Bu,"hainlerden
ötürü, günahsız kimselere davacı olma, yani münafıktan Ötürü, yahudiye hasım
olma"demektir.
[1]
Vahidî (r.h), "Senin hasmın, seninle davalaşandır. Bu kelimenin cem'i, "husemâ" şeklinde gelir. Bunun aslı, bir-
şeyin ucu, köşesi,
tarafı manasına olan kelimesidir.
"Hasm",
açının bir tarafı, uçlardan birisi demektir. Davadaki iki tarafa da
"hasm" denilmiştir. Çünkü bunlardan herbiri, hüccet ve dava
bakımından iki uçtadırlar, ifadesi de,
bir bulutun kenarları demektir.
[2]
Peygamberlerin ismet sıfatına sahip olduklarını kabul etmeyenler, "Bu âyet, Hz. Peygamber (s.a.s)'den birgünahın sudur ettiğini gösteriyor. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), hâin münafıktan ötürü, yahudiye hasım olup o münafığı müdâfaa etmeyi istememiş olsaydı, bundan nehyedilmezdi" demişlerdir. Bunlara şöyle cevap verilir: Bir şeyi nehyetmek, nehye muhatab olan kimsenin, yasaklanan o şeyi yapmış olması manasına gelmez. Hatta
bir rivayete göre Tu'me'nin sülâlesi, Hz. Peygamber (s.a.s)'den, onu müdafaa etmesini ve o hırsızlık suçunu yahudinin yaptığına hükmetmesini isteyince, Hz Peygamber (s.a.s) hüküm vermek için vahyi beklemiş ve bunun üzerine bu âyet nazil olmuştur. Âyette geçen bu nehyin maksadı ise, Tu'me'nin yalan söylediğine ve yahudinin o hırsızlık suçundan uzak olduğuna^ peygamberin dikkatini çekmektir. [3]
Buna göre eğer, "Böyte bir hatanın Hz. Peygamber (s.a.s)'den sâdır olduğuna, bu âyetten sonra gelen, "Allah'tan mağfiret iste" buyruğu delildir. Cenâb-ı Hak, Peygamberine mağfiret istemesini emrettiğine göre, bu emir ondan böyte bir hatanın sâdır olduğuna delâlet etmektedir?" denirse, buna birkaç şekilde cevap verilir:
1) Belki de, zahiren müslüman göründüğü için, o münafık Tu'me'ye yardım etmeye, Hz. Peygamberin gönlü meyletmiştir. İşte bu kadarcık birşeyden dolayı, mağfiret istemesi emredilmiştir. Çünkü ebrânn hasenatı (iyilikleri), mukarreblerin seyyiatı (kötülükleri) mesabesindedir.
2) Belki de münafık Tu'me'nin sülalesi, bu hırsızlığı o yahudinin yaptığına ve Tu'me'nin bu suçtan berî olduğuna şahidük edip, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, onların şehadetlerinden şüphelenmesini gerektiren birşey görülmeyince, Hz. Peygamber bunu yahudinin yaptığına hükmetmeye yönelmişti. Sonra Cenâb-ı Hak, Peygamberini, o şahidlerin yalancı olduklarına muttali kılınca, O, böyle bir hükmün verilmesi halinde, bir hata olacağını anlamış, böylece de her ne kadar Allah katında mâzûr olsa da böyle bir hüküm vermesi halinde, hiç şüphesiz bir hata işlemiş olacağı için, buna niyetlenmiş olmasından dolayı Allah'tan mağfiret istemiştir.
3) "Allah'tan mağfiret iste" emrinden murad, "Tu'me'yi müdafaa eden ve onun hırsızlık suçundan uzak olduğunu ortaya koymak isteyen, o kimseler için, Allah'tan mağfiret iste" şeklinde olabilir. [4]
"Kendilerine hainlik etmiş kimselerden yana mücâdele etme. Çünkü Allah hainlikte İleri gitmiş günahkârları sevmez" (Nisa. 107).
Bu âyette geçen, "Kendilerine hainlik etmiş kimseler"öen maksad, Tu'me ile, Tume'nin hırsızlık yaptığını bildiği halde ona yardım eden akrabalarıdır. hiyanet etti manasınadır. Nitekim, hainlik etti manasına, denilir. Biz bu hususu, Cenâb-ı Hakk'ın, (Bakara, 187) âyetini tefsir ederken açıklamıştık. Allah gerek Tu'me, gerekse onu müdafaa edenler hakkında, "kendilerine hainlik etmiş kimseler" tabirini kutlanmıştır. Çünkü, günah işlemeye yeltenen herkes, kendisim ilahî mükâfaata haram kılmış ve kendisini ilâhî cezaya duçar kılmış demektir. Bu sebeple, işte bu, kişinin kendisine bir hiyaneti olmuş olur. Bu mânadan dolayı, başkasına zulmeden kimse hakkında, "O, kendisine zulmetmiştir..." denilir.
Bil ki âyette çok şiddetli bir tehdit vardır. Bu böyledir, zira Hz. Peygamber'in gönlü, bir nebze dahi olsa Tu'me'nin tarafına meyledip, Tu'me de Allah'ın ilm-i ezelîsinde fasık olunca, Allah Teâlâ, işte günahkâra bu kadarcık yardım etmeden dolayı, peygamberini azarlamıştır. Binaenaleyh, zâlimin zulmünü bilip de, sonra bu zulmünde ona yardımcı olan, üstelik bir de onu buna sevk edip, bu hususta onu iyice teşvik edenin hali kimbilir nice olur?
Sonra Cenâb-ı Hak"Çünkü Allah, hainlikte ileri gitmiş günahkârları sevmez" buyurmuştur. Müfessirler, "Tu'me, zırhı çalmakla hiyânette bulunup, bu hırsızlığı yahudiye mal ederek bir günaha girince, Cenâb-ı Hakk'm, "Çünkü Allah, hainlikte ileri gitmiş günahkârları sevmez" buyurduğunu" söylemişlerdir.
İmdi şayet, "Cenâb-ı Hak, Tu'me'den tek bir hiyânet ve tek bir günah sâdır olduğu halde, niçin "hainlikte ileri gitmiş şünahkâr" demiştir?" denilirse, biz deriz ki;
Allah Teâlâ, bu adamın yapısında, birçok günaha ve hıyanete temayülü olduğunu biliyordu. Bundan dolayı, o insanın tabiatında bu meylin bulunması sebebiyle, mübalağaya delâlet eden bu sığaları kullanmıştır. Nitekim bize nakledilen şu husus da buna delâlet eder; "Tu'me, bu hadiseden sonra Mekke'ye kaçarak irtidad etmiş ve hırsızlık amacıyla birisinin duvarını delerken, duvar üstüne uçmuş ve ölmüştür. Sonu böyle olan bir kimsenin, hain olduğu hususunda şüphe duyulmaz. Bir de Tu'me, Hz. Peygamber (s.a.s)'den, bu hırsızlık suçunu kendisinden uzaklaştırıp bunu yahudiye yüklemesini istemiştir. Böyle bir şey, Hz. Peygamber'in peygamberliğini iptal eder. Hz. Peygamber'in peygamberliğini iptal etmeye çalışan ve Onun, yalan ortaya koymasını, söylemesini isteyen kimse muhakkak ki kâfir olmuştur. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, onu, hainlikte ileri gitmiş günahkâr olarak nitelömiştir." .
Yine şöyle denilmiştir: Bir adamın bir günah işlediğine muttali olduğun zaman, bil ki o günahın başka kardeşleri de vardır. Hz. Ömer (r.a)'den şu rivayet edilmiştir: O, bir hırsızın elinin kesilmesini emredince, o hırsızın annesi ağlayarak gelir ve, "Bu, onun ilk defa yapmış olduğu bir hırsızlıktır; binaenaleyh onu bağışla!" der. Bunun üzerine Hz, Ömer, "Yalan söylüyorsun; Allah, kulunu ilk suçuyla muaheze etmez" der. Bil ki, Allah Teâlâ bu tehdidini çokça hain ve çok günahkâr olan kimselere tahsis edince, bu, hıyaneti ve günahı az olan kimselerin bu tehdidin dışında kaldıklarına delâlet etmiş olur. [5]
"İnsanlardan gizlerler de. Alfandan gizleyemezler. Halbuki onlar, O'nun razı olmayacağı sözü geceleyin konuşup düzdükleri zaman da O, onlarla beraberdi. Allah, yapacakları her şeyi kuşatıcıdır" (Nisa. 108).
kelimesi Arapça'da "gizlenmek" manasına gelir. Nitekim, "Ondan saklandım, gizlendim" manasına olmak üzere, denilir. Ve mesela Cenâb-ı Hak da, gece (karanlığında)gizlenen..." (Rad. 10)buyurmuştur. Yani (gizlenen...) demektir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, tabirinin manası, "insanlardan gizlenip saklanıyor, Allah'tan ise gizlenmiyorlar.." şeklinde olur. İbn Abbas ise bu âyete, "İnsanlardan haya ediyorlar; Allah'tan ise haya etmiyorlar.." şeklinde mana vermiştir. Vahidî, "Bu, bir mana olup, tefsir değildir" demiştir. "Zira, insanlardan haya etmek, onlardan saklanmayı ve gizlenmeyi icâb ettirir. Ama, haya etmenin, gizlenmenin bizzat kendisi olduğunu söylemeye gelince, bu böyle değildir." Cenâb-t Hak, "O, onlarla beraberdi" buyurmuştur ki, bu ifadeyle, ilim, kudret ve görme bakımından onlarla beraber olduğu murad edilmiştir. İnsanları günahtan alıkoymak için, işte bu ifade yeter. O'nun, "O'nun razı olmayacağı sözü geceleyin konuşup düzdükleri zaman da.." buyruğuna gelince bu, "onlar bu sözü kalelerinde gizliyor ve zihinlerinde ölçüp biçiyor, takdir ediyorlardı.." anlamındadır. Biz, kelimesinin ne demek olduğunu, O'nun ".. onlardan bir güruh geceleyin., kurarlar, düzerler.." (Nisa, si) âyetinin tefsirinde zikretmiştik. Allah'ın hoşnut olmadığı söz ise, Tu'me'nin,
"Yahudiye, "zırhı o çaldı diye iftira atar ve, benim çalmadığıma dair yemin ederim. Böylece de Peygamber, kendi dininde olduğum için benim yeminimi kabul eder, yahudinin yeminini kabul etmez" şeklindeki sözüdür.
İmdi eğer, "Cenâb-ı Hak, aslında kişinin kalbinde ve içinde bulunan bir mana olduğu halde, buradaki, "geceleyin akıldan geçirilen, içten kurulan" şeyi niçin "söz" olarak adlandırmıştır?" denilirse, biz deriz ki:
Bize göre hakîkî manada söz, kişinin içinde bulunan mana demektir.İşte bu görüşe göre, herhangi bir müşkil söz konusu olmaz. Ama, kelam-t nefsî'yi kabul etmeyenlere gelince, onların bu müşkile şu şekilde cevap vermeleri mümkündür: Tu'me ve onun sülâlesi, geceleyin betki de bir araya gelmiş, nasıl bir tuzak ve çare bulacaklarını düşünüp- taşınıp, tertib etmişlerdi.. İşte bu sebepten dolayı da Cenâb-ı Hak, onların bu sözlerini, "razı olunmayan ve gezeleyin planlanmış bir söz" diye isimlendirmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, onların yapacakları her şeyi kuşatıcıdır" buyruğuna gelince, bundan maksad, "onlar bu tuzak ve hilenin keyfiyyetini, her ne kadar insanlardan gizleselerde bu durum, Allah'ın ilminde apaçık olması itibariyle, onun ilahî bir tehdit olmasıdır. Çünkü Allah Teâlâ, butürrrnalûmatı çepeçevre kuşatmıştır; o malumattan hiçbir şey O'na saklı ve gizli değildir. [6]
öyle kimselersiniz ki dünya hayatı uğrunda, onlardan yana mücadele ettiniz. Ya Ktyamet günü onlar hesabına Allah ile kim savaşacak, yahut onlara kim vekil olacak" (Nisa. 109).
Âyetin başındaki U edatı tenbih; "Siz öyle kimselersiniz" ifadesiise mübteda ve haberdir, pil (mücadele ettiniz) tabiri dekelimesinin haber olduğunu gösteren ,bir cümledir.!Nitekim[sen cömert birisine, "Sen Hatem-i Tâî'sin, malınla cömertlik ediyor ve herkesi kendine tercih ediyorsun" dersin, kelimesinin, manasına gelen bir ism-i mevsûl, tabirinin de bir sıla cümlesi olması mümkündür. Arapça'da "cidal", iyice davalaşmaktan ibarettir, jp iyice, tam eğrildiğirrpe,; sanki bükülerek kuvvetlendirilmiş olduğu içip, kuvvetli adama kuşiarın en kuvvetlisi olduğu için de "doğan"a denilir. Bu, Zeccâc'ın görüşüdür. Onun dışındakiler şöyle demişlerdir: "Cedelleşmeye ve çekişmeye, iki taraftan herbiri hasmını, görüşünden caydırmayı ve üzerinde olduğu halden kaydırmayı istediği için, "cidal" denilmiştir."
Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: Bu âyet, zahiren müslüman göründükleri için, Tu'me ve akrabalarını müdafaa eden bir grup mü'mine hitabdır. Binaenaleyh âyetin manası şöyledir. "Farzedin ki siz, bu dünyada Tu'me'yi ve akrabalarını müdafaa edip (kurtardınız). Peki ya âhirette Cenâb-ı Hak, onları azabı ile hesaba çektiğinde onları kim savunacak?" Abdullah İbn Mes'ud {r.a) âyeti,"İşte siz öyle kimselersiniz ki, ..ondan yana, yani Tu'me'den yana mücadele ettiniz" şeklinde okumuştur. Âyetteki, "Ya kıyamet günü onlar hesabına Allah ile kim savaşacak?" tabiri, azarlama ve bunu iyice kafalara yerleştirme manasında bir sorudur.
Sonra Allah Teâlâ, "Yahut onlara kim vekil olacak?" buyurmuştur. Bu ifade, bir önceki istifham üzerine ma'tuftur. Vekîl, bir şeyi muhafaza ve himaye işi kendisine verilmiş olan kimsedir. Binaenaleyh bu âyetin manası şöyle olur: "Onlar Allah'ın azabından koruyacak ve himaye edecek kimdir?"
Bil ki Allah Teâlâ bu husustaki va'îdini zikredince, bunun peşisıra onları tevbeye davet etmiş ve tevbe için üç çeşit teşvikte bulunmuştur: [7]
Bunlardan birincisi şudur:
"Kim bir kötülük yapar, yahut neGsine zulmeder ve sonro Allah'tan mağfiret isterse o, Allah'ı gafur ve rahîtn bulacakta-"(Ntea, 110).
Âyette geçen "kötülükten" murad, başkasını üzen birşeydir. Tu'me'nin zırhı çalıp, bu suçu yahudi üzerine atması gibi.. "Nefse zulmetmekken murad ise, yalan yere yemin etmek gibi, (zararı) insanın kendisine has olan şeylerdir. Allah Teâlâ, zaran başkasına dokunan günahı, "kötülük" kelimesi ile ifade etmiştir. Çünkü bu çoğu zaman, zararı başkasına bulaştırmak olur. "Zarar" da, peşin (hazır) olan kötülük demektir. Fakat insanın kendisini alâkadar eden günaha gelince, bu çoğu zaman peşin (hazır) bir zarar olmaz. Çünkü insan, kendisine zarar vermek istemez.
Bil ki bu âyet, şu iki hükmü göstermektedir:
a) Tevbe, ister küfür, ister kasten adam Öldürme, isterse mal gasbetme nev'incien bir günahtan dolayı olsun, hertürlü günahtan ötürü yapılabilir. Çünkü Hak Teâlâ'nın, "Kim bir kötülük yapar, yahud ne&ine (kendisine) zulmederse.." ifadesi bütün günahları içine alır.
b) Âyetin zahiri, sadece istiğfarda bulunmanın yettiğini göstermektedir. Bazı alimler, bu mağfiret talebinin, tevbe etme şartına bağlı olduğunu, zira günahta ısrar edildiği halde, yapılan istiğfarın fayda vermeyeceğini söylemişlerdir.
Âyetteki, buyruğunun .manası, "O kimse Allah'ı, kendisi için mağfiret edici ve rahmet edici bulur" şeklindedir. Âyetten anlaşıldığından ötürü, "kendisi için" (*1) kısmı hazfedilmistir. Çünkü istiğfara teşvik, ancak bu mana ve kayıd murad edildiği zaman söz konusu olur. [8]
Tevbeye ikinci çeşit teşvik şudur:
"Kim bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine Kazanmış olur. Allah herşeyi büert, tam bir hüküm ve hikmet sahibi olandır"
Kesb, bir menfaati celbetma veya Dır zararı gidermekten ibarettir. İşte bu sebepten ötürü, Cenâb-ı Hakk'ı "kesb" sıfatıyla vasfetmek caiz değildir. Bu âyetten maksat, günahkâr kimseleri mağfiret talep etmeye teşvik etmektir. Buna göre, Allah Teâlâ, sanki şöyle demek istemiştir: "Yapmış olduğun bu günahın zarart, asla bana dönmez.. Çünkü ben, fayda ve zarardan münezzehim. Tevbe ve istiğfarının kabul olunması hususunda ümitsizliğe düşme." Allah, kişi tevbeye yöneldiğinde, onun kalbinde olanı bihakkın bilen, alîm ve hikmet sahibidir. Yani, "O'nun hikmeti ve rahmeti, tevbe edeni affetmesini iktizâ eder" dernektir. [9]
Tevbeye üçüncü çeşit teşvik, şu âyettir:
"Kim bir hata veya bir günah İşler de sonra onu bir suçsuzun (üstüne) atarsa, muhakkak ki o, bir iftirayı ve apaçık bir günahı da sırtına yüklenmiştir" (Nisa, 112).
Alimler, bu âyette geçen "hatîe" ve "ism" kelimelerinin ne mana ifade ettiği hususunda şu açıklamaları yapmıştır
a) "Hata", küçük günah; "İsm" kelimesi ise, büyük günahtır.
b) Hata, başkasını ilgilendirmeyen, sadece yapanı alâkadar eden günahtır. "İsm" ise, zulmetmek ve adam öldürmek gibi, başkasını da alâkadar eden günahtır.
c) Hatâ, ister kasten isterse hatâen olsun, yapılması uygun olmayan şeydir. "İsm" ise, kasten yapılan şeydir. Bunun kasden yapılan şey olmasının delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, bu âyetten önceki "Kim bir günah kazanırsa, onu ancak kendi aleyhine kazanmış olur" (Nisa, m) buyruğudur. Böylece Allah, bir cezaya müstehak olmaya sebep olan bir şey olduğunu beyan buyurmuştur.
Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra onu bir suçsuzun (üstüne) atarsa.." ifadesine gelince, buradaki *> lafzındaki zamirin neye raci olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır:
1) Bu zamir, âyette bahsedilen hatâ, günah kelimelerinden birine raci olup, mana, "Sonra zikredilen bu iki şeyden birini, bunlardan berî olan bir kimseye atarsa..." şekilnde olur.
2) Bu zamir, sadece "günah"a racidir. Çünkü bu ifade, zamire daha yakındır. Bu tıpkı zamirin, Hak Teâlâ'nın, "Onlar bir ticaret yahut bir oyunr bir eğlence gördükleri zaman ona yönetip dağıldılar" (Cuma, n) âyetinde, "ticaret" kelimesine raci olması gibi.
3) Bu zamir, kesbetmeye racidir. Buna göre kelamın takdiri, "Sonra kesbini bir suçsuzun (üstüne) atarsa" şeklinde olur. Böylece, âyette geçen masdarı olan "kesb"e delâlet etmiş olur.
4) Zamir, hata lafzının manasına racidir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Kim bir günah işler, sonra da o günahı, onu işlememiş olan birisi üzerine atarsa" şeklinde olur. Allah Teâlâ, "Muhakkak ki o, bir iftirayı ve apaçık bir günahı da sırtına yüklenmiştir" buyurmuştur. "Bühtan" kardeşinin yapmamış olduğu kötü bir işi yapmakla onu ittiham etmendir. Bil ki, iftira ve bühtanda bulunan kimse, hem dünyada iyice kınanır, hem de âhirette çetin bir azaba duçar olur. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki o, bir İftirayı yüklenmiştir" buyruğu, bu kimsenin bu dünyada ne kadar büyük bir zemme duçar olduğuna; "ve apaçık bir günah" tabiri de âhirette büyük bir cezaya duçar olacağına bir işaret olur. [10]
"Üzerinde Allattın lütf-u inayeti ve rahmeti olmasaydı, onlardan bir güruh muhakkak seni dahi şaşırtmayı düşünüp kurmuştu. Aslında onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar ve sana hiç bir şekilde zarar da veremezler. (Nasıl yapabilirler ki) Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi ve bilmediklerini sana öğretil. Allah'ın senin üzerindeki tütf-u inayeti çok büyüktür" (Nisa, 113).
Sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki, bunun manası, "şayet Allah Teâlâ, nübüvvet demek olan fazlı ilâ, ismet demek olan rahmetini sana tahsis etmemiş olsaydı... onlardan bir güruh, muhakkak seni dahi şaşırtmayı düşünüp kurmuştu. demektir. Çünkü, Tu'me'nin sülâlesi, hırsızın Tu'me olduğunu biliyorlardı. Ama buna rağmen onlar, Hz. Peygamber (s.a.s)'den onu savunmasını, onun lehine mücadele vermesini, hırsızlık fiilinden onun uzak olduğunu söyleyerek, bu hırsızlık hadisesini yahudiye isnâd etmesini istemişlerdi. Buna göre lafzının manası, "Onlar, seni yanlış ve bâtıl olan bir hükme düşürmeye yeltenirler.." demektir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki bu, "Onlar, günah,
haksızlık, yalan ve iftira ile şehadette bulunma hususunda birbirleriyle yardımlaşmaları sebebiyle, onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar. Onlar bu gibi amelleri yapmaya yeltenince, sapıtanlann ameli gibi iş ve amelde bulunan kimseler olmuş olurlar " demektir.
Yüce Allah'ın, "Ve sana hiçbir şekilde zarar da vermezler" buyruğuyla ilgili olarak da şu iki izah yapılmıştır:
a) Kaffâl (r.h): "Onlar, gelecekte sana hiçbir zarar verem ivecekler" şeklindedir" demiştir. Böylece Cenâb-ı Hak peygamberine, bu âyetinde, onların O'nu bâtıla düşürmek istemelerine mukabil, ismet sıfatını devam ettireceğini ve O'nu koruyacağını va'adetmiştir.
b) "Onlar, her ne kadar seni bâtıla düşürme hususunda sa'y ü gayret gösterseler bile, sen bâtıla düşmedin. Zira sen hükmetme işini, durumun zahirine bina ettin. Zaten sen, hükümleri zahire göre vermekle emrolundun" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Nasıl yapabilirler ki Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi" buyurmuştur.
Bil ki, şayet biz Cenâb-ı Hakk'in, "Ve sana hiçbir şekilde zarar veremezler" buyruğunu, "Allah Teâlâ gelecekte de O'nu korumayı va'adetmiştir" şeklinde tefsir edersek, o zaman O'nun, "(Nasıl yapabilirler ki) Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi" ifâdesi, Cenâb-ı Hakk'ın bu va'adini pekiştirmiş olur. Yani "O, sana kitap ve hikmeti indirip, sana, şeriatını insanlara tebliğ etmeni emredince, şüphelere ve sapıklığa düşmekten seni korumaması, hikmetine nasıl uygun düşer?" demektir.
Yok eğer biz bu âyeti, "Hz. Peygamber, hükümleri zahire göre verme hususunda mazurdur" şeklinde tefsir edersek, o zaman mâna, "O, sana kitabı ve hikmeti indirip, o kitapta, şeriatın hükümlerini zahire bina etmeni vacib kılmıştır... Binaenaleyh, işleri zahire bina etmen sana nasıl zarar verebilir?" şeklinde olur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'ın senin üzerindeki lütf-u: inayeti çok büyüktür" buyurmuştur.
Kaffâl (r.h) bu ifâdenin, şu iki manaya gelebileceğini söylemiştir.
1) Bundan maksad, dinle ilgili olan şeylerdir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Halbuki kitap nedir, iman nedirr sen bilmezdin" (Sûra,52)buyurmuş olduğu gibidir. Bu izaha göre âyetin takdiri, "Allah daha Önce sen onlar hakkında hiç bir şey bilmezken, sana kitabı ve hikmeti indirmiş, seni bunların sırlarına muttali kılmış ve hakikatlarına vâkıf kılmıştır. Binaenaleyh, sana bunları yaptığı gibi, sonraki günlerinde de, hiçbir münafık, seni saptırmaya ve ayağını kaydırmaya muktedir olamıyacaktır" şeklinde olur.
2) Bundan maksad, "Allah Teâlâ sana, evvelki ümmetlerin haberleri hususunda bilemiyeceğin şeyleri öğretti" demektir. Bunun gibi sana, kendisiyle münafıkların çeşitli hile ve tuzaklarından sakınabileceğin onların çok çeşitli hile ve tuzaklarını öğretmektedir.
Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah'ın senin üzerindeki lütf-u inayeti çok büyüktür" buyurmuştur ki, işte bu ifade, ilmin, üstünlük ve faziletlerin en şereflisi olduğuna delâlet eden delillerin en büyüklerindendir. Çünkü Allahu Teâlâ, insanlara pek az ilim vermiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Size az bir ilimden başkası verilmemiştir" (iwa, 85) buyurmuştur. Bir şahsın, bütün mahlûkatın ilimlerinden olan payı, azdır. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Size az bir ilimden başkası verilmemiştir" (isra, 85) buyurmuştur. Daha sonra Cenâb-ı Hak bu azı büyük; dünyanın tamamını ise, az diye adlandırmıştır: Çünkü Cenâb-ı Hak, "dünyanın faidesi pek azdır" (Nisa, 77) buyurmuştur. İşte bu da, ilmin çok şerefli olduğuna delâlet eder. [11]
"Onların ftsıldaşmalannm bir çoğunda hayır yoktur. Bir sadaka vermeyi, ya bir İyilik yapmayı veya insanların arasını düzeltmeyi emredenler müstesna. Kim Allah'ın rızasını arayarak böyle yaparsa. Biz ona çok büyük bir mükâfat vereceğiz" (Nisa, 114).
Bil ki bu, Allah'ın
razı olmayacağı sözü "eceleyin Konuşup düzdükleri zaman, hakkında
fısıidaştıkları şeye bir işarettir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:
[12]
Vahidî (r.h) şöyle demektedir: kelimesi, Arapça'da, iki kimse arasındaki sır anlamına gelir. Nitekim,
"Adam ile
fısıldaştım-fısıldaşmakgizli konuşmak" denilmektedir. Yine, (Onunla
fısıldaştım, gizli konuştum) manasında denilir. kelimesi bazan münacaat yerinde
olmak üzere masdar olur. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Herhangi üç kişi arasında
bir nsıldaşma vaki olduğunda, muhakkak ki O (Allah), bunların
dördüncüsüdür" (Mücadele. 7) buyurmuştur; bazan da, karşılıklı fısıldaşan
topluluk ve kavim anlamına gelir. Nitekim Allah Teâlâ, "...Onlar gizli
konuşurlarken buyurmuştur.
[13]
Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundaki kelimesinin terkibteki yeri hususunda, nahivciler birtakım fikirler beyan etmişlerdir ki, bu görüşler, âyetteki kelimesinin manasına bina edilmiştir. Binaenaleyh, eğer biz, âyette geçen kelimesini sır manasına alırsak, o zaman kelimesinin mahallinin mansub olması caizdir. Çünkü bu, bir şeyi, cinsinden olmayan şeyden istisna etmektir (İstisnâ-i munkatî). Binaenaleyh, bu istisna mansub olur. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı ".. ancak eziyyet." imran, ni) ifâdesinde olduğu gibidir. Cinsinden yapılmayan istisnaları merfu okuyanlara göre de, bu kelimenin mahallen merfu olması da caizdir. Bu da, şairin tıpkı, "Ceylanlar hariç ve kır develer müstesna..." ifadelerinde olduğu gibidir.
Ebu Ubeyde, bu tabiri muzâfı hazfedilenler kabilinden kabul ederek şöyle demiştir: "Âyetin takdiri, "Sadaka vermeyi emreden kimsenin fısıldaşması müstesna olup, bunda hayır vardır..'' şeklindedir. Daha sonra buradaki muzaf hazfedil m iştir. Bu takdire göre yerini tuttuğu için, takdir edilen ifâdedeki (fısıltı) kelimesinin yerinde olmuş olur.
Bu kelime hakkında şu iki vecih de caizdir:
a) Bu, âyette geçen "fısıltılarından..." kelimesinden bedel olmak üzere, mahallen mecrûrdur. Bu, senin tıpkı "Ben Zeyd hariç hiç kimseye rastlamadım" demen gibidir.
b) Bu kelimenin, istisna olmak üzere, mahallen mansub olması da caizdir. Böyle olması da, tıpkı senin, "Bana Zeyd hariç hiç kimse gelmedi" demene benzer ki, bu da bir cinsi aynı cinsten istisna etmektir (İstisnâ-i muttasıl).
Ama biz âyette geçen necvâ kelimesini karşılıklı fısıldaşan topluluk manasına alırsak, o zaman bu ifade, müstesna olduğu için mansûb olur. Çünkü bu da, aynı cinsin aynı cinsten istisnası olmuş olur (İstisnâ-i muttasıl).
edatının, şu iki sebepten dolayı, mahallen mecrûr olması da caizdir.
1) Bu lâfzı, "çoğunda.." kelimesine tabi kılmandır. Buna göre mana, "Onların fısıldaşmaiarımn birçoğunda hayır bulunmamaktadır; sadakayı emredenlerin fısıldaşmalan müstesna, {bunda bulunurfşeklinde olur. Bu, senin, "Onlardan bir kişi hariç, toplumda hiçbir hayır yoktur" demen gibidir.
2) Bu
kelimeyi, âyette geçen kelimesine tâbi kılmandır. Bu da senin, "Zeyd
hariç, kavmin hiçbir cemaatinde bir hayır yoktur" demen gibidir. (Bu
durumda), Zeyd kelimesini istersen kelimesine; istersen, kelimesine tabi kılarsın.. Allah en iyi
bilendir.
[14]
Bu âyet, her ne kadar, o hırsızın (Tu'me) kavminin bir birleriyle fısıldaşmalan hakkında nazil olmuş ise de, bu âyetmana bakımından umûm ifâde eden bir âyettir. Buna göre mana, "İnsanların, hakkında fisüdaşıp sohbete daldıkları sözlerden, sadece hayır işlerine dair olanlar makbuldür" şeklinde olur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, hayır işlerinin üç çeşit olduğunu belirtmiştir:
a) Sadakayı emretmek.
b) Maruf olan şeyi emretmek.
c) İnsanların arasını ıslâh etmek... Cenâb-ı Allah sadece bu üç kısmı zikretmiştir; zira hayır işi, ya bir menfaat ulaştırmak veya bir zararı gidermek şeklinde olur. Hayrı ulaştırmak da, ya maddi hayırlardan olur ki, bu meselâ mal vermektir; işte bu hususa Cenâb-ıHak, "Bir sadaka vermeyi emredenler müstesna..." ifadesiyle işaret etmiştir. Yahut manevî hayırlardan olur ki bu da, nazarî kuvveti ilimlerle; amelî kuvveti de, güzel fiillerle mükemmelleştirmekten ibaret olup, her ikisi de mârufu emretmekten ibarettir. İşte buna, Cenâb-ı Hak, "...ya da bir iyilik yapmayı.." ifadesiyle işaret etmiştir. Zararı gidermeye gelince, bu hususa da, Cenâb-ı Allah, veya insanların arasını düzeltmeyi..." ifadesiyle işaret etmiştir. Böylece, bütün hayırların bu âyette zikredilmiş olduğu sabit olmuş olur. Söylediğimizin doğruluğuna,
Hz. Peygamber (s.a.s)'in, emretme veya münkerden sakındırma veyahuf da Allah'ı zikretmek gibi hususlar hariç, insanoğlunun bütün sözleri lehine değil aleyhinedir" [15] şeklindeki hadisi de delâlet eder. Süfyan es-Sevrî'ye, "Bu ne acaip hadis!" denildiğinde o, "Allahu Teâlâ'yı dinlemedin mi! Bak O, "Onların ûsıldaşma-lannın birçoğunda hayır yoktur" buyurmaktadır. İşte bu hadis, bu âyetin söylediğinin aynısını söylemektedir. Allah'ı dinlemedin mi? Zira O, "Asra andolsun ki, muhakkak insan ziyandadır. Ancak iman edenlerle güzel amellerde bulunanlar, bir de birbirine hakkı ve sabri tavsiye edenler müstesna..." (Ast, 1-3) buyurmaktadır. İşte bu hadis, bu âyetin ifade ettiğinin aynısını bildirmektedir" dedi.
Sonra Cenâb-t Hak, "Kim Allah'ın rızâsını arayarak böyle yaparsa, biz ona çok büyük bir mükâfaat vereceğiz" buyurmuştur ki, bu "Bu üç çeşit tâat, her ne kadar şerefli ve son derece yüce ise de, insan bunları, sırf Allah rızasını talep etmek ve O'nun rtzasınt kazanmak için yaptığı zaman bunlardan istifade edebilir. Ama, bunları gösteriş ve kahramanlık olsun diye yaparsa, bu durumda hüküm tersine döner, bütün bu tâatler en büyük kötülüklerden olmuş olur" demektir.
İşte bu âyet, zahirî amellerden elde edilmek istenen şeyin, niyetin ihtaslı olup olmadığı hususunda kalbin hallerini gözetmek ve sebepleri, Allah rızasının dışında kalan maksadlara yönelmekten arındırmak olduğuna delâlet eden delillerin en kuvvetlilerindendir. Bu âyetin benzerleri ise, "Halbuki onlar, Allah'a, Onun dininde ihlas erbabı olarak., ibadet etmelerinden başka bir şeyle emrolunmamışlardı..." (Beyyine, s) ve "Hakikaten insan için, kendi çalıştığından başkası yoktur" {Necm, 39) âyetleriyle; Hz. Peygamber (sas)'in, "Muhakkak ki ameller, niyetlere göredir. (Onlara göre değerlendirilir)" hadisidir. [16] Burada, şu iki soru hatıra gelmektedir:
Birinci soru: Allah Teâlâ'nın, ifadesindeki itt£ kelimesi niçin mansub getirilmiştir?
Cevap: Çünkü bu kelime, mef'ûlün leh'dir. Buna göre mana, "Allah'ın rızasını aramak için..." şeklindedir.
İkinci soru: Cenâb-t Hak niçin, (önce) emreden kimseler müstesna..."; daha sonra da, "Kim böyle yaparsa.." buyurmuştur?
Cevap: Allah, hayrı emretmeyi zikretmiştir ki onu failine delil kılsın. Çünkü hayrıemr(eden kimse), hayırlılar sınıfına dahil olunca, hayrı bizzat yapan kimselerin bu hayırlılar sınıfına girmeleri daha uygun ve evlâ olur. İşte bu tabiriyle "Her kim bunu emrederse.." manasının kastedilmiş olması da caizdir. Böylece "emr" yerine, "yaprnak" sözü kullanılmıştır. Çünkü emretmek de, fiillerden bir fiildir. [17]
"Kim, kendisine doğru yol besbelli olduktan sonra Peygambere muhalefet eder, mü'minlerin yolundan başkasına uyup giderse, onu döndüğü o yolda bırakırız. (Ahirette de) kendisini cehenneme koyarız. O, ne kötü bir yerdir!"
(Nisa. 115)'.
Bil ki bu âyetin kendinden öncekilerle münasebeti şudur: Rivayet olunduğuna göre Tu'me İbn Ubeyrık, Cenâb-ı Hakk'ın kendi sır perdesini yırttığını (meselenin içyüzünü ortaya koyduğunu) ve yahudiyi de hırsızlık töhmetinden arındırdığını görünce, dinden döndü; Mekke'ye gitti ve hırsızlık gayesiyle birisinin duvarını deldi... Derken duvar üzerine yıkıldı ve öldü. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.
"Şikâk" ve "müşâkaka" kelimelerinin "iki şeyden herbirinin, işin bir şıkkında (tarafında) olması" veya "iki şeyden herbirinin, diğerine meşakkat ulaşmasına sebep olan bir işin faili olması" manasına geldiklerini, Bakara sûresinde zikretmiştik.
Âyetteki, "Kendisine, doğru yol besbelli olduktan sonra.." tabiri "İslâm dininin doğru olduğu, delil ile o kimseye besbelli olduktan sonra.-" demektir. Zeccac şöyle demiştir: "Çünkü Allah'ın vahyettiği emir ile, ve hırsızlığını ortaya koyması ile, bu Tu'me nezdinde, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğinin doğruluğu aşikar olmuştu. Fakat buna rağmen o, Hz. Peygamber (s.a.s)'e düşman kesildi, muhalefetini açıkladı ve İslâm'dan döndü. Bu sebeple, Tu'me'nin bu hareketi, hidayet kendisine açıklandıktan sonra, muhalefetini ortaya koyması oldu. .
Allah'ın, buyruğu, "Muvahhidlerin dininden başka bir dine tabi olursa.." demektir. Zira Tu'me, İslâm'ı bırakıp, putperestliğe tabî olmuştur.
Daha sonra Allah Teâlâ, "Onu döndüğü o yoloe. bırakırız" buyurmuştur. Yani, "Onu kendisi için tercih ettiği şey (yo!) ile başbaşa bırakır ve tevekkül ettiği şeye, onu havale ederiz" demektir. Bazı âlimler bu âyetin, önlükle de mürtedfer hakkında, "Seyf" âyeti [18]ile mensûh olduğunu söylemişlerdi!
Sonra Hak Teâlâ, "Yani, "onu cehenneme soka%i\£ buyurmuştur. Bu ifadenin aslı, masdarına dayanır ki, "İyice kızışmış " demektir. Âyetteki) ifadesindeki "masîr" kelimesi, muşak mansubtur. Busenin, "Falanca tab'itibari it pir .falancadan ter boşandı" sözün gibidir. [19]
Rivayet olunduğuna göre İmam "icmâ"nın delil olduğunu gösteren o, Kur'ân'ı üçyüz defa okumuş, niha-Şafiî'nin bunu delil getirişi şöyle ı- yolunun dışında bir yola uymak haramdır. Binaenaleyh mü'rr vacib olması gerekir. Birinci mukaddimenin izahı şudur: Alte -muhalefet edip, mü'minlerin yolundan başkasına tabî olanlr söz konusu olduğunu" belirtmiştir. Halbuki sadece peyga de, böyle bir va'îdi gerektirir. Binaenaleyh eğer mü'minle* uymak, böyle bir ilâhî tehdidi gerektirmemiş olsaydı, o za herhangi bir tesiri olmayan şeyi, bu va'îdi tek başına ki, böyle birşey caiz değildir. Bundan dolayı, mü'minl ittiba etmenin haram olduğu sabit olur. Bu sabit oIl uymanın vacib olması gerekir. Çünkü "mü'minlerin "mü'minlerin yolundan başkasına uyma" manasını gör yolundan başkasına uymak haram olunca, mü'minlerir olması gerekir. Mü'minlerin yoluna uymamak hararr vacib demektir. Çünkü bu iki zıt tarafın (ihtimalin) ;ye, Kurân'da, bulduğunda, bulmuştur. 'minlerin uymanın gam bere
ilâhi'nin lefet etmek aşka bir yola jidde(va'îdde) ve katma olurdu başka bir yola minlerin yoluna namak" ifadesi,, mü'minlerin amanın da haram m yoluna uymak az.
İmdi şayet, "Biz, mü'rninlerin|yolunauymamar uyma manasına olduğunu kabul etmiyoruz. Zir? yolundan başkasına ittiba etmemek imkânsız verilir: "Uymak, başkasının yaptığının ' yolundan başkasına rin yoluna, ne de onların ise, buna şöyle cevap yapmak" demektir. Mü'min olmayanların işi, mü'minlerin yoluna mü'minlerin yoluna uymayan herkes, mü'min olmayanların yaptığını yapmış olur. Binaenaleyh bu insanın, onlara uymuş olması gerekir."
Birisi şöyle
diyebilir: "Uymak, başkasının yaptığının benzerini yapmak" değildir.
Aksi halde şöyle o inilmesi gerekir: "Peygamberler ve melekler, ümmetin
her ferdi Allah'ın birliğine i andığı gibi, Allah'ın birliğini kabul etmiş
olmaları bakımından, insanların bazıla a uymuşlardır. Halbuki böyle
söylenilemeyeceği herkesin malumudur. Aksiı r 'İttiba" (uyma), başkası, o
fiili yaptığı için, onun fiilinin benzerini yapmaktan iba Durum| böyle olunca, kim, mü'minlere uymanın
gerektiği hususunda bir 'alamadığı için, mü'minlerin yoluna uymayı bırakırsa,
mü'minlere uymuş olmaz, böylece bu şahıs, mü'minlerden başkasının yoluna tabî
olmuş olmaz." İşte in aleyhine getirilen güçlü bir sorudur. Bu konuda,
" adlı eserimizde bahsettiğimiz, birtakım başka incelikler de iyi
bilendir.
[20]
Bu âyet, Hz. Muhammed (s.a.s)'in bütün günahlardan masum (ismet sahibi, korunmuş) olduğunu göstermektedir. Bunun izahı şöyledir:
Eğer Peygamberden herhangi bir günah sudur etmiş olsaydı, O'nun, bundan men edilmesi caiz olurdu. Başkasını, yaptığı .^Einsan, o başkasına muhalefet etmiş olur. Çünkü bunlardan ğu tarafın aksi bir tarafta yer almıştır. Binaenaleyh şayet bir günah sâdır olmuş olsaydı, O'na mutlaka muhalefet „ olurdu. Halbuki O'na muhalefet etmek bu âyetle haram Süyö Q'ndan bir günahın sâdır olmamış olması gerekir.
bir işten herbıri, Hz.
Peygar etmek kılınmıştır.
[21]
Bu âyet, Hz. Peygamber
(s.a.s)'e bütün fiilleri hususunda uyulmasının vacib olduğuna delâlet
etmektedir. Çünkü ümmetin fiili, Peygamberin fiilinden başka olsaydı, o zaman
iki taraftan herbirinin, fiil bakımından ayrı taraflarda olmaları gerekirdi.
Böyle olması halinde de, arada bir muhalefet bulunmuş olurdu Halbuki Hz.
Peygamber'e muhalefet etmek haram kılınmıştır. Binaenaleyh, Hz Peygamber
(s.a.s)'e her fiilinde uymanın vacip olduğu ortaya çıkmış olur.
[22]
Mütekaddimîn (Önceki)
âlimlerden bazıları "Her müçtehid. kendi usûlü (prensipleri) hususunda
isabet etmiştir. herbirinin inancının, inanılan şeye uygun olması
manasınolmayıp, hata edenin günah işlemiş olmaması manasınadır"
demişlerdir. Bu alimler, bu âyeti görüşlerine delil getirerek, şöyle demişlerdt
Allah Teâlâ, va'îdinin gerçekleşmesini, hidayetin apaçık belli olması şartt
olmadıÖı zaman so7 konusu olmaBu, hidayet belli olmadığı zaman va'îd-i ilâhinin
bulunmamasını gerektirir?" Onlara şöyle cevap verilir: "Bu, mefhum(-u
muhalife) sarılmadır. Mefhum-u muhalifi delil sayanlara göre, bu zannî bir
delildir. Halbuki kâfirler için bir va'îdin söz konusu olduğuna delâlet eden
delil, kâfidir. Zira Cenâb-ı Hak, bu âyetten sonra, "Şüphesiz ki Allah,
kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz,.." (Nisa, ne) buyurmuştur. Halbuki
zannî delil kât'î delile karşı koyamaz[23].
Dinde Takkik ve İsbatın Önemi
Âyet, dinin ancak
delil, tefekkür ve istidlal ile doğruluğunun ortaya konulabileceğine delâlet
etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ,
va'îdini, hidayetin besbelli olmuş
olması şartına bağlamıştır. Eğer hidayetin belli oluşu, dinin doğruluğu
hususunda muteber bir şart olmasaydı, böyle bir şartın faydası olmazdı.
[24]
Âyet, "hüdâ" (hidayet)'in, ilmin değil delilin ismi olduğunu göstermektedir. Çünkü eğer, "hüdâ" (hidayet), ilmin (bilmenin) ismi olsaydı, "hidayetin (doğru yolun) besbelli olması" ifadesi, birşeyin, yine kendisine nisbet edilmesi kabilinden olurdu ki bu yanlıştır.
"Şüphesiz kt Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz. Ondan başkasını, dileyeceği kimse için bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, muhakkak ki uzak bir sapıklıkla sapmıştır. Onlar O (Allah'ı) bırakırlar da yalnız dişilere taparlar, (böylece) o çok inadcı bir şeytandan başkasına tapmış olmazlar. Allah onu rahmetinden kovdu. O da (şöyle) dedi: "Celâlin hakkı için, kullarından muayyen bir nasib edineceğim, onları behemehal saptıracağım, onları mutlaka olmayacak kurunhjlara boğacağım, onlara kat'iyyen emredeceğim de davarların kulaklarını
yaracaklar, onlara muhakkak emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler." Kim Allah'ı bırakarak şeytanı dost edinirse, şüphesiz açıktan açığa büyük bir ziyana düşmüştür. (Şeytan) onlara va'ad eder, onları olmayacak
kuruntulara düşürür. Şeytanın kendilerine va'ad ettiği şeyler ise aldatmadan başka birşey değildir. İşte onlar (böyle). Onların varacakları yer cehennemdir. Oradan kaçacak bir yer de bulamayacaklardır. İman edip de sâlih ameller yapanlara (gelince), biz onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere, içlerinde Mebedi kalıcı olarak sokacağız. İşte Allah'ın dosdoğru bir va'adi... Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir" (Nisa, 116-122). [25]
Bit ki bunlardan ilk âyet, bu surede bir kere daha geçmişti. Bu tekrarda şu iki fayda vardır:
Birinci fayda: Kur'ân-ı Kerim'de gerek va'ad, gerekse va'îd âyetleri, umûmî durum itibariyle birbirinden farklıdır. Allah Teâlâ, hiçbir va'id âyetini aynı lafız ile iki kere tekrar etmemiştir. Fakat bu âyeti, affına ve mağfiretine delâlet etsin diye aynı surede aynı lafız ile iki kere zikretmiştir. Âlimler tekrarın, manayı te'kidden başka hiçbir faydası olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. İşte bu da Allah Teâlâ'nın va'ad ve rahmet tarafını iyice te'kîd ettiğini gösterir ki bu, Cenâb-ı Hakk'ın va'adini, va'îdin-den üstün tutmuş olduğunun ifadesidir.
İkinci fayda: Daha önce geçen âyetler, o zırh çalan kimse hakkında nazil olmuştur. "Kim, peygambere muhalefet ederse.." (Nisa, «sj âyeti de, bu hırsızın mürted olduğu hususunda nazil olmuştur. Binaenaleyh bu âyetin, geçen âyetlerle ilgisi ancak şu manada olması halinde güzel olur: "Şayet o hırsız mürted olmasaydı, rahmetimden mahrum olmazdı"Ancak ne var ki, o irtidâd edip Allah'a şirk koşunca, Allah'ın rahmetinden uzak kalan mahrum bir kişi olmuş olur. Allah Teâlâ işte bu hususu, şirkin kendi katında çok büyük bir günah olduğunu açıklayarak te'kîd etmiş ve, "Kim Allah'a şirk koşarsa, muhakkak ki uzak bir sapıklıkla sapmıştır" buyurmuştur. Bu, "Kim Allah'a şirk koşmaz ise, onun sapıklığı uzak bir sapıklık olmaz.
Binaenaleyh böylece de, rahmetimden mahrum olmaz" demektir. İşte bu münasebetler, ister tevbe yapılsın, ister yapılmasın, âyetin gösterdiğine göre, şirk dışındaki günahların kesinlikle atfedilebileceğine kat'î olacak delalet etmektedir.
Sonra Hak Teâlâ, şirkin pek büyük boyutlu bir sapıklık olduğunu bildirdikten sonra, "Onlar, yalnız dişilere taparlar, (böylece) o çok inada bir şeytandan başkasına tapmış olmazlar. Allah o şeytanı rahmetinden kovdu (lanetledi)" buyurmuştur. Bu âyette yer alanc 01 lafızları, olumsuz mana ifade ederler. Bunun bir benzeri de, "Andolsun ki eht-t kitaptan herbiri, ölümünden evvel, ona mutlaka iman edecektir" (Nisa. 159) âyetidir. Âyette yer atan, (çağırırlar, dua ederler) kelimesi, "ibadet ederler" manasınadır. Çünkü bir şeye tapan kimse, ona muhtaç olduğu zaman, ona dua eder. Bu âyetteki "Yalnız dişilere" tabiri hakkında şu izahlar yapılmıştır. [26]
â) Bundan murad, onların putlarıdır. O müşrikler putlarını, dişi isimleri ile adlandırırlardı. Bu, tıpkı onların Lât, Uzza ve bir üçüncüsü olan Menat putları gibidir. Lât, "Allah" kelimesinin müennesi, Uzzâ, "Aziz" kelimesinin müennesidir. Hasan el-Basrî, "Araplardan her kabilenin, kendisine taptığı bir putu vardı. Onlar o putlarına, "Falancaoğuliannın dişisi" derlerdi" demiştir. Bu izahın doğruluğuna, Hz. Aişe (r.anhâ)'nin, bu ifadeyi "yalnız putlara taparlar" şeklindeki kıraati ile, İbn Abbas (r.aj'ın, "Yalnız putlara" şeklindeki kıraati de delâlet etmektedir. İbn Abbas'ın bu kıraatindekikelimesi, tıpkı (aslan) kelimesinin (aslanlar) şeklinde cemî oluşu gibi kelimesinin çoğuludur. Aslı olan bu çoğul kelimedeki zammeli vâv harfi, elife çevrilmiştir. Bu tıpkı, aslı c- olan fiilin, âyet-i kerimede şeklinde gelmesi gibidir. Zeccâc, kelimesinin aslının, olması, birinci zammenin peşisıra bir zamme getirilmiş olmasının caiz olduğunu söylemiştir.
b) Bu tabir, "Yalnız ölülere taparlar" manasındadır. Ölülerin, "dişiler" diye ifade edilmesinin şu iki şekilde izahı yapılabilir:
1) Ölü, (cansız) şeylerden haber vermek, dişilerden haber verme gibi olur. Bu, senin "Şu kadın benim hoşuma gidiyor" dediğin gibi, aynı sîga ile "Şu taşlar benim hoşuma gidiyor" demen gibidir.
2) Dişi, erkekten; ölü, diriden daha az değerdedir. İşte bundan dolayı cansız varlıklara "dişi" isimler vermişlerdir.
c) Müşriklerin bir kısmı meleklere tapıyor ve onların Allah'ın kızları olduklarını söylüyorlardı. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Ahirete iman etmeyen o insanlar, meleklere dişi adı takarlar" (Necm. 27) buyurmuştur ki bu, "yerin, göğün ve bu ikisi arasında bulunan herşeyin yaratıcısına, dişi isimler verdikleri cansızları ortak koşandan, daha cahil kim olabilir?" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Halbuki o çok inada şeytandan başkasına tapmış olmazlar" buyurmuştur. Müfessirler, bu putların herbirinin içinde, kendilerine hizmet (ibadet) eden insanları görüp, onlara konuşan bir şeytan bulunduğunu söylerlerken; Zeccâc bu âyetten sonraki, "O da (şöyle) dedi: "Celâlin hakkı için, kullarından muayyen bir nasib edineceğim" âyetinin delâleti ile, burada geçen şeytanın iblis olduğunu, hiç şüphesiz bu sözü iblisin söylediğini ve o putları tapanları görüp konuşanın da yine iblis olması ihtimalinin uzak olmadığını söylemiştir.
Âyette geçen "merîd" kelimesi, "taattan iyice uzak olma" manasında, "isyanda (azgınlıkta) ileri giden" demektir. Nitekim böylesi kimselere, "marid" ve "merîd" denilir.
Yine Zeccâc, üzerinde birşey olmayan dümdüz duvar manasında yaprakları tamamen dökülmüş olan ağaç manasında sakal mahalli dümdüz ve parlak olduğu için, sakalı çıkmayan kimseye de iy1 denildiğini; binaenaleyh taatten iyice uzak olan kimseye de, taattan iyice soyunmuş ve taatten kendisine birşey bulaşmamış olduğu için "merîd" ve "marîd" denildiğini söylemiştir. [27]
Daha sonra Cenâb-ı Hak
Allah onu rahmetinden kovdu. O da (şöyle) dedi: "Celâlin hakkı için,
kullarından muayyen bir nasib edineceğim" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili
iki mesele vardır:
[28]
Keşşaf sahibi, bu âyetteki ifadeterinin, Allah'ın laneti İle bu kötü söz arasını birleştiren,
"inadcı (merîd) şeytan" manasında olmak üzere, birer sıfat olduğunu söylemiştir. Bil ki burada şeytan, birtakım şeyleri iddia etmiştir. Bunlardan birincisi, şeytanın "Celâlin hakkı için, kullarından muayyen (mefrûd) bir nasib edineceğim" sözüdür. Arapça'da fard, kesmek manasınadır. Nehrin bir kenarında olan koya da, denilir. Yine yay üzerinde, kirişin bağlandığı çentiğe IAllah'ın mazeret yollarını kesmek için, kullarına farz ve mecbur kıldığı şeylere de İiajjİ denilir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlara bir fariza (mehir) belirlemiş olursanız.." (Bakara. 237)âyeti de böyledir. Bu, "malınızdan onlar için bir parça kesip ayırırsanız.." demektir.
Bunu iyice anladığına göre biz deriz ki, bu âyetin manası şöyledir: "Allah'ın laneti üzerine olasıca şeytan, bu durumda, "Celâlin hakkı için, kullarından muayyen bir miktar, bir pay edineceğim" dedi. İşte şeytanın kendisine pay edindiği o muayyen miktar, onun izinde gidip, vesveselerine uyan kimselerdir.
Bu âyetin tefsiri hususunda, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Herbtn kişiden biri Allah'ın, diğerleri de insanların ve İblisin (hissesidir)."
Buna göre eğer, "Gerek naklî gerekse aklî delil, şeytanın ordusunun, sayıca Allah'ın taraftarlarından daha çok olduğunu göstermektedir. Bu hususta naklî delil, Allah Teâlâ'nın, "birazınız müstesna, muhakkak şeytana uyup gittiniz" {Nisa, 83); yine Allah Teâlâ'nın, şeytandan hikâye ederek buyurmuş olduğu, "...Onun züniyetinl birazı müstesna olmak üzere, behemehal kendime bendederim" {isra, 62) ve "Dedi: "Senin izzetine andederim ki ben de artık onların hepsini muhakkak azdıracağım. İçlerinden ihlâsa erdirilmiş kulların müstesna..." (Sâd,82-83)âyetleridir. Hiç şüphe yok ki, ihlâslı olanlar azdırlar.
Aklî delil ise şudur: Fâsıklar ve kâfirler, ihlâslı mü'minlerden sayıca daha fazladırlar. Fâsık ve kâfirlerin, iblisin ordusu olduğunda şüphe yoktur.
Bu böyle olunca biz deriz ki, "Nasîb kelimesi, ekseriyeti teşkil eden kısmı içine almayıp, aksine daha azını içine aldığı halde, daha niçin şeytan, "O da (şöyle) dedi: "Celâlin hakkı için, kullarından muayyen bir nasîb edineceğim" demiştir?"
Cevap: Bu farklılık ancak, beşer türüne göredir. Son derece çok oldukları halde melekler zümresi mü'minlere eklendiğinde, çoğunluk, ihlâslı mü'minler için söz konusu olur. Hem yine mü'minler, sayıca her ne kadar az iseler de, onlannİAllah katındaki makam ve mevkileri son derece büyüktür. Halbuki kâfirler ve fâsıklar, her ne kadar sayıca çok iseler de, onlar yok gibidirler, bir hiçtirler. İşte bu sebepten dolayı, iblisin taraftarlarına "nasîb" ismi ıtlak edilmiştir. [29]
İkincisi, şeytanın "onları behemehal haktan saptıracağım" sözüdür. Mu'tezile şöyle demiştir: "Bu âyet, bizim usûl ve kaidelerimizden iki büyük esasa delâlet etmektedir:
Birinci esas: "Saptıran, şeytan olup, Allah değildir..." Sözlerine devamla şöyle derler: "Biz, âyetin, "saptıranın şeytân olduğuna" delâlet ettiğini söyledik." Çünkü şeytan bunu iddia etmiş, Allah Teâlâ da, onu bu hususta tekzîb etmemiştir. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların hepsini muhakkak azdıracağım..."(Sad,82), "...onun zürrtyetini, birazı müstesna olmak üzere behemehal kendime bendederim" (bra,62)ve "...andolsun ki, onlar (ı saptırmak) İçin senin doğru yolunda oturacağım"
(Araf, 16) âyetleridir. Hem Cenâb-ı Hak, o şeytanı, onu zemmetme sadedinde, "insanları saptıran" diye tavsif etmiştir. İşte bu da, Allah'ın bu saptırma işiyle tavsif edilmiş olmasına mânidir.
İkinci esas: "Ehl-t sünnet, "saptırmak, küfrü ve sapıklığı yaratmaktan ibarettir" dedikleri halde, biz saptırmanın, küfür ve sapıklığı yaratmaktan ibaret olmadığını söylüyoruz. Bunun delili ise, İblisin, sapıklığı yaratmaya kadir olamıyacağı hususunda icma'nın bulunmasının yanında, kendisini "saptırıcı" olarak vasfetmiş olmasıdır."
Mu'tez 'nin bu görüşüne şu şekilde cevap verilir: Bu, İblisin sözüdür. Binaenaleyh bir delii olamaz. Hem bu meselede iblisin sözü, cidden kararsızdır. Bazen sırf kaderciliğe meyleder. Bu onun, "ben de artık onların hepsini muhakkak azdıracağım" (Sâd. 82) ifadesinden anlaşılmaktadır. Bazan mutlak cebre temayü! etmektedir. Bu da onun, "Ey Rabbtm, beni azdırmış olduğun için..." (Htcr. 39) sözünden anlaşılmaktadır. Bazan da bu hususta mütereddit olduğunu ortaya koymuştur. Çünkü o, "Ey Rabbİmiz, İşte bunlar bizim azdırdığıma kimselerdir. Kendimiz nasıl azmışsak, onları da öylece azdırdık" (Kasas, 63) demiştir Yani, "o kâfirler, bizim (biz şeytanların) onları azdırdığımızı söylemektedirler... O halde, bizi dinden kim uzaklaştırdı?" Binaenaleyh, bütün bunların âhirette, Allah'da son bulması gerekir. [30]
Üçüncüsü: Onun, "Onları mutlaka olmayacak kuruntulara boğacağım.." sözüdür. Bil ki, o, insanları saptıracağını iddia edince, "Onları mutlaka olmayacak kuruntulara boğacağım" demiştir. Bu da, saptırması hususunda, insanların kalblerine kuruntular atmaktan daha kuvvetli bir çaresinin bulunmadığını ihsas etmektedir. Kuruntuları arzulamak ise, şu iki şeyi meydana getirir:
a) Hırs,
b) Tûl-i emel...
Hırs ve emel ise, birçok kötü ahlakı gerektirirler. Bunlar, insanın özünden aynlma-yan iki şeydirler. Hz. Peygamber (s.a.s), "İnsanoğlu ihttyarladıkça, onda şu iki şey gençleşir: Hırs ve emeller. [31]..buyurmuştur.
Hırs, dünya ve dinin korkularına binmeyi, onları sırtlanmayı gerektirir. Binaenaleyh, insanın bir şeye karşı olan hırsı şiddetlendiğinde, o şeyi bazan, ancak Allah'a isyan, insanlara da eziyyet etmek suretiyle elde edebilir.
Yine, kişi tûl-i emel peşinde koştuğunda, âhireti unutup, neredeyse tevbe edemeyip, kendisine de va'zü nasihatin hiçbir tesir edemeyeceği bir biçimde dünyaya batmış ve gömülmüş olur. Böylece onun kalbi bir taş gibi, hatta taştan daha katı bir hale gelir. [32]
Dördüncüsü: Şeytanın, "Onlara kattyyen emredeceğim de, davarların kulaklarını yaracaklar" sözüdür. "Betk" kelimesi "kesmek" anlamına gelir. Nitekim, "kesen kılıç" manasında denilir. kelimesi ise, "parçalamak" demektir. Vahidî (r.h): "Burada bahsedilen "tebtîk"in manası, müfessirlerin ittifakıyla "Behîra" adını verdikleri develerin kulaklarını kesmektir. Bu böyledir, zira onlar, deve beş batın doğurup, beşincisinde erkek yavru doğurduğunda, o devenin kulağını diliyor ve ondan istifade etmeyi kendilerine haram kılıyorlardı" demiştir. Diğer âlimlere göre ise, bundan maksat şudur: "Onlar, putlara ibâdette dinî bir uygulama olsun diye, "en'am" (deve, sığır, ve davar)'ın kulaklarını diliyor; aslında bir küfür ve fısk olmasına rağmen, bunu bir ibadet sayıyorlardı. [33]
Beşincisi: Şeytanın, "Onlara muhakkak emredeceğim de, Allah'ın yarattığını değiştirecekler" sözüdür. Müfessirler, bu hususta şu iki görüşü öne sürmüşlerdir:
1) "Allah'ın yarattığını değiştirmekken murad, O'nun dinini değiştirmektir. Bu, Saîd İbn Cübeyr, Saîd İbnu'l-Müseyyeb, Hasan el-Basrî, Dehhâk, Mücâhid, Süddî, Nehaî ve Katâde'nin görüşüdür. Bu görüşün izahı için şu iki şey söylenebilir:
a) Allah Teâlâ insanları, Adem'in sulbünden (sırtından) zerreler halinde çıkarıp, onlan, "kendisinin onların Rabbi olup; onların da kendisine iman ettikleri hususunda, kendilerine" şahit tuttuğu gün, onları İslâm dini üzerine yaratmıştır. Binaenaleyh, kim (bundan sonra) küfre saparsa, böylece Allah'ın, insanları üzerine yarattığı^fıtratı değiştirmiş olur. İşte bu, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "Her doğan çocuk (İslâm) Ûtratı üzerine doğar, ama onu ebeveyni, ya yahudi yapar, ya hristiyan yapar veyahut da mecusi yapar..."[34] şeklindeki hadisinin ifade ettiği manadır.
b) Allah'ın dinini değiştirmekten murad, helali harama, veyahut da haramı helâla çevirmektir.
2) Buradaki "değiştirme", zahire taalluk eden bütün halleri değiştirme anlamına alınır. Bu görüşte olanlar, birkaç izah şekli zikretmişlerdir:
a) Hasan el-Basrî şöyle demiştin'Bundan murad, Abdullah İbn Mesûd (r.a)'un, Hz. Peygamber'den rivayet ettiği şu hadistir: "Peruk takan ve taktıran; döğme yapan ve yaptıran kadınlara Allah lanet etmiştir." [35] Bu böyledir; çünkü kadın, bu gibi şeyleri yapmak suretiyle, zinaya yol arar" demiştir.
b) Enes, Şehr İbn Havşeb, İkrime ve Ebu Salih'ten rivayet edildiğine göre, burada, Allah'ın yarattığını değiştirmenin manası hayvanı burmak, kulaklarını kesmek ve gözlerini çıkarmak demektir, jşte bundan ötürü Enes, koçları burmayı hoş karşılamıyordu. Araplar, içlerinden bir kimsenin deve sayısı bine ulaştığında,,tohumluk olan devenin gözünü şaşı yapıyorlardı.
c) İbn Zeyd, bu değiştirmenin, erkeklerin kadın gibi davranmaları olduğunu söylemiştir. Ben derim ki, bu görüşe göre âyetin manasına sürtük kadınları da sokmak gerekir. Çünkü "tahannüs" (hünsâlık), kadına benzemeye çalışan erkek; ise, erkeğe benzemeye çalışan kadın manastndadır.
d) Zeccâc, bazı kimselerin şöyle dediğini nakletmiştir; "Allah Teâlâ, en'âmı (deve, sığır ve davarları), bir kısmına binsinler, bir kısmının da etini-sütünü yesin içsinler diye, insanlar için yaratmıştır. İnsanlar ise onları, "bahîre", "şaibe" ve "vasile" diye, kendilerine haram kılmışlardır. Yine Cenâb-ı Hak, güneşi, ayı ve yıldızları, insanların yararına olarak ve onlardan istifade etsinler diye yaratmış, ama müşrikler bu varlıklara taparak, Allah'ın yarattığı şeyleri değiştirmiş (gayelerinden saptırmışlardır.) İşte bu konuda müfessirlerin söylediği sözler bunlardan ibarettir.
Bu noktada, âyetten bir mana çıkarma hususunda, aklıma şu şekilde bir başka izah daha gelmektedir. Şöyle ki: Bir şeye zarar ve hastalık şu üç şekilde gelir; karışma, noksanlaşma ve bâtıl olma (bozulma)... İşte bu nedenle şeytan (Allah ona lanet etsin), insanların çoğunuj dinî hastalık ve zararlara düşüreceğini iddia etmiştir ki bu,onun "Onları mutlaka olmayacak kuruntulara boğacağım" sözünden anlaşılmaktadır. Sonra bu hastalığın mutlaka, zikrettiğimiz karışma, noksanlaşma ve bozulma gibi bir şekilde olması gerekir. Karışma şekline gelince, şeytan buna, "Onları mutlaka olmayacak kuruntulara boğacağım" sözü ile işaret etmiştir. Bu böyledir, çünkü kuruntulu kimselerin akl-ı fikri, birtakım şehevî ve gazabı istekleri elde etmek için, birçok ince manalar, hileler ve çok hassas yollar aramakla meşguldür. İşte bu, birşeyin karışması ile meydana gelen ruhî bir hastalıktır.
Noksanlaşma ife meydana gelen hastalığa, şeytan, "Onları katiyyen emredeceğim de davarların kulaklarını yaracaklar" sözü ile işaret etmiştir. Bu böyledir, zira havanların kulaklarını dilmek, bir çeşit noksanlaştırmadır. Çünkü insanın aklı-fikri dünyayı elde etme peşinde olunca, âhireti istemedeki azmi zayıf ve isteği gevşek olur.
Bozulma ile meydana gelen hastalığa ise, şeytan, "onlara muhakkak emredeceğim de Allah'ın yarattığını değiştirecekler" sözü ile işaret etmiştir. Çünkü değiştirme, uzun müddet mevcut olan bir sıfatı bozup yok etme demektir. Halbuki dünyevî lezzetler peşinde devamlı koşan ve ruhî mutluluklardan yüz çeviren kimsenin kalbinde, dünyaya karşı bir istek, âhirete karşı ise bir nefret gittikçe artar ve çoğalır. Bu durum, o insanın kalbi tamamen değişinceye kadar devam eder. Böylece insan öyle bir noktaya gelir ki artık kalbinde âhiret duygusu kesinlikle yer atmaz ve aklından dünya sevgisi hiç çıkmaz. Böylece de bütün hareketleri, duruşları, sözleri ve fiilleri hep dünya için olur. İşte bu da Allah'ın yarattığı şeyin değiştirilmesini gerektiren bir şeydir. Çünkü insanlar, bu maddî aleme bir yolculuk için gelmişlerdir. Aslında onlar ahiret alemine yöneliktirler. Fakat ahiret alemini unutup, mutlaka yok olup son bulacak olan, şu hissedilen (maddî) alem ile iyice ünsiyet (sevgi) kesbedince, işte bu da, gerçek manada bir yaratılışı değiştirme olmuş olur. Bu tıpkı, "Hem kendisi Allah'ı unutmuş, hem (Allah) kendilerini kendilerine unutturmuş olanlar gibi olmayın" (Haşr, 19) ve "Şüphesiz gözler kör olmaz, fakat (asıl) sinelerin içindeki kalbler kör olur" (Hacc, 46) âyetlerinde, ifade edilen husus gibidir. [36]
Bil ki Cenâb-ı Hak, insanları şeytana uymaktan sakındırmak için, şeytanın azdırıp saptırma yollarını, bizzat onun ağzından nakledince, , Allah'ı bırakarak şeytanı bir yâr edinirse, şüphesiz açıktan açığa büyük bir ziyana düşmüştür" buyurmuştur. Bil ki hiç kimse, Allah'ı bırakıp da şeytanı dost edinmek istemez. Fakat insan, şeytanın emirlerini yerine getirip, rahman olan Allah'ın emirlerini yapmayınca, sanki şeytanı kendisine dost edinip, Allah'ın himayesini ve dostluğunu bırakmış gibi olur. Allah Telâlâ, "Şüphesiz açıktan açığa büyük bir ziyana düşmüştür" buyurmuştur; zira Allah'a itaat etmek, zarar ihtimallerinden uzak, devamlı ve çok büyük menfaatlar ihtiva eder. Şeytana itaat ise, kederlerle, üzüntülerle ve ezici elemlerle karışık ve sonlu olan üç menfaati ihtiva eder. Bu iki itaatin aynı olduğunu söylemek, aklen imkansızdır. Binâenaleyh kim şeytanın dostluğuna gönül verirse, şeytanın vereceği makam ve mevkilerin çok adi ve değersiz oluşları sebebi ile, en şerefli yüce makam ve mevkileri elden kaçırmış olur. Hiç şüphe yok ki bu, kesin ve apaçık bir ziyandır.
Dah? sonra Cenâbn Hak, "(Şeytan) onlara vaad eder, onları olmayacak kuruntulara düşürür. Şeytanın kendilerine va adettlği şeyler ise aldatmadan başka birşey değildir" buyurmuştur. Bi! ki önceki âyette, şeytanın emrinin esasının, insanın kalbine olmayacak kuruntular atmak olduğunu açıklamıştık. Hayvanların kulaklarını dilmek ve Allah'ın yarattığı şeyi değiştirmek ise, kalbe atılan bu kuruntuların netice ve eserlerindendir. İşte bundan dolayı Hak Teâtâ, o kuruntuların bertaraf edilmesindeki esasa dikkat çekmiştir. Bu esas, o kuruntuların bir aldatmadan başka bir şey olmadıklarıdır. Aldanma, insanın bir şeyi faydalı ve lezzetli sanıp, sonra o şeyin en büyük elem ve zararları taşıdığının anlaşılmastdır. Dünyanın her hali böyledir. Binâenaleyh her akıllının, dünyanın hiçbir şeyine iltifat etmemesi gerekir. Bunun misali şudur: Şeytan, insanın kalbine ömrünün uzun olacağını, dünyadan elde etmek istediği herşeyi elde edeceğini ve düşmanlarına hükümran olacağı düşüncelerini atar. Böylece o insanın kalbine, dünyanın bir devr-i daim olduğu ve binâenaleyh bugün başkasına müyesser olan şeyin ileride kendisine de müyesser olacağı fikri düşer. Fakat bütün bunlar bir aldanmadır. Zira insanın ömrü çoğu kez buna yetmez. Yetse bile, gayesine ulaşamaz. Ömrü yetip, en güzel bir şekilde gayesine ulaşsa bile, mutlaka o kimse ölürken en büyük keder ve pişmanlık içine düşer, Çünkü elde edilmek istenen şey ne kadar leziz ve hoş olur ve onunla ülfet ne kadar çok ve uzun süre olursa, onların insanı bırakıp ayrılması da o nisbette elemli ve gam ile pişmanlığın meydana gelmesinde de o nisbette tesirli olur. İşte böylece âyetin, bu konuda temel ve esas olan hususa dikkat çekmiş olduğu ortaya çıkmış olur.
Âyetle ilgili bir başka izah da şudur: Şeytan, insanlara kıyametin ve mesuliyetin olmadığını, binâenaleyh dünyevi lezzetleri tastamam tadmak için ellerinden geldiğince çalışmaları gerektiğini telkin etmektedir.
Sonra Allah Teâlâ, "İşte onlar (böyle). Onların varacaktan
yer cehennemdir" buyurmuştur. Bil ki aldanmanın, insanın zahiren güzel bulduğu bir şeyin insan için gerçekleşip, fakat onun iç yüzü ortaya çıkınca büyük elem duyacağı bir halden ibaret olduğunu açıklamıştık. Halbuki dünyevi lezzetlere iyice gark otup, Allah Teâlâ'ya isyana iyice batmak, her ne kadar o an için hoş ve güzel gelse bile, neticesi cehennem azabıdır, gazab-ı ilahîdir ve rahmet-i ilahiyyeden uzaklaşmadır. Binâenaleyh işte bu durum da, şeytanın va'adlerinin bir aldatma olduğuna dair, daha önce geçen delillere bir takviyedir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, 'Oradan kaçacak bir yer de bulamayacaklardır" buyurmuştur. Âyette geçen "mahîs", "kaçış ve kurtuluş yeri" demektir. Vahidî (r.h), bu tabirin şu İki manaya gelebileceğini söylemiştir:
1) "Onlar, mutlaka cehenneme gireceklerdir.
2) Kâfirlerin payı olan, cehennemde ebedi kalmayı ifade eder. Bu, uzak bir mana değildir. Çünkü âyetteki, "bulamayacaklar" fiili, daha önce bahsi geçen insanlarla ilgilidir ve bunlar haklarında, şeytanın, "Celalin hakkı için, kullarından muayyen bir nasib edineceğim" demiş olduğu kimselerdir. Zahir olan şudur ki, şeytanın hissesine (nasibine) düşenler, kâfirlerdir: [37]
Hak Teâlâ, vaîdini zikredince, bunun peşisıra va'dini getirerekman ed/p de salth ameller yapanlara (gelince), biz onları altlarından ırmaklar akan cennetlere, içlerinde ebedi kalıcı olarak sokacağız. İşte Allah 'm dosdoğru bir vaadi... Allah'dan daha doğru sözlü kim olabilir?" buyurmuştur.
Bil ki Allah Teâlâ va'adini ifade eden âyetlerin çoğunda, "İçlerinde ebedi kalıcı olarak" tabirine yer vermiştir. Eğer "hulûd", ebedi ve devamlı kalma manasında olsaydı, bu ifade de gereksiz bir tekrar olmuş olurdu. Halbuki tekrar aslın hilafıdır, yani asıl olan, tekrar yapılmamasıdır. Böylece biz, "hulûcT'un devamlı kalma manasına değil, uzun bir süre kalma manasına geldiğini anlarız. Fakat Allah Teâlâ, va'îd ile ilgili âyetlerinde "hulûd"u zikretmiş, ebedî kalışı ise, sadece kâfirler hakkında kullanmıştır. İşte bu da, günahkâr mü'minlerin cezasının sona ereceğine bir delildir.
Sonra Cenâb-ı Atlan, "İşte Allah'ın dosdoğru bir va'adi" buyurmuştur. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Âyetteki iki kelime de mefut-i mutlaktır. Birincisi, "müekkid li-nefsihi" olan mef'uH mutlaktır. Sanki lifrj ipj "mutlaka va'ad-etti" denilmiştir. "Hak" kelimesi ise, "müekkid li-gayrihi" olan mef'ul-i mutlaktır ve " Bu, kesin olarak bir hak oldu" demektir.
Sonra Allah Teâlâ, "Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?'' demiştir. Bu üçüncüsü, beliğ bir te'kiddir. Bu te'kidlerin gayesi, şeytanın kendisine uyanlara, yalan va'adler ve asılsız kuruntulara dair söylemiş olduğu şeylere bir karşı koymadır. Bir de, kendisinden daha yalancı birisi bulunmayan şeytanın sözünden, Allah'ın va'adinin, kabul edilmeye daha lâyık ve tasdik edilmeye daha müstehak olduğuna dikkat çekmektir.
Hamza ve Kisaî, ifadesindeki sâd harfini zâ, harfine işmâm ederek okumuşlardır. Kur'an-ı Kerim'de, kendisinden sonra bir dal bulunan bütün sakin şadların durumu da böyledir. Mesela, "doğru yol.." (Nam, 9) ve
"Şimdi sen ne ile emrolunuyorsan apaçık bildir" (Hicr. 94) âyetlerinde olduğu gibi... Âyette geçen kelimesi, (dedi) fiilinin masdarıdır. Nitekim, denilir. İbnu's-Sikkît kelimelerinin masdar değil, isim olduğunu söylemiştir. [38]
"Ne sizin kuruntularınızla, ne de ehl-i kitabın kuruntulanyla (iş olup bitmiş) değildir. Kim bir kötülük yaparsa, ondan ötürü cezalandırılır ve o, kendisine Allah'tan başka ne bir yâr, ne de bir yardımcı bulamaz" (Nİsâ. 123).
Bu ifadeyle ilgili
birkaç mesele vardır:
[39]
kelimesi. (arzu, istek, talep) kelimesinden olmak üzere
vezninde bir kelimedir. Bu lâfızla alâkalı açıklamaların tamamı, Cenâb-ı
Hakk'ın, "Şeytan onun dileği hakkında file (bir fitne) meydana) atmış olmasın...
" (Hacc. 52) âyetinin tefsirinde zikredilecektir.
[40]
bir fiildir ve mutlaka ona isnad edilecek olan bir ismin bulunmasını gerektirir. Bu isimle ilgili birkaç vecih vardır: 1) "Yukarıda zikredilmiş olan sevab, ve "Biz onları, altlarından ırmaklar akan cennetlere sokacağız" (u\a&. 122) âyetindeki va'ad, ne sizin kuruntularınızla ne de ehl-i kitabın kuruntulanyla değildir." Yani, "Onlar, kuruntularla gerçekleşmez, ancak iman ve amel-i salih ile gerçekleşir, kazanılır" demektir.
2) Dinin vaz'ı, sizin kuruntularınıza göre değildir.
3) Sevab ve ikab, sizin kuruntularınıza göre değildir.
Birinci mana daha
uygundur. Çünkü, wr4î fiilinin, daha önce zikredilmiş olan bir şeye isnadı (dayandırılması), zikredilmemiş olan
birşeye dayandırılmasından daha münasiptir.
[41]
ifadesindeki hitab,
kimleredir? Bu hususta iki görüş vardır:
1) Bu, putperestlere hitabtır. Onların kuruntuları da, ahırette bir haşr ve neşrin (yeniden dirilmenin) ve bir sevab ve ikabın olmayacağıdır. Onlar bunların olacağını kabul etseler bile, putlarının, Allah yanında kendilerine şefaatçi olacağını söylüyorlardı. Ehl-i kitabın kuruntuları ise, "Yahudi veya Hıristiyan olanlardan başkası asla cennete girmeyecek" (Bakara, nıj; "Biz Allah'ın oğullan ve sevgilileriyiz" (Maide, 18) bize azab etmez ve "Sayılı günlerden (fazla), bize kat'iyyen cehennem dokunmayacak" (Bakara, so) demeleridir.
2) Bu hitab, müslümanlaradır. Onların kuruntuları ise, büyük günah isteseler bile, affolunacaklarını zannetmeleridir. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü Allah Teâlâ, "(Allah) ondan (şirkten) başka günahları, dileyeceği kimseler için bağışlar" (Nisa, âyetinde de buyurduğu gibi, dilediğine af ve mağfiret eder.
Rivayet edildiğine göre müslümanlar ile ehl-i kitap birbirlerine karşı övündüler. Ehl-İ kitap dedi ki: "Bizim peygamberimiz sizin peygamberinizden; bizim kitabımız sizin kitabınızdan öncedir ve biz Allah'a sizden daha yakınız"; müslümanlar da, "Bizim peygamberimiz, hatemü'l-enbiya (peygamberlerin sonuncusu), kitabımız da bütün kitapların nasihi" dediler. Bunun üzerine Alfah Teâlâ, bu âyeti indirdi.
Hak Teâlâ sonra,
"Kim bir kötülük yaparsa, onunla cezalanır" buyurmuştur. Bu ifade
hakkında birkaç mesele bulunmaktadır:
[42]
Mutezile şöyle demiştir: "Bu âyet, Allah Teâlâ'nın hiçbir günahı affetmediğine delalet etmektedir. Hiç kimse "Bu, küçük günahlar konusunda bir problem çıkarır. Zira onların affedildiği malumdur" diyemez. Böyle bir suale Mutezile şu iki şekilde cevap verir:
a) "Umumi lafız, tahsisten sonra hüccettir.
b) Küçük günah işleyen kimsenin, taatlarının sevabından, o günahın cezası miktarınca düşer. Böylece bu günahın cezası ona ulaşmış olur."
Bizim alimlerimiz ise "bu konudaki cevaplar, bellibaşlı yönleriyle daha önce Hak Teâlâ'nın, (Bakara, si) âyetinin tefsirinde geçmiştir" diyerek cevap vermişlerdir. Ancak ne var ki bu âyetin tefsiri ile ilgili olarak burada şu vecihleri ilave etmek istiyoruz:
1) Bu cezadan muradın, insana bu dünyada ulaşan gamlar, kederler, hüzünler, elemler ve hastalıklar olması niçin caiz olmasın? Bu hususa hem Kur'an, hem dehadisler delalet etmektedir. Kur'an'dan delit, şu âyettir: "Erkek hırsızla, kadın hırsızın irtikab ettikleri şeye bir ceza olarak, ellerini kesin" (Maide, 38). Bu âyette, elleri kesme, ceza olarak belirtilmiştir. Hadisden bunun delili de şudur: Rivayet olunduğuna göre, bu âyet nazil olunca, Hz. Ebu Bekir Sıddık (r.a), "Artık bu âyetten sonra kurtuluş nasıl umulur?" demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Ey Ebu Bekir, Allah sana mağfiret etsin. Sen hiç hastalanmadın mı, sana hiç sıkıntı isabet etmedi mi? İste cezalandırılmanız budur" buyurmuştur.
Hz. Aişe (r.anhâ)'den rivayet edildiğine göre, bîr adam bu âyeti okumuş ve "Yaptığımız herşey sebebiyle cezalandırılacak olursak mahvolduk gitti..." demişti. Onun bu sözü Hz. Peygamber'e ulaşınca, Hz. Peygamber (s.a.s) "Mümin dünyada, bedenine isabet eden (hastalıklar) ve kendisine sıkıntı veren şeyler ile cezalandırılır" der.
Ebu Hureyre (r.a)'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Bu âyet nazil olduğu zaman ağladık, hüzünlendik ve dedik ki: "Ya Resûlallah, bu âyet-i kerime, bize (ümit ışığı) bırakmadı.'1 Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a,.s): "Sevinin, müjdeler olsun size. Çünkü bu dünyada sizden birinin başına gelen her musibeti, Cenâb-ı Hak o kimsenin günahlarına bir keffaret yapar. Hatta ayağına batmış olan bir dikeni bile" [43]buyurdu.
2) Farzedelim ki bu ceza onlara Kıyamet günü ulaşsın. Fakat bu cezanın, kulun imanının ve taatlarının sevabının eksilmesi şeklinde meydana gelmesi niçin caiz olmasın? Kur'an, hadis ve akıl da buna delalet etmektedir. Kur'an'dan buna delil, "çünkü iyilikler (hasenat), günahları (seyyiah) giderir" (hüö, n4) âyetidir.
Hadisten bunun delili de şudur: Kelbî'nin Ebu Salih'den, onun da İbn Abbas (r.a)'dan rivayet ettiğine göre, İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir:'' Bu âyet nazil olunca, mü'minlere çok zor geldi. Bunun üzerine dediler ki: "Ya Resûlallah, hangimiz kötülük yapmadı ki? Bunun cezası nasıl olur, (buna nasıl dayanırız)?" Hz. Peygamber (s.a.s) de,
"Allah Teâlâ taata, on iyilik (sevabı); bir günaha karşılık ise tek bir ceza va'adetmiştiv. Binâenaleyh kim yaptığı bir kötülükten dolayı cezalandmhrsa, (taatına) karşılık verilen) on sevabından biri eksiltilir ve kendisine geriye dokuz sevab kalır. Birleri, onlarına baskın çıkana yazıklar olsun!" buyurmuştur.
Aklî delile gelince bu du şudur: İmanın ve bütün taatlerin sevabı, mutlaka tek bir büyük günahın cezasından daha büyüktür. Adalet, çok olandan, az olanın miktarınca çıkarılmasını gerektirir. O zaman çok olandan geriye, mutlaka bir fazlalık kalır. Böylece de mü'min, bu fazlalık sebebi ile cennete girer.
3) Bu âyet-i kerime, sadece kâfirler hakkında nazil olmuştur. Söylediğimiz bu hususa delalet eden şey, Cenâb-ı Hakk'ın, bu âyetten sonra, "Erkek veya kadın, kim mü'mtn olduğu halde, sallh amellerden (birşey) yaparsa, işte onlar cennete girerler" (Nisa. 124» buyurmuş olmasıdır. Yetmiş yıl Allah'a itaat edip de, sonra bir damla içki içen mü'min, salih ameller işlemiş olan bir mü'mindir. Bu âyetin hükmüne göre, onun mutlaka cennete gireceğini söylemek gerekir. Mu'tezile'nin, "O, (böyle yapmakla) mü'min olmaktan çıkmıştır" sözü ise, büyük günah işleyen kimselerin de mü'min olabileceklerini gösteren delillerden dolayı, bâtıl ve yanlıştır. Nitekim şu âyetler buna delalet etmektedir: "Eğer mü'minlerden iki zümre birbiriyle dövüşürlerse aralarını bulup, barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecavüz ediyorsa..." (Hucurat,9). Bu âyette, diğer mü'minlere saldıran kimse, bu durumuna rağmen mü'min olarak isimlendirilmiştir. "Ey iman edenler, öldürülenler hakkında size kısas yazıldı (farz kılındı)" (Bakara, 178). Bu âyette kasden ve düşmanlıkla başka bir mü'mini öldüren kimse, mü'min olarak ifade edilmiştir. "Ey iman edenler, tam birsıdk-u hulusa malik bir tevbe ile Allah'a dönün" (Tahrim, 8). Cenâb-ı Hak, bu kimseye tevbe etmesini emrederken de, o kimseyi mü'min olarak isimlendirmiştir. Böylece büyük günah sahibinin mü'min olduğu sabit olmuş olur. Büyük günah sahibi mü'min olunca, o zaman yüce Allah'ın, "Her kim güzel ameller yaparsa..." (Nisa, 124) ifadesi, büyük günah sahibi olan mü'minin cennetliklerden olduğuna bir delil olmuş olur. Bu sebeple de Allah'ın "K/m bir kötülük yaparsa, onunla cezalanır" buyruğunun, kâfirlere tahsis edilmiş olması gerekir.
4) Farzedelim ki bu âyet-i kerime, hem mü'minlere hem de kâfirlere şamil olmuş olsun... Ancak ne var ki, Cenâb-ı Hakk'ın-"Ondan başkasını dileyeceği kimse için bağışlar" (Nisa, ne) âyeti bundan daha hususidir. Halbuki hâs ise, âmm'dan öncedir. Bir de, tefsiri tehdit ifade eden âyetlerin genel durumuna göre yapmak, va'ad ifade eden âyetlerin genel durumuna göre yapmaktan daha uygundur.Çünkü vaade vefa göstermek, bir kerem ve ihsandır. Amma vaîdi (cezayı) ihmal edip, onu tarize hamletmek de bir cömertlik ve bir ihsandır. [44]
Âyet, kâfirlerin
şeriatın fer'î hükümlerinden de sorumluolduklarına delalet etmektedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın,
"Kim bir kötülük yaparsa..." buyruğu, bütün muharrematı içine almaktadır. Binâenaleyh, bu ifadenin hükmüne, kâfirlerden sudur eden ve İslam dininde haram kılınmış olan her şey dahildir. Sonra Allah'ın "ondan ö'fürü
cezalandırılır" buyruğu, bütün bunların cezasının o kâfirlere ulaşacağına delalet etmektedir.
İmdi eğer, "Bu
âyette bahsedilen cezanın, o kâfirlere bu dünyada ulaşan keder ve üzüntülerden
ibaret olması niçin caiz olmasın?" denilirse biz deriz ki: Onlara, bu
dünyada iken yapmış oldukları iyiliklerin karşılıkları mutlaka ulaşır. Çünkü,
bu iyiliklerin karşılığını onlara ahirette ulaştırmak imkansızdır. Durum böyle
olunca, işte bu, o kâfirlerin bu dünyadaki nimetlenmelerinin daha çok ve
buradaki lezzetlerinin de daha tam olmasını gerektirir. İşte bundan dolayı Hz.
Peygamber (s.a.s),"Dünya mü'minin hapishanesi kâfirin İse cennetidir'
[45]
buyurmuştur. Hal böyle olunca, "Onların yasaklanmış fiillerinin cezasının,
bu dünyada onlara ulaşmış olmasını söylemek" imkansız olur. Binâenaleyh,
bu cezanın onlara ahirette vasıl olacağına hükmetmek gerekir.
[46]
Mutezile şöyle demektedir: "Âyet, kulun kendi fiillerinin faili olduğuna delalet etmektedir. Yine âyet, kulun kötü amelleriyle, bir cezaya müstehak olduğunu ifade eder. Âyet, bu iki şeyin ikisine birden delalet edince, aynı zamanda Allah Teâlâ'nın, kulların fiillerinin yaratıcısı olmadığına da delalet etmiş olur. Bu, şu iki sebepten ötürü böyledir:
a) Bu amel, kula ait bir iş olunca, o işin Allah'ın fiili olması imkansız olur. Zira, yapılan tek bir şeyin (aynı anda) iki kudret sahibinin fiili olması imkansızdır.
b) Şayet o amel, Allah'ın yaratmasıyla meydana gelmiş olsaydı, o zaman o kul bu işten dolayı, kesinlikle herhangi bir cezaya müstehak olamazdı. Halbuki, böyle olması bâtıldır. Zira âyet, kulun, kendi amelinden ötürü bir cezaya müstehak olacağına delalet etmektedir."
Bil kijbu tür görüşlere karşı yapmış olduğumuz istidlâller.bu kitabımızda defalarca geçmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "ve o, kendisine Allah'tan başka ne bir yâr, ne de bir yardımcı bulamaz" buyurmuştur. Mu'tezîle, "Bu âyet, şefaatin bulunmadığına delalet etmektedir" der. Buna şu iki şekilde cevap verebiliriz:
a) Biz, bu âyetin kâfirler hakkında olduğunu söylüyoruz.
b) Peygamberlerin ve meleklerin, isyankâr kimseler hakkındaki şefaatleri, ancak Allah'ın izni ve müsaadesine bağlıdır. Durum böyle olunca, hiç kimsenin Allah Subhanehu ve Teâlâ'dan başka, ne bir velisi ve ne de bir yardımcısı olamaz. [47]
"Erkek veya kadın, salih amellerden (birşey) yaparsa, işte onlar cennete girerler. Bir çekirdeğin çukurcuğu kadar bile haksızlığa uğratılmazlar"(Nisa, 124).
Mesruk: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Kim bir kötülük yaparsa, ondan ötürü onunla cezalandırılır" (Nisa. 123) âyeti nazil olunca ehl-i kitap, müslümanlara "Biz ve siz aynıyız" dediler. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerime, Cenâb-t Hakk'ın "İyilik yapan (bir insan) olarak, kendisini Allah 'a teslim eden, İbrahim 'in Allah 'ı bir tanıyıcı dinine tâbi olan kimseden daha güzel dinli kimdir..." (Nisâ.125) ifadesine kadar nazil oldu" demiştir.
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [48]
İbn Kesir ve Âsimin ravisi Ebu Bekr, yâ harfinin dammesi ve hâ harfinin fethasıyla olmak üzere, meçhul
sîgasında "Cennete girdirilirler" şeklinde okurlar. Yine aynı imamlar, Meryem (eo.âyet) ile Mü'min <4o.âyet) âyetlerini de böyle okumuşlardır. Diğer kıraat imamları ise, bu suredeki bütün bu gibi yerleri, cennete girme fiilini insanlara nisbet ederek, yâ harfinin fethası ve hâ harfinin zammesi ile i (girerler) şeklinde okumuşlardır.
Her iki kıraat de
güzeldir. Birincisi güzeldir, çünkü daha vecizdir ve "Onları cennete
sokarım" şeklindeki sözün doğruluğuna delalet eder ve "Haksızlığa
uğratılmazlar" tabirine de uygun düşer. İkinci kıraat ise, Hak Teâlâ'nın
"Siz ve zevceleriniz cennete girin" <zuhruf, 70) ve
"Selametle girin oraya" (Kâf,34> âyetlerine uygun düşer. Allah en
iyi bilendir.
[49]
Alimler şöyle derler:
"Âyetteki iki arasındaki fark şudur: Birincisi,
min-i teb'îziyye (bazı manasına)dir. Buna göre mana, "Kim salih amellerden bazısını (birşey) yaparsa" şeklinde olur. Çünkü hiçbir insan, salih
amellerin hepsini yapamaz. Hatta bundan murad,
salih amellerden bir kısmını mü'min olarak yapan kimsenin, mükâfaata müstehak
olacağıdır."Bil ki bu âyet büyük günah sahibinin cehennemde ebedî olarak
kalmaycağmı, sonunda cennete geçeceğini gösteren delililerin başında yer alır.
Bu böyledir, çünkü biz, büyük günah sahiplerinin de mü'min olduğunu izah
etmiştik. Bu sabit olunca deriz ki: Büyük günah sahibi namaz kılar, oruç tutar,
haccını yapar ve zekatını verirse, bu âyetin hükmüne göre cennete girmesi;
günahkârlarla ilgili va'îdi ilâhileri gösteren âyetlerin hükmüne göre ise,
cehenneme girmesi gerekir. Bu durumda ya o, önce cennete girer, sonra cehenneme
geçer ki bu ihtimal icmaen bâtıldır, ya da önce cehenneme girer, sonra cennete
geçer ki, işte mecburen kabul edilecek olan doğru görüş budur. Allah en iyi
bilendir.
[50]
“Nakir”, hurma çekirdeğinin
çukurundaki, hurmanın
kendisinden çıkıp bittiği noktadır. Buna göre mana, "Onlar, çekirdeğin o
noktası kadar bile, amelleri hususunda haksızlığa uğratmayacaklardır"
şeklinde olur.
Buna göre şayet, "Başkaları da aynı durumda olduğu halde, Cenâb-t Hak sadece, salih kimselerin zulme uğratılmayacağım söylemiştir? Nitekim Cenâb-t Hak, (umumi bir hüküm olarak):
"Rabbin, kullarına zulümkar değildir" (Fussiiet,«) ve "Allah, alemlere hiçbir zulüm etmek istemez" (Aı-ı imran. ıoe) buyurmuştur" denilir ise, buna şu iki şekifde cevap verebiliriz:
a) Hak Teâlâ'nın, "Haksızlığa uğratılmazlar" ifadesinde bahsedilenler hem günah, hem de saiih amel işlemiş olan kimseler olabilir.
b) Sevabı noksan olarak verilmeyen herkes, cezasının artırılmamasına daha lâyık olur. İşte, insanlar arasındaki hüküm budur. Binâenaleyh Allah Teâlâ bu hükmü, insanlar arasında örf haline gelmiş olan şeye uygun olarak anlatmıştır. [51]
'İyilik yapan (bir insan) olarak, kendini Allah'a teslim eden ve İbrahim'in hantf milletine tâbi olan kimseden daha güzel dinli kimdir? Allah İbrahim'i bir dost edinmiştir. Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah her şeyiö kuşatıcıdır"(Nisa, 125-126).
Bil ki Allah Teâfâ, kurtuluşun ve cenneti elde edişin gerçekleşmesini, insanın mü'min olmasına bağlayınca, imanı iyice izah etmiş ve onun şu iki bakımdan faziletini beyan buyurmuştur:
a) İman, Allah'a tam olarak ubudiyyeti, itaati ve inkıyadı ortaya koymayı ifade eden bir dindir.
b) İman, Hz. İbrahim (a.s)'in de, üzerinde olduğu bir dindir. İşte bu iki faziletten her biri, İslâm dinine teşvik hususunda, başlıbaşma birer sebeptir.
Birincisine gelince, bil ki İslâm şu iki şey üzerine bina edilmiştir:
a) İtikad (inanç),
b) Amel (ibadet).. Cenâb-ı Hak, itikada bu âyette, "KendiniAllah'a teslim eden..." ifadesi ile işaret etmiştir. Bu böyledir. Çünkü İslâm, inkıyad ve teslimiyyettir. "Vech" (yüz), insanın en güzel uzvudur. Bundan dolayı insan, kalbi ile Rabbini tanır, O'nun rububiyyetini, kendisinin de ubudiyyetini (kulluğunu) ikrar ederse, kendisini Allah'a teslim etmiş olur. Cenâb-ı Hak, ibadeti de bu âyette, "İyilik yapan (bir insan) ibadete de kasdederek" ile işaret etmiştir ki, bu ifadenin içine, iyilik olan her fiili (ibadeti) yapıp, günahları terketme girer. Binâenaleyh sen, gerek bu veciz ifade ve gerekse bu ifadenin bütün maksad ve gayeleri ihtiva etmiş olduğunu iyice düşün.
Hem Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendisini Allah'a teslim eden..." sözü, 'hasr" (sadece) manasını ifade eder. Buna göre, "kendisini sadece Allah'a teslim eden, Allah'tan başkasına teslim etmeyen..." demektir. Bu durum da, mükemmel bir imanın, bütün işlerin yaratıcıya havale edilmesi ve insanın kendi gücü ile kuvvetinin bir rolü olmadığını bilmesi halinde tahakkuk edeceğine bir dikkat çekmedir.
Yine bu ifadede, Allah'tan başkasından yardım isteyenlerin yanlış yolda olduklarına bir dikkat çekme vardır. Çünkü müşrikler putlardan yardım umuyor ve: "Bunlar, Allah yanında bize şefaatçi olacaklardır" diyorlardı. Dehriyyun ve Tabiatcılar ise feleklerden, yıldızlardan, tabiattan ve benzeri şeylerden medet umarlar. Yahudiler, ahirette kendilerinden azabı defetme hususunda, peygamber soyu olduklarını; hristiyanlar ise, Hz. İsa'nın üç itahdan üçüncüsü olduğunu söylüyorlardı. Binâenaleyh bütün dinler, Allah'tan başkasından medet ummuşlardır.
Mu'tezile'ye gelince, gerçekte bunlar da özlerini Allah'a teslim etmemişlerdir. Çünkü bunlar, mükâfaati gerektiren taatı ve cezayı gerektiren masiyeti, insanın kendisinden bilirler. Binâenaleyh onlar, gerçekte sadece kendilerinden ummuşlar ve sadece kendilerinden korkmuşlardır.
Fakat tedbiri, tekvini, icadı ve yaratmayı Hak Subhanehu ve Teâlâ'ya havale eden ve O'ndan başka bir varedici ve müessirin olmadığına inanan ehl-i sünnete gelince, özlerini Allah'a teslim eden, tamamen Allah'ın fazl-u ikramına güvenen ve gözlerini O'ndan başka herşeyden çeviren kimseler, işte bunlardır.
İkincisine gelince, Hz. Peygamber (s.a.s), insanları Hz. İbrahim (a.s)'in dinine çağırmıştır. Binâenaleyh hiç şüphe yok ki, bütün insanlar nezdinde, Hz. İbrahim (a.s)'in sadece Allah'a davet ettiği meşhurdur. Nitekim O, "Ben, sizin Allah'a şirk koştuğunuz şeylerden kesinlikle uzağım" (En'am, 78) demiştir. Yine o, hiçbir feleğe ibadet etmeye, hiçbir yıldıza itaatta bulunmaya, hiçbir puta secde etmeye ve tabiattan medet ummaya davet etmemiştir. Aksine O'nun dini, Allah'a davet etmek ve Allah'tan başka hiçbir şeye iltifat etmemektir. Hz. Muhammed (s.a.s)'in daveti de, sünnet olmak ve Ka'be'ye doğru namaz kılmak, onu tavaf etmek, sa'yda bulunmak, şeytan taşlamak, Arafat'ta vakfe yapmak (ihramdan çıkmak için) tıraş olmak gibi işlerde ve "Hant Babbİ, İbrahim'i birtakım kelimelerle (emirlerle) imtihan etmişti" (Bakara. 124)âyetinde işaret edilen on kelime (emir) hususunda, Hz. İbrahim'in dinine yakındır (aynıdır). Hz. Peygamber (s.a.s)'in şeriatının, Hz. İbrahim'in şeriatına yakın olduğu sabit olupi Hz. İbrahim'in şeriatının herkesçe makbul olduğu bilinince,çünkü Araplar, Hz. İbrahim'in soyundan oldukları ile öğündükleri gibi hiçbir şeyle oğünmezler-, yahudi ve hristiyanlar da Hz. İbrahim ile iftihar ederler, bütün bunlar nezdinde, Hz. Muhammed'tn şeriatının da makbul sayılması gerekir.
Âyetteki "Hanlf kelimesi ile ilgili iki husus vardır:
1) Bunun, "Tâbi olunan şey"in hali olması caiz olduğu gibi "tabiolan kimse"n'm "ha)"i olması da caizdir. Nitekim sen "Onu binitti iken gördüm" dediğin zaman, bu ifadede "binitli olanın, "hem görenin, hem de görülenin "hal"! olması mümkündür.
2) Hanif, "meyleden, sapan" demektir. Buna göre mana, "(İslam'ın dışındaki) bütün dinlerden meyleden, sapan" şeklinde olur. Çünkü Hak dinin dışında kalan, her din bâtıldır. Doğru olan, bu kelimenin, zahir ve batın herşeyden dönen manasına olmasıdır. Bu hususta sözün özü şudur: Bâtıl, her nekadar kendine zıd olan başka bir bâtıldan uzak ise de, bazan kendine denk olan diğer bir bâtıla yakın olur. Fakat hak, tekdir. Dolayısıyla hak, kendi dışındaki herşeyden meyletmiş, uzaklaşmış olur. Bu, tıpkı dairenin bütün yaylarından (noktalarından), eşit derece uzak olan merkez gibidir:
Buna göre şayet: "Bu âyetin zahiri, Hz. Muhammed (s.a.s)'in şeriatının, Hz. İbrahim'in şeriatının aynısı olduğunu ifade eder. Böyle olması halinde de, Hz. Muhammed (s.a.s), müstakil bir şeriat sahibi olmamış olur. Halbuki sizler bunu söylemiyorsunuz" denilir ise, deriz ki: Hz. Muhammed (s.a.s)'in getirdiği dinin, birtakım ilave güzellik ve yeni faydaları ihtiva etmekle birlikte, Hz. İbrahim'in dinini de içine almış olması caizdir. [52]
Sonra Cenâb-i Hak, "Allah, İbrahim'i bir dost edinmiştir" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır:
Âyet-i kerimenin, kendinden öncesi (makabli) ile münasebeti hususunda iki izah şekli vardır: [53]
1) Hz. İbrahim (a.s), din bakımından Allah'ın, kendisini birdost edineceği kadar yüksek bir dereceye ulaşınca, O'nun ahlâk ve gidişatının örnek atanması münasip olmuştur.
2) Allah Teâlâ, İbrahim (a.s)'in milletini (dinini) zikredip, onu bir hanif (tevhid) dini olarak vasfedince, bunun peşinden "Allah, İbrahim'i bir dost edindi" demiştir. Bu, bu şeriatı bilip, bu mükellefiyetleri yerine getirmiş olduğu için, Allah'ın onu bir oost edindiğini iş'ar etmektedir. Bunu te'kid eden bir başka şey de, "Hani Rabbi, Jîra/ı/m 7 birtakım kelimelerle (emirlerle) imtihan edip de, o bunları tamamen yerine getirince, "Sent insanlara önder (imam) yapacağım" buyurmuş" (Bakara, 124) âyetidir, şte bu da, Allah'ın, Hz. İbrahim'i insanlara önder kıldığıına delalet eder... Çünkü Hz. İbrahim, bu emirleri eksiksiz yerine getirmiştir.
Bu sabit olunca biz deriz ki: Âyet, Hz. İbrahim (a.s)'in, o şeriat ile amel etmiş r-ması sebebiyle Allah'ın bir dostu olmak gibi yüce bir mevkide bulunduğuna delalet edince, bu, bu şeriatla amel eden kimsenin, mutlaka dinî bakımdan en büyük birmakamı elde edeceğine bir dikkat çekmek olur ki, bu da bu dine büyük bir teşvikin ifadesidir.
İmdi eğer: 'Allah Teâlâ'nın, "Allah, İbrahim'i bir dost edinmiştir" buyruğunun âyet içindeki yeri nedir?" denilirse, biz deriz ki:
Bu, i'rabta mahalli olmayan bir cümle-i itiraziyyedjr. Bunun bir benzeri de, şairin şiirinde söylemiş olduğu şu ifadedir: "Hâdiseler ise pekçoktur.."
Cümle-i itiraziyyenin vazifesi ise, sözü tekid etmektir. Buradaki durum da, beyan etmiş olduğumuz gibi, aynı şekildedir. [54]
Alimler,
"Halil" kelimesinin iştikakı hususunda şu izahları yapmışlardır:
a) İnsanın dostu, isterinin ve sırlarının içine karışan ve evgisi, sevdiği kimsenin kalbinin cüzlerine giren kimsedir... Hiç şüphesiz bu, sevginin doruk noktasıdır...
Denildiğine göre, nâb-ı Allah, Hz. İbrahim'i en yüce elekût ile en aşağı melekûta muttali ktlıp, o da tekrar tekrar kavmini Allah'ı birlemeye davet edip onları yıldızlara, aya, güneşe ve putlara tapmaktan men ederek, kendisini ateşe; çocuğunu kurban olmaya, malını da misafirlere teslim edince, Allah O'nu insanlara imam ver onlara gönderilen bir resul kılmış; O'na, hem hükümdarlığın hem de peygamberliğin kendi soyundan olacağı müjdesini vermiştir. İşte bütün bu özelliklerden dolayı, Allah onu "Halil" (dost) diye nitelemiştir. Çünkü, Allah'ın kulunu sevmesi, ona her türlü fayda ve menfaatleri ulaştırmayı istemesinden ibarettir.
b) "Halil" dostluğunda sana muvafakat eden, uyandır. Ben de derim ki: Hz. Peygamber'in,"Allah'ın ahlâkı ile ahlâklarımız" dediği rivayet edilmiştir. Binâenaleyh Hz. İbrahim bu konuda, kendinden öncekilerden hiçbir kimsenin ulaşamadığı bir makama ulaşınca, hiç şüphesiz Allah Teâlâ bu şerefi sadece ona tahsis etmiş gibt pörünmektedir.
c) Keşşaf sahibi şöyle demektedir: "Halil senin yolunda seninle birlikte hareket eden demektir. Bu, kumun üzerindeki yol manasına gelen, kelimesinden gelmektedir." Keşşaf ı bu izahı, doğruya, (b) şıkkından daha yakındır. Veyahut da bu dosttuk, Hz. İbrahim'in Allah'a son derece itaatkâr olup, bütün içi ve dışıyla Allah'ın hükmünden temerrüd etmeyip O'na isyan etmemesi manasına da hamledilebilir. Nitekim Cenâb-ı Allah bunu, "RabbiO'na, "Teslim ol" dediği zaman O, "Alemlerin Habbine teslim oldum" demişti" (Bakara. 131) âyetiyle haber vermiştir.
d) "Hain" kendisinin kusur ve eksiğini kapattığını giderdiğin gibi, o da senin kusur ve eksiğini örten, giderendir. Bu görüş zayıftır, çünkü İbrahim (a.s) Allah ile dostolunca, "O kusuru, eksiği kapatır, örter" denilmesi imkansız olur. İşte bundan da anlıyoruz ki, "Halil" kelimesini bu şekilde tefsir etmek mümkün değildir. [55]
Müfessirlere gelince onlar, bu lakabın nüzulü, verilmesi hakkında birkaç izah şekli zikretmişlerdir:
1) Uşaklarının kendisine getirdiği kum un olunca, hanımı "Bu, senin Mısırlı dostundandır" der. Bunun üzerine İbrahim (a.s) de, "Hayır, bilakis o, dostum olan Allah'tandır" demişti.
2) Şehr İbn Havşeb şöyle demiştir: Bir melek bir İnsan suretinde yeryüzüne inmişti. Yumuşak ve hüzünlü bir ses ile Allah'ın ismini zikredince, İbrahim {a.s): "Onu bir kere daha zikret" dedi. Bunun üzerine o melek, "Onu bedava zikretmem" dedi. Hz. İbrahim de, "Bütün malım senin olsun..." deyince, bunun üzerine melek, birincisinden daha hazin bir sesle Allah'ın ismini andı, zikretti. Hz. İbrahim {a.s): "Allah'ın adını üçüncü kez zikret, çocuklarım senin olsun..." deyince, melek, "Sana müjdeler olsun, ben bir meleğim; senin malına ve çocuklarına ihtiyacım yok... Maksadım sırf seni imtihan etmek idi. Allah'ın zikrini duyabilmek için malını ve çocuklarını gözden çıkarınca,-şüphesiz Altah seni bir "Halîl" edindi" dedi.
3) Tavus'un İbn Abbas (r.a)'dan rivayet ettiğine göre, Cebrail (a.s) ve melekler, Hz. İbrahim'in yanına, güzel yüzlü delikanlılar olarak girdikleri zaman, Halilurrahman Hz. İbrahim onları misafir zannederek, onlara besili bir buzağı keserek, bunu onlara sundu. "Başında, Allah'ın ismini anmak, sonunda da Allah'a hamdetmek şartıyla, buyurun yeyin!" dedi. Bunun üzerine Cebrail (a.s), "Sen Allah'ın dostusun, Haliluflah'sın" dedi. Böylece bu vasıf, O'nun hakkında indirilmiş oldu...
Ben derim ki: Bu hususta, şöyle olan bir başka izah şekli daha vardır: Ruhun cevheri aydınlık, ışıklı ve yüce olup, cismanî lezzetler ve bedenî haller ile de irtibatı az olur; sonra böyle mukaddes ve yüce, şerefli cevhere, onun cismani bulanıklıklardan temizlenmesini ve parlaklığını artıracak ameller ve kudsî marifetler ve ilahî cilalar ile aydınlanmasını ve ışımasını artıracak fikirler de eklenirse, işte böyle bir insan kudsiyyet ve temizlik alemine dalar, cismî ve hissî bağlardan azade oiur. Sonra bu insanın bu şerefli halleri, Allah'tan başka hiçbir şey görmeyecek, Allah'tan başka hiçbir şey duymayacak, ancak Allah için hareket edecek, ancak Allah için duracak ve ancak Allah için yürüyecek bir hale gelecek kadar artar... İşte o zaman, Allah'ın celal nuru, O'nun bütün bedenî kuvvetlerine sirayet edip girer ve bu kuvvetlerin cevherlerinin arasına girer, kaybolur ve onların mahiyetlerine nüfuz eder... İşte böyleir insan, Muhabbetullah, onun bütün kuvvetlerine nüfuz edip girdiği için, gerçekte,n "Halfl" diye vasfedilir. Hz. Peygamber (s.a.s)'in duasındaki, Allah'ım, kalbime bir nur ver; kulağıma bir nur ver, gözlerime bir nur ver ve sinirlerime bir nur ver" [56]sözüyle de buna işaret edilmiştir.
Hristiyanlardan birisi
şöyle demiştir:
[57]
"Halîl isminin
beili bir nsana, onu yüceltmek ve teşrif
etmek için verilmesi caiz olunca, onu yüceltmek ve
şereflendirmek gayesiyle, aynı şekilde İsa için de ibn (oğul) isminin kullanılması niçin caiz olmasın?"
Buna söyle cevap verilir: Bu ikisi arasındaki fark şudur: İbrahim (a.s)'in Halilutlah oluşu, ileri derecede bir sevgiden ibarettir. Ve bu da, cins birliğini gerektirmez. Oğul kelimesine gelince, bu bir cins birliğini gösterir, iş'ar eder. Cenâb-t Allah, mümkin varlıklarla aynı cinsten olmaktan ve sonradan meydana gelmiş olan varlıklara benzemekten yücedir.
Sonra Allahu Teâlâ, "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır. Allah her şeyi kuşatıcıdır" buyurmuştur.
Bu âyet hakkında birkaç mesele vardır: [58]
Âyetin, önceki âyetlerle irtibatı hakkında birkaç izah yapıl mıştır:
1) Mananın şu şekilde olmasıdır: Cenâb-ı Allah, Hz. İbrahim'i, insanların birbirleriyle olan dostukiannda olduğu gibi, herhangi bir hususta ona muhtaç olduğu için dost edinmemiştir. Göklerin ve yerin mülkü Allah'ın iken, bu O'nun hakkında nasıl düşünülebilir? Ve yine böyle bir zatın, zayıf bir beşere muhtaç olması nasıl düşünülebilir? O, Hz. İbrahim'i, ancak sırf lütfü, ihsanı ve keremi sebebiyle dost edinmiştir.
Bir de Hz. İbrahim, kulluk ve ubudiyette tam bir ihlâsa sahip olunca, muhakkak ki Allah TeâJâ bu şerefi O'na has kılmıştır. Sözün neticesi, Hz. İbrahim'in Halilullah olması, arada sanki bir cins birliği olduğu zannını uyandırır. İşte bundan dolayı Allah, bu cins birliği ve benzerlik zannını, bu âyet ile izale etmiştir.
2) Allah Teâlâ, surenin başından buraya kadar birçok emir, nehiy, vaad ve vaîd zikretmiştir. İşte burada da, kendisinin sonradan meydana gelen varlıkların ilahı, mevcudat ve mümkinatın var edicisi olduğunu beyan etmiştir. İşte böyle olan bir zatda, itaat olunan bir hükümdar olur. Binâenaleyh, akıllı olan herkesin o Hükümdar'ın buyruklarına boyun eğmesi ve emirleriyle nehiylerine inkıyad etmesi gerekir.
3) Allah Teâlâ, aad ve vaîdini zikredip, bunları yerine getirmesi de, bütün kâinat ile mümkinata taalluk eden tam bir kudret ve itaatkâr ile isyankâr, iyi (muhsin) ile de kötü (musî) nazarında birbirine karışmayacak şekilde, bütün cüz'iyyat ve külliyata taalluk eden tam bir ilim olarak iki şeyin bulunmasıyla mümkün olunca, kudretinin kemalini, "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır" sözüyle; ilminin kemalini "Allah her şeyi kuşatıcıdır ' sözüyle göstermiştir.
4) Allah Teâlâ Hz. İbrahim'i dostu olarak vasfedince, bu halinin yanısıra O'nun, kendisinin kulu olduğunu da beyan etmiştir. Bu böyledir, çünkü göklerde ve yerde olan her şey Allah'ındır.
Bu âyet, Allah Teâlâ'nın şu âyetleri kabilindendir: ."Göklerde ve yerde olan herkes, hiçbiri müstesna olmamak üzere, o Rahmana mutlaka kul olarak gelecektir ' (Maryan. 94) ve "Ne Mesih, ne en yakın melekler, Allah'ın kulu olmaktan asla çekinmezler..." (Nisa. 172). Yani, kudret sıfatındaki kemallerine, ilim ve hikmet sıfatındaki kuvvetlerine rağmen, melkler Allah'a ibadet etmekten geri durmayınca, insan olarak zayıflığına rağmen Hz. İsa (a.s)'nın Allah'a ibadet etmekten kaçınması nasıl mümkün olabilir? Burada da böyledir. Yani, göklerde ve yerde olan her şey, O'nun teshiri (emri) ve uluhiyyetinin nüfuzu altında, O'nun mülkü olunca, "Allah'ın Hz. İbrahim'i dost edinmesi, O'nu Allah'a ibadet etmekten kurtarmıştır" denilmesi nasıl makul olabilir? İşte bütün bu izahların hepsi güzel ve yerindedir. [59]
Cenâb-ı Hak,
"Göklerde ne var, yerde ne varsa..." buyurdu "Göklerde kim var, yerde kim
varsa.." buyurmamıştır. Çünkü burada, tüm varlık cinsini ifade etmek
yoluna gitmiştir. Akla uygun olan,bir şey zikredilip, onunla da cins murad
edildiği zaman,bunun ile zikredilmesidir.
[60]
"Allah her şeyi
kuşatıcıdır" buyruğunun iki izahı vardır:
1) Bundan
murad, ilim ile ihata etmek, kuşatmaktır.
2) Bundan
murad, kudret ile kuşatmaktır. Nitekim Allah Teâlâ, "Size, henüz güç
yetiremediğiniz daha diğer (ganimetler de..." (Fetih,21)buyurmuştur. Bu
görüşte olanlar şöyle demişlerdir: Bir kimse, "AJlah Teâlâ'nın,
"Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi Allah'ındır" buyruğu, O'nun
kudretinin kemaline delalet edince, eğer biz, "Allah her şeyi
kuşatıcıdır" tabirini de, Allah'ın kudretinin kemali manasına hamledersek,
burada lüzumsuz bir tekrar yapılmış olur" diyemez. Çünkü biz diyoruz ki,
âyetteki "Göklerde ne var, yerde ne varsa Allah'ındır" buyruğu ancak,
Allah Teâlâ'ntn kadir ve göklerdeki ve yerdeki şeylerin maliki olduğunu ifade
eder; ama göklerde ve yerdeki şeylerin dışında kalan ve bunlardan farklı olan
hususlarda da Kadir olduğunu ifade etmez. Binâenaleyh, Allah Teâlâ, "Allah
her şeyi kuşatıcıdır ' buyurunca, bu ifade, bu gökler ve yer dışındaki
nihayetsiz makdurata (güç yetirilebilecek şeylere) kadir olduğunu ve bütün
kainat ve mümkinattaki kaza ve kader zincirinin ancak, O'nun icadı, tekvini ve
ibdaı ile inkitaya erdiğini gösterir... İşte bu sözün açıklaması budur.
Fakat birinci görüş daha güzeldir: Çünkü biz, uluhiyyetin ve vaad ile vaîdi yerine getirmenin, ancak kudret ve ilmin birlikte bulunması ve kamil, mükemmel manada mevcut olmasıyla tahakkuk edeceğini, binâenaleyh bu ikisinin beraber zikredilmesi gerektiğini açıklamıştık... Kudret ilimden önce zikredilmiştir, çünkü usul ilminde de sabit olduğu gibi, Allah'ı bilmek, O'nun kadir olduğunu bilmektir. Sonra, Allah Teâlâ'nın kadir olduğunun bilinmesinin peşinden, O'nun atîm olduğu da bilinir. Çünkü bir fiil, meydana gelişiyle bir kudrete delalet eder ve kendisinde bulunan sağlamlık ve muhkemlik ite de, ilme delalet eder. Şüphe yok ki, birincisi ikincisinden önce gelir[61]
"Senden kadınlar hakkında fetva isterler. De ki: "Allah onlara dair hükmünü ize açıklıyor: Kitapda mallarını vermediğiniz ve kendileriyle evlenmek istediğiniz öksüz kadınlar ve zavallı çocuklar hakkında ve öksüzlere karşı adaleti yerine getirmeniz hususunda size okunan âyetler, Allah'ın hükmünü açıklamaktadır"
(Nisa. 127):
Bil ki, bu kerim kitabın tertibinde Allah Teâlâ'nın âdeti, en güzel bir biçimde vaki olmuştur. Bu daşudur: O, herhangi bir hüküm zikrettikten sonra, bunun peşinden vaad -vaîd, tergib- terhib hususunda birçok âyet zikreder, bunları Allah'ın azametine, kudretinin celal ve ululuğuna ve uluhiyyetinin yüceliğine delalet eden âyetlerle karıştırır. Daha sonra da, tekrar hükümleri beyan etmeye döner. Bu, tertip çeşitlerinin en güzeli ve kalblerde tesir uyandırmaya en elverişli olanıdır. Çünkü, meşakkatli şeyleri yapmayı teklif etmek ancak, vaad ve vaîd ile birlikte bulunduğu zaman kabul edilebilir, kabul mevkiinde bulunur. Vaad ve vaîd ise kalbe ancak, kendisinden vaad ve vaîd sadır olan zatın kemalinin nihayetsizliğinin kati olarak bilinmesiyle tesir eder. Binâenaleyh bu tertibin, hak dine davete uygun olan tertiblerin en güzeli olduğu ortaya çıkar.
Bunu anladığın zaman
biz deriz ki: Allah Teâlâ bu surenin başında birçok şer'î hüküm ve mükellefiyet
zikretmiş, bunların peşisıra kâfirlerin ve münafıkların hallerinin izahını
getirip, bu hususu iyice ortaya koymuştur. Sonra, Allah'ın celalinin azametine
ve kibriyasının kemaline delalet eden bu âyetleri getirmiştir. Bundan sonra
yine hükümlerini açıklamaya dönerek, "Senden kadınlar hakkında fetva
isterler. De kf: "Allah, onlara dair hükmünü size açıklıyor.."
buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:
[62]
Vahidî (r.h)
şöyle demiştir: "İstifta, fetva
istemek manasındadır. Mesela
Arapça'da "Adamdan, mesele hakkında fetva sordum, oda bana tam olarak,fetva,verdi" denilir. Bufiilin masdarı ifta olup fetva ve fütya kelimeleri de ifta
manasınajujllanrlan iki isimdir. Arapça'da, "Rüyasını tabir ettim"
manasında (falancaya, gördüğü bir rüya hakkında fetva verdim) denilir. Hak
Teâlâ da, "Yusuf, ey çok doğru sözlü! Yedi besili inek hakkında bize bir
fetva ver. (Yusuf,46)buyurmuştur. "İfta" kelimesi, müşkil olan bir
şeyi açıklığa kavuşturmak manasmdadır. Kelimenin aslı, kuvvetlenen ve kemale
eren genç manasındaki, ^sü' ve kelimesidir. Buna göre kelimenin manası şöyledir:'iSanki fetva veren kimsenin açıklaması ile,
müşkil olan mesele kuvvet bufür ve güçlü kuvvetli olur."
[63]
Alimler, âyetin
sebeb-i nüzulü hakkında iki şey zikretmişlerdir:
1) Araplar, bu surenin baş kısmında da açıkladığımız gibi,
kadınlara ve çocuklara mirastan hiçbir pay vermiyorlardı. İşte bu âyet-i kerime, onların da varis kılınması için nazil olmuştur.
2) Âyet-i kerime, kadınlara mehirlerini tam olarak verme hususunda nazil olmuştur. Yetim kız, bir adamın himayesinde bulunur, güzel ve zengin de olursa,
o adam onunla evlenir
ve malını yerdi. Ama yetim kız çirkin ise, adam onunla evlenmek isteyen
başkalarına mani olur ve kız ölünce de onun malına konardı. İşte bundan dolayı
Allah Teâlâ bu âyeti indirmiştir.
[64]
Bil ki fetva isteme, kadınların kendileri hakkında değil,ancak onların bir halleri ve bir sıfatları hakkında olmuştur.Bu halin hangi hal olduğu âyette zikredilmemiş, bundan olayı âyet mücmel olmuş ve hakkında fetva istenenhususu göstermemiştir.
Allah Teâlâ'nın, "Size kitapta okunup duran âyetler..." ifadesi hakkında birkaç görüş bulunmaktadır:
1) Buradaki U jsm-i mevsulü, mübteda olduğu için mahallen merfudur. Buna göre ifadenin takdiri şöyledir: "De ki: "O kadınlara dair fetvayı Allah size veriyor ve kitapta okunan şeyler de size onlar hakkında fetva veriyor. Kitapta okunan bu şey şu âyettir:) 'Eğer yetim kızlar hakkında, adaleti yerine
getiremeyeceğinizden korkarsamz..." (Nisa, 3).
Sözün özü şudur: Müslümanlar, kadınların pek çok halleri hakkında soru sormuşlardı. Bu hallerden, hükmü açıklanmamış olanlar hakkında Allah Teâlâ'nın, onlara fetva vereceği zikredilmiş; daha önceki âyetlerde hükmü açıklanmış olanlarla ilgili olarak da okunmakta olan o âyetlerin müslumanlara fetva verdiği belirtilmiştir. Böylece Kur'an'ın o hükme delalet etmesi, kitap tarafından bir fetva verme kabul edilmiştir. Görmüyor musun ki meşhur mecazî ifadede, "Bize bu hükmü Allah'ın kitabı açıkladı" denilir. Bu denilebildiği gibi, "Allah'ın kitabı bize bu fetvayı verdi" de denilebilir.
2) Âyetteki "Size okunup duran" ifadesi mübteda, "kitaptır" ifâdesi haberdir ve cümle, bir cümle-i mu'tarızadır. Buradaki "Kitap"dan maksad, Levh-i Mahfuz'dur. Bu ifadenin gayesi, onlara okunan âyetlerin durumunun yüceliğini belirtmek; yetimlerin hakları hususunda adaletli ve insaflı davranmanın, Allah katında riayet edilmesi ve gözetilmesi gereken büyük işler cümlesinden olacağına ve bunları ihlat edenlerin, Allah'ın yüceltip önemli kıldığı şeyi küçük görerek zulmetmiş kimse olacağına dikkat çekmektir. Kur'an'ın yüceltilmesi ne dair benzeri bir âyet de şudur: "Şüphesiz o (Kuran), nezdimizdeki ana kitapda (olan), çok yüce ve çok kıymetli bir kitaptır" (Zuhruf, 4).
3) Bu ifade, kasem olduğu için mahallen mecrurdur. Sanki şöyle denilmektedir: "De ki: "Allah, o kadınlar hakkında fetva veriyor. Size Kitapta okunup duran (âyetlere) yemin olsun ki..." Kasem de, bir ta'zim (yücelik gösteren) ifadedir.
4) Bu tabir âyetteki, kelimesindeki mecrur zamir üzerine atfedilmiştir. Buna göre mana şöyle olur: "De ki: "Allah, o kadınlar ve kitapta, yetim kadınlar (kızlar) hakkında okunan şeyler hususunda size fetva veriyor..."
Zeccâc şöyle demiştir: "Bu izah şekli, lafza ve manaya bakıldığında son derece uzak bir ihtimaldir. Lafza nazaran böyledir. Çünkü bu durumda açıkisim, zamir üzerine atfedilmiş olur ki bu caiz değildir." Nitekim biz bu hususu (Nisa. i) âyetinin tefsirini yaparken açıklamıştık. Manaya nazaran bunun uzak oluşuna gelince,çünkü bu görüş, Allah Teâlâ'nın bu meseleler hakkında fetva verdiğini ve kitapta okunup duran şeyler hususunda da fetva vermesini gerektirir. Malumdur ki burada kastedilen bu değildir. Maksad ancak, Allah Teâlâ'nın, onların sorduğu meselelerde fetva vermiş olduğu hususudur. Burada geriye iki soru kalmaktadır:
Birinci soru: Âyetteki, sözü neye taalluk etmektedir?
Cevap: Biz deriz ki: Bu ifade, birinci izah şekline göre, fiilinin sılasıdır. "O yetim kızlar hakkında size okunup duran" demektir. Diğer izah şekillerine göre ise, bu söz, kelimesinden bedeldir.
İkinci soru: sözündeki izafet, ne çeşit bir izafettir?
Cevap: Kufeliler şöyle demişlerdir: "Bu, "Yetim kadınlar" mana-sındadır. Buna göre sıfat, mevsufuna izafe edilmiştir. Nitekim sen "yevmu'l-cum'a" (cuma günü) ve "hakke'l-yakin" (kat'îgerçek) dersin." Basralılar ise şöyle demişlerdir: "Sıfatın, mevsufuna izafe edilmesi caiz değildir. Binâenaleyh, denilmez. Çünkü sıfat ile mevsuf, tek bir şeydir. Bir şeyin kendisine izafe edilmesi imkansızdır." Bu izah zayıftır. Çünkü mevsuf bazan, sıfat olmaksızın bulunabilir. Bu da mevsuf'un, sıfattan başka bir şey olduğuna delâlet eder.
Sonra Basralılar, bu görüşlerine bazı hükümler bina edip şöyle demişlerdir: "Âyette geçen kadınlar, yetimler değillerdir, yetimlerden başkalarıdır. Bu "kadınlardan murad "yetimlerin anneleri" olup, yetim evlatları da kendilerine izafe edilmiştir. Âyet-i kerime'nin Ümmü Kuhha hakında inmiş olması da buna delalet eder. Çünkü bu hanımın yetimleri vardı."
Sonra Cenâb-ı Hak, * "Kendileri için yazılmış olanı, kendilerine vermediğiniz (kadınlar)..." buyurmuştur.
İbn Abbas (r.a) şöyle der: "Hak Teâlâ bununla, o kadınlar için âyette belirlenmiş mirası murad etmektedir." Bu izah, âyet-i kerimenin, yetimlerin ve çocukların miraslarının verilmesi hakkında nazil olduğunu söyleyenlerin görüşüne göredir. Diğer alimlerin görüşüne göre ise, bundan maksad mehirdir.
Sonra Hak Teâlâ, "ve nikahlamalarını beğenip istemediğiniz (yetimler)" buyurmuştur. Ebu Ubeyde şöyle demiştir: "Bu tabir, hem istemek, hem de istememek manasına gelebilir. Eğer sen bunu isteme manasında alırsan, o takdirde mana "ve kendilerini nikahlamayı istediğiniz.." şeklinde olur. Fakat bunu "istememe" manasına hamledersen, o takdirde mana, 've çirkin oldukları için nikahlamayı istemediğiniz..." şeklinde olur.
Ebu Hanife (r.h)'nin ashabı bu âyeti, baba ve dede durumunda olmayan kimselerin (akrabaların), yetim kızı evlendirmelerinin oaiz olduğuna detil getirmişlerdir. Hanefilerin bu hususta, bu âyetten muradın, "Buluğa erdiklerinde, kendilerini (başkalarına) nikahlamayı arzu ettiğiniz..." şeklinde olabileceğine dair bir delilleri yoktur. Bizim görüşümüzün doğruluğuna delil ise şu rivayettir:*Kudame Ibn Maz'un, kardeşi Osman İbn Maz'un'un kızını Abdullah İbn Ömer (r.a) ile evlendirdi. Kıza Muğire İbn Şube de talib olmuştu. Kızın annesi de, (Muğire'nin) malının çokluğuna rağbet etmişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s)'e geldiler. Kudame, "Ben, onun amcası ve babası tarafından tayin edilmiş vasisiyim" deyince, Hz. Peygamber (s.a.s), "O henüz küçüktür ve ancak annesinin izniyle evlenebilir" dedi ve o kız ile Abdullah İbn Ömer'in arasını ayırdı (nikahlarını iptal etti)." Bir de âyet-i kerimede, velilerin, yetim kızları nikahlama arzularını zikirden Öte birşey bulunmamaktadır. Bu durum ise bunun caiz olduğuna delalet etmez.
Hak Teâlâ daha sonra "ve aciz küçük çocuklar hakkında" demiştir. Bu kelime mecrur olup, kelimesi üzerine atfedil m iştir. Araplar cahiliyye döneminde çocukları ve kadınları mirasçı saymıyorlardı. Onlar, çocukları ve kadınları değil de, sadece ağır ve güç işleri yapabilecek yaşa gelmiş olanları varis sayıyorlardı.
Cenâb-ı Hak sonra, "Bir de yetimlere karşı adaleti ayakta tutmanızı..." buyurmuştur. Bu kelime de (mahallen) mecrur olup, "el-mustaz'afin"-in üzerine ma'tuftur ve bunun takdiri şöyledir: "Kitapta size okunup duran (âyetler), yetim kadınlar, aciz küçük çocuklar ve yetimler için adaleti ayakta tutmanız hususunda size fetva vermektedir. Her ne hayır yaparsanız, muhakkak ki Allah onu hakkıyla bilicidir." Yani, ona karşı sizin mükâfaatınızı verir ve O'nun katında, yaptığınız hiçbirşey boşa gitmez. [65]
"Eğer bir kadın, kocasının nüşûzundan, yahut kendisinden yüz çevirmesindenendişe ederse, sulh edip, aralarını düzeltmelerinde ikisine de vebal yoktur. Sulh daha hayırlıdır. Zaten nefislere aşın mal sevgisi verilmiştir. Eğer iyi geçinir ve ittika ederseniz, şüphesiz ki Allah, yapacağınız her şeyden haberdardır" (Nisa, 128). [66]
Bil ki bu, Allah Teâlâ'nın, kadınlar hakkında daha önce bu surede geçmemiş olan hususlarda, vereceğini bildirdiği hükümler cümlesin dendir. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [67]
Alimlerden-bazısı bu âyetin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer müşriklerden biri senden
aman dilerse, ona aman ver.." rrevt». 6) âyetiyle, "Eğer mü'minlerden iki zümre birbiriyle dövüşürlerse, aralarını (bulup) barıştırınız" (Hucurat, 9> âyeti gibidir demiştir. Burada, lafzı, kendisini, citf- fiilinin tefsir etmiş olduğu bir fiil ile merfudur. Biraz önce yazdığımız âyetlerde de durum aynıdır. Allah en iyi bilendir. [68]
Alimlerden bir kısmı, buradaki, cil^ fiilinin, "bildi"; bir kısmı ise, "zannetti" manalarına geldiğini söylemişlerdir
ki, bütün bunlar gereksiz yere âyetin zahirini bırakmaktır. Aksine bu ifâdeden maksat, korkunun bizzat kendisidir. Ancak ne var ki bu korku, korkunun bulunduğuna delalet eden emareler ortaya çıktığı zaman tahakkuk eder. Buradaki o emareler ise, erkeğin hanımına, "sen çirkinsin" veya "sen yaşlısın"; "genç ve güzel birisiyle evlenmek istiyorum" şeklinde sözler söylemesidir.kelimesi, "koca" anlamına gelmektedir. Bu kelimenin esas anlamı, "efendi, seyyid" demektir. Koca da, hanımı için, adeta bir seyyid ve efendi gibi olunca,
bu isimle İsimlendirilmiştir. Bu kelimenin cem'i dür. Bu kelimeyle ilgili izah Cenâb-ı Hakk'ın, Bakara süresindeki "Kocaları, onları geri a/maya daha/ayjköriar..."(Bakara,228)âyetinin tefsirinde geçmişti. (geçimsizlik) her İki taraftan da olabilir ki bu, taraftardan herbirinin birbirlerinden hoştanmamatandtr. 8u kelime, yeryüzünde yükselmiş olan, yükselen anlamına gelen jİ3l kelimesinden iştikak etmiştir. Kadın hakkında erkeğin geçimsizliği, ondan yüz çevirmesi, yüzünü ekşitip dökmesi, cinsî münasebette bulunmaması ve âdab-ı muaşerete riayet etmemesidir. [69]
Müfessirier, âyetin nüzul sebebi hakkında şunlan söylemiş terdir:
Nüşûz Hattrtakı Âyetin
Nüzul Sebebi
1) Said İbn Cübeyr, İbn Abbas tan bu âyetin Ibn Ebi's-Saib hakkında nazil olduğunu rivayet etmiştir ki, bu zatın bir hanımı ve bu hanımından da çocukları var idi. Hanımı ihtiyar olduğu için, onu boşamak istedi... Bunun üzerine hanımı, "Beni boşama, bırak çocuklarımın işleriyle meşgul olayım ve her ay pek az bir geceyi bana ayır..." der. Bunun üzerine koca, "Eğer iş bu şekilde olacaksa, bu benim için daha faydalı ve uygun olur" der.
2) Bu âyet, Şevde bint-i Zem'a kıssası hakkında nazil olmuştur. Buna göre, Hz. Peygamber (s.a.s) onu boşamak isteyinceC77), Şevde, Hz. Peygamber'den kendisini boşamamasını, sırasını da Hz. Aişe'ye tahsis etmesini istedi. Hz. Peygamber bunu uygun buldu da, onu boşamadı.
3)
Hz. Aişe'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
"Bu âyet, bir erkeğin yanında bulunup, erkeğinin de kendisi yerine
başkasını almak istediği bir kadın hakkında nazil olmuştur. Bunun üzerine
kadın, "Beni tut (boşama) ve başkasıyla evlen, nafakam ve sıramdan da
vazgeçiyorum, sana helal olsun" der.
[70]
Cenâb-ı Hakk'ın "Nüşûzundan, yahut kendisinden yüz çevirmesinden" ifadesindeki "nüşûz" kelimesinden
murad, söz veya fiil bakımından sert davranmak, veyahut da her ikisini birden yapmaktır. 'Traz"dan maksat ise, "Hayır, şer, cedelleşme ve eziyyet vermek gibi" hususlardan hiçbirini yapmayıp, sükut içinde bulunmaktır. Çünkü böylesi yüz çevirmeler, nefret ve hoşnutsuzluğun bulunduğuna daha fazla delalet etmektedir. [71]
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Sulh edtp aralarını Bu husustaki rivayet İbn Kesirde de yer alır.O eseri
tahkik edenler, konu ile ilgili olarak şöyle diyorlar; "Hz. Resûluilah'ın
Hz. Sevde'yi boşamaya kalkması, son derece uzak bir ihtimaldir. Nitekim İbn
Ke-sir'in serdettiği rivayetlerden, Hz. Peygamber'in böyle bir karar vermiş
olduğu anlaşılmamaktadır. Sadece İbn Ebî Bizze hadisi vardır ki İbn Kesir'in de
belirttiği üzere bu rivayet "gartb mürsel"dir (zayıftır)" Îİbn
Kesîr, bu ayetin tefsirinde).zeltmelerinde İkisine de vebal yoktur"
buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[72]
Asım, Hamza ve Klsaî, bu babından olmak üzere yâ harfinin dammesi, lamın kesresi ve elifin de hazfiyle
kıraat imamları ise, bu fiili "tefâul" babından olmak üzere yâ ve sâd harflerinin fethası, sâd ile lâm arasına bir elif getirip sâd harfini de şeddeleyerek, şeklinde okumuşlardır. ifadesinin aslı, şeklinde olup, tâ harfi sakin kılınarak, sâd harfine idğam edilmiştir. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "nihayet hepsi birbiri ardınca oraya girip toplandılar.." (Artf. 38} âyetidir ki, bunun aslıda, dur. Tâ harfi sakin kılınmış, sonra da, mahreç yaKinlığından ötürü dâl'a çevrilmiş, dal harfi de, diğer dâl harfine idğam edilmiştir. Fiili okumak mümkün olsun diye, başına kesre olan bir vasi hemzesi getirilmiş, böylece kelime olmuştur.
Bu açıklamaları iyice kavradığın zaman biz deriz ki, bu kelimeyi şeklinde okuyanların izahı şudur: Çekişme ye muhalefet hakkında, "ıslâh" fiili kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Kim vasiyyet edenin haksızlığa meylinden yatıud günaha gtrece&nden endişe edip de aralarını bulursa.." (Bakara, 182) vearasını düzeltmeyi.."(Nisa, m)buyurmuştur. Bu fiili, şeklinde,-ki bu, ekseri kıraat alimlerine göre tercih edilen kıraattir,- okuyanlara gelince, onlar şöyle demişlerdir: kelimesinin manası, "uyuşmaları" şeklindedir ki, bu mana buraya daha uygundur..
Abdullah İbn Mes'ûd
ise, "Eğer anlaşırlarsa, kendilerine bir günah yoktur" şeklinde
okumuştur. Bu kıraatte, kelimesi, mef'ûl-i mutlak olarak mansub kılınmıştır.
Her ne kadar aslolan, şeklinde gelmesi ise de, bu şekilde varid olmuştur. Bu,
Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Allah sizi yerden ot gibi bitirdi" (Nuh,
i7)ve "ve yalnız O'na yöne/"
(Müzzemmii.)âyetlerinde olduğu gibidir. Nitekim şair de, "Senin, semiz ve
etli yüz hayvan bağışlamandan sonra..." demiştir.
[73]
Sulh, koca için bir hak olan şey hususunda olur. Kadının kocası üzerindeki hakkı ise, ya mihri, ya nafakası veyahut da sırasıdır. İşte bu üçünü, kocası ister kabul etsin, isterse etmesin, kadın kocasından talep edebilir. Ama cinsî münasebet böyle değildir. Çünkü koca, cinsî münasebette bulunmaya zorlanamaz...
Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Bu sulh, kadını, mehrinin tamamını veya bir kısmını kocasına vermesinden) veyahut ondan nafaka ve sıra külfetini düşürmesinaen ibarettir ki, kadının böyle yapmasından maksadı, kocasının kendisini boşamamasını temine çalışmaktır. Binâenaleyh, bu hususta anlaşma yapılırsa caizdir.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Sulh daha hayırlıdır" buyurmuştur. Bu ifadeyle itgiti olarak
da birkaç mesele vardır:
[74]
Sulh kelimesi, başına harf-i tarif gelmiş olan müfred bir kelimedir. Başında harf-i tarif bulunan müfred kelimelerin umum ifade edip etmeyecekjeri hususunda ihtilaf edilmiştir. Bizim, usul-i fıkıhta tercih ettiğimiz görüş, bu gibi kelime- lerin umum ifade etmedikleridir. Biz bu hususta birçok delil zikrettik.
Ama böylesi kelimelerin umum ifade ettiğini söylersek, işte o zaman bu kelimeyi incelemek gerekir: Burada, daha önce geçmiş olan belli bir hadise vardır. Binâenaleyh bu kelimeyi, umumi manaya mı, yoksa o belli bir hadiseye mi hamletmek evlâdır? Doğru olan görüş, bunu daha önce geçmiş olan belli bir şeye hamletmenin daha evla olduğudur. Zira biz bu kelimeyi, eğer biz bunu söylemezsek ifadenin mücmel olacağı ve herhangi bir mana ifade etmeyeceği zaruretine binaen ancak o takdirde istiğrak manasına hamlederiz. Ama burada, daha önce geçmiş olan belli birşey bulununca, böyle bir mahzur, sakınca ortadan kalkmış demektir. Binâenaleyh bu kelimeyi, mahud olana hamletmek gerekir.
Sen bu mukaddimeyi de
iyice anladığın zaman biz deriz ki: Kimi alimler "Sulh daha
hayırlıdır" buyruğunu, istiğraka (umum manaya); kimi alimler ise bu
ifadeyi, daha önce geçmiş olan belli ve bilinen şeye hamletmtşlerdir. Yani,
"Karı-koca arasını sulh etmek, onları birbirlerinden ayırmaktan daha
hayırlıdır" demektir. Birinci görüşü benimseyenler, bu görüşlerine Ebu
Hanife (r.h)'nin da dediği gibi, "Yadırganma ve istenmeme karşısında
sulhun caiz olması..." meselesinde tutunmuşlardır. Ama biz ise, bu lafzın,
daha önce geçmiş olan belli bir hadiseye hamledilmesinin daha uygun olduğunu
beyan ettik. Böylece, onların bu şekildeki istidlalleri sakıt olur. Allah en
iyi bilendir.
[75]
Keşşaf sahibi, du
cümlenin cümle-i itiraziyye olduğunu söylemiştir. Hak Teâlâ'nın, "Zaten
nefislerinde aşın (mal)sevgisi haz irdir (veri I m iştir)" ifadesi de
böyledir. Ancak ne var ki bu İfade, elde
edilmek istenen neticeyi te'kid eden bir itiraziyye cümlesidir. Binâenaleyh
maksat meydana gelmiş olur.
[76]
Cenâb-ı Hak önce, "sulh edip, aralarını düzeltmelerinde ikisine de vebal yoktur" buyruğuna yer vermiştir. Binâenaleyh, O'nun (vebal yok) sözü, bu sulhun bir ruhsat olduğu zannını uyandırır. Bundaki gaye ise, günahın olmadığını beyan etmektir.
Böylece Allah Teâlâ, bu sulhte bir günah v bir vebal olmadığını beyan ettiği gibi,bunda büyük hayır ve menfaatlerin bulunduğunu da göstermiştir. Çünkü kan ile koca, btrşey üzerinde anlaştıklarında, bu anlaşma, onların ayrılmalarından veya geçimsizlik iie yüz çevirmeyi sürdürmelerinden daha hayırlıdır.
Allah Teâlâ, "Zaten nefislere aşın mal sevgfst verilmiştir" buyurmuştur. Bil ki, kelimesi, cimrilik demek olup, bu âyetin manası, "cimrilik, nefislerin ayrılmaz parçası (vasfı) kılınmıştır" yani "nefislere cimrilik damgası vurulmuştur" şeklindedir. Sonra bu ifadenin, kadının kendi hissesi ve hakkını verme hususunda cimrilik etmesi manasına olabileceği gibi, yüzünün çirkinliği, yaşının büyüklüğü ve beraber yaşamaktan bir tad alamama sebeblerine rağmen erkeğin, ömrünü o kadınla geçirmek için cimri davranmış olması manasına da olabilir. [77]
Daha sonra Allah Teâlâ, "Eğer fyi geçinir ve itttka ederseniz, şüphesiz ki Allah, yapacağınız her şeyden haberdardır" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç izah vardır;
1)Bu, kocalara hitaptır. Yani, "Eğer siz, her ne kadar kendilerinden hoşlanmasanız ve mutlaka bir geçimsizliğin, yüz çevirmenin ve eziyet ile düşmanlığa götürecek bazı şeylerin olabileceğine inansanız bile, hanımlarınızla evliliğinizi sürdürmek sureti ile iyilikte bulunursanız, bilin ki Allah Teâlâ, yaptığınız bu iyilik ve mikadan haberdardır ve bundan dolayı sizi mükâfaatlandıracaktır" demektir.
2) Bu, hem kocaya, hem karıya bir hitaptır. Yani, "ikinizden herbiri, diğerine yitikte bulunur ve zulümden sakınırsa..." demektir.
3) Bu, karı ile koca dışındaki insanlara bir hitaptır. Yani, "Onların arasını sulh etme hususunda iyi davranır ve onlardan birine daha fazla meyletme (taraf tutma) hususunda Allah'dan ittika ederseniz..." demektir.
Sabır ve Şükür Hakkında Bir Lâtife
Keşşaf sahibi şunu nakletmiştir: "İmran İbn Hattan el-Haricî, insanoğlunun en çirkinlerinden idi, hanımı ise en güzel insanlardan biri idi. Hanımı bir gün ona baktı ve "Elhamdülillah" dedi. Bunun üzerine kocası, "Ne oldu?" deyince de, "Hem Den, hem de sen cennetliklerden olduğumuz için, Allah'a hamdettim. Çünkü sana, senim gibi bir kadın nasib oldu ve şükrettin. Bana da senin gibi bir adam nasib oldu ve sabrettim. Hiç şüphe yok ki Allah hem şükreden kullarına, hem de sabreden <utlanna cennetini vaadetmiştir" demiştir." [78]
"Kadınlar arasında adil olmaya hırs gösterseniz de, asla güç yetiremezsiniz. Binâenaleyh (birine) büsbütün meyletmeyin. Yoksa ötekini askıda gibi bırakmış olursunuz. Eğer (nefsinizi) ıslah eder, ittika ederseniz, İyice bilin ki Allah da gafur ve rahimdir. Eğer (koca ile karı) birbirinden ayrılacak olurlarsa, Allah her birini kendi genişliğinden (rahmetinden), ihtiyaçtan vareste kılar. Allah'ın (lûttu) geniştir ve O hakimdir" (Nisa, 129-130).
Bil ki, 'Kadınlar arasında adil olmaya hırs gösterseniz de, asla yetiremezsiniz" buyruğu ile ilgili iki görüş vardır:
1)Bu,"Siz gönlünüzün meyli hususunda, hanımlarınız arasında eşit davranamazsınız. Bunu yapamayacağınıza göre, bununla mükellef olmazsınız" demektir. Mu'tezile: "Bu âyet, "tek!if-i mâla yutak"ın olmadığına, olmasının caiz olmayacağına delalet eder" demiştir.
Biz bu müşkilin, "ilim ve sebepler" konusunda, onların aleyhine olduğunu zikretmiştik.
2) Bu, "Sizler, sözleriniz ve fiilleriniz bakımından, hanımlarınız arasında eşit davranamazsınız. Çünkü sevgi bakımından farklılık,.sevginin neticesi olan şeylerde de farklılığa sebep olur. Zira sebepsiz olarak veya engelleyici bir sebebin bulunması durumunda bir fiilin meydana gelmesi imkansızdır" demektir. [79]
Daha sonra Cenâb-ı Allah, "Binâenaleyh (hanımlarınızdan birine) büsbütün meyletmeyin" buyurmuştur. Bu, "Siz, kalbinizdeki temayülde meydana gelen farklılıktan nehyedilmediniz. Çünkü bu sizin elinizde değildir. Ancak söz ve fiilleriniz bakımından, farklı davranmaktan nehyolundunuz" demektir. Şafiî (r.h) Hz. Peygamber (s.a.s)'in, hanımları arasında taksimatta bulunduğunu (nöbete riayet ettiğini) ve şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Bu, gücümün yettiği hususta yaptığım taksimattır. (Ey Rabbim) sen, gücümün yetmediği şeyi çok iyi biifrstn." [80]Sonra Cenâb-ı Allah, i 'Yoksa ötekini askıda gibi bırakmış olursunuz" buyurmuştur. Yani o öteki hanım, tıpkı askıda olan bir şey ne tam yerde, ne de tam havada olmadığı gibi, ne tam kocalı, ne de tam kocasız olmuş olur. Ubeyy İbn Ka'b (r.a), bu âyeti "Yoksa ötekini, hapsedilmiş gibi bırakmış olursunuz" şeklinde okumuştur. Bir hadis-i şerifte de, "Kimin iki hanımı olur da, onlardan birisine daha fazla meylederse, o. Kıyamet günü bir tarafı mey! etmiş (felçli) olarak gelir' [81]buyurmuştur.
Rivayete göre Hz. Ömer (r.a), Hz. Peygamber'in hanımlarına bir miktar mal gönderdi. Bunun üzerine Hz. Aişe (r.anha), "Ömer, bunu Resûluilah'ın bütün zevcelerine mi gönderdi?" diye sorunca, onu getirenler, "Hayır, bunu Hz. Peygamber'in Kureyşli hanımlarına gönderdi. Diğerlerine başka şey gönderdi" dediler. Hz. Âişe de, malı getirene, "Başını kaldır ve Ömer'e şöyle de: "Allah'ın Resulü, gerek mâlı gerek kendisi hususundaki taksimatta, aramızda adil davranırdı" dedi. O adam gidip bunu Hz. Ömer'e söyledi. Hz. Ömer de, Peygamberin bütün hanımlarına aynı şeyi verdi.
Sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer taksimat hususunda adaletli davranmak sureti İle (nefsinizi) ıslah eder ve zulümden sakınırsanız, bilin ki Allah, kalbinizde hanımlarınızdan bazısına değil de, diğer bazılarına karşı meydana gelen meyili atfedip mağfiret eder" buyurmuştur. Bu ifadenin manasının şöyle olduğu da söylenmiştir: "Kalbinizdeki meyilleri düzeltir ve onları tevbe ile onarır (ıslah eder) ve gelecekte aynısını yapmaktan çekinir, ittika ederseniz, Allah bundan önce meydana gelen bu gibi meyillerden dolayı doğacak günahtan bağışlar." Bu mana, doğruya daha yakındır. Çünkü kalbteki meyil ve sevgi bakımından olan farklılık, insanın elinde olmayan birşey olunca, bu hususta mağfiret istemeye ihtiyaç olmaz. [82]
Daha sonra Allahu Teâlâ, "Eğer (karı İle koca) birbirinden ayrılacak olurlarsa, Allah herbirini, kendi rahmetinden, ihtiyaçtan vareste kılar" buyurmuştur. Bil ki Aflah Teâlâ, karı ile kocanın istemeleri halinde, aralarında
anlaşabileceklerini bildirdiği gibi; ayrılmayı isterlerse, bu âyetle bunun da caiz olduğunu beyan buyurmuş ve boşandıktan sonra, herbirini diğerinden müstağni kılacağını vaadetmiştir. Veyahut da bunun manası şudur: "Allah Teâlâ, onlardan herbirini, ilk eşinden daha hayırlı bir eş ile ve önceki hayatından daha iyi bir hayat ile, birbirinden müstağni kılar." [83]
Sonra Hak Teâlâ, "Allah'ın (lütfü) geniştir ve O, hakimdir" buyurmuştur ki bunun manası şudur: "Allah Teâlâ, karı ile kocadan herbirini, rahmetinin genişliğinden ötürü birbirlerinden müstağni kılacağını vaadedince, kendisini "Vâsî" (geniş) diye tavsif etmiştir. Allah'ın, bu kelime ile tavsif edilmesi caizdir. Çünkü Allah Teâlâ rızkı geniş, fazlı geniş, rahmeti geniş, kudreti geniş ve ilmi geniş olandır. Binâenaleyh eğer O, kendisini bir hususta geniş (vâsi') olduğunu söylemiş olsaydı, bu genişlik, zikredilen o hususa has olurdu. Fakat Allah, kendi genişliğinden bahsedip, bunu belirli bir hususa nisbet etmeyince, bu, Cenâb-ı Hakk'ın her türlü kemalâtta vâsî oluşunu gösterir.
Bu konunun aklen izahı da şöyledir: Varlıklar, ya vacib li-zatihî, yahut mümkin li-zatîhidirler. Li-zatihî vacib (vacibu'l-vücud) olan tek bir tane olup Allah'u Teâlâ'dır. O'nun dışındaki herşey ise, li-zatihi mümkin olup, ancak vacib li-zatihi Allah'ın var etmesi ile varolmuşlardır.Durum böyle olunca, O'nun dışındaki herşey, ancak O'nun var etmesi ve yaratması İle var olmuşlardır. İşte bundan ötürü, Cenâb-ı Allah'ın ilmi, kudreti, hikmeti, rahmeti, fazlı, cömertliği ve keremi geniş olan zat olması gerekir. Âyetteki "hakîm" kelimesini fbn Abbas (r.a), "O, hükmünde ve vaz'u nasihatında hakîmdir" şeklinde; Kelbî ise, "O, kocaya, hanımını iyilikle tutması veyahut da güzellikle salıvermesi şeklindeki hükmünde hakîmdir" diye tefsir etmiştir.
"Göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır. Yemin olsun ki biz, sizden evvel kendilerine kitap verilenlere de, size de, "Allah'a saygılı olun" diye tavsiyede bulunduk. Eğer kâfir olursanız, şüphesiz ki göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır. Allah gani ve hamîddtr. Göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır; vekil olarak Allah yeter. Eğer o dilerse, ey insanlar, sizi giderir de (yerinize) başkalarını getirir. Allah buna hakkıyla kadirdir. Kim dünya mükâfaatını isterse, (bilsin ki) dünyanın da âhiretin de mükâfaatı Allah yanındadır. Allah semî ve haşirdir"[84]
(Nisa. 131-134). [85]
Bu âyetlerin önceki âyetlerle münasebeti hususunda iki görüş vardır:
1) Cenâb-ı Allah, kendisinin, kan ile kocadan herbirini kendi genişliğinden zengin edeceğini ve kendisinin vâsî olduğunu beyan edince, kendisinin vâsi oluşunun bir fiibi "Gökldtefsiri gibi olan şeye işaret buyurarak, "Göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır" buyurmuştur. Yani, böyle olan herkesin, mutlaka kudretinin, ilminin, cömertliğinin, fazlının ve rahmetinin geniş olması gerekir.
2) Allah Teâlâ, yetimlere ve yoksullara adaletle davranmayı ve onlara ihsanda bulunmayı emredince, bu şeyleri, kulların amellerine ihtiyacı olduğu için emretmediğini, çünkü semâvat ve arzın mâliki olan yüce zâtın, son derece zayıf ve kusurlu olan insanın ameline muhtaç olmasının düşünülemiyeceğini; aksine bunu, insanların hem dünya hem de âhiretlerinde kendileri için en güzel olan şeyi görüp gözetmeleri gayesiyle emretmiş olduğunu beyan buyurmuştur. [86]
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "Bi, sizden evvel kendilerine kitap verilenlere de, size de,
"Allah'a saygılı olun" diye tavsiyede bulunduk" buyurmuştur. Bu
ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[87]
Bu âyetten maksat
şudur: Allah'tan ittikâ etme emri, bütün ümmetler için umûm bir yasa olup,
kendisine herhangi nesh ve tebdil arız olmamıştır. Hatta bu, gerek evvelkiler,
gerekse sonrakiler hakkında, Cenâb-ı Hakk'ın bir vasiyyeti, (emridir).
[88]
Yüce Allah'ın "sizden evvel" tabiriyle ilgili olarak da şu iki izah yapılmıştır:
a) Bu ifadenin başındaki, daha önce geçen "tavsiyedet bulunduk" fiiline taalluk etmektedir. Buna göre kelamın takdiri, "Yemin olsun ki biz, kendilerine kitap verilenlere sizden önce tavsiye etmiştik" şeklinde olur.
b) Bu y fiiline taalluk etmektedir. Yani, "Sizden önce kendilerine kitap verilenlere bunu tavsiye ettik" demektir.
Âyetteki, size de.." sözü, "kendilerine kitap verilenler" sözü üzerine
atfedilmiştir.
Âyetteki "Kitap" kelimesi, cins isim olup, bütün semavî kitapları
ifade etmektedir. Kitap verilenlerden maksad, yahudi ve hristiyanlardır.
[89]
Cenâb-ı Hakk'ın buyruğu, tıpkı senin "Sana hayrı emrediyorum" sözün ibidir.
Kisâl şöyle der: "Arapça'da "Sana şöyle yap diye veya şöyle yapmant tavsiye ettim" denilir. Yine "Sana Zeyd'e git diye veya Zeyd'e gitmeni emretmedim mi?" denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Müslümanların ilki olmam emro/undu"{En*mi4)ve "Ben ancak bu şehrin Rabb ine ibadet etmekle emrolundum" (Nemi. 9i) buyurmuştur. [90]
Sonra Cenâb-ı Allah, "Eğer kâfir olursanız, şüphesiz ki göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır. Allah ganî ve hamîddtr" buyurmuştur. Âyetteki, olursanız" sözü "Allah'dan ittika edin..." sözü üzerine atf edilmiştir. Buna göre mana, "Hem onlara, hem size takvayı emrettik. Hem onlara hem de size, "eğer kâfir olursanız, şüphesiz ki göklerde ve yerde olan şeyler Allah'a aittir" dedik" şeklindedir.
Bu âyetle ilgili şu iki izah yapılmıştır:
a) Allah Teâlâ, onların yaratıcısı, maliki ve onlara her türtü nimeti verendir. Binaenaleyh her akıllının, sevabını umarak ve azabından korkarak, O'nun emir ve yasaklarına boyun eğmesi gerekir.
b) Eğer sizler küfrederseniz, göklerde ve yerde kendisine ibadet edip, O'ndan korkan bütün mahlûkat Allah'ındır. Bununla beraber O, hem mahlukâtından, hem de onların yapacakları ibadetlerden müstağnidir. Nimetlerinin çokluğundan ötürü hamdotunmaya müstehaktır. Eğer hiç bir rriahtukâtı O'na hamdetmezse, bilesiniz ki onlar hamdetseler de, hamdetmeseler de, O, zâtı gereği (aslında) mahmûd {hamde lâyık yegâne) varlıktır. [91]
Burada Sözünün Tekrarının Faydası
Daha sonra Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Göklerde ve yerde oian şeyler Allah'ındır; vekîl olarak Allah yeter."
Eğer "Cenâb-ı Hakk'ın, "Göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır" sözünün tekrar edilişindeki fayda nedir?" denilir ise, biz de deriz ki: "Cenâb-ı Mevlâ, bu âyetlerde şu üç hususu iyice izah edip ortaya koymak için, bu sözü üç kere tekrar etmiştir:
Birinci husus: Allah Teâlâ, "Eğer (kan ile koca) birbirinden ayrılacak olurlarsa, Allah herbirini, kendi genişliğinden, ihtiyaçtan vareste kılar" (Nisa, 130) buyurmuştur. Bundan murad, Allah'ın çok cömert ve lûtf-u ikram sahibi olmasıdır. Bundan dolayı Allah Teâlâ, bunun peşisıra "Göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır" demiştir. Bundan maksad, Allah'ın cömertlik ve kereminin geniş olduğunu iyice ortaya koymaktır.
İkinci husus: Hak Teâlâ, "Eğer kâfir olursanız, şüphesiz kt göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır" buyurmuştur. Bundan murad, "Allah Teâlâ itaat edenlerin taatından ve günahkârların günahından münezzehtir. O'nun celâli, ne taatlarla artar, ne de isyan ve günahlarla noksanlaşır" manasıdır. İşte bundan dolayı, bu âyetin sonunda, "Şüphesiz ki göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır" buyurmuştur. Bundan maksad ise, Allah'ın zâtı gereği her şeyden müstağni olduğunu (hiçbir şeye muhtaç olmadığını) ortaya koymaktır.
Üçüncü husus: Allah Teâlâ, "Göklerde ve yerde olan şeyler Allah'ındır; vekil olarak Allah yeter. Eğer O dilerse, ey insanlar, sizi giderir de (yerinize) başkalarını getirir. Allah buna hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Bu, şu manayadır: "Allah hem yoketmeye, hem de varetmeye kadirdir. Dolayısıyla, eğer O'na isyan ederseniz, bilin
ki, sizi tamamen yokedip, ortadan kaldırmaya ve kendisine ibâdet ve ta'zim ile meşgul olacak başka bir topluluğu getirmeye kadirdir." Binaenaleyh bu sözün, bu âyette yer almasından maksad, Hak Teâlâ'nın herşeye gücünün yettiğini iyice ortaya koymaktır. Bu tek bir delil, birçok manaya delâlet edince, kendisi ile, o manalardan herbirine istidlal olunsun diye, bunu burada zikretmek güzel ve yerinde olmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak, bu delili, ikinci manaya istidlal edilsin diye, ikinci kez; üçüncü bir manaya istidlal edilsin diye de üçüncü kez zikretmiştir. İşte bu tekrar, delili bir defa söylemekten daha güzel ve daha uygundur. Çünkü delil zikredilince, hatıra medlulü bilmeyi gerektiren şeyler gelir. Binaenaleyh bu medlul ile elde edilen ilim, daha kuvvetli ve daha açık olmuş olur. Böylece bu tekrarın» son derece güzel ve mükemmel olduğu ortaya çıkmış olur. Hem, sen bu delili üç kez tekrar edip, her defasında da Allah'ın bir başka celâl sıfatının isbatını O'na dayandırdığın zaman, zihin Allah'ın gökleri ve yeri yaratmasının, çok yüce birtakım esrara ve gayelere delâlet ettiği hususunda gafletten uyanır. İşte o zaman da insan, göklerin ve yerin yaratılışında tefekkür edip, onların halleri ve sıfatları ile yaratıcının sıfatlarına istidlal etme gayretine girer. Bu kerîm olan Kur'ân'ın genel ve esas maksadt, akılları ve fehimleri, Allah'dan başkası ile meşgul olmaktan kurtarıp, marifetullah'a gark olmaya sevketmek olup, bu tekrar da bu gayenin tahakkukunu ifade edip, onu kuvvetlendirince, hiç şüphesiz ki bu tekrar son derece güzel ve yerinde olmuştur.
Cenâb-ı Hak, "Allah buna hakkıyla kadirdir" demiştir. Bu, "Allah Teâlâ, her an ve her zaman herşeye kadirdir. Zira O'nun herşeye kadir oluşu, eğer sonradan olan birşey olsaydı, sonradan olan bu kudret başka bir kudrete muhtaç olurdu. O takdirde de teselsül gerekirdi.
Sonra Hak Teâlâ, "kim dünyâ mükâfaatını isterse, (bilsin ki) dünyanın da, anketin de mükâfaati Allah yanındadır" buyurmuştur. Bu, "Yaptıkları cihad ile, sadece ganimet elde etmek isteyenler hatalıdırlar. Çünkü Allah katında, hem dünya, hem âhiret mükâfaatı vardır. Bundan dolayı niçin o insan, âhiret mükâfaatına oranla, sanki bir hiç gibi olan dünyevî mükâfaatı istemekle yetinir? Eğer o, akıllı bir kimse olsaydı, âhiret mükâfaatını isterdi ve kendisine hem bu mükâfaat, hem de ona bağlı olarak, dünya mükâfaatı verilirdi" demektir.
Eğer, "Allah katında, insanın ister böyle bir isteği olsun, ister olmasın, hem dünya hem âhiret mükâfaatı olduğu halde, niçin şartın cevabının başına "fâ" gelmiştir?" denilir ise, biz deriz ki: Kelâmın takdiri şöyledir: "Eğer Allah isterse, o kimse için, hem dünyanın hem de âhtretin mükâfaatı Allah katındadır." Bu takdire göre, cevap (ceza), "Allah'ın irade etmesi" şartına bağlanmıştır.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah, semi ve basirdir" buyurmuştur. Yani, Allah onlartn sözlerini duyar. Çünkü onlar, cihad yapmakla, ganimet elde etmekten başka bir gaye gütmezler. Yine Cenâb-ı Hak onların sadece ganimet elde etmek için yaptıkları savaşlarda say'u gayret gösterdiklerini görüp bilir. Bu ifâde, adetâ Allah'dan onları, bu gibi işlerden bir men etme manasındadır. [92]
"Ey iman edenler, adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve Allah için şahidlik edenler olun. İsterse kendinizin veya ebeveyninizin ve yakın hısımlarınız aleyhine olsun. (İsterse onlar) zengin veya fakir bulunsun. Çünkü Allah ikisine de (sizden) daha yakındır. Artık siz, (hakdan) dönerek, hevânıza uymayın. Eğer dilinizi eğip
büker veya (şahidlikten tamamen) yüz çevirirseniz, şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" (Nisa, 135). [93]
Bu âyetle ilgili
meseleler bulunmaktadır:
Âyetin makabli ile münasebeti hakkında şu izahlar yapılmtştır:
1) Daha önce kadınlardan, onların geçimsizliklerinden ve onlarla kocaları arasındaki sulhten bahsedilince, Cenâb-ı Hak bunların peşinden, hukûkullâhı ihya için, Allah'ın haklarını bihakkın edâ etme ve şahitlik yapmayla alâkalı emrini getirmiştir. Netice olarak sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Eğer nefsinin arzularını gerçekleştirmekle meşgul olursan, sen Allah'a değil, nefsine kul-köle olmuş olursun... Eğer Allah'ın emirlerini tahakkuk ettirmekle meşgul olursan, bu durumda sen, nefsinin değil Allah'ın bir kulu olmuş olursun..." Bu ikincisinin daha yüce ve daha şerefti bir makam olduğunda hiç şüphe yoktur. Böylece bu âyet, daha önce geçen mükellefiyetleri bir te'kîd olmuş otur.
2) Allah Teâlâ, insanları dünya mükâfaatını isteme hususunda kusurlu davranmaktan men edip, onlara âhiret mükâfaatını istemeleri gerektiğini emredince, işte bunun peşinden bu âyeti zikretmiş ve insanın mutluluğunun mükemmelliğinin, onun sözünün Allah için, fiilinin Allah için, hareketinin Allah için ve sükûnunun da Allah için olmasında olduğunu beyân etmiştir. Böylece, bu şekilde davranan insan, insanlık mertebelerinin en üst noktasıyla meleklerin mertebelerinin ilk noktasına varmış kimselerden olur. Ama bu hüküm ters çevrildiğindeyse, o kimse, en son gayesi yiyecek bulmak olan hayvanlarla, yine en son gayesi canlılara eziyyet vermek olan vahşî hayvanlar gibi olur.
3) Bu
surede, insanlara adaletle davranılması emri, daha önce geçmişti. Nitekim
Allah, "Eğer yetim kızlar hakkında adaleti yerine getiremiyeceğintzden
korkarsanız.." (Nisa, 3) buyurmuştu... Yine Cenâb-ı Hak o insanlara,
yetimlere mallarını verirken şahit tutmalarını da emretmiştir. Bundan sonra da
onlara, danlarını ve mallarını Altah yolunda harcamalarını teklif etmiştir.
Yine bu sûrede Tu'me İbn Ubeyrik hadisesiyle, sülalesinin yalan söyleyerek
kendisini müdafaa etme ve haksızlıkla yahudinin aleyhinde şahitlik etme
hususunda birleştiklerine yer vermiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, biraz önce
tefsirini yaptığımız âyetlerde de, karı-koca arasında sulhun ikâmesini
emretmiştir. Bütöfn bunların, Allah tarafından kullarına adaleti buhakkın
yerine getirip, herkese, hatta-kendi aleyhlerine dahi olsa, Allah için şahidler
olmalarıyla ilgili bir emir olduğu malumdur. Binaenaleyh bu âyet, bu sûrede
geçen her çeşit mükellefiyetin bir te'kîdi gibi olmuş olur.
[94]
kelimesi lafzının mübalağa sîgasıdır. kelimesi ise, adalet demektir. Binaenaleyh bu tabir, Allah
Teâlâ tarafından bütün mükelleflere, gerek adaleti tercih etme, gerekse zulümden sakınıp ona meyletme hususunda çok dikkatli davranma-larıyla ilgili bir emirdir. Cenâb "Allah için şahidlik edenler" buyurmuştur. Yani, "Şehâdeti yerine getirmeyle emrolunduğunuz gibi, şehâdetiniz, kendinizin veya ecdadınızın veya akrabanızın aleyhine dahi olsa, onu Altah rızası için bihakkın yerine getirirsiniz" -demektir. İnsanın kendi aleyhine şehâdette bulunması, şu iki şekilde izah edilmiştir:
a) Kendisi aleyhine ikrarda bulunması... Çünkü ikrar, bir hakkı yüklenmeyi icab ettirmiş olması bakımından, tıpkı şehâdet gibidir.
b) Bundan murad, "Şehâdet hem kendinizin, hem de akrabanızın aleyhine bir ağırlık, yük, vebal olsa bile.." şeklindedir. Bu böyledir; zira kişi, zalim bir sultan veya benzeri kişiler gibi kendisine zarar vermeleri beklenen kimselerin aleyhine şehadette bulunmuştur. [95]
Âyette geçen "şahidler"
kelimesinin niçin mansub kılındığı hususunda şu üç görüş ileri sürülmüştür:
a) Bu kelime, kelimesinden hal olduğu için...
b) emrinin ikinci haberi olduğu için...
c) lafzının sıfatı olduğu için... [96]
Cenâb-ı Hak, şu sebeplerden dolayı, adaleti bihakkın yerine getirmeyle ilgili emrini, şehâdeti yerine getirmeyle ilgili rinden önce zikretmiştir:
a) İnsanların pek çoğunun âdeti, başkalarına marufu emr- etmektir. Ama iş kendilerine varıp dayandığında, marufu kendilerine de emretmeyi bırakırlar. Hatta kendilerinden en çirkin bir şey sudur etmiş olsa dahi müsamaha görüp, çok güzel bir şeymiş gibi kabul görür. Ama aynı fiil başkalarından sudur ettiğinde bu, münakaşa mevzuu olur. Binaenaleyh, Allah Teâlâ bu ayette, bu yolun kötü olduğuna dikkat çekmiştir. Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak, insanlara ilk önce adaleti yerine getirmelerini emretmiş ve güzel yolun, insanın kendisini sıkıştırıp muaheze etmesinin, başkalarını sıkıştırıp muaheze etmesinden daha üstün olması olduğuna dikkat çekmek için, ikinci kez başkalarının aleyhine şehadette bulunmayı emretmiştir.
b) Adaleti bihakkın yerine getirmek, başkalarından, yani üzerinde hak bulunan kimselerden zararı gidermekten ibarettir. Halbuki, kişinin kendi nefsinden zararı defetmesi, başkasından defetmesinden önce gelir.
c) Adaleti bihakkın yerine getirmek bir fiildir. Şehâdet ise, sözdür. Halbuki fiil, sözden daha kuvvetlidir.
İmdi şayet "Allah Teâlâ, "Allah şu hakikati, kendinden başka hiçbir tanrı olmadığım, adaleti ayakta tutarak açıkladı.." <aw imran, ıs) buyurmuş, böylece bu âyette şehâdeti, adaleti yerine getirmekten önce zikretmiştir. Halbuki, tefsirini yapmakta olduğumuz bu âyette ise, adaleti yerine getirmeyi daha önce zikretmiştir. Binaenaleyh, aralanndaki fark nedir?" denilirse, biz deriz ki:
Allah'ın şehâdeti, kendisinin mahlûkatın yaratıcısı olmasından; O'nun adaleti yerine getirmesi ise, o mahlûkat hakkında adaleti îfa edenleri görüp gözetmesinden İbarettir. Binaenaleyh, orada <am imran, ıs> şehâdetin, adaleti îfa etmeden önce zikredilmiş olması gerekir. Ama kullar hakkında kullanılan, "adaleti bihakkın yerine
getirmek" buyruğu ise, kulun adaleti görüp gözetmesi ve zulme karşı koymasından ibarettir. İnsanın, böyle olmaması halinde, başkası hakkındaki şahadetinin makbul olmayacağı malumdur. Binaenaleyh, (aı-ı imran.18) ifâdesinde vacib olan, şe-hâdetin adaleti yerine getirmekten önce zikredilmiş olması; burada vacib olanın ise, şehadetin, adaleti bihakkın yerine getirmekten sonra olması olduğu sabit olmuş olur. Kim bu hususları iyice düşünür, tefekkür ederse, bu sırların, ancak bir ilahîteyid ile ulaşılması mümkün olan şeylerden olduğunu anlamış olur. Allah en iyi bilendir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "(İsterse onlar) zengin veya fakir bulunsun... Çünkü Allah, ikisine de (sizden) daha yakındır" buyurmuştur. Yani, "Aleyhine şehâdet edilen kimse, ister zengin ister fakir olsun, zenginin rızasını elde etmek veya fakire acıma duyguları içinde, sakın şehâdeti gizlemeyin. Zira Allah, onların işlerine ve faydalarına olan işlere daha yakındır" demektir. İfadenin aslının "Muhakkak ki Allah, ona (onlardan her birine) daha yakındır" şeklinde olmasıdır. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın, tabiri, "eğer bu iki şeyden birisi olursa.." manasmdadır. Ancak ne var ki, (âyette) zamir lafza değil, manaya ract olmak üzere getirilmiştir. Yani "Allah, fakire de zengine de daha yakındır" demektir.
Ubeyy İbn Kâ'b ise, "Allah, onlara daha yakındır" şeklinde okumuştur ki, bu durumda zamir (ana-babalar) ile (akrabalar) kelimelerine racidir.
Abdullah İbn Mesûd, fiilini tam bir fiil kabul ederek, "Eğer bir zengin veya bir fakir bulunursa, olursa..." şeklinde okumuştur.
Daha sonra Allah Teâlâ, için, hevânıza tâbi olmayı terkediniz" şeklindedir. Bu husustaki sözün özü şudur: Adalet, hevâ'ya uymayı bırakmaktan ibarettir. Kim, iki zıd şeyden birisini bırakırsa, muhakkak ki diğerini elde etmiş olur. Buna göre âyetin takdiri, "Adil olabilmeniz için, hevânıza uymayın. Yani, âdil olabilmeniz için, hevânıza uymayı bırakınız" şeklinde olur. [97]
Daha sonra Cenâb- Hak, "Eğer dilinizi eğip büker veya (şahidlikten tamamen) yüz çevirirseniz, şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" buyurmuştur.
Âyette iki kıraat bulunmaktadır: Cumhur, iki vâv ile olmak üzere, Amir ve Hamza ise, şeklinde okumuşlardır.
Bu ifadeyi, şeklinde okumanın şu iki izahı yapılabilir:
a) Bu kelimenin, def etmek ve yüz çevirmek manasına alınmasıdır. Ki bu Arapların, birisi bir kimsenin hakkını vermeyip onu oyaladığı zaman, şeklindeki sözlerinden alınmıştır.
b) Bu, kelimenin tahrif edip değiştirmek manasına alınmasıdır ki, bu da Arapların, bir kimse bir şeyi büktüğü zaman söylemiş oldukları, Sy tabirinden alınmıştır. Bükülen bir şeye benzeterek, bir şey zorlaşıp çıkmaza girdiğinde denilmiş olması da bu manadadır.
Bu ifadeyi şeklinde okumanın da şu iki izahı yapılabilir:
a) Bir şeye velayet etmek, o şeye yönelip onunla meşgul olmak demektir. Buna göre mana, "Eğer ona yönelir, böylece onu tamamlarsanız; veyahut da ondan yüz çevirirseniz, şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" şeklinde olur. Böylece Cenâb-ı Hak, iyilikle yönelen iyi kimseye, insanıyla; yüz çeviren kötü kimseye de, kötüiüğüyle karşılık verendir. Netice olarak diyebiliriz ki: "Eğer o şehadeti yerine getirir veya onu yerine getirmekten yüz çevirseniz.." anlamındadır.
b) Ferrâ ve Zeccâc kelimesinin aslının, şeklinde olduğunu, sonra vâvın hemzeye çevrildiğini, sonra da hemze de hazfedilip, harekesi kendinden önceki sakine verilerek şeklinde olduğunu söylemişlerdir ki, bu mezkûr iki izah şeklinin en zayıfıdır. Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphe yok ki Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır" buyruğuna gelince, bu günahkârlar için bir tehdit ve va'îd; mü'minler ve itaatkârlar için ise va'addir. [98]
"Ey iman edenler, Allah'a, O'nun peygamberine ve gerek o peygamberine âyet âyet indirdiği kitaba, gerek daha evvel İndirdiği kitaba iman(da sebat) edin. Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini, âhiret gününü inkâr ederek kâfir olursa muhakkak ki o, uzak bir sapıklıkla sapıp gitmiştir"
Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[99]
8u âyetin, daha önceki âyetlerle münasebeti hususunda iki görüş bulunmaktadır:
a) Bu ifâde, bir önceki âyetteki, "... adaleti titizlikle ayakta tutanlar olun..." ifadesiyle ilgilidir. Çünkü insan, ancak bu âyette zikredilen şeylere imanda sabit kadem olduğu zaman adaleti titizlikle ayakta tutabilir.
b) Allah
Teâlâ bu sûrede birçok hüküm beyân edince, bunun peşisıra, imanı emreden bu
âyeti zikretmiştir:
[100]
Bil ki Allah'ın, "Ey iman edenler, Allah'a, O'nun peygamberine... iman edin" emrinin zahiri, zaten mevcut olana sahip olma emrini vermektedir. Bil ki bu da imkansızdır. İşte bu sebepten dolayı müfessirler bu hususta birçok izahlar yapmışlardır. Bunların hepsi, iki esas görüşte toplanır:
1) Âyetteki, "Ey iman edenler..." ifadesinden murad, müslümanlardır. Sonra âyetin tefsirinde, bu görüş üzerine şöyle birçok görüşler bina edilmiştir:
a) Âyetin manası, "Ey iman edenler, imanda devam ve sebat ediniz" şeklindedir. Bu mananın neticesi ise şuna vartr: "Ey geçmişte ve şu anda iman edenler! Gelecekte deimariedin..." Bunun bir benzeri de, , "Allah'tan başka hiçbirtann yoktur.." , 19) âyetidir. Halbuki Hz, Peygamber, bunu zâten biliyordu.
b) "Ey taklîd yoluyla iman edenler, istidlal ve tahkik yoluyla iman edin..."
c) "Ey mücmel istidlallerle iman edenler, tafsilattı istidlallerle de iman edin..."
d) "Ey tafsilî delillerle Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman edenler, Allah'ın azametinin künhüne aklınızın ulaşamayacağına iman ediniz.. Meleklerin halleri, kitapların sırları ve peygamberlerin sıfatları da böyle olup, akıllarımız, tafsilatlı bir biçimde onların künhüne ulaşamaz..."
e) Rivayet edildiğine göre, yahudi âlimlerinden bir grup Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelip Ey Allah'ın Resulü, biz sana, senin kitabına, Musa'ya. Tevrat'a ve Uzeyr'e iman ediyor, bunların dışındaki kitap ve peygamberi inkâr ediyoruz" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s): "Bilakis, Allah'a, peygamberlerine, Muhammed'e, Allah'ın kitabı Kur'an'a ve Ondan Önceki bütün kitaplara iman ediniz..." deyince, onlar: "Bunu yapmayız" dediler. Bunun üzerine, bu âyet-i kerime nazil oldu ve onların hepsi iman ettiler.
2) Âyetteki, "Ey iman edenler" hitabının muhatabı, müslümanlar değildir. Âyetin tefsirinde, bu görüş üzerine birkaç görüş bina edilmiştir:
a) Hitap, yahudi ve hristiyanlaradır. Buna göre âyetin manası, "Ey Musa'ya ve Tevrat'a; İsa'ya ve İncil'e iman edenler. Muhammed'e veKur'an'adaimanedin..." şeklindedir.
b) Hitap, münafıklaradır. Buna göre âyetin manası, "Ey dili ile iman edenler, kalbinizle de iman edin..." şeklindedir. Bu görüş, Cenâb-t Hakk'ın "Kalbleriyle inanmadıktan halde, ağızlarıyla "inandık" diyenler..." (Maitte,4i) âyeti ile te'yid edilir.
c) Bu ifade, gündüzün başlangıcında iman edip, sonunda kâfir olan kimselere hitaptır ve manası "Ey gündüzün başlangıcında iman edenler, gündüzün sonunda da iman edin" şeklindedir.
d) Bu âyet,
müşriklere hitap olup manası, "Ey Lâfa ve Uzza'ya (putlara) iman edenler,
Allah'a iman ediniz" şeklindedir. Alimlerin çoğu, birinci görüşü tercih
etmişlerdir. Çünkü "mü'min" kelimesi, mutlak (kayıtsız) olarak
kullanıldığında, ancak "müslümanlar" manasına gelir.
[101]
İbn Kesîr, İbn Amir ve Ebu Amr, âyetteki fiillerini meçhul olarak, ' (indirildi) şeklinde;
diğer kıraat imamları ise, fetha ile ve ma'lum olarak, ve (Allah indirdi) şeklinde okumuşlardır. Bunu zammeli olarak okuyanların delili, İnsanlara, kendilerine indirilen şeyi beyan edesin" (Nahi. 44) âyetidir.
Cenâb-ı Hak, bir başka âyette, "Kendilerine kitap vermiş olduğumuz kimseler, O (Kur'ân'ın), Rabb'tnden indirilmiş (bir kltap)tolduğunu bilirler" buyurmuştur. Bunu fethalı olarak okuyanların delili, "Zikri (Kur'ân'ı) biz indirdik" Hicr. 9) ve Biz sana, zikri (Kur'ân'ı) indirdik" (Nahi. 44) âyetleridir.
Bazı alimler şöyle
demişlerdir: "Her iki kıraat da güzel olmakla beraber, zammeli (meçhul)
okunuş daha akıcı ve beliğdir. Nitekim Allah Teâlâ, "Denildi ki "Ey
yeryüzü, suyunu yut (içine çek)" (Hûd. 44) buyurmuş (ve meçhuf sîga
kullanmıştır.)
[102]
Bil ki Allah Teâlâ, bu âyette dört şeye iman etmeyi emretmistir. Birincisi, Allah'a; ikincisi, peygamberine; üçüncüsü, bu peygamberine indirdiği kitaba; dördüncüsü de daha önce indirilmiş olan kitaplara iman...
Hak Teâlâ beş çeşit de küfür zikretmiştir. Birincisi, Allah'ı inkar; ikincisi, meleklerini inkâr; üçüncüsü, kitaplarını; dördüncüsü, peygamberlerini; beşincisi de, ahireti inkâr...
Hak Teâlâ daha sonra, "Muhakkak ki, uzak bir sapıklıkla sapıp gitmiştir" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç soru bulunmaktadır:
Birinci Soru: İmanın mertebelerinde, niçin peygamber kitaptan önce zikredilmiş, küfür hususunda da tersi olarak, kitap peygamberlerden önce gelmiş?
Cevap: Çünkü Yaratıcının bilgisinden, mutlaka nüzul mertebesinde, kitap, peygamberden öncedir; mahlûkattan yaratıcıya yükselme mertebesinde ise, peygamber kitapdan önce gelir.
İkinci Soru: Niçin imanın mertebelerinde, Allah'a, Peygamber'e ve kitaplarına olmak üzere üç husus; küfrün mertebelerinde de Allah'ı, melekleri, kitapları, peygamberleri ve ahireti inkâr olmak üzere beş husus zikredilmiştir?
Cevap: Allah'a, peygamberlerine ve kitaplarına iman bulununca, hiç şüphe yok ki bunlarla birlikte, meleklere ve ahirete iman da bulunmuş olur. Çünkü Allah'a, peygamberlerine ve kitaplarına iman ettiğini iddia eden bir kimsenin, melekleri ve ahiret gününü inkâr edip, melekler ve ahiret günü ile ilgili âyetleri te'vil ederek, başka bir manaya hamlettiğini ileri sürmesi pek nadirdir. İşte böyle bir ihtimal söz konusu olduğu için, Cenâb-t Hak, melekleri ve kıyameti inkâr edenin, Allah'ı da inkâr etmiş olacağını açıkça belirtmiştir.
Üçüncü Soru: Onlar, Tevrat'ı ve İncil'i inkâr etmeyip, iman etmiş oldukları halde, ehl-i kitaba, nasıl "Gerekse daha evvel indirdiği kitaba iman edin" denilebilir?
Buna iki şekilde cevap verilir:
1) Onlar sadece, bu iki kitaba iman ediyorlar ama daha önce indirilmiş olan bütün kitaplara iman etmiyorlardt. İşte bundan ötürü, daha önce indirilmiş bütün kitaplara iman etmeleri emrolunmuştur.
2) Onların, önceki kitapların bir kısmını bırakıp, bir kısmına iman etmeleri doğru değildir. Çünkü iman yolu,-mucizedir. Mucize, bütün semavî kitaplar için söz konusu olunca, onlardan bir kısmına iman etmemek, mucizeyi ta'n etmek olur. Mucizeyi ta'n etmek söz konusu olunca, bu mucizeden herhangi birşeyi tasdik etmek de imkânsız olur. Cenâb-ı Allah'ın şu âyetinde kastedilen mana da budur: "(Onlar), "Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz" diyen ve böylece (küfür İle iman) arasında bir yol tutmayı isteyenlerdir. İşte onlar, gerçek kâfirlerin taa kendileridir" (nis*. ıso-isi).
Dördüncü Soru: Allahu Teâlâ niçin "Gerek o peygamberine âyet âyet indirdiği kitabargerek daha evvel indir-diği kitaba (iman edin)" buyurmuş ve niçin (birinde Jy diğerinde Jjîl fiilini kullanmıştır)?
Cevap: Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Kur'an, yirmi sene gibi bir zaman içinde, parça parça inmiştir. Halbuki, kendisinden önceki kitapların durumu böyle değildir."
Ben de derim ki, bu husustaki sözümüz, Cenâb-ı Hakk'ın "O, sana Kitabı hak (ve) kendinden evvelkileri (de) tasdik edici olarak (tedricen) indirdi. Bundan evvel de, Tevrat ile İncil'i indirmişti..." (Ah imran, 3-4) âyetinin tefsirinde geçmişti.
Beşinci Soru:1 Hak Teâlâ'nın, "gerek daha evvel indirdiği kitaba iman edin" ifadesindeki "kitap" sözü, müfred bir lafızdır. Binâenaleyh, bundan hangi kitaplar kastedilmiştir?
Cevap: Bu lafız, ism-i cinstir. Dolayısıyla, genel olarak bütün fertlere şamil olabilir.
Umumi manaya da uygundur. [103]
"Muhakkak ki, İman edip de sonra küfre sapanlar, sonra yine iman ederek küfre dönenler, sonra da küfürlerinde ileri gidenler (yok mu?) Allah onlara mağfiret edecek değildir. Onlara hidayet edecek de değildir. Münafıklara müjdele ki, onlara pek acıklı bir azab vardır" (Nisa, 137-138).
Bu âyetle ilgili
meseleler bulunmaktadır:
[104]
Birinci Mesele
Bil ki Allah Teâlâ, imanı emredip, ona teşvik edince, iman ettikten sonra yeniden küfre dönen kimsenin yolunun yanlışlığını beyan edip, böyle buyurmuştur. Bil ki bu âyet ile ilgili çeşitli izahlar yapılmıştır:
1) Bu âyette bahsedilenler, iman ettikten sonra, tekrar tekrar ve defalarca kâfir olanlardır. Bu durum, bu gibi insanların kalelerinde imanın yer etmemiş olduğunu gösterir. Çünkü eğer onların kalblerinde imanın bir ağırlığı, kıymeti olsaydı, onu en ufacık bir sebeple bırakmazlardı. İmanında böyle bir ağırlık bulunmayan herkesin zahirî hali, Allah'a geçerli ve sahih bir şekilde iman etmemiş olduğunu gösterir ki işte Cenâb-ı Hakk'ın,"A//ah on/ara mağfiret edecek değildir" sözünden murad budur.
Bu âyet, "Eğer o kimse, sahih bir şekilde iman ederse, bu muteber olmaz" manasında değildir. Aksine bundan murad, söylediğimiz şekilde, onların iman etmelerinin çok uzak ve şaşılacak bir şey olduğunu ifade etmektir. Tevbe eden, sonra tövbesinden dönen, sonra yeniden tevbe eden ve yine tevbesinden dönen fâsığın (günahkârın) da aynı şekilde, sebat etmesinin nerede ise umulmadığını görüyoruz. Çünkü çoğunlukla o, fâsıklığı üzere ölür. Burada da böyledir.
2) Bazı alimler şöyle demiştir: "Yahudiler Tevrat'a ve Musa (a.s)'ya iman ettiler. Sonra Üzeyir (a.s)'e inanmadılar. Daha sonra Oavud (a.s)'a iman edip, İsa (a.s)'yı inkâr ettiler ve daha sonra Hz. Muhammed (s.a.s)'in gelişi ite küfürlerini daha da artırdılar." [105]
3) Diğer bazı alimler ise şöyle demişlerdir: "Bunlardan murad münafıklardır. Buna göre, âyette bahsedilen birinci iman, onların müslüman olduklarını izhar etmeleridir. Bundan sonraki küfürleri İse, münafıklıkları ve kalblerinin sözlerine uymamasidır. İkinci imanları ise, müslümantardan bir grupla karşılaştıkları her zaman, "biz inandık" demeleridir. İkinci küfürleri ise, liderlerinin yanına vardıklarında, "biz sizinle beraberiz. Biz o müslümanlarla sadece alay ediyoruz" demeleridir.
Küfürde ileri gitmelerinden maksad ise, müslümanlar hakkında her türlü hile ve tuzağı kurma hususundaki say-ü gayretleridir. "İman izhar etmek" (imanlı gibi görünmek) bazan, "iman" olarak adlandırılmıştır. Nitekim Cenâb-ı Allah, "Müşrik kadınları iman etmedikçe nikahlamayın" (Bakara. 221» buyurmuştur.
Kaffal (r.h): "Bu âyetten murad, (iman ve küfrün) kaç kere olduğunu anlatmak değildir. Aksine bundan murad, onların mütereddid oluşlarını göstermektir. Nitekim Allah Teâlâ "Onlar (iman ile küfUr) arasında bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne onlara, ne de bunlara (tam olarak katılırlar)" (Ws*. 113) buyurmuştur.
Cenâb-ı Hakk'ın, müteakiben, "Münafıklara müjdele Ki onlara pek acıklı birazab vardır" buyurmuş olması da mananın böyle olduğuna delalet"eder.
4) Alimlerin bir kısmı da şöyle demiştir: Burada kastedilenler, müslümanları şüpheye düşürmek isteyen böylece de, Cenâb-ı Hakk'ın "(Onlar), "iman edenlere indirilen (Kur'an'a), günün başında iman edinr sonunda da onu inkâr edin. Olur ki (müminler dinlerinden) dönerler" (dediler)" (Ah imran, 72) diye beyan ettiği üzere,
bazan iman etmiş gibi görünen ve bazan İnkârlarını açıkça söyleyen bir grup ehl-i kitaptır.
Âyetteki, ifadesi,
"Onlar, İslâm ile istihza ve alay edecek kadar küfürde ileri
gittiler" demektir.
[106]
Âyet, imandan sonra
bazan küfrün olabileceğine delalet etmektedir ki, bu da, herşeyi insanın ölümü
anındaki durumuna bağlayanların (muvâfât ehlinin) mezheblehnin yanlışlığını
ortaya kor. Bunların görüşüne göre, kişinin müslümanlığının sahih olmasının şartı,
ölürken müslüman olarak ötmesidir. Bunlar, âyetten çıkartılan bu manaya,
"Biz bu âyetteki imanı, "iman izhar etme (mü'min olarak
görünme)" manasına alıyoruz" diyerek cevap vermişlerdir.
[107]
Âyet, küfrün artıp eksilebileceğine delalet etmektedir. Binâenaleyh imanın da aynı şekilde artıp eksilebilmesi
gerekir. Çünkü bu ikisi, birbirinin zıddıdır. Binâenaleyh birisi farklılığı kabul ettiğine göre, diğeri de kabul eder. Bu görüşte olanlar, âyette geçen "küfrün artması" hususunu tefsir sadedinde, şu izahları yapmışlardır:
a) Onlar, küfürleri üzere ölürler.
b) "Onlar, kâfir iken yaptıkları günahlar sebebi ile, küfürde iyice ileri gittiler." Âyetin, bu manaya alınması halinde, kâfir iken işlenen günah, küfürde bir ziyadelik olunca, imanlı iken işlenen taatların da imanda bir ziyade olması gerekir.
c) Küfürde ileri gitmeleri, onların "Biz, mü'minlerle sadece alay ediyoruz" demelerinden dolayıdır. İşte bu, din ile alay etmenin, küfrün en ileri, en koyu derecesi olduğunu gösterir. [108]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah, onlara mağfiret edec değildir" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili iki soru vardır:
1) Bu âyette zikredilen hüküm ya tövbeden önceki hale, veyahut da sonraki hale bağlanmıştır. Birinci ihtimal bâtıldır, çünkü tevbeden önceki küfür, mutlak manada zikredilmemiştir. Bu durumda bu âyette zikredilen şartlar zayi olmuş olur. İkinci ihtimal de bâtıldır; küfür, tevbeden sonra bağışlanır; velev ki bu küfür bin kere dahi olmuş olsa... Binâenaleyh, her iki duruma göre de böyle bir soru gerekli ve yerinde olmuş olur.
Bu suale şu şekillerde cevap verebiliriz:
a) Biz, âyette geçen jt$ lafzını istiğraka (umum mana ifade etmeye) değil, aksine daha önce geçmiş olan malum kimselere hamlediyoruz. Binâenaleyh bu ifade ile, Allah'ın, küfürleri üzere öleceklerini ve kesinlikle o küfürden tevbe etmeyeceklerini bildiği birtakım muayyen kimseler kastedilmiştir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, onlara mağfiret edecek değildir" buyruğu, bu kimselerin küfürleri üzere öleceklerini haber veren bir ifade olmuş olur. Mananın bu şekilde verilmesi halinde, böyle bir soru ortadan kalkmış olur.
b) Bu ifade, genel duruma göre söylenmiş bir ifadedir. Çünkü, sık sık İslam'dan küfre geçen herkesin kalbinde, İslam'ın ağırlığı ve azameti yer etmemiş, tesir etmemiş demektir. Böyle bir insanın zahirî durumu, onun, izah ettiğimiz şekilde küfrü üzere öleceğinin emaresidir.
c) Bu ifadede zikredilen hüküm, küfürden tevbe etmeme haline bağlıdır. Bu takdire göre, âyette bahsedilen sıfatlar zayi olur diyenin sorusuna da, biz şöyle cevap veririz: Onların özellikle zikredilmiş olmaları, o kâfirlerin küfürlerinin çok fahiş, hıyanetlerinin çok büyük ve Kıyamet günündeki cezalarının da çok şiddetli olduğuna delalet eder. Binâenaleyh bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın "Hant biz, peygamberlerden tutsaklarını almıştık: Senden de, Nuh'tan da.." , 7) buyruğu gibi olmuş olur. Cenâb-ı Hak bu âyette, Hz. Muhammed ile Hz. Nuh'u, makamlarının yüceliğini belirtmek için özellikle ve ayrıca zikretmiştir. Bunun bir benzeri de, "Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e, Mikail'e düşman olursa ..." (Bakara. 98) âyetidir.
2) Hak Teâlâ'nm, ^ jtfj ifadesindeki lam, te'kid için getirilmiş bir lamdır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah, onları mağfiret edecek değildir" sözü, te'kidin nefyini ifade eder. Halbuki, böyle bir nefiy bu makama uygun düşmez. Buraya uygun düşen, ancak nefyin te'kidtdir. Binâenaleyh, bu konudaki izah nasıl olabilir?
Cevap: Te'kidin nefyi, "tehekküm" (küçümseme) yoluyla zikredildiğinde, bundan maksat, nefyi iyice te'kid etmek olur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlara hidayet edecek de değildir" buyurmuştur. Alimlerimiz bu ifadenin, "Cenâb-ı Hakk'ın kâfirleri imana hidayet etmediğine" delalet ettiğini söylemişlerdir. Mu'tezile ise aynı kanaatte değildir. Mutezile, alimlerimizin bu görüşüne, "Bu âyetin ifade ettiği mana, Cenâb-ı Hakk'ın "lütuf fiillerini artırmayacağı" veyahut da O, onları ahirette "cennete sevketmeyeceği, kılavuzlamıyacağı" manalarına hamledilmiştir" diyerek cevap vermişlerdir.
80) Ta'rizin dokunaklı olanına istihza, acı ve ağır istihzayı hâvi olanına ise tehekküm denir <ç).
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Münafıklara müjdele ki, onlara pek acıklı bir azab vardır" buyurmuştur.
Bil ki, bir önceki âyetin münafıklar hakkında olduğunu söyleyenler şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ, o münafıkların küfürlerini bağışlamıyacağını ve onları cennete Mavuzlamıyacağını beyan buyurmuştur. Allah, o münafıkları mükâfaat yurdu (cennete) iletmiyeceği gibi, onları ceza çeşitlerinin en büyüğüne duçar edeceğini de belirtmiştir ki, işte O'nun "Münafıklara müjdele ki onlara pek acıklı bir azab vardır" buyruğundan murad edilen de budur. Hak Teâlâ'nın "Müjdele,.." tabiri, tehekküm içindir. Nitekim Araplar, "Senin selamın dayak, senin kınaman (itabın) da kılıçtır" demektedirler. [109]
"Onlar, mü'minleri bırakıp kâfirleri dost edinenlerdir. İzzeti onların yanında mı arıyorlar? Muhakkak ki, bütün izzet ve kudret Allah'ındır"
(Nisa, 139).
Bu ifadenin başındaki kelimesi "şöyle şöyle olanları kastediyorum, murad ediyorum" manasında olmak üzere, zemm ve kınamadan dolayı mansub; veya "onlar, şunlardır" manasında olmak üzere, merfudur. Müfessirier, bu âyette geçen "edinenler" ifadesinden muradın münafıklar, "kâfirleri.." ifadesinden muradın da yahudiler olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Çünkü münafıklar, kâfirleri dost ediniyor ve birbirlerine, "Muhammed'in işi henüz tamamlanmadı, ne olup olmayacağı belli değil" diyorlar, müteakiben yahudiler de, bütün güç ve kudretin kendilerinde olduğunu söylüyorlardı. [110]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İzzeti insanların yanında mı arıyorlar?" buyurmuştur.
Vahidî şöyle der: "Arapça'da "izzet", şiddet ve güç demektir. Sert ve kuvvetli toprağa denilmiş olması da, bu manadan dolayıdır. Yine, bir kimsenin hastalığı ilerleyip şiddetlendiğinde ve nerdeyse helak olacak dereceye geldiğinde yine keder ve hüzün şiddetlendiğinde fflj? denilir. Yine, şiddetlendi manasında olmak üzere,' "Onun şöyle olması, bana zor geldi, şiddetlendi..." denilir. Yine bir şey, o hiç bulunmayacak kadar azaldığı zaman denilir; çünkü onu elde etmek arzusu^şiddetlenmiştir... Yine, bir kimsenin gücü kuvveti, bir başkası ile arttığında, denilir. Sağılması güç olan koyuna da, ismi verilmektedir. Manaları birbirine yakın olduğu için kelimesi, şiddet manasından nakledilerek kuvvet manasına alınmıştır. Aziz, zelîlin aksine kuvvetli, karşı koyan, güçlü demektir.
Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki münafıklar, yahudilerle birleşmek suretiyle güç ve kuvvet arıyorlardı.
Sonra Cenâb-t Hak, "Muhakkak ki bütün izzet ve kudret Allah'ındır" buyurmuştur. Buna göre eğer, "Bu itade Cenâb-ı Hakk'ın, "Halbuki şeref, kuvvet ve galibiyet Allah 'indir, peygamberinindir, mü"mirilerindir" (Münafikûn, e) buyruğuna ztt gibi görünmektedir" denilirse, biz deriz ki:
Kâmil ve mükemmel kudret, Allah'a aittir. O'nun dışında kalan herkes ise, O'nun kudret vermesiyle kadir, O'nun azîz kılmasıyla azîz, izzet sahibi olurlar. Binaenaleyh, gerek peygamber gerekse mü'minler için söz konusu olan izzet, ancak Allah'ın vermesiyle olmuştur. Bu sebeple durum iyice incelendiğinde, bütün izzetin, kudretin Allah'a ait olduğu ortaya çıkmış olur. [111]
"O, size kitapta,
"Allah'ın âyetlerine küfredildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman, onlar bundan başka bir söze
dahncaya kadar yanlarında oturmayın.
Çünkü o zaman siz de, muhakkak ki onlar gibi (olursunuz)" diyexc (bir âyet) indirmiştir. Allah muhakkak ki münafikları
da, kâfirleri de cehennemde toptan bir araya getirecek olandır"(Nisa, 1401.)
[112]
Müfessirler şöyle demişlerdir: Müşrikler meclislerinde, Kur'an'ı dillerine doluyor ve onunla alay ediyorlardı. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "Âyetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe) dalanları gördüğün zaman, onlar Kur'an'dan başka bir sözle meşgul oluncaya kadarr kendilerinden yüzfev/r"(Enpam,68)âyetinİ indirmiştir. Bu âyet Mekke'de nazil olmuştur. Medine'deki yahudi alimleri de tıpkı müşriklerin yaptığı gibi yapıyorlardı. O yahudi alimleriyie oturanlar ve bu sözde, onlara muvafakat edenler ise,^münafıklar idi... İste bunun üzerine Allah Teâlâ münafıklara hitap ederek, , size kitapta, "Allah'ın âyetlerine küfrediidfğini ve onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman..." buyurmuştur. Ki bu ifadenin manası "Siz, onların, Allah'ın âyetlerine küfrettiklerini ve onunla istihzada bulunduklarını duyduğunuz zaman" şeklindedir. Ancak ne var ki âyette, ifadesi "mef'ulün bih sarih" olmuştur; bundan maksat ise, istihzayı işitmektir... Kisaî: "Bu tıpkı, "Abdullah'ı kınanır olduğu halde duydum" denilmesi gibidir" demiştir.
Bana göre bu husustaki bir başka izah da şudur: "Siz, Allah'ın âyetlerine küfredilip onlarla alay edildiği bir halde, Allah'ın âyetlerini duyduğunuzda..." şeklindedir. Bu takdire göre, Klsaî'nin söylediğine ihtiyaç kalmaz. "İşte o zaman siz, onlar küfür ve istihzadan başka bir söze geçinceye kadar, onlarla beraber oturup kalkmayınız..." demektir.
Cenâb-ı Hak sonra, "Çünkü o zaman siz de, muhakkak ki onlar gibi (olursunuz)" buyurmuştur.
Buna göre mana, "Ey münafıklar, sizler küfür hususunda, tıpkı o yahudi alimleri gibisiniz..." şeklinde olur. [113]
İlim erbabı şöyle demiştir: Bu, küfre razı olan kimsenin kâfir olacağına ve yine, dinî yönden hoş olmayan bir münkeri görüp de ona razı olan ve o münkeratı yapanların arasına karışan, bilfiil o münkeri yapmasa bile, günah bakımından yapanlardan bir farkı olmadığına delalet eder. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın bu buyruğunda, kelimesini zikretmiş olmasıdır. Bu, oturan kimsenin orada oturmaya razı olması halinde böyledir. Ama, onların sözlerine (içten) kızıp da, korkarak ve takiyye yaparak oturması halinde ise, durum böyle değildir. İşte bu incelikten dolayı biz diyoruz ki, yahudilerle oturup kalkan ve Kur'ân'ı ve Resûlullah'ı ta'n edip eleştiren o münafıklarda, tıpkı o yahudiler gibi kâfirdirler. Ama Medine'de bulunup da daha önce Mekke'de iken Kur'ân'ı ta'n eden kâfirlerle oturup kalkmış olan müslümanlar ise, imanları üzere devam etmişlerdir... Bu iki mesele arasındaki fark şudur: Münafıklar yahudilerle, kendi irade ve arzularıyla oturup kalkıyorlardı... Ama müslümanlar ise, zarurete binaen kâfirlerle birlikte bulunuyor, oturup kalkıyorlardı...
Sonra Cenâb-ı Hak, münafıkların, küfür bakımından kâfirler gibi olduklarını tahkik ifâde eden edatla belirterek, "Allah muhakkak kt münaûklan da, kâfirleri âe cehennemde toptan bir araya getirecek olandır" buyurmuştur.
O, "Onlar, bu dünyada Allah'ın âyetleriyle istihza etmek hususunda bir araya geldikleri gibi, kıyamet gününde de, cehennemin azabında bir araya toplanacaklar, bir araya geleceklerdir" manasını kastetmiştir.
Cenâb-ı Hak, bu ifadede, esasen tenvinle olmak üzere, demek istemiştir. Çünkü bu cem işi, Allah'ın onları bir araya getirip cem etmesinden sonra olacaktır. Ancak ne var ki tenvin, lafızda bir hafiflik olsun diye hazfedil m iştir. Ama hakikatte (mana bakımından) bu kelimede tenvin murad edilmiştir ve vardır. [114]
"Onlar, hep sizi gözetleyip duranlardır. Onun için eğer Allah'dan size bir feth nasib olursa: "Biz sizinle beraber değil miydik?" derler. Şayet kâfirlere bir hisse düşerse, (o zaman da onlara), "Biz size (yardım ederek) galib gelmenizi temin etmedik mi? Sizi mü'mtnlerden korumadık mı?" derler. Artık Allah, kıyamet günü aranızda hükmünü verecektir. Allah, kâfirlere, müminlerin aleyhinde olacak bir yol (ve imkanı) asla bahşetmez"
(Nısâ, 141).
Bit ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, hep sizi gözetleyip duranlardır" buyruğu, ya (Nisa, 139) sözünden bedeldir, yahud, (Nisa. uo) kelimesinin sıfatıdır, veyahut da zemmolmak üzere mansubtur. Hak Teâlâ'nın sözü ise, "Onlar, meydana gelebilecek hayır ve şerri gözetirler... Bu durumda, eğer sizin yahudilere bir üstünlüğünüz söz konusu olursa, onlar size (mü'miniere), "Biz sizinle beraber değil miydik?" derler. Yani, "Bize, ganimetten payımıza düşeni veriniz." Eğer yahudiler, müslümanlara karşı guiib gelirlerse, onlar, "Biz size (yardım ederek) galip gelmenizi temin etmedik mi?" derler" demektir. [115]
Bir kimse bir kimseye üstün gelip, onu yendiğinde, denilir. Bu tabirin tefsiri hususunda şu iki izah yapılmıştır:
a) Bu tabirin, "Biz size galip gelmedik mi ve sizi öldürmek ve esir etmek imkanına sahip olmadık mı? Ama buna rağmen, işte bunlardan hiçbirisini yapmadık... Onları sizden uzaklaştırmak, onların kalblerini zayıflatacak (morallerini bozacak) şeyleri, onlara varmış gibi göstererek ve onların sizlere galib gelmelerine önem vermeyerek, sizi müslümanlara karşı korumadık mı? Binâenaleyh, elde ettiğiniz şeylerden, ganimetlerden bize düşen payı verin!" anlamında olmasıdır.
b) Bu ifadenin manası şöye olabilir: "Muhakkakk ki bu kâfirler ve yahudiler, İslam'a girmeye yeltenmiş, sonra münafıklar, kâfirleri ve yahudileri bundan caydırmışlar, onları İslam'dan alabildiğine nefret ettirmişler ve onlara, "Hz. Muhammed'in davası gittikçe zayıflayacak, sizinki ise kuvvetlenecektir" hissini vermişlerdir. Tesadüfen, o kâfir ve yahudilerin, müslümanlar üzerinde bir hükümranlığı söz konusu olduğunda münafıklar, "Biz, İslam'a girmeniz hususundaki görüşünüze galip gelip baskın çıkıp da, sizi o İslam'a girmekten men etmedik mi? Size, O'nun davası zayıflayacak, sizin davanız ise güç ve kuvvet bulacak demedik mi? Binâenaleyh siz, bizim sözümüzün doğruluğunu şu anda müşahede ettiğinize göre, elde ettiğiniz ganimetlerden bizim hissemizi veriniz..." Netice olarak diyebiliriz ki münafıklar, "Bu faydalı şeylere sizi iletip götüren biziz... Binâenaleyh, elde ettiğiniz şeylerden bizim hissemizi de verin!.." diyerek, yaptıklarını kâfirlerin başına kakıyorlardı.
İmdi şayet, "Cenâb-ı Hak niçin, müsiümanların zaferini "feth"; kâfirlerin başarısını ise, "hisse, nasib" diye adlandırmıştır?" denilirse, biz deriz ki:
Bu, mü'minlerin şanını yüceltmek, kâfirlerin hisselerini hakir görüp önemsememektir. Çünkü mü'minlerin zaferi, öylesine büyük bir iştir ki, bundan Ötürü göklerin kapıları açılmış ve böylece de melekler, Allah'ın dostlarına fethi indirmişlerdir.
Kâfirlerin başarısı ise, değersiz, sona erici ve dünyada zemm, ahirette de cezadan başka bir izi ve eseri kalmayan bir nasibtir, hissedir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Artık Allah, kıyamet günü, mü'mirüer üe münafiklar arasında hükmünü verecektir" buyurmuştur. Buna göre mana, "Allah Teâlâ, bu dünyada münafıkların öldürülmesini emretmemiş, aksine onların cezalarını ahirete ertelemiştir. [116]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ailah, kâfirlere, mü'minlerin aleyhinde olacak bir yol (ve İmkanı) asla bahşetmez" buyurmuştur. Bu ifadenin izahı hakkında iki görüş vardır:
a) Bu, Hz. Ali ve İbn Abbas (r.a)'ın görüşüdür. Buna göre bu ifadeden murad, bunun, lyamet gününde böyle olmasıdır. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadeyi, "Artık Allah, kıyamet günü, aranızda hükmünü verecektir" ifadesine atfetmiş olmasıdır.
b) Bundan muradın, bunun dünyada böyle olmasıdır. Ancak ne var ki bu, "delil bakımından" olma manasına tahsis edilmiştir. Buna göre mana, "Müslümanların delili herkesin deliline galibtir, üstündür... Hiç kimse, hüccet ve delil bakımından müslümanları mağlub edemez" şeklindedir.
c) Bu, delilin tahsis ettiği durumlar hariç, her şey hakkında genel bir hükümdür. Şafiî (r.h) bu âyete dayanarak birkaç mesele irad etmiştir:
1) Kâfir, müslümanın malına el koyup, o malı da daru'l-harbte koruduğu zaman, o, bu âyetin delaletiyle o malın maliki ve sahibi olamaz.
2) Kâfir kimse, bu âyetin delaletiyle, müslüman bir köleyi satın alamaz.
3) Bu âyetin delaletine göre, müslüman, (kısas yoluyla) zımmiye mukabil öldürülemez. [117]
"Münadkîar,' (akıllarınca) Allah'ı aldatmak isterler. Halbuki O, kendi oyunlarını
başlarına geçirendir. Onlar namaza kalktıkları vakit üşene üşene kalkarlar,
insanlara gösteriş yaparlar. Allah'ı ancak birazcık anarlar. Onlar, (küft üe iman)
arasında bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne onlara, ne bunlara (mal olurlar).
Allah kimi şaşırtırsa, artık ona yol bulamazsın"
(Nisa, 142-143).
Cenâb-ı Hakk'ın, "Münafiklar, (akıllarınca) Allah'ı aldatmak İsterler. Halbuki O, kendi oyunlarını başlarına geçirendir" buyruğun-daki "hudVnın tefsiri, Bakara süresindeki (Bakara. e> âyetinin tefsirinde geçmişti.
Zeccâc bu âyetin tefsiri hususunda şöyle demiştir: "Onlar Allah'ı, yani Allah'ın Resulünü aldatmak isterler. Yani, Allah'ın Resulünün yüzüne karşı iman ettiklerini söyler, ama içlerinde küfürlerini muhafaza ederler. Bu ifade şekli, şu âyette olduğu gibidir: "Gerçekte sana biat edenler, ancak Allah'a biat etmiş olurlar" (Fetih, 10).
Allah'ın "O da onlara hud'a yapar" buyruğu, "Onları, yaptıkları tuzaklarına karşılık cezalandırır" demektir. İbn Abbas (r.a), "Allah, onlara ahirette hud'a yapar. Çünkü orada, mü'minlere verdiği gibi, o münafıklara da bir nur verir. Derken onlar sırat köprüsüne geldiklerinde, nurları sönüverir ve karanlık içinde kalıverirler. Bunun delili, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onların hail bir ateş yakanın hali gibidir ki o (ateş), çevresindekileri aydınlatınca Allah ışıklarını giderip, kendilerini karanlıklar içinde, görmez kimseler halinde bırakıvermiştir" (Bakara, 17) âyetidir" demiştir. [118]
Sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar namaza kalktıktan vakit, üşene üşene kalkarlar ' buyurmuştur. Yani onlar müslümanlarta birlikte namaza
kalktıklarında, ağırdan alarak yavaş yavaş kalkarlar. İşte Arapça'da ' kelimesinin manası budur. Bu tembelliğin ve üşenmenin sebebi şudur: Onlar namaza, o esnada yavaş yavaş kalkıp giderler, kıldıkları namazdan bir sevap ummaz, kılmadıkları namazlardan bir ceza beklemezler. İşte bu bakımlardan, onları namaz kılmamaya götürecek olan sebep daha kuvvetlidir. Namaz kılmaya götüren sebep ise, sadece insanlardan çekinmeleridir. Onları namaz kılmaya götüren sebep, her ne zaman böyle olursa, onlardan çıkacak fiil, işte bu şekilde üşenme ve gevşeklikle yapılmış olur.
Keşşaf sahibi, buradaki kelimesinin cem'i olarak,
kef'in zammesi veya fethasıyla okunduğunu ve bunun tıpkı, (sarhoş) kelimesinn cem'inin, sîn'in fethası ve zammesi ile şeklinde olması gibi olduğunu söylemiştir. [119]
Daha sonra Cenâb-ı Hak,"İnsanlara, gösteriş yaparlar. Allah'ı ancak birazcık anarlar" buyurmuştur. Bu, "onlar namaza, dinin emri olduğu için değil, gösteriş ve desinler için kalkıp giderler" demektir.
Eğer, "ru'yet (görmek) masdannın, mufa'ale babındaki "mura'at" şekli ne demektir?" denilir ise, biz deriz ki: "Müra'i, insanlara yaptığı işin güzelliğini göstermeye çalışır, insanlar da onu görürler." [120]
Bu ifadedeki, "Allah'ı ancak birazcık anarlar" sözü hakkında şu izahlar yapılmıştır:
a) Burada bahsedilen "Allah'ı anma"dan murad, namazdır. Buna göre ifade, "Onlar, çok az namaz kılarlar" demektir. Çünkü her ne zaman, yanlarında yabancı birisi (yani bir mü'min) bulunmazsa, namazı kılmazlar. Ama mü'minlerin yanında oldukları ve namaz vakti girdiği zaman, namaz kılmamak için zorlanırlar ve böylece de müminlerin gözlerinden kaybolurlar.
b) Bahsedilen, "Allah'ı anma "dan murad şudur: Onlar kıldıkları namazlar esnasında, Allah'ı çok az anarlar. İşte bu az olan anmaları da, mesela namazın tekbirleri gibi açıktan söylenmesi gereken hususlardır. Fakat namazdaki kıraat ve teşbih gibi, gizli (sessiz) okunan şeylere gelince, onlar bunları hiç söylemezler.
c) Bundan murad şudur: "Onlar ister namaz vakitleri olsun, ister olmasın, bütün zamanlarında, Allah'ı nadiren anarlar."
Keşşaf sahibi, "İşte bu şekilde, müslümanlıktan dem vuran bir çok insanla,
günler ve geceler boyu arkadaşlık yapıp beraber buıunsan, kendisinden ne bir tehtil (lâilahe illallah sözü), ne de bir teşbih duyamazsın. Ancak dünyevi işlerden bahsetmek bütün günlerini ve gecelerini alır ve bu sözlerden hiç ayrılmaz. Bunlardan birçoğunu işte böyle görürüz" demiştir.
d) Katâde,"Bu âyette "Ancak birazcık" buyrulmuştur. Çünkü Allah onlann anmalarını kabul etmemiştir. Allah'ın kabul etmediği şey, ne kadar çok olursa olsun, az; kabul ettiği şey de ne kadar az olursa olsun, çok sayılır." [121]
Sonra Cenâb-ı Hak,
"Onlar, (kütür ile iman) arasında bocalayan bir sürü kararsızlardır. Ne
onlara, ne bunlara (mal olurlar). Allah kimi şaşırtırsa, artık ona yol
bulamazsın" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır:
[122]
Buradaki kelimesi, ya
(gösteriş yaparlar) tinden veya "Allah'ı ancak birazcık anarlar"
ifadesinden hâldir. Bunun "zemm"den ötürü mansub olması da muhtemeldir.
[123]
"Müzebzebîn", "şaşkın olarak" demektir. Hakiki manada "müzebzeb", her iki tarafa da gidip gelen ve bir tarafta karar kılmayan demektir. Ancak fiilinde, wö fiilinde bulunan "bu işi tekrar tekrar yapma" manası yoktur. Binâenaleyh manası, "O, her ne zaman bir tarafı tutsa ve yönelse, onu müdafaa eder.
Bil ki bunun sebebi şudur: Fiil, bir sebebe dayanır. Binâenaleyh fiile götüren sebep, dünyevî bir maksad olunca, hareket ve gidip gelme çoğalır. Çünkü bu dünyanın menfaatleri ve sebepleri değişkendir ve süratli bir şekilde değişir. Fiil, sebebine; sebep de maksada bağlı olup, maksad da çabuk çabuk değişince, insanın meyil ve isteğinde de değişikliklerin meydana gelmesi gerekir. Çoğu kez sebepler ve maniler birbiriyle çatışır. Bundan dolayı insan, şaşkınlığa ve tereddüde düşer. Ama yaptığı işteki gayesi, kalıcı hayır işleri yapmak ve manevi saadetleri kazanmak olan bu gayelerin, kalıcı ve değişikliklerden uzak şeyler olduğunu bilen kimseye gelince, şüphesiz böylesi insan, daha kararlı ve sebatlı olur. İşte bu manadan dolayı, Cenâb-ı Allah mü'minleri. "sebatlı" olarak tavsif etmiş ve "Allah, iman edenlere daima sebat ihsan eder" (ibrahim, 27); "Haberiniz olsun kt kalbier ancak zikrullah üe mutma'ln o/ur"(Rad, 28» ve "Ey mutmain nefis..." (Fecr, 27) buyurmuştur[124]
İbn Abbas bu kelimeyi, ikinci "zal"ın kesresi ile şeklinde okumuştur ki, "onlar, kalblerini, dinlerini veya
görüşlerini (iman ile
küfür arasında) bocatatanlardır" manasına gelir. Bu, (dalgalı ses
çıkardı) kelimelerinin aynı manaya gelmeleri gibi, bu da, ile aynı manayadır.
Abdullah İbn Mes'üd (r.a)'un mushafında bu kelime, şeklinde yer almıştır. Ebu
Cafer'in.-bu kelimeyi dâl ile, şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir ki, bu sanki
şu manada olur: "Onlar, kâh şu yolda, kâh öteki yolda olurlar ve tek bir
yolda durmazlar yol manasında olup, hayvanların yürüdüğü yer demektir.
[125]
Âyetteki l' İfadesi, "küfür ile iman arasında'' veya "kâfirlerle mü'minler arasında" manasındadır.
işareti ile, bir topluluğa işaret edilebilir. Bunun izahı, {Bakara, 68) âyetinin tefsirinde geçmişti. Kâfirler ve mü'minlerden, "Onlar mü'mtnlerî bırakıp, kâfirleri dost edinenlerdir" (Nisa, 139) âyetinde bahsedilmiştir. Bu iki grup insanın bahsi yukarıda geçince, küfür ve imandan da bahsedilmiş gibi oldu.
Katâde âyetin,
"Onlar, ne ihlâslı mü'min, ne de şirklerini açıkça ifade eden müşrik
olmuşlardır" manasında olduğunu söylemiştir.
[126]
Alimlerimiz bu âyeti, dindeki şaşkınlığın da, Allah'ın yaratması ile olduğuna delil getirerek şöyle demişlerdir:
"Âyetteki, "müzebzebin" ifadesi, onları bocalatan ve onları hayret ile şaşkınlıkta bırakan bir varlığın olmasını gerektirir. Bu, kulun iradesi ile olmaz. Çünkü tereddüd ve şaşkınlık verecek, birbirine zıd sebepler insanın kalbine geldiğinde, insan bu tereddüdü gidermeye çalışsa da, buna gücü yetmez. Ama kendine dönse ve kendi durumunu iyice düşünse, halinin, bizim söylediğimiz şekilde olduğunu anlar. Bu şaşkınlığa düşmesinin mutlaka bir sebebi (faili) olması gerektiği ve bunun da kendisi olmadığı sabit olduğuna göre, bunun yaratıcısının Allah Teâlâ olduğu sabit olur. Böylece de herşeyin Allah'dan olduğu ortaya çıkar.
Eğer, "Âyetteki,
"Ne onlara, ne bunlara (mal olurlar)" ifadesi, o münafıkları, hem
mü'minterin hem de tam kâfirlerin yolunu bırakmış olmalarından dolayı
zemmedilmeleri manasına gelir. Bu ise Allah Teâlâ'nın, onları, kâfirlerin
yolunda olurlarsa, kınamayacağı manasına gelir ki caiz değildir?" denilir
ise, biz deriz ki: "Kâfirlerin yolu, her ne kadar kötü ise de,
münafıkların yolu daha kötüdür. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, Bakara
suresinin başında kâfirleri iki âyette, münafıkları ise on küsur âyette
kınamıştır. Bu da ancak, münafıkların yolunun kâfirlerin kinden daha kötü ve
adi olmasından ileri gelmiştir. Binâenaleyh Hak Teâlâ münafıkları, küfrü bıraktıkları
için değil, fakat küfürden daha adi ve kötü bir yola dönmüş oldukları için
kınamıştır. Sonra Cenâb-ı Hak,
"Allah kimi şaşırtırsa, attık ona yol
bulamazsın" buyurmuştur. Alimlerimiz, bu âyeti kendi görüşlerine şu iki şekilde delil getirmişlerdir:
1) Allah Teâtâ'nın, bu ifadeyi "Onlar (kütür üe îman) arasında bocalayan bir sürü kararsızlardır" sözünün peşinden getirmesi, bu bocalatmanın Allah tarafından olduğunu gösterir. Aksi halde, bu ifadenin kendinden öncesi ile bir ilgi ve bağı kalmaz.
2) Bu, Allah Teâlâ'nın onları dinden saptırmış olduğu hususunda açık bir ifadedir. Mutezile ise şöyle der: "Bu âyette bahsedilen saptırma, Allah'ın, lütuf fiillerini o kuldan çekip alması veya o kulun sapıtmış olduğuna hükmetmesi, veyahut da o kulu, Kıyamet günü cennetin yolundan saptırması manalarına gelir." Mutezilenin bu izahlarına defalarca cevap vermiştik. [127]
"Ey iman edenler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmeyin. Kendi aleyhinizde, Allah'a apaçık bir hüccet vermek ister misiniz?"
(Nisa, 144).
Bil ki Allah Teâlâ, münafıkları, bu iki gruptan hiçbirinde tam karar kılmayıp, kâh kâfirlere, kâh müslümaniara katılmakla ta'n edip kınayınca, bu âyette de müslümantara, münafıklar gibi davranmayı yasaklamış ve "Ey iman edenler, mü'minleri bırakıp da kâfirleri dostlar edinmeyin" buyurmuştur. Bunun sebebi şudur:
1) Medine'deki Ensar'ın yahudi Kureyzaoğulları içinde süt kardeşleri vardı, onlarla anlaşmalı idiler ve onlara karşı sevgi duyuyorlardı. İşte bundan dolayı, Hz. Peygamber (s.a.s)'e "Kimi dost edinelim" diye sorunca, O da, "Muhacirleri" cevabını verdi. Bu sebeple bu âyet nazil oldu.
2) Kaffâl(r.h) şöyle demiştir: "Bu, mü'minleri, münafıkları dost edinmekten bir yasaklamadır. Sanki Cenâb-ı Hak, "Münafıkların huylarını ve yollarını size açıkça anlattım. Binâenaleyh onları dost edinmeyin" demektedir.
Sonra Allah Teâlâ, "Kendi aleyhinizde Allah'a apaçık bir hüccet vermek ister misiniz?" buyurmuştur. Eğer biz bir önceki ifadeyi, Allah Teâlâ'nın, mü'minleri kâfirleri dost edinmekten nehyetmesi manasına hamledersek. bu ifade de, "Sizler, münafık olduğunuza dair, Allah'a apaçtk bir hüccet vermek mi istiyorsunuz?" manasına gelir ki bu da, "Siz, Allah'ın dininin ehli olan Hz. Peygamber ve ümmeti için, böyle bir hüccet mi vermek istiyorsunuz?" demektir. Yok eğer, ilk âyeti, münafıkları dost edinmekle ilgili kabul edersek, o zaman bu ifadenin manası, "münafıkları dost edinmeniz sebebiyle, cezalandırılmanız İçin, Allah'a, kendi aleyhinize bir hüccet mi vermek istiyorsunuz" şeklinde olur. [128]
"Şüphesiz münafıklar cehennemin en aşağı tabakasmdadırlar. Onlar için kesinlikle bir yardımcı bulamazsın"
(Nisa, 145).
Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[129]
Leys: "Derk, deniz ve benzeri bir şeyin en dip noktası manasınadır" demiştir. Buna göre, "derk-i esfel"den
maksad, cehennemin en dip noktasıdır. Bu kelime aslında,
"lâhîk olma, yetişip kavuşma" manasına gelen, "idrak" kelimesinden türemiştir. Yemeğin pişmesi, çocuğun büyümesi manasına gelen, "idraku't-taam" ve "İdraku'l-gulam" ifadeleri de bu köktendir. Binâenaleyh "derk", kendisine bir başka tabakanın ve katın eklendiği kısımdır. Bu kelimenin zahirî manası, cehennemin tabaka tabaka (kat-kat) olduğunu gösterir. Bu da, cehennemin en şiddetli tabakasının, en alttaki tabakası olduğunu gösterir.
Dahhâk, "Birşey
üst üste yığıldığında, onun her katına "derece" denir. Birşey alt
alta (aşağıya doğru) sıralanırsa, onun her katına da "dereke"
denilir" demiştir.
[130]
Hamza, Kisâî ve Asımın ravisî Hafs. râ harfinin sükunu ile, bu kelimeyi ^jîll şeklinde; diğer kıraat imamları ise,
râ'nın fethası ile şeklinde okumuşlardır. Zeccâc,
kelimenin bu iki
okunuşunun da. (mum) kelimesi gibi, kullanılan iki şekil olduğunu, fakat râ'nın
fethası ile olan okunuşun, daha çok kullanıldığı için, daha tercihe şayan
olduğunu söylemiştir. Ebu Hatim ise, şeklindeki kullanılışın cem'-inin ii'ji'
olduğunu ve bunun, Arapların (At, atlar ve deve, develer) kelimeleri gibi
olduğunu; kelimesinin cem'injn ise, Sîjâi şeklinde olduğunu ve bunun da,
(fulus, fuluslar), ^ (köpek, köpekler) kelimeleri gibi cemîlendiğini
söylemiştir.
[131]
İbnu'l-Enbârî:
"Allah Teâlâ, münafıkların cehennemin en şağı tabakasında olduklarını
bildirmiş, Firavun hanedanı hakkında ise,
"Firavun hanedanını, azabın en çetinine sokun" (Mü'min, 46) buyurmuştur. Binâenaleyh bu ikisinden hangisi
daha çetin bir azab içindedirler? Münafıklar mı, yoksa Firavun'un hanedanı
mı?" der ve kendi kendine şu cevabı verir: "Muhtemelen cehennem
azabının en şiddetlisi, "derk-i esfel" (en alt tabakasında) olandır.
İşte bu iki grup, orada birleşeceklerdir."
[132]
Münafık, kâfirden daha çetin bir azab içinde olacaktır. Çünkü münafık, küfür açısından kâfir gibidir ve üstelik bu
küfrüne, bir küfür çeşidi daha katmıştır. Bu da, İslam ile ve müslümanlar ile istihza etmesidir. Bir de onlar, kendilerini müslüman gösterdikleri için, müslümanların strlarına muttali olabilmiş ve bunları kâfirlere haber vermişlerdir. İşte böylece münafıkların ahirette çekecekleri mihnet ve meşakkatler kat kat olmuştur. İşte bütün bu sebeplerden ötürü, Atlah Teâlâ onlara, kâfirlerden daha fazla azab verecektir.
Sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar için kesinlikle bir yardımcı bulamazsın" buyurmuştur. Bu, münafıklar için bir tehdiddir.'Alimlerimiz bu âyeti ehl-i salât'ın günahkârlarına şefaat edileceğine delil getirerek şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ, bu tehdidi münafıklara has kılmıştır. Şayet aynı tehdid, münafık olmayanlar hakkında da söz konusu olsaydı, bu, nifaktan -sırf bir nifak olduğu için- bir men manasına gelmezdi. Bu, "hitap delili" ile yapılan bir istidlal değildir. Aksine buradaki istidlalin şekli şudur: Allah Teâtâ bu ifadeyi nifaktan men etme sadedinde zikretmiştir. Binâenaleyh eğer bu men nifak bulunmadığı halde olsaydı, o zaman bu, nifak sırf nifak olduğu için ondan men1 manasında olmazdı." [133]
"Ancak tevbe eden: (hallerini) ıslah eden, Allah'a sımsıkı sarılan ve dinlerinde, Allah İçin halis olanlar müstesna. İşte (ancak) bunlar mü'minlerle beraberdirler ve Allah mü'minlere büyük bir mükâfaat verecektir"{Nisa, 146).
Bil ki bu âyette münafıklar için çok sert tehdidler bulunmaktadır. Bu böyledir, çünkü Allah Teâiâ, onlardan azabı kaldırmak için şu dört şeyi şart koşmuştur:
a) Tevbe etmeleri...
b) Hallerini düzeltmeleri... Kötülüklerden vazgeçip hallerini düzeltmek, iyi işlere yönelip, onları yapmaktan ibarettir.
c) Allah'a sımsıkı sarılmak... Bu da, yaptığı tevbe ile halini ıslah etmedeki maksadının, günü gün etme gayesi değil, Allah'ın rızasını talep olmasıdır. Çünkü onun maksadı, eğer menfaat elde edip, zararı gidermek olur ise, tevbesini ve halini ıslahını çabucak bozmuş olur. Fakat onun gayesi, Allah'ın rızasını ve ahiret mutluluğunu elde edip, Allah'ın dinine sımsıkı sarılma olduğunda, bu yolda sebat eder ve artık yolunu değiştirmez.
d) İhlas... Bunun sebebi şudur: Allah Teâlâ, onlara önce kötü şeyleri bırakmalarını; ikinci olarak da güzel şeyleri (hasenatı) yapmayı; üçüncü olarak bu bırakma ve yapmadaki gayelerinin Allah'ın rızasını talep olmasını; dördüncü olarak, bu rızayı talep edişlerinin halis olmasını ve bu gayeye, başka bir gayenin karışmamasını emretmiştir. Bu dört şart hasıl olunca, Cenâb-ı Hak, "İşte (ancak) bunlar mü'minlerle beraberdirler" buyurmuş, ama "İşte (ancak) bunlar mü'minlerdir" dememiştir. Daha sonra Hak Teâlâ münafıkların, mü'minlere katılmalarını sağlamak için, şeref ve kıymetini göstererek, mü'minlere verdiği mükâfaatı zikretmiş ve "Allah müminlere büyük bir mükâfaat verecektir" buyurmuştur. İşte bütün bu karineler, münafığın Allah katındaki durumunun çok zor ve çetin olduğuna delalet etmektedir. [134]
"Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah size niçin azab etsin ki... Allah şâkir ve alimdir" (Nisa, 147)
Bu âyetle ilgili
birkaç mesele vardır:
[135]
Bu ifade, "Allah
Teâlâ size, ne iç soğutup ferahlamak, ne fayda elde etmek ve ne de bir zararı
defetmek için azab etmez? Bütün bunlar, O'nun hakkında düşünülemez. Çünkü O,
zatı itibarı ile ihtiyaçlardan uzak, faydalan temin ve zararları defetme gibi
birşeyden münezzehtir" demektir.
Bundan kastedilen, mükellefleri iyi ameller işlemeye ve kötü amelleri
terketmeye teşviktir. Binâenaleyh şimdi siz, eğer güzel işler yaptp, kötü
işleri terkederseniz, Allah'ın, kerîm oluşuna rağmen size azab etmesi nasıl
uygun düşer.
[136]
Mu'tezile şöyle demiştir: "Bu âyet, bizim mezhebimize delalet etmektedir. Çünkü âyet, Allah Teâlâ'nın, mahlukatı onlara azab etmek ve cezalandırmak için yaratmadığına delalet etmektedir. Çünkü âyetteki, "Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah size niçin azab etsin ki..." buyruğu, Allah'ın hiç kimseyi, azab etmek için yaratmadığı hususunda açık bir hükümdür. Yine âyet-i kerime, şükrün ve imanın failinin kul olduğuna, bunların Allah'ın yaratması ile olmadığına delalet etmektedir. Aksi halde kelamın takdiri, "Sizde şükrü ve imanı yarattığı zaman, Allah niçin size azab etsin ki..." şeklinde olurdu. Malumdur ki bu mana, âyetin nazmına uygun değildir." Mu'tezile'nin bu sözlerine verilmiş olan cevabımız daha önce geçmişti. [137]
Alimlerimiz şöyle
demişlerdir: "Bu âyet-i kerime, Allah Teâlâ'ntn,
büyük günah sahibi olan kimseye azab etmeye (bile)ceğine delalet
etmektedir. Çünkü biz bu âyetin, şükreden ve iman eden, sonra da içki içmeye ve zinaya yönelen kimse hakkında olduğunu farzediyoruz.
Bundan ise, "Eğer şükreder ve iman ederseniz, Allah size niçin azab etsin
ki..." ifadesinin delaleti ile, büyük günah sahibinin azaba uğratılmaması
gerekir. Mutezile eğer, "Biz, büyük günah sahibinin mü'min olduğunu kabul etmiyoruz" derlerse, biz de
deriz ki: "Tefsirimizde, büyük günah sahibinin de mü'min olduğuna dair
birçok izahlar zikrettik."
[138]
Âyette, şükrün imandan önce gelmesi hususunda üç izah şekli vardır:
1) Bu ifadede, bir takdim-te'hir bulunmaktadır. Bu, "Eğer iman eder ve şükrederseniz.." demektir. Çünkü iman, diğer bütün taatlardan önce gelir.
2) Biz, buradaki atıf vavının, tertib (sıra) ifade etmediğini söylersek, böyle bir sual ortadan kalkar.
3) Bunun bir üçüncü izahı da şöyledir: İnsan kendisine baktığında, yaratılışında ve düzenlenişinde büyük bir nimetin yatmakta olduğunu görür. Böylece de icmalî (genel) bir şükür ite Allah'a şükreder. Sonra kendisine nimet vereni tanıma hususundaki araştırmasını tamamlayınca, O'na iman eder ve tafsilatlı bir şekilde şükreder. Buna göre o genel şükür, imandan önce bulunmuş olur. Bundan dolayı Mak Teâiâ, şükrü imandan önce zikretmiştir.
Sonra Cenâb-ı Hak,"Allah, şâktr ve alimdir" buyurmuştur. Çünkü Allah Teâlâ, onlara şükrü emredince, o şükrün mükafaatını da, istiare yoluyla "şükür" diye ifade etmiştir. "Şâkir"(şükredici) kelimesi Allah Teâlâ hakkında "şükrün mükafaatını veren" manasına; "alîm" olması da, "O bütün cüz'iyyatı (teferruatı, detayları) bilir. Binâenaleyh O'ndan, kesin olarak bir hata sâdır" olmaz manasına gelir. İşte bundan dolayı Hak Teâlâ, şükredene mükâfaat verir, yüz çevireni de cezalandırır. [139]
'Allah kötü sözün alenen söylenmesini sevmez. Ancak zulme uğrayan müstesna. Allah semi ve alimdir"
(Nİsâ. 148).
Âyetle ilgili birkaç
mesele bulunmaktadır:
[140]
Âyetin, daha önceki âyetlerle ilgi ve münasebeti hususunda iki izah şekli vardır:
1) Allah Teâlâ, münafıkların örtüsünü (sırrını) açıp ifşa
ederek, onları rezil ve rüsvay edince ve rezil-rüsvay etmek rahîm ve kerîm olan bir zata uygun düşmeyince, HakTeâlâ, bu konuda^ mazeretin yerini tutacak olan ifadeyi zikrederek, "Allah kötü sözün alenen söylenmesini sevmez. Ancak zulme uğrayan müstesna..." buyurmuştur. Yani, "Allah Teâlâ rezil-rüsvaylık ve çirkinlikleri açığa vurmayı sevmez. Ancak verdiği zarar büyük, hile ve tuzağı fazla olan kimseye karşı olursa, bu müstesna... İşte o zaman, Cenâb-ı Hakk'ın, o kimsenin rezillik ve adiliklerini ortaya dökmesi caiz olur. Bundan
dolayı Hz. Peygamber {s.a.s), "İnsanlar kendisinden sakınsınlar diye, fasığm kötü hasletlerini (herkese) söyleyiniz" [141]buyurmuştur. O münafıklar, müslümanlar hakkında çok büyük hile ve tuzak kurmuş, müslümanlara çok zulmetmiş ve onların vermiş oldukları zarar çok büyük olmuştur. İşte bu manadan ötürü, Allah Teâlâ, onların rezil ve rüsvaylıklarını zikretmiş, sırlarını ortaya dökmüştür.
2) Allah Teâlâ, önceki bir âyette (146.âyette), münafıkların, eğer tevbe eder ve ihlaslı olurlarsa, mü'min olacaklarını zikretmiştir. Binâenaleyh muhtemelen onlardan bazıları, nifaklarından tevbe etmiş ve tevbelerinde ihlaslı olmuştur. Ancak daha sonra bunlar, geçmişteki nifaklarından dolayı, bazı müslümanlar tarafmdan kınanmaktan kurtulamamışlardır. Bundan dolayı Cenâb-ı Allah, bu âyette, bu yoldan hoşlanmadığını, kötü sözün alenen söylenmesinden razı olmadığını, ancak kendisine zulmedip, nifakı üzere devam eden kimse (bu gibi sözlerin söylenmesinin) müstesna olduğunu, çünkü o kimsenin bundan rahatsızlık duymadığını beyan etmiştir. [142]
Mu tezile şöyle der:
"Bu âyet, Hak Teâlâ'nın, kullarının çirkin
fiilleri işlemelerini murad etmediğine ve kulların bu fiillerini yaratmadığına delalet etmektedir. Çünkü
Allah Teâlâ'nın, "sevmesi",
"murad etmesi ve istemesi" manasından ibarettir. Allah Teâlâ,
"Allah kötü sözün alenen söylenmesini sevmez" buyruğuna göre,
anlıyoruz ki Alfah, bunu murad etmemektedir. Yine aynı şekilde eğer Allah,
kulların fiillerinin yaratıcısı olmuş olsaydı, onları murad etmiş olurdu. Eğer
onları murad etmiş olsaydı, sözün kötüsünü alenen söyleme fiilini yaratmayı da
sevmiş olurdu. Bu ise âyetin ifade ettiğinin aksine bir durumdur." Buna
şöyle cçvap verilir: "Bizce, "Allah'ın bir şeyi sevmesi", kulun
o fiiline mukabil sevap vermesi mariasındadır. Bu izaha göre, "Allah Teâlâ
o fiili murad etti, fakat sevmedi" demek doğru olur. Allah en iyi
bilendir.
[143]
İlim erbabı şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ, kötü sözü ister açıkça söylensin, ister söylenmesin, sevmez. Fakat bu âyette, "alenen söylenmesi" şartını zikretmiştir. Çünkü bu sözün meydana gelmiş olan keyfiyeti, bunu gerektirmiştir. Bu tıpkı, "Ey iman edenler, Allah yolunda harbe çıktığınız zaman, (işleri) iyiden iyiye araştırınız" (Nteâ, m) âyetinde olduğu gibidir. Çünkü hem yolculuk halinde,-hem de mukîmlik halinde (meseleleri) iyiden iyiye araştırma vacibtir. İşte burada da böyledir. [144]
Ayetteki, "Ancak zulme uğrayan müstesna.." ifadesi ile ilgili olarak iki görüş vardır: Çünkü buradaki müstesna, ya istisna-i munkatî, ya da istisna-i muttasıldır.
Birinci Görüş: Bu, istisna-î muttasıldır. Bu takdirde, bu ifade iki şekilde izah edilir:
a) Ebu Ubeyde şöyle demiştir: "Bu, muzaf olan kelimenin hazfedilmiş olması çeşidinden bir ifadedir. İfadenin takdiri, , "Ancak zulme uğrayan kimsenin alenen söylemesi müstesna..." şeklindedir. Buradaki muzaf olan "cehr" kelimesi düşürülmüş, muzafun ileyh olan jâ onun yerine geçirilmiştir."
b) Zeccâc şöyle demiştir: "Burada, "cehr" masdarı, ism-i fail manasında kullanılmıştır. Buna göre âyetin takdiri, "Allah, kötü sözü alenen söyleyeni (mücahiri) sevmez. Ancak zulme uğrayan müstesna" şeklindedir."
İkinci Görüş: Bu,
istisna-i munkatîdır. Buna göre âyetin manası, "Allah Teâlâ, kötü sözün
alenen söylenmesini sevmez. Fakat zulme uğrayan kimse, kendisine yapılan zulmü
alenen söyleyebilir" şeklindedir.
[145]
Zulme uğrayan kimse ne yapar? Bu konuda birkaç izah vardır:
1) Katâde ve İbn Abbas şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, başkasının hoşlanmadığı şeylerm yüksek sesle söylenmesini sevmez. Ancak zulme uğrayan kimsenin böyle yapması müstesna... Çünkü o, kendisine zulmeden kimseye yüksek sesle beddua edebilir.
2) Mücahid: "Ancak mazlumun, kendisine zulmedenin zulmünü açıkça söylemesi müstesna..." demiştir.
3) Gizli ve saklı hallerin açıkça söylenmesi caiz değildir. Çünkü bu, insanların gıybete ve şüpheye düşmelerine sebep olabilir. Ama, zalim olan kimse hariç. Binâenaleyh, onun hırsızlık yaptığını, gasbettiğini söylemek suretiyle zulmünü izhar etmek caizdir. Bu, Esamm'ın görüşüdür.
4) Hasan el-Basrî de, "Kendisine zulmedenden intikam alması müstesna..." şeklinde tefsir etmiştir. [146]
Bu âyetin Hz. Ebu Bekir (r.a) hakkında nazil olduğu söylenmiştir. Çünkü bir kimse, O'nu defalarca kınamış, tenkid etmiş; buna rağmen O ise, hep susmuştu... En sonunda, Hz. Ebu Bekir o adama karşılık verince, Hz. Peygamber kalkar. Bunun üzerine, Ebu Bekir: "O, beni tenkid ederken sen oturuyordum Ona karşılık verdiği m deyse, sen kalktın" deyince, Hz. Peygamber şu cevabı verir: "Muhakkak ki bir melek, senin namına ona cevap veriyordu. Sen ona karşılık verdiğin zaman, o melek gitti, onun yerine şeytan geldi... İşte şeytan geldiği zaman, artık ben oturmadım, kalktım." İşte bu hadiseden ötürü bu âyet nazil otdu. [147]
Dahhâk, Zeyd İbn Eşlem ve Said İbn Cübeyr gibi bir grup büyük sahabi, zı harfinin fethasıyia şeklinde okumuşlardır ki bu okuyuşa göre bu ifadenin şu iki izahı yapılabilir:
a) Hak Teâlâ'nın, "Allah, kötü sözün alenen söylenmesini sevmez" buyruğu müstakil bir cümledir. O'nun, "Ancak, zulmeden müstesna..." sözü ise, yukardaki ifadeyle alâkası olmayan bir sözdür. Buna göre kelamın takdiri, "zulmedenler hariç; binâenaleyh onları bırakın, söylesinler" şeklindedir. Ferra ve Zeccac: "Kendisine zulmeden müstesna... Çünkü o, kendine zulmederek ve haddi aşarak alenen kötü söz söylemektedir" demişlerdir.
b) Buradaki istisnanın, istisna-i muttasıl olmasıdır ve takdiri, "Zulmeden kimse müstesna.-. Çünkü onun, kendisinin kötülüğünü açıkça söylemesi caizdir" şeklinde olur.
Sonra Cenâb-ı Hak, "Allah semi ve alimdir" buyurmuştur. Bu, müsaade edilen "alenî kötü söz söyleme" hususunda, sınırı aşmadan sakındırmadın Yani "o kimse Allah'dan korksun, doğru olandan başkasını söylemesin, kimseye iftira etmesin. Çünkü o zaman, Allah'a isyan etmiş olur. Halbuki Allah, onun söylediklerini tamamen duyan ve gönlünde sakladıkları şeyleri hakkıyla bilendir" demektir. [148]
"Eğer bir hayrı açıklar veya onu gizlerseniz, yahut fenalığı affederseniz, şüphe yok ki Allah çok bağışlayladır,, herşeye hakkıyla kadirdir" (Nisa, 149).
Bil ki, sayısı çok olmasına rağmen hayırlar, bilhassa şu iki noktada toplanırı
1) Hakka karşı doğru olmak;
2) Halka karşı güzel ahlâklı olmak...
Halkı karşı olan hayırlar da bilhassa şu iki noktada toplanmıştır:
a) Halka faydalı olmak.
b) Onlardan zararı gidermek... Buna göre âyetteki, "Eğer bir hayrı açıklar veya onu gizlerseniz" (yani açıktan veya gizli olarak yaparsanız) buyruğu halka faydalı olma hususuna; "yahut fenalığı affederseniz" ifadesi de, onlardan zararı giderme hususuna işarettir. Binâenaleyh bütün hayırlar ve iyi işler bu iki ifadenin içine girmektedir. [149]
Sonra Cenâb-ı Hak, lft "Şüphe yok ki Allah çok bağışlayıcıdır, her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili şu izahlar yapılmıştır:
1) İntikam almaya kadir olduğu halde, Allah her iki tarafı da affeder. Binâenaleyh sünnetullaha uymanız (ve sizin de affetmeniz) gerekir. Bu, Hasan el-Baarî'nin görüşüdür.
2) Allah Teâlâ, affeden kimseyi affeder ve ona mükâfaat vermeye kadirdir.
3) Kelbî şöyle der: "Allah Teâlâ, senin günahlarını affetmeye, senin arkadaşını affetmenden daha kadirdir." [150]
"Allah'ı ve peygamberlerini inkâr eden ve Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isteyen, "(Bunlardan) kimine inanırız, ktmini inkâr ederiz" diyen ve böylece (kütür ile İman) arasında bir yol tutmayı murad eden kimseler (yok
mu?) işte onlar gerçek kâfirlerin tâ kendileridir. Biz o kâfirlere hor ve hakir edici bir azab hazırladık"
{Nisa, 150-151).
Bil ki Allah Teâlâ, münafıkların yollarından ve metodlarından bahsedince, sözü yahudi ve hıristiyanların yollarına ve onların biribirleriyle olan muhalefetlerine getirerek, bu surenin sonunda, bu hususlarda birçok şeyden bahsetmiştir.
Onların bâtıl yollarından birincisi, peygamberlerin bir kısmına inanıp, bir kısmına inanmamalarıdır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenler..." buyurmuştur. Çünkü yahudiler, Hz. Musa ile Tevrat'a inanır, Hz. İsa ile İncil'i inkâr ederler. Hristiyanlar ise, Hz. İsa ile İncil'e inanır, Hz. Muhammed ile Kur'an'ı inkâr ederler ve "Allah ile peygamberlerinin arasını ayırmak isterler..." Yani onlar, Allah'a iman ile peygamberlerine imanı biribirinden ayırmak isterler "ve böylece (kütür ile iman) arasında bir yol tutmayı murad ederler.'' Yani, hepsine birden iman ile hepsini birden inkâr arası orta bir yol tutmayı isterler. O yol da, peygamberlerin bir kısmına iman edip, bir kısmını inkâr etmektir.
Sonra Allah
Teâlâ, "İşte onlar gerçek
kâfirlerin taa kendileridir" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç
mesele vardır:
[151]
Âyetin başındaki haberi
hususunda iki görüş vardır:
a) Onun haberi mahzufdur. Sanki, "İşte böyle olanlar, bütün horluk ve hakirliği kendilerinde toplamışlardır" denilmektedir.
b) Onun haberi, "İşte onlar gerçek kâfirlerin taa kendileridir" ifadesidir.
Şu iki sebepten ötürü, birinci ihtimal daha güzel ve yerindedir:
1) Bu, daha beliğdir. Çünkü cevap (haber) hazfedilince, insanın zihnine, (böylesi insanlar hakkında) hertürlü kusur, hortuk ve hakirlik gelir. Ama bu açıkça belirtilmiş olsaydı, zihin o zaman sadece belirtilen kusurla yetinirdi.
2) "İşte onlar gerçek kâfirlerin taa kendileridir1" ifadesi, bir âyet başıdır. Binâenaleyh daha güzel olan, haber ite mübtedanın ayrı âyetlerde bulunmamasıdır.
Onlar iki sebepten
dolayı gerçekten kâfirler idiler:
[152]
1) Bir insanın peygamber olduğunu gösteren delil, ancakmucizedir. Peygamberlik hususunda bir delil olduğu zaman o delil nerede varsa, orada peygamberliğin de olduğuna kesin inanmak gerekir. Eğer biz, bazt yerlerde bir sıdk (peygamberlik iddiasında doğruluk) olmaksızın mucizenin bulunabileceğini söylersek, mucize ile bir peygamberin doğruluğuna İstidlal etmek güçleşir ve o zaman bütün peygamberleri inkâr etmek gerekir. Binâenaleyh peygamberlerden birinin nübüvvetini kabul etmeyen kimsenin, hepsini inkâr etmiş olacağı sabit olmaktadır.
İmdi eğer, "Farzet ki bu, onların bütün peygamberleri inkâr etmiş olmalarını gerektirsin. Fakat bazı ilzamlar, bir insana yöneldiği zaman, bu insanın onu benimsemesi (kabul ediyor olması) gerekmez. Birisinin kâfir olduğunu söylemek başka, küfrü kabul etmek başka birşeydir. Bu insanlar bu küfrü kendileri için iltizam etmedikleri (kabul etmedikleri) zaman, binâenaleyh onların kâfir oldukları nasıl söylenebilir?" denilirse, biz deriz ki: "Birisini küfür ile suçlamak (ilzam etmek), tefekküre ve düşijnmeye ihtiyaç duyulacak kadar gizli olduğu zaman, bu husustaki durum, sizin zikrettiğiniz gibidir. Ama ilzam, açık ve vazıh olunca, ilzam ile iltizam (küfür ile suçlama ve küfrü itiraf).arasında bir fark kalmaz."
2) Peygamberlerden birini kabul, eğer Allah'a tâat ve hükmüne İnkıyad için ise, bütün peygamberleri kabulü gerektirir. Fakat bu, riyaset elde etmek arzusu ile ise, o takdirde bütün peygamberleri inkâr manasına gelir.
Âyetteki ifadesi
hakkında iki izah şekli vardır:
[153]
1) Bu "Zeyd senin gerçekten kardeşindir" sözündeki gibi, mansubtur. Buna göre takdir: "Ben sana bunu gerçek bir haber olarak haber verdim" şeklinde olur.
2) İfâdenin takdiri, "İşte bunlar, gerçekten inkâr etmiş olan kâfirlerin taa kendileridir" şeklindedir. Vahidî bu görüşü tenkid ederek,
"küfür hiçbir surette "hak" (gerçekten) olamaz" demiştir. Buna şöyle cevap verilir: "Buradaki "hak" kelimesi ile, "kâmil, eksiksiz, tam" manası murad edilmiştir. Buna göre bu ifade, "İşte bu kimseler, kâmil, tam, kesin ve gerçekten küfre girmiş olan kâfirlerin taa kendileridir" manasındadır. [154]
Bil ki Hak Teâlâ vaîdinin (tehdidinin) peşinden vaadini zikrederek şöyle buyurmuştur: "Allah'a ve peygamberlerine iman edip, onlardan birini diğerinden ayırmayanlara (gelince), Allah onların mükâfaatını kendilerine verecektir. Allah gafur ve rahimdir"
(Nisa, 152)
Bu âyet hakkında
birkaç mesele vardır:
[155]
Hak Teâlâ burada, tefrik etmek (arasını ayırmak), iki veya daha fazla şey arasında olacağı halde, "onlardan hiçbirinin arasını ayırmayanlar" buyurmuştur. Bunun sebebi şudur: kelimesi hem müfred, hem cemî, hem müennes, hem müzekker olabilen bir lafızdır. Ayrıca şu iki husus da buna delalet etmektedir:
a) Burada, istisnanın yapılabilir olması.
b) Cenâb-ı
Hakk'ın, "Ey peygamber hanımları, siz kadınlardan herhangi biri gibi değilsinizt"{Ahzab.32)
âyeti...Bunu anladığına göre, âyetin takdiri, "Onlardan ikisinin veya
onların arasını ayırmayanlar" şeklinde olur.
[156]
Alimlerimiz, affın bulunduğu ve ihbatın da olmadığı hususunda bu âyete tutunmuşlar ve şöyle demişlerdir:
Allah Teâlâ, Allah ve resullerine iman eden kimselere, ecirlerini vereceğini vaadetmiştir. Bundan anlaşılan ise, Cenâb-ı Hakk'ın o kimselere, imandan ötürü ecirlerini vermiş olduğudur. Aksi halde bu âyet, iman etmeye teşvik etmez, buna elverişli olmazdı. Bu ise, ihbatın olmayacağına, keza affın ve cehenneme sokulduktan sonra oradan çıkarılmaya dair kesinkes hüküm vermeyi gerektirir. [157]
Hafs'ın rivayetine göre, Asım, zamir Allah'a raci olmak üzere, fiili yâ harfiyle, diğerleri ise nûn harfiyle okumuşlardır. Nun ile okumak, şu iki bakımdan daha evlâdır:
a) Bu okuyuş, azamet ifade eder.
b) Böyle okumak, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazırladık..." ifadesine de uygun düşmektedir. [158]
Cenâb-ı Hakk'ın "Allah, onların mükâfa iiı kendilerine verecektir" ifadesinin manası, "Her ne kadar geri bırakılmış ise de, Allah'ın vermesi mutlaka tahakkuk edecektir" şeklindedir. Bundan maksat, vaadi te'kid edip, onun muhakkak olacağını bildirmektir; yoksa onun sonraya kalacağı hususu değildir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah gafur ve rahimdir" buyurmuştur. Bundan murad şudur: Allah'u Teâlâ onlara, mükâfaat vere vaadetmiş, bundan sonra da onlara, günahlarından vazgeçip, onları affederek bağışlayacağını
haber vermiştir. [159]
"Ehl'i kitap, senin, üzerlerine gökten bir kitap indirmeni isterler. Nitekim onlar Musa'dan, daha büyüğünü istemişler ve "Allah'ı açıktan bize göster" demişlerdi. İşte zulümleri yüzünden onları yıldırım çarpmıştı. Bilahare
kendilerine bunca açık âyetler ve deliller geldikten sonra da, buzağıyı (Tanrı) edinmişlerdi. Nihayet biz, bunları atfetmiştik, diz Musa'ya apaçık bir hüccet verdik. Misaka bağlanmaları için: "Tûr"u üzerlerine kaldırmış, onlara: "O kapıdan, hepiniz secdeye kapanır halde girin" demiş, cumartesi günü hakkında da "(Av yaparak) haddi aşmayın (diye) söylemiş, kendilerinden (bu hususlarda) ağır teminat almıştık"
(Nisa, 153-154) [160].
Bil ki, yahudiierin cehaletlerinin ikinci çeşididir. Çünkü onlar şöyle demişlerdi: "Eğer sen, Allah katından gönderilen bir peygamber isen, tıpkı Musa'nın, levhaları getirdiği gibi, sen de bize gökten bir kitap getir..." Onların şöyle talepte bulundukları da rivayet edilmiştir: Onlar Hz. Peygamber (s.a.s)'den, kendilerine, gökten falancaya ve filancaya, kendisinin Allah'ın resulü olduğuna dair bir kitap indirmesini istemişlerdir. Yine, "İnerken, kendisini bizzat görebileceğimiz bir kitap indir" şeklinde talepte bulundukları da rivayet edilmiştir. Onlar bu tür mucizeleri, Hz. Peygamber'! zor durumda bırakmak için istemişlerdir. Çünkü Hz. Peygamber'in mucizeleri daha önce tahakkuk etmiş ve gerçekleşmişti. Binâenaleyh fazlasını istemek, işi yokuşa sürmek manasına gelirdi. [161]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Nitekim onlar Musa'dan daha büyüğünü istemişler..." buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, her ne kadar bu istek Hz. Musa zamanında onların ecdadlarından sâdır olmuşsa da (ki bu talepte bulunanlar yetmiş kişiden meydana gelen temsilciler (nakibler) idiler), bu istekte bulunmayı Hz. Muhammed (s.a.s) zamanında bulunan yahudilere nisbet etmiştir. Çünkü bunlar da onların yolundan gidiyor, onların bu tür isteklerini kabulleniyor ve Hz. Muhammed'i güç durumda bırakma hususunda, onların adeta aynı tutumunu takınıyorlardı.
Bil ki bu âyetten maksat, onların huy edinmiş oldukları, peygamberleri zora sokma, sıkıntıya duçar etme ve hakkı kabul etmeme gibi huylarını ortaya koymaktır. Sanki şöyle denilmek istenmiştir: Hz. Musa'ya gökten bir kitap inince, onlar bu kadarıyla yetinmemiş, aksine Hz. Musa'dan, bizzat o kitabın inişini görmeyi -istemişlerdi. Bu da, onların kendilerine kitap indirilmesini istemelerinin, doğruya ulaşıp hakkı bulmak maksadıyla değil, aksine sırf inadları yüzünden olduğunu gösterir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, Allah'ı açıktan bize göster" demişlerdi. İste zulümleri yüzünden onları yıldırım çarpmıştı" buyurmuştur. Biz bu kıssayı, Bakara suresinde anlatmış, tefsir etmiştik. Mutezilenin bu âyet ile ru'yetin olmayacağı hususunda istidlal etmesine biz yine orada cevap vermiştik. [162]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bilahare kendilerine bunca açık âyetler ve deliller geldikten sonra da, buzağıyı (Tanrı) edinmişlerdi" buyurmuştur. Bunun manası onların alabildiğine cahil olduklarını ve küfürde diretip ısrar ettiklerini beyan etmektir. Çünkü onlar, kendilerine Tevrat indirildikten sonra, Allah'ı açıkça görme talebiyle yetinmemiş, bilakis buna buzağıya tapma cürmünü de katmışlardır ki, işte bu onların, hakkı ve dini talep etmekten son derece uzak olduklarına delalet eder. [163]
O'nun, "Bilahare kendilerine, bunca açık âyetler geldikten sonra..." ifadesindeki ifadesiyle birçok şey kastedilmiştir:
Birincisi: Allah Teâlâ, onlara gösterdiği yıldırımı, beyyinât, yani açık deliller kılmıştır. Çünkü "saika" her ne kadar tek bir şey olsa dahi, o, Allah'ın kudretine, ilmine, kadîm olduğuna, cisim ve arazlara benzemediğine ve nübüvvet konusunda Hz. Musa (a.s)'nın sıdkına delalet etmiştir.
İkincisi: "Sâika"yı indirip böylece onları öldürdükten sonra, onları tekrar diriltmesidir.
Üçüncüsü: Onlar, Hz. Musa'nın, Firavun zamanında ortaya koyduğu mucizeleri müşahede ettikten sonra da buzağıya tapınışlardır. Bu mucizeler, Hz. Musa'nın asası, yed-i beyza, denizin yarılması ve diğer aşikâr mucizelerdir. Buna göre âyetin maksadı şudur: "Ey Muhammed! Onlar senden, kendilerine gökyüzünden bir kitap indirmeni istiyorlar. Bil ki onlar senden bunu sırf bir inad ve karşı koymak olsun diye istemişlerdir. Çünkü Hz. Musa onlara böyle bir kitabı ve diğer ezici ve kahir mucizeleri indirmiş; ama sonra onlar inadlaşarak, O'ndan, Allah'ı açıkça kendilerine göstermesini istemiş, böylece de buzağıya tapmaya yönelmişlerdi. İşte bütün bunlar onların cibilliyetlerinin karşı koyma, inadlaşma ve haktan uzaklaşma şeklinde olduğuna delâlet etmektedir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, 'Biz onların, buzağıya tapmalarından dolayı köklerini kazımayıp, bilakis onları affettik ve Musa 'ya da apaçık bir hüccet verdik" buyurmuştur. Yani, "Hz. Musa'nın kavmi, her ne kadar karşı koymuş ve inadlaşmada ileri gitmişlerse de, biz o Musa'ya yardım ettik ve O'nu kuvvetlendirdik. Böylece Musa'nın işi, nübüvvet davası büyüyüp gelişti, hasmı ise gücünü ve kuvvetini kaybetti" demektir. İşte bu ifadede, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, o kâfirlerin, her ne kadar kendisine karşı inad edip direnseler bile, sonunda O'nun onlara hükümran olup, onları ezeceğine bir dikkat çekme ve işaret etme yoluyla bir müjde vardır, [164]
Sonra Cenâb-ı Hak, onların diğer cahilliklerini ve bâtıl fikirlerindeki ısrarlarını nakletmiştir. Bunların birincisi şudur: Allah Teâlâ, onlardan almış olduğu "ahd" sebebiyle, Tûr'u (dağı) onların üzerine kaldırmıştır. Bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:
a) Onlar, dinden dönmeyeceklerine dair söz vermişlerdi. Sonra da, bu misaklarmdan vazgeçerek dinden dönmeye niyetlenmişlerdi... İşte bunun üzerine Allah Teâlâ, korksunlar da, böylece ahidlerini bozmasınlar diye, onların üzerine dağı yükseltti.
b) Onlar Tevrat'ın hükümlerini kabulden kaçındılar da, onu kabullensinler diye, Cenâb-ı Hak, onların üzerine dağı kaldırdı. Buna göre âyetin manası, "Dini kabul edeceklerine dair söz versinler diye, onların üzerine dağı kaldırdık" şeklinde olur.
c) Onlar, dinden rücû etmeleri halinde, Allah Teâlâ, dilediği herhangi bir azab ile kendilerine azab etmesine dair söz vermişler, ahidde bulunmuşlardı. Binâenaleyh onlar, dinlerini terk etmeye yeltenince, Allah Teâlâ Tûr'u onların üzerine gölgeledi, yükseltti. İşte Cenâb-ı Hakk'ın, "Misaka bağlanmaları İçin, "Tûr"u üzerlerine kaldırdık" buyruğundan maksad budur. [165]
Bunlartn ikincisi, Cenâb-ı Hakk'ın, ,onlara, "o kapıdan, hepiniz secdeye kapanır halde girin" dedik" ifadesidir. Bunun izahı Bakara suresinde geçmişti. [166]
Üçüncüsü ise, O'nun ikû "Cumartesi günü hakkında da, "(Av yaparak) haddi aşmayın" (diye) söylemiş, kendilerinden (bu hususlarda) ağır teminat almıştık" ifadesidir.
Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: [167]
O'nun, "Cumartesigünü hakkında da "(Avyaparak) haddi aşmayın" buyruğu ile alâkalı şu iki izah yapılmıştır:
a) O günde, balık avlamak suretiyle haddi aşmayınız. Vahidî şöyle demektedir: "Ona zulmetti ve haddi aştı" manasında olarak denilir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra onlar da, haddi aşarak Allah'a söverler" (Enam, 108)âyeti de böyledir.
b) "Cumartesi günü sağa sola koşmayın, hareket etmeyin..." Buna göre kelimesi, sıçramak, seyirtmek ve koşmak manasında olan kelimesinden iştikak etmiş olur ki, bundan maksat, onları cumartesi gününde çalışmaktan, iş yapmaktan men etmektir. Buna göre sanki onlara Cenâb-ı Hak, "Bu günde yerinizden kıpırdamayınız, evlerinizde oturup kalınız... Çünkü ben Rezzak'ım..." demek istemiştir. [168]
Nâfi, aynın sükûnu, dal harfinin de şeddesiyle şeklinde okumuş, manasını murad etmiştir. Bu kıraatin delili ise Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun, içinizden cumartesi günü hadditaşanları, muhakkak bil-mişsizdir..." (Bakara, 65) âyetidir. Bu âyette bizzat bu fiilin "ifteale" babı kullanılmıştır. Sonra mahreçleri yakın olduğu ve bir de dal harfinde cehr sıfatı ta harfinden daha fazla olduğu için, ta harfi dal harfine idğam edilmiştir. Nahivcilerin pek çoğu, ikincisi idğam edilip, birincisi de harf-i lîn olmadığı zaman, iki sakin harfi aynı anda bir kelimede kullanmayı hoş karşılanmamışlardır. Mesela ttâ ve ÎjIi (canlı hayvan; genç) kelimeleri gibi... Bu nahivcilere, "kıraatçiler, med, harekeden bedel olur, diyorlar" denilir.
Verş, Nftft'nin ayn harfinin fethası, dal harfinin de şeddesi ile şeklinde okuduğunu rivayet etmiştir. Bu böyledir, zira ta harfi dal harfine idğam edildiğinde, tâ harfinin harekesi ayn harfine verilir. Diğer kıraat imamları ise, aslı üzere, dal harfinin dammesi, ayn'ın da sükunu ile, şeklinde okumuşlardır. [169]
Kaffâl (r.h): "Misak-ı galiz, son derece kuvvetli ahd, misak demektir" demiştir. Bu da Tevrat olduğunu iddia ettikleri kitaplarında açıkça yer almaktadır. [170]
"(Fakat) onların o sağlam sözleri bozmaları, Allah'ın âyetlerini inkâr ederek kâfir olmaları, peygamberleri haksız yere öldürmeleri ve, "kalblerimiz perdelidir" demeleri sebebtyle(dir ki biz kendilerine lanet ettik). Hayır, Allah
onların katbleri üzerine, küfürleri yüzünden mühür basmıştır. Artık onlar, birazı müstesna olmak üzere, İman etmezler. Bir de onların inkâr ile kâfir olmaları, Meryem'in aleyhinde büyük iftira ahp söylemeleri ve "Biz, Allah'ın peygamberi, Meryem oğlu Mesîh İsa'yı öldürdük" demeleri sebebiyledir. Halbuki onlar onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine (öldürülen ve asılan adam, İsa) gibi gösterildi. Hakikaten O'nun hakkında ihtilâfa düşenler de, bu hususta bir şekk İçindedirler. Onların buna ait hiçbir bilgileri yoktur, ancak zanna uymaktadırlar. Onu yakînen öldürmemişlerdir. Bilakis Allah, O'nu, kendisine yükseltmiştir. Allah azız ve hakimdir"(Nlsfl, 155-158).
Bu âyetlerle ilgili birkaç mesele vardır: [171]
O'nun, "(Fakat) onlann o sağlam sözleri bozmaları sebebiyle.." ifadesindeki "bâ" harf-i ceninin mütealtakının ne olduğu hususunda şu iki görüş eleri sürülmüştür.
a) Bunun müteallak, mahzuf olup, takdiri, "Onların, ahidlerini bozmaları, şunu ve yapmaları sebebiyle onlara lanet ettik, onlara gazabta bulunduk" şeklindedir. Müteallakının hazfedilmiş olması, daha manalıdır. Çünkü hazfedilmesi durumunda zihin, hertürlû manayı düşünebilir. Hazfedilen müteallakın bu çeşit kelimeler olduğunun delili ise, "Âyette bahsedilenlerin, zemm sıfatlarından" olmasıdır. Böylece bunlar, lanete ve gazaba delalet etmiş olurlar.
b) Bâ harfinin müteallakı, "Yahudilerden bir zulüm sebebiyle, biz, (evvelce) kendileri için helal kılınmış olan temiz ve güzel şeyleri, üzerlerine haram ettik" (Nisa, 160)âyetidir. Bu, Zeccâc'ın görüşüdür. Zeccâc Cenâb-ı Hakk'ın, "Yahudilerden bir zulüm sebebiyle..." âyetinin, "...bozmaları sebebiyle" (Niaâ, 155) ifadesinden bedel olduğunu iddia etmiştir.
Bil ki, birinci görüş daha münasiptir. Buna şu iki husus da delâlet etmektedir:
a)HakTeâlâ'nm, (Fakat) onlann o sağlam sözleri bozmaları sebebiyle.." buyruğu ile, ioj "Birzulüm sebebiyle.." (n\sa,-\60)tiaüesı, birbirinden çok uzaktır. Binâenaleyh, onları birbirinden bedel kılmak uzak bir ihtimaldir.
b) Zikredilen o suçlar, hakikaten son derece büyüktür. Çünkü onların Allah'ı inkâr edip peygamberleri öldürmeleri ve "kalblerimiz perdelidir" diyerek, mükellefiyeti inkar etmeleri son derece büyük günahlardır. Büyük günahlara, büyük cezaların verilmesi gayet uygun düşer. Halbuki yenilen bazı şeyleri haram kılmak, hafif bir cezadır. Binâenaleyh, bunun o büyük suçlarla alâkalı kılınması, yerinde ve uygun değildir. [172]
Alimler Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğundaki zaid, yani tezyin için olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.Buna göre kelamın takdiri, şeklinde olur. Biz bu meseleyi, O'nun i (AMimran. 159) âyetinin tefsirinde iyice incelemiştik. [173]
Allah Teâlâ bâ
harfini, birkaç şeyin başına getirmiştir:
a) Ahdi bozmak...
b) Allah'ın âyetlerini inkâr etmek. Kİ bundan maksat, onların mucizeleri inkâr etmeleridir... Biz daha önce, "Herhangi bir resulün herhangi bir mucizesini inkâr eden bir kimsenin, bütün peygamberlerin bütün mucizelerini inkâr etmiş olacağını" izah etmiştik. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, o yahudiler hakkında, "Allah'ın âyetlerini (mucizelerini) inkâr ediyorlar" hükmünü vermiştir.
c) Haksız yere (zulmen) peygamberleri Öldürmek... Biz bu hususu da Bakara sûresinde (Âyet, 61) izah etmiştik.
d) Onların, "Bizim kalblerimiz perdelidir" demeleridir... Kaffal bu hususta şu iki açıklamayı yapmıştır:
1) «.Alili kelimesi (çerde, örtü, gılaf) kelimesinin çoğuludur. Kelimenin aslı ise, !âm harfinin harekesiyle dür. Böylece lâm sakin kılınarak, kelimenin telâfuzu kolaylaştırılmıştır. Bu tıpkı tâ ve sin harflerinin sükûnuyla (kitaplar) ve (peygamberler) denilmesi gibidir. Buna göre mana, "Onlar, bizim kalblerimiz gılaflıdır" demişlerdir. Yani, "Bizim kalblerimiz ilim ile dolu olup, binâenaleyh bizim, bizde bulunanın dışındaki ilme ihtiyacımız yoktur" demektir. İşte böylece onlar, bu-sözleriyle peygamberleri yalanlamışlardır.
2) wiit kelimesi, t kelimesinin çoğuludur. Bu kelime de, örtüyle örtülüp kapanmış demektir. Buna göre mana, "Onlar, "Bizim kalblerimiz örtüler içindedir. Binâenaleyh, sizin dediklerinizi anlamaz " demişlerdir" şeklinde olur. Bunun benzeri bir ifade de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Onlar, "Bizi kendisine da'vet edegeldiğin şeyden kalblerimiz örtüler içindedir. Kulaklarımızda bir ağırlık, bizimle senin aranda bir perde vardır" dediler" (Fussiiet, 5) âyetinde naklettiği husustur. [174]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, 'Hayır, Allah onların kaibleri üzerine, küfürleri yüzünden, mühür basmıştır" buyurmuştur.
Eğer biz, geçen âyeti birinci manaya hamledersek, o zaman bu ifadenin manası, "Allah Teâlâ, onların, kalplerinin ilim kapları olduğu iddiasını yalanlamış ve kalblehni mühürleyip tıpaladığını; binâenaleyh, tebliğ ile beyânın tesirinin bu kalblere ulaşmayacağını beyân etmiştir" şeklinde olur. Bu mana, bizim mezhebimize uygun düşer. Ama, geçen âyeti ikinci manaya hamledersek, bu âyetin manası, "Allah Teâlâ onların kaiblerinin örtüler ve kılıflar içinde bulunduğu iddialarının yalan olduğunu beyan etmiştir" şeklinde olur ki, bu da Mutezile nin mezhebine uygun düşmektedir. Ancak ne var ki birinci izah şekli daha uygun ve Cenâb-ı Hakk'ın, "Hayır, Allah onların kaibleri üzerine, küfürleri yüzünden, mühür basmıştır" beyânına da mutabıktır.
Sonra Cenâb-ı Hak, "Artık onlar, birazı müstesna olmak üzere, iman etmezler" yani "onlar, sadece Hz. Musa'ya ve Tevrat'a inanırlar" buyurmuştur. Bu, onların kendi iddia ve zanlarına göre, onlardan verilen bir haberdir. Yoksa herhangi bir peygamberin tek bir mucizesini bile inkâr edenin, hiçbir peygambere iman etmiş olamayacağını daha önce beyân etmiştik. [175]
e) Cenâb-ı Hakk'ın,"Bir de onların inkâr üe kâfir olmaları, Meryem'tn aleyhine büyük iftira atıp söylemeleri (sebebi ile)..." ifadesi... Bil ki onlar, Allah'ın babasız bir çocuk yaratmaya kadir olduğunu inkâr ettikleri için, Meryem'e zina iftirasında bulunmuşlardı. Halbuki Allah'ın, buna kadir olduğunu inkâr eden, kâfir olur. Çünkü bununla şöyle demiş olur: "Her doğan çocuk, hiç yoktan değil, bir babadan meydana gelmiştir." Bu söz ise, âlemin ve zamanın kadîm olduğuna inanmayı ve irade sahibi hür bir Tanrı'ntn varlığına dit uzatmayı gerektirir. Bu yahudiler, hiç şüphe yok ki önce Allah'ın, babasız bir çocuk yaratmaya kadir olduğunu inkâr etmişler, ikinci olarak da Hz. Meryem'e zina fiili nisbet etmişlerdir. Buna göre, Allah'ın, "İnkârları ile kâfir olmaları (sebebi ile)" sözüyle, onların kudret-i ilâhiyi inkârları; "Meryem'in aleyhine büyük iftira atıp söylemeleri..." ifadesiyle de, Hz. Meryem'e zina nisbet edişleri kastedilmiştir. İki şey birbirinden başka olunca, bunarın birbiri üzerine atfedilmesi güzel ve yerinde olmuştur.
Yahudilerin, Hz. Meryem hakkındaki bu iddiaları, büyük bir iftira kabul edilmiştir. Zira Hz. İsa (a.s) doğarken, Hz. Meryem'in her türlü kusur ve günahtan uzak olduğuna delâlet eden birçok keramet ve mucize zuhur etmiştir. Meselâ, "Hurma ağacını kendine doğru silk, üstüne derilip toplanmış taze hurma dökülecektir" (Meryem, 26) âyetinde anlatılan husus ve Hz. İsa (a.s)'nın. henüz annesinden yeni doğmuş bir çocuk iken konuşması gibi... Binâenaleyh bu delillerin her biri, Hz. Meryem'in her türlü şüpheden uzak olduğunu kati olarak gösterir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, yahudilerin O'nun hakkındaki ta'nlarını "büyük bir iftira" olarak ifade etmiştir. Allah, aynı şekilde münafıkların Hz. Aişe (r.anha) hakkındaki ta'nlarını da "Hâşâ, bu, büyük bir iftiradır" (Nur, i6)diyerek, "büyük bir iftira" olarak tavsif etmiştir. İşte bu da, Hz. Aişe (r.anha)'yi ta'n eden Rafızîlerin, Hz. Meryem'e ta'n eden yahudiler gibi olduklarını gösterir. [176]
Hz. İsa'yı Öldürdüklerini İddia Etmeleri
f)
HakTeâlâ'nın ve, "Biz, Allah'ın peygamberi, Meryem oğlu Mesih İsa'yı
öldürdük" demeleri sebebiyledir" ifadesidir. İşte bu da, onların
inkârlarının çok büyük olduğuna delâlet eder. Çünkü onlar, "Biz, bunu
yaptık" demişlerdir. İşte bu söz, onların Hz. İsa'yı öldürmeye istekli
olup, bu hususta çalışıp çabaladıklarına delâlet eder. Hiç şüphe yok ki bu
kadarı bile, büyük bir küfürdür.
Eğer, "Yahudiler, Hz. İsa'ya inanmıyorlar, O'na düşmandırlar. O'nu bile bile öldürmek istemişler ve O'na, "sihirbaz kadının oğlu olan sihirbaz", "zinâkarın oğlu" demişlerdir. Binâenaleyh onlar niçin, "Biz, Allah'ın peygamberi Meryem oğlu Mesih İsa'yı öldürdük" desinler?" denirse, buna iki şekilde cevap veririz:
1) Onlar, bunu istihza yollu söylemişlerdir. Nitekim Firavun, Hz. Musa hakkında "Size gönderilen (bu) peygamberiniz mutlak delidir" ışuara, 27); Kureyş kâfirleri de
Hz. Muhammed (s.a.s) hakkında, "Ey kendisine zikir (Kur'ân) indirilen, hiç şüphesiz ki sen bir delisin" (Hicr, 6) demişlerdir.
2) Allah Teâlâ'nın, Hz. İsa (a.s)'nın şanının, onların söylediklerinden yüce olduğunu belirtmek için, onların sözünü naklederken, kullandıktan kötü ifadeler (vasıflar) yerine, güzel vasıflan koymuş olması caizdir. [177]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Halbuki onlar, onu öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine, (öldürülen ve asılan adam İsa) gibi gösterildi" buyurmuştur. Bil ki Allah Teâlâ, yahudilerin, Hz. İsa'yı öldürdükleri iddialarını nakledince, bu iddialarında yalanlamış ve "Halbuki onlar, O'nu öldürmediler ve asmadılar. Fakat kendilerine, (öldürülen ve asılan adam, İsa) glbt gösterildi" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili iki sual bulunmaktadır:
Birinci SuahJÂyetteki, ili (gibi gösterildi) ifadesinin nâib-i faili nedir? Eğer sen bunun, "Mesîh" olduğunu söylersen, bil ki o, "müşebbeh" (benzetilen) değil, "müşebbehün bin" (kendisine benzetileredir. Yok eğer sen, bunun nâib-i failinin, öldürülen adam olduğunu söyleyecek olursan, bu nasıl olabilir ki, daha önce ondan hiç bahsedilmemiştir?
Buna şu iki şekilde cevap verilir:
1) Bunun nâib-i faili, ^ câr-mecrurudur. Bu tıpkı, "Ona öyle gösterildi"
sözünde olduğu gibidir. Buna göre sanki, "Fakat onlara, bir şüphe geldi" denilmiştir.
2) Bunun nâib-i faili, öldürülen adama râcî olan mahzuf y> zamiridir. Çünkü âyetteki "Onlar onu öldürmediler" buyruğu, bir başkasının öldürüldüğünü göstermektedir. Binâenaleyh öldürülen o başka adam, bu yolla adeta zikredilmiş gibidir. Bu sebeple de onun, ili (gibi gösterildi) fiilinin nâib-i faili olması, güzel ve yerinde olmuş olur. [178]
İkinci Sual: Eğer, "Allah, bir insanın şeklini, bir başkasına verebilir" denilmesi caiz olursa, bu safsata (şüphe ve karışıklık) kapısını açar. Çünkü o zaman, biz Zeydl gördüğümüzde, "Bel ki de o Zeyd değildir. O, kendisine Zeyd'in şekli verilmiş birisidir" denilir. Bu durumda da ne nikâh, ne talâk ve ne de mülkiyet, güvenilir bir şey olmaz. Yine bu mütevatir rivayetin de tenkid edilmesi neticesine götürür. Çünkü tevatür derecesine ulaşan haberler, en sonunda, elle tutulan gözle görülen bir şeye dayanmış olması şartıyla, kesin ilim ifade eder. Binâenaleyh bu tür şüphelerin (yanılmaların), gözle görülen şeylerde ele olabileceğini söylediğimizde, mütevatir habere de tenkid yönelmiş olur ki, bu bütün şeriatı cerhetme kapısını açar. Hiç kimse, "Bu, peygamberlerin zamanına mahsustur" diye, buna cevap veremez. Çünkü o zaman deriz ki, "Eğer bu söylediğiniz şey doğru olsaydı, hem aklî, hem de nakîî delil ile bilinirdi. Binaenaleyh o aklî ve naklî delili bilmeyen herkesin, hissedilen şeylerin (maddî şeylerin) kat'î olduğunu söylememesi ve hiçbir mütevatir habere itimad etmemesi gerekir. Yine hem zamanımızda, mucize kapısı kapanmış ise de, keramet yolları açıkttr." İşte bu durumda, zikredilen ihtimal bütün zamanlar için söz konusu olur. Velhasıl bu kapıyı açmak, mütevatir rivayeti kabul etmemeyi gerektirir. Bu ise, bütün peygamberlerin, peygamberliğini kabul etmemeye yol açar. Binâenaleyh işte bu, usulü (temeli) kabul etmemeye götüren, fer'î bir meseledir. Bundan dolayı kabul edilmez?
Buna şöyle cevap verilir: Bu hususta alimlerin şu gibi değişik izahları vardır:
Birinci İzah: Kelamcılann çoğu şöyle demişlerdir: "Yahudiler, Hz. İsa (a.s)'yı öldürmek istediklerinde, Cenâb-ı Hak, O'nu göğe kaldırdı. Bunun üzerine yahudiierin başkanları, halk arasında bir karışıklık çıkmasından korktular ve bir adamı yakalayıp öldürdüler, sonra da çarmıha gerdiler. Sonra halka O'nun Mesih İsa (a.s) olduğu-imajını verdiler. Halk İsa (a.s)'nın ancak, adını biliyordu. Çünkü O, insanların içine fazla karışmazdı. İşte bu izaha göre, o soru zail olmaktadır. Buna karşı, "Hristiyanlar, atalarından Hz. İsa'yı ölmüş olarak gördüklerini rivayet ettiklerini nakietmişlerdir" de denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: "Hristiyanlara göre tevatür, yalan üzerinde ittifak etme ihtimali de bulunan, az sayıda insandan meydana gelen bir topluluğa dayanır." [179]
İkinci İzah: "Allah Teâlâ, Hz. İsa (a.s)'nın şeklini, başka bir insana vermiştir." Bu izaha göre de değişik açıklamalar yapılmıştır:
a) Yahudiler, Hz. İsa (a.s)'nın, arkadaşları (havarileri) ile birlikte falancanın evinde olduğunu öğrenince, yahudiierin reisi olan Yahûza, avânesinden Taytâyus isminde bir adama, O'nun yanına girip, öldürmek için O'nu o evden çıkarmasını emretmişti. Bu adam, Hz. İsa'nın yanına girince, Cenâb-ı Allah Hz. İsa (a.s)'yı, evin tavanından göğe yükseltmiş ve Taytfiyus'a, Hz. İsa'nın şeklini vermiş. Binâenaleyh yahudiler, onu Hz. İsa zannederek, çarmıha germiş ve öldürmüşlerdir.
b) Yahudiler, Hz. İsa (a.s)'yı takip için bir adam görevlendirdiler. Hz. İsa (a.s) dağa çıktı ve oradan göğe yükseltildi. Hak Teâlâ, o gözetleyici adama Hz. İsa'nın şeklini verdi ve yahudiler onu, "Ben, İsa değilim" dediği halde, öldürdüler.
c) Yahudiler, Hz. İsa'yı yakalamayı kafalarına koymuşlardı. Hz. İsa'nın yanında on havarisi vardı. Hz. İsa (a.s) onlara, "Kim, kendisine benim suretim verilmesi karşılığında, cenneti satın almak ister" dedi. İçlerinden birisi, "Ben..." dedi. İşte bunun üzerine, Allah Teâlâ, ona Hz. İsa (a.s)'nın şeklini verdi. O, evden çıkarılıp öldürüldü. Hz. İsa (a.s) göğe kaldırıldı.
d) Hz. İsa 'nın havarilerinden olduğunu iddia eden bir münafık vardı. Bu münafık, yahudilere gidip Hz. İsa (a.s)'nın yerini onlara haber verdi. Bu adam, yahudilerle birlikte, Hz. İsa'yı yakalamak için içeri girdiklerinde, Altah Teâlâ, Hz. İsa'nın şeklini o adama verdi. Böylece bu adam öldürüldü ve çarmıha gerildi. İşte bütün bunlar, birbirine zıt olan ve birbirini nakzeden açıklamalardır. İşlerin hakikatini en iyi Allah bilir. [180]
Sonra Cenâb-ı Allah, "Hakikaten onun hakkında ihtilafa düşenler de, bu hususta bir şekk içindedirler. Onların buna alt hiçbir bilgileri yoktur, ancak zanna uymaktadırlar" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili İki mesele vardır: [181]
Bil ki Cenâb-ı Hakk'ın, 'Hakikaten onun hakkında ihtilafa düşenlerde..." buyruğunda, bu ihtilafa düşenlerin kimler olduğu hakkında şu iki görüş ileri sürülmüştür:
Birinci Görüş: Bunlar, hristiyanlardır. Bu böyledir, çünkü onların hepsi, yahudilerin Hz. İsa'yı öldürdükleri hususunda ittifak etmişlerdir. Ancak ne var ki hristiyan grupların en büyükleri üçtür: Nestûriyye, Melkâniyye ve Ya'kûbiyye... [182]
Nestûriyye, Hz. İsa'nın, manevi yönden (lâhût) değil, maddî (nâsût) bakımjndan çarmıha gerildiğini iddia etmiştir. Feylesofların ekserisi de, bu görüşe yakın görüşler rivayet ederek şöyle demişlerdir: Çünkü insanın, sadece beden heykelinden ibaret olmayıp, aksine onun bu bedene nisbet edilmiş ya şerefli bir cisim veyahut da onun zatında, mücerred ve ruhanî bir cevher olup, bu bedende faaliyette bulunduğu sabit olmuştur. Binâenaleyh, öldürülme hadisesi sadece bu beden heykeli üzerinde tahakkuk etmiştir. Ama hakikatte Hz. İsa (a.s} demek olan nefs üzerinde ise, öldürülme hadisesi cereyan etmemiştir.
"Her insan böyledir, o halde bunu Hz. İsa'ya tahsis etmenin manası nedir?" de denilemez. Çünkü biz diyoruz ki: O'nun nefsi, kudsî, ulvî, semavî, ilahî nurlarla alabildiğine aydınlanmış ve meleklerin ruhuna iyice yaklaşmıştır. Nefs, her ne zaman böyle olursa O'nun, öldürülme ve bedeninin harab edilmesi sebebiyle, büyük acılar duyması düşünülemez. Çünkü böylesi bir nefs, bedenin zulmetlerinden ayrılıp, göklerin enginliklerine ve celal aleminin nurlarına doğru yöneldiğinde, işte orada onun sevinci ve mutluluğu alabildiğine büyür, muazzam olur. Bütün bu hallerin her insan için tahakkuk etmediği, hatta Hz. Adem'in yaratılışından, Kıyametin zamanına kadar çok az sayıdaki şahıslar için tahakkuk ettiği malum olan bir keyfiyettir. İşte bu halin Hz. İsa'ya tahsis edilmesinin anlamı budur. [183]
"Öldürme ve haça germe işi, onun lâhûtuna ulaşmıştır. Fakat bu, doğrudan doğruya olmayıp ihsas ve şuur (hissetme) suretiyle gerçekleşmiştir" denmiştir. [184]
Ya'kûbiyye ise, "öldürme ve çarmıha germe işi, iki cevherden meydana gelmiş tek bir cevher olan Mesih'te meydana gelmiş, vuku bulmuşlardır" demişlerdir. İşte bu konuda hristiyan mezheplerinin izahı bundan ibarettir ki, Hak Teâlâ'mn, "Hakikaten onun hakkında ihtilafa düşenler de, bu hususta bir şet içindedir" buyruğundan da bu kastedilmiştir. [185]
İkinct Görüş: İhtilafa düşen bu kimseler yahudilerdir. Bu hususta da şu iki izah yapılmıştır:
a) Yahudiler, Hz. İsa'ya benzeyen şahsı öldürünce, bu benzerlik öldürülen şahsın sadece yüzünde tahakkuk etmiş, Hz. İsa'nın bedeninin sureti, öldürülen bu şahsın bedeninde tahakkuk etmemiştir. Onlar bu şahsı öldürüp onun bedenine baktıklarında, "Yüzü, İsa'nın yüzü; ama beden, onun bedeni değil!" dediler.
b) Süddî şöyle demektedir: Yahudiler Hz. İsa'yı, on tane havarisiyle beraber bir evde hapsetmişlerdi... Derken yahudilerden bir adam Hz. İsa'yı çıkarıp öldürmek için içeri girdi... İşte tam o sırada Allah, Hz. İsa'nın suretini, giren bu şahsın üzerine attı. Hz. İsa ise göğe kaldırıldı. Derken onlar o adamı yakalayıp Hz. İsa diye öldürdüler. Daha sonra da, "Eğer bu İsa ise, bizim İçeri giren arkadaşımız nerede? Eğer bu arkadaşımız ise, İsa nerede?" demişlerdir ki, işte onların ihtilafı da bu şekilde cereyan etmiştir. [186]
Kıyası delil olarak kabul etmeyenler, bu âyetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: Kıyas ile amel etmek, zanna
Zikretmiş olmasının delaletiyle, Allah'ın kitabında kınanmıştır, zemmedilmiştir. Baksana, Allah Teâlâ burada, gerek yahudi gerekse hristiyanlan zemmetme sadedinde, bununla, zanna tâbi olmakla vasfederek, "Onların buna ait hiç bir bilgileri yoktur, ancak zanna uymaktadırlar" buyurmuştur. Yine Cenâb-ı Hak, En'âm sûresinde kâfirleri kınarken, "Onlar zandan başka bir şeye uymazlar, onlar ancak yalan söyleyen kimselerdirler" (En'âm. 116) buyurmuştur. Aynı şekilde başka bir âyette de, "Zan ise, muhakkak ki, zan, gerçek karşısmda hiç bir şey ifade etmez" (Necm, 28) buyurmuştur. Bütün bunlar, zanna tâN olmanın kötü ve mezmum bir şey olduğuna delâlet eder.
Biz buna şöyle cevap veririz: Biz, kıyas ite amel etmenin, "zanna ittiba etmek olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü kat'î delil, kıyas ile amel edilebileceğini gösterince kıyastan çıkarılıp elde edilen hüküm zannî değil, malûm ve bilinen bir hüküm olur. Bu kıyas mevzuunu anlatmak çok derin bir mevzu olup, ayrı bir inceleme konusudur[187].
Cenâb-ı Hak daha sonra,"Onu yakinen öldürmemişlerdir. Bilakis Allah, O'nu, kendisine yükseltmiştir" buyurmuştur. Bil ki bu tabir, şu iki manaya muhtemeldir:
a) Yakînî olan, öldürmemedir.
b) Yakînî olan, fiilin tahakkuk etmediğidir. Binâenaleyh, birinci ihtimale göre mana şöyle olur: Allah Teâlâ, onların, O'nu öldürüp öldürmedikleri hususunda şüpheye düştüklerini haber vermiş, daha sonra da Hz. Muharnmed'e, yakînî olanın, onların O'nu öldüremedikleri haberini vermiştir.
İkinci takdire göre ise mana, "onlar, O'nu öldürdükleri hususunda şüphe etmişlerdir" şeklinde olur. Sonra Cenâb-ı Hak bunu, "Onlar öldürdükleri o şahsı, onun Hz. İsa olduğundan emin olmayarak; aksine onu öldürdüklerinde, onun Hz. İsa mı değil mi olduğu hususunda şüpheye düşerek öldürmüş olduklarını" haber vererek te'kid etmiştir. Birinci ihtimal daha uygundur; çünkü Cenâb-ı Hak bu ifadeden sonra, "Bilakis Allah, onu kendisine yükseltmiştir" buyurmuştur ki, böyle bir söz ancak, öldürmeme kesîn ve yakînî bir durum arzettiği zaman doğru olur. [188]
Hak Teâlâ'nın,
"Bilakis Allah, onu, kendisine yükseltmiştir" buyruğuna gelince,
bununla ilgili birkaç mesele vardır:
[189]
Ebû Amr ve Kisâî, lam harfini ra harfine idğam ederek; diğerleri ise idğamsız olarak okumuşlardır. Ebû Amr ile
Kisâî kıraatinin delili, lamın mahrecinin râ harfine yakın olması ve râ'da bulunan tekrir sıfatının, lâmdakinden daha kuvvetli olmasıdır. İşte bundan dolayı, râ harfinin lâm harfine idğamı caiz değildir. Çünkü daha noksan olan, kendisinden daha fazla ve güçlü olana idğam edilemez... Diğerlerinin delili İse, gerek lâm, gerekse râ harfinin ayrı ayrı iki kelimede bulunmasıdır... İşte bu sebeple evlâ olan, idğam etmemektir. [190]
Müşebbihe, Allah Teâlâ'ya bir cihet nisbet etme hususunda O'nun bu, "Bilakis Allah, onu, kendisine yükseltmiştir" âyetini delil getirmişlerdir.
Buna şöyle cevap veririz: "Buradaki yükseltme ile, kendisinde, Allah'ın hükmünün dışındaki hükümlerin peçerli olmadığı bir yere yükseltme murad edilmiştir. Bu Cenâb-t Hakk'ın tıpkı, "Halbuki (bütün) işler ancak Allah'a döndürülür" (Bakara. 210) âyeti gibidir. Yine Cenâb-ı Hak, "Kim evinden, Allah'a ve O'nun peygamberine muhacir olarak çıkıp da..." (Nisa, 100) buyurmuştur. Ki hicret ise, Medine'ye yapılıyordu. Hz. İbrahim de, "Ben, dedi, doğrusu Rabbime gidiciyim" (Saftat. 99)demiştir. [191]
Hz. İsa'nın semaya yükseltildiği bu âyetle sabittir. Bu âyetin bir benzeri de, Allah'ın, Âl-i İmrân süresindeki, "Şüphesiz ki seni öldürecek olan benim, seni kendime yükseltip kaldıracak, seni küfredenlerin içinden tertemiz çıkaracak..." (âmimrân,55)âyetidir. Bil ki Allah Teâlâ, bu izah ettiği şeylerin hemen peşinden, Hz. İsa'ya pekçok belâ ve sıkıntıların ulaştığını, O'nun da Hz. İsa'yı kendisine yükselttiğini zikredince, bu beyân, Hz. İsa'nın kendisine yükseltilmesinin mükâfaat bakımından cennetten ve o cennetteki maddi lezzetlerden daha büyük olduğuna delalet etmiştir. İşte bu âyet sana, manevi mutluluklar bilgisinin kapısını açmaktadır.
Sonra Cenâb-ı Hak,"Allah, aziz ve hakimdir" buyurmuştur. Buradaki izzetten maksat, kudretinin; hikmetten maksat da ilminin kemali ve mükemmelliğidir. İşte böylece Cenâb-ı Hak bu buyruğu ile Hz. İsa'nın dünyadan göklere doğru yükseltilmesinin, her ne kadar bir beşere imkansız gelse dahi, bunun, kendi kudretine ve hikmetine nisbetle imkansız olamayacağına dikkat çekmiştir. Bunun bir benzeri de O'nun, "Kulunu, bir gece Mescid-i Haram'dan Mescid-i Aksa'ya kadar götüren (Zât-ı eceli ve a'lâ) münezzehtir..." (isrâ, 1) âyetidir. Çünkü İsrâ, her nekadar Hz. Muhammed'in kudretine nisbetle imkansız ise de, Hak Subhanehu'nun kudretine nisbetle çok kolay ve basittir. [192]
"Ehl-İ kitaptan hiçbiri hariç olmamak üzere, ölümünden evvel andolsun, O na mutlaka iman edecek, O da kıyamet günü kendileri aleyhine bir şahid olacaktır"{Nisa, 159).
Bil ki Cenâb-ı Hak, yahudilerin rezaletlerini, hal ve hareketlerinin çirkinliğini zikredip, onların Hz. İsa'yı öldürmeyi kafalarına koyduklarını belirtip bu maksatlarını elde edemediklerini; Hz. İsa'nın en büyük mertebe ve makamı elde etmiş olduğunu açıklayınca, Hz. İsa'ya son derece düşman olan o yahudilerden her birinin, ancak O'na iman ettikten sonra dünyadan göçeceklerini beyân ederek, "Ehl-İ kitaptan hiçbiri hariç olmamak üzere, ölümünden evvel, andolsun, Ona mutlaka iman edecek..." buyurmuştur.
Bil ki, bu ifadenin başındaki o\ nefy (olumsuzluk) yani,manasındadtr. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Sizden hiçbiriniz müstesna
olmamak üzere, mutlaka oraya uğrayacaktır" (Meryem, 71) âyeti gibidir. Buna göre kelamın takdiri, "Ehl-i kitaptan herkes.
Ona mutlaka iman eder" şeklinde olur. Sonra biz, yahudilerin ekserisinin, ölürken Hz. İsa'ya iman etmediklerini müşahede ediyoruz.
İşte biz, buna şu İki şekilde cevap verebiliriz:
a) Şehr İbn Havşeb'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Haccac, "Ben bu âyeti okuduğumda, bu âyetten ötürü gönlümde bir şey, (bir istifham) kalmıştı. Çünkü ben, yahudilerin boynunu vuruyor, ama onlardan böyle bir şey duyamıyordum" demişti. Bunun üzerine, ben de, "Yahudiye ölüm gelip çattığında, melekler onun yüzüne ve dübürüne vurarak şöyle derler:' 'Ey Allah'ın düşmanı, Hz. İsa sana peygamber olarak geldi de, sen onu tekzib ettin." Bunun üzerine ölen o yahudi de, "Ben, O'nun Allah'ın kulu olduğuna iman ettim" der. Yine melekler ölmek üzere olan hristiyana, "Hz. İsa, sana peygamber olarak geldi, ama sen onun, "Allah ve Allah'ın oğlu olduğunu iddia ettin" derler. O hristiyan da, "O'nun, Allah'ın kulu olduğuna (şimdi) iman ettim" der. Böylece ehl-i kitap, Hz. İsa'ya iman etmiş olurlar, ama onlara bu imanları fayda vermez" dedim. Bunun üzerine Haccac doğrulup oturdu ve "Bunu kimden naklettin?" deyince, "Bana, bunu Muhammed İbn Ali İbn el-Hanefiyye anlattı" dedim. Haccac da, bir dal ile toprağı çizmeye başlayarak, "Yemin olsun ki sen bunu, saf ve temiz bir kaynaktan almışsın" dedi.
İbn Abbas (r.a)'ın, bu âyeti bu şekilde tefsir ettiği ve İkrime'nin ona şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Eğer ehl-i kitap, damdan düşse veya yansa veyahut da yırtıcı bir hayvan tarafından yenilse de mi, böyle olur?" İbn Abbas (r.a), "O, bunları düşerken, havada iken söyler ve canı çıkmadan ona iman eder" demiştir. Übeyy İbn Ka'b'ın 'Onlardan herbiri, ölümlerinden önce İsa'ya iman edecekler" manasında olmak üzere şeklindeki kıraati de buna delâlet eder. Çünkü "herbiri" kelimesinde de "çoğul" manası vardır.
Keşşaf sahibi de şöyle der: "Allah'ın, ölümden önce ehl-i kitabın Hz. İsa'ya iman edeceklerini haber vermesinde ki mana şudur: "Onlar her ne zaman Hz. İsa'ya mutlaka iman etmeleri gerektiğini bilirlerse, Hz. isa'ya imanlarının kendilerine fayda vereceği bir zamanda O'na iman etmeleri, kendilerine fayda vermeyeceği bir zamanda iman etmelerinden daha evlâdır."
b) Âyetteki,ifadesi "Hz. İsa'nın ölümünden önce" manasındadır. Buna göre bu âyetten murad, "Hz. İsa (ahir zamanda) inerken, mevcut olan bütün ehl-i kitap, mutlaka O'na iman ederler" manasıdır.
Bazt kelamcılar şöyle demişlerdir: "Bu, Hz. İsa'nın gökten yere inmesine manî değildir. Ancak ne var ki O, mükellefiyetler dönemi artık bittiği zaman veyahut da bilinmiyecek bir şekilde iner. Çünkü, mükellefiyetin devam ettiği zaman ve kendisinin Hz. İsa olduğu bilinecek bir şekilde inerse, bir peygamber olarak inmiş olur. Halbuki Hz. Muhammed (s.a.s)'den sonra, başka peygamber yoktur. Yahut O, bir peygamber olarak inmez ki bu, peygamberler hakkında caiz olmayan bir şeydir." İşte böyle bir müşkil bence zayıftır. Çünkü peygamberlerin sonu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, peygamber olarak gönderilmesiyle noktalanmıştır. Dolayısıyla Hz. Muhammed peygamber olarak gönderildiğinde, peygamberlik müessesesi sona ermiş olur. Hz. İsa'nın, dünyaya indikten sonra, Hz. Muhammed (s.a.s)'in dinine tâbi olması uzak bir ihtimal sayılmaz.
Daha sonra Cenâb-ı
Hak, "O da Kıyamet günü kendileri aleyhine birşahid olacaktır"
buyurmuştur. Denildi ki, Hz. İsa(a.s), yahudilerin kendisini yalanlayıp,
kendisine ta'n ettiklerine; hristiyanların ise kendisini Allah'a şirk
koştuklarına şahidlik eder. Aynı şekilde her peygamber, ümmetine karşı şahiddir[193]
"Yahudilerden olan bir zulüm sebebt ile, biz (evvelce) kendileri için helal kılınan temiz ve güzel şeyleri onlara haram ettik ve bir de onların bir çok İnsanı Allah yolundan alıkoymaları, nehyolunduklan halde ribâ (faiz) almaları ve halkın mallarını bâtıl yolla yemeleri sebebi ile (haram kıldık). Onlardan kâfir olanlara, pek acı veren bir azab hazırladık"(Nisa, 160-161).
Bil ki Allah Teâlâ, yahudüerin rezil işlerini ve kâfirlerin çirkin fiillerini açıklayınca, bunun peşisıra, onlara hem dünyada hem ahirette, ne kadar şiddetli davrandığını anlatmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın onlara bu dünyada şiddetli davranması şöyle olmuştur: Mak Teâlâ, daha önce kendilerine helal olan leziz ve helal şeyleri haram kılmıştır. Nitekim O, bir başka âyette, "Biz yahudüere bütün tırnaklı (hayvanları) haram ettik. Sığır ve koyunun iç yağlarını da üzerlerine haram kıldık. Bunların sırtlarına veya bağırsaklarına yapışan, yahud kemiğe kansan yağlar müstesna... Bunu, onlara zulümlerinden dolayı ceza olarak yaptık. Biz elbette sâdıklarız" (En'âm, 146> buyurmuştur. Sonra Cenâb-ı Hak, onlara bu kadar şiddetli davranmasını gerektiren ve adeta bunun sebebi olan hususu beyân etmiştir. Şöyle ki:
Bil ki bütün günahlar, şu iki kısımda toplanır:
a) İnsanlara haksızlık (zulüm) etmek...
b) Hak dinden yüz çevirmek... Cenâb-ı Hak, mahlukata zulmetmeye, "Birçok insanı, Allah yolundan alıkoymaları (sebebi ile)..." ifadesi ile işaret etmiştir. Sonra onlar, bununla beraber, mal kazanmaya son derece hırslıdırlar. Bundan dolayı bazan, kendilerine yasak olduğu halde faiz ile, bazan da rüşvet yoluyla mal elde ederler. Cenâb-ı Hak buna da "Halkın mallarını bâtıl yolla yemeleri sebebi ile..." ifadesi ile işaret etmiştir. Bunun bir benzeri de, "(onlar) alabildiğine yalanı dinleyenlerve haram yiyenlerdir" (mhöb, 42) âyetidir. İşte bu dört şey, Allah'ın onlara hem dünyada hem de ahirette şiddet göstermesine sebep olmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, dünyada şiddetli davranması, daha önce de bahsedildiği gibi, leziz ve helal şeyleri onlara haram kılmasıdır. Âhirette şiddetli davranması ise, ' Onlardan kâfir olanlara, pek acı veren bir azab hazırladık" âyeti ile anlatılan husustur. [194]
Bil ki Allah Teâlâ, kâfirler ile cahil yahudilerin yolunu anlatınca, mü'min yahudilerin yolunu da anlatarak şöyle buyurmuştur:
"Fakat onlardan, ilimde râslh olanlar ve müminler, hem sana İndirilen (Kûr'ân'a), hem senden evvel indirilen (kitaplara) iman ederler. (Onlar), namazı dosdoğru kılanlar, zekatı verenler, Allah'a ve âhiret gününe inananlardır. İşte onlara biz, çok büyük bir ecir vereceğiz"
(Ntsâ, 162).
Bu âyetle ilgili, meseleler bulunmaktadır: [195]
Bil ki burada bahsedilen kimselerden murad, ilimde iyice derinleşmiş ve ilmi kökleşmiş olan Abdullah İbn Selâmfrile onun arkadaşlarıdır. Bunlar gerçekte şu şekilde istidlal eden kimselerdir: Mukallid, şüpheye düşürülmek istendiğinde şüpneye düşer. Ama istidlal ederek birşeye inanan, kesinlikle şüpheye düşürülemez. Binaenaleyh âyette bahsedilen "ilimde râsih olanlar" dan maksad, istidlal edenler; "mö'm/nier... 'den maksat ise istidlal edenlerden iman edenler veyahut da mü'min, muhacir ve ensardtr. Âyette, "Rasİhûn" kelimesi mübteda, "İman edenler" kısmı ise haberdir.
Âyetteki, "namazı dosdoğru kılanlar, zekatı verenler" ifadeleri hakkında şu üç görüş söylenmiştir:
Birinci Görüş: Hz. Osman (r.a) ile Hz. Aişe (r.anha)'nin, "Mushafta, (imla bakımından)bir lahn (hata) vardır Aranlar onu dillerivle düzeltecekler (doğru okuyacaklardır)" dedikleri rivayet edilmiştir. Bil ki bu görüş, son derece uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu mushaf, Resûluliah (s.a.s)'dan tevatür yolu ile nakledilip gelmiştir. Binâenaleyh, onda nasıl bir hata bulunabilir.
İkinci Görüş: Bu görüş Basralılara ait olup, buna göre, ''Namazı dosdoğru kılanlar.." ifadesi, namazın faziletini göstermek için, medh üzere mansubtur. Basralılar şöyle derler: Mesela sen, "Kerîm olan Zeyd'e uğradım" dediğin zaman, buradaki "kerîm" lâfzını Zeyd'in sıfatı olarak mecrûr okursun. Bu lafzı, "kastediyorum" kelimesini, takdir ederek (var sayarak ve onun mef'ûlü olarak) der, mansûb kılarsın. İstersen kerîmdir" takdirinde düşünerek, merfu da okuyabilirsin. Buna göre, meselâ, denilir ki, bunun takdiri,
"bana senin kavmin (akrabaların geldi). Yani, yurtlarında yedirip içirenleri kastediyorum. Onlar, sıkıntılar gelince de yardımcı olanlardır" şeklindedir. İşte âyetin takdiri de, "Yani namazı dosdoğru kılanları kastediyorum. Hem onlar zekatlarını da verirler..." şeklindedir."
Kisâî bunu tenkid eder ve şöyle der: "Herhangi bir ifadeyi medh üzere mansub okumak, ancak söz tamamlandıktan sonra mümkün olur. Halbuki burada söz henüz tamamlanmamıştır. Çünkü âyetteki "Fakat onlardan, ilimde râsîh olanlar.. " ifadesinin haberi henüz gelmemiştir ve1 o ifadenin haberi, İşte onlara biz, çok büyük bir ecir vereceğiz1' kısmıdır."
Kisâî'ye şöyle cevap verilir: Bu ifadenin, "İşte onlara biz, çok büyük bir ecir verceğtz" kısmında tamamlandığını kabul etmiyoruz. Çünkü buradaki haberin "iman ederler..." kısmı olduğunu açıklamıştık. Hem, mübteda (isim) ile haber arasına "medh" sokarak, cümle-i i'tiraziyye yapmak niçin mümkün olmasın ki? Bunun imkânsız oluşunun delili nedir? Binaenaleyh Basralıların bu âyet hakkındaki görüşü itimada şayandır.
Üçüncü Görüş: Bu, Kisâî'nin görüşüdür ve buna göre âyetteki "(mukî-mîn)" kelimesi âyette geçen "Sana indirilen (Kur'ân'a)" ifadesindeki U ism-i mevsûlü üzerine atfedilmiştir. Buna göre mana şöyle olur: "Onlar, hem sana indirilen (Kur'ân'a), hem senden evvel indirilen (kitaplara) ve namazlarını dosdoğru kılanlara iman ederler." Sonra "zekatı verenler.." ifadesi de, (mü'minun) üzerine atfedilmiştir. Namazlarını dosdoğru kılanlardan murad, peygamberlerdir. Çünkü onlardan herbirinin şeriaîtnda namaz mevcuttur. Çünkü Cenâb-ı Hak, Enbiya sûresinde, bazı peygamberleri zikrettikten sonra, "Kendilerine, hayırlı İşler yapmayı ve namaz kılmayı vahyettik..." (Enbiya. 72) buyurmuştur.
"Namazlarım dosdoğru kılanlardan muradın, Cenâb-ı Hakk'ın "saf sof' diye tavsif ettiği melekler olduğu da rivayet edilmiştir. Saf saf otan melekler, Allah'ı tesbîh edenlerdir. Onlar, hiç bıkmadan, gece gündüz Allah'ı teşbih ederler. Binaenaleyh âyetteki, "Hem sana indirilen (Kur'ân'a), hem senden evvel indirilen (kitaplara) inanırlar" ifadesi ile, meleklerin kitaplara iman etmiş oldukları; "namazı dosdoğru kılanlara" (inanırlar)" ifadesi ile de, peygamberlere inandıkları anlatılmıştır.
Dördüncü Görüş: Abdullah İbn Mes'ûd'un mushafında, bu kelime vavlı olarak,"Namazı kılanlar" şeklinde yer almıştır. Bu, aynı zamanda Malik İbn Dinar el-Cühderî ve İsa es-Sakafi'nin de kıraatidir. [196]
Bil kt âlimler üç
kısımdır:
1) Allah'ın sadece hükümlerini bilenler.
2) Allah'ın hem zatını, hem de sıfatlarını bilenler...
3) Hem Allah'ı, hem de O'nun hükümlerini bilenler.. Birinci kısım, Allah'ın hükümlerini, tekliflerini ve kanunlarını bilen alimlerdir. İkinci kısım, Allah'ın zâtı ile O'nun hakkında vacip, caiz ve mümtenî olan sıfatları bilenlerdir. Üçüncü kısım ise, "ilmi ile âmil olanlar" diye anlatılan âlimlerdir ki, alimlerin en büyükleri bunlardır. İşte bu üç kısma, Hz. Peygamber (s.a.s), "Alimlerle otur. Hikmetli kimselere karış ve büyüklerle arkadaş ol" [197] hadisi ile işaret etmiştir.
Bunu iyice kavradığında biz deriz ki: "Allah Teâlâ onları "ilimde kök salan kimseler (rasihûn)" olarak tavsif etmiş ve bunu izah ederek, öncelikle onların, Allah'ın hükümlerini bilip, onlara göre amel ettiklerini beyan etmiştir. Onların, Allah'ın hükümlerini bilmeleri, "(Onlar) hem sana indirilen (Kur'ân'a), hem senden evvel indirilen (kitaplara) iman ederler" ifadesi ile; bildikleri hükümlerle amel etmeleri ise, "namazı dosdoğru kılanlar, zekatı verenlerdir" tabiri ile anlatılmıştır. Allah Teâlâ, en şerefli tâat oldukları için, burada özellikle namazı kılma ve zekatı vermeden bahsetmiştir. Çünkü namaz, bedenî ibadetlerin en şereflisi, zekat da mal ile yapılan ibadetlerin en şereflisidir. Hak Teâlâ onların, Allah'ın hükümlerini bilip, onlarla amel ettiklerini anlattıktan sonra, onların Allah'ı bildiklerini de beyan etmiştir. En kıymetli bilgi, mebde' ve meâd, (ilk yaratılış ve âhiret) bilgisidir. Bundan dolayı mebde' bilgisi âyette, "Allah'a inanırlar" sözü ile, meâd (âhiret) bilgisi de, "ve âhiret gününe İnanırlar" sözü ile anlatılmıştır. Cenâb-ı Hak, bu üç kısmı izah edince, âyette bahsedilenlerin, Allah'ın hükümlerini bilip, onunla amel eden kimseler oldukları ve Allah ile âhireti bilip inandıkları ortaya çıkmış olur. Bu ilim ve bilgiler bulununca da, onların ilimde kök salmış (rasihûn) oldukları anlaşılmış olur. Çünkü insanın kemal ve mertebe bakımından, bundan daha yüksek olması mümkün değildir.Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu kimselerden, "İşte onlara biz, çok büyük bfr ecir vereceğiz" diye bahsetmiştir. [198]
"Nûh'â ve ondan sonraki peygamberlere vahyetttğfmiz ve İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Ya'kub'a, Onun evladlanna, İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a ve Süleyman'a vahyettiğtmtz ve Davud'a Zebur'u verdiğimiz gibi, sana da şüphesiz vahyettik. Öyle peygamberler (gönderdik ki), kıssalarını sana anlattık. Yine öyle peygamberler (yolladık ki), sana onların kıssalarını haber vermedik. Allah Musa'ya da konuştu. (Biz), peygamberleri, müjdeciler ve inzar ediciler olarak (gönderdik). Tâ ki peygamberler (geldikten) sonra, insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri olmasın. Allah aziz ve hakimdir"
(Nisa, 163-165).
Bu âyetle ilgili, birkaç mesele bulunmaktadır: [199]
Bil ki, Allah Teâlâ yahudilerin, Hz. Peygamber (s.a.s)'den,kendilerine gökyüzünden (toptan) bir kitap indirmesini istediklerini nakledip, bundan sonra da onların bunu, yol göstermesini, hidâyet etmesini istedikleri için değil de, inad ve bâtılda ısrar için talep ettiklerini anlatarak, onların birçok rezalet ve çirkin fiillerini de nakledip, söz de bu hususa gelip dayanınca, şu anda o şüpheye cevap vermeye başlayarak:'Musa ve ondan sonraki peygamberlere vahyetilgimiz gfbt.. Sana da şüphesiz vahyettik" buyurmuştur ki, bu ifadenin anlamı şudur: "Sizinle biz: Nuh, İbrahim, İsmail ve bu âyette zikredilenlerin tamamının nübüvveti ile, Allah Teâlâ'nın onlara vahyettiği hususunda ittifak'ettik. Onların, Allah'ın pebîleri ve resulleri olduğunu bilmenin yolu, ancak, onların ellerinden mû'cizeferin meydana gelmesi, zuhur etmesidir. Onlardan her birinin belirli mu'cizeleri vardır. Allah Teâlâ onlardan herbirine, Hz. Musa'ya indirdiği gibi, toptan bir kitap da indirmemiştir. Binaenaleyh, onlara tek bir kerede kitap indirilmemiş olması, onların nübüvvetlerine zarar vermeyip, aksine nübüvvetlerinin isbatı hususunda, ellerinde ve üzerlerinde tek bir çeşit mu'cizenin zuhuru kâfi gelince, biz, böyle bir şüphenin yok olduğunu ve yahudilerin bu mu'cizeyi istemede ısrar etmelerinin bâtıl olduğunu anlamış oluruz. Bu konuda sözün özü şudur; Medlulün isbâtı, delilin sübutuna dayanır. Delil tam olup tahakkuk da edince, başka bir delil istemek, fazlasını istemek olup, bu konuda inad izhar etmek, işi yokuşa sürmek, faydasız münakaşa olur... Halbuki Hak Subhanehü ve Teâlâ, istediğini yapar, dilediği hükmü verir. Binaenaleyh, hiç kimsenin O'na, "Niye şu resule şu mu'cizeyi, ötekine de başka bir mu'cizeyi verdin?" diye itiraz etme hakkı yoktur. Burada zikredilen cevap, Hak Teâlâ'nın, "Biz, dediler, sana kattyyen inanmayız. Ta ki, bizim için su yerden bir pınar akıtasın (...)" De ki: "Fe sübhanetlah! Ben (Allah'ın) resulü btr beşerden başkası mıyım ki?" {Isra, 90-93) âyetlerinde verilmiş olan cevabın aynısı olur. Yani, "Sen peygamberlik iddiasında bulundun. Resulün, mutlaka sıdkına delâlet eden bir mu'cizesinin bulunması gerekir. Ki, bu da tahakkuk etmiştir. Ama, senden istenen her şeyi gerçekleştirmen, peygamberliğin şartlarından değildir." İşte bu, yahudilerin izhar etmiş oldukları şüpheler hususunda itimada şayan bir cevap olup, bu âyetten asıl maksad da işte budur. [200]
Zeccâc, "Vahyetmek, gizlice bildirmek demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, mescidinden kavminin karşısına çıkıp, onlara: "Sabah-ak-şam teşbihte bulunun" diye işaret verdi" (Meryem. 11) buyurmuştur. Yani onlara îma ile işaret etmiştir., ve yine, Allah Teâlâ, "Hani havarilere: "Bana ve resulüme İman edin" diye Ühâm etmiştim..." "Rabb'İn balansına... diye vahyetti (ilham etti)" (Nam. ee);"Musa'nın annesine, "onu emzir..." diye vahyettik" <Kasas,7)bu-yurmuştur. Bu üç âyette geçen vahy kelimesiyle, ilham etmek manası kastedilmiştir" demiştir. [201]
Alimler şöyle demişlerdir: Allah Teâlâ, bu âyette söze, önce Hz. Nuh'tan bahsederek başlamıştır. Çünkü Hz. NÛh, Allah'ın hükümlerini, helâl ve haramlarını kendisi vasıtasıyla ilan ettiği ilk peygamberdir. Daha sonra Hak Teâlâ, "... ondan sonraki peygamberlere.." buyurmuştur. Daha sonra ise, "... meleklerine, peygamberlerine, Cebrail'e, Mİkail'e..." (Bakara, 98) ifadesinde olduğu gibi, daha üstün oldukları için, bazı peygamberleri hassaten zikretmiştir.
Bil ki, bu âyette zikredilen peygamberler, Musa (a.s) hariç, oniki tanedir; Cenâb-ı Hak, Hz. Musa'yı bu peygamberlerle beraber zikretmemiştir. Bunun sebebi şudur: Çünkü yahudiler, şöyle demişlerdir: "Ey Muhammed, eğer sen peygamber (nebi) isen, Musa'nın Tevrat'ı tek bir defada getirmesi gibi, sen de bize semadan tek bir seferde bir kitap getir!" Bunun üzerine Aliahu Teâlâ, onların bu şüphesine şu şekilde cevap vermiştir: Burada zikredilen oniki peygamberin hepsi, nebî ve resuldürler. Ancak ne var ki, onlardan hiçbirine, Tevrat gibi, toptan olarak bir kitap verilmemiştir. Âyette, bu peygamberlerin tâdâd edilmesinden murad bu olunca, Hz. Musa onlarla beraber zikredilmemiştir. Daha sonra Cenâb-t Hak, âyette zikredilen peygamberler bahsini, "ve Davud'a da Zebur'u verdik..." ifadesiyle bitirmiştir. Yani, "Sizler, Zebur'un Allah katından olduğunu tasdik ediyorsunuz. Sonra Zebur, Tevrat'ın Hz. Musa'ya levhalar içinde bir defada indirilmesi gibi, Davud'a levhalar içinde ve bir defada indirilmemiştir" demektir. Böylece bu kitabın, Tevrat'ın indirilmiş olduğu şeklin dışında başka bir biçimde indirilmiş olmasının, o kitabın Allah'ın katından olduğu gerçeğini zedelemeyeceğine delâlet etmiş olur. İşte bu, çok güzel ve güçlü bir İlzamdır. [202]
Dilciler şöyle demektedirler: "Zebur, kitap demektir. O halde her kitap bir zebûrdur. Zebur, "feûl" kalıbında olup, tıpkı "resul", "rekûb" (binmek, binilen); "halûb" {bol sütlü ,sütü bol; sağılan .) kelimeleri gibi, mef'ûl manasındadır. Kelimenin aslı, yazdım manasına gelen (yazdım) kelimesidir. Biz, bu husustaki açıklamaları, "Ve o apaçık mucizeleri, sahifeleri... getirenler. lAuimran, ıs4) âyetinin tefsirinde zikretmiştik. [203]
Hamza. Kur'ân'm her yerinde, zâ harfinin zammesi ile; diğer karaat imamları ise, fethayla şeklinde okumuşlardır. Hamza'nın delili şudur: Zubûr, aslında masdar olup, sonra ism-i mef'ûl manasında kullanılmıştır. Bu, Arapların tıpkı, (emîrin dövdüğü kimse) ve (falancanın dokuduğu şey) sözleri gibidir. Böylece bu "zubûr" kelimesi, isim olmuştur. Sonra da bu kelime, tıpkı kelimesinin (şehid, şahid) şeklinde cemilenmesi gibi, zübur şeklinde cemilenmiştir. Masdar mef'ûl yerine getirilince, kitap kelimesinin şeklinde cemilenmesi, çoğul olması gibi, cemi yapılması caiz olur. Bu manaya göre zobûr kitap, zubur kelimesi de kitaplar manasınadır. Diğer imamların kıraatine gelince bu daha evladır. Çünkü bu daha meşhur olup, bu şekilde kıraat daha fazladır.
Sonra Allahu Teâlâ, "Öy/e peygamberler (gönderdik ki), kıssalarını sana anlattık. Ytne öyle peygamberler (yolladık ki), sana onların kıssalarım haber vermedik" buyurmuştur.
Bil ki, burada geçen "Aİ«j kelimesinin mansub oluşu, "Kıssalarını sana anlattık" ifadesinin tefsir ettiği mahzûf bir fiilden ötürüdür. Buna göre mana şöyledir: "Allahu Teâlâ, Kur'ân-ı Kerim'de, bazı peygamberlerin hallerini anlatmış, çoğu peygamber ise, tafsilatlı bir şekilde anlatılmamıştır."
Allahu Teâlâ sonra, "Allah, Musa'ya da konuştu" buyurmuştur. Bundan murad ise şudur: Allah, bütün nebî ve resulleri göndermiştir... Ve, sadece de, Hz. Musa ile konuşmuştur. Bu şerefin sadece Hz. Musa (a.s)'ya tahsis edilmesinden, diğer peygamberlerin nübüvvetini ta'n etmek gerekmez. Aynı şekilde, sadece Musa (a.s)'ya Tevrat'ın bir defada indirilmiş olması, Allah Teâlâ'nın kendilerine bu şekilde kitap indirmemiş olduğu peygamberlerin ta'n ve tenkîd edilmesini de gerektirmez.
İbrahim ve Yahya İbn Vessâb'ın bu ifadeyi, "Musa, Allah ile
konuştu" şeklinde okudukları rivayet edilmiştir. Bazıları da, ifadesinin anlamı: "Allah, Musa'yı mihnet tırnaklan ve fitne pençeleriyle yaraladı.." şeklindedir" demişlerdir ki, bu tefsir bâtıldır.
Sonra Allah Teâlâ, "(Biz), peygamberleri, müjdeciler ve İnzâr ediciler olarak (gönderdik). Ta ki peygamberler (geldikten) sonra, insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri olmasın. Allah, aziz ve hakimdir" buyurmuştur.
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [204]
Âyetteki kelimesinin mansûb olmasıyla ilgili birkaç izah şekli bulunmaktadır:
1) Keşşaf sahibi, "En uygun olan vecih, onun medh üzere mansub olmasıdır" demiştir.
2) Bu kelime, daha önce geçmiş olan kelimesinden bedel olmak üzere mansûb kılınmıştır..
3) Bu ifâdenin takdiri, "Biz onlara, onları peygamber olarak vahyettik..." şeklinde olabilir. Bu durumda kelime, hâl olmak üzere mansûbtur. Allah, en iyisini bilendir. [205]
Bil ki, bu söz de, yahudilerin şüphesine bir cevaptır. Bu şöyle izah edilir; Peygamber göndermekten maksat, insanları, Allah'a kulluk ite meşgul olmaları mukabilinde müjdeleyip kulluktan yüz çevirmeleri halinde de, onları uyarmaktır. İşte peygamber göndermenin esas maksadı budur. Bumaksat hasıl olunca, gaye kemâle ermiş, amaç tamamlanmış olur. Bu esas maksat, bu matlûb ve gayenin izahını ihtiva eden kitabın indirilmesiyle (inzal) hasıl olur. [206]
Malumdur ki, bu gayenin durumu, o kitabın levhalar üzerinde yazılı olup olmamasıyla, bir defada veyahut da parça parça nazil olmasıyla değişmez. Hatta, "Kitabın parça parça, (müneccemen) indirilmesi, insanların menfaatine daha elverişlidir" denilirse, bu daha evlâdır. Çünkü kitap bir defada indirilirse, mükellefiyetler (bir anda) çoğalmış olur, hep birden mükellefe yöneltilmiş olur ki, bu durumda onu kabul edip yapmak insanlara zor ve ağır gelir. İşte bu sebepten dolayı, Musa (a.s)'nın kavmi, inadda tsrâr etti ve bu mükellefiyetleri kabul etmedi. Ama kitap, peyderpey ve parça parça indirildiği zaman böyle olmaz. Aksine, mükellefiyetler azar azar, kısım kısım iner ve o zaman, topluluk (daha kolay) inkıyâd ve itaat eder. Bu cevabın özü şudur: Peygamberler göndermekten ve kitaplar indirmekten maksat, ı'zâr (özür kapısını kapatmak) ve inzâr etmek, korkutmak, sakındırmaktır. Bu maksat, kitap bir defada indirilse de indirilmese de tahakkuk eder. Binaenaleyh yahudilerin, kitabın bir defada indirilmesini teklif edip istemeleri, yanlış bir tekliftir, Bu, aynı zamanda bu şüpheye verilmiş son derece güzel bir cevaptır.
Sonra Cenâb-ı Hak âyet-i kerimeyi, "Allah, aziz ve hakimdir" sözüyle tamamlamıştır. Bu, "O yahudilerin, peygamberden istedikleri şey, Allah'ın kudreti için çok kolay bir şeydir. Ama siz ey yahudiler, bunu inadınızdan, inâd ederek istediniz. AllahuTeâlâ azizdir... VeO'nun izzeti, işi yokuşa sürenin talebine icabet edilmemesini gerektirir. Aynı şekilde O'nun hikmeti, Allah bunu yapsa bile, onların bu inadlarında devam edecekferini bildiği için, bunu yapmamasını, icabet etmemesini gerektirir. Bu böyledir. Çünkü Allah Teâlâ, Hz. Musa'ya bu şerefi vermiş, buna rağmen kavmi, ona karşı kibir, inâd ve ısrarlarını sürdürmüşlerdir. Allah en iyi bilendir. [207]
Alimlerimiz bu âyeti, Allah Teâlâ'yı bilmenin vacip olmasının, ancak nakil yoluyla sabit olduğu hususuna delil getirmişlerve şöyle demişlerdir: Çünkü Allah Teâlâ'nın, "ta ki, Peygamberler (geldikten) sonra, insanların Allah 'a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri olmasın.." buyruğu, peygamber gönderilmeden önce, tâat ve ibâdetleri terk hususunda, insanların lehine bir hüccet ve bir bahane bulunduğuna delâlet etmektedir. Bunun bir benzeri de, "Biz btr resul göndermedikçe, (hiçbir kimseye ve kavme) azâb edici değiliz" <isra. 15) ve "Eğer biz onları daha evvel azab iie helak etmiş olsaydık, muhakkak diyeceklerdi ki: "Ey Babb'imiz, bize bir peygambergönderseydin de, şu zillete ve rüsvaylığa uğramadan evvel âyetlerine tâbi olsaydık ya!" (Taha, 134) âyetleridir. [208]
Mutezile şöyle der: "Bu âyet, kulun, Rabb'ine karşı bazen hüccet getirdiğine delâlet eder. Ehl-ı sünnetin, "Allah'a
hiçbir surette itiraz edilmez! O, dilediğini, dilediği şekilde yapar..." şeklinde beyan etmiş olduğu görüşü, bir şey
olmayıp, kıymet ifade etmez. Çünkü, "Ta ki, peygamberler (geldikten) sonra, insanların Allah'a karşı ileri sürebilecekleri btr bahaneleri olmasın." ifadesi, peygamberlerden önce, insanların Allah'a karşı bir hüccet ve delillerinin (mazeret kapılarının) olmasını gerektirir ve bu da, ehl-i sünnetin görüşünün yanlışlığını ortaya koyar..."
Buna şöyle cevap verilir: Âyetteki, "Tâ ki, peygamberler (geldikten) sonra, insanların Allah 'a karşı ileri sürebilecekleri bir bahaneleri (hüccetleri) bulunmasın" ifadesinden murad, "Allah'a karşı insanlar için, sizin "kendi aranızdaki hüccete benzeyen bir hüccet ve delil olmasın..." demektir.
Mu'tezile, bir de şöyle demiştir: Bu ayet, aynı zamanda "teklif-i mâla yutâk"ın caiz olmadığına delâlet eder. Çünkü, peygamberler göndermemek, bir mazeret olmaya elverişli ve uygun olunca, kudret ve imkânın olmaması bir mazeret olmaya haydi haydi elverişli olur..." Bunun cevabı, ilim ile muârazadır. Allah en iyi bilendir. [209]
"Lâkin Allah, sana indirdiğine şahidlik eder, onu bilerek indirmiştir. Melekler de şahidlik ederler. Zaten şahid olarak, Allah yeter"
(Nisa. 166). [210]
Bu âyette iki mesele vardır:
Bil ki,kelimesiyle söze başlanmaz. Çünkü o, daha önce geçmiş olan sözle ilgili bir "istidrâk" için olup, (muayyen bir hususu açıklamak için getirilmiştir). Hakkında istidrak yapılan hususla ilgili olarak iki görüş bulunmaktadır:
a) Bütün bu âyetler, "Ehl-i kitap, senin, üzerlerine gökten bir kitap indirmeni isterler.." {Nisa, 153) âyetindeki hususa bir cevaptır. Onların bu sözü, bu Kur'ân'ın, onlara gökten indirilmiş bir kitap olmadığı manasını ihtiva etmektedir. Sanki şöyle denilmiştir: "Onlar her ne kadar Kur'ân-ı Kerim'in Hz. Muharnmed (s.a.s)'e gökten indirilmiş bir kitap olmadığını iddia ediyorlarsa da, Allah Teâlâ, onun, Hz. Muhammed'e semâdan indirilmiş bir kitap olduğuna şehadet eder.."
b) Cenâb-ı Allah, "Sana da şüphesiz vahyettik" buyurunca, yahudiler, "Biz senin için buna şehadet etmiyoruz" dediler. Bunun üzerine de O, "lakin Allah sana indirdiğine şahidlik eder..." âyetini göndermiştir. [211]
Allah'ın bu şahitliği, O'na Kur'ân'ı indirmesi sebebiyle bilinip anlaşılmaktadır. Zira Kur'ân lâfız yönünden fesahatta, şeref yönünden manada öyle bir dereceye ulaşmıştır ki, gerek öncekiler gerek sonrakiler onun benzerini getirmekten âciz kalmışlardır. Böylece bu, bir mucize olmuştur. Mucize izhar etmek ise, (peygamberlik) iddiasında bulunanın sâdık ve doğru sözlü olduğu konusunda bir şehadet olmuş olur. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın şehâdeti ancak, O'nun Kur'ân'ı indirmiş olması vasıtasıyla bilinince, O, "Fakat, Allah sana indirdiği ile şahidlik eder." buyurmuştur. Yani, "Sana indirmiş olduğu bu Kur'ân vasıtasıyla, peygamberlik hususunda senin lehine şehadet eder.." demektir
Daha sonra Cenâb-ı Hak, bunu kendi ilmiyle indirmiştir" buyurmuştur. Bunda iki mesele bulunmaktadır: [212]
Allahu Teâlâ, 'sana indirdiği ile şahidlik eder ki" buyurunca, o bu indirmenin sıfatını beyan etmiştir. Bu da,
Allah'ın onu, tam bir ilim ve bir hikmet-i bâliğa ile indirmiş
olmasıdır. Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın, "O, bunu bilerek (kendi ilmiyle) indirmiştir" sözü, şöyle diyen kimsenin sözü yerine geçmiştir: "Kalemle yazdım, bıçak ile kestim..." Buna göre buradaki "O, bunu kendi ilmiyle indirmiştir" buyruğundan murad, Kur'ân'ı güzelliğin zirvesi ve kemalin de en son derecesiyle vasfetmektir. Bu, fazlın ve İlmin mükemmelliği ile meşhur bir adam hakkında, o bir kitap tasnif edip, onu yazarken de iyiden iyiye incelemede bulunduğu zaman söylenilen, "O bu kitabı ancak, ilminin ve fazlının kemaliyle tasnif edip yazmıştır" sözü gibidir. Yani "O adam, bütün ilimlerini, bu kitabın tasnifinde bir vasıta edinmiştir" demektir. Bu, bu tasnifin son derece asil ve güzellikle vasfedildiğine delalet eder ki, bu âyette de böyledir. Altah en iyi bilendir. [213]
Alimlerimiz şöyle demişlerdir: Bu âyet, Allah Teâlâ'nın bir ilminin olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü bu âyet, ilmi Allah'a izafe ederek, ilmillah demektedir. Eğer Allah'ın ilmi Allah'ın zâtının kendisi olmuş olsaydı, o zaman bir şeyin kendi nefsine izafe edilmiş olması gerekirdi. Bu ise muhaldir. [214]
Sonra Cenâb-ı Hak,"Melekler de şahitlik ederler" buyurmuştur. Hz. Muhammed'in peygamber olduğu, meleklerin de onun lehinde şehadet etmesiyle de bilinir. Çünkü Hz. Muhammed'in elinden mu'cizenin zuhur etmesi, Allahu Teâlâ'nın O'nun nübüvvetine şehadet ettiğine delâlet eder. Allah O'na bu şekilde şehadette bulununca, hiç şüphesiz melekler de aynı şekilde buna şehadette bulunmuş olurlar. Çünkü Kur'ân-ı Kertm'de meleklerin, söz bakımından Allah'ın önüne geçemiyecekleri sabit olmuştur (Enbiya. 37% Buna göre maksat şudur: Sanki şöyle denilmiştir: "Ya Muhammed, eğer o yahudiler seni tekzib ediyorlarsa, sen onların bu hareketine aldırma.. Çünkü bu hususta, seni hem âlemlerin ilahı olan Allah, hem de yedi kat göğün melekleri tasdik ediyorlar. Kendisini hem âlemlerin Rabb'inin, hem de arş, kürsî ve yedi kat göğün tüm meleklerinin tasdik ettiği bir kimse, o en adi insanların -ki bunlar yahudilerdir- tekzîbine iltifat etmez.
Sonra Cenâb-ı Hak, "Hakiki şahid olarak Allah yeter" buyurmuştur ki bu, takdirindedir (yani buradaki bâ harfi zâiddir). Benzeri hususta izah, daha önce geçmişti.
'Gerçekten o inkâr eden ve (insanları) Allah yolundan alıkoyanlar, şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapmışlardır. Gerçekten o inkâr eden ve zulmedenleri Allah asla affedecek değildir ve onlan ancak ebedî kalıcı olduktan cehennemin yolum hidayet eder. Bu, Allah'a pek kolaydır"
(Nisa, 167-169).
Bil ki bu âyette bahsedilen hususlar, daha önce bahsi geçmiş olan yahudilerin sıfatlarından bazılarıdır. Bundan maksad, onların hem Hz. Muhammed(s.a.s)'i, hem de Kur'ân'ı inkâr ettikleri ve başka insanları Allah'ın yolundan alıkoyduklarını ifade etmektir. İnsanları Allah yolundan alıkoymaları da, "Eğer Muhammed bir peygamber olsaydı Tevrat'ın Hz. Musa'ya toptan indirilmiş olması gibi, kitabını (Kuranı) gökten bir defada getirirdi"; "Allah Teâlâ, Tevrat'ta, Hz. Musa'nın şeriatının kıyamete kadar değişmeyeceğini ve neshedilmeyeceğini bildirmiştir" ve "peygamberler, ancak Hz. Harun ve Hz Davud'un soyundan gelir" gibi sözleri ile insanların kalplerine attıkları şüphelerle olmuştur.
Cenâb-ı Hak,"Şüphesiz derin bir sapıklığa batmışlardır" buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü en iteri derecedeki sapık, kendisinin hakkı (doğruyu) bulduğuna inanmış olarak sapıtan kimsedir. Sonra bu insan, sapıklığını mal ve makam elde etme vesilesi yapar ve bütün gayretini, başkalarını da aynı sapıklığa sokmak için harcar. İste şüphesiz bu insan, sapıklığın son sınırına dayanmıştır. Cenâb-ı Allah bundan dolayı, bu gibi kimseler hakkında, "Şüphesiz (onlar), derin bir sapıklığa batmışlardır" buyurmuştur. Allah, onların nasıl sapıtmış olduklarını anlatınca, bunun peşisıra onlara yönelik valdini, "Hz. Muhammed'in peygamberliği ile ilgili (Tevrat'taki haberleri) gizlemek sureti ile Hz. Muhammed'e ve kalplerine şüphe atmak suretiyle cahil halka, "zulmeden ve inkâr eden o insanları Allah asla affedecek değildir" diye beyan etmiştir.
Bil ki biz, eğer âyetteki, "Gerçekten o inkâr eden ve zulmedenler.." ifadesini, daha önce zikri geçmiş olan belirli kimseler manasına hamledersek, buradaki tehdîd için herhangi bir şart takdir etmeye ihtiyaç hissetmeyiz. Çünkü âyetteki tehdid ve valdin, Allah'ın küfür üzere öleceğini bildiği birtakım topluluklarla ilgili olduğunu söylüyoruz. Yok eğer biz bu ifadenin, bütün umumî kâfirler hakkında olduğunu söyler isek, o zaman bu va'îd için, tevbe etmemiş olma şartını takdir ederiz.
Sonra Cenâb-ı Hak, "Onları ancak cehennem yoluna hidayet eder (sevkeder)" buyurmuş ve daha sonra onlar orada ebedîkalıcı olarak" buyurmuştur ki bu, "Allah onları kıyamet günü, cennete değil, aksine cehenneme iletir" demektir."Bu, Allah'a pek kolaydır." Âyetteki "hâlidîn" kelimesi, hal olduğu için mansubtur ve bunun âmili ^J "Onları hidayet edecek değildir" ifadesidir. Çünkü bu, "onları ebedî olarak cezalandıracağım" demektir. Âyetteki "ebeden" kelimesi ise, zarf olduğu için mansub kılınmıştır. "Bu Allah'a pek kolaydır" ifadesi, "O'nun için hiçbir şey imkansız değildir, Binaenaleyh sonsuza kadar o kâfirlere azabları ve elemleri o kâfirlere bir bir vermeye kadirdir. Fakat bu, başkası için imkansızdır. [215]
"Ey insanlar, hiç şüphesiz, Rabb'İnizden size hak ile bir peygamber gelmiştir. O hâlde, kendi hayrınıza olarak (O'na) iman edin. Eğer inkâr edip kâfir olursanız, (biliniz ki) göklerde ve yerde olan herşey Allah'ındır. Allah alim ve hakimdir"
(Nisa, 170).
Bil ki Allah Teâlâ, yahudilerin (ortaya attıkları) şüpheye birçok bakımdan cevap verip, yollarının yanlışlığını açıkladıktan sonra, Hz. Muhammed (s.a.s)'in dinine davet eden, o yahudiler ile diğer insanları da içine alan umûmî bir tarzda hitap buyurarak, "Ey insanlar hiç şüphesiz, Habb'inizden size hak ile bir peygamber gelmiştir" buyurmuştur.
Burada bahsedilen "hak" konusunda iki görüş vardır:
1) "O, hak ile yani Kur'ân ile geldi" demektir. Kur'ân.birmu'cizedir. Binaenaleyh Hz. Peygamber'in Rabb'inden hak ile gelmiş olması gerekir.
2) "O, Allah'a ibâdete ve Allah'dan başkasından yüz çevirmeye davet ile gelmiştir (yani bunu yapmıştır)." Akıl, bunun hak (davet) olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh bu, Hz. Muhammed'in, Rabb'inden hak ile gelmiş olmasını gerektirir.
Sonra Hak Teâlâ, "O halde kendi hayrınıza olarak, (Ona) imân edin" buyurmuştur. Yani, "O halde imân ediniz. Bu imanınız sizin için, içinde bulunduğunuz (küfür) halinden elbette hayırlı olur. Yani, "Kâfirlikten daha güzel bir sondur" demektir. Yok eğer inkâr eder kâfir olursanız, hiç şüphesiz Allah'ın sizin imanlarınıza ihtiyacı yoktur. Çünkü O, göklerin ve yerin mâliki ve halikıdır. Böyle olan bir varlık, hiçbirşeye muhtaç olmaz. Bundan murad, şu mana da olabilir: "Çünkü göklerde ve yerde olan herşey Allah'ındır. Böyle olan zat, eğer inkâr ederseniz, size şiddetli azab indirmeye kadir olur." Yine bu ifadenin, "Eğer siz Allah'ı inkâr ederseniz, bilin ki göklerin ve yerin hükümranlığı O'nundur, emrine ve hükmüne boyun eğen ve ibâdet eden nice kulları vardır" manasında olması da muhtemeldir.
Sonra Allah Teâlâ, "Allah alîm ve hakimdir" buyurmuştur. Yani Altah alîmdir;'mü'min ve kâfir kullarının amellerinden hiçbiri O'na gizli kalmaz; hakimdir; onlardan hiçbirinin amelini boşa çıkarmaz ve mü'min ile kâfiri, günahkâr ile iyi kulu birbirine denk tutmaz. Bu, şu âyette ifade edildiği gibidir: "Yoksa biz, Sman edip de saiih ameller yapanları yeryüzünde fesad çıkaranlar gibi mi sayacağız? Yahut müttakîleri tacirlerle bir mi tutacağız?" (sm. 28). [216]
"Ey ehl-i kitap! Dininiz hususunda haddi aşmayın. Allah'a karşı, ancak hak (doğru) olan şeyi söyleyin. Meryem oğlu Mesih İsa, Allah'ın sadece peygamberi ve kelimesidir. O kelimeyi Meryem'e bırakmıştır. O, Allah taraûndan (gelen) bir ruhtur. Artık Allah'a ve peygamberlerine tman edin ve "Allah üçtür" demeyin. Kendinizin hayrına olarak (bu sözden) vazgeçin. Allah, ancak bir tek tanrıdır. O, çocuğu olmaktan münezzehtir. Göklerde ve yerde olan herşey O'nundur. Hakikî vekil olarak Allah yeter. Ne Mesîh ne de mukarreb melekler, Allah'a ibadet
etmekten asla kaçınmazlar. Kim Ona kulluk etmekten kaçınır ve kibirlenmek isterse, (bilsin kt) Allah onların hepsini huzurunda toplayacaktır. Fakat İman edip salih ameller işleyenlere gelince, Allah onlara hem mükâfaatlannı eksiksiz ödeyecek, hem de fazl-ı ilahisinden (hakettiklerinin) fazlasını verecektir. Ama büyüklenerek ibadetten kaçınan o kimseleri, pek acıklı bir azaba uğratacak, onlar Allah'tan başka, kendileri için ne bir dost ne bir yardımcı bulamayacakla rdır"
(Nisa, 171-173).
Bil ki Allah Teâlâ, yahudilerin şüphelerini cevaplayınca, bundan sonra bu âyette, hristiyanlarla konuşmuştur. Buna göre kelamın takdiri şöyledir: "Ey hristiyanlardan olan ehl-i kitap! Dininizde haddi aşmayın; yani, Mesih'e tazimde ileri gitmeyin!" Bu böyledir, çünkü Cenâb-ı Allah yahudilerin, Mesih'i ta'n etme hususunda ileri gittiklerini nakletmişti. İşte hristiyanlar da, O'na ta'zim ve saygı hususunda ileri gidiyorlar. Her iki tarafın maksatları da kınanmış ve mezmumdur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, hristiyanlara, "dininiz hususunda haddi aşmayın" demiştir.
O'nun, "Allah'a karşı ancak hak (doğru) olan şeyi söyleyin' buyruğu ise, "Allah'ı, insanın bedenine veya ruhuna girip, onlarla birleşmekle vasfetmeyin ve O'nu böyle durumlardan tenzih ediniz" demektir. Allah Teâlâ hristiyanları aşırı gitmekten men edince, onları hak yola iletmek istemiştir ki, bu da, Meryem'in oğlu İsa Mesih'in, Allah'ın resulü ve O'nun kulu olduğu hakikatidir. [217]
Cenâb-ı Hakk'ın, O'nun kelimesidir. O kelimeyi, Meryem 'e bırakmıştır. O, Allah tarafndan (gelen) bir ruhtur'' ifadesine gelince, bil ki biz, bü âyette,ifadesini, O'nun "Ey Meryem, Allah, kendinden bir kelimeyi sana müjdeliyor. Adı İsa, (lakabı) Mesîh..." (Aı-i imran, 45) âyetini tefsir ederken açıklamıştık. Bu ifadenin manası, "Hz. Isa, vasıtasız ve nutfe bulunmadan, Allah'ın emri ve kelimesi ile vücud bulmuştur" demektir. Bu Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Gerçekten Allah katında İsa'nın durumu Adem'in haligibtdir. Allah Onu (Adem'i) topraktan yarattı. Sonra Ona, "ol" dedi, O da oluverdi" (Ah İmran, 59) âyetinde bahsettiği husus gibidir. [218]
O'nun, "O, Aüah taraflndan (gelen) bir ruhtur" buyruğuna gelince, bu hususta da şu izahlar yapılmıştır:
a) Bir şeyi, son derece temiz ve nezih olmakta vasfettikleri zaman, insanların adeti, "O, bir ruhtur" demek şeklinde cereyan etmektedir. Binâenaleyh Hz. İsa, babanın nutfesinden tekevvün etmeyip, Cebrail (a.s)'in üflemesinden meydana gelince, haliyle O, "Ruh" olarak vasfedilmiştir.
"Allah tarafından"sözünden maksat ise, ona bir şeref ve üstünlük kazandırmaktır. Bu tıpkı, "Bu, Allah tarafından gönderilen bir nimettir" denilmesi gibidir ki, bundan maksat da, o nimetin tam ve kusursuz .şerefli olduğunu beyan etmektir.
b) Hz. İsa, dinî hayatları bakımından, insanların hayat bulmalarının sebebidir. Böyle olan herkes, "Ruh" diye vasfedilir. Nitekim Cenâb-ı Hak'da Kur'ân'ı tavsif ederken'İşte biz, sana da böylece emrimizden bir ruh bahşettik" (Şürâ, 52) buyurmuştur.
c) "O, Allah tarafından (gelen) bir ruhtur" ifadesinin manası, "O, O'ndan bir rahmettir" demektir. Hak Teâlâ'nıp, "bunları kendinden bir ruh ile desteklemiştir" (Mücadiie, 22) âyetinin tefsirinde; burada geçen "ruh" kelimesi de, "Alto/ı'ton olan bir rahmet" şeklinde açıklanmıştı. Hz. Peygamber (s.a.s) de,"Ben, ancak (âlemlere) hediye edilmiş bir rahmetim" [219]buyurmuştur. Hz. İsa da, dinleri ve dünyaları hususunda faydalarına olan şeylere iletip götürmesi cihetiyle, Allah tarafından insanlara gönderilmiş bir rahmet olunca, gayet tabiî olarak, "O'ndan bir ruh" olarak isimlendirilmiştir.
d) Arapça'da "ruh" kelimesi, üftemek manasına gelir. Çünkü ruh ile rîh (rüzgâr), birbirlerine yakın olan iki kelimedir. Buna göre "ruh", Hz. Cebrail'in üflemesinden ibaret olup, (o'ndan) sözü de, "Cebraîİ tarafından yapılan bu üflemenin, Allah'ın emri ve müsaadesiyle olduğunu gösterir. Binâenaleyh, bu üfleme sanki, Allah'tan olmuş olur" demektir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Biz bundan dolayı ona ruhumuzdan üfledik" (Tahrim. 13 âyeti gibidir.
e) Ruh kelimesi, tenvinli (nekire) olup buradaki tenvin ta'zim ifade eder. Buna göre mana, "Kudsî, yüce ve şerefli ruhlardan bir ruh" şeklinde olur. O'nun il* sözü ise, onu teşrif ve tazîm için, o ruhu kendisine izafe etmeyi ifade etmektedir. [220]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, Artık Allah'a ve peygamberlerine iman edin" buyurmuştur ki bu, "İsa, Allah'ın peygamberlerinden birisidir. Binâenaleyh, diğer peygamberleri tasdik edip onlara İman ettiğiniz gibi, O'na da iman edin; O'nu tannlaştırmayın" demektir.
Sonra Allah Teâlâ, ve, "Allah üçtür" demeyin. Kendinizin hayrına olarak (bu sözden) vazgeçin" buyurmuştur.
Bu ifadeyle ilgili de, iki mesele vardır: [221]
Bu ifadenin manası, "Allah (c.c), cevheriyle tek, asılları itibariyle (ekânîm) de üçtür, demeyiniz" şeklindedir.
Bil ki, hristiyanların bu husustaki tutum ve görüşleri, cidden meçhul ve kapalıdır. Bundan anlaşılan şudur: Onlar, üç sıfatla tavsif edilmiş bir zatın varlığını kabul ediyorlar. Ancak ne var ki onlar, bu üç şeye "sıfat" deseler bile, bunlar hakikatte birer zâttırlar. Bunun delili şudur: Onlar bu sıfatların bizatihi, hem İsa hem de Meryem ile birleşmesini (onlara hulul etmesini) tecviz ediyorlar. Eğer bu, bu manaya gelmeseydi, onlar bu sıfatların başka bir varlığa hulul etmesini ve başka bir seferde de o varlıktan ayrılmasını caiz görmezlerdi. Binâenaleyh, onlar her ne kadar bunları sıfat diye adlandırsalar bile, ancak ne var ki onlar gerçekte, bizatihî kendi kendine kaim olan müteaddid zâtlar kabul etmişlerdir ki, bu katıksız bir küfürdür. İşte bu manadan dolayı Cenâb-ı Hak, "ve, "Allah üçtür" demeyin... Vazgeçin" buyurmuştur. Ama biz "üç" lafzını, "onlar üç sıfat kabul ediyorlar" manasına alırsak, bunun kabul edilmemesi mümkün değildir. Biz nasıl böyle demiyelim ki! Zira biz, "O kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan, Melik, Kuddûs, Selâm, Alîm, Hayy, Kadîr, Murîd vd. olan bir Allah'dır" diyor, bu lafızların herbirinden ayrı ayrı manalar anlıyoruz. "Sıfatların teaddüdü"nün bundan başka bir manası yoktur. Binâenaleyh, sıfatların teaddüd ettiğini söylemek bir küfür olsaydı, o zaman bütün Kur'ân'ın reddi ile, aklın da reddedilmesi gerekirdi. Çünkü Allah'u Teâlâ'nm "âlim olmasından anlaşılan mananın, O'nun kadir veya hayy olmasından anlaşılan manadan başka olduğunu zarurî olarak biliyoruz. [222]
O'nun (üçtür) ifadesi, mahzuf bir mübtedânın haberidir. Sonra alimler, bu mübtedânın ne olduğu hususunda, şu şekilde ihtilafa düşmüşlerdir:
1) Bu, bizim zikrettiğimiz husustur ki, Asıllar (ekânîm) üçtür", demeyiniz" şeklindedir.
2) Zeccâc şöyle demektedir: "İlahlarımız üçtür" demeyiniz. Bu böyledir, çünkü
Kur'ân-ı Kerim, hristiyanların, "Allah, Mesîh ve Meryem üç ilahtırlar" dediklerine delâlet etmektedir.[223] Bunun delili ise, "Allah: "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara "Allah'ı bırakıp da bent ve anamı iki tanrı edininiz" diyen sen misin?" (Mâide, ne> âyetidir.
3) Ferrâ, "Onlar üçtür, demeyiniz" demiştir. Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "üçdür", diyecekler" (Kehf,22)sözü gibidir. Bu böyledir, çünkü Hz. İsa ve Meryem'in, bu ibarede, Allah ile beraber zikredilmesi, o ikisinin de iki ilah olduğu zannını uyandırır. Özet olarak diyebiliriz ki dünyada, hristiyanların mezhebi kadar, akıldan daha uzak ve daha bozuk başka bir mezhep görmemekteyiz.
Sonra Cenâb-ı Hak, "Kendinizin hayrına olarak, (bu sözden) vazgeçin" buyurmuştur. Biz, bu ifadedeki kelimesinin niçin mansub kılınmış olduğunu "o halde, kendi hayrınıza olarak (O'na) İman edin" (Nisa, 170) âyetinin tefsirinde anlatmıştık. [224]
Daha sonra Allah Teâlâ "tevhîd" i, "Allah, ancak bir tek tanrıdır" buyruğu ile te'kîd etmiş, sonra kendisini, çocuğu olmak keyfiyetinden de, "O, herhangi bir çocuğu bulunmaktan münezzehtir" diyerek tenzih etmiştir. Biz, Allah Teâlâ'nın, bir çocuk edinmekten münezzeh olduğunun delillerini hem Âl-i İmran, hem de Meryem sûrelerinde iyice anlatmış ve izah etmiştik.
Hasan ei-Basrî, hemzenin kesresi, nûnun da ref'i ile şeklinde okumuştur ki, manası, "O'nu, çocuğu olmaktan tenzih ederiz" demektir. Bu takdire göre söz, iki cümleden meydana gelmiş olur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Göklerde ve yerde olan her şey O'nundur" buyurmuştur. Bil ki Allah (c.c), kendisini, çocuğu olmaktan tenzih ettiği her yerde, kendisinin, göklerde ve yerde bulunan şeylerin Melik'i ve Mâlik'i olduğundan bahsetmiştir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, Meryem sûresinde de, "Göklerde ve yerde olan herkes, müstesna olmamak üzere, o Rahmana (Allah'a) mutlaka kul olarak gelecektir" {Meryem, 93) buyurmuştur ki, buna göre bu ifadenin manası, "Göklerin ve yerin ve bu ikisinde bulunan şeylerin mâliki olan bir kimse,
64) Hristiyan mezheplerinden bazıları, tarihte Hz. Meryem'i açıkça tannlaştırmışlardır. Katoliklik ise ona verdiği sıfatlarla, Kur'ân nazarında Meryem'i tanrılaştınrlar ("Tanrının annesi" sıfatı, ona dua edip yalvarmaları, onun göğe yükselip hayana olduğunu kabullenmeleri gibi sıfatlar bunu gösterir). Fakat Meryem'in tanrılaştırılması başka, onun tesitsin üç unsurundan biri sayılması daha başka bir şeydir. Kur'ân'ın, Meryem'i testisin bir unsuru saydığı kesinlikle varid değildir. Mâide, 116 âyeti buna delâlet etmez (Bu hususta geniş bilgi için bkz.S.Yıldırım, Kur'ân'da Ufûhİyyet, ist., 1987, S.350-353).
İsa ve Meryem'in de mâlikidir. Çünkü, İsa ile Meryem de, göklerde ve yerde bulunanlar cümlestndendir. İsa ve Meryem, gerek zât ve gerekse sıfatlan bakımından, kendileri dışında kalanlardan daha büyük değillerdir. Binâenaleyh O, İsa ve Meryem'den daha büyük olanların Mâliki olunca, İsa ve Meryem'in de haydi haydi mâliki olur. İsa ve Meryem, O'nun mülkü, memlûkü olunca, daha nasıl İsa ve Meryem'in Allah'ın oğlu ve zevcesi oldukları düşünülebilir?" şeklindedir. [225]
Sonra Cenâb-ı Allah,"Hakikî vekü olarak Allah yeter" buyurmuştur. Bunun manası, "Allah Teâlâ, mahlûkatın işlerini deruhte ve sonradan meydana gelmiş varlıkları muhafaza etme hususunda kâfî ve yeterlidir. Binâenaleyh, O'nun yanında başka bir ilahın bulunduğunu söylemeye ihtiyaç ve gerek yoktur" demektir. İşte bu ifade, kelamcıların, "Hak Teâlâ, bütün malûmatı bildiğine ve bütün makdûrata kadir olduğuna göre, O, ilâh olmak bakımından yeter... Biz, O'nunla beraber başka bir ilahın bulunduğunu kabul edersek, bu (ikinci) ilâh, kendisinde hiçbir fonksiyonun bulunmadığı muattal bir ilâh olmuş olur ki, böyle olmak bir noksanlıktır. Nakıs ve eksik olan ise ilâh olamaz?" şeklindeki sözlerine bir işaret olmuş olur. [226]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ne Mesüı ne de mukarreb melekler, Allah'a ibadet etmekten asla kaçınmazlar" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili olarak birkaç mesele vardır: [227]
Zeccâc, tabiri, (büyüklenmeyecek,burun kıvırmayacak..) anlamına gelir. Arapça'da bu, parma-İstinkâfğınla yanağındaki göz yaşını silip kuruttuğun vakit söylemiş olduğun tabirine dayanmaktadır. Buna göre, lafzının manası, "Asla kederlenmeyecek, asla imtina edip kaçınmayacak..." şeklindedir" demiştir.
Ezherî ise şöyle demektedir: "Münzlri'nin şöyle dediğini duydum: Ebu'j-Abbas'a, "istin-kâfin ne demek olduğu sorulduğunda, onun şöyle dediğini duydum: Bu,(ennekefu) kelimesinden gelmektedir. Nitekim, "Bu hususta, ona bir sorumluluk ve mesûliyyet terettüp etmez" denilir. Buna göre kelimesi, bir kimseye kötü bir sözün söylenmesi;kelimesi de, o kimsenin o kötü sözü, kendisinden def etmesi, savması, onu kabul etmemesi, anlamlarına gelir. [228]
Rivayet olunduğuna göre Necrân'dan gelen heyet Allah'ın Resulüne şöyle demiştir: "Niçin bizim arkadaşımızı... ayıp" Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Arkadaşınız kimdir?" deyince, onlar, "İsa'dır" dediler. Hz. Peygamber,
"Ne dedim kî?" deyince de, onlar "Sen O'nun Allah'ın kulu ve elçisi olduğunu söylüyorsun" dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "O'nun, Allah'ın kulu olması, Wrar ve noksanlık değildir" deyince, işte o zaman bu âyet-i kerime nazil oldu. Ben de diyorum ki: Cenâb-ı Hak, Hz. İsa (a.s)'nın Allah'ın kulu olduğuna kesin delil getirip, onun Allah'ın oğlu olması caiz olmayınca, işte bundan sonra Cenâb-ı Hak, onların şüphelerini hem nakletmeye, hem de bu şüpheleri cevaplamaya işaret etmiştir. Bu böyledir, çünkü onların, Hz. İsa'nın Allah'ın oğlu olduğunu isbat hususunda ileri sürdükleri delilleri onun gaybden haber vermiş olması, ölüleri diriltmesi, hastaları iyileştirmesi gibi harikulade şeyler yapmış olmasıdır. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki: "Mesîh, bu kadar ilim ve bu kadar kudret ile, Allah'ın kulu olmaktan katiyyetle istinkâf edip kaçınmaz. Çünkü mukarreb melekler, gerek gaybî bilme ve gerekse kudret bakımından, İsa'dan daha üstündürler. Çünkü onlar, Levh-i Mahfuz'a muttalidirler. Ve yine onlardan sekiz tanesi, o muazzam büyüklükteki arşı taşımaktadırlar. Sonra melekler, gerek ilimleri, gerekse kudretleri bakımından bu kadar mükemmel olmalarına rağmen, kesinlikle Allah'a kulluktan kaçınmamış, istinkâf etmemişlerdir. Binâenaleyh, daha nasıl olur da Mesîh, bu kadar az ilmi ve kudretiyle, Allah'a kulluk arzetmekten istinkâf edebilir?" demek istemiştir. Âyeti, bizim zikrettiğimiz bu hususa hamlettiğimiz zaman, işte bu âyetler, birbirleriyle son derece mükemmel bir tenasüb, bir uyum ve bir benzerlik içinde bulunurlar. Binâenaleyh, âyeti bu manaya hamletmek daha uygun olur. [229]
Mu'tezile bu âyetle, meleğin beşerden daha üstün olduğu hususunda istidlalde bulunmuştur. Biz, onların bu âyetle istidlalde bulunmalarını, Cenâb-ı Hakk'ın "Hani meleklere:
"Ademe secde edin" demiştik..." (Bakara, 34)âyetinin tefsirinde zikretmiş ve onların bu istidlallerine pekçok yönden cevap vermiştik. Biz, burada da şunu diyoruz: Biz, meleklerin, beşerden daha fazla gayba muttali oldukları hususu ile, meleklerin, bu âlemde tasarrufta bulunma kudretlerinin beşerinkinden daha fazla olduğunu kabul ediyoruz... Hem nasıl böyle olmasın ki? Çünkü Cebrail'in, Lût Kavmi'nin şehirlerini tek bir kanadının tek bir tüyü ile kökünden söküp attığı söylenmektedir.
Bizim tartışmamız ancak, meleklerin taatlerinin mükâfaatının mı, beşerin faallerinin sevabının mı daha çok olacağı hususundadır. Bu âyet ise, kesinlikle buna delâlet etmemektedir. Çünkü hristiyanlar, gaybden haber verip harikulade şeyleri yapmış olması sebebiyle Hz. İsa'nın uluhiyyetini isbata kalkışmışlardır. Binâenaleyh, bu âyette, bu şüpheyi iptal etmek için meleklerin zikredilmiş olması, meleklerin, ancak gerek ilim gerekse kudret bakımından beşerden daha üstün olmaları halinde doğru olur. Biz de, bunun böylelolduğunu|söylüyoruz. Ama, bu âyetten maksadın, taatlere verilecek mükâfaatın çokluğu bakımından meleklerin Mesih'ten üstün olduğu manasının kasdolunduğunun söylenmesine gelince, bu, burayla bir münasebet arzetmeyip, buraya uygun düşmez. Böylece bu istidlalin ancak, insanlar niza ve tartışmaktan uzaklaşamadıkları için, zihinlerde kuvvet kazanmış olduğu ortaya çıkmış olur. Allah en iyi bilendir. [230]
Âyetle ilgili bir soru vardır ki, o da şudur: Bu âyette geçen "melekler" sözü, Mesih sözüne atfedil mistir. Buna göre âyetin takdiri öâyetin takdiri, "Allah'ın kulları olmaları hususunda, mukerreb melekler de..." şeklinde olur. Bu ise caiz değildir.
Buna, şu iki şekilde cevap verilir:
a) Bundan murad, "Mukarreb meleklerden hiçbirisi de..." şeklindedir.
b) Bu ifadeden maksadın, "Kul olmaktan mukarreb melekler de istinkâf etmezler" şeklinde olmasıdır. Böylece îcâz üslubuyla ve de, "Allah'ın kulu..."ifadesi de delâlet ettiği için (Allah'ın kullan olmaktan) sözü hazfedil-m iştir. [231]
Ali İbn Ebî Tâlib (r.a), ism-i tasgir sîgasıyla, şeklinde okumuştur. [232]
Hak Teâtâ'nın, "Mukarreb melekler de.." ifadesi, meleklerin tabakalarının, derece ve fazilet bakımından birbirinden farklı olduğuna delâlet eder. Buna göre meleklerin en büyükleri, meselâ Cebrail, Mîkaîl, İsrafil, Azrail ve Hamele-i Arş'tır. Biz, bunların tabakalarını, Bakara sûresinde, Hak Teâlâ'nın (Bakara. 30) âyetinin tefsirinde açıklamıştık.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Kim O'na kulluk etmekten kaçınır ve kibirlenmek isterse, (bilsin ki) Allah, onların hepsini huzurunda toplayacaktır" buyurmuştur. Bu, "Kim Allah'a ibadet etmekten istinkâf edip, bu hususta tekebbür ederse, bilsin ki Allah onları kendi huzurunda hasredecektir", yani "Allah, Kıyamet gününde onları, kendileri için hiçbir şey yapamaz bir vaziyette huzurunda toplayacaktır" demektir.
Bil ki Allah-u Teâlâ, o istinkâf edip büyüklenenleri hasredeceğini söyleyip, ama onlara ne yapacağını söylemeyerek, aksine ilk önce itaatkâr mü'minlerin mükâfaatın-
dan bahsedip, 'Fakat iman edip sâlih ameller işleyenlere gelince, Allah onlara hem mükâfaatlarmı eksiksiz ödeyecek, hem de fazl-ı ilahisinden (hak ettiklerinin) fazlasını verecektir" buyurmuş, sonunda da istinkâf edip tekebbür edenlerin cezasına yer vermiş ve,
"Ama büyüklenerek ibadetten kaçman o kimseleri, pek acıklı bir azaba uğratacak, onlar Allah'tan başka, kendileri için ne himaye eden bir dost, ne de bir yardımcı bulamayacaklardır" buyurmuştur. Bu ifadenin manası açık otup, hiçbir zorluk yoktur.
Cenâb-ı Hak, mü'minlerin mükâfaatını, istinkâf edip büyüklenenlerin cezasından önce zikretmiştir. Çünkü onlar, önce Allah'a itaat edenlerin mükâfaatını görüp, bundan sonra da, kendilerinin ikab ve cezalarını görünce, bu oniar için son derece şiddetti bir act ve hasret sebebi olmuştur. [233]
"Ey insanlar, gerçekten size Rabbinizden bir burhan gelmiştir. Size, apaçık bir nûr göndermişizdir. İşte Allah'a iman edip de. Ona sarılanlar (yok mu?) Onları, kendisinden bir rahmetin ve lûtf-u inayetin içine sokacak ve onları, kendisine (giden) dosdoğru bir yola götürecektir"
(Nisa. 174-175),
Bil ki Allah Teâlâ, bütün münafık, kâfir, yahudi ve hristiyanların aleyhine deliller getirip, onların hertürlü şüphesini cevaplayınca, hitabı umumîleştirerek, bütün insanları, Hz. Muhammed (ş.a.s)'in peygamberliğini kabul etmeye davet etmiş ve "Ey insanlar, gerçekten size Rabbinizden bir burhan gelmiştir ' buyurmuştur. Burhan, Hz. Muhammed (s.a.s)'dir. Allah, bu âyette O'nu, "Burhan" diye nitelendirmiştir, çünkü hakkın hak, bâtılın bâtıl olduğunu göstermek üzere burhan (delil) ortaya koymak O'nun sanatıdır. Âyette geçen, "Nur-u Mübin" (apaçık bir nûr) de Kur'ân-ı Kerim'dir. Allah Teâlâ, Kur'ân'ı, kalbe iman nurunun düşmesine sebep olduğu için "Nûr" diye isimlendirmiştir.
Cenâb-ı Hak, bütün âlemlerce, Hz. Muhammed (s.a.s)'in bir peygamber, Kur'ân-ı Kerim'in de hak bir kitap olduğu iyice anlaşılınca, bundan sonra insanlara, Hz. Muhammed'in şeriatına sarılmalarını emredip, buna karşılık onlara mükafaat vaadede-rek,"İşte Allah'a iman edip de, O'na sarılanlar yok mu..." buyurmuştur. Allah'a imandan maksad, Allah'ın varlığına (zatına), sıfatlarına, fiillerine, hükümlerine ve isimlerine imandır. "O 'na sarılmak "tan murad, "imanda kendilerini sebat ettirmesi, şeytanın yoldan çıkarmasına karşı kendilerini koruması, kendilerini ilahî rahmet ve fazlına girdirmesi ve sırat-ı müstakime iletmesi hususlarında Allah'a sarılmaları, güvenmeleridir. Böylece Cenâb-ı Hak, onlara şu üç şeyi, yani rahmet, fazi ve hidayetini vaadetmiştir.
İbn Abbas, buradaki "rahmef'in, cennet; "fazl"ın, Allah'ın onlara, hiçbir gözün görmediği ve hiçbir kulağın duymadığı lütuflarda bulunması; "sırat-ı müstakime hidayet etmesi"nin de dosdoğru dine hidayet manasına olduğunu söylemiştir.
Ben derim ki: Rahmet ve fazi, cennette verilecek olan mükafaat ve saygı manalarına hamledilmiştir. Fakat bu âyetteki hidayet ile beşer ruhlarında, kudsiyet ve kibriyâ âleminin nurlarının tecelli etmesi sayesinde meydana gelen saadetler kasdedilmiştir. İşte bu, ruhî bir mutluluktur. Cenâb-ı Hak bunu, ruhî mutlulukların, cismânî lezzetlerden daha kıymetli olduğuna dikkat çekmek için, ilk ikisinden sonra
zikretmiştir. [234]
"(Habibim) senden fetva isterler. De ki: "Allah, babası ve çocuğu olmayanın mirası hakkındaki hükmü (şöyle) açıklar: Eğer, çocuğu olmayan bir erkek ölür,geride onun bir tek kızkardeşi kalırsa terikesinin yansı o (kızkardeşfndir). Eğer(geride kalan) , erkek kardeş ise, o, çocuksuz ölen kızkardeştnin terikesine vâris olur. Eğer (aynı şekilde geride kalanlar), iki kızkardeş ise, erkek kardeşin tertkesinin üçte ikisini alırlar. Eğer (aynı şekilde geride kalanlar), erkek ve kız kardeşler ise, o zaman erkek için dişinin hissesinin iki kah vardır. Allah size
şaşırırsınız diye, (hükümlerini) açıklıyor. Allah her şeyi hakkıyla bilendir"
(NisA, 178).
Bil ki Allah Teâlâ, sûrenin sonu başına uygun düşsün diye, bu sûrenin evvelinde mallarla ilgili hükümlerden bahsetmiş ve sonunu aynı mevzu ile bitirmiştir. Sûrenin ortası ise, hak dine ters düşmüş olan fırkalarla tartışmayı ihtiva etmektedir.
Ehl-i ilim şöyle demişlerdir: "Allah Teâlâ, "Kelâle" hakkında iki âyet indirmiştir. Birincisi, kış mevsiminde inmiştir ve bu sûrenin baş kısmında yer alır. Diğeri ise, yazın inmiştir ve bu âyettir. Bundan dolayı, bu âyete "sayf (yaz) âyeti" denir. "Kelâle"-nin, hem vâris olan, hem de vâris olunan için kullanıldığını daha önce anlatmıştık. Binâenaleyh eğer bu kelime, vâris olan için kullanılır ise, "Kelâle", ölenin babası ile çocuğu dışındaki mirasçılarıdır. Eğer bu kelime vâris olunan için kullanılır ise, "Kelâle", ebeveyninden biri ile hiçbir çocuğu kendisine vâris olmayan ölen kimse demektir.
Sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer çocuğu olmayan bir erkek ölür, geride onun bir tek kızkardeşi kalırsa, terikesinin yarısı o kızkardeşindir" buyurmuştur. Bu âyetteki kelimesi, hemen sonra geten fiilin açıkladığı, aynı kök ve manadaki (mahzuf) bir fiilin faili olarak merfû kılınmıştır. Âyetteki ,çocuğu olmayan" ifadesi sıfat olduğu için mahallen merfudur. Bunun takdiri, "çocuğu olmayan bir erkek ölürse" şeklindedir.
Bil ki âyetin zahirinde üç kayıt ve şart bulunmaktadır:
1) Âyetin zahiri' ölenin çocuğu olmaması şartıyla, kızkardeşin, mirasın yarısını almasını, ama çocuk bulunduğu zaman, mirasın yarısını almamasını gerektiriyor. Halbuki durum böyle değildir. Aksine kızkardeşin, mirasın yansını alabilmesinin şartı, ölenin erkek çocuğunun olmamasıdır. Eğer ölen erkeğin kız çocuğu bulunursa, o zaman kızkardeş, yine malın yarısını alır.
2) Âyetin zahiri, ölen kimsenin çocuğu olmaması şartı ile, kızkardeşin, mirasın yarısını alacağını gösterir. Halbuki durum böyle değildir. Aksine bunun şartı, ölenin ne bir çocuğunun ne de babasının geride kalmamış olmasıdır. Çünkü kızkardeş, baba varken, icmâya göre vâris olamaz.
3) Âyetteki 'Ceride o erkeğin bir kızkardeşi olursa" ifadesinden maksad, ana-baba bir veya baba bir kızkardeşîir. Çünkü ana bir kız ve erkek kardeşin, mirastaki hükmünü Cenâb-ı Allah, bütün alimlerin ittifak ettikleri gibi, bu sûrenin başiarında yer alan kelâte âyetinde bildirmiştir.
Sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer (geride kalan) erkek kardeş ise, o, çocuksuz ölen kızkardeşinln terikesine vâris olur" buyurmuştur. Yani "Erkek kardeş, ölen kızkardeşin çocuğu mevcut olmadığı zaman, bütün terikesine vâris olur. Bu, ana-baba bir veya baba bir erkek kardeş olur ise böyledir. Ama, ana bir erkek kardeş olursa, mirasın tamamını alamaz.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, Slr;"Eğer (aynı şekilde geride kalanlar), iki kızkardeş ise, erkek kardeşin terikesinin üçte ikisini alırlar. Eğer (aynı şekilde geride kalanlar), erkek ve kızkardeşler ise, o zaman erkek için, dişinin hissesinin iki kah vardır" buyurmuştur. İşte bu ifade, zikredilen kızkardeşin, ana bir kızkardeş olmadığına delâlet eder.
Rivayet olunduğuna göre, Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a), bir hutbesinde şöyle demiştir: "Dikkat ediniz, Allah Teâlâ'nın, Nisa süresindeki ferâiz ile ilgili âyetlerin ilki, çocuk ve baba hakkındadır. İkincisi ise, zevç, zevce ve ana bir kızkardeşler hakkındadır. Cenâb-ı Hakk'ın Nisa sûresi'nin sonunda getirdiği âyet ise, ana-baba bir kız ve erkek kardeşler hakkındadır. Enfâl sûresinin sonundaki mirasla ilgili âyet ise, ulül-erhâm hakkındadır.
Sonra Cenâb-ı Hak,"Allah size, şaşırırsınız diye, (hükümlerini) açıklıyor" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili şu açıklamalar yapılmıştır:
1) Basralılar, burada bir muzafın mahzûf olduğunu ve bunun takdirinin ise "Allah size (hükümlerini) sapmanızı hoş görmediği için, açıklıyor" şeklinde ^olduğunu, ama muzaf olan "kerahet" kelimesinin hazfedildiğini ve bunun tıpkı "Köye, yani ahalisine sor" (Yusgi. 82) âyetindeki gibi olduğunu söylemişlerdir.
2) Kûfeliler, bu ifadede nefy harfinin hazfedilmiş olduğunu ve bunun takdirinin"şaşırmayasınız, sapıtmayasmızdiye.^ Allah size (hükümlerini)
açıklıyor" şeklinde olduğunu ve bunun tıpkı "Allah gökleri ve yerleri, yıkılırlar diye, yani yıkılmasınlar diye, tutmaktadır" (Fat.r. 4i) âyetindeki gibi olduğunu söylemişlerdir.
"Nazm" adlı eserin sahibi el-Cürcânî ise, âyetin, "Allah size, sapıklığı, onun sapıklık olduğunu bilesiniz ve ondan kaçmasınız diye açıklıyor" manasında olduğunu söylemiştir.
Sonra Cenâb-ı Hak,"Allah her şeyi hakkıyla bilendir" buyurmuştur. Binâenaleyh O'nun açıklamaları gerçek, bildirdikleri doğrudur.
Bil ki bu sûrede, çok dikkate değer bir incelik vardır. O da şudur: Sûrenin başı, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin mükemmelliğini anlatmaktadır. Çünkü Allah bu sûreye, "Ey insanlar, sizi bir tek candan yaratan Rabbinize saygılı olun" (Nisa. 1) diye başlamıştır. İşte bu ifade, O'nun kudretinin sonsı zluğuna delâlet eder. Sûrenin sonu ise, Allah'ın ilminin mükemmelliğini anlatmaktadır. Bu da O'nun, "Allah her şeyi hakkıyla bilendir" âyetidir. Rubûbiyyet, ulûhiyyet, celâl ve izzet işte bu iki sıfat ile kâimdir. Bu iki sıfattan dolayı, insanların, Allah'ın emir ve yasaklarını tutup, bütün mükellefiyetleri kabul etmeleri gerekir.
Musannif F. Râzî der ki :'*Bu sûrenin tefsirini, 595 (hicrî) senesinin Cumade'l-âhire ayının 12. Çarşamba günü tamamladım." [235]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/300
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/300
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/300-301
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/301
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/301-303
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/303-304
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/304-305
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/305-306
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/306-307
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/307-308
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/308-310
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/310-311
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/311
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/311-312
[15] İbn Mace, Fiteh, 12 (2/1315).
[16] Buhari’nin ilk hadisi.
[17] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/312-314
[18] Bu ayet, müşriklerle savaşa dair olan Tevbe 5 ayetidir
(ç)
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/314-315
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/315-315
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/316
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/316
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/316-317
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/317
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/317-318
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/318-319
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 8/319-320
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/320
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/320-321
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/321-322
[31] Müslim, Zekat, 115 (II/724); Tirmizi Zühd, 28
(IV/570).
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/322-323
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/323
[34] Buhari, Cenaiz, 80,93…; Ahmed İbn Hanbel, II/233; 393:
[35] Buhari, Büyü’ 25; Müslim, Libas, 119 (III/677).
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/323-325
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/325-327
[38] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/327-328
[39] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/328
[40] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/328
[41] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/328-329
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/329
[43] Buhari, Merda, 2,3
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/329-331
[45] Müslim, Zuhd, 1 (IV/2272).
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/331-332
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/332
[48] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/333
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/333
[50] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/333-334
[51] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/334
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/335-337
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/337
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/337-338
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/338-339
[56] Buhari, Deavat, 10; Müslim, Müsafirin, 181 (1/526).
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/339-340
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/340-
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 8/340-341
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/341
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/341-342
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/342-343
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/343
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/343-344
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/344-346
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/347
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/347
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/347
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/347-348
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/348
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/348
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/348-349
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/349
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/349-350
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/350
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/350
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/350-351
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/351
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/352
[80] Ebu Davud, Nikah, 38 (2/242); Darimi, Nikah, 25
(2/144).
[81] Nesai, Nisa, 2 (7/63).
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/352-353
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/353-354
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/354
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/355
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/355
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/356
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/356
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/356
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/356
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/356-357
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/357-259
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/359
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/359-360
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/361-362
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/361
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/361-362
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/362-363
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/363
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/364
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/364-365
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/365
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/365-367
[104] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/367
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/367-368
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 8/368-369
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/369
[108] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/369
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/369-371
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/371
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/371-372
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/372
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/173
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/173-174
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/174-175
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/375-376
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/376
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/377
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/377-378
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/378
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/378-379
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/379
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/379
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/379
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/380
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/380
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/380-381
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/381-382
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/382
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/382
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/383
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/383
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/383
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/384
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/385
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/385
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/385
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/385-386
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/386
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/386
[141] Keşfu’I-Hafa, 1/106.
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/387
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/387
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/388
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/388
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/388-389
[147] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/389
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/389
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/390
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/390
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/391
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/391-392
[153] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/392
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/392-393
[155] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/393
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/393
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/394
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/394
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/394
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/394-395
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/395
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/395-396
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/396
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/396-397
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/397
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/397
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/397
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/398
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/398
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/398
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/399
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/399-400
[173] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/400
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/400-401
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/401
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/401-402
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/402-403
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/403
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/403-404
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/404-405
[181] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/405
[182] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/405
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/405-406
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/406
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/406
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/406
[187] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/406-407
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/407
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/407
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/408
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/408
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/408
[193] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/409-410
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/411-412
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/412
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/412-414
[197] Muvatta, İlim, 1; Keşfu’I-Hafa, 1/329.
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/414-415
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/415
[200] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/415-416
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/416
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/416-417
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/417
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/417-418
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/418
[206] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/419
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/419
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/419-420
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/420
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/420
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/421
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/421
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/421-422
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/422
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/422-424
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/424-425
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/425-426
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/426
[219] Darimi, Mukaddime, 3 (1/9).
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/427
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/428
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/428
[223] Hristiyan mesheplerinin bazıları tarihte Hz.Meryem’i
açıkça tanrılaştırmıştır. Katolik ise ona verdiği sıfatlarla Kur’an
nazarındaMeryem tanrılaştırmıştır ( Tanrının annesi sıfatı ona duaedip
yalvarmaları ona göre yükselip hayatta olduğunu kabullenmelidir buna gösterir)
fakat meryemin tanrılaştırılması başka onun üç unsurundan biri sayılır daha
başka bir şeydir Kur’an meryemin teslisin bir unsuru saydığı kesinlikle varid
degildişrr Maide 116 ayetin buna delalet etmez ( Bu hususta geniş bilgi niçin
bkz. Kur’an da Ulühiyet, 1987,S.350-353).
[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/428-429
[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/429-430
[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/430
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/430
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/4730
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/431
[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/431-432
[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/432
[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/432
[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/432-433
[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/433-434
[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 8/434-437