MAIDE
SURESİ
Maide
Sûresi, Akitler/Sözleşmeler Sûresi olarak da isimlendirilir. Bu sonuncu
isimlendirme, sûrenin geniş ve kapsamlı konusuna daha fazla işaret eder.
Birinci isimlendirme olan Mâide ismi ise, Havarilerin Hz. İsâ (a.s.)'dan,
kendilerinin yiyebilecekleri ve insanları müjdeleyebilecekleri gökten bir sofra
indirme teklifine işaret etmektedir. Aslında bu, insanı dehşete düşüren bir
tekliftir. Ancak Yüce Allah (c.c), elçisini desteklemek ve O (a.s.)'nun
peygamberliğinin doğruluğunu bildirmek için bu teklifi kabul etmiştir.
Mâide/Sofra kıssası, sûrenin sadece dört âyetinde geçmesine rağmen,
Akitler/Sözleşmelerle ilgili hükümler sûrenin büyük bir bölümünü işgal
etmektedir.
Bu
güzel sûrede nidaların çokluğu dikkat çekmektedir. Öncelikle "iman edenler'^ yapılan tam
onaltı nidanın bulunduğunu görüyoruz. Şöyle ki;
"Ey
iman edenler! Akitlerin gereğini
yerine getiriniz " (Mâide, 5/1)
"Ey
iman edenler! Allah'ın (koyduğu)
işaretlere (...) saygısızlık etmeyiniz..." (Mâide, 5/2)
"Ey
iman edenler! Namaz kılmaya kalktığınız
zaman yüzlerinizi (...) yıkayınız..." (Mâide, 5/6)
"Ey
iman edenler! Allah için
adaletle şahitlik edenlerden olunuz..." (Mâide, 5/8)
"Ey
iman edenler! Allah'ın size olan
nimetini hatırlayınız..." (Mâide, 5/11)
"Ey
iman edenler! Allah'tan korkun
ve O'na yaklaşmaya yol/vesile arayın..." (Mâide, 5/35)
"Ey
iman edenler! Yahudileri ve
Hıristiyanları dostlar/veliler edinmeyin..." (Mâide, 5/51)
Mâide
Sûresi • 85
Kuı'ân-ı
Kerîm'in Konulu Tefsiri
"Ey iman edenler!
Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, hem
kendisinin onları sevdiği hem de onların kendisini sevdiği, mü'minlere karşı
alçak gönüllü kâfirlere karşı ise onurlu ve zorlu bir toplum
getirecektir..." (Mâide, 5/54)
"Ey
iman edenler! Sizden Önce Kitap
verilmiş olanlardan ve kâfirlerden dininizi eğlence ve oyun konusu edinenleri
dostlar edinmeyin..." (Mâide, 5/57)
"Ey
iman edenler! Allah'ın size
helâl kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize) haram kılmayın ve haddi
aşmayın..." (Mâide, 5/87)
"Ey iman edenler!
Şarap, kumar, dikili taşlar/putlar, fal ve şans okları
şeytan işi birer pisliktir; bunlardan uzak durun ki kurtuluşa eresiniz," (Mâide, 5/90}
"Ey iman edenler!
Allah sizi, ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği
bir avla dener ki, gizlide kendisinden kimin korktuğunu bilsin..." (Mâide,
5/94)
"Ey iman edenler!
İhramlı iken avı öldürmeyin..." (Mâide, 5/95)
"Ey
iman edenler! Açıklandığı zaman
hoşunuza gitmeyecek olan şeyleri sormayın..." (Mâide, 5/101)
"Ey
iman edenler! Siz kendinize
bakın. Siz doğru yolda olduğunuz sürece sapan kimse size zarar veremez..."
(Mâide, 5/105)
"Ey
iman edenler! Birinize ölüm
gelince, vasiyet sırasında, içinizden iki adil kişi aranızda şahitlik
etsin..." (Mâide, 5/106)
Yine
bu sûrede, risâletİn niteliği ile ilgili Hz. Peygamber (s.a.v.)'e özgü iki nida
vardır:
"Ey
Resul! Kalpleri iman etmediği
halde ağızlarıyla "inandık" diyen kimseler
den ve Yahudilerden küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin " (Mâide, 5/41)
"Ey
Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun
elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır....."
(Mâide, 5/67)
Bazıları
doğrudan doğruya, bazıları da Hz. Peygamber (s.a.v.) vasıtasıyla olmak üzere
tam beş çağrı da Ehl-i Kitab'a vardır;
"Ey
Ehl-i Kitap! Resulümüz size
Kitap'tan gizlemekte olduğunuz birçok şeyi açıklamak üzere geldi; birçoğundan
da vazgeçiyor..." (Mâide, 5/15)
"Ey
Ehl-i Kitap! Peygamberlerin
arasının kesildiği bir sırada size elçimiz geldi. Gerçekleri size açıklıyor ki,
"Bize bir müjdeci ve uyarıcı gelmedi" demeye-siniz. İşte size müjdeci
ve uyarıcı gelmiştir...." (Mâide, 5/19)
86
• Mâide Sûresi
Munammea
oazaiı
"De ki:
"Ey
Ehl-i Kitap! Yalnızca Allah'a,
bize indirilene ve daha önce indi
rilene inandığımız için mî bizden hoşlanmıyorsunuz? " (Mâide, 5/59)
"De
ki: "Ey Ehl-i Kitap! Dininizde
haksız yere haddi aşmayın "
(Mâide,
5/77)
"De
ki: "Ey Ehl-i Kitap! Siz, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabb'inizden size
indirileni
hakkıyla uygulamadıkça doğru bir yol Üzere değilsiniz " (Mâide, 5/68)
Bu
nidaları öyle bilgiler, ışık parıltıları, talimatlar ve yönlendirmeler takip etmektedir
ki, Allah (c.c.)'ın emrini yerine getirebilmesi ve O (c.c.)'nun yolu üzere
dosdoğru yürüyebilmesi için tüm toplumların bunlara ihtiyacı vardır.
Kanun
koyucu Allah (c.c), kendi emirlerini yerine getirmeyi ve yolu üzere dosdoğru
yürümeyi, mutlaka yerine getirilmesi gereken gerçek akitler arasında
saymaktadır. Baksanıza şu âyete; cihat, Allah (c.c.) ile kullar arasında
yapılan bir sözleşme olarak nitelendirilmektedir: "Allah mü'mirilerden,
canlarım ve mallarını cennet karşılığında satın almıştır..." (Tevbe,
9/111)
Bu
sûrede ise, namaz kılmadan önce, abdest almaları İçin mü'minlere bir çağrı
vardır. Biraz ilerde göreceğimiz gibi, bizzat namaz İsrâiloğullan'ndan alınan
sözün ilk maddesini oluşturmaktadır.
İslâm
toplumunun oluşması için koyduğu öğretileri tek tek saydıktan sonra Yüce Allah
(c.c.) şöyle buyuruyor;
"Allah'ın
size olan nimetini ve O'na verdiğiniz sözü hatırlayın. Hani 'İşittik ve itaat
ettik* demiştiniz. Allah'tan korkun; çünkü Allah, kalplerin içindekini
bilmektedir." (Mâide, 5/7)
Sıkı
ilişkiler; tavizsiz yöntemler ve sağlam davranışlar gerektirir. Şairin kendi
kendine söylediği şu sözleri bir düşünün;
Hayır,
o benden Öyle sözler aldı ki, Sır olan bu sevgiyi, asla ifşa edemem!!
Artık
sevgililer arasındaki bu sevgi bağı, bozulması asla düşünülemeyecek sağlam bir
antlaşmaya dönüşmüştür! Öyleyse köle ile efendisi, kişi ile her nefsin ne
kazandığını bilen yaratıcısı arasındaki ilişkinin nasıl olacağını varın siz
düşünün.
£s\
£ .c ^ m çmrâft ^te\Vms&, toksmsv NaAvgjna. 4e\SVet eto tansıdan birisidir.
İşte bu sûreninv MAt\er|Söz\eşme\«* sûresV o\ataV. ls\mYsnd\û\mesYmn
«Varanında tüm bu hususiyetler mevcuttur.
Allah
Teâlâ İslâm ümmetinden; sadece O (c.c.)'na iman etmeleri, O (c.c.)'nun
Mâide
Sûresi • 87
Kur'ân-ı
Kerîm'in Konulu Tefsiri
için
çalışmaları, O (c.c.)'nun dinine davet etmeleri ve insanların
kendilerinden güzel örnekler edinebilecekleri ve dünya ve âhiret mutluluğunu
öğrenebilecekleri örnek şahsiyetler olmaları hususunda sağlam söz almıştır.
Aslında Müslümanlar bu konuda yeni bir şey icat etmiş bid'atçı kimseler
değildirler. Zira Allah Teâlâ, İslâm ümmetinden de Önceki ümmetlerden de, kendi
koyduğu doğru yolda gitmeleri ve emrettiği gibi yaşamaları hususunda sağlam
sözler almıştır. İşte yüce Allah (c.c.)'m sözleri:
"Allah,
İsrâiloğullan'ndan söz almıştı. İçlerinden oniki tane de başkan göndermiştik.
Allah onlara şöyle demişti: 'Ben sizinle beraberim. Eğer namazı dosdoğru kılar,
zekâtı verir, elçilerime inanır, onları desteklerseniz ve Allah'a güzel borç
verirseniz, elbette sizin günahlarınızı bağışlarım ve sîzi zeminlerinden
ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim inkâr yolunu seçer ve
nankörlük ederse doğru yoldan sapmış olur." (Mâide, 5/12)
İsrâiloğulları
bu antlaşmanın şartlarını yerine getirmediler, aksine bu antlaşmayı bozdular ve
sonradan gelenler de bu antlaşma bozma adetini öncekilerden devraldılar. İşte
bu sebeple Yüce Allah (c.c.) onlara lanet etti ve kalplerim katılaştırdı.
Katılaşmış bir kalp, Allah (c.c.)'tan en uzak olan şeydir. Tecrübelerim
neticesinde gördüm ki, şeklî dindarlık ile gerçek dindarlık arasındaki fark;
kalbin katılığı veya yumuşaklığıdır.
Karakter
ve kişilikleri gereği bazı insanlar kaba ve katı kalpli oluyorlar. Eda etmeye
çalıştıkları ibadetlerin şekli dahi onların bu kaba ve katı kalpliliklerini gizleyemiyor.
İşte böyle insanlardan birisi bir gün benim yanımda bir hata işledi. Sonra
doğrusunu öğrenmesine rağmen özür dilemeyi kendine yediremedi ve "keşke
doğrusunu öğrenmeseydim" diye temennide bulundu.
İşte
bu karakter ve kişilik bazı Haricilerde de vardı ki, onlar iman sahibi
kimseleri kötü görürlerken kâfirlere karşı olağanüstü bir hoşgörü ve kolaylık
gösteriyorlardı. Din ve dünyanın kurtuluşunun ancak AH b. Ebî Tâlab'i
öldürmekle gerçekleşeceğini düşünen, bu sebeple onun kanını akıtmayı helal görerek
öldüren ve böylece Allah (c.c.)'a yakınlaşacağını zanneden bir kimse hakkında,
başka ne denilebilir ki?
Haricilerden
bir grupla karşılaşıp da, kendilerinin hangi dinden olduklarını sorduklarında
Vâsıl b. Ata ve arkadaşlarının, müşrik olduklarını (!) söylemek zorunda
kaldıklarını şimdi daha iyi anlayabiliyorum. Zira Hariciler, şayet onların
gerçek kimliklerini, yani Müslüman olduklarını bilselerdi, onları
öldüreceklerdi. İşte bu sebeple dediler ki; "Bizler eman dileyen
müşrikleriz." Böyle söylemelerinin sebebi ise, şu Ayet-i Kerîm'e gereğince
kendilerine muamele edilmesi içindir: " Eğer müşriklerden biri senden
eman/güvence dilerse, Allah'ın kelâmım işitip dinleyinceye kadar ona eman ver,
sonra onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır..." (Te.vbe, 9/6)
Katı kalplilik, kendisinden yine O (c.c.)'na sığınabileceğimiz Allah (c.c.)'ın
bir lanetidir.
88
■ Mâide Sûresi
Muhammed
Gazali
Yahudiler,
insanların en çok katı kalpli olanlarıdır. Diğer topluluklarla geçirdikleri
hayatları, kabalık ve insanlardan tecrit olma bakımından onların
karakterlerinin bozukluğuna dair bir kanıttır. Bizler Müslümanları, onların
ahlâklarından sakındırıyor ve onlara benzemenin yani Yahudileşmenin
tehlikesini, korkunçluğunu şimdiden haber veriyoruz. Zira onların
dindarlıklarının hiçbir faydası yoktur,
"Onlardan
daima bir hainlik görürsün." (Mâide, 5/13) İşin ilginç yanı Allah (c.c.)'m
bu Öğüdü şu şekilde bitirmesidir;
"Yine
de sen onlan affet ve aldırış etme. Şüphesiz Allah, iyilik edenleri
sever." (Mâİde, 5/13)
Bu
hususta varit olan tabir her ne kadar araştırmaya ve üzerinde düşünmeye sevk
ediyorsa da Allah (c.c), Yahudilerden söz aldığı gibi Hıristİyanlardan da söz
almıştır. Zira âyetlerin bağlamı, son dönemlerdeki Hıristiyanlarla, Hak Dîn
sahibi Hz. İsâ (a.s.) ve havarileri arasındaki uçurumun büyüklüğüne işaret
ediyor. Bu hususta Yüce Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"
'Biz Hıristiyanlarız' diyenlerden de kesin sözlerini almıştık ama onlar da
kendilerine öğütlenen şeyden önemli bir bölümünü unuttular. Bu sebeple kıyamete
kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Yakında Allah onlara yaptıklarını
haber verecektir." (Mâide, 5/14)
Hıristiyanlık
tarihi, birçok kilise arasındaki süregelen ayrılıkların en doğru ve en gerçekçi
şahididir. Avrupa, meydanlarını kanla dolduran birçok dinsel savaşı kesinlikle
unutmayacaktır. Şimdilerde bu savaşlar sona ermiş gibi gözüküyor. Fakat tüm
Avrupa'nın, dini, toplumsal hayattan uzaklaştıran ve devlete hakim olan
laiklikle meşgul olmaları, her ne kadar hoşgörüsüzlüğün ve birbirlerinden
nefret etmenin üzerini Örtmüş ve küllendirmiş gibi gözükse de, onların
kalplerinin derinliklerindeki hoşgörüsüzlük ve birbirlerinden nefret etme hali
hâlâ mevcuttur.
Bu
ateşkesin ve sakinliğin geçici olduğu kanaatindeyiz. Aradaki düşmanlık bir gün
mutlaka gün yüzüne çıkacaktır, çünkü bu düşmanlığın sebepleri hâlâ mevcuttur.
Bu var olan düşmanlığın sebebi ise biraz önceki âyetin teyid ettiği
hususlardır.
Gerçek
şu ki, İslâm'dan başka hiçbir barış ve güvenlik yoktur ve kalpler hak din olan
tek bir ilah düşüncesinde tekrar yapılanmadıkça insanların elleri kandan
temiz-lenmeyecektir. O günkü muhatap topluma gerekli olan öğütleri bildiren şu
âyetin anlamı işte bu barış ortamını ifâde etmektedir;
"...Gerçekten
size Allah'tan bir nur, apaçık bir kitap geldi. Rızasını arayanı Allah onunla
kurtuluş yollarına götürür ve onları iradesiyle karanlıklardan aydınlığa
çıkarır ve dosdoğru bir yola iletir." (Mâide, 5/15-16)
HSlde
Süresi • 89
Kur'ân-ı
Kerîm 'in Konulu Tefsiri
Batıl
yolda olan topluluklar paramparça oldukları zaman onları, Hak'tan başka hiçbir
şey bir araya getiremez.
Allah
(c.c.)'ın birliği, tüm insanlardan alınan en büyük sözdür. Bu sebeple hiçbir
beşerin bu sözleşmeyi bozması veya buna karşı çıkması düşünülemez bile.
Buna
rağmen bazı insanlar, tıpkı babası kendisinden uzaklarda yaşadığı halde onu
bilmeyen ya da yanlış bir bilgiyle bilen ve bu sebeple de onun hakkında kötü
zan besleyen ve kötü anlayış sahibi olan buluntu bir sokak çocuğu gibidirler.
İşte Allah (c.c.)'tan başka ilahların olduğunu zannedenler de bu buluntu
çocuğun haline benzerler.
Tüm
semavi dinlerin sahipleri kendilerinin muvahhid olduklarını ısrarla
bildiriyorlar. Gerçekte ise Hz. İsa (a.s.) ve O (a.s.)'nun getirdiği öğretilere
göre Hıristiyanların konumunu, yoğun bir sis kaplamıştır. Onlar, tıpkı
söyledikleri gibi tek olan Allah (c.c.)'a ibadet ediyorlarsa eğer, bu ibadette
Hz. İsa (a.s.)'nm konumu nedir acaba?
Gerçekçi
bir araştırma sonucunda şu açığa çıkıyor; Ya sanki Hz. İsa (a.s.), bu ibadet
edilen tek ilahın arasına zorla ve izinsiz olarak girmiştir, ya da sanki O
(a.s.), zap-tedilmesi mümkün olmayan büyük bir konuma sahip şahsiyettir.
Bu
günlerde Kilise papazlarından, Allah (c.c.)'ın birliğine dair sözler
işitiyoruz. Şayet doğru söylüyorlarsa o zaman Hz. İsâ (a.s.), hiçbir şüphe
olmaksızın Allah (c.c.)'ın kuludur.
İşte
bu husus beni, Muhammed Mâruf ed-Devâlîbî'nin açıkladığı belgeye daha ciddi ve
sağlam bakmaya sevk etti. Zira ed-Devâlîbî elinde, Mesih'in Allah (c.c.)'ın
kullarından bir kul olduğunu ve ulûhiyetle hiçbir ilişkisinin bulunmadığını
onaylayan Vatikan kaynaklı bir belge olduğunu açıklamıştır.
Kilisede
yapılan bazı çalışmalardan sonra, yaklaşık olarak dört yıl önce, güvenilir
insanlardan bazılarının da iştirakiyle Vatikan bu belgeyi yayınladı. Ve şunları
da ekledi: Bu belge, Mesih'in ilah olarak amlmamasınm açık talimatlarını
içermektedir. Ayrıca bu belgenin içinde Allah (c.c), yerlerin ve göklerin
yaratıcısı ve Hz. İbrahim (a.s.)'İn Rabbi olarak zikredilmektedir.
İşin
daha da ilginç olan yanı bu belgede, Kilise, Haçlı seferlerinin, daha sonra da
İslâm devletlerine karşı girişilen yeni evrensel sömürgenin ardından
gerçekleşen olaylarla ilgili üzüntüsünü açıkça dile getirdiği gibi, Kilise'nin
İslâm ve Müslümanlara karşı birçok zulümler işlediğini ve bu günlerde İslâm'a
kapıları açmanın ve onu anlamanın gerekliliğini itiraf etmektedir.
Bu
belge ve itiraflar, Arapları ve İslâm'ı yok etmek İçin İsrail devletinin
kurulmasının ardından yapılmaktadır. Bu sebeple Hıristiyanların Araplarla ve
Müslümanlar-
90
• Mâide Sûresi
Muhammed
Gazali
la,
geçmişte yaşanan kötü olayları silmek için ilişki içerisine girmesi
kaçınılmazdır.
Prof.
Dr. ed-Devâlîbî şöyle demektedir: Yahudiler bu belgeyi geri çektirmek için bir
çok koldan çalıştılar. Dönemin Îngüiz-Amerikan İstihbarat örgütleri başkanı
"Chih", Yahudilerin yapmak istedikleri şeyi bir yazı yazarak İfşa
etti. Bunun için onun eşini ve çocuklarını kaçırmaya kalkıştılar,..vs.
Bizler
burada okuyuculara şunu hatırlatmak istiyoruz; Hz. İsa b. Meryem'e oranla
Hıristiyanların konumu fazlasıyla muğlaktır, tıpkı Nisa Sûresi'ndekİ şu âyetin
işaret ettiği gibi; "...Bu hususta kesin bilgilen yoktur, sadece zarına
uyuyorlar. O'nu kesin olarak öldürmediler." (Nisa, 4/157)
Tek
olan Allah (c.c.) apaçık bir Hak'tır. O (c.c.)'nun şu şekilde seslenirken
şiddetli öfkesinin sebebi da budur:
"Şüphesiz
Allah, Meryem oğlu Mesih'tir diyenler gerçekten kâfir olmuşlardır. De ki:
Öyleyse Allah, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzündekilerin hepsini imha
etmek isterse Allah'a kim bir şey yapabilecektir!..." (Mâide, 5/17)
Teslis
inancını inkâr etmelerine rağmen Yahudiler, Allah (c.c.)'ı kötü, iğrenç, adî
sıfatlarla niteliyor ve O (c.c.)'na dil uzatıyorlar. Ayrıca onların kalplerinde
hiçbir huşu ve ihlas da bulunmamaktadır. Tüm bunlara rağmen, kendilerinin
seçilmiş halk olduklarını ve Allah (c.c.)'ın tüm evreni kendileri için ve
onlara hizmet etmek için yarattığını iddia etmektedirler.
Kitap
Ehli'nden hem Yahudiler hem de Hıristiyanlar, kendilerinin Allah (c.c.)Ta özel
bir bağlarının olduğunu ve O (c.c.)'nun katında eşsiz bir konuma sahip
olduklarım iddia ediyorlar!
"Herkes
Leyla'ya kavuştuğunu iddia ediyor, Oysa ki Leyla, onların hiçbirisini
sevmiyor..."
Bizler
biliyoruz ki, gerçek iman ve salih amel; yüce kabulün temelleridir ve bu ikisi
sayesinde fertler ve toplumlar İlerler. İşte bu sebeple, Busîrî'nin, İslâm
ümmetini diğer topluluklara üstün tuttuğunu ifâde eden şu sözleri beni hiç
şaşırtmamıştır;
"Ne
zaman ki Allah (c.c.) bizi yaratılmışların en şereflisine itaat etmeye çağırdı,
İşte bizler o zaman, ümmetlerin en şereflisi olduk."
Müslümanları
şerefli kılan şey, sadece Allah (c.c.) yolunda ihlaslı ve samimi olmak, O
(c.c.)'na İtaat ederek ömür sürmek, O (c.c.)'nun dinine yardım ederken
cesaretli ve düşmanlarına karşı gözü pek olmaktır.
Yaratılmışların
en faziletlisi olmasına rağmen, salt Hz. Muhammed (s.a.v.)'e bağ-
Mâide
Sûresi *9I
Kur'ân-ı
Kerîm 'in Konulu Tefsiri
lılık,
tembel ve haylaz kimselere hiçbir fayda sağlamaz.
Mâide
Sûresi iki olay anlatmaktadır kİ, bu olaylar iddia sahibi kimselerin,
iddialarını apaçık kanıtlarla desteklemedikleri sürece hiçbir değerlerinin
olmadığını açıkça ortaya koymaktadır. Bu olaylardan ilki îsrâiloğulları
kıssasıdır. İsrâiloğullan zalim ve zorbalarla savaşmakla ve onların
topraklarına girmekle sorumlu tutulunca Hz. Mû~ sâ (a.s.) onları düşmanlara
karşı harekete geçirdi ve onlara Allah (c.c.)'ın nimetlerini hatırlattı:
"Bir
zamanlar Mûsâ kavmine şöyle demişti: Ey kavmim! Allah'ın sîze (lütfettiği)
nimetini hatırlayın; zira O, içinizden peygamberler çıkardı ve sizi hükümdarlar
kıldı. Âlemlerde hiçbir kimseye vermediğini size verdi." (Mâİde, 5/20)
Bu
âyet ve bu âyetle ilgili söylenenler biraz açıklamaya ihtiyaç duymaktadır.
îsrâiloğulları, putlara ibadetle uykuya dalmış insanlık İçerisinden, tevhid
çağrısını yüklenen kimselerdi. Bu yüklendikleri davetleri sebebiyle de güç ve
kuvvet bakımından diğerlerinden daha üstün idiler. Allah (c.c.)'ın Araplara
gönderdiği peygamberler parmakla sayılacak kadar az iken, îsrâiloğulları'na
onlarca, yüzlerce peygamberler göndermiştir.
Allah
(c.c.)'ın onlara hükümdarlar göndermesi ise onların kendilerini herkesten
müstağni görmeleri ve kendi kendilerine yettiklerini düşünmeleri sebebiyledir.
Tıpkı şu hadiste ifâde edildiği gibi; "Güçlü olduğu günde, kimin gönlü
mutmain ve bedeni sağlıklı ise, sanki dünya ona her şeyini vermiş gibidir."
Öyle
anlaşılıyor ki, îsrâiloğulları kendilerinin bu yüklendikleri davet sebebiyle
şerefli ve üstün kılındıklarını anlamadılar, aksine davetin kendileri sebebiyle
şerefli ve üstün kılındığını zannettiler. Pİs cesetlerin üzerine dini
giydirseler bile, kendilerinin Allah (c.c.) katında makbul kimseler olduklarım
iddia ettiler.
Hiç
böyle bir düşünce olabilir mi? Adil güç onları denemeye tabi tuttu, ne zaman ki
onların korkaklığı açığa çıktı, işte o zaman onların kovulması gerçekleşmiş
oldu. Hz. Mûsâ (a.s.) onlara şöyle seslendi;
"Ey
kavmim! Allah'ın size (vatan olarak) yazdığı mukaddes toprağa girin ve arkanıza
dönmeyin, yoksa kaybederek dönmüş olursunuz." (Mâide, 5/21)
Buna
rağmen Allah (c.c.)'ın emrine boyun eğmeyi reddettiler. Onların bu arsızlık ve
yüzsüzlükleri o dereceye vardı ki, Hz. Mûsâ (a.s.)'ya şöyle dediler;
"Sen
ve Rabbİn gidin savaşın; biz burada oturacağız. (Mâide, 5/24)
Bunun
üzerine Yüce Allah (c.c), Sina Çölü'nü onların tutsak olacakları bir hapishane
haline getirdi ki, onlardan bir çoğunluğu helak oluncaya kadar oradan çıkabile-
92
■ Mâİde Sûresi
Muhammed
Gazali
çekleri
bir yol bulamayarak yaklaşık kırk yıl boyunca o çöldeavare avare dolaştılar.
Geriye ise sadece Allah (c.c.)'m rızasını ve O (c.c.)'nun risâletîni
taşıyabilecek ahlâkî olgunluğa erişenler kaldı.
Dinin
ve dindarlığın insanlık, cesaret, sadâkat ve iman olduğunu açıklayan ilk kıssa
işte budur.
İkinci
kıssa ise, Kabil'in Hâbil'i öldürdüğü Hz. Âdem (a.s.)'in iki oğlunun
kıssa-sıdır. Bunlardan Kabil ahmak ve başarısız bir kimse idi. İşte bu sebeple
de kendisinden daha üstün ve başarılı olan kardeşinden intikam almıştı.
Kabil'in
hayatındaki tezat ve çelişkiler ortadaydı. Zira o öncelikle kardeşinin
kendisinden daha üstün bir kimse olduğunu çok iyi anlamıştı, fakat onu
öldürdükten sonra nasıl gömeceğini ise hiç bilmiyordu. Bu sebeple ilkinde çok
zeki bir anlayışa sahip iken, ikinci olayda ise çok ahmak ve kaim kafalı idi.
"Allah,
kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için, yeri eşeleyen bir
karga gönderdi. (Kabil) 'Yazıklar olsun bana! Şu karga kadar da olamadım
,.
mı ki, kardeşimin cesedini gömeyim' dedi ve yaptığına pişman oldu."
(Mâİde,
'
5/31)
Başarısız
bir kimse, başarılı bir kimseyi ortadan kaldırdıktan sonra, kendisinin yeni bir
güç kazanacağım zanneder. Bu ise imkânsız ve saçma bir şeydir. Zira sen, senin
dışındaki birisini yok etmekle, kendini yeniden inşa edemezsin ki! Aksine
olduğun gibi kalmaya devam edersin!
Oysa
gerçek kurtuluş ve mutluluk, nefsi sağlamlaştırmak ve temizlemek için olumlu
çabalarla gerçekleşir, yoksa düşmanlık üzere güç gösterisi yapmakla değil.
"...Allah
ancak, takva sahiplerinden kabul eder." (Mâide, 5/27)
Kur'ân-ı
Kerim, geçmiş dönemlerde gerçekleşen olaylar ışığında Müslümanları terbiye
etmekte ve önceki toplumların ayağını kaydıran şeylerden de korumak için onlara
kanun ve yasalar koymaktadır. İşte bu sebepten dolayı Kur'ân, bu kıssadan hemen
sonra mal ve canlara karşı düşmanlık yaparak yeryüzünde bozgunculuk
çıkaranlarla ilgili hükümleri zikretmiştir. Örneğin yol kesme ve hırsızlık
suçlarının cezasını getirmiş, bu iki kanun arasında da Allah (c.c.)'tan gereği
gibi korkma ve sakınmanın zaruretine dikkat çekmiştir.
Hz.
Adem (a.s.)'in başarısız oğlu, kalbinin Allah (c.c.) korkusunu kaybetmesi
sebebiyle, kaybedenlerden olmuştur. İşte bu sebeple iman sahibi kimselerin bu
kötü sonuçtan sakınmaları ve korunmaları gerekir.
"Kim,
bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın
MSİde
Sûresi • 93
Kur'ân-ı
Kerîm'in Konulu Tefsiri
(haksız
yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de bir canı
kurtarırsa, bütün İnsanları kurtarmış gibi olur." (Mâide, 5/32)
Arzu
edilen vesile, sâlih ameldir. Zira sâlih amel işlemek; zorlukları aşacak bir
azîm, çaba, istek, arzu ve kıymetli şeylerden fedâkârlık etmeyi gerektirir.
İşte kurtuluşa götüren gerçek cihad budur.
İlâhî
bilgi; ibâdetler, miras, haddler ve kısas hükümlerini koymada tek kaynaktır
ve
bu bilginin olduğu yerde hiçbir görüş, kıyas veya maslahata yer yoktur. Peşpeşe
gelen bütün dinlerin mensupları da bu hakikati sürekli birbirlerinden miras
olarak almışlardır. Fakat bazen bu kimselerin heva ve arzularının galebe
çalması ve işitme ve itaat etme ilkesinin zayıflaması sebebiyle, bu hakikatten
saptıkları da olmuştur.
Can,
mal ve namus üzerine işlenen suçların geride bıraktığı izler, çok tehlikeli
olmaktadır. İşte bu sebeple, bu tür suçların cezalarını bizzat Allah (c.c.)
koymakta ve hiçbir kimsenin görüş ve içtihadına yer bırakmamaktadır. Eğer Allah
Teâlâ bu tür suçların cezalarını insanlara biraksaydi, onlar kendilerine farz
olan bir hükmün tatbiki hususunda bile gevşeklik gösterecekler ve hiçbir
faydası olmayan başka hükümler uydurarak ilâhî hükümlerin yerine
geçireceklerdir.
İnsanoğlu
bir kanun koyarken, suçlunun yerine kendisim koyuyor, dolayısıyla suçun
şiddetini hafifletme yoluna gidiyor, sonuçta da kendi istek ve arzusu, Hakkın
önüne geçiyor. Şayet suçlunun yerine kendilerini koymasalar bile, kendi
çocuklarını ve akrabalarını koyuyorlar. Sonuçta da cezanın hafifletilmesine ve
suçlulara merhamet etmeye meylediyorlar. Belki de sosyal çevrelerde, zayıf ve
güçsüzü azarlama ve güçlü kimselere karşı da hoşgörülü olmanın bu hususta büyük
etkisi vardır. Zira önceki semavi dinlere mensup kişiler arasında böylesi bir
durum yaygın hale gelmişti. Bu hususta Resûlullah (a.s.) şöyle buyuruyor;
"Sizden
Önceki toplumlardan bazılarının helak olmasının sebebi şuydu; Şayet onlardan
ileri gelen şerefli birisi hırsızlık yaparsa onu bırakıyorlar ve had cezası
uygulamıyorlardı, ama zayıf ve güçsüz bir ki§i hırsızlık yaptığında İse hemen
ona had cezası uyguluyorlardı. Allah (c.c.)'a yemin olsun ki, Muhammed'in kızı
Fâtıma da hırsızlık yapmış olsaydı, onun da elini keserdim."
Ehl-i
Kitap arasında öyle gelişmeler oldu ki, hırsızlığa karşı verilen el kesme
cezasını uygulamadılar ve kasıtlı olarak unuttular. Bunun yerine değişik
miktarlarda hapis cezası koydular ki, bu cezalar da hırsızlık suçunun önü
alınamaz hale getirdi. Üstelik bu yeni ceza yasaları, Allah (c.c.)'m koyduğu
yasalardan daha üstün ve daha adil kabul edildi. Aynı şekilde diğer bir çok
suçun cezaları da değiştirildi ve sonuçta iş, tüm had cezalarını ortadan
kaldırmaya kadar vardı.
Toplumların
durumlarını ve o toplumlarda suç işleyenlere karşı verilen cezaları
94
• MSide Süresi
Muhammed
Gazali
tek
tek incelediğimde, bir çok maddî ve manevî kayıplar gördüm; O toplumların
emniyeti bozulmuş, malları ve namusları kaybolmuş ve bir çok felaketlere maruz
kalmışlardı. Bu araştırmalarım sonucunda Hz. Peygamber (a.s.)'in şu sözlerini
daha iyi anladım: "Yeryüzünde Allah (c.c.)'ın hadlerinden birisinin
uygulanması, İnsanların üzerine otuz gün yağmur yağmasından daha
hayırlıdır." "Uzakta ve yakında Allah (c.c.)'ın hadlerini uygulayınız
ve bunları uygularken de hiçbir ktnayıcının kınamasından korkmayınız."
Uzun
geçmişleri boyunca Müslümanlar, hadleri uygulamakta ve can, mal ve namusları
korumaklaydılar. Bu ilahî hükümleri, Tatarlar saldırıp da, onlann yerine kendi
liderlerinin "Bâsık=Yüksek" isimli kitapta yazdıkları kanunlarla
değiştirene kadar, hiç terk etmediler. Bu musibet, Batılıların İslâm dünyasını
işgal ederek ilahî yasaların yerine beşerî hukuku getirmeleri esnasında
tekerrür etti. Sonuçta da dünyanın her köşesinde geniş kapsamlı çürüme ve
bozulma başladı ve kötülükler yayıldı.
Avrupalılar,
koydukları kanunlarında, hür ve karşılıklı rızaya dayandığı sürece, zinayı
serbest bıraktılar ve en gelişmiş ülkeleri homoseksüelliğe izin verdi. Allah
(c.c.)'ın koyduğu had ve kısasla ilgili hükümleri toprağa gömdüler; artık,
sadece azarlama ve kınamaya göğüs gerebilecek kadar gözüpek, cesur ve kendisini
öne atan kimseden başkası da, o kanunlar hakkında konuşamamaktadır bile.
Avrupalılar
bu alanda geçmişteki atalarının yolundan gitmektedirler. Onların
ahlâksızlıkları hadleri ve sınırları aşsa da, Hz. Peygamber (a.s.) Medine'ye
hicret ettiğinde, Yahudiler kendi içlerinden zina eden iki kişi hakkında hüküm
vermek için Hz. Peygamber (a.s.)'in görüşüne başvurmuşlardır. Hz. Peygamber
(a.s.) ise onlara, kendi kitaplarındaki hükmü sorduğunda onlar, "celde
vurmak ve yüzleri siyaha boyamaktır" diye cevap vermişlerdir. Bunun
üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.); "Hayır, sizin kitabınıza göre zina eden
kişilerin cezası ölünceye kadar recm etmektir." diye karşılık
vermiştir. Tabi Yahudiler, Tevrat getirilene kadar buna direnmişler, Tevrat
geldiğinde ise Hz. Peygamber (a.s.), onların ortadan kaldırmak istedikleri recm
hükmünü çıkarıp göstermiştir. İşte bu hususta Yüce Allah (c.c.)'ın şu sözü
nazil olmuştur:
"Ey
Resul! Kalpleri iman etmediği halde ağızlarıyla 'inandık' diyen kimselerden
küfürde yarışanlar seni üzmesin. Yahudiler arasından da yalana kulak veren ve
sana gelmemiş olan bir kavme kulak verenler vardır. Onlar kelimeleri
yerlerinden kaydırırlar: 'Eğer size bu verilirse hemen alın, bu verilmezse
sakının!'derler..." (Mâide, 5/41)
Ayette
kastedilen şey, münafıklarla Yahudiler arasındaki aynîlik ve benzerliktir. Zira
her iki grup da kalbi harap etmiş ve ilâhî yasalara karşı savaş açmışlardır.
Görünen
o ki, recm cezası, Yahudilerin uygulamadan kaldırmak İstedikleri, Tev-
MSİde
Süresi • 95
Kur'ân-ı
Kerîm'in Konulu Tefsiri
rat'tan
sahih olarak kalan parçalardan birisidir. İlâhî yasalan kaldırdıktan sonra, o
toplumun, Allah (c.c.)'ı ve elçilerini, onlara yakışmayacak şekilde
nitelendirmelerinden başka ne beklenebilir ki?
Her
ne kadar bu topluluk uzun bir süre büyüklense de Hz. Peygamber (s.a.v.) onlara
karşı alçakgönüllü olmaktan vazgeçti. Zira,
"Allah
(c.c.) bir kimseyi şaşkınlığa/fitneye düşürmek isterse, sen onun için Allah
(c.c.)'a karşı hiçbir şey yapamazsın. Onlar, Allah (c.c.)'ın kalplerini
temizlemek istemediği kimselerdir. Onlar için dünya da bir rezillik ve âhirette
de büyük bir azap vardır." (Mâide, 5/41)
Bu
âyet cebri Öngörmemektedir, aksine âyetin anlatmak istediği şudur: Kim kötülük
kervanına katılırsa, kötülüğe gider ve yine kim de diken ekerse, asla meyve
alamaz. Bu âyetin anlamı, tıpkı Meryem Sûresi'ndeki Yüce Allah (c.c.)'ın şu
sözü gibidir:
"De
ki: 'Kim sapıklık içinde ise, Rahman ona süre versin (ama ne çıkar?).' "
(Meryem, 19/75)
Aslında
can, mal ve namusla ilgili hükümler, bir devletin bayrağı altında yaşayan her
vatandaşa, bu vatandaşlar farklı dinlerden dahi olsalar, hiçbir fark
gözetmeksizin uygulanması gerekir. Fakat bizim bildiğimize göre, Yahudilerin
kendilerine has özel bir konumu vardır. Hicretin ilk yıllarında onlarla yapılan
antlaşmalar da bu özerkliği ortadan kaldırmamıştır. İşte bu sebeple Hz.
Peygamber (s.a.v.) koymuş olduğu kanunlara onların uymasını zorlamamiş, aksine
onlara şöyle denmiştir:
"...
Sana gelirlerse, ister aralarında hüküm ver, ister onlardan yüz çevir; eğer
onlardan yüz çevirirsen, sana hiçbir zarar veremezler. Eğer hüküm verirsen,
aralarında adaletle hüküm ver..." (Mâide, 5/42)
Oysa
Müslümanlar Allah (c.c.)'ın hükümlerini, hakimiyetleri altında bulunan her
yerde uygulamakla yükümlüdürler, fakat bu kanunlar] her yerde tatbik etmeye de
güç yetiremezler. Diğer dinlere mensup olan kimselere hiç dokunul m aksızın,
kendi inanç ve yasalarıyla başbaşa bırakılırlar. Ama bunun dışındaki genel
kanunlar toplumun her kesimini kapsar.
Tevrat'ın
Tesniye bölümünde recm cezası şöyle anlatılmaktadır: "Bir kimse bakire
bir bayanla evlenir de onu dul bulursa, o bayan babasının evinin kapısının
önünde recm edilir. Yine evli bir kadınla yatan bir erkek bulunursa, her ikisi
de recm edilir." Yine aynı bölümde şöyle denmektedir:
"Bir
erkekle nişanlı bakire bir genç kız, şehirde başka bir erkek bulur da onunla
yatarsa, her ikisini de şehrin dışına çıkarın ve ölünceye kadar onları
taşlayın. Zira bakire genç kız, çığlık atıp yardım istememiştir. Onunla zina
eden erkek ise, zina ettiği bayanın nişanlısını küçük, zelîl ve hakir
düşürmüştür, işte ancak bu şekilde içinizden kötülükler temizlenebilir..."
96
• Mâide Sûresi
Mulıammed
Gazali
Daha
sonra Kur'ân-ı Kerim, Ehl-i Kitab'ın can ve namusla ilgili hükümlere karşı
konumunu bildiren Özet bir tarih sunmakta ve Tevrat'ın, Yahudilerin
uygulamaları için indirildiğini açıklamaktadır. Ardından İncil'de,
Hıristiyanların bu hükümleri uygulamaları gerektiğini vurgulamaktadır. Her kim
inkâr eder veya zalimce ya da fasık-ça bu ilâhî hükümleri terk ederse, kâfir ya
da zalim ve fasıklar grubuna dahil olmuş olur.
Tarih,
geçmişte yaşanmış olan bir gerçeği hatırlatmaktadır: Tevrat bakî kaldıkça,
kendisine tabi olanlara hükmetmekteydi. Ardından İncil geldiğinde ise, hükmetme
yetkisi İncil'e geçmiş oldu, böylece ona tabi olanlar da İncil'de gelen
hükümleri uygulamakla yükümlüydü. Nihâyetinde Kur'ân-ı Kerim geldi. Bu durumda
Yahudi ve Hristiy anların, bu yeni vahye yönelmeleri ve onu uygulamaları
gerekirdi; özellikle de bu yeni kitap, yanlışları düzelttiği, tahriften uzak
olduğu ve hakikati anlattığı için.
"Sana
da, daha Önceki kitabı doğrulamak ve onu korumak üzere Hakk olarak Kitab'ı
indirdik. Artık onların aralannda Allah'ın İndirdiğiyle hükmet ve sana gelen
gerçeği bırakıp da onların arzularına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat
ve bir yol belirledik..." (Mâide, 5/48)
Bu
âyetin kapsamı içinde bulunan iki önemli husus vardır: Birincisi, inanç ve
hukuk yönünden ed-Dîn'in, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in risâletinde kemale eriştiği
hususudur. Ed-Dîn'in inanç yönünden kemale erişmesi şu şekilde ifâde
edilebilir: Tevhid, amellerin âhİretteki karşılığı ve ibadetlerin anlamı en iyi
şekilde Kur'ân'da açıklanmıştır. Resul (a.s.) ise, bu hususta kendisinden önce
geçen tüm ilâhî emir ve yasakları teyit edici ve onların tabilerinin
yanlışlarını düzeltici mahiyettedir;
"Senden
önce hiçbir peygamber göndermedik ki, ona, 'Benden başka tanrı yoktur, bana
kulluk edin!' diye vahyetmiş olmayalım." (Enbiyâ, 21/25)
Hukuk
yönünden kemale ermesi ise şöyle olmuştur;: Tüm ilâhi dinlerin temelleri Allah
(c.c.) katından inmiş, sonra da insanların faydalarını gözetecek şekilde
arae-lî-fıkhî kaideler olan 'kıyas', 'ıstıslah', 'istihsan' v.b. hususlara
delâlet eden farklılaşmalar olmuştur,
Ed-dîn
tektir ve fakat hükümler değişebilir. İşte tam da burada ikinci Özellik
gelmektedir. Buna göre Hz. Muhammed (s.a.v.)'in risâleti, kıyametin kopuşuna
kadar devam edecek tüm sebepleri bünyesinde barındırmaktadır. Bu risâlet genel
olarak tüm insanlığın fıtratına uygun, bozulmamış fıtratın isteklerine cevap
verebilecek ve diğer öğretilerinde de, açıkça tüm insanların karakterini
yansıtan bir özelliğe sahiptir.
Ama
önceki kitap ehlinin kültürü ve bilgi birikimi, belirli bir müddet kullanılması
gereken ilaca benzer. Belirlenen dönemden sonra bu ilaç artık hastalığı
iyileştirmeye uygun değildir. Aksine kullanma tarihi bittikten sonra onu
kullanmak, ağrıları da-
MSİde
Süresi • 97
Kur'ân-ı
Kerîm'in Konulu Tefsiri
ha
da arttırıcı bir özelliğe sahiptir. Menar Sahibi'nin söylediğine göre:
Yahudilik; köleliğe ve zelil hayata alışmış, istiklâlini ve özgür düşünceyi
kaybetmiş bir toplumun terbiyesinde, şiddete dayanmaktadır. Bu haliyle o,
inatçı, dik kafalı ve katı karakterli toplumu iyileştirmek için fizikî ve
tavizsiz bir yapıya sahiptir. Tevrat'ın beş bölümünü de okuyan kimse, sanki
bedevî ve sığ bir ortamda yaşadığım hisseder.
Hıristiyanlık
ise, ilk silkinişini sürdüremedi. Aksine, duygusal sezgi ve hoşgörüyü, Roma
hakimine karşı koymayı yasaklamayı ve bu azgın yönetimi şu temel üzerine kabul
etmeyi benimsedi: "Şayet sağ yanağına bir tokat atarlarsa, sol yanağını
da çevir." Kısa bir süre sonra ise, Hıristiyanlar yenilgiye uğrayarak
hiçbir kimseden barış kabul etmeyen, cesaret ve düşmanlığıyla meşhur Haçlılar
oluverdiler.
Oysa
İslâm, ruhla bedeni, akıl ile kalbi ve dünya ile ahireti birleştiren başka bir
menzile doğru yol aldı. Bu din, insanı ve onun risâletini yüceltti ve hem Allah
(c.c.)'la hem de insanlarla olan ilişkisini köklü aklî temeller üzerine
oturttu. Uzun bir araştırmadan sonra Reşit Rıza şunları söylemektedir.
"Bizim bu araştırmalarımızı iyi bir şekilde anlayan kimse, bu Kur'ân'la
ed-Dîn'i kemale erdiren, Hz. Muhammed (s.a.v.) ile peygamberliği sona erdiren
ve onun getirdiği hükümleri evrensel kılan Allah (c.c.)'ın, delil ve
hüccetlerini öğrenmiş olur. Allah (c.c.)'ın bu hüccet ve delili, ancak ed-Dîn'i
akıl temeline oturtmakla, bu ilahî kanunları İctihad temelinin üzerinde
yükseltmekle ve gerçek emir sahiplerine itaat- ki bunlar da Ehli'1-Hâl
ve'1-Akd'den oluşan bir topluluktur- etmekle gerçekleşir. Kim içtihadı
yasaklarsa, Allah (c.c.)'ın hüccetini yasaklamış, İslâm'ın hükümlerinin diğer
hükümlere olan üstünlüğünü yok etmiş ve bu dinin, tüm zamanlarda yaşayan bütün
insanlar için uygun olmadığını göstermiş olur. Böylesi cahillerin, İslâm'a
karşı işledikleri cinayetten daha büyük bir cinayet olamaz.
Yüce
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Ey
iman edenler! Yahudileri ve Hıristiyanlar! dost edinmeyin..." (Mâide,
5/51)
Kendileri
ile dostluk kurmamız yasaklanan Yahudi ve Hıristiyanlar kimlerdir? Sadece
âyetlerin bulunduğu ortam bile, bu kimselerin niteliklerini tespit ediyor ve
sınırlandırıyor. Bu âyetten önce ve sonra gelen âyetler, o kimselerin gerçek yüzlerini
açıklıyor. Biraz düşünürsek önümüze üç grubun
çıktığını göreceğiz:
Birinci
grup; İslâm dinini kötü gören ve ona karşı kinini, nefretini en uç noktaya
taşıyan inatçı ve azgın kimselerdir. Bunlar tüm câhiliyye Örf ve âdetlerini,
kanun ve yasalarını İslâm'dan üstün tutarlar. Arap bir Hıristiyan'a şöyle bir
soru sorulduğunu hatırlıyorum: "Madem sizler; Kayser'in hakkını
Kayser'e bırakıyorsunuz ve sizi ilgilendiren herhangi bir dini hukukunuza itaat
ediyorsunuz, öyleyse niçin Hz. Muhammed (s.a.v.)'in getirdiği kurallara- ki O
da sizin gibi bir Araptır- uymuyorsunuz da,
98
• Mâide Sûresi
Muhammed
Gazalî
Haçlı
sömürülerinin ellerinden almış olduğu kendi semavî kurallarına tekrar dönmeye
çalışan Müslümanları terk ediyorsunuz?" O kimsenin cevabı aynen şu olmuştu:
"Bizler Avustralya veya
Amerikan kanunlarım kabul edebiliriz ve fakat Hz. Muhammed (s.a.v.)'in
getirdiği kanunları asla kabul etmeyiz."
Müslümanlar,
ancak kendi dinlerinin kurallarının gölgesi altında uzun süre yaşayabilirler ve
zaten bundan da hiçbir kaçış yoktur. Geçmiş ve günümüzdeki Ehl-i Ki-tab'm
konumu gayet açıktır ve şu âyetler bunlar için inmiştir:
"Aralarında
Allah'ın indirdiği ile hükmet ve onların arzularına uyma. Allah'ın sana
indirdiği hükümlerin bir kısmından seni saptırmamalarına dikkat et. Eğer yüz
çevirirlerse bil ki, Allah ancak, günahlarının bir kısmını onların başına bela
etmek ister. İnsanların birçoğu da zaten yoldan çıkmışlardır. Yoksa onlar
ca-hiliye hükmünü mü istiyorlar? İyi anlayan bir topluma göre, hükümranlığı
Allah'tan daha güzel kim vardır?" (Mâide, 5/49-50)
İşte
bunlar bilinçlerinde kin ve nefret dolu, hakkı ve adaleti yasaklamış bir grup
insandır. Bu sebeple onlarla dostluk kurmanın yasaklanmasında en ufak bir kusur
yoktur. Senden nefret eden bir kimseye karşı, sen adil olabilirsin; fakat onun
sevgisini kazanmaya gücün yetmez.
Bu
sınıfın ikinci grubu ise, kalpleriyle düşmanlarımıza meyleden ve fırsatını
bulunca da ihanet edeceklerinden korkulan kimselerdir. Müslümanlar,
düşmanlarıyla savaşırken, birbirlerine adeta kenetlenirler. Kendi iç
cephelerinde boşluk kabul etmez bir bağlılık içerisinde olmaları gerekir.
İçlerinden kendilerine ihanet etmeyi düşünen bir kimse bulunursa, Müslümanları
yenilgi ve hezimet bekliyor demektir. İşte bu sebeple, durum gayet ciddidir. Bu
durum geçmişte vâkî olmuştu. İşte şu âyette bu olayı anlatmaktadır.
"Kalplerinde
hastalık bulunanların: başımıza bir felaketin gelmesinden korkuyoruz, diyerek
onların arasına koşuştuklarını görürsün. Umulur ki Allah bir fetih yahut
katından bir emir getirecek de onlar içlerinde gizledikleri şeyden dolayı
pişman olacaklardır." (Mâide, 5/52)
İlk
İslâm devletinin içinde, zimmet ehli vatandaşlar vardı ve Roma sömürgesine
karşı savaşa tutuştuklarında kendi askerî sırlarının dışarı çıkmaması için bu
zimmet ehli vatandaşları askere almayı düşünmemişlerdi bile. Bu zimmet ehli
vatandaşlara, inançta kardeş oldukları kişilerle savaşıp onları öldürmeleri
veya bu yolda Ölmeleri, belki de onlara acı ve ızdırap verebilirdi.
İslâm,
onların devlet harcamalarına malî yardımda bulunmalarıyla yetindi. Kuzeyden
saldıran sömürgeci Bizans ordularına karşı savaşırken İslâm'ın, bu
vatandaşlardan beklediği asgarî talep; savaştıkları kimselere sevgi
beslememeleri ve Müslü-
Mâide
Sûresi • 99
Kur'ân-ı
Kerîm'in Konulu Tefsiri
manların
yenilgiye uğramasını ümit etmemeleriydi.
Kendileri
ile dostluk kurmamızın yasaklandığı üçüncü grup, İslâm'ın düsturlarını alay
konusu yapan, namaz ve ezanı alaya alarak küçümseyen kimselerdir. Âyet onların
durumlarını şu şekilde nitelemektedir.
"Ey
iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve
eğlence konusu edinenleri ve kâfirleri dost edinmeyin. Allah'tan korkun; eğer
mü'minler iseniz. Namaza çağırdığınız zaman onu alay ve eğlence konusu
yaparlar. Bu davranış, onların düşünemeyen bir toplum olmalarındandır."
(Mâide, 5/57-58)
Gerçek
şu ki, düzenli ibadetleri ve ezanı alay konusu yapan kimse, gerçekten
kendisiyle alay edilecek sefih ve aptal birisidir. Dinin şiarlarıyla böylesine
alay eden kimse, hangi sadakati bekleyebilir ki? Ancak Rabbini bilmeyen ve O
(c.c.)'nun cezasını beklemeyen ahlâksız ve sefih kimsenin sadakati olabilir!
Öyle kimseler vardır ki, ezanı dinlerken öfkelenirler ve o anda ezam okuyan
kimsenin susmasını isterler. İslâm, kin, nefret ve zorlamadan en uzak olan
dindir. Şayet kendileri rahat ve hayatları da temiz ise, bu dinin müntesipleri
de, diğer insanları zorlamaktan en uzak olan kimselerdir. "İyiliğin
karşılığı iyilikten başka bir şey midir?" (Rahman, 55/60)
Bir
Müslümanla gayr-i müslimin, temeli emanet ve doğruluğa dayanan ticarî bir
şirket kurmaları mümkündür. Bir müslüman erkekle Ehl-İ Kitap'tan olan bir
kadının karşılıklı sevgi ve merhamet temeline dayalı bir aile kurmaları da
mümkündür. Aynı şekilde farklı dinlere mensup kişiler arasında, zulüm, ihanet
ve düşmanlıktan uzak, sıcak insanî ilişkiler kurulması da mümkündür.
İslâm,
Müslümanlara, kızabilecekleri ve ilişkilerini kesebilecekleri yerleri
sınırlandırmıştır. Tabii ki farklı dinler olacaktır. Zira bu Allah (c.c.)'ın
bir isteğidir, "...zaten Rabbin onları bunun için yarattı." (Hûd,
11/119)
Fakat
bizler, kendilerine saygısı olan bir ümmetiz. Başkalarına da saygı göstermek ve
onlarla adalet ve edep üzere ilişki kurmak bu ümmetin hem hakkı hem de
görevidir. Bütün bunlar zor şeyler midir ki? Bu ancak, kendisi dışındaki tüm
insanları yaratılış bakımından, kendisinden daha düşük seviyede zanneden bir
Yahudi için zor olabilir. Yine bu ancak, serbestçe, hatalara boyun eğmiş ve
kendisi dışındaki diğer insanların doğrulan bulmalarını ve barış içinde
yaşamalarına engel olan mutaassıp ve fanatik birisine zor gelebilir. İşte şu
âyetin anlatmak istediği de budur:
"De
ki: Ey kitap ehli! Yalnızca Allah'a, bize İndirilene ve daha önce indirilene
inandığımız için mi bizden hoşlanmıyorsunuz? Oysa çoğunuz yoldan çıkmış
kimselersiniz." (Mâide, 5/59)
Gerçek
şu ki, dostluk, iyi niyet ve masumluğun temeli, bu hakikat üzerine kaim-
100*
Mâide Sûresi
Muhammed
Gazalî
dir
ve bu temel üzerine kurulan dostluk ve korunmuşlukta da ne bir zalimin zulmü,
ne de çirkince bir taassubun eseri olabilir. İman sahibi kimselerin, bu dünyada
insanlar tarafından terk edilip yalnızlığa itilen duruma düşmemeleri gerekir.
Hatta insanlarla sıcak ilişkiler kurmaları ve kendileriyle aynı inancı paylaşan
insanlarla yakın münasebette olmaları gerekir:
"Sizin
dostunuz ancak Allah'tır, Resulüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah'ın
emirlerine boyun eğerek namazı kılar ve zekâtı verirler. Kim Allah'ı ResûlÜ'nü
ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz
Allah'ın tarafını tutanlardır." (Mâİde, 5/55-56)
Allah
(c.c.) için sevmek ve Allah (c.c.) için buğzetmek, İslâm'ın şiarlarından
birisidir. Ancak bu sevgi; içinde bencillik olmayan bir sevgi, buğz ise,
beraberinde zulüm ve haksızlık olmayan bir buğz olmalıdır. Hak dinin başta
gelen özelliklerinden birisi de; karşı karşıya kalınan hatadan sakınmak, rezil
ve kötü eylemlere karşı da tavizsiz davranmaktır.
Peygamberimiz
(s.a.v.)'in Maiz'e karşı tutumunu düşündüğümüzde, onu şöyle bir tavır içinde
görürüz: Hz. Peygamber (s.a.v.), Maiz'in kendi itirafını hakim karşısında
reddetmesi ve tevbe ettiği sürece kendisine karşı işlemiş olduğu zulme
müsamahakâr davranması için gayret göstermiştir. Ne var ki Maiz, ölmek
suretiyle kendisini temizlemek istiyordu, sonuçta istediği de oldu.
Daha
önce Hz. İsâ (a.s.) da recm edilmesi için Yahudilerin tutup getirdiği kadının
aynı şekilde suçunu itiraf ederek recm edilmemesi için çaba sarf etmişti.
Kader,
suç işleyen kişiyi yok etmek isteyen, bir tuzak değildir. Peygamberler de
toplumun iyiliği ve ıslahı için çalışan kimselerdir; boyunlarım vurmak için
bekleyen cellatlar değil. Ne var ki, ansızın meydana gelen bir hata ile topluma
kötülük ve çirkeflik saçan suçlar arasında dağlar kadar fark vardır. Aynı
şekilde tökezleme ile sürekli taklitçilik arasında da büyük bir fark vardır.
Hatta bu fark bir kimsenin hatası ile yürürlükte olan yanlış bir yasanın
arasındaki fark kadar büyüktür. Eğer suçlar genel bir adet ve uygulanan bir
yasa haline gelmişlerse, işte tüm peygamberler bu tip suçların karşına
durmuşlardır.
İşin
garibi hem geçmişteki hem de günümüzdeki Ehl-i Kitab'ın, günahlar karşısında
şaşılacak şekilde soğukkanlılıklarım korumalarıdır. Hatta Batı medeniyeti, pis
işlerle uğraşan sınıfların ve bunları de gören din adamlarının tam bir sükût
içerisinde oldukları bir raddeye geldi, tşte böylesi insanların İslâm'dan
nefret ederek ateizme yöneldiklerini görmek için uzun uzun düşünmek gerekmez
mi? Ayrıca AİDS hastalığı sebebiyle açıkça namaz kılmaya başlayanlar üzerinde
uzun uzun düşünmek gerekmez mi? Siyonizm ve sömürge kurbanlarına da en az
bunlar kadar özen göstermek gerekir.
MSide
Süresi • 101
Kur'ân-ı
Kerîm'in Konulu Tefsiri
Mâide
Sûresi yaklaşık dört sayfa boyunca, bu toplumların çelişkilerini ve yaptıkları
şeyleri kabullenmemenin gerekliliğini anlatmaktadır.
"Onlardan
bir çoğunun günah, düşmanlık ve haram yemede yarıştıklarını görürsün.
Yaptıkları ne kadar kötüdür! Din adamları ve alimleri onları, günah olan
sözleri söylemekten ve haram yemekten men etselerdi ya! İşledikleri fiiller ne
kötüdür!" (Mâide, 5/62-63)
Bu
toplumlar, belirgin bir şekilde ilahî öğretilerle bağlarını devam ettirdikleri,
İncil ve Tevrat'tan ellerinde bulunan öğretilere saygı gösterdikleri ve şu
âyetin muhtevasına uygun olarak son peygamberin getirdiği şeyleri de
kabullendikleri sürece, ancak dindar toplumlar olabilirler:
"İman
edenler ile Yahudiler, Sabiler ve Hıristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe
inanıp iyi amel işleyenler üzerine asla korku yoktur ve onlar üzülecek de
değillerdir." (Mâide, 5/69)
Allah
(c.c.)'ın yasakladığı şeylerde kıskançlık tüm dinlerde benimsenen bir şeydir.
Zira kıskançlık; heyecandır, konum ve tavır belirlemedir ve mesafe ayarlaması
yapmaktır. Müslümanlar, din felsefecilerini tutarlı ve aklı selim davranmaya,
ateist felsefecilerden daha yakın bulmaktadırlar. Aynı şekilde, ahlâklı
kimseleri de şeref ve haysiyete, eğlence tutkunu kimselerden daha yakın
görmektedirler.
"Hiçbir
tanrı yoktur ve hayat sadece bu dünyadan ibarettir."
çığlıklarına kulak veren insanlara karşı şaşkınlığımız
bitmiyor. Onlar, donuk, cansız ve soğuk insanlardır. Zira, müezzin;
"Allah-ü Ekber" diyerek ezan okumaya başladığı zaman, bunların yüz
ifâdeleri değişir ve suratları asılır. Çünkü güzel bir ezan, gerçekte İslâm'ın
emarelerinden birisidir ve bize göre arkada kalacak olan salih amellerdendir.
Kur'ân-ı
Kerim, haham ve kardinallerin benliklerindeki doğru, iyi, şefkat, sevgi ve
duygunun ölmesini şu şekilde kınamaktadır. İsrâiloğulları'ndan kâfir olanlar,
Dâ-vûd ve Meryem oğlu İsâ diliyle lanetlenmişlerdir. Bunu sebebi, söz
dinlememeleri ve sınırı aşmalarıdır.
"Onlar,
işledikleri kötülükten birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlar. Andolsun
yaptıkları ne kötüdür!" (Mâide, 5/78-79)
Bu
hususta günahkâr kimselerle dostluk kurmayı ve onların yaptıkları şeylere rıza
göstermeyi yasaklayan âyet gelmiştir:
"Eğer
onlar Allah'a, Peygambere ve O'na İndirilene iman etmiş olsalardı, onları
(müşrikleri) dost edinmezlerdi. Fakat onların çoğu yoldan çıkmışlardır."
(Mâide, 5/81)
Bu
tür durumlarla ilgili sınırsız nebevi sünnetler vardır.
102-
Mâide Sûresi
Muhammed
Gazalî
Ehl-i
Kitab'm, kötülüklere karşı yumuşak davranma ve kötü kimselere karşı da
dalkavukluk yapmalanyla, temel inanç ve o inanca sımsıkı sarılmalarıyla ilgili
olarak birkaç söz söylemek gerekir. Genelde İnsanlar, nasihat etmenin
sonucundan kaçarak kötülüklere karşı sükût ederler, dünya hırsı ve menfaatleri
sebebiyle, zalimlere karşı susarlar ve belki de o zalimlerin sırtını
sıvazlarlar.
Hak
ve doğru söz, nice zorluklarla ve sıkıntılarla karşılaşmıştır, ancak önemli
olan sonuçta elde edilen kazançtır. Hakka ihanet, bazen çabuk bir menfaat
sağlayabilir. Ancak o menfaatin bitip tükenmesi çok yakındır. Geriye ise,
ihanetin bedeli olan alçaklık ve taşkınlığın günahı kalır.
İyi
bir yaşamı, ferdî ve İlahî rızayı ancak Allah (c.c.) için seven ve Allah (c.c.)
için nefret eden kimse elde edebilir. İşte bu sebeple yüce Allah (c.c.) şöyle
buyuruyor:
"Eğer
Ehl-i Kitap iman edip (kötülüklerden) sakınsalardı, herhalde (geçmiş)
kötülüklerini örter ve onları nimeti bol cennetlere sokardık. Eğer onlar
Tevrat'ı İncil'i ve Rablerinden onlara indirileni (Kur'ân'ı) doğru dürüst
uygulasalardı, şüphesiz hem üstlerinden ve hem de altlarından yerlerdi (yeraltı
ve yerüslü servetlerinden istifâde ederek bolluk içinde yaşarlardı)..."
(Mâide, 5/65-66)
Bu
nasihatin sadece Yahudi ve Hıristi yani ara ait olduğunu sanmayın. Yüklenmiş
oldukları emanetlerin büyüklüğü sebebi ile, herkesten önce İslâm alimleri, bu
âyette ifâde edilen hususları yerine getirmekle yükümlüdürler. Şüphesiz ki
doğru davranış ve müspet tavır, sahih bir imandan doğar. İşte bu sebeple, söz
dönüp dolaştı ve tekrar tevhid inancına ve bu inancı şüphelerden kurtarmanın
gerekliliğine geldi.
Yahudiler,
tek olan Allah (c.c.)'a İman ettiklerini söylüyorlar; oysa bu iman ettiklerini
söyledikleri ilah hakkındaki düşünceleri ne kadar doğrudur acaba? O (c.c.)
ilahı, her türlü noksanlıklardan tenzih edip, tüm kemal sıfatları O (c.c.)'na
nispet edebiliyorlar mı acaba? Kendilerini iyilik ve itaatte önde giden ve
kötülük ve günahta ise geri kalan bir kısım insanlar olarak görüyorlar mı?
Hayır,
sadece kendi ırkları hesabına çalışan bir ulûhiyyet inancı oluşturdular. Artık
o tanrı, Yahudilerin zanlarını ve menfaatlerini koruyan bir ilah haline geldi
ve o tanrı başkalarından razı olmaktan daha çok, Yahudilerden hoşnut olan özel
bir tanrı oluverdi. Bundan dolayı Allah (c.c.)'la aralarında geçen
sözleşmelerle oynadılar ve dünyada halkların sırtında bir yük olarak yaşamaya
başladılar.
"Andolsun
ki İsrâiloğullan'nın sağlam sözünü aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Ne
zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu elmediğİnİ getirdi ise, bir
kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler." (Mâide, 5/70)
Hıristiyanlara
gelince, onların inançlarındaki belirsizlik ve kapalılık had safhadadır,
çelişki ve tutarsızlıklar ise apaçıktır. Onlar diyorlar ki: Bizim Rabbimiz İsa
Me-
Mâide
Sûresi • 103
Kur'ân-ı
Kerîm
' in Konulu Tefsiri
sih'tir.
O'nun annesi hakkında da; o tanrının annesidir diyorlar. Yine aynı şekilde
diyorlar ki: Baba ise ezelî ilahtır ve O oğlunu insanlara elçi olarak
göndermiştir.
Rûhu'l
Kudüs Hz. Cebrail (a.s.) hakkında da şöyle diyorlar: O, ilâhtır. Sonra da;
bunların hepsi tek bir ilâhtır, diyorlar.
"Andolsun
'Allah, üçün üçüncüsüdür' diyenler de kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek
Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer diyegeldiklerinden vazgeçmezlerse
içlerinden kâfir olanlara acı bir azap isabet edecektir." (Mâide, 5/73)
Günümüz
dünyasını saran sürekli çatışma, İslâm ile Hıristiyanlık arasındadır; bu savaş
Allah (c.c.)'ı mutlak bir vahdaniyetle niteleyen, yer ve göklerde O (c.c.)'nun
dışındaki her şeyi O (c.c.)'nun mülkü olarak sayan, O(c.c.)'nun celâl ve
cemâlinin yüceliği önünde boyun eğen, melekleri, peygamberleri ve tüm
insanları, kendisine karşı konulamaz tek bir ilahın önünde diz çökerek boyun
eğen varlıklar olarak kabul eden İslâm ile, taşkınlıklar türeten ve üç ilaha
kulluk eden, daha sonra da bu Üç ilahın tek bir ilah olduğunu iddia eden
Hıristiyanlık arasında geçmektedir. İşte bu sebeple ilahî hitap Hz. Muhammed
(s.a.vs.)'e yöneliyor:
"De
ki: Ey kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önce sapan,
birçoklarını saptıran ve yolun doğrusunda uzaklaşan bir topluma uymayın."
(Mâide, 5/77)
Öyle
gözüküyor ki, bu savaş kıyametin kopmasından kısa bir süre öncesine kadar devam
edecektir. Çünkü Allah (c.c.) kulu İsa'yı, kendisinin Allah (c.c.)'a kulluk
ettiğini bildirmek ve kendisini Allah (c.c.)'a ortak koşanlarla savaşmak için
yeryüzüne gönderecektir.
Hıristiyanlık
düşüncesi bizzat kendi içerisinde birçok gruplara ayrılmıştır. Dünya, din
savaşlarını bu ayrılıklar esnasında öğrenmiştir. Bu din savaşları Öyle
savaşlardır ki, yüzyıllar boyu devam etmiş ve oluk oluk kanlar akıtılmıştır.
Sonuçta insanlar bu ayrılıkların ve din savaşlarının tahribatlarından, ancak
kiliseyi devlet idaresinden uzaklaştırdıktan sonra kurtulabilmişlerdir. Tüm bu
olup bitenlere rağmen, toplumdan soyutlanmış mezhepler, İslâm'a tuzak kurmak
için bu yüzyılda anlaşmaya varmışlar ve birleşmişlerdir.
Örneğin
Yahudiler Filistinlileri öldürüyorlar, Hintliler ve Budistler de Güney
Asya'daki Müslümanları öldürüyorlar. Yeni sömürgeciler ise, diğer Müslüman
halklarla savaşıyorlar ya da kültürel ve iktisadî saldırılar düzenliyorlar.
Sonuçta bizler de şu âyet-i kerimenin ifâde ettiği anlamları düşünüyoruz.
"İnsanlar
içerisinde iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetli olarak Yahudiler ile
şirk koşanları bulacaksın. Onlar İçinde iman edenlere sevgi olarak en yakın
olarak da, 'biz Hıristiyanlarız' diyenleri bulacaksın, çünkü onların içinde
104
• MSİde Sûresi
Muhammet!
Gazali
keşişler
ve rahipler vardır ve onlar büyüklük taslamazlar. Resûl'e indirilenleri
duydukları zaman tanış çıktıkları gerçekten dolayı, gözlerinden yaşlar
boşandığını görürsün. Derler ki; Rabbİmİz! İman ettik, bizi şahit olanlarla
beraber yaz."
(Mâide,
5/82-83)
Risâlet
asrında olan olayları tarih bizlere aktarmaktadır; Müslümanlar, Bizans ve
Habeşistan Hıristiyanlarından iyilik umarlarken, Mekke müşrikleri ve Medine
Yahudileri İslâm düşmanlığı konusunda insanların en ileri gidenleriydi.
Müslümanlar, ateşperest İranlıların, Hıristiyan Rumları yenmesinin geçici olduğunu
ve Ehl-İ Kitap olan Hıristiyan Rum kardeşlerinin, kaybettikleri bu savaşı çok
yakın bir zamanda kazanacaklarım ve o gün Müslümanların, Allah (c.c.)'ın yardım
ve zaferi sayesinde sevineceklerini haykırmışlardı.
Sonra
Hıristiyan elçiler grubu Mekke ve Medine'ye gelerek Allah (c.c.)'ın kitabını
okuyan Hz. Peygamber (s.a.v.)'i dinlediler. Ardından da iman etiklerini
açıklayarak şöyle dediler.
"O'na
iman ettik, çünkü o Rabbimizden gelmiş bir hakikattir. Esasen biz daha önce de
Müslüman idik." (Kasas, 28/53)
Gerçekten
İslâm, Roma devleti parçalandıktan sonra, tüm Ön Asya'yı ve Kuzey Afrika'yı ele
geçirdi ve bu bölgelerin halkları Müslüman olarak İslâm'ı savunmak ve sancağını
yüceltmek için, canlarını bu yolda feda ettiler. Bu toplumlar kendi istek ve
arzularıyla ve ikna olarak Önceki Hıristiyanlıklarını bıraktılar. İman
ettiklerini açıklayan topluluk hakkında bahseden biraz Önce aktardığımız âyet,
o topluluğun şöyle dediğini bizlere aktarmaktadır:
"Rabbimizin
bizi iyiler arasına katmasını umup dururken, niçin Allah'a ve bize gelen
gerçeğe iman etmeyelim?" (Mâide, 5/84)
Ancak,
geçmişte olan bu ilişkilere rağmen, ne olduysa oldu ve bu ilişkiler ve sıcak
münasebetler durdu. Bin yıldan beridir ezici Haçlı seferlerinden bu yana
Hıristiyanlar, Müslümanlara saldırmakta, topraklarını parçalamakta ve
varlıklarını sarsmaktadırlar. Müslümanlara, insanların en yakını olanlar,
bunlar olamazlar; bu âyetler geçmişte yaşanan sahneleri anlatmaktadır. Artık
sahneler değişmiştir.
Belki
de, halâ Avrupa ve Amerika'daki büyük kitleler, hakkı ve gerçeği
aramaktadırlar, miras olarak aldıkları din ve kültürden endişe
içerisindedirler. İşte böylesi insanları İslâm'a girmekten uzaklaştıran tek
şey, Müslümanların içinde bulundukları şu anki kötü ve zavallı durumlarıdır.
Gerçekte günümüz Müslümanlarının kendi dinlerinden nefret ettirecek kötü bir
surette olduklarından hiç şüphe yoktur.
İslâm
ile Ehl-i Kitap arasındaki ilişkileri bu şekilde sunduktan sonra, İslâm
toplumunu oluşturmak için âyetler gelmektedir ve bu âyetler, Müslümanlara,
materya-
MSlde
Sûresi* I0S
Kıır'ân-ı
Kerîm 'in Konulu Tefsiri
lizm
ve ruhbanlıktan örnek almayı yasaklamaktadır:
"Ey
iman edenler! Allah'ın size helal kıldığı iyi ve temiz şeyleri (siz kendinize)
haram kılmayın ve sınırı aşmayın. Allah, haddi aşanları sevmez." (Mâide,
5/87)
Sanki
âyet Müslümanları, geçmişte olan şeylerden sakındırmayı İstemektedir.
Ardından
içki içmeyi yasaklayan açık ve net âyetler gelmiştir. Avrupa ve Amerikalılar
ise, her sofraya içkiyi koymaktadırlar ve artık içki, su gibi veya suya eşdeğer
bir içecek olmuştur. Mukaddes düsturları koruma, dini tartışmayı ve dindarlar
arasında süregelen tartışmayı bırakma, kitap ve sünnete sarılmanın
gerekliliğini bildirme hususunda hükümler gelmektedir. Zira bazı insanlara;
"Allah'ın
indirdiğine ve resule gelin, denildiği zaman, 'babalarımızı üzerinde bulduğumuz
yol bize yeter' derler. Atalan hiçbir şey bilmiyor ve doğru yol üzerinde
bulunmuyor iseler de mi?" (Mâîde, 5/104)
Önceden
de bildirdiğimiz gibi sûrenin, Akitler/Sözleşmeler Sûresi olarak
isİmlen-dirilmesinde garipsenecek bir durum yoktur. Zira bu sûre birçok
yükümlülük ve bağlayıcılıkları bünyesinde barındırmaktadır. Bununla birlikte
sûre, şu iki emirle sona ermektedir: Birincisi, Hıristiyanların dinlerinde
samimi olmalarını ve saf tevhid inancını, kendisine karıştırılan kuruntu ve
zanlardan temizlemelerini bildiren hitaptır. Bu hitap Hz. İsa b. Meryem
hakkında bir sorguyu da barındırmaktadır:
"Allah:
Ey Meryem oğlu İsa! İnsanlara, 'beni ve anamı, Allah'tan başka iki tanrı
edinin' diye sen mî dedin, buyurduğu zaman o 'Hâşâ! Seni tenzih ederim; hakkım
olmayan şeyi söylemek bana yakışmaz'...." (Mâide, 5/116)
Kendisinden
sonra halkının kendisi hakkında uydurduğu şeylerden uzak olduğunu bildirmesi
çok tabiidir.
"Ben
onlara, ancak bana emrettiğini söyledim: 'Benim de Rabbim sisin de Rab-biniz
olan Allah'a kulluk edin' dedim. İçlerinde bulunduğum müddetçe onlar üzerine
şahit idim. Beni vefat ettirince arlık onlar üzerine gözetleyici yalnız sen
oldun. Sen her şeyi hakkıyla görensin" (Mâide, 5/117)
Gerçek
şu ki, Allah (c.c.)'tan başka hiçbir ilah yoktur ve O (c.c.)'nun dışındaki her
şey O (c.c.)'nun kuludur. Fakat çeşitli kiliseler bu duruma halâ şiddetle karşı
çıkmakta ve direnmektedirler. Bunun da ötesinde bu kiliseler, apaçık hakkı yok
etmek için Müslümanların zayıf yanlarını gözetlemekte ve fırsat
kollamaktadırlar.
Sûrenin
kendisiyle sona erdiği ikinci ve son emir ise, içinde bulundurduğu tüm akit ve
sözleşmeleri okuyuculara hatırlatmaktadır; acaba okuyucular bu akit ve
sözleşmeleri ezberleyip hakkını tam olarak verebilecek ve onlarla amel
edebilecekler mi?
106-
Mâide Sûresi
Muhammed
Gazali
Hiçbir
beşerle Allah (c.c.) arasında özel bir münasebet yoktur. Bir gün gelecek ve tüm
insanlar hassas ve tam bir hesap için tekrar diriltilip bir araya
toplanacaklardır. İşte o gün şöyle denilecektir:
"Bu,
doğrulara doğruluklarının fayda vereceği bir gündür. Onlara, içinde ebe-dhi
kalacakları ve zemininden ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan razı
olmuştur, onlar da O'ndan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş ve kazanç
budur." (Mâide, 5/119)
Allah
(c.c.)'Ia birlikte herhangi bir kimsenin mülkü, salâhiyeti, yetkisi var mıdır?
Hayır, kesinlikle hayır.
"Göklerin,
yerin ve içlerindeki her şeyin mülkiyeti Allah'ındır. O, her şeye hakkıyla
kadirdir." (Mâide, 5/120)
İşte
Mâide ya da Akitler/Sözleşmeler Sûresi...
Bu
sûre, Kur'an-ı Kerim'de, hükümlerle ilgili en son inen sûrelerden birisidir...
Mâide
Sûresi ■ 107