MAİDE   SURESİ

Mâide Sûresi Kur'an-ı Kerîm'in beşinci süresidir. Hicretten son­ra Medine'de nazil olmuştur. Yüz yirmi âyettir. İslâm dinine ait ilâhi hükümlerin Müslümanlara tamamen tebliğ edildiğini bildirmekte­dir. İçtimaî, iktisadi muamelelere, maddi ve manevî emanetlere dair şer'î mes'eleleri ihtiva eden bu mübarek sûrede helâl ve haram olan hususlar izah edilmektedir.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Ey iman edenler, bağlandığınız ahidleri yerine getirin. Siz ih-ramh olduğunuz halde avlanmayı helâl saymamak ve size okuna­cak olanlar hariç kalmak şartıyla davarlar size helâl edildi. Şüphe­siz ki Allah ne dilerse onu hükmeder.»

Allahü Teâlâ bu sûre-i celîleye «Ey iman edenler!» diye başla­mıştır. Yüce Allah bu hitabıyla iman eden kullarını övdüğünü gös­termektedir. Allah katında imandan daha üstün ve daha şerefli hiç bir şey yoktur. Bu şerefe ise ancak mü'minler lâyıktır. Bundan do­layı Yüce Allah mü'minlere iman şerefi ile ta'zinı edip | + '2\ ^YQ

hitap etmiştir. Bu lâfza «Câmiu'l-kelâm» denir. Câmiu'l-kelâm keli­meleri toplayan bir kelâmdır. Çünkü bu lâfız birçok mânâyı kapsa-

148

MÂÎDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 1)

makta ve iman edilen şeylerin hepsine teşmil edilmektedir. îman, iman edilmesi gereken şeylerin hepsini tasdik etmektir. İlk önce Allahü Teâlâ'nm birliğini, Hz. Muhammed'in ve bütün peygamber­lerin peygamberliğini, Kur'an'ın ve bütün kitapların Allah'ın kelâ­mı bulunduğunu, öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu, hesap ve azabı, kabir sualini, mizan ve teraziyi, sıratı, beratı - ki, kimisi­nin beratı sağından, kimisinin solundan, kimisinin de arkasından verilecektir - sevabı, azabı, cenneti ve cehennemi tasdik etmek mü'-minler üzerine vaciptir. Bunlardan birini inkâr etmek, hepsini inkâr etmek demektir. Yani birine iman etmeyen diğerlerine de iman et­memiş sayılır.

Yukarda zikredilen hususların hepsi bu kelime içinde cem edil­diği için Allahü Teâlâ mü'minlere ı*SjiI ^^e hitap etmiştir. Yani mü'min iman ettiği şeylerin gereği ile amel edecektir. Mü'min, iman ettiği şeylerin gereği ile amel edecektir. Mü'min, iman ettiği şeylerin gereği ile amel etmedikçe hakiki mü'min olamaz. Şöyle ki: Ölümün vuku bulacağına iman eden, ölüme her an hazırlıklı olur. Âhireti bı­rakıp sadece dünya ile meşgul olmaz. Kıyamet günü hesap verme­yi düşünen adam, hesabını veremeyeceği bir malı biriktirmez. Bi­riktirmiş olduğu malın hesabını vermek için hazırlıklı olur. Dünyada yaptıklarının mutlaka hesabını vereceğini bilir, ona göre hazırlığını yapar. Namazını kılar, orucunu tutar, zekâtını verir, haccını yapar, haramdan kaçınır, Allah'a âsi olmaz, Allah'ın emirlerini yerine ge­tirir, yasaklarından sakınır. Cennet ve cehennemin hak olduğuna inanan kimse, cenneti kazanmak için çalışır, kendisini cehenneme götürecek amellerden sakınır. Günah işlemekten korkar, Allah'ın rızasını kazanmak için çalışır. Kimsenin hakkına tecavüz etmez, na­musuna göz koymaz, hakkına razı olur, başkasının gıybetini yap­maz. Cenneti kazanmak için koşar. Diğerlerini de bunlara kıyas et. Hakikî mü'min, Allah'ın emirlerini ve imanın gereğini yerine getirir.

Bunun için Yüce Allah, mü'minlere

 diye hitap etmiş, bunun-

la hakikî mü'minleri kast etmiştir.

tbn Mes'ud (r.a.) şöyle demiştir: «Her edep sahibi, edebini baş­kalarına öğretmeyi ve öğrettiği ile onların da edeblenmesini sever.» Allahü Teâlâ'nın da edebi ve edep öğretmesi Kur'anladır. Yüce ■&!-lah, Kur'ân-ı Azimüşşân'ında «Ey iman edenler» diye nida eder, ça­ğırır. Gerçek mü'min isen o nidaya, o çağrıya kulak ver, onu anla, seni mutlaka bir hayra çağırıyor. Çağrıldığın şeyi yap. Yüce Allah, sana «Ey İman edenler» diye ta'zim ediyor, o ta'zime lâyık ol. Seni men ettiği şeylerden sakın.

MÂtDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 1)

149

Allahü Teâlâ Mâide Sûresinin başında «Ey iman edenler» diye nida etti. Ardından «Bağlandığınız ahidleri yerine getirin» diye hitap

etti. Bu    j 4jÎjJ 1)) Jj \ lâfzı da câmiu'l-kelâmdır. Yani ahitle ilgili

bütün kelimelerin mânâlarını içinde toplar. Ahitler üçe ayrılır: Birin­cisi Allahü Teâlâ ile kulları arasındaki ahittir. Kulların Allah'ın emirlerini yerine getirmesi, yasaklarından sakınması gibi. İkincisi kullar ile Allah arasındaki ahittir. Kulların Allah'a yemin etmesi ve adak adaması gibi. Üçüncüsü ise, kulların kendi aralarındaki ahit­tir. Alış-veriş yapmak, birbirlerine söz vermek gibi. Bunların hepsi­ne vefa göstermek mü'minlere vaciptir. Ahitleri bozmak, muhalefet etmek dinen yasaktır. Şayet ahitler masiyet ve haram olan şeyler olursa, o zaman onlardan dönmek gerekir. Haram olan ahitlerden dönülmediği takdirde, sahibi günahkâr,ve âsi olur.

Bundan sonra Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Siz ihramlı olduğu­nuz halde avlanmayı helâl saymamak ve size okunacak olanlar ha­riç kalmak şartıyla davarlar size helâl edildi.» Hacılar ihramda iken avlanamazlar, çünkü bu ibadetin kendine mahsus bir özelliği vardır. Hacı ihramda iken şefkatli ve merhametli olur. Allah'a teslimiyeti artar. Kalbi yumuşar, hemcinsine ve diğer varlıklara karşı acıma hissi çoğalır. İhramlı kimse, haccın bütün şeraitine uymak zorunda­dır. Hacının ihrama girdiği andan itibaren, ihramını çıkarana ka­dar her anı ibadet sayılmaktadır. İbadete mani olan şeyler elbette kendisine yasaklanacaktır. Bu bakımdan hacıların ihramlı iken av­lanmaları ve bazı şeyleri yapmaları yasaklanmıştır.

Bundan sonra Allahü Teâlâ eti yenen «behimeyi» zikretmiştir. Behîme, eti yenen hayvanların hepsine şâmildir. Sığır, deve, koyun, tavşan, yabani keçi ve diğerleri gibi. Eti yenmeyen hayvanlar da ayrıca Mâide Sûresinde zikredilmiştir. Yeri geldikçe izahı yapılacak­tır.

Yüce Allah hakimdir, dilediği gibi hükmeder. O'nun hükmün­den kimse sual edemez. Kullar yaptıklarından mes'uldür. Fakat Al­lahü Teâlâ yaptığından mes'ul değildir. O, kullarının menfaatine olan şeyleri helâl kılmıştır, onların zararına olan şeyleri de haram kılmıştır. Çünkü yerde ve göktekilerin hepsini kulları için yaratmış­tır. Onlardan zararlı olanları haram, faydalı olanları helâl kılmıştır. Helâl ve haramı kitabında bildirmiştir. Dünyevî ve uhrevî huzur ve saadete ulaşmak isteyenler Allah'ın Jıaram kıldığı şeylerden uzak dursunlar.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

160                                        MÂÎDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 2)

Jî o

«Ey iman edenler, Allah'ın nişanelerine, haram olan aya, (Ka­be'ye) hediye olan kurbanlığa, gerdanlıklar takılan hayvanlara, Rab-lerinden bol nimet ve rıza talep ederek Beyti Haram'a gelenlere sa­kın hürmetsizlik etmeyin.»

Ey iman edenler, Allah'a ibadete vesile kılınmış olan menâsik-i haccı terk etmeyin. Yüce Allah hac esnasında ibadet kastıyla yapı­lan ameliyelerin terk edilmemesini emrediyor. Şöyle ki: Safa ile Mer-ve arasında sa'y etmek. Hac ve umrede bu iki tepe arasında koşmak haccın vaciplerinden, Arafat Dağı'nda vakfeye durmak ise farzların-dandır. Mine'de şeytan taşlamak ise haccın vaciplerindendir. Kur­ban kesmek, başı tıraş etmek, Beytullah'ı tavaf etmek, Hacerü'1-Es-ved'i isti'lâm etmek, Hz. İbrahim'in makamında namaz kılmak, hac­cın menâsikindendir. Ey mü'minler, haccın menâsikini yapmaktan asla sakınmayın. Size emredileni yapın.

İslâm'ın ilk zamanlarında Medineli Müslümanlar hac ettikleri vakit Safa ile Merve arasında sa'y etmezlerdi. Mekkeli Müslümanlar da Arafat'ta vakfeye durmazlardı. Yemenliler ise Arafat'tan geri dönerler, şeytan taşlamazlardı. Yüce Allah, hacca giden Müslüman­lara, haccın bütün menâsikini yerine getirmer./ni emretmiştir. Yine îslâmm bidayetinde haram aylarda savaşmayı da yasakiamıştu*. Bu haram aylar, yâ hac ayıdır veya İslâm'dan önce Arapların haram say­dıkları Recep, Zi'1-kaade, Zi'1-hicce ve Muharrem aylarıdır. Araplar bu dört ayda asla savaşmazlardı. Onlara göre bu dört ayda savaş­mak en büyük günahtı. Bu dört ayın dışında birbirlerinin etlerini yerlerdi âdeta. Birbirleriyle böylesine savaşmalarına rağmen içle­rinden Beytullah'ı ziyaret için gidenlere ve orada kesilmek üzere hazırlanmış kurbanlıklara asla dokunmazlardı. Onlar Beytullah'ta kesecek oldukları kurbanlıkları, diğerlerinden ayırt etmek için bo­ğazına bir gerdanlık veya bir halka takarlardı. Bunu görenler o hay­vana dokunmazlardı. Onun Beytullah'ta kurban edileceğini anlar­lardı. Beytullah'ı ziyaret etmeye gidenlerin yanlarında kurbanlıkla­rı yoksa, o zaman kendileri boyunlarına bir şey takarlardı ki, onunla Beytullah'a gittikleri belli olsun. O alâmeti taşıyanlara kimse do­kunmazdı. Hacdan evlerine dönerken de Beytullah'taki ağaçların bi­rinden bir miktar alırlardı ve Beytullah'tan geldiklerini onunla isbat ederlerdi. O alâmeti taşıyanlara kimse dokunmazdı. Allahü Teâlâ,

MÂlDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 2)                                        151

Müslümanlara aynı şekilde müşrikleri emniyet içinde tutmalarını emretmiştir, j^ji J^j CUJc^^^ûJiIUj.C9^ «Müşrikleri bulduğu­nuz yerde öldürün» âyeti gelinceye kadar bu emir devam etmiştir. Bu âyet ile yukardaki hüküm kaldırılmıştır. Yani nesh edilmiştir. Bundan sonra Beytullah'ı ziyarete gelen müşriklerin öldürülmesi, esir edilmesi ve mallarının yağma edilmesi mubah kılınmıştır. Yani müşriklerin öldürülmesine, esir edilmesine, mallarının ellerinden alınmasına müsaade edilmiştir. Bu hüküm Şerih ibni Sabia hakkın­dadır.

Şerih Yemâme'den gelip Peygamberimiz (s.a.v.) ile birkaç söz eder ve çekip gider. Yolda Medineli Müslümanların davar sürüsünü görür ve onları alıp Yemâme'ye götürür. Hac mevsimini bekler, hac mevsimi gelince onları kendi mallarıyla birlikte Mekke'ye getirip satmak ister. Medineli Müslümanlar onun Mekke'ye gelip malları satacağını öğrenirler. Bunun üzerine onun elindeki malları almak

için teşebbüse geçerler. Allahü Teâlâ, ^•J/J-\ı£jgJl.jv»\ j» âyetiyle on­ları men eder ve şöyle buyurur: «Rablerinden bol nimet ve rıza ta­lep ederek Beyt-i Haram'a gelenlere sakın hürmetsizlik etmeyin.» Memleketlerinden Harem-i Şerifi ziyaret kastı ile çıkıp gelenlere, hac etmek suretiyle Rablerinin rızasını talep edenlere dokunmayın, mallarını ellerinden almayın ve kendilerine işkence de etmeyin. On­lar iman etmedikçe Rableri asla kendilerinden razı olmaz. Bu âyetin hükmü ve haram aylardaki savaş yasağı yukarda geçen âyetle nesh edilmiştir. Bundan sonra müşriklerle ve kâfirlerle her zaman sava­şa müsaade edilmiştir. Artık savaşın haram olduğu ay diye bir hü­küm kalmamıştır. İslâmiyet'in başlangıcında haram aylarda savaşa müsaade edilmemesi Müslümanların azlığındandır. Müslümanlar kuvvet bulduktan sonra bu hüküm kaldırılmıştır.

Yüce Allah âyet-i celilenin devamında iman edenlere şöyle bu­yuruyor :

«İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. Sizi Mescidi Ha-ram'dan menettiği için bir kavme olan kininiz, aşırı gitmenize se­bep olmasın. İyilikte ve fenalıktan sakınmakta yardımlasın. Günah

 MAİUK SUKKSI (cüz: 6, âyet: 2)

işlemek ve aşırı gitmekte yardım!aşmayın. Allah'tan korkun. Şüp­hesiz ki Allah, cezası çok çetin olandır.

Ey mü'minler, siz ihramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. Artık size avlanmak helâldir. Sizi Hudeybiye yılı Mekke'yi ziyaret etmekten menettikleri için, Mekkeli müşriklere karşı olan kininiz, aşırı gitmenize ve onlara zulmetmenize sebep olmasın. Onların si­ze yaptıklarına karşılık, kin besleyerek onların mallarını ellerinden almayın ve onları öldürmeyin.

Peygamberimiz (s.a.v.) 628 yılında ilk olarak sahabesiyle birlik­te hac için yola çıkmışlardı. Bunu duyan müşrikler Peygamberimizin Mekke'yi ziyaret etmesine ve hac ibadetini yerine getirmesine izin vermemişlerdi. Peygamberimiz Hudeybiye denilen yerde konaklamış­lardı. Müşrikler, işin ciddiyetini anlayınca Peygamberimize bir elçi göndererek sulh teklifinde bulunmuşlardı. Peygamberimiz de bu tek­lifi kabul ederek, onlarla antlaşmıştı. Antlaşmaya göre o yıl Müslü­manlar hac etmeyecekler, gelecek yıl haclarını yapacaklardı. Saha­benin bir çoğu buna çok üzülmüş ve müşriklere karşı bir kin besle­mişlerdi. Yüce Allah onlara şöyle buyuruyor: «Sizi Mescid-i Haram'-dan menettiği için bir kavme olan kininiz, aşırı gitmenize sebep ol­masın.» Mü'min intikamcı değil, sulh edicidir, yıkıcı değil, yapıcıdır. Mü'minin özelliği daima affedici olmaktır. Mü'minler her devirde bu özelliği göstermişlerdir.

Bu âyet-i celile şu hususa delâlet etmektedir: Bir kimsenin yap­tığı bir fiil ile, kendisine mukabelede bulunmak caiz, aksiyle karşı­lık vermek caiz değildir. Yaptığından fazlasıyla mukabelede bulun­duğu takdirde zulüm olur. Her insana ve her topluma ancak yaptığı ile mukabele etmeye müsaade vardır. Allahü Teâlâ «İyilikte ve fe­nalıktan sakınmakta yardımlasın. Günah işlemekte ve aşırı gitmek­te yardımlaşmaym» buyurmuştur.

Bu ilâhi emirle Müslümanların hayırlı işlerde, yardımlaşması emre dilmektedir. Müslüman daima iyiliği emreder, kötülüklerden sakınır. Sapıklığa düşen mü'minleri de, gittikleri yoldan çevirmeye çalışır. Sadece kendini düşünmez, içinde bulunduğu cemiyetin dert­leriyle dertlenir. Müslüman, Allah'ın yasaklamış olduğu işlerde bir­birine yardımcı olmaz, bilâkis onlardan uzak durur. Günah işlemek­ten ve Allah'a âsi olmaktan sakınır. Asi olanlara da mani olmaya çalışır, onlara seyirci kalmaz. Kendisini günaha götüren işlerden sakınır, daima Allah'ın rızasını arar. Zaten Müslümanın görevi de budur. Mü'min görevini yaptığı müddetçe mü'mindir. Maalesef za­manımızda Müslümanların çoğu günah işlemekte ve Allah'a âsi ol-

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 3)

makta birbirleriyle âdeta yarış etmektedirler. İyilikte yardımlaşma­yı unutmuşlar, kötülükte yardımlaşmayı meslek haline getirmişler­dir. Yüce Allah'ın «Allah'tan korkun» emrini hiçe saymışlardır. Şüp­hesiz ki, Allahü Teâlâ bunlar için elim bir azap hazırlamıştır. Bun­lar mutlaka cezalarını göreceklerdir.

îbn Abbas  (r.a.)  şöyle demiştir-.  «Allahü Teâlâ birr u takvayı emretti. Her Müslümanın bunları yapması gerekir. Peygamberimiz

(s.a.v.)'in hadisi de buna delâlet eder,^\c la ^—-^'ü U__JV\U

«Bir insanı hayra teşvik etmek, onu yapmak gibidir.» Bir kimseyi hayra teşvik eden o hayrı yapmış gibi sevap kazanır.» Bu hadîs-i şe­rif şuna da delâlet eder: Bir kimseyi şerre teşvik etmek, o şerri yap­mak gibi olur. Hadis'te de zikredildiği gibi, hayra teşvik edenler se­vap, şerre teşvik edenler de günah kazanmaktadır. Günah işleyen­lerin ve zulüm yapanların cezalarını Allahü Teâlâ mutlaka verecek­tir. Allah'ın azabına kimse takat getiremez.

Mü'minin yardımı hak üzere olmalıdır. Mü'min daima hayrın teşvikçisi olmalıdır. Şerri ve fesadı menetmeye çalışmalıdır. Fesat­çılar hakkı bırakıp şerre koşarlar ve Allah'ın dinini yıkmak için on­lara yardımcı olurlar. Onlar Allah'ın düşmanlarını dost tutarlar. Hal­buki Allah ve Resulü onlara düşmandır. Allah ve Resulünün düşman olduğuna yer ve gök ehli de düşmandır. Onlar Allah'ın rahmetinden ve Resûlüllah'ın şefaatinden mahrum kalacaklardır. Allahü Teâlâ âyet-i celüesinde şöyle buyuruyor -.

«Size şunlar haram kilindi: (Eti yenen hayvanlardan boğazlan­madan ölen) ölü hayvan, akmış kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan hayvan, bir de henüz canı üzerinde iken yetişip kesmediğiniz boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış, başka bir hayvan tarafından boynuzlanmış, canavar tarafından parçalanmış hayvan­lar, dikili taşlar üzerinde boğazlananlar ve fal oklarıyla kısmet ara­manız.»

Bu âyet-i celîle Müslümanlara haram olan şeyleri belirtmekte­dir. Ey iman edenler, Allahü Teâlâ size, kesilmeden ölen murdar

154                                        MÂtDE SÛRESİ (cüz: 6, ayet: 3)

hayvanların etlerini yemeyi haram kılmıştır. Ancak balıkla, çekir­ge kesilmeden yenen hayvanlardandır. Balık suda ölü olarak bulu­nursa yenmez. Çünkü ne şekilde öldüğü bilinmez. Çekirge de balık gibi, kesilmeden yenir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.)

 * °*** ve ^'ı ^an İDİze nelâl kılındı» buyur­muştur, iki ölü, balıkla, çekirgedir, bunlar kesilmezler. İki kan ise, ciğer ile dalaktır. Yenmesi haram olanlar âyette şöyle sıralanmışlar­dır: Kan, domuz eti; domuzun hiçbir şeyinden istifade edilmez, her şeyi haramdır. Müslüman domuz ticareti yapamaz. Allah'ın adı anıl­madan veya Allah'tan başkası adına kesilen, boğazları sıkılmak su­retiyle boğularak öldürülen, vurmak suretiyle öldürülmüş olan, yük­sek bir yerden düşerek veya kuyuya atılarak ölen, başka bir hayvan tarafından boynuzlanarak öldürülen, yırtıcı hayvanlar tarafından öldürülen hayvanların etlerini yemek haramdır. Eğer bunlar ölme­den kesilirse etleri yenir. Şayet kesilmeden önce ölürlerse etleri ke­sinlikle yenmez.

Yüce Mevlâ şerefli kullarının murdar ve necis olan şeyleri ye­mesine izin vermiyor. Bu, Allahü Teâlâ'nın kullarına verdiği değe­rin bir ifadesidir. Ayrıca putlar adına kesilen, Allah'ın rızasını ka­zanmak maksadıyla değil de, türbeler için, ve şahıslar adına kesilen hayvanların etleri, ziyaret yerleri için kesilen hayvanların etleri, fal okları atarak kesilen hayvanların etleri de yenmez. Çünkü bunlar Allah adına değil de Allah'tan başkasının adına kesilmiştir. Allah'­tan başkasının adına kesilen hayvanlar da murdar hükmündedir.

Fal oklarının durumu şudur: İslâm'dan önce Araplarda şöyle bîr âdet vardı. On arkadaş bir araya gelerek, bir deve satın alırlar, o deveyi keserler ve dokuz parçaya ayırırlardı. Her arkadaşın üzerin­de adı yazılı bir oku vardı. Bu oklar toplanır içlerinden bir arkadaşa teslim edilirdi. Okları alan kimse, arkadaşlarından güzelce gizlerdi. Daha sonra onlar gizli olan oklardan bir bir alırlar ve taksim edi­len etin üzerine dikerlerdi. Okun üzerinde kimin adı yazılı ise o et onun olurdu. Sona kalan okun sahibine hiçbir şey kalmazdı. Üstelik devenin parasının tamamım da ona ödetirlerdi. Bu bir nevi kumar­dı. İslâm dini bu gibi haksız kazançları yasaklamıştır. İslâm'da baş­kasının sırtından geçinmek yoktur. İslâm, tenbelliği, başkasının sır­tından geçinmeyi, falcılığı, başkasının hakkını yemeyi yasaklamış­tır.

Arapların bir âdeti de şu idi: Onlardan birisi yolculuğa çıkmak arzu ettiği zaman, yine fala müracaat ederdi. Şöyle ki: Arapların iki oku bulunurdu, bunlardan  birinin  üzerinde   «Rabbim  bana sefere

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 3)                                        155

gitmeyi emretti», diğerinde de «Rabbim beni seferden menetti» ya­zılı idi. Sefere çıkmak isteyen adam bu oklardan birini çeker, hangisi eline gelirse ona göre hareket ederdi. Şayet eline gelen ok müsbet olursa yoluna devam eder, aksi takdirde seferden vazgeçerdi. Bun­lar ve benzeri inançlar bâtıl inançlardır. Allahü Teâlâ bunların hep­sini yasaklamıştır. Yukardan aşağı sıralanan bu yasakların hepsin­de insanlar için sayılamayacak kadar hikmetler vardır. Fakat insan­lar bunlardaki hikmetlerin bir çoğunu anlayamazlar. Yüce Allah'ın haram kıldıklarına helâl diyenler kâfir olur.

Allahü Teâlâ âyet-i celüenin devamında şöyle buyuruyor:

«Bugün, kâfirler dininizden çıkmanızdan ümitlerini kesmişler­dir. Onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün sizin dininizi kemâ­le erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyet'i beğendim. Açlıktan darda kalan, günaha kaymaksızın yiyebilir. Çünkü Allah çok yarhğayıcıdır, çok esirgeyicidir.»

Mekke fethedildiği zaman nazil olan bu âyetin nüzul sebebi şöyledir: Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke'yi Ramazan ayının bitimi­ne 8 gün kala fethetmiş, sahabeleriyle Mekke kapılarından içeri gi­rince şöyle ferman buyurmuştu: Ey müşrikler içinizden «Lâ ilahe illallah, Muhammedün Resûlüllah» diyenler, silahını bırakıp, Resû-lüllah'ın emirlerine itaat edenler, evlerine kapanıp savaşa iştirak etmeyenler kurtulmuşlardır. Onlara hiçbir şey yapılmayacaktır.» Müşrikler bu hitabeyi duyunca topluca gelip İslâm'ı kabul etmişler ve Allahü Teâlâ'nın emirlerine sarılmışlardı. O sırada bu âyet-i celi-lenin bir kısmı nazil olmuştur.

Peygamberimiz (s.a.v.) Hudeybiye yılından sonra, Hicret'in ye­dinci yılında sahabeleriyle Kâ'be'-i Muazzama'yı ziyarete gidince, müşrikler yaklaşmamışlar ve Müslümanları seyre koyulmuşlardı. Müşrikler, Müslümanların Peygamberlerine olan sadakatlarını ve ibâdetlerine olan bağlılıklarını görünce ümitsizliğe düşmüşler, Müs­lümanların artık dinlerinden daha dönmeyecekleri kanaatine var­mışlardı. O yıl Müslümanlarla beraber hiçbir müşrik Kâ'be'yi tavaf etmemişti. Peygamberimiz sahabeleriyle birlikte tavaflarını yapmış­lar, hacı olmuşlar, kurbanlarını kesmişler ve sağ-salim geri dön-

156

MAÎDE SÛRESİ {cüz: 6, âyet: 4)

müşlerdi. Müşrikler ise yeis içinde idi. Yüce Allah bu durumu şöyle beyan ediyor: «Bugün, kâfirler dininizden çıkmanızdan ümitlerini kesmişlerdir. Onlardan korkmayın, benden korkun.» Artık kâfirler de islâm'ın yayıldığını, her taraftan duyulduğunu anlamışlardı, Müs­lümanların dinlerinden dönmeyeceklerini çok iyi biliyorlardı. Hak mutlaka galip gelecekti. İman edenlere Allah'ın vaad ettiği günler yakındı.

İslâm'ın emirlerini bildiren âyet-i kerimelerin bir kısmı Mekke devrinde, bir kısmı da Medine devrinde nazil olmuştur. Namaz, oruç, zekât ve komşuluk hakkı gibi hususları açıklayan âyetler Mekke devrinde, haram ve helâl olan hükümleri izah eden âyetler de Me-

dine devrinde nazil olmuştur. Âyette geçen S\JloSJ<JuL5 \j> «Jl bölümü Veda haccında, cuma günü Arafat'ta nazil olmuş ve İslâm dininin bütün ahkâmının tamamlandığını bildirmiştir. Böylece Yü­ce Allah, Müslümanlara olan va'dini yerine getirmiş, onlara dünye­vi ve uhrevî sayısız nimetler ihsan etmiş, Mekke'nin fethini müyes­ser kılmış, din olarak İslâm'ı vermiş ve ondan razı olmuştur. Allah katında İslâm'dan başka din makbul değildir. Çünkü bütün dinlerin sonuncusu ve en mükemmeli İslâm'dır.

Bu âyetin nüzulünden sonra Peygamberimiz bir rivayete göre elli üç gün, bir rivayete göre de seksen bir gün yaşamıştır. Bu âyet gelince bazı sahabeler Peygamberin âhiretş göç edeceğini anlamışlar ve ağlamaya başlamışlardı.

Bu âyet-i celîlede insanların her an karşılaşabileceği bir hüküm daha beyan edilmektedir. Şöyle ki: Âyetin başında nelerin haram olduğu açıklanmıştır. İslâm dini cihanşümul bir din olduğu için dai­ma kolaylığı emretmiş, mensuplarına hiçbir zaman zorluk göster­memiştir. Onların menfaatine olanları emretmiş, zararına olanları ise yasaklamış ve haram kılmıştır. Zaruret halinde ise bazı şeyleri mubah kılmıştır. Herhangi bir yerde, açlıktan takati kesilip, yemek için bir şey bulamayanların ölmeyecek kadar domuz eti veya murdar hayvanların etlerini yemelerini mubah kılmıştır. Bu gibi muztar du­rumda kalanların selâmete çıkana kadar ve ölmeyecek miktarda yemelerine müsaade edilmiştir. Bu durumdakilerin karınları doya­sıya yemelerine müsaade yoktur. Bu murdar etlerden yemeyip aç­lıktan ölürlerse Allah indinde mes'uldürler. Bu ilâhî müsaade, açlık­tan dolayı ölüm tehlikesiyle karşı karşıya kalanların kurtulması için­dir. Bu, Yüce Allah'ın kullarına olan bir ruhsatıdır. Çünkü Allahü Teâlâ çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir. İman edip, tevbe eden kul­larının kusurlarını bağışlar ve günahlarını affeder.

 SURESİ (cüz: ti, ayet:

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: "Bü­tün iyi ve temiz olanlar size helâl kılandı." Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek öğrettiğiniz avcı hayvanların, sizin için tuttuklarını yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın. Çünkü Allah, he­sabı pek çabuk görendir.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Addî ibni Hatem, Peygam­berimiz (s.a.v.)'e gelerek «Ey Allah'ın Resulü, biz av köpekleriyle ve doğanlarla av yapıyoruz. Halbuki Allahü Teâlâ «meyte»'yi haram kıl­dı. Bize helâl olanı söyler misin?» diye sorar. Peygamberimiz cevaben ona şöyle der: «Bütün iyi ve temiz olanlar size helâl kılındı. Allah'ın size öğrettiği gibi, sizin de alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanların, si­zin için avladıklarından yeyin. Avcı hayvanları ava salarken «Bis-mülâhi» deyin. Eğer besmele çekmeden salarsanız, onların avlamış oldukları yenmez.» Addî «Ya Resûlallah, bunlar yakaladıklarını öl-dürürlerse de yiyebilir miyiz?» der. Peygamberimiz «Eğer onlar av­ladıklarından bir şey yemezlerse, siz yeyiniz. Şayet avladıklarından yemişlerse, o zaman siz yemeyiniz. Çünkü onlar eğitilmiş av köpek­leri değildir. Avı kendileri için avlamış, sizin için avlamamışlardır. Bir de besmele ile ava salıverdiğiniz köpeğe, başka bir köpek eşlik eder ve avladıkları avı öldürürlerse, hangisinin öldürdüğü belli olun­caya kadar onu yemeyin. Eğer besmele ile salıverdiğiniz köpek öl-dürmüşse onu yeyin» buyurur. Bunun üzerine Allahü Teâlâ yukar-daki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur:

«Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: "Bü­tün iyi ve temiz olanlar size helâl kılındı." Allah'ın size öğrettiği üze­re alıştırıp yetiştirerek öğrettiğiniz avcı hayvanların, sizin için tut­tuklarını yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın.» Ey mü'minler, bes­mele ile kestiğiniz hayvanların etlerinden ve avcı hayvanların avla­dıkları hayvanların etlerinden yeyin. Yüce Allah mü'min kullarına helâl ve temiz olanları mubah kılmıştır. Besmele ile kesilmeyen hay­vanların etlerini de haram kılmıştır. Çünkü besmelesiz kesilen hay­vanlar murdardır.

îmâm-ı Mücahid (r.a.)'e, atmaca, doğan ve parsın avladığı hay­vanların hükmü sorulduğunda, cevaben demiştir ki, bunların hepsi yırtıcı hayvanlardır. Eğitilmiş olanlarının avladıkları hayvanlar ye-

158                                        MAIDE SURESİ (cüz: 6, âyet: 4)

nir, eğitilmemiş olanların avladıkları hayvanlar ise yenmez. Av kö­pekleriyle, doğanın avladıklarından yeyiniz. Zira onlar sizin için av­larlar. Ancak onların da avladıklarının yenebilmesi için besmele ile ava gönderilmeleri ve avlamış olduklarından bir şey yememeleri şarttır.» Av hayvanlarını «besmele» ile ava salıvermek, o avı boğaz­lamak yerine geçer. Şayet besmelesiz ava salıverilir de, yakaladıkları avı öldürürlerse o «meyte» hükmündedir, asla yenmez. Eğitilmemiş köpeklerin yakalayıp öldürdükleri avlar da yenmez. Çünkü arilar av için eğitilmemiştir.

Bu âyet-i celile aynı zamanda âlimin cahile olan üstünlüğüne delâlet etmektedir. Alimin cahile olan üstünlüğü, güneşin yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Keza şu örnekten de bu üstünlük anlaşıl­maktadır. Eğitilmiş bir köpeğin avladığı hayvanlar yendiği halde, eğitilmemiş bir köpeğin avladığı hayvanların eti yenmez. Halbuki cins itibariyle her ikisi de köpektir. Fakat biri eğitilmiş, o iş için ye­tiştirilmiş, diğeri yetiştirilmemiştir. Eğitilen hayvanın avladığı yen­mekte, diğerininki ise yenmemektedir. Bu itibarla avcı köpek avcı olmayan köpekten çok üstündür. Âlim de ilim itibariyle cahilden çok üstündür, çok faziletlidir.

Allahü Teâlâ âyetin sonunda «Allah'tan korkun. Çünkü Allah, hesabı pek çabuk görendir» buyuruyor. Ey iman edenler, murdar olan şeyleri yemekten Allah'tan korkunuz, Allah'ın yasakla'nış ol­duğu şeyleri yemeyiniz. Bir de Allah'ın adı anılmadan kesilen hay­vanların etlerinden yemeyin. Zira onlar da murdar hükmündedir. Yukarda da belirtildiği gibi, Yüce Allah kullarının temiz olan şey­lerden yemesini - içmesini arzu eder. Necis ve murdar olan şeyler­den yemesine - içmesine asla müsaade etmez.

Avlarla ilgili fıkhî mes'eleler: Bir avcının ava silahını atarken veya av hayvanını avına salıverirken «Bismillâhi Allahü ekber» de­mesi şarttır. Unutarak besmele terk edilirse hükmen okunmuş sa­yılır. Şayet bile bile terk edilirse avlanan hayvan murdardır, eti yen­mez. Yukarda da zikredildiği gibi besmelesiz kesilen veya avlanan hayvanlar «meyte» hükmündedir, etleri yenmez. Av şer'an eti ye­nen hayvanlardan olmalıdır. Avcı da bir Müslüman veya bir kitabi olmalıdır. Mecûsî'nin, putperestin ve mürtedin kestiği hayvanlar yen­mez. Av hayvanı avcının eline geçmeden aldığı yara i'e ölmüş ol­malıdır. Avcı, eğer canlı olarak avını yakalarsa, derhal kesmelidir. Yaralı olan avım canlı halde yakaladığı takdirde, kesmeyi ihmal eder hayvan da yaradan dolayı ölürse eti yenmez. Av köpeklerinin avladıkları hayvanların her hangi bir yerinden yememeleri gerekir. Aksi takdirde o av hayvanının eti haramdır.

MÂtDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 4)

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Bugün, size bütün iyi ve temiz olanlar helâl kılındı. Kendileri­ne kitap verilenlerin yiyeceği sizin için helâl olduğu gibi, sizin yiye­ceğiniz de onlar için helâldir.»

Ey mü'minler, size bütün iyi ve temiz olan şeylerle, yararlı ve faydalı olan şeyler helâl kılınmıştır. Sizin için zararlı olanlar'da ya­saklanmış ve haram kılınmıştır. Kendilerine kitap verilmiş olanla­rın yiyecekleri -içinde katkı olmamak şartıyla- kestikleri size helâl kılınmıştır. Sizin yiyeceklerinizden onların yemesinde de bir sakın­ca yoktur. Sizin yaptıklarınızdan ve yediklerinizden onlar da yiye­bilirler.

İmâmı Züccac'a göre bu âyetin te'vili şöyledir: Müslümanların, ehli kitaptan olanlara ikram etmelerinde ve kendi yiyeceklerinden onlara da vermelerinde bir sakınca yoktur. Helâl, haram ve farzlar ancak Müslümanlar içindir ve bunların muhatabı Müslümanlardır. Ehl-i kitap bunların muhatabı değildir.» Bu âyetle, Müslümanların ehl-i kitap olanlarla alışveriş etmelerine ve onlara her hangi bir şey vermelerine müsaade edilmiş, kendilerini dost edinmemek şartıyla karşılıklı alış-veriş yapılmasına izin verilmiştir.

Allahü Teâlâ âyeti ceiilenin devamında şöyle buyuruyor:

 ~ û    &\\\\A\    ICİIk       CUV

 ' <'l\\'

«İman eden hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kitap verilen­lerin hür ve iffetli kadınları - zina etmeksizin, gizli dost tutunmaksı-zın- mihirlerini verdiğiniz takdirde size helâldir.»

Ey mü'minler, iman eden hür ve iffetli kadınlarla, sizden önce kendilerine kitap verilenlerin kadınlarıyla mihirlerini vermek şar­tıyla nikâhl an m an iz helâldir. Ancak bunların iffetli ve namuslu ol­maları şarttır. Müslüman bir erkek kitabî olan Yahudi ve Hıristiyan-la evlenebilir. Fakat Müslüman bir kadın kitabî olan bir erkekle ev-lenemez. Kitabi olan erkek Müslüman olduğu takdirde Müslüman bir kadın kendisiyle evlenebilir.

Nisa Sûresinin muhtelif âyetlerinde belirtildiği gibi, kadınların nikâhlarında mihir esastır. Mihir vasıtasıyla kadınlar zulümden ko-

160                                       MÂfDE SÜRESt (cüz: 6, âyet: 5-6)

runmuş ve hakları muhafaza edilmiş olur. îslâm dini kadın hakla­rına son derece değer vermiş ve onu her zaman korumuştur. Kadı­nı muallâkta bırakmamıştır.

Bu âyet-i celîle nazil olunca, Yahudi ve Hıristiyan kadınları «Al-lahü Teâlâ bizim dinimizi beğendi. Aksi takdirde nikâhımızı Müslü­manlara helâl kılmazdı» demişlerdi. Allahü Teâlâ, onların bu sözle­rini reddetmek için âyet-i celîlesinde şöyle buyurmuştur:

«Kim imanı tanımayıp kâfir olursa her halde bütün yaptığı bo­şuna gitmiştir ve o, âhirette en çok ziyana uğrayanlardandır.»

Allahü Teâlâ'nın birliğini inkâr ederek kâfir olanların, daha ön­ce yapmış oldukları bütün ameller ve ibadetler boşa gider. Ameller ve ibadetler ancak iman ile kaim olur. İman olmadan yapılan ame­lin herhangi bir hükmü yoktur. îmanın da ilk şartı Allah'ın varlığını ve birliğini tasdiktir. İman olmadan hiçbir amel ve ibadet Allah in­dinde geçerli değildir. Bir insan hayatının sonuna kadar Müslüman olarak yaşasa ancak son anda irtidat etse, yani dinden çıksa daha önce yaptığı amellerin hepsi boşa gider.

Bu âyet-i celîlenin hükmü bütün Müslümanlara şamildir: Fıkıh bilginlerimiz bu konuda şöyle demişlerdir: Eğer herhangi bir Müs­lüman mürted (kâfir) olursa, o ana kadar yapmış olduğu bütün amelleri yok olur. Hatta namaz kıldıktan sonra irtidat etse ve kıl­mış olduğu namazın vakti çıkmadan tekrar iman etse o namazı ye­niden kılması gerekir. Müslüman, mürted olmadan önce hacca git­miş ise, mürted olunca hacılığı da yok olur. İslama döndüğü takdir­de tekrar hacc etmesi gerekir. Küfür kelimesi söyleyen bir Müslüma-nın durumu da böyledir. Onun da yapmış olduğu bütün ameller bir anda yok olur. «Bu sözün küfür olduğunu bilmiyordum» demek özür sayılmaz. Zira İslâm ülkelerinde insanı dinden çıkaran küfür keli­melerini bilmemek özür değildir. Müslümanın, ağzından çıkan keli­melere çok dikkat etmesi gerekir. Ağızdan çıkan bir küfür lâfzı in­sanı bir anda dinden eder ve o ana kadar yapmış olduğu bütün iba­detlerin ve amellerin yok olmasına sebep olur.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde iman edenlere şöyle buyuruyor:

'  MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 5-6)                                   161

«Ey iman edenler, namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dir­seklere kadar ellerinizi ve başlarınızı meshedip, her iki topuğa ka­dar ayaklarınızı yıkayın.»

Yüce Allah, bu âyet-i celilesinde abdestin farzlarını beyan edi­yor. Abdest namazın anahtarıdır. Namaz ise dinin direğidir. İnsa­nı, dünya işlerinden koparıp, Allah'ın huzuruna yönelten ve fiilen kul olduğunu isbat ettiren bir ibadettir. Böyle bir ibadetin icra edile­bilmesi için, kişinin maddeten ve manen temiz olması gerekir. Bu­nun için de âyet-i celîlede abdestin farzları bildirilmiştir.

Ey iman sahipleri, namaz kılacağınız zaman abdestinizi güzelce alın. Abdest alırken yüzünüzü tüy bitiminden çene altına kadar yı­kayın. Ellerinizi parmaklarınızın ucundan dirseklerinize kadar yı­kayın. Bu yıkamaya dirsekler de dahildir. Başınızın dörtte birini mes-hedin. Ayaklarınızı - topuklar dahil - yıkayınız. Abdest alınırken, ab­dest azalarında kuru yer kalmayacaktır. Eğer abdest azalarında ku­ru yer kalırsa abdest olmaz. Abdest olmayınca namaz da olmaz. Yu­karda sayılanlar abdestin farzlarıdır. Bunlardan başkası ise, abdes­tin sünnetleridir.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlenin devamında şöyle buyuruyor:

 

«Eğer cünüpseniz boy abdesti alın. Şayet hasta veya yolculuk­ta iseniz, ya da ayakyolundan gelmişseniz, yahut da kadınlara yak-laşmışsanız ve bu halde su da bulamamışsanız o vakit tertemiz bir toprakla teyemmüm edin. Yüzlerinizi ve ellerinizi onunla mesne­din.»

Bu âyet-i celile İslâm dininin kolaylık dini olduğunu bir kez da­ha vurgulamaktadır. Âyet-i kerîmede zikredilenler her an insan oğ­lunun başına gelebilecek olan şeylerdir. Yüce Allah kullarına her kolaylığı göstermiştir. Gerek ibadetlerde ve gerek diğer ilâhi emir­lerde asla zorluk yoktur. Ey iman edenler, siz cünüp olduğunuz za­man hemen yıkanınız. Cünüp olanların hemen yıkanması gerekmek­tedir. Cünüplünün yemesi, içmesi, gezip-tozması ve herhangi bir iş ile meşgul olması caiz değildir. Bu bakımdan cünüp olanlar için «He­men yıkanınız» emri söz konusudur. Müslümanın bu emre itaat et­mesi gerekir. Cünüplü yıkanırken vücudunda en küçük bir kuru yer

C.; ii — F. : 11

162                                      MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 5-6)

kalmayacaktır. Eğer kuru yer kalırsa yıkanmamış sayılır ve cünüp-lük çıkmaz. Buna çok dikkat etmek gerekir.

Şayet hasta olur ve hastalığınız su kullanmanıza mani olursa, o zaman temiz bir toprakla teyemmüm yapar, namazlarınızı kılar, Kur'an'ımzı okursunuz. Yolculukta, ayakyolundan geldiğinizde, ve­ya hanımlarınıza yaklaştığınızda, abdest almak veya yıkanmak için su bulamadığınız takdirde temiz bir toprakla teyemmüm eder, na­mazlarınızı kılarsınız. Tâ ki su bulup kullanacak duruma gelinceye kadar. Su bulunduğu takdirde yıkanma fırsatı da olursa, derhal yı­kanmak gerekir. Suyun bulunmadığı yerde teyemmüm yapılır, o teyemmüm ile namaz kılınır, Kur'an okunur.

Teyemmümün yapılışı: Teyemmüm temiz toprak, tuğla, alçı, ki­reç gibi şeylerle yapılır. Önce niyet edilir. Teyemmümde niyet farz­dır. Sonra iki el toprağa vurulur ve yüz iyice ellerle meshedilir. Yüz­den sonra yine eller toprağa vurulur, elin parmak ucundan başla­yarak dirseğe kadar meshedilir. Sonra aynı şekilde sol elin parmak ucundan dirseğe kadar meshedilir. Abdestte olduğu gibi, meshe dir­sekler de dahildir. Teyemmümde baş ile ayaklar meshedilmez. Bu Allahü Teâlâ'nın kullarına bir lütfudur.

Yüce Allah âyeti celilenin devamında şöyle buyuruyor:

«Allah, sizin üzerinize bir güçlük yapmayı dilemez. Fakat iyice temizlenmenizi ve üstünüzdeki nimetinin tamamlanmasını diler. Tâ ki şükredesiniz.»

Yüce Allah suyun bulunmadığı yerlerde kullarına kolaylık ol­sun diye teyemmümü emretmiştir. Çünkü Allahü Teâlâ kullarına as­la yapamayacakları şeyleri emretmez. Ancak onların yapabilecekle­ri şeyleri emreder. O, kullarının iyice temizlenmesini ve üzerlerin­deki nimetlerinin tamamlanmasını diler. Abdest ve gusül, ibadet ya­pabilmek için şarttır. Abdestsiz ve gusülsüz ibadet olmaz. Bunun içindir ki suyun bulunmadığı yerde, ibadetlerin aksamaması için ve mü'minlere kolaylık olsun diye Yüce Allah teyemmümü emretmiştir. Tâ ki insanlar Allah'ın nimetlerine şükretsinler, nankörlük etmesin­ler. Bütün bunlar Allah'ın kullarına olan lütfudur. Görülüyor ki, bü­tün nimetler insanoğlunun emrine verilmiş ve onların da, bu nime­tin sahibine şükretmeleri istenmiştir. Şükretmeyenler elbette ceza-

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 7-8)                                       163

larını göreceklerdir. Şükredenler ise, mutlaka umduklarına nail ola­caklardır.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Allah'ın, üzerinizdeki nimetini ve "Dinledik, itaat ettik" dediği­niz zaman ona andınızı - ki O, sizi onunla bağışlamıştır - hatırlayın. Allah'tan korkun. Şüphe yok ki Allah göğüslerde olan sırrı dahi bili­cidir.»

Ey mü'minler, Allahü Teâlâ'nın sizin üzerinizdeki nimetlerini ve ihsanlarım hatırlayın. Allah sizi İslâm ile şereflendirdi. Yapabilece­ğiniz bir görevden başkasını size yüklemedi, ancak yapabileceğiniz kadarını size teklif etti. O'na vermiş olduğunuz andınızı hatırlayınız.

Allahü Teâlâ, Âdem (a.s.)'in sulbünden insanları çıkardığı za­man, onlar ruh âleminde iken «Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» diye onlara hitap etmişti. İnsanlar da cevaben «Belâ» evet «Sen bizim Rabbimizsin, emirlerini işittik ve itaat ettik» demişlerdi. Bu söz, Al­lahü Teâlâ'ya verdikleri bir ahit idi. Ey insanlar, Allah'a verdiğiniz ahdinizi hatırlayın, ondan dönmeyin. İnsanlar daha ruh âleminde iken, Yüce Mevlâ'nın bütün mevcudatın sahibi ve maliki olduğunu tasdik etmişlerdir. Ey mü'minler, Allah'a verdiğiniz ahdinizi bozmak­tan korkun. Allah'ın emirlerini yerine getirerek, O'na itaat edin. Şüphe yok ki O, sizin gizlediklerinizi de, açığa vurduklarınızı da bi­lir. O'nun bilgisinden hiçbir şey gizli kalmaz.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutan hâkimler, ada­let Örneği şahitler olun. Bir millete olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sü­rüklemesin, âdil olun. Bu, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkun, Şüphesiz ki Allah işlediklerinizden haberdardır.»

Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutan hâkimler ve ada­let timsali şahitler olunuz. İnsanlar arasında hükmettiğiniz zaman Allah için hükmedin. Aralarında hükmettiğiniz insanlar düşmanı-

164                                        MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 9)

mz da olsa, yakınınız da olsa asla adaletten ayrılmayınız. Şahitlik yaptığınız zaman da Allah için şahitlik yapın. Hiçbir zaman hakkı söylemekten çekinmeyin. Bir kavme, bir millete ve bir şahsa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adalet üzere hükmetmeniz ve şahitlik yapmanız takvaya daha yakındır. Allahü Teâlâ, kulları­nın âdil olmasını ve insanlar arasında hükmettikleri zaman adalet üzere hükmetmelerini emrediyor. Bir milletin selâmeti ancak fert­leri arasında adaletin hükümran olmasıyla mümkündür. Adaletin olmadığı yerde hak, hakkin olmadığı yerde huzur, huzurun olmadı­ğı yerde birlik olmaz. Bir toplumda birlik ve adalet olmazsa o top­lum yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur. Tarih bunun misalleriy­le doludur. Bu bakımdan îslâm dini adalete son derece önem vermiş­tir. Adalet timsali olan Hz. Ömer «Adalet mülkün temelidir» demiş­tir. Yüce Allah iman edenlere şöyle hitap ediyor: «Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta tutan hâkimler ve adalet örneği şahitler olu­nuz.» Bu ilâhî emir iman edenler için söz konusudur, iman etmeyen­lere böyle bir emir yoktur. Dolayısıyla iman edenlerin adaletten ay­rılması mümkün değildir. Yapılan bir haksızlık imanı tehlikeye so­kar. Allah'ın gadabma vesiyle olur.

Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Allahü Teâlâ Mekke'nin fethini Müslümanlara müyesser kılmıştı. Mekke artık Müslümanla­rın olmuştu, mü'minlere yapılan işkence, zulüm bitmişti. İntikam sı­rası Müslümanlara gelmişti. Yüce Allah Müslümanlara adaletle hük­metmelerini" ve affedici olmalarını emretmiş ve şöyle buyurmuştur: «Bir millete olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin, âdil olun.» îslâm adaleti karşısında dost, düşman herkes eşittir. Dinleri, dilleri, ırkları ve renkleri ne olursa olsun bütün insanlar îslâm adaleti karşı­sında eşittirler.

Ey iman sahipleri, Allah'tan korkun, adaletsizliğe sapmayın, şa­hitliğinizi dosdoğru yapın. Şüphesiz ki Allah işlediklerinizden, yap­tıklarınızdan haberdardır.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«Allah, iman edip güzel güzel amellerde bulunanlara vaad etti: Onlar için bir mağfiret ve çok büyük bir mükâfat vardır.»

Allahü Teâlâ, iman edip, salih ameller işleyen kullarına kurtu­luşu ve büyük bir mükâfatı vaad ediyor. îman edip, amel-i salih ya­panlar mutlaka kurtuluşa ereceklerdir. îman etmeyenler ise, küfür­lerinin cezasını göreceklerdir.

MÂİDE SÜRESİ (cüz: 6, âyet: 10-11)                                     165

Mekke'li müşrikler İslâm'ı kabul ettikten sonra Peygamberimiz (s.a.v.)'e şöyle demişlerdi: «Ey Allah'ın Resulü, biz bugüne kadar kü­für içindeydik, şimdi Müslüman olduk. Bizim âhiretteki durumumuz ne olacak?» Bunun üzerine Allahü Teâlâ yukardaki âyeti inzal ede­rek şöyle buyurmuştur: «Allah, iman edip güzel güzel amellerde bu­lunanlara vaad etti: Onlar için bir mağfiret ve çok büyük bir mükâ­fat vardır.» îman edip, Allah'a ve Resulüne itaat edenlerin, Allah günahlarını bağışlar, âhirette onları büyük mükâfatlara nail eder.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlar, işte onlar cehen nem yaranıdırlar.»

Hz. Muhammed'i ve O'na inen Kur'an'ı inkâr edenler ve bu in­kârları üzere ölenler ebedî cehennemin yaranıdırlar. Hz. Muhanv med (s.a.v.)'in peygamberliğine ve Kur'an'ın Allah kelâmı olduğu­na inanmayanlar ebedi olarak cehennemde kalacaklardır. Bu, onla-»rın inkârlarının bir cezasıdır. İnkarcılar mutlaka cezalarını göre­ceklerdir.

Yüce Allah âyet-i celilesinde iman edenlere şöyle buyuruyor:

 *mı

«Ey iman edenler, Allah'ın, üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani bir topluluk size tecavüze kalkışmıştı da Allah onlara mani olmuş­tu. Allah'tan korkun. Mü'minler yalnız Allah'a güvenip dayansın­lar.»

Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (s.a.v.) ni çekiyor, onların Allah'tan korkmalarını ve yalnız Allah'a güven­melerini beyan ediyor.

Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (s.a.v.), Medine'ye hicret buyurdukları zaman, iki Yahudi kabilesi olan Be­ni Kureyza ve Beni Nadr ile bir antlaşma yapmıştı. Antlaşmaya gö­re Medine'yi düşmana karşı beraber savunacaklar, aralarında sa­vaşmayacaklar, diyet hususunda yardımlaşacaklar ve benzeri hü­kümlerde birlikte hareket edeceklerdi. Bir gün taşradan iki müşrik Peygamberimizin huzuruna gelirler, Peygamberimizle  olan işlerini

166                                     MÂİDE SÜRESİ (cüz: 6, âyet: 10-11)

görürler, diğer ihtiyaçlarını karşılarlar ve Müslümanlar tarafından yolcu edilirler. Yolda Amr ibni Umeyye ile karşılaşırlar. Amr ibni Umeyye onları eşkıya zanneder ve öldürür. Bu haberi duyan Pey­gamberimiz çok üzülür, öldürülenlerin velilerine kan bedeli olarak iki hur Müslümanın bedeli kadar diyet vermeyi taahhüt eder. Bu diyetin bir kısmını antlaşma yaptıkları Yahudi kabilelerinden almak için Peygamberimiz yanına Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali'yi ala­rak Beni Nadr kabilesine gider. Durumu kendilerine bildirirler. On­lar Peygamberimizi ve beraberindekileri önce hoş karşılarlar ve «Bi­raz sabredin, kardeşimiz Kureyza'lılarla bir istişare yapalım, onla­rın fikrini öğrenelim» derler. Peygamberimizi arkadaş!arlyle bir­likte bırakıp, Kureyza'lıların fikrini almak için giderler. Onlar di­yet için yardım etme yerine, Peygamberimizi ve beraberindekileri Mdürmeyi plânlarlar. Peygamberimiz onların gelmesini beklerken, tam o anda Cebrail gelir durumu Peygamberimiz (s.a.v.)'e bildirir. Bunun üzerine Peygamberimiz ve beraberindekiler oradan ayrılırlar. Böylece Yahudilerin kurmuş oldukları tuzak suya düşer ve hileleri meydana çıkar. Bunun üzerine Allahü Teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Ey iman edenler, Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani bir topluluk size tecavüze kalkışmıştı da Allah onlara mani olmuştu. Allah'tan korkun. Mü'minler yalnız Al­lah'a güvenip dayansınlar.»

Kul Allah'a tevekkül edince, ona hiç bir kuvvet zarar veremez. Mü'min tedbirini alıp, sonra Allah'a tevekkül edecektir. Allah'tan başkasına boyun eğenler er-geç mutlaka hüsrana uğrayacaklardır.

Bazı tefsircilere göre bu âyetin nüzul sebebi şudur: Peygamberi­miz (s.a.v.) bir gece tek başına şehitleri ziyaret etmek için Bakıyye Mezarlığına gider. Orada karşısına cengâver bir Yahudi çıkar ve Peygamberimize şöyle der: «Yâ Muhammed, gerçek peygamber isen kılıcını bana ver. Gerçek peygamberler cimri olmazlar, kılıçlarını is­teyene verirler.» Cihanın güneşi sevgili Peygamberimiz hiç tereddüt etmeden kılıcını hemen o kâfire verir. Kâfirin niyeti başkadır, aklın­ca peygamberi öldürmek ister ve eline aldığı kılıcı çeker, Peygambe­rimize yönelir. O anda içine bir korku düşer, kâfir sanki yere düşüp bayılacak olur, kendisini zor tutar. Kılıcı derhal iade eder. Görülüyor ki, Allah'ın koruduğuna kimse bir şey yapamıyor.

Allahü Teâlâ Resulüne nimetini bildirmek için bu âyeti gönder­miştir. Ayetin sonunda «Allah'tan korkun, size verdiği nimetlerine karşı şükredin. O'na tevekkül edin. Mü'minler yalnız Aîlah'a güve­nip dayansınlar» buyurulmaktadır. Mü'minin Allah'a tevekkül et­mesi vaciptir.

MÂtDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 12)                                       167

.     . Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor

 ^V^^        ^< ') f • **,! 6* *<

«And olsun ki, Allah, îsrailoğullarından söz almıştı. İçlerinden oniki nazır (kavimlerinin hallerini bildirecek kulağı delik kimseler) bulundurmuştuk. Allah onlara şöyle demişti: Muhakkak ben sizinle beraberim. And olsun ki eğer namazı kılar, zekâtı verir, peygamber­lerime iman eder, kendilerine kuvvetle yardım eder, Allah yolunda güzel nafaka verirseniz mutlaka sizden, günahlarınızı Örterim. Ger­çekten sizi (ağaçları) altından ırmaklar akan cennetlere koyarım. Artık bundan sonra da içinizden kim nankörlük eder kâfir olursa o, muhakkak dosdoğru yoldan sapmış olur.»

Allahü Teâlâ, îsrailoğullarından, Allah'a şirk koşmayacakları­na, bütün peygamberleri tasdik edeceklerine ve Tevrat'taki hüküm­lerle amel edeceklerine dair söz almıştı. Onların söz verdiklerine şa­hitlik yapmak üzere oniki kabileden de birer kefil seçmişti.

Bazı tefsirciler şöyle demişlerdir: Musa (a.s.) her kabileden gü­venilir birer kişi seçer, âsi ve cebbar bir kavmin durumunu öğren­mek için gönderir. Musa'nın göndermiş olduğu elçiler âsî ve cebbar kavmin bulunduğu yere gelirler, onların heybeti karşısında korkar­lar ve geri döndüklerinde kendi kavimlerini onlarla savaşmaktan vazgeçirirler. Onlardan yalnız Yuşâ bin Nün ile Kâlip Buknâ kendi kabilelerini bunlarla savaşmaya ikna ederler. Yüce Allah onlardan söz aldıktan sonra, Israiloğullarına âsiler ve cebbarlarla savaşmayı emreder. Hz. Musa'nın her kabileden seçmiş olduğu kişiler aynı za­manda kabilelerinin reisi idiler. Musa (a.s.) onları kabilelerine me­lik tayin etmişti: «Ben muhakkak sizinle beraberim. And olsun ki eğer namazı kılar, zekâtı verir, peygamberlerime iman eder, kendi­lerine kuvvetle yardım eder, Allah yolunda güzel nafaka verirseniz mutlaka sizden günahlarınızı örterim. Gerçekten sizi (ağaçları) al­tından ırmaklar akan cennetlere koyarım. Artık bundan sonra da içinizden kim nankörlük eder, kâfir olursa, o muhakkak dosdoğru yoldan sapmış olur.»

168                                     MÂÎDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 13-14)

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«Sonra bu sözlerini bozdukları için onlara lanet ettik, kalbleri-ni katnlaştırdik. Onlar kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrif eder­ler, ihtar edildikleri hakikatlerden hisse almayı unuturlar. İçlerinden pek azından başkasının daima hainliklerini görürsün. Yine sen on­ları affet ve aldırma. Allah iyilik yapanları şüphesiz sever.»

Israiloğulları Musa'dan sonra ahitlerini bozdular, sözlerinde dur­madılar, Allah'ın Resullerini öldürdüler ve kitaplarındaki hüküm­leri inkâr ettiler. Allah da onları lanetledi, rahmetinden kovdu ve su­retlerini maymuna çevirmekle azap etti. Kalblerini katılaştırıp, ima­nın lezzetinden mahrum etti. Onlar Allahü Teâlâ'nın Tevrat'daki hü­kümlerini değiştirdiler. Recim âyetini ve Hz. Muhammed'in sıfatla­rını kaldırıp yerine kafalarına göre başka hükümler koydular. Al­lah'ın haram kıldıklarına helâl, helâl kıldıklarına da haram dediler. Kitaplarındaki hükümlerle amel etmez oldular ve ihtar edildikleri hakikatlardan hisse almadılar. Son Peygamber Hz. Muhammed (s. a.v.î'i tasdik edip, Allah'ın rahmetine nail olamadılar. Ona ihanet ettiler. Yüce Allah onların ihanetini şöyle beyan ediyor: «Yâ Mu­hammed, içlerinden pek azından başkasının daima hainliklerini gö­rürsün. Yine sen onları affet ve aldırma. Allah iyilik yapanları şüp­hesiz sever.» -Yine sen onları affet ve aldırma- hükmü kıtal âye-tiyle neshedilmiştir. Yahudiler, Peygamberimizin birçok mucizeleri­ni görmelerine rağmen yine iman etmemişler, hatta iman edenlere de mani olmuşlardır. Allahü Teâlâ, onları bu azgınlıklarından ve in­kârlarından dolayı rahmetinden kovmuş ve onlara lanet etmiştir. Al­lah'ın gadabına uğrayanlar ancak inkarcılar ve azgınlardır.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

MÂİDE SÜRESİ (cüz: 6, âyet: 13-14)                                     169

*Biz Hıristiyanız" diyenlerden de söz almıştık. Derken bunlar da ihtar edildikleri hakikatlerin bir çoğunu unuttular. Bu yüzden aralarına kıyamete kadar sürecek düşmanlık ve kin bıraktık. Allah, yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.»

Yukarda geçen âyetlerde Allahü Teâlâ, Yahudilerden, Allah'ı ve peygamberlerini tasdik edeceklerine ve kitaplarının hükümleri­ne göre amel edeceklerine dair söz aldığını, onların daha sonra bu ahitlerini bozduklarını ve haksız yere peygamberlerden bazılarını öldürdüklerini ve kitaplarının hükümlerine göre amel etmediklerini, bunlara karşılık ne gibi bir azaba uğradıklarını bildirmişti. Bu âyette ise, aynı sözü Hıristiyanlardan aldığını, onların da daha sonra ahit­lerini bozduklarını beyan etmiş, İncil'de Hz. Muhammed'in son pey­gamber olarak geleceğini bildirmiş ve ona iman etmeleri için de kendilerinden teminat almıştı. Hıristiyanlar ise iman edeceklerine dair söz vermişlerdi. Fakat Hz. Muhammed (s.a.v.) peygamber ola­rak gönderilince onlar da, Yahudiler gibi inkâr etmişler, hatta Pey­gamberimizle ilgili olan kısımları İncil'den çıkarmışlardı. Yahudiler de, Hıristiyanlar da ahitlerini bozdukları için Yüce Allah kıyamete kadar onları birbirine düşman yapmıştır.

Rivayete göre Yahudilerle, Hıristiyanlar arasında bir savaş olur. «Polis» adında birisi bu savaşa iştirak eder, bir çok Hıristiyanı öl­dürür. Polis'in gayesi Yahudilerle, Hıristiyanlar arasındaki düşman­lığı körüklemektir. Nitekim bu emeline muvaffak olur. Savaş bittik­ten bir müddet sonra Hıristiyanların bulunduğu bölgeye gelir. Yine onlara değişik bir tuzak hazırlamaya çalışır ve muvaffak olur. Hı­ristiyanların zayıf tarafım bilir ve onların zaafından yararlanarak işe başlar. Onlara önce «Beni tanıyor musunuz?» diye sorar. Onlar da tanıdıklarım söylerler. Polis «Ben rüyamda İsa'yı gördüm, size yaptıklarımdan dolayı bana çok kızdı ve bir vuruşta gözümü çıkar­dı. Ben de elini tuttum, yaptıklarıma tevbe ettim ve pişman oldum, o da beni affetti. Bana Hıristiyanlığın hükümlerini öğretti ve bun­ları size öğretmem için beni gönderdi. Ben de size geldim, bundan sonra aranızda bulunup, onun bana öğrettiklerini size öğreteceğim» der. Bu sözleri duyan Hıristiyanlar gerçek zannederler, ona itaat ede­rek, ta'zim ve ikramda bulunurlar. Kendisini memnun etmek için muhteşem bir köşk yaparlar. Polis köşke çekilir, güya ibadetle meş­gul olur. Halk zaman zaman gelip kendisini ziyaret eder ve bir şey­ler sorar. O da her defasında Allah'ı inkâr mahiyetinde cevaplar ve­rir. Önce insanların zihnini karıştırır, sonra konuştuklarını tevile ça-hşır ve insanların hoşuna gidecek sözler söyler. Konuşmalarıyla her geçen gün insanların takdirini kazanır. Yine bir gün insanları top-

170                                     MÂÎDE SÛRESt (cüz: 6, âyet: 13-14)

Iayarak «Bana yeni bir ilim öğretildi, ben de onu size öğreteceğim» der ve şöyle devam eder «Ey kavmim yerde ve göklerde ne varsa Al­lah hepsim insanlar için yaratmıştır. Bunların hepsi insanlar için yaratıldığına göre, domuz eti ve şarap niçin haram olsun? Onları yaratan da Allah'tır. Kendinize niçin haram kılıyorsunuz? Bunları kendinize haram kılmayın, bunlar size helâldir» der. İlimden ve din­den haberi olmayan zavallılar derhal bu kâfirin sözlerini kabul eder­ler, içki ve domuz etini kendilerine helâl sayarlar. Polis halkın 'psi­kolojik durumunu çok iyi bildiği için onları kandırmasını da çok iyi becerir. Aradan birkaç gün geçtikten sonra yine halkı toplar ve «Bana yeni bir ilim daha öğretildi, onu da size öğreteceğim» der. Halk doğru bir şey dinleyeceği zannıyla toplanır. Polis, kendisini dinlemek için bir araya gelen bu insanlara şunları söyler: «Ey kav­mim, beni iyi dinleyiniz, size bazı sorular soracağım. Güneş, ay, yıl­dızlar nereden doğarlar? diye sorar. «Doğudan doğar» cevabını alır. «Bunları doğudan doğduran kimdir?» sorusuna onlar «Allah'tır» der­ler. «Bunları doğudan doğduran Allah olduğuna göre, Allah doğuda­dır, namazlarınızı doğuya doğru kılın» der. Polis'in batıl sözlerini du­yan topluluk, bilâhare ibadetlerini doğuya doğru yapmaya başlar. Bu tarihten itibaren bütün Hıristiyanlar ibadetlerini doğuya doğru yaparlar.

Aradan bir müddet geçtikten sonra yine bir grup onu ziyarete giderler. O zamana kadar gözünün birinin kör olduğu biliniyordu. Zi­ra kendisini halka öyle göstermişti. Yanına gidenler gözünün sağlam olduğunu görünce birden şaşırırlar ve «Biz gözünüzü kör biliyor­duk, bugün nasıl oldu da gözünüz sağlam?» derler. Polis onlara şöy­le der: «Ben size bazı gizli sırlarımı açıklayacağım. İsa bu gece bana geldi ve «Ben senden razıyım. Zira sen benim kavmime dinleri hu­susunda bilmediklerini öğrettin» dedi ve eliyle gözümü sığadı, gö­züm yerine geldi.»

Halbuki o gözünü bir bez ile kapatmış, kör olduğunu söylemiş­ti. Gözünden bezi kaldırınca körlük diye birşey kalmamıştı. Bütün bunlar halkı kandırmak için yapılan oyunlardır. Halkın gözünde kendisini daha da büyük göstermek için «Bu gece kendimi İsa'ya kurban edeceğim, beni bundan sonra aranızda bir daha bulamaya­caksınız. Sırlarımı bilin ve söyleyeceklerime iyi dikkat edin. Allah'­tan başka ölüyü kimse diriltemez. Buna kimsenin gücü yetmez. Kör­leri gördüren ve sağırları işittiren O'dur. Fakat bütün bunları yapan İsa'dır. Çünkü Allah İsa'dır. Ona tapın, başkasına tapmayın» der. Onlar, kâfirin bu bâtıl sözlerine de inanırlar ve İsa'nın Allah ol­duğunu kabul  ederler.  Onlar yeni bir şey öğrenmenin  sevinciyle

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 15)                                       171

oradan ayrılırlar. Sonra başka bir grup gelir onlara da şöyle der: -İsa Allah'ın oğludur. Bu gece bana gelerek Allah'ın oğlu olduğunu söyledi.» O grup da İsa'nın Allah'ın oğlu olduğuna inanır.

Daha sonra kâfirin yanına başka bir topluluk gelir, onlara da küfrünü şöyle sergiler: «Allah üçtür: Meryem, İsa ve Allah. Ben bu gece kendimi İsa'ya kurban edeceğim. Siz itikadınızdan sakın dön­meyin.» Bunlar da Allah'ın üç olduğuna inanarak yanından ayrılır­lar. Küfrünü bu şekilde sergileyen kâfir o gece kayıplara karışır. Sa­bahleyin yanına gelen kâfirler onu yerinde bulamazlar ve kendini İsa'ya kurban ettiğine inanırlar. Orada bulunanlardan kimi İsa'nın Allah olduğunu, kimi Allah'ın oğlu olduğunu, kimi de Allah'ın üç tane olduğunu söyler. Her grup bir diğerini yalanlar ve kendinin haklı olduğunu iddia eder. Böylece aralarında görüş ayrılığı başlar. Hıristiyanlar hâlâ üçlü Allah sistemine inanırlar. Onlara göre Allah üçtür. Allah baba, İsa oğul Allah ve Kutsal ruh. Bütün bunlar in­sanları kandırmak için oynanan oyunlardır. Kıyamete kadar bu ay­rılıkların ve birbirlerine olan düşmanlıkların devam edeceğine dair, Allah'ın vaadi vardır. Nitekim bu görüş ayrılıkları yüzünden, za­man zaman aralarında büyük savaşlar çıkmıştır.

Ey iman edenler, siz Hıristiyanlar gibi dininiz hususunda ihtilâ­fa düşüp birbirinize düşman olmayın. Zira haktan sapmak, yapmış olduğunuz bütün amelleri yok eder. Allahü Teâlâ kıyamet günü ki­min hak üzere, kimin bâtıl üzere olduğunu haber verecektir. Orada hepsi meydana çıkacaktır.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

*Ey Yahudi ve Hıristiyanlar! Şimdi size Peygamberimiz geldi; ki­tabınızdan gizlemekte olduğunuz şeylerin birçoğunu size açıklıyor, birçoğundan da geçiyor. İşte size, Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir.»

Hıristiyanların ve Yahudilerin, Tevrat'tan ve İncil'den gizledik­leri şeylerin bir çoğunu kendilerine açıklayan, bir çoğunu ise açık-, lamayan Allah'ın Resulü Hz. Muhammed gelmiş, onların Tevrat'ta ve İncil'de yaptıkları tahrifatı kendilerine haber vermiştir. Halbuki

172

MÂİDE SÜRESİ (cüz: 6, âyet: 16)

Peygamberimiz Tevrat'ı ve İncil'i okumamıştır. Fakat onların yap­tıklarını bir bir nakletmiştir. Yukarıda geçen âyetlerde de belirtildi­ği gibi, Yahudiler Tevrat'ın, Hıristiyanlar da İncil'in bazı âyetlerini değiştirmişler ve bir kısım âyetlerini kitaplarından çıkarmışlardı. Recim âyetini, domuz etinin ve içkinin haram olduğuna dair hü­kümleri, Peygamberimizin özelliklerinden bahseden âyetleri kitapla­rından çıkarmışlardı. Bunların yerine kendi kafalarına göre hüküm­ler koymuşlar, böylece gerçekleri insanlardan saklamışlardı.

Rivayete göre Yahudi bilginlerinden birisi Peygamberimize ge­lerek «Yâ Muhammed, senin bize açıklamadığın şeyler nelerdir, söy­ler misin?» der. Peygamberimiz, ona cevap vermez. Çünkü Yahudi samimi değildir. Gûyâ o kâfir Peygamberimizi deniyordu. Peygam­berimiz ise onun sorusunu nazar-ı itibâre almaz. Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Ey mü'minler, doğrusu size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir.» Allahü Teâlâ, bu âyet-i celîlede Hz. Muham-med'i nur olarak vasıflandırmiştır. Çünkü O, insanlığı zulmetten kurtarmış, nura kavuşturmuş, dalâletten çıkarıp, hidâyete erdirmiş­tir. Onun vasıtasıyla cihan nurlanmış, insanlık şahsiyet kazanmış, gönüller Allah sevgisiyle dolmuş, bâtıl inançlar yok olmuştur.

Kur'an da bir nurdur. Gönül kulağı onunla aydınlanır, şüphe­ler onunla izale edilir, haram-helâl onunla belli olur, hakikatlar onunla ortaya çıkar, ibadetler onunla tamam olur, gözler onunla nurlanır, kaîb onunla ferahlar, iman onunla tamamlanır, hak ile bâtıl onunla ayırt edilir. Cehalet onunla yıkılır, insan onunla kemâl bulur, aile onunla selâmete erer. Ahlâk onunla tamamlanır.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«Allah onunla, rızasını gözetenleri selâmet yollarına eriştirir ve onları, izni ile, karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onları doğru yola iletir.»

Allahü Teâlâ, kendi rızasını gözetenleri selâmet yollarına eriş­tirir ve onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Emirlerini yerine ge­tirenleri, yasaklarından kaçınanları hidayete erdirir. Kur'an ile on­ları nurlandırır. Hz. Muhammed ile aydınlatır, selâmete erdirir, îs-lâm ile şereflendirir. Kur'an ile onları küfürden uzaklaştırır, iman ile olgunlaştırır. Kur'an ve iman yolundan gidenler Hakk'a ulaşırlar.

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 17)                                       173

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«"Allah ancak Meryem oğlu Mesihtir" diyenler and olsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: "Allah, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmek isterse kim O'na karşı ko­yabilir?" Göklerin, yerin ve arasmdakilerin hükümranlığı Allah'ın­dır, dilediğini yaratır. Allah her şeye kaadirdir.»

Yukarıda da belirtildiği gibi, Hıristiyanların bir kısmı İsa (a.s.)'-ya «Allah» demişlerdir. Aslında Hz. İsa'nın Allah olmadığını onlar da çok iyi biliyorlardı. Fakat yine de ona «Allah» demekten geri dur­muyorlardı. Kim olursa olsun İsa'ya «Allah» diyen kâfir olur. Allah'a eş koşmak, Allah'tan başkasına «Allah» demek küfürdür. Allah, bir­dir, ortağı, benzeri, yardımcısı, oğlu, kızı yoktur. Sonra hiç bir var­lık Allah olamaz. îsa da bir varlık ve bir insan olduğuna göre nasıl Allah olabilir? Hem İsa'nın doğumu daha dündür, peki ondan önce Allah kimdi? Sonra İsa bir anadan meydana gelmiştir, bunları ya­ratan kimdir? Yaratılan bir şey nasıl Allah olur? İsa yaratıldığına göre, İsa'yı yaratan kimdir? Bütün bunları var eden Yüce Allah'tır. Allahü Teâlâ onlar için şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, de ki: «Allah, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzünde olanların hep­sini yok etmek isterse kim O'na karşı koyabilir?» Göklerin, yerin ve arasmdakilerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah dilediğini ya­ratır.» Allah'ın hükmüne kim karşı gelebilir? Allah, İsa'yı, anasını, gökleri, yeri ve bütün varlıkları bir anda yok etse buna kim mani olabilir? Hz. İsa'nın kendi nefsini kurtarmaya gücü yeter mi? Kaldı ki başkalarını kurtarsın veya Allah'ın mülkünde hükümran olsun. Bütün varlıkların, yerin, göklerin sahibi, mâliki, koruyucusu, idare­cisi, rızıklandıranı yalnız Allah'tır. O, dilediğini var eder, dilediğini yok eder. O'nun hükmüne kimse karışamaz. O, her şeye kaadirdir.

Allah Âdem (a.s.)'i topraktan yarattığı gibi, İsa'yı da babasız olarak Hz. Meryem'den dünyaya getirmiştir. O, bir şeye «ol» dediği zaman o şey olur. Bundan kimsenin şüphesi olmasın. Hıristiyanların bir kısmı «İsa eğer beşer olsaydı babası olurdu. Babası olmadığına göre beşer değildir» demişlerdir. Allahü Teâlâ, onların sözlerini red-

-1-7*                                   MAİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 18)

detmek için yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Allah, ancak Meryem oğlu Mesih'tir» diyenler and olsun ki kâfir olmuşlar­dır. De ki: "Allah, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzünde olan­ların hepsini yok etmek isterse kim O'na karşı koyabilir?" Elbette hiçbir güç O'na karşı koyamaz.»

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Yahudiler ve Hıristiyanlar, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilile­riyiz" dediler. Onlara de ki: "Öyleyse günahınızdan ötürü size niçin azap ediyor? Oysa siz O'nun yarattığı insanlarsınız". Allah diledi­ğini bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisinin arasın-dakilerin hükümranlığı Allah'ındır. Son dönüş de ancak O'nadır.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (s.a.v.) Yahudileri ve Hır is tiy anları Allah'ın azabıyla korkutmuş ve iman etmeyenler için elim bir azap olduğunu bildirmiştir. Bunun üzerine onlar Allah'ın vaadini hiçe sayarak «Biz Allah'ın oğullan ve sevgi­lileriyiz, baba oğluna azap etmez, onu sever. Biz de Allah'ın oğlu olduğumuz için O, bize azap etmez» demişlerdir. Yüce Allah bu âye­ti inzal ederek onların bâtıl sözlerini reddetmiş ve şöyle buyurmuş­tur: «Yahudiler ve Hıristiyanlar «Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileri­yiz» dediler. Onlara de ki: «Öyleyse günahlarınızdan ötürü size ni­çin azap ediyor? Oysa siz O'nun yarattığı insanlarsınız.» Onlar ken­dilerini Allah'ın oğlu ve dostu kabul etmişlerdir. Böyle söylemekle kendilerini Allah'ın azabından kurtaracaklarım zannediyorlardı. Al­lah'ın oğlu olmadığını onlar da çok iyi biliyorlardı. Yahudiler ve Hı­ristiyanlar iddialarında doğru iseler, niçin babalarına azap edilmiş­tir? Onların babaları cumartesi günü balık avladıkları için Yüce Al­lah suretlerini değiştirerek kendilerini maymuna benzetmiştir. Bu onlar için en büyük bir ceza değil midir? Yine onlardan birçoğu Allah'ın emirlerine muhalefet ettikleri için helak olmamışlar mıdır? Hem Yahudiler «Allah bizi kırk gün ateşte yakacak, kırk günden son­ra daha yakmayacak» demediler mi? Eğer onlar Allah'ın oğlu olmuş olsaydılar, Allah onları yakar mıydı? Asla yakmazdı. Çünkü baba oğlunu yakmaz. Onların iddiaları bâtıldır, yalandır, asılsızdır. Ya­hudiler ve Hıristiyanlar da, diğer insanlar gibi Allah'ın kullarıdır.

MÂÎDE SÜRESİ (cüz: 6, âyet: 19)                                   175

Allah katında makbul olanlar ancak iman sahipleridir, İmam olma­yanlar diğer varlıklar gibidir. İnsanı, insan yapan imandır.

Allahü Teâlâ kullarından dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. İman edip, amel-i salih işleyen kullarını affeder. İman etmeyen kullarına da lâyık olduğu cezayı verir. Yerin ve göklerin sahibi, mâ­liki Allah'tır. Bunların hepsi Allah'ın mülküdür. Bu mülkün Allah'­tan başka sahibi ve mâliki yoktur. Son dönüş ancak O'nadır. Her­kese ameline göre mükâfat ve mücazat verecek olan da O'dur.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

 "       <*>'<C

«Ey kitap ehli, peygamberlerin arası kesildiğinde "bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi" dersiniz diye, size açıkça anlatacak peygambe­rimiz geldi. Şüphesiz O, size müjdeci ve uyarıcı olarak gelmiştir. Al­lah her şeye kaadirdîr.»

Bu âyet-i kerime ile Yahudilere ve Hiristiyanlara hitap edilmiş­tir. Ey Yahudiler ve Hıristiyanlar, size ne oldu ki, kitabınızla amel etmiyor ve yaptıklarınız da kitap ehlinin yaptıklarına hiç benzemi­yor. Sizin durumunuz tıpkı kendisini herkesten akıllı zanneden ada­mın durumu gibidir. Kimsenin fikrini beğenmeyen o adam kendi başına bir iş yapar, oysa yaptığı iş gayet gülünçtür. Herkesi güldü­rür. Halk onunla alay etmeye başlar ve «Sen akıllı birisiydin, bunu nasıl yaptın?» derler. Bu sözler, ona bir serzeniştir, denilmek isteni­yor ki, sen akıllı birisi değilsin. Eğer akıllı birisi olsaydın, yaptığın iş de akıllı işi olurdu. Halbuki senin yaptığın iş akıllı işi değildir. Al­lahü Teâlâ'nın Yahudi ve Hıristiyanlara «Ey kitap ehli» diye nida edi­şinin sebebi de budur. Bu hitap onlara bir serzeniştir. Ey Yahudiler ve Hıristiyanlar, sizin amelleriniz hiç kitap ehlinin amellerine benze­miyor, şu halde siz kitap ehli değilsiniz. Zira kitap ehli, kitabının hükümlerine göre amel eder. Onun haricine çıkmaz.

Yüce Allah şöyle buyuruyor: «Ey kitap ehli, peygamberlerin ara­sı kesildiğinde, «Bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi» dersiniz diye, size açıkça anlatacak Peygamberimiz geldi. Şüphesiz O, size müjdeci ve uyarıcı olarak gelmiştir.» Peygamberler dinin hükümlerini ve İslâm şeriatini bildirmek için gönderilmişlerdir. Allahü Teâlâ her devirde ve her topluma peygamberler göndermiştir. Peygamberler insanları hakka davet için gelmişlerdir. Kıyamet günü insanlar «Bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi» demesinler diye, peygamberler müjdeci ve uya-

176

MÂÎDE SÛRESÎ (cüz: 6, âyet: 20)

rıcı olarak gönderilmiştir. Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muham-med (s.a.v.)'dir. AHahü Teâlâ insanları davetsiz bırakmamıştır. Emir­lerini ve yasaklarını peygamberleri vasıtasıyla insanlara bildirmiş­tir, îtaat edenlere mükâfat, isyan edenlere de mücazat vereceğini haber vermiştir. Kıyamet günü insanlar «Emirlerini ve yasaklarını bize bildirmedin» demesinler diye her devirde davetçilerini gönder­miştir. Artık kıyamet günü insanlar «Biz bunu bilmiyorduk veya bun­dan haberimiz yoktu» diye bir özür beyan edemeyeceklerdir. Çünkü cennet nimeti de, cehennem azabı da dahil herşey bildirilmiştir. Kul­ları bunlardan hangisini dilerse Allah onu verir.

Yüce Allah her şeye kadirdir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. Göklerde ve yerde olan her şeyi kulları için yaratmıştır. Kullarını âhiret nimetleriyle mükâfatlandırmak için de müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler göndermiştir. Bütün peygamberler insanlığın selâmeti için gelmişlerdir.

Allahü Teâlâ âyet:i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Bir zamanlar Musa, milletine "Ey milletim, Allah'ın, sizin üze­rinizdeki nimetini düşünün. İçinizden peygamberler gönderdi, sizi hükümdarlar yaptı, size âlemlerden hiçbirine vermediğini verdi" de­miştir.»

Musa (a.s.î bir zamanlar kavmine şöyle demişti: «Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini hatırlayın. Hiçbir zaman o nimet­leri unutmayın. İçinizden peygamberler göndermiştir ve o, gelen peygamberler size hakkı tebliğ etmiştir. Bu, Allah'ın size bir ihsa­nıdır. Sizi yeryüzünde hükümdarlar yapmıştır, bir zamanlar siz esir­diniz.» tsrailoğulları uzun zaman esaret altında kalmışlar, Allahü Teâlâ onları Musa (a.s.) vasıtasıyla esaretten kurtarmıştır.

îmam-ı Kelbi «Peygamberlerden maksat Musa ile kardeşi Ha­run (a.s.)'dur. Bunlardan başka Musa, kavminden yetmiş kişi seç­miş, Tür Dağı'na da bunlarla beraber gitmiştir» demiştir. Bazılarına göre ise, peygamberlerden maksat îsrailoğullarının içinden çıkan peygamberler olup sayıları dört bindir.

Musa (a.s.) kavmine Allah'ın nimetlerini saymaya devam edi­yor: «Ey kavmim, unutmayın, Allah sizi Fir'avun'un baskısından kur­tardı, sizi denizden geçirip, onu boğdu. Sizi melik yaptı, onu rezil et-

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 21)

177

ti» demiştir. Bazıları da «Başkasına muhtaç olmayan kişi, padişah­tır» demişlerdir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.)

«Evinde sıhhat ve afiyet içinde ve günlük ihtiyacını temin etmiş olarak sabahlayan kimse dünya padişahıdır» buyurmuştur. •'

Allahü Teâlâ îsrailoğullarına verdiği nimetleri, onlardan başka hiç kimseye vermemiştir. Denizi yarıp onları geçirmiş, Fir'avun'u ve adamlarını boğmuş, bulut gönderip onları gölgelemiş, taştan on iki ırmak akıtıp onları sulamış, gökten bıldırcın eti ve kudret helvası yağdırmış, onlara rızık olarak vermiştir. Bu nimetler onlara Allah'ın bir lütfudur. Fakat onlar bunca nimetlerin kıymetini bilmemişler, yine nimet sahibine isyan etmişler, sonunda Allah'ın azabına uğra­mışlardır.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

 

«Ey milletim, Allah'ın size takdir ettiği mukaddes yere girin. Ar­dınıza dönmeyin, yoksa kayıp edenler olarak dönersiniz, demişti.»

Musa (a.s.) kavminin şirkten ve küfürden temizlenerek peygam­berler diyarı olan Beytülmukaddes'e veya Şam'a girmelerini istemiş­tir. Eğer kavmi oraya girerse günahlarından temizlenmiş olacaklar­dı. Hz. Musa ilâhî emir gereği kavminin oraya girmesini istiyordu. Zira her peygamber kavminin ve kendisine tâbi olanların Allah'a itaatkâr ve ilâhi nimetlere nail olmasını isterler. Bunun için de Musa (a.s.) kavmine şöyle demiştir: «Ey milletim, Allah'ın size takdir et­tiği mukaddes yere girin. Ardınıza dönmeyin, yoksa kayıp edenler olarak dönersiniz.» Onların o beldeye girmeleri Allahü Teâlâ'nm emridir. Hz. Musa da kavmine Yüce Allah'ın emrini bildiriyordu. On­lar adı geçen beldeye girdikleri takdirde günahlarından temizlenmiş ve arınmış olacaklar, girmedikleri takdirde günahkâr ve âsi kala­caklardı.

Bazı tefsircilere göre o belde, Allah tarafından Hz. İbrahim'e va­at edilen ve ondan sonra çocuklarına miras olarak kalan bir belde-

C. : II — F. :  12

178                                       MÂIDE SÛRESt (cüz: 6, âyet: 22)

dir. İbrahim (a.s.) Nemrut'un hazırladığı ateşe atılmak üzere man­cınıkla havaya fırlatıldığı zaman Yüce Allah Cebrail'i göndererek ona şöyle hitap etmiştir: «Yâ İbrahim, Allah'ın sana selâmı var, gö­zünün görebildiği yere kadar sana vereceğini vaat etti.» Bu beldeler Filistin, Sanı, Ürdün ve çevresidir.

Musa (a.s.) kavmine: «Mukaddes bir yere girin. Allahü Teâlâ atanız İbrahim'e orada oturmasını emretmiştir. Orası atanızdan si­ze mirastır. Atanızın mirasında oturmanız Allah'ın emridir. Emrolun-duğunuz şeyden geri dönmeyin, aksi takdirde en büyük zarara uğra­yanlardan olursunuz» demiştir. O mukaddes beldeye girenler mükâ­fatını, girmeyenler de cezasını göreceklerdir.

Musa Ca.s.) zamanında Filistin'de cebbar ve âsî bir kavim vardı. Yüce Allah, Musa (a.s.)'nm kavmine o cebbarların bulunduğu bel­deye girmelerini emretmiştir. îsrailoğuîları on iki kabile idi. Hz. Mu­sa, her kabileden birer kişi seçerek o cebbarların durumunu öğren­mek için Filistin'e göndermiştir. Adı geçen beldede yaşayan cebbar­lar iri yapılı ve azgın kimselerdi. Musa'nın elçileri onları görünce korkmuşlar ve içlerinden birkaç kişi elçileri yakalayıp reislerine gö­türmüşlerdi. Bazılarına göre ise, on iki kişiyi «Acun» adında biri sırtlayıp götürmüştür. Başkanları bir kişinin onları getirdiğini gö­rünce «Bizim elimizden bu şehri alacak olan siz misiniz?» demiş ve kendilerini öldürmek istemişti. Karısı ise buna mani olmuş ve «Sen bu zavallıları mı öldüreceksin? Onları bırak. Bir miktar yiyecek ver, yesinler-içsinler ve kavimlerine döndükleri zaman bizim büyüklüğü­müzü haber versinler» demişti. Kıral, denilenleri yapar ve onları ser­best bırakır. Musa'nın elçileri geriye dönerler ve o zorba kavmin az­gın olduğunu kendi milletlerine haber vermeyeceklerine dair ara­larında sözleşirler. Böylece kavimlerine dönerler, vaatlerim bozarlar ve cebbarların durumunu olduğu gibi bildirirler. Ancak içlerinden ikisi sözünde durur ve kendi kavimlerini onlarla savaşa razı eder­ler. Bunlar da Yûşa bin Nün ile Kâlib bin Bûknâ'dır.

Musa (a.s.), Filistin'i onlardan almak için bütün kabilelerini ça­ğırır. Ancak hiçbiri Filistin'e girmeye cesaret edemez, o cebbar ka­vimden korkarlar ve onlar orada bulunduğu sürece Filistin'e gire­meyeceklerini bildirirler.

Allahü Teâlâ âyet-i celüesinde bunu şöyle beyan ediyor:

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, ayet: 23)                                       179

*Ey Musa, orada zorba bir millet var, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya girmeyeceğiz. Eğer çıkarlarsa biz de gireriz, demişlerdi.»

Musa (a.s.) ilâhi emir gereği kavmini mukaddes şehre girmeye davet edince, onlar korkularından oraya giremeyeceklerini bildir­mişler ve şöyle demişlerdi: «Ey Musa, orada zorba bir millet var, on­lar oradan çıkmadıkça biz oraya girmeyeceğiz. Eğer çıkarlarsa biz de gireriz.» Halbuki onların, âsi ve zorba bir milletin bulunduğu beldeye girmeleri Allah'ın emriydi. Onlar Allah'ın emrine muhalefet­ten korkmuyorlar da, zorba bir milletin bulunduğu beldeye girmek­ten korkuyorlardı. Musa (a.s.) ise peygamberler diyarını o zorba milletten kurtarmak istiyordu. Bunun için kavmini onlarla mücade­leye çağırmıştı. Eğer kavmi cebbarların bulunduğu mukaddes şeh­re girerlerse mükâfat, girmezlerse mücazat göreceklerdir. Zamanı­mız insanlarının bir çoğu da böyledir. Allah'ın emirlerine muhalefet ederler, âsilerin emirlerine itaat ederler. Mükâfat yerine, mücazat kazanırlar. Cüzî menfaatler için dünyalarını da, âhiretlerini de yı­karlar.

Allahü Teâlâ âyet-i celüesinde Musa (a.s.)'nın kavminin duru­munu şöyle beyan buyuruyor:

«Allah'tan korkanlardan, Allah'ın nimete erdirdiği iki adam: "Üstlerine kapıdan yürüyün, oradan girerseniz şüphesiz galip gelir­siniz. Eğer gerçek mü'minlerseniz Allah'a güvenin" demişlerdi.»

Musa (a.s.)'nın kavmi cebbarların bulunduğu mukaddes şehre 'giremeyeceklerini bildirince, Yûşa ile Kâleb onlara şöyle demişlerdi: «O zorbaların üstlerine kapıdan yürüyün. Oradan girerseniz şüp­hesiz galip gelirsiniz. Eğer gerçek mü'minlerseniz Allah'a güvenin.» Allah'ın lütfuna mazhar olan bu iki zat onların nasıl hareket ede­ceklerini belirtmişler ve şöyle demişlerdir: «Eğer siz, gerçek nıü'min-ler iseniz Allah'a güvenin. Düşmanlarınızın güçlü-kuvvetli olmasın­dan korkmayın. Şayet siz Allah'a güvenir ve verilen talimat-gereği hareket ederseniz mutlaka galip gelirsiniz. Eğer Allah'ın emrine mu­halefet ederseniz ziyana uğrayanlardan olursunuz.»

Mü'min bütün bunlardan ibret almalı, zorbadan değil, Allah'tan korkmalı ve yalnız O'na tevekkül etmelidir. Allah'tan başkasına te­vekkül edenler mutlaka ziyana uğrayacaklardır.

180                                     MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 24-25)

Allahü Teâlâ âyet-î celilesinde onların Musa  (a.s.)'ya ne şekil­de mukabelede bulunduklarını şöyle beyan ediyor:

«Onlar da "Ey Musa, onlar orada oldukça biz asla oraya girme­yeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz işte burada oturacağız" dediler.»

Musa (a.s.) kavmini mukaddes şehre girmeye zorlayınca, onlar Musa'ya şöyle demişlerdi: «Ey Musa, onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz işte burada oturacağız.» Musa'nın kavmi, cebbarların ve zorbaların bulunduğu yere giremedikleri gibi, oraya yaklaşmaya dahi korkmuşlar «Sen ve Rabbin gidin savaşın, mademki sen on kişinin sözüne inanmıyorsun da, iki kişinin sözüne inanıyorsun, Rabbin Fir'avun'a karşı sana yar­dım ettiği gibi, yine yardım etsin de onlarla savaşın, bizim onlarla savaşmaya gücümüz yetmiyor, biz burada oturalım» demişlerdi. Mu­sa aleyhisselâm onların bu sözleri karşısında çok üzülmüş ve öfke­lenmişti.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde Musa (a.s.)'nm durumunu şöyle beyan ediyor:

«Musa: "Rabbim, ben ancak kendime ve kardeşime söz geçire-biliyorum, artık bizimle bu yoldan çıkmış milletin arasını ayır" dedi."

Musa (a.s.) onlara söz geçiremeyince Allahü Teâlâ'ya niyaz ede­rek şöyle demişti: «Rabbim, ben ancak kendime ve kardeşime söz ge­çirebiliyor um, artık bizimle, bu yoldan çıkmış milletin arasını ayır.» Musa, onlara mukaddes beldeye girmenin Allah'ın emri olduğunu bildirmesine rağmen, onlar bu ilâhî emre muhalefet etmişlerdi. Al­lah'ın emrine muhalefet ettikleri gibi, peygamberlerine de karşı gel-jnişlerdi. Musa onlara söz dinletemeyince «Rabbim bunlar bana ita­at etmiyorlar, senin emirlerine de muhalefet ediyorlar, bu fâsık kav­me lâyık oldukları cezayı ver ve onlarla bizim aramızı ayır» demiş­ti. Peygamberler ümmetlerine kolay kolay beddua etmezler. Önce onları Allah'a itaate davet ederler. Çünkü onlar davetçi olarak gön­derilmiştir. Ancak peygamberler, davet ettikleri insanların Allah'a itaatlerinden ümit kestikleri zaman beddua ederler. Musa (a.s.)  da

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 26)                                       181

onların Allah'a itaatlerinden ümit kestikten sonra beddua etmiştir. Eğer ümit kesmemiş olsaydı asla beddua edemezdi.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde onlar hakkında şöyle buyuruyor:

«Allah Musa (aleyhisselâm'aJ şöyle buyurdu: "Artık orası on­lara kırk yıl haram edilmiştir. Oldukları yerde başıboş, şaşkın şaş­kın dolaşacaklar. O halde o fâsiklar kavminin hallerine kederlen­me."»

Allahü Teâlâ Musa (a.s.)'nm kavmine kırk yıl mukaddes şehri haram kılmıştır. Bu, onların yaptıklarına karşılık bir cezadır. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşa­cakları kırk yıl, orası onlara haram kılındı. Sen, yoldan çıkmış mil­let için tasalanma.» Onlar bulundukları yerde kırk yıl şaşkın bir va­ziyette kalmışlar, oradan başka bir yere çıkamamışlar, âdeta bir mah-bus hayatı yaşamışlardır. Allahü Teâlâ onların bulundukları yerin yollarını kapamış, gündüzün onları mahbus bırakmış, geceleyin yol­larını açılır gibi göstermiştir. Onlar yollarının açıldığını görünce sa­baha kadar harekete geçmişler ve sabahleyin yine bulundukları ye­re gelmişlerdir. Tam kırk yıl böylece çileleri devam etmiştir. Yüce Allah onlara kırk yıl gece uykusunu haram kılmış ve onları en ağır bir şekilde cezalandırmıştır. Mukaddes şehre girmeyerek Allah'ın emrine muhalefet ettikleri için kırk yıl böylece cezalandırılmışlar­dır. Halbuki Filistin ile bulundukları yerin arası altı mil kadardı. Kırk yıl altı millik mesafeye ulaşamadıkları gibi, bulundukları yer­den de asla çıkamamışlardır. Allah'a isyan edenlerin akıbeti budur. Onlar Tih vadisinde büyük zahmet çekmişler ve görülmemiş musi­betlere uğramışlardır.

Rivayete göre Musa ile kardeşi Harun (a.s.) orada vefat etmiş­lerdir. Kavmi Allah'ın emrine muhalefet ettikleri için mukaddes şeh­re girmeleri haram kılınmış ve hepsi orada helak olmuşlardır. Kırk yıl tamam olduktan sonra onların geride kalan çocuklarının başına Yûşa geçmiş ve cezaları dolmuş, onlarla beraber cebbarların bulun­dukları mukaddes şehre girmişlerdir. Orada bulunan cebbarlarla sabahın erken saatinde savaşa başlamışlar ve tam onları mağlûp edecekleri sırada da güneş doğmaya başlamıştır. O devirde güneş doğduktan sonra savaşmak yasaktı. Yûşa bu yasağa uymak zorun­daydı. Eğer bu yasağa uyarsa düşmanları gün boyunca Hazırlana­caklar, belki de bir daha onları mağlûp edemeyecekti. Yasağa uy­madığı takdirde mes'ul olacaktı. Yüşa güneşin bir müddet geç doğ-

182                                   MÂÎDE SÜRESİ (cüz: 6, âyet: 27)

ması için Allahü Teâlâ'ya dua eder, Yüce Allah da duasını kabul buyurur ve güneş geç doğar. Yûşa bu zaman zarfında onları mağlûp eder ve o zorbaların elinden mukaddes şehri alır. Yûşa'nın etrafın­da genç ve az bir topluluk olmasına rağmen, kendilerinden çok faz­la ve daha cesur bir topluluğu mağlûp etmişlerdir. Çünkü onlar Al­lah'a iman edip, O'na güvenmişlerdir. Allah'a iman edenler mutlaka zafere ulaşacaklardır. Allah, iman edenlerin daima yardimcısıdır.

Bu âyet-i celilede Allah'ın emirlerine muhalefet edenlerin mut­laka azaba uğrayacakları hatırlatılmaktadır. Yüce Allah bu olayı Peygamberine naklederek onu teselli ediyor ve şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, sen bu fâsık kavmin iman etmediklerine üzülme. Bun­ların inadları yalnız sana karşı değildir, senden önceki peygamberle­rimize de aynı şekilde inat etmişlerdir.» Hz. Muhammed (s.a.v.) pey­gamber olarak gönderilinçe, diğer peygamberlere yaptıkları gibi, ona da muhalefet etmişlerdir. Yüce Allah, bu duruma üzülen Pey­gamberini teselli etmiş ve «Sen bu fâsık kavmin iman etmediklerine üzülme» buyurmuştur. Bundan sonraki âyetlerde Âdem (a.s.)'in iki oğlunun kıssasını peygamberine haber vermiştir.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Onlara Adem'in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat: İkisi birer kurban sunmuşlar, birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Kabul edilmeyen "And olsun seni öldüreceğim" deyince, kardeşi: "Allah ancak müttekîlerin takdîmesini kabui buyurur" de­mişti.»

Allahü Teâlâ, Kur'an-ı Kerîm'de geçmiş peygamberlerden bazı-■larmın kıssalarım, Hz. Peygamber'in ümmetinin ibret alması için nakletmiştir. Bu kıssalarda büyük hikmetler ve ders alınması gere­ken ibretler vardır. Âdem (a.s.)'m iki oğlunun kıssası da, diğerleri gibi, ibret alınması gereken özelliğe sahiptir. Yüce Allah şöyle bu­yuruyor: «Yâ Muhammed, onlara Âdem'in iki oğlunun kıssasını doğ­ru olarak anlat.» Bu olaydan Hz. Muhammed'in ümmeti ibret alsın ve onların düştükleri hataya düşmesinler. Zaten kıssaların nakledil-mesindeki hikmetlerden biri de budur.

Âdem (a.s.)'in iki oğlunun kıssası şudur: Âdem ile Havva cen­netten çıkarılıp yeryüzüne indirilince bir müddet ayrı yaşamışlar,

MÂIDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 27)                                   183

daha sonra birleşerek bir aile yuvası teşkil etmişlerdi. Bu izdivaç­tan Havva anamız hamile kalmış ve her defasında biri kız, diğeri erkek olmak üzere ikiz doğurmuştur. Âdem (a.s.) zürriyetinin çoğal­ması için ilâhî emir gereği önce doğan kızla, bir sonraki doğan er­keği, bir sonraki doğan kızla da bir önceki doğan erkeği evlendire-cekti. Âdem (a.s.)'in ilk çocukları Kabil ile kızı Aklıma idi. İkinci doğan çocukları ise Habil ile Leyûzâ idi. Kabil, Habü'le doğan kızı almaz, kendi ile doğan kızı almak ister, bunun için de diretir. Çün­kü kendisiyle doğan kız Kabil'le doğan kızdan daha güzeldir. Âdem (a.s.) çok ısrar eder, ama bir türlü lâf dinletemez. Bunun Allah'ın ,bir emri olduğunu söyler, yine tesir etmez. Kabil babasına «Bu Al­lah'ın bir emri değildir. Sen, Habü'i benden çok sevdiğin için benim­le doğan kızı ona veriyorsun» der. Halbuki Hz. Âdem oğullarının ara­sında Allah'ın emrini icra ediyordu. Kabil babasını dinlemeyip, Al­lah'a isyan edince Âdem (a.s.) ona şöyle der: «Her ikiniz de kurban kesin, hanginizin kurbanı kabul olursa Aklîmâ'yı ona vereceğim.» Bunun üzerine her ikisi de kurbanlıklarını hazırlar. Kabil çiftçi ol­duğu için, kurban olarak ekinin olmuşlarından bir miktar hazırlar. Habil de sürü sahibi olduğu için kurban olarak semiz bir koç alır. İkisi de kurbanlıklarını bir dağın üzerine bırakırlar.

O günün kurbanı bugünkünden biraz farklı idi. O zamanlar her şeyden kurban yapılıyor ve kurbanlıklar bir dağın üzerine bırakılı­yor ve gökten bir ateş inerek kabul edilenleri yakıyor, edilmeyen­leri ise yakmıyordu. Yanmayan kurbanlar kabul edilmeyen kur­banlardı. Kabil ile Habil de kurbanlıklarını bir dağm üzerine koyar­lar ve bir köşeye çekilip neticeyi beklerler. Gökten bir ateş inerek Habil'in kurbanını yakar, Kabil'in kurbanı ise olduğu gibi kalır. Ka-bü buna kızar, kurbanı kabul olsa da, olmasa da kendisiyle doğan kızı Habil'e vermeyeceğini söyler. Böylece Allah'ın emrine karşı ge­lir. Habil samimidir, kurbanını sadece Allah rızası için yapar. Kabil kurbanında samimi değildir, o sadece menfaatini düşünerek kurban yapar, Allah'ın rızasını düşünmez. Bunun için de kurbanı kabul ol­maz. Allah rızası için yapılmayan amellerin hiçbiri kabul olmaz. Ka­bil, Habil'in kurbanının kabul olduğunu görünce ona hased eder ve şöyle der: «And olsun ki, ben seni öldüreceğim.» Habil «Neden beni öldüreceksin?» der. Kabil «Kurbanın kabul olduğu için seni öldüre­ceğim» cevabını verir. Habil de «Allah, ancak kendinden korkan müttekîlerin amellerini kabul eder. Ben, Allah'ın emirlerine itaat edip, O'ndan korktuğum için kurbanımı kabul etmiştir. Senin hain­liğin ve niyetinin bozukluğu kurbanını kabul ettirmemiştir» şeklin­de konuşur. Yüce Allah hâinlerin ve niyeti bozuk olanların amelle­rini asla kabul etmez.

184                     """"           MÂÎDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 28-29)

Bazı ilim adamları şöyle demiştir: «Akıllı kimse her zaman amel-i salih işler ve Allah'tan korkar. Ahmak kimse de, Allah'ın azabından emin olarak dilediğini yapar.» Akıllı kimse daima Allah'ın azabın­dan korkar ve O'nun rızasını kazanmak için çalışır. Ahmak kimse de, Allah'ın azabından emin olarak ömrünü boşa geçirir. Mü'min hiç bir zaman Allah'ın rahmetinden ümit kesmediği gibi, azabından da emin olamaz. Hiçbir zaman «Ben, Allah'ın azabından kurtuldum» diyemez. Allahü Teâlâ ancak müttekî kullarının amellerini kabul eder.

Rivayete göre, Kabil'in kurbanı İsmail (a.s.) zamanına kadar cennette kalır ve İsmail (a.s.) babası tarafından kurban edileceği sırada Cebrail tarafından cennetten getirilerek İsmail'in yerine kur­ban edilir.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde Âdem (a.s.)'in iki oğlunun duru­munu şöyle beyan buyuruyor:

«And olsun ki sen beni öldürmek için bana el uzatsan da, ben seni öldürmek için el uzatacak değilim. Ben, Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.»

«Şüphesiz dilerim ki, sen kendi günâhınla birlikte benim günâ­hımı da yüklenesin de cehennemliklerden olasın. İşte zalimlerin ce­zası budur.»

Habil, kardeşi Kabil'in niyetinin bozuk olduğunu anlayınca ona şöyle der: «And olsun ki, sen beni öldürmek için bana el uzatsan da, ben seni öldürmek için el uzatacak değilim. Ben, Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Şüphesiz dilerim ki, sen kendi günâhınla birlikte benim günâhımı da yüklenesin de cehennemliklerden ola­sın. İşte zalimlerin cezası budur.» Habil, Allah'tan korktuğu için kar­deşine dokunmuyor. Eğer kardeşi şeytana uyup bir hata işlerse ken­di günâhını da yükleneceğini ve cehennem ehli olacağını da hatırla­tıyor. Buna rağmen kardeşi hainliğinden vazgeçmiyor. Yine yapa­cağını yapıyor. Habil, Allah'ın hükmüne razı olduğu halde, Kabil Allah'ın hükmüne razı olmuyor. Allah zulmedenlerin cezasını mut­laka verecektir. Mü'minler, Habil ile Kabil'in kıssasından ibret ala­rak, Allah'ın hükmüne razı olmalıdırlar. Allah'ın hükmüne razı ol­mayanlar zaten hakiki mü'min değildirler.

MÂIDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 30-31)                                     185

Allahü Teâiâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Nihayet, kardeşini öldürmekte nefsine uydu ve onu öldürerek, zarara uğrayanlardan oldu.»

Kabil nefsine uyarak kardeşi Habü'ı Öldürür. Şeytan ona vesve­se vererek kardeşini öldürtür. Hatta şeytan bir yılan alarak onun gözünün önünde başını taşla ezmek suretiyle öldürür. Kabil de bun­dan örnek alarak aynı şekilde kardeşinin başını taşla ezmek sure­tiyle canını alır.

Bazı tefsircilere göre, Kabil, kardeşini öldürmeyi şeytandan öğren­memiştir. İnsanın yaratılışında kötülük mevcuttur. İnsan bir şeyi yok etmek istediği zaman, onu başkasından öğrenmesine gerek yoktur. Onu yok etmek için bir çare bulur. Kabil, kardeşini taşla öldürmüş­tür. Bu hareketiyle dünyada babasına karşı geldiği, âhirette de Al­lah'ın azabına müstehak olduğu için en büyük zarara uğrayanlar­dan olmuştur. Zalimler dünyada da, âhirette de en büyük azaba uğ­rayacaklardır. Kabil kardeşini öldürdükten sonra cesedini ne yapa­cağını bilmiyordu, şaşırmıştı ve onu bir dağarcığa koyup taşımaya başlamıştı. Çünkü bu yeryüzündeki ilk ölüydü. Ölüleri ne yapmak gerekiyordu, onu bilmiyordu. Babasına gidip soramazdı, çünkü ona karşı gelmişti.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde bunu şöyle beyan buyuruyor:

«Sonra Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek üzere, ona yeri eşeleyen bir karga gönderdi. "Bana yazıklar olsun, kardeşimin ölüsünü örtmek için bu karga kadar olmaktan âciz kal­dım" dedi de ettiğine yananlardan oldu.»

Kabil, kardeşini öldürünce ne yapacağını şaşırmıştı. Cesedi ne yapacağını bir türlü bilmiyordu. Kardeşini taşımaktan başka çaresi kalmamıştı, fakat bu ne kadar sürecekti. Cesedi gömmeyi akıl ede­miyordu. Allahü Teâlâ, Kabil'e kardeşinin ölüsünü ne yapacağını göstermek için bir karga gönderir. Karga gelir, Kabil'in gözünün önünde yeri ayaklarıyle eşer, çukurlaştırır ve bir ölü karga getire­rek eştiği yere gömer, üzerini de toprakla kapatır. Bunu gören Kabil

1-36                                         MÂÎDE SÛRESÎ (cüz: 6, âyet: 30-31)

«Bana yazıklar olsun, kardeşimin ölüsünü örtmek için bu karga ka­dar olmaktan âciz kaldım» der. Yüce Allah kargayı, onun ölüyü na­sıl gömeceğini göstermek için göndermiştir. Kabil, kardeşini yükle­nip götürdüğüne pişman olmuştur. Onu öldürdüğüne pişman olma­mıştır. Şayet kardeşini öldürdüğüne pişman olsaydı, o pişmanlık tevbe yerine geçerdi. Allahü Teâlâ da onu affederdi.

Kabil, kardeşini gömdükten sonra anasının - babasının yanına gelir. Anası ve babası olaydan habersizdir, ona Habü'in nerede ol­duğunu sorarlar. Kabil, bilmiyorum, der. Fakat olay kısa zamanda meydana çıkar. Âdem ile Havva anamız oğullarının mezarının üze­rinde günlerce ağlarlar. Bir gün mezardan dönerken Kabil'in de öl­düğünü öğrenirler. Kabil kardeşini öldürdükten sonra dağda-belde gezmeye başlar. Bir gün dolaşırken yabani bir öküz tarafından dağ­dan aşağı atılır ve parçalanarak ölür. Bazı tefsirciler. «Adem, oğ­luna beddua etmiştir, Allahü Teâlâ da duasını kabul ederek onu ye­re geçirmiştir» demişlerdir. Bu bakımdan babaların duası Allah in­dinde makbuldür.

îmam-ı Mukatil şöyle demiştir: «Kabil kardeşini öldürmeden ön­ce, yırtıcı hayvanlar ve kuşlar insanları dost edinir, onlarla birlikte dolaşırdı. Kabil kardeşini öldürdükten sonra vahşi hayvanlar insan­lardan kaçmışlardır.» Böylece onlar bile insanların şerrinden kork­muşlardır. Zira kendi kardeşine kötülük düşünen bir kimse elbette başka varlıklara karşı da kötülük düşünür. Bu bakımdan vahşi de­diğimiz hayvanlar bile insanların şerrinden korkmuşlardır.

Hâinler hiçbir zaman emellerine muvaffak olamazlar. Bir nok­taya kadar hainliklerini devam ettirirler, neticede en büyük zarara uğrarlar. Kabil de, kendisiyle doğan kızı almak için kardeşini öldür­müş ve dünyada hainliğinin cezasını görmüştür. Kabil ölünce, daha sonra kendisiyle doğan kızı Şît (a.s.) almıştır.

Abdullah ibni Mes'ud, Peygamberimiz (s.a.v.)'den şöyle rivayet etmiştir: «Kabil, hasedinden dolayı zulümle Kabil'i öldürmüştür. Kı­yamete kadar haset ederek zulümle adam öldürenlerin günahları kadar Kabil'e günah yazılmaktadır. Çünkü ilk olarak hasedinden dolayı adam öldürmeyi o başlatmıştır. Bir bid'ati başlatan kişiye Vle, o bid'ati yapanların tamamının günâhı kadar günah yazılır. Zi­ra o bid'ati ilk olarak başlatan odur. Hasene ehli de böyledir. O ha-seneyi işleyenlerin hepsinin sevabı kadar, o haseneyi başlatana se­vap yazılır. Çünkü o haseneyi ilk önce başlatan odur.» Müslümanla­rın bid'at olan şeylere çok dikkat etmesi gerekir. Yeni bir bid'at ih­das etmek kadar tehlikeli bir şey yoktur. Bid'at ehli sadece kendi gü-

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 32)                                       187

nâhı ile kalmıyor, başkalarının yapmış olduğu günâhı da yükleniyor. Bunun sebebi de hadiste belirtildiği gibi, bid'at olan şeyi ihdas etme­sidir.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

Bunun için İsrailoğullarma kitapta bildirmiştik ki: Kim kısas gerekmeksizin veya yeryüzünde fesat işlemeksizin bir kimseyi öl­dürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu kurtarırsa, bütün insanlara kurtarmış gibi olur. And olsun ki onlara Peygam­berlerimiz mucizeler getirdiler. Sonra buna rağmen, onların çoğu yeryüzünde taşkınlık yapanlar oldu.»

Yüce Allah, Kabil'in işlediği cinayet sebebiyle İsrailoğullarma Tevrat'ta bildirmiştir ki, hakkında kısas gerekmeyen birisini veya yeryüzünde Allah'a şirk koşmayan ve fesat çıkarmayan bir kimse­yi öldürmek bütün insanları öldürmek gibidir. Allahü Teâlâ, kısasa karşı kısası; Allah'a şirk koşanları ve zina yapan evli erkek ve kadını recm etmeyi farz kılmıştır. Bunların cezası ölümdür. Ancak maktu­lün velileri katili affederse, katil ölümden kurtulur. Maktulün velisi affetmediği takdirde katilin cezası ölümdür. Allah'a şirk koşarak yeryüzünde fesat çıkaranların, nikâhlı olmalarına rağmen zina ya­pan kadınların ve erkeklerin cezaları ölümdür. Bu suçlardan birini işlemeyen bir insanı öldürmek, bütün insanları öldürmek gibi olur. Günahı da o nisbette ağırdır ve ebedî cehennemdir. Kim de ölüm tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş bir insanı kurtarırsa bütün insan­ları kurtarmış gibi olur. Şöyle ki: Ateşte yananı, suda boğulanı, aç­lıktan öleni kurtarmak, kısas cezasıyle cezalandırılanı affetmek, düş­manın tehlikesinden bir insanı kurtarmak gibi. İşte bu durumda olan birisini kurtaran bütün insanlığı kurtarmış gibi olur ve o nis­bette de mükâfat kazanır. İslâm dini insana bu kadar değer ver­miş, haksız yere bir insanı öldürmeyi bütün insanlığı öldürmüş gi­bi, bir insanı ölüm tehlikesinden kurtarmayı da bütün insanlığı kur­tarmış gibi kabul etmiştir. Bir mü'minin hayatından bütün mü'min-lerin istifadesi söz konusudur. Çünkü mü'min, diğer mü'min kar­deşleri için Allah'a dua eder, onların rahmet ve affını diler. Belki bir mü'minin duası bütün mü'minlerin kurtuluşuna ve affına vesile

188                                       MÂIDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 33)

olur. Hayatta olmayan bir mü'minin ise, diğer mü'min kardeşlerine faydası yoktur. Bu bakımdan bir insanı diriltmek, bütün insanlığı diriltmek gibidir.

Allahü Teâlâ bütün kavimlere emir ve yasaklarını bildirmek için peygamberler göndermiştir. Peygamberler, gönderildikleri ka­vimlere Allah'ın varlığını ve birliğini isbat için mu'cizeler, apaçık âyetler ve deliller getirmiştir. Allah İsrailoğullarına da Allah'ın emir­lerini ve yasaklarını bildiren peygamberler göndermiştir. Buna rağ­men onlar hakkı inkâr ederek kâfir olmuşlardır. Kâfirler küfürleri­nin cezasını mutlaka çekeceklerdir. Küfredenler için ebedi olmak üzere elim bir azap hazırlanmıştır.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

, «Allah'a ve Resulüne harp açanların, yeryüzünde fesatçılığa ko­şanların cezası, ancak öldürülmeleri, ya asılmaları, yahut elleriyle ayaklarının çaprazvari kesilmesi, yahut da yerlerinden sürülmeleri­dir. Bu onların dünyadaki zilletleridir. Âhirette ise onlar için bü­yük azap vardır.»

Allahü Teâlâ'nın ve Resulünün emirlerini terk ederek âsî olan­ların, şirk ve küfre dalanların veya yeryüzünde bozgunculuğa uğra­şanların cezalan ölümdür. Veya diri diri asılmalarıdır. Allahü Teâlâ, kendisine şirk koşanların ve yeryüzünde insanlar arasında bozgun­culuk yapanların en ağır bir şekilde cezalandırılmalarını emrediyor.

Bu âyet-i celüenin nüzul sebebi şudur: Beni Urayne kabilesinden -Medine'ye yedi kişi gelir. Ancak şehrin havası kendilerine ağır gel­diği için hastalanırlar. Durum Peygamberimize intikal eder, Peygam­berimiz onlara neyin şifa olacağını bilir ve «Gidin, bizim develerin sütünden için, inşâallah şifa bulacaksınız» buyurur. Onlar da tarif edileni yaparlar ve şifa bulurlar. İyileştikten sonra dinden dönerler ve giderler deve çobanlarını öldürürler, develeri alıp savuşurlar. Pey­gamberimiz (s.a.v.) olaya çok üzülür ve onları yakalamak için ar­kalarından adam gönderir. Arkalarından giden süvariler onları ya­kalarlar ve Peygamberimizin huzuruna getirirler. İslâm'da kısasa kısas vardır. Bu kişilerin haksız yere adam öldürdükleri için ceza-

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 33)                                       189

landırılmaları gerekiyordu. Aynı zamanda dinden de çıkmışlardı. Peygamberimiz, bunların yaptıklarına karşılık olarak, ellerinin ve ayaklarının kesilmesini ve gözlerinin çıkarılmasını emreder. Emrin gereği yapılır ve cezalarını çekmeleri için de güneşin altına bırakılır. Çünkü onlar dağ başında her şeyden habersiz yaşayan çobanlan öl­dürmüşler ve mallarım da ellerinden almışlardı. Elbette ki, bunlar cezasız bırakılamazdı. Peygamberimiz onları cezalandırdığı-zaman henüz yukardaki âyet-i celîle inmemişti. Allahü Teâlâ bu âyeti inzal ederek, Allah'a ve Resulüne harp açanların ve yeryüzünde bozgun­culuğa uğraşanların cezasını belirtmiştir. Ancak İslâm fıkıhcıları cezanın veriliş şeklinde farklı görüşler belirtmişlerdir. Şöyle ki: Bu âyeti celilenin hükmüne girenler yol kesicilerdir. Bunlar da üç sı­nıftır. Bir kısmı sadece mal için yol keserler ve malı gasb ederler. Bir kısmı da hem malı gasb ederler, hem de sahibini öldürürler. Diğer ■ bir kısmı ise yolcuları öldürür, ama malını almazlar.

Fıkıhcıların bir kısmına göre, bu üç sınıf yol kesicilere âyette geçen cezalardan biri uygulanır. Ancak bu, uygulayıcının arzusuna bağlıdır. Dilerse ölümüne hükmeder, dilerse diri olarak asar veya elini - ayaklarını çaprazvari keser veya onları bulundukları yerden çıkarır. Zira Allahü Teâlâ bunların cezalarım muhayyer kılmıştır. Bir kısım fıkıhçılar da şöyle demişlerdir: «Bu üç sınıf yol kesicinin fiillerine göre cezalan vardıı. Fiilleri âyette geçen cezalardan han­gisini gerektiriyorsa o ceza kendilerine verilir.»

Bu konuda bizim mezhep imamlarımızın görüşü ise şöyledir: Yol kesici, yolcunun sadece malını alır, kendisini öldürmezse ceza olarak bir eli ve bir ayağı kesilir. Bu işlemin şekli, sağ eliyle, sol ayağının veya sol eliyle sağ ayağının kesilmesidir. Yol kesici bu şe­kilde cezalandırılır. Yol kesici, yolcuyu öldürür, malım almazsa ce­zası ölümdür. Çünkü kısasa kısas gerekir. Şayet yol kesici hem yol­cuyu öldürür hem de malını alırsa, İmam-i A'zam'a göre önce eli ve ayağı kesilir, sonra öldürülür, lmam-ı Yûsuf ile İmam-ı Muham­medi göre eli ve ayağı kesilmeden öldürülür. İşlenen suçun duru­muna göre ceza uygulanır.

İbn Abbas ile Said bin Cebir bu konuda şu görüşü ileri sürmüş­lerdir: «Yol kesici, yolcuyu öldürüp malını almamışsa cezası ölüm­dür. Eğer yolcuyu öldürüp malını da almışsa, ceza olarak önce eli -ayağı kesilir ve sonra asılır.» Bir kısım fıkıhçılar da şöyle demişler­dir: «Önce öldürülür, sonra başkalarına ibret olması için asılır.» Bir kısım fıkıhçılar da «Diri olarak asılır ve boğazındaki damarlar ke­silmek suretiyle öldürülür» demişlerdir.

 o, ayet: dl~öD)

i Yeryüzünde bozgunculuk yapanların, bulundukları yerden sü­rülmeleri veya hapsedilmeleri de Yüce Allah'ın emridir, Allah'a iman edenler, yeryüzünde bozgunculuk yapanlara asla müsamaha ede­mezler ve onları koruyamazlar. Ayet-i celilede açıkça onların en ağır bir şekilde cezalandırılmaları istenmektedir. Buna karşı koyanlar, Allah'a ve Resulüne isyan etmiş olurlar. Bu ceza onlara dünyada bir zillettir. Âhirette ise onlar için büyük bir azap vardır. Burada yaptıklarının cezasını en ağır bir şekilde ödeyeceklerdir. Şayet yap­tıklarına pişman olup, tevbe ederlerse Yüce Allah günahlarını ba­ğışlar.

Allahü Teâlâ tevbe edenler için âyet-i celîlesinde şöyle buyuru­yor •

«Ancak, onları ele geçirmenizden önce tevbe edenler bunun dı­şındadır. Biliniz ki şüphesiz Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.»

Yol kesiciler, şayet yakalanmadan önce, yaptıklarına pişman olup tevbe ederler ve aldıkları malları da sahibine geri verirlerse dünyadaki cezalarından kurtulurlar. Şüphesiz Allah çok yarhğayı-cıdır, tevbe edenlerin günahlarını yarlığar. Rahimdir, tevbe edenle­rin tevbesini kabul eder. Allahü Teâîâ samimiyetle günahlarına tev­be edenlerin tevbesini kabul eder, asla boşa çıkarmaz.

Yüce Allah âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Ey iman edenler, Allah'tan korkun, O'na yaklaşmaya vesile ara­yın ve yolunda cihad edin ki saadete eresiniz.»

Ey iman edenler, Allah'ın azabından korkun, sizi azaba götüre­cek fiillerden kaçının. Allahü Teâlâ'nın nimetlerinden istifade et­mek için amel-i salih yapın. Emirlerine sanlın, yasaklarından kaçı­nın. Allah'ın dinini yaymak için, Allah yolunda malınızla ve canı­nızla cihad edin. Şayet Allah yolunda cihad ederseniz huzura erer, saadete kavuşursunuz. Eğer Allah yolunda cihad etmezseniz felah bulamazsınız ve huzura kavuşamazsınız. Allah'ın nizamını yeryü­züne yaymak için, İslâm düşmanlarıyla cihad etmek her mü'minin görevidir. Allah'ın nizamını yaymak için mü'minin cihad etmesi gü­nahlarına keffaret ve kurtuluşuna vesiledir.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Doğrusu yeryüzündeki her şey ve bunun bir katı daha kâfirle­rin olsa da, kıyamet gününün azabından kurtulmak için fidye verse­ler kabul edilmez. Onlar için pek acıklı bir azap vardır.»

«Onlar ateşten çıkmalarını dilerler. Halbuki onlar bundan çı-kıcılar değildir. Onlar için kendilerini tutup durduracak bir azap vardır.»

Yüce Allah'ın birliğini inkâr ederek ve Resûlüllah'ın, Allah ta­rafından getirdiklerini yalanlayarak kâfir olanlar kıyametin deh­şetini ve azabını gördükleri zaman ondan kurtulmak için çareler arayacaklardır. Fakat o azaptan kurtulmak için hiçbir çare bulama­yacaklardır. Yaptıklarına pişman olacaklar ama iş işten geçmiş ola­caktır. Allahü Teâlâ onlar için şöyle buyuruyor: «Yeryüzündeki her şey ve bunun bir katı daha kâfirlerin olsa da, kıyamet gününün azabından kurtulmak için fidye verseler kabul edilmez. Onlar için pek acıklı bir azap vardır.» Allah'ın azabından kurtulmak için âhi-retteki çırpınmanın ve pişmanlığın hiçbir faydası yoktur. îmanı ol­mayanlar Allah'ın azabından asla kurtulamazlar. Onlar için ebedi bir azap vardır. Cehennemin azabını tadan kâfirler oradan çıkmak isteyeceklerdir. Halbuki onların cehennemden çıkması mümkün de­ğildir. Çünkü onlar dünyadaki inkâr ve isyanlarının azabını çek­mek için oraya girmişlerdir. Zaten orası inkâr ve isyan edenler için hazırlanmıştır.

Allah'ın bütün nimetleri iman eden kulları içindir. îman edip, salih amel işleyenler Allah'ın bütün nimetlerinden istifade edecek­lerdir. Onlar için ebedî kalmak üzere altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte bu, da iman edenlerin mükâfatıdır.

Allahü Teâlâ, iman edenlerin nail olacakları mükâfatları ve kâ­firlerin görecekleri azabı belirttikten sonra, hırsızlara verilecek olan cezayı zikretmiştir.

Allahü Teâlâ âyeti celîlesinde hırsızlar hakkında şöyle buyuru­yor :

192                                       MÂÎDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 38)

 

«Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının, yaptıklarına karşılık ve Allah'tan bîr azap olmak üzere ellerini kesin. Allah mut­lak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.»

İslâm nizamı, bütün yönleriyle mütekâmil bir nizamdır. Bu ni­zamın tabiatına, usulüne, prensiplerine bakmadan, teşriî kaideleri­nin hikmetini hakkıyla anlamak asla mümkün değildir. Bu nizam bütünüyle uygulanmadıkça, sadece bir kaç kaidenin tatbiki umulan neticeyi vermez. Çünkü İslâm, parça parça tatbik edilen bir nizam değildir. O, bir bütündür ve tatbikatı hayatın her cephesini ilgilen­diren ilâhi bir nizamdır.

İslâm, insanların ahlâk ve vicdanlarını terbiye eder. Hırsızlığa ve bu yoldan elde edilen kazanca karşı çıkar. Hırsızlık, başkasının saklı ve gizli malını almaktır. İşte İslâm hırsızlığa asla müsamaha etmiyor ve bu cürmü işleyen kimsenin en önemli organlarından biri olan elinin kesilmesini istiyor. Aslında İslâm, mensuplarına ceza uygulamayı arzu etmez. Fakat toplumun ahlâkım ve huzurunu bo­zacak olan ve toplumu ilgilendiren mes'elelere de asla seyirci kal­maz. Toplumun ahlâkını ve huzurunu bozanları, cana, mala, na­musa tecavüz edenleri cezasız bırakmaz. Onları en ağır bir şekilde cezalandırır. Bunları cezasız bıraktığı takdirde toplum temelinden sarsılacak, ahlâk bozulacak, huzur kalkacak, aile yıkılacak, mal-mülk heba olacak, can emniyeti kalmayacak ve neticede toplum yok ola­caktır. Toplumun bekası, ahlâkın devamı, ailenin selâmeti, mal ve can emniyetinin temini için İslâm, bu ve benzeri cezaî müeyyideleri getirmiştir. Bu fiilleri işleyenler cezalarını gördükleri takdirde, top­lumun diğer fertleri bunlardan örnek alacaklar ve böyle bir fiili ir­tikâp etmekten şiddetle kaçınacaklardır. Böylece toplum kurtulmuş

olacaktır.

muştur.

 Zaten İslâm, toplumun selâmeti için bu müeyyideleri koy-

A ilahtı Teâlâ, sirkat olayında ilk önce erkekleri, sonra kadınları zikretmiştir. Zira hırsızlığa daha çok erkekler meyyaldir. Kadınları da hırsızlığa iten erkeklerdir. Bu bakımdan âyette önce erkekleri, sonra kadınları zikretmiştir. Fakat zina bunun tersinedir. Yüce Al­lah, zina mes'elesinde önce kadınları, sonra erkekleri zikretmiştir. Çünkü erkekleri zinaya sürükleyen kadınlardır. Onlar iffetlerine hakim oldukları takdirde zina ortadan kalkacaktır. Bu bakımdan zi­na cürmünde önce kadınlar, sonra erkekler zikredilmiştir.

Yüce Allah hırsızlık yapan erkek ve kadın için şöyle buyuru-

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 38)                                       193

yor: «Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının, yaptıkların­dan ibret verici bir ceza olarak, ellerini kesin.» Hırsızlık yapan ka­dın olsun, erkek olsun, ceza olarak ellerinin kesilmesini Allahü Teâlâ emrediyor. Elbette bu onların yaptıklarının cezasıdır. Durup durur­ken îslâm, birisinin elinin kesilmesine hükmetmez. Sonra îslâm, her hırsızlık yapanın elini kesmez. îslâm hukukçuları elin kesilmesi hu­susunda farklı görüşlere sahiptirler. Bunlardan bir kısım hukukçu, âyet-i celîlenin zahirine göre amel etmiş, hırsızın çaldığı mal az ol­sun, çok olsun elinin kesilmesine hükmetmişlerdir. Bir kısım hukuk­çular ise «Hırsızın çaldığı mal en az üç akça olacak, eğer üç akçadan az olursa eli kesilmez» demişlerdir.

Hanefî hukukçuları ise «Hırsızın çaldığı mal en az on dirhem olacak. Şayet on dirhemden az olursa eli kesilmez» demişlerdir. Yü­ce Allah hırsızın elinin kesilmesini, fiillerinin bir cezası olarak em­retmiştir, kullarına azap olsun diye emretm emiş tir.

Hırsızın elinin kesilmesi için islâm hukukçularının üzerinde it­tifak ettikleri hususlar şunlardır: Hırsızlık, başkasının saklı ve gizli malını almaktır. Öyleyse alınan malın değer taşıması lâzımdır. De­ğer taşımayan bir malı çalanın eli kesilmez. îslâm hukukçuları hırsı­za ceza verilmesi için, çalınan malın en az dört dinar olması gerek­tiği hususunda ittifak etmişlerdir. Çalman şeyin saklı olması ve hır­sızın onu saklı bir yerden alması gerekir.

İslâm hukukuna göre açıkta bulunan bir malı çalanın eli kesil­mez. Meselâ, emanetçi, kendisine teslim edilen malı çalarsa, eli ke­silmez. Hizmetçi de öyledir. Hizmetçi çalıştığı evden bir şey çalarsa eli kesilmez. Tarladaki mahsulü çalan bir insan için de aynı hüküm söz konusudur. Çünkü o mahsul açıktadır. Ortak, ortağının malın­dan bir şey çalacak olsa, eli kesilmez. Zira o malda onun da ortak­lığı vardır. Beytül maldan birşey çalanların da elleri kesilmez. Çün­kü o malda onların da hakları vardır. Bütün bu durumlarda el kes­me cezası verilmez. Fakat cezasız da bırakılmaz. Ancak ta'zir cezası verilir. Ta'zir cezası ise tamamen hâkimin görüşüne bağlı olup, ba-zan değnek vurmak, bazan hapis, bazan tevbih ve bazan da nasihat yoluyla icra edilir.

El kesme ameliyesi, sağ el bileğe kadar kesilerek icra edilir. Eğer eli kesilen ikinci defa hırsızlık yaparsa, bu sefer sol el mafsallara kadar kesilir. Buraya kadar îslâm fıkıhçıları arasında ittifak vardır. Bu cezalarla yetinmeyip üçüncü defa hırsızlık yapan adama nasıl bir

C.: II — F. : 13

ceza verileceği hususunda İslâm fıkıhçıları arasında görüş ayrılığı vardır. (Bu hususta geniş bilgi edinmek isteyenler, Üstad Ömer Na-sûhi Bilmen'in «Hukuk-ı İslâmiye ve Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu» isimli eserine müracaat edebilirler).

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde tevbe edenler için şöyle buyuru-

yor:

«Her kim ki işlediği zulmün arkasından tevbe edip kendini dü­zeltirse, Allah onun tevbesini kabul eder. Çünkü Allah çok yarlığa-yıcı, çok esirgeyicidir.»

Allahü Teâlâ tevbe edip, kendini düzeltenlerin tevbesini kabul edeceğini haber veriyor. Her kim hırsızlık yaparak kendisine ve Müslümanlara zulmettikten sonra, yaptığına pişman olur, tevbe eder, kendisini düzeltir ve elindeki malı sahibine verirse, Yüce Allah onun tevbesini kabul eder, geçmiş günahlarını bağışlar. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. Yaptıklarına pişman olup bir daha dönmemek şartıyle tevbe edenlerin tevbesini kabul eder ve günah­larını bağışlar.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«Hakikatte göklerin ve yerin mülkü Allah'ın olduğunu bilmiyor musun? O, kimi dilerse azaba çeker, kimi dilerse yarlığar. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.»

Yâ Muhammed, yerin ve göklerin sahibi ve mâliki Yüce Allah olduğunu sen bilmiyor musun? Hiç şüphesiz Peygamberimiz yerin ve göklerin sahibi ve mâliki Yüce Allah olduğunu biliyordu. Allahü Teâlâ'mn Peygamberimiz (s.a.v.)'e bu hitabı inanmayanların dik­katini çekmek içindir. Gökler ve yer Allah'ın mülküdür. O, mülkün­de dilediği şekilde hükmeder. O'nun hükmüne kimse karışamaz. Yü­ce Allah, gökten bulutlar vasıtasıyla yağmur indirerek yerden ot­lar, çeşitli yemişler ve taneli bitkiler çıkarmış, onları kullarına ih­san etmiştir. Bu ihsan kullarının şükretmesi içindir. Allahü Teâlâ'-nm kullarına çeşit çeşit nimetler ihsan etmesi, elbette şükrü gerek­tirir. Bu nimetlere şükretmeyenler veya haklarına razı olmayanlar, nankörlüklerinin cezasını göreceklerdir. Zira her nimet şükrü ge-

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet; 41)                                       195

rektirir. Yüce Allah şükretmeyenlerden nimetini almaya kadirdir. Şükredenlerîn nimetlerini artırıp, mükâfatlarını vereceği gibi, şük­retmeyen nankörlerin de cezasını verecektir. Çünkü nankörlük kü­fürdür. Bu bakımdan nankörler cezalarını göreceklerdir.

Allahü Teâlâ  âyet-i  celîlesinde  münafıklar için  şöyle  buyuru-

«Ey Peygamber, kalbleriyle inanmadıkları halde, ağızlarıyla "İnandık" diyen münafıklarla Yahudilerden o küfür içinde koşanlar seni mahzun etmesin.»

Yüce Allah sevgili Peygamberini, iman etmeyenlerin durumuna üzülmemesi için teselli ediyor. İman, bir nimettir. Allah onu herke­se nasip etmez.

Bu âyet-i celîle münafıklardan Ebu Lübâbe hakkında nazil ol-. muştur: Medine civarında meskûn bulunan Beni Kureyzahlar Pey­gamberimiz fs.a.v.) ile yaptıkları andlaşmayı tek taraflı olarak boz­muşlardı.  Benî  Kureyzahlar Müslümanlar  için her  an  bir  tehlike arzetmekteydi.  Bu  tehlikenin  giderilmesi  gerekiyordu.   Bunun  için de ya onların gelip  tekrar Peygamberimizle  andlaşması  gerekiyor _ veya yerlerinden çıkarılması icap ediyordu. Onlar andlaşmaya ya­naşmadılar.  Buna göre  Müslümanların  tedbir  alması gerekiyordu. Peygamberimiz   (s.a.v.)   Beni  Kureyzalıların  muhasara  altına  alın­ması için sahabeleriyle istişare yapar ve bazı kararlar alır. İstişare­de alman bu kararları Ebu Lübâbe Kureyzalilara iletir ve «Sakın ka­lenizden dışarı çıkmayın, aksi takdirde Müslümanlar sizi öldürecek­ler» der. Peygamberimiz Müslümanların sırlarını Kureyzahlara ile­ten ve onların namına casusluk yapan Lübabe'ye çok üzülür. Allahü Teâlâ Peygamberini teselli için şöyle buyurmuştur: «Ey Peygamber, kalbleriyle iman etmedikleri halde, ağızlarıyla «İnandık» diyen mü­nafıklarla Yahudilerden o küfür içinde koşanlar seni mahzun et­mesin.» Münafıklar, mü'minleri kandırmak için iman ettiklerini söy­lerler. Halbuki onlar kalben inanmamışlar, güya mü'minleri kandır­mak için sadece dilleriyle iman ettiklerini söylemişlerdir.

Allahü   Teâlâ   âyet-i   celîlenin   devamında  onların   durumlarım şöyle beyan ediyor:

5J   &

[96                                       MÂÎDE SÛRESÎ (cüz: 6, âyet: 41)

«Onlar, durmadan yalan dinleyen, senin huzuruna gelemeyen diğer bir kavm hesabına casusluk edenlerdir. Yerli yerinde söyle­nen kelimeleri sonradan tahrif edenler "Size böyle fetva verilirse tu­tun, verilmezse sakının" derler.»

Yahudiler, Peygamberimizin huzuruna gelmedikleri halde, gön­derdikleri münafık elçiler vasıtasıyla O'nun söylediklerini öğrenmiş­ler, Peygamberimiz ise, sırlarını başkalarının öğrenmesine çok üzül­müştü. Resûlüllah'm sırlarını Yahudilere aktaranlar münafıklardır. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Onlar, durmadan yalan din­leyen, senin huzuruna gelemeyen diğer bir kavm hesabına casus­luk edenlerdir.» Münafıkların özelliği budur.

Olay şudur: Hayber Yahûdilerinden bir kadınla bir erkek zina ederler. Tevrat'ta da zinanın cezası recimdir. Fakat Yahudiler Tev­rat'ın hükmüne uymazlar ve zina edenleri recm etmek istemezler. Kurayza Yahûdilerine bir mektup yazarak zânileri de mektupla bir­likte onlara gönderirler. Mektupta şöyle denir: «Bu zânileri Muham-med'e götürün, o bunlar hakkında ne hüküm verecek bakın. Eğer had cezası uygularsa kabul edin, şayet recim cezası uygularsa ka­bul etmeyin.» Bunun üzerine Yahudiler zânileri Peygamberimizin huzuruna getirirler ve durumu naklederler. Peygamberimiz, Yahu­dilere «Sizin kitabınızda zina edenlerin cezası nedir?» diye sorar. Yahudiler «Bizim kitabımızın hükmüne göre zina edenlerin yüzleri siyaha boyanır ve ceza olarak da yüz sopa vurulur» derler. Bu sıra­da Peygamberimizin yanında Abdullah ibni Selâm da bulunuyordu. Bu zat Tevrat'ın hükümlerini çok iyi biliyordu. Onların yalan söyle­diğinin de farkındaydı. Derhal kendilerine müdahale ederek «Siz yalan söylüyorsunuz. Kitabınızda zina edenlerin cezası recimdir» der. Yahudiler bir Tevrat getirerek okumaya başlarlar ve içlerinden biri recim âyetini eliyle kapatır. Âyetin üst tarafını ve alt kısmını okur­lar, akıllarınca recim âyetini saklarlar. Abdullah işin farkındadır, Tevrat'ı alır onlara recim âyetini gösterir. Bu defa inkâr edemezler ve doğrusunu söylerler. Peygamberimiz (s.a.v.) de, onlara «Zânile-rin her ikisinin recm edileceğini" bildirir. Onlar böylece Resûlüllah'-ın huzurundan ayrılıp giderler.

Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle nakletmiştir: «Bir gün Peygamberimiz­le birlikte oturuyorduk, yanımıza Yahudilerden bir grup geldi. İçle­rinden birisinin zina ettiğini söyledi ve hakkındaki hükmü sordu. Meğer onlar zina hakkında Peygamberimizden bir kolaylık istiyor-

MÂÎDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 41)                                       197

larmış. Şayet Peygamberimizden bir kolaylık görürlerse, onu kendi­lerine delil kabul ederek, hükmedeceklermiş. Eğer Peygamberimiz Tevrat'a göre hükmederse onu kabul etmeyeceklermiş. Peygambe­rimizin huzuruna bu niyetle gelmişlerdi. Peygamberimiz onların so­rusuna cevap vermedi hemen kalkıp Yahudi bilginlerinin bulundu­ğu yere gitti. Biz de beraberindeydik. Peygamberimiz onlara şöyle dedi: «Ey Yahudi cemaati, Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah hakkı için size and veriyorum, doğru söyleyin. Kitabınızda zina edenlerin ce­zası nedir? Yahudi bilginleri bu soruya cevap vermezler. Yanların­da bulunanlar «Bizim kitabımızda zina edenlerin yüzü siyaha bo­yanır ve ceza olarak da yüz sopa vurulur» derler. Peygamberimiz onların yalan söylediğini çok iyi biliyordu. Bu defa Peygamberimiz, reislerine yemin vererek sorar. Reisleri artık yalana kaçamaz ve zi­nanın Tevrat'taki hükmünü söyler. Bunun üzerine Peygamberimiz «Niçin Allah'ın emrini bırakıyor da, kendi reyinize göre hükmedi­yorsunuz?» diye sorar. Bir Yahudi bilgini şöyle cevap verir: «Bizim başkanımızın akrabasından birisi zina yapar ve başkanımız ona ce­za vermez, sadece hapseder. Bir başkası da zina eder, melik ona re­cim cezası tatbik etmek ister. Bu defa onun akrabası razı olmaz ve «Kendi akrabana recim cezası uygularsan, bizimkine de uygula. Ken­di akrabana ceza uygulamazsan, bizimkine de uygulayamazsın.» Bundan dolayı «Biz recmi bıraktık, had cezasıyla hükmediyoruz.»

Bunun üzerine Peygamberimiz «Ben aranızdaki kitabınıza göre hükmederim» der. Onlar Peygamberimizin söylediklerini değiştire­rek birbirlerine iletirler. Bunun üzerine Allahü Teâlâ yukarıdaki âye­ti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Yerli yerinde söylenen kelimele­ri sonradan tahrif ederler, "Size böyle fetva verilirse tutun, veril­mezse sakının" derler.» Yahudilerin, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e gön­derdiği elçiler, aldıkları haberi olduğu gibi, kendi milletlerine ilet­mezler, değiştirerek anlatırlardı. Üstelik «Biz Muhammed'den böy­le duyduk» derlerdi. Yahudiler Tevrat'taki hükümlerin bir kısmını kendi isteklerine göre değiştirmişler, bir kısmını da tamamen yok etmişlerdir. Yahudiler Peygamberimize gönderdikleri elçilere şöyle demişlerdi: «Muhammed, eğer zina edene had cezası uygularsa ka­bul edin. Recim cezası uygularsa kabul etmeyin.» Allah'a iman et­meyenler, Allah'ın kitabıyla hükmetmezler, kendi istek ve arzuları­na göre hükmederler.

Yüce Allah yukarda geçen âyetin devamında şöyle buyuruyor:

198                                       MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 42)

«Allah'ın fitneye düşmesini dilediği kimse için Allah'a karşı se­nin elinden bir şey gelmez. İşte onlar Allah'ın kalblerini arıtmak is­temediği kimselerdir. Dünyada zillet onlarındır. Onlara âhirette de büyük azap vardır.»

Yâ Muhammed, Allah'ın fitneye düşmesini dilediği kimse için Allah'a karşı senin elinden bir şey gelmez. Sen onu Allah'ın azabın­dan kurtaramazsın. İşte onlar Allah'ın kalblerini arıtmak istemedi­ği kimselerdir. Onlara asla iman nasip olmaz ve küfürleri içinde çırpınıp giderler. Dünyada onlar için zillet, âhirette de büyük bir azap vardır. Bu ceza onların küfürlerinin karşılığıdır. Elbette küf­redenler cezalarını göreceklerdir. Onların dünyadaki cezaları Müs­lümanlar tarafından esir edilmeleri, onlara cizye (vergi) vermeleri veya bulundukları yerden sürülmeleridir. İslâm'ın doğuşundan za­manımıza kadar gayr-i müslimlere yerine göre bu cezalar uygulan­mıştır. Fakat son asırda durum Müslümanların aleyhine dönmüştür. Bu da onların kendi hatasıdır. Dinlerinden taviz vermeye başladık­ları andan itibaren durum aleyhlerine dönmüştür.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Onlar yalana kulak verirler, haram yerler. Eğer sana gelirler­se ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir. Şayet kendile­rinden yüz çevirirsen sana bir zarar veremezler. Eğer hükmedersen aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah adalet sahiplerini sever.»

Allahü Teâlâ bu âyetlerle Yahudilerin durumunu Peygamberi­ne haber vererek, onların çok yalancı olduğunu ve haramdan asla sakınmadıklarını bildirmiştir. Yahudiler, Resûlüllah'ın zamanında böyle oldukları, gibi, kıyamete kadar da aynı şekilde devam edecek­ler, Müslümanlara karşı hainliklerini sürdüreceklerdir. Mü'minler uyanık davranmalı, onların yalanlarına asla kanmamalı, her devir­de aynı oyunu tekrarlayacaklarını bilmelidir.

Âyette geçen CUscZJl') JL*^* -\\«Haram yerler» ifadesi, rüşvet­tir. Rüşvet alıp - vermek çok büyük günahtır. Nitekim Peygambe­rimiz   A^^j\^\^c^\»'^JX\k===>   aHaramla   beslenen

MÂÎDE SÜRESİ (cüz: 6, âyet: 43)                                       199

vücut cehenneme daha lâyıktır» buyurmuştur. Rüşvetin haram olu­şu, insanın hakkı olmayan bir şeye gayri meşru bir vasıtayla sahip olmasından dolayıdır. Allah rüşvet alanı da, vereni de lanetlemiş ve rahmetinden kovmuştur. Rüşvet alanlar, Allah'ın rahmetinden uzak olurlar. Mü'nıin için bu çok tehlikelidir.

Tefsir sahibi Ebû'1-Leys Semerkandi Hazretleri şöyle demiştir: «Bir insan, kendisini ölüm tehlikesinden kurtarmak için, dinini ve malını muhafaza etmek üzere rüşvet verebilir. Bunun bir günâhı yoktur. Çünkü mecburiyet söz konusudur. Fakat rüşveti alan kimse Allah'ın lanetine uğrar ve rahmetinden uzak olur.»

Abdullah ibni Mes'ud da şöyle nakletmiştir; «Habeş'te bir olay-lakarşılaştım ve iki altın rüşvet verdim.» Bunu duyanlar «Rüşvet al­mak da vermek de haramdır, niçin rüşvet verdin?» diye sordukla­rında «Onun günahı alanadır, verene değildir» dedim.

Yahudiler, aralarında münazaa edip anlaşamadıkları zaman, kendi bilginlerine gitmeyip derhal Peygamberimiz (s.a.v.)'e gelir­ler, aralarındaki anlaşmazlığın giderilmesini isterlerdi. Çünkü Pey­gamberimizin şahsa göre hükmetmeyeceğini ve taraf tutmayacağını çok iyi biliyorlar, bunun için kendi bilginlerine ve reislerine gitme­yip Peygamberimize geliyorlardı. Allahü Teâlâ bunu şöyle beyan ediyor: «Eğer sana gelirlerse, ister aralarında hükmet, ister onlar­dan yüz çevir. Şayet kendilerinden yüz çevirirsen sana bir zarar veremezler. Eğer hükmedersen aralarında adaletle hükmet.» Yüce Allah sevgili Peygamberine insanlar arasında adaletle hükmetmesi­ni emrediyor. İslâm, dil, din, ırk, renk, soy ayrımı gözetmeksizin in­sanlar arasında adaletle hükmeder.

Yahudiler arasında hüküm verme hususunda Peygamberimiz muhayyer bırakılmış, ve Allahü Teâlâ «Yâ Muhammed, eğer sana gelirlerse ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir» buyur­muştu. Fakat bu hüküm Mâide Sûresi'nin kırk dokuzuncu âyeti olan

*W"__J)JjI U^A^Ju^So-tjVl âyeti ile neshedilmiştir. «Yâ Mu­hammed, Allah'ın sana indirdiği kitap ile aralarında hükmet» Yü­ce Allah, Peygamberine Kur'an-ı Kerîmle hükmetmesi için emredi­yor. Artık başka hiçbir kitabın değil Kur'an'm hükmü geçerlidir.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

20Ö                                       MÂIDE SÜRESİ, (cüz: 6 âyet: 44)

«Allah'ın hükmünün bulunduğu Tevrat yanlarında iken, nasıl oluyor da seni hakem tayin ediyorlar ve sonra da bundan yüz çevi­riyorlar? Onlar inanan kimseler değillerdir.»

Yukarda geçen âyetlerde de belirtildiği gibi, Yahudiler işlerine gelmeyen mes'elelerde Peygamberimiz (s.a.v.)'e müracaat ederek hüküm sorarlardı. Halbuki Peygamberimize sordukları mes'eleler Tevrat'ta mevcut idi. Kendi kitaplarının hükmüne göre amel etmez­ler, güya o mes'ele hakkında Peygamberimizden bir kolaylık bekler­lerdi. Allahü Teâlâ bunu şöyle beyan ediyor: «Allah'ın hükmünün bulunduğu Tevrat yanlarında iken, nasıl oluyor da seni hakem ta­yin ediyorlar ve sonra da bundan yüz çeviriyorlar? Onlar inanan kimseler değillerdir.» Yahudiler Peygamberimizi kendi aralarında, hakem tayin etmelerine rağmen, O'nun verdiği hükme razı olma­mışlar, Tevrat'ın hükümlerine de, Peygamberimizin hakemliğine de karşı çıkmışlardır. Tevrat'ın bir çok âyetlerim değiştirmişlerdir.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«Doğrusu biz yol gösterici ve nurlandıncı olarak Tevrat'ı indir­dik. Kendisini Allah'a teslim etmiş peygamberler, Yahudilere onun­la hükmederlerdi. Âlimler ve fakîhler de Allah'ın kitabım hıfza me­mur oldukları için yine hükümlerini onunla verirlerdi. Hepsi d& Tevrat'a şahittiler. İnsanlardan korkmayın, benden korkun, âyeti­mi hiçbir değer ile değiştirmeyin, Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen-ler, İşte onlar kâfirlerdir.»

Allahü Teâlâ Tevrat'ı îsrailoğullarını sapıklıktan kurtarıcı ve hak yolu gösterici bir kitap olarak indirmiştir. Allah tarafından gön-■derilen kitapların geliş sebebi zaten budur. Yahudilerin hakkında, Peygamberimizden hüküm talep ettikleri şeyler Tevrat'ın içinde mev-ıcut idi. Şer'î ve itikadı hükümler onun içinde açıkça beyan edilmiş­tir. Hz. Musa'dan Hz. İsa'ya kadar Allah'ın Resulleri Yahudiler ara­sında onunla hükmetmişlerdir. Musa (a.s.)'dan, îsa (a.s.)'ya kadar gelen Resullerin sayısı dört binin üzerindedir. Tevrat'ta, zinayı, ci­nayetleri ve diğer hususları kapsayan hükümlerin hepsi mevcuttur.

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 45)                                       201

Musa'dan sonra gelen Resullerin hepsi Yahudiler arasında Tevrat'­la hükmetmişler, hatta isa'dan sonra da Yahudiler arasında Tevrat'­la hükmedilmiştir. Bu durum Peygamberimize kadar böyle devam etmiştir. Hayber Yahûdilerinden iki kişi zina edip de, Peygamberi­mize müracaat ettikleri zaman kendilerine Tevrat'a göre hüküm vermiştir. Yahudi bilginleri ve fakîhleri, Allah'ın kitabım muhafaza­ya memur oldukları için onlar arasında Tevrat'a göre hükmetmişler­dir. Her devirde âlimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberlerin şeriatini kendilerinden sonra devam ettirenler âlimlerdir. Bu bakım­dan Yahudi bilginleri de, onlar arasında Tevrat'la hükmetmişlerdir. Çünkü onlar Tevrat'taki hükümlerin hepsine vâkıftılar.

Yüce Allah, burada bir noktaya dikkati çekiyor: Hüküm maka­mında olanların Allah'ın âyetleriyle hükmederlerken insanlardan korkmamalarını, hakkı gizlememelerini, gerçeği olduğu gibi söyle­melerini ve yalnız Allah'tan korkmalarını emrediyor. Ve şöyle bu­yuruyor: «Âyetlerimi hiçbir değerle değiştirmeyin. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin tâ kendisidir.» Görülüyor ki, Allah'ın kitabının hükümlerine göre hükmetmeyenler kâfirlerdir. Zira Alla­hü Teâlâ kitabını insanlar amel etsinler diye göndermiştir. Elbette Allah'ın kitabının hükümleriyle amel etmeyenler kâfirlerdir. Mü'-min, Allah'ın kitabıyla amel eder. Çünkü Allah'ın âyetlerinden biri­ni inkâr etmek küfürdür. Âyetin hükmünü inkâr etmek de, aynı şekilde küfürdür. Allah'ın âyetleriyle amel etmemek hükmünü in­kârdır. Hükmünü inkâr ise küfürdür.

îbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: «Allah'ın hükümlerinden birini inkâr eden kâfir, onunla amel etmeyen ise fâsık olur.»

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«Tevrat'ta onlara cana can, göze göz, buruna burun, kulağa ku­lak, dişe diş ve yaralara karşılıklı ödeşme yazdık. Kim hakkından vazgeçerse bu ona kefaret olur. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen­ler, işte onlar zâlimlerdir.»

Yüce Allah îsrailoğullarına Tevrat'ta kısası emretmiştir. Şöyle ki: Haksız yere adam öldürenin aynı şekilde öldürülmesi, göz çıka-

ranm gözünün çıkarılması, burun kesenin veya kıranın burnunun kırılması veya kesilmesi, kulak kesenin kulağının kesilmesi, diş, kı­ranın dişinin kırılması ve herhangi bir âzâyı yaralayanın aynı aza­sının yaralanması emredilmiştir. Bunlardan birini işleyenler aynı şekilde cezalandırılır. Yapılan suçlar cezasız bırakılmaz. Suç işle­yenler mutlaka cezalarını görürler.

Ancak bu cezalar tatbik edilirken bazı istisnai hususlar söz ko­nusudur. Şöyle ki, bir gözü kör olanın diğer gözü çıkarılmaz. Bir eli olmayanın veya iş göremeyenin diğer eli kesilmez. Bir ayağı olma­yanın veya işe yaramayanın diğer ayağı kesilmez. Dudaklar, dil, ha­ya yerleri de kesilmez. Bunlara mukabil iki âdil kişinin hükmüyle diyetleri verilir. Fakat maktulün tarafı kısas hakkından vazgeçip, bu fiilleri işleyenleri affederlerse AUahü Teâlâ da onları affeder ve geçmiş günahlarım bağışlar. Kısas hakkından vazgeçildiği takdirde, kısas düşer. Kısası icap eden kişiyi bağışlamak, bağışlayanın gü­nahlarına keffarettir. Nitekim Peygamberimiz  (s.a.v.) :

«Kendisine bir elem ve acı veren birisini affedeni Yüce Allah da af­feder ve onu bağışlamasını günahlarına keffâret kılar» buyurmuş­tur.

Hasan-ı Basrî Hazretleri şöyle demiştir: «Kıyamet günü bir me­lek şöyle nida eder: «Allah katında mükâfatı olanlar gelsinler iste­sinler.» Dünyada suçları affedenler kıyamet günü Allah'tan mükâ­fatlarını isterler.

Allah'ın indirdiği ile hükme tm ey enler kendi nefislerine zulme­denlerdir. Zulüm, yapılmayacak şeyleri yapmak, söylenmeyecek sö­zü söylemek veya söylenmesi gereken sözü söylememektir.

Tevrat'ın getirdiği bu hükümler, îslâm şeriatında da varlığını muhafaza etmiş olup kıyamete kadar aynı şekilde devam edecektir. Bu hükümlere İslâm'da başka bir hüküm daha ilâve edilmiştir: «Kim hakkından vazgeçerse ona keffâret olur.»

Tevrat'ta bu hüküm yoktur. Onda kısas mutlak olarak zikredil­miştir. Tevrat'ta kısasa karşılık keffâret yoktur. İlâhi şeriatın ge­tirdiği bu büyük prensip, kısastan kurtulan insanın yeniden doğu­şunun ilânıdır, islâm, bu esası ilk ilân eden nizamdır.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

MAIDE SURESİ (cüz: 6, âyet: 46-47)

«Arkadan da O Peygamberlerin izleri üzere Meryem oğlu İsa'­yı, ondan önce gelmiş bulunan Tevrat'ı doğrulayarak gönderdik. Ona yol gösterici, aydınlatıcı olan ve önünde bulunan Tevrat'ı doğrula­yan İncil'i müttekîlere öğüt ve yol gösterici olarak indirdik.»

Allahü Teâlâ'nın göndermiş olduğu bütün peygamberler ve ki­taplar kendilerinden önce yaşayan peygamberlerin ve kitapların tas-dikçisidirler. Yüce Allah Isa (a s.)'yi da, kendisinden önce gelen Mu­sa'yı ve Tevrat'ı tasdikçi olarak göndermiş, İncil'i de müttekîlere yol gösterici, aydınlatıcı, hidayete erdirici ve Tevrat'ı tasdik edici bir ki­tap olarak indirmiştir. Yüce Allah, İncil'de hükümlerini beyan et­miş, kurtuluş sebeplerini açıklamış, şer'i hükümleri bildirmiştir.

£\  Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor :

«İncil'e tâbi olanlar Allah'ın onda indirdikleri ile hükmetsinler. Allah'ım indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar fâsık olanlardır.»

Yüce Allah İncil'e iman edenlere içindekilerle hükmetmelerini ve onda olanları gizlememelerini emretmiştir. Yahudilerin, Tevrat-taki hükümlerin bir kısmını gizledikleri ve Peygamberimizin sıfat­larını Tevrat'tan kaldırdıkları gibi, Hıristiyanlar da İncil'in bazı hü­kümlerini kaldırmışlar veya değiştirmişlerdir.

Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, fâsıklarm tâ kendileri­dir. Ancak kâfirler, zâlimler ve fâsıklar Allah'ın indirdiği ile hük­metmezler. Yüce Allah'ın emirlerine itaat etmeyenler, O'na âsî olan­lardır. Kim, Allah'ın hükmüyle amel etmez, dünya menfaati için kendi reyiyle hükmederek şer'i hükümlere ve icma-ı ümmete muha­lefet ederse zâlim ve fâsık olur. Zâlim ve fâsıkları da Allahü Teâlâ asla sevmez. Kendi reyiyle hükmedenler, Allah'ın hükümlerinden birini inkâr veya hafife alırlarsa kâfir olurlar. Eğer Allah'ın hüküm­lerine muhalefetleri cehaletlerinden ileri gelirse zâlim ve fâsık olur­lar.

Mü'minler, Allah'ın hükümlerine muhalefetten kaçınmalıdırlar. Hem mü'min Allah'ın hükümlerine asla muhalefet edemez. Zira Yü­ce Allah, hükümlerini insanlar arasında uygulanması için gönder­miştir. Hükümlerine muhalefet edenler, elbette zâlim ve fâsıkların

204    !                                 MÂIDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 47-48)

tâ kendileridir. Allah'ın hükmünün icra edilmediği toplumlarda zu lümden başka bir şey bulmak mümkün değildir.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Sana da kendinden önceki kitapları tasdik edici ve onlara şâ-hid olan Hak Kur'an'ı indirdik. Allah'ın indirdiği ile aralarında hük­met. Gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre onların hevesleri­ne uyma. Her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik.»

Allahü Teâlâ sevgili Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e, ken­dinden önceki kitapları tasdik eden ve onlara şahit olan Kur'an'ı indirmiştir. Kur'an, Tevrat'ın, Zebur'un ve İncil'in Allah tarafından gönderildiğine şahitlik etmektedir. Kur'an hakkı beyan eden, şer'i hükümleri açıklayan bir kitaptır. Ancak Kur'an daha önceki kitapla­rın hükümlerinin bir kısmını neshetmiştir. Aîlahü Teâlâ şöyle buyu­ruyor: «Sana da kendinden önceki kitapları tasdik edici ve onlara şahit olan Hak Kur'an'ı indirdik. Allah'ın indirdiği ile aralarında hükmet. Gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna göre onların heves­lerine uyma.» Allah tarafından gönderilen kitapların sonuncusu Kur'-an-ı Kerîm'dir. Yüce Allah Peygamberine insanlar arasında onunla hükmetmesini emrediyor. Zira kitaplar Allah'ın hükümlerini, hakkı ve bâtılı, helâli ve haramı, iyiyi ve kötüyü, imanı ve küfrü, hayrı ve şerri, cenneti ve cehennemi, mükâfatı ve mücâzâtı bildiren ilâhi ni­zamdır. Bu ilâhi nizamın gönderilişi, insanlar arasında hükümleriy­le amel edilmesi içindir.

Allahü Teâlâ yukarda geçen âyetin devamında şöyle buyuruyor:

«Eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı. Fakat sizi üm­metlere ayırması, verdikleriyle sizi denemesi içindir. O halde iyilik­lere koşuşun, hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirecektir.»

Allahü Teâiâ bu âyet-i celilesiyle insanların dikkatini çekiyor ve onları düşünmeye sevk ederek, şöyle buyuruyor: «Ey insanlar, eğer

MÂİDE SÜRESİ (cüz: 6, âyet: 49}

Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı.» Yüce Allah eğer diie-3eydi bütün insanları bir tek ümmet yapardı ve onların hepsine bir şeriat gönderirdi. Musa kavmi, îsa kavmi ve Hz. Muhammed ümmeti diye ayırmazdı. Allahü Teâlâ'nm onları bu şekilde ayırmasının bir hikmeti vardır. Bu hikmet, insanlara verdiği ilâhî nimetlerle kendile­rini imtihan etmektir. Kimler Allah'ın emirlerine itaat edip, peygam­berlerine tâbi oluyor, kimler isyan ediyor, kimler Allah'ın hükümle­riyle amel ediyor, kimler etmiyor, kimler hakkıyla ibadet, .ediyor, kimler nefs-i emmaresine uyuyor, kimler âhireti unutup dünyayı sa­tın alıyor ve kimler hakkı bırakıp bâtıla koşuyor. Bütün bunları açı­ğa çıkarmak için Yüce Allah kullarını imtihana tâbi tutmaktadır. Aslında Allah ezelî ilmiyle her şeyi biliyor. Ancak insanlar kendi du­rumları hakkında tam bir bilgiye sahip değildirler. Onlara durumla­rını bildirmek için farklı şeriatlar gönderilmiştir. İlâhi emirlere tâ­bi olanlar kurtulmuşlar, karşı gelenler ise helak olmuşlardır. Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: «O halde iyiliklere koşun, hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirecektir.»

Bütün insanlar, isteseler de, istemeseler de sonunda Allah'a dön­dürüleceklerdir. Herkes dünyada yaptığının karşılığını, kıyamet gü­nü görecektir, iman edip, amel-i salih işleyenler mükâfatını, iman etmeyenler ve âsîler cezalarını göreceklerdir.

Bu âyet-i celîle ile mü'minler ikaz edilmektedir. İnananlar Allah'­ın emirlerine muhalefetten sakınmalı ve amel-i salih işlemeye koş­malıdırlar. Bid'atları bırakıp, Kur'an'm hükümleriyle amel etmelidir­ler. Allah'ın hükümlerine muhalefet edenler cezalarım görecekler­dir.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

w

«O halde, Allah'ın indirdiği kitap ile aralarında hükmet. Allah'ın sana indirdiği Kur'an'm bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sa­kın. Heveslerine uyma, eğer yüz çevirirlerse bil ki, Allah bir kısım günahları yüzünden onları cezalandırmak istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fâşıktırlar.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Benî Nadr Yahudileri is­lâm'a fitne sokmak için aralarında anlaşarak Peygamberimize gelir­ler ve şöyle derler: «Yâ Muhammed! Sen bizim, Yahudilerin âlimleri,

seyyidleri ve en şereflileri olduğumuzu biliyorsun. Eğer biz sana tâ­bi olursak, bütün Yahudiler de sana tâbi olurlar. Onlar bizim yaptı­ğımıza asla bir şey söyleyemezler. Yalnız bizimle diğer Yahudi ka­vimleri arasında bir husûmet meydana geldi. Seni aramızda hakem tayin edeceğiz, bizim lehimize hükmeder, bizim sözümüzü onların-kinden üstün tutarsın ve bizi haklı çıkarırsın. Biz de bu iyiliğine kar­şılık sana iman ederiz.»

Peygamberimiz Cs.a.v.), onların bu hâince isteklerine asla razı olmaz. Zira Peygamberimiz onların niyetlerinin bozuk olduğunu çok iyi biliyordu. Hem cihan Peygamberi, bir topluluğun arzusuna gö­re hükmedemezdi. O, ancak Allah'ın indirdiği ile hükmederdi. Bu­nun üzerine Allahü Teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyur­muştur: «Yâ Muhammed, Yahudiler arasında Allah'ın sana indirdiği Kur'an'la hükmet. Hükmederken onların arzularına asla uyma. Se: ni fitneye düşürüp, Allah'ın sana indirdiği Kur'an'ın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın. Eğer senin verdiğin hükümlerden yüz çevirirlerse bil ki, Allah bir kısmı günahları yüzünden onları ceza­landıracaktır.» .rtlemlere rahmet olarak gönderilen bir Peygamber elbette onların arzularına göre hükmedecek değildi. Yüce Allah bu­rada Yahudilerin durumunu gözler önüne seriyor, iki yüzlülükleri­ni Peygamberine bildiriyor ve kendilerinden başkasını fitneye düşü­remeyeceklerini de haber veriyor. Çünkü Yahudilerin bütün işleri Müslümanlara karşı fitne çıkarmaktır. Bunun için Yüce Allah «în-sanların çoğu gerçekten fâşıktırlar» buyuruyor. Fâsık, Allah'ın emir­lerine itaat etmeyen kimseye denir. Hangi devirde ve hangi toplum­da olursa olsun, Allah'ın emirlerine itaat etmeyenler zâlimler ve fâ-sıkl ardır.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Onlar hâlâ cahiliyet devrini mi istiyorlar? Yakinen bilen bir millet için Allah'dan daha iyi hüküm veren kim vardır?»

Yukarda da belirtildiği gibi, Yahudiler kendi kitaplarının hü­kümleriyle amel etmemişler, Peygamberimizin aralarında hükmet­mesini istemişlerdi. Aslında onlar Peygamberimize inandıklarından değil, niyetleri bozuk olduğu için böyle bir istekte bulunmuşlardı. Peygamberimizi aralarında hakem tayin edip, hüküm istemelerine rağmen, yine de hükmüne razı olmamışlardı. Halbuki yakînen bilen bir millet için Allah'dan daha iyi hüküm veren kimdir? Hiç şüphesiz

Allah kulları arasında en iyi hüküm verendir. O'nun hükmünde bir adaletsizlik olamaz.

Eğer insanlar Allah'ın indirdiği ile aralarında hükmederlerse, O'nun dinine girmiş, kurtuluşa ermiş olurlar. Şayet Allah'ın indir­diği ile hükmetmeyip, kul yapısı bir nizamı tatbik ederlerse cahiliyet bataklığına düşerler, kimin hükmünü tatbik ederlerse, onun dinine girmiş olurlar. Cahiliyet hükmünün tatbik edildiği yerlerde Allah'ın hükmünden söz edilmez. Yaşanan hayat da cahiliyet hayatı olur.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde iman edenlere şöyle buyuruyor:

 

«Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dost olarak benim­semeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. İçinizden kim onları dost edinirse o da onlardandır. Şüphesiz Allah o zâlimler güruhunu hi­dayete erdirmez.»

Bu âyeti celilenin nüzul sebebi şudur: Uhud savaşından sonra Müslümanlardan bir kısmı kâfirlerin galip gelmesinden korkmuşlar, onlarla iyi geçinmek, kendilerini dost edinmek ve yardım talep et­mek için bir anlaşma yapmayı arzu etmişlerdi. Yüce Allah bunu neh-yederek şöyle buyurmuştur: «Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyan­ları dost olarak benimsemeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. İçi­nizden kim onları dost edinirse o da onlardandır.» Allahü Teâlâ Müslümanların Yahudi ve Hıristiyanlarla dostluk kurmasını yasak­lıyor. Onlardan hiç bir zaman Müslümanlara fayda gelmeyeceğini de bildiriyor. Çünkü onlar birbirlerinin dostudurlar, asla Müslüman­ların dostu değillerdir ve hiçbir zaman da Müslümanlara dost ola­mazlar.

Yüce Allah «İçinizden kim onları dost edinirse o da onlardandır» buyuruyor. Yahudi ve Hıristiyanları dost edinenlerin onlardan ola­cağı bildiriliyor. Onlara gönül verip, onları dost edinenler elbette onlardandır. Nitekim Peygamberimiz «Kişi sevdiği ile beraberdir» buyurmuştur. Müslümanlar arasında bu zihniyette olan insanlardan Müslümanlara asla fayda gelmez. Onları dost edinenler Müslüman­ların düşmanıdırlar. Her ne kadar kendilerini Müslüman olarak ad-detseler bile, onlar gerçek iman sahipleri değillerdir.

Allahü Teâlâ bir çok âyeti celîlesinde Yahudilerin ve Hıristiyan­ların ebedi olarak Müslümanların düşmanı olduğunu ve onların dos-

auct                                       MA.1U& öUKtiöi (cüz: 6, âyet:

tu olamayacağını bildirmiştir. Bu gerçekler ortada iken, hâlâ onları dost edinmeye çalışmak en büyük gaflettir. Onlar nifak içerisinde yüzen ve Allah'a hakkıyla iman etmeyenlerdir. Allah onları hiçbir zaman hidayete erdirmez.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde onlar için şöyle buyuruyor:

«Kalblerinde hastalık olanların "Bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz" diyerek onlara koştuklarını görürsün. Olur ki Allah bir zafer verir veya katından bir emir getirir de kalblerinde gizledikle­rine içleri yanarak pişman olurlar.»

Allahü Teâlâ onların nifaklarını beyan edip, şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed, gönüllerinde şirk ve nifak olanları görürsün ki, «Bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz» diyerek, müşriklerden medet umarlar, onlarla oturup - kalkarlar ve onlara tâbi olmak is­terler.» Böylelikle onlardan gelecek olan kötülüklerden kurtulacak­larını zannederler. Hattâ onlardan yardım beklerler. Yüce Allah kâ­firlerden yardım bekleyenler için şöyle buyuruyor: «Olur ki Allah bir zafer verir veya katından bir emir getirir de kalblerinde gizle­diklerine içleri yanarak pişman olurlar.» Kalblerinde nifak olanlar beklerlerdi ki, Allah Peygamberine yardım edip, ümit kestiklerini fethetsin veya Allah tarafından bir hüküm gelsin, Benî Kurayzalı-ları katletsin ve Benî Nadir kabilesini de bulundukları yerden çıkar­sınlar. Onlar da korktuklarından emin olsunlar ve Şam ticaret yolu da kendilerine açılmış olsun. Böylece onlar bolluğa ve ganimete ka­vuşmuş olsunlar.

Münafıkların, nifakları meydana çıkıp, Yahudilerin Peygambe­rimiz (s.a.v.)'in üzerine galip gelmelerini arzu ettikleri belli olunca, yaptıklarına pişman olmuşlar, münafıklar, kâfirlerden yardım um­muşlar ve onların Peygamberimiz üzerine galip gelmesi için çalış­mışlardır. Onlar, kâfirlerin çokluğuna ve Uhud'daki kısmî galibi­yetlerine güvenmişler, fakat Müslümanların bir gün mutlaka galip geleceklerini hiç düşünmemişlerdi. Münafıklar, Allah'ın gerçek mü'-minlere yardım edeceğini unutuyorlardı. Ne zaman ki, Peygamber ordusu, ihanetlerinin karşılığı olarak Beni Kurayzahları öldürdü, Benî Nadiıiiieri de yurtlarından çıkarıp sürdü. îşte o zaman yaptık­larına pişman oldular. Hâinler her zaman korkaktırlar ve yaptıkla­rından dolayı her zaman pişmanlık duyacaklardır.

MÂÎDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 53-54)                                     209

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«İman edenler: "Sizinle beraber olduklarına bütün güçleriyle Al­lah'a yemin edenler bunlar mıdır?" derler. Onların amelleri boşa gitmiş, bu suretle onlar en büyük zarara uğrayanlar olmuşlardır.»

Allahü Teâlâ münafıkları açığa çıkarınca gerçek mü'minler bir­birlerine şöyle demişlerdi: «Sizinle beraber olduklarına dair bütün güçleriyle Allah'a yemin edenler bunlar mıdır?» Münafıklar, mü'-minlerin yanına geldikleri zaman «Sizinle beraberiz» diye yemin ederlerdi. Mü'minlerden ayrılıp müşriklerin ve kâfirlerin yanına dön­dükleri zaman ise «Biz, sizinle beraberiz» derlerdi. Böyle iki yüzlü davrandıkları için Yüce Allah onların yapmış olduğu bütün amel­leri boşa çıkarmıştır. Amellerinin onlara hiçbir faydası yoktur. Âhi-rette onlar için elîm bir azap vardır. Onlar cehennemde kâfirlerden daha aşağı bir tabakadadırlar. Onlar dünyada da, âhirette de en büyük zarara uğrayanlardır.

Münafıkların yaptığı ibadet Allah indinde kabule mazhar ol­maz. Ancak ihlâsla yapılan ibadetler makbuldür.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse şunu biîsin ki, Allah -mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve güçlü, kendisinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği - bir millet getirir. Ve onlar Allah yolunda savaşırlar. Hiçbir kınayanın kınamasından çekinmezler. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bol nime­tidir. Allah ihsanı bol olan, en çok bilendir.»

Allahü Teâlâ bu âyet-i celîlede mü'min kullarını sevdiğini, on­ların kâfirlere karşı onurlu olduğunu beyan ediyor, aynı zamanda bazı Arap kavimlerinin Hz. Peygamber'den sonra dinden dönüp mür-ted olacaklarını bildiriyor.

C. : II — F. : 14

210                                     MÂİDE SÛRESt (cüz: 6, âyet: 53-54)

İbn Abbas (r.a.)'a göre, bu âyet dinden dönen mürtedler hak­kında nazil olmuştur. Ebû Bekir (r.a.)'in halifeliği zamanında bir kısım Arap kabileleri dinlerinden dönmüşler, bunu gizlemek için de «Biz Allah'dan başka ma'bud olmadığına ve Hz. Muhammed'in O'-nun kulu ve Resulü olduğuna şahitlik ederiz» demişlerdi. Peygambe­rimizin vefatından sonra Müseylemetü'l-Kezzap isminde bir kâfir peygamberliğini ilân etmiş ve Yemâme üzerine galip gelmişti. Mü-seyleme'nin Yemameliler karşısında kazandığı bu galibiyetten son­ra bazı Arap kabileleri kendisine tâbi olmuştu. Ancak halifenin bu olaylar karşısında sessiz kalması mümkün değildi. Kendisine kesin bir ders verilmesi gerekiyordu. Halife bu maksatla sahabelerle isti­şare etmiş, görüşlerini almış, onlar ise «Biz Allah'ın birliğini ve Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul eden bir kavimle niçin savaşa­lım? Zira Peygamberimiz (s.a.v.), «Ben, insanlarla «La ilahe illallah, Muhammedün Resûlüllah» diyene kadar savaşmak için emrolundüm, bu kelimeyi söyleyenlerin canları ve malları kurtulmuştur» buyur­du» demişlerdi. Bu sözü, mallarını ve canlarını kurtarmak için sa­dece dilleriyle söyleseler bile artık Müslümanlar onlara savaş aça­mazdı. Onların gerçek mânâda iman edip etmediklerini ancak Allah bilir.

Hz. Ebû Bekir'in hilâfeti zamanında bazı Arap kabileleri zekât vermekten vazgeçerler. Bu durum karşısında Müslümanların halife­si şöyle konuşur: «Zekât malın hakkı ve Allah'ın emridir. Allah'a yemin ederim ki, Resûlüllah'm zamanında olduğu gibi zekâtım ver­dikleri malın, şimdi de zekâtını vermeyecek olurlarsa, onlardan bu zekâtı almak için savaşırım.»

Hz. Ebû Bekir (r.a.)'in bu duygulu konuşması karşısında saha­be susar, söyleyecek söz bulamaz ve derhal ordu toplanmasına itti­fakla karar verirler. Etrafa haberler gönderilir ve Halife adına ordu toplanır. Yemen'den yedi bin kişilik bir ordu gelir. Üç bin kişilik bir ordu da Medine'den toplanır; Halid b. Velid on bin kişilik islâm or­dusunun başına kumandan tayin edilir ve Müseyleme'nin üzerine gönderilir. Müseyleme'nin ordusuyla Müslüman ordusu arasında şid­detli bir savaş olur. Müslümanlardan yüz kırk kişi şehit düşer. Mü-seyleme de dahil olduğu halde adamlarının bir çoğu öldürülür, trti-dat etmek suretiyle kendisine tâbi olanlar tevbe ederler ve yeniden imana gelirler.

Allahü Teâlâ bu âyeti Peygamberine inzal ederek, vefatından sonra bir kavmin mürted olacağını bildirmiştir. Yüce Allah şöyle 'buyuruyor: «Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse şunu bilsin ki, Allah, - mü'nıinlere karşı alçak  gönüllü,  kâfirlere  karşı

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 55-56)                                     211

onurlu ve güçlü, kendisinin onları seveceği, onların da kendisini se­veceği - bir millet getirir. Ve onlar Allah yolunda savaşırlar, hiçbir kınayanın kınamasından çekinmezler. Bu, Allah'ın dilediğine verdi­ği bol nimettir.» Allah, iman eden kullarını sever, iman etmeyen kul­larını asla sevmez.

Mü'minler alçak gönüllü, merhametli, şefkatM, düşmanları üze­rine heybetli, cesur, atılgan, mert ve yiğittir. Onlar Allah yolunda canlarıyla, mallarıyla cihad ederler ve O'nun nizamını yeVyüzünde yaymaya çalışırlar. Yeryüzüne Allah'ın dinini yayarken kimseden çekinmezler, emr-i bi'1-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker yaparlar. Dün­ya meta'ı için dinlerini satmazlar, yaptıklarını Allah rızası için ya­parlar. Bu, Allah'ın dilediği kullarına verdiği lütuf ve inayettir.

Allahü Teâlâ, alimdir, kimin hidayete ereceğini bilir. Allah'ın kendilerini sevdiği kavim, Yemen'den gelip mü'minlere yardım eden­lerdir. Onlar Yemen'den gelerek Allah yolunda savaşmışlar ve kâ­firleri hezimete uğratmışlardır.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«Sizin dostunuz ancak Allah'dır, O'nun Peygamberidir, Allah'ın emirlerine boyun eğici olarak namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren mü'minlerdir.»

«Kim Allah'dan, Peygamberden ve iman edenlerden yüz çevi­rirse, hiç şüphe yok ki, galip gelecek olanlar Allah'ın yardimcilarının tâ kendileridir.»

Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Yahudilerden bir kısmı îslâm'ı kabul etmişler, bir kısmı ise kabul etmeyip onlardan ayrıl­mışlardı. Abdullah bin Selâm onların ileri gelenlerinden ve biiginle-rindendi. Abdullah (r.a.) iman etmeyenleri toplar. Peygamberimizin huzuruna getirir ve «Ey Allah'ın Resulü, bu Yahudiler bize karşı düşmanlıklarını ilân ettiler. Bize hiçbir şey vermeyeceklerine dair de aralarında andlaşmışlardır. Halbuki bizim evimiz de bunların ma-hallesüıdedir. Bu duruma göre bizim artık mescidden başka kalacak yerimiz yoktur» der. Bunun üzerine Allahü Teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Sizin dostunuz ancak Allah'tır, O'­nun Peygamberidir, Allah'ın emirlerine boyun eğici olarak namazı

212                                       MÂÎDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 57)

dosdoğru kılan, zekâtı veren mü'minlerdir.»  Onlar da  «Biz Allah'ı, Resulünü ve mü'minleri dost edinmekten razıyız» derler.

Bir kısım tefsircilere göre ise bu âyetin nüzul sebebi şudur: Pey­gamberimiz (s.a.v.) Medine'ye hicret edince Benî Esad kabilesinden erkek, kadın yedi yüz kişi Efendimiz'in huzuruna gelirler ve şöyle konuşurlar: «Ey Allah'ın Resulü, biz kabilemizden ayrıldık, yerimizi yurdumuzu terk ettik, gurbetçi olduk, artık bundan sonra, bize kim yardım eder?» Bunun üzerine Yüce Allah yukarda geçen âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Sizin yardımcılarınız ve dostlarınız Al-lah'dır, O'nun Resulüdür, mü'minlerdir, namaz kılanlardır ve rükû-da iken zekâtını verenlerdir.» Allah yolunda hicret edenlerin dostu ve yardımcısı bunlardır.

Âyette, rükûda zekât verenler zikredilmiştir, bunun hikmeti şu­dur: Uz. Bilâl (r.a.) bir gün ezan okur. Peygamberimiz ve arkadaş­ları gelip namazlarını kılarlar. Peygamberimiz namazını kıldıktan sonra mescidden ayrılır. Arkadaşlarından bir kısmı mescidde namaz kılmaya devam ederler. Cemaatten kimi kıyamda, kimi rükûda, ki­mi de teşehhüdde iken, bir isteyici belir, mescide girer ve kendile­rinden bir şeyler ister. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a.) rükûda iken, par-mağmdaki yüzüğü almasını işaret eder. O da gelip Hz. Ali (r.a.)'nin parmağmdaki yüzüğü alır. Mescidden çıkıp giderken Peygamberimiz onu görür ve bir şey alıp-almadığım sorar. O da yüzüğü göstererek «Ey Allah'ın Resulü bunu aldım» der. Peygamberimiz «Bunu sana ne durumda iken verdi?» diye sorar. İsteyici de «Rükû'dayken» ce­vabını verir.

Allahü Teâlanın

âyet-i celîlesi Hz. Ali hakkında nazil olmuştur. Her kim Allah'ı, Re­sulünü dost edinip, onlardan yardım bekler ve emirlerine itaat eder­se Allah'ın askeri olur. Allahü Teâlâ askerlerini daima düşmanları üzerine galip kılar. Böylece mü'minleri muzaffer kılar, düşmanları ise helak eder.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Ey iman edenler, kendilerine sizden önce kitap verilenlerden, dininizi alaya ve eğlenceye alanları ve inkarcıları dost edinmeyin. Eğer mü'minlerseniz AHah'dan korkun.»

Yüce Allah yukarda geçen âyetlerde olduğu gibi, bu âyette de,

MÂİUE SÜRESİ (cüz: 6, âyet: 58)                                       213

mü'minlerin kâfirleri ve İslâm dinini alaya alanları dost edinmeme­lerini emrediyor. Zira onları dost edinmek mü'minler için her zaman tehlikelidir.

Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Rufâa' bin Zeyid ile Sü-veyd bin Harise münafıklardandı. Fakat bunlar nifaklarını gizleye­rek, Müslüman olduklarını söylüyorlardı. Bir kısım Müslümanlar da onlarla ahbaplık kurmuşlardı. Çünkü Müslümanlar onların mü­nafık olduğunu bilmiyorlardı. Allahü Teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek Müslümanların onlarla dostluk kurmasını men etmiş ve şöy­le buyurmuştur: «Ey iman edenler, kendilerine sizden önce kitap verilenlerden dininizi alaya ve eğlenceye alanları ve inkarcıları dost edinmeyin. Eğer mü'minlerseniz AHah'dan korkun.» İslâm dinini ala­ya ve eğlenceye alanlarla mü'minlerin ne suretle olursa olsun dost­luk kurmaları yasaklanmıştır. Allah'a iman edenler, Allah'ın dinini alaya alanlarla dostluk kurup, onlara muhabbet besleyemezler.

Zamanımızda da kendisini Müslüman zannedip Allah'ın dini­ni alaya ve eğlenceye alanlar pek çoktur. Mü'minin bunlarla dostluk kurması men edilmiştir. Çünkü âyetteki hüküm umûmidir. Allah'ın dinini alaya ve eğlenceye alanlarla dostluk kurmak yasaklanmıştır. Mü'minlerin bu hususlara çok dikkat etmesi gerekir. Dünya menfa­ati için onlarla dostluk kurmak Allah'ın emirlerine itaatsizliktir. Al­lah'ın emirlerine itaat etmeyenler ise mutlaka cezalarını görecekler­dir.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«Ezanla birbirinizi namaza çağırdığınız zaman onu bir eğlence ve oyun mevzuu edinirler. 6u, kendilerinin hakikaten akıllarını kul­lanamaz bir güruh olmalarındandır.»

Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (s.a.v.) namaz için ezanı kime okutacaklarını Cebrail'e sorar. O da, Bilâl'in eşkâlini vererek «Yâ Muhammed, onu müezzin tayin et. Zira o, me­lekler arasında meşhurdur, sesi güzel ve gürdür. Allah katında mü­ezzinler arasında en sevimlisi odur» der. Bunun üzerine Peygamberi­miz Bilâl'i çağırır ve mescidin üzerine çıkıp ezan okumasını söyler. Bilâl de mescidin üzerine çıkar ezan okur. Münafıklar ve müşrikler onunla alay ederler.

Peygamberimiz (s.a.v.) Mekke'yi feth ettiği zaman, Bilâl'e, Kâ'-be'nin üzerine çıkıp ezan okumasını emreder. Bilâl, ezan okuyunca

214                                       MÂİDE SÛRESİ (cflz: 6, âyet: 59)

Mekke'H kâfirler kendisiyle alay etmeye başlarlar. Bunun üzerine Allahü Teâlâ bu âyeti inzal eder ve şöyle buyurur: «Ezanla birbiri­nizi namaza çağırdığınız zaman onu bir eğlence ve oyun mevzuu edinirler. Bu, kendilerinin hakikaten akıllarını kullanamaz bir gü­ruh olmalarındandır.» Yüce Allah bu âyet-i celîle ile ezan ve namaz­la alay edenlerin akılsız olduklarını beyan ediyor. Şayet onlar akıllı olsalardı, elbette namazla alay etmezlerdi. Onlar akıldan yoksun oldukları içindir ki, namazla alay ederler. Bugün de, Müslüman ge­çindiği halde namazla alay edenler vardır. Hakikî Müslümanların bunlarla oturup - kalkmaması ve alaylarına seyirci kalmaması ge­rekir.

Seyid (r.a.) şöyle nakletmiştik «Medine'de bir Hıristiyan vardı, ezan okuyan müezzin «Eşhedü enne Muhammed'en Resûlüllah» dedi­ği zaman, o kâfir «Allah yalan söylüyor, Muhammed'i ateş yaksın» derdi. Bir gece onlar uykuda iken hizmetçisi ateş yakar, ev tutuşur, kâfir aile efradıyla birlikte yanar. Bedduası böylece kendi hakkın­da kabul olur.» Görülüyor ki, Allah'ın dinine ve Resulüne dil uzatan­lar en ağır şekilde belâlarını buluyorlar. Allah, hiçbir zaman onları cezasız bırakmayacaktır. Allah'a ve Resulüne iman edenler ise, dün­yevi ve uhrevî mükâfatlarını çok fazlasıyla göreceklerdir.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«De ki: "Ey Ehli Kitap, sizin bizden hoşlanmayışınızın yegâne sebebi, bizim, Allah ve bize indirilenlerle daha evvel indirilenlere iman ettiğimizden ve sizin bir çoğunuzun da fâsık kimseler olduğu­nuzdan başka bir şey değildir.»

Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Bir grup Yahudi Peygam­ber Efendimize gelir: «Yâ Muhammed, sen geçmiş peygamberlerden hangilerine iman edersin?" diye sorarlar. Peygamberimiz (s.a.v.) de cevaben şöyle buyurur: «Allah'a, bizim üzerimize indirilen kitaba, İbrahim'e, bütün peygamberlere ve onlara indirilen kitaplara, İsa'­ya ve ona indirilen kitaba iman ederim.» Peygamberimiz Hz. İsa'yı anınca, Yahudiler İsa (a.s.)'nın peygamberliğini kabul etmezler ve «Sizin dininizden daha şerli bir din görmedik» derler. Yahudiler Hz. İsa'nın peygamber olduğunu bildikleri halde, inkâr etmişler, Hakk'ı kabul etmemişlerdir.

Bunun üzerine Allahü Teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed de ki: "Ey Ehl-i Kitap, sizin bizden

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 60-61)                                     215

hoşlanmayışınızın yegâne sebebi, bizim, Allah'a ve bize indirilenlerle daha evvel indirilenlere iman ettiğimizden ve sizin bir çoğunuzun da fâsık kimseler olduğunuzdan başka bir şey değildir.» Yahudi ve Hıristiyanların Müslümanlara buğz etmelerinin yegâne sebebi, Müs­lümanların Allah tarafından gönderilen kitaplara ve bütün peygam­berlere iman etmeleridir. Onların kendileri de inkârlarından ve fâ-sıklıklarmdan dolayı Allah'ın gazabına uğramışlar, ancak içlerin­den iman edenler sapıklıktan kurtulmuşlardır.

Allahü Teâlâ onlar için şöyle buyuruyor:

«De ki: "Allah katında bir ceza olmak bakımından bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi? Allah'ın lâ'net ve aleyhinde gazap ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle şeytana tapanlardır ki, işte bunların mevkii daha kötü ve dümdüz yoldan da­ha sapıktır."»

Yüce Allah bu âyet-i celîlede kâfirlerin görecekleri azabın bir kısmını zikretmiştir. İnkâr edenler, inkârlarının cezası olarak dünya­da da, âhirette de en büyük azaba uğrayacaklardır.

Yahudiler, Peygamberimize «Sizin dininizden daha şerlisini gör­medik» demişlerdi. Çünkü Peygamberimiz onlara gerçeği söylemiş, fakat onlar kabul etmemişlerdi. Allahü Teâlâ, Peygamberine gerçek şerlilerin kimler olduğunu kendilerine bildirmesi için yukardaki âye­ti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed, de ki: "Allah katında bir ceza olmak bakımından bundan daha kötüsünü (şerlile­rin kim olduğunu) size haber vereyim mi? Allah'ın lâ'net ve aleyhin­de gazap ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle şeytana tapanlardır ki, işte bunların mevkii.daha kötü ve dümdüz yoldan daha sapıktır."» İnsanlar arasında hakkı inkâr edenlerden daha şerli kimse yoktur. Yüce Allah, onların kimini maymuna, kimi­ni de domuza benzetmiştir. Bu şekilde cezalandırılmaları, yaptıkla­rının karşılığıdır. Kâfirler ve âsîler daima lâyık oldukları cezalarını göreceklerdir. Hiçbir amel Allah katında karşılıksız kalmayacaktır. Allahü Teâiâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

216                                     MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 62-63)

«Size geldikleri zaman "İman ettik" derler. Oysa onlar yanınıza inkarcı olarak girmişler ve inkarcı olarak çıkmışlardır. Gizlemekte olduklarım Allah daha iyi bilir.»

Yüce Allah bu âyet-i celîlede kâfirlerin ve münafıkların «îman ettik» şeklinde konuşmaları karşısında mü'minleri ikaz ediyor, al-danmamalarını tenbih buyuruyor, mü'minlerin uyanık olmalarını bildiriyor.

Yahudiler ve münafıklar Peygamberimizin yanına geldikleri za­man «Senin özelliklerini ve sıfatlarını kitabımızda bulduk, hak Pey­gamber olduğunu tasdik eder ve sana iman ederiz» derlerdi. Gerçek­te onlar bu sözleri sadece dilleriyle söylerler, kalpleriyle iman et­mezlerdi. Bu şekilde konuşmalarının sebebi mü'minlere hoş görün­mek ve onların sevgisini kazanmak içindi. Allahü Teâîâ onların du­rumunu Peygamberine bildirerek şöyle buyuruyor: «Size geldikleri zaman "îman ettik" derler. Oysa onlar yanınıza inkarcı olarak gir­mişler ve inkarcı olarak çıkmışlardır. Gizlemekte olduklarını Allah daha iyi bilir.» Yüce Allah iman edenleri de, iman etmeyenleri de çok iyi bilir. O'nun bilgisinden hiçbir şey gizli kalmaz. Ona göre ku larma mükâfat ve mücazat verir.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

Onlardan çoğunun günâha, haksızlığa ve haram yemeğe koş­tuklarım görürsün. Ne kötüdür yaptıkları şey.»

«Rabbe kul olanlarla, bilginlerin onlara günâh söz söylemeyi ve haram yemeyi yasak etmeleri gerekmez miydi? Yaptıkları bu şeyler ne kötüdür.»

Yüce Allah, insanların çoğunun neye koştuklarını bildiriyor. Yâ Muhammed, ehl-i kitabın çoğunun günah işlemeye, haram yemeğe ve haksızlığa koştuklarını görürsün. Onlar rüşvet alarak hakkı giz­lerler ve haksızlığa hükmederler. Haram yerler, insanlar arasında haksızlık yaparlar. Böylece en büyük günâhı işlerler. Onların yap­tıkları ne kötüdür.

Bilginlerin ve âbidlerin onları günah işlemekten, haram yemek­ten vazgeçirmeleri gerekirdi. Halbuki onlar hiç aldırmamışlar ve on­ların yaptıklarına rıza göstermişlerdir. Onların haksızlıklarına, gü-

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 62-63)                                     217

nah işlemelerine ve haram yemelerine rıza göstermek ne kötüdür. Eğer onlar Allah'ın rızasını düşünmüş olsalardı, haram yiyenlerin, günaha dalanların ve haksız yere hükmedenlerin yaptıklarına göz yummazlardı. Onları yaptıklarından alıkoyarlar, Allah'ın emirlerini tebliğ ederler ve yasaklarından da men ederlerdi. Allah'a kul olan­larla bilginler bu görevlerini yapmamışlardır. Onlar da, diğerlerinin işlemiş oldukları günaha ortak olmuşlardır.

Allahü Teâlâ bu âyet-i celilede ilmiyle amel etmeyen, iyiliği em­redip, kötülükten alıkoymayan, nefislerinin arzularına uyan, nıa'si-yet ehliyle oturup-kalkan âlimlerin ve takva ehlinin yaptıklarının çok kötü olduğunu bildiriyor. Zira âlimler yeryüzünde peygamberlerin vârisidirler. İyiliği emredip, kötülüklerden alıkoymakla görevlidir­ler. Bu görevlerini yapmadıkları takdirde Allah katında mes'uldür-ler. Çünkü imanını kurtarmak veya hatalarını düzeltmek isteyenle­rin âlimlerin nasihatlerine ihtiyaçları vardır. Onlar hakkı tebliğ et­mekten kaçınırlar, insanların haksızlıklarına, kötülüklerine göz yu­marlarsa, bu onların yaptıklarına rıza göstermektir. Kötülüklere rı­za gösterenler de, onları yapmış gibi olurlar. Kötülükleri yapanlarla, onlara rıza gösterenler aynı cezaya uğrayacaklardır. Âlimlere her devirde büyük görevler düşmektedir. Görevlerini yapmayan âlimler, mes'uliyetten kurtulamazlar.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Yahudiler: "Allah'ın eli sıkıdır" dediler. Dediklerinden ötürü elleri bağlansın ve kendilerine lâ'net olsun. Aksine, Allah'ın nimet veren elleri açıktır. Dilediği gibi sarfeder. And olsun ki, sana Rab-binden indirilen âyetler onların .çoğunun azgınlığını ve inkârını ar­tıracaktır.»

Yüce Allah, Yahudilere bol rızık vermiştir. Onlar ise, üzerlerin­deki nimetin çokluğunu görünce azmışlar, isyan etmişler ve Allah'ın nimetlerini inkâra kalkışmışlardır. Allahü Teâlâ da, onların üzerin­deki nimetlerini almış ve kendilerini geçim sıkıntısına düşürmüştür. Bolluktan darlığa düşen Yahudiler «Allah'ın eli sıkıdır» demişler­di. Halbuki Allah'ın nimetlerine nankörlük yaptıklarından dolayı Yüce Allah nimetlerini almış, böylece onları geçim sıkıntısına dü­şürmüştü. Geçim derdine düşen Yahudiler Allahü Teâlâ'yı cimrilikle

218   '                                 MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 62-63)

vasıflandırmışlardı. Halbuki kendi hatalarından dolayı başlarına bu musibet gelmiştir.

Yüce Allah, onların cehennemde şiddetli bir azaba uğrayacak­larını vaat etmiştir. Kâfirlerin görecekleri azapda şüphe olmadığı için Yüce Allah onların görecekleri azabı vuku' bulmuş gibi zikret­miştir. Onlar cimriliklerinden dolayı Allah'ın kendilerine ihsan et­tiği nimetlerden kimseye tasaddukta bulunmamışlar ve hayır yap­maktan kaçınmışlardır. Bundan dolayı «Elleri bağlansın, lanet olsun onlara» Duyurulmuştur. Çünkü onlar verilen nimetlere nankörlük yaptıkları gibi, Allahü Teâlâ'yı da cimrilikle vasıflandırmışlardı. Yü­ce Allah onlar için şöyle buyuruyor: «Yahudiler: «Allah'ın eli sıkı­dır» dediler, dediklerinden ötürü elleri bağlansın, lanet olsun onla­ra.» Allahü Teâlâ inkarcıları ve fâsıkları rahmetinden kovmuştur. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini yalanlamışlardır.

Bu âyet-i celîlede, Allahü Teâlâ'nm kendilerine verdiği nimet­lerden başkalarına tasadduk etmeyenler zemmedilmişlerdir. Allah'ın kendilerine verdiği nimetlerden başkalarına tasaddukda bulunmak şükrün bir ifadesidir. Bunu yapanlar Allah'a karşı şükür borcunu ifa etmiş olurlar. Başkalarına tasaddukda bulunmayanlar ise veri­len nimetlere karşı nankörlük etmiş olurlar. Yüce Allah onların fiil­lerine göre dünyada da, âhirette de mükâfat ve mücazatlarmı ve­rir.

Allahü Teâlâ'nm bütün nimetleri kullan içindir. O'nun kudret hazinesi boldur, dilediğine dilediği kadar verir. O'nun hazinesinden hiçbir şey eksilmez. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.)'den şöyle riva­yet edilmiştir: «Allahü Teâlâ buyuruyor ki: "Sizden geçmiş ve gele­cek olanlar, cinler ve insanlar bir araya toplansalar, herbiri ayrı ay­in arzularını benden isteseler ve hepsinin istediklerini versem, kud-Sret hazinemden bir iğne ucunun denizden aldığı su kadar bile eksil-

mez.

i iğne ucuyla denizden su alınamayacağına göre, Allah'ın kudret hazinesinden de hiçbir şey eksilmez. Mü'min Allah'ın kendisine ver-jdiği nimetlerden tasadduk etmeli, malım-mülküm azalır diye kork­mamalıdır. Zira Allah'ın hazinesi geniştir, istediği kadar verir. Al­lah yolunda tasadduk ettiği sürece elindeki nimet eksilmez, aksine jartar.

| Yüce Allah Hz. Muhammed (s.a.v.)'e Kur'an'ı inzal buyurunca, Yahudiler tıpkı Hz. isa'yı ve ona gelen kitabı inkâr ettikleri gibi, Peygamberimizin peygamberliğini ve O'na gelen kitabı da inkâr et­mişlerdi. Yüce Allah onlar için şöyle buyuruyor: «And olsun ki, sa­na Rabbinden indirilen âyetler onların çoğunun azgınlığını ve in-

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 64-65)                                     219

kârını artıracaktır.» Yahudilerin birçoğu Kur'an âyetlerini inkâr et­mişler ve azgınlıklarını artırdıkça artırmışlardır.

Allahü Teâlâ yukarda geçen âyetin devamında şöyle buyuruyor:

«Onların arasına kıyamete kadar sürecek düşmanlık ve kin sal­dık. Savaş ateşini ne zaman körükleseler Allah onu söndürür. Yer­yüzünde hep bozgunculuğa koşarlar. Allah bozguncuları sevmez.»

Yüce Allah onların arasına kıyamete kadar devam edecek düş­manlık ve kin salmıştır. Yahudileri ve Hıristiyanları birbirlerine düşman yapmış, mü'minler için kurdukları hileleri ve tuzakları dai­ma kendi aleyhlerine çevirmiştir. Müslümanlara karşı savaşa te­şebbüs ettikleri zaman Allah kalblerine korku salarak, onların gü­cünü kırmıştır. Onlar, mü'minlerle savaşmaktan daima korkmuşlar­dır. Fakat yine de yeryüzünde bozgunculuk yapmaktan ve fesat çı­karmaktan geri durmamışlar, her fırsatta Müslümanlar arasına fit­ne ve bozgunculuk sokmuşlardır. Mü'minlerin çok uyanık olmalan ve onların fitnelerine kapılmamaları gerekir. Bunun için Yüce Allah mü'minlerin onlarla dostluk kurmalarını yasaklamıştır. Allahü Teâ­lâ fesatçıları asla sevmez.

Alîahü Teâlâ âyeti celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Eğer Ehli Kitap iman edip de Allah'dan korksalardı, onların kötülüklerini her halde örter ve muhakkak nimeti bol cennetlere koyardık.»

Eğer Yahudiler Allah'ın vahdaniyetini tasdik edip, Hz. Muham-med'in peygamberliğini ve O'na indirilen,.^ i tabı kabul edip, şirkten ve ma'siyetten sakınsalardı, Allahü Teâlâ onların geçmiş günahlarını affeder ve nimeti bol cennetlerine koyardı. Onlar Allah'a ve Peygam­bere iman etmedikleri için, Yüce Allah'ın bütün nimetlerinden mah­rum kalmışlar ve azabına müstehak olmuşlardır. Çünkü Allah'ın bü­tün nimetleri iman edenleredir, ilâhi nimetlerden ancak iman eden­ler istifade edeceklerdir.

Allahü Teâlâ âyeti celîlesinde şöyle buyuruyor:

220                                     MÂtDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 66-67)

*Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirilen Kur'an'i gereğince tatbik etselerdi, her yönden nimete ermiş olur­larda. İçlerinde mu'tedi! bir ümmet yok değil, fakat çoğu ne kötü şeyler yapmaktadır.»

Yahudiler ve Hıristiyanlar eğer Tevrat ve İncil'in hükümlerine göre amel edip Kur'an-ı Kerim'i gereği gibi tatbik etselerdi, Yüce Allah onları her yönden nimete eriştirirdi. Onları gökten yağmur yağ­dırıp, yerden nebatat bitirerek bol rızıklara ve nimetlere kavuştu­rurdu. Dünya ve âhiretin nimetlerini, saadetlerini onlara ihsan eder­di. Böylece onlar, dünyada da, âhirette de mutluluğa ve saadete ka­vuşurlardı, îman insanı hem dünyada, hem de âhirette mutluluğa ve saadete ulaştırmaktadır. Eğer onlar Allah'ın indirdiğine iman et­miş olsalardı elbette dünya ve âhiret mutluluğuna ve saadetine ka­vuşacaklardı. Küfür ve inkârları, onları Allah'ın nimetlerinden mah­rum ettiği gibi, elim. bir azaba da sürüklemiştir.

Ebû Musa (r.a.) Peygamberimizden şöyle nakletmiştir: «Ehl-i Kitaptan olanlar kendi peygamberlerine ve kitaplarına iman edip de, Hz. Muhammed'in peygamberliğini kabul edip, tasdik etselerdi iki kat sevap alırlardı. Bunlardan bir kısmı var ki, onlar hem âdil, hem de ehl-i kitabın mü'minleridir. Fakat Yahudi ve Hıristiyanlar­dan çoğu iman etmezler ve kötü amel işlerler, onların akıbeti felâ­kettir.» Görülüyor ki iman kurtuluşa, küfür ise felâkete götürür. İnsanların felâketten kurtulabilmeleri için Allah'a ve Allah'ın indir­diklerine iman etmeleri şarttır.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlar­dan korur. Muhakkak ki Allah, küfreden topluluğu hidayete erdir­meze                                                                                               ''

Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur. Peygamberimiz (s.a.v.), Yahudileri İslâm'a davet edince, onlar alaylı bir şekilde: «Yâ Mu-hammed, sen Hıristiyanların İsa'ya iman edip, onu sevdikleri gibi,

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 68)                                       221

bizim de sana iman edip, seni sevmemizi istiyorsun» demişlerdi. Ci­hanın güneşi olan Yüce Peygamberimizin onların sevgisine asla ih­tiyacı yoktu. Onların bu çirkin sözünü duyan Peygamberimiz cevap vermemiş, sükût etmişti. Allahü Teâlâ Peygamberine onların yalan­larına ve çirkin sözlerine aldırmayıp İslâm'a davet etmesini emret­miş ve şöyle buyurmuştur: «Ey Peygamber, Rabbinden sana indirile­ni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Muhakkak ki Allah, küfreden top­luluğu hidayete erdirmez.»

Yüce Allah, Peygamberine indirdiği Kur'an'ın bütün âyetlerini insanlara tebliğ etmesini, bunu yaparken kimseden çekinmemesini emretmektedir. Eğer tebliğ vazifesini yapmazsa, elçilik görevini yap­mamış olacağını ve Allah tarafından vahyedilen âyetlerden birini tebliğ etmediği takdirde tamamını tebliğ etmemiş olacağını bildir­miştir. Peygamberlerin görevi, Allah'ın kendilerine indirdiğini in­sanlara tebliğ etmektir. Onun bir âyetini bile insanlara tebliğ etme­den yapamazlar. Nitekim Kur'an'dan bir âyeti inkâr eden, tamamı­nı inkâr etmiş olur. Bunun için Peygamberimiz sahabelerine şöyle buyurmuştur: «Ey insanlar, ben de sizin gibi bir insanım. Rabbimin bana indirdiğini olduğu gibi size tebliğ ettim. Bana vahyedileni size tebliğ ettiğime şahitlik eder misiniz?» Orada bulunanların hepsi «Ey Allah'ın Resulü, sana vahyedileni bize tebliğ ettiğine ve sana vacip olanı yerine getirdiğine şahitlik ederiz» demişlerdir.

Yüce Allah, Peygamberine vahyettiğini insanlara bildirmesini, bunu yaparken kimseden çekinmemesini ve hiç kimsenin kendisine zarar veremeyeceğini, Allah'ın onu koruyacağını, İslâm'ı muzaffer kılıp, kâfirleri zelil edeceğini bildirmiştir. Allahü Teâlâ kâfirlere as­la yardım etmez.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«De ki: "Ey ehl-i kitap, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indi­rileni gereği gibi tatbik etmedikçe bir temele oturmuş olamazsınız." And olsun ki Rabbinden sana indirilen bu Kur'an onlardan bir ço­ğunun azgınlık ve inkârım artıracaktır. O halde kâfirlerin azgınlığı­na karşı kederlenme.

Yahudiler ve Hıristiyanlar Tevrat, İncil ve Allah tarafından gön-

222                                       MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 68)

derileri Kur'an'la amel etmedikçe, yaptıkları amellerin kendilerine hiçbir faydası yoktur. Allah'ın kitaplarına ve peygamberlerine iman etmeyenlerin amelleri boşa gidecektir. Ameller ancak iman ile değer kazanır ve Allah katında makbul olur. İmansız amel, sahibi için bir yüktür.

Yukarda da belirtildiği gibi, Yahudilerin ve Hıristiyanların bir çoğu Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğini ve kendisine indi­rilen Kur'an'ı inkâr etmişler, üstelik, küfür ve inkârlarını daha- da artırmışlardı. Yüce Allah onlar için şöyle buyuruyor: «And olsun ki Rabbinden sana indirilen bu Kur'an onlardan bir çoğunun azgınlık ve inkârını artıracaktır. O halde kâfirlerin azgınlığına karşı keder­lenme.» Allahü Teâlâ bu âyet-i celîlesiyle sevgili Peygamberini tesel­li etmekte, kâfirlerin azgınlığına karşı kederlenmemesini bildirmek­tedir. Kur'an-ı Kerîm Hz. Muhammed (s.a.v.)'e nazil olunca Yahu­diler ve Hıristiyanlar iftira ederek Kur'an âyetlerini yalanlamışlardı. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz ise bu duruma çok üzülmüştü. Allahü Teâlâ onu teselli ederek «Kâfirlerin azgınlı­ğına karşı kederlenme, senin görevin Allah tarafından sana indiri­leni onlara tebliğ edip, İslâm'a davet etmektir. Şayet kabul etmezler­se, onların kabul etmeyişlerinden sana bir vebal yoktur. Onların se­ni yalanlamasına üzülme» buyurmuştur.

Yahudiler, Hıristiyanlar ve diğer milletler Peygamberin getirdi­ğini kabul etseler de, etmeseler de Allah'ın dini yeryüzünde yayıla­caktır. Zira onun sahibi Yüce Allah'dır. Allah'ın dininin yeryüzünde yayılmasına kimse mâni olamaz.

İbn Abbas (r.a.) şöyle nakletmiştir: «Rafî bin Haris, Selâm bin Miskin ve Mâlik bin Daif birlikte Peygamberimiz (s.a.v.)'e gelerek «Yâ Muhammed, sen İbrahim'in milletinden ve onun dininden oldu­ğunu söylüyorsun. Bizim kitabımız Tevrat'ın da Allah tarafından gön­derildiğine iman edip, şahitlik ediyorsun» derler. Peygamberimiz de: «Evet öyledir. Fakat siz Tevrat'ın b,jr çok âyetlerini kaldırdınız ve hükümlerini inkâr ettiniz. Yüce Allah'a iftira ederek ahdinizi bozdu­nuz ve O'na verdiğiniz sözden döndünüz. Benim sıfatlarımı kitabınız­dan kaldırdınız ve Allah'ın emirlerine muhalefette bulundunuz. Biz ancak Musa'ya gönderilen kitaba iman eder ve Allah tarafından gönderildiğine şahitlik ederiz. Sizin elinizdeki Tevrat Musa'ya gön­derilen kitap değildir» cevabını verir. Bunun üzerine Yahudiler «Biz elimizdeki kitaba iman ettik. Sana iman etmeyiz, çünkü biz hak yol­dayız» derler. Yüce Allah, onların hiçbir dine mensup olmadıklarım beyan ederek şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed de ki: "Ey ehl-i kitap, Tevrat'ı, İncin ve Rabbinizden size indirileni gereği gibi tat-

MÂİDE SÜRESİ (cüz: 6, âyet: 69-71)                                     223

bik etmedikçe bir temele oturmuş olamazsınız."» Allah tarafından gönderilen kitapların hepsini tasdik etmeyen mü'min olamaz. Bun­lardan birini inkâr eden kâfir olur.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«Şüphe yok ki iman edenlerle, Yahudi olanlardan, Sahillerden, Nasranîlerden kim Allah'a ve âhiret gününe iman edip de, iyi amel­lerde bulunursa artık onların üzerinde hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.»

İman edenler, Yahudiler, dinden dine geçen Sâbiîler ve Hıristi­yanlar, kim hakkıyla iman eder, Allah'ın birliğini ve Hz. Muham-med'in peygamberliğini tasdik edip, âhirete inanır ve iyi amellerde bulunursa, imanlarının ve amellerinin mükâfatını görürler. Yüce Allah onları âhirette cennet nimetleriyle mükâfatlandırır. Onlar asla mahzun da olacak değillerdir. İman edip, salih amel işleyenler Al­lah katında büyük bir nimete kavuşacaklar, imanlarının ve güzel amellerinin karşılığını orada göreceklerdir.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«And olsun ki İsrailoğuIIarından söz aldık ve onlara peygamber­ler gönderdik. Nefislerinin hoşlanmadığı bir şeyle onlara her pey­gamber gelişte, bir kısmını yalanladılar ve bir kısmını da öldürdü­ler.»

«Hem başlarına bir fitne kopmayacak sandılar da kör ve sağır kesildiler. Sonra Allah tevbelerini kabul etti, yine de çoğu körleşip sağırlaştılar. Allah, işlediklerini görmektedir.»

Yüce Allah İsrailoğuIIarından, Allah'a ortak koşmamaları, Tev­rat'ın hükümlerini ve içindeki emirleri gizlememeleri için teminat almış, onları hak yola ve Allah'ın birliğine davet etmek için de pey­gamberler göndermiştir. Peygamberler, Allah'ın emirlerini kendile-

224                                       MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 72)

irine tebliğ edince, onlar ilâhî emirlerden hoşlanmamışlar, nefisleri­nin isteklerine uyarak peygamberlerden bir kısmını inkâr etmişler, bir kısmını ise öldürmüşlerdir. Halbuki peygamberler onları Hakk'a davet ediyor, Allah'ın emirlerini bildiriyorlardı.

Allahü Teâlâ, Hz. Muhammed (s.a.v.)'e de inzal buyurduğu Kur'-an âyetlerini onlara tebliğ etmesini emretmiş, onların kötü sözlerine ıkederlenip, üzülmemesini, iman etmedikleri için de ümitsizliğe düş­memesini bildirmiştir. Zira Yahudiler eskiden beri kendilerine gelen ^peygamberlerden bir kısmını inkâr etmişler, bir kısmını da öldür­müşlerdir. Onlar böyle yapmakla başlarına bir fitne kopmayacak sandılar da kör ve sağır kesildiler, Peygamberlerin davetlerine hiç aldırmadılar. Bu yüzden başlarına büyük musibetler gelmiştir. Yü­ce Allah, onların kör, sağır ve dilsiz olduklarını, Hakk'ı işitip iman etmediklerini, kendilerine gönderilen peygamberlerin bir kısmını ya­lanladıklarını, bir kısmını da öldürdüklerini, azgınlıklarından ve in­kârlarından dolayı çeşitli azaba uğradıklarını bildirmiş, çeşitli mu­sibetlerden sonra, belki ibret alırlar diye imtihan için tevbelerini ka­bul etmiş ve günahlarını bağışlamıştır. Fakat onlar başlarına gelen musibetlerden ibret almamışlar, iman etmedikleri gibi, küfür ve in­kârlarını daha da artırmışlardır.

Allahü Teâlâ Peygamberini göndererek onların körlüğünü ve sağırlığını gidermek suretiyle hidayete ermelerini istemiştir. Onlar Musa'yı ve İsa'yı yalanladıkları gibi, cihanın peygamberi Hz. Mu-hammed'i de yalanlamışlardır. Böylece körlüklerini ve sağırlıklarım bir kat daha artırmışlardır. O kâfirler Hakk'ı işitip iman etmemiş­ler ve gördüklerinden de ibret alamamışlardır. Halbuki gözün ve kulağın yaratılmasındaki hikmet budur. Bunlardan arzu edilen ne­tice hasıl olmayınca, diğer azalar yok gibidir ve onlarla bir netice «İde edilmez. Çünkü göz görüp ibret almak, kulak işitip iman etmek İçin yaratılmıştır. Yüce Allah, o kâfirlerin niyetlerini, iman edip - et­mediklerini çok iyi bilendir, ona göre mücazatlarını verecektir. On­lar için çok elim bir azap hazırlanmıştır, bu onların küfür ve inkâr­larının karşılığıdır.

Allahü Teâlâ âyet-i celüesinde şöyle buyuruyor:

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 72)                                       225

-And olsun ki, "Allah ancak Meryem oğlu Mesihtir" diyenler kâ­fir oldular. Oysa bizzat Mesih "Ey İsrailoğullan, Rabbim ve Rabbi-niz olan Allah'a kulluk edin. Kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah, ona cennetini haram eder, varacağı yer ateştir. Zulmedenle­rin yardımcıları yoktur" demişti.»

Hıristiyanlardan bir kısmı İsa'nın Allah, bir kısmı da Allah'ın oğlu olduğunu söylemişlerdir. Bahreynli Hıristiyanlar İsa (a.s.)'ya iman ettiklerini iddia etmişler ve onu Allah'ın oğlu olarak vasıflan-dırmışlardır. Allahü Teâlâ bu âyeti inzal ederek, onların iman etme­diklerini ve kâfir olduklarını, imanlarında yalancı olduklarını haber vermiştir. Onlar İsa'ya ulûhiyet isnat etmişlerdir. Halbuki İsa (a.s.), onları Allah'ın birliğine inanmaya davet etmiş, kendisinin de Al­lah'ın elçisi olduğunu bildirmiştir. Fakat onlar, İsa'ya iftira ederek Allah veya Allah'ın oğlu olduğunu söylemişlerdir. Yüce Allah bunu şöyle beyan buyuruyor: «And olsun ki, «Allah ancak Meryem oğlu Mesih'tir» diyenler kâfir oldular. Oysa bizzat Mesih «Ey İsrailoğuî-ları, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Kim Allah'a or­tak koşarsa muhakkak Allah, ona cennetini haram eder, varacağı yer ateştir» demişti.»

İsa (a.s.), îsrailoğullarına, bütün mevcudatın sahibi ve mâliki olan Allah'a kulluk etmelerini, O'na ortak koşmamalarını, ortak ko­şanların cennete giremeyeceklerini, zalimlerin Allah katında hiç bir yardımcısı olmayacağını bildirmiştir. Yukarda da belirtildiği gibi, Allah'ın bütün nimetlerinden ancak iman edip, güzel amellerde bu­lunanlar istifade edeceklerdir. İman etmeyenler ise, âhiret nimetleri­nin hiçbirinden istifade edemeyecekleri gibi, en büyük azaba uğra­yacaklardır.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor

«And olsun ki, "Allah üçten biridir" diyenler kâfir olmuştur. Hal­buki bir tek ilâh'tan başka ilâh yoktur. Dediklerinden vazgeçmez­lerse and olsun onlardan inkâr edenler elem verici bir azaba uğra­yacaktır.»

Hıristiyanlardan bir kısmı da Allah'ın üç ma'buddan biri oldu-

C.: II — P.: 15

226                                     MÂİDE SÛRESÎ (cüz: 6, âyet: 74-75)

ğımu söylemişler, uîûhiyeti Allah, Meryem ve îsa arasında taksim etmişlerdir. Onlara göre Isa ile Meryem de Allah'dır. Böylece-onlar üç Allah'ı kabul etmişlerdir. Allahü Teâlâ bu âyet-i celîlesiyle on­ların bâtıl sözlerini reddederek şöyle buyurmuştur: «And olsun ki, "Allah üçten biri" diyenler kâfir olmuştur. Halbuki bir tek ilâh'dan başka ilâh yoktur. Dediklerinden vazgeçmezlerse and olsun ki on­lardan inkâr edenler elem verici bir azaba uğrayacaklardır.» Yüce Allah bu âyetle inkâr edenlerin nasıl bir azaba uğrayacaklarını açık­ça bildiriyor. Allah, birdir, O'ndan başka ilâh olmadığı gibi, ortağı yardımcısı, oğlu ve kızı da yoktur. Kim bunları Allah'a isnat ederse kâfir olur. Şayet kâfirler sözlerinden dönüp tevbe etmezlerse, çok şiddetli bir azaba uğrayacaklardır. Tevbe edip, Allah'a ortak koş­maktan vazgeçerlerse, Yüce Allah tevbelerini kabul eder ve kendi­lerini bağışlar. Eğer tevbe etmeyip, küfürlerinde ısrar ederlerse, çok elem verici bir azaba uğrayacaklardır.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Hâlâ Allah'a dönüp O'nun mağfiretini istemeyecekler mi on­lar? Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.»

«Meryem oğlu Mesih sadece bir peygamberdir. Ondan evvel de peygamberler gelip geçmiştir. Anası çok sadık bir kadındı, ikisi de yemek yerlerdi. Onlara âyetleri nasıl açıkladığımıza bir bak, sonra da bak ki nasıl yüz çeviriyorlar.»

O küfredenler, Allah'a ortak koşanlar hâlâ küfürlerinden dön­meyecekler mi? Eğer onlar küfürlerinden döner tevbe ederlerse Allah tevbelerini kabul eder. Buradaki istifham emir olup şu mânâyı ihtiva etmektedir: Ey Allah'a şirk koşanlar ve küfredenler, şirkinizden ve küfrünüzden dönerek Allah'a tevbe edin. Eğer tevbe ederseniz Al­lah tevbelerinizi kabul eder ve günahlarınızı bağışlar. Zira Allah çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir. Eğer küfür ve şirkten vazgeçip tevbe etmezseniz, sizin için çok elim bir azap hazırlanmıştır.

Hıristiyanlar Hz. İsa'ya ulûhiyet isnad etmişlerdir. Halbuki o, Allah'ın kulu ve Resulüdür. Kendisinden önce geçen peygamberler gibi, o da bir peygamber olup Allah tarafından kendisine kitap gön-

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 76)                                       227

derilmiştir. Anası da çok sadık bir kadındır. Onların da diğer insan­lar gibi yemeye-içmeye ihtiyaçları vardır. Onlar da yerler-içerler. Ma'bud ise asla yemez, içmez, çünkü ma'budun bunlara asla ihtiya­cı yoktur. Bunlara sadece insanların ihtiyacı vardır. Şayet Meryem ile îsa ma'bud olsalardı, onların da yememesi - içmemesi ve insan­ların muhtaç olduğu şeylerin hiçbirine muhtaç olmamaları gerekir­di. Halbuki onlar da yaşayabilmek için yemişler-içmişler ve diğer ihtiyaçlarını gidermişlerdir. Hiç Allah'ın sıfatları insanlarınkine ben­zer mi? Elbette benzemez. Allah, kâfirlere böylece âyetlerini açık­lamış, kendisinden başka ilâh olmadığını bildirmiştir. Fakat onlar yine haktan yüz çevirerek Allah'ın âyetlerini inkâr etmişler, yalan uydurarak «Allah üçtür» demişlerdir. Hıristiyanlar da, Meryem ile İsa'nın kendileri gibi bir insan olduğunu biliyorlar, buna rağmen Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı.

Allahü Teâlâ onlar için şöyle buyuruyor :

«De ki: "Allah'ı bırakıp da size ne bir zarar, ne de bir fâide ver­meye gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki işiten, bilen Allah'ın kendisidir.»

Allahü Teâlâ, kâfirlerin tapmakta oldukları şeylerin kendilerine asla bir zarar ve bir fâide veremeyeceklerini bildiriyor. Allah'ı bıra­kıp da başka şeylere tapanlar, bilmelidirler ki, taptıkları o şeyler kendilerinden dünyada da, âhirette de hiçbir musibeti gideremeye­cektir. Onlar kendilerini Allah'ın azabından kurtaramayacak, aksi­ne azaba daha da yaklaştıracaktır. İsa Aleyhisselâm'm da kendisine "tapanların üzerinden azabı kaldırması mümkün değildir. Allah'ı bı­rakıp İsa'ya tapanlar kâfirlerin tâ kendisidir. Kâfirlerin yeri ise ebe­dî cehennemdir. Eğer İsa (a.s.) onları Allah'ın azabından kurtarmış olsaydı hiç cehenneme giderler miydi? Elbette gitmezlerdi. Kıyamet günü ancak Allah'ın şefaat yetkisi verdiği kimseler şefaatte bulu­nabilirler. Allah'a ortak koşanların kıyamet günü hiçbir şefaatçileri ve yardımcıları yoktur.

Yüce Allah kullarının ne yaptığını ve ne söylediğini bilir ve işi­tir. Ona göre mükâfat ve mücazatmı verir. İman edenler mükâfat­larını, küfredenler de cezalarını görürler.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

228                                     MÂIDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 77-78)

 v'V< • ı't^

«De ki: "Ey ehl-i kitap, haksız olarak dininizde taşkınlık etmeyin. Daha Önce sapıtan, çoğunu saptıran ve doğru yoldan avaran bir mil­letin heveslerine uymayın.»

Yâ Muhamnıed, Yahudi-ve Hıristiyanlara de ki; «Dininizde hak­sız olarak taşkınlık yapmayın.» Yahudiler ve Hıristiyanlar haksız olarak dinlerinde taşkınlık yapmışlardır. Yahudiler, Hz. İsa'yı yalan­layarak dalâlete ve sapıklığa düşmüşler, Allah'ın rahmetinden uzak­laşmışlardır. Hıristiyanlar da, Hz. İsa'ya ulûhiyet isnad ederek, ona tapmışlar, Allah'a eş koştukları için de rahmetinden uzaklaşmışlar­dır. Yüce Allah bunları yaptıklarından nehyederek şöyle buyurmuş­tur: «Ey Ehl-i kitap, sizden evvel gelip geçen reislerinize ve onların yalanlarına tâbi olmayın. Onlar nefislerinin arzusuna uyarak hakkı terk ettiler, hidayetten uzaklaştılar dalâlete düştüler. Kendileri sa­pıttığı gibi, halkın bir çoğunu da sapıttılar, doğru yoldan alıkoydu­lar. Eğer onlara uyar, tâbi olursanız sizi de sapıtırlar.» Hak yoldan sapanlar, kendileri gibi başkalarını da daima saptırmaya çalışmış­lardır.

îmâm-ı Mukatil'e göre, bu âyet âbid bir kimse hakkında nazil ol­muştur. Şeytan o âbid kişiye gelir ve «Allahü Teâlâ seni zamanımız-riaki insanların en faziletlisi ve en üstünü yaptı. Sen, onlara helâli haram, haramı da helâl kıl. Böylece bir yol ihdas etmiş olasın. İnsan­lar da, senin açtığın bu yeni yolu din olarak kabullensinler» der. O âbid kişi de hemen böyle bir yola başvurur ve Hakk'a muhalefet ede­rek, insanları etrafında toplar. Bir müddet sonra yaptığına pişman olur ve kendisine işkence etmek için bir zincir alır, boğazına takar ve kendisini asar. Hâinler ve haktan ayrılanlar daima yaptıklarına pişman olurlar. Böylece hem o âbid, hem de ona tâbi olanlar helak olurlar. Akıllı kimseler bu olaydan ibret alsınlar da hem kendileri açtıkları dalâlet yolundan kurtulsunlar, hem de kendilerine tâbi olan­lar hidayete ersin. Hakiki mü'min, kendisi kurtulduğu gibi, başka­larının kurtulmasına da vesile olmalıdır.

Allahü Teâlâ âyet-i celüesinde şöyle buyuruyor:

MÂIDE SÛRESÎ (cüz: 6, âyet: 79-80)                                     229

«İsrailoğull arından olup da küfredenler, Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetlenmişlerdir. Bunun sebebi isyan etmeleri ve ifrata sapmalarıdır.»

«Onlar birbirlerini yaptıkları fenalıklardan alıkoy m azlardı. Ger­çekten ne kötü iş yapıyorlardı.»

İsrailoğullanndan kafir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa ta­rafından lanetlenmiştir. Dâvud (a.s.) günahları ve isyanları yüzün­den cumartesi günü balık avlayanlar için beddua etmiştir. Cumarte­si günleri balık avlamak İsrailoğullarma yasak edilmişti. Onlar bu yasağa uymadıkları için Dâvud (a.s.) kendilerine beddua etmiş, Yü­ce Allah da Dâvud (a.s.J'un duasını kabul ederek, onların yüzlerini maymuna döndürmüştü. Böylece isyanlarının ve Allah'ın emirleri­ne muhalefet etmelerinin dünyadaki cezasını görmüşlerdir. İsa Aley-hisselâm'ın peygamberliğinin bir işareti olmak üzere, mucize kabi­linden gökten bir sofra inmiş, yanında bulunanların bir kısmı bu sofradan yemelerine rağmen inkârlarına devam etmişlerdir. Hz. İsa (a.s.) onların cezalandırılması için bedduada bulunmuş, Yüce Allah sevgili Peygamberinin duasını kabul ederek onların yüzlerini domu­za benzetmek suretiyle cezalandırmıştır. Onlar böylece küfürlerinin ve isyanlarının cezasını görmüşlerdir.

Onların, peygamberlerin lanetlerine uğramasının sebebi Allah'­ın hükümlerine ve emirlerine muhalefet edip, O'na âsi olmaları ve çirkin amel yapmalarıdır. Yapmış oldukları ameller ve fiiller kendi­lerinin hoşuna gitmesine rağmen Allah'ın azabından kurtulamamış­lardır. O, ne kötü bir ameldir ki, işleyeni Allah'ın azabına ve lane­tine müstehak etmektedir. Aklı olanlar bundan ibret alarak Allah'ın lanetine ve azabına uğratacak amellerden sakınmalıdırlar.

Allahü Teâlâ âyet-i.celüesinde şöyle buyuruyor:

«İçlerinden çoğunun kâfirlerle dostluk ettiğini görürsün. Nefis­lerinin, âhiretleri için kendilerine takdim ettiği bu şeyler ne de çir­kindir. Allah onlara gazap etti. Ve onlar azap içinde ebedi kalıcıdır­lar.»

230                                     MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 81-82)

Yüce Allah bu âyetle sevgili Peygamberine münafıklardan bir çoğunun kâfirlerle dostluk kurduğunu bildiriyor. Münafıklar, Müs­lümanları bırakıp kâfirlerle ve müşriklerle dostluk kurmuşlar, Müs­lümanların gizli hallerini onlara bildirmişlerdir. Menfaat karşılığı kurdukları bu dostluk âhiretleri içine ne kötüdür. Yüce Allah onların bu fiillerinden dolayı kendilerine gazap etmiştir. Ve onlar azap için­de ebedî kalacaklardır. Bu, onların küfürlerinin ve nifaklarının ceza­sıdır.

Allahü Teâlâ, Bakara Sûresinin başından beri bir çok âyetlerde inkarcıların ve nifakçıların elîm bir azaba uğrayacaklarını bildir­mektedir. Azaba müstehak olanlar kendi fiil ve amellerinin neticesi olarak müstehak olmuşlardır. Kâfirler ve münafıklar elim bir azaba uğrayacakları gibi, o azap içinde de ebedî olarak kalacaklardır.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Eğer Allah'a, Peygambere ve O'na indirilen Kur'arra iman et­miş olsalardı, kâfirleri dost edinmezlerdi. Fakat onlardan bir çoğu fâsık kimselerdir.»

Yahudiler ve Hıristiyanlar, eğer Allah'a, Peygamberine ve O'na indirilen Kur'an'a iman etmiş olsalardı, müşrikleri asla dost edin­mezlerdi. Şayet münafıklar da, gerçekten iman etselerdi Yahudileri dost edinmezler ve onlardan yardım beklemezlerdi. Onlar gerçekten iman etmedikleri için Allah'ın düşmanlarını dost edinmişlerdir. Fa­kat onlardan bir çoğu fâsıktırlar. Allah'a verdikleri sözden dönmüş­lerdir. Hakiki mü'min ahde vefa gösterir ve verdiği sözden asla dön-înez. Takvada ve dinde kendisinden üstün mü'minlerle dostluk ku­rar, Allah düşmanlarını dost edinmez.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

-Yahudilerle, Allah'a eş koşanları, iman edenlere düşmanlık ba-

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 82)                                       231

kımmdan insanların en şiddetlisi bulursun. İman edenlere sevgice en yakan olarak da, "Biz Hıristiyanız" diyenleri bulacaksın. Bu on­ların içinde bilginler ve kâhinler bulunmasından ve büyüklük tasla-mamalarmdandır.»

Yüce Allah mü'minlerin en şiddetli düşmanlarının kim olduğu­nu bu âyette Peygamberine haber haber veriyor. İnsanlar arasında mü'minlere en çok düşmanlık besleyen Yahudiler ve müşriklerdir. Yahudiler ve müşrikler Müslümanlara karşı düşmanlıklarını en şid­detli bir şekilde sürdürmüşlerdir. Bu düşmanlık hâlâ bütün dehşe-tiyle devam etmektedir. Müslümanlar kendilerine ne kadar hoşgö­rülü davranırlarsa davransınlar onlar düşmanlıklarından vazgeç­mezler. Tarih boyu Müslümanlardan sürekli yardım gördükleri hal­de kinlerini devam, ettirmişler, hatta her geçen gün daha çok artır­mışlardır. Yahudiler îsîâm düşmanlığında o kadar ileri gitmişlerdir ki, bu hususta ellerinden gelen her hüneri göstermişler, her silahı kullanmışlardır. Yüce Allah yukardaki âyetle Yahudilerin îslâm düş­manlığını ebediyete kadar devam ettireceğini bildirmiştir.

Kâfirlerden Müslümanlara sevgice en yakın olanlar da, Hıris-tiyanlardır. Hıristiyanlardan, Yahudilere nisbetle îslâmı kabul eden daha çoktur. Her devirde Hıristiyanlardan İslâm'ı kabul edenler çok olmuştur. Bundan sonra da bu durum devam edecektir. Fakat bu özelliği Yahûdilerde görmek mümkün değildir. Şurası bir gerçektir kî, Hıristiyanlar, Yahudiler kadar Müslümanlara düşmanlık besle-memişlerdir. Bunun için de gerçekleri gören Hıristiyanlar İslâm'ı ka­bul etmişlerdir.

Esbâtı Süddi (r.a.) şöyle rivayet etmiştir: «Necaşî, Peygamberi­miz (s.a.v.)'e Hıristiyanların âlimlerinden ve âbidlerinden on iki kişi gönderir. Maksat Peygamber Efendimizi daha yakından tanımak ve kendi dinleri hakkında bazı sorular sormaktı. Necaşî'nin adamları Peygamberimizin huzuruna girerler, daha önce kararlaştırmış ol­dukları soruları sorarlar. Peygamberimiz sorularını cevaplandırır, Kur'an'dan bazı âyetleri kendilerine okur. îlâhi kelâmı dinleyen bu insanlar derhal imana gelip Hakk'ı tasdik ederler. Resûlüllah'ın hu­zurundan ayrılıp Necaşî'nin yanına döndükten sonra Hz. Muham-med'in hak peygamber olduğunu ve sadakatini haber verirler. Neca­şî, Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu öğrenince, derhal kendisini görmek ve iman etmek için yola çıkar. Fakat Peygambere ulaşamadan yolda ölür. Cebrail Necaşî'nin ölüm haberini Resûlül-lah'a bildirir, Efendimiz sahabeleriyle gıyabi cenaze namazını kıl­dırır.

232

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 83-84)

Hıristiyanların mü'minleri sevmesinin sebebi, içlerinde âlim ve âbid kimselerin bulunuşudur. Bu âlimler ve âbidler İncil'de Hz. Peygamber'in son peygamber olarak geleceğini okumuşlar ve insan­lara da bildirmişlerdir. Yahudiler gibi, Peygamberimizin sıfatlarını ve özelliklerini gizlememişîerdir. Hıristiyan din adamları Hz. Mu-hammed'e ve Kur'an'a iman etmişlerdir. Yahudi bilginleri gibi, ki-birlenmemişlerdir. Yahudi bilginleri kibirlerinden dolayı iman et­memişlerdir.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Peygambere indirileni dinledikleri vakit de hakkı tanıdıkların­dan dolayı gözlerinin yaşla dolup taşdığmı görürsün onların. "Ey Rabbimiz, iman ettik artık bizi şahid olanlarla beraber yaz" derler.»

«"Rabbimizin bizi sâlihler topluluğuna katacağını umarken niçin Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım?" dediklerini görürsün.»

Peygamber (s.a.v.)'in yanına gelen Necaşî'nin adamları okunan Kur'an âyetleri karşısında kendilerini tutamayıp ağlamaya başla­mışlardı. Çünkü bugüne kadar hakkı beyan eden böyle bir kelâm •duymamışlardı. Resûlüllah onlara Allah'ın kelâmını okuyunca, der­hal iman etmişler ve «Ey Rabbimiz, Kur'an'ın hak olduğuna îman ettik. Bizi de Muhacirler ve Ensarlarla birlikte yaz. Zira onlar se­nin birliğine ve gönderdiğin bütün peygamberlere iman ettiler» de­mişlerdi. Böylece, onlar hakkı duyunca, dayanamayıp göz yaşı dök­müşler ve derhal imana gelmişlerdir. Allahü Teâlâ onların durumu­nu yukarda geçen âyet-i kerîme ile şöyle beyan ediyor: «Peygambere indirileni dinledikleri vakit de hakkı tanıdıklarından dolayı gözleri­nin yaşla dolup taştığını görürsün onların. "Ey Rabbimiz, iman ettik, artık bizi şahit olanlarla beraber yaz" derler.»

, îman nuruyla aydınlanan o zatlara Mekke'li kâfirler «Niçin de­delerinizin dinini bırakıp yeni bir dine girdiniz?» diye sormuşlar. Onlar da cevaben «Allah'ın birliğine, Peygamberine ve Allah tara­fından gönderilenlere niçin iman etmeyelim ve Rabbimizden bize gelen gerçeklere inanmayalım mı?» demişlerdi. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Rabbimizin bizi sâlihler topluluğuna katacağı-

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 85-88)                                     233

nı umarken niçin Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım? de­diklerini görürsün.» İman şerbetini içenler kâfirlerin sözlerine aldır­mazlar ve inançlarından taviz vermezler.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde onlar için şöyle buyuruyor:

«Allah onlara, dediklerine karşılık, ebedî kalacakları, altların­dan ırmaklar akan cennetler verdi. Bu, iyi davrananların mükâfatı­dır.»

Yüce Allah iman eden kullarını böyle mükâfatlandırıyor. Al­lah'ın birliğine, Resulüne ve Kur'an'a iman edenleri Allahü Teâlâ kıyamet günü altlarından ırmaklar akan cennet nimetleriyle mükâ-fatlandıracaktır. Öyle cennetler ki, köşklerinin altından bal, süt, zen­cefil, şerbet, selsebil ve râhik ırmakları akar. Onlar cennette ebedi kalıcıdırlar. Oraya girenler için bir daha çıkış yoktur. Bu, iman edip, amel-i salih yapanların mükâfatıdır.

ÂUahü Teâlâ âyet-i celîlesinde kâfirler için şöyle buyuruyor:

«Ayetlerimizi yalanlayıp kâfir olanlara gelince, onlar da o çılgın ateşin yaranıdırlar.»

Yüce Allah kâfirlerin elîm bir azaba uğrayacaklarını ve ebedî olarak cehennemde kalacaklarını bildiriyor. Allah'ın birliğini, Pey­gamberini ve Kur'an'ın Allah kelâmı olduğunu inkâr edenlerin kı­yamet günü gidecekleri yer cehennemdir. Onlar, orada ebedî kalıcı­dırlar. Bu, onların küfürlerinin cezasıdır. İman edenler mükâfatla­rını, iman etmeyenler de cezalarını mutlaka göreceklerdir. Allahü Teâlâ cenneti iman edenler, cehennemi de iman etmeyenler için ha­zırlamıştır. Herkes dünyadaki amelinin karşılığını âhirette görecek­tir.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Ey iman edenler, Allah'ın size helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Doğrusu Allah aşın gidenleri sevmez.»

234                                     MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 85-88)

«Allah'ın size verdiği rıziktan temiz ve helâl olarak yeyin. İman. etmiş olduğunuz Allah'dan korkun.»

Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Sahabeden bir cemaat Os­man bin Ma'zûn'un evinde toplanarak insanlardan ayrılıp, bir köşe­ye çekilerek, yemeden - içmeden vazgeçip sadece ibadetle meşgul olmak üzere aralarında anlaşırlar. Bu ahidlerine uyarak insanlardan ayrılıp uzlete çekilirler. Yüce Allah onları bu hareketlerinden men ederek şöyle buyurmuştur: «Ey iman edenler, Allah'ın size 'helâl et­tiği temiz şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın.» Yüce Allah yerde ve göklerde olan şeylerin hepsini kulları için yaratmıştır. Bun­lardan kullarının menfaatine olanları helâl, zararına olanları da ha­ram kılmıştır. Allahü Teâlâ'nın yaratmış olduğu her şeyin bir hik­meti vardır. Fakat biz bu hikmeti bilemeyiz. Boşuna hiçbir şey yara­tılmamıştır.

Sahabe-i kiram, Allah'ın helâl ettiği şeyleri kendilerine haram kılınca, Yüce Allah onları bu durumdan men etmiştir. Allah'ın size helâl ettiği şeyleri kendinize haram kılmayın. Dininizde haddi aşma­yın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez. Allah'ın size verdiği rı-zıklarm temiz ve helâl olanlarından yeyin. Allah'ın helâl kıldığını kendinize haram kılmayın.

Said bin Müseyyeb şöyle nakletmiştir: «Osman bin Ma'zun Pey­gamberimize gelerek «Yâ Resûlallah gönlüme bir şey doğdu, beni günlerdir meşgul ediyor ve bugüne kadar onu sizden başkasına söy-Jemeyi arzu etmedim» der. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.): «Yâ Osman, gönlünden geçen nedir?» diye sorar. Osman cevaben: «Yâ Resûlallah, kendimi kısırlaştırıp, kadınla olan ilgimi kesip uzle­te çekilmek istiyorum» cevabım verir. Peygamberimiz Osman'ın bu, sözüne karşı çıkarak: «Yâ Osman, benim ümmetim nefsini ancak oruç tutmakla teskin eder» buyurur. Bunun üzerine Osman «Yâ Re-sûlâllah gönlüm insanlardan ayrılıp bir dağ başında uzlete çekil­mek istiyor» der. Peygamberimiz bunu da kabul etmez ve şöyle bu­yurur: «Yâ Osman, benim ümmetimm uzlete çekilmesi mescidlerde namaz vakitlerini beklemek için oturmalarıdır. Ancak onlar namaz vakitlerini beklemek için insanlardan ayrılıp mescidlerde oturabilir­ler.» Osman yine Peygamberimizden istekde bulunmaya devam eder ve şöyle der: «Yâ Resûlallah, gönlüm yeryüzünün her tarafında ge­zip - dolaşmak istiyor, bir yerde durmak istemiyor». Peygamberimiz, Osman'ın bu sözüne şu cevabı verir: «Ümmetim ancak Allah yolun­da savaşmak, hac etmek ve umre yapmak için sefere çıkar.»

Bu defa Osman «Yâ Resûlallah, gönlüm elimdeki malın hepsini

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 85-88)                                     235

tasadduk etmek istiyor» der. Osman'ın bu sözünü de hoş karşılama­yan Peygamberimiz şöyle buyurur: «Kendini, çoluk - çocuğunu ge­çindirmen, yoksullara ve yetimlere yardımda bulunman, malının hepsini tasadduk etmenden daha efdaldir.» Osman bu defa Peygam-berimize şöyle der: «Ey Allah'm Resulü, gönlüm hanımımı boşayrp, sadece ibadetle başbaşa kalmak istiyor.» Peygamberimiz Osman'ı bundan da şiddetle men ederek şöyle buyurur: «Senin hicretin, ha­ram olan şeylerden sakınman veya vatanını terk edip benim yanı­ma gelmen veya benden sonra kabrimi ziyarete gelmen, yahut öl­dükten sonra bir, iki, üç ve dört nikâhlı kadın bırakmandır ki, bun­larda senin için hicret sevabı vardır.»

Osman bu defa «Ey Allah'ın Resulü, zevcemi boşamaktan beni men ettin. Gönlüm onunla bir araya gelmeyi terk etmek istiyor» der. Yüce Peygamberimiz Osman'ın bu isteğine karşı çıkar ve şöyle bu­yurur: «Yâ Osman, bir mü'min zevcesiyle veya cariyesiyle bir araya gelerek onlardan bir çocuğu dünyaya gelir de ölürse, kıyamet günü o çocuk anasına - babasına şefaatçi olacaktır. Şayet çocuk anasın­dan - babasından sonra ölürse kıyamet günü onlar için nur olur.»

Osman yine gönlünden geçenleri Peygamberimize sıralamaya devam eder ve şöyle der: «Ey Allah'ın Resulü gönlüm her gün et yemek istiyor.» Peygamberimiz: «Hayır ya Osman, ben eti severim. Eğer Rabbimden her gün et yemek için müsaade isteseydim, müsaa­de etmezdi» buyurur. Çünkü et insanın şehevî arzularını kamçılar. Bu bakımdan Peygamberimiz her öğün et yemeye müsaade etmemiş­tir. Bu defa Osman «Yâ Resûlâllah, gönlüm her gün güzel koku sü-rünmeyi arzu ediyor» der. Peygamberimiz «Hayır ya Osman, Ceb­rail bana iki, üç günde bir ve her cuma günü koku sürünmemi bil­dirdi. Ya Osman, benim sünnetime tâbi ol, ondan yüz çevirme. Kim sünnetimden yüz çevirir ve tevbe etmeden ölürse kıyamet günü me­lekler onu, benim kevserimden içmekten alıkoyarlar ve bana yaklaş­tırmazlar» buyurur. Peygamberin sünnetinden yüz çevirenler, O'-nun şefaatinden mahrum kalırlar. Sünnetine tâbi olanlar ise, şefaa­tine nail olurlar.

Peygamberimiz (s.a.v.) mü'minlere ağır gelecek olan şeyleri Os­man'ın şahsında men etmiştir. Osman (r.a.) 'm arzu ettiği şeyler mü'-minlerin bir çoğuna ağır gelecek olan şeylerdir. Bu bakımdan Peygam­berimiz Osman'ı bu işleri yapmaktan men etmiştir. Bu, İslâm dini­nin kolaylık dini olduğunu gösterir. îslâm, hiç kimsenin kendi nef­sine zulmetmesini istemez. Peygamberimiz (s.a.v.) ile Osman ara­sında bu şekilde bir konuşma cereyan ettikten sonra, Yüce Allah yukardaki âyet-i celîleyi inzal ederek şöyle buyurmuştur-. «Ey iman

 MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 89)

edenler, Allah'ın size helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın ve hududu da aşmayın.» Allahü Teâlâ'nın helâl kıldığı şeyleri haram, haram kıldığı şeyleri de helâl sayanlar îsîâm ulemâsına göre kâfir olurlar. Yüce Allah kâfirleri ve dinde haddi aşanları asla sevmez.

Ey iman edenler, eğer siz Allah'a hakkıyla iman etmişseniz ha­ram kıldığı şeyleri helâl, helâl kıldığı şeyleri de haram saymaktan korkunuz. Allah'ın emirlerine karşı gelmekten ancak iman sahipleri korkarlar.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Allah size rastgelc yeminlerinizden dolayı değil, bile bile ettiği­niz yeminlerden ötürü hesap sorar. Yeminin keffareti, ailenize yedir­diğinizin ortalamasından on yoksulu doyurmak, yahut giydirmek ya da bir köle âzâd etmektir. Bunlara gücü yetmeyen üç gün oruç tu­tar. İşte, yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin keffareti budur. Ye­minlerinizi muhafaza edin. Şükredesiniz diye Allah size âyetlerini böylece açıklıyor;»

Allahü Teâlâ bu âyet-i celîlesinde yemin edip sonra bozanların ceza olarak verecekleri keffaretleri bildiriyor. Yemin eden kimse ye­minini bozduğu zaman keffaret vermesi gerekir. Keffaretin neler ol­duğunu da Yüce Allah yukarda geçen âyette bildirmiştir. Keffaret, yemini bozanlara bir kolaylıktır. însan, kendisine helâl olan şeyleri bazan yemin vasıtasıyla haram kılar, sonra pişman olur bundan vaz­geçmek ister ve vazgeçer. Şayet böyle bir kolaylık olmasaydı asla yeminini bozamazdı. Hanefî ulemâsı, bir kişi «Bu benim üzerime ha­ram olsun dese yemin olur» demişlerdir. Yüce Allah, kendilerine he­lâl ettiği şeyleri yemin etmek suretiyle haram kılanlara; yeminlerini bozarak keffaret vermelerini emretmiştir.

Bu âyet-i celile, yenmesi ve yapılması helâl olan bir şeyin yen­memesi ve yapılmaması için edilen yeminin bozulmasına ve bozul­duktan sonra keffaret verilmesine delâlet etmektedir. Allahü Teâlâ

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 89)                                       237

âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor: «Allah size rastgele yeminleriniz­den dolayı değil, bile bile ettiğiniz yeminlerden ötürü hesap sorar.» Rastgele yapmış olduğunuz yeminlerinizi bozmakla Yüce Allah size azap etmez. Fakat yalan yere yapılan yeminlerinizden dolayı size azap eder. Çünkü yalan yere yapılan yemin çok tehlikelidir. Mü'min bundan şiddetle kaçınmalıdır. Gerçek mü'min yalan yere yemin et­mez.

İbn Abbas (r.a.) yemin-i lâğv'ı şöyle tarif etmiştir: «Bir insanın bir iş üzerine, o işin söylediği gibi olduğunu zannederek yemin et­mesidir. Fakat doğru zannettiği şey dediği gibi değildir. Bu yemin­den dolayı Allahü Teâlâ ona azap etmez.» Çünkü yemin eden öyle zannediyordu.

Said bin Cebir (r.a.) de «Yapılması ve yenilmesi helâl olan bir şeyi yeminle kendine haram eden kimsenin yeminini bozmasından dolayı Allahü Teâlâ kendisine azap etmez. Fakat o kimse yeminini bozmaz, yemini üzere devam ederse günahkâr olur» demiştir.

Vehb ibni Münebbih'e, «Allah size rastgele yeminlerinizden do­layı hesap sormaz» âyetinin anlamını sorarlar. Vehb şöyle cevap ve­rir: «Yemin üçtür. Yemin-i lâğv, yemin-i mün'akıt, yemin-i sabırdır. Yemin-i lâğv: Dil alışkanlığı ile yapılan yeminlerdir. Konuşurken «Vallahi böyle, vallahi şöyle» denilmesi gibi. Bu yeminlerden dolayı Yüce Allah kullarına azap etmez. İkincisi yemin-i akiddir. Akid ye­mininde bulunanlar yeminlerini bozdukları takdirde üzerlerine kef­faret lâzım gelir. «Şu işi yapacağım veya yapmayacağım» şeklinde söylenilmesi gibi. Üçüncüsü yemini sabırdır: Yemin eden kimse ye­minini bozmadığı takdirde üzerine bir şey lâzım gelmez.

Allahü Teâîâ, yemin edip de sonra bozanların ceza olarak keffa-retlerini bildirmiş ve şöyle buyurmuştur: «Yeminin keffareti, aile­nize yedirdiğinizin ortalamasından on yoksulu doyurmak, yahut giy­dirmek ya da bir köle âzâd etmektir. Bunlara gücü yetmeyen üç gün oruç tutar. îşte, yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin keffareti budur. Yeminlerinizi muhafaza edin.» Bozulan yeminlerin keffareti olarak on kişinin sabah-akşam iki öğün yedirilmesi, yahut on fakirin nor­mal şekilde giydirilmesi veya bir köle âzâd edilmesidir. Bu üçünden birini yerine getirmeye gücü yetmeyenler arka arkaya üç gün oruç tutarlar.

Yemin, eğer ma'siyetten vazgeçmek için yapılmışsa, bozulma­ması, şayet helâli haram kılmak için yapılmışsa, bozularak keffaret verilmesi gerekir. Şükredesiniz diye Allahü Teâlâ size âyetlerini böy­le açıklıyor.

238                                     MÂÎDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 90-91)

Yemin: Bir haberi, Allah'ın adını anarak kuvvetlendirmeye de­nir ve üçe ayrılır:

a)   Gamus - ateşe düşüren yemin: Geçmiş zamana ait bir iş üze­rine yalan kasdı ile yemin etmektir. Bu şekilde yemin edenler günah­kâr olurlar.

b)  Lâğv - boşuna yemin: Geçmişe ait bir iş üzerine, o işin söyle­diği gibi olduğunu zannederek, yemin etmeğe denir. Halbuki iş de­diği gibi değildir.

c)   Mün'akit - bağlantılı yemin :  Gelecek zamana ait bir işi, yap­mak veya yapmamak ü^re yemin etmeğe denir. Bu şekilde yapılan bir yemin eğer bozulursa keffaret gerekir.

Yemin «Allah» lâfzı ile olur. Bundan başka Rahman, Rahim gibi Allah'ın diğer isimleriyle de yemin olduğu gibi, örfen kendisiyle ye­min yapılan Allah'ın sıfatlarından biri ile de olur. «Allah'ın izzeti, celâli ve azameti hakkı için» demek gibi. Ancak «Allah'ın ilmi hakkı için» diye söylenen söz yemin olmaz. Çünkü bu örfde yemin olarak kullanılmaz.

Allah'dan başka şeylerle yemin olmaz. Peygamber hakkı için, Kur'an hakkı için, ekmek hakkı için, Kâ'be hakkı için gibi. Yalnız «Allah hakkı için» demek yemindir.

Arapçada yemin harfleri «Vav, Bâ ve Tâ»'dır. Vallahi, Billahi, Tallahi gibi. Yemin ederim, yahut Allah'a yemin ederim, and içerim yahut Allah'a and içerim, şahitlik ederim yahut Allah'a şahitlik ede­rim, diyen kimse yemin etmiş olur.

Şunlar da yemin olur: Eğer o kimse falan işi yaparsa Yahûdidir, Hıristiyandır yahut kâfirdir» diye yemin ederse bu sözü yemin. olur. Fakat bu şekilde konuşmak Müslümana asla yakışmaz.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor ■

«Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şey­tan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.»

«Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve

MÂÎDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 90-91)                                     239

kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan, namazdan  alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?»

Allahü Teâlâ bu âyet-i celîlesinde içki, kumar, putlar ve falcılı­ğın haram olduğunu bildirmiştir. Bu âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Said ibni Ebî Vakkas Cr.a.) sahabeden Uthan bin Mâlik'in hazırlamış olduğu düğün yemeğine iştirak eder. Yerler, içerler, baş­lar iyice döner, Said soyunu ve asaletini öğen ve Ensar'ı hicveden şiirler okumaya başlar. Ensar buna tahammül edemez, Said'in kafa­sını kızarmış deve kemiği ile yararlar. Said Peygamberimize gelerek onları şikâyet eder. Bunun üzerine Hz. Ömer «Yâ Rabbi bize içki hakkında gönüllere şifa verici bir açıklama bildir» der. Bunun üze­rine Bakara Sûresinin 219. âyeti nazil olur. «Sana içki ve kumardan sorarlar. De ki: "İkisinde de büyük günah ve insanlar için faydalar vardır. Günahları ise faydalarından daha büyüktür." Bu âyet nazil olunca sahabenin bir kısmı «Mademki faydasından çok zararı var» diyerek derhal içki ve kumarı terk eder. Ömer çağrılarak bu âyet kendisine okunur. Ömer yine «Yâ Rabbi bize içki hakkında gönülle­re şifa verecek bir açıklama bildir» der. Bunun üzerine Nisa Sûresi­nin 43. âyeti nazil olur, «Ey iman edenler, sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayınız.» Bu âyet nazil olunca yine sahabeden bir kıs­mı içkiden vazgeçer. Hz. Ömer'e bu âyet de okunur ve Ömer «Ya Rabbi bize içki hakkında gönüllere şifa verecek bir açıklama bildir» der. Bunun üzerine Mâide Sûresinin 90 - 91. âyetleri nazil olur. Yüce Allah bu âyet-i ceîîlelerde şöyle buyuruyor: «Ey iman edenler, içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlar­dan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmak­tan, namazdan alıkoymak ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?» Aîlahü Teâlâ kullarına zararlı olan her şeyi yasaklamıştır. İç­kinin yasaklanması tedricî olmuş ve bir anda yasaklanmamıştır. Ted­ricî olarak yasaklanmasının bazı sebebleri vardır.

İçki ve kumarın insana bir çok zararları vardır. îçki Allah'ın in­sanlara vermiş olduğu akıl nimetini izale eder. Sıhhati ve ahlâkı bo­zar, insanın şerefini yok eder. Aile ocağını yıkar, çoluk-çocuğu ah­lâksız yapar, serveti yok eder. Allah'ı zikirden alıkoyar, ibadeti unut­turur, hayırdan uzaklaştırır ve kötülüğe teşvik eder. Nitekim Pey­gamberimiz «Bütün kötülüklerin anası içkidir» buyurmuştur.

Kumar da içki gibidir. İnsanın en kıymetli cevheri olan aklını bozar, servetini yok eder, aile yuvasını ve çoluk-çocuğunu perişan eder. İnsanları birbirine düşman yapar, cemiyetin huzurunu bozar.

240                                     MÂÎDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 90-91)

Allah'ı zikirden ve ibadetten alıkoyar. Dünyayı insanın başına zin­dan eder. İçkici ve kumarcının sıhhati gibi, ahlâkı da bozulur..

İçkinin ve kumarın azı da, çoğu da haramdır. Haramın azı çoğu olmaz. Bir damlası da, bir kadehi de birdir. İnsanı sarhoş eden her çeşit içki haramdır. Afyon, eroin ve uyuşturucu maddelerin hepsi aynı şekilde haramdır. İçinde alkol bulunan her şey aynı durumda­dır. Kumar da böyledir. Paralı - parasız fark etmez. İster çayına -kahvesine olsun, ister zaman geçirmek için olsun, ne suretle oynanır­sa oynansın ve hangi çeşidi olursa olsun haramdır.

Dinimizde puta tapmak ve fal açmak da kesinlikle haramdır. Allah'tan başkasına ibadet etmek küfürdür. Putlara tapmak, onlar için kurban kesmek ve onlardan yardım beklemek haramdır. İbadet yalnız Allah'a yapılır ve O'ndan yardım talep edilir.

Falcılık da böyledir. Dinimizde asla falcılık yoktur. Fala bakan­lar tıpkı puta tapanlar gibidir. Fala bakan da, baktıran da, onları tasdik eden de aynı şekilde günaha girerler. Gaybtan haber vermek küfürdür, gaybı ancak Allah bilir. Allah'tan başka kimse gaybı bi­lemez. Falın her çeşidi haramdır, yasaktır. Yüce Allah «İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçı­nın ki kurtuluşa eresiniz» buyurmuştur. Bunlar insanlar için çok za­rarlı olduklarından dolayı Allahü Teâlâ yasaklamıştır. Bütün bunlar sadece Kur'an-ı Kerim'de değil, Tevrat'ta da yasaklanmıştır.

Bir zat Kâ'b ibni Ahbar'dan Tevrat'ta içkinin haram olup olma­dığını sorar. O da haram olduğunu söyleyerek, şöyle der: «Tevrat'ta:

Jâyeti yazılıdir- "Biz> bâ~

tıl olan şeyleri ve oyunları gidermek için Hak kelâmı indirdik» bu-yurulmuştur. İçki ve kumar Tevrat'ta da aynı şekilde yasaklanmış­tır. Tevrat'ta içki ve kumar gibi, oyun, çalgı, yüksek sesle şarkı - tür­kü söylemek de yasaktır, haramdır.

İçki içen kimsede şu hususlar bulunursa, ceza olmak üzere ken­disine 80 sopa vurulur: a) Müslüman olmak. Müslüman olmayana had cezası verilmez. Çünkü içki Allah'a iman edenlere haram kılın­mıştır, b) Akıl baliğ olmak, c) Dilsiz olmamak, d) Kendi isteği ile iç­mek, zorla içirilenlere de had tatbik edilmez. İçki içtiği ya iki şahit­le veya kendi itirafıyla isbatlanmış olacaktır. (Geniş bilgi için Ömer Nasuhî Bilmen'in îstılahât-ı Fıkhiyye Kâmusu'na müracaat edilme­lidir.)

MÂÎDE SÛRESÎ (cüz: 7, âyet: 92-93)                                     241

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«Allah'a itaat edin, Peygamberine itaat edin, karşı gelmekten sa­kının. Eğer yüz çevirirseniz bilin ki, Peygamberimizin vazifesi açık­ça tebliğ etmekten ibarettir.»

Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne itaat edin. Haram kıldığı şeylerden sakının ve emirlerine karşı gelmeyin. Peygamber Allah'­ın emirlerini size tebliğ etmektedir. O'nun görevi Allah'ın emirleri­ni ve yasaklarını size bildirmektir. Mükâfatı ve mücazatı verecek olan da Allah'dır. Peygamberin size bildirdikleri Allah'ın kendisine indirdiği Kur'an âyetleridir.

Bu âyet inince Hay ibni Ahtap Peygamberimiz (s.a.v.)'e daha önce içki içip kumar oynayıp ölenlerin durumunu sorar. Bunun üze­rine Yüce Allah aşağıdaki âyeti inzal eder.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

 

«İman edip güzel amel işleyenler Allah'tan korktukları, imanla­rında sebat ettikleri, iyi amel işlemeye devam ettikleri, sonra Allah'­tan sakındıkları, imanlarından ayrılmadıkları ve iyilikte bulunduk­ları müddetçe daha Önce yediklerinden dolayı kendilerine bir günah yoktur. Allah iyilikte bulunanları sever.»

İman edip, amel-i salih işleyenlerin, içki haram olmadan önce içmiş oldukları içkiden dolayı kendilerine bir vebal yoktur. Zira he­nüz daha içki yasağı konmamıştı. İman edenler Allah'a şirk koşmak­tan, ma'siyet işlemekten kaçınmışlar, Kur'an'a iman etmişler, güzel güzel ameller işlemişler, içkinin haram olduğunu tasdik etmişlerdir. Bununla beraber insanlara zulmetmekten ve haksızlık yapmaktan şiddetle kaçınmışlardır. Zira Allahü Teâlâ iyi davrananları sever.

Abdurrahman Süllemî şöyle nakletmiştir: «Hz. Ömer'in halifeliği zamanında Muaviye Şam valisi iken bir grup insan bu âyeti tevil ede­rek içki içmişler ve içkinin kendilerine haram olmadığını söylemiş­lerdi. Muaviye bu durumu öğrenince bir mektupla halifeye bildirir

C. : II — F. : 16

242                                       MÂIDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 94)

ve onlar hakkında hüküm ister. Hz. Ömer de Muaviye'ye bir mektup yazarak onları kendisine göndermesini ister. Muaviye derhal-onları halifeye gönderir. Onlar halifenin yanına geldikleri zaman, halife tek başına hüküm vermez, sahabeyi toplar ve haklarında verilmesi gereken hükmü sorar. Sahabe görüşünü şöyle açıklar: «Onlar Allahü Teâlâ'ya iftira ederek haram kıldığı şeyi helâl saymışlar ve tekrar ona başlamışlardır. Bunun için hepsinin boynunu vurun.» Aynı mec­liste bulunan Hz. Ali (r.a.) bu hükme katılmaz. Hz. Ömer, onun fik­rini sorar, Hz. Ali şu cevabı verir: «Önce bunların tevbe etmesini is­teyin. Eğer tevbe ederlerse her birine seksen sopa vurun. Şayet tev­be etmezlerse o zaman boyunlarını vurun.» Bunun üzerine Halife on­ların tevbe etmesini ister. Onlar da yaptıklarına pişman olarak tev­be ederler. İçki içenlere had cezası gerektiği için Halife, onların her birine seksener sopa vurur.

Bir insan ne kadar âlim olursa olsun, mühim, mes'elelerde bir kaç âlimle istişare yapması gerektiğine bu olay delâlet etmektedir. Tâ ki kendi reyiyle hükmedip hataya düşmesin. Çünkü istişare ki­şileri hataya düşmekten korur.

Allahü Teâlâ âyeti celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Ey iman edenler, Allah, görmeksizin kendisinden korkanları ayırd etmek için ellerinizin, mızraklarınızın erişebileceği av nevile-riyle, and olsun ki, sizi imtihan edecektir. Kim bundan sonra aşırı giderse ona pek acıklı bir azap vardır.»

Bu âyet-i celile Hudeybiye yılında nazil olmuştur. Peygamberi­miz (s.a.v.) sahabesiyle birlikte Hac etmek üzere yola çıkarlar ve Hudeybiye'de konaklarlar. Bu esnada çadırlarının etrafı av hayvan­ları ve vahşi hayvanlarla dolar. Hayvanlar çadırlara o kadar yakla­şırlar ki, sahabe-i kiram elleriyle ve oklanyle unları yakalayacak du­ruma gelir. Bu, Allahü Teâlâ'nm onları bir imtihanıdır. Yüce Allah bu olayı şöyle beyan buyuruyor: «Ey iman edenler, Allah, görmeksi­zin kendisinden korkanları ayırd etmek için ellerinizin, mızrakları­nızın erişebileceği av hayvaniarıyle, and olsun ki, sizi imtihan ede­cektir.» Allahü Teâlâ av hayvanları vasıtasıyla kendisinden korkan­larla korkmayanları ayırd etmek için imtihan etmiştir. Yüce Allah ilm-i ezelisinde kimin korkup, kimin korkmadığını çok iyi biliyordu.

MÂİDE SÜRESİ (cüz: 7, ayet: 9f>)                                       243

Ancak kimin korkup, kimin korkmadığını ortaya çıkarmak için bu olay vasıtasıyla kendilerini imtihan etmiştir.

İhramlı olanlara kara avcılığı yapmak yasak ve haramdır. Bu hükümler kendilerine beyan olduktan sonra her kim dinde haddi aşarsa ona elem verici bir azap vardır.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde ihramlı olanlar için şöyle buyu­ruyor :

«Ey iman edenler, siz ihramlı bulunurken av öldürmeyin. İçiniz­den kim onu bilerek öldürürse, ona öldürdüğü hayvanın benzeri bir hayvan kurban etmek cezası vardır. Buna, Kâ'be'ye ulaşmış bir kur­banlık olmak üzere, içinizden adalet sahibi iki kişi hükmeder. Ya­hut o nisbette yoksul doyurmak şeklinde keffaret ya da yaptığının vebalini tatmak üzere bunlara denk oruç tutma vardır. Allah geç-oniştekileri affetmiştir. Kim tekrar yaparsa Allah ondan intikamını alır. Allah mutlak galiptir, intikam sahibidir.»

Ey iman edenler, siz ihramlı olduğunuz halde av avlamayın. Yukar­da da belirtildiği gibi, ihramlı olanlara kara avcılığı yapmak haram­dır. Yani ihramda iken avlanmak haramdır. İhramdan çıkınca av­lanmanın hiçbir mahzuru yoktur. İhramda bulunan kimse bu yasa­ğa uymayarak avlanırsa hem günahkâr olur, hem de öldürdüğü hay­vanın benzeri bir hayvan kurban etmesi gerekir. Meselâ ihramlı iken bir deve kuşu veya onun mukabilinde bir hayvanı öldürenin bir de­ve kurban etmesi gerekir. Eğer ihramlının öldürdüğü sırtlan veya benzeri bir hayvan olursa, buna mukabil bir koyun kurban etmesi gerekir. İhramlı şayet öldürdüğünün bedelini tayin edemezse, iki âdil kişinin vereceği hükme göre bedeli ödenir. Onlar öldürülen hay­vanın bedelini ne takdir etmişlerse -deve, sığır, koyundan- o alınır ve Beytullah'a götürülerek orada kurban edilir ve eti fakirlere dağı­tılır. Kurban ancak deve, sığır ve koyun cinsinden olur. Başkaların­dan kurban olmaz. İhramlı o anda öldürdüğü hayvanın bedeli ola­rak kurbanlık bulamazsa, iki âdil Müslümamn tayin etmiş olduğu kurbanlığın bedeli fakirlere tasadduk edilir. Tayin edilen kurban­lığın bedelinden azının tasadduk  edilmesi  caiz değildir. Tayin edi-

244                                       MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7, ayet: 96)

len kurbanlığın bedeli fakirlere tasadduk edildiği gibi, kurban-iık hayvanın bedeli nisbetinde de yoksullar doyurulur. Eğer ihram-linin bunları yapacak maddi gücü yoksa, o zaman bunlara denk ol­mak üzere oruç tutar.

İbn Abbas (r.a.) şöyle demiştir: «îhramlmın öldürmüş olduğu av hayvanlarına kıymet takdir edilmesinin sebebi, kaç fakir doyu-mılacağınm ve kaç gün oruç tutulacağının bilinmesi içindir. İhramda ■iken av avlayan kişi bu üç şeyden birini yapmakta serbesttir. İster ■kurban keser, ister bunun mukabili fakir doyurur, ister oruç tutar. Bütün bunlar, ihramhnın işlemiş olduğu günahın cezasını tatması ve bir daha böyle bir iş yapmaması içindir.»

İhramlıya av avlamak haram olmadan önce, yapılan bu gibi hataları Yüce Allah affetmiştir. Kim de haram olduktan sonra tek­rar av avlarsa Allah ondan intikamını alacaktır. İhramhnın, avla­nan avın mukabili olan keffaretleri yerine getirmesi üzerine vacip­tir. Bu keffaretleri yerine getirmeyenler günahkâr olurlar.

Bazı tefsircilere göre, ihramlı bir defa av avlamakla kendisine keffaret gerekmez Ancak ikinci defa av avlarsa o zaman keffaret gerekir. Yüce Allah her şeye kadirdir, galibdir. Haddi aşanlardan mutlaka intikamını alacaktır.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«Deniz ava ve onu yemek size de, yolculara da geçimlik olarak helâl kılındı. İhramlı bulunduğunuz müddetçe kara avı size haram kılınmıştır. Huzuruna varıp toplanacağınız Allah'dan korkun.»

Ey iman edenler, ihramlı bulunduğunuz zaman, size ve misafir­lere deniz avı helâl kılınmıştır. İhramda olanlara deniz avı yasak değildir. Çünkü bu onlar için bir azıktır. Fakat kara avı avlamak ya­sak ve haramdır. îhramlmm av avlamaması ve Harem-i Şerifin et­rafındaki hayvanların da avlanmaması,  hacca ve Harem-i  Şerife j hürmetten ileri gelmektedir. O mübarek .sahada kemâl-i hürmetle ha­reket edilerek mahlûkata tecavüzden kaçınılmasının lüzumuna işa-iret edilmek için bu yasak konmuştur. O kutsal yer, insanlar gibi | kuşların ve diğer hayvanların ela kurtuluş ve selâmet sahasıdır. Ar­tık O'na karşı gösterilmesi iktiza eden hürmet ve  tevâzuyu  ihlâl edecek hareketlerden kaçınılması dinin emridir.

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 97)                                       245

İhramhnın şu hayvanları Öldürmesi cezayı gerektirmez: Kar­ga, çaylak, akrep, yılan, fare, sinek, karınca, pire, arı, kene, kerten­kele, kelebek, kurt ve üzerine saldıran köpek. Bunlar av hayvanı ol­madıkları için, öldüren kimse cezalandırılmaz.

Ebû Hüreyre (r.a.) şöyle nakletmiştir: «Hz. Ömer'in halifeliği za­manında Bahreyn valisi idim. Halk denizin kenara attığı balıkların yenilip - yenilemeyeceğini sordu, ben «Yenir» cevabını verdim ve Medine'ye döndüğüm zaman durumu Halife'ye bildirdim. O da aynı şekilde hükmetti.»

Ey iman edenler, huzuruna varıp toplanacağınız Allah'dan kor­kun, îhramlı iken avlanmaktan sakının, kıyamet günü varacağınız yer O'nun huzurudur. Emirlerine itaat edin, yasaklarından kaçının ki felaha eresiniz.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

-Allah, Beytü'l-Haram olan Kâ'be'yi, hürmet gösterilen ayı, Kâ'-be'ye hediye edilen kurbanı, boynuna işaret takılan kurbanlıkları in-sanlan ayakta tutan bir rızik vesilesi yaptı. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olanları bildiğini ve Allah'ın her şeyi ilmiyle kuşattığını bil­meniz içindir.»                           '

Yüce Allah, Harem-i Şerifi, kurbanları ve haram ayı insanların faydalanması için ortaya koymuştur. Allahü Teâlâ Harem-i Şerifi bütün mahlûkat için emniyet mahalli kılmıştır. Oraya iltica eden­ler her türlü kötülüklerden korunmuşlardır. Orada insanlar emni­yet içinde olduğu gibi, kuşlar ve diğer mahlûkat da aynı durum­dadır. Bunun için oradaki hayvanları avlamak da yasaktır. Suç iş­leyerek Harem-i Şerife iltica eden insanın iaşesi kesilmez ve adı geçen mahalde cezalandırılmaz.

Harem-i Şerifte kesilmek üzere işaretlenip yola çıkarılan kur­banlıklara da dokunulmaz. Onların boyunlarına takılan halkalar Kâ'-be'de kurban edileceklerinin alâmeti olduğu için çıkarılmaz. Emni­yet içinde kurban edilecekleri nıevkiye ulaşırlar. Onlara dokunmak ve boyunlarmdaki alâmetleri almak yasaktır. Allahü Teâlâ şöyle bu­yuruyor: «Allah, Beytü'l-Harâm olan Kâ'be'yi, hürmet gösterilen ayı, Kâ'be'ye hediye edilen kurbanı, boynuna işaret takılan kurbanlıkları insanları ayakta tutan bir rızık vesilesi yaptı. Bu, Allah'ın göklerde

240                                    MÂİDlfi SÛKESİ (cüz: 7, AyeL: İM-100)

ve yerde olanları bildiğini ve Allah'ın her şeyi ilmiyle kuşattığını bil­meniz içindir.» Yüce Allah kullarının gizlediklerini ve açığa çıkar­dıklarını, dinlerinde ihlâs sahibi olanları ve münafıkları bilir. Ona göre mükâfat ve mücâzat verir.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

-Bilin ki Allah'ın azabı gerçekten şiddetlidir. Allah hakikaten çok yarhğayıcı, çok esirgeyicidir.»

«Peygamberin görevi sadece tebliğ etmektir. Allah, sizin açıkla­dıklarınızı da gizlediklerinizi de bilir.»

Ey insanlar, bilin ki, Allah'a itaat etmeyenlere, âsî olanlara ve emirlerini yerine getirmeyenlere Allah'ın azabı çok şiddetlidir. Kim­se O'nun azabına takat getiremez. O, tevbe edip, emirlerine itaat edenleri bağışlayıcıdır. Rahimdir, kullarının günahlarını affeder. •İman edenler daima O'nun azabından korkarlar ve rahmetinden ümitlerini asla kesmezler. Korku ile ümid arasında emirlerine itaat ederler ve âhiret için çalışırlar.

Peygamberlerin görevi Allah tarafından kendilerine inzal edi­len emir ve yasakları insanlara tebliğ etmektir. Onlar insanların gö­nüllerinden geçirdiklerini bilemezler. Hem gönüllerden geçeni bil­mekle de mükellef değillerdir. Sadece Allah'ın kendilerine indirdiği­ni insanlara tebliğ ile mükelleftirler. İnsanların açığa vurduklarını ve kalblerinde gizlediklerini ancak Allah bilir. Buna göre kullarının mükâfatını ve mücâzatını verir. Hiç kimsenin hakkı zayi olmaz ve amelleri karşılıksız kalmaz.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«De ki: "Helâl ile haram -haram şeylerin çokluğundan hoşlan san bile - müsavi değildir." Ey akıl sahipleri Allah'dan korkun ki kurtuluşa er esiniz.»

İmam-ı Kelbî'ye göre bu âyet Yemâme hacıları hakkında nazil

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 101-103)                                   247

olmuştur: Onlar Şureyh bin Dubâ'nm mallarını almak istemişler, Yü­ce Allah, onları Şureyh'in mallarını almaktan nehyederek şöyle bu­yurmuştur: «Ey iman edenler, onun malını almanız haramdır. Haram olan şeylerin çokluğundan hoşlansanız bile, başkalarının mallarını almak haramdır.» Yüce Allah mü'minlere haksız yere başkalarının mallarını almayı ve yemeyi yasak ve haram kılmıştır. Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, de ki: "Helâl ile haram bir değil­dir." Ey akıl sahipleri Allah'dan korkun ki felaha eresiniz.» Haram yemenin çok kötü olduğunu Yüce Mevlâ beyan ediyor. Ey akıl sa­hipleri haram, yemekten ve haram olan şeyleri helâl saymaktan Al­lah'dan korkun. Şayet Allah'dan korkar ve haram yemekten sakı­nırsanız kurtuluşa ve felaha erersiniz. Haram yiyenler ve çeşitli ba­hanelerle haramı helâl sayanlar asla kurtuluşa ve felaha ulaşamaz­lar. Gerçek Müslüman bile bile başkasının malından zerre kadar bi­le yemez.»

İmam-ı Dahhâk (r.a.) şöyle demiştir: «Haram maldan yapılan hayır Allah indinde asla kabul olmaz. Kim ki haram maldan hayır yapar da karşılığında sevap beklerse kâfir olur. Ancak helâl maldan yapılan hayır Allah indinde kabul olur. Zira Allah temizdir, temiz maldan yapılan hayrı kabul eder. Helâl maldan yapılan zerre kadar hayır Allah katında dağ gibi olur. Haram maldan yapılan dağ gibi hayrın ise Allah katında zerre kadar bile hükmü yoktur. Mü'minle-rin buna çok dikkat etmesi gerekir.

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«Ey iman edenler, Allah'ın affettiği şeyleri -ki eğer size açıkla­nırsa ve siz bunları Kur'an inerken sorup da hükmü size izhar olu­nursa hoşunuza gitmeyecekti - sormayın. Allah çok yarlığayıcıdır, cezada da aceleci değildir.»

«Öyle mes'eleleri sizden evvel bir millet sordu da sonra o yüz­den kâfir oldular.»

Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Allahü Teâlâ haccı farz kılıp şu âyeti inzal buyurunca: ^r~' far" -^' £ ^J Peygambe­rimiz (s.a.v.) onu sahabe-i kirama okur ve «Ey insanlar, Allah sizin

248                                      MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 103)

üzerinize haccı farz kıldı» buyurur. Bunun üzerine sahabeden birisi «Ey Allah'ın Resulü, bizim üzerimize her sene mi Hac etmek farzdır» der. Peygamberimiz o zatın sorusuna cevap vermez. O zat Peygam­berimizden cevap alamayınca sorusunu tekrarlar. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle der: «Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim ki, eğer onun sorusuna evet deseydim, her sene size hac etmek farz kılınacaktı. Siz de ona takat getiremeyecek, terk ede­cektiniz. Onu terk edince de küfre girmiş olacaktınız. Hac etmek sizin üzerinize ömrünüzde bir defa farz kılınmıştır.» Bunun üzeri­ne Allahü Teâlâ bu âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Ey iman edenler, Allah'ın affettiği şeyleri -ki eğer size açıklanırsa siz bun­ları Kur'an inerken sorup da hükmü size izhar olursa hoşunuza git­meyecektir- sormayın.» Yüce Allah kullarına tahammül edemeye­cekleri yükü yüklemez. Ancak tahammül edebilecekleri yükü kendi­lerine yükler.

Ey iman edenler, Kur'an'da size beyan edilenleri alın, size açık­lanmayanlardan sormayın. Zira siz onlardan sorumlu değilsiniz. Al­lahü Teâlâ çok yarhğayıcı ve çok bağışlayıcıdır. Tevbe eden kulları­nın günahlarını bağışlar ve lâyık oldukları cezayı vermekte de acele etmez.

Ey mü'minler, öyle mes'eleleri sizden evvel bir millet sordu da sonra o yüzden kâfir oldular. Musa'nın kavmi Musa'dan Allah'ın kendilerine açıktan gösterilmesini, İsa'nın kavmi de İsa'dan gökten inen mâidenin (sofranın) nereden geldiğinin gösterilmesini istemiş­ler de, bu yüzden kâfir olup, helak olmuşlardır. Siz, onların peygam­berlerine sordukları gibi, peygamberinize sormayın. Sonra siz de on­lar gibi helak olursunuz.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor :

I

«Allah, "Bahiyre, Sâibe, Vesiyle ve Hâmfaan hiçbirini meşru' kılmamıştır. Fakat küfretmekte olanlar Allah namına yalan söyleye­rek O'na iftira ediyorlar. Onların çoğunun ise akıllan ermez."*

Bu âyet-i celîle Arapların müşrikleri hakkında nazil olmuştur. Müşrikler, develeri beşinci doğumda erkek yavru yaparsa, onu put­larına kurban ederler, etini ise sadece erkekler yer, kadınlara yedir­mezlerdi. Şayet develeri beşinci doğumda dişi yavru yaparsa onun kulağını yararlar, salıverirler, yük yüklemezler, Allah'ın adını üze-

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 104)                                      249

rine anmazlar, sadece sütünü sağarlar ve erkekler yerdi. Bu gibi de­velere «bahiyre» derlerdi. Sâibe de şudur: Müşrikler sefere çıktıkla­rı zaman salimen geri dönerlerse veya hastaları iyi olur, yahut bir ihtiyaçları yerine gelirse putlarına bir dişi deve nezre derlerdi. Nez-rettikleri deveyi kendi mülklerinden çıkarırlar, putların bakıcısına teslim ederlerdi. Vesiyle ise şudur: Müşriklerin koyunlarından biri yedinci doğumunda erkek doğurursa, onu putları için kurban eder­ler ve etinden sadece erkekler yer, kadınlara yedirmezlerdi. Yedinci kuzu dişi olursa kurban edilmezdi. Eğer yedinci doğum ikiz olursa yine kurban etmezlerdi. Hâm da şudur: Sulbünden on deve doğan deveyi erkek deve kabul ederler ve sırtını haram sayarlardı. Artık onu serbest bırakırlar, yük yüklemezler, üzerine binmezlerdi. O is­tediği yerde otlar, istediği sudan içer ve kimse kendisine mani olmaz­dı. Onlar, bunu Allah'ın emri diye yaparlardı. Halbuki bunların hiç­biri Allah'ın emri değildir. Yüce Allah onların yalanlarını açığa çı­karmak için yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Al­lah, "Bahiyre, Sâibe, Vesiyle ve Hâm'dan hiçbirini meşru' kılmamış­tır. Fakat küfretmekte olanlar Allah namına yalan söyleyerek O'na iftira ediyorlar.» Müşrikler, Allah'ın kendilerine helâl kıldığını ha­ram kılmışlardır. Allah'a iftira ederek helâl olan şeyleri kendilerine haram kılmışlardır. Haram olanları da helâl saymışlardır. Bu gibi insanlar zamanımızda da çoktur. Onlar da Allahü Teâlâ'nm haram kıldığı şeyleri kendilerine helâl kılmışlardır. Onlara göre önemli olan menfaatleridir, haram ve helâl önemli değildir. Bu insanlar büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Onlara: "Gelin Allah'ın indirdiği kitaba ve peygambere uyun denildiğinde, "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter" der­ler, ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?»

Müşriklere, «Gelin Allah'ın indirdiği kitaba uyun, O'nun helâl kıldığını haram, haram kıldığını helâl kabul etmeyin. Peygambere tâbi olun, sünnetiyle amel edin ki kurtuluşa eresiniz» denildiği za­man, onlar «Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter, onla­rın yaptığını biz de yaparız» demişlerdir. Onlar Hakkı kabul etme­mişler, yüz çevirmişlerdir. Yüce Allah onlar için şöyle buyuruyor:

Î60                                      MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet.: 106)

«Ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiy-i.seler?» Ataları din namına hiçbir şey bilmiyorlar ve elleriyle yaptık­ları putlara «İlâh» diye tapıyorlardı. Böylece küfür, şirk ve gaflet j-içinde helak olup gitmişlerdir. Allahü Teâlâ onların da ataları gibi, haktan uzak, küfür ve şirk içinde helak olmamaları için kitap gön­dermiş ve ona tâbi olmalarını, Allah'a ve Resulüne iman edip, İslâm ile amel etmelerini istemiştir. Allah'a ve Resulüne iman edip, Allah'­ın gönderdikleriyle amel edenler hidayete ermişlerdir. İman etme­yip, O'nun indirdiği ile amel etmeyenler ise sapıklığa düşmüşlerdir. Müşrikler bu gerçekleri gördükleri halde yine de «Atalarımızı üze­rinde bulduğumuz yol bize yeter» demişlerdir. Halbuki atalarının yo­lu küfür, şirk ve sapıklık yoludur.

Zamanımızda da bu gibi insanlar çoktur. îslâmm emirlerine tâ­bi olmazlar da «Biz büyüklerimizden böyle duyduk» derler. Halbuki onların duydukları kitaba ve sünnete aykırıdır. Bu yüzden dalâlete düşerler, sünnet yerine bid'atlarla amel ederler. Böylece dinin emir­lerini unuturlar. Bazı ilim sahipleri bile aynı hatâya düşmüşler, ne­fislerinin arzusuna uyup, dünyanın şan ve şöhretine kapılarak, bid'­atlarla amel etmeye başlamışlar ve İslâm'ın emirlerini unutmuşlar­dır. Bunlar kendilerini helak ve perişan ettikleri gibi, başkalarının helakine de sebep olmuşlardır. Gerçek mü'minlerin bu gibilere iti­bar etmemesi gerekir.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Kendiniz doğru yolu bu-■lunca sapanlar size zarar vermez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O, neler yaptığınızı size haber verecektir.»

Ey iman edenler, siz kendinize bakın. Şayet kendiniz doğru yol­da olursanız, sapıklığa düşenler asla size zarar veremezler. Siz hak­tan ayrılıp onlara uymadıkça, onlar sizi sapıtamazlar. Eğer onlara uyarsanız kendileri haktan uzaklaştıkları gibi, sizi de uzaklaştırır­lar. Mü'minler hak yoldan ayrılmadıkça başkaları onları hak yoldan sapıtamazlar.

Bu âyetin mânâsı Ebû Bekir-i Sıddık Hazretlerine sorulur. O da şöyle cevap verir: «İnsanların dünyaya dalıp, nefislerinin arzuları­na uyarak âhireti unuttuklarını ve herkesin fikri kendisine hoş ge-

MÂİDK SÛRESİ (cüz: 7, Ayol: 105)                                      251

lip, fikrini beğendiğini ve istişarenin ortadan kalktığını gördüğünüz zaman, kendi nefsinizi ve malınızı ıslâh edin. Başkalarıyla meşgul olmaya kalkmayın.»

Ebû Sa'lebe Hûşenî'den bu âyetin mânâsını sormuşlar, o da, ben bu âyeti Peygamberimiz (s.a.v.)'e sordum, buyurdu ki: «Yâ Ebâ Sa'­lebe, insanların nefislerine uyup kendi fikirlerini hoş gördükleri, dün­yaya tamah ettikleri, dünyayı sevdikleri ve istişareyi terk ettikleri zamana kadar iyilikle emredin, kötülükten nehyedin. O zaman ge­lince kendi nefsinizle meşgul olun ve onu ıslâh edin. Artık size dü­şen kendi nefsinizi ıslâh etmektir. Zira sizden sonra gelen gürü.er sa­bır günleridir. O günlerde sizin yolunuzu tutup, sizin gibi amel eden­lere, sizin elli kişinizin ecri kadar ecir yazılır» demiştir. Hak yoldan ayrılmayarak Allah'ın ve Resulünün emirlerine itaat edenlere, elli sahabeye verilen mükâfat kadar mükâfat verileceğini Peygamberi­miz bildirmektedir. Her şeyin fesada uğradığı bir devirde Allah'ın ve Resulünün emirlerine itaat etmek, Allah katında mükâfatların en büyüğüne ulaşmak demektir.

Rivayete göre Ebû Bekir (r.a.) hutbede bu âyeti okuyarak şöyle demiştir: «Ey insanlar, siz bu âyeti okursunuz, fakat te'vilini hak­kıyla yapamazsınız. Bir çok kimse İslâm'a girip, onun lezzetini tat­mışlardır. Kendileri İslâmm lezzetini tattıkları gibi, müşrik olan ak­rabalarının da İslâm'a girip, onun lezzetini tatmasını arzu ederler. Bu âyet, kendi nefsinizle meşgul olmanızı ve onu ıslâh etmenizi em­rediyor, Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim, ki, siz ya emr-i bi'1-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker yaparsınız veya hepiniz Allah'ın azabına uğrarsınız. Siz emr-i bi'1-ma'ruf yapmadıkça Al­lah'ın azabından kurtulamazsınız. Çünkü Allahü Teâlâ «Siz hidayet üzere olduğunuz müddetçe dalâlete düşenlerin dalâleti size asla za­rar vermez» buyurmuştur. Sizin hidayet üzere olmanızdan maksat «Emr-i bi'1-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker» yapmanızdır. Siz onu terk ederseniz hidayet üzere olamazsınız. Siz emr-i bi'1-ma'rûfu terk ettiği­niz zaman Allah'ın azabı hepinizi kuşatır ve hepinizin üzerine olur. Siz en az bir defa onlara emr-i bi'1-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker ya­pın. Eğer onlar yine Allah'ın emirlerine itaat etmezler, şirk ve kü­fürlerine devam ederlerse, onlardan yüz çevirin ve kendi nefsinizi ıslâh edin. O zaman onların sapıklığı ve dalâleti size zarar vermez. Onları yaptıklarından dolayı düşman kabul edip dostluk kurmaz ve yardımcı olmazsanız herhangi bir zarara uğramazsınız. Şayet siz onların yaptıklarına göz yumar, onlarla dostluk kurar ve yaptıkla­rına yardımcı olursanız, onların sapıklığa ve dalâlete düşmeleri si­zi de helak eder ve Allah'ın azabı hepinizin üzerine olur.»

252                                      MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 106)

Bu hüküm bütün Müslümanlar için geçerlidir. Müslümanlar bu­lundukları beldelerde iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamakla mü­kelleftirler. Bunu yapmadıkça hidâyet üzere olamazlar ve dalâlete düşüp ma'siyet işleyenlerin uğrayacakları azaba da uğrarlar. Eğer Müslümanların bulundukları yerlerde iyiliği emretmeye güçleri yet­miyorsa, dalâlete ve sapıklığa düşenlerle bütün ilişkilerini kesmele­ri gerekir.

Ey insanlar, hepinizin dönüp varacağı yer Allahü Teâlâ'nm hu--zurudur. Hepiniz O'nun huzurunda toplanacaksınız. O, bu dünya­da yaptıklarınızı bir bir size haber verecektir. Bu dünyada yaptık­larınızın karşılığını orada göreceksiniz. Hiçbir ameliniz karşılıksız kalmayacaktır.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Ey iman edenler, herhangi birinize ölüm geldiği zaman vasiyet ederken içinizden iki âdil kimseyi, yahut yolculukta iken başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan (gayr-i mü si im) iki kimse­yi şahit tutun. Eğer bu (gayri müsliml şahitlerden şüpheleniyorsa­nız namazdan sonra kendilerini akkorsunuz da Allah'a şöyle yemin ederler: «Billahi, akrabamız da olsa yeminimizi hiçbir karşılıkla de­ğişmeyiz. Allah'ın emri olan şahitliği gizlemeyiz. Eğer gizlersek şüp­hesiz ki günahkârlardan oluruz.»

Bu âyet-i celîlenin nüzul sebebi şudur: Üç arkadaş birlikte sefe­re çıkarlar. Bunlar Temimi Dârî, Addî bin Zeyd ve Büdeyl bin Ver-ka'dır. Verka' seferde vefat eder. Bu zat vefat edeceğini anlayınca, yanında bulunan ne varsa hepsini ailesine verilmek üzere arkadaşı. Temim ile Addî'ye teslim eder, bir de eşyalarının listesini yapar, gön­derdiği eşyanın arasına koyar. Verka'nm iki arkadaşı Addî ile Te­mim Hıristiyandırlar. Bunlar eşyayı getirip Verka'nm Medine'deki ailesine teslim ederler. Fakat içinden kıymetli bir gümüş kadehi alırlar. Verka'nm ailesi eşya listesini okuyunca kadehin alındığım görürler ve akrabasından Muttalib bin Ebû Zâgil ile Amr ibni As on­larla gümüş kadeh hakkında kavga ederler. Kadeh meydana çıkma­yınca Peygamberimize müracaat ederler. O anda yukarıdaki âyet-i celîle nazil olur ve şöyle buyrulur: «Ey iman edenler, herhangi biri-

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 107)

253

nize ölüm geldiği zaman vasiyet ederken içinizden iki âdil kimseyi, yahut yolculukta iken başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden ol­mayan (gayr-i müslim) iki kimseyi şahit tutun. Eğer bu (gayr-i müs-lim) şahitlerden şüpheleniyorsanız namazdan sonra kendilerini alı-korsunuz da Allah'a şöyle yemin ederler: «Billahi, akrabamız da olsa yeminimizi hiçbir karşılıkla değişmeyiz, Allah'ın emri olan şahitliği gizlemeyiz. Eğer gizlersek şüphesiz ki günahkârlardan oluruz.»

Allah'ın emirlerindeki hikmetlere ve inceliğe bakınız. Ey iman . edenler, herhangi biriniz ölüm döşeğine düştüğü zaman vasiyet eder-■ken içinizden iki âdil kimseyi şahit tutsun. Sefere çıktığınız zaman Ölüm size isabet eder de eğer yanınızda Müslümanlardan şahit tuta­cağınız kimse olmazsa, o zaman iki gayr-i muslini şahit tutun. Ölen kişinin vârisleri arasında herhangi bir haksızlığın olmaması için vasiyet ederken iki âdil kişinin olması şarttır. Ölen kimsenin yanın­da vasiyet edecek bir Müslüman bulunmadığı takdirde, gayr-i müs­lim olan iki kişiye de vasiyet edip onları şahit tutabilir. Bütün mes'e-le, ölen kimsenin vârislerinin haksızlığa uğramamasıdır. Bunun için de yapılan vasiyetin vârislere olduğu gibi intikal etmesi, iki âdil şa­hidin bulunması şart koşulmuştur. Böylece Müslüman bulunmadığı takdirde, gayr-i müslime de vasiyet edileceği bildirilmiştir.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde gayr-i müslim şahitler için şöyle buyuruyor:

«Eğer bu (gayr-i müslim) şahitlerin yalancılık gibi kötü halleri ortaya çıkarsa, (haksızlığa uğrayan) hak sahibi (mirasçılardan) iki kişi bunların yerine geçer ve: "Bizim şahitliğimiz ikisininkinden da­ha doğrudur, biz aşırı gitmedik, yoksa şüphesiz zâlimlerden oluruz" diye Allah'a yemin ederler.»

Eğer gayr-i müslim şahitlerin yalan söyledikleri tesbit edilirse, ölünün mirasçılarından haksızlığa uğrayan iki kişi, bunların yerine geçerler ve şöyle derler: «Bizim şahitliğimiz bu iki gayr-i müslimin şahitliğinden daha doğrudur. Biz aşırı gidip başkalarının hakkına te­cavüz etmeyiz. Şayet yalan söylersek zalimlerden oluruz» diye Al­lah'a yemin ederler. Gayr-i müslim şahitlerin yalan söyledikleri tes­bit edilirse, şahitlikleri kabul edilmez. Çünkü onlar karşılarmdakini yanıltabilirler. Halbuki şahitlikte doğruluk esastır. Doğru söyleme-yenlerin şahitliği kabul edilmez.

254                                      MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 108)

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor

«Bu, şahitliği gerektiği gibi yapmalarım veya yeminlerinden son­ra yeminlerin kabul edilmemesinden korkmalarını daha iyi sağlar. Juiah'dan korkun ve emirlerini dinleyin. Allah, yoldan çıkan bir Topluluğu hidayete erdirmez.»

j Ölünün velilerinin şahitliği, gayr-i müslimlerin şahitliğinden da­ha evlâdır. Onlar şahitliği hak üzere yaparlar. Hakkı iddia edenlerin şahitliği doğru olunca, kendilerinden hak iddia edilenlerin hainliği ortaya çıkar. Kendisinden hak iddia edilenin yemininin ve şahitliği­nin yalan olduğu ortaya çıkınca, hak iddia edenin yemini ve şahitliği kabul edilir. Hakkında mal iddia edilenin yemini ve şahitliği reddedi­lir. Hak iddia edenler yeminlerinde ve şahitliklerinde yalana sap­maktan korkarlar. Zira Yüce Allah şöyle buyurmuştur: «Şahitliği­nizde ve yeminlerinizde yalana saparak hainlik yapmaktan Allah'tan korkun. Size emredileni işitin, tasdik edin ve onunla amel edin ki, Allahü Teâlâ, hâinler yaptıklarından dönüp tevbe etmedikçe onları hidayete erdirmez.» Burada tevbe edenlerin tevbelerinin kabul ola­cağına da işaret vardır.

Allahü Teâlâ, gayr-i müslimlerle yolculuk yapılabileceğini, Müs-lümanın yanında onlardan başka kimse bulunmadığı takdirde, za­rurete binâen ölüm esnasında iki gayr-i müslime vasiyet edilebile­ceğini ve şahit tutulabileceklerini bildirmektedir.

Şayet ölenin vârisleri gayr-i müslimlerin şahitliğinden şüphe ederlerse, onların şahitliğini kabul etmezler. Yukarda beyan edildiği gibi hareket ederler.

Kadı Şürayh şöyle demiştir: «Yahudilerin ve Hıristiyanların Müs­lümanlar hakkındaki şehâdetleri ancak sefer esnasında, vasiyet için geçerlidir. Bundan başka yerlerde Müslümanlar için şehadette bu­lunamazlar.

Hanefi fıkıhçılarma göre gayr-i müslimlerin Müslümanlar hak­kındaki şehâdetleri hiçbir hususta geçerli değildir. Gayr-i müslimler Müslümanlar hakkında şahitlik yapamazlar. Fakat Müslümanların

azınlıkta bulunduğu devirlerde   >^J^<Jr*<jı^--*-'jl   âyet-i celîlesi-

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 109)                                      255

nin hükmüne göre,  gayr~i  müslimlerin vasiyet "hususunda  Müslü­manlar hakkındaki şehâdetleri caizdir. Daha sonra Müslümanların

sayısı çoğalıp çeşitli bölgelere yayılınca bu   j^^La J

âyet-i celileyle yukarda geçen âyetin hükmü neshe dil mistir. Bu âyet-i celîleye göre gayr-i müslimler hiçbir hususta Müslümanlara şahitlik yapamazlar. Hanefî fıkıhçılarmm delili de budur.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Allah peygamberleri topladığı gün: "Size ne cevap verildi" der. Onlar: "Bizim bir bildiğimiz yoktur, doğrusu görülmeyenleri bilen an­cak sensin" derler.»

Ey insanlar, kıyametin dehşetini düşünün, yalan söyleyerek ha­inlik yapmaktan korkun. Kıyamet günü Yüce Allah bütün peygam­berleri toplayarak, onlara «Kavminizi Allah'ın birliğini tasdike da­vet ettiğiniz zaman, size ne cevap verdiler?» diye soracaktır. Allahü Teâlâ'mn sualinin heybetinden ve kıyametin dehşetinden onlar şöyle diyeceklerdir: «Biz onların gizli ve aşikâr hallerini tamamıyla bile­meyiz, gaypları ancak sen bilirsin.» Peygamberler ümmetleri hakkın-'da şehadette bulunacaklardır.

Bazı tefsirciler ise, peygamberler gönderildikten sonra, kendile­rine sorulduğunda böyle cevap vereceklerdir, demişlerdir. Bir kısım tefsircilere göre ise, peygamberler ve melekler cehennemin dehşetini gördükleri zaman, hepsi kendi başlarının telâşına düşecekler ve o #aman Yüce Allah peygamberlerine «Kavminizi Allah'ın birliğine davet ettiğiniz zaman size ne cevap verdiler?» diye soracaktır. Pey­gamberler de: «Bizim onların gizli ve aşikâr yaptıklarından haberi­miz yok» derler. Zira onlar da cehennemin dehşeti karşısında şaşı­rırlar. Kıyametin ve cehennemin dehşeti üzerlerinden gittikten son­ra, kendileri için tayin edilen makama gelecekler, dünyada peygam­ber olarak gönderildikleri kavimlere Allah'ın emirlerini tebliğ ettik­lerini, onların bir çoğunun ise peygamberlerini inkâr ettiklerini birer birer haber verecekler, şahitlik yapacaklardır. Bütün peygamberler ve ümmelteri üzerine de Hz. Peygamber (s.a.v.) şahitlik yapacaktır. Nitekim bu husus Nisa Sûresinin 4i. âyetinde geçmiştir.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde İsa (a.s.)'nın kıssasından bahse­derek şöyle buyurmuştur:

'256                                      MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 110)

 

«Allah: "Ey Meryem oğlu İsa, sana ve annene olan nimetlerimi hatırla" demişti. «Seni Cebrail ile desteklemiştim, beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun. Sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İn­cil'i öğretmiştim. Sen iznimle, çamurdan kuş gibi bir şey yapmış ona üflemiştin de iznimle kuş olmuştu. Anadan doğma körü, alacayı, iz­nimle iyi etmiştin. Ölüleri iznimle diriltiyordun. İsrailoğullarma mu­cizelerle geldiğinde, onlardan küfredenler: "Bu apaçık bir büyüdür" demişlerdi de, ben onların sana zarar vermelerini önlemiştim.»

Allahü Teâîâ İsa (a.s.)'ya dünyada vermiş olduğu nimetleri zik­rederek, âhirette adlini ve fazlını izhar etmek için şöyle buyuracak­tır: «Ey Meryem oğlu Isa, sana ve anana verdiğim nimetleri hatırla. Sana nübüvvet verip kullanma peygamber olarak gönderdim. Seni kâfirlerin iftiralarından kurtardım. Anana da velayet makamı verip seçkin kullarımızdan kıldık. Seni Cebrail ile destekledik ve dilindeki düğümü çözdük, Beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuştun. Otuz yaşında sana risâlet verdik, kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğret­tik. Yine hatırla o mucizeyi ki, çamurdan kuş yapıp içine üfürdün de, bizim iznimizle kuş gibi uçurdun. Anadan doğma körleri bizim iznimizle gördürdün, alaca hastalığına yakalananları iyi ettin ve ölü­leri bizim iznimizle dirilttin.»

Yüce Allah İsa (a.s.)'yi bir çok mucizelerle îsrailoğullanna gön­dermiştir, îsa Aleyhisselâm peygamber olduğunu onlara isbat et­mek için ölüleri diriltmiş, anadan doğma körleri Allah'ın izniyle gör­dürmüş, alaca hastalığına yakalananları iyi etmiş, çamurdan kuş yaparak içine üfürmek suretiyle canlandırıp kuş gibi uçurtmuştur. Allahü Teâlâ peygamberlerine içinde bulundukları zamana göre mu­cizeler vermiştir. Her peygambere verilen mucize ayrı ayrıdır. îsra-iloğulları bu hakikatleri görmelerine rağmen yine de iman etme-

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 111)                                      257

mislerdir. Allahü Teâlâ îsa (a.sJ'yı onların şerrinden korumuş ve kendisini öldürmek için tuzak hazırlayanlardan birisini İsa'ya ben­zeterek, öldürtmüş. Cebrail vasıtasıyla İsa (a.s.)'yi ela göğe çıkar­mıştır. Onlar îsa'ya iman etmedikleri için hepsi kâfir olmuşlar, içle­rinden bazıları ise gösterilen mucizeler karşısında «Bu açık bir bü­yüdür» demişlerdir.

Vehb bin Münebbih şöyle demiştir: «Isa (a.s.) Beyt-i Mukad-des'in bir köşesinde iken şeytan kendisine yaklaşarak şöyle der: «Yâ îsa, sana Rubûbiyet sıfatı erişti. Çünkü sen ölüleri dirilttin, beşikte konuştun, anadan doğma körleri gördürdün ve alaca hastalığına ya­kalananları iyi ettin. İşte bunlar Rab olduğunun alâmetidir.» Bu söz­leri söyleyen şeytana İsa (a.s.) şöyle cevap verir: «Ey mel'un, Rubû­biyet ancak Allah'a mahsustur. O'nun izniyle ölüleri dirilttim, körle­ri gördürdüm, alaca hastalığına yakalananları iyi ettim.» Şeytan da­ha sonra şöyle der: «Yâ İsa, sen yeryüzünün ma'budusun.» îsa (a.s.) da: «Yerlerin ve göklerin Ma'bûdu Allah'dır. O'ndan başka Ma'bud yoktur» cevabını verir. Rivayete göre tam o sırada Cebrail, kanadıyla vurarak şeytanı deniz aşırı bir yere atar.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Havarilere: "Bana ve peygamberime iman edin" diye ilham et­miştim. "İnandık, bizim Müslümanlar olduğumuza şahit ol" demiş­lerdi.»

Yüce Allah İsa (a.s.)'ya risalet verip, tebliğ vazifesiyle gönderdi­ği zaman, etrafındakilere ilâhi emir ve yasakları tebliğ edince Allahü Teâlâ onların gönüllerine ilham edip «Benim vahdâniyyetimi ve pey­gamberimin risâletini tasdik edin» buyurmuştur. İçlerinden Havari­ler, İsa'nın davetini kabul ederek Allah'ın birliğini ve îsa'nm peygam­berliğini tasdik edip «İman ettik. Hakikî Müslümanlar olduğumuza sen de şahit ol» demişlerdir.

Havariler, Allahü Teâlâ'ya iman ettiklerine ve Hz. İsa'nın risâ­letini tasdik ettiklerine İsa (a.s.)'yi şahit tutmuşlar ve imanlarını şöy­le açıklamışlardır. «İman ettik. Hakikî Müslümanlar olduğumuza sen de şahit ol.»

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

J>'

 

(y*J.\s-*,l>>SJ}r-   JW- C.: II - P.: 17

268                                   MÂIDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 112-113)

«Havariler: "Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?" demişlerdi de, "İman ediyorsanız Allah'tan korkun" demişti.»

Bu âyet-i celüenin nüzul sebebi şudur: İsa (a.s.) bir yere gider­ken etrafında üç bin kişi bulunurdu. Bunlardan bir kısmı İsa'ya iman eden Havariler, bir kısmı hasta ve sakatlar, bir kısmı da kendisiyle alay etmek isteyenlerdi. İsa (a.s.)'ya iman edenler, ondan ayrılmak istemezlerdi, hastalar da onun duasıyla şifa bulmak için yanında bu­lunurlardı. Diğer grup ise  alay etmek için yanında bulunurlardı. Bunlar bir gün İsa Ca.s.)  ile birlikte giderken bir mağaraya varır­lar. Azıkları bitmiş, mağaraya vardıklarında kimsede yiyecek bir şey kalmamıştır. Etrafta da yiyecek bir şey bulamazlar, çaresiz kalınca Havarilere müracaat ederler, «İsa'ya söyleyin de gökten bizim üze­rimize bir sofra inmesi için Allah'a dua etsin, Allah da bize bir sofra indirsin ondan yiyelim, böylece açlıktan kurtulalım» derler. Bunun üzerine Havarilerden Şemun İsa  (a.s.)'ya gelerek isteklerini bildi­rir. İsa (a.s.) da Şemun'a şöyle der: «Ey Şemun, eğer hakkıyla iman etmişseniz, Allah'tan korkun. Nefsiniz için musibet istemeyin.» Şe­mun, İsa (a.s.)'nm söylediklerini kavmine haber verir. İsa'nın kav­minin Şemun'a vermiş olduğu cevabı Yüce Allah şu âyetiyle sevgili Peygamberine bildirmiştir.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

«Ondan yemeyi,  kalbi erimizin kanmasını ve senin bize  doğru, söylediğini bilmeyi, ona şahit olmayı istiyoruz, dediler.»

İsa'nın kavmi Şemun'a şöyle demişlerdir: «Ey Şemun, biz o sof­radan yemeyi, kalblerimizin mutmain olmasını, İsa'nın peygamber olduğunu ve doğru söylediğini tasdik ederek burada bulunmayanla­ra ve bizden sonra gelecek olanlara bu hal üzere şahit olmamız için istiyoruz.» İsa (a.s.), kavminin Şemun'a böyle söylediğini duyunca bir köşeye çekilir, iki rekât namaz kılar, Rabbine dua eder. Yüce Al­lah sevgili peygamberinin nasıl dua ettiğini şu âyetiyle beyan edi­yor.

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 114-115)                                   259

Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:

«Meryem oğlu İsa: "Ey Rabbimiz olan Allah'ım! Üstümüze gök­ten bir sofra indir ki bizim hem evvelimiz, hem âhirimiz için bir bay­ram ve senden bir âyet olsun. Bizi rızıklandır. Sen rızık verenlerin en hayırhsısm" dedi.»

İsa (a.s.) Rabbine şöyle dua etmişti: «Ey Allah'ım, Ey Rabbim, üzerimize gökten bir sofra indir ki, hem bizim ve hem de bizden sonrakiler için bir bayram, senin birliğini ve peygamberini tasdik için de bir delil olsun. Bize bir sofra ihsan ederek rızıklandır. Zira sen rızık verenlerin en hayırhsısm.» İsa (a.s.) kavminin isteği üzeri­ne Rabbine dua edince, Yüce Allah duasını kabul eder ve ona gök­ten bir nıâide (sofra) indirir.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde bunu şöyle beyan buyuruyor :

«Allah: "Ben onu size elbette indiririm. Fakat ondan sonra içiniz-tfen kim nankörlük ederse âlemlerden kimseye azap etmediğim şe­kilde ona azap edeceğim" dedi.»

Yüce Allah İsa (a.s.)'ya vahyederek şöyle buyurmuştur: «Yâ İsa, senin arzu ettiğin mâideyi ben indiririm. O mâide indikten sonra 'içinizden benim, birliğimi ve senin peygamberliğini inkâr eden olur­ca, dünyada hiç kimseye vermediğim azabı ona veririm.» Bu mâide •Allah'ın kudretinin eseridir. Bunu görüp de, Allah'ın birliğini ve Hz. İsa'nın peygamberliğini inkâr edenler hiç kimsenin uğramadığı bir azaba uğramışlardır. Zira onlar gökten mâidenin inmesiyle Allah'ın kudretini açıkça görmüşlerdir.

Selmân-ı Fârisî (r.a.)'den şöyle rivayet edilmiştir: «Hz. İsa aya­ğa kalkar, yünden dokunmuş cübbesini giyer, ayakta durur, el bağ­lar, dua etmeye başlar, bu sırada o kadar ağlar ki, sakalı ve yakaları ıslanır. Hem ağlar, hem duaya devam eder. Dua esnasında gökten bir sofra iner. İsa (a.s.) ve yanında bulunanlar bunu görürler. İsa (a.s.) gökten sofranın indiğini görünce ağlayarak şöyle dua eder: «Ey Rabbim, bu mâideyi bizim için rahmet kıl, helakimiz için sebeb kılma.» Gökten inen bu mâide gelip İsa'nın ellerinin üzerinde durur. İsa «Bismillah» diyerek sofranın üzerini açar, şu nimetlerle karşıla-

260                                   MÂlDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 114-115)

şır: Pişmiş kılçıksız balık, balığın baş tarafında tuz, kuyruk tarafın­da bir kâse içinde sirke, etrafında da çeşit çeşit sebzeler bulunmak­tadır. Bunlardan başka beş adet de çörek bulunmakta idi ki, birinci­sinin üzerinde zeytin, ikincisinin üzerinde bal, üçüncüsünün üzerin­de yağ, dördüncüsünün üzerinde peynir, beşincisinin üzerinde ku­rumuş et bulunuyordu.

İsa Ca.s.) etrafındakilere gelin, dilediklerinizden yiyin, Allah, is­tediğinizi ihsan etti» der. Bunun üzerine kavmi «Ey Allah'ın ruhu önce bundan siz yiyin» derler. İsa (a.s.) onlara şöyle cevap verir: «Bu taamları yemekten Allah'a sığınırım. Bunlar muhtaçlar, bu mâide-nin gelmesini arzu edenler, cüzzam hastaları, körler ve kötürüm. olan­lar yesinler ki, kendileri için bir şifadır, başkaları için ise felâket ve .musibettir.» Bu durumda olup da Hz. İsa (a.s.)'nm yanında bulunan­lar b'n üçyüz kişi kadardı. Hepsi Allah tarafından gönderilen mâi-deden doyasıya yediler ve sofradan ayrıldılar. Balığın sanki hiç el vurulmamış gibi durduğunu gördüler. Daha sonra sofra herkesin gözünün önünde tekrar göğe kalktı. O sofradan yiyen hastalar şifa buldular, fakirler ve muhtaçlar zengin oldular. Yemeyenler ise piş­man oldular. Bu sofra kırk gün kuşluk vaktinde inmiş, zevalden son­ra yine göğe kalkmıştır. Her inişinde kadın erkek toplanıp yemişler­dir. Kırk günden sonra ise gün aşırı inmeye başlamıştır.»

Allahü Teâlâ İsa (a.s.)'ya vahyederek, sofradan fakirlerin, sa­katların, muhtaçların yemesini, inkarcıların ise yememesini emret­miştir. Bu nimetlerden mahrum kalan münkirler Allah tarafından gönderilen sofraya iftira ederek yiyenleri de şüpheye düşürmüşler ve şöyle demişlerdir: «Siz bu sofrayı hakikî sofra mı zannediyorsu­nuz? Bu İsa'nın bir sihridir, Hak tarafından geldiğine inanmayın.» Sofradan yiyenler de bu sözlere kanmışlar, sofrayı inkâr etmek su­retiyle kâfir olmuşlardır.

Yüce Allah İsa (a.s.)'ya vahyederek şöyle buyurmuştur: «Yâ İsa, ben bu kavme şart koştum, eğer bu mâideyi inkâr ederlerse dünyada kimseye azap etmediğim, şekilde onlara azap edeceğim.» İsa (a.s.) İse şöyle niyazda bulunmuştur: «Ey Rabbim, bunlar senin kullarındır, azap edersen de, affedersen de hüküm senindir. Sen hükmünde ga­lipsin.» Onlar Allah tarafından gönderilen mâideyi inkâr ettikleri için, Yüce Allah onların yüzlerini domuz suretine çevirmiştir. Bu, onların dünyadaki azaplarıdır. Âhiretteki azapları ise çok daha elim olacaktır. Allah, inkarcıları böyle cezalandırır.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor:

MÂlDE SÜRESİ (cüz: 7, âyet: 116-118)                                   261

«Allah: "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki tanrı edininiz diyen sen misin?" dediği zaman o, şöyle söyledi: "Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemekli-ğim bana yakışmaz. Eğer söylemişsem şüphesiz sen onu bilirsin. Sen benim içimde olam bilirsin, ben senin zatında olanı bilemem, doğru­su görülmeyeni bilen ancak sensin."»

Allahü Teâlâ kıyamet günü Hıristiyanların yalanlarını meydana çıkarıp kendilerini rüsvay etmek için İsa (a.s.)'yi ve Hıristiyanları jnahşer yerine toplar ve şöyle hitap eder: «Yâ İsa, bu insanlara Al­lah'ı bırakın da anamla bana tapın, bizi ma'bud edinin diyen sen misin?» Bu ilâhî hitap karşısında Hz. İsa titremeye başlar ve şöyle der: «Ey Rabbim, seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim. Hak olmayan bir sözü söylemek ve Allah'ı bırakın da bizi ma'bud edinin demek bana asla yakışmaz. Eğer böyle bir şey söylemişsem şüphesiz sen onu bilirsin. Sen benim gizlediklerimi de, açıkladıklarımı da bi­lensin. Fakat ben senin zatında olanı asla bilemem, doğrusu gaybı bilen yalnız sensin.» Bundan sonra Yüce Mevlâ İsa (a.s.)'mn Rabbi-ne nasıl niyazda bulunduğunu sevgili Peygamberine şu âyetiyle bil­dirmiştir.

Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor :

«Ben onlara sadece "Rabbim ve Rabbimiz olan Allah'a kulluk edin" diye bana emrettiğini söyledim. Aralarında bulunduğum müd­detçe üzerlerinde bir kontrolcü îdim. Fakat vaktâ ki sen beni aldın, üstlerinde murakıp yalnız sen old un. Sen her şeye şahitsin" demişti.»

«Onlara azap edersen, şüphesiz ki onlar senin kullarındır. Onları bağışlarsan, yine şüphe yok ki, azîz ve hakîm olan ancak sensin.»

262                                   MÂÎDE SÛRESÎ (cüz: 7, âyet: 119-120)

İsa Ca.s.) Rabbine şöyle niyaz eder: «Ben onlara sadece "Rabbim ve Rabbimiz olan Allah'a kulluk edin" diye bana emrettiklerini söy­ledim. Aralarında bulunduğum müddetçe senin emirlerine muhale­fet etmemeleri için üzerlerinde bir kontrolcü idim. Beni aralarından aldıktan sonra, onların üzerine murakıp yalnız sen oldun. Yaptık­larını ve söylediklerini yalnız sen bilirsin. Sen her şeye şahitsin, hiç­bir şey senin bilginden gizli değildir. Eğer onlara azap edersen, onlar senin kullarındır, şayet affedersen şüphe yok ki, aziz ve hakim olan ancak sensin.»

Soru: Hz. İsa (a.s.) kâfirler için mağfiret dilenmeyeceğini bildi­ği halde neden onlar için Allah'tan böyle bir istekte bulundu?

Cevap: İsa (a.s.) kâfirler için mağfiret dilememiştir. Onların bir kısmının tevbe edip küfürden döndüğünü biliyordu. Aslında şu­nu demek istiyordu: «Allah'ım küfür üzere ölenlere azap edersen, şüphesiz ki onlar senin kullarındır. İçlerinden küfürden dönüp tevbe edenler olursa, onlara mağfiret et. Şüphe yok ki, hüküm ve hikmet sahibi sensin. Senin hükmüne kimse mani olamaz.» Böylece İsa Aley-hısselâm tevbe edenler için Rabbinden mağfiret dilemiştir.

Yüce Allah iman eden kullarını bağışlar, iman etmeyen kulla­rına ise inkârlarının cezasını verir.

Aliahü Teâlâ âyet-i celüesinde şöyle buyuruyor:

«Allah: "Bu, doğrulara doğruluklarının fayda verdiği gündür, ebedî ve temelli kalacakları, altlarımdan ırmaklar akan cennetler on­larındır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'tan razı ol­muşlardır, bu büyük kurtuluştur" buyuracak:»

«Göklerin, yerin ve onlarda bulunanların hükümranlığı Allah'­ındır. Allah her şeye kadirdir.»

Aliahü Teâlâ İsa (a.s.)'ya kıyamet günü şöyle hitap eder: «Bu­gün, Allah'ın birliğini, peygamberlerini ve kitaplarını tasdik edenlere doğruluklarının ve imanlarının fayda verdiği gündür. Bugün onlar imanlarının karşılığını   göreceklerdir.   Altlarından   ırmaklar   akan,

MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 119-120)                                   263

içinde ebedi kalacakları cennetler onlarındır. Oradan bir daha çık­ın ayacakl ardır.»

Dünyada yaptıkları ibadetler sebebiyle Allah onlardan razı ol­muştur, onlar da Allah'dan razı olmuşlardır. Mü'min için en büyük saadet Allah'ın rızasını kazanıp cennete girmektir. Bu nimeti Yüce Allah iman edenlere tahsis etmiştir. Zira her padişahın ihsanı kendi büyüklüğüne göredir. Memleketi ve saltanatı azametine uygundur. Bütün mevcudatta Aliahü Teâlâ'nın azametinden daha büyük aza­met yoktur. Çünkü var olan her şey O'nun mahlûkudur. O'nun salta­natından ve memleketinden daha büyük saltanat ve memleket yok­tur. Yerlerin ve göklerin sahibi O'dur, her şeyin tasarrufu O'nun elin­dedir. O, dilediğini var eder, dilediğini yok eder, dilediğini öldürür, dilediğini diriltir. Kimini yükseltir, kimini alçaltır, kimini aziz eder, kimini zelil eder.* O her şeye kadirdir, O'nun işine kimse mani ola­maz, Hâlik-ı Zülcelâl O'dur. Saadet O'nun emrine itaat edip, hükmü­ne teslim olanlarındır. Emrine itaat edip, hükmüne teslim olanlar iki cihanın saadetine ulaşacaklardır.

Kâfirler ise dünyada ve âhirette ebedî azaba uğrayacaklardır. Allah'ın azabından kimse onları kurtaramayacaktır. Onlar iki ci­handa da zelil olacaklardır. Çünkü onlar dünyada iken nefsi arzu­larına uyarak Allah'ın birliğini, peygamberleri ve Kur'an'ı inkâr etmişlerdir. Dünyaya tamah ederek âhireti unutmuşlar, azaba uğ­rayacaklarını hiç düşünmemişlerdir. Böylece iki cihanda ziyana uğ­rayanlardan olmuşlardır. İşte o zaman yaptıklarına pişman olacak­lardır.