Sûreye Bu İsmin Verilmesinin Sebebi:
Akidleri Yerine Getirme Ve Ahde Vefa
İbâdet İçin Konulan Belirtiler
Mü'minlerin Güçlenmesi Kâfirlerin Umudunu Kırar
Kitap Ehlinden İffetli Kadinlar
Namaz Ve Abdestin Ruh Ve Beden Sağlığı Üzerindeki Te'sirleri
İlahî Buyrukların İki Ana Amacı Var
Allah Haklıdan Ve Doğrudan Yanadır
Allah'ın Emrettiği Beş Önemli Husus
Tevrat'taki Kelimelerin
Yerlerinin Değiştirilmesi
Son Dinin Yüceliğini Göstermek
Hıristiyanların Da Verdikleri Sözü Bozması
Yahudîde Ticaret, Hıristiyanda San'at
Kur'ân İnsan Ruhunu Aydınlatır
Savaşmasını Bilmiyen Bir Millet Sulh Ve Esenlik İçinde Yaşıyamaz
Hâbil, Kabil Olayının Açıklaması
Tevrat'ta Bu Olay Şöyle Anlatılıyor
İlk İnsanların Bildikleri Ve Bilmedikleri
Allah Korkusu Ve Âhiret İnancı
İnsan Karakterinin Ana Hatları
Peygamberimiz Zamanında Bazı Hırsızlık Olayları
Allah Kimin Fitne İçinde Kalmasını Dilerse..
Allah Onların Kalblerini Temizlemeyi Dilemedi..
Tevrat'ın Önemli Bölümlerinin Bilginler Tarafından Korunması
Âyetleri Az Bir Pahayla Satmak
İncil, Tevrat'ın Bazı Hükümlerini Yürürlükten Kaldırmıştır
Hıristiyanların İncil İle Hükmetmeleri Emrediliyor
Yahudî Ve Hıristiyanlarl Dost Edinmeyin
Kuvvetliden Yana Olma Siyaseti
İslâm'a Hizmet Şerefine Kimler Lâyıktır?
Mü'minlerin Ancak Üç Dostu Vardır
Mü'mini Münafıktan Ayıran Üç Sıfat
Dini Eğlenceye Alanlarla İlginin Kesilmesi
Bu Konuda Hz. Ali'nin (R.A.) Nefis Bir Hutbesi
Mesh = Maymun Ve Domuza Çevrilme Olayı
Mesh Olayı İle İlgili İlahî Bir Sünnet Var Mıdır?
İnen Hakikatler Bir Kısmının İnat Ve İnkârını Artırdı
Ne Kadar Savaş İçin Bir Ateş Yaksalar
Yeryüzünde Fesat Çıkarmaya Çalışanlar
Aynı Kaynaktan Süzülüp İndirilen Üç Kitap
Yahudilerin Öldürdüğü Peygamberler
Gıdanın Ruh Ve Beden Sağliği Üzerindeki Tesirleri
İçkinin Haram Kılınmasındaki Sebepler Ve
Hikmetler
Kutsal Kabe Ve İki Önemli Cevher
Peygamber Görevini Hakkıyla Yerine Getirmiştir
İyi İle Kötü - Temiz İle Murdar
Dinî Konularda Ölçüsüz Sorular
Kur'ân'da Uygulanan İlâhî Metot
Peygamberlere Verilen Cevaplar
Kur'ân'la İncil'in Birleştiği Nokta
Ruhların Mahiyetlerinde Farklılık
Beşikte İken De, Yetişkin İken De Aynı Şeyleri Konuştu
Peygamberler Şirk Ve Günahlardan
Korunmuşlardır
Peygamberler Merhamet Ve Şefkat
Kaynağıdırlar
Doğruların Doğruluklarının Fayda
Vereceği Gün
Mâide sûresi Medine'de
inmiştir. Ancak üçüncü âyetinin son bölümü olan «Bugün dininizi kemâle
erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak size İslâm'ı beğenip
verdim..» âyeti. Veda Haccında, Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz Arafat'ta iken
inmiştir.
Sevgili Peygamberimiz
(A.S,) Efendimiz o gün Arafat tepesinde devesinin üzerinde bulunduğu halde bu
âyeti okuduktan sonra mü'minlere şöyle buyurmuştu :
«Ey insanlar! şüphesiz
ki Mâide sûresi, Kur'ân'ın en son inen süresidir; bu bakımdan sûrenin helâl
saydığını helâl kabul edin, haram saydığını haram kabul edin.» [1]
Aslında Kur'ân'ın
helâl saydıklarını helâl, haram saydıklarını haram kabul etmemiz farzdır; ne var
ki bu sûrede 18 kadar önemli hukukî meselelere yer verildiğinden Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz ona özel bir itina göstermiş ve gösterilmesini istemiştir.
İmam Beğavî de, «Allah başka
sûrede indirmediği 18 hükmü bu sûreyle indirmiştir» diyerek bunu Meysere'ye
isnad edip belgelendirmiştir. Az ileride bu 18 hükme geniş yer verilmiştir. [2]
Havarilerin İsâ
Peygamberden gökten yemekli bir sofra indirilmesini istemeleri söz konusu
edildiğinden sûreye «Yemekli sofra» anlamına gelen MÂİDE denilmiştir.
Nisa sûresinde daha
çok Kitap Ehlinden Yahudîler üzerinde durulmuştu. Bu sûrede ise, daha çok
Hıristiyanlar üzerinde durulmakta ve ahkâmla ilgili birçok konulara yer verilmektedir.
Mâide sûresi: 120
âyet, 1804 kelime, 11933 harftir. [3]
1— Ey imân
edenler! Akidleri yerine getirin. İhrâmlı iken -avlanmayı helâl saymaksızın-
size davarların (eti) helâl kılınmıştır. Ancak (aşağıda) size okunacak olanlar
müstesna...
Şüphesiz ki Allah
dilediğini hükmeder.
2— Ey imân
edenler! Allah'ın (ibâdet için koyduğu) belirtileri, haram ayını (hediye olarak
Kabe'ye gönderilen) kurbanlığı, kurbanlık hayvana takılan gerdanlıkları;
Rablerinin hoşnudluğunu, Onun fazl-ü keremini (kendi anlayışlarına göre bile
olsa) dileyerek Beytü'l-Haram'a yönelip gelen-leri(n mal ve canını) helâl sayıp
saygısızlık etmeyin.
İhramdan çıktığınızda
(isterseniz) avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Ha-ram'a girmekten alıkoydular
diye bir gruba beslediğiniz kin ve öfke sizi tecâvüze sevk etmesin; iyilik ve
tekvâ (Allah'tan saygı ile korkup kötülüklerden sakınmak) hususunda
yardımlasın; günah ve tecavüz üzerinde yar-dımlaşmayin..
Allah'tan korkup
(kötülüklerden, her türlü haksız tecâvüzden) sakının. Şüphesiz ki Allah'ın
cezası çok şiddetlidir.
Sahih rivayetlere göre
: Yemame'nin Dubey'a oğullarından Hutam veya Şüreyh adında biri Medine'ye
gelmişti. Niyeti hiç de iyi değildi. Atlarını Medine dışında bir yere
yerleştirip şehre girdi ve Resûlüllah (A.S.) Efendimizin huzuruna çıkarak
kabilesinin sözcüsü bulunduğunu ve hep birlikte gelip İslâm'a girmek
istediklerini söyledi. Hz. Peygamber (A.S.) çok terbiyeli idi; o nezîh ve
nezaketli tavrını korudu, bir şey söylemedi. Adam dışarı çıkıp gidince,
ashabına şöyle buyurdu : «Bu adam bir ahlâksız yalancıdır; şeytanî yüzle içeri
girdi ve bir gadir ve ihanet kafasıyla çıkıp gitti!»
Bu hâili adam cidden
Medine'den ayrılırken halkın yayılmakta olan develerini sürüp beraberinde
götürdü. Haber geç alındığı için yakalanması mümkün olmadı.
İkinci yıl Kaza
Umresinde adı geçen adam da beraberinde hediye (hediyelik) develeri ve bir
hayli ticaret malı bulunduğu halde Mekke'ye ibâdet için gelmişti. Onu tanımakta
gecikmiyen Ashab-ı Kiram, üzerine yürüyüp malını yağma etmeyi düşünmüş ve bu
düşüncelerini Hazret-i Peygambere arzetmişlerdi. Allah Resulü (A.S.) buna engel
olmuş ve çok geçmeden ikinci âyet inmişti. [4]
Bu konuyla ilgili
diğer bir olay:
Mekke fethedildiği
yıl, müşrikler de Kabe'yi ziyarete gelmişlerdi. Müslümanlar onlara engel
olmayı ve Mescid-i Haram'dan dışarı çıkarmayı düşünerek durumu Resûlüllah
(A.S.) Efendimize arzetmişlerdi. Bu
sebeple
yukarıdaki âyetler indi. [5]
Sonra Hicretin 9.
yılında Tevbe Süresindeki 28. âyetle müşriklerin artık Mescid-i Haram'a
yaklaşmaları yasaklandı. [6]
«Cahiliyye devrinde
yaptığınız akidleri yerine getirin, ahde vefa gösterin. Çünkü İslâm bu hususta
ahde ancak daha çok bağlı kalmanızı ister. Ama artık İslâm'da o tür akidlerde
bulunmayın.» [7]
«Zâlim olsun, mazlum
olsun kardeşinize yardım edin!»
Bunun üzerine Ashab sordu :
— Ey Allah'ın Peygamberi! Mazluma yardım
edelim, ama zâlime nasıl yardımda bulunalım?
Allah Resulü (A.S.)
cevap verdi :
— Onu zulümde bulunmaktan men'edersiniz, engel
olmaya çalışırsınız. İşte bu ona yardımdır. [8]
«İnsanlarla ilgi kurup
kaynaşan ve onların eziyetine katlanan mü'min, onlarla ilgi kurmayıp
kaynaşmayan ve eziyetlerine katianmıyan mü'min-den hayırlıdır.» [9]
«Hayre yol gösteren,
onu işleyen gibidir.» [10]
«Doğru yola çağıran
kimseye, kendisine bu hususta uyanların kıyamete kadar elde edecekleri sevabın
bir misli vardır ve bu onların sevabından bir şey eksiltmez. Sapıklığa çağıran
kimseye, o hususta uyanların kıyamete kadar elde edecekleri günahın bir misli
vardır ve bu onların günahlarından bir şey eksiltmez.» [11]
«Birr (iyilik) güzel
ahlâktır. Günah, için için vicdanı rahatsız edip tırmalayan ve halkın onu görüp
anlamasını hoş karşılamadığın şeylerdir.» [12]
«Birr(iyilik) nefsin
sükûnet bulduğu, kalbin yatıştığı şeylerdir. Günah, -müftiler sana fetva da
verseler- nefsin (onunla) sükûnet bulmadığı, kalbin yatışmadığı şeylerdir.» [13]
Burada günlük
hayatımızın bir çok yönüyle ilgili bulunan akidlerin yerine getirilmesi, ahde
vefa gösterilmesi emredilmektedir. Bu, bir bakıma gayr-i müslimlerin tutum ve
davranışlarını bazı yanlarıyla ele alıp dinler arasındaki haksız tartışmanın,
zaman zaman ilâhî sınırı aşmanın, kişisel görüş ve duyguları ortaya koyup basit
mantıkî kurallara baş vurmanın zarar getireceğini açıklar mahiyettedir.
Çünkü İslâm, milletler
arasındaki ilişkilerin kopmamasına, sosyal hayatın doğruluk, hakseverlik
doğrultusunda geliştirilmesine önem verir. Mâide sûresinin hemen başında gerek
milletler arasındaki siyasî, ekonomik ve benzen ilişkilerin, gerek toplum
hayatının çeşitli kademelerindeki bağların hakseverlik ve dürüstlük ölçüsünde
tutulmasına işaret edilmektedir. Fertler arasındaki sözleşmeler, akidler ve
anlaşmalara -meşru' sebeplere dayandığı takdirde- bağlı kalınıp gereken
dürüstlüğün gösterilmesi emredilmektedir. Bütün bunlar birer ilâhî emirlerdir
ki, uyulduğu takdirde büyük yararlar sağlayacağı, uyulmadığı takdirde hem
ferdi, hem toplumu huzursuz edecek büyük zararlar doğuracağı muhakkaktır.
Bununla da İslâm'ın
yalnız âhiret değil; hem dünya, hem âhiret ve hayat dini olduğu; siyasî,
ticarî, ilmî, ekonomik ve sosyal konularla içice bulunduğu ortaya çıkmaktadır.
«Akidler» deyimi
hakkında ilim adamlarımızın -temelde birleşen- farklı görüş ve yorumları
olmuştur:
1. Ey Kitap Ehli! Daha önce size indirilen
kitapta son peygamberle ilgili bilgileri gizlemeyin; bu hususta Allah'a
verdiğiniz sözü yerine getirin.
2. Ey imân edenler! Yaptığınız akidleri yerine
getirip ahde vefa edin. Çünkü böyle yapmanız imân ve irfanınızın gereğidir.
Âyette «el-Ukud»
kelimesi belirli getirilmiştir. Bundan maksad, sahih olan bütün akitlerdir.
3. Allah'ö ve Peygamberine imân ettikten sonra
Allah'a verdiğiniz sözü mutlaka yerine getirin; Allah ve peygamberinin helâl
kıldıklarını helâl, haram kıldıklarını haram bilip kabul edin.
4. Cahiliye devrinde yapmış olduğunuz akidlere,
sözleşme ve and-laşmalara, İslâm'a girdikten sonra da vefa gösterin. Çünkü böyle yapmanız Müslümanlığınızın gereğidir.
Nitekim Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz bu hususta şöyle uyarıda bulunmuştur : «Cahiliye devrinde
yaptığınız akidlere vefa edin. Çünkü İslâm bu hususta sözünüze elbette bağlı
kalmanızı ister. Ama artık İslâm'da o tür akidlerde bulunmayın.» [14]
5. Toplum hayatında bireyler arasında yapılan
her türlü akit ve verilen sözlere bağlı kalınmasını içerir.
6. Alım-satım, ortaklık, yemin, adak, nikâh ve
benzeri akitleri kapsar.
İbn Cerîr Taberî,
«Akitleri yerine getirin» cümlesinden hemen sonra helâl kılınan ve bir de
yasaklanan bazı hususlara geçildiğini dikkate alarak bu altı yorumdan üçüncü
maddedekinin daha uygun olduğunu söylemiştir. [15]
«Size davarların (eti) helâl kılınmıştır.»
Sözlükte, akıl ve
temyiz yeteneğinden yoksun, konuşma imkânı olmayan dört ayaklı hayvanlara
BEHÎME denir. Ünlü sözlükçü Z e c c a ç , iyiyi kötüden, temizi murdardan
ayırt edemiyen her canlıya BEHÎME denir, demiştir.
EN'AM, «naam»ın
çoğuludur. Terim olarak deve, sığır, koyun ve keçi hakkında kullanılır.
Sözlükte ise, yumuşaklık, uysallık gibi mânalara gelen bu kelime, eti yenen
evcil hayvanlardan en çok uysal ve yumuşak hareketli olan dört çeşit hayvana
isim olmuştur: Deve, sığır, koyun ve keçi.
Böylece EN'AM
kelimesi, BEHÎME'yi açıklar mahiyette ve bir bakıma te'kid etmektedir. Diğer
bir yorumla, umumu hususlandırmış oluyor.
Cahiliyye devrindeki
akidler daha çok birbirlerine savaşta yardım,
mirasa ortak olma gibi ahidlerdi. [16]
«Şüphesiz ki, Allah
dilediğini hükmeder.»
İyi, kötü, helâl ve
haram bize nisbetledir. Genel kural olarak, ruhsal ve bedensel yapımıza yararlı
şeyler helâl, ya da mubahtır. Zararlı olanları haram, ya da mekruhtur. Ayrıca
bu kuralın dışında dinî hükümlere, ilâhî buyruklara -hiçbir illet ve sebep
aramaksızın-itaat edip etmediğimiz söz konusudur. Kur'ân ve Tevrat'ın anlattığı
gibi, bir zamanlar İsrâiloğulları ciddi bir imtihana tabi' tutulmuş ve bu
yüzden hayvan iç yağları ve bazı hayvanların etleri onlara haram kılınmıştı.
Diğer bir deyimle,
ciddi bir denemeye tabi tutulduğumuz bazı hükümler de vardır. Bu nedenle,
Allah ve Peygamberinden gelen her emir ve yasağı -neden ve niçinini
araştırmadan- inanıp kabul etmemiz gerekir. İnandıktan sonra onların neden ve
niçinini, hikmet ve sebeplerini araştırmamızda bir sakınca yoktur.
İşte Allah dilediğini
hükmeder; çünkü her işi ölçülü, planlı ve mutlak hikmete dayalıdır. Bazı emir
ve yasakların ölçü ve hikmetlerini bildiğimiz halde bazısının hikmetini
bilememekteyiz. Meğerki Peygamber (A.S.) Efendimiz bildirmiş ola...
Açıklanmadığının
sebebine gelince :
Eğer her mesele ve
hükmün illet ve hikmeti açıkça belirtilmiş olsaydı, ilmî ve dinî araştırmaya
gerek kalmazdı. Böylece bilgi alış-verişi, inceleme ve araştırma olmayınca da
ilim ilk adımda duraklama devresine girer, derin bir uyku hali başlardı. Bu da
hayatın hareketten ibaret bulunduğu hikmetine ters düşerdi. O bakımdan
hükümlerin bir kısmının, bazı kıssaların, benzetmelerin, örneklerin, emirlerin
ve yasakların illet ve hikmeti hemen anlaşılamamaktadır. Örneğin Nisa sûresinin
son âyetinde KELÂLE hakkındaki hüküm açıklanırken «ölenin çoeuğu yoksa»
denilmektedir. Bu açıklama yeterli değildir. Deyimin asıl manasını yansıtan
«Babası ve çocuğu olmayan murisin mirasçıları kardeşleri olursa..» şeklidir.
Âyette babadan söz edilmemiştir. Tâki konuyu iyice düşünüp araştıralım; sûrenin
baş kısmındaki miras hükümleriyle açıklamaya çalışalım. [17]
<Ev iman
edenler! Allah'ın (ibâdet için koyduğu) belirtileri.... helâl
sayıp saygısızlık etmeyin.»
Doğruyu eğriden,
hidâyeti dalâletten, ibâdeti âdetten ayıran belirtiler, ölçüler ve kıstaslar
vardır. Kur'ân bunların hepsine birden ŞEÂİR diyor. Hac menasiki, dinde farz
kılınan ibâdetler, haram ve helâl, konulan şer'î cezalar bu cümledendir.
O halde bir şeyi farz
veya vâcib kılma, helâl ve haram sayma, bir ibâdete resmiyet verip onu âdetten
ayırma yetkisi önce Allah'a,sonra Peygamberine aittir. Bunun dışında hiçbir
kimsenin bu gibi nişanelerde keyfî tasarrufta bulunma hakkı ve yetkisi yoktur. [18]
«Haram ayını da helâl
saymayın..»
Haram aylan dört
tanedir: Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep.. Daha önceleri bu aylarda
savaşmak haram kılınmıştı. Bir tecavüz olmadığı takdirde sözü edilen aylara
hürmet gösterilir ve barış içinde yaşama dönemi başlardı. Bu ayların yerini
değiştirmek veya bunlardan birinde savaşmayı helâl saymak, Allah'ın koyduğu
nişaneye hürmetsizlik sayılırdı. Sonraları bu hükümler kaldırılmıştır. Yeri
gelince konu açıklanacaktır. [19]
«Hediye (olarak kâbe'ye) gönderilen kurbanlığı
da helâl
saymayın.»
HEDY : Beytullah'a
Allah rızası ve oradaki muhtaçlar gözetilerek gönderilen deve, sığır veya
koyundur. Hac veya umre yapmak isteyenlerin bu amaçla gönderdikleri kurbanlık
hayvanlara genellikle bu isim verilir. Bu hayvanları yolda alıkoymak,
Beytullah'a varmadan boğazlamak helâl olmaz, yani hedy anlamını kaybeder
vekurbanlık yerine geçmez. [20]
«Kurbanlık hayvana
takılan gerdanlıklara saygısızlık etmeyin.»
Beytullah'a hediye
olarak hazırlanan kurbanlık hayvanın boynuna -hediye olduğunu gösterir
anlamda- takılan gerdanlıklara KALÂİD denir. Boyunlarına gerdanlık takılan
kurbanlık hayvanlara da, takılmıyan kurbanlık
hayvanlara da hürmet
edilmesi emrediliyor. Her ikisinin de hürmette eşit olduğuna işaret edilerek
bunların Allah'ın nişaneleri bulunduğu hatırlatılıyor.
Rablerinin rızasını,
fazl-u keremini dileyerek Beytullah'a gelenlere de hürmetsizlik etmeyin. Onlar,
İslâm'a girmemiş bile olsalar engel olmaya kalkışmayın, onlarla savaşmayı helâl
saymayın. Allah onların kutsal topraklar üzerinde mal ve canlarına -haksız
sebeplerle- dokunmayı yasaklamıştır.
İniş sebebinde de
belirtildiği gibi, bu hüküm Tevbe sûresinin 28. âye-tiyle kaldırılmış ve artık
gayr-i müslimlerin Beytullah'a yaklaşmaları yasaklanmıştır. [21]
«İyilik ve takva
üzerinde yardımlasın.»
Sosyal yardımlaşmayı
daha çok, fertlerini -temelinde Allah'a ve âhi-rete imân bulunan- ciddi bir
eğitimden geçiren; tarihî güzel örf ve âdetlerine bağlı kalan Müslüman ülkeler
gerçekleştirebilir. Dikkat edilirse, Kur'ân «yardımlasın» emrini mü'minlere
vermekte, «Ey imân edenler!» diye söze başlamaktadır. Çünkü Allah'a ve âhiret
gününe bilerek, şuuruna erişerek imân eden kişilerdir ki, yalnız kendileri için
değil çevrelerindeki insanlar için de çalışır; madde ve serveti amaç değil araç
olarak,,en hayırlı yollarda kullanmasını bilirler.
Bu cevher, ya da
mayadan yoksun, imândan uzak, bir takım dayanaksız, dünyevî amaçlar
doğrultusunda eğitilen kuşaklarda gerçek anlamda bir yardımlaşma görmek mümkün
değildir. Ancak şahsî çıkarlar, maddî yararlar, makam ve mevkiler umularak bir
yardımlaşmaya her zaman rastlamak mümkün. Çıkar ve yararın bittiği yerde
yardımlaşma da sona erer.
Dış görünüşleriyle
dünya kardeşliğini, insan sevgisini amaç edindiğini ileri süren ve fakat iç
yapısıyla, ruh ve mayasıyla diğer ülkelerin ekonomik dizginini, idarî
kadrosunu elinde tutmaya yönelik gizli bir plânla hareket eden gayr-i müslim
milletlerin ve bazı teşkilâtların faaliyetlerini iyice araştırdığımızda hep bu
amaca hizmet ettiklerini görürüz. Çünkü onların çoğunun ne inandığı bir
Rabbü'l-âlemîn var, ne de kendilerini hazırladıkları bir âhiret... Materyalist
ve komünistler de böyle değiller midir? [22]
HÜRÜM : «haramsın
çoğuludur. İhrâmlı bulunan bir topluluğa, KAV-MÜN HÜRÜMÜN, ihrâmlı bulunan bir
adama RECÜLÜN HARAMÜN denilir.
ŞEÂİR : «şeîre»nin
veya «şiâre»nin çoğuludur. Şeîre veya şiâre, bir şeyin varlığını bir alâmetle
ihsas ettirmektir. Terim olarak, Beytullah'a sunulan HEDY kurbanıdır. Bunun
alâmeti, devenin hörgücünü damgalamaktır.
Şiir ve şâir
kelimeleri de, başkalarının algılayamadığı hususu algıladığı için bu kökten
türetilmiştir. İnsan saçına da bu kökten gelme ŞEÎR denilmesi, başta alâmet
olduğu içindir.
HEDY : Hao veya umre
için Beytullah'a sevkedilen kurbanlık hayvandır. Hedye, hediyye ve hedy
şekillerinde kullanılır. Hediye de bu kökten gelmedir.
KALÂİD : «kı!âde»nin
çoğuludur. Sözlük olarak, boyna takılan gerdanlık veya herhangi bir şey
demektir. Daha çok gerdanlık anlamında kullanılır. Terim olarak, kurbanlık
hayvanın boynuna alâmet olarak takılan gerdanlık demektir.
BİRR : iyilik
anlamında hayırlı işlere işlerlik kazandırmaktır. Kök manası (berr'den gelme)
kara parçası demektir. Sonra iyi ve hayırlı işlerde genişlik sağlama mânasında
yaygınlaşmıştır. Hem Allah'a, hem kullara sıfat olarak da kullanılmaktadır.
Sosyal anlamda vâcib ve sünnet olan diğer iyilikleri de içine almaktadır.
TAKVA: Allah'tan
korkup kötülüklerden sakınmak, din ve dünyaya zarar vereaek fiillerde
bulunmamaktır.
UDVÂN : Şer'in ve
örfün sınırını aşmak, adalet ölçülerini çiğneyip keyfî tecavüzde bulunmak,
haksızlığa sapmaktır. [23]
Yukarıdaki âyetlerle
cemiyet hayatında her gün ağırlığı hissedilen akidlerden, ahde vefadan söz
edildi. İhrâmlı iken avlanmanın yasak olduğu belirtildi. Daha önaeleri
kötülükte bulunan kişilere karşı müsamahalı davranılması, kötülüğe kötülükle
karşılık vermenin fazîlet olmadığı hatırlatıldı. Sonra sosyal dayanışmanın
lüzumuna değinildi. İyilik ve takva üzere yardımlaşmanın mü'minlere yakışan
bir haslet olduğuna dikkatler çe-
kildi. Açıktan günah
ve teoavüz üzere yardımlaşmanın eahiliye devri âdetlerinden olduğuna işaretle
bu gibi hallerin İslâm'da yeri bulunmadığına parmak basıldı.
Aşağıdaki âyetle
nelerin haram kılındığı, 11 madde halinde açıklanıyor, imânla amelin birleşip
bütünleşmesi hususunda uyarılar yapılıyor. Haram ve yasaklardan kaçınmanın,
helâl ile gıdalanmanın imân ile olan ilgisine işarette bulunuluyor. Put ve
heykellerin insanlara rahmet ve fazilet havası estirmiyeceğine, fal oklarıyla
kumar zarlarının ruh ve viodan bakımından çok geri kalmış insanların âdeti
bulunduğuna dikkatler çekiliyor.
İmânla güzel ve
yararlı amelleri kendi bünyelerinde birleştiren Müslümanların yıkılmaz bir güç
olacağı ve bu nedenle kâfirlerin İslâm aleyhine kurdukları tuzakların bir
sonuç vermiyeoeği özellikle belirtiliyor. Sonra açlıktan bunalma hallerinde
nasıl hareket edileceği açıklanıyor. [24]
3— ölü
(hayvan), kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan; -yetişip şartına
uygun boğazladığınız müstesna- boğulmuş, (bir cisimle) vurularak öldürülmüş,
yüksekçe bir yerden yuvarlanıp ölmüş, süsülerek ölmüş, canavar tarafından
parçalanarak ölmüş; dikili taşlar (putlar) üzerinde boğazlanan hayvan ve bir
de, fal okları, kumar zarlanyla kısmet aramanız size haram kılınmıştır.
Bütün bunlar (Allah ve
din) yolundan çıkıştır.
Bugün kâfirler sizin
dininizden (onun nurunu söndürmekten) ümitlerini kesmişlerdir. Artık onlardan
korkmayın, benden korkun.
Bugün size dininizi
kemâle erdirdim, nimetimi üzerinize tamamladım. Sizin için din olarak İslâm'ı
beğendim.
Kim açlıktan bunalıp
çaresiz hale gelir, -günaha istek gösterip eğil-meksizin- onlardan yemek
zorunda kalırsa, şüphesiz ki Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.
«Bize iki ölü ve iki
kan helâl kılındı: Balık ve çekirge, ciğer ve dalak.» [25]
«Deniz suyu temiz ve
temizleyicidir; ölüsü de helâldir.» [26]
«Suda boğulmuş yaralı
bir hayvana rastlarsan ondan yeme. Çünkü su mu onu öldürmüş, senin attığın ok
mu? bilemezsin.» [27]
Kudsî Hadîs:
«Bu öyle bir dindir
ki, onu kendime seçip beğendim. Artık bu dine ancak cömertlik ve güzel ahlâk
yaraşır. Siz sahip olduğunuz ölçüde bu ikisiyle dinimize ikramda bulunun.» [28]
Ebû Tufayl'den yapılan
rivayette diyor ki:
«Adem Peygamber
yeryüzüne inince, şu dört şeyin haram kılındığı hükmüyle gelmiştir: Ölü hayvan,
kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına boğazlanan. Bu dört şey hiçbir
şeriatte helâl sayılmamıştır.» [29]
Târik bin Şihâb (R.A.)
anlatıyor:
Yahudilerden bir adam,
ikinci halîfe Ömer'e (R.A.) gelip dedi ki:
— Ey mü'minlerin emiri! Kitabınızda okuyup
durduğunuz bir âyet vardır; eğer o biz Yahudilere inmiş olsaydı, o günü bayram
edinirdik.
Hz. Ömer (R.A.) sordu
:
— O hangi âyettir? Cevap verdi:
— «Bugün size dininizi kemâle erdirdim......»
mealindeki âyettir.
Bunun üzerine Hz. Ömer
(R.A.) ona :
— Ben bu âyetin indiği günü, indiği yeri
bilirim; Resûlüllah (A.S.) Arafat'ta bulunuyordu. Günlerden de cuma idi. [30]
Diğer bir rivayet de
şöyledir:
Bu âyet indiğinde Hz.
Ömer (R.A.) ağladı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona : «Seni ağlatan nedir?»
diye sorunca, Ömer (R.A.) dedi ki: «Şimdiye kadar hep dinimizin noksan
tarafları kısım kısım inip tamamlanıyor, yani her geçen gün fazlalık içinde
bulunuyordu. Şimdi ise kemâle erdirildi. Bir şey tamam olunca noksanlık başlar;
işte beni ağlatan budur..»
Allah Resulü
duygulandı ve :
— «Doğru söyledin ya Ömer!» buyurdu.
Evet, bu âyet
Peygamber (A.S.) Efendimizin vefatının yaklaştığını haber veriyordu. Din
tamamlanınca Onun da görevi bitmiş sayılırdı. Cidden bu âyetin inişinden seksen
bir gün veya seksen küsur gün sonra Resûlüllah (A.S.) Efendimiz vefat
etmiştir. [31]
«Size ölü (hayvan),
kan, domuz eti... haram kılınmıştır.»
Kur'ân'da bu âyetle 11
şeyin mü'minlere haram kılındığı açıklanıyor. Tahrîm'in yani sözü edilen
şeylerin haram kılınıp yasaklanmasının sebepleri aynı değildir. Bir kısmının
nedeni koruyucu hekimlikle ilgilidir, bir kısmının ruhumuzun yüceliğiyle, bir
kısmının da Tevhîd akidesinin zedelen-memesiyle alâkalıdır. Bir sıralama
yapacak olursak : Sekizinin sağlığımızla, birinin Tevhîd Akidesiyle, ikisinin
ruhumuzun yüceliği ve yaratılışımız-daki mükerremlikle ilgili bulunduğunu
görürüz.
Âyette hayvan eti
konusuna ağırlık getirilmesinin nedeni ise açıktır; Et.bedenimizinyapıtaşi
kabul edilir.Protein şeklinde alınması gerekli olan azotlu organik maddeleri
içerir. Bu bakımdan et ve sütün beslenmede özel bir yeri vardır. Hatta bazı
ilim adamlarına göre, çok et yiyen insan ırkları, az et yiyenlere oranla daha
sağlıklı ve güçlüdür; hem de diğerlerine hâkim ve onlardan bazı yönleriyle
üstündürler. Bunun için Allah Resulü Hz. Mu-hammed (A.S.) bir hadîslerinde!
«Katıkların başı ettir..» buyurmuştur. [32]
Ayrıca burada
hayvancılığa önem verilmesine; aynı zamanda herkesin kendi davarlarına sahip
çıkıp onların başıboş bırakılmamasına işaretler vardır. Hayvanların her
bakımdan korunması hususunda İslâm'ın koymuş olduğu daha birçok prensipler
vardır ki, bunların hepsini buraya nakletmemize kitabımızın hacmi müsait
değildir. [33]
Sözü edilen onbir
şeyin haram kılınmasının kısaca sebepleri üzerinde durmamızda yarar vardır.
Gerçi Bakara Sûresi 173. âyetin tefsirinde bunlardan bir kısmının açıklanması
yapılmış, gerekli malzeme toplanıp sunulmuştur. Ama yine de ayrı yönlerini
bulup kısa bir açıklamada bulunmamız Kur'ân'ın metoduna daha çok uygun düşer:
1. Ölü
hayvan..
Normal şer'î boğazlama
yapılmaksızın bir hastalık ya da benzeri bir sebeple ölen hayvanın yenilmesi
kesinlikle haramdır, Bunun hikmetini şöyle özetliyebiliriz :
a) Güzel bir
nîmet ölçü ve anlamında insanlara sunulan bir canlıyı, onu yaratanın ve nîmet
olarak sunanın damgasını görüp O'nun ismiyle boğazlamak kadar tabii ne
olabilir? Bir kahvenin kırk yıllık hatırı var da, bunca nimetleri sunan Yüce
Yaratan'ın hatırı yok mudur? Nefs ve madde bizimle Allah arasında bir
perdedir. Nefsin arzusunu yerine getirirken Besmele çekmek suretiyle bu
perdeyi aralarız. O zaman Cenâb-ı Hak kulunun hamd ve şükrünü hem kabul eder,
hem nîmetini artırır. Besmele çekmeden bir hayvan boğazlamamız, sultanın
koruluğuna izinsiz ayak basmamız demektir. Ayni zamanda Allah ile aramızdaki
madde perdesini daha da artırıp kalınlaştırmaya yol açar.
b) Ölen bir hayvanın kanı dışarı akmadığı için
kısa zamanda kokuşmasına sebep olur. Bir takım zararlı bakterilerin
oluşmasını hızlandırır. Bu da insan
sağlığı için çok tehlikelidir.
c) Ölmüş bir hayvan eti, ruhumuzun yüceliğine
ters düşer. Şer'î boğazlama ve kesilirken Besmele ruha kuvvet, cila ve gıda
verir.
Gayr-i müslim
ülkelerde hayvan kesimiyle ilgili uygulanan yöntemler şer'î bakımdan yeterli
midir? Bu sorunun cevabını, onların uygulama yöntemlerini belirttikten sonra
vermemiz daha uygun olur. Örneğin, Hollanda'da hayvan önce sersemletiliyor,
sonra kesiliyor. Onlar bu şekil bir kesimi insanî duygulardan ve et kalitesini
iyileştirmeden kaynaklandığını iddia ediyorlar.
Yöntemleri ise,
şöyledir:
a) Elektronarkoz
b) Gaz anestezisi
c) Özel bir tabanca ile sersemletme..
Elektronarkoz için
asgari 125 amperlik (50 hz.) bir elektrik akımıyla hayvanı sersemletmek
yeterlidir. Diğer iki yöntemle de aynı sonucu elde etmek mümkün. Ama her üç
durumda da kesilen hayvanın kanı akıp etrafa yayılmaz, çoğu etin içinde kalır.
O yüzden, soğuk hava depolarına konulmadığı takdirde iki gün içinde et
kokuşmaya başlar. Soğuk hava depolarında da böyle bir eti uzun süre tutmak
mümkün değildir.
İşte daha çok Batı
ülkelerinde uygulanan bu üç yöntemle kesilen hayvan, şer'î boğazlama usûl ve
esasına uymamaktadır. O bakımdan mahzurludur. Ancak az bir sersemletmeden
sonra şer'î şekilde kesilip kanı iyiee dışarı akan hayvanların etinden yemekte
bir sakınca yoktur; şu şartla ki, o hayvanı kitap ehlinden biri kesmiş olsun.
Kitap ehli olmayan bir gayr-i müslim, hayvanı isterse şer'î şekilde kesmiş
olsun, eti haramdır yenilmez.
2. Kan.
Kur'ân'da kesinlikle
haram kılınan «dem-i mesfüh = akıtılmış kan» dır. Bu bakımdan hayvan şer'î
biçimde boğazlandıktan sonra etin içinde akmayıp kalan kan helâldir. Çünkü etin
tamamını kandan tearid etmek mümkün değildir. Hem o kadar kanın bir zararı da
yoktur. Ciğer ve dalak birer kan limanı olmakla beraber helâl kılınmıştır.
Çünkü bu ikisinin gıda olarak insanlara yaran kesindir.
Haram kılınmasının
bazı sebepleri :
a) Kan çabuk
kokuşan bir sıvıdır. Mikropların üremesi için hazır bir vasattır.
b) Pıhtılaştıktan sonra ateş ile temas kurunca
tiksindirici bir koku neşreder.
c) Kanın hazmı oldukça zordur.
3. Domuz
eti.
Bakara sûresinde
sıraladığımız sebeplerden başka bir de son birkaç yıl içinde yapılan ciddi
araştırmalarla domuz eti için SUTOKSİN - ZEHİR
teşhisi konmuştur.
Bu konuda yetkili ilim
adamlarından Alman Dr. Hans Heinrich RECKE-VVEG'in domuz eti araştırması
hakkındaki konferansı çok dikkat çekicidir. Adı geçen ilim adamı domuz eti
hakkındaki araştırmalarını şu dokuz maddede toplamıştır:
1. Domuz eti anormal derecede yağlıdır ve bu yağ
hücrelerinin içinde bulunur. Bundan dolayı «yağsız» gibi görüneni bile çok
yağlıdır. O kadar ki, kendi yağıyla kızartılabilir.
2. Yağ daima kolesterinle birlikte bulunur.
Kolesterin ise, arteroskle-roz ve hipertansiyonu meydana getiren faktörlerden
biridir.
3. Domuz etinin asıl tehlikesi, kükürt bakımından zengin
sümüksü karekterli bağ dokusu
maddelerinden ve mikropolisenik
asitlerden ileri gelmektedir. Bunların
sinirlere, kaslara ve kıkırdaklara oturması romatizma, artrit, artroz,
intervertebal disk hernisi (fıtığı) gibi hastalıklara sebep olmaktadır. Çünkü
kükürt bu doku ve organların dayanıklılığını azaltır.
Vücuda transplante
edilen doku ve organların yakılma ürünleri, orada biyolojik bakımdan ait
oldukları yerlere göç eder ve toplanırlar. Buna istinaden bol miktarda domuz
sütü, yağı yemiş olanlarda tipik boyun yağlanması ve deride buna bağlı
lekeler; domuz karın yağı yiyenlerde ise göbek-lenme tesbit edilmiştir.
4. Büyüme hormonunun önemi: Domuz eti,
iltihaplanmaların ve doku şişmelerinin de sebebi olan büyüme hormonu
bakımından fevkalâde zengindir. Bu hormonun fazlalığı insanlarda «Akromegali»,
«Adipositas» ve aşırı şişmanlığa yol açar. Bilhassa kansere isti'datlı
olma hali de buradan kaynaklanır.
5. Domuz etinde bulunan HİSTAMİN maddesi ve
İMİDAZOL cisimcikleri kaşıntı hissini uyandırır, iltihaplanmaları artırır.
Böylece ürtiker gibi döküntülü, egzama, dermatu, nörodermit gibi iltihabî deri
hastalıklarına ve diğer dermatozlara zemin hazırlar. Ayrıca kan çibanı,
şirpençe, apandisit, safrayolları hastalıkları, flebit;kadınların beyaz
akıntısını, abse veglegmen-lerin meydana gelmesini kolaylaştırır.
6. Domuz etinde mahiyeti henüz tam olarak
bilinmeyen kanser yapıcı canlı unsurlar da vardır. Ayni zamanda domuz eti
bunların çoğalmasını sağlayan maddeler bakımından da fevkalâde zengindir.
Ayrıea domuz etinin damarında önemli bir kanserojen madde olan «BENZPİREN»in
bulunduğu bilinmektedir.
7. Domuz etinde bulunan çok önemli bir toksik
faktör de grip virüsüdür. Londra Virüs Araştırmaları Enstitüsünden Prof.
Shope'a göre, bu virüs domuzun akciğerinde bulunur. Ve dolayısiyle insanlara
da geçerek akciğerin bağ dokularına yerleşir. Burada latent (inaktif) safhayı
geçirmek, vücutta vitaminin az.güneşin az ve üşütmelerin çok olduğu ilkbahar
mevsimini beklemek ve üretmek için müsait ortamı bulmak üzere kalır. Bunu,
salgınların alevlenmesi takip eder. Bu alevlenme, grip virüsünün damlacık
infeksiyonu yoluyla değil, doğrudan doğruya domuz eti ve mamullerinin yenilmesi
suretiyle alınmasından olur.
Skrofuloz (Domuz
Hastalığı):
8. Bunlar
arasında bilhassa çocuklarda
görülen ve kronik
iltihabî gudde şişmeleriyle karekteristik olan, neticede guddelerin
çürümesine ve fistül teşekkülüne yol açan skrofuloz kayda şayandır. Bu
hastalığın seyri esnasında, bilhassa boğaz nahiyesinde «gudde paketleri»
meydana gelir. Bu yüzden hasta çocuk âdeta domuza benzer.
Ulcus cruris (Bacak
Ülseri):
9. Domuz paçası yiyenlerde ayağa yakın ülserler
halinde ve sık görülür. II. Dünya Harbi esnasında Mareşal ROMMEL komutasında
Kuzey Afrika harekâtına katılan Alman askerleri arasında gittikçe sık görülen
bu hastalık, hiç bir tedavi usulü ve tedbirle önlenemeyinee, askerlerin beslenme
tarzından ileri gelebileceği düşünülmüş, Müslüman yerli halkın bundan muztarip
olmadığı da dikkate alınarak ordunun iaşesi domuzsuz olarak yeniden tanzim
edilmiş. Bunun üzerine Ulcus Cruris derdi kısa zamanda azalmış ve yok
olmuştur.
Ve Ulcus
crurist-artrit, astroz, urtiker, kan çibanı, apandisit, flibit, şirpençe, grip
ve kanser gibi hastalıklara kolaylıkla yakalanmak istiyorsanız domuz eti
yiyiniz!» [34]
İslâm 1400 yıl önce
kesinlikle domuz etini haram kılmış ve onun murdar olduğunu açıklamıştır. Bugüne
kadar ilmî araştırmalar adım adım
Kur'ân'ın bu kesin emrini doğrulamaya yönelik mesafe kat'ederek yukarıda
belirttiğimiz önemli buluşunu ortaya koymuştur. O halde ilim ilerledikçe ve
gerçekleri bulup çıkardıkça Kur'ân'la birleşir ve ancak onu tas-dîk edebilir.
Gönül isterki bu tür araştırma ve tesbitler İslâm ülkelerinde de yapılsın..
4. Allah'tan
başkası adına boğazlanan hayvan.
Tasavvufçuların Nefs-i
Natıka dedikleri İNSANİ RUH Allah'ın emrinden gelme büyük bir güç ve hayattır.
Yüce âlemden inmedir. Allah'ın kudretinin sonsuzluğunu yansıtır. Allah ismiyle
gıdalanır; O'nu anmakla huzura kavuşur ve Ona ibâdet etmekle yatışır. Bunun
için Sevgili Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz hayırlı bir işe başlarken, yemek
yemeye hazırlanırken, su içerken mutlaka BİSMİLLAH der ve ashabına bunu
tavsiye ederdi. Nefsi, yani hayvanı nefsi doyururken, onun arzusunu yerine
getirirken insanî ruhu ihmal etmek, iç yapımızda büyük bir dengesizlik doğurur.
Bu bakımdan Allah ismini anarak, yani BESMELE çekerek başlamak, ruhun
arzuladığı gıdayı sağlar.
Onun için Allah'tan
başkası adına boğazlanan hayvanda ruha gıda yok, azap vardır. İnsana kudsiyet
ve feyiz kapılarını kapar; Allah ile aramızdaki perdenin daha kesif bir hal
almasına sebep olur. O sebeple Allah ve Peygamberi, Allah'tan başkası adına
kesilen hayvanın haram olduğunu açıklamışlardır. Hem bunda Allaha ortak koşma
anlamı da mevcuttur. Her şeyde Allah'ın damgası vardır; o damgayı görerek o
şeyden yararlanmak gerekir.
5-9.
Boğularak, cisimle vurularak, bir yerden yuvarlanarak, süsüle-rek ve canavar
tarafından parçalanarak ölen hayvanların eti de kesinlikle haramdır. Meğer ki
bunlar henüz ölmeden yetişilip şer'î biçimde boğazlanmış olsunlar, o takdirde
helâl sayılırlar. Bunların haram kılınmasındaki hikmet, ölü hayvanla ilgili
hikmetin aynıdır.
Semavi dinlerin hemen
hepsi bu sayılan şeyleri haram kılmıştır. Tevrat'ta bunlarla ilgili belgeler
hâlen mevcuttur. İncil daha çok değişikliğe uğratıldığından sadece murdar
ruhların domuzlara gireceğini belirtirken bu hayvanın murdar olduğuna işarette
bulunmuştur.
Tevrat'ta kan ve domuz
etinin haram olduğundan söz edilirken, kendiliğinden ölen hayvanların haram
olduğuna da yer verilmiş ve bu konu birkaç yerde açıklanmıştır:
«Ve kendiliğinden ölen
yahut parçalanmış olan hayvanın yağı başka bir iş için kullanılabilir, fakat
onu hiç yemiyeceksiniz.» [35]
«Bütün
meskenlerinizde, kuşun olsun, hayvanın olsun hiç bir çeşit KAN yemiyeceksiniz.
Ne kanı olursa olsun, bir adam KAN yerse, Can Kavminden sayılacaktır.» [36]
«Ancak RABDEN başka
bir ilâha kurban kesen helak edilecektir.» [37]
«Ve DOMUZU
yemiyeceksiniz. Çünkü çatal ve yarık tırnaklıdır, fakat geviş getirmez. O size
murdardır. Onların etinden yemiyeceksiniz ve leşlerine dokunmayacaksınız,
onlar size murdardırlar.» [38]
«Bugün kâfirler sizin
dininizden ümitlerini kesmişlerdir...»
İmân en kısa ve özlü
tarifiyle, Allah'a inanıp Onu, sıfatlarıyla, hükümleriyle, fiilleriyle
bilmekten ve hepsini bir bütünlük içinde kabul etmekten ibarettir. Bu nedenle,
«Ey imân edenler!» hitabıyla başlanılmış ve hemen sonra ilâhî hükümler sıralanmıştır.
Çünkü imânın bütün açıklığıyla kendini gösterebilmesi, ilâhî buyruklara
uymakla gerçekleşir. Tabii bunun için de Kur'ân bilgisine, Sünnet kültürüne
ihtiyaç vardır. Mü'minlerin temelde güçlenmesinin şartı bu noktada kendini
gösterir. Aksi halde sokakta, çarşı ve pazarda, mahalle arasında edinilen
dindarlık yeterli değildir. O sadece ferde ibâdet ruhunu kısmen aşılar. Sağlam
köklü, ilme dayalı bir İslâm kültürü vermez. Günümüzdeki müslümanların bir
kısmı, dindarlığın böylesine sığ bir kademesinde bulunuyorlar. Güçsüzlük,
perişanlık ve Kur'ân bilgilerinden yoksunluğunun onları, gemilerinin
batmayacağı sınıra götürmesi çok zordur.
İşte mü'minler
kendilerini derleyip toplayarak Kur'ân ilimlerinin kafa ve gönülleri
aydınlatan, ruhlara hayat veren düzeyine getirdikleri dindarlığı bir fantezi
olarak değil, insan için kaçınılmaz ihtiyaç bulunduğunun idrâki içinde zevkine
erişerek benimsedikleri gün, İslâm'ın hayat damarları çalışır hale gelir ve bu
hakikat karşısında kâfirlerin ümidi kırılır. Çünkü artık İslâm fert ve
ailenin, toplum ve ülkenin yücelme mayası haline getirilmiştir.
Ve işte o zaman
rahatlıkla denilebilir ki, ortada bir din, onun işler durumda esas ve
prensipleri, toplum hayatında belirgin düzeni ve tesiri vardır.
Kâfirlerin en çok korktuğu
sonuç, bu tesir ve düzenin işler durumda olmasıdır.
Asr-ı Saadette 23
yıllık Allah yolunda şuurlu bir mücadelenin göz kamaştırıcı parlak güneşi Arap
Yarımadasını aydınlatınca, kâfirlerin umutları kırılmış, plân ve entrikaları
suya düşmüş, alt edemiyecekleri kutsal bir gücün önünde baş eğmekten başka
çarelerinin kalmadığını geç de olsa anlayabilmişlerdi.
Kur'ân ilâhî metoduyla
sergilediği bu muhteşem tabloyla Müslümanları uyarmakta; küfür ehlini alt
etmenin yol ve yöntemini ana hatlarıyla gözler önüne sermektedir. Asırlardır
gayr-i müslimler bütün imkân ve enerjilerini kullanarak Müslümanların sözü
edilen düzeye gelmemesi için çalışmışlardır. Birçok metotlara baş vurmuşlar,
sonunda kültür emperyalizmini gerçekleştirip Müslümanların zekâ ve enerjisini
başka kanala çevirmeye muvaffak olmuşlardır.
İmândan sonra ilâhî
buyrukların kusursuz uygulanması elbetteki yabancı kültür istilasını da
önlemeye yöneliktir. Çünkü Kur'ân kültürü, Müs-lümanın en büyük dayanağı ve
ilham kaynağıdır. Yabancı kültür ve ideolojinin karşısında en sağlam set de
hiç şüphesiz ki bu kültürdür.
Mâide sûresinin ilk üç
âyetinde bu hakikatleri duyurma ve mü'minleri şuurlandırma hikmet ve programı
yer almaktadır. Çünkü son din bütün esas ve prensipleriyle tamamlanıp son
şeklini almıştır. Hz. Muhammed (A,S.) Efendimiz en son görevini yapma huzuru
içinde dünyaya veda' etmiştir. Noksan kalan bir cihet yoktur. Ana fikirler,
genel kaideler, insan haklarıyla ilgili hüküm ve tavsiyeler, aile ve toplum
düzeniyle alâkalı beyanlar, milletleri sevk ve idare metodları, devletler
arası münasebetlerin ölçü ve anlamları kusursuz biçimde inmiş ve açıklanmıştır.
Böylece Allah'ın mü'minlere olan nîmeti tamamlanmış, din olarak İslâm, dinler
zincirinin son halkasını oluşturmuş ve onunla kemâlini bulmuş, Allah da bu
dini (mü'minlerden yana) seçip beğenmiştir.
10. Dikili
taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar
«Dikili taşlar
(putlar) üzerinde boğazlanan (hayvanlar).»
İslâm ve Onun kitabı
Kur'ân, kudsiyeti yalnız Allah'a irca' etmiş; Ona ortaklık kokusu taşıyan bütün
inanç, örf ve geleneklerin karşısına çıkmış, tapılmaya ancak Allah'ın lâyık
bulunduğunu, sonradan yaratılanlardan herhangi birini ilâhlaştirmanın katıksız
küfür olduğunu ilân etmiştir. Bu bakımdan Allah'ın mülkünde, O'nun sunduğu (eti
yenen) hayvanların birer güzel nîmet bulunduğunu düşünerek bu nîmete ancak onu
yaratan ve insanlara sunan kudretin ismiyle dokunulabileceğini emretmiş,
başkası adına kesilen hayvanın ve kurbanın haram olup yenilmiyeceğini, böyle
yapanın küfre kadar gittiğini açıklamıştır. [39]
İbn Faris ve benzeri
lûgatçilere göre, Kabe ve diğer kutsal sayılan yerlerde dikilen taşlara verilen
isimdir. Putperest Araplar belli günlerde bu taşlara bir bakıma ibâdet eder ve
onlar adına boğazladıkları hayvanların kanını belli yerlere serperlerdi.
Nitekim kuyuların etrafına dikilen taşlara da NASÂİB denilir. Kelime olarak
çoğuldur, tekili NİSAB gelir; himar ve humur gibi; veya NÜSUB tekildir, çoğulu
ANSÂB gelir.
Kabe çevresinde bu
anlamda dikilen taşların 360 kadar olduğu'söylenir.
Mücahid'e göre de
bunlar, üzerlerinde kurban kesilen, Kabe etrafındaki belli yerlere tesbit
edilen birtakım dikili taşlardır. İbn Cüreyc diyor ki: Araplar Mekke'de
kurbanları kestikten sonra kanı Kabe'ye doğru serperler, etleri de dikili
taşlar üzerine korlardı. İslâm gelince, Müslümanlar, «Biz herkesten daha çok
böyle yapıp Kabe'ye saygı göstermeğe lâyıkız» dediler. Bunun üzerine
«Boğazlanan bu hayvanların ne etleri, ne de kanları Allah'a ulaşacaktır.
Allah'a ulaşacak olan ancak sizin Allah için takva sınırları içinde yaptığınız
amel ve ibâdetlerdir.» mealindeki Hae sûresi 37. âyet ile yukarıdaki konumuzla
ilgili âyet inmiştir.
Sözü edilen dikili
taşların düz olanına da,şekillendirilmiş olanına da NÜSÛB veya ANSÂB denildiği
anlaşılıyor.
Allah'a yakınlık ifade
eden Kurban ve adak hayvan, sadeoe Allah'ın hoşnutluğuna erişmek için
boğazlanır. Cahiliye devrinde dikili taşlar ve putlar üzerinde boğazlamak ne
ise, bugün türbe ve yatırlara götürüp onlar adına boğazlamak aynı şeydir;
hükümde birleşirler. Çünkü putperest Arapların bir kısmı Allah'ı az-çok bilir,
putların kendileriyle Allah arasında aracı olduklarına ve yaklaştırıcı
bulunduklarına inanırlardı. Yatır ve türbelere gidip hayvan boğazlayanlar da
aynı niyeti ve inanoı taşımıyorlar mı?
Kur'ân Allah'a
yakınlık konusunda kesilen hayvanların, yapılan ibâdet ve taatin ölçü ve
anlamını bu tarihî olayı misal vererek açıklıyor.
11. Fal
okları ve kumar zarları
«... Fal okları, kumar
zarlarıyle kısmet aramanız size haram kılınmıştır.»
EZLÂM, bir çeşit kumar
zarları veya fal oklarıdır. Tekili,
zelem ve z ü I e m 'dir. Bu
deyim hakkında farklı yorum ve tespitler vardır:
a) Yukarıda belirttiğimiz gibi, bir çeşit kumar
zarlarıdır.
b) Tabiînden Saîd bin Cübeyr'e göre, Ezlâm, fal
atmak, kumar oynamak için hazırlanmış küçük beyaz taşlardır.
e) İbn Cerîr
Taberî diyor ki: «Süfyan bin Veki' bize bunun SATRANÇ taşları olduğunu
söyledi,»
d) Ezlâm
ister fal okları, ister kumar zarları veya satranç taşları olsun, Araplar
bunlardan üç tanesini alıp bir torbaya yerleştirir; birisinin üzerinde «yap!»
veya «başla!», ikincisinin üzerinde «yapma» veya «başlama!» yazılı olurdu;
üçüncüsünün üzerinde hiçbir şey yazılı olmazdı. Her biri elini atıp torbadan
bir tanesini çeker ve ona göre karar verip amel ederdi. Onlar buna İSTİKSAN
derlerdi. Çünkü bu tür fallarla kısmet ararlardı.
Cahiliye devrindeki
insanlar günlük hayatlarına fal okları veya kumar zarlarıyla yön vermeye
inanırlardı. Bugünün insanı ise, kahve falına, medyumların seanslarında
aldıkları mesajlara, cinlerden haber veren einci sapıklara inanırlar.
Aralarında hüküm bakımından fark yok, şekil ve kültür bakımından ayrıdırlar.
Kur'ân sözü edilen bu
ve benzeri hurafeleri haram kılarken cahiliye devrinden bir misal verip bizleri
irşat ediyor. [40]
«Kim açlıktan bunalıp çaresiz hale gelir,
-günaha istek gösterip eğilmeksizin- onlardan yemek zorunda kalırsa...»
İslâm helâl ve haram
sınırlarını belirledikten sonra zarurî durumları da dikkate almış ve bunu
ölmeyecek kadar bir sınırla sınırlamıştır. Yani harama cevaz hususunda ölüm ve
hastalık tehlikesini sebep kabul etmiş, ondan yemeyi de ölmeyecek kadarla
sınırlamıştır. Çünkü zaruret miktarını aşmak, harama meyletmek demektir.
Zaruret miktarını korumak ise, hayatı tehlikeden kurtarmaya yöneliktir. Bu
sebeple geçici olarak haram nesne mubah sayılmıştır. Çünkü Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz şöyle buyurmuştur :
«Şüphesiz ki Allah
günaha gidilmesinden nasıl hoşlanmazsa, ruhsatına gidilmesini öylece sever.» [41]
Bu konuda henüz
zaruretin ölçü ve sınırını bilmiyen Ashab-ı Kiram, Peygamber (A.S.) Efendimize
soruyorlar:
— Ey Allah'ın Peygamberi! Bir arazide
bulunduğumuzda aç kalırsak, ne zaman ölü hayvan yememiz bize helâl olur?
Onlara şu cevabı
veriyor:
— Sabahleyin ve akşamleyin yiyeeek bir şey
bulamaz, açlığınızı giderecek baklagiller (yeşillik ve sebze gibi şeyler)den
de bir şey bulamazsanız, o takdirde ölü hayvandan (ölmeyecek kadar)
yiyebilirsiniz.» [42]
İlgili âyet ve
hadîslerin ışığı altında müotehit imamlar bu konuda şu genel kaideyi
koymuşlardır:
«Zaruretler memnu'
olan şeyleri mubah kılar.» «Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunur.» Bu
Konuda Mezheplerin Görüşü :
Boğularak, bir cisimle
vurularak ve dövülerek, yuvarlanarak, süsüle-rek, canavar tarafından
parçalanarak ölmek üzere olan hayvanı boğazlamak, etini helâl kılar mı?
a) Hanefî ve Şafiî mezheplerine göre, bu
durumlardan birinde ölmek üzere bulunan hayvanda hayat belirtileri görülürse,
boğazlanması caizdir ve eti helâl olur. Hayat belirtileri, kuyruğunu oynatması,
ayağını hareket ettirmesi, çırpınıp tepinmesi, başını az da olsa kaldırıp
hareket göstermesi gibi hallerdir.
b) Mâlikî mezhebine göre, o durumdaki hayvanın öldüğüne zann-ı gaalib hâsıl
edilirse, boğazlanmasında bir yarar yoktur. Ama henüz hayat belirtilerinden
biri kendini hissettiriyorsa, o takdirde
boğazlanması caiz olur.
Bu konuda âyetteki
istisnanın muttasıl ve munkati' olduğu üzerinde farklı görüşler ve hükümler
getirilmiştir. Biz muttasıl olduğunu dikkate alarak terceme ve yorumda
bulunduk.
Şer'î boğazlama nasıl,
ne ile yapılır? İleride buna geniş yer verilecektir. [43]
Yukarıdaki âyetle
mü'minlere haram kılınan onbir madde sıralandıktan sonra imânla amel
arasındaki köprünün sağlam ölçü ve anlamda ayakta tutulmasının lüzumuna işaret
edildi.
Bu şuurla gelişip
güçlenen İslâm ehlinin, kâfirlerin öteden beri besledikleri ümitlerini
kırdığına dikkatler çekildi. Sonra Allah'ın mü'minlere olan lütuf ve inâyetiyle
dinin kemâle erdiği, noksanlık kalmadığı, ilâhî nî-metin mü'minlerden yana
tamamlandığı açıklandı.
Aşağıdaki âyetle, yine
imânın açık belirtilerinden birkaçı sayılan bazı helâl ve temiz şeyler
açıklanıyor. Allah'ın mülkünde, O'nun nimetini yerken O'nun adının anılması
emrediliyor. Nimete karşı şükrün bir ucunun buna dayandığına işaretle dikkatler
çekiliyor. [44]
4—
Senden kendilerine nelerin
helâl kılındığını soruyorlar;
de ki:
Size temiz, yararlı
şeyler helâl kılınmıştır. Eğittiğiniz ve Allah'ın size öğrettiğini
öğrettiğiniz avcı hayvanların sizden yana yakaladıklarını yeyiniz ve üzerine
Allah'ın ismini anınız (Besmele çekiniz).
Allah'tan korkup
kötülüklerden (murdar ve zararlı şeylerden) sakının. Şüphesiz ki Allah hesabı
çabuk görendir.
Ashabdan Adiy bin
Hâtem ile Zeyd bin Mühelhil (R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek :
— «Ya Resûlellah! biz
köpek, doğan, şahin ile avcılık yapan bir kavimiz; ayrıca Derî' ve Huriye
ailelerine ait avcı köpekler yabanî sığır, eşek ve geyikleri yakalarlar, kimine
yetişilip boğazlanır, kimine yetişilmeden avcı hayvan tarafından parçalanıp
öldürülür. Allah ise ölü hayvanın haram kılındığını bildiriyor. Bunlardan bize
neler helâldir?»
Diye sorduklarında,
yukarıdaki âyet iniyor. [45]
İbn Cerîr Taberî'nin
tesbitine göre : Melek Cebrail, Resûlüllah'a (A.S.) gelip içeri girmek üzere
izin istemiş, ama kendisine izin verildiği halde girmemişti. Sonra da «Ey
Allah'ın Peygamberi! senden izin aldık ama (biz melekler) içeride köpek bulunan
bir eve girmeyiz..» demiştir. Bunun üzerine köpeklerin öldürülmesi
emredilmişti. Sonra da avcı ve koruyucu köpeklerin öldürülüp öldürülmeyeceği
sorulmuştu. Bunun üzerine yukarıdaki âyet inmiştir. [46]
«Kim (yanında) bir
köpek tutup (beslerse) şüphesiz ki onun her günkü amelinin (sevabından) bir
kırat eksilir. Ancak bağ-bahceyi veya davarları koruyan köpek müstesna..» [47]
«Kim av için,
davarları ve araziyi korumak için değil de (keyfî olarak) köpek edinirse, her
gün onun sevabından iki kırat eksilir.» [48]
Adiy bin Hâtem (R.A.)
anlatıyor:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimize sordum, dedim ki:
— Ey Allah'ın Peygamberi! biz şu köpeklerle
avcılık yapan bir kabileyiz. (Bu hususta ne buyurursunuz?).
Cevap verdi:
— «Eğitilmiş köpeğini (av üzerine) salıverdiğin
ve üzerine de Allah'ın adım andığın (Bismillah dediğin) zaman senin için
yakaladığını ye, ancak köpek yakaladığından yerse, artık ondan yeme. Çünkü
kendisi için yakaladığından endişe ederim. Üzerlerine Besmele çekilmemiş bazı
köpekler de ona katılıp avı yakalıyarak öldürürlerse ondan da yeme. Çünkü sen
ancak kendi köpeğin üzerine (yani onu salıverirken) Besmele çekmiştin,
diğerleri üzerine değil...» [49]
Ebû Salebe (R.A.)
Anlatıyor:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimize sordum, dedim ki:
— Ey Allah'ın Peygamberi! biz, kitap ehline ait
bir bölgede bulunuyoruz. Onların kaplarındaki yiyecekten yiyelim mi? Hem de
avcılığa elverişli arazide bulunuyor, okumla, eğitilmiş ve eğitilmemiş
köpeklerimle avlanıyorum. Bunlardan hangisi bize elverişlidir?
Allah Resulü (A.S.) şu
cevabı verdi:
— «Kitap Ehline ait kaplara gelince: Başka kap
bulabildiğiniz takdirde onlarda yemek yemeyin. Başkasını bulamadığınızda,
yıkayın da öylece içinde yemek yeyin. Okunla avladığına gelince : Allah'ın
adını (Besmele'yi) okun üzerine çekip atarsın, böylece avladığın hayvanın etini
yiyebilirsin. Eğitilmiş köpeğinle avlayıp
(köpeği salıverirken) üzerine
Allah'ın adini anarsın ve öylece
yakaladığını yiyebilirsin. Eğitilmemiş köpeğinle avladığını yeme.. Ancak henüz
diri iken yetişip boğazlarsan yiyebilirsin.» [50]
«Eğittiğiniz ve
Alah'ın size öğrettiğini öğrettiğiniz avcı hayvanlar...»
Kur'ân'da bu konuda
CEVÂRİH tabiri kullanılmıştır. Bu,
ceriha 'nın çoğuludur. Cerh kökünden türetilmiştir. Genel olarak
yaralama, çürütme ve keskin bir âletle yarıp açma anlamına gelir. Terim olarak,
yırtıcı hayvanlardan eğitilmiş olanlar kasdediliyor. Köpek, doğan, pars, şahin
ve benzeri avcı hayvanlar bu cümledendir Bunlar yakaladıkları av hayvanını genellikle
yaraladıkları için hepsine birden CEVARİH denilmiştir.
MÜKELLİBÎN : M ü k e
11 i b sıfatının çoğuludur. Köpek ve benzeri avcı hayvanları eğitip
besleyenlere verilen bir addır.
Müctehit imamlar bu
meselede bir takım şartlar tesbit etmişlerdir. Avcı hayvanlarla avlanan bir
hayvanın helâl olabilmesi için :
a) Avcı hayvanın eğitilmiş olması,
Hanefîlere göre, en az
üç defa sahibi çağırınca gelmesi, «dur!» deyince durması gerekir. Hanbelî
fukahasına göre, iki defa. Tabiînden Hasan el-Basrî'ye göre bir defa
yeterlidir.
b) Yakaladığı avdan yememesi,
c) Av üzerine gönderilirken üzerine Besmele
çekilmesi,
d) Avcılık yapanın Müslüman olması,
e) Fukahadan bir kısmına göre, köpeğin siyah
olmaması şarttır. Avcı hayvan yakaladığı avı, sahibi yetişmeden yaralayıp
öldürürse, bu doğrudan boğazlanma yerine geçer ve eti yenir. Ama öldürmeden
sahibi yetişirse, o takdirde boğazlaması gerekir.
Ok ve ateşli
silâhlarla Besmele çekerek atılan kurşun isabet eder de avcı yetişmeden hayvan
ölürse, bu da doğrudan boğazlama yerine geçer ve eti helâl olur. Henüz ölmeden
sahibi yetişirse boğazlar.
Bu konuda geniş bilgi
için Fıkıh Kitapları Sayd ve Zebâyih bahsine bakılması tavsiye olunur. [51]
(De ki '• Size temiz,
yararlı şeyler helâl kılınmıştır.»
Cahiliye devri
Arapları bazı temiz ve yararlı şeyleri kendilerine haram kılmışlardı. Örneğin,
kendilerine göre bazı ölçü ve kıstaslar koyup belirledikleri develere Bahiyre,
Sâibe, Vasiyle ve Ham isimlerini vererek bunların etini, sütünü, yününü
kendilerine haram sayarlardı. Bir bakıma bu develer tabulaştırılırdı. İslâm,
bu ölçüsüz ve anlamsız âdet ve inançları kökünden kaldırdı. İnsanın
yaratılışındaki saygınlığına ve ruhunun yüceliğine, aynı zamanda beden ve ruh
sağlığına yararlı olanı helâl, zararlı olanı haram kıldı.
İşte âyette geçen
TAYYİBAT deyimi bu hakikati çok kapsamlı ve özetlenmiş biçimde yansıtmaktadır.
Tayyibat'ın karşıtı
HABÂİS'dir. Murdar, zararlı, iğrenç şeyler demektir. Sözlük ve terim olarak t
a y y i b , beden ve ruhun lezzet duyduğu helâl şeyler anlamına gelir. Bu da
inanmış ve dinî kültür almış kişilerin duyduğu lezzet ve iştiha ile
yorumlanır. [52]
Yukarıdaki âyetle
Kur'ân'ın mü'minlere sunduğu kadri yüce nimetlere yer verildi, temiz ve yararlı
şeylerin helâl kılındığı açıklandı. Av ve avcı hayvanlarla ilgili
hükümler bildirildi.
Aşağıdaki âyetle, yine
temiz ve yararlı şeylerin helâl kılındığına temas edilerek ilâhî nimetlerin bir
başka bölümü açıklanıyor. Kitap Ehliyle diyalogun devamını sağlamaya yönelik
hükümler getiriliyor. İffetli kadınlarla evlenme konusuna dönülerek bu arada
erkeklerin iffetli, zinadan uzak temiz bir hayat yaşamalarının gereğine dikkatler
çekiliyor. Böylece dinin bütün hükümlerine kayıtsız, şartsız uymanın sağlam
bir imâna dayalı olduğu hatırlatılarak bunu inkâr etmenin insanı büyük bir
zarara uğratacağı bildiriliyor. [53]
Bugün size temiz
yararlı şeyler helâl kılındı; kendilerine kitap verilen (Yahudi ve
Hıristiyan)lerin yiyeceği size helâldir; sizin de yiyeceğiniz onlara helâldir.
İnanan iffetli
kadınlarla, sizden önce kendilerine kitap verilenlerin iffetli kadınları,
-iffetli olduğunuz, zina etmediğiniz, gizli dost tutmadığınız halde- (nikâh
akdi yapıp) mehirlerini verdiğinizde (sîze helâldırlar).
Kim (Hakk'a) imânı
inkâr ederse, gerçekten ameli boşa gider ve o âhi-rette de zarara
uğrayanlardandır.
«Ancak mü'mine arkadaş
ol ve senin yemeğini de ancak Allah'tan korkup kötülüklerden sakınan kimse
yesin!.» [54]
Mealindeki hadîsteki
emir, istihbap anlamına hamledilmiştir ki, ancak bu takdirde âyetle uyum
halinde bir hüküm taşır. [55]
«Kendilerine kitap
lenlerin yiyeceği size helâldir; sizin de yiyeceğiniz onlara helâldir...»
İslâm, cihan dinidir.
Kendisinden önceki hak dinlere hem inanmayı emreder, hem onlarla diyalogun
kurulmasını ve sürdürülmesini tavsiye eder. Şiddete baş vurmadan rahmet
kapısını her millete açık tutar. İmânı bir idrâk, bir selîm zevk ve irfan işi
sayar. Bunun için önee insan idrâkine seslenir; ruhunun gıda alaeağı ilâhî
beyânı bütün tazeliğiyle sunmaya çalışır. Sonra da Hz. Muhammed'in (A.S.)
yüksek şahsiyetinde bütünleşen güzel ahlâk ve fazileti kafa ve gönüllere bir
hayat iksiri olarak takdim eder.
Özellikle az-çok ilâhî
beyana erişen Yahudi ve Hlristiyanları insafa davet eder. Onlarla başta
kendilerinden kız alma olmak üzere siyasî, ticarî ve diplomatik ilişkilerin
sürdürülmesini ister. Bununla toplumlara hayat veren İslâm'ın tertemiz
havasının o ülkelere sokulmasını amaçlar. Gerekirse Müslüman erkeklerin
onlardan olan kadınlarla evlenmelerine cevaz verir. Çünkü hedef, son dinin
kinle düşmanlıkla, hakları çiğnemekle ortaya çıkmadığını; dinler basamaklarının
en üst son basamağını teşkil ettiğini, sadece bir kabile veya millete değil,
bütün milletlere gönderildiğini ve insanlığın müşterek malı bulunduğunu en
mâkul yollarla gönüllere işlemek ve böylece bir idrâk uyanıklığı sağlamaktır.
Yine bu amaç dikkate
alınarak, gerektiğinde ilişkileri daha da sıklaştırmak, bu yoldan
Müslümanların örnek yaşayışlarını, insan haklarına gösterdikleri sınırsız
saygı belirtilerini diğer milletlere bütün açıklığıyla sergilemektir.
Kitap ehlinin
boğazladıkları hayvanların ve İslâm'a göre helâl sayılan yemeklerinin
Müslümanlara helâl olduğu, Müslümanların da gerek boğazladıkları hayvanlardan
vegerekse hazırladıkları gıda maddelerinden Kitap ehlinin yemelerinde dinî bir
sakınca bulunmadığı dikkate alınırsa, nasıl bir ilişki kurulması arzulandığı
rahatlıkla anlaşılır.
Bütün bu olumlu
yöndeki adımlar, İslâm'ın barıştırıcı, birleştirici ve yumuşatıcı bir din
olduğunun bir başka delilidir. Yürürlükten kaldırılan diğer iki semavî dinin
hiç olmazsa Kur'ân'a saygı göstermesine yönelik bir davet söz konusudur. Tevrat
ve İncil'de değiştirilen veya zaman aşımıyla unutulan belgeleri hem tashîh
ederek, hem ortaya çıkararak büyük bir hizmette bulunan Kur'ân, bu doğrultudaki
mesajıyla da onları insafa çağırmaktadır.
Dinlerin tekâmülü
tartışma, sürtüşme ve vuruşma için değil; beşer ruhunu yüceltmek, insan
ahlâkını güzelleştirmek, insanlığına yakışanı yapıp yerine getirmek; dil, ırk
ve renkleri ne olursa olsun bütün insanların Adem Peygamberden üreyip
çoğaldığını hatırlatmak içindir. Bunun gerçekleşmesine bütünüyle yönelip
çalışmak, barış içinde yaşama arzusunun en açık belirti ve belgesi değil midir?
İşte beşinci âyetle
bütün bu hususlar çok anlamlı biçimde özetlenerek bir komprime halinde insan
aklına ve vicdanına sunulmaktadır.
Allah'a, meleklerine,
kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe inanmayı hakiki imânın değişmiyen
şartları kabul etmek kadar tabii ne olabilir? Bunun ya tamamını, ya da bir
kısmını inkâr etmenin büyük bir haksızlık olduğu ortadadır. Çünkü insan ruhunun
muhtaç bulunduğu hava ve gıdayı ondan esirgemek, ruhun varlığını reddetmek
kadar gülünçtür. Bunda ısrar etmek, ilâhî cezaya yol açar. Kur'ân bunu haber
verip gereken uyarısını yapıyor, [56]
«Kendilerine (daha
önce) kitap verilen (Yahudi ve Hıristiyan)lerin yiyeceği size helâldir.» mealindeki
âyet üzerinde ilim adamları farklı görüş ve yorumlarda bulunmuşlardır:
a) Peygamber
(A.S.) Efendimiz henüz
risâletle görevlendirilmeden
önee, soy itibariyle Yahudî ve Hıristiyan olanlarla onların dinine aynı devrelerde girenlerin
boğazladıkları hayvanlar Müslümanlara helâldir.
Hz. Muhammed (A.S.) peygamber olarak gönderildikten sonra Araplardan bu
iki dine girenlerin kestiği hayvan Müslümanlara helâl değildir. Çünkü Hıristiyanlığa
girenler o dinin hiçbir prensibine uymamış, sadece içki içmekle onları taklîd
etmişlerdir.
Nitekim Hz. Ali (R.A.)
: «Arap Hıristiyanlarının kestikleri hayvanlardan yemeyin. Çünkü onlar içki
içmekten başka hiçbir kurala uymamışlardır.» demiştir. [57] İbn
Mes'ud (R.A.) da ayni görüştedir. Şafiî mezhebine göre de Kur'ân indikten sonra
Yahudî ve Hıristiyan dinine girenlerin boğazladığı hayvanlar yenilmez. [58]
b) İbn Abbas'a (R.A.) göre, Kur'ân indikten
sonra da sözü edilen dinlerden birine giren Arapların boğazladıkları yenilir. el-Hasan,
Ata' bin Ebî Rebah, Şa'bî, İkrime, Katade, Zührî ve Ham-mad da ayni
görüştedirler. Nitekim Ebu Derdâ (R.A.) ile İbn Zeyd'den, kilise adına
boğazlanan hayvandan sorulduğunda, «ondan yiyebilirsiniz» diye fetva vermişler
ve Allah onların yemeğini helâl kılmış, bu hususta belirtilen anlamda bir
istisnaya yer vermemiştir, kaydını ileri sürerek delil göstermişlerdir.
Nitekim Hanefî ve
Mâlikî mezheplerinin de görüş ve içtihadı bu doğrultudadır.
Hanbelî mezhebinden bu
konuda farklı iki rivayet vardır. Ancak sözü edilen mesele hususunda Hanefî ve
Mâlikî mezheplerinde ümmet için kolaylık vardır.
c) Dinsiz,
putperest, ateşperest ve benzeri Kitap ehli sayılmayan milletlerin ve
şahısların boğazladığı hayvan kesinlikle Müslümanlara haramdır. Bunda icmâ'
vardır.
Kitap ehli (Yahudî ve
Hıristiyanlar) Besmele çekmeden veya Allah ismini anmadan boğazlarlarsa,
yenilmesi helâl olur mu?
Bu mesele hakkında da
ilim adamlarının farklı görüş ve içtihadı olmuştur :
a) İbn Ömer'e (R.A.) göre, bir Yahudî, ya da
Hıristiyan Allah'ın ismini anmadan hayvan boğazlarsa helâl olmaz. Rabia' da
ayni görüştedir.
b) Allah'tan başkasının ismini anıp
boğazlarlarsa yine haram olur, yenilmez. Hz. Ali, Hz. Âişe, İbn Ömer ve
Tabiînden Tavus ve el-Hasan'ın görüş ve içtihadı bu anlamdadır.
c) İlim adamlarının çoğuna göre, öyle de olsa
Kitap ehlinin boğazladığı helâldir. Nitekim İmam Şa'bî ve Atâ'dan, «Bir
Hıristiyanın Mesîh ismini anarak boğazladığı hayvan bize helâl olur mu?» diye
sorulduğunda, «Helâl olur» diye cevap verdikleri sahih rivayetlerle sabit olmuştur.
«Çünkü Allah onların boğazladığını helâl kılmıştır.» diye ilâve ettikleri de
bilinmektedir. [59]
d) el-Hasan diyor ki ; «Bir Yahudî, ya da
Hıristiyanın hayvan boğazlarken Allah'tan başkasının ismini andığını
işitirseniz ondan yemeyin. Ama nasıl boğazladıklarını bilmiyorsanız, yemenizde
dinî bir sakınca yoktur. Çünkü Allah onların boğazladıklarını helâl kılmıştır.»
e) İmam
Mâlik'e göre. Kitap ehli, Allah'dan başkasının adını anarak boğazlarsa yine de
haram olmaz, sadece mekruh sayılır. [60]
Bu meselede İmâm
Mâlik, Şa'bî ve Atâ'ın görüş ve içtihadında kolaylık vardır.
Âyette geçen «taam»
tabirinden boğazlanan hayvanlar kasde-dildiğini söyleyenler olmakla beraber,
bunun İslâm'a göre helâl sayılan bütün yiyecekleri içine aldığını söyleyenler
de var. Ne var ki her iki yoruma göre de boğazlanan hayvan söz konusudur. [61]
«İnanan iffetli
kadınlar» diye mealini yazdığımız muhsanat tabirinden bir de «hür olan iffetli
kadınlar» mânasını çıkaranlar olmuştur. O halde bu mesele hakkında da farklı
yorumlar vardır:
a) Tabiînden Mücahid'e göre, iffetli hür
kadınlar, kasdedilmiştir. O halde
inanmış iffetli cariyelerle evlenmek ancak şu iki şartla caizdir: Evlenmek
isteyen erkek gayr-i ahlâkî bir
yola düşmekten endişe duyduğunda veya
hür iffetli kadınla evlenmek için malî imkânı bulunmadığında...
b) İbn Abbas'a (R.A.) göre: Muhsanat'tan maksad,
hür olsun câriye olsun iffetli, namuslu kadınlardır. O takdirde fahişe bir
kadınla evlenmek ona göre helâl değildir.
Ancak ilim adamlarının
çoğu, zina eden bir kadın tevbe edip ahlâkını düzeltirse nikâhlanması caizdir,
diye fetva vermişlerdir. Sahih olan da budur. Nitekim Tarık bin Şihab diyor
ki: Bir adam kız kardeşimle evlenmek istedi. Kız kardeşim ona, «Benimle
evlenecek olursan halk seni kınar, sonra rüsvay olursun, çünkü zamanında ben
zina yaptım» diyerek uyarıda bulunmuştu. Bunun üzerine Hz. Ömer'e (R.A.)
başvuruldu. Ömer (R.A.) : «Kadın tevbe edip ahlâkını düzeltmiş mi?» diye
soruyor. Onlar da, «Evet, düzeltmiştir. Şimdi iffetli bir hayat yaşıyor» diye
cevap verince, Ömer (R.A.) onlara : «O halde o kadınla evlenmenizde bir sakınca
yoktur» buyuruyor. [62]
c) Hem hür, hem cariyeyle evlenmek caizdir.
Ancak bazı mezheplere göre, hür kadın üzerine cariyeyle evlenmek caiz değil,
bunun aksi caizdir. Âyette sadece iffetli hür kadınlarla evlenmekten söz
edilmesi, onlarla evlenmeyi teşvîk ve tercih anlamına gelir. [63]
«Sizden önce
kendilerine kitap verilenlerin iffetli kadınları....»
Bu hususta da farklı
ictihad ve yorumlar ortaya konmuştur:
a) İbn Abbas'a (R.A.) göre, Kitap ehlinden
iffetli hür kadınlar kasde-dilmiştir. Âyetin zahirinden bu anlaşılmaktadır. O
bakımdan Kitap ehlinden olan iffetli cariyelerle evlenmek ona göre caiz
değildir. Şa'bî, Nahaî ve Dahhak gibi ilim adamları da ayni görüştedirler.
Nitekim Şafiî
mezhebine göre de hüküm böyledir.
b) el-Hasan ve onun paralelinde olanlara göre,
âyet hem hür hem cariyeyi kapsamaktadır. O halde Kitap ehlinden iffetli hür ve
câriye kadınlarla evlenmekte dinî bir sakınca yoktur.
Nitekim İmam Ebû
Hanîfe de aynı içtihada sahiptir. Bize kadar gelen sahih rivayetlerden
öğreniyoruz ki: Hz. Osman (R.A.), Hıristiyan olan Fi-rafise kızı Naile ile
evlenmiştir. Ashabdan Talha bin Ubeydullah (R.A.) da bir Yahudî kadınla
evlenmiştir.
Ancak İbn Ömer'e
(R.A.) göre, hür veya câriye Müslüman iffetli kadınlar varken onlarla evlenmek
mekruhtur. Hz. Osman ile Hz. Talha'nın içtihadına göre, mekruh değildir.
Şüphesiz ki bu bir ictihad farkıdır, biri diğerini nakzetmez.
Âyette yer alan
«Ucûr»dan maksat, sözü edilen kadınlarla, mehirleri-ni vermek suretiyle
evlenmenin helâl olduğunu belirtmektir. [64]
«İffetli olduğunuz,
zina etmediğiniz, gizli dost edinmediğiniz halde......»
İffetli, faziletli,
güzel ahlâklı olmak şüphesiz ki imânın en uygun meyvesi, İslâm'ın değişmiyen
yoludur. Kur'ân ve Sünnet imânla güzel hasletleri oluşturmak ve bütünleştirmek
için kudsî âlemden birçok esas ve pren-
siplerle inmiştir.
Diyebiliriz ki, bu dinin bütün esas ve prensiplerinde, dünya ve âhiretle ilgili
hükümlerinde mutlaka güzel ahlâkın, fazilet ve hayır-hahlığın, iffet ve namusun
payı çok büyüktür.
Kadının ne kadar
iffetli, namuslu, dürüst ve ahlâklı olması emredil-mişse, aynı ölçü ve anlamda
erkeğin de böyle olması kesinlikle emredilmiş ve üzerinde ısrarla durulmuştur.
Kur'ân'da ; «Ey imân edenler!», «Ey insanlar!» denilince mutlaka her iki cinse
seslenilmiştir.
Mâide 5. âyetin son
bölümünde özellikle bu husus üzerinde durulmuş ve inanmış erkeklere gereken
uyarı yapılmıştır. [65]
Yukarıdaki âyetlerle
mü'minlere temiz ve yararlı şeylerin helâl kılındığı açıklandı. Kitap ehliyle
nasıl ve hangi yollardan ilişki kurulması belirtildi. İffetli kadınlarla
evlenme teşvîk edilerek bu hususta da Kitap ehliyle bir yakınlık kurmanın caiz
olduğuna dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
müslimle gayr-i müslim arasındaki alâmet-i farikanın namaz olduğuna işaret
edilerek, başın bedendeki yeri ve önemi ne ise, namazın da dindeki yeri ve
önemi odur, hususu zımnen işleniyor ve bu önemli ibâdetin ancak abdestli bir
vaziyette yerine getirilebileceği açıklanıyor. Sonra da bazı hallerde teyemmüm
edilmesine ruhsat verildiğine temas edilerek Allah'ın mü'minlere olan
nimetleri hatırlatılıyor. Peygambere verilen söze sadık kalınıp vefa
edilmesinin lüzumu belirtiliyor. [66]
6— Ey imân
edenler! Namaza kalkmayı dilediğinizde yüzlerinizi, dirseklere kadar
(dirsekler dahil) ellerinizi yıkayın. Başlarınıza meshedip, topuklarına kadar
(topuklar dahil) ayaklarınızı yıkayın.
Cünüp İseniz iyice yıkanıp
temizlenin (boy abdesti alın). Hasta iseniz
veya yolculukta
bulunuyorsanız veya sizden bîrî tabii ihtiyacım gidermekten gelmişse veya
kadınlara dokunmuşsanız, bu durumda su da bulama-mışsanız, tertemiz bir
toprakla teyemmüm edin; ondan yüzlerinize ve ellerinize sürün. Allah size
sıkıntı vermek istemez, ama sizi tertemiz yapmak ve şükredesiniz diye
üzerinize nimetini tamamlamak ister.
7— Allah'ın
size olan nimetini ve «işittik, itaat ettik» dediğiniz zaman sizi bağladığı
mîsakını hatırlayın. Allah'tan korkup (ahdi ve andı bozmaktan) sakının.
Şüphesiz ki Alfah göğüslerdekini gereği gibi bilir.
«Allah sizden
birinizin abdesti bozulduğunda abdest almadıkça namazını kabul etmez.» [67]
«Kim temizlik (abdest)
üzerine abdest alırsa, Allah ona on sevap yazar.» [68]
Üçüncü halîfe Hz.
Osman (R.A.) su istedi. Kendisine bir kap dolu su getirilince, önce avucuna üç
defa su döküp ellerini iyice yıkadı. Sonra sağ elini kaba sokup su aldı, ağzını
çalkayıp burnuna su çekti ve temizledi. Sonra yüzünü üç defa, kollarını
dirseklere kadar üç defa yıkadı. Başına meshedip ayaklarını topuklara kadar üç
defa yıkadıktan sonra şöyle dedi: Peygamber (A.S.) Efendimizi, benim şu abdest
aldığım şekilde abdest alırken gördüm ve şöyle buyurduğunu işittim :
«Kim benim abdestim
gibi abdest alır, sonra iki rek'at namaz kılar da kendi kendine namazla ilgisi
olmayan bir şey konuşmazsa, geçmiş günahı bağışlanır.» [69]
Ebû Hüreyre (R.A.)
anlatıyor:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz topuğunu yıkamıyan bir adam gördü, ona: Topuklara yazık oldu ateşten,
buyurdu.» [70]
Hz. Câbir {R.A.) diyor
ki: Hz. Ömer {R.A.) bana anlattı: «Bir adam abdest aldı, ancak ayağının
üzerinde bir tırnak kadar kuru yer yıkanmadık kaldı.
Resûlüllah (A.S.) onu
görünce, adama ; «Dön abdestini güzelce al!.» buyurdu. [71] Adam
da dönüp güzel bir abdest aldıktan sonra namaz kıldı.
Abdullah bin Amr
(R.A.) anlatıyor:
Bir yolculuğumuz
esnasında Resûlüllah geride kaldı. Ook geçmeden gelip bize yetişti. Namaz vakti
de girmiş bulunuyordu. Biz abdest alıyor, ayaklarımızın üzerini meshediyorduk.
Resûlüllah (A.S.) yüksek sesle bize iki veya üc defa : «Topuklara yazık oldu
ateşten!.,» diyerek seslendi.
Buradaki meshetmek,
ayakları yıkamak anlamında mecaz olabilir.
«Şüphesiz ki ümmetim
kıyamet gününde alınları, kol ve bacakları ab-destin eserinden bembeyaz nurânî
bir halde çağrılır. Artık kim beyazlık ve nurâniliğini artırmak isterse
artırsın..» [72]
Hz. Âişe Validemiz
{R.A.) anlatıyor:
«Peygamber (A.S.)
Efendimiz cünüplükten dolayı boy abdesti alırken önce iki elini yıkar, sonra
sol eline su alıp utanç yerini yıkar, sonra namaz abdesti gibi abdest alır,
sonra parmaklarını suya batırıp onunla saçlarının dip kısımlarını aralar, sonra
avucuna su alıp üç defa başına döker, sonra bütün bedenine suyu ulaştırırdı.» [73]
Namaz, Allah'a imânın
içten dışa vuran açık belirtisidir. İmân cevhe-riyle aydınlanan ruhun değişmez
gıdası; kul ile Allah arasındaki mesafeyi kaldırıp engelleri gideren yükselme
aracıdır. Bunun içfn Hazret-i Peygamber (A.S.)
«Namaz mü'minin mi'raçıdır» buyurmuştur.
Hiçbir ibâdet namazın
yerini alamaz ve onun boşluğunu dolduramaz. Her şeyden ilgiyi kesip bir anda
ilâhî huzurda divana durmanın ruh ve beden, vicdan ve sinir sistemi üzerindeki
olumlu tesirini hangi iş ve ibâdet sağlayabilir?
O nedenle zevkine ve
şuuruna erişilerek kılınan bir namaz, ruh ve beden sağlığını koruyan, koruyucu
hekimliğini yapan manevî bir hekimdir. Sabah kalkıp ocaklarda, tezgah ve masa
başlarında, fabrika ve atel-yelerde, ağır işlerde sekiz saat çalışan bir
insanın bedensel ve ruhsal yönden nasıl yorulup yıprandığını, sinir sisteminin
az-çok nasıl bozulduğunu bilmiyen var mıdır? Ne yemek ve sigara molası, ne de
müzik bu yorgunluğu tamamen giderecek, bozulan sinirleri düzeltecek ölçü ve
anlamda değildir. Çünkü böyle bir ortamda bulunan kişinin gönül huzuruna, ruh
ferahlığına, vicdan serinliğine büyük ihtiyacı vardır. Bunları ancak abdest ile
namaz karşılayabilir.
Mute savaş alanından
akşama doğru yaralı, yorgun, aç ve susuz bir halde çekilen Halid bin Velid
(R.A.) kumandasındaki ordu, ezan sesleri arasında abdest alıp cemaat halinde
akşam namazına durduklarında ne yorgunlukları, ne açlık, ne de korkuları
kaldı. Namaz kılındığında hiç savaşmamış gibi kendilerini güçlü hissetmeleri
ne ile yorumlanabilir? İşte zevkine ve bilincine erişilerek kılınan namazın en
güzel şifâ ve tesirlerinden bir örnek!.
Abdest, namaz gibi
yüce bir ibâdetin ön hazırlığıdır. Allah huzuruna iç ve dış temizliğini
birleştirerek çıkmanın tek yoludur. Ruha rahatlık, bedene zindelik verir, Deri
altında biriken yağların kısmen olsun erimesini sağlar. Kan dolaşımını ayarlar,
bu bakımdan kalbi dinlendirir. Sinir uçlarının en duyarlı bulunduğu organlar
soğuk su ile yıkanırken insan bir anda toparlanır, beyin daha iyi hareketini
sürdürür, vücut çalışma mekanizması normal çalışma devresine kavuşur.
Boy abdestinin de
olumlu tesirleri en az bu kadardır, diyebiliriz. Su bulunmadığı zaman ön
hazırlığı teyemmüm ile karşılamaktayız; abdest hususunda belirtilen yararların
hiç olmazsa bir kısmı teyemmüm ile karşılanır. Ayrıoa toprağa el sürüp bu
farizayı yerine getirmek insana tevazuu öğretir. Sonunda dönüşün toprak
olacağını hatırlatır. [74]
Her namaza
kalkıldığında abdest almak gerekir mi? Müctehit imamların ve tefsîrcilerin bu
konuda farklı içtihat ve yorumları olmuştur:
a) Zahirî Mezhebinin kurucusu
Davud ez-Zahirî'ye göre,
âyetin bu husustaki anlatımı hiçbir
yoruma ihtiyaç göstermiyeeek kadar açıktır. O halde namaz kılmak isteyen
kimsenin her namaz için bir abdest alması vâcibdir.
b) Diğer dört mezhep imamlarına göre, Kur'ân ve
Hadîsleri bir araya getirip ilgili âyeti Resûlüllah (A.S.) Efendimizin sözü ve fiiliyle tefsîr
ettiğimizde, her namaz için abdest almanın vâcib olmadığı, alman bir ab-destle
-bozulmadığı sürece- birçok namazların kılınabildiği anlaşılır.
Mezhep imamlarına
göre, âyetin takdiri şöyledir:
«Namaza kalkmayı dilediğinizde -abdestsiz bulunuyorsanız- abdest alın..»
Nitekim Sahabe ve
Tabiînden oluşan cumhur-i ulemâya göre, birden fazla namaz için bir abdest
yeterlidir. Yani alınan bir abdest bozulmadığı takdirde onunla istenildiği
kadar namaz kıiınabilir.
Sahih rivayetlerden de
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, Hendek savaşında fırsat bulamadığı için dört
vakit namazını bir abdestle kıldığı kesinlikle anlaşılmıştır.
c) Müslim,
Ahmed bin Hanbel ve diğer Sünen sahiplerinin Hazret-i Büreyde'den yaptıkları
sahîh tesbite göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz önceleri her namaz için abdest
alırdı. Fetih günü ise bir abdest alıp mestlerini meshettikten sonra birden
fazla namaz kılmıştır.
Bunun üzerine Hazret-i
Ömer (R.A.) :
— Ey Allah'ın Peygamberi! daha önce
yapmadığınız şeyi yaptınız, deyince.
Efendimiz (A.S.) ona :
— Bilhassa bilerek öyle yaptım, ya Ömer! diye
cevap vermiştir.
Buharı ve Sünen sahiplerinin
Hazret-i Enes'den (R.A.) yaptıkları rivayette, bu konuyu biraz daha açıklığa
kavuşturur ölçüde fazla bilgi verilmiştir. Hz. Enes'in (R.A.) «Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz her namaz için bir abdest alırdı» şeklindeki sözünü işiten Amr
bin Âmir el-Ansarî (R.A.) ona: «Ya sizler nasıl yaparsınız?» diye soruyor. O da
«Biz, abdestimiz bozul-madıkça bir abdestle birçok namaz kılarız» diye cevap
veriyor.
Bu rivayetten sadece
Resûlüllah'ın her namaz için bir abdest aldığı ve ona mahsus bir sünnet olduğu
kesinlik kazanıyor. Nitekim Mekke'nin fethedildiği gün bir abdestle birden
fazla namazı imam olarak cemaate kıldırması, ümmeti için bunun caiz olduğunu
gösteren acık delillerden biridir.
Abdestin Farzları:
Âyetin acık
anlatımından abdestin farzlarının dört olduğu anlaşılıyor-sa da müctehit
imamların bu meselede farklı tesbit ve içtihatları vardır:
a) İmam
Şafiî, yine ayni âyete dayanarak niyetin de farz olduğunu istidlal etmiştir.
Çünkü abdest ile emir, niyeti gerektirir. Hem Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Ameller
niyetlere göredir..» [75]
buyurmuştur. Bunun taşıdiğı hüküm şudur: «Amellerin sıhhati niyet iledir.»
Abdest de bir amel Hir uft nnıın rin
«sıhhntı ndir ve onun da sıhhati
niyet iie gerçekleşir
b) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, abdeste niyet
getirmek sünnettir. Çünkü Cenâb-ı Hak abdest hususunda sadece üc azanın
yıkanmasını ve bir azanın da meshedilmesini emretmiştir; niyeti gerekli
kılmamıştır. Bu bakımdan niyeti farz kabul etmek, nass üzerine fazlalık olur,
bu da n e s h demektir. Kur'ân-ı Kerîm'i haber-i vahid (tek kanaldan gelen haber) ile neshetmek kıyasen caiz değildir. Hem buna
delil olarak gösterilen, «Ameller niyetlere göredir» mealindeki hadîsin yorum
ve mânası sıhhate hamle-dilmiyerek «Amellerin kemâli niyetlere göredir» demek
ve mahzuf bulunan kelimeyi «kemâl» olarak takdir etmek daha uygundur.
Şafiîler ayrıca bu
meselede, «Ve mâ ümirû illâ ii-ya'budullahe muhlisine...» âyetini de delil
olarak öne sürerler ve «muhlisîn»de niyet yer almaktadır, derler.
Bundan başka Şafiîler,
abdestte aza arasındaki tertibe riâyet de farzdır, derler. Çünkü âyetteki
tertibe Peygamber (A.S.) Efendimiz aynen uymuş ve ömrünün sonuna kadar o
tertibi bozmamıştır. Ümmetine de «Ben nasıl abdest alıyorsam, öyle abdest
alın..» buyurması, bunun gereğine işarettir.
c) Hanbelîlere göre, abdestin farzı altıdır:
Dördü âyette belirtilen azanın yıkanması ve
meshedilmesidir. Beşincisi tertip, altıncısı abdest azasını ardarda
yıkamaktır.
d) Mâlikî Mezhebine göre, abdestin farzı
yedidir: Dördü âyette belirtilen üc azanın yıkanması, bir azanın
meshedilmesidir; geriye kalan üçü ise, niyet, azayı ardarda yıkamak ve azayı
yıkarken elle ovmaktır.
Dirsekler Kollara
Dahil midir?
Müctehit imamların bu
hususta farklı yorum ve içtihatları olmuştur:
a) Dört Mezhep imamına göre, dirsekler kola
dahildir. O takdirde kolları dirseklerle birlikte yıkamak farzdır, feurada
gaye mugayyaya dahildir, (ilâ) harfi (maâ) manasınadır. [76]
b) Şa'bî, Züfer ve Davud ez-Zahirî'ye göre,
dirsekler kola dahil değildir. Çünkü ilâhî emir dirseklere kadar yıkamayı
gerektirmektedir. İbn Ce-rîr Taberî de ayni görüştedir.
Başa Meshetmek :
Bu konuda geniş bilgi
için ayrıca bak : Nasbu'r-Raye/Zeylat : Abdest bahsi.
Başa meshetmenin farz
olduğu kesindir. Ancak farz miktarı hakkında mezhep imamlarının farklı yorum ve
içtihatları olmuştur:
a) İmam Mâlik'e göre, başın tamamını meshetmek
vâcibdir.
b) İmam Ahmed bin Hanbel'e göre, çoğu kısmını
meshetmek vâcibdir. İmamdan başka bir rivayet daha yapılmışsa da sahîh olanı
budur.
c) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, dörtte birini
meshetmek farzdır.
d) İmam Şafiî'ye göre, mesh denilecek kadarı
farzdır.
Bu meselede İmam Mâlik
ihtiyatı, İmam Şafiî yakîni, İmam Ebû Ha-nîfe bu konudaki sünneti, İmam Ahmed
bin Hanbel, «Bir şeyin çoğuna tamamının hükmü vardır» kaidesini dikkate alarak
İçtihatta bulunmuşlardır.
Ayakları Yıkamak ya da
Meshetmek :
Bununla ilgili âyette
geçen ERCÜL kelimesi RUUS üzerine mi, EY-DİYEKÜM üzerine mi matuftur? Müctehit
imamların bu mesele hakkındaki içtihat ve yorumları farklıdır:
a) İbn Abbas'a (R.A.) göre; abdest iki yıkama ve
iki meshtir. İbn Ab-bas'ın böyle dediğini Katade rivayet etmiştir. [77]
b) Hazret-i Enes (R.A.)den yapılan rivayette,
adı geçenin şöyle dediği tesbit edilmiştir: «Kur'an mesh ile ilgili inmiştir;
Sünnet yıkama hakkında câri olmuştur.»
c) İkrime'ye göre, âyet abdestte ayakları
meshetme hakkında açıktır. Şa'bî de ayni görüştedir. Nitekim teyemmümde,
abdestte meshedilen yerler terkediliyor, yıkanan yerler meshediliyor.
d) Şia'dan İmamiyye Mezhebine göre, ayakları
meshetmek farzdır; yıkamak farz değildir, bu sünnetle sabit olmuştur. Yani
mesh âyetle, yıkama İse, sünnetle sabit olmuştur.
e) Ashab ve Tabiînin çoğuna göre, ve dört mezhep
imamının içtihadıyla ERCÜL kelimesi EYDİYEKÜM kelimesi üzerine matuftur ve
ayakların yıkanması farzdır; sünnet de bu yolda cereyan etmiştir. [78]
«Bu durumda su da
bulamamışsanız, tertemiz bir toprakla teyemmüm edin..»
Nisa Sûresi 43. âyette
teyemmüme daha geniş yer verilmiştir. Burada tekrar edilmesi hem konunun
önemini hatırlatıp idrâki uyanık tutmak, hem de teyemmümün yalnız gusül yerine
değil, abdest yerine de geçeceğini belirtmek içindir.
Nisa Sûresinde cünüp
bir kimsenin -yol olarak geçmesi hâriç- gusle-dinceye kadar namaza veya mescide
yaklaşmaması emredilmiştir. Cünüp kimse namaz kılmak veya mescide girmek
isterse, gusletmesi gerekir. Su bulamadığı takdirde teyemmüm edebilir. Böylece
adı geçen sûredeki teyemmüme ruhsat emri, daha çok cünüp kimselerle ilgilidir.
Mâide Süresindeki emir ise, daha çok abdestle ilgilidir. Çünkü âyetin baş
kısmında ab-destin namaz için şart olduğu belirtildikten sonra cünüp bulunma
halinde iyice yıkanıp temizlenmek emrediliyor. Sonra da bazı hallerde kolaylık
olsun diye teyemmüme ruhsat veriliyor. Müctehitlerden bir kısmı ise, bunu bir
ruhsat değil, doğrudan doğruya abdest makamına kaim olan ayrı bir hüküm olarak
nitelendiriyor.
Ayrıca her iki durumda
da, yani abdestsizlik ve cünüplük hallerinde su bulunmadığı veya bulunduğu
halde kullanma imkânı mevcut olmadığı zamanlarda ayni ölçüde teyemmüm edilmesine
özellikle işarette bulunularak dikkatler çekiliyor. Bunu biraz daha
açıklıyalım : Abdest yerine teyemmüm ettiğimizde nasıl sadece yüzümüzü ve iki
kolumuzu meshetmek-le emrolunduysak, cünüp olduğumuzda onun yerine teyemmüm
ettiğimizde de ayni ameliyeyi yapmakla emrolunmuşuzdur. Aradaki fark sadece niyettedir.
Nisa Sûresinde ilgili
âyetin tefsîrinde TEYEMMÜM'ün fıkhî yönünü ve LEMS meselesini yeterince
açıkladığımızdan burada tekrara lüzum görmedik. [79]
«İşittik, itaat ettik, dediğiniz
zaman sızı bağladığı mîsakını
hatırlayın.»
Kur'ân, konumuzu
oluşturan âyetle gerek , peygamberlere, gerekse peygamber yolunda olan
mürşitlere inanan kişilerin ilk anda Allah'a söz verdiklerini hatırlatıyor. Bu,
sözlü olduğu gibi, Kelime-i Şehadetin geniş anlamı içinde zımnî de olabilir.
Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelip İslâm'a girenler Kelime-i Şehadeti
getirdikten sonra Allah ve Peygamberine karşı şu sözü de veriyorlardı: «Ferahlı ve sıkıntılı günlerde,
şiddetli ve sıkıntılı
zamanlarda, lehte ve aleyhteki ortamlarda ilâhi buyrukları işitip itaat
edeceğiz, elimizden geldiği kadar Allah'ın son dinine hizmette bulunacağız, her
hal-ü kârda Peygamberden ayrılmıyacağiz..»
Bu ve benzeri sözlerle
Ashab-i Kirâm'ın Resûlüllah'ın huzurunda söz verdiklerini sahîh kaynaklardan
öğrenmekteyiz.
Peygamber yolunda
Allah'ın dinini yaymaya çalışan büyük mürşitlere inanıp onların kafilesinde yer
alan mü'minler de zımnen ayni sözü vermiş sayılırlar.
Âyette mü'minlere bu
doğrultuda iki önemli husus hatırlatılmaktadır-. Birincisi, bir zamanlar küfür
bataklığında, yaratıhşlarındaki yücelik ve ilâhî maksattan habersiz bir ömür
tüketirken, Allah Teâlâ'nın büyük nimeti sayılan imân saadetine erişmeleri;
ikincisi, inanıp teslimiyet gösterdikleri zaman Resûlüllah (A.S.) Efendimize
Allah adına verdikleri söz...
Her mü'min bulunduğu
ortam ve şartlar içinde bu sözü zımnen de olsa vermiştir. Çünkü mü'minin en
feyizli ürünü, taşıdığı yüksek değerdeki imân nimetini korumak ve onunla
verdiği sözü son nefesine kadar yerine getirmeğe çalışmaktır. Bunun ilk
belirtisi veya giriş kapısı, abdest alıp namaz kılmaya devam etmek, gerektiği
zaman boy abdesti alıp iç ve dış temizliğini birleştirip sürdürmek; su
bulunmadığında veya kullanılması mümkün olmadığında bu temizliği teyemmüm ile
yerine getirmeğe özen göstermektir.
O halde imândan ve
verilen sözden sonra ahde vefanın iki belirtisi söz konusudur: Abdest alıp
namaz kılmak ve iç, dış temizliğini birleştirip bütünleştirmek. Bunun için
Resûlüllah (A,S.) Efendimiz : «Namazın dindeki yeri, başın bedendeki yeri
gibidir.» [80] buyurmuş ve : «Namaza ve
elini-nizin altındaki köle, esir ve işçilere gerekli itinayı gösterin!» diye
uyarıda bulunmuştur. [81]
Yukarıdaki âyetlerle
imânın en verimli ürünü sayılan abdest ve namazdan söz edildi. İç ve dış
temizliğinin taşıdığı önemine ve dindeki yerine dokunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
başta namaz olmak üzere iç ve dış temizliğinin amaç ve hedefine işaret edilerek
hakkı her yerde ayakta tutmanın, düşmana karşı bile olsa adaletten sapmamanın
gereği üzerinde duruluyor ve bunların imânın belirtileri, namazın feyizli
mahsûlleri olduğu hatırlatılıyor.
Dindarlığını imân
doğrultusunda bu ölçüye getiren mü'minler için büyük mükâfatlar hazırlandığı
haber veriliyor. Çünkü sağlam inancın, köklü fazîletin hedefi mutlak
saadettir. [82]
8— Ey imân edenler! Allah için (hakkı) sağlam
ölçülerle ayakta tutun; adaletli şâhidler olun ve bir kavme (veya millet ve
topluluğa) olan kin (ve düşmanlığınız) sizi sakın adaletsizliğe itmesin.
Adaletle hareket edin; o takva (Allah'tan korkup kötülüklerden sakınma)ya daha
çok yakındır.
Allah'tan korkup takva
üzere bulunmaya devam edin. Şüphesiz ki Allah işlediklerinizden haberlidir.
9— Allah, imân edip iyi, yararlı amellerde
bulunanlara va'detti: Onlar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.
10— İnkâr
edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince : İşte onlar cehennemliktirler.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizi öldürmek için özel şekilde görevlendirilip gönderilen bir adam,
Resûlüllah Efendimiz (A.S.) ashabından ayrılıp yalnız başına bir ağacın
gölgesinde dinlenirken gelip kılıcını çekerek yaklaştı ve: «Ya Muhammedi Bugün
seni benim elimden kim kurtarır?» diyerek tehditte bulununca, Resûlüllah
(A.S.) ona: «Allah...» diye cevap verdi. Rahmet dudaklarından yükselen Allah
ismi o adamı titretti, o kadar ki elindeki kılıç yere düştü. Kılıcı yerden alan
Efendimiz ona : «Söyle bakalım, şimdi seni kim benim elimden kurtaracak?»
deyince, adam korktu ve «Aman sen kılıcı hayırlı alıcı ol!.» diyerek eman
diledi. Efendimiz (A.S.) ona Kel ime-i Şehadet arzettiyse de adam buna pek
yanaşmadı, ancak, «sizinle savaşmıyacağıma ve sizinle savaşanlara
katılmıyacağıma söz veriyorum..» dedi. Rahmet Peygamberi onu salıverdi.
Bu olay Ashab-ı Kiramı
fazlasiyle üzdü. Peygambere su-i kast hazırlayan kabileye iyice içerledi.
Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [83]
Diğer bir rivayet:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bir diyet konusunu görüşmek üzere Hay-ber'e gittiğinde oradaki
Yahudiler görünüşte Onu iyi karşıladılar, fakat gizliden su-i kast hazırlamayı
plânladılar. Melek Cebrail'in haber vermesi üzerine Efendimiz (A.S.), onların
hazırlamakta olduğu yemeği beklemeden oradan ayrıldı. Durumu öğrenen Ashab-ı
Kiram intikam almayı düşünürlerken yukarıdaki âyetler indi. [84]
Ashab-ı Kirâm'dan
Numân bin Beşîr (R.A.) anlatıyor: «Babam bana bir miktar mal bağışladı. Annem,
ona : «Peygamberi getirip bu bağışına şâhid tutmadığın takdirde kesinlikle
razı olmam» dedi. Bunun üzerine babam, Resûlüllah (A.S.) Efendimize uğrayıp
bana verdiği mala Onu şâhid tutmak istedi. Resûlüllah (A.S.) ona:
— «Her çocuğuna bu
kadar bağışta bulundun mu?» diye sorunca babam :
— Hayır, diye cevap verdi. Resûlüllah (A.S.)
üzüldü ve :
— «Ben haksızlığa şâhid olamam,» buyurdu. Babam
da artık o malı bana bağışlamaktan vazgeçti. [85]
«Ey 'man edenler!
Allah için (hakkı) sağlam ölçülerle ayakta tutun; adaletli şahitler olun.»
İlâhî buyrukların
genellikle insanlardan yana iki ana amacı vardır: Birincisi, ilâhî emirlere
uyup saygı göstermek; ikincisi, insanlara karşı şefkatli ve merhametli
olmaktır. «Ey imân edenler! Allah için hakkı sağlam ölçülerle ayakta tutun..»
âyeti, birinci amaca; «Adaletli şahitler olun..» âyeti ikinci amaca yöneliktir.
. İlâhî emirlerin bir
kısmı dış görünümüyle insana ağır gelebilir. Ama hikmetini, diğer bir deyimle
iç yüzünü dikkate alıp düşündüğümüzde, bunun sadece bize nisbetle indiğini ve
ancak bizimle ilgili bulunduğunu anlamakta gecikmeyiz. Ayrıca her emrin hayre
kapı açtığını, her yasağın bize dokunacak kötülüğü gidermeği plânladığını
unutmamalıyız. O halde ilâhî buyruklara hiçbir sıkıntı duymadan uymamız, hem
Rabbimize olan imân ve saygımızı belgeler, hem her bakımdan bizi mutlu eder.
İlâhî yasaklar da
böyle, dış görünümüyle bazı arzularımızı kısmakta veya tamamen kaldırmaktadır.
Ama iç yüzü ve hikmetiyle, ruhumuza ters düşen ve vicdanımızı karartıp rahmet
duygusunu dumura uğratan şerri defetmektedir. [86]
Bu konu Nisa Sûresi
135. âyette de kelime yerleri az değişik olarak geçmektedir. Nisa Sûresinde,
«Adaleti sağlam ölçülerle ayakta tutun ve Allah için şahitler olun..»
denilirken, burada, «Allah için (hakkı) sağlam ölçülerle ayakta tutun ve
adaletli şâhidler olun!» denilmekte, ikisi arasında nüanslar bulunmaktadır:
1.
Adaleti sağlam ölçülerle
ayakta tutan, hakkı
ayakta tutmuştur.
Hak ve adaleti ayakta
tutan, Allah için şahitliği -taraf tutmadan, duygusal davranmadan- elbetteki
kusursuz yerine getirir.
2. Allah için hakkı sağlam ölçülerle ayakta
tutan, adaletten şaşmaz. Bu düzeyde bulunan mü'min adalet ölçülerine göre
şahitlikte bulunurken haktan yana kusur etmez veya etmemeye özen gösterir.
Birinci şekildeki
kelime dizisi; dost, yakın ve sevdiklerinin aleyhine bile olsa âdil davranmayı
ve Allah için şahitlikte bulunmayı bir farz kabul eder. İkinci şekildeki kelime
dizisi; kin beslediği kişilere veya toplumlara karşı hakkı ayakta tutmayıp
hissî davranmanın adaletsizliğe yol açacağını ve bu durumda şahitliğin asıl
ölçü ve anlamını kaybedeceğini hatırlatır. O nedenle nefsiniz için değil, Allah
için hakkı ayakta tutun, diye emredilmiştir.
Çünkü nefsten yana
hakkı ayakta tutmaya çalışmak, nefsin ölçüsüne göre hakka sahip çıkmak olur ki,
bu aslında haktan sapmayı sonuçlandırır.
3. Birinci şekliyle âyet, iç düzeni; ikinci
şekliyle dış düzeni korumayı amaçlar,
4. Yine birinci şekliyle dost ve yakınlarla olan
ilişkinin ölçü ve anlamı belirleniyor. İkinci şekliyle, yabancılarla,
düşmanlarla ve kendilerine karşı kin güden kişilerle olan ilişkilerin ölçü ve
sının ortaya konuluyor. [87]
Güneş enerji ve
ışınlarını yeryüzüne gönderirken şu toprak, bu toprak; şu ağaç, bu ağaç; şu
bitki, bu bitki diye bir ayrım yapmaz. Ama her toprak ve ağaç, ya da bitki
kendi isti'dadına göre ondan yararlanır ve nasibini alır. Toprak çorak olup
bitki yetiştirmeğe elverişli değilse, güneşin kusuru ne? İlâhî rahmet de bir
bakıma güneşe benzer: Bütün canlılara yönelmiştir. Ama her canlı kendi
özelliğine ve insan ise, kalbinin manevî toprağına göre ondan payını alabilir.
İnkâr fırtınasına yakalanmış bir kalb, çorak toprağa benzer, inen rahmetten bir
şey alamaz.
İslâm, adaleti de
güneşe benzetir. Her ülkede, özellikle İslâm ülkelerinde yasama ve yürütme
organları bu güneşin enerji ve ışığını eşitlik ilkeleri doğrultusunda yaymakla
görevlidirler. Dostları, yakınları, din kardeşleri ve kendi vatandaşları,
ay'ın hep güneşten ışık alan yüzü gibi tutuluyor; bunların dışında kalanlar
ay'ın ışık alamıyan hep karanlık kalan yüzü gibi düşünülüyorsa, bu ülkeyi
rahmet ve huzur havası içinde ayakta tutup uzun ömürlü yapan adalet güneşi
karartılmış sayılır. Kur'ân bunu büyük bir zulüm olarak niteler. Resûlüllah
(A.S.} Efendimiz böyle bir uygulamadan Allah'a sığınmıştır.
İşte gerek Nisa
Süresindeki emir, gerekse onu biraz daha açıklayan Mâide Süresindeki âyet,
İslâm'ın adaletten anladığı mâna ve ölçüyü sergiler. Çünkü adalet takvaya çok
daha yakındır. Takva ise, Allah'tan hakkıyla korkup her türlü kötülük ve
haksızlıktan sakınmaktır. Adaletin hedefi işte budur.. [88]
«Ve bir kavma (veya
millet ve topluluğa) olan kin (ve düşmanlığınız) sakın sizi adaletsizliğe
itmesin...»
Hak ve adaleti ayakta
tutmanın iki büyük mükâfatı vardır: Dünyada huzur ve güveni sağlar. Kötü
insanların azalmasına, iyilerin çoğalmasına en müsait ortamı hazırlar. Âhirette
ise Allah adaletle iş görenlere ve hayatını bu doğrultuda harcayanlara büyük
mükâfatlar vadetmiştir.
Bunun için İslâm,
cihan dini olma hüviyetiyle esas ve prensiplerini daha çok iki amaca
yöneltmiştir: Adaletin -düşmana karşı olsa bile- aksamadan uygulanması; güzel
ahlâkın kök salıp yeşeren ağacının gölgesinden toplumun yeterince
yararlanması.. [89]
Yukarıdaki âyetlerle
hak ve adaletin sağlam ölçülerle ayakta tutulması emredildi. Allah için
şahitlikte -aleyhimize olsa bile- adalet ve hakkaniyetten sapmamamız tavsiye
edildi. Allah korkusunun yüksek bir saygı havası içinde gönüllerde yer
etmesinin yararı belirtildi.
Aşağıdaki âyetle hak
ve adalete saygılı olmanın olumlu sonuçları açıklanıyor: İnsan için çok yüksek
bir meziyet ve üstün bir erdemlik sayılan hoşgörülü olmanın Allah'ın rahmet ve
yardımına yol açtığı, bu sebeple düşmanların kahir ellerinin kırıldığı
hatırlatılıyor. Allah'a güvenip dayanmanın mü'minler için tek destek olduğuna
dikkatler çekiliyor. [90]
11— Ey imân
edenler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani bir kavim ellerini
size uzatmayı (sizi öldürüp yok etmeyi) kasdetmişti de Allah onların ellerini
sizden men'etmişti.
Allah'tan korkup (kötülüklerden,
haklara tecavüzden ve nankörlükten sakının). Mü'minler ancak Allah'a güvenip
dayansınlar..
İmam Katade'ye göre,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Ashabından bir cemaat ile Batn-i Nahle mevkiinde
bulunuyordu. Beni Sa'lebe ile Beni Mu-harib Kabileleri, Peygamber ve
arkadaşlarını namaza duracakları zaman imha etmek için bir su'i kast plânı
hazırladılar. Melek Cebrail inip durumu haber verince, Peygamber (A.S.)
Efendimiz cemaati ikiye ayırıp korku namazı durumuna geçti. Bu nedenle yukarıdaki
âyet indi. [91]
Diğer bir rivayet:
Tabiînden Mücahid'e
göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Münzir bin Amr es-Sâidî'yi istekleri üzerine
otuz süvari ile Beni Amr b. Sa'saâ Kabilesine gönderdi. Giden müfreze Bi'r-i
Maûne — Maûne Kuyusu civarında su'i kasde uğradı. Kaybolan bir deveyi aramaya
çıkan üç kişi dışında hepsi kılıçtan geçirildi. Kurtulan üç kişiden ikisi
durumu öğrenince vakit kaybetmeden Medine'ye koştular ve olayı Peygamber (A.S.)
Efendimize anlattılar. Ne var ki, bunlar Medine'ye gelirken yoida. Beni Amr
Kabilesinden olduklarını söyleyen iki kişiye rastladılar ve ciddi bir
soruşturma yapmadan sırf o mütecaviz kabileye mensup bulunduklarını sanarak
öldürdüler. Oysa, onlar Beni Amr Kabilesinden değil. Beni Seiîm Kabilesinden
imişler. Bu kabile ise, Peygamberle daha önce anlaşma yapıp güven almışlardı.
Durum aydınlanınca Beni Selîm Kabilesi Peygambere gelip kan pahası istedi.
Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz dörtarkadaşıylabirlikte, daha önce bu
gibi konularda yardım yapacaklarına söz veren Beni Nadîr Kabilesine uğradı.
Kökten Yahudî olan bu kabile zahiren Peygamberi çok iyi karşıladılar ve
gizliden bir su'i kast plânı hazırlamaya koyuldular. Melek Cebrail derhal inip
durumu haber verince Resûlüllah (A.S.) Efendimiz adı geçen kabilenin hazırlamakta
olduğu yemeği beklemeden oradan uzaklaştı. Bu sebeple yukarıdaki âyet indi. [92]
«Allah'tan korkup
(kötülüklerden) sakının. Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayansınlar.»
Allah yolunda
insanlığın saadeti için çalışıp hizmet etmek, kolay bir iş değildir. Davanın
büyüklüğü, kutsallığı dikkate alınınca karşısına çıkacak engellerin ne korkunç
ve şiddetli olacağını kabul etmemiz gerekir. Çünkü nîmet külfet karşılığıdır;
saadet şiddetle orantılıdır. Allah'ın mü'min-lere olan nimeti, başta İslâm ve
Onun yüce Kitabı Kur'ân olmak üzere sa-yılmıyacak kadar çoktur. Dinin kemâle
erdirilmesi, Kur'ân'm noksansız inip korunması, düşman tehlikesinin zaman zaman
önlenmesi, zafer kapılarının açılması bu cümledendir. Yukarıdaki âyetle
bunlardan bir kısmı hatırlatılarak, o günleri ve geçen şiddetli olayları, kasıp
kavuran fitne ve fesat fırtınalarını görmeyen sonraki Müslümanlar uyarılıyor.
Hazıra konmanın kıymetini çok iyi anlayıp takdir etmenin gereğine işarette
bulunuluyor. Mevcut yüce nimetlerin korunmasının bir ucu Allah'tan korkup kötülüklerden
sakınmaya dayanır. Çünkü takva ölçüsünde dindarlığını sür-düremiyen mü'minlerin
hizmet yolundan saptıkları çok görülmüştür. Bu durumda olan mü'minlerin
başkalarına örnek olması düşünülemez. Çünkü Allah her zaman takva doğrultusunda
hakkı savunan doğru ve kararlı kimselerden yanadır. Hem dindar görünüp, hem de
din ile yaşamıyan ve Allah yolunda hizmet etmiyenlerin başarılı olacaklarını,
düşmanlarına üstünlük sağlayacaklarını söylemek safdillik olur.
Bunun için Kur'ân'da
nimetler hatırlatıldıktan sonra hizmet şuuru içinde Allah'a güvenip dayanma
tek ölçü olarak sergilenmektedir. [93]
Yukarıdaki âyetlerle,
Allah'ın mü'minlere olan inayet ve nîmetleri hatırlatıldı. Allah'a güvenip
dayanmanın nasıl bir güç olduğuna işaret edilerek gereken uyan yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
benzeri nimetlere erişen İsrailoğulları'nın ahde vefa etmedikleri, Allah'a ve
Peygamberine karşı verdikleri kesin sözü yerine getirmedikleri, bu yüzden
nankörlüğün en kötüsünü ortaya koydukları açıklanıyor. Bütün uyarılara rağmen
dönüş yapmadıkları için lanetlendiklerine dikkatler çekiliyor. Özellikle ferde
ruh ve mana, topluma huzur ve dayanışma getiren namaz ve zekât gibi iki önemli
ibâdeti terkettikleri, faizi yaygın hale getirdikleri, bu yüzden kendilerine
birçok felâket kapılarını açtıkları çok duyarlı biçimde anlatılarak mü'minlerin
böyle bir sonuca kendilerini itmemeleri için gereken uyarı yapılıyor. [94]
12— And olsun ki Allah İsrâiloğullarından kesin
bir söz almıştı; onların oniki tane ileri gelen söz sahiplerini görevlendirip
göndermiştik. Allah onlara, «eğer namaz kılar, zekât verir, peygamberlerime
inanır da kendilerine yeterince yardım ederseniz ve Allah'a faizsiz ödünç
verirseniz, and olsun ki ben sizinle beraberim; kusur ve günahlarınızı elbette
bağışlarım ve altlarından ırmaklar akan cennetlere sîzi yerleştiririm,»
demişti. Bu kesin sözden sonra sizden kim nankörlük edip inkâra saparsa, gerçekten
o düz ve doğru yoldan sapmış olur.
13— Verdikleri kesin sözü bozmaları sebebiyle
onları lanetledik, kalb-lerini de kaskatı yaptık. Kelimeleri (asıl
konuldukları) yerlerinden oynatıp değiştirirler; uyarıldıkları hususlardan
nasiplerini unuttular. İçlerinden pek azı müstesna, onlardan sürekli olarak
hainlik görürsün. (Bununla beraber) sen onları affet ve (geçmiş kusurlarından)
geç. Şüphesiz ki Allah iyilikte bulunan yararlı kişileri sever.
Âyette, Muhammed
(A.S.) ümmetine uyarı var. Musa Peygambere ve getirdiği Tevrat'ın hükümlerine
uyacaklarına dair kesin söz verdikleri halde yan çizen, verdikleri sözü yerine
getirmeyip ahde vefasızlığın kötü örneklerini peşpeşe ortaya koyan
İsrâiloğulları lanetlenmiştir.
Hazret-i Muhammed'e
(A.S.) ve Kur'ân'a inanıp bağlandıktan ve bağlanıp acık veya zımnen söz
verdikten sonra yan çizmenin, ahde vefasızlığın cezasız kalmıyacağı
hatırlatılıyor. [95]
Fir'avn ordusuyla
birlikte yok olduktan sonra Allah Beytü'l-Makdis'e hicret etmeleri için
İsrâiloğulıarı'na emretti. O sırada Kudüs'te zorbalık-larıyla ün yapan
Kenanîler bulunuyordu. İsrâiloğulları bu yüzden oraya girmeğe, daha doğrusu
hicret etmeğe pek cesaret edemiyorlardı. Cenâb-ı Hak, Musa Peygamber
vasıtasıyla onlara şu vaadde bulunmuştu: «Ben orayı size vatan ve hicret yurdu
seçtim; gidiniz zorbalarla savaşınız; ben elbette sizin yardjmoınızım.»
Musa Peygamber bu emir
üzerine her boyddn bir baş temsilci yani nakîb seçti. Böylece 12 temsilci bir
araya getirilerek, Tevrat'a bağlı kalacaklarına, zorba ve mütecaviz Kenanîlerle
savaşacaklarına dair kendilerinden kesin ve sağlam söz alındı.
Baş temsilci ve söz
sahipleri önce durumu yakından 'görüp bazı bilgiler elde etmek için Kudüs'e
yaklaştılar, durumu gözden geçirdiler. Ke-nanîlerin güçlü bir orduya sahip
bulunduklarını öğrenince moralleri bozuldu ve dönüp herbiri kendi boyuna
savaşamıyacaklarını söylediler. Halbuki böyle yapmıyacaklarına dair Musa
Peygamber kendilerinden kesin söz almıştı. Ancak iki nakîb (söz sahibi
temsilci) müstesna, diğerleri geri döndü. İki baş temsilci ise, kendi
boylarıyla anlaşıp savaşa karar verdiler.
Tevrat'da bu husus
şöyle belirtilmiştir:
«Ve sizinle beraber
her sıbttan birer adam olacak; her biri kendi ataları evinin başı olacaktır.
Ve sizinle beraber duracak adamların adları şunlardır......»
Sonra böylece
Tevrat'da sıbt başkanlarının adları sayılır. Levililer geri hizmete ayrılır.
Düşman ile savaşacak olanların 20 yaşından yukarı olmak üzere 603.550 kişi
olduğu belirtilir. [96]
Kur'ân'da bu olay
özetlenip en önemli ve ibretli yanlarına parmak basılıyor; İsrâiloğulları'na
pek güvenilemiyeceğine dikkatler çekilip bir takım misaller veriliyor. Kendi
kumandan ve Peygamberlerine itaat etmiyen, verdikleri sözü yerine getirmiyen,
Aliah emrettiği halde Kenanîlerden korkup ülkelerini düşman elinden kurtarmaya
cesaret edemiyen bu insanlarla ilişkilerde ona göre bir yol ve yöntem, bir
politika ve bir strateji uygulanması emrediliyor. [97]
«Eğer namaz kılar,
zekât verir......»
İsrâiloğulları ahde
vefasızlığın kötü örneğini ortaya koyduktan ve bu yüzden lanetlendikten sonra,
çoğu pişmanlık duydu veya duyar gibi oldu. Cenâb-ı Hak, onları ikinci bir
denemeye tabi' tutarak şu beş hususun hak-kiyle yerine getirilmesini emretti.
İtaat ederlerse kendilerini affedeceğini-haber verdi. Aslında o beş şey
Tevrat'da birkaç kez tekrarlanan emirler arasında bulunuyor. Sonunda
İsrâiloğulları'nın çoğunun bu emirlere de uymadıkları anlaşılıyor. Tevrat'da
bu hususa, -kelimelerin çoğu değiştirilmesine rağmen- değinilerek, Musa
Peygamberin ölümünden birkaç gün önce bu üzüntüsünü dile getirdiği, Allah
emrettiği halde Kudüs'ü ele geçire-medikleri, çoğunun bu emre kayıtsız kaldığı
anlatılıyor. Son olarak o günleri ve Allah'ın emirlerini unutmasınlar diye
Musa Peygamber cok anlamlı ve duyarlı bir ilâhî hazırlayıp İsrâiloğulları'na
okuyor.
Nitekim Musa
Peygamberden sonra büsbütün dağılıp kendilerini maddeye veren ve âhiret
havasından uzaklaşan İsrâiloğulları Allah'ın gazabına çarpılıyor. Tevrat'da bu
husus şu sözlerle anlatılmıştır:
«Onlara ettiğim ahdimi
bozacaklar. Ve o gün onlara karşı öfkem alevlenecek ve onları bırakacağım ve
onlardan yüzümü saklıyacağım ve onlar yenilip bitecekler ve onlara çok
kötülükler ve sıkıntılar erecek ve o gün diyecekler: Aramızda Allahımız
olmadığı için değil midir ki bize bu kötülükler erdiler?»[98]
İsrâiloğulları'na
yerine getirilmesi emredilen beş husus :
1. Namazı aksatmadan kılmak,
2. Zekâtı gerektiği gibi vermek,
3-4, Bütün
peygamberlere inanıp hayatta olanlarına uyup yardımcı olmak,
5. Faizsiz
ödüne vermek ve bunun karşılığını yalnız Allah'tan beklemek..
Yapılan ciddi
araştırmalara göre, İsrâiloğulları bu emirlere kısmen uyduktan bir süre sonra
hiçbirine bağlı kalmamışlar, diğer emirlerle birlikte bunları da
unutmuşlardır. Tevrat'ın Tesniye bölümünde buna çok geniş yer verilmiştir.
Böylece doğru yol karşılarına konulmuşken ondan sapmışlar. Allah da onları
lânetleyip-ilâhî sünneti gereği-kalblerini kaskatı yapmıştır.
Görülüyor ki, ferdin
içini temizleyip toplum hayatında sosyal adaleti gerçekleştiren, sınıf farkını
kaldırıp peygamber sünnetinde birleşip kardeş olmayı gerçekleştiren namaz ve
zekât gibi iki önemli ibâdet diğer ümmetlere de farz kılınmış; toplumun belli
bir kesimini sömürüp cılızlaştıran faiz yasaklanmış; peygamber sünnetindeki
feyizli hayatın lüzumu belirtilmiştir.
Bugün de ayni emirler
Kur'ân'da yer almakta ve mü'minlerden bu farzların yerine getirilmesi
kesinlikle istenmektedir. Aksine bir yol tutanlara, İsrâiloğulları'nın akibeti
hatırlatılmakta ve böylece gereken ilâhî uyarı yapılmaktadır.
Günümüzde fertlerin
ömür ve kazançlarında bir bereketsizlik, aile yuvalarında sürekli huzursuzluk,
toplum yapısında güvensizlik varsa, bunun sebebini dine, dinî emirlere kayıtsız
kalmamızda; namaz ve zekât gibi, biri ferdi erdemli düzeye getiren, diğeri
topluma yön verip dengeyi sağlayan iki önemli ibâdetin terkinde ve faiz ile
maddeciliğin bütün hızıyla toplumu kemirmesinde aramamız gerekir. [99]
«Kelimeleri (asıl
konuldukları) yerlerinden oynatıp değiştirirler...»
Daha önce de bu konuya
Nisa Sûresinde değinilmiş, gerekli açıklamada bulunulmuş ve az da olsa -bilgi
mahiyetinde- bir malzeme sunulmuştu. Mâide Sûresinde ise, iki ayrı yerde ayni
konuya yer verilmektedir. Gerçi tekrar, hem konunun önemine dikkatleri çekmek,
hem idrâkimizi uyanık tutmak amacına yöneliktir. Ama bunun da ötesinde, her
tekrar bize yeni bir malzeme sunmakta, yeni bir ufuk açıp ayrı bir hususu hatırlatmaktadır.
Nisa Sûresinde,
Yahudilerden bir kısmının,
daha doğrusu Tevrat'la meşgul bulunan din adamlarının,
Hazret-i Muhammed'in (A.S.) peygamberlik göreviyle ortaya çıkmasına
dayanamıyarak Tevrat'taki bazı belgelerin delâlet ettiği mânayı değiştirmek
maksadiyle kelimelerin konulduğu yerleri değiştirdikleri açıklanıyor. Çünkü
sırası geldikçe inen Kur'ân âyetleri, Tevrat'tgki belgeleri hatırlatıyor ve
tashîh ediyordu. Yahudi ilim adamları bilhassa son peygamberle ilgili birkaç
belgeyi önemli biçimde, -kelimelerin yerlerini değiştirerek- aslından
uzaklaştırdılar. Hz. Muhammed'in (A.S.) dâvasını çürütmeyi, doğruyu
söylemediğini ortaya koymayı amaçlıyorlardı. Ayni zamanda Peygamberimizden
işittikleri sözleri de değiştirerek etrafa yaymaya çalışıyorlardı.
«Yahudilerden bir kısmı, kelimeleri konulduğu yerden değiştirirler; dillerini
eğip bükerek dine de saldırarak..» [100]
mealindeki âyet bilhassa belirttiğimiz hususlara işaret etmektedir.
Mâide Süresindeki iki
âyetten birincisi, -ki konumuzu oluşturuyor- İsrâiloğulları'nın Musa
Peygamberin ölümünden sonra Allah'ı unutup kendi zevklerinden yana Tevrat'ta
bir takım değişiklikler yaptıklarını haber veriyor.
Nitekim Tevrat'da Musa
Peygambere gelen son ilâhî haberde bu husus şöyle açıklanıyor:
«Rab, Musa'ya dedi:
İşte öleceğin günlerin yaklaşıyor, Rab Musa'ya dedi: İşte sen atalarınla (ölüp)
uyuyacaksın ve bu kavm (İsrâiloğulları) kalkacak aralarında bulunmak üzere
gitmekte oldukları diyarın yalancı ilâhlarına uyup zina edecekler ve beni
bırakacaklar ve onlarla ettiğim ahdi bozacaklar.» [101]
Mâide Süresindeki
ikinci âyette : «Kelimeleri, yerlerine konulduktan sonra değiştirirler..»
buyurulması, Allah tarafından bir hüküm ifade etmek üzere indirilen sözlerin
sonradan değiştirildiğini hatırlatıyor. Nitekim zina cezasıyla ilgili belgeyi
kendi iddialarına göre değiştirmeye kalkışmaları bunun örneklerinden biridir.
Bakara Sûresi 75.
âyetle de onların bu tür aşırılıkları açıklanarak, Kur'ân'ı indirildiği şekilde
aynen korumamız için işaretlerde bulunulur. [102]
«Sen onları affet (geçmiş kusurlarından) geç.
Şüphesiz ki, Allah iyilikte bulunan yararlı kişileri sever.»
İslâm tek keiimeyle
Cenâb-ı Hakk'a teslimiyet, canlılara rahmet dinidir. Kötülüğe kötülükle,
düşmanlığa kin ve öfkeyle karşılık vermez. Ceza son çaredir, bu dinde. Islâh
yararlı olduğu sürece geçerlidir.
İlgili âyetin gerek
iniş sebebinden, gerekse tefsir ve yorumlarından anlıyoruz ki, Yahudîler birçok
defa verdikleri sözü bozmuş; Hazret-i Mu-hammed'i (A.S.) öldürmeyi planlamış ve
mü'minleri son dinden uzaklaştırma ve soğutma yollarını araştırmış, fiilî
birçok teşebbüsleri ortaya çıkmış olmasına rağmen hep hoşgörü ile karşılık
görmüşlerdir.
Tevrat'taki son
peygamberi müjdeliyen belgelerdeki kelimelerin yerlerini değiştirmeleri ve
bununla da yetinmiyerek Peygamberi öldürmeğe teşebbüs etmeleri kesinlikle
bilindiği halde Allah onlar hakkında izlenecek politikayı, takip edilecek
stratejiyi şöyle açıklamıştır: «(Böyle de olsa) sen onları affet, (geçmiş
kusurlarından) geç. Şüphesiz ki Allah iyilikte bulunan yararlı kişileri sever.»
Bu metodun uygulanması,
dine bir zarar dokunmadığı sürece geçerlidir. Son dinin yüceliği, Hz.
Muhammed'in (A.S.) rahmet peygamberi olarak gönderilmesi; insanları kahretmek
için değil, onları Allah'a kul olmanın şeref düzeyine eriştirmeyi amaçladığı
içindir. Bu ancak sözü edilen davranışlarla anlaşılabilir. İslâm'da barış
esastır, savaş arızîdir. Bu bakımdan mecbur kalınmadıkça savaşa gidilmez.
Kılıç son çaredir, onun hakemliğine başvurulur.
Son dinin cihan dini
olduğunu göstermek, daha çok ona inanıp gönül verenlerin ilmi, irfanı- ve
peygamber sünnetine uygun bir hayat sürmele-riyle mümkündür. Peygamber ilmine
vâris bulunan ilim adamlarının en önemli ve başta gelen görev ve hizmeti
budur.. [103]
Yukarıdaki âyetlerle
Yahudilerin kin ve ihtirasları uğruna Tevrat'a sırt çevirdikleri, dünyevî
saltanatlarına engel kabul ettikleri İslâm'a karşı kin besledikleri, Hz.
Muhammed'in vücudunu ortadan kaldırmak için birçok kere su-i kast
teşebbüslerinde bulundukları açıklandı. Amaçlarına erişebilmek için kutsal
kitap Tevrat'taki bazı kelimelerin yerlerini değiştirdikleri, bu yüzden
verdikleri sözü hiç bir zaman yerine getirmedikleri, ahde vefasızlığın nice
örneklerini ortaya koydukları belirtildi.
Onların bu yanlış
tutumunun kendilerine dünyada da, âhirette de çok pahalıya mal olduğu
hatırlatılarak son dine uyan mü'minler uyarıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Hıristiyanların da aşırı tutucu olmaları nedeniyle hakikati göremîyecek kadar
katılaştıkları hatırlatılıyor. İncil'in birkaç yerinde -az değişikliğe uğratılmasına
rağmen- Hazreti Muhammed'in (A.S.) geleceğinden bahsedildiği ve onların da bunu
sabırsızlıkla bekledikleri ve herkesten ziyade o rahmetten paylarını almaları
gerektiği halde, sözlerinde durmadıkları açıklanıyor. Son dine karşı
besledikleri kin ve nefretin onları İsâ Peygamberi ilâhlaştırmaya kadar
sürüklediği, çok duyarlı biçimde anlatılıyor.. Ayni hataya mü'minlerin
düşmemesi için gereken bütün uyarılar yapılıyor. [104]
14— Biz
Nasrânîyiz diyenlerden de kesin söz aldık. (Ne yazık ki) onlar da uyarıldıkları
hususlardan nasiplerini unuttular. Bu yüzden aralarına kıyamet gününe kadar
düşmanlık, kin ve nefret sokup bulaştırdık.
Allah, onlara neler
işlediklerini, ne sanatlar kurduklarını haber verecektir.
15— Ey Kitap Ehli! Kitabınızdan gizlediğiniz
birçok şeyi size açıklayan ve birçoğunu da {açıklamaya gerek görmeyip) geçen
Resulümüz size gelmiştir. Şüphesiz ki size Allah'tan bir nûr ve çok açık bir
kitap da geldi.
16— Allah
kendi hoşnutluğuna uyanları
selâmet yollarına eriştirir; kendi izniyle onları
karanlıklardan çıkarıp aydınlığa ulaştırır ve doğru bir yola koyar.
17— «Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisidir»
diyenler, and olsunki kâfir olmuşlardır. De ki : Eğer Allah Meryem oğlu
Mesih'i, anasını ve yeryüzündeki her şeyi yok etmeyi dilese, Allah'ın (bu
irâdesin)den bir şey
kurtarmaya (onu durdurmaya)
kim sahip olabilir?
Göklerin, yerin ve
aralarındaki her şeyin mülkü Allah'ındır. Dilediğim yaratır. Allah'ın kudreti
her şeye yeter.
«Onlar da
uyarıldıkları hususlardan nasiplerini unuttular.»
Biz Nasranîyiz diye
iddiada bulunanlar da verdikleri sözlerine bag ı kalmamışlar, ahde vefanın kötü
örneklerini ortaya koymuşlardır. Isa peygamberden sonra ona ve getirdiği
İncil'e inanıp İncil'in haber verdiği s peygamberi, İncil'in değişik tabiriyle
Hakikat Nurunu ve Teselliciyi be e
dikleri halde, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz gönderilince ona karşı kinle, ne
-retle çıktılar ve bununla da yetinmiyerek İncil'de geçen «Ahmed». « hammed» anlamına
gelen «Faraklit» ismini «Beklenilen Aziz», «Tese ı ve «Hakikat Nuru» gibi
tabirlerle çevirisini yapıp daha çok kendileri göre «Mehdi» anlamına gelen bir
aziz ile yorumladılar. Böylece Isa ta fından kendilerine hatırlatılan ve
İncil'de yerini alan son Peygamber^ paylarını almadılar; verdikleri sözü yerine
getirmediler; İsâ ve İncil'e bağlı kalmıyarak sadakat ve bağlılık sınırını
aştılar.
Daha önce de kısaca
belirttiğimiz gibi, İncil'de geçen müjde an oı daki ilâhî haberleri
-değişikliğe uğratılmış şekliyle- burada bir defa görmemizde yarar var:
İsâ Peygamber Diyor ki
:
«Eğer beni
seviyorsanız, emirlerimi tutarsınız. Ben de Babaya t bime) yalvaracağım ve O
size başkaca bir TESELLİCÎ, Hakikat verecektir. Tâ ki, dâima sizinle beraber
olsun.» [105]
«Size söyliyecek daha
cok şeylerim var, fakat şimdi dayanamaz
Ama o Hakikat Ruhu gelince, size her hakikate yol gösterecek, zira
diliğinden söylemiyecektir; fakat her ne işitirse söyliyecek ve gelece'kleri
size bildirecektir. O beni ta'zîz edecektir. Çünkü benimkinden ve size
bildirecektir.» [106]
«Bağın sahibi geldiği
zaman....»
«Bundan dolayı size
derim, Allah'ın Melekûtu sizden alınacak ve onun meyvelerini yetiştirecek bir
millete verecektir ve bu taşın üzerine düşen parçalanacak, o da kimin üzerine
düşerse onu toz gibi dağıtacaktır.» [107]
«Yahya da ele
verildikten sonra, İsa Allah'ın İncil'ini vazederek, Ga-lile'ye gelip dedi:
Vakit tamam oldu ve Allah'ın melekûtu yakındır. Tövbe edin ve İncil'e imân
eyleyin..» [108]
Bütün bu açık
belgelerde bazı kelime değişikliği, çeviri hatası yapılmış ve «Ahmed» ismi
yerine başka sıfatlar konulmuştur.
Hıristiyanlar İncil'e
imân ettiklerini iddia etmekle beraber, ne yazık ki onun emir ve haberlerine
uymadılar. Son peygamber ve Onun getirdiği son dinden (Allah'ın Metekût'undan)
nasiplerini almayı unuttular. Aşırı tutucularla diğerleri kendi anlayışlarına
göre birçok İncil'ler meydana getirip yeni yeni mezhepler kurdular. Bu yüzden
birbirlerine düşüp düşman oldular. Ayni düşmanlık biraz daha katı biçimde
Yahudilerle Hıristiyanlar arasında baş gösterdi ve kıyamete kadar da sürüp
gidecektir. Ancak İslâm'ın sulh ve selâmet çatısı altında toplandıkları
takdirde bu düşmanlık kalkabilir. [109]
«Allah onlara neler
işlediklerini, ne sanatlar kurduklarını haber verecektir.»
Kur'ân, ilgili
âyetlerle, Yahudi ve Hıristiyanların verdikleri kesin sözü bozmalarının ve
hakka yan çizmelerinin, mukaddes kitaplarda bazı değişiklikler yapmalarının
bir diğer sebebini açıklıyor:
Yahudiler daha çok
dünya saltanatına ve paraya bağlı kaldıkları için ağırlıklarını ticarete vermiş
ve bütün yetenek ve dehalarını bu konuda kullanarak kendilerini dünya
ekonomisinde söz sahibi olma düzeyine getirmiş, ithalat ve ih/acatın önemli
bir bölümünü ellerinde tutmayı başarmışlardır. Maddî güç ve imkânlar onlara
manevî gücün asıl değer ve ölçüsünü kaybettirmekle kalmamış, son dine ve son
peygambere karşı düşmanlık duygusunu geliştirmiştir. Bu yüzden Tevrat'ta
kelimelerin konuldukları yerlerini değiştirmekten, recim âyetini inkâr
etmekten bile kaçınmamışlardır. O kadar ki para ve servet onların tek dayanağı
ve umudu olarak ruhlarında yer etmiştir.
Hıristiyanlar ise, dar
topraklar üzerinde çok çalışmak zorunda kalmış; kilisenin İncil'in prensipleri
ve İsâ Peygamberin hoşgörüleri dışına çıkarak engizisyon mahkemeleri kurup
hürriyetleri iyice kısması, gelişmeye yüz tutan ilmî buluşların karşısına
çıkması sonucu bir patlamaya ve taassup çemberinin kırılmasına neden olmuştur.
Böylece Hıristiyan halk kurtuluşu ilimde ve daha çok sanayi'de bulmuş, hızlı
bir çatışma devresi açarak teknik alanda büyük mesafeler kat'etmesini
başarmıştır.
Bunun tabii sonucu
olarak din ve dindarlık onlar için fantezi olarak kalmış ve tek kurtuluş
sanayi' mu'cizesinde aranmıştır.
Kur'ân ise, hakikî
dindarlıktan ve gerçek imândan uzak ticaretin ve sanatın insanlığa dünyada da,
âhirette de arzulanan saadeti getirmiye-ceğini hatırlatıyor. Her iki milletin
bu doğrultudan uzaklaşmalarının kendilerine çok pahalıya mal olduğuna ve
olacağına işarette bulunuyor.
Dikkat edecek olursak,
«YASNÂÛN» fiili getirilmiş de «YA'MELÛN» veya «YAFALÛN» denilmemiştir. Cenâb-ı
Hak, dinden ve imândan uzak bir sanatın neler getireceğini ileride onlara
bildireceğini Kur'ân vasıtasiy-le haber veriyor. [110]
Kur'ân, insan ruhunun
çok yönlü arzu ve temayüllerine cevap verecek, onun hareket sahasını açacak,
ufkunu genişletecek, gücünü ortaya çıkaracak bilgilerle inmiştir. İlgili
âyetlerle bu husus beş madde halinde özetlenerek inananlar aydınlatılmıştır:
1. Daha önceki kutsal kitapların önemli bölümlerini
açıklaması.
Bunun hikmeti, insan
aklını harekete geçirmek içindir. Okur-yazar olmayan bir kişinin cehalet
bataklığında bir ömür tüketen kaba bir toplum içinden çıkıp önceki kitaplarda
insan elinin dokunup değiştirdiği önemli maddeleri açıklaması ve daha mükemmel
bir kitap getirmesi, üzerinde hassasiyetle durulacak bir konu değil midir?
Onbeş asır geriye gidip o günkü sosyal yapıyı incelediğimizde karşımıza her
türlü şüpheden uzak bir peygamber çıkması, tabii bir sonuç olarak belirlenir.
2. Allah'tan bir nurun gelmesi..
İnsan ruhunun
yüceliğiyle her bakımdan uyum sağlayan, geçmiş ve gelecek olaylardan haber
veren ve verdiği hiçbir haberinde yanılmayan; hukuk, astronomi, tarih, jeoloji,
biyoloji, tıp, anatomi, fizik ve benzeri ilmî konularda ana fikirler getiren ve
ilim ilerledikçe onun ana fikirleriyle muvafakat halinde olduğu anlaşılan bir
kitabın 1400 yıl önce en gelişmiş bir kafadan bile çıkmasının mümkün olmayacağı
dikkate alınınca, insanın îç ve dış âlemlerini aydınlatan bu kitabın ancak
Allah tarafından indirildiği kesinlik kazanır.
3. Allah'ın hoşnudluğuna erişmek istiyenleri selâmet
yollarına eriştirmesi..
İmân ve irfan gözüyle
okuyup her cümlesi üzerinde özellikle durarak ilâhî muradı anlamaya çalışan bir
insanın Kur'ân'dan alacağı sayısız dersler, ibretler, öğütler ve bilgiler
vardır. Bunlar yalnız aklı ve zekâyı geliştirmekle kalmaz, ayni zamanda ruh ve
vicdanı harekete geçirip insanla Yaratan'ı arasındaki engellerin kalkmasını
sağlar. Böylece selâmet yollarını bütün genişliğiyle insan idrâkine takdim
eder.
O nedenle son
peygamberin bu kitapla yapmış olduğu en büyük inkılâbın nedeni daha iyi
anlaşılır.
4. Karanlıklardan aydınlığa çıkarması..
İnsan için en büyük
dayanak ve en yüksek güven kaynağı Allah'tır. En köklü umut ise, âhiret
mutluluğudur. Kur'ân insanı daha çok bu iki temel itikat potasında eğitip
şekillendirir. Kafa ve kalbleri umutsuzluk, yok olup belirsiz hale gelme
karanlığından çıkarıp imân, ümit ve güvenin aydınlığına kavuşturur. Bir fâni
için bundan daha anlamlı bir nîmet var mıdır?
5. Doğru yola eriştirmesi veya doğru yolu
gösterip ona rehberlik yapması..
Kur'ân ruhlara
seslenir, vicdanları harekete geçirir; insan muhayyilesini, görüş açısını,
düşünce çemberini genişletir. Kafa ve kalbleri fizik âleminden zaman zaman
çekip metafiziğe çevirir. Dünya ile âhiret, beden ile ruh arasında sağlam bir
köprü oluşturur. Böylece insanı nefs bataklığından kurtarıp en doğru yola
eriştirir.
Kur'ân'ın bu
sıralaması ise, bize şu hikmeti yansıtmaktadır:
Allah rızasına
erişmenin yolu, O'ndan gelen nura kafa ve kalbimizi açık tutmamızla
gerçekleşir. İlâhî rızaya erişmekle insan karanlıktan aydınlığa çıkmış olur.
Aydınlık ise, insanın önündeki doğru yolu gösterir. [111]
Kur'ân, Kitap Ehli
sayılan bu iki millet üzerinde sık sık durur. Geniş hareketli ve zikzaklı bir
tarihe sahip olan ve İslâm'a karşı cephe alan iki ayrı milleti sık sık insaf ve
iz'ana davet eder. O halde bu iki isim üzerinde az da olsa bir bilgi vermemizde
yarar vardır:
Hz. İsâ (A.S.)
NASIRA'da doğduğu ve oralı olduğu için Kur'ân'da bu peygambere uyanlara NASARÂ
denilmektedir.
Hıristiyanlık ise,
İbranice veya Yunanca olan KHRISTOS'dan gelme bir isimdir. Kur'ân'da geçen
MESİH buna karşılık kullanılmıştır. Hıristiyanlığı yayıp Roma İmparatorluğuna
sokarak ümitlerin çok üstünde olumlu sonuçlar sağlayan AZİZ PAULOS'dur. Birçok
mezheplere ayrılmakla beraber daha çok Hıristiyanlığı şu üç büyük mezhepte
görmek ve tanımak mümkündür: Katolik, Ortodoks, Protestan..
Yahudilerle Hıristiyanlar
arasında ciddi bir rekabet, tartışma ve sürtüşme bulunduğu gibi, bizzat sözü
edilen üç mezhep arasında da aynı hava mevcuttur. Kur'ân özellikle bu noktaya
dikkatleri çekmekte ve mü'min-leri mezhep konusunda uyarmaktadır.
Yahudilik, YAHUDA
isminden alınmadır ve Yahuda ismine nisbet edilen din demektir. Yahuda aynı zamanda İsa Peygamberi
düşmanlarına teslim eden havarinin adıdır.
Yahudîlerle
Hıristiyanlar arasındaki düşmanlığın daha çok iki nedeni üzerinde durulur:
Birincisi, Hıristiyanların iddiasına göre, İsâ Peygamberi Yahudiler
öldürmüştür. İkincisi, bu yüzden Yahudi milleti Allah'ın lanetine çarpılmış ve
bir ceza olarak yurtlarını kaybederek dünyanın her tarafına yayılmışlar ve
gittikleri her yerde huzursuzluğa sebep olmuşlardır.
«Bu yüzden aralarına
kıyamet gününe kadar düşmanlık, kin ve nefret sokup bulaştırdık..» mealindeki
âyetin bu düşmanlıktan söz ettiğini söyli-yenler de var. [112]
Yukarıdaki âyetlerle
Allah'a karşı -dinî buyruklara inanıp uyacaklarına dair- kesin söz verdikten
sonra sözünde durmayan ve bu yüzden gerek kendi bünyelerinde, gerekse birinin
diğerine karşı tutum ve anlayışında ardı-arkası kesilmiyen kin, nefret ve
düşmanlıklara yol açan Yahudî ve Hıristiyanlar kınandı. Son dine uyan
mü'minlere bu doğrultuda birkaç önemli misal verilerek gereken uyarı yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
yine Yahudî ve Hıristiyanların Tanrı hakkındaki çok yanlış inançları ve sakat
tutumları söz konusu ediliyor. Asırların geçmesiyle dinlerinde birçok
değişikliklerin meydana geldiği, Tevrat ve İncil'in asıllarından
uzaklaştırıldığı, bir takım yanlış itikatların doğduğu, peygamberlerin
getirmiş olduğu ibâdetlerin ölçü ve anlamının unutulduğu, ilâhî ölçüde olmayan
bir takım ibâdet şekillerinin ortaya çıkarıldığı hatırlatılıyor. Ve artık
şirazesi kopan dinlerinin ilâhî sünnetten saptığına işaret edilerek yeni bir
peygamberin lüzumu belirtiliyor. Kıyamet günü, «bize müjdeci ve uyarıcı
gelmedi» diye itirazda bulunmamaları için son peygamber Hz. Muhammed'in (A.S.)
gönderilmesinin gereği üzerinde duruluyor. [113]
18— Yahudî ve Hıristiyanlar, «Biz Allah'ın
oğulları ve sevgilileriyiz» dediler. De ki: Öyle ise neden Allah günahlarınız
sebebiyle size azâb ediyor? Doğrusu siz Onun yarattıklarından bir beşersiniz.
O, dilediğini bağışlar, dilediğine azâb eder. Göklerin, yerin ve ikisi
arasındaki şeylerin mülkü Allah'ındır; dönüş de O'nadır.
19— Ey Kitap Ehli! Peygamberlerin ardı-arkası
kesildiği bir zamanda, «Bize (saadeti va'deden) bir müjdeci, (saptığımız yolun
felâkete uzandığını haber veren) bir uyarıcı gelmedi» demiyesiniz diye size
(doğruyu, güzeli, iyiyi ve her yönüyle hakkı) açıklayan Resulümüz gelmiştir.
Şüphe yok ki, size hem
müjdeci, hem uyarıcı gelmiştir. Allah'ın her şeye kudreti yeter.
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki:
«Yahudîlerden bir grup
Resûlüllah (A.S.) Efendimize geldi. Kısa bir konuşmadan sonra Allah Resulü,
görevi gereği onları Allah'ın son dinine davet edip Allah'ın azabına karşı
uyardı. Bunun üzerine onlar: «Ey Mu-hammed! bizi korkutmaya çalışma, çünkü biz
Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz» diye karşılık verdiler.» Yukarıdaki
âyetler onların bu iddiasını reddeder anlamda indi. [114]
Müfessir Süddî diyor
ki:
Yahudilerin bu
konudaki iddiası şöyle olmuştur: «Allah, İsrail'e vah-yetti ki, ben senin evlâdından
hayli kimseleri cehenneme sokacağım, ama onlar ateşte sadece kırk gün kalıp
temizlendikten, hatâları giderildikten sonra şöyle bir sese muhatab olurlar:
«İsrâiloğulları'ndan sünnetli olan herkes cehennemden çıksın!.» Bunun üzerine
cehennemde kırk gününü dolduran bütün İsrâiloğulları çıkıp cennete girer.»
«Hıristiyanlara
gelince, onlar da kendilerini Allah'ın en sevgili kulları ve yakınları sayar,
İsa'nın da Allah'ın oğlu olduğunu iddia ederler.»
Bunların Tevhîd
Akidesine ters düşen inançlarını reddetmek üzere yukarıdaki âyetler indi. [115]
Hz. Enes (R.A.) diyor
ki:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz yanında birkaç sahabi bulunduğu halde bir köyün önünden geçerken,
küçük çocuğunun emekliyerek yola girdiğini ve bir kafilenin de köye doğru geldiğini
gören anne, heyecan ve telaşla koştu, «çocuğum çiğnenecek» diye feryad etti.
Bunun üzerine Ashabdan biri, «Ya Resûleilah! bu anne çocuğunu ateşe atar mı?»
diye sorunca, Aliah Resulü, «Hayır vallahi.. Allah da sevdiğini ateşe atmaz»
diye cevap verdi.» [116]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz buyurdu :
«Ben herkesten daha
çok Meryem'in oğluna yakınım. Çünkü benimle onun arasında peygamber yoktur.» [117]
Peygamberlerin
ardı-arkası kesildiği bir zamanda......»
Fetret: Genellikle iki
peygamber veya iki hükümdar arasında geçen zaman içinde başka bir peygamberin
veya hükümdarın çıkmaması, bunların arkasının kesilmesi anlamında kullanılan
bir deyimdir.
Kök mâna olarak :
durmak, sakinleşmek, kesilmek, kopmak demektir. Çalıştığı işe ciddi olarak
sarılmayı bırakan kimseye FETERE AN AME-ÜHİ denilir. Suyun sıcaklığı giderilip
soğumaya başlayınca FETERE'L-MÂU denir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizle İsâ Peygamber arasındaki süre, diğer bir tabirle ikisi arasındaki
fetret süresi, beş asrı aşkındır. Ancak bu süre içinde başka peygamberlerin
gönderilip gönderilmediği hakkında farklı rivayetler ve görüşler meydana
çıkmıştır:
a) İbn
Abbas'a (R.A.) göre, bu süre 569 yıldır. Ancak ara yerde dört peygamber
gönderilmiştir. Yâsîn Sûresinde bunlardan üçüne işaret edilmiştir : «Onlara,
elçiler gönderilen kasaba halkını anlat, misal olarak ver: Hani o kasabaya iki
elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı; bu yüzden o ikisini bir üçüncü
elçiyle desteklemiştik.»
«Dördüncüsünün kim
olduğunu bilmiyorum..» demiştir.
İbn Cevzî de bu rivayeti
uygun bulmuştur. Yine İbn Abbas'a göre, İsâ Peygamberden sonra gönderilen bu
dört peygamber, ilk 134 yıl içinde gelip geçmiş, ondan sonra fetret devri
başlamıştır. [118]
b) Ebu Süleyman ed-Dımeşkî'ye göre, dördüncü
peygamber Halid bin Sinan'dır ki Resûlüllah onun hakkında, «Kavminin zayi' edip
yitirdiği peygamber» diye bahsetmiştir. [119]
c) İmam
Kurtubî'ye göre, kasaba
halkına gönderilen üçüncü
elçi, Havarilerden Şem'un adında bir zattır. Buna peygamber diyenler de
olmuştur. Fetret devri ise, bunlardan sonra başlar ve 434 yıl sürer. [120]
d) Kelbî'ye göre, İsâ Peygamberle Resûlüllah
Muhammed (A.S.) arasında dört peygamber gelip geçmiştir. Onlardan biri Araptır
ve Beni Abs kabilesinden Halid bin Sinan adında bir zattır.
Bütün bu ve benzeri
rivayetlerle Buharî'nin Ebû Hüreyre (R.A.)den rivayet ettiği hadîs arasını
bağdaştırmak gerekir. Hadîs haber-i vahitle (tek kanaldan) da gelse sahihtir. O
halde Ashab ve Tabiîn'den ve diğer ilim adamlarından bir kısmının bu konuda
MURSEL kelimesine bakarak Antakya'ya gönderilen iki elçi veya misyoneri
peygamber sandıkları anlaşılıyor. Çünkü MURSEL, yazılı veya şifâi bir haber
götürmekle görevli olan elçiye denildiği gibi, Allah tarafından ilâhî
buyrukları insanlara ulaştırmakla görevlendirilen peygambere de denir. Nitekim
Râğıb el-Asbahanî el-Müfredat'ında, birinci mânayla «söz ve mektup taşımakla
görevli kimse hakkında da kullanılır» demiştir.
Kaldı ki Ashab ve
Tabiîn'den bu hususta yapılan rivayetlerin sıhhat derecesi üzerinde durulmaya
değer bir konudur. Hadîsin rical ve senedi belli olduğu halde bu rivayetlerin
çoğunun senedinin kopmadan Ashab'a kadar uzandığını tesbit etmek hayli zordur.
O halde gönderilen üç
kişinin dinî misyoner olduklarını söylemek daha sıhhatli olsa gerek. [121]
İsâ Peygamberden altı
asır gibi uzun bir zaman geçtikten ve peygamberlerin ardı-arkası kesildikten
sonra Resûlüllah (A.S.) Efendimizin gönderilmesinde^ hikmetleri ve bu
gecikmenin nedenlerini şöyle özetli-yebiliriz:
1. Yahudilerle Hıristiyanlar arasında ciddi bir
sürtüşmenin başlaması; Tevrat'ın Musa Peygambere inen ilk Levhalardan istinsah
edilmemesi asıl metinlerin Babil esaretinde kaybolması, bu yüzden hafızalarda
kalanların vebirde dağınık biçimde şurada burada yazılı bulunan parçaların
bir-araya getirilerek yazılması; bunun tabii sonucu olarak farklı hükümlerin,
yanlış belgelerin yer alması,
2. Musa Şeriatının unutulmaya yüztutması,
ahkâmda bir takım kişisel görüş ve içtihatlarla değişikliklerin yapılması,
3. Hakla bâtılın, helâl ile haramın, doğru ile
eğrinin birbirine karışıp ayırdedilemez duruma gelmesi,
4. İbâdetin asıl ölçü ve anlamının zamanla
unutulması, bu hususta Tevrat ve İncil'de açıklayıcı belgelerin zayi' edilmesi,
5. İndilerin çoğalması, üç yüzün üstünde değişik
İncil nüshalarının tam bir tutarsızlık içinde ortaya çıkması,
6. Kilisenin kendi anlayışına göre ibâdet şekli
uydurması, namaz ve zekât gibi farz ibâdetler yerine insan kafasından çıkan
başka ibâdet şekillerinin uygulanması,
7. Dinî otoritenin zayıflaması, Hıristiyan din
adamlarının Allah adına günahları affetme yetkisini ihdas etmeleri, kiliseye
ters düşen insanları afaroz etmeleri,
8. Putperestliğin yeniden hortlaması, dinin
aslından uzaklaşıp şahısların ilâhlaştırılması, Üzeyir ve İsâ Peygamber için
«Allah'ın oğulları» denilmesi, Allah'ın millî ilâh kabul olunması,
âlemlerin, yani bütün
milletlerin Rabbisi bulunduğunun unutturulması bu cümledendir.
Ayrıca:
Dünya nüfusunun
çoğalması ve özellikle Asya kıtasmda, daha çok Mezopotamya'da çeşitli
medeniyetlerin el değiştirmesi, ticarî hareketin hızla yaygınlaşması; Pers ve
Roma imparatorluklarının yüzyıllara dayanan medeniyet ve âdetlerinin etrafa
yayılıp halkı geniş çapta tesir altına alması,
Haberleşme
imkânlarının ticarî kervanlarla ve özel ulaklarla daha uzaklara götürülmesi, Güçlü
millet ve kabilelerin güçsüzleri bir bir ezip sömürmesi; canlara can, kalblere
imân, ruhlara ilâhî ışık katacak büyük bir kurtarıcının, karşısında durulmaz
bir mürşidin gelmesini davet ediyordu. O halde böylesine bir ihtiyaç ortaya
çıkmadan peygamber göndermenin fazla tesiri olmayacağı tabiidir. Kaldı ki,
artık bir millete değil, bütün insanlara gönderilecek olan peygamberin
gönderiiebilmesi için en azından belirtilen şartların gerçekleşmesi
gereklidir. Ayrıca putperestliğin iyice hortlayip Hakk'a şiddetle karşı koyacak
düzeye gelmesi de lâzımdır. Aksi halde gönderilen son din doğduğu gibi ölmeye
mahkûm olur, son peygamber sesini duyuramadan sahneden ayrılmak zorunda
kalırdı.
İşte ortamı hazırlayan
bütün bu sebep ve hikmetlerin çıkması için 5-6 asır geçmesi lüzumu ortaya
çıkmıştır. Hazret-i Muhammed'in (A.S.) fetret devrinden sonra gönderilmesinin
bir kısım sebep ve hikmetleri bunlardır. [122]
Yukarıdaki âyetlerle,
İslâm öncesi semavî dinlerin Tevhîd Akidesinden nasıl saptıkları,
peygamberlerini nasıl ilâhlaştırdıkları açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
İsrâiloğullan'nın Musa Peygamberin emirlerine karşı tutum ve tavırları üzerinde
duruluyor. Kölelikten kendilerini kurtaran ve Allah'ın va'dettiği Mukaddes
Yere yerleştirmeği plânlıyan o büyük peygamberi bu konuda yalnız bıraktıkları
hatırlatılıyor. Cihat ruhunu kaybeden bir milletin huzur ve saadet yüzü
göremiyeceklerine dikkatler çekiliyor. [123]
20— Musa
kendi kavmine bir ara şöyle demişti: Ey kavmim!
Allah'ın
size olan nimetini
hatırlayın; hani içinizden peygamberler çıkardı, sizi hükümdarlar (hür
insanlar) yaptı ve milletlerden hiç birine vermediğini size verdi.
21— Ey kavmim! Allah'ın size yazıp takdir ettiği
Arz-ı Mukaddes (Kutsal yer)e girin; gerisin geri arkanıza dönmeyin, sonra
zarara uğramış olarak dönersiniz.
22— Ey Musa, dediler; doğrusu orada çok zorba bir
millet vardır; onlar oradan çıkmadıkça elbette biz girmiyeceğiz; eğer oradan
çıkarlarsa, (o zaman) biz gerçekten girebiliriz.
23— (İlâhî buyruğa muhalefetten) korkup Allah'ın
kendilerine (sağlam bir imân ve irfan) nimetini sunduğu iki adam (çıkıp)
dediler ki; Onların üzerine kapıdan giriş yapın; bir defa girdiniz mi, artık
şüpheniz olmasın ki siz üstünsünüzdür. Eğer inanmış kişiîerseniz, Allah'a
güvenip dayanın.
24— Onlar (yine) ey Musa! dediler; o zorbalar
orada oldukça biz kesinlikle giremeyiz. Sen Rabbinle git de ikiniz (onlarla)
savaşın, biz burada otururuz.
25— Musa dedi ki: Ey Rabbim! ben ancak kendimle
kardeşime sahip bulunuyorum; artık bizimle Allah yolundan çıkıp yozan bu
kavmin arasın* ayır.
26— (Allah ona :) şüphesiz ki o kutsal yer onlara
kırk yıl haram kılınmıştır. (Çöl) yerinde şaşkın perişan dolaşıp duracaklar.
Sen artık Allah yolundan çıkan bir millet için tasalanma.,
«Ey kavmim! Allah'ın
size yazıp takdir ettiği Arz-ı mukaddes (kutsal yer)e girin......»
Kur'ân ilgili
âyetlerle, Musa Peygamberin mukaddes yere dönmeleri için İsrâiloğullan'nı
harekete geçirmek istediğini, onları bu hususta tatmin edebilmek için de
Allah'ın ötedenberi İsrâiloğulları'na sunduğu ve bundan sonra sunacağı, fakat
diğer milletlere o ölçüde vermediği nimetleri bir bir hatırlatmayı ve verilecek
olanlarını müjdelemeyi uygun bir çare olarak ileri sürdüğünü açıklıyor. Her
boydan seçüen ve sayıları on ikiyi bulan kabile başkanlarından söz
sahiplerinin -iki tanesi müstesna olmak üzere- savaşa karar veremediklerine
dokunularak nankörlüğün, ahde vefasızlığın kötü örneklerini ortaya
koyduklarına dikkatleri çekiyor. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir de Musa'yı
yalnız bırakıp, «Sen ve Rabbin gidip o zorbalarla savaşın..» diyerek
Sünnetullah'ı hiç ama hiç bilmediklerine işarette bulunuyor ve o yüzden kırk
yıl çölde şaşkın ve perişan dolaşıp aşağılanma cezasını hak ettikleri
belirtiliyor.
Tevrat'ta da bu konuya
geniş yer verilmiş ve detaylı bilgi sunulmuştur. Önemli bölümleri naklederek
son Kitab'm Tevrat'ın değişrnjyen kısımlarını tasdik, değişen kısımlarını
tashîh ettiğini okurlarımızın bilgisine sunuyoruz;
«Ve Rab Musa'yo
söyleyip dedi: İsrâiloğulları'na vermekte olduğum KENAN diyarını çaşıtlasınlar
diye adamlar gönder. Her biri SIPTALARI crasında reis olarak, her atalar şıptı
için bir adam göndereceksin. Musa, RABBİ.N emrine göre PARAN Çölünden onları
gönderdi.»
«Gidenler kırk gün bittikten
sonra memleketi çaşıtlamaktan döndüler.........ve anlatıp dediler: Bizi
gönderdiğin diyara vardık ve gerçek süt ve bal akıyor ve onun meyvesi budur.
Ancak memlekette oturan kavm kuvvetlidir ve şehirler istihkâmh ve çok büyüktür,
hem de orada ANAK Oğullarını gördük. Güney tarafından AMALEK oturuyor ve
dağlıkta HİT-TÎLER ve YEHUSÎLER ve AMORİLER oturuyorlar ve denizin yanında ERDEN
(Ürdün) kıyısı boyunca KENÂNLILAR oturuyorlar.»
«Ve Kaleb Musa'nın
önünde kavmi susturup dedi: Hemen çıkıp orayı ele geçirelim; çünkü buna her
halde kudretimiz vardır. Fakat kendisiyle beraber çıkan adamlar dediler: O
kavma karşı çıkmağa kudretimiz yoktur; çünkü onlar. bizden kuvvetlidirler. Ve
çaşıtlamış oldukları memleket hakkında İsrâiloğulları'na fena haber getirip dediler:
Çaşıtlamak' için içinden geçtiğimiz memleket, ahalisini yiyen bir memlekettir
ve içinde gördüğümüz bütün halk uzun boylu adamlardır. Ve orada Nefilimden
olan Anak oğullarını, Nefilimi gördük ve kendi gözümüzde biz çekirgeler gibi
idik ve onların gözünde de öyle idik.» [124]
«Ve bütün cemaat
seslerini yükseltip bağırdılar ve kavm o gece ağladı ve bütün İsrâiloğulları
Musa'ya karşı ve Harun'a karşı söylendiler ve bütün cemaat onlara dediler:
Keşke Mısır diyarında ölse idik! Yahut keşke bu çölde ölse idik! Ve kılıçla
düşelim diye RAB niçin bizi bu diyara götürüyor? Kadınlarımız ve çocuklarımız
ganimet olacaklar; Mısır'a dönmek bizim için daha iyi değil mi?»
«Ve birbirine dediler:
Kendimize birini baş edelim ve Mısır'a dönelim. O zaman Musa ile Harun bütün
İsrâiloğulları cemaatinin cumhuru önünde yüzüstü düştüler. Ve memleketi
çaşıtlamış olanlardan NUN oğlu Yeşu' ve YEFUNNE oğlu Kaleb esvaplarını
yırttılar ve bütün İsrâiloğulları cemaatine söyleyip dediler: Çaşıtlamak için
içinden geçtiğimiz memleket çok, çok iyi bir memlekettir. Eğer Rab bizden razı
otursa, o zaman bizi o diyara getirecek ve onu bize verecektir; bir diyar ki
süt ve bal akıyor. Ancak RABBE karşı isyan etmeyin ve siz o memleketin
kavminden korkmayın..»
(<Ve RAB Musa'ya
dedi: Ne vakte kadar bu kavm beni hor görecek? Ve aralarında yapmış olduğum
bütün alâmetlere rağmen ne vakte kadar baha imân etmiyecekler?» [125]
«Ve RAB,
İsrâiloğullan'nın bana karşı olan söylenmelerini işittim. Onlara de: RAB diyor:
Varlığım hakkı için, bana söylediğiniz gibi, gerçek size öyle edeceğim,
leşleriniz bu çölde düşecek ve sizden bütün sayılanlar, sayınıza göre bana
karşı söylenen yirmi yaşında ve ondan yukarı olanlar, gerçekten size, orada
sizi oturtmağa yemin ettiğim diyara, YEFUNNE oğlu KALEB'den ve NUN oğlu YEŞU'dan
başkası giremiyecek-siniz.
Fakat size gelince:
sizin leşleriniz bu çölde düşecek ve çocuklarınız kırk yıl çölde çoban
olacaklar ve leşleriniz çölde telef oluncaya kadar sizin sadakatsizliğinizi
taşıyacaklar.» [126]
Kur'ân ve Tevrat'ın
olayla ilgili açıklamaları dışında birçok efsaneler anlatılmış ve
tefsirlerimizden bir kısmı onlara yer vermiştir. O tür efsaneler temsili de
olsa anılmaya değmez. Hele Kur'ân ki sadece hakikatleri açıklayan bir ilâhî
beyândır, onun açıklama ve yorumunda ancak gerçeklere yer vermemiz
gerekmektedir. Aksi bir yol saygısızlık olur.
Biz konuyla ilgili
belgeleri Tevrat'tan naklederken de sadece lüzumlu noktaları dikkate aldık.
Tamamını nakletmeyi gereksiz gördük. Ancak şunu belirtelim ki, Tevrat'ta altı
yedi sahifeyi kaplayan bir olay, Kur'ân'da birkaç cümleyle özetlenmiştir. O
kadar ki, o birkaç cümleyle İsrâilcğulla-rı'nın imân ve irfan derecesi, Allah
ve Peygamber buyruklarına karşı saygı ve bağlılık ölçüleri, savaştan
korktukları için savaştan daha beter bir hayata sürüklendikleri rahatlıkla
anlatılmıştır. Şüphesiz ki bu da Kur'ân'ın az kelimeyle çok mâna ifade etme
mu'cizelerinden biridir. [127]
«Gerisin geri
arkanıza dönmeyin; sonra zarara
uğramış olarak dönersiniz.»
Musa Peygamber,
Allah'ın va'dettiği mukaddes topraklar, Allah'a baş kaldırıp isyan halinde
bulunan imansız zorbaların elinden alındığı takdirde gerçek hürriyetin,
bağımsızlığın, izzet ve şerefin başlayacağını, Mısır'da geçirilen kölelik ve
aşağılanma devrinin biriktirdiği acıların unutulabileceğini, zaferin de ancak
inananlardan yana tecelli edeceğini İsra-iloğulları'na çok duyarlı bir ifadeyle
anlattı. Sonra da daha nice peygamberler ve kudretli devlet adamlarının
İsrailoğuİları'ndan çıkacağını, peygamberlik gözleriyle tesbit edip onlara
müjdelemişti. Fakat ne çare, durumu yerinde inceliyen ve Tevrat'ın tabiriyle
zorbaların ülkesini çaşıtli-yanların on ikisinden onu, düşmanın çok kuvvetli
olduğunu, kendilerinin onlar yanında çekirgeler gibi önemsiz ve güçsüz
kaldıklarını abartarak söyleyince, bir anda Israiloğulları'nın morali bozulmuş,
zayıf olan imânları büsbütün zayıflıyarak aktivitesini kaybetmişti. Bu yüzden
Mısır'dan çıktıklarına pişman olmuş, esareti, köleliği savaşa tercih etmişlerdi.
Çünkü onlara göre, hep hazıra konmalılar, hep ilâhî kudretten hiçbir emek ortaya
koymadan yardım görmelilerdi. O kadar ki, Musa ve Harun Peygamberlere karşı
saygısızlık gösterdiler ve onları bu yüce davada yalnız bıraktılar. Böylece
işin ciddiyetini ve ilâhî emrin amaç ve hikmetini kavra-yamadilar veya kavramak
istemediler. Düşünmediler ki savaşa cesaret etmiyen bir milletin sulh ve
huzura, hürriyet ve bağımsızlığa kavuşması mümkün değildir. Kendilerini kölelik
kaydından, daha doğrusu Fir'avn'a tapınma aşağılığından kurtarmak için ciddi
mücadeleler veren Musa Peygamberin başarısının sağlam bir imâna bağlı
bulunduğunu düşünemediler, Sünnetullah'a, milletlerin hayatıyla ilgili ilâhî
kanunlara karşı geldiler ve yine ilk tokati bu kanundan yediler. Kırk yıl çölde
şaşkın perişan dolaştılar. Tevrat'ın deyimiyle leşleri çölde düşüp kaldı.
Evlâtları, onların bu hatasının cezasını çekti. Şerefle ölmesini bilmedikleri
için zilletle can verdiler.
Kur'ân çok önceleri
gelip geçen bu dramatik olayı neden sergilemiştir? Elbetteki boşuna değil,
tarihî bir olayı gereksiz yere nakletmek Kur1-ân'ın yüce hikmet ve metoduyla
bağdaşamaz. O halde naklettiği özlü noktalarla son dine inananlara şerefli,
hür ve müstakil yaşamak için müstesna bir metot sunmakta ve bunu beş madde
halinde gözler önüne sermektedir:
1. İleride Allah'ın sunacağı göz ve gönül
doldurucu nimetlerini düşünerek, ciddi bir hazırlık devresine girilmesinin
gereğini bilmek ve inanmak,
2. Allah'a imân edenleri kendi öz yurtlarından
uzaklaştıran veya ezip pısırıklaştıranlara karşı bilinçli bir mücadele vermek
için bir kadro oluşturmak ve günün şartlarına göre çok sistemli bir strateji
uygulamak,
3. Yine günün şartlarına göre hareket edip
zorbalardan yılmamak ve her türlü tedbire baş vurup insan güoünün ve irâdesinin
ulaşabileceği en son noktaya ulaşmaya çalışmak ve sonra da Allah'a güvenip
dayanmak,
4. Meseleyi sadece lidere bırakıp, «siz Allah
ile dâvanızı olumlu sonuca eriştirmek için birleşip düşman ile savaşın» şeklinde
düşünmenin başarısızlığın ilk ve son adımı olduğunu bilmek,
5. Büyük dâvaların büyük himmetler, üstün
gayretler ve fedakârlıklar istediğini unutmamak; meseleye bu açıdan bakıp
hizmete koyulmak.. Nitekim mü'minlerin on yıllık Medine dönemi böyle bir iman
ve şuurla yoğ-rulup başarılarla dopdoludur. İstiklâl mücadelemiz ve Çanakkale
zaferimiz de böyle bir imanın başardığı şeref tablolarıdır. [128]
Yukarıdaki âyetlerle
Kitap ehlinin İslâm'a karşı besledikleri kin ve haset açıklandı. Bu doğrultuda
duygusal davranmanın onları küfre kadar sürüklediğine atıflar yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
kıskançlık, haset ve kinin insanı su-i kast ve kardeş kanı akıtacak kadar
şuursuz kıldığı belirtiliyor ve buna Âdem Peygamberin iki oğlu arasında geçen
olay misal veriliyor. [129]
27— Bir de
onlara Âdem'in iki oğlunun haberini (aralarında geçen olayı) gerçek yönüyle
anlat: Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş,
diğerinden kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen bu duruma öfkelenmiş:)
And olsun ki seni öldüreceğim, demişti.
O da: Allah ancak
muttakîler (Hakk'a saygılı olup kötülüklerden sakınanlardan kabul buyurur;
28— yemin ederim ki, beni öldürmek için
elini uzatırsan, herhalde ben seni öldürmek için elimi
uzatacak değilim; çünkü ben şüphe yok ki âlemlerin Rabbi Allah'tan korkarım,
demişti.
29— Ben (bu durumda) isterim ki, benim günahımı
da/kendi günahını da yüklenip Cehennemliklerden olasın. İşte zâlimlerin cezası
budur!
30— Kardeşini öldürmek için nefsi ona baş eğdirdi,
o da tutup öldürdü ve zarara uğrayanlardan oldu.
31— Derken Allah ona kardeşinin cesedini nasıl
örteceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Bunun üzerine) O,
«yazıklar olsun bana, şu karga gibi olup da kardeşimin cesedini örtmekten âciz
mi kaldım?» dedi. Bu sebeple ettiğine pişmanlık duyanlardan oldu.
«İki Müslüman
kılıçlarıyla yüzyüze gelip vuruşurlarsa, öldüren de, öldürülen de
cehennemdedir.»
Bunun üzerine Ashab
dedi ki:
— Ey Allah'ın Peygamberi! Bu katil, ya maktulün
vebalı ne? Cevap verdi:
— Çünkü o da arkadaşını öldürmeyi çok isterdi,.
[130]
«Ne kadar bir kişi
zulmen öldürülürse, mutlaka onun kanından ilk Âdem oğluna bir pay vardır. Çünkü
adam öldürmenin yolunu ilk açan o olmuştur.» [131]
«Şüphesiz ki Allah,
Âdem'in iki oğlunu misal olarak anlattı size; artık bundan hayırlı olanı alın,
şer olanı bırakın..» [132]
<Bir de onlara
Âdem'in iki oğlunun haberini gerçek yönüyle anlat...»
İslâm'ın rahmet ve
irfan güneşi doğup etrafı aydılatinca Yahudî ve Hıristiyanların eskiye aşırı
bağlılık, yeniye karşı düşmanlık duygusu, fırtınadan kabarıp köpüren deniz
dalgaları halini aldı. Her geçen gün, İslâm'ın tertemiz havası gönülleri
serinletince, onların da kin ve hasedi artıyordu. Bu yüzden Yahudiler birkaç
defa Peygamberin vücudunu ortadan kaldırmak için su-i kast plânlan
hazırladılar. Bunda başarılı olamayınca, İslâm'ı içinden yıkmayı düşünerek,
Müslüman görünen münafıkları hazırlayıp görevlendirdiler.
Bütün bunlar, kin ve
hasedin tabii ürünleri sayılabilir.
Allah Yahudî
milletinin karakterini bir daha ana çizgileriyle belirttikten sonra, kin ve
hasedin her devirde bir takım cinayet ve kötülüklere yol açtığını hatırlatarak
Âdem'in iki oğlu arasında hasetten dolayı geçen elîm olayı —peygamber ve
mü'minlere teselli anlamında— haber veriyor. [133]
«Hani ikisi de birer
kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti.»
Başta İbn Abbas (R.A.)
ile İbn Mes'ud (R.A.) olmak üzere Ashapdan birçoğuna göre, Âdem Peygamberin iki
oğlu arasında geçen olay ve sebebi şöyledir:
Âdem Peygamber ilk
insan olduğuna göre, neslin üreyip çoğalması için Allah tarafından
evlenme.hususunda bir kolaylık sağlanmıştı: Havva her batında biri erkek diğeri
kız olmak üzere iki çocuk doğuruyordu. Birinci batındaki erkek, ikinci
batındaki kızla, ikinci batındaki erkek birinci batındaki kızla
evlenebiliyordu.
Âdem'in, biri Hâbil,
diğeri Kabil adında iki oğlu dünyaya geldi. Kabil ziraatle, Hâbil hayvancılıkla
uğraşıyordu. Kabil Hâbil'den büyük idi. Kendisiyle ikiz olan kız kardeşinin
Hâbil'e ikiz olan kızdan çok güzel olduğunu görünce, Âdem'in şeriatına uymak
istemedi ve bu yüzden kendisiyle ikiz olan kızla evlenmek istedi. Oysa bu kızla
ancak Hâbil evlenebilirdi. Mesele kıskançlık ve hasede dönüştü. Derken Âdem
Peygamber arayere girdi, ama Kabil'i razı edemedi. Çözüm yolu olarak birer
kurban kesmelerini emretti. Kimin kurbanı kabul edilirse, o haklı, kabul
edilmiyenin ise, haksız olduğu belirlenmiş olacaktı. Hâbil'in kurbanı kabul
olundu. Buna fazlasıyla üzülen ve kıskançlık duygusu büsbütün kabaran Kabil,
Hâbil'i öldürdü. [134]
«Ve Âdem karısı
Havva'yı bildi; ve gebe kalıp KAİN'i doğurdu. Ve RABBİN yardımıyla bir adam
kazandım, dedi. Ve yine kardeşi HÂBİL'i doğurdu. Ve HÂBİL koyun çobanı oldu,
fakat KAİN çiftçi oldu. Ve KAİN, günler geçtikten sonra toprağın semeresinden
RABBE takdime getirdi. Ve HÂBİL, kendisi de sürünün ilk doğanlarından ve
yağlarından getirdi. Ve RAB, Hâbil'e ve onun takdimesine baktı, fakat KAİN'e ve
onun takdime-sine bakmadı. Ve KAİN çok öfkelendi ve çehresini astı. Ve RAB,
Kain'e dedi: Niçin öfkelendin? Ve niçin çehreni astın? Eğer iyi davranırsan o
yük-seltilmiyecek mi? Ve eğer iyi davranmazsan, günah kapıda pusuya yatmıştır
ve onun isteği sensin; fakat sen ona üstün ol. Ve KAİN, kardeşi HÂBİL'e
söyledi: Ve vaki oldu ki, kırda oldukları zaman, KAİN kardeşi HÂ-BİL'e karşı
baktı ve onu öldürdü.» [135]
Kur'ân bu olayı gerçek
yönüyle açıklarken Tevrat'ı tashih ediyor ve anoak doğru olan şeklini
bildiriyor.
Bazı tefsirlerde olayı
efsaneleştirir ölçü ve anlamda bir takım asılsız rivayetler nakledilmiştir.
Halbuki bu olayı ancak şu üç kaynaktan öğrenmek mümkün: Kur'ân-ı Kerîm,
Peygamberin Hadîsleri ve mevcut Tevrat nüshası. [136]
«Derken Allah ona
kardeşinin cesedini nasıl örteceğini göstermek için yeri eşeliyen bir karga
gönderdi. O, yazıklar olsun bana, şu karga gibi olup da kardeşimin cesedini
örtmekten âciz mi kaldım? dedi...»
Âyetten ilk insanların
da bizler gibi akıllı, zeki ve iradeli olduğunu, birçok yetenekleri bulunduğunu
anlıyoruz. Bilmedikleri hususları öğrenmekte gecikmedikleri gibi. Örneğin ölü
ne yapılır? Bu bilinmiyordu. Ama bir takım çareler düşünülüyordu, derken bir
karganın ölü yavrusunu toprağı eşeliyerek gömmeğe çalışması onlar için bu
konuda yol gösterici olmuş ve vakit kaybetmeden öldürülen Hâbi! için aynı şey
uygulanmıştır.
Ayrıca Kur'ân ilgili
âyetle, insanın kendi türünün özelliğine göre bilgi ve görgü bakımmdan tekâmül ettiğine, ama
türden türe geçiş olmadığına bilhassa işaret etmektedir.
Ashabın
rivayetlerinden ve Tevrat'ın hayvancılık ve ziraatçılık hakkında verdiği
bilgiden, bu iki mesleğin tesadüflerle icad edilmediğini, ilk insan Âdem ve
oğullarına bunların öğretildiğini anlıyoruz. Çünkü Âdem yeryüzüne indikten
sonra eşyanın isimleri ona öğretilmiş ve böylece eşya tanıtılarak her birinin
yarar ve zararı belletilmişti. Bakara sûresinde ilme ve ilim adamına ana fikir
olacak mahiyette bu hususa yer verilmiştir.
Bir başka husus da
şudur: Sevgi, şefkat, merhamet, kin, öfke ve haset gibi duyguların insanla
başladığını, ilgili âyetin anlatımından anlıyoruz. [137]
«Derken Allah bir
karga gönderdi...»
Öldürülen bir insanın
toprağa gömülmesi, vahiy yoluyla değil de bir karga marifetiyle bildirilmiş ve
başka bir canlı değil de karganın gönderilmesi üzerinde durulmuştur.
Kanaatımca bu hususta bize ışık tutacak iki önemli nokta var: Birincisi,
bilginin bir sebebi ilâhî vahiy ise, bir diğer sebebinin de araştırma ve deney
olduğuna işaret edilmektedir. İkincisi, karga daha çok leşe konar, yani onun en
çok zevk aldığı budur. Adam öl^ düren kimse, insanlık şeref mertebesinden
kendini azletmiş ve kana susayan bir mahlûk seviyesine inmiş demektir.
Çünkü Cenâb-ı Hak,
mutlak hikmet sahibidir, hiçbir olayı, kıssayı ve misali hikmetsiz nakletmez.
Kur'ân-ı Kerîm'i okurken bilhassa bu hususa çok dikkat etmemiz ve her olay,
kıssa ve misalin hikmetini araştırıp bulmamız gerekir. [138]
«Çünkü ben, şüphe yok
ki, âlemlerin Rabbi Allah'tan korkarım...»
Kur'ân burada 28.
âyetle kalbleri merhamet, vicdanları mes'uliyet duygusuyla doldurmanın ve bu
doğrultuda insanları eğitmenin temel felsefesini veriyor: Âlemlerin Rabbi
Allah'tan korkmak..
İlk insan Âdem
Peygamberin bu konularda ne ciddi bir tecrübesi, ne de geçmişte örnek alınacak
olayları vardı. Kabil'in Hâbil'i öldürmesi yeryüzünde işlenen ilk kötülük ve
cinayetti. Hâbil'in ona verdiği cevaptan ise, âhiret inancı ve Allah korkusu
hakkında bilgi sahibi olduklarını ve bu hususta eğitildiklerini gösteriyor.
Aynı eğitimi
gördükleri halde iki kardeşin değişik düşünce ve karaktere sahip bulunması
ise, üzerinde durulacak önemli bir konudur. Çünkü ruh ve karakter üzerinde
soydan gelme bir takım kusurlar ve meziyetlerin te'siri bulunduğu gibi, bunun
dışında doğuştan insanların bir takım iyi ve kötü duygularla donatıldığını
unutmamak gerekir. Çünkü Kabil ile Hâbil'in geriye uzanan birkaç babaları
yoktu. İlk insandan dünyaya gelmişlerdi. Ama Allah korkusu doğrultusunda derece
bakımından farklı bulunuyor; biri kıskanç ve saldırgan, diğeri hakkına razı ve
uysal bir ruha sahip idi.
Bundan çıkaracağımız
sonuç şudur:
İlâhî kudretin
canlıları yaratma düzeyinde biteviye imalat yapmadığını, milyarlarca insanın
birbirine benzemediğini, gerek fizikî, gerekse ruhî yapıları itibariyle
farklılık arzettiklerini görmekteyiz. Bu, eşsiz bir plânın belli kanunlarla
şaşmadan hedefine doğru ilerlediği, amaç ve gayesinden sapmadığı gerçeğini
ortaya koyar. [139]
Geçen âyetlerle insan
karakteri üzerinde duruldu ve buna en güzel örnek teşkil eden Âdem Peygamberin
iki oğlu arasında cereyan eden olay nakledildi. Haset ve kıskançlığın insanı
cinayet işlemeğe kadar sürüklediği açıklandı. Yahudîlerin zaman zaman Hazret-i
Peygamber Efendimize (A.S.) su-i kast teşebbüsünde bulunmalarının sebepleri
böylece hatırlatılmış oldu.
Aşağıdaki âyetle,
toplumun daha çok ciddi bir eğitime ve saldırganları durdurabilecek ağır
müeyyidelere muhtaç bulunduğu hatırlatılıyor, bunun için Tevrat'ta ağır eezâî
müeyyidelere yer verildiği ve aynı zamanda insan unsurunun çok saygıdeğer
bulunduğu açıklanarak toplumu disiplin altında tutup kardeşçe yaşamanın
yollarından biri gösteriliyor. [140]
32— İşte
bundan dolayı (Tevrat'ta) İsrâiloğulları üzerine şunu yazdık: «Kim bir kişiyi,
bir kişi karşılığında veya yeryüzünde fesat (çıkarma suçundan dolayı)
olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur; kim de bir kişinin
hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kurtarmış gibi olur.
Şanıma and olsun ki,
peygamberlerimiz onlara çok açık belgeler ve kanıtlarla geldi. Ne var ki
onlardan bir çoğu bunca belgelerden sonra yeryüzünde {kötülük ve günahta)
aşırı gidenler oldular.
Tevrat'ta adam öldürme
konusu üzerinde hayli durulmuş ve ağır müeyyideler konulmuştur. Çıkış,
Levililer ve Sayılar bölümlerinde birçok hükümler yer almış ve detaylı bilgi
veriimiştir. Ancak Tevrat'ın bu konudaki belgelerinden bir kısmının bazı
değişikliklere uğradığı muhakkak. Kur'-ân'ın açıkladığı ölçüdeki belge ise, şu
şekilde değişikliğe uğratılmıştır: «Böylece içinde olduğunuz diyarı murdar
etmiyeceksiniz. Çünkü kan diyarı murdar eder.» [141]
Diğer belgelerinden
ise bir iki örnek nakletmemizde yarar vardır. Zira Kur'ân'la bir yaklaşım içinde
bulunuyorlar ve ikisinin de aynı kaynaktan süzülüp geldiği kanısını
veriyorlar:
«Ölüme müstehak olan
katilin canı için de diyet almıyacaksınız, fakat mutlaka öldürülecektir.» [142]
Kur'ân ise, bu konuda
öldürülenin baba tarafından velîlerine kısastan vazgeçme hakkı tanımış ve
böylece hafifletici bir kapı açarak esneklik getirmiştir.
«Eğer bir kimse başka
birini demir bir aletle vurmuşsa ve o ölmüşse, katildir; katil mutlaka,
öldürülecektir.» [143]
Kur'ân'da ise, adam
öldürme beş kategoride düşünülmüş ve ona göre cezaî müeyyideler konulmuştur.
Amd, şibh-i amd, hatâ, şibh-i hatâ veya câri-mecra hatâ ve katl-i sebebi..
Birincisinden dolayı
kısas gerekir. Meğerki öldürülenin baba tarafından yakınları kısastan
vazgeçmiş olsunlar. İkincisinden dolayı, hem katilin keffaret vermesi, hem de
diyet-i mugallaza olarak öldürenin baba tarafından olan yakınlarının ağır
diyet ödemeleri gerekir. Üçüncü ve dördüncüsünden dolayı da hem keffaret, hem
diyet gerekir; ancak bu, ikinci kısımdaki diyet kadar ağır değildir. Beşincisinden
dolayı ise, sadece diyet gerekir. [144]
Kur'ân'da ilgili
âyetlerle insan karakterinin, ilk insanların davranış ve düşünceleri örnek
verilerek ana hatları belirtilmiştir. Yaratılışındaki mayadan kaynaklanan hem
Allah ve din duygusu; hem de bencillik, kıskançlık, maddeye karşı aşırı
isteklilik gibi hislerle donatılan insanı, bu birbirinden tamamen farklı iki
yönüne göre, iki ayrı yönden disiplin altına almak gerekir: Ciddi bir eğitim ve
ağır eezâî müeyyideler.. Eğitimie Allah düşüncesi, dine ve güzel ahlâka
eğilimi geliştirilir. Ağır cezaî müeyyideyle diğer kötü sıfatlarının zararlı
sınıra varacak te'sir alanına girmesi önlenir.
İsrâiloğullan'nın ırkî
karakterleri daha çok kıskançlık ve dünyaya karşı aşırı istek duygusuyla
birleştiğinden, Cenâb-ı Hak, Âdem'in iki oğlu arasında geçen olayla Yahudîler
arasındaki çağrışım ve benzerliği hatırlatıyor. Bu yüzden Tevrat'a ağır cezaî
müeyyidelerin konulduğunu haber veriyor.
Meselenin hikmetine
gelince:
Bir milletin sosyal
yapısında madde ve kişisel çıkar ön plânda bulunur; faziletin ruhları
aydınlatan ışıkları sönük kalırsa, o toplumda insan kıymeti sıfıra düşer;
sevgi, saygı, yardımlaşma ve dayanışma, kelimelerin dar kalıbında birer masal
halini alır. Bilhassa diğer ırk ve milletlere karşı her türlü insanî
yakınlıktan uzak bir tutum içine girmiş olur. Bu düzeye gelen bir toplumda adam
öldürme, haklara tecavüz, vurgunculuk, tez elden zengin olmak arzusu, aşın
faizcilik, çeşitli yollardan sömürme gemi azıya aiir.
Bunun için hemen her
devirde ve her toplumda dini ve varsa fazilet duygusunu geliştiren millî
eğitimin lüzumu, hakları koruyucu yasaların işlerliği geçerlidir.
Başta İslâm olmak
üzere bütün hak dinler, insan unsuruna üstün değer verilmesini emretmiş ve bir
insanın hayatını kurtarmanın, bütün insanların hayatını kurtarmak kadar
anlamlı olduğuna dikkatleri çekmişlerdir. [145]
Yukarıdaki âyetle
insan karakteri ve toplumun selâmeti için ağır müeyyidelerin de gereği üzerinde
duruldu. Peygamberlerin getirdiği açık belgelerin insan aklına, kafasına ve
vicdanına ışık tuttuğuna işaret edildi. Aklını bu yolda kullanmayanların
mutlaka sorumlu tutulacakları belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle
aklın dindeki yerine dikkatler çekiliyor. Aklını değil, hissini kullanıp ona
mağlûp olanların nefslerinden alacakları cesaretle Allah ve Peygamberine karşı
baş kaldıracakları açıklanıyor. Yeryüzünde fitne ve fesat çıkaranların bu
doğrultudaki insanlar olduğu belirtilirken kötülükten sonra kendini düzeltip
tevbe edenler hakkında —adam öldürme ve insan haklarına teeavüz olayı yoksa—
ağır oezâî müeyyidelerin uygulanmaması tenbih ediliyor. Çünkü İslâm'ın hedefi,
iyileri çoğaltıp kötüleri azaltmaktır. Kötü bir insan cidden dönüş yapıp
ıslâh-ı nefs ediyorsa, amaç elde edilmiş sayılır. O takdirde onu kahretmenin
bir anlamı yoktur. Ancak dökülen bir kan, insan haklarına vaki bir tecavüz
varsa, onun karşılığı herhalde ödenmeli, gereken ceza uygulanmalıdır. Çünkü
dinin bu konuda güttüğü amaç, kan gütme davasını önlemek, insanları
birbirlerinden uzaklaştıran kin, tecavüz ve düşmanlığı hiç olmazsa asgariye
düşürmektir. [146]
33— Allah ve Peygamberiyle savaşanların ve
yeryüzünde fesat çıkaranların cezası, ancak öldürülmeleri veya
asılmaları veya ellerinin
ve ayaklarının çapraz biçimde kesilmesi veya (eyleştikleri) yerden
sürülmeleridir.
Bu ceza, onlar için
dünyada bir aşağılık ve rüsvayhktır. Âhirette ise onlara büyük bir azap vardır.
34— Ancak onlara eliniz yetmeden önce tevbe
edenler bu hükmün dışındadır. Bilmiş olun ki, Allah çok
affedendir ve çok merhamette bulunandır.
Cumhura göre, UKÜL ve
UREYNELİ'lerden bir grup hasta adam Re-sûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek
İslâm'a girdiklerini ve geçimlerini sağ-
layacak hiçbir
ziraatlerinin olmadığını, sadece hayvancılıkla geçindiklerini, şimdi de yokluk
ve hastalık içinde kıvrandıklarını yana-yakıla anlattılar. Rahmet Peygamberi
(A.S.) Efendimiz onları Medine'nin dışında Devlet Hazînesine ait develerin
beslendiği yere gönderip çadır kurmalarını, karınlarını deve sütüyle
doyurmalarını, hastalıklarını da deve sütü ve sidi-ğiyle tedavi etmelerini
emretti.
Bunlar belirtilen
yerde beslenip iyileştikten sonra şeytana uyup dinden çıktılar. Peygamber
{A.S.) Efendimizin çobanını öldürüp hazîneye ait develeri sürüp götürdüler.
Bazı rivayetlere göre, bununla da kalmayıp yol kesmeye ve kadınların ırzına
geçmeye başladılar.
Ortada üç büyük
cinayet ve ağır suç bulunuyordu: Haksız yere bir adamı işkenceyle öldürmek,
devlete ait malı yağma etmek ve yol kesip kadınların ırzına geçmek..
Durum Resûlüllah
(A.S.) Efendimize haber verilince çok üzülmüş ve katillerin takip edilerek
yakalanmasını ve gereken cezanın verilmesini emretmişti. Nitekim katiller kısa
zamanda yakalanıp çobana yaptıkları işkencenin bir misli uygulandıktan sonra
öldürülmüşlerdir. Bu sebeple yukarıdaki âyet inmiştir. [147]
İmam Katade'ye göre,
bu olaydan sonra idam cezası tatbikinde organların kesilmesi yasaklanmıştır.
Ukül ve Ureyneli'lere uygulanan ceza ise, fitne ve fesadı durdurmaya, kötü
niyetlilere bir göz dağı vermeye ve Devlete karşı çıkıp millet malını yağma
edenlere müsamaha edilmiyeceği-ne yöneliktir. Nitekim bu olaydan sonra bir daha
belirtilen biçimde ikinci bir olay meydana gelmemiştir.
Bir diğer rivayet:
İmam Mâlik, İmam Şafiî
ve Ebû Sevr'e göre, bu âyetler, Müslümanlardan yol kesip yeryüzünde fesat
çıkaranlar hakkında inmiştir. Çünkü kâfirler bu tür kötülük ve cinayetleri
işledikten sonra pişman olup İslâm'a girerlerse, affedilip haklarında hiçbir
cezaî müeyyidenin uyguîanmıyacağı bellidir. İslâm, kendisinden önceki bütün
günahları temelinden yıkıp atar.
İbn Münzîr de bu
görüşün sahih olduğunu belirtmiştir. Çünkü âyetteki istisna buna acık biçimde
delâlet etmektedir.
İbn Cerîr Taberî'nin,
bazı ilim adamlarından naklen yaptığı rivayete göre, bu âyetin hükmü
kaldırılmıştır. Çünkü hadlerle ilgili
hükümler inmiştir,
İbn Sirîn'e göre, bu
hüküm, hadlerle ilgili hükümler inmeden önce uygulanmış, ondan sonra
uygulamadan kaldırılmıştır. [148]
Âyette sözü edilen suç
ve ceza üzerinde İslâm Hukukçularının geniş araştırması olmuştur. Onları kısa
da olsa özetleyip buraya nakletmemizde tefsir yönünden büyük yarar vardır:
1. Allah ile savaşmanın anlamı nedir? Bu hususta
iki yoruma yer verilmiştir: Birincisi, Allah'ın buyruklarına karşı gelmek,
O'na itaat etmemek, ilâhî sınırları aşmaktır. O halde birine muhalefet eden
kimse ona karşı bir bakıma savaş açmış sayılır. Çıkarılan sonuç ise şudur:
«Allah ve Peygamberine muhalefet edip
onların buyruklarına karşı
gelenler..» demektir. İkincisi,
Allah ve Resulünün dostlarıyla savaşanlar, demektir ki kelime burada hazf-i
muzaf üzere gelmiştir.
2. Yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanlardan
maksat, insanlara karşı çıkıp haikı huzursuz edenler, yol kesip başkasının
malına ve namusuna tecavüz edenler ve bu amaca ulaşmak için çekinmeden silah
kullananlardır.
3. Durumları ve davranışları bu ölçü ve anlamda
olan âsiler hakkında tatbik edilecek cezaî hüküm hususunda farklı görüş ve
içtihatlar ortaya çıkmıştır:
a) İmam Evzaî, İmam Mâlik, Leys bin Sa'd ve İmam
Şafiî'ye göre, Kur'ân'da belirtilen ceza, yol kesip silah kullananlar ve şehir
içinde halkı tehdit edip haraca bağlayanlar hakkında uygulanır.
b) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, şehirde halkı tehdit
edip haraca bağlayanlara verilecek ceza, Allah'a ve Peygamberine karşı savaşan
kişilere verilecek cezadan ayrıdır.
4. Kur'ân'da konumuzla ilgili âyette sıralanan
cezaların hangisi hangi suç hakkında uygulanır? Bu mesele ile ilgili görüş ve
içtihatlar da farklıdır:
a) İbn Abbas
(R.A.) Hazretlerine göre, cümleler arasında atıf anlamını taşıyan (EV) harfi
TAHYÎR içindir. Yani devletin yürütme organı bu cezalardan birini günün
şartlarını dikkate alarak uygulamakta serbesttir.
el-Hasan, Saîd bin
Müseyyeb, Nahaî ve Mücahit de aynı görüştedirler. Nitekim âyetin zahirinden de
anlaşılan budur..
b) Âyetteki (EV) harfleri tahyîr için değil,
beyân içindir. İlim adamlarının çoğunun görüş ve yorumu bu doğrultudadır.
Öyleki belirtilen cezalar, suçların derece ve tertibine göre uygulanır. Şöyle
ki: Yol kesen kimse adam öldürüp mala tecavüz ederse, önce öldürülür, sonra da
ibret olsun diye asılarak teşhir edilir. Yol kesen kimse sadece adam öldürür,
mala dokunmazsa, ceza olarak öldürülür. Yalnız mala dokunur, ama adam
öl-dürmezse, elleri ve ayakları çapraz olarak kesilir. Yalnız yol kesip korkutur,
mal ve cana dokunmazsa, bulunduğu yerden sürülür.
Bu aynı zamanda İmam
Şafiî, Katade ve Evzaî'nin görüşüdür.
İmam Ebû Hanîfeye göre
ise, devletin belirtilen cezaları uygulamasındaki tahyîr mutlak anlamda
savaşanlar hakkında değil, yol kesip adam öldürenler hakkındadır. Bu durumda
yürütme organı şu dört cezadan birini uygulamakta serbesttir:
1. El ve ayaklarını çapraz kesmek,
2. Asmak,
3. El ve ayaklarını çapraz kestikten sonra
asmak,
4. Sadece bir silâhla öldürmek.
c) Asılma keyfiyetine gelince: Bazı ilim
adamlarına göre, suçlu diri olarak asılır. İmam Şafiî'ye göre önce öldürülür,
namazı kılınıp sonra ibret olsun diye asılarak teşhîr edilir.
d) Bulunduğu yerden sürülmesi hususuna gelince:
Saîd bin Cübeyr ve Ömer bin Abdülaziz'e göre, devletin onları bulduğu yerden
uzaklaştırıp sürmesidir. İbn Abbas, Leys bin Sa'd ve İmam Şafiî'ye göre,
devletin onları takip etmesi anlamınadır. İmam Ebû Hanîfe'ye göre, devletin
onları yakalayıp hapsetmesidir. Mekhûl'e göre de sürmekten maksad, tutuklamadır.
Nitekim bunu ilk uygulayan Hz. Ömer (R.A.) olmuştur.
5. El yetmeden önce tevbe edenlerin durumu
ve bu
husustaki ilim adamlarının görüş
ve içtihatları:
a) Âyetteki
istisna, yukarıda da kısmen belirttiğimiz gibi, Allah ve Peygamberiyle savaşan
müşriklerle ilgilidir. Henüz yakalanmadan pişman olup İslâm'a girerlerse,
kendilerinden daha önce işledikleri bütün suç ve günahların bağışlanacağı
muhakkak olduğuna göre, artık cezaî herhangi bir işlem yapılmaz. İlim
adamlarımızın çoğuna göre, müşrikler bu durumda yakalandıktan sonra da
pişmanlık duyup İslâm'a girerlerse, yine cezaî bir işlem yapılmaz.
b) Süddî'ye
göre, Allah ve Resulü ile savaşan Müslüman, henüz yakalanmadan ıslâh-ı nefs
edip tevbe ve istiğfarda bulunursa ceza düşer, ancak adam öldürmüşse kısas
lâzım gelir, gasbettiği bir mal varsa alınıp sahibine verilir.
İmam Mâlik ile
Evzaî'nin de içtihadı bu anlamdadır.
Hz. Ali'nin (R.A.)
hilâfet yıllarında Zeyd oğlu Harise (R.A.), sözü edilen suçlardan birini işlemiş,
fakat ele geçmeden ıslâh-ı nefs ederek Hz. Ali'ye gelip güven istemişti. O da
âyetteki istisnaya dayanarak ona güven vermiştir. Buna benzer bir olay da Küfe
Valisi Ebû Musa el-Aş'arî zamanında cereyan etmiş ve o da yukarıdaki istisnaya
dayanarak cezayı uy-gulamamıştı.
Nitekim İmam Şafiî'ye
göre de, yakalanmadan tevbe ederse, ilâhî had düşer, ancak insan hakları
düşmez. [149]
Yukarıdaki âyetlerle
ilâhî sınırları aşıp yeryüzünde fesat çıkaranlar hakkında uygulanacak cezalar
belirlendi. Dönüş yapanlar için İiâhî rahmet ve mağfiret kapılarının her zaman
açık bulunduğu özellikle hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
imân nimetine eriştikten sonra hayat yolunu ebediyete kadar aydınlatacak olan
takva, vesile ve cihâd gibi üç önemli amelden söz ediliyor. Kötülükleri
yenmenin, iyileri çoğaltmanın bu üç esasla mümkün olabileceğine dikkatler
çekiliyor. Dünya hayatının sona ermesiyle bütün imkânların kaçırıldığına
işaretle kıyamet gününün azabından ar,-cak sağlam bir imân ve ona dayalı salih
amellerle kurtulmanın imkân dahilinde bulunduğu belirtiliyor. [150]
35— Ey îmân edenler! (Allah'tan
korkup kötülüklerden, ilâhî
sınırı aşmaktan) sakının; O'na yakın olmak için vesile arayın ve yolunda
cihâd edin; ola ki korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza kavuşursunuz.
36— Şüphesiz yeryüzündeki bütün şeyler ve bir
misii de beraberinde o küfredenlerin olsa, kıyamet gününün azabından kurtulmak
karşılığında verseler, yine de kendilerinden kabul edilmez; onlar için elem
verici bir azap vardır.
37— Ateşten çıkmak isterler, ne
çare ki oradan çıkacak
değillerdir; onlar için devam edecek bir azâb vardır.
«Cehennem ehlinden
azabı en hafif ve en basit olana, Allah Teâlâ soracak: Dünyanın hepsi senin
olsaydı, ateşten kurtulmak için fidye olarak
verir miydin?» O da:
«Evet..» diye cevap verecek. Allah ona: «Sen henüz Âdem'in sulbunda iken bundan
daha kolayını (sizin için) diledim: Bana ortak koşmayacaksın, ben de seni
Cennete koyacağım. Ama sen buna yanaşmadın ve şirke yöneldin.» [151]
«Kıyamet günü kâfir
getirilecek de kendisine «Eğer yeryüzü dolusu altının olsaydı (azâbdan)
kurtulmak için fidye olarak verir miydin?» diye sorulacak. O da: «evet»
dîyeoek. Bunun üzerine kendisine, «Bundan daha kolay olanı, Allah'a ortak koşmaman
senden istendi, (ama sen buna yanaşmadın) denilecek.» [152]
Kur'ân, iki cihanda
mutlu ve aziz olabilmek için insanın önüne dört basamak koymuş ve bunlara
yükselmeyi emretmiştir:
1. İmândan sonra her iş ve davranışta Allah'tan korkup
kötülüklerden, ilâhî sınırları aşmaktan sakınmak,
2. Allah'a yakın olmanın yol ve yöntemini, araç
ve gerecini elde etmeğe çalışmak; Allah ile gören bir göze, Onunla işiten bir
kulağa, Onunla tutan bir ele, Onun için yürüyen bir ayağa sahip olmak,
3. Allah yolunda birçok sıkıntı ve meşakkatlere
katlanıp cihad etmek, bu hususta fedakârlık ve erdemliğin örneklerini sunmak,
4. Bütün bunların, insanlık şeref düzeyinde
ruhumuzun yüceliğiyle uyum
sağlayacağını unutmamak.
Birinci basamak kişiyi
olgunlaştırıp merhamet duygusunu harekete geçirir, topluma yararlı bir insan
durumuna getirir.
İkinci basamak, insan
haklarına saygılı olmayı, eşyada Allah'ın kudret ve sanatının inceliklerini
sezmeyi, ilâhî sünnetin şaşmadan hedefine doğru yol aldığını ilham eder.
Üçüncü basamak, Allah
din ve vatan düşmanlarının cesaretini kırar, mü'minlerin hür ve özgür olmasını,
şeref ve itibarlı yaşamasını sağiar. Ve bütün bunlar kişiyi dördüncü basamağa
yükseltip bir insan için erişilmesi mümkün olan kemâl mertebesini
gerçekleştirir.
Böylece başkaları nefs
ve şehvet vadisinde bir ömür tüketip Allah'tan uzaklaşarak düşünce ve
duygusuyla maddeyi ilâh edinirken para ve
ekmek kavgasından başka bir amaçları olmadığını ortaya koyarken,
mü'min-ler sözü edilen dört basamağa kademe kademe yükselip insanlığa huzur
havası estirirler. Kısacası, biri yiyici ve huzur bozucu, diğeri hizmet edici
ve yüz güldürücüdür. Biri güven bozar; diğeri güven ve huzuru tazeler. [153]
«Ona yakın olmak için
vesile arayın.»
İlgili âyette gecen
VESÎLE deyimi üzerinde durulup birtakım yorumlar yapılmıştır. Sözlük olarak:
Yol, vasıta, yakınlık, istek ve arzu gibi mânalara gelir. Âyette de bütün bu
mânalar söz konusu olabilir.
Terim olarak: İmân ve
takva ile birlikte kalbi ilâhî sevgi ile doldurmak, düşünceleri bu doğrultuda
berraklaştırmak, amelleri ilâhî hoşnutluğa uygun biçimde yerine getirmeğe
çalışmak ve günlük hayatın her bölümünde Resûlüllah {A.S.) Efendimizi örnek
edinmektir.
Bu geniş mâna aynı
zamanda tasavvuf erbabının da tesbitidir,
O halde bu kadar
incelikleri kendinde taşıyan VESÎLE, bir de Cennette en yüksek makam ve
dereceye isim olarak konulmuştur. Dünyada VESÎLE düzeyinde
ömrünü'değerlendirenlerin, o en yüksek derecede bulunan Resûlüllah (A.S.)
Efendimize komşu olacakları umulur.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz buyuruyor ki:
«Bana salâvat
getirdiğinizde benim için VESÎLE İsteyin..»
Bunun üzerine Ashab
soruyor:
— Ey Allah'ın Peygamberi! Vesile nedir? Cevap
veriyor:
— Cennette en yüksek derecedir kî ancak bir
adam ona nail olacaktır; umarım ki ben o adamım. [154]
«Kim ezan sesini
duyunca «Ey bu tastamam davetin ve kılınmak üzere olan namazın Rabbi Aflahım!
Muhammed'e VESÎLE ve fazl-u keremini ihsan eyle..» derse, kıyamet günü şefaatim
ona helâl olur.» [155]
Bu nedenle Allah ve
Resulüne güvenip dayanmak, Resûlüllah (A.S.) Efendimize tevessülde bulunmak
teşvik edilmiştir. Allah'a tevessül, ibadet ve taatleri rızasına uygun
yapmakla; Resûlüllah'a tevessül, sünnetini yaşamak suretiyle şefaatine erişmeyi
dilemekle gerçekleşir. [156]
Yukarıdaki âyetlerle,
açıktan, göz göre göre yol kesip cana ve mala kasdedenlerin cezası açıklandı.
Allah'a yakın olmak için vesîle aramamız tavsiye olundu. Aşağıdaki âyetlerle,
gizliden başkasının malına el uzatan hırsızlar hakkındaki ilâhî hüküm
belirtiliyor. [157]
38— Hırsızlık eden erkek ve hırsızlık eden
kadının, (bu yoldan) elde ettiklerine (ve insan haklarına el uzatmalarına)
karşılık Allah tarafından ibret verici bir ceza olmak üzere ellerini kesin.
Allah çok üstündür, çok güçlüdür ve hikmet sahibidir.
39— Kim de yaptığı haksızlık (hırsızlık)tan sonra
tevbe eder ve kendini düzeltirse, şüphesiz ki Allah onun tevbesini kabul eder.
Çünkü Allah
çok bağışlayan ve çok
merhamet edendir.
40— Bilmez
misin ki, göklerin ve yerin mülkü ancak Allah'ındır; dilediğine azap eder,
dilediğini bağışlar. Allah'ın kudreti her şeye yeter.
Rivayete göre bu âyet,
bir zırh çalan Tu'me b. Ubeyrik hakkında inmiştir. [158]
«Allah hırsıza lanet
etsin, yumurta çalar eli kesilir; urgan (diğer bir rivayette deve) çalar yine
eli kesilir.» [159]
«Hırsızın eli, dinarın
dörtte biri ve fazlası karşılığında kesilir.» [160]
«Dinarın dörtte biri
karşılığında kesin, bundan aşağı nisbette olursa kesmeyin.» [161]
İkinci ve üçüncü
hadîsler, birinci hadîsin hükmünü kaldırmıştır. [162]
Kıldan işlenmiş bir
örtüyü çalan adamı yakalayıp Peygamber Efendimize getirdiler; Peygamberimiz
(A.S.), «Bunun hırsızlık yaptığını (veya bu örtünün çalındığını) sanmıyorum» dedi.
Hırsız, «Ben bunu çaldım» diye karşılık verdi. Bunun üzerine Peygamber (A.S.)
Efendimiz, «Bunu götürüp elini kestikten ve kesilen yeri yakıp dağladıktan
sonra bana getirin» buyurdu. Öyle yaptılar. Peygamber o adama, «Artık Allah'a
tevbe eti.» buyurdu. O da tevbe etti. Peygamber (A.S.) «Aliah tevbeni kabul
etti» diye haber verdi.»[163]
Ömer bin Semure,
Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek dedi ki: — Ey Allah'ın Peygamberi! Falan
aileye ait bir deveyi çaldım, beni bu (günahtan) temizle.
Peygamber (A.S.) Efendimiz
o aileye haber gönderip sordurdu. Onlar da bir develerinin kaybolduğunu
söylemişler. Bunun üzerine suç sabit görülerek, Ömer bin Semure'nin elinin
kesilmesini emretti. Emir yerine getirilince adam, kesilen eline bakarak şöyle
dedi: «Beni senden temizleyen Allah'a hamdolsun; sen beni cehenneme sokmayı
istediydin.» [164]
Bir.kadın altından
ma'mul süs eşyası çalmıştı. Ma! sahipleri onu yakalatıp Peygamber (A.S.)
Efendimize getirdiler ve: «Ey Allah'ın Peygamberi! Bu kadın malımızı çaldı,»
diye şikâyette bulunup davacı oldular. Suc sabit olunca, Peygamber (A.S.)
«Kadının sağ elini kesin,» diye emretti. Emir yerine getirildi. Kadın, «Başka
bir tevbe var mıdır?» diye sorunca, Peygamber (A.S.) ona: «Sen bugün hatalardan
(arınmada), anandan doğduğun gündeki gibisin..» buyurdu. [165]
Ahmed bin Hanbel aynı
rivayeti şu fazlalıkla nakletmiştir: Kadının yakınları onu bu cezadan kurtarmak
için 500 dinar fidye vermeyi teklif ettilerse de Hz. Peygamber, «olmaz,
götürün sağ elini kesin!» diye emrini tekrarlamıştır. Çünkü bu hususta yürütme
organına bir serbesti verilmemiştir.
Hz. Âişe (R.A,)
anlatıyor:
Kureyş Kabilesi,
kendilerinden bir kadının hırsızlık yaptığına üzülmüş ve bunu diğer kabilelere
karşı bir onur meselesi yaparak kadının elinin kesilmemesini sağlamak için çareler
aramışlardı. Son olarak Üsame bin Zeyd'i şefaatçi olarak Hz, Peygambere (A.S.)
gönderdiler. Üsame gelip kadın hakkında konuşunca, Peygamberin (A.S.) rengi
değişti ve: «Ya Üsame! Allah'ın koyduğu bir cezanın uygulanmaması için mi
şefaat ediyorsun?» buyurdu. Üsame bu uyarı karşısında meselenin nezaketini
anlamakta gecikmedi ve: «Ya Resûlellah! Bu hatamdan dolayı bağışlanmam için
Allah'tan dilekte bulunun..» diyerek pişmanlığını arzetti. Akşama doğru
Peygamber (A.S.) ashabını toplayarak şöyle konuştu: «Sizden önceki milletler
soylu bir kişi hırsızlık edince ona dokunmaz, zayıf ve kimsesiz bir kişi
hırsızlık Ddince onu cezalandırırlardı. Onlar bu yüzden helak oldular. Canımı
kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fa-tima bile hırsızlık
etse elbetteki elini keserim!.» Sonra da o hırsız kadının elinin kesilmesini
emretti. Kadın da cezasını çektikten sonra güzel bir tevbe etti ve evlendi. [166]
Yine Hz. Âişe (R.A.)
diyor ki:
Beni Mahzun
Kabilesinden bir kadın emanet eşya alır, sonra da onu saklayıp sahibine vermez
ve inkâr ederdi. Sucu sabit görülünce, Resûlül-lah (A.S.) onun elinin
kesilmesini emretti. [167]
Hırsızın eli ne zaman
kesilir?
Bunun bir takım
şartlan vardır, onlar gerçekleştiği takdirde İslâm'a göre, hırsızın eli kesilir.
Bu şartları belirtmeden önce HIRSIZLIK ile çevirdiğimiz SİRKAT kelimesinin
sözlük ve fıkhî terim olarak mânalarını açıklamamızda yarar var:
Sirkat, sözlükte:
Başkasına ait bir eşyayı gizli yoldan, sahibinin haberi olmadan ve hile ile
almaktır.
Terim olarak: Âkil
baliğ kişinin belirli miktarda bir malı veya parayı, konulup korunduğu yerden
-hiçbir hak ve şüphe söz konusu olmaksızın-gizlice almasıdır.
Bu tarife göre, mutlak
anlamda bir hırsızlık sebebiyle el kesilmez. Şartlarına uygun düşen bir hırsızlıktan
dolayı el kesme cezası gerekir.
Âkil ve baliğ
şartlarına gelince: Hırsızlık bir cinayettir, ancak aklı başında olup ergenlik
cağında bulunan bir kişinin işlemesiyle hüküm ifade eder. Bu nedenle deli ve
çocuk mükellef değildirler, onlardan sadır olan bu tür fiil, teklif kapsamına
girmez. Ancak çocuğun hırsızlık yapması, ta'-zîr'i (tekdîr, azarlama ve
hırpalamayı) gerektirir. Bu da kötü alışkanlığı önlemeğe yöneliktir.
El kesmeyi gerektiren
miktar
Mezhep imamlarının ve
diğer ilim adamlarının bu hususta farklı tes-bit, içtihat ve görüşleri ortaya
çıkmıştır:
A) Tabiîn'den Hasan el-Basrî ile Dâvud
ez-Zahirî'ye göre, âyetin açık anlatımından -az olsun, çok olsun- çalınan
maldan dolayı elin kesilmesi anlaşılmaktadır.
B) İmam Ebû Hanîfe ve İmam Sevrî'ye göre, on
dirhemden aşağı kıymet taşıyan bir maldan dolayı el kesilmez. [168]
C) İmam
Mâlik'e ve İmam Şafiî'ye göre, ancak bir dînarın dörtte biri veya daha fazla
bir miktarın veya üç dirhem miktarın çalınması el kesmeyi gerektirir.
İmam A'zam'ın bu
mesele hakkındaki delili: «On dirhemden aşağı miktarda el kesilmez» mealindeki
sahih hadîstir. Nitekim İbn Abbas, İbn Mes'ud, İbn Ömer ve Atâ'a göre de
böyledir.
İmam Mâlik ve İmam
Şafiî'nin delili ise, Hz. Âişe'nin (R.A.) «Resûlül-lah (A.S.) bir dinarın
dörtte biri veya daha fazla nisbetten dolayı el keserdi..» rivayetidir.
Malın konulduğu yerden
çalınması Hırsızlık sucundan dolayı elin kesilmesinin şartlartndan biri de,
beli) miktardaki malın korunmaya elverişli kabul edildiği yerden çalınmasıdır.
O halde ev ve çadır
gibi barınak olarak kullanılan bir yerde korunan malı çalan kimse, onu
korunduğu yerden çalmış kabul edilir. Bir koruyucu tarafından herhangi bir
yerde korunan bir malı da çalmak böyledir.
Şüphe ile el kesilmez
Hırsızlık konusunda
diğer şartların yanında bir de sucun sabit olması, hakkına karşılık alınmamış
bulunması gerekir. Çünkü şüphe ile el kesilmez. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz,
«Gücünüz yettiği kadar hadleri (ilâhî cezaları) şüpheler sebebiyle uygulamamaya
çalışınız,» buyurmuştur. [169]
O halde efendisinin
malını çalan kölenin, oğlunun malını çalan babanın, ortağının malını çalan
kişinin, borçlusunun malını çalan alacaklısının eli kesilmez. Çünkü bunlarda
şüphe vardır; kendi hakkına karşılık veya unutulan, ya da inkâr edilen bir
hakka karşılık çalınmış olabilir.
Hangi el kesilir?
Fukaha sağ elin
kesilmesinde görüş birliği halindedir. El ise bilekten kesilir. Nitekim
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile Hz. Ömer ve Hz. Aii (Allah ikisinden de razı
olsun) devirlerinde uygulamanın böyle olduğu tesbit edilmiştir.
İkinci defa hırsızlık
edenin soi ayağı bileğinden kesilir. Nitekim sözü edilen devirlerde uygulama
böyle olmuştur. Çünkü Resûlüllah: «Hırsız hırsızlık ettiğinde önce elini
kesin; tekrar hırsızlık ederse, sol ayağını kesin..»
buyurmuştur. [170]
Üçüncü ve dördüncü
defa hırsızlık ederse, İmam Ebû Hanîfe'ye göre artık el ve ayağı kesilmez,
hapsedilir. İmam Ahmed bin Hanbel de aynı görüştedir. Hz. Ali ile Hz. Ömer'in
ictihadlan da bu doğrultudadır.
İmam Mâlik ife İmam
Şafiî'ye göre, üçüncü ve dördüncü defa hırsızlık edenin çapraz olarak önce sol
eli, sonra sağ ayağı kesilir. İmam A'zam, «Bir adamın yürümesini ve bir şey
tutmasını ortadan kaldırmaya gönlüm razı değildir» demiş ve bunun için hapis
cezasının uygulanmasını tavsiye etmiştir. [171]
İnsanların her çağda
ve her toplum yapısında daha çok iki şeye ihtiyacı var: Ciddi bir eğitim ve
ağır cezaî müeyyide. Biri kafayı, kalbi ve vicdanı aydınlatıp insanı fazîlet
ve olgunluğa yükseltir. Diğeri ise, nefsin tuğyanını, haklara tecâvüzü
önleyici mahiyettedir. Aksi halde olumlu bir sonuç elde etmemiz mümkün
değildir. İslâm tarihinde aksine bir uygulama, kötülerin çoğalmasına, iyilerin
azalmasına ve böylece dengenin serden yana bozulmasına neden olmuştur. Bunun
için İslâm Hukukçularına göre, yol kesip adam öldürenin, yol kesip mal ve
namusa el uzatanın hapse atılması frenleyici ve ıslah edici bir çare ve yol
olamamıştır. Bu ölçüdeki uygulamanın her yerde kötülerin cesaretini kırıcı,
toplumu düzeltici nitelikte olmadığı bilinmektedir.
Ama ciddi bir eğitimle
birlikte ağır cezaî müeyyidelerin durdurucu, cesareti kırıcı, kötüleri
caydırıcı olduğu, bu yüzden iyilerin çoğalmasını sağlayıcı, güven ve huzuru
gerçekleştirici bulunduğu görülmüştür.
İslâm, insanın canını,
malını, namus ve şerefini, huzur ve güvenini her yerde korumayı emretmiş ve
bunlara el uzatanların elinin kesilmesini, gerektiğinde vücudunun ortadan kaldırılmasını emretmiştir.
Çünkü güven ve huzur
içinde yaşamak, mal ve canın korunmasıyla toplum hayatına bağlanmak herkesin
tabii hakkıdır. Bunu ortadan kaldırmaya veya zedelemeye kimsenin hakkı yoktur.
O bakımdan mütecavizleri az bir ceza ile tecziye etmek, onların cesaretini
artırmaktan başka bir şeye yaramaz, görüşü ağırlık kazanmıştır.
Çalınan malın sahibine
verilmesi
Hırsız yakalanıp suç
sabit olduktan sonra eli kesilmekle beraber çaldığı malın aynını, zayedilmişse
mislini asıl sahibine iade etmesi gerekir mi? Bu mesele hakkında da müetehit
imamların farklı görüş ve tesbitleri olmuştur:
a) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, hem elinin
kesilmesi, hem de çaldığı malın tazmin edilmesi birleştirilemez. Çünkü verilen
ceza, başkasına ait bir mala el uzattığı ve onu zimmetine
geçirdiği içindir.
b) İmam Şafiî'ye göre, hırsız ister varlıklı
olsun, ister fakir bulunsun çaldığı mal kendisinden tazmin edilir. Fakir ise,
üzerinde borç olarak kalır; bu yüzden tutuklanmaz. Durumu düzelince ödetilir.
Ahmed bin Hanbel de
aynı görüş ve ictihaddadır.
c) İmam Mâlik'e göre, çaldığı mal duruyorsa,
aynen sahibine iade edilir. Zayedilmişse, misli ödetilir.
Adam fakir ise tazminden vazgeçilir.
İlim adamlarının çoğu
bu konuda İmam Şafiî'nin görüş ve içtihadını daha sahîh bulmuşlardır.
Çalınan malda -ceza
gerekmesi için- dört vasıf aranır:
1. Nisab miktarı olmak,
2. Mülk edinilebilecek cinsten ahm-satımı helâl
bulunmak,
3. Hırsızın çaldığı malda mülk hakkı şüphesi
bulunmamak,
4. Çalınması sahih kabul edilen cinsten olmak.. [172]
Yukarıdaki âyetlerle,
toplumun huzurunu, ülkenin selâmetini korumak; kısacası, insan haklarının titizlikle
korunmasını sağlamak için ağır cezaî müeyyidelere olan ihtiyaç belirtildi. Bu
arada yol kesenlerin, hırsızlık edenlerin nasıl bir cezaya çarptırılması gerektiği
üzerinde duruldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
islâm'.n uzlaşt.rıc, kaynaştırıcı, kötülükleri durdurup huzuru sağlayıcı
sistemini tesirsiz hale getirmek için münafıklarla Yahudîlerin baş vurdukları
çirkin oyunlar söz konusu ediliyor. İşlerine gelmediği zaman Tevrat'ı bir
tarafa itip keyfî tasarruflarda bulunduklarına dikkatler çekiliyor. Hakk'ın
karşısına fitne ve fesat tohumlarıyla çıkanların er-geç o fitnenin kurbanları
olacağı, rüzgâr ekenin fırtına biçeceği hatırlatılıyor. [173]
41__ Ey
Peygamber! Ağızlarıyla inandık deyip kalbleri inanmjyanlarla
Yahudilerden küfre
koşuşanlar seni üzmesin. Onlar yalana iyice kulak verirler; sana gelmiyen bir
topluluktan yana kulak verip casusluk yaparlar; kelimeleri yerlerine
konulmuşken kaydırıp değiştirirler de, «size bu anlamda (bir hüküm) verirse
alın, böyle verilmezse kaçının» derler.
Allah kimin fitne
İçinde kalmasını dilerse artık onun için Allah'tan (doğru yolu bulmasına)
hiçbir şey ile sahip olamazsın.
İşte onlar öyle
kimselerdir ki Allah onların kalblerini temizlemeği di-lememiştir. Dünyada
onlar için aşağılık ve rüsvaylık; âhirette de onlara büyük bir azap vardır.
42— Yalana iyice kulak verirler; durmadan haram
yerler. Şayet sana gelirlerse, aralarında hükmet, (İstersen) kendilerinden yüz
çevir. Yüz çevirecek olursan sana elbette hiçbir zarar veremezler. Hükmedecek
olursan, aralarında adalet ve insafla hükmet. Çünkü Allah âdil ve insaflı olanları
çok sever.
43— Hem içinde Allah'ın hükümleri bulunan Tevrat
yanlarında bulunduğu halde nasıl oluyor da (bu ciddi ve samimi olmayan
kişiler) seni hakem ediniyorlar?! Sonra da verdiğin hükümden yüz çeviriyorlar.
İşte onlar mü'minler değillerdir.
Hayber Yahudîlerinden
soylu, aynı zamanda evli bir kadın, başka bir erkekle zina etmişlerdi. Tevrat'a
göre, ikisinin de öldürülmesi gerekiyordu. Ama soylu kişileri bu yüzden öldürmek
istemediklerinden Kur'ân'da RECM hakkında bir büküm bulunmadığını düşünerek
sözü edilen kadınla erkek hakkında Hz. Peygamber (A.S.)den bir fetva almak
istediler. Bunun için de Medine Yahudüerinden Kurayza Oğullarına haber gönderip
durumu Muhammed'den (A.S.) sormalarını rica ettiler. Kurayza ve Nadir Oğulları,
«Vallahi bu meseleyi Muhammed'den soracak olursak, sizin hoşlan-rnıyacağınız
bir hüküm verebilir..» dediler. Gelenler, «Eh onun vereceği hüküm arzumuza
uygun olursa kabul ederiz, olmazsa amel etmeyiz» diye karşılık verince,
aracılar gelip meseleyi sordular. Resûlüllah (A.S.) Efenelimiz, «Benim
vereceğim hükme razı olur musunuz?» diye sormak ihtiyacını duydu. «Evet...»
dediler. Bunun üzerine Melek Cebrail derhal RECM (zina eden evli kadın ve erkeğin
öldürülmesi) hakkındaki âyetle indi. Yahudiler verilen hükmü kabul etmek
istemeyince, Cebrail'in tavsiyesi üzerine, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
Yahudilerin ünlü bilgini İBN SÛRİYÂ'nın aralarında hakem rolünde bulunmasını
teklif edince kabul ettiler. İbn SÛ-RİYÂ gelince, onunla Peygamberimiz arasında
şu konuşma geçti:
— Sen İbn Sûriyâ mısın?
— Evet...
— Sen Yahudilerin en bilgini misin?
— Öyle diyorlar.
—. Kendisinden başka
ilâh olmayan, Tevrat'ı Musa'ya indiren, sizi Mısır'dan çıkaran, denizi size
açıp yol eden, Fir'avn'ı ve avanesini boğan, bulut ile sizi çölde
gölgelendiren, üzerinize Kudret Helvası ile Bıldırcın kuşu indiren, içinde
helâl ve haram ile hükümler bulunan kitabı size gönderen Allah hakkı için
söyle, Tevrat'ta zina eden evli kişinin recmedilmesi hakkında bir hüküm var
mıdır?
— Evet, vardır. Eğer kudretinden söz ettiğin
Allah'ın azabından kork-masaydım, herhalde doğruyu söylemezdim. Peki sizin Kitabınızdaki hüküm nedir?
— Dört şahit gözleriyle -sürme çubuğunun
sürmedanlığa girdiği gibi-evli erkek ile kadını zina ederken görürlerse,
ikisinin de recmediimesi vâ-cib olur.
— Evet, Tevrat'ı Musa'ya indiren Yüce Kudrete
and olsun ki Tevrat'taki hüküm de böyledir.
Bunun üzerine Allah
Resulü şunu sordu:
— Ey İbn Sûriyâ! Şimdiye kader Allah'ın kesin
emirlerini bir tarafa itip ne kadar ruhsat verdiniz?
Cevap verdi:
— Soyluları yakaladığımızda ceza vermeyip
bırakır, zayıfları yakaladığımızda cezalandırırdık. Bu yüzden ileri
gelenlerimiz ve soylularımız arasında zina çoğaldı; hükümdarımızın amcasının
oğlu zina etti, recmetme-dik. Başka bir adam zina edince onu recmetmek
istediğimizde haklı olarak itirazda bulundu: «Önce hükümdarın yeğenini
recmedin» dedi. Halktan bir kısmının da düşüncesi bu doğrultuda bulunuyordu.
Bunun üzerine toplandık, zina suçu için, zifte bandırılmış urganla kırk defa
vurmayı ve sonra zâni veya zâniyeyi merkep üzerinde o vaziyette teşhir etmeyi
kararlaştırdık.
Yahudiler bu yüzden
İbn Sûriyâ'ye kızdılar, onu kınadılar. O da Allah hakkı için denildi; doğruyu söylemek
zorunda kaldım, diye özür beyân etti. Böylece zina eden iki kişi recmedildi.
Hazret-i Peygamber (A.S.): «Al-iahım! Senin emrini öldürürlerken onu ilk
dirilten ben oldum..» dedi ve bu sebeple yukarıdaki âyetler indi. [174]
Diğer bir rivayet:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bir semtten geçerken, yüzüne kömür karası sürülmüş ve iyice dayak
atılmış bir Yahudîye rastladı. Orada hazır bulunan Yahudileri çağırıp,
«Kitabınızda zina edenin cezasıyla ilgili bir hüküm buldunuz mu?» diye sordu.
Onlar da, «Evet» diye cevap verdiler. Bunun üzerine Resûlüllah Efendimiz
onların bilginlerinden bir adamı çağırıp dedi ki: «Tevrat'ı Musa'ya indiren
Allah hakkı için söyle, kitabınızda zina cezasını böyle mi buluyorsunuz?».
Bilgin, «Allah hakkı için söylerim, hayır..» diye cevap verdi. Ve ilâve etti:
«Eğer and vermeseydin herhalde size doğruyu söylemezdim; bizim kitabımızda
zinanın cezası ölümdür. Fakat ne yazık ki, zina soylularımız arasında
çoğalınca, onlara dokunmadık. Ama zayıflan bu suçla yakaladığımızda onlara had uyguladık.
Sonra toplanıp herkes hakkında eşitlikle uygulanacak bir ceza belirledik: Recm
(öldürme) yerine kömür karası sürüp dayak atmak..»
Bu cevap üzerine
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «Allahım! Senin bir emrini öldürmek (unutup bir
kenara atmak) istediklerinde onu ilk ihya eden ben oldum,» dedi ve zâninin
recmedilmesini emretti. Bu nedenle yukarıdaki âyet indi. [175]
«Ey Peygamber!
Ağızla-nyla inandık deyip kableri inanmayanlarla...»
Hakk'ın iki büyük
düşmanı vardır: Biri, ağızlarıyla inandıklarını söyleyip kalbleriyle inanmıyan
iç düşmanlar. Kur'ân bunlara «Münafıklar» ismini vermiştir. Diğeri Kitap
Ehlinden daha çok Yahudîlerdir ki, bunlara
dış düşmanlar da denilebilir.
Neden daha çok bu iki
grup?
Yahudilerin asıl yurdu
Asya'dır. Yusuf Peygamber zamanında Mısır'a göç etmişler ve Fir'avn'ın
zulmünden bir gün gelmiş Mısır'ı terketmek zorunda kalmışlardır. Uzun yıllar
çölde bocalayıp şaşkın ve perişan dolaştıktan sonra Arz-ı Mev'ud, diğer bir
tabirle Arz-ı Mukaddes'e girip yerleşme imkânını bulmuşlardır. O bakımdan
menşe'i Asya olan Yahudilerle Müslümanlar arasında sürekli bir ilgi ve bağ
mevcuttur, diyebiliriz. Bu iki ayrı milletin yanyana bulunması coğrafî bakımdan
kaçınılmazdır. Kendilerine göre sınırlarını belirleyip çizdikleri Arz-ı
Mukaddes, Filistin dahil Ürdün, Suriye ve Lübnan'ı içine almaktadır. Oysa bu
toprakların yüzde doksanının Müslümanların elinde bulunduğunu biliyoruz.
O halde asırlardan
beri umut besledikleri kutsal sayılan topraklar üzerinde güçlü bir İsrail Devletini
gerçekleştirmenin temelini atmış ve yükselmeye yönelmiş olan bu ırkın, kendi
çıkarları uğruna Müslümanları birbirine düşürmek suretiyle yıpratma, bölüp
parçalama, daha doğrusu kaleyi içten fethedip çökertme metoduna baş vurmaları
çok tabiidir. Kur'-ân'da gerek ilgili âyetlerle, gerekse diğer sûrelerde geçen
bazı âyetlerle yer yer uyarılar yapılmış, Müslümanların dikkati bu ırka
çekilmek istenmiştir.
Konumuzu oluşturan
âyette ise, daha çok Peygamber (A.S.) devrindeki olaylardan örnekler verilerek
Yahudilerin karakteri, mü'minlere karşı düşünce ve tavırları, niyet ve amaçlan
özetlenerek açıklanıyor.
İç düşman sayılan
Münafıklara gelince: İslâm ülkeleri, asırlara dayanan düşmanlarının sistemli
çalışması sonunda öz değerlerinden birçoğunu kaybetme bedbahtlığına uğrayarak
yabancı kültür emperyalizminin kurbanı olmuştur. Ama bu sonuçta iç düşmanların
katkısının çok büyük olduğunu unutmamak gerekir. Kur'ân bunları «münafık»
tabiriyle anmaktadır. Müslüman geçinip beynelmilel kardeşlik ve sevgi
sloganıyla ortaya çıkıp aldatıcı perde arkasından milletin manevî değerlerini
tahrîb eden ve millî değerleri unutturmaya çalışan, bulundukları ülkelerde
kavşak noktalarını ellerinde tutan, ülkenin mukadderatında söz sahibi olma
amacını bir an olsun elden ve gönülden bırakmıyanlar işte bunlardır.
Kur'ân bu karakterde
olanların İslâm dünyasında bilinçli ölçüde yaptığı ve yapacağı tahribata
bilhassa parmak basıp Müslümanların dikkatini çekiyor. «Ağızlarıyla inandık,
deyip kalbleri inanmıyanlar» âyetiyle onların asıl hüviyetini belirliyor. [176]
«Allah kimin fitne
içinde kalmasını dilerse, artık onun için Allah'tan (doğru yolu bulmasına)
hiçbir şey ile sahip olamazsın.»
İlâhî irâde, insanın
imân ve irfanına; inkâr ve tuğyanına göre tecelli eder. Sünnetullah
doğrultusunda ruhunu imân gıdasıyla besliyene hidâyet (doğru yol) kapısı
açılır. İnkâr ve tuğyan ile nefsini besliyene ise, sapıklık kapısı açılır.
O halde inkâr ve günah
ile kalblerini iyice çoraklaştıran kişiler genei anlamda hidâyet güneşinden
paylarını alamazlar. Özel anlamdaki hidâyet ise, ilâhî inayete bağlıdır, onun
ne zaman kime tecelli edeceğini bilemeyiz.
Demek oluyor ki, kusur
güneşte değil, kalb toprağındadır. Buna işaretle Mevlâna Celalettin Rumî diyor
ki:
«Taş yeşermez gelmiş
olsa nevbahar Toprak ol da bak nasıl güller açar. Taş gibiydin, çok gönül
kırdın, yeter. Toprak ol, üstünde hoş canlar biter.»
Kur'ân Sünnetullah ve
genel anlamda ilâhî irâde gereği, kulla Allah arasındaki ilgi ve tecellinin
ölçüsünü vererek diyor ki: «Allah kimin fitne içinde kalmasını dilerse, artık
onun için Allah'tan (doğru yolu bulmasına) hiç bir şey(le irâde tecellisine)
sahip olamazsın.» [177]
«Onlar öyle kimselerdir ki, Allah onların
kalblerini temizlemeyi dilememiştir.»
Allah, kalblerin
temizlenmesini, ciddi bir dönüşe, samimi bir tevbeye ve Hakk'a yönelmeye
bağlamış, yani ilâhî Sünnetini adalet ölçüleri içinde bu şartla kayıtlamıştır.
Bilindiği gibi, şart yerine gelmeyince ona bağlı bulunan meşrut gerçekleşmez.
Allah ile kulları arasında bu sünnet gereği imkân ve irâde sınırı konmuştur.
Kul inkâr ve kötülükten dönüş yapıp samimi bir tevbede bulunur, ilâhî hidâyeti
diler ve bunun için yeteneğini kullanırsa, imkân sınırının son kertesine gelmiş
olur. Bu kerte, ilâhî irâdenin herkese yönelik tezahürüyle birleşip hidâyetin
tecellisine kapı açar. Diğer bir deyimle bu, hidâyete erişme noktasıdır.
Yahudi ve münafıklar
bu noktaya belirtilen ölçü ve anlamda kendilerini getirmeyi akıllarından bile
geçirmedikleri için Allah onların kalblerini temizlemeyi dilemez. Has irâdesi
ise, kimin hakkında ne. zaman, nerede tecelli edeceği bilinmez. Bu bakımdan
kulun sorumluluğu vardır ve yaptıklarından bunun için sorumlu tutulacaktır.
Çünkü önünde imkân ve irâde sınırı onu beklemektedir. [178]
(Yalan ile Haram)
«Yalana iyice kulak
verirler, durmadan haram yerler.»
Bunlar ikiz
kardeştirler; biri diğerinden pek ayrılmaz. Yalan harama ve günaha yol açar.
Günahın ise sermayesi veya kaynaklandığı şey, haramdır. İlgili âyetle bu hassas
noktaya dikkatler çekiliyor. Münafıklarla Yahudilerin yalana özendikleri
durmadan haram yedikleri belirtiliyor. Faizi her devirde bir sömürü aracı
olarak kullanıp işler duruma getiren, başka milletleri, hiçbir insaf ölçüsü
tanımaksızın ticaretin her çeşit hileli yollarıyla sömürmeyi kendilerine mubah
sayan bir millet, elbetteki durmadan haram yemektedir.
İçi dışına uymayan,
kalbiyle inkarcı olup diliyle inançlı görünmeye çalışan münafıklar da helâl
haram, sorumluluk ve insan hakları diye bir sınır ve kayıt tanımadıkları için
işleri yalan, sermayeleri haramdır.
Nitekim Allah Resulüne
soruldu:
— Ey Allah'ın Peygamberi! Mü'min korkak ve
pısırık olabilir mi?
— Evet, diye cevap verdi.
— Mü'min cimri olabilir mi?
— Evet, diye cevap verdi.
— Mü'min yalancı olur mu?
— Hayır, diye cevap verdi. [179]
Diğer bir hadîste ise
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: «Doğruluğa gerekli olun, ondan
ayrılmayın. Çünkü doğruluk iyiliğe ve hayre götürür. İyilik ve hayır da cennete
ulaştırır. Adam durmadan doğru söyler ve doğruyu arayıp seçer de Allah katında
doğru yazılır. Yalandan sakının. Çünkü yalan günah ve kötülüğe götürür; günah
ve kötülük ise cehenneme sürükler. Kul durmadan yalan söyler de Allah katında
yalancı yazılır.» [180]
«Hükmedecek olursan,
aralarında adalet ve insafla hükmet. Çünkü Allah gerçekten âdil ve insaflı
olanları çok sever.»
İslâm'ın
özelliklerinden biri de, dosta düşmana karşı âdil olmayı em-retmesidir.
Kur'ân'da ilgili âyetle, başta Resûlüllah (A.S.) Efendimiz olmak üzere adalet
terazisini elinde tutan her yetkiliye: «Hükmedecek olursan, aralarında adalet
ve insafla hükmet. Çünkü Allah gerçekten âdil olanları sever..» mealindeki
sözlerle seslenilmektedir.
Peygamber (A.S.)
Efendimizin hakemliğine baş vuranlar, Yahudilerden bir grup idi. Bunlar
aslında İslâm'a kinle, nefretle karşı kimseler olarak biliniyor ve Peygamberin
vücudunu ortadan kaldırmayı her an arzu ediyorlardı. Tevrat'taki ağır
müeyyideyi uygulamamak için zina suçu hakkında Kur'ân'da hafif bir ceza şekli
bulunabileceğini umuyorlar ve bunun için âdil kabul ettikleri Hz. Muhammed'in
(A.S.) hakemliğini istiyorlardı. Aİlah da, «Aralarında adalet ve insafla
hükmet» diye emir indirdi. Peygamber zaten âdil ve insaflı idi. Bu anlamda
âyetin inmesi, önce Yahudileri insafa daveti amaçlıyordu; sonra da mü'minleri
uyarıyor, dosta düşmana karşı adalet terazisini eşit biçimde ellerinde
tutmalarını öneriyordu. [181]
«Başka birisinin
karısıyla zina eden, komşusunun karısıyla zina eden adam, hem o, hem de kadın
mutlaka öldürülecektir.» [182]
«Eğer bir adam, başka
bir adgmın karısıyla yatmakta olarak bulunursa, o zaman kadınla yatan adam ve
kadın, onların ikisi de
öleceklerdir.
Böylece İsraei'den
kötülüğü kaldıracaksın.» [183] İNCİL'de
de bu konuya yer verilmiştir:
«Ve bir reis ona: İyi
Muallim! Ebedî hayatı miras almak için ne yapayım? diye sordu. Ve İsâ ona
dedi: Niçin bana iyi diyorsun? Bir'den başka kimse iyi değildir, o da
Allah'tır. Sen emirleri bilirsin: «Zina etmiyesin; adam öldürmiyesin;
çalmiyasın; yalan şehadet etmiyesin; baban ve anana hürmet et..» [184]
Aynı kaynaktan inen
kutsal kitaplar, insan ruhunun yüceliği ile ters düşen kötülükleri yasaklamakta
birleşiyorlar. [185]
Yukarıdaki âyetlerle,
İsrâiloğuilan'nın tutum ve davranışları üzerinde durulmuş, gerek Tevrat'taki
hükümlerle, gerekse İslâmî esaslarla ters düştükleri hatırlatılmış; bu yüzden
ikiz sayılan YALAN ile HARAM'a kaydıkları belirtilmiştir.
Aşağıdaki âyetlerle
Tevrat'ın doğru yolu gösterici, kalbleri ve dimağları aydınlatıcı güçte
indirildiği konu ediliyor; İsrail Peygamberleriyle bilginlerine ve halkı irşad
eden ileri gelenlerine Tevrat'ın muhafaza edilmesi görevinin verildiği
hatırlatılıyor. Bütün bu emir ve uyanlara rağmen din adamı geçinenlerin
Tevrat'taki ilâhî emirleri az bir paha karşılığında sattıkları, hükümleri bu
yüzden değiştirdikleri üzerinde durularak Müslümanların bu konularda çok
dikkatli ve duyarlı olmaları için uyarıda bulunuluyor. [186]
44__ Şüphesiz
ki, Biz içinde hidâyet (doğru yolu gösterici ve ona iletici) ve (kafa ile
gönülleri) aydınlatıcı (belgeler) bulunan TEVRAT'I indirdik. Kendilerini
(Hakk'a) teslim eden peygamberler, Yahudiler arasında onunla hükmederlerdi;
yine onlardan Rab için yol gösterenleri de, bilginleri de Allah'ın kitabından
muhafazasıyla emrolundukları hususlarla hükmederlerdi ve onlar buna şahitlerdi
de. (Ey hükmetme durumunda bulunanlar!) Artık insanlardan korkmayın benden
korkun; âyetlerimi az bir degere satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle
hükmetmezse, işte onlar
kâfirlerdir.
45—
Tevrat'ta onlara (şunu da) yazıp farz kıldık: Cana can, göze göz, buruna burun,
kulağa kulak, dişe diş ve yaralar misliyle karşılık görür. Ama kim bu hakkını
sadaka olarak bağışlarsa, (günahlarına) keffarettir. Kim de Allah'ın
indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerdir.
Bir önceki konuda
açıkladığımız sebepler bu âyetler hakkında da aynen carîdir. Ayrıca şu
rivayetlere de yer verilmiştir:
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki: «Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerdir., İşte
onlar zâlimlerdir.. İşte onlar fasıklardır.» mealindeki âyetler, daha çok
Yahudilerden iki grup hakkında inmiştir. Cahiliye devrinde onlardan biri
diğerini kahretmiş, aşağılayıp sonunda şöyle bir gayr-i âdil anlaşma yaparak
sulh edişmişlerdi: Üstünlük sağlayan taraftan biri, aşağılanan taraftan birini
öldürecek olursa sadece 50 VASK [187]
fidye verecek; bunun aksi ortaya çıkarsa aşağılanan taraf 100 VASK fidye verecek.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz peygamber olarak gönderilînceye kadar o iki grup arasındaki mâruf
anlaşma sürüp devam etmiştir. İslâm'ın nuru ortaya çıkıp cihanı aydınlatınca,
cahiliye devrinin kötü âdetlerini kademeli biçimde kaldırmaya başladı. Bu arada
aşağılanan gruptan biri, üstünlük sağlayan gruptan birini öldürmüştü. Fidye
olarak 100 VASK istenilince buna itiraz edildi ve: «Dinimiz, ırkımız, ülkemiz
ve dilimiz bir olduğuna göre, biz de ancak sizin verdiğiniz 50 VASK kadar bir
fidye veririz. Çünkü artık Hz. Muhammed (A.S.) aramızda bulunuyor. Cahiliye
devri âdetleri kalktı,» denildi. Bunun üzerine yine o iki grubun arası açıldı,
neredeyse vuruşmaya başlayacaklardı, derken yaşlıları akledip durumu
Resûlüllah (A.S.) Efendimize ilettiler. Hakemlik yapmasını teklif ettiler. Bu,
olumlu karşılandı. Ancak üstünlük sağlayan grup bu hakemliği pek istemiyor,
Hz. Mu-hammed'in (A.S.) iki tarafı eşit tutacağını tahmin ediyorlardı. Bunun
için mühlet isteyip gizliden adamlarını araştırma yapmak üzere görevlendirdiler.
Böylece Hz. Muhammed'in (A.S.) bu konuda neler düşündüğünü önceden öğrenmeğe
çalıştılar. Cebrail derhal inip casusların bilgi edinmeğe çalıştığını, üstünlük
sağlayan grubun neler düşündüğünü haber verdi. Resûlüllah onları çağırıp
kafalarından geçirdiklerini bir bir söyleyince şaşırdılar. Bu sebeple
yukarıdaki âyetler indi. [188]
İbn Cerîr Taberî ile
Muhaddis Ebû Dâvud da buna yakın bir rivayeti nakletmişlerdir. [189]
«Kadın karşılığında
erkek öldürülür.» [190]
«Müslümanların kanları birbirine denktir.» [191]
«Mü'minlerin kanları birbirine denktir.»
«Herhangi bir Müslüman
bedenine dokunan bir yara ve bereyi bağışlayacak olursa, mutlaka Allah o
sebeple onun bir derecesini yükseltir ve bir hatasını düşürür.» [192]
«Herhangi bir adam
bedeninde bir yara alır (biri onu yaralar) da (yaralayanı) bağışlayıp
tasaddukta bulunursa, mutlaka Allah onun, tasadduk ettiğinin misliyle
günahlarını temizleyip bağışlar.» [193]
«Allah'ın indirdiği
hükümler» genel anlamdadır. Tevrat'taki hükümlerle amel etmiyen Yahudi ilim
adamları ve hahamlar nasıl kınanıyor; İlâhî hükümleri inkâr edenler nasıl
küfür, zulüm ve ahlâksızlıkla anılıyorsa, Kur'-ân'daki hükümlerle amel
etmiyenler öylece kınanıyor, inkâr edenler aynı
sıfatlarla anılıyor.
Nitekim İbn Abbas
(R.A.) da bu hususa dikkatleri çekmiş ve Müslümanları uyarmıştır.
Bu mesele üzerinde
ilim adamlarının yorumlarına gelince, onları şöyle özetliyebiliriz:
a) Kim
Kur'ân'ı reddederek, Peygamberin sözünü beğenmiyerek inkâra saparak Allah'ın
indirdiğiyle hükmetmezse, kâfir, zâlim sıfatlarını hakketmiş olur.
b) Kim yetersizliğini iddia ederek Kur'ân'daki
hükümlerle hükmetmezse, yine
küfre ve zulme sapmış olur.
c) Allah'ın
indirdiği hükümlerin tamamıyla
hükmetmiyen kâfir olur. Tevhîd ile ilgili hükümleri kabul edip
şeriatın diğer kısımlarıyla hükmetmi-yenler bu âyetin taşıdığı hükmün
dışındadırlar. Böyleleri sadece
büyük günah işlemiş sayılırlar.
d) İmam Şa'bî'ye göre, sözü edilen iki âyet, özellikle Yahudiler hakkındadır. Nuhas
da aynı görüşü benimsemiştir. Çünkü âyetlerin başlangıç ve bitiş kısımları buna
delâlet etmektedir.
Hz. Huzeyfe (R.A.)den
bu âyetlerin İsrâiloğulları'yla ilgili, olup olmadığı sorulduğunda, «Evet,
onlar hakkında inmiştir» diye cevap verdiği bilinmektedir.
e) Ebûbekir el-Arabî'ye göre, «İşte onlar
kâfirlerdir.» âyeti, Kur'ân'daki hükümleri küçümseyip onlarla amel etmiyen
Müslümanlar hakkındadır. «İşte onlar zâlimlerdir.» âyeti, Yahudiler; «İşte
onlar fâsıklardır.» âyeti Hıristiyanlar hakkındadır. Çünkü âyetin dış anlatımı
buna delâlet ediyor. Câbir b. Zeyd, İbn Ebî Zaide, İbn Şübrüme ve Şa'bî de
aynı görüştedirler.
Hasan el-Basrî diyor
ki:
«Allah, hâkimleri şu
üç hususla uyarmıştır:
1. Kendi arzu ve heveslerine göre
hükmetmiyecekler.
2. İnsanlardan değil Allah'tan korkacaklar.
3. Allah'ın âyetlerini, indirdiği hükümleri
önemsiz bir pahaya satmı-yacaklar. [194]
<<Yine onlardan
Rab için yol gösterenleri de bilginleri de Allah'ın kitabından rnuhafazasıyla
em-rolundukları hususlarla hükmederlerdi ve onlar buna şahitlerdi.»
Kur'ân'ın acık
anlatımından Tevrat'ın önemli
bölümlerinin, bilhassa ahkâmla
ilgili belgelerinin İsrâiloğulları'nın fakîhleri ve bilginleri tarafımdan
korunduğu anlaşılıyor. Ancak bu koruma kâğıt üzerinde mi, yoksa hafızalarda mı?
İlk hatıra gelen her iki şekilde muhafaza edildiğidir. Her ne kadar orijinali
olan Levhalar'ın -bir rivayete göre- Babiİ esaretinde kaybolduğu söyleniyorsa
da bilginlerin yazıp hafızalarında tuttukları kısımlar dikkate alınırsa, hâlen
mevcut Tevrat'ın onlardan derlenen İbranîcesi-nin tercemesi olduğunu söylemek
mümkündür. Nitekim konumuzu oluşturan âyette, Tevrat'ta yazılı bulunan kısasla
ilgili haberi araştırdığımızda, hâlen mevcut olduğunu görmekteyiz. Tabii bazı
ilâveler, unutulmalar ve yanlışlarla birlikte.. Daha önce de değindiğimiz gibi
levhaların kaybolmasından çok sonra derlenen Tevrat, Musa Peygamber'den
yaklaşık yedi asır sonra mabedin tamirinde tesadüfen bulunmuştur.
Zaten yer yer ilâhî
vasfını koruduğu, Kur'ân ile karşılaştırılınca anlaşılmaktadır. Çünkü
İsrâiloğulları'na gönderilen peygamberlerin, yetişen ilim adamlarının ve halka
yol gösteren mürşitlerinin -verilen emir uyarınca- Tevrat'ın önemli
kısımlarını ezberleyip muhafaza ettikleri ve bunu kuşaktan kuşağa aktarmaya
çalıştıkları, Kur'ân'ın ilgili âyetlerindeki işaretlerden sezilmektedir. Aynı
zamanda, yine bir ilâhî buyruk olarak, her peygamber ve ilim adamı Tevrat
üzerinde birer şahit olarak bulunuyorlardı. [195]
«Âyetlerimizi az ve
önemsiz bir degere satmayın..»
Kur'ân burada çok
duyarlı bir noktaya parmak basarak, ilâhi kitapların sıradan insanlar
tarafından değil, yetişmiş ilim adamları, kıymetli mürşitler ve bilgili
öğreticiler tarafından korunmasını emrediyor. İiâhî buyrukları şahısların arzu
ve mantığına göre yorumlamak, kitabı aslından uzaklaştırır; daha doğrusu onun
yerine kişisel görüşler geçer; böylece din asıl hüviyetini kaybeder. Kur'ân ne
bir fal kitabıdır, ne de muska mecmuası... Ne kabirlerde okumak için
indirilmiş, ne de kapalı biçimde bir süs eşyası olarak duvarlara asılmak için..
O kafaları aydınlatmak, ruhları cilalamak, vicdanları geliştirmek, fizikle
metafizik arasında ilgi kurmak, dünya ile âhiret arasında denge sağlamak ve
ebedî bir hayatın mevcudiyetinden haber vermek için gönderilmiştir. Onu bu
yüce amaçlardan uzaklaştırıp basit konularda para karşılığında kullanmak
cinayetlerin en kötüsüdür. Bundan daha büyük bir günah düşünülebilir mi?
İşte Kur'ân,
Müslümanları da bu felâkete sürüklenmekten korumayı amaçlıyarak Yahudilerin yanlış
tutumunu gözler önüne seriyor ve gereken uyarısını yapıyor. [196]
«Tevrat'ta onlara
(şunu da) yazıp farz kıldık: Cana can, göze göz......»
Âyetin açıklamasından
ve hâlen mevcut Tevrat nushalarındaki belgelerden, İsrâiloğulları'na indirilen
KISAS emrinin, cana can şeklinde belirlendiği, diyet hususunda İslâmî ahkâmdan
farklı hükümler bulunduğu anlaşılmaktadır.
Tevrat'ta
İsrâiioğulları'na farz kılınan KISAS HÜKMÜ, İslâm Şeriatında da geçerli midir?
Çünkü bu konuda farklı bir hüküm getirmiyen Kur'ân, Tevrat'taki ilgili
hükümlerin aynen İslâm'da da geçerli olduğunu bildirmek mi istiyor? İlim
adamlarımızın bu husustaki tesbit ve yorumları farklıdır:
A) Bir kısmına göre, bizden önceki şeriatlar
veya onlarda yer alan hükümler, neshedilmemişse, yani yeni hükümlerle
kaldırılmamışsa, o takdirde bizim için de geçerlidir. Yukarıdaki âyetle buna
işaret edilmektedir.
B) Diğer bazısına göre, bunun aksi iddia
edilmektedir. Hükümleri kaldıran âyetler bulunsun bulunmasın,
bizden önceki şeriatlar ve taşıdığı hükümler yürürlükten tamamen
kaldırılmıştır. Kur'ân ilgili âyetle, sadece Tevrat'taki kısas hükmünü
hatırlatarak Yahudî ilim adamiarının onlarla amel etmediğini kınıyor.
C) İmam Ebû Hanîfe, İmam Şafiî ve bir rivayette
Ahmed bin Han-bel'e göre, bizden önceki şeriatlerde yer
alan hükümler, vahiy ile bildiri-lip ayrı bir hüküm getirilmemişse, o takdirde
bizim için de şeriat sayılır. Yukarıdaki âyette belirtilen hükümler bu
cümledendir. Nitekim sahih hadîsler de bu sonucu vermektedir.
D) Ibn Hâcib'e göre, vahiy yoluyla
bildirilmişse, o takdirde buna muhalefet eden zaten olmaz. Vahiy ile
bildirilmiyen, fakat onunla da neshe-diîmiyen hükümler söz konusudur. Eş'arîler
bunu uygun görmemişse de Maturidîler uygun görmüştür, Cumhur-İ Ulemâ da : «Vahiy ile neshedilmemişse, bizim için de
şeriat sayılır» görüşünü benimsemişlerdir.
Nitekim Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, «Kadına karşılık erkek öldürülür» buyururken, «cana can»
esasını bildirmek istemiştir.
İmam Ebû Hanîfe bu
âyetin genel anlatımını dikkate alarak, «Zımmî
(vatandaşlık statüsüne
giren küfür ehli) karşılığında Müslüman öldürülür. Çünkü «cana can» umum ifade
eder» demiştir. Diğer müctehit imamlar bu görüşte değildirler.
Hz Enes'in halâsı, bir
cariyenin dişini kırmıştı. Durum Resûlüllah (A.S.) Efendimize arzedilince,
misilleme yapılmasını emretmiştir. Ancak Enes bin Nadîr (R.A.) buna üzülmüş ve
:
__ Ya Resûlellah!
halâmın dişinin kırılmasını emrediyorsunuz? deyince, Resûlüilah (A.S.) ona :
— Ya Enes! Allah'ın Kitabı KISAS emrediyor.
Bunun üzerine Hz. Enes çok samimi bir duyguyla :
— Hayır, vallahi halâmın dişi kırılmaz!
Deyince, davacı taraf kısastan vazgeçip onu bağışlamışlardı. Bu duruma memnun
kalan Efendimiz, «Allah'ın öyle kulları var ki, bir hususta Allah ile yemin
edecek olurlarsa, arzuları yerine gelir.» buyurmuştur. [197]
Bunun gibi,
yaralamalarda Resûlüllah (A.S.) Efendimizin kısas hükmünü uygulamadan önce
tarafları barıştırmak için diyet teklif ettiği de sahih rivayetlerden
bilinmektedir. [198]
Kur'ân'ın, Tevrat'ttr
geçen kısasla ilgili hükmü açıklaması, dikkatimizi hâlen mevcut Tevrat
nüshalarına çekmektedir. Tevrat'ta adam öldürmek ve yaralamakla ilgili bir çok
hükümler hâlen mevcuttur. Kur'ân'ın işaret buyurduğu hüküm ise iki yerde
geçmektedir:
«Eğer adamlar kavga
edip bir gebe kadına çarparlar ve onun çocuğu düşerse ve bir zarar olmazsa,
kocasının kendi üzerine tayin edeceği gibi tazmin edecek ve hâkimler vasıtası
ile verecektir.
Fakat zarar olursa, o
zaman can yerine can, göz yerine göz, diş yerine diş, e! yerine el, ayak
yerine ayak, yanık yerine yanık, yara yerine yara, bere yerine bere
vereceksin.» [199]
İkinci bir yerde ise
şöyle denilmektedir:
«Ve bir kimse bir
adamı vurursa mutlaka öldürülecektir. Ve bir hayvanı vuran, can yerine can
olarak onu ödeyecek. Ve bir kimse komşusunu sakatlarsa, kendisine de yaptığı
gibi yapılacaktır; kırık yerine kırık, göz yerine göz, diş yerine, diş olmak
üzere, adamı nasıl sakat etti ise, kendisine de öylece edilecektir.» [200]
«Rabbani» tabiri
üzerinde Âi-i İmrân Sûresi 79. âyetin tefsirinde gerekli açıklama yapılmış ve
rivayetlere yer verilmiştir. Ama burada tekrarlandığından bazı farklarla
yeniden açıklamayı yararlı gördük:
A) Rabbe mensup olanlar.
B) İlim ve İrfanla halkı yönetenler, siyasi
dehalarıyla halka yön verenler.
C) İlim adamlarının üstünde ilim ve hikmete
sahip bulunanlar.
D) Ahlâkî kurallar ve örnek davranışlarla halkı
eğitenler.
E) İlim ve hikmetle konuşup Allah için hizmet
edenler.
F) Cok ibâdet eden âlimler.
G) Harun Peygamber soyundan gelen zuhd-u takva
sahipleri.
AHBAR:
Bu deyim birkaç yerde
geçer. «hibr»in ve «habr»in çoğuludur. Kök mâna olarak daha çok mürekkep ve
benzeri nesne hakkında kullanılırsa da deyim olarak :
A) İlim sahipleri,
B) Dinde bilgili olanlar,
C) İlim adamlarının üstünde ilim ve hikmete
sahip bulunanlar.
D) Bilgileri ve konuşmaları te'sirli olanlar,
E) Mürekkebin kâğıt üzerinde te'sir ettiği gibi,
kalb ve kafalarda tesir bırakan bilginler, anlamına gelir. [201]
Yukarıdaki âyetlerle
geniş bir kitleye hitap eden Tevrat'ın hidâyet ve nûr yansıtan hükümlerinin
korunmasının tavsiye edildiği bildirildi ve gönderilen peygamberlerin Hakk'a
teslimiyet içinde ona sahip çıktıkları; Allah için irşat görevini sürdürenlerle
ilimde derinleşenlerin Tevrat'ı muhafazayla emrolunduklan ve ancak onunla
hükmetmelerinin gerektiği açıklandı. Buna rağmen Musa'dan sonra bazı bilgin
geçinenlerin Tevrat'ta yer alan hükümleri kendi arzu ve heveslerine göre
değiştirdikleri belirtildi ve Kur'ân'a inanan bahtiyarların Allah Kitabında
keyfî tasarrufta bulunmamaları hususunda uyarılar yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
İncil'in aynı ölçülerle indirildiği ve her gelen peygamberin önce gelenleri
tasdîk ettikleri, indirilen her kitabın bir önceki kitabı doğruladığı üzerinde
duruluyor.Buna rağmen Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının bu vadide hem Tevrat
ve İncil'in ölçüleri dışına çıktıkları, hem de Musa ile İsâ Peygamberlerin bu
hususta koyduğu esaslara bağlı kalmadıkları belirtilerek Kur'ân'a ve Hz.
Muhammed'e (A.S.) karşı çok hatalı ve sakıncalı bir yol tuttuklarına dikkatler
çekiliyor. [202]
46— Ardından
da peygamberlerin izleri üzerine Meryem oğlu İsa'yı, önündeki Tevrat'ı tasdîk
edici olarak gönderdik ve ona, içinde hidâyet (doğru yolu gösterici, kalb ve
kafaları) aydınlatıcı belgeler bulunan, sakınanlar için hidâyet ve öğüt olan
İncil'i verdik.
47— (Onlara
dedik ki:) Artık İncil'e bağlı olanlar, Allah'ın onda in-dirdiğiyle hükmetsin.
Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar hak yolunu ve ilâhî sının
aşan günahkârlardır.
«Tevrat ehline Tevrat
verilmiş, onunla amel etmişler; İncil ehline de İncil verilmiş, onunla amef
etmişlerdir.» [203]
Ayet ve aydınlatıcı
belgeler bulunan, önündeki Tevrat'ı doğrulayan ve sakınanlar için hidâyet ve
öğüt olan İncil'i verdik.»
Musa Peygamberden
sonra İsrâiloğullan'na Tevrat ile amel etmelerini devamlı sağlamak için
peşpeşe peygamberler gönderilmiştir. Ne var ki İsrâiloğulları ırklarından
tevarüs ettikleri karakterleriyle, kendilerine âhiret inanç ve duygusunu
aşılamaya çalışan peygamberlere karşı koymuş, kimini öldürmüş, kimini
kovmuşlardır. Dünya saltanatını onlara va'detmiyen hiçbir peygamberi dinlemek
istememişler, bu yüzden yavaş yavaş yüzleri âhiretten tamamen dünyaya dönmüş ve
Tevrat'taki âhiretle ilgili birçok belge ve kayıtları çıkaracak kadar ileri
gitmişlerdir.
O nedenle bu millet
yapısında dünya île âhiret, madde ile mâna, ruh ile beden arasındaki denge
iyice bozulmuştu. Sözü edilen dengeyi yeniden sağlayacak, âhiret korkusunu
ruhlara eniekte edecek, sorumluluk duygusunu kalblere yerleştirecek ruhî yapısı
çok güçlü bir peygambere ihtiyaç vardı. Cenâb-ı Hak belirtilen güçte İsâ
Peygamberi çok yumuşatıcı ve okşayıcı ahlâkî kurallarla İsrâiloğullan'na
gönderdi. Bu peygamberin daha çok iki önemli görevi bulunuyordu: Tevrat'taki
unutulan birçok hükümleri işler duruma getirmek, bir kısmını da yürürlükten
kaldırıp o günkü sosyal hayatla tam uyum sağlayacak yeni hükümleri yine çok mülayim
bir metodla kabul ettirmek.
İncil'de de bu
hususlar gayet net biçimde açıklanmış, İsâ Peygamberin getirdiği yeni hükümler
şu sözlerle belirtilmiştir:
«Sanmayın ki, ben
şeriatı yahut peygamberleri yıkmağa geldim; ben yıkmağa değil, fakat tamam etmeğe
geldim. Çünkü doğrusu size derim : Gök ve yer geçip gitmeden, her şey vaki
oluncaya kadar, şeriatten en küçük bir harf bir nokta bile yok olmıyacaktır.
Bundan dolayı bu en küçük emirlerden birini kim bozar ve insanlara öylece
öğretirse, göklerin melekûtunda kendisine en küçük denilecektir.»[204]
Bu cümlelerden de
anlaşılıyor ki, semavî kitaplara dokunulmaz. Ancak gönderilen peygamberler
gereken değişiklikle gelirler, bir kısmı hükümleri yürürlükten kaldırır, ama o
hükümler hakkındaki belgeler yine kutsal kitapta yazılı kalır, bir harfi dahi
değiştirilmez.
Bu hususu İncil'le
Tevrat'ı karşılaştırdığımızda açıkça görebiliriz: İsâ Peygamber İncil'de diyor
ki:
«İşittiniz ki, eski
zaman adamlarına denildi: «Katletmiyeceksiniz; Kim katlederse, hükme müstehak olacaktır.»
Fakat ben derim ki:
«Kardeşine kızan her adam hükme müstehak olacaktır.» [205]
«Zina etmiyeceksin»
denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Bir kadına şehvetle bakan her adam
zaten yüreğinde onunla zina etmiştir. Ve eğer sağ gözün sürçmene sebep
oluyorsa, onu çıkar ve kendinden at..» [206]
«Ve : Kim karısını
boşarsa, ona boş kâğıdını versin» denilmiştir. Fakat ben size derim ki,
zinadan başka bir sebeple karısını boşayan adam onu zâniye eder ve kim boşanmış
kadınla evlenirse, zina eder.» [207]
İncil'de yer alan bu
belgelerle Tevrat'ın, belirtildiği biçimdeki hükümleri kaldırılıp kısmen ağır,
kısmen hafif yeni hükümler getiriyor. Böylece Kur'ân'ın taşıdığı hükümlerle de
her iki kitaptaki hükümlerin hepsi yürürlükten
kaldırılmış oluyor.
«Ve yine yalan yere
and etmiyeceksin ve andlannı Rabbe ödiyecek-sin» denildiğini işittiniz. Fakat
ben derim ki: Hiç and etmeyin; ne gök üzerine, çünkü o Allah'ın tahtıdır; ne
yer üzerine, çünkü onun ayağının basamağıdır.» [208]
«Göz yerine göz, diş
yerine diş, denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim : Kötüye karşı koma ve
senin sağ yanağına kim vurursa, ona ötekini de çevir.» [209]
«Artık incil'e bağlı
olanlar, Allah'ın onda
indirdiğiyle hükmetsinler.»
Bu emir iki yönlüdür:
Biri, İncil onlara bir hidâyet ve nur olarak verildiğinde onunla amel etmeleri
emredilmiştir. Diğeri ise, son peygamber ve son kitap gönderilince,
Hıristiyanların İncil'de son peygamberle ilgili hükümlerle amel etmeleri
emredilmektedir.
Çünkü daha önce de
belirttiğimiz gibi, gerek mevcut dört İncil'de, gerekse daha sıhhatli kabul
edilen BERNABA İncil'inde Hz. Muhammed'in geleceği çok açık biçimde birkaç
belgeyle müjdelenmiştir. Sözü edilen belgeleri daha önceki sûrelerde münasebet
düştükçe naklettik, Buraya tekrar nakletmeyi -konunun önemini yansıtma
bakımından- yararlı görüyoruz :
Önce şunu belirtelim
ki, Bernaba İncil'inin 42,44 bölümlerinde Hz. Muhammed'in geleceği ismiyle,
sıfatlarıyla müjdelenmiştir. Diğer İncil'lerde ise şöyle denilmektedir:
«Eğer beni
seviyorsanız emirlerimi tutarsınız. Ben de Babaya (Rab-be) yalvaracağım ve o
size başka bir TESELLİCİ, Hakikat Ruhunu verecektir,» [210]
«Bununla beraber ben
size hakikati söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır; çünkü gitmezsem,
TESELLİCİ size gelmez; fakat gidersem onu size gönderirim ve o geldiği zaman
günah için, salah için ve hüküm için dünyayı ilzam edecek (susturacak, cevap
veremez hale getirecek)-tir.» [211]
«Size söyliyecek daha
çok şeylerim var; fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat o hakîkat ruhu gelince size
her hakikate yol gösterecek; zira kendiliğinden söylemiyeçektir; fakat ne
işitirse söyliyecek ve gelecek şeyleri size bildirecektir. O beni TA'ZÎZ edecek
(şerefli ve kutlu kılacak)tır.» [212]
«Bundan dolayı size
derim, Allah'ın melekûtu sizden alınacak ve onun meyvelerini yetiştirecek bir
millete verilecektir. Ve bu taşın üzerine düşen parçalanacak, o da kimin
üzerine düşerse onu toz gibi dağıtacaktır.» [213]
«Vakit tamam oldu ve
Allah'ın melekûtu yakındır; tövbe edin ve İncire imân eyleyin.» [214]
Yukarıdaki âyetlerle,
Kitap Ehli'ne geniş yer verildi. Tevrat ve İncil'in insanlıktan yana doğru yolu
gösteren, kafa ve kalbleri aydınlatan ilâhî belgeler taşıdığı açıklandı.
Dinlerin, toplumun gelişmesine paralel olarak tekâmül ettiğine, Tevrat'ın daha
önae indirilen sahifelerdeki hükümleri yürürlükten kaldırdığına,
İsrâiloğulları'na yepyeni ufuklar açtığına dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
son olarak Kur'ân'ın bütün insanlığa indirildiği ve bu kitabı kalblere ve kafalara
işliyecek son peygamberin gönderildiği; böylece dinlerin tekâmülde son bulduğu
açıklanıyor; artık bir kabileye ya da bir millete değil, bütün milletlere
seslenen ilâhî buyrukların en doyurucu anlam ve ölçüde Kur'ân'da yer aldığı
hatırlatılıyor. Her peygamber kendinden öneekî hak din ve peygamberleri tasdik
ettiği gibi, Hz. Muham-med (A.S.)ın da bu bilgi ve imânla teçhiz edilerek
gönderildiğine işarette bulunuluyor. [215]
48— Sana da
(Ey Muhammed) önündeki kitabı (Tevrat, Zebur ve İncil'i) doğrulayan, onları
gözetip denetliyerek tashîh eden kitabı hak ile indirdik. Artık onlar arasında
Allah'ın indirdiğiyle hükmet; sana gelen hak-dan sonra onların heveslerine
uyma. Her biriniz için bir şeriat ve açık bir yol meydana getirdik. Eğer Allah
dileseydi hepinizi tek bîr ümmet yapar-
dı; ama size
verdiğiyle sizi denemek için (böyle yapmadı),
O halde hayırlara
koşuşun; hepinizin dönüşü ancak Allah'adır. Hakkında ayrılığa düştüğünüz
şeylerden sîze O haber verecektir.
49— ve artık aralarında Allah'ın indirdiğiyle
hükmet; onların arzu ve heveslerine uyma; Allah'ın sana indirdiğinin bir
kısmında seni şaşırtmalarından sakın. Eğer yüz çevirirlerse, bilmiş ol ki,
Allah bazı günahlarından dolayı onları musibete uğratmak istiyor ve hem
insanların çoğu gerçekten ilâhî sınırlan aşanlardır.
50— Onlar cahiliyye devrine ait hüküm
mü arzu ediyorlar?
Şüpheden uzak bir bilgiyle inanan bir millet için Allah'tan daha güzel
hüküm veren kim olabilir?
İbn Abbas (R.Â.) diyor
ki :
«Yahudi bilginlerinden
birkaç kişi Resûlüllah (A.S.) Efendimizi, inen ilâhî hükümlerin bir kısmında
şaşırtmak için gizli bir plân hazırlayıp gelmişlerdi: «Ya Muhammed! dediler,
bilirsin ki biz ileri gelen ilim adamlarıyız. Sana uyduğumuz takdirde
Yahudiler gelip size inanırlar. Bunun için sana baş vuracağımız bir ihtilaflı
meselede bizden yana hükmetmeni istiyoruz..»
Onların bu küstahça
teklifini dinleyen Peygamber (A.S.) Efendimizin rengi değişti ve tekliflerini
kesinlikle reddetti. Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi. [216]
«Biz peygamberler
topluluğu baba bir kardeşleriz; dinimiz birdir.» [217]
Yani dinimizin esası
aynıdır.
«İnsanların Allah
katında en çok sevilmiyenî, İslâmiyette Cahiliyye devri âdetlerini isteyen ve
haksız yere kan dökmek için kişinin kanını talep edendir.» [218]
«Herbiriniz için bir
şeriat ve açık bir yol meydana getirdik.»
Terim olarak ŞERİAT,
daha çok amelî ahkâma verilen bir isimdir. Bu bakımdan «DİN» tabirinden daha
özel bir anlam taşır.
Amelî şeriatler ise,
sosyal yapının gösterdiği farklı durumlara, toplumun ekonomik, kültürel ve
psikolojik gelişmelerine göre değişiklik arzeder. Gönderilen peygamberlerin
hepsi dinin aslında ve esasında birleşirler ki bu İLAHÎ TEVHÎD ve Ona olan
ihlâstır. Amelî hükümlerde ise farklı yollar getirmişlerdir. Bu, belirttiğimiz
gibi sosyal yapının tekâmül ve gelişmesinden meydana gelen farklılıktandır. [219]
«Eğer Allah dileseydi, hepinizi tek bir ümmet
yapardı.»
«Tek bir ümmet» demek,
aynı sosyal yapıya, aynı örf ve âdetlere, aynı inanca, aynı aile düzenine ve
millî yapıya sahip büyük bir insan topluluğu demektir.
Bu büyük topluluk tek
ümmet durumuna getirilip her zaman için aynı hükümlerle idare edilmeleri
emredilseydi, bir takım sakıncalar doğar, ciddi tanışma ve gelişmeyi
engellerdi; bunları özetliyecek olursak, şöyle sı-ralıyabiliriz :
1. İnsan yeteneği ve aklı belli bir noktada
duraklar; duraklayınca da araştırmaya ihtiyaç kalmaz; dondurulmuş belli
kalıplar üzerinde kalınırdı.
2. Ictihaf kapılan kapanır; bilimsel araştırmalara
gerek kalmazdı.
3. Zamanla değişen sosyal ve kültürel hayatla
din arasında uyumsuzluk başlar; böylece din her geçen gün aktivitesini
kaybederdi.
4. Dinler arasında, haklılığını isbat edip
ortaya koyma gayreti dumura uğrar; dine çatanlar bulunmayacağı gibi, onu
savunanlar da olmıyacak, böylece din kendi kaderine terkedilmiş olurdu.
Bu hususları biraz
açıklıyalım :
Musevîlikte teşbihî
düşünce hâkimdir. Hükümleri
de dondurulmuştur. Bu yüzden
içtihat kapıları kapalıdır. Ancak Musa Peygamber'den sonra gelen ve kendisine
kitap verilen Isa Peygamber, Tevrat'taki dondurulmuş ağır müeyyidelerin bir
kısmını hafifletmiş, bir kısmını daha da ileri götürerek toplumun çeşitli
yöndeki gelişmeleriyle paralellik sağlamak istemiştir. Ne Var ki çok tutuou
olan İsrâiloğulları, dünya saltanatı peşinde koşturdukları için daha çok
âhirete yönelik bulunan İsâ Peygambere ısı-namamışlar ve sonunda onu da
öldürmeyi kararlaştırmışlardı.
Diyebiliriz ki, İncil
getirdiği yeniliklerle, Tevrat'taki bir kısım ağır müeyyideleri kaldırmış,
daha çok ahlâkî kurallarla toplumu ıslah etmeyi amaçlamıştır. Bunun için
kötüye karşı kötü olmayı yasaklamış, saldırgana karşı yumuşak olmayı telkin
etmiştir,
Aneak İsâ Peygamberin
göğe çıkarılmasından bir asır sonra incil'deki bu yumuşak metot yavaş yavaş
yerini ağır müeyyidelere terketmiş, daha doğrusu kilise, İlâhî hükümlerde keyfî
tasarrufta bulunma ihtiyacını duymuştu. Daha sonraları aforozlar, engizisyon
mahkemelerinin kurulması, bu tasarrufun tabii sonucu olarak tezahür etmiştir.
Son din bu ikisi
arasında, fakat daha geniş ve kapsamlı hükümlerle gelmiş, gelişen toplum
hayatına yön verecek esasları getirmiş, ilim ve akla yeterince yer ve değer
vermiş ve bu açıdan meselelerini çözüp ortaya koymuştur.
Hıristiyan âlemi
İslâm'ın uyum sağlayan esas ve prensiplerine ilgi duymaya başlayınca kilise
ister istemez, kendine göre bir takım ibâdet şekilleri çıkarmış, İsa
Peygamberin nasıl namaz kıldığı zamanla unutulmuş ve ası! İncil nüshasının
kaybolması sebebiyle tesbitinin mümkün olmadığı dikkate alınarak kiliselere
iskemleler konularak halkın rağbet etmesi sağlanmaya çalışılmıştır.
Onların bu değiştirme
metodu, ilâhî metoda uygun olmadığı için etki-tepki düzeyinde büyük
fırtınalara, hümanistlerin doğmasına, proteston mezhebinin ortaya çıkmasına
neden olmuştur.
İslâm ise, her şeye
rağmen, ilmî araştırmaların kapısını açık tutan bir dindir. Getirmiş olduğu
hukukî esasların bir kısmında esneklik prensibi dikkatten uzak tutulmamış ve
böylece içtihada, ilmî araştırmalara imkân vermiştir.
Örneğin 10'un üstünde
amelî anlamda hak mezhebin ortaya çıkması, mezhep imamlarının birbirlerine
saygılı bulunması bu cümledendir. İmam Şafiî gibi kudretli bir hukukçu, Irak'ta
yapmış olduğu içtihatlarını biraraya getirip bir mezhep sistemi ölçüsüne ulaştırdıktan
sonra Mısır'a gittiğinde yeni âdetler, örfler ve meselelerle karşılaşınca, eski
içtihadını bir tarafa bırakıp yeniden içtihada koyulma ihtiyacını duymuştur.
Ona bu imkânı veren, Kur'ân ve Hadislerin taşıdığı esneklik ve ilmî çalışma
için koyduğu ana fikirlerdir.
Böylece İslâm Dini,
Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının öteden beri bozduğu dengeyi sağlamış,
insan hayatıyla uyum kurmuş, açık bıraktığı içtihat kapısıyla yeni çıkacak
meselelere çözüm imkânı getirmiştir.
Görülüyor ki,
yeryüzünde tek bir ümmet istenilseydi ve bütün insanların aynı dil, aynı
inanç, aynı örf ve âdet, aynı sosyal yapı ve aynı kültür düzeyinde bulunması
irâde edilseydi, bunca gelişmeler olmaz ve ilmî çalışmalar meydana gelmezdi. [220]
«Ve artık aralarında
Allah'-in indirdiğîyle hükmet; onların arzu ve heveslerine uyma.,»
Tevrat ve İncil'in
doğru yolu gösterici, kalb ve kafaları aydınlatıcı ilâhi buyruklarla
indirildiği ve İsrâiloğulları'na Tevrat ile amel etmeleri; Hı-ristiyanlara da
İncil'deki hükümlerle amel etmeleri bildirilmiştir. Yahudî-ler'in Tevrat'taki
hükümlerin bir kısmıyla amel edip bir kısmını değiştirmeleri veya değişik
yorumda bulunmaları sebebiyle Tevrat'tan sonra indirilen ne İncil'i, ne de
Kur'ân'ı ilâhî kitap olarak kabul etmemişlerdir. Halbuki hak dinlerde genel
kural şudur: Her kitap kendinden önceki kitapları, her peygamber kendinden
önceki peygamberleri tasdik eder ve kendinden sonra gelecek kitap ve
peygamberleri müjdeler. Tevrat'ta bu genel kuralla ilgili belgeler dikkate
alınmarmş ve bir kısmının kelimelerinin yerleri değiştirilerek aslından
uzaklaştırılmıştır.
İncil'de de aynı genel
kuralla ilgili belgeler yer almış, asıl nüshası bulunamadığı için Havarilerin
ve onları dinleyenlerin hafızalarında ve yanlarında yazılı bulunan parçalardan
derlenen İncil'lerde bazı değişiklikler olmuş, sözü edilen belgelerin bir kısmı
kelime oyunuyla yanlış yorumlanmıştır.
Bu gerçek açısından
iki kitap ehlini incelediğimizde, her ikisinin de kendi kitaplarıyla gerektiği
gibi amel etmedikleri ortaya çıkar. Günkü görüyoruz ki, Yahudiler hem
Hıristiyanlara, hem Müslümanlara karşıdırlar. Ne İsa'yı, ne de Muhammed'i
(Salât-u selâm ikisine olsun) peygamber kabul ederler. Hıristiyanlar ise
Kur'ân'ı ilâhî kabul etmedikleri gibi, Muhammed'i (A.S.) de peygamber
saymazlar.
Kur'ân ve onun
teblîğcisi Hazret-i Muhammed (A.S.) sözü edilen ve Kur'ân'da yerini alan genel
kurala uymuşlardır: Hem önceki peygamberleri, hem de Tevrat ve İncil'in hak
olduğunu kabul ederler. Aynı zamanda İslâm'da imânın esasları arasında bu
hususlar da yer almıştır. Yani bütün peygamberlere ve bütün kitaplara inanmıyan
bir kimse mü'min sayılmaz.
Diğer bir husus da,
Tevrat Üe İncil'in, sadece İsrâiloğulları'na indirilmiş kitaplar olma
gerçeğidir. Toplum hayatında önemli değişmeler ve gelişmeler meydana gelince,
artık son kitap bütün milletlere yol gösterir hükümlerle, esas ve prensiplerle
inmiştir. O artık ne yalnız İsrâiloğulları'-nın, ne de yalnız Araplarındır;
bütün insanların kitabıdır. Bu sebeple Kur'-ân'ın indirilmesiyle daha öneeki
kitaplar yürürlükten kaldırılmış, gelişen toplumun ihtiyacına cevap verecek
yeni esaslar ve prensipler getirilmiştir. Diğer yandan Tevrat ve İncil semavî
kitaplar olduğu için beşer elinin onlarda yapmış olduğu değişikliği ve yanlış
yorumlamaları Kur'ân düzeltmekte ve gerçeği yansıtmaktadır. Buna bir kaç örnek
verecek olursak, altın buzağı, Lût ve Davut konularını gösterebiliriz.
Tevrat'ta çıkış bölümünde sözü edilen buzağının HARUN Peygamber tarafından
ustaoa yapıldığı ve ilâh olarak İsrâiloğulları'na takdîm edildiği belirtilir.
Oysa peygamberler günahlardan korunmuşlardır. Allah'ın varlığına ve birliğine
davetle görevli bulunan bir peygamber tapınılmak için put yapar mı? Bu
doğrudan küfürdür. Kur'ân bunu tashîh eder, altın buzağının Sâmirî tarafından
yapıldığını ve HARUN Peygamberin ona engel olamadığını açıklar.
Yine Tevrat'ta Tekvîn
bölümünün 19. faslında Lût Peygamber hakkında şu sözlerin yazılı olduğunu
görmekteyiz : «Ve Lût Tsoar'dan çıkıp dağda oturdu ve iki kızı onunla
beraberdi; çünkü Tsoar'da oturmaktan korktu ve o, ve iki kızı bir mağarada
oturdular. Ve büyük kızı küçüğüne dedi: Babamız kocamıştır ve bütün dünyanın
yoluna göre yanımıza girmek için memlekette erkek yoktur. Gel, babamıza şarap
içîrelim ve babamızdan zürriyeti yaşatmak için onunla yatarız. Ve o gecede
babalarına şarap içirdiler ve büyük kız girip babası ile yattı ve onun
yatmasını ve kalkmasını bilmedi. Ve vaki oldu ki, ertesi gün büyük kız küçüğüne
dedi: İşte dün ge-çe babamla yattım; bu gece de ona şarap içirelim ve babamızdan
zürri-yet yaşatmak için gir, onunla yat. Ve o gecede dahi babalarına şarap
içirdiler ve küçük kız kalkıp onunla yattı ve onun yatmasını ve kalkmasını bilmedi.
Lût'un iki kızı böylece babalarından gebe kaldılar....»
Kur'ân bu fahiş hatayı
da tashîh eder, Lût'un karısının, ahlâksızlardan yana olduğunu kaydederek,
onun da kavmiyle birlikte yok edildiğini, diğer aile halkını beraberinde alıp
geceleyin şehri terkettiğini açıklar. Böylece hiçbir peygamberin mümkün değil
şarap içmediğini, zina etmediğini yer yer belirtir.
Tevrat, Davut
Peygamber'in sevdiği evli bir kadınla evlenebilmek için onun kocasını savaş
cephesine en önde göndererek öldürülmesine neden olduğunu, sonra da onun
karısıyla evlendiğini yazar. Bu da bir peygambere atılan büyük iftiralardan
biridir. Kur'ân Davud Peygamberin hemen her yerde kadrini yüceltir ve Allah'a
cokca ibâdet edip teslimiyet gösteren bir peygamber olduğunu açıklar.
Bunun için Semavî
kitapların cümle ve kelimesi şöyle dursun, tek harfine bile dokunmanın çok
hatalı sonuçlara yol açacağı muhakkaktır. Hem Musa Peygamber, hem de İsâ
Peygamber bu konuda İsrâiloğulları'nı yeterince uyarmışlardır.
Cenâb-ı Hak Kur'ân'a
beşer elinin dokunmasına imkân vermemiş, her devirde binlerce hafız onu
ezberlemiş ve ilk yazıldığı gibi korunmuştur. Kur'ân bütün bu özellikleriyle de
amel edilmeye lâyık tek kitaptır.
İlgili âyetlerle
Tevrat ve İncil'in hak kitaplar olduğu ve her birinin hidâyet ve nur saçtığı
belirtildikten sonra artık onların devresinin dolduğuna dikkatler çekildi.
Allah'ın son kitabıyla eski hükümlerin kaldırıldığı bildirildi :
«Ve artık aralarında
Allah'ın indirdiğiyle hükmet; onların heveslerine uyma..» uyarısı yapıldı. [221]
ŞİR'Â VE ŞERİAT
ŞIR'A deyimi üzerinde durulmuş ve hayli yorumlar ve
çözümler ortaya konmuştur. Bunları şöyle özetliyebiliriz a) Şeriat anlamına gelir ve
âyette de bu mâna kasdedilmiştir.
b) Şer' kökünden türetilmiştir; açıklamak ve
ortaya koymak anlamına gelir.
c) Şürû1 kökünden türetilme bir tabirdir; ciddi
bir işe başlama anlamına gelir.
d) Şeriat: Meşraa anlamına gelir ki, herhangi
bir su kaynağından su içmek veya alıp içirmek mânasına delâlet eder. Bu
mânayla, insanların hem su içtiği, hem de diğer canlıların su ihtiyacını
karşıladığı kaynak demektir. Dinî
hükümler de insanlar için su kadar ihtiyaç sayıldığından onların ya tamamına,
ya da amelî hükümlerinin tümüne ŞERÎAT ismi verilmiştir.
e) Şeriat diğer bir yorumla, kök mâna olarak
açık yol demektir. Sonra ilâhî yol mânasında kullanılmıştır.
f) Kurtuluşa götüren yol demektir.
g) Şeriat ve Minhac aynı mânaya gelir; bunlar eş
anlamlı kelimelerdir; bir arada getirilmesi te'kîd içindir. Her ikisinden de
maksat, ilâhî yol kabul edilen DİN demektir,
h) Şeriat'le
Minhac arasında az bir fark vardır: Şeriat, Allah'ın kullarına emrettiği
sistemdir. Minhac, bu sisteme giden yol ve yöntemdir.
i) İbn Abbas
(R.A.) ise, ŞİR'ÂT'i sünnet ile, MİNHAC'ı yol ile yorumlamıştır. Katade de
aynı görüştedir.
İ) Her
birine bir şeriat verilmesinden maksat, Tevhît esasında birleşip füruatla
ilgili ahkâmda farklı olan dinlerin amelî ahkâmına işarette bulunmaktır.
k) İlim
adamlarından bir kısmı bu âyete dayanarak önceki şeriatın bize şeriat
olmadığını söylemiştir. Çünkü her birine ayrı bir şeriat verildiği
açıklanıyor. Bunun aksini iddia edenler de var. Ancak neshedildiği bildirilen
ahkâm dışında kalan hükümler olabilir ki, bu da ihtilâf konusudur.
MÜHEYMİN
a) İbn Abbas ve Ali bin Ebî Talha'ya göre, EMİN
ve GÜVENİLİR anlamına gelir. Saîd bin Cübeyr ve Mücahit de aynı görüştedirler.
O halde önceki kitaplardan Kur'ân'a uyanlar hak, uymayanlar bâtıldır.
b) Suddî ve Katade'ye göre, ŞAHİT ve KORUYUCU
anlamına gelir. Yani Kur'ân önce indirilen kitapların hak olduğuna şahittir ve
onlardaki tahrifatı tashih edip koruyucudur.
c) İbn Abbas'a göre, önceki kitaplar üzerinde
HÂKİM'dir, demektir.
d) Önceki
kitaplar üzerine
cihanşümulluğuyla
(evrenselliğiyle) yükselmiştir.
e) Önceki kitapları TASDİK edendir. [222]
Geçen âyetlerle hak
dinlerin Tevhît esasında birleştikleri, amelî ahkâmda ayrıldıkları, bunun için
her millete ayrı bir şeriat, amelî yol verildiği belirtildi. Şeriatlerin
toplumun ve milletlerin tekâmülü ve gelişmesiyle tekâmül ettiğine, bu grafiğin
İslâmiyetle doruğuna yükseldiğine işaret edildi. Ancak gerek Yahudi, gerekse
Hıristiyan din adamlarının bu tekâmülü kabule yanaşmadıklarına dikkatler
çekilerek dinler arasında bir sürtüşme ve tartışmaya neden oldukları, bu
yüzden tarih boyunca kan dökülmesine kadar gidildiği dolaylı biçimde
aksettirildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
tekâmül kabui etmeyip İslâm'a karşı cephe alan Yahudi ve Hıristiyanlarla
dostluk kurmanın mümkün olamıyacağına dikkatler çekiliyor. Din, ırk ve ideal
ayrılığı içindeki karşıt grupların anlaşıp birleşmesini sağlamak, bunun için
ciddi mesailer sarfetmek, havanda su döğmekten farksız olduğu bilişare
hatırlatılıyor. Bir takım politik, ekonomik ilişkiler kurulabilir; onlardan
kız alınabilir, eti helâl olan hayvanlardan boğazladıkları yenilebilir. Buna
ihtiyaç vardır. Ama onları dost edinip yardım beklemek hayal kırıklığına
uğramaktır, gerçeğine parmak basılıyor. Çünkü tarihte cereyan eden olaylar hep
bu sonucu doğrular ölçü ve anlamdadır. [223]
51— Ey imân edenler; Yahudi ve Hıristiyan la rı
dost edinmeyin. Onlar (gerektiğinde) birbirlerinin dostlarıdır. Sizden kim
onları dost edinirse, doğrusu o da onlardandır. Şüphesiz ki Allah zalim
topluluğu doğru yola eriştirmez.
52— Kalblerinde hastalık bulunanları, onlara
doğru (dostluk kucağını açarak) koşuştuklarını görürsün ve : «Bize (devrin
dönmesiyle onlardan) bir kötülük ve felâketin dokunmasından korkarız» derler.
Umulur ki, Allah fetih veya kendi katından bir emirle gelir de (o kimseler)
içlerinde gizleyip durduklarına pişman oluverirler.
53— İman edenler de, «Bunlar mıdır, olanca
yeminleriyle Allah'a yemin edip sizinle beraber olduklarını iddia edenler?!»
derler. Amelleri boşa gitti de zarara uğrayanlar oldular.
Asab-ı Kiramdan Ubâde
bin Sâmit (R.A.) ile münafıkların başı Abdullah biri Ubey, Yahudilerle
dostluklarının devamı hakkında farklı görüş ortaya koyup iddialaştılar. Ubâde
b. Sâmit (R.A.), «Doğrusu benim Yahudilerden birçok dostlarım vardır ve hepsi
de nüfuzlu kişilerdir; ancak onların dostluğundan kopup kendimi Allah'a ve
Peygamberine verdim. Artık o dostluklardan beriyim..» dedi. Abdullah b. Ubey
ise şöyle dedi : «Doğrusu ben derim ki, gün gelir devir değişebilir, bu yüzden
bir felaketle karşılaşabiliriz. Yahudilerle dostluğumu devam ettirmem gerekli,
çünkü buna ihtiyacım vardır ve olacaktır..» diyerek fikrini açıkladı.
Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [224]
Diğer bir rivayete göre :
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Benî Kureyza Yahudîlerini muhasara edince, Ebû Lübabe'yi onlara
gönderdi. Yahudiler, Ebû Lübabe ile istişarede bulunma ihtiyacını hissettiler,
dışarı çıkıp çıkmama hususunu sordular. O da, parmağını boğazına dokundurarak,
«sizi boğazlarlar» diye uyarıda bulundu. Çünkü onunla Kureyza oğulları arasında
ötedenberi dostluk bağlan bulunuyordu. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [225]
«Ey İman edenler!
Yahudi ve Hıristiyanlar! dost edinmeyin...»
«Dost» kelimesiyle
çevirisini yaptığımız «evliya» tabirinin burada özel bir yeri ve anlamı vardır.
Çünkü dost anlamına geldiği gibi, düşmana karşı yardımlaşma ve destekleşme
anlaşması yapıp birbirlerine sahip çıkma mânasına da gelir. Tarihî olaylar
konumuz doğrultusunda bize daha çok bu ikinci mânayı göstermiştir. Şöyle ki:
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Medine'ye hicret edince inkarcılar üç gruba
ayrıldılar: Müslümanlarla prensip olarak savaşmamak, onlarla savaşanlara
yardımda bulunmamak üzere barış anlaşması yapanlar. Müslümanlara karşı açıktan
düşmanlığını ortaya koyup her fırsatta savaşmaya hazır bekleyenler,
Müslümanlarla sulh edişmedikleri gibi açıktan düşmanlık da göstermiyerek sonucu
bek-liyen ve ona göre bir karara varmak istiyenler.
Medine çevresindeki
Yahudilerin çoğu bu üçüncü gruba dahil bulunuyordu. Medine'nin içindeki
Yahudilerden bir kısmının da bu yolda olduğunu söyleyebiliriz. Bunlar Kaynuka
oğulları, Nadîr oğulları ve Kureyza oğulları idi. Kaynuka oğulları Bedir
Savaşından sonra düşmanlıklarını açığa vurup zulüm ve kinlerini artırdılar.
Bunlardan altı ay kadar sonra Nadîr oğulları da yaptıkları anlaşmayı,
verdikleri sözü bozdular ve Hendek Savaşında zehirlerini kusmaya başladılar.
Böylece Yahudilerden ismi geçen her grup Müslümanlarla savaştı. Ama Cenâb-i
Hak, haksızlardan yana değil, haklı ve doğrulardan yana olduğunu bir defa daha
gösterdi, Müslümanlar üstün gelip İslâm'ın izzet ve şerefini korudular.
Tabii bu arada,
onlarla öteden beri dost olup yapılan mevzii anlaşmalarla Yahudilere güvenen
ve bir sıkıntı anında yardıma koşacaklarını uman saf Müslümanlar da eksik
değildi. Bunlardan başka bir de münafıklar bulunuyordu. Cenâb-ı Hak önce
olayları ortaya koydu, sonra da yukarıdaki âyetleri indirerek Yahudî ve
Hıristiyanların gerçek dost olmadıklarını belirterek «Ey imân edenler! Yahudi
ve Hıristiyanları dost edinmeyin,.» emrini indirdi.
Kafa ve kalblerinde
din, ırk, inanç ve ideal farkı taşıyan iki ayrı grubun, diğer bir deyimle
karşıt iki grubun anlaşıp birleşmesi çok zor, hattâ Kazan imkânsızdır. Bugüne
kadar tarihî olaylar hep bu sonucu ortaya çıkarmıştır.
İslâm'ı kabul
etmemekle kalmayıp onu kendilerine, inançlarına hasım ve rakip gören bu iki
milleti elbetteki memnun etmek mümkün değildir.
Kur'ân'daki esneklik,
yer yer yumuşak veya ilimli bir havanın estirilmesi. Kitap Ehline ayrı bir ilgi
duyulmasını amaçlar. Onlardan tamamen kopmamızın doğru olmayacağını
hatırlatır. O halde bu iki milletle bir takım ilişkilerimizin bulunması ve
devam etmesi normaldir; ancak bu ilişki onları candan dost ve yardımcı
saymamız anlamına alınmamalıdır. Aksi halde çok yanlış bir yola girilmiş olur.
Çünkü ancak Yahudîler birbirlerinin, Hıristiyanlar da birbirlerinin dostu ve
yardımcılarıdır. Bu kura! pek değişmez. Haçlı Seferleri bunun açık
belgelerinden biridir.
Artık Müslümanlardan
kim, kendi din kardeşini bırakıp onları dost edinir ve yardımlaşma hususunda
onlara güven beslerse, o da onlardan kabul edilir; İslâmî sınırı çok gerilerde
bırakıp Kitap Ehlinin safında yer almış sayılır. Tabii, ancak kalblerinde
münafıklık illeti bulunanlar bu iki ayrı millete güvenip koşuşurlar da
Müslümanları bırakıp onları dost edinirler.
İslâm'ın lehine
yapılacak bir takım siyasî ve politik anlaşmalar bu kaidenin dışındadır.
Nitekim ünlü müfessir
İbn Cerîr Taberî diyor ki: «Kim mü'miniere kar-şh Yahudî, ya da
Hıristiyanlardan dost edinip onlara destek olursa, o da dostlarının dininden
sayılır. Çünkü'birini candan dost edinen kimse ona destek olmayı kabul
etmiştir. Aynı zamanda dostunun işliyeceği her şeye rıza göstermiştir. Bir
kimsenin fiil ve düşüncelerini beğenip tasvip eden, onun dinine ve idealine
razı olmuş demektir.»
Allah ise haksızlardan
yana değildir. Kin, haset ve zulüm kusup mü'miniere karşı çıkanları doğru yola
eriştirmez. [226]
«Hıristiyanlar» diye
çevirisini yaptığımız «nasâra», nasranî'nin çoğuludur. Lûgatçılara göre, kıyas
dışı olarak Nasıra beldesine mensup olan demektir. Çünkü Hz. İsa (A.S.)ın bu
beldede doğduğu iddia edilir. Kamus müellifi Firüzabadî ise, İsa'nın İncil'de
belirtildiği üzere Beytiiahm'de doğduğunu, ancak sonraları gelip Nasıra'ya
yerleştiğini yazar.
Ayrıca «Nasara»nm
nusret kökünden olup İsâ Peygambere yardımcı olanlaradır diye tefsir edenler
olmuştur ki bu da kıyasa uymamaktadır. [227]
İkinci Halîfe Ömer'in
(R.A.) hilâfet yıllarında Basra Vulisi Ebû Musa el-Aş'arî (R.A.) bazı önemli
hususları görüşmek üzere Medîne'ye gelmişti.
Bir ara kayıtların
nasıl tutulduğu, işlerin nasıl organize edildiği söz konusu olunca, Ebû Musa
(R.A.) şöyle söze başladı: «Ey Mü'minlerin Emîri! Hıristiyan bir kâtibim var,
işlerimi kolaylaştırıyor, kayıtları düzenli biçimde tutuyor.» deyince.
Halifenin rengi değişiverdi ve :
— Allah cezanı versin; hakka yönelen bir
Müslüman kâtip edinsey-din ya!. Allah'ın şu buyruğunu işitmedin mi? «Ey imân
edenler! Yahudi ve Hıristiyaniarı dost edinmeyin..»
Bunun üzerine
Ebû Musa cevap
verdi ve aralarındaki konuşma şöyle devam etti:
— Onun dini ona, kâtipliği bana...
— Allah'ın aşağıladığına ikram etme, Allah'ın
hor gördüğünü aziz ve şerefli kılma; Allah'ın uzaklaştırdığını yaklaştırma..
— Ne yapalım,
Basra'nın yazı işleri ancak onunla yoluna giriyor.
— Farzedelim ki
Hıristiyan kâtip öldü, o zaman ne yapacaksın? O halde onu şimdiden ölmüş bil ve
kendi işlerini ona göre organize et.. [228]
«Bize (devrin
dönmesiyle onlardan) bir kötülük ve felâketin dokunmasından korkarız,
derler...»
Başta Asr-ı Saadet
olmak üzere hemen her devirde belli bir gayesi bulunmayan, İslâm olduğu halde
onu ruhuna ve kalbine gerçek anlamıyla yerleştiremiyen ve tek kaygısı midesi ve
on gün daha fazla yaşama arzusu olanların, haklı haksız bir ayrım yapmaksızın
kuvvetliden yana oldukları, onların safında yer aldıkları görülmüştür. Bunlar
Kur'ân'ın deyimiyle MÜNAFIKLARDIR. Küfrünü açığa vuranlardan daha
tehlikelidirler. Batı dünyasına hiçbir sınır ve kayıt tanımadan kucağını
açanlar da böyledir. İslâm ülkelerinde millî ve dinî değerlerin zamanla
unutulmasına. Batı kültürü kurbanı olmuş kuşakların yetişmesine asıl sebep
olanlar bunlardır.
Kur'ân'da özellikle
Yahudî ve Hıristiyanların dost edinilmemesi üzerinde durulmuş ve bunun
sebepleri çok duyarlı olaylarla yer yer sergilenmiştir. [229]
Geçen âyetlerle Kitap
Ehlinin, Müslümanlardan yana samimi dost olmadıkları ve olamıyacaklan
belirtildi. Ancak belli ölçüler çerçevesi içinde onlarla ilginin devamına
işaret edildi.
Aşağıdaki âyetle,
dinlerin birer ilâhî emanet olduğuna dikkatler çekiliyor ve bu emanetlerin en
son, en büyük halkası olan İslâm'a hizmet şerefi söz konusu ediliyor.
Kendilerine bu emâneti koruma şerefi verilen milletler ona lâyık olma
mertebesinden kendilerini düşürecek olurlarsa, Allah'ın başka bir milleti bu
hizmete sevkedeceği hatırlatılıyor. [230]
54— Ey imân
edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onun yerine ileride öyle bir
millet getirir ki, Aliah onları sever, onlar da Allah'ı severler; mü'miniere
karşı boyunları bükük, alçak gönüllüdürler; kâfirlere karşı başları dik,
vakarlı ve güçlüdürler; Allah yolunda cihât ederler, kınayıp ayıphyanların
ayıplamasından endişe etmezler.
İşte bu, Allah'ın öyle
bir lûtf-u ihsanıdır ki dilediğine verir. Allah (lûtf-u ihsanı) geniştir ve
(her şeyi gereği gibi) bilendir.
İleride bazı topluluk;
ya da milletlerin dinden çıkacaklarına işaret edilerek önemli bir haberi
duyurmak üzere inmiştir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimizin vefatından az
önce Araplardan üç kabile dinden dönmüştür. Vefatından sonra ise sekiz
kabilenin dinden döndüğü bilinmektedir.
İbn İshak'ın tesbitine
göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin vefatından sonra Mekke, Medine ve Bahreyn'in
dışındaki Müslüman kabilelerin hemen hepsi dinden dönme temayülü göstermiştir.
Buniardan kimi İslâm ahkâmını olduğu gibi kaldırmış, kimi sadece zekât
vermiyeceğini, ama diğer vecîbeleri yerine getireceğini söylemiş, kimi verginin
lüzumsuzluğu üzerinde durmuştu.
Böylece Kur'ân'ın
geleceğe ait haberinin ilk belirtileri yer yer kendini hissettirmişti. İbn
Cerİr Taberî de iniş sebebini belirtilen hususlara bağlamaktadır. [231]
Siyer ve tarihçilerin,
aynı zamanda müfessirlerin tesbitine göre, Kur'-ân'da konuyla ilgili âyetle,
ileride meydana gelecek ve kıyamete kadar da yer yer kendini gösterecek DİNDEN
DÖNME olaylarına işaret edilmekte ve mü'minlere bu amaçla haber verilirken
büyük bir uyarı yer almaktadır. Az yukarıda da belirttiğimiz gibi, ilk birinci
asırda Araplardan 11 kabile dinden dönme temayülü göstermiş, hattâ bunlardan
bir kısmı yalancı peygamberlerin arkasına takılarak İslâm'a karşı cephe
almışlardır. Bu kabilelerin üçü Efendimizin (A.S.) vefatından çok az önce,
sekizi de O'nun vefatından hemen sonraj irtidat etmiştir.
Vefatından önce
irtidat edenler:
1. Müdlic
oğulları.
Bunların başında
ZÜ'L-HİMAR takma adıyla anılan Esved el-ANESİ bulunuyordu. Bu adam aynı zamanda
ünlü bir kâhin olarak tanınırdı. Ye-men'e yerleşip Peygamberimizin (A.S.)
görevlendirdiği memurları oradan çıkarma cesaretini kendinde buldu ve çok
geçmeden peygamberliğini ilân etti. Sevgifi Peygamberimiz (A.S.) bu pürüzün
ortadan kaldırılması için Yemen vâliskMuâz bin Cebel'e (R.A.) ve oranın ileri
gelenlerine mektup yazdı. Nitekim çok geçmeden Firuz.ed-Deylemî adında bir zat
onu öldürdü ve avanesi de dağıtıldı. Haber Medine'ye gelince, Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz sevindi ve Allah'a hamdetti.
2. Hanîfe
oğullan.
Bunların başında ünlü
sahtekâr Müseyleme el-Kezzab bulunuyordu. Halkın cehaletinden yararlanarak
önce büyük bir kurtarıcı rolünde sahneye
çıktı- çok geçmeden
Peygamberliğini ilân etti. Kur'ân'a nazire yazmaya başladı. Biraz daha
güçlenince, Resûlüllah (A.S.) Efendimize şu mealde bir mektup yazıp gönderdi:
«Allah'ın peygamberi
Müseyleme'den, Allah'ın peygamberi Muham-med'e : Selâm sana olsun. Bilmiş ol
ki, peygamberlik hususunda seninle ortaklaşa bir düzeyde bulunuyoruz.
Yeryüzünün yarısı bizim, yarısı da siz Kureyşlilerindir. Ne var ki Kureyş biraz
aşırı gitmektedir.»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, bu küstah adam belki dönüş yapar da hakka teslimiyet gösterir
umuduyla ona şu cevabı yazıp gönderdi ;
«Bismi'llahi'r-Rahmâni'r-Rahîm.
Allah'ın Resulü Muhammed'den yalancı Müseyleme'ye: Selâm doğru yola uyanlara
olsun. Bilmiş ol kMyer-yüzü Allah'a aittir, Onun mülküdür; kullarından
dilediğini ona vâris kılar, Sonuç, Allah'tan korkup sakınanlaradır.»
Efendimizin (A.S.)
vefatından sonra Müseyleme işi biraz daha azıttı. Bu yüzden Birinci Halîfe
Ebûbekir SIDDÎK (R.A.) gönderdiği bir mücahit ordusuyla Müseyleme'yi öldürttü
ve avanesini de kılıçtan geçirip gereken güven ve huzuru sağladı.
3. Esed
Oğullan.
Bunların başında
Huveylid oğlu TULAYHA bulunuyordu. Çok geçmeden işi azıttı ve Resûlüllah
Efendimiz (A.S.) henüz hayatta iken fazla ileri gitmeye cesaret edemedi. Onun
vefatından hemen sonra peygamberlik iddiasında bulundu. Ebûbekir SIDDÎK
(R.A.), Halid bin VELİD kumandasında bir ordu göndererek onları dağıttı, karşı
koyanları kılıçtan geçirdiler. Tulayha kaçıp Şam'a gitti. Sonra büyük bir
pişmanlık duyarak tekrar İslâm'a döndü ve çok yararlı hizmetlerde bulundu.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin vefatından hemen sonra dinden dönen sekiz kabile ise şunlardır:
1. Fezare Kabilesi.
Başlarında Uyeyne bin
Hısn bulunuyordu.
2. Gatafan Kabilesi.
Başlarında Kurre bin
Seleme el-Kuşeyrî bulunuyordu.
3. Beni Süleym Kabilesi.
Başlarında Füc'at bin
Abdileyl bulunuyordu,
4. Beni Yerbu' Kabilesi.
Başlarında Mâlik bin
Nüveyre bulunuyordu.
5. Beni Tamim Kabilesinin bir kısmı.
Başlarında SECAH bint
el-Münzir el-Kâhine adında bir kadın bulunuyordu. O da işi azıtıp peygamberlik
iddiasında bulunmuş, bir ara Mü-seyleme ei-KEZZAB ile anlaşarak onunla
evlenmiştir.
6. Kinde Kabilesi.
Başlarında Eş'as bin
Kays bulunuyordu.
7. Beni Bekir bin Vâil Kabilesi. Başlarında
Hutam bin Zeyd bulunuyordu.
8. Gassan Kabilesi.
Başlarında Cebele bin
Eyhem bulunuyordu. Önce İslâm'a giren Cebele, bir ara Kâ'be'yi tavaf ederken,
Beni Fezare Kabilesinden fakir bir adam farkında olmıyarak onun eteğine basmış,
o da buna kızarak adamı tokatlamış ve iki dişinin kırılmasına sebep olmuştu.
Mesele şikâyet konusu olunca, İkinci Halîfe Hz. Ömer (R.A.) misillemeye karar
vermiş ve ancak mazlum arzu ettiği takdirde affedebilir, buyurmuştu. Cebele büsbütün
sinirlenmiş, «Ben ünlü bir kabile reisiyim, o ise sıradan bir adam..» diye
itirazda bulunmuştu. Halîfe ona : «İslâm ikinizi de aynı çizgiye getirmiştir»
söyliyerek sınıf farkının İslâm'da olmadığını, adaletin her insan için eşit
şartlar dahilinde sunulduğunu hatırlatmıştı. Cebele başka çare kalmadığını
anlayınca, sabaha kadar misillemenin geciktirilmesini rica etmiş, mazlum adam
bunu kabul edince, Cebele fırsattan yararlanarak gece yarısı Şam'a kaçmıştır.
Tabii bu arada İslâm'dan çıkıp putperestliğe dönmüştü. Sonra pişman olduğu
söylenir.
Sözü edilen sekiz
kabile, kısa zamanda Allah'ın izniyle tenkil edilmiş, elebaşları kılıçtan
geçirilerek gereken ıslâhat yapılmıştır. [232]
«Allah onun yerine
ileride öyle bir millet getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı
severler...»
Kur'ân'da konumuzu
oluşturan iligli âyette, bu husus gayet açık biçimde belirtilmiş, bu şerefe
lâyık olabilmek için şu beş vasfı taşımanın gereğine işaret edilmiştir:
1. Allah
sevgisine mazhar olacak bir düzeyde bulunmak.
Sözü edilen düzeye
ancak, Allah için düşünen bir kafaya, gören bir göze, işiten bir kulağa,
konuşan bir dile, tutan bir ele ve yürüyen bir ayağa sahip olan kişiler gelebilir.
2. Allah sevgisini bütün sevgilerin üstünde
tutmak.
Bunun ölçüsü şudur:
Sevdiği her şeyi Allah sevgisiyle sever, kalbi daha çok Allah sevgisinden zevk
alır ve onunla huzura kavuşur.
3. Mü'minlere karşı alçak gönüllü olmak.
Allah ve
Peygamberinden sonra ancak mü'minleri dost edinmek, bütün dertleri tek dert
yapıp mü'minlerden yana hizmete koyulmak, suların birleşip tek su halini
alabilmesi için arada engel olarak bulunan testileri kırmak; yani imân
doğrultusunda Allah için yapılan hizmetleri kanalize etmek için buna engel olan
nefs şeddini yıkmak gerekir.
4. İnkarcılara, din düşmanlarına karşı güçlü ve
başı dik bulunmak.
İslâm'ın izzet ve
şerefini bütün şereflerin üstünde tutup ona karşı olanların başını eğmek
şarttır. Aksi halde küfür üstünlük sağlar.
5. Allah yolunda -Allah ismi daha yüce olsun
diye- canla başla cihat etmek. Bütün bunlardan dolayı ayıplayanların
ayıplamasından endişe duymamak, değişmiyen amaç olmalıdır. [233]
İleride İslâm'a büyük
hizmetlerde bulunacak olan Türklere karşı Re-sûlüllah (A.S.) Efendimizin özel
bir ilgi duyduğu muhakkak.
«Türkler size
ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyiniz.» [234]
«Türkler size
dokunmadıkça siz de onlarla mütareke halinde bulunun.» [235]
«Habeşliler sizi
terkettiği sürece siz de onlara dokunmayıp terkedin. Türkler de size
ilişmedikçe onlara ilişmeyin.» [236]
«Türkler size
ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyin. Çünkü ümmetimin mülkünü ve Allah'ın onlara
olan bol ihsanını onun elinden ilk alan Kantura oğulları olacaktır.» [237]
Dört Halîfeden sonra
Emevîler Devri başladı. Arap olmayan milletleri MEVALİ (köleler) diye
adlandırmaları, daha doğrusu onlara bu gözle bakmaları, İslâm'ın evrenselliğine
ters düşmüş ve bir asır geçmeden İslâm'ı temsil etme doğrultusundan saptıkları
görülmüş, aşırı ırkçılık onların ruhuna kadar işlediği için Allah İslâm
emanetini onlardan çekip almış, bu defa Abbasîler! iş başına çağırmıştır.
Abbasîlerin hizmeti küçümsenemi-yecek kadar geniş olmuş ve iki asırdan fazla
İslâm emanetine hizmet şerefini omuzlarında taşımışlardır. Zamanla onlar da bu
doğrultudan sapmaya başlayınca, -ilâhî sünnet gereği- Allah bu defa onlardan
sözü edilen emaneti alıp hiç bir tazyik altında kalmadan kendiliklerinden
İslâm'ı be-nimsiyen ve kitleler halinde bu dine giren Türkler'e vermiştir.
Türkler, ırklarından tevarüs ettikleri eesaret, kahramanlık, civanmertlik,
âlicenaplık ve cömertlik gibi mümeyyiz vasıflarını sözü edilen beş vasıfla
birleştirip bütünleştirdi. Böylece Türkler canla başla İslâm'a hizmet ettiler.
Onuncu asırdan beri Türkler bu hizmeti temsîl kudretini basiretle sürdürmektedirler.
Dinden dönüp onu
temsîl kudret ve liyakatini kaybettikleri gün -yine ifâhî sünnet gereği-
İslâm'a hizmet şerefi onlardan alınıp Allah'ın sevdiği bir millete verilir ve
bu böyle sürüp gider.
Dileğimiz bu şerefin
asil milletimizden ahnmamasıdır. Batı kültürünün istilasına uğramamız, dinî
bağları yer yer ve bazı kesimlerde hayli zayıflatmıştır. Allah'ın muradı ne
yönde ve hangi yolda tecelli edecek, bilemiyoruz.
Arap Edebiyatının
seçkin simalarından ünlü edip CAHİZ (H. 150-215-M. 766-830) «TÜRKLERİN
FAZİLETLERİ» adlı eserinin bir bölümünde diyor ki:
«Türk, ancak
korkulması gerekenden korkar. Ümit edilmiyecek şeye karşı ümit beslemez.»
«Türkler yaltaklanma,
yaldızlı sözler, münafıklık, yapmacık,
yerme, riya, dostlarına karşı kibir, arkadaşlarına karşı fenalık, bid'at nedir bilmezler.
Çeşitli fikirler onları bozmamıştır.
Hile-i şer'iyye ile başkalarının malını helâl saymazlar.»
«Türkler, Araplardan
başka milletler içinde vatan sevgisine en fazia sahip olan millettir.»
Milletimiz ırkından
gelen bunca meziyetlerinden dolayı İslâmiyetle, hiçbir sıkıntı duymadan uyum
sağlamıştır ve buna devam etmektedir. Bunun için on asırlık gibi uzun bir
zamandan bendir İslâm'ın bir bakıma koruyucusu, onun şan ve şerefinin
yücelticisi olma bahtiyarlığına erişmiştir. Şüphesiz ki bu, Allah'ın öyle bir lûtfudur
ki dilediğine verir. [238]
Geçen âyetle, dine
hizmet şerefinin lâyık olan milletlere verileceği açıklandı. Sözü edilen
liyakatin da beş mümeyyiz vasıfla gerçekleşebileceğine işaret edilerek gereken
uyarı yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
beş vasfa sahip bulunan mü'minlerin dikkat edeceği diğer bir hususa parmak
basılıyor. Gerçek dostlarının Allah, Peygamberi ve namaz kılıp zekât veren,
hakka teslimiyet gösteren mü'min-ler olduğu belirtiliyor. Ayrıca Kitap Ehlinden
İslâm'ı alaya alanlarla ilişiğin kesilmesine dikkatler çekiliyor. [239]
55— Sizin
dostlarınız ancak Allah'tır, O'nun Peygamberidir ve nama-
zi dosdoğru kılıp
rükûu yerine getirerek zekât veren mü'minlerdir.
56— Kim Allah'ı, Peygamberini ve imân edenleri
dost edinirse; şüphesiz ki ancak Allah'tan yana olanlar üstündürler.
57— Ey imân edenler! Sizden önce kendilerine
kitap verilenlerden dininizi eğlence konusu edinip alaya alanları ve bir de
kâfirleri dostlar edinmeyin. Eğer mü'minier iseniz, Allah'tan korkup (bu gibi
dostluk ve yakınlıktan) sakının.
58— Namaza (ezan okuyup) çağırdığınızda, onu eğlence ve alaya alırlar.
Bu, onların akletmiyen bir topluluk olmasındandır.
59— De ki: Ey Kitap Ehli! Allah'a imân
etmemizden, bize indirilene ve bizden önce indirilene inanmamızdan ve bir de
çoğunuzun Allah'ın yolundan çıktığınızdan dolayı mı hoşlanmıyor, öfkelenip
bizden intikam almak istiyorsunuz?
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki:
«Bu âyet, Yahudîlerin
dostluğundan kendini beri kılıp Allah ve Peygamber dostluğuna bütün
ciddiyetiyle yönelen Ubâde bin Sâmit (R.A.) hakkında inmiş ve bu zat bütün
mü'minlere örnek olarak takdim edilmiştir.» [240]
Câbir bin Abdullah
(R.A.) diyor ki:
«Bu âyet, Yahudî
bilginlerinden olup İslâm'ı din olarak seçen Abdullah bin Selâm hakkında
inmiştir. Bu zat, Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelip şöyle dedi: «Ey Allah'ın
Peygamberi! Kavmim Kurayze ve Nadir oğulları bizi terkedip yüzçevirdiier.»
Bunun üzerine, «Sizin
dostlarınız ancak Allah'dır, O'nun Peygamberidir ve dosdoğru namaz kılıp rükûu
yerine getirerek zekât veren mü'minlerdir.» mealindeki âyet indi. [241]
Diğer bir rivayet:
Hazret-i Ali (R.A.)
namazda rükû' halinde bulunurken yanından çok perişan bir dilenci geçtiğinin
farkına varınca parmağındaki yüzüğünü çıkarıp sadaka olarak ona verdi. Bu
sebeple yukarıdaki âyetler indi. [242]
Nitekim ilim adamları
bu rivayete dayanarak namazda az bir hareket göstermenin namazı bozmıyacağını
söylemişlerdir.
Başka bir rivayet:
Kelbî diyor ki:
«Resûlüllah (A.S.) Efendimizin müezzini namaza davet ettiğinde Müslümanlar
derhal toplanıp, cemaat halinde namaza durunca, Yahudiler onları alaya alıp.
gülerlerdi. Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi.» [243]
Müfessir Suddî diyor
ki:
«Medine'de oturan
Hiristiyanlardan bir adam, müezzinin, «EŞHEDÜ ELLÂ İLAHE İLLALLAH VE EŞHEDÜ
ENNE MUHAMMED'EN RESÛLÜLLAH sözlerini duyunca, «yalancı, yalan söyledin,
kendini yaktın» derdi. Çok geçmeden bir gece onun hizmetçisi elinde ateşle
içeri girince bir kıvılcımın sıcramasıyla ev, içindeki o hıristiyanla birlikte
yanıp kül oldu. Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi.» [244]
«Sizin dostlarınız
ancak Allah'tır, O'nun Peygamberidir ve.... mü'minlerdir.»
Kur'ân'ın 10'dan fazla
yerinde mü'minterin hakiki dostlarının kimler olduğu çok açık ve oldukça
duyarlı bir anlatımla belirlenmiştir. Bu konu üzerinde bu kadar durulmasının
bazı sebepleri vardır; önce dost edinmenin kaçınılmaz olduğuna işaret
ediliyor. Sonra kimin kimlerle dostluk kurması gerektiği belirtiliyor ve
tekrar edilerek hafızalarda devamlı bir şuur uyanıklığı sağlanıyor.
Neden mü'minlerin
başka dostları olamaz? Çünkü her nesne daha çok kendi aslıyla ve türüyle uyum
sağlar. Her kuş kendi türüyle hayatını sürdürür. Bülbülün karga ile dostluk
kurduğu görülmemiştir.
İki tane dişli çarkı
düşünelim : İster ikisi aynı ölçüde olsun, ister biri diğerinden farklı
bulunsun; bağlı bulundukları mil üzerinde istenilen dönen me hareketini sağlayabilmeleri, birbirleriyle
orantılı olan tırtırların, ya da dişlerin uyumuyla mümkündür. Dişler karşılıklı
uyum sağlıyacak nisbette değilse, bu, güçlünün güçsüzü parçalayıp atmasıyla
neticelenir.
İnsanlar da ancak
kendi inanç ve ideal doğrultusundaki kişilerle uyum sağlayabilirler. Bunun için
Allah, mü'minlere hitapla onların gerçek dostlarını belirliyor. Aksine bir yol
tutanların bir gün kendi öz değerlerinden kopacaklarına işarette bulunuyor. [245]
«Namazı dosdoğru kılıp rükûu yerine getirerek
zekât veren mü'minlerdir.»
İlgili âyetlerle,
mü'minim veya Müslümanım diyen herkesle de dostluk kurmanın doğru olmadığına
bir işaret vardır. Çünkü içi kâfir, dışı mü'-min gibi olanlar da var. Bu
bakımdan Cenâb-ı Hak gerçek mü'minin üç mümeyyiz vasfının bulunduğunu
belirtmiştir:
1. Namazı vaktinde dosdoğru kılar.
2. Allah'tan başkasını ilâhlaştırmaz, canlı
cansız putların önünde eğilmez.
3. Farz
olduğu zaman zekâtını da dosdoğru, gönül rahatlığı içinde verir.
İkinci sıfatı «RÜKÛ'»
tabirinden çıkardık. Çünkü Arap Edebiyatında Allah'a imân edip putlara ve
kendini ilâhlaştırmak isteyen insanlara kulluk etmiyenler «RAKİÛN = Rükû'a
varanlar» diye anılırlar. Münafıklar ise, namaza istemiye istemiye kalkarlar;
vâcib ve sünnetlere pek dikkat etmezler. Çıkarlarından yanadırlar. Gerekirse
bu uğurda bazı kişileri putlaş-tırırlar. Zekâtı hakkiyla vermezler; başkaları
görsün diye fakirlerin eline birkaç kuruş sıkıştırırlar. Nitekim diğer bir
âyette onlar şöyle tanıtılmaktadır : «Münafıklar Allah'a karşı düzenbazlıkta
bulunur (veya böyle bulunmak isterler). Allah da onların düzen ve oyununu boşa
çıkarıp başlarına geçirir. Onlar namaza kalkınca üşenerek kalkarlar; insanlara
gösteriş yaparlar; Allah'ı da pek az anarlar.» [246]
«Üşenerek namaza
gelmeleri (zekât ve benzeri vecibeleri) istemiye istemiye vermeleri (onların
bir diğer sıfatı)dır.» [247]
«Ey imân edenler!
Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi eğlence konusu
edinip alaya alanları ve bir de kâfirleri dost edinmeyin.»
Din her şeyden önce
ilâhî emanettir; kutsaldır, saygıdeğerdir. İnananları mutlu eder. Umut
kapılarını her zaman açık tutar. İnsan için yüksek mânada destektir. Ölümden
sonraki hayatı ancak din bize öğretir, bunun için ölümün yok olmak anlamına
gelmediğini, ebedî hayatın başlangıcı bulunduğunu telkin eder.
Dinin bunca yarar ve
azizliğine rağmen ona dil uzatmak, eğlence konusu edinmek cehalet ve
nankörlüğün en kötüsüdür.
Kitap Ehli dindar
olmalarına rağmen dinsizlerin yoluna girer de son din ile alay ederlerse,
onlara kızmaktan ziyade acımak lâzımdır. Bu durumda onlarla ilgi kurmanın hiçbir
anlamı yoktur. Bunun için Kur'ân ilgili âyetle mü'minleri bu hususta uyarmakta
ve kutsal dine dil uzatanlarda hayır ve fazilet bulunmadığını hatırlatmaktadır.
Aneak bazı konularda onlarla münasebetlerimizin belli bir ölçüde devam etmesi
düşünülebilir:
a) Kitap Ehlinin yiyecekleri bize helâldir. O
halde yiyecek maddeleriyle ilgili ihracat ve ithalat yapılabilir.
b) Gerektiğinde kadınlarıyla evlenmemize cevaz
verilmiştir.
c) İslâm ülkesinde vatandaş olarak cizye verip
güven içinde kalabilirler. Fitne çıkarmadıkları, İslâmiyeti alaya almadıkları,
düşmanlarımızla gizliden işbirliğinde bulunmadıkları süreee vatandaşlık hakları saklıdır. Kendilerine gösterilen
hoşgörüye ve tanınan haklara saygılı olmadıkları takdirde her türlü münasebeti
kesmekte -İslâm adına- yarar vardır.
Kur'ân bu konuyu
işlerken müşrikleri onlardan ayırmış; Kitap Ehline ayrı bir yer vermiştir.
Çünkü ne de olsa müşriklerle Kitap Ehli bir tutulmazlar. [248]
Din ve ibâdet,
insanların ortak değeridir. Hiçbir fert veya cemiyet Allah'a imânı ve inandığı
hak dini kendi tekeli altında tutma hakkına sahip değildir. Çünkü millî bir
ilâh olmadığına göre, millî bir din ve inanç da olamaz. Hak dinlerin getirdiği
esaslar bu noktada birleşirler. Şu farkla ki, İslâm'dan önceki hak dînler
-bugünkü ulaşım imkânları, haberleşme araçları olmadığı için- belli bir
millete gönderilmiştir. Ancak isteyen her insan ve milletin o dine
girebilmesine kapı açık tutulmuştur. İslâmiyet ise bütün milletlere
gönderilmiştir. Son din olması da bunu ifade etmektedir.
O halde bütün bir
insanlığın ortak malı sayılan son dine karşı çıkmak, inanç ve ibâdet
hürriyetini kısıtlamak, dinin hayat damarlarını kesmek, bütün insanların
hakkına saygısızca bir tecavüz sayılır.
Bunun İçin Kur'ân'da
din ve ibâdet hürriyetine geniş yer verilmiştir. Müslümanların fethettikleri
ülkelerde Yahudî ve Hıristiyanların inanç ve ibâdetlerine dokunulmamış, ibâdet
yerleri ellerinden alınmamış; tek kelimeyle bağlı bulundukları dinde ve
yapageldikleri ibâdette tamamen serbest bırakılmışlardır. Ancak taşları
ağaçlan yontarak şekillendirdikten sonra onları ilâh kabul edenlerle, bazı
kişileri ilâhlaştıranlara karşı,belirtilen ölçüde müsamaha gösterilmemiştir.
Çünkü bu düşünce ve tutumda insan vakar ve şerefini zedeliyen, daha doğrusu
insanı insanlık şeref ve fazilet mertebesinden aşağı düşüren çok hatalı bir yol
vardır. Bu yola girmek, insan ruhunun yüceliğine ters düşer.
Bunun için Kur'ân'da
ilgili âyetle kitap ehline şöyle seslenilmesi emrediliyor :
«De ki, ey kitap ehli!
herhalde Allah'a imân etmemizden ve bize indirilene ve bizden önce indirilene
inanmamızdan ve bir de çoğunuzun Allah'ın yolundan çıktığınızdan dolayı mı
hoşlanmıyor, öfkelenip bizden intikam almak istiyorsunuz?» (Sizin bu anlayış
ve tutumunuzda din, imân, ibâdet ve vicdan hürriyetinin yeri var mıdır?)
Neden bu kadar katı
davranıyorsunuz? Buna gerek var mıdır? Niçin aklınızı ve vicdanınızı kullanıp
hoşgörülü olamıyorsunuz? Müslüman farın size karşı ne kadar müsamahakâr
davrandığına bakmıyor musunuz? Dinin ve dindarın azizliği bu mudur? [249]
Yukarıdaki âyetlerle
mü'minlerin gerçek dostları açıklandı. Yahudî ve Hıristiyanların aşırı tutucu
olmaları, dostluk bağlarını temelinden koparıp atmıştır. Bu bakımdan onları
dost edinmenin safdillik sayılacağına işaret edildi. Bununla beraber, dinimizi
alaya almadıkları takdirde kendileriyle bir takım ilişkilerin sürdürülmesinde
yarar bulunduğu hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Kitap Ehlinden bir çoğunun yanlış tutumları, sakat inançları ve ilâhî sınırı
aşmaları nedeniyle Allah'ın lanet ve gazabına çarpıldıkları açıklanıyor. Hakkı
bırakıp bâtıla uydukları, bu yüzden ruhen maymunlaştp domuzlaştıkları
hatırlatılıyor.
Allah için ilim tahsil
eden mürşitler ve ilimde derinleşmiş din bilginlerine büyük görevler düştüğü;
ilim ve tekniğin imân ile birleşmesinin gereği belirtiliyor. [250]
60— De ki, Allah yanında ceza olarak bundan daha
kötüsünü size haber vereyim mi? Allah'ın lanetlediği, gazap ettiği ve
kendilerinden maymun ve domuzlar yaptığı ve Tağuta tapan kimseler (var ya),
işte onlar yer itibarıyla daha şer ve düz (doğru) yoldan daha çok sapmışlardır.
61— Size geldikleri zaman, «İmân ettik» derler.
Halbuki (yanınıza)
küfür ile girip, yine
küfür ile ç.ktılar. Allah onların gizlediklerini çok iyi bilir.
62— Onlardan bir çoğunun günaha, haksız yere
düşmanlığa, haram yemeğe yarışırcasına koşuştuklarını görürsün. Yapageldikleri
şey ne de kötü!
63— Rab'dan yana olan mürşitleri ve (dinde
derinleşmiş) bilginleri onları günah söylemekten ve haram yemekten
alıkoysalardı ya! İşleye-geldikleri şey ne kötü!
Ibn Abbas (R.A.) diyor
ki:
Yahudilerden bir grup,
Resûlüllah (A.S.) Efendimize geiip sordular: «Peygamberlerden hangisine
inanırsınız?» Efendimiz onlara şu cevabı verdi: «Allah'a, bize indirilene;
İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene; Musa ve İsa'ya
verilene ve Rableri tarafından peygamberlere verilenlere inandık; onları
birbirinden ayırt etmeyiz. Biz Allah'a teslim olanlardanız.»
Yahudiler bu arada «İsa'ya
verilene inandık» sözünü duyunca «Vallahi biz dünyada da, âhirette de sizin
dininizden daha az nasipli ve daha şer bir din bilmiyoruz» diyerek küstahlığın
en kötüsünü ortaya koydular. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [251]
«Şüphesiz ki Allah
MESHİ, soy üreme mahiyetinde yapmamıştır. Çünkü maymu.n ve domuzlar MESH
olayından önce de vardı.» [252]
Yine İbn Mes'ud (R.A.)
diyor ki i
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimziden sorduk, dedik ki:
— Ey Allah'ın
Peygamberi! Maymun ve domuz Yahudi neslinden midir?
Cevap verdi:
— Hayır, Allah hiçbir
kavmi maymun ve domuza çevirip o şekilde bir neslin üreyip vücut bulması için
lânetlememiştir. Maymun ve domuzlar MESH olayından önce yaratılmışlardır. Allah
Yahudilere gazap edince, onları meshedip maymun ve domuzlar gibi yaptı.» [253]
«Bir topluluk ve
millet arasında günahlar işleyen bir adam bulunur da o topluluk onu günahlardan
çevirmeğe güçleri yettiği halde çevirmezlerse, mutlaka Allah onları
ölümlerinden önce azâb ile cezalandırır.» [254]
«Herhangi bir topluluk
(veya millet) arasında günah işleyen kimse bulunur da onlar ondan daha güçlü
ve daha engelleyici bulundukları halde onu engelleyip (yönünü günahlardan)
çevirmezlerse, mutlaka Allah bundan dolayı onlara azâb dokundurur.» [255]
«Allah'a hamdeder. Onu
gönülden överim. Resûlüllah (A.S.) Efendimize salât-u selâm ederim.
Ey insanlar! Sizden
öncekiler günahlara daldıkları, mürşitler ve dinde derinleşen ilim adamları
onları men'etmedikleri için helak olmuşlardır. Günah işlemeyi aralıksız
sürdürünce, ilâhî adalet gereği, kötü bir sonuç onları yakalayıvermiştir. O
halde onlara inen azabın bir benzeri size inmeden iyilikle emredin, kötülükten
men'edin. Bilmiş olun ki, iyilikle emretmek ve kötülükten men'etmek ne rızkı
keser, ne de eceli yaklaştırır,» [256][257]
«Ve kendilerinden maymun ve domuzlar
yaptığı...»
Bu konuyla ilgili, biri Bakara, biri Mâide,
biri de A'raf sûrelerinde olmak üzere üç âyet inmiştir. Bakara ve A'raf
sûrelerinde Yahudilerden çoğunun veya bir kısmının cumartesi gününe
hürmetsizlik edip azgınlıkta bulundukları konu edilerek, bundan dolayı, «Hor ve
hakîr birer maymun olun!» mealindeki âyetle, ilâhî gazaba çarpıldıkları
açıklanılmakta; ancak A'raf süresindeki âyet daha detaylı bilgi vermekte, bir
bakıma Bakara süresindeki âyeti açıklamakta, olayın asıl nedenlerine parmak
basmaktadır.
Mâide süresindeki
âyetle bu husus -yeri gelmişken- yeniden hatırlatılıyor ve MESH olayının
sadece maymunlaşma değil, domuzlaşmayla da ilgili bulunduğu belirtiliyor, [258]
Bu hususta carî bir
sünnet yoktur. Âdetullah bu yolda tecelli etmemiştir, Fiziksel yani bedensel
bir mesh olmuşsa, bu istisna teşkil eder. Gerçi Allah bir şeyi irâde ettiğinde,
ona : «Ol!» der, o da oluverir, İiâhî emir ve kudret her şeye nüfuz eder. Ancak
yeryüzünde şaşmadan hedefine uzanıp giden ve değişmeden hükmünü yürüten ilâhî
kanunlar vardır, Kur'-ân bunlara SÜNNETULLAH diyor. İşte bu sünnete göre,
canlılardan ve bitkilerden her cins,türünün özelliğine göre, doğup büyümekte ve
vakti gelince ölmektedir. Türden türe geçiş yoktur. Yeryüzündeki iki canlının
mutlak benzerliğinden söz edilemez. Hatta bir çayırda yan yana büyüyen ayni
türden iki bitkinin, aynı kümeste bakılan aynı ana ve babadan gelme tavukların
tam manasıyla birbirlerine benzedikleri söylenemez. Buna biyolojide DEĞİŞİM
denir. Bir koyunun yavrusunun köpek olduğu iddia edilemez. Koyunun yavrusu yine
koyundur. Boynuzsuz bir koyundan boynuzlu bir yavru meydana gelebilir. Fakat
bir koyunun kedi doğurduğu görülmemiştir. Bunun gibi, biber tohumlarından
ancak biber, karpuz tohumlarından da ancak karpuz çıkar. Bunun aksi iddia
edilemez. Çünkü gerek canlılar, gerekse bitkiler önceden ilâhî irâdeyle
determine edilmiş bir modele uygun gelişirler. Bu model -değişmiyen bir
kanunla- yavrulara ana babalarından eşey hücreleri ile geçer. İşte biyolojide
buna KALITIM denilmektedir.
Bunun için ilim
adamlarımızdan bir kısmı, âyette açıklanan MESH olayını fiziksel olarak değil,
karakter itibariyle yorumlamışlardır. Nitekim Tabiînden Mücahid'e ve Müfessir
İbn Cerîr Taberî'ye göre, Yahudilerden azgınlık gösterenlerin kalbleri
maymunlaşıp domuzlaşmıştır. Bu onların kötü karakterini açıklamak doğrultusunda
bir benzetmedir.
İlim adamlarından bir
çoğuna göre ise, fiziksel yapılarında MESH olayı istisnaî olarak meydana
gelmiştir. Tek kanaldan rivayet edilen hadîslerden de bu mâna anlaşılmaktadır.
Ancak maymunlaşan ve domuzlaşan-lardan o ölçüde bir üreme olmamıştır. Hadîste
bu açık şekilde belirtilmiştir. [259]
İnandıktan sonra dinin
esaslarına uymayanlar, bile bile ilâhî buyrukları kendi hayatlarında olsun
uygulamıyanlar; dini ve dindarlığı daha çok basit anlamda bir manevî ihtiyaç
sayanlar; çıkarları uğruna dinî hükümleri değiştirenler, ilâhî kitaplarda
kelimeleri konuldukları yerlerinden oynatıp değiştirenler, yükseldikleri imân
burcundan, insanlık şeref mertebesinden aşağı düştüklerinin farkında mıdırlar?
Dinî hükümleri oyuncak haline getirenler, peygamberleri küçümser anlamda
konuşanlar, mide ve şehvetleri uğruna kutsal bütün değerleri önemsiz birer
meta' gibi ayaklar altına alanların, acaba maymunlaştıklarıni, ruh ve karakter
itibariyle domuzlaşmaya yüz tuttuklarını görecek gözleri var mıdır?
Özellikle insanı madde
esaretinden kudsî âleme, dünya köleliğinden ebediyet hürriyetine, kullara
kulluktan Âlemlerin Rabbine kulluğa; mide ve şehveti amaç edinmekten asıl
yaratıldığı gayeye çekip yükselten İSLÂM DİNİNE, inandıktan sonra sırt çevirip
kurtuluş ve mutluluğu yabancıları taklitte arayan ve bu nedenle körü körüne
İslâm'ın karşısında has-mane yer alan milletlerin peşine takılan Müslümanlar(l)
ilâhî lanete çarpılıp ruh ve karakterleri itibariyle sözü edilen hayvanların
seviyesine inmiş olmazlar mı?
Kendi öz değerlerinden
uzaklaşıp başka bir milletin kültürünü can kurtaran simit kabul ederek sarılan
Müslümanlar, gelecek nesillere ne kadar kötü ve tehlikeli bir miras
bıraktıklarını düşünebiliyorlar mı? [260]
İlmin hedefi -bence-
iyiyi, doğruyu, gerçeği ve güzeli bulmak, zararlı ve yararlı şeyleri
birbirinden ayırmak ve insanları bu hususta ciddi anlamda eğitmektir. Gerçi
Batılı bilim adamlarına göre, ilim, ahlâk ve faziletin yolunu açmaz, beşer
vicdanını geliştirmez. Ama İslâm'a göre, ilim hakkı ve doğruyu bulmanın
yollarını açar, imân ile birleşip insan hayatını -yine onun ruhunun
yüceliğiyle uyum sağlar ölçü ve anlamda- düzenler. Çünkü Kur'ân iimin her
dalında ana fikirleri sergilerken mutlaka onu ahlâk ve faziletin suyuyla
sular, rengiyle renklendirir.
O halde ilim adamının
görevi, tecrübe ve müşahede sonucu elde ettiği buluşları ilâhî kudretin bir
tezahürü olarak görmeli, O'nun varlık âlemine koymuş olduğu kanunların tabii
sonuçları olduğunu anlamalı ve sonra onu imân potasında şekillendirip
insanlara sunmalıdır.
Allah'tan ve.O'nun
saadet va'deden dininden güç ve ışığını .aimıyan bir ilim, herhalde saadet
va'detmez; gözlem ve deneyle bir yol izler. Bazen elde ettiği buluş, insanlık
için felâket olabilir.
O nedenle Kur'ân'da
yol gösteren, uyarıp doğruyu telkin eden ilim adamlarına REBBAISIIYYÛN ve AHBAR
denilmiştir. Birinci deyim Rabbe mensup olanı, O'nun için bilgi lambasını
yakanı ve sadece haktan yana irşat görevini yerine getireni sembolize eder.
İkinci deyim, dinde derinleşen geniş kültürlü din âlimlerine delâlet eder.
Kur'ân'da ilgili üç
âyetle, toplumu uyarıp eğitme görevi daha çok bu iki gruba veriliyor.
Hakkı söylemek, doğru
yolu göstermek ne büyük şeref! Bildiği halde hakkı gizlemek, doğru yolu
göstermemek ne zillet!. «Hakkı söylemeyip susan kimse dilsiz şeytandır.»
buyurdu, Peygamber (A.S.).. [261]
«Işleyegeİdikleri şey
ne kötü!» diye çevirisini yaptığımız âyette dikkatleri çekecek bir incelik
vardır. YA'MELÛN = Yapagel-dikleri denilmemiş ve YASNÂÛN = Sanat edinip
geldikleri, denilmiştir. Sözü edilen fiil, şimdiki zamanla gelecek zamana
delâlet eder. SANAT kökünden türetilmiştir. Allah bununla. Kitap Ehlinin teknik
alanda da hayli başarılı olacaklarına ancak ilim ve tekniğin hak dinden, sağlam
imândan güç ve ışık almadığı takdirde kötü sonuçlar da doğuracağına işaret etmektedir.
Günümüzde Batının teknik alandaki ilerlemesi, demir perde gerisi ülkelerin
korkunç silahlar imâl etmesi bütün bir insanlığı tehdit etmektedir. Din ve
imânla barış halinde olmayan bir ilim ve tekniğin felâkete kapı açacağı
muhakkaktır. Bugün dünya bu felâketin korkulu rüyasını görmekte ve kurtuluş
yollarını, çarelerini aramaktadır. [262]
TAĞÛT, daha çok hakkın
karşısında olan her şeyi kapsayan bir deyim olmakla beraber, ilim adamları
yerine göre, ona çeşitli mânalar vermişlerdir :
a) Kâhin ve büyücü.
b) Şeytan ve şeytan ruhlu, karakterli insan.
c) Put ve tapınmak için dikilen taş.
d) Her çeşit bâtıl bu cümledendir. [263]
Geçen âyetlerle Kitap
Ehlinden ve özellikle Yahudilerin inat ve azgınlıklarından, Tevrat'ın
hükümlerini bir tarafa itip kendi çıkarları ve duyguları doğrultusunda ilâhî
buyrukları çiğnemelerinden söz edildi. Bu yüzden İlâhî lanet ve gazaba
çarpıldıkları hatırlatıldı.
Günahlara
koşuştuklarına dikkatler çekildi ve Allah'tan yana olan ilim adamlarının asıl
görevine parmak basıldı. Aşağıdaki âyetlerle yine Yahudilerin İslâm'a karşı
olan kinlerinden ve sıkıntıya düştüklerinde «Allah'ın eli sıkıdır» diyecek
kadar sapıttıklarından bahsediliyor. Müslümanlar kendi aralarında birlik kurup
Kur'ân'ın gölgesi altında toplanmayı sağladıkları takdirde Kitap Ehlinin savaş
ve fitne için yakacakları her ateşi Allah'ın söndüreceği bildiriliyor. [264]
64— Yahudiler, «Allah'ın eli
bağlıdır» dediler. Dediklerinden dolayı elleri bağlansın ve
lanet olunsunlar! Hayır, Allah'ın iki eli (ihsan ve rahmeti) açıktır; dilediği
gibi harcar.
Şanıma and olsun ki,
sana Rabbinden indirilen (ilâhî buyruklar) onların çoğunun azgınlık ve küfrünü
artırır. Aralarına tâ kıyamete kadar sürecek düşmanlık ve kin attık. Ne kadar
savaş için bir ateş yaksalar, Allah onu söndürür.
(Onlar durmadan)
yeryüzünde fesat çıkarmaya koşuşurlar. Allah ise fesat çıkaranları sevmez.
65— Eğer Kitap Ehli imân etselerdi ve (Allah'tan)
korkup (fitne ve fesat çıkarmaktan) sakınsalardı, günah ve kötülüklerini örter
ve kendilerini Naîm Cennetlerine koyardık.
66— Ve eğer Kitap Ehli, Tevrat ve İncil'i ve
Rablerinden kendilerine indirilen (Kur'ân hükümlerini) dosdoğru yerine
getirselerdi, elbette hem üstlerinden, hem ayaklarının altından (nice nimetler)
yerlerdi. Onlardan mutedil (ve insaflı)
bir grup yok değildir. Çoğu ise ne kötü işler yapıyorlar!
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki:
Cenâb-ı Hak,
Yahudilere tarihleri boyunca zaman zaman bol nimetler indirmiştir. Son dine
karşı gelip Peygamber (A.S.) Efendimizi yalanlayınca, Aliah o bol nimetini
onlardan kesti. Bu yüzden sıkıntıya düştüler. Onlardan kimi Allah'a cimrilik
isnat edip «Allah'ın eli çok sıkıdır» dediler. Geriye kalan ve çoğunluğu
oluşturanları ise bu sözlere karşı gelmediler. Bunun üzerine hepsi aynı inkâr
ve suçu işlemiş sayıldılar. O nedenle yukarıdaki âyetler indi. [265]
Diğer bir rivayet:
Resûiüllah (A.S.)
Efendimiz mü'minler arasında ciddi bir yardımlaşmayı sağlamak, sosyal
hayata canlılık kazandırmak
amacıyla, «Allah'a ödünç veren kim
var?» diye teşvikte bulundu. Bu sözden maksat, Allah için faizsiz ödünç
vermenin Allah katında kat kat karşılık göreceğini bildirmekti. Yahudilerden
bir grup bu sözü kasıtlı biçimde yorumlayarak, «Muhammed'in Allah'ı pek
fakirdir, Ona ödünç verilmesi isteniliyor!» dediler ve Allah sözünü alaya
aldılar. [266]
«Musa'nın ümmeti 71
fırkaya ayrıldı; onlardan yetmişi cehennemde, bir fırkası cennettedir. İsânın
ümmeti 72 fırkaya ayrıldı. Biri Cennet'te, 71'i cehennemdedir. Benim ümmetim 73
fırkaya ayrılacak; biri Cennet'te, 72'si Cehennem'dedir.»
Bunun üzerine soruldu
:
— Ey Allah'ın Peygamberi! Cennete girecek olan
fırka kimlerdir? Cevap verdi:[267]
— (İslâm) cemaatine, (İslâm) cemaatine gerekli
olanlardır. [268]
«Allah'ın sağ eli
dopdoludur: gece ve gündüz durmadan harcayıp dağıtması onu eksiltmez. Baksanız
ya, gökleri ve yeri yarattığından beri durmadan harcar, ama elinde olandan
hiçbir şey eksilmez.» [269]
«And olsun
ki sana Rabbından indirilen
(ilahî buyruklar) onların çoğunun azgınlık ve küfrünü artırır.»
Yahudî milleti bol
nîmete erişince Allah'ı kendilerine millî ilâh olarak kabul etmekle beraber
Tevrat ile ciddi anlamda amel etmemişler ve bu Yüzden sıkıntıya düşme yollarını
akletmeden kendilerine açmışlardır. Sıkıntılı günler başgösterince de Allah
hakkında şüpheci olmuşlar; ilâhî sünnetin şaşmazlığını bir türlü anlıyamıyarak
azgınlıkta bulunmuşlardır. Verilen nîmetin kimden, nasıl ve hangi hizmet
süzgeçlerinden geçtikten sonra geldiğini idrâk etmek, şüphesiz ki sıhhatli bir
şuur ve imân meselesidir. İnsanı, mülkün asıl sahibine götüren de bu idrâktir.
Cenab-ı Hak ise, ancak şükretmesini bilen anlayışlı, kadirbilir kullan için
sebepleri kolaylaştırır. Bu da O'nun sünnetlerinden biridir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Medine'ye hicret ettikten bir süre sonra, yine Yahudilerin inat,
azgınlık, fitne ve fesatları yüzünden Medine'de eski bolluğun yerini darlık
almış, halk sıkıntıya düşmüştü. Özellikle Yahudilerin ekonomik durumu iyice
sarsılmış, ciddi bir krizle yüzyüze gelmişlerdi, Bu durum karşısında iki yönlü
inkâr ve azgınlık göstermişler: Millî ilâh diye tanımladıkları Allah'ın elinin
sıkı olduğunu söyleme küstahlığında bulunmuşlar; böylece yeryüzündeki câri
olan hayatı idame kanununu bilmediklerini bir defa daha ortaya koymuşlardı.
Veya son peygamberle
arkadaşlarının açlık ve sıkıntı içinde son dini yaymaya çalıştıklarına
dayanamıyarak mü'minlerin inanç ve azmini sarsmak için «Allah'ın eli sıkıdır»
diyeeek kadar Tevrat ve Kur'ân'daki imân esaslarından uzaklaşmışlardır. İşte bu
yüzden ilâhî gazaba çarpılıp lanetlendiler.
İslâmî esasları, ilâhî
sıfatları eğitim yoluyla ciddi biçimde ruhuna ve kalbine yerleştiremiyen bazı
kişilerin de Allah hakkında buna benzer yakışıksız sözler sarfettikleri
duyulmaktadır. «Allah bizi görmüyor», «Allah bizi unuttu», «O zaten bize
vermez» gibi yakınmalar bu cümledendir. Bütün bunlar küfrü gerektirir.
Söyleyen kişi, tevbe ve istiğfar etmelidir. Aksi halde ilâhî lanete
uğrayabilir.
Kur'ân'm ilgili
âyetiyle Yahudilerin Allah hakkındaki yakışıksız sözleri misal olarak
verilirken mü'minler hem uyarılıyor, hem Allah hakkında nasıl düşünülmesi
gerektiği öğretiliyor. [270]
«And °'sun ki-sana
Rabbinden indirilen (ilahî buyruklar) onların çoğunun azgınlık ve küfrünü artırır»
rır.»
İlâhî vahyin
İsrâiloğulları'na has olduğunu sanan; kendilerini Allah'ın en sevgili kulları
olarak ilân eden Yahudi ileri gelenleri ve İsâ Peygamberi Allah'ın oğlu sanıp
üç ilâh inancını yaygın hale getiren ve tek kurtarıcının Mesih olduğunu iddia
eden Hıristiyan din adamları ilahî dinin esa-
sını zedelediler ve bu
sebeple; Tevrat ve İncil'de beşer elinin dokunma-sıyla meydana gelen
değişikliklerden haber veren; Musa ve îsâ Peygamberlerin asıl ölçüsünü ortaya
koyan, her iki kitapta da son peygamber Mu-hammed (A.S.)ın geleceğine dair
belgelerin bulunduğunu açıklayan Kur'-ân âyetleri indikçe çileden çıkıyor; son
dine karşı inkâr ve azgınlıklarını artınyorlardı.
Dini asıl amacından
uzaklaştırıp onu kin ve düşmanlık aracı haline getiren bu iki milletin aşırı
tutucuları, ilâhî uyarıların hiç birine kulak vermek istemedikleri için de
haktan yana olamadılar. Bu yüzden iki millet kendi aralarında da anlaşamadılar
ve her geçen gün mesafe daralacağı yerde açıldı; derken, birbirlerinin amansız
düşmanı oldular. Böylece her biri hem diğerine, hem İslâm'a hasım kesildi. Öyle
ki asırların gelip geçmesi bu kin ve düşmanlık ateşini söndürememiştir. Dinin
aslından, öz mayasından uzaklaşan bir milletin dindar geçinip din adına
yıkıcılık yapmaması düşünülemez.
Kur'ân bu hakikati şu
cümlelerle gözler önüne sermekte, Müslümanların böylesine yıkıcı bir yola
girmemeleri için gereken uyarıyı yapmaktadır : «(Yahudi ve Hıristiyanlar)
arasına tâ kıyamete kadar sürecek düşmanlık ve kin attık..»
Son asırda Nazilerin,
Yahudileri imha plânı bunun açık örneklerinden sadeee biridir. [271]
«Ne kadar savaş için
bir ateş yak-salar, Allah onu söndürür.»
Yahudi ve
Hıristiyanlar hiçbir devirde İslâm'ın gösterdiği hoşgörüye, onun kitap ve
peygamberlerini hak tanımasına karşılık olumlu bir temayül ve yakınlık
göstermemişler, aksine İslâm'ı kendilerine en tehlikeli hasım sayıp onu
yıkmayı planlamışlardır.
Maearistanlı Yahudi
yazar HERZL'in kurduğu Siyonizm ve benzeri teşkilat ve doktrinler yalnız
Filistin'de bir devlet kurmayı değil, İslâm ülkelerini içinden yıkmayı da amaç
edinmektedir. Bugün hâlâ İslâm ülkelerinin birleşememesinin asıl sebeplerinden
biri ve başta geleni bu değil midir?
Hıristiyan âleminin
kurduğu misyon teşkilatının, düzenlediği Haçlı Seferlerinin hep İslâm'ı yok
etmeğe yönelik bulunduğunu söylemek yanlış olmasa gerek.
«(Artık) ne kadar
savaş için bir ateş yaksalar Allah onu söndürür.»
mealindeki âyette bir
incelik var: Müslümanlar Kur'ân'a sahip çıkıp onun gölgesi altında
birleştikleri sürece, Allah Yahudî ve Hıristiyanların savaş ateşini
söndürmüştür. Müslümanlar birlik ve beraberliklerini kaybedip Kur'ân'ın
gölgesinden uzaklaştıkları takdirde, Allah'ın sözü edilen savaş ateşini
söndürüp söndürmiyeceğini bilemiyoruz. Ancak bildiğimiz şu ki: Müslümanlar
sünnetullah doğrultusunda Kur'ân'ın gölgesinde birleşip imkân ve irâde
sınırına kendilerini getirmedikleri takdirde ilâhî nusrat haklarında tecelli
etmez. Meğer ki has bir tecelfi ve müdahale irâde buyura. Çünkü ayette bu
konudaki açıklama geçmişle ilgili fiillerle yapılmıştır. Nitekim Haçlı
Seferleriyle yakılan ateş, Müslümanlar Kur'ân'ın gölgesinde birleşinceye kadar
sürmüştür.
Yakın geçmişte
Yahudilerin Filistin'e yerleşip devlet kurmaları ve çevrelerindeki İslâm
ülkelerine ağır darbe vurmaları hâlâ devam etmekte ve yaktıkları ateş
yanmaktadır. Çünkü Müslümanlar henüz Kur'ân'ın gölgesinde toplanıp bir güç
oluşturamadılar. [272]
«(Onlar durmadan)
yeryüzünde fesat çıkarmaya koşarlar.»
Kur'ân'da bu hususta
şimdiki zamanla gelecek zamana delâlet eden bir fiil getirilerek, Yahudî ve
Hıristiyanların İslâm'ın aleyhine durmadan yeryüzünde fitne ve fesat
çıkaracaklarına dikkatler çekiliyor.
Fesat kelimesi çok
yönlüdür: Ekonomik, kültürel ve siyasal alanlarda tezahür eder. Günümüzde
Yahudîlerin ekonomik alandaki başarısı ve Hıristiyanların kültür
emperyalizminin birçok yönleriyle İslâm âlemini bitkin hale getirdiğini
görmeyen göz kaldı mı? Hâlâ gaflet içinde bir ömür tüketen Müslümanlar varsa,
kime ne diyelim? [273]
«Eğer Kitap Ehli iman
etselerdi ve (Allah'tan) korkup (fitne ve fesattan) sakınsalardı, günah ve kötülüklerini
örterdik....»
Her şeye rağmen
Kur'ân, Kitap Ehlini İslâmî ölçülere göre, her üç kitaba inanmaya ve gereğince
amel etmeğe çağırıyor. Geçen geçmiştir, prensibinden hareketle günahlarının
bağışlanacağını ve bol nimetlere erişebileceklerini va'dediyor. Bunun sebebi
açıktır: Bugün yeryüzünde dört milyarın üstünde insan yaşamaktadır. Bunun 900
milyonu Müslüman, bir milyara yakını Hıristiyan ve 20 milyonu ise, Yahudîdir.
Böylece iki milyara yakın insan semavî dinlere bağlı bulunuyor. Geriye yine
iki milyara yakın insanın bir kısmı dinsiz, bir kısmı putperest, bir kısmı da
bâtıl oian dinlere bağlıdırlar. Semavî dinlere bağlı bulunanların anlaşması,
ciddi ve samimi diyalog kurması, son dinin esaslarında birleşmesi, şüphesiz ki
dünyaya rahatlık ve huzur getirecek, açlık ve sefaleti giderip küfür ve tuğyanı
durdurabilecektir.
Yahudilerin Tevrat'ın
aslına ve özüne, Hıristiyanların da İncil'in ruhuna ve mayasına dönüp onunla
dosdoğru amel etmeleri, şüphe yok ki onları Kur'ân'a ve Hz. Muhammed'e (A.S.)
götürecektir. İşte konumuzu oluşturan âyetle Kitap Ehline bu önemli husus
hatırlatılıyor.
Ayrıca Kur'ân, Kitap
Ehli'nin bir kısmının mutedil ve insaflı bulunduğunu da yer yer haber veriyor
ve o mu'tedillerin görevini bir bakıma hatırlatıyor :
«Onlardan mu'tedil (ve
insaflı) bir grup da yok değildir.» [274]
«Musa'nın kavminden
bir topluluk var ki, hakkı, doğruyu gösterip irşatta bulunurlar ve onunla
adaleti yansıtırlar.» [275]
«Kitap Ehlinden öylesi
de var ki, kendisine bir kantar (aftın) emanet bıraksan, onu sana öder.» [276]
«Allah'ın iki eii
(lütuf, ihsan ve rahmeti) açıktır.»
YED, sözlükte EL
mânasına gelirse de birçok farklı anlamlarda da kullanılmıştır:
a) Kuvvet ve kudret. (ULU'L-EYDİ VE'L-ABSAR)
b) Nîmet ve ihsan. (Lİ FÜLANİN İNDÎ YEDÜN
EŞKÜRUHU ALEYHA)
c) Mülk ü saltanat. (YEDULLLAHİ
FEVKA EYDİHİM).
d) Savaş ve şiddet. (YEDULLAHİ FEVKA EYDİHİM)
e) Yardım ve inayet. (YEDAHU MEBSUTETANİ)
f) Kendine has kılma. (HELAKAHU Bİ-YEDİHİ) [277]
Geçen âyetlerle Kitap
Ehlinin İslâm'a karşı besledikleri kin ve düşmanlıktan Söz edildi. Onlardan
mu'tedil planlara dikkatler çekilerek diyalogun sürdürülmesine işarette
bulunuldu.
Aşağıdaki âyetle,
Peygamberle O'nun yolunda bulunan İlim adamları ve mürşitlerin asıl görevi
hatırlatılıyor. Zaman zaman antiteze atıflar yapılmakla beraber bizim için
önemli olanın kendi tezimiz bulunduğuna dikkatler çekiliyor. Mü'minlerin
kendilerine düşen hizmeti yerine
getirmelerinde büyük faydaların ve İslâmî hikmetlerin vücut bulacağına işaret
ediliyor. [278]
67— Ey
Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer etmezsen, (Rabbin sana
verdiği) peygamberliği tebliğ etmemiş olursun. Alfah seni insanlardan korur ve
şüphesiz ki Allah kâfirleri amaçlarına eriştirmez.
Allah, risâlet
göreviyle Hz. Muhammed'i (A.S.) görevlendirdiğinde, O, yalnızlığın havası
içinde sıkıldı ve bir yandan da çevresinin onu yalanlamasından üzülmeğe
başladı. Bir taraftan da Yahudilerin, Hıristiyanların ve Kureyş kabilesinin
tehdidinden endişe duyuyordu. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [279]
Diğer bir rivayet:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bir gece uyuyamadı. Kendisine bunun sebebi sorulduğunda, «Beni bu
gece gözetip muhafızlığımı yapacak salih bir adam yok mudur?» diye sebebini ve
arzusunu açıkladı. Cok geçmeden kılıç sesi işitildi, derken ashabdan Sa'd b.
Ebî Vakkas ile Hz. Huzeyfe (R.A.) çıkageldiler ve : «Ey Allah'ın Peygamberi!
sizi korumaya geldik», dediler. Az sonra Resûlüllah'ın (A.S.) derin nefes alıp
verdiği duyuldu; bu sırada sözü edilen âyet indi. Allah Resulü deriden ma'mul
çadırdan başını çıkarıp muhafızlara : «Ey insanlar! artık ayrılıp
gidebilirsiniz. Allah beni insanlardan korumaktadır,» buyurdu. [280]
Veda Haccında
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ashabına şöyle buyurdu : «Doğrusu siz benden
sorumlusunuz. Bu hususta ne dersiniz?» Onlar da, «Senin teblîğ görevini yerine
getirdiğine, nasihatta bulunduğuna şehadet ederiz.» diye cevap verdiklerinde,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz parmağını göğe doğru kaldırıp, «Allahım! risâfeti
teblîğ ettim mi?» diyerek Allah'ı şahit tuttu. [281]
Hz. Âişe (R.A.)
Validemiz diyor ki:
«Kim Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin kendine inen vahiyden bir şey gizleyip onu insanlara teblîğ
etmediğini iddia ederse, Allah'ına karşı en büyük iftirada bulunmuş olur.
Çünkü Allah, «Ey Peygamber! sana indirileni tebliğ et.» diye emretmiştir. Eğer
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz inen vahiyden bir şey gizliyecek olsaydı, herhalde
Zeynep olayını gizlerdi.» [282]
İki karşıt amaçtan
kasdımiz, yarış halinde olan imanla küfrün kendi hedeflerine ulaşması söz
konusudur. Şöyle ki: İmânın gereğine göre amel edip Allah adı daha yüce olsun
diye, cesaretli, şuurlu, planlı ve sürekli faaliyet göstermek farzdır.
Mü'minler imkân ve irâdelerini bu doğrultuda azim ve sebatla kullanırlarsa,
tecelli edecek ilâhî inayetle amaçlarına erişirler. Aksi halde küfür, amacına
erişme şansına sahip olur.
Çünkü bu iki karşıt
amacın birden ve aynı ölçüde gerçekleşmesi mümkün değildir. Bunlar bir bakıma
ters orantılıdırlar: İmân cephesi belirtilen ölçüde amacına yaklaştığı oranda
küfür cephesi geriler. Biz bunu bir KON-VEKSİYON AKIMA benzetebiliriz : Sıvı
bir madde ısıtıldığında yayılıp daha az yoğun hale gelir. Bu sebepten bir sıvı
ya da gazın en sıcak kısmı geri kalan kısmından daha az yoğundur ve yukarı
çıkar. Aynı zamanda sıvının daha yoğun kitleleri de onun yerini almak için dibe
çöker.
İşte ilgili âyetle
buna işaret ediliyor; «Allah seni insanlardan korur.»
Çünkü Resûlüllah'ın
(A.S.) bütün imkân ve enerfisi Allah yolunda faaliyet halinde idi. «Ve şüphesiz
ki Allah kâfirleri amaçlarına eriştirmez.» Çünkü imân cephesi aktivitesini
bilinçli ve plânlı kullanarak üste çıkmıştır. Bu durumda hem imân, hem küfür
kitlesinin birden üste çıkması düşünülemez. [283]
Yukarıdaki âyetle
Peygamber (A.S.)in ve Onun yolunda olan mürşitlerin görevi açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle, Kitap Ehline seslenilerek Hakk'a uzanan yolun ölçü ve
anlamı belirtiliyor. Gerçek anlamda dindar olmanın, Allah'tan indirilen
kitaplarla dosdoğru amel etmekle mümkün olacağı hatırlatılıyor.
İsrâiloğullan'nın
zaman zaman bu ölçüyü kaybettikleri, çok yanlış bir yola girip peygamberleri
katlettikleri, bu yüzden kendileri adına büyük fitnelere sebebiyet verdikleri
açıklanıyor. Yaşamakta olan kuşakların geçmişten ibret almaları çok duyarlı
biçimde kalb ve kafalara işleniyor. [284]
68— De ki: «Ey Kitap Ehli! Tevrat'ı, İncil'i ve
size Rabbinizden indirilen (Kur'ân hükümlerini) dosdoğru yerine getirmedikçe
hiçbir şey (ciddi bir inanç ve temel) üzere değilsiniz.» Şanıma and olsun ki,
Rabbinden indirilen (Kur'ân) onlardan çoğunun azgınlık ve küfrünü artırır.
Artık sen kâfirler topluluğuna (bu tuğyanlarından dolayı) üzülme.
69— Şüphesiz ki, (görünürde yalnız dilleriyle)
imân edenlerle Yahudiler, Sabitler ve Nasranîler'den kimler Allah'a ve âhiret
gününe inanırlar, iyi ve yararlı amelde bulunurlarsa, onlara hiçbir korku
yoktur ve onlar
üzülmeyeceklerdir de..
70— And olsun ki, İsrâiloğulları'ndan sağlam söz
aldık ve kendilerine peygamberler gönderdik; ne kadar onlara bir peygamber,
canlarının hoşlanmadığı bir hükümle geldiyse, kimini yalanladılar; kimini de
öldürüyorlardı.
71— Hem (yapageldiklerinden dolayı) bir fitne
olmıyacağını sandılar da körleşip sağırlaştılar. Sonra Allah onların tevbesini
kabul etti. Sonra yine onlardan çoğu körleşip sağırlaştılar. Allah onların ne
yaptığını görmektedir.
Yahudilerin ileri
gelenlerinden ve daha çok din adamlarından sayılan birkaç kişi Resûlüllah
(A.S.) Efendimize gelerek dediler ki: «Ey Muhammedi Sen İbrahim'in dini ve
milleti üzere olduğunu; Tevrat'a inandığını, onun hak kitap olduğunu söylemiyor
musun?» Peygamberimiz (A.S.) onlara şu cevabı verdi : «Evet, ama siz Allah'ın
kitabına yeni şeyler uydurup soktunuz, kelimelerini konulduğu yerlerinden
oynattınız, verdiğiniz kesin sözden döndünüz, emredildiğiniz şeyleri
gizlediniz; bu nedenle Tevrat'ta ben sizin bu uydurmalarınızdan beriyim.» Yani
Tevrat'ın hak kitap olduğuna inanırım, ama elinizdeki yazılı Tevrat
nüshalarının tamamına inanmam, çünkü onda değişiklik yaptınız.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin uyarı mahiyetindeki bu cevabına itiraz edip, «O halde biz
elimizdekine bağlanıyor ve onun hak üzere olduğuna inanıyoruz. Sana ise,
inanmıyor ve uymuyoruz.» diyerek küstahlıkta bulundular.
O sebeple yukarıdaki
âyetler indi. [285]
«De ki: Ey Kitap Ehli!
Tevrat'ı, İncil'i ve size Rabbınızdan indirilen (Kur'ân hükümlerini) dosdoğru
yerine getirmedikçe hiçbir şey (ciddi bir inanç ve temel) üzere değilsiniz.»
İlgili âyetle, başta
Kitap Ehli olmak üzere dinlerden birine bağlı bu-
lunan bütün insanlara
çok önemli bir husus hatırlatılıyor: Aynı kaynaktan süzülüp indirilen üç büyük
kitabı yanyana koyun da dinlerin ve kitapların nasıl tedricî bir tekâmül
devresi geçirdiğini iyice anlamaya çalışın. Sonra da Tevrat ile İncil'de hâlâ
ilâhî vasfını koruyan belgeleri Kur'ân âyetleriyle karşılaştırın; insan elinin
dokunup değiştirdiği kısımları görün ve Kur'ân'ın bunları nasıl tashîh ettiğine
dikkat edin.
Ayrıca imân
esaslarıyla ilgili belge ve âyetleri de inceleyin. Sonra da Son Peygamber Hz.
Muhammed'in (A.S.) gönderileceğiyle ilgili beyânları akıl ve vicdan süzgecinden
geçirin. Ancak o zaman Allah'ın insanlar için rahmet olarak gönderdiği dinlerin
yararını, özellikle son dinin ve son kitabın tPkâmülün doruğunda bulunduğunu
daha iyi anlar ve imânınızı daha sağlarr bir temele oturtabilirsiniz.
Bunun için aynı husus
66. âyetle açıklandığı halde 68. âyetle daha duyarlı biçimde tekrarlandı ve
ayrıca şu iki önemli noktaya dikkatler çekilmek istendi:
1. Üç kitaptaki dinî esasları biraraya getirip
Tevrat'tan İncil'e ve bu ikisinden de Kur'ân'a geçiş sağlandığı ve ciddi bir
mukayese yapıldığı takdirde Tevhîd Akidesi'nde birleşen dindarların hem
kendileri, hem bütün insanlık için rahmet ve huzur dengesi olacaklarında şüphe
yoktur. Yürürlükten kaldırılan bir kanuna bağlı kalmakta ısrar etmenin hiçbir
anlamı olmasa gerek. Ancak yeni çıkarılan kanunla, yürürlükten kaldırılan arasında
bir mukayese yapıp hangisinin sosyal yapıya daha çok yarar sağlı-yacaği ve
huzur getireceği üzerinde durmak aklı eren her hukukçunun görevidir. İşte
dinler de böyle. Tevrat ve İncil'e bağlı kalmanın hiçbir makul anlamı yoktur.
Ancak bu iki kitabı en son indirilen Kur'ân'la karşılaştırıp mukayese yapmak
her din âliminin görevidir.
2. Daha çok kitap ehlinin üç kitabı
karşılaştırıp birinden diğerine tekâmül yollu geçişin sebep ve hikmetlerini ve
dinlerin neden İslâm ile noktalandığını araştırmaları gerekmez mi? Kapalı bir
odada aynı fabrikanın kademeli biçimde geliştirilmiş imalatından üç şeyden
birini -ciddi hiçbir inceleme yapmadan ve seri numaralarına, imalat tarihlerine
bakmadan-alıp onun en iyisi olduğunu iddia etmek ne kadar yanlışsa, din
âlimlerinin dinler arasında ciddi bir inceleme yapmadan her bir grubun bağlı
bulunduğu dinin hak veya daha yüce olduğunu iddia etmesi de öylece yanlıştır.
Tekrar edelim ki, bu inceleme halk tabakasının değil, ilim adamlarıyla din
adamlarının görevidir. [286]
«Şüphesiz ki,
(görünürde yalnız dilleriyle) iman edenlerle Yahudiler, Sabiîler ve
Nasrânîlerden......»
Kur'ân indirilmeden
önce Tevrat ve İncil'in değiştirilmemiş ilâhi hükümleriyle amel edip, imânın
iki ana esasını oluşturan Allah'a ve âhiret gününe dosdoğru inananlar için,
şüphesiz ki kıyamet günü hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de..
Kur'ân inip dinlerin
son halkasıyla tekâmül sona erince, artık Hz. Mu-hammed'e (A.S.) inanıp Tevhîd
Akidesi'ne bağlı kalan mü'minlerle, Yahudilerden, Sâbiîlerden ve
Hıristiyanlar'dan Kur'ân'ın gölgesi altında Allah'a ve âhiret gününe inanıp iyi
ve yararlı amellerde bulunanlar için de (kıyamet günü) bir korku ve endişe
yoktur ve o gün onlar üzülmeyeceklerdir de..
Bakara sûresi 62.
âyetle de aynı husus daha önce belirtilmiş ve bununla, ilâhî afv've rahmet
kapısının her zaman, her millet için acık bulunduğu hatırlatılmış, daha çok
Kitap Ehline seslenilmiştir. Ayrıca âyette, sadece dış görünüşüyle mü'min
bulunmanın veya katı ve tutucu bir Yahudi, ya da Hıristiyan olmanın yeterli
kabul edilmiyeceğine işaret vardır. Hz. Muhammed'den (A.S.) önce bunların
geçerli olduğu, ama o geldikten sonra artık Tevrat ve İncil'in yürürlükten
kaldırıldığı muhakkaktır ve ancak bu takdirde kıyamet günü korku ve
endişelerden kurtulup güvene kavuşabileceklerdir.
. Mâide sûresinde
tekrar aynı konuya geçilmesi, hem ilâhî davet kapısının açık bulunduğunu bir
defa daha hatırlatmak, hem de bu hükmün sadece Yahudî, Hıristiyan ve Sabiîlerle
bağlantılı olmadığını, her millet ve kabile için geçerli bir davet anlamı
taşıdığını belirtmek içindir. [287]
Diyebiliriz ki, hiç
kimsenin, Allah'a ve âhiret gününe dosdoğru inanmadıkça ve salih amellerde
bulunmadıkça Allah'ın yanında bir fazileti ve kayda değer bir meziyeti yoktur.
Çünkü insanın biri nazari, diğeri amelî iki kuvveti vardır: Nazarî kuvvetin
kemâli ancak Hakk'ı bilmekle gerçekleşir. Amelî kuvvetin kemâli ise, ancak iyi
ve yararlı şeyleri yapmakla sağlanır. Şeref bakımından maarifin en üstünü,
mevcudatın en yücesini ve en şereflisini bilmektir ki, O da Şanı Yüce
Allah'tır. Allah'ı bilmenin kemâli, ancak haşır ve neşre kadir olduğuna
inanmakla ortaya çıkar. O halde maarifin en üstünü, Allah'a ve öhiret gününe
inanmaktır. Amellerde hayır-
ların en üstünü ise.
Mabuda üstün saygı ifade eden amellere devam etmek, yararlı şeyleri Allah
kullarına ulaştırmaktır. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «İlâhî emre
saygılı bulunmayı, Allah kullarına şefkatli olmayı faziletin başı, kulluğun en
şerefli görevi olarak» nitelemiştir.
İşte böyle bir imân ve
ameli kendinde toplayan kimseye kıyamet günü ne korku vardır, ne de üzülme..
Korku ve üzüntünün bir
arada anılmasının yararı ise şudur: Korku gelecekle, üzüntü geçmişle ilgilidir.
Kıyametin ürpertici havası karşısında korkmazlar. Dünya nimetlerinin elden
çıktığına üzülmezler. Çünkü daha şerefliye, daha güzele ve daha iyiye
kavuşmuşlardır. [288]
«Ne kadar onlara bir
peygamber, canlarının hoşlanmadığı bir hükümle geldiyse, kimini yalanladılar,
kimini de öldürdüler.»
Peygamberleri
öldürmek, ya vücutlarını ortadan kaldırmakla, ya da getirdikleri dinî esasları,
ahlâkî kuralları değiştirip unutturmakla gerçekleşebilir. İsrailoğulları
katlin bu iki şeklini de yapagelmişlerdir. Ama on-larfn geçmişteki bu azgınlık
ve fitnelerini nakletmenin yararı nedir? Hem Kur'ân'da tekrar tekrar bunlardan
söz edilmesiyle yaşamakta olan milletlere anlatılmak istenilen nedir?
Kur'ân taşıdığı ilâhî
ve lâhutî belâğetin en ölçülü metoduyla bizlere bununla çok önemli iki veya üç
hakikati sergilemek istiyor:
1.
İsrailoğulları, önceleri Asya'da ve Afrika'nın doğu kesiminde, sonraları
dünyanın birçok önemli tiearî merkezlerinde sosyal hayata renk ve hareket
katan, ekonomik dizgini elinde tutan ve kendi millî inançları doğrultusunda
birbirlerine çok bağlı, başkalarına karşı ilgisiz ve hissiz bulunan tutuau bir
millettir. Onları ıslâh edip doğru yola getirmek, herhalde yaşadıkları
ülkeleri huzura kavuşturmak demektir. Hiç olmazsa onları iyi tanımak ve
tanıtmak suretiyle şerlerinden korunma ve ona göre tedbirli olma yollarını belirgin
hale getirmektir.
O halde bu iki hususun
unutulmaması için, İsrâiloğullan'nm devam edegelen karakterleri hakkında
sunulan bilgi ve açıklamanın hafızalarda iz bırakıp silinmemesi gerekir. İşte
bu konuda Kur'ân'daki tekrarın yararlarmdan biri ve en önemlisi bence budur..
2.
Peygamberleri katletmek, daha doğrusu peygamber ahlâkını unutturmak, kuşakları
maneviyattan uzaklaştırıp materyalizmin potasında şekillendirmek elbetteki
büyük fitnelere ve önüne geçilmesi zor kargaşalıklara yol açar. Çünkü amaç
madde olunca, aradaki ahlâk ve fazîlet çiğnenir. Bu da milletleri içinden
kemirip çökerten faktörlerin başında gelir. Nitekim bu yüzden birçok milletler
tarih sahnesinden silinmişlerdir. Yahudiler de bu yüzden tarih boyunca birçok
işkence ve esaret zilletine düşmüştür. Son yıllarda Yahudilerin nesli manevî
potada şekillendirme politikası başarılı olmuş, Tevrat'a ve Musa Peygambere
bağlılık bir eğitim işi ve metodu olarak işlenmiş ve böylece bir İsrail Devleti
kurulabilmiştir. Tabii bu arada dağıldıkları ülkelerde ekonomik dizgini
elterinde bulundurmanın da bunda katkısı oldukça önemlidir.
Kur'ân'da bütün bu
gerçekler bir cümleyle anlatılmaktadır:
«Hem
(yapageidiklerinden dolayı) bir fitne olmıyacağını sandılar da körleşip
sağırlaştılar.» [289]
Dâvud ve Süleyman
Peygamberler hem peygamberlik, hem hükümdarlık gibi iki önemli hizmeti bir
arada sürdürdükleri ve geniş bir askerî güee sahip oldukları için
İsrâiloğulları bu iki peygamber devrinde ister istemez Tevrat'a uyup düzenli
ve debdebeli bir hayat sürdüler. Buna, doruğa erişme devresi de denilebilir.
Her yükselmenin bir düşüşü, her çıkışın bir inişi vardır. Sözü edilen iki
peygamberden sonra İsrâiloğulları kafa ve kalblerini tamamen dünya saltanatına
verdiklerinden yavaş yavaş âhirete imân sınırından uzaklaşmaya yüztuttular. Bu
yüzden Tevrat'taki âhiretle ilgili kayıt ve belgeleri bile çıkardılar. Ardarda
gönderilen peygamberlerle onlar arasında amansız tartışma ve sürtüşmeler
başladı. Çoğunu yalanladılar ve bir kısmını öldürdüler. Son olarak Zekeriya ve
Yahya peygamberleri öldürmeleri; İsâ ve Muhammed (A.S.) peygamberleri
yalanlamaları, işledikleri cinayet zincirinin son halkalarını oluşturmaktadır. [290]
SABİÎN : Sabiîler deyimi hakkında
Bakara sûresi 62.
âyetin tefsîrinde
geniş bir açıklamada bulunmuştuk. Burada yeri gelmişken onun bir özetini
vermemizde yarar vardır:
a) Mecûsî (Zerdüşt dinine bağlı olan)lar. Diğer
bir tabirle ateşe tapanlar.
b) Yahudilerle Hıristiyanlar arasında ayrı bir inanç
üzere bulunanlar.
c) Zebur'a bağlı olup sadece onunla amel
edenler.
d) Meleklere tapanlar.
e) Meleklere tapıp Zebur okuyan ve kendilerine
göre bir kıble belirleyip oraya yönelerek ibâdet eden bir millet.
f) Peygamberlere icmalen inanıp kendilerine göre
namaz kılan, oruç tutan bir topluluk. Kıblelerinin de Yemen olduğu söylenir.
g) Sadece LÂ İLAHE İLLALLAH diyen, şeriat ve
kitapları olmayan bir fırka.
h)
Yıldızlara tapan bazı kavimler. [291]
Yukarıda geçen
âyetlerle Kitap Ehlinin yanlış tutumuna, son dine karşı hasmane davranışlarına
temas edildi. Sonra Yahudîlerin Tevrat'ın sınırlarını aşıp imân esaslarından
uzaklaştıkları hatırlatıldı. Aşağıdaki âyetlerle Hıristiyanların da aşın
tutucu olmaları ve İncil'deki ilâhî sözlerin yanlış terceme edilmesi sonucu
Tevhîd Akidesi'nden saptıkları, Allah'a babalık isnat edecek kadar, İsâ
Peygamberi ilâh sayacak kadar küfre kapı açtıkları açıklanıyor. Sonra da
Tevhîd Akidesi'nin esası belirlenerek Müslümanların bu yoldan sapmamaları
hatırlatılıyor. [292]
72— Şanıma
and olsun ki, «Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisidir» diyenler kâfir
olmuşlardır. Halbuki Mesih, (onlara şöyle) demişti: «Ey İs-râiloğulları! Benim
ve sizin Rabbiniz Allah'a tapın. Doğrusu kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz ki
Allah ona cenneti haram kılar; varıp eyleşe-ceği yer ise ateş (cehennem)dir.
Zâümierin hiçbir yardımcısı da yoktur.
73— And
olsun ki, «Allah üçün üçüncüsüdür (üç Allahtan biridir)» diyenler de kâfir
olmuşlardır. Halbuki bir ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer dediklerinden
vazgeçmezlerse, şüphesiz onlardan
küfre girenlere elem verici bir
azap vardır.
74— Hâlâ Allah'a tevbe edip bağışlanmalarını dilemiyecekler mi?! Allah çok bağışlayan ve çok merhamet
edendir.
75— Meryem oğlu Mesîh, peygamberden başka
değildir; şüphesiz ki ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Annesi de çok
doğru (ve iffetli) bir kadındı; ikisi de yemek yerlerdi. Dikkat et, onlara
âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz; sonra yine dikkat et de bak, nasıl
çevriliyorlar!
76— De ki, Allah'ı bırakıp da size zarar ve
yarara sahip ofamıyan şeylere mi tapıyorsunuz? Allah (herşeyi) işiten ve
bilendir.
Mevcut İncil'lerin İsâ
Peygamberden sonra Havarîier tarafından yazıldığı, hattâ bir kısmının onlar
tarafından değil de sonraları kaleme alındığı bilinmektedir. İlk inen İncil'in
İbranice olduğunda çoğu araştırıcı ve tarihçiler birleşmişlerdir. Bunun gibi
Havarîier tarafından hafızalarında ve yazılı parçalar halinde kalan İncil de
İbranîce yazılmıştır. Çünkü o gün için bölgede konuşulan dil bu idi. Bilahare
Latince ve Yunancaya, onlardan da çeşitli dillere çevrilen ve zaman zaman
düzeltilmeye tabi' tutulan İndilerde «Rab» yerine BABA, «Çok sevgili kulu»
yerine OĞUL veya BİRİCİK OĞLU tabirleri konulmuş ve böylece ÜÇ İLÂH = Baba,
Oğul ve Ruhu'l-kudüs inancı ortaya çıkmıştır.
Belirtilen hususu bazı
örneklerle açıkhyalım :
«Zira Allah dünyayı
öyle sevdi ki, BİRİCİK OĞLUNU verdi; tâki ona imân eden her adam helak
olmasın..» [293]
«Allah dünyaya
hükmetsin diye değil, ancak dünya onun ile kurtulsun diye, OĞLUNU dünyaya
gönderdi.» [294]
«Bana imân edin, ben BABADAYIM,
BABA da bendedir.» [295]
«Ben gerçek asmayım ve BABAM bağcıdır.» [296]
«Hiçbir zaman Allah'ı
kimse görmemiştir; BABANIN kucağında olan BİRİCİK OĞLU, kendisini ona bildirdi.»
[297]
«İsâ gözlerini göğe
kaldırıp dedi: Ey BABA! saat geldi; oğlunu ta'zîz eyle ki, oğul seni ta'zîz
etsin.» [298]
«O büyük olacak, ona
yüce Allah'ın OĞLU denilecek.» [299]
«Allah'ın OĞLU İsâ Mesih'in İncil'inin başlangıcı.» [300]
«İsâ, Galile'nin
Nasıra şehrinden gelip Erden'de Yahya tarafından vaftiz olundu, hemen sudan
çıkarak göklerin varıldığını ve kendi üzerine Ruhun güvercin gibi indiğini
gördü ve göklerden, «Sen benim sevgili oğlu msun, senden razıyım» diye bir ses
geldi..» [301]
«Gökte ve yeryüzünde
bütün hâkimiyet bana verildi, İmdi siz gidip bütün milletleri şakirt edin,
onları BABA ve OĞUL ve RUHULKUDÜS ismiyle vaftiz eyleyin..» [302]
İşte Hıristiyan din
adamları bu hatalı çevirilerin tesiri altında kalarak ÜÇ TANRİ fikrini ortaya
atıp geliştirmişlerdir. Bunun aksini savunan, yani Allah'ın bir olduğunu,
ortağı bulunmadığını söyleyen din adamları ise lanetlenmiştir. Nitekim PAPA
HONORİUS, üç tanrı inancına karşı çıktığı, bunun gerçek kutsal kitapla, akl-î
selimle bağdaşamadığını ileri sürdüğü için (M. 680) lanete lâyık görülmüştür.
Çünkü onlara göre, İsâ Allah ile birdir, Onun BİRİCİK OĞLUDUR. Bu bakımdan İsâ
fiziksel yapısıyla insan, ruhsal yapısıyla Allah'tır. Ruhul-kudüs onunla
birleşmiştir. Diğer bir ifadeyle, Mesîh Allah'ın biricik oğludur. Allah onun babasıdır;
baba oğula hülûl edip (girmiş) onunla, birleşmiş ve bundan Ruhulkudüs
oluşmuştur.
Kur'ân-ı Kerîm'de, din
adına uydurulan tevhît ve akı! dışı bu inancın küfür_ olduğu, Allah'tan başka
ilâh olmadığı açıklanıyor; Allah'ın BİRİCİK OĞLU diye vasfettikleri İsâ ile
anasının diğer insanlar gibi yeyip içtikleri, Allah'ın ise bu tür beşerî
sıfatlardan pak ve münezzeh bulunduğu, çok özlü biçimde belirtiliyor.
Aslında hâlen mevcut
İncillerin diğer bazı kısımlarında TEVHÎT AKİDESİ (Allah'ı bir bilme inancıjnın
kalıntılarına rastlamaktayız. Buna bir iki örnek vermemizde yarar vardır:
«İsa ona cevap verdi:
Dinle ey İsrail! Allahımız Rab, bir tek olan Rab'-dir.» [303]
«İsa ona dedi: Niçin
bana iyisin diyorsun? Ancak bir kişi (varlık) iyidir, o da Allah'tır.» [304]
Ayrıca Bernaba
İncil'inde bu husus daha açık ve net şekilde anlatılmıştır. Şöyle ki: «Yesû'
(İsa) Zeytin dağına çıktı; sabahleyin namaz kıldı ve şöyle duâ etti: Ya Rab!
Sen bilirsin ki, ben senin kulunum, senden istiyorum...» [305]
Yukarıda geçen
âyetlerle Kitap Ehlinin dinin esasından nasıl koptukları, hislerine mağlup
olarak hak dine karşı çıktıkları ve bu yüzden küfre düştükleri açıklandı.
Tevhît Akidesi'nin sapasağlam ayakta durmasının lüzumu belirtildi ve bunun
bütün hak dinlerin temelini oluşturduğuna dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle*
dinde sınırı aşmanın, ifrat ve tefrite düşmenin sakıncaları anlatılıyor. Hakka
inanmış bir milletin hak sınırından ayrılmaması, varolmasının teminatı
anlamına geldiğine işaret ediliyor. Toplum bünyesinde -iyiliği emretme,
kötülükten men'etme hususunda- otokontro-lün lüzumu belirtiliyor.
İsrâiloğulları'nın Babil'e sürülüp 70 yıllık esaret kaydı altında
inletilmelerinin sebeplerinden birinin bu kontrolsüzlük olduğu hatırlatılmak
isteniyor. Sonra da Kitap Ehlinden olan inkarcıları, müs-lümanlardan bir
kısmının dost edinmelerinin onlara pek pahalıya mal olduğu çok duyarlı bir
anlatımla açıklanıyor. [306]
77— De ki: Ey Kitap Ehli! Dininizde haksız yere
taşkınlık yapıp sınırı aşmayın. Daha önce sapmış ve birçoklarını saptırmış da
düz yoldan ayrılmış bir topluluğun heveslerine uymayın.
78— İsrâiloğulları'ndan küfre
sapanlar, Davud'un ve Meryem
oğlu
İsa'nın diliyle
lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve taşkınlık yapıp haddi
aşmalarındandır.
79__ öyle
ki, yaptıkları kötülükten birbirlerini men'etmiyorlardı. Ya-pageldikleri şey ne
de kötü!.
80__
Onlardan çoğunun (Allah'ı) inkâr edenleri dost edindiklerini görürsün.
Nefslerinin kendilerinden yana öne sürdüğü şey ne kötü!. Allah onlara
hışmetmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcılardır.
81— Eğer
Allah'a, Peygambere ve Peygambere indirilene imân etmiş olsalardı, elbette o
kâfirleri dost edinmezlerdi; ne var ki onların çoğu fâ-sık (ilâhî yolu ve
sınırı aşmişjdırlar.
«İsrâiloğulları
isyanlara başlayınca, ilim adamları onları men'etmeğe calıştılarsa da onlar
vazgeçmediler. Sonra ilim adamları da onlara katılıp aynı mecliste oturup
birlikte yediler ve içtiler. Bu sebeple Allah onların kalblerini birbirine vurdu
da isyanları ve haddi aşmaları sebebiyle Dâvud ve İsa'nın diliyle onları
lanetledi.» [307]
«İsrâiloğulları'nın
üzerine ilk giren noksanlık şu idi: Biri diğeriyle karşılaşınca şöyle derdi,
«A adam! Allah'tan kork,, işleyegeldiğin kötülüğü terket, çünkü bu sana helâl
değildir.» Sonra ikinci gün karşılaştıklarında biri diğerini men'etmedi,
üstelik onunla oturarak yiyip içti. Böyle yapınca da Allah onların kalblerini
birbirine vurdu (ve lanetledi).» [308]
Ashab'dan Ubâde bin
Sâmit (R.A.) diyor ki :
«Biz, Resûlüilah (A.S.)
Efendimize, bolluk ve darlık, sıkıntılı ve genişlik, ferahlık ve üzüntülü
hallerimizde; Onu ve hükümlerini kendimizden' üstün tutmak, işin ehliyle
tartışmamak, çekişmemek; ancak açıktan bir küfür olduğuna dair yanımızda Allah
tarafından indirilmiş açık bir kanıt bulunduğu durum müstesna olmak; nerede
olursak olalım ancak hakkı söylemek ve Allah yolunda ayıplayanin
ayıplamasından endişe duymamak üzere bey'at ettik.» [309]
Resûiüllah (A.S.)
şöyle buyurdu :
«İnsanın her eklemine
karşılık her günü (aralıksız) namaz gerekir.»
dıkları açıklanıyor.
Ancak şunu unutmamak gerekir: Allah kimseye zulmetmez. Onun gazabı, koymuş
olduğu Sünnetullah'a uymamakta ve hayat kanununu çiğnemekte gizlenmiştir. O
halde insanlar kendilerine zulmederler. İlâhî kanunlara uyanlar mutlu,
uymayanlar mutsuz olurlar. Bu kanunlar kimsenin hatırı için değişmez.
Mu'cizeler müstesna..
Bunun için hakkın
sınırını aşıp tuğyan eden önceki Yahudiler Milattan önce 587'de Babil kralının
hışmına uğramış; yakalarını kurtaramıya-rak esaret kaydına düşmüş ve böylece
her şeylerini kaybetmişlerdi. Bu esaretin 70 yıl sürdüğünü tarihçiler
nakletmektedir. Neden yetmiş yıl denilecek olursa, şu cevabı vermek mümkündür:
Tuğyan eden kuşakların silinmesi, yeni kuşakların ortaya çıkması ancak bu kadar
yıl içinde gerçekleşebilir.
Babil esaretinden
sonra yine geçmiş olaylardan ibret almıyan yeni kuşaklar, atalarının yolunu
tutmaya yönelmiş ve bu yüzden onlar da hakkın sınırını aşmışlardı. Derken bu
defa Roma İmparatoru TİTUS (M.S. 79) tarafından istilaya uğradılar, yurtları
yakılıp yıkıldı; kendileri sefil ve perişan oldular. Titus iyilik sever bir
imparator olmasına rağmen Yahudilere karşı -ne hikmetse- bu duygusunu açığa
vurmamış ve kullanmamıştır.
Kur'ân bu ibretli
tarihî olayı naklederken daha çok iki milleti uyarmaktadır. Yahudîler,
atalarının yoluna girerlerse, ilâhî kanunlar değişmez, mutlaka hükmünü yine
yürütür. Müslümanların da bu olaylardan yeterin-çe ibret almaları, kendilerine
sunulan ilâhî emanete lâyık olmaya devam etmeleri gerekmektedir. [310]
«Öyle ki, işledikleri kötülüklerden
birbirlerini men'eSmiyorlardı. Yapageldikleri şey ne kötü!.»
İslâm, getirdiği esas ve prensipleriyle toplum
yapısında otokontrolün sağlanmasına özen gösterir ve buna yeterince önem verir.
Hz, Peygamberin, (A.S.) «Sizden biriniz bir kötülük görürse, onu eliyle
gidersin. Buna güç getiremezse, diliyle gidersin. Buna da güç getiremezse,
kalbiyle gidermeye (nefret duyup çareler düşünmeye) çalışsın ki, bu imânın en
zayıf tarafıdır.» buyurması, tamamen bu kontrolü sağlamayı amaçlar. [311]
Kur'ân'da ilgili
79. âyetle, İsrâİloğulları'nın birbirlerinin kötülüğüne engel olmadıkları, bu hususta
sosyal yapılarında otokontrol düşünmedikleri için çok geçmeden yıkılıp
dağılmaya, başka milletlere yem olmaya mahkûm edildiklerine dikkatler
çekiliyor.
Şüphesiz ki tarihî bir
gerçeğin özlü ve ibretli noktasına parmak basılmasına, hem yaşamakta olan
Yahudilere tarihlerini hatırlatmak, hem de Hz. Muhammed (A.S.)ın ümmetini
uyarıp aynı hataya düşmelerini önlemek gibi hikmetler söz konusudur. Ayrıca
hakkı inkâr edenleri, diğer bir deyimle kâfirleri dost edinen inanmış bir
milletin sonunun perişanlık olduğuna atıflar yapılıyor. Nitekim zaman zaman
İslâm milletlerinden bir kısmının böylesine hatalı bir yola girdiği ve sonunda
sefil ve perişan olduğu da bilinmektedir. [312]
Yukarıda geçen
âyetlerle Kitap Ehli'nin gerek birbirlerine, gerekse İslâm'a karşı olumsuz
tutumları açıklandı. Sosyal hayata artık yön verme ölçü ve değerini kaybetmeden
Tevrat ve İncil'in zamanla asıllarından nasıl uzaklaştırıldıkları, Allah
sözüne beşer sözünün karışmasıyla nasıl anlaşılmaz bir duruma getirildiği ve
Kur'ân'ın gerçeği yansıtan âyetlerinin bu iki kitabı nasıl tashih ettiği
-işaretle de olsa- belirtildi. Bu yüzden Kitap Ehlinin inen her âyet
karşısında küfür ve inatlarını artırdıklarına temas edildi.
Aşağıdaki âyetlerle
Kitap Ehlinden Yahudilerin İslâm'a ve mü'minlere karşı içlerinde besledikleri
kin ve düşmanlığın hat safhada bulunduğu açıklanıyor. Onlara oranla Hıristiyan
din adamlarının daha insaflı davrandığı, hakka karşı daha yatkın bulundukları,
hakikat güneşi karşısında zaman zaman göz yaşı döküp Hakk'a teslimiyet
gösterdikleri hatırlatılarak hem Hıristiyanların, hem Müslümanların yeterince
dikkati çekiliyor. [313]
82— And
olsun ki, mü'minlere karşı insanlardan en şiddetli düşman olarak Yahudileri ve
bir de Allah'a ortak koşanları bulursun. Ve onlardan mü'minlere karşı en yakın
sevgi gösterenleri ise, «Biz Nasrâmyiz» diyenleri bulursun.
Bu da. onların
arasında papazlar ve rahipler bulunduğu içindir; hem bunlar (hakkı kabulde)
büyüklük taslamazlar.
83—
Peygambere indirileni işitince, hakka olan aşinalıklarından dolayı gözlerinde
yaş dolup boşaldığını görürsün; «Rabbimiz! inandık, bizi (hakka) şahitlerle
beraber yaz» derler.
84__ Bize ne
oluyor da Allah'a ve bize gelen hakka (ilâhî çağrıya)
inanmıyalım? Halbuki
Rabbimizin bizi iyi
kişiler topluluğuna katmasını
umup durmaktayız.
85__ Allah
da onlara, bu sözlerine karşılık altlarından ırmaklar akıp,
içinde ebedî
kalacakları cennetleri sevap (mükâfat) verdi. İşte bu iyilikte bulunup ihsan
üzere davrananların mükâfatıdır.
86— Hakkı
inkâr edip küfre sapanlar ve âyetlerimizi yalanlayanlar (var ya), İşte onlar
cehennem ehlidirler.
Hz. Muhammed (A.S.)m
peygamberliğinin beşinci yılında Mekke müşriklerinin eziyet ve işkencede
bulunması son kertesine ulaşmıştı. Ekonomik abluka, din ve inanç hürriyetinin
tamamen kaldırılması ve son dine inanan bahtiyarların ölüm derecesine varacak
şekilde haksızlığa uğraması, Resûlüilah (A.S.) Efendimizi hem üzüyor, hem çok
daha etraflı düşünmeye itiyordu. Geçici çare olarak, Müslümanlardan bir
kısmının, din ve inanç hürriyetinin bulunduğu, kimselere zülmedilmediği tahmin
edilen Habeşistan'a hicret etmeleri plânlandı. İlk kafile Hz. Osman'ın
başkanlığında 11 erkek 4 kadından oluşarak Habeşistan'a yollandı. Çok geçmeden
ikinci bir kafile hazırlandı, Ebû Tâlib oğlu Cafer başkanlığında önemli sayıda
bir mücahit grubu gönderildi.
Kureyş kabilesinin
ileri gelenleri bu hicretin ileride doğuracağı tehlikeleri hesaba katarak ünlü
dâhilerden Âs oğlu Amr'ı Habeş kralına elçi olarak gönderdiler. Amaçları,
Habeşistan'a yerleşen mü'minlerin oradan kovulmasını sağlamak ve Hz. Muhammed'i
(A.S.) çaresiz duruma sokmaktı. Amr, kral Neaaşî'nin yanında yüzbulamadı.
Çünkü Necaşî hakka teslimiyet gösteren ve son peygamberin gönderilmek üzere
olduğunu bilen bir hükümdardı. Necaşî, Müslümanlarla görüşme ihtiyacını duydu.
Onların sözcüsü kim ise onunla konuşmak istediğini bildirdi. Bunun üzerine Hz.
Cafer huzura çıktı. Olup bitenleri gayet sakin anlattı. Necaşi duygulandı ve
inen son Kitaptan bir parça okumasını istedi. Hz. Cafer o yanık sesiyle Meryem
sûresini okumaya başladı. Başta Necaşî olmak üzere hazır bulunan bütün
piskopos ve rahipler ağladılar. Hakka olan aşinalıkları sebebiyle Kur'ân'in
insan sözü olmadığını derhal anladılar. Böylece ülke-
lerine iltica eden
Müslümanlara karşı derin bir hayranlık duydular. Gereken ilgi ve yardımı
esirgemediler. Bu hal, Resûlüilah (A.S.) Efendimiz Medine'ye hicret edinceye
kadar devam etti. Bu defa Allah'ın Resulü (A.S.) ve mü'minler Medine ve
çevresindeki Yahudilerin kin ve düşmanlığıyla karşılaşınca yeni bir safha
başlamış oldu. Yahudilerin İslâmiyet aleyhinde çevirecekleri entrikalara
dikkatleri çekmek ve mü'minleri yeterince uyarmak için yukarıdaki âyetler indi.
Böylece Ehl-i Kitaptan iki millet arasında bir ölçü ve kıyaslama yapılarak
İslâm Devletinin anayasa ve stratejisi çizildi. [314]
Habeşistan'daki mü'minler
yavaş yavaş Medine'ye dönmeğe başlamışlardı. Bu arada İslâm'a ve Hz.
Muhammed'e (A.S.) kalben inanıp büyük bir hayranlık duyan Necaşî, içlerinde
keşişler ve rahiplerin de bulunduğu bir hey'eti de Medine'ye göndermişti.
Resûlüilah (A.S.) Efendimiz bu aziz misafirlerine büyük bir ilgi gösterdi ve
İslâm'ı onlara anlatıp tanıtmak için önce YÂSÎN sûresini okudu. İlâhi sözün
yüksek anlamı ve lâhuti ahengi karşısında duygulanıp göz yaşlarını akıttılar.
Vakit kaybetmeden imân edip aradıkları saadeti buldular. Bu sebeple yukarıdaki
âyetler indi. [315]
Katade'ye göre,
Nasrânî'lerden, aralarında keşiş ve rahiplerin de bulunduğu bir heyet
Medine'ye gelip Müslüman oldular. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [316]
«Ne kadar bir Müslüman
bir Yahudîyle başbaşa yalnız kalmışsa, mutlaka Yahudi onu öldürmeyi düşünüp
içinden geçirmiştir.» [317]
«And olsun ki,
mü'minlere karşı insanlardan en şiddetli düşman olarak yahudileri ve bir de
Allah'a ortak koşanları bulursun.»
Tevrat'ta ahlâkî kurallar,
kalbleri yufkalaştınp merhamet duygusunu geliştirecek; sorumluluk ve Allah
korkusunu aşılayacak belgeier yok denecek kadar azdır; tarihî olaylar,
kıssalar, kâinatın yaratılışıyla ilgili bölümler; aile ve amme hukukuyla
alâkalı hükümler ise, kitabın %90'nını oluşturmaktadır. Cennet ve cehennem
kavramlarına, Kur'ân'ın açıkladığı ve koyduğu esaslar ölçüsünde rastlamak
mümkün değildir. Cennetin dünya olduğuna delâlet eden bazı kayıtların
bulunduğu, Âdem Peygamberin ADEN civarında bahçelik bir yerde yaratıldığı ve o
yere, bağ ve bahçe bulunduğu için cennet denildiği anlamında sözlerin yer
aldığı görülmektedir. Ayrıca Allah'ın İsrâiloğulları'na olan yardımı ve öfkesi
de yer yer açıklanmış; dünya nimetlerine, büyük bir devlet kurma arzularına
geniş yer verilmiştir.
Bütün bunlar o
milletin yüzünü Allah'tan çok maddeye, âhiretten ziyâde dünyaya, merhametten
çok katılığa, hoşgörüden fazla düşmanlığa çevirmiştir. Tevrat'ın Musa
Peygambere inen aslının kuvvetli bir ihtimalle Babil esaretinde tamamen kaybolması,
sadece bazı yazılı kâğıtların ve hafızalarda kalanların biraraya getirilip
yazılması ve zamanla bir takım değişikliklere uğratılması, Allah sözü ile
insan sözlerinin birbirine karıştırılması, yapılan çevirilerle meydana gelen
hatalar, bu elim sonucu doğurmuştur, diyebiliriz. Sadece birkaç gün ateşte
yanacaklarına inanan; başka milletlere köle, hizmetçi nazarıyla bakan, yabancı
milletlerden ne kadar çok faiz olabilirlerse, alım-satimda ne kadar çok kâr
sağlarlarsa bunu sevap sayan bir milletten dostluk, yakınlık, fazilet ve
merhamet beklemek safdillik olur.
işte Kur'ân'da bu
gerçeğe parmak basılarak Yahudi milleti hakkında fazla iyimser olmanın bir
yarar sağlamıyacağı, mü'minlere karşı amansız düşman bulundukları bir defa daha
hatırlatılıyor ve Yahudi ırkının karakteristik portresi çiziliyor.
Tabii bu hüküm, eksere
göredir. Aralarında bu ölçü ve karakterde olmayanlar da vardır.
Bakara sûresinde
Yahudilerin âhiretten çok dünyaya ve maddeye yönelik bulundukları şöyle
belirtilmiştir: «And olsun ki, onları (dünya) hayatına karşı diğer-insanlardan
ve (hattâ) Allah'a ortak koşanlardan daha çok düşkün ve hırslı bulursun! (O
kadar ki) onlardan her biri kendisine bin yıl ömür verilmesini ister...» [318]
Bütün bu uyarılar,
Yahudilerle içice bulunan Müslümanları uyarmaya ve ona göre bir siyaset
uygulamalarına yöneliktir. [319]
«Onlardan mü'minlere
karşı en yakın sevgi gösterenleri ise, biz Nasrânîyiz, diyenleri bulursun.»
İncil'de tarihî
olaylardan, aile ve amme hukukundan pek az sözedilir. Yüksek ahlâka duyarlı
sözlerle yer verilir. Allah sevgisi ve korkusu işlenir. Sorumluluk duygusu
aşılanır. İsâ Peygamberin hayatı ve mücadelesi geniş biçimde anlatılır.
Meryem'in doğum safhaları açıklanır. Son peygamberin geleceğine ait belgeler
birkaç yerde değişik ifadelerle tekrarlanır.
Bütün bunlar insanın
yüzünü az-çok âhirete çevirecek, kalbi yufka-laştıraçak, merhamet duygusunu
geliştirecek, insana sorumluluğunu ha-tirlatacak, hakkı kabule az da olsa
yaklaştıracak ölçü ve anlamdadır. Özellikle İncil'i iyi bilen ve manastırlarda
kendilerini ibâdete verip Allah'ın sevgisini kazanmaya çalışan rahiplerin daha
yakın ve yumuşak, daha ahlâklı ve hoşgörülü olduğunu söyleyebiliriz. Yahudi
din adamlarıyla kıyaslanınca, bunların hakka, maneviyata ve dinlere karşı daha
saygılı olduğu görülür. Birçok papazların İslâm'a girmesi ve İslâm'ı över
mahiyette eser yazması bunun delillerinden biridir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz
devrinde Habeş kralı Neeaşî ile bir grup papazın İslâm'a girmesi, Rum kralı
Hı-rekl'in Peygamberimizin (A.S.) mektubuna karşı üstün bir saygı göstermesi,
Peygamberin (A.S.) şahsına karşı derin bir ilgi duyması bu cümledendir.
Kur'ân burada
Hıristiyanların hepsinin böyle olduğunu söylemiyor; Yahudilere kıyasla bize bir
ölçü veriyor. Bunun sebebi ise çok açıktır:
Onçe, Yahudilerle
değil de Hıristiyanlarla bazı lüzumlu hususlarda temas kurulması tavsiye
ediliyor. Anlatıldığı takdirde bilhassa din adamlarının Islâmiyeti kabul
etmelerinin umulduğu hatırlatılıyor. Bu nedenle Müslüman din âlimlerinin
Hıristiyan din adamlarıyla diyalog kurmalarında yarar bulunduğuna işaret
ediliyor. İlim alışverişinde bulunmakta hiçbir sa kınca bulunmadığına dikkatler
çekiliyor.
Ne yazık ki.
Peygamberimizin (A.S.) irşat metodunu lâyıkıyla kavrayıp hazmetmiş din âlimlerimiz
pek azdır. Aynı zamanda hareket sahaları da o nisbette dar ve kısırdır.
İşçilerimizin dinî
ihtiyaçlarını karşılıyabilmek için, yabancı ülkelere görevlendirilip gönderilen
din adamlarının çoğu Batı dillerini bilmediği gibi Arapçayı da lâyıkıyla bilmiyorlar.
Çoğu, Tevrat, İncil ve Kur'ân arasında eiddi ve sabırlı bir araştırma ve
mukayese külfetine de katlanmamıştır. Diğer İslâm ülkelerinden, örneğin
Pakistan, Mısır ve benzeri ülkelerden Avrupa ve Amerika'ya gönderilen din
âlimleri birkaç dil bilmekte ve daha çok yararlı olmaktadırlar.
Tabii bütün bunlar
ciddi bir organize, geniş kültürlü ilim adamı yetiştirme, yetişene değer
verme, onu çeşitli imkânlarla donatma Meselesidir. Bizde henüz bu önemli
mesleğe eğilenler pek azdır.
İlgili âyetler daha çok
bu gerçekleri gözlerimizin önüne sermekte ve bizden hareket beklemektedir.
Yahudiler daha
muhafazakârdırlar, tekelcidirler; misyonerlik hamleleri hiç yoktur.
Hıristiyanlar ise misyonerdirler; aynı zamanda fazla muhafazakâr da
sayılmazlar. Diğer dinlere karşı az-çok hoşgörü sahibidirler. Bunun için
Yahudilerle anlaşmak ve kaynaşmak zor, Hıristiyanlarla daha kolaydır. [320]
Şam dolaylarında
Tabiinden ünlü din âlimi Saîd bin Cübeyr'in ahlâk ve faziletini, dindeki önemli
yerini, ruhî yüceliğini, kemâl ehlinden oluşunu görüp derin bir hayranlık duyan
üç rahibin hiç tereddüt etmeden İslâm'a girmeleri ve onu kendilerine mürşit
kabul etmeleri bir tesadüf eseri değildir. İslâm'ı esas ve prensipleriyle
yaşayan bir din âliminin sözünden daha çok davranışlarının çevresi üzerinde
bırakacağı olumlu tesiri kim inkâr edebilir?
Cüneyd el-Bağdadî
Hazretlerinin hac mevsiminde Musa Peygamberin ilâhî iltifata mazhar olup
Tevrat'ın inmesine uygun yer olarak seçilen TUR dağının eteğinde bir süre
karargâh kurup derin bir vecd ve aşk havası içinde Cenâb-ı Hakk'a kulluk
görevini yerine getirirken,yakınlarındaki manastırda kendilerini ibâdete,
zühde ve hakka vereYı rahiplerin dikkatini çekmesi ve çok geçmeden onları
İslâm'ın saf ve temiz havasına çekmesi, göz yaşları içinde Kelime-i Şehddet
getirmelerine sebep olması ne ile yorumlanabilir? Rahiplerin hakka yatkın
olması, Cüneyd el-Bağdadİ'nin Peygamber sünnetinde şekillenip kemâl
mertebesinde bulunması bunun en açık sebebi değil midir?
Ünlü velî ve hatip
Abdülğanî Nabulüsî'yle görüşen papazın bir anda kendinden geçip Kelime-i
Şehadet getirmesi bize neyi hatırlatır? Bir yanda hakka meyli bulunan bir
papaz, diğer yanda Hakk'ın sunduğu son dinde şekillenen kâmil bir mü'min. İşte
ilâhî hidâyet bu ortamı seçip tecelli etmiştir.
Ünlü velî Bayezid
Bestamî Hazretlerinin söz ve davranışlarına derîn bir hayranlık duyan
Mecûsîlerin ünlü kişilerinin ve Hıristiyan Rahiplerinin İslâm'a can atarcasına
koşmaları ve o zatı kendilerine mürşit seçmeleri de aynı sebep ve tecellinin
ürünü değil midir? [321]
KISSISÎN : Bu
kelime çoğuldur. Sözlük olarak, gece karanlığında bir şeyi araştırıp
bulmaya çalışmak anlamına gelir. Ayrıca, gece karanlığında sesini duyurmak
mânasına da geldiği bilinmektedir.
Terim olarak :
a) Hıristiyan din önderleri,
b) Rumca; ilim adamları,
c) Kendini ilim ve ibadete veren Hıristiyan din
adamları,
d) İlim adamlarına, kendini ibâdete verenlere
uyan dindarlar.
RUHBAN: Râhib'in
çoğuludur. Rükban ve Râkib gibi. Ayrıca SU'BAN gibi tekil olarak da
kullanılmfştır. Âyette ise çoğul anlamında gelmiştir.
Ruhban, reheb ve rehb
kökünden türetilmiş isimdir. Sözlük olarak «Korkup ürperenler» demektir. Kavram
olarak, manastırlarda kendini ibâdete veren Hıristiyan din adamları anlamına
gelir. [322]
Yukarıda geçen
âyetlerle bazı Hıristiyan din adamlarının hakkı kabulde büyüklük
taslamadıkları, indirilen ilâhî âyetleri işitince -hakka olan aşinalıklarından
dolayı- gözlerinden yaş dolup boşaldığı anlatıldı. Yahudî-lerde ise bu ölçü ve
anlamda din adamlarının pek bulunmadığına işaret edilerek İslâm mürşitlerinin
Hıristiyan din adamlarıyla buluşup görüşmelerinde bir takım yararların
olduğuna -dolaylı şekilde- dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
İslâm'da ruhbaniyet olmadığı, Hıristiyan din adamlarının kendilerini
manastırlara kapatıp bekâr kalmalarının İslâm'da yeri olmadığı hatırlatılıyor,
bu sebeple o tarz bir yaşayışın örnek alınamıyaca-ğına işaret ediliyor.
Rahiplerden bir kısmından övgü ile söz edilmesi, hem gerçeği yansıtma, hem
Yahudilerle onlar arasında mukayeseli bir ölçü verme amacına yönelik bulunduğu
belirtiliyor.
İslâm'ın koymuş olduğu
hükümlerin, helâl ve haram sınırlarının gün gibi açık ortada durduğu, başka bir
ölçü aramaya gerek olmadığı işlenerek, Allah'ın helâl kıldığını hiç kimsenin
haram kılmaya yetkisi bulunmadığı bilhassa hatırlatılıyor. [323]
87— Ey imân
edenler! Allah'ın size helâl kıldığı temiz «Q yararlı şeyleri haram kılmayın;
aşın da gitmeyin; şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez.
88— Allah'ın
size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yeyin; imân ettiğiniz Allah'tan
korkup (haddi aşmaktan, haram yemekten) sakının.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz kıyametin safhalarını çok duyarlı biçimde anlattı. Onu dinleyen
Ashab-ı Kirâm'ın kalbi iyice yufkalaştı, çoğu göz yaşlarını tutamadı, derken
onlardan 10 kadarı, Osman bin Mez'un (R.A.)ın evinde toplanarak kendi
aralarında görüşüp şu kararı
aldılar: «Bundan
böyle dünyadan
el-eteklerimizi çekeceğiz; eski elbiselerden giyinip kendimizi
iğdişleştireceğiz. Bütün seneyi oruçlu geçirip geceleleri uyumadan ibâdet ve
zikir ile vakitlerimizi değerlendireceğiz. Et, yağ ve benzeri gıda
maddelerinden yemiyeceğiz. Kadınlara yaklaşmıyacağız, güzel kokular
sürünmeyeceğiz ve böylece yeryüzünde gezip dolaşacağız..»
Onların bu anlamda bir
karar aldığını duyan Peygamber (A.S.) Efendimiz üzüldü ve derhal Osman bin
Mez'uri'un (R.A.) evine gitti. Osman (R.A.) evde yoktu. Karısına : «Sizin evde
toplanıp böyle bir karar aldıkları doğru mu?» diye sordu. Kadın, kocasının
sırrını açığa vurmak istemediğinden şu cevabı verdi: «Eğer bu hususta Osman
size bir şey söylediyse herhalde doğrudur..» Çok geçmeden Osman eve döndüğünde
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin durumu öğrenmek istediğini haber alınoa vakit kaybetmeden
diğer dokuz kişiyi de alıp Resûlüllah (A.S.) Efendimizin huzuruna vardılar.
Aralarında şu tarihî konuşma geçti;
— Sizin böyle bir karar aldığınızı duydum,
doğru mudur?
— Evet, doğrudur. Biz böyle bir kararla sadece
hayır ve iyilik arzuladık.
— Ama ben sîze böyle bîr emir vermedim,
tavsiyede de bulunmadım. Şüphesiz ki nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır. Hem
oruç tutun, hem iftar edin, hem kalkıp gece namaz kılın, hem uyuyun. Doğrusu
ben hem gece kalkıp ibâdet ederim, hem uyurum. Et ve yağ yerim, kadınlara yaklaşırım.
Kim benîm sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir.
Sonra Efendimiz (A.S.)
Ashabın hepsini toplayıp onlara şu konuşma-|yı yaptı:
«Şu topluluğa ne
oluyor da kadınları, yiyecek maddelerini ve güzel (kokuları, dünya nimetlerini
kendilerine haram kılıyorlar!? Ben sizin keşiş-ller ve rahipler gibi olmanızı
emretmiyorum. Çünkü benim dinimde et yemelini ve kadınlara yaklaşmayı
terketmek yoktur. Mâbedlere kapanıp halattan çekilmek de yoktur. Ümmetimin
seyahati, oruçtur. Onların rahipliği Allah yolunda cihattır. Artık Allah'a
ibâdet edin, ona hiçbir şeyi ortak coşmayın. Haccedin, Umreye gidin, namaz
kılın, zekât verin, ramazan oru-;unu tutun; doğru olun ki doğruluk bulaşınız.
Sizden öncekiler kendilerini (inde sıkıp ifrat ve tefrite düştükleri için helak
oldular.»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin bu nefis uyarısından sonra yukarıdaki |ki âyet indi. [324]
Hz. Âişe (R.A.) Validemiz
anlatıyor: Ashabdan bir grup adam,
Resûlüllah (A.S.) Efendimizin hanımlarına uğrayıp, O'nun yalnız başına
kaldiğındaki ibâdetlerinden sordular. Bunun üzerine kimi «ben et yemiyeceğim»
derken, kimi «Kadınlarla evlenmiye-ceğim» diyordu. Kimi de, «Döşek üzerinde
uyumıyacağım» diyerek kendine göre, bir yol çiziyordu. Bu haber Peygamber
(A.S.) Efendimize ulaşınca, şöyle buyurdu : «Şu topluluğa ne oluyor da, her
biri şöyle şöyle diyormuş!? Ama ben oruç da tutuyorum, iftar da ediyorum;
uyuyorum, kalkıp ibâdet de ediyorum. Et yiyorum, kadınlarla evleniyorum. Artık
kim sünnetimden yüz çevirirse o, benden değildir.» [325]
Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi.
Diğer bir rivayet:
Abdullah bin Mes'ud
(R.A.) anlatıyor:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimizle beraber savaşa gitmiştik. Kadınlarımız beraberimizde bulunmuyordu.
Biz bir ara, «Ya Resûieilah! kendimizi iğ-dişleştirefim mi?» diye müsaade
istedik. O bizi böyle yapmaktan men'etti. «Bir entari karşılığında bile olsa
-mehir verip- kadınlarla evlenin!» diye buyurdu. [326]
Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [327]
«Doğrusu ben ne
Yahudilikle, ne de Nasranîlikle gönderildim; fakat ben hakka yönelik koskolay
bir dinle gönderildim. Muhamrned'in canını kudret elinde tutan Allah'a yemin
ederim ki, Allah yolunda bir sabah veya bir akşam bulunmak, dünyadan da,
dünyadaki her şeyden de hayırlıdır. And olsun ki, sizden birinizin (savaş) saffındaki
yeri, onun altmış senelik (nafile) namazından daha hayırlıdır.» [328]
«Helâl bellidir; haram
da bellidir. Bu ikisi arasında bir takım şüpheli şeyler var. Kim kendisince
günah şüphesi bulduğu şeyi terkederse, o ha-ramlığı açık olan şeyi terketmiş
demektir. Kini de günah olması şüpheli şeye cür'et ederse, o da günahı açık
olan şeye düşmüş olur. Günahlar Allah'ın koruluğudur. Kim koruluğun etrafında
(davar) otlatırsa, çok sürmez koruluğun içine girmiş olur.» [329]
Hz. Aişe (R.A.)
anlatıyor:
«Evde yanımda bir kadın
misafir bulunuyordu. 0 sırada Resûlüilah (A.S.) Efendimiz içeri girdi. (Kadın
da kalkıp gitti). Hz. Peygamber bana o kadının kim olduğunu sordu. «Falan
kadındır; (çokça kıldığı) namazını anlatıyordu,» diye cevap verdim. Bunun
üzerine Efendimiz şöyle buyurdu: «Bırak (onu)! Size gereken güç
getirebildiğiniz ölçüde (ibâdetinizi) yapmaktır. Vallahi size bıkkınlık gelir,
ama Allah bıkıp usanmaz. Dinin (dindarlığın) Allah katında en sevimlisi,
sahibinin devam ettiğidir.» [330]
«Kolaylaştırın,
zorlaştırmaym. Müjdeleyin nefret ve bıkkınlık vermeyin.» [331]
(Asırı da Silmeyin;
şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez.»
İSLÂM, ifrat ve
tefrîtten uzak, tamamen hak ve adalet doğrultusunda insan ruhuyla uyum sağlayan
bir dindir. Bütün emir ve prensipleri, ruhla beden, dünya ile âhiret, madde ile
mâna, fizikle metafizik arasında denge sağlamaya yöneliktir. Birinin diğeri
için ihmaline cevaz vermez. Yalnız mide ve madde ile uğraşıp ruhun asıl gıdası
olan ibâdeti iyice azaltmak veya terketmek tefrit sayılır. Din ve ibâdet adına
bedenin ihtiyaçlarını, meşru' isteklerini ihmal veya terketmek ise, ifrat
sayılır. İslâm bu iki ayrı yaşama şeklini de hoş karşılamaz. Bunun için
Hıristiyan keşiş ve rahiplerinden övgüyle bahsedilirken ifrata kaçtıklarına dikkatler
çekilir. Zira İslam'da ruhbaniyet yani dünyaya sırt çevirip evlenmemek ve
mabetlere kapanıp sadece ibâdetle meşgul olmak yoktur; böyle yapmayı ifrat
sayar ve yasaklar.
Yukarıdaki âyetten
hemen sonra, «Ey imân edenler! Allah'ın size helâl kıldığı iyi ve yararlı
şeyleri haram kılmayın; aşırı da gitmeyin. Şüphesiz ki, Allah aşın gidenleri
sevmez.» buyurulması çok anlamlıdır.
Az yukarıda mealini
sunduğumuz hadîsler ve tarihî olaylar, bunu her türlü şüpheyi giderecek biçimde
açıklamaktadır. Şüphesiz ki dinde anlayışlı ve bilgili olmak, Allah'ın bir
lûtfu ve inayetidir. Bazı tarikatçıların ve
zühd havasına giren
sofilerin i'tidal sınırını aşar şekilde dünya işlerini bırakıp, günün çoğunu
ibâdet, zikir, halka ve rabıta ile geçirmelerinde ruh-baniyyet kokusu vardır.
Bu yüzden her geçen gün bedenleriyle ruhları arasındaki dengeyi, bozmaktalar.
Her şeyden önce Müslümanların Kur'ân'ı, Sünneti ve tek kelimeyle Resûlüilah
(A.S.) Efendimizin günlük hayatını çok iyi bilmeleri gerekmektedir. Aksi halde
kaş yapalım derken göz çıkarırlar. [332]
Buna sağlıklı ve
dengeli beslenme de diyebiliriz. Allah sağlığımızı koruyacak, ruhî dengemizi
ayakta tutacak, akıl ve zekâmızı güçlendirecek, hafızamızı geliştirecek gıda
maddelerini helâl; bunları bozacak nesneleri haram veya mekruh kılmıştır. Bu
hususta dinle, kesin sonuç elde eden ilmî tesbitler birleşmiş vaziyettedir.
Sıhhatli bir bünyenin
sağlığını sürdürmekte ve hasta bir bedeni tekrar sağlığına kavuşturmakta
beslenmenin, diğer bir deyimle helâl gıda maddelerinin tesirini unutmamak
gerekir. Proteinlerin, vitaminlerin sağlığı koruma, aklı dengede tutma, zekâ
ve hafızayı geliştirmedeki olumlu etkileri artık bilimsel acıdan da kabul
edilmiştir.
Vücut denilen o çok
karmaşık ve fakat en mükemmel ilâhî makinanın düzenli ve dengeli çalışması,
sunacağımız maddî ve manevî enerjiye bağlıdır. İyi ve temiz gıdalar bu
enerjinin maddesini; inanç ve ibâdet onun sigortasını oluşturur.
Bunun içindir ki
Resûlüllah {A.S.) Efendimiz, eti gıdaların başı saymış; süt ve balı övmekle
bitirememiş, tereyağını sıcak ekmek içine koyup yapılan tiritten hoşlanmış;
besleyici özelliği olan ve içinde magnezyum sülfat, sodyum sülfat, sodyum
klorit, kalsiyum karbonat, potasyum nitrat, hidrojen sülfat ve kükürt bulunan
Zemzem suyunu tavsiye etmiştir.
Nitekim Tabiînin ileri
gelenlerinden Hasan el-Basrî Hazretleri, ünlü sofilerden Ferkad-i Sabhî ile
birlikte bir sofraya davetli bulunuyordu. Sofra yere konulunca üzerinde
kızarmış et, tavuk ve benzeri nefis yemekleri gören Ferkad geri çekildi. Hasan
el-Basrî onu önoe oruçlu sandı. Sonra oruçlu olmadığını öğrenince ona, «Ey
Ferkadcik! Buğday özü, tereyağı ve bal karışımından yapılan yemeği ayıplayan
bir müslümanın görüşünde misin?!» diyerek onu kınamıştı. Yine bir zat Hasan
el-Basrî'ye gelerek, «Efendim! Benim bir komşum var pelte yemez,» diye
söyleyince, ona sormuş, «Neden pelte yemez?» O da, «Efendim, o zat bunun
şükrünü yerine geti-remiyeçeğinden endişe ediyor da ondan...» diye cevap
vermişti. Bunun üzerine Hasan e!-Basrî Hazretleri, «Senin o komşun soğuk su
içer mi?»
diye sormuş, o da,
«Evet, içer» deyince, Hasan el-Basrî, «Doğrusu senin o komşun pek câhildir.
Çünkü Allah'ın ona olan soğuk sudaki nîmeti, peltede olan nimetinden çok daha
büyüktür», diyerek uyarıda bulunmuştur. [333]
«Kuvvetli sağlam
mü'min, zayıf mü'minden daha hayırlıdır.» [334] mealindeki
hadîs, bize bu konuda en sağlam ölçüyü vermektedir. [335]
Yukarıda geçen
âyetlerle İslâm'da ruhbaniyyet olmadığı belirtildi. Kur'ân'ın en son kitap
olarak bedenle ruh, dünya ile âhiret arasında denge sağlamayı amaçladığı,
bütün hüküm ve prensiplerinde bu gerçeğe yönelik bulunduğu hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetle,
kendini mâbade ve mabede verip dünya lezzetlerinden uzak kalarak tam bir sadelik
ve nefse hâkimiyetle yaşamaya yemin eden mü'minlerin bu düşünce ve tutumlarıyla
rahiplere benzemeye çalıştıklarına işaret edilerek bu husustaki yeminlerini
bozmalarına cevaz veriliyor ve dolayısıyla yemin keffaretinin gerektiği
açıklanıyor. [336]
89— Allah
sizi boş-anlamsız (dil alışkanlığı sebebiyle yaptığınız) yeminlerinizle
sorumlu tutmaz; ama (bilerek, azmederek) bağladığınız yeminlerden dolayı
sorumlu tutar. Bunun keffareti, çoluk-çocuğunuza yedirdiğinizin ortalamasından
on yoksula yedirmeniz veya onları giydirmeniz, ya da bir köle azat etmenizdîr.
Bunları bulamıyan kimseye üç gün oruç gerekir. İşte yemin ettiğinizde
yeminlerinizin keffareti budur. Yeminlerinizi koruyun. İşte böylece Allah size
âyetlerini açıklıyor, ola ki şükredersiniz.»
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki:
«Ey imân edenler!
Allah'ın size helâl kıldığı temiz ve yararlı şeyleri haram kılmayın.»
mealindeki âyet inince Ashab-ı Kiram Peygamber (A.S.) Efendimize, «Bizim
yaptığımız -yeminlerden dolayı ne yapmamız gerekiyor?» diye sordular. Çünkü
onlar Osman bin Mez'un'un evinde toplu halde aldıkları kararda sebat
edeceklerine dair yemin etmişlerdi.
Bunun üzerine
yukarıdaki âyet indi.
Başka bir rivayet:
Ashaptan Abdullah bin
Revaha'nın (R.A.) evinde beslediği birkaç yetimi ve bir de misafiri
bulunuyordu. Akşam işini geç vakit bitirip eve geldiğinde, «Misafire akşam
yemeği verdiniz mi?» diye sordu. «Hayır, seni bekledik» denilince, Hz.
Abdullah, «Vallahi ben bu akşam yemek yemi-yeceğim» dedi. Bunun üzerine
misafiri, «Öyleyse ben de yiyecek değilim» dedi. Yetimler de, «Biz de yemeyiz»
deyince, Hz. Abdullah ister istemez sofraya oturup onlarla birlikte yemek yedi.
Sabah olunca durumu Resû-lüllah (A.S.) Efendimize arzettiğinde Efendimiz ona i
«Rahmân'a itaat ettin, şeytana isyanda bulundun» buyurdu ve çok geçmeden
yukarıdaki âyet indi. [337]
«Kim bir şeye yemîn
eder de başkasını ondan hayırlı görürse, o hayırlı olanı yapsın ve yeminini
(bozduğu için) keffaret versin.» [338]
«Kim Allah'tan
başkasıyla yemin ederse, Allah'a ortak koşmuş (veya Allah'a ortak koşanlar gibi
yemin etmiş) olur.» [339]
«Kim yemin ederse, ya
Allah ile yemin etsin, değilse sussun.» [340]
«Haberiniz olsun! Kim
yemîn ederse, ancak Allah ile yemin etsin. Ku-reyş Kabilesi babaları üstüne
yemin ederlerdi. Siz babalarınız üzerine yemin etmeyin.» [341]
Ayetin açık
anlatımından yemin keffaretinin dört kısma ayrıldığı anlaşılıyor :
1. On yoksulu yedirmek,
2, On yoksulu giydirmek,
3. Bir köle azat etmek,
4, Üç gün oruç tutmak.
Birinci kısımda on
yoksul, ya da fakirden herbirine keffaret olarak ne kadar yedirmek gerekir?
Müctehit imamların bu husustaki tesbît ve içtihatları farklıdır:
A) İmam Mâlik'e ve İmam Şafiî'ye göre, her
fakire bir RITIL ve RIT-LIN onda üçü (548 gr. buğday) verilir.
Bu daha çok İbn Abbas,
Zeyd bin Sabit (R.A.) ve Tabiînden Saîd bin Müseyyeb'in tesbit ve görüşüdür.
B) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, buğdaydan yarım sâ'
(1667 gr.) diğer maddelerden bir sâ' (3334 gr.) verilir.
Bu daha çok Şa'bî,
Nahaî, Saîd bin Cübeyr ve Müoahit'in tesbit ve görüşüdür.
C) Ahmed bin
Hanbel'e göre, buğdaydan bir müd
(548 gr.), Arpa, hurma ve üzümden bir sâ' (3334 gr.) verilir.
Çiğ madde vermeyip de
sabah akşam bu ölçü ve değerde yemek yedirmek kâfi gelir mi?
Ahmed bin Hanbel'e
göre, kâfi gelmez. Ebû Hanîfe'ye göre, kâfi gelir. Çünkü keffaretlerde
kıymetini belirleyip vermek caizdir. Aynı zamanda bu keffareti aynı fakire her
gün birer tane vermek üzere on günde tamamlamak da aâizdir.
İkinci kısımda, on
fakiri giydirmenin ölçüsü nedir?
a) İmam, Şafiî'ye göre, her fakire bir elbise
denecek kadar bir şey vermek yeterlidir. Meselâ bir entari, bir üstlük bu
cümledendir. Bugün için, bir pantolon, bir gömlek bunun yerini tutabilir.
Bu daha çok İbn Abbas,
el-Hasan, Mücâhit, Atâ' ve Tavus'un tesbit ve görüşüdür.
b) İmam Mâiik'e göre, herfakire namaz caiz
olacak kadar bir elbise giydirmektir. Vâcib olan bu nisbettir. Erkeğe bu
anlamda bir tek don, kadına ise bir entari ile bir baş örtüsü vermek kâfi
gelir.
c) Ahmed bin Hanbel'e göre de aynı anlamda bir
elbise vermek kâfidir.
d) ibn Ömer'e göre, üç parça elbise verilir. Ebû
Musa ei-Eş'arî'ye göre, iki parça elbise kâfidir. Saîd bin Müseyyeb ve İbn
Sirîn de aynı görüştedirler.
e) İmam Nahaî'ye göre, fakirin her tarafını
örtecek şekilde bir elbise verilir.
Üçüncü kısım, köle
azat etmektir. Gerçi bugün artık kölelik kalkmıştır. Ama İslâmiyet, kölelik
kaydı altında insanlık vakarını yitiren o masum insanları onore etmek, onlara
insanca muamelede bulunmak için birçok hükümler koymuş ve onları bir an önce
hürriyetlerine kavuşturmayı planlamıştır. Bu bakımdan yeri geldikçe bu konuya
da temas ediyoruz.
A) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, yemin keffaretinde
azat edilecek kölenin müslüman veya
kâfir olması farketmez, yani her ikisinden de olabilir. İmam Sevrî de
aynı görüştedir.
B) İmam Şafiî'ye göre, kölenin kâfir ve mürtet
olmaması gerekir. Aksi halde azat edilse bile keffaret yerine geçmez.
Dördüncü kısım, üç gün
oruç tutmaktır,
— İmam Şafiî'ye göre, çoluk-çocuğunun sabah
akşam yiyeceğinden arta kalan yiyecek on fakire yetecek ölçüde ise, verilir,
oruç tutulmaz. Daha az nisbette ise, o takdirde oruç tutmak vâcib olur.
— İmam Ebû Hanîfe'ye göre, yanında zekât nisabı
mal. veya parası bulunan kimsenin oruç tutması keffaret yerine geçmez. On
fakiri yedirmesi, ya da giydirmesi gerekir.
Bu, ara vermeden
üsüste mi tutulur, yoksa ara vermek suretiyle de tutulabilir mi? Müctehit
imamların bu mesele hakkındaki tesbit ve içtihatları farklıdır:
İmam Ebû Hanîfe, İmam
Ahmed ve bir kavle göre İmam Şafiî'ye göre, üç gün orucu aralıksız tutması
gerekir. İmam Mâlik'e göre ve Şafiî'nin diğer bir kavline göre, ardarda
tutulması şart değildir.
Âyette keffaret
belirtilirken cümleler arasında atıf harfi olarak («0 kullanılmıştır. Fukahanın
çoğuna göre, bu tahyîr içindir. Kendisine yemin keffareti gereken kimse on
fakiri yedirmek, giydirmek ve bir köle azat etmek arasında serbesttir. Yani
bunlardan herhangi birini verecek olursa, keffaret ödenmiş kabul edilir. Sahih
olan da budur.
Keffaret ancak hür müslümana verilir. İmam Ebû
Hanîfe'ye göre ise, gayr-i müslim vatandaşa da verilebilir. Ancak onlara zekât
vermek caiz değildir, çünkü zekât Müslüman fakirin hakkıdır.
Keffaret ne zaman
verilmelidir? .
Fukahanın bu meselede
görüş ve içtihadı farklıdır:
— İmam Şafiî'ye göre,
yemini bozmadan keffaretini vermek caizdir. Şöyle ki kişi yapmış olduğu yemim
bozmak istediğinde, önce keffaretini
verir. Keffaret değil
de oruç tutaoaksa, o takdirde önce yeminini bozar sonra oruç tutar.
__ İmam Ebû Hanîfe'ye
göre, keffaret ancak yemin bozulduktan sonra gerekir ve o zaman verilmesi
vâcib olur. [342]
İslâm gerek ibâdet,
gerekse hukukî konularda sosyal dengeyi sağlamayı amaçlar. Bunun yanısıra
ahlâkî faziletin yerini ve değerini belirler.
Yemin ve onunla ilgili
keffaret meselesini de bu açıdan değerlendiren dinimizin insanın toplumsal
hayatıyla ne kadar yakından ilgili bulunduğunu anlamakta gecikmeyiz. Bunun
için yemînler genellikle üç kısımda düşünülmüş ve ona göre hükümler
konulmuştur: Önce rastgele ve boş-anlamsız yeminlerden dolayı kişinin sorumlu
tutulmayacağı belirtilirken bunu âdet edinmenin diğer iki ayrı yemine kapı
açabileceğine işarette bulunuluyor ve çok dikkatli olmamız öneriliyor.
Geçmişte ilgili bir
olayın, bir mesele, ya da haberin bile bile aksini iddia edip söylemek ve
karşısındakini inandırmak için yemin etmek büyük günahlardandır. Kur'ân-ı
Kerîm'de böyle bir yeminin fert ve topluma ge-tireçeği güvensizlik, yer yer çok
duyarlı biçimde işlenmektedir.
Gelecekle ilgili
mümkün bir şeyi yapmıyacağına yemin edene, yeminini bozmasında yarar varsa
bozmasını ve fakirleri korumak için keffaret vermesini tavsiye eder. Tabii bu
tavsiye yemini bozmaya yöneliktir. Keffaret vermek ise vâcibdir.
Bazen hislerimize
mağlup olup bir şeyi yapmıyacağımıza yemin edebiliriz. Önce hissî hareket
etmenin iyi bir sonuç vermiyeceğine dikkatler çekiliyor, Akıl ve imân gibi iki
yüksek nîmetle amel etmediğimiz için on fakiri doyurmamız, ya da giydirmemiz
emredilerek hem bunun cezası ödetiliyor, hem de sosyal adaleti, toplumsal
dengeyi sağlamak için fakirleri korumamız isteniliyor. [343]
90— Ey imân edenler! İçki, kumar, tapınmak için
konulan dikili taşlar ve fal okları (talih zarları) şeytan işi murdar
şeylerden başkası değildir. O halde bunlardan kaçınıp sakının ki, kurtuluşa eresiniz.
91— Şeytan içki ve kumar hususunda ancak aranıza
düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan alıkoymak
ister.
Artık vazgeçersiniz
değil mi?
92— Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin ve
(içki, kumar gibi haramlardan) sakının. Eğer yüzçevirirseniz, bilin ki
Peygamberimize düşen sadece açık tebliğdir.
93— İmân
edip iyi ve
yararlı amellerde bulunanlar,
(Allah'a ortak
koşmaktan) sakınıp
(Allah'a ve Peygambere) imânlarında sebat ederek iyi ve yararlı amellerine devam
edenler, sonra da (içki, kumar ve benzeri kötülüklerden) sakınıp (bunların
haram kılındıklarını kabul ederek) inanırlar ve amellerini güzelleştirip iyi
hal üzere olurlarsa, (daha önce bu gibi haram nesnelerden) tattıklarından
dolayı kendilerine bir günah yoktur. Allah güzel amellerde bulunup durumunu
iyileştirenleri sever.
Yukarıda geçen
âyetlerde, Allah'ın sunduğu rızıktan helâl ve temiz olarak yenilmesi emredildi.
İçki ve kumarın helâl ve temiz rızık kapsamı* na girip girmediğinde az da olsa
şüphe edenler oldu. Bu sebeple ilgili âyetler indi. [344]
90 ve 91. âyetler
inince Ashab-ı Kiram, daha önce içki içip kanını bununla zehirliyen ve
kursaklarında içkinin eseri bulunduğu halde Ailah yolunda şehît edilen veya
eceliyle ölen kardeşleri hakkında üzüldüler; durumlarının ne olduğunu
bilemediler. Bu sebeple 93. âyet inerek tahrîm emri inmeden onların bu tür
haram şeyleri kullanmalarından dolayı bir günah gerekmediği açıklandı. [345]
Bakara süresindeki
ilgili âyetin tefsirinde de belirtildiği gibi, Hazret-î Ömer (R.A.) içki
hakkında sadre şifâ verecek bir emrin inmesini istiyordu. Bakara süresindeki
219. âyet indi. İçkinin kesinlikle haram kılındığını açıklar anlamda değildi.
Çünkü Cenâb-ı Hak bu konuda pedagojik bir metot uygulamayı murat etmişti. Hz.
Ömer yine duâ edip yeterli ve kesin bir tahrîm emrinin inmesini diledi; derken
Nisa süresindeki, «Ey imân edenler! sarhoş iken namaza yaklaşmayın» mealindeki
âyet indi. Hz. Ömer (R.A,) yine tatmin olmadı ve üçüncü defa duâ etti; derken
konumuzla ilgili 90. âyet indi. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Hz. Ömer'i çağırıp
inen âyeti okudu ve «Artık vazgeçersiniz değil mi?» cümlesine gelince, Ömer,
«vazgeçtik, vazgeçtik..» diyerek hem sevinç ve teslimiyetini, hem de Cenâb-ı
Hakk'a bundan dolayı hamd ve senasını dile getirdi, [346]
«Sarhoş eden her içki
haramdır.» [347]
«Çoğu sarhoş eden her
şeyin azı da haramdır.» [348]
«Kim içki içerse kırk
sabah (gün anlamında kullanılmıştır) namazı kabul olunmaz, Tevbe ederse, Allah
tevbesini kabul buyurur. Dönüp tekrar içerse, yine Allah onun kırk sabah
namazını kabul etmez. Tevbe ederse, Allah tevbesini kabul buyurur. Yine dönüp
içerse, Allah yine onun kırk sabah namazını kabul etmez. Dönüp tevbe ederse,
Allah tevbesini kabul eder. Dördüncü defa dönüp içerse, artık Allah onun hem
kırk sabah namazını kabul etmez, hem tevbe ederse tevbesini kabul buyurmaz;
(kıyamet günü) ona HABAL ırmağından içirir.»
Bunun üzerine soruldu
:
— Ey Allah'ın Peygamberi! HABAL ırmağı nedir?
Cevap verdi:
— Cehennem ehlinin kanlı irinidir. [349]
«Allah, içkiye, onu
içene, sunana, alım-satımını yapana, sıkıp hazırlayana, taşıyana, kendisine
taşımlana lanet etmiştir.» [350]
İçki ve kumarın haram
kılındığı Kitap, Sünnet ve icmâ' ile sabit olmuştur. Özellikle bunların haram
kılındığını açıklayan âyet, Mâide sûresinde yer almıştır ki bu sûre en son
inen sûrelerdendir.
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki i
Bir adam bir kırba
içki ile Peygamber (A.S.) Efendimize geldi ve onu hediye etmek istedi.
Peygamber (A.S.) ona sordu :
— Allah'ın içkiyi haram kıldığını bilmiyor
musun?
— Hayır, diye cevap verdi ve yanındaki adama
fısıldayıp bir şeyler söyledi. Bunun üzerine Peygamber (A,S.) ona :
— O adama neler fısıldadın? diye sorunca, o :
— Götürüp
satmasını emrettim, diye
cevap verdi. Peygamberimiz (A.S.) ona:
— İçilmesini haram kılan, onun alım-satımrni da
haram kılmıştır, diyerek uyardı. Adam bu husustaki ilâhî emri öğrenince hemen
kırbanın ağzını yere çevirip içindekini olduğu gibi döktü. [351]
Enes bin Mâlik (R.A.) anlatıyor:
«İçkinin haram
kılındığı gün Ebû Talha'nın evinde bulunuyordum ve oradaki topluluğa şakilik
yapıyordum. Onların içkileri ise FEDÎH denilen hurma koruğundan ve hurmadan
yapılanı idi. Ansızın bir çağırıcının sesi duyuldu. Bana, «Bir dışarı çık da
bak!.» dedi. Çıktığımda bir çağırıcı şöyle diyordu : «Haberiniz olsun ki, içki
haram kılınmıştır.» Medine sokaklarında (su gibi) içki akıp gidiyordu. Bunun
üzerine Ebû Talh'a, bana, «çık da şu içkiyi dök!» diye emretti. Ben de onu
döktüm.»
Bu olay üzerine
Ashab-ı Kiramdan bazısı, «falan ve falan kişiler midelerinde içki bulunduğu
halde (Uhud) savaşında öldürüldüler» diye üzüntülerini belirttiler. O nedenle
Mâide sûresinin 90, 91. âyetleri indi. [352]
«Zinâkâr, mü'min
olduğu halde zina etmez. Hırsız, mü'min olduğu halde hırsızlık yapmaz. İçkici,
mü'min olduğu halde içki içmez.» [353]
Kur'ân'da içki ile
kumar haram kılınmakla birlikte bunun sebep ve hikmeti de açıklanmıştır.
Bugüne kadar olan tecrübe ve ilmî araştırmalar an-' cak Kur'ân'ın bu açıklamasını
doğrulamıştır. Biz burada sözü edilen sebep ve hikmetleri özetlemekle
yetineceğiz :
1. Önce içki
rics diye vasıflanmıştır. Bu tabir her çeşit murdar, tiksindirici,
iğrenç ve zararlı maddeler için kullanılır. İçkinin insan sağlığına ve aile
bütçesine zararlı olduğu kesindir. Kumarın bu husustaki zararı daha da
büyüktür. Bir milimetre küp alkolün bir santimetre küp İtanı zehirlediği
yapılan araştırma ve tahlillerden anlaşılmıştır. Ayrıca
şuuru zedelemesi, sahte bir sıcaklık ve sahte bir cesaret, ya da
kahramanlık (!) vermesi, bu yüzden insanı ölçüsüzlüğe itip mütecaviz duruma
getirmesi, onun zararlı olduğunun bir diğer yönüdür.
2. İçki ve kumar; tapınmak için dikilen taşlar
ve fal oklarıyla beraber anılmıştır. Bunun sebebi açıktır: Tapınmak için
dikilen taşlar, kısmet aramak için kullanılan zarlar ve fal okları câhiliye
devrinin kötü âdetlerindendir. İçki de öyle. Gerçekten medenî olan, yaratanını
bilen, insanlığının anlamını ve yaratılışının hikmetini kavrayan kimse bu tür
kötü âdetlerden sakınır. Her yönüyle ilim, irfan, medeniyet ve güzel ahlâk
ölçülerinden mahrum ilkel bir topluluğun tek tesellisi sayılan bu haram
nesnelere, ilim ve irfan çağında yaşıyan ve medeniyim diye geçinen insanların
rağbet etmesi, bir yönüyle câhiliye devrine dönmeleri değil de nedir? Buna son
asrın câhiliyet tutkusu da diyebiliriz.
Bunun için Kur'ân
ona rics derken, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «İçkiye devam eden, puta tapan
gibidir!» buyurmuştur.
3. İçki, şeytan işi olarak vasıflandırılmıştır.
Çünkü şeytan her türlü kötülüğün, ahlâksızlığın, imansızlığın kaynağı ve
sembolüdür. İçkiye, rahmet saçan meleğin değil, şer ve fitne saçan şeytan
işidir, demek en mâkul yargı değil midir?
4. İçkiyi terketmenin mutluluğa, saadet ve
kurtuluşa yol açacağı belirtilmiştir. Önce ailenin ekonomik yapısı korunur.
Sonra çok değerli bilinen sağlığımız ve ömür sermayemiz tahrîp edilmekten uzak
tutulur. Nefs ve şehvete hâkimiyet sağlanır; irâde güçlenir.
5. İçki ve kumar; kin ve düşmanlık doğurur. İçki
yüzünden işlenen cinayetlerin her ülkede binlerce ailenin yıkılmasına,
milyonlarca çocuğun yetim kalmasına sebep olduğunu kim inkâr edebilir? Dünya
istatistikleri her yıl bize bu hususta astronomik rakamlar vermektedir.
6. İçki ve kumar, insanı Allah'ı anmaktan, namaz
kılmaktan alıkoyar. Halbuki bu iki ibâdet, dinin özü, ibâdetlerin temeli,
mü'minin en sağlam dayanağıdır. Bunca rahmet, feyiz ve fazileti iki harama
meylederek tahrîp etmek, elbetteki insan olarak yaratıldığının sır ve hikmetini
az-çok idrâk edenlerin yolu ve meşrebi değildir. Çünkü bir insandan imân,
ibâdet, güzel ahlâk ve fazileti çekip alın, geriye bir yığın et, kan ve kemik
kalır. Bu unsurlar ise her eanlıda mevcuttur. [354]
İçki necis midir?
İlim adamları içkinin
haram kılınmasından, şeriatın onu murdar saymasından ve Kur'ân'da ona rics
denilmesinden necis olduğu hükmünü çıkarmışlardır. İmam Ebû Hanîfe ise sadece
üzümden ve hurmadan elde edilen şarabın necis olduğunu, diğer içkilerin sadece
içilmesinin haram kabul edildiğini belirtmiştir. Tabii bu bir içtihat
meselesidir. İmam Şafiî, bütün içkileri necis kabul ettiği halde onun yakın
arkadaşı İmam Müzeni
( ? - 264) [355]
içkinin mutlak anlamda necis olmadığını belirtmiş ve bu hususta gerekli
açıklamayı yapmıştır. Müteahhirfnden bazı şafiî fakihleri de bu görüşü
benimsemişlerdir. Çünkü onlara göre bir şeyin içilmesinin hbram olması, o şeyin
necis olduğunu gerektirmez. Nitekim İslâm şeriatı-'nm haram kıldığı nice şeyler
var ki necis değildirler. [356]
Hamr: Şuuru örten,
kanı zehirliyen keyif veriei içkilerin, diğer bir deyimle, alkollü maddelerin
ortak adıdır.
Bunun geniş açıklaması
Bakara sûresi 219. âyetin tefsirinde yapıldığı için tekrar etmeyi gerek
görmedik.
Meysir : Sözlükte,
kolaylıkla mal kazanılmaya araç olduğu için Araplar arasında fal oklarıyla
oynanan kumara denilir. Yesere - yeysirü fiilinden alınmadır. Kök mânası
kolaylık anlamına gelir. Ayrıca kumar için boğazlanan deveye de meysir
denilmiştir. Bazılarına göre, tavla oyununa da bu isim verilmiştir. Ama
genellikle kumar kapsamına giren bütün oyunların ortak adı olmuştur. [357]
Ensab: «Nüsb»
kelimesinin çoğuludur. Tapınmak için şekillendirilmiş ve şekillendirilmemiş
dikili taşlar, anlamına gelir. Ayrıca sözlükte, mezarların baş ve ayak
uçlarına dikilen taşlara da ensab denilmiştir. Âyette ise, birinci mâna
kasdedilmektedir.
Ezlâm : «zelemsin
çoğuludur. Dördüncü baptan gelir, Sözlük olarak üzerinde yelesi bulunmayan
oklara denilir. Bu sebeple fal oklarına ezlâm ismi verilmiştir. Kumar zarları
için de bu tabirin kullanıldığı va-ki'dir.
Kumar: «kımar»in
galet-i meşhurudur. Genellikle talih oyunlarının. ortak ismi kabul edilir.
Özellikle Araplar arasında talih oyunları çok yaygın olduğundan bu isim
Arapçadan Türkçeye geçmiştir. Câhiliye devrinde Arapların kumara olan
düşkünlüğünü anlatmaya gerek yok; karılarını-ve bütün servetlerini ortaya
koyacak kadar aşırı idiler. Onlar için daha çok geçerli olanı, üzeri yazılı
veya nişanlanmış on kadar okla oynanan m e y-sirdi. Ayrıca içinde altın
saklanmış kum yığını eşit biçimde dörde bölünür ve onu bulan kazanırdı. Zar ve
benzeri talih oyunları da bilinenleri arasında yer almaktadır. Hattâ o devirde
tavla, satranç, kâğıt gibi kumarın da oynandığını tarihler kaydetmektedir.
İslâm ilgili âyet ve
hadîslerle talih oyunlarının her çeşidini haram saymış ve hepsine ortak isim
olarak KUMAR demiştir. Birinin veya birkaçının kaybedip bir diğerinin
kazanması, alın teriyle çalışıp kazanma azmini öldürür. Her gün kazanırım
umuduyla insanı hazıra konma peşinde koşturur ve bu hayal ile bütün bir ömrü
berbat eder. Sonunda düzensiz, disiplinsiz, azimsiz, gayretsiz bir hayat, bir
hiç uğruna semeresiz, gayesiz noktalanmış olur. [358]
Yukarıda geçen
âyetlerle; içki, kumar, put ve talih oyunlarının her çeşidinin kesinlikle
haram kılındığı açıklandı. Hadîslerden ve sahih rivayetlerden, mü'minlerin
kayıtsız şartsız bu yasağa uyduğu anlaşıldı. înen ilâhî yasakların makabline
şâmil olmadığına işarette bulunuldu.
Aşağıdaki âyetlerle,
avlanması ve yenilmesi helâl olan av hayvanlarını ihramlı iken avlamanın haram
olduğu belirtiliyor; bununla mü'minlerin ilâhî buyruklara -ne ölçü ve anlamda
olursa olsun- en küçük bir tereddüt duymadan boyun eğdikleri; böylece birçok
denemelerden geçirilen Peygamber (A.S.) Efendimizin seçkin talebesinin başarılı
bulunduğu hatırlatılıyor. Gerçek bir imânın zaten bu doğrultuda olması
gerektiğine işarette bulunularak mü'minlerin dikkati çekiliyor. [359]
94— Ey imân edenler! And olsun ki Allah sizi,
gıyabında kendisinden kimin (saygı dolu bir kalb ile) korktuğunu, ellerinizin
ve mızraklarınızın erişebildiği av (cinsinden) bir şeyle denemektedir. Artık
kim bundan sonra (Allah'ın koymuş olduğu yasak sınırını) aşarsa, onun için elem
verici bir azap vardır.
95— Ey imân edenler! Siz ihrâmlı iken avı
öldürmeyin; sizden kim bile bile onu öldürürse kendisine ceza vardır. O da
öldürdüğüne benzer bir davardır ki, öldürülen gibi olduğunu iki âdil kimse
takdîr edip, hüküm verir. Davar, hacı kurbanı olmak üzere Kabe'ye götürülür,
orada kesilir; yahut yoksullara yemek vermek suretiyle veya onun dengince oruç
tutarak keffaretini edâ etsin. Tâ ki işlediği (bu cinayetin) vebalini tatmış
olsun. Geçmişteki (işlenen bu tür cinayetleri) Allah bağışladı. Kim dönüp bir
daha böyle yaparsa, Allah ondan intikam alır. Allah hep üstündür, güçlüdür ve
(ilâhî sınırlan aşanlardan tevbe etmezlerse) intikam alıcıdır.
96— Deniz avı ve onu yemek size de, gelen misafir
kafilelere de helâl kılındı. Ve ihrâmlı bulunduğunuz sürece kara avı size
haram kılınmıştır, (Kabirlerinizden kalkıp hesap alanına) toplanacağınız,
(huzurunda yer alacağınız) Allah'tan korkun.
Hudeybiye yılında
Ashab-ı Kiram ihrâmlı bulunuyorlardı; bazı tesbit-lere göre Ten'im denilen
yerde, Allah onları av hayvanlarıyla -küçük çapta da olsa- denedi. Çeşitli av hayvanları
onların konakladıkları yerlere, eşyalarının arasına kadar sokuldular; o kadar
ki ellerini veya mızraklarını uzatsalar onları avlıyabilirlerdi. İçlerini
gıcıklıyan bu nimete karşı, -ilâhî yasağa uyarak- sabır gösterip dokunmadılar.
Oysa Yahudiler cumartesi tatiliyle ilâhî bir imtihana tabi' tutulduklarında, o
gün için kıyıya akın eden balıkların çokluğuna dayanamıyarak ilâhî yasağı
dinlemediler, avlanmaktan, çalışmaktan men'edildikleri halde avlandılar; bu
yüzden ilâhî gazaba uğrayarak maymunlaşıp domuzlaştılar. İmtihanı kaybettiler.
Ama Resû-lüllah'ın (A.S.) irfan mektebinde okuyup yetişen bahtiyar mü'minler
kayıtsız şartsız ilâhî yasağa uyup av hayvanlarına dokunmadılar.
Bu sebeple yukarıdaki
âyetler indi. [360]
Ashabdan Ebû Yüsür
(R.A.) ihrâmlı bulunurken yabanî bir eşeği öldürmüştü. Bunun üzerine, ihrâmlı
iken kara avı haram kılındı ve yukarıdaki âyetler indi. [361]
«Hayvanlardan şu beş
ayrı türü, ihrâmlı bulunan kimsenin öldürmesinde bir günah yoktur: Karga,
çaylak, akrep, fare ve ısırır (ya da kuduz) köpek.» [362]
«Hayvanlardan beş ayrı
tür var ki onlar zararlıdırlar; Harem dahilinde de öldürülebilirler: Karga,
çaylak, akrep, fare ve ısırır (ya da kuduz) köpek,» [363]
«Beş hayvan var ki,
ihrâmfı bulunan kimse onları öldürebilir: Yılan, akrep, fare, karga ve ısırır
(kuduz) köpek.» [364]
«Ey iman edenler!
And olsun ki Allah
sizi gıyabında kendisinden kimin korktuğunu, ellerinizin ve mızraklarınızın
erişebildiği av (cinsinden) bir şeyle denemektedir.»
İlâhî yasaklarda her
ne kadar genel kural olarak, insanın ruhi yapısına, sağlığına, aile düzenine
ve toplum yapısına zarar verecek şeylerden uzak kalma hikmeti belirginse de,
bir de inananların ilâhî buyruklara kayıtsız ve şartsız -neden ve niçinini
araştırmaksızın- uyup uymadıklarını deneme ve kalblerde gizli olanı açığa
çıkarma hikmeti gizlidir. Kur'ân birkaç yerde mü'minlerin dikkatini bu hususa
çekmiş ve başta İsrâiloğul-lan'nın bu hikmete kayıtsız kalmalarını belirterek
bazı örnekler vermiştir.
Sonra bazı öyle emirler,
yasaklar, tavsiyeler ve haberler var ki, bunların hemen neden ve niçinini
anlamak mümkün değildir; uzun bir süre geçtikten, milletlerin sosyal hayatında
umulmadık değişiklikler meydana geldikten, ilim ve teknikte peşpeşe başarılar
sağlandıktan sonra, o emrin veya yasağın, ya da haber ve tavsiyenin sebep ve
hikmeti ortaya çıkmaktadır. Buna bir iki örnek verelim :
«Yeryüzünü çevresinden
eksilttiğimizi görmediler mi? Allah hep hükmeder. O'nun hükmünü takip ve
reddedecek; kazasını bozacak yoktur. O, hesabı çarçabuk görendir.» [365]
Mealindeki âyetten neyin kasdedildiği, ancak Arap Yarımadası'nın çoğu
fethedilip o bölge müşriklere daraltıldığı zaman ve ikinci bir yorumla,
yerkürenin güneşin etrafında bir elips çizerek döndüğü ve kutuplardan basık
olduğu keşfedildiği zaman daha iyi anlaşılmıştır.
«O küfredenlerin
işledikleri sanatları durmadan başlarına belâ indirecek veya yurtlarının hemen
yanıbaşına düşecek de bu hal Allah'ın va'di gelinceye kadar (sürüp gideoek)» [366]
Mealindeki âyette neden BİMA AMİ-LÜ denilmemiş de, BİMA SANAÛ denildiğinin
sebep ve hikmeti, inkarcı ülkelerin icat ettikleri ve etmeğe devam
gösterdikleri korkunç, tahrip gücü çok yüksek silahları ve bununla ilgili
teknikleri önce kendi başlarına ve evlerinin yanına inip onları perişan ettiğini
ve edeceğini gördüğümüzde, ancak anlaşılmakta, hak din ve gerçek imândan destek
almayan bir tekniğin nasıl bir belâ olacağı ihtar edilmektedir. O halde ilâhî
buyruklar üc kısımda özetlenebilir:
1. Zararlı olduğu öteden beri bilinip, tesbit
edilen şeylerin yasaklanması,
2. Mü'minlerin inançlarındaki samimiyetlerinin,
ilâhî buyruklara kayıtsız, şartsız bağlanıp bağlanmadıklarının açığa
çıkarılması için bir takım yasakların konulması,
3. Zaman aşımıyla zararlı oldukları bilinen bazı
şeylerin önoeden yasaklanması..
Bu hakikati çok iyi
öğrenen Ashab-ı Kiram, Allah ve Peygamberinin buyruklarına -neden ve
niçinlerini sormadan, araştırmadan- gönülden inanıp bağlanmışlar ve sonra
gerektiğinde sebep ve hikmetlerini düşünmüşlerdir. Onlara göre, önee kayıtsız,
şartsız inanmak, sonra da lüzum görüldüğünde sebep ve hikmeti üzerinde düşünüp
imân ve irfanı artırmak mü'min olmanın ölçüsüdür. Hemen ilâve edelim ki, bu
ölçü her devirde geçerlidir. [367]
«Ey iman edenler! Siz ihramiı iken avı öldürmeyin....»
Hac, ya da Umre için
İhrâmlı bulunan kimsenin gerek Harem sınırları içinde, gerekse dışında
avlanması yasaklanmıştır. Ancak avlanması yasaklanan, eti yenen hayvanlar
mıdır, yoksa mutlak anlamda bütün av hayvanlarını mı kapsamaktadır? Müctehit
imamların bu mesele hakkındaki içtihat ve görüşleri farklıdır:
A) İmam Şafiî'ye göre, yabanî olup eti yenen
hayvanlarla sınırlıdır.
B) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, eti yensin yenmesin
yabanî olan bütün hayvanlarla ilgilidir. Ancak Hadîs-i şerîfte zararlı beş hayvan
bunlardan istisna edilmiştir.
İhrâmlı bulunduğunu
hatırladığı halde bilerek avlanırsa, Mücâhit, İbn Zeyd ve el-Hasan'a göre, bu,
ihrâmlının öldürdüğü hayvanın benzerini Kabe'ye kurbanlık göndermekle veya
belirtilen keffareti ödemekle, ya da oruç tutmakla karşılanmaz. Çünkü işlenen
cinayet bu sınırı aşmıştır. Ama unutarak avlanırsa, misliyle evcil hayvanı
Kabe'ye kurbanlık göndermekle veya keffaret vermek, ya da oruç tutmakla
karşılanmış olur.
İbn Abbas (R.A.) ve
âlimlerin cumhuruna göre, ister unutarak, ister hatırlayıp bilerek avlansın,
farketmez, Kur'ân'da belirtilen
ceza, ya da keffaret gerekir.
Sahih olan da budur. Hattâ ihrâmlı kimse silahını bir ağaca yöneltip atarken
yanlışlıkla bir av hayvanına isabet edip öldürürse, yine de ceza gerekir. Nitekim
İmam Zührî diyor ki: «Kur'ân, ihrâmlı iken bilerek av hayvanı öldürmekle ilgili
açık hüküm getirirken,'Hadîs de hatâ yollu av hayvanı öldürmekle ilgili hüküm
getirmiştir.»
Saîd bin Cübeyr'e
göre, hata yollu öldürmekten dolayı çezâ gerekmez. Ne var ki bu görüş kıyasa
aykırıdır, amel edilmez.
Öldürülen hayvanın
misli
Bu, kıymeti midir,
yoksa yaratılıştaki beden yapısı itibariyle dengi midir? Ashap ve Tabiînin
cumhuruna göre, beden yapısı itibariyle benzeri itibar edilir. Oünkü âyetin
zahiri buna delâlet etmektedir. Misli bulunmayanın kıymeti takdir edilir.
İmam Ebû Hanîfe'ye
göre, buradaki misil, kıymet itibariyledir. İmam Şafiî'ye göre, misil beden
yapısı itibariyledir. Şafiî'nin delili, Ashab-ı Kiramın muhtelif ülkelerde bu
yoldaki uygulamalarıdır. Nitekim öldürülen bir devekuşuna karşılık bir bedene
(deve veya sığır) takdir edildiği bilinmektedir.
İki âdil bilirkişi
Bunların hem âdil, hem
Müslüman ve aynı zamanda erkek olması şarttır. Ayrıca bu konularda fıkhı
bilgilerinin yeterli olması gerekir. Nitekim Meymun bin Mehrân (R.A.) diyor
ki: «Bir bedevî, Ebû Bekir SIDDÎK'a (R.A.) gelerek, ihrâmlı iken bir av hayvanı
öldürdüğünü söyledi. Ebû Bekir (R.A.) bu meseleyi yanında hazır bulunan Ubey
bin Kâb (R.A.) ile görüştü. Bedevî, «Ben senden soruyorum, sen de başkasından
soruyorsun?!» diyerek hayretini belirtti. Bunun üzerine Ebû Bekir (R.A.) ona :
«Allah Kur'ân'da, (Sizden iki âdil kimse) buyurmuyor mu? İşte ben de bu ilâhî
emre uyarak arkadaşımla görüştüm, birlikte bir takdir yapacağız» diye cevap
verdi.
Kabe'ye kurbanlık
göndermek İhrâmlı kimse bir av hayvanı öldürdüğünde, denk geliyorsa Kabe'ye
kurbanlık göndermekle yoksullara keffaret vermek ve bir de oruç tutmak arasında
bir tercîh yapmakta serbest midir? Bu hususta da farklı içtihat ve tesbitler
olmuştur:
jmam Ebû Hanîfe, İmam
Mâlik ve İmam Şafiî'ye göre, bu hususta Kur'ân'da yer alan âyetin cümleleri
arasındaki (ev) harfi tahyîr içindir; av hayvanını öldüren kimse bu üç husustan
birini yerine getirmekte serbesttir.
Ahmed bin Hanbel ve
Hanefî imamlarından Züfer'e göre (ev) tertip içindir. İhramlı birincisini
yapmaya güç getiremediği takdirde ikincisini, onu da yapmaya güç
getiremediğinde üçüncü hususu yerine getirir.
Deniz avı helâl
kılınmıştır
İhrâmlı kimse deniz
avı yapabilir. Kendisi avlanabileceği gibi, avlanan başka birine yardım da
edebilir. Ancak denizde ölü olarak bulunan deniz hayvanlarından birini yemek
caiz midir? İmam Ebû Hanîfe'ye göre, bir sebepten dolayı öldüğü bilinirse,
yenilmesi caizdir. Diğer bazı zevat, ister bir sebepten, ister sebepsiz ölmüş
olsun, mutlaka yenilebilir, demişlerdir.
Balık dışında kalan
diğer deniz hayvanlarına gelince, bunlar genellikle iki kısma ayrılır: Bir
kısmı hem karada, hem denizde yaşar (kurbağa, kaplumbağa ve yengeç gibi).
Bunları yemek helâl değildir. Ancak ünlü müctehit Süfyan es-Sevrî'ye göre,
yengeç yemekte bir sakınca yoktur.
İmam Ahmed bin
Hanbel'e göre, kurbağa ve timsah dışında denizde yaşıyan bütün hayvanlar
yenilir.
İmam Mâlik.ve İbn Ebî
Leylâ'ya göre, denizde yaşıyan bütün hayvanlar yenilir. Çünkü âyette mutlak
anlamda «Deniz avı size helâldir» bu-yurulmuştur.
İmam Şafiî'ye göre,
deniz domuzu ve köpeği dışındaki hayvanlar yenilir. Bu ikisi de «domuz» ve
«köpek» isimleriyle anıldıkları için yenilmez.
Başkasının avladığı
kara avını ihramlı kimse yiyebilir mi?
İhrâmlı bu hususta
avcıya yardımcı olmamış ve ava işarette bulun-mamışsa, o takdirde yiyebilir.
Bu, İmam Mâlik, İmam Şafiî ve İmam Ahmed bin Hanbel'in mezhebidir. Rey
tarafdarlarının çoğu da bu görüştedir. Hz. Osman (R.A.)ın da buna cevaz verdiği
rivayet yoluyla sabit olmuştur.
Ayrıca ilgili hadîste
buyuruluyor ki:
«Siz kendiniz
avlanmadığınız ve sizin için avianılmadığı takdirde avlanan kara avından
yemeniz size helâldir.» [368]
Yukarıda geçen
âyetlerle, ilâhî yasakların bir başka hikmetine doku-
nularak imânın
İslâmiyet doğrultusunda mutlak teslimiyet istediği açıklandı.
Sonra kara ve deniz
hayvanlarının avlanması konusuna*yer verilerek ihrâmlı bulunan kimsenin kara
avı yemesinin, karada avlanmasının veya avlanana işaret, ya da yardımda
bulunmasının ceza gerektireceği belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
haccın ve Kabe'ye gönderilen kurbanlıkların insan hayatını düzenlemedeki
tesirine dikkatler çekiliyor. Kabe'nin Tevhît inancını yansıtmadaki yerine
işaret edilerek bu kutsal topraklardaki biri mânevi, diğeri maddî iki önemli
cevherin üzerindeki perde aralanıyor. Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa her
şeyi bildiğine parmak basılarak konu noktalanıyor. [369]
97— Allah
Beytü'l-Haram = Kabe'yi, hürmetli ay'ı, Kabe'ye gönderi gerdanlıktı,
gerdanlıksiz kurbanlıkları, insanların hayat düzeni için dalen gerdanlıktı
yanak kılmıştır. Bu,
Allah'ın göklerde olanı da, yerde olanı da bildiğini ve gerçekten Allah'ın her
şeyi bilen olduğunu bilip anlamanız içindir.
98— Biliniz kî, Allah gerçekten hem vereceği ceza
bakımından çok şiddetlidir, hem de Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.
99— Peygambere ancak tebliğ gerekir. Allah ise
sizin neler açıkladığınızı, neler gizlediklerinizi bilir.
100— De ki: Murdarın çokluğu senin hoşuna gidip
hayretini mucip olsa da murdarla pâk bir değildir. O halde ey sağduyu
sahipleri! Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.
İbn Cevzî'nin Câbir b.
Abdullah (R.A.)dan yaptığı rivayette, bir adam Peygamber (A.S.) Efendimize
gelerek şunu sordu :
— Ey Allah'ın Peygamberi! İçki benim ticaretim
idi, elde ettiğim mal ve servet ile Allah'ın taâtinde bulunursam bana bir yarar
sağlar mı?
Bu soruya Resûlüllah
(A.S.) şu cevabı verdi:
— Şüphesiz ki Allah pâk ve nezihtir, ancak pâk ve
nezîh şeyleri sever.
Bunun üzerine
yukarıdaki 100. âyet indi. [370]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Mekke'yi fethettiği gün oradaki insanlara şöyle hitapta bulundu :
«Şüphesiz ki bu şehri,
Allah gökleri ve yeri yarattığı gün kutlu kılıp hürmete lâyık görmüştür. O
halde bu şehir kıyamete kadar Allah'ın hür-metiyle haramdır; dikenleri
koparılmaz, avı ürkütülmez, yitiği alınmaz, -ancak sahibini bulmak amacıyla
alıp ilân eden müstesna- otları biçilmez.» [371]
«Allah Beytü'l-Haram = Kabe'yi insanların hayat düzeni İçin
dayanak kılmıştır.»
Son din ile asıl
hüviyet ve kudsiyetine kavuşan Kabe, şüphesiz ki, Ailah'a ibâdet için
yeryüzünde iik yapılan mabettir. İnsan nüfusunun en çok yaşadığı Afrika ile
Asya kıtaları arasında yer alan Arap Yarımadası ve bu yarımadada kurulan
Allah'ın kutlu ve hürmetli evi Kabe, daha çok inanan insanların hayatını,
dünya ve âhiretini düzende ve dengede tutmanın en sağlam ölçü ve dayanağıdır.
Bu bakımdan Kabe, ırk, renk, dil, soy, servet ve makam farkını kaldırır,
Allah'a, Peygambere ve âhirete inanan insanları bir araya getirip yüksek bir
ideal, çok şerefli bir amaç uğrunda kardeş yapan, birlik, dirlik ve kaynaşmayı
sağiayan en feyizli imân ve irfan mektebidir.
Bu mektep Allah'ın
koyduğu esaslar, prensipler ve amaçlar doğrultusunda sağlıklı çalıştığı
takdirde, insanların dünya ve âhiret hayatını mutlaka düzene, sokar.
İşte hac ve umrenin,
Kabe'ye gönderilen kurbanlıkların önemini bu açıdan düşünüp
değerlendirdiğimizde Kabe'nin neden Tevhit İnancının merkezi ve fışkırdığı yer
olduğu ve neden iki büyük kıt'a arasında kurulduğu daha iyi anlaşılır. [372]
Biri, birlik ve
kardeşlik ruhu ve mayası İçinde Allah'a dosdoğru imân cevheri; diğeri siyah
altın (petrol) cevheri. Birincisi ruhların güçlenmesini, hayat dengesinin
sağlanmasını, bedenle ruh, dünya ile âhiret arasında en sağlam köprünün
kurulmasını amaçlar. İkincisi, imânı ekonomik güçle birleştirip dünyadaki küfür
ve tuğyanı önlemeye, Allah Kelime'sinin daha yüce olmasını gerçekleştirmeye
yöneliktir.
Kur'ân bu iki hakikate
dikkatleri çekerek, «Bu, Allah'ın göklerde olanı 6a, yerde olanı da bildiğini
ve gerçekten Allah'ın her şeyi bilen olduğunu bilip anlamanız içindir» belgesiyle sağduyu sahiplerine
seslenir.
İslâm ülkeleri bu iki
cevheri -Kur'ân'ın hayat düzeni doğrultusunda-çok iyi değerlendirmek
sorumluluğunu taşımaktadır. Kur'ân'ın ve Kabe'nin gölgesinde İslâm
kardeşliğini birlik ruhu düzeyinde gerçekleştirmez de benlik-senlik kavgasına,
tartışma ve sürtüşmesine yol .açarlarsa, Allah'ın hayat kanunları değişmez ve
İslâm ülkeleri en ağır tokatı bu kanundan yer ve sersemleşirler. Çünkü
Allah'ın vereceği ceza pek şiddetlidir. Kur'ân bunu en duyarlı anlamda
açıklamıyor mu? Dönüş yapıp Kur'ân'ın gölgesinde birleşirlerse, bilsinler ki,
«Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir» buyurmuyor mu? [373]
«Peygambere ancak
tebliğ gerekir.»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz söz ve davranışlarıyla, yüklendiği çok şerefli görevi, tebliğ düzeyinde
en mükemmel şekilde yerine getirmiş ve son sözünü söyleme bahtiyarlığı içinde
Allah'ı şahit tutarak Refik-i A'lâ-sına yükselmiştir, VEDA' Hutbesi bunun en
son ve güzel örneklerinden sadece biridir.
Şimdi artık görev
İslâm ilim adamlarına, mürşitlere ve okumuşlara düşüyor. Kur'ân bunu
açıklıyarak : «Peygamberin görevi sadece tebliğdir, Allah ise sizin neler
açıkladığınızı ve neler gizlediğinizi bilir.» gereken uyarısını yapıyor. [374]
«De ki: Murdarın çokluğu
senin hoşuna gidip hayretini mucip olsa da, murdar ile pâk bir değildir.»
Birbirine karşıt
kavramlar. İslâm, insana yalnız iyi, pâk ve nezîh nesneleri, yararlı ve
yüceltici şeyleri helâl kılıp, zararlı, kötü ve murdar şeyleri yasaklar. Çünkü
insanı yaratan Allah, ona nelerin faydalı, nelerin zararlı olduğunu daha iyi
bilir, o mutlak hikmet sahibidir. [375]
HARAM AYLARI,
İslâm'dan önce Araplar arasında hürmet edilen bir barış devresi olarak rağbet
görmüştür. Birbirleriyle aralıksız vuruşan, talancılık yapan, çeşitli cinayet
ve kötülükler işlemekte yarışan Araplar, Zil-kaade, Zilhicce, Muharrem ve Recep
ayları girince bu yarışmayı bırakıp güv^n havası estirmeye çalışırlardı.
Böylece zayıf kabileler, kimsesizler hiç olmazsa bu dört ay rahat bir nefes
alabilirdi.
İslâm gelinceye kadar
-bunun devamı sağlanmış- bu köklü âdet bütün kabileler tarafından
benimsenmişti. İslâm Devleti güçleninceye kadar bu âdete dokunulmamış, üstelik
devam etmesine hız verilmiştir. Devletin temeli oturtulup hazinesi ve ordusu
vücut bulunca, artık sulh ve esenlik için, güven ve rahat nefes alabilmek için
senenin her ayı bu düzeye getirilmiş, böylece haram aylarına bir özellik
vermenin anlamı kendiliğinden kalkmıştır.
Çünkü İslâm barış ve
esenlik, rahmet ve adalet dinidir. Zayıftan yanadır; zâlimin karşısındadır.
Allah'ın keskin kılıcı haddini bilmiyenlerin tepesi üzerinde sallanmakta ve
başkasını rahatsız edenler bu sistemde hiçbir şekilde yardımcı
bulamamaktadırlar. [376]
Yukarıdaki âyetlerle
daha çok peygamberin görevinin sadece teblîğ olduğu açıklandı. Bu sebeple
peygamberin dinî konularda kendiliğinden bir hüküm verme yetkisi bulunmadığı,
Allah'tan alıp öylece insanlara teblîğ ettiği hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
bir konuda ilâhî buyruk inmeden peygamberden soru sorulmaması; emir ve
yasaklarla ilgili bir âyet indiğinde taşıdığı hükmü anlamıyanların sormasında
bir sakınca bulunmadığı açıklanıyor ve bu doğrultuda soru sorma adap ve
kuralına işaret ediliyor. [377]
101— Ey imân edenler! Size açıklanınca sizi
kötümser yapacak (veya üzecek) şeylerden
sormayın; ama Kur'ân
indirildiğinde sorarsanız size
açıklanır. Allah (daha önce bu kuralı bilmeden) sorduklarınız (dan dolayı sizi)
atfetmiştir. Allah çok bağışlayandır; şefkatla, merhametle sabredendir.
102— Sizden önce bir millet de onları sormuştu,
sonra da o yüzden kâfir olmuşlardı.
Enes b. Mâlik (R.A.)
diyor ki:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz daha önce bir benzerini duymadığımız bir hitabede bulundu ve : «Eğer
benim bildiğimi bilmiş olsaydınız az güler, çok ağlardınız!.» buyurdu. [378]Bunun
üzerine Ashab-ı Kiram yüzlerini yakalarının içine çekip ağladılar, fazla
duygulandıklarından inler gibi sesler çıkardılar. Bu arada bir adam kalkıp,
«Benim babam kimdir?» diye sordu. Peygamberimiz (A.S.) «Falan adamdır» diye
cevaplandırdı. Buna benzer yersiz bir takım sorular daha soruldu. Sonra çok
geçmeden yukarıdaki âyetler indi. [379]
Diğer bir rivayet:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bir gün güneş batıya meylettiğinde (öğle vakti) evinden çıkıp öğle
namazını kıldırdı. Sonra minbere çıktı ve kıyâmetin kopuşunu, onun dehşetini
çok duyarlı bir ifadeyle anlattı. Sonra da şöyle buyurdu : «Kim bir şey sormak
istiyorsa sorsun, şu minber üzerinde bulunduğum sürece onu cevaplandıracağım.»
Tabii Resûlüllah (A.S.) bunu üzüldüğü, Ashabdan bazısının yersiz sorular
sorduğu için söylemişti. Ashabın çoğu onun üzüldüğünü anladıkları için gözyaşı
akıttılar. Peygamber (A.S.) de, «Sorun benden» diye tekrarladı. Derken
Abdullah b. Huzafe es-Sehmî ayağa kalkıp, «Babam kimdir?» diye sordu.
Peygamberimiz (A.S.) ona, «Baban Huzafe'dir» diye cevap verdi. Sonra Peygamber
(A.S.) Efendimiz aynı üzüntülü tonuyla, «Benden sorun soracağınızı!.» buyurdu.
Sunun üzerine Hz. Ömer (R.A.) diz üzeri durup şöyle dedi: «Ey Allah'ın Resulü!
Biz Allah'ın Rabbimiz, İslâm'ın dinimiz, Muhammed'İn Peygamberimiz olduğuna
razı olduk..»
Peygamberimiz biraz
sustuktan sonra şöyle buyurdu : «Az önce Cennet ve Cehennemi şu duvarın enine
olan kısmında (onun yanıbaşında) gördüm, bana arzolundular: Hayır ve serde
bugünkü gibi bir gün görmedim.» [380]
Başka bir rivayet:
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki: «Bir topluluk işi alaya alır gibi bir tavır içinde Peygamberimizden bir
şeyler soruyorlardı. Birisi, «Benim babam kimdir?» diye sorarken, bir diğeri
kaybolan devesinin nerede olduğunu soruyordu. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler
indi. [381]
Hz. Ali (R.A.) diyor
ki:
«Yol bulmaya güç
getirebilen kimsenin Beyt'i (Kabe) haccetmesi, Allah'ın insanlar üzerinde bir
hak ve vecibesidir.» mealindeki âyet inince, «Her sene mi?» diye sordular.
Peygamberimiz bu soruyu cevaplandırmadı. Onlar yine aynı soruyu tekrarladılar.
Bunun üzerine Peygamberin ü/. (A.S.), «Hayır» diye cevap verdi ve; «Eğer evet,
deseydim, her yıl size farz olurdu.» buyurdu. Bu sebeple yukarıdaki âyetler
indi. [382]
Ebû Hüreyre (R.A.)
diyor ki:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz bize hitapta bulunarak şöyle buyurdu : «Ey insanlar! Doğrusu Allah
size haccı farz kıldı; artık haccedin.» Bunun üzerine bir adam, «Her sene mi?»
diye sordu. Peygamber (A.S.) sustu, cevap vermedi. Adam aynı soruyu üç defa
tekrarlayınca Peygamberimiz (A.S.) «Sizi bıraktığım sürece siz de beni bırakın,
(gereksiz soru sormayın). Eğer evet deseydim, size vâcîb olurdu, siz de ona güç
getiremezdiniz. Sizden öncekiler çok soru sormalarından ve peygamberlerine karşı
ihtilâfa düştüklerinden dolayı helak olmuşlardır. Size bir şey İle
emrettiğimde onu gücünüz yettiği kadar yerine getirin; sizi bir şeyden
men'ettiğimde ondan kaçının.» [383]
Muğîre b. Şu'be
(R.A.), Muaviye'ye (R.A.) yazdığı mektupta şöyle eliyordu : «Şüphesiz ki,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz dedikodudan, malı zayi' etmekten ve bir de çok
soru sormaktan men'etmiştir.» [384]
«Peygamber (A.S.)
Efendimiz AĞLÛTAT (ilim adamlarının ayağını kaydıracak, onları küçük düşürecek
sorularjdan men'etmiştir.» [385]
Ebû Hüreyre (R.A.)
diyor ki:
«İnsanların şerlileri,
şerli meselelerden soranlardır.» [386]
Selmân el-Farisî
(R.A.) diyor ki:
Resûlüilah (A.S.)
Efendimize bazı şeylerden soruldu. Bunun üzerine Efendimiz şöyle buyurdu :
«Helâl, Allah'ın kendi
kitabında helâl kıldığı şeylerdir. Haram da Allah'ın, kendi kitabında haram
kıldığı şeylerdir. Susulup anılmıyan hususlar ise, Allah'ın bağışladığı
şeylerdir. O halde kendinizi sıkıp güçlüğe sokmayın.» [387]
. «Şüphesiz kî Allah
bir takım şeyleri forz kılmıştır; onları zayi etmeyin Bir takım hudut
koymuştur, onlar, aşmayın. Bir takım şeyleri haram kılmıştır, onlara
yaklaşmayın. Unutmaks.z.n da bir takım şeylerden söz etmemiştir; artık siz
onlardan söz etmeyin.»[388]
«Ev iman edenler! Size açıklanınca sizi kötümser yapacak (veya
üzecek) şeylerden sormayın.»
Kur'ân'da ilgili
âyetle -bir bakıma- soru sormanın âdap ve kurallarının özeti verilmekte ve
bunun eğitimin bir kolu haline getirilmesine işaret edilmektedir.
Kimden, neyin, nasıl,
nerede ve ne zaman sorulması gerekiyor? Ayrıca sormanın ölçü ve âdabı nedir?
Bunları bilmeye ihtiyaç vardır. O nedenle büyük ve mükemmel bir eğitim kitabı
olan Kur'ân'da, insanların bilgi alış-verişi, sorulu-cevaph görüşmeleri ,
disipline edilerek bazı kurallara bağlanıyor.
Bunu iki kısımda
düşünmemiz uygun olur: Dinî konular, metafizikle ilgili hususlar ile deney ve
gözlemle elde edilen bilimsel buluşlar,
Dinî konularda Kitap
ve Sünnette açıklanmış hükümleri ve açıkian-mayıp genel ölçü ve kurallar
anlamındaki esaslara kıyasla elde edilen hükümleri sormakta, araştırmakta bir
sakınoa yoktur. Bilâkis çok yarar vardır. Dinî hükümleri ancak yetkili ilim
adamlarından sormakla öğrenmemiz mümkündür. Dinin metafizikle ilgili
açıklamalarına gelince, bunlardan ancak açıklananları bilebiliriz.
Açıklanmıyanlar hakkında ne soru sormamıza, ne de cevap aramamıza gerek var.
Çünkü bu, beşer ilminin ulaşamadığı bir düzeyde bulunuyor. Bu hususta aklın ve
mantığın önü açık değildir. Deney ve gözlemin ise, tamamen dışındadır.
Bu nedenle Allah ve
Peygamberinin ve Peygamber ilmine vâris olan Allah dostlarının, kâmil
mürşitlerin açıklaması dışında bazı tahminlerde bulunmak sakıncalıdır. Bu, hem
ilim adamını yorar ve üzer, hem de soranı hayal kırıklığına uğratabilir.
Deney ve gözlemle elde
edilen bilgiler, varılan
sonuçlar hakkında sormakta bir
sakınca olmadığı gibi, bu alanda ilmin henüz tesbit edeme diği, ortaya
çıkaramadığı hususlardan ve bir takım varsayımlardan sormakta büyük yararlar
kabul edilmektedir. Çünkü bu yola başvurmak ilim adamının hevesini kamçılar ve
araştırma azmini kuvvetlendirir.
Rastgele sormak doğru
mudur?
Soru rastgele
sorulmaz. Dinî bir konuysa, ilgili ilim adamı çağrılmaz, ona gidilir. Bu,
İslâm'ın koyduğu bir terbiye ve saygı ölçü ve kuralıdır. Nitekim Ashab-ı
Kirâm'dan birinin bir sorusu olunca, Mescid-i Saadete gider, namaz kılındıktan
sonra Resûlüllah (A.S.) Efendimizin onlara yönelip konuşmasını beklerdi.
Peygamberimiz (A.S.) namazdan sonra bir sohbet toplantısı açacak olursa, o
takdirde onun konuşmasının bitmesini beklerdi. Sonra da müsaade istenilir ve
edep ölçüleri içinde sorulacak şey kısaca sorulurdu. Efendimiz (A.S.) namazdan
hemen sonra kalkıp evine veya başka bir tarafa gidecekse, soru-cevap faslına
uygun vakit olmadığı anlaşılır ve sorular uygun bir zamana bırakılırdı. Allah
Resûiüyle (A.S.) yolda karşılaşan kimsenin önemli, âcil bir sorusu olursa,
selâmdan sonra Onun iltifatını bekler, eğer Efendimiz ona İltifatta bulunup
konuşursa, o da bunu fırsat bilip konuşur ve ortam müsaitse sorusunu sorabilirdi.
Selçukî hükümdarı
Tuğrul Bey, Hemedan'a girdiğinde muhteşem bir toplulukla karşılaştı. Fakat o,
önce din âlimlerinden kadri yüce zatların bulunup bulunmadığını sordu.
«Çağıralım rm?» diye müsaade istenildiğinde, Tuğrul Bey, «Hayır, din âlimleri
çağrılmaz, onlara gidilir. Beni onlara götürün..» diyerek bu hususta İslâmî
terbiye ve anlayışını açıklamış oldu. Diğer alanlardaki ilim adamlarına da aynı
saygı ve ilgi gösterilmiştir.
Bu konuda İmam Gazali
şu hadîsi rivayet etmektedir:
«Âlimlerin kötüsü,
hükümdarların (kapısına) gidenidir. Hükümdarların hayırlısı, âlimlerin
(kapısına) gidenleridir.»
Bu hadisi İbn Mace
zayıf bir senetle şu lafızla rivayet etmiştir: Meali şöyledir: «Âlimlerin
kötüleri, hükümdarlara gidenlerdir;
hükümdarların iyileri, âlimlere gidenlerdir.» [389]
Deylemî de Ömer b.
Hattab'dan (R.A.) merfuan şu rivayeti yapmıştır:
«Allah âlimlerle
kaynaşıp görüşen hükümdarları sever. Hükümdarların (ayağına) gidip onlarla
kaynaşan âlimleri sevmez.»
Çünkü ilmin rütbesi
bütün rütbelerin üstündedir.
Yine Büyük Selçukî
Sultanı Melik Şahdevir'in, ünlü ilim adamı Ali bin Hüseyin es-Sandalî'ye,
«Neden bana gelmezsin?» diyerek sitem edince, Ali b. Hüseyin Hazretleri ona şu
cevabı vermiştir ı «Senin hayırlı bir hükümdar olmanı, âlimleri ziyaret etmenle
arzuladım. Hükümdarları ziyaret etmekle benim de kötü bir ilim adamı olmamı
istemedim, ondan..» [390]
Evet dinî soruların
daha çok ilim meclislerinde, sohbet toplantılarında, seminer ve
konferanslarda, cami ve mescitlerde sorulması tavsiye edilmiştir. Belirtilen
yerlerde de, ilim adamlarından önce izin istenmeli, edep ve terbiye kuralları
göz önünde bulundurularak sorular sorulmalıdır. Cevap verilirken dikkatle
dinlemek, ilim adamının sözünü kesmemek, dikkatleri dağıtacak davranışlarda
bulunmamak da soru sorma kuralları arasında yer alır.
Ayette «Allah çok
bağışlayandır ve çok hilm sahibidir» buyurularak konunun nezaketi
vurgulanmıştır. Cevap verenin de o nisbette nezîh ve sabırlı olması, yumuşak
bir edâ ile sorulanları cevaplandırması ve karşısın-dakilerin anlayabileceği
bir ifade kullanması ise, cevap verme kurallarından bir kısmıdır. [391]
«Sizden önce bir
millet de onları sormuştu, sonra da o yüzden kâfir olmuşlardı.»
Kur'ân, İslâm'dan
önceki bazı milletlerin ölçüsüz soru sormalarından, Allah ve Peygamberin
açıklamadığı meseleler üzerinde ısrarla durmalarından dolayı hem kendilerini
sıkıntıya düşürdüklerini, hem de aşırı gittikleri için inkâra saparak helak
olduklarını haber veriyor. Buna birkaç örnek verelim :
Salih Peygamberin
kavmi mu'cize istediler; kimi şu taştan bir deve çıkar, derken, kimi de gökten
bize altın yağdır, diyordu. Onların bu yersiz istek ve soruları Salih
Peygamberi fazlasıyla üzmüştü. Allah onların samimi olmadıklarını biliyordu.
İstedikleri mu'cize meydana geldi, taştan deve çıkarıldı. Salih Peygamber
onlara, «Sakın bu deveye dokunmayın, onu boğazlamayın, sonra ilâhî gazaba
çarpılırsınız» diyerek çetin bir imtihan geçirdiklerini hatırlatmak istemişti.
Ama onların ölçüsüz, tartısız soruları birbirini izleyip durdu, derken o deveyi
boğazladılar. Bu yüzden yerle bir oldular.
İsrâiloğulları, Musa
Peygambere, «Allah'ı bize açıkça göster» diye olmayacak istekte bulunmuşlardı.
Bu yüzden dertten derde uğratılmışlar ve sonunda esaret zilletine
düşürülmüşlerdi.
Yine İsrâiloğulları,
İsâ Peygamberden, gökten hazır sofra indirilmesini istemişlerdi. Sofra indiği
halde inkârlarında ısrar etmişler ve bir takım yersiz sorular yöneltmişlerdi.
Bu yüzden ilâhî lanete uğramışlar, ruhen maymunlaşıp dirliklerini kaybetmişlerdi.
Mesele mu'cizeden
fazla yersiz ve gereksiz soru sormakla ilgilidir. İsrâiloğulları sadece mu'cize
istemekle kalmadılar; mu'cize tecelli ettikten sonra ardı-arkasi kesilmiyen
yersiz sorular sormaya devam ettiler. Sonunda hak ettikleri cevap verildi;
asırlarca vatansız kalıp perişan oldular. [392]
Yukarıda geçen
âyetlerle, dinin ilâhî olduğu, boyutlarının Allah tarafından belirlendiği ve
açıklanması gereken hususların açıklandığı, bunun ötesinde başka dinî bilgilere
gerek olmadığı hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
dinde olmayan bir şeyi dindenmiş gibi göstermenin sakıncaları anlatılıyor.
İnsan aklının ürünü olan şeylerin Allah'a ve Onun indirdiği dine nisbet
edilmesinin büyük bir suç ve vebal olduğuna işarette bulunuluyor ve cahiliye
devrinden kalma bir takım kötü âdetlerin Allah tarafından konulmuş bir vecîbe
olduğu iddiası reddedilip mü'minier bu hususta uyarılıyor. [393]
103— Allah ne
bahire, ne sâîbe, ne
vesile, nede hâm'-dan hiç
biriyle emretmemiş ve meşru da kılmamıştır. Ama o küfredenler Allah'a karşı
iftirada bulunuyorlar; çoğunun da aklı ermemektedir.
104— Onlara, Allah'ın indirdiği Kitab'a ve
Peygamberin (Sünnetine) gelin, denilince, atalarımızı üzerinde bulduğumuz
şeyler bize yeter, derler. Ya ataları bir şey bilmiyenler ve doğru yolu
bulmayanlar idiyse?.
Cahiliye devri
Araplannın kendilerine göre bir takım âdetleri ve inançları vardı. Onlar çoğu
zaman bu âdet ve inançlarının ilâhî olduğunu, atalarından kendilerine miras
kaldığını iddia ederlerdi. Onların bu iddiası reddedilerek yukarıdaki âyet
indirilmiştir.
BAHİRE : Bir dişi
devedir ki, beş batın doğurup beşincisi erkek olursa, kulağını yarıp
salıverirler ve ondan sonra artık ona ne binerler, ne sütünü sağarlar, ne de
bir işte kullanırlardı.
SÂÎBE: Adamlardan biri
ya hastalandığı, ya da bir yakınının gurbette kaldığı zaman, «Eğer Tanrı bana
şifâ verir veya uzaktaki yakınım salimen gelirse, benim bu dişi devem sâîbe
olsun diye adar ve onu b â-hîre gibi salıverir, yününden, sütünden yararlanmayı
kendine haram kılardı.
VESÎLE : Koyunu dişi
doğurursa kendilerine, erkek doğurursa ilâhlarına ait kabul edilirdi. Koyun,
biri dişi, diğeri erkek ikiz doğurunca buna vesile derler, yani erkeği dişiye vasi edip onu da
kurban etmezlerdi.
HÂM : Bir erkek
devenin dölünden on batın doğunca, onu su ve otlak konusunda serbest bırakır,
sırtına da binmezlerdi.
İslâm, putperestlerin
birçok âdetleri ve inançları arasında bu tür adamaları da kaldırıp yepyeni bir
hayat nizamı getirmiş ve insan aklına ışık tutan, gecesi de gündüzü kadar
aydınlık olan ilâhî hükümlerini koymuştur. Kur'ân'da sözü edilen bu dört deve
konusu sadece birer misal olarak veriliyor ve genel bir kaide oluşturularak
mü'minier uyarılıyor. [394]
«Kim bizim bu dinimizde
ondan olmayan yeni bir şey icat edip (dindenmiş gibi gösterirse) o, sahibine
reddolunur.» [395]
«Hangi ümmet
peygamberlerinden sonra dinlerinde dinden olmayan bir şey uydurup ortaya
çikarmışlarsa, mutlaka onun bir benzeri sünneti zayi etmişlerdir.» [396]
«Din adına sonradan
uydurulup ortaya çıkarılan şeylerden sakının.
Çünkü sonradan
uydurulan her şey sapıklıktır.» [397]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Ektem bin el-Cevn'e dedi ki:
— Ya Ektem! Cehennem bana gösterildi. İçinde
Amr b. Luhay'i gördüm, bağırsağını (yerden) çekiyordu. İkinizden birbirine
daha çok benzeyen kimse görmedim, diyebilirim.
Bunun üzerine Ektem
(R.A.) :
— Ey Allah'ın
Peygamberi! Onun bana benzemesinden endişe ediyorum, deyince,
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz:
— Hayır, sen mü'minsin, o ise kâfirdir ve
İsmail Peygamberin dinini ilk değiştiren ve develeri bahire, sâibe ve ham
olarak adayan da odur, diye cevap verdi.
Diğer bir rivayet:
«Amr b. Âmir
el-Huzaî'yi gördüm, cehennemde bağırsağını çekip duruyordu. Develeri
(belirtilen şekilde) ilk
adayıp sâîbe ismiyle
anan
odur.» [398]
Mâlik bin Nadle
(R.A.) anlatıyor:
«Üzerimde çok eski bir
elbisemle Peygamber (A.S.) Efendimize uğradım. Beni böylesine perişan bir
kıyafet içinde görünce, aramızda şu konuşma geçti :
— Malın var mı?
— Evet.
— Hangi cinsten?
— Her cinsten : Deve, sığır, koyun, at ve
köle...
— Allah sana bir mal verince onu üzerinde
çoğalt (yeterince giyin de Allah'ın nimetinin eseri sende görünsün).
Deven doğurunca
yavrusunun kulakları kesik ya da yarık değildir, değil mi?
— Evet...
— Develer zaten hep öyle doğurur. Ama belki de
sen ustura alıp onlardan bir kısmının kulağını yarıyorsun ve bu «bahîresdir,
diyorsun, diğer
bir kısmının kulağını
yarıp «bunlardan yararlanmak haramdır» diyorsun, değil mi?
— Evet, Ya Resûlellah!.
— Sakın böyle yapma. Şüphesiz ki Allah'ın sana
verdiği her mal sana helâldir.
Ve sonra Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz yukarıda mealini yazdığımız âyeti okudu. [399]
İslâm eğri yolda bir
taassubun karşısındadır. Aynı zamanda doğru yoldan sapmış ataların peşine
takılıp yürüyenlerin elinden tutup kurtarmayı amaçlamaktadır. Ataların inancı,
âdet ve geleneği ilâhî ölçülere uyduğu oranda muhteremdir.
Bilindiği gibi,
İslâmiyet, Arapların câhiliye devrinden sürüp gelme ne kadar ölçüsüz, insan
ruhunun yüceliğiyle ters düşen yanlış ve zararlı inanç, âdet ve gelenekleri
varsa, hepsini kademeli ve sistemli bir plânla kaldırmıştır. Manevî
tatminsizliğe hiç bir zaman yol açmamak için de daha doyurucu inanç ve ibâdet
sistemi getirmiştir.
Âyette bilhassa iki
önemli hususa işarette bulunuluyor:
1. Bir
millet, ya da topluluğun inanç ve âdetlerini, daha mükemmelini ve de
doyurucusunu getirmeden yasaklamak büyük bir huzursuzluğa ve manevî çöküntüye
sebep olur. Tıpkı şahısları ilâhlaştırıp Allah inancını temelinden yıkmaya
heveslenenlerin bilerek veya bilmiyerek ülkeyi bir çıkmaza sokup felâketin
eşiğine sürüklemelerine benzer. Materyalizm ile komünizm bu çıkmazın tabii
sonucu olarak doğar.
Bu yüzden idare
edenlerle idare edilenler arasındaki bağlar kopar, güven ölçüsü dumura uğrar;
her geçen gün aradaki mesafe biraz daha açılır; derken idare edenler şiddete ve
ağır cezaî müeyyidelere başvurmak zorunluğunu duymaya başlarlar ve bunun sonu,
o ülke için kapanması, onarılması güç derin yaralar açar. Fir'avn ve Nemrut'un
âkibeti bunun unutulmaz misallerinden biridir.
Tarih boyunca tekâmül
edegelen dinler bile, bir önceki dinin yürürlükten kaldırılmasında büyük
güçlüklerle karşılaşmış ve hattâ çetin savaşlar olmuştur. İsâ Peygamberin
Tevrat'ın bazı hükümlerini değiştirir mahiyette getirdiği esaslar hiçbir zaman
Yahudiler tarafından benimsenmemiş, üstelik tepkilere yol açmış ve İsâ
Peygamberi öldürmeyi bile plânlı-yacak kadar o insanları hırçınlaştırmıştır.
İslâmiyet çok daha doyurucu ve mükemmel esaslarla geldiği, insan ruhunun bütün
arzularına cevap verecek muhtevada Kur'ân'i sunduğu halde, kendinden önceki
dinleri yürürlükten kaldıramamış, yani o dinlerebağlı olanların çoğu hakkın
sesine kulak vermemişlerdir.
Görülüyor ki, bir
önceki inanç ve hükümleri kısmen değiştirmek veya kaldırmak için daha
mükemmelini getirmekle beraber hemen sonuca varmanın mümkün olmadığı
rahatlıkla anlaşılıyor. Ya bir de daha basit bir inanç sistemiyle daha
mükemmelini ortadan kaldırmaya yeltenmenin ne kadar büyük bir gaflet olduğunu
anlatmaya gerek var mıdır?
2. Halkı
inançlarından dolayı ayıplamak, dindarları cahillikle vasıflandırmak;
medeniyet adı altında dinî ve millî kültürü bir tarafa itip öz değerlerinden
kopuk nesiller yetiştirmek çok hatalı bir uygulamadır. Bu, inançsız, güvensiz,
saygısız maddecilerin çoğalmasını, dinî alanda yarı cahillerin çoğalmasını
hızlandırır. Kısacası din ve ahlâk kişilerin mantığına terkedilmiş olur. Bu
durumda yavaş yavaş din ve ahlâk aslından, öz mayasından uzaklaşır ve herkesin
mantığına göre bir din doğar. Bu da ardı, arkası kesilmiyen bölünmelere,
sürtüşmelere ve tartışma, hattâ vuruşmalara kapı açabilir! Hindistan'da ve bazı
Afrika ülkelerinde olduğu gibi.
O halde her konuda
olduğu gibi, din ve ahlâk konusunda da dürüst vatandaş yetiştirmede çok
dikkatli, bilinçli ve yaygın bir eğitime ihtiyaç vardır. Bir demirci çırağının
bile körük çekebilmesi için aylarca o konuda eğitim görmesi gerektiğini kim
inkâr edebilir?
İşte konumuzla İlgili
âyet bu gerçekleri kalbimize ve dimağımıza, diğer bir deyimle sağduyumuza
fısıldamaktadır.
Onlara : «Allah'ın
indirdiği Kitab'a ve Peygambere gelin!» denilince, «Atalarımızı üzerinde
bulduğumuz yol bize yeter» derler. Ya ataları bir şey bflmiyenler ve doğru yolu
bulmayanlar idiyse?..
Görülüyor ki âyet hem
aklımızı, hem mantığımızı harekete geçirip olayları iyice gözden geçirmemizi
ilham etmektedir. Bu konuda duygusal davranmanın, akıl süzgecini bir yana
itmenin kimseyi doğru yola kavuşturmayacağına işaret edilmekte ve böylece
hakkın sesi gönül kulağına yansıtılmak istenmektedir. [400]
Yukarıda geçen
âyetlerle, câhiliye devrine ait bâtıl inançların, kötü âdetlerin İslâmiyette
yeri bulunmadığı hatırlatıldı. İnsan kafası ürünü olan ipanç!ann hiçbir milleti
saadete ulaştırmadığını, fertlerin mânevi boşluğunu dolduramadığını, tarihte
geçen olaylar ile milletlerin hayatının ispatladığına işaret edildi. Ama Allah
tarafından insan ruhunun yüceliğine eşdeğerde olan inancın samimiyet arzeden
bir düzeyde dâima başarılı, güvendirici ve tatmin edici olduğuna kapalı şekilde
atıf yapıldı. Kur'ân böylece bilgisiz, ilgisiz, Cenâb-r Hakk'ın belirlediği
yoldan uzak kalan ataların tuttuğu yanlış yolu benimseyip üzerinde ısrar
etmenin hiçbir yararı olmadığını
açıkladı.
Aşağıdaki âyetle, mü'minlerin
şunun veya bunun yanlış inanç ve berbat yaşayışını taklîtten kaçınmaları;
başkalarına iyi örnek olacak, sapıkları yönlendirecek İslâmî hayatı olduğu
gibi yaşamaları emrediliyor. [401]
105— Ey imân
edenler! Kendinize sahip olun, kendinize bakın. Siz doğru yolda iseniz, yoldan
sapan size zarar veremez. Hepinizin de dönüşü Allah'adır. O size yaptıklarınızı
bir bir haber verip açtklıyacaktır.
Müslümanlar,
fethettikleri yerlerde yaşıyan halkı, İslâm'a girmekle cizye vermek arasında
serbest bıraktılar. Çünkü dinde zorlama yoktur. Dindar olmak sağduyu, irfan,
anlayış, kavrayış ve gönülden gelen bir inanç
meselesidir.
Öteden beri İslâm'ın
aleyhinde olan Kitap Ehli ve putperestler; Müslümanların bu tutumunu
kınadılar, «Kiminden cizye alıyorlar, kiminden değil» diye olumsuz yönde
propaganda çarkını çalıştırmaya devam ettiler. Bu sebeple yukarıdaki âyet indi.
[402]
Çünkü İslâm fethettiği
yerlerde halkı inancında serbest bırakırken, ak-len, şer'an ve örfen iyi ve
yararlı olanı emretmeyi, bu üc esasa göre zararlı kabul edilen kötülüklerden
sakındırmayı ihmal etmemiştir.
Âyette, «(Siz)
kendinize sahip olun, kendinize bakın» denilirken, Müslümanların kendi günlük
hayatlarında İslâm'ın bütün esas ve prensiplerini yaşıyarak çevrelerindeki
insanlara, uyulması gereken model ve örneği vermekle görevli bulundukları
hatırlatılıyor. Yoksa siz kendinize bakın, gerisini boş verin, kim ne yaparsa
yapsın, diye bir tavsiyede bulunulmuyor.
Nitekim Kays b. Ebî
Hâzim, Ebû Bekir SIDDÎK'ın (R.A.) Müslümanlara şöyle seslendiğini sahîh bir
tesbitle nakletmiştir;
«Ey İnsanlar! hepiniz
de, Kur'ân'da, «Ey imân edenler! kendinize sahip olun, kendinize bakın, siz
doğru yolda iseniz, yoldan sapan size zarar veremez» âyetini okuyorsunuz,
fakat onu lâyık olduğu ölçüde yerine koymuyorsunuz ve ne denildiğini de
bilmiyorsunuz. Ben Resûlüllah (A.S.) Efendimizden işittim, şöyle buyurdu :
«insanlar bir zâlimi görürler de engel olmak için onun elini tutmazlarsa, çok
sürmez Allah ondan dolayı onların hepsini bir azaba uğratır.» [403]
«Siz, kabul edildiği
sürece iyilikle emrediniz, kötülükten men'ediniz. Reddedilince de kendinize
sahip çıkınız.»
Bu, âyetin bir
yorumudur.
«Şüphesiz ki Kur'ân'ın
inen âyetlerinin bir kısmının yorumu, henüz inmeden önce gelip geçmiştir. Bir
kısmının yorumu Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devrinde meydana çıkmıştır. Bir
kısmının da Resûlüllah (A.S.) Efendimizden hemen sonra yorumu ortaya çıkmış,
bir kısmının ise son zamanlarda ortaya çıkacaktır. Diğer bir kısmının da kıyamet
günü ortaya çıkacağı bilinmektedir; bu da hesap, cennet, cehennem ve benzeri
hususlarla ilgili olanlarıdır.»
Bu da âyetin bir başka
yorumudur.
«Sizin kalbleriniz,
hevesleriniz bir noktada toplanıp birlik sağladığınız; bir takım gruplara
ayrılmadığınız, birbirinizin şiddet ve saldırısına hedef olmadığınız sürece
iyilikle emredip kötülüklerden men'ediniz.
Kalbleriniz parçalanıp
arzu ve hevesleriniz ihtilâfa düştüğü, hiziplere ayrılıp birbirinizin şiddet ve
saldırısını tatmaya başladığınız zaman artık nefsinize bakın.» Böyle bir devir
geldiğinde âyetin bir diğer yorumu ortaya çıkmış olur.
Abdullah bin Ömer'in
(R.A.) Yorumu : İbn Ömer'e denildi ki:
— Bugünlerde oturup iyilikle emretmeyi, kötülüklerden men'etmeyi terketsen, daha iyi etmez misin?
Çünkü Allah, «Siz kendinize bakın..» buyuruyor.
O şu cevabı verdi:
— Bu âyet benimle ve arkadaşlarımla ilgili
değildir. Çünkü Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bize : «Hazır olan kimseler, hazır
olmayanlara tebliğ etsin.» buyurdu. Biz Resûlüllah'a (A.S.) eriştik, onun
huzurunda bulunduk, sizler ise O'nu görmediniz, huzurunda bulunmadınız. O halde
öğrendiklerimizi size tebliğ etmekle görevli bulunuyoruz. Sözünü ettiğiniz
âyet bizden sonra gelip iyilikle emir, kötülükten alıkoyma hususunda sözleri
dinlenmi-yen kişilerle ilgilidir, [404]
Ebû Umeyye eş-Şa'banî
diyor ki:
Ebû Sa'lebe'ye uğradım
ve kendisine, «Ey îmân edenler! (Siz) kendinize sahip olun, kendinize bakın.»
mealindeki âyetle nasıl amel ettiğini sordum. Bana şu cevabı verdi: Vallahi ben
bu âyetin yorumunu Resûlüllah (A.S.) Efendimizden sordum. Bana şöyle buyurdu :
«İtaat edilen bir ihtirası, kin ve aşırı cimriliği, peşine takılıp uyulan bir
hevesi, etkileyici bir dünyayı ve her görüş sahibinin kendi görüşünü
beğendiğini görünceye kadar iyilikle emredin, kötülükten men'edin. Sözü edilen
durumlar ortaya çıktığında artık özellikle kendine bak, halkı bırak. Çünkü
önünde sabır günleri olacak. Kim o günlerde sabrederse, ateşi
elinde tutmuş olur. O günlerde Sâlih
amelde bulunan kimseye, sizin ameliniz gibi amel eden elli kişinin sevap ve
mükâfatı vardır.» [405]
İlgili rivayetlerden
çıkarılan sonuç :
İlgili âyetle,
insanlıktan yana en hayırlı ümmet olarak ortaya çıkarılan Hz. Muhammed'İn
(A.S.) ümmetinin hakkı temsil ettiğinde, hemen her devirde mutlaka karşısına
bâtılın çıkacağına işaret ediliyor. Gerçek bu olduğuna ve bâtılı tamamen
ortadan kaldırmak mümkün olmadığına göre, mü'jninlerin bâtıla karşı tutumları
ne ölçüde olmalıdır? İşte bunun cevabını Kur'ân veriyor: «Ey imân edenler!
Kendinize sahip olun, kendinize bakın. Siz doğru yolda iseniz, (doğru) yoldan
sapan size zarar veremez..»
Mü'minler İslâmı
gerçek anlamıyla yaşadıkları, imân aksiyonunu taşıdıkları takdirde,
kendilerine düşeni yapmış olurlar. Çünkü böyle bir tavır ve tutumda birlik ve
beraberlik ruhu üstün gelir. Küfür ehlinin zararı İse, yarı yolda kalır. O
halde her fert İslâm'ı yaşadığı, toplum da ahlâkî ve sosyal meselelerini
İslâmî doğrultuda çözmeğe çalıştığı gün korku ve endişe kalkmış sayılır.
O halde ortada
insanlara ışık tutan, yol gösteren bir gerçek vardır; o da müslümanların
İslâm'ı dosdoğru yaşamalarıdır. [406]
Yukarıda geçen âyetle,
önoe Müslümanların kendilerini korumaları, mü'minlerin İslâmî ölçülere göre
yaşayıp başkalarına iyi örnek olmaları emredildi. Aşağıdaki âyetlerle,
inançların, amellerin korunması kadar, mal ve servetin de korunmasının lüzumlu
olduğu belirtiliyor ve ölüm belirtileri ortaya çıkınca vasiyetin gereği
üzerinde duruluyor ve yol gösteriliyor. [407]
105— Ey imân
edenler! Sizden birine ölüm hâli geldiğinde vasiyette bulunurken, aranızdan iki
âdil kişiyi veya yolculuk halinde bulunuyorsanız, bu sırada size ölüm musibeti
gelip çatmişsa, sizden olmayan başka iki kimseyi şahit tutun ve onları
namazdan sonra alıkoyun. Şüphelendiğiniz takdirde, onlar şöyle yemîn ederler,
«And olsun ki, yakınımız bile olsa andımızı (hiçbir) paha ile
değiştirmiyeceğiz ve Allah için şahitliği gizlemiyeceğiz; o takdirde günaha
girenlerden oluruz.»
107— Eğer bu iki şahidin (vebal altına girip) bir
günahı hakedecekle-rine bilgi edinilirse, onların yerine, ölene daha yakın hak
sahibi vârislerden iki kişi geçer ve Allah'a yemin ederek şöyle derler: «And olsun ki bizim şahitliğimiz onların şahitliğinden daha
haktır ve hakkı da aşmadık, aksi halde zâlimlerden oluruz.»
108— Bu,
şahitliği yerine getirmelerine veya yeminlerinden sonra yeminlerinin
reddolunmasından korkmalarına daha yakın (bir çare)dir.
Allah'tan korkup
(şahitliği yerine getirmemekten) sakının ve (iyice) dinleyin. Allah, ilâhî
sınırları aşıp günah işleyenleri sevmez.
Temîm b. Evs ed-Dârî
ile Adiy b. Bedâ' ticaret amacıyla Şam'a bir yolculuk yapmışlardı. Bu ikisi de
o sıralarda Hıristiyan dinine bağlı bulunuyorlardı. Beraberlerinde Amr. b.
Âs'ın (R.A.) kölesi Budayl de vardı ve bu zat Müslüman idi. Şam'a vardıklarında
Budayl hastalandı ve yanında paradan, eşyadan ne varsa hepsinin listesini
çıkarıp bir vasiyet mahiyetinde yazarak eşyasının araşma yerleştirdi. Ancak
böyle yaptığını arkadaşlarına söylemedi. Derken hastalığı iyice arttı ve umudu
kalmayınca Temîm ile Adiy'i çağırarak eşyasını, Medine'ye döndüklerinde
çoluk-çocuğuna teslim etmelerini vasiyet etti. Çok geçmeden Budayl vefat etti;
adı geçen arkadaşları onun eşyasını açıp baktılar. 300 miskal (1440 gr.) altın
işlemeli gümüş bir tas buldular; onu kendilerine alıkoyup geriye kalan eşyayı
Medine'ye döndüklerinde Budayl'in vârislerine teslim ettiler. Vârisler eşyayı
açınca içindeki yazılı vasiyeti ve eşya listesini buldular. O kıymetli tasın
getirilmediğini anladılar. Vârislerle o iki kişi arasında şu konuşma geçti:
— Murisimiz Budayl, eşyasından bir şey sattı
mı?
— Hayır.
— Ticarette bulundu mu?
— Hayır, ona vakit bulamadı.
— Hastalığında bir şey satıp kendine harcadı
mı?
— Hayır, buna gerek kalmadı.
— İyi ama biz onun eşyası arasında şu yazılı
vasiyeti bulduk; ortada altın nakışlı gümüş bir tas yok.
— Bizim bu hususta bir bilgimiz yok, bize
teslim edileni aynen getirip teslim ettik.
Mesele büyüdü. Davacı
ve davalı olarak Resûlüllah (A.S.) Efendimize başvurdular. Temîm iie Adiy her
şeye rağmen Peygamberin (A.S.) huzurunda da inkârda ısrar ettiler. Bunun
üzerine yukarıdaki âyetler indi. [408]
Tirmizî'nin tesbitine
göre :
Olay aynen cereyan
ettikten bir süre sonra Temim ed-Dârî İslâm'a girdi ve ilk iş olarak Budayl'in
vârislerine uğrayıp çaldığı gümüş tasın yarı bedeli olan 500 dirhemi ödedi.
Adiy ise inkârda ısrar etti ve kendi dinine göre,. en çok saygı duyduğu şey
üzerine yemin etti.
Bu sebepie yukarıdaki
âyetler indi. [409]
Ölüm'hastalığmda
vasiyette bulunmak istiyen kimsenin yapacağı vasiyete Müslümanlardan iki âdil
kimseyi şahit tutması emredilmektedir. Bu bir emr-i vücubî midir, yoksa tavsiye
yollu bir emir midir? Fukahanm görüş ve tesbitleri farklıdır. Kendilerine
güvendiği bu iki kişi ölenin vasîsi de olabilir; vasi üzerine şahit olarak
tutulan başka iki kişi olma ihtimali de mevcuttur. Ancak şahitlerin mutlaka
Müslüman olması şart mıdır? Bu hususta da farklı görüş ve tesbitler ortaya
konulmuştur:
a) İbn Abbas, Ebû Mûsâ el-Eş'arî (R.A.), Saîd
bin Müseyyeb, İbn Cü-beyr, Nehaî, Şa'bî, İbn Sirîn, Şüreyh ve bir de
müfessirlere göre, gayr-i-müsiimlerden de olması caizdir.
b) Diğer ilim adamlarına göre, ölenin kabile ve
ülkesi halkının dışında Müslüman iki âdil kişi kasdedilmiştir. Şöyle ki :
Ölenin yanında yakınları veya yakın arkadaş ve dostları bulunursa,
onlardan Müslüman edil iki kişiyi şahit
tutar. Yoksa, yine müslüman olmak şartıyla başka memleket halkından iki âdil
kişiyi şahit tutar.
Âyetin hükmünün
kaldırılıp kaldırılmadığı hakkındaki görüşler:
Âyetin mensûh =
hükmünün kaldırılmış olduğu üzerinde de farklı görüş ve tesbitler vardır:
İbrahim Nahaî'ye göre,
bu âyetin hükmü kaldırılmıştır. Çünkü İslâm'ın ilk yıllarında gayr-i
müslimlerin şahitliği kabul ediliyordu. Sonra bu, «Kendi adamlarınızdan iki
şahit tutun» mealindeki Bakara Sûresi: 282. âyetle kaldırıldı. Nitekim âlimlerin icmâına
göre, fâsık (açıktan
günah işleyip şer'î sınırlan
aşan)ın şehâdeti makbul değilken gayr-i müslimlerin şahitliği nasıl kabul
olur?
İbn Abbas (R.A.), Saîd
bin Müseyyeb, İbn Cübeyr ve Ahmed bin Hanbel'e göre, âyetin hükmü
kaldırılmamıştır. Gurbette iki Müslüman,şâhit bulunmadığı takdirde iki gayr-i
müslim kişi şahit tutulabilir. Nitekim Müslümanlardan bir adam Dakuka'da
hastalandı, vasiyeti için Müslümanlardan iki kişi bulamayınca Kitap Ehlinden
iki kişiyi şahit tutmak zorunda kaldı. Ölüm olayından sonra o iki şahit, adamın
eşyasını alıp Küfe valisi Ebû Musa el-Eş'arî'ye (R.A.) getirdiler. O da :
«Resûlüllah (A.S.) Efendimizden sonra ilk olarak meydana gelen bir olaydır
bu!» diyerek ikindi namazından sonra onlara yemîn ettirdi: Hıyanette
bulunmadıklarına, yalan söylemediklerine, vasiyeti ve teslim edilen eşyayı
değiştirmediklerine ve gizlemediklerine dair Allah ile yemin ettiklerinde,
şahitliklerini kabul etti ve eşyayı ölenin vârislerine testim ederek konuyu
sonuca bağladı.
Bu konuda mezhep
imamlarına gelince:
a) İmam Şafii ve İmam Mâlik'e göre, kâfirin
şahitliği caiz değildir.
b) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, kâfirin şahitliği
caiz değilse de Kitap Ehli vatarfdaşların kendi aralarındaki dâvalarda
şahitlikleri caizdir. [410]
Âyetten Çıkarılan Hükümler;
1. İster evde, ister yolculuk halinde ölüm
belirtileri kendini gösterince adamın vasiyette bulunmasının birçok yararlan
vardır.
2. Mümkün olduğu takdirde.,yapılan vasiyete,
ileride herhangi bir itiraz ve ihtilâfa yer vermemek için şahit tutmak
sünnettir.
3. Yine mümkün olduğu takdirde iki şahidin
Müslümanlardan olması sağlanır. Mümkün olmadığında gayr-i müslim vatandaşlardan
da tutmak caizdir.
4. Şahitlere ikindi namazından sonra yemin
ettirilir. [411]
Yukarıda geçen
âyetlerle şer'î bazı hükümlere yer verildi. Mü'minle-rin İslâmî ölçülere göre
günlük hayatlarına yön vermelerinin yararları üzerinde duruldu. Aşağıdaki
âyetle, sözü edilen hükümlerin ve İslâmî anlamda hayata renk katmanın amaç ve
hedefi belirtiliyor. Kıyamet günü Peygamberler yüklendikleri ilâhi görevi
yerine getirirken ve tebliğde bulunurken ümmetlerinin onlara ne cevap
verdiğinin ortaya çıkarılıp açıklanacağı hatırlatılıyor. Böylece şer'İ
hükümlerle yüksek ahlâk, fazilet ve sorumluluk duygusu birleştirilip
bütünleştiriyor. [412]
109— Allah,
peygamberleri biraraya getirip toplayacağı günde, «Size ne cevap verildi?»
diyecek. Onlar da «bizim hiçbir bilgimiz yok, gayb-lan bilen şüphesiz ki sensin
sen!.» diyecekler.
«Ayakta durduğum bir
sırada tanıdığım bîr grup insana gözüm İlişti. Benimle onlar arasında bir adam
(melek) çıkıp onlara, haydi geliniz! dedi. Nereye? diye sorduğumda, vallahi
cehenneme gidiyoruz, diye cevap verdi. Bunların durumları nedir? diye sordum.
Senden sonra bunlar dinlerinden dönüp gerisin geriye gittiler, dedi.
Sonra bir başka
topluluğa daha gözüm ilişti ki onları da tanıdım. Benimle onlar arasından bir
adam (melek) çıkıp, haydi geliniz!, dedi. Nereye gidiyorsunuz? diye sorduğumda,
vallahi cehenneme gidiyoruz, diye cevap verdi. Peki bunların durumu nedir?
sorduğumda, Bunlar da senden sonra dinlerinden dönüp gerisin geriye gittiler,
dedi.»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz devamla buyurdu ki:
«Bunlardan kurtulacak
olanları pek göremiyorum, ancak çobansız kalan deve sürüsünden birkaç
tanesinin yolunu şaşırıp ayrılanlar misali birkaç tanesi kurtulabilir.» [413]
Kur'ân'da uygulanan
ilâhî metot gereği, konudan konuya geçişler, diğer bir tabirle sık sık konuyu
değiştirmeler çok belirgindir. Tarihî bir olayın özü ve ibretli noktaları
sergilenirken hemen sonra dikkatler varlık âleminde hükümran olan ilâhî
kudrete çekilir ve hemen sonra ruhlara can-lılık veren âhirete çok duyarlı bir
kapı açılarak sorumluluğun sınırı belirlenir. Sonra da şer'î hükümlerin bir
bölümü işlenir, derken bunların amaç ve hikmeti yüksek ahlâk ve fazilet
düzeyinde bir komprime biçiminde sunulur.
Yukarıda mealini
yazdığımız âyetin inişi de bu metot doğrultusundadır. Dinî hükümlerden birkaç
konu açıklandı, hikmetine kısmen dokunuldu ve hemen sonra kafalar ve kalbler
âhiretin o ürpertici tablosuna döndürüldü. Böyleee hukukla ahlâk, hukukla
sorumluluk, sorumlulukla fazîlet, hukukla adalet içice nadide bir örtü misali
işlendi. Bıkkınlık vermeden ilâhî hikmet,perde perde gönüllere sunulurken
akıl, irâde, zekâ, duygu ve başta hafıza olmak üzere diğer yetenekler mükemmel
bir motorun ahenkli parçalan gibi çalışıp birbirini tamamlayıp durdu.
İnsan ürünü olan
hiçbir eserde böylesine çekiei, düşündürücü, bağlayıcı, bütün yetenekleri
sistematik olarak harekete geçirici, bir anda yüksek ahlâkın ölçü ve anlamını,
fazîletin ışığını ruha ve vicdana işleyici bir parça ya da bölüm bulmak mümkün
müdür? Hangi eser iki üç defadan fazla okunabilir?
İşte Kur'ân'in
yüceliği, ilâhî olma özelliği bu noktada da kendini çok açık biçimde ortaya
koyar. [414]
«AHah, peygamberleri bir araya getirip
toplayacağı gün, «Size ne cevap verildi?» diyecek.»
Peygamberler yüksek
edep ve terbiyenin bütün inceliklerini, kurallarını kendilerinde taşırlar.
Özellikle ilâhî hitaba mazhar oldukları anlarda bu edep ve terbiye,doruğuna
yükselir ve hiçbir kıyas kabul etmez.
Kur'ân, ilgili âyetle
hem peygamberlerle ümmetleri arasındaki ilginin gerçek ölçü ve sonuçlarını
ortaya koymakta, hem de bunun için âhiret safhalarından müstesna bir tablo
oluşturup gözler önüne sermektedir. Peygamberlerin ilâhî huzurda, ümmetleriyle
kendi aralarında teblîğ görevi ve ona karşılık takınılan tavır hakkında varılan
sonuçlar açıklanırken nasıl bir terbiye ve nezaket içinde bulunacakları
sergileniyor. «Size ne cevap verildi?» sorusu, her ümmetin peygamberinin
çağrısına verdiği cevabın bir defa daha belirlenip ortaya konulmasına ve itirazların
kalkmasına yöneliktir. Ama gizli-açık her şeyi hakkıyla bilen Yüce Kudretin
huzurunda önce bilgiyi Allah'a izafe etmek, «Ümmetimiz hakkında Senin
bildiğini bilemeyiz» demek, elbetteki peygamberlik mertebesine yakışan bir
terbiye kuralıdır.
Bu, bir bakıma
mü'minlere büyüklerinin huzurunda nasıl konuşmaları gerektiğine de işarette
bulunup yol göstermektir. Nitekim Ashab-ı Kirâm'-ın Peygamber (A.S.)
Efendimizin huzurundaki davranışları böyle idi.
Diğer bir husus da,
kıyametin o kalbleri yerinden oynatıp dehşete soktuğu, seslerin kısıldığı,
gözlerin tek noktaya dikilip kaldığı safhası karşısında peygamberlerin de bir
ara bir şeyler hatırlıyamaz olacakları düşünülebilir. Belki de âyette, «Size
ne cevap verildi?» sorusuna, peygamberlerin böylesine muhteşem bir tablo
karşısında, «Bizim hiçbir bilgimiz yok» demekten başka bir şey
düşünemiyecekleri hatırlatılıyor.
Başka bir yorumla, her
peygamber kendisinden sonra ümmetinin neler yaptığını, hangi yollara saptığını
yeterince bilemez. Oysa ameller son. durumuyla ölçülür. Aynı zamanda insanların
gönlünden nelerin geçtiğini, içleri dışlarına uyup uymadığını en iyi bilen
Allah'tır. Bunun için kendilerine yöneltilen soruya karşılık : «Bizim hiçbir
(sıhhatli) bilgimiz yok» diyerek ilmi Allah'a nisbet edeceklerdir. Nitekim
ilgili hadiste bu husus gayet açık biçimde belirtilmiştir. [415]
Yukarıda gecen âyetle
kıyamet gününde peygamberlerle ümmetleri arasında teblîğ, davet ve buna karşı
olumlu ya da olumsuz verilen cevapların belgelendirilerek açıklanacağı
belirtildi.
Aşağıdaki âyetle yine
aynı hususa temas ediliyor; Hz. İsa'yı Mahlastı-ranları uyarmak için o gün İsâ
Peygamberin hüviyetinin açıklanacağı, ona ve annesine olan ilâhî nimetlerin
yüceliğinin bir bir belirtileceği, Havarilerin imân doğrultusundaki tutum ve
isteklerinin bir bir ortaya döküleceği haber veriliyor. [416]
110— Allah
(o gün) buyuracak ki: Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve annene olan nimetimi hatırla;
hani seni Ruhu'I-Kudüs ile desteklemiştim de beşikte ve yetişkin iken insanlara
konuşuyordun; hani sana Kitab'ı (okuyup yazmayı), hikmeti, Tevrat ve İncil'i
öğretmiştim ve sen benim iznimle çamurdan kuş biçiminde (şekil) yapıp ona
üflemiştin, o da benim iznimle kuş oluvermişti. Bir de anadan doğma körü,
alacatenliyi benim iznimle iyileştirmiştin; hani ölüleri de benim iznimle
kabirden diri olarak çıkarıyordun ve İsrâiloğulfarı'na açık belgeler
(mu'cizeler) getirdiğinde onların (saldırısını) senden savmiştım; onlardan
inkâra sapanlar, «bu açık bir sihirden başkası değildir» demişlerdi.
Hıristiyan âlemini,
düştükleri yanlış akideden kurtarmak, İsâ Peygamberin asıl hüviyetini en
duyarlı noktalarıyla açıklamak suretiyle onları bu konuda yeterince uyarmak;
Tevhit inancını en sağlam ölçülerle ortaya koymak için yukarıdaki âyetler
indirilmiştir. [417]
Âl-i İmrân sûresi
55-60. âyetlerinin tefsirinde de açıklandığı gibi, Allah'ın emri olan RUH,
hayat ve enerji kaynağıdır. Bu yüzden Melek Cebrail'e Ruh, denilmiştir. Her
şeyi hattâ Tanrı'yı maddeleştirmek istiyen İsrâil-oğulları, o yüzden Musa
Peygamberin 40 günlük kendilerinden uzak kalmasıyla bu arzularını
gerçekleştirmek için altından buzağı yapıp ona tapınmaya başlamışlardı. İşte
böyle bir millete, ruhî yapısı çok gelişkin olan bir peygamber gerekiyordu.
İlâhî irâde bu yolda tecelli edince İsâ Peygamber böyle bir ortamda ve
belirtilen ruhî yücelikte gönderilmişti. İlâhî inayete çokça mazhar olan ve her
bakımdan hayat ve enerji, imân ve irfan kaynağı Cibrîl'in üflemesiyle ana
rahminde oluşan İsa Peygamber de bu meleğin hayat veren nefha iksirinin azıcık
bir tezahürüne varis olarak hayat saçan, sağlık yayan bir ruha sahip olmuştur.
Bir de bu ruh,
Allah'ın izniyle, kün = ol! emrine tecelligâh olursa, o zaman beşikte iken
konuşur, anadan doğma körleri ışığa kavuşturur, alacatenliieri iyileştirir,
hastalara, kötürümlere şifâ verir. Çünkü bedenle ruh arasındaki ilgi -mecaz
yollu bir benzetmede bulunacak olursak- cereyanla ampul arasındaki ilgiye
benzer. Asıl güç ve kudret cereyanda mahfuzdur, onu ortaya çıkaran araçlardır.
Bu araç ne kadar mükemmel olursa, cereyan o nisbette yararlı olur. İsâ
Peygamberin ruhu, Melek Cebrail'in üflemesinden ne kadar destek görmüşse, diğer
bir deyimle Onun kudretine ne kadar vâris olabilme şansına erişebilmişse, bedeni
de o nisbette destek bulmuştur. Böylece araç mükemmel bir makina misali ruh
denilen hayat ve enerjiyle irtibat sağlayınca olağanüstü olaylar meydana gelmiş
ve mu'cizeler doğmuştur. Âdem Peygamberi balçıktan yaratan k ü n=o I! emri,
İsa'nın kalbinde ve dilinde tecelli edince, o da bu ilâhî kudretin tecelli ve
tezahürüne kısmen vâris olma bahtiyarlığı içinde çamurdan kuş şekli yapıp
üflemiş ve kün^ol! emrinin bağlı bulunduğu ilâhî izinle kuş canlanıp uçmuş,
ölüleri kabirlerinden dirilterek çıkarmıştır.
Diğer insanlarda
Cebrail'in nefhası ve kün = ol! emrinin tecellisi bulunmadığından sözü edilen
kudret ve yetenekler oluşup belirgin hale gelmemiştir. [418]
Marta'nın sevgili
kardeşi ölmüştü. İsâ Peygamber geldiğinde Marta durumu ağlayarak ona anlattı.
Hazır bulunanların hepsi de o gencin ölümüne çok üzülüyorlardı. İsâ Peygamber
ilâhî kudretin yüceliğini İsrâiloğul-ları'na göstermek, babasız dünyaya
gelmenin nasıl bir tecelliye mazhariyet olduğunu ortaya koymak için ölenin
kabrine doğru yürüdü ve :
«Ey Babam (Rabbim)!
Beni işittiğin için sana şükrederim ve beni daima işittiğini bilirim. Fakat
çevrede duran halk için söyledim, tâ ki beni sen gönderdiğine imân etsinler.»
İsa bu sözleri
söyledikten sonra yüksek sesle : «Lazar, dışarı gel!» diye bağırdı. Ölü de,
elleri ve ayakları sargılarla bağlanmış ve yüzü mendille sarılmış olarak
çıktı. İsâ onlara : «Onu çözün ve bırakın» dedi. [419]
«Önceleri kör olan
adamı Ferisilerin yanına götürdüler, İsa'nın çamur yapıp onun gözlerini açtığı
gün Sebt idi.» [420]
«İsa gerçekten anadan
doğma kör bir adamı gördü...... Ben dünyada durdukça, dünyanın nuruyum, dedi.
Bunu söyledikten sonra yere tükürdü, çamur yaptı, çamuru onun gözlerine sürdü
ve ona git Siloam Havuzunda yıkan. O da gidip yıkandı ve görmekte olarak
döndü.» [421]
«Ve hastalığını otuz
sekiz yıldır çekmekte olan bir adama: İyi ofmak ister misin? dedi ve kalk
yatağını kaldır ve yürü, dedi. Adam hemen iyi oldu ve yatağını kaldırıp
yürüdü.» [422]
Bu misalleri çoğaltmak
mümkün. Çünkü Matta İncil'inde de bu tür olaylardan söz edilmiştir. Kur'ân
İncil'deki bu belgeleri hem doğruluyor, hem tashih edip özetini veriyor.
Şeyh-i Ekber Muhyiddin
Arabî Diyor ki:
«İsâ (A.S.) iki ayrı
âlemin (varlığın) imtizaç (bileşim)inden oluşmuştur. Günkü Melek ile Meryem
arasından zuhur etmiştir. O halde İsâ Peygamber Ruhtan meydana gelen bir ruh,
beşerden meydana gelen bir beşerdir. Bu özellik başkasına verilmemiştir. İkinei
Semâya yükseltilmesinin hikmeti budur. Zira bu Semânın yıldızları bizden taraf
iki ayrı âlemden imtizaç edip
(bileşmiştir).»[423]
2. Ayrıca böyle bir anlatım, kıyametin yakın
olduğuna işarettir. Nitekim Büyük Müfessir Fahruddin Râzî de böyle bir yorumda
bulunmuştur. Kur'ân'da da bunun örnekleri çoktur.
3. Olacak şeyi hikâye ederek anlatmaya yönelik
olabilir. Bazen biz de bu tarz ifadeler kullanırız, Cenâb-ı Hak da bizim
anlayışımıza kolaylık sağlamak için olacak olayı hikâye edip geçmiş zamanla
ilgili fiil kullanmıştır. [424]
Ruhların mahiyetinde
farklılıklar vardır: Kimi tertemiz nuranîdir. Kimi habîs ve zulmanîdir. Kimi
ışık saçar, pırılpırıldır. Kimi bulanık ve paslıdır. Kimi çok yücedir, kimi
derece bakımından çok aşağılardadır. Kimi de ruhlar âleminde has bir makamda
beraberinde ayrıca hayvanî ruhu da taşımaktadır.
Bunun için Allah
Resulü (A.S.} Efendimiz : «Ruhlar (ezelde) mangalara ayrılmış askerler
gibidirler..» buyurmuştur. [425]
«Beşikte ve yetişkin iken insanlara
konuşuyordun.»
İsâ {A.S.) her iki devre
ve durumda dd aynı ölçü ve anlamda konuşmuştur : «Şüphesiz ki ben Allah'ın
kuluyum; O bana kitap verdi ve beni peygamber kıldı ve nerede olursam olayım
beni mübarek eyledi. Yaşadığım sürece bana namaz kılmamı ve zekât vermemi
tavsiye etti. Anama iyilikte bulunmamı emretti; O beni (hakka karşı gelen)
bedbaht bir zorba yapmadı. Doğduğum gün de, öleceğim gün de, dirileceğim gün
de selâm (esenlik ve mutluluk) bana olsun!» [426]
Böylece İsâ Peygamber
doğduğu andan itibaren Allah'ın kulu olduğunu, ibâdetle emredildiğini; anasına
hep iyilikte bulunmakla ilâhî tavsiyeye mazhar olduğunu açıklamış; ne Allah'ın
oğlu olduğunu, ne Allah'ın kendisinde tecelli ettiğini, ne de üç ilâh
iddiasında bulunduğunu söylemiştir. Daha beşikte iken bu hakikati
İsrâiloğullan'na söylemesi, ileride ilâhlaştırılmasına imkân verilmemesine
yönelik bir mu'cizedir. Ne yazık ki, Hıristiyan din adamları bu mu'cizeyi
dikkate almamışlardır. Kur'ân hem İncil'in unutulan bu belgesini hatırlatıyor,
hem Hıristiyanların akidesine yön vermeyi amaçlıyor.
Sonuç olarak şöyle
özetiiyelim: İlâhî rahmet O'nun gazabının önünde yürümektedir. İnsanlar ne
kadar doğru yoldan sapıp tuğyan etseler, yine de Allah rahmetiyle onları
uyarır, hakikati açıklar ve insan aklını hakka yöneltmeğe imkân verir. [427]
Bu konuyu Bakara
sûresinde yeterince açıkladık. Burada münasebet düştüğü için tekrar edelim ki :
Sihir, eşyanın hakikatini değiştirmez, göz-boyamak suretiyle bir takım hayalî
görüntüler sergiler. Sunduğu ve gösterdiği hiçbir şeyin gerçekle ilgisi
yoktur.
Mu'eize böyle
değildir. Sebeplerin ortadan kalkması, olağanüstü bir olayın tecelli etmesidir.
Bu tecelli göründüğü gibi, hakikattir, gözboyama değildir. Peygamber (A.S.)
Efendimizin parmaklarından su akması ve yüz-'srce kişinin bu suya kanması bir
hakikattir. Küçük bir tenceredeki birkaç parça ete dokunup onu yüzden fazla
insana sunması ve hepsinin de doyması yine bir hakikattir.
Kur'ân,
İsrâiloğullan'nın ötedenberi sihirle içice bulunduğunu hatırlatarak mu'aizeyle
sihri birbirine karıştırdıklarını açıklıyor ve bu konuda duygusal davranıp
hakkı görmek istemediklerine işarette bulunuyor. Çünkü baba ve dedeleri Musa
Peygamberin ortaya koyduğu bir niee mu'cize-lere inanmış ve o sayede Allah'ın
birçok lûtuflarına mazhar olmuşlardı. İsâ Peygamberi, peygamber olarak kabul
etmedikleri için, onun gösterdiği büyük mu'cizelere sihir deyip geçmişler ve
bu hususta hiçbir insaf ölçüsü tanımamışlardır. Oysa ölünün dirilip kalkması,
anadan doğma körün dünya ışığına kavuşması, yıllarca yatalak hastanın bir anda
iyileşip ayağa kalkması bir sihir, ya da büyü işi değil, ilâhî kudretin
mu'eize biçiminde tecellisidir ve hepsi de hakikattir. [428]
Yukarıda geçen âyetle,
kıyametten bir tablo sunuldu. Peygamberlerin teblîğ görevini lâyıkıyla yerine
getirdikleri hatırlatıldı. İsâ Peygamberin de İsrâiloğullan'na sadece teblîğ
göreviyle yetinmeyip bir de mu'cizeler gösterdiğine dikkatler çekiliyor ve
kıyamet günü İsrailoğulları'ndan bütün bunların sorulacağı bildiriliyor.
Aşağıdaki âyetlerle yine
İsâ Peygamberin Havarilerle olan ilgisine dikkatler çekiliyor. İsâ Peygamberin
ilâhî buyrukları kusursuz yerine getirdiği; inanmıyanlara ilâhî kudretin
yüceliğini, inananların kalblerini rahatlatıp yatıştırmayı diliyerek gökten
sofra inmesini sağladığı çok düşündürücü bir anlatımla haber veriliyor.
Kur'ân bu olayı
nakletmekle çok önemli bir hususa parmak basıyor: İnkâr imân derecesine çıkınca
ne mu'cize kabul eder, ne de aklın ve sağduyunun yolunu.. Aşırı tutuculuk
insanları körleştirip sağırlaştırır. Artık hakikati gören bir göz yoktur.
Hakk'ın sesini işitecek kulakların işitme özelliği dumura uğramıştır. O halde
kusur ne Allah'tadır, ne de peygamberde; çünkü Allah insanlara olan sevgi ve
rahmeti gereği en doğru yolu gösterecek peygamber ve kitap göndermiştir.
Peygamber de bir sürü tehlike ve işkencelere rağmen görevini kusursuz
yapmıştır. Kusurlu olan o toplumun kendisidir. Bahar gelip güneş ve yağmur
toprağa canlılık verirken taşlarda bir uyanma olmaz. Katılaşan kalbler de işte
böyledir. Peygamber nisan yağmuruna, ilâhî buyruklar güneşe benzer; katılaşan
kalbler bu yağmur ve güneşten nasibini almazsa, güneş ve yağmurun kusuru ne? [429]
111— Ve hani Havarilere, bana ve peygamberime imân
edin, diye ilhamda bulunmuştum, onlar da, «biz imân ettik, Hakk'a teslimiyet
gösterenlerden olduğumuza şahit ol!» demişlerdi..
112— Hani bir vakit de Havariler, «Ey Meryem oğlu
İsâ! Rabbin gökten üzerimize bir sofra indirebilir mi? (veya sen Rabbinden
böyle bir istekte bulunabilir misin?)» demişlerdi. {Bunun üzerine İsâ onlara:)
«Eğer mü'minler iseniz Allah'tan korkup (ilâhî sınırları aşmaktan, O'nun
hakkın-
da şüphe etmekten)
sakının.» demişti.
113— Havariler, «Ondan yemeği, kalbimizin
yatışmasını ve senin de bize doğru söylediğini bilmeyi, onun üzerine
şahitlerden olmayı arzu ediyoruz da (ondan bu istekte bulunuyoruz)» diyerek
(samimi olduklarını) belirtmişlerdi.
114— Meryem oğlu İsâ (duâ ederek) dedi ki:
«Allahım!. Rabbimiz! Üzerimize gökten (öyle) bir sofra indir ki, bizim ilkimize
de, sonrakilerimize de bayram ve Senden açık bir belge (mu'cize) olsun. Bizi
rızıklandır; Sen rızık verenlerin en hayırlısısın.»
115— Allah (onun bu duasına karşı şöyle) buyurdu :
«O sofrayı şüphesiz ki size indireceğim; artık kim ondan sonra inkâra,
nankörlüğe saparsa, âlemde hiç kimseye yapmıyacağım bir azap ile ona azap
ederim,»
«Rabbin gökten
üzerimize bir sofra indirebilir mi?»
MÂİDE, sözlükte, MADE
YEMİDU fiilinden gelme bir isimdir. Bir şeye meyletmek, vermek ve harekette
bulunmak mânalarına gelir. Kavram olarak, daha çok üzerinde yemek bulunan
sofraya denilir. Üzerinde yemek bulunmayan sofraya ise, daha çok HUVAN adı
verilmiştir.
İsâ Peygamberin,
-Havarilerin isteği üzerine- İsrâiloğulları'nı Cenâb-ı Hakk'ın yüce kudretine
inandırmak ve kendisinin de hak peygamber olduğunu kanıtlamak için duâ etmesi
ve bunun olumlu karşılanıp gökten, üzerinde yemek bulunan bir sofranın
indirilmesi, kendine has bir mu'cize-dir. İlim adamlarından bir kısmının bunu
manevî bir sofra ile yorumlaması, âyetin zahirine ve mevcut İncil'deki ilgili
açıklamaya uymamaktadır, Aslında mu'cizeyi yoruma tabi' tutup mevcut carî
kanunlara ve illiyet prensiplerine uydurmaya hiç gerek yoktur. Olayın
özelliği, mu'cize olmasında, mevcut tabiat kanunlarının ötesinde bir anlam taşımasındadır.
Aksi halde ona mu'cize demeye lüzum kalmaz.
Kur'ân her ne kadar
sofranın indirildiğini kesin bir ifadeyle belirtmiyorsa da Allah'ın onu
indireceğini vadettiğini çok açık biçimde anlatıyor. Allah ise, va'dinden
dönmez, onu mutlaka yerine getirir. Bu bakımdan biz sofra mu'cizesinin
tecelli ettiğine inanıyoruz.
Klasik tefsir
kitaplarımızda bu sofranın özelliği hakkında hayli geniş bilgiler verilmiştir.
Ne var ki çoğunun sıhhat derecesi şüphelidir. Kur'ân ölçüsüne göre, önemli
olan,sofranın özelliği, üzerindeki yemeklerin çeşitleri ve isimleri değil,
gökten böyle bir sofranın inmesi ve buna rağmen İsrail oğul la rı'nrri inkâr
ve inatlarından dönmemeleridir.
Bu bakımdan Kur'ân'da
sofrayla ilgili birkaç önemli noktaya parmak basılmıştır: Havarilerin bu sayede
gönül yatışkanlığına kavuşup imân ve irfanlarını artırması, İsâ Peygamberin hak
peygamber olduğunun kanıtlanması, sofradan teberrüken yenilip ilâhî feyiz ve
inayete erişilmesi bu cümledendir.
Mevcut İncil'de bu
mu'cize değişik biçimde şöyle anlatılmıştır:
«Ve İsâ çıkıp büyük
bir kalabalık görerek onlara acıdı, hastalarını iyi etti. Ve akşam olunca,
şakirtler ona gelerek dediler: Yer ıssızdır, zaten vakit geçti; halkı salıver
ki, köylere gitsinler de kendilerine yiyecek satın alsınlar. Fakat İsâ onlara
dedi: Gitmelerine hacet yok; onlara siz yiyecek verin. Şakirtler de İsa'ya
dediler: Burada beş ekmek ve iki balıktan başka bir şeyimiz yok. İsâ : Onları
buraya bana getirin, dedi. Ve çayır üzerine otursunlar diye halka emretti. Ve
beş ekmekle iki balığı aldı ve göğe bakıp şükran duası etti; ve ekmekleri kırıp
şakirtlere verdi, şakirtler de halka verdiler. Hepsi de yiyip doydular ve
parçalardan artanı on iki küfe dolusu olarak kaldırdılar. Yiyenler, kadınlar ve
çocuklardan başka beş bin erkek kadar idiler.» [430]
Kur'ân, asıl İncil'in
ortadan kaybolması sebebiyle insan elinin dokunup değiştirdiği belgeleri
tashih ediyor ve bu mu'cizenin tecelli ettiği şekli açıklıyor. [431]
«Rabbin......
indirebilir mi?»
Kur'ân'da YESTETİLJ fiili
getirilerek, «Rabbin-gökten üzerimize bir sofra indirebilir mi?» şeklinde bir
ifâde kullanılmıştır. İlk nazarda. Havarilerin böyle bir istekte bulunup
«indirebilir mi?» diye şüphe izhar etmeleri, inançlarının çok zayıf olduğunu
göstermektedir. Bu nedenle tefsîrcileri-mizin çeşitli yorumları olmuş ve
Havarîlerin Hakk'a teslimiyet gösteren mü'minler kabul edildiği açısından
hareketle olumlu sonuçlar çıkarmışlardır.
Ne var ki bu âyet
hakkında Hz. Âişe Validemiz (R.A.)dan yapılan rivayet cok daha doyucurudur.
Sahih kaynaklardan edindiğimiz bilgiye göre : Hz. Âişe (R.A.) ile Tabiîn'den
Mücahid, HEL YESTETİÛ RABBÜKE yerine HEL TESTETİÛ RABBEKE okumuşlardır. Bu
takdirde mâna şöyle oluyor : «Ya İsâ! Rabbinden üzerimize mâide indirmesini
dileyebilir misin?»
Nitekim Ashab'dan Muaz
bin Cebel (R.A.) de diyor ki: «Ben birkaç defa Resûlüllah (A.S.)ın TESTETİÛ
okuduğunu işittim.» [432]
Böylece, «Rabbin
gökten üzerimize bir sofra indirebilir mi?» şeklinde
bir bakıma
inançsızlığa delâlet eden ve yorumlara sebep olan mahzur kalkmış sayılır. Aynı
zamanda Havariler «Rabbeke» sözüyle İsa'nın Allah'ın kulu ve peygamberi
olduğunu bildiklerini ifâde etmiş bulunuyorlar.
Ancak bu husustaki
diğer yorumların özetini vermemizde fazla bilgi edinme bakımından yarar vardır:
1. İlim adamlarından bir kısmına göre, bu tarz
bir soru, sağlam köklü bir imâna sahip bulunan kişilerden sadır olmaz.
Anlaşılan o sırada Ha-varîler Allah'ın yüce kudreti hakkında şüpheci durumunda
bulunuyorlardı.
2. Böyle bir soru sadece kalp yatışkanlığını
sağlamaya yöneliktir. Nitekim İbrahim Peygamber de kalbinin yatışması için
ölülerin nasıl diriltil-diğini görmek istemişti. Ne var ki Havarilerin isteyiş
tarzıyla onun isteyiş tarzı arasında büyük fark var. Tabii biri peygamber
dilinden yükselip çıkıyor, diğeri sadece inanan kişilerin dilinden..
3. Böyle bir mu'cizenin doğmasına ilâhî hikmetin
uygun olup olmadığını öğrenmeye yöneliktir, diyenlerin bu yorumu ise, daha da
ma'kuldur. Ama Hz. Âişe (R.A.), Muaz bin Cebel (R.A.) ve Mücahid'den yapılan
rivayet ise çok daha uygundur. [433]
<{Ve nani
Havarilere ...... diye ilhamda bulunmuştum.»
Arapça sözlükte vahyin
ilham mânasına da geldiği veya bu mânada da kullanıldığı yaygındır. Bu bakımdan
vahiy birkaç mânaya gelir:
a) Melek
Cebrail'in peygamberlere gönderilmesi,
b) Meleğin kalbe fısıldaması,
c) Mânanın kalbe atılması veya kalbde doğması bu
cümledendir.
İlgili âyette bu son
mâna kasdedilmiştir. Nitekim Musa Peygamberin annesine ve zaman zaman Hz.
Meryem'e bu ölçü ve anlamda vahiy gelmiştir ki, bunun ilhama delâlet ettiğini,
yani vahyin ilham manasına geldiğini gösterir. [434]
«EY Meryem oğlu Isa!»
Kur'ân'da İsâ
Peygamberle ilgili bölümlerde özellikle bu tabire daha çok yer verilmiştir.
Bunun sebebi acıktır; Hıristiyanların onu Allah'ın oğlu kabul etmeleri,
Ruhulkudüs vasıtasıyla, yani onun Meryem'e üfleyip birleşmesiyle İsa'nın
ilâhlaştığı iddiasında bulunmaları, böyle bir ifade tar-' zının kullanılmasına
sebep olmuştur. Cenâb-ı Hak sık sık, İsa'nın insan olduğunu, Meryem adında saliha
bir kadından dünyaya geldiğini acıklıyarak Hıristiyan din adamlarını
uyarmaktadır. [435]
Yukarıda geçen
âyetlerle Allah'ın İsâ Peygambere verdiği nimetler. Havarilerin istekleri,
gökten inen sofra anlatıldı. Kıyamet günü, bunca nî-met ve ilâhî belgelere
rağmen hâlâ inkâr ve inatlarında devam edenlerin hesabının görüleceği, Tevhît
Akidesini «üc ilâh inancı»yla yıkanların İsâ Peygamberle yüzleştirilecekleri
hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
yine kıyamet günü bu hususla ilgili tablonun ana çizgileri belirtiliyor.
İnsanların kalblerini en iyi bilen Allah'ın o gün her şeyi ortaya çıkaracağına
dikkatler çekilerek gereken uyarı yapılıyor. [436]
116— Hem
Allah, «Ey Meryem oğlu İsâ! Sen mi insanlara Allah'tan üaşka ben.mle annemi iki
ilâft edinin, dedin?» demişti (diyecek) de İsâ, «ben. (ortaklardan,
noksanlıklardan) tenzîh ederim; bana hak olmayan
bir sözü söylemek
yaraşmaz. Eğer söylemişsem elbette Sen onu bilirsin. Nefsimde olup biten şeyi
de bilirsin, ben ise Senin nefsinde (ilminde sübut bulan) şeyleri bilmem.
Şüphesiz ki sen, sensin gaybları çokça bilen, diye cevap vermişti (cevap
verecek).
117— Onlara sadece bana emrettiğini söyledim:
Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin!. Onlar arasında
bulunduğum sürece üzerlerine şahit idim. Beni aralarından tutup aldığında,
üzerlerinde denetleyici olarak (sadece) Sen kaldın; Sen her şeye yeterince
şahitsin.
118— Eğer onlara azap edersen, şüphesiz ki onlar
senin kullarındır; bağışlarsan, doğrusu Sen çok güçlüsün, çok üstünsün, hem de
yegâne hikmet sahibisin..
119— (Bunun üzerine) Allah (şöyle) buyuracak: (Bugün) doğruların doğruluklarının
kendilerine yarar verdiği gündür; onlar için altlarından ırmaklar akan içinde
ebedî kalacakları Cennetler vardır. Allah onlardan razı oldu, onlar da
Allah'tan razı oldular. İşte bu, büyük bir kurtuluştur.
120— Göklerin, yerin ve bunlarda bulunanların mülkü
(tasarruf ve hükümranlığı) Allah'ındır; O her şeye kadirdir (gücü her
şeye yeter.)
«Kıyamet günü olunca
peygamberlerle ümmetleri çağrılacak. Sonra İsâ çağrılacak ve Allah ona olan
nimetlerini bir bir anacak ve: «Ey Meryem oğlu İsâ! Sen mi insanlara Allah'tan
başka benimle annemi iki ilâh edinin, dedin?» diye soracak.» [437]
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki :
Resûlüliah (A.S.)
Efendimiz bize çok duygulandırıcı öğütte bulunarak şöyle buyurdu : «Ey
insanlar! Şüphesiz ki siz yalınayak, baş açık, çırılçıplak ve sünnet olmadık
bir vaziyette Aziz ve Celil olan Allah'a haşroluna-caksınız. (Yaratmaya ilk
başladığımız gibi tekrar iade edeceğiz). Kıyamet günü ilk elbise giydirilen
İbrahim Peygamber olacaktır.
Haberiniz olsun ki,
ümmetimden bazı adamlar getirilecek, onlar sol taraflarından (kitapları
verilenler olarak) tutulacak. Bunlar benim ar-kadaşlarımdır, diyeceğim. «Senden
sonra bunların neler uydurup ortaya koyduklarını bilmezsin» denilecek. O zaman
sâlih kul (olan İsa'nın) dediğini diyeceğim: «Eğer onlara azap edersen,
şüphesiz ki onlar senin kullarındır; bağışlarsan doğrusu Sen çok güçlü ve çok
üstünsün, hem de yegâne hikmet sahibisin!.»
Bunun üzerine bana
şöyle denilecek : «Doğrusu sen bunlardan ayrıldıktan sonra devamlı haktan
dönüp gerisin geriye gittiler..» [438]
«Benim de Rabbim, sizin de Rabbİniz olan
Allah'a kulluk edin..»
Allah, Tevhit İnancını
temelinden yıkan ÜC İLÂH akidesinin doğuracağı elim sonucu haber verirken,
kıyamette sergilenecek müstesna bir tabloyu gözlerimizin önüne bir film şeridi
gibi getirmektedir.
e meydana gelen,
değişiklikler, farklı zamanlarda yapılan çe-virilerindeki yanlışlıklar dikkate
alınmadan din adına dini aslından uzaklaştırmanın, peygamber adına onu
ilâhlaştırmanın ne hakiki İncil'de, ne de İsâ Peygamberin akide sisteminde yeri
vardır. Çünkü peygamberler her türlü şirk ve günahtan korunmuşlardır. Bu
durumda mursellerden olan İsâ Peygamber gibi kadri yüce bir nebinin kendini
Allah'ın oğlu sayması veya Allah'dan başka ilâh ilân etmesi düşünülebilir mi?
Oysa her peygamber gibi o da şirkin kökünü kurutmak, günahları durdurmak için
gönderilmiştir.
Allah'a ve
Peygamberlere has sıfatları bilmiyecek kadar dinin özünden ve mayasından uzak
kalan Hıristiyan din adamlarıyla İsâ Peygamber kıyamet günü İlâhî adalet ve
hesaplaşma alanında yüzyüze getirilecekler ve böylece Allah ve Peygamberine
bilerek veya bilmiyerek iftira edenler hak ettikleri cezayı göreceklerdir.
Kur'ân'da ilâhî rahmet
ve gufran gereği Hıristiyanlar, sunulan bu uh-revî tabloyla uyarılıyor;
Müslümanların da dikkatleri çekilerek şahıslan ilâhlaştırma basiretsizliğine
düşmemeleri hatırlatılıyor. [439]
<Eğer onlara azâp edersen,
şüphesiz ki onlar senin kullarındır; bağışlarsan, doğrusu sen çok güçlüsün, çok
üstünsün, hem de yegâne hikmet sahibisin.»
Genellikle
peygamberler hem çok sabırlı, hem de çok merhametli ve şef katlıdırlar. Bu
nedenle her peygamber kendi ümmetinin kurtulması, doğru yolu bulması için can
atmış, bu uğurda gerektiğinde hiçbir fedâkârlıktan kaçınmamıştır. Kur'ân
bununla ilgili bir örnek vererek milletleri, daha çok Kitap Ehli'ni insafa ve
idrâke çağırıyor.
Kıyamet günü, ilâhî
adalet bütün belge ve kanıtlarıyla tecelli edince sesler kısılacak, gözler tek
noktaya dikilecek, kalbler korku ve dehşetten yerinden oynayacak. İsâ Peygamber
de, her şeye rağmen -içindeki merhamet ve şefkat duygulan harekete geçecek-
Hıristiyanların kurtulmasını arzulayacak, ancak ilâhî hikmetin tecellisine
boyun eğip rıza göstermenin en ölçülü edep ve terbiyesini bir defa daha
gösterecektir: «Eğer onlara azâp edersen, şüphesiz ki onlar senin kullarındır
(bizim müdahale hakkımız yoktur). Onları bağışlarsan, doğrusu sen çok
güçlüsün, çok üstünsün ve yegâne hikmet sahibisin» diyerek tam bir teslimiyet
izhar edecek ve sonucu ilâhî takdir ve hükme bırakarak susacaktır.
Bu bir şefaat değil,
içten gelen bir arzudur.
Şüphesiz ki kıyametin
bu safhasının anlatılması, insanlarla peygamberler arasındaki açıklığı kapamak
ve din adamlarını ölçü ve insafa davet içindir. [440]
O çok üstün, çok güçlü
ve yegâne hikmet sahibi, insanların ne şekline ve kıyafetine bakar, ne de
malına ve sözüne... Ama onların kalbine ve niyetine bakar. Amelleriyle
niyetleri arasındaki bağın sağlamlığını ortaya koyup ona göre hükmünü verir.
Bunun için kıyamet
günü ancak doğruların doğruluklarının fayda vereceği bildirilmiş, amellerin
niyetlere göre değer kazanacağı açıklanmıştır. Bu doğrultuda ilâhî adalet
bütün duyarlığıyla tecelli ettikten, iyiler kötülerden, doğrular yalancı ve
sahtelerden ayrıldıktan sonra peygamberlerin şefaatine erişme imkânları
doğacaktır. [441]
Hıristiyan din
adamları, İsâ Peygamberi Allah'ın oğlu ve ikinci derecede bir ilâh kabul
ettikleri gibi Meryem'i de Tanrı'nın annesi saymışlar-
dır. Nitekim Roma
Katolik Kilisesinin inançları
arasında Meryem'e müstesna bir yer verilmiş ve ikinci Havva olarak
vasıflandırılmıştır.
Meydan Larousse'da
Meryem maddesinde şu cümlelere rastlamaktayız : «Meryem'in gerçekten Tanrı'nın
annesi olduğu kabul edilir. Ama bu Meryem'in Tanrı'yı doğurduğu anlamına gelmez.»
İşte Kur'ân bu ölçüsüz
ve bâtıl inancı yermekte ve kıyamet günü İsâ Peygamberin kendini ve annesini
Allah'tan başka ilâhlar olarak tanıtıp tanıtmadığının sorulacağını,
Hıristiyanların bu husustaki aşırılıklarının ortaya konulacağını haber
vermektedir.
Kıyamette en iyi
sonuç, doğruların doğruluğu olacak, her kişi Allah'a uzanan yolda ortaya
koyduğu doğruluğu, iyi niyeti oranında mutluluğa erişecektir. [442]
Önce bu sûrenin de
tefsirini bize müyesser kılıp tamamlatan Allah'a sonsuz hamd-u senalar olsun.
Bizi başarılı kılan ancak O'dur. O'nun dilediği gerçekleşir. O dilemedikçe biz
dileyemeyiz.
Hayatımızın her
bölümünde, işlerimizin her kesiminde bize ilham kaynağı olan Resûlüllah (A.S.)
Efendimize de salât-u selâmlarımızı sunarız.
Mâide sûresine «Ey
imân edenler!» hitabıyla başlanılmış, insanları ilâhlaştıranlar kınanarak
bitirilmiştir.
Sûrede Kitap Ehli
kabul edilen Yahudî ve Hıristiyanların gerek İslâm hakkındaki düşünce ve
tutumlarına, gerekse Tevrat ve İncil'i değiştirip aslından uzaklaştırmalarına
ve aynı zamanda bu kitaplarla da ciddi biçimde âmel etmediklerine sık sık
temas edildi. Son dinin gelmesiyle önceki dinlerin yürürlükten kaldırıldığı,
Allah'ın seçip beğendiği tek dinin İslâm olduğu açıklandı. Hz. Muhammed
(A.S.)ın bütün insanlara, milletlere ve çağlara gönderilen son peygamber
bulunduğuna dikkatler çekildi; peygamberin görevinin sadece îeblîğ olduğu
hatırlatıldı.
Fert ve toplumun dinî
hayatlarının ölçüleri belirtildi ve Allah'a giden yolun her türlü şirk ve
fesattan temizlenmesinin lüzumu üzerinde duruldu. Ahkâma geniş yer verilerek
helâl ve haram maddeleri açıklandı.
Şahsî hukukla aile
hukukuna kısmen dokunuldu, Allah için şahitlikte bulunmanın önemine dikkatler
çekildi. Ölmek üzere olan mü'minlerin vasiyetlerini yazmaları tavsiye edildi.
Son. olarak İsâ
Peygamberin nail kılındığı nîmetler anıldı ve kıyamet günü, kendisini
ilâhlaştıranlarla yüzyüze getirileceğidir uyarı anlamında sergilendi ve büyük
hesap gününde ancak doğruların doğruluğunun fayda vereceği üzerinde duruldu;
her şeyin Allah'a ait olduğu, göklerde ve yerde sadece O'nun hükümranlığının
câri bulunduğu belirtilerek Mâide sûresi noktalandı. [443]
[1] Hâkim : Hz. Aişe
(R.A.)dan
[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1579.
[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1579.
[4] LÜbab-îbn Kesîr
[5] Kurtubî - İbn
Cerîr Taberî tefsirleri
[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1581-1582.
[7] Tirmizî/siyer:
30 - Ahmed:
2/207
[8] Buharî/mezalim :
4, ikrah : 7 - Tirmizî/fiten
: 68 - Dâremî/rikak: 40 -Ahmed:
3/99, 201
[9] İbn Mâce/fiten :
23 - Ahmed: 2/43
- 5/365
[10] Müslim/imaret:
133 - Dâremî/edeb: 115 - Tirmizî/ilim : 14 - Ahmed: 4/120 - 5/274, 357
[11] Müslim/ilim :
16, zikir : 1 - Ebû
Dâvud/sünnet: 6 - Tirmizî/ilim: 15, sevâbü'l-Kur'ân: 14 -
İbn Mâce/mukaddeme: 14
[12] Müslim/birr :
14, 15 - Tirmizî/zühd :,52 - Dâremî/rikak: 73 - Ahmed: 4/122
[13] Dâremî/büyû : 2
- Ahmed: 4/194
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1582-1583.
[14] Ahmed b. Hanbel
- Tirmizî: İbn Amr'den.
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1583-1584.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1584.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1585.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1585-1586.
[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1586.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1586.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1586-1587.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1587.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1588.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1588-1589.
[25] İbn Mâce - İbn Asâkir : İbn Ömer (R.A.)dan. Sahihtir..
[26] Ebu Dâvud - Tirmizî - Nesâî - İbn Mâce : Ebu Hüreyre
(R.A.)den
[27] Sahih-i Müslim.
[28] Beğavî :
Câbir (R.A.)den.
[29] îbn Ebî Hatim.
[30] Tirmizî: İbn
Abbas (R.A.)dan / Hadisün hasenün
garibün.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1590-1591.
[32] Ebû Nuaym - İbn Hibbân : Büreyde (R.A.)dan. Süyûti, bu
hadisin zayıf olduğunu söylemiştir.
[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1591-1592.
[34] Alman ilim adamı Dr. Hans Heinrich RECKEWEG'in bu
önemli konferansını Çapa Tıp Fakültesi Pataloji Kürsüsü Asistanı Dr. Ömer
Fahrettin ter-ceme etmiştir.
[35] Levililer :
7/22-26
[36] » : 7/27
[37] Çıkış
: 22/20
[38] Levililer :
11/7-8
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1592-1597.
[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1597-1599.
[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1599-1600.
[41] îbn Hibban: îbn Ömer (R.A.)dan
[42] Ahmed bin Hanbel:
Ebû Vâkid el-Leysî'den isnad-i sahih ile..
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1600-1602.
[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1602.
[45] Esbab-ı Nüzul/Nisaburi - Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali.
[46] îbn Cerîr Taberî - Buharî/bed-i halk: 7, 17 -
Müslim/libas: 81, 82, 83, 84
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1603.
[47] Buharî/bed-i halk;
17, hars: 3 -
Müslim/müsakat: 59 - Tirmizi/seyd: 17
[48] Sahih-i Müslim
[49] Buhan/hars: 3, bed-i halk: 17, zebâyih: 6 -
Müslim/müsakat: 50, 51, 52, 53, 54, 57, 61, sayd: 1, 3
[50] Müslim/sayd: 1, 3 - Buharî/zebâyih : 2, 3, 7 - Ebû
Dâvud/edahî: 22 -Tirmizî/sayd: 1, 6 -
Nesâî/sayd: 1, 3, 5, 6, 7, 8, 18, 20,
21 - Ahmed: 1/231
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1603-1604.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1604-1605.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1605-1606.
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1606.
[54] Ahmed b. Hanbel: 3/28 - Tirmizî - Ebü Dâvud - İbn
Hibban : Ebû Said (R.A.)den.
[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1607-1608.
[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1608-1609.
[57] Lübabu't-Te'vil - Tefsîr-i tbn Cerîr Taberî
[58] îbn Cerîr Taberi
[59] Lübabu't-Te'vîl - Kurtubî - İbn Cerîr Taberî
[60] Tefsîr-i Kurtubî :
6/46
[61] Tefsir-i Taberî :
İlgili âyetin tefsiri
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1609-1611.
[62] Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali : İlgili
âyetin tefsirinde..
[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1611-1612.
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1612.
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1612-1613.
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1613.
[67] Buharı/ vüdû:
2 - Müslim/taharet: 1 -
Tirmizî/taharet: 1 - Ahmed:
2/39
[68] Tirmizî/taharet:
44 - Ebu Dâvud/taharet: 112
- Dâremî/vüdû : 46
[69] Buharî/vüdû:
24, 28 - Müslim/taharet: 3, 4, 8
- Ebû Dâvud/taharet : 51 - Nesâî/taharet
: 67, 68, 93 - İbn Mâce/taharet: 6
- Ahmed : 1/59,
64, 66, 68, 71
[70] Buharı/ilim :
3, 30, vüdû' : 27,
29 - Müslim/taharet: 25,
28, 30 - Ebû Davud/taharet : 46
- Tirmizî/taharet: 31
- Nesâî/taharet: 88 - İbn Mâce/taharet: 55 - Ahmed:
2/193, 201, 266
[71] Sahîh-i Müslim
: Câbîr (R.A.)den
[72] » »
- SaMh-i Buharı - Ahmed: 3/431, 4/207
[73] t>
» » » :
Hz. Aişe (RA.)dan
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1615-1616.
[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1616-1617.
[75] Buharî/vahiy: 1 - menakıb: 45 - talâk: 11 - eyman: 23
- Müslim/imaret: 155 - Ebû Davud/talâk: 11 - Nesâî/taharet: 59, talâk: 24,
eyman: 19 - Ibn Mâce zühd: 26
[76] Kitabu'l-Fıkhî
Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa :
1/53-59.
[77] Lübabu't-Te'vü/Alaeddin Ali:
1/435.
[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1617-1620.
[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1620-1621.
[80] Taberânî:
İbn Ömer (R.A,)dan
- Sahihtir.
[81] Ahmed bin Harıbel - Nesaî - İbni Mâce : Enes (R.A.)den - Ummü Seleme (R.A.)den.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1621-1622.
[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1622-1623.
[83] Tefsîr-i tbn Kesîr - Tefsîr-i Merağî: 6/70
[84] Fethü'l-Kadîr/Şevkanî: 2/20
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1624.
[85] Buharî/hibe: 12 - Müslim/hibat: 9, 10, 17 -
Tirmizî/ahkâm : 30 - Ne-sâî/nahl: 1 - İbn Mâce/hibe : 1 - Taberânî/akdiye: 39 -
Ahmed: 4/268, 269, 271, 272
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1624-1625.
[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1625.
[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1625-1626.
[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1626-1627.
[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1627.
[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1627.
[91] Tefsîr-i Keşşaf - Lübabu't-Te'vîl - İbn Cerîr Taberî.
[92] îbn Cerîr Taberî - Lübab-üt-Te'vil.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1628-1629.
[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1629-1630.
[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1630.
[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1632.
[96] Tevrat/Sayılar:
5-15
[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1632-1633.
[98] Tevrat/Tesniye :
31/15 - 19
[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1633-1634.
[100] Nisa Sûresi :
16
[101] Tevrat-Tesniye :
31/14
[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1634-1635.
[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1635-1636.
[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1636-1637.
[105] Yuhanna:
14/15-16
[106] Yuhanna:
16/12-14
[107] Matta :
21/43-45
[108] Markos :
1/14-15
[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1639-1640.
[110] Bu konuda fazla bilgi için bak : Ra'd Sûresi Âyet: 31
Tefsirine.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1640-1641.
[111] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1641-1642.
[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1643.
[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1643-1644.
[114] İbn Cerîr Taberî - Lübabu't-Te'vîl - İbn Kesir -
Kurtubî
[115] >
» »
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1645.
[116] Ahmed bin Hanbel : Enes bin Mâlik (R.A.)den
[117] Buharî : Ebû
Hüreyre (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1646.
[118] Kurtubî :
6/122. Lübab : 1/443
[119] Ebû Süleyman'ın naklettiği hadîsin senedini tesbit
etmek mümkün olmamıştır.
[120] Tefsîr-i Kurtubî:
6/122
[121] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1646-1647.
[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1647-1649.
[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 3/1649.
[124] Tevrat; Sayılar :
13/1-30
[125] Tevrat; Sayılar : 14/1-10
[126] >
ı. : 14/26-32
[127] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1651-1653.
[128] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1654-1655.
[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1655.
[130] Buharî - Nesâî/tahrim: 29 -
îbn Mâce/fiten : 11
[131] Buhari/cenâiz ;
33 - Müslim/kasamet: 27 -
Tirmizî/ilim: 14
[132] İbn Cerîr Taberî - Abdurrezzak : Ma'mer'den, o da el-Hasan'dan
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1657.
[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1657-1658.
[134] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1658.
[135] Tekvin : 4/1-8
[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1659.
[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1659-1660.
[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1660.
[139] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1660-1661.
[140] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1661.
[141] Sayılar :
35/33
[142] Çıkış : 20/13
[143] Sayılar :
35/30
[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1662-1663.
[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1663-1664.
[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1664.
[147] Bu olayı, Sünen Sahipleri az farklı biçimde
nakletmişlerdir. Kaynak kabul edilen bütün tefsirlerde buna yine az değişik
biçimde yer verilmiştir. Nisa-burî, Esbab-ı Nüzul'de bunu nakletmiş, mezhep
imamları da üzerinde yeterince durmuşlardır.
[148] Geniş bilgi için bak:
Fethü'l-Kadİr/Şevkânî: 2/33-34.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1665-1667.
[149] Fazla bilgi İçin bak: Tefsîr-i Kurtubî - Tefsîr-i İbn
Cerîr - Taberî - Tef-sîru Âyati'l-Ahkâm / Sabûnî: 1/550-552 -
1977.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1667-1669.
[150] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1669.
[151] Sahîh-i Müslim/münâfikun: 51
[152] Sahîh-i Buharî/rikak:
49 - Müslim/münâfikun: 52 -
Ahmed: 3/218
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1670-1671.
[153] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 4/1671-1672.
[154] Ahmed bin Hanbel / 2/265 - Tirmizî/menâkib: l
[155] Buharî - Müslim/salât:
11 - Ebû Davud/salât: 26 -
Tirmizî/menâkib: 1 - ezan: 37 - Ahmed: 2/168
[156] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1672-1673.
[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1673.
[158] Esbab-i Nüzul - Lübabu't-Te'vîl.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1674.
[159] Buhari - Müslim/hudud: 7 - îbn Mace/hudud: 22 -
Nesaî/sarık: 1 - Ah-med: 2/253
[160] Müslim/hudud:
1, 4 - Ebû Davud/hudud: 33, 34 -
Taberânî/hudud: 27
[161] Ahmed bin Hanbel.
[162] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1674.
[163] Dare Kutnî : Ebû Hüreyre (R.A.)den.
[164] İbn Mace : Ömer b. Semure'den - tbn Huzeyme.
[165] îbn Cerîr Taberî : Abdullah bin Amr'den.
[166] Buharî - MÜslim/hudud:
8, 9, 40 - Ebû Davud/akziye:
14, hudud: 4 -Tirmizî/hudud: 6 - Nesâî/sarık: 6 -
Ahmed: 2/70 - 6/162
[167] Ahmed bin Hanbel - Ebû Davud - Nesâî.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1674-1676.
[168] 10 Dirhem: 32
gr. saf gümüş eder. Dînar: 10 dirhem-i
şer'î kıymetinde altın demektir.
[169] İbn Mâee/hudud: 5
[170] Dare Kutnî.
[171] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1676-1678.
[172] Fazla bilgi İçin bak: Kurtubî: 6/160-170 - îbn
Cerîr: 6/148.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1678-1679.
[173] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1679.
[174] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl/Alâeddin Ali
- îbn Cerîr Tabe-rî - Tefsîr.i Merağî - Âlûsî.
[175] Ahmed bin Hanbel - Müslim - Ebû Dâvud - îbn Cerîr - îbn Münzir: Berâ' bin Azib (R.A.)den.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1681-1683.
[176] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1683-1684.
[177] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1685.
[178] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1685-1686.
[179] İmam Mâlik : Murselen rivayet etmiştir.
[180] Buharî/edeb: 69 - Müslim/birr: 103, 104, 105 - Ebû
Dâvud/edeb: 80 -Taberânî/kelâm: 16 - Tirmizî/birr: 46 - İbn Mâce/mukaddeme: 7,
dua: 5 - Dâ-remî/rikak: 7 - Ahmed: 1/3, 5, 7, 8
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1686-1687.
[181] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1687.
[182] Levililer:
20/10-11
[183] Tesniye; 22/23
[184] İncil Luka:
18/18 - Matta: 19/18
[185] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1687-1688.
[186] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1688.
[187] VASK, eski bir tartı birimidir. 60 Sa' miktarında olup
62.400 dirhem tutarındadır. Bugünkü tartı birimiyle: Şer'î dirheme karşılık
218 kilo 400 gramdır. Örfî dirheme karşılık 199 kilo 680 gramdır.
[188] İbn Kesir - Kurtubî - Ahmed bin Hanbel - Lübab.
[189] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1690-1691.
[190] Ahmed bin Hanbel.
[191] »
> » - Ebü Dâvud - îbn Mâce - Nesâî.
[192] Tirmizî - îbn Cerîr Taberî.
[193] Nesâî.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1691.
[194] Fazla bilgi için bak: Ahkâm-ı Kur'ân / Ebûbekir
el-Arabî - Tefsir-i Kur-tubî: 6/188-190.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1691-1692.
[195] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1692-1693.
[196] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 4/1693-1694.
[197] Buharı-Müslim : Enes bin Nadîr (R.A.)den
- tbn Kesîr
[198] Fazla bilgi için bak:
îbn Kesîr: 2/62 - Kurtubl : 6/191-197 - Ibn Cerîr Taberî: 6/167-168
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1694-1695.
[199] Tevrat-Çıkış :
21/22-24
[200] Tevrat/Levililer :
24/17-22
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1695-1696.
[201] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1696.
[202] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1697.
[203] Sahih-i Buharî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1698.
[204] Matta : 5/17-20
[205] Matta : 5/21
[206] Matta . 5/ 27
[207] Matta : 5/31
[208] Matta : 5/33
[209] Matta : 5/38
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1698-1700.
[210] Yuîıanna :
14/15
[211] » : 16/17.
[212] Yuhanna : 16/18
[213] Matta :
21/40
[214] Markos : 1/15
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1700-1701.
[215] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1701.
[216] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl / Alaeddin
Ali - Kurtubî -İbn Kesîr - İbn Cerîr
Taberî.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1703.
[217] Buharı / enbiya : 48 - Müslim / fezâil : 143, 145 - Ebû Dâvud / sünnet: 13 -
Ahmed : 2/319, 406, 437, 463,
482, 541
[218] Taberanî – Buharı
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1703
[219] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1704.
[220] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1704-1706.
[221] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1706-1708.
[222] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1708-1709.
[223] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1709-1710.
[224] Esbab-ı
Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-Te'vü/AIaeddin Ali
[225] » »
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1711.
[226] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1712-1713.
[227] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1713.
[228] Fazla bilgi için bak:
Mefatihü'1-Gayb / Fahruddin Razî :
3/611
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1713-1714.
[229] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1714.
[230] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1715.
[231] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1715-1716.
[232] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1716-1718.
[233] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1718-1719.
[234] SUyuti el-Câmi'ıTl-Kebîr : Muaviye
(R.A.)den
[235] Yakut-i
Hamevi Mu'cemü'l-Buldan : 1/378
[236] Mevzuat-i
AIiyyi'l-Kaarî
[237] Camhıs-Sağîr/Süyûtî :
UTRÜK maddesi
[238] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1719-1720.
[239] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1721.
[240] İbn Kesîr-Lübabu't-Te'vll
[241] Kurtub!
» » -
Mefatihü'1-Gayb/Fahruddin Razî
[242] ibn Kesîr - Lübabu't-Te'vîl - îbn Cerlr Taberî -
Kurtubİ
[243] >
> » »
[244] >
> > >
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1722-1723.
[245] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1723-1724.
[246] Nisa Sûresi, âyet:
142
[247] Tevbe Sûresi, âyet: 54
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1724.
[248] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1725.
[249] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1725-1726.
[250] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1726-1727.
[251] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl / Alaeddin
Ali
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1728.
[252] Ahmed bin Hanbel:
1/390, 395, 397,
471 - Müslim / kader: 32:
İbn Mes'ud (R.A.)den
[253] EbÛ Dâvud - İbn Kesir - Ahmed bin Hanbel : 1/390. 433, 413. 466
[254] s
> - İbn Mâce - İbn Cerîr
Taberî
[255] Ahmed bin Hanbel - Ebû Davud - İbn Mace - Câmiussağîr
: 2 152
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1728-1729.
[256] İbn Ebî Hatim - İbn Kesîr : 2/74
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1729.
[257] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1729-1730.
[258] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1730.
[259] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1731.
[260] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1731-1732.
[261] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1732.
[262] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1732.
[263] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1732.
[264] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1733.
[265] Lübabu't-Te'vîl / Alaeddin Ali - îbn Kesîr - Kurtubî.
[266] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1734-1735.
[267] Tefsîr-i Kurtubî.
[268] İbn Mürdeveyh-İbn Kesîr.
[269] Sahih-i
Müslim - Tirmizî / tefsir : 5 - İbn
Mâce / Mukaddeme: 13 Ahmed
: 2/242, 313
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1735.
[270] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1735-1736.
[271] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1736-1737.
[272] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1737-1738.
[273] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1738.
[274] Mâide
Suresi: 66
[275] A'raf Sûresi :
159
[276] Al-i İmrân Sûresi:
75
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1738-1739.
[277] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1739-1740.
[278] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1740.
[279] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl / Alâeddin Ali
[280] Ahmed bin Hanbel - Tirmizî - tbn Cerîr Taberî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1740-1741.
[281] Sahih-i Müslim : Câbir bin Abdullah (R.A.)dan
[282] Mefatihü'1-Gayb
/ Pahruddin Râzî : 3/635
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1741.
[283] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1741-1742.
[284] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1742.
[285] Lübabu't-Te'vîl / Alâeddin Ali - Tefsîr-i Kurtubî: İbn
Abbas (R.A.)dan
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1744.
[286] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1744-1745.
[287] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1746.
[288] Fazla bilgi için bak:
Mefatihü'1-Gayb / Pahruddin Razî : 3/638
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1746-1747.
[289] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1747-1748.
[290] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1748.
[291] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1748-1749.
[292] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1749.
[293] Yuhanna :3/16
[294] Yuhanna : 3/17
[295] Yuhanna : 14/11
[296] Yuhanna : 15/1
[297] Yuhanna : 1/18
[298] Yuhanna : 17/1
[299] Luka .1/32
[300] Markos .1
[301] Markos : 1/9
[302] Matta : 27/19
[303] Matta : 27/46
[304] Markos : 10/18
[305] Bernaba İncil'i:
13/18
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1751-1753.
[306] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1753.
[307] Ahmed bin Hanbel - Tirmizî : Hadisün hasenün, garibün
[308] Ebû Dâvud - îbn Kesir : İlgili âyetin tefsirinde
[309] Sahih-i Buharî - Müslim/imaret : 41, 42, 80 - Nesâî/biy'at: 1, 5, 8
[310] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/
[311] Kütub-i Sitte
[312] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1758-1759.
[313] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1759.
[314] Fazla bilgi için bak : Esbab-ı Nüzul / Nisaburî -
Lübabu't-Te'vîl-îbn Ke-sîr - Kurtubî - îbn Cerîr Taberî - Ebû Dâvud.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1761-1762.
[315] Esbab-ı
Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl - îbn
Kesir
[316] Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1762.
[317] îbn Mürdeveyh :
Ebû Hüreyre (R.A.)den. - îbn
Kesir
Celal Yıldırım, İlmin Işığında
Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1762.
[318] Bakara sûresi
: 96
[319] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1762-1764.
[320] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1764-1765.
[321] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1765-1766.
[322] Geniş bilgi için bak:
Kurtubî: 6/257-258
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1766.
[323] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1766-1767.
[324] LÜbabu't-Te'vîl - îbn Kesîr - îbn Ebi Hatim-Kurtubî
[325] Sahitı-i Buharî/nikâh : 1 - Müslim / nikâh : 5 - Nesâî / nikâh : 4 -
Dâ-remi / nikâh : 3 - Ahmed : 2/158-3/241, 259, 285 - 5/409
[326] Buharî/nikâh:
6, 8 - Müslim/nikâh: 11,12 -
Ahmed: 1/385, 390, 420, 450
[327] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1767-1769.
[328] Ahmed : 5/266
[329] Buharî/iman :
39, büyü: 2 - Müslim/müsakat: 2 - kudat:
11 - İbn Mâee/fiten : 14 - Dâremî/büyû
: 1
- Ahmed : 4/267, 269, 271, 275
[330] Buharî/imân :
32, teheccüd : 18, savm : 52, libas :
43 - Müslim/müsafi-rîn : 215,
221, siyam: 177 - Ebû
Davud/tetavvû: 27 - Nesâî/Kıyam ü I
leyi : 17, iman : 29 - îbn Mace/zühd :
28 - Ahmed : 6/40, 51, 61, 84, 122, 189, 199
[331] Buharî/mağazî :
60, ahkâm : 22
- Dâremî/mukaddeme : 24 - Ahmed : 6/125
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1769-1770.
[332] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 4/1770-1771.
[333] Tefsîr-i Kurtubî :
6/263
[334] Müslim/kader :
34 - tbn
Mâce/mukaddeme : 10. zühd : 14 - Ahmed : 2/366, 370
[335] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1771-1772.
[336] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1772.
[337] Tefsîr-i Kurtubî :
6/265
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1773-1774.
[338] Ahmed bin Hanbel :
1/13, 54, 170, 183, 186
- Müslim / eyman : 1, 4, 5, 7,
10 - Tirmizî : Ebû Hüreyre (R.A;)den
[339] Tirmizî/nezir :
9 - Ahmed : 1/17-2/34, 67,
69 - İbn Asâkir :
tbn Ömer (R.A.)dan
[340] Tirmizi/nezir :
8 - Ahmed : 2/7
[341] Sahîh-i Buharî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1774.
[342] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1774-1777.
[343] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1777.
[344] Lübabu't-Te'vîl
- tbn Cerîr Taberî
[345] Mefatihü'1-gayb - Lübabu't-Te'vîl
[346] Tirmizî - Ebû Dâvud - Lübabu't-Te'vîl
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1779.
[347] Buharî/eşribe :
4, 10 - Müslim/eşribe : 67, 68
- Ebû Davud/eşribe : 5 -Tirmizî/eşribe : 2 - îbn Mace/eşribe: 9, 10 - Ahmed :
6/36, 97, 190, 226
[348] Ebû
Dâvud/eşribe : 3 -
Nesâî/eşribe: 25 - îbn Mace/eşribe:
10 - Ah-jmed: 2/91, 167
[349] Tirmizî/eşribe :
1,.kıyamet: 47 - Müslim/eşrîbe
; 72 - Ebû Davud/eş-ribe : 5
[350] Ebû Dâvud/eşribe:
2 - Ahmed : 1/316-2/97
[351] Kurtubî - İbn Kesir:
Sahih-i Müslim'den naklen
[352] Sahih-i Müslim :
Enes bin Mâlik (R.A.)den
[353] Müslim/im an :
100, 104 - Buharî/mezâlim : 30,
eşribe : 1, hudud : 1.6, 14 - Ebû Dâvud/sünnet: 15 -
Tirmizî/iman : 11 - Nesâî/kasamet: 49,
sarık: 1-eşribe : 42 - Ahmed : 2/243, 317, 376, 386 - 3/346 - 6/139
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1779-1781.
[354] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1781-1782.
[355] Şafiî fıkhını zabt ve tedvin eden, bu zattır.
[356] Fazla bilgi için bak : Revâyiu'l-Beyân Tefsîru Âyati'l-Ahkâm/Muham-med Ali es-Sabûnî : 1/566. Mektebetü'l-Gazalî.
[357] Fazla bilgi için bak :
Kamus Tercemesi: 2/769 - îstanbul :
1305
[358] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1782-1784.
[359] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1784.
[360] Tefsîr-i Kurtubî
- Lübabu't-Te'vîl - Tefsîr-i
Âlûsî
[361] » . » » »
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1786.
[362] Sahîh-i Buharı
- Müslim : İbn Ömer
(R.A Man
[363] »
» »
[364] Sahîh-i Müslim - Nesâî: Hz. Âişe
(R.A.) dan
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1786.
[365] Ra'd
Sûresi âyet : 41
[366] »
» » .: 31
[367] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1787-1788.
[368] Tirmizî - Nesâî - Dâre-Kutnî. (Ancak Nesâî diyor ki : Hadîsin ricali arasında
Amr bin Amr bulunuyor ki, bu 2at zayıf tanınmıştır).
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1788-1790.
[369] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1790-1791.
[370] Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali :
1/489
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1792.
[371] Buharî/hac ; 43 - sayd : 8, 10, cizye : 22, ilim : 39,
diyat: 8 - Lukta : 7 - Müslim/hac: 445,
447, 448 - Nesâî/menâsik : no - Ahmed : 1/259,
316,318
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1792.
[372] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1793.
[373] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1793-1794.
[374] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1794.
[375] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1794.
[376] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1794-1795.
[377] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1795.
[378] Sahîh-i Buharî : Enes bin Mâlik (R.A.)den
[379] Lübabu't-Te'vîl-lbn Kesîr - Âlûsî
[380] Lübabu't-Te'vîl - tbn Kesîr - îbn Cerîr Taberî
[381] Sahîh-i Buharî-İbn Cerîr Taberi : tbn Abbas
(R.A.)dan
[382] Tirmizî :
Hadîstin garibün - Âl-i tmrân sûresi:
97
[383] Sahîh-i Müslim:
Ebû Hüreyre (R.A.)den - İbn Kesîr
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1796-1798.
[384] Şahîh-i Buharı - Müslim: Muğîre b. Şu'be (RA)den
[385] Ebû Dâvud
[386] Lübabu't-Te'vil/Alaeddin Ali
[387] Tirmizi - İbn
Mâce : Selmân <R.A.)dan
[388] Câmiu'1-Usûl :
Ebû Sa'lebe'den - tbn Kesîr :
2/106
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1798.
[389] el-Fevâidü'l-Mecmu'a Fi-Ahâdisi'1-mevdu'a: 288
[390] Bu konuda fazla bilgi için bak : Keşfü'1-Hefâ/el-Aclûnî: C. 2/321
[391] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1798-1801.
[392] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1801.
[393] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1802.
[394] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1803.
[395] Buhâri/sulh : 5
- Müslim/akziye : 17 - îbn
Mâce/mukaddeme: 2 - Ah-med; 6/270.- Ebû Dâvud : Hz. Âişe (R.A.)dan
[396] Taberânî:
Gudayf b. Haris es-Sümalî'den
[397] Ebû Dâvud/Sünnet:
5 - Tirmizî-Nesâî/Iydeyn: 22 -
Ahmed : 3/310, 371
[398] îbn Cerîr Taberî - İbn Kesîr : Ebû Hüreyre (R.A.)den
[399] İbn Ebî Hatim - tbn
Kesîr
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1803-1805.
[400] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1805-1806.
[401] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1807.
[402] Tirmizi:
Hadısün hasenün sahihün
Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları:
4/1807-1808.
[403] ibn Kesîr.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1808.
[404] îbn Cerîr Taberî :
Süfyan bin İkbal'dan..
[405] Lübabu't-Te'vîl : 1/494-Mısır: 1955 - Ebû
Davud/melâhim : 17 - Tir-mizi/tefsîr: 5 - îbn Maee/fiten : 2l'de ise, buna
yakın bir rivayete yer verilmii-tir.
[406] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1808-1810.
[407] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1810.
[408] Kui-tubî - İbn Kesîr - Lübabu't-Te'vil - İbn Cerîr
Taberî. - Mefatihul-gayb/Fahruddin Râzî.
[409] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1812-1813.
[410] Fazla bilgi için bak :
Lübabu't-Te'vîl, İbn Kesîr, Kurtubî, îbn Cerîr ve Mefatihü'1-gayb
tefsirlerine..
[411] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1813-1814.
[412] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1814-1815.
[413] Sahîh-i Buharî/rikak : 53 - Ahmed : 3/18,
39
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1815.
[414] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1816.
[415] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1816-1817.
[416] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1817.
[417] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1819.
[418] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1819.
[419] Yuhanna :
11/40-44
[420] Yuhanna : 9/13
[421] Yuhanna : 9/1-8
[422] Yuhanna : 5/5-9
[423] Fütuhat-i Mekkiyye :
3/201 - Beyrut?
[424] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1820-1821.
[425] Buharî/enbiyâ:
2 - Müslim/birr: 159, 160 - Ebu Davud/edeb: 16 - Ah-meö: 2/295, 527, 537
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1822.
[426] Meryem sûresi :
30-33
[427] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1822-1823.
[428] isâ Peygamber hakkında yeterli bilgi edinmek için
bak: Â!-i îmrân sûresi ; 55-59, Nisa sûresi : 157. âyetlerin açıklamasına.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1823.
[429] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1824.
[430] MATTA :
14/13-21
[431] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1826-1827.
[432] Tefsîr-i Kurtubî :
6/365 - Kahire :
1967
[433] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1827-1828.
[434] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1828-1829.
[435] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1829.
[436] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1829.
[437] Hafız İbn Asâkir :
Ebû Musa el-Eş'arî (R.A.)den.
[438] Ebû Dâvud : İbn Abbas (R.A.)den - Müslim/cennet: 56 -
I^uharî/enbiyâ: 4, 48 - tefsir: 5, 14, 21 - Tirmizî/Iuyâmet : 3, tefsir: 80 -
Nesâî/eenâiz : 118, 119 - Ahmed: 1/223, 229,
253
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1831-1832.
[439] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1832.
[440] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1832-1833.
[441] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1833.
[442] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1833-1834.
[443] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1834-1835.