar..." buyruğu hakkında Vahidî, İbn Abbas'tan şunu rivayet
etmiştir: "Bu hitap, Mekkelileredir." Müfessir usulcüler; bu hitabın
bütün mükelleflere olduğu hususunda ittifak etmişlerdir ki, bu şu sebeplerden
dolayı en doğru olan görüştür:
a) Bu âyette
geçen "insanlar" kelimesi, başına eliflâm gelmiş olan bir çoğul
lâfızdır. Binaenaleyh bu lâfız istiğrak (şümul ve umûm) ifâde eder.
b) Allah
Teâlâ "ittika ediniz" emrini, O'nun, insanları tek bir nefisten
yaratmış olmasına bağlamıştır ki bu illet, bütün mükelleflerin Hz. Adem'den
yaratılmış olmaları sebebiyle, o mükellefleri de içine alır. İllet âmm olunca,
hüküm de âmm olur.
c) İttikâ
etmekle mükellef tutulma, sadece Mekkelilere ait değildir, Aksine, bütün
insanlar hakkında umumî bir hüküm ifâde eder. lâfzı herkesi içine aldığına,
"ittika etmek" emri yine herkes için âmm olduğuna ve bu mükellefiyet
illeti de, ki bu onların tek bir nefisten yaratılmış olmasıdır, herkes hakkında
umûmî olduğuna göre, bu hitabın Mekkelilere tahsis edildiğini söylemek, son
derece uzak bir ihtimaldir. İbn Abbas'ın delili, Hak Teâlâ'nın "Kendisiyle
birbirinize dileklerde bulunduğunuz Aliah'dan ve akrabalık (bağlânnı kırmak)dan
sakının" (Nisa. –ı) buyruğunun Araplara mahsus olmasıdır. Çünkü
"Allah aşkına" ve "akrabalık hakkı için" birşey istemek,
Araplara mahsus bir Örftür ki, meselâ onlar, "Senden, Allah ve akrabalık
hakkı içün istiyorum.." ve "Senden Allah ve akrabalık hakkı içün
talep ve rica ediyorum" derlerdi. Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hakk'ın
"Kendisiyle birbirinize dileklerde bulunduğunuz Aliah'dan ve akrabalık
(bağlarını kırmak)dan sakının..." âyeti, Araplara mahsus otmuş olur. Bu
sebeple de, âyetin baş kısmı olan "Ey insanlar..." hitabı, Araplara
tahsis edilmiş olur. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın,
âyetin evvelinde, "Rabb'inizden ittikâ
ediniz" ve bundan sonraki, "Kendisiyle birbirinize
dileklerde bulunduğunuz Aliah'dan ve akrabalık (bağlarım kırmakfdan
sakının" ifâdesi, aynı muhataba müteveccih olarak gelmişlerdir. İbn
Abbas'ın bu görüşüne de şu şekilde cevap vermek mümkündür: Usûl-ü fıkıhta,
âyetin sonunun hususi olması, baş kısmının umumî olmasına mani olmaz şeklinde
bir kaide bulunmaktadır. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "Ey
insanlar..." hitabı, bütün insanları içine alan âmm bir lâfız; O'nun,
"Kendisiyle birbirinize dileklerde bulunduğunuz Aliah'dan ve akrabalık
(bağlarını kırmak)dan sakının" buyruğu da Araplara mahsus olmuş olabilir.
[2]
Cenâb-ı Hak Kur'ân-ı
Kerim'de iki sûreye, "Ey insanlar, Rabb'inizden ittikâ ediniz" hitabı
ile başlamıştır. Bunlardan birisi bu
sûredir ki, iş bu sûre, Kur'ân'in ilk yarısının dördüncü süresidir. İkincisi
ise Hacc süresidir ki, bu sûre de, Kur'ân'ın ikinci yansının dördünce
süresidir. Sonra Cenâb-ı Hak, bu sûrede "ittikâ ediniz" emrini,
mebde'in, yaratılışın başlangıcını bilmeye delâlet eden hususa bağlamıştır ki
bu, kendisinin insanları tek bir nefisten yaratmış olmasıdır. Bu da Yaratıcı'nın
kudretinin, ilminin, hikmet ve celâlinin mükemmel olduğunu gösterir. Hacc
süresindeki "ittikâ ediniz" emrini de, meâd, âhiret bilgisinin
kemâline delâlet eden şeye bağlamıştır ki, bu da Hak Teâlâ'nın "Çünkü o
saatin (kıyametin) zelzelesi müthiş bir şeydir" (Hacc 1) ifadesidir.
Böylece Cenâb-t Hak, bu iki sûrenin evvelini "mebde"' ve
"meâd" bilgilerine bir delil yapmıştır. Sonra Cenâb-ı Hak,
"Mebde'e delâlet eden sûreyi "meâd"a delâlet eden sûreden önce
getirmiştir. Bu konu pekçok sırları ihtiva etmektedir.
[3]
Bil ki Allah Teâlâ bize ittikâ etmemizi emretmiş,
bunun peşinden de , bizi tek bir kişiden yarattığını zikretmiştir ki bu, ittikâ
ediniz emrinin, O'nun bizi tek bir nefisten yaratmış olmasına bağlandığını
hissettirmektedir. Binâenaleyh, bu hüküm ile o vasıf arasındaki münasebeti izah
etmek gerekir. Buna göre biz deriz ki, "Allah Teâlâ bizi tek bir nefisten
yarattı "şeklindeki sözümüz, şu iki kaydı ihtiva etmektedir:
a) Allah
Teâlâ'nın bizi yaratmış olması.
b) Bu
yaratmanın keyfiyyeti ki, bu keyfiyyet de, Allah Teâlâ'nın bizi sadece tek bir
insandan yaratmış olmasıdır. Bu iki kayıttan herbirinin, takvâ'nın vacip
oluşunda tesiri söz konusudur.
Birinci kayıt, ki bu,
Allah Teâlâ'nın bizi yaratmasıdır. Şüphe yok ki Allah Teâlâ'nın bizi yaratması,
O'nun mükellefiyetlerine bağlanmamızın ve emir ve nehiylerine boyun eğmemizin
farz olmasının gerekçesi ve sebebidir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz:
a) Allah
Teâlâ, bizim yaratıcımız ve zât ve sıfatlarımızın var edicisi olunca, biz O'nun
kulu, O da bizim Mevtamız olur. O'nun bizim Rabb'imiz olması ise, emirlerinin
kullan tarafından yerine getirilmesini; bizim O'nun kulu olmamız da, Rabb'e,
Mûcid ve Hâlık'a inkıyâd ve boyun eğmemizi gerektirir.
b)
Cenâb-ı Hakk'ın bizi yaratması, en büyük
nimet ve nihayetsiz bir lütuftur. Çünkü sen yoktun, O seni var etti; sen
ölüydün, O seni hayata kavuşturdu; sen acizdin, O sana güç ve kudret verdi ve
sen câhildin, O sana öğretti... Nitekim Hz. İbrahim, "Ki O, beni yaratan
ve bana doğru yolu gösterendir" (Şuara, 78) demiştir. Nimetlerin hepsi
Cenâb-ı Hak katından olunca, kuluna, huşu ve inkiyâdını izhâr edip, inâd ve
isyanı terkederek, o nimetlere mukabelede bulunması gerekir ki, işte bu husus,
Cenâb-ı Hakk'ın "Nasıl oluyor da,
Allah'ı inkâr ediyorsunuz? Halbuki siz ölü idiniz de, O sizi diriltti..."
(Bakara, 28) âyetinde kastedilen husustur.
c) Cenâb-ı
Hakk'ın bizim yaratıcımız, Halikımız, İlâh ve Rabb'imiz olduğu sabit ve kat'î
olunca, bizim de O'na kullukla meşgul olmamız ve nehyettiği bütün şeylerden
ittikâ ederek kaçınmamız gerekir. Yine, yaptığımız bu fiillerden hiçbirisinin,
bir sevabı îcâb ettirmemesi gerekir. Çünkü bu tâatlerin, geçmiş nimetlerin
mukabilinde yapılmış olması vacip olunca, bunların bir mükâfaatt gerektirmesi
imkânsız olur. Çünkü, hak edene hak ettiğini vermek, başka bir şeyi
gerektirmez. Bu, kutun tâatleri doğrudan, kendiliğinden yapmış olduğunu kabul
etmemiz halinde böyledir.[4] Bu
nasıl olur, bu imkânsızdır. Çünkü tâatleri yapmak, ancak Allahu Teâlâ onları
yapmaya kudret verdiği ve o tâatleri yapmaya götüren sebepleri yarattığı zaman
mümkün olabilir. Bu kudret ve sebepler bulunduğu zaman bunların hepsi birden,
kuldan tâatlerin sadır olmasına vesile olur. Durum böyle olunca da, kulun yapmış
olduğu o tâatler de, Allah Teâlâ'nın kuluna lütfetmiş olduğu bir in'âm olur.
Mevlâ, kuluna nimetler tahsis edince, bu nimetler, kula başka bir in'âmda
bulunmasını (yani kulun yaptığı bu tâatlere mukabil yeniden mükâfaatlar
vermesini) gerektirmez. Bu da, Allah Teâlâ'nın bizim yaratıcımız olmasının
O'nun kulu olmamızı ve yasakladığı bütün şeylerden kaçınmamızı gerektirdiğini
izah etmeye bir işarettir.
İkinci kayıt, ki bu,
Allah Teâlâ'nın bizi tek bir kişiden yaratmasının, kendisine tâatlerde bulunup,
günahlardan sakınmamızı gerektirmesidir. Bunun izahı da şu şekilde yapılabilir:
a) Bütün
insan tiplerini, tek bir insandan yaratmak, kudretin ne kadar mükemmel olduğuna
en ileri derecede bir delildir. Çünkü bu yaratma işi, tabiat ve özelliğe göre
olmuş olsaydı, tek bir insandan meydana gelen ancak sıfatlarda aynı ve,
yaratılış ve karakter bakımından birbirine benzer şeyler olurdu. Biz ise insan
tipleri arasında beyaz, siyah, kızılderili, esmer, güzel, çirkin, uzun veya
kısa tipler görünce, bu durum onları yaratıp var edenin mûcib bir illet (sebep)
ve müessir bir tabiat değil, hür ve irâde sahibi bir Fâil-i Muhtar olduğunu
gösterir. İşte bu incelik, âlemin müdebbirinin her türlü mümkinata kadir, her
türlü malûmatı bilen; âlim bir Fâil-i Muhtar (irade ve ihtiyarı olan bir fail)
olduğuna delâlet edince, bu durumda O'nun tekliflerine, emir ve yasaklarına
inkıyâd etmemiz gerekir. Böylece, Hak Teâlâ'nın "Rabb'inizden ittikâ
ediniz.." emrinin "Sİzİ bir tek nefisten yarattı" buyruğuyla
olan irtibatı son derece güzel ve yerinde olur.
[5]
b)
Allah Teâlâ "ittikâ ediniz" emrini
zikredince, bunun peşinden yetimlere. kadınlara ve güçsüzlere iyilikte bulunmak
emrini getirmiştir. Bütün insanların tek bir nefisten yaratılmış olmasının, bu
ihsanda ve lütufta bulunma emrinde bir payı bulunmaktadır. Bu böyledir, çünkü
akrabalar arasında mutlaka, muhabbet ve sevgiyi artıracak olan bir nevi
münasebet ve bir arada bulunma söz konusudur. İşte bu sebepten dolayı insan,
akraba ve ecdadının medhedilmesinden sevinir, onların kınanmasından ise
kederlenir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), "Fatıma benim bir parçamdır.
Ona eziyet veren şey, bana eziyyet verir"[6]
buyurmuştur. Durum böyle olunca, bu iyilikte bulunma emrinin manası, bunun,
insanların birbirlerine karşı şefkatlerinin artmasına vesile olmasıdır.
c) İnsanlar,
herkesin aynı atadan gelme olduğunu bildiklerinde, birbirlerine karşı öğünüp
kibirlenmeyi bırakıp, tevazu ve güzel bir davranış gösterirler.
d) Bu,
âhiret alemine delâlet eder. Çünkü Allah Teâiâ, tek bir şahsın sulbünden farklı
sıfatları olan insanlar meydana getirmeye ve tek bir damla nutfeden, terkibi
harika ve sureti de son derece güzel olan bir insanı var etmeye muktedir
olunca, O'nun ölüleri diriltmesi, ba's-ü neşr etmesi ve hesaba çekmesi nasıl
imkânsız bir ihtimal sayılabilir? İşte bu bakımdan âyet, âhiret hayatına da
delâlet etmektedir. Nitekim Cenâb-t Hak, "Kötülük edenleri, yaptıklarına
mukabil cezalandırması, güze! hareket edenleri de daha güzeliyle
mükâfaatlandırması için.." (N«m.si)buyurmuştur.
e)
Esamm:
"Bunun manası şudur:
İnsanların tek bir nefisten yaratılmış olmalarının gerektiği hususunda,
aklî bir delil bulunmamaktadır. Aksine bu husus, ancak naklî delillerle bilinebilir.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) herhangi bir kitabı okumamış ve herhangi bir hocadan
da ders almamış olan bir ümmî idi. Binaenaleyh Hz. Peygamber, bu hususun böyle
olduğunu haber verince bu, gaybden bir haber vermek olur ki, böylece de bu bir
mucize olmuş olur. Netice olarak, Hak Teâlâ'mn "Sizi yarattı"
buyruğu, Allah Teâlâ'mn birliğini bilmemize; O'nun "Tek bir
nefisten.." sözü de, nübüvveti bilip tanımamıza bir delildir"
demiştir.
Buna göre eğer,
"Bu kadar çok insanın hepsinin, o küçücük tek bir nefisten yaratılması
nasıl mümkün olabilir?" denilirse, biz deriz ki: Allah Teâlâ bununla neyi
murad ettiğini beyân etmiştir. Çünkü Hz. Adem'in zevcesi, O'nun bir parçasından
yaratılmış, sonra onların çocukları onların her ikisinin nutfesinden meydana
gelmiş, daha sonra da bu iş daima böyle olduğu için, insanların hepsinin
yaratılmasını Hz. Âdem'e nisbet etmek caiz olmuştur.
[7]
Müslümanlar, buradaki
tek bir nefisten muradın, Hz. Adem olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak
ne var ki, kelimesinden dolayı (yani semâNnüennes olduğundan) onun sıfatı da
müennes kılınmıştır. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Tertemiz bir
canı, bir can karşılığı olmaksızın öldürdün ha!.." , 74) âyetidir. Şair
de, Baban halife.. Onu, bir başka halife doğurmuştu. Sen de bu kemale
halefsin" demiştir. Dilciler, buradaki müennesliğin kelimesinin lâfzının
nazar-ı itibara alınmasından ileri geldiğini söylemişlerdir.
[8]
"Ondan da onun
zevcesini yarattı" (Nis. 1).
Bu hususta birkaç
mesele vardır:
[9]
Buradaki kelimesinden
murad, Havva (aleyhimesselâm)'dır. Hz. Havva'nın Hz. Âdem'den yaratıldığı
hususunda iki görüş bulunmaktadır:
Birinci görüş: Bu,
ekseri âlimlerin kabul ettiği görüştür. Buna göre, Allah Teâlâ Hz. Adem'i
yaratınca, O'nu bir sure uyuttu. Sonra da, O'nun sol kaburgalarının birinden
Hz. Havva'yı yarattı. Hz. Adem uyandığında onu gördü, ona meyledip, onunla
ünsiyyet kurdu. Çünkü o, Hz. Adem'in bedeninin bir parçasından
yarattlmıştı.^Âlirnler bu görüşlerine Hz. Peyç-amber'in, "Kadın eğri bir
kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Eğer onu düzeltmeye kalkışırsan onu kırarsın.
Onu eğri olarak bırakırsan ondan istifâde edersin. "[10]
İkinci görüş: Bu, Ebu
Müslim el-İsfehânî'nin görüşüdür. Buna göre Hak Teâlâ'-nın, buyruğundan murad,
"Onun çişinden, ani insan cinsinden, onun zevcesini yarattı"
manasıdır. Bu, HakTeâtâ'nın "Allah sizin için, kendinizden zevceler
yaptı" (Nah. 72), "Allah, onlara kendilerinden bir peygamber
gönderdiği için.." (Âw imran, 164) ve "Andolsun, sfze kendinizden Öyle bir
peygamber gelmiştir ki..." (Tevbe, 128) âyetlerinde olduğu gibidir. Kâdi
birinci görüşün daha kuvvetli olduğunu söylemiştir. Çünkü ancak bu durumda,
âyetteki "Sizi bir tek candan yarattı" ifâdesi, yerinde olmuş olur.
Zira, şayet Hz. Havva da yoktan yaratılmış olsaydı, o zaman insan soyu bir
candan değil iki candan (nefisten) yaratılmış olurlardı.
Kâdî'nin bu görüşüne
şu şekilde cevap verilir. "Âyetteki "bir kişiden" sözünün
başındaki "mîn", ibtidâ-i gaye içindir. Yaratmanın ve yoktan
varetmenin başlangıcı, bu tek can olan Hz. Adem olunca, "sizi bir tek
candan yarattı" denilmesi yerinde olur. Yine Cenâb-t Hakk'ın, Hz. Adem'i
topraktan yaratmaya kadir olduğu sabit olduğuna göre, Hz. Havva'yı da topraktan
yaratmaya kadirdir. Durum böyle olunca, Hz. Havva'yı, Hz. Adem'in bir
kaburgasından yaratmasının manası nedir?"
[11]
İbn Abbas (r.a) şöyle
demektedir: Hz. Adem'e, "Adem" ismi verilmiştir. Zira Allah Teâlâ
onu, yeryüzünün kızıl, siyah güzel ve çirkin topraklarından yaratmıştır. İşte
bu sebepten ötürü, onun çocukları arasında kızıl derili, siyah derili, güzel ve
çirkin olanlar vardır. Onun hanımı da "Havva" diye adlandırılmıştır.
Çünkü o Hz. Adem'in kaburgalarının birinden yaratılmıştır. Demek ki o, canlı
(hayy) olan bir şeyden yaratılmış ve ona nisbetle de "Havva" diye
adlandırılmıştır.
[12]
Bir grup tabiatct, bu
âyetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ'nin "Sizi bir
tek candan yarattı.." buyruğu bütün insanların tek
bir nefisten yaratıldığın) gösterir. O'nun, "Ondan da onun zevcesini yarattı"
sözü de, eşinin o nefisten yaratıldığına delâlet eder. Cenâb-ı Allah, daha
sonra Hz. Adem hakkında, "Onu topraktan yarattı" (Am İmran, 59)
buyurmuştur. Binâenaleyh bu, Hz. Adem'in de topraktan yaratıldığına delâlet
eder. Allah Teâlâ, insanlar hakkında ise, "sizi ondan (topraktan)
yarattık" çv&h&, ss) demiştir. Bütün bu âyetler, sonradan olan bir
şeyin, önceden olan bir maddeden yaratıldığına ve herhangi birşeyin sırf
ademden (yokluktan) yaratılmasının imkânsız olduğuna delâlet etmektedir."
Kelâmcılar, onlara
şöyle diyerek cevap vermişlerdir: "Birşeyi birşeyden yaratmak (halketmek)
aklen imkânsızdır. Çünkü yaratılmış olan bu şey, eğer kendinden önce mevcut
olan o şeyin aynt olursa, bu bir yaratma olmaz. Bu bir yaratma olmayınca da,
başka birşeyden yaratılmış olması da imkânsız olur. Şayet biz, bu yaratılan
şeyin kendinden önce mevcut olan o şeyden başka bir varlık olduğunu söylersek,
bu durumda yaratılan ve sonradan meydana gelen bu şey, sırf yokluktan meydana
gelmiş ve bulunmuş olur. Böylece, birşeyin başka birşeyden yaratılmasının aklen
imkansız olduğu sabit olur. Bu âyetteki harf-i cerri, ibtidâ-i gaye
manasınadır. Bu, şu demektir: Bu şeylerin, şeylerden meydana gelişinin
başlangıcı, bir zaruretten ötürü değil, sadece öyle vâki olduğu içindir."
[13]
Keşşaf, sahibi, ism-i
fail lâfzı ile, âyetin şeklinde de okunduğunu söylemiştir. Bu, mahzuf bir mübtedânın haberi olup,
takdiri, "O, yaratandır.." şeklindedir.
[14]
"... Ve o
ikisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip yayan (Rabb'iniz'den ittikâ
edin). Kendisi adına birbirinize dileklerde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık
(bağlarım kesmekten) sakının. Çünkü Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir"
(Nisa. 1).
Cenâb-ı Allah'ın,
"İkisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip yayan (Allah)" buyruğu
ile ilgili birkaç mesele vardır:
[15]
Vahidî, Cenâb-ı
Hakk'ın buyruğu ile dağıtıp, yayma manasını murad ettiğini söylemiştir.
İbnul-Muzaffer Bir ise şöyle dernektedir: (bess) senin eşyayı dağıtmandır. Mesela,
"Atları.hücum içindağıtıp yaydı" "Avcı, köpeklerini salıp
dağıttı" "Allah, mahlûkatı yarattı ve onları yeryüzüne dağıttı"
ve birisi halıları yaydığında, Ja^Ji cJS "halıları yaydım" denilir.
Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Vayilıp serilmiş saçaklı halılar..."
(Gâşiye, 16) buyurmuştur." Ferrâ ve Zeccâc, bazı Arapların, fiili"Allah
mahlûkatı dağıttı" şeklinde kullandıklarını söylemişlerdir.
[16]
Cenâb-ı Hak, İkisinden
erkekleri ve kadınları türetip yaydı" buyurmamıştır. Çünkü bu ifâde, bütün
erkek ve kadınların bizzat o ikisinden yaratılmış olmalarını gerektirir ki bu
imkânsızdır. İşte bundan ötürü Allah Teâlâ bu ifâde şeklini bırakıp,
"İkisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip yaydı" buyurmuştur. İmdi,
"Cenâb-ı Hak niçin, "ikisinden birçok erkekler ve birçok
kadınlar.." dememiş ve niçin çokluğu kadınlara değil de erkeklere tahsis
etmiştir?" denilir ise. biz deriz ki: Allah bilir ya, bunun sebebi şudur:
Erkeklerin şöhretli oluşları daha fazladır. Binâenaleyh onların çoklukları daha
çok görülür. İşte bundan ötürü, çok oluş bilhassa onlara tahsis edilmiştir.
İşte bu durum âdeta, erkeklere yakışanın şöhret, ortaya çıkma ve görünme
olduğuna; kadınlara yakışanın da gizlenmek ve sesini çıkarmayıp adının sanının
anıimaması olduğuna bir dikkat çekmedir.
[17]
Bütün beşeriyyetin
zerreler halinde olduğunu ve Hz. Adem'in sulbünde bulunduğunu söyleyenler,
âyetteki, "İkisinden birçok erkekler ve kadınlar türetip yaydı" buyruğunu
zahiri manasına hamletmişler; böyle söylemeyenter ise, bu ifâdeden maksadın, "Onların
çocuklarının onlardan türeyip çoğalması ve onların çocuklarından da yeni nesil
ve toplulukların türeyip meydana gelmesi olduğunu söylemişlerdir ki, bu durumda
bütün insanların, Hz. Adem ve Havva'nın evlatları oluşları mecazen olmuş olur.
Cenâb-ı Hakkın, "Kendisi
adına birbirinize dilekierde bulunduğunuz Allah'tan ve akrabalık (bağlarını
kesmekten) sakının, çünkü Allah sizin üzerinizde tam bir gözeticidir"
buyruğu ile ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:
[18]
Asım, Hamza ve Kisaî,
şeddesiz olarak diğer kıraat imamları
ise, şeddeli olarak şeklinde okumuşlardır. Şeddeli okuyanlar, fiilin aslının
olduğunu düşünmüşlerdir. Böyle tâ harfi, her ikisi de dil harflerinden olduğu,
ön dişlerin dibinden çıktığı ve "hems" sıfatında müşrek oldukları
için, sın harfine idğâm edilmiştir. Şeddesiz olarak okuyanlar, mahreçleri ve
sıfatları aynı olan iki harf yanyana geldiği için, OjJftl~îî kelimesindeki tâ
harflerinden birini hazfetmişler, böylece, birinciler idğam yoluyla kelimede
i'lâl yaptıkları gibi, bunlar da hazf ederek i'lâl yapmışlardır. Bu böyledir,
çünkü mahreç ve sıfatları aynı olan harfler bir kelimede bulunduklar) zaman
bazan hazf, bazan da idğam ile hafifletilirler.
[19]
Sadece Hamza, mim
harfinin cerriyle olmak üzere şeklinde okumuştur. Kaffâl (r.h) bu kıraatin,
yedi kıraat imamının dışında Mücâhid ve başkalarından da rivayet edildiğini
söylemiştir. Diğer kıraat imamlarının hepsi bu kelimeyi mîm harfinin nasbıyta şeklinde okumuşlardır. Keşşaf sahibi:
"Bu kelime üç harekeyle ve şeklinde okunmuştur Pekçok nahivci, Hamza'nın
kıraatinin yanlış olduğu görüşünde birleşerek şöyle demişlerdir: "Çünkü bu
okuyuş, zahir bir ismin mecrûr bir zamire atfedilmesin) iktiza eder ki, bu caiz
değildir. Onlar bunun caiz olmadığına delil olarak şunlarla istidlal
etmişlerdir:
a)Ebu Ali
el-Farisî şöyle demektedir: Mecrûr zamir, harf demektir. Binaenaleyh, zahir bir
ismin ona atfedilmemesi gerekir. Biz, mecrûr zamirin şu sebeplerden dolayı harf
gibi olduğunu söyledik:
1-Bu zamir,
tenvînin kelimeden ayrılmayışı gibi, kelimeden ayrılmaz. Bu böyledir, çünkü **
ve lk kelimelerindeki hâ ve kâf harflerinin, harf-i çerden kesinlikle ayrılmadığını
görürsün. Böylece bu, âdeta bir tenvîn gibi olmuş olur.
2- Nahivciler,
tercih edilen görüşe göre muzâf olan münâdadan, müfred olan münâdadan tenvîni
hazfetmeleri gibi, nida edatı olan yâ harfini hazfederler. Müfrea münâdadan
tenvîni hazfetmeleri, meselâ onların, j»^ U demeleri gibidir. Böylece mecrûr
zamir, işte bu bakımdan tenvîne benzemiş olur. Bu sebeple de, mecrûr zamirin
tenvîn harfi gibi olduğu sabit olmuş olur. Netice itibariyle de, zahir ismin
mecrûr zamire atfedilmemesi gerekir. Çünkü matuf ile matufun aleyh'in arasında
bir benzerliğin bulunması, atfın şartlarındandır. Binaenaleyh burada bir
benzerlik bulunmadığına göre, atfın caiz olmaması gerekir.
b)
Ali İbn İsâ şöyle demektedir: Nahivciler,
zahir ismin merfû zamir üzerine atfedilmesin! de uygun görmemişlerdir.
Binâenaleyh, "Sen ve Zeyd git!" ve "Ben ve Zeyd gittim"
denilmesi caiz değildir. Bilâkis nahivciler, demektedirler. Nitekim Cenâb-ı
Hak, Artık sen Rabb inle beraber git! Böylece ikiniz harbedin'' (Maıde. 24) buyurmuştur.
Halbuki merfû zamir, bazan ayrılabilir. Binaenaleyh, zahir ismin, bazan ayrılabilmesi-sebebiyle
mecrûr zamirden daha kuvvetli olan merfû zamire atfedilmesi caiz olmadığına
göre, asla ayrılmayan mecrûr zamire atfedilmesi haydi haydi caiz olmaz.
c)
Ebu Osman el-Mazinî de şöyle demektedir:
"Matuf ile matufun aleyh müşterektirler. Birincisini, ikincisini
birincisine atfetmenin caiz olması halinde, ancak ikincisine atfetmek caiz
olur. Halbuki burada böyle bir mâna mevcut değildir. Çünkü senin, şeklinde söylemen caiz olmadığı gibi, demen de
caiz değildir."
[20]
Bil ki bu izahlar,
kelimelerin kullanışlarında lisanda gelmiş olan rivayetleri reddetme hususunda
pek kuvvetli görüşler değillerdir. Bu böyledir, çünkü Hamza, yedi kıraat
imamından birisidir. Herhalde o, bu kıraati kendiliğinden bu şekilde okumamıştır.
Aksine o bunu Allah'ın Resulünden rivayet etmiştir ki, bu da bu okuyuş şeklinin
doğru olduğuna kesinkes hüküm vermeyi gerektirir. Kıyas, nakle karşı koyamaz,
onun karşısında duramaz. Hele hele, örümceğin yuvasından daha zayıf olan bu
gibi kıyaslar.. Hem bu kıraatin, şu iki türlü izahı da yapılabilir:
a) Bu,
harf-i cerrin tekrar edilmesinin takdir edilmesi itibariyle böyie okunmuştur.
Sanki, denilmek istenmiştir.
b) Bu
kullanış, şiirde de gelmektedir. Nitekim Sîbeveyh bu manada olmaK üzere şunu
söylemiştir:
"Bugün sen,
muhakkak ki bizi hicvederek ve kınayarak sabahladın. Artık çek git! Sana ve
günlere artık hayret etmiyoruz..."
Yine Sîbeveyh, 'Biz,
bilezik takar, gibi kılıçlarımızı kuşanırız; onlarla topuk arasında iser geniş
vadiler, derin uçurumlar vardır" demiştir.
[21]
Şu nahivcilere
şaşarım; zira onlar bu kullanış şekillerinin, bilinmeyen şu iki beyitle isbat
edilmesini güzel görürler de, Kur'ân ilminde selef ulemâsının büyüklerinden
otan Hamza ve Mücâhid'in kıraati ile isbât edilmesini uygun bulmazlar. Zeccfic
da, Hamza'nın bu kıraatinin mâna bakımından bozuk olduğuna, Hz. Peygamber (s.a.s)'in
"Atalarınızın adını anarak yemin etmeyiniz"[22]
hadisiyle istidlal etmiştir. Binâenaleyh âyetteki lâfzını, ifâdesindeki zamire
atfettiğin zaman bu atf, "akrabalar adiyle" de yemin edilebileceğini
gösterir. Zeccâc'ın bu görüşüne de şu şekilde cevap verilebilir: "Bu,
onların câhiliyye döneminde yapmış oldukları bir fiili nakletmektir. Halbuki, geçmişte
onların bu fiili yaptıklarını nakletmek, gelecekte onu yasaklamaya ters düşmez.
Yine Hz. Peygamber'in hadisi, yalnız ecdad adına yemin etmeyi yasaklamaktadır.
Halbuki burada durum böyle değildir. Aksine o kimse önce Allah'a yemin etmiş,
daha sonra da bu yeminine, akrabalara yemini eklemiştir ki, bu durum bu hadisin
manasına da ters düşmez. Mecrûr olarak şeklinde okunan kıraate göre söylenecek
sözün özü, işte budur[23]
Bu kelimeyi nasb ile
okuma hususunda da şu iki izah söz konusudur:
a) Ebu Ali
el-Farisî ile Ali İbn İsa'nın tercih ettiği görüşe göre bu ifâdesinin mahalline atfedil m iştir. (Çünkü .ifâdesi,
gayri sarih mef'ûl olduğu için mahallen mansûbtur). Nitekim şâir de, "Binâenaleyh,
biz dağ değiliz, demir de değiliz!..." demiştir.
b) Ekseri
müfessirierin görüşüne göre âyetin takdiri, "Akrabalardan, yani onlarla
münasebeti kesmekten sakının..." şeklindedir. Bu Mücâhid, Katâde, Süddî,
Dahhâk, İbn Zeyd, Ferrâ ve Zeccâc'ın görüşüdür. Bu izaha göre bu lâfız, âl'
lâfzına atfedilmesi sebebiyle mansûbtur. Yani, "Allah'dan ve akrabalardan
sakının" demektir. Bu da, akrabaların haklarından sakının, onları ziyaret
ediniz ve onlardan kopmaymız, demektir. Vahidî (r.h), bu kelimenin
"iğrâ" (teşvik ve tahrik) sebebiyle mansüb olabileceğini söylemiştir.
Yani, "Akrabaları koruyun gözetin ve onları ziyaret edin" demektir.
Bu, senin tıpkı "Aslandan sakın, aslandan sakın!..." demen gibidir.
Vahidî'nin bu açıklaması, sıta-i rahimde bulunmamanın haram, onları ziyaret
etmenin vacip olduğuna delâlet etmektedir. Merfû olarak okumaya gelince, Keşşaf
sahibi şöyle demektedir: "Merfû olarak okunmasına göre kelimesi mübtedâ olup, haberi de mahzûftur.
Buna göre sanki şöyle denilmiştir: "Akrabalar da sakınılması gereken
şeyler cümlesindendir" veya "Akrabalar da,.kendileriyle istekte
bulunulan şeyler cümlesindendir" manasında olmak üzere, "Akrabalar da
böyledir..."
[24]
Allahu Teâlâ önce,
"Rabb'inizden sakının" demiş, sonrada "Allah'tan sakının"
buyurmuştur. Bu tekrar hakkında
da şu izahlar
yapılmıştır:
a) Bu, emri
tekid ederek, ona teşvik etmektir. Bu, senin bir kimseye "Acele et, acele
et!" demen gibidir. Buna göre senin bu ifâden, "Acele et!" ifâdesinden daha belîğ
olur.
b) Cenâb-ı
Hak ilk hitabında insanları yaratması ve diğer şeylerle onlara in'âm ve ihsanda
bulunduğu için; ikincisinde ise, kendisi adıyla karşılıklı olarak istenildiği
için, insanların birbirlerinden istedikleri şeyler tıususunda takvayı
emretmiştir.
c) Cenâb-ı
Hak birinci hitapta, "Rabb'inizden"; ikincisinde ise, "Allah'tan
ittikâ ediniz" buyurmuştur. "Rabb" terbiye ve ihsana delâlet
eden bir lâfızdır. "İlah" ise, O'nun hakimiyetine ve heybetine
delâlet eden bir lâfızdır. Binaenaleyh, birincisinde terğib ve
teşvike,ikincisinde de terhîb ve sakındırmaya binaen, insanlara sakınmalarını
emretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Korku ve ümid ile Rab'lerine duâ
ederler" <secde, i6) ve "Umarak ve korkarak bize duâ ederler"
(Enbiya. 90) buyurmuştur. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: O, seni
büyütmüş, sana ihsanda bulunmuştur. Binaenaleyh, O'na muhalefet etmekten sakın;
çünkü O, ikâbı şiddetli, azamet ve heybeti yüce olandır.
[25]
Bil ki Allah ve
akrabalar adına istemenin şu şekilde olduğu söylenmiştir: Kişinin kendisiyle,
başkasından bir şey istemekle söz konusu olan muradını te'kîd ve takviye
ettiği; ondan hakkını alacağını veya onun yardımını ve desteğini talep ederken
onun şefkatli ve_ merhametli olmasını temin etmek istediği ifâdeler kabilinden
olmak üzere "Allah aşkına senden istiyorum" "Allah aşkına, sana
halimi arzediyorum" "Allah'ın adına sana yemin ediyorum"
denilmektedir. Hamza'nın kıraati mana bakımından açık olup, âyetin takdiri,
"Kendisi ve akrabalar adına birbirinizden bir şeyler istediğiniz Allah'dan
korkun..." şeklindedir. Çünkü, Arapların âdeti ve örfü, akrabayı
zikrederek başkasının şefkatli olmasını talep etmektir. Meselâ onlar, "Allah ve akraba aşkına senden
istiyorum" demektedirler. Çoğu kez onlar yalnız akrabayı zikrederek,
"Akraban aşkına senden istiyorum" derlerdi. Yine müşrikler Hz.
Peygamber'e mektup yazarak, "Allah ve akraban aşkına, bize falan ve
falancaları elçi olarak göndermemeni istiyoruz..." demişlerdir. Bu
kelimeyi mansûb okumanın anlamı da bu manaya gelir ki takdiri, "Allah'tan
ve akrabalardan sakının, ittikâ edin" şeklindedir.
Kâdî şöyle demektedir:
"İşte bu durum, bazan aynı lâfızla pekçok farklı mânanın
kastedilebileceğine delâlet eden şeylerden birisidir. Çünkü Allah'tan
sakınmanın manası, akrabalardan ittikâ etmenin manasından başkadır. Allah'tan
ittikâ etmek, O'nun tâatine yaptşıp, günahlardan kaçınma ile olur. Akrabalardan
ittikâ etmek ise, onları ziyaret etmek, onlara iyilikte bulunup, ihsan ve
ikramda bulunmakla olur." Kadî'nin bu görüşüne şöyle cevap verilebilir:
Cenâb-ı Hak belki de bu lafzı iki kere tekrar etmiştir. Bu takdire göre de, bu
problem ortadan kalkmış olur.
[26]
Bazı âlimler,
(i^"jJı kelimesinin, nimet manasına olan kelimesinden geldiğini
söylemişler, bu görüşlerine de Hz.
Peygamberin şu hadisini delîl olarak getirmişlerdir: O şöyle buyurmuştur:
"Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Ben, Rahmanım; o ise "Rahim"
dir. Onun ismini kendi ismimden çıkarttım, türettim."[27] Bu
teşbihin münasebet noktası, bu halin bulunmasından dolayı, insanların birbirlerine
karşı merhametli olmasıdır. Bazıları da bu ismin bulunmasıyla in'âmda
bulunmanın tahakkuk ettiği kelimesinden müştak olduğunu ve bunun asıl olduğunu
söylemişlerdir. Diğer bazıları da, bu iki kelimenin her biri başlıbaşına bir
asıldır; bu gibi şeylerde tartışmak *se, birbirine yakın neticeler verir.
[28]
Âyet, Allah aşkına bir
şey istemenin caiz olduğuna delâlet etmektedir.
Mücahid, İbn Ömer'den Hz. Peygamber
(s.a.s)'in "Kim
sizden Allah hakkı için bir şey isterse, ona veriniz"[29]dediğini
rivayet etmiştir. Berâ İbn Azıb'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Allah'ın Resulü bize yedi şeyi emretmiştir ki, bunlardan bir tanesi de
"vemini yerine getirmek"tir.
[30]
HakTeâlâ'mn, "akrabalar" sözü, akrabanın hakkının
büyük ve saygıya değer olduğuna ve sıtâ-i rahmi kesmemeyi tekîd ettiğine
delâlet eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Demek, idareyi ve hakimiyeti ele
alırsanız hem yeryüzünde fesad çıkaracak, akrabalık münasebetlerinizi bile
parçalayıp keseceksiniz, öyle mi?" (Muhammed, 22): "Onlar bir mü'min
hakkında ne bir yemin (buradaki kelimesinin akrabalık bağı olduğu
söylenmiştir) ne de bir vecibe, hak hukuk gözetmezler" (Tevbe, ıojî
"Rabb'in, "Kendisinden başkasına kulluk etmeyin ve ana ve babaya da
iyi muamele edin" diye hükmetti" (isrâ,23)ve "Allah'a ibâdet
edin, O'na hiçbir şeyi eş koşmayın. Anaya babaya, akrabaya, yetimlere,
yoksullara... iyilik edin" (Nisa, 36) buyurmuştur. Abdurrahman İbn Avf'tan
Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allahu Teâlâ
şöyle buyurur: "Ben, Bamânım; o ise "Rahim"dir. O'nun ismini
kendi ismimden çıkardım. Kim o ilgiyi devam ettirirse, ben de ona olan
ihtimamımı devam ettiririm. Kim akrabasıyla münasebetini keserse, ben de onunla
olan münasebetimi keserim'.[31]
Ebu Hureyre'den Hz.
Peygamber'in şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Kendisiyle Allah'a
itaat edilip de, sevabı akrabayı ziyaret etmenin sevabından daha çabuk verilen
hiçbir şey yoktur. Yine, kendisiyle Allah'a isyan edilip de, ikâbı haddi aşma
ve yalan yemin etmenin ikâbmdan daha çabuk verilen hiçbir amel de yoktur."[32]
Enes'den de, Hz.
Peyagamber (s.a.s)'in, şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Muhakkak ki,
sadaka ve süa-i rahim sebebiyle Allah, ömrü uzatır; yine onlar sebebiyle Allah
sû-i hatimeden korur, ve onlar vesilesiyle sakınılan ve istenmeyen şeyleri
defeder."[33]
YineHz.
Peygamber(s.a.s): "Sadakanmen üstünü, kâşth olan akrabana
verdiğindir"[34]
buyurmuştur. Buradaki, kelimesinin, düşman manasına geldiği söylenmiştir.
Böylece kitap ve sünnetin delaletiyle sıla-i rahmin vacip olduğu ve onun
vesilesiyle mükâfaata nail olunacağı sabit olmuş olur.
[35]
Sonra, Ebu Hanife
(r.h)'nin mezhebinde olanlar, bu kaideye şu iki meseleyi de dayandırmışlardır:
a) Bir kimse
kardeşi, kızkardeşi; amcası teyzesi gibi akrabalarına köle ve cariye olarak
mâlik olursa, onlar hemen âzâd edilir. Çünkü mülkiyyet devam edecek olsa, icmâ
sebebiyle, onların kendisine hizmet etmesini istemek helâldir. Ancak ne var ki,
onların kendisine hizmet etmesini istemek, sıla-i rahmi inkıtaya uğratacak bir vahşettir.
Bu ise, bu asla binâen, haramdır. Binâenaleyh, mülkiyyetin devam etmemesi
gerekir.
b) Yakın
akrabaya (nikâhı yakın olan akrabaya) yapılan bağıştan rücû olunmaz. Çünkü bu
hibeden rücû, sıla-i rahmi inkıtaya uğratmaya sebebiyet veren bir vahşettir.
Binaenaleyh, bunun caiz olmaması gerekir. Bu iki mesele hakkındaki söz,
hilâfiyyat kitaplarında geçmektedir.
Sonra Cenâb-ı Hak bu
âyeti, bir vâ'ad bir vaîd; bir terğîb ve bir terhîb olacak bir cümle ile bitirerek
"Çünkü Allah sizin üzerinizde tam
bir gözeticidir" buyurmuştur, kelimesi, "Senin bütün fiillerini
gözetleyen, muhafaza eden" anlamına gelmektedir. Sıfatı ve vasfı böyle
olan kimseden sakınılması ve ondan bir şeyler umulması gerekir. Böylece Cenâb-ı
Hak, kendisinin sırları ve en gizli olan şeyleri bildiğini beyân etmiş
olmaktadır. O, böyle olunca da kişinin, yaptığı ve yapamadığı her şey hususunda
(O'ndan) sakınması ve korkması gerekir.
[36]
"Yetimlere mallarını
verin. Temizi murdara değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza (katarak)
yemeyin. Çünkü bu, muhakkak ki büyük bir günahtır" (Nisa, 2).
Bil ki, Cenâb-ı Hak bu
sûreye, kuluna, Allahu Teâlâ'nın emir ve tekliflerine boyun eğmesinin, O'nun
gazabına sebebiyet verecek şeylerden de sakınmasının farz olduğuna delâlet eden
hususları zikrederek başlayınca, bundan sonra da kısım kısım mükellefiyetleri
açıklamaya başlamıştır.
[37]
Birinci çeşit teklif:
Bu, yetimlerin mallarıyla ilgili olan tekliftir ki, işte bu âyetin konusu da
budur. Allah Teâlâ, önceki âyette sıia-i rahmi tavsiye buyurduğu gibi, bu
âyette de yetimlerin haklarına riâyeti tavsiye etmiştir. Çünkü yetimler,
kendilerinin işlerini görecek bir kefil ve üzerlerine titreyecek bir hâmî
bulunmayan bir hale düşmüşlerdir. Böylece onların durumları, ya anne ve babası
veyahut da yakın akrabası olması sebebiyle, kendilerinin başını okşayan ve
onlara şefkat edecek birileri bulunan kimselerin hallerinden ayrılmıştır.
Böylece de Cenâb-ı Hak, "Yetimlere mallarını verin" buyurmuştur.
Âyette birkaç mesele vardır:
[38]
Keşşaf sahibi şöyle
demektedir: "Yetim, babaları ölmüş, böylece de babalarından ayrı kalmış
kimselerdir. Binâenaleyh, yetimliğin manası, tek kalmak demektir."
Nitekim, "(tek kalmış kum tanesi(?) ve "Eşsiz İnci"
denilmektedir. İnsanlarda yetimliğin baba tarafından; hayvanlarda yetimliğin
ise, ana tarafından olduğu söylenmiştir." Keşşaf sahibi sözüne devamla
şöyle demektedir: "Esasen bu isim, babalardan ayrılık devam ettiği için,
büyüğe de küçüğe de verilir. Ancak ne var ki örfde bu isim, henüz buluğa
ermemiş kimselere tahsis edilmiştir. Böyle bir kimse, işlerini görme hususunda,
kendisine kefalet eden bir kefile ve işlerini yerine getiren bir kayyime muhtaç
olmayacak bir duruma gelince, o kimseye artık yetim denilmez. Kureyş, Hz.
Peygamber (s.a.s)'e, "Ebu Talib in yetimi" diyorlardı. Onların bu
sözü, ya kıyastan ötürü, veyahut da Hz. Peygamber'in kadr-ü kıymetini düşürmek
için, O'nun amcasının evinde büyüyen bir çocuk iken üzerinde bulunduğu hali
anlatmak içindir. Hz. Peygamber'in, "Bulûğa erdikten sonra yetimlik
yoktur"[39] ifadesi, kelimenin
kullanılışını değil, şer'î durumu öğretmektedir. Yani, kişi bulûğa erdiği
zaman, ona küçük çocuğun hükümleri tatbik edilmez.
Ebu Bekr er-Razî,
"Ahkâmu'l-Kur'ân"ında, dedesinin İbn Abbas'a, "yetim ne
demektir? Yetimlik ne zaman sona erer?" diye bir mektup yazdığını, İbn
Abbas'ın da ona, "Onun rüşdü ve rüşde erdiği görüldüğü zaman, onun
yetimliği sona erer" şeklinde cevap verdiğini nakletmiştir. Rivayetlerin
birinde de şu yer almaktadır: "Bir kimse, sakalını tutsa dahi, henüz onun
yetimliği sona ermez." Böylece İbn Abbas, o kimsenin rüşdü görülmediği
zaman, buluğa erdikten sonra bile o kimseye yetim sıfatının verilebileceğini
haber vermiştir. Ebu Bekr şöyle demektedir: "Kocasından ayrılan kadına
"yetim" denebilir." Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), buyurmuştur.
Yani, "Kocasız kalan yetim kadın İle nikahı hususunda müşaverede
bulunulur.."[40]
Buradaki kadından, baliğa olduğu halde izin istenmiştir (Yani, bâliğa olduğu
halde yetim vasfı ona verilebilmiştir). Nitekim şâir:
"Muhakkak ki
kabirler, bekârları, yetim ve dul olan kadınlarla nikahlıyor."
Şu söylediklerimizden
çıkan netice; "yetim" vasfının, lügat bakımından hem küçük hem de
büyük yaşta kimseler için, örfte ise sadece küçük yaştakiler için
kullanıldığıdır.
[41]
Burada şöyle bir soru
vardır: "Yetim" kelimesi, nasıl "yetâmâ" şeklinde cemi
yapılmıştır. Halbuki yetîm, fan
veznindedir ve fail
vezninde olan kelimeler, ve (hasta,
hastalar; ölü ölüler; yaralı yaralılar) kelimelerinde olduğu gibi, vezni üzere
cemîlenir. Keşşaf sahibi, bu hususta şu iki izahın yapıldığını söylemiştir:
a)
Şöyle denilebilir: "Yetim"
önce şeklinde; daha sonra da vezninde şeklinde cemilenmiştir. Nitekim
"esîr", "esrâ" (esirler) ve "esârâ"
"üsârâ" (esirler) kelimesinde olduğu gibi...
b) Şöyle de
denilebilir: "Yetîm" kelimesinin çoğulu "yetâim"dir. Çünkü
"yetim", sahip ve fâris (atlj) gibi isimlerdendir. Sonra
"yetâim" kelimesi, "yetâmâ" şekline dönüşmüştür.Kaffâl
(r.h), bu kelimenin "nedîm", "nedâmâ" (pişman olanlar) kelimesi
gibi, "yetîm" "yetâmâ" şeklinde;
"şerîf", "eşraf" kelimesi gibi de, "yefîm" -
"eytâm" şeklinde cemîlenebileceğini söylemiştir.
[42]
Burada ikinci bir soru
da şudur: Biz, "yetîm" isminin, küçük yaşta olanlara verilebileceğini
söyledik. Binaenaleyh ona, yetîm sayıldığı müddetçe malını kendisine teslim etmek caiz olmaz. O,
malı kendisine verilecek kadar büyüyünce de ona yetîm denmez. Öyle ise Cenâb-ı
Hak niçin, 'yetimlere mallarını verin" buyurmuştur? Bu soruya şu iki
şekilde cevap verilir:
1-
"Buradaki yetimden murad, buluğa ermiş ve büyümüş kimselerdir" deriz.
Sonra verdiğimiz bu manayı şu iki bakımdan izah ederiz:
a)
Hak Teâlâ, onları bu kelimenin lügat manasına
göre "yetim" diye adlandırmıştır.
b) Allah,
her nekadar o anda yetim olmasalar bile, yetimlik çağını henüz geçmiş oldukları
için onları "yetim" diye adlandırmıştır. Bu, Allah Teâlâ'nın
"Büyücüler, derhal secde ediciler olarak yere kapandılar" (Şuara, 46)
âyetinde olduğu gibidir. Yani, "Secde etmezden önce büyücü olan o
kimseler..." demektir. Yine Cenâb-ı Hak, "İddetlerini bitirdiler m/,
artık onları ya tutun..." (Bakara.231)âyetinde, iddetin bitimine yaklaşma
halini, "iddetin bitimi" diye ifâde etmiştir. Bu âyetteki yetimlerden
muradın, buluğa ermiş kimseler olduğuna, "Artık onlara mallarını teslim
ettiğiniz zaman, karşılarında şahid bulundurun" (Nisa, 6) âyeti de delâlet
etmektedir. Bulûğdan önce şahid bulundurmak yerinde olmayıp, ancak bulûğdan
sonra doğru olur.
2- Buradaki
"yetim" kelimesi ile küçüklerin kastedilmiş olduğunu söyleyebiliriz.
Bu manaya göre de âyeti şu iki şekilde izah ederiz:
a)
Âyetteki "verin" kelimesi, bir
emirdir. Emirler, geleceği de içine alırlar. Binâenaleyh bunun manası, "şu
anda yetim olan o çocuklara, bu sıfatları gittikten sonra onlara mallarını
verin" şeklinde olur. Bu izaha göre bir çelişki söz konusu olmaz.
b)
Bu, "Yetimlere, yetimlikleri döneminde
nafaka ve giyimlerini karşılayacak nisbette ihtiyaçları kadar şeyi verin"
demektir. Bu mananın sağladığı fayda şudur: Onlar küçük iken, onlara mallardan
harcamanın caiz olmayacağı sanılabilir. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, bu
emirle bunun mübahlığım beyan etmiş olur. Fakat bu manaya göre de şu problem
ortaya çıkar: Eğer bu ifâdeden maksad bu olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak,
"mallarından" (bir kısmını) verin" derdi. Allah, onlara bütün
mallarını vermeyi emrettiğine göre, bu mana düşer.
[43]
Ebu Bekir er-Râzi,
Ahkâmu'l-Kur'ân'ında, Hasan el-Basrînin şöyle dediğini nakletmiştir: "Yetimlerin
malları hakkında bu âyet nazil olunca, ashâb, onların mallarını kendi mallarıyla
birlikte tutmayı uygun görmemiş ve onları kendi mallarından ayırmışlardı.
Onlar bu hususu Hz. Peygamber (s.a.s)'e şikayet ve arzedince Cenâb-ı Hak,
"Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: "Onları yararlı ve iyi bir
hale getirmek hayırlıdır. Şayet
kendileri İle bir arada
yaşarsanız, onlar sizin
kardeşlerimizdir..." (Bakara. 220) âyetini indirmiştir. Ebu Bekir er-Râzi
şöyle demiştir: "Ben, bunun râvinin bir hatası olduğunu sanıyorum. Çünkü
bu âyetten maksad, yetimlere bulûğa erdikten sonra matlarını vermektir. Râvi
bunu başka bir âyetle karıştırmıştır."
Sa'id İbn Cübeyr, İbn
Abbas (r.a)'dan şöyle dediğini rivayet etmiştir:'Cenâb-ı Hak, "Yetim,
erginlik çağına erinceye kadar malına yaklaşmayın, ancak bunun en iyi bir
suretle olanı müstesna..." (lsra.34)ve "Gerçekten, yetimlerin
mallarını haksız olarak yiyenler.." (Nisa, 10)âyetlerini indirince,
uhdesinde yetim bulunan herkes varıp yetimin yiyeceğini kendi yiyeceğinden,
içeceğini de kendi içeceğinden ayırmışlardı. Ama bu durum, yetimlere çok güç ve
zor gelmişti. Böylece yetimler bu durumu Hz. Peygamber (s.a.s)'e anlatınca, Hak
Teâlâ, "Bir de sana yetimleri sorarlar. De ki: "Onları yararlı ve iyi
bir hale getirmek hayırlıdır. Şayet kendileri ile bir arada yaşarsanız, onlar
sizin kardeşlerimizdir.." (Bakara. 220) âyetini indirdi. Böylece de ashâb,
bu durumda onların yiyeceklerini kendi yiyeceklerine, içeceklerini de kendi
içeceklerine karıştırdılar."
Müfessirier bu hususta
doğru olanın şu olduğunu söylemişlerdir: Bu âyet, yanında yetim ve zengin bir
yeğeni olan Gatafan kabilesinden bir kimse hakkında nazil olmuştur. Çocuk bulûğa
erince malını istemiş, amcası ise malını vermemişti. Bunun üzerine her ikisi de
Hz. Peygamber'e müracaat etmişlerdi. İşte bunun üzerine de bu âyet-i kerime
nazil oldu. Amcası bu âyeti işitince, "Allah'a ve peygambere itaat ettik.
Büyük günah işlemekten Allah'a sığınırız" demiş ve malını ona teslim
etmiş; Hz. Peygamberde: "Kim, nefsinin cim-liğiriden korunur ve bu şekilde
Rabb isine itaat ederse, o yurduna (yani cennetine) konar" buyurur. Çocuk
malını teslim alınca, onu Allah yolunda infak etmiş, Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Mükâfaatsabitoldur
günah ise kaldı" buyurmuştur. Bunun üzerine orada bulunanlar, "Ya
Resûlallah, andolsun ki mükafaatın sabit olduğunu anladık, fakat şu çocuk
malını Allah yolunda infâk ettiği halde, geriye günah ve mesuliyet nasıl kalır?"
deyince O, "çocuğun mükafaatı sabit oldu, fakat babasmdaki mesuliyet ve
günah devam ediyor" buyurmuştur.
[44]
Ebu Bekir er-Râzî bu
âyeti, yirmibeş yaşından sonra sefih (aklı kıt) olanın "hacr" altına
alınamayacağına hüccet getirmiş ve şöyle demiştir: Çünkü, âyetteki
"yetimlere mallarını verin " emri, mutlak bir emir olup, sefih olanı
da içine alır. İster rüşdü görülsün, isterse görülmesin, âlimler bu yaştan önce
rüşdün görülmesinin, malın ona verilmesinin vacip olmasında şart olduğuna ittifak
ettikleri için, yirmibeş yaşından öncesi için bu âyetle amel edilmemiştir. Bu
ittifak, yirmibeş yaşından sonrası için yoktur. Binâenaleyh âyetin emrini, bu
yaştan sonrası için zahirî manasına göre almak gerekir.
Âlimlerimiz (Şafiî
fakihleri), ona şu şekilde cevap vermişlerdir: Bu âyet, âmmdır. Çünkü Allah
Teâlâ bu âyette yetimlerden genel olarak bahsetmiştir. Daha sonra yetimler,
"Yetimleri deneyin" (Nisa, e> ve "Mallarınızı sefihlere
(akılsızlara) vermeyin.." (Nisa. 5) âyetleri ile daha iyi anlatılmışlardır.
Allah Teâlâ bu iki âyetle yetimler aklı kıt olduklarında, onlara mallarını
vermeyi haram kılmış (ve böylece umûmi hükmü, tahsis etmiştir). Hâs olan âyetin
âmm olan âyetten önce geleceğinde şüphe yoktur.
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Temizi, murdara değişmeyin" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç
mesele vardır:
[45]
Keşşaf sahibi,
âyetteki "değişmeyin" sözünün "değiştirmeyi istemeyin"
manasında olduğunu; "tebebddül" masdarının, "istibdat"
manasına kullanılmasının pek nâdir olmadığını, nitekim isti'cal (acele
etmesini istemek) manasına, "ta'accül" kelimesinin ve isti'hâr
(gecikmesini istemek) manasına, "te'ahhur" kelimesinin kullanıldığını
söylemiştir. Vahidi (r.h) de, birisi birşeyi birşeyin yerine aldığı zaman, denildiğini
söylemiştir.
[46]
Âyette bahsedilen
değişmenin nasıl olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:
Birinci izah: Ferrâ ve
Zeccâc şöyle demektedir: "Size haram olan yetim mallarını, helâl
kazançlarınız ve Allah'ın
yeryüzüne saçılmış
rızıklarından sizin için mubah kılınmış helâl mallarınızla değiştirip de, o
haramı helâl yerine yemeyiniz."
İkinci izah:
"Kötü, murdar olan işi, yani yetimlerin mallarını (kendi mallarından)
ayırma işini, onları koruyup muhafaza etmek demek olan güzel ve temiz işle
değiştirmeyin." Bu, ekseri âlimlerin görüşüdür. Çünkü yetimlere velayet
eden kimseler, onun malının iyisini alıp, yerine kendisinin daha kötü mallarını
koyuyor, kendi kötü malını, yetimin iyi malı ile; kendi zayıf malını, yetimin semiz
malı ile değiştiriyorlardı. Keşşaf sahibi bu açıklamayı tenkid ederek, "Bu
şekilde yapma, bir tebeddül (değişme) değil, tebati (değiştirmedir. Ancak o
kimsenin kendi arkadaşlarından birine cemile olsun diye, yetimin parasıyla onun
zayıf malını, semîz mal yerine alması (değiştirmesi) müstesna" demiştir.
Üçüncü izah: Bu
tebeddülün manası şudur: Onlar, daha sonra yerine koymak üzere yetimin malını
yiyorlardı. Bunda da iyiyi kötü ile değiştirme oluyordu.
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Onların mallarım kendi matta-larmıza (katarak) yemeyin" buyurmuştur.
Bu ifadenin iki izah şekli vardır:
a) Bunun
manası, "infâk ederken onların mallarını kendi mallarınıza katmayınız;
sonra, kendisinden faydalanmanın helalliği hususunda kendi mallarınızla onların
mallarını birbirinden ayıramazsınız.." şeklindedir.
b) Âyetteki edatının
(harfi ceninin), (ile) manasında olmasıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Allah'a
giden yolda benim yardımcılarım kim?" (âı-i imran, 52) buyurmuştur; yani
Allah'la beraber" demektir. Ancak birinci görüş daha doğrudur.
Şunu bil ki, Allahu
Teâlâ burada her ne kadar "yemek" işini zikretmişse de, bundan murad
çalıştırmak, tasarrufta bulunmaktır. Çünkü, yetimin malını yemek nasıl haram
ise, bunun gibi bu mallan yok edecek olan diğer tasarruflar da haram kılınmıştır.
Bunun delili ise, malda yenilmesi uygun olmayan şeylerin bulunmasıdır. Böylece,
yemek fiilinden muradın, tasarrufta bulunmak olduğu sübut bulmuş olur. Cenâb-ı
Hak burada yemek fiilini zikretmiştir, çünkü tasarrufun büyük bir kısmı yemek
için yapılır.
Eğer, "Cenâb-ı
Hak önceki ifâdede haksız yere yetimlerin mallarını yemeyi haram kılınca, buna
o malların tek başına ve başka mallarla beraber yenilmesinin haramlığı da dahil
olmuştur. O halde, o malların, kendi mallarıyla yenilmesinin tekrar
yasaklanmasının manası nedir?" denilirse, deriz ki:
Çünkü veliler,
Allah'ın kendilerini nzıklandırmış olduğu helâl malları sebebiyle, yetimlerin
mallarına muhtaç olmadıkları halde, bununla beraber yine de onlar yetimlerin
mallarına göz dikiyorlardı. Bu sebeple de bu kabahat daha çirkin.oluyor ve daha
fazla kınama gerekiyordu.
[47]
Allah Teâlâ bundan
sonra, yetimlerin mallarını, hangi haram cihetten olursa olsun, yemenin büyük
bir günah olduğunu bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: "Çünkü bu, muhakkak ki
büyük bir günahtır." Vahidî (r.h.) şöyle demiştir: Buradaki kinayeli
ifâde, yemek fiiline râcidir. Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Hakk'ın
"yemeyin" buyruğu, yemeye; "günâh" kelimesi de, büyük
günaha delâlet etmektedir. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Eyyûb'un
annesini boşaman günahtır (Ey Ebu Eyyûb)."[48] "Bunun gibi, ve ifâdeleri de, isim ve
masdarda üç okuyuş şeklidirler. Ferra şöyle demiştir: şeklindeki okuyuş
Hicazlıların, şeklindeki okuyuş da Temimtilerindir. Her ikisinin manası da,
(günah)tır." Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Rabbim, tevbemi kabul
buyur;günahımı ise yıka, ant'.'
[49]Keşşaf
sahibi, kelimeleri tıpkı (söz, ifâde,
görüş) kelimeleri gibidir" demiştir. Kaffâl ise, "kelimenin aslı, acı
ve eziyyet duymak anlamına gelen kelimesinden gelmektedir. Binâenaleyh,
kelimesi, irtikâb edenin, kendisinden bir acı duyacağı şeyi irtikâb edip
yapmasına denilir" demiştir. Basralılar ise şunu söylemiştir: "Hâ
harfinin fethasıyla olmak üzsere kelimesi
masdar, hâ harfinin ötresiyle kelimesi de isimdir. kelimesi ise, "binâ-i
merre" dir. Sonra bu kullanışlar, ras)' (kelâm, söz, ifâde) kelimesinde
olduğu gibi birbirine karışmıştır. Çünkü, kelimesi bir isim iken, sonra, as
"Muhakkak ki ona öyle bir söz söyledim ki..." denildiğinde aynı
kelime bu sefer masdar olmuştur." Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Hasan
el-Basrî bu kelimeyi şeklinde okumuştur. Yine bu kelime, şeklinde de okunmuştur.
[50]
"Eğer yetimler
hakkında adaleti yerine getiremeyeceğinizden korkarsamz..." (Nisa, 3).
Şunu bil ki bu,
Cenâb-t Hakk'ın bu sûrenin başında zikretmiş olduğu hükümlerin ikinci nev'idir:
Bu da, nikâhlar hakkındaki hükümdür. Bu âyette birkaç mesele bulunmaktadır:
[51]
Vahidî (r.h) şöyle
demiştir: kelimesi, adaleti yerine getirmek manasındadır. Bir kimse âdil olduğu
zaman, denilir. Cenâb-t Hak da şöyle buyurmuştur: olun, Allah âdil olanları
sever" (Hucurât, 9). Aynı kökten gelen kelimesi ise, âdil ve insaflı olmak
demektir. Bununla ilgili olarak da Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: "Adaleti
titizlikle ayakta tutan kimseler olunuz.." (nis, 135). Zeccâc şunu
söylemiştir: "Gerek kelimesinin, gerekse kelimesinin aslı, pay ve nasîb anlamına gelen
kelimesinden gelmektedir. Araplar, "zulmetti ve haksızlık yaptı"
anlamında dedikleri zaman, bununla şunu demek isterler:* Arkadaşına düşen pay
ve nasîb hususunda, ona zulmetti." Görmez misin ki Araplar, payına ve
hissesine mukabil onu yendim, ait ettim anlamında olmak üzere demektedirler. İşte böylece kelimesi,
"zulmetti, haksızlık yaptı, yendi galip geldi" gibi manalarda
kullanılmaya başlamıştır. Yine Araplar dedikleri zaman, onların bundan muradı,
o kimsenin adalet ve hakkaniyet sahibi olduğudur. Böylece kelimesi bir kimse, sözünde, fiilinde ve
yemininde insaflı davranıp hakkını verdi, âdil oldu anlamlarında kullanılan
fiili gibi kullanılmaya başlanmıştır.
[52]
Bil ki, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Adâlet gerine getirememekten korkarsanız.." buyruğu bir
şart; "Sizin için helâl olan kadınlardan., nikâh edin" sözü de şartın
cezası ve karşılığıdır. Bu ceza ve karşılığın bu şarta nasıl taalluk ettiğinin
mutlaka açıklanması gerekmektedir. Müfessirlerin bu konuda birkaç izah şekli
bulunmaktadır:
a) Urve'den
rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir: "Aişe (r.anha)'ye, "Eğer
yetimler hakkında adaleti yerinegetiremfyeceğinizden korkarsanız..'' âyetinin
manası nedir? diye sorunca, o şöyle dedi: "Yeğenim! bu yetim kızdır.. O,
velîsinin evinde bulunur, velisi onun malına ve güzelliğine kapılır. Ancak ne
var ki, en düşük bir mehirle onu kendine nikahlamak ister. Sonra onu kendine
nikahlayınca, onu kendisine karşı müdafaa edecek ve kötülüğünü ondan
savuşturacak bir kimsenin bulunmadığını bildiği için, ona adî bir şekilde
davranır. İşte bunun için Cenâb-ı Hak, "Eğer, nikahladığınız zaman
yetimlere zulmetmekten korkarsanız, onların dışında size helâl olan kadınlardan
nikahlayınız" buyurmuştur. Hz. Aişe sözüne devamla şöyle demiştir: Sonra
insanlar, bu âyetin peşinden, yetimler hakkında Hz. Peygamber'den fetva
istediler. Bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, "Senden kadınlar hakkında fetva
isterler. De ki: "Onlara dair fetvayı Allah veriyor: Kitapta yetim
kadınlar hakkında size okunan..." (Nisa, 127) âyetini inzal buyurmuştur.
Buradaki, "kitapta, yetim kadınlar hakkında size okunan..."
ifâdesinden murad, bu âyetteki "Eğer yetimler hakkında adaleti yerine
getiremiyeceğinizden korkarsanız" <Aı-» imran, 3) ifadesidir."
b) Yetimler
hakkında olan ve onların malını yemenin büyük günah olduğunu ifâde eden önceki
âyet nâzit olunca, yetimlerin velileri, yetimlerin haklarında adaleti terk-etmeleri
sebebiyle kendilerine bir günahın isabet etmesinden korktular, bu sebeple de
onları velayetlerine almaktan kaçındılar. Bazan onlardan bir kimsenin nikâhı
altında on veya daha fazla kadın
bulunuyor, onlarsa oniartn haklarını yerine getiremiyor, aralarında adaleti
yerine gevremiyorlardı. Bundan dolayı onlara, "Eğer yetimlerin haklarında
adaleti yerine getirememekten korkup, onlara velî olmaktan çekmiyorsanız, aynı
şekilde bütün kadınlara da âdil davranmamaktan korkun ve hanımların sayısını
azaltın. Çünkü, onun bir benzerini işlerken, bir günahtan sakınan veya ondan
tevbe eden kimse, hiç sakınmamış gibidir" denilmiştir.
c) Onlar,
yetimleri velayetlerine almaktan sakınıyorlardı. İşte bundan dolayı onlara
şöyle denilmiştir: "Yetimler hakkında korkuyorsanız, zinadan da sakının.
Öyleyse, kadınlardan size helâl olanları nikahlayın ve haram olan kadınların
etrafında dolaşmayın."
d)
İkrime'den rivayet edildiğine göre o, şöyle demiştir: Bir adamın yanında hem
hanımları, hem de yetimler bulunurdu. Kendi malını hanımlarına harcayıp, hiç
malt kalmayarak muhtaç duruma düşünce, bu sefer hanımlarına yetimlerin
mallarını harcamaya başlar. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Zevceler çok
olduğu zaman, eğer yetimler hakkında adaleti yerine getiremiyeceğinizden korkars&nız,
biliniz ki bu korkunun yok olması için, dörtten fazla kadın nikahlamanız size
haram kılınmıştır. Dört kadının hukukuna riâyet edememekten de korkarsanızr o
zaman bir kadın katidir" buyurmuştur. Allahu Teâlâ burada fazla tarafı,
yani dördü; eksik tarafı, yani biri zikretmiştir. Böylece de, bu iki sayı
arasındaki sayılara dikkati çekmiş ve adeta, "Eğer dörtten korkarsanız üç;
üçten korkarsanız iki; ikiden korkarsanız bir hanım size yeter" demiştir.
Bu, en uygun görüştür. Buna göre Allah Teâlâ, çok kadınla evlenmesi halinde
daha fazla harcamada bulunmak zorunda kalacağından, bu sebeple de yetimin
malına el uzatması muhtemel olacağından, veliyi çok kadınla evlenmekten
sakındırmıştır.
[53]
"Sizin için helâl olan (diğer) kadınlardan ikişer,
üçer, dörder olmak üzere nikâh edin. Şayet adalet yapamıyacagıntzdan
korkarsanız, o zaman bir (tane ile) yahut mâlik olduğunuz câriye (ile yetinin).
Bu, sizin için eğrilip sapmamanıza daha yakındır" (Nisa, 3).
Bu âyetle ilgili
birçok mesele vardır:
[54]
Ashâb-ı Zahir (âyet-i
kerimenin zahirine tutunanlar), nikâhın vacip olduğunu söylemişler ve bu âyete
tutunmuşlardır. Onlara göre bu böyledir, çünkü "nikâh edin" sözü bir emirdir.
Emrin zahiri ise vücûb ifâde eder. İmam-ı Şafiî ise, nikâhın vacip olmadığının
beyân edilmesi hususunda Cenâb-ı Hakk'ın, "Sizden kim hür ve müslüman
kadınları nikâhla alacak bir bolluğa güç yeüremezse, o halde sağ ellerinizin
mâlik olduğu mü'min cariyelerinizden (alsın). Allah sizin imanınızı çok iyi
bilendir. Birbirinizden meydana gelmişsinizdir. O halde, fuhuşta bulunmayan,
gizli dostlar da edinmeyen namuslu kadınlar olmak üzere, onları sahiplerinin
izniyle, kendinize nikahlayın. Mehirlerini de, güzellikle onlara verin. Onlar
evlendikten sonra bir fuhuş irtikâb etti mi, o zaman onlara hür kadınlar
üzerindeki cezanın yarısı (verilir). Bu, içinizden sıkıntıya düşmekten
korkanlar içindir. Sabretmeniz ise sizin için daha hayırlıdır" (Nisâ..25)
âyetine tutunmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak, bu durumda evlenmeyi terketmenin, onu
yapmaktan daha hayırlı olduğuna hükmetmiştir. Bu, nikâhın vacip ve farz olması
bir tarafa, rrtendûb bile olmadığına delâlet eder.
[55]
Allah Teâlâ,
"Size helâl olan şey..." buyurmuş, "Size helâl olan
kimse..." buyurmamıştır. Bunun birçok sebebi vardır:
a) Allah
Teâlâ, bununla cinsi kastetmiştir. Meselâ sen, "Yanında ne var?"
dediğin zaman, muhatabın "Bir adam veya bir kadın" der. Bu sorunun
manası, "Yanında olan şey, yanında bulunan hakikat nedir?" demektir.
b) kelimesiyle onun sılası, masdar takdirinde
olup, buna göre ifâdenin takdiri, "Kadınlardan helâl olanları
nikahlayın" şeklindedir.
c) ve kelimeleri, çoğu kez birbirlerinin yerine
kullanılırlar. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Semâya ve onu bina edene yemin
olsun" (şems, s) ve "Ve siz de, benim taptığıma tapıcılar
değilsiniz" (Kmîm, s> buyurmuştur. Ebu Amr İbnu'l-Ala şunu
söylemiştir: "Gök gürültüsünün kendisini teşbih ettiği o varlığı
(Allah'ı) tenzih ederim.." Cenâb-ı Allah da. "Onlardan, karnı üzere
yürüyen vardır" {Nûr, ) buyurmuştur.
d) Allah
Teâlâ, kadınları gayr-i âkiller mertebesine indirmek için yi zikretmiştir Cenâb-ı Hakk'ın, "Ancak
ne var ki zevcelerine yahut sağ ellerinin sahip olduğu (cariyelerine) karşı
(olan durumları) müstesna... (Mümınun, 6) âyeti de bu kabildendir.
[56]
Vahidî ve Keşşaf
sahibi şöyle demişlerdir: "Âyetteki "Sizin için hoş olanlar.."
ifâdesinin manası "Size helâl olan kadınlardan" şeklindedir. Çünkü
kadınlardan, nikahı haram ofanlar vardır. Onlar da, "Size anneleriniz,
kızlarınız.... hararr. kılındı" (Nisa, 23) âyetinde zikredilen
kadınlardır. Bence bu görüşü bir tetkik edip düşünmek lâzım. Çünkü biz,
âyetteki "Nikâh edin" ifâdesinin, mübahhk ifâde eden bir emir
olduğunu açıklamıştık. Binaenaleyh, eğer ifâdesinden murad. "Sizin için
helâl olan kadınlar" manası olsaydı, âyet "Nikâhı size mubah olanlar
nikâh etmenizi size mubah kıldım" cümlesi yerinde olurdu. Bu ise, âyeti
bir mana ifâde etmekten çıkarır. Aynı şekilde, onların söylediği manaya
hamletmemiz durumunda âyet mücmel olur. Çünkü, âyette helâllik ve mübahlığın
sebepler zikredilmeyince âyet mücmel olmuş olur. Ama biz âyetteki *->Ü? U
ifâdesini, nefsir hoşlandığı ve kalbin meylettiği kadınlar manasına alırsak, bu
durumda âyet umum' olup, tahsis edilebilir. Usûlü fıkıhta sabit olan bir
kaideye göre, icmal ile tahsis durumu arasında bir tearuz meydana gelirse,
mücmelliği kaldırmak evlâdır. Çünkü tahsis edilmiş olan âmm ifâde, tahsis
edildiği yerin dışında da hüccettir. Mücmel ifâde ise kesinlikle hüccet olamaz.
[57]
Dördüncü kaide: "İkişer, üçer, dörder" ifâdesine
gelince, bunun manası, "iki iki, üç üç, dört dört" demektir. Bu
kelimeler gayr-i munsariftirler Bunların gayr-i munsarif olmalarının izahı ise
iki şekildedir:
a) Bunlarda
iki husus bir araya gelmiştir ki bunlar da "idi" ile "vasf'tır.
İdi (muadil olma), senin bir kelimeyi zikredip onunla başka bir kelimeyi murad
etmendir. Nitekim sen, dersin, bununla ve kastedersin. Burada da böyledir; sen
de (ikişer) sözünle "iki iki"
mânasını kastedersin; böylece de kelimesi, ma'dûl bir kelime olmuş olur. Bu
kelimenin sıfat olmasına gelince; bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "ikişer, üçer, dörder kanatlı..
."(Fatır. ^âyetidir. Bu âyette geçen
kelimesinin bir vasıf olduğunda şüphe yoktur.
b) Bu
kelimelerde iki udûl söz konusudur. Çünkü, yukarda beyan ettiğimiz gibi bunlar
asıllarından değiştirilmiş (ma'dûl)tir; aynı zamanda da tekrardan udûl edilmiş,
tekrar yapılmamıştır. Çünkü sen meselâ kelimesiyle, sadece "iki" veya
"iki iki" manasını kastedersin. Sen, "Bana iki veya üç kişi geldi"
dediğin zaman, bundan maksadın, sadece bu sayıdaki kimsenin geldiğini
söylemektir. Ama, "Bana topluluk ikişer ikişer geldi" dediğin zaman,
onların geliş şekillerinin iki iki olduğunu ifâde etmiş olursun. Binaenaleyh,
bu lâfızlarda, iki çeşit sayının meydana geldiği sabit olmaktadır. Öyleyse bu
lâfızların gayr-i munsarıf olmaları gerekir. Çünkü bir isimde, iki sebep
beraber bulunduğunda, bu durum o ismin gayr-i munsarif olmasını gerektirir.
Zira bu kelime, bu sebeple her iki tarafın da yerine geçer, böylece de fiile
benzediği için gayr-i munsarif olur. Aynı şekilde onda iki yönden bir udûl
meydana gelirse, yine gayr-i munsarif olması gerekir. Allah en iyi bilendir.
[58]
Muhakkik âlimler,
"Hoşunuza giden kadınlar1ı size helâl olan kadınları nikahlayın" ifâdesinin
kölelere şâmil olmadığını söylemişlerdir. Çünkü, buradaki hitap ancak bir kadın
hoşuna gittiği zaman, onu nikâhlayabilen bir insanadır. Köle ise böyle
değildir, çünkü o, efendisinin izni olmadan evlenemez. Buna Kur'ân-ı Kerim ve
hadisler delâlet etmektedir.jKur'ân'dan delil Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah
şöyle bir mesel îrad etti: "Hiçbir şeye gücü yermeyen memlûk bir
kul..." (Nahi, 75) âyetidir. Bu âyetteki "Hiçbir şeye gücü
yetmeyen" ifâdesi kölenin evlenme hususunda bağımsız olmasını nefyeder.
Hadisten delile gelince, bu Hz. Peygamber'in şu sözüdür: "Hangi köle,
efendisinin izni olmaksızın evlenir-
se, o zina etmiş
olur'.'[59] Binâenaleyh
zikrettiğimiz bu delillerle, bu âyetteki hitaba kölelerin dahil olmadığı sabit
olmaktadır.
Bu mukaddimeyi
anladığın zaman biz deriz ki: Fakîhlerin çoğu, dört kadınla evlenmenin, köleler
için değil, hür erkekler için meşru olduğu görüşüne varmışlardır. İmam Mâlik
âyetin zahirî manasına tutunarak, "köle için de, dört kadınla evlenmesi
helâldir" demiştir. Bu görüşe karşı, itimada şayan cevap şudur: İmam
Şafiî, zikrettiğimiz hususun dışında diğer iki yönden daha, bu âyetin hür
erkeklerle ilgili olduğuna delil getirmiştir:
1- Allah
Teâlâ bu ifâdeden sonra, "Şayet
adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz, o zaman bir (tane ile)r yahut mâlik
olduğunuz (cariyeler) ile yetinin" buyurmuştur ki, bu ancak hür erkekler
için söz konusudur.
2- Allah
Teâlâ, "E£er (kadın mihrinden) birazını gönül hoşluğu İle size bağışlamış
olursa, onu da afiyetle yiyin" (nm, 4) buyurmuştur. Halbuki köle,
hanımının mihrinden gönül hoşluğu ile bağışladığı şeyi yiyemez, çünkü o
bağışlanan, efendisine âit olur. İmam Malik, "İki müstakil umûm? ifâde
(peşpeşe) geldiğinde ve bunlardan ikincisine bir kayıt-şart dahil olduğunda bu,
şartın önceki umûmî ifâdeye de dâhil olmasını gerektirmez" demiştir. İmam
Şaflf buna, "Bu âyetlerdeki hitaplar, bir sıra üzere gelmiştir.
Binaenaleyh bazılarının hür erkeklere hâs olduğu anlaşılınca, hepsinin hür erkeklere
âit olduğu da anlaşılmış olur" diyerek cevap vermiştir.
Bazı fakihler, âyetin
zahirî manasının köleleri de içine aldığını söylemişler, fakat bu umumî manayı
kıyas ile (hür erkeklere) tahsis etmişler ve şöyle demişlerdir: "Köle
oluşun, talak ve iddet bekleme meselelerinde olduğu gibi, nikahın haklarını
eksik yapmada da bir tesiri bulunduğunda ittifak ettik. Evlenilecek kadınların
sayısı meselesi de, nikah hukukundan olduğuna göre, köle için, hür erkeklere
meşru olan sayının yansının söz konusu olması gerekir." Birinci cevap daha
uygun ve daha güçlü... Allah en iyisini bitir.
[60]
Başıboş bir
güruh, istenildiği kadar
sayıda kadınla evlenmenin caiz
olduğu görüşüne varmışlar ve Kur'ân ile Hadis'ten buna delil getirmişlerdir.
Onlar, Kur'ân'dan delil olarak, şu üç bakımdan bu âyete tutunmuşlardır:
1-
"Sizin için helâl olan kadınlardan... nikah edin" emri mutlak olarak
bütün sayıları içine alır. Çünkü içinden istisna yapılamayacak hiçbir sayı
yoktur. İstisnanın hükmü ise, eğer istisna olmamış olsaydı ifâdenin hükmüne
dahil olacak olanı hükmün dışında bırakmaktır.
2- Âyetteki
"ikişer, üçer, dörder olmak üzere" ifâdesi, bu umumî manayı tahsîs
edip (sınırlandıramaz). Çünkü bazı sayıları bilhassa zikretmek, o hükmün diğer
sayılarda da bulunmasını nefyetmez. Aksine biz şöyle deriz: Bu sayıların
zikredilmesi, günah ve yasağın mutlak olarak kaldırıldığına delâlet eder.
Meselâ insan, çocuğuna "Dilediğini yap, ister çarşıya, ister şehre, ister
bahçeye git" dediğinde, bu, serbestliği tamamen o çocuğun kendisine
verdiğinin ve ondan mes'uliyet ile yasağı tamamen kaldırdığının mutlak ifâdesi
olur, yoksa bu, sadece saydığı o yerler için izin verdiği manasına gelmez.
Aksine saydığı ve saymadığı herşeye bir izin manasına gelir. Bu âyette de
böyledir. Bir de, bütün sayıları saymak güçtür. Bundan dolayı, Sizin için helâl olan kadınlardan nikah
edin" sözünden sonra, Allah Teâlâ sadece bazı sayıları zikredince, bu
bütün sayılar için iznin bulunduğuna bir işaret olmuştur.
3-
Atıf vâvı, mutlak cem' (toplama, bir arada
bulunma) manasım ifâde eder. Binaenaleyh âyetteki "ikişerveüçervedörder"tabiri,
bütün bunların toplamının helâl olduğunu ifâde eder. Bu da toplam olarak dokuz
eder. Hatta doğrusu toplam onsekiz eder. Çünkü "ikişer" lâfzı, sadece
ikiden ibaret değil, aynı zamanda iki iki demektir. "Üçer" ve lâfızlarında da durum aynıdır."
Bu iddiada olanların,
hadisten delilleri iki bakımdandır:
1- Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, dokuz hanımla evli iken vefat ettiği tevatürle sabittir.
Hem sonra Cenâb-ı Hak, "Ona uyun" (Araf, 15e) diye bize, peygambere
uymamızı emretmiştir. Emrin en hafifi de mübahlığı ifâde etmesidir.
2-
İnsanın sünneti, yolu ve gidişatıdır. Dörtten
fazla hanımla evlenmek Hz. Peygamberin yolu olduğuna göre, bu aynı zamanda
O'nun bir sünnetidir. Sonra O, "Benim sünnetimden yüz çeviren, benden
(ümmetimden) değildir"[61] buyurmuştur. Bu hadisin zahiri, dörtten fazla
kadınla evlenmeyi terkeden kimseyi kınamayı, en azından bunun caiz olduğunu söylemeyi
gerektirir.
[62]
Bil ki, fakîhler hasrı
isbât ederlerken iki şeye dayanmaktadırlar:
a) Haber..
Rivayet edildiğine göre, Gıylân müsiüman olduğu zaman, uhdesinde on tane hanımı
bulunuyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona, "Hanımlarından dördünü
nikâhında tut geriye kalanları da ayır, boşa" buyurdu. Yine rivayet
edildiğine göre, Nevfel İbn Muâviye müsiüman olduğu zaman, uhdesinde beş tane
hanım bulunuyordu. Bunun üzerine Hz. Peygamber ona, "Dördünü nikâhında tut
birisini boşa" buyurdular.
Şunu bil ki, bu usûl
şu iki bakımdan zayıftır:
1- Kur'ân-ı
Kerim, bu haber ile hasrın tahakkuk etmediğine delâlet edince, bu, Kur'ân-ı
Kerim'i haber-i vâhid ile neshetmek olur ki, bu ise caiz değildir.
2- Bu haber,
bir durum hakkındadır. Belki de Hz. Peygamber (s.a.s) o kimseye, dört hanımı
nikâhında tutmasını, diğerlerinden ise ayrılmasını emretmiştir; çünkü dört
hanımla diğerlerini bir arada tutmak, neseb veya emzirme sebebiyle caiz
değildir. Özetle, bu haber hakkında bu ihtimal daima söz konusudur;
binaenaleyh, böylesi haberlerle Kur'ân'ı neshetmek mümkün değildir.
b)
Bu, belli başlı merkezlerdeki fakihlerin
dörtten fazla kadın almanın caiz olmadığı hususunda icmâ etmiş olmalarıdır ki
kendisine itimad edilen görüş de budur. Burada iki sual söz konusudur:
1-
İcmâ ne nesheder, ne de nesholunur. O halde
nasıl olur da bu âyeti icmâ neshetmiştir denilebilir?
2- Ümmet
içinde nâdir de olsa dörtten fazla kadınla evlenmenin haram olmadığını söyleyenler
bulunmaktadır. Binâenaleyh icmâ, az sayıda da olsa bazı kimselerin muhalefet
etmesi ile vakî olmamış olur?
Birinci soruya şöyle
cevap verilir: İcmâ, Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında, bunu nesheden bir hükmün
bulunduğunu ortaya koymaktadır. İkinci soruya da şöyle cevap verilir: Bu
icmâ'ya, ehl-i bid'at'ın muhalefetine itibar edilmez.
Eğer, "Hal sizin
dediğiniz gibi olsaydı, o zaman en uygun olan "ikişer veya üçer veya
dörder" denilmesi olurdu. O halde niçin, âyette atıf harfi olarak jl
(veya) değil de "ve" getirilmiştir?" denilir ise deriz ki: Şayet
Cenâb-ı Hak, j' lâfzını kullansaydı bu, bunun ancak bu kısımlardan sadece biri
hakkında caiz olmasını ve, "onlardan bir kısmı iki kadınla, diğer bir
kısmı üç kadınla evlenir, bir diğer kısmı da dört kadınla evlenir"
manasında olmak üzere, müslümanlara bu kısımları beraberce yapmanın caiz
olmamasını gerektirirdi. Cenâb-ı Hak, bu ifâdeyi vâv harfi ile birbirine
atfedince, bu durum herkesin bu hallerden herhangi birini tercih edebilmesinin
caiz olduğunu ifâde etmiştir. Bunun bir benzeri de, bir kimsenin bir topluluğa,
"Bin dirhem olan şu parayı ikişer ikişer ve üçer üçer ve dörder dörder
bölüşün" demesidir. Onun, bu sözünden maksadı, o gruptakilerden bir
kısmının ikişer dirhem almalarının, diğer bir kısmının üçer dirhem almalarının
ve üçüncü bir kısmın da dörder dirhem almalarının caiz olduğunu anlatmaktır.
İşte bu âyette de edatının zikredilmeyip
"vâv" harf-i atfının zikredilmesinin faydası, söylediğimiz bu
husustur. Allah en iyi bilendir.
[63]
Hak Teâlâ'nın,
kelimeleri, "hoş olan, helâl olan "ifâdesinden "hal" olarak
mahallen mansubtur. Buna göre mana, "sizler bu sayılarca, yani ikişer ikişer,
üçer üçer ve dörder dörder olmak üzere size helâl olan (hoşunuza giden)
kadınlardan nikahlayınız" şeklindedir.
Hak Teâlâ'nın, "Şayet
adalet yapamayacağınızdan endişe ederseniz, o zaman bir (tane ile), yahut mâlik
olduğunuz (cariyeler) ile (yetinin)" emriyle ilgili olarak birkaç mesele
vardır:
[64]
Bunun manası şöyledir:
"Eğer bu sayıdan fazlasında adalet edememekten korktuğunuz gibi, bu
sayıdaki hanımlar arasında da adaletli davranamamaktan endişe ederseniz, tek bir hanımla veya cariyelerle yetininiz."
Böylece Cenâb-ı Hak, suhulet ve kolaylık bakımından, tek hanım ile, sayısını tahdid
etmediği cariyelerin birbirine denk olduğunu beyân etmiştir. Ömrüme yemin
ederim ki, cariyelerin sorumlulukları daha az ve yükleri de mehirli (hür)
hanımların yüklerinden daha azdır. Onlara ister az, ister çok ver; aralarındaki
taksimatta (onlarla yatmada) ister eşit davran, ister davranma; onlara ister
azil yap, ister yapma, sana bundan dolayı bir sorumluluk ve günah gerekmez.
[65]
Ayetteki lâfzı, tâ
harfinin fethası ile şeklinde okunmuştur.
Buna göre mana şöyle olur: "O zaman bir tane ile yetinin, veya bir kadını
seçin, birden çok kadınla evlenmeyi terkedin. Çünkü bütün işler adaletle dönüp,
dolaşır. Adaleti hangisinde bulursanız, onu yapın." Yine bu ketime, merfu
olarak 5^ j» şeklinde de okunmuştur. Buna göre manası, "O takdirde bir
tanesi yeter, veya, size bir hür kadın yahut sahip olduğunuz cariyeler
kâfidir" şeklinde olur.
[66]
İmam Şafiî (r.h),
nafile ibâdetlerle meşgul olmanın, evlenmekten daha faziletli olduğu
görüşünü açıklarken bu âyeti delil getirmiştir. Bu böyledir. Çünkü Hak Teâlâ,
bu âyet-i kerimede, insanları tek kadınla evlenme ile câriye edinme arasında
muhayyer bırakmıştır. İki şey arasında muhayyer bırakma, o işte arzu edilen
hikmet bakımından o ikisinin eşit olduğunu hissettirmektir. Bu tıpkı, bir
doktorun "Elma veya nâr ye" demesine benzer. Bu ifâde, maksadın tam
yerine gelmesi hususunda, bu iki meyveden herbirinin diğerinin yerini alabileceğini
bildirmektedir.
Nasıl Âyet-i
kerime'nin bu eşit oluşa delâlet ettiği gibi akıl da aynı şekilde buna delâlet
etmektedir. Çünkü evlilikten maksad sükunet bulmak, birlikte yaşamak, dini ve
evin işlerini koruma altına almaktır. Bütün bunlar, her iki şekilde de hâsıl
olur. Yine bir kadının câriye olup, sonra efendisinin onu azâd ederek onunla
evlendiğini farzedersek, bu durumda evlenme ile câriye edinmenin birbirine eşit
olduğu apaçık ortaya çıkar. Bu âyet-i kerime ile evlenme ve câriye edinmenin
birbirine eşit olduğu sabit olunca, biz deriz ki: Nafile ibâdetlerle meşgul
olmanın, câriye edinmekten daha faziletli olduğunda icmâ etmiştik. Binaenaleyh
nafile ibâdetlerle meşgul olmanın, nikahlan maktan da faziletli olması gerekir.
Çünkü eşit iki şeyden birisinden üstün olanın, diğerinden de üstün olması
gerekir.
Cenâb-ı Hak daha
sonra, "Bu, sizin için eğilip sapmamanıza daha yakındır" buyurmuştur.
Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır:
[67]
Âyetteki kelimesi en yakın (akrab) manasınadır ve ifâde
"Bu, sapmamanıza daha yakındır, daha uygundur" takdirindedir. Söz
kendisine delâlet ettiği için, bu ifâdedeki
harf-i cerrinin hazfedilmesi güzel olmuştur.
[68]
Âyetteki tabirinin tefsirinde birkaç vecih
bulunmaktadır:
a) Bu,
"zulmetmemenize ve (haktan) sapmamanıza.." manasındadır.
Müfessirlerin ekserisince tercih edilen görüş de budur. Bu mâna merfû bir hadis
olarak rivayet edilmiştir. Çünkü Hz. Aişe (r. anha), Hz. Peygamber (s.a.s)'i
Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu, sizin için eğilip sapmamanıza daha yakındır"
ifâdesi hakkında, "zulmetmemenize..."; başka bir rivayette de "sapmamanıza
daha yakındır" dediğini rivayet etmiştir. Vahidî (r.h), bu iki lâfzın da
rivayet edildiğini söylemiştir. kelimesinin aslı, meyletmektir. Nitekim, terazinin
kefesi meylettiğinde zulmettiğinde "Hakim hükmünde zulmetti" denilir.
Çünkü hakim zulmettiği zaman, haktan meyletmiş, sapmış olur. Nitekim, Ebu Talib
hakkında şâirler şöyle demişlerdir:
"Bir taneyi dahi
eksiltmeyen bir adalet terazisi ve doğruluk tarttsıyla, haksızlık etmeksizin,
onu tarttı..."
Rivayet olunduğuna
göre bir hakim bir bedevinin aleyhine hükmetmiş de, bunun üzerine bedevî,hakime
"Bana zulüm mü ediyorsun?" demiştir. Yine pay arttığında yine ben,
hissede bir arttırma yaptığımda, denilir. Pay arttığı zaman, (terazinin)
dengesinin bozulacağı herkesçe malumdur. Böylece kelimenin iştikakı hakkındaki
bu açıklamalar, bu lâfzın aslının meyletmek manası olduğuna delâlet etmiştir.
Sonra örf gereği bu kelime, haksızlık yapmak ve zulmetmeye meyletme manasında
kullanılmıştır. Ekseri âlimin taraftar olduğu bu görüşün izahı hakkındaki
sözümüz bundan ibarettir.
b) Bazı
âlimler, bu tabirin manasının, "muhtaç olmamanıza daha ^yakındır"
şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Nitekim, fakir kimse mânasında Jîte J*-j
denilmektedir. Bu böyledir, çünkü bir kimsenin çoluk çocuğu az olduğu zaman,
harcaması da az olur. Harcaması az olduğu zaman da, başkasına muhtaç olmaz.
c)
Şafiî (r.h)'den, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu
sizin için eğilip sapmamanıza daha yakındır" tabirinin manasının,
"Bu, çoluk çocuğunuzun çoğalmamasına daha yakındır" şeklinde olduğunu
söylediği nakledilmiştir. Ebu Bekr er-Razî, Ahkâmu'l-Kur'ân'ında şöyle
demektedir: "Âlimler, Şafiî'nin bu hususta şu üç yönden yanıldığını
söylemişlerdir:
1- Selef
ile, bu âyetin tefsirini rivayet eden herkes arasında, bu âyetin manasının,
"Meyletmemenize ve zulmetmemenize daha yakındır" şeklinde olduğu
hususunda bir ihtilâf yoktur.
2- Bu, lügat
bakımından da yanlıştır. Çünkü âyetin metni, "Bu, çoğalmamanıza daha
yakındır" şeklinde olsaydı, o zaman Şafiî'nin söylediği doğru olabilirdi.
Ama âyetteki, lâfzını, manasına almak, lügat bakımından bir hatadır.
d) Allah
Teâlâ tek bir hanımı, veya mülk-i yemîn ile cariyeyi, aile içinde kadınlar
mesabesinde zikretmiştir. Bir kimsenin, istediği sayıda mülk-i yemini ve
cariyesi olacağı hususunda bir ihtilâf yoktur. Böylece biz, bu tabirden
maksadın, çoluk çocuğun çokluğu olmadığını anlamış olduk. Bu meseleyi eleştirme
hususunda Nazm sahibi el-Cürcani dördüncü bir görüş daha zikretmiştir ki, bu da
şudur; Allah Teâlâ âyetin evvelinde, ' 'Şayet, adalet yapamayacağınızdan
korkarsanız, o zaman bir (tane ile yetinin)" buyurmuş, ama, "fakir
olmaktan korkarsanız.." dememiştir. Binaenaleyh, cevabın da bu şarta
atfedilmesi, (ona göre olması) gerekir. Bu şartın cevabı ise, ancak adaletin
zıddı olan bir şey ile olur ki, bu da çoluk çocuğun çokluğu değil,
"zulüm" ve "cevr" dir.
Ben derim ki: Birinci
soru, son derece tutuK ve bozuktur. Çünkü Şafiî (r.h)'den, müfessirlerin,
âyetin manasının "zulmetmemenize, cevretmemenize.." şeklinde olduğu
görüşleri hakkında bir tenkid nakledilmemiştir. Ancak ne var ki o, bu hususta
başka bir izahta bulunmuştur. Usulü fıkıhta şöyle bir kaide yer almaktadır:
Önceki âlimler, âyetin tefsiri hususunda bir izahta bulundukları zaman, onların
bu izahları daha sonra gelen âlimleri, o ayetin tefsiri hususunda başka bir
izahta bulunmalarına mani değildir.. Eğer bu caiz olmasaydı, o zaman, daha
sonra gelen âlimlerin, Allah'ın kelâmını tefsir hususunda istinbât ettikleri,
ortaya koydukları o ince manalar, merdûd ve bâtıl olmuş olurdu. Bunun böyle
olduğunu ise, ancak aciz bir mukallidin söyleyebileceği malumdur. Ebu Bekr
er-Razî'ye, Şafiî'nin ileri sürmüş olduğu bu manayı, sahabe ve tabiûndan hiç
kimsenin söylememiş olduğunu kim haber vermiştir? Biz bunu nasıl^ söylemiyelim
ki? Çünkü Tavus İbn Keysân'ın, Hak Teâlâ'nın bu âyetini, "Bu çoğalmamanıza
daha yakındır" şeklinde okuduğu meşhurdur. Önceki âlimlerin bunu bir
kıraat kabul ettikleri sabit olunca, kıraati bir tefsir addetmeleri, haydi
haydi uygun olur. İşte yapılan bu izahla, bu tenkîd hususunda Ebu Bekr
er-Razî'nin ne kadar bilgisiz olduğu ortaya çıkmıştır.
İkinci soruya gelince,
biz deriz ki: Sen bu lâfzın iştikakını Müberred'den naklettin. Fakat sen,
müçtehid ve önde gelen âlimlerin başlarını tenkid etme hırsından, cehaletinden
ve bilgisizliğinin şiddetinden ötürü, Müberred'in zikretmiş olduğu bu tenkidin
yerinde oımadığını bilemedin. Bunun yanlışlığı pekçok yönden izah edilebilir:
1- Hisse
artıp çoğaldığında, denilir. Bu mana, meyletmek manasına yakın bir manadır.
Çünkü o şey fazlalaştığında onu arzu etme cihetleri ve isteme gerekçeleri
çoğalmış olur. Durum böyle olunca da âyetin manası, "Bu, çoğalmamanıza
daha yakındır" şeklinde olur. Çünkü sizler çoğalmadığınız zaman, insan
zulüm ve haksızlığa düşmez. Çünkü zulüm, çoğalıp insanların birbirine
karışmasıyla olur. İşte bu şekildeki açıklamayla, bu tefsir cumhurun tercih
etmiş olduğu ilk tefsire yakın bir tefsir olmuş olur.
2- Bir
kimse, dediği zaman, ona, "Bunun manası ne demektir?" denildiğinde
onun, "Bunun manası, boyu uzun, izzet ve ikramı çok" demesi yerinde
ve güzel olur. Bundan murad, ifâdesinin tefsirinin, onun boyunun uzun olması
değildir. Bilâkis o kimsenin bu sözünden maksadı, sadece bu manadır. Bu
şekildeki ifâde şeklini, beyân alimleri bir şeyi kinaye ve ta'rîz yoluyla
açıklama diye isimlendirmektedir. Bunun neticesi tek bir metoda varıp dayanır
ki bu da, bir şeye, onun ayrılmaz unsurlarını (levazımını) zikrederek işaret
etmektir. Burada, ailenin kalabalık olması, haktan meyletmeyi ve çevri
gerektirir. Binaenaleyh, Şafii (r.h) ailenin kalabalık olmasını, haktan
meyletme ve cevr'den kinaye kabul etmiştir. Zira ailenin kalabalık olması, her
halükârda zulüm ve haktan meyletmeden ayrılmaz. Böylece Şafiî bu manayı
mutabakat yoluyla değil, aksine kinaye ve istilzam suretiyle tefsir kabul
etmiştir. Bu ise Allah'ın kitabında meşhur ve bilinen bir usûldür. Şafiî,
Arapça'nın bütün söz üslûplarını iyice kavramış olduğu için, bu sözü bu şekilde
zikretmesi yerinde ve güzeldir. Ebu Bekr er-Razi'ye gelince, o bilgisi yetersiz
ve Arapçanm ifâde özelliklerini bilmekten uzak olunca, muhakkak ki bu sebeple
bu husustaki en güzel ifâde tarzını bilememiştir.
3- Keşşaf
sahibi'nin zikretmiş olduğu şu husustur: "Bu tefsir, senin föyi
"Adam, çoluk çocuğunu baktı, onları bakıyor, bakımını üstleniyor"
tabirinden alınmadır. Bu, bir kimse çoluk çocuğuna harcamada bulunduğu zaman
demeleri gibidir. Çünkü çoluk çocuğu çok olan kimsenin, onlara bakması
lâzımdır. Bunda da, takva, helâl kazanç ve temiz rızık sınırlarına riâyet
etmeyi güçleştiren durumlar söz konusudur." Böylece bu yapılan izahlarla,
müslümanların imamlarından Şafiî (r.h)'nin zikrettiği şeyin son derece güzel ve
yerinde olduğu; bu konudaki tenkidin ise ancak bilgisizlik ve cehaletten
kaynaklandığı sabit olmuş olur.
Üçüncü soruya gelince
ki, buda "Ailenin kalabalık olması, kadın hür ya da Köle olması bakımından
bir farklılık arzetmez" şeklindeydi, buna da şu iki yönden cevap
verebiliriz:
a) Kaffal
(r.h)'in ileri sürmüş olduğu şu husustur: Cariyeler çok olduğu zaman,
efendilerinin onlara kazanç sağlamak için çalışmayı teklif etme hakkı vardır.
Cariyeler kazanç temin edince de, hem kendilerine hem de efendilerine harcamada
bulunurlar. Böylece de aile, yani çoluk çocuk yükü azalmış olur. Ama hanımlar
hür olduğunda, durum böyle olmaz.
b) Evin
kadını cariye olduğunda, efendisi de onlara harcamada bulunamadığında, onları
satarak onların sıkıntısından kurtulur. Ama, kadınlar hür olduğu zaman, onlara
mutlaka harcamada bulunması gerekir. Örf, koca hanımını nikâhında tuttuğu
müddetçe, hanımın ondan mihrini isteyemeyeceğine delâlet etmektedir. Ama,
kadını boşamaya uğraştığında, hanımı ondan mihrini ister, böylece de koca bir
sıkıntıya düşmüş olur.
Dördüncü soruya
gelince, ki bu Nazm sahibi el-Cürcanî'nin zikretmiş otduğu husustur; buna da şu
iki bakımdan cevap verebiliriz:
a) Kâdî'nin
söylemiş olduğu şu husustur: "Şafiî'nin öne sürdüğü mana, daha tercihe
şayandır. Çünkü, tabiri zulüm ve cevr manasına hamledilirse, bu bir tekrar
otur. Çünkü bu mâna, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer yetimler hakkında adaleti
yerine getiremiyeceğinizden korkarsanız" ifâdesinden anlaşılmaktadır. Ama
biz bu kelimeyi, Şafiî'nin ileri sürdüğü mânaya hamledersek, burada herhangi
bir tekrar söz konusu olmaz. Binâenaleyh, bu mâna daha yerindedir."
b) Şöyle de
diyebiliriz: Farzedelim ki durum sizin söylediğiniz gibi olsun.. Ancak biz,
Şafiî'nin zikretmiş olduğu mananın, incelendiği zaman ilk tefsire râci olduğunu
da beyân etmiştik. Ancak ne var ki bu, kinaye ve tâ'riz yoluyla anlatılmıştır.
Durum böyle olunca, böyle bir soru ortadan kalkmış oiur. İşte bu mevzûdaki
konunun tamamı bundan ibarettir. Muvaffakiyet ancak Allah'tandır.
İkinci Hüküm:
"Kadınlara Mehir Veriniz"[69]
"(Aldığınız)
kadınların mehirlehni yürekten isteyerek ve (Allah'ın) bir atiyyesiolarak
verin. Bununla beraber ondan birazını gönül hoşluğu ile size bağışlamış olurlarsa,
onu da içinize sine sine yeyin" (Nisa, 4)
Âyette birkaç mesele
vardır:
[70]
Cenâb-ı Hakk'ın, 'Kadınlara., veriniz" emrinin kime hitap
olduğu hususunda iki görüş vardır:
a) Bu, hilab
kadınların velilerinedir. Bu böyledir, çünkü cahiliyye döneminde Araplar,
kadınlara mehirlerinden hiçbirşey vermiyorlardı. İşte bundan dolayı, kızı olan
kimseye derlerdi ki, bunun manası şudur: "Sen, onun mihri olarak bir deve
alır; onu develerine katarsın, böylece de malın çoğalır, büyür"
İbnu'l-A'râbî ise, bu ifâdede geçen (nafice) kelimesinin manasının, "Bir
kimse kızını kocaya verdiği zaman almış olduğu ücret, (başlık parası, olduğunu
söylemiştir. Böylece Cenâb-ı Hak bunu yasaklamış, onu sahibine vermeyi
emretmiştir. Bu, Kelbî ve Ebu Salih'in görüşü olup, Ferrâ ile İbn Kuteybe'nin
tercihidir.
b) Bu hitap,
kocalaradır. Onlar, kadınlara mehirlerini vermekle emrolunmuşlardır. Bu da
Alkame, Nehaî, Katâde'nin görüşü olup, Zeccâc'm da tercihidir. Zeccac şöyte
demiştir: "Burada velilerden bahsedilmemiştir. Bu ifâdeden önceki ifâdeler
de, nikâh eden, evlenen kocalara bir hitaptır."
[71]
Kaffâl(r.h) şöyle
demektedir: "Bu ifâdedeki iyi "veriniz" ifâdesinden maksat,
vermektir. Bundan muradın, "üstlenmek, iltizam etmek, emri kabul
etmek" olması da muhtemeldir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kendi elleriyle
cizye verecekleri zamana kadar..." (Tevbe, 29) buyurmuştur. Bunun manası,
"O cizyeyi tazmin edip, üstlenecekleri zamana kadar"dır. Binaenaleyh,
birinci izaha göre bu ifâdeden maksat, sanki "onlar hanımları için
belirledikleri o mehirleri vermekle emrolunmuşlardır" şeklindedir. İkinci
takdire göre ise murad, "İster belirlenmiş olsun, isterse belirlenmemiş
olsun, kadınların tereleri ancak bir bedel mukabilinde mubah olur"
demektir. Ancak, Hz. Peygamber'e has bir hüküm olan, kendisini O'na hibe etmiş
olan kadınların durumu müstesna..." Kaffal (r.h) sözünü şöyle sürdürür:
"Bu sözün her iki manayı da ihtiva etmesi caizdir." Allah en iyi
bilendir.
[72]
Keşşaf sahibi, tabirinin manasının, "onların mehirleri"
şeklinde olduğunu söylemiştir. Şureyh
hadisine göreyse, İbn Abbas kadınlara mehir verilmesine hükmetmiş, bu
kelimeyi, tabirinin tahfifli şekli olarak şadın fethâsı, dalın da sükûr kelimesinin çoğulu olarak da, şadın ötresi,
dalınca sükunuyla şeklinde kumuştur.
Yine bu kelime, kelimesinin, şeklinde de
söylenmesi gibi, kelimesinin müsakkal
(dâl harfinin ötreli olarak okunması) şekliyle olmak üzere, sâd ve dâl
harflerinin dammesiyle müfred olarak şeklinde de okunmuştur. Vahidî,
harflerinin bu tertip üzere dizilmiş olmasının, kemâl ve sıhhat manalarına
delâlet için olduğunu; işte bu sebeple de, nikâh kendisiyle tam ve mükemmel
olduğu için, mihrin de ve diye isimlendirildiğini söylemiştir.
[73]
Âyetteki, kelimesinin ne olduğu hususunda da şu izahlar
yapılmıştır:
a) İbn
Abbas, Katâde, İbn Cüreyc ve İbn Zeyd
bunun manasının, "'arz kılınmış bir hak olarak.." "Cat
olduğunu
söylemişlerdir.
Onlar, kelimesini kelimesiyle tefsir etmişlerdir, çünkü Arapça'da,
kelimesi din, inanç, şeriat, yol ve mezhep anlamlarına gelmektedir. Meselâ, bir
kimse bir şeyi din olarak kabul ettiğinde,; yine "dini, mezhebi11
manasında "onun mezhebi şudur" denilir. Buna göre, Cenâb-ı Hakk'ın,
ifâdesi, yani "Onlara mehillerini verin. Çünkü bu, bir nihledir, yani bir
din, bir şeriat ve bir mezheptir. Din ve mezhep olan şeyler ise, farz olan
şeylerdir" demektir.
b) Kelbî, bu
kelimenin manasının, "bîr bağış ve hibe olarak..." şeklinde olduğunu
söylemiştir. Nitekim, "Falancaya bir şey hibe ettim, bağışladım, bağışlıyorum,
bağışlamak ve hibe etmek" denilir. Kaffâf (r.h) da şöyle demektedir:
"Bu kelimenin aslı, bir şeyi kendisine ait olmayan bir kimseye nisbet
etmektir. Nitekim, denilir. Yani, "Bu, gerçek söyleyenine nisbet edilmeyen
bir şiirdir" demektir. O yine sen bir şeyi iddia ederek onu kendine nisbet
ettiğin zaman, "Onu kendime mal ettim" dersin. Bu görüşe göre, mehir
kimin tarafından yapılmış bir bağıştır? Bu hususta iki ihtimaf bulunmaktadır:
Bu, kocanın yaptığı
bir bağıştır. Bu böyledir, çünkü koca mehre karşılık hiçbiı şey elde edemez.
Çünkü nikahtan sonra kadına malik olma hususunda kadının ferci, nikâhtan önceki
gibidir. Binaenaleyh koca ona mihrini vermiş, fakat ondan, o mihre karşılık,
elde edeceği bir bedel alamamıştır. Buna göre bu mihir, karşılığında herhangibir
bedel olmayan bir bağış, hibe manasında olmuş olur. Kocanın, nikâh akdiyle o
kadından hak ettiği, elde ettiği şey mülkiyyet değil, onun mübahlığını elde
etmek, te'min etmektir. Başka âlimler ise şöyle demektedirler: "Allah,
şehveti giderme ve çocuk doğurma gibi nikâhın temin ettiği menfaatleri,
karı-koca arasında müşterek bir husus kabul etmiş, daha sonra da kocaya
hanımına mihir vermesini emretmiştir ki, böylece bu, doğrudan doğruya Allah'tan
bir bağış olmuş olur."
c) Ebu
Ubeyde şöyle demiştir: "Âyetteki ib*j tabiri, "gönül hoşluğu
ile.." demektir. Çünkü Arapça'da bu kelime, bir karşılık almaksızın
bağışta bulunma manasına gelir. Nitekim, bir adamın oğluna malından birşeyler
vermesi de bu kelimeyle ifâde edilir. Bir karşılık beklemeksizin verilen şey,
ancak gönül hoşluğu ile verilir. Binaenaleyh Allah Teâlâ, kadınlardan birşey
istemeksizin ve onlarla çekişmeksizin mihirlerini vermeyi emretmektedir. Çünkü
davalaşma yoluyla alınan şeye, bağış (nihle) denilemez."
[74]
Biz, "nihle"
kelimesini "din" manasına alırsak, âyetteki bu kelimenin mansub
olmasının iki izah şekli vardır:
a) Kelime
mef'ûlün lehtir. Buna göre âyetin manası, "O kadınlara mihirlerini, dinin
bir hükmü olarak veriniz" şeklinde olur.
b) Kelime,
"mehirler" lâfzından haldir. Yani, "şer'î ve farz bir hüküm
olması Allah'tan bir din olarak.." demektir. "Nihle" kelimesini
bağış manasına alırsak, kelimenin mansub olmasını izah hususunda yine iki izah
şekli söz konusudur:
a) Kelime,
masdar (mefûl-ü mutlak) olduğu için mansubtur. Çünkü "nihle" kelimesi
de, "îtâ" kelimesi de vermek manasınadır. Buna göre sanki,
"kadınlara, mehirlerini gönül hoşluğu ile veriniz" denmektedir.
b) Kelime,
hat olduğu için mansubtur. Kelimenin, hal sayılmasına göre de şu iki ihtimal
bulunmaktadır:
1- Bu, âyetle
kendilerine hitab olunan muhataplardan haldir. Yani, "Onlara mehirlerini,
bağışlayan ve gönül hoşluğu ile veren kimseler olarak veriniz" demektir.
2- Bu,
âyetteki ifâdesinden haldir. Yani,
"gönül hoşluğu ile verilmiş bir bağış olarak mehirleri..." demektir.
[75]
Ebu Hanife (r.h),
halvet-i sahîhanın mehrin verilmesini vacip kıldığını söylemiştir. Şafiî (r.h)
ise, bunun aksi görüştedir. Ebu Hanife, görüşünün doğruluğuna bu âyeti delil
getirmiştir. Bu böyledir, çünkü bu âyet mutlak olarak (bir şarta bağlı
olmaksızın) mihrin tastamam verilmesini gerektiriyor. Bir dokunma (cinsî
münasebet) ve halvet-i sahiha bulunmadığı durumlarda, bu âyetle amel
edilmemiştir. Fakat bu ikisinden biri bulunduğunda, âyetin muktezasına göre
amel etmek (mehri vermek) gerekir.
Bizim (Şafiî)
âlimlerimiz, âyetin umûmî olduğunu, "Eğer, onlara bir mehtr belirlemiş
olduğunuz baldef kendileriyle cinsi münasebette bulunmadan o kadınları
boşarsanız..." (Bakara, 237) âyetinin ise, bu durumdaki kadınlara sadece
mihrin yarısının verileceğine delâlet ettiğini ve binâenaleyh hususi olduğunu;
husûsî âyetin, umumî âyetten önce nazar-ı itibara alınacağını söylemişlerdir.
[76]
Cenâb-ı Allah'ın,
"Bununla beraber ondan birazını gönül hoşluğu ile size bağışlamış
olurlarsa, onu da içinize sine sine yeytn" buyruğuna gelince, bil ki
Allahu Teâlâ erkeklere, kadınların mıhırterin'ı vermeyi emredince, bunun
peşinden kadının mehirden vazgeçip onu kocasına bağışlamasının caiz olduğunu da
zikretmiştir. Bundan maksat, kadının gönül hoşluğu ile mehri terketmesi halinde
dahi, erkeğin onun mehrini vermesi gerektiği zannına kapılmamasıdır. Âyette
ilgili birkaç mesele vardır:
[77]
kelimesi, temyiz
olması cihetiyle mansûbtur. Buna göre mâna ve takdir, "Eğer onların
nefisleri, gönül hoşluğu ile sizin için mehrin bir kısmından
vazgeçerse..." şeklinde olur. Ama âyet-i kerimede fiilin faili "nefisler..."
kelimesi, bizzat fiilindeki nûn harfi olmuş, böylece de "nefs" kelimesi
temyiz olarak getirilmiştir. Nitekim Araplar,"Sen, yüz cihetinden güzelsin"
derler. Aslında güzel olmak fiilinin faiti yüz
kelimesidir. Ama, güzel olmak işi yüzün sahibine nibet edilince kelimesi, fiilden dolayı temyiz olarak ifâde
edilmiştir. Bunun bir benzeri de, "Onunla gözüm aydın oldu" ve
"Onun yüzünden göğsüm daraldı" denilmesidir. (Aslında bu cümleler-deki
failler, ve kelimeleridir.)
[78]
Âyet-i kerimede
kelimesi müfred olarak getirilmiştir. Çünkü bundan maksad, fiilin konumunu
beyân etmektir.
Bu beyân ise, müfred
kelimeyle de elde edilir. Bunun bir misâli de, "yirmi dirhem"
ifadesidir (yani, denilmemiştir). Ferrâ, "Şayet kelimeler çoğul getirilmiş
olsaydı daha doğru olurdu. Nitekim Cenâb-ı Hak, : "(Yaptıkları) işler
bakımından en çok ziyana uğrayanları size haber vereyim mi?" (Kehf. 103)
buyurmuştur.
[79]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Ondan" ifâdesindeki teb'îz için değil, tam aksine beyân içindir.
Buna göre mana, "Mihir olan o cinsten herhangi bir şeyden..."
demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O
halde murdardan, putlardan kaçının" (Hacc. 30) buyurmuştur. Bu böyledir,
çünkü kadın mihrin hepsini gönül hoşluğu ile bağışlasa, kocasının o mihri
tamamen alması helâldir.
[80]
Bu ifâdenin zamirinin
mercii, mihirter veya o şeydir. Bu tıpkı, 'Ve ki: "Size bundan, yani arzu ettiğiniz
o şeylerden daha hayırlısını haber vereyim mi?" (Aı-i İmran, 15) âyetinde
olduğu gibidir. Rivayet olunduğuna göre Ru'be, cildi beyaz lekeler
kaplamışcasına, onda beyaz, beyaz siyah karışımı taktadır" dediğinde ona,
bu şiirdeki ifâdesindeki zamir eğer "hutût" lâfzına râci ise,
yok"sevâd' ve "belak" kelimelerine râcî ise, demeliydin" denilince o, "Ben bu
şekil ile, "Sanki şunun gibi..." demek istedim" demiştir. Burada
yapılabilecek bir başka izah da şudur: Âyetteki "sadakat" kelimesi
"sadak" (mihir) manasınadır. Çünkü sen "kadınlara, mihrini
veriniz" desen, bununla da maksad ifâde edilmiş olur. Üçüncü bir izah da
şudur: Zamirin müzekker olarak getirilmesinin faydast, zamiri o mihrin bir
kısmına râci kılmaktır. Bunun gayesi ise, kadınları mihrin bir kısmını
bağışlamaya teşviktir.
[81]
Âyetin manası şu
şekildedir: "Eğer onlar, onlarla geçimsizliğiniz veya huysuzluk yapmanız
bunun sebebi olmaksızın, mihirlerinden bir kısmını gönül hoşluğu ile size
bağışlarlarsa, onu yeyin ve harcayın." Âyette bu konuda bu yolun darlığına
ve ihtiyatlı davranmanın gerektiğine dâir bir delil (işaret) vardır. Çünkü
uenâb-ı Allah, şartı gönül hoşluğunun olmasına bağlayarak, "gönül hoşluğu
ile size bağışlamış olurlarsa.." buyurmuş, fakat "eğer size hibe eder
ve cömert davranırlarsa.." dememiştir. Bu, burada o kadının bizzat
kendisinin o bağışladığı şeyden gönül hoşluğu ile ayrıldığını bildirmedir.
[82]
ve kelimeleri, "Yemek hoşuna gitti ve
afiyetle yendi" tabirinden alınmış iki sıfattır. Bu, yemek boğazdan yağ
gibi akıp, külfetsiz yendiğinde denilir. yiyenin hoşuna giden şey; kelimesinin de, neticesinden memnun kalınan
manasına olduğu söylenmiştir. Yine bunun, boğazdan kolayca akıp giden şey ve boğazdan
midenin girişinekadar olan kısma (yemek borusuna), yemekler içinde kolayca
akıp gittiği için, denildiği de söylenmiştir. Vahidî, dilcilerin bazısından kelimesinin, uyuzu katran sürerek tedavi etmek
manasına olan masdarına dayandığı görüşünü nakletmiştir ki buna göre bu kelime,
uyuzdan şifâ bulma manasınadır. Müfessirler, âyetin manasının "Onlar,
mihirlerini kocalarına gönül hoşluğu içerisinde hibe edip bağışladıklarında,
kocalarına bundan dolayı, dünyada da âhirette de bir soruşturma ve kovuşturma
(mesuliyet) yoktur" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Özet olarak
diyebiliriz ki bu ifâde, helâl kılmak, mubah oluşu ve o hususta herhangi bir
mesuliyetin olmadığını iyice belirtmekten ibarettir.
[83]
Âyetteki kelimeleri
mahzuf bir mef'ûl-ü mutlakın sıfatıdırlar. Yani bu, "O bağışlananı kemâl-i
afiyetle yiyin" takdirindedir. Yahut da bunlar, "Onu yeyiniz"
ifâdesindeki "onu" zamirinden haldir ve takdiri, "O, afiyet
olduğu halde, onu yeyiniz" şeklindedir. Bazan âyetteki kelimesinin
sonunda vakıf yapılıp (durulup), daha sonra ifadeleriyle, bir duâ veya sanki
denilmiş gibi, mefûlü mutlak yerine geçen iki sıfat olarak başlanılır.[84]
Bu âyet pek çok hükme
delâlet eder:
a) Mihır,
kadının hakkıdır. Kadının velisinin bunda bir hakkı yoktur.
b) Kadın,
mihrini bocasına bağışlayabilir, kocası da bunu kabul edebilir. Çünkü âyetteki
"Onu da içinize sine sine yeyin" ifâdesi, her iki manaya da delâlet
etmektedir.
c) Kadın,
mihrini eline almadan ("kabz"dan) önce de bağışlayabilir. Çünkü Allah
Teâlâ, iki durumu birbirinden ayırdetmemiştir
Burada şöyle bir
mesele vardır: Hak Teâlâ'nın, "Onu da içinize sine sine yeyin" emri,
mihrin bir mal (ayn) olması durumunu içine alır. Ama mihrin bir borç olması
haline şamil değildir. Çünkü zimmette (uhdesinde borcu) olan şey için "Onu
da içinize sine sine yeyin" denilemez.
Bu meseleye karşı biz
deriz ki: Âyetteki "Onu da içinize sine sine yeyin" buyruğundan
maksad, bizzat yemek değil, aksine bu hususta tasarrufta bulunmanın mubah
oluşudur. Âyette bizzat "yeyin" lafzı zikredilmiştir. Çünkü mal elde
etmenin en büyük gayesi, yeyip içmektir. Bunun bir benzeri de, "Gerçekten
yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler..." (Nisa, ıo)ve
"Aranızda mallarınızı haksız yollarla yemeyin" {Bakara, 188)
âyetleridir.
[85]
Âlimlerden bazıları,
"Kadın mihrini önce bağışlar, sonra da onu geri isterse, onun bunu gönül
hoşluğu ile bağışlamadığı anlaşılmış olur" demişlerdir. Şâ'bî'nin şöyle
dediği rivayet edilmiştir. "Bir kadın, kocasılle beraber, kocasına bağışlamış
olduğu şeyi geriye istediği için Kadı Şureyh'e başvurmuşlar. Kadı Şureyh
kocaya "Onu kadına geri ver" hükmünü verince, adam "Allah Teâla,
"Birazımgönü! hoşluğu ile size bağışlamış olurlarsa..." buyurmamış
mıdır?" dedi. Bunun üzerine Kadı, "Eğer kadın bunu gönül hoşluğu ile
bağışlamış olsaydı, bundan caymazdı" demiştir. Yine Kâdı'nın "Ben,
kadının hîbe edişini bozuyorum, erkeklerin hîbe edişini bozmuyorum. Çünkü
kadınlar aldatılırlar" dediği de rivayet edilmiştir.
Anlatıldığına göre,
Ebu Mu'ayt soyundan bir adama hanımı, mihri olan bir dinarı bağışlar. Bir ay
sonra adam, onu boşar. Bunun üzerine kadın onu Halife Abdulmelik İbn Mervân'a
şikayet eder. Adam da, "O, bana bu mihri gönül rızasıyla
bağışlamıştı" der. Abdulmelik, "Âyette bu ifâdeden daha sonra,
"Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz,
öbürüne yüklerle (mehir) vermiş olsanız biler içinden hiçbirşey almayın"
(Nisa, 20) âyeti gelmektedir, ona mihrini geri ver" der.
Hz. Ömer (r.a)'in,
kadılarına (hâkimlerine) şu şekilde mektup yazdığı rivayet edilmiştir:
"Kadınlar bir arzu ve bir korkusundan dolayı mihirlerini bağışlarlar.
Hangi kadın mihrini bağışlar, sonra da bundan vazgeçmek isterse, bu onun
hakkıdır." Allah en iyisini bilir.
[86]
"Allah'ın sizi
başına diktiği mallarınızı beyinsizlere vermeyin. Kendilerine, bunlardan
yedirin, giydirin ve onlara güzel söz söyleyin" (Nisa, 5).
Bil ki bu, bu sûrede
zikredilen hükümlerin üçüncü çeşididir.
Bil ki bu âyetin,
önceki âyetlerle ilgisi şu şekildedir: Sanki Cenâb-ı Mak şöyle demektedir:
"Ben, yetimlere mallarını, kadınlara da mihirlerini vermenizi emrettim.
Bunu, onlar âkil baliğ, ve mallarını koruyabilecek bir halde oldukları zaman
size emrediyorum. Fakat onlar akıllı veya bâtiğ olmazlarsa, veyahut da
âkil-baliğ olduktan halde, müsrif bir sefih olurlarsa, onlara bu halleri zail
oluncaya kadar mallarını vermeyip, elinizde tutunuz. Bütün bunlardan maksad
ise, zayıf ve âciz kimselerin mallarını koruma hususundaki ihtiyattır." Bu
âyetle ilgili birkaç mesele vardır:
[87]
Âyetin izahı hakkında
iki görüş vardır: Birinci görüş: Bu âyet, velilere bir hitaptır. Buna göre Cenâb-ı
Hak sanki, "Ey veliler, velayetiniz altında bulunan ve sefîh olan
kimselere mallarını vermeyiniz" demiştir. Bunun velilere bir hitap
olduğunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın "Kendilerine, bunlardan yedirin,
giydirin" ifadesidir. Yine bu görüşe göre, bizim de izah ettiğimiz gibi,
âyetin kendisinden öncesiyle ilgisi yerinde ve güzel olur.
Buna göre şayet,
"Bu izaha göre, "sefihlere mallarını vermeyiniz" denilmesi gerekirdi.
O halde ne diye "mallarınızı vermeyiniz" denilmiştir?"
denilirse, biz deriz ki:
Bunun cevabı konusunda
şu iki açıktama yapılmıştır:
a) Allahu
Teâlâ. malı onlara (velilere), mâlik oldukları için değil, sadece onda
tasarrufta bulunabilmeleri itibariyle nisbet etmiştir. Nisbetin yerinde ve
güzel olabilmesi için, en ufak bir sebebin bulunması kâfidir.
b)
Böyle bir nisbet, nev' birliği, şahıs birliği
yerine konulmak suretiyle yerinde ve güzel olmuştur. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun, size kendinizden öyle bir
peygamber gelmiştir ki..." (Tevbe, 128): "O halde sağ ellerinizin
mâlik olduğu mü'mtn cariyelerinizden..." (Nisa. 25);"....
Nefislerinizi öldürün.." (Bakara, 54) ve "Sonra sizler, yine
onlarsınız ki kendilerinizi öldürüyorsunuz..." (Bakara, 85) ifâdeleridir.
Onlardan hiç kimsenin kendini öldürmediği malumdur; onlar ancak birbirlerini
öldürmüşlerdir. Binâenaleyh hepsi aynı türden olmuşlardır. İşte burada da
böyledir; çünkü mal, insan türünün kendisinden faydalanıp kendisine muhtaç
olduğu bir şeydir. İşte bu tür birliğinden dolayı, sefihlerin mallarının,
velîlerine nisbet edilmesi yerinde ve uygundur.
İkinci görüş: Bu âyet,
babalara hitaptır. Böylece Cenâb-ı Hak o babaları, çocukları sef?h olup, kendi
başlarına mallarını koruyamayarak onu ıslâh edemeyince, mallarının tamamını
veya bir kısmını onlara vermeyi nehyetmiştir. Çünkü böylesi durumda malları
onlara vermede tfsâd söz konusudur. Bu izaha göre, malların onlara (babalara)
nisbet edilmesi, mecazî manada değil, hakîki manada olmuş olur. Bu görüşe göre
âyetten kastedilen, zayi etmeme ve tüketmeme hususunda, matı korumaya ve
çalışıp çabalamaya teşvik etmektir. Bu da, onların bütün mallarını yememeleri
ve tüketmemeleri gerektiğine delâlet etmektedir. Kişi ölümün yaklaştığını hissedince,
vereseleri için, malını muhafaza edecek bir güvenilir, emîn kişiye malını
vasiyyet etmesi gerekir.
Biz, iki sebepten
dolayı birinci görüşün daha müreccah olduğunu söylüyoruz:
a)
Nehyin zahirinin "tahrim" ifâde
etmesi, bu tercihin delillerinden birisidir. Ümmet-i Muhammed, bir kimsenin
malından istediği kadarını küçük çocukları ile kadınlarına hibe etmesinin haram
olmayacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Yine ümmet-i Muhammed, velînin,
sefihlere mallarını vermesinin haram olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.
Durum böyle olunca, âyeti ikinci görüşe değit, birinci görüşe hamletmek vacip
olur. Allah en iyi bilendir.
b) Allahu
Teâlâ âyetin sonunda, "Ve onlara güzel söz söyleyin" buyurmuştur.
Böyle bir vasiyyetin yetimlere yapılmasının daha uygun Hüçeceğinde şüphe
yoktur. Çünkü kişi, tabiatının muktezası olarak, çocuklarına haliyle müşfiktir.
Bınaenaıeyn, onlara ancak maruf ve güzel olan şeyleri söyler. Böyle bir
vasiyyete ancak, yabancı yetimler için gerek duyulur. Ayeti her iki görüşe
hamletmek de imkânsız değildir. Kadî, buna hamletmenin uzak bir ihtimal
olduğunu, çünkü bunun (Uû'j*' "Mallarınız" ifâdesini aynı anda hem
hakîkî, hem de mecazî manaya hamletmeyi gerektireceğini söylemiştir. Kadî'nin
bu görüşüne, "Hak Teâlâ'nın "mallarınızı..." sözü, o malların
onlara, tasarrufu mümkin kılacak bir tahsisle tahsis olmasını ifâde etmektedir.
Sonra bu tahsis, hem kendisinin mülkü olan mallarda, hem de yetim çocuğun mülkü
olan malda söz konusudur. Ancak ne var ki velînin, çocuğun malında tasarruf
etmesi gerekir. İşte böyte bir farklılık, Cenâb-t Hakk'ın
"mallarınızı..." sözünden anlaşılan mefhumun dışına çıkan bir
mefhûmda bulunmaktadır. Durum böyfe olunca, bu lâfzı, -lâfzın her ikisi
arasında müşterek bir manayı ifâde etmiş olması bakımından- hem hakîkî, hem de
mecazî manaya hamletmenin uzak bir ihtimal olmadığım" söyleyerek cevap
vermek mümkündür.
[88]
Âlimler, âyet-i
kerimedeki süfeha (beyinsizler) tabiriyle neyin murad edildiği hakkında şu
görüşleri zikretmişlerdir:
a) Mücahid
ile Ceveybir'in Dahhak'tan rivayetine göre, buradaki "süfehâ"
kelimesinin ister karılar, ister anneler,
isterse kızlar olsun,
kadınlardır. Bu, İbn Ömer'in mezhebidir. Bunun böyle olduğuna Ebu Umâme'nin Hz.
Peygamber'den rivayet etmiij oldutju şu hadis de delâlet etmektedir:
"İyi biliniz ki,
ateş ancak sefihler için yaratılmıştır." Hz. Peygamber bunu üç kere
söyleyip (O, sonra şöyle devam etti): 'İyi biliniz ki sefihler, kocasına itaat
eden kadın hariç kadınlardır."
Buna göre eğer,
"Sefîhlerden murad kadınlar olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın, (garib,
yabancı, el) kelimesinin çoğulu ve
geldiği gibi; kelimesinin çoğulu olarak da veya demesi gerekirdi" denilirse, Zeccâc
bu soruya, (fakir kadın) kelimesinin çoğulunun (fakirler) şeklinde gelmesi caiz olduğu gibi, kelimesinin
çoğulunun da şeklinde gelmesi caizdir" diyerek cevap vermiştir.
b) Zührî ve
İbn Zeyd, buradaki sûfehâ kelimesiyle, çocukların sefîh olanlarının,
kastedildiğini ve "Senin geçimini temin eden malını sefih çocuğuna verme.
Zira o o malı ifsâd eder" dendiğini söylemişlerdir.
c) İbn
Abbas, Hasan el-Basrî, Katâde ve Said İbn Cübeyr'in görüşüne göre, âyette geçen
süfehâ lafzından, hem kadınlar hem de çocuklar kastedilmiştir. Bunlar şöyle
demektedirler: "Bir kimse hem hanımının, hem de çocuğunun sefîh ve ifsadçı
olduğunu anlarsa, onlardan hiçbirini malına hükümran kılması uygun düşmez.
Çünkü onlar, bu malı ifsâd ederler, yok ederler."
d)Âyetteki
süfehâ kelimesinden murad,malı muhafaza edecek kadar aklı ve izanı olmayan
herkestir. Böylece bu lâfzın muhtevasına kadınlar, çocuklar, yetimler ve böyle
olan herkes dahil olmaktadır. Bu görüş daha uygundur; çünkü delil olmaksızın
tahsis etmek caiz olmaz. Biz Bakara sûresinde sefîhliğin, akıl yetmezliği
olduğunu söylemiştik. İşte bundan dolayı fâsık kimseye de sefih denilmiştir,
çünkü onun ilim ehli ve dindar kimseler nezdinde bir ağırlığı ve saygınlığı
yoktur. Aklı noksan olan kimse de, aklının yetmezliğinden dolayı işte sefih
diye adlandırılmıştır.
[89]
Bu kimseler hakkında
kullanılan sefîhlik, zem ve kınama ifâde eden bir sıfat değildir. Bu, Altahu
Teâtâ'ya isyan manasını ifâde etmez. Onlar, sadece akıllarının azlığı, malı muhafaza
etme hususunda temyiz kabiliyetlerinin yetersizliğinden dolayı
"sefih" diye adlandırılmışlardır.
[90]
Allah Teâlâ, Kur'ân-ı
Kerim'in pekçok yerinde mükelleflere, mallarını muhafaza etmelerini
emretmiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İsraf ile saçıp savurma. Çünkü saçıp
savuranlar, şeytanların kardeşleri olmuşlardır" (isrâ. 26-27)r "Elini
boynuna bağlı olarak asma. Onu, tamamiyleaçma.. (Ne çok eli açık, ne de eli
sıkı olma). Sonra kınanmış ve pişman bir halde oturup katırsın" (isra.29)
ve "Onlar ki harcadıktan zaman ne israf, ne de eti sıkılık
yapmazlar.." (Furkan, 67) buyurmuştur. CenâtH Hak, müdâyene âyetinde de
(Bakara. 282-263) malı muhafaza etmeye teşvik etmiştir. Çünkü bu âyetlerde
borcu yazmayı, akde şahidler tutmayı, (sefer esnasında da) rehin almayı
emretmiştir. Akıl da bunu teyid etmektedir. Çünkü insanın, gönlü müsterih ve hoş
olmadığı sürece, dünya ve âhiret menfaatlerini elde etmesi mümkün değildir.
İnsanın gönlü de ancak mal vasıtasıyla hoş ve müsterih olabilir. Çünkü
menfaatleri temin, zararları savuşturmak ancak mal sayesinde mümkün olabilir.
Binaenaleyh, kim bu maksatla dünyayı talep ederse, dünya o kimse hakkında,
âhiret saadetini kazanmaya yardım eden vesilelerin en büyüğü olmuş olur. Ama
kim de o dünyanın bizzat kendisini, onu isterse, o zaman dünya, âhiret
mutluluğunu elde etmekten uzaklaştıran sebeplerin en büyüklerinden olur.
[91]
Cenâb-ı Hakk'ın, İ
"Sizi başına diktigi..." tabirinin manası, "sizin geçiminiz ve
hayatınızı sürdürmeniz, ancak bu mal ile mümkün olabilir" şeklindedir.
Binaenaleyh mal,
ayakta durabilmenin ve müstakil olarak yaşayabilmenin sebebi olunca, Cenâb-ı
Hak onu, mübalağa yoluyla, "müsebbeb" (netice)'in ismini
"sebeb"e ıtlak ederek diye
adlandırmıştır. Yani "Bu mal, sizin
ayakta durabilmenizin ve hayatınızı sürdürebilmenizin bizzat kendisidir"
demektir. Nafi ve İbn Amir, bu ifâdeyi şeklinde
okumuşlardır. Bazan denilmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Dimdik ayakta
duran birdtne, İbrahim'in dinine./' (En-am.ıei) buyurmuştur. Abdullah İbn Ömer
ise, vâv ile olmak üzere şeklinde okumuştur. ifâdesinin anlamı ise,
"Kendisiyle ayakta durulan şey" demektir. Bu, senin kendisiyle mâlik
olunulan şeye, demen gibidir.
[92]
Şafii (r-h), bulûğa
eren bir kimse, malını saçıp savurup onu. ıfsad ettiğinde, o kimsenin hacr
altına alınabileceğini; Ebu
Hanife (r.h) ise, bu kimsenin hacr" altına alınamayacağını"
söylemişlerdir. Şafiî'nin delili şudur: Bu kimse sefihtir. Sefihin de hacr
altına alınması gerekir. Biz onun sefih olduğunu söyledik; çünkü Arapçada
sefih, "ağırlığı az olan kimse" demektir. Malını gereksiz yere saçıp
savurarak onu telef eden kimsenin, insanların kalbinde bir ağırlığı.yeri ve
saygınlığı yoktur. Böylece o kimse, insanlara göre ağırlığı olmayan bir kimse
olmuştur. Binâenaleyh, o kimsenin sefih diye adlandırılması gerekir. Bu sabit
olunca böyle bir kimsenin Cenâb-ı Hakk'ın, "Mallarınızı beyinsizlere
(sefihlere) vermeyin..." âyetinin muhtevasına girmesi gerekir.
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Kendilerine bunlardan yedilin, giydirin ve onlara güzel söz
söyleyin" buyurmuştur.
Cenâb-ı Hak, sefihe
mal vermeyi yasaklayınca, bundan sonra şu üç şeyi anlatmıştır:
a) Cenâb-ı
Hakk'ın, emridir. Bunun manası, "Onlara harcayın, infâk edin"
demektir. Kulların rızık vermesinin manası, vazîjelikimsenin, vakti gelince
rızık ile alâkalı vazifede bulunmasıdır. Nitekim, denilir. Yani, bu fiili
onlara icra etti, uyguladı demektir. Cenâb-ı Hak, âyet-i kerimede velilere
sefihlerin mallarının "bir kısmım" onlara rızık olarak vermelerini
buyurmamış, yani demeyip buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak onlara, sefihlerin
mallarında ticaret yapmak ve onları verimli hale getirmek; böylece de onların
rızıklarını asıl maldan, sermayeden değil, kârdan temin etmeleri suretiyle,
mallarını geçimlerine vesile kılmalarını
mretmiştir.
b)Cenâb-ı
Hakk'ın, Onlarıgiydirin..."buyruğudur. Bundan maksad açıktır
c) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Ve onlara güzel söz söyleyin ' buyruğudur. Allahu Teâlâ bunu
emretmiştir, çünkü güzel söz kalplere tesir eder, böylece de sefîhliğin (manevi
ezikliğini) izâle etmiştir. Ama güzel olmayan söz ise, sefihin bu halini ve
eksikliğini fazlalaştırır.
[93]
Müfessirler, buradaki
"güzel söz"ün ne demek olduğu hususunda,
şu açıklamaları yapmışlardır:
a) Ibn
Cüreyc ve Mücahid, bunun iyilik yapmak ve ziyarette bulunmak gibi, güzel va'ad
olduğunu söylemişlerdir. İbn Abbas da, bunun, bir kimsenin "Şu ticaret
yolculuğunda kar elde edersem, lâyık olduğun her şeyi sana yaparım; eğer
savaşlarda ganimet elde edersen, sana (da) veririm..." demesi gibi
olduğunu söylemiştir.
b) İbn Zeyd,
bunun duâ olduğunu söylemiştir. Meselâ bir kimsenin, "Allah bize ve sana
afiyet versin! Allah, senin hakkında bunu mübarek kılsın.." demesi gibi...
Netice olarak, söz ve amele dair, gönüllerin kendisinde huzur bulup sevdiği,
muhabbet duyduğu her şey "iyi"; gönüllerin hoşlanmadığı, yadırgadığı
ve nefret ettiği her şey de, "münker- kötü, çirkin"dir.
c)
Zeccac şöyle demektedir: "Bu tabirin manası,
"Onları yedirmeniz ve giydirmenizin yanısıra onlara ilim ve amele taalluk
eden dinî hususları da öğretin" şeklindedir."
d) Kaffâl
(r.h) şöyle demiştir: "İyi söz, kendisine velayet edilen çocuk olursa,
velînin ona, malın onun kendi malı olduğunu, kendisinin o malın sadece
bekçiliğini yaptığını, yetimin çocukluk devresi bitince malını ona vereceğini o
yetime anlatmasıdır. Bunun bir benzeri de, "O halde yetime gelince, (onu
sakın) hırpalama" (Duhâ, 9) âyetidir. Bu, "Köleye yaptığın gibi, o
yetime de ezici muamelede bulunma" demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Şayet
Rabb'İnden umduğun rahmeti arayarak onlardan sarf-ı nazar edersen, kendilerine
yumuşak söz söyle!" (isrâ. 28) âyeti de böyledir. Eğer kendisine velayet
edilen kimse sefih olursa, veli ona va'z-ü nasihatta bulunup, onu namaza teşvik
eder; malını saçıp savurmadan israftan men eder, ve ona malt saçıp savurmanın
neticesinin fakirlik ve halktan dilenme olduğunu anlatır, ve benzeri şeyler
söyler. İşte bu izah, naklettiğimiz diğer izahlardan daha güzeldir.
[94]
"Yetimleri, nikah
(çağma) erdikleri zamana kadar, (gözetip) deneyin. O vakit kendilerinde bir akü
ve salah gördünüz mü mallarım onlara teslim edin. Büyüyecekler diye bunları
israf ile tez elden yemeyin. Kim zengin iser kaçınsın (o mala tenezzül
etmesin). Kim de fakir ise, örfe göre (ondan biraz) yesin. Artık onlara
mallarını teslim ettiğiniz vakit karşılarında şâhid bulundurun. Hesap sorvcü
olarak Allah yeter" (Nisa, 6).
Bil ki Allah Teâlâ
daha önce, "Yetimlere mallarını veriniz" diye, yetimlere mallarını
vermeyi emredince, bu âyetle de, onlara mallarının ne zaman verileceğini beyân
buyurmuş, bu âyeti zikretmiş ve bu âyette, onlara mallarını vermeyi şu iki
şarta bağlamıştır:
a)
Nikah çağına ermeleri...
b) Kendilerinde
bir akıt ve salah (iyi hal) görülmesi... Yetimlerde, mallarının kendilerine
verilebilmesi için mutlaka bu iki sıfatın bulunması gerekir. Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[95]
Ebu Hanife (r.h) şöyle
demiştir: "Akıllı ve temyiz (iyiyi kötüden ayırma) gücü bulunan çocuğun,
velisinin izni ile yapacağı tasarrufları sahihtir." İmam Şafiî {r.h),
bunun sahîh olmadığını söylemiştir. Ebu Hanife, görüşüne bu âyeti delil
getirmiştir. Çünkü, "Yetimleri, nikah (çağına) erdikleri zamana kadar,
(gözetip) deneyin" âyeti, bu denemenin ancak buluğ çağından önce olmasını
gerektirir. Bu deneme ve imtihandan murad, o yetimin alış-verişe uygun bir tasarruf
halinin olup olmadığını denemektir. Bu deneme ise ona, alış-veriş hususunda
müsaade edildiği zaman mümkün olur. Bu şey, bizzat bir deneme olmasa bile,
içinden istisna yapılabilmesinin de delâlet ettiği gibi, denemenin içindedir.
Mesela "Alış-veriş müstesna, yetimleri deneyiniz" denilebilir.
İstisnanın hükmü ise, istisna bulunmadığı zaman, müstesnanın hükmüne girecek
şeyleri, hükmün dışında bırakmaktır. Binâenaleyh âyetteki "Yetimleri.,
deneyin" ifâdesinin, velilere, buluğ çağına gelmeden önce o yetimlere
alış-veriş hususunda müsâade etmelerine dair bir emir olur ki, bu da onların
tasarruflarının (alış-verişlerinin) sahih sayılmasını gerektirir.
Şafiî (r.h), Ebu
Hanife (r.h)'nin görüşüne şöyle diyerek cevap vermiştir: "Hak Teâlâ'nın,
"Yetimleri., deneyin" emrinden murad, yetimlere, küçük iken
alış-veriş (tasarruf) izninin verilmesi değildir. Bunun delili, bu ifâdeden
sonra, "O vakit kendilerinde bir akıl ve salah (iyi hal) gördünüz mü,
mallarını kendilerine teslim edin" buyurulmuş olmasıdır. Cenâb-ı Allah,
onlara mallarını, ancak bulûğa ermelerinden ve kendilerinde bir rüşd
görülmesinden sonra verilmesini emretmiştir. Bu âyetin gereği olarak, yetimlere
küçükken mallarını vermenin caiz olmadığı sabit olunca, küçük iken
tasarruflarının da caiz olmaması gerekir. Çünkü bu iki durum arasında bir fark
bulunduğunu hiç kimse söylememektedir. Binaenaleyh, anlattığımız gibi, bu
âyetin Şafiî'nin görüşüne delil olduğu sabit olmuş olur. Hanefilerin delil
olarak ileri sürdükleri şeyin cevabı şudur: Âyette bahsedilen denemeden maksad,
o yetimin, iyiyi kötüyü birbirinden ayırdetmede bir anlayışının ve gücünün olup
olmadığı hususunda aklını denemek ve durumunu iyice ortaya çıkarmaktır. Bu da
velinin, çocuğun yanında alıp-satması, sonra da çocuktan bu alış-verişin
durumunu, kârlı mı zararlı mı olduğunu açıklamasını istemesidir. Şüphe yok ki,
bu kadarcık birşeyle de deneme ve imtihan gerçekleşmiş olur. Yine farzet ki biz
o velinin, alıp-satması için o yetime birşeyler verebileceğini kabul ediyoruz.
Fakat niçin bu kadar bir şeyin de onun alış-verişin in doğruluğuna delâlet
ettiğini söylüyorsun? Aksine o kimse alış-veriş yapıp, bununla aklı
denendiğinde, veli onun alış-verişini tamamlar. İşte bu da muhtemeldir. Allah
en iyisini bilendir.
[96]
"Nikah çağına
ermek"ten maksad, "Sizden olan çocuklar bulûğ çağına ulaştığı
zaman..." (Nûr. 59» âyetinde zikredilen ihtilâm çağıdır ki, bu bütün
fakîhlere göre, mevcut olduğunda sahibine sorumluluk terettüb eden, hadlerin
(cezaların) ve hükümlerin gerekli olduğu erkeklik çağına ulaşmaktan ibarettir.
Âyette "ihtilâm", "nikah çağına ermek" diye ifâde
edilmiştir. Çünkü "ihtilâm", cinsî münasebette atma suretiyle çıkan
suyun (meninin) inmesidir.
Bil ki bulûğa ermiş
olmanın beş alameti vardır. Bunların üçü, kadın ve erkek arasında müşterektir.
Bu üçü ihtilâm, belli bir yaşa gelme ve kasıklarda sert kılların bitmesidir.
Bunların ikisi ise sadece kadınlara ait olup, hayız ve hâmile olabilmedir.
[97]
buyruğundaki
"înâs" ile "rüşd"ün ne demek olduğunu mutlaka açıklamak
gerekir. Buradaki kelimesi "anladınız" demektir. Bunun,
"gördünüz" manasında olduğu da söylenmiştir. Arapça'da
"înâs" kelimesinin asıl manası, "gözle görmek"tir. Cenâb-ı
Hakk'ın, "Tur dağı tarafında bir ateş gördü" (Kasas. 29) âyeti de
böyledir. "Rüşd" kelimesine gelince, bunun, onun malının salaht
(iyiliği) ile ilgili olmayan bir rüşd olmadığı malumdur. Aksine bununla şunun
murad edilmiş olması gerekir: O da, o yetimin malının kıymetini bildiğinin,
kendisinden bir israfın sâdır olmayacağının ve başkasının onu aldatamayacağının
bilinmesidir. Sonra âlimler, buna dinî bakımdan olan iyi hâlin (salâhın) ilâve
edilip edilmeyeceği konusunda ihtilaf etmişlerdir. İmam Şafiî (r.h)'ye göre, bu
da gerekir. Ebu Hanife (r.h)'ye göre ise, dini bakımdan salah'a, bunda itibar
edilmez.
Birinci görüş daha
evladır ve ona bir çok şey delâlet etmektedir:
a) Lügatciler,
"Rüşd, hayrı elde etmek, (bulmaktır)" demişlerdir. Dinî bakımdan
müfsid olan ise, hayrı bulmuş olmaz.
b)
"Rüşd" kelimesi, "ğayy" kelimesinin zıddıdır. Cenâb-ı Hak,
"Hakikat rüşd ile gayy apaçık meydana çıkmıştır" (Bakara, 256)
buyurmuştur. Gayy, dalâlet ve fesâd manasınadır. Hak Teâlâ, "Adem, Rabbine
karşı geldi ve şaşıp kaldı (saptı)." (Tâ-m, 121) buyurmuş, âsî olanı
"ğavî" (sapan) diye ifâde etmiştir. Bu, rüşdün ancak dinde sâtih
(iyi) olma ile gerçekleşeceğine delâlet eder.
c) Cenâb-ı
Allah, "Firavun'un işi reşid değildi" (MM, 97) demiş ve Firavun'un
rüşd sahibi olmadığını göstermiştir. Çünkü o, dinî bakımdan iyi olan şeyleri
gözetmezdi. En iyisini Allah bilir.
Bunu anladığın zaman
biz deriz ki: Bu ihtilâfın özü şudur: İmam Şafiî (r.h), fasıka (günahkâra)
"hacr" uygulanacağı görüşündedir, Ebu Hanife (r.h) ise bu görüşte
değildir.
[98]
Âlimler, kişi reşîd
olmadan bulûğa erdiğinde, kendisine malının verilemiyeceği hususunda ittifak
etmişlerdir. Sonra Ebu Hanife'ye göre, o yirmibeş yaşına varıncaya kadar malı
kendisine verilmez. Bu yaşa gelince, o ne olursa olsun ona malı verilir. Ebu
Hanife şundan dolayı bu yaşı nazar-ı itibara almıştır: Ona göre erkeğin bulûğ
çağı onsekiz yaşıdır. Bu yaşa Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Yedi yaşma geldiklerinde çocuklara,
namaz kılmalarını emredin"[99]
hadis-i şerifinden ötürü, insanın hallerinin değişmesinde {dönüm noktası) olan
bu yedi yaş da, bu onsekize ilâve edilince, yirmibeş yaşında insanın hallerinin
değişebilene çağı tamamlanmış olur. Bu durumda da, ister rüşdü görülsün ister
görülmesin malı o yetime teslim edilir. Şafiî (r.h) ise, rüşdü görülmediği
müddetçe o kimseye kesinlikle malının verilmeyeceği görüşündedir. Bu aynı
zamanda İmam Ebu Yusuf ile İmam Muhammed (r.h)'in de görüşüdür.
Ebu Bekir er-Râzi, bu
âyeti Ebu Hanife'nin tahine delil getirerek şöyle demektedir: "Rüşd,
mücmel olarak akıl manasına gelir. Allah bu lafzı nekire olarak getirip, bir
miktar da olsa bir rüşdü varsa, aklı bir miktar eriyorsa onunla yetinmiş,
rüşdün diğer şartlarını aramamıştır. Binaenaleyh âyetin zahiri, akıl ouıununca,
âyetteki rüşd şartının da bulunacağını gösterir. Böytece de malının ona
verilebilmesi gerekir. Fakat yirmibeş yaşın altında olanlar için, âyet-i kerime
ile amel olunmamıştır. Yirmibeş yaşın üstündekiler hakkında, âyetin ifâde
ettiği hükme göre amel etmek gerekir."
Ebu Bekir er-Râzî'nin
(el-Cessâs'ın) bu görüşüne şu şekilde cevap verilir: Hak Teâlâ,
"Verim/eri., deneyin" buyurmuştur. Bundan muradın, onları mallarını
korumadaki faydalarla ilgili hususlarda deneme olduğunda şüphe yoktur. Daha
sonra Cenâb-ı Hak, "O vakit kendilerine, bir rüşd (bir akü ve iyi hal)
gördünüz mü, mallarını onlara teslim edin" buyurmuştur. Bu emirden
muradın, "Eğer siz onlarda, mallarını koruma ve faydalarını anlama
hususunda bir rüşd görürseniz" şeklinde olması gerekir. Çünkü âyetten bu
mana kastedilmemiş olursa, nazım (sıra) bozulur ve âyetin parçalarının birbiriyle
ilgisi kalmaz. Bu sabit olunca, âyette muteber olan şartın malın faydalarını
gözetme hususundaki rüşdün mevcudiyeti olduğunu anlamış oluruz. Böylece de, Ebu
Bekir er-Râzî'nİn istidlali düşer. Hatta bu âyet onun aleyhine bir delil olur.
Çünkü o, malın faydalarını gözetmeyi, o malın yetime verebilmesinin bir şartı
saymıştır. Yirmibeş yaşından sonra da bu şart bulunmayınca, malın ona
verilmesinin caiz olmaması gerekir. Kıyâs-ı celî de, bu nass (âyet) ile
istidlali kuvvetlendirir. Çünkü çocuk, malın nasıl korunacağına ve ondan nasıl
istifâde edileceğine götüren bir akildan mahrum olduğundan, malı ona
verilmemiştir. Bu hal, genç ve ihtiyar kimsede de bulununca, o da bir çocuk
hükmünde olmuş olur. Böylece de, "Böylesi bir insan yirmibeş yaşına
geldiğinde rüşdü (aklı ve salâhı) görülmese bile, malı kendisine verilir"
diyenlerin görüşlerinin bir izah yolunun olmadığı sabit olmuş olur.
[100]
Kişi reşîd olarak
bulûğa erer, sonra durumu değişir sefîh olursa, Şafiî'ye göre bu kimseye
"hacr" konulur (tasarruf yetkisi elinden alınır); Ebu Hanife'ye göre
ise "hacr" konulmaz. Bu mesele, (Nisa. 5) âyetinin tefsirinde
geçmiştir. Kıyas-ı celî de buna delâlet eder. Çünkü bu âyet, kişi reşîd olmadan
bulûğa erdiğinde, malının kendisine veriiemiyeceğine delâlet etmektedir. O
kimseye malı, ancak mal zayi olmasın, ihtiyaç duyacağı bir gün için korunmuş
olarak kalsın diye verilmemiştir. Bu durum, sonradan olan sefîhlikte de
mevcuttur. Binâenaleyh ona da itibar edilmesi gerekir. Allah en iyisini
bilendir.
[101]
Keşşaf sahibi,
âyetteki "rüşd" kelimesinin nekire olarak getirilmesinin faydasının,
nazar-ı dikkate alınan şeyin, tasarruf ve ticaretteki rüşd olduğuna veyahut da
tam bir rüşd hali gözetilmesin diye, bir tür rüşdün bulunup, onun izlerinin
görünmesine İtibar edileceğine dikkat çekmektir.
[102]
Keşşaf sahibi, İbn
Mes'ud (r.a)'un, "hissettiniz' manasında, kelimeyi şeklinde okuduğunu ve
bir şâirin de "Kadınlar onu
farkettiler; ancak ona, büyüklenerek ve kibirlenerek, gözlerinin ucuyla bakıyorlar"
dediğini söylemiştir. Rüşd kelimesi iki fetha ile ve iki zamme ile ve şekillerinde
de okunmuştur.
Sonra Cenâb-ı Allah,
"Mallarını onlara teslim edin" demiştir. Bundan murad, bulûğ ve rüşde
ermenin görülmesi demek olan o iki şart tahakkuk ettiğinde onlara mallarının
verilmesinin gerektiğidir. Allah Teâlâ, bu iki şartın yanısıra aklın kemâlini
(tam olmasını) zikretmem iştir. Çünkü rüşde ermenin anlaşılması ancak akıllı
olduğunu görmekle olur. Zira rüşd, akıldan daha fazla olan bir haldir.
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Büyüyecekler diye, bunlanisrafüe tez elden yemeyin" buyurmuştur. Bu,
"Onlar büyüyecekler diye, müsrifler ve tez elden yiyenler olarak..."
veyahut da "büyüyecekler diye, israf etmeniz ve tez elden yemeniz
için..." manasınadır. Yani sizler, o mallan harcama hususunda ifrata
varıyor ve "Biz, yetimler büyüyüp de o malları elimizden çekip almazdan
önce, istediğimiz gibi onu harcarız" dersiniz.
Sonra Allah Teâlâ,
durumu yetimlere vasî (veli) olanın zengin ve fakir oluşuna göre ayırarak,
"Kim zengin ise, kaçınsın (o mala tenezzül) etmesin" buyurmuştur.
Vahidî (r.h): "Birisi birşeyden kaçınıp onu bıraktığında, denilir"
demiştir. Keşşaf sahibi, fiili,
fiilinden daha beliğdir. Sanki Cenâb-ı Hak, bunu kullanmakla daha ileri
derecede bir kaçınmayı emretmiştir" demiştir.
[103]
Sonra Cenâb-ı Hak, j
"Kim de fakir olursa, örfe göre (ondan
biraz) yesin" buyurmuştur. Âlimler vasî'nin, yetimin malından istifâde
edip edemeyeceği] konusunda ihtilâf etmişlerdir. Bu hususta şu görüşler vardır:
1-
"Vasî, yetimin malından ihtiyacı ntsbetinde ve onun için yaptığı işin
ücreti kadar alabilir." 8u görüşte olanlar görüşlerine birçok delil
getirmişlerdir:
a) Ayetteki "Bunları
israf ile tez elden yemeyin" cümlesi, yetimin vasisinin ihtiyacı
nisbetinde o maldan yiyebileceğini ihs&s ettirmektedir.
b) Allah
Teâlâ, "Kim zengin ise, kaçınsın, (o mala tenezzül etmesin). Kim de fakir
ise, örfe göre (ondan biraz) yesin" buyurmuştur. Binâenaleyh âyetteki
"Kim zengin İse, kaçınsın, (o mala tenezzül etmesin)" cülmesinden
maksad, zengin olan vasîyi kendine âit maldan nehyetmek olmayıp, aksine onu
yetimin malından faydalanmaktan nehyetmedir. Durum böyle olunca, âyetteki
"K/m de fakir isef örfe göre (ondan biraz) yesin" ifâdesinin, ihtiyacı
nisbetinde yetimin malından istifâde etmesi hususunda, vasî için bir müsaade
olması gerekir.
c) Hak
Teâlâ'nın, "Muhakkak ki yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler./'
(Nisa. 10) ifâdesi, yetimin malının bazen zulüm yoluyla, bazen de zulüm
olmaksızın yenildiğine bir delildir.
Eğer bu böyle olmasaydı, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki,
yetimlerin mallarım haksız olarak yiyenler.." (Nisa, 10) ifâdesinin bir
manası olmazdı. Bu da, muhtaç durumda olan vasinin ma'ruf ve makul bir şekilde
yetimin malından yiyebileceğini gösterir.
d)
Hz. Peygamber (s.a.s)'den rivayet edilen şu
husustur: Bir adam, Hz. Peygamber'e gelerek, "Himayem altında bir yetim
bulunmaktadır. Onun malından yiyebilir miyim?" deyince, Hz. Peygamber,
"Bir mal yıgmaksızın ve kendi malını da onun malıyla (onun malını ileri
sürmeksizin himaye etmeksizin, mâruf ölçüler içinde yiyebilirsin" buyurdu.
Bunun üzerine adam, "Onu dövebilir miyim?" deyince de, Hz. Peygamber,
"Çocuğunu dövdüğün şeyler yüzünden dövebilirsin" buyurdu.
e)
Ömer İbnu'l-Hattâb (r.a)'ın, Ammâr, İbn
Mes'ûd ve Osman İbn Hanîf'e
yazmış olduğu şu
husustur: "Allah'ın selâmı üzerinize olsun. İmdi bundan sonra size her gün
olmak üzere bir koyun ayırdım ki, bunun yarısı Ammar'ın, dörtte biri Abdullah
İbn MesÛd'un ve dörtte biri de Osman İbn Hanîf'indir. İyi biliniz ki ben, hem
kendimi hem de sizi Allah'ın malı karşısında yetimin malına velayet eden
kimsenin yerine ve mertebesine koydum. Zengin olan iffetli olsun (tenezzül
etmesin); fakir olan ise, maruf ölçüler içinde yesin içsin." İbn Abbas'tan
rivayet olunduğuna göre, bir yetimin velisi İbn Abbas'a "Onun (yetimin)
devesinin sütünden içebilir miyim?" dediğinde, İbn Abbas şöyle der:
"Eğer yittiği zaman onu arıyorsan; su içme gölünü (su sızdırmasın diye)
onarır sıvarsan; uyuz olduğu zaman tedavi edersen ve susadığında da ona su
verirsen, nesline zarar vermeden ve sağmak konusunda aşırı gitmeksizin onun
sütünden iç..."
Yine İbn Abbas'tan
"Velînin eli, yetimlerin eliyle beraberdir; binâenaleyh vasi maruf ölçüler
içinde yesin içsin; ama bir sarık ya da daha ufak bir şeye gelince, onu
giymesin!..." dediği rivayet edilmiştir.
1) Vasî,
sabinin (yetim çocuğun) işlerini ıslâh etmeyi, ifa etmeyi tekeffül edince,
zekâtı alıp onu biriktiren zekât memuruna kıyasla, yaptığı işe oranla yetimin
malından yiyebilir. Zira zekât memuruna, bu zekâttan muayyen bir hisse
ayrılmıştır. İşte b rada da böyledir. 8u görüşün izahı budur.
2-
Vasî, ihtiyacı nisbetinde yetimin malından
borç alabilir. Sonra eli bolluğa vardığında, aldığı borcu öder. Eğer ölür de
ödeyemezse, kendisine herhangi bir şey terettüb etmez. Bu, Sâid İbn Cübeyr,
Mücâhid ve Ebu'l-Aliye'nin görüşüdür. İbn Abbas'tan yapılan rivayetlerin
ekserisi de böyledir. İlim ehlinden bazıları, bu borcu altın, gümüş vb. temel
ve ana mallara tahsis etmişlerdir. Ama hayvanların sütlerinden istifade etmek,
kölelerini istihdam etmek ve hayvanlara binmek gibi hususlara gelince, mala
zarar vermediği müddetçe, vasinin bunlardan istifade etmesi mubahtır. Bu,
Ebul-Altye ve bazılarının görüşüdür. Bunlar şöyle istidlal etmişlerdir:
"Altahu Teâlâ, "Artık onlara mallarım teslim ettiğiniz vakit."
buyurmuş, yetimlerin malları hakkında, o malların yetimlere verilmesine
hükmetmiştir."
3-
Ebu Bekr er-Razî şöyle demektedir:
"(Hanefî) âlimlerimizin mezhebinden bildiğimiz husus şudur: Vasî, ister
zengin olsun isterse fakir, ne borç alabilir, ne de doğrudan doğruya onların
mallarından istifâde edebilir. er-Razî bu görüşü hususunda birçok âyetle
istidlal etmiştir:
a)
"Yetimlere mallarını verin. Temizi
murdarla değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza (katarak) yemeyin.
Çünkü bu, muhakkak ki büyük bir günahtır" (Nisa, 2).
b)
"Muhakkak ki, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler, karınlarına
ancak bir ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir" (Nisa,
ıo».
c)
".... bir de yetimlere karşı adaleti
ayakta tutmanız..." (Nisa, 127).
d)
"Aranızda mallarınızı haksız sebeplerle
yemeyin.." (Bakara, ise). er-Razî sözüne devamla şöyle der: "Bu
âyetler muhkem olup, vasî ister zengin ister fakir olsun, yetimin malının ona
memnu ve yasak olduğunu göstermektedir. Halbuki, Cenâb-ı Hakk'ın "Kim de
fakir olursa, örfe göre (ondan biraz) yesin" ifâdesi müteşabih bir ifade
olup, çeşitli manalara muhtemeldir. Binâenaleyh bu ifâde müteşabih olduğu için,
muhkem âyetlere havale edilmesi gerekir."
Bana göre, bu âyetler
er-Razî (el-Cessâs)'nin benimsediği görüşün delili değillerdir. Delil olarak
getirmiş olduğu, "Yetimlere mallarını verin..." ifâdesi
"âmm" bir ifâdedir. Bizim ele aldığımız bu âyet ise hâsdır. Hâs ise,
âmm'dan önce gelir. Yine onun delil olarak ileri sürdüğü, "muhakkak ki,
yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler..." (Nisa, ıo)âyeti, vasinin,
yetimin malından maruf ölçüler içinde yemesinin zulüm olmasının sabit olması
halinde, bu meseleyi içine alır. Münakaşa ise, zaten bu husustadır. Bu cevap,
onun delil olarak ileri sürmüş olduğu "Aranızda mallarınızı haksız
sebeplerle yemeyin..." (Bakara, ise) deliline de bir cevaptır. Cenâb-ı
Hakk'ın "... bir de yetimlere karşı adaleti ayakta tutun" (Nisa. 127)
buyruğuna gelince bu, ancak yemenin "adalet" ile olmamasının sabit
olması durumunda münakaşa konusu olan şeye şamildir. Münakaşa ise zaten bu
husustadır. Böylece Cessâs'ın bu konudaki sözünün yerinde olmadığı ve bozuk
olduğu ortaya çıkmış olur. Allah en iyi bilendir.
[104]
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Artık onlara mallarını teslim ettiğiniz vakit, karşılarında şahid
bulundurun" buyurmuştur. Bil ki ümmet, vasînin, yetim bulûğa erince,
malını ona teslim ettiği zaman, şu sebeplerden dolayı, evlâ ve ihtiyatlı
olanın, malını ona verdiğine dair şahid tutması olduğu hususunda ittifak
etmişlerdir:
a)
Yetimin aleyhine, malını aldığı hususunda bir
delil ve şahid bulununca, kendisine ait olmayan şeyin kendisine ait olduğunu
iddia etmekten son derece uzak otur.
b)
Yetim, yalan bir iddiaya yöneldiğinde, vasî,
malını ona verdiği hususunda ikâme etmiş olduğu delilini getirir.
c)
Şahid bulundurma hususu, vasînin emânete
riâyet eden tertemiz, dürüst olduğunu ortaya koyar. Bunun bir benzeri de, Hz.
Peygamber'in 'Kim bir yitik bulursa,
adil iki şahid bulundursun; onu sakın inkâr etmesin, saklamasın"[105]
şeklindeki hadisidir. O, kişinin emânet ehli olduğunu göstermesi ve kendisinden
töhmeti gidermesi için, şahidler bulundurmasını emretmiştir. Böylece zikretmiş
olduğumuz icmâ ve aklî deliller ile, ihtiyatlı olanın şahid getirmek olduğu
sabit olmuş olur. Âlimler, yetim bulûğa erdikten sonra o yetime malını
verdiğini iddia etmesi durumunda, vasînin bu sözünün tasdik edilip edilmeyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir.
Vasînin, "Yetim küçük iken ona harcamada bulundum" demesinin tasdik
edilip edilmeyeceği de ihtilaflıdır. İmam-ı Mâlik ve İmam-ı Şafiî "Bu söz
tasdik edilmez" demişlerdir. Ebu Hanife ve arkadaşları ise, "Vasinin
bu sözü doğru kabul edilir" demişlerdir. Şafiî bu âyetle istidlal
etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın Karşılarında şahid bulundurun" ifadesi,
bir emirdir. Emrin zahiri ise, vücub ifâde etmektedir,
[106]
Şafiî şöyle
demektedir: "Yetimin malına velayet ve gözcülük eden kimse, yetim
cihetinden mûtemed, emin kimse değildir. Bu kimse, ancak şeriat cihetinden emin
kabul edilmiştir." Ebu Bekr er-Razî ise, bu görüşü akılsızca tenkid etmiş
ve şöyle demiştir: "Eğer onun söylemiş olduğu şey tasdik edilmemenin sebebi
ve illeti olsaydı, o zaman, kâdînin (hakimin) yetime "sana verdim..."
dediğinde tasdik edilmemesi gerekirdi; çünkü yetim cihetinden onun da mutemed
olmaması gerekir. Yine ona, babası için, çocuğu bulûğa erdikten sonra
"Malını sana verdim" demesi halinde tasdik edilmeyeceğini söylemesi
gerekir; çünkü çocuk onu da mutemed yapmamıştır. Yine Şafii'ye, yetimler bulûğa
erdikten sonra vasiler birbirlerini tasdik ederek, yetimin malının telef
olduğunu söylediklerinde, "vasilere malı tazmin etmelerinin gerektiğini
söylemesi gerekir. Çünkü o vasî, yetim kendisini mutemed yapmaksızın onun
malını alıkoymuştur" demiştir.
er-Razî'ye
(el-Cessas'a) şöyle denilir: "Senin bu sözün, gerçekten fıkhı manalardan
çok uzaktır. Şafiî'nin görüşünü, getirmiş olduğun kâdî meselesiyle nakzetmen, akıldan
uzak bir iştir. Zira kâdî hakimdir, hüküm verendir; binâenaleyh, hükmünün
geçerli olabilmesi için töhmetten berî olması gerekir. Eğer böyle olmasaydı,
kâdî'nin, aleyhine hükmetmiş olduğu herkes, o kâdînin yalan söylediğini, haktan
meylettiğini veya birilerine yaranmaya çalıştığını ileri sürebilirdi. Bu
durumda da kâdî, başka bir kadıya muhtaç olurdu, böylece de teselsül gerekirdi.
Böyle bir mananın, yetimin vasîsi için söz konusu olmadığı herkesin malûmudur.
Verdiğin baba misâline
gelince, şu iki sebepten dolayı aradaki fark açık ve zahirdir:
1- Babanın
şefkat ve merhameti, yabancı birinin şefkatinden daha tam ve mükemmeldir. Baba
hakkındaki töhmetin azlığından, yabancı birisi hakkında da töhmetin az olması
gerekmez.
2- Yetimler
bulûğa erdikten sonra vasilerin, malın zayi olduğu hususunda birbirlerini teyid
etmeleri durumuna gelince, biz deriz ki: Eğer velî, kusurundan dolayı malın yok
olduğunu ikrar ederse, bu durumda (haliyle) malı tazmin etmesi gerekir.
Ama o malın kendi kusuru olmaksızın helak olduğunu
bildirirse, bu durumda sözünün kabul olunması gerekir. Aksi halde bu,
insanların vesayeti kabul etmelerine mani olur. Böylece de, son derece mühim
olan bu iş hususunda büyük bir eksiklik ve halel meydana gelmiş olur.
Ama, bulûğa erdikten
sonra yetimin malını kendisine verdiği hususunda şahid tutmasına gelince, işte
bu durum böyle bir kötü neticeye müncer olmaz, sebebiyet vermez. Binaenaleyh,
iki durum arasındaki fark ortaya çıkmış olur. Şu husus da böyle bir farkın
mevcudiyetini kuvvetlendirmektedir: Allah Tealâ, bu âyetten önce, yetimde, vasî
hakkında bir töhmeti gerektiren şeye delâlet eden hususu da zikretmiştir ki, bu
da Cenâb-ı Hakk'ın, "Büyüyecekler diye bunları israf ile tez elden
yemeyin" buyruğudur. İşte bu ifâde, âdetin, velîlerin yetim ve çocuklara
zulme meyletme şeklinde cereyan ettiğine delâlet etmektedir. Bu durumda âyet,
yetim velîsi hakkında töhmeti gerektiren şeylerin bulunduğuna delâlet
etmektedir.
[107]
Bundan sonra Cenâb-ı
Hak, "Artık on/ara mallarını teslim ettiğiniz vakit karsılarında şahid
bulundurun" buyurmuştur. Bu da, bundan maksadın, çocuk tarafını gözetmek
olduğunu hissettirir. Zira, malı yetime verme iddiası ancak şahid huzurunda
mümkün olunca, bu durum o kimsenin zulmüne, cimriliğine, hasisliğine ve malı
noksan olarak vermesine mani olur. Durum böyle olunca, Hak Teâlâ'nın
"Şahid bulundurun" emrinin, zahiren vücûb ifâde ettiği gibi, aynı
şekilde karine ve durumların da vücûbu gerektirdiğini anlamış oluruz.
Sonra bu Razî (el-Cessas)
şöyle demektedir: "Vasinin bu konuda, şahidsiz olarak kabul edileceğine,
vasinin, hak ettiği zamanda onu yetime teslim edinceye kadar o malı korumakla
ve emânet biçiminde o malı elinde tutmakla emrolunmuş olduğu hususunda bütün
âlimlerin ittifak etmiş olmaları da delâlet etmektedir. Binâenaleyh bu mesele,
bırakılmış olan emânetler veya yapılmış ortaklıklar mesabesindedir. İşte bundan
dolayı, emaneti geri verenin, bunu vermesinin tasdik edilip doğrulanması gibi,
o vasinin sözünün de tasdik edilmesi gerekir." Bu durumda el-Cessas'a
şöyle denilir: "Bu meseleyle bırakılan emanetler meselesi arasındaki
farkı, Şafif (r.h) zikretmişti. Senin bu farka yaptığın itirazın yanlış olduğu
daha önce geçmişti. Hem senin âdet ve tutumun, tasavvur etmiş olduğun yanlış kıyastan
dolayı, Allah'ın kitabına İltifat etmemektir; böyle bir anlayış, senin hakkında
müsellem ve kabul edilmiş bir hal olsa da bu hususta sana katılmak gerekmez.
Muvaffakiyyet ancak Allah'tandır.
[108]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Hesap sorucu olarak Allah yeter" buyurmuştur. İbnü'l-Enbari ve
el-Ezherî şöyle demektedirler: "Âyetteki "hasîb" lâfzının
"muhâsib" manasına gelmesi muhtemel olduğu gibi, kâfî (yeter)
manasına olması da muhtemeldir. Arapların, bir insana tehdid için demeleri
birinciye misaldir ki bunun manası, "Allah o kimseyi, işlediği zulümden
ötürü muhasebe eder" şeklindedir. Bizim, buradaki "hasîb"
kelimesinin, "muhâsib" manasına olduğunu söylememizin bir benzeri de,
kelimesinin, (içme arkadaşı) manasına
geldiğini söylememizdir. Arapların, yani "Allah sana yeter"
şeklindeki sözleri de ikincinin misalidir.
Bil ki bu ifâde,
yetimlere velayet eden kimseler için uır tehaid ve yetimin malı hususunda helâl
olmayan şeylere niyetlenmesinler veya yapmasınlar ve malt yetime verinceye
kadar, emâneti tam olarak yerine getirsinler diye, Atlan Teâlâ'nın işin
zahirine olduğu gibi bâtınına da vakıf olduğunu bildirme manasına gelir.
"Hasîb" kelimesini ister "muhâsib", ister "kâfî"
(yeter) manasına alalım, bu incelik mevcuttur. Bil ki, "Allah yeter" "Rabbin
yeter" âyetlerindeki bâ harf-i cerri, Kur'ân'ın her yerinde zâiddir.[109]
Vahidî de Zeccâc'ın bu görüşte olduğunu nakletmiştir. Ayetteki
"hasîben" kelimesi hal olarak mansubtur, yani "Allah, muhasîb
olarak kâfi olarak yeter" demektir.
[110]
"Ana ve baba ile
yakın akrabaların bıraktıklarından erkeklere ve yine ana ve baba ile yakın
akrabaların bıraktıklarından kadınlara, -azından da, çoğundan da farz kılınmış birer nasib olarak, hisseler
vardır" (Nisa, 7).
Bil ki bu sûrede
bahsedilen hükümlerin dördüncü çeşidi, miras ve ferâizle ilgilidir. Bu âyetle
ilgili birkaç mesele vardır:
[111]
İbn Abbas (r.a),
âyetin sebeb-i nüzulü hakkında şöyle demiştir: "Evs İbn Sabit el-Ensârî,
geriye üç kız ve bir hanım bırakarak ölmüştü. Vasileri olan amcaoğullarından
Süveyd ve Ailece isminde iki adam gelip, Evs'in malına el koymuşlardı. Bunun
üzerine Evs'in hanımı Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelip, durumu ona arzederek, vast
olan bu iki kişinin, ne kendisine ne de kızlarına hiçbir mal vermediklerini
söylemişti. Hz. Peygamber (s.a.s) de ona, "Haydi evine git, ben Allah'ın
senin bu işin hususunda ne buyuracağına bakayım" demişti. İşte bunun
üzerine Hz. Peygamber'e bu âyet nazil oldu ve erkeklerin de, kadınların da
mirastan paylan olduğunu bildirdi. Fakat Hak Teâlâ, bu âyette payların ne kadar
olduğunu beyân etmedi. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s) o iki vasiye haber
göndererek, "Evs'in malından hiçbir şeye dokunmayınız" dedi. Daha
sonra Allah Teâlâ'nın, "Allah size, evlatlarınız hakkında (...)
emreder" (Nisa. 11-12) âyetleri nazil oldu ve böylece kocanın ve kadının
hisselerinin miktart belirtildi. Bunun üzerine Allah'ın Resulü, o iki vasî'ye
Evs'in hanımına mirastan sekizde bir hisse verip, kızların hisselerini
ellerinde tutmalarını emretti. Daha sonra da Hz, Peygamber (s.a.s) onlara,
kızların hisselerini de kızlara vermelerini bildirdi. O iki vasî de, onların
hisselerini kendilerine verdi." İşte âyetin sebeb-i nüzulü ile ilgili söz
bundan ibarettir.
[112]
Cahiliyye insanları,
kadınlara ve çocuklara miras vermezler ve "Mızraklanyla vuruşmayan,
yurdunu müdafâa edemeyen ve ganimet elde edemeyen kimseler.vâris
olamazlar" derlerdi. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, vâris olmanın erkeklere
has olmayıp, erkeklerle kadınlar arasında ortak bir husus olduğunu beyân
buyurmuş, bu âyette sadece bu kadarını zikredip, bundan sonra tafsilatını
bildirmiştir. Cahiliyye insanının, çocukları ve kadınları değil de, yetişkin
erkekleri vâris sayma şeklinde bir örfleri olduğu için, Cenâb-ı Hakk'ın, onları
tedricen bu örflerinden, başka bir şeye geçirmesi imkânsız değildir. Çünkü örf
ve âdetlerden vazgeçmek, insan tabiatına ağır ve güç gelir. Binâenaleyh bu
geçirme bir defada olursa, bunun güçlüğü kalpte artar. Ama bu tedricen olursa,
kolaylaşır. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ, hükmü önce mücmel olarak (kısaca)
zikretmiş, peşinden tafsilatını getirmiştir.
[113]
Ebu Bekir er-Râzî, bu
âyeti zevi'l-erham'ıh[114] da
vâris olacağına delil getirerek şöyle demiştir: "Çünkü halalar, teyzeler,
dayılar ve kızların çocukları akrabalardandır. Binâenaleyh bunların da
"Ana ve baba ile yakın akrabaların bıraktıklarından erkeklere ve yine ana
ve baba İle yakut arkabalann bıraktıklarından kadınlara, -azından da, çoğundan
da-, farz kılınmış birer nasib olarak, hisseler vardır" âyetinin hükmüne
dâhil olmaları gerekir. Bu konuda söylenecek son söz şudur: Bahsedilen
"hisse"nin miktarı bu âyette belirtilmemiştir. Fakat biz, bunların da
herhangibir hisseye müstehak olduklarını bu âyetle isbat ediyoruz. Bunların
hisselerinin miktarını ise, diğer delillerden çıkartıyoruz."
Âlimlerimiz
(Şafiîler), Ebu Bekir er-Râzî el-Cessâs'ın bu görüşüne, şu iki şekilde cevap
vermişlerdir:
1- Allah
Teâlâ, âyetin sonunda, "Farz kılınmış birer nasîb olarak" buyurmuştur
ki bu, "takdir edilmiş, belirlenmiş bir hisse..." demektir.
Zevi'l-erhâm'ın, belirlenmiş bir hisseleri olmadığı icmâ ile sabittir.
Binâenaleyh bu yakın akrabaların, âyetin hükmüne dahil olmadıkları sabit olmuş
olur.
2-Bu âyet,
yakın akrabalara aittir. Binâenaleyh siz niçin zevi'l-erham'ın, yakın
akrabalardan olduğunu söylüyorsunuz? Sözün
özü şudur: Ayetteki
"Yakın akrabalardan" murad, ya başka her bir şeyden daha yakın
olanlardır, yahut da herşeyden daha yakın olanlardır. Birincisi bâtıldır. Çünkü
bu, insanların pek çoğunun, âyetin hükmüne dâhil olmasını gerektirir. Çünkü her
insanın, başkasına, ya yakın veya uzak bir sebepten ötürü neseb birliği
(hısımlığı) vardır ki uzak sebep, Hz. Adem'in soyundan olmaktır. Binâenaleyh
insanın, ölen kimseye, çocuğundan daha yakın olması gerekir ki bu durumda,
bütün insanların bu âyetin hükmüne girmeleri gerekir. Bu ise bâtıldır.
Bu ihtimal bâtıl
olunca, nassı (âyet-i kerimeyi) ikinci ihtimâle hamletmek gerekir ki, bu ikinci
ihtimal, âyetteki en yakın akrabadan muradın ölen kimseye, insanların en yakın
olanının olmasıdır. Bu da ancak, ebeveyn ile ölenin çocuklarıdır. Böylece bu
nassın muhtevasına zevi'l-erhâm'ın giremeyeceği sabit olmuş olur. Âyetteki
"en yakın akraba" ifâdesini ebeveyn mânasına hamledersek,
"burada tekrar yapılmış olduğu söylenmiş olur" şeklinde bir şey de
söylenemez. Zira biz, "en yakın akraba" tabirinin altında iki türü
bulunan bir cins olduğunu söylüyoruz. Bu iki tür ise, ebeveyn ile çocuklardır.
Böylece Cenâb-ı Hakk'ın, önce ebeveyni, daha sonra da en yakın akrabayı
zikretmiş olduğu sabit olmuş olur. Buna göre de mâna, O'nun, önce türü sonra da
cinsi zikretmesi şeklinde olur. Böylece de herhangi bir tekrarın yapılmış
olması gerekmez.
[115]
Cenâb-ı Hakk'ın
"nasîb, hisse" lâfzının mansûb olması hususunda şu görüşler beyân
edilmiştir:
a) Bu
kelime, "ihtisâs"tan dolayı mansûbtur. Yani "Ben farz kılınmış,
katî ve vacip olan bir payı kastediyorum" demektir.
b) Bu
kelimenin, mef'ûlü mutlak olmaktan dolayı nasbedilmiş olması da caizdir. Çünkü
C-ai (nasîb, hisse, pay) kelimesi masdar manasında bir isimdir. Buna göre sanki
(vacip bir taksimat olarak..) denilmek istenmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı,
"Allah'tan birer farizadır" (Nisa, nıyani, "farz kılınmış bir
paydır" âyeti gibidir.
[116]
"Farz"
kelimesinin asıl manası, (ağaç üzerindeki) çentiktir. Bundan dolayı, yayın tam ortasındaki çentiğe
de "farz" denir. Fal okları üzerindeki çentiklere de "farz"
denir. Bunun kendisini başkalarından ayıran bir alameti vardır. Su taksim
kabındaki işaretlere de denilir. Bu işaretler sayesinde, her hak sahibi, su
hakkının miktarını bilir. İşte, "farz" kelimesinin Arapça'daki asıl
manası budur. Ebu Hanlfe'nin talebeleri "farz" kelimesini, vacip
oluşu kat'î delil ile bilinen şeye; "vacip" kelimesini de, vacip
oluşu zannî delil ile bilinen şeye tahsis ederek şöyle demişlerdir: "Çünkü
farz, kesmek ve çentik atmaktan ibarettir. Vacip ise, düşmekten ibarettir.
Meselâ güneş düştüğünde (battığında) yine
duvar yıkıldığında ve birşeyin düşüşü duyulduğunda "(Bir düşme
duydum") denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Van/an üstü düşüp (öldükleri)
vakit..." (Hacc. 36) buyurmuştur. Binâenaleyh "farz"
kelimesinin, kesmek ve çentik atmaktan, "vücûb'un ise sükûttan (düşmekten)
ibaret olduğu ortaya çıkmaktadır. Çentik atmanın ve kesmenin tesiri, düşmenin
tesirinden şüphesiz daha kuvvetli ve daha ileridir. İşte bu sebeple, Ebu
Hanife'nin talebeleri "farz" kelimesini, vacip oluşu kat'î delil ile
bilinen; "vacip" kelimesini ise vücûbiyyeti zannî delil ile bilinen
şeye tahsis etmişlerdir.
Bunu anladığın zaman
biz deriz ki: Hanefilerin yaptıkları bu izah, kendilerinin aleyhine olmak
üzere, âyetin zevi'l-erhâmı mirasçı kılmak, icmâ-ı ümmet ile, kat'î delille
bilinen şeylerden değildir. Binâenaleyh zevi'l-erhamı mirasçı kılmak farz
olmaz. Halbuki âyet, ancak farz kılınmış mirası içine alır. Binâenaleyh bu
âyetin zevi'l-erhâmı içine almadığına kesinkes hükmetmek gerekir. Allah en iyi
bilendir.
[117]
"Miras taksim
olunurken, akraba, yetimler ve yoksullar hazır bulunursa, kendilerini ondan
(bir şey vererek) rızıklandmn ve onlara güzel sözler söyleyin" (Nisa, 8).
Âyette birkaç mesele
vardır:
[118]
Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, "Miras taksim
olunurken, hazır bulunursa" ifâdesinde, bu taksimatın ne olduğunun izahı
bulunmamaktadır. İşte bu sebepten dolayı müfessirler bu âyet hakkında pekçok
görüş beyân etmişlerdir:
Birinci görüş: Allah
Teâlâ bundan önceki âyette, mirastaki payları hususunda kadınların da erkekler
gibi olduğunu zikredip, akraba arasından varis olan ve olmayanlar ile, taksimat
zamanında orada hazır bulunup da varis olmayan kimseleri ve bu kimseler
mirastan tamamen mahrum edildiklerinde, bu durumun onlara ağır geleceğini
bildirince, hiç şüphesiz güzel bir edeb ve güzel bir muamele gerçekleşsin diye,
taksimat esnasında bu kimselere de bir şeyler verilmesini emretmiştir. Sonra,
bu görüşü ileri sürenler de kendi aralarında ihtilâf etmişlerdir. Meselâ
bunlardan bazıları bu verme işinin vacip olduğunu ileri sürerlerken, bazıları
da bunun mendub olduğunu söylemişlerdir.
[119]
Vacip olduğuna
taraftar olanlar da birçok şekilde ihtilâf etmişlerdir:
a) Onlardan
bir kısmı şöyle demektedir: "Mirasa konan kimsenin, eğer bulûğa ermiş ise,
vereceği kimseyi memnun edecek kadar orada hazır bulunanlara birşeyler vermesi
gerekir. Eğer bu kimse bulûğa ermemiş ise, onun velîsinin o maldan orada hazır
bulunanlara'birşeyler vermesi vacip olur." Bazıları da şöyle demişlerdir:
"Eğer mirasa konan kimse bulûğa ermişse, o maldan birşeyler vermesi ona
vaciptir. Bulûğa ermemiş ise, velisinin, onlara özür beyân ederek şöyle demesi
gerekir: "Ben bu malın sahibi değilim. Bu mal, kendilerine terettüb eden
şeyleri akledemiyecek kadar küçük olan şu aciz kimselerindir. Bülüğa
erdiklerinde onlar sizin haklarınızı bilirler..." İşte âyette bahsi
geçen "güzel söz" ifâdesinden
murad budur.
b)Hasan
el-Basri ve en-Nehaî şöyle demektedirler: "Bu birazcık verme işi, eşyanın
taksimatıyla ilgili bir husustur. Ama arazî, köle, vb. şeylerin taksimatına
gelince, mirasa konan kimse, meselâ onlara, "Varın gidin; Allah hakkınızda
hayırlar ihsan etsin" demesi gibi, güzel sözler söyler."
c) Alimler
şöyle demişlerdir: "Verilmesi vacip olan miktar, az bir şeydir. 8unun
miktarının tayin edilmediği icmâ ile sabittir."
d) Bu verme
işinin vacip olmasının kabul edilmesi halinde, bu âyet mensûh olur. Atâ'nın
rivayetine göre İbn Abbas şöyle demektedir: "8u âyet, miras âyetiyle
mensûhtur." Bu, Saîd İbnu'l-Müseyyeb ve Dahhâk'ın da görüşüdür. İkrime'nin
rivayetine göreyse İbn Abbas, âyetin mensûh değil muhkem olduğunu söylemiştir
ki bu da, Ebu Musa el-Eş'ârî. İbrahim en-Nehaî, Şa'bî, Zührî, Mücahid, Hasan
el-Basri ve Saîd İbn Cübeyr'in görüşüdür. Bu zatlar, taksimat esnasında orada
bulunan kimselere miras malından bir şeyler verilmesi taraftarıdırlar. Rivayet
olunduğuna göre, Hz. Aişe hayatta iken, Abdullah İbn Abdurrahman İbn Ebî Bekr es-Sıddîk,
babasının mirasını taksim etti ve orada bulunan hiç kimseyi miras dışı
bırakmaksızın herkese bir şeyler verdi, sonra da bu âyeti okudu. İşte bütün
bunların hepsi, bu hükmün vacip olduğunu söyleyenlerin görüşünün tafsilatıdır.
[120]
Bazıları da bu hükmün
farz ve vacip olmadığını, mendûb ve müstehâb olarak sübût bulduğunu
söylemişlerdir. Bu mendûb oluş da ancak, mirasa konan kimselerin bulûğa
ermeleri halinde tahakkuk eder. Onlar baliğ olmamışlarsa, güzel söz söylemeden
başka bir hüküm söz konusu değildir. İşte bu görüş, cumhur-u fukahânın
benimsediği görüştür. Bunlar şu şekilde istidlal etmişlerdir: "Eğer bu
kimseler için muayyen bir hak olmuş olsaydı, diğer haklarda olduğu gibi,
muhakkak ki Cenâb-ı Hak, bu payın miktarını beyân ederdi. Böyle bir beyânda
bulunmadığına göre, biz bu hükmün vacip olmadığını anlamış oluruz. Bir de şayet
bu hüküm vacip olmuş olsaydı, fakir ve yoksul kimseler, bunun miktarının ne
kadar olduğu hususunda aşırı özen gösterecekleri için, bu miktarın ne kadar
olduğunun anlatılıp nakledilmesini gerektiren sebepler de o kadar çok olmuş
olurdu. Böyle olunca da, muhakkak ki bu, tevatür yoluyla nakledilmiş olurdu.
Durum böyle olmayınca, biz bu hükmün vacip olmadığını anlamış oluyoruz.
[121]
İkinci görüş: Âyette
bahsedilen taksimattan murad, vasiyyettir. Akrabadan varis olmayan kimseler
ile, yetimler ve yoksul kimseler orada hazır bulunduklarında, Allah Teâlâ, ölen
kimsenin onlar için bir pay ayırmasını ve bununla beraber, onlara o zaman güzel
söz de söylemesini emretmiştir. Böylece bu durum, o kimselere o anda ve
gelecekte bir neşe ve sevincin gelmesine vesile olmuştur.
Birinci görüş daha
uygundur. Çünkü, mirastan bahsedilmiş, ama vasiyyet
mevzu-bahis olmamıştır.
Bu görüşün daha uygun olduğunun söylenmesi de mümkündür. Çünkü önce geçen âyet,
vasiyyet hakkındadır.
Üçüncü görüş: Bu
âyette geçen, "akraba" kelimesinden maksat, varis olan kimseler; 'yetimler
ve yoksullar' kelimesinden maksat ise, varis olmayan kimselerdir.
Cenâb-ı Hak daha
sonra, 'Kendilerini ondan (birşey vererek) rtzıklandmn ve onlara güzel sözler
söyleyin" buyurmuştur. Buna göre O'nun "Kendilerini nztklandmn"
buyruğu, vâris olan akrabalar ile; "... ve onlara güzel sözler söyleyin"
buyruğu ise, varis olmayan yetim ve yoksul kimselerle ilgilidir. Bu görüş, Sâîd
İbn Cübeyr'den nakledilmiştir.
[122]
Keşşaf sahibi şöyle
demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın emrindeki zamiri, ebeveyn ve en yakın akrabanın miras
olarak bıraktığı şeylere racidir." Vahidî ise bu zamirin, mirasa ait
olduğunu söylemektedir. Bu izaha göreyse zamir, âyette geçen (taksimat)
kelimesinin lafzına, manasına raci olmuş olur. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı
"Nihayet onu kardeşinin kabından çıkardı" (Yusut 76) ifâdesi gibidir.
Âyette geçmekte olan (su tası) kelimesi müzekker bir kelimedir. ateşindeki zamiri, bu kelimeye raci olamaz. Ancak ne var
ki, kelimesi ile (maşraba, su içme kabı) manası kastedilmiştir. Böylece de
müen-nes zamir lâfza değil, manaya raci olmuş olur. Bu izaha göre, âyette geçen
(taksimat) lâfzı ile, (taksim edilen şey) manası kastedilmiştir. Çünkü rızık,
taksimatın bizzat kendisinden değil, ancak taksim edilen şeylerden olur.
[123]
Cenâb-ı Hak âyet-i
kerimede yetimleri yoksullardan önce zikretmiştir. Çünkü yetimlerin acziyyeti
daha fazla ve ihtiyaçları daha çoktur. Bu sebeple sadakaları onlara vermek,
ecir ve sevap bakımından daha faziletli ve üstün olmuş olur.
[124]
En uygun olan, âyette
geçen "güzel sözler" ifâdesinden muradın, verdiği hediyyeye sözlü bir
başa kakma ve eziyyetin eklenmemesi olduğunun söylenmesidir. Veyahut da bundan
muradın, (verdiği kimselere) daha fazlasını va'adetmek; bir şey vermediği
kimselere ise, özür beyân etmesidir...
[125]
"Arkalarında aciz
ve küçük evlatlar bıraktıkları takdirde onlara karşı endişe edenler, saygı İle
korksunlar, Allah'tan sakınsınlar, sözü dosdoğru söylesinler" (Nisa. 9).
Âyette birkaç mesele
vardır:
[126]
Cenâb-ı Hakk'ın, bir
şart cümlesi olan "Arkalarında âciz
ve küçük evlatlar bıraktıkları takdirde onlara karşı endişe edenler"
ifâdesi, O'nun "o kimseler
ki." Sözünün sılası ve sıfatıdır.
Buna göre mâna,"Nitelikleri, aciz ve küçük evlâtlar bırakmaları halinde
onlar hakkında endişe etmek olan kimseler, korksunlar..." şeklinde olur.
Haklarında korku duyulan kimseler ise burada zikredilmemiştir. Müfessirlerin bu
husustaki görüşlerini ilerde zikredeceğiz.
[127]
Muhakkak ki, Cenâb-ı
Hakk'm "Arkalarında âciz ve küçük evlâtlar bıraktıkları takdirde onlara
karşı endişe edenler.." ifâdesi, aciz ve küçük kimseler için daima
ihtiyatlı olmayı gerektirir. Müfessirlerin bu husustaki görüşleri de şunlardır:
Birinci görüş: Bu,
hasta olan kimsenin yanında oturup da, ona şöyle diyen kimselere bir hitaptır:
"Senin evlâtların, yarın âhirette Allah'dan sana gelecek herhangi bir şeyi
(ukubeti) defedemezler. O halde gel malını, falanca falanca kimselere vasiyyet
et." Bu kimseler, malından vereselerine hiçbir şey kalmayıncaya kadar,
ölmek üzere olan o kimseye, kendisine varis olmayan kimselere vasiyyette
bulunmasını devamlı olarak telkin ederler. İşte bu sebeple onlara şöyle
denilir: "Evlâtlarınızın, malsız olarak acziyyet ve açlık içinde
kalmalarını arzulamadığınız gibi, Allah'tan korkunuz da, hastayı, aciz ve zayıf
olan çocuklarını onun malından mahrum etmeye sevketmeyin.." Sözün neticesi
şudur: "Sen, böyle bir şeyin sana yapılmasına razı olmazsın. Binâenaleyh,
müslüman kardeşine de böyle bir şeyin yapılmasına razı olma!.." Enes
(r.a)'den Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Kul, kendisi için arzuladığı şeyi,
kardeşi için de sevip arzulamadıkça gerçek mü 'mfn
olamaz"[128]
dediği rivayet edilmiştir.
İkinci görüş: Hubeyb
İbn Ebî Sabit şöyle demektedir: "Miksem'e bu âyet hakkında sordum da, o da
şöyle dedi: "Burda bahsedilen, ölmek üzere olan ve akrabası olmayan
kimseler lehine mal vasiyyet etmek isteyen kimsedir." İşte bunun üzerine
yanındakiler ölmek üzere olan kimse vasiyyet etmeyi arzu etmekle beraber, ona
"Allah'tan kork, malını çocuklarına bırak!." derler. Birinci görüşe göre
âyet, ölmek üzere olanın yanında bulunan kimseleri, o şahsı vasiyyet etmeye
teşvik etmekten sakındırma anlamına hamledil mistir. İkinci görüşe göreyse
âyet, orada bulunan kimseleri vasiyyete mani olmaktan nehyetme anlamına
alınmıştır. Birinci görüş daha uygundur. Zira Cenâb-ı Hakk'ın,
"Arkalarında aciz ve küçük evlâtlar bıraktıktan takdirde onlar hakkında
endişe edenler.." buyruğu, birinci tefsire daha müsait ve ona daha
yakındır.
Üçüncü görüş: Bu
âyetin, ölmek üzere olan kimselere bir hitap olması ve maksadının ise,
kendisine varis olan kimselerin, ölmek üzere olan kimsenin ölümünden sonra
aç-susuz kalmamaları için çokça vasiyyet etmekten nehyetmek olması da
muhtemeldir. Sonra bu âyet, şayet vasiyyet üçde bir oranında takdir edilmezden
önce nazil olmuşsa, bundan maksad, geriye kalan malın vasiyyete boğulmamasıdır.
Eğer bu âyet, vasiyyetin üçde bir azamî nisbetinde takdir edilmesinden sonra
nazil olmuş ise, o zaman bundan maksad, yine üçde bir nisbetinde vasiyyet
edilmesi, hatta çocukları hakkında endişe duyarsa daha azını vasiyyet etmesi
olur. Pekçok sahabeden, işte bu sebepten dolayı, üçde birden azı vasiyyet
ettikleri rivayet edilmiştir. Onlar şöyle diyorlardı: Beşte bir, dörtte birden;
dörtte bir, üçte birden daha azdır. Sa'd'dan gelen haber de bunu göstermektedir,
ki bu da Hz. Peygamber'in şu hadisidir:"(Vasiyyet) üçde birdir. Üçde bir
de çoktur. Sana varis olanları zengin olarak bırakman, onları insanlara
el-avuç açacak şekilde fakir ve muhtaç olarak bırakmandan daha hayırlıdır.
"[129]
Dördüncü görüş: Bu,
yetimin velilerine bir emirdir. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki şöyle demek
istemiştir: "Ölümünden sonra çocukları için endişelenen kimse, himayesinde
olan ve başkasının çocuğu olan âciz ve yetim kimselerin malını zayi etmekten
korksun..." Bu izaha göre, âyetten maksat, Hak Subhânehu ve Teâlâ'nın
insanları mallarını muhafaza etmeye teşvik etmesi ve o kimsenin, kendisini
malını korumaya adamasını istemesidir. Bu hususta ihtiyatlı olmak, geriye
çocuklar ve mal bırakması halinde, başkalarının, çocuklarına ve onlara bırakmış
olduğu mallara iyi davranmalarını istemesi gibidir. Kfldî, bu mananın yetimler
hakkında varid olan âyetlerden daha önce ve sonra geçen âyetlerden anlaşılan
manaya daha uygun olduğunu söylemiştir. Böylece Cenâb-ı Hak, insanları
yetimlerin malını korumaya davet ederken, son olarak onların dikkatlerini
kendilerine ve ölümünden sonra hallerini düşündüğü zürriyetlerinin durumunu
düşünmeye yöneltmektedir. Hiç şüphesiz bu, bu gayenin yerine getirilmesindeki
sebep ve illetlerin en güçlülerindendir.
[130]
Keşşaf sahibi şöyle
demektedir: "Ayetteki kelimesi, (sarhoşlar) kelimesi gibi ve şeklinde
okunmuştur." Vahidî, Hamza'nın bu kelimeyi, her iki kelimede de, imâle ile
okuduğunu söylemiştir, paha sonra kelimesinin imâle ile okunmasının sebebini
açıklarken şöyle der: vezninde olan ve kelimelerinde olduğu gibi, başında
kesreli istila harflerinden birisi bulunan kelimede imâle yerinde ve güzel
olur. Bu böyledir, çünkü okuyuş esnasında dil istîla harfiyle yükselir, sonra
kesre ile iner. Binaenaleyh, ses aynı tonda çıksın diye, kesreden sonra tefhim
(kalın okuyarak) dilin yükseltilmemesi müstehâb olur. kelimesinde yapılan imâle
de güzeldir. Zira sen böylece, *İÂ* ifâdesindeki afacstm.
Hak daha sonra,
"Allah'tan sakınsınlar, söylesinler" buyurmuştur. Bu cümleler önceki
ifâdelerin bir takriri r. Buna göre Cenâb-ı Hak, sanki şöyle demek İstemiştir:
"Daha önce geçen şeyler hususunda Allah'tan korkun. Bu hususta ihtiyatlı
olan onlar başkalarını bir İşe, bir fiile sevketmek istediklerinde, onların
sözü dosdoğru söylemeleridir." den maksat, sözün âdil ve doğru olanıdır.
Keşşaf sahibi şöyle
demektedir: "Vasilerin kavl-i sedîdi, yetimlere eziyyet etmemek ve kendi
çocuklarıyla müsamaha ve hoşgörü ile konuştukları gibi, onlarla da aynen öyle
konuşmalarıdır; onlara hitap ettikleri zaman, "Evladım, oğlum"
demeleridir. Yanında oturanların, hastaya karşı güzel sözleri ise şudur:
"Eğer vasiyyet etmek istiyorsan, vasiyyetinde aşırı gitme, çoluk çocuğunu
mağdur etme..." Bu tıpkı, Hz. Peygamber (s.a.s)'in Sa'd'a söylediği söz
gibidir. Varislerin, miras taksimatı sırasında orada bulunan ve varis olmayan
kimselere karşı güzel sözleri ise, onlara nazik söz söylemeleri ve onlara ikram
ve izzette bulunmalarıdır.
[131]
"Muhakkak ki
yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler karınlarına ancak bir
ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir" (Nisa, 10).
[132]
Bil ki, Allahu Teâlâ
haksız olarak yetim malını yeme konusundaki tehdit ve vaîdini tekid etmiştir.
Bu âyetlerde, böyle yapan kimseye karşı yapılmış olan tehditler peşpeşe
sıralanmıştır. Meselâ bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Temizi murdarla
değişmeyin. Onların mallarını kendi mallarınıza (katarak) yemeyin. Çünkü bu,
muhakkak ki büyük bir günahtır" {Nisa, 2); "Arkalarında âciz ve küçük
evlatlar bıraktıktan takdirde, onlara karşı endişe edenler.." (nh», 9)
âyetleridir. Bundan sonra Cenâb-ı Hak, bu âyeti yetimlerin mallarını yiyen
kimseleri tehdid için, müstakil olarak zikretmiştir ki bütün bunlar, Allah'ın
yetimlere olan rahmetidir. Çünkü yetimler, son derece âciz ve güçsüz
olduklarından ötürü, Allah tarafından bu denli yardım ve ikrama müstehak
olmuşlardır. Bu tehdid, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinin genişliğine ve afvı ile
fazlının çokluğuna ne kadar fazla delâlet etmektedir! Zira yetimler,
güçsüzlükte had noktaya ulaşınca, Allah'ın onlara inayeti de had noktaya
varmıştır.
Ayetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[133]
Bu âyet, yetim malının
bazan haksız yere olmaksızın yenilebileceğine delâlet etmektedir. Eğer böyle
olmasaydı,
âyetin "zulüm
(haksız olarak)" ifadesi ile tahsis edilmesinin bir manası olmazdı. Bu
ise, daha önce de söylediğimiz gibi, muhtaç olan veli ve vasîlerin maruf bir
şekilde yetimin malından yiyebilmeleridir.
[134]
Hak Teâlâ'nın
"karınlarına ancak bir ateş yemiş olurlar" buyruğu ile ilgili iki
görüş vardır:
Birinci görüş: Bu
ifâde, zahiri (hakiki) manasına göre alınır. Süddî şöyle demiştir: "Bir
insan, yetimin malını haksız olarak yediği zaman, kıyamet günü ağzından,
kulaklarından ve gözlerinden cehennem ateşinin alevleri çıktığı halde
diriltilir. Onu gören herkes, onun yetim malı yediğini anlar." Ebu Sa'îd
el-Hudrî (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:
"Miraca
götürüldüğüm gece, dudakları deve dudakları gibi olan bir grup insan gördüm.
Onlar için, dudaklarından tutan, sonra a'j ağızlarına ateşten bir kaya koyan
kimseler vazifelendtrilmiştf. Bu kayalar, onların altlarından çıkıyordu. Bunun
üzerine, "Ey Cebrail, bunlar kimler?" dediğimde, O: "Bunlar,
yetimlerin mallarını baksız olarak yiyen kimselerdir" dedi"
İkinci görüş: Bu,
mecazî bir ifâdedir. Bundan murad şudur: Yetim malı yemek, cehenneme götürmesi
ve cehennemi gerektirmesi bakımından sanki ateşi yeme gibidir. Bazan
biribirinin mülazımı (gereği) olan iki şeyden birinin ismi, diğerine
verilebilir. Bu tıpkı, Allah Teâlâ'nın, "Kötülüğün karşılığı ona denk bir
kötülüktür" (Şûra, 40) âyetinde olduğu gibidir. Kâdî, bu görüşün,
birinciden daha evla olduğunu söylemiştir. Zira âyetteki, "Muhakkak ki
yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler, karınlarına ancak bir
ateş yemiş olurlar" ifâdesinde, bunların herbirine işaret vardır.
Binâenaleyh bunu zikredilen mecazi manaya hamletmek daha evladır.
[135]
Birisi şöyle
diyebilir: "Yeme, ancak karna olur. O halde, âyette,
"karınlarına" denilmesinin faydası nedir?" Buna
şu şekilde cevap
verebiliriz: Bu, Allah Teâlâ'nın, "Onlar ağızlan ile, kalplerinde olmayan
şeyleri söylüyorlardı" (Âi-ilmran. 167) âyetinde olduğu gibidir. Halbuki
söz, ancak ağızla söylenir. Yine Cenâb-ı Allah, "Fakat sinelerin içindeki
kalpler kör olur" (Hacc, 46) buyurmuştur. Halbuki kalp, zaten sinede
olu)'. Yine Cenâb-ı Hak, "İki kanadıyla uçan hiçbir kuş yok ki..."
(Enam. 38) buyurmuştur. Halbuki uçma, zaten kanat ile olur. Bütün bunlardan
maksat te'kîd ve kuvvetlice ifâde etmedir.
[136]
Allah Teâlâ, âyette
her nekadar yemeyi zikretmiş ise de, bundan maksat hertürlü yiyip bitirme ve
harcamadır. Zira yetimin zararı, malının yenilmesi veya başka bir yolla bitirilmesi
ile değişmez. Cenâb-ı Hak, âyette sadece yemeyi zikretmiş ve bununla, şu
sebeplerden ötürü hertürlü bitirme yollarını kastetmiştir.
a) O
zamanlar, yetimlerin malları genel olarak etleri yenilen ve sütleri içilen
hayvanlardı. Binaenaleyh âyet, onların âdetine göre ifâde edilmiştir.
b) Malını,
ister hayır ister şer olsun, her türlü yönde israf eden kimseler hakkında,
"O, malını yedi" denilmesi âdettir.
c) Yeme,
yapılan işlerde gözetilen en büyük gayedir.
[137]
Mu'tezile şöyle
demektedir: "Âyet, ister müslüman olsun ister olmasın, bu işi yapan
herkesin, tehdid edildiğini gösterir, zira Hak Teâlâ'nın, "Muhakkak ki
yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler..." sözü, herkese
şamil olan umûmî bir ifâdedir. Bu da, iiâhî tehdidin kesin olduğuna delâlet
etmektedir. Âyette, "Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir" buyruğu,
onların tevbesiz olarak ölmeleri halinde, kesin olarak bu çılgın ateşe
gireceklerini gösterir. Bunun cevabını, Bakara sûresinde enine boyuna
zikretmiştik. Sonra biz, "Bu ilâhî tehdidin, Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kâfirler zulmedenlerin taa kendileridir" (Bakara, 254) âyetinden
dolayı, kâfirlere mahsus olduğu niçin söylenemesin?" diyoruz.
Sonra Mu'tezile şöyle
der: "Bu tehdide, yetimin malından az bir şey yemenin dâhil olması caiz değildir.
Çünkü ilâhî tehdid, bu yeme ile birlikte tevbenin, olmaması şartına
bağlanmıştır Halbuki bu günahtan, daha büyük olacak bir taat yoktur. Durum
böyle olunca, bu tehdîde dâhil olduğu kesin söylenen kimsenin, kendisinin büyük
bir günah işleyip, buna tevbe etmeyen kimse olması gerekir. Bu sebeple hiç
şüphesiz, yetimin malından ne kadar yenilirse, ona çok denileceğinin
araştırılması gerekir. Buna göre Ebu Ali el-Cübbaî bu miktarın beş dirhem
olduğunu söylemiştir. Zira bu miktar, zekâtı vermeyen kimseler hakkındaki
"kenz âyeti" (Tevt», 3*35) âyetlerinde kendisine ilahî tehdidin
terettüp ettiği miktardır." Kâdî'nin zikrettiği görüşün tamamı işte budur.
Kadî'ye şöyle
denilebilir: "Sen şu iki sebepten dolayı âyetin umûmî ifâdesinin zahirine
muhalefette bulundun:
a)
Buraya tevbe etmeme şartını ilâve ettin.
b) Yine sen
buraya, bu kimsenin bütûğa ermemesi kaydını ekledin. Bu ilâveler caiz olunca,
bizim bu konuya affetmeme şartını ilâve etmemiz niye caiz olmasın?" Bu
konuda söylenebilecek en son söz şudur: Biz, affın bulunduğuna delâlet eden bir
delil bulamadık.. Ancak, ne var ki bunu da şu iki yönden cevaplayabiliriz:
1- Biz,
affın delillerinin bulunmadığını kabul etmiyoruz; bilâkis Bakara sûresinde de
açıkladığımız gibi, bu deliller pek çoktur.
2-
Farzedelim ki siz bu delilleri bulamadınız. Fakat delilleri bulamamak, cnların
olmadığı hususunda kesinlik ifâde etmez, bilâkis, bulunma ihtimali söz konusu
olur. O takdirde de bu âyete tutunma, kesinlik ve katiyyet ifâde etme
dâiresinden çıkar. Allah en iyi bilendir.
[138]
Allah Teâlâ, zekâtını
vermeyenler hakkında, bedenlerinin dağlanacağı tehdidini zikrederek, 'Ogün bunlar, üzerlerinde (yakılacak)
cehennem ateşinin içinde kızdırılacak da o kimselerin alınları, böğürleri ve
sırtları bunlarla dağlanacak" (Tevbe, 35) buyurmuştur. Allahu Teâlâ, yetim
malını yiyen kimse için de, karnının ateşle doldurulacağı tehdidinde
bulunmuştur. Şüphe yok ki bu tehdid daha şiddetlidir. Bunun sebebi şudur: Zekat
mevzuunda, fakir kimse nisab miktarı rrı«la mâlik değildir. Aksine mâlik ve
zengin olanın, malından belli bir miktara o fakiri mâlik kılması gerekmektedir.
Yetimin malını yeme meselesine gelince, yetim bu mala sahip ve mâliktir. Bundan
dolayı velînin, yetime malını vermemesi daha çirkin bir fiildir. Binâenaleyh bu
husustaki tehdid, daha şiddetli olmuştur. Bir de fakir bazan büyük olur ve bu
sebeple de mal kazanabilir. Yetim ise, küçüklüğü ve güçsüzlüğünden dolayı
âcizdir. Bundan dolayı yetimin malını telef edip bitirme hususundaki va'îd daha
şiddetli olmuştur.
Sonra Hak Teâlâ,
"Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir" buyurmuştur. Âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[139]
Âsım'ın râvisi Ebu
Bekir ile İbn Âmir, âyeti meçhul sîgasında, yâ harfinin zammesi ile şekünde
okumuşlardır ki bu:"Onlar, cehenneme girdirileceklerdir"
manasındadır. Diğer kıraat imamları ise yâ harfinin fethasıyla okumuşlardır.
Ebu Zeyd, bu kelimenin "Adam ateşe girdi, giriyor, girmek " "O,
ateşe giricidir"; "Giren kavim" şeklinde kullanıldığını
söylemiştir. Hak Teâlâ da, "Cehenneme girecek olan kimse müstesna" (sâffat,
163); "Ona girip (yanmaya) daha lâyık olanlar" (Meryem, 70) ve
"Cehenneme onlar girecekler" (Sâd, 56) buyurmuştur. Ferrâ şöyle
demiştir: yakacağın ismidir. Buna da
denir. Bu kelimeyi sâd harfinin kesresi ile okuduğunda şeklinde uzatırsın;
fetha ile okuduğunda ise uzatmadan şekhnde okursun. Fiildeki yâ harfini zamme
ile okuyanlar, onu Arapların "Allah onu, ateşin sıcağına iyice
soktu" tabirinden almışlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Biz, onu ateşe
sokacağız" (Nisa, 30) ve "Onu cehenneme sokacağım" (Müdaessir.
26) buyurmuştur. Keşşaf sahibi, bu fiilin, yâ harfinin zammesi ile ve İâmı
şeddesiz okuyarak, şeklinde ve yine yânın zammesi, lâm'ın şeddesi ile şeklinde
okunduğunu söylemiştir.
[140]
yanan ateş demektir.
Nitekim bu manada, "Ateşi yaktım, onu iyice tutuşturdum " "O
iyice tutuşmuştur ve iyice yanandır" denilir. kelimesi kelimesinden
dönmedir. Nitekim "kınalı el” Nitekim tabiri de ifâdesinden dönmedir. Cenâb-ı Hak, bu kelimeyi
şeklinde nekire olarak getirmiştir. Zira
bundan murad, şiddetinin derecesini Allah'tan başka hiç kimsenin bilmediği bir
ateş olduğunu göstermektir.
[141]
Rivayet olunduğuna
göre bu âyet nazil olunca, ifâde etliği hüküm insanlara ağır geldi ve bundan
dolayı Müslümanlar yetimlerle birlikte yaşamaktan tamamen uzaklaştılar. Bu durum
yetimlere zor geldi. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hakk'ın, "Şayet
kendileriyle birarada yaşarsanız, onlar sizin kardeşinizdif..." (Bakara,
220) âyeti nazil oldu. Bazı cahiller, bu âyetin o âyetle mensûh olduğunu
söylemişlerdir ki bu, gerçekten uzak bir görüştür. Çünkü bu âyet, insanları
yetimlere zulmetmekten men etme konusundadır. Binâenaleyh bu mensûh olamaz.
Aksine bundan maksat, yetimlerin mallarını (kendi mallarına katmak) eğer zulüm
yoluyla olur ise, bunun en büyük günahlardan biri olduğunu bildirmektir.
Nitekim bu âyette de böyledir. Eğer bu katma işi, terbiye etme ve iyilikte
bulunma yoluyla olursa, bu da en büyük iyiliklerden biri olmuş olur. Nitekim bu
hususta, "Şayet kendileriyle btrarada yaşarsanız, onlar sizin
kardeşintzdir..." (Bakara, 220) âyetinde ifâde edilmiştir. Allah en iyi
bilendir.
[142]
"Allah size,
evlatlarınız hakkında tavsiye eder ki: Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır.
Fakat onlar, ikiden fazla kadınlar ise, ölünün bıraktığının üçte ikisi
onlarındır. (Dişi evlat) tek ise, o zaman bunun yansı onundur. (Ölenin) çocuğu
varsa, ana ve babadan herbirine terikenin altıda biri (verilir). Çocuğu bulunmayıp
da kendisine ana ve babası mirasçı olduysa, (malın) üçte biri arasınındır.
(Erkek, dişi) kardeşleri varsa, o vakit altıda biri anasınmdır. (Fakat bütün
bunlar, ölenin) yapacağı vasiyyetten veya borçtan sonradır. Siz,babalarınızdan
ve oğullarınızdan hangisinin, size fâidece daha yakın olduğunu bilmezsiniz.
(Bunlar), Allah'tan birer farizadır. Şüphesiz ki Allah hakkıyla bilicidir,
yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" (Nisa, 11).
[143]
Bu âyetle ilgili
birçok mesele bulunmaktadır:
Bil ki cahiliyye
halkı, şu iki şey sebebiyle birbirlerine varis oluyorlardı :
a)
Neseb,
b)
Muahede, sözleşme...
Neseb cihetinden
birbirlerine varis olmalarına gelince onlar, ne küçük çocuklara, ne de
kadınlara miras vermiyorlardı. Onlar ancak, at üzerinde savaşan ve ganimet elde
eden erkek akrabaları mirasa mâlik kılıyorlardı. Sözleşme cihetinden
birbirlerine varis olmalarına gelince, bu da şu iki şekilde tahakkuk ediyordu:
1- Anlaşma:
Cahiliyyede bir kimse, bir başkasına "Kanım, kanın; canım, senin canın..
Sen bana, ben de sana varis olurum... Sen beni kollarsın, ben de seni.."
derdi. Onlar bu şekilde bir akid yaptıklarında, onlardan hangisi diğerinden
önce ölürse, sağ kalan için, ölünün malından daha önce şart koşulmuş olan şey
tahakkuk ederdi..
2- Evlat
edinme... Araplardan herhangi bir kimse, başkasının oğlunu evlat ediniyordu.
Böylece bu çocuk babasına değil de, o kimseye nisbet ediliyor ve o kimseye
varis oluyordu. Bu evlat edinme de anlaşma çeşitlerinden birisiydi.
Hak Teâlâ, Hz.
Muhammed (s.a.s)'i peygamber olarak gönderince O, ilk başlarda Arapları
cahiliyyedeki adetleri üzere bırakarak, onlara dokunmadı. Alimlerden şöyle
diyenler de vardır: Aksine, Cenâb-ı Hak onları bu âdetleri üzere bıraktı da,
'Her biri için baba ve ananın, yakın hısımların terikelerinden de varisler
yaptık" (Nisa, 33) buyurdu ki, bundan maksat da neseb cihetinden
birbirlerine varis olmalarıdır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Akd ile)
yeminlerinizin bağladığı kimselere de hisselerini verin" (Nisa. 33)
buyurmuştur ki bundan murad da, anlaşma sebebiyle birbirlerine varis olmalarıdır.
Birinci görüşte olanlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Akd ile) yeminlerinizin
bağladığı kimselere de hisselerini verin" (Nisa, 33) tabirinden muradın,
maldan hisse, pay olmadığını, aksine bundan muradın "onlara yardım,
nasihat ve güzel muameleye dair
hisselerini, paylarını
verin" şeklinde olduğunu
söylemişlerdir. Cahiliyye dönemindeki Arapların birbirlerine varis olma
sebeplerinin izahı işte budur.
[144]
İslâm'daki, insanların
birbirlerine varis olma sebeplerine gelince: Biz, İslâm'ın ilk yıllarında,
anlaşma ve evlat edinme yoluyla insanların birbirlerine varis otma yolunu
benimsediğini zikretmiştik.. Ayrıca buna şu iki hususu da ilâve etmiştik:
a) Hicret.
Buna göre hicret eden kimse, her ne kadar (neseb cihetinden) yabancı olsa dahi,
diğer muhacir ile çok sıkı münasebet ve ilişki içine girdiği için ona varis
oluyor, akrabası olsa dahi, muhacirden başkası ona varis olamıyordu.
b) Kardeşlik
(muâhât..) Hz. Peygamber (s.a.s), ashâbdan her iki kişi arasında bir kardeşlik
tesis etmişti. Böylece bu da, onların birbirlerine varis olmalarına sebep
teşkil etmişti. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Hısımlar, Allah'ın kitabınca birbirine
daha yakındırlar..." (En, zsâyetiyle, bütün bu varis olma sebeplerini
neshetmiştir. İslâm dininin üzerine bina edildiği veraset sebepleri ise, üçtür:
a) Neseb, b) Nikâh, c) Velâ...
[145]
Ata şunu rivayet
etmiştir: "Sa'd İbn Rebî şehit edildi ve geriye iki kızını, hanımını ve
kardeşini bıraktı. Kardeşi
malın tamamını alınca,
Sa'd'ın hanımı Hz. Peygamber'e gelerek, "Ya Resûlallah, şu iki kız Sa'd'ın
kızlarıdır. Sa'd şehit edildi; kızların amcası ise, onların mallarını
aldı" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Dön, umulur ki
Allah bu hususta hükmedecektir" dedi. Bir müddet sonra kadın geldi ve
ağlamaya başladı. İşte böylece bu âyet-i kerime nazil oldu. Bunun üzerine de
Allah'ın Resulü, o iki ki2m amcasını çağırdı ve "Sa'd'tn iki kızına üçte
iki, annelerine ise sekizde bir mal ver, geriye katan ise senindir"
buyurdu. İşte İslâm'da taksim edilen ilk miras budur.
[146]
Bu âyetin kendinden
önceki âyetlerle münasebeti konusunda şu iki açıklama yapılmıştır:
1- Allah
Teâlâ yetimlerin malları hakkındaki hükmünü ve bu hususta velilere terettüp
eden mükellefiyetleri beyân edince, bu yetimin veraset yoluyla mala nasıl mâlik
ve sahip olacağını da beyân buyurmuştur. Bu ise ancak, miras hükümlerinin
tamamının izah edilmesiyle mümkün olmuştur.
2- Allah
Teâlâ miras hükümlerini, "Ana ve baba ile yakın akrabaların
bıraktıklarından erkeklere farz kılınmış bir nasîb, hisse vardır" (Nisa.
7) ifâdesinde kısaca beyân edince, bu mücmel ifâdenin peşinden de şu tafsilata
yer vererek, "Allah size, evlatlarınız hakkında tavsiye eder ki:..."
(Nisa, 11) buyurmuştur'[147]
Kaffâl şöyle
demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğu şu demektir: "Allahu Teâlâ
size, ölümünüzden sonra, sizi evlâtlarınızın haklarını tastamam yerine getirmeye
vesile olan bir söz söylüyor..." Buradaki
(tavsiye etmek) kelimesinin astı, ulaştırmak anlamındadır. Bir kimse bir
şeye ulaştığı zaman, yine bir kimse bir kimseyi bir şeye ulaştırdığında,
denilir. Meselâ, denildiğinde bunun manası "O, beni kendisini bilmem
gereken şeyi bilmeye ve anlamaya iletti, götürdü" şeklinde olur. kelimesi
de böyledir; ancak ne var ki, mübalağa ifade etmek için kullanılır."
Zeccâc, buradaki "size tavsiye eder.." cümlesinin manasının,
"Allah size farz kılıyor" şeklinde olduğunu; zira Cenâb-ı Hakk'ın
yapmış olduğu tavsiyenin farz anlamına geleceğini; bunun delilinin ise,
"(Kısas ve zina gibi şeylerden dolayı meşru) bir hak olmadıkça, Allah 'm
haram ettiği cana kıymayın. İşte Allah size. aklınızı başınıza alasınız diye
bunları emretti" (Enam. ısı> buyruğu olduğunu; bunun ise bize farz
olduğunda herhangi bir şüphe bulunmadığını söylemiştir.
Buna göre şayet,
""Arapça'da, "Seni şu şeye tavsiye ediyorum" şeklinde bir
kullanış yoktur. O halde nasıl olup da Cenâb-ı Hak burada, buyurmuştur?"
denilirse, biz deriz ki:
Vasiyyet, bir söz
olunca, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak, '/Allah size tavsiye eder.." ifâdesinden
sonra müste'nef bir haber zikretmiş ve "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı
vardır" buyurmuştur. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "İman edip
de iyi amelde bulunan o kimselere Allah hem mağfiret, hem büyük mükafaat
va'adetmiştir" (Fetih, 29)âyetidir. Yani, "Allah şöyle demiştir:
"Onlar için bir mağfiret vardır..." demektir. Çünkü va'ad, söylemek
anlamına gelir.
[148]
Bil ki,
Allah Teâlâ önce çocukların mirastaki
payını zikretmiştir. Allah, insanın çocuğuna olan ilgi ve alâkası, beşerî ilgi
ve alâkaların en
kuvvetlisi olduğu için, böyle yapmıştır. İşte bu sebepten
dolayı Hz. Peygamber (s.a.s), "Fatıma benden bir parçadır"
buyurmuştur. İşte bu sebeple Allah Teâlâ çocukların mirastaki paylarını önce
zikretmiştir.
Bil ki, çocukların bir
yalnız başlarına bulunma durumları; bir de ebeveynleriyle birlikte bulunma
durumları söz konusudur. Yalnız başlarına bulunma durumları üçtür. Bu böyledir,
zira ölen kimse, geride ya hem erkek hem dişi; ya sadece dişi, veyahut da
sadece erkek evlat bırakır.
[149]
Birinci kısım: Ölen
kimsenin geride, hem erkek hem de dişi evlat bırakması halidir. Altah Teâlâ bu
husustaki hükmünü, hiç şüphesiz "Erkeğe, İki dişinin payı miktarı
vardır" cümtesiyle beyan buyurmuştur.
Bil ki bu ifâde,
pekçok hükmü ortaya koymaktadır:
a) Ölen
kimse, geride bir erkek ve bir kız çocuğu bıraktığı zaman, erkeğin mirastaki
payı 2 (iki), dişininki ise 1 (bir)'dir.
b) Varis
olacak kimseler, üç (3) ve daha fazla sayıdaki erkek ile üç (3) ve daha fazla
sayıdaki dişi ise, her erkeğin hissesi iki, her dişinin hissesi ise birdir.
c)
Çocuklarla beraber, ana-baba ve zevceler gibi başka varisler de bulunursa,
bunlar kendi hisselerini alırlar, paylar alındıktan sonra geriye kalan mal,
erkeğin payı 2 (iki) olmak üzere, evlatlar arasında taksim edilir. Böylece
Cenâb-ı Hakk'tn "Erkeğe. iki dişinin payı miktarı vardır" âyetinin bu
pekçok hükmü ifâde ettiği sabit olmuş olur[150]
İkinci kısım: Ölen
kimsenin geride sadece dişi evlat bırakması hali.. Allah Teâlâ dişi evlâdın,
ikiden fazla olması halinde, hisselerinin üçte iki olduğunu; tek olmas halinde
ise, bu hissenin yarım olduğunu beyân buyurmuştur. Ancak ne var ki Cenâb-Hak,
iki kızın hükmünü, sarih bir ifâde ile beyân buyurmamıştır. Âlimler, İki kızın
paylarının ne olacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. İbn Abbas'ın şöyle dediği
rivayet edilmiştir: "Üç kız ve daha fazlasının hissesi, üçte ikidir. İki kızın
hissesi ise, yarıdır.' İbn Abbas, bu hükmüne Cenâb-ı Hakk'ın şu buyruğunu delil
getirmiştir: "Fakat onlar, ikiden fazla dişiler ise, ölünün bıraktığının
üçte ikisi onlarındır" (Nisa, n) Arapça'da kelimesi, şart koşmayı ifâde
etmektedir. Bu da, üçte iki hissenin alınabilmesinin. dişilerin sayısının üç ve
daha fazla olması sayısına bağlandığını gösterir ki, bu da iki kıza üçte iki
pay verilmesine manidir."
Buna birkaç bakımdan
cevap verilebilir:
Birinci şekil: Bu söz,
İbn Abbas'ın aleyhinedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "(Dişi evlat) tek ise, o zaman
bunun yansı onundur" (nis. N) buyurmuş, yarım hissenin tahakkukunu, dişi
evladın bir olması şartına bağlamıştır. Bu ise, iki dişi için, pay olarak yarım
hissenin tahakkuk etmesini engeller. Binaenaleyh, bu sözün doğru olması halinde
bu, İbn Abbas'ın görüşünü iptal eder.
İkinci şekil: Biz,
kelimesinin vasıf, nitelik yok olduğunda hükmün yokluğuna delâlet ettiğini
kabul etmiyoruz. Bunun böyle olduğuna şu da delâlet eder: Eğer durum böyle
olsaydı, bu iki âyet arasında bir tenakuzun bulunması gerekirdi. Zira
"icmâ", iki kızın hissesinin ya yarım, veyahut da üçte iki olduğuna
delâlet etmektedir. kelimesinin şart koşmayı ifâde ettiğini kabul etmemiz
halinde, bu iki hükmün de yanlış olduğunu söylemek gerekir. Böylece, bu
kelimenin şart mânasını ifâde ettiği şeklinde hüküm vermenin yanlış ve bâtıl
bir neticeye götürdüğü sabit olmuş olur. Binaenaleyh, böyle bir hüküm asılsız
olmuş olur. Bir de Cenâb-ı Hak, "... ve eğer bir yazıcı da bulamadınızsa,
o vakit (borçludan) alınmış rehinler (yeter)..." (Bakara. 283) ve 'Eğer
kâfirlerin size fenalık yapacağından endişe ederseniz, namazdan kısaltmanızda
size bir vebal yoktur" (Nisa, 101) buyurmuştur. Halbuki bu kelimenin, bu
âyetlerde şart koşma manasını ifâde etmesi imkânsızdır.
Üçüncü şekil: Âyette,
bir takdimve tehir söz konusudur. Kelâmın takdiri ise şöyledir: "Eğer
dişiler iki ve daha fazla olurlarsa, onlar için (mirastan) üçte iki pay
vardır." İşte, İbn Abbas'ın deliline karşı vereceğimiz cevap budur.
Ümmetin diğer âlimleri ise, iki dişinin hissesinin üçte iki olduğunda ittifak
ederek şöyle demişlerdir: "Biz bu hükmün böyle olduğunu, birçok şeyden
ötürü anlıyoruz:
1- Ebu
Müslim el-İsfehanî şöyle demektedir: "Biz bunu Hak Teâlâ'nın "Erkeğe,
iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğundan anlamaktayız. Bu böyledir
zira, bir kimse ölse ve geride bir oğul ve bir ktz bıraksa, bu durumda, Cenâb-ı
Hakk'ın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" hükmünden dolayı,
oğulun mirastaki hissesinin üçte iki olması gerekir. Erkeğin payı iki dişinin
payı olduğuna ve burada erkeğin payının üçte iki olduğuna göre hiç şüphe yok
ki, iki dişinin mirastaki payının da üçte iki olması gerekir."
2- Ebu Bekr
er-Razî şöyle demektedir: "Bir kimse ölür, geride de bir oğul ve bir kız
bırakırsa, bu durumda kızın mirastaki hissesi, Hak Teâlâ'nın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı
vardır" buyruğunun delaletiyle üçte birdir. Bir kızın hissesi, bir erkekle
beraber bulunduğunda üçte bir olduğuna göre, bu kızın mirastaki payının başka
bir dişiyle beraber üçte bir olması daha evlâ olur. Çünkü erkek, dişiden daha
güçlüdür.
3- Cenâb-ı
Hakk'ın "Erkeğe, İki dişinin payı
miktarı vardır" âyeti, iki dişinin mirastaki payının, bir dişinin
mirastaki payından daha fazla olduğunu ifâde etmektedir. Aksi halde, erkeğin
payının bir dişinin payı kadar olması gerekir ki, bu da âyetin hilâfına bir
durumdur. İki dişinin payının, bir dişinin payından daha fazla olduğu sabit
olunca, biz deriz ki, bunun da üçte iki olması gerekir. Çünkü arada herhangi
bir fark bulunduğunu söyleyen yoktur.
4-
Biz, bu âyetin nüzul sebebinde, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in Sa'd İbn Rebî'in iki kızına, üçte iki verdiğini zikretmiştik. Bu da,
bizim söylediğimiz görüşe delâlet etmektedir.
5- Allah
Teâlâ bu âyette, bir kız ile üç ve üçün üzerinde otan kızların mirastaki
paytarını beyân buyurmuş, iki kıza dair hükmü ise beyân etmemiştir. Yine Altah
Teâlâ kız kardeşlerin mirastaki paylarının ne olduğunu belirtmek için de,
"Eğer evladı (ve babası) olmayan bir erkek ölür, onun (ana baba bir veya
sadece baba bir) bir tek kız kardeşi kalırsa, terikesinin yansı onundur.(...)
Eğer kız kardeş iki İse, oğlar kardeşinin bıraktığının üçte ikisini
alırlar" (Nisa. 176) buyurmuştur. Burada Cenâb-Hak, bir ve iki kız
kardeşin mirastaki hükmünü belirtmiş, ikiden fazla kız kardeşin mirastaki hükmünü
zikretmemiştir. Böylece bu iki âyetten her biri, bir yönden mücmeı bir yönden
de mübeyyen olmuş olur. Buna göre biz deriz ki, iki kız kardeşin hisses: üçte
iki olunca, iki kız evladın hissesinin bu olması daha uygundur. Çünkü bu iki
kız evlat, ölen kimseye iki kız kardeşten daha yakındır. Üç ve üçten fazla
kızlarır hissesi üçte ikiden fazla olmadığına göre, üç ve üçten fazla kız
kardeşlerin mirastak-paylarının da bundan fazla olmaması gerekir. Zira kız
evladı, ölen kimseye daha yakır olunca, daha zayıfı daha güçlü olana üstün
kabul etmek imkânsız olur. Bu konuda zikredilmiş görüşlerin tamamı işte budur.
Bunlardan ilk üçü, âyetten istinbât edilmiş, dördüncüsü sünnetten, beşincisi
ise "kıyas-ı celî[151] den
alınmıştır.
[152]
Üçüncü kısım: Ölen
kimsenin, geride sadece erkek evlat bırakması hali. Buna göre biz deriz ki, tek
bir oğul mirasta yalnız başına bulunduğunda, malın tamamım alır. Bunun izahı
pekçok bakımdandır:
1-Cenâb-ı
Hakk'ın "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğunun delâleti
itibariyle. Zira bu ifâde, erkeğin mirastaki payının, iki dişinin mirastaki
payı miktarı olduğuna delâlet etmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak kızlar
hakkında da, "(Dişi evlât) tek İse, o zaman bunun yansı onundur" buyurmuştur.
Böylece bu iki âyetin toplamından, mirasta yalnız başına kalan bir oğulun
hissesinin malın tamamı olması neticesi ortaya çıkar.
2- Biz bunun
böyle olduğunu sünnetten de anlıyoruz. Bu da, Hz. Peygamber (s.a.s)'in,
"Paylar dağıtıldıktan sonra geriye kalan miktar, en yakın erkek asabeye
verilir."[153] Oğulun,
erkek asabe olduğunda bir münakaşa yoktur. Oğul, hisselerden sonra geriye kalan
malın tamamını alınca, hisse bulunmaması halinde de malın tamamını alması
gerekir.
3- Ölüye en
yakın asabe, oğuldur. Oğulun mirastaki payının muayyen ve mahdut olmadığı icmâ
ile sabittir. Bu yalnız oğulla beraber, mirastaki hissesi âyette belirlenmiş
bir kimse (sahib-i farz) bulunmayınca, onun muayyen bir miktar alması, geriye
kalanı almasından daha evlâ değildir. Binaenaleyh, bu oğulun malın tamamını
alması gerekir.
İmdi şayet, "İki
dişinin hissesi üçte ikidir; binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "Erkeğe, tki
dişinin payı miktarı vardır" buyruğu, erkeğin mirastaki payının mutlak
olarak üçte bir olmasını gerektirir. Bu ise onun, malın tamamını almasına mani
olur.." denilirse, biz deriz ki:
Bundan maksat, erkek
evladın diğer mirasçılarla beraber bulunması halidir; yoksa yalnız başına
kalması hali değildir. Buna, şu iki husus da delâlet etmektedir:
a) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Allah size, evlatlarınız hakkında şöyle tavsiye (emr)
eder..." buyruğu çocukların mevcut olmasını gerektirir. O'nun,
"Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğu da, miras taksimi
durumunda erkek ve dişi evlatların bulunmasını gerektirir.
b) Allah
Teâlâ bunun peşinden, çocuğun yalnız olma halini de zikretmiştir. Bütün bu
anlatılanlar bir kimse ölüp, geride tek bir oğul bırakması durumunda söz
konusudur. Ama, bir knmse ölüp geride, mala hak kazanma cihetinden müşterek
olan pek çok oğullar bıraktığında, aralarında herhangi rüçhaniyyet durumu söz
konusu değildir. Binaealeyh miras malının onlar arasında eşit olarak taksim
edilmesi gerekir. Allah en iyi bilendir.
Âyetle ilgili olarak
geriye iki soru kalmıştır:
[154]
Birinci soru:
"Hiç şüphesiz, şu sebeplerden dolayı kadın erkekten daha âcizdir:
a) Kadın
dışarı çıkmaktan ve ortada gözükmekten âcizdir. Zira onun kocası ve atabaları,
bunu ona yasaklar.
b) Aklı kıt,
aldanması ve yanılması çoktur.
c) Erkeklerle
karıştığında, töhmet altına girer. Kadının acziyyetinin daha fazla olduğu sabit
olduğuna göre, mirastaki hissesinin de daha çok olması gerekir. Daha çok olmasa
bile, en azından erkeğinkine eşit olması gerekir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın,
kadına mirastan erkeğin payının yarısını vermesindeki hikmet nedir?"
Bu soruya şu
şekillerde cevap verilir:
1- Kadının
harcaması daha azdır. Çünkü kocası, onun için harcar. Erkeğin harcaması ise
daha çoktur. Çünkü erkek, hanımı için de harcar. Harcaması ve masrafı daha çok
olan, mala daha muhtaçtır.
2- Erkek,
yaratılış, akıl ve meselâ kadılık (hakimlikjjmamet (devlet başkanlığı)
yetkisinin kendisine verilmesi gibi dinî mertebeler bakımından kadından daha
üstün durumdadır. Keza kadının şahitliği, erkeğin şahitliğinin yarısı kadardır.
Bu durumda olan Kimseye, daha tazla verilmesi gerekir.
3- Kadının
aklı az, (arzuları) çoktur. Kadınaçok mal verildiğinde, fesat büyür. Nitekim
Şâir: "Boş zaman, gençlik ve bolluk içinde olmak, kişiye çok
zararlıdır" demiştir. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Çünkü insan muhakkak
kendini ihtiyaçtan vareste gördü diye azar' âk, 6-7) buyurmuştur. Erkeğin
durumu ise böyle değildir.
4- Erkek,
aklının tam oluşu sebebi ile, malını hanlar yaptırma, çaresizlerin güze1
övgüyü, âhirette de bol sevabı kazandıracak şeylere harcar. Bunu ancak erkek yapabilir.
Çünkü erkek, insanlara daha fazta karışıp içli-dışlı olur. Kadının, insanlara
ihtilatı ise azdır. Binaenaleyh kadın buna muktedir olamaz.
5- Rivayet
olunduğuna göre Cafer-i Sadık'a bu mesele sorulunca o şöyle demiştir: "Hz.
Havva bir avuç buğday alıp onu yedi. Sonra bir avuç daha atıp onu gizledi. Daha
sonra bir başka avuç aldı ve onu Hz. Adem'e verdi. Hz. Havva, kendi payını
erkeğin payının iki katı kılınca, Allah Teâlâ durumu aleyhine çevirdi de,
kadının (mirastan) hissesini, erkeğin hissesinin yarısı kıldı."
[155]
İkinci soru: Cenâb-ı
Allah niçin "iki dişi için bir erkeğin payı miktarı vardır" veya
"Bir dişi için, erkeğin payının yarısı miktarı vardır" demedi?
Buna birkaç yönden
cevap verilir:
a) Erkek,
kadından daha üstün olduğu için, Cenâb-ı Hak erkeği kadından önce zikretmiştir.
Nitekim erkeğin payını da, kadının payının iki katı kılmıştır.
b) Hak
Teâlâ'nın, 'Erkeğe, iki dişinin payı
miktarı vardır" buyruğu, erkeğin üstünlüğüne mutabakat[156];
dişinin noksanlığına ise iltizâm
suretiyle delâlet etmektedir. Eğer Allah, sizin dediğiniz gibi demiş
olsaydı, o zaman o ifâde dişinin noksanlığına mutabıkı olarak, erkeğin
üstünlüğüne ise iltizâm? olarak delâlet etmiş olurdu. Bundan dolayı Cenâb-ı
Hak, faziletleri teşhir etmedeki sa'y-ü gayretin, rezillikleri teşhir etmedeki
sa'y-ü gayrete tercih edildiğine dikkat çekmek için birinci yolu tercih
etmiştir. Nitekim O, "Eğer iyilik ederseniz, kendinize tyilfk etmiş
olursunuz. Eğer kötülük ederseniz, (yine) kendinize etmiş olursunuz"
(isra, i)buyurmuş ve iyilik etmeyi iki kere, kötülük etmeyi ise bir kere
zikretmiştir.
c) Cahiliyye
Arapları kadınları değil de sadece erkekleri mirasçı kılıyorlardı. İşte bu
âyetin sebeb-i nüzulü budur. Bundan dolayı şöyle denilmiştir: "Erkeğin
mirastaki payının, kadının payının iki katı olması ona yeter. Binaenaleyh
erkeğin kadını mirastan tamamen mahrum etmeyi arzulaması uygun değildir."
Allah en iyi bilendir.
[157]
Veled (çocuk)
kelimesinin, hakikî manada
adamın sulbünden olan çocuğa isim olarak verildiğinde şüphe
yoktur. Yine bu
kelimenin oğulun çocuğu (torun) hakkında da kullanıldığında şüphe yoktur.
Nitekim Cenâb-ı Hak, "Yâ Beni Âdeme" buyurmuştur. Yine Hak Teâlâ Hz.
Peygamber (s.a.s) zamanındaki yahudilere de "Ey Benî İsrail
(İsrâiloğullan)" demiştir. Fakat konumuz, "veled" lafzının,
oğulun çocuğuna (toruna) mecazi olarak mı hakîkî olarak mı verildiği
hususundadır.
Buna göre, eğer biz
bunun mecazî olduğunu söylersek, şöyle deriz: Usûl-u fıkıhta "tek bir
lâfzın aynı anda hem hakîkî, hem de mecazî manada kullanılmasının caiz
olmadığı" kaidesi vardır. Bu durumda Allah Teâlâ'nın, "Allah size,
evlatlarınız hakkında şöyle tavsiye (emr) eder..." buyruğu ile, hem
sulbten olan çocuğu, hem de oğulun çocuğunu (torunu) murad etmiş olması
imkansızdır.
Bil ki bu müşkili
gidermenin yolu şöyle demektir: "Biz, oğulun çocuğunun hükmünü bu âyetten
değil, aksine sünnet (hadis) ve kıyastan elde ediyoruz. Fakat bu hükmü bu
âyetten almak istersek şöyle deriz: Hem sulbten olan çocuk, hem de oğulun
çocuğu bu âyetle aynı anda murad edilmemiştir. Bu böyledir, Zira oğulun
çocukları (torunlar), mirasa ancak şu iki durumun birinde müstehak olurlar:
a) Sulbten
olan çocuk hiç mevcut olmaz ise...
b) Sulbten
olan çocuk mirasın tamamını alamıyorsa... Bu durumda onlar (torunlar), kalan
mirası paylaşırlar. Fakat oğulun çocuğunun, sulbten olan çocukların birlikte
hak sahibi olmaları gibi, sulbten olan çocuklarla birlikte ortak olarak hak
sahibi olmalarına gelince, iş böyle olmaz. Buna göre de bu âyetin, sulbten olan
çocuk ile oğlun çocuklarına (torunlara) delâlet etmesinden, tek bir lâfız ile,
o lâfzın aynı anda hem hakikî hem de mecazi manasının murad edilmiş olması
gerekmez. Zira bu tek lâfız ile sulbten olan çocuk murad edildiğinde oğulun
çocuğu; oğulun çocuğu murad edildiğinde ise sulbten olan çocuk murad edilmiş
olmaz.
Velhasıl diyebiliriz
ki, bu âyet, bazan sülbten otan çocuğa, bazan da oğulun çocuğuna hitap olmuş
olur. Bu iki durumun her birinde de tek bir şey murad edilmiş olur. Fakat biz
"veled" isminin, hem sülbten olan çocuğa, hem de oğulun çocuğuna
verilmesinin, hakiki manada olduğunu söylersek, bu durumda kelimeyi bu iki mana
arasında müşterek kabul edersek, yine aynı müşkilat ortaya çıkmış olur. Zira müşterek
bir lâfzın, aynı anda iki manasını ifâde etmek için kullanılamayıp, aksine onu
bu iki manaya uygun (mütevatı) kılmanın gerektiği sabit olmuştur. Mesela insan
ve ata nisbetle "hayvan" (canlı) kelimesinin kullanılışı gibi...
Bunun doğruluğuna "Kendi sulbünüzden (gelmiş) oğullarınızın
hanımları..." (Nisa,23)âyeti de delâlet etmektedir. Âlimler, bu ifâdeye
sülbten olan oğul ile oğulun oğlunun (torunların) girdiği hususunda ittifak
etmişlerdir. Böylece biz "ibn (oğul)" kelimesinin hem sülbten olan çocuğa
hem de toruna nisbetle uygun bir manaya geldiğini anlamış olduk. İşte bu izaha
göre müşkilat giderilmiş olur.
Bil ki "ibn"
(oğul) kelimesinin oğulun oğlunu (torunu) içine alıp almadığı hususundaki bu
bahis, "eb" (baba) ve "ümm" (anne) kelimelerinin dedeleri
ve nineleri içine alıp almadığı hususunda da aynen söz konusudur. Şüphesiz ki
bu kelimeler de Hak Teâlâ'nın, "Senin tanrına ve babaların İbrahim'in,
İsmail'in, İshâk'ın bir tek tanrısı olan Allah'a İbadet edeceğiz" (Bakara,
133)âyetinin delâlet ettiği gibi, onları kapsamaktadır. Bu içine alma işinin
hakiki manada olmadığı daha zahirdir. Zira sahabe, dede ile ilgili Kur'ân'da
zikredilen bir hükmün bulunmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Eğer
"eb" (baba) kelimesi, hakîkî manada olarak dedeyi ifâde etmiş
olsaydı, sahabenin bu şekilde ittifakı doğru olmazdı. Allah en iyi bilendir.
[158]
Bil ki Cenâb-ı
Hakk'ın, "Allah size, evlatlarınız hakkında şöyle tavsiye (emr) eder:
"Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır-' buyruğunun umûmî manasının, şu
dört durum ile tahsis edilmiş olduğu söylenmiştir:
a)
Hür ve köle birbirine varis olamaz.
b)
Kasten katil olan kimse vâris olamaz.
c) İki ayrı
dine mensup olanlar birbirine vâris olamazlar. Bu, ümmetin kabul ettiği ve
meşhur derecesine ulaşan bir haberdir. Bu haberden şu iki fer'î hüküm de çıkar:
[159]
Birinci hüküm:
Âlimlerimiz, kâfirin müslümana vâris olamayacağı hususunda ittifak etmişlerdir.
Müslümanın kâfire vâris olması meselesine gelince, çoğu âlimlerimiz bunun da
kâfire vâris olamayacağı kanaatindedirler. Bazı âlimler ise vâris olabileceğini
söylemişlerdir. Meselâ Şâ'bî şöyle der: "Mu'aviye bu şekilde hüküm verdi
ve bunu (valisi) Ziyad'a yazdı. Bunun
üzerine Ziyad, bunu Kâdî Şüreyh'e gönderdi ve bu şekilde hükmetmesini emretti.
Daha önce Kadî Şüreyh müslüman kâfire vâris olamaz diye hüküm veriyordu. Ziyad,
Şüreyh'e bunu emredince, Şüreyh buna uygun hüküm verip, "mü'minlerin emiri
(devlet başkanı) da bu şekilde hükmediyor1 dedi.
Birinci görüşte
olanların delili, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, jjU Ja! ifjljaj ^ "İki ayrı
dinden olanlar, birbirine vâris olamazlar"[160]
hadiâ-i şerifinin umumî manada oluşudur. İkinci görüşte olanların delili ise,
rivayet edilen şu husustur: Mu'âz (r.a) Yemen'de iken kendisine bir yahudinin
ölüp, geride müslüman bir kardeşinin kaldığını söylediler. Bunun üzerine Mu'âz
(r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'den, *">G*^ ^aîü ^j ^ijt "İslâm
arttım, eksiltmez"[161]
dediğini duydum" dedi. Sonra bu görüşte olanlar bunu şöyle diyerek
kuvvetlendirmişlerdir: "Hak Teâlâ'nın, "Allah size, evlatlarınız
hakkında tavsiye eder ki: "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır"
âyetinin zahirî manası, kâfirin müslümana, müslümanın da kâfire vâris olmasını
gerektirir. Fakat biz bu âyetin zahirini, Hz. Peygamber (s.a.s)'in "İki
ayrı dinden olanlar, birbirine vâris olamazlar" hadis-i şerifi ile tahsîs
eder (sınırlarız). Çünkü bu hadis, âyetten daha hususidir. Husûsî (hâs) olan
delil, umumî olan delilden önce nazar-ı itibara alınır. Yine Hz. Peygamber
(s.a.s)'irı "İslâm arttırır, eksiltmez" ifâdesi, "İki ayrı
dinden olanlar, birbirine vâris olamazlar" hadisinden daha husûsidir.
Binâenaleyh bu hadisin, ona takdim edilmesi gerekir. Hatta bu tahsîs daha
evladır. Zira bu hadisin zahiri, âyetin umûmî manası ile kuvvet kazanmaktadır.
Birinci hadis ise böyle değildir. Buna cevap olarak söylenecek son söz şudur:
Hz. Peygamber (s.a.s)'in "İslâm arttırır, eksiltmez" hadisi, mirasta
bir nass sayılmaz. Binaenaleyh bunu başka durumlara hamletmek gerekir."
[162]
İkinci hüküm:
Müslüman, irtidâd edip sonra ölür ya da öldürülürse, irtidad süresince
kazandığı mala vâris olunamayacağı, bilâkis bu malın Beytü'l-male (devlet
hazinesine) verileceği hususunda âlimler ittifak etmişlerdir. Onun müslüman
iken kazandığı mala gelince, bu hususta iki görüş vardır: Şafiî, "O mala
vâris olunamaz, aksine Beytü'l-male kalır" demiştir. Ebu Hanife ise,
"Ona, müslüman olan varisleri varis olabilir" demiştir. Şafiî'nin
delili şudur: "Biz Hz. Peygamber (s.a.s)'in "İki ayrı dinden olanlar
birbirine vâris olamazlar" sözünü, Cenâb-ı Hakk'ın "Erkeğe, iki
dişinin payı miktarı vardır" âyetinin umûmî manasına tercih etme hususunda
ittifak ettik. Mürted ve onun müslüman vârisi, iki ayrı dinden olmuş olur.
Binâenaleyh bunların birbirine varis olmamaları gerekir.
Buna göre şayet,
"mürtedin mala mâlik oluşu, müslümanlığmın sona erişi ita zail olmuş ve bu
mülkiyet kendisine vâris olan kimselere intikal etmiştir. Bu durumda da,
müslüman kâfire değil müslümana vâris olmuş olur" denilir ise biz deriz ki
Müslüman şayet mürtede varis olmuş olsaydı, ona ya mürted hayatta iken, yahut
da öldükten sonra varis olmuş olurdu. Birincisi bâtıldır ve müslümanın bu
durumda o mallarda tasarrufta bulunması helâl olmazdı. Çünkü Cenâb-ı Allah,
"Ancak zevceleri veya sağ ellerinin mâlik olduğu (cariyeleri) müstesna...
"{Müminun, 6) buyurmuştur. Bu. icmâ ile de bâtıldır. İkincisi de bâtıldır.
Çünkü mürted, ölürken kâfir olarak ölmüştür. Binaenaleyh bu durum, iki ayrı
dinden olan kimselerin birbirine vâris olması neticesine götürür ki bu da
hadisin aksine bir şey olur.
Burada geriye ancak
şöyle demek kalır: "O müslüman, o mürtede, mürtedin müslüman olduğu son
âna dayanarak, ölümünden sonra ona varis olmuştur. Fakat buna dayanmaya
hükmetmek de bâtıldır. Zira mürted hayatta iken, mülkiyet bulunmadığına göre,
eğer bu mülkiyet o kimsenin ölümünden sonra, hayatta iken bulunduğu şekilde
mevcut olmuş olsaydı, o zaman geçmiş zamanda tasarruf yapılmış olurdu ki bu da
aklın bedaheti ile bâtıldır. Eğer bu istinad, tebyin ile tefsir edilecek olsa,
söz yine vârisin, mürted hayatta iken mürtede vâris olması neticesine varır ki
biz bunun bâtıl olduğunu bildirmiştik. Allah en iyi bilendir.
[163]
d) Âyetin
tahsis edilmiş olduğu şekillerden birisi de, müçtehidlerin ekserisinin görüşü
olan, peygamberlere vâris olunamayacağıdır. Şiî'ler bunu kabui etmemişlerdir.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Fatıma (r.anha) miras isteyip, ashab ona o mirası
vermeyince, ashab Hz. Peygamber (s.a.s)'in: "Biz peygamberler topluluğuna
vâris olunmaz (ölümümüzden sonra) geriye ne bırakırsak, o, (ümmet için)
sadakadır"
[164]
hadisine tutunmuşlardır. Bunun üzerine Hz. Fatıma (r.anha) da Hak Teâlâ'nın
"Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" âyetinin umûmî manasına
tutunmuş ve sanki Kur'ân'ın umûmî manasının, haber-t vâhid ile tahsis edilemiyeceğine
işaret etmiştir.
Sonra Şi'îler şöyle
demişlerdir: "Kur'ân'ın umumiliğinin haber-i vâhid ile tahsis edilmesi
caiz olsa bile burada böyle bir tahsis caiz değildir. Bunu şu üç şekilde izah
ederiz:
1- Bu hüküm,
Atlah Teâlâ'nın Hz. Zekeriyyâ'dan naklen: "Ki o bana mirasçı olsun. Ya'kub
hanedanına da mirasçı olsun" {Meryem, 7)âyeti ile, "Süleyman Davud'a
mirasçı oldu" (Nemi, 16) âyetinin hilâfınadır. Bunu, onların ilim ve
dinine vâris olma manasına hamletmek mümkün değildir. Zira bu hakikî manada bir
veraset olmayıp, yeni bir kesb (kazanç elde ediş) olur. Hakiki manada vâris
olmak, ancak malda olur.
2- Bu
meseleleri bilmeye muhtaç olan, ancak Hz. Fatıma, Hz. AH ve Hz. Abbas (r.anhüm)'dır.
Bunlar ise zâhid, âlim ve dindar kimselerin en önde gelenlerindendir Hz. Ebu
Bekir (r.a)’in bu meseleyi bilmeye hiç ihtiyacı yoktu. Zira o, Hz. Peygamber'e vâris olacağını düşünen
kimselerden değildi. O halde bu meseleyi bilmeye ihtiyacı olmayan kimseye bunu
tebliğ edip, bu meseleyi bilmesi daha fazla gerekenlere tebliğ etmemesi Hz.
Peygambere nasıl yakışır?
3- Hz.
Peygamber (s.a.s)'in, "(Ölümümüzden sonra) geriye ne bırakırsak"
ifâdesi "Vâris olunmayız" ifâdesinin sılası da olabilir. Buna göre
ifâdenin takdiri, "Geride sadaka olarak bıraktığımız şeye, işte buna vâris
olunmaz" şeklindedir. Buna göre eğer, "Böyle bir takdir yapılması
halinde, bu hükümde peygamber için bir hususiyet kalmaz" (Zira diğer
insanların da sadaka olarak bıraktıktan şeyler paylaşılmaz) denilirse, biz
deriz ki: "Aksine peygamberlerin bir şeyi tasadduk etmeye niyetlenmeleri
halinde, sırf niyetleri sebebiyle, o şeyin onların mülkiyetlerinden çıkması ve
o şeye, onlardan hiç kimsenin vâris olamayacağı ihtimalinden ötürü, bu
hususiyet mevcuttur. İşte böyle bir mana, peygamberlerden başkası için söz konusu
değildir."
Şiilerin bu görüşüne
şöyle cevap verilir: Hz. Fatıma (r.anha), bu münazaradan sonra Hz. Ebu Bekr'in
hükmüne razı olmuş ve Hz. Ebu Bekr'in kail olduğu hükmün doğruluğu hususunda
icmâ meydana gelmiştir. Binaenaleyh böyle bir soru ortadan kalkar. Allah en iyi
bilendir.
[165]
Bu âyetle ilgili
meselelerden birisi de, âyetteki "Erkece, iki dişinin payı mtktan
vardır" ifâdesi, "Onlardan erkeğe..." manasındadır. Âyet-i kerimeden
(Onlardan) ifâdesi, anlaşıldığı için
hazf edilmiştir. Bu tıpkı senin Yağın iki ölçeği, bir dirhemedir" sözün
gibidir. Allah en iyisini bilendir.
[166]
Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat
onlar ikiden fozla kadınlar ise, ölünün bıraktığının üçte ikisi
onlarındır" buyruğunun manası, "Eğer , kızlar veya kız çocuklar,
hepsi kadın olur, içlerinde oğlan bulunmaz ise..." şeklindedir. Hak
Teâlâ'nın "İkiden fazla" lâfzının, fiilinin ikinci haberi veya (kadınlar)
lâfzının sıfatı olması caizdir. Bu, "Kadınlar ikiden fazla olurlarsa.."
demektir. Burada birkaç soru vardır:
Birinci Soru:
Âyetteki, "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" buyruğu çocuklardan
iki kızın hissesini beyân etmek için değil de, erkeğin hissesini beyân etmek
için söylenmiş bir sözdür. O halde, Hak Teâiâ'nın 'Fakat onlar ikiden fazla
kadınlar ise..." ifâdesi, kadınların hissesini beyân etmek için getirilmiş
olduğu halde, bununla erkeğin hissesini murad etmiş olması, nasıl güzel ve
yerinde olur?
Buna şu iki şekilde
cevap verilir:
1- Biz, "Erkeğe,
iki dişinin payı miktarı vardır" beyanının iki dişinin hissesinin üçte iki
nisbetinde olduğuna delâlet ettiğini açıklamıştık. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak, iki
dişinin mirastaki payının ne kadar olduğunu gösteren şeyi beyân edince, daha
sonra, "Onlar, sayıları üçten fazla olan bir kadınlar topluluğu olurlarsa,
bunların mirastaki payları, İki dişinin payı olan üçte iki nisbetindedir"
manasında olmak üzere, "Fakat onlar ikiden fazla kadınlar iseler, ölünün
bıraktığının üçte ikisi onlarındır" buyurmuş ve böylece üç veya üçten daha
fazla kadının (kızın) mirastaki hükmünün, herhangibir fark olmaksızın iki
dişinin (kızın) hükmü gibi olduğunu bildirmiştir. Binaenaleyh bu atfın yerinde
olduğu sabit olur.
2- İki
dişinin hükmü daha önce geçmişti. Bundan dolayı, atfın yerinde yapılmış olduğu
hususunda bu kadar söz yeter.
İkinci toru: Âyette
geçen fiilinin, tam bir fiil sayılarak ve ifâde-lerindeki zamirlerin birer
müphem zamir; vekelimelerinin ise, o zamirleri açıklayan birer ifâde olmaları
doğru olur mu?
Cevap: Keşşaf sahibi
bunun uzak bir ihtimal olmadığını söylemiştir.
Üçüncü soru: Âyette
geçen kelimesi cemidir. Cemî'nin (çoğulun) en azı ise üçtür. Binaenaleyh
"nisa" kelimesinin, ikiden fazla kadının bulunması manasına olması
gerekir. O halde, Cenâb-ı Hakk'ın bu kelimeyi "ikiden fazla" diye
kayıtlamasının manası nedir?
Cevap: Cemî'nin en
aztnın iki olduğunu söyleyenlerin delilleri, bu âyettir. Cemî'nin üç ve daha
fazlasını ifâde ettiğini söyleyenler ise, "ikiden fazla" ifâdesinin
te'kîd için olduğunu söylemişlerdir. Bu tıpkı, "karınlarına ancak bir ateş
yemiş olurlar" (Nisa. ıo) ve "İki Tanrı edinmeyin. O, ancak bir
Tanrıdır" (Nam, sı) âyetlerinde olduğu gibi.
Hak Teâiâ'nın,
"(Dişi evlat) tek iser o zaman bunun yarısı onundur" buyruğuna
gelince biz deriz ki: Nâfî, kelimesini merfû (ötreli) olarak; diğer kıraat
imamları ise mansûb (fethalı) olarak okumuşlardır. Merfû okuyanlar buradaki
fiilini tam fiil saymışlardır. Tercih edilen okuyuş mansûb olarak okumaktır.
Çünkü bu ifâdeden önce geçen ibaresindeki fiilinin mansûb bir haberi vardır.
Âyetin takdiri, "Eğer vâris olanlar, sadece kadınlar olurlarsa..." şeklindedir.
İşte bu ibarede de aynıdır ve bunun takdiri, "Eğer geride bırakılan tek
bir kadın olursa" şeklindedir. Zeyd İbn Ali, "nısf" kelimesini,
nûn harfinin zammesi ile, şeklinde okumuştur.
[167]
HakTeâlâ, Ölenin varsa,
ana ve babadan herbfrfne terikenin altıda biri (verilir)" buyurmuştur.
Bil ki Allahu Teâlâ
çocukların miras paylarının nasıl olduğunu zikredince, bunun peşisıra
ana-babanın mirastaki hissesini zikretmiştir. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele
vardır:
[168]
Hasan el-Basr! ile
Nu'âym İbn Ebû Meyser, kelimeyi sükûn ile şeklinde okumuşlardır. Bunlar ve kelimelerini
de böyle okumuşlardır.
[169]
Bil ki ana-babanın üç
hali vardır: Birinci hal: Ana-baba ile birlikte, ölenin bir çocuğunun da
bulunması ki bu âyette anlatılan bu haldir; oğlan ve kız için,
"çocuk" (veled) kelimesinin kullanıldığı hususunda bir münakaşa
yoktur. Binaenaleyh bu birinci halin, şu üç şekilde olması mümkündür:
a) Ana-baba
ile birlikte, ölenin bir veya daha fazla erkek çocuğunun geriye kalmış
olması... İşte bu durumda ana-babadan herbirinin payı altıda birdir.
b) Ana-baba
ile birlikte, ölenin iki veya daha fazla kız çocuğunun geriye kalmış olması...
Bu durumda hüküm yine aynıdır.
c) Ana-baba
ile birlikte, ölenin geriye tek kızının kalmış olması hali... Bu durumda, kızın
mirastaki payı, malın yarısı, bu âyete göre de, ananın payı altıda bir, babanın
payı altıda birdir. Geriye kalan altıda bir ise, asabe olması sebebi ile yine
babaya aittir. Burada birkaç soru vardır:
Birinci soru:
Ebeveynin insan üzerindeki hakkının, çocuğunun hakkından daha büyük olduğu
hususunda şüphe yoktur. Ana-babanın hakkı o dereceye ulaşmıştır ki. Cenâb-ı
Hak, onlara itaati kendine boyun eğme ile birlikte zikrederek, "Rabb'in,
Kendinden başkasına kulluk etmeyin, ana ve babaya iyi muamele edin" diye
hükmetti ' (fora, 23) buyurmuştur. Durum böyle olunca, Allah Teâlâ'nın,
çocuklara mirasta ana-babadan daha fazla pay vermesindeki sebep nedir? Buna
şöyle cevap MriHr: Bu son derece güzel ve hikmetlidir. Zira ana-babanın geriye
pek az ömrü çalmıştır. Binaenaleyh bunların mala ihtiyaçları azdır. Fakat
çocuklar, daha küçük loştadırlar ve mala ihtiyaçları daha fazladır. Binâenaleyh
aradaki fark açıktır.
İkinci soru: Hak
Teâlâ'nın, "Onun ana-babasma.." sözündeki "O" zamiri, kime
râcidir?
Cevap: Bu,
merci'i zikredilmeyen bir zamirdir.
Bu, "ölenin ana-babas
manasınadır.
Üçüncü soru: Âyette
geçen "ebeveyn" ile kim'murad edilmiştir?
Cevap: Bunlar ana ile
babadır. Anne için, aslında kelimesinin
kullanılması gerekir. Binaenaleyh "ebeveyn" kelimesi, (baba) ve (anne) kelimelerinin tesnyesdıv.
Dördüncü soru: Bu
âyetin tahlili (iğrabı) nasıldır?
Cevap: Âyetteki
"onlardan herbiri" ifâdesi, âmil olan lâm harf-* cerrinin tekrarı
ile, "ana-babadan" ifâdesinden bedeldir. Böyle bir bede yapmanın
faydası şudur: Eğer, "Ana-babası için altıda bir pay var" denilmiş
olsayd.. bunun zahirinden her ikisinin müşterek olarak altıda bir alacakları
anlaşılırdı. Buna göre şayet,"denilmeli değil miydi?" denilir ise,
biz deriz ki: "Çünkü mücmel bir ifâdeden sonra, bedel yapıp o ifâdeyi
iyice açmada bir te'kîd ve kuvvetle ifâde etme vardır." Âyetteki kelimesi
mübtedâ, ifâdesi ise, onun haberidir. Bedel de, izah için mübtedâ ile haber
arasına girmiştir.
[170]
Allah Teâlâ,
"Çocuğu bulunmayıp da kendisine ana ve babası mirasa olduysa, (malın) üçte
biri anasmmdır" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır:
[171]
Bil ki bu, ana-babanın
ikinci halidir ki bu da, ana-baba ile birlikte, ölenin hiç çocuğunun
bulunmaması ve ebeveynden başka hiçbir varisin olmamasıdır. Âyetteki,
"Kendisine ana ve babası varis olduysa" ifâdesinden kastedilen bu
haldir. Bu durumda ananın mirastaki payı üçte bir olup, nass (ayet) ile açıkça
belirlenmiş hissesidir. Geriye kalan mal ise babaya aittir. Bu böyledir. Çünkü
Hak Teâlâ'nın, "Kendisine ana ve babası varis olduysa..." ifâdesinin
zahiri, ölenin ana ve babasından başka varisinin olmadığını ihsas
ettirmektedir. Durum böyle olunca, malın tamamı ana-babaya kalır. Binâenaleyh
ananın mirastaki hissesi üçte bir olunca, geriye kalan üçte ikinin de babaya
kalmış olması gerekir. İşte bu durumda, ana-baba arasında taksim edilen mal,
evlatlar arasında taksim edildiği şekilde, erkeğe, dişinin hissesinin iki misli
düşmüş olur.
Bu söylediğimiz
husustan, şu iki fer'î mesele kaynaklanır:
a) Daha
önceki âyet, babanın ayetle belirlenen payının altıda bir olduğuna delâlet
etmektedir. Bu halde ise baba üçte iki almıştır. Fakat baba, o önceki durumda
altıda biri ashab-ı ferâizden[172]
olması sebebi ile, malın yarısını da
asabe[173] olması sebebiyle
almaktadır.
b) Babanın
bu halde, asabe olması sebebi ile malın yansını alacağı sabit olunca, tek
başına olduğu zaman (annenin hayatta olmaması durumunda) da malın tamamını
alması gerekir. Zira asabenin özelliği, tek başına kalmış olduğu zaman, bütün
mala varis olmasıdır. Bütün bunlar, ölenin ebeveynin dışında bir varisi
bulunmadığı zaman söz konusudur. Fakat ölen kimseye, ebeveyni, eşlerden birisi
ile birlikte mirasçı olduğunda, bu durumda, sahabenin ekserisi, (meselâ)
kocanın kendi hissesini alıp, sonra kalan malın üçte birini kadının annesine,
geri katan malı da kadının babasına vereceği görüşünü benimsemişlerdir. İbn Abbas
(r.a) da şöyle demektedir: "Eşe, mirastaki (belirlenen) payı, ölenin
annesine malın üçte biri, kalanı da ölenin babasına verilir." İbn Abbas
(r.a) sözüne devamla, "Geriye kalan malın üçte birinin kime verileceği
hususunu Kur'ân'da bulamadım" demiştir. İbn Sîrîn'in, ölenin karısı ve
ana-babası arasındaki miras taksimatı hususunda İbn Abbas (r.a)'a muvafakat
ettiği, ve fakat karı ölüp geriye kocası kalmışsa onunla ana-babası arasındaki
miras taksimatı hususunda ona muhalefet ettiği rivayet edilmiştir. Zira bu
durum, iki erkeğin hissesinin, bir dişi (kadın) için olması neticesine götürür.
Fakat ölenin karısı ile ilgili taksimat, bu neticeye götürmez.
(Sahabenin) cumhurunun
delilleri şunlardır:
1- Mirastaki
kaide şudur: "Her ne zaman ana-baba bir erkek ve kız evlatlar birlikte
mevcut olursa, erkek için iki dişinin (kıztn) hissesi kadar pay vardır. Baksana
kız ile birlikte bulunan erkek evladın durumu da böyledir. Çünkü Cenâb-ı Hak,
"Allah size, evlatlarınız hakkında şunu tavsiye (emr) eder ki: "Erkeğe,
Ski dişinin payı miktarı vardır" buyurmuştur. Yine kızkardeşle birlikte
bulunan erkek kardeşin durumu da böyledir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Eğer
(yine aynı şartlarla varis olanlar) erkek ve dişi kardeşler ise, o zaman erkek
için, dişinin iki hissesi vardır" (Nisa, 176) buyurmuştur. Baba ile
birlikte (sağ olarak) bulunan ananın durumu da böyledir. Çünkü biz, ana-babanın
dışında mirasçı olmadığı zaman annenin payının üçte bir, babanın ise üçte iki
olduğunu beyân etmiştik. Bu sabit olunca biz deriz ki, eş (kan veya koca)
mirastaki hissesini alınca, geriye kalan malın ebeveyn arasında erkeğe, kadının
iki misli olarak, (ikili birli) kalması vacip olur.
2- Ebeveyn,
aralarında mal bulunan iki ortağa benzerler, Binaenaleyh, o maldan bir şey
alındı mı, geriye kalan mal ebeveyn arasında ilk hak edilişe göre devam eder.
3- Eş,
hissesini, yakınlık itibariyle değil, nikâh akdine göre alır. Bu yönüyle de bu
mesele, geriye kalanın taksimatı hususunda vasiyyete benzemiş olur.
4- Kadın
(ölüp), geriye kocasını ve ana-babasını bıraktığında, bu durumda kocanın
mirastaki payı, maltn yarısıdır. Binaenaleyh, şayet biz üçte biri anaya, altıda
biri de babaya verirsek, bu durumda kadının payı, iki erkeğin payı kadar olmuş
olur. Ki bu da, "Erkeğe, iki dişinin payı miktarı vardır" âyetinin
aksinedir.
Bil ki ilk üç delilin
neticesi, âyetin umumiliğini kıyas ile tahsis etmeye müncer olur. Dördüncü
delile gelince, bu da iki umûmdan birisini diğeriyle tahsis etmektir.
[174]
Hamza ve Kisaî,
hemzenin ve mîm harfinin kesresiyle şeklinde okumuşlar ve bunun kesre okunabilmesi için kendisinden
önce meksûr bir harfin veya yâ harfinin bulun masını şart koşmuşlardır.
Birinci duruma gelince
bu, Cenâb-ı Hakk'ın,"Annelerinizin karınlarında" (Zümer.6): ikinci
duruma gelince, bu da "Ana merkezle lerine... bir peygamber" (Kasas,
59) âyetlerinde olduğu gibidir. Bu şartlar bulunmadığı zaman, pi kelimesi
sadece damme okunur. Meselâ, Cenâb-ı Hakk'tn. "Meryem'in oğlunu da,
anasını da bir âyet kıldık" (Mü'minun. so>âyetinde olduğu gibi. Diğer
kıraat imamları ise, hemzeyi her durumda damme ile okumuşlardır. Meksûr
okuyanların yapmış oldukları izah şudur: Zeccâc şöyle demektedir.
"Araplar, Cenâb-ı Hakk'ın *ifü ifâdesinde, kesreden sonra damme ile
okumayı ağır ve zor bulmuşlardır. Bu böyledir, zira lâm harfi i1 lâfzına iyice
bitiştiği için, bunların hepsi sanki tek bir kelime gibi olmuştur. Arapçada,
fâel-fülinin kesre, ayne'l-fiilinin dammesiyle şeklinde bir kelime yoktur. İşte
bundan dolayı muhakkak ki, ayne'l-fiilinin dammesı kesreye
dönüştürülmüştür." Hemzeyi damme ile okuyanların izahı ise, şöyledir: Bu,
hemzeyi asit üzere kullanmaktır. Bundan, şeklinde bir kullanış ortaya çıkmaz.
Zira, *i&» kelimesindeki lâm harfi, ayrı bir harf hükmündedir. Allah en
iyisini bilendir.
[175]
Cenâb-ı Hakk'ın, "(Ölenin
erkek dişi) kardeşleri varsa, o vakit altıda biri ananındır" buyruğuna
gelince, bil ki bu ebeveynin hallerinden üçüncü haldir ki, ebeveyn ile beraber
erkek ve kız kardeşlerin bulunması durumudur. Âyetle ilgili birkaç.mesele
vardır:
[176]
Âlimler, tek bir kız
kardeşin, anneyi üçte birden alttda bire "hacb"[177] edemiyeceği,
(indiremiyeceği) hususunda ittifak etmişlerdir. Yine âlimler, üç kız kardeşin
(anneyi) üçte birden hacbedeceği hususunda ittifak etmişler, ama iki kız kardeşin
hacbedip edemiyeceği hususunda ihtilâf etmişlerdir. Sahabenin ekserisi, üç kız
kardeş bulunması halinde olduğu gibi, iki kız kardeşin de hacbedeceği
kanaatindedirler. İbn Abbas ise, bir kız kardeşte olduğu gibi, bu iki kız
kardeşin de hacbedemiyeceği görüşündedir. İbn Abbas in delili şudur: Bu âyet bu
hacbin, kardeşlerin bulunması şartına bağlanmış olduğuna delâlet etmektedir.
îj^-v lâfzı cemî bir lâfızdır. Usûlü fıkıhta sabit olduğuna göre, cem'in en azı
üçtür. Binaenaleyh üç kardeş bulunmadığı zaman, hacbin şartı da bulunmamış
olur. Binaenaleyh bu durumda hacbin bulunmaması gerekir. Rivayet olunduğuna
göre İbn Abbas Hz. Osman'a şöyle demiştir: "İki kardeş neye göre anneyi
üçte birden altıda bire indirger, hacbeder? Halbuki Cenâb-ı Hak, "(Ölenin
erkek, dişi) kardeşlen varsa..." buyurmuştur. Halbuki, Arapça'da iki
kardeş, (cemi olarak) kardeşler değillerdir." Bunun üzerine Hz. Osman,
"Ben, benden önce verilmiş ve ülkenin bütün beldelerine yayılmış bir hükmü
geri çeviremem" demiştir.
Bil ki bu anlatılan
durumda, cem'in en az sayısının üç olduğuna delâlet bulunmaktadır. Zira İbn
Abbas, meseleyi Hz. Osman'la beraber müzakere etmiş; Hz. Osman ise, İbn
Abbas'ın vardığı hükmü yadırgamamıştır. Oysa ki her ikisi de halis Arap, ve din
alimlerindendir. Binaenaleyh onların ittifakları bu hususta bir delil olmuştur.
[178]
Bil ki, cem'in en az
sayıst hakkında âlimler şu iki görüşü beyân etmişlerdir:
a) Cem'in en
az sayısı ikidir. Bu, Kadî Ebu Bekr el-Bakıllanî (r.h)'nin görüşüdür. Bu
görüşte olanların delilleri şunlardjr;
1- Cenâb-ı
Hak, "Hakikaten sizin kalpleriniz kaymıştır" 4) buyurmuştur. Halbuki,
bir insanın birden fazla kalbi olmaz.
2-HakTeâlâ,
"Fakat onlar, ikiden fazla kadınlar ise..." (Nisa, n) buyurmuştur.
Cenâb-ı Hakk'ın, burada "ikiden fazla..'1 lafzıyla kayıtlaması, ancak,
tL-J kelimesinin iki sayısına elverişli, onu içine alması halinde güzel olur.
3-
Arapların, "iki ve ikinin üzerinde sayı, cemâattir (cemâat
hükmündedir)" sözüdür.
Bu görüşü
benimseyenler, âyetin zahirinin, iki kardeş ile de ananın hacbedilmesini
gerektirdiğini iddia etmişlerdir. Ancak, usûlü fıkıhta benimsediğimiz husus,
cem'in en az sayısının üç olduğudur. Bu takdire göre âyetin zahiri, anantn iki
kardeş bulunduğunda hacbedilmesini gerektirmez. Bunu gerektiren ise, ancak ve
ancak kıyastır. Bunu izah ederken şunu deriz: İki kız kardeş, hacbetmeyi
gerektirirler. Durum böyle olduğuna göre, iki erkek kardeşin de hacbetmeleri
vacip olur. Biz iki kız kardeşin hacbettiklerini söyledik, zira Cenâb-ı Hakk'm,
miras mevzuunda iki kadını üç kadın yerine koyduğunu görmekteyiz.. Baksana, iki
kız ile üç kızın mirastaki paylan, üçte ikidir. Yine, ana bir iki kız kardeş
ile, üç kız kardeşin hissesi üçte birdir. İşte bu inceleme, hacbin üç kız
kardeşin varlığı ile tahakkuk ettiğ gibi, iki kız kardeş ile de tahakkuk
etmesini gerektirir. Böylece, iki kız kardeşin de hacbettikleri sabit olmuş
olur.
Bu durum, iki kız
kardeş hakkında söz konusu olunca, aynı durumun iki erkek kardeş hakkında da
bulunması gerekir. Hiç kimse, bunlar arasında bir fark bulunduğunu
söylememektedir. Binaenaleyh işte bu, bu mevzuda söylenmesi mümkün olan
görüşlerin en güzelidir. Yalnız burada bir müşkil ortaya çıkmaktadır: Payların
oranını tayin etmede kıyası tatbik etmek güç bir şeydir. Çünkü bu pay
oranlarının manası ve niçin böyle olduğu akılla anlaşılamaz. Binaenaleyh bu,
cihet-i camia (müşterek bir nokta) olmaksızın, sırf bir teşbih olmuş olur.
Şöyle de denilebilir: Bu hususta kıyasa değil de, aksine "istikra"
(inceleme ve araştırma) metoduna temessük edilir. Zira çokluk, umumî oluşun
alâmeti ve belirtisidir. Ancak ne var ki. bu metod da son derece zayıftır.
Allah en iyisini bilendir. Bil ki bu husus, tabiînin, İbn Abbas'tn görüşünün
sakıt olduğu hususunda ittifak etmiş olmaları İle de güç kazanmıştır. Usulü
fıkıhta en sahih görüş, ihtilâfın hemen peşinden meydana gelen icmâ'nın bir
hüccet ve delil olduğudur. Allah en iyi bilendir.
[179]
Kardeşler, anneyi üçte
birden altıda bire hacbettiklerinde, onlar mirasta kesinlikle herhangi bir varis
olamazlar; aksine geriye kalan malın tamamını baba alır ki, bu da beş tane altıda
birdir. Baba altıda birini ashâb-ı farz olarak; geriye kalanını ise, asabe
olması sebebiyle alır. İbn Abbas ise, kardeşlerin, anneyi hacbettikleri altıda
bir miktarı alacaklarını, geriye kalanın ise babaya ait olacağını söylemiştir.
İbn Abbas'ın delili şudur: "İstikra (araştırma, tetkik) varis olamayan
kimselerin hacbedemiyeceklerine delâlet etmektedir. Bu kardeşler
hacbettiklerine göre, vâris olmaları gerekir." Cumhurun delili ise şudur:
"Kardeşler bulunmadığı zaman, mal ebeveynin mülkü olur; bulundukları zaman
ise, Allah Teâlâ onların vasfının, anneyi üçte birden altıda
bire hacbetmek
olduğunu zikretmiştir. Kardeşlerin hacbedici olmalarından, onların varis
olmaları neticesi çıkmaz. Binaenaleyh, bu hacb işi tahakkuk ettikten sonra
malın, hacb'den önce de olduğu gibi, ebeveynin mülkü olarak kalması
gerekir." Allah en iyisini bilendir.
[180]
Cenâb-ı Hak,
"(Fakat bütün bunlar, Ölenin) yapacağı vasiyyetten veya borçtan
sonradır" buyurmuştur.
Vasiyyet meseleleri,
bu âyetin son kısmında ele alınmıştır. Burada birkaç mesele vardır:
[181]
Allah Teâlâ çocukların
ve ebeveynin mirastaki paylarını ele alınca, "(Fakat bütün bunlar, ölenin)
yapacağı vasiyetten ve borçtan sonradır" buyurmuştur. Yani "Bu hisseler, hak sahiplerine, geriye
bırakılan mal, ölenin yaptığı vasiyyet ve borçlardan fazla olduğu zaman ancak
hak sahiplerine verilir. Bu böyledir, zira ölünün geriye bıraktığı maldan ilk
ödenecek şey onun borcudur. Öyle ki borç, ölen kimsenin bütün malını kuşatırsa,
o malda varislerin hiçbir hakkı olmaz. Ama ölen kimsenin borcu olmaz, veya olur
da bu borç ödenir, bundan sonra geriye de bir miktar mal kalırsa, bu durumda
bakılır: Eğer ölen kimse bir vasiyyette bulunmuşsa, vasiyyeti de geriye kalan
malın üçte birinden yerine getirilir, en sonunda kalan mal, Allah'ın belirttiği
şekilde taksim edilir.
[182]
Ali İbn Ebî Talib
(r.a)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Sizler (Kur'ân-ı Kerim'de)
vasiyyeti borç ifâdesinden önceokuyorsunuz. Halbuki, Hz. Peygamber (s.a.s)
borcu vasiyyetten önce yerine getirirdi." Hz. Ali (r.a)'nin bu sözünden
maksadı, takdimin sadece lâfızda ve okumada olduğudur. O'nun maksadı, âyet-i
kerimenin, hüküm bakımından vasiyyetin borca takdim edilmesini gerektirdiği
şeklinde değildir. Çünkü j1 edatı, kesinlikle "tertîp" ifâde etmez.
[183]
Vasiyyetin lâfız
bakımından, borçtan önce zikredilmesinin hikmetini şu iki şekilde
açıklayabiliriz:
a) Vasiyyet,
karşılıksız olarak alınan bir maldır. Binaenaleyh, bunun verine getirilmesi,
varis olan kimselere çok güç gelir. Bu sebeple de onun edası ihmâl edilebilir.
Borç ise böyle değildir; çünkü varislerin gönülleri onu yerine getirmekle
tatmin olur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, vasiyyeti yerine getirme
hususuna teşvik ve onu edâ etmeye sevketmek için, vasiyyeti borçtan önce
zikretmiştir. Daha sonra bu teşvikini, ödenmesinin vacip olması konusunda
vasiyyetle borcun ödenmesinin aynı, yani birbirine eşit olduğu hususuna dikkat
çekmek için, "vasiyyet" kelimesinin başına edatını getirerek, bu
teşviki te'kîd etmiştir.
b) Varis
olan kimselerin payları borçtan sonraya bırakıldığı gibi, vasiyyet sonraya da
bırakılabilir. Baksana, ölen kimse malının üçte birini vasiyyet ettiği zaman,
vereselerin hisseleri, bu üçte birin kendisine vasiyyet edilen şahsa
tesliminden sonra muteber olur. Böylece Cenâb-ı Hak, bize, vereselerin
hisselerinin borçtan sonra muteber olacağı gibi, vasiyyetten sonra da muteber
olacağını bildirmek için, borç ile vasiyyeti birlikte zikretmiştir.
Cenâb-ı Hak, borç ile
vasiyyet arasında, başka bir cihetten daha ayrım yapmıştır ki, o da şudur:
Malın bir kısmı telef olduğunda, gerek kendisine vasiyyet edilenlerin, gerekse
ölüye varis otan kimselerin hisselerinde bir eksilme meydana gelir. Halbuki
borç böyle değildir. Zira malın bir kısmı heiâk olsa dahi, geriye kalan maldan
borç tastamam ödenir. Eğer borç, geriye kalan bütün malı kaplarsa, hem
kendisine vasiyyet edilenin, hem de varislerin bütün hakları yok olur.
Binaenaleyh vasiyyet, bir yönden verasete, diğer bir yönden de borca benzemiş
olur. Vasiyyetin verasete benzemesi yönüne gelince, bu biraz önce bizim,
"Miras malından herhangibir şey helak olduğunda, gerek kendisine vasiyyet
edilenlerin, gerekse varislerin hisselerinde bir eksilme meydana gelir"
şeklinde zikretmiş olduğumuz husustur.
Vasiyyetin borca
benzemesi ise, "Varis olan kimselerin hisselerinin, ölen kimsenin borcunun
ödenmesinden sonra muteber olması gibi, vasiyyetten sonra da muteber
olduğu" hususudur. Allah en iyisini bilendir.
[184]
Bir kimse şöyle
diyebilir: "Buradaki (veya..)
edatının manası nedir" "veya" yerine "ve" kullanılarak
(fakat bü-
tün bunlar, ölenin)
yapacağı vasiyyetten ve borçtan sonra- dır
denilmeli değil miydi?" Buna şu iki yönden cevap verebiliriz:
a) edatı
mübahhk (ibaha) ifâde eder. Bu birisinin "İster Hasan'la isterse İbn Şîrîn
ile görüş" demesi gibidir ki bunun manası, bunlardan her birinin
sohbetlerinde bulunmaya layık kimseler olmasıdır. Bu sebeple, sen Hasan'la da
oturmuş olursan isabet etmiş olursun, İbnSîrln ile de oturmuş olursan isabet
etmiş olursun, her ikisiyle beraber oturursan da isabet etmiş olursun... Ama
bir kimse, "Şu iki adamla beraber otur" dese, sen onlardan biriyle
beraber oturup diğeriyle oturmasan, emre uymuş olmazsın. İşte burada da
böyledir. Şayet Cenâb-ı Hak, "Vasiyyetten ve borçtan sonra" demiş olsaydı,
o zaman her Ölen kimsenin malında, bu iki durumun mutlaka bulunması gerekirdi.
Halbuki, bunun böyle olmadığı herkesçe malûmdur. Ama Cenâb-ı Hak bunu, j*
(veya) edâtıyla zikredince, mâna "Eğer bunlardan birisi (vasiyyet veya
borç) bulunursa, miras taksimatı bundan sonra yapılır. İkisinin bulunması hali
de böyledir" şeklinde olur.
b) edatı,
olumsuzluk ifâde eden bir kelimenin başına geldiğinde, (ve) edatının mânasını
ifâde eder. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Onlardan hiçbir günahkâra ve
hiçbir nanköre boyun eğme..." (insan,24) ve"Onlara, sığır ve koyunun
iç yağlarını da haram kıldık. Bunların sırtlarına ve bağırsaklarına yapışan ve
kemiğe karışanlar müstesna.." (En'âm, 146) âyetlerinde olduğu gibidir.
Böylece edatı, bu âyetlerde (ve)
manasına gelmiş olur. Hak Teâlâ'nın, "Yapacağı vasiyyetten veya borçtan
sonradır" buyruğu istisna manasında olunca, O sanki, "O zaman bir
vasiyyet ve bir borcun buluması durumu müstesna..." demek istemiştir.
Böylece de maksat, "Bu ikisinin tastamam ifasından sonra..." şeklinde
olmuş olur.
[185]
Âsım'ın ravisi Ebu
Bekr ile İbn Kesîr ve İbn Âmir, bu fiili, meçhul sîgasıyla olmak üzere, sâd
harfinin fethasıyla,
ıfejt ; Nâfi, EbÛ Amr,
Hamza ve Kisâî de vasiyyet eden kimseye nisbetle (malûm sîgasıyla olmak üzere)
sâd harfinin kesresiyle şeklinde okumuşlardır ki, bu ikinci okunuş Cenâb-ı
Hakk'ın, "Çocuğu varsa, terikeden..." buyruğunun delaletiyle, tercih
edilen okuyuştur.
Hak Teâlâ,"Siz,
babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin, size faidece daha yakın olduğunu
bilmezsiniz. (Bunlar), Allah tan birer farizadır. Şüphesiz ki Allah hakkıyla
bilendir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir" buyurmuştur.
[186]
Bil ki, "Siz,
babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin, size faidece daha yakın olduğunu
bilmezsiniz" buyruğu varisler ve onların hisselerinin anlatıldığı ifâde
ile, "(Bunlar), Allah'tan birer farizadır" buyruğu arasına girmiş bir
muteriza, (ara) cümlesidir. İtirâziyye cümlesinin vazifesi, arasına girmiş
olduğu iki cümleyi te'kîd etmektir. İmdi biz deriz ki: Cenâb-ı Hak, çocukların
ve ebeveynin mirastaki paylarını belirtip; bu hisseler farklı olup, akıl bu
takdir edilen hisselerin ne kadar olacağını bilemeyip, insanın hatırına,
"bu taksimat başka bir şekilde olsaydı, daha faydalı ve daha uygun
olurdu..." şeklinde düşünceler gelip; özellikle Arapların mirastaki
taksimleri bu şekilde olup, onlar güçlü kuvvetli erkeklere mirastan pay
verdikleri halde çocukları, kadınları ve zayıf kimseleri mirastan mahrum
bırakınca, Cenâb-ı Hak şöyle diyerek bu şüpheleri ortadan kaldırmıştır:
"Sizler, akıllarınizin, (hangi şeylerin) sizin menfaatinize olduğunu ihata
edemez, tam anlayamaz; binaenaleyh, çoğu kez sır zarar olduğu halde, bir şeyin
sizin menfaatinize olduğunu; sırf menfaatinize olan şeyi de mahzâ zarar
zannedersiniz. Ama, Hakîm ve Rahîm otan Allah, bütün gaiblen ve neticelerini
bilen Zât'tır." Buna göre sanki şöyle denilmiştir: "Ey insanlar,
miras paylarını, akıllarınızın güzel gördüğü miktarlarla takdir etmeyi bırakın
da Allah'ın sizin için takdir etmiş olduğu şu paylar hususunda O'nun emrine
itaat ediniz."
İmdi Cenâb-ı Hakk'ın,
"Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin, size faidece daha yakın
olduğunu bilmezsiniz" buyruğu, insan tabiatının, mirasın varislere
taksimatı hususunda temayül ettiği şeyleri terketmeye; O'nun, "(Bunlar)
Allah'tan birer farizadır" buyruğu ise, şeriatın takdir edip hükmettiği bu
taksimatı kabul etmenin farz olduğuna bir işarettir. Âlimler, Cenâb-ı Hakk'ın
"Onlardan hangisinin, size faidece daha yakın olduğu..." ifâdesinden
ne murad edildiğini izah hususunda şu görüşleri belirtmişlerdir:
1-Bundan
maksat, "Onlardan hangisinin, âhirette
size faidece daha yakın olduğu..." şeklindedir. İbn Abbas şöyle
demektedir: "Allah sizi birbirinize şefaatçi kılar. Binaenaleyh, ey
oğullar ve babalar! Sizin hanginiz Allah'a daha çok itaat ediyorsa, cennette en
yüksek derece onun olur. Eğer cennette, babanın derecesi çocuğunun derecesinden
daha yüksek olursa, gözü aydın olsun diye, babasının isteği üzerine Allah, onun
çocuğunu babasının yanına yükseltir. Ama, çocuğun derecesi babasınınkinden daha
yüksek olursa, Allah o çocuğun anne-babasını onun yanma yükseltir. İşte bu
sebeple Cenâb-ı Hak, "Siz, babalarınızdan ve oğullarınızdan hangisinin
size faidece daha yakın olduğunu bilmezsiniz" buyurmuştur. Çünkü, baba ve
evlâddan biri, kendisinin cennetteki istifâdesinin, babasıyla mı veyahut da
evladıyla mı daha fazla olacağını bilemez.
2- Bu
ifâdeden maksat, "Birbirlerine harcamada bulunmak, birbirlerini eğitmek ve
birbirlerini kötülüklerden korumak ve müdafaa etmek gibi yapılması gerekli olan
hususlarda, onların dünyada
iken, birbirlerinden nasıl
istifâde edeceklerini" bilememeleridir.
3- Bu
ifâdeden maksat, oğulun babadan, babanın oğuldan önce ölerek böylece de hangisinin
diğerine varis olacağının bilinmemesidir.
Hak Teâlâ'nın
"(Bunlar), Allah'tan birer farizadır" buyruğu, te'kîd için gelmiş
olan bir mef'ûlü mutlaktır. Yani, "Allah bunu bir farz olarak takdir
etmiştir. Muhakkak ki Allah hakkıyla bilen, yegâne hüküm ve hikmet
sahibidir" demektir. Buna göre mana, "Allah'ın mirası bu şekilde
taksim etmesi, sizin gönüllerinizin meylettiği taksimattan daha evlâ ve
hayırlıdır. Çünkü O, bütün malûmatı bilendir. Böylece de O, miras
taksimatındaki sizin lehinize ve aleyhinize olan hususları en iyi bilendir.
Yine O Hakimdir; bu sebeple de ancak, en güzel ve en yararlı şeyleri emreder.
İşte durum böyle olunca, O'nun mirası bu şekilde taksimatı, sizin murad edip
gönlünüzden geçirdiğiniz taksimat şeklinden daha hayırlı ve evlâdır..." şeklinde
olur. Bu ifâde, O'nun meleklere "Ben, sizin bilmediğiniz şeyleri
bilirim..." (Bakara, 30) demesi gibidir.
Buna göre şayet,
"Allah şu anda da böyle olduğu halde, niçin "Muhakkak ki Allah
hakkıyla bilen yegâne hüküm ve hikmet sahibi idi" demiştir?"
denilirse, biz deriz ki:
Halil şöyle demiştir:
"Bu lâfızlarla, Allah hakkında bir haber vermek, O'nun hakkında hâl ve
istikbal ifâde eden lâfızlarla haber vermek gibidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, zaman
mefhumunun içinde bulunmaktan münezzehtir." Sîbeveyh ise, "Bir
topluluk bir ilim, bir hikmet, bir fazilet ve bir ihsan görüp müşahede edince,
taaccüb ederler de, bunun üzerine onlara, "Şüphesiz Allah daha önce böyle
olduğu gibi O, daima da bu sıfatlarla muttasıfttr..." denilir"
demiştir.
[187]
"Zevcelerinizin
çocuğu yoksa, terikeslnin yansı sizindir. Eğer onların çocuğu varsa, size
terikesinden (düşecek hisse) dörtte birdir. (Fakat bu da) onların edecekleri
vastyyet ve borçtan sonradır. Eğer çocuğunuz yoksa bıraktığınızdan dörtte biri
onlarındır. Şayet çocuğunuz varsa, terikenizden sekizde biriedeceğiniz vasiyyet
ve borçtan sonra- yine onlarındır" (Nisa, 12).
Bil ki, Allahu Teâlâ
bu âyetlerde, veresenin taksimatını en güzel biçimde zikretmiştir. Bu böyledir,
zira varis olan, ölen kimse ile ya doğrudan ya da dolaylı olarak ilgili olur.
Eğer, varis olan kimsenin ölen kimse ile ilgisi doğrudan olursa, bu ilginin
sebebi ya neseb olur, veya zevciyyet (evlilik) hali olmuş olur. Böylece bu
durumda şu üç kısım meydana gelmiş olur:
a) Bu ilgilerin
en üstünü, neseb cihetinden doğrudan meydana gelmiş olan ilgidir ki, bu da
birbirinden meydana gelme, doğma yakınlığıdır. Bu yakınlığa, çocuklar ve
ebeveyn dahildir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, bu kısma ait hükmü en
önce zikretmiştir.
b)
Evlilik cihetinden doğrudan meydana gelen
münasebet ve ilgi. Bu kısım, üstünlük bakımından, birincisinden sonra
gelmektedir. Birinci kısım ilgi, zatî; ikincisi ise arızîdir. Zatî olan, arızî
olandan daha üstündür. İşte bu ikinci kısım, şu anda tefsirini yapmakta
olduğumuz âyette kastedilen kısımdır.
c)
Dolaylı olarak meydana gelen ilgi ve
münasebet ki, bu ilgi ve münasebete "kelâle" denilmiştir.
İşte bu üçüncü kısım,
şu sebeplerden dolayı, ilk iki kısımdan sonra gelmiştir:
1- Çocuklar,
ebeveyn, karı ve koca için, mirastan tamamiyle düşmek söz konusu değildir. Ama
"kelâle"ye gelince onlar için bazan, tamamiyle mirastan düşmek söz
konusu olabilir.
2- İlk iki
kısımdan her birinin ölen kimseyle olan nisbet ve ilgisi, doğrudan (zati)dir.
Kelâlenin nisbeti ise dolaylıdır. Doğrudan sabit olan (zatî) şey, dolaylı sabit
olandan (arızî) daha üstündür.
3- İnsanın
ebeveyn, çocuklar, karı veya koca ile olan ilişkileri, "kelâle" ife
olan ilişkilerinden daha tam ve mükemmeldir. İçli-dışlılığın çok olduğu yerde,
ülfet ve şefkatin mevcudiyyeti hissedilmektedir. Bu ise, onlarla ilgili hallere
gerekli alâka ve ihtimamı göstermeyi icap ettirir. İşte bu üç sebep ve benzeri
sebeplerden dolayı Cenâb-ı Hak,
"kelâle"nin mirasını,
ilk iki kısmın miras hükümlerinden sonra zikretmiştir. Bu ne güzel bir
tertib ve aklın kanunlarıyla ne güzel bir uyumdur! Bu âyetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[188]
Allah Teâlâ, neseb
yönünden olan ilgide erkeğin mirastaki payını, iki dişinin payı kadar kılınca;
tıpkı bunun gibi, sebebî yönden olan ilgide de, erkeğin payının iki dişinin payı kadar olduğuna
hükmetmiştir. Bil ki bir ve birden fazla kişi, dörtte bir ve sekizde birde eşit
olup, bu eşten veya başkasından olan çocuk da, bunları yarımdan dertte bire
veya dörtte birden sekizde bire indirmede eşittir. Bil ki çocuğun erkek ve kız
olmasında fark olmadığı gibi, oğulun, oğulun oğlunun, kızın ve oğulun kızının
arasında da herhangi bir fark yoktur.
[189]
Şafiî (r.h), kocanın
(öldükten sonra) karısını yıkamasının caiz olduğunu; Ebu Hanife (r.h) ise, caiz
olmadığını söylemistir. Şafiî'nin delili şudur: "Bu kadın, ölümünden sonra
da onun karışıdır. Dolayısı ile onun, o kadının cenazesini yıkaması helaldir.
Bu kadının, hâlâ onun hanımı olduğunun delili, Hak Teâlâ'nın,
"Zevcelerinizin çocuğu yoksa, terikesinin yansı sizindir" buyruğudur.
Cenâb-ı Hak o kadını, ölürken malının yarısının kocasına ait olduğunu söylerken
"zevce" diye ifâde etmiştir. Kadın öldüğünde malının yarısı kocasmadır.
Binaenaleyh öldükten sonra da o kadının, onun zevcesi sayılması gerekir. Bu
sabit olunca, kocanın o kadınını yıkamasının helâl olması gerekir. Zira evlilik
olmazdan önce erkeğin o kadını yıkaması helâl değildir. Fakat evlilik tahakkuk
edince, erkeğin kadını yıkaması helâl olur. Deveran,[190]
apaçık illiyyetin (sebep oluşun) delilidir."
Ebu Hanife'nin delili
ise şudur: "O kadın, (ölünce) artık onun hanımı sayılmaz. Dolayısf ile
onun onu yıkaması helâl olmaz." Ebu Hanife, "O kadın, onun hanımı
sayılmaz" hükmünü şu şekilde açıklamıştır: "Eğer o, o adamın hanımt
sayılsaydı, onun ölümünden sonra o kocanın, "ancak zevceleri
müstesna.," (MO'minûn, 6) âyetinden dolayı, o kadınla cinsî münasebette
bulunması helâl olurdu. Helal olmadığı sabit olduğuna göre, onu yıkayamaması da
gerekir. Zira bu yıkama helâl olsaydı, ya o kadına bakmasının helâl olmasıyla
sabit olurdu ki bu Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Zevcenden başka diğer
kadınlardan gözünü yum" hadisinden dolayı bâtıldır. Yahut da bakma helâl
olmaksızın (bakmaksızın) yıkamasının helâl olması sabit olur ki bu da icma ile
bâtıldır."
Ebu Hanife'nin
görüşüne şöyle cevap verilir: Arada zevciyyetin bulunup bulunmadığı hususunda
iki delil çatışınca, bir tercih yapmak gerekir. Buna göre biz deriz ki:
"Eğer o, onun hanımı sayılmasaydı, Cenâb-ı Hakk'ın "Zevcelerinizin,
çocuğu yoksa, terikesinin yarısı sizindir" buyruğu mecaz olurdu. Eğer o
kocanın, o (ölmüş olan) hanımı ile cinsi münasebette bulunması helâl olmadığı
halde, karısı sayılır ise, o zaman bir tahsîs (sınırlama) gerekir. Usûl-ü fıkıhta,
tahsis yapmanın daha evlâ olduğunu zikretmiştik. Binaenaleyh, tercih bizden
yanadır. Hem nasıl olmasın ki biz birçok şekil ve misalde, cinsî münasebette
bulunmak helâl olmadığı halde, arada kan-kocalık halinin bulunduğunu biliyoruz.
Meselâ kadının hayız ve nifaslı olduğu zamanlar, ramazan ayı gündüzleri, farz
olan hac ve namazı eda ederken, şüphe ile cinsî münasebette bulunmadan ötürü
iddet zamanlarında olduğu gibi. Hem biz, hilâfiyyât kitaplarında, birçok
menfaat ihtiva etmesinden dolayı, cinsi münasebette bulunmanın helal oluşunun,
delillerin aksine sabit olduğunu beyân etmiştik. Ölüm olduktan sonra, bu
menfaatlerden geriye kalan yoktur. Binaenaleyh iş, aslolan haramlığa dönüşmüş
olur. Yıkamanın helalliğine gelince, kadının ölümünden sonra, kocasının onu
yıkayabileceğini söylemek, birçok menfaatin kaynağıdır. Bundan dolayı bu
helalliğin devam ettiğine hükmetmek gerekir. Allah en iyisini bilir.
[191]
Âyette, erkeklerin
kadınlardan üstün olduğuna delil olan hususlar vardır. Çünkü Allah Teâlâ, bu
âyette erkeklerden bahsederken, onlara hitap ederek; kadınlardan bahsederken
ise onları gaib sîgalar ile zikrederek bahsetmiştir. Yine Hak Teâlâ bu âyette
yedi kez erkeklere hitap etmiş, kadınları isa gâib sîgalar ile bundan daha az
zikretmiştir. Bu durum, erkeklerin kadınlardan üstün sayılmasına delâlet eder.
Bu inceliğe riayet eden Allah ne güzeldir. Çünkü o, mirastaki paylar bakımından
erkekleri kadınlara üstün kılmış ve bu incelikle de onların kadınlardan üstün
olduğuna dikkat çekmiştir.
[192]
Cenâb-ı Hak: "Eğer
(öten) erkek veya kadının mirasçısı evladı ve ana-babası olmayıp başka
yakınları ise o zaman bir erkek veya bir kız kardeşi varsa, her birine altıda
bir düşer. Eğer onlar bundan çok iseler, o zaman onlar (ölünün) etmiş olduğu
vasiyet ve borçtan sonra kalan üçte birde ortaktırlar. Zarar verici
olmamalıdır. (Bunlar), Allah 'tan birer vasiyyetttr. Allah alîm ve
halimdir" (Nisa. 12) buyurmuştur.
Bil ki bu âyet,
varislerden üçüncü kısmın varis oluş şeklini açıklamaktadır. Bunlar
"kelâle" olup, ölen kimseye dolaylı olarak nisbet edilen kimselerdir.
Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:
[193]
Ashab,
"kelâle"nin ne olduğunu ortaya koyma hususunda pek çok söz
söylemiştir. Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a), "kelâle"nin, ötenin
ebeveyni ile çocukları dışındaki akrabalarından ibaret olduğu görüşünü tercih
etmiştir ki muhtar ve doğru görüş budur. Hz. Ömer (r.a) ise
"kelâle"nin, ölenin çocukları dışındaki akrabaları olduğunu
söylemiştir. Rivayet olunduğuna göre Hz.
Ömer, Hz. Ebu Bekir'in görüşünü tenkit ederek şöyle dermiş: "3en,
"kelâle"nin çocuğu olmayan kimse olduğu görüşündeyim.
Kelâle"nin, Ölenin babası ile çocukları dışında kalanlar olduğunu söyleyen
Ebu Bekr'e muhalefet etmiş olmaktan utanıyorum." Bu hususta Hz. Ömer'den
gelen bir başka rivayete göre, o bu meselede tevakkuf etmiş (fikir bildirmemiş)
ve şöyle demiştir: "Üç şey var ki Hz, Peygamber (s.a.s)'in onları
açıklaması, bizim için dünya ve dünyadaki herşeyden daha sevimli idi. Bunlar
kelâle, hilâfet ve ribâ (faiz) konularıdır. (Fakat açıklamadı.)"
[194]
Hz. Ebu Bekr Sıddîk
(r.a)'in görüşünün doğruluğuna şunlar delâlet eder: Birinci delil:
"Kelâlâ" lâfzının iştikakına tutunmak. Bu hususta şu izahlar vardır:
a)
Aralarındaki akrabalık uzak olduğu zaman, "Falanca ile falanca arasındaki
akrabalık uzaktır"; yine bir kimse, diğer bir kimseden uzaklaştığında "Falanca
falancaya nisbet edildi, sonra o ondan
uzaklaştı"
denilir. Binâenaleyh uzak akrabalık, işte bu yönden "kelâle" kelimesiyle
ifâde edilmiştir.
b) Yine bir
kimse aciz kalıp güç ve kuvveti gittiğinde denilir. Daha sonra bu kelimeyi
Araplar, neseb bakımından olmayan akrabalığı ifâde etmek için, istiare (mecaz)
olarak kullanmışlardır. Bu böyledir, çünkü bu nevi akrabalığın dolaylı olarak
meydana gelmiş olduğunu beyân etmiştik. Bu sebeple bu çeşit akrabalıkta bir
nevi zayıflık bulunmaktadır. Binâenaleyh bu izahla, ebeveynin
"kelâle" mefhumuna girmesinin uzak bir ihtimal olduğu ortaya
çıkmaktadır. Çünkü ebeveynin ölene akrabalığı doğrudan doğruyadır.
c) "Kelâle"
lâfzı, asıl lügatta "ihata etmek (kuşatmak) manasına gelir. Başın etrafını
sardığı için taca da "iklîl" denilmiştir. İçine dahil olan herşeyi
kuşattığı için "küll" kelimesi de böyledir. Bulutlar her tarafı sardığında
denilir. Bunu iyice anladığında biz deriz ki: Ölenin babası ve çocukları
dışındaki akrabaları "kelâle" diye adlandırılmışlardır. Çünkü onlar
insanın etrafını kuşatan bir dârie ve başını kuşatan bir tâç gibidirler.
Halbuki doğumdan dolayı olan (neseb) yakınlığı böyle değildir. Çünkü bunda,
insanlar birbirinden dallanır budaklanır ve birbirinden türemiş olur. Bu, tek
bir kökten çoğalan bir tek şey gibidir. İşte bundan dolayı şâir:
'Ebâ an ceddin
birbirini takip ederek fasılasız gelen bir sülâle, İç içe borulardan
(kamışlardan) meydana gelmiş olan bir mızrak gibidir, (çok sağlamdır)"
demiştir.
Fakat doğumdan dolayı
olan akrabalığın dışındaki kız kardeşlik, erkek kardeşlik, amcalık ve halalık
gibi diğer akrabalıklara gelince, bunların nesebierinin, kendisine nisbet edildikleri
kimse ile bir ilgisi ve ihatası vardır. Binaenaleyh bütün bu iştikakla
(türemeyle) ilgili izahlar sayesinde, "kelâle"nin, ölenin ebeveyni
ile çocukları dışındaki akrabalarından ibaret olduğu sabit olur.
İkinci delil: Allah
Teâtâ "kelâle" lafzını, Kur'ân'ın hiçbir yerinde zikretmeyip ancak bu
sûrede iki defa zikretmiştir: Birincisi bu âyette, ikincisi ise bu sûrenin
sonundaki: "Deki "Allah "kelâle" hakkındaki hükmü (şöyle)
açıklar: Eğer evladı olmayan bir erkek ölür ve bir tek kız kardeşi kalırsa,
terikesinin yarısı onundur" (Nisa 176) âyetinde.. Hz. Ömer (r.a) bu âyeti
"kelâle"nin, sadece çocuğu bulunmayan kimse olduğuna delil getirerek
şöyle demiştir: "Burada "kelâle"nin tefsiri olarak zikredilen,
onun çocuğunun bulunmayışıdır." Biz de diyoruz ki: Bu âyet
"kelâle"nin, geride babası ve çocuğu olmayan kimse olduğuna delâlet
etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ ölenin kelâle olması halinde, erkek ve kız
kardeşlerinin ona varis olmasına hükmetmiştir. Erkek ve kız kardeşlerin, ölenin
ebeveyninin sağ olması hafinde vâris olamayacaklarında şüphe yoktur.
Binaenaleyh öten kimsenin ebeveyninin sağ olması halinde, kelâle sayılmaması
gerekir.
Üçüncü delil: Allah
Teâlâ, geçen âyetlerde ölenin çocuğunun ve ebeveyninin mirastaki hükmünü
zikretti. Daha sonra bunun peşisıra "kelâle"nin hükmünü getirmiştir
ki, işte bu sıralama, "kelâle"nin ölenin ebeveyni ve çocukları
dışındaki akrabaları olmasını gerektirir.
Dördüncü delil:
Ferezdak'ın şu beytidir:
"Sizler, mülkün
ambar ve depolarına "kelâle"
olarak değil. Menâfin iki oğlundan: Abd-i şems ve Haşim'den varis
oldunuz."
Bu beyit, Arapların
mülke, kelâle olarak vâris olmadıklarına, aksine bu mülkü babalarından
aldıklarına delâlet etmektedir. Bu ise babanın "kelâle" ifâdesine
dahil olmamasını gerektirir. Allah en iyi bilendir.
[195]
"Kelâle",
bazan vâris olanların, bazan da vâris olunanların vasfı kılınır. Binâenaleyh
biz bu kelimeyi vâris olanların vasfı kabul edersek, bununla ölenin çocukları
ve ebeveyni dışında kalan akrabalar murad edilmiş olur. Biz bu kelimeyi,
kendisine vâris otunan kimsenin vasfı kabul edersek, yine ölenin ebeveyni ve
çocukları dışında kalan vârisler kastedilmiş olur. Bu kelimenin vârisler
hakkında kullanılmasının delili, Hz, Cabfr (r.a)'in rivayet ettiği şu hadistir:
O şöyle demiştir: "Ölümden döndüğüm bir hastalığa tutuldum. Hz. Peygamber
(s.a.s) bana geldi. Ben de "Ya ResûlaUah, ben ancak kendisine
"kelâle"nin varis olacağı bir adamım" dedim..." Câbir (r.a)
bu sözü ile babasının ve çocuğunun mevcut olmadığını ifâde etmek istemiştir.
Fakat bu kelimenin kendisine vâris olunanlar hakkında kullanılışının delili,
Ferezdak'tan naklettiğimiz beyittir. Bu beytin manası, "Siz bu mülkü,
amcalarınızdan değil aksine babalarınızdan aldınız" şeklindedir. Böylece
Ferezdak burada, "amcalar") "kelâle" diye ifâde etmiştir.
Amcalar ise bu beyitte vâris olan değil, vâris olunan durumundadır. Buna göre
biz deriz ki: Bu âyetteki "kelâle"den murad, geride ebeveyni ve
çocuğu kalmayan ölüdür. Çünkü bu vasıf, kendisinin çocuğu veya babası bulunup
bulunmaması sebebi ile hali değişmeyen vâris hakkında olmayıp, ancak vâris
olunan ölü hakkında söz konusudur.
[196]
Arapça'da,, (kelâle
adam), kadın) ve (kelâle topluluk) denilir. Bu kelime ve (delâlet, vekâlet)
lâfızları gibi bir masdar olduğu için, tesniye ve cemisi yoktur (ve aynı
zamanda müzekker ve müennesi müsavidir).
Bunu iyice anladığın
zaman biz deriz ki, biz bu kelimeyi ister varis olanın, isterse kendisine varis
olunanın sıfatı kabul edelim, bu kelime (kelâle sahibi, kelâleli) anlamına gelir.
Nitekim bir kimse (yakınlık sahibi) manasını kastederek, (falanca bana
yakınlığı olanlardandır) der. Keşşaf sahibi, bu "kelâle" lâfzının,
ahmak hakkında kullanılan (ne yaptığını bilmeyen) ve (ne konuştuğunu bilmeyen)
kelimeleri gibi, bir sıfat olmasının da caiz olduğunu söylemiştir.
[197]
Hak Teâlâ'nın, ifâdesinde şu iki ihtimal bulunmaktadır:
a) Bu
kelimenin, (Adam ona varis oldu, ona
varis oluyor) tabirinden alınmış olması.. Bu takdirde âyette geçen, (erkek) kelimesi, kendisine varis olunan
olmuş olur. "Kelâle" lâfzının mansub olması hakkında da şu izahlar
yapılmıştır:
1- Hal
olduğu için, kelime mansubtur. Buna göre kelamın takdiri, "O adam,
"kelâle" olarak kendisine varis olunursa..." şeklinde olur. Bu
durumda "kelâle" kelimesi, hâl mevkiinde bulunan masdar (mef'ûlü
mutlak) olmuş olur ki, takdiri "kendisine nesebi uzak olanların varis
oJduğu bir adam olursa.,," şeklinde olur.
2- ifâdesinin
lâfzının sıfatı olup; lâfzının ise,
fiilinin haberi olması durumu.. Buna göre kelamın takdiri, "Eğer kendisine
varis olunan adam kelâle olursa..." şeklinde olur.
3- lâfzının
mef'ûlün leh olması. Buna göre kelâmın takdiri, "kelâle olduğu için
kendisine varis olunan bir adam olursa.." şeklinde olur.
b)
ifâdesinin, (miras bıraktı, miras bırakıyor) tabirinden alınmış olmasıdır. Bu
durumda adam mirası bırakanın bizzat kendisi olmuş olur. Buna göre de lâfzının
mansub oiuşu, yukardaki izahlara göre olmuş olur.
[198]
Hasan el-Basrî ile Ebû
Recâ el-Utâridî, bu fiili ma'ûm sîgasıyla olmak üzere ve babtarından öjjî
(miras bırakıyor, bırakır) ve (miras bırakıyor, bırakır) şeklinde okumuşlardır.
Cenâb-ı Hakk'ın,
"... ve onun erkek veya kız kardeşi bulunursa, bu kardeşlerden her birinin
(hakkı) altıda birdir" buyruğuna gelince, bu hususta iki mesele vardır:
[199]
Burada hatıra bir soru
gelmektedir ki, o da şudur: "Allah Teâlâ, "Eğer mirası alman erkek
veya kadın kelâle olur.." buyurmuş, daha sonra da, "ve onun erkek
kardeşi bulunursa" buyurarak, erkeğe racî olan bir zamir iJj getirmiş,
fakat kadına raci bir zamir zikretmemiştir. Bunun sebebi ne olabilir?"
Cevap: Ferrâ şöyle
demiştir: "Bu caizdir. Zira, aynı manada birbirine denk iki şey edâtıyla
getirildiği zaman bu tefsirin (zamirin), bunlardan istenilen herhangi birisine
isnâd edilmesi ile, her ikisine birden isnâd edilmesi caizdir. Meselâ sen,
"Kimin bir erkek veya bir kız kardeşi varsa, onu ziyaret etsin"
dediğin i.aman. buradaki zamir âiyrl erkek kardeşe, aynı zamanda kız kardeşe
veya ^1/tli dediğin zaman kız kardeşe; aynt zamanda erkek kardeşe; dediğin
zaman da her ikisine birden raci olur (yani zamir müzekker tesniye olduğu
halde, kız kardeşe de şamil olur).
[200]
Müfessirler burada
geçen (erkek kardeş) ve (kız kardeş) kelimelerinden kastedilenin, ana bir erkek
ve kız kardeş olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Sa'd İbn Ebî Vakkas da, bu
âyeti, "Ve onun, ana bir erkek veya kız kardeşi bulunursa" şeklinde
okurdu. Âlimler bu mananın kastedildiğine hükmetmişlerdir, Zira Cenâb-ı Hak bu
sûrenin sonunda, "De kt, Allah, babası ve çocuğu olmayanın mirası
hakkındaki hükmü (şöylece) açıklar..." (Nisa. 176) buyurmuş, iki kız
kardeşin mirastaki payının üçte iki; kardeşlerin payının ise malın tamamı
olduğunu; burada ise, erkek ve kız kardeşlerin mirastaki paylarının üçte bir
olduğunu açıklamıştır. Binâenaleyh, burada kastedilen erkek ve kız kardeşlerin,
(Nisa. 176) âyetinde kastedilen erkek ve kız kardeşlerden başka olması gerekir.
Bu sebeple buradakiler sadece ana bir erkek ve kız kardeşler; (Nisa, 176)
âyetindekiler ise, ana-baba bir veya baba bir erkek ve kız kardeşlerdir.
Sonra Cenâb-ı Hak, Eser
onlar bundan çok iseler, o zaman onlar,... üçte birde ortaktırlar"
buyurmuş, böylece, her ne şekilde olurlarsa olsunlar, onların mirastaki
paylarının üçte birden fazla olamıyacağtnı beyân buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "(Ölünün) etmiş olduğu vasiyyet ve borçtan sonra..."
buyurmuştur. Bu âyetle ilgili olarak da birkaç mesele vardır:
[201]
Bu âyetin zahiri,
malın tamamıyla, arzu edilen bir kısmının vasiyyet edilmesinin cevazını gerektirir.
Nafi'İn İbn Ömer den rivayet ettiği şu hadis de, bu âyete uygun düşen
hadislerden birisidir. İbn Ömer'e göre Hz. Peygamber (s.a.s), "Vasiyyet
edecek malı bulunan müslüman kişiye, vasiyyeti yanında yazılı bulunmadıkça, iki
gece yatması muhakkak surette caiz değildir.[202] buyurmuştur.
İşte bu hadis de, vasiyyetin istenildiği bir biçimde, mutlak manada
yapılabileceğine delâlet etmektedir. Ancak biz deriz ki, bu umumî ifâdeler şu
iki yönden tahsis edilmiştir:
1-Vasiyyetin
miktarının belirli olmasından dolayı... Zira, malın tamamını vasiyyet etmek,
Kur'ân ve sünnetin delaletiyle caiz değildir. Kur'ân'dan olan delâlete gelince,
bunlar, mücmel ve mufassal olarak mirasa delâlet eden âyetler. Mücmel olan âyete
gelince, bu Cenâb-t Hakk'tn, "Ana ve baba ile yakm akrabaların
bıraktıklarından, erkeklere hisseler vardır" (Nisa, 7) âyetidir. Malın
tamamını vasiyyet etmenin, bu nassın neshedilmesini iktizâ edeceği malumdur.
Mufassal olanına gelince, bunlar miras âyetleridir. Meselâ bu, Cenâb-ı Hakk'ın
"Allah size, evlatlarınız hakkında erkeğe, iki dişinin payı miktarı
olduğunu... tavsiye eder" (Nisa, n) âyeti bunlardandır. Yine buna Hak
Teâlâ'nın, "Arkalarında âciz ve küçük evlatlar bıraktıkları takdirde onlar
hakkında endişe edenler, saygı İle korksunlar.." (Nisa, 9) âyeti de
delâlet etmektedir. Sünnetten olan delâlete gelince bu, bu konuda meşhur olan
Hz. Peygamjpr'in su hadisidir "(Haim) Üçte btrlnf (vasiyet edebilirsin).
Hatta üçtebir bile çok. Çünkü zengin olarak bırakman, hiç şüphesiz onları
insanlara el avuç açar vaziyette muhtaç bırakmandan daha hayırlıdır, "[203]
Bil ki bu hadis pekçok
hükme delâlet etmektedir:
a)
Malın üçtebirinden çoğunda vasiyyet etmek
caiz değildir.
b) Evlâ
olan, vasiyyetin, Hz. Peygamberin "üçte bir de çoktur" buyurmasından
ötürü, üçte birden noksan olmasıdır.
c) Ölen
kimse geride az miktarda mal bırakır, kendisine varis olan kimseler de fakir
olurlarsa, Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Vârislerini zengin olarak bırakman,
hiç şüphesiz onları insanlara el avuç
açar vaziyyette muhtaç bırakmandan daha hayırlıdır"[204]
ifâdesinden dolayı, herhangi bir şey vasiyyet etmemesi daha efdâl ve uygundur.
d) Bu
ifâdede, ölen kimsenin varisleri olmadığı zaman, malın tamamının vasiyyet
edilebileceğine bir delâlet
bulunmaktadır. Çünkü, malın
tamamının vasiyyet edilmesinin
men edilmesi, varislerden ötürüdür. Binaenaleyh varisler olmadığı zaman, malın tamamının
vasiyyet edilebilmesi gerekir.
2- Bu,
âyetin umumîliğinin, kendisine vasiyyet edilen kimse hakkında tahsis edilmiş
olmasıdır. Bu böyledir, zira ölen kimsenin kendisine varis olan kimselere
vasiyyet etmesi caiz değildir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)"İyi biliniz ki,
varis olana vasiyyet edilmez!" buyurmuştur.
[205]
Şafiî (r.h) şöyle
demektedir: Bir kimse, zekâtını ve haccınt tehir edip, böylece de ölse, zekât
ve hacc bedelinin bıraktığı maldan yerine getirilmesi vacip olur. Ebu Hanife
{r.h) ise, "vacip değildir" demiştir. Şafiî'nin delili şudur:
"Farz olan zekât ile farz olan hacc, bir borçtur. Binânealeyh işte bu
âyetten dolayı o borcun terikeden ödenmesi vacip olur. Biz, zekât ve haccın bir
borç olduğunu söyledik, çünkü (borç) kelimesinin lügavî manası buna delâlet
etmektedir. Şeriat da bunu gösterir, jî's kelimesinin lügavî manası, inkıyâd
edilmeyi gerektiren durumdan ibarettir. Meşhur duâfarda da, "Ey (insanların)
boyunlarının kendisine inkıyad edip boyun eğdiği zât.." denilmektedir.
Şeriatın da buna
delâlet etmesine gelince, Has'amiyye, Hz. Peygamber (s.a.s)'e babasının
üzerinde bulunan (hayattayken yapamadığı) haccın durumunu sorunca, Hz.
Peygamber (s.a.s), "Söyle bakalım ne dersin? Babamn bir borcu olsa da, sen
onu ödeşen, bu kifayet eder mi?" Bunun üzerine o, "evet"
deyince, Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah'ın borcu, ödenmeye daha
lâyıktır" buyurdu. Bunların bir borç olduğu sabit olunca Cenâb-ı Hakk'ın,
"(ölünün) etmiş olduğu vasiyyet ve borçtan sonra..." buyurmasından
dolayı, miras taksimatından önce ele alınmaları gerekir. Ebu Bekr er-Razî:
"Âyette zikredilen borç herhangi (mutlak) bir borçtur. Hz. Peygamber
(s.a.s) ise haccı, "Allah İçin bir borç" diye tavsif etmiştir; mutlak
olan şey ise mukayyede şamil olmaz" demiştir.
Biz deriz ki, bu son
derece zayıf bir sözdür. Bunun bir borç olduğu sabit olup, âyetin hükmüne göre
de borçların, miras taksiminden önce ele alınacağı sabit olunca, hiç şüphesiz
maksadın hasıl olması gerekir. Mutlak ve mukayyet sözü manasız bir kelâm olup,
bu neticeye bir zarar vermez. Allah en iyisini bilendir.
[206]
Bil ki, Cenâb-ı
Hakk'ın "Zarar verici olmaksızın' kaydı hal olmak üzere mansubtur. Yani,
"(Vasiyyet eden) vereselerine zarar vermeksizin, vasiyyet olunan bir
vasiyyetten sonra..." demektir.
Bil ki, vasiyyette
zarar verme işi şu şekilde olabilir:
a) Vasiyyet
eden kimsenin, malının üçte birinden fazlasını vasiyyet etmesidir.
b)
Malının hepsini veya bir kısmını bir
yabancıya vermesi.
c)
Miras malını vereselere vermemek için,
kendisinin, gerçekte olmayan bir borcunun olduğunu ikrar etmesi..
d)
Başkasında olan alacağını tastamam aldığını ve o alacağın kendisine ulaştığını
söylemesi.
e) Malını
ucuz bir değere satması, veyahut da pahalı olarak bir şey alması. İşte bütün
bunlar, malın vereselerin eline geçmemesi için ileri sürülmüş, yapılmıştır.
f) Malının
üçte birini Allah rızası için değil, vereselerin mirastaki haklarını
noksanlaştırma maksadıyla noksanlaştırmasıdır. Vasiyyette zarar verme şeklinin
izahı işte budur.
Şunu bil ki âlimler,
evlâ olanın, kişinin malının üçte birinden daha azını vasiyyet etmesi olduğunu
söylemişlerdir. Ali şöyle demiştir: "Ölenin, malının beşte birini vasiyyet
etmesi, dörtte birinden; dörtte birini vasiyyet etmesi de, üçte birini vasiyyet
etmesinden bence daha makbuldür." Nehâî de şöyle demektedir:
"Allah'ın Resulü, vasiyyet etmeden irtihâl etmiştir. Hz. Ebu Bekir ise
vasiyyet ederek vefat etmişti Buna göre, bir kimse vasiyyet ederse, bu güzel ve
yerinde olur. Eğer vasiyye: etmezse, bu da güzel ve yerinde olur.
Bil ki insana yakışan,
geride bıraktığı malın miktarı ile, kendisine varis olan kimseleri nazar-ı
dikkate alıp, sonra da vasiyyetini buna göre yapmasıdır. Buna göre eğer malı
az, kendisine varis olan kimseler de çok ise, vasiyyet etmez. Eğer malı çok
ise, malına ve ölümünden sonra, kendisine varis olan kimselerin sayısının az
veya çok olmasına göre vasiyyet
etmesidir. Allah en iyi bilendir.
[207]
İkrime, İbn
Abbas'ın vasiyyette zarar vermenin büyük
günahlardan olduğunu söylediğini
nakletmiştir. Bil ki bunun böyle
olduğuna Kur'ân-ı Kerim, sünnet ve aklî deliller de delâlet etmektedir.
Kur'ân'dan delile gelince bu
Cenâb-ı Hakk'ın,
"İşte bunlar Allah'ın sınırlandır. Kim Allah'a ve peygamberine itaa:
ederse..." (Nisa. 19) âyetidir. İbn Abbas, "Kim, vasiyyet konusunda
Allah'a ve peygamberine itaat ederse; kim de vasiyyet hususunda Allah'a ve
peygamberine isyan ederse..." (Nisa, 14) demiştir. Sünnetten delile
gelince, bu İkrime'nin İbn Abbas tan rivayet ettiği şu hadistir: Buna göre, Hz.
Peygamber (s.a.s), "Vasiyyette zarar vermek büyük günahlardandır" demiştir. Şehr İbn
Havşeb'den rivayet edildiğine göre Ebu Hüreyre, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle
dediğini rivayet etmiştir:
"Muhakkak ki bir
kimse, yetmiş sene cennetliklerin ameliyle amel eder de, vasiyyetinde zulmeder
(haddi aşar)sa, yapmış olduğu amellerin en şerlisiyle işine son verilir.
Böylece cehenneme girer. Yine bir (başka) kimse de, yetmiş sene
cehennemliklerin ameliyle amel eder de, vasiyyetinde âdil olur (haddi aşmaz)sa,
yapmış olduğu amellerin en hayırlısıyla işine nihayet verilir de böylece
cennete girmiş olur. "[208]
Yine Hz. Peygamber
(s.a.s), Kim, Allah 'm farz kılmış olduğu bir mirası kesmek, engellemek
isterse, Allahu Teâlâ da, o kimsenin cennetten olan (cennetten elde edeceği)
mirası keser, men eder' buyurmuştur. Vasiyyette (belirlenen miktardan) fazla
yapılmasının, mirastan kesme ve engelleme olduğu malumdur. Bu meselenin aklî
delili de, ölüme yaklaşıldığı bir sırada, Allah'ın emrine muhalefet etmenin,
Allah'a karşı çok fazla cüretkâr olduğuna ve O'nun tekliflerine inkıyâd edip
boyun eğmekten kaçınma ve buna karşı koyma olduğuna delâlet eder ki, bu da
büyük günahların en büyüklerindendir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "(Bunlar), Allah'tan birer vasiyyetnr" buyurmuştur. Bu âyetle
ilgili olarak şu iki soru söz konusudur:
Birinci soru: Cenâb-ı
Hakk'ın, sözü niçin mansûbtur? Cevap: Buna birkaç yönden cevap verilir:
a) Bu
kelime, te'kîd için gelmiş olan bir mefûlün mutlak olup, takdiri "Allah
bunu size iyice vasiyyet ediyor" şeklindedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı "Allah'tan
kesin birer farizadır" ifâdesi gibidir.
b) Bu
ifâdenin, O'nun "Zarar vermeksizin" ifadesiyle nasbedilmiş olmasıdır.
Yani "Allah'ın vasiyyeti, vasiyyetin üçte birden fazla olmaması hususunda
zarar vermeksizin.." demektir.
c) Takdirin
şöyle olmasıdır: "Bu, çocuklara ve ölen kimsenin, vasiyyetinde Heri gitmek
suretiyle çocuklarını başkalarına el-avuç açacak bir şekilde muhtaç ve yoksul
bırakmaması hususunda Allah tarafından bir vasiyyet olmak üzere.." Bu izahı
Hasan el-Basrî'nin izafetle şeklinde okuması da destekler.
İkinci soru: Cenâb-ı
Hak niçin önceki âyetin sonunu "Allah'tan bir fariza olarak" (Nisa,
ti) buyurarak; bu âyetin sonuna ise, "Allah'tan bir vasiyyet olmak
üzere" diye bitirmiştir?
Cevap:
"Farz" lâfzı, "vasiyyet" lâfzından daha güçlü ve daha
kuvvetlidir. Bu sebeple Cenâb-ı Hak, evlatların miraslarının izahını,
kelimesiyle; "kelâle"nin mirasını ise, "vasiyyet" sözüyle
bitirmiştir. Bu, bütün bunlar her ne kadar riâyet edilmesi gereken bir husus
ise de, ancak ne var ki, çocukların hallerine riâyet etmeyi ifâde eden birinci
kısmı gözetmenin daha münasip olduğuna delâlet etmek için, ifâde bu şekilde
geçmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani "Allah, vasiyyetinde
zâlim veya âdil olanları bihakkın bilir, zâlim olanların cezasını derhal verme
konusunda aceleci olmayıp, haiîmdir" demektir ki, bu bir tehdit
anlamındadır. Allah en iyi bilendir.
[209]
"İşte bunlar
Allah'ın sınırlarıdır. Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse, (Allah) onu
altından ırmaklar akan cennetlere sokar ki onlar orada ebedi kalıcıdırlar. Bu,
en büyük bir kurtuluş (ve saadettir). Kim de Allah'a ve peygamberine isyan ederse
ve Allah m sınırlarını çiğneyip geçerse (Allah) onu da içinde dâimi kalıcı olmak
üzere cehenneme sokar. Onun için hor ve hakir edici bir azab vardır" (Nisa,
13-14).
Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[210]
Allah Teâlâ, miras
paylarını açıkladıktan sonra, insanları kendisine itaata teşvik ve kendisine
isyandan korkutmak için, va'ad ve va'îdini zikrederek "İşte bunlar
Allah'ın sınırlandır..." buyurmuştur. Bu ifâde hakkında iki bahis vardır:
Birinci bahis:
Âyetteki dili (İşte bunlar) lâfzı neye işaret etmektedir? Bu hususta şu iki
görüş ileri sürülmüştür:
1- "Mirastaki
"hallere" işarettir."
2-
"Yetimlerin malları, nikâhın hükümleri ve mirasın halleri gibi sûrenin
başından buraya kadar zikredilen bütün hükümlere işarettir." Bu görüş,
Esamm'ındır. Birinci görüşün delili, zamirlerin, zikredilen şeyler arasında
kendisine en yakın olana râcî olması kâidesidir. İkinci görüşün delili şudur:
Zamîrin en yakına râcî olması kaidesi, daha uzaktakine râcî olmasına bir manî
bulunmadığı zaman geçerlidir. Mani yoksa, zamir hepsine râcî olabilir.
[211]
İkinci bahis:
"Allah'ın sınırlan"ndan murad, Allah'ın zikredip açıkladığı ölçü ve
miktarlardır. Birşeyin hududu (sınırı), kendisi ile başka şeylerden ayrıldığı
taraftır.
[212]
"Hudûdu'd-dâr"
(evin sınırları) ifâdesi de bu manadadır. Birşeyin hakikatine delâlet eden söz
de, "o şeyin haddi (sınırı)" diye adlandırılır. Çünkü o söz, ifâde
ettiği hükmün içine başkasının girmesine mâni olur. "Başkası" ise, o
sözün dışında kalan herşeydir.[213]
Bazı
âlimler, Hak Teâlâ'nın 'Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse.." sözü
ile, "Kim de Allah'a ve Peygamberine
isyan
ederse..." ifâdesinin, bu sûrede
bahsedilen mükellefiyetlerde Allah'a itaat veya isyan eden kimseler hakkında
olduğunu söylemişlerdir. Muhakkik âlimler ise, bu tabirlerin, hem bu
mükellefiyetler, hem de diğer mükellefiyetlerde Allah'a itaat veya isyan eden
kimselere şamil olan, umûmî ifâdeler olduğunu söylemişlerdir. Bu böyledir,
çünkü âyetteki "kim" lâfzı umûmîdir. Binaenaleyh bunların, herkesi
içine alması gerekir. Bu mevzuda söylenecek son söz şudur: Bu umûmî ifâdeler,
her nekadar belli birtakım mükellefiyetlerden sonra getirilmişler ise de, bu
kadarcık şey bu umûmî ifâdelerin tahsîs edilip (sınırlandırılmasını)
gerektirmez. Baksana, baba, bazan çocuğuna yönetip, onu belli bir iş hususunda
azarlar, sonra da "Bana karşı gelip âsî olmaktan sakın!", der.
Babanın bu sözünden maksadı, çocuğunu bütün işlerde kendisine karşı gelmekten
men etmektir. İşte burada da böyledir. Allah en iyi bilendir.
[214]
Nafî
ve İbn Âmir, âyette aynı olan iki yerde
de, kelimeyi nûn ile, "Biz onu, cennetlere sokarız" ye "Biz
onu, cehenneme sokarız" şeklinde; diğer kıraat imamları ise, yâ harfi ile
şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraat, "iltifat" üslûbuna göredir.
Bu, tıpkı Hak Teâlâ'nın önce, "Hayır, sizin yârınız, yardımcınız
Allah'tır" (âı-i imran,
150) buyurup, sonra da "Biz, korku salacağız…” (Al-i İmran 150) buyurması
gibidir. İkinci okuyuşun sebebi ise açıktır.
[215]
Burada
hatıra şöyle bir soru gelmektedir: Hak Teâlâ'nın, "(Allah) onu ...
cennetlere, sokar" buyruğundaki zamir müfred olup bir şahsa uygundur.
Cenâb-ı Hakk'ın bundan sonra gelen, "Onlar orada ebedî
kalıcıdırlar" sözü ise, birden fazla sayıda kimse için uygun olan bir
ifâdedir. Binaenaleyh bu iki ifâdenin arası nasıl bulunur?
Cevap:
Âyetteki, "kim Allah'a ve Resulüne itaat
ederse.." kısmındaki "kim" (men) lâfzı, lâfız olarak
müfred, mana olarak cemidir. İşte bu sebepten ötürü, bu iki şekil doğru ve
yerinde olmuştur.
[216]
Âyette
geçen ve . kelimeleri, fiillerindeki hüve zamirinden "hal" olarak
mansûbtur. Bunun manası "içinde daimî kaltct olacakları bir şekilde Allah
onu cehenneme sokar" şeklindedir.
[217]
Mutezile şöyle
demektedir:" Bu âyet, eht-i salâttan (namaz kılanlardan) fasık (günahkâr)
olanların cehennemde ebedî bırakılacaklarına delâlet etmektedir. Zira âyetteki
"Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan ederse ve Allah'ın sınırlarını
çiğneyip geçerse ..." sözü ya daha önce zikredilen mîrâsla ilgili
hükümleri çiğneyen kimseler hakkındadır veyahut da bu ifâdeye hem miras, hem de
başka hükümler dâhildir. Her iki takdire göre de, bu tehdide miras hükümlerini
çiğneyen kimselerin girmesi gerekir. Bu ise, ister ehl-i salat (namazlı), ister
namazsız olsun, haddi aşan (Allah'ın hükümlerini çiğneyen) herkes hakkında
umûmî bir ifâdedir. Binâenaleyh bu âyet, ilâhî tehdidin kesin olduğuna ve bunun
da cehennemde ebedî kalma olduğuna delâlet etmektedir. Bu va'îdin, AJlah'ın
sınırlarını (hükümlerini) aşan kimselere mahsus olduğu ve bunun ise ancak kâfir
hakkında söz konusu olabileceği, zira kâfirin, Allah'ın bütün sınırlarını
çiğneyip aşan kimse olduğu söylenemez. Çünkü biz diyoruz ki : Bu, şu iki yönden
kabul edilemez:
a) Biz, bu
âyeti şayet Allah'ın bütün hududlarını (ahkamını) çiğneyip geçme manasında
alırsak, âyet bir mana ifâde etmemiş olur. Zira Allah Teâlâ, Yahudilik, Hristiyanfık
ve Mecusilikten insanları nehyetmiştir. Binâenaleyh Allah'ın bütün sınırlarını
çiğneyip geçmek, bu nehyedilen şeylerin hepsini bırakmaktır. Bunların hepsini
bırakmak ise, ancak Yahudilik, Hristiyanlık ve Mecusiliği aynı anda yapmış
olmakla olur. Bu ise imkansızdır. Binâenaleyh Allah'ın bütün hudutlarını
çiğnemenin imkânsız olduğu sabit olur. Bu sebeple, eğer âyetten kastedilen mana
bu olmuş olsaydı, âyet bir mana ifâde etmemiş olurdu. Böylece buradaki Allah'ın
sınırlarını çiğnemeden murad edilenin, O'ntın hududlarından (hükümlerinden)
herhangibirini çiğneyip aşma olduğunu anlıyoruz.
b) Bu âyet
mirasın taksimatı ile ilgili âyetlerin peşisıra gelmiştir. Bundan dolayı
âyetteki "ve Allah'ın sınırlarını çiğneyip geçerse ..." sözünden
kastedilen, bu âyetlerdeki hudûdullahı çiğneyip geçmedir. İşte bu takdire göre
de böyle bir söz söylenemez." Mu'tezile'nin sözünün sonu budur.
Biz bu meseleyi,
Bakara sûresinde iyice ele aldık. Burada o meselenin bir kısmını tekrar etmekte
zarar olmaz. Biz diyoruz ki: Âyetteki va'îdin, tevbe edilmeme hali ile ilgili
olduğu hususunda ittifak ettik. Zira (şer'î) deliller, tevbe edilmesi halinde,
geriye bu tehdidden birşey kalmayacağına delâlet etmektedir. Yine bunun, Allah
tarafından affedilmeme şartına bağlı olması da mümkündür. Çünkü affın olduğuna
dâir bir delilin bulunması durumunda, geriye böyle bir azabın kalması imkansız
olur. Halbuki biz, Allah'ın affedeceğine dâir nice deliller zikrettik. Hem
sonra biz, bu umûmî hükmün kâfirlere mahsus olduğunu söylüyoruz. Şu iki şey de
bunun böyle olduğuna delâlet etmektedir:
a)
Biz, size " (kim) kelimesinin,
"şart cümlesi içinde, umûmî mana ifâde ettiğine dâir deliliniz nedir?" desek, siz " Bunun delili, bu kelimeden istisna
yapılabilmesidir. İstisna, istisna yapılmaması halinde kendisine dâhil
olabilecek hükümleri o sözden (kelimeden) çıkarmadır" dersiniz.
Binâenaleyh biz deriz ki: "Eğer deliliniz doğru ise bu Hak Teâlâ'nın,
" Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan ederse..." sözünün, sadece
kâfirler hakkında olduğunu gösterir. Çünkü bütün isyan (ve günahların) bu
ifâdeden istisna edilmesi ve (mesela) "Küfür ve fasıkhk (günah) müstesna,
kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse..." denilmesi doğru otur. İstisnanın
hükmü, istisna yapılmaması halinde, içine dahil olabilecek şeyleri o sözün
dışında bırakmaktır. Binâenaleyh işte bu durum, Hak Teâlâ'nın "Kim de Allah'a ve Peygamberine isyan
ederse ..." ifâdesinin, bütün isyan ve kötülük çeşitleri hakkında olmasını
gerektirir. Bu ise, ancak kâfir için söz konusudur.
Hasmımızın,
"İsyanların hepsini birden yapmak imkansızdır. Zira (mesela) hem
Yahudiliği, hem de Hristiyanlığı aynı anda yapmak imkansızdır" şeklindeki
görüşüne karşı biz deriz ki: Aklî veya şer'î bir tahsis edici (sınırlayıcı)
delilin bulunması durumu hariç, lafızların zahiri umûmî mana ifâde eder.
Yapılan bu izaha göre, onların ileri sürdükleri şeyler sakıt olur, bizim
söylediklerimiz kuvvet bulur.
b) Bu âyetin
kâfirlere has olduğunun izahının ikinci şekli şudur: Hak Teâlâ'nın "Kim
de,Allah'a ve Resulüne isyan ederse ..." buyruğu, bu kimsenin günahın
faili olduğunu gösterir. O'nun, "ve Allah'ın sınırlarını çiğneyip
geçerse..." buyruğundan da şayet, önceki ifâdenin anlattığı şey
kastedilmiş olursa, o zaman (lüzumsuz) bir tekrar olur ki bu aslolanın hilafına
birşeydir. Binâenaleyh bu ikinci sözü, "küfür" manasına almak
gerekir.
Hasmımızın, "Biz
bu âyeti, miras hususundaki ahkâmı (hudûdullahı) çiğneme manasına hamlediyoruz
" şeklindeki iddiasına gelince, biz deriz ki: Farzet ki bu böyledir. Fakat
ne var ki, bizim zikrettiğimiz soru bu sözle sakıt olur. Çünkü miras hududunu
(ahkâmını) çiğneyip geçmek, bazan bu mükellefiyet ve hükümlerin hak ve kabulü
vacip olduğuna inanmak, fakat onları yerine getirmemek, bazan da bunların
hikmetli ve doğru olmadığına inanmak suretiyle olur ki işte bu ikinci şekil,
Allah'ın hududunu (ahkâmını) çiğnemede zirvedir. Birinci şekle gelince, o
kimseler için de, "Allah'ın hududunu çiğneyip geçti" denilebilir.
Fakat bu durumda, bahsettiğimiz gibi, âyette bir tekrar söz konusu olmuş olur.
Bundan dolayı bu tehdidin (va'îdin), Allah Teâlâ'nın buradaki âyetlerde
zikrettiği miras hükümlerine razı olmayan kâfire mahsus olduğunu anlamış
oluruz. Bu âyete has bahisler, işte bunlardan ibarettir. Geriye kalan suallerin
izahı Bakara sûresinde geçmişti. Allah en iyi bilendir.
[218]
"Kadınlarınızdan
tiıhşu irtikab edenlere karşı içinizden dört şahid getirin. Eğer şehâdet
ederlerse, o kadınları ölüm alıp götürünceye kadar, yahut Allah onlara bir yol
açmcaya kadar, kendilerini evlerde alıkoyun" (Nisa. 15).
Bit ki Allah Teâlâ,
geçen âyetlerde kadınlara iyilik etmeyi, onlara güzel davranmayı ve bu
hususlarla ilgili şeyleri emredince, bunun peşisıra onların fuhuşta
bulunmalarına karşı sert hükmünü getirmiştir. Gerçekte bu hüküm, onlara bir
ihsan ve ahiretleri ile ilgili olarak onları bir görüp gözetmedir. Yine bunda
şöyle diğer bir fayda daha bulunmaktadır: Allah'ın erkeklere, kadınlara ihsanda
bulunmalarını emretmesini, onlara şer'î cezaların tatbik edilmemesine bir sebep
kılınmamalıdır. (Onlar için cezaların terkedilmesi), onların çeşitli bela ve
kötülüklere düşmesine bir sebep olur. Bu hükümde üçüncü bir fayda daha vardır.
O da, Allah Teâlâ'nın, mahlukatından hakkını tastamam alması gibi, o
erkeklerden de hakkını taslamam alacağını; O'nun hükümlerinde bir müsamahanın
bulunmadığını, kendisiyle herhangi bir fert arasında herhangi bir yakınlık ve
karabet bulunmadığını, şeriatının medar ve dayanağının adalet ve her konuda
ifrat ve tefritten sakınma olduğunu beyândır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak,
"Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı.." buyurmuştur. Âyetle
ilgili birkaç mesele vardır:
[219]
Âyet-i kerimedeki kelimesi, kelimesinin cem'îdir. Arapların, bu lâfzın
cemisinde çok çeşitli kullanışları vardır: ve EbuBekrİbnel-Enbârî şöyle demektedir:
"Araplar cansız varlıkların cem'i hakkında, canlıların çem'i hakkında ise
^"^J1 kelimesini kullanırlar. Bu, meselâ, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'ın
sizi basma diktiği mallarınızı..." (Nisa.5)âyetinde olduğu gibidir."
Yine Cenâb-ı Hak, âyetlerinde ve buyurmuştur.
Aradaki fark şudur: Cansızların cemisi, müfred bir şey gibidir. Ama, canlıların
cemisi böyle değildir, aksine onlardan her biri, kendisinin dışında kalanlardan
birtakım özellik ve niteliklerle ayrılmamışlardır. İşte fark budur. Araplardan,
bu iki husus arasında bir fark görmeyip de bunları şu şekilde kullananlar
vardır: ''Durumları şöyle şöyle olan Hinde'fer ne yaptı?" ve
"Durumları şöyte şöyle olan elbiseleri ne yaptın?" Birinci görüş,
tercih edilen görüştür.
[220]
Cenâb-ı Hakk'ın,
ifâdesinin manası, "Onlar o fuhşu işlerler" demektir. Meselâ,
"Sen onu yaptın" manastnda "Sen çirkin bir iş yaptın"
denilir.
Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Andolsun sen, acaib bir şey yapmışsın" (Meryem, 27) Andolsun siz pek
Çİrkin bir yaptiniZ.." (Meryem, 89) buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, fuhuş
işlemeyi bu şekilde ifâde etmesinde bir incelik vardır ki o da şudur: Cenâb-ı
Hak, mükellefi bu günahı işlemekten nehyedince O, o mükellefe bunu yapma
konusunda yardımcı olmaz, aksine mükellef, sanki o işe kendiliğinden gitmiş ve
onu, sırf karakteri gereği seçip tercih etmiştir. İşte bu incelikten dolayı
"Muhakkak ki o, o fuhuşa geldi ve ona yöneldi, gitti.." denilir.
Ancak ne var ki bu incelik, Mu'tezile'nin görüşü benimsendiğinde tamam olur.
İbn Mesûd bu ifâdeyi, şeklinde okumuştur. kelimesi çirkin fiil manasına gelip,
dilcilere göre, (akıbet) lâfzı gibi masdardır. Meselâ bir kimse, çirkin bir söz
söyleyip veya çirkin bir fiil yaptığında, ve ifâdesi kullanılır. Âlimler,
âyette geçen "fahişe" kelimesinin, zina olduğu hususunda ittifak
etmişlerdir. Birçok çirkin fiilden daha fazla çirkin ve kabîh olduğu için,
zinaya "fahişe" ismi ıtlak edilmiştir.
Buna göre şayet,
"Küfür (kâfir olmak) ve adam öldürmek, zinadan dal* çirkin ve kabahatli
bir fiildir. Halbuki, bu fiiller "fahişe" ismiyle
adlandırılmamışlardır " denilirse, biz deriz ki:
Bunun sebebi şudur:
İnsanın bedenini idare eden kuvvetler üçtür: Kuvve-i natıka, kuvve-i gadabiyye
ve kuvve-i şeheviyye... Kuvve-i natıkanın (düşünme kuvvetinin) bozulması,
küfür, bidat ve bu ikisine benzeyen şeylerdir. Kuvve-i gadabiyyenin bozulması
ise, adam öldürmek, kızmak ve benzeri şeylerdir, Kuvye-i şeheviyyenin bozulması
ise, zina, livata, sürtüklük, zamparalık ve bunlara benzeyen şeylerdir. Bu üç
kuvvetin en âdisi ve alçak olanı, şehevî kuvvetin fesada uğramasıdır.
Binâenaleyh, onun
fesada uğraması, hiç şüphesiz en adî bir fesat nev'i olmuş olur. İşte bu
sebepten dolayı bu işe, hassaten "fahişe" ismi ıtlak edilmiştir.
Allah ne murad ettiğini en iyi bilendir.
[221]
Hak Teâlâ'nın,
"Kadınlarınızdan ûıhşu irtikâb edenlere karşı" sözüyle neyin murad
edildiği hususunda şu iki görüş beyân edilmiştir:
Birinci görüş: Bundan,
zina murad edilmiştir. Bu böyledir.
Çünkü bir kadın zinaya
nisbet edildiğinde, zina işlediğine dair müslüman dört erkeği şahid olarak
getirmediği müddetçe, hiç kimse o kadına dokunamaz. Şahidler, o kadının
aleyhine şehâdet ettikleri zaman, o kadın herhangi bir yerde ölünceye, veyahut
da Allah onlara bir yol açıncaya kadar tutulur. Bu görüş, cumhûr-ı müfessirinin
görüşüdür.
[222]
İkinci görüş ki bu Ebu
Müslim el-İsfehanî'nin tercih ettiği görüştür. Buna göre, Cenâb-ı Hakkın,
"Kadınlarınızdan fuhşa trttkâb edenlere karşı..." sözüyle sürtük ve
ahlâksız, ki bunların cezası ölünceye dek bir yerde hapsol un malarıdır; O'nun
"Sizlerden fuhşu irtikâb edenlerden her ikisini de ..." {Nisa, 16)
sözüyle de livata yapanlar kastedilmişlerdir ki, bunların cezası da, söz ve
fiil ile eziyyet edilmeleridir. Nur suresinde zikredilen âyet ile (Âyet 2)
kastedilen ise, erkek ile kadın arasında meydana gelen zina fiilidir ki, bunun
cezası da, bakire olanlar için sopa; evli olanlar için ise, recm'dir. Ebu
Müslim bu konuda şu delilleri ileri sürmüştür:
a) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Kadınlarınızdan fuhşu irtikâb edenlere karşı..." sözü,
kadınlara; "sizlerden fuhşu irtikâb edenlerden her ikisini de ..."
(nis*. i6) ifâdesi ise. erkeklere tahsis edilmiş olup, onlarla ilgilidir. Zira,
Hak Teâlâ'nın, "O İki erkek' ifâdesi, tesniye müzekker bir ifadedir.
Buna göre şayet,
ifadesiyle (Nisa, ıej hem erkek, hem de kadının kastedilmiş olması; ama ne var
ki, tağlîb'den dolayı müzekker lâfzın kullanılması niçin caiz değildir?"
denilirse, biz deriz ki, eğer bu böyle olsaydı, Cenâb-ı Hak bu ifadeden önce
kadınlarla ilgili olan ifâdeyi müstakil olarak zikretmezdi. Binâenaleyh O,
kadınları başlı başına ele alıp, bundan sonra da, "Sizlerden fuhşu irtikâb
edenlerden her ikisini de ..." (Nisa. 16) buyurunca, bu ihtimal artık söz
konusu olmaz.
b)
Böyle bir izah ve takdir yapıldığında, ilgili
âyetlerden herhangi birisinde "nesh"in cereyan ettiğini söylemeye de
gerek kalmaz. Aksine, bu âyetlerden herbirinin hükmü cari ve yürürlükte olmuş
olur. Ama sizin belirttiğiniz açıklamaya göre, bu âyetlerde "nesh" in
cereyan ettiğini kabul etmek gerekir. Böylece, bu görüş daha evlâ olur.
c) Sizin
zikretmiş olduğunuz açıklamaya göre, Cenâb-ı Hakk'ın "Kadınlarınızdan
fuhşu irtikâb edenlere karşı..." ifâdesi, zina ile ilgili olmuş olur.
O'nun, "Sizlerden fuhşu irtikâb edenlerden her ikisini de ..." (nm.
16)sözü de zina hakkında olmuş olur. Böylece bu. durum, aynı mevzuda aynı şeyin
tekrar edilmesi neticesine götürür ki, bu da hoş bir şey değildir. Ama bizim
yaptığımız izaha göre, böyle bir netice ortaya çıkmaz. Binâenaleyh, bizim
görüşümüz daha uygun ve evlâ olur.
d) Bu âyetin
zina hakkında nazil olduğunu söyleyenler, Hak Teâlâ'nın "yahut Allah
onlara bir yol gösterinceye kadar" ifâdesini, recm, sopa atma ve sürgün
etmek ile tefsir etmişlerdir ki, bu doğru değildir. Çünkü bütün bunlar
kadınların lehine değil, aleyhine olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kazandığı
kendi faidestne, yaptığı (şer) kendi zarannadır" (Bakara, 286)
buyurmuştur. Ama biz, Cenâb-ı Hakk'ın "yahut Allah onlara bir yol
gösterinceye kadar" sözünü, Allah'ın, o kadınlara şehvetlerini nikâh
yoluyla evlenmek suretiyle gidermelerini kolaylaştırme:! diye tefsir ediyoruz.
Sonra Ebu Müslim sözüne devamla şöyle demektedir: "Bizim söylediğimiz
görüşlerin doğruluğuna delâlet eden hususlardan birisi de, Hz. Peygamber
(s.a.s)'in, "Erkek erkek ile (cinsî) münasebet kurduğunda, onların her
ikisi de zinakârdırlar. Kadın da kadın ile münasebet kurarsa, onların da her
ikisi zinakârdırlar" hadisidir.
[223]
Alimler, Ebu Müslim'in
görüşünü iptal etme hususunda şunlarla
ihticâc etmişlerdir:
a) Bu,
önceki müfessirlerden hiç kimsenin söylemediği bir görüştür; binâenaleyh, bu
görüş bâtıldır.
b) Hadis-i
Şerifte, Hz.Peygamber (s.a.s)'in "İşte Allah onlara bir yol gösterdi: Evli
veya dul olanlar recm edilir; bakireler iser sopalanır"[224]
dediği rivayet edilmiştir. Bu da bu âyetin, zina eden kadınlar hakkında nazil
olduğunu gösterir.
c) Sahabe,
"Livata"nın hükümleri hususunda ihtilâf etmişler ve onlardan hiçbiri
bu âyete de tutunmam ıslardır. Onların, bu hükme delâlet eden bir nassa çok
şiddetli ihtiyaçları olmasına rağmen, bu âyete temessük etmemeleri, bu âyetin,
"livata" hakkında olmadığına delâlet eden delillerin en
kuvvettilerindendir.
Birinciye şöyle cevap
verilir: Böyle bir icmâ kabul edilmez. Çünkü, andolsun ki, bu görüşü büyük
müfessirlerden olan Mücahid beyan etmiştir. Bir de biz usûlü fıkıhta, âyetten,
öncekilerin zikretmemiş olduğu yeni bir görüş çıkarmanın caiz olduğunu beyan
etmiştik.
İkinciye cevap: Bu,
Kur'ân'ın haber-i vahid İle neshedilmesini gerektirir ki, bu caiz değildir.
Üçüncüye cevap:
Sahabenin gayesi "lûtî" olan kimseye ceza tatbik edilip edilmeyeceğini
tetkik ve tahkik idi. Halbuki bu âyette menfî ve veya müsbet yönae bir delâlet
bulunmamaktadır. İşte bundan dolayı sahabe, bu âyete başvurmamıştır[225]
Cumhur-u müfessirîn,
bu âyetin mensûh olduğunu iddia etmişlerdir. Ebu Müslim ise, bu âyetin mensûh
olmadığın söylemiştir. Müfessirler bu görüşlerini kendilerinin şu kaidelerine
dayandırmışlardır: Bu âyet, zinanın hükmünü beyân hakkındadır. Bu âyetin
hükmünün devam etmediği malûmdur. Binaenaleyh âyet mensûhtur. Sonra bu fikri
benimseyenler de, kendi aralarında şu iki şekilde ihtilâf etmişlerdir:
1- Bu âyet,
şu hadis ile neshedilmiştir Ubade İbn es-Sâmît, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle
dediğini rivayet etmiştir: "(Hükümlerinizi) benden alm, benden alın.
Muhakkak ki Allah onlara bir yol açtı: "Bekâr bekâr iler dul veya evli de
dul veya evli ile zina yaptığında, bekar sopalanıp sürgün edilir; dul veya evli
de sopalanır ve recmedllfr."[226]
Sonra bu hadis de, Hak Teâlâ'nın
"Zina eden kadınla, zina eden erkekten her birine yüzer değnek
vurun" (Nur, z) âyeti ile neshedilmiş olur. Bu izaha göre, bazan Kur'ân'ın
sünnet ile, bazan da sünnetin Kur'ân ile neshedildiği sabit olmuş olur.
Şafiî'nin görüşü böyle değildir. Şafiî'ye göre, bunlar birbiriyle
nesholunmazlar.
2-
Bu âyet, celde âyeti (Nur, 2) ile
neshedilmiştir.
Bil ki Ebu Bekir
er-Râzî (el-Cessâs), İmâm Şafiî'yi tenkide çok istekli olduğu için şöyle demiştir:
"Birinci görüş daha evlâdır. Zira celde âyeti, Hz. Peygamber'in
"(Hükümlerinizi) benden alm, benden alın..." ifâdesinden önce inmiş
olsaydı, Resûluliah'ın böyle söylemesinin bir manası olmazdı. Binâenaleyh Hz.
Peygamber'in "(Hükümlerinizi) benden alm..." ifâdesinin, celde
âyetinden (NOr, 2) önce olması gerekir. Bu takdire göre de habs âyeti (Nisa.
ibj bu hadisle; bu hadis de celde âyeti ile neshedilmiş olur. Böylece Kur'ân ve
sünnetin herbirinin diğeri ile bazan neshedilebildiği sabit olmuş olur."
Bil ki, Râzî
el-Cessâs'm görüşü şu İki bakımdan zayıftır:
a) Ebû
Süleyman el-Hattabî'nin, "Meâlimü's-Sünen" adlı eserinde zikrettiği
şu husustur: "Ne bu âyette, ne de bu hadiste nesh kesinlikle söz konusu
değildir. Zira Hak Teâlâ'nın, "O kadınları Ölüm alıp götürünceye kadar,
yahut Allah onlara bir yolgösterinceye kadar, kendilerini evlerde
alıkoyun" ifâdesi, o kadınların evlerde tutulmalarının, Allah'ın onlara
bir yol açmasına kadar süreceğine delâlet etmektedir.
Binâenaleyh âyette
geçen "yol" kelimesi, mücmel (net olmayan) bir ifâdedir. Hz.
Peygamber (s.a.s), ''(Hükümlerinizi) benden aim.. Dul veya ev/f recmedüir,
bekâr ise sopalanıp sürgün edilir" buyurunca, bu hadis, o âyeti
neshetmemiş aksine tefsir etmiş olur. Ve yine bu hadis, Cenâb-ı Allah'ın, "Zina
eden kadınla, zina eden erkekten her birine yüzer değnek vurun" (Nûr, 2)
âyetinin umûmî manasını tahsis etmiş (sınırlandırmış) olur. Bu hadis-i şerifin,
şu iki âyetten biri için beyân, diğeri için de muhassis (tahsis edici) olduğunu
kabul etmedin, zincirleme neshin olduğunu söylemekten daha evlâ olduğu
malumdur. Hem nasıl olur ki habs âyeti (Nisa, 15) kesinlikle mücmel bir
âyettir. Bu âyette geçen "yol"un nasıl olduğuna delâlet eden
herhangibir şey yoktur. Binâenaleyh bu âyetin bir mübeyyininin (açıklayıcısının)
bulunması gerekir. Celde âyeti (Nûr, 2) ise tahsis edilmiştir. Mutlaka onun da
bir tahsis edicisinin olması gerekir. Bu sebeple biz bu hadisi, habs âyetinin
mübeyyini, celde âyetinin de muhassisi kabul ediyoruz." Fakat Ebu Hanife
taraftarlarına göre, bunda üç cihetten nesh bulunmuştur. Birisi şudur: Habs
âyeti, recmin delilleri ile neshedilmiştir. Böylece söylediğimiz şeyin, şüphe
götürmez bir gerçek olduğu ortaya çıkmış olur.
[227]
b) Sen celde
âyetinin, Hz. Peygamber'in "(Hükümlerinizi) benden alın..."
hadisinden önce nazil olmuş olmasının mümkün olmadığını söylüyorsun. Niçin bu
âyetin o hadisten sonra olması gerektiğini söylüyorsun Hz. Peygamber (s.a.s)'in
bu âyet nazil olunca böyle demiş olduğunu söylemek niçin caiz olmasın? Bunun
izahı şöyledir: "Cenâb-ı Hakkın, "Zina eden kadınla zina eden
erkekten her birine yüzer değnek vurun" (Nûr, 2) âyeti, müslüman dul
hakkında, icmâ ile tahsis edilmiş olur. Halbuki tahsis eden delilin, tahsis
gören umûmî ifâdeden sonra gelmesi bir karışıklığa sebebiyet vereceği için,
sana ve Mu'tezile'nin ekserisine göre caiz değildir. Durum böyle olunca, Hz.
Peygamber (s.a.s)'in bu sözü, Hak Teâlâ'nın "Zina eden kadınla, zina eden
erkekten her birine yüzer değnek vurun" (Nûr. 2) âyeti indiği zaman
söylemiş olduğu sabit olmuş olur. Bu izaha göre de senin, "Hadis, celde
âyetinden önce söylenmiştir" şeklindeki sözün düşmüş olur. Bütün bunlar
habs âyetinin, zina eden kadınlar hakkında nazil olduğunu söyleyenlerin
görüşüne dayanan izahlardır. Binaenaleyh bu görüşe göre, bu âyetin mensuh
oluşunun delil ile sabit olmadığı ortaya çıkmış olur. Ebu Müslim
el-lsfehânî'nin görüşüne göre, âyetin zahirî manası neshedilmemiştir. Allah en
iyi bilendir.
[228]
Bu âyetin zina hakkında
nazil olduğunu söyleyenlere şu sorular yöneltilir:
Birinci soru: Âyetteki
"kadınlarınızdan" ifâdesi ile ne mu-rad edilmiştir?
Cevap: Bu hususta şu
izahlar yapılır:
a) Bundan
murad, "zevcelerinizden" manasıdır. Bu tıpkı, "Kadınlarından,
zıhâr yaparak ayrılmak İsteyenler..." (Mucide, 3) ve "Kendileri ile (zifafa) girdiğiniz
kadınlarınızdan olan..." (Nisa, 23} âyetlerinde olduğu gibidir.
b)Bundan
murad, hür olan kadınlardır. Bu tıpkı, "Erkeklerinizden iki de şâhid
tutan.." (Sakara. 282) buyruğundaki (erkekler) kelimesinde olduğu gibidir.
Bunda-maksad, cariyeler İçin (zinadan dolayı) bir cezanın olmadığını beyân
etmektir.
c)
Bu, mü'min kadınlar manasınadır.
d) Bu
"bekâr değil dul olan kadınlar" demektir.
İkinci soru: Âyetteki,
"Kendilerini evlerde alıkoyun" emrinin manası nedir?
Cevap: Bu,
"Onları, evlerinizde devamlı hapsediniz" demektir. Bunun hikmeti
şudur: Kadın, zinaya ancak dışarı çıkıp orada burada dolaştığı zaman düşer.
Fakat onlar evlerde tutulduklarında zinaya imkân bulamazlar. O kadın bu hal
üzere tutulduğu sürece, iffeti yeniden kendisine dönüp, zinadan o nisbette
uzaklaşmış olur.
Üçüncü soru: Âyetteki,
"Ölüm (onları) alıp götürünceye kadar.." tabirinin manası nedir?
Halbuki mevt (ölüm) ve teveffî (öldürmek) aynı manadadır. Binaenaleyh bu ifâde,
"Onları ölüm öldürünceye kadar..." manasına gelmiş olur.
Cevap: Bu tabirle,
"Ölüm meleği, onların canını alıncaya kadar..." manası kastedilmiş
olabilir. Bu tıpkı, "Meleklerin canlarını aldığı kimseler.."
(Naw.28)ve "Deki: "Size müvekkel (vazifeli) ötem ölüm meleği canınızı
alacak" (Secde, n) âyetlerinde ifâde edildiği gibidir. Veyahut da bunun
manası, "ölüm onları yakalayıp, canlarını tastamam alıncaya kadar..."
şeklindedir.
Dördüncü soru: Siz,
Allah Teâlâ'nın "Yahut Allah onlara bir yolgösterinceye kadar..."
ifâdesini, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "işte Allah onlara bir yol gösterdi..
Bekâr sopalanır. Evli ve dul ise recmolunur" hadis-i şerifi ile tefsir
ediyorsunuz ki bu uzak bir izahtır. Çünkü bu yol, onların lehjne değil
aleyhinedir. Zira recm, hiç şüphe yok ki, onları hapsetmekten daha sert ve katı
bir cezadır?
Cevap: Hz. Peygamber
(s.a.s), âyette geçen "bir yol" ifâdesini böyle tefsir ederek,
"(Hükümlerinizi) benden alın. İşte Allah o (kadınlara) bir yol gösterdi:
Dul veya evlinin, dul veya evli ile zinasının cezası, yüz değnek ve taşla
recmolunmalandır. Bekârın bekâr ile zinasının cezası ise yüz değnek ve bir yıl
sürgündür" buyurmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s), "bir yol"u bu
şekilde açıklayınca, bunun doğruluğuna kesin inanmak gerekir. Hem sonra bunun,
dil bakımından da şöyle bir izahı yapılabilir: İster ağır ister hafif olsun,
birşeyden kurtulan kimse için, o şey bir yoldur.
[229]
"Sizlerden fuhşu
frtfkâb edenlerin her fkfsfne de eziyet edin. Eğer tevbe edip, (hallerini)
düzeltirlerse, artık onlardan elinizi çekin. Çünkü Allah tevvâb ve rahîmdir"
(Nisa, 16).
Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[230]
İbn Kesir, bu kelimeyi
nûn harfinin şeddesi ile, ve şeklinde; diğer kıraat imamları ise, şeddesiz
olarak okumuşlardır. Ebu Amr, İbn Kesir'e dJuliî (Kasas, 32) şeklindeki
okuyuşunda muvafakat etmiştir. Şeddeli okuyuşun izahı hususunda İbn Miksem
şöyle demiştir: İbn Kesîr, bu nûnları
şu iki sebepten ötürü şeddeli okumuştur:
a)
Mebnî isimler ile mu'reb isimlerin
tesniyelerini birbirinden ayırmak için..
b) ve
kelimeleri zal harfine dayanmaktadır. Bundan dolayı, Araplar bu kelimelerin
tesniyelerinin nûnuna, aynı cinsten bir başka nûn daha ekleyerek, bu kelimeleri
güçlendirmek istemişlerdir. Başkaları da şöyle demiştir: Bu kelimeleri şeddeli
okuyuşun sebebi şudur: Bunların sonundaki nûn, tesniye nûnu değildir. Dolayısı
ile İbn Kesir, bu nûn ile tesniye nûnu birleştirmek istemiştir. Arapların,
bunun başına elif-lâm ziyâde ettikleri gibi, te'kîd için sonuna da nûn
getirdikleri söylenmiştir. Ebu Amr'in, ta'viz işini i s m-i mevsullere değil
de, ism-i işaretlere tahsis etmesi, öyle anlaşılıyor ki, hazfin ism-i işaretler
için elzem olduğunu düşünmekten ileri gelmiş olmalıdır. Binaenaleyh ism-i
işaretlerin, bedele (ivaz'a) hak kazanma derecesi daha ileridir..
[231]
Önceki âyetin zina
edenler hakkında olduğunu söyleyenler, bu âyetin de zina edenler hakkında
olduğunu söylemişlerdir. Böylece onlar, bu tekrarın sebebi ve faydasının ne olduğu
nususunda ihtilâf ederek, şu görüşleri söylemişlerdir:
1- Allah
Teâlâ'nın, "kadınlarınızdan fuhşu
irtikâb edenler.." (Nisa, 15) âyeti, zinâkâr kadınlar; "Sizlerden
fuhşu irtikâb edenler.." (Nisa,ıe)âyeti ise zinâkâr erkekler hakkındadır.
Sonra Cenâb-ı Hak, evlerde alıkonma hükmünü kadınlara, eziyet edilme hükmünü de
erkeklere tahsis etmiştir ki bunun sebebi şudur: Kadın zinaya, ancak dışarı
çıkıp orada burada dolaştığı zaman düşer. Fakat evde alıkonulduğunda, bu günahı
kesilir. Erkeğe gelince, onu evde alıkoymak mümkün değildir. Çünkü erkeğin,
geçimini temin etme, işlerini düzeltme ve çoluk çocuğunun rızkını temin için
dışarı çıkması gerekir. Bundan dolayı zina eden kadına evde alıkonulma, zina
eden erkeğe de eziyet olunma cezası verilmiştir. Erkek tevbe edip döndüğünde,
artık ona eziyet edilmez. Şöyle de denebilir: Eziyet, erkek ve kadına uygulanan
müşterek bir cezadır. Hapsotunma ise, kadınlara has bir cezadır. Binâenaleyh
zinâkar kadın ve erkekten ikisi de pişman olup tevbe ettiğinde, onlardan
"eziyet olunma" cezası kaldırılır. Fakat kadının hapsolunma cezası
devam eder. İşte bu, söylenen görüşlerin en güzelidir
2- Süddî
şöylu demiştir: "Bu âyetle kastedilen, kadın ve erkeklerden bekâr olanlar;
önceki âyetle kastedilen ise evli veya dul olanlardır. Buna göre iki âyet
arasındaki fark ortaya çıkmaktadır." 8u görüştekiler, "bu izaha
şunlar delâlet eder" demişlerdir:
a)
Allah Teâlâ,
'Kadınlarınızdan fiıhşu İrtikab edenler.." (Nisa. ıs> buyuru
kadınları kocalara ntsbet etmiştir.
b)
Cenâb-ı Hak onları "Nisa"
(kadınlar) diye tavsif etmiştir ki bu, evli ve kadınlara daha uygun düşer.
c) Eziyet
etmek, evde hapsolunmaktan daha hafif bir cezadır. En hafif ceza ise. zina eden
dul ve evliye değil, zina eden bekaradır.
d) Hasan
el-Basrî şöyle demektedir: "Bu âyet, önceki âyetten daha önce nâzi1
olmuştur ve bunun takdiri şu şekildedir: "Kadın ve erkeklerinizden fuhşu
irtikâb edenlere eziyet edin. Eğer onlar tevbe eder ve hallerini düzeltirlerse,
artık onlardan elinizi çekin." Daha sonra Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerini
evlerde alıkoyun" (Nisa, s.) âyeti nazil olmuştur. Bu, "Eğer onlar
tevbe etmez ve bu çirkin fiilde ısrar ederlerse, onların gerçek durumlarını
anlayıncaya kadar, onları evlerde alıkoyun" demektir. Bu görüş, bana göre
son derece uzak bir ihtimaldir. Zira bu, bu âyetlerdeki tertibin bozulmasın»
gerektirir.
e)
Ebu Müslim'den, önceki âyetin sürtük kadınlar
hakkında nazil olduğunu; berikinin ise, lûtîler hakkında nazil olduğunu izah
etmiştik ki, bunun izahı daha önce geçmişti.
f) Bundan
murad şudur: Allah Teâlâ, önceki âyette zina hadisesineşehâdeteden kimselerin
mutlaka dört tane olması gerektiğini beyan buyurmuştur. Böylece bu âyette ise,
"Onların iki şahit olmaları halinde, onlara öziyyet edin, onları devlet
başkanının ve hâkimin huzuruna götürülme ve kendilerine ceza tatbik edilme ile
korkutun" şeklinde bir hüküm beyân etmiştir.
[232]
Âlimler, bu eziyyetin
mutlaka dil ile sıkıntı vermek şeklindeki bu da azarlama ve ayıplamadır
gerçekleştirileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Meselâ şöyle denilir:
"Yaptığınız bu iş, ne kadar kötüdür. Siz, kendinizi Allah'ın ceza ve gazabına
duçar kıldınız. Ve yine siz kendinizden adalet, liyâkat ve ehliyetini
uzaklaştırıp, şehâdet etme hakkını yitirdiniz..." Âlimler, bu eziyyete,
dövmenin de dahil olup olmayacağı hususunda ihtilâf etmişlerdir. İbn Abbas'tan,
onların pabuçlarla dövüleceği rivayet edilmiştir. Birinci görüş daha uygundur,
çünkü passın medlulü (manası) onlara sadece eziyyet etmedir. Bu ise, sadece dil
ile yapılan eziyyet ile tahakkuk etmektedir. Âyet-i Kerime'de, dövmeye delâlet
eden bir husus da yoktur. Bundan dolayı, bu görüşe varmak doğru değildir.
Hak Teâlâ daha sonra,
'Eğer tevbe edip, (hallerini) düzeltirlerse, artık onlardan elinizi çekin"
buyurmuştur. Bu, "onlara eziyyet etmeyi bırakın" manasındadır.
Cenâb-ı Hak daha sonra da, "Çünkü Allah tevvâb ve rahimdir" (Nisa.
16) buyurmuştur. "Tevvâb" kelimesi, "kulu, günahı sebebiyle
kendisine tevbe ettiği zaman, kuluna ihsan ve mağfiret ile muamele eden"
demektir. ifâdesinin izahı daha önce geçmişti.
[233]
"Allah katında
(makbul olan) tevbe, kötülüğü ancak cahillik sebebiyle yapacakların, sonra da
çarçabuk (vazgeçip) tevbe edecek olanların (tevbesi)dir. İşte Allah'ın,
tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır. Allah hakkıyla bilendir, tam bir
hüküm ve hikmet sahibidir" (Nisa. 17).
[234]
Bil ki, Allah Teâlâ
Önceki âyette, fuhuş irtikâb edenler, tevbe edip hallerini iyileştirdiklerinde,
onlardan eziyyetin kalkacağını zikredip, mutlak manada da kendisinin Tevvâb ve
Rahîm olduğunu haber verince, bundan sonra tevbenin ne zaman yapılacağını,
şartını zikretmiş, insanları, günahda ısrar ettikleri bir sırada kendilerine
ölüm gelmeden önce, onları hemencecik tevbe etmeye teşvik etmiştir; zira ölüm
esnasında yapacaktan tevbe onlara fayda vermeyecektir. Âyetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[235]
Tevbenin mana ve
mahiyyetini Bakara sûresinde, Cenâb-ı Hakk'ın
"(Allah da) tevbelertnizi kabul etmişti. Çünkü Or tevbeleri çok
kabul edenin, çok merhamet edenin ta kendisidir" (Bakara, m) âyetinin
tefsirinde zikretmiştik.
Kâdî, bu âyetle
Cenâb-ı Hakk'ın tevbeleri kabul etmesinin vacip olduğuna şu iki bakımdan aklen
istidL. ol m iştir;
a) Âyet-i
kerimede geçen , kelimesi, vücûb ifâde eder. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, 'Allah
katında (makbul olan) tevbe... "tabiri, Cenâb-ı Hakk'ın tevbeleri kabul
etmesinin aklen vacip olduğuna delâlet etmektedir.
b) Şayet
biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah katında (makbul olan) tevbe..."
buyruğunu sırf O'nun tevbeleri kabul etmesi manasına hamledersek, o zaman bu
sözle 'İşte Allah'ın tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır" kısmı
arasında herhangi bir fark kalmaz. Zira bu da, Cenâb-ı Hakk'ın tevheleri
bilfiil kabul ettiğini haber vermektedir. Ama biz önceki ifâdeyi, tevbeleri
kabul etmesinin vacip olmasına; bu ifâdeyi de, tevbeleri bilfiil kabul ettiği
manasına alırsak, böylece bu iki âyet arasındaki fark ortaya çıkar ve herhangi
bir tekrar da meydana gelmemiş olur.
[236]
Bil ki, "Vücûb
alâ'llah" (Bir şeyin Allah'a vacip olduğuna) hükmetmek bâtıldır. Bunun
böyle olduğunun birçok delili vardır:
Birinci delil: Vacip
olarak üstlenilmiş olan şey yapılmadığı, yerine getirilmediğinde, zemmedilmeyi
ve kınanmayı gerektirir. Bu lâzım olma keyfiyetinin Cenâb-ı Allah hakkındaki
sübûtu ya imkânsız olur veyahut da olmaz.. Birincisi bâtıldır. Zira, vacip
olanı terketmek, bu zemmi gerektirip, bu zemmin ve kınanmanın da Allah hakkında
sübûtu, varlığı imkânsız olunca, vacibi yerine getirmeyisin Allah hakkında
sübûtunun, varlığının imkânsız olması gerekir. Bu yerine getirmeyisin Allah
hakkında sübûtu aklen imkânsız olunca, .lilin (vücûbiyyetin) sübûtu vacip olmuş
olur. Bu durumda da Allah Teâlâ, fâil-i muhtar değil de, zâtı gereği mûcib
(mûcib-i bizzat) olmuş oiur. Bu ise bâtıldır. Ama, zemme müstehak olmanın Allah
hakkında imkânsız olmayışına gelince, mümkün olan her şeyin meydana geleceğini
farzetmekten, onun imkânsız olması gerekmez. Bu durumda da, ilâhın, ilâh
olmasıyla birlikte, zemme müstehak olmakla vasfedilebileceği sonucu çıkar ki
bu, hiçbir akıllının söylemeyeceği 'bir muhaldir. Bu iki kısım bâtıl olunca,
"vücûb alâ'llah" (bir şeyin Allah'a vacip olduğu)na hükmetmenin bâtıl
olduğu sabit olur.
İkinci delil: Tevbe'yi
yapıp yapmamaya nisbetle kulun kadir olması, ya eşit olur, veya eşit olmaz.
Eğer bu kudret eşit olursa, tevbe'yi yapmak yapmamaya, ancak bir müreccih
sebebiyle üstün gelebilir. Sonra bu müreccih, bir ihdas ve icad eden tarafından
meydana gelmezse, o zaman Yaratıcı'nın yokluğu gerekir. Eğer bu müreccih kul
tarafından meydana gelirse, taksîm tekrar döner {başa dönülmüş olur). Eğer bu
müreccih Allah tarafından meydana gelmişse, bu durumda kul tevbe etmeye, ancak
Allah'ın yardımı ve güç-kuwet vermesiyle yönelebilmiştir. Bu sebeple kulun
tevbesi, Allah tarafından kuluna bir in'âm olmuş olur. Allah'ın kuluna in'âmda
bulunması, ona yeniden in'âm ve ihsanda bulunmasını gerektirmez. İşte bu
sebeple, kuldan tevbenin sudur etmesi, Allah'a o tevbeyi kabul etmesinin vacip
olmasını gerektirmez. Ama, kulun kadir olması, bir şeyi (tevbeyi) yapıp
yapmamaya elverişli olmazsa, işte bu durumda da "cebr" kaçınılmaz
olur. Böyle olunca da, "vücûb alâ'llah"a hükmetmek, apaçık bâtıl ve
fasit olmuş olur.
Üçüncü delil: Tevbe,
geçmişe (yapılan işe) pişman olup, gelecekte onu bir daha yapmamaya kesinkes
karar vermekten ibarettir. Pişman olmak ve karar vermek ise, istemek ve
istememek kabilindendir. İsteyip istememek ise, kulun ihtiyarı ile meydana
geimez. Aksi halde kul, bunları meydana getirme hususunda başka bir
"irade"ye muhtaç olur; böylece de "teselsül" gerekmiş olur.
Durum böyle olunca da, bu pişmanlığın ve karar vermenin meydana gelip vücûd
bulması, sırf Allah'ın yaratmasıyla olur. Allah'ın bir şeyi yapması, kendisine
başka bir şeyi meydana getirmesini vacip kılmaz. İşte böylece de "vücûb
alâ'llah"a hükmetmenin bâtıl ve yanlış olduğu sabit olmuş olur.
Dördüncü delil:
Mu'tezile'nin görüşüne göre tevbe, kulun ihtiyarıyla meydana gelen bir fiildir.
Binaenaleyh, eğer bu, "vücûb alâ'llarTm illeti sayılırsa, o zaman kulun
fiili Allah'ın zat ve sıfatlarında müessir olmuş olur ki, bu hiçbir akıllı
kimsenin söyleyeceği bir şey değildir.
Mu'tezile'nin istidlal
ettikleri hususa vereceğimiz cevap da şudur: Allah Teâtâ mü'minlerin tevbesini
kabul edeceğini vaadetmiştir. Allah bir şeyi va'adedip, vaadinden cayması da
muhal olunca, işte bu bir nevi "vücûb"a benzemiş olur. İşte bu açıklamaya
göre, lafza-i Celâle'nin başına ^ kelimesinin getirilmesi doğru ve yerinde olmuş
olur. Bu sebepte de, Hak Teâlâ'nın "Allah katında (makbul olan)
tevbe..." buyruğu ile O'nun, "İşte Allah'ın, tevbelerint kabul
edeceği kimseler bunlardır" buyruğu arasındaki fark ortaya çıkmış olur.
Eğer, "Allah
Teâlâ ievbenin kabulünden haber verip, Allahu Teâlâ'nın vukuundan haber verdiği
her şeyin meydana gelmesi de vacip olunca, o zaman sizin, Allah'ın fâil-i
muhtar olmadığını kabul etmeniz gerekir" denilirse, biz deriz ki:
Bir şeyin meydana
geldiğini haber vermek, o şeyin hasıl olmasına bağlıdır. Meydana gelme de, onu
meydana getirene tâbidir. Tâbi olan (ikinci derecede bulunan), "asi"
olanı değiştiremez. Bu sebeple O, bu meydana getirme hususunda Fail-i Muhtar
otmuş olur. Ama siz ise, tevbenin tevbe olması bakımından meydana gelişinin, o
tevbeyi kabul etmenin Allah'a vacip olması hususunda müessir olduğuna hükmediyorsunuz.
Bunu ise, hiç kimse söylemez. Böylece fark, ortaya çıkmış olur.
[237]
Allahu Teâlâ bu
tevbenln kabulünü iki şarta bağlamıştır: Bunlardan biri, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kötülüğü
ancak cahillik sebebiyle yapacakların. buyruğudur. Bu ifâde hakkında da şu iki
soru vardır:
a) Günah
olduğunu bilmeden bir kimse bir günah işlerse, o kimse herhangi bir cezaya
müstehak olmaz. Çünkü bilmeden işlenen şeylerin günahı ve cezası, bu ümmetten
kaldırılmıştır. İşte bundan dolayı, bilmeden günah işleyen kimselerin, tevbe
etmelerine ihtiyaç yoktur.
b) Âyette
geçen kelimesi, hasr içindir. Binâenaleyh, âyetin zahiri günah olduğunu bilerek
bir kötülüğü yapmaya yeltenen kimselerin, tevbelerinin kabut edilmemesini
gerektirir. Halbuki bu ise, icmâ ile bâtıl ve geçersizdir.
[238]
Birinci soruya cevap:
Yahudi, yahudiliği, onun bir günah olduğunu bilmediği halde seçmiş, tercih
etmiştir. Ama ne var ki o, bundan dolayı bir cezaya müstehaktır.
[239]
İkinci soruya cevap:
Günah olduğunu bilmemekle beraber, bir günah işleyen kimsenin durumu, günah
olduğunu bilerek onu işleyen kimsenin durumundan daha hafiftir. Hal böyle
olunca vücûb olma hali, bir va'ad ve kerem vücûbu olmak üzere, hiç şüphesiz
birinci kısımdaki kimselerin tevbelerinin kabulüne tahsis edilmiştir. İkinci
kısımdakilerin günahları daha ağır olunca, hiç şüphesiz ki Cenâb-ı Hak,
tevbelerinin kabul edilmesi hususunda böyle bir te'kîde yer vermemiştir.
Böylece bu âyet, işte bu yönden de tevbeleri kabul etmenin Allah'a vacip
olmadığına delâlet etmiş olur.
[240]
Bu iki soruya
verdiğimiz cevapları iyice anladıysan, şimdi biz, bu ifâdede yer alan
"cahillik" kelimesinin tefsiri hususunda müfessirlerin zikretmiş
olduğu görüşlere geçebiliriz.
Birinci görüş:
Müfessirler şöyle demektedirler: Allah'a isyan eden herkes, câhil; yaptığı o
fiil ise, cehalet diye adlandırılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, Hz. Yusuf'tan bahsederken,
"... Onlara meyleder, câhillerden olurum" (Yusuf, 33» buyurmuştur.
Yine O, Hz. Yusuf (a.s)'tan naklederek, Yusuf'un, kardeşlerine "Siz
(henüz) cahil kimseler iken Yusuf a ve kardeşine neler yapağınızı biliyor
musunuz?" dedi" (Yusuf, 89) dediğini buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak,
"(Allah da şöyle) buyurdu: "Ey Nuh, o katiyyen senin âüenden
değildir. Çünkü o(nun işlediği) salth olmayan bir iştir. O halde bilgin
olmadığı btrşeyi benden isteme. Seni câhillerden olmaktan bihakkın men
ederim" (Hûd, 46) ve "Allah size muhakkak bir inek boğazlamanızı
emrediyor" demişti de, onlar, "Bizi eğlence mi ediniyorsun?"
demişti. Musa da, "Ben cahillerden olmaktan Allah'a sığınırım"
demişti" (Bakara, 67) buyurmuştur. Bazan, efendi kölesine, kölesinin
yaptığı bir işten dolayı onu kınarken, "Ey câhil, niye şöyle şöyle
yaptın?" der. Rabb'ine isyan eden kimseye câhil denilmesinin sebebi şudur:
Şayet bu kimse, kendisinde mükâfaat ve cezanın ne olduğu hususundaki bilgisini
kullanmış olsaydı, bu günahı işlemez, ona yeltenemezdi. Binâenaleyh, o bu
ilmini kullanmayınca, sanki hiç ilmi yokmuş gibi olur. İşte bu sebepten dolayı
da, Rabb'ine isyan eden kimseye câhil denilir. Bu izaha göre, insanın yaptığı
şeyin, günah olduğunu bilerek veya bilmeyerek işlediği her masiyyet ve günah
cehalet mefhumuna dahildir.
İkinci görüş: İnsanın,
yaptığı şeyin günah olduğunu bildiği halde, onun cezasının miktarının ne kadar
olacağını bilmeyerek işlemiş olduğu günahlardır. Nitekim biz insanın,
neticesinde meydana gelecek olan belâ ve musîbetterin miktarını bilmediği
halde, yaptjğt şeyin, yapılmaması gereken bir şey olduğunu bilerek o günahı
yapmaya yellenip, onu yaptığında bu kimseye, mecazî olarak, "O, ne
yaptığını bilmiyor" denildiğini biliyoruz.
Üçüncü görüş: Bundan
murad, insanın, günah olduğunu bilmeyerek ve fakat onun bir günah olduğunu
bilmesinin mümkün olması şartıyla bir günah işlemesidir. Buna göre o kimse de,
cezaya müstehak olur. İşte bu sebepten dolayı biz, yahudinin, yahudiliğin bir
günah olduğunu bilmemekle beraber, onun bir günah ve masiyyet olduğunu
bilebilmesinin mümkün olması sebebiyle, bir cezaya müstehak olacağı hususunda
ittifak ettik. İşte bu, bir cezaya müstehak olmanın sübûtu hususunda yeterli
derecede bir izahtır. Uyuyan ve yanılan kimse, bizim bu söylediğimizin dışında
kalır. Çünkü bunlardan her biri de, (yapmaları halinde) çirkin bir fiil
yapmışlardır, ancak bunların onun çirkin (kabîh) olduğunu bilmeleri mümkün
değildir. Bu görüş, cehalet lâfzının ilk iki görüşte mecazî; bu görüşte ise
hakikî manaya hamledilmiş olması bakımından, diğerlerine râcih ve üstün bir
görüştür. Ama ne var ki bu görüşe göre, âyetin ifâde ettiği hükme ancak,
yaptığının kötü ve günah olduğunu bilmeyerek onu irtikâb eden kimseler dahil
olur. Bu kabîh fiili kasten işleyenler İse, âyetin ifâde ettiği hükme dahil
olmayıp, bu kimselerin durumu, ancak kıyas yoluyla bilinir ki, bu kıyas * da
şudur: Yaptığının ne olduğunu bilmeden yapan bu câhile tevbe etmek vacip
olunca, kasten bir kabahatte bulunan bir kimsenin tevbe etmesi, haydi haydi
vacip olur. Tevbenin şartlarından birinci şart hakkında söyleyeceklerimiz
bundan ibarettir.
[241]
Tevbenin ikinci
şartına gelince ki, bu Cenâb-ı Hakk'tn, "Sonra da çarçabuk (vazgeçip)
tevbe edecek" buyruğudur. Alimler bu yakınlıktan maksadın, ölüm zamanının
gelip çatması ile, ölüm korkularının bizzat müşahede ve aynelyakîn görülmesi
olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Allah Teâlâ bu müddeti. şu sebeplerden
dolayı yakın olarak adlandırmıştır:
a)
Ecel, gelmekte olandır. Her gelmekte olan ise,
yakındır.
b) İnsanın
ömür müddetinin, her ne kadar insana uzun gelse dahi, kısa ve yakın olduğuna
dikkat çekmek.. Çünkü, İnsanın ömür müddeti, ezel ve ebed tarafından
kuşatılmıştır. Buna göre
senin ömrün, bu
iki tarafa nisbetle taksim edilip bölündüğünde, adeta yok gibi olur.
c) İnsan her
an ölüm olayının başına gelmesini bekler. Durumu bu olan bir şey de, muhakkak
ki yakın olarak vasfedilir.
Buna göre
"Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesindeki kelimesi hangi manayı ifâde ediyor?"
denilirse, buna şöyle cevap verilir:
Bu, "ibtidâ-i
gaye" manasını ifâde etmektedir. Yan?, "Onun tevbeye başlaması
günahta ısrar edenler zümresine dahil olmaması için, hemen günahın peşinde
başlar'' demektir. Günah işledikten hemen sonra ve de ölüm gelmeden önce değil
de, günah işlemesinden çok zaman sonra tevbe eden kimselere gelince bunlar,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah katında (makbul olan) tevbe.. ve "İşte
Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır" buyruklarıyla,
tevbelerini kabul etmeyi zatına bir lütuf vücûbu kabul etmekle mükerrem kıldığı
kulların dışında kalmış olur. Tevbeleri yukardaki şekilde meydana gelmeyen
kimselerin ise Cenâb-ı Hakk'ın, Olur ki Allah onların tevbelerini kabul
eder" Tevbe, 102) buyruğundaki (olur ki. umulur ki, belki..) kelimesiyle
tevbelerinin kabulü va'adedilen kimselerden olması. kendisine kâfidir. Şüphe
yok ki, bu iki derece arasındaki fark apaçık olup herkesçe bilinir.
ifâdesindeki edatının "teb'îz" için olduğu da
söylenmiştir. Yani, "Onlar yakın bir zaman içinde tevbe ederler"
demektir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, isyanın meydana geldiği zaman ile,
ölümün gelip çattığı zaman arasındaki müddeti, "yakın zaman" olarak
adlandırmıştır. Bu sebeple insan, bu arada kalan zaman dilimlerinin herhangi
bir diliminde tevbe ederse, bu yakın bir zamanda tevbe etmiş olur. Aksi halde
o, uzak bir zamanda tevbe eden olmuş olur.
Bil ki Allah Teâlâ, bu
iki şartı zikredince, "İşte Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler
bunlardır" buyurmuştur.
İmdi eğer
"Cenâb-ı Hakk'ın "Allah kahnda (makbul olan) tevbe..." buyurduktan
sonra, "İşte Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır"
sözünün faydası nedir?" denilirse, biz deriz ki bu hususta iki açıklama
yapılmaktadır:
a) Hak
Teâlâ'nın, "Allah katında (makbulolan) tevbe...." sözü, tevbeleri
kabul etmenin Allah'a, "mecbursun, yapacaksın" anlamında bir vücûb
değil de, O'nun keremi, ihsanı ve fazlı gereği bir vücûb olduğunu bildirmektir.
O'nun "İşte Allah'ın, tevbelerini kabul edeceği kimseler bunlardır"
buyruğu ise, O'nun tevbeyi kabul edeceğini haber vermektir.
b) Cenâb-ı
Hakk'tn, ifâdesi, "Bilmeyerek bir günah işleyip de, sonra da hemencecik
ondan tevbe edip, o günahta ısrar etmeyi terkederek, istiğfarda bulunan
kimseler hakkında, tevbe etmeye iletmek, ona irşâd etmek ve bu tevbe hususunda
tevbe edenlere yardım etmek, ancak Allah'adır..." anlamındadır. Daha sonra
da Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Yani, "Durumu böyle olan bu kul, tevbe
ettiğinde, Allah onun tevbesini kabul eder" demektir. Buna göre birinci
ifadeyle, tevbeye muvaffak kılması; ikinci ifâdeyle de, yapılan tevbeyi kabul
etmesi kastedilmiştir.
Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah
hakkıyla bilendir, tam bir hüküm ve hikmet sahibidir" buyurmuştur. Yani,
"Allah kulun şehveti, gazabı ve cehaleti kendisini istîla edip bürüdüğü
için bu masiyeti irtikâb etmiş olduğunu bilir; kulun vasfı bu olup, sonra da en
yakın zamanda bu günahından tevbe ettiğinde, keremi ve lütfü gereği, o kimsenin
tevbesini kabul etmesi hususunda hakîm'dir" demektir.
[242]
"(Yoksa makbul
olan o tevbe), kötülükleri yapıp yapıp da, onlardan (yan! Böyle yapanlardan)
her hangi birine ta Ölüm gelince: "Ben şimdi hakikaten tevbe ettim"
diyenlerin tevbesi değil... Kendileri kâfir olarak öleceklerin (tevbesi) de değil.
Onlar (öyle işte), biz onlar için pek acıklı bir azâb hazırîamışızdır" (Nisa,
18).
Bil ki Cenâb-ı Hak,
makbul olan tevbenin şartlarını zikredince, bunun peşinden makbul olmayan
tevbenin izahını yapmıştır. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır:
[243]
Âyet-i Kerime,
kendisine ölüm gelip çatan ve ölümün dehşetini müşahede eden kimselerin
tevbelerinin makbul olmayacağına delâlet etmektedir. Bu mesele şu iki konuyu
ihtiva etmektedir:
Birinci konu: Durumunu
belirttiğimiz kimselerin tevbelerii-nin makbul olmadığına şunlar delâlet
etmektedir:
a)
Bu âyet ki bu, bu neticeyi verme hususunda
açık ve sarihtir.
b) Cenâb-ı
Makk'ın, "Ama hışmımızı gördükleri zaman, imanları fayda verecek
değildi." (Mû'mm, 85) buyruğudur.
c) Cenâb-ı
Hak, Firavun'un sıfatı hakkında "Nihayet su onu boğmaya başlayınca (şöyle)
dedi: "İnandım. Hakikat İsrâiloğullannın iman ettiğinden başka Tanrı
yokmuş. Ben de müsîümanlardanım.'' Şimdi mi (iman ediyorsun)? Halbuki sen
bundan evvel (ömrün boyunca) isyan etmiştin..." (Yufcus, 90-91) buyurmuş,
Cenâb-ı Hakk'ın azabını müşahede ettiği sırada yapmış olduğu tevbeyi kabul
etmemiştir. Şayet Firavun bu imanı, o andan bir lahza önce yapmış olsaydı,
muhakkak ki makbul olurdu.
d) Hak
Teâlâ'nın, "Nihayet onlardan her birine ölüm gelip çatınca, (tekrar tekrar
şöye) diyecektir: "Rabb'im, bent (dünyaya) geri gönder. Ta ki ben, zayi
ettiğim (ömrüm) mukabilinde, iyi amelde bulunayım." Hayır, onun söylediği
bu söz, boş lâftan ibarettir" çm'mmn, 99-100) âyetidir.
e) Cenâb-ı
Hak, "Herhangi birinize ölüm gelip de, "Ey Rabb'im, beni yakın bir müddete
kadargeciktirseydin de, sadaka verip dursaydım, iyi kimselerden olsaydım"
demesinden evvel size nzık olarak verdiğimizden harcayın. Halbuki Allah, hiçbir
kimseyi, eceli gelince, asla geri bırakmaz..." (Münafikûn, 10-11)
buyurmuştur. Böylece Cenâb-ı Hak bu âyetlerde, Ölüm gelip çattığı zaman
yapılmış olan tevbenin kabul edilmeyeceğini beyân buyurmuştur.
f) Ebu
Eyyûb, Hz. Peygamber, (s.a.s)'den "Muhakkak ki Cenâb-ı Hak, canı boğazına
dayanmadıkça, kulunun tevbesini kabul eder"[244]
dediğini rivayet etmiştir. Atâ'dan Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Ölümden iki
deve sağımlığı bir zaman önce tevbe etmiş bile olsa.." dediği rivayet
edilmiştir. Hasan el-Basrî'den de şu rivayet edilmiştir: "İblis yeryüzüne
indirildiğinde, "Senin izzetine yemin ederim ki âdemoğlunun ruhu bedeninde
olduğu müddetçe onun peşini bırakmam" deyince, Cenâb-ı Hak, "Ben de
İzzetime yemin ederim ki, âdemoğlunun canı boğazına dayanmadığı müddetçe tevbe
kapısını ona kapamayacağım" buyurdu.
Bil ki Hak Teâlâ'nın,
"Herhangi birine ta ölüm ge-lince..." ifâdesi, "ölümün inmesinin
ve yaklaşmasının alâmetleri gelince" demektir. Bu tıpkı, "Sizden
birine ölüm gelip çattığı zaman, vasiyette bulun(manız) farz kılındı..."
(Bakara, 180)âyeti gibidir.
[245]
İkinci konu: Muhakkik
âlimler şöyle demişlerdir: "Ölümün yaklaşması, tevbenin kabulüne manî
değildir. Aksine tevbenin kabulüne manı olan, meydana geldiklerinde, zarurî
olarak Allah'ın bilinmesinin tahakkuk ettiği hallerin bizzat görülmesidir. Biz
ölümün yaklaşmasının, tevbenin kabulüne manî olmadığını şu sebeplerden ötürü
söyledik:
a)
Meselâ, İsrâiloğulları ve Hz. Eyyûb (a.s)'un
çocukları gibi toplulukları Hak Teâlâ öldürüp sonra diriltmiş; bu diriltmeden
sonra da onları mükellef tutmuştur. Bu
durum, Ölümü müşahede etmenin, mükellef kılmaya zarar vermediğine delâlet
etmektedir.
b) Ölmek
üzere olan kimsenin karşılaştığı sıkıntılar, "kulunç" girdiğinde
meydana gelen zorluklar ile kadınların doğum sırasında çektiği sancılar
esnasında çekilen sıkıntılar gibidir
veya bundan biraz
daha ileridir. Binâenaleyh
bu sıkıntılar, mükellefiyetin
devamına manî olmadığına göre, ölüm esnasındaki sıkıntılar da aynı hükümde
olur.
c) Ölmek
üzere olan kimsenin ızdırabf arttığında, kulun bunalması çok şiddetli olur ki
bu, Hak Teâlâ'nın, "Darda kalana kendisine duâ ettiği zaman icabet eden
mi...?" (nemi, 62)âyetinde beyân ettiği husustur. Binâenaleyh o esnada
elemlerin artmasının tevbenin kabulüne bir sebep olması, kabul edilmemesine bir
sebep olmasından daha evladır.
Böylece bu izahlar
ile, ölümün yaklaşmasının ve ölümün elemleri ile sıkıntılarının artmasının,
tevbenin kabulüne manî olamayacağı sabit olmaktadır. Biz deriz ki: Tevbenin
kabulüne mâni olan şudur: ölmek üzere olan insan, birtakım haller ve dehşetler
müşahede ettiğinde, bunları müşahede ederken, zarurî (kesin) olarak Allah'ı
tanıyıp inanır. Her nezaman insan zarurî olarak Allah'ı tanırsa, ondan
mükellefiyet sakıt olur. Baksana, âhirettekilerin bilgileri zarurî olduğu için,
her nekadar orada bir ölüm ve bir ceza olmasa da, onlardan teklif sakıt
olmuştur. Çünkü haşr ve hesâb esnasında ve cehenneme girmezden önce onların
yaptıkları tevbeter makbul olmaz.
Bil ki burada derin
bir usûl meselesi vardır: Çünkü kıyamettekiler, kendilerinin ölümlerinden sonra
diri olduklarını görürler. Yine onlar, büyük bir ateşi (cehennemi) ve çeşitli
dehşetengiz şeyleri müşahede ederler. Bütün bunlar, Allah'ı bilmenin, zarurî
bir ilim olmasını gerektirmez. Çünkü yokluktan sonra hayatın meydana geldiğini
bilmek ve bunun bir faile muhtaç olduğuna inanmak, çoğu Mu'tezilî âlime göre
nazarî (teorik) bir ilimdir. Bu ilmin, zarurî bir ilim sayılmasına göre, bu
diriltmenin Allah'tan başkası tarafından olmadığını bilmek, hiç şüphesiz nazarî
bir ilimdir. O büyük ateşi yaratanın ancak Allah Teâlâ olduğunu bilme ise
istidlali bir ilimdir. Binâenaleyh âhirettekilerin, âhiretin dehşetli hallerini
görmelerinden dolayı, Allah'ı ilm-i zarurî ile tanıdıkları nasıl iddia
edilebilir? Sonra farzet ki durum böyledir. Binâenaleyh daha niçin,
"Allah'ı bilme zarurî olduğu zaman bu, mükellefiyetin sıhhatine manî
olur" dediniz? Zira kul, mükâfaat veren ve cezalandıran bir tanrının
varlığını zarurî olarak bilmesine rağmen, O tanrının kerîm olduğunu ve
insanların taatının O'na bir faydası, günahlarının da bir zararı olmayacağını
bildiği için, bazan günaha yönelebilir. Durum böyle olunca, siz niçin "Bu,
teklîfin sakıt olmasını gerektirir" dediniz? Hem sonra şu Mu'tezile'nin
dediği, "Teklif (mükellefiyet) yurdu dünyada Allah'ı bilmenin nazarî bir
bilgi olması gerekir. Eğer bu ilim zarurî olursa, mükellefiyet sakıt olur"
şeklindeki sözleri, zayıf bir sözdür. Çünkü kalbinde Allah'ı bilme hususunda
bir bilgi bulunan kimsenin, kalbinde bu bilginin zıddı başka birşeyi de
bulundurabileceği söylenir ise, bu bir ilim değil "zan" olur. Eğer o
kimsenin kalbinde, bunun zıddını bulundurması mümkün görülmez ise, başka bir
ilmin bundan daha güçlü ve kuvvetli olması imkânsız olur. Bu takdire göre,
geriye ilm-i zarurî ile ilm-i nazarî arasında hiçbir fark kalmaz. Böylece,
Mu'tezile'nin söylediği bütün bu görüşlerin zayıf ve güçsüz ifâdeler olduğu,
Hak Teâlâ'nın istediğini yaptığı ve istediği şeye hükmettiği sabit olmuş olur.
Binâenaleyh Cenâb-ı Allah, bazan fazlı İle tevbeleri kabul edeceğini
va'adetmiş, bazan ise adaleti ile tevbeleri kabul etmeyeceğini haber vermiştir.
İşleri yönetme O'nun hakkıdır. Bundan dolayı O, makbul olanı merdûd, merdûd
olanı da makbul kılar. Zira O, "Yapacağından mesul olmaz, fakat onlar
(insanlar) mes'ûl olurlar" (Enbiya, 23) buyurmuştur.
[246]
Allah Teâlâ, iki kısım
tevbeden bahsetmiştir. Birinci kısım hakkında "Allah katında (makbul olan) tevbe,
kötülüğü ancak cehalet sebebiyle yapacakların tevbesidir..." (Nisa, 17)
buyurmuştur. Bu ifâde, bunların tevbelerinin kabulünün gerekli olduğunu iş'âr etmektedir.
Hak Teâlâ ikinci kısım tevbe hakkında ise, "(Yoksa makbul olan o tevbe),
kötülükleri yapanların (tevbesi) değildir..." (Nisa, ıs) buyurmuştur ki bu
ifâde de, Allah'ın böylesi kimselerin tevbesini kabul etmeyeceğini kesin olarak
göstermektedir. Binâenaleyh geriye, aklî taksimata göre, bu iki kısım arasında
üçüncü bir kısmın daha bulunması kalmaktadır ki bu üçüncü kısım, Allah
Teâlâ'nın, tevbelerini ne kabul edeceğini, ne de reddedeceğini kesin olarak
belirtmediği kimselerdir. Bu sebeple birinci kısım, bilmeden bir kötülük
(günah) işleyenler; ikinci kısım da, ancak dehşetengiz şeyleri müşahede
ettiklerinde tevbe edenler olunca, bu iki kısım arasında kalan, ortadaki
kısmın, bir günahı bilerek işleyip, ama sonra tevbe eden kimseler olmbŞ!
gerekir. Allah Teâlâ, işte bu kimselerin tevbelerini kabul veya reddedeceğini
bildirmemiş, aksine onları meşîetine (dilemesine) bırakmıştır. Nitekim O.
bunları bağışlamayı da meşîet-i ilâhîyesine bırakarak, "(Allah), (şirkten)
başka günahı dilediği kimseler için bağışlar" (Nisa, 48) buyurmuştur.
[247]
Allahu Teâlâ, ölüm
emare ve alâmetlerinin göründüğü sırada tevbe edenlerin tevbesinin makbul
olmayacağını beyân buyurunca, "Kendileri kâfir olarak Öleceklerin
(tevbesi) de değil..." demiştir. Bu hususta şu iki izah vardır:
a) Bu,
"ölümleri yaklaşan kımsefer..." manasrrra'tfr ki bu da, işlenilen
günahlardan dolayı ölüm esnasında yapılan tevbelerin kabul edilemiyeceği gibi,
aynı esnadaki imanın da makbul olmayacağı manasına gelir.
b)
Bundan murad şudur: Kâfirler küfürleri üzere
öldüklerinde, âhirette tevbe ederlerse, tevbeleri kabul olunmaz.
[248]
Va'Miyye fırkası,
kendi inançlarının doğruluğuna, bu âyeti şu iki bakımdan delil getirmişlerdir:
1- Onlar şöyle
derler: "Allah Teâlâ, "(Yoksa makbul olan tevbe), kötülükleri yapıp
yapıp da, onlardan (yani böyle yapanlardan) herhangi birine tâ ölüm gelince:
"Ben şimdi hakîkaten tevbe ettim" diyenlerin tevbest değil. Kendisi
kâfir olarak öleceklerin (tevbesi de) değil" buyurup, "kötülük
yapanlar"ı, "kâfir olarak ölenler"e atfetmiştir. Ma'tuf
(atfedilen), ma'tufun aleyhten (üzerine atfedilenden) başkadır. Binaenaleyh
birinci grubun kâfir olmadıkları sabit olmuş olur. Hak Teâlâ, daha sonra bunların
hepsi hakkında, "Biz onlar İçin pek acıklı bir azab hazırlamışızdır"
buyurmuştur. Bu da, bu va'tdin hem kâfirleri hem de fâsıklart (günahkâr
mü'minleri) içine almasını gerektirir.
2- Allah
Teâlâ, âhiretin korkunç halleri müşahede edildiği zaman, onların yapacağı
tövbelerin kabul edilmeyeceğini haber vermiştir. Bundan dolayı tevbenin hiç
yapılmaması durumunda onları bağışlar ise, bu haber verişin bir manası
kalmaz."
Bunlara şöyle cevap
verilir: Biz, Bakara sûresinde "kim bir kötülük (günah) kazanır da suçu
kendisini çepeçevre kuşatırsa, onlar cehennemliktirler..." (Bakara, sı>
âyetini tefsir ederken, Va'îdiyye'nin bütün umûmî inançlarını birlikte
zikretmiş ve tutundukları bu şeylere birçok yönden cevap vermiştik. Bu umûmî
inançları ile ilgili cevaplan yeniden zikretmeye gerek yok.
Hem sonra biz diyoruz
ki: Zamirin, daha önce zikredilen şeylerden, kendisine en yakın olanına râcî
olması gerekir. Hak Teâlâ'nın, "Onlar ifin.. İşte biz onlar için pek
acıklı btrazâb hazırlamışızdır" buyruğuna en yakın olan, "Kendileri
kâfir olarak ölenler..." buyruğudur. Binâenaleyh, âyetteki "Biz
onlar için pek acıklı bir azab hazırlamışızdır" ifâdesinin, sırf kâfirler
hakkında olması niçin caiz olmasın?
Bu hususta sözün özü
şudur: Allah Teâlâ, ancak âhiretin dehşetengiz hallerini müşahede ettiklerinde,
tevbeye yönelenlerin tevbelerinin kabul edilmeyeceğini haber verip, daha sonra
kâfirlerden bahsetmiştir. Binâenaleyh bu gibi kimselerin ölürken iman
edişlerinin de makbul olmadığını beyân buyurmuştur. Hiç şüphesiz kâfir, Allah
katında, fiil bakımından daha kabîh (çirkin) ve derece bakımından daha
düşüktür. Bundan dolayı en fazla hor ve hakir kılınışın, kâfire has kılınması
gerekir. Binâenaleyh âyetteki, "Biz onlar için pek acıktı bir azap
hazırlamışadır" buyruğunun, onlara kâfir oluşları sebebi ile daha fazla
ceza ve zilletin verildiğini beyân etmek için, kâfirlerle ilgili bir ifâde
olması caizdir.
Va'îdiyye'nin
dayandığı ikinci yöne gelince bunun cevabı şöyledir: Allah Teâlâ, kıyametin
korkunç halleri göründüğünde tevbelerin kabul olmayacağını haber vermiştir.
Tevbe olmayınca, orada hem cezalandırma, hem de affetme söz konusu olabilir. Bu
ise, bir çeşit korkutmadır. Bu, Hak Teâlâ'nın, "Şüphesiz ki Allah,
kendisine eş tanınmasını affetmez. Ondan başkasını dileyeceği kimseler için
bağışlar" (Nisa, 48}âyetinde olduğu gibidir. Bu "hitap deliline"
tutunmadır. Mu'tezile ise bunu kabul etmemektedir. Allah en iyi bilendir.
[250]
Allah Teâlâ, ölüm
esnasında görülen dehşetli hallere binâen "tevbe edenler"e,
"kâfirler"! atfetmiştir. Ma'tuf, ma'tûfun aleyhten başkadır. Bu da
ehl-i salattan olan fâsıkların (günahkârların) kâfir olmamalarını gerektirir.
Yine bununla, Haricîlerin "Fâsık, kâfirdir" şeklindeki sözleri bâtıl
olmuş olur. Bununla münafıkların murad edilmiş olduğunu söylemek mümkün değildir.
Zira doğru olan görüş, münafığın kâfir saytlmasidır. Nitekim Cenâb-ı Hak,
"Allah şehâdet eder ki münafıklar hiç şüphesiz yalancıdırlar"
(MMNcfln, i) buyurmuştur. Allah en iyi bilendir.
[251]
Âyetteki kelimesi,
"biz hazırladık ve âmâde kıldık" manasına gelir. Bunun bir benzeri
de, cehennem ateşi
hakkındaki, "O
(ateş) kâfirler için hazırlanmıştır" <Bakara.24) âyetidir. Alimlerimiz
bu âyeti, cehennemin şu anda yaratılmış bulunduğuna delil getirmişlerdir. Çünkü
"acıkh (elim) bir azab", ancak cehennemin ateşi ve soğuğudur.
Âyetteki "Hazırlamışızdır" ifâdesi, geçmişten haber vermektedir. Bu
da cehennemin yaratılmış olduğuna, bu bakımdan da delâlet eder. Allah en iyi
bilendir.
[252]
"Ey iman edenler,
kadınlara zorla mirasçı olmanız ve onları
kendilerine verdiğiniz (mehir)den birazını giderip (ele geçirmek) için,
zorlamanız size helâl olamaz. Ancak arayı açacak bir fuhşu irtikab etmiş
olmaları müstesna... Onlarla iyi geçinin. Eğer kendilerinden hoşlanmıyorsanız,
olabilir ki birşey sizin
hoşunuza gitmez de
Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur" (Nisa, 19)
Bil ki, Cenâb-ı Hak
tevbe'yi vasfettikten sonra, tekrar kadınlarla itgili hükümleri beyan etmeye
başladı. Yine şunu da bit ki cahitiyye Arapları kadınlara çok çeşitli eziyetler
ediyor ve onlara çok çeşitli zulümler yapıyorlardı. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak
onları yaptıkları bu işlerden, bu âyetlerde nehyetmiştir.
Kadınlara yapılan
zulüm ve eziyyetin birinci nev'i, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey iman edenler,
kadınlara zorla mirasçı olmanız size helâl olmaz.." buyruğudur.
Bu hususta iki mesele
vardır:
[253]
Âyetin nüzul sebebiyle
ilgili olarak şu iki görüş beyân edilmistir: Birinci görüş: Cahitiyye döneminde
bir adam ölüp, geride hanımı da kaldığı zaman, o adamın o kadından olmayan oğlu
veya adamın akrabalarından bazıları gelir, kadının üzerine elbisesini atar ve
şöyle derdi: "O adamın malına varis olduğum gibi, karısına da varis
oldum." Böylece bu sözü söyleyen kimse, o kadın üzerinde, hem kadının
kendisinden hem de diğer insanlardan daha fazla hak sahibi olmuş olurdu. Bu
sebeple de isterse o kadınla, ölen kimsenin vermiş olduğu ilk mihif hariç,
herhangi bir mihir vermeden evlenir; isterse o kadını, başka birisiyle
evlendirir, kadının mihrini alır, o mihirden de kadına hiçbir şey vermezdi.
İşte bunun üzerine Ailah Teâlâ bu âyeti indirip, bunun ve herhangi bir kimsenin
ölen kişinin hanımına bu yolla varis olmasının haram olduğunu beyân
buyurmuştur. Bu görüşe göre Cenâb-ı Hakk'ın, "kadınlara mirasçı
olmanız.." ifadesiyle kastedilen, kadınların bizzat kendileri ve
kocalarının ölümünden ötürü onların kendilerine varis olunamayacağı hususudur.
İkinci görüş: Bu
verasetin, kadının malıyla ilgili olmasıdır. Bu böyledir, zira ölünün
varislerinin, kadın ölünceye ve onlar onun malına varis oluncaya kadar, o
kadını evlenmekten men etme hakları vardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak,
"Onlar istemedikleri halde, sizin onların mallarına varis olmanız helâl
olmaz" buyurdu.
[254]
Hamza ve Kisâî, kâf
harfinin dammesiyle olmak üzere. gerek bu âyette gerekse (Tevt», 53) ve (Ahkât,
15) âyetlerinde Asım ile İbn Amir (Ahkâf, 15) âyetinde zamme ile; diğer
yerlerde fetha ile ve Nafi, İbn Kesir ve Ebu Amr bütün yerlerde fetha ile olmak
üzere la '/ şeklinde okumuşlardır. Kisâî, bu iki kullanılışın da aynı manaya
geldiğini; Ferrâ ise, fetha ile okunduğunda ikrah (zorlama), damme ile
okunduğunda ise, meşakkat manasına geldiğini söylemişlerdir. Yine Ferra,
yapılmaya zorlanılan şeyi ifâde için, fetha ile kişinin kendisinden olan şeyi ifâde için de
damme ile lâfzının kullanıldığını söylemiştir.
İkinci nev':
HakTeâlâ'nın, "Ve onları, kendilerine verdiğimiz (mehir)den birazını
giderip (ele geçirmek) için..." sözüdür. Bu hususta da birkaç mesele
vardır:
[255]
buyruğunun i'râbtaki
yeri hususunda şu iki görüş vardır:
a) Kendinden
önce başında ûl bulunan lâfza atfedildiği için, mahallen mansûbtur. Kelamın
takdiri ise, "Kadınlara zorla mirasçı olmanız ve onları zorlamanız size
helâl olmaz" şeklindedir. Abdullah İbn Mesûd da bu şekilde okumuştur.
b) Bu, daha
önce geçen söze atfen, meczûmdur. Takdiri de, "Onlara (bu şekilde) varis
olmayın ve (onları) kocadan men etmeyin" şeklinde olur.
[256]
kelimesinin manası,
"men etmek'tir. Nitekim karşı konulamayan hastalığa da denilir. Bu husus-taki
inceleme, Hak Teâtâ'nın, "Kadınların,
artık kendilerini kocalarına nikâh etmelerine mani olmayın" (Bakara. 232)
âyetinin tefsirinde geçmişti.
[257]
Cenâb-ı Hak,
"onlarızorlamayınız.." ifadesiyle kimlere hitap etmiştir? Bu hususta
üç görüş vardır:
a)
Cahiliyyede bir kimse hanımından hoşlanmıyor ve ondan
ayrılmayı istiyor; bu
sebeple ona kötü muamele yapıyor, kadın mihrini fidye olarak verip de canını
kurtarıncaya kadar ona baskı yapıyordu.. Bu görüş, ekseri müfessir-lerin tercih
ettiği görüştür. Buna göre Cenâb-ı Hak, "Sizin onlarla zorlama yoluyla
evlenmeniz helâl olmaz. Ve yine, onlarla evlendikten sonra, onlara mihir olarak
verdiğiniz şeylerin bir kısmını geri versinler diye, onları engellemeniz ve
hapsetmeniz helâl olmaz" buyurmuştur.
b) Bu,
cahiliyye insanlarının yaptığı gibi, kadını istediği ve dilediği kimselerle
evlenmekten men etmeyi terketmeleri için, varis olan kimselere hitaptır. Buna
göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerine verdiğiniz (mihir)den birazını giderip
(ele geçirmek) için..." sözünün manası ise şudur: Onlar, ölen kimsenin
kadınını engelliyor ve hapsediyorlardı. Maksatları ise, kadının, Ölen kimsenin
mirasından almış olduğu şeyi geri vermesini temin etmektir.
c) Bu,
velîlere bir hitap olup, onları kadınları engellemekten bir nehiydir.
d) Bu,
kocalara bir hitaptır. Çünkü onlar cahiliyye döneminde kadını boşuyor ve
kendisinden bir şeyler koparmak amacıyla, onun başkasıyla evlenmesine manî
oluyor, onları zorluyorlardı.
e) Bu, umumî
olarak herkese bir hitaptır.
Cenâb-ı Hakk'ın, "Ancak
arayı açacak bir fuhşu trtikâb etmfş olmaları müstesna.." istisnasıyla
ilgili birkaç mesele vardır:
[258]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"arayı açacak bir fuhuş" ifadesiyle ilgili şu iki açıklama vardır:
a) Bu,
"Kadının geçimsizliği, insanlara karşı kötü huyluluğu, kocasına ve
yakınlarına eziyyet etmesidir." Buna göre mana, "Kadınlardan bir kötü
muamelenin olması durumu müstesna.. Bu durumda ey erkekler, sizler kadınlardan
"hull" (fidye karşılığı boşanma) istemekte mazursunuz.."
şeklinde olur. Bunun böyle olduğuna, Ubey Ibn Ka'b'ın "Size karşı, haddi
aşmış olmaları müstesna.." şeklindeki kıraati de delâlet eder.
b) Bu ifâde
ile, onların zina yapmaları kastedilmiştir. Bu, Hasan el-Basri ve Ebû Kılibe ve
Süddf'nin görüşüdür.
[259]
Hak Teâlâ'nın, yi
istisnası hangi şeyden istisna edilmiştir? Bu hususta da şu izahlar
yapılmıştır:
1- Bu, ahz-i
emval (mal alma)dan yapılmış bir istisnadır. Yani, "Erkeğin, fidye versin
diye hanımını zarara sokmak için engellemesi helâl değildir. Ancak o kadının
zina etmesi durumu hariç (o zaman helâl olur)" demektir. Bu görüşte
olanların bir kısmı bu hükmün devam edip nesholunmadığını, bir kısmı da bunun
celde âyetiyle (Nûr, 2) mensûh olduğunu söylemişlerdir.
2- Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın, "kendilerini evlerde alıkoyun" (Nisâ. 15) âyetinde
geçen engelleme ve tutmadan istisnadır. Bu Ebû Müslim'in görüşü olup, o bu
âyetin mensûh olmadığını iddia etmiştir.
3- Bu
istisnanın, HakTeâlâ'nın, "onları zoriamayınız" buyruğundan bir
istisna olması da mümkündür. Çünkü kelimesi, hapsetmek anlamındadır.
Binâenaleyh, bu kelimenin manasına, o kadınları evlerde hapsetme hususu da
dahildir. Böylece velîler ve kocalar, o kadınları evlerde hapsetmekten
nehyedilmiş olurlar. O kadınların, arayı açacak bir fuhuş irtikâb etmiş
olmaları durumu müstesna... Bu durumda, hem velîlerin hem de kocaların, onlan
evlerinde hapsetmeleri helâl olur.
[260]
Nâfi ve Ebu Amr, bu
âyeti şeklinde; Kur'ân'da geçtiği bütün yerlerde yâ harfinin fethasıyla şeklinde
okumuşlardır. Onlar şöyle demişlerdir: ifâdesinde, o âyetlerin ortaya konulup
beyân edilme gayesi bulunmaktadır.ifâdesinde ise, bu fuhşun ortaya çıkarılma
maksadı yoktur." İbn Kesir ve Âsım'ın ravisi Ebû Bekr, her iki ifâdeyi de
fetha ile; diğerleri ise, kesre ile okumuşlardır. Fethâ ile okuyanlar, bunu iki
şekilde izah etmişlerdir:
a)
"Fahişe" ve "âyât" kelimeleri, hakikatte fail durumunda
değillerdir. Onları ortaya koyup beyân eden, ancak Allah Teâlâ'dır.
b)
Fuhuş ortaya çıkar; eğer dört şahit o fuhşun
yapıldığına şahitlik ederse, o zaman o fuhuş, ortaya konulmuş ve beyân olunmuş
olur. Âyetlere gelince, her halükârda Cenâb-ı Hak, onları beyân ettiği için
"mübeyyen" (beyan olunmuş) olurlar. Bu kelimeleri kesre ile
okuyanların izahı ise şudur: Âyetler, ortaya çıkıp zuhur ettiklerinde, beyân
etme ve açıklamanın birer sebebi olurlar. Âyetler açıklama ve beyânın birer
sebebi olunca da, açıklamanın onlara isnâd edilmesi (bu kelimelerin fail
durumuna geçmeleri) caiz olur. Nitekim putlar, sapıklığın bir sebebi oldukları
için, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabb'im, çünkü onlar insaflardan birçoğunu baştan
çıkardılar" (ibrahim, 36! buyruğunda saptırmanın onlara isnâd edilmesi
yerinde ve güzel olmuştur.
[261]
Cenâb-ı Hakk'ın,
"Onlarla iyi geç inin "buyruğudur. Cahiliy-yedekiler, kadınlara kötü
muamele yapıyorlardı. İşte bunun üzerine onlara, "Onlarla iyi
geçinin" denilmiştir. Zeccâc, bunun, geceleme (hanımlara ayrı ayrı gece
tahsisatı) ile onlara yapılan harcama konusunda âdil olmak ve güzel söz söylemek
olduğunu söylemiştir.
[262]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Eğer kendilerinden hoşlanmıyorsanız, olabilir ki bir şey sizin
hoşunuza gitmez de, Allah onda birçok hayır takdir etmiş bulunur"
buyurmuştur. Yani, "Onlarla iyi geçinmeyi ve onların kocası olmayı istemez
de, onlardan ayrılmayı tercih ederseniz, biliniz ki, olabilir ki bir şey sizin
hoşunuza gitmez de, Allah onda birçok hayır takdir etmiş olabilir. Bu âyette
bulunan *i "onda" kelimesindeki zamirin neye râci olduğu hususunda şu
İki izah yapılmıştır:
a) Bu,
"Eğer onlarla beraber yaşamayı istemezseniz, onları güzel bir şekilde
tutun, alıkoyun. Olabilir ki, onlarla beraber yaşamanızda birçok hayır
bulunabilir" demektir. Bu görüşte olanlar, buradaki. ^J-SST \'jj- ifâdesini
bazan dünyaya gelecek bir çocuk ile tefsir etmişlerdir. Böylece o istememezlik
(kerahet) muhabbete, nefret de arzuya dönüşmüş olur. Onlar bazan da bu ifâdeyi
şu şekilde tefsir etmişlerdir: "Erkek onunla birlikte yaşamayı istemediği
halde, sonra o buna rağmen, Allah'ın mükâfaatını elde etmek için bu sıkıntıya
katlanır, o kadına harcamada bulunur, istemediği halde ona iyilikte bulunursa,
âhirette bol sevaba, dünyada ise güzel bir övgüye müstehak olmuş olur.
b) Mananın
şöyle olmasıdır: "Eğer siz onlarla beraber yaşamayı istemez, onlardan
ayrılma hususunda arzulu olursanız, Cenâb-ı Hak bg ayrılıkta o kadınlar için
birçok hayırlar meydana getirir. Bu da, o kadının kocasından kurtulup, ondan
daha hayırlı olan bir koca bulması ile tahakkuk eder. Bu âyetin bir benzeri de
Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer (kan-koca) birbirinden ayrılacak olurlarsa, Allah
her birini fazlû keremiyle ihtiyaçtan müstağni kılar.." {Nisa, 130)
âyetidir. Bu görüş, Ebu Bekr el-Esamm'ın görüşüdür. Kadı ise şöyle demektedir:
"Bu görüş, uzak bir ihtimaldir. Çünkü Cenâb-ı Hak, söyledikleriyle
(kocayı) hammıyla sürekli yaşamaya teşvik etmiştir. Binâenaleyh, daha nasıl O,
bununla onların ayrılmasını murâd etmiş olabilir?"
[263]
"Eğer bir zevceyi
bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz, öbürüne yüklerle vermiş
olsanız bile, içinden bir şey almayın. Bir iftira ve açık bir günah olarak alır
mısınız onu? Onu nasıl alırsınız ki, birbirinize karılıp katıldınız? Onlar sizden
kuvvetli bir teminat da aldılar..." (N'sâ, 20-21).
Âyetle ilgili birkaç
mesele vardır:
[264]
Allahu Teâlâ, önceki
âyette, kadınların arayı açacak bir fuhuş işlemeleri halinde onlara zarar verme
hususunda müsaade edince, bu âyette de fuhuş işleme halinin dışında onlara
zarar vermenin haram olduğunu beyân buyurarak, "Eğer bir zevceyi bırakıp
da yerine başka bir zevce almak isterseniz" buyurmuştur. Rivayet
olunduğuna göre, câhiliyyede bir kimse başka bir kadınla evlenmeyi arzu
ettiğinde, bizzat kendi hanımına fuhuş iftirası atardı. Böylece kocası o
kadını, yeni evlenmek istediği kadınla evlenme masrafını karşılamak için, ona
daha önce mihir olarak verdiği şeyi fidye olarak geri vermeye {kadını
"hull" yapmaya) zorlardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Eğer
bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak isterseniz...
"buyurmuştur. Bu âyette geçen "kıntar" kelimesinden maksat, çok
miktarda mal olup, bu kelimenin tefsiri, Cenâb-ı Hakk'ın "yığın yığın
biriktirilmiş altın ve gümüş..." (Al-i imrân 14) âyetinin izahında
geçmiştir.
[265]
Âlimler, bu âyetin
"mihr"deki fiatların (mihr'in miktarının) artabileceğine delâlet
ettiğini söylemişlerdir. Rivayet olunduğuna göre Hz. Ömer (r.a) minberde iken,
"Dikkat ediniz. Kadınların mihirlerini yüksek tutmayın" demiş, bunun
üzerine bir kadın ayağa kalkarak, "Ey İbnu I-Hattâb, Allah bize veriyor,
sen ise mani oluyorsun.." diyerek bu âyeti okumuş. Bunun üzerine Hz. Ömer,
"Herkes Ömer'den daha fakîh!" demiş ve mihrin ftatlarının
artırılmasının uygun olmayacağı görüşünden vazgeçmiştir. Bana göre âyette,
"mihr"in fiatlarının artabileceğine dair bir delâlet
buİt.Tnarrıaktadır. Zira, Cenâb-ı Hakk'ın "Öbürüne yüklerle vermiş olsanız
bile" tabiri, O'nun, "Eğer oralarda (gökte ve yerde) Allah 'tan başka
tanrılar olsaydı, onların ikisi de muhakkak ki harap olup gitmişti"
(Enbiya, 22) buyruğunun, Allah'dan başka ilâhların bulunduğuna delâlet etmediği
gibi, kadınlara mihr olarak çok mal verilebileceğine delâlet etmez. Netice
ofarak diyebiliriz ki, bir şeyi başka bir şeyin şartı yapmaktan, o şartın haddi
zatında tahakkuk etmiş olması gerekmez. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Kimin
bir yakını öldürülürsef öldürülenin ailesi, iki şeyi (diyet veya kısas) tercih
etme arasında muhayyerdirler"[266]
buyurmuştur. Hz. Peygamber'in bu hadis-i şerifinden öldürmenin caiz olduğu
neticesi çıkmaz. Bazan bir kimse, "şayet ilâh cisim olsaydı, muhdes
olurdu" der. Bu, doğru bir sözdür. Ama bundan "İlâh gerçek bir
cisimdir" şeklinde bir hüküm çıkarmamız gerekmez.
[267]
Bu âyete, erkeğin
kadına mihir vermesi durumu da, vermemesi durumu da dahildir. Bu böyledir,
çünkü erkek
nikâh akdini, Allah'ın
belirttiği şekilde, bu "mihr"e karşılık yapmıştır. Binâenaleyh, o
erkeğin bu "mihr"i bizzat vermesiyle vermemesi durumu arasında bir
fark yoktur.
[268]
Ebu Bekr
er-Razî el-Cessâs, bu
âyetle "halvet-i sahîha"nm
mihrj gerektirdiğine istidlal ederek şöyle demektedir: "Çünkü Allah Teâlâ,
kocayı kadının mihrinden her hangi bir şeyi almaktan men etmiştir. Bu men' mutlaktır.
"Halvet-i sahîha" olmadan önce, âyetle amel edilmemiştir Binâenaleyh,
halvet-i sahîhadan sonra bu âyetle amel edilmesi gerekir." O, sözüne
devamla şöyle demektedir: "Bunun, Hak Teâlâ'ntn "Eğer siz onları
kendilerine temas etmeden önce bosar, (fakat daha evvelden) onlara bir mihir
tayin etmiş bulunursanız, o halde tayin ettiğiniz mthrin yansı onlarındır"
(Bakara, 237) âyetiyle tahsis edilmiş olduğunun söylenmesi de caiz değildir.
Zira, Sahabe dokunmanın tefsiri hususunda ihtilâf etmişlerdir. Meselâ Hz. AH ve
Hz. Ömer, bundan muradın "halvet-i sahîha" olduğunu söylerlerken,
Abdullah İbn Mesûd, bunun cima olduğunu söylemiştir. Bu, hakkında ihtilâf
edilnn bir husus olunca; bunun, bu âyetin umumîliğinden ötürü tahsis edilmiş
olduğunu kabul etmek de imkânsız olur."
Cevap: Burada
zikredilen âyet, Cenâb-ı Hakk'ın "Birbirinize karılıp katılmış iken, onu
nasıl alırsınız ki?" buyruğunun delaletiyle, cimâ'dan sonraki durumla
tahsis edilmiştir. Çükü "onların birbirlerine karılıp katılmaları",
müfessirlerin ekserisine göre, "cimâ"dır. Bunun doğru olduğuna dair,
ileride deliller getireceğiz.
[269]
Kötü muamele, ya koca
yahut da kan tarafından yapılır. Buna göre, eğer bu kötü muamele kocadan ise; o
kocanın, karısının mihrinden herhangibir şey alması mekruh olur. Zira Cenâb-ı
Hakk'ın, "Eğer bir zevceyi bırakıp da yerine başka bir zevce almak
isterseniz, öbürüne yüklerle (mihir) vermiş olsanız bile, içinden birşey
almayın" hitabı, geçimsizliğin kocadan olması durumunda, o kocanın
karısının mihrinden herhangi bir şey almaktan nehyedilmiş oiduğu hususunda
sarih bir âyettir. Sonra, eğer karıyla koca arasında "hûll" (fidye
karşılığında kocanın kadını boşaması) akdi meydana gelmişse, tıpkı cuma namazı
çin ezan vaktinde alış-veriş yapmanın yasaklanmış olması; yapılması halinde bu
alışverişin geçerli olup bir mülkiyyet ifâde etmesi gibi, koca "hulf'un
bedelini alabilir. Ama geçimsizlik kadından olursa, bu durumda kocanın,
"hull" bedelini alması helâl olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, ".. ve
onları kendilerine verdiğiniz (mihir)den birazını giderip (elegeçirmek) için,
zorlamanız helâl olmaz..." (Nisa. 19) buyurmuştur.
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Nasıl olur da bir iftira ve açık bir günah olarak onu alırsınız!"
buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır:
[270]
Arapça'da
"bühtan" kelimesi, bir kimsenin büyüklenerek, arkadaşının yüzüne
söylemiş olduğu yalandır. Kelimenin asıl manası, bir kimse şaşakaldığında
Arapların söylemiş olduğu tabirine dayanmaktadır. Buna göre "bühtan",
cesametinden dolayı insanın şaşakaldığı bir yalandır. Sonra, butlanından dolayı
şaşakalınan her bâtıl, bühtan diye isimlendirilmiştir. "Onda olmayan bir
şeyi kardeşinin yüzüne karşı söylediğinde ona bühtanda bulunmuş olursun."
hadisi de bu köktendir.
[271]
Âyetteki
"bühtan" kelimesi niçin mansub kılınmıştır? Bu hususta şu ihtimaller
vardır:
a) Zeccâc,
bu kelimenin "hal" makamında kullanılmış bir
mefûl-ü mutlak
olduğunu söylemiştir. Buna göre mana, "siz o malı, bühtan edici ve günaha
girici olarak mı alırsınız?" şeklinde olur.
b) Keşşaf
sahibi ise şöyle demektedir: "Bu kelimenin her nekadar hakîkatta bir sebep
olmasa da, mefûl-ü leh olduğu için mansub olmuş olması da muhtemeldir. Bu,
tıpkı senin "korktuğu için savaştan
geri durdu" sözünde olduğu gibidir.
c) Bu
kelime, başındaki harf-i cerr hazfedilmiş olduğu için mansub kılınmıştır ve bu,
(bühtan ile) takdirindedir.
d) Burada
bir hazif vardır ve takdiri, "O malı bir bühtan ve bir günah olarak
alıyorsunuz" şeklindedir.
[272]
Bu malın alınışına,
"bühtan" denilmesi hususunda da şu izahlar yapılmıştır:
1-Allah
Teâla, bu mihrin verilmesini farz kılmıştır. Binaenaleyh kim onun geri
verilmesini isterse, sanki "Bu farz değildir" demiş olur ve bundan
dolayı bu bir bühtan olmuş
olur.
2- Koca,
nikah akdi yapılırken, o mihri o kadına teslim edip, ondan geriye birşey
almayacağına garanti vermiştir. Binâenaleyh koca o malı geri alınca, ilk
verdiği söz bir bühtan olmuş olur.
3- Biz,
"câhiliyye Araplarıntn, hanımlarını boşamak istediklerinde, onlara iftira
etmeleri adetlerindendi. Bundan dolayı kadın, kocasının böyle birşey
yapmasından Korkup, kocasının verdiği mihri geri verme karşılığında, kendisini
(nikahını) kocasından almak (hull1 yapmak) istiyordu" dedik. İş genel
olarak bu şekilde cereyan ettiği için, sanki karı kocadan herbiri, diğeri gibi
sayılmıştır.
4- Allah
Teâlâ, önceki âyette "Onları, kendilerine verdiğiniz (mehir)den birazını
giderip (ele geçirmek) için zorlamaymız. Ancak arayı açacak bir fuhşu irtikâb
etmiş
malan müstesna"
(Nisa, i9) buyurmuştur. Müslümanın zahirî hali, onun Allah'ın *rrine muhalefet
etmeyeceğini gösterir, Binâenaleyh böyle bir koca, hanımının - Tinden bir
kısmını geri aldığında, onun bu alışı, hanımının apaçık bir fuhuş işlemiş
buğunu ihsas ettirir. Gerçekte böyle bir şey olmadığı ve kocanın bu hareketinin
3e aslında böyle birşey olmadığı halde kadının fuhuş yaptığı manasına gelmesi
ift«ımından, kocanın bu mal alışını bir bühtan (iftira) olarak isimlendirmek doğru
olur.
Bu hususta bir başka
izah da şöyledir: Kocanın bu malı alışı, kadının zatını bir tenkid ve onun
malını haksız bir alıştır. Bundan dolayı bu hareket, bir yönden bir bühtan, bir
yönden de bir zulümdür. Binaenaleyh büyük günahlardan biri olmuş otur.
5- Bühtan ve
açık bir günahın ilahî cezası onlarca bilinmektedir. Buna göre Hak Teâlâ'nın,
"Nasıl olur da bir iftira olarak onu alırsınız!" buyruğunun manası,
"Bühtanın (iftiranın) cezasını alır mısınız?" şeklindedir. Bu tıpkı,
"Gerçekten, yetimlerin mallarını haksız olarak yiyenler, karınlarına ancak
bir ateş yemiş olurlar" (Nisa, ıo) âyetinde olduğu gibidir.
[273]
HakTeâlâ'nın,
"Nasıl olur da onu alırsınız!" buyruğunun başındaki istifham,
"Böyle şey olmaz" manasında
istifham-ı inkârî olup,
"Şer'an ve aklen kabîh (kötü ve çirkin) olduğu ortada iken, siz böyle bir
şeyi nasıl o|ur da yaparsınız!" demektir.
[274]
Cenâb-ı Hak daha
sonra, Onu nasıl alarsmız ki,
birbirinize :arılıp katıldınız? Onlar sizden kuvvetli bir teminat da
aldılar" buyurmuştur.
Bil ki Allah Teâlâ bu
men edişin sebebi olarak şunları zikretmiştir:
1-
Bu malı (mihri) geri alma, zımnen kadının
açık bir fuhşa nisbet edilmesi manasını taşır. Binaenaleyh bu bir bühtan olmuş
olur. Bühtan ise, büyük günahların belli başlılanndandır.
2-
Bu, apaçık bir günahtır. Zira bu mal, o
kadının hakkıdır. Binâenaleyh kim, bu zorlama ve şiddet gösterme yoluyla -ki bu
bir zulümdür- kadının malını almaya uğraşırsa -ki bu da ikinci bir zulümdür -
ve kadını güç durumda bırakırsa, hiç şüphesiz böylece bir zulümle diğer bir
zulme yot arayan bu kimsenin bu hareketi apaçık bir günah olmuş olur.
3-
Hak Teâlâ'nın, "Onu nasıl alırsınız ki,
birbirinize karılıp katıldınız" âyetiyle beyân ettiği husus...
[275]
Bu ifâde ile ilgili
iki mesele vardır:
Burada geçen "genişlik" manasına gelen masdarındandır. Nitekim Araplar, bir yer geniş olduğu zaman,
fiilini söylerler. Leys de, "Birisi birisine ulaştığında, denilir ki, bu "O, onun bosluğunda ve
sahasında oldu" manasınadır" demiştir. Müfessirler, bu âyetteki
"ifdâ"nın ne manaya geldiği hususunda şu iki görüşü zikrederler:
a)
Buradaki "ifdâ", cima (cinsî
münasebetken kinayedir. Bu, İbni Abbas, Mücâhid ve Süddî'nin görüşü olup, Zeccâc
ve İbn Kuteybe'nin de tercihidir. Bu, aynı zamanda İmam Şafiî'nin görüşüdür,
Çünkü Şafiî'ye göre, koca, hanımıyla hiç cinsi münasebette bulunmazdan önce onu
boşarsa, aralarında bir halvet-i sahîha (tam bir başbaşa kalma) olsa dahi, koca
mihrtn yansını alabilir.
b)
"İfdâ", hanımıyla cinsî münasebette bulunmasa bile, kocanın onunla
halvet-i sahihada kalması manasınadır. Kelbî, "ifdâ, ister cinsi
münasebette bulunsun, ister bulunmasın, kocanın hanımıyla birlikte bir örtü
(yorgan-yatak) içinde bulunmalarıdır" der. Bu, Ferrâ'nın tercihi olup, Ebu
Hanîfe(r.h)'nin de görüşüdür. Çünkü halvet-i sahîha, mehrin verilmesini
gerektirir.
Bil ki birinci görüş
daha evlâdır. Buna şunlar da delâlet eder:
1- Leys,
tabirinin, falanca adam, "falanca kadının boşluğunda ve sahasında
oldu" manasına geldiğini söylemiştir. Bunun, hakikî manada ancak cima
esnasında bulunacağı herkesin malumudur. Fakat cinsî münasebet (cima) bulunmadığı
zaman, bu mana bulunmaz.
2-Allah
Teâla, bunu taaccüb sadedinde zikredip, "Onu nasıl alırsınız ki,
birbirinize karılıp katıldınız!" buyurmuştur. Taaccüb ise, ancak bu ifdâ
(karılıp katılma) ülfet ve muhabbetin meydana gelmesinde kuvvetli bir sebep
olduğu zaman, tam ve yerinde olur. Bu
kuvvetli sebep, sırf başbaşa kalmak değil, aksine cimâdır. Binaenaleyh
"ifdâ" kelimesini, cima manasına almak gerekir.
3- Okadına
"ifdâ" yapmanın, mutlaka kendisinde son bulacağı bir iş ile tefsir
edilmesi gerekir. Çünkü harf-i cerri, intihâ-i gaye manasınadır. Fakat
karı-koca arasındaki halvet-i sahîha böyle değildir. Zira sırf halvette, koca
ile karıdan birinin fiili diğerine ulaşmış olmaz. Binâenaleyh âyetteki
"Birbirinize karılıp katıldınız" ifâdesini, sırf halvet manasına
almak imkânsızdır. Buna göre şayet, "Onlar bir örtü altında birbirleriyle
sarmaş dolaş olduklarında, hiç şüphe yok ki aralarında bir ifdâ (karılıp
katılma) meydana gelmiş olur. Binâenaleyh bunun yetmesi gerekir. Halbuki siz
böyle demiyorsunuz" denilir ise, biz deriz ki: Burada hüküm veren olan iki
kişidir. Birisi, mihrin ancak cima ile; diğeri ise sırf halvet ile olacağını
söylüyor. Halbuki ümmet arasında, sarmaş dolaş olma sebebi ile mihrin
gerekeceğini söyleyen hiç kimse yoktur.
Binaenaleyh bu görüş
icmâ ile bâtıf olmuş olur. Bu durumda, âyetteki ifdâ (karılıp katılma)
kelimesinin tefsiri hususunda geriye şu ikisinden birini söylemek kalır: Bu, ya
cimâ veya halvet-i sahîha manasınadır. Açıkladığımız sebeplerden dolayı, bunun,
"halvet" manasına olduğunu söylemek bâtıldır. Geriye, bundan muradın
"cimâ" (cinsî münasebet) olması kalır.
4- Halvet
olmadan, mehir kesinleşmez. Halbuki şeriat, mehrin kesinleşmesini karı ile
kocanın birbirine "ifdâ"sına bağlamıştır. Âyetteki "ifdâ"
ile, halvet mi cimâ mı murad edildiği meselesi karışıktır (net ve açık
değildir). Bir meselede bir şüphe meydana geldiğinde, onu evvelki hali üzere
bırakmak gerekir ki bu da, mehrin kesinleşmemesidir. İşte bütün bu izahlar ile
Şafiî'nin mezhebinin daha tercihe şayan olduğu ortaya çıkmış olur. Allah en iyi
bilendir.
[276]
Hak Teâlâ'nın,
"Onu nasıl alırsınız ki birbirinize karılıp katıldınız" buyruğu bir
taaccüb (hayret) ifadesidir. Yani,
"Hangi sebep ve
şeyden dolayı böyle yapıyorsunuz!" Çünkü o kadın, kendisini sana adamış,
kendisini senin için ve istifâden için sunmuş ve aranızda tam bir ülfet
(yakınlık) ve sevgi meydana gelmiştir. Aklı olan kimseye, o hanımına gönül
hoşluğu ite verdiği mihirden, kendisine birşeyleri geri vermesini istemesi
nasıl uygun düşer? Bu, hiç şüphe yok ki fıtratı bozulmamış ve dürüst kimselere
kesinlikle uygun değildir" demektir.
Allah Teâlâ'nın, bu
mehri geri istemeyi men edişinin sebebi olarak zikrettiği şeylerden dördüncüsü,
"Onlar sizden kuvvetli bir teminat da aldılar" âyetiyle beyân ettiği
husustur. Bu âyetteki "kuvvetli bir teminat" hususunda şu izahlar
yapılmıştır:
a) Süddî,
İkrime ve Ferrâ söyle demişlerdir: "Bu, insanların "Bu kadını
seninle, Allah'ın erkeklerden kadınlar için aldığı, ya o kadını maruf (iyi) bir
şekilde tutma veya güzel bir şekilde salıverme şeklindeki ahdi üzere
evlendiriyorum" demelerindeki (teminattır). Halbuki erkek, hanımını mehri
geri vermeye mecbur ettiğinde, hanımını güzel bir şekilde değil, ona kötülük
ederek salıvermiş olacağı herkesçe malumdur.
b)
İbn Abbas (r.a) ve Mücahid, kuvvetli
teminatın, mihre dayandırılmış nikah akdi olduğunu ve bunun kendisi ile, kadınların
ferçlerinin helâlliğinin teminine çalışıldığı bir kelime jsöz) olduğunu
söylemişlerdir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s): "Kadınlar hakkında
Allah'tan korkun. Çünkü siz onları Allah'ın birer emâneti olarak aldınız ve
Allah 'm kelimesi (sözü) ile onların ferçlerini kendinize helâl kıldınız"[277]
demiştir.
c) Hak
Teâlâ'nın "Onlar sizden kuvvetli bir teminat da aldılar" buyruğu,
"Onlar sizden, birbirinize karılıp katılmanız sebebi ile, kuvvetli bir
teminat aldılar" demektir. Cenâb-ı Hak bu ahdi (teminatı), çok kıymetli ve
önemli olduğu için, "kuvvetli" diye tavsif etmiştir. Âlimler şöyle
derler: "Yirmi günlük beraberlik, akrabalık sayılır. Artık karı koca
arasında meydana gelen birlik ve imtizaçtaki yakınlık derecesini varın
düşünün."
[278]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/305
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/306
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/306-307
[4] Yani, kulun yaptığı taatlerin bir sevabı îcab ettirmesi,
ancak Allah Teâiâ'mn bir dahli bulunmaksızın, kulun o tâatleri başardığını
kabul etmemiz takdirindedir. Halbuki O muvaffak kılmasa kulluk edemeyiz
(ç).
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/307-308
[6] Buhârî, Fezailü'l-Ashâb, 12; Müslim, Fezâilü's-Sahâbe,
93-94 (4/1902-1903).
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/308-309
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/309-310
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/310
[10] Buhârî, Enbiya, 1; Müslim, Redâ', 60 (2/1091).
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/310-311
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/311
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/311-312
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/312
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/312
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/312
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/312-313
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/313
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 7/313
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/313-314
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/314-315
[22] Buhârî, Eymân, 4; Müslim, Eyman, 1-2 (3/1266).
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/315
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/315-316
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/316
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/317
[27] Müsned, 1/194.
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/317
[29] Ebu Davud. Zekat, 38 (2/128); Nesâî, Zekat, 72 (5/82).
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/318
[31] Benzeri hadis: Buhârî, Edeb, 13; Tirmizi, Birr ve
Sıla, 16 (4/324).
[32] Tirmizi, Kıyame, 57 (İV/665).
[33] Tirmizî, Zekât, 28 (IH/52).
[34] Dârimî. Zekât, 38 (1/397); Müsned, 3/402.
[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/318-319
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/319
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/320
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/320
[39] Ebu Dâvud, Vesâyâ, 9 (3/115).
[40] Ebu Davud, Nikâh, 23 (2/231); Maksad: "evleneceği
zaman onun görüşü alınır" demektir Tirmizî,
Nikah, 19 (3/417).
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/320-321
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/321-322
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/322
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/323
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/324
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/324
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/324-325
[48] Itırı Esîr, Nihâye, 1/455.
[49] İbn Mâce, Ouâ, 2 (2/1259); Tirmizî, Deavât, 103
(5/554).
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/325-326
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/326
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/327
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/327-328
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/329
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/329
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/329-330
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/330
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/330-331
[59] Darimî, Nikah, 40 (2/152).
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/331-332
[61] Buhâri, Nikah, 1; Müslim, Nikah, 5 (2/1020).
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/332-333
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/333-334
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/334
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/334
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/335
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/335
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/335
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/335-339
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/339
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/339-340
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/340
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/340
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/341
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/342
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/342
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/342-343
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/343
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/343
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/343
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/343-344
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/344
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/344
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/344
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/345
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/345-346
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 7/346
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/346-348
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/348-349
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/349
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/349
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/349-350
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/350
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/351
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/352
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/352-353
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/353
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/354
[99] Benzeri bir hadis için bkz: Tirmizî, Salât, 299
(2/259).
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/354-355
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/355-356
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/356
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/356
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/356-359
[105] Ebu Davud, Lukâta, 9 (2/136); İbn Mace, LuKata, 2
(2/837)
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/359-360
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/360-361
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/361
[109] Zaid demekten maksad: "Bu harf olmasa da mananın
aslı mevcuttur" demektir. Yoksa bu kelimenin tamamen manasız, fazladan
olduğu manasına gelmez. Nitekim, zaid denilen kelimelerin tâli derecedeki
manaları, diğer alimlerce de kabul.edilir. Bunların mutlaka ihtiva ettikleri
belagat incelikleri vardır. Onun içindir ki bazı bilginler "zaid"
yerine "tezyin gayesiyle getirilmiştir" demeyi tercih ederler. Yanlış
anlaşılmaya yol açabileceği düşüncesiyle bazı âlimler de Kur'ân-ı Kerim'deki
herhangi bir kelime hakkında "zaid" demeyi mahzurlu sayarlar (ç).
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/361-362
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/362-363
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/363
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/363
[114] Zevi'l-Erhâm: Mirastan belli bir serimi olmayan ve
mirası asabeden olmak sıfatıyla da alamayan, hala. davı. tevze aibi diâer
akrabalardır (ç)
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/364
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/365
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/365
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/366
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/366
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/366-367
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/367
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/367-368
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/368
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/368
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/368
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/369
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/369
[128]Buharı, İman, 7; Müslim. İman, 71 (1/67).
[129] Buhârî, Vesâya, 2.
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/369-371
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/371
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/372
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/372
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/372
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/372-373
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/373
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/373-374
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/374
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/375
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/375
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/375-376
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/376
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/376-377
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/377-378
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/378
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/378
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/378
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/379
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/379
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/380
[151] Kıyas-ı Celi: Açık, anlaşılır "kıyas"
demektir. Bu, hakkında nass bulunmayan bir meselenin hükmünü
aralarında ortak illet bulunması
sebebiyle, hakkında nass bulunan bir meselenin hükmüne bağlamaktır
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/380-382
[153]Buhâri, Ferâiz. 5; Müslim, Ferâiz, 1.
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/382-383
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/383-384
[156] Mutabakat: Bir kelimenin, vaz' olunduğu (başlangıçta
konulduğu) manaya delâlet etmesidir
İltizâmı delâlet: Bir kelimenin vaz' olunduğu mananın
lazımı (neticesi, gereği) olan manaya delâlet etmesidir Meselâ, "insan" kelimesinin
"bilebilen ve yazabilen bir varlığa"delâlet etmesi gibi..
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/384-385
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/385-386
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/386
[160] Ebu Davûd, Ferâiz, 10 (8/126); Tirmizî, Feraiz, 16
(4/424).
[161] Ebu Davud. Feraiz, 10 (3/126).
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/386-387
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/387-388
[164] Buhârî. Humus, 1, Ferâiz, 3; Müslim, Cihad, 49-56
(3/1377-1383).
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/388-389
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/389
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/389-391
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/391
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/391
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/391-392
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/392
[172]Ashâb-ı Ferâız: Mirastaki payları, âyetle belirlenmiş
olan vârisler.
[173] Asabe: Ashab-ı ferdiz ite beraber bulundukları halde,
onların sehimlerinden artakalan mirasa müstehak
olan ve ashab-ı ferâiz
bulunmadığı takdirde mirasın tamamını alan yakın akrabalardır (ç).
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/392-394
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/394
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/394
[177] Hacb, Muayyen bir şahsın mirastan sehmini, diğer bir
şahsın varlığından dolayı, tamamen veya kısmen men etmek (vermemek)tir (ç).
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/395
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/395-396
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/396-397
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/397
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/397
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/397
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/397-398
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/398-399
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/399
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/399-401
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/401-402
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/402-403
[190] Deveran. Mantıkta bir şeyin illet (sebep) olabilecek
başka bir şeye dayanmasıdır (ç).
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/403-404
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/404
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/404
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/405
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/405-406
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/407
[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/407
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/407-408
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/408
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/408
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/408-409
[202] Buharî, Vesâyâ. 1.
[203] Buhârî, Nafakât, 1.
[204] Buhârî, Nafakât, 1.
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/409-410
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/410-411
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/411-412
[208] Ebu Davud, Vasâya, 2 (3/113) (kısmen).
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/412-413
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/414
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/414
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/414
[213] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/414-415.
[214] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/415.
[215] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/415.
[216] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/415.
[217] Fahruddin er-Razi, Tefsiri-i Kebir, Mefatihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/415.
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/416-417
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/418
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/418-419
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/419
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/419-420
[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/420-421
[224] Müslim, Hudûd, 13 (3/1316).
[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/421-422
[226] Müslim. Hudûd, 13 (111/1316).
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/422-423
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/423
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/423-425
[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/425
[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/425
[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/425-427
[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/427
[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/427
[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 7/428
[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/428
[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/428-430
[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/430
[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/430
[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/430
[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/431-432
[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/432-433
[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/434
[244] Tirmizi, Da'avât. 99 (5/548); İbn Mâce, Zühd, 30
(2/1420).
[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/434-435
[246] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/435-437
[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/437
[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/437
[249] Bkz. Bakara, 81. âyetin tefsin.
[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/437-438
[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/439
[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/439
[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/439-440
[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/440
[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/440-441
[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/441
[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/441
[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/441-442
[259] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/442
[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/442
[261] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/442-443
[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/443
[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/443-444
[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/444
[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/444-445
[266] Ebu Davud, Diyât, 4 (4/172); Müsned. 6/365.
[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/445
[268] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/445
[269] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/445-446
[270] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/446
[271] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/446
[272] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/447
[273] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/447-448
[274] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/448
[275] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/448
[276] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/448-450
[277] Müslim, Hacc, 147 (2/889) (Veda Haccı hutbesinden,..)
[278] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 7/450-451