Nisa Suresi 3.Bölüm

Temeninin Mahiyeti 6

Mutluluk Dereceleri 6

Üçüncü Mesele. 6

Erkek ve Kadının Birbirine Karşı Durumu. 8

Birinci Mesele. 8

İkinci Mesele. 8

Allah’tan Belli Bir Şey Yerine Lutfunu İstemeli 8

Birinci Mesele. 9

Mevla Kelimesinden Manaları 9

Birinci Mesele. 9

İkinci Mesele. 9

Akide Varisi Olma Hükmünün Mahsus Olması 10

Dördüncü Mmesele. 10

Beşinci Mesele. 11

Altıncı Mesele. 11

Koca Ailenin Reisidir 11

Erkeğin Mirastaki Üstünlüğü, Kadının İnfak ve Mehir Üstünlüğü İle. 11

Dengelenmiştir 11

Erkeğin Hekimliğine Dair Hükmün Nüzul Sebebi 11

Erkeği Kadından İleri Kılan Sebepler 12

Birinci Mesele. 12

Kadının Kocasına İtaatı ve Onun Nasıl Koruyacağı 12

Üçüncü Mesele. 13

"İtaatsiz Serkeş Kadınlar". 13

İtaatsiz Kadına Yapılacak Muamele. 13

Birinci Mesele. 13

Ayette Zikredilen Sıraya Uymanın Matlup Olup Olmadığı 14

Âyetin İlahî Vasıflarıyla Bitmesindeki Hikmet 14

Geçinemeyen Eşler İçin Birer Hakem Tayin Edilmesi 15

Birinci Mesele. 15

İkinci Mesele. 15

Üçüncü Mesele. 15

Ayetteki “Hakem Tayin Edin” Emrinin Muatabı 15

Hakemlerin Davranışı 16

Altıncı Mesele. 16

Yedinci Mesele. 16

Sekizinci Mesele. 16

Onlar İsterlerse Allah Onları Uzlaştınr 17

Birinci Mesele. 17

İkinci Mesele. 17

Dokuzuncu Mükellefiyet: Şirk Koşmayıp Halka İyilik Etmek. 17

Allah'a Kulluk. 17

Şirkten Sakınma. 17

Ana-Babaya Güzel Muamele. 18

Akrabaya İyilik. 18

Yetimlere İyi Davranma. 18

Yoksullara İyilik. 18

Yakın Komşuya İyilik. 19

Uzak Komşuya da İyilik; Cünub Kelimesinin Mânası 19

Yanınızdaki Arkadaşa İyilik. 19

Yolcuya İyilik. 19

Köle ve Hizmetçilere İyilik. 20

Cimri Olup, Cimriliği Tavsiye Edenlerin Âkibeti 20

Buhl Kelimesinin Kıraati ve Manaları 20

İkinci Mesele. 20

Üçüncü Mesele. 21

Dördüncü Mesele. 21

Beşinci Mesele. 21

Gösteriş İçin İnfak Edenleri, Allah Sevmez. 21

Birinci Mesele. 21

İkinci Mesele. 22

Birinci Mesele. 22

Taklidi İman Hakkında. 22

Üçüncü Mesele. 22

Allah Zerre Kadar Zulmetmez. 23

Birinci Mesele. 23

İkinci Mesele. 23

Cenabı-ı Allah Zulmetmeye Kadir midir 23

Dördüncü Mesele. 24

Beşinci Mesele. 24

İhbat (Günahların Sevapların Silmesi) İddasını Reddi 24

Günahkar Mü’min Sonrasında Cennete Gider 24

Birinci Mesele. 25

Ayetteki Tek’ü Kelimesinin Sonunda Nuh’un Düşmesi 25

Amellerin Mükafatının Kat Kat Artırılması 25

Birinci Mesele. 25

İkinci Mesele. 26

Hz. Peygamberin Ümmeti Hakkında Şahitlik Etmesi 26

Birinci Mesele. 26

İkinci Mesele. 26

Kafirlerin Şeriatın Fer’i Ahkamı ile Mükellefiyetleri 26

İkinci Mesele. 27

“Yerle Bir Edilme”nin Manası 27

Dördüncü Mesele. 27

Kafirler ahrette Yalanla Kurtulurlar mı?. 27

Nisa Süresindeki Onuncu Mükellefiyet: Sarhoş İken Namaz Kılınmaz. 28

Nisa, 43, Ayetteki Nüzul Sebebi 28

Bu Ayette Namaz (Salat) Hakkında Mevcut Olan Ahkam.. 28

“Sekr” ve “Sükara” Kelimesinin Manası 29

Bu Ayetin Mensuh Olduğunu Söyleyenler 30

Beşinci Mesele. 30

Abdest İmkânı Olmayınca Teyemmüm.. 30

Hastalık Sebebiyle Teyemmüm.. 31

Yolculuk Sebebiyle Teyemmüm.. 31

Tabiî İhtiyaçtan Sonra... 31

Cinsel Temastan Sonra Teyemmüm.. 31

Birinci Mesele. 31

İkinci Mesele. 31

Üçüncü Mesele. 32

Teyemmüm, Ancak Su Arayıp Bulamadıktan Sonra Yapılır 32

Su Az Olduğundan Abdest İle Teyemmüm Birlikte Yapılır mı?. 32

Birinci Mesele. 32

İlinci Mesele. 33

Üçüncü Mesele. 33

"Ehl-i Kitap Sizi Saptırmak İster". 33

Birinci Mesele. 33

Kitaptan Nasip Verilenleri Yahudilerdir 34

Üçüncü Mesele. 34

Dördüncü Mesele. 34

Kitabı Tahrif Eden Yahudiler 35

Birinci Mesele. 35

İkinci Mesele. 35

Terrat’ın Tahrifinin Ne Şekilde Olduğu?. 35

Dördüncü Mesele. 36

Yahudilerden İslâm'a Gireceklerin Pek Az Olduğu. 37

Birinci Mesele. 37

“Tams” Tabirinin Manası 38

İnatçı Yahudilerin Lanetlenmesi 39

Birinci Mesele. 39

İkinci Mesele. 39

Yahudiler Müşrik Denilebilir 40

Allah Şirk Dışında Bütün Günahları Affeder 40

İkinci Mesele. 41

İnsanın Değil, Allah'ın Tezkiyesi Önemlidir 41

Hz Peygamberi Kendisini Tezkiyesi 42

Kuldaki İmanı Yaratan Allah’dır 42

İnsana Azıcık da Olsa Zulmedilmez. 42

Birinci Mesele. 42

İkinci Mesele. 42

Yahudilerin, Müşrikleri Mü'minlere Tercih Etmeleri 43

Birinci Mesele. 43

Cibt Ve Tağutlu Manası 43

Cimrilik ve Hasedin Kötülüğü. 44

Edatı Hakkında İzahat 44

Yahudilerin Mülk Hırsı 45

Mülkün Manası 45

Edatı Hakkında. 45

Beşinci Mesele. 46

Birinci Mesele. 46

İkinci Mesele. 46

Kıskanılan İlahi Lutuf 46

Kâfirlerin Derilerinin, Yandıkça Değiştirilmesi 47

Birinci  Mesele. 47

İkinci Mesele. 48

Üçüncü Mesele. 48

Günah İşlemeyen Derileri Azaplandırma Meselesi 48

Birinci Mesele. 49

İkinci Mesele. 49

Emanetleri Ehline Verme Borcu. 50

Ka’be’nin Anahtarları Kimde Olduğu?. 50

Emanete Riayetin Şümülü. 51

Emanetin Ehemmiyeti 51

Üçüncü Mesele. 51

Dördüncü Mesele. 51

Beşinci Mesele. 52

Adaletle Hükmetmenin Farziyyeti 52

Birinci Mesele. 52

İkinci Mesele. 52

Hakimin Tarafsızlığının Alametleri 53

Dördüncü  Mesele. 53

Allah'a, Resulüne ve Ulü'l-emr'e İtaat 54

Emin ve İradesinin Farkı Olması 54

Bu Ayetin Başlıca Şer’i delilleri Bildirmesi 55

Ulü'l-emrin Alimler Değil de İdareciler Olduğu İtirazı 55

Râzî'nin Bu İtiraza Karşı Cevabı 56

Ulü'l-emr, "Masum İmamlar" Değildir 56

Bu Ayetin Kıyasın Delili Olması 57

Âyeti Yanlış Anlayanlara Cevap. 57

Beşinci Mesele. 57

Altıncı  Mesele. 58

Emir sigasının Vücup İfade Edip Etmemesi 58

Hz. Peygambere Tabi Olması Hakkında. 59

Dokuzuncu  Mesele. 59

Onuncu  Mesele. 59

Ulü’l-emr Kaydının İcma’a ve Ondan Dallanan Meselelere Delaleti 60

İcma Ehli Sadece Fakihler Olup, Diğer Alimler Değildir 60

İhtilaftan Hemen Sonra Hastl Olan İcma. 60

İcmada Asrın Sona Ermesi Şart Değildir 60

Muteber İcma, Mü'minlerin İcma'ıdır 60

Bu Ayetin Kıyastan Dallanan Meselelere Delalet Etmesi 60

Kıyas Yapmak İçin Kuran ve Sünnette Hüküm Bulunmamalıdır 61

Kitap, Sünnet ve İcmada Hüküm Bulunmazsa Kıyas Yapılır 61

Kıyas Nassa Bina Edilir, Kıyasla Sabit Olan Hükme Dayanmaz. 61

Kıyas Yapmakta Önce Âyet, Sonra Hadîse Bakılır 61

Onüçüncü  Mesele. 62

Ondördüncü Mesele. 62

Birinci  Mesele. 62

İkinci  Mesele. 62

“Za’m” Kelimesi Hakkında. 62

Nisa 60-61.Ayetlerinde Nüzul Sebebi: 63

Hz.Peygamberin Hükmüne Razı Olmayan Münafığı Hz. Ömer Tarafından Öldürülmesi 63

Nadir ve Kurayza Yahudileri Arasındaki Eşitsizlik. 63

Hz. Peygamberin Hükmünden Kaçıp Tağula Başvuranların kafirliği 64

Dördüncü Mesele. 64

Münafıkların, Resûkıllah'ın Hükmünden Kaçmaları 64

Birinci Mesele. 64

İkinci Mesele. 65

İkinci Mesele. 65

Ayette Geçen İhsan ve Tevfik’in Tevsiri 66

Birinci Mesele. 67

İkinci Mesele. 67

Birinci Mesele. 67

Peygamberleren İtaat Konusunda el-Cübbai’ye Red. 67

Kulları İtaat ve İsyanı Allah’ın İradesi İledir 68

Dördüncü Mesele. 68

Peygamberlerin Günahtan Masum Olmaları 68

Peygamberin Mü'minler İçin İstiğfarı 69

Nisa 65 Ayetinin Nuzul Sebebi 69

Resulullah’ın, O Günahkara İçin İstiğfarının Önemi 69

Üçüncü Mesele. 69

Tevbe Edenin Tevbesi Kabul Edilir 69

Resulullahın Hakemliğini Kabul Etmeyen, Mü'min Olamaz. 70

Bu Ayetin (Nisa 65) Nüzül Sebebi 70

Buyruğundaki ‘nın İzahı 70

Şicar ve Teslim Kelimelerinin İzahı 70

Peygamberin Hükmüne Razı Olmayan Mü’min Olamaz. 71

Peygamberler Hüküm ve Fetfalarında Hata Yapmazlar 71

Altıncı Mesele. 72

Nass, Kıyas İle Tehsis Edilemez. 72

Sekizinci Mesele. 72

Birinci Mesele. 72

Menfi (Olumsuz) Cümlede İstisna Hakkında. 73

Mü’minlerin Fedakarlık Gerektiğine Tutumları 73

Allah’ın Emri İradesinden Farklıdır 73

Allah'ın Emrini Tutmalarındaki Faydalar 74

Amelin îmanı Kökleştirmesi 74

Buradaki Mükâfaatın Büyüklüğüne Dair Unsurlar 74

Allah'ın, Nimetine Erdirdiği Kimseler 75

Nisa, 70 Ayetinin Nüzül Sebebi 75

Allah ve Resulüne İtaatın Sırrı 75

Dereceleri Farklı Olanların Cennette Beraberliği 76

Makbul Olan Dört Zümre. 76

Sıddîkler 76

Hz. Ebu Bekrin Sıddîkiyyeti 77

Hz. Ebu Bekir'in Ümmetin Efdalİ Olması 77

Şehîdler ve Şehidliğin Mahiyeti 78

Sâlihler 78


"Allah'ın, kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile yaptığı şeyleri temenni etmeyin. Erkeklerin, kendi kazandıklarından bir payı vardır. Kadınların da, kendi kazandıklarından bir payı vardır. Allah'tan, lütftınu isteyiniz. Şüphesiz ki Allah herşeyi hakkıyla bilendir"(Nisa, 32).
[1]

 

Bil ki, bu âyetin kendinden önceki âyetlerle münasebeti hususunda şu iki izah yapılmaktadır:

a) Katta I (r.h) şöyle demektedir: "Allah Teâlâ önceki âyette insanları, bâtıl yollarla hem kendi hem de başkasının malını yemekten ve adam öldürmekten nehyedince, bu âyette de onlara, bu menhiyyatt terketmeyi onlara kolaylaştıracak şeyi emretmiştir ki, bu da herkesin, Allah'ın kendisine ayırdığı nasibe rıza gösterip, razı olmasıdır. Çünkü insan buna rıza göstermezse, hasede düşer; hasede düştü mü, muhakkak ki başkasının malını haram yolla alma ve adam öldürme gibi gayr-i meşru yollara sapar. Ama Allah'ın takdir ettiğine razı olursa, onun, canlar ve mallar hususunda zulme sapması mümkün olabilir "

b) Bâtıl yollarla mal edinmek ve adam öldürmek, uzuvların yapmış olduğu fiillerdir. İnsanın dışı kötü fiillerden temizlensin diye, önce bunları bırakmakla emrolunmuştur ki, bu şeriattır. Bundan sonra, bâtını yaşantısı da kötü huylardan temiz olsun diye, hasedden dolayı, kalbiyle başkalarının canlarına ve mallarına saldırmayı bırakması emredilmiştir ki, işte bu da tarikattır Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [2]

 

Temeninin Mahiyeti

     

Bize göre "temenni", olmayacağı bilinen veya zannedilen bir şeyi istemekten ibarettir. İşte bundan dolayı biz diyoruz ki: Cenâb-ı Hak şayet, iman etmeyeceğini bile bile. Kâfirin iman etmesini istemiş olsaydı, temennide bulunmuş olurdu. Mutezile de, "Temenni, bir kimsenin, "keşke şu şey şu şekilde bulunsa, tahakkuk etse; keşke şu şey, şu şekilde meydana gelmese..." demektir. Âyet insanı "keşke şöyle olsaydı, keşke böyle olmayaydı!" demekten uzak tutmak ister" der. Fakat bu uzak bir ihtimaldir. Zira, mücerret lafzın bir manası olmadığı zaman, artık temenni olmaz. Aksine, mutlaka bu lafzın manasının araştırılması gerekir. Halbuki, temenninin manası bizim de belirttiğimiz gibi olmayacağı bilinen veya zannedilen şeyi talep etmekten ibarettir. [3]

 

Mutluluk Dereceleri

     

Bil ki mutluluk dereceleri, ya ruhî, ya bedeni veyahut da haricî olurlar. Ruhî mutluluklara gelince, bunlar iki çeşittir:

Ruhanî Mutluluklar Herşeyin Örnek Şekli Olan Sıfat İledir

Birincisi: Nazarî kuvvetle ilgili olandır ki, bu tam bir zekamükemmel bir anlayış, kemmiyyet ve keyfıyyet bakımından, başkasının bilgilerinden fazla olan bilgidir.

İkincisi, amelî kuvvetle ilgili olandır ki, bu da hareketsiz olma ile yolunu şaşırıp taşkınlık arasında olan iffet ile, hiddet ile korkaklık arasında olan şecaat ve aptallık ile bozgunculuk arasında orta bir yer olan amelî hikmeti kullanmaktır, İşte bütün bu hallerin hepsinin toplamı, adaleti meydana getirir.

Bedenî mutluluklara gelince, bunlar sıhhat, güzellik, zevk ve güzellik içinde uzun bir ömür yaşamaktır

Haricî mutluluklar ise, bir kimsenin sâlih evladlarının, akrabalarının, dostlarının ve yardımcılarının çok olması: eksiksiz bir yetki sahibi olması; sözünün nafiz, insanlar tarafından sevilen, onlar arasında güzel bir şekilde yâd edilen ve sözü tutulan bir kişi olmasıdır. İşte bu, bütün mutluluklara bir işarettir ki, bunların bir kısmı fıtrî olup, kesbin bunlarda bir tesiri söz konusu değildir; bir kısmı ise kesbîdir, sonradan kazanılır. Bu kesbî olan yok mu, insan bunu iyice düşündüğünde, bunu da sırf Allah'ın bir bağışı ve atiyyesi olarak görür. Çünkü sebeplerde, engelleri ortadan kaldırmada ve gerektiricı sebepleri meydana getirmede bir tercih bulunmamaktadır. Aksi halde, say ve gayretin sebebi müşterek olmuş olur. Mutlulukları elde etmek ve matluba ulaşmak ise ortak olmamış olurdu. İşte Cenâb-ı Hakkın, kendileriyle insanların bir kısmını diğer bir kısmını üstün kıldığı mutlulukların  çeşitleri bunlardır. [4]

 

Üçüncü Mesele

   

İnsan, çeşitti faziletlerin diğer bir insanda bulunduğunu müşahede edip, kendisini bu faziletlerin hepsinden ya da büyük bir kısmından mahrum görünce, bu durumda kalben kederlenir, zihni karışır, sonra da kendisinde şu iki hal meydana gelir:

a)  Bu kimse, o mutlulukların o insandan zail olmasını temenni eder.

b) Ya da, bunu temennî etmez de, onunki kadar bir mutluluğun kendisi için de bulunmasını temennî eder. Bunlardan birinci hal, mezmûm ve kötü olan bir haseddir. Zira, âlemin müdebbiri ve yaratıcısı olan Allah'ın ilk gayesi, kullarına ihsanda bulunup onlara cömert davranarak, adeta sağanak halindeki yağmurlar gibi, onlaraikram ve ihsanlarını dökmesidir. Binaenaleyh, kim bunun zail olmasıni isterse, o kimse sanki Cenâb-ı Hakk'ın âlemi yaratıp mükellef varlıkları halketmesindeki ilk maksadı hususunda Allah'a itiraz etmiş olur. Yine çoğu kez o kimse, kendisinin bu nimetlere o insandan daha lâyık olduğuna inanır. Ki bu da, Allah'a bir itiraz ve O'nun hikmetini bir ta'n olur. Bütün

bunlar ise insanı küfre ve bid'at karanlıklarına düşüren, kalbinden iman nurunu silip süpüren şeylerdendir. Hased, dinî bakımdan bir fesada sebep olduğu gibi, dünyevi bakımdan da fesadın sebebidir. Çünkü bu durum sevgiyi, muhabbeti, dostluğu sona erdirir ve bütün bu halleri, onların zıddına dönüştürür. İşte bu sebeplerden dolayı, Cenâb-ı Hak kullarını bundan nehyederek, "Allah'ın, kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile yaphğı şey­leri temenni etmeyin" buyurmuştur.

Bil ki bu hasedi nehyetmenin sebebi, dinlerin temel kaidelerinin farklılığına göre farklılık arzetmektedir. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaât mezhebine göre Cenâb-ı Hak, "Ne dilerse, hakkıyla yapandır" (Burûc, 16); "O, yapacağından mesul tutulmaz, takat insanlar mesul olurlar" (Enbiya. 23) Binaenaleyh, O'nun yaptıklarına itiraz edilemez, O'nunla münakaşa etmeye hiçkimsenin takati yetmez, her şey O'nun yaratmasıdır; yapmasının nedeni-niçini yoktur. Neden, niçin diye sorulam Bu böyle olunca, bütün kîlukâl kapıları tıkanmış ve itiraz yollan merdûddur

Mutezile mezhebine göre, itiraz yollan da kapanmıştır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allâmu'l-guyûb" (gaybleri hakkıyla bilen)dir. Binaenaleyh O, mahlukatınin yararına otan bütün faydalı şeyleri ve hükümlerdeki incelikleri eksiksiz bilendir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, ' Eğer Allah (bütün) kullarına (aynı seviyede) bol rızık verseydi, yeryüzünde muhakkak ki taşkınlık ederler, azarlardı' ıSûrâ, 27» buyurmuştu. Bu her iki izaha göre de. mutlaka her insanın Allah'ın kaza ve kaderine razı olması gerekir İşte bundan ötürü, bir hadis-ı kudsîde şöyle buyurulmuştur:

"Kim benim kaza ve kaderime teslim olur, belâlarıma sabreder ve nimetlerime de şükrederse, onu sıddik olarak kaydederim. Kıyamet gününde onu, sıddîklerle beraber hasrederim. Kim de benim kaza ve kaderime rıza göstermez, belâlarıma sabretmez ve nimetlerime de şükretmezse, o kimse benden başka bir Rab arasın..'' İşte, o nimetlerin o kimseden zail olmasını temenni eden kimse hakkında söylenebilecek söz bundan ibarettir. İbn Sîrin'in Ebu Hureyre (r.a)'den rivayet etmiş olduğu şu hadis de bunu teyid etmektedir. Ebu Hureyre1 nin rivayetine göre Hz. Peygamber;  "Birkimse, (din) kardeşinin talip olduğu kıza talip olmaz (olmasın); kardeşinin pazarlığı üzerine pazarlık yapmaz (yapmasın); bir kadın da, yerine geçmek için, kız kardeşinin boşanmasını istemez. Çünkü ona rızık veren Allah'tır" buyurmuştur.

Bütün bunlardan maksat, hasedden iyice sakındırmaktır. Ama bu nimetlerin kardeşinden zail olmasını istemez, aksine bir o kadar da kendisinin olmasını isteyen bir kimse olursa, bunu caiz gören âlimler bulunmaktadır. Ancak, muhakkik âlimler bunun da caiz olmadığını söylemişlerdir. Çünkü o nimet, çoğu kez dinî bakımdan o kimse hakkında bir mefsedet, dünyevî bakımdan da bir zarar olur.

işte bu sebepten dolayı muhakkik âlimler, "Bir kimsenin: "Allah'ım, bana falancanın evi gibi bir ev; falancanın karısı gibi bir karı nasib et" demesi caiz olmaz, aksine "Allah'ım, bana dinim, dünyâm, âhiretim ve maişetim konusunda hakkımda uygun olan şeyleri ver" demesi gerekir" demişlerdir.

İnsan çoğu kez düşündüğünde, kullarına bir öğretme olsun diye, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân-ı Kerim'de zikretmiş olduğu, "Ey Habbimız, bize dünyada da iyi hal ver, âhirette de iyi hal ver ve bizi o ateş azabından koru" ıBaKara, 201) şeklindeki duadan daha güzelini bulamaz.

Katâde, Hasan el-Basrî'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hiç kimse, mal temennisinde bulunmasın.. Sa'lebe hakkında olduğu gibi, belki de onun helaki o maldandır..." İşte Cenâb-ı Hakk'ın bu âyette "Allah'tan fazlını isteyin" ifadesinden kastedilen de budur. [5]

 

Ayetinin Nüzul Sebebi

 

Âlimler, bu âyetin sebeb-i nüzulü hakkında şunları zikretmislerdir:

a) Mücahîd'in rivayetine göre Ümmü Seleme "Ya Resûl-allah, erkekler savaşa katılıp savaşıyor, biz ise savaşmıyo­ruz. Onların mirastaki paylarıysa bizimkinin iki katı. Keşke biz de erkek olsaydık!" deyince, bu âyet-i kerime nazil olmuştur.

b) Süddî sovle demektedir: Mirasla ilgili âyetler nazil olunca, erkekler: "Cenâb-ı

Hakk'm, miras hususunda bizi üstün kıldığı gibi âhirette de bizi kadınlardan üstün kılmasını umuyoruz"; kadınlar ise, "Biz de, miras hususunda olduğu gibi, bizim günahımızın da erkeklerin günahının yarısı kadarı olmasını arzularız" deyince, bu âyet nazil oldu.

c) Allah Teâlâ, erkeklerin mirastaki payını iki dişinin payı kadar yapınca, kadınlar: "Biz daha muhtacız, çünkü biz zayıf bünyeli varlıklarız. Erkeklerse, geçimlerini elde etme hususunda daha güçlüler" dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazîl oldu.

d) Bir kadın Hz. Peygamber'e gelerek, "Erkeklerin ve kadınların Aliah'ı birdir. Sen. hem bize hem de onlara gönderilmiş bir peygambersin. Babamız Adem, annemiz ise Havva'dır. O halde Allah Teâlâ'nın erkeklerden bahsedip, bizden bahsetmemesinin sebebi nedir?" deyince, o zaman işte bu âyet-i kerime nazil oldu. Yine bu kadın, "Erkekler, cihad etmekle bizi geçtiler. Binâenaleyh bizim ne yapmamız gerekir?" deyince, Hz. Peygamber

"Sizden, hamile olan bir kadına, oruç tutan ve namaz kılan kimsenin mükâfaatı kadar bir mükâfaat vardır. Doğum sancıları ona ac\ verdiği zaman, Cenâb-ı Hakk 'm o kadına vereceği ecri ve mükâfaatı hiç kimse bilemez.. Bu kadın çocuğunu emzirdiği zaman, çocuğunun memesinden her emmesine mukabil, o kadına bir cam diriltmenin mükâfaatı kadar mükâfaat vardır   buyurmuştur. [6]

 

Erkek ve Kadının Birbirine Karşı Durumu

 

Daha sonra Hak Teâlâ, Erkeklerin, kendi kazandıklarından bir payı vardır. Kadınların da, kendi kazandıklarından bir payı vardır" buyurmuştur.

Bil ki bu âyetle hem dünya, hem âhiret, hem de her ikisiyle ilgili olan hususların kastedilmiş olması mümkündür.

Birinci ihtimal hakkında şu izahlar yapılabilir:

a) Bundan murad, "Her fırkaya, kazanmış olduğu dünya nimetlerinden bir pay vardır. Binaenaleyh, Allah'ın kendisine ayırıp verdiği şeye razı olması gerekir" şeklindedir.

b) "Mirastan tayin edilen her pay, Allah'ın hükmüne göredir. Binaenaleyh, kişinin buna razı olması ve itiraz etmemesi gerekir." Bu görüşe göre burada geçen tabiri, elde etme ve sahip olmak manasındadır.

c) Cahiliyye çağındaki insanlar, kadınlara ve çocuklara mirastan pay vermiyorlar­dı. Böylece Cenâb-ı Hak bu âyet ile, bunun geçersiz olduğunu belirterek, erkek olsun dışı olsun, küçük olsun büyük olsun herkesin muayyen bir payı olduğunu beyân etmiştir.

İkinci ihtimalle ilgili olarak da şu izahlar yapılmıştır:

a)  Bundan murad şudur:   Herkesin elde edeceği muayyen bir sevap miktarı vardır ki, buna Allah'ın keremi ve lütfuyta müstehak olur. Binâenaleyh, bunun aksini temenni etmeyiniz..."

b) Herkesin, yapmış olduğu tâatlara mukabil bir mükafaatı vardır. Binaenaleyh onu, kötü olan hased sebebiyle zayi etmemesi gerekir. Ki bu, "Sana ait olanı muhafaza et, zayi etme; başkasına ait olanı da temenni etme!" demektir.

c) Erkeklerin kazandıklarından bir hisseleri bulunmaktadır ki bu, onların kadınların nafakalarını temin etmelerine vesiledir. Cenâb-ı Hak, kadınların namus ve ferçlerini muhafaza etmeyi, kocalarına itaat etmeyi ve aş-ekmek pişirme, giyecekleri muhafaza etme ve geçimi kolaylaştırma gibi evle ilgili işleri yapmalarını murad ederek, "Kadınlar için de, kazandıkları şeyden bir hisse vardır" buyurmuştur. Bu manaya göre "nasîb", sevap ve mükâfaat anlamındadır.

Üçüncü ihtimale gelince, âyetten bu manaların tamamı kastedilmiştir. Çünkü âyetin lafızları bu manaları kapsamakta olup, bu manalar arasında herhangi bir tezat bulunmamaktadır.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'tan, fazlını isteyiniz" buyurmuş­tur. Bu hususla ilgili olarak da birkaç mesele vardır: [7]

 

Birinci Mesele  

  

İbn Kesir ve Kisaî, bu kelimenin istemek fiilinden bir emir ve kendisinden önce vâv veya fâ harfinin bulunması şar­tıyla, hemzesiz olarak şeklinde; diğer kıraat imamları ise, Kur'ân'ın her yerinde olmak üzere şeklinde okumuşlardır.

Birinci okuyuşa göre, hemzenin harekesi sin harfine verilmiş, vasi elifine lüzum görülmeyerek hazfedilmiştir. İkinci okuyuşa göre bu kelime, aslı üzere okunmuştur. Kıraat imamları, kelimesi emr-i gâib olduğu için, bunun hemzeli okunacağı hususunda ittifak etmişlerdir. [8]

 

İkinci Mesele

    

Ebu Ali el-Farisî, "Ebu'l-Hasen'e göre, Cenâb-ı Hakk'ın aJuss 'ja kelimesi ikinci mef'ût yerinde; Sîbeveyh'in görü­şüne göreyse, hazfedilmiş olan ikinci mef'ûlün sıfatı yerine gelmiş bir ifâdedir. Buna göre sanki. "Allah'tan, O'nun faz­lından olan nimetini isteyiniz" denilmiştir" demiştir [9]

 

Allah’tan Belli Bir Şey Yerine Lutfunu İstemeli

 

Cenâb-ı Hakk'ın  "Allah'tan, fazlını isteyiniz" buyruğu, insanın talep ve dualarında muayyen bir biçimde bir şey

Mah'tan Beiır Şey Yeme Lutfunu istemeıi istemesinin caiz olmayacağına; ancak, Allah'ın lütfundan,

mutlak bir biçimde dini ve dünyası hakkında, kendi salahına vesile olacak şeyleri isteyebileceğine bir tenbihte bulunma ve dikkat çekmedir.

Sonra Cenâb-ı Hak. "Şüphesiz ki Allah, herşeyi hak­kıyla bilendir" buyurmuştur ki, bu şu demektir: Allahu Teâlâ, isteyenlerin menfaatine olan şeyleri bilmektedir. Binaenaleyh, bir talepte bulunan, isteğini kısaca belirtsin, dua ederken, istediğini tayin ederek istemekten sakınsın.. Çünkü bu çoğu kez, sırt bir mefsedet ve sırf bir zarar olur. Allah en iyi bilendir. [10]

"(Erkek ve dişiden) her biri için, baba ve ananın, en yakın akrabaların tehkelerinden de varisler yaptık. (Akd ile) yeminlerinizin bağladığı kimselere dahi hisselerini verin. Allah, her şeyin üstünde şahiddir" (Nisfi . 33)

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [11]

 

Birinci Mesele

    

Bil ki âyeti, bu âyette yer alan "ana-baba" ve "en yakın akraba" tabirlerini, "varis olanlar" diye tefsir etmek müm­kün olduğu gibi. yine bu tabirleri, "kendilerine varis olunan­lar" diye tefsir etmek de mümkündür.

Birincisine göre, Cenâb-ı Hakk'ın. ' (Erkek ve dişiden) her biri için baba ve anamı: en yakın akrabaların tenkelehnden de yaptık" buyruğunu, "bunlardan her irinı onun terikesinde varis kıldık" şeklinde toîsır edebiliriz. Buna göre sanki, "O varis olanlar kimdir?" denildiğinde, "Onlar, ana-baba ne er vakın akrabalardır." denilmek istenmiştir. Bu izaha göre. mutlaka Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesinde vakf yapmak, durmak lâzımdır.

İkincisine göreyse, şu iki izah yapılabilir:

a) Bu ifadede bir takdim-tehirin bulunduğunu söytemek.. Buna göre ifâdenin tak­diri, "Ana-baba ve en yakın

akraba­ların geride bırakmış olduğu her şey için biz, mevâli yani varisler yalattık" şeklinde olur.

Bu iki izaha göre de fiili, .iki mef'ul almaz, çünkü kermesi, (yarattık) manasına gelmektedir.

b) Kelamın takdirinin, "Varisler olarak yarattığımız her kavmin, ana-babasının ve en yakın akrabaların bırakmış oldukları terikeden bir hissesi vardır" şeklindedir. Buna göre tabiri mevsûfu hazfedilmiş bir sıfat, kelimesine râci olacak olan zamir ise hazfedilmiş olur. Yapılan takdire göre haber durumunda olan kelimesi de âyette hazfe­dilmiş olur. Bu izaha göre de, fiili iki mef'ul almış olur. Bu izahta fazla takdir yapıldığı için, ilk iki İzah bundan daha uygun ve evlâdır. [12]

 

Mevla Kelimesinden Manaları   

 

 kelimesi, pekçok manaya gelen müşterek bir lâfız- dır:

a) Azâd eden.. Çünkü bu şahıs, o köleyi azâd etme nimeti­nin velîsidir. İşte bu sebepten dolayı o şahsa, "Nimetin mevtası, efendisi" adı verilmiştir.

b) Azâd edilmiş köle.. Çünkü, mevlâsının ona olan velayeti, ona olan in'âmına Mtişmiş, beraber bulunmuştur. Bu tıpkı, alacaklı olan bir kimsenin, hakkının peşine düşmesi v* onu tak etmesi kendisine vazife olduğu için 'pif- (garım); borcu ödemesi kendisine gerekli olduğu için borçluya da yine  (garım) denilmesi gibidir.

c) Bu kelime, (müttefik, anlaşmalı) anlamındadır. Çünkü, anlaşma yapan bir kimse, işini yapılmış olan yemin akdine göre takip eder.

d)  Amcaoğlu.. Çünkü aralarında bulunan akrabalık sebebiyle o onu, yardım isteğiyle takip eder, izler..

e) Mevla, velî mânasına gelir. Çünkü o onu, yardım etmek isteğiyle takip eder, izler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Allah iman edenlerin velîsidir. Kâfitlere gelince, onların velîsi yoktur" (Muhammed, buyurmuştur.

f) Asabe.. İşte bu âyette murad edilen mâna budur. Çünkü bu âyete, bu manadan başkası uygun düşmez. Bunu, Ebû Salih'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiği şu hadis de te'kid etmektedir: Hz. Peygamber (s.a.s), Ben mü'mintere, (kendilerinden) daha yakınım. Onlardan kim ölür ve geriye mal bırakır ise, bıraktığı mal vârislerinedfr. Kim (de) öldükten sonra bir borç bırakır İse, o borcunun kefili benim."

Yine, Hz. Peygamber, "Bu malı taksim edin. Geriye kalan paylar, erkek "asabe"lerin birincisi içindir. buyurmuştur.

Sonra Cenâb-ı Hak, "(Akd ile) yeminlerinizin bağladığı kimselere dahi hisselerini verin" buyurmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: [13]

 

 Birinci Mesele

    

Asım, Hamza ve Kisâî, bu fiili elifsiz ve şeddesiz olarak şeklinde; diğer kıraat imamları ise elifli ve şeddesiz

olarak şeklinde okumuşlardır. (akdetti) şek­lindeki kıraata göre, akit fiili tek bir kişiye nisbet edilmiştir. Tercihe şayan mâna ise wûiIp (akitleşti) şeklidir. Çünkü "mufâ'ale" babı, iki tarafın da yemin akdi yapmış olduğuna delâlet eder. [14]

 

İkinci Mesele 

    

Âyetteki "eymân" kelimesi, "yemîn"in çoğuludur. "Yemin" kelimesi    "sağ el"    manasına   olabileceği   gibi,

"kasem (yemin etmek)" manasına da olabilir. Eğer bu kelimeden maksad sağ el manası olursa, burada şu üç mecazi mana kastedilmiş olabilir:

a) Akitleşme işi, âyetin zahirine göre, ellere nisbet edilmiştir. Aslında ise akıtteşme, anlaşan ve yeminleşen iki tarafa nisbet edilir. Bu mecazî kullanışın sebebi şudur: İki taraf, satış esnasında satışın kesinleştiğini belirtmek için karşılıklı olarak ellerini birbirlerine vururlar ve ahidlerine sarılıp vefa göstereceklerine dair biribirinin elini tutarlar.

b) Kelamın takdiri, "Yeminleri sebebi ile ellerinizin akitleştiği, bağlandığı kimselere.." şeklindedir. Bu takdire göre muzaf hazfedilmiş ve muzâfun ileyh onun yerine kâim olmuştur. Sözden anlaşıldığı için, bu hazif yerinde ve güzeldir.

c) Âyetin takdiri "Yeminlerinizin kendileri ile akidleştiği kimseler.." şeklindedir. Fakat bu takdire göre de, sıla cümlesinde ism-i mevsûle râci olacak zamir hazfedil-miştir.

Bütün bu takdirler, "yemin" kelimesini "el" manasına aldığımız zaman söz konusudur. Fakat bu kelimeyi 'yemin etmek" manasına alırsak, bu durumda akidleşme, âyetin zahirine göre "yeminleşme" manasına olur. Bu mana da yerinde ve güzeldir. Çünkü akidleşme, yemin etme sebebiyle (yoluyla) olunca, böylece bu nisbet yerinde ve güzel olur. Diğer mecazlar hakkında söylenecek söz de, geçenler gibidir. [15]

 

Akide Varisi Olma Hükmünün Mahsus Olması 

 

Âlimlerden bazıları, bu âyetin mensûh olduğunu söylerken, bazıları da mensûh olmadığını söylemişlerdir. Bunun mensuh olduğunu söyleyenler, âyeti şu manalardan biri ile tefsir etmişlerdir:

a) Âyetteki, "(Akd üe) yeminlerinizin bağladığı kimselere" tabirinden murad, cahi-liyye döneminde anlaşma yapılmış kimselerdir. Zira cahiliyye döneminde birisi birisi ile anlaşma yapar ve "Benim kanım senin kanın; barışım, senin barışın; savaşım, se­nin savaşındır. Sen bana varissin, ben de sana; sen benim diyetimi öde, ben de se­nin" derlerdi. Bu şekilde anlaşma yapanların, biribirlerinin mirasından altıda bir hakları olurdu. İşte bu husus Hak Teâlâ'nın "hısımlar, Allah'ın kitabmca, birbirine daha yakındırlar•" "Allah size tavsiye ve emreder ki.." (Nisa, 11) âyetleriyle neshedilmiştir.

b)  Cahiliyye insanlarından biri, yabancı birisini evlâd edinirdi. Bunlara (evlatlıklar) denilir ve onlar, bu sebeple varis olurlardı. Daha sonra bu husus neshedilmiştir.

c) Hz. Peygamber (s.a.s), ashabından iki kişi arasında "kardeşlik" akdi yapıyordu. İşte böyle kardeş olma da, birbirlerine varis olma sebebi idi. Bil ki her üç izaha göre de, yapılan anlaşma, "hisselerini verin" ifadesinden dolayı, bunların biribirlerine varis olmalarına sebep oluyordu. Cenâb-t Allah, daha sonra şu yukarıda yazdığımız âyetlerle bunu neshetmiştir.

Bu âyetin mensuh olmadığını söyleyenler ise, âyetin tefsiri hususunda şu görüşleri zikretmişlerdir:

a) Âyetin takdiri şu şekildedir: "Ana-baba ve akrabaların bıraktığı ve kendilerini yeminlerinizin bağladığı kimselerin bıraktığı her şey için vârisler vardır, O vârislere hisselerini verin." Yani "Mevâlî ve vereselere hisselerini verin." Bu manaya göre, "'(Akd ile) yeminlerinizin bağladığı kimselere., "tabiri, "ana ve babanın ve en yakın akrabaların..." tabirine atfedilmiştir. Binâenaleyh mana, "yeminlerinizin bağladığı kimselerin bıraktığı şeyler için, vâris vardır. O vâris buna daha lâyıktır" şeklinde olur. Allah Teâlâ buna göre vârisi, "mevlâ" diye ifâde etmiştir ki bu da "malı, anlaştığınız kimseye vermeyin; aksine mevâlî ve vârislere verin" demektir. Bu izaha göre âyet mensuh değildir. Bu, Ebu Ali el-Cübbâî'nin yaptığı te'vildir.

b) Bu ifadeden maksad, kan ile kocadır. Zira nikah da "akid" diye adlandırılmıştır. Nitekim   Cenâb-ı  Allah,   "(İddet sona  erinceye  kadar)   nikah  akdi  yapmaya azmetmeyin" (Bakara. 235) buyurmuştur.  Binaenaleyh  Allah Teâlâ  ebeveyni ve akrabaları zikretmiş, onların yanısıra karı-kocayı zikretmiştir. Bunun bir benzeri de miras âyetidir. Zira Hak Teâlâ, çocuğun ve ana-babanın mirasını açıklarken, karı ile kocanın mirasını da zikretmiştir. Buna göre âyette nesh söz konusu değildir. Bu da, Ebû Müslim el-İsfehânî'nin görüşüdür.

c) Bu tabirden maksad, "velâ"[16] sebebi ile meydana gelen mirastır. Buna göre de, nesh söz konusu değildir.

d) Bu tabirden murad, adamın müttefikleri olup, "(onlara) hisselerini verin" âyeöndeki hisseden maksat da, akrabalar arasındaki yardımlaşma, nasihat etme, dayanışma ve samimiyetle biribiriyle içli-dışlı olmaktır.  Binaenaleyh bunlardan maksad, biribirine varis olma değildir. Bu takdire göre de, nesh söz konusu değildir.

e)  Bu âyet, Hz. Ebu Bekir (r.a) ile oğlu Abdurrahman (r.a) hakkında nazil olmuştur. Çünkü Hz. Ebu Bekir (f.a), oğluna infak etmemeye ve malından ona hiçbir şey vermemeye yemin etmişti. Abdurrahman (r.a) müslüman olunca, Cenâb-ı Allah, Hz. Ebu Bekr'e ona payı kadar miras bırakmayı emretmiştir. Buna göre de, âyette nesh yoktur.

f) Esamin şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, ölenin yanı başında bulunanlara, daha önce de zikredildiği gibi, bir pay ayrılmasını emrettiği gibi, bir bağış ve hediye olarak az bir şey ayrılmasını da emretmiştir." Bütün bunlar muhtemel ve güzel izahlardır. Ne murad etmiş olduğunu en iyi Allah bilir. [17]

 

 Dördüncü Mmesele

 

Hak Teâlâ'nın, "(Akd ile) yeminleri- nizin bağladığı kimseler" sözünün mübtedâ,  "... onlara dahi hisselerini verin" kısmının da haber oldu­ğunu söyleyenler şöyle demişlerdir: "Bu sözün başındaki kelimesi şart manasını tazammun ettiği için, muhakkak ki haberinin başına fâ harfi gelmiştir. Onun haberi de, "Onlara dahi hisselerini verin... "ifadesidir, kelimesinin, tıpkı senin  "Zeyd yok mu, ona vur!" sözünde olduğu gibi, mansûb olması caizdir. [18]

 

Beşinci Mesele

  

Cumhûr-u fukahâ, daha aşağı olan "mevlâ"mn, daha yukarda olana varis olamıyacağını söylerlerken,Tahavî, Hasan İbn Ziyâd'ın, varis olabileceğini söylediğini nakletmiştir.Zira İbn Abbas'ın rivayetine göre, bir kimse kölesini azâd etmiş ve azâd eden bu adam sonra ölmüş, geride de, bu azâdlısından başka hiç kimse kalmamıştı. Bunun üzerine Allah'ın Resulü, ölen o efendinin mirasını, azâdlısı olan o adama vermişti. Bir de, bu Hak Teâlâ'ntn, "(Akd ile) yeminlerinizin bağladığı kimselere dahi hisselerini verin" buyruğunun muhtevasına dahildir.

Hasan İbn Ziyad'ın bu hadîse tutunmasına şöyle cevap verebiliriz: Belki de, mal beytu'l-mâle olduğu için; Hz. Peygamber (s.a.s) onu, ihtiyacı ve fakirliğinden dolayı o delikanlıya vermiştir. Çünkü bu mal, vârisi olmayan bir maldır. Bu malın hükmü, fakirlere sarfedilmesidir. [19]

 

Altıncı Mesele  

 

 Şafiî ve Mâlik (r.h), "Bir kimse bir adamın elinde müslüman olup, o adam da ona velayet edip onunla akid yapsa; sonra da ölse, ölen bu kimsenin de, müslüman olan bu kimseden başka varisi olmasa, bu kimse ona varis olamaz; bilakis onun mirası müslümanlara aittir" derlerken, Ebu Hanife(r.h) ise, bu adamın ona varis olacağını söyler. Şafiî'nin delili şudur: Biz, âyetin manasının, "Ebeveyn, yakın akraba ve yeminlerinizin akid He bağladığı kimselerin bırakmış o\öuğu teriketor için menafiler aûsler) yapt\k bunlar da asabeterdir" şeklinde olduğunu beyân etmiştik. Sonra bu asabeter, ya hâs olurlar ki, bunlar vereselerdir; veya 'âmm olurlar ki, bunlar da müslüman cemaatidir. Binaenaleyh, bu malın hâs asabeler bulunmadığı zaman 'âmm asabelere sarfedilmesi gerekir.

Ebu Bekir er-Râzî, kendi görüşüne şu şekilde delil getirmiştir: "Âyet, insanın velayet ettiği ve anlaşma yaptığı kimselere miras verilebileceğini ifâde etmektedir. Daha sonra Allah Teâlâ bunu, "Hısımlar, Allah'ın kitabmca, birbirine daha yakındır " (Enfai. 75) âyetleriyle neshetmiştir. bu nesh, akrabalar bulunduğu zaman söz konusudur. Ölenin akrabası yok ise, bu hüküm olduğu gibi kalır." Onun bu görüşüne şöyle cevap veririz, "biz, âyette anlaşma yapılmış kimsenin varis olacağını gösteren bir şey olmadığını, aksine âyetin bu kimselerin vâris olmayacaklarına delâlet ettiğini ve böyle bir neshin bulunduğunu söylemenin yanlışlığını beyân etmiştik."

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Allah, her şeyin üs-nlnde şahiddir" buyurmuştur ki bu ifade, itaatkârlar hakkında bir vaad, isyankârlar hakkında İse bir va'îddir. Âyetteki "şehîd" lâfzı şâhid ve müşâhid demektir. Bunun getirilmesinden maksad ise, ya Allah'ın bütün cüz'tyyatı ve külliyatı bildiğini ifâde etmektir; ya da O'nun kıyamet günü, bütün mahlukata, dünyada iken yapmış oldukları şeyler hususunda şahidlik edeceğini ifâde etmektir. Birinci manaya göre "şehid", bilen; ikinci manaya göre ise "haber veren" manasındadır. [20]

 

Koca Ailenin Reisidir

 

"Erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler. Çünkü Allah onlardan bazısın (erkekleri), bazısından (kadınlardan) üstün kılmıştır. Çünkü onlar (erkekler) mallarından fnfak ederler. İyi kadınlar itaatli olanlardır. Allah kendilerini nası koruduysa onlar da öylece mahremiyeti koruyanlardır. Şerlerinden, serkeşliklerinden korktuğunuz kadınlara gelince, onlara (önce) öğüt verin. (Vazgeçmezlerse) kendilerini yataklarında yalnız bırakın. (Yine kâr etmezse) dövün. Size İtaat ederlerse aleyhlerinde bir yol aramayın. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür" (Nisa, 34). [21]

 

 

Erkeğin Mirastaki Üstünlüğü, Kadının İnfak ve Mehir Üstünlüğü İle

Dengelenmiştir

 

Bil ki Allah Teâlâ, "Allah'ın, kiminizi kiminizden üstün kılmaya vesile yaptığı şeyleri temenni etmeyin" (Nisa, 32) buyurup, biz de bu âyetin sebeb-i nüzulünün, kadınların, Hak Teâlâ'mn erkekleri kendilerine miras hususunda üstün kılması konusunda ilerkjeri konuşmaları olduğundan bahsedince, bundan dolayı Allah Teâtâ bu âyette, her nekadar birbirlerinden istifade hususunda kadın-erkek müsâvî olsalar da, erkekler kadınlara hakim oldukları için, erkekleri mirasta kadınlara üstün kıldığını, bundan dolayı erkeklere, kadınların mihirlerini vermelerini ve onların geçimlerini temin etmelerini emrettiğini bu âyette zikretmiştir. Böylece iki taraftan birinde olan üstünlük, diğer tarafın üstünlüğü ile denk olmuş olur. Binaenaleyh sanki arada herhangi bir üstünlük yok gibidir. İşte âyetin, kendinden öncekilerle münasebetinin izahı budur. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [22]

 

Erkeğin Hekimliğine Dair Hükmün Nüzul Sebebi    

 

"Kavvâm", işi bi-hakkın yapan kimse demektir. Kadının işlerini hakkıyla yerine şetirip, onu korumaya itinâ gösteren kimse için de, denilir. İbn Abbas (r.a), bu âyetin Muhammed İbn Seleme'nin kızı ile ensârın ileri

gelenlerinden biri olan kocası Sa'd b. Rebi' hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Zira Sa'd ona bir tokat atmış, o-da kocasının yatağını hemen terkederek, kocasının tokadının izi yüzünde olarak Hz. Peygamber (s.a.s)'e getip, kocasının kendisini tokatladığını şikayet etmiştir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) "Ondan kısas iste" dedi, so/ıra da, "sabret, (vahiy) bekliyorum" dedi. İşte bunun üzerine, "Erkekler kadınlar üzerine hâkimdirler..." âyeti nazil olmuştur. Bu, "Erkekler kadınları terbiye etme ve onlara müdahale etme hususunda hakimdirler" demektir. Böylece Cenâb-ı Hak sanki erkeği, karısı üzerinde bir reis ve hükmü geçen birisi kabul etmiştir. Bu âyet nazil olunca Hz. Peygamber (s.a.s), "Biz birşey istedik, Allah da birşey istedi. Allah'ın istediği daha hayırlıdır" buyurdu. Böylece Cenâb-ı Allah, Hz. Peygamber (s.a.s)'tn söylediği kısas hükmünü kaldırmış oldu. Daha sonra o, erkeklerin kadınlara hakim olduğunu ve erkeklerin emrinin onlar yanında geçerli olması gerektiğini belirtince, bunun şu iki sebepten dolayı olduğunu beyân buyurmuştur: [23]

 

Erkeği Kadından İleri Kılan Sebepler

 

Birinci Sebep: Cenâb-ı Hakk'ın, "Çünkü Allah onlardan bazısını (erkekleri), bazısından (kadınlardan) üstün kılmıştır" buyruğu ile belirttiği husustur. Bil ki erkekler pekçok yönden kadınlardan üstündür. Bunların bir kısmı hakiki sıfatlar, bir kısmı ise şer'i hükümlerdir. Hakikî sıfatlara gelince, bil ki hakikî üstünlüğün neticesi şu iki şeye dayanır:

a)  Bilgi (ilim),

b)  Kudret (güç-kuvvet)..

Erkeklerin akıllarının ve bilgilerinin daha çok olduğu hususunda şüphe yoktur. Yine erkeklerin güç ve meşakkatli işlere karşi kuvvetlerinin daha fazla olduğu hususunda da şüphe yoktur. İşte bu iki sebepten ötürü akıl, sebat, kuvvet, genel manada yazı yazma, binicilik ile atıcılık, peygamberler ile alimlerin erkeklerden oluşu, gerek büyük gerek küçük imametin (namaz imamlığı ve devlet başkanlığının) erkeklere verilmiş olması; cihad, ezan, hutbe, itikaf, had ile kısas hususlarındaki şahadet -ki bu sayılanlar alimlerce ittifakla kabul edilmiştir-, Şafiî (r.h)'ye göre evlilik, mirastaki hissenin fazlalığı, mirrista asabe oluş, gerek kasten gerekse hataen adam öldürmede diyeti yüklenme, kasame, nikahta velayet, talak, ric'at (talaktan dönüş), birden çok kadınla evlenebifme ve doğan çocukların erkeklere nisbet edilmesi hususlarında, erkeklerin kadınlardan üstünlüğü söz konusudur. Bütün bunlar, erkeklerin kadınlardan üstün olduğuna delâlet eder.

İkinci sebep: Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve çünkü onlar (erkekler) mallarından İnfâk ederler" buyruğu ile belirttiği husustur. Bu, "Erkekler, kadınlara mehir verip, onların nafakalarını (geçimlerini) temin ettikleri için daha üstündürler" demektir.

Sonra Allah Teâlâ kadınları iki kısma ayırıp, sâlih olanları  İyi kadınlar itaatli olanlardır. Allah kendilerini nasıl koruduysa onlarda öylece mahremiyeti koruyanlardır" diye tavsif etmiştir. Bu ifâde ile ilgili bazı meseleler var: [24]

 

Birinci Mesele    

 

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "İbn Mesud (r.a) âyeti  şeklinde okumuştur." [25]

 

Kadının Kocasına İtaatı ve Onun Nasıl Koruyacağı    

 

Âyetteki, ifâdesi ile ilgili iki izah şekli vardır!

a) "Kânitâtün", Allah'a itaat edenler; "hâfizâtün" ise, kocalarının haklarını yerli yerince yerine getirenler demektir.

Allah kendi hakkının ifâsını önce zikretmiş, sonra da buna Kocanın hakkının yerine getirilmesini eklemiştir.

b) Kadının durumu, ya kocası bulunduğu zaman, veyahut da kocasının yanında olmadığı zaman nazar-ı dikkate alınır. Kocası yanında iken kadının durumunu "kânitât" (itaatkâr)" diye tavsif etmiştir. "Kunût" kelimesinin asıl manası, devamlı itaattir. Buna göre mana, "Onlar, kocalarının hakkını hakkıyla yerine getirirler"şeklinde olur. Her nekadar bu ifâde zahiren bir haber ise de, bundan kadınların kocalarına itaat etmelerinin ztmnen emredildtği anlaşılır.

Bil ki kadın, ancak kocasına itaat ettiği zaman "sâliha" olabilir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Salih (iyi) kadınlar, itaatli olanlardır" buyurmuştur ki cemî kelimenin başında elif-lâm, "istiğrak" ifâde eder. Bu da her sâliha kadının, kocasına itaat etmesi gerektiğini gösterir.

Vahidî (r.h) ise: "Kunût, taat manasınadır. Bu kelime, hem Allah'a itaate, hem de kocalara itaate şamil olan umûmî bir ifâdedir."

Kocast yanında değilken kadının durumunu da Cenâb-ı Hak, "(Onlar), göze görünmeyeni koruyanlardır" diye anlatmıştır. Bil ki "gayb", şahadetin (görünenin)

zıddıdır. Bundan o kadınların, kocaları yok iken de kendilerini saklayıp korudukları mânası çıkar. Bu koruma şu manalara gelir:

a) Kadın, zina etmesi sebebi ite kocasına bir utanç ve çocuğuna da başkasının nutfesinden (menisinden) meydana gelme (veled-i zina olma) gibi bir ar bulaşmasın diye, kendisini zinadan korur.

b)  Kadın kocasının malını, zayi olmaktan korur.

c) Kadın, kocasının evini uygun olmayan şeylerden ve kimselerden korur. Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Kadınların en hayırlısı kendisine baktığında seni mesrur eden, emrettiğinde sana itaat eden, yanında bulunmadığın zaman, malını ve kendisine emanet ettiğin namusunu koruyandır"[26] buyurup, bu âyeti okuduğu rivayet edilmiştir. [27]

 

Üçüncü Mesele  

 

Hak Teâlâ'nın, ifâdesindeki  hakkında şu İki izah yapılmıştır:

1- Bu kelime, (ki o) manasına ism-i mevsul olup, kendisine râcî olacak zamir hazfedilmiştir. Bunun takdiri, "Allah'ın onlar için koruduğu şey sebebi ile..." şeklindedir. Buna göre mana, "Allah'ın, erkeklere kadınlar hakkında âdil olmalarını, onları iyi bir şekilde tutmalarını ve onlara mehirlerini vermelerini emrederek, kocaları üzerindeki haklarını muhafaza etmesine karşılık, kadınların da kocalarının haklarını muhafaza etmeleri gerekir" şeklindedir. Binâenaleyh âyetteki tabiri, sanki "Bu, şuna karşılıktır" yani "Bu, şunun mukabilindedir" denilmesi gibidir.

2- Bu U lafzı, mâ-i masdariyyedir ve takdiri, "Allah'ın muhafazası sebebi İle..." şeklindedir. Böyle olması halinde de şu iki izah söz konusudur:

a) "Onlar, Allah'ın kendilerini muhafaza etmesi sebebi ite, gaybta da kendilerini korurlar." Yani, "Allah'ın yardım ve muvaffakiyyeti olmadan, onların kendilerini korumaları kolay olmaz." Bu, masdarın failine izafesi babındandır.

b) "Kadın, Allah'ın hudûdlarını (hükümlerini) ve emirlerini muhafaza edip riayet etmesi sebebi ile, Allah da kendisini korur. Allah onu koruduğu için de, kadın kendisini gaybta da muhafaza edebilir. Zira kadın, Allah'ın mükellef tuttuğu şeylere gayret etmese ve Allah'ın emirlerini muhafaza edip tutma hususunda say-u gayret göstermeseydi, kocasına itaat edemezdi." Bu izaha göre de bu, masdarın mefûlüne muzaaf olması babından olmuş olur. [28]

 

"İtaatsiz Serkeş Kadınlar"

 

Bil ki Allah Teâlâ "sâliha kadınlardan" bahsettikten sonra, sâliha olmayanları söz konusu ederek, "Şerlerinden, serkeşliklerinden korktu­ğunuz kadınlara gelince...'  buyurmuştur.

Bil ki ^"havf" (korkma), istikbalde kötü bir şeyin olaeağı zannedildiği zaman, kalpte meydana gelen bir halden ibarettir. Şafiî (r.h), "serkeşlik (geçimsizlik), bazan söz ile. bazan da fiil ile olur. Meselâ söz ile olması, (daha önce) kendisini çağırdığında E'endim, buyur" diyen; kendisine seslendiğinde sözünü dinleyen bir tavırda iken, sonradan değişmesidir. Fiil ile olan ise, daha önce yanına girdiğinde ayağa kalkıp, enirine koşarken ve kendisini istediğinde güler yüzle yatağına gelirken, sonra birdenbire değişivermesidir. İşte bunlar, o kadının geçimsizliğinin (nüşûzunun) ve syâr ettiğinin emareleridir. Bu durumda onun geçimsizliği anlaşılır. Bu gibi şeylerin anaya çıkışı, geçimsizlik (serkeşlik) endişesi duyurur" der. Nüşûz, kocaya isyan ve ona baş kaldırmadır. Bu kelimenin aslı, birşey yükseldiğinde Arapların şey yükseldi) demelerine dayanır. Yüksek yer için (yüksek oldu) fiftnin kullanılması da bu manadadır. [29]

 

İtaatsiz Kadına Yapılacak Muamele

 

Sonra Cenâb-ı Hak, "Onlara (önce) ögut verin. (Vazgeçmezlerse) kendilerini yataklarında yalnız bırakın. (Yine kâr zset dövün" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: [30]

 

Birinci Mesele  

  

Şafiî (r.h) şöyle der: "Onlara öğüt, "Allah'tan kork, benim sende hakkım var. Bu tutumundan vazgeç. Bana itaat et­menin farz olduğunu bil" ve benzen sözlerle olur. Bu öğüt­lerin yeterli olması umulduğu için, erkek kadını bu noktada dövmez. Eğer kadın serkeşliğinde  ısrar  ederse,  o zaman onu yatağında terkeder.   Buna.  onunla konuşmama da dahildir.  Erkek onunla konuşmamayı üç günden daha fazla sürdürmez. Erkek onu yatağında yalnız bıraktığı zaman, eğer kadın kocasını seviyorsa, bu durum ona güç gelir ve böylece geçimsizliği bırakır. Yok eğer kocasına kızıyor ve buğzediyor ise, bu yalnız bırakma kadının işine gelir. Bu da kadının nüşûzunun (serkeşliğinin) had noktada olduğunun bir delilidir."

Alimler arasında, kadını yatağında terketmeyi, "Onunla cinsî münasebette bulunmama" manasında alanlar vardır. Çünkü terketmenin, "yataklarında" yalnız bırakma şeklinde ifade edilişi bunu gösterir. Yatakta yalnız bırakılma noktasında kadın hâlâ geçimsizlik-ederse, kocası onu dövebilir. Şafiî (r.h), dövmenin mubah olduğunu. ancak dövmemenin daha efdal olduğunu söylemiştir.

Hz. Ömer (r.a)'in, "Ey Kureyşliler, erkeklerimiz kadınlarına hâkimdi- Medine'ye geldiğimizde, onların kadınlarının erkeklerine hâkim olduğunu gördük. Kadınlarımız onların kadınları ile içli-dışlı oldular. Bundan dolayı da kocalarınaJ^arşı serkeşlik edip baş kaldırdılar. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelip, "Kadınlar, kocalarına baş kaldırıyorlar" dedim. O da, kadınları dövmeye müsaade etti. Derken Hz. Peygamber'in hanımlarının odalarının etrafında, kocalarından şikayet eden birçok kadın görünmeye başladı. Bunun üzerine Hz.( Peygamber (s.a.s), "Yemin olsun ki bütün gece Muhammed ailesinin etrafında, herbiri kocasını şikayet eden, yetmiş kadın dönüp dolaştı.  Halbuki sizler,  o kadınlarını dövenlerin, hayırlılarınız olduğunu

göremezsiniz" <6> buyurdu ki bu, "Hanımlarını dövenler, dövmeyenlerden daha hayırlı değillerdir" demektir.

Şafii (r.h) şöyle der: "Bu hadis, kadınları dövmemenin daha evlâ olduğuna delâlet eder. Fakat kocası kadını dövdüğünde, bu dövmenin, kadının bedeninin ayrı ayrı yerlerine vurulmak, peşpeşe aynı yere vurmak ve güzellik mahalli olan yüze vurmaktan sakınmak şeklinde olup, ölümüne sebebiyet verecek şekilde olmaması ve kırk vuruştan az olması gerekir." Bazı alimlerimiz bu dövmenin, köle hakkında tam bir ceza olacağı için yirmi vuruştan az olması gerektiğini; bazıları da, bu dövmenin, bükülmüş bir bez veya el île olacağını, kamçı ve sopa ile olmaması gerektiğini söylemişlerdir.

Netice olarak bu konuda, işi alabildiğine hafif tutmak gerekir. Ben de derim ki: Allah Teâlâ, önce öğüt, sonra yatakta yalnız bırakma, daha sonra da dövmeyi zikretti. Bu da bunların en hafifi ile maksad yerine geldiği zaman, onunla yetinmenin vacip olup, en zor yola baş vurmamak gerektiği hususunda açık bir dikkat çekmedir. Allah en iyi bilendir. [31]

 

Ayette Zikredilen Sıraya Uymanın Matlup Olup Olmadığı      

 

Alimlerimiz   ihtilaf   edip   bazıları,   "Bu   âyetin   hükmü, (zikredilen şeylerin) tertibine göredir. Zira ifâdenin zahiri her nekadar üçünün de birlikte yapılacağını gösterse bile, âyetten anlaşılan bunlar arasında bir sıraya riayet etmeyi göstermektedir. Mü'mİnlerin emiri Hz. Ali (r.a) şöyle demek­tedir: "Adam, hanımına önce sözle nasihat eder. Eğer vazgeçerse, erkeğin daha ileri gitmesine yol yoktur. Eğer kadın huysuzluğunda diretirse, erkek onu yatağında yalnız bırakır. Eğer yine diretirse onu döver. Dövme de kâr etmez ise, iki taraf hakemlerini gönderir" demişlerdir.

Diğer bazı alimlerimiz de, "Bu tertip, geçimsizlikten endişe duyulduğu zaman gözetilir. Fakat geçimsizlik iyice su yüzüne çıkınca, bu üç şeyi birlikte yapmada bir beis yoktur" demişlerdir. Mezhepte muhtar olan kavle göre erkeğin, geçimsizlikten endişe duyduğunda, kadına öğüt verme hakkı vardır. Fakat bu durumda erkek onu yatağında yalnız bırakabilir mi? Bu kesin değildir. Amma geçimsizlik başgösterdiğinde koca kadına nasihat edebildiği gibi, isterse onu yatağında yalnız bırakıp dövebilir de. [32]

 

Âyetin İlahî Vasıflarıyla Bitmesindeki Hikmet

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Yani onlar bu terbiye etme esnasında geçimsizliklerinden vazgeçip, itaat ederterse, işi yokuşa sürmek ve eziyet etmek maksadıyla onlan dövmeye ve onları yataklarında yalnız bırakmaya bir yol aramayınız. Çünkü Allah çok yücedir, çok büyüktür" buyurmuştur. Allah'ın yüceliği, cihet bakımından değil ve büyüklüğü cüsse bakımın­dan değildir. Aksine O, bütün mümkinât hakkında kudretinin mükemmel ve meşîetinin geçerli olması bakımından yüce ve büyüktür.Allah Teâlâ'nın âyetin sonunda bu iki sıfatını getirmesi, son derece yerindedir. Bu, şu bakımlardan yerinde ve güzeldir:

a)  Bu ifâdenin maksadı, kocaları hanımlarına zulmetmeleri konusunda tehdid etmektir. Bunun manası, "Her nekadar kadınlar sizin zulmünüzü defetme hususunda zayıf, haklarını alma hususunda âciz iseler de, Allah Teâlâ yüce, kahir, büyük ve kadirdir. Onların haklarını sizden alır ve onlar için adaletini icra eder. Binaenaleyh onlardan daha güçlü kuvvetli ve derece bakımından daha yüksek olmanız sebebi ile aldanmayınız" şeklindedir.

b)  Onlar size itaat ettiklerinde, daha güçtü ve kuvvetli olduğunuz için, onlara zulmetmeyiniz. Çünkü Allah da sizden yüce ve herşeyden büyüktür. O, hak olmayan şeylerle mükellef tutmaktan münezzeh ve bendir.

c) Allah Teâlâ yüce ve büyük olmasına rağmen, sizi ancak gücünüzün yeteceği şeylerle mükellef tutuyor. İşte siz de aynı şekilde, o kadınları, sizi sevmekle mükellef tutmayınız. Çünkü onlar buna güç yetiremezler.

d) Allah, yüce ve büyük olmasına rağmen, isyankâr kimseyi, tevbe ettiği zaman, sorumlu tutmuyor ve hatta onu bağışlıyor. Binaenaleyh kadın geçimsizliğine pişman olup   bu   huyundan   vazgeçtiğinde,   sizler  onun   tevbesini   kabul   edip   onu cezalandırmamaya daha lâyıksınız.

e) Allah Teâlâ, yüce ve büyük olmasına rağmen, kulların zahirî halleri ile yetiniyor ve onların içlerindekini ortaya dökmüyor. Binâenaleyh kadınların zahirî halleri ile yetinip, onların kalplerindeki sevgi ve buğzu araştırmamanız sizin için daha uygun bir davranıştır. [33]

 

Geçinemeyen Eşler İçin Birer Hakem Tayin Edilmesi

 

"Eğer karı-kocanm arasının açılmasından endişeye düşerseniz, o zaman erkeğin ailesinden bir hakem ve kadının ailesinden bir hakem gönderin. Bunlar barıştırmayı isterlerse, Allah onları aralarında (uyuşmaya) muvaffak buyurur. Şüphesiz Allah alîm ve habîrdir" (Nisa, 35). [34]

 

Allah Teâlâ, kadının geçimsizliği karşısında kocanın önce ona öğüt verip, sonra onu yatağında yalnız bırakacağını, daha sonra ise onu dövebileceğin! zikredince, bu dövmeden sonra ancak mazlumun hakkını zalimden alabilecek kimselerin hakemliğine başvurulacağını beyan ederek "Eğer karı-kocanın arasının açılmasından endişeye düşerseniz..." buyurmuştur. [35]

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

 

 Birinci Mesele     

 

İbn Abbas (r.a), bu âyette geçen   (korkarsanız) keli- meşinin, "bilirseniz" manasına olduğunu; bir önceki âyette geçen "Şerlerinden, serkeşlikle­rinden korktuğunuz kadınlar..." buyruğundaki (korktuğunuz) kelimesinin ise "zannettiğiniz" manasına olduğunu söylemiştir. Bu iki ifâde arasındaki fark şudur: "Başlangıçta koca, geçimsizlik emareleri sezer. İşte o zaman bir korku (zan) hâsıl olur. Fakat öğüt verip , kadını yatağında yalnız bıraktıktan ve onu dövdükten sonra, o yine geçimsizliğinde ısrar ettiği zaman, artık onun geçimsiz olduğu kesin bir bilgi olmuş olur. Bundan dolayı, sonraki âyetteki "korkuyu", "bilme" manasına hamletmek gerekir. Zeccâc, bu görüşü şöyle diyerek tenkid etmiştir: "Buradaki "korkarsanız" tabiri "(ortada) bir hatanın olduğunu iyice anlarsanız" manasınadır.

Çünkü biz, gerçek manada bir şikâkın (aralarının açılmasının) olduğunu anlarsak, iki hakem göndermeye ihtiyaç hissetmeyiz."

Diğer müfessirler Zeccâc'ın bu görüşüne cevap vererek şöyle demişlerdir: Şikakın bulunması her nekadar malum ise de, bu şikâkın şundan veya bundan olduğu bilinemez. Binaenaleyh bu hususu anlamak için hakeme ihtiyaç vardır. Şöyle de denebilir: O esnada bir şikakın (ayrılığın) olduğu malumdur. Bundan korkulmaz. Fakat endişe, bu ayrılığın devam edip etmeyeceği hususundadır. Binaenaleyh hakem göndermenin faydası, o anda mevcut olan ayrılığı gidermek değildir. Çünkü bu imkânsızdır. Aksine bunun faydası, o ayrılığın istikbalde sürmesine mani olmaktır. [36]

 

 İkinci Mesele

     

Âyette geçen "şikâk" kelimesinin iki manası vardır:

a) Kari ile kocadan herbiri diğerinin zoruna gidecek, ağırına gidecek şeyler yapar.

b) Eşlerden herbiri düşmanlık ve ayrılık sebebi ile ayrı taraflarda olmuşlardır. [37]

 

Üçüncü Mesele  

 

Âyetteki, "aralarınınaçılması" ifâdesi, takdirindedir. Fakat masçlar zarfa muzaaf olmuştur. Mas-darların zarfa muzaaf oluşu, masdarın ifade ettiği şey, zarfın ifâde ettiği zamanda meydana geldiği için caizdir. Nitekim  gününün orucu, çok hoşuma gider" denilmesi gibi. Cenâb-ı Allah da, "Hayır, (işiniz) gece ve gündüz hilekarlığıdır" (Sebe\ 33) demiştir. [38]

 

Ayetteki “Hakem Tayin Edin” Emrinin Muatabı 

 

Âyetteki "Bir hakem gönderin" buyruğu ile kime hitap edilmektedir? Bu hususta ihtilaf vardır: Bazıları, bu hitabın devlet başkanı (imam) veya onun tarafından yetkili kılman birisine olduğunu, zira şer'î hükümlerin yürütülmesinin "imânV'a âit olduğunu söylerlerken; diğer bazıları da, bu hitabın, ümmet-i Muhammed'in bütün salihlerine olduğunu söylemişlerdir. Zira âyette­ki "Eğer... endişeye düşerseniz'" ifâdesi, bütün topluma hitaptır. Bunu cemiyetin bir kısmına hamledip, diğerlerine hamletmemek uygun değildir. Binaenaleyh hitabı herkese hamletmek gerekir. Buna göre, "Eğer., endişeye düşerseniz..." ifâdesinin, bütün mü'miniere bir hitap olması gerekir. Allah Teâlâ, bundan sonra "... bir hakem gönderin" buyurduğuna göre, bunun da aynı şekilde, ümmetin her ferdi için bir emir olması gerekir. Böylece ister bir imam (devlet başkanı, halife) bulunsun, ister bulunmasın, ümmetin sâlih (iyi) fertlerinin, hem kocanın hem de kadınının ailesinden sulh için birer hakem göndermeleri gerekir. Hem bu, zararı defetme kabilinden birşeydir. Binaenaleyh bu vazife herkese düşer. [39]

 

Hakemlerin Davranışı

 

Kan ile koca arasına bir ayrılık girdi mi, bu ayrılık ya her ikisi tarafından, ya sadece koca tarafından, ya sadece kadın tarafından olur veya kim tarafından olduğu bilinemez. Eğer kadın tarafından olmuşsa, buna "nüşûz" denir ki bunun hükmü demin geçmişti. Erkek tarafından olur ise, bu durumda bakılır, eğer erkek, ba$ka bir kadınla evlenme veya cariye edinme gibi meşru olan (helal) bir iş yaptığı {için oluyorsa), kadına bunun meşru bir iş olduğu ve bu ihtilaftan vazgeçmesi gerektiği anlatılır. Kadın bunu kabul ederse ne âla; aksi halde bu da "nüşûz" (serkeşlik) sayılır. Yok eğer bu ayrılığın sebebi, koca tarafından yapılan bir zulüm (haksızlık) olur ise, hakemler gereken şeyi emrederler. Eğer ayrılık her ikisi tarafından otur veya kim tarafından olduğu belirsiz olursa, yine dediğimiz gibi, (hakim gerekeni yapar). [40]

 

 Altıncı Mesele  

 

Şafiî (r.h), şöyle demektedir: Müstehab olan, hakimin, iki âdil kimseyi gönderip onları hakem tayin etmesidir. Evlâ olan da, bu iki hakemden birisinin erkek, diğerinin de kadının tarafından olmasıdır. Çünkü onların akrabaları, onların durumlarını yabancı olanlardan daha iyi bilir ve sulh olmayı daha fazla isterler. Bu hakemlerin yabancılardan olması da caizdir. Hakemlerin temin ettiği fayda, erkeğin nikahı devam ettirme veya ayrılmak arzusunda olup olmadığını anlamak için, bu iki hakemin bir araya .gelerek durumu gözden geçirmeleridir ki onlar daha sonra, talâk ya da hul' yapma konusunda en hayırlı olanı yaparlar [41]

 

Yedinci Mesele

 

Erkeğin hakeminin boşama; kadının hakeminin de kadının malından fidye karşılığı o kadını boşatması hususlarında, tarafların, karı-kocanın izni olmadan onlar namına herhangi birşey yapmaları caiz midir?

Şafiî'nin bu hususta iki görüşü vardır:

a)  Caizdir. İmam Mâlik ve İshâk da bu hükmü vermişlerdir.

b) Caiz değildir. Bu da, aynı zamanda Ebu Hanife'nin görüşüdür. Bu görüşe göre bu, diğer vekaletler gibi bir vekâlettir {Müvekkilin izni olmadan vekîl bir şey yapamaz). Şafiî (r.h). Hz. Ali'nin*hadisini zikretmiştir. Bu hadis de, İbn Sîrîn'in Ubeyde'den rivayet etmiş olduğu şu hadistir: Her birinin yanında bazı kimseler bulunduğu halde, bir erkek ve bir kadın Hz. Ali'nin yanına gelmişlerdi. Bunun üzerine Hz. Ali onlara, biri erkeğin bin de kadının akrabasından olmak üzere, birer hakem göndermelerini emretti. Sonra da hakemlere, "Vazifenizin ne olduğunu biliyorsunuz, değil mi?" dedi ve sözünü şöyle sürdürdü: "Eğer, birlikte yaşayabilecekleri kanaatine varırsanız, o zaman onları birleştiriri- Ama sizde ayrılacakları kanaati haşıl olursa, o takdirde onları ayırın!.." Bunun üzerine kadın, "lehime ve aleyhime olan şeyler hususunda, Allah'ın Kitabına razıyım" dedi. Erkek de, "Ayrılmaya gelince, hayır" deyince, Hz. Ali "Allah'a yemin ederim ki, kadının ikrar ettiği şeyi ikrar etmedikçe yatan söyledin.." dedi.

Şafiî (r.h) şöyle dedi: "Bu hadiste her iki görüş için de delil vardır.

Birinci görüşün delili şudur: Hz. Ali, hakemleri karı-kocanın rızası olmadan gönderip onlara, "Eğer onları birleştirmeyi uygun görürseniz, birleştirmeniz gerekir" dedi. "Gerekir.." sözü en aşağı, bunun hakemler için caiz olduğunu gösterir...

İkinci görüşün delili ae şudur: Koca razı olmayınca, Hz. Ali durmuştur. Hz. Ali'­nin "Yalan söyledin.." sözünün manası, "kadının yaptığını yapmadığın için davanda âdü olmadın" demektir. Bazı âlimler, birinci görüş için şu şekilde de istidlal etmişlerdir: "Allah, onları "hakem" diye adlandırdı. Hakem ise hâkim demektir. Cenâb-ı Hak, onları hâkim kabul edince, muhakkak ki onlara hüküm verme yetkisi vermiştir." Yine âlimlerden ikinci görüş için şu şekilde istidlal edenler de vardır: "Allah Teâlâ iki hakemi zikredince, onlara sadece "ıslâh etmek", "düzeltmek" işini nisbet etmiştir. İşte bu, ıstâh etmenin dışında kalan şeylerin, onlara ntsbet edilmemesini gerektirir. [42]

 

Sekizinci Mesele  

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer onların arasının açılmasından endişeye düşerseniz... "ifâdesi, "Eğer karı-kocanın arasının

açılmasından endişeye düşerseniz" demektir. Her ne kadar âyet-i kerime'de karı-kocadan bahsedilmemişse de, onlara delâlet edecek husus zikredilmiştir ki, o da "erkekler ve kadınlar"dan bahsedilmesidir. [43]

 

 

 

Onlar İsterlerse Allah Onları Uzlaştınr

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bunlar barıştırmak isterlerse, Allah onları aralarında (uyuşmaya) muvaffak buyurur" buyurmuştur.

Bu hususta iki mesele vardır: [44]

 

 Birinci Mesele

     

"Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer isterlerse.." ifadesiyle kimlerin murad edildiği hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) "O iki hakem, aralarını bulmayı ve ıslâh etmeyi isterlerse, Allah o iki hakemi, aralarında uyuşmaya muvaffak kılar. Böylece de onlar, en hayırlı kararda ittifak etmiş olurlar..." demektir.

b) "O iki hakem ıslah etmeyi isterlerse, Allah karı ile kocayı aralarında uyuşmaya muvaffak kılar."

c) "Eğer karı-koca ıslahı isterlerse, Allah karı-koca arasını uzlaştınr.." demektir

d) "Eğer karı-koca ıslâhı, anlaşmayı İsterlerse, Allah o iki hakemin arasını, bir hükme varma hususunda uzlaştırır da, böylece onlar en uygun olanı yaparlar." Lâfzın bütün mânalara muhtemel olduğu hususunda bir şüphe yoktur. [45]

 

İkinci Mesele

    

"Tevfîk" kelimesinin aslı, muvafakattir. Muvafakat da, herhangi bir iş hakkında müsâvaat ve dengeyi gözetmektir. O halde, "tevfîk" tahakkuk ettiği zaman, tâat olan bir fiilin o vesileyle meydana geldiği bir lütuftur. Binaenaleyh âyet, bütün maksat ve gayelerin, ancak Atlah'jn tevfîkt ile olabileceğine delâlet etmektedir. Buna göre mana, "Eğer iki hakemin niyeti, onların aralarını bulmak ise, Allah karı ile kocayı, aralarında uzlaşmaya muvaffak kılar" şeklinde olur.

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Şüphesiz Allah, alim ve habîr-dir" buyurmuştur. Bundan maksat, hak olana muhalif bir yola girmek konusunda, hem karı-koca, hem de hakemler için bir tehdittir. [46]

 

Dokuzuncu Mükellefiyet: Şirk Koşmayıp Halka İyilik Etmek

 

Bu sûrede zikredilen mükellefiyetlerin dokuzuncu nev'i, Hak Teâlâ'nın şu âyetidir:

"Allah'a ibâdet edin, ona hiç bir şeyi şirk koşmayın. Anaya, babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakm komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa, sağ ellerinizin mâlik olduğu kimselere iyilik edin. Allah, kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez" (Nisa. 36)

Bil ki Allahu Teâlâ, karı-kocadan herbirini, birbirleriyle güzel geçinmeye ve aralarındaki düşmanlık ve sertliği gidermeye teşvik edip buna irşad edince, bu âyette de diğer güzel huylara irşâd etmiş ve on çeşit güzel huydan bahsetmiştir. [47]

 

Allah'a Kulluk

 

Birinci çeşit güzel huy: Hak Teâlâ'nın, emridir. İbn Abbas, "Bunun manası, "Onu birleyiniz, tevhîd ediniz"dir" demiştir.

Bil ki ibâdet, sırf Allah onu emrettiği için, bir şeyi yapma ya da yapmamadan ibarettir. İşte bu tarifin içine, kalbin ve azaların bütün amelleri dahil olmaktadır. Binaenaleyh, bunu tevhîd anlamına tahsis etmenin gereği yoktur. İbâdet hakkındaki esas sözümüz. Cenâb-ı Hakk'ın  Bakara 21. âyetinin tefsirinde geçmişti. [48]

 

Şirkten Sakınma

 

ikinci çeşit güzel huy: Cenâb-ı Hakk'ın, "Ona hiç bir şeyi şirk koşmayın buyruğudur. Bu böyledir, çünkü Cenâb Hak,'.'Allah'a ibâdet edin" ifadesiyle ibâdeti emredince, "Ona hiç bir şeyi şirk koşmayın" nehyi ile de, ibâdetlerde ihlâslı olmayı emretmiştir. Çünkü. Allah'tan başkasına ibâdet eden kimse, ıhiâslı olmak şöyle dursun, müşrik olur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak. "Halbuki onlar ancak, O nun dininde ihlâs erbabı ve nuıvahhidler olarak ibadet etmelerinden.. başka bir şeyle emrolıınmamışlardi" (eyyme s) buyurmuştur. [49]

 

Ana-Babaya Güzel Muamele

 

Üçüncü çeşit güzel huy: Cenâb-ı Hakk'ın, "Anaya, babaya iyilik edin.." emridir. Alimler, burada bir mahzufun bulunduğu hususunda ittifak etmişlerdir ki, bunun takdiri, "Anaya-babaya gayet güzel bir şekilde davranınız" şeklindedir. Bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı buyruğu gibidir. Yani "Boyunlarını vurun" demektir. Bu fiil, duruma göre hem ila, hem de bâ harfi cerri ile kutlanılır. Nitekim "Falancaya, ona iyilik ettim" denilir. Şair Kuseyyir de,

"Bize ister kötü davran, isterse iyi davran. (O sevgili) bizim nazarımızda kınanmış ve bize kızıp hiddetlenmiş olsa da, kendisine kızılmış değildir" demiştir.

Bil ki Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de pekçok yerde ana-babaya itaat etme mecburiyyetini, kendisine itaat ve tevhid etme (birleme) ile birlikte zikretmektedir:

a) Bu âyette,

b) "Rabb'in,   Kendinden başkasına kulluk etmeyin. Ana ve babaya iyi muamele edin" diye hükmetti" <isra. 23).

c)  "... Bana ve ana-babana şükret. Dönüşün ancak banadır.." (Lokman, uj Ana-babanın haklarının çok büyük olduğuna, onlara iyilikte bulunup itaat etmenin vacip olduğuna delil olarak bu yeter.. '"Onlara "öf" bile deme. Onları azarlama. Onlara çok güzel (ve tatlı) söz söyle" (isra.23)ve "Biz insana, ana ve babasına iyilik etmesini tavsiye ettik.." (Ahkâi. ts) âyetleri de, onlara itaat etmenin vacip olduğuna delâlet etmektedir. Cenâb-ı Hak, kâfir olan ana-baba hakkında da, "Eğer onlar, sence ilimde (yeri) olmadık (mevcut olmayan) herhangi bir şeyi bana eş tutman üzerinde sem zorletriarsâ kendilerine itaat etme. Onlarla dünyada iyi geçin" (lokman, ısj buyur-muştur. Hz. Peygamber (s.a.s)'den de, Büyük günahların en büyüğü, Allah a şirk koşmak, ana-babaya asi olmak ve yemin-i ganuts (yolan olduğunu bile bile yemin) etmektir"[50] dediği rivayet edilmiştir Ebu Saîd el-Hudrî (r.a)'den de şu rivayet edilmiştir: Bir adam, Yemen'den kalkıp Hz. Peygamber'e gelerek cihada katılmak için müsaade istedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s). "Yemende kimsen var mı?" deyince, adam. "Anam-babam var'  dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Anan ve baban sana müsaade ettiler mi?   diye sorunca, adam "hayfr" dedi. Hz. Peygamber bu cevap üzerine, "o halde dön, onlardan izin iste. Müsaade ederlerse savaşa katıl, cihad et. Aksi halde, onların sözüne itaat et.-" buyurdu.

Ana-babaya iyilikte, ihsanda bulunmak; onlara hizmet etmek, onlara bağırıp çağırmamak, onlara sert konuşmamak, onların istek ve arzularını tahakkuk ettirmek için, say ü gayret etmek, kudreti nisbetinde onların nafakalarını temin etmek, onlara silâh çekmemek ve öldürmemektir.

Ebu Bekr er-Razi el-Cessâs şöyle demektedir: "Onu öldürmemesi halinde, babasının kendisini öldüreceğinden korkar da buna mecbur kalırsa, bu durumda onun babasını öldürmesi caizdir. Çünkü o bunu yapmazsa, başkasına kendisini öldürme imkânı vermiş olur ki, bu caiz değildir, Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, Hanzata İbn Ebu Amir er-Rahib i. müşrik olan babasını öldürmekten nehyetmiştir. [51]

 

Akrabaya İyilik

 

Dördüncü çeşit güzel huy, Cenab-ı Hakk'ın "ve akrabaya. iyilik edin" ifadesidir. Bu ifâde de, Cenâb-ı Hakkın bu sûrenin başında, "... akrabalık (bağlarını kirmak)tan sakının..." (Nisa, i)buyruğu ile de belirttiği gibi, sıla-i rahimde bulunmayı emirdir.

Ancak ne var ki doğum akrabalığı, en yakın akrabalığı ifade edip, başkasında bulunmayan bazı özellikleri de taşıyınca, hiç şüphesiz ki Cenâb-ı Hak bu akrabalığı, diğer akrabalık çeşitlerini zikrederken onlardan ayırmış, böylece bu âyette önce doğum akrabalığını zikretmiş, peşinden de sıla-i rahim akrabalığını getirmiştir. [52]

 

Yetimlere İyi Davranma

 

Beşinci çeşit güzel huy, Cenâb-ı  ve yetimlere.. iyilik edin" emridir.

Bil ki, yetimde şu iki çeşit acziyyet bulunmaktadır: Bunlardan birincisi, onun küçük dbnası,ikincisi ise, infak edeninin bulunmaması.. Durumu böyle olan bir kimsenin son derece âciz ve acınmaya müstehak olduğu hususunda hiç bir şüphe yoktur. İbn "Kişi onlara nfk ile muamele edip acır, onları güzelce terbiye eder ve onların okşar.. Eğer onların vasisi ise, onların malını iyice korusun..."demektedir. [53]

 

Yoksullara İyilik

 

Artına çeşit güzel huy, Cenâb-ı Hakk'ın ve yoksullara iyilik edin" emridir.

Bil ki miskîn, her ne kadar malı yok ise de, ne de olsa yaşının büyük olması Mhntııylı. durumunu başkasına arzedebilir, böylece de faydasına olanı temin, zararına da savuşturabilir. Halbuki yetimin böyle bir gücü bulunmamaktadır. İşte bu dolayı Cenâb-ı Hak, yetimi miskinden önce zikretmiştir. Miskine, yoksula etmek ise, ihtiyacını karşılayacak biçimde ona bir şeyler vermek veyahut da onu güzel bir biçimde geri çevirmek şeklinde olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İsteyeni sakın azarlayıp kovma" (Duha, 10) buyurmuştur. [54]

 

Yakın Komşuya İyilik

 

Yedinci çeşit güzel huy, Hak Teâlâ'nınve yakın komşuya iyilik edin..." emridir. Bu tabirin, "yakın komşu"; tabirinin ise, "uzak komşu" manalarına geldiği söylenmiştir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), "Komşusunun kötülüklerinden emin olmadığı kimse, cennete giremez. İyi biliniz ki, yakm komşular kırk evdir.."[55] buyurmuştur. Zührî de şöyle demektedir: "Bu, kırk ev sağa, kırk ev sola, kırk ev öne, kırk ev de arkaya göredir."

Ebu Hureyre'den rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber'e, "Ya Resulellah, falanca kadın gündüz oruç tutuyor, gece namaz kılıyor. Ama, diliyle komşusuna eziyet ediyor, onlara musallat oluyor" denilince, Hz. Peyamber (s.a.s), "Onda hiçbir hayır yoktur; o, cehennemliktir"[56]buyurmuştur.

Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Muhammed'ln canını kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, komşunun hakkını ancak Allah'ın lûtfuna mazhar olan kimseler yerine getirebilir. Böylesi kimseler İse pek azdır. Komşu hakkı ne demektir bitir misiniz? Sen, (komşun) fakir düştüğünde, onun ihtiyacını giderirsin, borç istediğinde, sen ona borç verirsin; kendisine bir hayır isabet edince, onu tebrik edersin; şer isabet ettiğindeyse taziye eder (ve teselli edersin); hasta otursa onu ziyaret eder, Ölürse cenazesini kaldırırsın.."

Diğer bazı alimler tabiriyle nesebi yakın olan akrabalar; 3 ifadesiyle de, akraba olmayan komşular kastedilmiştir" demişlerdir. Bu kelime, ihtisastan dolayı mansûb olarak, "Komşuya, yani yakın olan komşuya iyilik edin" şeklinde okunmuştur. Bu, hakkının büyük olduğuna dikkat çekmek için, "(Beş vakit) namaza, hele hele orta namaza (ikindiye) devam ediniz" (Bakara, 238) âyetinde olduğu gibidir. Çünkü, burada iki gerekçe, komşuluk ve akrabalık gerekçesi bir arada bulunmaktadır. [57]

 

Uzak Komşuya da İyilik; Cünub Kelimesinin Mânası

 

Sekizinci çeşit güzel huy, Hak Teâlâ'nın ".. ve uzak komşuya.. İyilik edin" emridir.(Bunun tefsirini yukarda zikretmiştik. Vahidî şöyle demektedir: "kelimesi, vezninde bir sıfat olup, kelimenin aslı, yakınlığın zıddı olan uzak­lığı ifade eden kelimesidir. Meselâ, çoluk-cocuğundan uzak olan kimse için, yakınlık bakımından sana uzak olan kimse içinse, denilmektedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. "Beni ve çoluk çocuğumu (putlara tapmaktan) uzaklaştır" (ibrahim, 35) buyurmuştur. Birbirlerinden uzak olduğu için, iki tarafa  denilmektedir. Yıkanmadığı sürece, taharet ve mescidlerde bulunmak­tan uzak olduğu için, cimâdan dolayı meydana gelen büyük abdestsizliğe de cünüplük denilmesi de bundandır. Yine, birbirlerinden uzak olduğu için iki yana, böğüre de denilmektedir. Mufaddal, Asım'dan, cîmin fethası ve nün harfinin sükunuyla olmak üzere, kıraatini rivayet etmiştir. Ki, bu şu iki manaya gelebilir:

a)  Bu kelimeyle taraf, manası murad edilmiştir ki, buna göre takdir, şeklindedir; buna göre, mana anlaşıldığı için, muzâf olan keli­mesi hazfedilmiştir.

b) Bunun, mübalağa ifade eden bir sıfat olmasıdır. Nitekim, "Falanca, serâpâ kerem, serâpâ cömertliktir" denilir. [58]

 

Yanınızdaki Arkadaşa İyilik

 

Dokuzuncu çeşit güzel huy, Cenâb-ı Hakk'ın, ve yanınız­daki arkadaşa... iyilik edin" emridir. Bu, ya yolculukta bir arkadaş, ya kapı komşu, ya öğrenim ve meslek arkadaşı, veyahut da bir mecliste, bir mescidde veya başka br yerde kendisi ile en az müddet beraber oturduğunuz kimsedir. Bu durumda sana düsen, bu arkadaşlık hakkını gözetip onu unutmaman ve bunu, o arkadaşına iyilik akımı için bir vesile saymandır. Bu ifadenin, "insanın hanımı" manasına geldiği de söylenmiştir. Çünkü sen hanımınla birlikte olur ve onunla yanyana yatarsın. [59]

 

Yolcuya İyilik

 

Onuncu çeşit güzel huy, âyetteki "Yolda kalmış" ifâdesinin anlat-fefr husustur. "Yolda kalmış", memleketinden ayrılmış olan yolcu demektir. Bunun misafir, manasına olduğu da söylenmiştir. [60]

 

Köle ve Hizmetçilere İyilik

 

Onbirinci çeşit güzel huy, âyetteki, "Sağ ellerinizin mâlik ol­duğu kimselere (câriye ve kölelere)" ifâdesinin anlattığı husustur. Bil ki kölelere iyi davranmak, büyük bir taattır. Hz. Ömer (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in,  tüm bir hizmetçi (köle) satın alır da huyu huyuna uymaz iser onu satsın ve huyu huyuna uyan birisini alsın. Çünkü insanların (değişik) huylan vardır. Allah'ın kullanna azab etmeyiniz" 0°) buyurduğunu rivayet etmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in, bu sözünün sonunda "Namaz ve sağ ellerinizin sahib olduğu kimseler (köleler) hakkında sizi uyarınm" dediği rivayet edilmiştir.

Yine rivayet olunduğuna göre, Medine'de bir adam kölesini dövüyor, köle de "Allah'a sığınıyorum" diyordu. Hz. Peygamber (s.a.s) bunu duyuyordu. Adam kölesini çokça dövünce, bu köle Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanına vardı ve: "Allah'ın Resulüne sığınıyorum" dedi. Bunun üzerine sahibi onu dövmeyi bıraktı. Hz. Peygamber (s.a.s)de: "Allah a sığınan kurtarılmaya daha lâyıktır" dedi. Bunun üzerine adam, "Ya ResuîeJlah, bu köle Allah rızası için artık hürdür" dedi. Hz. Peygamber (s.a.s), "Muhammed'in cam kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer böyle söylemeseydin, yüzünü cehennemin alevi alazlardı (yakardı)" demiştir.

Bil ki kölelere şu şekillerde iyilik yapılır:

a)  Onlara, güçlerinin yetmeyeceği işleri yüklememek suretiyle..

b)  Onlara, kırıcı sözlerle eziyet etmeyip, güzel davranmakla..

c) Onlara, ihtiyaçları olan yiyecek ve giyeceği vermekle.. Cahiliyye insanları, köle ve cariyelerine kötü davranıyorlar ve meselâ, cariyelerine zina yapmalarını teklif ediyorlardı. Bu, onların zina yoluyla, bedenleri ile para kazanmaları idi. Bazı alimler, âyetteki bu ifadeden maksadın, insanın elinin altındaki bütün canlılar olduğunu söylemişlerdir. Bunların hepsine, uygun şekilde iyi davranmak büyük bir taattir. Bil ki buradaki "eymân" (sağ eller) kelimesi, te'kid için zikredilmiştir. Bu, "Ayağın yürüdü, elin tuttu" denilmesi gibidir. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Aldığı şeyin sorumluluğu ele düşer"[61] demiştir. Cenâb-ı Hak da, "Ellerinizin işleyip yaptıklarından" buyurmuştur.

Allah Teâlâ, bu çeşit huyları sayınca, "Allah kendini beğenen ve daima böbürlenen kimseyi sevmez" buyurmuştur. "Muhtâl", kendini beğenen ve kibirlenen demektir. İbn Abbas (r.a): "Cenâb-ı Hak, muhtâl sözü ile, hiç kimsenin hakkını vermeyen ve kendini beğenen kimseleri kastetmiştir" der. Zeccâc da, *'Cenâb-ı Hak burada, "muhtardan bahsetmiştir. Zira muhtâl, fakir olan akrabalarına burun büküp onlara kötü davranır, düşkün komşularına tenezzül etmeyip onlara iyi davranmaz" demiştir. Biz, bu kelimenin iştikakını, Al-i İmran, 14. âyetin tefsirinde zikretmiştik. "Fahr" kelimesi, büyüklenmek manasınadır. Fahur ise, büyüklenmek ve övünmek için menkıbelerini (iyiliklerini) sayıp döken kimse demektir. İbn Abbas (r.a), bu kelimenin "Allah'ın kendisine verdiği çeşitli nimetler ile, diğer insanlara karşı övünen kimse" manasına olduğunu söylemiştir. Allah Teâlâ, bu âyette bu iki vasfı bilhassa zemm için kullanmıştır. Çünkü muhtâl, kibirlenen demektir. Kibirlenen de, haklara çok az riâyet eder. Sonra bunun peşisıra, gösteriş ve kahramanlık duygusu ile değil sırf Allah rızası için haklara riayet edilsin diye fahur olanları zemmetmiştir. [62]

 

Cimri Olup, Cimriliği Tavsiye Edenlerin Âkibeti

 

Onlar, hem cimrilik yapan, hem de insanlara cimriliği emreden ve Allah'ın tûtf-u İnayetinden kendilerine verdiği şeyleri gizleyenlerdir. Biz o kâfirlere hor ve hakîr edici bir azab hazırladık" (Nisa. 37).

Bu âyette ilgili birkaç mesele vardır: [63]

 

Buhl Kelimesinin Kıraati ve Manaları   

 

Hamza ve Kisâî, gerek bu âyette, gerekse Hadîd sûre- sinde, kelimeyi bâ ve hâ harflerinin fethası ile, şek- rı mı   ilmin tinde okumuşlardır ki bu, Ensâr'ın kullanışıdır. Diğer kıraat imamları ise, kelimeyi bâ ve hâ harfinin zammesi ile okumuşlardır ki bu da güzel bir kullanıştır. [64]

 

İkinci Mesele

    

"Onlar, hem cimrilik yapan.." sözü, "Kendini beğenen ve daima böbürlenen kim­se.. " sözünden bedeldir. Buna göre mana, "Allah, kendini öeğenen ve daima böbürlenen kimseyi ve cimrilik edenleri sevmez" şeklindedir. Veya bu ifâde, "zemm" manasından ötürü mahallen mansubtur. Keza bunun yine " zemm"den ötürü merfû olması veya haberi mahzuf olan bir mübtedâ olması da caizdir. Buna göre sanki şöyle denilmektedir "Cimrilik edenler ve şöyle şöyle yapanlar, her türlü kınamaya müstehak-srtar." [65]

 

 Üçüncü Mesele   

 

Vahidî,   bu   kelimenin   şu  dört  şekilde   kullanıldığını söylemiştir: "Kufi" vezninde "buhl" şeklinde; "kerem" vezninde "behal" şeklinde; "fakr" vezninde "bani" ve 'buhl" şeklinde..

Müberred, bu kelimenin Arapça'da, "İyi davranmamak", şeri'atta ise "Yapması gereken şeyi yapmamak" manasına olduğunu söylemiştir. [66]

 

Dördüncü Mesele

 

İbn Abbas (r.a), "Bu âyette bahsedilenler, yahudilerclir. Çünkü onlar, Tevrat'ta Hz. Muhammed ve sıfatları hakkın­da bulunan şeyleri itiraf etme hususunda cimrilik edip, milletlerine de bunları gizli tutmayı emretmişlerdir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'ın lütt'-ıı inayetinden kendilerine verdiği şeyleri gizleyenlerdir" ifâdesi, "Kitaplarında, Hz. Muhammed'in sıfatlan hakkındaki bilgiyi gizleyenler" manasına; "Biz, o kâfirlere hor ve hakir edici bir azab hazırladık" buyruğu da, "Biz âhirette, o yahudiler için hor ve hakîr kılıcı bir azab hazırladık" manasınadır" demiştir. Bu görüşü destekleyenler. I "Âyetin sonunda "Kâfirler"in zikredilişi, âyetin baş tarafı ile de kâfirlerin kastedilmiş olduğunu göstermektedir" diyerek istidlal etmişlerdir.

Diğer alimler ise; "Bundan murad, malda yapılan cimriliktir. Çünkü Allah Teâlâ 'bu tabiri, mal hususunda insanların haklarına riayet etmeyi vacip kıldığı âyetin peşisıra zikretmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, "Ana-babaya, akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin mâlik olduğu kimselere iyilik edin..-" (Nisa, 36) buyurmuştur. Bu kimselere, ancak mal ile iyilik yapılacağı herkesin malumudur.

Daha sonra Cenâb-ı Allah, bu iyiliği yapmaktan kaçınanları kınayarak, "Allah, kendisini beğenen ve dâima böbürlenen kimseyi sevmez" buyurup, bu ifadeye, "Onlar, hem cimrilik yapan, hem de insanlara cimriliği emredenlerdir..." ifadesini atfedip bağlamıştır. Binâenaleyh söz konusu olan cimriliğin, âyetin yukarısı ile ilgili bir cimrilik olması gerekir ki bu da, ancak mal konusundaki cimriliktir.

Bu hususta şöyle üçüncü bir görüş daha vardır: Bu, hem ilim ve din hususunda, hem de mal hususundaki cimriliği içine alan umûmî bir ifâdedir. Çünkü buradaki lafız âmm olup, bütün bu çeşit cimrilikler kınanmıştır. Binaenaleyh buradaki "cimrilik etme" lafzının, bunların hepsini içine alması gerekir. [67]

 

Beşinci Mesele  

 

Allahu Teâlâ bu âyette, kınanmış hallerden üç tanesini zikretmiştir ki bunlardan birincisi, insanın cimri olması olup, bu, Cenâb-ı Hakk'ın"c/mr/Hfc edenler..."ifadesiyle kaste­dilendir. İkincisi, onların bu cimriliği başkalarına da emretmeleridir ki bu durum, cimriliği sevmenin en uç noktasını gösterir. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın, "Hem de insanlara cimriliği emrederler" ifadesiyle kastedilendir. Üçüncüsü de Cenâb-ıHakk'ın, "ve Allah'ın lütf-u kereminden kendilerine verdiği şeyleri gizlerler" buyruğudur ki, bu da onların, zengin olmalarına rağmen fakir olduklarını, bolluk içinde olmalarına rağmen sıkıntı içinde bulunduklarını ve yapabilme kudretleri bulunmasına rağmen acz içinde bulundukları zannını uyandırmalarıdır. Sonra bu gizleme işi, mesela Allah'tan şikayet etmeyi, O'nun ka2a ve kaderine razı olmamayı izhar etmesi gibi, bazan küfrü gerektirecek bir tarzda tahakkuk eder. İşte bu da, küfür noktasına varıp dayanır. Bu sebepten dolayı Cenâb-ıHak, "Biz o kâfirlere hor ve hakir edici bir azab hazırladık" buyurmuştur. Âyetin yahudilere tahsis edimiş olduğunu söyleyenlere göre, onların bu konudaki sözleri açıktır. Çünkü İslâm dinini ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini ketm eden herkes kâfirdir. Yine, burada geçen kâfirden maksadtn dini ve şeriatı inkâr eden değil, nimetleri inkâr eden kimse olması aa mümkündür. [68]

 

Gösteriş İçin İnfak Edenleri, Allah Sevmez

 

'Allah a ve âhiret gününe inanmadıkları halde mallarını insanlara gösteriş için kanayanları (da Allah sevmez). Şeytan kime arkadaş olursa, o ne kötü bir arkadaştır!" (Nisa, 38).

Bu âyet hakkında bazı meseleler bulunmaktadır: [69]

 

Birinci Mesele    

 

Sen eğer istersen, bu âyetteki ism-i mevsûlünü, bir önceki  âyetteki  üzerine atfedersin;  istersen ' O kâfirlere hor ve hakir edici bir azab hazırladık'' sözün­deki "kâfirlere" atfederek mahallen mecrur kabul edersin. [70]

 

İkinci Mesele 

    

Vahidî şöyle demiştir:  "Bu âyet-i kerime,  münafıklar hakkında nazil olmuştur." Burada "riya (gösteriş)" kelimesi geçtiği için, bu, kabule şayan olan bir izahtır. Çünkü riya, bir çeşit nifaktır.

Bu âyetin. Hz. Peygamber (s.a.s)'e düşmanlık yolunda maf harcayan Mekke müşrikleri hakkında nazil olduğu da söylenmiştir.

Şöyle demek daha uygundur: Cenâb-ı Allah, müslümanlara, muhtaçlara ihsanda bulunmayı emredince, bunu yapmayanların iki kısma ayrıldığını beyan etmiştir: Birinci kıçım  mal infak olmoıro hir unnplmpupn rİmrilorHir    Rıınlar    "Onlar   hfm rimrilik yapan, hem de insanlara cimriliği emredenlerdir" âyetinde kınanan kimselerdir. İkinci kısım ise, matlarını ibadet maksadıyla değil de riya ve gösteriş olsun diye infak edenlerdir. İşte bunlar da kınanmıştır. Bu iki kısmın yaptığı iş bâtıl olunca, geriye sadece birinci kısım kalır ki o da, malı iyilik (ihsan) niyetiyle infâk etmektir.

Sonra Cenâb-ı Allah, "Şeytan kime arkadaş olursa o ne kötü bir arkadaştır" buyurmuştur. Bunun manası şudur: "Demek ki şeytan, bu fiilleri yapan kimselerin arkadaşıdır.." Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Kim, o Rahmanı hatırlamaktan yüz çevirirse, biz ona şeytanı musallat ederiz. O zaman o, onun bir arkadaşı olur" (zuhrut, 36) âyeti gibidir. Ayrıca Allah Teâlâ, onun çok kötü bir arkadaş olduğunu beyan etmiştir. Çünkü şeytan onu naîm, (cennet) evinden saptırmakta, cehennemin çılgın ateşine sürüklemektedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "İnsanlardan kimi Allah hakkında bir bilgisi olmaksızın münakaşa eder durur ve her azgın şeytanın ardına düşer. (Öyle şeytan ki) aleyhinde şu hüküm yazılmıştır: ''Kim bunu dost edinirse şüphesiz bu, onu saptırır ve onu alevli ateşin azabına götürür" {Hacc, w) âyetinde beyan buyurduğu gibidir. Sonra Hak Teâlâ, onları kınamış ve imanı terketme hususundaki kötü seçimlerini açıklamak üzere şöyle buyurmuştur:

"Allah'a ve âhiretgününe iman edip de, Allah'ın kendilerine verdiğinden harcamış olsalardı, onlara ne zararı olacakh ki? Allah onları çok iyi bilendir" (Nisa, 39).

Bu âyet hakkında birkaç mesele vardır: [71]

 

Birinci Mesele   

 

HakTeâlâ'nın, "Onlara ne zararı olacaktı ki?" buyruğu inkâr manasında istifham ifadesidir, sözünün tek bir isim olması da caizdir. Buna göre mana

"Onların aleyhlerine hangi şey var?" şeklinde olur. Yine 'i 'nın.." anla­mında; li 'nın da tek başına isim olması da caizdir. Buna göre de mana "Şayet iman etselerdi, aleyhlerine terettüp eden şey neydi ki?" şeklinde olur. [72]

 

Taklidi İman Hakkında

 

İmanın taklîd yoluyla sahîh olacağını öne sürenler bu âyet ile istidlal ederek şöyle demişlerdir: "Cenâb-ı Hakk'ın,

"şayet iman etmiş olsalardı, onlara ne zararı olacaktı ki?" buyruğu iman getirmenin son derece kolay olduğunu ihsas etmektedir. Şayet (iman etme konusunda) istidlalde bulunmak muteber olsaydı, o zaman iman getirmek çok zor olurdu. Çünkü bfz, istidlal yolunu tutanların, ömürlerini bu işe harcadıkları halde, bu istidlallerini tamamlayamadıklarını görmekteyiz. İşte bu da, iman mevzuunda taklidin kâfi olduğuna delâlet etmektedir."

Kelamctlar buna şu şekilde cevap vermiştir: "Zorluk tafsilattadır; icmalî ve genel bir şekilde delillere gelince, bu delillere ulaşmak kolaydır.." Şunu bil ki, bu mevzu çok derin bir konudur. [73]

 

Üçüncü Mesele   

 

Mu'tezile'nin önde gelen alimleri bu âyetle istidlal etmişler ve onu, kendi görüşlerine misal olarak getirmişlerdir.

Meselâ Cübbaî şöyle demiştir: "Eğer onlar iman etmeye olmasalardı, Allah Teâlâ'nın bunu söylemesi caiz olmazdı. Nitekim, ateşte azab gören kimseye, "Oradan çıksalar da cennete gitselerdi, onlara ne zararı olacaktı ki?" denilir. Yine aynı şekilde, yemeye gücü yetmeyen bir kimse için de "Yese ne zararı olurdu ki?" denilmez.."

Ka'bî şöyle demiştir: "Allah'ın, onda küfrü ihdas edip de, sonra "Şayet iman etseydi, bunun ona ne zararı olacaktı?" demesi caiz olmaz. Yine aynı şekilde, hasta ettiği bir kimseye, "hasta olmasaydı ne olurdu?"; bir kadına, "erkek olsaydı ne olurdu?", çirkin olan bir şey içinde, "güzel olsaydı ne olurdu?" denilmesi caiz olmaz. Nasıl böyle sözleri aklı başında bir kimsenin söylemesi uygun değilse, aynı şekilde Allah'ın söylemesi de uygun ve yerinde değildir. Böylece, "Bu iş, başkası hakkında çirkin ise de, Allah tarafından güzeldir; çünkü mülk O'nundur, O'nun mülküdür" şeklindeki söz de bâtıl ve geçersiz olmuş olur." Kâdî Abdu'l-Cebbâr ise şöyle demiştir: "Aklı başında olan bir kimse vekiline ticâret metâında tasarrufta bulunmasını emredip, sonra da onu, kurtulmaya imkân bulamayacak bir biçimde engelleyip hapsetse, peşinden de ona: "Ticaret mallarında tasarrufta bulunup iş yapsaydın, sana bunun ne zararı olurdu ki?" dese, böyle bir şey uygun ve doğru olmazdı. Böyle bir sözü söyleyen kimse kıt akıllı ve sefih olunca, bu durum böyle bir şeyin Allah hakkında da caiz olmadığına delâlet etmiştir." İşte, zikrettikleri misâllerin tamamı budur.

Bil ki medh ve zemm, sevab ve ikâb usûlüne tutunmak, Mu'tezile'nin en çok kullandığı bir yoldur. Onların, ilim ve din [74]meseleleriyle çelişmeleri de, aynı şekilde çoktur. Binâenaleyh, tekrarlamaya gerek yoktur.

Sonra Cenâb-ı Hak "Allah onları çok iyi bitendir" buyurmak­tadır. Bunun manası şudur: "Riyaya yönelmek, ancak gizli olup, açık olmaz. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, kendisinin, işlerin zahirini bildiği gibi, bâtınlarını da bildiğini beyan etti. Binaenaleyh insan buna inandığında, bu inancı onu nifak, riyakârlık ve gösteriş sebepleri gibi kalbin kötü fiillerinden reddeden ve alıkoyan bir husus olur. [75]

 

Allah Zerre Kadar Zulmetmez

 

"Şüphesiz ki Allah, zerre kadar haksızlık etmez. (O zerre miktarı şey) bir iyilik olursa, onu(n sevabını) kat kat artırır. Kendi katından pek büyük bir mükâfat verir" (Nisa, 40).

Bil ki bu âyetin, "Allah'a ve âhfretgününe iman edip de, Allah'ın kendilerine verdiğinden harcamış olsalardı, onlara ne zararı olacaktı ki?" <Nisa,39)âyetiyle irtibatı şu şekildedir: Allah Teâtâ sanki, "Cenâb-ı Hak, bu durumda olan kimseye, zerre miktarı zulmetmez. (Zerre miktarı) bir iyilik olursa, onu kat kat arttırır" buyurmuş ve bununla insanları, iman ve tâate teşvik etmiştir.

Bil ki bu âyet, üç şeyin va'adini ihtiva etmektedir. Birincisi, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz ki Allah zerre kadar haksızlık etmez" sözünün ifâde ettiği şeydir. Bu ifâdeyle ilgili bazı meseleler vardır: [76]

 

Birinci Mesele    

 

Arapça alimlerine göre zerre, küçük kırmızı karınca demektir. İbn Abbas'tan rivayet edildiğine göre o, elini

toprağa sokup çıkarttı, sonra da eline üfleyip şöyle dedi:

"İşte şu uçuşan tozların her biri zerredir." kelimesi (ağırlık) kelimesinden gelip vezninde bir isimdir. "Şunun ölçüsü, miktarı şudur" manasında olmak üzere, tabiri, "mikdarı zerre mikdarınca olan şey" anlamına gelir.

Bit ki, bu âyetten murad şudur: "Allah Teâlâ, az ya da çok, kesinlikle zulmetmez." Fakat burada söz, insanların, en küçüğü ve en azı ifade ederken kullanmış oldukları üslub üzere gelmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki Allah, insanlara hiç bir şekilde zulmetmez" (Yunus, 44) buyruğu da buna delâlet etmektedir. [77]

 

İkinci Mesele

      

Mutezile şöyle demiştir: Bu âyet Cenâb-ı Hakk'ın, kulların fiillerinin yaratıcısı olmadığına delâlet etmektedir. Çünkü, kultartn birbirlerine zulmetmeleri de, bu ameller cümlesin- dendir. Şayet bu zulmün mucidi Allah olsaydı, o takdirde zâlim Allah olmuş olurdu. Yine, şayet Allah zâlimde zulmü yaratıp, bu zâlimin de, zulmü, olmadığı zaman elde etmeye; meydana geldikten sonra da onu savuşturmaya bir gücü ve kudreti yoksa, sonra da Cenâb-ı Hakk'ın, durumu ve vasfı böyle olan bir kimseye, "Niye zulmettin?" deyip onu cezalanciırsa, işte bu, zulmün ta kendisi olurdu. Âyet-i kerime ise, Allah eâlâ'nın zulümden münezzeh olduğuna delâlet etmektedir.

Buna cevap: Bu, daha önce de çokça geçtiği üzere, "ilim" ve "sebepler" meselesiyle çelişmektedir. Biz daha önce, her ne kadar çok ve büyük olsa da, Mutezile mezhebinin istidlallerinin, neticede tek bir şeye râci olduğunu söyledik. Bu da, medih ve zemm, sevab ve ikâb meselesine tutunmaktır. Bu meseleye yöneltilecek sual muayyen ve bellidir. Bu da, onun ilim ve "dâî [78] meseleleriyle çelişmesidir. Onlar ne zaman bu istidlali tekrarlarsa, biz de bu suâli tekrarlarız. [79]

 

Cenabı-ı Allah Zulmetmeye Kadir midir

 

Mu'tezile şöyle demektedir: Âyet-i kerime, o kulun, zulme kâdir olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü o, onu terk ettiği için medholunmaktadır. Çirkin bir fiili terketmekle medh- olunan bir kimsenin, ancak onu yapmaya muktedir olması halinde, bunu terketmekle rnedholunması doğru ve yerinde olur. Görmüyor musun? Yatalak olan bir kimsenin, geceleri hırsızlık yapmamakla medhedilmesi doğru ve yerinde değildir.

Buna cevap: Cenâb-ı Hak, kendisini hiçbir uyuklama ve uykunun tutmaması sebebiyle zatını methetmiştir. Bundan, Allah Teâlâ'yi uyuklama ve uyku tutmasının doğru olması gerekmez. Aynı şekilde Cenâb-ı Hak kendisini, bakışların idrâk edememesi ile de Zatını medhetmiştir.Mu'tezile'ye göre bu, bakışların Cenâb-t Hakk'ı idrak edebileceğine, görebileceğine delâlet etmemektedir. [80]

 

 Dördüncü Mesele

 

Mu'tezile şöyle demektedir: Bu âyet-i kerime, tâatından dolayı, kulun sevaba müstehak olduğuna ve şayet Allah

Teâlâ onun sevabını vermezse, o zaman O'nun zâlim ola­cağına delâlet etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ bu âyette, amellerine mukabil kula sevab vermemiş olsaydı, onlara zulmetmiş olacağını beyan etmiştir ki, bu ise ancak onlar amellerine mukabil sevaba müstehak olmaları halinde doğru ve yerinde olur.

Buna cevap: Allah Teâlâ, insanlara, bu amellere mukabil sevap va'adetmiştir. Binaenaleyh, eğer Allah Teâlâ insanlara, bu amellerine karşılık bir sevap vermeyecek olsaydı, bu bir zulüm şeklinde meydana gelmiş olurdu. İşte, bundan dolayı da buna zulüm ismi ıtlak edilmiştir. Allah Teâlâ'dan zulmürvsadır olmasının imkânsız olmasına şu da delâlet etmektedir; Zulüm, sizin anlayışınıza göre, cehaletten ve muhtaç olmaktan ileri gelir. Halbuki bu iki şey, Allah hakkında muhaldir. Muhal olanın gerektirdiği şeyler de muhaldir. Muhal ise, gayr-ı makdurdur (yani kudret muhale taalluk etmez). Keza zulüm, başkasının malında tasarrufta bulunmaktan ibarettir. Halbuki Cenâb-ı Hak, ancak kendi mülkünde tasarrufta bulunmaktadır. Binaenaleyh, O'nun zâlim olması imkânsızdır. Ve yine zâlim olan, ilâh olamaz. Bir şey ancak, onun ayrılmaz ve gerekli unsurları sahîh ve tam olduğu zaman tam ve sahih olabilir. Bundan dolayı, eğer zulmün Cenâb-ı Hak'tan sadır olması sahîh ve yerinde olsaydı, O'nun Hanlığının zeval bulması da doğru olurdu. Ve eğer durum böyle olsaydı, O'nun ilâhlığı, zevali caiz olan bir ilâhlık olurdu. Bu durumda da, kendisinde ilâhlık sıfatının meydana gelebilmesi için, bir tahsîs ediciye ve bir faite muhtaç olurdu ki, böyle bir şey Allah hakkında imkânsızdır. [81]

 

Beşinci Mesele   

 

Mu'tezile "Bir damla içkinin cezası, yüz senelik iman ve ibâdetin sevabını giderir" demiştir. Bizim âlimlerimiz ise, "Bu, bâtıldır. Çünkü biz zarurî olarak biliyoruz ki, bu uzun seneler müddetince yapılan bütün bu büyük tâatlerin sevabı, şu bir damla içkinin cezasından daha fazladır. Binaenaleyh bu büyük sevabı, bu kadarcık günahın cezasıyla düşürmek bir zulümdür. Ve bu da bu âyet-i kertme ile nefyedilmiş, böyle bir zulmün bulunmadığı açıklanmıştır" demişlerdir. [82]

 

İhbat (Günahların Sevapların Silmesi) İddasını Reddi  

 

Cübbaî, "Büyük günahın cezası, bütün tâatlerin sevabını geçersiz kılar (ihbât). Öte yandan ise, bu tâatler sebebiyle, bu cezadan hiçbir şey eksilmez" derken; oğtu Ebu Haşim, Bilakis, bu tâatler sebebiyle, bu ceza da eksilir, düşer" demiştir. Onların bu görüş ve sözleri, ihbâtın bâtıl olduğunu ortaya koyma hususunda, ehl-i sünnet âlimlerimiz için kuvvetli bir delil olmuştur. Çünkü biz diyoruz ki: Eğer bu sevap boşa çıkmış olsaydı, kendisi kadar bir cezayı da ya geçersiz kılmış olur veya geçersiz kılmamış olurdu. Her iki ihtimal de bâtıldır. Öyleyse ihbât nazariyyesi de bâtıldır. Bizim "Sevab ile günahtan herbirinin diğeriyle geçersiz kılınamıyacağını" söylememizin sebebi şudur: Çünkü, bunlardan birinin bulunmayışının sebebi diğerinin bulunması olsaydı ve eğer iki yokluk da birlikte bulunmuş olsaydı, iki varlık da birlikte bulunmuş olurdu. Çünkü zarureten biz biliyoruz

ki, illet zarurî olarak malûl ile birlikte bulunur. Bu ise, muhaldir. Biz dedik ki. "Ma'siyetin tâat ile geçersiz olması caiz olmamakla beraber, tâatin de ma'siyet ile geçersiz olması caiz değildir." Çünkü kul, ne bir sevap elde etme hususunda, ne de bir ikâbı def etme hususunda, bu tâatlerden yararlanamaz; bu ise bir zulümdür. Bu da Hak Teâlâ'nın, "Şüphesiz ki Allah, zerre kadar haksızlık etmez" âyetine ters düşer. Bu iki kısım bâtıl olunca Mutezilenin iddia ettiği "ihbât" görüşünün bâtıl olduğu sabit olur. [83]

 

Günahkar Mü’min Sonrasında Cennete Gider

 

Alimlerimiz bu âyete tutunarak, günahkâr mü'minlerin, cehennemden çıkıp cennete gireceklerine istidlal etmiş ve şöyle demişlerdir: "Yüz sene kulluk toprağına alnını koy­maya devam edip, Cenâb-ı Hakk'ın celâl ve ikram sıfatlan ile mevsûf olduğunu ikrar ederek, O'nun birliği ile tevhidine imana devam eden kimsenin, hiç şüphe yok ki sevabı, bir yudum içkinin cezasından, mükafaat olarak daha büyüktür. Kıyamet günü, içki içen getirilip, bu günahın cezası o büyük mükafaatından düşürüldüğünde, yine bu kimse için büyük mükafaat kalır. Binaenaleyh, bu kadarcık bir ceza sebebiyle insan cehenneme atıldığında, eğer orada ebedî kalacak olsa, bir zulüm olur ki bu bâtıldır. Bundan dolayı böyle bir kimsenin sonunda cehennemden çıkarılıp cennete gönderileceğine kesin hükmetmek gerekir.

Âyetin ihtiva ettiği va'adlerden ikincisi Cenâb-ı Allah'ın, ' (Zerre miktarı şey), bir iyilik olursa, onun sevabım (Allah) kat kat artırır" sözünün ifâde ettiği şeydir. Bu cümle ile ilgili birkaç mesele vardır; [84]

 

Birinci Mesele   

 

Nâfi ve İbn Kesir, kıraati buradaki fiilini tam bir fiil kabul ederek, "hasene" kelimesini merfû olarak  şeklinde okumuştur ki bunun manası, "Eğer bir hasene olur, meydana gelirse.." şeklinde olur. Diğer kıraatler ise, bu fiili bir nakıs fiil kabul ederek, "hasene"kelimesini mansüb olarak, şeklinde okumuşlardır ki buna göre mana, "Eğer o zerre miktarı şey bir iyilik otursa.." şeklindedir. İbn Kesîr ve İbn Âmir, elifstz ve şeddeli olarak tef'îl babı üzere.;ai şeklinde; diğer imamlar ise elifli ve şeddesiz olarak, müfâ'ale babı üzere, şeklinde okumuşlardır. [85]

 

Ayetteki Tek’ü Kelimesinin Sonunda Nuh’un Düşmesi  

 

Âyetteki İAî fiili, fiilindendir. Aslı olup, cezmden ötürü sondaki ötüre düşmüştür. Hem nûn, hem de vav harfleri sakin olduğu için, (içtimâ-i sakineynden dolayı) vâv düşmüş ve kelime şeklinde kalmıştır. Daha sonra, sakin olduğu için, nûn harfi de düşmüş ve kelime olmuştur. Nûn, harf-i ünlere benzer. Harf-i lînler kelime sonunda bulundukları zaman, cezmden dolayı düşerler. Bu tıpkı senin, demen gibidir. Bu, (bilmi­yorum) demektir.  Kur'ân'da bu kelime,  hem nûnun hazfi ile,  hem de nûnu hazfedilmemiş olarak gelmiştir. Hazfi, bu âyette olduğu gibidir. Nûnun hazfedilmemiş olarak gelişine misal İse, Cenâb-ı Hakk'ın, 'Eğerzengin veya fakir olursa" (Nisa, 135) âyetidir. [86]

 

Amellerin Mükafatının Kat Kat Artırılması

 

Cenâb-ı Allah, "Ştçumu tu   zerre kadar haksızlık  (zulüm) etmez" buyruğu ile, kendisinin, insanlara kesinlikle haksızlık etmeyeceğini beyân ettiği gibi, yine aynı âyetle onlara hak etliklerinden fazla mükâfaat vereceğini de beyân buyurmuştur. Bil ki âyette bahsedilen kat kat artırarak vermeden maksad, müddet ve zaman bakımından artırma değildir. Çünkü mükâfaatın zamanı sonsuzdur. Sonsuz olanı, kat kat artırmış olarak vermek ise imkânsızdır. Aksine Cenâb-ı Allah'ın 6u buyruk ile muradı, o mükâfaatı miktar bakımından kat kat artırmaktır. Meselâ kişi, taatı sebebi ile on dereceleik mükâfaata hak kazanır ama, Allah onu yirmi, otuz ve daha ileri derecelere çıkarabilir. İbn Mes'ud (r.a)'un şöyle dediği rivayet olunmuştur: "Kıyamet günü bir kul getirilir ve bir münâdi, gelmiş geçmiş bütün insanların huzurunda şöyle nida eder: "Bu, falan oğlu falandır. Bunda hakkı olan gelsin hakkını alsın." Sonra o kula, "Şu insanlara, haklarını ver" denir. Bunun üzerine o adam, "Ya Rabbi, dünya hayatı gitmişken, nasıl vereyim?" der. Cenâb-ı Hak da meleklerine 'Onun sâlih (tyi'hayırlı) amellerine bakın ve o insanlara haklarını onlardan verin" der. Eğer amellerinden geriye zerre kadar bir mükâfaat kalırsa, Allah Teâlâ, o kulu için, o mükâfaatı kat kat artırır ve onu fazlı ile cennete sokar. Bunun Allah'ın kitabındaki şahidi ise, "(O zerre miktarı şey), bir iyilik olursa, (Allah) onun sevabını kat kat artırır" âyetidir.

Hasan Basrf de şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın, "(O zerre miktarı şey) bir iyilik olursa, (Allah) onun sevabını kat kat artırır" şeklindeki ifâdesi, "Bir iyiliğe mukabil, yüzbin iyilik (sevab) vardır" demesinden, âlimlere göre daha sevimlidir. Çünkü bu ikinci sözde miktar bellidir. Birincisinde ise, o kat kat vermenin miktarını ancak Allah bilir. Bu tıpkı Hak Teâlâ'ntn, Kadir gecesi hakkındaki, "O, bin aydan daha hayırlıdır" (Kadr, 3) âyeti gibidir."

Ebu Osman en-Nehdî, "Ebu Hureyre'nin "Allah Teâlâ, mü'min kulunun bir hasenesine (iyiliğine) karşılık, bir milyon iyilik sevabı verir" dediği bana ulaştı. Derken Cenâb-ı Allah hacc (veya umre) için Mekke'ye gitmeyi bana nasib etti ve orada onunla karşılaşıp, "Bana, mü'min kulunun bir iyiliğine karşılık, Allah'ın bir milyon iyilik sevabı vereceğini söylediğini duydum" dedim. Ebu Hureyre de, "Ben böyle söylemedim, ancak "iyilikler, iki milyona kadar katlanır" dedim" dedi ve sonra da bu âyeti okuyarak, "Allah Teâlâ, burada "pek büyük bir mükâfaat" buyurduğuna göre, onun miktarını kim bilebilir" dedi" demiştir.

Bu âyetin ihtiva ettiği va'adlerden üçüncüsü, "Kendi katından pek büyük bir mükâfaat verir" sözünün ifade ettiği husustur. Bu beyan ile ilgili iki mesele vardır: [87]

 

 Birinci Mesele

    

kelimesi, "indinde, yanında" manasınadır. Fakat "indinde" kelimesinden daha geniş manalıdır.  Mesela adam bir başka beldede malı olduğu zaman,

"Yanımda bir mal var" der. Fakat yanında olmayan mal için "Elimde, yanımda bir mal var" denmez. [88]

 

 İkinci Mesele

     

Bil ki bu ifâde ile Hak Teâlâ'nın, "(O zerre miktarı şey), iyilik olursa, onun sevabını kat kat artırır" ifadesi ara­sında mutlaka bir fark vardır. Bu husustaki hakîkî bilgi Allah'a aittir. Fakat benim hatırıma şu geliyor: Bu kat kat artırma, o iyiliğin cinsinden olur. Cenâb-ı Hakk'ın vereceği o pek büyük mükâfaat ise, o iyiliğin cinsinden olmaz.

Görünen odur ki, bu kat kat verme işi, cennette verileceği va'adedilen lezzetler ve nimetlerden olur. Fakat Cenâbı Hakk'ın kendi katından vereceği o pek büyük mükâfaat ise, Allah'ı görme ve muhabbetullah ile marifetullaha gark olma esnasında duyulacak olan lezzettir. Allahu Teâlâ, bu çeşit lezzeti kendi katına ayırmıştır. Çünkü bu çeşit gıbta edilecek lezzet, mutluluk, güzellik ve kemal çeşitleri, bedenî amellerle elde edilemeyip, bilakis Allah Teâlâ'nın, kutsî nefis cevherine yerleştirmiş olduğu işrâk, safa ve nur gibi şeylerle elde edilir. Kısaca işte bu kat kat artırma cismânî-bedenî saadete; "pek büyük mükâfaat" ise ruhanî saadete işarettir. [89]

 

Hz. Peygamberin Ümmeti Hakkında Şahitlik Etmesi

 

"Her ümmetten birer şahit ve onların üzerine de (Habibim) seni bir şâhid olarak getirdiğimiz zaman, halleri nice olur? İnkâr edenler ve Peygambere âsi olanlar, o gün, "yerle bir edilselerdi de keşke Allah'dan gelen bir sözü gizlememiş olsalardı" temennisinde bulunurlar" (Nisa, 41-42).

Bu âyetlerin, Önceki âyetlerle irtibatı şöyledir: Allah Teâlâ, âhirette hiç kimseye zulmedilmeyeceğim ve iyi kimseyi, iyiliklerine karşılık mükâfatlandırıp, ona hakettiğin-den fazlasını vereceğini beyan edince bu âyetlerde de, günahkâra karşı olan hücceti daha müessir, günahkârı azarlayışı daha büyük ve o günahkârın pişmanlığı daha fazla olsun; Allah'ın Peygamberinin getirdiğini kabul edip, ona itaat eden kimsenin sevinci de daha büyük olsun diye, bütün bunların, Allah Teâlâ"nın insanlara bir hüccet (delil) olarak gönderdiği peygamberlerin şahadeti ile yapılacağını beyan etmiştir. Böylece bu ifâde Allah Teâlâ'ntn, haklarında "Şüphesiz ki Allah zerre kadar haksızlık etmez" (Nisa. 40) buyurduğu kâfirler için bir tehdit ve haklarında, "(O zerre miktarı şey), bir iyilik olursa, onun (sevabını) kat kat artırır" (Nisa, ) buyurmuş olduğu itaatkâr kullar için de bir va'ad olmuş olur. Bu âyet hakkında iki mesele vardır: [90]

 

Birinci Mesele  

 

Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s), Abdullah İbn Mes'ûd (r.a)'a, "Bana Kur an oku" der. O şöyle anlatır: " YaResulallah, Kur'an'ı bana öğreten sana mı?" dedim, Bunun üzerine "O Kur'an'ı başkasından dinlemeyi (daha çok) seviyorum" [91]dedi." İbn Mes'ud, anlatmaya şöyle devam eder: "Bunun üzerine Nisa sûresinin başından itibaren okumaya başladım. Bu âyete gelince, Resûlultah ağladı. Ben de okumayı kestim."

Süddî'nin anlattığına göre, "Kıyamet günü, Ümmet-i Muhammed, peygamberler için, tebliğde bulunduklarına dâir; Hz.Peygamber de, Ümmet-i Muhammed için, kendisini tasdik ettiklerine dâir şahitlik yapacaklardır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, Böylece (Ey ümmet-i Muhammed),insanlara karşı şâhidler olasınız, bu peygamber de size tam bir şâhid olsun diye, sizi vasat (mutedil âdil) bir ümmet yaptık" (Bakara, 143) buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, Hz. İsa'nın "Ben içlerinde bulunduğum müddetçe (ümmetim) üzerinde bir sahid idim" (Mâide, ı7) dediğini nakletmiştir[92]

 

İkinci Mesele

      

Endişe ile beklenen bir şey hakkında "şöyle şöyle olduğu zaman; falanca şunu yaptığı zaman; şu vakit geldiği zaman senin halin nice olacak?" demeleri Arapların âdetidir. Buna göre âyetin manası şöyledir: "Allah Teâlâ her ümmete, kendi peygamberlerini şâhid tuttuğunda ve seni (Hz. Muhammed'i) de, bu ümmete şâhid olarak getirdiğinde, sizler kıyamet günü hakkında ne dersiniz? " Cenâb-ı Hak, burada Hz. Peygamberin kendilerini müşahede ettiği, hallerini iyice bildiği ve Kur'an'a muhatap olan kavmini kastetmiştir. Hem sonra her asrın insanları, hallerini müşahede etmiş oldukları diğer insanlara şahadette bulunacaklardır. İşte Hz. İsa, bu itibarla, "Ben içlerinde bulunduğum müddetçe, (ümmetim) üzerine bir şâhid idim" (Mâide. 117) demiştir. Sonra Cenâb-ı Hak o günü anlatarak, "İnkâr edenler ve peygambere âsi olanlar, o gün. "yerle bir edilselerdl de keşke Allah'tan gelen bir sözü gizlememiş olsalardı" temennisinde bulunurlar" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [93]

 

Kafirlerin Şeriatın Fer’i Ahkamı ile Mükellefiyetleri

 

Âyetteki "İnkâr edenler ve peygambere âsi olanlar" ifâdesi, Hz. Peygambere âsî ofup karşı gelmenin, küfürden farklı olmasını gerektirmektedir. Çünkü bir şeyin, yine kendisi  atfedilmesi caiz değildir.  Binâenaleyh Hz.Peygambere isyântn, küfrün dışındaki diğer günahlar manasına hamle- dilmesi gerekir. Bu sabit olunca biz deriz ki, "Bu âyet, kâfirlerin İslâm'ın ahkâmından sorumlu tutulacaklarına ve kıyamet günü, küfürlerinin yantsıra bu günahlarından ötürü de cezalandırılacaklarına delâlet etmektedir. Çünkü bu günahlarının bunda bir tesiri olmamış olsaydı, onların masiyetlerinin (isyanlarının) burada zikredilmesinin bir manası olmazdı. [94]

 

 İkinci Mesele 

   

İbn Kesir, Âsim ve Ebu Amr. kelimeyi meçhul sîgâ üzere, tâ harfinin ötresi ve sin harfinin fethası ile şeklinde okumuşlardır. Nâfî ve İbn Âmir ise, bunu (dümdüz oldu) manasında olmak üzere, tâ harfinin fethası ve sin harfinin şeddesi ile şeklinde okumuşlardır. Bunda ikinci tâ harfi, kendisine yakın olan sin harfine idgâm edilmiştir. Bu kıraatte iki şeddenin yan yana bulunması kötü karşılanmaz. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de bunun pek çok benzeri vardır. Mesela (Nemi. 47); (Yunus, 24) ve (enam, 126) âyetlerinde olduğu gibi. Bu kıraatta bir mecaz söz konusudur. Bu da "dümdüz etme" fiilinin, yeryüzüne isnâd edilmesidir. Hamza ve Kisâî ise bu kelimeyi, İmâm-ı Nâfî'nin idğâm ettiği tâ harfini hazfederek, birinci tâ'nın ve şeddesiz sin'in fethası ile şeklinde okumuştur. Çünkü bunun sebebi idğam olduğu gibi hazf de olabilir. [95]

 

“Yerle Bir Edilme”nin Manası    

 

"Yerle bir edilselerdi..." tabirinin tefsiri hakkında âlimler üç izah yapmışlardır: "

a) Bu, "Keşke onlar yere gömülseler de, ölülerin yerle dümdüz edilmeleri gibi, kendileri de yerle bir edilselerdi" manasındadır.

b) Bu, "Onlar, ölümden sonra yeniden diriltilmemiş olmayı ve yerle bir edilmiş olmayı temennî edecekler" manasındadır.

c) Kıyamet günü hayvanlar toprak olurlar. Bunun üzerine bu kâfirler de, "Ah, ae olurdu ben de toprak olaydım!" (Nebe,«) âyetinde ifâde edildiği gibi, o hayvanların durumunda olmayı arzu ederler. [96]

 

 Dördüncü Mesele

 

Âyetteki, "Allah'tan gelen bir sözü gizlememiş olsalardı..." ifâdesinin tefsiri hakkında müfessirlerin iki görüşü vardır:

1- Bu, kendinden önceki cümle ile irtibatlıdır.

2- Bu, müstakil yeni bir cümledir. Bu ifâdeyi, kendinden önceki cümle ile irtibatlı sayarsak, şu iki manaya gelir:

a) İbn Abbas (r.a)'ın söylediği mana:"Onlar arzu ederler ki, keşke yeryüzü (toprak) onların üzerine kapansa da, Hz.Muhammed'in peygamberliğini gizlemeyip, onu inkâr etmeyerek münafıklık yapmasalardı." Bu manaya göre, âyette bahsedilen "gizleme", onların   (yahudilerin),   (Tevrat'ta   bahsedildiği   halde),   Hz.Muhammed'in peygamberliğini gizlemeleri manasınadır.

b)  Müşrikler Kıyamet günü, Allah Teâlâ'nın müslümanları bağışlayıp, şirki bağışlamadığını gördükleri zaman, 'Geliniz, dünyada iken yaptığımızı inkâr edelim" derler ve Allah Teâlâ kendilerini bağışlar ümidi ile, "Rabbimiz Allah adına yemin ederiz ki biz müşrik değildik" diye yemin ederler. O zaman onların ağızları mühürlenir, elleri konuşur ve ayaklar* işledikleri günahlar hususunda şâhidlik eder. İşte o vakit onlar, toprak olmayı ve Allah'tan hiçbir sözü gizlememiş olmayı dilerler.

3- Bu söz, müstakil yeni bir cümledir. Çünkü onların yaptıkları şeyler, Allah katında malûmdur. Binâenaleyh onu nasıl gizleyebilirler? [97]

 

Kafirler ahrette Yalanla Kurtulurlar mı?

 

Buna göre eğer, "Bu âyet ile,Cenâb-ı Hakk'ın "Rabbimiz olan Allah'a and ederiz ki, biz eş tutanlardan değiliz" (Enam, 23)âyeti nasıl telif edilebilir?" denilirse, buna şu yönlerden cevâp verilebilir:

a) Kıyametin toplantı yerleri ve durakları pek çoktur. Bir yer var ki, onlar orada asla konuşamazlar. İşte bu yeri, Cenâb-ı Hakk'ın 'Artık bir fısıltıdan başka bir şey işitmezsin" rrâhâ, ıoe) âyeti  ifâde etmektedir.  Bir yer de var ki onlar orada konuşabilirler. Bu yer de, Hak Teâlâ'nın "Biz hiçbir yaramazlık yapmazdık" (Nani, 28) ve "Rabbimiz olan Allah'a and ederiz ki, biz eş tutanlardan değiliz" (En'âm, 23» âyetlerinin bildirdiği husustur. Böylece onlar, bazı yerlerde yalan söylerler, bazı yerlerde de, küfre saptıklarını itiraf ederek, dünyaya dönme isteğinde bulunurlar ki bu da onların "Ah bize ne olurdu, (dünyaya) bir geri döndürülseydik, Rabbimiztn âyetlerini yalan saymasaydık" (Enam, 27) şeklindeki sözleridir. Bu durakların en sonuncusunda ise, onların ağızlan mühürlenir de böylece onların elleri, ayaklan ve derileri konuşmaya başlar. Biz, bu günün rüsvaylığından Allah'a sığınırız.

b) Bu gizleme işi bilfiil tahakkuk etmeyip, yukarda da izah ettiğimiz gibi, onların temennîleri kapsamındadır.

c) Onlar, bizzat gizlemeye niyetlenmediler. Bunu ancak, vehmettikleri biçimde haber verdiler. Buna göre ifâdenin takdiri şu olur: "Allah'a yemin olsun ki, şu anda durum bize zahir oluncaya kadar, biz kendi kanaatimizce müşrik değil, bilakis zannımızca hak üzere idik." Bu mesele hakkındaki bizim esas açıklamalarımız, Atlah müsaade ederse, En'âm sûresinde gelecektir. [98]

 

Nisa Süresindeki Onuncu Mükellefiyet: Sarhoş İken Namaz Kılınmaz

 

Bu sûrede zikredilen mükellefiyetlerin onuncu nevi, Cenâb-ı Hakk'ın şu âyetidir:

"Ey iman edenler, siz sarhoşken, ne söylediğinizi biilnceye ve cünüb iken de yolcu olmanız müstesna, gusül edinceye kadar namaza yaklaşmayın. Eğer hasta olur veya bir sefer üzerinde bulunursanız, yahud sizden birisi ayak yolundan (tuvaletten) gelirse, yahud da kadınlara dokunup da bir su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa teyemmüm edin; yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır" (Nısâ, 43).

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [99]

 

Nisa, 43, Ayetteki Nüzul Sebebi

 

Alimler, âyetin nüzul sebebi hakkında şu iki açıklamayı yapmışlardır:

1) İçki henüz mubah iken, Abdurrahman İbn Avf, sahabe­nin ileri gelenlerinden bir cemaata bir ziyafet verdi. Bu vesileyle onlar yeyip içtiler. Onlar bu işi bıraktıklarında, akşam namazının vakti gelmişti. Bunun üzerine onlar, içlerinden birisini, kendilerine namaz kıldırması için  öne sürüp imam yaptılar. İmam da, zammı sûre olarak Kâfirûn sûresini okurken, "...Sizin taptıklarınıza ben taparım, sizlerde benim taptıklarıma tapıcılarsmız" şek­linde okudu. Bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil oldu. Artık onlar, bu âyet nazil olduktan sonra namaz vakitlerinde içki içmiyorlardı. Yatsı namazını kıldıkları zaman içki içiyorlardı. Böylece de, sabah vaktine girmeden, sarhoşluk halleri zail oluyor, neticede de ne söylediklerini bilir hale geliyorlardı. Daha sonra da, her halükârda içkinin kesin olarak haramlığını ifâde eden Mâide süresindeki âyet-i kerime (Âyet, 90) naziJ oldu. Hz. Ömer (r.a)'den rivayet olunduğuna göre, (Nisa 43) âyetinin nazil olduğu kendisine ulaştığı zaman O, "Ey Allah'ım, içki akıllara ve mallara zarar veriyor. Bu sebeple, bu husustaki kesin emrini indir" demişti. İşte sabahleyin ashaba, içkinin kesin olarak haramlığını ifâde eden (Mâioe 90) âyetinin nazil olduğu haberi ulaşır.

2) İbn Abbas, bu âyet-i kerimenin, içki haram kılınmazdan önce içki içip, sonra da peygamberle birlikte namaz kılmak için mescide gelen sahabenin önde gelenlerinden bir cemaat hakkında nazil olduğunu ve böylece, bu âyet ile Allah Teâlâ'nın onları içki içmekten nehyettiğini söylemiştir. [100]

 

Bu Ayette Namaz (Salat) Hakkında Mevcut Olan Ahkam

 

Âyet-i kerimede geçen (namaz) kelimesinden ne murad edildiği hususunda da şu iki görüş beyan edilmiştir:

a) Buna göre, bu kelimeyle "mescid" kastedilmiştir. Bu, İbn Abbas, İbn Mes'ûd ve Hasan el-Basrî'nin görüşüdür

ki, Şafiî de bu görüşü benimsemiştir.

Bil ki (namaz) lafzının mescid hakkında kullanılması, ihtimâl dahilindedir. Bunun böyle olduğuna, şu iki husus da delâlet eder:

1) Bu, muzâfın hazfedilmesi kabilindendir. Buna göre ifadenin takdiri, "namaz yerine yaklaşmayın" şeklinde olur. Muzâfın hazfedilmesi ise, yaygın ve bilinen bir mecazdır.

2)HakTeâlâ'nın, "...manastırlar, kiliseler, havralar" (Hacc, 40» âyetinde geçen lafzıyla, namaz kılınan yerler, mescidler kastedilmiş­tir. Böylece, kendisiyle mescid manası murad edilerek. kelimesinin kullanıl­masının caiz olduğu ortaya çıkmış olur.

b) Ekseri ulemânın görüşü de şudur: Buna göre, bu âyette geçen keli­mesiyle, bizzat namazın kendisi kastedilmiştir. Buna göre kelamın takdiri, "Sarhoş olduğunuz halde namaz kılmayınız..." şeklinde olur.

Bu ihtilâfın yararı, şer'î bir hükümde ortaya çıkar ki, o da şudur: "a" şıkkının kabul edilmesi halinde mâna, "Mescidden geçme mecburiyetinde olanlar müstesna, sarhoşken, cünübken mescidden geçmeyin" şeklinde olur. Bu manaya göre, yapılan bu istisna, cünüb kimsenin mescidden geçmesinin caiz olabileceğine delâlet etmiş

olur ki, bu Şafiî'nin görüşüdür, "b" şıkkının kabul edilmesine göre manâ, "Sarhoşken namaza yaklaşmayın ve yolcu olmanız müstesna, cünüb iken de namaza yaklaş­mayın" şeklinde olur. Buna göre, tabirinden yolcu murad edilmiştir. Böylece bu istisna da, cünüb kimsenin su bulamadığı zaman, o haliyle namaz kılabileceğine delâlet etmiş olur. Şaftî âlimleri, birinci ihtimalin tercihe daha şayan olduğunu söylemişlerdir. Bunun böyle olduğuna şu hususlar da delâlet etmektedir:

a)  Cenâb-ı Hak, "... namaza yaklaşmayın " buyurmuştur. "Yaklaşmak" ve "uzaklaşmak" manaları, hakikat yoluyfa, bizzat namaz hakkında doğru olmazlar. Bu manalar ancak "mescid" hakkında doğru olabilirler.

b) Biz, eğer bu kelimeyi söylediğimiz manaya hamledersek, bu takdirde istisna sahih olur. Ama biz onu sizin söylediğiniz manaya hamledersek, bu takdirde istisna sahih olmaz. Çünkü, müsafir olmadığı halde, şiddetli bir hastalık sebebiyle su bulamayan bir kimsenin, teyemmüm ile namaz kılması caizdir. Durum böyle olunca, âyeti bizim dediğimiz manaya hamletmek daha evlâ olur.

c) Biz, kelimesini, "cünüb olan yolcu" manasına hamledersek, eğer bu kimse su bulursa, onun namaza yaklaşması kesin olarak caiz olmaz. O takdirde de,   âyet-i   kerimedeki   istisnayı   hazfetmek   gerekecektir.   Su   bulamaması durumundaysa, namaza, ancak teyemmüm ile yaklaşması caiz olur. Bu durumda da,   âyetteki   bu   şartı   izmâr   etmek   gerekecektir.   Ama   bizim   söylediğimizi benimsememiz durumunda, biz âyetteki herhangi bir şeyi hazfetmek zorunda kalmayız. Binâenaleyh, bizim görüşümüz daha uygundur.

d)  Allah Teâlâ, yolculuğun ve suyun bulunmaması halinin hükmünü, bundan sonra da teyemmümü zikretmiştir. Binâenaleyh, bunu, bu âyetten sonraki bir âyette zikredilen bir hükme hamletmek caiz olmaz. Bunu teyid eden bir başka husus da şudur; Kıraat âlimleri ifâdesinde vakfedip, sonra da, ifadesiyle başlamayı müstehab saymışlardır. Çünkü, bu ikincisi başka bir hükümdür. Ama, âyeti bizim zikretmiş olduğumuz manaya hamledersek, bu takdirde bu ek açıklamalara gerek duymayız. Binâenaleyh, bizim görüşümüz daha evlâdır.

İkinci görüşü dektekleyenler şöyle diyebilirler: Hak Teâlâ'nın, "... söylediğinizi büinceye kadar" buyruğu, O'nun "namaza yaklaşmayın" ifâdesinden bizzat namazın <endisinin kastedildiğine delâlet etmektedir. Çünkü mescid hakkında, sarhoşluğu sndan men edecek meşru bir söz bulunmamaktadır. Ama namazda, sarhoşluğu Dndan men edecek hususi sözler bulunmaktadır. Binâenaleyh, âyeti bu manaya lamletmek daha evlâdır.

Birinci görüşte olanlar, şu şekilde cevap verebilirler: Zahirî duruma göre insan, nescide ancak namaz için gider. Binâenaleyh namaza halel getiren şeyler, mescide gitmeye manî olan şeyler gibidir. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ bunu zikretmiştir. [101]

 

“Sekr” ve “Sükara” Kelimesinin Manası

 

Vahidi (r.h) şöyle der:" kelimesi, (sarhoş) kelimesinin çoğuludur. Fa'lâne vezninde olan her sıfatın "Sekt" ve "Sükârâ" Kaimesinin Manası cem'i, "küsâtâ" ve "kesâlâ" (tembeller) gibi, fu'âlâ ve fa'âlâ vezninde getir. Arapça'da "sekr" kelimesinin asıl manası, yolu tıkamaktır. "Su bendini tıkadı" tabiri de, bu manadadır. Göz şaşırıp kaldığında, ' "Onun gözü iyi şaştı ' denilir. Cenâb-ı Hakk in, "Gözlerimiz (bir sar­hoş gözü gibi) döndürülmüş..." (Hicr, ısıyani "örtüldü de, onun görme nuru nüfuz etmez oldu ve eşyayı olduğu gibi göremez oldu" âyetindeki kelime de aynı manadadır. "Sekrü'l-mâi" ifadesi de böyledir. Bu, suyu tekrar akış yönüne döndürmektir. İçkiden dolayı sarhoş olmak ise, insanın sarhoşluktan önceki ayık hâlinden kesilmesidir. Dolayısıyla onun görüşü, ayık hâlindeki görüşünün geçerli oluşu gibi olmaz. Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: Âyette geçen "sükârâ" lafzı hakkında şu iki açıklama yapılmıştır:

a) Şundan murad, içkiden dolayı olan sarhoşluktur ki bu, ayık olmanın zıddıdır. Bu, Sahabe ve Tabiîn'in cumhurunun görüşüdür.

b) Bu, Dahhâk'ın görüşü olup; buna göre bu ifadeden maksad, içki sarhoşluğu değil uyku sarhoşluğu (sersemliği)dir. "Sarhoşluk" kelimesi, uyku hakkında da kullanılır. Binâenaleyh âyetteki kelime, bu manaya da muhtemeldir. Deliller de bunu gösterir. Dolayısıyla bu manayı tercih etmek gerekir. Lafzın, bu manaya da muhtemel olduğunu şu iki bakımdan da izah edebiliriz:

1)  Daha önce de söylediğimiz gibi, Arapça'da "sekr" lafzı, yolu tıkamak manasındadır. Hiç şüphe yok ki insan, uyku esnasında, insanın nefes alıp verdiği yollar, yoğun buharlarla dolar. Böylece de o yollar, bunlarla tıkanmış olur da, onun gören ve işiten kuvveti bedeninin dıştna çıkamaz.

2)  Ferezdak şöyle demiştir:

" Gece boyunca yürümesinden anlaşılıyor ki konakladığın her menzilde uyku, ona (adeta) bir içki takdim etmiştir." Lafzın bu manaya da gelebileceği sabit olunca, biz deriz ki: Deliller de bunu göstermektedir. Bunun izahı şu yönlerdendir:

a) Hak Teâlâ'nm, "Siz sekr halinde iken, ne dediğinizi büinceye kadar namaza yaklaşmayın" âyetinin zahiri, Allah'ın, bu kimselerin ne dediklerini bilmedikleri zaman namaza yaklaşmalarını men etmiş olduğunu gösterir. Böyle bir insanı, mükellef tutmak akten ve naklen imkansızdır. Bunun aklen imkansızlığı şu bakımdandır: Bu insanı mükellef tutmak, teklif-i mâla yutak (güç yetirilemeyecek şeyle mükellef tutmak) manasına oelir. Bunun naklen imkansızlığı ise şu bakımdandır: Hz. Peygamber (s.a.s):

"Kalem üç kişiden kaldırılmıştır (yani bunların lehine ve aleyhine birşey yazılmaz): Bulûğa erinceye kadar çocuktan; İyileşinceye kadar deliden ve uyanmcaya kadar uyuyandan "[102]buyurmuştur. Şüphe yok ki sarhoş, deli gibidir. Binâenaleyh o anda mükellefiyetin ondan da kalkmış olması gerekir.

 b)Hz. Peygamber(s.a.s):  "Sizden birisini namazda İken uyku bastırdığında, uykusu geçinceye kadar uyusun. Çünkü o, uyuklaya uyuklaya namaz kılarsa, belki istiğfar ediyorum diye, kendi kendine söver" [103] buyurmuştur. İşte Dahhâk in görüşünün izahı böyledir. Bil ki doğru olan birinci görüştür. Bunun böyle olduğuna şu iki şey de delâlet eder:

a) "Sekr" (sarhoşluk) lafzı, içkiden dolayı olan sarhoşluğu mecaz değil, hakikat olarak ifâde eder. Kelimelerde aslolan "hakikat" manasıdır. Fakat bu lafzı aşk, gazab, korku veya uykudan dolayı meydana gelen sarhoşluğa hamletmek mecaz olup bu da ancak kayıtlı olarak (yanineden dolayı olduğu belirtilerek) kullanılır. Mesela Cenâb-ı Hak, "Ölüm sarhoşluğu, gerçek olarak geldi" (Kat, 19) ve "İnsanları sarhoş görürsün. Halbuki onlar sarhoş değildirler" (Hacc. 2) buyurmuştur.

b) Bütün müfessirler bu âyetin içki içme hakkında olduğunda ittifak etmişlerdir. Usûl-ü fıkıhta, "Bir âyet, muayyen bir hâdise hakkında ve belli bir sebepten ötürü nazil olmuş ise, o sebeb-i nüzulün o âyet ile murad edilmemiş olması imkânsızdır" kaidesi yer almıştır. Dahhâk'ın, "Bu âyetteki nehiy, içkiden olan sarhoşluğa nasıl şamil olabilir?" şeklindeki görüşüne gelince, biz deriz ki: "Çünkü o adam uyurken ve hiçbir şey anlamazken, bu nehiy onu nasıl içine alır?" denilir. Sonra buna şu şekilde cevap verilir: Bu âyetten maksad, namaz kendilerine vacip iken, anlayışı ihlal eden, sarhoşluğa götüren içki içmekten insanları men etmektir. Böylece bu lafız, sarhoşluk halinde namaz kılmayı men etmeden uzaklaşmıştır. Halbuki ondan maksad, namaz vaktinde sarhoşluğa yol açacak şekilde içmekten nehyetmektir. Dahhâk'ın tutunduğu hadise gelince, bu da, âyette zikredilen sarhoşluğun uyku olduğuna delâlet etmez." [104]

 

Bu Ayetin Mensuh Olduğunu Söyleyenler

 

Bazı âlimler, bu âyetin Mâide süresindeki 90. âyetle neshe- dildiğini söylemişlerdir. Ben derim ki: Ancak şöyle denilmesi Bu ÂyrinMereuh Olduğunu Söyleyeni halinde, burada neshin cereyan ettiği söylenebilir: "Sarhoş­luk halinde namaza yaklaşmama ile ilgili nehiy, kişinin ne dediğini bilir hâle gelmesine kadar uzatılmıştır. Bir noktaya kadar uzatılan hükmün ise, o noktaya varıldığı zaman sona ermesi gerekir. Binâenaleyh bu, kişi ne dediğini bilir hale geldiğinde, sarhoş olmakla beraber, namaza yaklaşmasının caiz olmasını iktizâ eder. Halbuki Allahu Teâlâ, Mâide süresindeki âyetiyle içkiyi haram kılınca, bu olabilirlik hükmünü kaldırmıştır. Böylece Madie süresindeki âyetin, bu âyetin delâlet ettiği şeylerin bir kısmını neshetmiş olduğu sabit olur. 1şte, burada söz konusu edilen neshin izahı komusunda hatırıma gelen budur."

Buna da şu şekilde cevap verilebilir: Biz, bu nehyin neticesinin, namaza yaklaşıldığında sarhoşluğu gerektiren içki içmeye varıp dayandığını beyân etmiştik. Bir şeyin husûsen zikredilmesi, zayıf bir zan yoluyla olması durumu hariç, onun dışında kalanlardan hükmün nefyedilmiş olduğuna delâlet etmez. İşte böyle olan bir durum da nesh sayılmaz. [105]

 

 Beşinci Mesele

   

Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Bu kelime, sîn harfinin fetha- sıyla (helak olanlar) ve {aç kimse­ler) kelimelerinde olduğu gibi, cemi bir kelime olmak üzere, şeklinde de okunmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak, ve cünüb iken de yolcu olmanız müstesna" buyurmuştur. Hak Teâlâ'nın ifâdesi, O'nun i"sizlersarhoşken.." ifâdesine atıfır. ifâdesinin başındaki vâv ise, hâl vâvıdır. Buna göre bu ifâdelerin takdiri, "Sarhoş ve cünüb olduğunuz hâlde, namaza yaklaşmayın" şeklinde olur. Ç-âr kelimesi, müfredi ve cem'i, müzekkeri ve rnüennesi müsavi olan bir kelimedir. Çünkü bu kelime, masdar olan "uzaklaşmak, cünüb olmak" masdannın yerine geçen bir isimdir. Halbuki biz, "cenabet" kelimesinin asit mânasının "uzaklaşmak, uzaklık" olduğunu; yine temizleninceye kadar namazdan, mescidlerden ve Kur'an okumaktan uzaklaştığı için, kendisinin gusletmesi gereken, vâcib olan kimseye de cünüb denildiğini sfrylemiştik. Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki, biz bu ifâdeyle ilgili olarak şu iki görüşün bulunduğunu beyan etmiştik:

a)  Buradaki kelimeleriyle mescidlerden geçmek, mescidlerden geçen manası kastedilmiştir.

b) Bu tabirle müsafirler, yolcular kastedilmiştir. Ve biz yine, bu ikisinden birisinin diğerine nasıl tercih edildiğini de açıklamıştık. [106]

 

Abdest İmkânı Olmayınca Teyemmüm

 

Cenâb-ı Hak,

"Eğer hasta olur veya bir sefer üzerinde bulunursanız, yahud sizden birisi ayak yolundan (tuvaletten) gelirse, yahud kadınlara dokunup da bir su bulamazsanız, o zaman temiz bir toprağa teyemmüm edin; yüzlerinize ve ellerinize sürün. Şüphesiz Allah çok affedici, çok bağışlayıcıdır" (Nisa, 43} buyurmuştur.

Bil ki, Cenâb-ı Hak bu buyruğunda şu dört çeşit insandan bahsetmiştir:

a)  Hastalar,

b)  Yolcular,

c) Tuvaletten gelenler,

d)  Kadınlara dokunanlar...

İlk iki kısım olan hastalık ve yolculuk, insanı teyemmüm etmeye zorlar. Son iki kısım ise, su bulunduğu zaman su ile temizlenmeyi, su olmadığı zaman ise teyemmüm etmeyi iktizâ eder. Biz bu kısımlardan herbirine ait hükmü ele alacağız. [107]

 

Hastalık Sebebiyle Teyemmüm

 

 Birinci Sebep, ki bu hastalık halidir. Bil ki, hastalık üç şekilde olur:

1) Çiçek hastalığı ve çok büyük çıbanlarda olduğu gibi, su kullanması halinde, kişinin kesinlikle ölmesi durumunda olması.

2)  Su kullanmakla ölmezse de çok fazla elem ve ızdırap duyması hali.

3)  Kişinin ölümden ve şiddetli acı duymaktan bir endişesi olmaksızın suyu kullanması halinde bedeninde bir kusur ve ayba sebebiyet verecek bir şeyin, bir izin kalmasından endişelenmesi hali. İşte bu sebeple fukahâ, ilk iki kısım söz konusu olduğunda teyemmüm  etmeyi  caiz  görmüşler,   üçüncüsünde  ise,  bunu  caiz görmemişlerdir. Hasan elBasrî, suyun bulunmaması durumu müstesna, bunların hiçbirinde teyemmümün caiz olmadığını iddia etmiş ve şunları buna delil getirmiştir: Âyetin sonunda, "... bir su bulamazsanız" buyurulmuş olmasının da gösterdiği gibi, hastanın teyemmüm etmesinin cevazını, suyun bulunmaması haline bağlamıştır. Teyemmümün muteber olmasının şartı bu olunca, bu şart bulunmadığı zaman teyemmümün de caiz olması gerekir. Bu, aynı zamanda İbn Abbas'ın görüşüdür. O, şöyle derdi: "Allah Teâlâ eğer diieseydi, hastayı bundan daha şiddetli ve zor bir şeyle imtihan ederdi."

Fukâhanın delili ise şudur: Allah Teâlâ, su bulamadığı zaman hastanın teyemmüm etmesine müsaade etmiştir. Bunda, su bulunduğu zaman, teyemmüm etmenin yasaklanmış olduğuna dair bir delil yoktur. Hem sünnet, bunun caiz olduğuna delâlet etmektedir. Sahabenin birisi hakkında rivayet edilen şu haber de, bunu teyid etmektedir: O sahabe cünüb olmuştu; bedenindeyse büyük bir yarası vardı. Birilerine bu durumu sorunca onlar gusletmesi gerektiğini söylediler. O da gusledince oluverdi. Hz. Peygamber (s.a.s) bunu duyunca "Allah onların canım alsın, onu öldürdüler" dedi. İşte bu da bizim söylediğimiz şeyin caiz olduğuna delâlet etmektedir. [108]

 

Yolculuk Sebebiyle Teyemmüm

 

İkinci Sebep, yolculuktur. Âyet, yoicu olan kimsenin, yolculuğu ister uzun ister kısa olsun, su .bulamadığı zaman teyemmüm edeceğini gösterir. [109]

 

Tabiî İhtiyaçtan Sonra...

 

Üçüncü Sebep, insanın tuvaletten (def-i hacetten) gelmesidir. Âyette geçen, insanın def-i hacet (tuvalet ihtiyacı) için rahatça oturabileceği çukur bir yerdir ki, bu kelimenin cem'i, şeklindedir. İnsan tuvalet ihtiyacı olduğunda, kendisini başkasının göremeyeceği bir yer arar. Sonra def-i hacet, bir şeyin, bulunduğu yerine nisbetle isimlendirilmesi gibi, bu isimle adlandırılmıştır. [110]

 

Cinsel Temastan Sonra Teyemmüm

 

Dördüncü Sebep, kadınlara dokunmaktır. Bu hususta birkaç mesele vardtr: [111]

 

Birinci Mesele

   

Hamza ve Kisâî, kelimeyi "lems" masdarından olmak üzere, elifsiz olarak ,(dokundunuz) şeklinde; diğer

kıraat imamları ise, müfâ'ale babından olarak, şeklinde okumuşlardır. [112]

 

İkinci Mesele 

  

Müfessirler, bu âyette  geçen "dokunma"dan   ne kastedildiği hususunda ihtilâf edip, şu iki görüşü ileri sür­müşlerdir:

a)  Bundan murad, cima (cinsî münâsebettir. Bu, İbn Abbas (r.a), Hasan el-Basrî, Mücâhid, Katâde ve Ebu Hanîfe (r.h)'nin görüşüdür. Çünkü kadına el ile dokunmak abdesti bozmaz.

b)  Bundan maksad, ister cinsî münasebet esnasında, ister başka bir şekilde olsun, kadın ile erkeğin derilerinin biribirine dokunmasıdır. Bu İbn Mes'ûd, İbn Ömer, Şa'bî, Nehâ'î ve Şâfİİ (r.h)'nin görüşüdür.

Bil ki bu, birinci görüşten daha tercihe şayandır. Çünkü bu âyetin iki kıraatinden biri "yahud da kadınlara dokunduğunuz zaman''şeklindedir. "Lems" (dokunma) kelimesinin, hakiki manası el ile dokunmaktır. Bu kelimeyi, cima manasına almak mecazdır. Halbuki sözlerde asloian, sözü hakîkî manasına almaktır. İkinci kıraat ise, "lems" kelimesinin mufâ'ale babtndan gelen, (karşılıklı birbirinize dokun­duğunuz zaman) şeklindedir. Bu stga da, hakîkat olarak cima manasına gelmez. İki mütevâtir kıraatten anlaşılan manalar arasında bir çelişki (tezad) meydana gelmesin diye, bunu da hakîki manasına hamletmek gerekir. Bu kelime ile, cima (cinsî münâsebet) manasının kastedildiğini söyleyenler, şu şekilde delil getirmişlerdir: Gerek "tems", gerekse "mess" kelimeleri, Kur'an-ı Kerim'de cima manasında kullanılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak "Eğer siz onları kendilerine dokunmadan önceöoşarsaniz..."{Bakara,237)vezthar âyetinde, ' '(Onların) birbiriyle temas etmezden önce, bir köle azâd etmeleri (lâzımdır)'' (Mücâdele. 3} buyurmuştur. İbn Abbas (r.a), Allah hayy, kerîm, nezîh olduğu için kinayeli olarak (nezîh bir şekilde) cinsî münasebeti, "lems" (dokunma) diye ifâde etmiştir. Yine hades (abdestsizlik haH) de iki çeşittir: Küçük olan, ki bu âyetteki "Sizden birisi ayak yolundan (tuvaletten)gelirse" ifadesi ile anlatılan husustur. Binaenaleyh şayet, Hak Teâlâ'nın "Yahut da kadınlara dokunursanız" tabirini de, küçük hades manasına alırsak, âyette büyük hades (cünüblük hali) zikredilmemiş olur. Bundan dolayı bu ikinci ifadeyi, büyük hadese (cünüblük haline, cinsî münasebete) hamletmek gerekir.

Bil ki bu görüştekilerin yaptıkları bütün bu izahlar, bir delil olmaksızın lafzın zahirî manasını bırakmaktan ileri geçemezler. Bundan ötürü bunun caiz olmaması gerekir. Hem, cünüblükle ilgili hüküm "ve cünüb iken de..." ifadesinde geçmişti. Bundan dolayı eğer biz bu sonraki ifadeyi de cünüblük manasına alırsak, bir tekrar olmuş olur. [113]

 

Üçüncü Mesele 

 

Ehl-i Zahir (Zahirîler) âyetteki "Yahut da kadınlara dokunur- sanız" ifâdesinin zahirine dayanarak, sadece dokunan (erkeğin) abdestinin bozulacağını, dokunulan kadının abdestinin ise bozulmayacağını söylemişlerdir. Şafiî (r.h) de hem dokunanın, hem dokunulanın abdestinin bozulacağını söylemiştir.

Bil ki Allah Teâlâ, bu dört sebebi zikretmesini müteakip birsu bu­lamazsanız" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır: [114]

 

Teyemmüm, Ancak Su Arayıp Bulamadıktan Sonra Yapılır  

 

Şafiî (r.h), "Bir kimse, namaz vakti girdiğinde su arasa ve fakat bulamayıp teyemmüm ederek namaz kılsa, daha sonra bir sonraki namazın vakti girse, suyu yeniden araması gerekir" derken; Ebu Hanife (r.h), bunun gerekmediğini söylemiştir. Şafiî'nin delili, Hak Teâlâ'nın, "bir su bulamaz­sanız" ifadesidir. "Su bulamama" tabiri suyun daha önce aranmış olduğunu ihsas ettirmektedir. Binaenaleyh her teyemmümden (namazdan) Önce su aramak gerekir. İmdi şayet "bulma" tabirimiz, önceden bir araştırmanın olduğunu ihsas ettirmez. Nitekim Cenâbı Hak, "(O), seni (çocukluğunda) kaybolmuş bulup da, yolunu doğrultmadı mı? Seni bir fakir olarak bulup da, zengin kılmadı mı?" (Duhâ, 7-8); "Biz onların çoğunda ahde (vefa) bulamadık" (Arat, 102) ve "Biz, onda bir azim bulamadık" crahâ. 115) buyurmuştur. Zira araştırma, talep etme, Allah hakkında düşünülemez denirse, biz de deriz ki: Her nekadar Allah'ın talep edip araştırması düşünülemez ise de, Cenâb-ı Hak, Hz. Muhammed (s.a.s)'i, kavmine uygun olmayacak bir şekilde, onların arasından çekip çıkarınca, sanki onu aramış gibi olur. Yine O, mükelleflere itaat etmelerini emredip sonra o mükellefler bu hususta kusur edince, sanki Allah onlardan birşey istemiş ve istediğini bulamamış gibi olmuş olur. Binaenaleyh "bulma" lafzı işte bu âyetlerde, söylediğimiz manada kullanılmıştır. [115]

 

Su Az Olduğundan Abdest İle Teyemmüm Birlikte Yapılır mı?  

   

Alimler, bir kimsenin su bulduğu halde, kendisi veya öldürülmemesi gereken bir hayvanın susuzluğundan ötürü,

o suya ihtiyacı olursa, bu kimsenin teyemmüm edebileceği hususunda ittifak etmişlerdir. Fakat o, abdeste yetmeyecek bir su bulduğunda, o suyu kullanmayı ve teyemmümü birleştirip birleştiremiyeceği hususunda İmam Şafiî, âyetin zahirine tutunarak, ikisini birlikte yapmasının vacip olduğunu söylemiştir.

Daha sonra Allah Teâlâ, "O zaman temiz bir toprağa teyem­müm edin" demiştir. Bu hususta da birkaç mesele vardır: [116]

 

 Birinci Mesele 

 

Arapça'da teyemmüm, "kastetmek, niyetlenmek" manasındadır. Nitekim, "Ona niyetlendim" manasında,

denilir. "Sa'îd" lâfzı ise, ism-i fail manasına gelen, "fa'îl" vezninde bir kelimedir. Zeccâc, "İster toprak, ister başka birşey olsun, sa'îd, yeryüzü demektir" der. [117]

 

 İlinci Mesele

     

Ebu Hanife (r.h) şöyle demektedir: "Biz, üzerinde toprak bulunmayan bir kaya düşünelim. Teyemmüm eden kimse, elini o kayaya vurup teyemmüm etse, bu yeterli olur" derken; İmam Şafiî (r.h), "Mutlaka teyemmüm edenin eline toprağın (tozun) bulaşması gerekir" demiştir. Ebu Hanife, bu âyetin zahirî manasını delil getirerek

şöyle der: "Teyemmüm kastetmek, niyetlenmek demektir. "Sa'îd" ise, yeryüzünde olan şey demektir. Buna göre Hak Teâlâ'nın bu buyruğunun manası, "Bir yeryüzü parçasına niyetlenin, yönelin" şeklindedir. Binaenaleyh o kayaya eli vurmanın yeterli olması gerekir."

 Şafiî ise, görüşüne şu iki şekilde delil getirmiştir:

a)  Buradaki âyet, mutlaktır. Maide süresindeki âyet ise mukayyed olup, o da Cenâb-ı Hakk'ın, "Binaenaleyh, ondan yüzlerinize ve etlerinize sürün" (Matde, e) âyetidir. Buradaki edatı, ba'zıyyet ifâde eder ki, (bu mana), üzennde toprak olmayan kaya parçasında söz konusu olmaz. Buna göre şayet jf edatı, ıbtidâ-i gaye içindir" denilirse, buna karşılık Keşşaf sahibi şöyle demek­tedir: "Bic kimsenin, "Falancanın başına yağdan, sudan ve topraktan sürdüm" şeklindeki sözünden, Araplardan hiç kimse başka bir mana anlamayıp, sadece ba'ziyyet manası anlar. Hakkı kabul etmek, münakaşa edip diretmekten daha yeğdir."

b) Vahidî (r.h)'nin zikretmiş olduğu şu husustur: "Allah Teâlâ, bu âyette toprağın temiz olmasını gerekli kılmıştır. Temiz olan toprak ise Cenâb-ı Hakk'tn, "Güzel memleketin nebatı ise, Rabb'İnin izniyle (bol ve güzel) çıkar"(atw, 58) âyetinin delaletiyle münbit (bitiren), nebatın çıkmasına elverişli olan topraktır. Binaenaleyh, bitirmeyen toprağın (temiz, güzel) olmaması gerekir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın,

O zaman temiz bir toprağa teyemmüm edin" buyruğu sadece toprak ile teyemmüm etmeyi emretmek olur. Emrin zahiri ise, vücub ifâde eder.

c) Cenâb-ı Hakk'ın "Temiz bir toprağa "ifâdesi, teyemmümün temiz bir toprakla yapılmasını ifade eden bir emirdir. Temiz toprak ise, kendisinde tuz bulunmayan, (çorak olmayan) yer, toprak demektir. Halbuki böyle bir toprak ile de teyemmüm etmek, icmâ ile caizdir. Binaenaleyh, (ihtiyatlı olana sarılmak) kaidesinden dolayı, "temiz toprak" tabirini buna hamletmek gerekir. Bahusus, Hz.^ Peygamber (s.a.s), temizlik sıfatını toprağa tahsis ederek, '"Yeryüzü bana mescid; toprağı da temiz kılınmıştır"[118]ve "toprak, su bulamadığı zaman, müşlümanm temizleyicisidir" [119]buyurmuştur. [120]

 

Üçüncü Mesele 

  

'yüzlerinize ve ellerinize sürün" emri, pek çok müfessire göre, yüz ve bileklere kadar iki ele hamledilmiştir. Halbuki fakîhlerin ekserisine göre, elleri dirseklere kadar meshetmiştir. Fukahanın delili şudur: ÂJl kelimesi, bu uzvun, koltuk altlarına kadar olan kısmını içine alır. Ancak ne var ki biz, icmânın delaletiyle, bundan, kolun dirseklere kadar olan kısmını anladık ve aldık. Binaenaleyh, lafız, bu uzvun geri kalan kısmını da içine almaya devam etmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, âyet-i kerimeyi Ot "Şüphesiz ki Allah, çok affedici, çok bağışlayıcıdır" buyurarak sonuçlandırmıştır ki bu, O'nun, ruhsat verip kolaylaştırmasından kinaye olan bir ifâdedir. Zira âdeti, günahkârları affetmek olan bir kimsenin, âciz kimselere .ruhsatlar tanıması daha evlâdır. [121]

 

"Ehl-i Kitap Sizi Saptırmak İster"

 

"Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanlara bakmadın mı? Onlar sapıklığı satın alıyorlar ve sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar. Allah, sizin düşmanlarınızı çok iyi bilendir. Gerçek bir.dost olarak Allah kâfidir, hakikî bir yardımcı olarak da Allah kâfidir" {Nisa, 44-45).

Bil ki Cenâb-ı Hak, bu sûrenin başından buraya kadar pek çok çeşitli mükellefiyetler ve şer'î hükümlerden bahsedince, burada, bu hükümlerin izahını keserek, din düşmanlarının hallerini ve daha önceki ümmetlerin kıssalarını anlatmaya geçmiştir. Çünkü ilmin bir çeşidini sürdürmek, insanın ruhuna yorgunluk ve usanç veren, zihni bulandıran hususlardandır. Ama, ilmin bir dalından diğer bir dalına geçmek ise, zihni gayrete getirir ve zekayı-düşünceyi güçlendirir.

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [122]

 

Birinci Mesele

     

Hak Teâlâ'nın tabirinin manası, "Senin ilmin, onları tanımaya ulaşmadı mı?" şeklindedir. Biz, bu hususta söy­lenmesi gereken şeyleri, Cenâb-ı Hakk'ın   (Bakara, 25e) âyetini tefsir ederken söylemiştik. Netice olarak diyebiliriz ki ilm-i yakîn, rü'yete (görmeye) benzemektedir. Binaenaleyh "ğörme"yi, bu çeşit İlimden (ilm-i yakînden) bir istiare kılmak caiz ve yerindedir. [123]

 

Kitaptan Nasip Verilenleri Yahudilerdir

 

''Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanlara. " tabirinden kastedilen, Yahudiler .Bunun böyle olduğuna şunlar da delâlet etmektedir:

a) Hak Teâlâ'nın bu âyetten sonra zikrettiği "Yahudi olan­lardan kimileri de..." (Nisa, 46) ifâdesi, işte bu âyetle ilgilidir.

b) İbn Abbas bu âyetin, münafıkların reisi Abdullah İbn Ubey ile onun kavminin yanına gelerek, onların İslâm'a girmelerine engel olan iki yahudi âlimi hakkında nazil olduğunu rivayet etmiştir.

c) Yahudilerin düşmanlığı, Kur'ân'ın âyetinin de gösterdiği gibi, hristiyanların düşmanlığından daha şiddetli ve fazladır. Binaenaleyh bu manayı, yahudilere hamletmek daha uygundur. [124]

 

Üçüncü Mesele   

 

Cenâb-ı Hak onlara, "kendilerine, kitabın ilmi verilenler..." dememiş; aksine, "kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanlar" buyurmuştur. Zira onlar Tevrat'tan Hz. Musa'nın nübüvvetini öğrenmişler, ama Hz. Muhammed'in nübüvvetini bilip, tanıyıp kabul etmemişlerdir. Ama, Abdullah İbn Selâm gibi müslüman olup her ikisinin nübüvvetini de bilip itiraf eden, tanıyan kimseleri Cenâb-ı Hak, yanlarında kitabın ilmi bulunmakla vasfederek, "De ki: "Benimle sizin aranızda şahid olarak Allah yeter ve (bunu) yanlarında kitap timi bulunanlar dahi (bilirler)" (Rad, 43) buyurmuştur. Allah en iyi bilendir. [125]

 

Dördüncü Mesele 

 

Bil ki, Cenâb-ı Hak o yahudileri hem sapmak, hem de saptırmak ile vasfetmiştir. "Sapmak" ile vasfetmesine ge­lince bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Sapıklığı satın alıyorlar" buyruğunun beyan ettiği husustur. Bu hususta, şu izahlar yapılmıştır:

a) Zeccâc şöyle demektedir: "Yahudiler, buna karşılık rüşvet almak ve reisliği ele geçirmek İçin, Hz. Peygamberi tekzîb etmeyi tercih etmişlerdir ki işte bu tercih, âyette "satın atryorlar" tabiriyle beyân edilmiştir. Zira, bir şeyi satın alan kimse, onu tercih ediyor demektir."

b) Âyette bir takdir söz konusudur ki, buna göre kelamın takdiri, "Onlar, hidayet mukabilinde dalâleti satın alıyorlar" şeklindedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, tıpkı "Onlar o kimselerdir ki, hidayeti bırakıp sapıklığı satın almışlardır" (Bakara, ıe> âyeti gibidir. Yani "Onlar, hidayet mukabilinde dalâleti satın alıyorlar" demektir. Halbuki Zeccâc'ın görüşüne göre âyette bir takdir bulunmamaktadır.

c) Bu âyet ile, yahudilerin avam tabakası kastedilmiştir. Çünkü onlar, âlimlerine mal veriyor, onlardan yahudiliği desteklemelerini ve körü körüne ona bağlanıp kalmalarını istiyorlardı. Böylece de onlar, mallarıyla şüphe ve dalâleti sattn almış kimseler durumuna geçiyorlardı. Bu durumda da bir takdir yapılmaz. Ancak, evlâ olanı, bu âyetin onların âlimleri hakkında nazil olmuş olmasıdır.

Cenâb-ı Hak onları "sapmak" ile vasfedince, bundan sonra da onları "saptırmak" ile tavsif ederek, sizin de yoldan çıkmanızı istiyorlar" buyurmuştur. Yani, "Onlar, müslümanlıktan çıksın, ayrılsınlar diye, mü'mınleri saptırmaya ve onları şüpheler içinde bırakmaya yol arıyorlardı" demektir. Bu iki şeyi, yani sapmak ve saptırmayı beraberce yapan kimseden daha kötü ve âdi bir kimseyi de bulamazsın..

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah sizin düşmanlarınızı çok iyi bilendir" buyurmuştur. Yani, "Hak Teâlâ (subhânehu), onların kalblerinde ve sinelerinde olan düşmanlığın ve öfkenin iç yüzünü ve künhünü en iyi bilendir" demektir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Gerçek bir dost olarak Allah kâfidir, hakîkî bir yardımcı olarak da Allah kâfidir" buyurmuştur. Bu, şu demektir: "Allah Teâlâ yahudilerin müslümanlara olan düşmanlığının şiddetini beyân edince, kendisinin, müslümanların velîsi ve yardımcısı olduğunu da bildirmiştir. Velîsi ve yardımcısı Allah olan kimseye ise, insanların düşmanlığı asla zarar veremez. Bu ifâdeyle ilgili birkaç sual bulunmaktadır:

Birinci sual: "Allah'ın kuluna olan velayeti, kuluna yardım etmesinden ibarettir. Binaenaleyh, velayetinin zikredilmesinden sonra, yardımcı olduğunu da, ayrıca zikretmek bir tekrar olur."

Cevap: Velî, bir şeyde tasarruf eden demektir. Bir şeyde tasarruf edenin ise, o şeyin yardımcısı olması gerekmez. Böylece, bir tekrar durumu ortadan kalkmış olur.

İkinci sual: "Cenâb-ı Hak niçin, dememiştir? Hak Teâlâ'-nın... buyruğunu yeniden zikretmesinin manası nedir?"

Cevap: Bu gibi yerlerde tekrar, kalbe son derece tesir eder ve çok etkili olur.

Üçüncü sual: Cenâb-ı Hakk'ın  ifâdesindeki bâ harfinin getirilme­sinin faydası nedir?

Cevap: Alimler bu husuta şu izahları yapmışlardır:

a) denilmiş olsaydı, fiil failine bitişmiş oturdu. Sonra buraya bâ harf-i cerri, Allah'ın kâfi gelmesi ve yetmesinin, derece ve makam itibariyle başkalarının kâfi gelmesi ve yetmesi gibi olmadığını bildirmek için getirilmiştir.

b)İbnu's-Sirâc kelamın takdirinin, "Senin, Allah'ın veliliği de yetinmen kâfidir, yeter" şeklinde olduğunu; kelimesi zikredildiği için bunun, (yetinmek) delâlet ettiğini, zira bu ikinci kelimenin de 'nın lafzından olduğunu ve bunun, "Kim yalan söylerse, (bu yalanı) onun için bir şer olur" ifâden gibi olduğunu, yani "Bu yalanı onun için bir şer olur.." demek olduğunu; fiil kendisine delâlet ettiği için senin bu kelimeyi takdir edebileceğini" söylemiştir.

c) Benim hatırıma gelen şu husustur: "Bâ harf-i cerri aslında "ilsâk" içindir. Bu manadaki bâ harfi de ancak, kendisiyle tesiri arasında herhangi bir bağ, münasebet bulunmayan müessir hakkında güzel ve yerinde olur. Eğer, denilmiş olsaydı bu, Cenâb-ı Hakk'ın bu yetmenin faili olduğuna delâlet ederdi. Ancak ne var ki bu, Ateh Teâlâ'nın bunu vasıtalı ya da vasıtasız olarak yaptığına delâlet etmezdi. aenaleyh, bâ harf-i cerri zikredilince bu, Allahu Teâlâ'nın bunu, vasıtasız olarak yaptığına delâlet eder. Öyle ki O, böylesi bir gaye ve neticeyi meydana getirmeyi, taçfcimsenin aracılığı olmaksızın, doğrudan doğruya ve re'sen tekeffül eder. Bu, Hakk'ın tıpkı "Biz ona, şah damarından daha yakınız" {Kât. 16) buyruğu[126]

 

Kitabı Tahrif Eden Yahudiler

 

'Yahudi olanlardan kimileri, kelimeleri, konuldukları yerlerinden değiştirirler, dillerini eğip bükerek, dine de saldırarak derler ki: "(Sözünü zahiren) dinledik.

 (Takat kalbimizle) isyan ettik. İşit, işitmez olası, Hâînâ!" Eğer onlar: "Dinledik, taat ettik, İşit ve bizi gözet" deselerdi, kendileri İçin elbet daha hayırlı ve daha oğru olurdu. Fakat Allah, kendi küfîirleri yüzünden onlan rahmetinden ovmuştur. Artık onlar, birazı müstesna olmak üzere, iman etmezler" Nisa, 46).

 

Bil ki, Allahu Teâlâ onların dalâleti satın aldıklarını nakledince, daha sonra bu dalâletin, sapıklığın nasıl olduğunu açıklamıştır. Buna göre dalâlet, şu hususlardır:

1) Onlar kelimeleri, "konuldukları yerlerinden değiştirirler..." Bu tabir hakkında birkaç mesele vardır: [127]

 

Birinci Mesele 

  

kelimesinin müteallakı hakkında birkaç izah şekli bulunmaktadır:

a) "Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanlar"ın beyânı, açıklaması olmasıdır. Buna göre takdir: "Yahudi olanlardan kendilerine kitaptan bir nasib verilenlere bakmadın mı?" şeklindedir.

b)Bu ifâdenin, HakTeâlâ'nın "yardımcı olarak.." sözüne taalluk etmesidir. Buna göre takdir, "Allah, yahudilere karşı yardımcı olarak yeteri" şeklindedir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Âyetlerimizi yalanlayan kavmine karşı biz ona yardım ettik" {Enbiya, 77) âyeti gibidir.

c) Bunun, mahzûf bir mübtedanın haberi; (değiştirirler) kelimesinin ise, o mübtedânın sıfatı olmasıdır. Buna göre takdir, "Yahudilerden kelimeleri tahrif eden bir topluluk bulunmaktadır" şeklindedir. Böylece, mevsûf hazfedilmiş, sıfatı da onun yerine kaim olmuştur.

d) Cenâb-ı Hak, "Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanlara bakmadın mı? Onlar sapıklığı satın alıyorlar./' (Nisa. 43) buyurunca, bu ifâde şu iki yönden mücmel kalmıştır.  Buna göre sanki,  "Kendilerine kitaptan bir nasib verilmiş olanlar kimlerdendir?" denilmiş; buna cevap verilerek, "yahudilerden..." denilmiştir; sonra da, "Onlar sapıklığı nasıl satın alıyorlar?" diye sorulmuş; bu soruya da cevap verilerek, "kelimeleri tahrif ederek..." denilmiştir." [128]

 

İkinci Mesele

     

Birisi şöyle diyebilir: "Çoğul sîgalar, (cemaat teviliyle) müennestir. Binaenaleyh  denil­mesi gerekirdi."

Cevap: Vahidî şöyle demektedir: "Bu lâfız, harf sayısı, müfredinin harflerinden daha az olan bir cemidir. Böyle olan her ceminin müzekker kabul edilmesi de caizdir." Şöyle de denilebilir: "Cemilerin, (cemâat teviliyle) müennes olmaları hakikî değil, lafzî bir durumdur. Binaenaleyh, bu gibi tcem ilerde müzekkerlik ve müenneslik müsavi olup, ikisi de caizdir. Yine bu ifade şeklinde de okunmuştur. [129]

 

Terrat’ın Tahrifinin Ne Şekilde Olduğu? 

 

Âyette bahsedilen tahrifatın nasıl yapıldığı hususunda şu izahlar yapılmıştır:

a) Onlar, meselâ Tevrat'taki (orta boylu) kelimesini kaldırıp, bunun yerine (uzun boylu Adem) ifâde­sini; (recmetmek) kelimesini kaldırıp, bunun yerine de, (ceza, hadd) keli­mesini koymaları gibi, bir lafzı diğer bir lafızla değiştiriyorlardı. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık, elleriyle kitabı (Tevrat'ı yalan yanlış) yazıp da, sonra.. "Bu, Allah katındandır" diyenlerin vay haline!.." (Bakara, 79) buyruğudur.

Buna göre şayet, "Harfleri ve kelimeleri, doğuda ve batıda, meşhur ve tevatür derecesine ulaşmış bir kitapta bu tahrif yapılabilir mi?" denilirse, biz deriz ki:

Belki de şöyle denilmek istenmiştir: "O zaman yahudiler az idiler. Kitabı bilip tanıyan ulemâ da son derece az idi. İşte bu sebepten dolayı onlar, böyle bir tahrifi yapabilmişlerdir."

b)  Bu tahriften maksat, tıpkı zamanımızda ehl-i bid'atin, kendi mezheplerine uymayan âyetler hakkında yaptıkları gibi, ortaya birtakım şüpheler atmak, yanlış ve sapık yorumlar yapmak ve lafzı, kelime oyunlarıyla, hak ve gerçek olan manasından bâtıl manaya çevirmektir. İşte bu en doğru olan görüştür.

c)  Onlar, Hz. Peygamberin yanına varıyor, O'na bir şey soruyorlar, O da, kendisiyle amel edip alsınlar diye sorularına cevap veriyor; ama, O'nun yanından çıkar çıkmaz O'nun sözünü değiştiriyorlardı. [130]

 

Dördüncü Mesele

 

Aliah Teâlâ burada "yerlerinden"; Maide sûresindeyse, "Yerlerine konulduktan sonra" (Maide.41) buyurmuştur. Bu iki ifâde arasındaki fark şudur: Biz âyette geçen "tahrif etmek, değiştirmek" tabirini, bâtıl olan( yorum ve tefsirler diye açıklarsak, bu durumda Cenâb-ı Hakk'ın, "keli­meleri, konuldukları yerlerinden değiştirirler" buyruğunun manası, "onlar, o nasslar hakkında fasit ve bozuk teviller zikrediyorlar" şeklinde olur ki, âyetin bu ifâdesinde, onların bu lafızları, kitaptan çıkardıkları beyân edilmemiş olur, Ama, Mâide sûresinde zikredilen âyete gelince bu, onların bu iki işi birlikte yaptıklarına, böylece de onların, hem o fasit tevilleri yaptıklarına, hem de lâfızları kitaptan çıkardıklarına delâlet eder. Buna göre, HakTeâlâ'nın "Kelimeleri tahrif ederler" beyanı, bu batıl tevile; "konuldukları yerlerinden" buyruğu da, o lafızları kitaptan çıkardıklarına bir işaret olmuş olur.

2) Onların sapıklıklarının ikinci çeşidini de Cenâb-ı Hak, "dinledik, isyan ettik" diyerek beyân etmiştir ki, bu hususta da şu iki izah yapılmıştır:

a)  Hz. Peygamber (s.a.s), onlara birşey emredince, onlar zahiren "dinledik" diyorlar, kendi kendilerine kaldıklarında ise, "..isyan ettik" diyorlardı.

b) Onlar, Hz. Peygambere muhalefetlerini açıktan yapmak ve onun emirlerini küçümsemek için, "işittik ve isyan ettik" şeklindeki sözlerini açıktan söylüyorlardı.

3) Onların sapıklıklarının üçüncü çeşidini de Cenâb-ı Hak, onların "işit İşitmez olası" sözünü nakletmekte bildirmiştir.

Bil ki bu, iki manaya gelen bir ifade olup, hem medih manasına, hem de horlama ve kınama manasına muhtemeldir. Bunun medih manasında oluşu, bundan "Dinle, ey nahoş bir söz dinletilmeyecek İnsan.." manasının kastedilmesinden dolayıdır. Bunun kınama ve zemm manasında oluşu da şu yönlerden olur:

a) Onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'e "dinle" diyorlar, içlerinden ise "dinlemez olasıca!" diyorlar. Buna göre, âyetteki tabirinin manası, "işitmeyen" şeklinde olur. Çünkü dinleyen, dinletilen; dinletilen de dinleyen demektir.

b) Bu ifâdenin manası, "Ey sözü dinlenmez olan ve çağırdığı şeye icabet edilmeyen" şeklindedir ki, bu "Ey kendisine muvafık bir cevap dinletilmeyen ve sanki hiçbirşey duyurmamış olan" demektir.

c) "Dinle, ey razı olduğu bir söz dinletilmeyecek adam!" Her ne zaman böyle olursa,  insan karşısındakini dinlemekten nefret ettiği için, onu dinlemez.  Bu söylediklerimiz ile, bu ifâdenin hem zemm, hem de medih manasına gelebileceği sabit olur.   Fakat o yahudiler,  bunu sırf kınama ve zemmetme maksadıyla söylüyorlardı.

4) Onların sapıklıklarının dördüncü çeşidini AllahuTeâfâ, "(Onlar), dillerini eğerek, bükerek ve dine de saldırarak, "Râinâ"(derler)" ifâdesi ile anlatmıştır. "Râinâ" kelimesinin tefsirini, Bakara 104 âyetini tefsir ederken zikretmiştik. Bununla ilgili şu vecihler vardır:

a) Bu, yahudilerin kendi aralarında, alay ve istihza için çokça kullandıkları bir kelimedir. İşte bundan ötürü müslümanlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'e o kelime ile hitab etmekten nehyolundular.

b) Bu kelime, "Sözümüze kulak ver, bizi dinle ve anla" manasınadır. Bu ise, kendileri ile peygamberlere hitab ederken kullanılmaması gereken cümlelerdendir. Aksine peygamberlere, ta'zim ve saygı ifade eden cümlelerle hitab olunur.

c) Onlar bu kelimeyi kullanıyor ve zahiren Hz. Peygamberin, sözlerine kulak vermesini istiyorlarmış zannını uyandırıyor ama bununla kendi dillerindeki bir sövme ifâdesini kastediyorlardı.

d) Onlar, dillerini eğip büküyorlar ve böylece "Râinâ" (Bize bak) ifâdesi, "râinâ" (bizim çobanımız) şekline dönüşüyordu. Onlar, bununla "Sen bizim koyunlarımızı güden bir çobansın" demek istiyorlardı. Cenâb-ı Hakk'ın, "dillerini, eğip bükerek" tabiri hakkında Vahidî şöyle demiştir: "Buradaki "Leyyen" kelimesinin asit dîr. Çünkü bu kelime (Eğdim) fiilindendir. Fakat kendisinden önce sakin bir harf bulunduğu için, buradaki vâv harfi yâ'ya idğam edilmiştir.

"Tayy" kelimesi de böyledir. Bu kelimenin şu şekilde birkaç izahı vardır;

Birincisi: Ferrâ, "O yahudiler "râinâ" kelimesini kullanıyor ve bununla kınama manasını kastediyorlardı ki, dili eğip bükmek işte budur. Yine onlar "gayra musma" deyip, bununla da, "Ey işitmez olası!" manasını kastediyorlardı ki bu da "leyy" (dili eğip bükmek)dir" demiştir.

İkincisi: Onlar, içlerinde sakladıkları o kınamayı, dilleri ile, münafıkça gösterdikleri ta'zim ve saygı ile karıştırıyorlardı.

Üçüncüsü: Belki de onlar, böyle davranmakla bir başkası ile alay eden kimselerin âdeti gibi, bu sözü istihza ederek söylerken avurtlarını ve dillerini eğip büküyorlardı.

Daha sonra Cenâb-ı Hak onların, dine saldırıp onu tenkid etmek için bu gibi şeyleri yaptıklarını beyân buyurmuştur. Çünkü onlar, arkadaşlarına, "Biz ona sövüyoruz, ama anlamıyor. Eğer o bir peygamber olsaydı bunu mutlaka anlardı" diyorlardı. Bundan dolayı Allah Teâlâ, onların bu durumunu ortaya çıkarmış ve peygamberine, onların kalblerinde yatan o pisliği haber vermiştir. İşte bu sebeple de onların Hz. Peygamber'in nübüvvetine karşı tenkid ve saldırıları, O'nun peygamberliğine kesin delâlet eden bir delil haline geldi. Çünkü gaybtan haber vermek bir mucizedir.

Buna göre şayet, "yahudilerin o tahriflerinden ve "Dinledik ve isyan ettik" demelerinden sonra, iki manaya da gelen o sözü nasıl söylemişlerdir?" denilirse, buna şu iki şekilde cevap verilir:

1)  Biz, müfessirlerin bazılarının şöyle dediğini naklettik: "O yahudiler, "isyan ettik" şeklindeki sözlerini açıktan söylemiyor, fakat kendi kendilerine söylüyorlardı."

2)  Farzet ki onlar bu sözü de açıktan söylüyorlardı. Fakat bütün kâfirler, Hz. Peygambere olan inkâr ve isyanlarını açıktan söylüyor, fakat sövüp saymalarını yüzüne karşı yapamıyorlardı.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer onlar, "Dinledik, itaat ettik. İşit ve btzigözet" deselerdi kendileri için elbette daha hayırlı ve daha doğru olurdu" demiştir. Bu, şu manayadır: "Eğer onlar, "Dinledik ve isyan ettik" yerine, senin doğru söylediğini bildikleri ve deliller ite beyyineleri tekrar tekrar ortaya koyduğunu gördükleri için "Dinledik, itaat ettik" deselerdi; "İşit ey işitmez olası.." yerine, "işit" deselerdi; ve "râinâ" yerine, "bizi gözet" yani, "Dediğimizi dinle ve senden istifade edip anlamamız için bizi gözet" deselerdi, işte bu, Allah katında onlar için daha hayırlı, daha doğru ve daha âdil olurdu  keli­mesi, "daha âdil ve daha doğru" demektir. "Dosdoğru mızrak" manasınaü  "O şeyin eğriliğini giderdim, o da dosdoğru oldu" manasına   denilir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Fakat Allah, kendi küfürleri yüzün­den onları rahmetinden kovmuştur" buyurmuştur ki bundan maksad, Allah'ın onlara, inkârları sebebi ile lanet etmiş olmasıdır. [131]

 

Yahudilerden İslâm'a Gireceklerin Pek Az Olduğu

 

Daha sonra Allah Teâlâ, "Artık onlar, birazı müstesna olmak üzere, imân etmezler" buyurmuştur ki bu ifâde ile ilgili şu İki açıklama yapılmıştır:

Birinci görüş: Bu ifâdedeki, (birazı) lâfzı, kavmin sıfatı olup, takdiri, "Onlardan ancak az sayıda kimseler iman eder" şeklindedir. Sonra bu takdiri yapanlardan bazıları, bu pek az kimse ile, Abdullah İbn Selâm ve arkadaşları (gibi müslüman olanların) kastedilmiş olduğunu söylemişlerdir. Bu sayısı az topluluğun, Cenâb-ı Allah'ın ileride imân edeceklerini bildiği kimseler olduğu da söylenmiştir.

İkinci görüş: Âyetteki "kalîl" (biraz, az) kelimesi imânın sıfatı olup, ifâdenin takdiri  "Onlar, ancak pek az imân ederler" şeklindedir. Zira

"Onlar, ancak pek az imân ederler" şeklindedir. Zira onlar Allah'a, Tevrat'a ve Hz. Musa'ya iman etmişler, ama diğer peygamberleri inkâr etmişlerdir. Ebu Ali el-Fârisi, şöyle diyerek bu görüşü birinciye tercih etmiştir: "Kafîl" lafzı, müfrettir. Eğer bununla bir çok insan (kavim) kastedilmiş olsaydı, tıpkı Hak Teâtâ'nın, "Şüphesiz ki bunlar azar azar bir cemaattir" 54) âyetinde olduğu gibi, cemî gelirdi.

Ebu Ali'ye şu şekilde cevap vermek mümkündür: "Fa'îl siğası bazan kendisi ile cemî manası kastedildiği halde müfret gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onlar ne iyi arkadaştır" (Nisa, 69) ve "(O gün) hiçbir dost, hiçbir dostu sormayacak. Onlar birbirine gösterilir" (Mearic, 10-11) buyurmuştur. Bu âyette, bu ikisinin "Onlar..." diye cemî olarak tekrar zikredilmiş olmaları, her biri ile çok kimsenin murad edilmiş olduğuna delâlet etmektedir.

 

"Ey kendilerine kftap verilenler, yanınızdaki (kitapları) tasdik edici (doğrulayıcı) olmak üzere indirdiğimiz (Kur'ân'a), biz bir takım yüzleri silip belirsiz ederek enselerine çevirmezden, yahut ashab-ı sebte (cumartesi yaranma) ettiğimiz lanet gibi kendilerini lânetlemezden Önce imân edin. Allah'ın emri yerine gelecektir" (Nisa, 47).

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [132]

 

 Birinci Mesele    

 

Allah Teâlâ, yahudilerin çeşitli hile ve eziyetlerini naklettikten sonra, onlara iman etmelerini emretmiş ve

bu emrinin peşisıra, imân etmemeleri halinde vaki olacak olan şiddetli bir azabı bildirmiştir. Birisi şöyle diyebilir: "Onların imanlarının, istidlal? (delillere dayanan) bir iman olabilmesi için,Cenâb-ı Hakk'ın, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğinin doğruluğuna delâlet eden deliller üzerinde düşünüp tefekkür etmelerini emretmesi gerekirdi. Allah Teâlâ onlara, direkt iman etmeyi emredince, sanki taklidî olarak imân etmelerini emretmiş gibi oldu?"

Buna şöyle cevap veririz: Âyetteki hitab, ehl-i kitaba hastır. Bu ise, bütün Tevrat'ı bilen kimselerin sıfatıdır. Baksana Allah Teâlâ, daha önce geçen 44. âyette, "Kendilerine kitaptan birnasib verilmiş olanlara baksana!.." buyurmuş, "kendilerine kitap verilenlere bakmadın mı?" dememiştir. Çünkü onlar, Tevrat'taki herşeyi bilmiyorlardı. Fakat bu âyette, "Ey kendilerine kitap verilenler..." dediğine göre, bu hitabın Tevrat'ı bilen kimselere âıt olduğunu anlarız. Böyle otan herkes, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğinin delillerini bilir. Zira Tevrat, o delilleri ihtiva etmektedir. İşte bu sebeple Allah Teâlâ, "Yanınızdaki (kitapları) tasdik edici (doğrulayıcı) olmak üzere.." yani "Tevrat'ta, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğine delâlet eden âyetleri tasdik edici olarak.." demiştir. Bu bilgi onlarda bulunduğuna göre, onlarınki sırf inadına bir inkâr olmuş olur. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Hakk'ın, onlara Hz. Peygamber (s.a.s)'e imân etmelerini kesin kes emretmiş olması ve bunun peşisıra bununla ilgili o şiddetli azabı zikretmesi şüphesiz yerinde ve güzel olmuştur. [133]

 

“Tams” Tabirinin Manası      

 

kelimesinin manası silmek, götürmek, izini imha etmek demektir. Araplar sahrayı nitelerken, "O, izleri, alâmetleri yok edip silendir" derler. Yine yoldan bir iz, emare kalmadığı zaman, denilir. Allah yok edip, silip götürdüğünde de, "Muhakkak ki Allah, onun gözünü silip götürdü, kör etti" denilir. Yine rüzgâr, izi silip götürdüğünde de,; yine, kitabın (yazılarını) sildiğim zaman denilir. Âlimler, âyette zikredilen silmenin keyfiyyeti hakkında şu iki görüşü zikret­mişlerdir:

a) Lafzı, hakîkî manastna hamletmek ki, bu, gerçek anlamda, yüzleri silip dümdüz etmektir.

b) Lâfzı, mecazî manasına hamletmektir.

Birinci görüş: Yüzleri silmeden maksat, onun hatlarını silip, dümdüz etmektir. Çünkü yüz, kendisinde yer alan duyu organları sebebiyle, diğer uzuvlardan ayrılır. Binaenaleyh, bu duyu organları silinip dümdüz edildiğinde, işte bu "tams" olur. Hak Teâlâ'nın, "enselerine çevirmezden" tabirinin manası, yüzleri ense tarafına çevirmedir. İşte Cenâb-ı Hak bunu, onda yaratılışı çirkinleştirme, acı ve işkence verme ve rezil-rüsvay etmek gibi hususiyetler bulunduğu için, bir ceza kılmıştır. Çünkü böyle olunca, insanın keder ve hasreti çoğalır. Muhakkak ki bu tehdit, ileride delillerini de zikredeceğimiz gibi Kıyamet gününe mahsustur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ama kitabı arkasından verilen kimse..." (inşikâk, 10) tabiri de bunu ortaya koymaktadır. Çünkü yüzler ense tarafına döndürüldüğünde, onlara kitapları arka tarafından verilir. Çünkü kitabı anlayacak ve onu diliyle okuyacak uzuvlar yani gözler ve ağızlar o taraftadır.

İkinci görüş: Buradaki, (silmek) kelimesinden mecazî mananın murad edilmesidir. Alimler bu hususta şu görüşleri zikretmişlerdir:

a) Hasan el-Basrî ye göre bu tabirden murad, "Biz o yüzleri hidayetten çevirip, böylece onları gerisin geriye, yani dalâletlerine döndürürüz" demektir ki, bundan maksat, o yüzlerin çok çeşitli mahrumiyyet, terkedilmişlik ve dalâlet karanlıklarına atılacağını beyan etmektir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey iman edenler, sizi size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, Allah 'a ve Resulüne icabet ed*n. Bilin ki, şüphesiz Allah kist ile kalbi arasına girer.." (Entaı, 24) âyetidir. Bu husustaki sözün hakikati şudur: İnsan, yaratılışının başlangıcında bu duyular (mahsûsat) âlemine alışır. Sonra, tefekkür ve kulluk esnasında, o, adetâ mahsûsat âleminden düşünme (ma'kûlât) âlemine yolculuk eder. Derken o, mâkûlât alemini, arkasından da mahsûsat âlemini unutur. Buna göre terkedilmiş olan kimse, önünden arkasına döndürülmüş kimsedir. Nitekim Cenâb-ı Hak onları vasfederken, "başlan eğik olarak" (Secde, 32) buyurmuştur.

b)  "Silmek" ifadesiyle, çevirmek ve değiştirmek; "yüzler" *yr$ ifadesiyle de, onların reislerinin ve önderlerinin kastedilmesi de muhtemeldir. Buna göre mana, "Biz onların şan ve şerefli durumlarını değiştirmezden, onlardan şanı şerefi, ikbâli çekip almazdan ve onlara zilleti, aşağılanmayı ve gerisin geriye döndürülmeyi bir elbise gibi giydirmezden önce.." şeklindedir.

c) Abdurrahman İbn Zeyd: "Bu ilahî tehdit yahudilerin başına gelmiş ve bu olay olmuş bitmiştir" der ve bunu da, Kurayza ve Nadîr kabilelerinin Şam'a sürülmeleriyle te'vii eder. Buna göre, İlk başlangıçta oradan geldikleri gibi, Şam topraklarındaki Ezriât ve Erîha'ya döndüklerinde, Allah onların yüzlerini arkalarına çevirmiştir. Bu te'vile göre yüzlerin "tams"ı, silinmesi şu iki manaya gelir:

1) Onların suretlerini çirkinleştirmek. Nitekim, "Allah onun yüzünü çirkinleştirdi.çirkinleştirsin!" tabiri gibi "Allah onun suratını çirkinleş-tirsin" denilir.

2) Arapların beldelerinden onların izlerini silip süpürmek ve hallerinden bir iz bırakmamak, mahvetmek..

Eğer, "Allah Teâlâ onları, ikinci görüşe göre, yüzleri silmekle tehdit etmiştir. Binaenaleyh, bu durumda bir müşkil söz konusu değildir. Ama biz bunu, birinci görüşe göre tefsir edersek, -ki bu, bu tabiri zahirine hamletmektir- bunun cevabı olarak da şunlar söylenebilir:

1) Allah Teâlâ, bu tehdidi bizzat "tams"den ibaret kılmamıştır. Bilakis O bu tehdidi tams veya lanet etmeden birisi olarak belirtmiştir. Çünkü O, "yahut ashab-ı sebt'e ettiğimiz lanet gibi kendilerini lanetlemezden önce..." buyurmuştur. Şüphesiz ki Allah, bu iki tehditten birisini tahakkuk ettirmiştir ki, bu da lanetlemektir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın,   "yahut kendilerini lanetlemezden önce.." ifâdesinin zahiri,  "mesh" (çevimek, şeklini değiştirmek) değildir.

2)  Cenâb-ı Hakk'ın, "iman edin" buyruğu bütün ömürleri müddetince onlara yöneltilmiş bir mükellefiyettir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "biz bir takım yüzleri silip belirsiz ederek..," âyetinin ifâde ettiği hususun, âhirette tahakkuk etmesi gerekir. Buna göre kelamın takdiri, "Yüzlerinizi, kendisinde dümdüz edeceğimiz zaman gelmeden önce iman ediniz, ki bu zaman ölümden sonraki zamandır.." şeklindedir.

3) Biz Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey kendilerine kitap verilenler.." buyruğunun, onların bütün âlimlerine bir hitab olduğunu beyan etmiştik. Binaenaleyh, bu "tams" tehdidi, âlimlerden   hiçbirinin   iman   etmemesi   şartına  bağlanmıştır.   Halbuki,   bu  şart

bulunmamıştır; çünkü Abdullah İbn Selâm ve onun ashabından büyük bir kalabalık iman etmişlerdir. Binaenaleyh, şart bulunmadığı için, meşrut da bulunmamıştır. Rivayete göre bu âyet nazil olunca, Abdullah İbn Selam, kendi adamları ve akrabaları gelmezden önce, Hz. Peygamber'e gelerek müslüman olmuş ve şöyle demiştir: "Ey Allah'ın Resulü, yüzüm enseme çevrilmeden önce sana yetişebileceğimi sanmıyordum."

4) Allah Teâlâ, "yüzlerinizi çevirmezden önce" dememiş, bilakis "birtakım yüzleri silip belirsiz ederek..." buyurmuştur. Halbuki bize göre Kıyamet kopmazdan önce, yahudilerle ilgili bir "tams" veya "mesh"in olması gerekir. Cenâb-ı Hakk'ın bu tabirinden muradın, bizzat o günkü yahudilerin yüzlerinin silinip belirsiz hale getirilmesi değil, aksine onların soyundan gelen nesillerden olan kimselerin yüzlerinin silinip belirsiz hale getirileceğine, Cenâb-ı Hakk'ın "yahut kendilerini lanetiemezden önce.." buyruğu da delâlet etmektedir. Böylece, Cenâb-ı Hak onları gâib zamiriyle zikretmiştir. Eğer, bizzat o günkü muhataplar kastedilmiş olsaydı, onları muhatap zamiriyle (faul jî "ya da sizi ianetlemezden önce şeklinde") zikrederdi. Âyeti, "ilti­fat" üslûbuna hamletmek caiz ise de, ancak bizim zikrettiğimiz husus daha açıktır. [134]

 

İnatçı Yahudilerin Lanetlenmesi

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Yahut ashâb-ı sebt'e ettiğimiz lanet gibi kendilerini de ianetlemezden önce.." buyurmuştur. Mukâtil ve bazıları, bu âyete, "Atalarına da yaptığımız gibi, onları maymun haline getirmeden önce..." manasını vermişlerdir. Muhakkik alimlerin ekserisi ise, âyeti, bilinen lanet anlamına hamletmenin daha kuvvetli olacağını belirtip şöyle demişlerdir: Görmüyor musun? Cenâb-ı Hak, "De ki: "Allah katında bfr ceza olmak bakımından bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah'ın lanet edip gazabına uğrattığı, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle..." (Maide,) buyurmuş; işte bu âyetinde lanet ile, onları domuz ve maymun haline getirmeyi birbirinden ayırmıştır. Burada birkaç soru vardır:

Birinci soru: Cenâb-t Hakk'tn, "Yahut onlan ianetlemezden önce" ifâdesindeki zamir, kime râcidir?

Cevap: Eğer efendileri, reisleri kastedilirse, o efendilere; (eğer bu kastedilmez^) bu   yuzienn sahiplerine" râcidir. Çünkü takdir, "Rir kavmin yücuhunu silip belirsiz hale getirmezden önce.." seklindedir. Veyfbu zamir iltifat yoluyla "kendilerine kitap verilenlere râcidir. dolay( tahakkuk edecek "ah tehdıdden (va ıdden) önce olmuştur. Binaenaleyh, her ikisinin ayn, şey olmas, gerekir.

Cevap: Cenâb-ı Hakk'ın bu va'îdden sonra onlara lanet etmesi, onları hor ve hakir kılmada daha tesirlidir. Binaenaleyh bu, bu hususta doğru olabilir.

Üçüncü soru: Hak Teâlâ'nın, "Ey kendilerine kitap verilenler.." İfâdesi, şifahî bir hitabtır. Halbuki, "Yahut kendilerini lanetlemezden önce.." ifâdesi ise, gıyabî bir hitabtır. Binaenaleyh bu iki ifâde birbiri ile nasıl birleştirilebilir?

Cevap: Bazı alimler^bunun "iltifat" sanatı olduğunu söylemişlerdir Bu tıpkı, "Siz de gemilerde bulunduğunuz ve o (gemi)ler onlan (yani sizi) güzel bir hava ile, akar gibi götürdükleri zaman..'' (Yum 22) âyetinde olduğu gibidir. Bazı alimler de şöyle demişlerdir: "Bu, onların soyundan gelen tekzîb edenler (peygamberi yalanlayanlar) hakkında da bir va'îd olduğuna dikkat çekmedir." Bana göre, burada diğer bir ihtimal de şudur: Lanet, kovmak ve uzaklaştırmaktır. Uzak ofan da ancak gâib sîgasıyla anlatılır. Cenâb-ı Hak onlara lanet edince, onları gâib ifâdelerle zikretmiştir.

Daha sonra Allah Teâlâ, "Allah'ın emri yerine gelecektir" buyurmuştur. Bu hususta iki mesele vardır: [135]

 

Birinci Mesele    

 

İbn Abbas (r.a) şöyle demektedir:  "Cenâb-ı Hakk'ın yapmak istediği şeyi yapması imkânsız değildir" mana­sında olmak üzere, "O'nun hükmünü geriye çevirebilecek ve O'nun emrini bozan hiç bir varlık yoktur" manasını murad etmiştir. Bu senin olmasında hiç şüphe etmediğinşey hakkında, her nekadar o şey henüz yapılmamış ise de, "Bu iş tamam, oldu bitti" demen gibidir. Allah Teâlâ geçmiş peygamberler için olan "Her nezaman onlara, kavimlerine bir azabın indirileceğini haber vermiş ise, hiç şüphesiz o azab olmuştur" şeklindeki sünnetullahı haber vermek için de, (oldu) tabirini kullanmıştır. Öuna göre oniara sanki şöyle denilmektedir: "Sizler, Allah'ın geçmiş ümmetler hakkındaki va'îdlerinin kesin olarak tahakkuk ettiğini biliyorsunuz. Öyle ise şimdi siz de sakının ve bu va'îd hususunda uyanık olun." Allah en iyi bilendir. [136]

 

İkinci Mesele      

 

Cübbâî bu âyete dayanarak, Allah'ın kelâmının muhdes (mahlûk) olduğunu iddia edip şöyle demiştir: "Ayetteki, 'Allah'ın emri yerine gelecektir, (gelmiştir)" ifâdesi, em­rinin yerine gelmiş olduğunu gösterir. "Yaratılmış", "yapılmış" ve "yerine gelmiş (işlenmiş)" aynı şeydir. Binaenaleyh bu ifade, Allah'ın emrinin yaratılmış olduğunu gösterir." Bu, son derece düşük bir iddiadır. Çünkü Arapça'da "emir", durum, yol ve fiil manalarına gelir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Firavun'un emri (İşi), hiç de düzgün değildi" (Hûd. 97) buyurmuştur. Bu âyette de aynt manayadır. [137]

 

"Şüphesiz ki Allah, (insanın), kendisine eş tanımasını bağışlamaz. O (günah)tan başkasını, dileyeceği kimseler için yarlığar. Kim Allah'a şirk koşarsa, muhakkak pek büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur" (Nisa. 48). [138]

 

Bil ki Allah Teâlâ, yahudileri inkârlarından dolayı tehdid ve bu tehdidin mutlaka vuku bulacağını beyan edince, aynı tehdidin küfre has olan şeylerden olduğunu da bildirmiştir. Küfrün (inkârın) dışındaki diğer günahlara gelince, bunların durumu böyle olmayıp, Cenâb-ı Hak onları bazan affedebilir İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah "Şüphesiz ki Allah, (insanın), kendisine şirk koşmasını bağışlamaz. O (günah)tan başkasını, dileyeceği kimseler için affeder" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili birkaç mesele vardır: [139]

 

Yahudiler Müşrik Denilebilir 

 

Bu âyet şeriata göre yahudilerin "müşrik" diye adlandırılabile- çeklerine delâlet etmektedir. Şu iki husus da buna delildir:

a) Âyet, şirkin dışında kalan günahların bağışlanacağını göstermektedir. Binaenaleyh yahudilik, şayet şirkten başka birşey olsaydı, o zaman yahudilerin de, bu âyetin ifade ettiği hükme göre, bağışlanması gerekirdi. Halbuki yahudilerin bağışlanmayacağı icma ile sabittir. Binaenaleyh bu da, yahudiliğin şirke dahil olduğuna delalet etmektedir.

b) Bu âyetin, kendinden önceki âyetle ilgisi, ancak o âyetin yahudilere karşı bir va'îdi ihtiva etmiş olması bakımındandır. Eğer yahudilik, "şirk" isminin altına girmemiş olsaydı, durum böyle olmazdı. İmdi eğer, "Allah "o İmân edenler ve yahudilerr ve sâbttler ve hristiyanlar ve mecûsller ve Allah'a şirk koşanlar (yok mu?).." (Hacc, 17) buyurmuş ve "müşrikleri, "yahudiler" üzerine atfetmiştir. Bu da onların birbirinden farklı olmalarını gerektirir?" denilir ise, biz de deriz ki: "Bu farklı oluş, lügat manası bakımındandır. Bunların aynı oluşu ise, şer'î mana bakırnındandır. Aradaki tenakuzu gidermek için, bizim söylediğimiz manayı almak gerekir. Bu mukaddime, böylece sabit olunca, biz deriz ki: Şafiî(r.h) bir müslümanın, zımmiye mukabil kısas edilemeyeceğini söylerken, Ebu Hanife, kısas edilebileceğini söylemiştir. Şafiî'nin delili şudur: Zımmî, söylediğimiz sebeplerden ötürü müşriktir. Müşrik olanın ise kanı helâldir (öldürülebilir). Çünkü Cenâb-ı Hak,   "Müşrikleri öldürünüz" (Tevbe, 5) buyurmuştur.  Bundan dolayı, zikrettiğimiz sebeplerden ötürü, zımminin kanı helâldir. Kanı helâl olanı öldürene kısas gerekmez. Binaenaleyh onu öldürmenin yasaklanması, menhî (yasaklanan kişi) hakkında bu delile İstinaden ameli terketmeyi gerektirmez. Dolayısıyla zımmiyi öldüren müslümandan kısasın düşmesi hususunda, bu delil ile amel etmek gerekir. [140]

 

Allah Şirk Dışında Bütün Günahları Affeder 

 

Âyet, Allah Teâlâ'nm, büyük günah sahibini affedeceğine dair, biz ehl-i sünnetin en kuvvetli delillerinden biridir. Bil ki Allah Şirk Dışjnda Bütün Günahları  bu âyetten, birkaç bakımdan delil çıkarılmıştır:

a) Âyetteki, "şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını

bağışlamaz" buyruğu, "Allah, şirki bir lütuf yoluyla bağışlamaz" manasındadır. Çünkü müşrik, şirkinden tevbe ettiği zaman, Cenâb-ı Hakk'ın onu vücub yoluyla "mecburî olarak) affetmesinin söz konusu olmadığı icmâ ile sabittir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın "Allah şirki bağışlamaz" sözü, "şirki, lütuf yoluyla bağışlamaz" manasında olursa, Allah'ın "O (günah)tan başkasını., affeder" sözünün de, şirkin dışında kalan günahları, lütuf yoluyla bağışlayacağı manasına gelmesi gerekir. İşte böylece olumlu ve olumsuz hükümler, aynı manada gelmiş olurlar. Baksana, bir kimse şayet, "Falanca, hiç kimseye lütfederek vermez, fazla fazla verir" dese, bu sözden, o kimsenin lütfederek verdiği anlaşılır. Hatta o kimse bu sözü biraz daha açık olarak "O, hiç kimseye, lütuf suretinde hiçbirşey vermez. Ancak vücub suretiyle (mecburi olarak) daha fazlasını verir" dese, her akıllı insan, bu sözün bozukluğuna hükmeder. İşte böylece Cenâb-ı Hakkin, şirk dışındaki günahları, dilediği kimseler için bir lütuf olarak bağışlayacağı sabit olmuş olur. Bu sabit olunca da biz deriz ki: O zaman bu âyetten kastedilenlerin, tevbe etmemiş olan büyük günah sahipleri olması gerekir. Zira Mu'tezİle'ye göre, tevbe edildikten sonra hem küçük, hem büyük günahların bağışlanması aklen vacibtir. Binaenaleyh âyeti bu manaya hamletmek mümkün değildir. Bu da sabit olunca, geriye âyeti, ancak tevbe edilmemiş büyük günahların bağışlanması manasına hamletme yolu kalmıştır ki zaten elde etmek istediğimiz netice de budur.

b) Allah, nehyedîlen şeyleri "şirk" ve "şirkin dışındakiler" diye iki kısma ayırmıştır. Şirk dışındaki günahlara, tevbe edilmemiş büyük günahlar, tevbesi yapılmamış büyük günah ve bütün küçük günahlar dâhildir. Cenâb-ı Hak, şirkin bağışlanmayacağını, onun dışındakilerin ise affed ilebileceğin i kesin olarak bildirmiştir. Fakat bağışlama hususundaki bu kesin hüküm, dilediği kimseler hakkında söz konusudur. Binaenaleyh âyetin takdiri, "Allah şirkin dışında kalan günahları, ancak dilediği kimseler için affeder" şeklinde olur. Âyet, şirk dışındaki günahların bağlanabileceğine delalet edince, tevbe edilmemiş büyük günahların da bağışlanabileceği anlaşılır.

c) Hak Teâlâ, "dileyeceği kimseler için" buyurup, bu bağışlamayı, kendi meşîet ve iradesine bağlamıştır. Halbuki tevbesi yapılan büyük günahlar ile bütün küçük günahların bağışlanacağı kesin olup, Allah'ın meşîetine bağlanmamıştır. Binaenaleyh bu âyette bahsedilen bağışlanmanın, tevbesi yapılmamış olan büyük günahların bağışlanması olması gerekir ki zaten elde etmek istediğimiz netice de budur. Mu'tezile, bu son izaha şu şekilde itiraz etmiştir: "Bağışlama işinin, Allah'ın meşî'etine bağlanması, onun vacip (mutlaka yapılması gereken bir şey) olmasına ters düşmez. Baksana, Cenâb-ı Hak bu âyetten sonra, "Öyle değil. Allah kimi di/erse, onu temize çıkarır.." (Nisa, 49) buyurmuştur. Sonra biz, Allah Teâlâ'nın, ancak temize çıkartılmaya (tezkiyeye) ehil olan kimseleri, tezkiye edeceğini biliyoruz. Aksi halde bu âyet yalan olur. Yalan ise Altah hakkında muhaldir. İşte mevzubahis âyette de böyiedir."

Bil ki Mu'tezile'nin, bu delillere, va'îdi ifâde eden umûmî âyetler ile karşı çıkmadan başka, nazar-ı dikkate alınacak bir sözleri yoktur. Biz de, onların karşısına vaad ifâde eden umumî âyetlerle çıkarız. Bu husustaki izahlarımız, Bakara sûresinde (81 âyetin) tefsirinde, enine boyuna ele alınmış ve ortaya konulmuştu. Bunları, burada tekrar etmenin oir faydası yok. Vahidî, "Kitabu'l-Basîf'inde, senedli olarak, İbn Ömer (r.a)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Biz, Resûlullah zamanında, içimizden birisi, büyük günah işlemiş olarak öldüğünde, onun cehennemliklerden olduğuna şehadet ediyor (inanıyor)duk. Bu âyet nazil olunca, bundan kaçındık." îbn Abbas (r.a)da: "Ben, müşrik olarak yapılan hiçbir amelin fayda vermediği gibi, tevhid ile birlikte, hiçbir günahın zarar vermeyeceğini umuyorum" demiştir. İbn Abbas (r.a), bu sözü Hz. Ömer (r.a)'in yanında söylemiş, o da buna karşı çıkmamıştır. Yine merfu olarak, Hz. Peygamber (s.a.sj'in şöyle dediği rivayet edildi:  damgası ile damgalanın ve o imanı ikrar edin. [141]

 

İkinci Mesele      

 

İbn Abbas (r.a)'ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Uhud günü, Hz. Vahşî (r.a) Hz. Hamza'yı öldürmüştü. Müşrikler Hz. Hamza'yı öldürürse, kendisini azâd edeceklerine söz vermişlerdi. Fakat onlar sözlerinde durmadılar. İşte bundan ötürü Hz. Vahşî ve arkadaşları yaptıklarına pişman olup, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, günahlarını ve İslâm'a girmelerine ancak Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, Allah'ın yanında başka bir tanrıya tapmazlar, Allah'ın haram kıldığı cana, haksız yere kıymazlar..." (Furkan, 68) âyetine mâni olduğunu yazarak, biz bu âyette bahsedilen herşeyi irtikab ettik demişlerdir. İşte bunun üzerine, "Ancak tevbe ve iman edip, salih ameller işleyenler müstesna..." (Furkan, 70) âyeti nazil oldu, Onlar bunun üzerine de, "Bu, yerine getiremeyeceğimizden korktuğumuz ağır bir şarttır" dediler. O zaman da, "Şüphesiz ki Allah,   kendisine  şirk  koşulmasını  bağışlamaz.   O  (günah)tan  başkasını. dlleyecekkimseler için affeder" (Nisa, 48) âyeti nazil oldu. Onlar bu defa da, "Biz, Cenâb-ı Hakk'ın dilediği kimselerden olmamaktan krkuyoruz" deyince de, "De ki: "Ey kendi aleyhlerine (günahada) haddi aşanlar, Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahları affeder. Şüphesiz ki O, gafur ve rahimdir" r. 53) âyeti nazil oldu. İşte böylece onlar, o zaman İslâm'a girdiler."

Kâdî Abdülcebbâr, bu rivayeti tenkid ederek şöyle demiştir: "İman etmek isteyen kimsenin, bu kadar bahane ileri sürmesi caiz değildir. Bir de, Hak Teâlâ'nın, "Çünkü Allah, bütün günahları affeder" (Zümer. 53) buyruğu mutlak manada anlaşılacak olsa bu, insanları, işlemekte oldukları (günahta) sebata ve devama bir teşvik olur."

Buna şöyle cevap verilir: Şöyle denilmesi uzak bir ihtimal değildir: "Onlar Hz. Hamza'yı öldürmenin ve Hz. Peygamber (s.a.s)'e bu derece eziyet etmenin, son derece büyük bir günah olduğunu gördüler de, kalblerine, bu günahlarının affedilip affedilemeyeceği korkusu düştü. İşte bundan dolayı da tekrar tekrar bahane ileri sürdüler. Kâdî'nin, "Bu, çirkin ve kötü fiili teşvik manasına gelir" şeklindeki görüşüne gelince, bu ancak onun kendi mezhebine (Mu'tezile'ye) göre doğru olur. Fakat bizim, "Hak Teâlâ, dilediğini yapar" şeklindeki inancımıza göre ise, bu sual düşer. Allah en iyi bilendir.

Sonra Hak Teâlâ, "Kfrn Allah'a şirk koşarsa, muhakkak pek büyük bir günah işleyerek iftira etmiş olur" buyurmuştur. Bu, "Affedilmeyecek bir günah uydurmuş" demektir. Arapça'da, birisi bir yalan uydurduğu zaman, denilir. "İftira"  kelimesi "kesmek" manasına olan. masdarındandır. [142]

 

İnsanın Değil, Allah'ın Tezkiyesi Önemlidir

 

"Kendilerini tezkiye eden (temize çıkaranlara bakmadın mı? Öyle değil, Allah kimi dilerse onu temize çıkarır. Onlar hurma çekirdeğinin ince ipliği kadar bile

haksızlık  görmezler. Bak, Allah'a karşı nasıl olmadık yalan düzüyorlar? Bu, apaçık bir günah olarak yeter"

(Nisa, 49-50).

Bil ki Cenâb-t Hak, yahudileri "Şüphesiz ki Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz..." (nim, 48) sözüyle tehdit edince, o zaman onlar şöyle dediler: "Biz müşrik değiliz, bilâkis biz, Allah'ın en hâs kullarıyız." Nitekim Cenâb-ı Hak onların, "Biz, Allah'ın oğullan ve sevgileriyiz" (Maiöe,)"Bize cehennem, sayılı (mahdud) günlerden fazla katiyyen dokunmayacak" (Bakar», eo) ve "Yahudi veya hristiyan olanlardan başkası asla cennete girmeyecek" (Bakara. ıııj dediklerini nakletrniştir. Onlardan bazıları da, "muhakkak ki bizim atalarımız peygamber idiler, binaenaleyh bize şefaat ederler" diyorlardı.

İbn Abbas (r.a)'dan rivayet edildiğine göre, yahudilerden bir topluluk, çocukların» Hz. Peygamber (s.a.s)'e getirirler ve şöyle derler: "Ey Muhammed, bunların boyunlarında bir günah var mı?" Hz. Peygamber, "Hayır" deyince de, "Vallahi, biz de bu çocuklar gibi (günahsızız). Gece işlediğimiz günahlar, gündüz; gündüz işlediğimiz günahlar da gece b'tzöen silinir" dediler. Velhasıl bu topluluk, kendilerini tezkiye etmede çok ileri gitmişlerdi. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah bu âyette, \nsawn kendi kendini tezkiye etmesine (temize çıkarmasına) değil, ancak Allah'ın onu tezkiye etmesine itibar edileceğini beyan etmiştir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [143]

 

Hz Peygamberi Kendisini Tezkiyesi   

 

Buradaki "tezkiye", insanın kendi kendisini medhetmesin- den ibarettir. "Adil bir kimsenin şahidi tezkiye etmesi..." manasında tabiri de bu köktendir. Nitekim Allah Teâlâ da, "Binaenaleyh kendinizi temize çıkarmayın. O (Allah), fttika eden kimseyi çok iyi bilir" (Necm, 32) buyurmuştur. Çünkü tezkiye, takva ile bir husustur. Takva ise, insanın batınında bulunan bir sıfattır ve onun gerçekten olup olmadığını ancak Allah bilir. Binaenaleyh hiç şüphe yok k\ ancak Allah'ın tezkiye etmesi doğru olur. Bundan dolayı da Allah Teâlâ, "öyle değil, Allah kimi dilerse, onu temize çıkanr" demiştir.

Eğer, "Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah'a yemin olsun ki, ben gökte de emin (olarak), yerde de emîn (olarak bilinir)im" [144]dememiş midir?" denirse, biz deriz ki: "Hz. Peygamber (s.a.s) bu sözü, münafıklar ona, "Ganimet taksiminde adaletli ol" dedikleri zaman söylemiştir. Bir de Hak Teâlâ, Hz. Peygamberi, mucizelerin delâleti ile tezkiye edince, onun kendi kendini tezkiye etmesi, başkalarının aksine caiz olmuştur. [145]

 

Kuldaki İmanı Yaratan Allah’dır

    

Âyetteki "öyle değil, Allah kimi dilerse onu temize çıkarır" buyruğu, imanın, Allah'ın yaratmasıile meydana geldiğine defâiet eder. Çünkü tezkiye ve temizliğin en şereflisi imanın kendisidir. Allah Teâlâ, dilediğini tezkiye edenin kendisi olduğunu zikredince bu. mü'minlerin imanının ancak Allah'ın yaratması ile meydana geldiğini gösterir. [146]

 

İnsana Azıcık da Olsa Zulmedilmez 

 

Âyetteki, "Onlar, hurma çekirdeğinin ince ipliği kadar bile haksızlık görmezler'' ifadesi, "şüphesiz ki

Allah, zerre kadar haksızlık etmez" (Nisa, 40) âyeti gibidir. Bunun manası ya, "kendilerini tezkiye edenler, bu tezki­yelerine mukabil hiçbir zulme uğramaksızın hak ettikleri ceza ile cezalandırılırlar" şeklinde; ya da, "Allah'ın kendilerini tezkiye ettiği kimseler yok mu, işte onlara Allah taatlanna karşılık sevap verir ve sevaplarını hiç eksiltmez" şeklindedir. Buradaki "fetîl" kelimesi, senin iki parmak arasında yuvarlamış olduğun kire verilen isim olup, ism-i mef'ûl manasında olmak üzere, faîl vezninde gelmiştir. İbnu's-Sikkft'ten şu rivayet edilmiştir: "Fetîl, çekirdeğin yangındaki iplikçiktir. "Nakîr" kelimesi ise, çekirdeğin üstündeki noktadır. "Kıtmîr" kelimesi de, çekirdeğin üzerindeki ince zardır. İşte taunların hepsi, önemsiz ve değersiz şeyleri ifade etmek için kullanılan birer mesel olmuşlardır." Binaenaleyh bu âyetin manası, "Onlar, az ya da çok, hiçbir şekilde zulme uğratılmazlar" şeklindedir.

Sonra Hak Teâlâ, "Bak, Allah'a karşı nasıl olmadık yalan düzüyorlar" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır: [147]

 

Birinci Mesele

  

Bu, onların Allah hakkındaki iftiralarından dolayı, Hz. Peygamberi hayrete sevketmek için getirilmiş bir ifadedir.

Bu iftira ise, o yahudilerin kendilerini tezkiye edip, bu hususta Allah'a karşı iftirada bulunmalarıdır ki, bu da "onların, "Biz, Allah m oğullan ve sevgilileriyiz" (Maîde, "Yahudi veya hrish'yan olanlardan başkası asla cennete girmeyecek" (Bakara, n i) ve "Gündüz işlediğimiz günahlar, gece affolunur" şeklindeki sözleridir. [148]

 

İkinci Mesele     

 

Bizim görüşümüz şudur: Bir şey hakkında verilen haber, o şeyin hilafına ise, yalan olur. Bunu söyleyen kimse,

bunun böyle olduğunu bilsin, ya da bilmesin, değişmez.

Câhız ise, "Onun yalan olmasının şartı, onun işin hakikatinin tersine olduğunun bilinmesidir" demiştir. Bu âyet, bizim için bir delildir, çünkü onlar, kendilerinin temiz olduklarına inanıyor ve kendilerini tezkiye ediyorlardı. Daha sonra, onlar kendilerinin temiz olduğunu söyleyip kendilerini tezkiye edince, bu hususta Allah onları yalanlamıştır ki, bu da bizim söylediğimiz şeye delâlet etmektedir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Bu apaçık bir günah olarak yeter" buyurmuştur. Arapça'da, medh ya da zemm cihetinden tazim ifade etmek için "ona yetti" denilir. Medh cihetinden kullanışa gelince bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gerçek bir dost olarak Allah yeter; hakiki bir yardıma olarak da Allah kâfidir" (Nisa, 45} buyruğunda olduğu gibidir. Zemm hususundaki kullanılışa gelince, bu da, bu âyetteki kullanılıştır. ifadesi ise, temyiz olduğu için man-subtur. [149]

 

Yahudilerin, Müşrikleri Mü'minlere Tercih Etmeleri

 

"Bakmadın mı şu kendilerine kitaptan biraz nasib verilenlere? Kendileri ve taguta inanıyorlar, diğer küfredenler için de: "Bunlar iman edenlerden daha doğru bir yoldadır" diyorlar. Bunlarf Allah'ın kendilerine lanet ettiği kimselerdir. Allah kime lanet ederse, artık ona, hakîkî hiçbir yardımcı bulamazsın" (Nisa, 51-52).

Bil ki Cenâb-ı Hak, yahudilerin başka bir tuzak ve hilekârlıklarını nakletmiştir ki, o da şudur: Yahudiler, puta tapanları mü'minlere tercih ediyorlardı. Halbuki onların, bunun batıl olduğunu bildiklerinde hiçbir şüphe yoktur. Binaenaleyh, onların bu sözü söylemeye cür'et etmeleri, sırf inat ve taassuptan dolayıdır. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [150]

 

 Birinci Mesele

  

Rivayet olunduğuna göre yahudi olan Huyey İbn Ahtab ile, Ka'b İbnu'l-Eşref, bir grup yahudi ile Hz. Muhammed (s.a.s)'e karşı savaşmak için Kureyş ile anlaşma yapmak üzere çıkıp Mekke'ye gelmişlerdi. Bunun üzerine Kureyş, "Siz ehl-i kitapsınız. Siz, Muhammed'e bizden daha yakınsınız; binaenaleyh, biz sizin hilenizden emin olamayız. Bu sebeple, kalblerimizin mutmain olması için, ilahlarımıza (putlarımıza) secde edin" demişlerdi. Onlar da bu isteği yerine getirmişlerdi ki, işte yahudilerin "cibt"e ve "tağuf'a iman etmeleri budur. Çünkü onlar, putlara secde etmişlerdi. Bunun üzerine Ebu Süfyan, "biz mi daha doğru yoldayız, yoksa Muhammed mi?" deyince, Kâ'b, "Muhammed ne söylüyor?" dedi. Bunun üzerine Kureyş, "Bir olan Allah'a ibadet etmeyi emrediyor, putlara tapmaktan nehyediyor ve ecdadının dinini bırakarak, araya ayrılık ve ikilik"sokuyor" dedi. Bu cevaba karşılık Kâ'b, "Sizin dininiz nedir, (anlatırmısınız?)" deyince Kureyş, Biz, Beytullah'ın sahibiyiz; hanlara su verir, müsafire ikram eder ve esirleri azâd ederiz" deyip benzeri şeyleri sayıp döktüler. Bunun üzerine Kâ'b: "Siz daha doğru yoldasınız" demiştir ki, işte yahudilerin, kâfir olanlara (Kureyş'e), "bunlar iman edenlerden daha doğru yoldadır" demelerinden murad edilen budur. [151]

 

Cibt Ve Tağutlu Manası 

 

Alimler, "Clbt" ve "TâğuV'un ne olduğu hususunda ihtilaf etmişler ve bu hususta şu görüşleri nakletmişlerdir

1) Dilciler, "Allah'tan başka, kendisine tapılan her şey "cibt" ve "tâğuV'tur" demişler, sonra bunların ekserisi,

"cibf'in, kendi lafzından iştikak etmemiş olduğunu iddia etmişlerdir. Kaffâl, dilcilerin bir kısmından, "cibt" kelimesinin olduğunu, daha sonra sîn harfinin tâ harfine tebdil edildiğini nakletmiştir. kelimesinin lügat anlamı ise, "adî, değersiz ve pis olan şey" demektir.

"Tâğût" kelimesine gelince, bu kelime "tuğyan" masdarından alınmıştır. "Tuğyan" ise, günah ve isyanda çok ileri giderek haddi aşmaktır. Binaenaleyh, büyük günah işlemeye davet eden herkese, bu isim, yani "tağut" ismi verilmiştir. Daha sonra dilciler, bu ismin kullanılışı hakkında sahayı biraz daha genişleterek, bu kelimeyi cansızlara (cemâdâta) da ıtlak etmişlerdir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Beni de, ogulianmı da putlara tapmaktan uzak fut. Rabb'im, çünkü onlar insanlardan bir çoğuna baştan çıkardılar" (ibrahim, 35-36) buyurmuş, böylece , cemâdât olmalarına rağmen, saptırma işini putlara nisbet etmiştir.

2) Keşşaf sahibi: "Cibt, putlar ile, Allah'ın dışında kendisine ibadet edilen her şey; "tâğut" ise, şeytandır" demiştir.

3) Cibt, putlar; tâğût ise, putların tercümanlarıdır. Bu tercümanlar, insanlara o putlar hakkında yalanlar nakleder ve böylece o insanları o yalanlar ile saptırır, idtâl ederler. Bu görüş, İbn Abbas'tan nakledilmiştir.

4)  Ali İbn Ebi Talha; İbn Abbas'ın cibt'in kâhin; tâğût'un ise sihirbazlar olduğunu söylediğini rivayet etmiştir.

5)  Kelbî, bu âyette geçen "cibt"in, Huyey İbn Ahtab; tâğût'un ise, Kâ'b İbnu'l-Eşref olduğunu; yahudilerin bu iki kimseye müracaat ettiklerini belirtip "işte bu sebeple bunlar insanları saptırma ve azdırma hususunda çaba sarfettikleri için, bu isimle adlandırılmışlardır" demiştir.

6) Cibt ve tâğut, Kureyş'in iki putunun ismidir. Bunlar, Kureyş'i hoşnut etmek için yahudilerin kendilerine secde etmiş oldukları iki puttur.

Netice olarak diyebiliriz ki, bu husustaki görüşler pek çoktur. Ama, bu iki kelime şer ve fesad hususunda doruk noktaya ulaşmış herkese alem, özel ad olarak konulmuş lâfızlardır.

Sonra Cenâb-ı Hak "İşte onlar, Allah 'm kendilerine lanet ettiği kimselerdir. Allah kime lanet ederse, artık ona, hakikî hiçbir yardıma bulamazsın" (Nisa. 52) buyurmuş, kendisi tarafından onlara lanet edildiğini beyan buyurmuştur. Lanet ise, Allah'ın yardımı keserek rahmetinden uzaklaştırması demektir kî, bu da Allah'ın mü'minlere olan yakınlığının zıddıdır. Bundan sonra da Cenâb-t Hak, Allah'ın lanet ettiği bir kimseye, hiçbir kimsenin yardım edemiyeceğini beyan buyurmuştur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "... Hepside, Allah'ın rahmetinden kovulmuş olarak... Nerede ele geçirilirlerse yakalanır ve öldürülürler de öldürülürler..." (Ahzfib, ei) âyetinde olduğu gibidir. İşte bu lanet, mevcut ve tahakkuk eden lanettir. Ahiretteki lanete gelince, bu daha büyüktür. Bu da, "o günde hiç kimsenin hiç kimseye fayda verememesi ve emrin yalnız Allah'a mahsus olması" ile tahakkuk edecek olan bir lanettir. Bu ifadede, "Zıddın, zıd üzerine hamledilmesi kabilinden", Allah'ın Resulüne yardım, mü'minlere de takviye ve teyîd va'adi bulunmaktadır. Nitekim Cenâb-ı Hak, önceki âyetlerde de, "Gerçek bir dost olarak Allah yeter; hakîki bir yardımcı olarak da Allah kâüdir.." (Nisa. 45) buyurmuştur.

Bil ki bu yahudi topluluğu, bu denli şiddetli olan bir laneti hak etmişlerdi. Çünkü onların, puta tapanları, Hz. Muhammed (s.a.s)'e iman edenlere tercih etme ve onları üstün tutma hususundaki sözleri bir büyüklenme (mükabere), hakka karşı bilerek diretme yerine geçmiştir. Çünkü, Allah'tan başkasına ibâdet eden kimsenin durumu, Allah'tan başkasına tapmaya razı olmayan kimsenin durumundan nasıl üstün olabilir? Dini, tamamiyle Yaratan'a hizmete yönelmek, dünyadan yüz çevirip ahirete teveccüh etmek olan bir kimsenin durumu, bütün bu hususlarda, tamamiyle aksini yapan kimsenin durumundan artık nasıl olur da daha aşağı ve düşük olabilir? Allah en İyi bilendir. [152]

 

Cimrilik ve Hasedin Kötülüğü

 

'ToJtea onların, mülkten bir hissesi mi var? Fakat öyle olsaydı, insanlara çekirdek kadar blrşey bile vermezlerdi"

(Nisa, 53).

Bil ki, Cenâb-ı Hak önceki âyette yahudileri şiddetli bir cehaletle vasfetmiştir ki, bu da onları "Puta tapanların, Allah'a ibadet edenlerden daha üstün olduğuna inanmalarıdır." Bu âyette de onları, cimrilik ve haset etmekle vasfetmiştir. Cimrilik, bir kimsenin, Allah'ın kendisine vermiş olduğu nimetlerden hiç kimseye hiçbir şey vermemesidir. Hased ise, insanın, Allah'ın başka kimselere hiçbir nimet vermemesini temenni etmesidir. Binaenaleyh, cimrilik ile hased kendisinde bulunduğu kimselerde, Allah'ın başkalarına nimet vermemesini isteme hususunda müşterektirler. Buna göre cimri olan kimse, kendinde olan nimeti başkalarına vermez; hased eden kimse de, Allah'ın, başka kullarına hiçbir nimet vermemesini ister. Cenâb-ı Hak o âyeti bu âyetten önce getirmiştir; çünkü insanın, "kuwet-i âlime" (bilme kuvveti) ve "kuwet-i âmile" (yapma kuvveti) diye iki kuvveti vardır. Kuvvet-i âlime'nin kemâli, ilim; noksanlığı ise, cehalettir. Kuvvet-i âmile'nin kemâli, güzel ahlâk; noksanlığı ise, kötü ahlâktır. Noksanlık itibariyle kötü ahlâkın en şiddetlisi de, cimrilik ile haseddir. Çünkü bunlar, Allah'ın kullarına birçok zararın dönüp gelmesinin menseldirler.

Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Cenâb-ı Hak şu iki sebepten dolayı yahudileri, cimrilik ve hased ile nitelendirmeden önce, cehaletle vasfetmiştir:

a) Kuvvet-i nazariyye, şeref ve derece bakımından, kuvvet-i ameliyye'den önce gelip, amelî kuvvetin temelidir. Bu sebeple, kuvvet-i nazariyyenin açıklanmasının, kuvvet-i ameliyyenin durumunun açıklanmasından önce gelmesi gerekmiştir.

b) Cimriliğin ve hasedin sebebi, cehalettir. Sebep, müsebbebten (neticeden) önce olur. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Hak, cimrilik ve hasedden önce cehaleti zikretmiştir. Biz, cehaleti cimrilik ve hased sebebi olarak zikrettik.

Cimriliğe gelince, bu şundan dolayı böyledir: Malı harcamak, nefsin tezkiyesinin (temizlenmesinin) ve âhirette mutluluğu elde etmenin sebebidir. Malı harcamamak ise, dünya malının insanın elinde birikmesinin sebebidir. Binaenaleyh cimrilik, seni dünyaya bağlayıp, âhiretten alıkor. Cömertlik ise, seni âhirete davet edip, dünyadan

aiıkor. Dünyayı âhlrete tercih etmek ise, sırf cehaletten dolayı olur. Hasede gelince, bu şundan dolayı böyledir: Hanlık, nimet ve lütuîları kullara ulaştırıp, onlara ihsanda bulunmaktan ibarettir. Binaenaleyh bunu hoş görmeyen, sanki Allah'ı, hanlıktan azletmek istemiştir. Bu ise, sırf cehaletten neş'et eder. Binaenaleyh cimrilik ve hasedin asıl sebebinin, cehalet olduğu sabit olmuş olur. Cenâb-t Hak önce cehaleti zikredince, peşinden müsebbeb (netice) de sebebin peşine zikredilmiş olsun diye, cimrilik ve hasedi zikretmiştir. İşte bu âyetin önceki âyetlerle irtibatının izahı budur. Bu âyetle ilgili birtakım meseleler bulunmaktadır: [153]

 

Edatı Hakkında İzahat 

 

Buradaki, fi (yoksa) lafzı hakkında şu izahlar yapılmıştır:

a) Bazı kimseler bundaki mîm'in "sıla" olup, (Onlar için mi) takdirinde olduğunu söylemişlerdir. Çünkü  edatından önce bir istifham (soru) geçmediği zaman, bun­daki mim harfi "sıla" olur.

b)  Bu, em-i muttasıladır. Bu âyette daha önce mana bakımından bir istifham geçmişti. Zira Allah Teâlâ, o mel'un yâhudilerin, Kureyş müşriklerine   "sizler, mü'minlerden daha doğru yoldasınız" dediklerini nakledince, bu ifâde üzerine, "Yoksa onların mülkten bir hissesi mi var?" ifâdesini atfetmiştir. Buna göre sanki Cenâb-ı Hak, "Buna mı şaşılır, yoksa kendileri için bir mülk bulunması ve son derece cimri olmaları durumunda, o yâhudilerin o müşriklere "Onların mülkten bir hissesi var" demelerine mi şaşılır?" demek istemiştir.

c) Bu, em-i munkatı'a olup kendisinden önceki ifâdelerle ilgisi yoktur. Buna göre sanki, kendisinden önceki söz tamamlanınca, "Belki de onların, mülkten bir hissesi vardır" buyurmuştur. Buna göre  fi lafzının başındaki istifham hemzesi, istifhâm-ı inkârı olup, "Onlar için mülkten hiçbir hisse yoktur" demektir. Bu izah, en doğru izahtır. [154]

 

 Yahudilerin Mülk Hırsı

      

Alimler bu ifadede geçen "mülk" hakkında da şu izahları yapmışlardır:

1) Yahudiler, "Biz, mülke (hükmetmeye) ve nübüvvete dahajâyıkız. Binaenaleyh biz, Araplara nasıl tâbi oluruz?" diyorlardı. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak bu âyetle, onların bu görüşlerini iptal etmiştir.

2)   Yahudiler,   hükümranlığın  (mülkün),   kıyamete  doğru  yeniden   ellerine geçeceğini iddia ediyorlardı. İddialarına göre içlerinden bir yahudi çıkacak, mülklerini ve devletlerini yeniden kuracak ve insanları kendi dinlerine davet edecekti- Böylece Allah Teâlâ onları bu âyetle yalanlamıştır.

3)  Buradaki mülkten maksad, temlik (mal sahibi etme)dir. Yani, "Eğer mâlik kılmak onların elinde olsaydı, onlar muhakkak o nübüvveti sana vermezlerdi. Yine eğer mal mülk sahibi etme gücü onların elinde olsaydı, onlar bu hususta son derece cimri olurlardı. Binaenaleyh onlar yapmaya ve yapmamaya nasıl kadir olabilirler?" Ebu Bekir el-Esamm şöyle demiştir: "Onların bağlan, bahçeleri ve birçok malları vardı. Son derece güçlü ve karşı konulamaz bir durumda idiler. Daha sonra fakirlere karşı son derece cimri oldular. İşte bundan dolayı bu âyet nazil oldu." [155]

 

 Mülkün Manası

 

Allah   Teâlâ,   onlarır   cimriliklerini,   onlar   için   mülkün meydana gelmesine bir mani olarak kabul etmiştir. Bu da, mülkün ve cimriliğin bir arada bulunamıyacağına delâlet etmektedir. Bunun aklî yönden izahı da şöyle yapılabilir:  Başkasına boyun eğmek, İizâtihî hoş karşılanmayan bir durumdur. Halbuki insan, karşılığında istediği ve arzuladığı bir şeyi elde etmediği sürece sıkıntılara katlanmaz. İhtiyaçlar, insanları çepeçevre kuşatmıştır. Binaenaleyh bir kimse, bir başkasına iyilik yaptığında, kendisine iyilik yapılan kimsenin o mal hususundaki isteği, iyilik edilen kimsenin, kendisine iyilik edene boyun eğip, ona itaatkâr davranmasına sebep olur. İşte bundan dolayı, "yapılan iyilik, hür kimseleri kul-köle eder" denilmiştir. Binaenaleyh, böyle bir iyilik bulunmadığı zaman, insanın yaratılışında bulunan başkasına itaat etmeme, nefret duygusu, o vakit engellenmemiş, karşt konulmamış, bastırılmamış olur. Böylece de, kesin olarak bir inkıyâd meydana gelmez. Bu sebeple de, mülk ile cimriliğin bir arada bulunamıyacağı sabit olmuş olur.

Ayrıca, mülk üç kısımdır:

a)   Sadece, zahire malik ve hükümran olmak. Bu, meliklerin (padişahların) mülküdür.

b)  Sadece bâtına mâlik ve hükümran olmak. Bu da, âlimlerin mülküdür.

c)  Hem zahire, hem de bâtına hükümran olmak. Bu ise, peygamberler (a.s)'in mülküdür. Cömertlik, mülkün ayrılmaz bir parçası olunca, şu huyların herbirinin, insanların kendilerine uymalarının ve emirlerine sımsıkı sarılabitmelerinin sebebi olması için peygamoerlerin son derece cömert, keremli, merhametli ve şefkatli olmalan gerekir. Bütün bu sıfatların en mükemmeli, Hz. Muhammed (s.a.s)'de bulunmaktadır. [156]

 

Edatı Hakkında

 

Sîbeveyh şöyle demektedir: "Fiillerde amel etmesi bakımından üto edatı, isimlerde amel eden (zannedi  yorum, zannederim) yerindedir. Bunu şu şekilde izah ede­biliriz: "Zannetmek" fiili, kelâmın başında bulunursa, nasb- eder; başka birşey olmaz. Bu meselâ senin, "Zeyd'in ayakta olduğunu zannediyorum" demen gibidir. Eğer bu fiil, kelâmın ortasında bulunursa, onu amel ettirmek ya da ettirmemek caizdir. Bu da, senin "Öyle sanıyorum ki, Zeyd ayaktadır" demen gibidir. İstersen, (Zeyd'in ayakta olduğunu zannedi-yorumjda diyebilirsin. Eğer, fiil kelâmın sonunda bulunursa, en güzel olanı onu amel ettirmemektir. Meselâ, "Zannediyorum Zeyd gidicidir" demen gibi. Bu anlattıklarımızın sebebi şudur: ve (bildi) (zannetti, sandı) vb. fiiller, amel bakımından zayıftırlar. Çünkü bu fiiller, mamullerinde müessir olamazlar. Binaenaleyh, bu fiiller mamullerinden önce zikredildiğinde, bu onların özellikle ve hassaten kastedildiklerine delâlet eder. Böylece de, mamullerine tesir etme bakımından kuvvetli olmuş olurlar. Bu filler mamullerinden sonra getirildiklerinde, bu durum onların bizzat kastedilmediklehne delâlet eder; bundan dolayı da amel edemezler. Bu fiil mamullerinin ortasında bulunduğunda, bu durumda, ne her yönden bizatihi kastedilmiş olurlar, ne de her yönden ihmâl edilmiş olurlar. Bilakis, bu iki durum arasında orta bir durumda bulunmuş olurlar. Binaenaleyh, hiç şüphesiz (bu durumda) bu fiilleri hem amel ettirmek, hem de amel ettirmemek caiz olmuş olur.

Mamullerinin ortasında bulunduğunda amel ettirmek, mamullerinden sonra geldiğindeyse, amel ettirmemek daha güzeldir.

İşte sen bunu iyice anladığında biz deriz ki, öâl kelimesi de aynı tertib üzeredir. Eğer öne geçerse, fiili nasbeder. Mesela sen, ait "O halde, sana ikram ederim.." dersin. Eğer ortada bulunur veya en sonda bulunursa, o zaman amel ettirilmemesi caizdir. Mesela sen, dersin, böylece de bu edatı, bu iki halde amel ettirmemiş olursun. Sen bu mukaddimeyi iyice anladığında, bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, "Fakat Öyle olsaydı, insanlara çekirdeğin arkasındaki minik bir tomurcuğu bile vermezlerdi" ifâdesinde kelimesi fiilden önce gelmiş, ama (amel etmesi gere­kirken) amel etmemiştir. İşte âlimler, bu amel etmeme hususunda şu izahları yapmışlardır:

a) Bu ifadede bir takdim-tehir vardır. Buna göre kelâmın takdiri, şeklindedir.

b) Bu edatın, fâ ile fiilin arasında bulunduğu için, ortada bulunmuş olması ve böylece de, tıpkı ortada bulunması ya da sonda bulunması durumunda olduğu gibi, amel ettirilmemiş olmasının takdir edilmesi caiz olmuş olur. Bu edatın_ vâv île kullanılması halinde de durum böyledir: Meselâ Hak Teâlâ'nın, "O takdirde, kendileri de senin arkandan pek az kalacaklardır" [fan, 76) ifâdesinde olduğu gibidir.

c) Ibn Mes'ûd, amet ettirerek, yani mansub olarak  şeklinde okumuştur. [157]

 

 Beşinci Mesele  

 

Dilciler, kelimesinin, çekirdeğin üstünde bulunan bir nokta olduğunu ve hurma filizinin de o noktadan yarılıp çıktığını söylemişlerdir. 8u kelimenin aslı nakr kelimesinden olup, faîl veznindedir. Kendisinde bir oyuk bulunan oduna da, oyulduğu içinadı verilir. "Nakr" kelimesi ise, taşa ve başka şeylere "minkar" ile vurmaktır. Minkar balta gibi, kendisiyle taşların parçalanıp varıldığı bir demir (keski, murç vb. şeyler)'dir. Gagasıyla vurup besinini yardığı için, kuşun gagasına minkar isminin verilmesi de bundandır. Burada nakîr kelimesinin zikredilmesi bir temsil olup, maksad onların son derece cimri olduklarını anlatmaktır. [158]

 

"Yoksa, onlar Allah'ın fazl-u kereminden insanlara verdiği şeylere karşı hasedmi ediyorlar? Biz, gerçekten İbrahim hanedanına da kitap ve hikmet vermişizdir. Onlara büyük bir mülk de bahşettik. İşte onlardan kimi O'na iman etti, kimi de ondan yüz çevirdi. (Onlara) çılgın bir ateş olarak cehennem yeter" (Nisa. 54-56).

Bu âyetlerle ilgili olarak birkaç mesele vardır: [159]

 

Birinci Mesele

   

Kelâmın başında bulunan edatı, munkatı'a olup, bu ifâdenin takdiri, "daha doğrusu insanlara hased ediyorlar" şeklindedir. [160]

 

İkinci Mesele 

  

Burada geçen kelimesiyle kimlerin murad edildiği hususunda da şu iki görüş vardır:

Birinci görüş: Bu, İbn Abbas ile ekseri ulemânın görüşü olup, bu görüşe göre bu kelimeyle Hz. Muhammed (s.a.s) kastedilmiştir. Çünkü Hz. Muhammed'de, büyük bir kalabalıkta ancak ayrı ayrı bulunabilen pekçok hayır hasletleri bulunduğu halde, kendisi tek ferd olduğu için, cemi olan nâs (insanlar) kelimesi, onun hakkında kullanılmıştır. "Falanca, tek başına bir ümmet­tir" denilmesi de bu anlamdadır ki, yani "O, bir ümmetin yerini tutar" demektir.

Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Muhakkak ki ibrahim, bir ümmetti; Allah'a İtaatkârdı..." (Nam. 120) buyurmuştur.

İkinci görüş: Burada bu kelimeden maksat, Hz. Peygamber (s.a.s) ve O'nun yanında bulunan mü'minlerdir. Bu görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Nâs lafzı çoğuldur. Binaenaleyh, bu kelimeyi cemi manaya hamletmek, müfred manaya hamletmekten daha evlâdır.

Bil ki, burada belli bir kısım insanı kastederek, nâs lafzını zikretmek muhakkak ki güzel olmuştur. Çünkü yaratılmaktan maksat, kulluğu yerine getirmektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Ben, cinleri de İnsanları da, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zartyât, 56) buyurmuştur. Binaenaleyh, bu gayeyi yerine getirenler ancak Hz. Muhammed (s.a.s) ve O'nun dinindeki kimseler olunca, sanki O ve O'nun ashabı, bütün insanların tamamı gibi olmuş olur. İşte bundan dolayı nâs lafzını mutlak olarak kullanıp, alettayîn, yani bu kelimeyle onları kastetmek yerinde ve uygun olmuştur. [161]

 

Kıskanılan İlahi Lutuf 

 

Alimler, kendisi sebebiyle insanlara hased edilen "fazl-u keremin tefsiri hususunda, iki görüş üzere ihtilâf etmişlerdir:

Birinci görüş: Bu, gerek dinî, gerekse dünyevî hususlarda, kendisi sebebi ile nübüvvetin ve ikramın meydana geldiği fazl-ı ilâhidir.

İkinci görüş: Onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in dokuz tane hanımı oluşuna hased etmişlerdir.

Bil ki hased, ancak bir fazilet (üstünlük ve fazlalık) bulunduğu zaman söz konusu olur. Binaenaleyh her nezaman insan daha tam ve daha mükemmel bir fazilete ve üstünlüğe sahip olursa, ona hased edenlerin hasedi de o nisbette fazla olur. Dinî bakımdan en büyük makamın, nübüvvet makamı olduğu malumdur. Yine Cenâb-ı Hakk'ın, bunu Hz. Peygamber (s.a.s)'e verip, bu nübüvvete hergün gittikçe artan daha güçlü bir devlet, daha büyük bir şevket ve daha çok yardımcı nasîb etmiş olduğu da malumdur. Bütün bunlar da, büyük bir hasedi icab ettiren şeylerdendir. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s)'in hanımlarının çokluğu sebebi ile hased edilmesine gelince, bu önce zikrettiğimiz şeylere nisbetle, önemsiz bir şey gibidir. Binaenaleyh âyette geçen fazl-ı ilahî'yi bu manaya almak mümkün değildir. Aksine burada geçen "fazI", "Allah'ın kuluna in'âm ettiği her şey" manasında alınır ise, bunun içine bu ikinci mana da girer. Fakat bu kelimeyi, sırf bu ikinci manaya almak, gerçekten uzak bir ihtimal olur.

Bil ki Allah Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.s)'e çok nimetler vermiş olmasının, yahudi-lerin hasedine sebep olduğunu beyan edince, bu hasedi giderecek olan hususu da beyan ederek: "Nitekim biz, İbrahim hanedanına da kitap ve hikmet vermişizdir. Onlara büyük bir mülk de bahşettik" buyurmuştur ki bunun manası şudur: "İbrahim'in soyunda da hem peygamberliği, hem de mülkü (hükümranlığa devleti) kendinde birleştiren pekçok kimseler vardı. Halbuki siz ey yahudiler, buna ne şaşmış, ne de haset etmiştiniz. Öyle ise niçin Hz. Muhammed'in durumuna şaşıyor ve haset ediyorsunuz?"

Bil ki bu ifâdedeki "kitap", şeriatın zahirî hükümlerine; "hikmet" ise, hakikatin sırlarına bir işarettir ki işte ilmin kemâli, bu ikisiyledir. Âyette bahsedilen "mülk-ü azîm" de, kudretteki mükemmelliği ifade eder. Böylece hakîkî kemâlatın, ancak ilim ve kudretle olacağı sabit olmuş olur. Binaenaleyh bu âyet, Cenâb-ı Allah'ın, o peygamberlere, insanlara uygun olan en mükemmel kemâli nasib etmiş olduğuna dikkat çekmektedir. Bu, o peygamberler hakkında uzak görüleö-bir ihtimal olmadığına göre, Hz. Muhammed (s.a.s) hakkında da tuhaf görülecek birşey olamaz.

Şu izah da yapılmıştır: O yahudiler, Hz. Muhammed (s.a.s) sayısını fazla görünce, onlara, "Hz. Davûd (a.s)'un, yüz; Hz. Süleyman (a.s)'ın ise üçyüzü mehirli (nikahlı), yediyüzü de cariye olmak üzere, bin hanımı varken, niçin Hz. Muhammed'e dokuz hanımı çok görüyorsunuz?" denilmiştir.

Sonra Cenâb-ı Hak, "İşte onlardan kimtona imân etti, kimi de ondan yüz çevirdi" buyurmuştur. Alimler buradaki  (Ona) za­mirinin kimi ifâde ettiği hususunda ihtilaf edip, bazıları bunun, Hz. Muhammed (s.a.s)'e râcî olduğunu söylemiştir ki o zaman bunun manası, "Kendilerine kitaptan bir nasîb verilen o yahudilerden bir kısmı Hz. Muhammed'e iman etti, bir kısmı da küfrüne ve inkârına devam etti" şeklinde olur. Bazı âlimler de bu zamirin, daha önceki peygamberlere râcî otduğunu söylemişlerdir ki buna göre de mana: "O peygamberlere nübüvvet ve hükümranlık nasib edilmesinin yanısıra, ümmetlerin onlara karşı adeti, bir kısmının o peygamberlere iman etmesi, bir kısmının da küfründe ısrar etmesi şeklinde cereyan etmiştir. Binaenaleyh Ya Muhammed, bu topluluğun, üzerinde bulunduğu şu hale şaşma. Çünkü bütün peygamberlere karşı, ümmetlerinin durumu da böyle idi" şeklinde otur. Bu, Hz. Muhammed (s.a.s)'e, o kavimden gelen kötülüklere karşı daha sabırlı olsun diye, Allah'tan olan bir teselli olur.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(Onlara) çılgın bir ateş olarak cehennem yeter" demiştir. Bu, "Gelmiş geçmiş o kâfirlere, azâb olarak cehennem yeter" demektir. "Sair", "iyice alevlendirilmiş ateş" demektir ki bu manada, ve (Ateşi tutuşturdum) denilir. [162]

 

Kâfirlerin Derilerinin, Yandıkça Değiştirilmesi

 

"Âyetlerimizi inkâr edenleri muhakkak bir ateşe atacağız. Derileri piştikçe, azabı tadıp durmaları İçin, o derileri başka derilerle değiştireceğiz. Şüphesiz ki Allah aziz ve hakimdir" (Nisa. 56| bil ki Allah Teâlâ, ehl-i kitapdan bu belli grup (yahudiler) hakkındaki va'îdini zikret­tikten sonra, bütün kâfirleri içine alan va'îdini beyan ederek,  "Âyetlerimizi inkâr edenleri muhakkak bir ateşe atacağız" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgiti birkaç mesele bulunmaktadır: [163]

 

 Birinci  Mesele  

 

Buradaki   "âyetlerimiz"  ifâdesine,   Allah'ın    varlığına, fiillerine, sıfatlarına, isimlerine, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine delâlet eden (delil olan) herşey girer.

Onların âyetler hususunda kâfir oluşları, sadece âyetleri inkâr etme şeklinde değil, aksine şu gibi pek çok yönden olmuştur:

a) Onlar, o âyetlerin, âyet olduğunu inkâr etmişlerdir.

b) Onlar, o âyetlere kulak asmamış ve onlar üzerinde düşünmemişlerdir.

c) Onlar, âyetler hakkında birtakım şek ve şüpheler ortaya atmışlardır.

d)  Onları iyice bilmelerine rağmen, onları inat ve hasedteri yüzünden inkâr etmişlerdir. Fakat küfrün tarifi ve hakikatine gelince, biz bu konuyu, Bakara sûresinin (6. âyetinin) tefsirinde zikretmiştik. [164]

 

İkinci Mesele

  

Sibeveyh şöyle demektedir: tehdid ve va'îd için kulla- nılan bir kelimedir. Meselâ, "Yapacağım", deni­lir. Sîn harfi de bunun yerine kullanılır. Mesela,

"Onu, cehenneme sokacağım" (Müddessir, 2e) âyetinde olduğu gibi." Bu kelime, bazan va'ad için de kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Rabbin sana (bol lûtuflar) yerecek, sen de razı (ve hoşnud) olacaksın" (Duna, 5) ve  "Sizin için Rabb'İmden mağfiret talebinde bulunacağım" (Yusuf,98)buyurmuştur. Hz. Yakub (a.s)'un, bu son âyette bahsedilen mağfiret talebinde, duanın kabulünü sağlamak için, bunu seher vaktine ertelediği söylenmiştir. Netice olarak diyebiliriz ki: "Sîn ve sevfe kelimeleri, gelecek zamanı ifâde için (fiili muzarînin başında) kullanılan edatlardır. [165]

 

Üçüncü Mesele   

 

Âyetteki, ifâdesi, "onları cehenneme sokarız" ma- nastndadır. Fakat bu kelimede, girdirmenin ötesinde fazla­dan bir mana vardır. Çünkü bu ifade, "Onları ateşte kebâb ederim" deme gibidir. Nitekim "kızarmış koyun eti" manasında denilir.

Allah Teâlâ daha sonra,

"Derileri piştikçe, azabı tadıp durmaları için, o derileri başka derilerle değiştireceğiz" buyurmuştur. Bu hususta şu iki soru söz konusudur:

Birinci soru: Allah Teâlâ, onları ebedî olarak cehennemde canlı tutmaya kadir olmasına rağmen, niçin onları, kendilerine cehennemde çok şiddetli elem ve acılar ulaştığı halde, pişmeyen ve yanmayan bedenler kılmamıştır. O zaman onların derilerini, başka derilerle değiştirmeye gerek kalmazdı?

Cevap: Allah Teâlâ, yaptıklarından dolayı hesaba çekilmez. Hatta biz şunu da diyebiliiz: Allah Teâlâ, onları cehenneme sokmadan da, onların bedenlerine bu büyük elem ve acıları ulaştırmaya da kadirdir. Ne var ki onları, cehenneme sokacaktır. [166]

 

Günah İşlemeyen Derileri Azaplandırma Meselesi

 

İkinci soru: İsyan eden (insanların) derileri, yanıp kül olduğunda, eğer Cenâb-ı Allah, onların yerine başka deriler yaratıp, onlara azab ediyorsa, bu, isyan etmemiş varlığa azab etme olur ki, bu da caiz değildir?

Cevap: Buna da pek çok yönden cevap verilir:

1) Pişmenin, pişen şeyden başka kabul edilmesidir. Bu durumda zât aynı kalır, değişen ise sıfatı olmuş olur. Zât aynı olunca, azab da, ancak isyan eden kimseye ulaşmış olur. Bu takdire göre, âyette bahsedilen başkalık (başka derilerden maksat, sıfattaki başkalık olmuş olur.

2) Azab gören, insanın kendisidir. Derisi ise, kendisinin mahiyyetinden bir cüz olmayıp, aksine o insana yapışmış bulunan ve onun zâtına ilâve olan bir şey gibidir. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak, derileri yenileyip, bu yeni deriler de azabın insana ulaşmasına bir sebep ve vesile olunca, işte bu da ancak, isyan edeni azaplandırma olur.

3) Âyet-i kerimede bahsedilen derilerden maksat, onların elbiseleridir. Nitekim

Cenâb-ı Hak, "Elbiseleri katrandandır" {ibrahim, 50) buyurmuştur. Binaenaleyh, derileri yenilemek, onların (bu katrandan olan) elbiselerini yenileme demektir. Kâdî, bu son görüşü tenkid ederek şöyle demiştir: "Bu, âyet-i kerimenin zahirini terketmektir. Hem katrandan olan elbiseler, pişme ile tavsif edilemezler. Bunlar ancak, yanma ile vasf edilebilirler."

4)  Şöyle denilmesi de mümkündür: Bu, o azabın sürekli olacağından ve hiç kesilmeyeceğinden bir kinayedir. Nitekim, kendisi devamlılıkla vasf edilmek istenen kimseye, "Her ne zaman bir işin sonuna vardığında, o yeniden başlamış; ve her ne zaman  o  işin   sonuna  ulaşmışsa,   mutlaka  yeni  baştan  başlamış demektir" denilmektedir. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "derileri piştikçe, o derileri başka derilerle değiştireceğiz" ifâdesi de böyledir. Yani, "Onlar her ne zaman piştiklerini, yandıklarını ve yok olma noktasına vardıklarını zannettiklerinde, o vakit şu anda meydana geldiklerini ve var olduklarını zannedecekleri bir biçimde, onlara yeni bir hayat kuvveti veririz" demektir. Böylece de, âyet-i kerimenin maksadı, onların göreceği azabın devamlı olduğunu ve sona ermeyeceğini beyan etmek olmuş olur.

5) Süddî de şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, kâfirin derisini onun etiyle değiştirir, böylece de onun etinden başka bir deri meydana getirir." Süddî'nin bu görüşü uzak bir ihtimaldir. Çünkü, kâfirin eti sınırlı ve sonludur, binaenaleyh mutlaka bitip tükenmesi gerekir. Onun eti bitip tükendiğinde, deriyi değiştirmek konusunda başka bir yola ihtiyaç hasıl otur. Halbuki bu yol, her şeyden önce, âyette zikredilmemiştir. Allah en iyi bilendir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Azabı tadıp durmaları için" buyurmuş­tur. Bu ifadeyle ilgili olarak da şu iki soru bulunmaktadır:

Birinci soru: Hak Teâlâ'nın, 'Azabı tadtp durmaları için" sözü, "Bu azabı tatmanın, onlar için devamlı olması ve sona ermesi için..." anlamındadır. Bu, senin tıpkı kuvvetli ve şerefli olan bir kimseye demen gibidir. Yani, "Allah senin izzetini devam ettirsin ve onu artırsın" demektir. Ve yine bu sözden murad, "Onlar bu yeni durum ile de (yeni deriyle de) azabı tatmaları için.." şeklindedir; çünkü zaten onlar o azabı tadıyor ve o azâb onlar için devam ediyor.

İkinci soru: İnsan bir azâbtan cüz'î bir şey taddığında. "Falanca azabı taddı" denilir. Halbuki Cenâb-ı Hak onları, azabın en şiddetlisi içinde bulunmakla vasfetmiştir. Binaenaleyh, bu ifâdelerden sonra, daha nasıl "Onlar bu azabı tadıyorlar" denilebilmiştir?

Cevap: Âyet-i kerimede, "tadma" tabirinin zikredilmesinden maksat, kendisine herhangi bir noksanlığın arız olmaması ve bu yanma sebebinin yok olmaması bakımından, tadan kimsenin taddığı şeyi hissetmesi gibi, onların da her halükârda, o azabı hissedeceklerini haber vermedir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz ki Allah, aziz ve hakimdir" buyurmuştur ki, buradaki "azız" vasfından maksat, "kadir ve gâlib olan"; "hakîm" vasfından maksad da, "ancak doğruyu yapan..." zât kastedilmiştir. Bu iki kelimenin burada zikredilmiş olması, son derece güzeldir. Zira insanın kalbine, "İnsanın bu ateş içinde ebedî olarak kalabilmesi nasıl mümkün olabiiir?" şeklinde hayreti mûcib bir sual gelebilir.. İşte bu durumda o kimseye sanki, "Allah Teâlâ'nın böyle bir şey yapması şaşılacak bir şey değildir. Çünkü O, bütün mümkinâta kadir ve gâlib olandır. Binaenaleyh, ateşin tabiatını izâle etmeye kadirdir.." denilmiştir.

Yine insanın hatırına "O, kerîm ve rahîm'dir; binaenaleyh, O'nun rahmetine, bu zayıf kula bu denli azâb etmek nasıl uygun düşer?" sorusu gelebilir. İşte bu durumda da o kimseye, "O, rahîm olduğu gibi, hakîm'dir de. Hikmeti, bunu gerektirir" denilir. Zira âlemin nizamı, ancak âsî ve günhkârları tehdit etmekle devam edebilir. Binaenaleyh, O'nun sözünün yalan olmadığının ortaya çıkması için, O'ndan sâdır olan bu tehdidin mutlaka tahakkuk etmesi gerekir. Böylece, bu iki kelimenin burada zikredilmiş olmasının, son derece güzel ve yerinde bulunduğu sabit olmuş olur. [167]

 

"İman edip de güzel amel işleyenleri ise, içinde ebedî kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada, temizlenmiş zevceler onlarındır. Onları, koyu bir gölgeye sokacağız" (Nisa, 57). [168]

 

Bil ki, Kur'ân-ı Kerim'de âdetullah, genel olarak, va'ad ile va'îdin peşpeşe zikredilmesi şeklinde cereyan etmektedir. Bu âyetle ilgili olarak da iki mesele bulunmaktadır; [169]

 

Birinci Mesele

     

Bu âyet, îmanın amelden başka olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, ameli imana atfetmiştir.

Ma'tuf, ma'tûfun aieyh'den başkadır. Kâdî: "Her nezaman "iman" lafzı tek başına zikreditirse, bu ifâdeye amel de dahil olur. Yine her nezaman, iman ile birlikte amel de zikredilirse iman, "tasdik" anlamına gelir.." demiştir. Bu, uzak bir ihtimaldir. Zira aslolan, müşterek olma ile başkalığın olmamasıdır. Eğer durum böyle olmuş olsaydı, Kur1 ân, mana ifâde etmekten çıkardı. Belki de, Kur'ân-ı Kerim'de dinlediğimiz bu lâfızlardan her birinin, bizim bildiğimizin dışında başka bir manası vardır. İşte Cenâb-ı Hakk'ın muradı, bizim anlayabildiğimiz mana olmayıp öteki manadır. Bu, müşterek olma ile tek başına olmanın eşit olması ihtimali görüşüne göredir. Ama, mananın aslı üzerine devam etmesi ile değişmesi ihtimalinin eşit olması görüşüne göre ise; hayır!.. Çünkü bu durumda şöyle denilmesi muhtemeldir; "Bu lafızlar, Hz. Peygamber zamanında, şu anda anladığımız manadan başka olan bir mana için kullanılmaktaydılar. Ama sonra, bu lafızlar şu anda anladığımız manalarda kullanılır oldular." Böylece, bu iki takdire göre de Kur'ân-ı Kerim'in, bir hüccet olmaktan çıkacağı sabit olmuş olur. Müşterekliğin ve mana değişmesinin aslın hilafına olduğu sabit olunca, Kâdî'nin görüşü bertaraf olmuş olur. [170]

 

 İkinci Mesele  

   

Cenâb-ı Hak, kendisine itaatta bulunanların mükâfaatını beyan etme hususunda şunları zikretmiştir:

a) Onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağını belirtmiştir. Zeccâc, "Altlarından., akar" ifâdesinden maksat, "Altla­rından nehirlerin suları akar" şeklindedir" demiştir. Bil ki, eğer "nehir" kelimesi, suyun aktığı yerin ismi kabul edilirse, o zaman durum, Zeccâc'ın dediği gibi olur. Ama biz bunu örfe göre, o akan suyun ismi kabul edersek, böyle bir takdire gerek kalmaz.

b) Allah Teâlâ bu mükâfaatı, ebedîlik ve devamlılıkla vasfetmiştir. Bu şekildeki tavsifte, Cehm İbn Safvan'ın görüşünün reddi bulunmaktadır. Çünkü Cehm, cennet nimetleriyle cehennem azabının sonlu olduğunu, sona ereceklerini söylemektedir. Hem, sonra Allah Teâlâ, "hulûd" (uzun süre kalma) ilâdesinin yanında, "ebedîlik" kel i meşin i de zikretmiştir. "Hulûd" (süresizlik, daimîlik), ebedîlikten ibaret olsaydı, o zaman bir tekrar yapılmış olurdu ki, bu da caiz değildir. Böylece bu, "hulûd"un, "ebedîlik"ten ibaret olmadığına, bilakis onun sonlu olup olmadığını beyan etmeksizin, uzun bir müddet beklemekten ibaret olduğuna delâlet etmektedir. Bu temel kaide sabit olunca, bu durumda Mu'tezile'nin, Hak Teâlâ'nın, "Kim bir mü'minl kasden öldürürse cezası, içinde ebedî kalıcı olmak üzere, cehennemdir.." (Nisa. 93) buyruğu ile, büyük günah sahibinin cehennemde ebedî olarak kalacağı hususunda istidlalde bulunmaları geçersiz ve bâtıl olur. Çünkü biz bu âyetin delaletiyle, "hulûd"un, devamlılık değil, uzun süre kalmak manasını ifâde ettiğini bildirmiştik.

c) "Orada, onlara tertemiz eşler vardır." Bundan murad, o zevcelerin hayızdan, nifasdan ve her türlü dünyevî pislikten temizlenmiş olmalarıdır. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın Bakara süresindeki 25. âyetidir. Bu konuyla ilgili nükte ve incelikleri, o âyetin tefsirinde zikretmiştik.

d)HakTeâlâ, "Onları koyu bir gölgeye sokacağız" buyurmuş-tur.

Vahidî, bu ifâdenin sonunda gelen Jife kelimesinin, bir iş, oluş ifâde etmediğini, böylece öe bu kelimenin fail veya mef'ul mânasına geldiğinin söylenemiyeceğini, aksine Jfe kelimesini niteleme hususunda bir mübalağa ifade edeceğini söylemiştir. Bu, Arapların, "simsiyah karanlık bir gece" demeleri gibidir.

Bil ki Arap ülkeleri, son derece sıcaktır. Binaenaleyh gölge, onlara göre, rahatlık vesile ve sebeplerinin en büyüklerindendir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak bu ifadeyi, rahatlıktan bir kinaye kılmıştır. Nitekim, Hz. Peygamber {s.a.s), Hükümdar Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir" [171]buyurmuştur. Gölge, rahatlıktan ibaret olunca, jik kelimesi de, iyice rahat olmayı ifade eden bir kinaye olmuş olur. Gönlümün kendisine meylettiği şey budur.

İşte bu açıklama ile, şöyle diyen kimsenin sorusu bertaraf edilmiş olur:-Cennette, sıcaklığı ile eziyyet veren bir güneş yoktur. Binaenaleyh, o cenneti "koyu gölge" ile tavsif etmenin faydası nedir? Hem yine biz dünyada, kendisinde devamlı gölge bulunan ve güneşin ışınlarının kendisine ulaşamadığı, nüfuz edemediği yerlerin havasının bozuk, kokmuş ve eziyyet verici olduğunu görüyoruz. Binaenaleyh, cenneti bu şekilde vasfetmenin manası nedir?" Bizim özetle vermiş olduğumuz bu izahat ile bu tür şüpheler bertaraf olur. [172]

 

Emanetleri Ehline Verme Borcu

 

"Şüphesiz ki Allah, emanetleri ehline vermenizi insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah bununla size, gerçekten ne güzel Öğüt veriyor! Şüphe yok kî Allah, hakkıyla işitici, hakkıyla görücüdür" (Nisa. 58).

Bil ki Cenâb-ı Hak, kâfirlerin bazı hallerini şerhedip, onun vaîdini ve cezasını açıklayınca, tekrar teklifleri zikretmeye yöneldi; ve yine Cenâb-ı Hak, ehl-i kitabın (yahudiierin), kâfir olan Kureyş'e "Sizler, iman edenlerden daha doğru yoldasınız" diyerek, hakkı gizlediklerini nakledince, bu âyette mü'minlere, bütün işlerde yani ister mezhep ve din işlerinde, isterse dünya ve muamelat hususlarında oisun, emanetlerine riayet edip bihakkın eda etmelerini emretmiştir. Yine Cenâb-ı Hak, bir önceki âyette, iman edip sâlih amel işleyenler için büyük bir mükâfaattn bulunduğunu zikredip emânete riayet de salih amellerin en başta gelenlerinden biri olunca, işte muhakkak ki Cenâb-ı Hak bu âyette onu emretmiştir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır [173]

 

Ka’be’nin Anahtarları Kimde Olduğu?

 

Rivayet   olunduğuna   göre   Hz.   Peygamber  (s.a.s), Mekke'nin fethi günü Mekke'ye girince, Osman İbn Talha İbn Abdüddâr, Mekke'nin kapısını kilitledi. Ka'be'nin hiz­metçisi ise, Ka'be'nin kapısında bulunuyordu. Derken,

Osman İbn Talha, Ka'be'nin damına çıktı've anahtarı hizmetçiye vermekten kaçınarak: "O'nun Allah'ın Resulü olduğunu bilsem, O'nu Ka'be'ye girmekten men etmem" dedi. Bunun üzerine Ali İbn Ebî Talib (r.a), onun bileğini bükerek, ondan anahtarı aldı ve kapıyı açtı. Böylece de Allah'ın Resulü içeri girerek iki rekât namaz kıldı. Ka'be'nin içinden çıkınca, Hz. Abbas, Hz. Peygamber'den Ka'be'nin anahtarını kendisine vermesini ve böylece de, hem hacılara su dağıtma, hem de Ka'be'nin hizmetçiliğini bir arada yapmayı istedi. İşte bunun üzerine de, buâyet-i kerime nâzit oldu. Böylece Allah'ın Resulü, Hz. Ali'ye, anahtarı Osman'a vermesini ve özür beyan etmesini emretti. Bunun üzerine Osman, Hz. Ali'ye: "Zorladın, eziyyet ettin; şimdi de yumuşak davranarak yanfma geldin!..." deyince, Hz. Ali, "Andolsun ki Allah senin hakkında âyet indirdi" dedi ve ona, bu âyeti okudu. Bunun üzerine de Osman, "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Hz. Muhammed'in Allah'ın Resulü olduğuna şehâdet ederim" diyerek kelime-i şehâdet getirdi. Derken, tam o esnada Cibril gelerek, Allah'ın Resulüne, "Ka'be hizmetçiliğinin, devamlı olarak Osman'ın neslinde kalacağını" bildirdi. Bu, Saîd İbn Müseyyeb ile Muhammed İbn İshâk'ın görüşüdür.

Ebu Revk de şöyle demektedir: "Allah'ın Resulü, Osman İbn Talha İbn Abdüddâr'a "Ka'be'nin anahtarını bana ver!" deyince Osman, "Allah'ın emânetini al, tut!" dedi. Hz. Peygamber onu almak isteyince, Osman elini yumdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), ikinci kez: "Allah'a ve abiretgününe iman ediyorsan, Ka'be'nin anahtarım bana ver!" dedi. Bunun üzerine Osman, "Allah'ın emanetini tut, al" dedi. Hz. Peygamber onu almak isteyince, bu sefer elini yine kapadı. Hz. Peygamber, isteğini üçüncü kez söyleyince, Osman üçüncüsünde "Allah'ın emanetini tut, al" dedi ve anahtarı Hz. Peygamber (s.a.s)'e verdi. Bunun üzerine Hz. peygamber (s.a.s), yanında Kâ'be'nin anahtarı olarak tavaf etmeye başladı ve anahtarı Hz. Abbas'a vermek istedi. Sonra da, "Ey Osman, Abbas'ın da, seninle birlikte bunda bir pay olmak üzere, anahtarı tut al!" deyince, Allah'u Teâlâ bu âyeti nazil etti. Bunun üzerine Hz. Peygamber, Osman'a "Bu anahtar, ebedî ve devamlı olarak sende kalsın, al! Onu, zâlim olanların dışında, hiç kimse senden zorla çekip alamaz" dedi. Daha sonra Osman hicret etti, anahtarı da kardeşi Şeybe'ye verdi. Ve bu anahtar bugün, Şeybe'nin neslinden gelenlerin elindedir. [174]

 

Emanete Riayetin Şümülü  

 

Bil ki bu âyetin, böyle bir hadise sırasında nazil olması, âyetin bu hadiseye tahsis edilmesini gerektirmez. Aksine

âyetin ifade ettiği hükme, her türlü emanet çeşidi dahildir. Bil ki, insanın muamelesi, ya Rabbiyle, ya diğer kullar ile, veyahut da kendisiyledir. Bu üç kısmın tamamında da, emanete riayet etmek gerekir.

İnsanın, Rabbine karşı olan emanete riayet etmesine getince bu, emredilenleri yapmada ve nehyedilenleri de bırakmada söz konusu olur ki, işte bu, sahili olmayan bir deryadır. İbn Mes'ûd, "Her şeyde emanete riayet etmek lazımdır. Abdestte, cünüblükte, namazda, zekâtta, oruçta vb. şeylerde..." demiştir. İbn Ömer (r.a) de şöyle demektedir: "Allahu Teâlâ, insanın avret mahallini yarattı ve, "Bu, yanında gizlediğin bir emanettir. Binâenaleyh, meşru olan hakkı müstesna, onu koru!" dedi. Bi ki bu, çok geniş bir mevzudur. Binâenaleyh dilin emaneti, onu yalan, gıybet, dedfcodu, küfür, bid'at, çirkin söz vb. şeylerde kullanmamaktır. Gözün emaneti, onu harama bakmakta kulllanmamaktır. Kulağın emaneti, onu boş ve yasak, çirkin, yalan, vb. şeyleri dinlemekte kullanmamaktır. Diğer uzuvlar hakkındaki hüküm de böyledir.

İkinci kısma gelince bu, diğer insanlara karşı olan emanete riayet etmedir ki, bu kısma, emanet bırakılan şeyleri geri verme; ölçü ve tartıda eksiltmeyi terketme; insanların ayıplarını yüzlerine vurmama; yöneticilerin, halkına karşı; âlimlerin de, onları bâtıl taassublara seyketmeme, aksine onları, hem dünya hem de ahiretleri hususunda, kendilerine faydası dokunacak birtakım amel ve itikatlara irşad edip sevketmeleri suretiyle, avama karşı adil olmaları; yahudileri, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetini gizlemekten nehyetme ve onları, kâfir olan Kureyş'e, " Sizin, üzerinde bulunduğunuz inanç, Muhammed'in dininden daha efdaldir" demelerini yasaklama; Hz. Peygamber'in Osman İbn Talha'ya anahtarı kendisine vermesini emretmesi; kadının, fercini ve namusunu muhafaza etmek suretiyle, kocasının emanetine riayet etmesi; başkasından olan bir çocuğu, kocasına nisbet etmemesi ve iddetinin sonra erdiğini haber vermesi gibi hususlar da dahildir.

Üçüncü kısma gelince; bu insanın, kendisine karşı olan emanete riayet etmesi

olup, insanın kendisi için, ancak gerek dini gerekse dünyevî hususlarda daha faydalı ve daha uygun olanı tercih etmesi; şehveti ve öfkesi sebebiyle, âhiretine zarar verecek şeylere yeftenmemesidir. İşte bundan dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s): "Hepiniz çobansınız; Ve hepfniz, güttüklerinizden sorumlusunuz" [175] buyurmuştur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "Şüphesiz ( Allah, emanetleri ehline vermenfzf... emreder" buyruğuna bütün bunlar dahildir. [176]

 

Emanetin Ehemmiyeti

 

Allah Teâlâ, hiç şüphe yok ki, emanete riayet etme işini, Kur'an-ı Kerim'in pek çok yerinde yücelterek, "Biz emanet! göklere, yere ve dağlara arz (ve teklif} ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler, bundan endişeye düştüler, insan bunu sırtına yüklendi" (Ahzâb, 721) "Ki onlar, emanetlerine ve ahidlerine riayetkardırlar" (Müminun, 8) ve "...Siz, bile bile, kendi emânetlerinize hainlik etmeyiniz" (Enfai. 27) buyurmuştur.

Hz. Peygamber (s.a.s) de: "Emanete riayet etmeyenin imanı yoktur" [177]buyurmuştur.

Meyrnûn İbn Mehran da şöyle demiştir: "Üç şey vardır ki, iyi kimseye karşı da kötü kimseye karşı da eda edilir, yerine getirilir: Emanet, verilen söz (ahd) ve sıla-i rahim..."

Kâdî ise şöyle demiştir: "Emanet" kelimesi, her ne kadar bütün emanetleri içine atırsa da, ancak ne var ki Altahu Telâlâ bu âyette, "Şüphesiz ki Allah, emanetleri ehline vermenizi... emreder" buyurmuştur. Binâenaleyh, bu "emanef'ten muradın, mal cinsinden olan şeyler olması gerekir; çünkü, başkasına verilmesi mümkün olan şey budur. [178]

 

Üçüncü Mesele

  

 kelimesi, ism-i mef'ûl (emanet edilen şey) manasında bir masdardır. İşte bundan dolayt çoğul yapılmıştır. Çünkü bodurumda halis bir isim kılınmıştır. Keşşaf sahibi, "Bu kelime, müfred oîarak sökünde de okunmuştur" demiştir. [179]

 

 Dördüncü Mesele

 

Ebu Bekr er-Razî şöyle demiştir: "Emanet bırakılan şeyler de, âyetin ifade ettiği emanetlere dahildir ve bunlar, sahibi istediği zaman geri iade edilmeleri gerekir."

Ekserî âlimler, emanetlerin (bir zarar ve ziyana uğradıklarında), tazmîn edilmeyeceği görüşündedirler. Seleften bazılarından ise, bunların tazmin edilmesi gerektiği görüşünde oldukları rivayeti gelmiştir. Şa'bî, Hz. Enes (r.a)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bir adam benden, bir ticaret eşyasını götürmemi rica etti. Derken o eşya, elbiselerimin arasında kaybolup gitti. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a), bunu bana tazmîn ettirdi (ödetti)." Hz. Enes (r.a)'in şöyle dediği de rivayet edilmiştir: "Yanımda bir adamın alttbin dirhem emaneti vardı. Derken bunlar kaybolup gitti. Bunun üzerine, Hz. Ömer "O para ile birlikte, senin de birşeytn kaybolup gitti mi?" deyince, ben "Hayır" dedim. Hz. Ömer de, o parayı bana tazmîn ettirdi (ödetti)."

Meşhur olan, (ekseri alimlerin) görüşünün delili şudur: Amr İbn Şu'ayb, baba­sının şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Peygamber (s.a.s)  "Ne çobana (zayi ettiği hayvanlardan dolayı), ne de em&net edilen kimseye (zayi ettiği emanetten dolayı), tazmin etme (ödetme) yoktur" [180] buyurmuştur.

Hz. Ömer'in tatbikatına gelince bu, kendisine emanet bırakılan kimsenin, tazmini gerektirecek bir işi, itiraf edip kabullenmesine hamledilmiştir. [181]

 

 Beşinci Mesele

 

Şafiî (r.h), "Ariyetler (iğreti ve geçici olarak emanet alınan şeyler), eğer helak olursa, tazmin edilir" derken; Ebu Hanife (r.h), "Bunlar tazmin edilmez" demiştir.

Şafiî'nin delili, "Şüphesiz ki Allah, emanetleri ehline vermenizi ... emreder" âyetidir. Emrin, zahiri vücûb {farz oluşu) ifade eder. Ariyetler, kaybolup zayi olursa, onları aynısı ile geri vermek imkânsızdır. Onların tazminatını vermek ise, mana itibariyle vermek demektir. Böylece âyet, tazminin gerektiğine delalet etmektedir.

Bu âyetin hüküm bakımından bir benzeri de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şu hadisi­dir: "Aldığı şeyi, yerine geri verinceye kadar (muhafaza etmesi) el üzerinde bir haktır." [182]

Bu konuda söylenecek son söz şudur: Bu âyet, emanet bırakılan şeyler hakkındadır. Fakat umûmî ifadeler, tahsis edildikten sonra da delildirler. Hem sonra biz, "Müstâm"ın yani satılması için emanet bırakılan malın, (zayi olması halinde) onun tazmini (ödenmesi) gerektiği; emanet bırakılan malın ise, tazmini gerekmediği hususunda ittifak ettik. Ariyet (iğreti ve emanet alınan şeyler) ise, bu ikisi arası bir yerdedir. Binâenaleyh biz deriz ki: Ariyet olan ile müstâm arasında daha çok benzerlik vardır. Çünkü ariyetin hilâfına olarak, bunlardan herbirini, yabancı olan biri, kendi menfaati için almıştır. Emanet edilen şahıs ise emanet sahibinin menfaati için almıştır. Binâenaleyh, ariyet olarak altnan mal ile, müstâm (satılmak üzere alınan) mal arasındaki benzerlik, daha tamdır. Böylece ariyet olarak alınan mal ile emanet bırakılan mal arasındaki fark ortaya çıkmış olur.

Ebu Hanife'nin delili, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Emanet edilen kimseye (zayi ettiği emanetten dolayı) tazmin etme yoktur" [183]hadîs-i şerifidir.

Biz diyoruz ki: "Bu hadis, müstâm ve ariyet hakkındadır. Bizim delilimiz, Kur'an'ın zahiri (açık âyeti)dir ve o daha güçlü bir delildir." [184]

 

Adaletle Hükmetmenin Farziyyeti

 

Cenâb-ı Hak,  "İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi (emreder). Allah bununla size, ne güzel Öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah, hakkıyla işitici, hakkıyla görücüdür" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: [185]

 

 Birinci Mesele

   

Bil ki emanet, başkasının sende bir hakkt bulunup, senin de o hakkı sahibine vermenden ibarettir. İşte emanet budur. Adaletle hükmetmek ise, bir insanın başkası üzerinde bir hakkı olup, senin de, üzerinde hak bulunan kimseye, o hakkı sahibine vermesine hükmetmenden ibarettir. Menfaatlan ceib, zararları defetme hususunda doğru olan sıralama, önce insanın kendisinden başlaması, sonra başkası ile meşgul olması şeklinde olunca, bundan dolayı Cenâb-ı Hak Önce emanetle ilgili işi zikretmiş, daha sonra da adaletle hükmetmeyi getirmiştir. Bu ne güzel bir tertib! Çünkü Kur'an'ın inceliklerinin çoğu, bağ ve sıralamalar içine yerleştirilmiştir. [186]

 

İkinci Mesele 

   

Alimler,   hakim   olan   kimsenin,   adaletle   hükmetmesi gerektiği hususunda icma etmişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmet­menizi... " buyurmuştur. Yani "Allah size, insanlar arasında hükmettiğinizde, adaletle hükmetmenizi emreder" demektir. Niketim Cenâb-ı Allah, "Şüphesiz ki Allah, adaleti ve iyiliği emreder" (Nam, 90);   "Söz söylediğiniz zaman, (leh veya aleyhine söyleyeceğiniz kimse) akrabanız dahi olsa, adaleti gözetin" (Enam, 152)ve "Ey Dâvud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak ve adaletle hükmet" (Sâd, 26) buyurmuştur.

Enes (r.a), Hz. Peygamber {s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir:

"Bu ümmet, söylediğinde doğru söylediği, hükmettiğinde adaletle hükmettiği ve merhamet istendiğinde merhamet ettiği müddetçe, hayırlı olmaya devam eder."

Riyavet edildiğine göre, Hasan el-Basrî: "Allah, hakimleri üç yönden, yani hevâ-vü heveslerine uymama, kendisini hesaba katıp insanları hesaba katmama ve âyetlerini para ile satmama yönlerinden hesaba çeker" demiş, sonra da "Ey Davud, biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O halde insanlar arasında hak (ve adaletle) hükmet hevâ-vü hevesine tabi olma... "(Sadi 26) ve "Şüphesiz Tevrat'ı biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nur vardır. Peygamberler onunla hükmederler. Benim âyetlerimi az bir pahaya satmayın"(Mâide. 44) âyetlerini okumuştur.

Zulmün kötü olduğunu ifade eden âyetler de, adaletin vacip olduğunu gösteren delillerdendir. Allah Teâlâ, ' O zulmedenleri ve eşlerini bir araya toplayın ve cehennem yoluna götürün" (Sâffat, 22) buyurmuştur.

Hz. Peygamber (s.a.s) de "Kıyamet günü bir münâdi, "zalimler nerede, zalimlerin yardımcıları nerede?" diye nida eder. Bunun üzerine onların hepsi bir araya toplanır. Hatta o zalimler için bir kalem açan veya onlar için bir hokka hazırlayanlar bile toplanır. Böylece onlar bir araya getirilir ve ateşe atılırlar" demiştir. Yine Cenâb-t Hak, "O zalimlerin yapacaklarından Allah'ı gafil zannetme sakın" (ibrahim, 42) ve "İşte zulümleri yüzünden çökmüş, ıpıssız kalmış evleri!" (Nemi. 52) buyurmuştur.

Eğer, "Zulümden maksad, dünyevî bir menfaat elde etmektir" denilir ise, buna Cenâb-ı Hak, "Biz, (bol) geçimi ile şımarmış nice memleketi helak ettik! İşte kendilerinden sonra ancak pek az kimselerin konabildiği (harab) meskenleri (bütün onlara) biz varis olmuşuzdur" (Kasas. 58) diyerek cevap vermiştir. [187]

 

Hakimin Tarafsızlığının Alametleri 

 

Şafiî (r.h) şöyle demiştir: "Hâkimin, beş hususta taraflar arasında eşit davranması gerekir: Hakimin TarafsfzfeğmınMamederi"    

 a) Yanlarına gitmede,

b) Beraber oturmada.

c)  Onlara yönelme ve dönme hususunda.

d)  Onları dinlemede.

e)  Onlar hakkında hüküm vermede..."

Şafiî daha sonra şöyle devam eder: "Hakim, kalbî temayülü bakımından değil de, fiil ve davranışları hususunda taraflar arasında eşit davranmaktan sorumludur. Binâenaleyh şayet hakim kalben, iki taraftan birine meyleder ve onun delilinin, diğerininkine üstün gelmesini arzu ederse, bundan dolayı hesaba çekilmez. Çünkü bundan sakınması mümkün değildir. Hakimin, taraftardan birine delil telkin edip anlatması ve şahide nasıl şehadet edeceğini telkin etmesi uygun düşmez. Zira bu, diğer tarafa zarar verebilir. Yine hakimin, iddia edene, nasıl iddia ve yemin edeceğini; aleyhine dava açılmış olana ise, neleri inkâr ve neleri ikrar etmesi gerektiğini; şahidlere şehadet etmelerini veya etmemelerini telkin etmesi de uygun düşmez. Yine hakimin, taraflardan birini misafir edip, diğerini etmemesi de yakışık almaz. Çünkü bu, diğerinin kalbini kırar. Yine hakimin, biribiri ile davacı oldukları sürece taraflardan birisinin veya her ikisinin davetine icabet etmesi de uygun düşmez. Rivayet olunduğuna göre, Hz. Peygamber (s.a.s), diğeri olmadan, taraflardan birine ikramda bulunmazdı."

Bu husustaki sözün tamamı fıkıh kitaplarında ele alınmıştır. Bu hususta sözün özü şudur: Hakimin, verdiği hükümden maksadı hakkı hak sahibine ulaştırıp, buna başka bir maksadı karıştırmamasıdır ki, işte Hak Teâlâ'nın "O, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman, adaletle hükmetmenizi (emreder)" âyetinden murad budur. [188]

 

Dördüncü  Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın "İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmehnenizt emreder" buyruğu, bütün insanların hüküm koyma yetkisi bulunmadığı, aksine bunun bazı in­sanlara ait bir hususiyet olduğu konusunda âdeta sarih bir ifade gibidir. Sonra âyet, insanın hangi yolla hükmetme mevkiinde olacağı hususunda mücmel bırakılmıştır. Diğer deliller, ümmet için büyük bir imamın (halife, devlet reisi) olması gerektiğine ve bunun beldelere, şehirlere kadî tayin edecek yetkili kimse olduğuna delalet edince, bu deliller, bu âyette mücmel bırakılan hususun adeta bir izahı olmuşlardır.

Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah bununla size, ne güzel öğüt veriyor!" buyurmuştur. Yani, "Cenâb-ı Hakk'ın size, kendisiyle va'z u nasihatia bulunduğu şey ne güzeldir!" veya, "Cenâb-ı Hakk'ın, kendisiyle size va'z u nasihatta bulunduğu o şey ne güzeldir!" demektir. Medhe tahsis edilip övülen şey (mahsûs bi'l-medh) hazfedilmiştir. Yani, "Kendisiyle size va'z u nasihat ettiği şey ne güzeldir.. ki o da şudur:" demektir. Bu da, emanetleri eda etme ve adaletle hükmetme emridir.

Sonra Cenâb-ı Hak, ''Şüphe yok ki Allah, hakkıyla tşitici, hakkıyla görücüdür" buyurmuştur. Yani, "Allah'ın emri ve va'z u nasihatıyla amel ediniz. Çünkü Allah, duyulan ve görülen şeyleri en iyi bilip, sizden sudur eden şeye göre sizin karşılığınızı verecek olandır" demektir. Bu ifadedeki bir başka incelik de şudur: Allah Teâlâ bu âyette, adaletle hükmetmeyi ve emanetleri yerine getirmeyi emredince, "Şüphe yok ki Allah, hakkıyla işitid, hakkıyla görücüdür" buyurmuştur. Yani, bu "Adaletle hükmettiğin zaman O, duyulabilen her şeyi duyandır. Senin bu hük­münü de duyar; emaneti yerine getirdiğinde de O, görülebilen her şeyi görendir; bunu da görür!" demektir. Hiç şüphesiz bu da, itaat eden kimse için vaad sebeplerinin; isyan eden kimse için vaîd ve tehdit sebeplerinin en büyüğüdür ki, işte bu hususa Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah'a, onu sanki görüyormuşçasına ibadet et. Eğer sen O'nu göremiyorsan da, şüphe yok ki O seni mutlaka görmektedir [189] ifadesiyle işaret etmiştir.

Buradaki bir başka incelik de şudur: Kulun, her ne zaman ihtiyacı fazla ve şiddetli olursa, Allah'ın inayet ve yardımı da o nisbette tam ve mükemmel otur. Allah, kullarının faydasına olan şeyleri, kâdî ve valilerin hükümlerine havale etmiştir. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, onların hükmetmelerine ve yargılamalarına, son derece ihtimam göstermiştir. Çünkü O, gafil olmaktan, yanılmadan ve görülen ve işitilen şeyleri farklı görüp farklı işitmekten münezzehtir. Ancak ne var ki biz, bu farklılığın bulunduğunu bir an için farzetsek, o zaman gaflet ve unutmadan sakınılması gereken en ilk yer ve zaman, vali ve kâdîlerin hüküm verdikleri zaman olur. Binâenaleyh bu hükmetme zamanına son derece fazla İlgi ve İhtimam gösterilince, şüphe yok ki Cenâb-ı Hak bu âyetin sonunda "Şüphe yok ki Allah, hakkıyla tşltici, hakkıyla görücüdür" buyurmuştur.

Bunlar baş kısmına uygun düşen ne güzel ifadelerdir. [190]

 

Allah'a, Resulüne ve Ulü'l-emr'e İtaat

 

"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Şayet bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve peygambere götürün, eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız... Bu, hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir" (Nisa. 59).

Bil ki Allahu Teâlâ, idarecilere ve valilere, idare ettikleri kimseler hakkında adil olmalarını emredince, idare edilenlere de idare eden kimselere itaat etmelerini emrederek, "Ey iman edenler, Allah'a İtaat edin" buyurmuştur. İşte bundan dolayı Hz. Ali (r.a), "İmamın, Allah'ın indirdiği ile hükmetmesi ve emanetleri yerine getirmesi vacibtir. O, bunu yaptı mı, halkın da onu dinleyip, itaat etmesi vacip olur" demiştir. [191]

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:

 

Emin ve İradesinin Farkı Olması  

 

Mu'tezile, "Taat, Allah'ın iradesine uymaktır" derken; bizim âlimlerimiz, "Taat, Allah'ın iradesine değil, emrine

uymaktır"  demişlerdir.  Bizim delilimiz şudur; Allah'ın emrine uymanın taat olduğu hususunda bir münakaşa

yoktur. Münakaşa sadece, emredilen şeyin Cenâb-ı Hakk'ın muradı olup olmamasının vacib olduğu hususundadır. Binâenaleyh biz, emredilen şeyin, bazan Cenâb-ı Hakk'ın muradı olmayacağı hususunda delil getirdiğimizde, işte o zaman taatın, O'nun iradesine uymaktan ibaret olmadığı sabit olmuş olur. Biz, "Allah, bazan irade etmediği şeyi de emreder" diyoruz. Zira, Allah'ın ilmi ve haberi, Ebu Leheb'in kesinlikle iman etmeyeceğine ta'alluk etmişlerdi. Bu ilim ve haberin, sona erip cehalete dönüşmesi imkânsızdır. Halbuki (Ebu Leheb gibilerden) imanın sâdır olması, bu ilim ve habere ters düşer. İki zıddın bir arada bulunması ise imkânsızdır. Böylece, Ebu Leheb'ten imanın sudur etmesi imkânsız olmuş olur. Allah Teâlâ, bütün halleri bilendir. Binâenaleyh, bunun imkânsız olduğunu da bilir. Bir şeyin imkânsız olduğunu bilen, o şeyi irade etmiş olamaz. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın,Ebu Leheb'iniman etmesini murad etmemiş olduğu sabit olur. Halbuki ona, iman etmesini de emretmiştir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın irade etmeksizin, bir şeyi emretmesi sabit olmuş olur. Bu sabit olunca, Allah Teâlâ'ya itaat etmenin, Allah'ın iradesine muvafakat etmekten değil, O'nun emrine muvafakat etmekten ibaret olduğu hususunda katî hüküm vermek gerekir. Mu'tezile ise, Cenâb-ı Hakk'ın iradesine uymaya taat adı verildiği hususuna şairin şu beytini delil getirmişlerdir:

"Göğsü kin ve gayzla dolup taşmış olan birçok kimse vardır ki benim için ölümü temenni etmiş, ama bunu yerine getirememiştir."

Şair bu beytinde taat) temenniye bağlamıştır ki, temenni de irade cinsindendir.

Buna şu şekilde cevap verilebilir: Azıcık aklı olan bir kimse, bizim zikrettiğimiz bu katî delile böyle bir bozuk hüccet ile karşı çıkılmasının uygun ve yerinde olmayacağını bilir. [192]

 

Bu Ayetin Başlıca Şer’i delilleri Bildirmesi   

 

Bil ki bu âyet, usûl-ü fıkıh ilminin ekseri kaidesini ihtiva eden çok yüce bir âyettir. Bu böyledir, zira fukaha, şeriatın aslının dört olduğunu; bunların da Kitap, sünnet, icmâ ve kıyas olduğunu söylemişlerdir. Bu âyet de, aynı sıraya göre bu dört aslın varlığının izahını ihtiva etmektedir. Kitap ve sünnete, Cenâb-t Hak "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin,Peygambere... itaat edin" sözüyle işaret etmiştir.

Buna göre, "Resule itaat, Allah'a itaat değil midir? O halde bu atfın manası nedir?" denilirse, biz deriz ki:

Kâdî şöyle demiştir: "Bu iki delili beyan etmenin faydası şudur: Buna göre Kitap, Allah'ın emrine delalet etmektedir; sonra biz bundan, Allah'ın Resulünün emrini de anlarız... Sünnet ise, Allah'ın Resulünün emrine delalet eder. Sonra biz bundan, Allah'ın emrini de anlarız... Binâenaleyh, şu zikrettiklerimizle, Hak Teâlâ'nın "Allah'a itaat edin. Peygambere... itaat edin" buyruğunun kitap ve sünnete tâbi olmanın vücubuna delalet ettiği sabit olmuş olur." [193]

 

Ulu’l-emre İtaat Emirinin İcmanın Delili Olması 

 

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, "ve sizden olan emir sahiplerine de..." ifadesi, bize göre, icmâ-i ümmetin  hüccet olduğuna delalet etmektedir. Bunun delili ise şudur: Allah Teâlâ, bu âyette "emir sahiplerine" itaat etmeyi kesin kes emretmiştir. Allah'ın, kendisine itaat etmeyi kesin ve katî olarak emrettiği kimsenin, hatadan mâsun (korunmuş) olması gerekir. Çünkü, o kimsenin hatadan masun olmaması ve hata edebileceğinin takdir ve farz edilmesi durumunda, Allah ona tabi olmayı emretmiş olur. Bu durumda ise bu, o hatayı işlemeyi emretmek olur. Halbuki hata, hata olduğu için yasaklanmıştır. Bu ise, aynı işte emir ve nehyin aynı değerlendirme ile birleşmesi neticesine götürür ki bu, imkânsızdır. Böylece Allah Teâlâ'nın, "emir sahipleri"ne kesin olarak itaat etmeyi emrettiği ve Allah'ın kendisine katî olarak itaat etmeyi emrettiği kimsenin de hatadan uzak olması gerektiği sabit olmuş olur. Binâenaleyh, bu âyette zikredilen "emir sahipleri"nin mutlaka masum olmaları gerektiği, katî olarak sabit olmuş olur.

Sonra biz şöyle deriz: Bu masum kimse, ya ümmetin hepsidir veya bir kısmıdır. Bir kısmı olması caiz değildir. Çünkü biz, Allah Teâlâ'nın bu âyette "emir sahipleri"ne itaat etmeyi vacib kıldığını beyan etmiştik. Halbuki, onlara itaat etmeyi kesin olarak vacib kılmak, bizim onları tanımamız, yanlarına girip çıkabilmemiz ve onlardan istifade edebilmemiz şartına bağlanmıştır. Halbuki biz, zorunlu olarak, zamanımızda masum imamı tanımaktan, onun yanma girip çıkmaktan ve onlardan din ve ilim hususunda istifade etmekten aciz olduğumuzu biliyoruz. Durum böyle olunca biz, Allah'ın, mü'min kimselere, itaat etmeyi emrettiği o masum kimsenin bu ümmetin bir kısmı ve bu ümmetin kısımlarından bir kısım olmadığını anlamış olduk. Bu ihtimal geçersiz olunca, Cenâb-ı Hakk'ın "Ve emir sahiplerine" ifadesiyle kastetmiş olduğu o masum (korunmuş) kimsenin bu ümmetten "ehlü'l hal ve'I-akd" (ehl-i icmâ) olan kimseler olması gerekir ki, bu da icmâ-i ümmetin bir hüccet olduğuna kesin olarak hükmetmeyi gerektirir. [194]

 

Ulü'l-emrin Alimler Değil de İdareciler Olduğu İtirazı

 

Buna göre şayet denilirse ki: "Müfessirler, "emir sahipleri" ifadesi hakkında, sizin söylediğiniz açıklamaların dışında şu açıklamaları da yapmışlardır:

a)  "Emir sahiplerinden maksad, hulefâ-i râşiclîndir.

b) Seriyye komutanlarıdır... Saîd İbn Cübeyr, b'u âyetin Abdullah İbn Huzflfe es-Sehmî hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Çünkü Hz. Peygamber onu, komutan olarak bir seriyyenin başında yollamıştı.

İbn Abbas'tan bu âyetin, Halid İbn Velîd hakkında nazil olduğu rivayet edilmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) onu, içinde Ammar İbn Yâsir'in de bulunduğu bir seriyyenin komutanı olarak sefere yollamıştı.Derken bu sefer sırasında, Ammar ile Halid İbn Velîd arasında, bir hususta bir ihtilâf meydana gelmişti. İşte bunun üzerine bu âyet nazil olarak, "emir sahiplerine" itaat etmeyi emretmiştir.

c) Bundan murad, şer'î hükümler konusunda fetva veren ve insanlara dinlerini Dğreten âlimlerdir. Bu, Sa'lebî'nin İbn Abbas'tan yapmış olduğu bir rivayet olup aynı samanda Hasan el-Basrî, Mücahid ve Dahhâk'ın da görüşüdür.

d) Rafızîlerden, bundan muradın "masum imamlar" olduğu da nakledilmiştir.

Bu âyetin tefsiri hususunda ümmetin âlimlerinin görüşleri, bu izahlara hasredilmiş Mup, sizin desteklediğiniz görüş de bunların dışında kalınca, bu görüşünüz ümmetin cmâiyle bâtıl olur.

İkinci Soru: Diyoruz ki, bu âyette bahsedilen "emir sahipleri" ifadesini, idareciler sultanlar manasına hamletmek, sizin zikrettiğinizden daha evladır. Bunun evla oluşunun delilleri ise şunlardır:

a) Emir ve sultanlar veya onların emirleri halk üzerinde etkilidir. Binâenaleyh, işte hakikatte "emir sahipleri" olanlar bunlardır. Ama icmâ ehline gelince, onların, halk üzerinde etkili olan emir ve yetkileri bulunmamaktadır. Binâenaleyh, "emir sahipleri" lafzını, idareciler ve sultanlar manasına hamletmek evla olur.

b) Âyetin başı ve sonu, bizim söylediğimiz hususa daha uygun düşmektedir. Âyetin başında Allah Teâlâ, hakimlere emaneti yerine getirmelerini ve adaleti gözetmelerini emretmiştir. Âyetin sonunda da müşkil ve problem arzeden meseleleri, Kitab ve Sünnet'e vurmayı emretmiştir. Böyle yapmak ise, icmâ ehline değil, yöneticilere yakışır.

c) Hz. Peygamber (s.a.s), yöneticilere itaat etmeye alabildiğine teşvik ederek,

"Bana itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur. Emİrime (kumandanıma) itaat eden c/e, bana itaat etmiş olur. Bana isyan eden, Allah'a isyan etmiş olur. Emîrİme isyan eden de, bana isyan etmiş olur" [195] buyurmuştur. Zikrettiğimiz istidlale karşı, zikredilmesi mümkün olan sorular işte bunlardır. [196]

 

Râzî'nin Bu İtiraza Karşı Cevabı

 

Bu sorulara şu şekilde cevap verilir: Sahabe ve Tabiînden bir cemaatin, Hak Teâlâ'ntn, 'Ve sizden olan emir sahiplerine de... "sözünü, "alimler" anlamına hamletmiş olduklarında hiçbir şüphe yoktur. Binâenaleyh biz, bundan murad, "Ehl-i hail ve'l-akd" kimselerden olan alimlerdir." dediğimizde, bu görüş, ümmetin görüşlerinin dışında olan bir görüş olmaz. Aksine bu, onların görüşlerinden birisini tercih ve o görüşü kesin bir delille tashih olmuş olur. İşte böylece, birinci sual bertaraf edilmiş olur.

Onların ikinci soruları da bertaraf edilmiştir, zira onların ileri sürdüğü izahlar, zayıf ve tutarsız izahlardır. Halbuki, bizim zikrettiğimiz ise, kesin bir aklî delildir. Binâenaleyh, bizim görüşümüz daha evlâdır. Hem biz, o görüşlere, onlardan daha kuvvetli olan diğer şu görüşlerle de karşı çıkabiliriz:

1)  Ümmet, idare edilenlerin, delîl ile hak ve doğru olduğu bilinen hususlarda, idareci ve sultanlarına itaat etmelerinin vâcib olduğu hususunda icmâ etmiştir. Bu delil ise, kitap ve sünnetten başka bir şey değildir. Binâenaleyh bu, kitap ve sünnete, Allah ve Resûlullah'a itaat etmenin dışında, onlardan ayrı bir kısım değildir. Bilakis, onun içinde olan bir şeydir. Nitekim, karının kocasına; çocuğun, ebeveynine; talebenin hocasına itaat etmelerinin vâcib oiuşu da, Allah'a ve Resûlullah'a itaat etmenin içinde bulunmaktadır. Ama biz bunu, icmâ manasına hamlettiğimizde, bu kısım onun içine girmiş olmaz. Çünkü, icmâ bazan, kitap ve sünnette kendisine delalet bulunmayan bir hükme delalet eder. Binâenaleyh, bu durumda bu kısmın ilk iki kısımdan ayrı bir kısım olarak kabul edilmesi mümkündür ki, evlâ olan da budur.

2) Âyeti, "yöneticilere itaat..." manasına hamletmek, âyete bir şart ilave etmeyi iktizâ eder. Çünkü yöneticilere itaat, ancak, onlar haklı ve hakkın yanında bulundukları zaman vâcib olur. Ama biz bu ifadeyi, "icmâ" manasına hamlettiğimizde, âyete herhangi bir şart girdirilmemiş olur. Binâenaleyh, bu evlâ olur.

3) Cenâb-ı Hakk'ın daha sonra, "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a götürün" buyurmuş olması, hükmü bu çekişmenin hükmüne muhalif olan, daha önce yapılmış olan bir icmânın bulunmasını ihsas eder.

4) Allah'a ve ResûluHah'a itaat etmek, kesinlikle vâcibtir. Bize göre, icmâ ehline itaat etmek de, kesin olarak vâcibtir. Ama, yönetici ve sultanlara itaat etmek, kesin olarak vâcib değildir. Hatta, onların çoğu hükümleri haramdır. Çünkü onlar, zulüm ile emrederler. Sadece az olan durumlarda onların hükümlerine boyun eğmek, zayıf bir zanna göre vâcib olur. Binâenaleyh, âyetteki "emir sahipleri" ifadesini "icmâ (ehli)" manasına hamletmek daha uygun ve yerinde olur. Çünkü Cenâb-ı Hak, Resulü ve "emir sahipleri"ni tek bir ifade bütünlüğü içinde zikretmiştir ki, bu da Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a İtaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" buyruğudur. Binâenaleyh, burada Resulün hemen peşinden zikredilen, "emir sahipleri" ifadesini, "hatadan masum kimse" manasına hamletmek, onu facir ve fasık kimseler anlamına hamletmekten daha evlâdır.

5)  Yöneticilerin ve sultanların işleri, alimlerin fetvalarına dayanmaktadır. Bu sebeple alimler, gerçekte yöneticilerin amirleri olmuş olur. Binâenaleyh, "emir sahipleri" lafzını (ictihad ehli) ulemâya hamletmek daha uygun ve evlâ olmuş olur. [197]

 

Ulü'l-emr, "Masum İmamlar" Değildir

 

Bu âyeti, Rafızîlerin ileri sürdüğü gibi, "masum imamlar" manasına hamletmek, şu sebeplerden dolayı son derece geçersiz bir iddiadır:

a) Biz daha önce, "onlara itaat etmenin, onları tanıma ve onların yanına girip çıkabilme şartına bağlı olduğunu" zikretmiştik. Binâenaleyh, şayet Allah onları tanımadan önce onlara itaat etmemizi bize vâcib kılmış olsaydı, bu "teklîf-i mâla yutak" oturdu. Yine Cenâb-ı Hak, onları ve onların görüşlerini tanıdığımız zaman onlara itaat etmeyi bize vâcib kılmış olsaydı, bu vâcib kılma, bir şarta bağlanmış olurdu. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahipleri'ne de itaat edin ... buyruğunun zahiri, bir şarta bağlılığı değil, mutlaklığı gerektirmektedir.  Hem  bu  âyette,  bu  ihtimali  bertaraf  eden  bir  husus  da bulunmaktadır. Çünkü Cenâb-ı Hak, tek bir ifade bütünlüğü içinde, Resule ve emir sahiplerine itaat etmeyi emretmiştir ki bu da, "Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" sözüdür. Halbuki tek bir sözün aynı anda hem mutlak, hem de meşrut olması caiz değildir. Binâenaleyh bu ifade, Resul hakkında mutlak olunca, bunun "emir sahipleri" hakkında da mutlak olması gerekir.

b) Aliah Teâlâ. ulü'l-emre yani "emir sahipleri" ne  itaat etmeyi emretmiştir. "Emir sahipleri" tabiri çoğul bir ifadedir. Halbuki Rafızîlere göre, bir zamanda sadece bir imam bulunur. Cemi bir kelimeyi müfred manasına hamletmek ise, zahirin aksine bir harekettir.

c) Allah Teâlâ, "Eğerbfrşey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve Peygambere götürün" buyurmuştur. Eğer "emir sahipleri"nöer\ murad, imam-ı masum olmuş olsaydı, "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu "imama götürün" denilmesi gerekirdi. Binâenaleyh doğru olanın, âyeti bizim söylediğimiz şekilde tefsir etmek olduğu sabit olur. [198]

 

Bu Ayetin Kıyasın Delili Olması

 

Bil ki âyetteki "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve peygambere götürün... "emri, bizegöre kıyasın bir hüccet olduğuna delalet eder. Bunun delili şudur: Hak Teâlâ'nın, " Eğer bir şey hakkında çekişirseniz" ifadesin­den murad, ya "Eğer hükmü kitap veya sünnet veya icmâda belirtilmiş birşey hakkında ihtilâf ederseniz..." şeklindedir; ya da, "Eğer hükmü bu üç şeyde belirtilmemiş birşey hakkında ihtilâf ederseniz..." şeklindedir. Birinci ihtimal bâtıldır. Çünkü bu takdirde insanın, o hükme uyması vâcibtir. Binâenaleyh o, Hak Teâlâ'nın "Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" buyruğunun şumû1 ine dahil olmuş olur ki, bu durumda da, "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve peygambere götürün" emri, kendinden önceki ifadenin aynen tekrarı olur. Bu ise caiz değildir.

Bu ihtimal bâtıl olunca, geriye sadece ikinci ihtimal kalır ki, bu da, "Eğer hükmü kitap, sünnet ve icmâda bulunmayan bir şey hakkında çekişirseniz..." manasının kastedilmiş olmasıdır. Durum böyle olunca Hak Teâlâ'nın, "Onu, Allah'a ve peygambere götürün" emrinden murad, o şeyin hükmünü, kitap ve sünnetin nasslarından taleb edip araştırma olmaz. Binâenaleyh bundan muradın, onun hükmünü, kendisine benzeyen hadiseler hakkında belirlenmiş hükümlere vurmak olur ki, bu da kıyastır. Binâenaleyh âyetin, ktyas yapmayı da emre delalet ettiği sabit olur. [199]

 

Âyeti Yanlış Anlayanlara Cevap

 

Eğer, "Âyetteki, "Onu Allah'a ve peygambere götürün" emri ile, "onun bilgisini (ilmini) Allah'a bırakın ve o hususta susup, ona değinmeyin" manasının kastedilmiş olması niçin caiz olmasın?" ve yine, bundan muradın, "Hakkında ancak nass ile hüküm verilebilecek şeylerden hakkında nass bulunmayanları, hakkında nass bulunanlara vurarak hüküm çıkarın" manası olması niçin caiz olmasın?" Yine bundan muradın, "O hükümleri, berâet-i asliyyeye vurun "t29) manası olması niçin caiz olmasın?" denilir ise, biz deriz ki: Birinci mana kabul edilmez. Çünkü bu âyet, Allah Teâlâ'nın vakıa ve hadiseleri iki kısma ayırdığını göstermektedir:[200]

a)  Hükmü hakkında nass olanlar...

b)  Hükmü hakkında nass olmayanlar...

Sonra Cenâb-ı Hak, birinci kısım hakkında, o nasslara itaati ve boyun eğmeyi, ikinci kısım hakkında da, onları Allah ve Resulüne götürmeyi emretmiştir. Halbuki bu "götürme" ite, "susma ve onun bilgisini Allah'a bırakma" manasının kastedilmiş olması caiz değildir. Çünkü hadise, çoğu kez buna tahammül etmez, aksine mutlaka o hususta, olumlu veya olumsuz, kavga ve çekişmeyi sona erdirmek gerekir. Bu böyle olunca, "Allah'a götürme" ifadesini, o hadise hakkında hiç birşey söylememe manasında anlamak imkansız olur. İşte bu cevap ile, üçüncü sorunun (mananın) yanlışlığı da ortaya çıkar.

İkinci soruya (manaya) gelince, buna da şöyle cevap verilir: Berâet-i asliyye, aklın hükmüne göre, malumdur. Binâenaleyh hadiseyi, berâet-i asliyyeye götürmek, hiçbir yönden, "Allah'a götürme" olmaz. Fakat hadisenin hükmünü, hakkında nass bulunan hükümlere vurup kıyas ettiğimizde, bu, hadiseyi Allah'ın hükümlerine vurma olur. Binâenaleyh âyeti, bu manada anlamak daha evlâdır. [201]

 

 Beşinci Mesele

   

Âyet, Kitap ve Sünnetin, mutlaka kıyastan önce olacaklarına delalet etmektedir. Bundan dolayı kıyastan

ötürü, kitap ve sünnetle amel etmeyi bırakmak caiz olma­dığı gibi, kıyas ister celî (açık), ister haft (kapalı) olsun, nass ister bu kıyastan önce tahsis edilmiş ister edilmemiş olsun, kitap ve sünnetin kıyas ile tahsis edilmesi de kesinlikle caiz değildir. Bunun delili şudur: Biz, Hak Teâlâ'nın, "Allah'a itaat edin, peygambere de..." ifadesinin, kitap ve sünnete itaati emir manasında olduğunu beyan etmiştik. Bu, mutlak bir emirdir. Bundan dolayı ister bu ikisine muaraza eden veya onları tahsis eden bir kıyas bulunsun, ister bulunmasın, Kitap ve sünnete uymanın vâcib olduğu sabit olmuştur. Bunu, şu hususlar da te'kid eder:

1)  Crf (Eğer) kelimesi, pek çok kimseye göre, şart manasındadır. Bunu şart manasında kabul edenlere göre, Hak Teâlâ'nın "Eğer (İH) bir şey hakkında çekişir­seniz, onu Allah'a ve Peygambere götürün" âyeti, kıyasa ancak asıllar (yani kitap, sünnet ve icmâ) bulunmadığı zaman vurulacağı hususunda, açık bir ifadedir.

2) Allah Teâlâ, kıyası, üç şer'î asıldan sonra zikretmiştir ki bu, kıyas İle amel etmenin, bu üç asıldan sonra geleceğini ihsas ettirmektedir.

3) Hz. Peygamber (s.a.s) de, Muaz hadisesinde, bu sıralamaya riayet ederek, içtihad etmeyi kitaptan sonraya bırakmış ve içtihadı, "Ya bulamazsan ?" ifadesi ile, kitap ve sünnette hadisenin hükmünü bulamama şartına bağlamıştır.

4)  Allah Teâlâ, meleklere, Hz. Adem'e secde etmeyi emretmiştir. Çünkü O, "Hâni meleklere, "Adem'e secde edin" demiştik de, iblisten başkası hemen secde etmişlerdi" (Bakara. 34) buyurmuştur.  Sonra iblis, bu nassı (emri) tamamen reddetmemiş, aksine kıyas yaparak kendisini bu umûmî emir dışında kabul etmiştir. Onun kıyası da, "(Çünkü) bent ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın" (Araf, 12) şeklindeki sözüdür. Sonra alimler, iblisin böylece, kıyasını nassa takdim ettiği ve bundan dolayı lanetlenmiş olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. 8u da, nassı kıyas ile tahsis etmenin, kıyası nassa takdim etme manasına gelir ki caiz değildir.

5) Kur'ân'ın metni kesindir. Çünkü o tevatürle rivayet edilmiştir. Halbuki kıyas böyle olmayıp, her yönden zannîdir. Kesin olan, zannî olana tercih edilir.

6)  Cenâb-ı Hak, "Kim Allah'ın indirdiği (ahkâm) ile hükmetmezse, onlar zalimlerin tâ kendileridir" (Maide,45) buyurmuştur. Binâenaleyh biz, Kur'ân'ın âyetinin umumî manasının, o hadiseyi içine aldığını görüp, sonra da ona göre hükmetmeyip, kıyasla hükmedersek, o zaman bu âyetin ifade ettiği umûmî hükmün (zalim olma hükmünün) içine dahil olunmuş olur.

7)  Cenâb-ı Hak, "Ey iman edenler, Allah'ın ve Resulünün huzurunda öne geçmeyin" (Hucurat. i) buyurmuştur. Kur'an'ın bu umûmî ifadesine rağmen, biz âyetin hükmünü tahsis eden bir kıyası öne alırsak, o zaman Allah'ın ve Resulünün önüne geçmiş oluruz.

8)  Allah Teâlâ, "Müşrikler diyecekler ki: "Eğer Allah dileseydi ne biz, ne atalarımız (Allah'a) eş koşmazdık.19 De ki: "...Siz (kuru) bir zandan başka (birşeye) uymuyorsunuz "(Enam, 148) buyurmuş ve zanna uymayı, kâfirlerin sıfatlarından ve onları kınamayı gerektiren kuvvetli sebeplerden biri saymıştır. Binâenaleyh bu âyet, kıyas ile amel etmenin kesinlikle caiz olmamasını gerektirir. Bu âyet ile amel edilmemiştir. Zira biz, (tefsir etmekte olduğumuz) âyetin, kıyas ile amel edilebileceğini gösterdiğini açıklamıştık. Fakat bu âyet, bunun üç şer'T asıl'da o hususta bir hüküm bulunmadığı zaman olacağına delalet etmektedir. Binâenaleyh o hususta bir nass bulunduğunda, aslı üzere kalması (nassta olduğu şekilde) kalması gerekir.

9)  Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir

"Benden bir hadis rivayet edildiği zaman, onu Allah'ın kitabına vurun (kıyas edin). Eğer ona uygun olursa, kabul edin. Aksi takdirde onu atın." Şüphe yok ki hadis, kıyastan daha kuvvetlidir. Binâenaleyh Kur'ân'a uymayan hadis kabul edilmediğine göre, Kur'ân'a uymayan kıyas haydi laydi kabul edilmez.

10) Kur'ân, ne önünden ne ardından, bâtıl gelip yaklaşamayan Allah kelamı ve Hakîm, Hamîd Allah'ın bir tenzilidir. Kıyas ise, zayıf olan insanın aklını karıştırır. [202]

 

Altıncı  Mesele

   

Halbuki akl-ı selim olan herkes, birincisinin uymaya ve tâbi olmaya daha lâyık ve daha kuvvetli olduğunu anlar.

Bu âyet, şu dört şer'î aslın, yani Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas'ın dışında kalan şeylerin bâtıi ve merdûd olduğuna delalet etmektedir. Bu böyledir. Zira Cenâb-ı Hak, hadise­leri ikiye ayırmıştır:

a) Hükümleri hakkında nass bulunanlar olup O, bu naslara uymayı emretmiştir. Bu da O'nun, "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" emridir.

b) Haklarında nass bulunmayıp, onlar için içtihad edilmesini emrettiği hadiseler.. Bu içtihad emri de, "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve peygambere görürün" emridir. Binâenaleyh bu iki kısım dışında bir şey olmadığına ve Allah Teâlâ da, bunların her biri ile ilgili belli emirler verdiğine göre, bu, mükellefin dört şer'î aslın dışında hiçbir şeye sarılmaması gerektiğine delalet etmektedir. Bu sabit olunca biz deriz ki: Ebu Hanife (r.h)'nin ileri sürdüğü "istihsan" [203] ve keza Mâlik (r.h)'in ileri sürdüğü "istislah" [204] tabirleri ile, eğer bu dört şeyden biri kastediliyorsa, bu, sözü ters yüz etmektir ki bunun bir faydası yoktur. Yok eğer bunlarla, dört şer'î esasdan başka birşey kasteditiyorsa, söylediğimiz gibi, âyetin bunların bâtıl olduğuna delalet etmesi sebebiyle, böyle şeyleri söylemek kesinlikle bâtıl olur. [205]

 

Emir sigasının Vücup İfade Edip Etmemesi 

 

Fakîhlerden ekserisi, âyetteki "Allah'a itaatedin. Peygambere de..." ifadesinin, emrin zahirî manasının  delâlet ettiğini gösterdiğini iddia etmişlerdir. Kelâmcılar buna karşı çıkarak şöyle demişlerdir: "Hak Teâlâ'nın,

"Allah'a itaat edin" buyruğu vâcib kılmaya, ancak emir vücûb için olursa delalet eder." Bu, delilin medlule muhtaç olmasını gerektirir ki bu da bâtıldır. Fakîhler buna şu iki şekilde cevap verebilirler:

1) Belli hadiseler hakkında gelen emirler, mendûb oluşu gösterir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "itaat edin" buyruğunun manası, şayet, "emredilenleri yerine getirmek mendubtur" şeklinde olsaydı, bu durumda bu âyetin herhangi bir mana ve faydası olmazdı. Çünkü sırf mendub oluş, o emirlerden de anlaşılmıştır. Binâenaleyh, bu âyeti "vücub" u, farziyyeti ifade etme manasına hamletmek gerekir. Hatta şöyle de denebilir: O emirler, o emredilen şeylerin yapılmasının, yapamamasından daha evlâ olduğuna delalet etmektedirler. Bu âyet ise, o emredilen

30) İstihsân: Kitap, sünnet ve icmâdaki kuvvetli bir ctelil sebebi ile kıyası celîyi (açık kıyası) bırakıp, kıyas-ı hafiye geçmektir.

31) İstislah: İslamın maksadlarına uygun olup, hakkında muteber veya ilga edilmiş Özel bir delil bulun-mavan maslahatları göz önünde bulundurmaya denilip Malikî mezhebine ait bir tabirdir (ç).

şeyleri bırakmamaya delalet etmektedir. Binâenaleyh, böylece geriye bu âyetin de bir mana ve faydası kalmış olur.

2) Allah Teâtâ bu âyeti, "Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız" buyurarak bitirmiştir ki, bu kısım bir tehdit ifade etmektedir. Bu sebeple, bu sözün Cenâb-ı Hakk'ın ""onu Allah'a götürün" emrine tahsis edilme ihtimali mevcut olduğu gibi, bunun Cenâb-ı Hakk'ın her iki buyruğu, yani hem "Allah'a itaat edin" hem de "onu Allah'a götürün" emirleriyle ilgili olma ihtimali mevcuttur. Şüphe yok ki, ihtiyat da bundadır. Biz tehdit ifade eden bu buyruğun her iki cümle ile de alâkalı olduğuna hükmedersek, o zaman Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a ftaatedin" emri, vücûbu gerektirmiş olur. Böylece bu âyetin, emrin zahirinin vücub ifade ettiğine delâlet ettiği sabit olmuş olur. Bunun, şeriatta nazar-ı dikkate alınan bir temel kaide olduğu hususunda bir şüphe yoktur[206]

 

Hz. Peygambere Tabi Olması Hakkında

 

Bil ki, Hz. Peygamber (s.a.s)'den nakledilen, ya O'nun sözü veya O'nun fiilidir. Nakledilenin, O'nun sözü olması halinde, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a itaat edin. Peygambere de İtaat edin" buyruğundan dolayı, O'nun sözüne itaat etmek vacib olur. Bunun fiil olmasına gelince, delilin tahsis etmiş olduğu durumlar müstesna, O'nun fiiline uymak, ümmete vacibtir. Zira biz, Hak Teâlâ'nm "itaat edin" sözü vesilesiyle Allah'ın emirlerinin vücub ifade ettiğini açıklamıştık. Sonra Cenâb-ı Hak, bir başka âyette Hz. Muhammed'i tavsif edip "o halde ona uyun" {Enam, 153) buyurmuştur ki, bu bir emirdir. Binâenaleyh, bunun da vücub ifade etmesi gerekir. Bu sebeple, Hz. Peygamber'e ittiba etmenin de vacib olduğu sabit olmuş olur. Uymak ise, başkası o fiili işlediği için, o başkasının yaptığı fiilin benzerini yapmaktan ibarettir. Bu sebeple Cenâb-ı Hakk'tn "Allah'a itaat etin" sözünün, bütün fiilleri hususunda Hz. Peygamber'e uymayı gerektirdiği ve "Peygambere de itaat edin" sözünün de, bütün sözlerinde Hz. Peygamber'e uymayı gerektirdiği sabit olmuş olur. Bu iki hususun da, şeriatta nazar-ı dikkate alınan iki asıl, iki temel olduğunda hiç bir şüphe yoktur. [207]

 

 Dokuzuncu  Mesele

 

Bil ki, emrin zahiri, her ne kadar vaad olunuşunda bir tekrarı ve fevriliği, (hemen yapmayı) ifade etmese bile, şeri'at örfünde, bu manalara delalet etmektedir. Bunun delilleri şunlardır:

a) Hak Teâla'nın "Allah'a itaat edin" emrinden, hangi vakit olursa olsun, bir istisna yapmak doğru olur. İstisnanın hükmü ise, yapılmaması halinde, hükmüne dahit olacak olan şeyleri dışta bırakmak, istisna etmektir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a itaat edin" buyruğunun bütün vakitleri içine alması gerekir ki, bu bir tekrarı, tekrar da hemen yapmayı gerektirir.

b)  Eğer, âyet bunu ifade etmeseydi, mücmel olurdu. Çünkü, hususî vakit ve hususî durumlar âyette zikredilmemiştir. Ama biz bu ifadeyi "umûm" manaya hamlettiğimizde, o vakit âyet mübeyyen olur. Allah'ın kelamını mübeyyen olacağı bir manaya hamletmek, onu mücmel ve meçhul olacağı bir manaya hamletmekten evlâ ve daha uygundur. Bu konuda söylenecek son söz şudur: 8u ifade, tahsis edilmiştir; tahsis ise, ifadeyi mücmel bırakmaktan daha hayırlıdır.

c)  Hak Teâlâ, "Allah'a itaat edin" buyurmuş, taat lafzını da kendisine nisbet etmiştir ki, bu bizim O'na, bizim O'nun kulu, O'nun da bizim ilahımız olması halinde ancak itaat etmemizin vacib olmasını gerektirir. İşte bu izahla da, itaat etmenin vacib olmasının kaynağının, "ubudiyyet" ve "rubûbiyyet" olduğu sabit olmuş olur ki, bu da kıyamete kadar, bütün mükelleflerin itaat etmelerinin vücubunun devamlı olmasını gerektirir. İşte bu da, şeriatta muteber olan bir asıl ve temel bir kaidedir. [208]

 

 Onuncu  Mesele

   

Cenâb-ı Hak, "Allah'a itaat edin" buyurmuş, bu emri müstakil olarak zikretmiştir. Daha sonra da, "Peygambere

ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" buyurmuştur.

İşte bu, Allah tarafından, şu terbiye ve edebi bir öğretmedir. İnsanlar, Cenâb-ı Hakk'ın ismiyle, başkasının ismini bir arada zikretmemelidirler. Ama, durum insanlarla ilgili olunca, Cenâb-ı Hakk'ın, "Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" buyruğunun da delalet ettiği gibi, bu caizdir. İşte bu da, böyle bir terbiyeyi talim etmek, öğretmektir. İşte bundan ötürü, rivayet olunduğuna göre bir kimse, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanında konuşup, "Kim, Allah'a ve Resule itaat ederse, doğruya ulaşmış olur; kim de ikisine isyan ederse, azmış ve sapıtmış olur" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s) "Sen ne kötü hatipsin. "Kim Allah'a isyan eder ve Resulüne asî olursa.." demeli değil miydim?" [209]veya, bu manaya gelen bir söz söyledi. Bu konuda sözün özü şudur: Cenâbı Hakk'ı, aynı lâfız içinde başkasıyla birlikte zikretmek, aralarında bir tür ilgi ve benzerliğin bulunduğu zannını uyandırır ki, Cenâb-ı Hak böylesi şeylerden münezzehtir. [210]

 

Ulü’l-emr Kaydının İcma’a ve Ondan Dallanan Meselelere Delaleti

 

Biz, Hak Teâlâ'nın "Sizden olan emir sahiplerine de" ifadesinin, icmâ'ın bir deli) olduğuna delalet ettiğini söyle-

mistik. Binâenaleyh, yine biz diyoruz ki, bu ifade bu asla delalet ettiği gibi, icmâ'dan doğan birçok fer'î meselelere de delalet etmektedir. Bunların bir kısmını zikredelim: [211]

 

İcma Ehli Sadece Fakihler Olup, Diğer Alimler Değildir

 

Birinci Fer': Bize göre icmâ ancak, kitap ve sünnetin nasslarından Allah'ın hükümlerini istinbat edebilecek (çıkarabilecek) ulemânın görüşüyle tahakkuk eder ki, işte bunlar usul-ü fıkıh kitaplarında "ehlü'l-hal ve'l-akd" diye adlandırılan kimselerdir. Biz deriz ki, âyet de buna delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "emir sahipleri"ne itaat etmeyi vacib kılmıştır. Şeriatta, emretme ve nehyetme yetkisi, ancak bu sınıf ulemâ için söz konusudur. Zira, nasslardan nasıl hüküm istinbat edileceğini bilmeyen kelamcının emrine veya nehyine itibar edilmez. Kur'an ve hadisten hüküm istinbat edebilecek güçte bulunan müfessir ve muhaddis de böyledir. Böylece bu da, bizim söylediğimiz bu hususa delâlet etmiştir. Binâenaleyh, âyet-i kerime, "emir sahipleri"nin icmâ'sının bir hüccet olduğuna delalet edince, âyetin, icma'ın sırf bu sınıf ulemânın sözüyle tahakkuk edip mün'akid olacağına delalet ettiğini anladık. Âyetin, avamdan olan kimsenin bu hükme dahil olmadığına delalet etmesi ise zahirdir. Zira, avamın "emir sahipleri" olmadıkları, belli bir husustur. [212]

 

İhtilaftan Hemen Sonra Hastl Olan İcma

 

İkinci Fer': Alimler, ihtilâfın hemen peşinden meydana gelen icmâ'nın bir hüccet olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. En doğru görüş, bunun bir hüccet olduğudur. Bunun delili ise, işte bu âyettir. Çünkü biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin" emrinin, bu ümmetin "ehlü'l-hal ve'l-akd" olanlarına itaat etmenin vacip olmasını gerektirdiğini beyan etmiştik. Buna, hem ihtilâftan sonra tahakkuk eden icmâ, hem de böyle olmayan icmâ dahildir. Binâenaleyh, hepsinin bir hüccet ve delil olması gerekir. [213]

 

İcmada Asrın Sona Ermesi Şart Değildir

 

Üçüncü Fer': Alimler, icmâ yapılabilmesi için, bir asırdaki alimlerin son bulmalarının şart olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. En doğru olan görüş, bunun şart olmadığıdır. Bunun delili ise, işte bu âyettir. Zira bu âyet, icmâ eden kimselere itaat etmenin vacib olduğuna delalet etmektedir. İşte buna, asrın sona ermesi ve ermemesi de dahildir. [214]

 

Muteber İcma, Mü'minlerin İcma'ıdır

 

Dördüncü Fer': Âyet, nazar-ı dikkate alınan icmâ'nın, mü'min kimselerin icmâ'ı olacağına delalet etmektedir. Zira, Cenâb-ı Hak âyetin başında, "Ey iman edenler" buyurmuş, sonra da, "ve sizden olan emir sahiplerine de" demiştir. Böylece bu, nazar-ı dikkate alınan icmâ'ın, mü'min kimselerin yaptığı icmâ olduğuna delalet etmiş olur. İmanlarında şüphe ©dilen diğer fırkaların yapmış olduğu icmâ'ya ise itibar edilmez [215]

 

Bu Ayetin Kıyastan Dallanan Meselelere Delalet Etmesi

 

Biz, Cenâb-ı Hakk'ın 'Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu Allah'a ve peygamberine götürün" ifadesinin, kıyas ile amel etmenin sahih olduğuna delalet ettiğini söylemiştik. Binâenaleyh, şimdi de diyoruz ki; Bu âyet, bu temel deliledelalet ettiği gibi, kıyasdan elde edilen birçok fürû mesele­lerine de delâlet etmektedir. Şimdi biz bunlardan bazılarını zikredelim:

Birinci fer': Biz, Cenâb-ı Hakk'ın "onu Allah'a götürün" emrinin manasının, "onu Allah'ın, hükmünü beyan ettiği bir hadiseye kıyaslayın, vurun" şeklinde olduğunu söylemiştik. Bundan muradın da mutlaka, "onu, kendisine benzeyen bir hadiseye kıyaslayın, vurun" şeklinde olması gerekir. Çünkü, "onu götürmek"ten

murad, "onu, kendisine, hem şekil hem de sıfat bakımından muhalif olan bir hadîse kıyaslayın, vurun" şeklinde olsaydı, bu durumda onu, bazı hadiselere kıyas etmek, geriye .kalan diğer bazı hadiselere kıyas etmekten daha evlâ olmazdı. İşte bu durumda da kıyas imkansız olurdu. Böylece bundan muradın, mutlaka onu, hem şekil hem

de sıfat bakımından kendisine benzeyen bir hadiseye kıyas etmek olduğunu anlamış olduk. Bizim söylediğimiz bu manayı haber ve rivayetler de teyid etmektedir. Bu konudaki habere gelince bu şudur: Ashab, Hz. Peygambere, oruçlu kimsenin  öpmesinin durumu hakkında soru sorunca, Hz. Peygamber (s.a.s), "Söyle bakalım

mazmaza" yapsaydın ne olurdu?" dedi. Yani, Hz. Peygamber, "mazmaza, yeme içmenin başlangıcıdır" demek istemiştir.  Bunun gibi öpme de, cimâ'nm bir

mukaddimesidir. Mazmaza orucu bozmadığı gibi, öpme de orucu bozmaz.

Yine, el-Husa'miye, Hz. Peygamber (s.a.s)'e hacc hakkında sorunca, O "söyle bakalım, babanın bir borcu olsaydı, sen de onu ödeseydln, bu kifayet eder miydi?" dedi. Bunun üzerine kadın, "Evet" deyince, Hz. Peygamber "Allah'ın dini yerine getirilmeye daha lâyıktır" buyurdular.

Bu konudaki rivayete gelince: Hz. Ömer (r.a)'in, "Birbirine benzer şeyleri tanı ve kendi re'yinle durumları birbirine kıyasla" dediği rivayet edilmiştir. Böylece bu âyet, haber ve bu rivayetin delaletlerine dair zikrettiğimiz şeylerin tamamı, Cenâb-ı Hakk'ın, âjSjî emrinin, bir şeyi benzerine kıyas etmeyi emretmek olduğuna delalet etmiş olur. Bu sabit olunca, hiç şüphesiz Cenâb-ı Hak, hem şekil hem de- sıfat bakımından birbirine benzemeyi, nass bulunmayan yerdeki hükmün, nass bulunan yerdeki hükme benzer olduğuna bir delil kdbul etmiştir ki, buna Şafiî (r.h), "kıyasu'l-eşbah" (birbirine benzeyenleri kıyaslamak); fukahanın ekserisi ise, "kıyasu't-tard" (teşmil etmek suretiyle kıyas) adını vermişlerdir. İşte bu âyet, bunun

doğruluğuna delalet etmektedir. Çünkü, Hak Teâlâ'nın,"Onu irca edin, götürün" emrinden maksadın, "onu benzerine kıyas edin" şeklinde olduğu delil ile sabit olunca, kıyas mevzuunda kendisine itimat edilen temel kaidenin, "sırf benzeme" olduğunu anlamış oluruz. Bu, uzun bir mevzudur. Bizim amacımız ise, âyetlerden meselelerin nasıl istinbat edileceğini beyan etmektir. Ama, bu husustaki uzun açıklamalar, diğer kitaplarda zikredilmiştir. [216]

 

Kıyas Yapmak İçin Kuran ve Sünnette Hüküm Bulunmamalıdır

 

İkinci Fer': Bu âyet, bir mesele hakkında kıyas ile istidlalde bulunabilmenin şartının, o mesele hakkında kitap ve sünnette herhangi bir nassın bulunmaması olduğuna delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer bir şey hakkında çekişirseniz, onu ... götürün" ifadesi, böyle bir şartı ihsas ettirmektedir. [217]

 

Kitap, Sünnet ve İcmada Hüküm Bulunmazsa Kıyas Yapılır

 

Üçüncü Fer1: Âyet, bir mesele hakkında kitap, sünnet ve icmâ'da bir nass bulunmadığı zaman, orada, her ne şekilde olursa olsun, kıyasın kullanılabileceğine delâlet etmektedir. İşte bununla, keffaretler, hadler ve bunların dışında kalan diğer hususlar hakkında kıyasın isti'mal edilmeyeceğini söyleyenlerin görüşü bâtıl olmuş olur. Zira, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer bt şey hakkında çekişirseniz..." buyruğu, hakkında herhangi bir nass bulunmayan her hadiseyi içine almaktadır. [218]

 

Kıyas Nassa Bina Edilir, Kıyasla Sabit Olan Hükme Dayanmaz

 

Dördüncü Fer': Âyet, bir mesele hakkında kıyas ile hüküm vermek isteyen kimsenin, mutlaka o hükmü, hakkında nass ile hüküm sabit olmuş olan bir meseleye kıyas etmesi gerektiğine delâlet eder. Yoksa meseleyi, hakkındaki hükmün kıyas ile sabit olduğu bir meseleye kıyaslaması caiz değildir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "onu Allah'a ve peygambere götürün" emrinin zahiri, o meseleyi, Allah'ın ve Resûlullah 'in nassıyla sabit olan bir hükme kıyaslamanın vacib olduğunu ihsas etmektedir. [219]

 

Kıyas Yapmakta Önce Âyet, Sonra Hadîse Bakılır

 

Beşinci Fer': Âyet, hükmü, Kur'ân âyetiyle sabit olan bir asia kıyas etme ile, hükmü, sünnet ile sabit olan bir asla kıyas etmek birbiriyle çeliştiğinde Kur'an'a kıyas etmenin, habere kıyas etmekten önce geleceğine delâlet etmektedir. Zira, Cenab-ı Hak, "Allah'a itaat edin. Ve .Peygambere itaat edin" buyruğu ile "onu, Allah'a ve peygamberine götürün" emrinde de, kitabı sünnetten, Allah'ı da peygamberinden önce zikretmiştir. Muaz hadisinde de böyledir/

Altıncı Fer': Âyet, biri, Allah'ın kitabındaki bir işaret ve îma ile, diğeri ise Allah'ın Resulünün haberlerinden bir haberin îma ve işaretiyle desteklenen iki kıyas birbiriyle taaruz ettiğinde, birincinin ikincisine takdim edileceğine delâlet etmektedir. Yani bu da, beşinci fer'de zikrettiğimiz gibidir. İşte usûle dair bütün bu meseleleri, iki saatten az bir zaman içinde bu âyetten istinbat ettim, çıkardım. Belki de insan, fikrini iyice kullandığında, usul-i fıkıh meselelerinin ekserisini bu âyetten istinbat etmesi mümkün olacaktır. [220]

 

 Onüçüncü  Mesele 

 

Hak Teâlâ'nın, kaydı demektir. kelimesi, çoğul bir kelimedir. Bu kelimenin müfredi ise, kaide dışı olarak ji kelimesidir. Bu, tıpkı (kadınlar),  (develer) ve (atlar) kelimeleri gibidir. Bütün bunlar, kendi lafzından müfredi olmayan cemi isimlerdir. [221]

 

 Ondördüncü Mesele

 

Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer çekişirseniz..." ifadesi- nin manası hakkında. Zeccac, "İhtilâf edip, her grup, "Söz, benim sözümdür" derseniz" demiştir. Âyette geçen  ifâdesi, cezbetmek, çekip almak manasında olan £j£lt kelimesinden türemiştir. Buna göre "çekişmek", taraflardan herbirinin, kendi görüşünü doğrulayan bir hüccete doğru cezbolunmalarından veyahut da, kendi görüşünü, onu ifsat eden şeylerden çekip alma çaba ve gayretinden ibarettir.

Daha sonra Cenâb-t Hak, "eğer Allah'a veahiretgününe inanıyorsanız" buyur­muştur. Bu hususta da iki mesele vardır. [222]

 

 Birinci  Mesele

   

Bu   tehdidin,   Cenâb-ı   Hakk'ın   "Allah'a   İtaat  edin. Peygambere itaat edin "emriyle, kezaO'nun "onu Allah'a ve   peygambere  götürün"   emriyle   alakalı   olması muhtemeldir. Allah en iyi bilendir. [223]

 

 İkinci  Mesele    

 

Hak Teâlâ'nın, "Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız..." ifadesinin zahiri, Allah ve Resulüne itaat

etmeyen kimselerin mü'min olmamasını gerektirir. Bu da, günahkâr kimsenin imandan çıkmış olmasını gerektirir; ancak ne var ki bu ifade tehdide hamledilmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bu, hem hayırlı hem de netice bakımından daha güzeldir" buyurmuştur. Yani, "Bu âyette size emretmiş olduğum o şey, sizin için daha hayırlı ve netice bakımından da daha güzeldir" demektir. Çünkü "te'vîl", "bir şeyin kendisine döndüğü yer, onun mercii" ve "neticesi" manasından ibarettir. [224]

 

"Sana indirilene de, senden önce İndirilmiş olanlara da iman etmiş olduklarını yalan yere iddia edenlere bakmadın mı? Onlar, onu inkar etmekle emrolunduklan halde, yine "tâğûf'un huzurunda muhakeme olunmalarını

İsterler. Şeytan da onları, uzak bir sapıklıkla iyice saptırmak ister. Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin" denilince, münafıkların, senden çekindikçe çekindiklerini görürsün" (Nisd, 60-61). [225]

 

Bil ki, Cenâb-ı Hak bundan önceki âyette bütün mükelleflere, Allah'a itaat etmelerini, Resulüne itaat etmelerini vacib kılınca, bu âyette de, münafıklar ile kalblerinde "hastalık" bulunan kimselerin Allah'ın Resulüne itaat etmediklerini, O'nun hükmüne razı olmadıklarını; O'ndan başkasının hükmünü istediklerini zikretmiştir. Bu âyette birkaç mesele vardır: [226]

 

“Za’m” Kelimesi Hakkında

 

şekilleri, iki kullanıştır. Bu iki kullanış da çoğunlukla, ancak gerçekleşmemiş söz hakkında kullanıl-"Za'm" Ktaesi Httndı maktadır. Leys "Araplar, birşey hakkında şüphelenip, doğru mu yanlış mı olduğunu bilemedikleri zaman "Falanca iddia ediyor ki.." derler. Hak Teâlâ'nın, "Kendi boş zu'mlarınca, "şu Allah'ın" dediler" (En'am, 136) âyetinde de böyledir. Bu, "Yalan sözleri ile.." demektir" demiştir. Esma'?, "Araplar, yağlı olup olmadığını bilmedikleri koyuna derler" demiştir. İbnü'l-Arabî ise, bu kelimenin, doğru olduğu bilinen şey için de kullanılabileceğini söylemiş ve Ümeyye İbn Sait'in şu beytini söylemiştir:

' 'Ben sizin için kefilim ki, Habb 'iniz, size yapmış olduğu va 'adini mutlaka yerine -getirecektir..."

Bunu anladığın zaman biz deriz ki: Bu âyetteki "za'm" kelimesi ile, yalan söz manası murad edilmiştir. Çünkü münafıklar hakkında nazil olmuştur. [227]

 

Nisa 60-61.Ayetlerinde Nüzul Sebebi:

Hz.Peygamberin Hükmüne Razı Olmayan Münafığı Hz. Ömer Tarafından Öldürülmesi    

 

Alimler, bu âyetin sebeb-i nüzulü hakkında şu rivayetleri zikretmişlerdir::  

Birinci Rivayet: Pek çok müfessir şöyle der: Münafıkiardan birisi, yahudilerden birisi ile münakaşa edip çekişti.

Bunun üzerine yahudi, "Aramızda Ebu'l-Kasım Muhammed hakem olsun" demiş; münafık ise, "Hayır, Ka'b İbn Eşref olsun " demiş. Bunun sebebi şudur: Hz. Peygamber (s.a.s), hakka göre hüküm verir, rüşvete iltifat etmezdi. Ka'b İbn Eşref ise, son derece rüşvet düşkünü birisi idi ve bu davada yahudi haklı, münafık haksız idi. İşte bundan dolayı yahudi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in; münafık ise Ka'b İbn Eşrefin huzurunda muhakeme olunmayı istedi. Yahudi kendi teklifinde ısrar edince, ikisi birden Allah'ın Resulünün yanına gittiler. Hz. Peygamber (s.a.s) de, yahudinin lehine, münafığın aleyhine karar verdi. Bunun üzerine münafık, "Bu hükme razı olmuyorum. Ebu Bekr'e gidelim" dedi. Hz. Ebu Bekir de yahudinin lehine hükmedince, münafık yine bu hükme razı olmayarak, "Aramızda Ömer karar versin" dedi. Böylece Hz. Ömer'e vardılar. Yahudi, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ve Hz. Ebu Bekir (r.a)'in münafığın aleyhine karar verdiklerini, ama münafığın onların hükmüne razı olmadığını söyleyince, Hz. Ömer (r.a) münafığa, "Durum böyle mi?" diye sordu. Münafık, "Evet" deyince, Hz. Ömer {r.a), "Hele durun, bir ihtiyacım var. İçeri gireyim ve o ihtiyacımı göreyim, yanınıza geleceğim" dedi. Evine girip, kılıcını alarak yanlarına çıktı. Çıkar çıkmaz da münafığın boynunu vurdu, münafık da öldü. Yahudtye gelince o kaçtı. Münafığın akrabaları gidip Hz. Ömer (r.a)'i, Hz.Peygamber (s.a.s)'e şikayet ettiler. Hz. Peygamber (s.a.s), Hz. Ömer (r.a)'e hadiseyi sorunca, o, "Ya Resûlallah, o senin verdiğin hükmü kabul etmemişti" dedi. O anda Cebrail (a.s) gelerek, "Ömer, föruktur. Zira o, hak fle bâtılı birbirinden ayırmıştır" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), Hz. Ömer'e "Sen, föruksun" dedi. İşte bu rivayete göre, âyet-i kerimede bahsedilen "tâğut", Ka'b İbn Eşref yahud isidir. [228]

 

Nadir ve Kurayza Yahudileri Arasındaki Eşitsizlik

 

İkinci Rivayet: Yahudilerden bir grup müslüman olmuştu. Fakat onlardan bazısı münafık idi. Cahilıye çağında Kureyza ve Nadir Kabilelerinin hareket tarzı şöyle idi: Kureyzadan birisi Nadirli birisini öldürdüğü zaman, öldüren hem kısas ediliyor, hem de onun akrabalarından yüz "vesak"(ölçek) hurma alınıyordu. Fakat Nadirii birisi Kureyzadan birisini öldürdüğünde, ona kısas uygulanmıyor, sadece altmış vesak hurma veriliyordu. Çünkü Nadiroğulları daha şerefli kabul ediliyordu. Bunlar Evs Kabilesinin müttefikleri, Kureyza ise Hazreç Kabilesinin müttefikleri idiler. Hz. Peygamber (s.a.s) Medine'ye hicret edince, Nadir Kabilesinden birisi, bir Kureyzalıyı öldürdü. Derken taraflar bu hususta hasımlaştılar ve Nadiroğutlart "Bize ktsas uygulanamaz. Bize düşen daha önce de anlaştığımız gibi altmış ölçek hurmayı diyet olarak vermektir" dediler. HazreçMIer "Fakat bu, cahiliyye hükmüdür. Biz-siz bugün kardeşiz. Dinimiz bir, aramızda bir üstünlük yok" dediler. Nadiroğulları bunu kabul etmediler. İçlerindeki münafıklar, "Kâhin Ebu Burde et-Eslemî'ye gidelim" dediler. Müslüman (yahudiler de), "Hayır, Allah'ın Resulüne gidelim" dediler. Münafıklar diretince, aralarında hüküm vermesi için, Kâhin el-Eslemİ'ye gittiler. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Allah bu âyeti indirdi. Hz. Peygamber (s.a.s), Kâhin Ebu Burde'yi İslâm'a davet etti. O da, bunu kabul edip müslüman oldu. Bu, Süddi'nin sözüdür. Buna göre, âyette geçen "tâğut" kâhin olan el-Eslemî'dir.

Üçüncü Rivayet: Hasan el-Basrî şöyle demiştir: "Bir müslümanın, münafıkların birinde bir alacağı vardı. Fakat münafık, o müslümanı daha önce cahiliyye döneminde hükmüne başvurdukları bir putun huzuruna gitmeye davet etti. O putun yanında, puttan geldiğini iddia ettiği birtakım asılsız şeyleri nakleden bir adam vardı." Bu rivayete göre, âyette geçen "tâğut"tan maksad, işte, asılsız şeyleri söyleyen bu adamdır.

Dördüncü Rivayet: Cahiliyye insanları, putların hükümlerine başvururlardı. Onların bu husustaki usulleri şöyle idi: Putun huzurunda fal oklarını çekiyorlar ve çektikleri okun üzerinde ne yazıyorsa onu yapıyorlardı. Buna göre de, âyette geçen tağut, o puttur.

Bil ki müfessirler bu âyetin, münafıklardan birisi hakkında nazil olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Sonra Ebu Müslim şöyle demiştir: "Bu âyetin zahiri, daha önce yahudi iken, münafıkça müslüman olan bir ehl-i kitap hakkında olduğuna delalet etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ'nın, "Sana indirilene de, senden önce indirilmiş olanlara da iman etmiş olduklarını yalan yere iddia edenler..." ifadesi ancak bu durumda olan bir münafığa uyar." [229]

 

Hz. Peygamberin Hükmünden Kaçıp Tağula Başvuranların kafirliği  

 

Bu ifadeden murad şudur: Bazı kimseler, ehl-i tuğyandan (azgın kimselerden) bazısı huzurunda muhakeme olmayı istemiş, Hz, Muhammed (s.a.s)'in huzurunda muhakeme olmayı istememişlerdir. Kâdî şöyle demiştir: "Tâğutlann huzurunda muhakeme olmanın bir küfür gibi; Hz. Muham­med (s.a.s)'in hükmüne razı olmamanın ise bir küfü* olması gerekir. Buna şunlar delalet eder:

a) Allah Teâtâ, 'Onlar onu inkâr etmekle emrolunduklan halde, yine de tâgutun huzurunda muhakeme olunmalarını İsterler" buyurmuş ve tâğutun huzurunda

muhakeme olunmayı, ona iman saymıştır. Halbuki nasıl tâğutu inkâr etme Allah'a iman manasına geliyorsa, tâğuta iman etmenin de Allah'ı inkâr manasına geleceğinde şüphe yoktur.

b) Hak Teâlâ, "Öyle değil Habbtne andolsun ki onlar, aralarında kimi oraya, kimi buraya çektikleri şeylerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiç bir sıkmtı duymadan, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar" (nis4,65) buyurmuştur. Bu, Allah'ın Resûlü'nün hükmüne razı olmayanların kâfir sayılacakları hususunda bir nasstır.

c) Cenâb-ı Hak, "Artık Onun emrinden uzaklaşıp gidenler, kendilerini bir fitne (belâ) çarpmasından, yahut (ankette) onlara pek acıklı bir azab çatmasından çekinsinîer" (Nûr, 63) buyurmuştur. Bu âyet, Hz. Peygambere muhalefet etmenin, büyük bir günah olduğuna delalet ediyor. Bütün bu âyetlerde, Allah'ın ve peygamberin herhangi bir emrini reddeden kimsenin, bu reddi ister şüphesi yönünden, isterse inadı yönünden olsun, İslâm'dan çıkmış olacağı hususunda deliller vardır ki bu durum da, sahabe-i kiramın, zekatını vermeyenlerin mürted olduklarına, öldürülmeleri gerektiğine ve çocuklarının esir edileceklerine dair verdikleri hükmün doğru olduğunu gösterir. [230]

 

Dördüncü Mesele

 

Mu'tezi le şöyle demiştir: "Hak Teâlâ'nın "Şeytan da on/an, uzak bir sapıklıkla iyice saptırmak ister" buyruğu, kâfirin küfrünün, ne Allah'ın yaratması, ne de irade-i ilahiyyesi ile olmadığına delalet eder. Bunu şu bakımlardan açıklarız:

a) Allah Teâlâ, şayet kâfirde küfrü yaratmış ve irade etmiş olsaydı, şeytanın bu hususta daha ne tesiri olurdu? Şeytanın bu hususta bir tesiri yoksa, ya niçin onu kınamış ve zemmetmiştir?

b)  Hak Teâlâ, bu sapıklığı irade etmesi sebebi ile şeytanı zemmetmiştir. Binâenaleyh eğer Cenâb-ı Hak, bu sapıklığı murat etmiş olsaydı, zemmedilmeye kendisi daha lâyık olmuş olurdu. Çünkü bir şeyi ayıplayıp, sonra da onu kendisi yapan herkes, kınanmaya daha lâyıktır. Nitekim Cenâb-ı Hak,   yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında çok büyük bir buğza sebep olur" (saf, 3) buyurmuştur.

c) Cenâtn Allah'ın, (tefsir ettiğimiz) âyetin başındaki ifadesi, o münafıkların, inkâr etmeleri emrolundukları tâğutun huzurunda muhakeme olunmayı istemelerinden Ötürü duyulması gereken hayreti ifade hususunda sarih bir sözdür. Eğer bu muhakemeleşme, Allah'ın yaratmasıyla olmuş olsaydı, bu hayret olmazdı. Çünkü bu durumda. O'na "Onlar bunu, senin onlarda bu fiili yaratmandan ve onlar için murad etmenden dolayı yapmışlardır" denilirdi. Hatta o zaman, Cenâb-ı Hakk'ın bu hayretine hayret etmek daha uygun olurdu. Çünkü kim, onlarda bunu yaratıp, sonra da kalkıp onların bunu yapmış olmalarına şaşarsa, bu şaşmaya hayret etmek daha uygun olur.

Bil ki Mu'tezile'nin bu istidlalinin özü, "medh veya zemm metoduna" tutunmaya dayanır ki sen bizim, bu metodu ilim ve dâî prensipleri ile çeliştiğini ortaya koyarak reddettiğimizi daha önce öğrenmiş idin. [231]

 

Münafıkların, Resûkıllah'ın Hükmünden Kaçmaları

 

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin" denilince, münaûklann, senden çekindikçe çekindiklerini görürsün" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır: [232]

 

Birinci Mesele

   

Hak Teâlâ önceki âyette, münafıkları "tağuf'un huzurunda mahkemeleşmeye olan eyi ve isteklerini beyan buyur­muş, bu âyetle de onların, Allah'ın Resulünün huzurunda

davalaşmadan nefret ettiklerini beyan etmiştir. Müfessirler şöyle demişlerdir: O münafıklar ancak, zalim oldukları, peygamberin rüşvet almayacağını ve acı da olsa kesin hüküm vereceğini bildikleri için, Hz. Peygamber'in hükmünden yüz çevirmişler­dir. Bu yüz çevirmenin, o münafıkların din hususunda düşman olmalarından ötürü olduğu da ileri sürülmüştür. [233]

 

 İkinci Mesele

    

Cenâb-ı Hakk'ın, ifâdesinin manası, "onlar senden yüz çevirirler" demektir. Bu ifadede mef'ûl-ü mutlak olan kelime, tekîd ve mübalağa için getirilmiştir. Sanki, "... hem de nasıl yüz çevirişle yüz çevirirler! ..." denmek istenmiştir.

Daha  önce yapmış oldukları (günahlar) yüzünden onlara bir belâ gelip çattığı zaman (halleri) nice olur? Sonra onlar,   'Biz iyilikten ve ara bulmaktan başka bir şey arzu etmedik" diye, Allah'a andederek, sana geleceklerdir. İşte bunlar...

Allah öyle kimselerin kalblerinde olanı bilir. Artık onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında çok etkili söz söyle" (Nlsâ, 62-63).

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [234]

 

Nisa 62 Ayetinin Makabil İle Münasebeti

 

Bil ki, bu âyetin kendisinden öncesiyle alâkası hususunda şu iki açıklama yapılmıştır:

Birinci Açıklama: HakTeâlâ'nın 'Vaha Önce yapmış oldukları (günahlar) yüzünden onlara bir belâ gelip çattığı zaman, (halleri) nice olur?" kısmı, araya girmiş bir ifadedir. Bu ifadeden önceki âyetin, bundan sonraki kısım ile münasebeti şu şekildedir: "Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin" denilince, münafık­ların, senden çekindikçe çekindiklerini görürsün" sonra onlar, "Biz tyilikten ve ara bulmaktan başka bir şey arzu etmedik" diye, Allah'a andederek, sana geleceklerdir" (Nisa, 62) .Yani, "O münafıklar işin başında senden iyice yüz çevirir, sonra da sana gelerek, "Bu yüz çevirmekle ancak iyilik ve ara bulmayı murad ettik­lerine dair, yalan yere Allah'a yemin ederler" demektir. İşte bu izaha göre, ifadeler arasında münasebet kurulmaktadır. "Daha önce yapmış olduktan (günahlar) yüzünden' ifadesi ise, araya girmiş başka bir söz gibidir ki buna, "cümle-i ttiraziyye" adı verilir. Bu, şairin tıpkı:

"Kendisine ulaşmış olduğum seksen yaş (seksen ki, ben ona ulaştım), kulağımı bir tercümana muhtaç hale getirdi" demesi gibidir. Şairin ifadesi, araya girmiş bir cümle-i İtiraziyyedir. Ancak ne var ki, bu cümle-i itiraziyyenin şartı, bu beytte de olduğu gibi, bazı yönlerden esas ifade ile alakalı olmasıdır. Çünkü If&t (ki ben ona ulaştım) sözü, muhataba bir dua ve onunla konuşurken ona bir taltiftir. Âyet de böyledir. Çünkü âyetin başı ve sonu, münafıkların kötülüklerini, rüsvaylıklarını, her türlü hile ve tuzaklarını açıklamaktadır. Çünkü âyet, Allah Teâlâ'nın, âyetin başjnda kendisine küfretmeleri emrolunmuşken "tâğuf'un huzurunda muhakeme olmayı istediklerini; kendisine itaat etmeleri emrolunmuşken, Allah'ın Resulünden yüz çevirdiklerini anlattığını haber vermektedir. Bundan sonra da, bu kötü amelleri sebebiyle, gerek dünya gerekse ahiret hususunda başlarına gelecek hallerin şiddetine delâlet eden şeyi zikrederek, "Daha Önce yapmış oldukları (günahlar) yüzünden onlara bir belâ gelip çattığı zaman, (halleri) nice olur?" buyurmuştur. Yani, "Başlarına gelen o sıkıntı ve musibetin hali ve durumu.nice olur?" demektir. İşte; bu görüşün izahı budur ki, bu Hasan el-Basıi'nin görüşü olup, müleahhirûn ulemâsından da el-Vahidî'nin tercih ettiği görüştür.

İkinci Açıklama: Bu ifade, kendinden önceki ifadeyle alâkalı olup (cümle-i itiraziyye değildir). Bu görüş şöyle izah edilebilir: Allah Teâlâ önceki âyette, o münafıkların "tâğuf'un huzurunda muhakeme edilmeyi isteyip, Hz. Peygamber (s.a.s)'den iyice kaçtıklarını nakledince, işte bu, o münafıkların, Resûlullah'ın huzurunda olmaktan ve O'na yaklaşmaktan ne denli nefret ettiklerine delalet etmiştir. İşte binâenaleyh, Cenâb-t Hak bu hususu zikredince, "Daha önce yapmış olduktan (günahlar) yüzünden onlara bir belâ gelip çattığı zaman, (halleri) nice olur?" buyurmuştur. Yani, "Emin oldukları zaman, o münafıkların Hz. Peygamberin huzurunda bulunmaktan nefret etmeleri bu şekilde olunca, onlar kendisi sebebiyle senden çekinip korkacakları bir suç işleyip, sonra da, ister istemez sana gelerek, "Biz bu kabahatimizle, ancak bir hayır ve bir maslahatı kastetmiştik" deyip, yalan yere Allah'a and ettikleri zaman, o gam ve kederin doruğuna ulaştıkları andaki halleri ya nice olur?" demektir. Bu ifadenin maksadı ise, "oniar ister yüzyüze ister gıyabında, ister uzak ister yakın olsunlar, Hz. Peygamber'e karşı kaiblerindeki nefretin had noktaya vardığını" beyan etmektir. Sonra Cenâb-ı Hak bu manayı, "İşte bunlar... Allah öyle kimselerin kalplerinde olanı bilir" buyruğuyla da te'kid etmiştir. Bu şu demektir: Bir kimse, bir şey hususunda mübalağa etmek istediğinde, "Bu, ancak Allah'ın bilebileceği bir şeydir. Yani, o şey çok ve güçlü olduğu için, onu ancak Allah bilir" der.

Sonra Cenâb-ı Hak, Resulüne, o münafıkların ne denli bir buğzu olduğunu ve kendisine karşı da sınırsız bir düşmanlık ve nefretlerinin bulunduğunu bildirince, O'na, o münafıklara karşı nasıl davranacağını öğreterek, "Artık onlardan yüz çevir, onlara öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında çok etkileyici söz söyle" buyurmuştur. İşte bu ifade, bizim açıkladığımız gibi, kendinden önceki ifadeyle, bu hususta herhangi bir hazf ve takdire ihtiyaç olmaksızın, güze! bir münasebet içinde bulunmuş olur. Tefsir kitaplarını mütâlâa eden herkes, gerek öncekilerin gerekse sonrakilerin, bu münasebeti kurabilmek için nasıl çırpındıklarını görür ve anlar. Allah en iyi bilendir. [235]

 

İkinci Mesele

 

Alimler, Cenâb-ı Hakk'ın "Onlara bir belâ gelip çattığında" buyruğunun tefsiri hususunda şunları zikretmişlerdir:

a) Bundan murad, Hz. Ömer (r.aj'in, onların, Resulün hükmüne razı olmadığını söyleyen arkadaşlarını öldürmesidir. İşte bunun üzerine o münafığın arkadaşları, Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelerek, Hz. Ömer'den onun kanını talep etmişler ve Hz. Peygamber'den başkasının hükmüne müracaat etmekle ancak iyilik ve maslahat diledikleri hususunda yemin etmişlerdir. Bu, Zeccac'ın tercih ettiği görüştür.

b) Ebu Ali el-Cübbaî ise şöyle demektedir: Burada bahsedilen bu "musibet, belâ"dan maksat, Allah Teâiâ'nın, Hz. Peygamber'e o münafıkları savaşlarda yanına

almamasını ve onları elinden geldiğince zelîl kılarak huzurundan kovmasını emretmesidir ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun, egermünaâklarvekâlblerindebir hastalık bulunanlar, şehirde kötü haber yayanlar vazgeçmezlerse, mutlaka seni onlara musallat ederiz. Sonra orada senfnle ancak az bir zaman komşuluk edebilirler. Hepsi de Allah 'm rahmetinden kovulmuş olarak... nerede ele geçtrütrlerse yakalanırlar; onlar ve öldürüldükçe Öldürülürler" (Ahzab, e&6i) ve "...de ki, "Bundan sonra benimle birlikte kat'iyyen ve ebedi olarak çıkamazsınız" rrevt». 83) âyetlerinin ifade etmiş olduğu husustur.

Özet olarak diyebiliriz ki bu gibi âyetler, onlar için çok büyük bir zillet ve tahkiri gerektirir. Bu sebeple de âyetlerde zikredilen hususlar, onların başına gelen musibetler arasında sayılmıştır. Bu musibetler onlara, münafık oldukları için gelip çatmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın "Sonra sana geldiler (gelecekler)" buyruğu ile de, "O musibet gelip çattığında, onlar yemin eder ve "Kâfirlerle dönüp dolaşmakla ancak bir iyilik ve maslahat kastetmiştik" diyerek mazerette bulunurlar. Halbuki onlar, bu konuda yalan söylüyorlardı... Zira onlar, içlerinde, açıkladıktannın aksini gizliyorlardı... Onlar bununla, bir salah olan ihsan ve iyiliği kastetmernişlerdi...

c) Ebu Müslim el-isfehanî de şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hak, o münafıkların "tâğuf'un hükmüne rağbet edip, Resûl'ün hükmünden hoşlanmadıklarını haber verince, başlarına pek yakında, onları O'na sığınmaya, O'na iman ettiklerini açıklamaya ve maksatlarının sadece iyilik edip ara bulmak olduğuna yemin etmeye zorlayacak birtakım musibetlerin gelip çatacağı haberini, Peygamberine müjdelemiştir." Ebu Müslim sözüne öevamte şöy\e dw. "B« kimseyi bir şey ile korkutup ya da müjdelediklerinde, "şu şu şu olduğunda, ya senin halin nasıl olur?" demek, Arapların Örflerinden birisidir." Bunun misali, Çenâb-ı Hakk'ın, "Her ünimetten birer şahid getirdiğimiz zaman (onların halleri) nice olur?" (Nisa, 41) ve "Onları hiçbir şüphe olmayan bir günde topladığımız zaman, artık halleri nice olur?" (âh imran, 25) âyetleridir.

Sonra Cenâb-ı Hak, Resulüne, o münafıklardan böyle şeyler sâdır olduğunda, onlardan yüz çevirip onlara vaa'z u nasihat etmesini emretmiştir. [236]

 

 Ayette Geçen İhsan ve Tevfik’in Tevsiri

 

Âyet-i kerimedeki "ihsan (iyilik)" ve  tevfîk (ara bulma)nın tefsiri hususunda da şu açıklamalar yapılmıştır:

a) Bu tabirlerin manası, "Biz, Peygamberden başkasının hükmüne başvurmakla ancak, hasımlarımıza iyilik ve ara­mızdaki uyum ve ittifakın devam etmesini dilemiştik. Peygamberden başkasının hükmüne müracaat etmemiz, hasımlarımız için bir iyilik olmuştur. Zira, onlar Hz. Peygamber'in   huzurunda  olsalardı,   meramlarını   anlatabilmek  için   seslerini yükseltmeye ve O'nun hükmüne karşı diretmeye güç yetiremezlerdi. İşte, binâen-

aleyh, Peygamber'den başka birinin hükmüne .başvurmamız, hasımlarımız için bir İyilik olmuştur" şeklindedir.

b) Bunun manası şöyledir: "Biz, Hz. Ömer'in hükmüne müracaat ederken, onun ancak adaletle hükmedip, onunla hasmının arasını bularak, arkadaşımıza iyilikte bulunacağını düşünmüştük. Aklımıza, O'nun da Resûlullah'ın hükmettiği gibi hükmedeceği gelmemişti."

c) Mana şöyledir: "Ey Allah'ın Resulü, biz senden başkasının hükmüne ancak şunun için müracaat ettik: Sen, acı da olsa, kesin ve gerçek hükmü verirsin. Halbuki senden başkaları, hasımların aralarını bulmaya çalışır; aralarında bir uyuşma ve uzlaşma meydana gelinceye kadar, taraflardan her birine, diğerine iyilik etmesini ve isteklerini, asgarî müşterek bir noktada birleştirmelerini emreder..." .

Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Bunun manası, "Onların kalblerindeki ntfâkı, kfn ve gayzı, düşmanlığı ancak Allah bilir" şeklindedir.

Sonra Cenâb-ı Hak. "Artık onlardan yüz çevir, onlara Öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında çok etkili söz söyle" buyurmuştur. Bil ki Cenâb-ı Hak, Resulüne (s.'a.s), onlara şu üç şekilde muamele etmesini emretmiştir:

a) Hak Teâlâ'nın, "Artık onlardan yüz çevir" buyruğudur ki, bu da şu İki şeyi anlatmaktadır:

1) Hz. Peygamber'in, onların mazeretlerini kabul etmeyip onların bu özür beyan etmelerine aldanmamasıdir. Çünkü, başkasının özrünü kabul etmeyerek, ona kızmaya devam eden bir kimse, "O, ondan yüz çevirdi, ona iltifat etmedi" şeklinde vasfedilir.

2)   Bu söz,  Hz.  Peygamber'e şöyle denilmiş olması yerine geçmektedir: "Onlardan yüz çevirmekle yetin, onların gizliliklerini ortaya dökme. Onların içlerinde bulunan şeylerin künhünü bildiğini onlara gösterme. Çünkü bir kimse, düşmanının sırlarını ortaya koyup, ona, kalbinde bulunan her şeyi bildiğini izhar ederse, bu durum çoğu kez o kimseyi, onun düşmanlığını izhar etmesine aldırmamaya teşvik eder ve cesaretlendirir; böylece de o kimsenin şerri artar. Ancak ne var ki o kimseyi bulunduğu hal üzere bırakırsa, o kimse bir korku ve endişe içinde kalakalır, böylece de şerri ve kötülüğü azalır.

b)  Hak Teâlâ "onlara ö'güf ver" buyurmuştur.  Bu ifadeden maksat, Hz. Peygamber'in onları nifak, hile, tuzak, hased, yalan vb. şeylerden men etmesi ve onlan ahiret cezasıyla korkutmasıdır. Nitekim Cenâb-t Hak,  "Rabbintn yoluna hikmetle, güzel Öğütle davet et..."(Nahi, 125) buyurmuştur.

c) Hak Teâlâ, "ve onlara, kendileri hakkında çok etkili söz söyle" buyurmuştur. Bu İfadeyle- ilgili olarak da iki mesele vardır: [237]

 

 Birinci Mesele

 

Hak Teâlâ'nın, ifâdesi hakkındu şu izahlar yapıl- m ıştır:

1) Âyette bir takdim-tehir bulunmaktadır. Bunun takdiri ise, "onlara, nefislerinde etkili olan, kaiblerinde de müessir olan, kendisi sebebiyle devamlı gamlanıp kederlenecekleri ve kendisinden alabildiğine korku duyup hissedecekleri bir söz söyle" şeklindedir.

2) Takdirin şöyle olmasıdır: "Onların kötü nefisleri ve nifaka bürünmüş kalplerinin vasfı ve sıfatı hususunda, beliğ ve etkili bir söz söyle ve şöyle de: "Allah, kalplerinizdekini  bilir.  Onu gizlemeye çalışmanız size  hiçbir fayda vermez. Binaenaleyh, kalbinizi nifaktan temizleyiniz. Aksi halde Cenâb-ı Hak, açıktan açığa müşrik olanların başına getirmiş olduğu belâ ve musibetlerin daha katı ve daha ağırını sizin başınıza getirir.."

3) "Onlara, onlarla başbaşa kaldığında, yanlarında başka kimse yok iken nasihat et. Çünkü, herkesin yanında yapılan nasihat bir ta'n ve ayıplama olup, gizlice yapılan nasihat ise mahzâ nasihat olur. [238]

 

 İkinci Mesele

 

Bu âyet hakkında iki görüş bululnmaktadır:

a) Öğüt vermeden murad, ahiret cezasıyla korkutmaktır. Beliğ sözden murad ise, dünya cezasıyla korkutarak, onlara şöyle denümesidir: Kalblerinizdekİ nifak ve hilekârlıklar, Allah katında malumdur. Sizinle diğer kâfirler arasında herhangi bir fark yoktur; Allah, imanı izhar ettiğiniz için, kılıcı (öldürülme hükmünü) sizden kaldırmıştır. Binâenaleyh, bu kötü fiillerinize devam ederseniz, hepinizin küfürde devam ettiği ortaya çıkmış olur. Bu durumda da size kılıç gerekir.

b) Buradaki "belîğ söz", "öğüf'ün sıfatıdır. Böylece Cenâb-ı Hak önce öğüt vermeyi, sonra da bu öğüdün beliğ bir söz ile olmasını emretmiştir. Beliğ söz ise, sözün beliğ, uzun, lafızları ve manaları güzel; terğîb, terhîb, sakındırıp korkutma, mükâfaat ve ceza...'yi ihtiva eden bir söz olmasıdır. Söz, böyle olduğu zaman kalbe oturur; ama kısa, lafızları bozuk, manaları da az olursa, kalbe asla tesir etmez. [239]

Biz htç bir Peygamberi Allah'ın İzniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik. Onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allah'dan mağfiret dileselerdi ve onlar için Peygamber de mağfiret isteseydi, elbette Allah'ı tevvâb ve rahîm bulacaklardı" (Nisa. 64). [240]

 

Bil ki Allah Teâlâ, Peygamberine itaat etmeyi "Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine itaat edin" (Nisa, 59) diyerek emredip, sonra da bazı münafıkların Peygamberin değil de tağutun hükmüne başvurduklarını nakledince ve bu yot iie bu metodun çirkinliğini ve bozukluğunu beyan edince, bu âyet ite yeniden insanları peygambere ttaata teşvik ederek, "Biz hiçbir Peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle göndermedik" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: [241]

 

 Birinci Mesele

 

Zeccâc, buradaki harf-i cerrinin zâid olduğunu ve bunun takdirinin "Biz hiçbir peygamber göndermedik şeklinde olduğunu söylemiştir. Bunun takdirinin: "Bu cins peygamberlerden ancak şunu şunu gönderdim..." şeklinde olması da mümkündür. Bu takdire göre, mübalağa manası daha tam olur. [242]

 

 Peygamberleren İtaat Konusunda el-Cübbai’ye Red 

 

Ebu Ali  el-Cübba'î   âyetin, "Ben   gönderdiğim   her peygamberin itaat olunmasını ve tasdik edilmesini murad ettim. Yoksa onu, kendisine isyan edilsin diye göndermedim" manasında olduğunu söyleyerek, sonra şunu ilave

eder: "Bu, Cebriyye'nin görüşünün bâtıl olduğunu göste­rir. Çünkü onlar "Allah Teâlâ, peygamberleri, kendilerine isyan edilsin, karşı çıkıtsın diye göndermiştir" derler. Peygambere isyan eden kimselerin, küfür üzere devam edeceği malumdur. Allah Teâlâ, Cebriyye'nin yalan söylediğini bu âyette açıkça göstermiştir. Binâenaleyh onların görüşlerinin batıl olduğuna 1 Kur'ân'da başka birşey bulunmasaydı bile, sadece bu âyet yeterdi. Onların görüşüne göre, peygamberlerin hem itaat hem de isyan olunmaları için gönderilmiş olmaları gerekir. Böylece bu ifade, insanların peygamberlere isyan etmelerinin Allah'ın muradı olmadığına, O'nun, peygamberler hakkında sadece itaat olunmalarını murad ettiğine delalet etmektedir."

Bil ki bu istidlal son derece zayıftır. Bu, şu şekillerde açıklanır:

a)  Hak Teâlâ'nın, ''kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle (değtl)" buyruğunun manasının gerçekleşmesi hususunda, onlara tek bir vakit, tek bir kişinin itaat etmiş olması yeter. Bütün insanların, her zaman o peygamberlere itaat etmeleri, bu ifadenin manasının doğru olmasının şartı değildir. Binâenaleyh biz bunun neticesine göre şöyle deriz: Allah Teâlâ'nın peygamber olarak gönderdiği herkese, bazı insanlar bazı zamanlarda itaat etmişlerdir; meğer ki şöyle denilsin: "Bir şey hakkındaki hükmün bildirilmiş olması, başka şeylerin o hükme dahil olmadığı manasına gelir." Fakat Cübbaî bunu kabul etmez. Binâenaleyh bu problem, her türlü takdire göre sakıt oiur.

b) Bu ifadeden muradın, "Her kâfir mutlaka ölürken, o peygamberi tasdik eder" şeklinde olması niçin caiz olmasın? Bu, tıpkı "Ehl-i kitaptan hiç biri müstesna olmaksızın, ölümlerinden evvel mutlaka, o (İsa'ya) iman edecekler" (Nisa, 159) âyetinde anlatıldığı gibidir. Yahut da bu, kıyamet günü herkesin peygamberlere iman edecekleri manasına hamledilir. Müsbet tarafta zikredilen bir vasfın gerçekleşmesi için, onun bazı durumlarda ve bazı şekillerde gerçekleşmesinin kifayet edeceği herkesin malumudur [243]

c) Taat mevcut iken, taatın mevcut olmadığı bilgisine sahip olmak, biribirine zıt şeylerdir. İki zıt bir arada bulunamaz. Bu bilginin yokluğu imkânsızdır. Binâenaleyh taatın varlığı da imkânsız olur. Allah bütün malumatı bilir. Bundan dolayı O, taatın olup olmayacağını da bilir. Bir şeyin meydana gelmesinin imkânsız olduğunu bilen, onu murad etmiş olamaz. Binâenaleyh bu kesin aklî delil ile, Allah Telâla'nın, kâfirin İtaatini dilemiş olması imkânsız olur. Bu sebeple, bu âyeti şu şekilde te'vil etmek gerekir: "Bu ifadeden maksad, Cenâb-ı Hakk'ın iradesi değil, emridir. Buna göre âyetin takdiri, "Biz hiç bir peygamber göndermedik ki, insanlara ona itaat etmeleri emri verilmiş olmasın" şeklinde olur ki, buna göre de problem kalmaz. [244]

 

Kulları İtaat ve İsyanı Allah’ın İradesi İledir

 

Alimlerimiz, "Âyet, hayır ile şerrin, küfür ile imanın ve taat ile isyanın ancak Allah'ın iradesi ile olabileceğine delalet etmektedir" demişlerdir. Bunun deliji, âyetteki "Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi" ifadesidir. Buradaki "izin" ile, emir ve teklif manalarının murad edilmiş olması mümkün değildir. Çünkü bir kimsenin'peygamber olması demek, Allah'ın kendisine itaat olunmasını emrettiği kimse olması demektir. Eğer âyetteki "izin"den murad, emir ve teklif olmuş olsaydı, o zaman âyetin takdiri,  "Kendisini peygamber olarak gönderdiğimiz kimselere itaata, bizim iznimiz olmadan izin vermedik" şeklinde olurdu ki, bu, çirkin bir tekrardır. Binâenaleyh âyetteki "izin" kelimesini, muvaffak kılmak ve yardım etmek manalarına' hamletmek gerekir. Bu izaha göre ise âyetin takdiri: "Biz her peygamberi, ancak bizim yardım ve muvaffak kılmamızla kendisine itaat olunsun diye gönderdik" şeklinde olur ki, bu da Hak Teâlâ'nın, herkesin peygambere itaatini istemediği, aksine bunu, muvaffak kılıp yardım ettiği kimselerden istediği hususunda açık bir ifadedir. O kimseler de mü'minlerdir. Fakat Cenâb-ı Hakk'ın tevfik ve yardımından mahrum kalanlara gelince, Allah onlardan bunu istememiştir. Binâenaleyh bu âyetin, bizim görüşümüzün doğruluğunu gösteren en güçlü delillerden biri olduğu sabit olur. [245]

 

Dördüncü Mesele

 

Bu âyet, her resulün mutlaka, uyulacak ve tâbi olunacak bir şeriatının bulunduğuna delalet etmektedir. Zira o. kendinden öncekilerin şeriatına davet eden birisi olsaydı, gerçekte itaat olunan kendisi değil, aksine o şeriatı getirmiş olan peygamber olurdu. Halbuki Allah Teâlâ, her "resûl"ün itaat olunacağını belirtmiştir. [246]

 

Peygamberlerin Günahtan Masum Olmaları  

 

Âyet, bütün peygamberlerin günah ve isyandan masum olduklarına delalet etmektedir. Çünkü âyet, onlara mutlak olarak   itaat   edilmesi   gerektiğine   delalet   etmektedir. Binâenaleyh  eğer  peygamberler  bir günah  işleyecek olsalardı, o hususta da onlara uymamız gerekirdi. Böylece de, o günahı işlemek bize

de vacib olurdu. Halbuki o işin bir günah oluşu, yapmamızın haram olmasını gerektirir. Bu durumda aynı şeyin hem vacib hem de haram olduğunu söyleme gerekir ki bu, imkânsızdır.

İmdi eğer, "Siz Cübbaİ'nin sözüne itiraz ederken, Hak Teâlâ'nın "Kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmetle (değil)" ifadesinin, umumi manada olmadığını söylediniz. Öyle ise daha nasıl, bu meselede bunun umumi manada oluşuna tutunuyorsunuz? Zira sizin istidlaliniz, ancak bu ifadenin umumi manada olduğunu söylemekle mümkün olur" denilirse, biz deriz ki: Lafzın zahiri, umumi manada olduğu zannını uyandırır. Ancak biz o meselede, bu umumiliği, Cenâb-ı Hakk'ın kâfirin imanını irade etmesinin imkânsız olduğu hususunda zikrettiğimiz kesin aklî delilden ötürü terkettik. İşte âyetin umumi manasına ters olan bu kesin aklî delilden ötürü, âyetin zahirini, umumi manasından çıkardık. Bu meselede ise, peygamberlerin ismetini zedelemeye götürecek kesin aklî bir delil yoktur. İşte bu ikisi arasındaki fark böylece ortaya çıkmış olur. [247]

 

Peygamberin Mü'minler İçin İstiğfarı

 

 Hak, "Onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelip de Allah'dan mağfiret dileselerdi ve on/ar /fin peygamber de mağfiret isteseydi, elbette Allah'ı tevvâb ve rahim bulacaklardı" buyurmuştur. Bu âyette ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: [248]

 

Nisa 65 Ayetinin Nuzul Sebebi   

 

Âyetin sebeb-i nüzûtü hakkında şu iki izah zikredilmiştir:

1) Bundan murad, daha önce bahsedilmiş olan münâfıklardır. Buna göre âyet, "şayet o münafıklar, tâğutun hükmüne başvurup, peygamberin hükmünden kaçmak suretiyle kendilerine zulmettiklerinde, peygambere gelerek yaptıklarından pişman olduklarını izhâr ve tevbe edip, peygamberin kendileri için mağfiret talep etmesini isteselerdi ve onlar tevbe ettiklerinde peygamber de Allah'tan onlar için af dtleseydi, onlar hiç şüphesiz Allah Teâlâ'yt, tevbeieri çok bağışlayan ve pek merhametli bulurlardı" manasındadtr.

2) Ebu Bekir el-Esamm şöyle demiştir: "Bir grup münafık, Hz. Peygamber (s.a.s)'e tuzak kurmak için anlaşmışlar, sonra da bu maksadlartnı gerçekleştirmek için yanına varmışlardı. O anda Cebrail (a.s) gelerek, durumu Hz. Peygamber (s.a.s)'e haber vermişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Hiç şüphesiz bir topluluk, yapamayacakları bir işe niyetlenerek buraya gelmişlerdir. Onlar kalkıp, Allah'tan bağışlanmalarım talep etsfnlerve ben de onların bağışlanmasını taleb edeyim" dedi. O da, "kalkmıyor musunuz?" dedi, ama hiç kimse kalkmadı. Bunun üzerine o, "Ey falan kalk" diyerek, oniki kişinin adını saydı. Onlarda kalkarak, "Biz, söylediğin şeye niyetlenmiştik. Böylece kendimize zulmettiğimiz için Allah'a tevbe ediyoruz. Sen de bizim için mağfiret talep et" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s), "Derhal çıkınız. İşin başında ben mağfiret dilemeye daha yakın idim. Allah Teâlâ da tevbenizi kabul etmeye daha yakın idi. Yanımdan çıkınız" dedi. [249]

 

Resulullah’ın, O Günahkara İçin İstiğfarının Önemi  

 

Birisi şöyle diyebilir: "Eğer onlar Allah'tan mağfiret isteyip, dürüst bir şekilde tevbe etselerdi onların tevbeieri makbul olmaz mıydı? Binaenaleyh Hz. Peygamber (s.a.s)'in mağfiret talep etmesini, onların istiğfar etmeleri şartına bağlamanın faydası nedir?" Biz, buna şu şekillerde cevap veririz:

a) Tağûtun huzurunda muhakeme olmayı istemek, hem Allah'ın hükmüne karşı çıkmak, hem de Resûlullah'a edebsizlik ve O'nun kalbine bir keder sokmaktır. Günahı bu şekilde olan herkesin, ondan dolayı başkasına özür beyan etmesi gerekir. İşte

bu sebepten ötürü, Cenâb-ı Hak, o münafıklara, Hz. Peygamber'den kendileri için mağfiret istemesini talep etmelerini vâcib kılmıştır.

b) Münafıklar, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hükmüne razı olmayınca, onların inadları ortaya çıkmıştır. Binaenaleyh onlar tevbe ettikterinde, bu inadlarını giderecek şeyi yapmaları gerekir.  Bu da, onların ancak Allah'ın Resulüne giderek, O'ndan, bağışlanmaları için Allah'tan mağfiret taleb etmesini istemeleri ile mümkün olur.

c)  Belki de onlar, tevbe ettikleri zaman, eksik tevbe ederler. Ama onların tevbelerine, Allah'ın Resulünün istiğfarı da eklenince, o zaman o, kabule müstehak olur. Allah en iyi bilendir. [250]

 

Üçüncü Mesele   

 

Cenâb-ı Allah, peygamberini yüceltmek için, "Onlar için peygamber de mağfiret isteseydi" demiş, ama "sen, onlar

için mağfiret isteseydin" dememiştir. Çünkü onlar, o pey­gambere geldiklerinde, Allah'ın, kendisine peygamberliğini verdiği, vahyi ile ikramda bulunduğu ve O'nu, kendisi ile mahlûkatı arasında bir elçi kıldığı kimseye gelmişlerdir. Bu vasıfta olan kimsenin şefaatini Allah geri çevirmez. Binaenaleyh muhatab lâfızdan, gâib lâfza geçmenin faydası (hikmeti) budur. [251]

 

Tevbe Edenin Tevbesi Kabul Edilir

 

Âyet,   Allah   Teâlâ'nın   tevbe   edenin   tevbesini   kabul edeceğine kesin olarak delâlet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, önce istiğfardan bahsedip, sonrada, "Elbette Allah'ı tevvâb ve rahim bulacaklardı" buyurmuştur. Bu cevap, söze uygun düşmüştür. "Tevvâb" ve "Rahîm"den murad, "onların tevbelerini kabul eden ve yakarışlarına merhamet eden" ise, onların istiğfarları reddolunmaz. [252]

 

Resulullahın Hakemliğini Kabul Etmeyen, Mü'min Olamaz

 

"Öyle değil, Rabb'ine yemin osun ki, onlar aralarında çıkan meselelerde seni hakem yapıp, sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça, imân etmiş olmazlar" (Nisa, 65)

Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [253]

 

Bu Ayetin (Nisa 65) Nüzül Sebebi   

 

Âyetin sebeb-i nüzulü hakkında şu iki görüş vardır:

a) Bu, Atâ, Mücâhid ve Şa'bî'nin görüşü olup, buna göre âyet, daha önce bahsedilmiş olan, yahudi ile münafık arasında geçen hâdise hakkında nazil olmuştur. Binaen­aleyh bu, makabli ile ilgisi bulunan bir âyettir. Bence *de tercihe şayan görüş budur.

b) Bu âyet, yeni bir söz başlangıcı olup, başka bir hâdise hakkında nazil olmuştur ki o da şudur: Urve b. Zübeyr (r.a)'den rivayet edildiğine göre, Ensâr'dan bir adam kendisi ile, hurmalığını suladığı bir su hususunda nizalaşmıştj. Bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s), Zübeyr'e, "Kendi toprağını sula. Sonra suyu, komşunun toprağına sal" demiştir. Bunun üzerine ensârdan olan adam, "O, halanın oğlu olduğu için böyle hükmettin" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yüzünün rengi değişti ve sonra Zübeyr'e, "(Bahçeni) sula. Sonra da ağaçların köklerine (veya bahçenin duvar­larına) varıncaya kadar da suyu salma" dedi[254]

Bil ki bu hususta hüküm şudur: Kimin arazisi, vadiye (suya) daha yakın olursa, suyu çevirmede onun önceliği olup, tarlasını tamamen sulamak hakkıdır. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber (s.a.s), Zübeyr (r.a)'e müsamahalı bir şekilde sulamasını söylemişti. Zübeyr'in hasmı su-i edebde bulunup, Hz. Peygamber (s.a.s)'in müsamahalı emrini lâyıkt ile değerlendiremedi. İşte bu sebeple de, Hz. Peygamber (s.a.s), Zübeyr'e, suiama hakkını tastamam kullanmasını emretti. Hasmı ise bunu bir kayırma zannetti[255]

 

 Buyruğundaki ‘nın İzahı

   

Hak Teâlâ'nın, "Öyle değil Rabb'ine yemin olsun ki.." ifâdesindeki, (V) hakkında iki görüş vardır: Su Buyruğunda) 11 'im izah  

a) Bu, "Rabb'ine yemin olsun ki.." man ası nd ad ir. Bu, tıpkı  "İşte Rabb'ine andolsun ki,

onların topuna soracağız..."(Mcr, 92)âyetinde olduğu gibidir. Buna göre,  zaide olup, yemin manasım te'kid için gelmiştir. Bu tıpkı, Sil (Hadid.29) âyetindeki, nın, bilme­leri gerektiğini te'kid için getirilmiş olması gibidir. Âyetteki "iman etmiş ol­mazlar" ifâdesi ise, kasemin cevabıdır.

b) Buradaki, V zaide olmayıp, bir manası vardır. Buna göre Vahidî şunları söy­lemiştir:

1) Bu kelime, daha önce bahsedilmiş olan bir şeyin nefyini ve reddini ifâde eder.

Bunun takdiri, "onlar senin hükmüne muhalefet edip dururlarken, iş, iman ettiklerini iddia ettikleri gibi değildir" şeklindedir. Cenâb-ı Hak, bunun peşine, kasem ile yeni bir söze başlayarak, "Rabb'ine yemin olsun ki, onlar seni hakem yapmadıkça, iman etmiş olmazlar" demiştir.

2) Bu daha sonra gelecek nefyi te'kid etmek için getirilmiştir. Zira bu nefiy, hem sözün başında, hem de sonunda getirildiğinde, son derece güzel ve te'kidü olur. [256]

 

Şicar ve Teslim Kelimelerinin İzahı

 

Bir şey dallanıp budaklanıp, birbirine karıştığında, denilir. Bir kimse, birisi ile münakaşa ettiğinde,o esnadaki sözler birbirine karıştığı için, (onunla münakaşa atti) denilir. Yine birbirine girdiği için "hevdeç"in tahtalarına ve çıtalarına da denilir. Ebu Müslim el-İsfehânî şöyle demiştir: "Bana göre bu kelime, ağacın dallarının birbirine girmesi (iltifâfi'ş-şecer1) manasından alınmıştır. Çünkü ağacın dallan birbirine girer."

Âyette geçen "harec" kelimesi, darlık (sıkıntı) manastndadır. Vahidî şöyle demiştir: "Nerede ise yanına varılamayacak kadar dalları birbirine karışmış ağaca, "harec" denir. Bunun cem'i, dır."

Âyette geçen "teslim" kelimesi, tef'îl babından masdardır. Birisi bağışlanıp, başına bir musibet gelmediğinde, (filanca salim oldu); yine birşey münakaşasız olarak bir kimsenin hakkı olduğunda "Bu şey, falancaya aittir" denilir. Bu kelimeyi şeddeleyip, dediğinde, bu "O, onu ona teslim etti, ona has kıldı" manasında olur. İşte kelimenin Arapça'daki asıl manası bunlardır. "TesünTin bütün değişik manaları, bu asıl mana ile irtibatlıdır. Buna göre Arapların sözleri, "Ona sulh-u selâmette olması için duâ etti. (Selâm verdi)" "O, ona emâneti teslim etti" sözleri, "Ona emâneti hiç itiraz etmeden verdi"; "Ona teslim oldu sözleri, "Onun hükmüne razı oldu", "O, Falancaya, şu hususta teslim oldu" sözleri, "O, ona o hususta itiraz etmedi";"İşini Allah'a havale etti" sözlerij'O hususta kendisinin bir katkısı ve tesiri olmadığını, tesir eden ve yaratıcı olanın, eşi ve benzeri olmayan tek Allah olduğunu bildi" manasında "işini Allah'a havale etti" manasındadır. [257]

 

Peygamberin Hükmüne Razı Olmayan Mü’min Olamaz

 

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın,  ifadesi, o münafıkların ancak şu şartlar bulunursa iman sıfatını kaza- nabilecekleri hususunda, Allah tarafından bir yemindir:

Birinci şart: "Onlaratalarında çıkan meselelerde seni hakem yapmadıkça" âyetinin ifade ettiği şarttır. Bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hükmüne razı olmayan kimsenin mü'min olamayacağına delâlet etmektedir.

Bit ki, "Allah'ı, ancak ma'sûm bir peygamberin irşadı ile bilmek mümkün olur" görüşünü izah etmek için, bu âyete sarılanlar şöyle derler: "Çünkü "Onlar aralarında çıkan meselelerde seni hakem yapmadıkça., iman etmiş olmazlar" ifâdesi ancak, ihtilaf ettikleri her hususta Hz. Peygamberin hükmünden medet ummaları halinde imanın onlar için tahakkuk edeceği hususunda açık bir sözdür. Halbuki biz, ehl-i ilmin, Allah'ın sıfatlan konusunda ihtilaf ettiklerini görüyoruz. Mesela kimi Mu'attıla, kimi Müşebbihe, kimi Kaderiyye, kimi Cebriyye. Binaenaleyh bu âyetin hükmüne göre, iman, ancak peygamberin hükmü, irşadı ve hidayeti ile meydana gelir. Alimler bunu şöyle açıklamışlardır: İnsanların çoğu nakıs olup, gerçekleri tam olarak anlayamazlar. Halbuki ma'sum (ismet sahibi) peygamberlerin aklı, tam ve aydınlatıcıdır. Bundan dolayı peygamberin nurunun aydınlığı, ümmetinin akıllan ile birleşince, ümmetinin aklı güçlenir, noksan iken tam, zayıf iken kuvvetli olmuş olur. Böylece de onlar, ilâhi sırlara vâkıf olabilirler. Bunu şu husus da te'kid eder: Resulullah zamanında yaşayanlar, kesin olarak inanıyorlardı ve imanları ile marifetleri tamdı. Zaman bakımından ondan uzak düşenler ise, ihtilafa düşmüşlerdir. Bütün bu bâtıl mezhebier, sahabe ve tabiîn devirlerinden sonra ortaya çıkmıştır. Bundan dolayı, durumun bizim söylediğimiz gibi olduğu sabit olur. Bu âyetin nasıl delil getirildiğini, Muhammed İbn Abdulkerim eş-Şehristânî'nin kitaplarında şu şekilde gördüm: Ona, "Senin, zikrettiğin bu istidlali sen aklından çıkardın. İnsanların çoğunun aktı noksan olduğuna göre, belki de senin bu istidlalin, aklının noksanlığındandır. Bu ihtimal her zaman mevcut olunca, hem görüşünün, hem de bu istidlalinin doğruluğu hususunda şüphe etmek gerekir. Birde, nübüvvet bilgisi, marifetullahadayanır. Binaenaleyh marifetul-lah da nübüvvet bilgisine dayanmış olsaydı devr-i fasit olmuş olurdu ki bu.imkânsızdır.

İkinci şart: "Sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadıkça..." âyetinin ifâde ettiği husustur. Zeccâc, "Bu "Onların kalbleri, senin hükümlerinden darlık (sıkıntı) duymadıkça..." manasındadır" demiştir.

Bil ki Hz. Peygamber (s.a.s)'in hükmüne razı olan kimse, bazan kalben samimî olarak değil de, zahiren razı olmuş olur. Cenâb-ı Hak, bu âyette, Peygamberin hükmüne kalben ve samimî olarak razı olunması gerektiğini beyan buyurmuştur. Bil ki kalbin bir şeye temayülü veya ondan nefret etmesi, insanın elinde olmayan bir şeydir. Binaenaleyh âyetten bu mana kastedilmem iştir. Aksine bundan maksed, insanın kalbinde, Peygamberin verdiği hükmün hak ve doğru olduğu hususunda kesin ve yakînî bir inancın bulunmasıdır.

Üçüncü şart: "Tam bir teslimiyetle testim olmadıkça.." âyetinin ifade ettiği husustur. Bil ki kalbi ile, peygamberin hükmünün hak ve doğru olduğunu bilen kimse, bazan onu kabul etmemede inâd eder veyahut da onu kabul etmek için bir müddet bekleyebilir. Bundan dolayı Allah Teâlâ, böyle yakînî bir imanın kalbte bulunması gerektiği gibi, zahiri tam bir teslimiyetin de bulunması gerektiğini bildirmiştir. Buna göre, Hak Teâlâ'nın "Sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan..." sözü ile bâtınî ve kalbî bir inkiyad, "tam bir teslimiyetle tesiim olmadıkça,.." sözü ile de zahirî bir inkiyâd kastedilmiştir. Altah en iyi bilendir. [258]

 

Peygamberler Hüküm ve Fetfalarında Hata Yapmazlar  

 

Âyet, peygamberlerin, gerek fetva, gerek hükümlerinde hatâdan ma'sûm olduklarına delâlet etmektedir. Çünkü

Allah Teâlâ, onların hükümlerine boyun eğmeyi vacib kılmış ve bunu pekiştirerek, onlara hem zahiren, hem de bâtınen inkiyad edilmesi gerektiğini bildirmiştir. İşte bu durum, onlardan herhangidir hatanın sudur etmeyeceğini gösterir. Bu, Hak Teâlâ'nın, "Hay Allah afiyetini versin, neden izin verdin onlara.." (Teybe^ 43) âyetinin, Hz. Peygamber (s.a.s)'in Bedir esirleri ile ilgili fetvasının; "Ey Peygamber, Allah'ın sana hela! kıldığı şeyi niçin haram ediyorsun?" (Tahrim. i) âyetinin ve "(Peygamber) yüzünü ekşitip, çevirdi" (Abese, i» âyeti­nin, bu kitabda özetlediğimiz manalara geldiğine delâlet eder. [259]

 

Altıncı Mesele   

 

Fakihlerden bazıları, âyetteki,  "Sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan..." buyruğuna tutunarak, emrin zahirinin vücûbu (farziyyeti) gösterdiğine istidlal etmişlerdir ki bu şekildeki bir istidlal zayıftır. Çünkü hüküm, ilzam etmek (gerekli ve mecbur kılmak) demektir. Bunun zaten vücûb ifâde ettiğinde bir münakaşa yoktur. [260]

 

Nass, Kıyas İle Tehsis Edilemez   

 

Âyetin zahiri, nassın kıyas ile tahsis edilem iveceği ne delâlet etmektedir. Çünkü bu, insanın, mutlak olarak Allah'ın ve Resulünün hükmüne tabî olması ve'onların hükmünden başkasına başvurmaması gerektiğine delâlet eder. Bu âyette zikredilen böyle bir te'kid, mükellefiyetlerin pek azında zikredilir. Bu da, Kur'ân ve Hadis'in umumiliğinin, kıyasın hükmüne takdim edilmesini gerektirir. Hak Teâlâ'nın, "Sonra da verdiğin hükümden yürekleri hiçbir sıkıntı duymadan..." ifadesi de bunu ihsas ettirmektedir. Çünkü hatıra nassın manasının aksine bir kıyas geldiğinde, insanın yüreğinde bir darlık (harec) hissedilir. Böylece Cenâb-ı Hak, insanın imanının, o harece itibar etmemesi ve nassa tam olarak teslim olmasından sonra, kâmil olacağını beyân buyurmuştur. İşte bu söz insaflı kimselere göre, çok kuvvetli ve güzel bir sözdür. [261]

 

 Sekizinci Mesele   

 

Mutezile şöyle demiştir: "Eğer taat ve isyan (iman ve küfür), Allah'ın kaza ve kaderi ile olmuş olsaydı, bir tenakuz söz konusu olurdu. Çünkü Hz. Peygamber, birisine "falan ca, falan işi yapamaz" diye hükmettiğinde, bütün mükelleflerin o hükme razı olmaları gerekir. Çünkü O, peygamberin hükmüdür. Peygamberin hükmüne razı olmak da, bu âyetin delâleti ite vâcibtir. Sonra o adam kalkıp o işi Hz, Peygamber'in hükmünün aksine olarak yapsa, bütün isyanların Allah'ın kaza ve kaderi ile olması takdirinde, o fiil de Allah'ın kaza ve kaderi ile olmuş olurdu. Allah'ın kaza ve kaderine razı olmak vâcibtir. Binaenaleyh mükellefin, o fiile razı olması gecekir. Çünkü o, Allah'ın takdir ettiği bir fiildir. Bundan dolayı bu, insanların birşeyi aynı anda hem yapmaya, hem de yapmamaya razı olmalarını gerektirir ki böyle birşey imkansızdır."

Buna şöyle cevap verilir: Peygamberin hükmünden maksad, şer'î fetvalarıdır. Allah'ın kaza ve kaderinden maksad ise, onun yaratması ve var etmesidir ki bu ikisi birbirinden farklı şeylerdir. Binaenaleyh ikisini bir arada bulundurmak, tenakuza götürmez. [262]

 

"Hakîkaten biz onlara, "kendinizi öldürün, yahud yurtlannzdan çıkın" dtye hükmetseydik içlerinden pek azı müstesna, bunu yapmazlardı. Onlar Öğüt verildikleri şeyleri hakkıyla yapsalardı, bu, kendileri için elbet hem daha hayırlı, hem de (imanlarını) daha kökleştirid olurdu. O zaman biz de onlara taradmızdan pek büyük bir mükâfaat verirdik. Ve onları elbet doğru yola iletirdik" (Nisa. 66-68). [263]

 

Bil ki bu âyet, daha önce geçen, münafıklarla ilgili ve onları samimiyete, münafıklığı bırakmaya teşvik eden âyetlerle irtibatlıdır. Buna göre mana, "şayet onlara, biribirlerini Öldürmeleri ve yurtlarından çıkmaları gibi çok ağır mükellefiyetler teklif etseydik, bu onlara zor gelir ve pek azı müstesna, onlar bunu yapmazlardı. O zaman da, onların küfür ve inadlan ortaya çıkardı. Binaenaleyh, tarafımızdan kullarımıza bir rahmet olarak bunu yapmayıp, aksine onlara kolay işleri yüklemekle yetindiğimize göre, ontar o kolay işleri samimiyetle kabul edip, her iki dünyanın da hayrını elde edebilmeleri için, inad ve isyanı terketmeleri gerekir" şeklinde otur Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [264]

 

 Birinci Mesele    

 

İbn Kesir, Nâfi, İbn Amir ve Kisaî, deki nûnun ve j deki vâvın zammesiyle, şeklinde oku­muşlardır ki, bunun sebebi, kelimelerindeki zammeyi vâv ile nûna vermektir. Âsim ile Hamza, ictimâ-i sâkineynden dolayı, gerek nûn harfini, gerekse vâv harfini kesre ile okurlarken; Ebu Amr, nûn harfini kesre ile, vâv harfini zamme ile okumuştur. Zeccâc, "Ebu Amr'ın, bir rivayet varsa müstesna, böyle okumak suretiyle, özellikle bu iki harfi birbirinden niçin ayırdığını bilemiyorum.." demiştir. Zeccâc'ın dışındakiler ise "Nûnu kesre okumasına gelince, ictimâ-i sâkineynden dolayı kesre okumak asıl olduğu için, bunu böyle okumuştur; vâvı zamme ile okuması ise, vâv harfi, zamir olan vâva benzediği için, yerinde ve güzel olmuştur" demişlerdir. Kıraat âlimlerinin ekserisi "Delâletisatın a/dı/ar" (Bakara, 16)ve "..üstünlüğü unufmayın.." (Bakara. 237) âyetlerin-deki zamir olan vâvın, zamme ile okunacağı hususunda ittifak etmişlerdir. [265]

 

Menfi (Olumsuz) Cümlede İstisna Hakkında   

 

"Bunu yapmazlardı" ifâdesindeki mef'ûl zamiri, hem öldürmeye, hem de çıkmaya râcidir. Bu böyledir,) çünkü çeşitleri her ne kadar farklı farklı olsa da, fiiller aynı cinstir. Kıraat âlimleri Cenâb-ı Hakk'ın"pek azı müstesna" ifadesini farklı şekillerde okumuşlardır. Meselâ, İbn Amir nasb ile şeklinde okumuştur ki, bu şekilde okuma hem Şamlıların hem de Enes İbn Malik' m mushafında bulunmaktadır. Diğer kıraat imamları ise bu kelimeyi şeklinde okumuşlardır. Mansûb okuyanlar, nefyi (kelâm-ı gayr-i mûcebi) isbâta, kelâm-ı mûcebe kıyaslayarak okumuşlardır. Mesela senin, "Bana hiçbir kimse gelmedi" ifâden, tıpkı "kavim bana geldi" ifadende olduğu gibi, tam bir ifadedir. Binaenaleyh, "müstesna, kelâm-ı mûcebte mansub olduğuna göre, nefiy de de böyledir. Bu iki hususun müşterek noktası ise, müstesnanın, söz tamamlandıktan sonra gelmiş olan bir fazlalık, bir ifade olmasıdır.

Merfû okuyanlara gelince, bunun sebebi de müstesnanın, "Bunu yap­mazlardı" ifâdesindeki vâv'dan bedel olmasıdır. Olumsuzdan (gayri mûcebten) yapılan her müstesnada böyledir. Meselâ senin, Zeyd'i (bir kimse) lafzından bedel yaparak, "Bana, Zeyd'den başka hiç kimse gelmedi" ifâdesinde kelimesini merfû okuman gibi. Böylece..  dan sonra gelen kelimenin i'rabı, dan önce bulunan kelimenin i'rabı gibi olur. Nasb ve cer halleri de böyledir. Bu, senin mesela, i "Zeyd'den başka hiç kimseyi görmedim" ve "Zeyd hariç hiç kimseye uğramadım" demen gibidir. Ebu Ali el-Farisî, merfû okuyuşun, kaideye daha çok uyduğunu söylemiştir. Zira "Zeyd hariç, hiç kimse gelmedi" ve "Bana Zeyd hariç hiç kimse gelmedi" ifâdelerinin manası aynıdır. Nahivciter, şeklindeki sözlerinin merfû okunacağı hususunda ittifak -ettiklerine göre, onların," sözlerinin de, bir önceki ifâdeleri gibi olması gerekir. [266]

 

Mü’minlerin Fedakarlık Gerektiğine Tutumları

 

* Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundaki  (onlar) zamirinin kimleri ifade ettiği hususunda iki görüş bulunmalıdır.

1) Bu, İbn Abbas ve Mücâhid'in görüşüdür. Buna göre zamir, münafıklara işaret^der. Çünkü Allahu Teâfâ, İsrail-, oğullarına kendi nefislerini öldürmelerini; muhacirlere de yurtlarından çıkmalarını farz kılmıştı. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak,. "Eğer biz bu münafıklara, kendilerini öldürmeyi ve yurtlarından çıkmayı tarz kılmış olsaydık, bunu ancak onlardan pek azı, oda riya ve süm'a (desinler) için yapardı. Ve o zaman, bu iş onlara ağır gelir, böylece de küfürleri meydana çıkardı. Biz bunları yapmayıp, aksine onları kolay şeylerden sorumlu tutunca, artık onlar nifakı terkedip, ihlâslı bir biçimde imam kabul etsinler..." demiştir. Bu aynı zamanda Ebu Bekr el-Esamm ve Ebu Bekr el-Kaffâl'ın da tercih ettiği görüştür.

2) Bundan murad şudur: "Allah Teâlâ, eğer o insanlara, yukarda bahsolunan şeyleri farz kılmış olsaydı, onlardan pek azı bunu yaparlardı." Bu takdire göre, bu sözün muhtevasına mü'min de münafık da dahil olmaktadır.

Cenâbn Hakk'ın, "Onlar Öğüt verildikleri şeyleri hakkıyla yapsalardı" ifadesindeki, fiilinin zamiri (fail vâvi) ise, münafıklara râcidir. Âyetin başının umûmî, sonunun ise hususî olması uzak bir ihtimal değildir. Bu izaha göre, âyette geçen "pek azı..." kelimesiyle, mü'minlerin kastedilmiş olması gerekir. Rivayet olunduğuna göre Sabit İbn Kays İbn Şemmas, bir yahudi ile münazara ederken, yahudi şöyle der: "Musa, bize kendimizi öldürmemizi emretti, biz de bunu kabul ettik... Muhammed size savaşmayı emretse, siz bundan hoşlanmazsınız..." Bunun üzerine Sabit İbn Kays, "Hadi canım sende! Şayet Hz. Muhammed bana, kendimi Öldürmemi emretse, ben bunu yaparım..." deyince, bunun üzerine bu âyet nazil olur. Rivayet olunduğuna göre İbn Meşud da aynı sözü söyje-yince bu âyet nazil oldu; bunun üzerine Hz. Peygamber "Canım kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, ümmetimden öyle yiğitler vardır ki, iman onların kalblerinde, kazıklar gibi çakılmış olan dağlardan daha sağlamdır" buyurur. Ömer İbnu'l-Hattab (r.a)'ın da, "Allah'a yemin olsun ki, şayet Rabb'imtz, kendimizi öldürmemizi bize emratseydi, muhakkak ki biz bunu yapardık. Bize bunu emretmeyen Allah'a hamd-ü senalar olsun" dediği rivayet edilmiştir. [267]

 

Allah’ın Emri İradesinden Farklıdır

 

Ebu Ali el-Cübâî şöyle demekledir Âyet, Allah Teâlâ'nın, insanlara, kendilerine güç ve ağır gelecek şeyleri teklif etmeyeceğine delâlet etmektedir. Binaenaleyh, onları tâkat- ları yetmeyecek şeylerle mükellef tutmaması daha evlâ olur.'' Ebu Ali el-Cübbaıye. "Bu söz, senin aleyhine olmak üzere de söylenebilecek bir sözdür. Zira âyetin zahiri, Allah Teâlâ'hın, insanları zor şeylerle mükellef tutmayacağına delâlet etmektedir. Çünkü Allah, onları böylesi şeylerle mükellef tutmuş olsaydı, o insanlar bunları yapamazlardı. Yapamayınca da azaba duçar olurlardı. Ama Allah Teâlâ, Ebu Cehil ve Ebu Leheb'in iman etmeyeceklerini ve onların böyle bir tekliften,, devamlı bir azabtan başka hiçbir şey elde edemiyeceklerini de biliyordu. Ama buna rağmen O,"onları mükellef tutmuştur. Binaenaleyh, senin buna mukabil cevap olarak kabul ettiğin her şey, senin zikrettiğin şeylere karşj bizim cevabımızı teşkil etmektedir

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar öğüt verildikleri şeyleri hakkıyla yapsalardı, bu, kendileri için elbet hem daha hayırlı, hem de (imanlarını) daha kökleştirici olurdu. O zaman biz de onlara tarafımızdan pek büyük bir mükâfaat verirdik ve onları elbet doğru yola iletirdik" buyurmuştur.

Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar öğüt verildikleri şeyleri hakkıyla yapsalardı..." ifadesi, "şayet onlar mükellef tutulup emrolundukları şeyi yapsalardı..." demektir. Cenâb-ı Hakk'ın, mükellef tutup emretmesi, âyette bir va'z olarak isimlendirilmiştir. Çünkü Allah'ın tekliflerinde hem vaad hem va'îd, hem teşvik hem korkutma, hem de hem mükâfaat hem ukübat bulunmaktadır. Böyle olan her şey ise, bir va'z olarak isimlendirmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, o insanların bu mükellefiyetleri üstlenmeleri halinde, kendileri için çok çeşitli faydaların tahakkuk edeceğini beyan buyurmuştur: [268]

 

Allah'ın Emrini Tutmalarındaki Faydalar

 

Birinci çeşit fayda: Hak Teâlâ'ntn, "kendileri için elbet daha hayırlı olurdu" âyetinin ifade ettiği husustur. Bu sözün manasının, "Onlar için, hem âhiret hem de dünya hayrı tahakkuk ederdi..." şeklinde olması muhtemel olduğu gibi, bu ifadede yer alan kelimesinden, bir mübalağa ve tercih etme manasının kastedilmesi de muhtemeldir. Bu da, "bu onlar için, başkasından daha çok menfaatli ve daha çok üstün olurdu.." demektir. Çünkü "hayr" lafzı, her iki manaya da gelebilir. [269]

 

Amelin îmanı Kökleştirmesi

 

İkinci çeşit fayda: Hak Teâlâ'nın, "hem de (imanlarını) daha kökieştirid olurda" âyetinin ifade ettiği manadır. Bunun izahı hususunda da şunlar söylenebilir:

a) Bundan murad, "Bu, onların imanlarında sebat ve devam etmelerini daha fazla temin eder" şeklindedir. Çünkü tâat, bu gibi şeylere götürür. Bir vakitte yapılan taatin temin ettiği manevî fayda, kişiyi, o iman üzere devam etmeye sevkeder.

b) "Bu, daha sağlam ve daha kalıcıdır... Çünkü bu haktır, gerçektir, hak, sabit ve bakî olan; bâtıl ise, yok olup, zail olandır" demektir.

c) İnsan, önce hayrı elde etmek ister. Bunu elde ettiği zaman, insan, bu elde edilen şeyin devamlı ve kalıcı olmasını arzular. İşte bu izaha göre, Cenâb-ı Hakk'ın, "Bu, kendileri için elbet hem daha hayırlı.." ifâdesi, birinci duruma; O'nun, "hem de (imanlarını) daha kökleşttrki olurdu" ifadesi ise, ikinci duruma bir işaret olmuş olur.

Üçüncü çeşit fayda: Cenâb-ı Hakk'ın, "O zaman biz de onlara tarafımızdan

pek büyük bir mükâfaat verirdik.." âyetinin ifade ettiği husustur. Bil ki Allah Teâlâ, imandaki İhlasın, münafıkların arzuladıkları nifaktan daha hayırlı ve daha çok sebat ve bekası bulunduğunu beyan edince, bunun bizatihi bir hayır olduğu gibi, peşinden pek büyük hayırların da meydana geleceğini beyan buyurmuştur ki, bu hayırlar da, pek büyük ücretler ve pek büyük mükâfaatlardır.

Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Âyette geçen lafzı, bir mukadder suâlin cevabıdır. Buna göre sanki "O hayır ve sağlamlaştırmadan neler meydana gelmektedir?" diye sorulmuş da, cevab olarak da, "onlara, katımızdan büyük mükâfaatlar veririz" denilmiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendi kahndan pek büyük bir mükâfaat verir" (Nisa. 40) âyeti gibidir." [270]

 

Buradaki Mükâfaatın Büyüklüğüne Dair Unsurlar

 

Diyorum ki: Cenâb-ı Hak, bu âyet-i kerimede, her biri bu mükâfaatın büyüklüğüne delâlet eden pekçok karineyi bir arada zikretmiştir:

1) Cenâb-ı Hak, kendisini azamet ve yücelik ifade eden sığalarla zikretmiştir ki, bunlar (ona verirdik) ve (tarafımızdan) ifadeleridir. Bu mükâfaatlan veren hikmet sahibi yüce Allah, kendisini, bir bağış ve lütuf va'adettiğinde azamete delâlet eden bir lâfızla zikredildiğinde, bu durum, bu atıyye ve mükâfaatın da büyüklüğüne delâlet etmektedir.

2) Cenâb-ı Hakk'ın, "tarafımızdan" ifadesi.. Tahsis ifade eden bu terkîb, mübalağaya delâlet etmektedir. Hak Teâlâ'nın, "ve kendisine nezdimizden bir ilim öğretmiştik" (Kehf, 65) ifadesinde de olduğu gibi...

3) Cenâb-ı Hak, bu mükâfaatı "büyük" olarak vasfetmiştir. Büyüklerin en büyüğü olan (Cenab-ı Hakk'ın) büyüklükle tavsif etmiş olduğu bir şeyin, mutlaka büyüklüğün zirvesinde bulunması gerekir. Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Orada (cennette), hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın işitmediği ve hiçbir beşerin hatırına dahi gelmeyen şeyler (nimetler) bulunmakta-dir" [271] buyurmuşken, bu mükafaat daha nastl büyük olmasın?"

4) Cenâb-ı Hakk'ın, "ve onlan elbet doğru yola iletirdik" buyruğudur. Bu ifadenin tefsiri hakkında iki görüş bulunmaktadır:

a) Burada geçen "sırât-ı müstakîm"den murad, "hak din"dir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın   "Şüphesiz, muhakkak ki sen, doğru bir yolun rehberliğini yapıyorsun..." (Şûra. 52) âyetidir.

b) Buradaki "sırât-ı müstakîm", kıyamet meydanından (cennete giden) yoldur. Bu böyledir, çünkü Allahu Teâlâ bu ifadeyi, sevab ve mükâfaattan sonra zikretmiştir. Gerçek din ise, sevab ve mükâfaattan önce gelir. Kıyamet meydanından cennete giden yol olan sırât'a ise, ancak mükafaat hak edildikten sonra ihtiyaç duyulur. Binaenaleyh, buradaki "sırât-ı müstakîm" ifadesini bu manaya hamletmek daha uygun ve evlâdır. [272]

 

Allah'ın, Nimetine Erdirdiği Kimseler

 

"Kim Allah'a ve peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimetler vermiş olduğu peygamberlerle, sıddîklerle, şehidlerle ve iyi kullarla beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaşhrlar! Bu, Allah'tan bir lütuftur. Hakkıyla bilici olarak Allah katidir" (Nisa, 69-70).

Bil ki Cenâb-ıHak, "Ey İman edenler, Allah'a itaat edin.. Peygambere... de itaat edin..." (Nisa.59)ifadesiyle, Allah'a ve Hz. Peygambere itaat etmeyi emredip: sonra, Tağut'un yanında davalaşıp Hz. Peygamber'den yüz çevirenlerin yolunun yalan ve sahtekârlık olduğunu gösterip; daha sonra da, bir kez daha Hz, Peygamber e itaat etmeyi emrederek, "Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir hikmeUe göndermedik" (Nisa. 63) buyurup, "..bu kendileri için muhakkak hem daha hayırlı, hem de (imanlarını) daha kökieştirid olurdu" (Nisa. 66} ifadesiyle de bu itâat'ı tergîb ve teşvik edince, Allah'a itaat, Resulüne itaat emrini, bu âyette bir kez daha te'kîd etmiş ve "kim Allah'a ve peygambere itaat ederse, işte onlar, Allah m kendilerine nimetler vermiş olduğu peygamberlerle, sıddîklerle. şehtdlerle ve iyi kullarla beraberdirler. Onlar ne iyi arkadaştırlar..." buyurmuştur. Burada birkaç mesele vardır: [273]

 

 Nisa, 70 Ayetinin Nüzül Sebebi

  

Alimler bu âyet-i kerime'nin sebeb-i nüzulü hakkında birkaç açıktama zikretmişlerdir:

a) Bir grup müfessirin riyayet ettiğine göre, Hz. Peygamber­in kölesi (mevlâ) olan Sevban, Hz. Peygamber'! çok seviyor ve O'ndan ayrılmaya hiç dayanamıyordu. Bir gün, yüzü değişmiş, bedeni incelmiş, zayıflamış ve yüzünü hüzün bürümüş olduğu halde Hz. Peygamberin yanına gelir. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) ona halini sorunca, o şöyle der: "Ey Allah'ın Resulü, benim şundan başka hiçbir derdim yok: Seni görmediğim zaman özlüyor, seninle karşılaşıncaya kadar büyük bir yalnızlık duyuyorum... Derken âhireti hatırlıyor, bu sefer de seni orada görememekten korkuyorum... Çünkü ben, cennete girdirilsem bile, sen peygamberlerin derece ve makamlarında olacaksın, bense kulların derece ve makamlarında; binaenaleyh, seni göremiyeceğim. Eğer cennete girdirilmezsim, o zaman da seni asla göremiyeceğim...11 Bunun üzerine, bu âyet-i kerime nazil oldu.

b) Süddî şöyle demiştir: "Ensardan bir grup insan, "Ya Resûlellah, sen cennetin en üst (makamında) oturursun; biz ise seni özleriz... Ne yaparız o zaman?.." deyince, bu âyet-i kerime nazil olur.

c) Mukâtil şöyle demiştir: "Bu âyet-i kerime, Hz. Peygamber'e "Ya Resûlellah, biz senin yanından ayrılıp çoluk-çocuğumuzun yanına varınca, seni özlüyoruz. Yanına dönünceye kadar hiçbir şey bize fayda vermiyor. Sonra, senin cennetteki derece ve makamını düşündük, binaenaleyh,  şayet cennete girersek,  biz seni  nasıl görebileceğiz?" diyen Ensâr'dan bir kimse hakktnda nazil olmuştur. Onun bu sorusu üzerine Cenâb-ı Hak, bu âyeti indirmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s) vefat edince, O'nun, kendisine ait bir bahçede bulunduğu sırada, Ensar gelip Hz. Peygamberin vefat ettiğini ona haber verdi. Bunun üzerine o "Allah'ım, O'nunla tekrar karşılaşıncaya kadar ondan başka hiçbir şey görmemem için gözlerimi kör et!.." dedi ve olduğu

yerde hemen kör oldu. Hz. Peygamber'i şiddetti bir sevgiyle sevdiği için, Cenâb-ı Hak onu, cennette Hz. Peygamberin yanma koyar."

d) Hasan el-Basrî şöyle der: "Mü'minler, Hz. Peygamber'e şöyle dediler "Biz, seninle ancak dünyada müşerref oluyoruz. Âhiret hayatı başladığındaysa, sen ilk dereceye yükseltileceksin..." Bunun üzerine, Hz. Peygamber (s.a.s) hüzünlendi; mü'minler de hüzünlendiler... Bundan dolayı bu âyeİ-i kerime nazil oldu.

Muhakkik âlimler şöyle demişlerdir: "Bu rivayetlerin sahih olduğunu inkâr etmiyoruz. Fakat, âyetin sebeb-i nüzulünün, bundan daha büyük bir şey olması gerekir: Bu da, tâata teşvik ve ona isteklendirmedir. Çünkü sen biliyorsun ki, sebebin hususîliği, lafzın umumîliğini zedelemez. Binaenaleyh, bu âyet, bütün mükellefler hakkında şu umumî hükmü ifade eder: Allah'a itaat, Resulüne itaat eden herkes, hiç şüphesiz, Allah katında üstün dereceler ve çok şerefli mertebeler elde eder. [274]

 

Allah ve Resulüne İtaatın Sırrı

 

Âyetteki, "kim Allah'a ve Peygam- bere İtaat ederse.." buyruğunun zahiri, tek bir itaat ile yetinmeyi gerektirir. Zira sübutî meselelerde, sıfata delâlet eden lâfızla amel etme hususunda, söz konusu şeyin sadece bir defa meydana gelmesi yeterlidir. Kâdî şöyle demiştir: "Bu âyetin, zahirinin dışında bir manaya hamledilmesi, yani buradaki taatin, emredilen şeyleri yapıp, yasaklanmış bütün şeyleri terketmek manasına alınması ve o mânaya hamledilmesi gerekir. Çünkü biz bunun manasını tek bir tâat anlamına hamledersek, bu hükmün içine fâsıklar ve kâfirler de dahil olur. Çünkü onlar da tek bir taat İşlemiş olurlar." Bu hususta bence, bir diğer vecih daha bulunup o da şudur: Usûl-ü fıkıhta sabittir ki: Bir sıfatın peşisıra zikredilen hüküm, bu hükmün o sıfat sebebiyle meydana geldiğini iş'âr eder. Bu sabit olunca, biz deriz ki: Âyetteki "Kim Allah a ve peygambere itaat ederse..." ifâdesi, "Kim, Allah'a ilah olduğu için itaat ederse..." demektir. Allah'a, ilah olduğu İçin itaat, Allah'ı bilmek ve O'nun celalini, izzetini, kibriyasını ve samediyyetini ikrar etmek demektir. Binaenaleyh bu âyet, iki büyük ve önemli âhiret haline işaret etmektedir:

1)  Kıyamet günü, bütün saadetlerin kaynağı, ruhun, marifetullah nurları ile parlamasıdır. Kimin kalbinde bu nurlar daha çok, ve daha duru İse, cisimler aleminin sevgisi ile bulanmaktan uzak oluşu daha tam ise, saadete ve kurtuluşa ermeye daha yakındır.

2) Allah Teâlâ, bir önceki âyette, itaatkâr kullara büyük ecir, bol sevab ve sırat-ı müstakime hidayet va'adinde bulundu. Sonra bu âyette, onların, Allah'ın kendilerine in'amda bulunmuş olduğu peygamberler, sıddikler, şehidler ve salihlerle birlikte olacaklarını va'adetti. Bu, sonra gelen ve işi mühürleyen va'addir. Bunun öncekinden daha şerefli ve yüce olması gerekir. Malumdur ki bu kimselerin, o kimselerle birlikte olması, onlarla aynı derecede olmaları manasında değildir. Çünkü bu imkansızdır. Binaenaleyh bunun şu manada olması gerekir; Nakıs ruhlar, dünyada iken, kâmil ruhlarla olan alakalarını, şiddetli sevgi vasıtası iie artırdıklarında ve tam yaptıklarında, bu âlemden ayrılıp âhiret alemine ulaştıkları zaman, orada bu ruhanî alakalar devam eder. Sonra o sâf ve duru ruhlar, onların karşısında cilalı aynalar gibi olurlar. Adeta ışıklar bu aynaların birinden diğerine akseder ve aksedişler sebebiyle de onların nurları son derece güçlü olur. Bu ruhlar hakkında söylenecek söz de aynıdır. Çünkü bunlar, Allah'tan başka varlıkların sevgi tozlarından, mücahede cilası ile temizlenir ve parlatılır ki Allah'a ve peygambere itaat ile kastedilen budur, ve sonra bedenin perdesi kalkar ise, onlar üzerine Allah'ın celâl nurları doğar. Sonra bu nurlar birinden diğerine akseder ve bu ruhanî alakalar sebebi ile eksik (nakıs) ruhlar, kâmil olur (olgunlaşır). İşte aklıma gelen ihtimal, budur. Kur'ân'ın sırlarını Allah daha iyi bilir. [275]

 

Dereceleri Farklı Olanların Cennette Beraberliği  

 

Allah'a ve peygambere itaat eden kimselerin, peygamberfer ve sıddîkler ile beraber olmalarından murad, hepsinin bir derecede bulunmaları değildir. Çünkü bu, fâzıl (üstün) olan ile mefdûl (daha az üstün olan) arasında, derece bakımından eşitliği gerektirir; bu da mümkün değildir. Aksine bundan murad onların, cennette yerleri uzak olsa da, birbirlerini görebilecekleri şekilde bulunmalarıdır. Çünkü perde kalktığı zaman, onlar birbirlerini görürler ve ziyaret veya karşılaşmayı istedikleri zaman, buna kadir olurlar. İşte bu beraberlikten murad, budur. [276]

 

Makbul Olan Dört Zümre

 

Bil ki Allah Teâlâ önce peygamberleri, sonra üç vasfın sahiplerini zikretti: Stddîkler, şehidler ve sâlihler. Alimler, peygamberlerin stddîkler, şehidler ve sâlihlerden başka olduğu hususunda ittifak etmişler, ama bu üç sıfat hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazıları, "bu sıfattarın hepsi, tek bir mevsufa (ihsana) âid olur. Bunlar, birbirine girmiş (beraber bulunan) sıfatlardır. Bundan dolayı bir insanın hem sıddîk (tam tasdîk eden), hem şehîd, hem de sâlih olması imkansız değildir" demişler; diğer alimler ise, "Bu vasıflardan herbiri ile, bir kısım insan kastedilmiştir" demişlerdir. Bu ikinci görüş, -doğruya daha yakındır. Çünkü ma'tûfun (atfedilenin), ma'tufun aleyhten ayrı bir şey oması gerekir. Nasıl "Peygamberler", ondan sonra zikredilen­lerden başka ise, aynı şekilde "sıddîkler"in de, ondan sonra zikredilenlerden başka ve ayrı olması gerekir. Diğer sıfatlar (şehidler - salihler) hakkında söylenecek söz de aynıdır. Biz şimdi bu üç sıfatın manasını araştıralım: [277]

 

Sıddîkler

 

Birinci sıfat: Sıddîk, sıdkı (doğruluğu) âdet edinmiş olan kimsenin ismidir. Bir fiil bir insanın âdeti olur ve o insan bu fiili ifade eden kelimeyle tavsif edilir ise, o vasıf fiîl vezni üzere gelir. Mesela sikkîr (çok içen, sarhoş); şirrîb (çok içen); himmîr (çok şarap içen) denilir. Sıdk, mü'minin şerefli ve üstün sıfatlarından birisidir. Sıdk, (doğruluk) fazilet olarak yeter. Çünkü iman tasdikten (doğrulamaktan) ibarettir. Kizb (yalan) da, zemm (kötülenme) sebebi olarak yeter. Çünkü küfür de tekzîbten (yalanlamadan) başka birşey değildir.

Bunu anladığın zaman biz deriz ki: Müfessirlerin, "Stddîk" hakkında çeşitli tarifleri vardır:

1)  Her kim, şekke düşmeksizin herhangibir dini tasdik eder (doğrular) ise, o sıddîktir. Bunun delili, "Allah'a ve peyamberlerine iman edenler (yok muT)r onlar sıddîklerdir" (Hadîd, 19) âyetidir.

2)  Bir topluluk şöyle demiştir: "Sıddîkler, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ashabının efdal olanlarıdır."

3) Sıddîk, Hz. Peygamber (s.a.s)'i ilk önce tasdik etmiş ve böylece, bu hususta diğer insanlara öncü olmuş kimsenin ismidir. [278]

 

Hz. Ebu Bekrin Sıddîkiyyeti

 

Durum böyle olunca, Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a), insanlar içinde bu vasfa en layık kimse olur. Bunun izahı şöyledir: Oj Hz. Peygamber (s.a.s)'i tasdikte öncüdür. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "İslâm'ı her kime arzettiysem, mutlaka o duraklamıştır; Ebu Bekir müstesna, çünkü o, hiçtereddüt etmedi" dediği meşhurdur. Bu hadis, Hz. Peygamber (s.a.s), Hz. Ebu Bekir'i İslam'ı davet ettiği zaman, onun hiç duraklamaksızın bunu kabul ettiğine delâlet etmektedir. Biz, onun müslüman oluşunun, başkalarından sonra olduğunu düşünür isek, "Hz. Peygamber, ona İslâm'ı arzetmekte gecikmek suretiyle, hata etmiştir" dememiz gerekir. Bu ise, Hz. Ebu Bekir için değil, aksine Hz. Peygamber (s.a.s) için bir zemm sebebi olur. Bunu söylemek ise küfürdür. Bu kusuru Hz. Peygambere nisbet etmek yanlış olduğuna göre anlıyoruz ki, Hz. Peygamber (s.a.s) Hz. Ebu Bekir'e İslâm'ı arzetmede kusurlu davranmamıştır ve hadis-i şerif de, Hz. Ebu Bekir (r.a)'in hiç duraksamadan İslâm'ı kabul ettiğine delâlet etmektedir. Binaenaleyh bu iki durumun toplamından, Hz. Ebu Bekr'in, ilk müslüman olan kimse olduğu neticesi ortaya çıkar.

Onun, bu hususta diğer insanlara öncü ve örnek oluşunun izahı da şöyledir: Çünkü, Hz. AH (r.a)'nin, Hz. Ebu Bekir'den daha önce müslüman olduğunu söylesek bile, hiçbir akıllı insan, Hz. Ali'nin müstüman olduğu yaşta, bir örnek teşkil etmeyeceği konusunda şüphe etmez. Çünkü Hz. Ali o zaman, henüz küçük bir çocuk idi ve Hz.

Peygamber (s.a.s)'in terbiyesi altında idi. Öte yandan o, Hz. Peygamber'in son derece yakın akrabası idi. Hz. Ebu Bekir (r.a) ise, akrabalık bakımından, Hz. Peygambere fazla yakın değildi. Böyle olan bir kimsenin imanı, başka insanların İslâm'a yönelme­lerine bir sebep olur. Çünkü alimlerimiz, Hz. Ebu Bekir (r.a)'in iman etmesinden kısa bir zaman sonra, Hz. Osman (r.a), Talha, Zübeyr, Sa'd İbn Ebî Vakkas ve Osman İbn Maz'ûn (r.anhüm)'u da İslâm'a getirdiği ve onların böylece müslüman oldukları hususunda ittifak etmişlerdir. Binaenaleyh, Hz. Ebu Bekir'in müslüman olması, bu büyük zatların ona uymasına vesile olmuştur. Böylece, bütün bu anlattığımız şeylerle, Hz. Ebu Bekir'in İslâm'a ilk giren kimse olduğu sabit olmuştur. Yine, O'nun İslâm'a girişinin, sahabenin en önde gelen simalarının İslâm'a girme konusunda O'na tâbi olmalarına vesile ve sebep olduğu ortaya çıkmıştır. Binaenaleyh, ümmet içinde bu sıfata en lâyık kimsenin, Hz. Ebu Bekir olduğu sübut bulmuş olur. [279]

 

Hz. Ebu Bekir'in Ümmetin Efdalİ Olması

 

Sen bunları iyice anladığın zaman biz deriz ki: Zikrettiğimiz bu açıklamalar, Hz. Ebu Bekir'in, Mz. Peygamber'den sonra ümmetin en faziletlisi ve üstünü olmasını gerektirir. Bu iki yönden izah edilebilir:

a) Hiç şüphesiz O'nun müslüman oluşu, başkasından daha önce olunca, sevabı­nın da daha ileri olması gerekir. Çünkü, Hz. Peygamber (s.a.s), "Her kim güzel bir adet ihdas ederse, o kimseye onun eçriyle, kıyamete kadar onunla amel edecek kimselerin mükâfaatı da vardır" [280] buyurmuştur.

O müslüman olduktan sonra, Allah yolunda cihad etmiştir. Onun bu cihadı, Hz. Osman, Talha, Zübeyr, Sa'd İbn Ebî Vakkas, Osman İbn Maz'un ve Hz. Ali (r.a) gibi büyük sahabenin müslüman olmalarına vesile olmuştur.

Hz. Ali ise, Uhud ve Hendek savaşlarında kâfirleri öldürmek için cihad etmişti; ama Hz. Ebu Bekr'in cihadı, sahabelerin gözdeleri olan böylesi kimselerin müslüman olmasına vesile olurken, Hz. Ali'nin cihadı kâfirleri öldürmeye sebep olmuştur. Şüphesiz birincisi daha faziletlidir.

Ve yine Hz. Ebu Bekir, İslâm'ın başlangıcında, Hz. Peygamber'in son derece zayıf olduğu bir sırada cihad etmiştir. Hz. Ali ise, ancak Uhud ve Hendek savaşlarında cihada katılabilmiştir. Oysa ki İslâmiyet, bu günlerde güçlü idi. Malûmdur ki, zayıf olunan zamanda yapılan cihad, güçlü olunan zamanda yapılan cihaddan daha efdaldir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, 'İçinizde fetihten evvel harcayan ve muharebe eden kimseler, (diğerleriyle) bir olmaz. Onlar derece itibariyle (o fetihten) sonra harcayan ve muharebe edenlerden daha yüksektirler.." (Hadid, 10) buyurmuş, böylece de, zayıf olduğu sırada İslâm'a yapılan yardımın sevabının, güçlü olduğu sırada yapılan yardımın sevabından daha büyük olduğunu açıklamıştır.

Böylece zikrettiğimiz şeylerin hepsinden, bu sıddîk vasfına en lâyık kimsenin Hz. Ebu Bekir olduğu ortaya çıkar. İşte bundan dolayı müslümanlar, bu lakabı Hz. Ebu Bekir'e verme konusunda icmâ etmişlerdir; ancak bu (lâkaba) itibar etmeyip onu kabul etmeyenler müstesna.. "Sıddîk" kelimesini, zikretmiş olduğumuz şeylerle tefsir etmek de, fazilet ve ilim bakımından nübüvvetten sonra, bu vasıftan, yani insanın sıddîk olmasından başka bir mertebenin olmadığına delâlet eder. Delil buna delâlet ettiği gibi, Kur'ân'ın lafzı da buna delâlet eder. Çünkü hangi âyette, sıddîk ismiyle "nebî" kelimesi beraber zikredilse, bu iki isim arasına herhangibir şey girmemiştir. Meselâ Cenâb-ı Hak, İsmail (a.s)'i vasfederken, "Çünkü or va'a-dinde sadıktı" (Meryem, 54); İdris (a.s)'i tavsif ederken, "Çünkü o, sıdkı bütün bir peygamberdi" (Meryem,4nve bu âyette de,. "..pey­gamberlerle, sıddiklerie.." buyurmuştur. Yani, "Sen, siddîkiyyet mertebesinden terakkî eder, yükselirsen nübüvvet mertebesine yükselirsin; nübüvvet mertebesinden inersen, sıddîkiyyeî mertebesine varırsın... Bu iki mertebe arasında başka bir mertebe bulunmamaktadır" demektir.

Cenâb-ı Hak başka bir âyet-i kerimede, "Sıdkıgetirene ve onu tasdik edenlere..." (zümer, 33) buyurmuş, bu iki vasfı birbirinden ayırmamıştır. Deliller, bu ikisi arasında başka bir kimsenin bulunmadığına delâlet ettiği gibi, Allah Teâlâ da en hayırlı ümmet olarak vasfedilmiş olan bu ümmeti, Hz. Peygamber'den sonra Hz. Ebu Bekir'i icmâ ile halife seçmeye; O (r.a) vefat ettiği zaman, onu Hz. Peygamber'in hemen yanına defnetmeye muvaffak kılmıştır. Bu ancak şundandır: Allah Teâlâ bu âyette, peygamberler ile sıddîkler arasında hiçbir şeyi zikretmemiştir. Şüphesiz ki, bu ikisi arasındaki vasıta, daha önce zikretmiş olduğumuz hususlarda kaldırılmıştır. [281]

 

Şehîdler ve Şehidliğin Mahiyeti

 

İkinci sıfat: Şehâdet... Şehidler hakkında söylenebilecek söz, bu kitabın muhtelif yerinde geçmiştir. Bu izahın bir kısmını burada tekrarlamamızda da bir mahzur yoktur. İşte bundan dolayı diyoruz ki: Şehâdetin, insanın kâfir bir kimse tarafından öldürülmesi şeklinde tarif edilmesi caiz değildir. Buna birçok şey delâlet etmektedir:

1) Bu âyet, şehâdet mertebesinin, dinde büyük bir mertebe olduğunu gösterir. Halbuki, insanın kâfir tarafından öldürülmesinde, öyfe pek fazla bir şeref bulunmamaktadır. Çünkü böyie bir öldürülme, bazan günahkâr ve Allah katında bir mertebesi olmayan bir kimse için de söz konusu olabilir.

2) Mü'minler bazan, "Allah'ım, bize şehâcleti nasib et!" diye dua ederler. Eğer şehâdet, sadece kâfir tarafından öldürülmekten ibaret olsaydı, onlar, Allah'tan bu öldürülmeyi istemiş olurlardı. Oysa ki bu caiz değildir. Çünkü, kâfirin onu öldürmesini istemek küfürdür.,

3) Allah'dan, küfür olan bir şeyi taleb etmek nasıl caiz olabilir? Rivayet edildiğine göreHz. Peygamber, "Karm ağrısından ölen şehiddir; bo­ğularak Ölen şehiddir" [282] buyurmuştur. Binaenaleyh, şehâdetin öldürülmekten ibaret olmadığını anlamış oluyoruz. Daha doğrusu biz, şöyle diyoruz: "Şehîd kelimesi, ism-i fail mânasında,  "fail" vezninde bir kelimedir.  "Şehîd", Allah'ın dininin doğruluğuna bazan hüccet ve beyân, bazan da kılıç ve mızrak ile şehâdet eden kimsedir. Binaenaleyh şehidler, adaletle kaim olup hükmedenlerdir. Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah şu hakikati kendinden başka hiçbir Tanrı olmadığını, adaleti ayakta tutarak açıkladı. Melekler ve ilim sahipleri de~ " (ah imran. inayetinde zikretmiş olduğu kimselerdir. Canını, Allah'ın dinine yardım, O'nun dininin hak, onun dışındakilerin ise bâtıl olduğuna şehâdet etmek uğruna feda ettiği için, Allah yolunda öidürütenlere "şehtd" denilir. Bir kimse, bu mânada Allah'ın şehidlerinden olursa, âhirette de Allah'ın şehidlerinden (şahitlerinden) olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Böylece, insanlara karşı (hakikatin)şahidleri olasınız diyet sizi örnek bir ümmet yaptık'   (BaKara, 143) buyurmuştur. [283]

 

Sâlihler

 

Üçüncü sıfat: Salih, itikadında ve amelinde iyi, dürüst ofan kimsedir. Çünkü, cehalet itikadda bir bozukluk, günah ise amelde bir bozukluktur. Sen sıddîk, şehîd ve salih kelimelerinin tefsirini iyice anladığında, bu sıfatlar arasındaki fark anlaşılır. Bu böyledir, çünkü itikadı doğru, işi de mâsiyet değil taat olan herkes sâlihtir. Sonra salih bazan, Allah'ın dininin hak, onun dışındaki dinlerin bâtıl olduğuna şehâdet ettiği için sâlih olur. Bu şehâdet bazan hüccet ve delil iie bazan da kıtıç ile olur. Bazan salih, bu şehadeti yerine getirmiş olma sıfatı ile vasfedilmiş olmaz. Böylece şehid olan herkesin sâlih olduğu, ama her salihin şehid olmadığı sabit olmuş olur. Buna göre şehid, satih insanların en şereflisidir.

Hem sonra şehîd, bazan sıddîk olur, bazan olmaz. Sıddîk'in manası, iman etmede başkalarından daha önce olan ve imanı başkalarına bir örnek olan kimse demektir. Binaenaleyh her sıddîk olanın şehid de olacağı, ama her şehidin sıddîk olamayacağı sabit olur. Böylece mahlukatın en efdallerinin peygamberler, onlardan sonra sıddîklar, onlardan sonra sadece şehâdet derecesine sahip bulunanlar, onlardan sonra sadece salah derecesine sahip bulunanlar olduğu sabit olur.

Velhasıl meleklerin büyükleri, hak dini Allah'tan alırlar, peygamberler de

 

 

 



[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/5

[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/5-6

[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/6

[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/6

[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/7-8

[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/8-9

[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/9-10

[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/10

[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/10

[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/11

[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/11

[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/11-12

[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/12-13

[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/13

[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/13-14

[16] Vela: Yakınlık; sahiplik.Efendisinin, köle ve cariyesi ile olan münasebeti ve onlar üzerindeki hakkı.

[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/14-15

[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/15-16

[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/16

[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/16

[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/17

[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/17

[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/18

[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/18-19

[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/19

[26] Aynı manada bir hadis için bkz. İbn Mace, Nikah, 5 (1/596).

[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/19-20

[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/20

[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/21

[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/21

[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/21-22

[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/22-23

[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/23-24

[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/24

[35] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/24

[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/24-25

[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/25

[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/25

[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/25

[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/26

[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/26

[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/26-27

[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/27

[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/27

[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/27-28

[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/28

[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/28-29

[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/29

[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/29

[50] Buhari, Edep, 6 (benzeri hadis)

[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/29-30

[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/30-31

[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/31

[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/31

[55] Buhari, Edep, 69

[56] Müstedrek, 4/126

[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/31-32

[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/32-33

[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/33

[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/33

[61] Keşfu’l-Hafa, 2/69

[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/33-34

[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/35

[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/35

[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/35

[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/35

[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/36

[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/36-37

[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/37

[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/37

[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/37-38

[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/38

[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/39

[74] Bu ıstılahların açıklaması için Nisa, 28 ayetin tefsirine bkz.(ç)

[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/39-40

[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/40

[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/40-41

[78] Bunun izahı için Nisa, 28 ayetinin tefsirinie bkz (ç).

[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/41

[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/41

[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/41-42

[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/42

[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/42-43

[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/43

[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/43

[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/43-44

[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/44-45

[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/45

[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/45

[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/45-46

[91] Bahari, Tefsir Süre:4,9; Müslim, Müsafirin, 247-248 (1/551)

[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/47

[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/46-47

[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/47

[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/47

[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/47

[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/48

[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/48-49

[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/49

[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/49-50

[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/50-52

[102] İbn Mace, Talak, 15(1/658); Tirmizi, Hudad, 1(4/32)

[103] Müslim, Müsafiri, 222(1/543)

[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/52-53

[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/53-54

[106] Yani “namaz vakti içmeyin” diye nehyetmek diğer vakitlere içkinin selbest bırakıldığı manasına gelmez, demek istiyor (ç).

[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/55

[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/55-56

[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/56

[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/56

[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/56

[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/56

[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/57

[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/57-58

[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/58

[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/58

[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/58

[118] Buhari, Teyemmüm, 1;

[119] Ebu Davud, Taharet, 137 (1/92) (Benzer hadis)

[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/59

[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/60

[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/60

[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/61

[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/61

[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/61

[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/61-63

[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/63-64

[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/64

[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/64-65

[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/65

[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/65-68

[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/68

[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/68

[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/70-72

[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/72-73

[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/73

[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/73

[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/74

[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/74

[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/74-75

[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/75-76

[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/76-77

[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/77-78

[144] Bahari, Megazi, 61; Müslim, Zekat, 144 (2/742)

[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/78

[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/79

[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/79

[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/79

[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/79-80

[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/80

[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/80-81

[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/81-82

[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/83-84

[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/84

[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/84-85

[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/85-86

[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/85-86

[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/87

[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/87

[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/87

[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/87-88

[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/88-89

[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/90

[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/90

[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/90-91

[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/91

[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/91-93

[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/93

[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/93

[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/94

[171] Keşfu’I-Hafa, 1/456

[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/94-95

[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/95-96

[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/96-97

[175] Buhari, Cum’a,1;

[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/97-98

[177] Keşfu’I-Hafa, 2/349

[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/98

[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/98

[180] İbn Mace, Sadaka 6 (2/802) (Aynı manada)

[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/98-99

[182] Keşfu’I-Hafa, 2/69; Ebu Davud, İcare 54 (3/296)

[183] Ebu Davud, İcane, 54 (3/296) (Aynı manada bir hadis)

[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/99-10

[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/100

[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/100

[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/100-101

[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/101-102

[189] Buhari, İman 37; Müslim, İman, 1(1/37-38)

[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/102-103

[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/103-104

[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/104

[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/104-105

[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/105

[195] Buhari, Ahkam, 1; Cihad, 109

[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/106-107

[197] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/107-108

[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/108-109

[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/109

[200] Berâet-i Asliyye: Aksine bir delil bulunmadıkça, kişinin suçsuz oluşu veya yine aksine hüküm bulun­madıkça, eşyanın helâl oluşudur (ç).

[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/109-110

[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/110-112

[203] İstisan: Kitap sünnet ve icmadaki kuvvetli bir delil sebebi  ile kıyası celıyi (açık kıyası) bırakıp, kıyası-ı hafiye geçmektir

[204] İstislah: İslamın maksatlarına uygun olup hakkında muteber veya ilga edilmiş özel bir delil bulunmaya masalatları göz önünde bulundurmaya denilip Maliki Mezepine ait bir tabirdir (ç)

[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/112

[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/112-113

[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/113

[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/113-114

[209] Buhari, Cihad, 109 (Benzeri hadis); Müslim, Cum’a 48(2/594)

[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/114

[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/114

[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/115

[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/115

[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/115

[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/115-116

[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/116-117

[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/117

[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/117

[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/117

[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/117-118

[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/118

[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/118

[223] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/118

[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/118

[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/119

[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/119

[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/119-120

[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/120

[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/120-121

[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/121-122

[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/122-123

[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/123

[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/123

[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/123-124

[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/124-125

[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/125-126

[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/126-128

[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/128

[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/128

[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/129

[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/129

[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/129

[243] 33) Maksad şudur: Bir şeyin varlığını ispat kolay, yokluğunu ispat son derece zordur. Mesela: "Dünyada hurma vardır" diyen kimse, bir hurma ağacı veya birkaç hurma meyvesini göstermekle iddiasını ispatlar. Fakat "yoktur" diyen, karış karış dünyayı dolaştıktan sonra söyleyebilir  (ç)

[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/129-130

[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/130-131

[246] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/131

[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/131

[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/132

[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/132

[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/132-133

[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/133

[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/133

[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/133

[254] Buhari Sulh, 12 Ebu Davud, Akdiye, 31 (3/316);Müslim, Fezail, 129 (4/1830).

[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/134

[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/134-135

[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/135

[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/135-137

[259] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/137

[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/137

[261] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/137

[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/137-138

[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/138

[264] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/138-139

[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/139

[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/139-140

[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/140-141

[268] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/141

[269] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/141

[270] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/142

[271] Uhari, Bed’u’I-halk, 8; Müslim, İman, 312 (1/176).

[272] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/142-143

[273] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/143-144

[274] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/144-145

[275] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/145-146

[276] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/146

[277] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/146

[278] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/146-147

[279] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/147-148

[280] Müslim, İlim, 15 (IV/2059).

[281] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/148-149

[282] Müslim, İmare, 164, 165 (III/1521)

[283] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları: 8/149-150