MÂİDE SÛRESİ 7

Sûreye Bu İsmin Verilmesinin Sebebi: 7

Meali  : 7

İniş Sebebi 7

İlgili  Hadîsler. 8

Akidleri Yerine Getirme Ve Ahde Vefa. 8

Behımetu'l-En'am.. 9

Allah Dilediğini Hükmeder. 9

İbâdet İçin Konulan Belirtiler. 9

Haram Ayını Da Helâl Saymayın. 9

Hedyi De Helâl Saymayın. 9

Kalâid = Gerdanlıklar. 10

Sosyal Dayanışma. 10

Tahliller - Yorumlar. 10

Âyetler Arasinda Bağlantı 10

Meali  : 11

İlgili Hadîsler. 11

Yasaklanan Onbir Şey. 12

Açıklama. 12

Mü'minlerin Güçlenmesi Kâfirlerin Umudunu Kırar. 14

Nüsub. 15

Açlıktan Bunalmak. 15

Âyetler Arasinda Bağlantı 16

Meali: 16

İniş Sebebi 16

İlgili Hadîsler. 17

Avcı  Hayvanlar. 17

Tayyibat 18

Âyetler Arasında Bağlantı 18

Meâli : 18

İlgili Hadîs. 18

Sosyal Yönü. 18

Fıkhı Yönü. 19

Muhsanat 20

Kitap Ehlinden İffetli Kadinlar. 20

Erkeklerin De İffetli Olması 20

Âyetler Arasında Bağlanti 21

Meali  : 21

İlgili Hadîsler. 21

Namaz Ve Abdestin Ruh Ve Beden Sağlığı Üzerindeki Te'sirleri 22

Fıkhî Yönü. 22

Teyemmüm.. 23

İmân Edenlerden Alınan Söz. 24

Âyetler Arasinda Bağlantı 24

Meali : 24

İniş Sebebi 25

İlgili Hadîsler. 25

İlahî Buyrukların İki Ana Amacı Var. 25

Hakkı Ayakta Tutmak. 25

Adalet Güneşi 26

Düşmana Da Âdil Davranmak. 26

Âyetler Arasında Bağlantı 26

Meali  : 26

İniş Sebebi 26

Allah Haklıdan Ve Doğrudan Yanadır. 27

Âyetler Arasında Bağlantı 27

Meali : 27

Uyari 28

Tarihî Yönü. 28

Allah'ın Emrettiği Beş Önemli Husus. 28

Tevrat'taki  Kelimelerin Yerlerinin  Değiştirilmesi 29

Son Dinin Yüceliğini Göstermek. 29

Âyetler Arasında Bağlantı 30

Meali : 30

Hıristiyanların Da Verdikleri Sözü Bozması 30

Yahudîde Ticaret, Hıristiyanda San'at 31

Kur'ân İnsan Ruhunu Aydınlatır. 31

Yahudî Ve Nasrânî Deyimleri 32

Âyetler Arasında Bağlantı 32

Meali : 32

İniş Sebebi 33

İlgili Hadîsler. 33

Fetret Devri 33

Neden Fetret Devri?. 34

Âyetler Arasında Bağlanti 34

Meali : 34

Tarihî Yönü. 35

Savaşmasını Bilmiyen Bir Millet Sulh Ve Esenlik İçinde Yaşıyamaz. 36

Âyetler Arasında Bağlantı 36

Meali : 37

İlgili Hadîsler. 37

Peygamberi Teselli 37

Hâbil, Kabil Olayının Açıklaması 37

Tevrat'ta Bu Olay Şöyle Anlatılıyor. 38

İlk İnsanların Bildikleri Ve Bilmedikleri 38

Neden Karga. 38

Allah Korkusu Ve Âhiret İnancı 38

Âyetler Arasında Bağlantı 39

Meali ; 39

Tevrat'ta Adam Öldürme Konusu. 39

İnsan Karakterinin Ana Hatları 39

Âyetler Arasında Bağlantı 40

Meali : 40

İniş Sebebi 40

Fıkhî Yönü. 41

Âyetler Arasında Bağlantı 42

Meali: 42

İlgili Hadîsler. 42

Saadetin Dört Basamağı 42

Vesîle Makamı 43

Âyetler Arasinda Bağlantı 43

Meali : 43

İniş Sebebi 43

İlgili Hadîsler. 43

Peygamberimiz Zamanında Bazı Hırsızlık Olayları 44

Hukukî Yönü. 44

Cezanın Ağırlığının Hikmeti 45

Âyetler Arasında Bağlantı 46

Meali : 46

İniş Sebebi 46

Kalbleri İnanmıyanlar. 47

Allah Kimin Fitne İçinde Kalmasını Dilerse.. 48

Allah Onların Kalblerini Temizlemeyi Dilemedi.. 48

Ahlâkî Yönü. 48

Herkese Karşı Âdil Ol!. 49

Tevrat'ta Zina Cezası 49

Âyetler Arasında Bağlantı 49

Meali 49

İniş Sebebi 49

İlgili Hadîsler. 50

Hukukî Yönü. 50

Tevrat'ın Önemli Bölümlerinin Bilginler Tarafından  Korunması 51

Âyetleri Az Bir Pahayla Satmak. 51

Cana Can. 51

Tevrat'ta Kısas Hükmü. 52

Yorumlar - Rivayetler. 52

Rabbaniyyûn: 52

Âyetler Arasında Bağlantı 52

Meali : 53

İlgili Hadîsler. 53

İncil, Tevrat'ın Bazı Hükümlerini Yürürlükten Kaldırmıştır. 53

Hıristiyanların İncil İle Hükmetmeleri Emrediliyor. 54

Ayetler Arasında Bağlantı 54

Meali  ; 54

İniş Sebebi 55

İlgili Hadîsler. 55

Amelî Şeriat 55

Neden Tek Ümmet Değil?. 55

Kur'ân İle Hükmetmek. 56

Yorumlar - Rivayetler. 57

Âyetler Arasında Bağlantı 58

Meali  : 58

İniş Sebebi 58

Yahudî Ve Hıristiyanlarl Dost Edinmeyin. 58

Tahliller. 59

Tarihî Bir Olay. 59

Kuvvetliden Yana Olma Siyaseti 59

Âyetler Arasında Bağlantı 60

Meali : 60

İniş Sebebi 60

Tarihî Yönü. 60

İslâm'a Hizmet Şerefine Kimler Lâyıktır?. 61

Türklerin Fazîleti 62

Âyetler Arasında Bağlantı 62

Meali: 62

İniş Sebebi 63

Mü'minlerin Ancak Üç Dostu Vardır. 63

Mü'mini Münafıktan Ayıran Üç Sıfat 63

Dini Eğlenceye Alanlarla İlginin Kesilmesi 64

Din Ve İbâdet Hürriyeti 64

Âyetler Arasında Bağlantı 65

Meali : 65

İniş Sebebi 65

İlgili Hadîsler. 65

Bu Konuda Hz. Ali'nin (R.A.) Nefis Bir Hutbesi 66

Mesh = Maymun Ve Domuza Çevrilme Olayı 66

Mesh Olayı İle İlgili İlahî Bir Sünnet Var Mıdır?. 66

Olayin Anılmasındaki Hikmet 66

İlim Adamlarının Görevi 67

Ne Kötü Sanat İşlediler. 67

Yorumlar - Rivayetler. 67

Âyetler Arasında Bağlantı 67

Meali : 67

İniş Sebebi 68

İlgili Hadîsler. 68

Yahudilerin Nankörlüğü. 68

İnen Hakikatler Bir Kısmının İnat Ve İnkârını Artırdı 69

Ne Kadar Savaş İçin Bir Ateş Yaksalar. 69

Yeryüzünde Fesat Çıkarmaya Çalışanlar. 69

Son Dine Davet 69

Yorumlar - Rivayetler. 70

Âyetler Arasında Bağlantı 70

Meali: 70

İniş Sebebi 70

İlgili Hadîsler. 71

İki Karşıt Amaç. 71

Âyetler Arasında Bağlantı 71

Meali : 71

İniş Sebebi 71

Aynı Kaynaktan Süzülüp İndirilen Üç Kitap. 72

Kur'ân İnmeden Önceki Durum.. 72

Fazîletin Kaynağı 73

Fitne Ve Tuğyanın Kaynağı 73

Yahudilerin Öldürdüğü Peygamberler. 73

Yorumlar - Rivayetler. 74

Âyetler Arasinda Bağlantı 74

Meali: 74

İncil'de Baba-Oğul Deyimleri 74

Âyetler Arasında Bağlantı 75

Meali : 75

İlgili Hadîsler. 76

Ahlâk! Ve Sosyal Yönü. 76

Âyetler Arasında Bağlanti 76

Meali : 77

İniş Sebebi 77

Diğer Bir Rivayet 77

İlgili Hadîsler. 78

Yahudiler Ve Tevrat 78

Hıristiyanlar Ve İncil 78

Tarihî Birkaç Olay. 79

Yorumlar - Rivayetler. 79

Âyetler  Arasında  Bağlantı 79

Meali 80

İniş Sebebi 80

İlgili Hadîsler. 80

Dinde Ruhbanıyet Yoktur. 81

Gıdanın Ruh Ve Beden Sağliği Üzerindeki Tesirleri 81

Âyetler Arasında Bağlanti 82

Meali : 82

İniş Sebebi 82

İlgili Hadîsler. 82

Fıkhî Yönü Ve Açıklaması 83

Sosyal Yönü. 84

Meali : 84

İniş Sebebi 84

İlgili Hadîsler. 84

İçkinin Haram Kılınmasındaki Sebepler Ve   Hikmetler. 85

Yorumlar Ve Tahliller. 86

Âyetler Arasında Bağlantı 86

Meali  : 87

İniş Sebebi 87

İlgili Hadîsler. 87

İlahî Yasakların Hikmeti 87

Fıkhî Yönü. 88

Âyetler Arasında Bağlantı 89

Meali: 89

İniş Sebebi 89

İlgili Hadîsler. 90

Kabe'nin Önemi 90

Kutsal Kabe Ve İki Önemli Cevher. 90

Peygamber Görevini Hakkıyla Yerine Getirmiştir. 90

İyi İle Kötü - Temiz İle Murdar. 90

Haram Ayları 91

Âyetler Arasında Bağlantı 91

Meali : 91

İniş Sebebi 91

İlgili Hadîsler. 92

Soru Sormanın Âdabı 92

Dinî Konularda Ölçüsüz Sorular. 93

Âyetler Arasında Bağlantı 94

Meali: 94

İniş Sebebi 94

İlgili Hadîsler. 94

Ataların Yoluna Bağlı Kalmak. 95

Âyetler Arasında Bağlantı 96

Meali : 96

İniş Sebebi 96

Açıklama. 96

Yorumlar - Rivayetler. 96

Âyetler Arasında Bağlantı 97

Meali  : 97

İniş Sebebi 97

Fıkhî Yönü. 98

Âyetler Arasında Bağlantı 99

Meâli : 99

İlgili Hadis. 99

Kur'ân'da Uygulanan İlâhî Metot 99

Peygamberlere Verilen Cevaplar. 99

Âyetler Arasında Bağlantı 100

Meali : 100

İniş Sebebi 100

Ruhun Gücü Ve Yeteneği 100

Kur'ân'la İncil'in Birleştiği Nokta. 101

Ruhların Mahiyetlerinde Farklılık. 101

Beşikte İken De, Yetişkin İken De Aynı Şeyleri Konuştu. 101

Sihir Ve Mu'cize. 102

Âyetler Arasında Bağlantı 102

Meali  : 102

Mâide = Sofra. 103

Havarilerin İnancı 103

Vahiy Ve İlham.. 104

Meryem Oğlu İsâ. 104

Âyetler Arasında Bağlantı 104

Meali 104

İlgili Hadîsler. 104

Peygamberler Şirk Ve Günahlardan    Korunmuşlardır. 105

Peygamberler Merhamet Ve Şefkat  Kaynağıdırlar. 105

Doğruların Doğruluklarının Fayda   Vereceği Gün. 105

Meryem'i İlâhlaştıranlar. 106

Mâide Sûresi Biterken. 106

 


 

MÂİDE SÛRESİ

 

Mâide sûresi Medine'de inmiştir. Ancak üçüncü âyetinin son bölümü olan «Bugün dininizi kemâle erdirdim, üzerinize olan nimetimi tamamla­dım, din olarak size İslâm'ı beğenip verdim..» âyeti. Veda Haccında, Re-sûlüllah (A.S.) Efendimiz Arafat'ta iken inmiştir.

Sevgili Peygamberimiz (A.S,) Efendimiz o gün Arafat tepesinde de­vesinin üzerinde bulunduğu halde bu âyeti okuduktan sonra mü'minlere şöyle buyurmuştu :

«Ey insanlar! şüphesiz ki Mâide sûresi, Kur'ân'ın en son inen süre­sidir; bu bakımdan sûrenin helâl saydığını helâl kabul edin, haram saydı­ğını haram kabul edin.» [1]

Aslında Kur'ân'ın helâl saydıklarını helâl, haram saydıklarını haram kabul etmemiz farzdır; ne var ki bu sûrede 18 kadar önemli hukukî me­selelere yer verildiğinden Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona özel bir itina göstermiş ve gösterilmesini istemiştir.

İmam Beğavî de, «Allah başka sûrede indirmediği 18 hükmü bu sû­reyle indirmiştir» diyerek bunu Meysere'ye isnad edip belgelendirmiştir. Az ileride bu 18 hükme geniş yer verilmiştir. [2]

 

Sûreye Bu İsmin Verilmesinin Sebebi:

 

Havarilerin İsâ Peygamberden gökten yemekli bir sofra indirilmesini istemeleri söz konusu edildiğinden sûreye «Yemekli sofra» anlamına gelen MÂİDE denilmiştir.

Nisa sûresinde daha çok Kitap Ehlinden Yahudîler üzerinde durulmuş­tu. Bu sûrede ise, daha çok Hıristiyanlar üzerinde durulmakta ve ahkâmla ilgili  birçok konulara yer verilmektedir.

Mâide sûresi: 120 âyet, 1804 kelime, 11933 harftir. [3]

 

Meali  :

 

1— Ey imân edenler! Akidleri yerine getirin. İhrâmlı iken -avlanmayı helâl saymaksızın- size davarların (eti) helâl kılınmıştır. Ancak (aşağıda) size okunacak olanlar müstesna...

Şüphesiz ki Allah dilediğini hükmeder.

2— Ey imân edenler! Allah'ın (ibâdet için koyduğu) belirtileri, haram ayını (hediye olarak Kabe'ye gönderilen) kurbanlığı, kurbanlık hayvana takılan gerdanlıkları; Rablerinin hoşnudluğunu, Onun fazl-ü keremini (ken­di anlayışlarına göre bile olsa) dileyerek Beytü'l-Haram'a yönelip gelen-leri(n mal ve canını) helâl sayıp saygısızlık etmeyin.

İhramdan çıktığınızda (isterseniz) avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Ha-ram'a girmekten alıkoydular diye bir gruba beslediğiniz kin ve öfke sizi tecâvüze sevk etmesin; iyilik ve tekvâ (Allah'tan saygı ile korkup kötülük­lerden sakınmak) hususunda yardımlasın; günah ve tecavüz üzerinde yar-dımlaşmayin..

Allah'tan korkup (kötülüklerden, her türlü haksız tecâvüzden) sakı­nın. Şüphesiz ki Allah'ın cezası çok şiddetlidir.

 

İniş Sebebi

 

Sahih rivayetlere göre : Yemame'nin Dubey'a oğullarından Hutam ve­ya Şüreyh adında biri Medine'ye gelmişti. Niyeti hiç de iyi değildi. Atları­nı Medine dışında bir yere yerleştirip şehre girdi ve Resûlüllah (A.S.) Efen­dimizin huzuruna çıkarak kabilesinin sözcüsü bulunduğunu ve hep birlik­te gelip İslâm'a girmek istediklerini söyledi. Hz. Peygamber (A.S.) çok ter­biyeli idi; o nezîh ve nezaketli tavrını korudu, bir şey söylemedi. Adam dı­şarı çıkıp gidince, ashabına şöyle buyurdu : «Bu adam bir ahlâksız yalan­cıdır; şeytanî yüzle içeri girdi ve bir gadir ve ihanet kafasıyla çıkıp gitti!»

Bu hâili adam cidden Medine'den ayrılırken halkın yayılmakta olan develerini sürüp beraberinde götürdü. Haber geç alındığı için yakalanma­sı mümkün olmadı.

İkinci yıl Kaza Umresinde adı geçen adam da beraberinde hediye (he­diyelik) develeri ve bir hayli ticaret malı bulunduğu halde Mekke'ye ibâdet için gelmişti. Onu tanımakta gecikmiyen Ashab-ı Kiram, üzerine yürüyüp malını yağma etmeyi düşünmüş ve bu düşüncelerini Hazret-i Peygambere arzetmişlerdi. Allah Resulü (A.S.) buna engel olmuş ve çok geçmeden ikinci âyet inmişti. [4]

Bu konuyla ilgili diğer bir olay:

Mekke fethedildiği yıl, müşrikler de Kabe'yi ziyarete gelmişlerdi. Müs­lümanlar onlara engel olmayı ve Mescid-i Haram'dan dışarı çıkarmayı dü­şünerek durumu Resûlüllah (A.S.)  Efendimize arzetmişlerdi. Bu sebeple

yukarıdaki  âyetler indi. [5]

Sonra Hicretin 9. yılında Tevbe Süresindeki 28. âyetle müşriklerin ar­tık Mescid-i Haram'a yaklaşmaları yasaklandı. [6]

 

İlgili  Hadîsler

 

«Cahiliyye devrinde yaptığınız akidleri yerine getirin, ahde vefa gös­terin. Çünkü İslâm bu hususta ahde ancak daha çok bağlı kalmanızı is­ter. Ama artık İslâm'da o tür akidlerde bulunmayın.» [7]

«Zâlim olsun, mazlum olsun kardeşinize yardım edin!»

Bunun  üzerine Ashab sordu :

  Ey Allah'ın Peygamberi! Mazluma yardım edelim, ama zâlime na­sıl yardımda bulunalım?

Allah Resulü  (A.S.)  cevap verdi :

  Onu zulümde bulunmaktan men'edersiniz, engel olmaya çalışırsı­nız. İşte bu ona yardımdır. [8]

«İnsanlarla ilgi kurup kaynaşan ve onların eziyetine katlanan mü'min, onlarla ilgi kurmayıp kaynaşmayan ve eziyetlerine katianmıyan mü'min-den hayırlıdır.» [9]

«Hayre yol gösteren, onu işleyen gibidir.» [10]

«Doğru yola çağıran kimseye, kendisine bu hususta uyanların kıya­mete kadar elde edecekleri sevabın bir misli vardır ve bu onların sevabın­dan bir şey eksiltmez. Sapıklığa çağıran kimseye, o hususta uyanların kı­yamete kadar elde edecekleri günahın bir misli vardır ve bu onların gü­nahlarından bir şey eksiltmez.» [11]

«Birr (iyilik) güzel ahlâktır. Günah, için için vicdanı rahatsız edip tırmalayan ve halkın onu görüp anlamasını hoş karşılamadığın şeylerdir.» [12]

«Birr(iyilik) nefsin sükûnet bulduğu, kalbin yatıştığı şeylerdir. Günah, -müftiler sana fetva da verseler- nefsin (onunla) sükûnet bulmadığı, kal­bin yatışmadığı şeylerdir.» [13]

 

Akidleri Yerine Getirme Ve Ahde Vefa

 

Burada günlük hayatımızın bir çok yönüyle ilgili bulunan akidlerin ye­rine getirilmesi, ahde vefa gösterilmesi emredilmektedir. Bu, bir bakıma gayr-i müslimlerin tutum ve davranışlarını bazı yanlarıyla ele alıp dinler arasındaki haksız tartışmanın, zaman zaman ilâhî sınırı aşmanın, kişisel görüş ve duyguları ortaya koyup basit mantıkî kurallara baş vurmanın za­rar getireceğini açıklar mahiyettedir.

Çünkü İslâm, milletler arasındaki ilişkilerin kopmamasına, sosyal ha­yatın doğruluk, hakseverlik doğrultusunda geliştirilmesine önem verir. Mâide sûresinin hemen başında gerek milletler arasındaki siyasî, ekono­mik ve benzen ilişkilerin, gerek toplum hayatının çeşitli kademelerindeki bağların hakseverlik ve dürüstlük ölçüsünde tutulmasına işaret edilmek­tedir. Fertler arasındaki sözleşmeler, akidler ve anlaşmalara -meşru' se­beplere dayandığı takdirde- bağlı kalınıp gereken dürüstlüğün gösteril­mesi emredilmektedir. Bütün bunlar birer ilâhî emirlerdir ki, uyulduğu tak­dirde büyük yararlar sağlayacağı, uyulmadığı takdirde hem ferdi, hem toplumu huzursuz edecek büyük zararlar doğuracağı muhakkaktır.

Bununla da İslâm'ın yalnız âhiret değil; hem dünya, hem âhiret ve hayat dini olduğu; siyasî, ticarî, ilmî, ekonomik ve sosyal konularla içice bulunduğu ortaya çıkmaktadır.

«Akidler» deyimi hakkında ilim adamlarımızın -temelde birleşen- farklı görüş ve yorumları olmuştur:

1.  Ey Kitap Ehli! Daha önce size indirilen kitapta son peygamberle ilgili bilgileri gizlemeyin; bu hususta Allah'a verdiğiniz sözü yerine getirin.

2.  Ey imân edenler! Yaptığınız akidleri yerine getirip ahde vefa edin. Çünkü böyle yapmanız imân ve irfanınızın gereğidir.

Âyette «el-Ukud» kelimesi belirli getirilmiştir. Bundan maksad, sahih olan bütün akitlerdir.

3.  Allah'ö ve Peygamberine imân ettikten sonra Allah'a verdiğiniz sö­zü mutlaka yerine getirin; Allah ve peygamberinin helâl kıldıklarını helâl, haram kıldıklarını haram bilip kabul edin.

4.  Cahiliye devrinde yapmış olduğunuz akidlere, sözleşme ve and-laşmalara, İslâm'a girdikten sonra da vefa gösterin. Çünkü  böyle yap­manız Müslümanlığınızın gereğidir.

Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu hususta şöyle uyarıda bulun­muştur : «Cahiliye devrinde yaptığınız akidlere vefa edin. Çünkü İslâm bu hususta sözünüze elbette bağlı kalmanızı ister. Ama artık İslâm'da o tür akidlerde bulunmayın.» [14]

5.  Toplum hayatında bireyler arasında yapılan her türlü akit ve ve­rilen sözlere bağlı kalınmasını içerir.

6.  Alım-satım, ortaklık, yemin, adak, nikâh ve benzeri akitleri kapsar.

İbn Cerîr Taberî, «Akitleri yerine getirin» cümlesinden hemen sonra helâl kılınan ve bir de yasaklanan bazı hususlara geçildiğini dikkate alarak bu altı yorumdan üçüncü maddedekinin daha uygun olduğunu söylemiştir. [15]

 

Behımetu'l-En'am

 

 «Size davarların (eti) helâl kılınmıştır.»

Sözlükte, akıl ve temyiz yeteneğinden yoksun, konuşma imkânı olma­yan dört ayaklı hayvanlara BEHÎME denir. Ünlü sözlükçü Z e c c a ç , iyi­yi kötüden, temizi murdardan ayırt edemiyen her canlıya BEHÎME denir, demiştir.

EN'AM, «naam»ın çoğuludur. Terim olarak deve, sığır, koyun ve keçi hakkında kullanılır. Sözlükte ise, yumuşaklık, uysallık gibi mânalara gelen bu kelime, eti yenen evcil hayvanlardan en çok uysal ve yumuşak hare­ketli olan dört çeşit hayvana isim olmuştur: Deve, sığır, koyun ve keçi.

Böylece EN'AM kelimesi, BEHÎME'yi açıklar mahiyette ve bir bakıma te'kid etmektedir. Diğer bir yorumla, umumu hususlandırmış oluyor.

Cahiliyye devrindeki akidler daha çok  birbirlerine savaşta  yardım,  mirasa ortak olma gibi ahidlerdi. [16]

 

Allah Dilediğini Hükmeder

 

«Şüphesiz ki, Allah dilediğini hükmeder.»

İyi, kötü, helâl ve haram bize nisbetledir. Genel kural olarak, ruhsal ve bedensel yapımıza yararlı şeyler helâl, ya da mubahtır. Zararlı olan­ları haram, ya da mekruhtur. Ayrıca bu kuralın dışında dinî hükümlere, ilâ­hî buyruklara -hiçbir illet ve sebep aramaksızın-itaat edip etmediğimiz söz konusudur. Kur'ân ve Tevrat'ın anlattığı gibi, bir zamanlar İsrâiloğulları ciddi bir imtihana tabi' tutulmuş ve bu yüzden hayvan iç yağları ve bazı hayvanların etleri onlara haram kılınmıştı.

Diğer bir deyimle, ciddi bir denemeye tabi tutulduğumuz bazı hüküm­ler de vardır. Bu nedenle, Allah ve Peygamberinden gelen her emir ve ya­sağı -neden ve niçinini araştırmadan- inanıp kabul etmemiz gerekir. İnan­dıktan sonra onların neden ve niçinini, hikmet ve sebeplerini araştırma­mızda bir sakınca yoktur.

İşte Allah dilediğini hükmeder; çünkü her işi ölçülü, planlı ve mutlak hikmete dayalıdır. Bazı emir ve yasakların ölçü ve hikmetlerini bildiğimiz halde bazısının hikmetini bilememekteyiz. Meğerki Peygamber (A.S.) Efen­dimiz bildirmiş ola...

Açıklanmadığının sebebine gelince :

Eğer her mesele ve hükmün illet ve hikmeti açıkça belirtilmiş olsaydı, ilmî ve dinî araştırmaya gerek kalmazdı. Böylece bilgi alış-verişi, inceleme ve araştırma olmayınca da ilim ilk adımda duraklama devresine girer, de­rin bir uyku hali başlardı. Bu da hayatın hareketten ibaret bulunduğu hik­metine ters düşerdi. O bakımdan hükümlerin bir kısmının, bazı kıssaların, benzetmelerin, örneklerin, emirlerin ve yasakların illet ve hikmeti hemen anlaşılamamaktadır. Örneğin Nisa sûresinin son âyetinde KELÂLE hak­kındaki hüküm açıklanırken «ölenin çoeuğu yoksa» denilmektedir. Bu açık­lama yeterli değildir. Deyimin asıl manasını yansıtan «Babası ve çocuğu olmayan murisin mirasçıları kardeşleri olursa..» şeklidir. Âyette babadan söz edilmemiştir. Tâki konuyu iyice düşünüp araştıralım; sûrenin baş kıs­mındaki miras hükümleriyle açıklamaya çalışalım. [17]

 

İbâdet İçin Konulan Belirtiler

 

<Ev  iman   edenler!   Allah'ın   (ibâdet için koyduğu) belirtileri.... helâl sayıp saygısızlık etmeyin.»

Doğruyu eğriden, hidâyeti dalâletten, ibâdeti âdetten ayıran belirti­ler, ölçüler ve kıstaslar vardır. Kur'ân bunların hepsine birden ŞEÂİR di­yor. Hac menasiki, dinde farz kılınan ibâdetler, haram ve helâl, konulan şer'î cezalar bu cümledendir.

O halde bir şeyi farz veya vâcib kılma, helâl ve haram sayma, bir ibâ­dete resmiyet verip onu âdetten ayırma yetkisi önce Allah'a,sonra Peygam­berine aittir. Bunun dışında hiçbir kimsenin bu gibi nişanelerde keyfî ta­sarrufta bulunma hakkı ve yetkisi yoktur. [18]

 

Haram Ayını Da Helâl Saymayın

 

«Haram ayını da helâl saymayın..»

Haram aylan dört tanedir: Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep.. Daha önceleri bu aylarda savaşmak haram kılınmıştı. Bir tecavüz olma­dığı takdirde sözü edilen aylara hürmet gösterilir ve barış içinde yaşama dönemi başlardı. Bu ayların yerini değiştirmek veya bunlardan birinde sa­vaşmayı helâl saymak, Allah'ın koyduğu nişaneye hürmetsizlik sayılırdı. Sonraları bu hükümler kaldırılmıştır. Yeri gelince konu açıklanacaktır. [19]

 

Hedyi De Helâl Saymayın

 

 «Hediye (olarak kâbe'ye) gönderilen kurbanlığı da helâl

saymayın.»

HEDY : Beytullah'a Allah rızası ve oradaki muhtaçlar gözetilerek gön­derilen deve, sığır veya koyundur. Hac veya umre yapmak isteyenlerin bu amaçla gönderdikleri kurbanlık hayvanlara genellikle bu isim verilir. Bu hayvanları yolda alıkoymak, Beytullah'a varmadan boğazlamak helâl ol­maz, yani hedy anlamını kaybeder vekurbanlık yerine geçmez. [20]

 

Kalâid = Gerdanlıklar

 

«Kurbanlık hayvana takılan gerdanlıklara saygısızlık etmeyin.»

Beytullah'a hediye olarak hazırlanan kurbanlık hayvanın boynuna -he­diye olduğunu gösterir anlamda- takılan gerdanlıklara KALÂİD denir. Bo­yunlarına gerdanlık takılan kurbanlık hayvanlara da, takılmıyan kurbanlık

hayvanlara da hürmet edilmesi emrediliyor. Her ikisinin de hürmette eşit olduğuna işaret edilerek bunların Allah'ın nişaneleri bulunduğu hatırlatılı­yor.

Rablerinin rızasını, fazl-u keremini dileyerek Beytullah'a gelenlere de hürmetsizlik etmeyin. Onlar, İslâm'a girmemiş bile olsalar engel olmaya kalkışmayın, onlarla savaşmayı helâl saymayın. Allah onların kutsal top­raklar üzerinde mal ve canlarına -haksız sebeplerle- dokunmayı yasakla­mıştır.

İniş sebebinde de belirtildiği gibi, bu hüküm Tevbe sûresinin 28. âye-tiyle kaldırılmış ve artık gayr-i müslimlerin Beytullah'a yaklaşmaları ya­saklanmıştır. [21]

 

Sosyal Dayanışma

 

«İyilik ve takva üzerinde yardımlasın.»

Sosyal yardımlaşmayı daha çok, fertlerini -temelinde Allah'a ve âhi-rete imân bulunan- ciddi bir eğitimden geçiren; tarihî güzel örf ve âdet­lerine bağlı kalan Müslüman ülkeler gerçekleştirebilir. Dikkat edilirse, Kur'ân «yardımlasın» emrini mü'minlere vermekte, «Ey imân edenler!» di­ye söze başlamaktadır. Çünkü Allah'a ve âhiret gününe bilerek, şuuruna erişerek imân eden kişilerdir ki, yalnız kendileri için değil çevrelerindeki insanlar için de çalışır; madde ve serveti amaç değil araç olarak,,en ha­yırlı yollarda kullanmasını bilirler.

Bu cevher, ya da mayadan yoksun, imândan uzak, bir takım daya­naksız, dünyevî amaçlar doğrultusunda eğitilen kuşaklarda gerçek anlam­da bir yardımlaşma görmek mümkün değildir. Ancak şahsî çıkarlar, mad­dî yararlar, makam ve mevkiler umularak bir yardımlaşmaya her zaman rastlamak mümkün. Çıkar ve yararın bittiği yerde yardımlaşma da sona erer.

Dış görünüşleriyle dünya kardeşliğini, insan sevgisini amaç edindi­ğini ileri süren ve fakat iç yapısıyla, ruh ve mayasıyla diğer ülkelerin eko­nomik dizginini, idarî kadrosunu elinde tutmaya yönelik gizli bir plânla hareket eden gayr-i müslim milletlerin ve bazı teşkilâtların faaliyetlerini iyice araştırdığımızda hep bu amaca hizmet ettiklerini görürüz. Çünkü on­ların çoğunun ne inandığı bir Rabbü'l-âlemîn var, ne de kendilerini hazır­ladıkları bir âhiret... Materyalist ve komünistler de böyle değiller midir? [22]

 

Tahliller - Yorumlar

 

HÜRÜM : «haramsın çoğuludur. İhrâmlı bulunan bir topluluğa, KAV-MÜN HÜRÜMÜN, ihrâmlı bulunan bir adama RECÜLÜN HARAMÜN deni­lir.

ŞEÂİR : «şeîre»nin veya «şiâre»nin çoğuludur. Şeîre veya şiâre, bir şeyin varlığını bir alâmetle ihsas ettirmektir. Terim olarak, Beytullah'a su­nulan HEDY kurbanıdır. Bunun alâmeti, devenin hörgücünü damgalamak­tır.

Şiir ve şâir kelimeleri de, başkalarının algılayamadığı hususu algıla­dığı için bu kökten türetilmiştir. İnsan saçına da bu kökten gelme ŞEÎR de­nilmesi, başta alâmet olduğu içindir.

HEDY : Hao veya umre için Beytullah'a sevkedilen kurbanlık hayvan­dır. Hedye, hediyye ve hedy şekillerinde kullanılır. Hediye de bu kökten gelmedir.

KALÂİD : «kı!âde»nin çoğuludur. Sözlük olarak, boyna takılan gerdan­lık veya herhangi bir şey demektir. Daha çok gerdanlık anlamında kulla­nılır. Terim olarak, kurbanlık hayvanın boynuna alâmet olarak takılan ger­danlık demektir.

BİRR : iyilik anlamında hayırlı işlere işlerlik kazandırmaktır. Kök ma­nası (berr'den gelme) kara parçası demektir. Sonra iyi ve hayırlı işlerde genişlik sağlama mânasında yaygınlaşmıştır. Hem Allah'a, hem kullara sı­fat olarak da kullanılmaktadır. Sosyal anlamda vâcib ve sünnet olan di­ğer iyilikleri de içine almaktadır.

TAKVA: Allah'tan korkup kötülüklerden sakınmak, din ve dünyaya zarar vereaek fiillerde bulunmamaktır.

UDVÂN : Şer'in ve örfün sınırını aşmak, adalet ölçülerini çiğneyip key­fî tecavüzde bulunmak, haksızlığa sapmaktır. [23]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle cemiyet hayatında her gün ağırlığı hissedilen akidlerden, ahde vefadan söz edildi. İhrâmlı iken avlanmanın yasak oldu­ğu belirtildi. Daha önaeleri kötülükte bulunan kişilere karşı müsamahalı davranılması, kötülüğe kötülükle karşılık vermenin fazîlet olmadığı hatır­latıldı. Sonra sosyal dayanışmanın lüzumuna değinildi. İyilik ve takva üze­re yardımlaşmanın mü'minlere yakışan bir haslet olduğuna dikkatler çe-

kildi. Açıktan günah ve teoavüz üzere yardımlaşmanın eahiliye devri âdet­lerinden olduğuna işaretle bu gibi hallerin İslâm'da yeri bulunmadığına parmak basıldı.

Aşağıdaki âyetle nelerin haram kılındığı, 11 madde halinde açıklanı­yor, imânla amelin birleşip bütünleşmesi hususunda uyarılar yapılıyor. Haram ve yasaklardan kaçınmanın, helâl ile gıdalanmanın imân ile olan ilgisine işarette bulunuluyor. Put ve heykellerin insanlara rahmet ve fa­zilet havası estirmiyeceğine, fal oklarıyla kumar zarlarının ruh ve viodan bakımından çok geri kalmış insanların âdeti bulunduğuna dikkatler çeki­liyor.

İmânla güzel ve yararlı amelleri kendi bünyelerinde birleştiren Müs­lümanların yıkılmaz bir güç olacağı ve bu nedenle kâfirlerin İslâm aleyhi­ne kurdukları tuzakların bir sonuç vermiyeoeği özellikle belirtiliyor. Sonra açlıktan bunalma hallerinde nasıl hareket edileceği açıklanıyor. [24]

 

Meali  :

 

3— ölü (hayvan), kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan; -yetişip şartına uygun boğazladığınız müstesna- boğulmuş, (bir cisimle) vurularak öldürülmüş, yüksekçe bir yerden yuvarlanıp ölmüş, süsülerek ölmüş, canavar tarafından parçalanarak ölmüş; dikili taşlar (putlar) üzerinde boğazlanan hayvan ve bir de, fal okları, kumar zarlanyla kısmet aramanız size haram kılınmıştır.

Bütün bunlar (Allah ve din) yolundan çıkıştır.

Bugün kâfirler sizin dininizden (onun nurunu söndürmekten) ümitle­rini kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun.

Bugün size dininizi kemâle erdirdim, nimetimi üzerinize tamamladım. Sizin için din olarak İslâm'ı beğendim.

Kim açlıktan bunalıp çaresiz hale gelir, -günaha istek gösterip eğil-meksizin- onlardan yemek zorunda kalırsa, şüphesiz ki Allah çok bağış­layan ve çok merhamet edendir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Bize iki ölü ve iki kan helâl kılındı: Balık ve çekirge, ciğer ve da­lak.» [25]

«Deniz suyu temiz ve temizleyicidir; ölüsü de helâldir.» [26]

«Suda boğulmuş yaralı bir hayvana rastlarsan ondan yeme. Çünkü su mu onu öldürmüş, senin attığın ok mu? bilemezsin.» [27]

Kudsî Hadîs:

«Bu öyle bir dindir ki, onu kendime seçip beğendim. Artık bu dine an­cak cömertlik ve güzel ahlâk yaraşır. Siz sahip olduğunuz ölçüde bu iki­siyle dinimize ikramda bulunun.» [28]

Ebû Tufayl'den yapılan rivayette diyor ki:

«Adem Peygamber yeryüzüne inince, şu dört şeyin haram kılındığı hükmüyle gelmiştir: Ölü hayvan, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adı­na boğazlanan. Bu dört şey hiçbir şeriatte helâl sayılmamıştır.» [29]

Târik bin Şihâb (R.A.) anlatıyor:

Yahudilerden bir adam, ikinci halîfe Ömer'e (R.A.) gelip dedi ki:

  Ey mü'minlerin emiri! Kitabınızda okuyup durduğunuz bir âyet var­dır; eğer o biz Yahudilere inmiş olsaydı, o günü bayram edinirdik.

Hz. Ömer (R.A.) sordu :

  O hangi âyettir? Cevap verdi:

  «Bugün size dininizi kemâle erdirdim......» mealindeki âyettir.

Bunun üzerine Hz. Ömer (R.A.) ona :

  Ben bu âyetin indiği günü, indiği yeri bilirim; Resûlüllah (A.S.) Ara­fat'ta bulunuyordu. Günlerden de cuma idi. [30]

Diğer bir rivayet de şöyledir:

Bu âyet indiğinde Hz. Ömer (R.A.) ağladı. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ona : «Seni ağlatan nedir?» diye sorunca, Ömer (R.A.) dedi ki: «Şimdiye kadar hep dinimizin noksan tarafları kısım kısım inip tamamlanıyor, yani her geçen gün fazlalık içinde bulunuyordu. Şimdi ise kemâle erdirildi. Bir şey tamam olunca noksanlık başlar; işte beni ağlatan budur..»

Allah Resulü duygulandı ve :

  «Doğru söyledin ya Ömer!» buyurdu.

Evet, bu âyet Peygamber (A.S.) Efendimizin vefatının yaklaştığını ha­ber veriyordu. Din tamamlanınca Onun da görevi bitmiş sayılırdı. Cidden bu âyetin inişinden seksen bir gün veya seksen küsur gün sonra Resûlül­lah (A.S.) Efendimiz vefat etmiştir. [31]

 

Yasaklanan Onbir Şey

 

«Size ölü (hayvan), kan, domuz eti... haram kı­lınmıştır.»

Kur'ân'da bu âyetle 11 şeyin mü'minlere haram kılındığı açıklanıyor. Tahrîm'in yani sözü edilen şeylerin haram kılınıp yasaklanmasının sebep­leri aynı değildir. Bir kısmının nedeni koruyucu hekimlikle ilgilidir, bir kıs­mının ruhumuzun yüceliğiyle, bir kısmının da Tevhîd akidesinin zedelen-memesiyle alâkalıdır. Bir sıralama yapacak olursak : Sekizinin sağlığımızla, birinin Tevhîd Akidesiyle, ikisinin ruhumuzun yüceliği ve yaratılışımız-daki mükerremlikle ilgili bulunduğunu görürüz.

Âyette hayvan eti konusuna ağırlık getirilmesinin nedeni ise açıktır; Et.bedenimizinyapıtaşi kabul edilir.Protein şeklinde alınması gerekli olan azotlu organik maddeleri içerir. Bu bakımdan et ve sütün beslenmede özel bir yeri vardır. Hatta bazı ilim adamlarına göre, çok et yiyen insan ırkları, az et yiyenlere oranla daha sağlıklı ve güçlüdür; hem de diğerlerine hâkim ve onlardan bazı yönleriyle üstündürler. Bunun için Allah Resulü Hz. Mu-hammed (A.S.) bir hadîslerinde! «Katıkların başı ettir..» buyurmuştur. [32]

Ayrıca burada hayvancılığa önem verilmesine; aynı zamanda herke­sin kendi davarlarına sahip çıkıp onların başıboş bırakılmamasına işaret­ler vardır. Hayvanların her bakımdan korunması hususunda İslâm'ın koy­muş olduğu daha birçok prensipler vardır ki, bunların hepsini buraya nak­letmemize kitabımızın hacmi müsait değildir. [33]

 

Açıklama

 

Sözü edilen onbir şeyin haram kılınmasının kısaca sebepleri üzerinde durmamızda yarar vardır. Gerçi Bakara Sûresi 173. âyetin tefsirinde bun­lardan bir kısmının açıklanması yapılmış, gerekli malzeme toplanıp su­nulmuştur. Ama yine de ayrı yönlerini bulup kısa bir açıklamada bulunma­mız Kur'ân'ın metoduna daha çok uygun düşer:

1. Ölü hayvan..

Normal şer'î boğazlama yapılmaksızın bir hastalık ya da benzeri bir sebeple ölen hayvanın yenilmesi kesinlikle haramdır, Bunun hikmetini şöy­le özetliyebiliriz :

a) Güzel bir nîmet ölçü ve anlamında insanlara sunulan bir canlıyı, onu yaratanın ve nîmet olarak sunanın damgasını görüp O'nun ismiyle bo­ğazlamak kadar tabii ne olabilir? Bir kahvenin kırk yıllık hatırı var da, bun­ca nimetleri sunan Yüce Yaratan'ın hatırı yok mudur? Nefs ve madde bi­zimle Allah arasında bir perdedir. Nefsin arzusunu yerine getirirken Besme­le çekmek suretiyle bu perdeyi aralarız. O zaman Cenâb-ı Hak kulunun hamd ve şükrünü hem kabul eder, hem nîmetini artırır. Besmele çekmeden bir hayvan boğazlamamız, sultanın koruluğuna izinsiz ayak basmamız de­mektir. Ayni zamanda Allah ile aramızdaki madde perdesini daha da artı­rıp kalınlaştırmaya yol açar.

b)  Ölen bir hayvanın kanı dışarı akmadığı için kısa zamanda kokuş­masına sebep olur. Bir takım zararlı bakterilerin oluşmasını  hızlandırır. Bu da insan sağlığı için çok tehlikelidir.

c)  Ölmüş bir hayvan eti, ruhumuzun yüceliğine ters düşer. Şer'î bo­ğazlama ve kesilirken Besmele ruha kuvvet, cila ve gıda verir.

Gayr-i müslim ülkelerde hayvan kesimiyle ilgili uygulanan yöntemler şer'î bakımdan yeterli midir? Bu sorunun cevabını, onların uygulama yön­temlerini belirttikten sonra vermemiz daha uygun olur. Örneğin, Hollan­da'da hayvan önce sersemletiliyor, sonra kesiliyor. Onlar bu şekil bir ke­simi insanî duygulardan ve et kalitesini iyileştirmeden kaynaklandığını id­dia ediyorlar.

Yöntemleri ise, şöyledir:

a)  Elektronarkoz

b)  Gaz anestezisi

c)  Özel bir tabanca ile sersemletme..

Elektronarkoz için asgari 125 amperlik (50 hz.) bir elektrik akımıyla hayvanı sersemletmek yeterlidir. Diğer iki yöntemle de aynı sonucu elde etmek mümkün. Ama her üç durumda da kesilen hayvanın kanı akıp et­rafa yayılmaz, çoğu etin içinde kalır. O yüzden, soğuk hava depolarına konulmadığı takdirde iki gün içinde et kokuşmaya başlar. Soğuk hava de­polarında da böyle bir eti uzun süre tutmak mümkün değildir.

İşte daha çok Batı ülkelerinde uygulanan bu üç yöntemle kesilen hay­van, şer'î boğazlama usûl ve esasına uymamaktadır. O bakımdan mahzur­ludur. Ancak az bir sersemletmeden sonra şer'î şekilde kesilip kanı iyiee dışarı akan hayvanların etinden yemekte bir sakınca yoktur; şu şartla ki, o hayvanı kitap ehlinden biri kesmiş olsun. Kitap ehli olmayan bir gayr-i müslim, hayvanı isterse şer'î şekilde kesmiş olsun, eti haramdır yenilmez.

2. Kan.

Kur'ân'da kesinlikle haram kılınan «dem-i mesfüh = akıtılmış kan» dır. Bu bakımdan hayvan şer'î biçimde boğazlandıktan sonra etin içinde akmayıp kalan kan helâldir. Çünkü etin tamamını kandan tearid etmek mümkün değildir. Hem o kadar kanın bir zararı da yoktur. Ciğer ve dalak birer kan limanı olmakla beraber helâl kılınmıştır. Çünkü bu ikisinin gıda olarak insanlara yaran kesindir.

Haram kılınmasının bazı sebepleri :

a) Kan çabuk kokuşan bir sıvıdır. Mikropların üremesi için hazır bir vasattır.

b)  Pıhtılaştıktan sonra ateş ile temas kurunca tiksindirici bir koku neşreder.

c)  Kanın hazmı oldukça zordur.

3. Domuz eti.

Bakara sûresinde sıraladığımız sebeplerden başka bir de son birkaç yıl içinde yapılan ciddi araştırmalarla domuz eti için SUTOKSİN - ZEHİR

teşhisi konmuştur.

Bu konuda yetkili ilim adamlarından Alman Dr. Hans Heinrich RECKE-VVEG'in domuz eti araştırması hakkındaki konferansı çok dikkat çekicidir. Adı geçen ilim adamı domuz eti hakkındaki araştırmalarını şu dokuz mad­dede toplamıştır:

1.  Domuz eti anormal derecede yağlıdır ve bu yağ hücrelerinin içinde bulunur. Bundan dolayı «yağsız» gibi görüneni bile çok yağlıdır. O kadar ki, kendi yağıyla kızartılabilir.

2.  Yağ daima kolesterinle birlikte bulunur. Kolesterin ise, arteroskle-roz ve hipertansiyonu meydana getiren faktörlerden biridir.

3.  Domuz etinin asıl tehlikesi,  kükürt bakımından  zengin  sümüksü karekterli  bağ  dokusu  maddelerinden ve  mikropolisenik asitlerden  ileri gelmektedir. Bunların sinirlere, kaslara ve kıkırdaklara oturması romatiz­ma, artrit, artroz, intervertebal disk hernisi (fıtığı) gibi hastalıklara sebep olmaktadır. Çünkü kükürt bu doku ve organların dayanıklılığını azaltır.

Vücuda transplante edilen doku ve organların yakılma ürünleri, orada biyolojik bakımdan ait oldukları yerlere göç eder ve toplanırlar. Buna isti­naden bol miktarda domuz sütü, yağı yemiş olanlarda tipik boyun yağlan­ması ve deride buna bağlı lekeler; domuz karın yağı yiyenlerde ise göbek-lenme tesbit edilmiştir.

4.  Büyüme hormonunun önemi: Domuz eti, iltihaplanmaların ve do­ku şişmelerinin de sebebi olan büyüme hormonu bakımından fevkalâde zengindir. Bu hormonun fazlalığı insanlarda  «Akromegali»,  «Adipositas» ve aşırı şişmanlığa yol açar. Bilhassa kansere isti'datlı olma hali de bu­radan kaynaklanır.

5.  Domuz etinde bulunan HİSTAMİN maddesi ve İMİDAZOL cisim­cikleri kaşıntı hissini uyandırır, iltihaplanmaları artırır. Böylece ürtiker gibi döküntülü, egzama, dermatu, nörodermit gibi iltihabî deri hastalıklarına ve diğer dermatozlara zemin hazırlar. Ayrıca kan çibanı, şirpençe, apandisit, safrayolları hastalıkları, flebit;kadınların beyaz akıntısını, abse veglegmen-lerin meydana gelmesini kolaylaştırır.

6.  Domuz etinde mahiyeti henüz tam olarak bilinmeyen kanser yapıcı canlı unsurlar da vardır. Ayni zamanda domuz eti bunların çoğalmasını sağlayan maddeler bakımından da fevkalâde zengindir. Ayrıea domuz eti­nin damarında önemli bir kanserojen madde olan «BENZPİREN»in bulun­duğu bilinmektedir.

7.  Domuz etinde bulunan çok önemli bir toksik faktör de grip virüsü­dür. Londra Virüs Araştırmaları Enstitüsünden Prof. Shope'a göre, bu vi­rüs domuzun akciğerinde bulunur. Ve dolayısiyle insanlara da geçerek ak­ciğerin bağ dokularına yerleşir. Burada latent (inaktif) safhayı geçirmek, vücutta vitaminin az.güneşin az ve üşütmelerin çok olduğu ilkbahar mev­simini beklemek ve üretmek için müsait ortamı bulmak üzere kalır. Bunu, salgınların alevlenmesi takip eder. Bu alevlenme, grip virüsünün damlacık infeksiyonu yoluyla değil, doğrudan doğruya domuz eti ve mamullerinin yenilmesi suretiyle alınmasından olur.

Skrofuloz (Domuz Hastalığı):

8.  Bunlar  arasında  bilhassa  çocuklarda   görülen  ve   kronik   iltihabî gudde şişmeleriyle karekteristik olan, neticede guddelerin çürümesine ve fistül teşekkülüne yol açan skrofuloz kayda şayandır. Bu hastalığın seyri esnasında, bilhassa boğaz nahiyesinde «gudde paketleri» meydana gelir. Bu yüzden hasta çocuk âdeta domuza benzer.

Ulcus cruris (Bacak Ülseri):

9.  Domuz paçası yiyenlerde ayağa yakın ülserler halinde ve sık gö­rülür. II. Dünya Harbi esnasında Mareşal ROMMEL komutasında Kuzey Afrika harekâtına katılan Alman askerleri arasında gittikçe sık görülen bu hastalık, hiç bir tedavi usulü ve tedbirle önlenemeyinee, askerlerin bes­lenme tarzından ileri gelebileceği düşünülmüş, Müslüman yerli halkın bun­dan muztarip olmadığı da dikkate alınarak ordunun iaşesi domuzsuz ola­rak yeniden tanzim edilmiş. Bunun üzerine Ulcus Cruris derdi kısa zaman­da azalmış ve yok olmuştur.

Ve Ulcus crurist-artrit, astroz, urtiker, kan çibanı, apandisit, flibit, şirpençe, grip ve kanser gibi hastalıklara kolaylıkla yakalanmak istiyorsa­nız domuz eti yiyiniz!» [34]

İslâm 1400 yıl önce kesinlikle domuz etini haram kılmış ve onun mur­dar olduğunu açıklamıştır.  Bugüne  kadar ilmî araştırmalar adım  adım Kur'ân'ın bu kesin emrini doğrulamaya yönelik mesafe kat'ederek yuka­rıda belirttiğimiz önemli buluşunu ortaya koymuştur. O halde ilim ilerle­dikçe ve gerçekleri bulup çıkardıkça Kur'ân'la birleşir ve ancak onu tas-dîk edebilir. Gönül isterki bu tür araştırma ve tesbitler İslâm ülkelerinde de yapılsın..

4. Allah'tan başkası adına boğazlanan hayvan.

Tasavvufçuların Nefs-i Natıka dedikleri İNSANİ RUH Allah'ın emrin­den gelme büyük bir güç ve hayattır. Yüce âlemden inmedir. Allah'ın kud­retinin sonsuzluğunu yansıtır. Allah ismiyle gıdalanır; O'nu anmakla hu­zura kavuşur ve Ona ibâdet etmekle yatışır. Bunun için Sevgili Peygam­berimiz (A.S.) Efendimiz hayırlı bir işe başlarken, yemek yemeye hazırla­nırken, su içerken mutlaka BİSMİLLAH der ve ashabına bunu tavsiye eder­di. Nefsi, yani hayvanı nefsi doyururken, onun arzusunu yerine getirirken insanî ruhu ihmal etmek, iç yapımızda büyük bir dengesizlik doğurur. Bu bakımdan Allah ismini anarak, yani BESMELE çekerek başlamak, ruhun arzuladığı gıdayı sağlar.

Onun için Allah'tan başkası adına boğazlanan hayvanda ruha gıda yok, azap vardır. İnsana kudsiyet ve feyiz kapılarını kapar; Allah ile ara­mızdaki perdenin daha kesif bir hal almasına sebep olur. O sebeple Al­lah ve Peygamberi, Allah'tan başkası adına kesilen hayvanın haram oldu­ğunu açıklamışlardır. Hem bunda Allaha ortak koşma anlamı da mevcut­tur. Her şeyde Allah'ın damgası vardır; o damgayı görerek o şeyden yarar­lanmak gerekir.

5-9. Boğularak, cisimle vurularak, bir yerden yuvarlanarak, süsüle-rek ve canavar tarafından parçalanarak ölen hayvanların eti de kesinlikle haramdır. Meğer ki bunlar henüz ölmeden yetişilip şer'î biçimde boğaz­lanmış olsunlar, o takdirde helâl sayılırlar. Bunların haram kılınmasındaki hikmet, ölü hayvanla ilgili hikmetin aynıdır.

Semavi dinlerin hemen hepsi bu sayılan şeyleri haram kılmıştır. Tev­rat'ta bunlarla ilgili belgeler hâlen mevcuttur. İncil daha çok değişikliğe uğratıldığından sadece murdar ruhların domuzlara gireceğini belirtirken bu hayvanın murdar olduğuna işarette bulunmuştur.

Tevrat'ta kan ve domuz etinin haram olduğundan söz edilirken, ken­diliğinden ölen hayvanların haram olduğuna da yer verilmiş ve bu konu birkaç yerde açıklanmıştır:

«Ve kendiliğinden ölen yahut parçalanmış olan hayvanın yağı başka bir iş için kullanılabilir,   fakat  onu hiç   yemiyeceksiniz.» [35]

«Bütün meskenlerinizde, kuşun olsun, hayvanın olsun hiç bir çeşit KAN yemiyeceksiniz. Ne kanı olursa olsun, bir adam KAN yerse, Can Kav­minden sayılacaktır.» [36]

«Ancak RABDEN başka bir ilâha kurban kesen helak edilecektir.» [37]

«Ve DOMUZU yemiyeceksiniz. Çünkü çatal ve yarık tırnaklıdır, fakat geviş getirmez. O size murdardır. Onların etinden yemiyeceksiniz ve leş­lerine dokunmayacaksınız, onlar size murdardırlar.» [38]

 

Mü'minlerin Güçlenmesi Kâfirlerin Umudunu Kırar

 

«Bugün kâfirler sizin dininizden  ümitlerini kesmişlerdir...»

İmân en kısa ve özlü tarifiyle, Allah'a inanıp Onu, sıfatlarıyla, hüküm­leriyle, fiilleriyle bilmekten ve hepsini bir bütünlük içinde kabul etmekten ibarettir. Bu nedenle, «Ey imân edenler!» hitabıyla başlanılmış ve hemen sonra ilâhî hükümler sıralanmıştır. Çünkü imânın bütün açıklığıyla ken­dini gösterebilmesi, ilâhî buyruklara uymakla gerçekleşir. Tabii bunun için de Kur'ân bilgisine, Sünnet kültürüne ihtiyaç vardır. Mü'minlerin temelde güçlenmesinin şartı bu noktada kendini gösterir. Aksi halde sokakta, çarşı ve pazarda, mahalle arasında edinilen dindarlık yeterli değildir. O sadece ferde ibâdet ruhunu kısmen aşılar. Sağlam köklü, ilme dayalı bir İslâm kültürü vermez. Günümüzdeki müslümanların bir kısmı, dindarlığın böy­lesine sığ bir kademesinde bulunuyorlar. Güçsüzlük, perişanlık ve Kur'ân bilgilerinden yoksunluğunun onları, gemilerinin batmayacağı sınıra götür­mesi çok zordur.

İşte mü'minler kendilerini derleyip toplayarak Kur'ân ilimlerinin kafa ve gönülleri aydınlatan, ruhlara hayat veren düzeyine getirdikleri dindar­lığı bir fantezi olarak değil, insan için kaçınılmaz ihtiyaç bulunduğunun idrâki içinde zevkine erişerek benimsedikleri gün, İslâm'ın hayat damar­ları çalışır hale gelir ve bu hakikat karşısında kâfirlerin ümidi kırılır. Çün­kü artık İslâm fert ve ailenin, toplum ve ülkenin yücelme mayası haline getirilmiştir.

Ve işte o zaman rahatlıkla denilebilir ki, ortada bir din, onun işler du­rumda esas ve prensipleri, toplum hayatında belirgin düzeni ve tesiri var­dır.

Kâfirlerin en çok korktuğu sonuç, bu tesir ve düzenin işler durumda olmasıdır.

Asr-ı Saadette 23 yıllık Allah yolunda şuurlu bir mücadelenin göz ka­maştırıcı parlak güneşi Arap Yarımadasını aydınlatınca, kâfirlerin umut­ları kırılmış, plân ve entrikaları suya düşmüş, alt edemiyecekleri kutsal bir gücün önünde baş eğmekten başka çarelerinin kalmadığını geç de olsa anlayabilmişlerdi.

Kur'ân ilâhî metoduyla sergilediği bu muhteşem tabloyla Müslüman­ları uyarmakta; küfür ehlini alt etmenin yol ve yöntemini ana hatlarıyla gözler önüne sermektedir. Asırlardır gayr-i müslimler bütün imkân ve ener­jilerini kullanarak Müslümanların sözü edilen düzeye gelmemesi için ça­lışmışlardır. Birçok metotlara baş vurmuşlar, sonunda kültür emperyaliz­mini gerçekleştirip Müslümanların zekâ ve enerjisini başka kanala çevir­meye muvaffak olmuşlardır.

İmândan sonra ilâhî buyrukların kusursuz uygulanması elbetteki ya­bancı kültür istilasını da önlemeye yöneliktir. Çünkü Kur'ân kültürü, Müs-lümanın en büyük dayanağı ve ilham kaynağıdır. Yabancı kültür ve ideolo­jinin karşısında en sağlam set de hiç şüphesiz ki bu kültürdür.

Mâide sûresinin ilk üç âyetinde bu hakikatleri duyurma ve mü'minleri şuurlandırma hikmet ve programı yer almaktadır. Çünkü son din bütün esas ve prensipleriyle tamamlanıp son şeklini almıştır. Hz. Muhammed (A,S.) Efendimiz en son görevini yapma huzuru içinde dünyaya veda' et­miştir. Noksan kalan bir cihet yoktur. Ana fikirler, genel kaideler, insan haklarıyla ilgili hüküm ve tavsiyeler, aile ve toplum düzeniyle alâkalı be­yanlar, milletleri sevk ve idare metodları, devletler arası münasebetlerin ölçü ve anlamları kusursuz biçimde inmiş ve açıklanmıştır. Böylece Al­lah'ın mü'minlere olan nîmeti tamamlanmış, din olarak İslâm, dinler zin­cirinin son halkasını oluşturmuş ve onunla kemâlini bulmuş, Allah da bu dini  (mü'minlerden yana)  seçip beğenmiştir.

10. Dikili taşlar üzerinde boğazlanan hayvanlar

«Dikili taşlar (putlar) üzerinde boğazlanan (hayvanlar).»

İslâm ve Onun kitabı Kur'ân, kudsiyeti yalnız Allah'a irca' etmiş; Ona ortaklık kokusu taşıyan bütün inanç, örf ve geleneklerin karşısına çıkmış, tapılmaya ancak Allah'ın lâyık bulunduğunu, sonradan yaratılanlardan herhangi birini ilâhlaştirmanın katıksız küfür olduğunu ilân etmiştir. Bu bakımdan Allah'ın mülkünde, O'nun sunduğu (eti yenen) hayvanların bi­rer güzel nîmet bulunduğunu düşünerek bu nîmete ancak onu yaratan ve insanlara sunan kudretin ismiyle dokunulabileceğini emretmiş, başkası adına kesilen hayvanın ve kurbanın haram olup yenilmiyeceğini, böyle yapanın küfre kadar gittiğini açıklamıştır. [39]

 

Nüsub

 

İbn Faris ve benzeri lûgatçilere göre, Kabe ve diğer kutsal sayılan yerlerde dikilen taşlara verilen isimdir. Putperest Araplar belli günlerde bu taşlara bir bakıma ibâdet eder ve onlar adına boğazladıkları hayvan­ların kanını belli yerlere serperlerdi. Nitekim kuyuların etrafına dikilen taş­lara da NASÂİB denilir. Kelime olarak çoğuldur, tekili NİSAB gelir; himar ve humur gibi; veya NÜSUB tekildir, çoğulu ANSÂB gelir.

Kabe çevresinde bu anlamda dikilen taşların 360 kadar olduğu'söy­lenir.

Mücahid'e göre de bunlar, üzerlerinde kurban kesilen, Kabe etrafın­daki belli yerlere tesbit edilen birtakım dikili taşlardır. İbn Cüreyc diyor ki: Araplar Mekke'de kurbanları kestikten sonra kanı Kabe'ye doğru ser­perler, etleri de dikili taşlar üzerine korlardı. İslâm gelince, Müslümanlar, «Biz herkesten daha çok böyle yapıp Kabe'ye saygı göstermeğe lâyıkız» dediler. Bunun üzerine «Boğazlanan bu hayvanların ne etleri, ne de kan­ları Allah'a ulaşacaktır. Allah'a ulaşacak olan ancak sizin Allah için takva sınırları içinde yaptığınız amel ve ibâdetlerdir.» mealindeki Hae sûresi 37. âyet ile yukarıdaki konumuzla ilgili âyet inmiştir.

Sözü edilen dikili taşların düz olanına da,şekillendirilmiş olanına da NÜSÛB veya ANSÂB denildiği anlaşılıyor.

Allah'a yakınlık ifade eden Kurban ve adak hayvan, sadeoe Allah'ın hoşnutluğuna erişmek için boğazlanır. Cahiliye devrinde dikili taşlar ve putlar üzerinde boğazlamak ne ise, bugün türbe ve yatırlara götürüp on­lar adına boğazlamak aynı şeydir; hükümde birleşirler. Çünkü putperest Arapların bir kısmı Allah'ı az-çok bilir, putların kendileriyle Allah arasında aracı olduklarına ve yaklaştırıcı bulunduklarına inanırlardı. Yatır ve tür­belere gidip hayvan boğazlayanlar da aynı niyeti ve inanoı taşımıyorlar mı?

Kur'ân Allah'a yakınlık konusunda kesilen hayvanların, yapılan ibâdet ve taatin ölçü ve anlamını bu tarihî olayı misal vererek açıklıyor.

11. Fal okları ve kumar zarları

«... Fal okları, kumar zarlarıyle kısmet ara­manız size haram kılınmıştır.»

EZLÂM, bir çeşit kumar zarları veya fal oklarıdır. Tekili,   zelem ve z ü I e m 'dir.    Bu deyim hakkında farklı yorum ve tespitler vardır:

a)  Yukarıda belirttiğimiz gibi, bir çeşit kumar zarlarıdır.

b)  Tabiînden Saîd bin Cübeyr'e göre, Ezlâm, fal atmak, kumar oyna­mak için hazırlanmış küçük beyaz taşlardır.

e) İbn Cerîr Taberî diyor ki: «Süfyan bin Veki' bize bunun SATRANÇ taşları olduğunu söyledi,»

d) Ezlâm ister fal okları, ister kumar zarları veya satranç taşları ol­sun, Araplar bunlardan üç tanesini alıp bir torbaya yerleştirir; birisinin üzerinde «yap!» veya «başla!», ikincisinin üzerinde «yapma» veya «baş­lama!» yazılı olurdu; üçüncüsünün üzerinde hiçbir şey yazılı olmazdı. Her biri elini atıp torbadan bir tanesini çeker ve ona göre karar verip amel ederdi. Onlar buna İSTİKSAN derlerdi. Çünkü bu tür fallarla kısmet arar­lardı.

Cahiliye devrindeki insanlar günlük hayatlarına fal okları veya kumar zarlarıyla yön vermeye inanırlardı. Bugünün insanı ise, kahve falına, med­yumların seanslarında aldıkları mesajlara, cinlerden haber veren einci sa­pıklara inanırlar. Aralarında hüküm bakımından fark yok, şekil ve kültür bakımından ayrıdırlar.

Kur'ân sözü edilen bu ve benzeri hurafeleri haram kılarken cahiliye devrinden bir misal verip bizleri irşat ediyor. [40]

 

Açlıktan Bunalmak

 

 «Kim açlıktan bunalıp çaresiz hale gelir, -günaha istek gösterip eğilmeksizin- onlardan yemek zorunda kalır­sa...»

İslâm helâl ve haram sınırlarını belirledikten sonra zarurî durumları da dikkate almış ve bunu ölmeyecek kadar bir sınırla sınırlamıştır. Yani harama cevaz hususunda ölüm ve hastalık tehlikesini sebep kabul etmiş, ondan yemeyi de ölmeyecek kadarla sınırlamıştır. Çünkü zaruret miktarı­nı aşmak, harama meyletmek demektir. Zaruret miktarını korumak ise, hayatı tehlikeden kurtarmaya yöneliktir. Bu sebeple geçici olarak haram nesne mubah sayılmıştır. Çünkü Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyur­muştur :

«Şüphesiz ki Allah günaha gidilmesinden nasıl hoşlanmazsa, ruhsatı­na gidilmesini öylece sever.» [41]

Bu konuda henüz zaruretin ölçü ve sınırını bilmiyen Ashab-ı Kiram, Peygamber (A.S.) Efendimize soruyorlar:

  Ey Allah'ın Peygamberi! Bir arazide bulunduğumuzda aç kalırsak, ne zaman ölü hayvan yememiz bize helâl olur?

Onlara şu cevabı veriyor:

  Sabahleyin ve akşamleyin yiyeeek bir şey bulamaz, açlığınızı gi­derecek baklagiller (yeşillik ve sebze gibi şeyler)den de bir şey bulamaz­sanız, o takdirde ölü hayvandan (ölmeyecek kadar) yiyebilirsiniz.» [42]

İlgili âyet ve hadîslerin ışığı altında müotehit imamlar bu konuda şu genel kaideyi koymuşlardır:

«Zaruretler memnu' olan şeyleri mubah kılar.» «Zaruretler kendi miktarlarınca takdir olunur.» Bu Konuda Mezheplerin Görüşü :

Boğularak, bir cisimle vurularak ve dövülerek, yuvarlanarak, süsüle-rek, canavar tarafından parçalanarak ölmek üzere olan hayvanı boğaz­lamak, etini helâl kılar mı?

a)  Hanefî ve Şafiî mezheplerine göre, bu durumlardan birinde ölmek üzere bulunan hayvanda hayat belirtileri görülürse, boğazlanması caizdir ve eti helâl olur. Hayat belirtileri, kuyruğunu oynatması, ayağını hareket ettirmesi, çırpınıp tepinmesi, başını az da olsa kaldırıp hareket gösterme­si gibi hallerdir.

b)  Mâlikî mezhebine göre, o durumdaki  hayvanın öldüğüne zann-ı gaalib hâsıl edilirse, boğazlanmasında bir yarar yoktur. Ama henüz hayat belirtilerinden biri kendini  hissettiriyorsa, o takdirde boğazlanması caiz olur.

Bu konuda âyetteki istisnanın muttasıl ve munkati' olduğu üzerinde farklı görüşler ve hükümler getirilmiştir. Biz muttasıl olduğunu dikkate alarak terceme ve yorumda bulunduk.

Şer'î boğazlama nasıl, ne ile yapılır? İleride buna geniş yer verile­cektir. [43]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle mü'minlere haram kılınan onbir madde sıralandık­tan sonra imânla amel arasındaki köprünün sağlam ölçü ve anlamda ayak­ta tutulmasının lüzumuna işaret edildi.

Bu şuurla gelişip güçlenen İslâm ehlinin, kâfirlerin öteden beri bes­ledikleri ümitlerini kırdığına dikkatler çekildi. Sonra Allah'ın mü'minlere olan lütuf ve inâyetiyle dinin kemâle erdiği, noksanlık kalmadığı, ilâhî nî-metin mü'minlerden yana tamamlandığı açıklandı.

Aşağıdaki âyetle, yine imânın açık belirtilerinden birkaçı sayılan bazı helâl ve temiz şeyler açıklanıyor. Allah'ın mülkünde, O'nun nimetini yer­ken O'nun adının anılması emrediliyor. Nimete karşı şükrün bir ucunun buna dayandığına işaretle dikkatler çekiliyor. [44]

 

Meali:

 

4— Senden  kendilerine  nelerin  helâl  kılındığını  soruyorlar;  de   ki:

Size temiz, yararlı şeyler helâl kılınmıştır. Eğittiğiniz ve Allah'ın size öğret­tiğini öğrettiğiniz avcı hayvanların sizden yana yakaladıklarını yeyiniz ve üzerine Allah'ın ismini anınız (Besmele çekiniz).

Allah'tan korkup kötülüklerden (murdar ve zararlı şeylerden) sakının. Şüphesiz ki Allah hesabı çabuk görendir.

 

İniş Sebebi

 

Ashabdan Adiy bin Hâtem ile Zeyd bin Mühelhil (R.A.), Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek :

— «Ya Resûlellah! biz köpek, doğan, şahin ile avcılık yapan bir ka­vimiz; ayrıca Derî' ve Huriye ailelerine ait avcı köpekler yabanî sığır, eşek ve geyikleri yakalarlar, kimine yetişilip boğazlanır, kimine yetişilmeden avcı hayvan tarafından parçalanıp öldürülür. Allah ise ölü hayvanın haram kılındığını bildiriyor. Bunlardan bize neler helâldir?»

Diye sorduklarında, yukarıdaki âyet iniyor. [45]

İbn Cerîr Taberî'nin tesbitine göre : Melek Cebrail, Resûlüllah'a (A.S.) gelip içeri girmek üzere izin istemiş, ama kendisine izin verildiği halde gir­memişti. Sonra da «Ey Allah'ın Peygamberi! senden izin aldık ama (biz melekler) içeride köpek bulunan bir eve girmeyiz..» demiştir. Bunun üze­rine köpeklerin öldürülmesi emredilmişti. Sonra da avcı ve koruyucu kö­peklerin öldürülüp öldürülmeyeceği sorulmuştu. Bunun üzerine yukarıda­ki âyet inmiştir. [46]

 

İlgili Hadîsler

 

«Kim (yanında) bir köpek tutup (beslerse) şüphesiz ki onun her gün­kü amelinin (sevabından) bir kırat eksilir. Ancak bağ-bahceyi veya davar­ları koruyan köpek müstesna..»  [47]

«Kim av için, davarları ve araziyi korumak için değil de (keyfî olarak) köpek edinirse, her gün onun sevabından iki kırat eksilir.» [48]

Adiy bin Hâtem (R.A.) anlatıyor:

Resûlüllah  (A.S.)  Efendimize sordum, dedim ki:

  Ey Allah'ın Peygamberi! biz şu köpeklerle avcılık yapan bir kabi­leyiz. (Bu hususta ne buyurursunuz?).

Cevap verdi:

  «Eğitilmiş köpeğini (av üzerine) salıverdiğin ve üzerine de Allah'ın adım andığın (Bismillah dediğin) zaman senin için yakaladığını ye, ancak köpek yakaladığından yerse, artık ondan yeme. Çünkü kendisi için yaka­ladığından endişe ederim. Üzerlerine Besmele çekilmemiş bazı köpekler de ona katılıp avı yakalıyarak öldürürlerse ondan da yeme. Çünkü sen ancak kendi köpeğin üzerine (yani onu salıverirken) Besmele çekmiştin, diğerleri üzerine değil...» [49]

Ebû Salebe (R.A.) Anlatıyor:

Resûlüllah (A.S.) Efendimize sordum, dedim ki:

  Ey Allah'ın Peygamberi! biz, kitap ehline ait bir bölgede bulunuyo­ruz. Onların kaplarındaki yiyecekten yiyelim mi? Hem de avcılığa elverişli arazide bulunuyor, okumla, eğitilmiş ve eğitilmemiş köpeklerimle avlanı­yorum. Bunlardan hangisi bize elverişlidir?

Allah Resulü (A.S.) şu cevabı verdi:

  «Kitap Ehline ait kaplara gelince: Başka kap bulabildiğiniz takdir­de onlarda yemek yemeyin. Başkasını bulamadığınızda, yıkayın da öylece içinde yemek yeyin. Okunla avladığına gelince : Allah'ın adını (Besmele'yi) okun üzerine çekip atarsın, böylece avladığın hayvanın etini yiyebilirsin. Eğitilmiş  köpeğinle  avlayıp  (köpeği  salıverirken)   üzerine  Allah'ın   adini anarsın ve öylece yakaladığını yiyebilirsin. Eğitilmemiş köpeğinle avladı­ğını yeme.. Ancak henüz diri iken yetişip boğazlarsan yiyebilirsin.» [50]

 

Avcı  Hayvanlar

 

«Eğittiğiniz ve Alah'ın size öğrettiğini öğrettiğiniz avcı hayvanlar...»

Kur'ân'da bu konuda CEVÂRİH tabiri kullanılmıştır. Bu,   ceriha 'nın çoğuludur. Cerh kökünden türetilmiştir. Genel olarak yaralama, çürütme ve keskin bir âletle yarıp açma anlamına gelir. Terim olarak, yırtıcı hay­vanlardan eğitilmiş olanlar kasdediliyor. Köpek, doğan, pars, şahin ve ben­zeri avcı hayvanlar bu cümledendir Bunlar yakaladıkları av hayvanını ge­nellikle yaraladıkları için hepsine birden CEVARİH denilmiştir.

MÜKELLİBÎN : M ü k e 11 i b sıfatının çoğuludur. Köpek ve benzeri avcı hayvanları eğitip besleyenlere verilen bir addır.

Müctehit imamlar bu meselede bir takım şartlar tesbit etmişlerdir. Avcı hayvanlarla avlanan bir hayvanın helâl olabilmesi için :

a)  Avcı hayvanın eğitilmiş olması,

Hanefîlere göre, en az üç defa sahibi çağırınca gelmesi, «dur!» deyin­ce durması gerekir. Hanbelî fukahasına göre, iki defa. Tabiînden Hasan el-Basrî'ye göre bir defa yeterlidir.

b)  Yakaladığı avdan yememesi,

c)  Av üzerine gönderilirken üzerine Besmele çekilmesi,

d)  Avcılık yapanın Müslüman olması,

e)  Fukahadan bir kısmına göre, köpeğin siyah olmaması şarttır. Avcı hayvan yakaladığı avı, sahibi yetişmeden yaralayıp öldürürse, bu doğrudan boğazlanma yerine geçer ve eti yenir. Ama öldürmeden sahibi yetişirse, o takdirde boğazlaması gerekir.

Ok ve ateşli silâhlarla Besmele çekerek atılan kurşun isabet eder de avcı yetişmeden hayvan ölürse, bu da doğrudan boğazlama yerine ge­çer ve eti helâl olur. Henüz ölmeden sahibi yetişirse boğazlar.

Bu konuda geniş bilgi için Fıkıh Kitapları Sayd ve Zebâyih bahsine ba­kılması tavsiye olunur. [51]

 

Tayyibat

 

(De ki '• Size temiz, yararlı şeyler helâl kılınmıştır.»

Cahiliye devri Arapları bazı temiz ve yararlı şeyleri kendilerine haram kılmışlardı. Örneğin, kendilerine göre bazı ölçü ve kıstaslar koyup belirle­dikleri develere Bahiyre, Sâibe, Vasiyle ve Ham isimlerini vererek bunla­rın etini, sütünü, yününü kendilerine haram sayarlardı. Bir bakıma bu de­veler tabulaştırılırdı. İslâm, bu ölçüsüz ve anlamsız âdet ve inançları kökünden kaldırdı. İnsanın yaratılışındaki saygınlığına ve ruhunun yüceliği­ne, aynı zamanda beden ve ruh sağlığına yararlı olanı helâl, zararlı olanı haram kıldı.

İşte âyette geçen TAYYİBAT deyimi bu hakikati çok kapsamlı ve özetlenmiş biçimde yansıtmaktadır.

Tayyibat'ın karşıtı HABÂİS'dir. Murdar, zararlı, iğrenç şeyler demek­tir. Sözlük ve terim olarak t a y y i b , beden ve ruhun lezzet duyduğu he­lâl şeyler anlamına gelir. Bu da inanmış ve dinî kültür almış kişilerin duy­duğu lezzet ve iştiha ile yorumlanır. [52]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle Kur'ân'ın mü'minlere sunduğu kadri yüce nimetlere yer verildi, temiz ve yararlı şeylerin helâl kılındığı açıklandı. Av ve avcı hayvanlarla  ilgili  hükümler bildirildi.

Aşağıdaki âyetle, yine temiz ve yararlı şeylerin helâl kılındığına temas edilerek ilâhî nimetlerin bir başka bölümü açıklanıyor. Kitap Ehliyle diya­logun devamını sağlamaya yönelik hükümler getiriliyor. İffetli kadınlarla evlenme konusuna dönülerek bu arada erkeklerin iffetli, zinadan uzak te­miz bir hayat yaşamalarının gereğine dikkatler çekiliyor. Böylece dinin bü­tün hükümlerine kayıtsız, şartsız uymanın sağlam bir imâna dayalı olduğu hatırlatılarak bunu inkâr etmenin insanı büyük bir zarara uğratacağı bil­diriliyor. [53]

 

Meâli :

 

Bugün size temiz yararlı şeyler helâl kılındı; kendilerine kitap ve­rilen (Yahudi ve Hıristiyan)lerin yiyeceği size helâldir; sizin de yiyeceğiniz onlara helâldir.

İnanan iffetli kadınlarla, sizden önce kendilerine kitap verilenlerin if­fetli kadınları, -iffetli olduğunuz, zina etmediğiniz, gizli dost tutmadığınız halde- (nikâh akdi yapıp) mehirlerini verdiğinizde (sîze helâldırlar).

Kim (Hakk'a) imânı inkâr ederse, gerçekten ameli boşa gider ve o âhi-rette de zarara uğrayanlardandır.

 

İlgili Hadîs

 

«Ancak mü'mine arkadaş ol ve senin yemeğini de ancak Allah'tan korkup kötülüklerden sakınan kimse yesin!.» [54]

Mealindeki hadîsteki emir, istihbap anlamına hamledilmiştir ki, ancak bu takdirde âyetle uyum halinde bir hüküm taşır. [55]

 

Sosyal Yönü

 

«Kendilerine kitap lenlerin yiyeceği size helâldir; sizin de yiyeceğiniz onlara helâldir...»

İslâm, cihan dinidir. Kendisinden önceki hak dinlere hem inanmayı emreder, hem onlarla diyalogun kurulmasını ve sürdürülmesini tavsiye eder. Şiddete baş vurmadan rahmet kapısını her millete açık tutar. İmânı bir idrâk, bir selîm zevk ve irfan işi sayar. Bunun için önee insan idrâkine seslenir; ruhunun gıda alaeağı ilâhî beyânı bütün tazeliğiyle sunmaya ça­lışır. Sonra da Hz. Muhammed'in (A.S.) yüksek şahsiyetinde bütünleşen güzel ahlâk ve fazileti kafa ve gönüllere bir hayat iksiri olarak takdim eder.

Özellikle az-çok ilâhî beyana erişen Yahudi ve Hlristiyanları insafa davet eder. Onlarla başta kendilerinden kız alma olmak üzere siyasî, ti­carî ve diplomatik ilişkilerin sürdürülmesini ister. Bununla toplumlara ha­yat veren İslâm'ın tertemiz havasının o ülkelere sokulmasını amaçlar. Ge­rekirse Müslüman erkeklerin onlardan olan kadınlarla evlenmelerine ce­vaz verir. Çünkü hedef, son dinin kinle düşmanlıkla, hakları çiğnemekle ortaya çıkmadığını; dinler basamaklarının en üst son basamağını teşkil ettiğini, sadece bir kabile veya millete değil, bütün milletlere gönderildiği­ni ve insanlığın müşterek malı bulunduğunu en mâkul yollarla gönüllere işlemek ve böylece bir idrâk uyanıklığı sağlamaktır.

Yine bu amaç dikkate alınarak, gerektiğinde ilişkileri daha da sıklaş­tırmak, bu yoldan Müslümanların örnek yaşayışlarını, insan haklarına gös­terdikleri sınırsız saygı belirtilerini diğer milletlere bütün açıklığıyla sergi­lemektir.

Kitap ehlinin boğazladıkları hayvanların ve İslâm'a göre helâl sayı­lan yemeklerinin Müslümanlara helâl olduğu, Müslümanların da gerek boğazladıkları hayvanlardan vegerekse hazırladıkları gıda maddelerinden Kitap ehlinin yemelerinde dinî bir sakınca bulunmadığı dikkate alınırsa, nasıl bir ilişki kurulması arzulandığı rahatlıkla anlaşılır.

Bütün bu olumlu yöndeki adımlar, İslâm'ın barıştırıcı, birleştirici ve yumuşatıcı bir din olduğunun bir başka delilidir. Yürürlükten kaldırılan diğer iki semavî dinin hiç olmazsa Kur'ân'a saygı göstermesine yönelik bir davet söz konusudur. Tevrat ve İncil'de değiştirilen veya zaman aşı­mıyla unutulan belgeleri hem tashîh ederek, hem ortaya çıkararak büyük bir hizmette bulunan Kur'ân, bu doğrultudaki mesajıyla da onları insafa çağırmaktadır.

Dinlerin tekâmülü tartışma, sürtüşme ve vuruşma için değil; beşer ruhunu yüceltmek, insan ahlâkını güzelleştirmek, insanlığına yakışanı ya­pıp yerine getirmek; dil, ırk ve renkleri ne olursa olsun bütün insanların Adem Peygamberden üreyip çoğaldığını hatırlatmak içindir. Bunun ger­çekleşmesine bütünüyle yönelip çalışmak, barış içinde yaşama arzusunun en açık belirti ve belgesi değil midir?

İşte beşinci âyetle bütün bu hususlar çok anlamlı biçimde özetlene­rek bir komprime halinde insan aklına ve vicdanına sunulmaktadır.

Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe inanmayı hakiki imânın değişmiyen şartları kabul etmek kadar tabii ne olabilir? Bunun ya tamamını, ya da bir kısmını inkâr etmenin büyük bir haksızlık olduğu ortadadır. Çünkü insan ruhunun muhtaç bulunduğu hava ve gıdayı ondan esirgemek, ruhun varlığını reddetmek kadar gülünçtür. Bunda ısrar etmek, ilâhî cezaya yol açar. Kur'ân bunu haber verip gere­ken uyarısını yapıyor, [56]

 

Fıkhı Yönü

 

«Kendilerine (daha önce) kitap verilen (Yahudi ve Hıristiyan)lerin yi­yeceği size helâldir.» mealindeki âyet üzerinde ilim adamları farklı görüş ve yorumlarda bulunmuşlardır:

a)  Peygamber   (A.S.)   Efendimiz   henüz   risâletle   görevlendirilmeden önee, soy itibariyle Yahudî ve Hıristiyan olanlarla onların dinine aynı dev­relerde  girenlerin   boğazladıkları   hayvanlar   Müslümanlara   helâldir.   Hz. Muhammed (A.S.) peygamber olarak gönderildikten sonra Araplardan bu iki dine girenlerin kestiği hayvan Müslümanlara helâl değildir. Çünkü Hı­ristiyanlığa girenler o dinin hiçbir prensibine uymamış, sadece içki içmek­le onları taklîd etmişlerdir.

Nitekim Hz. Ali (R.A.) : «Arap Hıristiyanlarının kestikleri hayvanlar­dan yemeyin. Çünkü onlar içki içmekten başka hiçbir kurala uymamışlar­dır.» demiştir. [57] İbn Mes'ud (R.A.) da ayni görüştedir. Şafiî mezhebine göre de Kur'ân indikten sonra Yahudî ve Hıristiyan dinine girenlerin bo­ğazladığı hayvanlar yenilmez. [58]

b)  İbn Abbas'a (R.A.) göre, Kur'ân indikten sonra da sözü edilen dinlerden birine giren Arapların boğazladıkları yenilir. el-Hasan, Ata' bin Ebî Rebah, Şa'bî, İkrime, Katade, Zührî ve Ham-mad da ayni görüştedirler. Nitekim Ebu Derdâ (R.A.) ile İbn Zeyd'den, kilise adına boğazlanan hayvandan sorulduğunda, «ondan yiyebilirsiniz» diye fetva vermişler ve Allah onların yemeğini helâl kılmış, bu hususta be­lirtilen anlamda bir istisnaya yer vermemiştir, kaydını ileri sürerek delil göstermişlerdir.

Nitekim Hanefî ve Mâlikî mezheplerinin de görüş ve içtihadı bu doğ­rultudadır.

Hanbelî mezhebinden bu konuda farklı iki rivayet vardır. Ancak sözü edilen mesele hususunda Hanefî ve Mâlikî mezheplerinde ümmet için ko­laylık vardır.

c) Dinsiz, putperest, ateşperest ve benzeri Kitap ehli sayılmayan mil­letlerin ve şahısların boğazladığı hayvan kesinlikle Müslümanlara haram­dır. Bunda icmâ' vardır.

Kitap ehli (Yahudî ve Hıristiyanlar) Besmele çekmeden veya Allah ismini anmadan boğazlarlarsa, yenilmesi helâl olur mu?

Bu mesele hakkında da ilim adamlarının farklı görüş ve içtihadı ol­muştur :

a)  İbn Ömer'e (R.A.) göre, bir Yahudî, ya da Hıristiyan Allah'ın ismi­ni anmadan hayvan boğazlarsa helâl olmaz. Rabia' da ayni görüştedir.

b)  Allah'tan başkasının ismini anıp boğazlarlarsa yine haram olur, ye­nilmez. Hz. Ali, Hz. Âişe, İbn Ömer ve Tabiînden Tavus ve el-Hasan'ın gö­rüş ve içtihadı bu anlamdadır.

c)  İlim adamlarının çoğuna göre, öyle de olsa Kitap ehlinin boğazla­dığı helâldir. Nitekim İmam Şa'bî ve Atâ'dan, «Bir Hıristiyanın Mesîh is­mini anarak boğazladığı hayvan bize helâl olur mu?» diye sorulduğunda, «Helâl olur» diye cevap verdikleri sahih rivayetlerle sabit olmuştur. «Çün­kü Allah onların boğazladığını helâl kılmıştır.» diye ilâve ettikleri de bilin­mektedir. [59]

d)  el-Hasan diyor ki ; «Bir Yahudî, ya da Hıristiyanın hayvan boğaz­larken Allah'tan başkasının ismini andığını işitirseniz ondan yemeyin. Ama nasıl boğazladıklarını bilmiyorsanız, yemenizde dinî bir sakınca yoktur. Çünkü Allah onların boğazladıklarını helâl kılmıştır.»

e) İmam Mâlik'e göre. Kitap ehli, Allah'dan başkasının adını anarak boğazlarsa yine de haram olmaz, sadece mekruh sayılır. [60]

Bu meselede İmâm Mâlik, Şa'bî ve Atâ'ın görüş ve içtihadında kolay­lık vardır.

Âyette geçen «taam» tabirinden boğazlanan hayvanlar kasde-dildiğini söyleyenler olmakla beraber, bunun İslâm'a göre helâl sayılan bütün yiyecekleri içine aldığını söyleyenler de var. Ne var ki her iki yoru­ma göre de boğazlanan hayvan söz konusudur. [61]

 

Muhsanat

 

«İnanan iffetli kadınlar» diye mealini yazdığımız muhsanat tabirinden bir de «hür olan iffetli kadınlar» mânasını çıkaranlar olmuştur. O halde bu mesele hakkında da farklı yorumlar vardır:

a)  Tabiînden Mücahid'e göre, iffetli hür kadınlar,  kasdedilmiştir. O halde inanmış iffetli cariyelerle evlenmek ancak şu iki şartla caizdir: Ev­lenmek isteyen erkek gayr-i  ahlâkî bir yola  düşmekten endişe duydu­ğunda veya hür iffetli kadınla evlenmek için malî imkânı bulunmadığında...

b)  İbn Abbas'a (R.A.) göre: Muhsanat'tan maksad, hür olsun câriye olsun iffetli, namuslu kadınlardır. O takdirde fahişe bir kadınla evlenmek ona göre helâl değildir.

Ancak ilim adamlarının çoğu, zina eden bir kadın tevbe edip ahlâkını düzeltirse nikâhlanması caizdir, diye fetva vermişlerdir. Sahih olan da bu­dur. Nitekim Tarık bin Şihab diyor ki: Bir adam kız kardeşimle evlenmek istedi. Kız kardeşim ona, «Benimle evlenecek olursan halk seni kınar, son­ra rüsvay olursun, çünkü zamanında ben zina yaptım» diyerek uyarıda bulunmuştu. Bunun üzerine Hz. Ömer'e (R.A.) başvuruldu. Ömer (R.A.) : «Kadın tevbe edip ahlâkını düzeltmiş mi?» diye soruyor. Onlar da, «Evet, düzeltmiştir. Şimdi iffetli bir hayat yaşıyor» diye cevap verince, Ömer (R.A.) onlara : «O halde o kadınla evlenmenizde bir sakınca yoktur» bu­yuruyor. [62]

c)  Hem hür, hem cariyeyle evlenmek caizdir. Ancak bazı mezheplere göre, hür kadın üzerine cariyeyle evlenmek caiz değil, bunun aksi caizdir. Âyette sadece iffetli hür kadınlarla evlenmekten söz edilmesi, onlarla ev­lenmeyi teşvîk ve tercih anlamına gelir. [63]

 

Kitap Ehlinden İffetli Kadinlar

 

«Sizden  önce  kendileri­ne kitap verilenlerin iffetli kadınları....»

Bu hususta da farklı ictihad ve yorumlar ortaya konmuştur:

a)  İbn Abbas'a (R.A.) göre, Kitap ehlinden iffetli hür kadınlar kasde-dilmiştir. Âyetin zahirinden bu anlaşılmaktadır. O bakımdan Kitap ehlin­den olan iffetli cariyelerle evlenmek ona göre caiz değildir. Şa'bî, Nahaî ve Dahhak gibi ilim adamları da ayni görüştedirler.

Nitekim Şafiî mezhebine göre de hüküm böyledir.

b)  el-Hasan ve onun paralelinde olanlara göre, âyet hem hür hem cariyeyi kapsamaktadır. O halde Kitap ehlinden iffetli hür ve câriye kadın­larla evlenmekte dinî bir sakınca yoktur.

Nitekim İmam Ebû Hanîfe de aynı içtihada sahiptir. Bize kadar gelen sahih rivayetlerden öğreniyoruz ki: Hz. Osman (R.A.), Hıristiyan olan Fi-rafise kızı Naile ile evlenmiştir. Ashabdan Talha bin Ubeydullah (R.A.) da bir Yahudî kadınla evlenmiştir.

Ancak İbn Ömer'e (R.A.) göre, hür veya câriye Müslüman iffetli ka­dınlar varken onlarla evlenmek mekruhtur. Hz. Osman ile Hz. Talha'nın içtihadına göre, mekruh değildir. Şüphesiz ki bu bir ictihad farkıdır, biri diğerini nakzetmez.

Âyette yer alan «Ucûr»dan maksat, sözü edilen kadınlarla, mehirleri-ni vermek suretiyle evlenmenin helâl olduğunu belirtmektir. [64]

 

Erkeklerin De İffetli Olması

 

«İffetli olduğunuz, zina etmediğiniz, gizli dost edinmediğiniz halde......»

İffetli, faziletli, güzel ahlâklı olmak şüphesiz ki imânın en uygun mey­vesi, İslâm'ın değişmiyen yoludur. Kur'ân ve Sünnet imânla güzel haslet­leri oluşturmak ve bütünleştirmek için kudsî âlemden birçok esas ve pren-

siplerle inmiştir. Diyebiliriz ki, bu dinin bütün esas ve prensiplerinde, dün­ya ve âhiretle ilgili hükümlerinde mutlaka güzel ahlâkın, fazilet ve hayır-hahlığın, iffet ve namusun payı çok büyüktür.

Kadının ne kadar iffetli, namuslu, dürüst ve ahlâklı olması emredil-mişse, aynı ölçü ve anlamda erkeğin de böyle olması kesinlikle emredil­miş ve üzerinde ısrarla durulmuştur. Kur'ân'da ; «Ey imân edenler!», «Ey insanlar!» denilince mutlaka her iki cinse seslenilmiştir.

Mâide 5. âyetin son bölümünde özellikle bu husus üzerinde durulmuş ve inanmış erkeklere gereken uyarı yapılmıştır. [65]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle mü'minlere temiz ve yararlı şeylerin helâl kılın­dığı açıklandı. Kitap ehliyle nasıl ve hangi yollardan ilişki kurulması be­lirtildi. İffetli kadınlarla evlenme teşvîk edilerek bu hususta da Kitap ehliy­le bir yakınlık kurmanın caiz olduğuna dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, müslimle gayr-i müslim arasındaki alâmet-i fa­rikanın namaz olduğuna işaret edilerek, başın bedendeki yeri ve önemi ne ise, namazın da dindeki yeri ve önemi odur, hususu zımnen işleniyor ve bu önemli ibâdetin ancak abdestli bir vaziyette yerine getirilebileceği açıklanıyor. Sonra da bazı hallerde teyemmüm edilmesine ruhsat verildi­ğine temas edilerek Allah'ın mü'minlere olan nimetleri hatırlatılıyor. Pey­gambere verilen söze sadık kalınıp vefa edilmesinin lüzumu belirtiliyor. [66]

 

Meali  :

 

6— Ey imân edenler! Namaza kalkmayı dilediğinizde yüzlerinizi, dir­seklere kadar (dirsekler dahil) ellerinizi yıkayın. Başlarınıza meshedip, to­puklarına kadar (topuklar dahil) ayaklarınızı yıkayın.

Cünüp İseniz iyice yıkanıp temizlenin (boy abdesti alın). Hasta iseniz

veya yolculukta bulunuyorsanız veya sizden bîrî tabii ihtiyacım gidermek­ten gelmişse veya kadınlara dokunmuşsanız, bu durumda su da bulama-mışsanız, tertemiz bir toprakla teyemmüm edin; ondan yüzlerinize ve el­lerinize sürün. Allah size sıkıntı vermek istemez, ama sizi tertemiz yap­mak ve şükredesiniz diye üzerinize nimetini tamamlamak ister.

7— Allah'ın size olan nimetini ve «işittik, itaat ettik» dediğiniz za­man sizi bağladığı mîsakını hatırlayın. Allah'tan korkup (ahdi ve andı boz­maktan) sakının. Şüphesiz ki Alfah göğüslerdekini gereği gibi bilir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah sizden birinizin abdesti bozulduğunda abdest almadıkça na­mazını kabul etmez.» [67]

«Kim temizlik (abdest) üzerine abdest alırsa, Allah ona on sevap ya­zar.» [68]

Üçüncü halîfe Hz. Osman (R.A.) su istedi. Kendisine bir kap dolu su getirilince, önce avucuna üç defa su döküp ellerini iyice yıkadı. Sonra sağ elini kaba sokup su aldı, ağzını çalkayıp burnuna su çekti ve temizledi. Sonra yüzünü üç defa, kollarını dirseklere kadar üç defa yıkadı. Başına meshedip ayaklarını topuklara kadar üç defa yıkadıktan sonra şöyle dedi: Peygamber (A.S.) Efendimizi, benim şu abdest aldığım şekilde abdest alırken gördüm ve şöyle buyurduğunu işittim :

«Kim benim abdestim gibi abdest alır, sonra iki rek'at namaz kılar da kendi kendine namazla ilgisi olmayan bir şey konuşmazsa, geçmiş gü­nahı bağışlanır.» [69]

Ebû Hüreyre (R.A.) anlatıyor:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz topuğunu yıkamıyan bir adam gördü, ona: Topuklara yazık oldu ateşten, buyurdu.» [70]

Hz. Câbir {R.A.) diyor ki: Hz. Ömer {R.A.) bana anlattı: «Bir adam abdest aldı, ancak ayağının üzerinde bir tırnak kadar kuru yer yıkanmadık kaldı.

Resûlüllah (A.S.) onu görünce, adama ; «Dön abdestini güzelce al!.» bu­yurdu. [71] Adam da dönüp güzel bir abdest aldıktan sonra namaz kıldı.

Abdullah bin Amr (R.A.) anlatıyor:

Bir yolculuğumuz esnasında Resûlüllah geride kaldı. Ook geçmeden gelip bize yetişti. Namaz vakti de girmiş bulunuyordu. Biz abdest alıyor, ayaklarımızın üzerini meshediyorduk. Resûlüllah (A.S.) yüksek sesle bize iki veya üc defa : «Topuklara yazık oldu ateşten!.,» diyerek seslendi.

Buradaki meshetmek, ayakları yıkamak anlamında mecaz olabilir.

«Şüphesiz ki ümmetim kıyamet gününde alınları, kol ve bacakları ab-destin eserinden bembeyaz nurânî bir halde çağrılır. Artık kim beyazlık ve nurâniliğini artırmak isterse artırsın..» [72]

Hz. Âişe Validemiz {R.A.) anlatıyor:

«Peygamber (A.S.) Efendimiz cünüplükten dolayı boy abdesti alırken önce iki elini yıkar, sonra sol eline su alıp utanç yerini yıkar, sonra namaz abdesti gibi abdest alır, sonra parmaklarını suya batırıp onunla saçlarının dip kısımlarını aralar, sonra avucuna su alıp üç defa başına döker, sonra bütün bedenine suyu ulaştırırdı.» [73]

 

Namaz Ve Abdestin Ruh Ve Beden Sağlığı Üzerindeki Te'sirleri

 

Namaz, Allah'a imânın içten dışa vuran açık belirtisidir. İmân cevhe-riyle aydınlanan ruhun değişmez gıdası; kul ile Allah arasındaki mesafeyi kaldırıp engelleri gideren yükselme aracıdır. Bunun içfn Hazret-i Peygam­ber (A.S.)  «Namaz mü'minin mi'raçıdır» buyurmuştur.

Hiçbir ibâdet namazın yerini alamaz ve onun boşluğunu dolduramaz. Her şeyden ilgiyi kesip bir anda ilâhî huzurda divana durmanın ruh ve beden, vicdan ve sinir sistemi üzerindeki olumlu tesirini hangi iş ve ibâ­det sağlayabilir?

O nedenle zevkine ve şuuruna erişilerek kılınan bir namaz, ruh ve beden sağlığını koruyan, koruyucu hekimliğini yapan manevî bir hekim­dir. Sabah kalkıp ocaklarda, tezgah ve masa başlarında, fabrika ve atel-yelerde, ağır işlerde sekiz saat çalışan bir insanın bedensel ve ruhsal yönden nasıl yorulup yıprandığını, sinir sisteminin az-çok nasıl bozulduğunu bilmiyen var mıdır? Ne yemek ve sigara molası, ne de müzik bu yorgun­luğu tamamen giderecek, bozulan sinirleri düzeltecek ölçü ve anlamda değildir. Çünkü böyle bir ortamda bulunan kişinin gönül huzuruna, ruh ferahlığına, vicdan serinliğine büyük ihtiyacı vardır. Bunları ancak abdest ile namaz karşılayabilir.

Mute savaş alanından akşama doğru yaralı, yorgun, aç ve susuz bir halde çekilen Halid bin Velid (R.A.) kumandasındaki ordu, ezan sesleri ara­sında abdest alıp cemaat halinde akşam namazına durduklarında ne yor­gunlukları, ne açlık, ne de korkuları kaldı. Namaz kılındığında hiç savaş­mamış gibi kendilerini güçlü hissetmeleri ne ile yorumlanabilir? İşte zev­kine ve bilincine erişilerek kılınan namazın en güzel şifâ ve tesirlerinden bir  örnek!.

Abdest, namaz gibi yüce bir ibâdetin ön hazırlığıdır. Allah huzuruna iç ve dış temizliğini birleştirerek çıkmanın tek yoludur. Ruha rahatlık, be­dene zindelik verir, Deri altında biriken yağların kısmen olsun erimesini sağlar. Kan dolaşımını ayarlar, bu bakımdan kalbi dinlendirir. Sinir uçları­nın en duyarlı bulunduğu organlar soğuk su ile yıkanırken insan bir anda toparlanır, beyin daha iyi hareketini sürdürür, vücut çalışma mekanizma­sı normal çalışma devresine kavuşur.

Boy abdestinin de olumlu tesirleri en az bu kadardır, diyebiliriz. Su bulunmadığı zaman ön hazırlığı teyemmüm ile karşılamaktayız; abdest hu­susunda belirtilen yararların hiç olmazsa bir kısmı teyemmüm ile karşı­lanır. Ayrıoa toprağa el sürüp bu farizayı yerine getirmek insana tevazuu öğretir. Sonunda dönüşün toprak olacağını hatırlatır. [74]

Fıkhî Yönü

 

Her namaza kalkıldığında abdest almak gerekir mi? Müctehit imam­ların ve tefsîrcilerin bu konuda farklı içtihat ve yorumları olmuştur:

a)  Zahirî Mezhebinin  kurucusu  Davud  ez-Zahirî'ye göre, âyetin  bu husustaki anlatımı hiçbir yoruma ihtiyaç göstermiyeeek kadar açıktır. O halde namaz kılmak isteyen kimsenin her namaz için bir abdest alması vâcibdir.

b)   Diğer dört mezhep imamlarına göre, Kur'ân ve Hadîsleri bir ara­ya getirip ilgili âyeti Resûlüllah (A.S.)  Efendimizin sözü ve fiiliyle tefsîr ettiğimizde, her namaz için abdest almanın vâcib olmadığı, alman bir ab-destle -bozulmadığı sürece- birçok namazların kılınabildiği anlaşılır.

Mezhep   imamlarına   göre, âyetin   takdiri   şöyledir:  «Namaza kalkmayı dilediğinizde -abdestsiz bulunuyorsanız- abdest alın..»

Nitekim Sahabe ve Tabiînden oluşan cumhur-i ulemâya göre, birden fazla namaz için bir abdest yeterlidir. Yani alınan bir abdest bozulmadığı takdirde onunla istenildiği kadar namaz kıiınabilir.

Sahih rivayetlerden de Resûlüllah (A.S.) Efendimizin, Hendek sava­şında fırsat bulamadığı için dört vakit namazını bir abdestle kıldığı kesin­likle anlaşılmıştır.

c) Müslim, Ahmed bin Hanbel ve diğer Sünen sahiplerinin Hazret-i Büreyde'den yaptıkları sahîh tesbite göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ön­celeri her namaz için abdest alırdı. Fetih günü ise bir abdest alıp mest­lerini meshettikten sonra birden fazla namaz kılmıştır.

Bunun üzerine Hazret-i Ömer (R.A.) :

  Ey Allah'ın Peygamberi! daha önce yapmadığınız şeyi yaptınız, de­yince.  Efendimiz  (A.S.)  ona :

  Bilhassa bilerek öyle yaptım, ya Ömer! diye cevap vermiştir.

Buharı ve Sünen sahiplerinin Hazret-i Enes'den (R.A.) yaptıkları riva­yette, bu konuyu biraz daha açıklığa kavuşturur ölçüde fazla bilgi veril­miştir. Hz. Enes'in (R.A.) «Resûlüllah (A.S.) Efendimiz her namaz için bir abdest alırdı» şeklindeki sözünü işiten Amr bin Âmir el-Ansarî (R.A.) ona: «Ya sizler nasıl yaparsınız?» diye soruyor. O da «Biz, abdestimiz bozul-madıkça bir abdestle birçok namaz kılarız» diye cevap veriyor.

Bu rivayetten sadece Resûlüllah'ın her namaz için bir abdest aldığı ve ona mahsus bir sünnet olduğu kesinlik kazanıyor. Nitekim Mekke'nin fethedildiği gün bir abdestle birden fazla namazı imam olarak cemaate kıldırması, ümmeti için bunun caiz olduğunu gösteren acık delillerden bi­ridir.

Abdestin Farzları:

Âyetin acık anlatımından abdestin farzlarının dört olduğu anlaşılıyor-sa da müctehit imamların bu meselede farklı tesbit ve içtihatları vardır:

a) İmam Şafiî, yine ayni âyete dayanarak niyetin de farz olduğunu istidlal etmiştir. Çünkü abdest ile emir, niyeti gerektirir. Hem Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Ameller niyetlere göredir..» [75] buyurmuştur. Bunun taşıdiğı hüküm şudur: «Amellerin sıhhati niyet iledir.» Abdest de bir amel Hir uft nnıın rin  «sıhhntı  ndir ve onun da sıhhati niyet iie gerçekleşir

b)  İmam Ebû Hanîfe'ye göre, abdeste niyet getirmek sünnettir. Çün­kü Cenâb-ı Hak abdest hususunda sadece üc azanın yıkanmasını ve bir azanın da meshedilmesini emretmiştir; niyeti gerekli kılmamıştır. Bu ba­kımdan niyeti farz kabul etmek, nass üzerine fazlalık olur, bu da n e s h demektir. Kur'ân-ı Kerîm'i haber-i vahid  (tek kanaldan gelen haber)  ile neshetmek kıyasen caiz değildir. Hem buna delil olarak gösterilen, «Amel­ler niyetlere göredir» mealindeki hadîsin yorum ve mânası sıhhate hamle-dilmiyerek «Amellerin kemâli niyetlere göredir» demek ve mahzuf bulu­nan kelimeyi «kemâl» olarak takdir etmek daha uygundur.

Şafiîler ayrıca bu meselede, «Ve mâ ümirû illâ ii-ya'budullahe muh­lisine...» âyetini de delil olarak öne sürerler ve «muhlisîn»de niyet yer almaktadır, derler.

Bundan başka Şafiîler, abdestte aza arasındaki tertibe riâyet de farz­dır, derler. Çünkü âyetteki tertibe Peygamber (A.S.) Efendimiz aynen uy­muş ve ömrünün sonuna kadar o tertibi bozmamıştır. Ümmetine de «Ben nasıl abdest alıyorsam, öyle abdest alın..» buyurması, bunun gereğine işa­rettir.

c)  Hanbelîlere göre, abdestin farzı   altıdır:   Dördü   âyette   belirtilen azanın yıkanması ve meshedilmesidir. Beşincisi tertip, altıncısı abdest aza­sını ardarda yıkamaktır.

d)  Mâlikî Mezhebine göre, abdestin farzı yedidir: Dördü   âyette   be­lirtilen üc azanın yıkanması, bir azanın meshedilmesidir; geriye kalan üçü ise, niyet, azayı ardarda yıkamak ve azayı yıkarken elle ovmaktır.

Dirsekler Kollara Dahil midir?

Müctehit imamların bu hususta farklı yorum ve içtihatları olmuştur:

a)  Dört Mezhep imamına göre, dirsekler kola dahildir. O takdirde kol­ları dirseklerle birlikte yıkamak farzdır, feurada gaye mugayyaya dahildir, (ilâ) harfi (maâ) manasınadır. [76]

b)  Şa'bî, Züfer ve Davud ez-Zahirî'ye göre, dirsekler kola dahil değil­dir. Çünkü ilâhî emir dirseklere kadar yıkamayı gerektirmektedir. İbn Ce-rîr Taberî de ayni görüştedir.

Başa Meshetmek :

Bu konuda geniş bilgi için ayrıca bak : Nasbu'r-Raye/Zeylat : Abdest bahsi.

Başa meshetmenin farz olduğu kesindir. Ancak farz miktarı hakkında mezhep imamlarının farklı yorum ve içtihatları olmuştur:

a)  İmam Mâlik'e göre, başın tamamını meshetmek vâcibdir.

b)  İmam Ahmed bin Hanbel'e göre, çoğu kısmını meshetmek vâcib­dir. İmamdan başka bir rivayet daha yapılmışsa da sahîh olanı budur.

c)  İmam Ebû Hanîfe'ye göre, dörtte birini meshetmek farzdır.

d)  İmam Şafiî'ye göre, mesh denilecek kadarı farzdır.

Bu meselede İmam Mâlik ihtiyatı, İmam Şafiî yakîni, İmam Ebû Ha-nîfe bu konudaki sünneti, İmam Ahmed bin Hanbel, «Bir şeyin çoğuna ta­mamının hükmü vardır» kaidesini dikkate alarak İçtihatta bulunmuşlardır.

Ayakları Yıkamak ya da Meshetmek :

Bununla ilgili âyette geçen ERCÜL kelimesi RUUS üzerine mi, EY-DİYEKÜM üzerine mi matuftur? Müctehit imamların bu mesele hakkın­daki içtihat ve yorumları farklıdır:

a)  İbn Abbas'a (R.A.) göre; abdest iki yıkama ve iki meshtir. İbn Ab-bas'ın böyle dediğini Katade rivayet etmiştir. [77]

b)  Hazret-i Enes (R.A.)den yapılan rivayette, adı geçenin şöyle de­diği tesbit edilmiştir: «Kur'an mesh ile ilgili inmiştir; Sünnet yıkama hak­kında câri olmuştur.»

c)  İkrime'ye göre, âyet abdestte ayakları meshetme hakkında açıktır. Şa'bî de ayni görüştedir. Nitekim teyemmümde, abdestte meshedilen yer­ler terkediliyor, yıkanan yerler meshediliyor.

d)  Şia'dan İmamiyye Mezhebine göre, ayakları meshetmek farzdır; yı­kamak farz değildir, bu sünnetle sabit olmuştur. Yani mesh âyetle, yıka­ma İse, sünnetle sabit olmuştur.

e)  Ashab ve Tabiînin çoğuna göre, ve dört mezhep imamının içtiha­dıyla ERCÜL kelimesi EYDİYEKÜM kelimesi üzerine matuftur ve ayakla­rın yıkanması farzdır; sünnet de bu yolda cereyan etmiştir. [78]

 

Teyemmüm

 

«Bu durumda su da bulamamışsanız, tertemiz bir toprakla teyemmüm edin..»

Nisa Sûresi 43. âyette teyemmüme daha geniş yer verilmiştir. Bura­da tekrar edilmesi hem konunun önemini hatırlatıp idrâki uyanık tutmak, hem de teyemmümün yalnız gusül yerine değil, abdest yerine de geçece­ğini belirtmek içindir.

Nisa Sûresinde cünüp bir kimsenin -yol olarak geçmesi hâriç- gusle-dinceye kadar namaza veya mescide yaklaşmaması emredilmiştir. Cünüp kimse namaz kılmak veya mescide girmek isterse, gusletmesi gerekir. Su bulamadığı takdirde teyemmüm edebilir. Böylece adı geçen sûredeki te­yemmüme ruhsat emri, daha çok cünüp kimselerle ilgilidir. Mâide Süresin­deki emir ise, daha çok abdestle ilgilidir. Çünkü âyetin baş kısmında ab-destin namaz için şart olduğu belirtildikten sonra cünüp bulunma halinde iyice yıkanıp temizlenmek emrediliyor. Sonra da bazı hallerde kolaylık ol­sun diye teyemmüme ruhsat veriliyor. Müctehitlerden bir kısmı ise, bunu bir ruhsat değil, doğrudan doğruya abdest makamına kaim olan ayrı bir hüküm olarak nitelendiriyor.

Ayrıca her iki durumda da, yani abdestsizlik ve cünüplük hallerinde su bulunmadığı veya bulunduğu halde kullanma imkânı mevcut olmadığı zamanlarda ayni ölçüde teyemmüm edilmesine özellikle işarette bulunu­larak dikkatler çekiliyor. Bunu biraz daha açıklıyalım : Abdest yerine te­yemmüm ettiğimizde nasıl sadece yüzümüzü ve iki kolumuzu meshetmek-le emrolunduysak, cünüp olduğumuzda onun yerine teyemmüm ettiğimiz­de de ayni ameliyeyi yapmakla emrolunmuşuzdur. Aradaki fark sadece ni­yettedir.

Nisa Sûresinde ilgili âyetin tefsîrinde TEYEMMÜM'ün fıkhî yönünü ve LEMS meselesini yeterince açıkladığımızdan burada tekrara lüzum gör­medik. [79]

 

İmân Edenlerden Alınan Söz

 

«İşittik,  itaat  ettik,  dediğiniz  zaman  sızı bağladığı mîsakını hatırlayın.»

Kur'ân, konumuzu oluşturan âyetle gerek , peygamberlere, gerekse peygamber yolunda olan mürşitlere inanan kişilerin ilk anda Allah'a söz verdiklerini hatırlatıyor. Bu, sözlü olduğu gibi, Kelime-i Şehadetin ge­niş anlamı içinde zımnî de olabilir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelip İslâm'a girenler Kelime-i Şehadeti getirdikten sonra Allah ve Pey­gamberine karşı şu sözü de veriyorlardı:  «Ferahlı ve sıkıntılı günlerde,

şiddetli ve sıkıntılı zamanlarda, lehte ve aleyhteki ortamlarda ilâhi buy­rukları işitip itaat edeceğiz, elimizden geldiği kadar Allah'ın son dinine hizmette bulunacağız, her hal-ü kârda Peygamberden ayrılmıyacağiz..»

Bu ve benzeri sözlerle Ashab-i Kirâm'ın Resûlüllah'ın huzurunda söz verdiklerini sahîh kaynaklardan öğrenmekteyiz.

Peygamber yolunda Allah'ın dinini yaymaya çalışan büyük mürşitlere inanıp onların kafilesinde yer alan mü'minler de zımnen ayni sözü vermiş sayılırlar.

Âyette mü'minlere bu doğrultuda iki önemli husus hatırlatılmaktadır-. Birincisi, bir zamanlar küfür bataklığında, yaratıhşlarındaki yücelik ve ilâ­hî maksattan habersiz bir ömür tüketirken, Allah Teâlâ'nın büyük nimeti sayılan imân saadetine erişmeleri; ikincisi, inanıp teslimiyet gösterdikleri zaman Resûlüllah (A.S.) Efendimize Allah adına verdikleri söz...

Her mü'min bulunduğu ortam ve şartlar içinde bu sözü zımnen de olsa vermiştir. Çünkü mü'minin en feyizli ürünü, taşıdığı yüksek değerde­ki imân nimetini korumak ve onunla verdiği sözü son nefesine kadar ye­rine getirmeğe çalışmaktır. Bunun ilk belirtisi veya giriş kapısı, abdest alıp namaz kılmaya devam etmek, gerektiği zaman boy abdesti alıp iç ve dış temizliğini birleştirip sürdürmek; su bulunmadığında veya kullanılması mümkün olmadığında bu temizliği teyemmüm ile yerine getirmeğe özen göstermektir.

O halde imândan ve verilen sözden sonra ahde vefanın iki belirtisi söz konusudur: Abdest alıp namaz kılmak ve iç, dış temizliğini birleştirip bütünleştirmek. Bunun için Resûlüllah (A,S.) Efendimiz : «Namazın dinde­ki yeri, başın bedendeki yeri gibidir.» [80] buyurmuş ve : «Namaza ve elini-nizin altındaki köle, esir ve işçilere gerekli itinayı gösterin!» diye uyarıda bulunmuştur. [81]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle imânın en verimli ürünü sayılan abdest ve na­mazdan söz edildi. İç ve dış temizliğinin taşıdığı önemine ve dindeki yeri­ne dokunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, başta namaz olmak üzere iç ve dış temizliğinin amaç ve hedefine işaret edilerek hakkı her yerde ayakta tutmanın, düş­mana karşı bile olsa adaletten sapmamanın gereği üzerinde duruluyor ve bunların imânın belirtileri, namazın feyizli mahsûlleri olduğu hatırlatılıyor.

Dindarlığını imân doğrultusunda bu ölçüye getiren mü'minler için bü­yük mükâfatlar hazırlandığı haber veriliyor. Çünkü sağlam inancın, kök­lü fazîletin hedefi mutlak saadettir. [82]

 

Meali :

 

8—  Ey imân edenler! Allah için (hakkı) sağlam ölçülerle ayakta tu­tun; adaletli şâhidler olun ve bir kavme (veya millet ve topluluğa) olan kin (ve düşmanlığınız) sizi sakın adaletsizliğe itmesin. Adaletle hareket edin; o takva (Allah'tan korkup kötülüklerden sakınma)ya daha çok yakındır.

Allah'tan korkup takva üzere bulunmaya devam edin. Şüphesiz ki Al­lah işlediklerinizden haberlidir.

9—  Allah, imân edip iyi, yararlı amellerde bulunanlara va'detti: On­lar için bağışlanma ve büyük bir mükâfat vardır.

10— İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlara gelince : İşte onlar ce­hennemliktirler.

 

İniş Sebebi

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimizi öldürmek için özel şekilde görevlendiri­lip gönderilen bir adam, Resûlüllah Efendimiz (A.S.) ashabından ayrılıp yalnız başına bir ağacın gölgesinde dinlenirken gelip kılıcını çekerek yak­laştı ve: «Ya Muhammedi Bugün seni benim elimden kim kurtarır?» diye­rek tehditte bulununca, Resûlüllah (A.S.) ona: «Allah...» diye cevap ver­di. Rahmet dudaklarından yükselen Allah ismi o adamı titretti, o kadar ki elindeki kılıç yere düştü. Kılıcı yerden alan Efendimiz ona : «Söyle ba­kalım, şimdi seni kim benim elimden kurtaracak?» deyince, adam korktu ve «Aman sen kılıcı hayırlı alıcı ol!.» diyerek eman diledi. Efendimiz (A.S.) ona Kel ime-i Şehadet arzettiyse de adam buna pek yanaşmadı, ancak, «sizinle savaşmıyacağıma ve sizinle savaşanlara katılmıyacağıma söz ve­riyorum..» dedi. Rahmet Peygamberi onu salıverdi.

Bu olay Ashab-ı Kiramı fazlasiyle üzdü. Peygambere su-i kast hazır­layan kabileye iyice içerledi. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [83]

Diğer bir rivayet:

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir diyet konusunu görüşmek üzere Hay-ber'e gittiğinde oradaki Yahudiler görünüşte Onu iyi karşıladılar, fakat gizliden su-i kast hazırlamayı plânladılar. Melek Cebrail'in haber vermesi üzerine Efendimiz (A.S.), onların hazırlamakta olduğu yemeği beklemeden oradan ayrıldı. Durumu öğrenen Ashab-ı Kiram intikam almayı düşünür­lerken yukarıdaki âyetler indi. [84]

 

İlgili Hadîsler

 

Ashab-ı Kirâm'dan Numân bin Beşîr (R.A.) anlatıyor: «Babam bana bir miktar mal bağışladı. Annem, ona : «Peygamberi ge­tirip bu bağışına şâhid tutmadığın takdirde kesinlikle razı olmam» dedi. Bunun üzerine babam, Resûlüllah (A.S.) Efendimize uğrayıp bana verdiği mala Onu şâhid tutmak istedi. Resûlüllah (A.S.) ona:

— «Her çocuğuna bu kadar bağışta bulundun mu?» diye sorunca ba­bam :

  Hayır, diye cevap verdi. Resûlüllah (A.S.) üzüldü ve :

  «Ben haksızlığa şâhid olamam,» buyurdu. Babam da artık o malı bana bağışlamaktan vazgeçti. [85]

 

İlahî Buyrukların İki Ana Amacı Var

 

«Ey 'man edenler! Allah için (hakkı) sağlam ölçülerle ayakta tutun; adaletli şahitler olun.»

İlâhî buyrukların genellikle insanlardan yana iki ana amacı vardır: Birincisi, ilâhî emirlere uyup saygı göstermek; ikincisi, insanlara karşı şef­katli ve merhametli olmaktır. «Ey imân edenler! Allah için hakkı sağlam ölçülerle ayakta tutun..» âyeti, birinci amaca; «Adaletli şahitler olun..» âyeti ikinci amaca yöneliktir.

. İlâhî emirlerin bir kısmı dış görünümüyle insana ağır gelebilir. Ama hikmetini, diğer bir deyimle iç yüzünü dikkate alıp düşündüğümüzde, bu­nun sadece bize nisbetle indiğini ve ancak bizimle ilgili bulunduğunu an­lamakta gecikmeyiz. Ayrıca her emrin hayre kapı açtığını, her yasağın bi­ze dokunacak kötülüğü gidermeği plânladığını unutmamalıyız. O halde ilâhî buyruklara hiçbir sıkıntı duymadan uymamız, hem Rabbimize olan imân ve saygımızı belgeler, hem her bakımdan bizi mutlu eder.

İlâhî yasaklar da böyle, dış görünümüyle bazı arzularımızı kısmakta veya tamamen kaldırmaktadır. Ama iç yüzü ve hikmetiyle, ruhumuza ters düşen ve vicdanımızı karartıp rahmet duygusunu dumura uğratan şerri defetmektedir. [86]

 

Hakkı Ayakta Tutmak

 

Bu konu Nisa Sûresi 135. âyette de kelime yerleri az değişik olarak geçmektedir. Nisa Sûresinde, «Adaleti sağlam ölçülerle ayakta tutun ve Allah için şahitler olun..» denilirken, burada, «Allah için (hakkı) sağlam öl­çülerle ayakta tutun ve adaletli şâhidler olun!» denilmekte, ikisi arasında nüanslar bulunmaktadır:

1. Adaleti  sağlam  ölçülerle  ayakta  tutan,   hakkı  ayakta  tutmuştur.

Hak ve adaleti ayakta tutan, Allah için şahitliği -taraf tutmadan, duygusal davranmadan- elbetteki kusursuz yerine getirir.

2.  Allah için hakkı sağlam ölçülerle ayakta tutan, adaletten şaşmaz. Bu düzeyde bulunan mü'min adalet ölçülerine göre şahitlikte bulunurken haktan yana kusur etmez veya etmemeye özen gösterir.

Birinci şekildeki kelime dizisi; dost, yakın ve sevdiklerinin aleyhine bi­le olsa âdil davranmayı ve Allah için şahitlikte bulunmayı bir farz kabul eder. İkinci şekildeki kelime dizisi; kin beslediği kişilere veya toplumlara karşı hakkı ayakta tutmayıp hissî davranmanın adaletsizliğe yol açacağı­nı ve bu durumda şahitliğin asıl ölçü ve anlamını kaybedeceğini hatırlatır. O nedenle nefsiniz için değil, Allah için hakkı ayakta tutun, diye emredil­miştir.

Çünkü nefsten yana hakkı ayakta tutmaya çalışmak, nefsin ölçüsüne göre hakka sahip çıkmak olur ki, bu aslında haktan sapmayı sonuçlandı­rır.

3.  Birinci şekliyle âyet, iç düzeni; ikinci şekliyle dış düzeni korumayı amaçlar,

4.  Yine birinci şekliyle dost ve yakınlarla olan ilişkinin ölçü ve an­lamı belirleniyor. İkinci şekliyle, yabancılarla, düşmanlarla ve kendilerine karşı kin güden kişilerle olan ilişkilerin ölçü ve sının ortaya konuluyor. [87]

 

Adalet Güneşi

 

Güneş enerji ve ışınlarını yeryüzüne gönderirken şu toprak, bu top­rak; şu ağaç, bu ağaç; şu bitki, bu bitki diye bir ayrım yapmaz. Ama her toprak ve ağaç, ya da bitki kendi isti'dadına göre ondan yararlanır ve na­sibini alır. Toprak çorak olup bitki yetiştirmeğe elverişli değilse, güneşin kusuru ne? İlâhî rahmet de bir bakıma güneşe benzer: Bütün canlılara yö­nelmiştir. Ama her canlı kendi özelliğine ve insan ise, kalbinin manevî top­rağına göre ondan payını alabilir. İnkâr fırtınasına yakalanmış bir kalb, çorak toprağa benzer, inen rahmetten bir şey alamaz.

İslâm, adaleti de güneşe benzetir. Her ülkede, özellikle İslâm ülke­lerinde yasama ve yürütme organları bu güneşin enerji ve ışığını eşitlik ilkeleri doğrultusunda yaymakla görevlidirler. Dostları, yakınları, din kar­deşleri ve kendi vatandaşları, ay'ın hep güneşten ışık alan yüzü gibi tu­tuluyor; bunların dışında kalanlar ay'ın ışık alamıyan hep karanlık kalan yüzü gibi düşünülüyorsa, bu ülkeyi rahmet ve huzur havası içinde ayakta tutup uzun ömürlü yapan adalet güneşi karartılmış sayılır. Kur'ân bunu büyük bir zulüm olarak niteler. Resûlüllah (A.S.} Efendimiz böyle bir uy­gulamadan Allah'a sığınmıştır.

İşte gerek Nisa Süresindeki emir, gerekse onu biraz daha açıklayan Mâide Süresindeki âyet, İslâm'ın adaletten anladığı mâna ve ölçüyü ser­giler. Çünkü adalet takvaya çok daha yakındır. Takva ise, Allah'tan hak­kıyla korkup her türlü kötülük ve haksızlıktan sakınmaktır. Adaletin he­defi işte budur.. [88]

 

Düşmana Da Âdil Davranmak

 

«Ve bir kavma (veya millet ve topluluğa) olan kin (ve düşmanlığınız) sakın sizi adaletsizliğe itmesin...»

Hak ve adaleti ayakta tutmanın iki büyük mükâfatı vardır: Dünyada huzur ve güveni sağlar. Kötü insanların azalmasına, iyilerin çoğalmasına en müsait ortamı hazırlar. Âhirette ise Allah adaletle iş görenlere ve ha­yatını bu doğrultuda harcayanlara büyük mükâfatlar vadetmiştir.

Bunun için İslâm, cihan dini olma hüviyetiyle esas ve prensiplerini daha çok iki amaca yöneltmiştir: Adaletin -düşmana karşı olsa bile- ak­samadan uygulanması; güzel ahlâkın kök salıp yeşeren ağacının gölge­sinden toplumun yeterince yararlanması.. [89]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle hak ve adaletin sağlam ölçülerle ayakta tutul­ması emredildi. Allah için şahitlikte -aleyhimize olsa bile- adalet ve hak­kaniyetten sapmamamız tavsiye edildi. Allah korkusunun yüksek bir say­gı havası içinde gönüllerde yer etmesinin yararı belirtildi.

Aşağıdaki âyetle hak ve adalete saygılı olmanın olumlu sonuçları açıklanıyor: İnsan için çok yüksek bir meziyet ve üstün bir erdemlik sa­yılan hoşgörülü olmanın Allah'ın rahmet ve yardımına yol açtığı, bu se­beple düşmanların kahir ellerinin kırıldığı hatırlatılıyor. Allah'a güvenip dayanmanın mü'minler için tek destek olduğuna dikkatler çekiliyor. [90]

 

Meali  :

 

11— Ey imân edenler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani bir kavim ellerini size uzatmayı (sizi öldürüp yok etmeyi) kasdetmişti de Allah onların ellerini sizden men'etmişti.

Allah'tan korkup (kötülüklerden, haklara tecavüzden ve nankörlük­ten sakının). Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayansınlar..

 

İniş Sebebi

 

İmam Katade'ye göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Ashabından bir cemaat ile Batn-i Nahle mevkiinde bulunuyordu. Beni Sa'lebe ile Beni Mu-harib Kabileleri, Peygamber ve arkadaşlarını namaza duracakları zaman imha etmek için bir su'i kast plânı hazırladılar. Melek Cebrail inip durumu haber verince, Peygamber (A.S.) Efendimiz cemaati ikiye ayırıp korku namazı durumuna geçti. Bu nedenle yukarıdaki âyet indi. [91]

Diğer bir rivayet:

Tabiînden Mücahid'e göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Münzir bin Amr es-Sâidî'yi istekleri üzerine otuz süvari ile Beni Amr b. Sa'saâ Kabi­lesine gönderdi. Giden müfreze Bi'r-i Maûne — Maûne Kuyusu civarında su'i kasde uğradı. Kaybolan bir deveyi aramaya çıkan üç kişi dışında hepsi kılıçtan geçirildi. Kurtulan üç kişiden ikisi durumu öğrenince vakit kaybetmeden Medine'ye koştular ve olayı Peygamber (A.S.) Efendimize anlattı­lar. Ne var ki, bunlar Medine'ye gelirken yoida. Beni Amr Kabilesinden ol­duklarını söyleyen iki kişiye rastladılar ve ciddi bir soruşturma yapmadan sırf o mütecaviz kabileye mensup bulunduklarını sanarak öldürdüler. Oysa, onlar Beni Amr Kabilesinden değil. Beni Seiîm Kabilesinden imişler. Bu kabile ise, Peygamberle daha önce anlaşma yapıp güven almışlardı. Du­rum aydınlanınca Beni Selîm Kabilesi Peygambere gelip kan pahası iste­di. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz dörtarkadaşıylabirlikte, daha önce bu gibi konularda yardım yapacaklarına söz veren Beni Nadîr Kabi­lesine uğradı. Kökten Yahudî olan bu kabile zahiren Peygamberi çok iyi karşıladılar ve gizliden bir su'i kast plânı hazırlamaya koyuldular. Melek Cebrail derhal inip durumu haber verince Resûlüllah (A.S.) Efendimiz adı geçen kabilenin hazırlamakta olduğu yemeği beklemeden oradan uzak­laştı. Bu sebeple yukarıdaki âyet indi. [92]

 

Allah Haklıdan Ve Doğrudan Yanadır

 

«Allah'tan korkup (kötülükler­den) sakının. Mü'minler ancak Allah'a güvenip dayansınlar.»

Allah yolunda insanlığın saadeti için çalışıp hizmet etmek, kolay bir iş değildir. Davanın büyüklüğü, kutsallığı dikkate alınınca karşısına çıka­cak engellerin ne korkunç ve şiddetli olacağını kabul etmemiz gerekir. Çünkü nîmet külfet karşılığıdır; saadet şiddetle orantılıdır. Allah'ın mü'min-lere olan nimeti, başta İslâm ve Onun yüce Kitabı Kur'ân olmak üzere sa-yılmıyacak kadar çoktur. Dinin kemâle erdirilmesi, Kur'ân'm noksansız inip korunması, düşman tehlikesinin zaman zaman önlenmesi, zafer ka­pılarının açılması bu cümledendir. Yukarıdaki âyetle bunlardan bir kısmı hatırlatılarak, o günleri ve geçen şiddetli olayları, kasıp kavuran fitne ve fesat fırtınalarını görmeyen sonraki Müslümanlar uyarılıyor. Hazıra kon­manın kıymetini çok iyi anlayıp takdir etmenin gereğine işarette bulunu­luyor. Mevcut yüce nimetlerin korunmasının bir ucu Allah'tan korkup kö­tülüklerden sakınmaya dayanır. Çünkü takva ölçüsünde dindarlığını sür-düremiyen mü'minlerin hizmet yolundan saptıkları çok görülmüştür. Bu durumda olan mü'minlerin başkalarına örnek olması düşünülemez. Çünkü Allah her zaman takva doğrultusunda hakkı savunan doğru ve kararlı kimselerden yanadır. Hem dindar görünüp, hem de din ile yaşamıyan ve Allah yolunda hizmet etmiyenlerin başarılı olacaklarını, düşmanlarına üs­tünlük sağlayacaklarını söylemek safdillik olur.

Bunun için Kur'ân'da nimetler hatırlatıldıktan sonra hizmet şuuru için­de Allah'a güvenip dayanma tek ölçü olarak sergilenmektedir. [93]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Allah'ın mü'minlere olan inayet ve nîmetleri ha­tırlatıldı. Allah'a güvenip dayanmanın nasıl bir güç olduğuna işaret edile­rek gereken uyan yapıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, benzeri nimetlere erişen İsrailoğulları'nın ahde vefa etmedikleri, Allah'a ve Peygamberine karşı verdikleri kesin sözü ye­rine getirmedikleri, bu yüzden nankörlüğün en kötüsünü ortaya koydukları açıklanıyor. Bütün uyarılara rağmen dönüş yapmadıkları için lanetlendik­lerine dikkatler çekiliyor. Özellikle ferde ruh ve mana, topluma huzur ve dayanışma getiren namaz ve zekât gibi iki önemli ibâdeti terkettikleri, fai­zi yaygın hale getirdikleri, bu yüzden kendilerine birçok felâket kapılarını açtıkları çok duyarlı biçimde anlatılarak mü'minlerin böyle bir sonuca ken­dilerini itmemeleri için gereken uyarı yapılıyor. [94]

 

Meali :

 

12—  And olsun ki Allah İsrâiloğullarından kesin bir söz almıştı; on­ların oniki tane ileri gelen söz sahiplerini görevlendirip göndermiştik. Al­lah onlara, «eğer namaz kılar, zekât verir, peygamberlerime inanır da ken­dilerine yeterince yardım ederseniz ve Allah'a faizsiz ödünç verirseniz, and olsun ki ben sizinle beraberim; kusur ve günahlarınızı elbette bağış­larım ve altlarından ırmaklar akan cennetlere sîzi yerleştiririm,» demişti. Bu kesin sözden sonra sizden kim nankörlük edip inkâra saparsa, ger­çekten o düz ve doğru yoldan sapmış olur.

13—  Verdikleri kesin sözü bozmaları sebebiyle onları lanetledik, kalb-lerini de kaskatı yaptık. Kelimeleri (asıl konuldukları) yerlerinden oynatıp değiştirirler; uyarıldıkları hususlardan nasiplerini unuttular. İçlerinden pek azı müstesna, onlardan sürekli olarak hainlik görürsün. (Bununla beraber) sen onları affet ve (geçmiş kusurlarından) geç. Şüphesiz ki Allah iyilikte bulunan yararlı kişileri sever.

 

Uyari

 

Âyette, Muhammed (A.S.) ümmetine uyarı var. Musa Peygambere ve getirdiği Tevrat'ın hükümlerine uyacaklarına dair kesin söz verdikleri hal­de yan çizen, verdikleri sözü yerine getirmeyip ahde vefasızlığın kötü ör­neklerini peşpeşe ortaya koyan İsrâiloğulları lanetlenmiştir.

Hazret-i Muhammed'e (A.S.) ve Kur'ân'a inanıp bağlandıktan ve bağ­lanıp acık veya zımnen söz verdikten sonra yan çizmenin, ahde vefasız­lığın cezasız kalmıyacağı hatırlatılıyor. [95]

 

Tarihî Yönü

 

Fir'avn ordusuyla birlikte yok olduktan sonra Allah Beytü'l-Makdis'e hicret etmeleri için İsrâiloğulıarı'na emretti. O sırada Kudüs'te zorbalık-larıyla ün yapan Kenanîler bulunuyordu. İsrâiloğulları bu yüzden oraya girmeğe, daha doğrusu hicret etmeğe pek cesaret edemiyorlardı. Cenâb-ı Hak, Musa Peygamber vasıtasıyla onlara şu vaadde bulunmuştu: «Ben orayı size vatan ve hicret yurdu seçtim; gidiniz zorbalarla savaşınız; ben elbette sizin yardjmoınızım.»

Musa Peygamber bu emir üzerine her boyddn bir baş temsilci yani nakîb seçti. Böylece 12 temsilci bir araya getirilerek, Tevrat'a bağlı kala­caklarına, zorba ve mütecaviz Kenanîlerle savaşacaklarına dair kendile­rinden kesin ve sağlam söz alındı.

Baş temsilci ve söz sahipleri önce durumu yakından 'görüp bazı bil­giler elde etmek için Kudüs'e yaklaştılar, durumu gözden geçirdiler. Ke-nanîlerin güçlü bir orduya sahip bulunduklarını öğrenince moralleri bozul­du ve dönüp herbiri kendi boyuna savaşamıyacaklarını söylediler. Halbu­ki böyle yapmıyacaklarına dair Musa Peygamber kendilerinden kesin söz almıştı. Ancak iki nakîb (söz sahibi temsilci) müstesna, diğerleri geri dön­dü. İki baş temsilci ise, kendi boylarıyla anlaşıp savaşa karar verdiler.

Tevrat'da bu husus şöyle belirtilmiştir:

«Ve sizinle beraber her sıbttan birer adam olacak; her biri kendi ata­ları evinin başı olacaktır. Ve sizinle beraber duracak adamların adları şun­lardır......»

Sonra böylece Tevrat'da sıbt başkanlarının adları sayılır. Levililer ge­ri hizmete ayrılır. Düşman ile savaşacak olanların 20 yaşından yukarı ol­mak üzere 603.550 kişi olduğu belirtilir. [96]

Kur'ân'da bu olay özetlenip en önemli ve ibretli yanlarına parmak ba­sılıyor; İsrâiloğulları'na pek güvenilemiyeceğine dikkatler çekilip bir takım misaller veriliyor. Kendi kumandan ve Peygamberlerine itaat etmiyen, ver­dikleri sözü yerine getirmiyen, Aliah emrettiği halde Kenanîlerden korkup ülkelerini düşman elinden kurtarmaya cesaret edemiyen bu insanlarla iliş­kilerde ona göre bir yol ve yöntem, bir politika ve bir strateji uygulanması emrediliyor. [97]

 

Allah'ın Emrettiği Beş Önemli Husus

 

«Eğer namaz kılar, zekât verir......»

İsrâiloğulları ahde vefasızlığın kötü örneğini ortaya koyduktan ve bu yüzden lanetlendikten sonra, çoğu pişmanlık duydu veya duyar gibi oldu. Cenâb-ı Hak, onları ikinci bir denemeye tabi' tutarak şu beş hususun hak-kiyle yerine getirilmesini emretti. İtaat ederlerse kendilerini affedeceğini-haber verdi. Aslında o beş şey Tevrat'da birkaç kez tekrarlanan emirler ara­sında bulunuyor. Sonunda İsrâiloğulları'nın çoğunun bu emirlere de uy­madıkları anlaşılıyor. Tevrat'da bu hususa, -kelimelerin çoğu değiştirilme­sine rağmen- değinilerek, Musa Peygamberin ölümünden birkaç gün ön­ce bu üzüntüsünü dile getirdiği, Allah emrettiği halde Kudüs'ü ele geçire-medikleri, çoğunun bu emre kayıtsız kaldığı anlatılıyor. Son olarak o gün­leri ve Allah'ın emirlerini unutmasınlar diye Musa Peygamber cok anlamlı ve duyarlı bir ilâhî hazırlayıp İsrâiloğulları'na okuyor.

Nitekim Musa Peygamberden sonra büsbütün dağılıp kendilerini mad­deye veren ve âhiret havasından uzaklaşan İsrâiloğulları Allah'ın gazabına çarpılıyor. Tevrat'da bu husus şu sözlerle anlatılmıştır:

«Onlara ettiğim ahdimi bozacaklar. Ve o gün onlara karşı öfkem alevlenecek ve onları bırakacağım ve onlardan yüzümü saklıyacağım ve onlar yenilip bitecekler ve onlara çok kötülükler ve sıkıntılar erecek ve o gün diyecekler: Aramızda Allahımız olmadığı için değil midir ki bize bu kötülükler erdiler?»[98]

İsrâiloğulları'na yerine getirilmesi emredilen beş husus :

1.  Namazı aksatmadan kılmak,

2.  Zekâtı gerektiği gibi vermek,

3-4, Bütün peygamberlere inanıp hayatta olanlarına uyup yardımcı ol­mak,

5. Faizsiz ödüne vermek ve bunun karşılığını yalnız Allah'tan bekle­mek..

Yapılan ciddi araştırmalara göre, İsrâiloğulları bu emirlere kısmen uy­duktan bir süre sonra hiçbirine bağlı kalmamışlar, diğer emirlerle birlik­te bunları da unutmuşlardır. Tevrat'ın Tesniye bölümünde buna çok geniş yer verilmiştir. Böylece doğru yol karşılarına konulmuşken ondan sapmış­lar. Allah da onları lânetleyip-ilâhî sünneti gereği-kalblerini kaskatı yap­mıştır.

Görülüyor ki, ferdin içini temizleyip toplum hayatında sosyal adaleti gerçekleştiren, sınıf farkını kaldırıp peygamber sünnetinde birleşip kar­deş olmayı gerçekleştiren namaz ve zekât gibi iki önemli ibâdet diğer üm­metlere de farz kılınmış; toplumun belli bir kesimini sömürüp cılızlaştıran faiz yasaklanmış; peygamber sünnetindeki feyizli hayatın lüzumu belir­tilmiştir.

Bugün de ayni emirler Kur'ân'da yer almakta ve mü'minlerden bu farzların yerine getirilmesi kesinlikle istenmektedir. Aksine bir yol tutan­lara, İsrâiloğulları'nın akibeti hatırlatılmakta ve böylece gereken ilâhî uya­rı yapılmaktadır.

Günümüzde fertlerin ömür ve kazançlarında bir bereketsizlik, aile yu­valarında sürekli huzursuzluk, toplum yapısında güvensizlik varsa, bunun sebebini dine, dinî emirlere kayıtsız kalmamızda; namaz ve zekât gibi, biri ferdi erdemli düzeye getiren, diğeri topluma yön verip dengeyi sağla­yan iki önemli ibâdetin terkinde ve faiz ile maddeciliğin bütün hızıyla top­lumu kemirmesinde aramamız gerekir. [99]

 

Tevrat'taki  Kelimelerin Yerlerinin  Değiştirilmesi

 

«Kelimeleri (asıl konuldukları) yerlerinden oynatıp değiştirirler...»

Daha önce de bu konuya Nisa Sûresinde değinilmiş, gerekli açıkla­mada bulunulmuş ve az da olsa -bilgi mahiyetinde- bir malzeme sunul­muştu. Mâide Sûresinde ise, iki ayrı yerde ayni konuya yer verilmekte­dir. Gerçi tekrar, hem konunun önemine dikkatleri çekmek, hem idrâki­mizi uyanık tutmak amacına yöneliktir. Ama bunun da ötesinde, her tek­rar bize yeni bir malzeme sunmakta, yeni bir ufuk açıp ayrı bir hususu ha­tırlatmaktadır.

Nisa  Sûresinde,  Yahudilerden  bir  kısmının,  daha  doğrusu  Tevrat'la meşgul bulunan din adamlarının, Hazret-i Muhammed'in (A.S.) peygam­berlik göreviyle ortaya çıkmasına dayanamıyarak Tevrat'taki bazı belge­lerin delâlet ettiği mânayı değiştirmek maksadiyle kelimelerin konulduğu yerleri değiştirdikleri açıklanıyor. Çünkü sırası geldikçe inen Kur'ân âyet­leri, Tevrat'tgki belgeleri hatırlatıyor ve tashîh ediyordu. Yahudi ilim adam­ları bilhassa son peygamberle ilgili birkaç belgeyi önemli biçimde, -keli­melerin yerlerini değiştirerek- aslından uzaklaştırdılar. Hz. Muhammed'in (A.S.) dâvasını çürütmeyi, doğruyu söylemediğini ortaya koymayı amaçlı­yorlardı. Ayni zamanda Peygamberimizden işittikleri sözleri de değişti­rerek etrafa yaymaya çalışıyorlardı. «Yahudilerden bir kısmı, kelimeleri ko­nulduğu yerden değiştirirler; dillerini eğip bükerek dine de saldırarak..» [100] mealindeki âyet bilhassa belirttiğimiz hususlara işaret etmektedir.

Mâide Süresindeki iki âyetten birincisi, -ki konumuzu oluşturuyor- İs­râiloğulları'nın Musa Peygamberin ölümünden sonra Allah'ı unutup kendi zevklerinden yana Tevrat'ta bir takım değişiklikler yaptıklarını haber ve­riyor.

Nitekim Tevrat'da Musa Peygambere gelen son ilâhî haberde bu hu­sus şöyle açıklanıyor:

«Rab, Musa'ya dedi: İşte öleceğin günlerin yaklaşıyor, Rab Musa'ya dedi: İşte sen atalarınla (ölüp) uyuyacaksın ve bu kavm (İsrâiloğulları) kal­kacak aralarında bulunmak üzere gitmekte oldukları diyarın yalancı ilâh­larına uyup zina edecekler ve beni bırakacaklar ve onlarla ettiğim ahdi bozacaklar.» [101]

Mâide Süresindeki ikinci âyette : «Kelimeleri, yerlerine konulduktan sonra değiştirirler..» buyurulması, Allah tarafından bir hüküm ifade etmek üzere indirilen sözlerin sonradan değiştirildiğini hatırlatıyor. Nitekim zina cezasıyla ilgili belgeyi kendi iddialarına göre değiştirmeye kalkışmaları bunun örneklerinden biridir.

Bakara Sûresi 75. âyetle de onların bu tür aşırılıkları açıklanarak, Kur'ân'ı indirildiği şekilde aynen korumamız için işaretlerde bulunulur. [102]

 

Son Dinin Yüceliğini Göstermek

 

 «Sen onları affet (geç­miş kusurlarından) geç. Şüphesiz ki, Allah iyilikte bulunan yararlı kişileri sever.»

İslâm tek keiimeyle Cenâb-ı Hakk'a teslimiyet, canlılara rahmet dini­dir. Kötülüğe kötülükle, düşmanlığa kin ve öfkeyle karşılık vermez. Ceza son çaredir, bu dinde. Islâh yararlı olduğu sürece geçerlidir.

İlgili âyetin gerek iniş sebebinden, gerekse tefsir ve yorumlarından anlıyoruz ki, Yahudîler birçok defa verdikleri sözü bozmuş; Hazret-i Mu-hammed'i (A.S.) öldürmeyi planlamış ve mü'minleri son dinden uzaklaştır­ma ve soğutma yollarını araştırmış, fiilî birçok teşebbüsleri ortaya çık­mış olmasına rağmen hep hoşgörü ile karşılık görmüşlerdir.

Tevrat'taki son peygamberi müjdeliyen belgelerdeki kelimelerin yer­lerini değiştirmeleri ve bununla da yetinmiyerek Peygamberi öldürmeğe te­şebbüs etmeleri kesinlikle bilindiği halde Allah onlar hakkında izlenecek politikayı, takip edilecek stratejiyi şöyle açıklamıştır: «(Böyle de olsa) sen onları affet, (geçmiş kusurlarından) geç. Şüphesiz ki Allah iyilikte bulunan yararlı kişileri sever.»

Bu metodun uygulanması, dine bir zarar dokunmadığı sürece geçer­lidir. Son dinin yüceliği, Hz. Muhammed'in (A.S.) rahmet peygamberi ola­rak gönderilmesi; insanları kahretmek için değil, onları Allah'a kul olma­nın şeref düzeyine eriştirmeyi amaçladığı içindir. Bu ancak sözü edilen davranışlarla anlaşılabilir. İslâm'da barış esastır, savaş arızîdir. Bu bakım­dan mecbur kalınmadıkça savaşa gidilmez. Kılıç son çaredir, onun ha­kemliğine başvurulur.

Son dinin cihan dini olduğunu göstermek, daha çok ona inanıp gönül verenlerin ilmi, irfanı- ve peygamber sünnetine uygun bir hayat sürmele-riyle mümkündür. Peygamber ilmine vâris bulunan ilim adamlarının en önemli ve başta gelen görev ve hizmeti budur.. [103]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Yahudilerin kin ve ihtirasları uğruna Tevrat'a sırt çevirdikleri, dünyevî saltanatlarına engel kabul ettikleri İslâm'a karşı kin besledikleri, Hz. Muhammed'in vücudunu ortadan kaldırmak için bir­çok kere su-i kast teşebbüslerinde bulundukları açıklandı. Amaçlarına eri­şebilmek için kutsal kitap Tevrat'taki bazı kelimelerin yerlerini değiştir­dikleri, bu yüzden verdikleri sözü hiç bir zaman yerine getirmedikleri, ah­de vefasızlığın nice örneklerini ortaya koydukları belirtildi.

Onların bu yanlış tutumunun kendilerine dünyada da, âhirette de çok pahalıya mal olduğu hatırlatılarak son dine uyan mü'minler uyarıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Hıristiyanların da aşırı tutucu olmaları nedeniyle hakikati göremîyecek kadar katılaştıkları hatırlatılıyor. İncil'in birkaç ye­rinde -az değişikliğe uğratılmasına rağmen- Hazreti Muhammed'in (A.S.) geleceğinden bahsedildiği ve onların da bunu sabırsızlıkla bekledikleri ve herkesten ziyade o rahmetten paylarını almaları gerektiği halde, sözlerin­de durmadıkları açıklanıyor. Son dine karşı besledikleri kin ve nefretin onları İsâ Peygamberi ilâhlaştırmaya kadar sürüklediği, çok duyarlı bi­çimde anlatılıyor.. Ayni hataya mü'minlerin düşmemesi için gereken bütün uyarılar yapılıyor. [104]

 

Meali :

 

14— Biz Nasrânîyiz diyenlerden de kesin söz aldık. (Ne yazık ki) onlar da uyarıldıkları hususlardan nasiplerini unuttular. Bu yüzden aralarına kı­yamet gününe kadar düşmanlık, kin ve nefret sokup bulaştırdık.

Allah, onlara neler işlediklerini, ne sanatlar kurduklarını haber ve­recektir.

15—  Ey Kitap Ehli! Kitabınızdan gizlediğiniz birçok şeyi size açıkla­yan ve birçoğunu da {açıklamaya gerek görmeyip) geçen Resulümüz size gelmiştir. Şüphesiz ki size Allah'tan bir nûr ve çok açık bir kitap da geldi.

16—  Allah   kendi   hoşnutluğuna   uyanları   selâmet  yollarına   eriştirir; kendi izniyle onları karanlıklardan çıkarıp aydınlığa ulaştırır ve doğru bir yola koyar.

17—  «Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisidir» diyenler, and olsunki kâfir olmuşlardır. De ki : Eğer Allah Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yer­yüzündeki her şeyi yok etmeyi dilese, Allah'ın  (bu  irâdesin)den  bir şey kurtarmaya  (onu  durdurmaya)  kim  sahip  olabilir?

Göklerin, yerin ve aralarındaki her şeyin mülkü Allah'ındır. Dilediğim yaratır. Allah'ın kudreti her şeye yeter.

 

Hıristiyanların Da Verdikleri Sözü Bozması

 

«Onlar da uyarıldıkları hususlardan nasip­lerini unuttular.»

Biz Nasranîyiz diye iddiada bulunanlar da verdikleri sözlerine bag ı kalmamışlar, ahde vefanın kötü örneklerini ortaya koymuşlardır. Isa pey­gamberden sonra ona ve getirdiği İncil'e inanıp İncil'in haber verdiği s peygamberi, İncil'in değişik tabiriyle Hakikat Nurunu ve Teselliciyi be  e dikleri halde, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz gönderilince ona karşı kinle, ne -retle çıktılar ve bununla da yetinmiyerek İncil'de geçen «Ahmed». « hammed» anlamına gelen «Faraklit» ismini «Beklenilen Aziz», «Tese ı ve «Hakikat Nuru» gibi tabirlerle çevirisini yapıp daha çok kendileri göre «Mehdi» anlamına gelen bir aziz ile yorumladılar. Böylece Isa ta fından kendilerine hatırlatılan ve İncil'de yerini alan son Peygamber^ paylarını almadılar; verdikleri sözü yerine getirmediler; İsâ ve İncil'e bağlı kalmıyarak sadakat ve bağlılık sınırını aştılar.

Daha önce de kısaca belirttiğimiz gibi, İncil'de geçen müjde an oı daki ilâhî haberleri -değişikliğe uğratılmış şekliyle- burada bir defa görmemizde yarar var:

İsâ Peygamber Diyor ki :

«Eğer beni seviyorsanız, emirlerimi tutarsınız. Ben de Babaya t bime) yalvaracağım ve O size başkaca bir TESELLİCÎ, Hakikat verecektir. Tâ ki, dâima sizinle beraber olsun.» [105]

«Size söyliyecek daha cok şeylerim var, fakat şimdi dayanamaz  Ama o Hakikat Ruhu gelince, size her hakikate yol gösterecek, zira diliğinden söylemiyecektir; fakat her ne işitirse söyliyecek ve gelece'kleri size bildirecektir. O beni ta'zîz edecektir. Çünkü benimkinden ve size bildirecektir.» [106]

«Bağın sahibi geldiği zaman....»

«Bundan dolayı size derim, Allah'ın Melekûtu sizden alınacak ve onun meyvelerini yetiştirecek bir millete verecektir ve bu taşın üzerine düşen parçalanacak, o da kimin üzerine düşerse onu toz gibi dağıtacaktır.» [107]

«Yahya da ele verildikten sonra, İsa Allah'ın İncil'ini vazederek, Ga-lile'ye gelip dedi: Vakit tamam oldu ve Allah'ın melekûtu yakındır. Tövbe edin ve İncil'e imân eyleyin..» [108]

Bütün bu açık belgelerde bazı kelime değişikliği, çeviri hatası yapıl­mış ve «Ahmed» ismi yerine başka sıfatlar konulmuştur.

Hıristiyanlar İncil'e imân ettiklerini iddia etmekle beraber, ne yazık ki onun emir ve haberlerine uymadılar. Son peygamber ve Onun getirdiği son dinden (Allah'ın Metekût'undan) nasiplerini almayı unuttular. Aşırı tu­tucularla diğerleri kendi anlayışlarına göre birçok İncil'ler meydana geti­rip yeni yeni mezhepler kurdular. Bu yüzden birbirlerine düşüp düşman oldular. Ayni düşmanlık biraz daha katı biçimde Yahudilerle Hıristiyanlar arasında baş gösterdi ve kıyamete kadar da sürüp gidecektir. Ancak İs­lâm'ın sulh ve selâmet çatısı altında toplandıkları takdirde bu düşmanlık kalkabilir. [109]

 

Yahudîde Ticaret, Hıristiyanda San'at

 

«Allah onlara neler işle­diklerini, ne sanatlar kurduklarını haber verecektir.»

Kur'ân, ilgili âyetlerle, Yahudi ve Hıristiyanların verdikleri kesin sözü bozmalarının ve hakka yan çizmelerinin, mukaddes kitaplarda bazı deği­şiklikler yapmalarının bir diğer sebebini açıklıyor:

Yahudiler daha çok dünya saltanatına ve paraya bağlı kaldıkları için ağırlıklarını ticarete vermiş ve bütün yetenek ve dehalarını bu konuda kullanarak kendilerini dünya ekonomisinde söz sahibi olma düzeyine ge­tirmiş, ithalat ve ih/acatın önemli bir bölümünü ellerinde tutmayı başar­mışlardır. Maddî güç ve imkânlar onlara manevî gücün asıl değer ve öl­çüsünü kaybettirmekle kalmamış, son dine ve son peygambere karşı düş­manlık duygusunu geliştirmiştir. Bu yüzden Tevrat'ta kelimelerin konul­dukları yerlerini değiştirmekten, recim âyetini inkâr etmekten bile kaçınmamışlardır. O kadar ki para ve servet onların tek dayanağı ve umudu olarak ruhlarında yer etmiştir.

Hıristiyanlar ise, dar topraklar üzerinde çok çalışmak zorunda kalmış; kilisenin İncil'in prensipleri ve İsâ Peygamberin hoşgörüleri dışına çıkarak engizisyon mahkemeleri kurup hürriyetleri iyice kısması, gelişmeye yüz tutan ilmî buluşların karşısına çıkması sonucu bir patlamaya ve taassup çemberinin kırılmasına neden olmuştur. Böylece Hıristiyan halk kurtuluşu ilimde ve daha çok sanayi'de bulmuş, hızlı bir çatışma devresi açarak tek­nik alanda büyük mesafeler kat'etmesini başarmıştır.

Bunun tabii sonucu olarak din ve dindarlık onlar için fantezi olarak kalmış ve tek kurtuluş sanayi' mu'cizesinde aranmıştır.

Kur'ân ise, hakikî dindarlıktan ve gerçek imândan uzak ticaretin ve sanatın insanlığa dünyada da, âhirette de arzulanan saadeti getirmiye-ceğini hatırlatıyor. Her iki milletin bu doğrultudan uzaklaşmalarının ken­dilerine çok pahalıya mal olduğuna ve olacağına işarette bulunuyor.

Dikkat edecek olursak, «YASNÂÛN» fiili getirilmiş de «YA'MELÛN» veya «YAFALÛN» denilmemiştir. Cenâb-ı Hak, dinden ve imândan uzak bir sanatın neler getireceğini ileride onlara bildireceğini Kur'ân vasıtasiy-le haber veriyor. [110]

 

Kur'ân İnsan Ruhunu Aydınlatır

 

Kur'ân, insan ruhunun çok yönlü arzu ve temayüllerine cevap vere­cek, onun hareket sahasını açacak, ufkunu genişletecek, gücünü ortaya çıkaracak bilgilerle inmiştir. İlgili âyetlerle bu husus beş madde halinde özetlenerek inananlar aydınlatılmıştır:

1.  Daha önceki kutsal kitapların önemli bölümlerini açıklaması.

Bunun hikmeti, insan aklını harekete geçirmek içindir. Okur-yazar ol­mayan bir kişinin cehalet bataklığında bir ömür tüketen kaba bir toplum içinden çıkıp önceki kitaplarda insan elinin dokunup değiştirdiği önemli maddeleri açıklaması ve daha mükemmel bir kitap getirmesi, üzerinde hassasiyetle durulacak bir konu değil midir? Onbeş asır geriye gidip o günkü sosyal yapıyı incelediğimizde karşımıza her türlü şüpheden uzak bir peygamber çıkması, tabii bir sonuç olarak belirlenir.

2.  Allah'tan bir nurun gelmesi..

İnsan ruhunun yüceliğiyle her bakımdan uyum sağlayan, geçmiş ve gelecek olaylardan haber veren ve verdiği hiçbir haberinde yanılmayan; hukuk, astronomi, tarih, jeoloji, biyoloji, tıp, anatomi, fizik ve benzeri ilmî konularda ana fikirler getiren ve ilim ilerledikçe onun ana fikirleriyle mu­vafakat halinde olduğu anlaşılan bir kitabın 1400 yıl önce en gelişmiş bir kafadan bile çıkmasının mümkün olmayacağı dikkate alınınca, insanın îç ve dış âlemlerini aydınlatan bu kitabın ancak Allah tarafından indirildiği kesinlik kazanır.

3.  Allah'ın hoşnudluğuna erişmek istiyenleri selâmet yollarına eriştir­mesi..

İmân ve irfan gözüyle okuyup her cümlesi üzerinde özellikle durarak ilâhî muradı anlamaya çalışan bir insanın Kur'ân'dan alacağı sayısız ders­ler, ibretler, öğütler ve bilgiler vardır. Bunlar yalnız aklı ve zekâyı geliş­tirmekle kalmaz, ayni zamanda ruh ve vicdanı harekete geçirip insanla Yaratan'ı arasındaki engellerin kalkmasını sağlar. Böylece selâmet yol­larını bütün genişliğiyle insan idrâkine takdim eder.

O nedenle son peygamberin bu kitapla yapmış olduğu en büyük in­kılâbın nedeni daha iyi anlaşılır.

4.  Karanlıklardan aydınlığa çıkarması..

İnsan için en büyük dayanak ve en yüksek güven kaynağı Allah'tır. En köklü umut ise, âhiret mutluluğudur. Kur'ân insanı daha çok bu iki temel itikat potasında eğitip şekillendirir. Kafa ve kalbleri umutsuzluk, yok olup belirsiz hale gelme karanlığından çıkarıp imân, ümit ve güvenin aydınlığına kavuşturur. Bir fâni için bundan daha anlamlı bir nîmet var mıdır?

5.  Doğru yola eriştirmesi veya doğru yolu gösterip ona rehberlik yap­ması..

Kur'ân ruhlara seslenir, vicdanları harekete geçirir; insan muhayyi­lesini, görüş açısını, düşünce çemberini genişletir. Kafa ve kalbleri fizik âleminden zaman zaman çekip metafiziğe çevirir. Dünya ile âhiret, beden ile ruh arasında sağlam bir köprü oluşturur. Böylece insanı nefs batak­lığından kurtarıp en doğru yola eriştirir.

Kur'ân'ın bu sıralaması ise, bize şu hikmeti yansıtmaktadır:

Allah rızasına erişmenin yolu, O'ndan gelen nura kafa ve kalbimizi açık tutmamızla gerçekleşir. İlâhî rızaya erişmekle insan karanlıktan ay­dınlığa çıkmış olur. Aydınlık ise, insanın önündeki doğru yolu gösterir. [111]

 

Yahudî Ve Nasrânî Deyimleri

 

Kur'ân, Kitap Ehli sayılan bu iki millet üzerinde sık sık durur. Geniş hareketli ve zikzaklı bir tarihe sahip olan ve İslâm'a karşı cephe alan iki ayrı milleti sık sık insaf ve iz'ana davet eder. O halde bu iki isim üzerinde az da olsa bir bilgi vermemizde yarar vardır:

Hz. İsâ (A.S.) NASIRA'da doğduğu ve oralı olduğu için Kur'ân'da bu peygambere uyanlara NASARÂ denilmektedir.

Hıristiyanlık ise, İbranice veya Yunanca olan KHRISTOS'dan gelme bir isimdir. Kur'ân'da geçen MESİH buna karşılık kullanılmıştır. Hıristiyan­lığı yayıp Roma İmparatorluğuna sokarak ümitlerin çok üstünde olumlu sonuçlar sağlayan AZİZ PAULOS'dur. Birçok mezheplere ayrılmakla be­raber daha çok Hıristiyanlığı şu üç büyük mezhepte görmek ve tanımak mümkündür: Katolik, Ortodoks, Protestan..

Yahudilerle Hıristiyanlar arasında ciddi bir rekabet, tartışma ve sür­tüşme bulunduğu gibi, bizzat sözü edilen üç mezhep arasında da aynı ha­va mevcuttur. Kur'ân özellikle bu noktaya dikkatleri çekmekte ve mü'min-leri mezhep konusunda uyarmaktadır.

Yahudilik, YAHUDA isminden alınmadır ve Yahuda ismine nisbet edi­len din demektir.   Yahuda aynı zamanda İsa Peygamberi düşmanlarına teslim eden havarinin adıdır.

Yahudîlerle Hıristiyanlar arasındaki düşmanlığın daha çok iki nedeni üzerinde durulur: Birincisi, Hıristiyanların iddiasına göre, İsâ Peygamberi Yahudiler öldürmüştür. İkincisi, bu yüzden Yahudi milleti Allah'ın lanetine çarpılmış ve bir ceza olarak yurtlarını kaybederek dünyanın her tarafına yayılmışlar ve gittikleri her yerde huzursuzluğa sebep olmuşlardır.

«Bu yüzden aralarına kıyamet gününe kadar düşmanlık, kin ve nefret sokup bulaştırdık..» mealindeki âyetin bu düşmanlıktan söz ettiğini söyli-yenler de var. [112]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Allah'a karşı -dinî buyruklara inanıp uyacakları­na dair- kesin söz verdikten sonra sözünde durmayan ve bu yüzden gerek kendi bünyelerinde, gerekse birinin diğerine karşı tutum ve anlayışında ardı-arkası kesilmiyen kin, nefret ve düşmanlıklara yol açan Yahudî ve Hıristiyanlar kınandı. Son dine uyan mü'minlere bu doğrultuda birkaç önemli misal verilerek gereken uyarı yapıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, yine Yahudî ve Hıristiyanların Tanrı hakkındaki çok yanlış inançları ve sakat tutumları söz konusu ediliyor. Asırların geç­mesiyle dinlerinde birçok değişikliklerin meydana geldiği, Tevrat ve İn­cil'in asıllarından uzaklaştırıldığı, bir takım yanlış itikatların doğduğu, pey­gamberlerin getirmiş olduğu ibâdetlerin ölçü ve anlamının unutulduğu, ilâhî ölçüde olmayan bir takım ibâdet şekillerinin ortaya çıkarıldığı hatır­latılıyor. Ve artık şirazesi kopan dinlerinin ilâhî sünnetten saptığına işaret edilerek yeni bir peygamberin lüzumu belirtiliyor. Kıyamet günü, «bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi» diye itirazda bulunmamaları için son pey­gamber Hz. Muhammed'in (A.S.) gönderilmesinin gereği üzerinde durulu­yor. [113]

 

Meali :

 

18—  Yahudî ve Hıristiyanlar, «Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz» dediler. De ki: Öyle ise neden Allah günahlarınız sebebiyle size azâb edi­yor? Doğrusu siz Onun yarattıklarından bir beşersiniz. O, dilediğini bağış­lar, dilediğine azâb eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasındaki şeylerin mülkü Allah'ındır; dönüş de O'nadır.

19—  Ey Kitap Ehli! Peygamberlerin ardı-arkası kesildiği bir zaman­da, «Bize (saadeti va'deden) bir müjdeci, (saptığımız yolun felâkete uzan­dığını haber veren) bir uyarıcı gelmedi» demiyesiniz diye size (doğruyu, güzeli, iyiyi ve her yönüyle hakkı) açıklayan Resulümüz gelmiştir.

Şüphe yok ki, size hem müjdeci, hem uyarıcı gelmiştir. Allah'ın her şeye kudreti yeter.

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

«Yahudîlerden bir grup Resûlüllah (A.S.) Efendimize geldi. Kısa bir konuşmadan sonra Allah Resulü, görevi gereği onları Allah'ın son dinine davet edip Allah'ın azabına karşı uyardı. Bunun üzerine onlar: «Ey Mu-hammed! bizi korkutmaya çalışma, çünkü biz Allah'ın oğulları ve sevgili­leriyiz» diye karşılık verdiler.» Yukarıdaki âyetler onların bu iddiasını red­deder anlamda indi. [114]

Müfessir Süddî diyor ki:

Yahudilerin bu konudaki iddiası şöyle olmuştur: «Allah, İsrail'e vah-yetti ki, ben senin evlâdından hayli kimseleri cehenneme sokacağım, ama onlar ateşte sadece kırk gün kalıp temizlendikten, hatâları giderildikten sonra şöyle bir sese muhatab olurlar: «İsrâiloğulları'ndan sünnetli olan herkes cehennemden çıksın!.» Bunun üzerine cehennemde kırk gününü dolduran bütün İsrâiloğulları çıkıp cennete girer.»

«Hıristiyanlara gelince, onlar da kendilerini Allah'ın en sevgili kulla­rı ve yakınları sayar, İsa'nın da Allah'ın oğlu olduğunu iddia ederler.»

Bunların Tevhîd Akidesine ters düşen inançlarını reddetmek üzere yukarıdaki âyetler indi. [115]

 

İlgili Hadîsler

 

Hz. Enes (R.A.) diyor ki:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz yanında birkaç sahabi bulunduğu halde bir köyün önünden geçerken, küçük çocuğunun emekliyerek yola girdiği­ni ve bir kafilenin de köye doğru geldiğini gören anne, heyecan ve telaşla koştu, «çocuğum çiğnenecek» diye feryad etti. Bunun üzerine Ashabdan biri, «Ya Resûleilah! bu anne çocuğunu ateşe atar mı?» diye sorunca, Aliah Resulü, «Hayır vallahi.. Allah da sevdiğini ateşe atmaz» diye cevap verdi.» [116]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz buyurdu :

«Ben herkesten daha çok Meryem'in oğluna yakınım. Çünkü benimle onun arasında peygamber yoktur.» [117]

 

Fetret Devri

 

Peygamberlerin ardı-arkası kesildiği bir zamanda......»

Fetret: Genellikle iki peygamber veya iki hükümdar arasında geçen zaman içinde başka bir peygamberin veya hükümdarın çıkmaması, bun­ların arkasının kesilmesi anlamında kullanılan bir deyimdir.

Kök mâna olarak : durmak, sakinleşmek, kesilmek, kopmak demek­tir. Çalıştığı işe ciddi olarak sarılmayı bırakan kimseye FETERE AN AME-ÜHİ denilir. Suyun sıcaklığı giderilip soğumaya başlayınca FETERE'L-MÂU denir.

Resûlüllah (A.S.) Efendimizle İsâ Peygamber arasındaki süre, diğer bir tabirle ikisi arasındaki fetret süresi, beş asrı aşkındır. Ancak bu süre içinde başka peygamberlerin gönderilip gönderilmediği hakkında farklı rivayetler ve görüşler meydana çıkmıştır:

a) İbn Abbas'a (R.A.) göre, bu süre 569 yıldır. Ancak ara yerde dört peygamber gönderilmiştir. Yâsîn Sûresinde bunlardan üçüne işaret edil­miştir : «Onlara, elçiler gönderilen kasaba halkını anlat, misal olarak ver: Hani o kasabaya iki elçi göndermiştik de onları yalanlamışlardı; bu yüzden o ikisini bir üçüncü elçiyle desteklemiştik.»

«Dördüncüsünün kim olduğunu bilmiyorum..» demiştir.

İbn Cevzî de bu rivayeti uygun bulmuştur. Yine İbn Abbas'a göre, İsâ Peygamberden sonra gönderilen bu dört peygamber, ilk 134 yıl içinde ge­lip geçmiş, ondan sonra fetret devri başlamıştır. [118]

b)  Ebu Süleyman ed-Dımeşkî'ye göre, dördüncü peygamber Halid bin Sinan'dır ki Resûlüllah onun hakkında, «Kavminin zayi' edip yitirdiği pey­gamber» diye bahsetmiştir. [119]

c)  İmam   Kurtubî'ye  göre,  kasaba   halkına  gönderilen   üçüncü  elçi, Havarilerden Şem'un adında bir zattır. Buna peygamber diyenler de ol­muştur. Fetret devri ise, bunlardan sonra başlar ve 434 yıl sürer. [120]

d)   Kelbî'ye göre, İsâ Peygamberle Resûlüllah Muhammed (A.S.) ara­sında dört peygamber gelip geçmiştir. Onlardan biri Araptır ve Beni Abs kabilesinden Halid bin Sinan adında bir zattır.

Bütün bu ve benzeri rivayetlerle Buharî'nin Ebû Hüreyre (R.A.)den ri­vayet ettiği hadîs arasını bağdaştırmak gerekir. Hadîs haber-i vahitle (tek kanaldan) da gelse sahihtir. O halde Ashab ve Tabiîn'den ve diğer ilim adamlarından bir kısmının bu konuda MURSEL kelimesine bakarak An­takya'ya gönderilen iki elçi veya misyoneri peygamber sandıkları anlaşılı­yor. Çünkü MURSEL, yazılı veya şifâi bir haber götürmekle görevli olan elçiye denildiği gibi, Allah tarafından ilâhî buyrukları insanlara ulaştır­makla görevlendirilen peygambere de denir. Nitekim Râğıb el-Asbahanî el-Müfredat'ında, birinci mânayla «söz ve mektup taşımakla görevli kimse hakkında da kullanılır» demiştir.

Kaldı ki Ashab ve Tabiîn'den bu hususta yapılan rivayetlerin sıhhat derecesi üzerinde durulmaya değer bir konudur. Hadîsin rical ve senedi belli olduğu halde bu rivayetlerin çoğunun senedinin kopmadan Ashab'a kadar uzandığını tesbit etmek hayli zordur.

O halde gönderilen üç kişinin dinî misyoner olduklarını söylemek da­ha sıhhatli olsa gerek. [121]

 

Neden Fetret Devri?

 

İsâ Peygamberden altı asır gibi uzun bir zaman geçtikten ve peygamberlerin ardı-arkası kesildikten sonra Resûlüllah (A.S.) Efendimizin gönderilmesinde^ hikmetleri ve bu gecikmenin nedenlerini şöyle özetli-yebiliriz:

1.  Yahudilerle Hıristiyanlar arasında ciddi bir sürtüşmenin başlama­sı; Tevrat'ın Musa Peygambere inen ilk Levhalardan istinsah edilmemesi asıl metinlerin Babil esaretinde kaybolması, bu yüzden hafızalarda kalan­ların vebirde dağınık biçimde şurada burada yazılı bulunan parçaların bir-araya getirilerek yazılması; bunun tabii sonucu olarak farklı hükümlerin, yanlış belgelerin yer alması,

2.  Musa Şeriatının unutulmaya yüztutması, ahkâmda bir takım kişi­sel görüş ve içtihatlarla değişikliklerin yapılması,

3.  Hakla bâtılın, helâl ile haramın, doğru ile eğrinin birbirine karışıp ayırdedilemez duruma gelmesi,

4.  İbâdetin asıl ölçü ve anlamının zamanla unutulması, bu hususta Tevrat ve İncil'de açıklayıcı belgelerin zayi' edilmesi,

5.  İndilerin çoğalması, üç yüzün üstünde değişik İncil nüshalarının tam bir tutarsızlık içinde ortaya çıkması,

6.  Kilisenin kendi anlayışına göre ibâdet şekli uydurması, namaz ve zekât gibi farz ibâdetler yerine insan kafasından çıkan başka ibâdet şe­killerinin uygulanması,

7.  Dinî otoritenin zayıflaması, Hıristiyan din adamlarının Allah adına günahları affetme yetkisini ihdas etmeleri, kiliseye ters düşen insanları afaroz etmeleri,

8.  Putperestliğin yeniden hortlaması, dinin aslından uzaklaşıp şahıs­ların ilâhlaştırılması, Üzeyir ve İsâ Peygamber için «Allah'ın oğulları» de­nilmesi, Allah'ın millî ilâh kabul olunması, âlemlerin,  yani   bütün  millet­lerin Rabbisi bulunduğunun unutturulması bu cümledendir.

Ayrıca:

Dünya nüfusunun çoğalması ve özellikle Asya kıtasmda, daha çok Mezopotamya'da çeşitli medeniyetlerin el değiştirmesi, ticarî hareketin hızla yaygınlaşması; Pers ve Roma imparatorluklarının yüzyıllara daya­nan medeniyet ve âdetlerinin etrafa yayılıp halkı geniş çapta tesir altına alması,

Haberleşme imkânlarının ticarî kervanlarla ve özel ulaklarla daha uzaklara götürülmesi, Güçlü millet ve kabilelerin güçsüzleri bir bir ezip sömürmesi; canlara can, kalblere imân, ruhlara ilâhî ışık katacak büyük bir kurtarıcının, kar­şısında durulmaz bir mürşidin gelmesini davet ediyordu. O halde böylesi­ne bir ihtiyaç ortaya çıkmadan peygamber göndermenin fazla tesiri olma­yacağı tabiidir. Kaldı ki, artık bir millete değil, bütün insanlara gönderile­cek olan peygamberin gönderiiebilmesi için en azından belirtilen şartla­rın gerçekleşmesi gereklidir. Ayrıca putperestliğin iyice hortlayip Hakk'a şiddetle karşı koyacak düzeye gelmesi de lâzımdır. Aksi halde gön­derilen son din doğduğu gibi ölmeye mahkûm olur, son peygamber sesini duyuramadan sahneden ayrılmak zorunda kalırdı.

İşte ortamı hazırlayan bütün bu sebep ve hikmetlerin çıkması için 5-6 asır geçmesi lüzumu ortaya çıkmıştır. Hazret-i Muhammed'in (A.S.) fetret devrinden sonra gönderilmesinin bir kısım sebep ve hikmetleri bun­lardır. [122]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıdaki âyetlerle, İslâm öncesi semavî dinlerin Tevhîd Akidesinden nasıl saptıkları, peygamberlerini nasıl ilâhlaştırdıkları açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, İsrâiloğullan'nın Musa Peygamberin emirlerine karşı tutum ve tavırları üzerinde duruluyor. Kölelikten kendilerini kurta­ran ve Allah'ın va'dettiği Mukaddes Yere yerleştirmeği plânlıyan o büyük peygamberi bu konuda yalnız bıraktıkları hatırlatılıyor. Cihat ruhunu kay­beden bir milletin huzur ve saadet yüzü göremiyeceklerine dikkatler çeki­liyor. [123]

 

Meali :

 

20— Musa kendi kavmine bir ara şöyle demişti: Ey kavmim!  Allah'ın

size olan nimetini hatırlayın; hani içinizden peygamberler çıkardı, sizi hü­kümdarlar (hür insanlar) yaptı ve milletlerden hiç birine vermediğini size verdi.

21—  Ey kavmim! Allah'ın size yazıp takdir ettiği Arz-ı Mukaddes (Kut­sal yer)e girin; gerisin geri arkanıza dönmeyin, sonra zarara uğramış ola­rak dönersiniz.

22—  Ey Musa, dediler; doğrusu orada çok zorba bir millet vardır; on­lar oradan çıkmadıkça elbette biz girmiyeceğiz; eğer oradan çıkarlarsa, (o zaman) biz gerçekten girebiliriz.

23—  (İlâhî buyruğa muhalefetten) korkup Allah'ın kendilerine (sağ­lam bir imân ve irfan) nimetini sunduğu iki adam (çıkıp) dediler ki; On­ların üzerine kapıdan giriş yapın; bir defa girdiniz mi, artık şüpheniz ol­masın ki siz üstünsünüzdür. Eğer inanmış kişiîerseniz, Allah'a güvenip da­yanın.

24—  Onlar (yine) ey Musa! dediler; o zorbalar orada oldukça biz ke­sinlikle giremeyiz. Sen Rabbinle git de ikiniz (onlarla) savaşın, biz burada otururuz.

25—  Musa dedi ki: Ey Rabbim! ben ancak kendimle kardeşime sa­hip bulunuyorum; artık bizimle Allah yolundan çıkıp yozan bu kavmin ara­sın* ayır.

26—  (Allah ona :) şüphesiz ki o kutsal yer onlara kırk yıl haram kı­lınmıştır. (Çöl) yerinde şaşkın perişan dolaşıp duracaklar. Sen artık Allah yolundan çıkan bir millet için tasalanma.,

 

Tarihî Yönü

 

«Ey kavmim! Allah'ın size yazıp takdir et­tiği Arz-ı mukaddes (kutsal yer)e girin......»

Kur'ân ilgili âyetlerle, Musa Peygamberin mukaddes yere dönmeleri için İsrâiloğullan'nı harekete geçirmek istediğini, onları bu hususta tatmin edebilmek için de Allah'ın ötedenberi İsrâiloğulları'na sunduğu ve bun­dan sonra sunacağı, fakat diğer milletlere o ölçüde vermediği nimetleri bir bir hatırlatmayı ve verilecek olanlarını müjdelemeyi uygun bir çare ola­rak ileri sürdüğünü açıklıyor. Her boydan seçüen ve sayıları on ikiyi bu­lan kabile başkanlarından söz sahiplerinin -iki tanesi müstesna olmak üzere- savaşa karar veremediklerine dokunularak nankörlüğün, ahde ve­fasızlığın kötü örneklerini ortaya koyduklarına dikkatleri çekiyor. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, bir de Musa'yı yalnız bırakıp, «Sen ve Rabbin gidip o zorbalarla savaşın..» diyerek Sünnetullah'ı hiç ama hiç bilmedik­lerine işarette bulunuyor ve o yüzden kırk yıl çölde şaşkın ve perişan do­laşıp aşağılanma cezasını hak ettikleri belirtiliyor.

Tevrat'ta da bu konuya geniş yer verilmiş ve detaylı bilgi sunulmuş­tur. Önemli bölümleri naklederek son Kitab'm Tevrat'ın değişrnjyen kısım­larını tasdik, değişen kısımlarını tashîh ettiğini okurlarımızın bilgisine su­nuyoruz;

«Ve Rab Musa'yo söyleyip dedi: İsrâiloğulları'na vermekte olduğum KENAN diyarını çaşıtlasınlar diye adamlar gönder. Her biri SIPTALARI crasında reis olarak, her atalar şıptı için bir adam göndereceksin. Musa, RABBİ.N emrine göre PARAN Çölünden onları gönderdi.»

«Gidenler kırk gün bittikten sonra memleketi çaşıtlamaktan döndü­ler.........ve anlatıp dediler: Bizi gönderdiğin diyara vardık ve gerçek süt ve bal akıyor ve onun meyvesi budur. Ancak memlekette oturan kavm kuvvetlidir ve şehirler istihkâmh ve çok büyüktür, hem de orada ANAK Oğullarını gördük. Güney tarafından AMALEK oturuyor ve dağlıkta HİT-TÎLER ve YEHUSÎLER ve AMORİLER oturuyorlar ve denizin yanında ER­DEN (Ürdün) kıyısı boyunca KENÂNLILAR oturuyorlar.»

«Ve Kaleb Musa'nın önünde kavmi susturup dedi: Hemen çıkıp orayı ele geçirelim; çünkü buna her halde kudretimiz vardır. Fakat ken­disiyle beraber çıkan adamlar dediler: O kavma karşı çıkmağa kudretimiz yoktur; çünkü onlar. bizden kuvvetlidirler. Ve çaşıtlamış oldukları memleket hakkında İsrâiloğulları'na fena haber getirip dediler: Çaşıtlamak' için içinden geçtiğimiz memleket, ahalisini yiyen bir memlekettir ve için­de gördüğümüz bütün halk uzun boylu adamlardır. Ve orada Nefilimden olan Anak oğullarını, Nefilimi gördük ve kendi gözümüzde biz çekirgeler gibi idik ve onların gözünde de öyle idik.» [124]

«Ve bütün cemaat seslerini yükseltip bağırdılar ve kavm o gece ağ­ladı ve bütün İsrâiloğulları Musa'ya karşı ve Harun'a karşı söylendiler ve bütün cemaat onlara dediler: Keşke Mısır diyarında ölse idik! Yahut keş­ke bu çölde ölse idik! Ve kılıçla düşelim diye RAB niçin bizi bu diyara gö­türüyor? Kadınlarımız ve çocuklarımız ganimet olacaklar; Mısır'a dön­mek bizim için daha iyi değil mi?»

«Ve birbirine dediler: Kendimize birini baş edelim ve Mısır'a dönelim. O zaman Musa ile Harun bütün İsrâiloğulları cemaatinin cumhuru önün­de yüzüstü düştüler. Ve memleketi çaşıtlamış olanlardan NUN oğlu Yeşu' ve YEFUNNE oğlu Kaleb esvaplarını yırttılar ve bütün İsrâiloğulları cema­atine söyleyip dediler: Çaşıtlamak için içinden geçtiğimiz memleket çok, çok iyi bir memlekettir. Eğer Rab bizden razı otursa, o zaman bizi o diya­ra getirecek ve onu bize verecektir; bir diyar ki süt ve bal akıyor. Ancak RABBE karşı isyan etmeyin ve siz o memleketin kavminden korkmayın..»

(<Ve RAB Musa'ya dedi: Ne vakte kadar bu kavm beni hor görecek? Ve aralarında yapmış olduğum bütün alâmetlere rağmen ne vakte kadar baha imân etmiyecekler?» [125]

«Ve RAB, İsrâiloğullan'nın bana karşı olan söylenmelerini işittim. Onlara de: RAB diyor: Varlığım hakkı için, bana söylediğiniz gibi, gerçek size öyle edeceğim, leşleriniz bu çölde düşecek ve sizden bütün sayılan­lar, sayınıza göre bana karşı söylenen yirmi yaşında ve ondan yukarı olanlar, gerçekten size, orada sizi oturtmağa yemin ettiğim diyara, YE­FUNNE oğlu KALEB'den ve NUN oğlu YEŞU'dan başkası giremiyecek-siniz.

Fakat size gelince: sizin leşleriniz bu çölde düşecek ve çocuklarınız kırk yıl çölde çoban olacaklar ve leşleriniz çölde telef oluncaya kadar si­zin sadakatsizliğinizi taşıyacaklar.» [126]

Kur'ân ve Tevrat'ın olayla ilgili açıklamaları dışında birçok efsaneler anlatılmış ve tefsirlerimizden bir kısmı onlara yer vermiştir. O tür efsane­ler temsili de olsa anılmaya değmez. Hele Kur'ân ki sadece hakikatleri açıklayan bir ilâhî beyândır, onun açıklama ve yorumunda ancak gerçek­lere yer vermemiz gerekmektedir. Aksi bir yol saygısızlık olur.

Biz konuyla ilgili belgeleri Tevrat'tan naklederken de sadece lüzum­lu noktaları dikkate aldık. Tamamını nakletmeyi gereksiz gördük. Ancak şunu belirtelim ki, Tevrat'ta altı yedi sahifeyi kaplayan bir olay, Kur'ân'da birkaç cümleyle özetlenmiştir. O kadar ki, o birkaç cümleyle İsrâilcğulla-rı'nın imân ve irfan derecesi, Allah ve Peygamber buyruklarına karşı say­gı ve bağlılık ölçüleri, savaştan korktukları için savaştan daha beter bir hayata sürüklendikleri rahatlıkla anlatılmıştır. Şüphesiz ki bu da Kur'ân'ın az kelimeyle çok mâna ifade etme mu'cizelerinden biridir. [127]

 

Savaşmasını Bilmiyen Bir Millet Sulh Ve Esenlik İçinde Yaşıyamaz

 

«Gerisin   geri   arkanıza   dön­meyin; sonra zarara uğramış olarak dönersiniz.»

Musa Peygamber, Allah'ın va'dettiği mukaddes topraklar, Allah'a baş kaldırıp isyan halinde bulunan imansız zorbaların elinden alındığı tak­dirde gerçek hürriyetin, bağımsızlığın, izzet ve şerefin başlayacağını, Mı­sır'da geçirilen kölelik ve aşağılanma devrinin biriktirdiği acıların unutu­labileceğini, zaferin de ancak inananlardan yana tecelli edeceğini İsra-iloğulları'na çok duyarlı bir ifadeyle anlattı. Sonra da daha nice peygam­berler ve kudretli devlet adamlarının İsrailoğuİları'ndan çıkacağını, pey­gamberlik gözleriyle tesbit edip onlara müjdelemişti. Fakat ne çare, du­rumu yerinde inceliyen ve Tevrat'ın tabiriyle zorbaların ülkesini çaşıtli-yanların on ikisinden onu, düşmanın çok kuvvetli olduğunu, kendilerinin onlar yanında çekirgeler gibi önemsiz ve güçsüz kaldıklarını abartarak söyleyince, bir anda Israiloğulları'nın morali bozulmuş, zayıf olan imânla­rı büsbütün zayıflıyarak aktivitesini kaybetmişti. Bu yüzden Mısır'dan çık­tıklarına pişman olmuş, esareti, köleliği savaşa tercih etmişlerdi. Çünkü onlara göre, hep hazıra konmalılar, hep ilâhî kudretten hiçbir emek orta­ya koymadan yardım görmelilerdi. O kadar ki, Musa ve Harun Peygam­berlere karşı saygısızlık gösterdiler ve onları bu yüce davada yalnız bı­raktılar. Böylece işin ciddiyetini ve ilâhî emrin amaç ve hikmetini kavra-yamadilar veya kavramak istemediler. Düşünmediler ki savaşa cesaret etmiyen bir milletin sulh ve huzura, hürriyet ve bağımsızlığa kavuşması mümkün değildir. Kendilerini kölelik kaydından, daha doğrusu Fir'avn'a tapınma aşağılığından kurtarmak için ciddi mücadeleler veren Musa Pey­gamberin başarısının sağlam bir imâna bağlı bulunduğunu düşünemedi­ler, Sünnetullah'a, milletlerin hayatıyla ilgili ilâhî kanunlara karşı geldiler ve yine ilk tokati bu kanundan yediler. Kırk yıl çölde şaşkın perişan do­laştılar. Tevrat'ın deyimiyle leşleri çölde düşüp kaldı. Evlâtları, onların bu hatasının cezasını çekti. Şerefle ölmesini bilmedikleri için zilletle can ver­diler.

Kur'ân çok önceleri gelip geçen bu dramatik olayı neden sergilemiş­tir? Elbetteki boşuna değil, tarihî bir olayı gereksiz yere nakletmek Kur1-ân'ın yüce hikmet ve metoduyla bağdaşamaz. O halde naklettiği özlü nok­talarla son dine inananlara şerefli, hür ve müstakil yaşamak için müstes­na bir metot sunmakta ve bunu beş madde halinde gözler önüne sermek­tedir:

1.  İleride Allah'ın sunacağı göz ve gönül doldurucu nimetlerini düşü­nerek, ciddi bir hazırlık devresine girilmesinin gereğini bilmek   ve   inan­mak,

2.  Allah'a imân edenleri kendi öz yurtlarından uzaklaştıran veya ezip pısırıklaştıranlara karşı bilinçli bir mücadele vermek için bir kadro oluş­turmak ve günün şartlarına göre çok sistemli bir strateji uygulamak,

3.  Yine günün şartlarına göre hareket edip zorbalardan yılmamak ve her türlü tedbire baş vurup insan güoünün ve irâdesinin ulaşabileceği en son noktaya ulaşmaya çalışmak ve sonra da Allah'a güvenip dayanmak,

4.  Meseleyi sadece lidere bırakıp, «siz Allah ile dâvanızı olumlu so­nuca eriştirmek için birleşip düşman ile savaşın»   şeklinde   düşünmenin başarısızlığın ilk ve son adımı olduğunu bilmek,

5.  Büyük dâvaların büyük himmetler, üstün gayretler ve fedakârlıklar istediğini unutmamak; meseleye bu açıdan bakıp hizmete koyulmak.. Ni­tekim mü'minlerin on yıllık Medine dönemi böyle bir iman ve şuurla yoğ-rulup başarılarla dopdoludur. İstiklâl mücadelemiz ve Çanakkale zaferi­miz de böyle bir imanın başardığı şeref tablolarıdır. [128]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle Kitap ehlinin İslâm'a karşı besledikleri kin ve haset açıklandı. Bu doğrultuda duygusal davranmanın onları küfre kadar sürüklediğine atıflar yapıldı.

Aşağıdaki âyetlerle kıskançlık, haset ve kinin insanı su-i kast ve kar­deş kanı akıtacak kadar şuursuz kıldığı belirtiliyor ve buna Âdem Pey­gamberin iki oğlu arasında geçen olay misal veriliyor. [129]

 

Meali :

 

27— Bir de onlara Âdem'in iki oğlunun haberini (aralarında geçen olayı) gerçek yönüyle anlat: Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da bi­rinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edil­meyen bu duruma öfkelenmiş:) And olsun ki seni öldüreceğim, demişti.

O da: Allah ancak muttakîler (Hakk'a saygılı olup kötülüklerden sakınan­lardan kabul buyurur;

28—  yemin ederim ki, beni öldürmek için elini   uzatırsan,   herhalde ben seni öldürmek için elimi uzatacak değilim; çünkü ben şüphe yok ki âlemlerin Rabbi Allah'tan korkarım, demişti.

29—  Ben (bu durumda) isterim ki, benim günahımı da/kendi günahını da yüklenip Cehennemliklerden olasın. İşte zâlimlerin cezası budur!

30—  Kardeşini öldürmek için nefsi ona baş eğdirdi, o da tutup öldür­dü ve zarara uğrayanlardan oldu.

31—  Derken Allah ona kardeşinin cesedini nasıl örteceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Bunun üzerine) O, «yazıklar olsun bana, şu karga gibi olup da kardeşimin cesedini örtmekten âciz mi kal­dım?» dedi. Bu sebeple ettiğine pişmanlık duyanlardan oldu.

 

İlgili Hadîsler

 

«İki Müslüman kılıçlarıyla yüzyüze gelip vuruşurlarsa, öldüren de, öl­dürülen de cehennemdedir.»

Bunun üzerine Ashab dedi ki:

  Ey Allah'ın Peygamberi! Bu katil, ya maktulün vebalı ne? Cevap verdi:

  Çünkü o da arkadaşını öldürmeyi çok isterdi,. [130]

«Ne kadar bir kişi zulmen öldürülürse, mutlaka onun kanından ilk Âdem oğluna bir pay vardır. Çünkü adam öldürmenin yolunu ilk açan o olmuştur.» [131]

«Şüphesiz ki Allah, Âdem'in iki oğlunu misal olarak anlattı size; artık bundan hayırlı olanı alın, şer olanı bırakın..» [132]

 

Peygamberi Teselli

 

<Bir de onlara Âdem'in iki oğlunun haberini gerçek yönüyle anlat...»

İslâm'ın rahmet ve irfan güneşi doğup etrafı aydılatinca Yahudî ve Hıristiyanların eskiye aşırı bağlılık, yeniye karşı düşmanlık duygusu, fırtı­nadan kabarıp köpüren deniz dalgaları halini aldı. Her geçen gün, İslâm'ın tertemiz havası gönülleri serinletince, onların da kin ve hasedi artıyordu. Bu yüzden Yahudiler birkaç defa Peygamberin vücudunu ortadan kaldır­mak için su-i kast plânlan hazırladılar. Bunda başarılı olamayınca, İslâm'ı içinden yıkmayı düşünerek, Müslüman görünen münafıkları hazırlayıp gö­revlendirdiler.

Bütün bunlar, kin ve hasedin tabii ürünleri sayılabilir.

Allah Yahudî milletinin karakterini bir daha ana çizgileriyle belirttik­ten sonra, kin ve hasedin her devirde bir takım cinayet ve kötülüklere yol açtığını hatırlatarak Âdem'in iki oğlu arasında hasetten dolayı geçen elîm olayı —peygamber ve mü'minlere teselli anlamında— haber veriyor. [133]

 

Hâbil, Kabil Olayının Açıklaması

 

«Hani ikisi de birer kurban sunmuşlardı da birinden kabul edilmiş, diğerinden kabul edilmemişti.»

Başta İbn Abbas (R.A.) ile İbn Mes'ud (R.A.) olmak üzere Ashapdan birçoğuna göre, Âdem Peygamberin iki oğlu arasında geçen olay ve se­bebi şöyledir:

Âdem Peygamber ilk insan olduğuna göre, neslin üreyip çoğalması için Allah tarafından evlenme.hususunda bir kolaylık sağlanmıştı: Havva her batında biri erkek diğeri kız olmak üzere iki çocuk doğuruyordu. Bi­rinci batındaki erkek, ikinci batındaki kızla, ikinci batındaki erkek birinci batındaki kızla evlenebiliyordu.

Âdem'in, biri Hâbil, diğeri Kabil adında iki oğlu dünyaya geldi. Kabil ziraatle, Hâbil hayvancılıkla uğraşıyordu. Kabil Hâbil'den büyük idi. Ken­disiyle ikiz olan kız kardeşinin Hâbil'e ikiz olan kızdan çok güzel olduğu­nu görünce, Âdem'in şeriatına uymak istemedi ve bu yüzden kendisiyle ikiz olan kızla evlenmek istedi. Oysa bu kızla ancak Hâbil evlenebilirdi. Mesele kıskançlık ve hasede dönüştü. Derken Âdem Peygamber arayere girdi, ama Kabil'i razı edemedi. Çözüm yolu olarak birer kurban kesmele­rini emretti. Kimin kurbanı kabul edilirse, o haklı, kabul edilmiyenin ise, haksız olduğu belirlenmiş olacaktı. Hâbil'in kurbanı kabul olundu. Buna fazlasıyla üzülen ve kıskançlık duygusu büsbütün kabaran Kabil, Hâbil'i öldürdü. [134]

 

Tevrat'ta Bu Olay Şöyle Anlatılıyor

 

«Ve Âdem karısı Havva'yı bildi; ve gebe kalıp KAİN'i doğurdu. Ve RABBİN yardımıyla bir adam kazandım, dedi. Ve yine kardeşi HÂBİL'i do­ğurdu. Ve HÂBİL koyun çobanı oldu, fakat KAİN çiftçi oldu. Ve KAİN, gün­ler geçtikten sonra toprağın semeresinden RABBE takdime getirdi. Ve HÂBİL, kendisi de sürünün ilk doğanlarından ve yağlarından getirdi. Ve RAB, Hâbil'e ve onun takdimesine baktı, fakat KAİN'e ve onun takdime-sine bakmadı. Ve KAİN çok öfkelendi ve çehresini astı. Ve RAB, Kain'e dedi: Niçin öfkelendin? Ve niçin çehreni astın? Eğer iyi davranırsan o yük-seltilmiyecek mi? Ve eğer iyi davranmazsan, günah kapıda pusuya yat­mıştır ve onun isteği sensin; fakat sen ona üstün ol. Ve KAİN, kardeşi HÂBİL'e söyledi: Ve vaki oldu ki, kırda oldukları zaman, KAİN kardeşi HÂ-BİL'e karşı baktı ve onu öldürdü.» [135]

Kur'ân bu olayı gerçek yönüyle açıklarken Tevrat'ı tashih ediyor ve anoak doğru olan şeklini bildiriyor.

Bazı tefsirlerde olayı efsaneleştirir ölçü ve anlamda bir takım asılsız rivayetler nakledilmiştir. Halbuki bu olayı ancak şu üç kaynaktan öğren­mek mümkün: Kur'ân-ı Kerîm, Peygamberin Hadîsleri ve mevcut Tevrat nüshası. [136]

 

İlk İnsanların Bildikleri Ve Bilmedikleri

 

«Derken Allah ona kardeşinin cesedini nasıl örteceğini göstermek için yeri eşeliyen bir karga gönderdi. O, yazıklar olsun bana, şu karga gibi olup da kardeşimin cesedini örtmek­ten âciz mi kaldım? dedi...»

Âyetten ilk insanların da bizler gibi akıllı, zeki ve iradeli olduğunu, birçok yetenekleri bulunduğunu anlıyoruz. Bilmedikleri hususları öğrenmek­te gecikmedikleri gibi. Örneğin ölü ne yapılır? Bu bilinmiyordu. Ama bir ta­kım çareler düşünülüyordu, derken bir karganın ölü yavrusunu toprağı eşeliyerek gömmeğe çalışması onlar için bu konuda yol gösterici olmuş ve vakit kaybetmeden öldürülen Hâbi! için aynı şey uygulanmıştır.

Ayrıca Kur'ân ilgili âyetle, insanın kendi türünün özelliğine göre bilgi   ve görgü bakımmdan tekâmül ettiğine, ama türden türe geçiş olmadığına bilhassa işaret etmektedir.

Ashabın rivayetlerinden ve Tevrat'ın hayvancılık ve ziraatçılık hak­kında verdiği bilgiden, bu iki mesleğin tesadüflerle icad edilmediğini, ilk insan Âdem ve oğullarına bunların öğretildiğini anlıyoruz. Çünkü Âdem yeryüzüne indikten sonra eşyanın isimleri ona öğretilmiş ve böylece eşya tanıtılarak her birinin yarar ve zararı belletilmişti. Bakara sûresinde ilme ve ilim adamına ana fikir olacak   mahiyette    bu hususa yer verilmiştir.

Bir başka husus da şudur: Sevgi, şefkat, merhamet, kin, öfke ve ha­set gibi duyguların insanla başladığını, ilgili âyetin anlatımından anlıyoruz. [137]

 

Neden Karga

 

«Derken Allah bir karga gönderdi...»

Öldürülen bir insanın toprağa gömülmesi, vahiy yoluyla değil de bir karga marifetiyle bildirilmiş ve başka bir canlı değil de karganın gönde­rilmesi üzerinde durulmuştur. Kanaatımca bu hususta bize ışık tutacak iki önemli nokta var: Birincisi, bilginin bir sebebi ilâhî vahiy ise, bir diğer sebebinin de araştırma ve deney olduğuna işaret edilmektedir. İkincisi, karga daha çok leşe konar, yani onun en çok zevk aldığı budur. Adam öl^ düren kimse, insanlık şeref mertebesinden kendini azletmiş ve kana su­sayan bir mahlûk seviyesine inmiş demektir.

Çünkü Cenâb-ı Hak, mutlak hikmet sahibidir, hiçbir olayı, kıssayı ve misali hikmetsiz nakletmez. Kur'ân-ı Kerîm'i okurken bilhassa bu hususa çok dikkat etmemiz ve her olay, kıssa ve misalin hikmetini araştırıp bul­mamız gerekir. [138]

 

Allah Korkusu Ve Âhiret İnancı

 

«Çünkü ben, şüphe yok ki, âlemlerin Rabbi Allah'tan korkarım...»

Kur'ân burada 28. âyetle kalbleri merhamet, vicdanları mes'uliyet duygusuyla doldurmanın ve bu doğrultuda insanları eğitmenin temel fel­sefesini veriyor: Âlemlerin Rabbi Allah'tan korkmak..

İlk insan Âdem Peygamberin bu konularda ne ciddi bir tecrübesi, ne de geçmişte örnek alınacak olayları vardı. Kabil'in Hâbil'i öldürmesi yeryüzünde işlenen ilk kötülük ve cinayetti. Hâbil'in ona verdiği cevaptan ise, âhiret inancı ve Allah korkusu hakkında bilgi sahibi olduklarını ve bu hu­susta eğitildiklerini gösteriyor.

Aynı eğitimi gördükleri halde iki kardeşin değişik düşünce ve karak­tere sahip bulunması ise, üzerinde durulacak önemli bir konudur. Çünkü ruh ve karakter üzerinde soydan gelme bir takım kusurlar ve meziyetlerin te'siri bulunduğu gibi, bunun dışında doğuştan insanların bir takım iyi ve kötü duygularla donatıldığını unutmamak gerekir. Çünkü Kabil ile Hâbil'in geriye uzanan birkaç babaları yoktu. İlk insandan dünyaya gelmişlerdi. Ama Allah korkusu doğrultusunda derece bakımından farklı bulunuyor; biri kıskanç ve saldırgan, diğeri hakkına razı ve uysal bir ruha sahip idi.

Bundan çıkaracağımız sonuç şudur:

İlâhî kudretin canlıları yaratma düzeyinde biteviye imalat yapmadığı­nı, milyarlarca insanın birbirine benzemediğini, gerek fizikî, gerekse ruhî yapıları itibariyle farklılık arzettiklerini görmekteyiz. Bu, eşsiz bir plânın belli kanunlarla şaşmadan hedefine doğru ilerlediği, amaç ve ga­yesinden sapmadığı gerçeğini ortaya koyar. [139]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle insan karakteri üzerinde duruldu ve buna en güzel örnek teşkil eden Âdem Peygamberin iki oğlu arasında cereyan eden olay nakledildi. Haset ve kıskançlığın insanı cinayet işlemeğe kadar sürükledi­ği açıklandı. Yahudîlerin zaman zaman Hazret-i Peygamber Efendimize (A.S.) su-i kast teşebbüsünde bulunmalarının sebepleri böylece hatırlatıl­mış oldu.

Aşağıdaki âyetle, toplumun daha çok ciddi bir eğitime ve saldırgan­ları durdurabilecek ağır müeyyidelere muhtaç bulunduğu hatırlatılıyor, bunun için Tevrat'ta ağır eezâî müeyyidelere yer verildiği ve aynı zaman­da insan unsurunun çok saygıdeğer bulunduğu açıklanarak toplumu di­siplin altında tutup kardeşçe yaşamanın yollarından biri gösteriliyor. [140]

 

Meali ;

 

32— İşte bundan dolayı (Tevrat'ta) İsrâiloğulları üzerine şunu yaz­dık: «Kim bir kişiyi, bir kişi karşılığında veya yeryüzünde fesat (çıkarma suçundan dolayı) olmaksızın öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur; kim de bir kişinin hayatını kurtarırsa, bütün insanların hayatını kur­tarmış gibi olur.

Şanıma and olsun ki, peygamberlerimiz onlara çok açık belgeler ve kanıtlarla geldi. Ne var ki onlardan bir çoğu bunca belgelerden sonra yer­yüzünde {kötülük ve günahta) aşırı gidenler oldular.

 

Tevrat'ta Adam Öldürme Konusu

 

Tevrat'ta adam öldürme konusu üzerinde hayli durulmuş ve ağır mü­eyyideler konulmuştur. Çıkış, Levililer ve Sayılar bölümlerinde birçok hü­kümler yer almış ve detaylı bilgi veriimiştir. Ancak Tevrat'ın bu konudaki belgelerinden bir kısmının bazı değişikliklere uğradığı muhakkak. Kur'-ân'ın açıkladığı ölçüdeki belge ise, şu şekilde değişikliğe uğratılmıştır: «Böylece içinde olduğunuz diyarı murdar etmiyeceksiniz. Çünkü kan di­yarı murdar eder.» [141]

Diğer belgelerinden ise bir iki örnek nakletmemizde yarar vardır. Zira Kur'ân'la bir yaklaşım içinde bulunuyorlar ve ikisinin de aynı kaynak­tan süzülüp geldiği kanısını veriyorlar:

«Ölüme müstehak olan katilin canı için de diyet almıyacaksınız, fa­kat mutlaka öldürülecektir.» [142]

Kur'ân ise, bu konuda öldürülenin baba tarafından velîlerine kısastan vazgeçme hakkı tanımış ve böylece hafifletici bir kapı açarak esneklik ge­tirmiştir.

«Eğer bir kimse başka birini demir bir aletle vurmuşsa ve o ölmüşse, katildir; katil mutlaka, öldürülecektir.» [143]

Kur'ân'da ise, adam öldürme beş kategoride düşünülmüş ve ona gö­re cezaî müeyyideler konulmuştur. Amd, şibh-i amd, hatâ, şibh-i hatâ ve­ya câri-mecra hatâ ve katl-i sebebi..

Birincisinden dolayı kısas gerekir. Meğerki öldürülenin baba tarafın­dan yakınları kısastan vazgeçmiş olsunlar. İkincisinden dolayı, hem kati­lin keffaret vermesi, hem de diyet-i mugallaza olarak öldürenin baba ta­rafından olan yakınlarının ağır diyet ödemeleri gerekir. Üçüncü ve dör­düncüsünden dolayı da hem keffaret, hem diyet gerekir; ancak bu, ikinci kısımdaki diyet kadar ağır değildir. Beşincisinden dolayı ise, sadece di­yet gerekir. [144]

 

İnsan Karakterinin Ana Hatları

 

Kur'ân'da ilgili âyetlerle insan karakterinin, ilk insanların davranış ve düşünceleri örnek verilerek ana hatları belirtilmiştir. Yaratılışındaki ma­yadan kaynaklanan hem Allah ve din duygusu; hem de bencillik, kıskanç­lık, maddeye karşı aşırı isteklilik gibi hislerle donatılan insanı, bu birbirin­den tamamen farklı iki yönüne göre, iki ayrı yönden disiplin altına almak gerekir: Ciddi bir eğitim ve ağır eezâî müeyyideler.. Eğitimie Allah düşün­cesi, dine ve güzel ahlâka eğilimi geliştirilir. Ağır cezaî müeyyideyle diğer kötü sıfatlarının zararlı sınıra varacak te'sir alanına girmesi önlenir.

İsrâiloğullan'nın ırkî karakterleri daha çok kıskançlık ve dünyaya karşı aşırı istek duygusuyla birleştiğinden, Cenâb-ı Hak, Âdem'in iki oğlu arasında geçen olayla Yahudîler arasındaki çağrışım ve benzerliği hatır­latıyor. Bu yüzden Tevrat'a ağır cezaî müeyyidelerin konulduğunu haber veriyor.

Meselenin hikmetine gelince:

Bir milletin sosyal yapısında madde ve kişisel çıkar ön plânda bulu­nur; faziletin ruhları aydınlatan ışıkları sönük kalırsa, o toplumda insan kıymeti sıfıra düşer; sevgi, saygı, yardımlaşma ve dayanışma, kelimelerin dar kalıbında birer masal halini alır. Bilhassa diğer ırk ve milletlere karşı her türlü insanî yakınlıktan uzak bir tutum içine girmiş olur. Bu düzeye gelen bir toplumda adam öldürme, haklara tecavüz, vurgunculuk, tez el­den zengin olmak arzusu, aşın faizcilik, çeşitli yollardan sömürme gemi azıya aiir.

Bunun için hemen her devirde ve her toplumda dini ve varsa fazilet duygusunu geliştiren millî eğitimin lüzumu, hakları koruyucu yasaların iş­lerliği geçerlidir.

Başta İslâm olmak üzere bütün hak dinler, insan unsuruna üstün de­ğer verilmesini emretmiş ve bir insanın hayatını kurtarmanın, bütün in­sanların hayatını kurtarmak kadar anlamlı olduğuna dikkatleri çekmiş­lerdir. [145]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle insan karakteri ve toplumun selâmeti için ağır müeyyidelerin de gereği üzerinde duruldu. Peygamberlerin getirdiği açık belgelerin insan aklına, kafasına ve vicdanına ışık tuttuğuna işaret edildi. Aklını bu yolda kullanmayanların mutlaka sorumlu tutulacakları belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle aklın dindeki yerine dikkatler çekiliyor. Aklını de­ğil, hissini kullanıp ona mağlûp olanların nefslerinden alacakları cesaret­le Allah ve Peygamberine karşı baş kaldıracakları açıklanıyor. Yeryüzün­de fitne ve fesat çıkaranların bu doğrultudaki insanlar olduğu belirtilirken kötülükten sonra kendini düzeltip tevbe edenler hakkında —adam öldür­me ve insan haklarına teeavüz olayı yoksa— ağır oezâî müeyyidelerin uy­gulanmaması tenbih ediliyor. Çünkü İslâm'ın hedefi, iyileri çoğaltıp kötü­leri azaltmaktır. Kötü bir insan cidden dönüş yapıp ıslâh-ı nefs ediyorsa, amaç elde edilmiş sayılır. O takdirde onu kahretmenin bir anlamı yoktur. Ancak dökülen bir kan, insan haklarına vaki bir tecavüz varsa, onun kar­şılığı herhalde ödenmeli, gereken ceza uygulanmalıdır. Çünkü dinin bu ko­nuda güttüğü amaç, kan gütme davasını önlemek, insanları birbirlerinden uzaklaştıran kin, tecavüz ve düşmanlığı hiç olmazsa asgariye düşürmek­tir. [146]

 

Meali :

 

33—  Allah ve Peygamberiyle savaşanların ve yeryüzünde fesat çıka­ranların cezası, ancak öldürülmeleri   veya   asılmaları   veya   ellerinin   ve ayaklarının çapraz biçimde kesilmesi veya (eyleştikleri) yerden sürülme­leridir.

Bu ceza, onlar için dünyada bir aşağılık ve rüsvayhktır. Âhirette ise onlara büyük bir azap vardır.

34—  Ancak onlara eliniz yetmeden önce tevbe edenler   bu   hükmün dışındadır. Bilmiş olun ki, Allah çok affedendir ve çok merhamette bulu­nandır.

 

İniş Sebebi

 

Cumhura göre, UKÜL ve UREYNELİ'lerden bir grup hasta adam Re-sûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek İslâm'a girdiklerini ve geçimlerini sağ-

layacak hiçbir ziraatlerinin olmadığını, sadece hayvancılıkla geçindikleri­ni, şimdi de yokluk ve hastalık içinde kıvrandıklarını yana-yakıla anlattılar. Rahmet Peygamberi (A.S.) Efendimiz onları Medine'nin dışında Devlet Hazînesine ait develerin beslendiği yere gönderip çadır kurmalarını, ka­rınlarını deve sütüyle doyurmalarını, hastalıklarını da deve sütü ve sidi-ğiyle tedavi etmelerini emretti.

Bunlar belirtilen yerde beslenip iyileştikten sonra şeytana uyup din­den çıktılar. Peygamber {A.S.) Efendimizin çobanını öldürüp hazîneye ait develeri sürüp götürdüler. Bazı rivayetlere göre, bununla da kalmayıp yol kesmeye ve kadınların ırzına geçmeye başladılar.

Ortada üç büyük cinayet ve ağır suç bulunuyordu: Haksız yere bir adamı işkenceyle öldürmek, devlete ait malı yağma etmek ve yol kesip kadınların ırzına geçmek..

Durum Resûlüllah (A.S.) Efendimize haber verilince çok üzülmüş ve katillerin takip edilerek yakalanmasını ve gereken cezanın verilmesini emretmişti. Nitekim katiller kısa zamanda yakalanıp çobana yaptıkları işkencenin bir misli uygulandıktan sonra öldürülmüşlerdir. Bu sebeple yu­karıdaki âyet inmiştir. [147]

İmam Katade'ye göre, bu olaydan sonra idam cezası tatbikinde or­ganların kesilmesi yasaklanmıştır. Ukül ve Ureyneli'lere uygulanan ceza ise, fitne ve fesadı durdurmaya, kötü niyetlilere bir göz dağı vermeye ve Devlete karşı çıkıp millet malını yağma edenlere müsamaha edilmiyeceği-ne yöneliktir. Nitekim bu olaydan sonra bir daha belirtilen biçimde ikinci bir olay meydana gelmemiştir.

Bir diğer rivayet:

İmam Mâlik, İmam Şafiî ve Ebû Sevr'e göre, bu âyetler, Müslüman­lardan yol kesip yeryüzünde fesat çıkaranlar hakkında inmiştir. Çünkü kâ­firler bu tür kötülük ve cinayetleri işledikten sonra pişman olup İslâm'a girerlerse, affedilip haklarında hiçbir cezaî müeyyidenin uyguîanmıyacağı bellidir. İslâm, kendisinden önceki bütün günahları temelinden yıkıp atar.

İbn Münzîr de bu görüşün sahih olduğunu belirtmiştir. Çünkü âyette­ki istisna buna acık biçimde delâlet etmektedir.

İbn Cerîr Taberî'nin, bazı ilim adamlarından naklen yaptığı rivayete göre, bu âyetin hükmü kaldırılmıştır. Çünkü hadlerle ilgili   hükümler   in­miştir,

İbn Sirîn'e göre, bu hüküm, hadlerle ilgili hükümler inmeden önce uy­gulanmış, ondan sonra uygulamadan kaldırılmıştır. [148]

 

Fıkhî Yönü

 

Âyette sözü edilen suç ve ceza üzerinde İslâm Hukukçularının geniş araştırması olmuştur. Onları kısa da olsa özetleyip buraya nakletmemiz­de tefsir yönünden büyük yarar vardır:

1.  Allah ile savaşmanın anlamı nedir? Bu hususta iki yoruma yer veril­miştir: Birincisi, Allah'ın buyruklarına karşı gelmek, O'na itaat etmemek, ilâhî sınırları aşmaktır. O halde birine muhalefet eden kimse ona karşı bir bakıma savaş açmış sayılır. Çıkarılan sonuç ise şudur: «Allah ve Peygam­berine muhalefet edip   onların   buyruklarına   karşı   gelenler..»   demektir. İkincisi, Allah ve Resulünün dostlarıyla savaşanlar, demektir ki kelime bu­rada hazf-i muzaf üzere gelmiştir.

2.  Yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanlardan maksat, insanlara kar­şı çıkıp haikı huzursuz edenler, yol kesip başkasının malına ve namusuna tecavüz edenler ve bu amaca ulaşmak için çekinmeden  silah   kullanan­lardır.

3.  Durumları ve davranışları bu ölçü ve anlamda olan âsiler hakkın­da tatbik edilecek cezaî hüküm hususunda farklı görüş ve içtihatlar orta­ya çıkmıştır:

a)  İmam Evzaî, İmam Mâlik, Leys bin Sa'd ve İmam Şafiî'ye göre, Kur'ân'da belirtilen ceza, yol kesip silah kullananlar ve şehir içinde halkı tehdit edip haraca bağlayanlar hakkında uygulanır.

b)  İmam Ebû Hanîfe'ye göre, şehirde halkı tehdit edip haraca bağla­yanlara verilecek ceza, Allah'a ve Peygamberine karşı   savaşan   kişilere verilecek cezadan ayrıdır.

4.  Kur'ân'da konumuzla ilgili âyette sıralanan cezaların hangisi han­gi suç hakkında uygulanır? Bu mesele ile ilgili görüş ve içtihatlar da fark­lıdır:

a) İbn Abbas (R.A.) Hazretlerine göre, cümleler arasında atıf anla­mını taşıyan (EV) harfi TAHYÎR içindir. Yani devletin yürütme organı bu cezalardan birini günün şartlarını dikkate alarak uygulamakta serbesttir.

el-Hasan, Saîd bin Müseyyeb, Nahaî ve Mücahit de aynı görüştedir­ler. Nitekim âyetin zahirinden de anlaşılan budur..

b)  Âyetteki (EV) harfleri tahyîr için değil, beyân içindir. İlim adamla­rının çoğunun görüş ve yorumu bu doğrultudadır. Öyleki belirtilen ceza­lar, suçların derece ve tertibine göre uygulanır. Şöyle ki: Yol kesen kimse adam öldürüp mala tecavüz ederse, önce öldürülür, sonra da ibret olsun diye asılarak teşhir edilir. Yol kesen kimse sadece adam   öldürür,   mala dokunmazsa, ceza olarak öldürülür. Yalnız mala dokunur, ama adam öl-dürmezse, elleri ve ayakları çapraz olarak kesilir. Yalnız yol kesip korku­tur, mal ve cana dokunmazsa, bulunduğu yerden sürülür.

Bu aynı zamanda İmam Şafiî, Katade ve Evzaî'nin görüşüdür.

İmam Ebû Hanîfeye göre ise, devletin belirtilen cezaları uygulamasın­daki tahyîr mutlak anlamda savaşanlar hakkında değil, yol kesip adam öldürenler hakkındadır. Bu durumda yürütme organı şu dört cezadan bi­rini uygulamakta serbesttir:

1.  El ve ayaklarını çapraz kesmek,

2.  Asmak,

3.  El ve ayaklarını çapraz kestikten sonra asmak,

4.  Sadece bir silâhla öldürmek.

c)  Asılma keyfiyetine gelince: Bazı ilim adamlarına göre, suçlu diri olarak asılır. İmam Şafiî'ye göre önce öldürülür, namazı kılınıp sonra ib­ret olsun diye asılarak teşhîr edilir.

d)  Bulunduğu yerden sürülmesi hususuna gelince: Saîd bin Cübeyr ve Ömer bin Abdülaziz'e göre, devletin onları bulduğu yerden uzaklaştı­rıp sürmesidir. İbn Abbas, Leys bin Sa'd ve İmam Şafiî'ye göre, devletin onları takip etmesi anlamınadır. İmam Ebû Hanîfe'ye göre, devletin onları yakalayıp hapsetmesidir. Mekhûl'e göre de sürmekten maksad, tutukla­madır. Nitekim bunu ilk uygulayan Hz. Ömer (R.A.) olmuştur.

5.  El yetmeden önce tevbe edenlerin durumu ve   bu   husustaki   ilim adamlarının görüş ve içtihatları:

a) Âyetteki istisna, yukarıda da kısmen belirttiğimiz gibi, Allah ve Peygamberiyle savaşan müşriklerle ilgilidir. Henüz yakalanmadan pişman olup İslâm'a girerlerse, kendilerinden daha önce işledikleri bütün suç ve günahların bağışlanacağı muhakkak olduğuna göre, artık cezaî herhangi bir işlem yapılmaz. İlim adamlarımızın çoğuna göre, müşrikler bu durumda yakalandıktan sonra da pişmanlık duyup İslâm'a girerlerse, yine cezaî bir işlem yapılmaz.

b) Süddî'ye göre, Allah ve Resulü ile savaşan Müslüman, henüz ya­kalanmadan ıslâh-ı nefs edip tevbe ve istiğfarda bulunursa ceza düşer, ancak adam öldürmüşse kısas lâzım gelir, gasbettiği bir mal varsa alınıp sahibine verilir.

İmam Mâlik ile Evzaî'nin de içtihadı bu anlamdadır.

Hz. Ali'nin (R.A.) hilâfet yıllarında Zeyd oğlu Harise (R.A.), sözü edi­len suçlardan birini işlemiş, fakat ele geçmeden ıslâh-ı nefs ederek Hz. Ali'ye gelip güven istemişti. O da âyetteki istisnaya dayanarak ona güven vermiştir. Buna benzer bir olay da Küfe Valisi Ebû Musa el-Aş'arî zama­nında cereyan etmiş ve o da yukarıdaki istisnaya dayanarak cezayı uy-gulamamıştı.

Nitekim İmam Şafiî'ye göre de, yakalanmadan tevbe ederse, ilâhî had düşer, ancak insan hakları düşmez. [149]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle ilâhî sınırları aşıp yeryüzünde fesat çıkaranlar hakkında uygulanacak cezalar belirlendi. Dönüş yapanlar için İiâhî rah­met ve mağfiret kapılarının her zaman açık bulunduğu özellikle hatırla­tıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, imân nimetine eriştikten sonra hayat yolunu ebe­diyete kadar aydınlatacak olan takva, vesile ve cihâd gibi üç önemli amel­den söz ediliyor. Kötülükleri yenmenin, iyileri çoğaltmanın bu üç esasla mümkün olabileceğine dikkatler çekiliyor. Dünya hayatının sona ermesiy­le bütün imkânların kaçırıldığına işaretle kıyamet gününün azabından ar,-cak sağlam bir imân ve ona dayalı salih amellerle kurtulmanın imkân da­hilinde bulunduğu belirtiliyor. [150]

 

Meali:

 

35—  Ey îmân edenler!   (Allah'tan   korkup   kötülüklerden,   ilâhî   sınırı aşmaktan) sakının; O'na yakın olmak için vesile arayın ve yolunda cihâd edin; ola ki korktuğunuzdan kurtulup umduğunuza kavuşursunuz.

36—  Şüphesiz yeryüzündeki bütün şeyler ve bir misii de beraberinde o küfredenlerin olsa, kıyamet gününün azabından kurtulmak karşılığında verseler, yine de kendilerinden kabul edilmez; onlar için elem verici  bir azap vardır.

37—  Ateşten çıkmak isterler,   ne   çare ki   oradan   çıkacak   değiller­dir; onlar için devam edecek bir azâb vardır.

 

İlgili Hadîsler

 

«Cehennem ehlinden azabı en hafif ve en basit olana, Allah Teâlâ so­racak: Dünyanın hepsi senin olsaydı, ateşten kurtulmak için fidye olarak

verir miydin?» O da: «Evet..» diye cevap verecek. Allah ona: «Sen henüz Âdem'in sulbunda iken bundan daha kolayını (sizin için) diledim: Bana ortak koşmayacaksın, ben de seni Cennete koyacağım. Ama sen buna ya­naşmadın ve şirke yöneldin.» [151]

«Kıyamet günü kâfir getirilecek de kendisine «Eğer yeryüzü dolusu altının olsaydı (azâbdan) kurtulmak için fidye olarak verir miydin?» diye sorulacak. O da: «evet» dîyeoek. Bunun üzerine kendisine, «Bundan daha kolay olanı, Allah'a ortak koşmaman senden istendi, (ama sen buna ya­naşmadın) denilecek.» [152]

 

Saadetin Dört Basamağı

 

Kur'ân, iki cihanda mutlu ve aziz olabilmek için insanın önüne dört basamak koymuş ve bunlara yükselmeyi emretmiştir:

1.  İmândan sonra her iş ve davranışta Allah'tan   korkup   kötülükler­den, ilâhî sınırları aşmaktan sakınmak,

2.  Allah'a yakın olmanın yol ve yöntemini, araç ve gerecini elde et­meğe çalışmak; Allah ile gören bir göze, Onunla işiten bir kulağa, Onunla tutan bir ele, Onun için yürüyen bir ayağa sahip olmak,

3.  Allah yolunda birçok sıkıntı ve meşakkatlere katlanıp cihad etmek, bu hususta fedakârlık ve erdemliğin örneklerini sunmak,

4.  Bütün bunların, insanlık şeref   düzeyinde   ruhumuzun   yüceliğiyle uyum sağlayacağını unutmamak.

Birinci basamak kişiyi olgunlaştırıp merhamet duygusunu harekete geçirir, topluma yararlı bir insan durumuna getirir.

İkinci basamak, insan haklarına saygılı olmayı, eşyada Allah'ın kud­ret ve sanatının inceliklerini sezmeyi, ilâhî sünnetin şaşmadan hedefine doğru yol aldığını ilham eder.

Üçüncü basamak, Allah din ve vatan düşmanlarının cesaretini kırar, mü'minlerin hür ve özgür olmasını, şeref ve itibarlı yaşamasını sağiar. Ve bütün bunlar kişiyi dördüncü basamağa yükseltip bir insan için erişilmesi mümkün olan kemâl mertebesini gerçekleştirir.

Böylece başkaları nefs ve şehvet vadisinde bir ömür tüketip Allah'tan uzaklaşarak düşünce ve duygusuyla maddeyi ilâh edinirken para ve   ekmek kavgasından başka bir amaçları olmadığını ortaya koyarken, mü'min-ler sözü edilen dört basamağa kademe kademe yükselip insanlığa huzur havası estirirler. Kısacası, biri yiyici ve huzur bozucu, diğeri hizmet edici ve yüz güldürücüdür. Biri güven bozar; diğeri güven ve huzuru tazeler. [153]

 

Vesîle Makamı

 

«Ona yakın olmak için vesile arayın.»

İlgili âyette gecen VESÎLE deyimi üzerinde durulup birtakım yorumlar yapılmıştır. Sözlük olarak: Yol, vasıta, yakınlık, istek ve arzu gibi mâna­lara gelir. Âyette de bütün bu mânalar söz konusu olabilir.

Terim olarak: İmân ve takva ile birlikte kalbi ilâhî sevgi ile doldurmak, düşünceleri bu doğrultuda berraklaştırmak, amelleri ilâhî hoşnutluğa uy­gun biçimde yerine getirmeğe çalışmak ve günlük hayatın her bölümünde Resûlüllah {A.S.) Efendimizi örnek edinmektir.

Bu geniş mâna aynı zamanda tasavvuf erbabının da tesbitidir,

O halde bu kadar incelikleri kendinde taşıyan VESÎLE, bir de Cennet­te en yüksek makam ve dereceye isim olarak konulmuştur. Dünyada VE­SÎLE düzeyinde ömrünü'değerlendirenlerin, o en yüksek derecede bulunan Resûlüllah (A.S.) Efendimize komşu olacakları umulur.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz buyuruyor ki:

«Bana salâvat getirdiğinizde benim için VESÎLE İsteyin..»

Bunun üzerine Ashab soruyor:

  Ey Allah'ın Peygamberi! Vesile nedir? Cevap veriyor:

  Cennette en yüksek derecedir kî ancak bir adam ona nail olacak­tır; umarım ki ben o adamım. [154]

«Kim ezan sesini duyunca «Ey bu tastamam davetin ve kılınmak üze­re olan namazın Rabbi Aflahım! Muhammed'e VESÎLE ve fazl-u keremini ihsan eyle..» derse, kıyamet günü şefaatim ona helâl olur.» [155]

Bu nedenle Allah ve Resulüne güvenip dayanmak, Resûlüllah (A.S.) Efendimize tevessülde bulunmak teşvik edilmiştir. Allah'a tevessül, ibadet ve taatleri rızasına uygun yapmakla; Resûlüllah'a tevessül, sünnetini yaşamak suretiyle şefaatine erişmeyi dilemekle gerçekleşir. [156]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, açıktan, göz göre göre yol kesip cana ve mala kasdedenlerin cezası açıklandı. Allah'a yakın olmak için vesîle aramamız tavsiye olundu. Aşağıdaki âyetlerle, gizliden başkasının malına el uzatan hırsızlar hakkındaki ilâhî hüküm belirtiliyor. [157]

 

Meali :

 

38—  Hırsızlık eden erkek ve hırsızlık eden kadının, (bu yoldan) elde ettiklerine (ve insan haklarına el uzatmalarına) karşılık Allah tarafından ibret verici bir ceza olmak üzere ellerini kesin. Allah çok üstündür, çok güçlüdür ve hikmet sahibidir.

39—  Kim de yaptığı haksızlık (hırsızlık)tan sonra tevbe eder ve ken­dini düzeltirse, şüphesiz ki Allah onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah

çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

40— Bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkü ancak Allah'ındır; dile­diğine azap eder, dilediğini bağışlar. Allah'ın kudreti her şeye yeter.

 

İniş Sebebi

 

Rivayete göre bu âyet, bir zırh çalan Tu'me b. Ubeyrik hakkında in­miştir. [158]

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah hırsıza lanet etsin, yumurta çalar eli kesilir; urgan (diğer bir rivayette deve) çalar yine eli kesilir.» [159]

«Hırsızın eli, dinarın dörtte biri ve fazlası karşılığında kesilir.» [160]

«Dinarın dörtte biri karşılığında kesin, bundan aşağı nisbette olursa kesmeyin.» [161]

İkinci ve üçüncü hadîsler, birinci hadîsin hükmünü kaldırmıştır. [162]

 

Peygamberimiz Zamanında Bazı Hırsızlık Olayları

 

Kıldan işlenmiş bir örtüyü çalan adamı yakalayıp Peygamber Efendi­mize getirdiler; Peygamberimiz (A.S.), «Bunun hırsızlık yaptığını (veya bu örtünün çalındığını) sanmıyorum» dedi. Hırsız, «Ben bunu çaldım» diye karşılık verdi. Bunun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimiz, «Bunu götürüp elini kestikten ve kesilen yeri yakıp dağladıktan sonra bana getirin» bu­yurdu. Öyle yaptılar. Peygamber o adama, «Artık Allah'a tevbe eti.» bu­yurdu. O da tevbe etti. Peygamber (A.S.) «Aliah tevbeni kabul etti» diye haber verdi.»[163]

Ömer bin Semure, Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek dedi ki: — Ey Allah'ın Peygamberi! Falan aileye ait bir deveyi çaldım, beni bu (günahtan) temizle.

Peygamber (A.S.) Efendimiz o aileye haber gönderip sordurdu. Onlar da bir develerinin kaybolduğunu söylemişler. Bunun üzerine suç sabit gö­rülerek, Ömer bin Semure'nin elinin kesilmesini emretti. Emir yerine geti­rilince adam, kesilen eline bakarak şöyle dedi: «Beni senden temizleyen Allah'a hamdolsun; sen beni cehenneme sokmayı istediydin.» [164]

Bir.kadın altından ma'mul süs eşyası çalmıştı. Ma! sahipleri onu ya­kalatıp Peygamber (A.S.) Efendimize getirdiler ve: «Ey Allah'ın Peygam­beri! Bu kadın malımızı çaldı,» diye şikâyette bulunup davacı oldular. Suc sabit olunca, Peygamber (A.S.) «Kadının sağ elini kesin,» diye emretti. Emir yerine getirildi. Kadın, «Başka bir tevbe var mıdır?» diye sorunca, Peygamber (A.S.) ona: «Sen bugün hatalardan (arınmada), anandan doğ­duğun gündeki gibisin..» buyurdu. [165]

Ahmed bin Hanbel aynı rivayeti şu fazlalıkla nakletmiştir: Kadının yakınları onu bu cezadan kurtarmak için 500 dinar fidye vermeyi teklif et­tilerse de Hz. Peygamber, «olmaz, götürün sağ elini kesin!» diye emrini tekrarlamıştır. Çünkü bu hususta yürütme organına bir serbesti verilme­miştir.

Hz. Âişe (R.A,) anlatıyor:

Kureyş Kabilesi, kendilerinden bir kadının hırsızlık yaptığına üzülmüş ve bunu diğer kabilelere karşı bir onur meselesi yaparak kadının elinin kesilmemesini sağlamak için çareler aramışlardı. Son olarak Üsame bin Zeyd'i şefaatçi olarak Hz, Peygambere (A.S.) gönderdiler. Üsame gelip kadın hakkında konuşunca, Peygamberin (A.S.) rengi değişti ve: «Ya Üsa­me! Allah'ın koyduğu bir cezanın uygulanmaması için mi şefaat ediyor­sun?» buyurdu. Üsame bu uyarı karşısında meselenin nezaketini anla­makta gecikmedi ve: «Ya Resûlellah! Bu hatamdan dolayı bağışlanmam için Allah'tan dilekte bulunun..» diyerek pişmanlığını arzetti. Akşama doğ­ru Peygamber (A.S.) ashabını toplayarak şöyle konuştu: «Sizden önceki milletler soylu bir kişi hırsızlık edince ona dokunmaz, zayıf ve kimsesiz bir kişi hırsızlık Ddince onu cezalandırırlardı. Onlar bu yüzden helak oldular. Canımı kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in kızı Fa-tima bile hırsızlık etse elbetteki elini keserim!.» Sonra da o hırsız kadının elinin kesilmesini emretti. Kadın da cezasını çektikten sonra güzel bir tevbe etti ve evlendi. [166]

Yine Hz. Âişe (R.A.) diyor ki:

Beni Mahzun Kabilesinden bir kadın emanet eşya alır, sonra da onu saklayıp sahibine vermez ve inkâr ederdi. Sucu sabit görülünce, Resûlül-lah (A.S.) onun elinin kesilmesini emretti. [167]

 

Hukukî Yönü

 

Hırsızın eli ne zaman kesilir?

Bunun bir takım şartlan vardır, onlar gerçekleştiği takdirde İslâm'a göre, hırsızın eli kesilir. Bu şartları belirtmeden önce HIRSIZLIK ile çevir­diğimiz SİRKAT kelimesinin sözlük ve fıkhî terim olarak mânalarını açıkla­mamızda yarar var:

Sirkat, sözlükte: Başkasına ait bir eşyayı gizli yoldan, sahibinin ha­beri olmadan ve hile ile almaktır.

Terim olarak: Âkil baliğ kişinin belirli miktarda bir malı veya parayı, konulup korunduğu yerden -hiçbir hak ve şüphe söz konusu olmaksızın-gizlice almasıdır.

Bu tarife göre, mutlak anlamda bir hırsızlık sebebiyle el kesilmez. Şartlarına uygun düşen bir hırsızlıktan dolayı el kesme cezası gerekir.

Âkil ve baliğ şartlarına gelince: Hırsızlık bir cinayettir, ancak aklı ba­şında olup ergenlik cağında bulunan bir kişinin işlemesiyle hüküm ifade eder. Bu nedenle deli ve çocuk mükellef değildirler, onlardan sadır olan bu tür fiil, teklif kapsamına girmez. Ancak çocuğun hırsızlık yapması, ta'-zîr'i (tekdîr, azarlama ve hırpalamayı) gerektirir. Bu da kötü alışkanlığı önlemeğe yöneliktir.

El kesmeyi gerektiren miktar

Mezhep imamlarının ve diğer ilim adamlarının bu hususta farklı tes-bit, içtihat ve görüşleri ortaya çıkmıştır:

A)  Tabiîn'den Hasan el-Basrî ile Dâvud ez-Zahirî'ye göre, âyetin açık anlatımından -az olsun, çok olsun- çalınan maldan dolayı elin kesilmesi anlaşılmaktadır.

B)   İmam Ebû Hanîfe ve İmam Sevrî'ye göre, on dirhemden aşağı kıy­met taşıyan bir maldan dolayı el kesilmez. [168]

C) İmam Mâlik'e ve İmam Şafiî'ye göre, ancak bir dînarın dörtte biri veya daha fazla bir miktarın veya üç dirhem miktarın çalınması el kesme­yi gerektirir.

İmam A'zam'ın bu mesele hakkındaki delili: «On dirhemden aşağı miktarda el kesilmez» mealindeki sahih hadîstir. Nitekim İbn Abbas, İbn Mes'ud, İbn Ömer ve Atâ'a göre de böyledir.

İmam Mâlik ve İmam Şafiî'nin delili ise, Hz. Âişe'nin (R.A.) «Resûlül-lah (A.S.) bir dinarın dörtte biri veya daha fazla nisbetten dolayı el keser­di..» rivayetidir.

Malın konulduğu yerden çalınması Hırsızlık sucundan dolayı elin kesilmesinin şartlartndan biri de, beli) miktardaki malın korunmaya elverişli kabul edildiği yerden çalınmasıdır.

O halde ev ve çadır gibi barınak olarak kullanılan bir yerde korunan malı çalan kimse, onu korunduğu yerden çalmış kabul edilir. Bir koruyucu tarafından herhangi bir yerde korunan bir malı da çalmak böyledir.

Şüphe ile el kesilmez

Hırsızlık konusunda diğer şartların yanında bir de sucun sabit olma­sı, hakkına karşılık alınmamış bulunması gerekir. Çünkü şüphe ile el ke­silmez. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Gücünüz yettiği kadar hadleri (ilâhî cezaları) şüpheler sebebiyle uygulamamaya çalışınız,» buyurmuştur. [169]

O halde efendisinin malını çalan kölenin, oğlunun malını çalan baba­nın, ortağının malını çalan kişinin, borçlusunun malını çalan alacaklısının eli kesilmez. Çünkü bunlarda şüphe vardır; kendi hakkına karşılık veya unutulan, ya da inkâr edilen bir hakka karşılık çalınmış olabilir.

Hangi el kesilir?

Fukaha sağ elin kesilmesinde görüş birliği halindedir. El ise bilekten kesilir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile Hz. Ömer ve Hz. Aii (Allah ikisinden de razı olsun) devirlerinde uygulamanın böyle olduğu tesbit edil­miştir.

İkinci defa hırsızlık edenin soi ayağı bileğinden kesilir. Nitekim sözü edilen devirlerde uygulama böyle olmuştur. Çünkü Resûlüllah: «Hırsız hır­sızlık ettiğinde önce elini kesin; tekrar hırsızlık ederse, sol ayağını kesin..»

buyurmuştur. [170]

Üçüncü ve dördüncü defa hırsızlık ederse, İmam Ebû Hanîfe'ye göre artık el ve ayağı kesilmez, hapsedilir. İmam Ahmed bin Hanbel de aynı görüştedir. Hz. Ali ile Hz. Ömer'in ictihadlan da bu doğrultudadır.

İmam Mâlik ife İmam Şafiî'ye göre, üçüncü ve dördüncü defa hırsız­lık edenin çapraz olarak önce sol eli, sonra sağ ayağı kesilir. İmam A'zam, «Bir adamın yürümesini ve bir şey tutmasını ortadan kaldırmaya gönlüm razı değildir» demiş ve bunun için hapis cezasının uygulanmasını tavsiye etmiştir. [171]

 

Cezanın Ağırlığının Hikmeti

 

İnsanların her çağda ve her toplum yapısında daha çok iki şeye ihti­yacı var: Ciddi bir eğitim ve ağır cezaî müeyyide. Biri kafayı, kalbi ve vic­danı aydınlatıp insanı fazîlet ve olgunluğa yükseltir. Diğeri ise, nefsin tuğ­yanını, haklara tecâvüzü önleyici mahiyettedir. Aksi halde olumlu bir so­nuç elde etmemiz mümkün değildir. İslâm tarihinde aksine bir uygulama, kötülerin çoğalmasına, iyilerin azalmasına ve böylece dengenin serden yana bozulmasına neden olmuştur. Bunun için İslâm Hukukçularına göre, yol kesip adam öldürenin, yol kesip mal ve namusa el uzatanın hapse atılması frenleyici ve ıslah edici bir çare ve yol olamamıştır. Bu ölçüdeki uygulamanın her yerde kötülerin cesaretini kırıcı, toplumu düzeltici nite­likte olmadığı bilinmektedir.

Ama ciddi bir eğitimle birlikte ağır cezaî müeyyidelerin durdurucu, cesareti kırıcı, kötüleri caydırıcı olduğu, bu yüzden iyilerin çoğalmasını sağlayıcı, güven ve huzuru gerçekleştirici bulunduğu görülmüştür.

İslâm, insanın canını, malını, namus ve şerefini, huzur ve güvenini her yerde korumayı emretmiş ve bunlara el uzatanların elinin kesilmesini, gerektiğinde vücudunun ortadan  kaldırılmasını emretmiştir.

Çünkü güven ve huzur içinde yaşamak, mal ve canın korunmasıyla toplum hayatına bağlanmak herkesin tabii hakkıdır. Bunu ortadan kaldır­maya veya zedelemeye kimsenin hakkı yoktur. O bakımdan mütecavizleri az bir ceza ile tecziye etmek, onların cesaretini artırmaktan başka bir şe­ye yaramaz, görüşü ağırlık kazanmıştır.

Çalınan malın sahibine verilmesi

Hırsız yakalanıp suç sabit olduktan sonra eli kesilmekle beraber çal­dığı malın aynını, zayedilmişse mislini asıl sahibine iade etmesi gerekir mi? Bu mesele hakkında da müetehit imamların farklı görüş ve tesbitleri olmuştur:

a)  İmam Ebû Hanîfe'ye göre, hem elinin kesilmesi, hem de çaldığı malın tazmin edilmesi birleştirilemez. Çünkü verilen ceza,   başkasına   ait bir mala el uzattığı ve onu zimmetine geçirdiği içindir.

b)  İmam Şafiî'ye göre, hırsız ister varlıklı olsun, ister fakir bulunsun çaldığı mal kendisinden tazmin edilir. Fakir ise, üzerinde borç olarak ka­lır; bu yüzden tutuklanmaz. Durumu düzelince ödetilir.

Ahmed bin Hanbel de aynı görüş ve ictihaddadır.

c)  İmam Mâlik'e göre, çaldığı mal duruyorsa, aynen   sahibine   iade edilir. Zayedilmişse, misli ödetilir. Adam fakir ise tazminden vazgeçilir.

İlim adamlarının çoğu bu konuda İmam Şafiî'nin görüş ve içtihadını daha sahîh bulmuşlardır.

Çalınan malda -ceza gerekmesi için- dört vasıf aranır:

1.  Nisab miktarı olmak,

2.  Mülk edinilebilecek cinsten ahm-satımı helâl bulunmak,

3.  Hırsızın çaldığı malda mülk hakkı şüphesi bulunmamak,

4.  Çalınması sahih kabul edilen cinsten olmak.. [172]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, toplumun huzurunu, ülkenin selâmetini koru­mak; kısacası, insan haklarının titizlikle korunmasını sağlamak için ağır cezaî müeyyidelere olan ihtiyaç belirtildi. Bu arada yol kesenlerin, hırsız­lık edenlerin nasıl bir cezaya   çarptırılması   gerektiği   üzerinde   duruldu.

Aşağıdaki âyetlerle, islâm'.n uzlaşt.rıc, kaynaştırıcı, kötülükleri durdurup huzuru sağlayıcı sistemini tesirsiz hale getirmek için münafık­larla Yahudîlerin baş vurdukları çirkin oyunlar söz konusu ediliyor. İşleri­ne gelmediği zaman Tevrat'ı bir tarafa itip keyfî tasarruflarda bulunduk­larına dikkatler çekiliyor. Hakk'ın karşısına fitne ve fesat tohumlarıyla çı­kanların er-geç o fitnenin kurbanları olacağı, rüzgâr ekenin fırtına biçece­ği hatırlatılıyor. [173]

 

Meali :

 

41__ Ey Peygamber! Ağızlarıyla inandık deyip kalbleri inanmjyanlarla

Yahudilerden küfre koşuşanlar seni üzmesin. Onlar yalana iyice kulak ve­rirler; sana gelmiyen bir topluluktan yana kulak verip casusluk yaparlar; kelimeleri yerlerine konulmuşken kaydırıp değiştirirler de, «size bu anlam­da (bir hüküm) verirse alın, böyle verilmezse kaçının» derler.

Allah kimin fitne İçinde kalmasını dilerse artık onun için Allah'tan (doğru yolu bulmasına) hiçbir şey ile sahip olamazsın.

İşte onlar öyle kimselerdir ki Allah onların kalblerini temizlemeği di-lememiştir. Dünyada onlar için aşağılık ve rüsvaylık; âhirette de onlara büyük bir azap vardır.

42—  Yalana iyice kulak verirler; durmadan haram yerler. Şayet sana gelirlerse, aralarında hükmet, (İstersen) kendilerinden yüz çevir. Yüz çe­virecek olursan sana elbette hiçbir zarar veremezler. Hükmedecek olur­san, aralarında adalet ve insafla hükmet. Çünkü Allah âdil ve insaflı olan­ları çok sever.

43—  Hem içinde Allah'ın hükümleri bulunan Tevrat yanlarında bulun­duğu halde nasıl oluyor da (bu ciddi ve samimi olmayan kişiler) seni ha­kem ediniyorlar?! Sonra da verdiğin hükümden yüz çeviriyorlar. İşte onlar mü'minler değillerdir.

 

İniş Sebebi

 

Hayber Yahudîlerinden soylu, aynı zamanda evli bir kadın, başka bir erkekle zina etmişlerdi. Tevrat'a göre, ikisinin de öldürülmesi gerekiyor­du. Ama soylu kişileri bu yüzden öldürmek istemediklerinden Kur'ân'da RECM hakkında bir büküm bulunmadığını düşünerek sözü edilen kadınla erkek hakkında Hz. Peygamber (A.S.)den bir fetva almak istediler. Bunun için de Medine Yahudüerinden Kurayza Oğullarına haber gönderip duru­mu Muhammed'den (A.S.) sormalarını rica ettiler. Kurayza ve Nadir Oğul­ları, «Vallahi bu meseleyi Muhammed'den soracak olursak, sizin hoşlan-rnıyacağınız bir hüküm verebilir..» dediler. Gelenler, «Eh onun vereceği hü­küm arzumuza uygun olursa kabul ederiz, olmazsa amel etmeyiz» diye karşılık verince, aracılar gelip meseleyi sordular. Resûlüllah (A.S.) Efenelimiz, «Benim vereceğim hükme razı olur musunuz?» diye sormak ihtiya­cını duydu. «Evet...» dediler. Bunun üzerine Melek Cebrail derhal RECM (zina eden evli kadın ve erkeğin öldürülmesi) hakkındaki âyetle indi. Ya­hudiler verilen hükmü kabul etmek istemeyince, Cebrail'in tavsiyesi üze­rine, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Yahudilerin ünlü bilgini İBN SÛRİYÂ'nın aralarında hakem rolünde bulunmasını teklif edince kabul ettiler. İbn SÛ-RİYÂ gelince, onunla Peygamberimiz arasında şu konuşma geçti:

  Sen İbn Sûriyâ mısın?

  Evet...

  Sen Yahudilerin en bilgini misin?

  Öyle diyorlar.

—. Kendisinden başka ilâh olmayan, Tevrat'ı Musa'ya indiren, sizi Mısır'dan çıkaran, denizi size açıp yol eden, Fir'avn'ı ve avanesini boğan, bulut ile sizi çölde gölgelendiren, üzerinize Kudret Helvası ile Bıldırcın ku­şu indiren, içinde helâl ve haram ile hükümler bulunan kitabı size gönde­ren Allah hakkı için söyle, Tevrat'ta zina eden evli kişinin recmedilmesi hakkında bir hüküm var mıdır?

  Evet, vardır. Eğer kudretinden söz ettiğin Allah'ın azabından kork-masaydım, herhalde doğruyu söylemezdim. Peki sizin   Kitabınızdaki   hü­küm nedir?

  Dört şahit gözleriyle -sürme çubuğunun sürmedanlığa girdiği gibi-evli erkek ile kadını zina ederken görürlerse, ikisinin de recmediimesi vâ-cib olur.

  Evet, Tevrat'ı Musa'ya indiren Yüce Kudrete and olsun ki Tevrat'­taki hüküm de böyledir.

Bunun üzerine Allah Resulü şunu sordu:

  Ey İbn Sûriyâ! Şimdiye kader Allah'ın kesin emirlerini   bir  tarafa itip ne kadar ruhsat verdiniz?

Cevap verdi:

  Soyluları yakaladığımızda ceza vermeyip bırakır, zayıfları yakala­dığımızda cezalandırırdık. Bu yüzden ileri gelenlerimiz ve soylularımız ara­sında zina çoğaldı; hükümdarımızın amcasının oğlu zina etti, recmetme-dik. Başka bir adam zina edince onu recmetmek istediğimizde haklı ola­rak itirazda bulundu: «Önce hükümdarın yeğenini recmedin» dedi. Halktan bir kısmının da düşüncesi bu doğrultuda bulunuyordu. Bunun üzerine top­landık, zina suçu için, zifte bandırılmış urganla kırk defa vurmayı ve sonra zâni veya zâniyeyi merkep üzerinde o vaziyette teşhir etmeyi kararlaş­tırdık.

Yahudiler bu yüzden İbn Sûriyâ'ye kızdılar, onu kınadılar. O da Allah hakkı için denildi; doğruyu söylemek zorunda kaldım, diye özür beyân et­ti. Böylece zina eden iki kişi recmedildi. Hazret-i Peygamber (A.S.): «Al-iahım! Senin emrini öldürürlerken onu ilk dirilten ben oldum..» dedi ve bu sebeple yukarıdaki âyetler indi. [174]

Diğer bir rivayet:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir semtten geçerken, yüzüne kömür ka­rası sürülmüş ve iyice dayak atılmış bir Yahudîye rastladı. Orada hazır bu­lunan Yahudileri çağırıp, «Kitabınızda zina edenin cezasıyla ilgili bir hü­küm buldunuz mu?» diye sordu. Onlar da, «Evet» diye cevap verdiler. Bu­nun üzerine Resûlüllah Efendimiz onların bilginlerinden bir adamı çağırıp dedi ki: «Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah hakkı için söyle, kitabınızda zina cezasını böyle mi buluyorsunuz?». Bilgin, «Allah hakkı için söylerim, ha­yır..» diye cevap verdi. Ve ilâve etti: «Eğer and vermeseydin herhalde size doğruyu söylemezdim; bizim kitabımızda zinanın cezası ölümdür. Fakat ne yazık ki, zina soylularımız arasında çoğalınca, onlara dokunmadık. Ama zayıflan bu suçla yakaladığımızda onlara had uyguladık. Sonra top­lanıp herkes hakkında eşitlikle uygulanacak bir ceza belirledik: Recm (öl­dürme) yerine kömür karası sürüp dayak atmak..»

Bu cevap üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz: «Allahım! Senin bir emrini öldürmek (unutup bir kenara atmak) istediklerinde onu ilk ihya eden ben oldum,» dedi ve zâninin recmedilmesini emretti. Bu nedenle yu­karıdaki âyet indi. [175]

 

Kalbleri İnanmıyanlar

 

«Ey Peygamber! Ağızla-nyla inandık deyip kableri inanmayanlarla...»

Hakk'ın iki büyük düşmanı vardır: Biri, ağızlarıyla inandıklarını söyle­yip kalbleriyle inanmıyan iç düşmanlar. Kur'ân bunlara «Münafıklar» ismi­ni vermiştir. Diğeri Kitap Ehlinden daha çok Yahudîlerdir ki, bunlara   dış düşmanlar da denilebilir.

Neden daha çok bu iki grup?

Yahudilerin asıl yurdu Asya'dır. Yusuf Peygamber zamanında Mısır'a göç etmişler ve Fir'avn'ın zulmünden bir gün gelmiş Mısır'ı terketmek zo­runda kalmışlardır. Uzun yıllar çölde bocalayıp şaşkın ve perişan dolaştık­tan sonra Arz-ı Mev'ud, diğer bir tabirle Arz-ı Mukaddes'e girip yerleşme imkânını bulmuşlardır. O bakımdan menşe'i Asya olan Yahudilerle Müslü­manlar arasında sürekli bir ilgi ve bağ mevcuttur, diyebiliriz. Bu iki ayrı milletin yanyana bulunması coğrafî bakımdan kaçınılmazdır. Kendilerine göre sınırlarını belirleyip çizdikleri Arz-ı Mukaddes, Filistin dahil Ürdün, Suriye ve Lübnan'ı içine almaktadır. Oysa bu toprakların yüzde doksanının Müslümanların elinde bulunduğunu biliyoruz.

O halde asırlardan beri umut besledikleri kutsal sayılan topraklar üzerinde güçlü bir İsrail Devletini gerçekleştirmenin temelini atmış ve yükselmeye yönelmiş olan bu ırkın, kendi çıkarları uğruna Müslümanları birbirine düşürmek suretiyle yıpratma, bölüp parçalama, daha doğrusu kaleyi içten fethedip çökertme metoduna baş vurmaları çok tabiidir. Kur'-ân'da gerek ilgili âyetlerle, gerekse diğer sûrelerde geçen bazı âyetlerle yer yer uyarılar yapılmış, Müslümanların dikkati bu ırka çekilmek isten­miştir.

Konumuzu oluşturan âyette ise, daha çok Peygamber (A.S.) devrin­deki olaylardan örnekler verilerek Yahudilerin karakteri, mü'minlere karşı düşünce ve tavırları, niyet ve amaçlan özetlenerek açıklanıyor.

İç düşman sayılan Münafıklara gelince: İslâm ülkeleri, asırlara daya­nan düşmanlarının sistemli çalışması sonunda öz değerlerinden birçoğu­nu kaybetme bedbahtlığına uğrayarak yabancı kültür emperyalizminin kurbanı olmuştur. Ama bu sonuçta iç düşmanların katkısının çok büyük olduğunu unutmamak gerekir. Kur'ân bunları «münafık» tabiriyle anmak­tadır. Müslüman geçinip beynelmilel kardeşlik ve sevgi sloganıyla ortaya çıkıp aldatıcı perde arkasından milletin manevî değerlerini tahrîb eden ve millî değerleri unutturmaya çalışan, bulundukları ülkelerde kavşak nokta­larını ellerinde tutan, ülkenin mukadderatında söz sahibi olma amacını bir an olsun elden ve gönülden bırakmıyanlar işte bunlardır.

Kur'ân bu karakterde olanların İslâm dünyasında bilinçli ölçüde yap­tığı ve yapacağı tahribata bilhassa parmak basıp Müslümanların dikkatini çekiyor. «Ağızlarıyla inandık, deyip kalbleri inanmıyanlar» âyetiyle onların asıl hüviyetini belirliyor. [176]

 

Allah Kimin Fitne İçinde Kalmasını Dilerse..

 

«Allah kimin fitne içinde kalmasını dilerse, artık onun için Allah'tan (doğru yolu bulmasına) hiçbir şey ile sahip olamazsın.»

İlâhî irâde, insanın imân ve irfanına; inkâr ve tuğyanına göre tecelli eder. Sünnetullah doğrultusunda ruhunu imân gıdasıyla besliyene hidâyet (doğru yol) kapısı açılır. İnkâr ve tuğyan ile nefsini besliyene ise, sapıklık kapısı açılır.

O halde inkâr ve günah ile kalblerini iyice çoraklaştıran kişiler genei anlamda hidâyet güneşinden paylarını alamazlar. Özel anlamdaki hidâyet ise, ilâhî inayete bağlıdır, onun ne zaman kime tecelli edeceğini bilemeyiz.

Demek oluyor ki, kusur güneşte değil, kalb toprağındadır. Buna işa­retle Mevlâna Celalettin Rumî diyor ki:

«Taş yeşermez gelmiş olsa nevbahar Toprak ol da bak nasıl güller açar. Taş gibiydin, çok gönül kırdın, yeter. Toprak ol, üstünde hoş canlar biter.»

Kur'ân Sünnetullah ve genel anlamda ilâhî irâde gereği, kulla Allah arasındaki ilgi ve tecellinin ölçüsünü vererek diyor ki: «Allah kimin fitne içinde kalmasını dilerse, artık onun için Allah'tan (doğru yolu bulmasına) hiç bir şey(le irâde tecellisine) sahip olamazsın.» [177]

 

Allah Onların Kalblerini Temizlemeyi Dilemedi..

 

 «Onlar öyle kimselerdir ki, Allah onların kalblerini temizlemeyi dilememiştir.»

Allah, kalblerin temizlenmesini, ciddi bir dönüşe, samimi bir tevbeye ve Hakk'a yönelmeye bağlamış, yani ilâhî Sünnetini adalet ölçüleri içinde bu şartla kayıtlamıştır. Bilindiği gibi, şart yerine gelmeyince ona bağlı bu­lunan meşrut gerçekleşmez. Allah ile kulları arasında bu sünnet gereği imkân ve irâde sınırı konmuştur. Kul inkâr ve kötülükten dönüş yapıp sa­mimi bir tevbede bulunur, ilâhî hidâyeti diler ve bunun için yeteneğini kul­lanırsa, imkân sınırının son kertesine gelmiş olur. Bu kerte, ilâhî irâdenin herkese yönelik tezahürüyle birleşip hidâyetin tecellisine kapı açar. Diğer bir deyimle bu, hidâyete erişme noktasıdır.

Yahudi ve münafıklar bu noktaya belirtilen ölçü ve anlamda kendile­rini getirmeyi akıllarından bile geçirmedikleri için Allah onların kalblerini temizlemeyi dilemez. Has irâdesi ise, kimin hakkında ne. zaman, nerede tecelli edeceği bilinmez. Bu bakımdan kulun sorumluluğu vardır ve yap­tıklarından bunun için sorumlu tutulacaktır. Çünkü önünde imkân ve irâ­de sınırı onu beklemektedir. [178]

 

Ahlâkî Yönü

 

(Yalan ile Haram)

«Yalana iyice kulak verirler, durmadan haram yerler.»

Bunlar ikiz kardeştirler; biri diğerinden pek ayrılmaz. Yalan harama ve günaha yol açar. Günahın ise sermayesi veya kaynaklandığı şey, haramdır. İlgili âyetle bu hassas noktaya dikkatler çekiliyor. Müna­fıklarla Yahudilerin yalana özendikleri durmadan haram yedikleri belir­tiliyor. Faizi her devirde bir sömürü aracı olarak kullanıp işler duruma ge­tiren, başka milletleri, hiçbir insaf ölçüsü tanımaksızın ticaretin her çeşit hileli yollarıyla sömürmeyi kendilerine mubah sayan bir millet, elbetteki durmadan haram yemektedir.

İçi dışına uymayan, kalbiyle inkarcı olup diliyle inançlı görünmeye ça­lışan münafıklar da helâl haram, sorumluluk ve insan hakları diye bir sı­nır ve kayıt tanımadıkları için işleri yalan, sermayeleri haramdır.

Nitekim Allah Resulüne soruldu:

  Ey Allah'ın Peygamberi! Mü'min korkak ve pısırık olabilir mi?

  Evet, diye cevap verdi.

  Mü'min cimri olabilir mi?

  Evet, diye cevap verdi.

  Mü'min yalancı olur mu?

  Hayır, diye cevap verdi. [179]

Diğer bir hadîste ise Resûlüllah (A.S.) Efendimiz şöyle buyurmuştur: «Doğruluğa gerekli olun, ondan ayrılmayın. Çünkü doğruluk iyiliğe ve hayre götürür. İyilik ve hayır da cennete ulaştırır. Adam durmadan doğru söyler ve doğruyu arayıp seçer de Allah katında doğru yazılır. Yalandan sakının. Çünkü yalan günah ve kötülüğe götürür; günah ve kötülük ise ce­henneme sürükler. Kul durmadan yalan söyler de Allah katında yalancı yazılır.» [180]

 

Herkese Karşı Âdil Ol!.

 

«Hükmedecek olursan, aralarında adalet ve insafla hükmet. Çünkü Allah gerçekten âdil ve insaflı olanları çok sever.»

İslâm'ın özelliklerinden biri de, dosta düşmana karşı âdil olmayı em-retmesidir. Kur'ân'da ilgili âyetle, başta Resûlüllah (A.S.) Efendimiz olmak üzere adalet terazisini elinde tutan her yetkiliye: «Hükmedecek olursan, aralarında adalet ve insafla hükmet. Çünkü Allah gerçekten âdil olanları sever..» mealindeki sözlerle seslenilmektedir.

Peygamber (A.S.) Efendimizin hakemliğine baş vuranlar, Yahudiler­den bir grup idi. Bunlar aslında İslâm'a kinle, nefretle karşı kimseler ola­rak biliniyor ve Peygamberin vücudunu ortadan kaldırmayı her an arzu ediyorlardı. Tevrat'taki ağır müeyyideyi uygulamamak için zina suçu hak­kında Kur'ân'da hafif bir ceza şekli bulunabileceğini umuyorlar ve bunun için âdil kabul ettikleri Hz. Muhammed'in (A.S.) hakemliğini istiyorlardı. Aİlah da, «Aralarında adalet ve insafla hükmet» diye emir indirdi. Peygam­ber zaten âdil ve insaflı idi. Bu anlamda âyetin inmesi, önce Yahudileri in­safa daveti amaçlıyordu; sonra da mü'minleri uyarıyor, dosta düşmana karşı adalet terazisini eşit biçimde ellerinde tutmalarını öneriyordu. [181]

 

Tevrat'ta Zina Cezası

 

«Başka birisinin karısıyla zina eden, komşusunun karısıyla zina eden adam, hem o, hem de kadın mutlaka öldürülecektir.» [182]

«Eğer bir adam, başka bir adgmın karısıyla yatmakta olarak bulunur­sa, o zaman kadınla yatan adam ve kadın, onların   ikisi  de  öleceklerdir.

Böylece İsraei'den kötülüğü kaldıracaksın.» [183] İNCİL'de de bu konuya yer verilmiştir:

«Ve bir reis ona: İyi Muallim! Ebedî hayatı miras almak için ne yapa­yım? diye sordu. Ve İsâ ona dedi: Niçin bana iyi diyorsun? Bir'den başka kimse iyi değildir, o da Allah'tır. Sen emirleri bilirsin: «Zina etmiyesin; adam öldürmiyesin; çalmiyasın; yalan şehadet etmiyesin; baban ve anana hürmet et..» [184]

Aynı kaynaktan inen kutsal kitaplar, insan ruhunun yüceliği ile ters düşen kötülükleri yasaklamakta birleşiyorlar. [185]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, İsrâiloğuilan'nın tutum ve davranışları üzerinde durulmuş, gerek Tevrat'taki hükümlerle, gerekse İslâmî esaslarla ters düştükleri hatırlatılmış; bu yüzden ikiz sayılan YALAN ile HARAM'a kay­dıkları belirtilmiştir.

Aşağıdaki âyetlerle Tevrat'ın doğru yolu gösterici, kalbleri ve dimağ­ları aydınlatıcı güçte indirildiği konu ediliyor; İsrail Peygamberleriyle bil­ginlerine ve halkı irşad eden ileri gelenlerine Tevrat'ın muhafaza edilmesi görevinin verildiği hatırlatılıyor. Bütün bu emir ve uyanlara rağmen din adamı geçinenlerin Tevrat'taki ilâhî emirleri az bir paha karşılığında sat­tıkları, hükümleri bu yüzden değiştirdikleri üzerinde durularak Müslüman­ların bu konularda çok dikkatli ve duyarlı olmaları için uyarıda bulunu­luyor. [186]

 

Meali

 

44__ Şüphesiz ki, Biz içinde hidâyet (doğru yolu gösterici ve ona ile­tici) ve (kafa ile gönülleri) aydınlatıcı (belgeler) bulunan TEVRAT'I indir­dik. Kendilerini (Hakk'a) teslim eden peygamberler, Yahudiler arasında onunla hükmederlerdi; yine onlardan Rab için yol gösterenleri de, bilgin­leri de Allah'ın kitabından muhafazasıyla emrolundukları hususlarla hük­mederlerdi ve onlar buna şahitlerdi de. (Ey hükmetme durumunda bulu­nanlar!) Artık insanlardan korkmayın benden korkun; âyetlerimi az bir degere satmayın. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse,   işte   onlar   kâfir­lerdir.

45— Tevrat'ta onlara (şunu da) yazıp farz kıldık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralar misliyle karşılık görür. Ama kim bu hakkını sadaka olarak bağışlarsa, (günahlarına) keffarettir. Kim de Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zâlimlerdir.

 

İniş Sebebi

 

Bir önceki konuda açıkladığımız sebepler bu âyetler hakkında da ay­nen carîdir. Ayrıca şu rivayetlere de yer verilmiştir:

İbn Abbas (R.A.) diyor ki: «Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, iş­te onlar kâfirlerdir., İşte onlar zâlimlerdir.. İşte onlar fasıklardır.» mealin­deki âyetler, daha çok Yahudilerden iki grup hakkında inmiştir. Cahiliye devrinde onlardan biri diğerini kahretmiş, aşağılayıp sonunda şöyle bir gayr-i âdil anlaşma yaparak sulh edişmişlerdi: Üstünlük sağlayan taraftan biri, aşağılanan taraftan birini öldürecek olursa sadece 50 VASK [187] fidye verecek; bunun aksi ortaya çıkarsa aşağılanan taraf 100 VASK fidye ve­recek.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz peygamber olarak gönderilînceye kadar o iki grup arasındaki mâruf anlaşma sürüp devam etmiştir. İslâm'ın nuru ortaya çıkıp cihanı aydınlatınca, cahiliye devrinin kötü âdetlerini kademeli biçimde kaldırmaya başladı. Bu arada aşağılanan gruptan biri, üstünlük sağlayan gruptan birini öldürmüştü. Fidye olarak 100 VASK istenilince bu­na itiraz edildi ve: «Dinimiz, ırkımız, ülkemiz ve dilimiz bir olduğuna göre, biz de ancak sizin verdiğiniz 50 VASK kadar bir fidye veririz. Çünkü artık Hz. Muhammed (A.S.) aramızda bulunuyor. Cahiliye devri âdetleri kalktı,» denildi. Bunun üzerine yine o iki grubun arası açıldı, neredeyse vuruşma­ya başlayacaklardı, derken yaşlıları akledip durumu Resûlüllah (A.S.) Efendimize ilettiler. Hakemlik yapmasını teklif ettiler. Bu, olumlu karşılan­dı. Ancak üstünlük sağlayan grup bu hakemliği pek istemiyor, Hz. Mu-hammed'in (A.S.) iki tarafı eşit tutacağını tahmin ediyorlardı. Bunun için mühlet isteyip gizliden adamlarını araştırma yapmak üzere görevlendirdi­ler. Böylece Hz. Muhammed'in (A.S.) bu konuda neler düşündüğünü ön­ceden öğrenmeğe çalıştılar. Cebrail derhal inip casusların bilgi edinmeğe çalıştığını, üstünlük sağlayan grubun neler düşündüğünü haber verdi. Resûlüllah onları çağırıp kafalarından geçirdiklerini bir bir söyleyince şaşır­dılar. Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi. [188]

İbn Cerîr Taberî ile Muhaddis Ebû Dâvud da buna yakın bir rivayeti nakletmişlerdir. [189]

 

İlgili Hadîsler

 

«Kadın karşılığında erkek öldürülür.» [190] «Müslümanların kanları birbirine denktir.» [191] «Mü'minlerin kanları birbirine denktir.»

«Herhangi bir Müslüman bedenine dokunan bir yara ve bereyi bağış­layacak olursa, mutlaka Allah o sebeple onun bir derecesini yükseltir ve bir hatasını düşürür.» [192]

«Herhangi bir adam bedeninde bir yara alır (biri onu yaralar) da (ya­ralayanı) bağışlayıp tasaddukta bulunursa, mutlaka Allah onun, tasadduk ettiğinin misliyle günahlarını temizleyip bağışlar.» [193]

 

Hukukî Yönü

 

«Allah'ın indirdiği hükümler» genel anlamdadır. Tevrat'taki hükümler­le amel etmiyen Yahudi ilim adamları ve hahamlar nasıl kınanıyor; İlâhî hü­kümleri inkâr edenler nasıl küfür, zulüm ve ahlâksızlıkla anılıyorsa, Kur'-ân'daki hükümlerle amel etmiyenler öylece kınanıyor, inkâr edenler aynı

sıfatlarla anılıyor.

Nitekim İbn Abbas (R.A.) da bu hususa dikkatleri çekmiş ve Müslü­manları uyarmıştır.

Bu mesele üzerinde ilim adamlarının yorumlarına gelince, onları şöy­le özetliyebiliriz:

a) Kim Kur'ân'ı reddederek, Peygamberin sözünü beğenmiyerek in­kâra saparak Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, kâfir, zâlim sıfatlarını hakketmiş olur.

b)  Kim yetersizliğini iddia ederek   Kur'ân'daki   hükümlerle   hükmet­mezse, yine küfre ve zulme sapmış olur.

c)  Allah'ın  indirdiği  hükümlerin  tamamıyla  hükmetmiyen   kâfir  olur. Tevhîd ile ilgili hükümleri kabul edip şeriatın diğer kısımlarıyla hükmetmi-yenler bu âyetin taşıdığı hükmün dışındadırlar.   Böyleleri   sadece   büyük günah işlemiş sayılırlar.

d)  İmam Şa'bî'ye göre, sözü edilen iki  âyet, özellikle Yahudiler hak­kındadır. Nuhas da aynı görüşü benimsemiştir. Çünkü âyetlerin başlangıç ve bitiş kısımları buna delâlet etmektedir.

Hz. Huzeyfe (R.A.)den bu âyetlerin İsrâiloğulları'yla ilgili, olup olma­dığı sorulduğunda, «Evet, onlar hakkında inmiştir» diye cevap verdiği bi­linmektedir.

e)  Ebûbekir el-Arabî'ye göre, «İşte onlar kâfirlerdir.» âyeti, Kur'ân'­daki hükümleri küçümseyip onlarla amel etmiyen Müslümanlar hakkında­dır. «İşte onlar zâlimlerdir.» âyeti, Yahudiler; «İşte onlar fâsıklardır.» âye­ti Hıristiyanlar hakkındadır. Çünkü âyetin dış anlatımı buna delâlet edi­yor. Câbir b. Zeyd, İbn Ebî Zaide, İbn Şübrüme ve Şa'bî de aynı görüşte­dirler.

Hasan el-Basrî diyor ki:

«Allah, hâkimleri şu üç hususla uyarmıştır:

1.  Kendi arzu ve heveslerine göre hükmetmiyecekler.

2.  İnsanlardan değil Allah'tan korkacaklar.

3.  Allah'ın âyetlerini, indirdiği hükümleri önemsiz bir pahaya satmı-yacaklar. [194]

 

Tevrat'ın Önemli Bölümlerinin Bilginler Tarafından  Korunması

 

<<Yine onlardan Rab için yol gösterenleri de bilginleri de Allah'ın kitabından rnuhafazasıyla em-rolundukları hususlarla hükmederlerdi ve onlar buna şahitlerdi.»

Kur'ân'ın acık anlatımından  Tevrat'ın  önemli  bölümlerinin,  bilhassa ahkâmla ilgili belgelerinin İsrâiloğulları'nın fakîhleri ve bilginleri tarafım­dan korunduğu anlaşılıyor. Ancak bu koruma kâğıt üzerinde mi, yoksa hafızalarda mı? İlk hatıra gelen her iki şekilde muhafaza edildiğidir. Her ne kadar orijinali olan Levhalar'ın -bir rivayete göre- Babiİ esaretinde kay­bolduğu söyleniyorsa da bilginlerin yazıp hafızalarında tuttukları kısım­lar dikkate alınırsa, hâlen mevcut Tevrat'ın onlardan derlenen İbranîcesi-nin tercemesi olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim konumuzu oluş­turan âyette, Tevrat'ta yazılı bulunan kısasla ilgili haberi araştırdığımızda, hâlen mevcut olduğunu görmekteyiz. Tabii bazı ilâveler, unutulmalar ve yanlışlarla birlikte.. Daha önce de değindiğimiz gibi levhaların kaybolma­sından çok sonra derlenen Tevrat, Musa Peygamber'den yaklaşık yedi asır sonra mabedin tamirinde tesadüfen bulunmuştur.

Zaten yer yer ilâhî vasfını koruduğu, Kur'ân ile karşılaştırılınca anla­şılmaktadır. Çünkü İsrâiloğulları'na gönderilen peygamberlerin, yetişen ilim adamlarının ve halka yol gösteren mürşitlerinin -verilen emir uyarın­ca- Tevrat'ın önemli kısımlarını ezberleyip muhafaza ettikleri ve bunu ku­şaktan kuşağa aktarmaya çalıştıkları, Kur'ân'ın ilgili âyetlerindeki işaret­lerden sezilmektedir. Aynı zamanda, yine bir ilâhî buyruk olarak, her pey­gamber ve ilim adamı Tevrat üzerinde birer şahit olarak bulunuyorlardı. [195]

 

Âyetleri Az Bir Pahayla Satmak

 

«Âyetlerimizi az ve önemsiz bir degere satmayın..»

Kur'ân burada çok duyarlı bir noktaya parmak basarak, ilâhi kitap­ların sıradan insanlar tarafından değil, yetişmiş ilim adamları, kıymetli mürşitler ve bilgili öğreticiler tarafından korunmasını emrediyor. İiâhî buy­rukları şahısların arzu ve mantığına göre yorumlamak, kitabı aslından uzaklaştırır; daha doğrusu onun yerine kişisel görüşler geçer; böylece din asıl hüviyetini kaybeder. Kur'ân ne bir fal kitabıdır, ne de muska mec­muası... Ne kabirlerde okumak için indirilmiş, ne de kapalı biçimde bir süs eşyası olarak duvarlara asılmak için.. O kafaları aydınlatmak, ruh­ları cilalamak, vicdanları geliştirmek, fizikle metafizik arasında ilgi kur­mak, dünya ile âhiret arasında denge sağlamak ve ebedî bir hayatın mev­cudiyetinden haber vermek için gönderilmiştir. Onu bu yüce amaçlardan uzaklaştırıp basit konularda para karşılığında kullanmak cinayetlerin en kötüsüdür. Bundan daha büyük bir günah düşünülebilir mi?

İşte Kur'ân, Müslümanları da bu felâkete sürüklenmekten korumayı amaçlıyarak Yahudilerin yanlış tutumunu gözler önüne seriyor ve gere­ken uyarısını yapıyor. [196]

 

Cana Can

 

«Tevrat'ta onlara (şunu da) yazıp farz kıldık: Cana can, göze göz......»

Âyetin açıklamasından ve hâlen mevcut Tevrat nushalarındaki belge­lerden, İsrâiloğulları'na indirilen KISAS emrinin, cana can şeklinde belirlen­diği, diyet hususunda İslâmî ahkâmdan farklı hükümler bulunduğu an­laşılmaktadır.

Tevrat'ta İsrâiioğulları'na farz kılınan KISAS HÜKMÜ, İslâm Şeriatın­da da geçerli midir? Çünkü bu konuda farklı bir hüküm getirmiyen Kur'ân, Tevrat'taki ilgili hükümlerin aynen İslâm'da da geçerli olduğunu bildirmek mi istiyor? İlim adamlarımızın bu husustaki tesbit ve yorumları farklıdır:

A)  Bir kısmına göre, bizden önceki şeriatlar veya onlarda yer alan hükümler, neshedilmemişse, yani yeni hükümlerle kaldırılmamışsa, o tak­dirde bizim için de geçerlidir. Yukarıdaki âyetle buna işaret edilmektedir.

B)  Diğer bazısına göre, bunun aksi iddia edilmektedir. Hükümleri kal­dıran âyetler bulunsun  bulunmasın,  bizden önceki  şeriatlar ve  taşıdığı hükümler yürürlükten tamamen kaldırılmıştır. Kur'ân ilgili âyetle, sadece Tevrat'taki  kısas hükmünü  hatırlatarak Yahudî ilim  adamiarının  onlarla amel etmediğini  kınıyor.

C)  İmam Ebû Hanîfe, İmam Şafiî ve bir rivayette Ahmed  bin  Han-bel'e göre, bizden önceki şeriatlerde yer alan hükümler, vahiy ile bildiri-lip ayrı bir hüküm getirilmemişse, o takdirde bizim için de şeriat sayılır. Yukarıdaki âyette belirtilen hükümler bu cümledendir. Nitekim sahih ha­dîsler de bu sonucu vermektedir.

D)  Ibn Hâcib'e göre, vahiy yoluyla bildirilmişse, o takdirde buna mu­halefet eden zaten olmaz. Vahiy ile bildirilmiyen, fakat onunla da neshe-diîmiyen hükümler söz konusudur. Eş'arîler bunu uygun görmemişse de Maturidîler uygun görmüştür, Cumhur-İ Ulemâ da :  «Vahiy ile neshedil­memişse, bizim için de şeriat sayılır» görüşünü benimsemişlerdir.

Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Kadına karşılık erkek öldürü­lür» buyururken, «cana can» esasını bildirmek istemiştir.

İmam Ebû Hanîfe bu âyetin genel anlatımını dikkate alarak, «Zımmî

(vatandaşlık statüsüne giren küfür ehli) karşılığında Müslüman öldürülür. Çünkü «cana can» umum ifade eder» demiştir. Diğer müctehit imamlar bu görüşte değildirler.

Hz Enes'in halâsı, bir cariyenin dişini kırmıştı. Durum Resûlüllah (A.S.) Efendimize arzedilince, misilleme yapılmasını emretmiştir. Ancak Enes bin Nadîr (R.A.) buna üzülmüş ve :

__ Ya Resûlellah! halâmın dişinin kırılmasını emrediyorsunuz? de­yince, Resûlüilah (A.S.) ona :

  Ya Enes! Allah'ın Kitabı KISAS emrediyor. Bunun üzerine Hz. Enes çok samimi bir duyguyla :

  Hayır, vallahi halâmın dişi kırılmaz! Deyince, davacı taraf kısastan vazgeçip onu bağışlamışlardı. Bu duruma memnun kalan Efendimiz, «Al­lah'ın öyle kulları var ki, bir hususta Allah ile yemin edecek olurlarsa, ar­zuları yerine gelir.» buyurmuştur. [197]

Bunun gibi, yaralamalarda Resûlüllah (A.S.) Efendimizin kısas hük­münü uygulamadan önce tarafları barıştırmak için diyet teklif ettiği de sahih rivayetlerden bilinmektedir. [198]

 

Tevrat'ta Kısas Hükmü

 

Kur'ân'ın, Tevrat'ttr geçen kısasla ilgili hükmü açıklaması, dikkati­mizi hâlen mevcut Tevrat nüshalarına çekmektedir. Tevrat'ta adam öl­dürmek ve yaralamakla ilgili bir çok hükümler hâlen mevcuttur. Kur'ân'ın işaret buyurduğu hüküm ise iki yerde geçmektedir:

«Eğer adamlar kavga edip bir gebe kadına çarparlar ve onun çocu­ğu düşerse ve bir zarar olmazsa, kocasının kendi üzerine tayin edeceği gibi tazmin edecek ve hâkimler vasıtası ile verecektir.

Fakat zarar olursa, o zaman can yerine can, göz yerine göz, diş ye­rine diş, e! yerine el, ayak yerine ayak, yanık yerine yanık, yara yerine yara, bere yerine bere vereceksin.» [199]

İkinci bir yerde ise şöyle denilmektedir:

«Ve bir kimse bir adamı vurursa mutlaka öldürülecektir. Ve bir hayvanı vuran, can yerine can olarak onu ödeyecek. Ve bir kimse komşusu­nu sakatlarsa, kendisine de yaptığı gibi yapılacaktır; kırık yerine kırık, göz yerine göz, diş yerine, diş olmak üzere, adamı nasıl sakat etti ise, kendi­sine de öylece edilecektir.» [200]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

«Rabbani» tabiri üzerinde Âi-i İmrân Sûresi 79. âyetin tefsirinde ge­rekli açıklama yapılmış ve rivayetlere yer verilmiştir. Ama burada tekrar­landığından bazı farklarla yeniden açıklamayı yararlı gördük:

Rabbaniyyûn:

A)  Rabbe mensup olanlar.

B)  İlim ve İrfanla halkı yönetenler, siyasi dehalarıyla halka yön ve­renler.

C)  İlim adamlarının üstünde ilim ve hikmete sahip bulunanlar.

D)  Ahlâkî kurallar ve örnek davranışlarla halkı eğitenler.

E)  İlim ve hikmetle konuşup Allah için hizmet edenler.

F)  Cok ibâdet eden âlimler.

G)  Harun Peygamber soyundan gelen zuhd-u takva sahipleri.

AHBAR:

Bu deyim birkaç yerde geçer. «hibr»in ve «habr»in çoğuludur. Kök mâna olarak daha çok mürekkep ve benzeri nesne hakkında kullanılırsa da deyim olarak :

A)  İlim sahipleri,

B)  Dinde bilgili olanlar,

C)  İlim adamlarının üstünde ilim ve hikmete sahip bulunanlar.

D)  Bilgileri ve konuşmaları te'sirli olanlar,

E)  Mürekkebin kâğıt üzerinde te'sir ettiği gibi, kalb ve kafalarda te­sir bırakan bilginler, anlamına gelir. [201]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle geniş bir kitleye hitap eden Tevrat'ın hidâyet ve nûr yansıtan hükümlerinin korunmasının tavsiye edildiği bildirildi ve gön­derilen peygamberlerin Hakk'a teslimiyet içinde ona sahip çıktıkları; Allah için irşat görevini sürdürenlerle ilimde derinleşenlerin Tevrat'ı muhafa­zayla emrolunduklan ve ancak onunla hükmetmelerinin gerektiği açıklan­dı. Buna rağmen Musa'dan sonra bazı bilgin geçinenlerin Tevrat'ta yer alan hükümleri kendi arzu ve heveslerine göre değiştirdikleri belirtildi ve Kur'ân'a inanan bahtiyarların Allah Kitabında keyfî tasarrufta bulunma­maları hususunda uyarılar yapıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, İncil'in aynı ölçülerle indirildiği ve her gelen pey­gamberin önce gelenleri tasdîk ettikleri, indirilen her kitabın bir önceki kitabı doğruladığı üzerinde duruluyor.Buna rağmen Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının bu vadide hem Tevrat ve İncil'in ölçüleri dışına çıktıkları, hem de Musa ile İsâ Peygamberlerin bu hususta koyduğu esaslara bağlı kalma­dıkları belirtilerek Kur'ân'a ve Hz. Muhammed'e (A.S.) karşı çok hatalı ve sakıncalı bir yol tuttuklarına dikkatler çekiliyor. [202]

 

Meali :

 

46— Ardından da peygamberlerin izleri üzerine Meryem oğlu İsa'yı, önündeki Tevrat'ı tasdîk edici olarak gönderdik ve ona, içinde hidâyet (doğru yolu gösterici, kalb ve kafaları) aydınlatıcı belgeler bulunan, sa­kınanlar için hidâyet ve öğüt olan İncil'i verdik.

47— (Onlara dedik ki:) Artık İncil'e bağlı olanlar, Allah'ın onda in-dirdiğiyle hükmetsin. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar hak yolunu ve ilâhî sının aşan günahkârlardır.

 

İlgili Hadîsler

 

«Tevrat ehline Tevrat verilmiş, onunla amel etmişler; İncil ehline de İncil verilmiş, onunla amef etmişlerdir.» [203]

 

İncil, Tevrat'ın Bazı Hükümlerini Yürürlükten Kaldırmıştır

 

Ayet ve aydınlatıcı belgeler bulunan, önündeki Tevrat'ı doğrulayan ve sakı­nanlar için hidâyet ve öğüt olan İncil'i verdik.»

Musa Peygamberden sonra İsrâiloğullan'na Tevrat ile amel etmele­rini devamlı sağlamak için peşpeşe peygamberler gönderilmiştir. Ne var ki İsrâiloğulları ırklarından tevarüs ettikleri karakterleriyle, kendilerine âhiret inanç ve duygusunu aşılamaya çalışan peygamberlere karşı koy­muş, kimini öldürmüş, kimini kovmuşlardır. Dünya saltanatını onlara va'detmiyen hiçbir peygamberi dinlemek istememişler, bu yüzden yavaş yavaş yüzleri âhiretten tamamen dünyaya dönmüş ve Tevrat'taki âhiretle ilgili birçok belge ve kayıtları çıkaracak kadar ileri gitmişlerdir.  

O nedenle bu millet yapısında dünya île âhiret, madde ile mâna, ruh ile beden arasındaki denge iyice bozulmuştu. Sözü edilen dengeyi yeni­den sağlayacak, âhiret korkusunu ruhlara eniekte edecek, sorumluluk duygusunu kalblere yerleştirecek ruhî yapısı çok güçlü bir peygambere ihtiyaç vardı. Cenâb-ı Hak belirtilen güçte İsâ Peygamberi çok yumuşa­tıcı ve okşayıcı ahlâkî kurallarla İsrâiloğullan'na gönderdi. Bu peygam­berin daha çok iki önemli görevi bulunuyordu: Tevrat'taki unutulan birçok hükümleri işler duruma getirmek, bir kısmını da yürürlükten kaldırıp o günkü sosyal hayatla tam uyum sağlayacak yeni hükümleri yine çok mü­layim bir metodla kabul ettirmek.

İncil'de de bu hususlar gayet net biçimde açıklanmış, İsâ Peygam­berin getirdiği yeni hükümler şu sözlerle belirtilmiştir:

«Sanmayın ki, ben şeriatı yahut peygamberleri yıkmağa geldim; ben yıkmağa değil, fakat tamam etmeğe geldim. Çünkü doğrusu size derim : Gök ve yer geçip gitmeden, her şey vaki oluncaya kadar, şeriatten en küçük bir harf bir nokta bile yok olmıyacaktır. Bundan dolayı bu en kü­çük emirlerden birini kim bozar ve insanlara öylece öğretirse, göklerin melekûtunda kendisine en küçük denilecektir.»[204]

Bu cümlelerden de anlaşılıyor ki, semavî kitaplara dokunulmaz. An­cak gönderilen peygamberler gereken değişiklikle gelirler, bir kısmı hüküm­leri yürürlükten kaldırır, ama o hükümler hakkındaki belgeler yine kutsal kitapta yazılı kalır, bir harfi dahi değiştirilmez.

Bu hususu İncil'le Tevrat'ı karşılaştırdığımızda açıkça görebiliriz: İsâ Peygamber İncil'de diyor ki:

«İşittiniz ki, eski zaman adamlarına denildi: «Katletmiyeceksiniz; Kim katlederse, hükme müstehak olacaktır.»

Fakat ben derim ki: «Kardeşine kızan her adam hükme müstehak olacaktır.» [205]

«Zina etmiyeceksin» denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim: Bir kadına şehvetle bakan her adam zaten yüreğinde onunla zina etmiştir. Ve eğer sağ gözün sürçmene sebep oluyorsa, onu çıkar ve kendinden at..» [206]

«Ve : Kim karısını boşarsa, ona boş kâğıdını versin» denilmiştir. Fa­kat ben size derim ki, zinadan başka bir sebeple karısını boşayan adam onu zâniye eder ve kim boşanmış kadınla evlenirse, zina eder.» [207]

İncil'de yer alan bu belgelerle Tevrat'ın, belirtildiği biçimdeki hüküm­leri kaldırılıp kısmen ağır, kısmen hafif yeni hükümler getiriyor. Böylece Kur'ân'ın taşıdığı hükümlerle de her iki kitaptaki hükümlerin hepsi yürür­lükten  kaldırılmış oluyor.

«Ve yine yalan yere and etmiyeceksin ve andlannı Rabbe ödiyecek-sin» denildiğini işittiniz. Fakat ben derim ki: Hiç and etmeyin; ne gök üze­rine, çünkü o Allah'ın tahtıdır; ne yer üzerine, çünkü onun ayağının basa­mağıdır.» [208]

«Göz yerine göz, diş yerine diş, denildiğini işittiniz. Fakat ben size derim : Kötüye karşı koma ve senin sağ yanağına kim vurursa, ona öte­kini de çevir.» [209]

 

Hıristiyanların İncil İle Hükmetmeleri Emrediliyor

 

«Artık incil'e  bağlı  olanlar,  Allah'ın onda indirdiğiyle hükmetsinler.»

Bu emir iki yönlüdür: Biri, İncil onlara bir hidâyet ve nur olarak ve­rildiğinde onunla amel etmeleri emredilmiştir. Diğeri ise, son peygamber ve son kitap gönderilince, Hıristiyanların İncil'de son peygamberle ilgili hükümlerle amel etmeleri emredilmektedir.

Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, gerek mevcut dört İncil'de, ge­rekse daha sıhhatli kabul edilen BERNABA İncil'inde Hz. Muhammed'in geleceği çok açık biçimde birkaç belgeyle müjdelenmiştir. Sözü edilen belgeleri daha önceki sûrelerde münasebet düştükçe naklettik, Buraya tekrar nakletmeyi -konunun önemini yansıtma bakımından- yararlı görü­yoruz :

Önce şunu belirtelim ki, Bernaba İncil'inin 42,44 bölümlerinde Hz. Mu­hammed'in geleceği ismiyle, sıfatlarıyla müjdelenmiştir. Diğer İncil'lerde ise şöyle denilmektedir:

«Eğer beni seviyorsanız emirlerimi tutarsınız. Ben de Babaya (Rab-be) yalvaracağım ve o size başka bir TESELLİCİ, Hakikat Ruhunu vere­cektir,» [210]

«Bununla beraber ben size hakikati söylüyorum; benim gitmem sizin için hayırlıdır; çünkü gitmezsem, TESELLİCİ size gelmez; fakat gidersem onu size gönderirim ve o geldiği zaman günah için, salah için ve hüküm için dünyayı ilzam edecek (susturacak, cevap veremez hale getirecek)-tir.» [211]

«Size söyliyecek daha çok şeylerim var; fakat şimdi dayanamazsınız. Fakat o hakîkat ruhu gelince size her hakikate yol gösterecek; zira ken­diliğinden söylemiyeçektir; fakat ne işitirse söyliyecek ve gelecek şeyleri size bildirecektir. O beni TA'ZÎZ edecek (şerefli ve kutlu kılacak)tır.» [212]

«Bundan dolayı size derim, Allah'ın melekûtu sizden alınacak ve onun meyvelerini yetiştirecek bir millete verilecektir. Ve bu taşın üzerine dü­şen parçalanacak, o da kimin üzerine düşerse onu toz gibi dağıtacak­tır.» [213]

«Vakit tamam oldu ve Allah'ın melekûtu yakındır; tövbe edin ve İn­cire imân eyleyin.» [214]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle, Kitap Ehli'ne geniş yer verildi. Tevrat ve İncil'in insanlıktan yana doğru yolu gösteren, kafa ve kalbleri aydınlatan ilâhî belgeler taşıdığı açıklandı. Dinlerin, toplumun gelişmesine paralel olarak tekâmül ettiğine, Tevrat'ın daha önae indirilen sahifelerdeki hükümleri yürürlükten kaldırdığına, İsrâiloğulları'na yepyeni ufuklar açtığına dikkat­ler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, son olarak Kur'ân'ın bütün insanlığa indirildiği ve bu kitabı kalblere ve kafalara işliyecek son peygamberin gönderildiği; böylece dinlerin tekâmülde son bulduğu açıklanıyor; artık bir kabileye ya da bir millete değil, bütün milletlere seslenen ilâhî buyrukların en doyu­rucu anlam ve ölçüde Kur'ân'da yer aldığı hatırlatılıyor. Her peygamber kendinden öneekî hak din ve peygamberleri tasdik ettiği gibi, Hz. Muham-med (A.S.)ın da bu bilgi ve imânla teçhiz edilerek gönderildiğine işarette bulunuluyor. [215]

 

Meali  ;

 

48— Sana da (Ey Muhammed) önündeki kitabı (Tevrat, Zebur ve İncil'i) doğrulayan, onları gözetip denetliyerek tashîh eden kitabı hak ile indirdik. Artık onlar arasında Allah'ın indirdiğiyle hükmet; sana gelen hak-dan sonra onların heveslerine uyma. Her biriniz için bir şeriat ve açık bir yol meydana getirdik. Eğer Allah dileseydi hepinizi tek bîr ümmet yapar-

dı; ama size verdiğiyle sizi denemek için (böyle yapmadı),

O halde hayırlara koşuşun; hepinizin dönüşü ancak Allah'adır. Hak­kında ayrılığa düştüğünüz şeylerden sîze O haber verecektir.

49—  ve artık aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet; onların arzu ve heveslerine uyma; Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmında seni şaşırtma­larından sakın. Eğer yüz çevirirlerse, bilmiş ol ki, Allah bazı günahlarından dolayı onları musibete uğratmak istiyor ve hem insanların çoğu gerçek­ten ilâhî sınırlan aşanlardır.

50—  Onlar cahiliyye devrine ait   hüküm      arzu   ediyorlar?   Şüp­heden uzak bir bilgiyle inanan bir millet için Allah'tan daha güzel hüküm veren kim olabilir?

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.Â.) diyor ki :

«Yahudi bilginlerinden birkaç kişi Resûlüllah (A.S.) Efendimizi, inen ilâhî hükümlerin bir kısmında şaşırtmak için gizli bir plân hazırlayıp gel­mişlerdi: «Ya Muhammed! dediler, bilirsin ki biz ileri gelen ilim adamları­yız. Sana uyduğumuz takdirde Yahudiler gelip size inanırlar. Bunun için sana baş vuracağımız bir ihtilaflı meselede bizden yana hükmetmeni is­tiyoruz..»

Onların bu küstahça teklifini dinleyen Peygamber (A.S.) Efendimizin rengi değişti ve tekliflerini kesinlikle reddetti. Bu sebeple yukarıdaki âyet­ler indi. [216]

 

İlgili Hadîsler

 

«Biz peygamberler topluluğu baba bir kardeşleriz; dinimiz birdir.» [217]

Yani dinimizin esası aynıdır.

«İnsanların Allah katında en çok sevilmiyenî, İslâmiyette Cahiliyye devri âdetlerini isteyen ve haksız yere kan dökmek için kişinin kanını ta­lep edendir.» [218]

 

Amelî Şeriat

 

«Herbiriniz için bir şeriat ve açık bir yol meydana getirdik.»

Terim olarak ŞERİAT, daha çok amelî ahkâma verilen bir isimdir. Bu bakımdan «DİN» tabirinden daha özel bir anlam taşır.

Amelî şeriatler ise, sosyal yapının gösterdiği farklı durumlara, toplu­mun ekonomik, kültürel ve psikolojik gelişmelerine göre değişiklik arzeder. Gönderilen peygamberlerin hepsi dinin aslında ve esasında birleşirler ki bu İLAHÎ TEVHÎD ve Ona olan ihlâstır. Amelî hükümlerde ise farklı yollar getirmişlerdir. Bu, belirttiğimiz gibi sosyal yapının tekâmül ve gelişmesin­den meydana gelen farklılıktandır. [219]

 

Neden Tek Ümmet Değil?

 

 «Eğer Allah dileseydi, hepinizi tek bir üm­met yapardı.»

«Tek bir ümmet» demek, aynı sosyal yapıya, aynı örf ve âdetlere, aynı inanca, aynı aile düzenine ve millî yapıya sahip büyük bir insan top­luluğu demektir.

Bu büyük topluluk tek ümmet durumuna getirilip her zaman için aynı hükümlerle idare edilmeleri emredilseydi, bir takım sakıncalar doğar, cid­di tanışma ve gelişmeyi engellerdi; bunları özetliyecek olursak, şöyle sı-ralıyabiliriz :

1.  İnsan yeteneği ve aklı belli bir noktada duraklar; duraklayınca da araştırmaya ihtiyaç kalmaz; dondurulmuş belli kalıplar üzerinde kalınırdı.

2.  Ictihaf kapılan kapanır; bilimsel araştırmalara gerek kalmazdı.

3.  Zamanla değişen sosyal ve kültürel hayatla din arasında uyum­suzluk başlar; böylece din her geçen gün aktivitesini kaybederdi.

4.  Dinler arasında, haklılığını isbat edip ortaya koyma gayreti dumura uğrar; dine çatanlar bulunmayacağı gibi, onu savunanlar da olmıyacak, böylece din kendi kaderine terkedilmiş olurdu.

Bu hususları biraz açıklıyalım :

Musevîlikte teşbihî düşünce  hâkimdir.   Hükümleri  de  dondurulmuştur. Bu yüzden içtihat kapıları kapalıdır. Ancak Musa Peygamber'den son­ra gelen ve kendisine kitap verilen Isa Peygamber, Tevrat'taki dondurul­muş ağır müeyyidelerin bir kısmını hafifletmiş, bir kısmını daha da ileri götürerek toplumun çeşitli yöndeki gelişmeleriyle paralellik sağlamak is­temiştir. Ne Var ki çok tutuou olan İsrâiloğulları, dünya saltanatı peşinde koşturdukları için daha çok âhirete yönelik bulunan İsâ Peygambere ısı-namamışlar ve sonunda onu da öldürmeyi kararlaştırmışlardı.

Diyebiliriz ki, İncil getirdiği yeniliklerle, Tevrat'taki bir kısım ağır mü­eyyideleri kaldırmış, daha çok ahlâkî kurallarla toplumu ıslah etmeyi amaç­lamıştır. Bunun için kötüye karşı kötü olmayı yasaklamış, saldırgana kar­şı yumuşak olmayı telkin etmiştir,

Aneak İsâ Peygamberin göğe çıkarılmasından bir asır sonra incil'­deki bu yumuşak metot yavaş yavaş yerini ağır müeyyidelere terketmiş, daha doğrusu kilise, İlâhî hükümlerde keyfî tasarrufta bulunma ihtiyacını duymuştu. Daha sonraları aforozlar, engizisyon mahkemelerinin kurul­ması, bu tasarrufun tabii sonucu olarak tezahür etmiştir.

Son din bu ikisi arasında, fakat daha geniş ve kapsamlı hükümlerle gelmiş, gelişen toplum hayatına yön verecek esasları getirmiş, ilim ve akla yeterince yer ve değer vermiş ve bu açıdan meselelerini çözüp orta­ya koymuştur.

Hıristiyan âlemi İslâm'ın uyum sağlayan esas ve prensiplerine ilgi duymaya başlayınca kilise ister istemez, kendine göre bir takım ibâdet şe­killeri çıkarmış, İsa Peygamberin nasıl namaz kıldığı zamanla unutulmuş ve ası! İncil nüshasının kaybolması sebebiyle tesbitinin mümkün olmadığı dikkate alınarak kiliselere iskemleler konularak halkın rağbet etmesi sağ­lanmaya çalışılmıştır.

Onların bu değiştirme metodu, ilâhî metoda uygun olmadığı için etki-tepki düzeyinde büyük fırtınalara, hümanistlerin doğmasına, proteston mezhebinin ortaya çıkmasına neden olmuştur.

İslâm ise, her şeye rağmen, ilmî araştırmaların kapısını açık tutan bir dindir. Getirmiş olduğu hukukî esasların bir kısmında esneklik prensi­bi dikkatten uzak tutulmamış ve böylece içtihada, ilmî araştırmalara im­kân vermiştir.

Örneğin 10'un üstünde amelî anlamda hak mezhebin ortaya çıkması, mezhep imamlarının birbirlerine saygılı bulunması bu cümledendir. İmam Şafiî gibi kudretli bir hukukçu, Irak'ta yapmış olduğu içtihatlarını biraraya getirip bir mezhep sistemi ölçüsüne ulaştırdıktan sonra Mısır'a gittiğinde yeni âdetler, örfler ve meselelerle karşılaşınca, eski içtihadını bir tarafa bırakıp yeniden içtihada koyulma ihtiyacını duymuştur. Ona bu imkânı veren, Kur'ân ve Hadislerin taşıdığı esneklik ve ilmî çalışma için koyduğu ana fikirlerdir.

Böylece İslâm Dini, Yahudi ve Hıristiyan din adamlarının öteden beri bozduğu dengeyi sağlamış, insan hayatıyla uyum kurmuş, açık bıraktığı içtihat kapısıyla yeni çıkacak meselelere çözüm imkânı getirmiştir.

Görülüyor ki, yeryüzünde tek bir ümmet istenilseydi ve bütün insan­ların aynı dil, aynı inanç, aynı örf ve âdet, aynı sosyal yapı ve aynı kültür düzeyinde bulunması irâde edilseydi, bunca gelişmeler olmaz ve ilmî ça­lışmalar meydana gelmezdi. [220]

 

Kur'ân İle Hükmetmek

 

«Ve artık aralarında Allah'-in indirdiğîyle hükmet; onların arzu ve heveslerine uyma.,»

Tevrat ve İncil'in doğru yolu gösterici, kalb ve kafaları aydınlatıcı ilâ­hi buyruklarla indirildiği ve İsrâiloğulları'na Tevrat ile amel etmeleri; Hı-ristiyanlara da İncil'deki hükümlerle amel etmeleri bildirilmiştir. Yahudî-ler'in Tevrat'taki hükümlerin bir kısmıyla amel edip bir kısmını değiştir­meleri veya değişik yorumda bulunmaları sebebiyle Tevrat'tan sonra in­dirilen ne İncil'i, ne de Kur'ân'ı ilâhî kitap olarak kabul etmemişlerdir. Hal­buki hak dinlerde genel kural şudur: Her kitap kendinden önceki kitap­ları, her peygamber kendinden önceki peygamberleri tasdik eder ve ken­dinden sonra gelecek kitap ve peygamberleri müjdeler. Tevrat'ta bu ge­nel kuralla ilgili belgeler dikkate alınmarmş ve bir kısmının kelimelerinin yerleri değiştirilerek aslından uzaklaştırılmıştır.

İncil'de de aynı genel kuralla ilgili belgeler yer almış, asıl nüshası bu­lunamadığı için Havarilerin ve onları dinleyenlerin hafızalarında ve yan­larında yazılı bulunan parçalardan derlenen İncil'lerde bazı değişiklikler olmuş, sözü edilen belgelerin bir kısmı kelime oyunuyla yanlış yorumlan­mıştır.

Bu gerçek açısından iki kitap ehlini incelediğimizde, her ikisinin de kendi kitaplarıyla gerektiği gibi amel etmedikleri ortaya çıkar. Günkü gö­rüyoruz ki, Yahudiler hem Hıristiyanlara, hem Müslümanlara karşıdırlar. Ne İsa'yı, ne de Muhammed'i (Salât-u selâm ikisine olsun) peygamber ka­bul ederler. Hıristiyanlar ise Kur'ân'ı ilâhî kabul etmedikleri gibi, Muham­med'i (A.S.) de peygamber saymazlar.

Kur'ân ve onun teblîğcisi Hazret-i Muhammed (A.S.) sözü edilen ve Kur'ân'da yerini alan genel kurala uymuşlardır: Hem önceki peygamber­leri, hem de Tevrat ve İncil'in hak olduğunu kabul ederler. Aynı zamanda İslâm'da imânın esasları arasında bu hususlar da yer almıştır. Yani bütün peygamberlere ve bütün kitaplara inanmıyan bir kimse mü'min sayılmaz.

Diğer bir husus da, Tevrat Üe İncil'in, sadece İsrâiloğulları'na indiril­miş kitaplar olma gerçeğidir. Toplum hayatında önemli değişmeler ve ge­lişmeler meydana gelince, artık son kitap bütün milletlere yol gösterir hükümlerle, esas ve prensiplerle inmiştir. O artık ne yalnız İsrâiloğulları'-nın, ne de yalnız Araplarındır; bütün insanların kitabıdır. Bu sebeple Kur'-ân'ın indirilmesiyle daha öneeki kitaplar yürürlükten kaldırılmış, gelişen toplumun ihtiyacına cevap verecek yeni esaslar ve prensipler getirilmiş­tir. Diğer yandan Tevrat ve İncil semavî kitaplar olduğu için beşer elinin onlarda yapmış olduğu değişikliği ve yanlış yorumlamaları Kur'ân düzelt­mekte ve gerçeği yansıtmaktadır. Buna bir kaç örnek verecek olursak, al­tın buzağı, Lût ve Davut konularını gösterebiliriz. Tevrat'ta çıkış bölümün­de sözü edilen buzağının HARUN Peygamber tarafından ustaoa yapıldığı ve ilâh olarak İsrâiloğulları'na takdîm edildiği belirtilir. Oysa peygamber­ler günahlardan korunmuşlardır. Allah'ın varlığına ve birliğine davetle gö­revli bulunan bir peygamber tapınılmak için put yapar mı? Bu doğrudan küfürdür. Kur'ân bunu tashîh eder, altın buzağının Sâmirî tarafından ya­pıldığını ve HARUN Peygamberin ona engel olamadığını açıklar.

Yine Tevrat'ta Tekvîn bölümünün 19. faslında Lût Peygamber hakkın­da şu sözlerin yazılı olduğunu görmekteyiz : «Ve Lût Tsoar'dan çıkıp dağ­da oturdu ve iki kızı onunla beraberdi; çünkü Tsoar'da oturmaktan korktu ve o, ve iki kızı bir mağarada oturdular. Ve büyük kızı küçüğüne dedi: Ba­bamız kocamıştır ve bütün dünyanın yoluna göre yanımıza girmek için memlekette erkek yoktur. Gel, babamıza şarap içîrelim ve babamızdan zürriyeti yaşatmak için onunla yatarız. Ve o gecede babalarına şarap içir­diler ve büyük kız girip babası ile yattı ve onun yatmasını ve kalkmasını bilmedi. Ve vaki oldu ki, ertesi gün büyük kız küçüğüne dedi: İşte dün ge-çe babamla yattım; bu gece de ona şarap içirelim ve babamızdan zürri-yet yaşatmak için gir, onunla yat. Ve o gecede dahi babalarına şarap içirdi­ler ve küçük kız kalkıp onunla yattı ve onun yatmasını ve kalkmasını bil­medi. Lût'un iki kızı böylece babalarından gebe kaldılar....»

Kur'ân bu fahiş hatayı da tashîh eder, Lût'un karısının, ahlâksızlar­dan yana olduğunu kaydederek, onun da kavmiyle birlikte yok edildiğini, diğer aile halkını beraberinde alıp geceleyin şehri terkettiğini açıklar. Böy­lece hiçbir peygamberin mümkün değil şarap içmediğini, zina etmediğini yer yer belirtir.

Tevrat, Davut Peygamber'in sevdiği evli bir kadınla evlenebilmek için onun kocasını savaş cephesine en önde göndererek öldürülmesine neden olduğunu, sonra da onun karısıyla evlendiğini yazar. Bu da bir peygam­bere atılan büyük iftiralardan biridir. Kur'ân Davud Peygamberin hemen her yerde kadrini yüceltir ve Allah'a cokca ibâdet edip teslimiyet göste­ren bir peygamber olduğunu açıklar.

Bunun için Semavî kitapların cümle ve kelimesi şöyle dursun, tek har­fine bile dokunmanın çok hatalı sonuçlara yol açacağı muhakkaktır. Hem Musa Peygamber, hem de İsâ Peygamber bu konuda İsrâiloğulları'nı yete­rince uyarmışlardır.

Cenâb-ı Hak Kur'ân'a beşer elinin dokunmasına imkân vermemiş, her devirde binlerce hafız onu ezberlemiş ve ilk yazıldığı gibi korunmuştur. Kur'ân bütün bu özellikleriyle de amel edilmeye lâyık tek kitaptır.

İlgili âyetlerle Tevrat ve İncil'in hak kitaplar olduğu ve her birinin hi­dâyet ve nur saçtığı belirtildikten sonra artık onların devresinin dolduğu­na dikkatler çekildi. Allah'ın son kitabıyla eski hükümlerin kaldırıldığı bil­dirildi :

«Ve artık aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet; onların heveslerine uyma..» uyarısı yapıldı. [221]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

ŞİR'Â VE ŞERİAT

ŞIR'A  deyimi üzerinde durulmuş ve hayli yorumlar ve çözümler or­taya konmuştur. Bunları şöyle özetliyebiliriz a)  Şeriat anlamına gelir ve âyette de bu mâna kasdedilmiştir.

b)  Şer' kökünden türetilmiştir; açıklamak ve ortaya koymak anlamı­na gelir.

c)  Şürû1 kökünden türetilme bir tabirdir; ciddi bir işe başlama anla­mına gelir.

d)  Şeriat: Meşraa anlamına gelir ki, herhangi bir su kaynağından su içmek veya alıp içirmek mânasına delâlet eder. Bu mânayla, insanların hem su içtiği, hem de diğer canlıların su ihtiyacını karşıladığı  kaynak de­mektir. Dinî hükümler de insanlar için su kadar ihtiyaç sayıldığından onla­rın ya tamamına, ya da amelî hükümlerinin tümüne ŞERÎAT ismi verilmiştir.

e)  Şeriat diğer bir yorumla, kök mâna olarak açık yol demektir. Sonra ilâhî yol mânasında kullanılmıştır.

f)  Kurtuluşa götüren yol demektir.

g)  Şeriat ve Minhac aynı mânaya gelir; bunlar eş anlamlı kelimeler­dir; bir arada getirilmesi te'kîd içindir. Her ikisinden de maksat, ilâhî yol kabul edilen DİN demektir,

h) Şeriat'le Minhac arasında az bir fark vardır: Şeriat, Allah'ın kul­larına emrettiği sistemdir. Minhac, bu sisteme giden yol ve yöntemdir.

i) İbn Abbas (R.A.) ise, ŞİR'ÂT'i sünnet ile, MİNHAC'ı yol ile yorum­lamıştır. Katade de aynı görüştedir.

İ) Her birine bir şeriat verilmesinden maksat, Tevhît esasında birle­şip füruatla ilgili ahkâmda farklı olan dinlerin amelî ahkâmına işarette bulunmaktır.

k) İlim adamlarından bir kısmı bu âyete dayanarak önceki şeriatın bize şeriat olmadığını söylemiştir. Çünkü her birine ayrı bir şeriat veril­diği açıklanıyor. Bunun aksini iddia edenler de var. Ancak neshedildiği bildirilen ahkâm dışında kalan hükümler olabilir ki, bu da ihtilâf konusu­dur.

MÜHEYMİN

a)  İbn Abbas ve Ali bin Ebî Talha'ya göre, EMİN ve GÜVENİLİR an­lamına gelir. Saîd bin Cübeyr ve Mücahit de aynı görüştedirler. O halde önceki kitaplardan Kur'ân'a uyanlar hak, uymayanlar bâtıldır.

b)  Suddî ve Katade'ye göre, ŞAHİT ve KORUYUCU anlamına gelir. Yani Kur'ân önce indirilen kitapların hak olduğuna şahittir ve onlardaki tahrifatı tashih edip koruyucudur.

c)  İbn Abbas'a göre, önceki kitaplar üzerinde HÂKİM'dir, demektir.

d)  Önceki  kitaplar üzerine  cihanşümulluğuyla   (evrenselliğiyle)  yük­selmiştir.

e)  Önceki kitapları TASDİK edendir. [222]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle hak dinlerin Tevhît esasında birleştikleri, amelî ahkâmda ayrıldıkları, bunun için her millete ayrı bir şeriat, amelî yol veril­diği belirtildi. Şeriatlerin toplumun ve milletlerin tekâmülü ve gelişmesiy­le tekâmül ettiğine, bu grafiğin İslâmiyetle doruğuna yükseldiğine işaret edildi. Ancak gerek Yahudi, gerekse Hıristiyan din adamlarının bu tekâ­mülü kabule yanaşmadıklarına dikkatler çekilerek dinler arasında bir sür­tüşme ve tartışmaya neden oldukları, bu yüzden tarih boyunca kan dö­külmesine kadar gidildiği dolaylı biçimde aksettirildi.

Aşağıdaki âyetlerle, tekâmül kabui etmeyip İslâm'a karşı cephe alan Yahudi ve Hıristiyanlarla dostluk kurmanın mümkün olamıyacağına dik­katler çekiliyor. Din, ırk ve ideal ayrılığı içindeki karşıt grupların anlaşıp birleşmesini sağlamak, bunun için ciddi mesailer sarfetmek, havanda su döğmekten farksız olduğu bilişare hatırlatılıyor. Bir takım politik, ekono­mik ilişkiler kurulabilir; onlardan kız alınabilir, eti helâl olan hayvanlardan boğazladıkları yenilebilir. Buna ihtiyaç vardır. Ama onları dost edinip yar­dım beklemek hayal kırıklığına uğramaktır, gerçeğine parmak basılıyor. Çünkü tarihte cereyan eden olaylar hep bu sonucu doğrular ölçü ve an­lamdadır. [223]

 

Meali  :

 

51—  Ey imân edenler; Yahudi ve Hıristiyan la rı dost edinmeyin. On­lar (gerektiğinde) birbirlerinin dostlarıdır. Sizden kim onları dost edinirse, doğrusu o da onlardandır. Şüphesiz ki Allah zalim topluluğu doğru yola eriştirmez.

52—  Kalblerinde hastalık bulunanları, onlara doğru (dostluk kucağı­nı açarak) koşuştuklarını görürsün ve : «Bize (devrin dönmesiyle onlar­dan) bir kötülük ve felâketin dokunmasından korkarız» derler. Umulur ki, Allah fetih veya kendi katından bir emirle gelir de (o kimseler) içlerinde gizleyip durduklarına pişman oluverirler.

53—  İman edenler de, «Bunlar mıdır, olanca yeminleriyle Allah'a ye­min edip sizinle beraber olduklarını iddia edenler?!» derler. Amelleri boşa gitti de zarara uğrayanlar oldular.

 

İniş Sebebi

 

Asab-ı Kiramdan Ubâde bin Sâmit (R.A.) ile münafıkların başı Abdul­lah biri Ubey, Yahudilerle dostluklarının devamı hakkında farklı görüş or­taya koyup iddialaştılar. Ubâde b. Sâmit (R.A.), «Doğrusu benim Yahudi­lerden birçok dostlarım vardır ve hepsi de nüfuzlu kişilerdir; ancak onla­rın dostluğundan kopup kendimi Allah'a ve Peygamberine verdim. Artık o dostluklardan beriyim..» dedi. Abdullah b. Ubey ise şöyle dedi : «Doğrusu ben derim ki, gün gelir devir değişebilir, bu yüzden bir felaketle karşılaşa­biliriz. Yahudilerle dostluğumu devam ettirmem gerekli, çünkü buna ih­tiyacım vardır ve olacaktır..» diyerek fikrini açıkladı.

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [224] Diğer bir rivayete göre :

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Benî Kureyza Yahudîlerini muhasara edin­ce, Ebû Lübabe'yi onlara gönderdi. Yahudiler, Ebû Lübabe ile istişarede bulunma ihtiyacını hissettiler, dışarı çıkıp çıkmama hususunu sordular. O da, parmağını boğazına dokundurarak, «sizi boğazlarlar» diye uyarıda bulundu. Çünkü onunla Kureyza oğulları arasında ötedenberi dostluk bağ­lan bulunuyordu. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [225]

 

Yahudî Ve Hıristiyanlarl Dost Edinmeyin

 

«Ey İman edenler! Yahudi ve Hıristiyanlar! dost edinmeyin...»

«Dost» kelimesiyle çevirisini yaptığımız «evliya» tabirinin burada özel bir yeri ve anlamı vardır. Çünkü dost anlamına geldiği gibi, düşmana kar­şı yardımlaşma ve destekleşme anlaşması yapıp birbirlerine sahip çık­ma mânasına da gelir. Tarihî olaylar konumuz doğrultusunda bize daha çok bu ikinci mânayı göstermiştir. Şöyle ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Medine'ye hicret edince inkarcılar üç gruba ayrıldılar: Müslümanlarla prensip olarak savaşmamak, onlarla savaşanlara yardımda bulunmamak üzere barış anlaşması yapanlar. Müslümanlara karşı açıktan düşmanlığı­nı ortaya koyup her fırsatta savaşmaya hazır bekleyenler, Müslümanlarla sulh edişmedikleri gibi açıktan düşmanlık da göstermiyerek sonucu bek-liyen ve ona göre bir karara varmak istiyenler.

Medine çevresindeki Yahudilerin çoğu bu üçüncü gruba dahil bulu­nuyordu. Medine'nin içindeki Yahudilerden bir kısmının da bu yolda ol­duğunu söyleyebiliriz. Bunlar Kaynuka oğulları, Nadîr oğulları ve Kureyza oğulları idi. Kaynuka oğulları Bedir Savaşından sonra düşmanlıklarını açı­ğa vurup zulüm ve kinlerini artırdılar. Bunlardan altı ay kadar sonra Nadîr oğulları da yaptıkları anlaşmayı, verdikleri sözü bozdular ve Hendek Sa­vaşında zehirlerini kusmaya başladılar. Böylece Yahudilerden ismi geçen her grup Müslümanlarla savaştı. Ama Cenâb-i Hak, haksızlardan yana de­ğil, haklı ve doğrulardan yana olduğunu bir defa daha gösterdi, Müslü­manlar üstün gelip İslâm'ın izzet ve şerefini korudular.

Tabii bu arada, onlarla öteden beri dost olup yapılan mevzii anlaş­malarla Yahudilere güvenen ve bir sıkıntı anında yardıma koşacaklarını uman saf Müslümanlar da eksik değildi. Bunlardan başka bir de müna­fıklar bulunuyordu. Cenâb-ı Hak önce olayları ortaya koydu, sonra da yu­karıdaki âyetleri indirerek Yahudî ve Hıristiyanların gerçek dost olmadık­larını belirterek «Ey imân edenler! Yahudi ve Hıristiyanları dost edinme­yin,.» emrini indirdi.

Kafa ve kalblerinde din, ırk, inanç ve ideal farkı taşıyan iki ayrı gru­bun, diğer bir deyimle karşıt iki grubun anlaşıp birleşmesi çok zor, hattâ Kazan imkânsızdır. Bugüne kadar tarihî olaylar hep bu sonucu ortaya çı­karmıştır.

İslâm'ı kabul etmemekle kalmayıp onu kendilerine, inançlarına hasım ve rakip gören bu iki milleti elbetteki memnun etmek mümkün değildir.

Kur'ân'daki esneklik, yer yer yumuşak veya ilimli bir havanın estirilmesi. Kitap Ehline ayrı bir ilgi duyulmasını amaçlar. Onlardan tamamen kop­mamızın doğru olmayacağını hatırlatır. O halde bu iki milletle bir takım ilişkilerimizin bulunması ve devam etmesi normaldir; ancak bu ilişki on­ları candan dost ve yardımcı saymamız anlamına alınmamalıdır. Aksi hal­de çok yanlış bir yola girilmiş olur. Çünkü ancak Yahudîler birbirlerinin, Hıristiyanlar da birbirlerinin dostu ve yardımcılarıdır. Bu kura! pek değiş­mez. Haçlı Seferleri bunun açık belgelerinden biridir.

Artık Müslümanlardan kim, kendi din kardeşini bırakıp onları dost edinir ve yardımlaşma hususunda onlara güven beslerse, o da onlardan kabul edilir; İslâmî sınırı çok gerilerde bırakıp Kitap Ehlinin safında yer almış sayılır. Tabii, ancak kalblerinde münafıklık illeti bulunanlar bu iki ayrı millete güvenip koşuşurlar da Müslümanları bırakıp onları dost edinir­ler.

İslâm'ın lehine yapılacak bir takım siyasî ve politik anlaşmalar bu kaidenin dışındadır.

Nitekim ünlü müfessir İbn Cerîr Taberî diyor ki: «Kim mü'miniere kar-şh Yahudî, ya da Hıristiyanlardan dost edinip onlara destek olursa, o da dostlarının dininden sayılır. Çünkü'birini candan dost edinen kimse ona destek olmayı kabul etmiştir. Aynı zamanda dostunun işliyeceği her şeye rıza göstermiştir. Bir kimsenin fiil ve düşüncelerini beğenip tasvip eden, onun dinine ve idealine razı olmuş demektir.»

Allah ise haksızlardan yana değildir. Kin, haset ve zulüm kusup mü'­miniere karşı çıkanları doğru yola eriştirmez. [226]

 

Tahliller

 

«Hıristiyanlar» diye çevirisini yaptığımız «nasâra», nasranî'nin çoğu­ludur. Lûgatçılara göre, kıyas dışı olarak Nasıra beldesine mensup olan demektir. Çünkü Hz. İsa (A.S.)ın bu beldede doğduğu iddia edilir. Kamus müellifi Firüzabadî ise, İsa'nın İncil'de belirtildiği üzere Beytiiahm'de doğ­duğunu, ancak sonraları gelip Nasıra'ya yerleştiğini yazar.

Ayrıca «Nasara»nm nusret kökünden olup İsâ Peygambere yardımcı olanlaradır diye tefsir edenler olmuştur ki bu da kıyasa uymamaktadır. [227]

 

Tarihî Bir Olay

 

İkinci Halîfe Ömer'in (R.A.) hilâfet yıllarında Basra Vulisi Ebû Musa el-Aş'arî (R.A.) bazı önemli hususları görüşmek üzere Medîne'ye gelmişti.

Bir ara kayıtların nasıl tutulduğu, işlerin nasıl organize edildiği söz konu­su olunca, Ebû Musa (R.A.) şöyle söze başladı: «Ey Mü'minlerin Emîri! Hıristiyan bir kâtibim var, işlerimi kolaylaştırıyor, kayıtları düzenli biçim­de tutuyor.» deyince. Halifenin rengi değişiverdi ve :

  Allah cezanı versin; hakka yönelen bir Müslüman kâtip edinsey-din ya!. Allah'ın şu buyruğunu işitmedin mi? «Ey imân edenler! Yahudi ve Hıristiyaniarı dost edinmeyin..»

Bunun   üzerine   Ebû   Musa   cevap  verdi   ve   aralarındaki   konuşma şöyle devam etti:

  Onun dini ona, kâtipliği bana...

  Allah'ın aşağıladığına ikram etme, Allah'ın hor gördüğünü aziz ve şerefli kılma; Allah'ın uzaklaştırdığını yaklaştırma..

— Ne yapalım, Basra'nın yazı işleri ancak onunla yoluna giriyor.

— Farzedelim ki Hıristiyan kâtip öldü, o zaman ne yapacaksın? O halde onu şimdiden ölmüş bil ve kendi işlerini ona göre organize et.. [228]

 

Kuvvetliden Yana Olma Siyaseti

 

«Bize (devrin dönmesiyle onlardan) bir kö­tülük ve felâketin dokunmasından korkarız, derler...»

Başta Asr-ı Saadet olmak üzere hemen her devirde belli bir gayesi bu­lunmayan, İslâm olduğu halde onu ruhuna ve kalbine gerçek anlamıyla yerleştiremiyen ve tek kaygısı midesi ve on gün daha fazla yaşama arzu­su olanların, haklı haksız bir ayrım yapmaksızın kuvvetliden yana olduk­ları, onların safında yer aldıkları görülmüştür. Bunlar Kur'ân'ın deyimiyle MÜNAFIKLARDIR. Küfrünü açığa vuranlardan daha tehlikelidirler. Batı dünyasına hiçbir sınır ve kayıt tanımadan kucağını açanlar da böyledir. İslâm ülkelerinde millî ve dinî değerlerin zamanla unutulmasına. Batı kül­türü kurbanı olmuş kuşakların yetişmesine asıl sebep olanlar bunlardır.

Kur'ân'da özellikle Yahudî ve Hıristiyanların dost edinilmemesi üze­rinde durulmuş ve bunun sebepleri çok duyarlı olaylarla yer yer sergilen­miştir. [229]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Kitap Ehlinin, Müslümanlardan yana samimi dost ol­madıkları ve olamıyacaklan belirtildi. Ancak belli ölçüler çerçevesi için­de onlarla ilginin devamına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetle, dinlerin birer ilâhî emanet olduğuna dikkatler çeki­liyor ve bu emanetlerin en son, en büyük halkası olan İslâm'a hizmet şe­refi söz konusu ediliyor. Kendilerine bu emâneti koruma şerefi verilen milletler ona lâyık olma mertebesinden kendilerini düşürecek olurlarsa, Allah'ın başka bir milleti bu hizmete sevkedeceği hatırlatılıyor. [230]

 

Meali :

 

54— Ey imân edenler! Sizden kim dininden dönerse, Allah onun ye­rine ileride öyle bir millet getirir ki, Aliah onları sever, onlar da Allah'ı se­verler; mü'miniere karşı boyunları bükük, alçak gönüllüdürler; kâfirlere karşı başları dik, vakarlı ve güçlüdürler; Allah yolunda cihât ederler, kı­nayıp ayıphyanların ayıplamasından endişe etmezler.

İşte bu, Allah'ın öyle bir lûtf-u ihsanıdır ki dilediğine verir. Allah (lûtf-u ihsanı) geniştir ve (her şeyi gereği gibi) bilendir.

 

İniş Sebebi

 

İleride bazı topluluk; ya da milletlerin dinden çıkacaklarına işaret edilerek önemli bir haberi duyurmak üzere inmiştir. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimizin vefatından az önce Araplardan üç kabile dinden dönmüştür. Vefatından sonra ise sekiz kabilenin dinden döndüğü bilinmektedir.

İbn İshak'ın tesbitine göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin vefatından sonra Mekke, Medine ve Bahreyn'in dışındaki Müslüman kabilelerin he­men hepsi dinden dönme temayülü göstermiştir. Buniardan kimi İslâm ah­kâmını olduğu gibi kaldırmış, kimi sadece zekât vermiyeceğini, ama diğer vecîbeleri yerine getireceğini söylemiş, kimi verginin lüzumsuzluğu üze­rinde durmuştu.

Böylece Kur'ân'ın geleceğe ait haberinin ilk belirtileri yer yer kendini hissettirmişti. İbn Cerİr Taberî de iniş sebebini belirtilen hususlara bağ­lamaktadır. [231]

 

Tarihî Yönü

 

Siyer ve tarihçilerin, aynı zamanda müfessirlerin tesbitine göre, Kur'-ân'da konuyla ilgili âyetle, ileride meydana gelecek ve kıyamete kadar da yer yer kendini gösterecek DİNDEN DÖNME olaylarına işaret edilmekte ve mü'minlere bu amaçla haber verilirken büyük bir uyarı yer almaktadır. Az yukarıda da belirttiğimiz gibi, ilk birinci asırda Araplardan 11 kabile dinden dönme temayülü göstermiş, hattâ bunlardan bir kısmı yalancı pey­gamberlerin arkasına takılarak İslâm'a karşı cephe almışlardır. Bu kabi­lelerin üçü Efendimizin (A.S.) vefatından çok az önce, sekizi de O'nun vefatından hemen sonraj irtidat etmiştir.

Vefatından önce irtidat edenler:

1. Müdlic oğulları.

Bunların başında ZÜ'L-HİMAR takma adıyla anılan Esved el-ANESİ bulunuyordu. Bu adam aynı zamanda ünlü bir kâhin olarak tanınırdı. Ye-men'e yerleşip Peygamberimizin (A.S.) görevlendirdiği memurları oradan çıkarma cesaretini kendinde buldu ve çok geçmeden peygamberliğini ilân etti. Sevgifi Peygamberimiz (A.S.) bu pürüzün ortadan kaldırılması için Yemen vâliskMuâz bin Cebel'e (R.A.) ve oranın ileri gelenlerine mektup yazdı. Nitekim çok geçmeden Firuz.ed-Deylemî adında bir zat onu öldür­dü ve avanesi de dağıtıldı. Haber Medine'ye gelince, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz sevindi ve Allah'a hamdetti.

2. Hanîfe oğullan.

Bunların başında ünlü sahtekâr Müseyleme el-Kezzab bulunuyordu. Hal­kın cehaletinden yararlanarak önce büyük bir kurtarıcı rolünde sahneye

çıktı- çok geçmeden Peygamberliğini ilân etti. Kur'ân'a nazire yazmaya başladı. Biraz daha güçlenince, Resûlüllah (A.S.) Efendimize şu mealde bir mektup yazıp gönderdi:

«Allah'ın peygamberi Müseyleme'den, Allah'ın peygamberi Muham-med'e : Selâm sana olsun. Bilmiş ol ki, peygamberlik hususunda seninle ortaklaşa bir düzeyde bulunuyoruz. Yeryüzünün yarısı bizim, yarısı da siz Kureyşlilerindir. Ne var ki Kureyş biraz aşırı gitmektedir.»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, bu küstah adam belki dönüş yapar da hakka teslimiyet gösterir umuduyla ona şu cevabı yazıp gönderdi ;

«Bismi'llahi'r-Rahmâni'r-Rahîm. Allah'ın Resulü Muhammed'den ya­lancı Müseyleme'ye: Selâm doğru yola uyanlara olsun. Bilmiş ol kMyer-yüzü Allah'a aittir, Onun mülküdür; kullarından dilediğini ona vâris kılar, Sonuç, Allah'tan korkup sakınanlaradır.»

Efendimizin (A.S.) vefatından sonra Müseyleme işi biraz daha azıttı. Bu yüzden Birinci Halîfe Ebûbekir SIDDÎK (R.A.) gönderdiği bir mücahit ordusuyla Müseyleme'yi öldürttü ve avanesini de kılıçtan geçirip gereken güven ve huzuru sağladı.

3. Esed Oğullan.

Bunların başında Huveylid oğlu TULAYHA bulunuyordu. Çok geçme­den işi azıttı ve Resûlüllah Efendimiz (A.S.) henüz hayatta iken fazla ile­ri gitmeye cesaret edemedi. Onun vefatından hemen sonra peygamber­lik iddiasında bulundu. Ebûbekir SIDDÎK (R.A.), Halid bin VELİD kuman­dasında bir ordu göndererek onları dağıttı, karşı koyanları kılıçtan geçir­diler. Tulayha kaçıp Şam'a gitti. Sonra büyük bir pişmanlık duyarak tek­rar İslâm'a döndü ve çok yararlı hizmetlerde bulundu.

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin vefatından hemen sonra dinden dönen sekiz kabile ise şunlardır:

1.  Fezare Kabilesi.

Başlarında Uyeyne bin Hısn bulunuyordu.

2.  Gatafan Kabilesi.

Başlarında Kurre bin Seleme el-Kuşeyrî bulunuyordu.

3.  Beni Süleym Kabilesi.

Başlarında Füc'at bin Abdileyl bulunuyordu,

4.  Beni Yerbu' Kabilesi.

Başlarında Mâlik bin Nüveyre bulunuyordu.

5.  Beni Tamim Kabilesinin bir kısmı.

Başlarında SECAH bint el-Münzir el-Kâhine adında bir kadın bu­lunuyordu. O da işi azıtıp peygamberlik iddiasında bulunmuş, bir ara Mü-seyleme ei-KEZZAB ile anlaşarak onunla evlenmiştir.

6.  Kinde Kabilesi.

Başlarında Eş'as bin Kays bulunuyordu.

7.  Beni Bekir bin Vâil Kabilesi. Başlarında Hutam bin Zeyd bulunuyordu.

8.  Gassan Kabilesi.

Başlarında Cebele bin Eyhem bulunuyordu. Önce İslâm'a giren Ce­bele, bir ara Kâ'be'yi tavaf ederken, Beni Fezare Kabilesinden fakir bir adam farkında olmıyarak onun eteğine basmış, o da buna kızarak adamı tokatlamış ve iki dişinin kırılmasına sebep olmuştu. Mesele şikâyet ko­nusu olunca, İkinci Halîfe Hz. Ömer (R.A.) misillemeye karar vermiş ve ancak mazlum arzu ettiği takdirde affedebilir, buyurmuştu. Cebele büs­bütün sinirlenmiş, «Ben ünlü bir kabile reisiyim, o ise sıradan bir adam..» diye itirazda bulunmuştu. Halîfe ona : «İslâm ikinizi de aynı çizgiye ge­tirmiştir» söyliyerek sınıf farkının İslâm'da olmadığını, adaletin her insan için eşit şartlar dahilinde sunulduğunu hatırlatmıştı. Cebele başka çare kalmadığını anlayınca, sabaha kadar misillemenin geciktirilmesini rica et­miş, mazlum adam bunu kabul edince, Cebele fırsattan yararlanarak ge­ce yarısı Şam'a kaçmıştır. Tabii bu arada İslâm'dan çıkıp putperestliğe dönmüştü. Sonra pişman olduğu söylenir.

Sözü edilen sekiz kabile, kısa zamanda Allah'ın izniyle tenkil edil­miş, elebaşları kılıçtan geçirilerek gereken ıslâhat yapılmıştır. [232]

 

İslâm'a Hizmet Şerefine Kimler Lâyıktır?

 

«Allah onun yerine ileride öyle bir millet getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler...»

Kur'ân'da konumuzu oluşturan iligli âyette, bu husus gayet açık bi­çimde belirtilmiş, bu şerefe lâyık olabilmek için şu beş vasfı taşımanın ge­reğine işaret edilmiştir:

1. Allah sevgisine mazhar olacak bir düzeyde bulunmak.

Sözü edilen düzeye ancak, Allah için düşünen bir kafaya, gören bir göze, işiten bir kulağa, konuşan bir dile, tutan bir ele ve yürüyen bir aya­ğa sahip olan  kişiler gelebilir.

2.  Allah sevgisini bütün sevgilerin üstünde tutmak.

Bunun ölçüsü şudur: Sevdiği her şeyi Allah sevgisiyle sever, kalbi daha çok Allah sevgisinden zevk alır ve onunla huzura kavuşur.

3.  Mü'minlere karşı alçak gönüllü olmak.

Allah ve Peygamberinden sonra ancak mü'minleri dost edinmek, bü­tün dertleri tek dert yapıp mü'minlerden yana hizmete koyulmak, suların birleşip tek su halini alabilmesi için arada engel olarak bulunan testileri kırmak; yani imân doğrultusunda Allah için yapılan hizmetleri kanalize etmek için buna engel olan nefs şeddini yıkmak gerekir.

4.  İnkarcılara, din düşmanlarına karşı güçlü ve başı dik bulunmak.

İslâm'ın izzet ve şerefini bütün şereflerin üstünde tutup ona karşı olanların başını eğmek şarttır. Aksi halde küfür üstünlük sağlar.

5.  Allah yolunda -Allah ismi daha yüce olsun diye- canla başla cihat etmek. Bütün bunlardan dolayı ayıplayanların ayıplamasından endişe duy­mamak, değişmiyen amaç olmalıdır. [233]

 

Türklerin Fazîleti

 

İleride İslâm'a büyük hizmetlerde bulunacak olan Türklere karşı Re-sûlüllah (A.S.) Efendimizin özel bir ilgi duyduğu muhakkak.

«Türkler size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyiniz.» [234]

«Türkler size dokunmadıkça siz de onlarla mütareke halinde bulu­nun.» [235]

«Habeşliler sizi terkettiği sürece siz de onlara dokunmayıp terkedin. Türkler de size ilişmedikçe onlara ilişmeyin.» [236]

«Türkler size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyin. Çünkü ümmetimin mülkünü ve Allah'ın onlara olan bol ihsanını onun elinden ilk alan Kantura oğulları olacaktır.» [237]

Dört Halîfeden sonra Emevîler Devri başladı. Arap olmayan milletleri MEVALİ (köleler) diye adlandırmaları, daha doğrusu onlara bu gözle bakmaları, İslâm'ın evrenselliğine ters düşmüş ve bir asır geçmeden İslâm'ı temsil etme doğrultusundan saptıkları görülmüş, aşırı ırkçılık onların ru­huna kadar işlediği için Allah İslâm emanetini onlardan çekip almış, bu defa Abbasîler! iş başına çağırmıştır. Abbasîlerin hizmeti küçümsenemi-yecek kadar geniş olmuş ve iki asırdan fazla İslâm emanetine hizmet şe­refini omuzlarında taşımışlardır. Zamanla onlar da bu doğrultudan sap­maya başlayınca, -ilâhî sünnet gereği- Allah bu defa onlardan sözü edilen emaneti alıp hiç bir tazyik altında kalmadan kendiliklerinden İslâm'ı be-nimsiyen ve kitleler halinde bu dine giren Türkler'e vermiştir. Türkler, ırk­larından tevarüs ettikleri eesaret, kahramanlık, civanmertlik, âlicenaplık ve cömertlik gibi mümeyyiz vasıflarını sözü edilen beş vasıfla birleştirip bütünleştirdi. Böylece Türkler canla başla İslâm'a hizmet ettiler. Onuncu asırdan beri Türkler bu hizmeti temsîl kudretini basiretle sürdürmekte­dirler.

Dinden dönüp onu temsîl kudret ve liyakatini kaybettikleri gün -yine ifâhî sünnet gereği- İslâm'a hizmet şerefi onlardan alınıp Allah'ın sevdiği bir millete verilir ve bu böyle sürüp gider.

Dileğimiz bu şerefin asil milletimizden ahnmamasıdır. Batı kültürü­nün istilasına uğramamız, dinî bağları yer yer ve bazı kesimlerde hayli za­yıflatmıştır. Allah'ın muradı ne yönde ve hangi yolda tecelli edecek, bile­miyoruz.

Arap Edebiyatının seçkin simalarından ünlü edip CAHİZ (H. 150-215-M. 766-830) «TÜRKLERİN FAZİLETLERİ» adlı eserinin bir bölümünde di­yor ki:

«Türk, ancak korkulması gerekenden korkar. Ümit edilmiyecek şeye karşı ümit beslemez.»

«Türkler yaltaklanma, yaldızlı sözler,  münafıklık, yapmacık, yerme, riya, dostlarına karşı kibir, arkadaşlarına  karşı fenalık, bid'at nedir bil­mezler. Çeşitli fikirler onları bozmamıştır.  Hile-i şer'iyye ile başkalarının malını helâl saymazlar.»

«Türkler, Araplardan başka milletler içinde vatan sevgisine en fazia sahip olan millettir.»

Milletimiz ırkından gelen bunca meziyetlerinden dolayı İslâmiyetle, hiçbir sıkıntı duymadan uyum sağlamıştır ve buna devam etmektedir. Bu­nun için on asırlık gibi uzun bir zamandan bendir İslâm'ın bir bakıma ko­ruyucusu, onun şan ve şerefinin yücelticisi olma bahtiyarlığına erişmiş­tir. Şüphesiz ki bu, Allah'ın öyle bir lûtfudur ki dilediğine verir. [238]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetle, dine hizmet şerefinin lâyık olan milletlere verileceği açıklandı. Sözü edilen liyakatin da beş mümeyyiz vasıfla gerçekleşebile­ceğine işaret edilerek gereken uyarı yapıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, beş vasfa sahip bulunan mü'minlerin dikkat ede­ceği diğer bir hususa parmak basılıyor. Gerçek dostlarının Allah, Pey­gamberi ve namaz kılıp zekât veren, hakka teslimiyet gösteren mü'min-ler olduğu belirtiliyor. Ayrıca Kitap Ehlinden İslâm'ı alaya alanlarla ilişiğin kesilmesine dikkatler çekiliyor. [239]

 

Meali:

 

55— Sizin dostlarınız ancak Allah'tır, O'nun Peygamberidir ve nama-

zi dosdoğru kılıp rükûu yerine getirerek zekât veren mü'minlerdir.

56—  Kim Allah'ı, Peygamberini ve imân edenleri dost edinirse; şüp­hesiz ki ancak Allah'tan yana olanlar üstündürler.

57—  Ey imân edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi eğlence konusu edinip alaya alanları ve bir de kâfirleri dostlar edinmeyin. Eğer mü'minier iseniz, Allah'tan korkup (bu gibi dostluk ve yakınlıktan) sakının.

58—  Namaza (ezan okuyup)  çağırdığınızda, onu eğlence ve alaya alırlar. Bu, onların akletmiyen bir topluluk olmasındandır.

59—  De ki: Ey Kitap Ehli! Allah'a imân etmemizden, bize indirilene ve bizden önce indirilene inanmamızdan ve bir de çoğunuzun Allah'ın yo­lundan çıktığınızdan dolayı mı hoşlanmıyor, öfkelenip bizden intikam al­mak istiyorsunuz?

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

«Bu âyet, Yahudîlerin dostluğundan kendini beri kılıp Allah ve Pey­gamber dostluğuna bütün ciddiyetiyle yönelen Ubâde bin Sâmit (R.A.) hak­kında inmiş ve bu zat bütün mü'minlere örnek olarak takdim edilmiş­tir.» [240]

Câbir bin Abdullah (R.A.) diyor ki:

«Bu âyet, Yahudî bilginlerinden olup İslâm'ı din olarak seçen Abdul­lah bin Selâm hakkında inmiştir. Bu zat, Resûlüllah (A.S.) Efendimize ge­lip şöyle dedi: «Ey Allah'ın Peygamberi! Kavmim Kurayze ve Nadir oğul­ları bizi terkedip yüzçevirdiier.»

Bunun üzerine, «Sizin dostlarınız ancak Allah'dır, O'nun Peygambe­ridir ve dosdoğru namaz kılıp rükûu yerine getirerek zekât veren mü'min­lerdir.» mealindeki âyet indi. [241]

Diğer bir rivayet:

Hazret-i Ali (R.A.) namazda rükû' halinde bulunurken yanından çok perişan bir dilenci geçtiğinin farkına varınca parmağındaki yüzüğünü çı­karıp sadaka olarak ona verdi. Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi. [242]

Nitekim ilim adamları bu rivayete dayanarak namazda az bir hareket göstermenin namazı bozmıyacağını söylemişlerdir.

Başka bir rivayet:

Kelbî diyor ki: «Resûlüllah (A.S.) Efendimizin müezzini namaza davet ettiğinde Müslümanlar derhal toplanıp, cemaat halinde namaza durunca, Yahudiler onları alaya alıp. gülerlerdi. Bu sebeple yukarıdaki âyetler in­di.» [243]

Müfessir Suddî diyor ki:

«Medine'de oturan Hiristiyanlardan bir adam, müezzinin, «EŞHEDÜ ELLÂ İLAHE İLLALLAH VE EŞHEDÜ ENNE MUHAMMED'EN RESÛLÜL­LAH sözlerini duyunca, «yalancı, yalan söyledin, kendini yaktın» derdi. Çok geçmeden bir gece onun hizmetçisi elinde ateşle içeri girince bir kı­vılcımın sıcramasıyla ev, içindeki o hıristiyanla birlikte yanıp kül oldu. Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi.» [244]

 

Mü'minlerin Ancak Üç Dostu Vardır

 

«Sizin dostlarınız ancak Allah'tır, O'nun Peygamberidir ve.... mü'minlerdir.»

Kur'ân'ın 10'dan fazla yerinde mü'minterin hakiki dostlarının kimler olduğu çok açık ve oldukça duyarlı bir anlatımla belirlenmiştir. Bu konu üzerinde bu kadar durulmasının bazı sebepleri vardır; önce dost edinme­nin kaçınılmaz olduğuna işaret ediliyor. Sonra kimin kimlerle dostluk kur­ması gerektiği belirtiliyor ve tekrar edilerek hafızalarda devamlı bir şuur uyanıklığı sağlanıyor.

Neden mü'minlerin başka dostları olamaz? Çünkü her nesne daha çok kendi aslıyla ve türüyle uyum sağlar. Her kuş kendi türüyle hayatını sürdürür. Bülbülün karga ile dostluk kurduğu görülmemiştir.

İki tane dişli çarkı düşünelim : İster ikisi aynı ölçüde olsun, ister biri diğerinden farklı bulunsun; bağlı bulundukları mil üzerinde istenilen dönen  me hareketini sağlayabilmeleri, birbirleriyle orantılı olan tırtırların, ya da dişlerin uyumuyla mümkündür. Dişler karşılıklı uyum sağlıyacak nisbette değilse, bu, güçlünün güçsüzü parçalayıp atmasıyla neticelenir.

İnsanlar da ancak kendi inanç ve ideal doğrultusundaki kişilerle uyum sağlayabilirler. Bunun için Allah, mü'minlere hitapla onların gerçek dost­larını belirliyor. Aksine bir yol tutanların bir gün kendi öz değerlerinden kopacaklarına işarette bulunuyor. [245]

 

Mü'mini Münafıktan Ayıran Üç Sıfat

 

 «Namazı dosdoğru kılıp rükûu yerine getirerek zekât veren mü'minlerdir.»

İlgili âyetlerle, mü'minim veya Müslümanım diyen herkesle de dost­luk kurmanın doğru olmadığına bir işaret vardır. Çünkü içi kâfir, dışı mü'-min gibi olanlar da var. Bu bakımdan Cenâb-ı Hak gerçek mü'minin üç mümeyyiz vasfının bulunduğunu belirtmiştir:

1.  Namazı vaktinde dosdoğru kılar.

2.  Allah'tan başkasını ilâhlaştırmaz, canlı cansız putların önünde eğilmez.

3. Farz olduğu zaman zekâtını da dosdoğru, gönül rahatlığı içinde verir.

İkinci sıfatı «RÜKÛ'» tabirinden çıkardık. Çünkü Arap Edebiyatında Allah'a imân edip putlara ve kendini ilâhlaştırmak isteyen insanlara kul­luk etmiyenler «RAKİÛN = Rükû'a varanlar» diye anılırlar. Münafıklar ise, namaza istemiye istemiye kalkarlar; vâcib ve sünnetlere pek dikkat et­mezler. Çıkarlarından yanadırlar. Gerekirse bu uğurda bazı kişileri putlaş-tırırlar. Zekâtı hakkiyla vermezler; başkaları görsün diye fakirlerin eline birkaç kuruş sıkıştırırlar. Nitekim diğer bir âyette onlar şöyle tanıtılmak­tadır : «Münafıklar Allah'a karşı düzenbazlıkta bulunur (veya böyle bulun­mak isterler). Allah da onların düzen ve oyununu boşa çıkarıp başlarına geçirir. Onlar namaza kalkınca üşenerek kalkarlar; insanlara gösteriş ya­parlar; Allah'ı da pek az anarlar.» [246]

«Üşenerek namaza gelmeleri (zekât ve benzeri vecibeleri) istemiye istemiye vermeleri (onların bir diğer sıfatı)dır.» [247]

 

Dini Eğlenceye Alanlarla İlginin Kesilmesi

 

«Ey imân    edenler!    Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi eğlence konusu edinip alaya alanları ve bir de kâfirleri dost edinmeyin.»

Din her şeyden önce ilâhî emanettir; kutsaldır, saygıdeğerdir. İnanan­ları mutlu eder. Umut kapılarını her zaman açık tutar. İnsan için yüksek mânada destektir. Ölümden sonraki hayatı ancak din bize öğretir, bunun için ölümün yok olmak anlamına gelmediğini, ebedî hayatın başlangıcı bulunduğunu telkin eder.

Dinin bunca yarar ve azizliğine rağmen ona dil uzatmak, eğlence ko­nusu edinmek cehalet ve nankörlüğün en kötüsüdür.

Kitap Ehli dindar olmalarına rağmen dinsizlerin yoluna girer de son din ile alay ederlerse, onlara kızmaktan ziyade acımak lâzımdır. Bu du­rumda onlarla ilgi kurmanın hiçbir anlamı yoktur. Bunun için Kur'ân il­gili âyetle mü'minleri bu hususta uyarmakta ve kutsal dine dil uzatanlarda hayır ve fazilet bulunmadığını hatırlatmaktadır. Aneak bazı konularda on­larla münasebetlerimizin belli bir ölçüde devam etmesi düşünülebilir:

a)  Kitap Ehlinin yiyecekleri bize helâldir. O halde yiyecek maddele­riyle ilgili ihracat ve ithalat yapılabilir.

b)  Gerektiğinde kadınlarıyla evlenmemize cevaz verilmiştir.

c)  İslâm ülkesinde vatandaş olarak cizye verip güven içinde kalabi­lirler. Fitne çıkarmadıkları, İslâmiyeti alaya almadıkları, düşmanlarımızla gizliden işbirliğinde bulunmadıkları    süreee vatandaşlık    hakları saklıdır. Kendilerine gösterilen hoşgörüye ve tanınan haklara saygılı olmadıkları takdirde her türlü münasebeti kesmekte -İslâm adına- yarar vardır.

Kur'ân bu konuyu işlerken müşrikleri onlardan ayırmış; Kitap Ehline ayrı bir yer vermiştir. Çünkü ne de olsa müşriklerle Kitap Ehli bir tutul­mazlar. [248]

 

Din Ve İbâdet Hürriyeti

 

Din ve ibâdet, insanların ortak değeridir. Hiçbir fert veya cemiyet Allah'a imânı ve inandığı hak dini kendi tekeli altında tutma hakkına sa­hip değildir. Çünkü millî bir ilâh olmadığına göre, millî bir din ve inanç da olamaz. Hak dinlerin getirdiği esaslar bu noktada birleşirler. Şu farkla ki, İslâm'dan önceki hak dînler -bugünkü ulaşım imkânları, haberleşme araç­ları olmadığı için- belli bir millete gönderilmiştir. Ancak isteyen her insan ve milletin o dine girebilmesine kapı açık tutulmuştur. İslâmiyet ise bü­tün milletlere gönderilmiştir. Son din olması da bunu ifade etmektedir.

O halde bütün bir insanlığın ortak malı sayılan son dine karşı çıkmak, inanç ve ibâdet hürriyetini kısıtlamak, dinin hayat damarlarını kesmek, bütün insanların hakkına saygısızca bir tecavüz sayılır.

Bunun İçin Kur'ân'da din ve ibâdet hürriyetine geniş yer verilmiştir. Müslümanların fethettikleri ülkelerde Yahudî ve Hıristiyanların inanç ve ibâdetlerine dokunulmamış, ibâdet yerleri ellerinden alınmamış; tek ke­limeyle bağlı bulundukları dinde ve yapageldikleri ibâdette tamamen ser­best bırakılmışlardır. Ancak taşları ağaçlan yontarak şekillendirdikten sonra onları ilâh kabul edenlerle, bazı kişileri ilâhlaştıranlara karşı,belir­tilen ölçüde müsamaha gösterilmemiştir. Çünkü bu düşünce ve tutumda insan vakar ve şerefini zedeliyen, daha doğrusu insanı insanlık şeref ve fazilet mertebesinden aşağı düşüren çok hatalı bir yol vardır. Bu yola gir­mek, insan ruhunun yüceliğine ters düşer.

Bunun için Kur'ân'da ilgili âyetle kitap ehline şöyle seslenilmesi em­rediliyor :

«De ki, ey kitap ehli! herhalde Allah'a imân etmemizden ve bize in­dirilene ve bizden önce indirilene inanmamızdan ve bir de çoğunuzun Al­lah'ın yolundan çıktığınızdan dolayı mı hoşlanmıyor, öfkelenip bizden in­tikam almak istiyorsunuz?» (Sizin bu anlayış ve tutumunuzda din, imân, ibâdet ve vicdan hürriyetinin yeri var mıdır?)

Neden bu kadar katı davranıyorsunuz? Buna gerek var mıdır? Niçin aklınızı ve vicdanınızı kullanıp hoşgörülü olamıyorsunuz? Müslüman farın size karşı ne kadar müsamahakâr davrandığına bakmıyor musunuz? Di­nin ve dindarın azizliği bu mudur? [249]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle mü'minlerin gerçek dostları açıklandı. Yahudî ve Hıristiyanların aşırı tutucu olmaları, dostluk bağlarını temelinden koparıp atmıştır. Bu bakımdan onları dost edinmenin safdillik sayılacağına işaret edildi. Bununla beraber, dinimizi alaya almadıkları takdirde kendileriyle bir takım ilişkilerin sürdürülmesinde yarar bulunduğu hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Kitap Ehlinden bir çoğunun yanlış tutumları, sa­kat inançları ve ilâhî sınırı aşmaları nedeniyle Allah'ın lanet ve gazabına çarpıldıkları açıklanıyor. Hakkı bırakıp bâtıla uydukları, bu yüzden ruhen maymunlaştp domuzlaştıkları hatırlatılıyor.

Allah için ilim tahsil eden mürşitler ve ilimde derinleşmiş din bilgin­lerine büyük görevler düştüğü; ilim ve tekniğin imân ile birleşmesinin ge­reği belirtiliyor. [250]

 

Meali :

 

60—  De ki, Allah yanında ceza olarak bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah'ın lanetlediği, gazap ettiği ve kendilerinden may­mun ve domuzlar yaptığı ve Tağuta tapan kimseler (var ya), işte onlar yer itibarıyla daha şer ve düz (doğru) yoldan daha çok sapmışlardır.

61—  Size geldikleri zaman, «İmân ettik» derler. Halbuki  (yanınıza)

küfür ile girip, yine küfür ile ç.ktılar. Allah onların gizlediklerini çok iyi bilir.

62—  Onlardan bir çoğunun günaha, haksız yere düşmanlığa, haram yemeğe yarışırcasına koşuştuklarını görürsün. Yapageldikleri şey ne de kötü!

63—  Rab'dan yana olan mürşitleri ve (dinde derinleşmiş) bilginleri onları günah söylemekten ve haram yemekten alıkoysalardı ya! İşleye-geldikleri şey ne kötü!

 

İniş Sebebi

 

Ibn Abbas (R.A.) diyor ki:

Yahudilerden bir grup, Resûlüllah (A.S.) Efendimize geiip sordular: «Peygamberlerden hangisine inanırsınız?» Efendimiz onlara şu cevabı verdi: «Allah'a, bize indirilene; İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene; Musa ve İsa'ya verilene ve Rableri tarafından pey­gamberlere verilenlere inandık; onları birbirinden ayırt etmeyiz. Biz Al­lah'a teslim olanlardanız.»

Yahudiler bu arada «İsa'ya verilene inandık» sözünü duyunca «Val­lahi biz dünyada da, âhirette de sizin dininizden daha az nasipli ve daha şer bir din bilmiyoruz» diyerek küstahlığın en kötüsünü ortaya koydular. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [251]

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki Allah MESHİ, soy üreme mahiyetinde yapmamıştır. Çün­kü maymu.n ve domuzlar MESH olayından önce de vardı.» [252]

Yine İbn Mes'ud (R.A.) diyor ki i

«Resûlüllah (A.S.) Efendimziden sorduk, dedik ki:

— Ey Allah'ın Peygamberi! Maymun ve domuz Yahudi neslinden mi­dir?

Cevap verdi:

— Hayır, Allah hiçbir kavmi maymun ve domuza çevirip o şekilde bir neslin üreyip vücut bulması için lânetlememiştir. Maymun ve domuzlar MESH olayından önce yaratılmışlardır. Allah Yahudilere gazap edince, on­ları meshedip maymun ve domuzlar gibi yaptı.» [253]

«Bir topluluk ve millet arasında günahlar işleyen bir adam bulunur da o topluluk onu günahlardan çevirmeğe güçleri yettiği halde çevirmez­lerse, mutlaka Allah onları ölümlerinden önce azâb ile cezalandırır.» [254]

«Herhangi bir topluluk (veya millet) arasında günah işleyen kimse bu­lunur da onlar ondan daha güçlü ve daha engelleyici bulundukları halde onu engelleyip (yönünü günahlardan) çevirmezlerse, mutlaka Allah bun­dan dolayı onlara azâb dokundurur.» [255]

 

Bu Konuda Hz. Ali'nin (R.A.) Nefis Bir Hutbesi

 

«Allah'a hamdeder. Onu gönülden överim. Resûlüllah (A.S.) Efendi­mize salât-u selâm ederim.

Ey insanlar! Sizden öncekiler günahlara daldıkları, mürşitler ve din­de derinleşen ilim adamları onları men'etmedikleri için helak olmuşlar­dır. Günah işlemeyi aralıksız sürdürünce, ilâhî adalet gereği, kötü bir so­nuç onları yakalayıvermiştir. O halde onlara inen azabın bir benzeri size inmeden iyilikle emredin, kötülükten men'edin. Bilmiş olun ki, iyilikle em­retmek ve kötülükten men'etmek ne rızkı keser, ne de eceli yaklaştırır,» [256][257]

 

Mesh = Maymun Ve Domuza Çevrilme Olayı

 

 «Ve kendilerinden maymun ve domuzlar yaptığı...»

 Bu konuyla ilgili, biri Bakara, biri Mâide, biri de A'raf sûrelerinde ol­mak üzere üç âyet inmiştir. Bakara ve A'raf sûrelerinde Yahudilerden ço­ğunun veya bir kısmının cumartesi gününe hürmetsizlik edip azgınlıkta bulundukları konu edilerek, bundan dolayı, «Hor ve hakîr birer maymun olun!» mealindeki âyetle, ilâhî gazaba çarpıldıkları açıklanılmakta; ancak A'raf süresindeki âyet daha detaylı bilgi vermekte, bir bakıma Bakara sü­resindeki âyeti açıklamakta, olayın asıl nedenlerine parmak basmaktadır.

Mâide süresindeki âyetle bu husus -yeri gelmişken- yeniden hatırla­tılıyor ve MESH olayının sadece maymunlaşma değil, domuzlaşmayla da il­gili bulunduğu belirtiliyor, [258]

 

Mesh Olayı İle İlgili İlahî Bir Sünnet Var Mıdır?

 

Bu hususta carî bir sünnet yoktur. Âdetullah bu yolda tecelli etme­miştir, Fiziksel yani bedensel bir mesh olmuşsa, bu istisna teşkil eder. Gerçi Allah bir şeyi irâde ettiğinde, ona : «Ol!» der, o da oluverir, İiâhî emir ve kudret her şeye nüfuz eder. Ancak yeryüzünde şaşmadan hedefine uzanıp giden ve değişmeden hükmünü yürüten ilâhî kanunlar vardır, Kur'-ân bunlara SÜNNETULLAH diyor. İşte bu sünnete göre, canlılardan ve bitkilerden her cins,türünün özelliğine göre, doğup büyümekte ve vakti gelince ölmektedir. Türden türe geçiş yoktur. Yeryüzündeki iki canlının mutlak benzerliğinden söz edilemez. Hatta bir çayırda yan yana büyüyen ayni türden iki bitkinin, aynı kümeste bakılan aynı ana ve babadan gel­me tavukların tam manasıyla birbirlerine benzedikleri söylenemez. Buna biyolojide DEĞİŞİM denir. Bir koyunun yavrusunun köpek olduğu iddia edilemez. Koyunun yavrusu yine koyundur. Boynuzsuz bir koyundan boy­nuzlu bir yavru meydana gelebilir. Fakat bir koyunun kedi doğurduğu gö­rülmemiştir. Bunun gibi, biber tohumlarından ancak biber, karpuz tohum­larından da ancak karpuz çıkar. Bunun aksi iddia edilemez. Çünkü gerek canlılar, gerekse bitkiler önceden ilâhî irâdeyle determine edilmiş bir mo­dele uygun gelişirler. Bu model -değişmiyen bir kanunla- yavrulara ana babalarından eşey hücreleri ile geçer. İşte biyolojide buna KALITIM de­nilmektedir.

Bunun için ilim adamlarımızdan bir kısmı, âyette açıklanan MESH olayını fiziksel olarak değil, karakter itibariyle yorumlamışlardır. Nitekim Tabiînden Mücahid'e ve Müfessir İbn Cerîr Taberî'ye göre, Yahudilerden azgınlık gösterenlerin kalbleri maymunlaşıp domuzlaşmıştır. Bu onların kötü karakterini açıklamak doğrultusunda bir benzetmedir.

İlim adamlarından bir çoğuna göre ise, fiziksel yapılarında MESH olayı istisnaî olarak meydana gelmiştir. Tek kanaldan rivayet edilen hadîs­lerden de bu mâna anlaşılmaktadır. Ancak maymunlaşan ve domuzlaşan-lardan o ölçüde bir üreme olmamıştır. Hadîste bu açık şekilde belirtilmiş­tir. [259]

 

Olayin Anılmasındaki Hikmet

 

İnandıktan sonra dinin esaslarına uymayanlar, bile bile ilâhî buyruk­ları kendi hayatlarında olsun uygulamıyanlar; dini ve dindarlığı daha çok basit anlamda bir manevî ihtiyaç sayanlar; çıkarları uğruna dinî hüküm­leri değiştirenler, ilâhî kitaplarda kelimeleri konuldukları yerlerinden oyna­tıp değiştirenler, yükseldikleri imân burcundan, insanlık şeref mertebe­sinden aşağı düştüklerinin farkında mıdırlar? Dinî hükümleri oyuncak ha­line getirenler, peygamberleri küçümser anlamda konuşanlar, mide ve şehvetleri uğruna kutsal bütün değerleri önemsiz birer meta' gibi ayaklar altına alanların, acaba maymunlaştıklarıni, ruh ve karakter itibariyle do­muzlaşmaya yüz tuttuklarını görecek gözleri var mıdır?

Özellikle insanı madde esaretinden kudsî âleme, dünya köleliğinden ebediyet hürriyetine, kullara kulluktan Âlemlerin Rabbine kulluğa; mide ve şehveti amaç edinmekten asıl yaratıldığı gayeye çekip yükselten İS­LÂM DİNİNE, inandıktan sonra sırt çevirip kurtuluş ve mutluluğu yaban­cıları taklitte arayan ve bu nedenle körü körüne İslâm'ın karşısında has-mane yer alan milletlerin peşine takılan Müslümanlar(l) ilâhî lanete çarpı­lıp ruh ve karakterleri itibariyle sözü edilen hayvanların seviyesine inmiş olmazlar mı?

Kendi öz değerlerinden uzaklaşıp başka bir milletin kültürünü can kur­taran simit kabul ederek sarılan Müslümanlar, gelecek nesillere ne kadar kötü ve tehlikeli bir miras bıraktıklarını düşünebiliyorlar mı? [260]

 

İlim Adamlarının Görevi

 

İlmin hedefi -bence- iyiyi, doğruyu, gerçeği ve güzeli bulmak, zararlı ve yararlı şeyleri birbirinden ayırmak ve insanları bu hususta ciddi an­lamda eğitmektir. Gerçi Batılı bilim adamlarına göre, ilim, ahlâk ve fazi­letin yolunu açmaz, beşer vicdanını geliştirmez. Ama İslâm'a göre, ilim hakkı ve doğruyu bulmanın yollarını açar, imân ile birleşip insan hayatı­nı -yine onun ruhunun yüceliğiyle uyum sağlar ölçü ve anlamda- düzenler. Çünkü Kur'ân iimin her dalında ana fikirleri sergilerken mutlaka onu ah­lâk ve faziletin suyuyla sular, rengiyle renklendirir.

O halde ilim adamının görevi, tecrübe ve müşahede sonucu elde et­tiği buluşları ilâhî kudretin bir tezahürü olarak görmeli, O'nun varlık âle­mine koymuş olduğu kanunların tabii sonuçları olduğunu anlamalı ve son­ra onu imân potasında şekillendirip insanlara sunmalıdır.

Allah'tan ve.O'nun saadet va'deden dininden güç ve ışığını .aimıyan bir ilim, herhalde saadet va'detmez; gözlem ve deneyle bir yol izler. Bazen elde ettiği buluş, insanlık için felâket olabilir.

O nedenle Kur'ân'da yol gösteren, uyarıp doğruyu telkin eden ilim adamlarına REBBAISIIYYÛN ve AHBAR denilmiştir. Birinci deyim Rabbe mensup olanı, O'nun için bilgi lambasını yakanı ve sadece haktan yana ir­şat görevini yerine getireni sembolize eder. İkinci deyim, dinde derinleşen geniş kültürlü din âlimlerine delâlet eder.

Kur'ân'da ilgili üç âyetle, toplumu uyarıp eğitme görevi daha çok bu iki gruba veriliyor.

Hakkı söylemek, doğru yolu göstermek ne büyük şeref! Bildiği halde hakkı gizlemek, doğru yolu göstermemek ne zillet!. «Hakkı söylemeyip su­san kimse dilsiz şeytandır.» buyurdu, Peygamber (A.S.).. [261]

 

Ne Kötü Sanat İşlediler

 

«Işleyegeİdikleri şey ne kötü!» diye çevirisini yaptığımız âyette dikkatleri çekecek bir incelik vardır. YA'MELÛN = Yapagel-dikleri denilmemiş ve YASNÂÛN = Sanat edinip geldikleri, denilmiştir. Sözü edilen fiil, şimdiki zamanla gelecek zamana delâlet eder. SANAT kökünden türetilmiştir. Allah bununla. Kitap Ehlinin teknik alanda da hay­li başarılı olacaklarına ancak ilim ve tekniğin hak dinden, sağlam imândan güç ve ışık almadığı takdirde kötü sonuçlar da doğuracağına işaret et­mektedir. Günümüzde Batının teknik alandaki ilerlemesi, demir perde ge­risi ülkelerin korkunç silahlar imâl etmesi bütün bir insanlığı tehdit et­mektedir. Din ve imânla barış halinde olmayan bir ilim ve tekniğin felâkete kapı açacağı muhakkaktır. Bugün dünya bu felâketin korkulu rüyasını gör­mekte ve kurtuluş yollarını, çarelerini aramaktadır. [262]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

TAĞÛT, daha çok hakkın karşısında olan her şeyi kapsayan bir de­yim olmakla beraber, ilim adamları yerine göre, ona çeşitli mânalar ver­mişlerdir :

a)  Kâhin ve büyücü.

b)  Şeytan ve şeytan ruhlu, karakterli insan.

c)  Put ve tapınmak için dikilen taş.

d)  Her çeşit bâtıl bu cümledendir. [263]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Kitap Ehlinden ve özellikle Yahudilerin inat ve az­gınlıklarından, Tevrat'ın hükümlerini bir tarafa itip kendi çıkarları ve duy­guları doğrultusunda ilâhî buyrukları çiğnemelerinden söz edildi. Bu yüz­den İlâhî lanet ve gazaba çarpıldıkları hatırlatıldı.

Günahlara koşuştuklarına dikkatler çekildi ve Allah'tan yana olan ilim adamlarının asıl görevine parmak basıldı. Aşağıdaki âyetlerle yine Ya­hudilerin İslâm'a karşı olan kinlerinden ve sıkıntıya düştüklerinde «Allah'ın eli sıkıdır» diyecek kadar sapıttıklarından bahsediliyor. Müslümanlar ken­di aralarında birlik kurup Kur'ân'ın gölgesi altında toplanmayı sağladık­ları takdirde Kitap Ehlinin savaş ve fitne için yakacakları her ateşi Allah'ın söndüreceği bildiriliyor. [264]

 

Meali :

 

64—  Yahudiler, «Allah'ın  eli  bağlıdır»  dediler.  Dediklerinden dolayı elleri bağlansın ve lanet olunsunlar! Hayır, Allah'ın iki eli (ihsan ve rah­meti) açıktır; dilediği gibi harcar.

Şanıma and olsun ki, sana Rabbinden indirilen (ilâhî buyruklar) on­ların çoğunun azgınlık ve küfrünü artırır. Aralarına tâ kıyamete kadar sü­recek düşmanlık ve kin attık. Ne kadar savaş için bir ateş yaksalar, Al­lah onu söndürür.

(Onlar durmadan) yeryüzünde fesat çıkarmaya koşuşurlar. Allah ise fesat çıkaranları sevmez.

65—  Eğer Kitap Ehli imân etselerdi ve (Allah'tan) korkup (fitne ve fesat çıkarmaktan) sakınsalardı, günah ve kötülüklerini örter ve kendi­lerini Naîm Cennetlerine koyardık.

66—  Ve eğer Kitap Ehli, Tevrat ve İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirilen (Kur'ân hükümlerini) dosdoğru yerine getirselerdi, elbette hem üstlerinden, hem ayaklarının altından (nice nimetler) yerlerdi.  Onlardan mutedil (ve insaflı) bir grup yok değildir. Çoğu ise ne kötü işler yapıyorlar!

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

Cenâb-ı Hak, Yahudilere tarihleri boyunca zaman zaman bol nimet­ler indirmiştir. Son dine karşı gelip Peygamber (A.S.) Efendimizi yalanla­yınca, Aliah o bol nimetini onlardan kesti. Bu yüzden sıkıntıya düştüler. Onlardan kimi Allah'a cimrilik isnat edip «Allah'ın eli çok sıkıdır» dediler. Geriye kalan ve çoğunluğu oluşturanları ise bu sözlere karşı gelmediler. Bunun üzerine hepsi aynı inkâr ve suçu işlemiş sayıldılar. O nedenle yu­karıdaki âyetler indi. [265]

Diğer bir rivayet:

Resûiüllah (A.S.) Efendimiz mü'minler arasında ciddi bir yardımlaş­mayı sağlamak,  sosyal  hayata canlılık  kazandırmak amacıyla,   «Allah'a ödünç veren kim var?» diye teşvikte bulundu. Bu sözden maksat, Allah için faizsiz ödünç vermenin Allah katında kat kat karşılık göreceğini bil­dirmekti. Yahudilerden bir grup bu sözü kasıtlı biçimde yorumlayarak, «Muhammed'in Allah'ı pek fakirdir, Ona ödünç verilmesi isteniliyor!» de­diler ve Allah sözünü alaya aldılar. [266]

 

İlgili Hadîsler

 

«Musa'nın ümmeti 71 fırkaya ayrıldı; onlardan yetmişi cehennemde, bir fırkası cennettedir. İsânın ümmeti 72 fırkaya ayrıldı. Biri Cennet'te, 71'i cehennemdedir. Benim ümmetim 73 fırkaya ayrılacak; biri Cennet'te, 72'si Cehennem'dedir.»

Bunun üzerine soruldu :

  Ey Allah'ın Peygamberi! Cennete girecek olan fırka kimlerdir? Cevap verdi:[267]

  (İslâm) cemaatine, (İslâm) cemaatine gerekli olanlardır. [268]

«Allah'ın sağ eli dopdoludur: gece ve gündüz durmadan harcayıp dağıtması onu eksiltmez. Baksanız ya, gökleri ve yeri yarattığından beri durmadan harcar, ama elinde olandan hiçbir şey eksilmez.» [269]

 

Yahudilerin Nankörlüğü

 

«And   olsun   ki  sana Rabbından indirilen (ilahî buyruklar) onların çoğunun azgınlık ve küfrünü artırır.»

Yahudî milleti bol nîmete erişince Allah'ı kendilerine millî ilâh olarak kabul etmekle beraber Tevrat ile ciddi anlamda amel etmemişler ve bu Yüzden sıkıntıya düşme yollarını akletmeden kendilerine açmışlardır. Sı­kıntılı günler başgösterince de Allah hakkında şüpheci olmuşlar; ilâhî sünnetin şaşmazlığını bir türlü anlıyamıyarak azgınlıkta bulunmuşlardır. Verilen nîmetin kimden, nasıl ve hangi hizmet süzgeçlerinden geçtikten sonra geldiğini idrâk etmek, şüphesiz ki sıhhatli bir şuur ve imân mesele­sidir. İnsanı, mülkün asıl sahibine götüren de bu idrâktir. Cenab-ı Hak ise, ancak şükretmesini bilen anlayışlı, kadirbilir kullan için sebepleri ko­laylaştırır. Bu da O'nun sünnetlerinden biridir.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Medine'ye hicret ettikten bir süre sonra, yine Yahudilerin inat, azgınlık, fitne ve fesatları yüzünden Medine'de eski bolluğun yerini darlık almış, halk sıkıntıya düşmüştü. Özellikle Yahudi­lerin ekonomik durumu iyice sarsılmış, ciddi bir krizle yüzyüze gelmişler­di, Bu durum karşısında iki yönlü inkâr ve azgınlık göstermişler: Millî ilâh diye tanımladıkları Allah'ın elinin sıkı olduğunu söyleme küstahlığında bu­lunmuşlar; böylece yeryüzündeki câri olan hayatı idame kanununu bilme­diklerini bir defa daha ortaya koymuşlardı.

Veya son peygamberle arkadaşlarının açlık ve sıkıntı içinde son dini yaymaya çalıştıklarına dayanamıyarak mü'minlerin inanç ve azmini sars­mak için «Allah'ın eli sıkıdır» diyeeek kadar Tevrat ve Kur'ân'daki imân esaslarından uzaklaşmışlardır. İşte bu yüzden ilâhî gazaba çarpılıp lanet­lendiler.

İslâmî esasları, ilâhî sıfatları eğitim yoluyla ciddi biçimde ruhuna ve kalbine yerleştiremiyen bazı kişilerin de Allah hakkında buna benzer ya­kışıksız sözler sarfettikleri duyulmaktadır. «Allah bizi görmüyor», «Allah bizi unuttu», «O zaten bize vermez» gibi yakınmalar bu cümledendir. Bü­tün bunlar küfrü gerektirir. Söyleyen kişi, tevbe ve istiğfar etmelidir. Aksi halde ilâhî lanete uğrayabilir.

Kur'ân'm ilgili âyetiyle Yahudilerin Allah hakkındaki yakışıksız sözle­ri misal olarak verilirken mü'minler hem uyarılıyor, hem Allah hakkında nasıl düşünülmesi gerektiği öğretiliyor. [270]

 

İnen Hakikatler Bir Kısmının İnat Ve İnkârını Artırdı

 

«And °'sun ki-sana Rabbinden indirilen (ilahî buyruklar) onların çoğunun azgınlık ve küfrünü artı­rır»

rır.»

İlâhî vahyin İsrâiloğulları'na has olduğunu sanan; kendilerini Allah'ın en sevgili kulları olarak ilân eden Yahudi ileri gelenleri ve İsâ Peygam­beri Allah'ın oğlu sanıp üç ilâh inancını yaygın hale getiren ve tek kurta­rıcının Mesih olduğunu iddia eden Hıristiyan din adamları ilahî dinin esa-

sını zedelediler ve bu sebeple; Tevrat ve İncil'de beşer elinin dokunma-sıyla meydana gelen değişikliklerden haber veren; Musa ve îsâ Peygam­berlerin asıl ölçüsünü ortaya koyan, her iki kitapta da son peygamber Mu-hammed (A.S.)ın geleceğine dair belgelerin bulunduğunu açıklayan Kur'-ân âyetleri indikçe çileden çıkıyor; son dine karşı inkâr ve azgınlıklarını artınyorlardı.

Dini asıl amacından uzaklaştırıp onu kin ve düşmanlık aracı haline getiren bu iki milletin aşırı tutucuları, ilâhî uyarıların hiç birine kulak ver­mek istemedikleri için de haktan yana olamadılar. Bu yüzden iki millet kendi aralarında da anlaşamadılar ve her geçen gün mesafe daralacağı yerde açıldı; derken, birbirlerinin amansız düşmanı oldular. Böylece her biri hem diğerine, hem İslâm'a hasım kesildi. Öyle ki asırların gelip geç­mesi bu kin ve düşmanlık ateşini söndürememiştir. Dinin aslından, öz mayasından uzaklaşan bir milletin dindar geçinip din adına yıkıcılık yap­maması düşünülemez.

Kur'ân bu hakikati şu cümlelerle gözler önüne sermekte, Müslüman­ların böylesine yıkıcı bir yola girmemeleri için gereken uyarıyı yapmak­tadır : «(Yahudi ve Hıristiyanlar) arasına tâ kıyamete kadar sürecek düş­manlık ve kin attık..»

Son asırda Nazilerin, Yahudileri imha plânı bunun açık örneklerinden sadeee biridir. [271]

 

Ne Kadar Savaş İçin Bir Ateş Yaksalar

 

«Ne kadar savaş için bir ateş yak-salar, Allah onu söndürür.»

Yahudi ve Hıristiyanlar hiçbir devirde İslâm'ın gösterdiği hoşgörüye, onun kitap ve peygamberlerini hak tanımasına karşılık olumlu bir temayül ve yakınlık göstermemişler, aksine İslâm'ı kendilerine en tehlikeli hasım sa­yıp onu yıkmayı planlamışlardır.

Maearistanlı Yahudi yazar HERZL'in kurduğu Siyonizm ve benzeri teşkilat ve doktrinler yalnız Filistin'de bir devlet kurmayı değil, İslâm ül­kelerini içinden yıkmayı da amaç edinmektedir. Bugün hâlâ İslâm ülkele­rinin birleşememesinin asıl sebeplerinden biri ve başta geleni bu değil mi­dir?

Hıristiyan âleminin kurduğu misyon teşkilatının, düzenlediği Haçlı Se­ferlerinin hep İslâm'ı yok etmeğe yönelik bulunduğunu söylemek yanlış olmasa gerek.

«(Artık) ne kadar savaş için bir ateş yaksalar Allah onu söndürür.»

mealindeki âyette bir incelik var: Müslümanlar Kur'ân'a sahip çıkıp onun gölgesi altında birleştikleri sürece, Allah Yahudî ve Hıristiyanların savaş ateşini söndürmüştür. Müslümanlar birlik ve beraberliklerini kaybedip Kur'ân'ın gölgesinden uzaklaştıkları takdirde, Allah'ın sözü edilen savaş ateşini söndürüp söndürmiyeceğini bilemiyoruz. Ancak bildiğimiz şu ki: Müslümanlar sünnetullah doğrultusunda Kur'ân'ın gölgesinde birleşip im­kân ve irâde sınırına kendilerini getirmedikleri takdirde ilâhî nusrat hak­larında tecelli etmez. Meğer ki has bir tecelfi ve müdahale irâde buyura. Çünkü ayette bu konudaki açıklama geçmişle ilgili fiillerle yapılmıştır. Ni­tekim Haçlı Seferleriyle yakılan ateş, Müslümanlar Kur'ân'ın gölgesinde birleşinceye kadar sürmüştür.

Yakın geçmişte Yahudilerin Filistin'e yerleşip devlet kurmaları ve çevrelerindeki İslâm ülkelerine ağır darbe vurmaları hâlâ devam etmekte ve yaktıkları ateş yanmaktadır. Çünkü Müslümanlar henüz Kur'ân'ın göl­gesinde toplanıp bir güç oluşturamadılar. [272]

 

Yeryüzünde Fesat Çıkarmaya Çalışanlar

 

«(Onlar durmadan) yeryüzünde fesat çıkarmaya koşarlar.»

Kur'ân'da bu hususta şimdiki zamanla gelecek zamana delâlet eden bir fiil getirilerek, Yahudî ve Hıristiyanların İslâm'ın aleyhine durmadan yeryüzünde fitne ve fesat çıkaracaklarına dikkatler çekiliyor.

Fesat kelimesi çok yönlüdür: Ekonomik, kültürel ve siyasal alanlarda tezahür eder. Günümüzde Yahudîlerin ekonomik alandaki başarısı ve Hıris­tiyanların kültür emperyalizminin birçok yönleriyle İslâm âlemini bitkin hale getirdiğini görmeyen göz kaldı mı? Hâlâ gaflet içinde bir ömür tüketen Müslümanlar varsa, kime ne diyelim? [273]

 

Son Dine Davet

 

«Eğer Kitap Ehli iman etse­lerdi ve (Allah'tan) korkup (fitne ve fesattan) sakınsalardı, günah ve kö­tülüklerini örterdik....»

Her şeye rağmen Kur'ân, Kitap Ehlini İslâmî ölçülere göre, her üç kitaba inanmaya ve gereğince amel etmeğe çağırıyor. Geçen geçmiştir, prensibinden hareketle günahlarının bağışlanacağını ve bol nimetlere eri­şebileceklerini va'dediyor. Bunun sebebi açıktır: Bugün yeryüzünde dört milyarın üstünde insan yaşamaktadır. Bunun 900 milyonu Müslüman, bir milyara yakını Hıristiyan ve 20 milyonu ise, Yahudîdir. Böylece iki milya­ra yakın insan semavî dinlere bağlı bulunuyor. Geriye yine iki milyara ya­kın insanın bir kısmı dinsiz, bir kısmı putperest, bir kısmı da bâtıl oian dinlere bağlıdırlar. Semavî dinlere bağlı bulunanların anlaşması, ciddi ve samimi diyalog kurması, son dinin esaslarında birleşmesi, şüphesiz ki dünyaya rahatlık ve huzur getirecek, açlık ve sefaleti giderip küfür ve tuğyanı durdurabilecektir.

Yahudilerin Tevrat'ın aslına ve özüne, Hıristiyanların da İncil'in ru­huna ve mayasına dönüp onunla dosdoğru amel etmeleri, şüphe yok ki onları Kur'ân'a ve Hz. Muhammed'e (A.S.) götürecektir. İşte konumuzu oluşturan âyetle Kitap Ehline bu önemli husus hatırlatılıyor.

Ayrıca Kur'ân, Kitap Ehli'nin bir kısmının mutedil ve insaflı bulundu­ğunu da yer yer haber veriyor ve o mu'tedillerin görevini bir bakıma ha­tırlatıyor :

«Onlardan mu'tedil (ve insaflı) bir grup da yok değildir.» [274]

«Musa'nın kavminden bir topluluk var ki, hakkı, doğruyu gösterip ir­şatta bulunurlar ve onunla adaleti yansıtırlar.» [275]

«Kitap Ehlinden öylesi de var ki, kendisine bir kantar (aftın) emanet bıraksan, onu sana öder.» [276]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

«Allah'ın iki eii (lütuf, ihsan ve rahmeti) açıktır.»

YED, sözlükte EL mânasına gelirse de birçok farklı anlamlarda da kullanılmıştır:

a)   Kuvvet ve kudret. (ULU'L-EYDİ VE'L-ABSAR)

b)  Nîmet ve ihsan. (Lİ FÜLANİN İNDÎ YEDÜN EŞKÜRUHU ALEYHA)

c)  Mülk ü saltanat.  (YEDULLLAHİ  FEVKA EYDİHİM).

d)  Savaş ve şiddet. (YEDULLAHİ FEVKA EYDİHİM)

e)  Yardım ve inayet. (YEDAHU MEBSUTETANİ)

f)   Kendine has kılma. (HELAKAHU Bİ-YEDİHİ) [277]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Kitap Ehlinin İslâm'a karşı besledikleri kin ve düş­manlıktan Söz edildi. Onlardan mu'tedil planlara dikkatler çekilerek diya­logun sürdürülmesine işarette bulunuldu.

Aşağıdaki âyetle, Peygamberle O'nun yolunda bulunan İlim adamları ve mürşitlerin asıl görevi hatırlatılıyor. Zaman zaman antiteze atıflar ya­pılmakla beraber bizim için önemli olanın kendi tezimiz bulunduğuna dik­katler çekiliyor.  Mü'minlerin  kendilerine düşen  hizmeti yerine getirmele­rinde büyük faydaların ve İslâmî hikmetlerin vücut bulacağına işaret edi­liyor. [278]

 

Meali:

 

67— Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer etmez­sen, (Rabbin sana verdiği) peygamberliği tebliğ etmemiş olursun. Alfah seni insanlardan korur ve şüphesiz ki Allah kâfirleri amaçlarına eriştir­mez.

 

İniş Sebebi

 

Allah, risâlet göreviyle Hz. Muhammed'i (A.S.) görevlendirdiğinde, O, yalnızlığın havası içinde sıkıldı ve bir yandan da çevresinin onu yalanla­masından üzülmeğe başladı. Bir taraftan da Yahudilerin, Hıristiyanların ve Kureyş kabilesinin tehdidinden endişe duyuyordu. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi. [279] Diğer bir rivayet:

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir gece uyuyamadı. Kendisine bunun se­bebi sorulduğunda, «Beni bu gece gözetip muhafızlığımı yapacak salih bir adam yok mudur?» diye sebebini ve arzusunu açıkladı. Cok geçmeden kılıç sesi işitildi, derken ashabdan Sa'd b. Ebî Vakkas ile Hz. Huzeyfe (R.A.) çıkageldiler ve : «Ey Allah'ın Peygamberi! sizi korumaya geldik», dediler. Az sonra Resûlüllah'ın (A.S.) derin nefes alıp verdiği duyuldu; bu sırada sözü edilen âyet indi. Allah Resulü deriden ma'mul çadırdan ba­şını çıkarıp muhafızlara : «Ey insanlar! artık ayrılıp gidebilirsiniz. Allah be­ni insanlardan korumaktadır,» buyurdu. [280]

 

İlgili Hadîsler

 

Veda Haccında Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ashabına şöyle buyurdu : «Doğrusu siz benden sorumlusunuz. Bu hususta ne dersiniz?» Onlar da, «Senin teblîğ görevini yerine getirdiğine, nasihatta bulunduğuna şehadet ederiz.» diye cevap verdiklerinde, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz parmağını göğe doğru kaldırıp, «Allahım! risâfeti teblîğ ettim mi?» diyerek Allah'ı şa­hit tuttu. [281]

Hz. Âişe (R.A.) Validemiz diyor ki:

«Kim Resûlüllah (A.S.) Efendimizin kendine inen vahiyden bir şey giz­leyip onu insanlara teblîğ etmediğini iddia ederse, Allah'ına karşı en bü­yük iftirada bulunmuş olur. Çünkü Allah, «Ey Peygamber! sana indirileni tebliğ et.» diye emretmiştir. Eğer Resûlüllah (A.S.) Efendimiz inen vahiy­den bir şey gizliyecek olsaydı, herhalde Zeynep olayını gizlerdi.» [282]

 

İki Karşıt Amaç

 

İki karşıt amaçtan kasdımiz, yarış halinde olan imanla küfrün kendi hedeflerine ulaşması söz konusudur. Şöyle ki: İmânın gereğine göre amel edip Allah adı daha yüce olsun diye, cesaretli, şuurlu, planlı ve sürekli faaliyet göstermek farzdır. Mü'minler imkân ve irâdelerini bu doğrultuda azim ve sebatla kullanırlarsa, tecelli edecek ilâhî inayetle amaçlarına erişirler. Aksi halde küfür, amacına erişme şansına sahip olur.

Çünkü bu iki karşıt amacın birden ve aynı ölçüde gerçekleşmesi müm­kün değildir. Bunlar bir bakıma ters orantılıdırlar: İmân cephesi belirtilen ölçüde amacına yaklaştığı oranda küfür cephesi geriler. Biz bunu bir KON-VEKSİYON AKIMA benzetebiliriz : Sıvı bir madde ısıtıldığında yayılıp daha az yoğun hale gelir. Bu sebepten bir sıvı ya da gazın en sıcak kısmı geri kalan kısmından daha az yoğundur ve yukarı çıkar. Aynı zamanda sıvının daha yoğun kitleleri de onun yerini almak için dibe çöker.

İşte ilgili âyetle buna işaret ediliyor; «Allah seni insanlardan korur.»

Çünkü Resûlüllah'ın (A.S.) bütün imkân ve enerfisi Allah yolunda faaliyet halinde idi. «Ve şüphesiz ki Allah kâfirleri amaçlarına eriştirmez.» Çünkü imân cephesi aktivitesini bilinçli ve plânlı kullanarak üste çıkmıştır. Bu durumda hem imân, hem küfür kitlesinin birden üste çıkması düşünüle­mez. [283]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle Peygamber (A.S.)in ve Onun yolunda olan mürşit­lerin görevi açıklandı. Aşağıdaki âyetlerle, Kitap Ehline seslenilerek Hakk'a uzanan yolun ölçü ve anlamı belirtiliyor. Gerçek anlamda dindar olmanın, Allah'tan indirilen kitaplarla dosdoğru amel etmekle mümkün olacağı hatırlatılıyor.

İsrâiloğullan'nın zaman zaman bu ölçüyü kaybettikleri, çok yanlış bir yola girip peygamberleri katlettikleri, bu yüzden kendileri adına büyük fitnelere sebebiyet verdikleri açıklanıyor. Yaşamakta olan kuşakların geç­mişten ibret almaları çok duyarlı biçimde kalb ve kafalara işleniyor. [284]

 

Meali :

 

68—  De ki: «Ey Kitap Ehli! Tevrat'ı, İncil'i ve size Rabbinizden indi­rilen (Kur'ân hükümlerini) dosdoğru yerine getirmedikçe hiçbir şey (ciddi bir inanç ve temel) üzere değilsiniz.» Şanıma and olsun ki, Rabbinden in­dirilen (Kur'ân) onlardan çoğunun azgınlık ve küfrünü artırır. Artık sen kâfirler topluluğuna (bu tuğyanlarından dolayı) üzülme.

69—  Şüphesiz ki, (görünürde yalnız dilleriyle) imân edenlerle Yahu­diler, Sabitler ve Nasranîler'den kimler Allah'a ve âhiret gününe inanırlar, iyi ve yararlı amelde bulunurlarsa, onlara hiçbir korku yoktur ve onlar

üzülmeyeceklerdir de..

70—  And olsun ki, İsrâiloğulları'ndan sağlam söz aldık ve kendileri­ne peygamberler gönderdik; ne kadar onlara bir peygamber, canlarının hoşlanmadığı bir hükümle geldiyse, kimini yalanladılar; kimini de öldü­rüyorlardı.

71—  Hem (yapageldiklerinden dolayı) bir fitne olmıyacağını sandılar da körleşip sağırlaştılar. Sonra Allah onların tevbesini kabul etti. Sonra yine onlardan çoğu körleşip sağırlaştılar. Allah onların ne yaptığını gör­mektedir.

 

İniş Sebebi

 

Yahudilerin ileri gelenlerinden ve daha çok din adamlarından sayılan birkaç kişi Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelerek dediler ki: «Ey Muham­medi Sen İbrahim'in dini ve milleti üzere olduğunu; Tevrat'a inandığını, onun hak kitap olduğunu söylemiyor musun?» Peygamberimiz (A.S.) on­lara şu cevabı verdi : «Evet, ama siz Allah'ın kitabına yeni şeyler uydurup soktunuz, kelimelerini konulduğu yerlerinden oynattınız, verdiğiniz kesin sözden döndünüz, emredildiğiniz şeyleri gizlediniz; bu nedenle Tevrat'ta ben sizin bu uydurmalarınızdan beriyim.» Yani Tevrat'ın hak kitap oldu­ğuna inanırım, ama elinizdeki yazılı Tevrat nüshalarının tamamına inan­mam, çünkü onda değişiklik yaptınız.

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin uyarı mahiyetindeki bu cevabına itiraz edip, «O halde biz elimizdekine bağlanıyor ve onun hak üzere olduğuna inanıyoruz. Sana ise, inanmıyor ve uymuyoruz.» diyerek küstahlıkta bu­lundular.

O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [285]

 

Aynı Kaynaktan Süzülüp İndirilen Üç Kitap

 

«De ki: Ey Kitap Ehli! Tevrat'ı, İncil'i ve size Rabbınızdan indirilen (Kur'ân hükümlerini) dosdoğru yerine getirmedikçe hiçbir şey (ciddi bir inanç ve temel) üzere değilsiniz.»

İlgili âyetle, başta Kitap Ehli olmak üzere dinlerden birine bağlı bu-

lunan bütün insanlara çok önemli bir husus hatırlatılıyor: Aynı kaynaktan süzülüp indirilen üç büyük kitabı yanyana koyun da dinlerin ve kitapların nasıl tedricî bir tekâmül devresi geçirdiğini iyice anlamaya çalışın. Sonra da Tevrat ile İncil'de hâlâ ilâhî vasfını koruyan belgeleri Kur'ân âyetleriyle karşılaştırın; insan elinin dokunup değiştirdiği kısımları görün ve Kur'ân'ın bunları nasıl tashîh ettiğine dikkat edin.

Ayrıca imân esaslarıyla ilgili belge ve âyetleri de inceleyin. Sonra da Son Peygamber Hz. Muhammed'in (A.S.) gönderileceğiyle ilgili beyânları akıl ve vicdan süzgecinden geçirin. Ancak o zaman Allah'ın insanlar için rahmet olarak gönderdiği dinlerin yararını, özellikle son dinin ve son ki­tabın tPkâmülün doruğunda bulunduğunu daha iyi anlar ve imânınızı daha sağlarr bir temele oturtabilirsiniz.

Bunun için aynı husus 66. âyetle açıklandığı halde 68. âyetle daha duyarlı biçimde tekrarlandı ve ayrıca şu iki önemli noktaya dikkatler çe­kilmek istendi:

1.  Üç kitaptaki dinî esasları biraraya getirip Tevrat'tan İncil'e ve bu ikisinden de Kur'ân'a geçiş sağlandığı ve ciddi bir mukayese yapıldığı takdirde Tevhîd Akidesi'nde birleşen dindarların hem kendileri, hem bü­tün insanlık için rahmet ve huzur dengesi olacaklarında şüphe yoktur. Yü­rürlükten kaldırılan bir kanuna bağlı kalmakta ısrar etmenin hiçbir anlamı olmasa gerek. Ancak yeni çıkarılan kanunla, yürürlükten kaldırılan ara­sında bir mukayese yapıp hangisinin sosyal yapıya daha çok yarar sağlı-yacaği ve huzur getireceği üzerinde durmak aklı eren her hukukçunun görevidir. İşte dinler de böyle. Tevrat ve İncil'e bağlı kalmanın hiçbir ma­kul anlamı yoktur. Ancak bu iki kitabı en son indirilen Kur'ân'la karşılaş­tırıp mukayese yapmak her din âliminin görevidir.

2.  Daha çok kitap ehlinin üç kitabı karşılaştırıp birinden diğerine te­kâmül yollu geçişin sebep ve hikmetlerini ve dinlerin neden İslâm ile nok­talandığını araştırmaları gerekmez mi? Kapalı bir odada aynı fabrikanın kademeli biçimde geliştirilmiş imalatından üç şeyden birini -ciddi hiçbir inceleme yapmadan ve seri numaralarına, imalat tarihlerine bakmadan-alıp onun en iyisi olduğunu iddia etmek ne kadar yanlışsa, din âlimlerinin dinler arasında ciddi bir inceleme yapmadan her bir grubun bağlı bulun­duğu dinin hak veya daha yüce olduğunu iddia etmesi de öylece yanlış­tır. Tekrar edelim ki, bu inceleme halk tabakasının değil, ilim adamlarıyla din adamlarının görevidir. [286]

 

Kur'ân İnmeden Önceki Durum

 

«Şüphesiz ki, (görünürde yalnız dille­riyle) iman edenlerle Yahudiler, Sabiîler ve Nasrânîlerden......»

Kur'ân indirilmeden önce Tevrat ve İncil'in değiştirilmemiş ilâhi hü­kümleriyle amel edip, imânın iki ana esasını oluşturan Allah'a ve âhiret gününe dosdoğru inananlar için, şüphesiz ki kıyamet günü hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de..

Kur'ân inip dinlerin son halkasıyla tekâmül sona erince, artık Hz. Mu-hammed'e (A.S.) inanıp Tevhîd Akidesi'ne bağlı kalan mü'minlerle, Yahu­dilerden, Sâbiîlerden ve Hıristiyanlar'dan Kur'ân'ın gölgesi altında Allah'a ve âhiret gününe inanıp iyi ve yararlı amellerde bulunanlar için de (kıya­met günü) bir korku ve endişe yoktur ve o gün onlar üzülmeyeceklerdir de..

Bakara sûresi 62. âyetle de aynı husus daha önce belirtilmiş ve bu­nunla, ilâhî afv've rahmet kapısının her zaman, her millet için acık bulun­duğu hatırlatılmış, daha çok Kitap Ehline seslenilmiştir. Ayrıca âyette, sa­dece dış görünüşüyle mü'min bulunmanın veya katı ve tutucu bir Yahudi, ya da Hıristiyan olmanın yeterli kabul edilmiyeceğine işaret vardır. Hz. Muhammed'den (A.S.) önce bunların geçerli olduğu, ama o geldikten son­ra artık Tevrat ve İncil'in yürürlükten kaldırıldığı muhakkaktır ve ancak bu takdirde kıyamet günü korku ve endişelerden kurtulup güvene kavu­şabileceklerdir.

. Mâide sûresinde tekrar aynı konuya geçilmesi, hem ilâhî davet kapı­sının açık bulunduğunu bir defa daha hatırlatmak, hem de bu hükmün sadece Yahudî, Hıristiyan ve Sabiîlerle bağlantılı olmadığını, her millet ve kabile için geçerli bir davet anlamı taşıdığını belirtmek içindir. [287]

 

Fazîletin Kaynağı

 

Diyebiliriz ki, hiç kimsenin, Allah'a ve âhiret gününe dosdoğru inan­madıkça ve salih amellerde bulunmadıkça Allah'ın yanında bir fazileti ve kayda değer bir meziyeti yoktur. Çünkü insanın biri nazari, diğeri amelî iki kuvveti vardır: Nazarî kuvvetin kemâli ancak Hakk'ı bilmekle gerçekle­şir. Amelî kuvvetin kemâli ise, ancak iyi ve yararlı şeyleri yapmakla sağ­lanır. Şeref bakımından maarifin en üstünü, mevcudatın en yücesini ve en şereflisini bilmektir ki, O da Şanı Yüce Allah'tır. Allah'ı bilmenin kemâli, ancak haşır ve neşre kadir olduğuna inanmakla ortaya çıkar. O halde maarifin en üstünü, Allah'a ve öhiret gününe inanmaktır. Amellerde hayır-

ların en üstünü ise. Mabuda üstün saygı ifade eden amellere devam et­mek, yararlı şeyleri Allah kullarına ulaştırmaktır. Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «İlâhî emre saygılı bulunmayı, Allah kullarına şefkatli olmayı faziletin başı, kulluğun en şerefli görevi olarak» nitelemiştir.

İşte böyle bir imân ve ameli kendinde toplayan kimseye kıyamet gü­nü ne korku vardır, ne de üzülme..

Korku ve üzüntünün bir arada anılmasının yararı ise şudur: Korku gelecekle, üzüntü geçmişle ilgilidir. Kıyametin ürpertici havası karşısında korkmazlar. Dünya nimetlerinin elden çıktığına üzülmezler. Çünkü daha şerefliye, daha güzele ve daha iyiye kavuşmuşlardır. [288]

 

Fitne Ve Tuğyanın Kaynağı

 

«Ne kadar onlara bir peygamber, canlarının hoşlanmadığı bir hükümle geldiy­se, kimini yalanladılar, kimini de öldürdüler.»

Peygamberleri öldürmek, ya vücutlarını ortadan kaldırmakla, ya da getirdikleri dinî esasları, ahlâkî kuralları değiştirip unutturmakla gerçek­leşebilir. İsrailoğulları katlin bu iki şeklini de yapagelmişlerdir. Ama on-larfn geçmişteki bu azgınlık ve fitnelerini nakletmenin yararı nedir? Hem Kur'ân'da tekrar tekrar bunlardan söz edilmesiyle yaşamakta olan mil­letlere anlatılmak istenilen nedir?

Kur'ân taşıdığı ilâhî ve lâhutî belâğetin en ölçülü metoduyla bizlere bununla çok önemli iki veya üç hakikati sergilemek istiyor:

1. İsrailoğulları, önceleri Asya'da ve Afrika'nın doğu kesiminde, son­raları dünyanın birçok önemli tiearî merkezlerinde sosyal hayata renk ve hareket katan, ekonomik dizgini elinde tutan ve kendi millî inançları doğrul­tusunda birbirlerine çok bağlı, başkalarına karşı ilgisiz ve hissiz bulunan tutuau bir millettir. Onları ıslâh edip doğru yola getirmek, herhalde yaşa­dıkları ülkeleri huzura kavuşturmak demektir. Hiç olmazsa onları iyi tanı­mak ve tanıtmak suretiyle şerlerinden korunma ve ona göre tedbirli ol­ma yollarını belirgin hale getirmektir.

O halde bu iki hususun unutulmaması için, İsrâiloğullan'nm devam edegelen karakterleri hakkında sunulan bilgi ve açıklamanın hafızalarda iz bırakıp silinmemesi gerekir. İşte bu konuda Kur'ân'daki tekrarın yararlarmdan biri ve en önemlisi bence budur..

2. Peygamberleri katletmek, daha doğrusu peygamber ahlâkını unut­turmak, kuşakları maneviyattan uzaklaştırıp materyalizmin potasında şe­killendirmek elbetteki büyük fitnelere ve önüne geçilmesi zor kargaşa­lıklara yol açar. Çünkü amaç madde olunca, aradaki ahlâk ve fazîlet çiğ­nenir. Bu da milletleri içinden kemirip çökerten faktörlerin başında gelir. Nitekim bu yüzden birçok milletler tarih sahnesinden silinmişlerdir. Ya­hudiler de bu yüzden tarih boyunca birçok işkence ve esaret zilletine düş­müştür. Son yıllarda Yahudilerin nesli manevî potada şekillendirme poli­tikası başarılı olmuş, Tevrat'a ve Musa Peygambere bağlılık bir eğitim işi ve metodu olarak işlenmiş ve böylece bir İsrail Devleti kurulabilmiştir. Ta­bii bu arada dağıldıkları ülkelerde ekonomik dizgini elterinde bulundur­manın da bunda katkısı oldukça önemlidir.

Kur'ân'da bütün bu gerçekler bir cümleyle anlatılmaktadır:

«Hem (yapageidiklerinden dolayı) bir fitne olmıyacağını sandılar da körleşip sağırlaştılar.» [289]

 

Yahudilerin Öldürdüğü Peygamberler

 

Dâvud ve Süleyman Peygamberler hem peygamberlik, hem hüküm­darlık gibi iki önemli hizmeti bir arada sürdürdükleri ve geniş bir askerî güee sahip oldukları için İsrâiloğulları bu iki peygamber devrinde ister is­temez Tevrat'a uyup düzenli ve debdebeli bir hayat sürdüler. Buna, doru­ğa erişme devresi de denilebilir. Her yükselmenin bir düşüşü, her çıkışın bir inişi vardır. Sözü edilen iki peygamberden sonra İsrâiloğulları kafa ve kalblerini tamamen dünya saltanatına verdiklerinden yavaş yavaş âhirete imân sınırından uzaklaşmaya yüztuttular. Bu yüzden Tevrat'taki âhiretle ilgili kayıt ve belgeleri bile çıkardılar. Ardarda gönderilen peygamberlerle onlar arasında amansız tartışma ve sürtüşmeler başladı. Çoğunu yalan­ladılar ve bir kısmını öldürdüler. Son olarak Zekeriya ve Yahya peygam­berleri öldürmeleri; İsâ ve Muhammed (A.S.) peygamberleri yalanlamaları, işledikleri cinayet zincirinin son halkalarını oluşturmaktadır. [290]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

 SABİÎN : Sabiîler deyimi  hakkında  Bakara sûresi 62.

âyetin tefsîrinde geniş bir açıklamada bulunmuştuk. Burada yeri gelmiş­ken onun bir özetini vermemizde yarar vardır:

a)  Mecûsî (Zerdüşt dinine bağlı olan)lar. Diğer bir tabirle ateşe ta­panlar.

b)  Yahudilerle Hıristiyanlar arasında ayrı bir inanç üzere bulunanlar.

c)  Zebur'a bağlı olup sadece onunla amel edenler.

d)  Meleklere tapanlar.

e)  Meleklere tapıp Zebur okuyan ve kendilerine göre bir kıble belir­leyip oraya yönelerek ibâdet eden bir millet.

f)  Peygamberlere icmalen inanıp kendilerine göre namaz kılan, oruç tutan bir topluluk. Kıblelerinin de Yemen olduğu söylenir.

g)  Sadece LÂ İLAHE İLLALLAH diyen, şeriat ve kitapları olmayan bir fırka.

h) Yıldızlara tapan bazı kavimler. [291]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle Kitap Ehlinin yanlış tutumuna, son dine kar­şı hasmane davranışlarına temas edildi. Sonra Yahudîlerin Tevrat'ın sınır­larını aşıp imân esaslarından uzaklaştıkları hatırlatıldı. Aşağıdaki âyetler­le Hıristiyanların da aşın tutucu olmaları ve İncil'deki ilâhî sözlerin yanlış terceme edilmesi sonucu Tevhîd Akidesi'nden saptıkları, Allah'a babalık isnat edecek kadar, İsâ Peygamberi ilâh sayacak kadar küfre kapı açtık­ları açıklanıyor. Sonra da Tevhîd Akidesi'nin esası belirlenerek Müslü­manların bu yoldan sapmamaları hatırlatılıyor. [292]

 

Meali:

 

72— Şanıma and olsun ki, «Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisidir» diyenler kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesih, (onlara şöyle) demişti: «Ey İs-râiloğulları! Benim ve sizin Rabbiniz Allah'a tapın. Doğrusu kim Allah'a ortak koşarsa, şüphesiz ki Allah ona cenneti haram kılar; varıp eyleşe-ceği yer ise ateş (cehennem)dir. Zâümierin hiçbir yardımcısı da yoktur.

73— And olsun ki, «Allah üçün üçüncüsüdür (üç Allahtan biridir)» di­yenler de kâfir olmuşlardır. Halbuki bir ilâhtan başka ilâh yoktur. Eğer dediklerinden vazgeçmezlerse,  şüphesiz  onlardan  küfre  girenlere elem verici bir azap vardır.

74—  Hâlâ Allah'a tevbe edip bağışlanmalarını   dilemiyecekler   mi?! Allah çok bağışlayan ve çok merhamet edendir.

75—  Meryem oğlu Mesîh, peygamberden başka değildir; şüphesiz ki ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Annesi de çok doğru (ve iffetli) bir kadındı; ikisi de yemek yerlerdi. Dikkat et, onlara âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz; sonra yine dikkat et de bak, nasıl çevriliyorlar!

76—  De ki, Allah'ı bırakıp da size zarar ve yarara sahip ofamıyan şeylere mi tapıyorsunuz? Allah (herşeyi) işiten ve bilendir.

 

İncil'de Baba-Oğul Deyimleri

 

Mevcut İncil'lerin İsâ Peygamberden sonra Havarîier tarafından ya­zıldığı, hattâ bir kısmının onlar tarafından değil de sonraları kaleme alın­dığı bilinmektedir. İlk inen İncil'in İbranice olduğunda çoğu araştırıcı ve tarihçiler birleşmişlerdir. Bunun gibi Havarîier tarafından hafızalarında ve yazılı parçalar halinde kalan İncil de İbranîce yazılmıştır. Çünkü o gün için bölgede konuşulan dil bu idi. Bilahare Latince ve Yunancaya, onlar­dan da çeşitli dillere çevrilen ve zaman zaman düzeltilmeye tabi' tutulan İndilerde «Rab» yerine BABA, «Çok sevgili kulu» yerine OĞUL veya Bİ­RİCİK OĞLU tabirleri konulmuş ve böylece ÜÇ İLÂH = Baba, Oğul ve Ruhu'l-kudüs inancı ortaya çıkmıştır.

Belirtilen hususu bazı örneklerle açıkhyalım :

«Zira Allah dünyayı öyle sevdi ki, BİRİCİK OĞLUNU verdi; tâki ona imân eden her adam helak olmasın..» [293]

«Allah dünyaya hükmetsin diye değil, ancak dünya onun ile kurtul­sun diye, OĞLUNU dünyaya gönderdi.» [294]

«Bana imân edin, ben BABADAYIM, BABA da bendedir.» [295] «Ben gerçek asmayım ve BABAM bağcıdır.» [296]

«Hiçbir zaman Allah'ı kimse görmemiştir; BABANIN kucağında olan BİRİCİK OĞLU, kendisini ona bildirdi.» [297]

«İsâ gözlerini göğe kaldırıp dedi: Ey BABA! saat geldi; oğlunu ta'zîz eyle ki, oğul seni ta'zîz etsin.» [298]

«O büyük olacak, ona yüce Allah'ın OĞLU denilecek.» [299] «Allah'ın OĞLU İsâ Mesih'in İncil'inin başlangıcı.» [300]

«İsâ, Galile'nin Nasıra şehrinden gelip Erden'de Yahya tarafından vaftiz olundu, hemen sudan çıkarak göklerin varıldığını ve kendi üzerine Ruhun güvercin gibi indiğini gördü ve göklerden, «Sen benim sevgili oğ­lu msun, senden razıyım» diye bir ses geldi..» [301]

«Gökte ve yeryüzünde bütün hâkimiyet bana verildi, İmdi siz gidip bütün milletleri şakirt edin, onları BABA ve OĞUL ve RUHULKUDÜS ismiy­le vaftiz eyleyin..» [302]

İşte Hıristiyan din adamları bu hatalı çevirilerin tesiri altında kalarak ÜÇ TANRİ fikrini ortaya atıp geliştirmişlerdir. Bunun aksini savunan, yani Allah'ın bir olduğunu, ortağı bulunmadığını söyleyen din adamları ise la­netlenmiştir. Nitekim PAPA HONORİUS, üç tanrı inancına karşı çıktığı, bunun gerçek kutsal kitapla, akl-î selimle bağdaşamadığını ileri sürdüğü için (M. 680) lanete lâyık görülmüştür. Çünkü onlara göre, İsâ Allah ile birdir, Onun BİRİCİK OĞLUDUR. Bu bakımdan İsâ fiziksel yapısıyla insan, ruhsal yapısıyla Allah'tır. Ruhul-kudüs onunla birleşmiştir. Diğer bir ifa­deyle, Mesîh Allah'ın biricik oğludur. Allah onun babasıdır; baba oğula hülûl edip (girmiş) onunla, birleşmiş ve bundan Ruhulkudüs oluşmuştur.

Kur'ân-ı Kerîm'de, din adına uydurulan tevhît ve akı! dışı bu inan­cın küfür_ olduğu, Allah'tan başka ilâh olmadığı açıklanıyor; Allah'ın Bİ­RİCİK OĞLU diye vasfettikleri İsâ ile anasının diğer insanlar gibi yeyip içtikleri, Allah'ın ise bu tür beşerî sıfatlardan pak ve münezzeh bulunduğu, çok özlü biçimde belirtiliyor.

Aslında hâlen mevcut İncillerin diğer bazı kısımlarında TEVHÎT AKİ­DESİ (Allah'ı bir bilme inancıjnın kalıntılarına rastlamaktayız. Buna bir iki örnek vermemizde yarar vardır:

«İsa ona cevap verdi: Dinle ey İsrail! Allahımız Rab, bir tek olan Rab'-dir.» [303]

«İsa ona dedi: Niçin bana iyisin diyorsun? Ancak bir kişi (varlık) iyi­dir, o da Allah'tır.» [304]

Ayrıca Bernaba İncil'inde bu husus daha açık ve net şekilde anlatıl­mıştır. Şöyle ki: «Yesû' (İsa) Zeytin dağına çıktı; sabahleyin namaz kıldı ve şöyle duâ etti: Ya Rab! Sen bilirsin ki, ben senin kulunum, senden is­tiyorum...» [305]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle Kitap Ehlinin dinin esasından nasıl koptuk­ları, hislerine mağlup olarak hak dine karşı çıktıkları ve bu yüzden küfre düştükleri açıklandı. Tevhît Akidesi'nin sapasağlam ayakta durmasının lü­zumu belirtildi ve bunun bütün hak dinlerin temelini oluşturduğuna dik­katler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle* dinde sınırı aşmanın, ifrat ve tefrite düşmenin sa­kıncaları anlatılıyor. Hakka inanmış bir milletin hak sınırından ayrılma­ması, varolmasının teminatı anlamına geldiğine işaret ediliyor. Toplum bünyesinde -iyiliği emretme, kötülükten men'etme hususunda- otokontro-lün lüzumu belirtiliyor. İsrâiloğulları'nın Babil'e sürülüp 70 yıllık esaret kaydı altında inletilmelerinin sebeplerinden birinin bu kontrolsüzlük oldu­ğu hatırlatılmak isteniyor. Sonra da Kitap Ehlinden olan inkarcıları, müs-lümanlardan bir kısmının dost edinmelerinin onlara pek pahalıya mal ol­duğu çok duyarlı bir anlatımla açıklanıyor. [306]

 

Meali :

 

77—  De ki: Ey Kitap Ehli! Dininizde haksız yere taşkınlık yapıp sınırı aşmayın. Daha önce sapmış ve birçoklarını saptırmış da düz yoldan ay­rılmış bir topluluğun heveslerine uymayın.

78—  İsrâiloğulları'ndan   küfre   sapanlar,   Davud'un ve Meryem oğlu

İsa'nın diliyle lanetlenmişlerdir. Bu, onların isyan etmeleri ve taşkınlık ya­pıp haddi aşmalarındandır.

79__ öyle ki, yaptıkları kötülükten birbirlerini men'etmiyorlardı. Ya-pageldikleri şey ne de kötü!.

80__ Onlardan çoğunun (Allah'ı) inkâr edenleri dost edindiklerini gö­rürsün. Nefslerinin kendilerinden yana öne sürdüğü şey ne kötü!. Allah onlara hışmetmiştir ve onlar azap içinde devamlı kalıcılardır.

81— Eğer Allah'a, Peygambere ve Peygambere indirilene imân etmiş olsalardı, elbette o kâfirleri dost edinmezlerdi; ne var ki onların çoğu fâ-sık (ilâhî yolu ve sınırı aşmişjdırlar.

 

İlgili Hadîsler

 

«İsrâiloğulları isyanlara başlayınca, ilim adamları onları men'etmeğe calıştılarsa da onlar vazgeçmediler. Sonra ilim adamları da onlara katılıp aynı mecliste oturup birlikte yediler ve içtiler. Bu sebeple Allah onların kalblerini birbirine vurdu da isyanları ve haddi aşmaları sebebiyle Dâvud ve İsa'nın diliyle onları lanetledi.» [307]

«İsrâiloğulları'nın üzerine ilk giren noksanlık şu idi: Biri diğeriyle kar­şılaşınca şöyle derdi, «A adam! Allah'tan kork,, işleyegeldiğin kötülüğü terket, çünkü bu sana helâl değildir.» Sonra ikinci gün karşılaştıklarında biri diğerini men'etmedi, üstelik onunla oturarak yiyip içti. Böyle yapınca da Allah onların kalblerini birbirine vurdu (ve lanetledi).» [308]

Ashab'dan Ubâde bin Sâmit (R.A.) diyor ki :

«Biz, Resûlüilah (A.S.) Efendimize, bolluk ve darlık, sıkıntılı ve geniş­lik, ferahlık ve üzüntülü hallerimizde; Onu ve hükümlerini kendimizden' üs­tün tutmak, işin ehliyle tartışmamak, çekişmemek; ancak açıktan bir kü­für olduğuna dair yanımızda Allah tarafından indirilmiş açık bir kanıt bu­lunduğu durum müstesna olmak; nerede olursak olalım ancak hakkı söy­lemek ve Allah yolunda ayıplayanin ayıplamasından endişe duymamak üzere bey'at ettik.» [309]

Resûiüllah (A.S.) şöyle buyurdu :

«İnsanın her eklemine karşılık her günü (aralıksız) namaz gerekir.»

dıkları açıklanıyor. Ancak şunu unutmamak gerekir: Allah kimseye zul­metmez. Onun gazabı, koymuş olduğu Sünnetullah'a uymamakta ve hayat kanununu çiğnemekte gizlenmiştir. O halde insanlar kendilerine zulme­derler. İlâhî kanunlara uyanlar mutlu, uymayanlar mutsuz olurlar. Bu ka­nunlar kimsenin hatırı için değişmez. Mu'cizeler müstesna..

Bunun için hakkın sınırını aşıp tuğyan eden önceki Yahudiler Milat­tan önce 587'de Babil kralının hışmına uğramış; yakalarını kurtaramıya-rak esaret kaydına düşmüş ve böylece her şeylerini kaybetmişlerdi. Bu esaretin 70 yıl sürdüğünü tarihçiler nakletmektedir. Neden yetmiş yıl de­nilecek olursa, şu cevabı vermek mümkündür: Tuğyan eden kuşakların silinmesi, yeni kuşakların ortaya çıkması ancak bu kadar yıl içinde ger­çekleşebilir.

Babil esaretinden sonra yine geçmiş olaylardan ibret almıyan yeni kuşaklar, atalarının yolunu tutmaya yönelmiş ve bu yüzden onlar da hak­kın sınırını aşmışlardı. Derken bu defa Roma İmparatoru TİTUS (M.S. 79) tarafından istilaya uğradılar, yurtları yakılıp yıkıldı; kendileri sefil ve pe­rişan oldular. Titus iyilik sever bir imparator olmasına rağmen Yahudi­lere karşı -ne hikmetse- bu duygusunu açığa vurmamış ve kullanmamıştır.

Kur'ân bu ibretli tarihî olayı naklederken daha çok iki milleti uyar­maktadır. Yahudîler, atalarının yoluna girerlerse, ilâhî kanunlar değişmez, mutlaka hükmünü yine yürütür. Müslümanların da bu olaylardan yeterin-çe ibret almaları, kendilerine sunulan ilâhî emanete lâyık olmaya devam etmeleri gerekmektedir. [310]

 

Ahlâk! Ve Sosyal Yönü

 

 «Öyle ki, işledikleri kötülük­lerden birbirlerini men'eSmiyorlardı. Yapageldikleri şey ne kötü!.»

 İslâm, getirdiği esas ve prensipleriyle toplum yapısında otokontrolün sağlanmasına özen gösterir ve buna yeterince önem verir. Hz, Peygam­berin, (A.S.) «Sizden biriniz bir kötülük görürse, onu eliyle gidersin. Buna güç getiremezse, diliyle gidersin. Buna da güç getiremezse, kalbiyle gi­dermeye (nefret duyup çareler düşünmeye) çalışsın ki, bu imânın en zayıf tarafıdır.» buyurması, tamamen bu kontrolü sağlamayı amaçlar. [311]

Kur'ân'da   ilgili  79.  âyetle,   İsrâİloğulları'nın   birbirlerinin   kötülüğüne engel olmadıkları, bu hususta sosyal yapılarında otokontrol düşünmedikleri için çok geçmeden yıkılıp dağılmaya, başka milletlere yem olmaya mahkûm edildiklerine dikkatler çekiliyor.

Şüphesiz ki tarihî bir gerçeğin özlü ve ibretli noktasına parmak ba­sılmasına, hem yaşamakta olan Yahudilere tarihlerini hatırlatmak, hem de Hz. Muhammed (A.S.)ın ümmetini uyarıp aynı hataya düşmelerini önlemek gibi hikmetler söz konusudur. Ayrıca hakkı inkâr edenleri, diğer bir de­yimle kâfirleri dost edinen inanmış bir milletin sonunun perişanlık oldu­ğuna atıflar yapılıyor. Nitekim zaman zaman İslâm milletlerinden bir kıs­mının böylesine hatalı bir yola girdiği ve sonunda sefil ve perişan olduğu da bilinmektedir. [312]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıda geçen âyetlerle Kitap Ehli'nin gerek birbirlerine, gerekse İs­lâm'a karşı olumsuz tutumları açıklandı. Sosyal hayata artık yön verme ölçü ve değerini kaybetmeden Tevrat ve İncil'in zamanla asıllarından na­sıl uzaklaştırıldıkları, Allah sözüne beşer sözünün karışmasıyla nasıl an­laşılmaz bir duruma getirildiği ve Kur'ân'ın gerçeği yansıtan âyetlerinin bu iki kitabı nasıl tashih ettiği -işaretle de olsa- belirtildi. Bu yüzden Ki­tap Ehlinin inen her âyet karşısında küfür ve inatlarını artırdıklarına temas edildi.

Aşağıdaki âyetlerle Kitap Ehlinden Yahudilerin İslâm'a ve mü'minlere karşı içlerinde besledikleri kin ve düşmanlığın hat safhada bulunduğu açık­lanıyor. Onlara oranla Hıristiyan din adamlarının daha insaflı davrandığı, hakka karşı daha yatkın bulundukları, hakikat güneşi karşısında zaman zaman göz yaşı döküp Hakk'a teslimiyet gösterdikleri hatırlatılarak hem Hıristiyanların, hem Müslümanların yeterince dikkati çekiliyor. [313]

 

Meali :

 

82— And olsun ki, mü'minlere karşı insanlardan en şiddetli düşman olarak Yahudileri ve bir de Allah'a ortak koşanları bulursun. Ve onlardan mü'minlere karşı en yakın sevgi gösterenleri ise, «Biz Nasrâmyiz» diyen­leri bulursun.

Bu da. onların arasında papazlar ve rahipler bulunduğu içindir; hem bunlar (hakkı kabulde) büyüklük taslamazlar.

83— Peygambere indirileni işitince, hakka olan aşinalıklarından do­layı gözlerinde yaş dolup boşaldığını görürsün; «Rabbimiz! inandık, bizi (hakka) şahitlerle beraber yaz» derler.

84__ Bize ne oluyor da Allah'a ve bize gelen hakka (ilâhî çağrıya)

inanmıyalım?  Halbuki  Rabbimizin  bizi  iyi  kişiler topluluğuna   katmasını umup durmaktayız.

85__ Allah da onlara, bu sözlerine karşılık altlarından ırmaklar akıp,

içinde ebedî kalacakları cennetleri sevap (mükâfat) verdi. İşte bu iyilikte bulunup ihsan üzere davrananların mükâfatıdır.

86— Hakkı inkâr edip küfre sapanlar ve âyetlerimizi yalanlayanlar (var ya), İşte onlar cehennem ehlidirler.

 

İniş Sebebi

 

Hz. Muhammed (A.S.)m peygamberliğinin beşinci yılında Mekke müş­riklerinin eziyet ve işkencede bulunması son kertesine ulaşmıştı. Ekono­mik abluka, din ve inanç hürriyetinin tamamen kaldırılması ve son dine inanan bahtiyarların ölüm derecesine varacak şekilde haksızlığa uğrama­sı, Resûlüilah (A.S.) Efendimizi hem üzüyor, hem çok daha etraflı düşün­meye itiyordu. Geçici çare olarak, Müslümanlardan bir kısmının, din ve inanç hürriyetinin bulunduğu, kimselere zülmedilmediği tahmin edilen Ha­beşistan'a hicret etmeleri plânlandı. İlk kafile Hz. Osman'ın başkanlığında 11 erkek 4 kadından oluşarak Habeşistan'a yollandı. Çok geçmeden ikin­ci bir kafile hazırlandı, Ebû Tâlib oğlu Cafer başkanlığında önemli sayıda bir mücahit grubu gönderildi.

Kureyş kabilesinin ileri gelenleri bu hicretin ileride doğuracağı teh­likeleri hesaba katarak ünlü dâhilerden Âs oğlu Amr'ı Habeş kralına elçi olarak gönderdiler. Amaçları, Habeşistan'a yerleşen mü'minlerin oradan kovulmasını sağlamak ve Hz. Muhammed'i (A.S.) çaresiz duruma sok­maktı. Amr, kral Neaaşî'nin yanında yüzbulamadı. Çünkü Necaşî hakka tes­limiyet gösteren ve son peygamberin gönderilmek üzere olduğunu bilen bir hükümdardı. Necaşî, Müslümanlarla görüşme ihtiyacını duydu. Onla­rın sözcüsü kim ise onunla konuşmak istediğini bildirdi. Bunun üzerine Hz. Cafer huzura çıktı. Olup bitenleri gayet sakin anlattı. Necaşi duygu­landı ve inen son Kitaptan bir parça okumasını istedi. Hz. Cafer o yanık sesiyle Meryem sûresini okumaya başladı. Başta Necaşî olmak üzere ha­zır bulunan bütün piskopos ve rahipler ağladılar. Hakka olan aşinalıkları sebebiyle Kur'ân'in insan sözü olmadığını derhal anladılar. Böylece ülke-

lerine iltica eden Müslümanlara karşı derin bir hayranlık duydular. Gere­ken ilgi ve yardımı esirgemediler. Bu hal, Resûlüilah (A.S.) Efendimiz Me­dine'ye hicret edinceye kadar devam etti. Bu defa Allah'ın Resulü (A.S.) ve mü'minler Medine ve çevresindeki Yahudilerin kin ve düşmanlığıyla kar­şılaşınca yeni bir safha başlamış oldu. Yahudilerin İslâmiyet aleyhinde çe­virecekleri entrikalara dikkatleri çekmek ve mü'minleri yeterince uyarmak için yukarıdaki âyetler indi. Böylece Ehl-i Kitaptan iki millet arasında bir ölçü ve kıyaslama yapılarak İslâm Devletinin anayasa ve stratejisi çi­zildi. [314]

 

Diğer Bir Rivayet

 

Habeşistan'daki mü'minler yavaş yavaş Medine'ye dönmeğe başla­mışlardı. Bu arada İslâm'a ve Hz. Muhammed'e (A.S.) kalben inanıp bü­yük bir hayranlık duyan Necaşî, içlerinde keşişler ve rahiplerin de bulun­duğu bir hey'eti de Medine'ye göndermişti. Resûlüilah (A.S.) Efendimiz bu aziz misafirlerine büyük bir ilgi gösterdi ve İslâm'ı onlara anlatıp tanıtmak için önce YÂSÎN sûresini okudu. İlâhi sözün yüksek anlamı ve lâhuti ahen­gi karşısında duygulanıp göz yaşlarını akıttılar. Vakit kaybetmeden imân edip aradıkları saadeti buldular. Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi. [315]

Katade'ye göre, Nasrânî'lerden, aralarında keşiş ve rahiplerin de bu­lunduğu bir heyet Medine'ye gelip Müslüman oldular. O sebeple yukarı­daki âyetler indi. [316]

 

İlgili Hadîsler

 

«Ne kadar bir Müslüman bir Yahudîyle başbaşa yalnız kalmışsa, mut­laka Yahudi onu öldürmeyi düşünüp içinden geçirmiştir.» [317]

 

Yahudiler Ve Tevrat

 

«And olsun ki, mü'minlere karşı insanlardan en şiddetli düşman olarak yahudileri ve bir de Allah'a ortak koşanları bulursun.»

Tevrat'ta ahlâkî kurallar, kalbleri yufkalaştınp merhamet duygusunu geliştirecek; sorumluluk ve Allah korkusunu aşılayacak belgeier yok de­necek kadar azdır; tarihî olaylar, kıssalar, kâinatın yaratılışıyla ilgili bölüm­ler; aile ve amme hukukuyla alâkalı hükümler ise, kitabın %90'nını oluş­turmaktadır. Cennet ve cehennem kavramlarına, Kur'ân'ın açıkladığı ve koyduğu esaslar ölçüsünde rastlamak mümkün değildir. Cennetin dünya olduğuna delâlet eden bazı kayıtların bulunduğu, Âdem Peygamberin ADEN civarında bahçelik bir yerde yaratıldığı ve o yere, bağ ve bahçe bulunduğu için cennet denildiği anlamında sözlerin yer aldığı görülmekte­dir. Ayrıca Allah'ın İsrâiloğulları'na olan yardımı ve öfkesi de yer yer açık­lanmış; dünya nimetlerine, büyük bir devlet kurma arzularına geniş yer verilmiştir.

Bütün bunlar o milletin yüzünü Allah'tan çok maddeye, âhiretten zi­yâde dünyaya, merhametten çok katılığa, hoşgörüden fazla düşmanlığa çevirmiştir. Tevrat'ın Musa Peygambere inen aslının kuvvetli bir ihtimal­le Babil esaretinde tamamen kaybolması, sadece bazı yazılı kâğıtların ve hafızalarda kalanların biraraya getirilip yazılması ve zamanla bir takım de­ğişikliklere uğratılması, Allah sözü ile insan sözlerinin birbirine karıştırıl­ması, yapılan çevirilerle meydana gelen hatalar, bu elim sonucu doğur­muştur, diyebiliriz. Sadece birkaç gün ateşte yanacaklarına inanan; başka milletlere köle, hizmetçi nazarıyla bakan, yabancı milletlerden ne kadar çok faiz olabilirlerse, alım-satimda ne kadar çok kâr sağlarlarsa bunu sevap sayan bir milletten dostluk, yakınlık, fazilet ve merhamet beklemek safdillik olur.

işte Kur'ân'da bu gerçeğe parmak basılarak Yahudi milleti hakkında fazla iyimser olmanın bir yarar sağlamıyacağı, mü'minlere karşı amansız düşman bulundukları bir defa daha hatırlatılıyor ve Yahudi ırkının karak­teristik portresi çiziliyor.

Tabii bu hüküm, eksere göredir. Aralarında bu ölçü ve karakterde ol­mayanlar da vardır.

Bakara sûresinde Yahudilerin âhiretten çok dünyaya ve maddeye yö­nelik bulundukları şöyle belirtilmiştir: «And olsun ki, onları (dünya) haya­tına karşı diğer-insanlardan ve (hattâ) Allah'a ortak koşanlardan daha çok düşkün ve hırslı bulursun! (O kadar ki) onlardan her biri kendisine bin yıl ömür verilmesini ister...» [318]

Bütün bu uyarılar, Yahudilerle içice bulunan Müslümanları uyarmaya ve ona göre bir siyaset uygulamalarına yöneliktir. [319]

 

Hıristiyanlar Ve İncil

 

«Onlardan mü'minlere karşı en yakın sevgi gösterenleri ise, biz Nasrânîyiz, diyenleri bulursun.»

İncil'de tarihî olaylardan, aile ve amme hukukundan pek az sözedilir. Yüksek ahlâka duyarlı sözlerle yer verilir. Allah sevgisi ve korkusu işlenir. Sorumluluk duygusu aşılanır. İsâ Peygamberin hayatı ve mücadelesi ge­niş biçimde anlatılır. Meryem'in doğum safhaları açıklanır. Son peygam­berin geleceğine ait belgeler birkaç yerde değişik ifadelerle tekrarlanır.

Bütün bunlar insanın yüzünü az-çok âhirete çevirecek, kalbi yufka-laştıraçak, merhamet duygusunu geliştirecek, insana sorumluluğunu ha-tirlatacak, hakkı kabule az da olsa yaklaştıracak ölçü ve anlamdadır. Özellikle İncil'i iyi bilen ve manastırlarda kendilerini ibâdete verip Allah'ın sevgisini kazanmaya çalışan rahiplerin daha yakın ve yumuşak, daha ah­lâklı ve hoşgörülü olduğunu söyleyebiliriz. Yahudi din adamlarıyla kıyas­lanınca, bunların hakka, maneviyata ve dinlere karşı daha saygılı olduğu görülür. Birçok papazların İslâm'a girmesi ve İslâm'ı över mahiyette eser yazması bunun delillerinden biridir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devrin­de Habeş kralı Neeaşî ile bir grup papazın İslâm'a girmesi, Rum kralı Hı-rekl'in Peygamberimizin (A.S.) mektubuna karşı üstün bir saygı göster­mesi, Peygamberin (A.S.) şahsına karşı derin bir ilgi duyması bu cümle­dendir.

Kur'ân burada Hıristiyanların hepsinin böyle olduğunu söylemiyor; Yahudilere kıyasla bize bir ölçü veriyor. Bunun sebebi ise çok açıktır:

Onçe, Yahudilerle değil de Hıristiyanlarla bazı lüzumlu hususlarda te­mas kurulması tavsiye ediliyor. Anlatıldığı takdirde bilhassa din adamla­rının Islâmiyeti kabul etmelerinin umulduğu hatırlatılıyor. Bu nedenle Müs­lüman din âlimlerinin Hıristiyan din adamlarıyla diyalog kurmalarında ya­rar bulunduğuna işaret ediliyor. İlim alışverişinde bulunmakta hiçbir sa kınca bulunmadığına dikkatler çekiliyor.

Ne yazık ki. Peygamberimizin (A.S.) irşat metodunu lâyıkıyla kavra­yıp hazmetmiş din âlimlerimiz pek azdır. Aynı zamanda hareket sahaları da o nisbette dar ve kısırdır.

İşçilerimizin dinî ihtiyaçlarını karşılıyabilmek için, yabancı ülkelere görevlendirilip gönderilen din adamlarının çoğu Batı dillerini bilmediği gi­bi Arapçayı da lâyıkıyla bilmiyorlar. Çoğu, Tevrat, İncil ve Kur'ân arasında eiddi ve sabırlı bir araştırma ve mukayese külfetine de katlanmamıştır. Di­ğer İslâm ülkelerinden, örneğin Pakistan, Mısır ve benzeri ülkelerden Av­rupa ve Amerika'ya gönderilen din âlimleri birkaç dil bilmekte ve daha çok yararlı olmaktadırlar.

Tabii bütün bunlar ciddi bir organize, geniş kültürlü ilim adamı yetiş­tirme, yetişene değer verme, onu çeşitli imkânlarla donatma Meselesidir. Bizde henüz bu önemli mesleğe eğilenler pek azdır.

İlgili âyetler daha çok bu gerçekleri gözlerimizin önüne sermekte ve bizden hareket beklemektedir.

Yahudiler daha muhafazakârdırlar, tekelcidirler; misyonerlik hamle­leri hiç yoktur. Hıristiyanlar ise misyonerdirler; aynı zamanda fazla mu­hafazakâr da sayılmazlar. Diğer dinlere karşı az-çok hoşgörü sahibidirler. Bunun için Yahudilerle anlaşmak ve kaynaşmak zor, Hıristiyanlarla daha kolaydır. [320]

 

Tarihî Birkaç Olay

 

Şam dolaylarında Tabiinden ünlü din âlimi Saîd bin Cübeyr'in ahlâk ve faziletini, dindeki önemli yerini, ruhî yüceliğini, kemâl ehlinden oluşunu görüp derin bir hayranlık duyan üç rahibin hiç tereddüt etmeden İslâm'a girmeleri ve onu kendilerine mürşit kabul etmeleri bir tesadüf eseri de­ğildir. İslâm'ı esas ve prensipleriyle yaşayan bir din âliminin sözünden da­ha çok davranışlarının çevresi üzerinde bırakacağı olumlu tesiri kim in­kâr edebilir?

Cüneyd el-Bağdadî Hazretlerinin hac mevsiminde Musa Peygamberin ilâhî iltifata mazhar olup Tevrat'ın inmesine uygun yer olarak seçilen TUR dağının eteğinde bir süre karargâh kurup derin bir vecd ve aşk havası içinde Cenâb-ı Hakk'a kulluk görevini yerine getirirken,yakınlarındaki ma­nastırda kendilerini ibâdete, zühde ve hakka vereYı rahiplerin dikkatini çekmesi ve çok geçmeden onları İslâm'ın saf ve temiz havasına çekmesi, göz yaşları içinde Kelime-i Şehddet getirmelerine sebep olması ne ile yo­rumlanabilir? Rahiplerin hakka yatkın olması, Cüneyd el-Bağdadİ'nin Pey­gamber sünnetinde şekillenip kemâl mertebesinde bulunması bunun en açık sebebi değil midir?

Ünlü velî ve hatip Abdülğanî Nabulüsî'yle görüşen papazın bir anda kendinden geçip Kelime-i Şehadet getirmesi bize neyi hatırlatır? Bir yanda hakka meyli bulunan bir papaz, diğer yanda Hakk'ın sunduğu son din­de şekillenen kâmil bir mü'min. İşte ilâhî hidâyet bu ortamı seçip tecelli etmiştir.

Ünlü velî Bayezid Bestamî Hazretlerinin söz ve davranışlarına derîn bir hayranlık duyan Mecûsîlerin ünlü kişilerinin ve Hıristiyan Rahiplerinin İslâm'a can atarcasına koşmaları ve o zatı kendilerine mürşit seçmeleri de aynı sebep ve tecellinin ürünü değil midir? [321]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

KISSISÎN :  Bu  kelime çoğuldur. Sözlük olarak, gece karanlığında bir şeyi araştırıp bulmaya çalışmak anlamına gelir. Ayrıca, gece karanlığında sesini duyurmak mânasına da geldiği bilinmektedir.

Terim olarak :

a)  Hıristiyan din önderleri,

b)  Rumca; ilim adamları,

c)  Kendini ilim ve ibadete veren Hıristiyan din adamları,

d)  İlim adamlarına, kendini ibâdete verenlere uyan dindarlar.

RUHBAN: Râhib'in çoğuludur. Rükban ve Râkib gibi. Ay­rıca SU'BAN gibi tekil olarak da kullanılmfştır. Âyette ise çoğul anlamın­da gelmiştir.

Ruhban, reheb ve rehb kökünden türetilmiş isimdir. Sözlük olarak «Korkup ürperenler» demektir. Kavram olarak, manastırlarda ken­dini ibâdete veren Hıristiyan din adamları anlamına gelir. [322]

 

Âyetler  Arasında  Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle bazı Hıristiyan din adamlarının hakkı kabul­de büyüklük taslamadıkları, indirilen ilâhî âyetleri işitince -hakka olan aşi­nalıklarından dolayı- gözlerinden yaş dolup boşaldığı anlatıldı. Yahudî-lerde ise bu ölçü ve anlamda din adamlarının pek bulunmadığına işaret edilerek İslâm mürşitlerinin Hıristiyan din adamlarıyla buluşup görüşme­lerinde bir takım yararların olduğuna -dolaylı şekilde- dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, İslâm'da ruhbaniyet olmadığı, Hıristiyan din adam­larının kendilerini manastırlara kapatıp bekâr kalmalarının İslâm'da yeri olmadığı hatırlatılıyor, bu sebeple o tarz bir yaşayışın örnek alınamıyaca-ğına işaret ediliyor. Rahiplerden bir kısmından övgü ile söz edilmesi, hem gerçeği yansıtma, hem Yahudilerle onlar arasında mukayeseli bir ölçü verme amacına yönelik bulunduğu belirtiliyor.

İslâm'ın koymuş olduğu hükümlerin, helâl ve haram sınırlarının gün gibi açık ortada durduğu, başka bir ölçü aramaya gerek olmadığı işlene­rek, Allah'ın helâl kıldığını hiç kimsenin haram kılmaya yetkisi bulunma­dığı bilhassa hatırlatılıyor. [323]

 

Meali

 

87— Ey imân edenler! Allah'ın size helâl kıldığı temiz «Q yararlı şey­leri haram kılmayın; aşın da gitmeyin; şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez.

88— Allah'ın size verdiği rızıktan helâl ve temiz olarak yeyin; imân ettiğiniz Allah'tan korkup (haddi aşmaktan, haram yemekten) sakının.

 

İniş Sebebi

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz kıyametin safhalarını çok duyarlı biçim­de anlattı. Onu dinleyen Ashab-ı Kirâm'ın kalbi iyice yufkalaştı, çoğu göz yaşlarını tutamadı, derken onlardan 10 kadarı, Osman bin Mez'un (R.A.)ın evinde toplanarak kendi aralarında görüşüp şu  kararı aldılar:  «Bundan

böyle dünyadan el-eteklerimizi çekeceğiz; eski elbiselerden giyinip kendi­mizi iğdişleştireceğiz. Bütün seneyi oruçlu geçirip geceleleri uyumadan ibâdet ve zikir ile vakitlerimizi değerlendireceğiz. Et, yağ ve benzeri gıda maddelerinden yemiyeceğiz. Kadınlara yaklaşmıyacağız, güzel kokular sürünmeyeceğiz ve böylece yeryüzünde gezip dolaşacağız..»

Onların bu anlamda bir karar aldığını duyan Peygamber (A.S.) Efen­dimiz üzüldü ve derhal Osman bin Mez'uri'un (R.A.) evine gitti. Osman (R.A.) evde yoktu. Karısına : «Sizin evde toplanıp böyle bir karar aldıkları doğru mu?» diye sordu. Kadın, kocasının sırrını açığa vurmak istemedi­ğinden şu cevabı verdi: «Eğer bu hususta Osman size bir şey söylediyse herhalde doğrudur..» Çok geçmeden Osman eve döndüğünde Resûlüllah (A.S.) Efendimizin durumu öğrenmek istediğini haber alınoa vakit kay­betmeden diğer dokuz kişiyi de alıp Resûlüllah (A.S.) Efendimizin huzuru­na vardılar. Aralarında şu tarihî konuşma geçti;

  Sizin böyle bir karar aldığınızı duydum, doğru mudur?

  Evet, doğrudur. Biz böyle bir kararla sadece hayır ve iyilik arzu­ladık.

  Ama ben sîze böyle bîr emir vermedim, tavsiyede de bulunmadım. Şüphesiz ki nefsinizin de üzerinizde hakkı vardır. Hem oruç tutun, hem iftar edin, hem kalkıp gece namaz kılın, hem uyuyun. Doğrusu ben hem gece kalkıp ibâdet ederim, hem uyurum. Et ve yağ yerim, kadınlara yak­laşırım. Kim benîm sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir.

Sonra Efendimiz (A.S.) Ashabın hepsini toplayıp onlara şu konuşma-|yı yaptı:

«Şu topluluğa ne oluyor da kadınları, yiyecek maddelerini ve güzel (kokuları, dünya nimetlerini kendilerine haram kılıyorlar!? Ben sizin keşiş-ller ve rahipler gibi olmanızı emretmiyorum. Çünkü benim dinimde et yeme­lini ve kadınlara yaklaşmayı terketmek yoktur. Mâbedlere kapanıp ha­lattan çekilmek de yoktur. Ümmetimin seyahati, oruçtur. Onların rahip­liği Allah yolunda cihattır. Artık Allah'a ibâdet edin, ona hiçbir şeyi ortak coşmayın. Haccedin, Umreye gidin, namaz kılın, zekât verin, ramazan oru-;unu tutun; doğru olun ki doğruluk bulaşınız. Sizden öncekiler kendilerini (inde sıkıp ifrat ve tefrite düştükleri için helak oldular.»

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin bu nefis uyarısından sonra yukarıdaki |ki âyet indi. [324]

Hz. Âişe (R.A.) Validemiz anlatıyor:  Ashabdan bir grup adam, Resûlüllah (A.S.) Efendimizin hanımlarına uğrayıp, O'nun yalnız başına kaldiğındaki ibâdetlerinden sordular. Bunun üzerine kimi «ben et yemiyeceğim» derken, kimi «Kadınlarla evlenmiye-ceğim» diyordu. Kimi de, «Döşek üzerinde uyumıyacağım» diyerek ken­dine göre, bir yol çiziyordu. Bu haber Peygamber (A.S.) Efendimize ula­şınca, şöyle buyurdu : «Şu topluluğa ne oluyor da, her biri şöyle şöyle di­yormuş!? Ama ben oruç da tutuyorum, iftar da ediyorum; uyuyorum, kal­kıp ibâdet de ediyorum. Et yiyorum, kadınlarla evleniyorum. Artık kim sün­netimden yüz çevirirse o, benden değildir.» [325]

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi.

Diğer bir rivayet:

Abdullah bin Mes'ud (R.A.) anlatıyor:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimizle beraber savaşa gitmiştik. Kadınlarımız beraberimizde bulunmuyordu. Biz bir ara, «Ya Resûieilah! kendimizi iğ-dişleştirefim mi?» diye müsaade istedik. O bizi böyle yapmaktan men'etti. «Bir entari karşılığında bile olsa -mehir verip- kadınlarla evlenin!» diye buyurdu. [326]

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [327]

 

İlgili Hadîsler

 

«Doğrusu ben ne Yahudilikle, ne de Nasranîlikle gönderildim; fakat ben hakka yönelik koskolay bir dinle gönderildim. Muhamrned'in canını kudret elinde tutan Allah'a yemin ederim ki, Allah yolunda bir sabah veya bir akşam bulunmak, dünyadan da, dünyadaki her şeyden de hayırlıdır. And olsun ki, sizden birinizin (savaş) saffındaki yeri, onun altmış senelik (nafile) namazından daha hayırlıdır.» [328]

«Helâl bellidir; haram da bellidir. Bu ikisi arasında bir takım şüpheli şeyler var. Kim kendisince günah şüphesi bulduğu şeyi terkederse, o ha-ramlığı açık olan şeyi terketmiş demektir. Kini de günah olması şüpheli şeye cür'et ederse, o da günahı açık olan şeye düşmüş olur. Günahlar Allah'ın koruluğudur. Kim koruluğun etrafında (davar) otlatırsa, çok sür­mez koruluğun içine girmiş olur.» [329]

Hz. Aişe (R.A.) anlatıyor:

«Evde yanımda bir kadın misafir bulunuyordu. 0 sırada Resûlüilah (A.S.) Efendimiz içeri girdi. (Kadın da kalkıp gitti). Hz. Peygamber bana o kadının kim olduğunu sordu. «Falan kadındır; (çokça kıldığı) namazını anlatıyordu,» diye cevap verdim. Bunun üzerine Efendimiz şöyle buyurdu: «Bırak (onu)! Size gereken güç getirebildiğiniz ölçüde (ibâdetinizi) yap­maktır. Vallahi size bıkkınlık gelir, ama Allah bıkıp usanmaz. Dinin (din­darlığın) Allah katında en sevimlisi, sahibinin devam ettiğidir.» [330]

«Kolaylaştırın, zorlaştırmaym. Müjdeleyin nefret ve bıkkınlık verme­yin.» [331]

 

Dinde Ruhbanıyet Yoktur

 

(Asırı da Silmeyin; şüphesiz ki Allah aşırı gidenleri sevmez.»

İSLÂM, ifrat ve tefrîtten uzak, tamamen hak ve adalet doğrultusunda insan ruhuyla uyum sağlayan bir dindir. Bütün emir ve prensipleri, ruhla beden, dünya ile âhiret, madde ile mâna, fizikle metafizik arasında denge sağlamaya yöneliktir. Birinin diğeri için ihmaline cevaz vermez. Yalnız mide ve madde ile uğraşıp ruhun asıl gıdası olan ibâdeti iyice azaltmak veya terketmek tefrit sayılır. Din ve ibâdet adına bedenin ihtiyaçlarını, meşru' isteklerini ihmal veya terketmek ise, ifrat sayılır. İslâm bu iki ayrı yaşama şeklini de hoş karşılamaz. Bunun için Hıristiyan keşiş ve rahip­lerinden övgüyle bahsedilirken ifrata kaçtıklarına dikkatler çekilir. Zira İs­lam'da ruhbaniyet yani dünyaya sırt çevirip evlenmemek ve mabetlere ka­panıp sadece ibâdetle meşgul olmak yoktur; böyle yapmayı ifrat sayar ve yasaklar.

Yukarıdaki âyetten hemen sonra, «Ey imân edenler! Allah'ın size he­lâl kıldığı iyi ve yararlı şeyleri haram kılmayın; aşırı da gitmeyin. Şüphesiz ki, Allah aşın gidenleri sevmez.» buyurulması çok anlamlıdır.

Az yukarıda mealini sunduğumuz hadîsler ve tarihî olaylar, bunu her türlü şüpheyi giderecek biçimde açıklamaktadır. Şüphesiz ki dinde anla­yışlı ve bilgili olmak, Allah'ın bir lûtfu ve inayetidir. Bazı tarikatçıların ve

zühd havasına giren sofilerin i'tidal sınırını aşar şekilde dünya işlerini bı­rakıp, günün çoğunu ibâdet, zikir, halka ve rabıta ile geçirmelerinde ruh-baniyyet kokusu vardır. Bu yüzden her geçen gün bedenleriyle ruhları ara­sındaki dengeyi, bozmaktalar. Her şeyden önce Müslümanların Kur'ân'ı, Sünneti ve tek kelimeyle Resûlüilah (A.S.) Efendimizin günlük hayatını çok iyi bilmeleri gerekmektedir. Aksi halde kaş yapalım derken göz çıkarırlar. [332]

 

Gıdanın Ruh Ve Beden Sağliği Üzerindeki Tesirleri

 

Buna sağlıklı ve dengeli beslenme de diyebiliriz. Allah sağlığımızı ko­ruyacak, ruhî dengemizi ayakta tutacak, akıl ve zekâmızı güçlendirecek, hafızamızı geliştirecek gıda maddelerini helâl; bunları bozacak nesneleri haram veya mekruh kılmıştır. Bu hususta dinle, kesin sonuç elde eden ilmî tesbitler birleşmiş vaziyettedir.

Sıhhatli bir bünyenin sağlığını sürdürmekte ve hasta bir bedeni tek­rar sağlığına kavuşturmakta beslenmenin, diğer bir deyimle helâl gıda maddelerinin tesirini unutmamak gerekir. Proteinlerin, vitaminlerin sağlı­ğı koruma, aklı dengede tutma, zekâ ve hafızayı geliştirmedeki olumlu etkileri artık bilimsel acıdan da kabul edilmiştir.

Vücut denilen o çok karmaşık ve fakat en mükemmel ilâhî makinanın düzenli ve dengeli çalışması, sunacağımız maddî ve manevî enerjiye bağ­lıdır. İyi ve temiz gıdalar bu enerjinin maddesini; inanç ve ibâdet onun si­gortasını oluşturur.

Bunun içindir ki Resûlüllah {A.S.) Efendimiz, eti gıdaların başı say­mış; süt ve balı övmekle bitirememiş, tereyağını sıcak ekmek içine koyup yapılan tiritten hoşlanmış; besleyici özelliği olan ve içinde magnezyum sülfat, sodyum sülfat, sodyum klorit, kalsiyum karbonat, potasyum nitrat, hidrojen sülfat ve kükürt bulunan Zemzem suyunu tavsiye etmiştir.

Nitekim Tabiînin ileri gelenlerinden Hasan el-Basrî Hazretleri, ünlü sofilerden Ferkad-i Sabhî ile birlikte bir sofraya davetli bulunuyordu. Sof­ra yere konulunca üzerinde kızarmış et, tavuk ve benzeri nefis yemekleri gören Ferkad geri çekildi. Hasan el-Basrî onu önoe oruçlu sandı. Sonra oruçlu olmadığını öğrenince ona, «Ey Ferkadcik! Buğday özü, tereyağı ve bal karışımından yapılan yemeği ayıplayan bir müslümanın görüşünde mi­sin?!» diyerek onu kınamıştı. Yine bir zat Hasan el-Basrî'ye gelerek, «Efen­dim! Benim bir komşum var pelte yemez,» diye söyleyince, ona sormuş, «Neden pelte yemez?» O da, «Efendim, o zat bunun şükrünü yerine geti-remiyeçeğinden endişe ediyor da ondan...» diye cevap vermişti. Bunun üzerine Hasan e!-Basrî Hazretleri, «Senin o komşun soğuk su içer mi?»

diye sormuş, o da, «Evet, içer» deyince, Hasan el-Basrî, «Doğrusu senin o komşun pek câhildir. Çünkü Allah'ın ona olan soğuk sudaki nîmeti, pel­tede olan nimetinden çok daha büyüktür», diyerek uyarıda bulunmuş­tur. [333]

«Kuvvetli sağlam mü'min, zayıf mü'minden daha hayırlıdır.» [334] mea­lindeki hadîs, bize bu konuda en sağlam ölçüyü vermektedir. [335]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Yukarıda geçen âyetlerle İslâm'da ruhbaniyyet olmadığı belirtildi. Kur'ân'ın en son kitap olarak bedenle ruh, dünya ile âhiret arasında den­ge sağlamayı amaçladığı, bütün hüküm ve prensiplerinde bu gerçeğe yö­nelik bulunduğu hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetle, kendini mâbade ve mabede verip dünya lezzetlerin­den uzak kalarak tam bir sadelik ve nefse hâkimiyetle yaşamaya yemin eden mü'minlerin bu düşünce ve tutumlarıyla rahiplere benzemeye çalış­tıklarına işaret edilerek bu husustaki yeminlerini bozmalarına cevaz veri­liyor ve dolayısıyla yemin keffaretinin gerektiği açıklanıyor. [336]

 

Meali :

 

89— Allah sizi boş-anlamsız (dil alışkanlığı sebebiyle yaptığınız) ye­minlerinizle sorumlu tutmaz; ama (bilerek, azmederek) bağladığınız ye­minlerden dolayı sorumlu tutar. Bunun keffareti, çoluk-çocuğunuza yedir­diğinizin ortalamasından on yoksula yedirmeniz veya onları giydirmeniz, ya da bir köle azat etmenizdîr. Bunları bulamıyan kimseye üç gün oruç ge­rekir. İşte yemin ettiğinizde yeminlerinizin keffareti budur. Yeminlerinizi koruyun. İşte böylece Allah size âyetlerini açıklıyor, ola ki şükredersiniz.»

 

İniş Sebebi

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

«Ey imân edenler! Allah'ın size helâl kıldığı temiz ve yararlı şeyleri haram kılmayın.» mealindeki âyet inince Ashab-ı Kiram Peygamber (A.S.) Efendimize, «Bizim yaptığımız -yeminlerden dolayı ne yapmamız gereki­yor?» diye sordular. Çünkü onlar Osman bin Mez'un'un evinde toplu halde aldıkları kararda sebat edeceklerine dair yemin etmişlerdi.

Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.

Başka bir rivayet:

Ashaptan Abdullah bin Revaha'nın (R.A.) evinde beslediği birkaç ye­timi ve bir de misafiri bulunuyordu. Akşam işini geç vakit bitirip eve geldiğinde, «Misafire akşam yemeği verdiniz mi?» diye sordu. «Hayır, se­ni bekledik» denilince, Hz. Abdullah, «Vallahi ben bu akşam yemek yemi-yeceğim» dedi. Bunun üzerine misafiri, «Öyleyse ben de yiyecek değilim» dedi. Yetimler de, «Biz de yemeyiz» deyince, Hz. Abdullah ister istemez sofraya oturup onlarla birlikte yemek yedi. Sabah olunca durumu Resû-lüllah (A.S.) Efendimize arzettiğinde Efendimiz ona i «Rahmân'a itaat et­tin, şeytana isyanda bulundun» buyurdu ve çok geçmeden yukarıdaki âyet indi. [337]

 

İlgili Hadîsler

 

«Kim bir şeye yemîn eder de başkasını ondan hayırlı görürse, o ha­yırlı olanı yapsın ve yeminini (bozduğu için) keffaret versin.» [338]

«Kim Allah'tan başkasıyla yemin ederse, Allah'a ortak koşmuş (veya Allah'a ortak koşanlar gibi yemin etmiş) olur.» [339]

«Kim yemin ederse, ya Allah ile yemin etsin, değilse sussun.» [340]

«Haberiniz olsun! Kim yemîn ederse, ancak Allah ile yemin etsin. Ku-reyş Kabilesi babaları üstüne yemin ederlerdi. Siz babalarınız üzerine ye­min etmeyin.» [341]

 

Fıkhî Yönü Ve Açıklaması

 

Ayetin açık anlatımından yemin keffaretinin dört kısma ayrıldığı an­laşılıyor :

1.  On yoksulu yedirmek,

2,  On yoksulu giydirmek,

3.  Bir köle azat etmek,

4,  Üç gün oruç tutmak.

Birinci kısımda on yoksul, ya da fakirden herbirine keffaret olarak ne kadar yedirmek gerekir? Müctehit imamların bu husustaki tesbît ve içti­hatları farklıdır:

A)  İmam Mâlik'e ve İmam Şafiî'ye göre, her fakire bir RITIL ve RIT-LIN onda üçü (548 gr. buğday) verilir.

Bu daha çok İbn Abbas, Zeyd bin Sabit (R.A.) ve Tabiînden Saîd bin Müseyyeb'in tesbit ve görüşüdür.

B)  İmam Ebû Hanîfe'ye göre, buğdaydan yarım sâ' (1667 gr.) diğer maddelerden bir sâ' (3334 gr.) verilir.

Bu daha çok Şa'bî, Nahaî, Saîd bin Cübeyr ve Müoahit'in tesbit ve görüşüdür.

C)  Ahmed bin  Hanbel'e göre,  buğdaydan  bir müd   (548 gr.), Arpa, hurma ve üzümden bir sâ' (3334 gr.) verilir.

Çiğ madde vermeyip de sabah akşam bu ölçü ve değerde yemek ye­dirmek kâfi gelir mi?

Ahmed bin Hanbel'e göre, kâfi gelmez. Ebû Hanîfe'ye göre, kâfi ge­lir. Çünkü keffaretlerde kıymetini belirleyip vermek caizdir. Aynı zamanda bu keffareti aynı fakire her gün birer tane vermek üzere on günde tamam­lamak da aâizdir.

İkinci kısımda, on fakiri giydirmenin ölçüsü nedir?

a)  İmam, Şafiî'ye göre, her fakire bir elbise denecek kadar bir şey vermek yeterlidir. Meselâ bir entari, bir üstlük bu cümledendir. Bugün için, bir pantolon, bir gömlek bunun yerini tutabilir.

Bu daha çok İbn Abbas, el-Hasan, Mücâhit, Atâ' ve Tavus'un tesbit ve görüşüdür.

b)  İmam Mâiik'e göre, herfakire namaz caiz olacak kadar bir elbise giydirmektir. Vâcib olan bu nisbettir. Erkeğe bu anlamda bir tek don, ka­dına ise bir entari ile bir baş örtüsü vermek kâfi gelir.

c)  Ahmed bin Hanbel'e göre de aynı anlamda bir elbise vermek kâ­fidir.

d)  ibn Ömer'e göre, üç parça elbise verilir. Ebû Musa ei-Eş'arî'ye gö­re, iki parça elbise kâfidir. Saîd bin Müseyyeb ve İbn Sirîn de aynı görüş­tedirler.

e)  İmam Nahaî'ye göre, fakirin her tarafını örtecek şekilde bir elbise verilir.

Üçüncü kısım, köle azat etmektir. Gerçi bugün artık kölelik kalkmış­tır. Ama İslâmiyet, kölelik kaydı altında insanlık vakarını yitiren o masum insanları onore etmek, onlara insanca muamelede bulunmak için birçok hükümler koymuş ve onları bir an önce hürriyetlerine kavuşturmayı plan­lamıştır. Bu bakımdan yeri geldikçe bu konuya da temas ediyoruz.

A)   İmam Ebû Hanîfe'ye göre, yemin keffaretinde azat edilecek köle­nin müslüman veya  kâfir olması farketmez, yani her ikisinden de olabilir. İmam Sevrî de aynı görüştedir.

B)  İmam Şafiî'ye göre, kölenin kâfir ve mürtet olmaması gerekir. Ak­si halde azat edilse bile keffaret yerine geçmez.

Dördüncü kısım, üç gün oruç tutmaktır,

  İmam Şafiî'ye göre, çoluk-çocuğunun sabah akşam yiyeceğinden arta kalan yiyecek on fakire yetecek ölçüde ise, verilir, oruç tutulmaz. Daha az nisbette ise, o takdirde oruç tutmak vâcib olur.

  İmam Ebû Hanîfe'ye göre, yanında zekât nisabı mal. veya parası bulunan kimsenin oruç tutması keffaret yerine geçmez. On fakiri yedir­mesi, ya da giydirmesi gerekir.

Bu, ara vermeden üsüste mi tutulur, yoksa ara vermek suretiyle de tutulabilir mi? Müctehit imamların bu mesele hakkındaki tesbit ve içtihat­ları farklıdır:

İmam Ebû Hanîfe, İmam Ahmed ve bir kavle göre İmam Şa­fiî'ye göre, üç gün orucu aralıksız tutması gerekir. İmam Mâlik'e göre ve Şafiî'nin diğer bir kavline göre, ardarda tutulması şart değildir.

Âyette keffaret belirtilirken cümleler arasında atıf harfi olarak («0 kullanılmıştır. Fukahanın çoğuna göre, bu tahyîr içindir. Kendisine yemin keffareti gereken kimse on fakiri yedirmek, giydirmek ve bir köle azat et­mek arasında serbesttir. Yani bunlardan herhangi birini verecek olursa, keffaret ödenmiş kabul edilir. Sahih olan da budur.

 Keffaret ancak hür müslümana verilir. İmam Ebû Hanîfe'ye göre ise, gayr-i müslim vatandaşa da verilebilir. Ancak onlara zekât vermek caiz değildir, çünkü zekât Müslüman fakirin hakkıdır.

Keffaret ne zaman verilmelidir?   .

Fukahanın bu meselede görüş ve içtihadı farklıdır:

— İmam Şafiî'ye göre, yemini bozmadan keffaretini vermek caizdir. Şöyle ki kişi yapmış olduğu yemim bozmak istediğinde, önce keffaretini

verir. Keffaret değil de oruç tutaoaksa, o takdirde önce yeminini bozar sonra oruç tutar.

__ İmam Ebû Hanîfe'ye göre, keffaret ancak yemin bozulduktan son­ra gerekir ve o zaman verilmesi vâcib olur. [342]

 

Sosyal Yönü

 

İslâm gerek ibâdet, gerekse hukukî konularda sosyal dengeyi sağla­mayı amaçlar. Bunun yanısıra ahlâkî faziletin yerini ve değerini belirler.

Yemin ve onunla ilgili keffaret meselesini de bu açıdan değerlendi­ren dinimizin insanın toplumsal hayatıyla ne kadar yakından ilgili bulun­duğunu anlamakta gecikmeyiz. Bunun için yemînler genellikle üç kısım­da düşünülmüş ve ona göre hükümler konulmuştur: Önce rastgele ve boş-anlamsız yeminlerden dolayı kişinin sorumlu tutulmayacağı belirtilirken bunu âdet edinmenin diğer iki ayrı yemine kapı açabileceğine işarette bu­lunuluyor ve çok dikkatli olmamız öneriliyor.

Geçmişte ilgili bir olayın, bir mesele, ya da haberin bile bile aksini iddia edip söylemek ve karşısındakini inandırmak için yemin etmek büyük günahlardandır. Kur'ân-ı Kerîm'de böyle bir yeminin fert ve topluma ge-tireçeği güvensizlik, yer yer çok duyarlı biçimde işlenmektedir.

Gelecekle ilgili mümkün bir şeyi yapmıyacağına yemin edene, yemi­nini bozmasında yarar varsa bozmasını ve fakirleri korumak için keffaret vermesini tavsiye eder. Tabii bu tavsiye yemini bozmaya yöneliktir. Kef­faret vermek ise vâcibdir.

Bazen hislerimize mağlup olup bir şeyi yapmıyacağımıza yemin ede­biliriz. Önce hissî hareket etmenin iyi bir sonuç vermiyeceğine dikkatler çekiliyor, Akıl ve imân gibi iki yüksek nîmetle amel etmediğimiz için on fakiri doyurmamız, ya da giydirmemiz emredilerek hem bunun cezası öde­tiliyor, hem de sosyal adaleti, toplumsal dengeyi sağlamak için fakirleri korumamız isteniliyor. [343]

 

Meali :

 

90—  Ey imân edenler! İçki, kumar, tapınmak için konulan dikili taş­lar ve fal okları (talih zarları) şeytan işi murdar şeylerden başkası değil­dir. O halde bunlardan kaçınıp sakının ki, kurtuluşa eresiniz.

91—  Şeytan içki ve kumar hususunda ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan alıkoymak ister.

Artık vazgeçersiniz değil mi?   

92—  Allah'a itaat edin, Peygambere itaat edin ve (içki, kumar gibi haramlardan) sakının. Eğer yüzçevirirseniz, bilin ki Peygamberimize düşen sadece açık tebliğdir.

93—  İmân  edip  iyi  ve  yararlı  amellerde  bulunanlar,   (Allah'a  ortak

koşmaktan) sakınıp (Allah'a ve Peygambere) imânlarında sebat ederek iyi ve yararlı amellerine devam edenler, sonra da (içki, kumar ve benzeri kötülüklerden) sakınıp (bunların haram kılındıklarını kabul ederek) inanır­lar ve amellerini güzelleştirip iyi hal üzere olurlarsa, (daha önce bu gibi haram nesnelerden) tattıklarından dolayı kendilerine bir günah yoktur. Al­lah güzel amellerde bulunup durumunu iyileştirenleri sever.

 

İniş Sebebi

 

Yukarıda geçen âyetlerde, Allah'ın sunduğu rızıktan helâl ve temiz olarak yenilmesi emredildi. İçki ve kumarın helâl ve temiz rızık kapsamı* na girip girmediğinde az da olsa şüphe edenler oldu. Bu sebeple ilgili âyetler indi. [344]

90 ve 91. âyetler inince Ashab-ı Kiram, daha önce içki içip kanını bu­nunla zehirliyen ve kursaklarında içkinin eseri bulunduğu halde Ailah yo­lunda şehît edilen veya eceliyle ölen kardeşleri hakkında üzüldüler; du­rumlarının ne olduğunu bilemediler. Bu sebeple 93. âyet inerek tahrîm emri inmeden onların bu tür haram şeyleri kullanmalarından dolayı bir günah gerekmediği açıklandı. [345]

Bakara süresindeki ilgili âyetin tefsirinde de belirtildiği gibi, Hazret-î Ömer (R.A.) içki hakkında sadre şifâ verecek bir emrin inmesini istiyordu. Bakara süresindeki 219. âyet indi. İçkinin kesinlikle haram kılındığını açık­lar anlamda değildi. Çünkü Cenâb-ı Hak bu konuda pedagojik bir metot uy­gulamayı murat etmişti. Hz. Ömer yine duâ edip yeterli ve kesin bir tah­rîm emrinin inmesini diledi; derken Nisa süresindeki, «Ey imân edenler! sarhoş iken namaza yaklaşmayın» mealindeki âyet indi. Hz. Ömer (R.A,) yine tatmin olmadı ve üçüncü defa duâ etti; derken konumuzla ilgili 90. âyet indi. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Hz. Ömer'i çağırıp inen âyeti okudu ve «Artık vazgeçersiniz değil mi?» cümlesine gelince, Ömer, «vazgeçtik, vazgeçtik..» diyerek hem sevinç ve teslimiyetini, hem de Cenâb-ı Hakk'a bundan dolayı hamd ve senasını dile getirdi, [346]

 

İlgili Hadîsler

 

«Sarhoş eden her içki haramdır.» [347]

«Çoğu sarhoş eden her şeyin azı da haramdır.» [348]

«Kim içki içerse kırk sabah (gün anlamında kullanılmıştır) namazı ka­bul olunmaz, Tevbe ederse, Allah tevbesini kabul buyurur. Dönüp tekrar içerse, yine Allah onun kırk sabah namazını kabul etmez. Tevbe ederse, Allah tevbesini kabul buyurur. Yine dönüp içerse, Allah yine onun kırk sa­bah namazını kabul etmez. Dönüp tevbe ederse, Allah tevbesini kabul eder. Dördüncü defa dönüp içerse, artık Allah onun hem kırk sabah na­mazını kabul etmez, hem tevbe ederse tevbesini kabul buyurmaz; (kıya­met günü) ona HABAL ırmağından içirir.»

Bunun üzerine soruldu :

  Ey Allah'ın Peygamberi! HABAL ırmağı nedir? Cevap verdi:

  Cehennem ehlinin kanlı irinidir. [349]

«Allah, içkiye, onu içene, sunana, alım-satımını yapana, sıkıp hazır­layana, taşıyana, kendisine taşımlana lanet etmiştir.» [350]

İçki ve kumarın haram kılındığı Kitap, Sünnet ve icmâ' ile sabit ol­muştur. Özellikle bunların haram kılındığını açıklayan âyet, Mâide sûre­sinde yer almıştır ki bu sûre en son inen sûrelerdendir.

İbn Abbas (R.A.) diyor ki i

Bir adam bir kırba içki ile Peygamber (A.S.) Efendimize geldi ve onu hediye etmek istedi. Peygamber (A.S.) ona sordu :

  Allah'ın içkiyi haram kıldığını bilmiyor musun?

  Hayır, diye cevap verdi ve yanındaki adama fısıldayıp bir şeyler söyledi. Bunun üzerine Peygamber (A,S.) ona :

  O adama neler fısıldadın? diye sorunca, o :

  Götürüp  satmasını   emrettim,   diye   cevap   verdi.   Peygamberimiz (A.S.) ona:

  İçilmesini haram kılan, onun alım-satımrni da haram kılmıştır, di­yerek uyardı. Adam bu husustaki ilâhî emri öğrenince hemen kırbanın ağzını yere çevirip içindekini olduğu gibi döktü. [351] Enes bin Mâlik (R.A.) anlatıyor:

«İçkinin haram kılındığı gün Ebû Talha'nın evinde bulunuyordum ve oradaki topluluğa şakilik yapıyordum. Onların içkileri ise FEDÎH denilen hurma koruğundan ve hurmadan yapılanı idi. Ansızın bir çağırıcının sesi duyuldu. Bana, «Bir dışarı çık da bak!.» dedi. Çıktığımda bir çağırıcı şöy­le diyordu : «Haberiniz olsun ki, içki haram kılınmıştır.» Medine sokakla­rında (su gibi) içki akıp gidiyordu. Bunun üzerine Ebû Talh'a, bana, «çık da şu içkiyi dök!» diye emretti. Ben de onu döktüm.»

Bu olay üzerine Ashab-ı Kiramdan bazısı, «falan ve falan kişiler mi­delerinde içki bulunduğu halde (Uhud) savaşında öldürüldüler» diye üzün­tülerini belirttiler. O nedenle Mâide sûresinin 90, 91. âyetleri indi. [352]

«Zinâkâr, mü'min olduğu halde zina etmez. Hırsız, mü'min olduğu hal­de hırsızlık yapmaz. İçkici, mü'min olduğu halde içki içmez.» [353]

 

İçkinin Haram Kılınmasındaki Sebepler Ve   Hikmetler

 

Kur'ân'da içki ile kumar haram kılınmakla birlikte bunun sebep ve hik­meti de açıklanmıştır. Bugüne kadar olan tecrübe ve ilmî araştırmalar an-' cak Kur'ân'ın bu açıklamasını doğrulamıştır. Biz burada sözü edilen se­bep ve hikmetleri özetlemekle yetineceğiz :

1.  Önce içki   rics   diye vasıflanmıştır.  Bu tabir her çeşit murdar, tiksindirici, iğrenç ve zararlı maddeler için kullanılır. İçkinin insan sağlı­ğına ve aile bütçesine zararlı olduğu kesindir. Kumarın bu husustaki za­rarı daha da büyüktür. Bir milimetre küp alkolün bir santimetre küp İtanı zehirlediği yapılan  araştırma ve tahlillerden  anlaşılmıştır.  Ayrıca   şuuru zedelemesi, sahte bir sıcaklık ve sahte bir cesaret, ya da kahramanlık (!) vermesi, bu yüzden insanı ölçüsüzlüğe itip mütecaviz duruma getirmesi, onun zararlı olduğunun bir diğer yönüdür.

2.  İçki ve kumar; tapınmak için dikilen taşlar ve fal oklarıyla beraber anılmıştır. Bunun sebebi açıktır: Tapınmak için dikilen taşlar, kısmet ara­mak için kullanılan zarlar ve fal okları câhiliye devrinin kötü âdetlerindendir. İçki de öyle. Gerçekten medenî olan, yaratanını bilen, insanlığının an­lamını ve yaratılışının hikmetini kavrayan kimse bu tür kötü âdetlerden sakınır. Her yönüyle ilim, irfan, medeniyet ve güzel ahlâk ölçülerinden mahrum ilkel bir topluluğun tek tesellisi sayılan bu haram nesnelere, ilim ve irfan çağında yaşıyan ve medeniyim diye geçinen insanların rağbet et­mesi, bir yönüyle câhiliye devrine dönmeleri değil de nedir? Buna son as­rın câhiliyet tutkusu da diyebiliriz.

Bunun için Kur'ân ona    rics    derken, Resûlüllah (A.S.)  Efendimiz, «İçkiye devam eden, puta tapan gibidir!» buyurmuştur.

3.  İçki, şeytan işi olarak vasıflandırılmıştır. Çünkü şeytan her türlü kötülüğün, ahlâksızlığın, imansızlığın kaynağı ve sembolüdür. İçkiye, rah­met saçan meleğin değil, şer ve fitne saçan şeytan işidir, demek en mâ­kul yargı değil midir?

4.  İçkiyi terketmenin mutluluğa, saadet ve kurtuluşa yol açacağı be­lirtilmiştir. Önce ailenin ekonomik yapısı korunur. Sonra çok değerli bi­linen sağlığımız ve ömür sermayemiz tahrîp edilmekten uzak tutulur. Nefs ve şehvete hâkimiyet sağlanır; irâde güçlenir.

5.  İçki ve kumar; kin ve düşmanlık doğurur. İçki yüzünden işlenen ci­nayetlerin her ülkede binlerce ailenin yıkılmasına, milyonlarca çocuğun ye­tim kalmasına sebep olduğunu kim inkâr edebilir? Dünya istatistikleri her yıl bize bu hususta astronomik rakamlar vermektedir.

6.  İçki ve kumar, insanı Allah'ı anmaktan, namaz kılmaktan alıkoyar. Halbuki bu iki ibâdet, dinin özü, ibâdetlerin temeli, mü'minin en sağlam dayanağıdır. Bunca rahmet, feyiz ve fazileti iki harama meylederek tahrîp etmek, elbetteki insan olarak yaratıldığının sır ve hikmetini az-çok idrâk edenlerin yolu ve meşrebi değildir. Çünkü bir insandan imân, ibâdet, gü­zel ahlâk ve fazileti çekip alın, geriye bir yığın et, kan ve kemik kalır. Bu unsurlar ise her eanlıda mevcuttur. [354]

 

Yorumlar Ve Tahliller

 

İçki necis midir?

İlim adamları içkinin haram kılınmasından, şeriatın onu murdar say­masından ve Kur'ân'da ona rics denilmesinden necis olduğu hükmünü çıkarmışlardır. İmam Ebû Hanîfe ise sadece üzümden ve hurmadan elde edilen şarabın necis olduğunu, diğer içkilerin sadece içilmesinin haram kabul edildiğini belirtmiştir. Tabii bu bir içtihat meselesidir. İmam Şafiî, bütün içkileri necis kabul ettiği halde onun yakın arkadaşı İmam Müzeni

( ? - 264) [355] içkinin mutlak anlamda necis olmadığını belirtmiş ve bu hususta gerekli açıklamayı yapmıştır. Müteahhirfnden bazı şafiî fakihleri de bu görüşü benimsemişlerdir. Çünkü onlara göre bir şeyin içilmesinin hbram olması, o şeyin necis olduğunu gerektirmez. Nitekim İslâm şeriatı-'nm haram kıldığı nice şeyler var ki necis değildirler. [356]

Hamr: Şuuru örten, kanı zehirliyen keyif veriei içkilerin, diğer bir deyimle, alkollü maddelerin ortak adıdır.

Bunun geniş açıklaması Bakara sûresi 219. âyetin tefsirinde yapıldığı için tekrar etmeyi gerek görmedik.

Meysir : Sözlükte, kolaylıkla mal kazanılmaya araç olduğu için Araplar arasında fal oklarıyla oynanan kumara denilir. Yesere - yeysirü fiilinden alınmadır. Kök mânası kolaylık anlamına gelir. Ayrıca kumar için boğazlanan deveye de meysir denilmiştir. Bazılarına göre, tavla oyununa da bu isim verilmiştir. Ama genellikle kumar kapsamına giren bütün oyunların ortak adı olmuştur. [357]

Ensab: «Nüsb» kelimesinin çoğuludur. Tapınmak için şekillendiril­miş ve şekillendirilmemiş dikili taşlar, anlamına gelir. Ayrıca sözlükte, me­zarların baş ve ayak uçlarına dikilen taşlara da ensab denilmiştir. Âyette ise, birinci mâna kasdedilmektedir.

Ezlâm : «zelemsin çoğuludur. Dördüncü baptan gelir, Sözlük ola­rak üzerinde yelesi bulunmayan oklara denilir. Bu sebeple fal oklarına ezlâm ismi verilmiştir. Kumar zarları için de bu tabirin kullanıldığı va-ki'dir.

Kumar: «kımar»in galet-i meşhurudur. Genellikle talih oyunlarının. ortak ismi kabul edilir. Özellikle Araplar arasında talih oyunları çok yay­gın olduğundan bu isim Arapçadan Türkçeye geçmiştir. Câhiliye devrinde Arapların kumara olan düşkünlüğünü anlatmaya gerek yok; karılarını-ve bütün servetlerini ortaya koyacak kadar aşırı idiler. Onlar için daha çok geçerli olanı, üzeri yazılı veya nişanlanmış on kadar okla oynanan m e y-sirdi. Ayrıca içinde altın saklanmış kum yığını eşit biçimde dörde bö­lünür ve onu bulan kazanırdı. Zar ve benzeri talih oyunları da bilinenleri arasında yer almaktadır. Hattâ o devirde tavla, satranç, kâğıt gibi kuma­rın da oynandığını tarihler kaydetmektedir.

İslâm ilgili âyet ve hadîslerle talih oyunlarının her çeşidini haram say­mış ve hepsine ortak isim olarak KUMAR demiştir. Birinin veya birkaçının kaybedip bir diğerinin kazanması, alın teriyle çalışıp kazanma azmini öl­dürür. Her gün kazanırım umuduyla insanı hazıra konma peşinde koşturur ve bu hayal ile bütün bir ömrü berbat eder. Sonunda düzensiz, disiplinsiz, azimsiz, gayretsiz bir hayat, bir hiç uğruna semeresiz, gayesiz noktalan­mış olur. [358]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle; içki, kumar, put ve talih oyunlarının her çe­şidinin kesinlikle haram kılındığı açıklandı. Hadîslerden ve sahih rivayet­lerden, mü'minlerin kayıtsız şartsız bu yasağa uyduğu anlaşıldı. înen ilâhî yasakların makabline şâmil olmadığına işarette bulunuldu.

Aşağıdaki âyetlerle, avlanması ve yenilmesi helâl olan av hayvanla­rını ihramlı iken avlamanın haram olduğu belirtiliyor; bununla mü'minle­rin ilâhî buyruklara -ne ölçü ve anlamda olursa olsun- en küçük bir tered­düt duymadan boyun eğdikleri; böylece birçok denemelerden geçirilen Peygamber (A.S.) Efendimizin seçkin talebesinin başarılı bulunduğu hatır­latılıyor. Gerçek bir imânın zaten bu doğrultuda olması gerektiğine işaret­te bulunularak mü'minlerin dikkati çekiliyor. [359]

 

Meali  :

 

94—  Ey imân edenler! And olsun ki Allah sizi, gıyabında kendisinden kimin (saygı dolu bir kalb ile) korktuğunu, ellerinizin ve mızraklarınızın eri­şebildiği av (cinsinden) bir şeyle denemektedir. Artık kim bundan sonra (Allah'ın koymuş olduğu yasak sınırını) aşarsa, onun için elem verici bir azap vardır.

95—  Ey imân edenler! Siz ihrâmlı iken avı öldürmeyin; sizden kim bile bile onu öldürürse kendisine ceza vardır. O da öldürdüğüne benzer bir davardır ki, öldürülen gibi olduğunu iki âdil kimse takdîr edip, hüküm verir. Davar, hacı kurbanı olmak üzere Kabe'ye götürülür, orada kesilir; yahut yoksullara yemek vermek suretiyle veya onun dengince oruç tuta­rak keffaretini edâ etsin. Tâ ki işlediği (bu cinayetin) vebalini tatmış ol­sun. Geçmişteki (işlenen bu tür cinayetleri) Allah bağışladı. Kim dönüp bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikam alır. Allah hep üstündür, güç­lüdür ve (ilâhî sınırlan aşanlardan tevbe etmezlerse) intikam alıcıdır.

96—  Deniz avı ve onu yemek size de, gelen misafir kafilelere de he­lâl kılındı. Ve ihrâmlı bulunduğunuz sürece kara avı size haram kılınmış­tır, (Kabirlerinizden kalkıp hesap alanına) toplanacağınız, (huzurunda yer alacağınız) Allah'tan korkun.

 

İniş Sebebi

 

Hudeybiye yılında Ashab-ı Kiram ihrâmlı bulunuyorlardı; bazı tesbit-lere göre Ten'im denilen yerde, Allah onları av hayvanlarıyla -küçük çapta da olsa- denedi. Çeşitli av hayvanları onların konakladıkları yerlere, eş­yalarının arasına kadar sokuldular; o kadar ki ellerini veya mızraklarını uzatsalar onları avlıyabilirlerdi. İçlerini gıcıklıyan bu nimete karşı, -ilâhî yasağa uyarak- sabır gösterip dokunmadılar. Oysa Yahudiler cumartesi tatiliyle ilâhî bir imtihana tabi' tutulduklarında, o gün için kıyıya akın eden balıkların çokluğuna dayanamıyarak ilâhî yasağı dinlemediler, avlanmak­tan, çalışmaktan men'edildikleri halde avlandılar; bu yüzden ilâhî gazaba uğrayarak maymunlaşıp domuzlaştılar. İmtihanı kaybettiler. Ama Resû-lüllah'ın (A.S.) irfan mektebinde okuyup yetişen bahtiyar mü'minler kayıt­sız şartsız ilâhî yasağa uyup av hayvanlarına dokunmadılar.

Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi. [360]

Ashabdan Ebû Yüsür (R.A.) ihrâmlı bulunurken yabanî bir eşeği öl­dürmüştü. Bunun üzerine, ihrâmlı iken kara avı haram kılındı ve yukarı­daki âyetler indi. [361]

 

İlgili Hadîsler

 

«Hayvanlardan şu beş ayrı türü, ihrâmlı bulunan kimsenin öldürme­sinde bir günah yoktur: Karga, çaylak, akrep, fare ve ısırır (ya da ku­duz) köpek.» [362]

«Hayvanlardan beş ayrı tür var ki onlar zararlıdırlar; Harem dahilin­de de öldürülebilirler: Karga, çaylak, akrep, fare ve ısırır (ya da kuduz) köpek,» [363]

«Beş hayvan var ki, ihrâmfı bulunan kimse onları öldürebilir: Yılan, akrep, fare, karga ve ısırır (kuduz) köpek.» [364]

 

İlahî Yasakların Hikmeti

 

«Ey iman edenler!

And olsun ki Allah sizi gıyabında kendisinden kimin korktuğunu, ellerinizin ve mızraklarınızın erişebildiği av (cinsinden) bir şeyle denemektedir.»

İlâhî yasaklarda her ne kadar genel kural olarak, insanın ruhi yapısı­na, sağlığına, aile düzenine ve toplum yapısına zarar verecek şeylerden uzak kalma hikmeti belirginse de, bir de inananların ilâhî buyruklara ka­yıtsız ve şartsız -neden ve niçinini araştırmaksızın- uyup uymadıklarını de­neme ve kalblerde gizli olanı açığa çıkarma hikmeti gizlidir. Kur'ân bir­kaç yerde mü'minlerin dikkatini bu hususa çekmiş ve başta İsrâiloğul-lan'nın bu hikmete kayıtsız kalmalarını belirterek bazı örnekler vermiştir.

Sonra bazı öyle emirler, yasaklar, tavsiyeler ve haberler var ki, bun­ların hemen neden ve niçinini anlamak mümkün değildir; uzun bir süre geçtikten, milletlerin sosyal hayatında umulmadık değişiklikler meydana geldikten, ilim ve teknikte peşpeşe başarılar sağlandıktan sonra, o emrin veya yasağın, ya da haber ve tavsiyenin sebep ve hikmeti ortaya çıkmak­tadır. Buna bir iki örnek verelim :

«Yeryüzünü çevresinden eksilttiğimizi görmediler mi? Allah hep hük­meder. O'nun hükmünü takip ve reddedecek; kazasını bozacak yoktur. O, hesabı çarçabuk görendir.» [365] Mealindeki âyetten neyin kasdedildiği, an­cak Arap Yarımadası'nın çoğu fethedilip o bölge müşriklere daraltıldığı zaman ve ikinci bir yorumla, yerkürenin güneşin etrafında bir elips çize­rek döndüğü ve kutuplardan basık olduğu keşfedildiği zaman daha iyi an­laşılmıştır.

«O küfredenlerin işledikleri sanatları durmadan başlarına belâ indi­recek veya yurtlarının hemen yanıbaşına düşecek de bu hal Allah'ın va'di gelinceye kadar (sürüp gideoek)» [366] Mealindeki âyette neden BİMA AMİ-LÜ denilmemiş de, BİMA SANAÛ denildiğinin sebep ve hikmeti, inkarcı ül­kelerin icat ettikleri ve etmeğe devam gösterdikleri korkunç, tahrip gücü çok yüksek silahları ve bununla ilgili teknikleri önce kendi başlarına ve evlerinin yanına inip onları perişan ettiğini ve edeceğini gördüğümüzde, ancak anlaşılmakta, hak din ve gerçek imândan destek almayan bir tek­niğin nasıl bir belâ olacağı ihtar edilmektedir. O halde ilâhî buyruklar üc kısımda özetlenebilir:

1.  Zararlı olduğu öteden beri bilinip, tesbit edilen şeylerin yasaklan­ması,

2.  Mü'minlerin inançlarındaki samimiyetlerinin, ilâhî buyruklara kayıt­sız, şartsız bağlanıp bağlanmadıklarının açığa çıkarılması için bir takım yasakların konulması,

3.  Zaman aşımıyla zararlı oldukları bilinen bazı şeylerin önoeden ya­saklanması..

Bu hakikati çok iyi öğrenen Ashab-ı Kiram, Allah ve Peygamberinin buyruklarına -neden ve niçinlerini sormadan, araştırmadan- gönülden ina­nıp bağlanmışlar ve sonra gerektiğinde sebep ve hikmetlerini düşünmüş­lerdir. Onlara göre, önee kayıtsız, şartsız inanmak, sonra da lüzum görül­düğünde sebep ve hikmeti üzerinde düşünüp imân ve irfanı artırmak mü'min olmanın ölçüsüdür. Hemen ilâve edelim ki, bu ölçü her devirde geçerlidir. [367]

 

Fıkhî Yönü

 

 «Ey iman edenler! Siz ihramiı  iken avı öldürmeyin....»

Hac, ya da Umre için İhrâmlı bulunan kimsenin gerek Harem sınırları içinde, gerekse dışında avlanması yasaklanmıştır. Ancak avlanması ya­saklanan, eti yenen hayvanlar mıdır, yoksa mutlak anlamda bütün av hay­vanlarını mı kapsamaktadır? Müctehit imamların bu mesele hakkındaki iç­tihat ve görüşleri farklıdır:

A)  İmam Şafiî'ye göre, yabanî olup eti yenen hayvanlarla sınırlıdır.

B)  İmam Ebû Hanîfe'ye göre, eti yensin yenmesin yabanî olan bütün hayvanlarla ilgilidir. Ancak Hadîs-i şerîfte zararlı beş hayvan bunlardan istisna edilmiştir.

İhrâmlı bulunduğunu hatırladığı halde bilerek avlanırsa, Mücâhit, İbn Zeyd ve el-Hasan'a göre, bu, ihrâmlının öldürdüğü hayvanın benzerini Ka­be'ye kurbanlık göndermekle veya belirtilen keffareti ödemekle, ya da oruç tutmakla karşılanmaz. Çünkü işlenen cinayet bu sınırı aşmıştır. Ama unutarak avlanırsa, misliyle evcil hayvanı Kabe'ye kurbanlık göndermekle veya keffaret vermek, ya da oruç tutmakla karşılanmış olur.

İbn Abbas (R.A.) ve âlimlerin cumhuruna göre, ister unutarak, ister hatırlayıp bilerek avlansın, farketmez,  Kur'ân'da  belirtilen  ceza,  ya da keffaret gerekir. Sahih olan da budur. Hattâ ihrâmlı kimse silahını bir ağa­ca yöneltip atarken yanlışlıkla bir av hayvanına isabet edip öldürürse, yi­ne de ceza gerekir. Nitekim İmam Zührî diyor ki: «Kur'ân, ihrâmlı iken bilerek av hayvanı öldürmekle ilgili açık hüküm getirirken,'Hadîs de hatâ yollu av hayvanı öldürmekle ilgili hüküm getirmiştir.»

Saîd bin Cübeyr'e göre, hata yollu öldürmekten dolayı çezâ gerek­mez. Ne var ki bu görüş kıyasa aykırıdır, amel edilmez.

Öldürülen hayvanın misli

Bu, kıymeti midir, yoksa yaratılıştaki beden yapısı itibariyle dengi mi­dir? Ashap ve Tabiînin cumhuruna göre, beden yapısı itibariyle benzeri itibar edilir. Oünkü âyetin zahiri buna delâlet etmektedir. Misli bulunma­yanın kıymeti takdir edilir.

İmam Ebû Hanîfe'ye göre, buradaki misil, kıymet itibariyledir. İmam Şafiî'ye göre, misil beden yapısı itibariyledir. Şafiî'nin delili, Ashab-ı Ki­ramın muhtelif ülkelerde bu yoldaki uygulamalarıdır. Nitekim öldürülen bir devekuşuna karşılık bir bedene (deve veya sığır) takdir edildiği bilinmek­tedir.

İki âdil bilirkişi

Bunların hem âdil, hem Müslüman ve aynı zamanda erkek olması şarttır. Ayrıca bu konularda fıkhı bilgilerinin yeterli olması gerekir. Nite­kim Meymun bin Mehrân (R.A.) diyor ki: «Bir bedevî, Ebû Bekir SIDDÎK'a (R.A.) gelerek, ihrâmlı iken bir av hayvanı öldürdüğünü söyledi. Ebû Be­kir (R.A.) bu meseleyi yanında hazır bulunan Ubey bin Kâb (R.A.) ile gö­rüştü. Bedevî, «Ben senden soruyorum, sen de başkasından soruyorsun?!» diyerek hayretini belirtti. Bunun üzerine Ebû Bekir (R.A.) ona : «Allah Kur'­ân'da, (Sizden iki âdil kimse) buyurmuyor mu? İşte ben de bu ilâhî emre uyarak arkadaşımla görüştüm, birlikte bir takdir yapacağız» diye cevap verdi.

Kabe'ye kurbanlık göndermek İhrâmlı kimse bir av hayvanı öldürdüğünde, denk geliyorsa Kabe'ye kurbanlık göndermekle yoksullara keffaret vermek ve bir de oruç tutmak arasında bir tercîh yapmakta serbest midir? Bu hususta da farklı içtihat ve tesbitler olmuştur:

jmam Ebû Hanîfe, İmam Mâlik ve İmam Şafiî'ye göre, bu hususta Kur'ân'da yer alan âyetin cümleleri arasındaki (ev) harfi tahyîr içindir; av hayvanını öldüren kimse bu üç husustan birini yerine getirmekte ser­besttir.

Ahmed bin Hanbel ve Hanefî imamlarından Züfer'e göre (ev) tertip içindir. İhramlı birincisini yapmaya güç getiremediği takdirde ikincisini, onu da yapmaya güç getiremediğinde üçüncü hususu yerine getirir.

Deniz avı helâl kılınmıştır

İhrâmlı kimse deniz avı yapabilir. Kendisi avlanabileceği gibi, avla­nan başka birine yardım da edebilir. Ancak denizde ölü olarak bulunan deniz hayvanlarından birini yemek caiz midir? İmam Ebû Hanîfe'ye göre, bir sebepten dolayı öldüğü bilinirse, yenilmesi caizdir. Diğer bazı zevat, ister bir sebepten, ister sebepsiz ölmüş olsun, mutlaka yenilebilir, demiş­lerdir.

Balık dışında kalan diğer deniz hayvanlarına gelince, bunlar genellik­le iki kısma ayrılır: Bir kısmı hem karada, hem denizde yaşar (kurbağa, kaplumbağa ve yengeç gibi). Bunları yemek helâl değildir. Ancak ünlü müctehit Süfyan es-Sevrî'ye göre, yengeç yemekte bir sakınca yoktur.

İmam Ahmed bin Hanbel'e göre, kurbağa ve timsah dışında denizde yaşıyan bütün hayvanlar yenilir.

İmam Mâlik.ve İbn Ebî Leylâ'ya göre, denizde yaşıyan bütün hay­vanlar yenilir. Çünkü âyette mutlak anlamda «Deniz avı size helâldir» bu-yurulmuştur.

İmam Şafiî'ye göre, deniz domuzu ve köpeği dışındaki hayvanlar ye­nilir. Bu ikisi de «domuz» ve «köpek» isimleriyle anıldıkları için yenilmez.

Başkasının avladığı kara avını ihramlı kimse yiyebilir mi?

İhrâmlı bu hususta avcıya yardımcı olmamış ve ava işarette bulun-mamışsa, o takdirde yiyebilir. Bu, İmam Mâlik, İmam Şafiî ve İmam Ah­med bin Hanbel'in mezhebidir. Rey tarafdarlarının çoğu da bu görüştedir. Hz. Osman (R.A.)ın da buna cevaz verdiği rivayet yoluyla sabit olmuştur.

Ayrıca ilgili hadîste buyuruluyor ki:

«Siz kendiniz avlanmadığınız ve sizin için avianılmadığı takdirde avla­nan kara avından yemeniz size helâldir.» [368]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, ilâhî yasakların bir başka hikmetine doku-

nularak imânın İslâmiyet doğrultusunda mutlak teslimiyet istediği açık­landı.

Sonra kara ve deniz hayvanlarının avlanması konusuna*yer verilerek ihrâmlı bulunan kimsenin kara avı yemesinin, karada avlanmasının veya avlanana işaret, ya da yardımda bulunmasının ceza gerektireceği belir­tildi.

Aşağıdaki âyetlerle, haccın ve Kabe'ye gönderilen kurbanlıkların in­san hayatını düzenlemedeki tesirine dikkatler çekiliyor. Kabe'nin Tevhît inancını yansıtmadaki yerine işaret edilerek bu kutsal topraklardaki biri mânevi, diğeri maddî iki önemli cevherin üzerindeki perde aralanıyor. Al­lah'ın göklerde ve yerde ne varsa her şeyi bildiğine parmak basılarak ko­nu noktalanıyor. [369]

 

Meali:

 

97— Allah Beytü'l-Haram = Kabe'yi, hürmetli ay'ı, Kabe'ye gönderi­ gerdanlıktı, gerdanlıksiz kurbanlıkları, insanların hayat düzeni için dalen gerdanlıktı

yanak kılmıştır. Bu, Allah'ın göklerde olanı da, yerde olanı da bildiğini ve gerçekten Allah'ın her şeyi bilen olduğunu bilip anlamanız içindir.

98—  Biliniz kî, Allah gerçekten hem vereceği ceza bakımından çok şiddetlidir, hem de Allah çok bağışlayan, çok merhamet edendir.

99—  Peygambere ancak tebliğ gerekir. Allah ise sizin neler açıkla­dığınızı, neler gizlediklerinizi bilir.

100—  De ki: Murdarın çokluğu senin hoşuna gidip hayretini mucip olsa da murdarla pâk bir değildir. O halde ey sağduyu sahipleri! Allah'tan korkun ki kurtuluşa eresiniz.

 

İniş Sebebi

 

İbn Cevzî'nin Câbir b. Abdullah (R.A.)dan yaptığı rivayette, bir adam Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek şunu sordu :

  Ey Allah'ın Peygamberi! İçki benim ticaretim idi, elde ettiğim mal ve servet ile Allah'ın taâtinde bulunursam bana bir yarar sağlar mı?

Bu soruya Resûlüllah (A.S.) şu cevabı verdi:

  Şüphesiz ki Allah pâk ve nezihtir, ancak pâk ve nezîh şeyleri se­ver.

Bunun üzerine yukarıdaki 100. âyet indi. [370]

 

İlgili Hadîsler

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Mekke'yi fethettiği gün oradaki insanlara şöyle hitapta bulundu :

«Şüphesiz ki bu şehri, Allah gökleri ve yeri yarattığı gün kutlu kılıp hürmete lâyık görmüştür. O halde bu şehir kıyamete kadar Allah'ın hür-metiyle haramdır; dikenleri koparılmaz, avı ürkütülmez, yitiği alınmaz, -ancak sahibini bulmak amacıyla alıp ilân eden müstesna- otları biçil­mez.» [371]

 

Kabe'nin Önemi

 

«Allah  Beytü'l-Haram   = Kabe'yi insanların hayat düzeni İçin dayanak kılmıştır.»

Son din ile asıl hüviyet ve kudsiyetine kavuşan Kabe, şüphesiz ki, Ailah'a ibâdet için yeryüzünde iik yapılan mabettir. İnsan nüfusunun en çok yaşadığı Afrika ile Asya kıtaları arasında yer alan Arap Yarımadası ve bu yarımadada kurulan Allah'ın kutlu ve hürmetli evi Kabe, daha çok ina­nan insanların hayatını, dünya ve âhiretini düzende ve dengede tutmanın en sağlam ölçü ve dayanağıdır. Bu bakımdan Kabe, ırk, renk, dil, soy, servet ve makam farkını kaldırır, Allah'a, Peygambere ve âhirete inanan insanları bir araya getirip yüksek bir ideal, çok şerefli bir amaç uğrunda kardeş yapan, birlik, dirlik ve kaynaşmayı sağiayan en feyizli imân ve ir­fan mektebidir.

Bu mektep Allah'ın koyduğu esaslar, prensipler ve amaçlar doğrultu­sunda sağlıklı çalıştığı takdirde, insanların dünya ve âhiret hayatını mut­laka düzene, sokar.

İşte hac ve umrenin, Kabe'ye gönderilen kurbanlıkların önemini bu açıdan düşünüp değerlendirdiğimizde Kabe'nin neden Tevhit İnancının merkezi ve fışkırdığı yer olduğu ve neden iki büyük kıt'a arasında kurul­duğu daha iyi anlaşılır. [372]

 

Kutsal Kabe Ve İki Önemli Cevher

 

Biri, birlik ve kardeşlik ruhu ve mayası İçinde Allah'a dosdoğru imân cevheri; diğeri siyah altın (petrol) cevheri. Birincisi ruhların güçlenmesini, hayat dengesinin sağlanmasını, bedenle ruh, dünya ile âhiret arasında en sağlam köprünün kurulmasını amaçlar. İkincisi, imânı ekonomik güçle birleştirip dünyadaki küfür ve tuğyanı önlemeye, Allah Kelime'sinin daha yüce olmasını gerçekleştirmeye yöneliktir.

Kur'ân bu iki hakikate dikkatleri çekerek, «Bu, Allah'ın göklerde ola­nı 6a, yerde olanı da bildiğini ve gerçekten Allah'ın her şeyi bilen olduğu­nu bilip anlamanız  içindir» belgesiyle sağduyu sahiplerine seslenir.

İslâm ülkeleri bu iki cevheri -Kur'ân'ın hayat düzeni doğrultusunda-çok iyi değerlendirmek sorumluluğunu taşımaktadır. Kur'ân'ın ve Ka­be'nin gölgesinde İslâm kardeşliğini birlik ruhu düzeyinde gerçekleştirmez de benlik-senlik kavgasına, tartışma ve sürtüşmesine yol .açarlarsa, Allah'ın hayat kanunları değişmez ve İslâm ülkeleri en ağır tokatı bu kanun­dan yer ve sersemleşirler. Çünkü Allah'ın vereceği ceza pek şiddetlidir. Kur'ân bunu en duyarlı anlamda açıklamıyor mu? Dönüş yapıp Kur'ân'ın gölgesinde birleşirlerse, bilsinler ki, «Allah çok bağışlayan ve çok merha­met edendir» buyurmuyor mu? [373]

 

Peygamber Görevini Hakkıyla Yerine Getirmiştir

 

«Peygambere ancak tebliğ gerekir.»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz söz ve davranışlarıyla, yüklendiği çok şerefli görevi, tebliğ düzeyinde en mükemmel şekilde yerine getirmiş ve son sözünü söyleme bahtiyarlığı içinde Allah'ı şahit tutarak Refik-i A'lâ-sına yükselmiştir, VEDA' Hutbesi bunun en son ve güzel örneklerinden sa­dece biridir.

Şimdi artık görev İslâm ilim adamlarına, mürşitlere ve okumuşlara düşüyor. Kur'ân bunu açıklıyarak : «Peygamberin görevi sadece tebliğdir, Allah ise sizin neler açıkladığınızı ve neler gizlediğinizi bilir.» gereken uya­rısını yapıyor. [374]

 

İyi İle Kötü - Temiz İle Murdar

 

«De ki: Murdarın çok­luğu senin hoşuna gidip hayretini mucip olsa da, murdar ile pâk bir de­ğildir.»

Birbirine karşıt kavramlar. İslâm, insana yalnız iyi, pâk ve nezîh nes­neleri, yararlı ve yüceltici şeyleri helâl kılıp, zararlı, kötü ve murdar şey­leri yasaklar. Çünkü insanı yaratan Allah, ona nelerin faydalı, nelerin za­rarlı olduğunu daha iyi bilir, o mutlak hikmet sahibidir. [375]

 

Haram Ayları

 

HARAM AYLARI, İslâm'dan önce Araplar arasında hürmet edilen bir barış devresi olarak rağbet görmüştür. Birbirleriyle aralıksız vuruşan, ta­lancılık yapan, çeşitli cinayet ve kötülükler işlemekte yarışan Araplar, Zil-kaade, Zilhicce, Muharrem ve Recep ayları girince bu yarışmayı bırakıp güv^n havası estirmeye çalışırlardı. Böylece zayıf kabileler, kimsesizler hiç olmazsa bu dört ay rahat bir nefes alabilirdi.

İslâm gelinceye kadar -bunun devamı sağlanmış- bu köklü âdet bütün kabileler tarafından benimsenmişti. İslâm Devleti güçleninceye kadar bu âdete dokunulmamış, üstelik devam etmesine hız verilmiştir. Devletin te­meli oturtulup hazinesi ve ordusu vücut bulunca, artık sulh ve esenlik için, güven ve rahat nefes alabilmek için senenin her ayı bu düzeye getirilmiş, böylece haram aylarına bir özellik vermenin anlamı kendiliğinden kalk­mıştır.

Çünkü İslâm barış ve esenlik, rahmet ve adalet dinidir. Zayıftan ya­nadır; zâlimin karşısındadır. Allah'ın keskin kılıcı haddini bilmiyenlerin te­pesi üzerinde sallanmakta ve başkasını rahatsız edenler bu sistemde hiç­bir şekilde yardımcı bulamamaktadırlar. [376]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle daha çok peygamberin görevinin sadece teblîğ olduğu açıklandı. Bu sebeple peygamberin dinî konularda kendiliğinden bir hüküm verme yetkisi bulunmadığı, Allah'tan alıp öylece insanlara teb­lîğ ettiği hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, bir konuda ilâhî buyruk inmeden peygamberden soru sorulmaması; emir ve yasaklarla ilgili bir âyet indiğinde taşıdığı hük­mü anlamıyanların sormasında bir sakınca bulunmadığı açıklanıyor ve bu doğrultuda soru sorma adap ve kuralına işaret ediliyor. [377]

 

Meali :

 

101—  Ey imân edenler! Size açıklanınca sizi kötümser yapacak (veya üzecek)  şeylerden sormayın;  ama  Kur'ân  indirildiğinde  sorarsanız size açıklanır. Allah (daha önce bu kuralı bilmeden) sorduklarınız (dan dolayı sizi) atfetmiştir. Allah çok bağışlayandır; şefkatla, merhametle sabreden­dir.

102—  Sizden önce bir millet de onları sormuştu, sonra da o yüzden kâfir olmuşlardı.

 

İniş Sebebi

 

Enes b. Mâlik (R.A.) diyor ki:

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz daha önce bir benzerini duymadığımız bir hitabede bulundu ve : «Eğer benim bildiğimi bilmiş olsaydınız az güler, çok ağlardınız!.» buyurdu. [378]Bunun üzerine Ashab-ı Kiram yüzlerini ya­kalarının içine çekip ağladılar, fazla duygulandıklarından inler gibi sesler çıkardılar. Bu arada bir adam kalkıp, «Benim babam kimdir?» diye sordu. Peygamberimiz (A.S.) «Falan adamdır» diye cevaplandırdı. Buna benzer yersiz bir takım sorular daha soruldu. Sonra çok geçmeden yukarıdaki âyetler indi. [379]

Diğer bir rivayet:

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bir gün güneş batıya meylettiğinde (öğle vakti) evinden çıkıp öğle namazını kıldırdı. Sonra minbere çıktı ve kıyâmetin kopuşunu, onun dehşetini çok duyarlı bir ifadeyle anlattı. Sonra da şöyle buyurdu : «Kim bir şey sormak istiyorsa sorsun, şu minber üzerinde bulunduğum sürece onu cevaplandıracağım.» Tabii Resûlüllah (A.S.) bu­nu üzüldüğü, Ashabdan bazısının yersiz sorular sorduğu için söylemişti. Ashabın çoğu onun üzüldüğünü anladıkları için gözyaşı akıttılar. Peygam­ber (A.S.) de, «Sorun benden» diye tekrarladı. Derken Abdullah b. Huzafe es-Sehmî ayağa kalkıp, «Babam kimdir?» diye sordu. Peygamberimiz (A.S.) ona, «Baban Huzafe'dir» diye cevap verdi. Sonra Peygamber (A.S.) Efen­dimiz aynı üzüntülü tonuyla, «Benden sorun soracağınızı!.» buyurdu. Su­nun üzerine Hz. Ömer (R.A.) diz üzeri durup şöyle dedi: «Ey Allah'ın Re­sulü! Biz Allah'ın Rabbimiz, İslâm'ın dinimiz, Muhammed'İn Peygamberimiz olduğuna razı olduk..»

Peygamberimiz biraz sustuktan sonra şöyle buyurdu : «Az önce Cen­net ve Cehennemi şu duvarın enine olan kısmında (onun yanıbaşında) gördüm, bana arzolundular: Hayır ve serde bugünkü gibi bir gün görme­dim.» [380]

Başka bir rivayet:

İbn Abbas (R.A.) diyor ki: «Bir topluluk işi alaya alır gibi bir tavır içinde Peygamberimizden bir şeyler soruyorlardı. Birisi, «Benim babam kimdir?» diye sorarken, bir diğeri kaybolan devesinin nerede olduğunu so­ruyordu. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [381]

Hz. Ali (R.A.) diyor ki:

«Yol bulmaya güç getirebilen kimsenin Beyt'i (Kabe) haccetmesi, Al­lah'ın insanlar üzerinde bir hak ve vecibesidir.» mealindeki âyet inince, «Her sene mi?» diye sordular. Peygamberimiz bu soruyu cevaplandırma­dı. Onlar yine aynı soruyu tekrarladılar. Bunun üzerine Peygamberin ü/. (A.S.), «Hayır» diye cevap verdi ve; «Eğer evet, deseydim, her yıl size farz olurdu.» buyurdu. Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi. [382]

Ebû Hüreyre (R.A.) diyor ki:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bize hitapta bulunarak şöyle buyurdu : «Ey insanlar! Doğrusu Allah size haccı farz kıldı; artık haccedin.» Bunun üzerine bir adam, «Her sene mi?» diye sordu. Peygamber (A.S.) sustu, ce­vap vermedi. Adam aynı soruyu üç defa tekrarlayınca Peygamberimiz (A.S.) «Sizi bıraktığım sürece siz de beni bırakın, (gereksiz soru sormayın). Eğer evet deseydim, size vâcîb olurdu, siz de ona güç getiremezdiniz. Sizden öncekiler çok soru sormalarından ve peygamberlerine karşı ihti­lâfa düştüklerinden dolayı helak olmuşlardır. Size bir şey İle emrettiğimde onu gücünüz yettiği kadar yerine getirin; sizi bir şeyden men'ettiğimde on­dan kaçının.» [383]

 

İlgili Hadîsler

 

Muğîre b. Şu'be (R.A.), Muaviye'ye (R.A.) yazdığı mektupta şöyle eliyordu : «Şüphesiz ki, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz dedikodudan, malı za­yi' etmekten ve bir de çok soru sormaktan men'etmiştir.» [384]

«Peygamber (A.S.) Efendimiz AĞLÛTAT (ilim adamlarının ayağını kay­dıracak, onları küçük düşürecek sorularjdan men'etmiştir.» [385]

Ebû Hüreyre (R.A.) diyor ki:

«İnsanların şerlileri, şerli meselelerden soranlardır.» [386]

Selmân el-Farisî (R.A.) diyor ki:

Resûlüilah (A.S.) Efendimize bazı şeylerden soruldu. Bunun üzerine Efendimiz şöyle buyurdu :

«Helâl, Allah'ın kendi kitabında helâl kıldığı şeylerdir. Haram da Al­lah'ın, kendi kitabında haram kıldığı şeylerdir. Susulup anılmıyan hususlar ise, Allah'ın bağışladığı şeylerdir. O halde kendinizi sıkıp güçlüğe sokma­yın.» [387]

. «Şüphesiz kî Allah bir takım şeyleri forz kılmıştır; onları zayi etmeyin Bir takım hudut koymuştur, onlar, aşmayın. Bir takım şeyleri haram kıl­mıştır, onlara yaklaşmayın. Unutmaks.z.n da bir takım şeylerden söz et­memiştir; artık siz onlardan söz etmeyin.»[388]

 

Soru Sormanın Âdabı

 

«Ev iman edenler!  Size açıklanınca sizi kötümser yapacak (veya üzecek) şeylerden sormayın.»

Kur'ân'da ilgili âyetle -bir bakıma- soru sormanın âdap ve kuralları­nın özeti verilmekte ve bunun eğitimin bir kolu haline getirilmesine işaret edilmektedir.

Kimden, neyin, nasıl, nerede ve ne zaman sorulması gerekiyor? Ay­rıca sormanın ölçü ve âdabı nedir? Bunları bilmeye ihtiyaç vardır. O ne­denle büyük ve mükemmel bir eğitim kitabı olan Kur'ân'da, insanların bil­gi alış-verişi, sorulu-cevaph görüşmeleri , disipline edilerek bazı kural­lara bağlanıyor.

Bunu iki kısımda düşünmemiz uygun olur: Dinî konular, metafizikle il­gili hususlar ile deney ve gözlemle elde edilen bilimsel buluşlar,

Dinî konularda Kitap ve Sünnette açıklanmış hükümleri ve açıkian-mayıp genel ölçü ve kurallar anlamındaki esaslara kıyasla elde edilen hü­kümleri sormakta, araştırmakta bir sakınoa yoktur. Bilâkis çok yarar var­dır. Dinî hükümleri ancak yetkili ilim adamlarından sormakla öğrenmemiz mümkündür. Dinin metafizikle ilgili açıklamalarına gelince, bunlardan an­cak açıklananları bilebiliriz. Açıklanmıyanlar hakkında ne soru sormamıza, ne de cevap aramamıza gerek var. Çünkü bu, beşer ilminin ulaşamadığı bir düzeyde bulunuyor. Bu hususta aklın ve mantığın önü açık değildir. Deney ve gözlemin ise, tamamen dışındadır.

Bu nedenle Allah ve Peygamberinin ve Peygamber ilmine vâris olan Allah dostlarının, kâmil mürşitlerin açıklaması dışında bazı tahminlerde bulunmak sakıncalıdır. Bu, hem ilim adamını yorar ve üzer, hem de soranı hayal kırıklığına uğratabilir.

Deney ve gözlemle  elde  edilen   bilgiler,  varılan   sonuçlar   hakkında sormakta bir sakınca olmadığı gibi, bu alanda ilmin henüz tesbit edeme diği, ortaya çıkaramadığı hususlardan ve bir takım varsayımlardan sor­makta büyük yararlar kabul edilmektedir. Çünkü bu yola başvurmak ilim adamının hevesini kamçılar ve araştırma azmini kuvvetlendirir.

Rastgele sormak doğru mudur?

Soru rastgele sorulmaz. Dinî bir konuysa, ilgili ilim adamı çağrılmaz, ona gidilir. Bu, İslâm'ın koyduğu bir terbiye ve saygı ölçü ve kuralıdır. Ni­tekim Ashab-ı Kirâm'dan birinin bir sorusu olunca, Mescid-i Saadete gi­der, namaz kılındıktan sonra Resûlüllah (A.S.) Efendimizin onlara yönelip konuşmasını beklerdi. Peygamberimiz (A.S.) namazdan sonra bir sohbet toplantısı açacak olursa, o takdirde onun konuşmasının bitmesini bekler­di. Sonra da müsaade istenilir ve edep ölçüleri içinde sorulacak şey kısa­ca sorulurdu. Efendimiz (A.S.) namazdan hemen sonra kalkıp evine veya başka bir tarafa gidecekse, soru-cevap faslına uygun vakit olmadığı anlaşılır ve sorular uygun bir zamana bırakılırdı. Allah Resûiüyle (A.S.) yol­da karşılaşan kimsenin önemli, âcil bir sorusu olursa, selâmdan sonra Onun iltifatını bekler, eğer Efendimiz ona İltifatta bulunup konuşursa, o da bunu fırsat bilip konuşur ve ortam müsaitse sorusunu sorabilirdi.

Selçukî hükümdarı Tuğrul Bey, Hemedan'a girdiğinde muhteşem bir toplulukla karşılaştı. Fakat o, önce din âlimlerinden kadri yüce zatların bulunup bulunmadığını sordu. «Çağıralım rm?» diye müsaade istenildi­ğinde, Tuğrul Bey, «Hayır, din âlimleri çağrılmaz, onlara gidilir. Beni on­lara götürün..» diyerek bu hususta İslâmî terbiye ve anlayışını açıklamış oldu. Diğer alanlardaki ilim adamlarına da aynı saygı ve ilgi gösterilmiştir.

Bu konuda İmam Gazali şu hadîsi rivayet etmektedir:

«Âlimlerin kötüsü, hükümdarların (kapısına) gidenidir. Hükümdarların hayırlısı, âlimlerin (kapısına) gidenleridir.»

Bu hadisi İbn Mace zayıf bir senetle şu lafızla rivayet etmiştir: Meali şöyledir: «Âlimlerin kötüleri, hükümdarlara gidenlerdir;   hükümdarların    iyileri,   âlimlere gidenlerdir.» [389]

Deylemî de Ömer b. Hattab'dan (R.A.) merfuan şu rivayeti yapmıştır:

«Allah âlimlerle kaynaşıp görüşen hükümdarları sever. Hükümdarların (ayağına) gidip onlarla kaynaşan âlimleri sevmez.»

Çünkü ilmin rütbesi bütün rütbelerin üstündedir.

Yine Büyük Selçukî Sultanı Melik Şahdevir'in, ünlü ilim adamı Ali bin Hüseyin es-Sandalî'ye, «Neden bana gelmezsin?» diyerek sitem edince, Ali b. Hüseyin Hazretleri ona şu cevabı vermiştir ı «Senin hayırlı bir hü­kümdar olmanı, âlimleri ziyaret etmenle arzuladım. Hükümdarları ziyaret etmekle benim de kötü bir ilim adamı olmamı istemedim, ondan..» [390]

Evet dinî soruların daha çok ilim meclislerinde, sohbet toplantıların­da, seminer ve konferanslarda, cami ve mescitlerde sorulması tavsiye edilmiştir. Belirtilen yerlerde de, ilim adamlarından önce izin istenmeli, edep ve terbiye kuralları göz önünde bulundurularak sorular sorulmalıdır. Cevap verilirken dikkatle dinlemek, ilim adamının sözünü kesmemek, dik­katleri dağıtacak davranışlarda bulunmamak da soru sorma kuralları arasında yer alır.

Ayette «Allah çok bağışlayandır ve çok hilm sahibidir» buyurularak ko­nunun nezaketi vurgulanmıştır. Cevap verenin de o nisbette nezîh ve sa­bırlı olması, yumuşak bir edâ ile sorulanları cevaplandırması ve karşısın-dakilerin anlayabileceği bir ifade kullanması ise, cevap verme kuralların­dan bir kısmıdır. [391]

 

Dinî Konularda Ölçüsüz Sorular

 

«Sizden önce bir millet de onları sormuştu, sonra da o yüzden kâfir olmuşlardı.»

Kur'ân, İslâm'dan önceki bazı milletlerin ölçüsüz soru sormalarından, Allah ve Peygamberin açıklamadığı meseleler üzerinde ısrarla durmaların­dan dolayı hem kendilerini sıkıntıya düşürdüklerini, hem de aşırı gittikleri için inkâra saparak helak olduklarını haber veriyor. Buna birkaç örnek verelim :

Salih Peygamberin kavmi mu'cize istediler; kimi şu taştan bir deve çıkar, derken, kimi de gökten bize altın yağdır, diyordu. Onların bu yersiz istek ve soruları Salih Peygamberi fazlasıyla üzmüştü. Allah onların sa­mimi olmadıklarını biliyordu. İstedikleri mu'cize meydana geldi, taştan de­ve çıkarıldı. Salih Peygamber onlara, «Sakın bu deveye dokunmayın, onu boğazlamayın, sonra ilâhî gazaba çarpılırsınız» diyerek çetin bir imtihan geçirdiklerini hatırlatmak istemişti. Ama onların ölçüsüz, tartısız soruları birbirini izleyip durdu, derken o deveyi boğazladılar. Bu yüzden yerle bir oldular.

İsrâiloğulları, Musa Peygambere, «Allah'ı bize açıkça göster» diye olmayacak istekte bulunmuşlardı. Bu yüzden dertten derde uğratılmış­lar ve sonunda esaret zilletine düşürülmüşlerdi.

Yine İsrâiloğulları, İsâ Peygamberden, gökten hazır sofra indirilme­sini istemişlerdi. Sofra indiği halde inkârlarında ısrar etmişler ve bir ta­kım yersiz sorular yöneltmişlerdi. Bu yüzden ilâhî lanete uğramışlar, ru­hen maymunlaşıp dirliklerini kaybetmişlerdi.

Mesele mu'cizeden fazla yersiz ve gereksiz soru sormakla ilgilidir. İsrâiloğulları sadece mu'cize istemekle kalmadılar; mu'cize tecelli ettik­ten sonra ardı-arkasi kesilmiyen yersiz sorular sormaya devam ettiler. Sonunda hak ettikleri cevap verildi; asırlarca vatansız kalıp perişan ol­dular. [392]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, dinin ilâhî olduğu, boyutlarının Allah tara­fından belirlendiği ve açıklanması gereken hususların açıklandığı, bunun ötesinde başka dinî bilgilere gerek olmadığı hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, dinde olmayan bir şeyi dindenmiş gibi gösterme­nin sakıncaları anlatılıyor. İnsan aklının ürünü olan şeylerin Allah'a ve Onun indirdiği dine nisbet edilmesinin büyük bir suç ve vebal olduğuna işarette bulunuluyor ve cahiliye devrinden kalma bir takım kötü âdetlerin Allah tarafından konulmuş bir vecîbe olduğu iddiası reddedilip mü'minier bu hususta uyarılıyor. [393]

 

Meali:

 

103—  Allah ne  bahire, ne   sâîbe,   ne   vesile,   nede hâm'-dan hiç biriyle emretmemiş ve meşru da kılmamıştır. Ama o küfredenler Allah'a karşı iftirada bulunuyorlar; çoğunun da aklı ermemektedir.

104—  Onlara, Allah'ın indirdiği Kitab'a ve Peygamberin (Sünnetine) gelin, denilince, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyler bize yeter, der­ler. Ya ataları bir şey bilmiyenler ve doğru yolu bulmayanlar idiyse?.

 

İniş Sebebi

 

Cahiliye devri Araplannın kendilerine göre bir takım âdetleri ve inanç­ları vardı. Onlar çoğu zaman bu âdet ve inançlarının ilâhî olduğunu, ata­larından kendilerine miras kaldığını iddia ederlerdi. Onların bu iddiası red­dedilerek yukarıdaki âyet indirilmiştir.

BAHİRE : Bir dişi devedir ki, beş batın doğurup beşincisi erkek olur­sa, kulağını yarıp salıverirler ve ondan sonra artık ona ne binerler, ne sü­tünü sağarlar, ne de bir işte kullanırlardı.

SÂÎBE: Adamlardan biri ya hastalandığı, ya da bir yakınının gurbet­te kaldığı zaman, «Eğer Tanrı bana şifâ verir veya uzaktaki yakınım sali­men gelirse, benim bu dişi devem sâîbe olsun diye adar ve onu b â-hîre gibi salıverir, yününden, sütünden yararlanmayı kendine haram kı­lardı.

VESÎLE : Koyunu dişi doğurursa kendilerine, erkek doğurursa ilâhla­rına ait kabul edilirdi. Koyun, biri dişi, diğeri erkek ikiz doğurunca buna vesile   derler, yani erkeği dişiye vasi edip onu da kurban etmezlerdi.

HÂM : Bir erkek devenin dölünden on batın doğunca, onu su ve ot­lak konusunda serbest bırakır, sırtına da binmezlerdi.

İslâm, putperestlerin birçok âdetleri ve inançları arasında bu tür ada­maları da kaldırıp yepyeni bir hayat nizamı getirmiş ve insan aklına ışık tutan, gecesi de gündüzü kadar aydınlık olan ilâhî hükümlerini koymuştur. Kur'ân'da sözü edilen bu dört deve konusu sadece birer misal olarak ve­riliyor ve genel bir kaide oluşturularak mü'minier uyarılıyor. [394]

 

İlgili Hadîsler

 

«Kim bizim bu dinimizde ondan olmayan yeni bir şey icat edip (din­denmiş gibi gösterirse) o, sahibine reddolunur.» [395]

«Hangi ümmet peygamberlerinden sonra dinlerinde dinden olmayan bir şey uydurup ortaya çikarmışlarsa, mutlaka onun bir benzeri sünneti zayi etmişlerdir.» [396]

«Din adına sonradan uydurulup ortaya çıkarılan şeylerden sakının.

Çünkü sonradan uydurulan her şey sapıklıktır.» [397]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Ektem bin el-Cevn'e dedi ki:

  Ya Ektem! Cehennem bana gösterildi. İçinde Amr b. Luhay'i gör­düm, bağırsağını (yerden) çekiyordu. İkinizden birbirine daha çok benze­yen kimse görmedim, diyebilirim.

Bunun üzerine Ektem (R.A.) :

  Ey Allah'ın  Peygamberi! Onun bana benzemesinden endişe edi­yorum, deyince, Resûlüllah  (A.S.) Efendimiz:

   Hayır, sen mü'minsin, o ise kâfirdir ve İsmail Peygamberin dinini ilk değiştiren ve develeri bahire, sâibe ve ham olarak adayan da odur, diye cevap verdi.

Diğer bir rivayet:

«Amr b. Âmir el-Huzaî'yi gördüm, cehennemde bağırsağını çekip du­ruyordu.   Develeri   (belirtilen   şekilde) ilk adayıp   sâîbe   ismiyle   anan

odur.» [398]

Mâlik bin Nadle (R.A.)  anlatıyor:

«Üzerimde çok eski bir elbisemle Peygamber (A.S.) Efendimize uğra­dım. Beni böylesine perişan bir kıyafet içinde görünce, aramızda şu ko­nuşma geçti :

  Malın var mı?

  Evet.

  Hangi cinsten?

  Her cinsten : Deve, sığır, koyun, at ve köle...

  Allah sana bir mal verince onu üzerinde çoğalt (yeterince giyin de Allah'ın nimetinin eseri sende görünsün).

Deven doğurunca yavrusunun kulakları kesik ya da yarık değildir, de­ğil mi?

  Evet...

  Develer zaten hep öyle doğurur. Ama belki de sen ustura alıp on­lardan bir kısmının kulağını yarıyorsun ve bu «bahîresdir, diyorsun, diğer

bir kısmının kulağını yarıp «bunlardan yararlanmak haramdır» diyorsun, değil mi?

  Evet, Ya Resûlellah!.

  Sakın böyle yapma. Şüphesiz ki Allah'ın sana verdiği her mal sa­na helâldir.

Ve sonra Resûlüllah (A.S.) Efendimiz yukarıda mealini yazdığımız âye­ti okudu. [399]

 

Ataların Yoluna Bağlı Kalmak

 

İslâm eğri yolda bir taassubun karşısındadır. Aynı zamanda doğru yoldan sapmış ataların peşine takılıp yürüyenlerin elinden tutup kurtar­mayı amaçlamaktadır. Ataların inancı, âdet ve geleneği ilâhî ölçülere uy­duğu oranda muhteremdir.

Bilindiği gibi, İslâmiyet, Arapların câhiliye devrinden sürüp gelme ne kadar ölçüsüz, insan ruhunun yüceliğiyle ters düşen yanlış ve zararlı inanç, âdet ve gelenekleri varsa, hepsini kademeli ve sistemli bir plân­la kaldırmıştır. Manevî tatminsizliğe hiç bir zaman yol açmamak için de daha doyurucu inanç ve ibâdet sistemi getirmiştir.

Âyette bilhassa iki önemli hususa işarette bulunuluyor:

1. Bir millet, ya da topluluğun inanç ve âdetlerini, daha mükemmelini ve de doyurucusunu getirmeden yasaklamak büyük bir huzursuzluğa ve manevî çöküntüye sebep olur. Tıpkı şahısları ilâhlaştırıp Allah inancını te­melinden yıkmaya heveslenenlerin bilerek veya bilmiyerek ülkeyi bir çık­maza sokup felâketin eşiğine sürüklemelerine benzer. Materyalizm ile ko­münizm bu çıkmazın tabii sonucu olarak doğar.

Bu yüzden idare edenlerle idare edilenler arasındaki bağlar kopar, güven ölçüsü dumura uğrar; her geçen gün aradaki mesafe biraz daha açılır; derken idare edenler şiddete ve ağır cezaî müeyyidelere başvur­mak zorunluğunu duymaya başlarlar ve bunun sonu, o ülke için kapan­ması, onarılması güç derin yaralar açar. Fir'avn ve Nemrut'un âkibeti bu­nun unutulmaz misallerinden biridir.

Tarih boyunca tekâmül edegelen dinler bile, bir önceki dinin yürür­lükten kaldırılmasında büyük güçlüklerle karşılaşmış ve hattâ çetin sa­vaşlar olmuştur. İsâ Peygamberin Tevrat'ın bazı hükümlerini değiştirir mahiyette getirdiği esaslar hiçbir zaman Yahudiler tarafından benimsenme­miş, üstelik tepkilere yol açmış ve İsâ Peygamberi öldürmeyi bile plânlı-yacak kadar o insanları hırçınlaştırmıştır. İslâmiyet çok daha doyurucu ve mükemmel esaslarla geldiği, insan ruhunun bütün arzularına cevap ve­recek muhtevada Kur'ân'i sunduğu halde, kendinden önceki dinleri yürür­lükten kaldıramamış, yani o dinlerebağlı olanların çoğu hakkın sesine ku­lak vermemişlerdir.

Görülüyor ki, bir önceki inanç ve hükümleri kısmen değiştirmek veya kaldırmak için daha mükemmelini getirmekle beraber hemen sonuca var­manın mümkün olmadığı rahatlıkla anlaşılıyor. Ya bir de daha basit bir inanç sistemiyle daha mükemmelini ortadan kaldırmaya yeltenmenin ne kadar büyük bir gaflet olduğunu anlatmaya gerek var mıdır?

2. Halkı inançlarından dolayı ayıplamak, dindarları cahillikle vasıflan­dırmak; medeniyet adı altında dinî ve millî kültürü bir tarafa itip öz değer­lerinden kopuk nesiller yetiştirmek çok hatalı bir uygulamadır. Bu, inanç­sız, güvensiz, saygısız maddecilerin çoğalmasını, dinî alanda yarı cahille­rin çoğalmasını hızlandırır. Kısacası din ve ahlâk kişilerin mantığına terke­dilmiş olur. Bu durumda yavaş yavaş din ve ahlâk aslından, öz mayasın­dan uzaklaşır ve herkesin mantığına göre bir din doğar. Bu da ardı, arka­sı kesilmiyen bölünmelere, sürtüşmelere ve tartışma, hattâ vuruşmalara kapı açabilir! Hindistan'da ve bazı Afrika ülkelerinde olduğu gibi.

O halde her konuda olduğu gibi, din ve ahlâk konusunda da dürüst vatandaş yetiştirmede çok dikkatli, bilinçli ve yaygın bir eğitime ihtiyaç vardır. Bir demirci çırağının bile körük çekebilmesi için aylarca o konuda eğitim görmesi gerektiğini kim inkâr edebilir?

İşte konumuzla İlgili âyet bu gerçekleri kalbimize ve dimağımıza, di­ğer bir deyimle sağduyumuza fısıldamaktadır.

Onlara : «Allah'ın indirdiği Kitab'a ve Peygambere gelin!» denilince, «Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter» derler. Ya ataları bir şey bflmiyenler ve doğru yolu bulmayanlar idiyse?..

Görülüyor ki âyet hem aklımızı, hem mantığımızı harekete geçirip olayları iyice gözden geçirmemizi ilham etmektedir. Bu konuda duygu­sal davranmanın, akıl süzgecini bir yana itmenin kimseyi doğru yola ka­vuşturmayacağına işaret edilmekte ve böylece hakkın sesi gönül kulağı­na yansıtılmak istenmektedir. [400]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, câhiliye devrine ait bâtıl inançların, kötü âdetlerin İslâmiyette yeri bulunmadığı hatırlatıldı. İnsan kafası ürünü olan ipanç!ann hiçbir milleti saadete ulaştırmadığını, fertlerin mânevi boşlu­ğunu dolduramadığını, tarihte geçen olaylar ile milletlerin hayatının is­patladığına işaret edildi. Ama Allah tarafından insan ruhunun yüceliğine eşdeğerde olan inancın samimiyet arzeden bir düzeyde dâima başarılı, güvendirici ve tatmin edici olduğuna kapalı şekilde atıf yapıldı. Kur'ân böylece bilgisiz, ilgisiz, Cenâb-r Hakk'ın belirlediği yoldan uzak kalan ata­ların tuttuğu yanlış yolu benimseyip üzerinde ısrar etmenin hiçbir yararı olmadığını   açıkladı.

Aşağıdaki âyetle, mü'minlerin şunun veya bunun yanlış inanç ve ber­bat yaşayışını taklîtten kaçınmaları; başkalarına iyi örnek olacak, sapıkla­rı yönlendirecek İslâmî hayatı olduğu gibi yaşamaları emrediliyor. [401]

 

Meali :

 

105— Ey imân edenler! Kendinize sahip olun, kendinize bakın. Siz doğru yolda iseniz, yoldan sapan size zarar veremez. Hepinizin de dönüşü Allah'adır. O size yaptıklarınızı bir bir haber verip açtklıyacaktır.

 

İniş Sebebi

 

Müslümanlar, fethettikleri yerlerde yaşıyan halkı, İslâm'a girmekle cizye vermek arasında serbest bıraktılar. Çünkü dinde zorlama yoktur. Din­dar olmak sağduyu, irfan, anlayış, kavrayış ve gönülden gelen bir inanç

meselesidir.

Öteden beri İslâm'ın aleyhinde olan Kitap Ehli ve putperestler; Müs­lümanların bu tutumunu kınadılar, «Kiminden cizye alıyorlar, kiminden de­ğil» diye olumsuz yönde propaganda çarkını çalıştırmaya devam ettiler. Bu sebeple yukarıdaki âyet indi. [402]

 

Açıklama

 

Çünkü İslâm fethettiği yerlerde halkı inancında serbest bırakırken, ak-len, şer'an ve örfen iyi ve yararlı olanı emretmeyi, bu üc esasa göre za­rarlı kabul edilen kötülüklerden sakındırmayı ihmal etmemiştir.

Âyette, «(Siz) kendinize sahip olun, kendinize bakın» denilirken, Müs­lümanların kendi günlük hayatlarında İslâm'ın bütün esas ve prensiplerini yaşıyarak çevrelerindeki insanlara, uyulması gereken model ve örneği vermekle görevli bulundukları hatırlatılıyor. Yoksa siz kendinize bakın, gerisini boş verin, kim ne yaparsa yapsın, diye bir tavsiyede bulunulmuyor.

Nitekim Kays b. Ebî Hâzim, Ebû Bekir SIDDÎK'ın (R.A.) Müslümanlara şöyle seslendiğini sahîh bir tesbitle nakletmiştir;

«Ey İnsanlar! hepiniz de, Kur'ân'da, «Ey imân edenler! kendinize sahip olun, kendinize bakın, siz doğru yolda iseniz, yoldan sapan size zarar ve­remez» âyetini okuyorsunuz, fakat onu lâyık olduğu ölçüde yerine koymu­yorsunuz ve ne denildiğini de bilmiyorsunuz. Ben Resûlüllah (A.S.) Efen­dimizden işittim, şöyle buyurdu : «insanlar bir zâlimi görürler de engel ol­mak için onun elini tutmazlarsa, çok sürmez Allah ondan dolayı onların hepsini bir azaba uğratır.» [403]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

«Siz, kabul edildiği sürece iyilikle emrediniz, kötülükten men'ediniz. Reddedilince de kendinize sahip çıkınız.»

Bu, âyetin bir yorumudur.

«Şüphesiz ki Kur'ân'ın inen âyetlerinin bir kısmının yorumu, henüz inmeden önce gelip geçmiştir. Bir kısmının yorumu Resûlüllah (A.S.) Efen­dimiz devrinde meydana çıkmıştır. Bir kısmının da Resûlüllah (A.S.) Efen­dimizden hemen sonra yorumu ortaya çıkmış, bir kısmının ise son zamanlarda ortaya çıkacaktır. Diğer bir kısmının da kıyamet günü ortaya çıka­cağı bilinmektedir; bu da hesap, cennet, cehennem ve benzeri hususlarla ilgili olanlarıdır.»

Bu da âyetin bir başka yorumudur.

«Sizin kalbleriniz, hevesleriniz bir noktada toplanıp birlik sağladığınız; bir takım gruplara ayrılmadığınız, birbirinizin şiddet ve saldırısına hedef olmadığınız sürece iyilikle emredip kötülüklerden men'ediniz.

Kalbleriniz parçalanıp arzu ve hevesleriniz ihtilâfa düştüğü, hiziplere ayrılıp birbirinizin şiddet ve saldırısını tatmaya başladığınız zaman artık nefsinize bakın.» Böyle bir devir geldiğinde âyetin bir diğer yorumu orta­ya çıkmış olur.

Abdullah bin Ömer'in (R.A.) Yorumu : İbn Ömer'e denildi ki:

  Bugünlerde oturup  iyilikle emretmeyi,   kötülüklerden   men'etmeyi terketsen, daha iyi etmez misin? Çünkü Allah, «Siz kendinize bakın..» bu­yuruyor.

O şu cevabı verdi:

  Bu âyet benimle ve arkadaşlarımla ilgili değildir. Çünkü Resûlül­lah (A.S.) Efendimiz bize : «Hazır olan kimseler, hazır olmayanlara tebliğ etsin.» buyurdu. Biz Resûlüllah'a (A.S.) eriştik, onun huzurunda bulunduk, sizler ise O'nu görmediniz, huzurunda bulunmadınız. O halde öğrendikle­rimizi size tebliğ etmekle görevli bulunuyoruz. Sözünü ettiğiniz âyet bizden sonra gelip iyilikle emir, kötülükten alıkoyma hususunda sözleri dinlenmi-yen kişilerle ilgilidir, [404]

Ebû Umeyye eş-Şa'banî diyor ki:

Ebû Sa'lebe'ye uğradım ve kendisine, «Ey îmân edenler! (Siz) kendinize sahip olun, kendinize bakın.» mealindeki âyetle nasıl amel ettiğini sordum. Bana şu cevabı verdi: Vallahi ben bu âyetin yorumunu Resûlüllah (A.S.) Efendimizden sordum. Bana şöyle buyurdu : «İtaat edilen bir ihtirası, kin ve aşırı cimriliği, peşine takılıp uyulan bir hevesi, etkileyici bir dünyayı ve her görüş sahibinin kendi görüşünü beğendiğini görünceye kadar iyilikle emredin, kötülükten men'edin. Sözü edilen durumlar ortaya çıktığında ar­tık özellikle kendine bak, halkı bırak. Çünkü önünde sabır günleri olacak. Kim o günlerde sabrederse,   ateşi   elinde   tutmuş olur. O günlerde Sâlih amelde bulunan kimseye, sizin ameliniz gibi amel eden elli kişinin sevap ve mükâfatı vardır.» [405]

İlgili rivayetlerden çıkarılan sonuç :

İlgili âyetle, insanlıktan yana en hayırlı ümmet olarak ortaya çıkarı­lan Hz. Muhammed'İn (A.S.) ümmetinin hakkı temsil ettiğinde, hemen her devirde mutlaka karşısına bâtılın çıkacağına işaret ediliyor. Gerçek bu ol­duğuna ve bâtılı tamamen ortadan kaldırmak mümkün olmadığına göre, mü'jninlerin bâtıla karşı tutumları ne ölçüde olmalıdır? İşte bunun cevabını Kur'ân veriyor: «Ey imân edenler! Kendinize sahip olun, kendinize bakın. Siz doğru yolda iseniz, (doğru) yoldan sapan size zarar veremez..»

Mü'minler İslâmı gerçek anlamıyla yaşadıkları, imân aksiyonunu ta­şıdıkları takdirde, kendilerine düşeni yapmış olurlar. Çünkü böyle bir tavır ve tutumda birlik ve beraberlik ruhu üstün gelir. Küfür ehlinin zararı İse, yarı yolda kalır. O halde her fert İslâm'ı yaşadığı, toplum da ahlâkî ve sos­yal meselelerini İslâmî doğrultuda çözmeğe çalıştığı gün korku ve endişe kalkmış sayılır.

O halde ortada insanlara ışık tutan, yol gösteren bir gerçek vardır; o da müslümanların İslâm'ı dosdoğru yaşamalarıdır. [406]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetle, önoe Müslümanların kendilerini korumaları, mü'minlerin İslâmî ölçülere göre yaşayıp başkalarına iyi örnek olmaları em­redildi. Aşağıdaki âyetlerle, inançların, amellerin korunması kadar, mal ve servetin de korunmasının lüzumlu olduğu belirtiliyor ve ölüm belirtileri or­taya çıkınca vasiyetin gereği üzerinde duruluyor ve yol gösteriliyor. [407]

 

Meali  :

 

105— Ey imân edenler! Sizden birine ölüm hâli geldiğinde vasiyette bulunurken, aranızdan iki âdil kişiyi veya yolculuk halinde bulunuyorsanız, bu sırada size ölüm musibeti gelip çatmişsa, sizden olmayan başka iki kim­seyi şahit tutun ve onları namazdan sonra alıkoyun. Şüphelendiğiniz tak­dirde, onlar şöyle yemîn ederler, «And olsun ki, yakınımız bile olsa andımı­zı (hiçbir) paha ile değiştirmiyeceğiz ve Allah için şahitliği gizlemiyeceğiz; o takdirde günaha girenlerden oluruz.»

107—  Eğer bu iki şahidin (vebal altına girip) bir günahı hakedecekle-rine bilgi edinilirse, onların yerine, ölene daha yakın hak sahibi vârislerden iki kişi geçer ve Allah'a yemin ederek şöyle derler:  «And olsun ki bizim  şa­hitliğimiz onların şahitliğinden daha haktır ve hakkı da aşmadık, aksi halde zâlimlerden oluruz.»

108— Bu, şahitliği yerine getirmelerine veya yeminlerinden sonra ye­minlerinin reddolunmasından korkmalarına daha yakın (bir çare)dir.

Allah'tan korkup (şahitliği yerine getirmemekten) sakının ve (iyice) din­leyin. Allah, ilâhî sınırları aşıp günah işleyenleri sevmez.

 

İniş Sebebi

 

Temîm b. Evs ed-Dârî ile Adiy b. Bedâ' ticaret amacıyla Şam'a bir yol­culuk yapmışlardı. Bu ikisi de o sıralarda Hıristiyan dinine bağlı bulunuyor­lardı. Beraberlerinde Amr. b. Âs'ın (R.A.) kölesi Budayl de vardı ve bu zat Müslüman idi. Şam'a vardıklarında Budayl hastalandı ve yanında paradan, eşyadan ne varsa hepsinin listesini çıkarıp bir vasiyet mahiyetinde yazarak eşyasının araşma yerleştirdi. Ancak böyle yaptığını arkadaşlarına söyle­medi. Derken hastalığı iyice arttı ve umudu kalmayınca Temîm ile Adiy'i çağırarak eşyasını, Medine'ye döndüklerinde çoluk-çocuğuna teslim etme­lerini vasiyet etti. Çok geçmeden Budayl vefat etti; adı geçen arkadaşları onun eşyasını açıp baktılar. 300 miskal (1440 gr.) altın işlemeli gümüş bir tas buldular; onu kendilerine alıkoyup geriye kalan eşyayı Medine'ye dön­düklerinde Budayl'in vârislerine teslim ettiler. Vârisler eşyayı açınca için­deki yazılı vasiyeti ve eşya listesini buldular. O kıymetli tasın getirilmedi­ğini anladılar. Vârislerle o iki kişi arasında şu konuşma geçti:

  Murisimiz Budayl, eşyasından bir şey sattı mı?

  Hayır.

  Ticarette bulundu mu?

  Hayır, ona vakit bulamadı.

  Hastalığında bir şey satıp kendine harcadı mı?

  Hayır, buna gerek kalmadı.

  İyi ama biz onun eşyası arasında şu yazılı vasiyeti bulduk; ortada altın nakışlı gümüş bir tas yok.

  Bizim bu hususta bir bilgimiz yok, bize teslim edileni aynen getirip teslim ettik.

Mesele büyüdü. Davacı ve davalı olarak Resûlüllah (A.S.) Efendimize başvurdular. Temîm iie Adiy her şeye rağmen Peygamberin (A.S.) huzurun­da da inkârda ısrar ettiler. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [408]

Tirmizî'nin tesbitine göre :

Olay aynen cereyan ettikten bir süre sonra Temim ed-Dârî İslâm'a gir­di ve ilk iş olarak Budayl'in vârislerine uğrayıp çaldığı gümüş tasın yarı be­deli olan 500 dirhemi ödedi. Adiy ise inkârda ısrar etti ve kendi dinine göre,. en çok saygı duyduğu şey üzerine yemin etti.

Bu sebepie yukarıdaki âyetler indi. [409]

 

Fıkhî Yönü

 

Ölüm'hastalığmda vasiyette bulunmak istiyen kimsenin yapacağı va­siyete Müslümanlardan iki âdil kimseyi şahit tutması emredilmektedir. Bu bir emr-i vücubî midir, yoksa tavsiye yollu bir emir midir? Fukahanm gö­rüş ve tesbitleri farklıdır. Kendilerine güvendiği bu iki kişi ölenin vasîsi de olabilir; vasi üzerine şahit olarak tutulan başka iki kişi olma ihtimali de mevcuttur. Ancak şahitlerin mutlaka Müslüman olması şart mıdır? Bu hu­susta da farklı görüş ve tesbitler ortaya konulmuştur:

a)  İbn Abbas, Ebû Mûsâ el-Eş'arî (R.A.), Saîd bin Müseyyeb, İbn Cü-beyr, Nehaî, Şa'bî, İbn Sirîn, Şüreyh ve bir de müfessirlere göre, gayr-i-müsiimlerden de olması caizdir.

b)  Diğer ilim adamlarına göre, ölenin kabile ve ülkesi halkının dışın­da Müslüman iki âdil kişi kasdedilmiştir. Şöyle ki : Ölenin yanında yakın­ları veya yakın arkadaş ve dostları bulunursa, onlardan  Müslüman edil iki kişiyi şahit tutar. Yoksa, yine müslüman olmak şartıyla başka memle­ket halkından iki âdil kişiyi şahit tutar.

Âyetin hükmünün kaldırılıp kaldırılmadığı hakkındaki görüşler:

Âyetin mensûh = hükmünün kaldırılmış olduğu üzerinde de farklı gö­rüş ve tesbitler vardır:

İbrahim Nahaî'ye göre, bu âyetin hükmü kaldırılmıştır. Çünkü İslâm'ın ilk yıllarında gayr-i müslimlerin şahitliği kabul ediliyordu. Sonra bu, «Ken­di adamlarınızdan iki şahit tutun» mealindeki Bakara Sûresi: 282. âyetle kaldırıldı.  Nitekim âlimlerin  icmâına  göre,  fâsık  (açıktan  günah   işleyip şer'î sınırlan aşan)ın şehâdeti makbul değilken gayr-i müslimlerin şahitli­ği nasıl kabul olur?

İbn Abbas (R.A.), Saîd bin Müseyyeb, İbn Cübeyr ve Ahmed bin Hanbel'e göre, âyetin hükmü kaldırılmamıştır. Gurbette iki Müslüman,şâhit bulunmadığı takdirde iki gayr-i müslim kişi şahit tutulabilir. Nitekim Müs­lümanlardan bir adam Dakuka'da hastalandı, vasiyeti için Müslümanlar­dan iki kişi bulamayınca Kitap Ehlinden iki kişiyi şahit tutmak zorunda kaldı. Ölüm olayından sonra o iki şahit, adamın eşyasını alıp Küfe valisi Ebû Musa el-Eş'arî'ye (R.A.) getirdiler. O da : «Resûlüllah (A.S.) Efendi­mizden sonra ilk olarak meydana gelen bir olaydır bu!» diyerek ikindi na­mazından sonra onlara yemîn ettirdi: Hıyanette bulunmadıklarına, yalan söylemediklerine, vasiyeti ve teslim edilen eşyayı değiştirmediklerine ve gizlemediklerine dair Allah ile yemin ettiklerinde, şahitliklerini kabul etti ve eşyayı ölenin vârislerine testim ederek konuyu sonuca bağladı.

Bu konuda mezhep imamlarına gelince:

a)  İmam Şafii ve İmam Mâlik'e göre, kâfirin şahitliği caiz değildir.

b)  İmam Ebû Hanîfe'ye göre, kâfirin şahitliği caiz değilse de Kitap Ehli vatarfdaşların kendi aralarındaki dâvalarda şahitlikleri caizdir. [410]

Âyetten Çıkarılan  Hükümler;

1.  İster evde, ister yolculuk halinde ölüm belirtileri kendini gösterin­ce adamın vasiyette bulunmasının birçok yararlan vardır.

2.  Mümkün olduğu takdirde.,yapılan vasiyete, ileride herhangi bir iti­raz ve ihtilâfa yer vermemek için şahit tutmak sünnettir.

3.  Yine mümkün olduğu takdirde iki şahidin Müslümanlardan olması sağlanır. Mümkün olmadığında gayr-i müslim vatandaşlardan da tutmak caizdir.

4.  Şahitlere ikindi namazından sonra yemin ettirilir. [411]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle şer'î bazı hükümlere yer verildi. Mü'minle-rin İslâmî ölçülere göre günlük hayatlarına yön vermelerinin yararları üze­rinde duruldu. Aşağıdaki âyetle, sözü edilen hükümlerin ve İslâmî anlam­da hayata renk katmanın amaç ve hedefi belirtiliyor. Kıyamet günü Peygamberler yüklendikleri ilâhi görevi yerine getirirken ve tebliğde bulunur­ken ümmetlerinin onlara ne cevap verdiğinin ortaya çıkarılıp açıklana­cağı hatırlatılıyor. Böylece şer'İ hükümlerle yüksek ahlâk, fazilet ve so­rumluluk duygusu birleştirilip bütünleştiriyor. [412]

 

Meâli :

 

109— Allah, peygamberleri biraraya getirip toplayacağı günde, «Si­ze ne cevap verildi?» diyecek. Onlar da «bizim hiçbir bilgimiz yok, gayb-lan bilen şüphesiz ki sensin sen!.» diyecekler.

 

İlgili Hadis

 

«Ayakta durduğum bir sırada tanıdığım bîr grup insana gözüm İlişti. Benimle onlar arasında bir adam (melek) çıkıp onlara, haydi geliniz! dedi. Nereye? diye sorduğumda, vallahi cehenneme gidiyoruz, diye cevap ver­di. Bunların durumları nedir? diye sordum. Senden sonra bunlar dinlerin­den dönüp gerisin geriye gittiler, dedi.

Sonra bir başka topluluğa daha gözüm ilişti ki onları da tanıdım. Be­nimle onlar arasından bir adam (melek) çıkıp, haydi geliniz!, dedi. Nereye gidiyorsunuz? diye sorduğumda, vallahi cehenneme gidiyoruz, diye cevap verdi. Peki bunların durumu nedir? sorduğumda, Bunlar da senden sonra dinlerinden dönüp gerisin geriye gittiler, dedi.»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devamla buyurdu ki:

«Bunlardan kurtulacak olanları pek göremiyorum, ancak çobansız ka­lan deve sürüsünden birkaç tanesinin yolunu şaşırıp ayrılanlar misali bir­kaç tanesi kurtulabilir.» [413]

 

Kur'ân'da Uygulanan İlâhî Metot

 

Kur'ân'da uygulanan ilâhî metot gereği, konudan konuya geçişler, di­ğer bir tabirle sık sık konuyu değiştirmeler çok belirgindir. Tarihî bir ola­yın özü ve ibretli noktaları sergilenirken hemen sonra dikkatler varlık âle­minde hükümran olan ilâhî kudrete çekilir ve hemen sonra ruhlara can-lılık veren âhirete çok duyarlı bir kapı açılarak sorumluluğun sınırı belir­lenir. Sonra da şer'î hükümlerin bir bölümü işlenir, derken bunların amaç ve hikmeti yüksek ahlâk ve fazilet düzeyinde bir komprime biçiminde su­nulur.

Yukarıda mealini yazdığımız âyetin inişi de bu metot doğrultusunda­dır. Dinî hükümlerden birkaç konu açıklandı, hikmetine kısmen dokunul­du ve hemen sonra kafalar ve kalbler âhiretin o ürpertici tablosuna dön­dürüldü. Böyleee hukukla ahlâk, hukukla sorumluluk, sorumlulukla fazîlet, hukukla adalet içice nadide bir örtü misali işlendi. Bıkkınlık vermeden ilâ­hî hikmet,perde perde gönüllere sunulurken akıl, irâde, zekâ, duygu ve başta hafıza olmak üzere diğer yetenekler mükemmel bir motorun ahenkli parçalan gibi çalışıp birbirini tamamlayıp durdu.

İnsan ürünü olan hiçbir eserde böylesine çekiei, düşündürücü, bağ­layıcı, bütün yetenekleri sistematik olarak harekete geçirici, bir anda yük­sek ahlâkın ölçü ve anlamını, fazîletin ışığını ruha ve vicdana işleyici bir parça ya da bölüm bulmak mümkün müdür? Hangi eser iki üç defadan fazla okunabilir?

İşte Kur'ân'in yüceliği, ilâhî olma özelliği bu noktada da kendini çok açık biçimde ortaya koyar. [414]

 

Peygamberlere Verilen Cevaplar

 

 «AHah, peygamberleri bir araya geti­rip toplayacağı gün, «Size ne cevap verildi?» diyecek.»

Peygamberler yüksek edep ve terbiyenin bütün inceliklerini, kuralları­nı kendilerinde taşırlar. Özellikle ilâhî hitaba mazhar oldukları anlarda bu edep ve terbiye,doruğuna yükselir ve hiçbir kıyas kabul etmez.

Kur'ân, ilgili âyetle hem peygamberlerle ümmetleri arasındaki ilginin gerçek ölçü ve sonuçlarını ortaya koymakta, hem de bunun için âhiret saf­halarından müstesna bir tablo oluşturup gözler önüne sermektedir. Pey­gamberlerin ilâhî huzurda, ümmetleriyle kendi aralarında teblîğ görevi ve ona karşılık takınılan tavır hakkında varılan sonuçlar açıklanırken nasıl bir terbiye ve nezaket içinde bulunacakları sergileniyor. «Size ne cevap ve­rildi?» sorusu, her ümmetin peygamberinin çağrısına verdiği cevabın bir defa daha belirlenip ortaya konulmasına ve itirazların kalkmasına yöne­liktir. Ama gizli-açık her şeyi hakkıyla bilen Yüce Kudretin huzurunda ön­ce bilgiyi Allah'a izafe etmek, «Ümmetimiz hakkında Senin bildiğini bile­meyiz» demek, elbetteki peygamberlik mertebesine yakışan bir terbiye kuralıdır.

Bu, bir bakıma mü'minlere büyüklerinin huzurunda nasıl konuşmaları gerektiğine de işarette bulunup yol göstermektir. Nitekim Ashab-ı Kirâm'-ın Peygamber (A.S.) Efendimizin huzurundaki davranışları böyle idi.

Diğer bir husus da, kıyametin o kalbleri yerinden oynatıp dehşete sok­tuğu, seslerin kısıldığı, gözlerin tek noktaya dikilip kaldığı safhası karşı­sında peygamberlerin de bir ara bir şeyler hatırlıyamaz olacakları düşü­nülebilir. Belki de âyette, «Size ne cevap verildi?» sorusuna, peygamber­lerin böylesine muhteşem bir tablo karşısında, «Bizim hiçbir bilgimiz yok» demekten başka bir şey düşünemiyecekleri hatırlatılıyor.

Başka bir yorumla, her peygamber kendisinden sonra ümmetinin ne­ler yaptığını, hangi yollara saptığını yeterince bilemez. Oysa ameller son. durumuyla ölçülür. Aynı zamanda insanların gönlünden nelerin geçtiğini, içleri dışlarına uyup uymadığını en iyi bilen Allah'tır. Bunun için kendileri­ne yöneltilen soruya karşılık : «Bizim hiçbir (sıhhatli) bilgimiz yok» diye­rek ilmi Allah'a nisbet edeceklerdir. Nitekim ilgili hadiste bu husus gayet açık biçimde belirtilmiştir. [415]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda gecen âyetle kıyamet gününde peygamberlerle ümmetleri arasında teblîğ, davet ve buna karşı olumlu ya da olumsuz verilen cevap­ların belgelendirilerek açıklanacağı belirtildi.

Aşağıdaki âyetle yine aynı hususa temas ediliyor; Hz. İsa'yı Mahlastı-ranları uyarmak için o gün İsâ Peygamberin hüviyetinin açıklanacağı, ona ve annesine olan ilâhî nimetlerin yüceliğinin bir bir belirtileceği, Havari­lerin imân doğrultusundaki tutum ve isteklerinin bir bir ortaya dökülece­ği haber veriliyor. [416]

 

Meali :

 

110— Allah (o gün) buyuracak ki: Ey Meryem oğlu İsa! Sana ve annene olan nimetimi hatırla; hani seni Ruhu'I-Kudüs ile desteklemiştim de beşikte ve yetişkin iken insanlara konuşuyordun; hani sana Kitab'ı (okuyup yazmayı), hikmeti, Tevrat ve İncil'i öğretmiştim ve sen benim iz­nimle çamurdan kuş biçiminde (şekil) yapıp ona üflemiştin, o da benim iznimle kuş oluvermişti. Bir de anadan doğma körü, alacatenliyi benim iznimle iyileştirmiştin; hani ölüleri de benim iznimle kabirden diri olarak çıkarıyordun ve İsrâiloğulfarı'na açık belgeler (mu'cizeler) getirdiğinde onların (saldırısını) senden savmiştım; onlardan inkâra sapanlar, «bu açık bir sihirden başkası değildir» demişlerdi.

 

İniş Sebebi

 

Hıristiyan âlemini, düştükleri yanlış akideden kurtarmak, İsâ Peygam­berin asıl hüviyetini en duyarlı noktalarıyla açıklamak suretiyle onları bu konuda yeterince uyarmak; Tevhit inancını en sağlam ölçülerle ortaya koymak için yukarıdaki âyetler indirilmiştir. [417]

 

Ruhun Gücü Ve Yeteneği

 

Âl-i İmrân sûresi 55-60. âyetlerinin tefsirinde de açıklandığı gibi, Al­lah'ın emri olan RUH, hayat ve enerji kaynağıdır. Bu yüzden Melek Cebra­il'e Ruh, denilmiştir. Her şeyi hattâ Tanrı'yı maddeleştirmek istiyen İsrâil-oğulları, o yüzden Musa Peygamberin 40 günlük kendilerinden uzak kal­masıyla bu arzularını gerçekleştirmek için altından buzağı yapıp ona ta­pınmaya başlamışlardı. İşte böyle bir millete, ruhî yapısı çok gelişkin olan bir peygamber gerekiyordu. İlâhî irâde bu yolda tecelli edince İsâ Pey­gamber böyle bir ortamda ve belirtilen ruhî yücelikte gönderilmişti. İlâhî inayete çokça mazhar olan ve her bakımdan hayat ve enerji, imân ve ir­fan kaynağı Cibrîl'in üflemesiyle ana rahminde oluşan İsa Peygamber de bu meleğin hayat veren nefha iksirinin azıcık bir tezahürüne varis ola­rak hayat saçan, sağlık yayan bir ruha sahip olmuştur.

Bir de bu ruh, Allah'ın izniyle, kün = ol! emrine tecelligâh olursa, o zaman beşikte iken konuşur, anadan doğma körleri ışığa kavuşturur, alacatenliieri iyileştirir, hastalara, kötürümlere şifâ verir. Çünkü bedenle ruh arasındaki ilgi -mecaz yollu bir benzetmede bulunacak olursak- cere­yanla ampul arasındaki ilgiye benzer. Asıl güç ve kudret cereyanda mah­fuzdur, onu ortaya çıkaran araçlardır. Bu araç ne kadar mükemmel olur­sa, cereyan o nisbette yararlı olur. İsâ Peygamberin ruhu, Melek Cebrail'in üflemesinden ne kadar destek görmüşse, diğer bir deyimle Onun kudre­tine ne kadar vâris olabilme şansına erişebilmişse, bedeni de o nisbette destek bulmuştur. Böylece araç mükemmel bir makina misali ruh denilen hayat ve enerjiyle irtibat sağlayınca olağanüstü olaylar meydana gelmiş ve mu'cizeler doğmuştur. Âdem Peygamberi balçıktan yaratan k ü n=o I! emri, İsa'nın kalbinde ve dilinde tecelli edince, o da bu ilâhî kudretin te­celli ve tezahürüne kısmen vâris olma bahtiyarlığı içinde çamurdan kuş şekli yapıp üflemiş ve kün^ol! emrinin bağlı bulunduğu ilâhî izinle kuş can­lanıp uçmuş, ölüleri kabirlerinden dirilterek çıkarmıştır.

Diğer insanlarda Cebrail'in nefhası ve kün = ol! emrinin tecel­lisi bulunmadığından sözü edilen kudret ve yetenekler oluşup belirgin ha­le gelmemiştir. [418]

 

Kur'ân'la İncil'in Birleştiği Nokta

 

Marta'nın sevgili kardeşi ölmüştü. İsâ Peygamber geldiğinde Marta durumu ağlayarak ona anlattı. Hazır bulunanların hepsi de o gencin ölü­müne çok üzülüyorlardı. İsâ Peygamber ilâhî kudretin yüceliğini İsrâiloğul-ları'na göstermek, babasız dünyaya gelmenin nasıl bir tecelliye mazha­riyet olduğunu ortaya koymak için ölenin kabrine doğru yürüdü ve :

«Ey Babam (Rabbim)! Beni işittiğin için sana şükrederim ve beni dai­ma işittiğini bilirim. Fakat çevrede duran halk için söyledim, tâ ki beni sen gönderdiğine imân etsinler.»

İsa bu sözleri söyledikten sonra yüksek sesle : «Lazar, dışarı gel!» di­ye bağırdı. Ölü de, elleri ve ayakları sargılarla bağlanmış ve yüzü mendil­le sarılmış olarak çıktı. İsâ onlara : «Onu çözün ve bırakın» dedi. [419]

«Önceleri kör olan adamı Ferisilerin yanına götürdüler, İsa'nın çamur yapıp onun gözlerini açtığı gün Sebt idi.» [420]

«İsa gerçekten anadan doğma kör bir adamı gördü...... Ben dünyada durdukça, dünyanın nuruyum, dedi. Bunu söyledikten sonra yere tükürdü, çamur yaptı, çamuru onun gözlerine sürdü ve ona git Siloam Havuzunda yıkan. O da gidip yıkandı ve görmekte olarak döndü.» [421]

«Ve hastalığını otuz sekiz yıldır çekmekte olan bir adama: İyi ofmak ister misin? dedi ve kalk yatağını kaldır ve yürü, dedi. Adam hemen iyi ol­du ve yatağını kaldırıp yürüdü.» [422]

Bu misalleri çoğaltmak mümkün. Çünkü Matta İncil'inde de bu tür olaylardan söz edilmiştir. Kur'ân İncil'deki bu belgeleri hem doğruluyor, hem tashih edip özetini veriyor.

Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî Diyor ki:

«İsâ (A.S.) iki ayrı âlemin (varlığın) imtizaç (bileşim)inden oluşmuştur. Günkü Melek ile Meryem arasından zuhur etmiştir. O halde İsâ Peygam­ber Ruhtan meydana gelen bir ruh, beşerden meydana gelen bir beşerdir. Bu özellik başkasına verilmemiştir. İkinei Semâya yükseltilmesinin hikme­ti budur. Zira bu Semânın yıldızları bizden taraf iki ayrı âlemden imtizaç edip  (bileşmiştir).»[423]

2.  Ayrıca böyle bir anlatım, kıyametin yakın olduğuna işarettir. Nite­kim Büyük Müfessir Fahruddin Râzî de böyle bir yorumda bulunmuştur. Kur'ân'da da bunun örnekleri çoktur.

3.  Olacak şeyi hikâye ederek anlatmaya yönelik olabilir. Bazen biz de bu tarz ifadeler kullanırız, Cenâb-ı Hak da bizim anlayışımıza kolaylık sağlamak için olacak olayı hikâye edip geçmiş zamanla ilgili fiil kullan­mıştır. [424]

 

Ruhların Mahiyetlerinde Farklılık

 

Ruhların mahiyetinde farklılıklar vardır: Kimi tertemiz nuranîdir. Kimi habîs ve zulmanîdir. Kimi ışık saçar, pırılpırıldır. Kimi bulanık ve paslıdır. Kimi çok yücedir, kimi derece bakımından çok aşağılardadır. Kimi de ruh­lar âleminde has bir makamda beraberinde ayrıca hayvanî ruhu da taşı­maktadır.

Bunun için Allah Resulü (A.S.} Efendimiz : «Ruhlar (ezelde) mangala­ra ayrılmış askerler gibidirler..» buyurmuştur. [425]

 

Beşikte İken De, Yetişkin İken De Aynı Şeyleri Konuştu

 

 «Beşikte ve yetişkin iken insanlara konuşuyordun.»

İsâ {A.S.) her iki devre ve durumda dd aynı ölçü ve anlamda konuş­muştur : «Şüphesiz ki ben Allah'ın kuluyum; O bana kitap verdi ve beni peygamber kıldı ve nerede olursam olayım beni mübarek eyledi. Yaşadı­ğım sürece bana namaz kılmamı ve zekât vermemi tavsiye etti. Anama iyi­likte bulunmamı emretti; O beni (hakka karşı gelen) bedbaht bir zorba yap­madı. Doğduğum gün de, öleceğim gün de, dirileceğim gün de selâm (esenlik ve mutluluk) bana olsun!» [426]

Böylece İsâ Peygamber doğduğu andan itibaren Allah'ın kulu oldu­ğunu, ibâdetle emredildiğini; anasına hep iyilikte bulunmakla ilâhî tavsi­yeye mazhar olduğunu açıklamış; ne Allah'ın oğlu olduğunu, ne Allah'ın kendisinde tecelli ettiğini, ne de üç ilâh iddiasında bulunduğunu söyle­miştir. Daha beşikte iken bu hakikati İsrâiloğullan'na söylemesi, ileride ilâhlaştırılmasına imkân verilmemesine yönelik bir mu'cizedir. Ne yazık ki, Hıristiyan din adamları bu mu'cizeyi dikkate almamışlardır. Kur'ân hem İncil'in unutulan bu belgesini hatırlatıyor, hem Hıristiyanların akidesine yön vermeyi amaçlıyor.

Sonuç olarak şöyle özetiiyelim: İlâhî rahmet O'nun gazabının önünde yürümektedir. İnsanlar ne kadar doğru yoldan sapıp tuğyan etseler, yine de Allah rahmetiyle onları uyarır, hakikati açıklar ve insan aklını hakka yö­neltmeğe imkân verir. [427]

 

Sihir Ve Mu'cize

 

Bu konuyu Bakara sûresinde yeterince açıkladık. Burada münasebet düştüğü için tekrar edelim ki : Sihir, eşyanın hakikatini değiştirmez, göz-boyamak suretiyle bir takım hayalî görüntüler sergiler. Sunduğu ve gös­terdiği hiçbir şeyin gerçekle ilgisi yoktur.

Mu'eize böyle değildir. Sebeplerin ortadan kalkması, olağanüstü bir olayın tecelli etmesidir. Bu tecelli göründüğü gibi, hakikattir, gözboyama değildir. Peygamber (A.S.) Efendimizin parmaklarından su akması ve yüz-'srce kişinin bu suya kanması bir hakikattir. Küçük bir tenceredeki bir­kaç parça ete dokunup onu yüzden fazla insana sunması ve hepsinin de doyması yine bir hakikattir.

Kur'ân, İsrâiloğullan'nın ötedenberi sihirle içice bulunduğunu hatır­latarak mu'aizeyle sihri birbirine karıştırdıklarını açıklıyor ve bu konuda duygusal davranıp hakkı görmek istemediklerine işarette bulunuyor. Çün­kü baba ve dedeleri Musa Peygamberin ortaya koyduğu bir niee mu'cize-lere inanmış ve o sayede Allah'ın birçok lûtuflarına mazhar olmuşlardı. İsâ Peygamberi, peygamber olarak kabul etmedikleri için, onun gösterdi­ği büyük mu'cizelere sihir deyip geçmişler ve bu hususta hiçbir insaf öl­çüsü tanımamışlardır. Oysa ölünün dirilip kalkması, anadan doğma körün dünya ışığına kavuşması, yıllarca yatalak hastanın bir anda iyileşip aya­ğa kalkması bir sihir, ya da büyü işi değil, ilâhî kudretin mu'eize biçiminde tecellisidir ve hepsi de hakikattir. [428]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetle, kıyametten bir tablo sunuldu. Peygamberle­rin teblîğ görevini lâyıkıyla yerine getirdikleri hatırlatıldı. İsâ Peygambe­rin de İsrâiloğullan'na sadece teblîğ göreviyle yetinmeyip bir de mu'cizeler gösterdiğine dikkatler çekiliyor ve kıyamet günü İsrailoğulları'ndan bü­tün bunların sorulacağı bildiriliyor.

Aşağıdaki âyetlerle yine İsâ Peygamberin Havarilerle olan ilgisine dik­katler çekiliyor. İsâ Peygamberin ilâhî buyrukları kusursuz yerine getir­diği; inanmıyanlara ilâhî kudretin yüceliğini, inananların kalblerini rahat­latıp yatıştırmayı diliyerek gökten sofra inmesini sağladığı çok düşündü­rücü bir anlatımla haber veriliyor.

Kur'ân bu olayı nakletmekle çok önemli bir hususa parmak basıyor: İnkâr imân derecesine çıkınca ne mu'cize kabul eder, ne de aklın ve sağ­duyunun yolunu.. Aşırı tutuculuk insanları körleştirip sağırlaştırır. Artık hakikati gören bir göz yoktur. Hakk'ın sesini işitecek kulakların işitme özelliği dumura uğramıştır. O halde kusur ne Allah'tadır, ne de peygam­berde; çünkü Allah insanlara olan sevgi ve rahmeti gereği en doğru yo­lu gösterecek peygamber ve kitap göndermiştir. Peygamber de bir sürü tehlike ve işkencelere rağmen görevini kusursuz yapmıştır. Kusurlu olan o toplumun kendisidir. Bahar gelip güneş ve yağmur toprağa canlılık ve­rirken taşlarda bir uyanma olmaz. Katılaşan kalbler de işte böyledir. Pey­gamber nisan yağmuruna, ilâhî buyruklar güneşe benzer; katılaşan kalb­ler bu yağmur ve güneşten nasibini almazsa, güneş ve yağmurun kusuru ne? [429]

 

Meali  :

 

111—  Ve hani Havarilere, bana ve peygamberime imân edin, diye il­hamda bulunmuştum, onlar da, «biz imân ettik, Hakk'a teslimiyet gösteren­lerden olduğumuza şahit ol!» demişlerdi..

112—  Hani bir vakit de Havariler, «Ey Meryem oğlu İsâ! Rabbin gök­ten üzerimize bir sofra indirebilir mi? (veya sen Rabbinden böyle bir is­tekte bulunabilir misin?)» demişlerdi. {Bunun üzerine İsâ onlara:) «Eğer mü'minler iseniz Allah'tan korkup (ilâhî sınırları aşmaktan, O'nun hakkın-

da şüphe etmekten) sakının.» demişti.

113—  Havariler, «Ondan yemeği, kalbimizin yatışmasını ve senin de bize doğru söylediğini bilmeyi, onun üzerine şahitlerden olmayı arzu edi­yoruz da (ondan bu istekte bulunuyoruz)»   diyerek   (samimi olduklarını) belirtmişlerdi.

114—  Meryem oğlu İsâ (duâ ederek) dedi ki: «Allahım!. Rabbimiz! Üzerimize gökten (öyle) bir sofra indir ki, bizim ilkimize de, sonrakileri­mize de bayram ve Senden açık bir belge (mu'cize) olsun. Bizi rızıklandır; Sen rızık verenlerin en hayırlısısın.»

115—  Allah (onun bu duasına karşı şöyle) buyurdu : «O sofrayı şüp­hesiz ki size indireceğim; artık kim ondan sonra inkâra, nankörlüğe sa­parsa, âlemde hiç kimseye yapmıyacağım bir azap ile ona azap ederim,»

 

Mâide = Sofra

 

«Rabbin gökten üzerimize bir sofra indirebilir mi?»

MÂİDE, sözlükte, MADE YEMİDU fiilinden gelme bir isimdir. Bir şeye meyletmek, vermek ve harekette bulunmak mânalarına gelir. Kavram ola­rak, daha çok üzerinde yemek bulunan sofraya denilir. Üzerinde yemek bulunmayan sofraya ise, daha çok HUVAN adı verilmiştir.

İsâ Peygamberin, -Havarilerin isteği üzerine- İsrâiloğulları'nı Cenâb-ı Hakk'ın yüce kudretine inandırmak ve kendisinin de hak peygamber ol­duğunu kanıtlamak için duâ etmesi ve bunun olumlu karşılanıp gökten, üzerinde yemek bulunan bir sofranın indirilmesi, kendine has bir mu'cize-dir. İlim adamlarından bir kısmının bunu manevî bir sofra ile yorumlama­sı, âyetin zahirine ve mevcut İncil'deki ilgili açıklamaya uymamaktadır, Aslında mu'cizeyi yoruma tabi' tutup mevcut carî kanunlara ve illiyet pren­siplerine uydurmaya hiç gerek yoktur. Olayın özelliği, mu'cize olmasında, mevcut tabiat kanunlarının ötesinde bir anlam taşımasındadır. Aksi halde ona mu'cize demeye lüzum kalmaz.

Kur'ân her ne kadar sofranın indirildiğini kesin bir ifadeyle belirtmi­yorsa da Allah'ın onu indireceğini vadettiğini çok açık biçimde anlatıyor. Allah ise, va'dinden dönmez, onu mutlaka yerine getirir. Bu bakımdan biz sofra mu'cizesinin tecelli   ettiğine     inanıyoruz.

Klasik tefsir kitaplarımızda bu sofranın özelliği hakkında hayli geniş bilgiler verilmiştir. Ne var ki çoğunun sıhhat derecesi şüphelidir. Kur'ân ölçüsüne göre, önemli olan,sofranın özelliği, üzerindeki yemeklerin çeşit­leri ve isimleri değil, gökten böyle bir sofranın inmesi ve buna rağmen İs­rail oğul la rı'nrri inkâr ve inatlarından dönmemeleridir.

Bu bakımdan Kur'ân'da sofrayla ilgili birkaç önemli noktaya parmak basılmıştır: Havarilerin bu sayede gönül yatışkanlığına kavuşup imân ve irfanlarını artırması, İsâ Peygamberin hak peygamber olduğunun kanıt­lanması, sofradan teberrüken yenilip ilâhî feyiz ve inayete erişilmesi bu cümledendir.

Mevcut İncil'de bu mu'cize değişik biçimde şöyle anlatılmıştır:

«Ve İsâ çıkıp büyük bir kalabalık görerek onlara acıdı, hastalarını iyi etti. Ve akşam olunca, şakirtler ona gelerek dediler: Yer ıssızdır, zaten va­kit geçti; halkı salıver ki, köylere gitsinler de kendilerine yiyecek satın al­sınlar. Fakat İsâ onlara dedi: Gitmelerine hacet yok; onlara siz yiyecek verin. Şakirtler de İsa'ya dediler: Burada beş ekmek ve iki balıktan başka bir şeyimiz yok. İsâ : Onları buraya bana getirin, dedi. Ve çayır üzerine otursunlar diye halka emretti. Ve beş ekmekle iki balığı aldı ve göğe bakıp şükran duası etti; ve ekmekleri kırıp şakirtlere verdi, şakirtler de halka verdiler. Hepsi de yiyip doydular ve parçalardan artanı on iki küfe dolusu olarak kaldırdılar. Yiyenler, kadınlar ve çocuklardan başka beş bin erkek kadar idiler.» [430]

Kur'ân, asıl İncil'in ortadan kaybolması sebebiyle insan elinin doku­nup değiştirdiği belgeleri tashih ediyor ve bu mu'cizenin tecelli ettiği şekli açıklıyor. [431]

 

Havarilerin İnancı

 

«Rabbin...... indirebilir mi?»

Kur'ân'da YESTETİLJ fiili getirilerek, «Rabbin-gökten üzerimize bir sofra indirebilir mi?» şeklinde bir ifâde kullanılmıştır. İlk nazarda. Havari­lerin böyle bir istekte bulunup «indirebilir mi?» diye şüphe izhar etmeleri, inançlarının çok zayıf olduğunu göstermektedir. Bu nedenle tefsîrcileri-mizin çeşitli yorumları olmuş ve Havarîlerin Hakk'a teslimiyet gösteren mü'minler kabul edildiği açısından hareketle olumlu sonuçlar çıkarmışlar­dır.

Ne var ki bu âyet hakkında Hz. Âişe Validemiz (R.A.)dan yapılan ri­vayet cok daha doyucurudur. Sahih kaynaklardan edindiğimiz bilgiye gö­re : Hz. Âişe (R.A.) ile Tabiîn'den Mücahid, HEL YESTETİÛ RABBÜKE ye­rine HEL TESTETİÛ RABBEKE okumuşlardır. Bu takdirde mâna şöyle olu­yor : «Ya İsâ! Rabbinden üzerimize mâide indirmesini dileyebilir misin?»

Nitekim Ashab'dan Muaz bin Cebel (R.A.) de diyor ki: «Ben birkaç defa Resûlüllah (A.S.)ın TESTETİÛ okuduğunu işittim.» [432]

Böylece, «Rabbin gökten üzerimize bir sofra indirebilir mi?» şeklinde

bir bakıma inançsızlığa delâlet eden ve yorumlara sebep olan mahzur kalkmış sayılır. Aynı zamanda Havariler «Rabbeke» sözüyle İsa'nın Al­lah'ın kulu ve peygamberi olduğunu bildiklerini ifâde etmiş bulunuyorlar.

Ancak bu husustaki diğer yorumların özetini vermemizde fazla bilgi edinme bakımından yarar vardır:

1.  İlim adamlarından bir kısmına göre, bu tarz bir soru, sağlam kök­lü bir imâna sahip bulunan kişilerden sadır olmaz. Anlaşılan o sırada Ha-varîler Allah'ın yüce kudreti hakkında şüpheci durumunda bulunuyorlardı.

2.  Böyle bir soru sadece kalp yatışkanlığını sağlamaya yöneliktir. Nite­kim İbrahim Peygamber de kalbinin yatışması için ölülerin nasıl diriltil-diğini görmek istemişti. Ne var ki Havarilerin isteyiş tarzıyla onun isteyiş tarzı arasında büyük fark var. Tabii biri peygamber dilinden yükselip çı­kıyor, diğeri sadece inanan kişilerin dilinden..

3.  Böyle bir mu'cizenin doğmasına ilâhî hikmetin uygun olup olmadı­ğını öğrenmeye yöneliktir, diyenlerin bu yorumu ise, daha da ma'kuldur. Ama Hz. Âişe (R.A.), Muaz bin Cebel (R.A.) ve Mücahid'den yapılan riva­yet ise çok daha uygundur. [433]

 

Vahiy Ve İlham

 

<{Ve nani Havarilere ...... diye ilhamda bulunmuştum.»

Arapça sözlükte vahyin ilham mânasına da geldiği veya bu mânada da kullanıldığı yaygındır. Bu bakımdan vahiy birkaç mânaya gelir:

a) Melek Cebrail'in peygamberlere gönderilmesi,

b)  Meleğin kalbe fısıldaması,

c)  Mânanın kalbe atılması veya kalbde doğması bu cümledendir.

İlgili âyette bu son mâna kasdedilmiştir. Nitekim Musa Peygamberin annesine ve zaman zaman Hz. Meryem'e bu ölçü ve anlamda vahiy gel­miştir ki, bunun ilhama delâlet ettiğini, yani vahyin ilham manasına geldi­ğini gösterir. [434]

 

Meryem Oğlu İsâ

 

«EY Meryem oğlu Isa!»

Kur'ân'da İsâ Peygamberle ilgili bölümlerde özellikle bu tabire daha çok yer verilmiştir. Bunun sebebi acıktır; Hıristiyanların onu Allah'ın oğlu kabul etmeleri, Ruhulkudüs vasıtasıyla, yani onun Meryem'e üfleyip birleşmesiyle İsa'nın ilâhlaştığı iddiasında bulunmaları, böyle bir ifade tar-' zının kullanılmasına sebep olmuştur. Cenâb-ı Hak sık sık, İsa'nın insan ol­duğunu, Meryem adında saliha bir kadından dünyaya geldiğini acıklıyarak Hıristiyan din adamlarını uyarmaktadır. [435]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle Allah'ın İsâ Peygambere verdiği nimetler. Havarilerin istekleri, gökten inen sofra anlatıldı. Kıyamet günü, bunca nî-met ve ilâhî belgelere rağmen hâlâ inkâr ve inatlarında devam edenlerin hesabının görüleceği, Tevhît Akidesini «üc ilâh inancı»yla yıkanların İsâ Peygamberle yüzleştirilecekleri hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle yine kıyamet günü bu hususla ilgili tablonun ana çizgileri belirtiliyor. İnsanların kalblerini en iyi bilen Allah'ın o gün her şeyi ortaya çıkaracağına dikkatler çekilerek gereken uyarı yapılıyor. [436]

 

Meali

 

116— Hem Allah, «Ey Meryem oğlu İsâ! Sen mi insanlara Allah'tan üaşka ben.mle annemi iki ilâft edinin, dedin?» demişti (diyecek) de İsâ, «ben. (ortaklardan, noksanlıklardan) tenzîh ederim; bana hak olmayan

bir sözü söylemek yaraşmaz. Eğer söylemişsem elbette Sen onu bilirsin. Nefsimde olup biten şeyi de bilirsin, ben ise Senin nefsinde (ilminde sübut bulan) şeyleri bilmem. Şüphesiz ki sen, sensin gaybları çokça bilen, diye cevap vermişti (cevap verecek).

117—  Onlara sadece bana emrettiğini söyledim: Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin!. Onlar arasında bulunduğum sürece üzerlerine şahit idim. Beni aralarından tutup aldığında, üzerlerinde denetleyici olarak (sadece) Sen kaldın; Sen her şeye yeterince şahitsin.

118—  Eğer onlara azap edersen, şüphesiz ki onlar senin kullarındır; bağışlarsan, doğrusu Sen çok güçlüsün, çok üstünsün, hem de yegâne hikmet sahibisin..

119—  (Bunun üzerine) Allah (şöyle) buyuracak:  (Bugün) doğruların doğruluklarının kendilerine yarar verdiği gündür; onlar için altlarından ır­maklar akan içinde ebedî kalacakları Cennetler vardır. Allah onlardan ra­zı oldu, onlar da Allah'tan razı oldular. İşte bu, büyük bir kurtuluştur.

120—  Göklerin, yerin ve bunlarda bulunanların  mülkü  (tasarruf ve hükümranlığı) Allah'ındır; O her şeye kadirdir (gücü her şeye yeter.)

 

İlgili Hadîsler

 

«Kıyamet günü olunca peygamberlerle ümmetleri çağrılacak. Sonra İsâ çağrılacak ve Allah ona olan nimetlerini bir bir anacak ve: «Ey Mer­yem oğlu İsâ! Sen mi insanlara Allah'tan başka benimle annemi iki ilâh edinin, dedin?» diye soracak.» [437]

İbn Abbas (R.A.) diyor ki :

Resûlüliah (A.S.) Efendimiz bize çok duygulandırıcı öğütte bulunarak şöyle buyurdu : «Ey insanlar! Şüphesiz ki siz yalınayak, baş açık, çırılçıp­lak ve sünnet olmadık bir vaziyette Aziz ve Celil olan Allah'a haşroluna-caksınız. (Yaratmaya ilk başladığımız gibi tekrar iade edeceğiz). Kıyamet günü ilk elbise giydirilen İbrahim Peygamber olacaktır.

Haberiniz olsun ki, ümmetimden bazı adamlar getirilecek, onlar sol taraflarından (kitapları verilenler olarak) tutulacak. Bunlar benim ar-kadaşlarımdır, diyeceğim. «Senden sonra bunların neler uydurup ortaya koyduklarını bilmezsin» denilecek. O zaman sâlih kul (olan İsa'nın) dedi­ğini diyeceğim: «Eğer onlara azap edersen, şüphesiz ki onlar senin kullarındır; bağışlarsan doğrusu Sen çok güçlü ve çok üstünsün, hem de yegâne hikmet sahibisin!.»

Bunun üzerine bana şöyle denilecek : «Doğrusu sen bunlardan ayrıl­dıktan sonra devamlı haktan dönüp gerisin geriye gittiler..» [438]

 

Peygamberler Şirk Ve Günahlardan    Korunmuşlardır

 

 «Benim de Rabbim, sizin de Rabbİniz olan Allah'a kulluk edin..»

Allah, Tevhit İnancını temelinden yıkan ÜC İLÂH akidesinin doğura­cağı elim sonucu haber verirken, kıyamette sergilenecek müstesna bir tabloyu gözlerimizin önüne bir film şeridi gibi getirmektedir.

e meydana gelen, değişiklikler, farklı zamanlarda yapılan çe-virilerindeki yanlışlıklar dikkate alınmadan din adına dini aslından uzak­laştırmanın, peygamber adına onu ilâhlaştırmanın ne hakiki İncil'de, ne de İsâ Peygamberin akide sisteminde yeri vardır. Çünkü peygamberler her türlü şirk ve günahtan korunmuşlardır. Bu durumda mursellerden olan İsâ Peygamber gibi kadri yüce bir nebinin kendini Allah'ın oğlu sayması veya Allah'dan başka ilâh ilân etmesi düşünülebilir mi? Oysa her peygam­ber gibi o da şirkin kökünü kurutmak, günahları durdurmak için gönderil­miştir.

Allah'a ve Peygamberlere has sıfatları bilmiyecek kadar dinin özün­den ve mayasından uzak kalan Hıristiyan din adamlarıyla İsâ Peygamber kıyamet günü İlâhî adalet ve hesaplaşma alanında yüzyüze getirilecekler ve böylece Allah ve Peygamberine bilerek veya bilmiyerek iftira edenler hak ettikleri cezayı göreceklerdir.

Kur'ân'da ilâhî rahmet ve gufran gereği Hıristiyanlar, sunulan bu uh-revî tabloyla uyarılıyor; Müslümanların da dikkatleri çekilerek şahıslan ilâhlaştırma basiretsizliğine düşmemeleri hatırlatılıyor. [439]

 

Peygamberler Merhamet Ve Şefkat  Kaynağıdırlar

 

<Eğer onlara azâp edersen, şüphesiz ki onlar senin kullarındır; bağışlarsan, doğrusu sen çok güçlüsün, çok üstünsün, hem de yegâne hikmet sahibisin.»

Genellikle peygamberler hem çok sabırlı, hem de çok merhametli ve şef katlıdırlar. Bu nedenle her peygamber kendi ümmetinin kurtulması, doğru yolu bulması için can atmış, bu uğurda gerektiğinde hiçbir fedâ­kârlıktan kaçınmamıştır. Kur'ân bununla ilgili bir örnek vererek milletleri, daha çok Kitap Ehli'ni insafa ve idrâke çağırıyor.

Kıyamet günü, ilâhî adalet bütün belge ve kanıtlarıyla tecelli edince sesler kısılacak, gözler tek noktaya dikilecek, kalbler korku ve dehşetten yerinden oynayacak. İsâ Peygamber de, her şeye rağmen -içindeki mer­hamet ve şefkat duygulan harekete geçecek- Hıristiyanların kurtulmasını arzulayacak, ancak ilâhî hikmetin tecellisine boyun eğip rıza göstermenin en ölçülü edep ve terbiyesini bir defa daha gösterecektir: «Eğer onlara azâp edersen, şüphesiz ki onlar senin kullarındır (bizim müdahale hakkı­mız yoktur). Onları bağışlarsan, doğrusu sen çok güçlüsün, çok üstünsün ve yegâne hikmet sahibisin» diyerek tam bir teslimiyet izhar edecek ve sonucu ilâhî takdir ve hükme bırakarak susacaktır.

Bu bir şefaat değil, içten gelen bir arzudur.

Şüphesiz ki kıyametin bu safhasının anlatılması, insanlarla peygam­berler arasındaki açıklığı kapamak ve din adamlarını ölçü ve insafa da­vet içindir. [440]

 

Doğruların Doğruluklarının Fayda   Vereceği Gün

 

O çok üstün, çok güçlü ve yegâne hikmet sahibi, insanların ne şek­line ve kıyafetine bakar, ne de malına ve sözüne... Ama onların kalbine ve niyetine bakar. Amelleriyle niyetleri arasındaki bağın sağlamlığını or­taya koyup ona göre hükmünü verir.

Bunun için kıyamet günü ancak doğruların doğruluklarının fayda ve­receği bildirilmiş, amellerin niyetlere göre değer kazanacağı açıklanmış­tır. Bu doğrultuda ilâhî adalet bütün duyarlığıyla tecelli ettikten, iyiler kö­tülerden, doğrular yalancı ve sahtelerden ayrıldıktan sonra peygamber­lerin şefaatine erişme imkânları doğacaktır. [441]

 

Meryem'i İlâhlaştıranlar

 

Hıristiyan din adamları, İsâ Peygamberi Allah'ın oğlu ve ikinci dere­cede bir ilâh kabul ettikleri gibi Meryem'i de Tanrı'nın annesi saymışlar-

dır.  Nitekim Roma  Katolik Kilisesinin  inançları arasında Meryem'e müs­tesna bir yer verilmiş ve ikinci Havva olarak vasıflandırılmıştır.

Meydan Larousse'da Meryem maddesinde şu cümlelere rastlamakta­yız : «Meryem'in gerçekten Tanrı'nın annesi olduğu kabul edilir. Ama bu Meryem'in Tanrı'yı doğurduğu anlamına gelmez.»

İşte Kur'ân bu ölçüsüz ve bâtıl inancı yermekte ve kıyamet günü İsâ Peygamberin kendini ve annesini Allah'tan başka ilâhlar olarak tanıtıp ta­nıtmadığının sorulacağını, Hıristiyanların bu husustaki aşırılıklarının orta­ya konulacağını haber vermektedir.

Kıyamette en iyi sonuç, doğruların doğruluğu olacak, her kişi Allah'a uzanan yolda ortaya koyduğu doğruluğu, iyi niyeti oranında mutluluğa erişecektir. [442]

 

Mâide Sûresi Biterken

 

Önce bu sûrenin de tefsirini bize müyesser kılıp tamamlatan Allah'a sonsuz hamd-u senalar olsun. Bizi başarılı kılan ancak O'dur. O'nun dile­diği gerçekleşir. O dilemedikçe biz dileyemeyiz.

Hayatımızın her bölümünde, işlerimizin her kesiminde bize ilham kay­nağı olan Resûlüllah (A.S.) Efendimize de salât-u selâmlarımızı sunarız.

Mâide sûresine «Ey imân edenler!» hitabıyla başlanılmış, insanları ilâhlaştıranlar kınanarak bitirilmiştir.

Sûrede Kitap Ehli kabul edilen Yahudî ve Hıristiyanların gerek İslâm hakkındaki düşünce ve tutumlarına, gerekse Tevrat ve İncil'i değiştirip aslından uzaklaştırmalarına ve aynı zamanda bu kitaplarla da ciddi biçim­de âmel etmediklerine sık sık temas edildi. Son dinin gelmesiyle önceki dinlerin yürürlükten kaldırıldığı, Allah'ın seçip beğendiği tek dinin İslâm olduğu açıklandı. Hz. Muhammed (A.S.)ın bütün insanlara, milletlere ve çağlara gönderilen son peygamber bulunduğuna dikkatler çekildi; pey­gamberin görevinin sadece îeblîğ olduğu hatırlatıldı.

Fert ve toplumun dinî hayatlarının ölçüleri belirtildi ve Allah'a giden yolun her türlü şirk ve fesattan temizlenmesinin lüzumu üzerinde durul­du. Ahkâma geniş yer verilerek helâl ve haram maddeleri açıklandı.

Şahsî hukukla aile hukukuna kısmen dokunuldu, Allah için şahitlikte bulunmanın önemine dikkatler çekildi. Ölmek üzere olan mü'minlerin va­siyetlerini yazmaları tavsiye edildi.

Son. olarak İsâ Peygamberin nail kılındığı nîmetler anıldı ve kıyamet günü, kendisini ilâhlaştıranlarla yüzyüze getirileceğidir uyarı anlamında sergilendi ve büyük hesap gününde ancak doğruların doğruluğunun fay­da vereceği üzerinde duruldu; her şeyin Allah'a ait olduğu, göklerde ve yerde sadece O'nun hükümranlığının câri bulunduğu belirtilerek Mâide sûresi noktalandı. [443]

 

 



[1] Hâkim : Hz. Aişe  (R.A.)dan

[2] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1579.

[3] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1579.

[4] LÜbab-îbn Kesîr

[5] Kurtubî  -  İbn  Cerîr Taberî tefsirleri

[6] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1581-1582.

[7] Tirmizî/siyer:   30  -  Ahmed:   2/207

[8] Buharî/mezalim :  4, ikrah :  7 - Tirmizî/fiten :  68 - Dâremî/rikak:  40 -Ahmed:   3/99,  201

[9] İbn Mâce/fiten :   23  - Ahmed:  2/43  -  5/365

[10] Müslim/imaret:   133   -   Dâremî/edeb:   115 - Tirmizî/ilim :   14 - Ahmed: 4/120 - 5/274,  357

[11] Müslim/ilim :   16,   zikir :   1 - Ebû   Dâvud/sünnet:   6 - Tirmizî/ilim:   15, sevâbü'l-Kur'ân:   14  - İbn Mâce/mukaddeme:   14

[12] Müslim/birr :  14, 15 - Tirmizî/zühd :,52 - Dâremî/rikak:  73 - Ahmed: 4/122

[13] Dâremî/büyû :  2 - Ahmed:  4/194

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1582-1583.

[14] Ahmed b. Hanbel  - Tirmizî:  İbn Amr'den.

[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1583-1584.

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1584.

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1585.

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1585-1586.

[19] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1586.

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1586.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1586-1587.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1587.

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1588.

[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1588-1589.

[25] İbn Mâce - İbn Asâkir : İbn Ömer (R.A.)dan. Sahihtir..

[26] Ebu Dâvud - Tirmizî - Nesâî - İbn Mâce :  Ebu Hüreyre  (R.A.)den

[27] Sahih-i Müslim.

[28] Beğavî :   Câbir  (R.A.)den.

[29] îbn Ebî  Hatim.

[30] Tirmizî:   İbn Abbas   (R.A.)dan / Hadisün hasenün garibün.

[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1590-1591.

[32] Ebû Nuaym - İbn Hibbân : Büreyde (R.A.)dan. Süyûti, bu hadisin zayıf olduğunu söylemiştir.

[33] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1591-1592.

[34] Alman ilim adamı Dr. Hans Heinrich RECKEWEG'in bu önemli konfe­ransını Çapa Tıp Fakültesi Pataloji Kürsüsü Asistanı Dr. Ömer Fahrettin ter-ceme etmiştir.

[35] Levililer :  7/22-26

[36] »        :  7/27

[37] Çıkış       :  22/20

[38] Levililer :  11/7-8

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1592-1597.

[39] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1597-1599.

[40] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1599-1600.

[41] îbn Hibban: îbn Ömer (R.A.)dan

[42] Ahmed bin Hanbel:  Ebû Vâkid el-Leysî'den isnad-i sahih ile..

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1600-1602.

[44] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1602.

[45] Esbab-ı Nüzul/Nisaburi - Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali.

[46] îbn Cerîr Taberî - Buharî/bed-i halk: 7, 17 - Müslim/libas: 81, 82, 83, 84

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1603.

[47] Buharî/bed-i halk;   17, hars:   3 - Müslim/müsakat:   59 - Tirmizi/seyd:   17

[48] Sahih-i Müslim

[49] Buhan/hars: 3, bed-i halk: 17, zebâyih: 6 - Müslim/müsakat: 50, 51, 52, 53, 54, 57, 61, sayd:   1, 3

[50] Müslim/sayd: 1, 3 - Buharî/zebâyih : 2, 3, 7 - Ebû Dâvud/edahî: 22 -Tirmizî/sayd:  1, 6 - Nesâî/sayd:   1, 3, 5, 6, 7, 8, 18, 20, 21  - Ahmed:   1/231

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1603-1604.

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1604-1605.

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1605-1606.

[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1606.

[54] Ahmed b. Hanbel: 3/28 - Tirmizî - Ebü Dâvud - İbn Hibban : Ebû Said (R.A.)den.

[55] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1607-1608.

[56] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1608-1609.

[57] Lübabu't-Te'vil - Tefsîr-i tbn Cerîr Taberî

[58] îbn Cerîr Taberi

[59] Lübabu't-Te'vîl - Kurtubî - İbn Cerîr Taberî

[60] Tefsîr-i Kurtubî :  6/46

[61] Tefsir-i Taberî :  İlgili âyetin tefsiri

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1609-1611.

[62] Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali :   İlgili  âyetin  tefsirinde..

[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1611-1612.

[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1612.

[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1612-1613.

[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1613.

[67] Buharı/ vüdû:   2 - Müslim/taharet:   1 - Tirmizî/taharet:   1   -   Ahmed: 2/39

[68] Tirmizî/taharet:  44  - Ebu Dâvud/taharet:   112  -  Dâremî/vüdû :  46

[69] Buharî/vüdû:  24, 28 - Müslim/taharet:  3, 4, 8 - Ebû Dâvud/taharet : 51  - Nesâî/taharet :   67, 68,  93  -  İbn Mâce/taharet:   6  -  Ahmed :   1/59,  64,  66, 68, 71

[70] Buharı/ilim :   3, 30,  vüdû' :   27,  29  -  Müslim/taharet:   25,  28,  30 - Ebû Davud/taharet :   46  -  Tirmizî/taharet:   31   -  Nesâî/taharet:   88 - İbn Mâce/ta­haret:  55 - Ahmed:  2/193, 201, 266

[71] Sahîh-i  Müslim :   Câbîr   (R.A.)den

[72] »             » - SaMh-i Buharı - Ahmed:   3/431, 4/207

[73] t>               »           »           »         :  Hz.   Aişe   (RA.)dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1615-1616.

[74] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1616-1617.

[75] Buharî/vahiy: 1 - menakıb: 45 - talâk: 11 - eyman: 23 - Müslim/ima­ret: 155 - Ebû Davud/talâk: 11 - Nesâî/taharet: 59, talâk: 24, eyman: 19 - Ibn Mâce zühd:  26

[76] Kitabu'l-Fıkhî   Alâ'l-Mezahibi'l-Arbaa :   1/53-59.

[77] Lübabu't-Te'vü/Alaeddin  Ali:   1/435.

[78] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1617-1620.

[79] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1620-1621.

[80] Taberânî:   İbn  Ömer   (R.A,)dan   -   Sahihtir.

[81] Ahmed bin Harıbel - Nesaî - İbni Mâce : Enes  (R.A.)den - Ummü Se­leme  (R.A.)den.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1621-1622.

[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1622-1623.

[83] Tefsîr-i tbn Kesîr - Tefsîr-i Merağî:  6/70

[84] Fethü'l-Kadîr/Şevkanî:   2/20

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1624.

[85] Buharî/hibe: 12 - Müslim/hibat: 9, 10, 17 - Tirmizî/ahkâm : 30 - Ne-sâî/nahl: 1 - İbn Mâce/hibe : 1 - Taberânî/akdiye: 39 - Ahmed: 4/268, 269, 271, 272

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1624-1625.

[86] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1625.

[87] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1625-1626.

[88] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1626-1627.

[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1627.

[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1627.

[91] Tefsîr-i Keşşaf - Lübabu't-Te'vîl  - İbn Cerîr Taberî.

[92] îbn Cerîr Taberî - Lübab-üt-Te'vil.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1628-1629.

[93] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1629-1630.

[94] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1630.

[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1632.

[96] Tevrat/Sayılar:   5-15

[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1632-1633.

[98] Tevrat/Tesniye :   31/15   -   19

[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1633-1634.

[100] Nisa Sûresi :   16

[101] Tevrat-Tesniye :  31/14

[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1634-1635.

[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1635-1636.

[104] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1636-1637.

[105] Yuhanna:   14/15-16

[106] Yuhanna:   16/12-14

[107] Matta :   21/43-45

[108] Markos :   1/14-15

[109] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1639-1640.

[110] Bu konuda fazla bilgi için bak : Ra'd Sûresi Âyet: 31 Tefsirine.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1640-1641.

[111] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1641-1642.

[112] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1643.

[113] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1643-1644.

[114] İbn Cerîr Taberî - Lübabu't-Te'vîl - İbn Kesir - Kurtubî

[115] >       »       »

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1645.

[116] Ahmed bin Hanbel : Enes bin Mâlik (R.A.)den

[117] Buharî :   Ebû Hüreyre   (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1646.

[118] Kurtubî :   6/122.  Lübab :   1/443

[119] Ebû Süleyman'ın naklettiği hadîsin senedini tesbit etmek mümkün olmamıştır.

[120] Tefsîr-i Kurtubî:   6/122

[121] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1646-1647.

[122] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1647-1649.

[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 3/1649.

[124] Tevrat; Sayılar :  13/1-30

[125] Tevrat; Sayılar : 14/1-10

[126] >           ı.        :  14/26-32

[127] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1651-1653.

[128] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1654-1655.

[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1655.

[130] Buharî - Nesâî/tahrim:   29  - îbn Mâce/fiten :   11

[131] Buhari/cenâiz ;  33 - Müslim/kasamet:  27 - Tirmizî/ilim:   14

[132] İbn Cerîr Taberî - Abdurrezzak :  Ma'mer'den, o da el-Hasan'dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1657.

[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1657-1658.

[134] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1658.

[135] Tekvin :   4/1-8

[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1659.

[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1659-1660.

[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1660.

[139] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1660-1661.

[140] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1661.

[141] Sayılar :   35/33

[142] Çıkış :   20/13

[143] Sayılar :   35/30

[144] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1662-1663.

[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1663-1664.

[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1664.

[147] Bu olayı, Sünen Sahipleri az farklı biçimde nakletmişlerdir. Kaynak ka­bul edilen bütün tefsirlerde buna yine az değişik biçimde yer verilmiştir. Nisa-burî, Esbab-ı Nüzul'de bunu nakletmiş, mezhep imamları da üzerinde yeterince durmuşlardır.

[148] Geniş bilgi için bak:  Fethü'l-Kadİr/Şevkânî:  2/33-34.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1665-1667.

[149] Fazla bilgi İçin bak: Tefsîr-i Kurtubî - Tefsîr-i İbn Cerîr - Taberî - Tef-sîru Âyati'l-Ahkâm / Sabûnî:   1/550-552 -  1977.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1667-1669.

[150] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1669.

[151] Sahîh-i Müslim/münâfikun:  51

[152] Sahîh-i Buharî/rikak:  49 - Müslim/münâfikun:  52 - Ahmed:  3/218

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1670-1671.

[153] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1671-1672.

[154] Ahmed bin Hanbel / 2/265 - Tirmizî/menâkib: l

[155] Buharî - Müslim/salât:  11 - Ebû Davud/salât:  26 - Tirmizî/menâkib:   1 - ezan:  37 - Ahmed: 2/168

[156] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1672-1673.

[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1673.

[158] Esbab-i Nüzul - Lübabu't-Te'vîl.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1674.

[159] Buhari - Müslim/hudud: 7 - îbn Mace/hudud: 22 - Nesaî/sarık: 1 - Ah-med: 2/253

[160] Müslim/hudud:  1, 4 - Ebû Davud/hudud:  33, 34 - Taberânî/hudud: 27

[161] Ahmed bin Hanbel.

[162] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1674.

[163] Dare Kutnî : Ebû Hüreyre  (R.A.)den.

[164] İbn Mace : Ömer b. Semure'den - tbn Huzeyme.

[165] îbn Cerîr Taberî : Abdullah bin Amr'den.

[166] Buharî - MÜslim/hudud:  8, 9, 40 - Ebû Davud/akziye:   14,  hudud:  4 -Tirmizî/hudud: 6 - Nesâî/sarık: 6 - Ahmed:  2/70 - 6/162

[167] Ahmed bin Hanbel - Ebû Davud - Nesâî.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1674-1676.

[168] 10 Dirhem:  32 gr. saf gümüş eder. Dînar:   10 dirhem-i şer'î kıymetinde altın demektir.

[169] İbn Mâee/hudud: 5

[170] Dare Kutnî.

[171] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1676-1678.

[172] Fazla bilgi İçin bak: Kurtubî: 6/160-170 - îbn Cerîr:  6/148.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1678-1679.

[173] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1679.

[174] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl/Alâeddin Ali - îbn Cerîr Tabe-rî - Tefsîr.i Merağî - Âlûsî.

[175] Ahmed bin Hanbel - Müslim - Ebû   Dâvud - îbn Cerîr - îbn   Münzir: Berâ' bin Azib  (R.A.)den.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1681-1683.

[176] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1683-1684.

[177] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1685.

[178] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1685-1686.

[179] İmam Mâlik : Murselen rivayet etmiştir.

[180] Buharî/edeb: 69 - Müslim/birr: 103, 104, 105 - Ebû Dâvud/edeb: 80 -Taberânî/kelâm: 16 - Tirmizî/birr: 46 - İbn Mâce/mukaddeme: 7, dua: 5 - Dâ-remî/rikak:  7 - Ahmed:  1/3, 5, 7, 8

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1686-1687.

[181] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1687.

[182] Levililer:   20/10-11

[183] Tesniye;  22/23

[184] İncil Luka:  18/18 - Matta:  19/18

[185] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1687-1688.

[186] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1688.

[187] VASK, eski bir tartı birimidir. 60 Sa' miktarında olup 62.400 dirhem tu­tarındadır. Bugünkü tartı birimiyle: Şer'î dirheme karşılık 218 kilo 400 gramdır. Örfî dirheme karşılık 199 kilo 680 gramdır.

[188] İbn Kesir - Kurtubî - Ahmed bin Hanbel - Lübab.

[189] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1690-1691.

[190] Ahmed bin Hanbel.

[191] »         >         »         - Ebü Dâvud - îbn Mâce - Nesâî.

[192] Tirmizî - îbn Cerîr Taberî.

[193] Nesâî.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1691.

[194] Fazla bilgi için bak: Ahkâm-ı Kur'ân / Ebûbekir el-Arabî - Tefsir-i Kur-tubî: 6/188-190.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1691-1692.

[195] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1692-1693.

[196] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1693-1694.

[197] Buharı-Müslim : Enes bin Nadîr  (R.A.)den   - tbn Kesîr

[198] Fazla bilgi için bak:   îbn Kesîr:   2/62 - Kurtubl :   6/191-197 - Ibn Cerîr Taberî: 6/167-168

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1694-1695.

[199] Tevrat-Çıkış :   21/22-24

[200] Tevrat/Levililer :   24/17-22

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1695-1696.

[201] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1696.

[202] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1697.

[203] Sahih-i Buharî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1698.

[204] Matta : 5/17-20

[205] Matta : 5/21

[206] Matta . 5/ 27

[207] Matta : 5/31

[208] Matta : 5/33

[209] Matta :   5/38

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1698-1700.

[210] Yuîıanna :  14/15

[211] »         :  16/17.

[212] Yuhanna :  16/18

[213] Matta      : 21/40

[214] Markos   :  1/15

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1700-1701.

[215] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1701.

[216] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl / Alaeddin Ali - Kurtubî  -İbn Kesîr - İbn Cerîr Taberî.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1703.

[217] Buharı / enbiya : 48 - Müslim / fezâil :  143, 145 - Ebû Dâvud / sünnet: 13  -  Ahmed :   2/319, 406,  437, 463,  482,  541

[218] Taberanî – Buharı

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1703

[219] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1704.

[220] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1704-1706.

[221] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1706-1708.

[222] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1708-1709.

[223] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1709-1710.

[224] Esbab-ı  Nüzul/Nisaburî   -  Lübabu't-Te'vü/AIaeddin  Ali

[225] »          »

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1711.

[226] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1712-1713.

[227] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1713.

[228] Fazla bilgi için bak:  Mefatihü'1-Gayb / Fahruddin Razî :  3/611

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1713-1714.

[229] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1714.

[230] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1715.

[231] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1715-1716.

[232] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1716-1718.

[233] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1718-1719.

[234] SUyuti el-Câmi'ıTl-Kebîr :   Muaviye   (R.A.)den

[235] Yakut-i   Hamevi   Mu'cemü'l-Buldan :   1/378

[236] Mevzuat-i  AIiyyi'l-Kaarî

[237] Camhıs-Sağîr/Süyûtî :   UTRÜK  maddesi

[238] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1719-1720.

[239] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1721.

[240] İbn Kesîr-Lübabu't-Te'vll

[241] Kurtub!         »           » - Mefatihü'1-Gayb/Fahruddin Razî

[242] ibn Kesîr - Lübabu't-Te'vîl - îbn Cerlr Taberî - Kurtubİ

[243] >         >           »            »

[244] >         >          >            >

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1722-1723.

[245] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1723-1724.

[246] Nisa Sûresi, âyet:  142

[247] Tevbe Sûresi, âyet: 54

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1724.

[248] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1725.

[249] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1725-1726.

[250] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1726-1727.

[251] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl / Alaeddin Ali

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1728.

[252] Ahmed   bin  Hanbel:   1/390,   395,   397,   471   -   Müslim / kader:   32:   İbn Mes'ud  (R.A.)den

[253] EbÛ Dâvud - İbn Kesir - Ahmed bin Hanbel :  1/390. 433, 413. 466

[254] s         >     - İbn Mâce - İbn Cerîr Taberî

[255] Ahmed bin Hanbel - Ebû Davud - İbn Mace - Câmiussağîr :  2 152

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1728-1729.

[256] İbn Ebî Hatim - İbn Kesîr :  2/74

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1729.

[257] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1729-1730.

[258] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1730.

[259] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1731.

[260] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1731-1732.

[261] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1732.

[262] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1732.

[263] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1732.

[264] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1733.

[265] Lübabu't-Te'vîl / Alaeddin Ali - îbn Kesîr - Kurtubî.

[266] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1734-1735.

[267] Tefsîr-i Kurtubî.

[268] İbn Mürdeveyh-İbn Kesîr.

[269] Sahih-i  Müslim   -   Tirmizî / tefsir :   5 - İbn   Mâce / Mukaddeme:   13 Ahmed :   2/242,  313

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1735.

[270] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1735-1736.

[271] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1736-1737.

[272] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1737-1738.

[273] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1738.

[274] Mâide  Suresi:   66

[275] A'raf Sûresi :   159

[276] Al-i İmrân Sûresi:  75

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1738-1739.

[277] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1739-1740.

[278] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1740.

[279] Esbab-ı Nüzul / Nisaburî  - Lübabu't-Te'vîl / Alâeddin Ali

[280] Ahmed bin Hanbel - Tirmizî - tbn Cerîr Taberî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1740-1741.

[281] Sahih-i Müslim : Câbir bin Abdullah  (R.A.)dan

[282] Mefatihü'1-Gayb  /  Pahruddin Râzî :   3/635

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1741.

[283] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1741-1742.

[284] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1742.

[285] Lübabu't-Te'vîl / Alâeddin Ali - Tefsîr-i Kurtubî: İbn Abbas  (R.A.)dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1744.

[286] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1744-1745.

[287] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1746.

[288] Fazla bilgi için bak:   Mefatihü'1-Gayb  /  Pahruddin Razî :   3/638

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1746-1747.

[289] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1747-1748.

[290] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1748.

[291] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1748-1749.

[292] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1749.

[293] Yuhanna :3/16

[294] Yuhanna : 3/17

[295] Yuhanna : 14/11

[296] Yuhanna : 15/1

[297] Yuhanna : 1/18

[298] Yuhanna : 17/1

[299] Luka .1/32

[300] Markos .1

[301] Markos : 1/9

[302] Matta : 27/19

[303] Matta : 27/46

[304] Markos   :  10/18

[305] Bernaba İncil'i:   13/18

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1751-1753.

[306] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1753.

[307] Ahmed bin Hanbel - Tirmizî : Hadisün hasenün, garibün

[308] Ebû Dâvud - îbn Kesir :  İlgili âyetin tefsirinde

[309] Sahih-i Buharî - Müslim/imaret :  41, 42, 80 - Nesâî/biy'at:   1, 5, 8

[310] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/

[311] Kütub-i Sitte

[312] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1758-1759.

[313] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1759.

[314] Fazla bilgi için bak : Esbab-ı Nüzul / Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl-îbn Ke-sîr - Kurtubî - îbn Cerîr Taberî - Ebû Dâvud.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1761-1762.

[315] Esbab-ı  Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl - îbn   Kesir

[316] Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1762.

[317] îbn Mürdeveyh :  Ebû Hüreyre  (R.A.)den. - îbn Kesir

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1762.

[318] Bakara  sûresi :   96

[319] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1762-1764.

[320] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1764-1765.

[321] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1765-1766.

[322] Geniş bilgi için bak:  Kurtubî:   6/257-258

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1766.

[323] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1766-1767.

[324] LÜbabu't-Te'vîl - îbn Kesîr - îbn Ebi Hatim-Kurtubî

[325] Sahitı-i Buharî/nikâh :  1 - Müslim / nikâh : 5 - Nesâî / nikâh : 4 - Dâ-remi / nikâh :  3 - Ahmed :  2/158-3/241, 259, 285 - 5/409

[326] Buharî/nikâh:  6, 8 - Müslim/nikâh:   11,12 - Ahmed:   1/385,  390, 420, 450

[327] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1767-1769.

[328] Ahmed :   5/266

[329] Buharî/iman :   39,   büyü:   2 - Müslim/müsakat:   2 - kudat:   11 - İbn Mâee/fiten :  14 - Dâremî/büyû :  1  - Ahmed : 4/267, 269, 271, 275

[330] Buharî/imân :  32, teheccüd :   18, savm :  52, libas :  43  - Müslim/müsafi-rîn :   215,  221, siyam:   177  -  Ebû Davud/tetavvû:   27 - Nesâî/Kıyam ü I leyi :   17, iman : 29 - îbn Mace/zühd : 28 - Ahmed : 6/40, 51, 61, 84, 122, 189, 199

[331] Buharî/mağazî :   60,  ahkâm :   22   -  Dâremî/mukaddeme :   24 - Ahmed : 6/125

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1769-1770.

[332] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1770-1771.

[333] Tefsîr-i Kurtubî :   6/263

[334] Müslim/kader :   34   -   tbn   Mâce/mukaddeme :   10. zühd :   14 - Ahmed : 2/366, 370

[335] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1771-1772.

[336] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1772.

[337] Tefsîr-i Kurtubî :   6/265

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1773-1774.

[338] Ahmed bin Hanbel :   1/13, 54,  170,  183, 186  - Müslim / eyman :   1, 4, 5, 7, 10 - Tirmizî :  Ebû Hüreyre  (R.A;)den

[339] Tirmizî/nezir :   9 - Ahmed :   1/17-2/34,  67,  69  -  İbn Asâkir :   tbn  Ömer (R.A.)dan

[340] Tirmizi/nezir :   8 - Ahmed :  2/7

[341] Sahîh-i Buharî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1774.

[342] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1774-1777.

[343] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1777.

[344] Lübabu't-Te'vîl  -  tbn  Cerîr Taberî

[345] Mefatihü'1-gayb - Lübabu't-Te'vîl

[346] Tirmizî - Ebû Dâvud - Lübabu't-Te'vîl

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1779.

[347] Buharî/eşribe :  4,  10 - Müslim/eşribe :   67, 68  - Ebû Davud/eşribe :   5  -Tirmizî/eşribe :   2 - îbn Mace/eşribe:   9,  10  - Ahmed :   6/36, 97,  190, 226

[348] Ebû  Dâvud/eşribe :   3 - Nesâî/eşribe:   25 - îbn  Mace/eşribe:   10 - Ah-jmed: 2/91, 167

[349] Tirmizî/eşribe :   1,.kıyamet:   47 - Müslim/eşrîbe ;   72 - Ebû   Davud/eş-ribe :  5

[350] Ebû Dâvud/eşribe:  2  - Ahmed :   1/316-2/97

[351] Kurtubî - İbn Kesir:  Sahih-i Müslim'den naklen

[352] Sahih-i Müslim :  Enes bin Mâlik  (R.A.)den   

[353] Müslim/im an :   100,   104 - Buharî/mezâlim :   30,   eşribe :   1, hudud :   1.6, 14 - Ebû Dâvud/sünnet: 15 - Tirmizî/iman :  11 - Nesâî/kasamet: 49, sarık:  1-eşribe : 42 - Ahmed :  2/243, 317, 376, 386 - 3/346 - 6/139

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1779-1781.

[354] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1781-1782.

[355] Şafiî fıkhını zabt ve tedvin eden, bu zattır.

[356] Fazla bilgi için bak :   Revâyiu'l-Beyân Tefsîru  Âyati'l-Ahkâm/Muham-med Ali es-Sabûnî :   1/566. Mektebetü'l-Gazalî.

[357] Fazla bilgi için bak :  Kamus Tercemesi:   2/769  - îstanbul :   1305

[358] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1782-1784.

[359] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1784.

[360] Tefsîr-i Kurtubî  - Lübabu't-Te'vîl  - Tefsîr-i Âlûsî

[361] »    .         »                  »          »

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1786.

[362] Sahîh-i  Buharı - Müslim :   İbn  Ömer   (R.A Man

[363] »            »          »

[364] Sahîh-i Müslim - Nesâî:  Hz. Âişe  (R.A.) dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1786.

[365] Ra'd  Sûresi  âyet :  41

[366] »           »             »   .:  31

[367] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1787-1788.

[368] Tirmizî - Nesâî - Dâre-Kutnî.  (Ancak Nesâî diyor ki : Hadîsin ricali ara­sında Amr bin Amr bulunuyor ki, bu 2at zayıf tanınmıştır).

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1788-1790.

[369] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1790-1791.

[370] Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin  Ali :   1/489

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1792.

[371] Buharî/hac ; 43 - sayd : 8, 10, cizye : 22, ilim : 39, diyat: 8 - Lukta : 7 - Müslim/hac:   445, 447,  448 - Nesâî/menâsik :   no - Ahmed :   1/259,   316,318

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1792.

[372] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1793.

[373] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1793-1794.

[374] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1794.

[375] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1794.

[376] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1794-1795.

[377] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1795.

[378] Sahîh-i Buharî : Enes bin Mâlik (R.A.)den

[379] Lübabu't-Te'vîl-lbn Kesîr - Âlûsî

[380] Lübabu't-Te'vîl - tbn Kesîr - îbn Cerîr Taberî

[381] Sahîh-i Buharî-İbn Cerîr Taberi :   tbn Abbas   (R.A.)dan

[382] Tirmizî :  Hadîstin garibün - Âl-i tmrân sûresi:  97

[383] Sahîh-i Müslim:  Ebû Hüreyre  (R.A.)den - İbn Kesîr

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1796-1798.

[384] Şahîh-i Buharı - Müslim:  Muğîre b. Şu'be  (RA)den

[385] Ebû Dâvud

[386] Lübabu't-Te'vil/Alaeddin  Ali

[387] Tirmizi  - İbn Mâce :   Selmân  <R.A.)dan

[388] Câmiu'1-Usûl :  Ebû Sa'lebe'den  -  tbn Kesîr :   2/106

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1798.

[389] el-Fevâidü'l-Mecmu'a Fi-Ahâdisi'1-mevdu'a:   288

[390] Bu konuda fazla bilgi için bak :  Keşfü'1-Hefâ/el-Aclûnî:   C. 2/321

[391] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1798-1801.

[392] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1801.

[393] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1802.

[394] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1803.

[395] Buhâri/sulh :  5 - Müslim/akziye :   17 - îbn Mâce/mukaddeme:  2 - Ah-med;  6/270.- Ebû Dâvud : Hz. Âişe  (R.A.)dan

[396] Taberânî:  Gudayf b. Haris es-Sümalî'den

[397] Ebû Dâvud/Sünnet:   5 - Tirmizî-Nesâî/Iydeyn:  22 - Ahmed :   3/310,  371

[398] îbn Cerîr Taberî - İbn Kesîr : Ebû Hüreyre  (R.A.)den

[399] İbn Ebî Hatim - tbn  Kesîr

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1803-1805.

[400] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1805-1806.

[401] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1807.

[402] Tirmizi:  Hadısün hasenün sahihün

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1807-1808.

[403] ibn Kesîr.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1808.

[404] îbn Cerîr Taberî :  Süfyan bin İkbal'dan..

[405] Lübabu't-Te'vîl : 1/494-Mısır: 1955 - Ebû Davud/melâhim : 17 - Tir-mizi/tefsîr: 5 - îbn Maee/fiten : 2l'de ise, buna yakın bir rivayete yer verilmii-tir.

[406] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1808-1810.

[407] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1810.

[408] Kui-tubî - İbn Kesîr - Lübabu't-Te'vil - İbn Cerîr Taberî. - Mefatihul-gayb/Fahruddin Râzî.

[409] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1812-1813.

[410] Fazla bilgi için bak :  Lübabu't-Te'vîl, İbn Kesîr, Kurtubî, îbn Cerîr ve Mefatihü'1-gayb tefsirlerine..

[411] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1813-1814.

[412] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1814-1815.

[413] Sahîh-i   Buharî/rikak :   53 - Ahmed :   3/18,   39

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1815.

[414] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1816.

[415] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1816-1817.

[416] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1817.

[417] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1819.

[418] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1819.

[419] Yuhanna :  11/40-44

[420] Yuhanna : 9/13

[421] Yuhanna : 9/1-8

[422] Yuhanna : 5/5-9

[423] Fütuhat-i Mekkiyye :  3/201 - Beyrut?

[424] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1820-1821.

[425] Buharî/enbiyâ:   2 - Müslim/birr:   159,  160 - Ebu Davud/edeb:   16 - Ah-meö:   2/295, 527, 537

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1822.

[426] Meryem sûresi :  30-33

[427] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1822-1823.

[428] isâ Peygamber hakkında yeterli bilgi edinmek için bak:  Â!-i îmrân sû­resi ;  55-59, Nisa sûresi :   157. âyetlerin açıklamasına.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1823.

[429] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1824.

[430] MATTA :    14/13-21

[431] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1826-1827.

[432] Tefsîr-i Kurtubî :   6/365  -  Kahire :   1967

[433] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1827-1828.

[434] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1828-1829.

[435] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1829.

[436] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1829.

[437] Hafız İbn Asâkir :  Ebû Musa el-Eş'arî   (R.A.)den.

[438] Ebû Dâvud : İbn Abbas (R.A.)den - Müslim/cennet: 56 - I^uharî/enbiyâ: 4, 48 - tefsir: 5, 14, 21 - Tirmizî/Iuyâmet : 3, tefsir: 80 - Nesâî/eenâiz : 118, 119 - Ahmed:    1/223,   229,   253

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1831-1832.

[439] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1832.

[440] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1832-1833.

[441] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1833.

[442] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1833-1834.

[443] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1834-1835.