MAİDE SURESİ
Mâide Sûresi Kur'an-ı
Kerîm'in beşinci süresidir. Hicretten sonra Medine'de nazil olmuştur. Yüz
yirmi âyettir. İslâm dinine ait ilâhi hükümlerin Müslümanlara tamamen tebliğ
edildiğini bildirmektedir. İçtimaî, iktisadi muamelelere, maddi ve manevî
emanetlere dair şer'î mes'eleleri ihtiva eden bu mübarek sûrede helâl ve haram
olan hususlar izah edilmektedir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Ey iman edenler,
bağlandığınız ahidleri yerine getirin. Siz ih-ramh olduğunuz halde avlanmayı
helâl saymamak ve size okunacak olanlar hariç kalmak şartıyla davarlar size
helâl edildi. Şüphesiz ki Allah ne dilerse onu hükmeder.»
Allahü Teâlâ bu sûre-i
celîleye «Ey iman edenler!» diye başlamıştır. Yüce Allah bu hitabıyla iman
eden kullarını övdüğünü göstermektedir. Allah katında imandan daha üstün ve
daha şerefli hiç bir şey yoktur. Bu şerefe ise ancak mü'minler lâyıktır. Bundan
dolayı Yüce Allah mü'minlere iman şerefi ile ta'zinı edip | + '2\ ^YQ
hitap etmiştir. Bu
lâfza «Câmiu'l-kelâm» denir. Câmiu'l-kelâm kelimeleri toplayan bir kelâmdır.
Çünkü bu lâfız birçok mânâyı kapsa-
148
MÂÎDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 1)
makta ve iman edilen
şeylerin hepsine teşmil edilmektedir. îman, iman edilmesi gereken şeylerin
hepsini tasdik etmektir. İlk önce Allahü Teâlâ'nm birliğini, Hz. Muhammed'in ve
bütün peygamberlerin peygamberliğini, Kur'an'ın ve bütün kitapların Allah'ın
kelâmı bulunduğunu, öldükten sonra dirilmenin hak olduğunu, hesap ve azabı,
kabir sualini, mizan ve teraziyi, sıratı, beratı - ki, kimisinin beratı
sağından, kimisinin solundan, kimisinin de arkasından verilecektir - sevabı,
azabı, cenneti ve cehennemi tasdik etmek mü'-minler üzerine vaciptir. Bunlardan
birini inkâr etmek, hepsini inkâr etmek demektir. Yani birine iman etmeyen diğerlerine
de iman etmemiş sayılır.
Yukarda zikredilen
hususların hepsi bu kelime içinde cem edildiği için Allahü Teâlâ mü'minlere
ı*SjiI ^^e hitap etmiştir. Yani mü'min iman ettiği şeylerin gereği ile amel
edecektir. Mü'min, iman ettiği şeylerin gereği ile amel edecektir. Mü'min, iman
ettiği şeylerin gereği ile amel etmedikçe hakiki mü'min olamaz. Şöyle ki:
Ölümün vuku bulacağına iman eden, ölüme her an hazırlıklı olur. Âhireti bırakıp
sadece dünya ile meşgul olmaz. Kıyamet günü hesap vermeyi düşünen adam,
hesabını veremeyeceği bir malı biriktirmez. Biriktirmiş olduğu malın hesabını
vermek için hazırlıklı olur. Dünyada yaptıklarının mutlaka hesabını vereceğini
bilir, ona göre hazırlığını yapar. Namazını kılar, orucunu tutar, zekâtını
verir, haccını yapar, haramdan kaçınır, Allah'a âsi olmaz, Allah'ın emirlerini
yerine getirir, yasaklarından sakınır. Cennet ve cehennemin hak olduğuna
inanan kimse, cenneti kazanmak için çalışır, kendisini cehenneme götürecek
amellerden sakınır. Günah işlemekten korkar, Allah'ın rızasını kazanmak için
çalışır. Kimsenin hakkına tecavüz etmez, namusuna göz koymaz, hakkına razı
olur, başkasının gıybetini yapmaz. Cenneti kazanmak için koşar. Diğerlerini de
bunlara kıyas et. Hakikî mü'min, Allah'ın emirlerini ve imanın gereğini yerine
getirir.
Bunun için Yüce Allah,
mü'minlere
diye hitap etmiş, bunun-
la hakikî mü'minleri
kast etmiştir.
tbn Mes'ud (r.a.)
şöyle demiştir: «Her edep sahibi, edebini başkalarına öğretmeyi ve öğrettiği
ile onların da edeblenmesini sever.» Allahü Teâlâ'nın da edebi ve edep
öğretmesi Kur'anladır. Yüce ■&!-lah, Kur'ân-ı Azimüşşân'ında «Ey iman
edenler» diye nida eder, çağırır. Gerçek mü'min isen o nidaya, o çağrıya kulak
ver, onu anla, seni mutlaka bir hayra çağırıyor. Çağrıldığın şeyi yap. Yüce Allah,
sana «Ey İman edenler» diye ta'zim ediyor, o ta'zime lâyık ol. Seni men ettiği
şeylerden sakın.
MÂtDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 1)
149
Allahü Teâlâ Mâide
Sûresinin başında «Ey iman edenler» diye nida etti. Ardından «Bağlandığınız
ahidleri yerine getirin» diye hitap
etti. Bu j 4jÎjJ 1)) Jj \ lâfzı da câmiu'l-kelâmdır.
Yani ahitle ilgili
bütün kelimelerin
mânâlarını içinde toplar. Ahitler üçe ayrılır: Birincisi Allahü Teâlâ ile
kulları arasındaki ahittir. Kulların Allah'ın emirlerini yerine getirmesi, yasaklarından
sakınması gibi. İkincisi kullar ile Allah arasındaki ahittir. Kulların Allah'a
yemin etmesi ve adak adaması gibi. Üçüncüsü ise, kulların kendi aralarındaki
ahittir. Alış-veriş yapmak, birbirlerine söz vermek gibi. Bunların hepsine
vefa göstermek mü'minlere vaciptir. Ahitleri bozmak, muhalefet etmek dinen
yasaktır. Şayet ahitler masiyet ve haram olan şeyler olursa, o zaman onlardan
dönmek gerekir. Haram olan ahitlerden dönülmediği takdirde, sahibi günahkâr,ve
âsi olur.
Bundan sonra Yüce
Allah şöyle buyuruyor: «Siz ihramlı olduğunuz halde avlanmayı helâl saymamak
ve size okunacak olanlar hariç kalmak şartıyla davarlar size helâl edildi.»
Hacılar ihramda iken avlanamazlar, çünkü bu ibadetin kendine mahsus bir
özelliği vardır. Hacı ihramda iken şefkatli ve merhametli olur. Allah'a
teslimiyeti artar. Kalbi yumuşar, hemcinsine ve diğer varlıklara karşı acıma
hissi çoğalır. İhramlı kimse, haccın bütün şeraitine uymak zorundadır. Hacının
ihrama girdiği andan itibaren, ihramını çıkarana kadar her anı ibadet
sayılmaktadır. İbadete mani olan şeyler elbette kendisine yasaklanacaktır. Bu
bakımdan hacıların ihramlı iken avlanmaları ve bazı şeyleri yapmaları
yasaklanmıştır.
Bundan sonra Allahü
Teâlâ eti yenen «behimeyi» zikretmiştir. Behîme, eti yenen hayvanların hepsine
şâmildir. Sığır, deve, koyun, tavşan, yabani keçi ve diğerleri gibi. Eti
yenmeyen hayvanlar da ayrıca Mâide Sûresinde zikredilmiştir. Yeri geldikçe
izahı yapılacaktır.
Yüce Allah hakimdir,
dilediği gibi hükmeder. O'nun hükmünden kimse sual edemez. Kullar
yaptıklarından mes'uldür. Fakat Allahü Teâlâ yaptığından mes'ul değildir. O,
kullarının menfaatine olan şeyleri helâl kılmıştır, onların zararına olan
şeyleri de haram kılmıştır. Çünkü yerde ve göktekilerin hepsini kulları için
yaratmıştır. Onlardan zararlı olanları haram, faydalı olanları helâl
kılmıştır. Helâl ve haramı kitabında bildirmiştir. Dünyevî ve uhrevî huzur ve
saadete ulaşmak isteyenler Allah'ın Jıaram kıldığı şeylerden uzak dursunlar.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
160 MÂÎDE
SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 2)
Jî o
«Ey iman edenler,
Allah'ın nişanelerine, haram olan aya, (Kabe'ye) hediye olan kurbanlığa,
gerdanlıklar takılan hayvanlara, Rab-lerinden bol nimet ve rıza talep ederek Beyti
Haram'a gelenlere sakın hürmetsizlik etmeyin.»
Ey iman edenler,
Allah'a ibadete vesile kılınmış olan menâsik-i haccı terk etmeyin. Yüce Allah
hac esnasında ibadet kastıyla yapılan ameliyelerin terk edilmemesini
emrediyor. Şöyle ki: Safa ile Mer-ve arasında sa'y etmek. Hac ve umrede bu iki
tepe arasında koşmak haccın vaciplerinden, Arafat Dağı'nda vakfeye durmak ise
farzların-dandır. Mine'de şeytan taşlamak ise haccın vaciplerindendir. Kurban
kesmek, başı tıraş etmek, Beytullah'ı tavaf etmek, Hacerü'1-Es-ved'i isti'lâm
etmek, Hz. İbrahim'in makamında namaz kılmak, haccın menâsikindendir. Ey
mü'minler, haccın menâsikini yapmaktan asla sakınmayın. Size emredileni yapın.
İslâm'ın ilk
zamanlarında Medineli Müslümanlar hac ettikleri vakit Safa ile Merve arasında
sa'y etmezlerdi. Mekkeli Müslümanlar da Arafat'ta vakfeye durmazlardı.
Yemenliler ise Arafat'tan geri dönerler, şeytan taşlamazlardı. Yüce Allah,
hacca giden Müslümanlara, haccın bütün menâsikini yerine getirmer./ni
emretmiştir. Yine îslâmm bidayetinde haram aylarda savaşmayı da yasakiamıştu*.
Bu haram aylar, yâ hac ayıdır veya İslâm'dan önce Arapların haram saydıkları
Recep, Zi'1-kaade, Zi'1-hicce ve Muharrem aylarıdır. Araplar bu dört ayda asla
savaşmazlardı. Onlara göre bu dört ayda savaşmak en büyük günahtı. Bu dört
ayın dışında birbirlerinin etlerini yerlerdi âdeta. Birbirleriyle böylesine
savaşmalarına rağmen içlerinden Beytullah'ı ziyaret için gidenlere ve orada
kesilmek üzere hazırlanmış kurbanlıklara asla dokunmazlardı. Onlar Beytullah'ta
kesecek oldukları kurbanlıkları, diğerlerinden ayırt etmek için boğazına bir
gerdanlık veya bir halka takarlardı. Bunu görenler o hayvana dokunmazlardı.
Onun Beytullah'ta kurban edileceğini anlarlardı. Beytullah'ı ziyaret etmeye
gidenlerin yanlarında kurbanlıkları yoksa, o zaman kendileri boyunlarına bir
şey takarlardı ki, onunla Beytullah'a gittikleri belli olsun. O alâmeti
taşıyanlara kimse dokunmazdı. Hacdan evlerine dönerken de Beytullah'taki
ağaçların birinden bir miktar alırlardı ve Beytullah'tan geldiklerini onunla
isbat ederlerdi. O alâmeti taşıyanlara kimse dokunmazdı. Allahü Teâlâ,
MÂlDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 2)
151
Müslümanlara aynı
şekilde müşrikleri emniyet içinde tutmalarını emretmiştir, j^ji J^j CUJc^^^ûJiIUj.C9^
«Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün» âyeti gelinceye kadar bu emir devam
etmiştir. Bu âyet ile yukardaki hüküm kaldırılmıştır. Yani nesh edilmiştir.
Bundan sonra Beytullah'ı ziyarete gelen müşriklerin öldürülmesi, esir edilmesi
ve mallarının yağma edilmesi mubah kılınmıştır. Yani müşriklerin öldürülmesine,
esir edilmesine, mallarının ellerinden alınmasına müsaade edilmiştir. Bu hüküm
Şerih ibni Sabia hakkındadır.
Şerih Yemâme'den gelip
Peygamberimiz (s.a.v.) ile birkaç söz eder ve çekip gider. Yolda Medineli
Müslümanların davar sürüsünü görür ve onları alıp Yemâme'ye götürür. Hac
mevsimini bekler, hac mevsimi gelince onları kendi mallarıyla birlikte Mekke'ye
getirip satmak ister. Medineli Müslümanlar onun Mekke'ye gelip malları satacağını
öğrenirler. Bunun üzerine onun elindeki malları almak
için teşebbüse
geçerler. Allahü Teâlâ, ^•J/J-\ı£jgJl.jv»\ j» âyetiyle onları men eder ve
şöyle buyurur: «Rablerinden bol nimet ve rıza talep ederek Beyt-i Haram'a
gelenlere sakın hürmetsizlik etmeyin.» Memleketlerinden Harem-i Şerifi ziyaret
kastı ile çıkıp gelenlere, hac etmek suretiyle Rablerinin rızasını talep
edenlere dokunmayın, mallarını ellerinden almayın ve kendilerine işkence de
etmeyin. Onlar iman etmedikçe Rableri asla kendilerinden razı olmaz. Bu âyetin
hükmü ve haram aylardaki savaş yasağı yukarda geçen âyetle nesh edilmiştir.
Bundan sonra müşriklerle ve kâfirlerle her zaman savaşa müsaade edilmiştir.
Artık savaşın haram olduğu ay diye bir hüküm kalmamıştır. İslâmiyet'in
başlangıcında haram aylarda savaşa müsaade edilmemesi Müslümanların
azlığındandır. Müslümanlar kuvvet bulduktan sonra bu hüküm kaldırılmıştır.
Yüce Allah âyet-i
celilenin devamında iman edenlere şöyle buyuruyor :
«İhramdan çıktığınız
zaman avlanabilirsiniz. Sizi Mescidi Ha-ram'dan menettiği için bir kavme olan
kininiz, aşırı gitmenize sebep olmasın. İyilikte ve fenalıktan sakınmakta
yardımlasın. Günah
MAİUK SUKKSI (cüz: 6, âyet: 2)
işlemek ve aşırı
gitmekte yardım!aşmayın. Allah'tan korkun. Şüphesiz ki Allah, cezası çok çetin
olandır.
Ey mü'minler, siz
ihramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz. Artık size avlanmak helâldir. Sizi
Hudeybiye yılı Mekke'yi ziyaret etmekten menettikleri için, Mekkeli müşriklere
karşı olan kininiz, aşırı gitmenize ve onlara zulmetmenize sebep olmasın.
Onların size yaptıklarına karşılık, kin besleyerek onların mallarını
ellerinden almayın ve onları öldürmeyin.
Peygamberimiz (s.a.v.)
628 yılında ilk olarak sahabesiyle birlikte hac için yola çıkmışlardı. Bunu
duyan müşrikler Peygamberimizin Mekke'yi ziyaret etmesine ve hac ibadetini
yerine getirmesine izin vermemişlerdi. Peygamberimiz Hudeybiye denilen yerde
konaklamışlardı. Müşrikler, işin ciddiyetini anlayınca Peygamberimize bir elçi
göndererek sulh teklifinde bulunmuşlardı. Peygamberimiz de bu teklifi kabul
ederek, onlarla antlaşmıştı. Antlaşmaya göre o yıl Müslümanlar hac
etmeyecekler, gelecek yıl haclarını yapacaklardı. Sahabenin bir çoğu buna çok
üzülmüş ve müşriklere karşı bir kin beslemişlerdi. Yüce Allah onlara şöyle
buyuruyor: «Sizi Mescid-i Haram'-dan menettiği için bir kavme olan kininiz,
aşırı gitmenize sebep olmasın.» Mü'min intikamcı değil, sulh edicidir, yıkıcı
değil, yapıcıdır. Mü'minin özelliği daima affedici olmaktır. Mü'minler her
devirde bu özelliği göstermişlerdir.
Bu âyet-i celile şu
hususa delâlet etmektedir: Bir kimsenin yaptığı bir fiil ile, kendisine
mukabelede bulunmak caiz, aksiyle karşılık vermek caiz değildir. Yaptığından
fazlasıyla mukabelede bulunduğu takdirde zulüm olur. Her insana ve her topluma
ancak yaptığı ile mukabele etmeye müsaade vardır. Allahü Teâlâ «İyilikte ve fenalıktan
sakınmakta yardımlasın. Günah işlemekte ve aşırı gitmekte yardımlaşmaym»
buyurmuştur.
Bu ilâhi emirle
Müslümanların hayırlı işlerde, yardımlaşması emre dilmektedir. Müslüman daima
iyiliği emreder, kötülüklerden sakınır. Sapıklığa düşen mü'minleri de,
gittikleri yoldan çevirmeye çalışır. Sadece kendini düşünmez, içinde bulunduğu
cemiyetin dertleriyle dertlenir. Müslüman, Allah'ın yasaklamış olduğu işlerde
birbirine yardımcı olmaz, bilâkis onlardan uzak durur. Günah işlemekten ve
Allah'a âsi olmaktan sakınır. Asi olanlara da mani olmaya çalışır, onlara
seyirci kalmaz. Kendisini günaha götüren işlerden sakınır, daima Allah'ın
rızasını arar. Zaten Müslümanın görevi de budur. Mü'min görevini yaptığı
müddetçe mü'mindir. Maalesef zamanımızda Müslümanların çoğu günah işlemekte ve
Allah'a âsi ol-
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 3)
makta birbirleriyle
âdeta yarış etmektedirler. İyilikte yardımlaşmayı unutmuşlar, kötülükte
yardımlaşmayı meslek haline getirmişlerdir. Yüce Allah'ın «Allah'tan korkun»
emrini hiçe saymışlardır. Şüphesiz ki, Allahü Teâlâ bunlar için elim bir azap
hazırlamıştır. Bunlar mutlaka cezalarını göreceklerdir.
îbn Abbas (r.a.)
şöyle demiştir-. «Allahü Teâlâ
birr u takvayı emretti. Her Müslümanın bunları yapması gerekir. Peygamberimiz
(s.a.v.)'in hadisi de
buna delâlet eder,^\c la ^—-^'ü U__JV\U
«Bir insanı hayra
teşvik etmek, onu yapmak gibidir.» Bir kimseyi hayra teşvik eden o hayrı yapmış
gibi sevap kazanır.» Bu hadîs-i şerif şuna da delâlet eder: Bir kimseyi şerre
teşvik etmek, o şerri yapmak gibi olur. Hadis'te de zikredildiği gibi, hayra
teşvik edenler sevap, şerre teşvik edenler de günah kazanmaktadır. Günah
işleyenlerin ve zulüm yapanların cezalarını Allahü Teâlâ mutlaka verecektir.
Allah'ın azabına kimse takat getiremez.
Mü'minin yardımı hak
üzere olmalıdır. Mü'min daima hayrın teşvikçisi olmalıdır. Şerri ve fesadı
menetmeye çalışmalıdır. Fesatçılar hakkı bırakıp şerre koşarlar ve Allah'ın
dinini yıkmak için onlara yardımcı olurlar. Onlar Allah'ın düşmanlarını dost
tutarlar. Halbuki Allah ve Resulü onlara düşmandır. Allah ve Resulünün düşman
olduğuna yer ve gök ehli de düşmandır. Onlar Allah'ın rahmetinden ve
Resûlüllah'ın şefaatinden mahrum kalacaklardır. Allahü Teâlâ âyet-i celüesinde
şöyle buyuruyor -.
«Size şunlar haram
kilindi: (Eti yenen hayvanlardan boğazlanmadan ölen) ölü hayvan, akmış kan,
domuz eti, Allah'tan başkası adına boğazlanan hayvan, bir de henüz canı
üzerinde iken yetişip kesmediğiniz boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış, başka bir
hayvan tarafından boynuzlanmış, canavar tarafından parçalanmış hayvanlar,
dikili taşlar üzerinde boğazlananlar ve fal oklarıyla kısmet aramanız.»
Bu âyet-i celîle
Müslümanlara haram olan şeyleri belirtmektedir. Ey iman edenler, Allahü Teâlâ
size, kesilmeden ölen murdar
154 MÂtDE
SÛRESİ (cüz: 6, ayet: 3)
hayvanların etlerini
yemeyi haram kılmıştır. Ancak balıkla, çekirge kesilmeden yenen
hayvanlardandır. Balık suda ölü olarak bulunursa yenmez. Çünkü ne şekilde
öldüğü bilinmez. Çekirge de balık gibi, kesilmeden yenir. Nitekim Peygamberimiz
(s.a.v.)
* °*** ve ^'ı ^an İDİze nelâl kılındı» buyurmuştur,
iki ölü, balıkla, çekirgedir, bunlar kesilmezler. İki kan ise, ciğer ile
dalaktır. Yenmesi haram olanlar âyette şöyle sıralanmışlardır: Kan, domuz eti;
domuzun hiçbir şeyinden istifade edilmez, her şeyi haramdır. Müslüman domuz
ticareti yapamaz. Allah'ın adı anılmadan veya Allah'tan başkası adına kesilen,
boğazları sıkılmak suretiyle boğularak öldürülen, vurmak suretiyle öldürülmüş
olan, yüksek bir yerden düşerek veya kuyuya atılarak ölen, başka bir hayvan
tarafından boynuzlanarak öldürülen, yırtıcı hayvanlar tarafından öldürülen
hayvanların etlerini yemek haramdır. Eğer bunlar ölmeden kesilirse etleri
yenir. Şayet kesilmeden önce ölürlerse etleri kesinlikle yenmez.
Yüce Mevlâ şerefli
kullarının murdar ve necis olan şeyleri yemesine izin vermiyor. Bu, Allahü
Teâlâ'nın kullarına verdiği değerin bir ifadesidir. Ayrıca putlar adına
kesilen, Allah'ın rızasını kazanmak maksadıyla değil de, türbeler için, ve
şahıslar adına kesilen hayvanların etleri, ziyaret yerleri için kesilen
hayvanların etleri, fal okları atarak kesilen hayvanların etleri de yenmez.
Çünkü bunlar Allah adına değil de Allah'tan başkasının adına kesilmiştir.
Allah'tan başkasının adına kesilen hayvanlar da murdar hükmündedir.
Fal oklarının durumu
şudur: İslâm'dan önce Araplarda şöyle bîr âdet vardı. On arkadaş bir araya
gelerek, bir deve satın alırlar, o deveyi keserler ve dokuz parçaya
ayırırlardı. Her arkadaşın üzerinde adı yazılı bir oku vardı. Bu oklar
toplanır içlerinden bir arkadaşa teslim edilirdi. Okları alan kimse,
arkadaşlarından güzelce gizlerdi. Daha sonra onlar gizli olan oklardan bir bir
alırlar ve taksim edilen etin üzerine dikerlerdi. Okun üzerinde kimin adı
yazılı ise o et onun olurdu. Sona kalan okun sahibine hiçbir şey kalmazdı.
Üstelik devenin parasının tamamım da ona ödetirlerdi. Bu bir nevi kumardı.
İslâm dini bu gibi haksız kazançları yasaklamıştır. İslâm'da başkasının
sırtından geçinmek yoktur. İslâm, tenbelliği, başkasının sırtından geçinmeyi,
falcılığı, başkasının hakkını yemeyi yasaklamıştır.
Arapların bir âdeti de
şu idi: Onlardan birisi yolculuğa çıkmak arzu ettiği zaman, yine fala müracaat
ederdi. Şöyle ki: Arapların iki oku bulunurdu, bunlardan birinin
üzerinde «Rabbim bana sefere
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 3)
155
gitmeyi emretti»,
diğerinde de «Rabbim beni seferden menetti» yazılı idi. Sefere çıkmak isteyen
adam bu oklardan birini çeker, hangisi eline gelirse ona göre hareket ederdi.
Şayet eline gelen ok müsbet olursa yoluna devam eder, aksi takdirde seferden
vazgeçerdi. Bunlar ve benzeri inançlar bâtıl inançlardır. Allahü Teâlâ bunların
hepsini yasaklamıştır. Yukardan aşağı sıralanan bu yasakların hepsinde
insanlar için sayılamayacak kadar hikmetler vardır. Fakat insanlar bunlardaki
hikmetlerin bir çoğunu anlayamazlar. Yüce Allah'ın haram kıldıklarına helâl
diyenler kâfir olur.
Allahü Teâlâ âyet-i
celüenin devamında şöyle buyuruyor:
«Bugün, kâfirler
dininizden çıkmanızdan ümitlerini kesmişlerdir. Onlardan korkmayın, benden
korkun. Bugün sizin dininizi kemâle erdirdim. Üzerinizdeki nimetimi tamamladım
ve size din olarak İslâmiyet'i beğendim. Açlıktan darda kalan, günaha
kaymaksızın yiyebilir. Çünkü Allah çok yarhğayıcıdır, çok esirgeyicidir.»
Mekke fethedildiği
zaman nazil olan bu âyetin nüzul sebebi şöyledir: Peygamberimiz (s.a.v.)
Mekke'yi Ramazan ayının bitimine 8 gün kala fethetmiş, sahabeleriyle Mekke
kapılarından içeri girince şöyle ferman buyurmuştu: Ey müşrikler içinizden «Lâ
ilahe illallah, Muhammedün Resûlüllah» diyenler, silahını bırakıp,
Resû-lüllah'ın emirlerine itaat edenler, evlerine kapanıp savaşa iştirak
etmeyenler kurtulmuşlardır. Onlara hiçbir şey yapılmayacaktır.» Müşrikler bu
hitabeyi duyunca topluca gelip İslâm'ı kabul etmişler ve Allahü Teâlâ'nın
emirlerine sarılmışlardı. O sırada bu âyet-i celi-lenin bir kısmı nazil
olmuştur.
Peygamberimiz (s.a.v.)
Hudeybiye yılından sonra, Hicret'in yedinci yılında sahabeleriyle Kâ'be'-i
Muazzama'yı ziyarete gidince, müşrikler yaklaşmamışlar ve Müslümanları seyre
koyulmuşlardı. Müşrikler, Müslümanların Peygamberlerine olan sadakatlarını ve
ibâdetlerine olan bağlılıklarını görünce ümitsizliğe düşmüşler, Müslümanların
artık dinlerinden daha dönmeyecekleri kanaatine varmışlardı. O yıl
Müslümanlarla beraber hiçbir müşrik Kâ'be'yi tavaf etmemişti. Peygamberimiz
sahabeleriyle birlikte tavaflarını yapmışlar, hacı olmuşlar, kurbanlarını
kesmişler ve sağ-salim geri dön-
156
MAÎDE SÛRESİ {cüz: 6,
âyet: 4)
müşlerdi. Müşrikler
ise yeis içinde idi. Yüce Allah bu durumu şöyle beyan ediyor: «Bugün, kâfirler
dininizden çıkmanızdan ümitlerini kesmişlerdir. Onlardan korkmayın, benden korkun.»
Artık kâfirler de islâm'ın yayıldığını, her taraftan duyulduğunu anlamışlardı,
Müslümanların dinlerinden dönmeyeceklerini çok iyi biliyorlardı. Hak mutlaka
galip gelecekti. İman edenlere Allah'ın vaad ettiği günler yakındı.
İslâm'ın emirlerini
bildiren âyet-i kerimelerin bir kısmı Mekke devrinde, bir kısmı da Medine
devrinde nazil olmuştur. Namaz, oruç, zekât ve komşuluk hakkı gibi hususları
açıklayan âyetler Mekke devrinde, haram ve helâl olan hükümleri izah eden
âyetler de Me-
dine devrinde nazil olmuştur.
Âyette geçen S\JloSJ<JuL5 \j> «Jl bölümü Veda haccında, cuma günü
Arafat'ta nazil olmuş ve İslâm dininin bütün ahkâmının tamamlandığını
bildirmiştir. Böylece Yüce Allah, Müslümanlara olan va'dini yerine getirmiş,
onlara dünyevi ve uhrevî sayısız nimetler ihsan etmiş, Mekke'nin fethini müyesser
kılmış, din olarak İslâm'ı vermiş ve ondan razı olmuştur. Allah katında
İslâm'dan başka din makbul değildir. Çünkü bütün dinlerin sonuncusu ve en
mükemmeli İslâm'dır.
Bu âyetin nüzulünden
sonra Peygamberimiz bir rivayete göre elli üç gün, bir rivayete göre de seksen
bir gün yaşamıştır. Bu âyet gelince bazı sahabeler Peygamberin âhiretş göç
edeceğini anlamışlar ve ağlamaya başlamışlardı.
Bu âyet-i celîlede
insanların her an karşılaşabileceği bir hüküm daha beyan edilmektedir. Şöyle
ki: Âyetin başında nelerin haram olduğu açıklanmıştır. İslâm dini cihanşümul
bir din olduğu için daima kolaylığı emretmiş, mensuplarına hiçbir zaman zorluk
göstermemiştir. Onların menfaatine olanları emretmiş, zararına olanları ise
yasaklamış ve haram kılmıştır. Zaruret halinde ise bazı şeyleri mubah
kılmıştır. Herhangi bir yerde, açlıktan takati kesilip, yemek için bir şey
bulamayanların ölmeyecek kadar domuz eti veya murdar hayvanların etlerini
yemelerini mubah kılmıştır. Bu gibi muztar durumda kalanların selâmete çıkana
kadar ve ölmeyecek miktarda yemelerine müsaade edilmiştir. Bu durumdakilerin
karınları doyasıya yemelerine müsaade yoktur. Bu murdar etlerden yemeyip açlıktan
ölürlerse Allah indinde mes'uldürler. Bu ilâhî müsaade, açlıktan dolayı ölüm
tehlikesiyle karşı karşıya kalanların kurtulması içindir. Bu, Yüce Allah'ın
kullarına olan bir ruhsatıdır. Çünkü Allahü Teâlâ çok yarlığayıcı, çok
esirgeyicidir. İman edip, tevbe eden kullarının kusurlarını bağışlar ve
günahlarını affeder.
SURESİ (cüz: ti, ayet:
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Sana, kendilerine
neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: "Bütün iyi ve temiz olanlar
size helâl kılandı." Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek
öğrettiğiniz avcı hayvanların, sizin için tuttuklarını yeyin ve üzerine
Allah'ın adını anın. Çünkü Allah, hesabı pek çabuk görendir.»
Bu âyet-i celilenin
nüzul sebebi şudur: Addî ibni Hatem, Peygamberimiz (s.a.v.)'e gelerek «Ey
Allah'ın Resulü, biz av köpekleriyle ve doğanlarla av yapıyoruz. Halbuki Allahü
Teâlâ «meyte»'yi haram kıldı. Bize helâl olanı söyler misin?» diye sorar.
Peygamberimiz cevaben ona şöyle der: «Bütün iyi ve temiz olanlar size helâl
kılındı. Allah'ın size öğrettiği gibi, sizin de alıştırıp öğrettiğiniz avcı
hayvanların, sizin için avladıklarından yeyin. Avcı hayvanları ava salarken
«Bis-mülâhi» deyin. Eğer besmele çekmeden salarsanız, onların avlamış oldukları
yenmez.» Addî «Ya Resûlallah, bunlar yakaladıklarını öl-dürürlerse de yiyebilir
miyiz?» der. Peygamberimiz «Eğer onlar avladıklarından bir şey yemezlerse, siz
yeyiniz. Şayet avladıklarından yemişlerse, o zaman siz yemeyiniz. Çünkü onlar
eğitilmiş av köpekleri değildir. Avı kendileri için avlamış, sizin için
avlamamışlardır. Bir de besmele ile ava salıverdiğiniz köpeğe, başka bir köpek
eşlik eder ve avladıkları avı öldürürlerse, hangisinin öldürdüğü belli oluncaya
kadar onu yemeyin. Eğer besmele ile salıverdiğiniz köpek öl-dürmüşse onu yeyin»
buyurur. Bunun üzerine Allahü Teâlâ yukar-daki âyeti inzal ederek şöyle
buyurmuştur:
«Sana, kendilerine
neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: "Bütün iyi ve temiz olanlar
size helâl kılındı." Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek
öğrettiğiniz avcı hayvanların, sizin için tuttuklarını yeyin ve üzerine
Allah'ın adını anın.» Ey mü'minler, besmele ile kestiğiniz hayvanların
etlerinden ve avcı hayvanların avladıkları hayvanların etlerinden yeyin. Yüce
Allah mü'min kullarına helâl ve temiz olanları mubah kılmıştır. Besmele ile kesilmeyen
hayvanların etlerini de haram kılmıştır. Çünkü besmelesiz kesilen hayvanlar
murdardır.
îmâm-ı Mücahid
(r.a.)'e, atmaca, doğan ve parsın avladığı hayvanların hükmü sorulduğunda,
cevaben demiştir ki, bunların hepsi yırtıcı hayvanlardır. Eğitilmiş olanlarının
avladıkları hayvanlar ye-
158 MAIDE
SURESİ (cüz: 6, âyet: 4)
nir, eğitilmemiş
olanların avladıkları hayvanlar ise yenmez. Av köpekleriyle, doğanın
avladıklarından yeyiniz. Zira onlar sizin için avlarlar. Ancak onların da
avladıklarının yenebilmesi için besmele ile ava gönderilmeleri ve avlamış
olduklarından bir şey yememeleri şarttır.» Av hayvanlarını «besmele» ile ava
salıvermek, o avı boğazlamak yerine geçer. Şayet besmelesiz ava salıverilir
de, yakaladıkları avı öldürürlerse o «meyte» hükmündedir, asla yenmez.
Eğitilmemiş köpeklerin yakalayıp öldürdükleri avlar da yenmez. Çünkü arilar av
için eğitilmemiştir.
Bu âyet-i celile aynı
zamanda âlimin cahile olan üstünlüğüne delâlet etmektedir. Alimin cahile olan
üstünlüğü, güneşin yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Keza şu örnekten de bu
üstünlük anlaşılmaktadır. Eğitilmiş bir köpeğin avladığı hayvanlar yendiği
halde, eğitilmemiş bir köpeğin avladığı hayvanların eti yenmez. Halbuki cins
itibariyle her ikisi de köpektir. Fakat biri eğitilmiş, o iş için yetiştirilmiş,
diğeri yetiştirilmemiştir. Eğitilen hayvanın avladığı yenmekte, diğerininki
ise yenmemektedir. Bu itibarla avcı köpek avcı olmayan köpekten çok üstündür.
Âlim de ilim itibariyle cahilden çok üstündür, çok faziletlidir.
Allahü Teâlâ âyetin
sonunda «Allah'tan korkun. Çünkü Allah, hesabı pek çabuk görendir» buyuruyor.
Ey iman edenler, murdar olan şeyleri yemekten Allah'tan korkunuz, Allah'ın
yasakla'nış olduğu şeyleri yemeyiniz. Bir de Allah'ın adı anılmadan kesilen
hayvanların etlerinden yemeyin. Zira onlar da murdar hükmündedir. Yukarda da
belirtildiği gibi, Yüce Allah kullarının temiz olan şeylerden yemesini -
içmesini arzu eder. Necis ve murdar olan şeylerden yemesine - içmesine asla
müsaade etmez.
Avlarla ilgili fıkhî
mes'eleler: Bir avcının ava silahını atarken veya av hayvanını avına
salıverirken «Bismillâhi Allahü ekber» demesi şarttır. Unutarak besmele terk
edilirse hükmen okunmuş sayılır. Şayet bile bile terk edilirse avlanan hayvan murdardır,
eti yenmez. Yukarda da zikredildiği gibi besmelesiz kesilen veya avlanan
hayvanlar «meyte» hükmündedir, etleri yenmez. Av şer'an eti yenen hayvanlardan
olmalıdır. Avcı da bir Müslüman veya bir kitabi olmalıdır. Mecûsî'nin,
putperestin ve mürtedin kestiği hayvanlar yenmez. Av hayvanı avcının eline
geçmeden aldığı yara i'e ölmüş olmalıdır. Avcı, eğer canlı olarak avını
yakalarsa, derhal kesmelidir. Yaralı olan avım canlı halde yakaladığı takdirde,
kesmeyi ihmal eder hayvan da yaradan dolayı ölürse eti yenmez. Av köpeklerinin
avladıkları hayvanların her hangi bir yerinden yememeleri gerekir. Aksi
takdirde o av hayvanının eti haramdır.
MÂtDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 4)
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Bugün, size bütün iyi
ve temiz olanlar helâl kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yiyeceği sizin
için helâl olduğu gibi, sizin yiyeceğiniz de onlar için helâldir.»
Ey mü'minler, size
bütün iyi ve temiz olan şeylerle, yararlı ve faydalı olan şeyler helâl
kılınmıştır. Sizin için zararlı olanlar'da yasaklanmış ve haram kılınmıştır.
Kendilerine kitap verilmiş olanların yiyecekleri -içinde katkı olmamak
şartıyla- kestikleri size helâl kılınmıştır. Sizin yiyeceklerinizden onların
yemesinde de bir sakınca yoktur. Sizin yaptıklarınızdan ve yediklerinizden
onlar da yiyebilirler.
İmâmı Züccac'a göre bu
âyetin te'vili şöyledir: Müslümanların, ehli kitaptan olanlara ikram
etmelerinde ve kendi yiyeceklerinden onlara da vermelerinde bir sakınca yoktur.
Helâl, haram ve farzlar ancak Müslümanlar içindir ve bunların muhatabı
Müslümanlardır. Ehl-i kitap bunların muhatabı değildir.» Bu âyetle,
Müslümanların ehl-i kitap olanlarla alışveriş etmelerine ve onlara her hangi
bir şey vermelerine müsaade edilmiş, kendilerini dost edinmemek şartıyla
karşılıklı alış-veriş yapılmasına izin verilmiştir.
Allahü Teâlâ âyeti
ceiilenin devamında şöyle buyuruyor:
~ û
&\\\\A\ ICİIk CUV
' <'l\\'
«İman eden hür ve
iffetli kadınlar ve sizden önce kitap verilenlerin hür ve iffetli kadınları -
zina etmeksizin, gizli dost tutunmaksı-zın- mihirlerini verdiğiniz takdirde
size helâldir.»
Ey mü'minler, iman
eden hür ve iffetli kadınlarla, sizden önce kendilerine kitap verilenlerin
kadınlarıyla mihirlerini vermek şartıyla nikâhl an m an iz helâldir. Ancak
bunların iffetli ve namuslu olmaları şarttır. Müslüman bir erkek kitabî olan
Yahudi ve Hıristiyan-la evlenebilir. Fakat Müslüman bir kadın kitabî olan bir
erkekle ev-lenemez. Kitabi olan erkek Müslüman olduğu takdirde Müslüman bir
kadın kendisiyle evlenebilir.
Nisa Sûresinin
muhtelif âyetlerinde belirtildiği gibi, kadınların nikâhlarında mihir esastır.
Mihir vasıtasıyla kadınlar zulümden ko-
160 MÂfDE
SÜRESt (cüz: 6, âyet: 5-6)
runmuş ve hakları
muhafaza edilmiş olur. îslâm dini kadın haklarına son derece değer vermiş ve
onu her zaman korumuştur. Kadını muallâkta bırakmamıştır.
Bu âyet-i celîle nazil
olunca, Yahudi ve Hıristiyan kadınları «Al-lahü Teâlâ bizim dinimizi beğendi.
Aksi takdirde nikâhımızı Müslümanlara helâl kılmazdı» demişlerdi. Allahü
Teâlâ, onların bu sözlerini reddetmek için âyet-i celîlesinde şöyle
buyurmuştur:
«Kim imanı tanımayıp
kâfir olursa her halde bütün yaptığı boşuna gitmiştir ve o, âhirette en çok
ziyana uğrayanlardandır.»
Allahü Teâlâ'nın
birliğini inkâr ederek kâfir olanların, daha önce yapmış oldukları bütün
ameller ve ibadetler boşa gider. Ameller ve ibadetler ancak iman ile kaim olur.
İman olmadan yapılan amelin herhangi bir hükmü yoktur. îmanın da ilk şartı
Allah'ın varlığını ve birliğini tasdiktir. İman olmadan hiçbir amel ve ibadet
Allah indinde geçerli değildir. Bir insan hayatının sonuna kadar Müslüman
olarak yaşasa ancak son anda irtidat etse, yani dinden çıksa daha önce yaptığı
amellerin hepsi boşa gider.
Bu âyet-i celîlenin
hükmü bütün Müslümanlara şamildir: Fıkıh bilginlerimiz bu konuda şöyle
demişlerdir: Eğer herhangi bir Müslüman mürted (kâfir) olursa, o ana kadar
yapmış olduğu bütün amelleri yok olur. Hatta namaz kıldıktan sonra irtidat etse
ve kılmış olduğu namazın vakti çıkmadan tekrar iman etse o namazı yeniden
kılması gerekir. Müslüman, mürted olmadan önce hacca gitmiş ise, mürted olunca
hacılığı da yok olur. İslama döndüğü takdirde tekrar hacc etmesi gerekir.
Küfür kelimesi söyleyen bir Müslüma-nın durumu da böyledir. Onun da yapmış
olduğu bütün ameller bir anda yok olur. «Bu sözün küfür olduğunu bilmiyordum»
demek özür sayılmaz. Zira İslâm ülkelerinde insanı dinden çıkaran küfür kelimelerini
bilmemek özür değildir. Müslümanın, ağzından çıkan kelimelere çok dikkat
etmesi gerekir. Ağızdan çıkan bir küfür lâfzı insanı bir anda dinden eder ve o
ana kadar yapmış olduğu bütün ibadetlerin ve amellerin yok olmasına sebep
olur.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde iman edenlere şöyle buyuruyor:
' MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 5-6) 161
«Ey iman edenler,
namaza kalkacağınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi ve
başlarınızı meshedip, her iki topuğa kadar ayaklarınızı yıkayın.»
Yüce Allah, bu âyet-i
celilesinde abdestin farzlarını beyan ediyor. Abdest namazın anahtarıdır.
Namaz ise dinin direğidir. İnsanı, dünya işlerinden koparıp, Allah'ın huzuruna
yönelten ve fiilen kul olduğunu isbat ettiren bir ibadettir. Böyle bir ibadetin
icra edilebilmesi için, kişinin maddeten ve manen temiz olması gerekir. Bunun
için de âyet-i celîlede abdestin farzları bildirilmiştir.
Ey iman sahipleri,
namaz kılacağınız zaman abdestinizi güzelce alın. Abdest alırken yüzünüzü tüy
bitiminden çene altına kadar yıkayın. Ellerinizi parmaklarınızın ucundan
dirseklerinize kadar yıkayın. Bu yıkamaya dirsekler de dahildir. Başınızın
dörtte birini mes-hedin. Ayaklarınızı - topuklar dahil - yıkayınız. Abdest
alınırken, abdest azalarında kuru yer kalmayacaktır. Eğer abdest azalarında kuru
yer kalırsa abdest olmaz. Abdest olmayınca namaz da olmaz. Yukarda sayılanlar
abdestin farzlarıdır. Bunlardan başkası ise, abdestin sünnetleridir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlenin devamında şöyle buyuruyor:
«Eğer cünüpseniz boy
abdesti alın. Şayet hasta veya yolculukta iseniz, ya da ayakyolundan
gelmişseniz, yahut da kadınlara yak-laşmışsanız ve bu halde su da
bulamamışsanız o vakit tertemiz bir toprakla teyemmüm edin. Yüzlerinizi ve
ellerinizi onunla mesnedin.»
Bu âyet-i celile İslâm
dininin kolaylık dini olduğunu bir kez daha vurgulamaktadır. Âyet-i kerîmede
zikredilenler her an insan oğlunun başına gelebilecek olan şeylerdir. Yüce
Allah kullarına her kolaylığı göstermiştir. Gerek ibadetlerde ve gerek diğer
ilâhi emirlerde asla zorluk yoktur. Ey iman edenler, siz cünüp olduğunuz zaman
hemen yıkanınız. Cünüp olanların hemen yıkanması gerekmektedir. Cünüplünün
yemesi, içmesi, gezip-tozması ve herhangi bir iş ile meşgul olması caiz
değildir. Bu bakımdan cünüp olanlar için «Hemen yıkanınız» emri söz konusudur.
Müslümanın bu emre itaat etmesi gerekir. Cünüplü yıkanırken vücudunda en küçük
bir kuru yer
C.; ii — F. : 11
162 MÂİDE
SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 5-6)
kalmayacaktır. Eğer
kuru yer kalırsa yıkanmamış sayılır ve cünüp-lük çıkmaz. Buna çok dikkat etmek
gerekir.
Şayet hasta olur ve
hastalığınız su kullanmanıza mani olursa, o zaman temiz bir toprakla teyemmüm
yapar, namazlarınızı kılar, Kur'an'ımzı okursunuz. Yolculukta, ayakyolundan
geldiğinizde, veya hanımlarınıza yaklaştığınızda, abdest almak veya yıkanmak
için su bulamadığınız takdirde temiz bir toprakla teyemmüm eder, namazlarınızı
kılarsınız. Tâ ki su bulup kullanacak duruma gelinceye kadar. Su bulunduğu
takdirde yıkanma fırsatı da olursa, derhal yıkanmak gerekir. Suyun bulunmadığı
yerde teyemmüm yapılır, o teyemmüm ile namaz kılınır, Kur'an okunur.
Teyemmümün yapılışı:
Teyemmüm temiz toprak, tuğla, alçı, kireç gibi şeylerle yapılır. Önce niyet
edilir. Teyemmümde niyet farzdır. Sonra iki el toprağa vurulur ve yüz iyice
ellerle meshedilir. Yüzden sonra yine eller toprağa vurulur, elin parmak
ucundan başlayarak dirseğe kadar meshedilir. Sonra aynı şekilde sol elin
parmak ucundan dirseğe kadar meshedilir. Abdestte olduğu gibi, meshe dirsekler
de dahildir. Teyemmümde baş ile ayaklar meshedilmez. Bu Allahü Teâlâ'nın
kullarına bir lütfudur.
Yüce Allah âyeti
celilenin devamında şöyle buyuruyor:
«Allah, sizin
üzerinize bir güçlük yapmayı dilemez. Fakat iyice temizlenmenizi ve üstünüzdeki
nimetinin tamamlanmasını diler. Tâ ki şükredesiniz.»
Yüce Allah suyun
bulunmadığı yerlerde kullarına kolaylık olsun diye teyemmümü emretmiştir.
Çünkü Allahü Teâlâ kullarına asla yapamayacakları şeyleri emretmez. Ancak
onların yapabilecekleri şeyleri emreder. O, kullarının iyice temizlenmesini ve
üzerlerindeki nimetlerinin tamamlanmasını diler. Abdest ve gusül, ibadet yapabilmek
için şarttır. Abdestsiz ve gusülsüz ibadet olmaz. Bunun içindir ki suyun
bulunmadığı yerde, ibadetlerin aksamaması için ve mü'minlere kolaylık olsun
diye Yüce Allah teyemmümü emretmiştir. Tâ ki insanlar Allah'ın nimetlerine
şükretsinler, nankörlük etmesinler. Bütün bunlar Allah'ın kullarına olan
lütfudur. Görülüyor ki, bütün nimetler insanoğlunun emrine verilmiş ve onların
da, bu nimetin sahibine şükretmeleri istenmiştir. Şükretmeyenler elbette ceza-
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 7-8)
163
larını göreceklerdir.
Şükredenler ise, mutlaka umduklarına nail olacaklardır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Allah'ın,
üzerinizdeki nimetini ve "Dinledik, itaat ettik" dediğiniz zaman ona
andınızı - ki O, sizi onunla bağışlamıştır - hatırlayın. Allah'tan korkun.
Şüphe yok ki Allah göğüslerde olan sırrı dahi bilicidir.»
Ey mü'minler, Allahü
Teâlâ'nın sizin üzerinizdeki nimetlerini ve ihsanlarım hatırlayın. Allah sizi
İslâm ile şereflendirdi. Yapabileceğiniz bir görevden başkasını size
yüklemedi, ancak yapabileceğiniz kadarını size teklif etti. O'na vermiş
olduğunuz andınızı hatırlayınız.
Allahü Teâlâ, Âdem
(a.s.)'in sulbünden insanları çıkardığı zaman, onlar ruh âleminde iken «Ben
sizin Rabbiniz değil miyim?» diye onlara hitap etmişti. İnsanlar da cevaben
«Belâ» evet «Sen bizim Rabbimizsin, emirlerini işittik ve itaat ettik»
demişlerdi. Bu söz, Allahü Teâlâ'ya verdikleri bir ahit idi. Ey insanlar, Allah'a
verdiğiniz ahdinizi hatırlayın, ondan dönmeyin. İnsanlar daha ruh âleminde
iken, Yüce Mevlâ'nın bütün mevcudatın sahibi ve maliki olduğunu tasdik
etmişlerdir. Ey mü'minler, Allah'a verdiğiniz ahdinizi bozmaktan korkun.
Allah'ın emirlerini yerine getirerek, O'na itaat edin. Şüphe yok ki O, sizin
gizlediklerinizi de, açığa vurduklarınızı da bilir. O'nun bilgisinden hiçbir
şey gizli kalmaz.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Ey iman edenler,
Allah için hakkı ayakta tutan hâkimler, adalet Örneği şahitler olun. Bir
millete olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin, âdil olun. Bu, takvaya
daha yakındır. Allah'tan korkun, Şüphesiz ki Allah işlediklerinizden
haberdardır.»
Ey iman edenler, Allah
için hakkı ayakta tutan hâkimler ve adalet timsali şahitler olunuz. İnsanlar
arasında hükmettiğiniz zaman Allah için hükmedin. Aralarında hükmettiğiniz
insanlar düşmanı-
164 MÂİDE
SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 9)
mz da olsa, yakınınız
da olsa asla adaletten ayrılmayınız. Şahitlik yaptığınız zaman da Allah için
şahitlik yapın. Hiçbir zaman hakkı söylemekten çekinmeyin. Bir kavme, bir
millete ve bir şahsa olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adalet üzere
hükmetmeniz ve şahitlik yapmanız takvaya daha yakındır. Allahü Teâlâ, kullarının
âdil olmasını ve insanlar arasında hükmettikleri zaman adalet üzere
hükmetmelerini emrediyor. Bir milletin selâmeti ancak fertleri arasında
adaletin hükümran olmasıyla mümkündür. Adaletin olmadığı yerde hak, hakkin
olmadığı yerde huzur, huzurun olmadığı yerde birlik olmaz. Bir toplumda birlik
ve adalet olmazsa o toplum yıkılmaya ve yok olmaya mahkûmdur. Tarih bunun
misalleriyle doludur. Bu bakımdan îslâm dini adalete son derece önem vermiştir.
Adalet timsali olan Hz. Ömer «Adalet mülkün temelidir» demiştir. Yüce Allah
iman edenlere şöyle hitap ediyor: «Ey iman edenler, Allah için hakkı ayakta
tutan hâkimler ve adalet örneği şahitler olunuz.» Bu ilâhî emir iman edenler
için söz konusudur, iman etmeyenlere böyle bir emir yoktur. Dolayısıyla iman
edenlerin adaletten ayrılması mümkün değildir. Yapılan bir haksızlık imanı
tehlikeye sokar. Allah'ın gadabma vesiyle olur.
Bu âyet-i celîlenin
nüzul sebebi şudur: Allahü Teâlâ Mekke'nin fethini Müslümanlara müyesser
kılmıştı. Mekke artık Müslümanların olmuştu, mü'minlere yapılan işkence, zulüm
bitmişti. İntikam sırası Müslümanlara gelmişti. Yüce Allah Müslümanlara
adaletle hükmetmelerini" ve affedici olmalarını emretmiş ve şöyle
buyurmuştur: «Bir millete olan öfkeniz sizi adaletsizliğe sürüklemesin, âdil
olun.» îslâm adaleti karşısında dost, düşman herkes eşittir. Dinleri, dilleri,
ırkları ve renkleri ne olursa olsun bütün insanlar îslâm adaleti karşısında
eşittirler.
Ey iman sahipleri,
Allah'tan korkun, adaletsizliğe sapmayın, şahitliğinizi dosdoğru yapın.
Şüphesiz ki Allah işlediklerinizden, yaptıklarınızdan haberdardır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Allah, iman edip
güzel güzel amellerde bulunanlara vaad etti: Onlar için bir mağfiret ve çok
büyük bir mükâfat vardır.»
Allahü Teâlâ, iman
edip, salih ameller işleyen kullarına kurtuluşu ve büyük bir mükâfatı vaad
ediyor. îman edip, amel-i salih yapanlar mutlaka kurtuluşa ereceklerdir. îman
etmeyenler ise, küfürlerinin cezasını göreceklerdir.
MÂİDE SÜRESİ (cüz: 6,
âyet: 10-11)
165
Mekke'li müşrikler
İslâm'ı kabul ettikten sonra Peygamberimiz (s.a.v.)'e şöyle demişlerdi: «Ey
Allah'ın Resulü, biz bugüne kadar küfür içindeydik, şimdi Müslüman olduk.
Bizim âhiretteki durumumuz ne olacak?» Bunun üzerine Allahü Teâlâ yukardaki
âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Allah, iman edip güzel güzel amellerde
bulunanlara vaad etti: Onlar için bir mağfiret ve çok büyük bir mükâfat
vardır.» îman edip, Allah'a ve Resulüne itaat edenlerin, Allah günahlarını
bağışlar, âhirette onları büyük mükâfatlara nail eder.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«İnkâr edenler ve
âyetlerimizi yalanlayanlar, işte onlar cehen nem yaranıdırlar.»
Hz. Muhammed'i ve O'na
inen Kur'an'ı inkâr edenler ve bu inkârları üzere ölenler ebedî cehennemin
yaranıdırlar. Hz. Muhanv med (s.a.v.)'in peygamberliğine ve Kur'an'ın Allah
kelâmı olduğuna inanmayanlar ebedi olarak cehennemde kalacaklardır. Bu,
onla-»rın inkârlarının bir cezasıdır. İnkarcılar mutlaka cezalarını göreceklerdir.
Yüce Allah âyet-i
celilesinde iman edenlere şöyle buyuruyor:
*mı
«Ey iman edenler,
Allah'ın, üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani bir topluluk size tecavüze
kalkışmıştı da Allah onlara mani olmuştu. Allah'tan korkun. Mü'minler yalnız Allah'a
güvenip dayansınlar.»
Bu âyet-i celîlenin
nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (s.a.v.) ni çekiyor, onların Allah'tan
korkmalarını ve yalnız Allah'a güvenmelerini beyan ediyor.
Bu âyet-i celîlenin
nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (s.a.v.), Medine'ye hicret buyurdukları
zaman, iki Yahudi kabilesi olan Beni Kureyza ve Beni Nadr ile bir antlaşma
yapmıştı. Antlaşmaya göre Medine'yi düşmana karşı beraber savunacaklar,
aralarında savaşmayacaklar, diyet hususunda yardımlaşacaklar ve benzeri hükümlerde
birlikte hareket edeceklerdi. Bir gün taşradan iki müşrik Peygamberimizin
huzuruna gelirler, Peygamberimizle olan
işlerini
166 MÂİDE
SÜRESİ (cüz: 6, âyet: 10-11)
görürler, diğer
ihtiyaçlarını karşılarlar ve Müslümanlar tarafından yolcu edilirler. Yolda Amr
ibni Umeyye ile karşılaşırlar. Amr ibni Umeyye onları eşkıya zanneder ve
öldürür. Bu haberi duyan Peygamberimiz çok üzülür, öldürülenlerin velilerine
kan bedeli olarak iki hur Müslümanın bedeli kadar diyet vermeyi taahhüt eder.
Bu diyetin bir kısmını antlaşma yaptıkları Yahudi kabilelerinden almak için
Peygamberimiz yanına Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Ali'yi alarak Beni Nadr
kabilesine gider. Durumu kendilerine bildirirler. Onlar Peygamberimizi ve
beraberindekileri önce hoş karşılarlar ve «Biraz sabredin, kardeşimiz
Kureyza'lılarla bir istişare yapalım, onların fikrini öğrenelim» derler.
Peygamberimizi arkadaş!arlyle birlikte bırakıp, Kureyza'lıların fikrini almak
için giderler. Onlar diyet için yardım etme yerine, Peygamberimizi ve
beraberindekileri Mdürmeyi plânlarlar. Peygamberimiz onların gelmesini
beklerken, tam o anda Cebrail gelir durumu Peygamberimiz (s.a.v.)'e bildirir.
Bunun üzerine Peygamberimiz ve beraberindekiler oradan ayrılırlar. Böylece
Yahudilerin kurmuş oldukları tuzak suya düşer ve hileleri meydana çıkar. Bunun
üzerine Allahü Teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Ey iman
edenler, Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani bir topluluk size
tecavüze kalkışmıştı da Allah onlara mani olmuştu. Allah'tan korkun. Mü'minler
yalnız Allah'a güvenip dayansınlar.»
Kul Allah'a tevekkül
edince, ona hiç bir kuvvet zarar veremez. Mü'min tedbirini alıp, sonra Allah'a
tevekkül edecektir. Allah'tan başkasına boyun eğenler er-geç mutlaka hüsrana uğrayacaklardır.
Bazı tefsircilere göre
bu âyetin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (s.a.v.) bir gece tek başına
şehitleri ziyaret etmek için Bakıyye Mezarlığına gider. Orada karşısına
cengâver bir Yahudi çıkar ve Peygamberimize şöyle der: «Yâ Muhammed, gerçek
peygamber isen kılıcını bana ver. Gerçek peygamberler cimri olmazlar,
kılıçlarını isteyene verirler.» Cihanın güneşi sevgili Peygamberimiz hiç
tereddüt etmeden kılıcını hemen o kâfire verir. Kâfirin niyeti başkadır, aklınca
peygamberi öldürmek ister ve eline aldığı kılıcı çeker, Peygamberimize
yönelir. O anda içine bir korku düşer, kâfir sanki yere düşüp bayılacak olur,
kendisini zor tutar. Kılıcı derhal iade eder. Görülüyor ki, Allah'ın koruduğuna
kimse bir şey yapamıyor.
Allahü Teâlâ Resulüne
nimetini bildirmek için bu âyeti göndermiştir. Ayetin sonunda «Allah'tan
korkun, size verdiği nimetlerine karşı şükredin. O'na tevekkül edin. Mü'minler
yalnız Aîlah'a güvenip dayansınlar» buyurulmaktadır. Mü'minin Allah'a tevekkül
etmesi vaciptir.
MÂtDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 12)
167
. . Allahü Teâlâ âyet-i celilesinde şöyle
buyuruyor
^V^^
^< ') f • **,! 6* *<
«And olsun ki, Allah,
îsrailoğullarından söz almıştı. İçlerinden oniki nazır (kavimlerinin hallerini
bildirecek kulağı delik kimseler) bulundurmuştuk. Allah onlara şöyle demişti:
Muhakkak ben sizinle beraberim. And olsun ki eğer namazı kılar, zekâtı verir,
peygamberlerime iman eder, kendilerine kuvvetle yardım eder, Allah yolunda
güzel nafaka verirseniz mutlaka sizden, günahlarınızı Örterim. Gerçekten sizi
(ağaçları) altından ırmaklar akan cennetlere koyarım. Artık bundan sonra da
içinizden kim nankörlük eder kâfir olursa o, muhakkak dosdoğru yoldan sapmış
olur.»
Allahü Teâlâ,
îsrailoğullarından, Allah'a şirk koşmayacaklarına, bütün peygamberleri tasdik
edeceklerine ve Tevrat'taki hükümlerle amel edeceklerine dair söz almıştı.
Onların söz verdiklerine şahitlik yapmak üzere oniki kabileden de birer kefil
seçmişti.
Bazı tefsirciler şöyle
demişlerdir: Musa (a.s.) her kabileden güvenilir birer kişi seçer, âsi ve
cebbar bir kavmin durumunu öğrenmek için gönderir. Musa'nın göndermiş olduğu
elçiler âsî ve cebbar kavmin bulunduğu yere gelirler, onların heybeti
karşısında korkarlar ve geri döndüklerinde kendi kavimlerini onlarla
savaşmaktan vazgeçirirler. Onlardan yalnız Yuşâ bin Nün ile Kâlip Buknâ kendi
kabilelerini bunlarla savaşmaya ikna ederler. Yüce Allah onlardan söz aldıktan
sonra, Israiloğullarına âsiler ve cebbarlarla savaşmayı emreder. Hz. Musa'nın
her kabileden seçmiş olduğu kişiler aynı zamanda kabilelerinin reisi idiler.
Musa (a.s.) onları kabilelerine melik tayin etmişti: «Ben muhakkak sizinle
beraberim. And olsun ki eğer namazı kılar, zekâtı verir, peygamberlerime iman
eder, kendilerine kuvvetle yardım eder, Allah yolunda güzel nafaka verirseniz
mutlaka sizden günahlarınızı örterim. Gerçekten sizi (ağaçları) altından
ırmaklar akan cennetlere koyarım. Artık bundan sonra da içinizden kim nankörlük
eder, kâfir olursa, o muhakkak dosdoğru yoldan sapmış olur.»
168 MÂÎDE
SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 13-14)
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Sonra bu sözlerini
bozdukları için onlara lanet ettik, kalbleri-ni katnlaştırdik. Onlar kelimeleri
yerlerinden oynatarak tahrif ederler, ihtar edildikleri hakikatlerden hisse
almayı unuturlar. İçlerinden pek azından başkasının daima hainliklerini
görürsün. Yine sen onları affet ve aldırma. Allah iyilik yapanları şüphesiz
sever.»
Israiloğulları
Musa'dan sonra ahitlerini bozdular, sözlerinde durmadılar, Allah'ın
Resullerini öldürdüler ve kitaplarındaki hükümleri inkâr ettiler. Allah da
onları lanetledi, rahmetinden kovdu ve suretlerini maymuna çevirmekle azap
etti. Kalblerini katılaştırıp, imanın lezzetinden mahrum etti. Onlar Allahü
Teâlâ'nın Tevrat'daki hükümlerini değiştirdiler. Recim âyetini ve Hz.
Muhammed'in sıfatlarını kaldırıp yerine kafalarına göre başka hükümler
koydular. Allah'ın haram kıldıklarına helâl, helâl kıldıklarına da haram
dediler. Kitaplarındaki hükümlerle amel etmez oldular ve ihtar edildikleri
hakikatlardan hisse almadılar. Son Peygamber Hz. Muhammed (s. a.v.î'i tasdik
edip, Allah'ın rahmetine nail olamadılar. Ona ihanet ettiler. Yüce Allah
onların ihanetini şöyle beyan ediyor: «Yâ Muhammed, içlerinden pek azından
başkasının daima hainliklerini görürsün. Yine sen onları affet ve aldırma.
Allah iyilik yapanları şüphesiz sever.» -Yine sen onları affet ve aldırma-
hükmü kıtal âye-tiyle neshedilmiştir. Yahudiler, Peygamberimizin birçok
mucizelerini görmelerine rağmen yine iman etmemişler, hatta iman edenlere de
mani olmuşlardır. Allahü Teâlâ, onları bu azgınlıklarından ve inkârlarından
dolayı rahmetinden kovmuş ve onlara lanet etmiştir. Allah'ın gadabına
uğrayanlar ancak inkarcılar ve azgınlardır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
MÂİDE SÜRESİ (cüz: 6,
âyet: 13-14)
169
*Biz
Hıristiyanız" diyenlerden de söz almıştık. Derken bunlar da ihtar
edildikleri hakikatlerin bir çoğunu unuttular. Bu yüzden aralarına kıyamete
kadar sürecek düşmanlık ve kin bıraktık. Allah, yapmakta olduklarını
kendilerine haber verecektir.»
Yukarda geçen
âyetlerde Allahü Teâlâ, Yahudilerden, Allah'ı ve peygamberlerini tasdik
edeceklerine ve kitaplarının hükümlerine göre amel edeceklerine dair söz
aldığını, onların daha sonra bu ahitlerini bozduklarını ve haksız yere
peygamberlerden bazılarını öldürdüklerini ve kitaplarının hükümlerine göre amel
etmediklerini, bunlara karşılık ne gibi bir azaba uğradıklarını bildirmişti. Bu
âyette ise, aynı sözü Hıristiyanlardan aldığını, onların da daha sonra ahitlerini
bozduklarını beyan etmiş, İncil'de Hz. Muhammed'in son peygamber olarak
geleceğini bildirmiş ve ona iman etmeleri için de kendilerinden teminat
almıştı. Hıristiyanlar ise iman edeceklerine dair söz vermişlerdi. Fakat Hz.
Muhammed (s.a.v.) peygamber olarak gönderilince onlar da, Yahudiler gibi inkâr
etmişler, hatta Peygamberimizle ilgili olan kısımları İncil'den çıkarmışlardı.
Yahudiler de, Hıristiyanlar da ahitlerini bozdukları için Yüce Allah kıyamete
kadar onları birbirine düşman yapmıştır.
Rivayete göre
Yahudilerle, Hıristiyanlar arasında bir savaş olur. «Polis» adında birisi bu
savaşa iştirak eder, bir çok Hıristiyanı öldürür. Polis'in gayesi Yahudilerle,
Hıristiyanlar arasındaki düşmanlığı körüklemektir. Nitekim bu emeline muvaffak
olur. Savaş bittikten bir müddet sonra Hıristiyanların bulunduğu bölgeye
gelir. Yine onlara değişik bir tuzak hazırlamaya çalışır ve muvaffak olur. Hıristiyanların
zayıf tarafım bilir ve onların zaafından yararlanarak işe başlar. Onlara önce
«Beni tanıyor musunuz?» diye sorar. Onlar da tanıdıklarım söylerler. Polis «Ben
rüyamda İsa'yı gördüm, size yaptıklarımdan dolayı bana çok kızdı ve bir vuruşta
gözümü çıkardı. Ben de elini tuttum, yaptıklarıma tevbe ettim ve pişman oldum,
o da beni affetti. Bana Hıristiyanlığın hükümlerini öğretti ve bunları size
öğretmem için beni gönderdi. Ben de size geldim, bundan sonra aranızda bulunup,
onun bana öğrettiklerini size öğreteceğim» der. Bu sözleri duyan Hıristiyanlar
gerçek zannederler, ona itaat ederek, ta'zim ve ikramda bulunurlar. Kendisini
memnun etmek için muhteşem bir köşk yaparlar. Polis köşke çekilir, güya
ibadetle meşgul olur. Halk zaman zaman gelip kendisini ziyaret eder ve bir şeyler
sorar. O da her defasında Allah'ı inkâr mahiyetinde cevaplar verir. Önce
insanların zihnini karıştırır, sonra konuştuklarını tevile ça-hşır ve
insanların hoşuna gidecek sözler söyler. Konuşmalarıyla her geçen gün
insanların takdirini kazanır. Yine bir gün insanları top-
170 MÂÎDE
SÛRESt (cüz: 6, âyet: 13-14)
Iayarak «Bana yeni bir
ilim öğretildi, ben de onu size öğreteceğim» der ve şöyle devam eder «Ey kavmim
yerde ve göklerde ne varsa Allah hepsim insanlar için yaratmıştır. Bunların
hepsi insanlar için yaratıldığına göre, domuz eti ve şarap niçin haram olsun?
Onları yaratan da Allah'tır. Kendinize niçin haram kılıyorsunuz? Bunları
kendinize haram kılmayın, bunlar size helâldir» der. İlimden ve dinden haberi
olmayan zavallılar derhal bu kâfirin sözlerini kabul ederler, içki ve domuz
etini kendilerine helâl sayarlar. Polis halkın 'psikolojik durumunu çok iyi
bildiği için onları kandırmasını da çok iyi becerir. Aradan birkaç gün
geçtikten sonra yine halkı toplar ve «Bana yeni bir ilim daha öğretildi, onu da
size öğreteceğim» der. Halk doğru bir şey dinleyeceği zannıyla toplanır. Polis,
kendisini dinlemek için bir araya gelen bu insanlara şunları söyler: «Ey kavmim,
beni iyi dinleyiniz, size bazı sorular soracağım. Güneş, ay, yıldızlar nereden
doğarlar? diye sorar. «Doğudan doğar» cevabını alır. «Bunları doğudan doğduran
kimdir?» sorusuna onlar «Allah'tır» derler. «Bunları doğudan doğduran Allah
olduğuna göre, Allah doğudadır, namazlarınızı doğuya doğru kılın» der. Polis'in
batıl sözlerini duyan topluluk, bilâhare ibadetlerini doğuya doğru yapmaya
başlar. Bu tarihten itibaren bütün Hıristiyanlar ibadetlerini doğuya doğru
yaparlar.
Aradan bir müddet
geçtikten sonra yine bir grup onu ziyarete giderler. O zamana kadar gözünün
birinin kör olduğu biliniyordu. Zira kendisini halka öyle göstermişti. Yanına
gidenler gözünün sağlam olduğunu görünce birden şaşırırlar ve «Biz gözünüzü kör
biliyorduk, bugün nasıl oldu da gözünüz sağlam?» derler. Polis onlara şöyle
der: «Ben size bazı gizli sırlarımı açıklayacağım. İsa bu gece bana geldi ve
«Ben senden razıyım. Zira sen benim kavmime dinleri hususunda bilmediklerini
öğrettin» dedi ve eliyle gözümü sığadı, gözüm yerine geldi.»
Halbuki o gözünü bir
bez ile kapatmış, kör olduğunu söylemişti. Gözünden bezi kaldırınca körlük
diye birşey kalmamıştı. Bütün bunlar halkı kandırmak için yapılan oyunlardır.
Halkın gözünde kendisini daha da büyük göstermek için «Bu gece kendimi İsa'ya
kurban edeceğim, beni bundan sonra aranızda bir daha bulamayacaksınız.
Sırlarımı bilin ve söyleyeceklerime iyi dikkat edin. Allah'tan başka ölüyü
kimse diriltemez. Buna kimsenin gücü yetmez. Körleri gördüren ve sağırları
işittiren O'dur. Fakat bütün bunları yapan İsa'dır. Çünkü Allah İsa'dır. Ona
tapın, başkasına tapmayın» der. Onlar, kâfirin bu bâtıl sözlerine de inanırlar
ve İsa'nın Allah olduğunu kabul
ederler. Onlar yeni bir şey
öğrenmenin sevinciyle
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 15)
171
oradan ayrılırlar.
Sonra başka bir grup gelir onlara da şöyle der: -İsa Allah'ın oğludur. Bu gece
bana gelerek Allah'ın oğlu olduğunu söyledi.» O grup da İsa'nın Allah'ın oğlu
olduğuna inanır.
Daha sonra kâfirin
yanına başka bir topluluk gelir, onlara da küfrünü şöyle sergiler: «Allah üçtür:
Meryem, İsa ve Allah. Ben bu gece kendimi İsa'ya kurban edeceğim. Siz
itikadınızdan sakın dönmeyin.» Bunlar da Allah'ın üç olduğuna inanarak
yanından ayrılırlar. Küfrünü bu şekilde sergileyen kâfir o gece kayıplara
karışır. Sabahleyin yanına gelen kâfirler onu yerinde bulamazlar ve kendini
İsa'ya kurban ettiğine inanırlar. Orada bulunanlardan kimi İsa'nın Allah
olduğunu, kimi Allah'ın oğlu olduğunu, kimi de Allah'ın üç tane olduğunu
söyler. Her grup bir diğerini yalanlar ve kendinin haklı olduğunu iddia eder.
Böylece aralarında görüş ayrılığı başlar. Hıristiyanlar hâlâ üçlü Allah
sistemine inanırlar. Onlara göre Allah üçtür. Allah baba, İsa oğul Allah ve
Kutsal ruh. Bütün bunlar insanları kandırmak için oynanan oyunlardır. Kıyamete
kadar bu ayrılıkların ve birbirlerine olan düşmanlıkların devam edeceğine
dair, Allah'ın vaadi vardır. Nitekim bu görüş ayrılıkları yüzünden, zaman
zaman aralarında büyük savaşlar çıkmıştır.
Ey iman edenler, siz
Hıristiyanlar gibi dininiz hususunda ihtilâfa düşüp birbirinize düşman
olmayın. Zira haktan sapmak, yapmış olduğunuz bütün amelleri yok eder. Allahü
Teâlâ kıyamet günü kimin hak üzere, kimin bâtıl üzere olduğunu haber
verecektir. Orada hepsi meydana çıkacaktır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
*Ey Yahudi ve
Hıristiyanlar! Şimdi size Peygamberimiz geldi; kitabınızdan gizlemekte
olduğunuz şeylerin birçoğunu size açıklıyor, birçoğundan da geçiyor. İşte size,
Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir.»
Hıristiyanların ve
Yahudilerin, Tevrat'tan ve İncil'den gizledikleri şeylerin bir çoğunu
kendilerine açıklayan, bir çoğunu ise açık-, lamayan Allah'ın Resulü Hz.
Muhammed gelmiş, onların Tevrat'ta ve İncil'de yaptıkları tahrifatı kendilerine
haber vermiştir. Halbuki
172
MÂİDE SÜRESİ (cüz: 6,
âyet: 16)
Peygamberimiz Tevrat'ı
ve İncil'i okumamıştır. Fakat onların yaptıklarını bir bir nakletmiştir.
Yukarıda geçen âyetlerde de belirtildiği gibi, Yahudiler Tevrat'ın,
Hıristiyanlar da İncil'in bazı âyetlerini değiştirmişler ve bir kısım
âyetlerini kitaplarından çıkarmışlardı. Recim âyetini, domuz etinin ve içkinin
haram olduğuna dair hükümleri, Peygamberimizin özelliklerinden bahseden
âyetleri kitaplarından çıkarmışlardı. Bunların yerine kendi kafalarına göre
hükümler koymuşlar, böylece gerçekleri insanlardan saklamışlardı.
Rivayete göre Yahudi
bilginlerinden birisi Peygamberimize gelerek «Yâ Muhammed, senin bize
açıklamadığın şeyler nelerdir, söyler misin?» der. Peygamberimiz, ona cevap
vermez. Çünkü Yahudi samimi değildir. Gûyâ o kâfir Peygamberimizi deniyordu.
Peygamberimiz ise onun sorusunu nazar-ı itibâre almaz. Yüce Allah şöyle
buyuruyor: «Ey mü'minler, doğrusu size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap
gelmiştir.» Allahü Teâlâ, bu âyet-i celîlede Hz. Muham-med'i nur olarak
vasıflandırmiştır. Çünkü O, insanlığı zulmetten kurtarmış, nura kavuşturmuş,
dalâletten çıkarıp, hidâyete erdirmiştir. Onun vasıtasıyla cihan nurlanmış,
insanlık şahsiyet kazanmış, gönüller Allah sevgisiyle dolmuş, bâtıl inançlar
yok olmuştur.
Kur'an da bir nurdur.
Gönül kulağı onunla aydınlanır, şüpheler onunla izale edilir, haram-helâl
onunla belli olur, hakikatlar onunla ortaya çıkar, ibadetler onunla tamam olur,
gözler onunla nurlanır, kaîb onunla ferahlar, iman onunla tamamlanır, hak ile
bâtıl onunla ayırt edilir. Cehalet onunla yıkılır, insan onunla kemâl bulur,
aile onunla selâmete erer. Ahlâk onunla tamamlanır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Allah onunla,
rızasını gözetenleri selâmet yollarına eriştirir ve onları, izni ile,
karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onları doğru yola iletir.»
Allahü Teâlâ, kendi
rızasını gözetenleri selâmet yollarına eriştirir ve onları karanlıklardan
aydınlığa çıkarır. Emirlerini yerine getirenleri, yasaklarından kaçınanları
hidayete erdirir. Kur'an ile onları nurlandırır. Hz. Muhammed ile aydınlatır,
selâmete erdirir, îs-lâm ile şereflendirir. Kur'an ile onları küfürden
uzaklaştırır, iman ile olgunlaştırır. Kur'an ve iman yolundan gidenler Hakk'a
ulaşırlar.
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 17) 173
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«"Allah ancak
Meryem oğlu Mesihtir" diyenler and olsun ki kâfir olmuşlardır. De ki:
"Allah, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzünde olanların hepsini yok
etmek isterse kim O'na karşı koyabilir?" Göklerin, yerin ve
arasmdakilerin hükümranlığı Allah'ındır, dilediğini yaratır. Allah her şeye
kaadirdir.»
Yukarıda da
belirtildiği gibi, Hıristiyanların bir kısmı İsa (a.s.)'-ya «Allah»
demişlerdir. Aslında Hz. İsa'nın Allah olmadığını onlar da çok iyi
biliyorlardı. Fakat yine de ona «Allah» demekten geri durmuyorlardı. Kim
olursa olsun İsa'ya «Allah» diyen kâfir olur. Allah'a eş koşmak, Allah'tan
başkasına «Allah» demek küfürdür. Allah, birdir, ortağı, benzeri, yardımcısı,
oğlu, kızı yoktur. Sonra hiç bir varlık Allah olamaz. îsa da bir varlık ve bir
insan olduğuna göre nasıl Allah olabilir? Hem İsa'nın doğumu daha dündür, peki
ondan önce Allah kimdi? Sonra İsa bir anadan meydana gelmiştir, bunları yaratan
kimdir? Yaratılan bir şey nasıl Allah olur? İsa yaratıldığına göre, İsa'yı
yaratan kimdir? Bütün bunları var eden Yüce Allah'tır. Allahü Teâlâ onlar için
şöyle buyuruyor: «Yâ Muhammed, de ki: «Allah, Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve
yeryüzünde olanların hepsini yok etmek isterse kim O'na karşı koyabilir?»
Göklerin, yerin ve arasmdakilerin hükümranlığı Allah'ındır. Allah dilediğini yaratır.»
Allah'ın hükmüne kim karşı gelebilir? Allah, İsa'yı, anasını, gökleri, yeri ve
bütün varlıkları bir anda yok etse buna kim mani olabilir? Hz. İsa'nın kendi nefsini
kurtarmaya gücü yeter mi? Kaldı ki başkalarını kurtarsın veya Allah'ın mülkünde
hükümran olsun. Bütün varlıkların, yerin, göklerin sahibi, mâliki, koruyucusu,
idarecisi, rızıklandıranı yalnız Allah'tır. O, dilediğini var eder, dilediğini
yok eder. O'nun hükmüne kimse karışamaz. O, her şeye kaadirdir.
Allah Âdem (a.s.)'i
topraktan yarattığı gibi, İsa'yı da babasız olarak Hz. Meryem'den dünyaya
getirmiştir. O, bir şeye «ol» dediği zaman o şey olur. Bundan kimsenin şüphesi
olmasın. Hıristiyanların bir kısmı «İsa eğer beşer olsaydı babası olurdu.
Babası olmadığına göre beşer değildir» demişlerdir. Allahü Teâlâ, onların
sözlerini red-
-1-7* MAİDE SÛRESİ
(cüz: 6, âyet: 18)
detmek için yukardaki
âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Allah, ancak Meryem oğlu Mesih'tir»
diyenler and olsun ki kâfir olmuşlardır. De ki: "Allah, Meryem oğlu
Mesih'i, anasını ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmek isterse kim O'na
karşı koyabilir?" Elbette hiçbir güç O'na karşı koyamaz.»
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Yahudiler ve
Hıristiyanlar, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler.
Onlara de ki: "Öyleyse günahınızdan ötürü size niçin azap ediyor? Oysa siz
O'nun yarattığı insanlarsınız". Allah dilediğini bağışlar, dilediğine
azap eder. Göklerin, yerin ve ikisinin arasın-dakilerin hükümranlığı
Allah'ındır. Son dönüş de ancak O'nadır.»
Bu âyet-i celilenin
nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (s.a.v.) Yahudileri ve Hır is tiy anları
Allah'ın azabıyla korkutmuş ve iman etmeyenler için elim bir azap olduğunu
bildirmiştir. Bunun üzerine onlar Allah'ın vaadini hiçe sayarak «Biz Allah'ın
oğullan ve sevgilileriyiz, baba oğluna azap etmez, onu sever. Biz de Allah'ın
oğlu olduğumuz için O, bize azap etmez» demişlerdir. Yüce Allah bu âyeti inzal
ederek onların bâtıl sözlerini reddetmiş ve şöyle buyurmuştur: «Yahudiler ve
Hıristiyanlar «Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz» dediler. Onlara de ki:
«Öyleyse günahlarınızdan ötürü size niçin azap ediyor? Oysa siz O'nun yarattığı
insanlarsınız.» Onlar kendilerini Allah'ın oğlu ve dostu kabul etmişlerdir.
Böyle söylemekle kendilerini Allah'ın azabından kurtaracaklarım
zannediyorlardı. Allah'ın oğlu olmadığını onlar da çok iyi biliyorlardı.
Yahudiler ve Hıristiyanlar iddialarında doğru iseler, niçin babalarına azap
edilmiştir? Onların babaları cumartesi günü balık avladıkları için Yüce Allah
suretlerini değiştirerek kendilerini maymuna benzetmiştir. Bu onlar için en
büyük bir ceza değil midir? Yine onlardan birçoğu Allah'ın emirlerine muhalefet
ettikleri için helak olmamışlar mıdır? Hem Yahudiler «Allah bizi kırk gün
ateşte yakacak, kırk günden sonra daha yakmayacak» demediler mi? Eğer onlar
Allah'ın oğlu olmuş olsaydılar, Allah onları yakar mıydı? Asla yakmazdı. Çünkü
baba oğlunu yakmaz. Onların iddiaları bâtıldır, yalandır, asılsızdır. Yahudiler
ve Hıristiyanlar da, diğer insanlar gibi Allah'ın kullarıdır.
MÂÎDE SÜRESİ (cüz: 6,
âyet: 19)
175
Allah katında makbul
olanlar ancak iman sahipleridir, İmam olmayanlar diğer varlıklar gibidir.
İnsanı, insan yapan imandır.
Allahü Teâlâ
kullarından dilediğini affeder, dilediğine de azap eder. İman edip, amel-i
salih işleyen kullarını affeder. İman etmeyen kullarına da lâyık olduğu cezayı
verir. Yerin ve göklerin sahibi, mâliki Allah'tır. Bunların hepsi Allah'ın
mülküdür. Bu mülkün Allah'tan başka sahibi ve mâliki yoktur. Son dönüş ancak
O'nadır. Herkese ameline göre mükâfat ve mücazat verecek olan da O'dur.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
"
<*>'<C
«Ey kitap ehli,
peygamberlerin arası kesildiğinde "bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi"
dersiniz diye, size açıkça anlatacak peygamberimiz geldi. Şüphesiz O, size
müjdeci ve uyarıcı olarak gelmiştir. Allah her şeye kaadirdîr.»
Bu âyet-i kerime ile
Yahudilere ve Hiristiyanlara hitap edilmiştir. Ey Yahudiler ve Hıristiyanlar,
size ne oldu ki, kitabınızla amel etmiyor ve yaptıklarınız da kitap ehlinin
yaptıklarına hiç benzemiyor. Sizin durumunuz tıpkı kendisini herkesten akıllı
zanneden adamın durumu gibidir. Kimsenin fikrini beğenmeyen o adam kendi
başına bir iş yapar, oysa yaptığı iş gayet gülünçtür. Herkesi güldürür. Halk
onunla alay etmeye başlar ve «Sen akıllı birisiydin, bunu nasıl yaptın?»
derler. Bu sözler, ona bir serzeniştir, denilmek isteniyor ki, sen akıllı
birisi değilsin. Eğer akıllı birisi olsaydın, yaptığın iş de akıllı işi olurdu.
Halbuki senin yaptığın iş akıllı işi değildir. Allahü Teâlâ'nın Yahudi ve
Hıristiyanlara «Ey kitap ehli» diye nida edişinin sebebi de budur. Bu hitap
onlara bir serzeniştir. Ey Yahudiler ve Hıristiyanlar, sizin amelleriniz hiç
kitap ehlinin amellerine benzemiyor, şu halde siz kitap ehli değilsiniz. Zira
kitap ehli, kitabının hükümlerine göre amel eder. Onun haricine çıkmaz.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
«Ey kitap ehli, peygamberlerin arası kesildiğinde, «Bize müjdeci ve uyarıcı
gelmedi» dersiniz diye, size açıkça anlatacak Peygamberimiz geldi. Şüphesiz O,
size müjdeci ve uyarıcı olarak gelmiştir.» Peygamberler dinin hükümlerini ve
İslâm şeriatini bildirmek için gönderilmişlerdir. Allahü Teâlâ her devirde ve
her topluma peygamberler göndermiştir. Peygamberler insanları hakka davet için
gelmişlerdir. Kıyamet günü insanlar «Bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi»
demesinler diye, peygamberler müjdeci ve uya-
176
MÂÎDE SÛRESÎ (cüz: 6,
âyet: 20)
rıcı olarak
gönderilmiştir. Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muham-med (s.a.v.)'dir. AHahü
Teâlâ insanları davetsiz bırakmamıştır. Emirlerini ve yasaklarını
peygamberleri vasıtasıyla insanlara bildirmiştir, îtaat edenlere mükâfat,
isyan edenlere de mücazat vereceğini haber vermiştir. Kıyamet günü insanlar
«Emirlerini ve yasaklarını bize bildirmedin» demesinler diye her devirde
davetçilerini göndermiştir. Artık kıyamet günü insanlar «Biz bunu bilmiyorduk
veya bundan haberimiz yoktu» diye bir özür beyan edemeyeceklerdir. Çünkü
cennet nimeti de, cehennem azabı da dahil herşey bildirilmiştir. Kulları
bunlardan hangisini dilerse Allah onu verir.
Yüce Allah her şeye
kadirdir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. Göklerde ve yerde olan her şeyi
kulları için yaratmıştır. Kullarını âhiret nimetleriyle mükâfatlandırmak için
de müjdeci ve uyarıcı olarak peygamberler göndermiştir. Bütün peygamberler
insanlığın selâmeti için gelmişlerdir.
Allahü Teâlâ âyet:i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Bir zamanlar Musa,
milletine "Ey milletim, Allah'ın, sizin üzerinizdeki nimetini düşünün.
İçinizden peygamberler gönderdi, sizi hükümdarlar yaptı, size âlemlerden
hiçbirine vermediğini verdi" demiştir.»
Musa (a.s.î bir
zamanlar kavmine şöyle demişti: «Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetlerini
hatırlayın. Hiçbir zaman o nimetleri unutmayın. İçinizden peygamberler
göndermiştir ve o, gelen peygamberler size hakkı tebliğ etmiştir. Bu, Allah'ın
size bir ihsanıdır. Sizi yeryüzünde hükümdarlar yapmıştır, bir zamanlar siz
esirdiniz.» tsrailoğulları uzun zaman esaret altında kalmışlar, Allahü Teâlâ
onları Musa (a.s.) vasıtasıyla esaretten kurtarmıştır.
îmam-ı Kelbi
«Peygamberlerden maksat Musa ile kardeşi Harun (a.s.)'dur. Bunlardan başka
Musa, kavminden yetmiş kişi seçmiş, Tür Dağı'na da bunlarla beraber gitmiştir»
demiştir. Bazılarına göre ise, peygamberlerden maksat îsrailoğullarının içinden
çıkan peygamberler olup sayıları dört bindir.
Musa (a.s.) kavmine
Allah'ın nimetlerini saymaya devam ediyor: «Ey kavmim, unutmayın, Allah sizi
Fir'avun'un baskısından kurtardı, sizi denizden geçirip, onu boğdu. Sizi melik
yaptı, onu rezil et-
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 21)
177
ti» demiştir. Bazıları
da «Başkasına muhtaç olmayan kişi, padişahtır» demişlerdir. Nitekim
Peygamberimiz (s.a.v.)
«Evinde sıhhat ve
afiyet içinde ve günlük ihtiyacını temin etmiş olarak sabahlayan kimse dünya
padişahıdır» buyurmuştur. •'
Allahü Teâlâ
îsrailoğullarına verdiği nimetleri, onlardan başka hiç kimseye vermemiştir.
Denizi yarıp onları geçirmiş, Fir'avun'u ve adamlarını boğmuş, bulut gönderip
onları gölgelemiş, taştan on iki ırmak akıtıp onları sulamış, gökten bıldırcın
eti ve kudret helvası yağdırmış, onlara rızık olarak vermiştir. Bu nimetler
onlara Allah'ın bir lütfudur. Fakat onlar bunca nimetlerin kıymetini
bilmemişler, yine nimet sahibine isyan etmişler, sonunda Allah'ın azabına uğramışlardır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Ey milletim, Allah'ın
size takdir ettiği mukaddes yere girin. Ardınıza dönmeyin, yoksa kayıp edenler
olarak dönersiniz, demişti.»
Musa (a.s.) kavminin
şirkten ve küfürden temizlenerek peygamberler diyarı olan Beytülmukaddes'e
veya Şam'a girmelerini istemiştir. Eğer kavmi oraya girerse günahlarından
temizlenmiş olacaklardı. Hz. Musa ilâhî emir gereği kavminin oraya girmesini
istiyordu. Zira her peygamber kavminin ve kendisine tâbi olanların Allah'a
itaatkâr ve ilâhi nimetlere nail olmasını isterler. Bunun için de Musa (a.s.)
kavmine şöyle demiştir: «Ey milletim, Allah'ın size takdir ettiği mukaddes
yere girin. Ardınıza dönmeyin, yoksa kayıp edenler olarak dönersiniz.» Onların
o beldeye girmeleri Allahü Teâlâ'nm emridir. Hz. Musa da kavmine Yüce Allah'ın
emrini bildiriyordu. Onlar adı geçen beldeye girdikleri takdirde günahlarından
temizlenmiş ve arınmış olacaklar, girmedikleri takdirde günahkâr ve âsi kalacaklardı.
Bazı tefsircilere göre
o belde, Allah tarafından Hz. İbrahim'e vaat edilen ve ondan sonra çocuklarına
miras olarak kalan bir belde-
C. : II — F. : 12
178 MÂIDE SÛRESt (cüz: 6,
âyet: 22)
dir. İbrahim (a.s.)
Nemrut'un hazırladığı ateşe atılmak üzere mancınıkla havaya fırlatıldığı zaman
Yüce Allah Cebrail'i göndererek ona şöyle hitap etmiştir: «Yâ İbrahim, Allah'ın
sana selâmı var, gözünün görebildiği yere kadar sana vereceğini vaat etti.» Bu
beldeler Filistin, Sanı, Ürdün ve çevresidir.
Musa (a.s.) kavmine:
«Mukaddes bir yere girin. Allahü Teâlâ atanız İbrahim'e orada oturmasını
emretmiştir. Orası atanızdan size mirastır. Atanızın mirasında oturmanız
Allah'ın emridir. Emrolun-duğunuz şeyden geri dönmeyin, aksi takdirde en büyük
zarara uğrayanlardan olursunuz» demiştir. O mukaddes beldeye girenler mükâfatını,
girmeyenler de cezasını göreceklerdir.
Musa Ca.s.) zamanında
Filistin'de cebbar ve âsî bir kavim vardı. Yüce Allah, Musa (a.s.)'nm kavmine o
cebbarların bulunduğu beldeye girmelerini emretmiştir. îsrailoğuîları on iki
kabile idi. Hz. Musa, her kabileden birer kişi seçerek o cebbarların durumunu
öğrenmek için Filistin'e göndermiştir. Adı geçen beldede yaşayan cebbarlar
iri yapılı ve azgın kimselerdi. Musa'nın elçileri onları görünce korkmuşlar ve
içlerinden birkaç kişi elçileri yakalayıp reislerine götürmüşlerdi. Bazılarına
göre ise, on iki kişiyi «Acun» adında biri sırtlayıp götürmüştür. Başkanları
bir kişinin onları getirdiğini görünce «Bizim elimizden bu şehri alacak olan
siz misiniz?» demiş ve kendilerini öldürmek istemişti. Karısı ise buna mani
olmuş ve «Sen bu zavallıları mı öldüreceksin? Onları bırak. Bir miktar yiyecek
ver, yesinler-içsinler ve kavimlerine döndükleri zaman bizim büyüklüğümüzü
haber versinler» demişti. Kıral, denilenleri yapar ve onları serbest bırakır.
Musa'nın elçileri geriye dönerler ve o zorba kavmin azgın olduğunu kendi
milletlerine haber vermeyeceklerine dair aralarında sözleşirler. Böylece
kavimlerine dönerler, vaatlerim bozarlar ve cebbarların durumunu olduğu gibi
bildirirler. Ancak içlerinden ikisi sözünde durur ve kendi kavimlerini onlarla
savaşa razı ederler. Bunlar da Yûşa bin Nün ile Kâlib bin Bûknâ'dır.
Musa (a.s.),
Filistin'i onlardan almak için bütün kabilelerini çağırır. Ancak hiçbiri
Filistin'e girmeye cesaret edemez, o cebbar kavimden korkarlar ve onlar orada
bulunduğu sürece Filistin'e giremeyeceklerini bildirirler.
Allahü Teâlâ âyet-i
celüesinde bunu şöyle beyan ediyor:
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
ayet: 23)
179
*Ey Musa, orada zorba
bir millet var, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya girmeyeceğiz. Eğer çıkarlarsa
biz de gireriz, demişlerdi.»
Musa (a.s.) ilâhi emir
gereği kavmini mukaddes şehre girmeye davet edince, onlar korkularından oraya
giremeyeceklerini bildirmişler ve şöyle demişlerdi: «Ey Musa, orada zorba bir
millet var, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya girmeyeceğiz. Eğer çıkarlarsa
biz de gireriz.» Halbuki onların, âsi ve zorba bir milletin bulunduğu beldeye
girmeleri Allah'ın emriydi. Onlar Allah'ın emrine muhalefetten korkmuyorlar
da, zorba bir milletin bulunduğu beldeye girmekten korkuyorlardı. Musa (a.s.)
ise peygamberler diyarını o zorba milletten kurtarmak istiyordu. Bunun için
kavmini onlarla mücadeleye çağırmıştı. Eğer kavmi cebbarların bulunduğu
mukaddes şehre girerlerse mükâfat, girmezlerse mücazat göreceklerdir. Zamanımız
insanlarının bir çoğu da böyledir. Allah'ın emirlerine muhalefet ederler,
âsilerin emirlerine itaat ederler. Mükâfat yerine, mücazat kazanırlar. Cüzî
menfaatler için dünyalarını da, âhiretlerini de yıkarlar.
Allahü Teâlâ âyet-i
celüesinde Musa (a.s.)'nın kavminin durumunu şöyle beyan buyuruyor:
«Allah'tan korkanlardan,
Allah'ın nimete erdirdiği iki adam: "Üstlerine kapıdan yürüyün, oradan
girerseniz şüphesiz galip gelirsiniz. Eğer gerçek mü'minlerseniz Allah'a
güvenin" demişlerdi.»
Musa (a.s.)'nın kavmi
cebbarların bulunduğu mukaddes şehre 'giremeyeceklerini bildirince, Yûşa ile
Kâleb onlara şöyle demişlerdi: «O zorbaların üstlerine kapıdan yürüyün. Oradan
girerseniz şüphesiz galip gelirsiniz. Eğer gerçek mü'minlerseniz Allah'a
güvenin.» Allah'ın lütfuna mazhar olan bu iki zat onların nasıl hareket edeceklerini
belirtmişler ve şöyle demişlerdir: «Eğer siz, gerçek nıü'min-ler iseniz Allah'a
güvenin. Düşmanlarınızın güçlü-kuvvetli olmasından korkmayın. Şayet siz
Allah'a güvenir ve verilen talimat-gereği hareket ederseniz mutlaka galip
gelirsiniz. Eğer Allah'ın emrine muhalefet ederseniz ziyana uğrayanlardan
olursunuz.»
Mü'min bütün bunlardan
ibret almalı, zorbadan değil, Allah'tan korkmalı ve yalnız O'na tevekkül
etmelidir. Allah'tan başkasına tevekkül edenler mutlaka ziyana
uğrayacaklardır.
180 MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 24-25)
Allahü Teâlâ âyet-î
celilesinde onların Musa (a.s.)'ya ne
şekilde mukabelede bulunduklarını şöyle beyan ediyor:
«Onlar da "Ey
Musa, onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin
savaşın, biz işte burada oturacağız" dediler.»
Musa (a.s.) kavmini
mukaddes şehre girmeye zorlayınca, onlar Musa'ya şöyle demişlerdi: «Ey Musa,
onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın,
biz işte burada oturacağız.» Musa'nın kavmi, cebbarların ve zorbaların
bulunduğu yere giremedikleri gibi, oraya yaklaşmaya dahi korkmuşlar «Sen ve
Rabbin gidin savaşın, mademki sen on kişinin sözüne inanmıyorsun da, iki
kişinin sözüne inanıyorsun, Rabbin Fir'avun'a karşı sana yardım ettiği gibi,
yine yardım etsin de onlarla savaşın, bizim onlarla savaşmaya gücümüz yetmiyor,
biz burada oturalım» demişlerdi. Musa aleyhisselâm onların bu sözleri
karşısında çok üzülmüş ve öfkelenmişti.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde Musa (a.s.)'nm durumunu şöyle beyan ediyor:
«Musa: "Rabbim,
ben ancak kendime ve kardeşime söz geçire-biliyorum, artık bizimle bu yoldan
çıkmış milletin arasını ayır" dedi."
Musa (a.s.) onlara söz
geçiremeyince Allahü Teâlâ'ya niyaz ederek şöyle demişti: «Rabbim, ben ancak
kendime ve kardeşime söz geçirebiliyor um, artık bizimle, bu yoldan çıkmış
milletin arasını ayır.» Musa, onlara mukaddes beldeye girmenin Allah'ın emri
olduğunu bildirmesine rağmen, onlar bu ilâhî emre muhalefet etmişlerdi. Allah'ın
emrine muhalefet ettikleri gibi, peygamberlerine de karşı gel-jnişlerdi. Musa
onlara söz dinletemeyince «Rabbim bunlar bana itaat etmiyorlar, senin
emirlerine de muhalefet ediyorlar, bu fâsık kavme lâyık oldukları cezayı ver
ve onlarla bizim aramızı ayır» demişti. Peygamberler ümmetlerine kolay kolay
beddua etmezler. Önce onları Allah'a itaate davet ederler. Çünkü onlar davetçi
olarak gönderilmiştir. Ancak peygamberler, davet ettikleri insanların Allah'a
itaatlerinden ümit kestikleri zaman beddua ederler. Musa (a.s.) da
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 26)
181
onların Allah'a
itaatlerinden ümit kestikten sonra beddua etmiştir. Eğer ümit kesmemiş olsaydı
asla beddua edemezdi.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde onlar hakkında şöyle buyuruyor:
«Allah Musa
(aleyhisselâm'aJ şöyle buyurdu: "Artık orası onlara kırk yıl haram
edilmiştir. Oldukları yerde başıboş, şaşkın şaşkın dolaşacaklar. O halde o
fâsiklar kavminin hallerine kederlenme."»
Allahü Teâlâ Musa
(a.s.)'nm kavmine kırk yıl mukaddes şehri haram kılmıştır. Bu, onların
yaptıklarına karşılık bir cezadır. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor:
«Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacakları kırk yıl, orası onlara haram kılındı.
Sen, yoldan çıkmış millet için tasalanma.» Onlar bulundukları yerde kırk yıl
şaşkın bir vaziyette kalmışlar, oradan başka bir yere çıkamamışlar, âdeta bir
mah-bus hayatı yaşamışlardır. Allahü Teâlâ onların bulundukları yerin yollarını
kapamış, gündüzün onları mahbus bırakmış, geceleyin yollarını açılır gibi
göstermiştir. Onlar yollarının açıldığını görünce sabaha kadar harekete
geçmişler ve sabahleyin yine bulundukları yere gelmişlerdir. Tam kırk yıl
böylece çileleri devam etmiştir. Yüce Allah onlara kırk yıl gece uykusunu haram
kılmış ve onları en ağır bir şekilde cezalandırmıştır. Mukaddes şehre
girmeyerek Allah'ın emrine muhalefet ettikleri için kırk yıl böylece
cezalandırılmışlardır. Halbuki Filistin ile bulundukları yerin arası altı mil
kadardı. Kırk yıl altı millik mesafeye ulaşamadıkları gibi, bulundukları yerden
de asla çıkamamışlardır. Allah'a isyan edenlerin akıbeti budur. Onlar Tih
vadisinde büyük zahmet çekmişler ve görülmemiş musibetlere uğramışlardır.
Rivayete göre Musa ile
kardeşi Harun (a.s.) orada vefat etmişlerdir. Kavmi Allah'ın emrine muhalefet
ettikleri için mukaddes şehre girmeleri haram kılınmış ve hepsi orada helak
olmuşlardır. Kırk yıl tamam olduktan sonra onların geride kalan çocuklarının
başına Yûşa geçmiş ve cezaları dolmuş, onlarla beraber cebbarların bulundukları
mukaddes şehre girmişlerdir. Orada bulunan cebbarlarla sabahın erken saatinde
savaşa başlamışlar ve tam onları mağlûp edecekleri sırada da güneş doğmaya
başlamıştır. O devirde güneş doğduktan sonra savaşmak yasaktı. Yûşa bu yasağa
uymak zorundaydı. Eğer bu yasağa uyarsa düşmanları gün boyunca Hazırlanacaklar,
belki de bir daha onları mağlûp edemeyecekti. Yasağa uymadığı takdirde mes'ul
olacaktı. Yüşa güneşin bir müddet geç doğ-
182 MÂÎDE SÜRESİ
(cüz: 6, âyet: 27)
ması için Allahü
Teâlâ'ya dua eder, Yüce Allah da duasını kabul buyurur ve güneş geç doğar. Yûşa
bu zaman zarfında onları mağlûp eder ve o zorbaların elinden mukaddes şehri
alır. Yûşa'nın etrafında genç ve az bir topluluk olmasına rağmen,
kendilerinden çok fazla ve daha cesur bir topluluğu mağlûp etmişlerdir. Çünkü
onlar Allah'a iman edip, O'na güvenmişlerdir. Allah'a iman edenler mutlaka
zafere ulaşacaklardır. Allah, iman edenlerin daima yardimcısıdır.
Bu âyet-i celilede
Allah'ın emirlerine muhalefet edenlerin mutlaka azaba uğrayacakları hatırlatılmaktadır.
Yüce Allah bu olayı Peygamberine naklederek onu teselli ediyor ve şöyle
buyuruyor: «Yâ Muhammed, sen bu fâsık kavmin iman etmediklerine üzülme. Bunların
inadları yalnız sana karşı değildir, senden önceki peygamberlerimize de aynı
şekilde inat etmişlerdir.» Hz. Muhammed (s.a.v.) peygamber olarak
gönderilinçe, diğer peygamberlere yaptıkları gibi, ona da muhalefet
etmişlerdir. Yüce Allah, bu duruma üzülen Peygamberini teselli etmiş ve «Sen
bu fâsık kavmin iman etmediklerine üzülme» buyurmuştur. Bundan sonraki
âyetlerde Âdem (a.s.)'in iki oğlunun kıssasını peygamberine haber vermiştir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Onlara Adem'in iki
oğlunun kıssasını doğru olarak anlat: İkisi birer kurban sunmuşlar, birininki
kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. Kabul edilmeyen "And olsun
seni öldüreceğim" deyince, kardeşi: "Allah ancak müttekîlerin
takdîmesini kabui buyurur" demişti.»
Allahü Teâlâ, Kur'an-ı
Kerîm'de geçmiş peygamberlerden bazı-■larmın kıssalarım, Hz. Peygamber'in
ümmetinin ibret alması için nakletmiştir. Bu kıssalarda büyük hikmetler ve ders
alınması gereken ibretler vardır. Âdem (a.s.)'m iki oğlunun kıssası da,
diğerleri gibi, ibret alınması gereken özelliğe sahiptir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
«Yâ Muhammed, onlara Âdem'in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat.» Bu
olaydan Hz. Muhammed'in ümmeti ibret alsın ve onların düştükleri hataya
düşmesinler. Zaten kıssaların nakledil-mesindeki hikmetlerden biri de budur.
Âdem (a.s.)'in iki
oğlunun kıssası şudur: Âdem ile Havva cennetten çıkarılıp yeryüzüne
indirilince bir müddet ayrı yaşamışlar,
MÂIDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 27)
183
daha sonra birleşerek
bir aile yuvası teşkil etmişlerdi. Bu izdivaçtan Havva anamız hamile kalmış ve
her defasında biri kız, diğeri erkek olmak üzere ikiz doğurmuştur. Âdem (a.s.)
zürriyetinin çoğalması için ilâhî emir gereği önce doğan kızla, bir sonraki
doğan erkeği, bir sonraki doğan kızla da bir önceki doğan erkeği
evlendire-cekti. Âdem (a.s.)'in ilk çocukları Kabil ile kızı Aklıma idi. İkinci
doğan çocukları ise Habil ile Leyûzâ idi. Kabil, Habü'le doğan kızı almaz,
kendi ile doğan kızı almak ister, bunun için de diretir. Çünkü kendisiyle
doğan kız Kabil'le doğan kızdan daha güzeldir. Âdem (a.s.) çok ısrar eder, ama
bir türlü lâf dinletemez. Bunun Allah'ın ,bir emri olduğunu söyler, yine tesir
etmez. Kabil babasına «Bu Allah'ın bir emri değildir. Sen, Habü'i benden çok
sevdiğin için benimle doğan kızı ona veriyorsun» der. Halbuki Hz. Âdem oğullarının
arasında Allah'ın emrini icra ediyordu. Kabil babasını dinlemeyip, Allah'a
isyan edince Âdem (a.s.) ona şöyle der: «Her ikiniz de kurban kesin, hanginizin
kurbanı kabul olursa Aklîmâ'yı ona vereceğim.» Bunun üzerine her ikisi de
kurbanlıklarını hazırlar. Kabil çiftçi olduğu için, kurban olarak ekinin
olmuşlarından bir miktar hazırlar. Habil de sürü sahibi olduğu için kurban
olarak semiz bir koç alır. İkisi de kurbanlıklarını bir dağın üzerine
bırakırlar.
O günün kurbanı
bugünkünden biraz farklı idi. O zamanlar her şeyden kurban yapılıyor ve
kurbanlıklar bir dağın üzerine bırakılıyor ve gökten bir ateş inerek kabul
edilenleri yakıyor, edilmeyenleri ise yakmıyordu. Yanmayan kurbanlar kabul
edilmeyen kurbanlardı. Kabil ile Habil de kurbanlıklarını bir dağm üzerine
koyarlar ve bir köşeye çekilip neticeyi beklerler. Gökten bir ateş inerek
Habil'in kurbanını yakar, Kabil'in kurbanı ise olduğu gibi kalır. Ka-bü buna
kızar, kurbanı kabul olsa da, olmasa da kendisiyle doğan kızı Habil'e
vermeyeceğini söyler. Böylece Allah'ın emrine karşı gelir. Habil samimidir,
kurbanını sadece Allah rızası için yapar. Kabil kurbanında samimi değildir, o
sadece menfaatini düşünerek kurban yapar, Allah'ın rızasını düşünmez. Bunun
için de kurbanı kabul olmaz. Allah rızası için yapılmayan amellerin hiçbiri
kabul olmaz. Kabil, Habil'in kurbanının kabul olduğunu görünce ona hased eder
ve şöyle der: «And olsun ki, ben seni öldüreceğim.» Habil «Neden beni
öldüreceksin?» der. Kabil «Kurbanın kabul olduğu için seni öldüreceğim»
cevabını verir. Habil de «Allah, ancak kendinden korkan müttekîlerin amellerini
kabul eder. Ben, Allah'ın emirlerine itaat edip, O'ndan korktuğum için
kurbanımı kabul etmiştir. Senin hainliğin ve niyetinin bozukluğu kurbanını
kabul ettirmemiştir» şeklinde konuşur. Yüce Allah hâinlerin ve niyeti bozuk
olanların amellerini asla kabul etmez.
184
""""
MÂÎDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 28-29)
Bazı ilim adamları
şöyle demiştir: «Akıllı kimse her zaman amel-i salih işler ve Allah'tan korkar.
Ahmak kimse de, Allah'ın azabından emin olarak dilediğini yapar.» Akıllı kimse
daima Allah'ın azabından korkar ve O'nun rızasını kazanmak için çalışır. Ahmak
kimse de, Allah'ın azabından emin olarak ömrünü boşa geçirir. Mü'min hiç bir
zaman Allah'ın rahmetinden ümit kesmediği gibi, azabından da emin olamaz.
Hiçbir zaman «Ben, Allah'ın azabından kurtuldum» diyemez. Allahü Teâlâ ancak
müttekî kullarının amellerini kabul eder.
Rivayete göre,
Kabil'in kurbanı İsmail (a.s.) zamanına kadar cennette kalır ve İsmail (a.s.)
babası tarafından kurban edileceği sırada Cebrail tarafından cennetten
getirilerek İsmail'in yerine kurban edilir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde Âdem (a.s.)'in iki oğlunun durumunu şöyle beyan buyuruyor:
«And olsun ki sen beni
öldürmek için bana el uzatsan da, ben seni öldürmek için el uzatacak değilim.
Ben, Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.»
«Şüphesiz dilerim ki,
sen kendi günâhınla birlikte benim günâhımı da yüklenesin de cehennemliklerden
olasın. İşte zalimlerin cezası budur.»
Habil, kardeşi
Kabil'in niyetinin bozuk olduğunu anlayınca ona şöyle der: «And olsun ki, sen
beni öldürmek için bana el uzatsan da, ben seni öldürmek için el uzatacak
değilim. Ben, Âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım. Şüphesiz dilerim ki, sen
kendi günâhınla birlikte benim günâhımı da yüklenesin de cehennemliklerden olasın.
İşte zalimlerin cezası budur.» Habil, Allah'tan korktuğu için kardeşine
dokunmuyor. Eğer kardeşi şeytana uyup bir hata işlerse kendi günâhını da
yükleneceğini ve cehennem ehli olacağını da hatırlatıyor. Buna rağmen kardeşi
hainliğinden vazgeçmiyor. Yine yapacağını yapıyor. Habil, Allah'ın hükmüne
razı olduğu halde, Kabil Allah'ın hükmüne razı olmuyor. Allah zulmedenlerin
cezasını mutlaka verecektir. Mü'minler, Habil ile Kabil'in kıssasından ibret
alarak, Allah'ın hükmüne razı olmalıdırlar. Allah'ın hükmüne razı olmayanlar
zaten hakiki mü'min değildirler.
MÂIDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 30-31)
185
Allahü Teâiâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Nihayet, kardeşini
öldürmekte nefsine uydu ve onu öldürerek, zarara uğrayanlardan oldu.»
Kabil nefsine uyarak
kardeşi Habü'ı Öldürür. Şeytan ona vesvese vererek kardeşini öldürtür. Hatta
şeytan bir yılan alarak onun gözünün önünde başını taşla ezmek suretiyle
öldürür. Kabil de bundan örnek alarak aynı şekilde kardeşinin başını taşla
ezmek suretiyle canını alır.
Bazı tefsircilere
göre, Kabil, kardeşini öldürmeyi şeytandan öğrenmemiştir. İnsanın
yaratılışında kötülük mevcuttur. İnsan bir şeyi yok etmek istediği zaman, onu
başkasından öğrenmesine gerek yoktur. Onu yok etmek için bir çare bulur. Kabil,
kardeşini taşla öldürmüştür. Bu hareketiyle dünyada babasına karşı geldiği,
âhirette de Allah'ın azabına müstehak olduğu için en büyük zarara uğrayanlardan
olmuştur. Zalimler dünyada da, âhirette de en büyük azaba uğrayacaklardır.
Kabil kardeşini öldürdükten sonra cesedini ne yapacağını bilmiyordu,
şaşırmıştı ve onu bir dağarcığa koyup taşımaya başlamıştı. Çünkü bu
yeryüzündeki ilk ölüydü. Ölüleri ne yapmak gerekiyordu, onu bilmiyordu.
Babasına gidip soramazdı, çünkü ona karşı gelmişti.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde bunu şöyle beyan buyuruyor:
«Sonra Allah,
kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek üzere, ona yeri eşeleyen bir
karga gönderdi. "Bana yazıklar olsun, kardeşimin ölüsünü örtmek için bu
karga kadar olmaktan âciz kaldım" dedi de ettiğine yananlardan oldu.»
Kabil, kardeşini
öldürünce ne yapacağını şaşırmıştı. Cesedi ne yapacağını bir türlü bilmiyordu.
Kardeşini taşımaktan başka çaresi kalmamıştı, fakat bu ne kadar sürecekti.
Cesedi gömmeyi akıl edemiyordu. Allahü Teâlâ, Kabil'e kardeşinin ölüsünü ne
yapacağını göstermek için bir karga gönderir. Karga gelir, Kabil'in gözünün
önünde yeri ayaklarıyle eşer, çukurlaştırır ve bir ölü karga getirerek eştiği
yere gömer, üzerini de toprakla kapatır. Bunu gören Kabil
1-36 MÂÎDE
SÛRESÎ (cüz: 6, âyet: 30-31)
«Bana yazıklar olsun,
kardeşimin ölüsünü örtmek için bu karga kadar olmaktan âciz kaldım» der. Yüce
Allah kargayı, onun ölüyü nasıl gömeceğini göstermek için göndermiştir. Kabil,
kardeşini yüklenip götürdüğüne pişman olmuştur. Onu öldürdüğüne pişman olmamıştır.
Şayet kardeşini öldürdüğüne pişman olsaydı, o pişmanlık tevbe yerine geçerdi.
Allahü Teâlâ da onu affederdi.
Kabil, kardeşini
gömdükten sonra anasının - babasının yanına gelir. Anası ve babası olaydan
habersizdir, ona Habü'in nerede olduğunu sorarlar. Kabil, bilmiyorum, der.
Fakat olay kısa zamanda meydana çıkar. Âdem ile Havva anamız oğullarının mezarının
üzerinde günlerce ağlarlar. Bir gün mezardan dönerken Kabil'in de öldüğünü
öğrenirler. Kabil kardeşini öldürdükten sonra dağda-belde gezmeye başlar. Bir
gün dolaşırken yabani bir öküz tarafından dağdan aşağı atılır ve parçalanarak
ölür. Bazı tefsirciler. «Adem, oğluna beddua etmiştir, Allahü Teâlâ da duasını
kabul ederek onu yere geçirmiştir» demişlerdir. Bu bakımdan babaların duası
Allah indinde makbuldür.
îmam-ı Mukatil şöyle
demiştir: «Kabil kardeşini öldürmeden önce, yırtıcı hayvanlar ve kuşlar
insanları dost edinir, onlarla birlikte dolaşırdı. Kabil kardeşini öldürdükten
sonra vahşi hayvanlar insanlardan kaçmışlardır.» Böylece onlar bile insanların
şerrinden korkmuşlardır. Zira kendi kardeşine kötülük düşünen bir kimse
elbette başka varlıklara karşı da kötülük düşünür. Bu bakımdan vahşi dediğimiz
hayvanlar bile insanların şerrinden korkmuşlardır.
Hâinler hiçbir zaman
emellerine muvaffak olamazlar. Bir noktaya kadar hainliklerini devam
ettirirler, neticede en büyük zarara uğrarlar. Kabil de, kendisiyle doğan kızı
almak için kardeşini öldürmüş ve dünyada hainliğinin cezasını görmüştür. Kabil
ölünce, daha sonra kendisiyle doğan kızı Şît (a.s.) almıştır.
Abdullah ibni Mes'ud,
Peygamberimiz (s.a.v.)'den şöyle rivayet etmiştir: «Kabil, hasedinden dolayı
zulümle Kabil'i öldürmüştür. Kıyamete kadar haset ederek zulümle adam
öldürenlerin günahları kadar Kabil'e günah yazılmaktadır. Çünkü ilk olarak
hasedinden dolayı adam öldürmeyi o başlatmıştır. Bir bid'ati başlatan kişiye
Vle, o bid'ati yapanların tamamının günâhı kadar günah yazılır. Zira o bid'ati
ilk olarak başlatan odur. Hasene ehli de böyledir. O ha-seneyi işleyenlerin
hepsinin sevabı kadar, o haseneyi başlatana sevap yazılır. Çünkü o haseneyi
ilk önce başlatan odur.» Müslümanların bid'at olan şeylere çok dikkat etmesi
gerekir. Yeni bir bid'at ihdas etmek kadar tehlikeli bir şey yoktur. Bid'at
ehli sadece kendi gü-
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 32)
187
nâhı ile kalmıyor,
başkalarının yapmış olduğu günâhı da yükleniyor. Bunun sebebi de hadiste
belirtildiği gibi, bid'at olan şeyi ihdas etmesidir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
Bunun için
İsrailoğullarma kitapta bildirmiştik ki: Kim kısas gerekmeksizin veya
yeryüzünde fesat işlemeksizin bir kimseyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş
gibi olur. Kim de onu kurtarırsa, bütün insanlara kurtarmış gibi olur. And
olsun ki onlara Peygamberlerimiz mucizeler getirdiler. Sonra buna rağmen,
onların çoğu yeryüzünde taşkınlık yapanlar oldu.»
Yüce Allah, Kabil'in
işlediği cinayet sebebiyle İsrailoğullarma Tevrat'ta bildirmiştir ki, hakkında
kısas gerekmeyen birisini veya yeryüzünde Allah'a şirk koşmayan ve fesat
çıkarmayan bir kimseyi öldürmek bütün insanları öldürmek gibidir. Allahü
Teâlâ, kısasa karşı kısası; Allah'a şirk koşanları ve zina yapan evli erkek ve
kadını recm etmeyi farz kılmıştır. Bunların cezası ölümdür. Ancak maktulün
velileri katili affederse, katil ölümden kurtulur. Maktulün velisi affetmediği
takdirde katilin cezası ölümdür. Allah'a şirk koşarak yeryüzünde fesat
çıkaranların, nikâhlı olmalarına rağmen zina yapan kadınların ve erkeklerin
cezaları ölümdür. Bu suçlardan birini işlemeyen bir insanı öldürmek, bütün
insanları öldürmek gibi olur. Günahı da o nisbette ağırdır ve ebedî cehennemdir.
Kim de ölüm tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş bir insanı kurtarırsa bütün insanları
kurtarmış gibi olur. Şöyle ki: Ateşte yananı, suda boğulanı, açlıktan öleni
kurtarmak, kısas cezasıyle cezalandırılanı affetmek, düşmanın tehlikesinden
bir insanı kurtarmak gibi. İşte bu durumda olan birisini kurtaran bütün
insanlığı kurtarmış gibi olur ve o nisbette de mükâfat kazanır. İslâm dini
insana bu kadar değer vermiş, haksız yere bir insanı öldürmeyi bütün insanlığı
öldürmüş gibi, bir insanı ölüm tehlikesinden kurtarmayı da bütün insanlığı kurtarmış
gibi kabul etmiştir. Bir mü'minin hayatından bütün mü'min-lerin istifadesi söz
konusudur. Çünkü mü'min, diğer mü'min kardeşleri için Allah'a dua eder,
onların rahmet ve affını diler. Belki bir mü'minin duası bütün mü'minlerin
kurtuluşuna ve affına vesile
188 MÂIDE
SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 33)
olur. Hayatta olmayan
bir mü'minin ise, diğer mü'min kardeşlerine faydası yoktur. Bu bakımdan bir
insanı diriltmek, bütün insanlığı diriltmek gibidir.
Allahü Teâlâ bütün
kavimlere emir ve yasaklarını bildirmek için peygamberler göndermiştir.
Peygamberler, gönderildikleri kavimlere Allah'ın varlığını ve birliğini isbat
için mu'cizeler, apaçık âyetler ve deliller getirmiştir. Allah İsrailoğullarına
da Allah'ın emirlerini ve yasaklarını bildiren peygamberler göndermiştir. Buna
rağmen onlar hakkı inkâr ederek kâfir olmuşlardır. Kâfirler küfürlerinin
cezasını mutlaka çekeceklerdir. Küfredenler için ebedi olmak üzere elim bir
azap hazırlanmıştır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
, «Allah'a ve Resulüne
harp açanların, yeryüzünde fesatçılığa koşanların cezası, ancak öldürülmeleri,
ya asılmaları, yahut elleriyle ayaklarının çaprazvari kesilmesi, yahut da
yerlerinden sürülmeleridir. Bu onların dünyadaki zilletleridir. Âhirette ise
onlar için büyük azap vardır.»
Allahü Teâlâ'nın ve
Resulünün emirlerini terk ederek âsî olanların, şirk ve küfre dalanların veya
yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezalan ölümdür. Veya diri diri
asılmalarıdır. Allahü Teâlâ, kendisine şirk koşanların ve yeryüzünde insanlar
arasında bozgunculuk yapanların en ağır bir şekilde cezalandırılmalarını
emrediyor.
Bu âyet-i celüenin
nüzul sebebi şudur: Beni Urayne kabilesinden -Medine'ye yedi kişi gelir. Ancak
şehrin havası kendilerine ağır geldiği için hastalanırlar. Durum
Peygamberimize intikal eder, Peygamberimiz onlara neyin şifa olacağını bilir
ve «Gidin, bizim develerin sütünden için, inşâallah şifa bulacaksınız» buyurur.
Onlar da tarif edileni yaparlar ve şifa bulurlar. İyileştikten sonra dinden
dönerler ve giderler deve çobanlarını öldürürler, develeri alıp savuşurlar. Peygamberimiz
(s.a.v.) olaya çok üzülür ve onları yakalamak için arkalarından adam gönderir.
Arkalarından giden süvariler onları yakalarlar ve Peygamberimizin huzuruna
getirirler. İslâm'da kısasa kısas vardır. Bu kişilerin haksız yere adam
öldürdükleri için ceza-
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 33)
189
landırılmaları
gerekiyordu. Aynı zamanda dinden de çıkmışlardı. Peygamberimiz, bunların
yaptıklarına karşılık olarak, ellerinin ve ayaklarının kesilmesini ve
gözlerinin çıkarılmasını emreder. Emrin gereği yapılır ve cezalarını çekmeleri
için de güneşin altına bırakılır. Çünkü onlar dağ başında her şeyden habersiz
yaşayan çobanlan öldürmüşler ve mallarım da ellerinden almışlardı. Elbette ki,
bunlar cezasız bırakılamazdı. Peygamberimiz onları cezalandırdığı-zaman henüz
yukardaki âyet-i celîle inmemişti. Allahü Teâlâ bu âyeti inzal ederek, Allah'a ve
Resulüne harp açanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezasını
belirtmiştir. Ancak İslâm fıkıhcıları cezanın veriliş şeklinde farklı görüşler
belirtmişlerdir. Şöyle ki: Bu âyeti celilenin hükmüne girenler yol
kesicilerdir. Bunlar da üç sınıftır. Bir kısmı sadece mal için yol keserler ve
malı gasb ederler. Bir kısmı da hem malı gasb ederler, hem de sahibini
öldürürler. Diğer ■ bir kısmı ise yolcuları öldürür, ama malını almazlar.
Fıkıhcıların bir
kısmına göre, bu üç sınıf yol kesicilere âyette geçen cezalardan biri
uygulanır. Ancak bu, uygulayıcının arzusuna bağlıdır. Dilerse ölümüne hükmeder,
dilerse diri olarak asar veya elini - ayaklarını çaprazvari keser veya onları
bulundukları yerden çıkarır. Zira Allahü Teâlâ bunların cezalarım muhayyer kılmıştır.
Bir kısım fıkıhçılar da şöyle demişlerdir: «Bu üç sınıf yol kesicinin
fiillerine göre cezalan vardıı. Fiilleri âyette geçen cezalardan hangisini
gerektiriyorsa o ceza kendilerine verilir.»
Bu konuda bizim mezhep
imamlarımızın görüşü ise şöyledir: Yol kesici, yolcunun sadece malını alır,
kendisini öldürmezse ceza olarak bir eli ve bir ayağı kesilir. Bu işlemin
şekli, sağ eliyle, sol ayağının veya sol eliyle sağ ayağının kesilmesidir. Yol
kesici bu şekilde cezalandırılır. Yol kesici, yolcuyu öldürür, malım almazsa
cezası ölümdür. Çünkü kısasa kısas gerekir. Şayet yol kesici hem yolcuyu
öldürür hem de malını alırsa, İmam-i A'zam'a göre önce eli ve ayağı kesilir,
sonra öldürülür, lmam-ı Yûsuf ile İmam-ı Muhammedi göre eli ve ayağı
kesilmeden öldürülür. İşlenen suçun durumuna göre ceza uygulanır.
İbn Abbas ile Said bin
Cebir bu konuda şu görüşü ileri sürmüşlerdir: «Yol kesici, yolcuyu öldürüp
malını almamışsa cezası ölümdür. Eğer yolcuyu öldürüp malını da almışsa, ceza
olarak önce eli -ayağı kesilir ve sonra asılır.» Bir kısım fıkıhçılar da şöyle
demişlerdir: «Önce öldürülür, sonra başkalarına ibret olması için asılır.» Bir
kısım fıkıhçılar da «Diri olarak asılır ve boğazındaki damarlar kesilmek
suretiyle öldürülür» demişlerdir.
o, ayet: dl~öD)
i Yeryüzünde
bozgunculuk yapanların, bulundukları yerden sürülmeleri veya hapsedilmeleri de
Yüce Allah'ın emridir, Allah'a iman edenler, yeryüzünde bozgunculuk yapanlara
asla müsamaha edemezler ve onları koruyamazlar. Ayet-i celilede açıkça onların
en ağır bir şekilde cezalandırılmaları istenmektedir. Buna karşı koyanlar,
Allah'a ve Resulüne isyan etmiş olurlar. Bu ceza onlara dünyada bir zillettir.
Âhirette ise onlar için büyük bir azap vardır. Burada yaptıklarının cezasını en
ağır bir şekilde ödeyeceklerdir. Şayet yaptıklarına pişman olup, tevbe
ederlerse Yüce Allah günahlarını bağışlar.
Allahü Teâlâ tevbe
edenler için âyet-i celîlesinde şöyle buyuruyor •
«Ancak, onları ele
geçirmenizden önce tevbe edenler bunun dışındadır. Biliniz ki şüphesiz Allah
çok yarlığayıcı, çok esirgeyicidir.»
Yol kesiciler, şayet
yakalanmadan önce, yaptıklarına pişman olup tevbe ederler ve aldıkları malları
da sahibine geri verirlerse dünyadaki cezalarından kurtulurlar. Şüphesiz Allah
çok yarhğayı-cıdır, tevbe edenlerin günahlarını yarlığar. Rahimdir, tevbe
edenlerin tevbesini kabul eder. Allahü Teâîâ samimiyetle günahlarına tevbe
edenlerin tevbesini kabul eder, asla boşa çıkarmaz.
Yüce Allah âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Ey iman edenler,
Allah'tan korkun, O'na yaklaşmaya vesile arayın ve yolunda cihad edin ki
saadete eresiniz.»
Ey iman edenler,
Allah'ın azabından korkun, sizi azaba götürecek fiillerden kaçının. Allahü
Teâlâ'nın nimetlerinden istifade etmek için amel-i salih yapın. Emirlerine
sanlın, yasaklarından kaçının. Allah'ın dinini yaymak için, Allah yolunda
malınızla ve canınızla cihad edin. Şayet Allah yolunda cihad ederseniz huzura
erer, saadete kavuşursunuz. Eğer Allah yolunda cihad etmezseniz felah
bulamazsınız ve huzura kavuşamazsınız. Allah'ın nizamını yeryüzüne yaymak
için, İslâm düşmanlarıyla cihad etmek her mü'minin görevidir. Allah'ın nizamını
yaymak için mü'minin cihad etmesi günahlarına keffaret ve kurtuluşuna
vesiledir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Doğrusu yeryüzündeki her
şey ve bunun bir katı daha kâfirlerin olsa da, kıyamet gününün azabından
kurtulmak için fidye verseler kabul edilmez. Onlar için pek acıklı bir azap
vardır.»
«Onlar ateşten
çıkmalarını dilerler. Halbuki onlar bundan çı-kıcılar değildir. Onlar için kendilerini
tutup durduracak bir azap vardır.»
Yüce Allah'ın
birliğini inkâr ederek ve Resûlüllah'ın, Allah tarafından getirdiklerini
yalanlayarak kâfir olanlar kıyametin dehşetini ve azabını gördükleri zaman
ondan kurtulmak için çareler arayacaklardır. Fakat o azaptan kurtulmak için
hiçbir çare bulamayacaklardır. Yaptıklarına pişman olacaklar ama iş işten
geçmiş olacaktır. Allahü Teâlâ onlar için şöyle buyuruyor: «Yeryüzündeki her
şey ve bunun bir katı daha kâfirlerin olsa da, kıyamet gününün azabından kurtulmak
için fidye verseler kabul edilmez. Onlar için pek acıklı bir azap vardır.»
Allah'ın azabından kurtulmak için âhi-retteki çırpınmanın ve pişmanlığın hiçbir
faydası yoktur. îmanı olmayanlar Allah'ın azabından asla kurtulamazlar. Onlar
için ebedi bir azap vardır. Cehennemin azabını tadan kâfirler oradan çıkmak
isteyeceklerdir. Halbuki onların cehennemden çıkması mümkün değildir. Çünkü
onlar dünyadaki inkâr ve isyanlarının azabını çekmek için oraya girmişlerdir.
Zaten orası inkâr ve isyan edenler için hazırlanmıştır.
Allah'ın bütün
nimetleri iman eden kulları içindir. îman edip, salih amel işleyenler Allah'ın
bütün nimetlerinden istifade edeceklerdir. Onlar için ebedî kalmak üzere
altlarından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte bu, da iman edenlerin
mükâfatıdır.
Allahü Teâlâ, iman
edenlerin nail olacakları mükâfatları ve kâfirlerin görecekleri azabı
belirttikten sonra, hırsızlara verilecek olan cezayı zikretmiştir.
Allahü Teâlâ âyeti
celîlesinde hırsızlar hakkında şöyle buyuruyor :
192 MÂÎDE SÛRESİ (cüz:
6, âyet: 38)
«Hırsızlık yapan erkek
ve hırsızlık yapan kadının, yaptıklarına karşılık ve Allah'tan bîr azap olmak
üzere ellerini kesin. Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet
sahibidir.»
İslâm nizamı, bütün
yönleriyle mütekâmil bir nizamdır. Bu nizamın tabiatına, usulüne,
prensiplerine bakmadan, teşriî kaidelerinin hikmetini hakkıyla anlamak asla
mümkün değildir. Bu nizam bütünüyle uygulanmadıkça, sadece bir kaç kaidenin
tatbiki umulan neticeyi vermez. Çünkü İslâm, parça parça tatbik edilen bir
nizam değildir. O, bir bütündür ve tatbikatı hayatın her cephesini ilgilendiren
ilâhi bir nizamdır.
İslâm, insanların
ahlâk ve vicdanlarını terbiye eder. Hırsızlığa ve bu yoldan elde edilen kazanca
karşı çıkar. Hırsızlık, başkasının saklı ve gizli malını almaktır. İşte İslâm
hırsızlığa asla müsamaha etmiyor ve bu cürmü işleyen kimsenin en önemli
organlarından biri olan elinin kesilmesini istiyor. Aslında İslâm, mensuplarına
ceza uygulamayı arzu etmez. Fakat toplumun ahlâkım ve huzurunu bozacak olan ve
toplumu ilgilendiren mes'elelere de asla seyirci kalmaz. Toplumun ahlâkını ve
huzurunu bozanları, cana, mala, namusa tecavüz edenleri cezasız bırakmaz.
Onları en ağır bir şekilde cezalandırır. Bunları cezasız bıraktığı takdirde
toplum temelinden sarsılacak, ahlâk bozulacak, huzur kalkacak, aile yıkılacak,
mal-mülk heba olacak, can emniyeti kalmayacak ve neticede toplum yok olacaktır.
Toplumun bekası, ahlâkın devamı, ailenin selâmeti, mal ve can emniyetinin
temini için İslâm, bu ve benzeri cezaî müeyyideleri getirmiştir. Bu fiilleri
işleyenler cezalarını gördükleri takdirde, toplumun diğer fertleri bunlardan
örnek alacaklar ve böyle bir fiili irtikâp etmekten şiddetle kaçınacaklardır.
Böylece toplum kurtulmuş
olacaktır.
muştur.
Zaten İslâm, toplumun selâmeti için bu
müeyyideleri koy-
A ilahtı Teâlâ, sirkat
olayında ilk önce erkekleri, sonra kadınları zikretmiştir. Zira hırsızlığa daha
çok erkekler meyyaldir. Kadınları da hırsızlığa iten erkeklerdir. Bu bakımdan âyette
önce erkekleri, sonra kadınları zikretmiştir. Fakat zina bunun tersinedir. Yüce
Allah, zina mes'elesinde önce kadınları, sonra erkekleri zikretmiştir. Çünkü
erkekleri zinaya sürükleyen kadınlardır. Onlar iffetlerine hakim oldukları
takdirde zina ortadan kalkacaktır. Bu bakımdan zina cürmünde önce kadınlar,
sonra erkekler zikredilmiştir.
Yüce Allah hırsızlık
yapan erkek ve kadın için şöyle buyuru-
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 38)
193
yor: «Hırsızlık yapan
erkek ve hırsızlık yapan kadının, yaptıklarından ibret verici bir ceza olarak,
ellerini kesin.» Hırsızlık yapan kadın olsun, erkek olsun, ceza olarak
ellerinin kesilmesini Allahü Teâlâ emrediyor. Elbette bu onların yaptıklarının
cezasıdır. Durup dururken îslâm, birisinin elinin kesilmesine hükmetmez. Sonra
îslâm, her hırsızlık yapanın elini kesmez. îslâm hukukçuları elin kesilmesi hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Bunlardan bir kısım hukukçu, âyet-i celîlenin
zahirine göre amel etmiş, hırsızın çaldığı mal az olsun, çok olsun elinin
kesilmesine hükmetmişlerdir. Bir kısım hukukçular ise «Hırsızın çaldığı mal en
az üç akça olacak, eğer üç akçadan az olursa eli kesilmez» demişlerdir.
Hanefî hukukçuları ise
«Hırsızın çaldığı mal en az on dirhem olacak. Şayet on dirhemden az olursa eli
kesilmez» demişlerdir. Yüce Allah hırsızın elinin kesilmesini, fiillerinin bir
cezası olarak emretmiştir, kullarına azap olsun diye emretm emiş tir.
Hırsızın elinin
kesilmesi için islâm hukukçularının üzerinde ittifak ettikleri hususlar
şunlardır: Hırsızlık, başkasının saklı ve gizli malını almaktır. Öyleyse alınan
malın değer taşıması lâzımdır. Değer taşımayan bir malı çalanın eli kesilmez.
îslâm hukukçuları hırsıza ceza verilmesi için, çalınan malın en az dört dinar
olması gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Çalman şeyin saklı olması ve
hırsızın onu saklı bir yerden alması gerekir.
İslâm hukukuna göre
açıkta bulunan bir malı çalanın eli kesilmez. Meselâ, emanetçi, kendisine
teslim edilen malı çalarsa, eli kesilmez. Hizmetçi de öyledir. Hizmetçi
çalıştığı evden bir şey çalarsa eli kesilmez. Tarladaki mahsulü çalan bir insan
için de aynı hüküm söz konusudur. Çünkü o mahsul açıktadır. Ortak, ortağının
malından bir şey çalacak olsa, eli kesilmez. Zira o malda onun da ortaklığı
vardır. Beytül maldan birşey çalanların da elleri kesilmez. Çünkü o malda
onların da hakları vardır. Bütün bu durumlarda el kesme cezası verilmez. Fakat
cezasız da bırakılmaz. Ancak ta'zir cezası verilir. Ta'zir cezası ise tamamen
hâkimin görüşüne bağlı olup, ba-zan değnek vurmak, bazan hapis, bazan tevbih ve
bazan da nasihat yoluyla icra edilir.
El kesme ameliyesi,
sağ el bileğe kadar kesilerek icra edilir. Eğer eli kesilen ikinci defa
hırsızlık yaparsa, bu sefer sol el mafsallara kadar kesilir. Buraya kadar îslâm
fıkıhçıları arasında ittifak vardır. Bu cezalarla yetinmeyip üçüncü defa
hırsızlık yapan adama nasıl bir
C.: II — F. : 13
ceza verileceği
hususunda İslâm fıkıhçıları arasında görüş ayrılığı vardır. (Bu hususta geniş
bilgi edinmek isteyenler, Üstad Ömer Na-sûhi Bilmen'in «Hukuk-ı İslâmiye ve
Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu» isimli eserine müracaat edebilirler).
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde tevbe edenler için şöyle buyuru-
yor:
«Her kim ki işlediği
zulmün arkasından tevbe edip kendini düzeltirse, Allah onun tevbesini kabul
eder. Çünkü Allah çok yarlığa-yıcı, çok esirgeyicidir.»
Allahü Teâlâ tevbe
edip, kendini düzeltenlerin tevbesini kabul edeceğini haber veriyor. Her kim
hırsızlık yaparak kendisine ve Müslümanlara zulmettikten sonra, yaptığına
pişman olur, tevbe eder, kendisini düzeltir ve elindeki malı sahibine verirse,
Yüce Allah onun tevbesini kabul eder, geçmiş günahlarını bağışlar. Çünkü Allah
çok bağışlayıcı, çok esirgeyicidir. Yaptıklarına pişman olup bir daha dönmemek
şartıyle tevbe edenlerin tevbesini kabul eder ve günahlarını bağışlar.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Hakikatte göklerin ve
yerin mülkü Allah'ın olduğunu bilmiyor musun? O, kimi dilerse azaba çeker, kimi
dilerse yarlığar. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.»
Yâ Muhammed, yerin ve
göklerin sahibi ve mâliki Yüce Allah olduğunu sen bilmiyor musun? Hiç şüphesiz
Peygamberimiz yerin ve göklerin sahibi ve mâliki Yüce Allah olduğunu biliyordu.
Allahü Teâlâ'mn Peygamberimiz (s.a.v.)'e bu hitabı inanmayanların dikkatini
çekmek içindir. Gökler ve yer Allah'ın mülküdür. O, mülkünde dilediği şekilde
hükmeder. O'nun hükmüne kimse karışamaz. Yüce Allah, gökten bulutlar
vasıtasıyla yağmur indirerek yerden otlar, çeşitli yemişler ve taneli bitkiler
çıkarmış, onları kullarına ihsan etmiştir. Bu ihsan kullarının şükretmesi
içindir. Allahü Teâlâ'-nm kullarına çeşit çeşit nimetler ihsan etmesi, elbette
şükrü gerektirir. Bu nimetlere şükretmeyenler veya haklarına razı olmayanlar,
nankörlüklerinin cezasını göreceklerdir. Zira her nimet şükrü ge-
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet; 41)
195
rektirir. Yüce Allah
şükretmeyenlerden nimetini almaya kadirdir. Şükredenlerîn nimetlerini artırıp,
mükâfatlarını vereceği gibi, şükretmeyen nankörlerin de cezasını verecektir.
Çünkü nankörlük küfürdür. Bu bakımdan nankörler cezalarını göreceklerdir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde münafıklar için şöyle
buyuru-
«Ey Peygamber,
kalbleriyle inanmadıkları halde, ağızlarıyla "İnandık" diyen
münafıklarla Yahudilerden o küfür içinde koşanlar seni mahzun etmesin.»
Yüce Allah sevgili
Peygamberini, iman etmeyenlerin durumuna üzülmemesi için teselli ediyor. İman,
bir nimettir. Allah onu herkese nasip etmez.
Bu âyet-i celîle
münafıklardan Ebu Lübâbe hakkında nazil ol-. muştur: Medine civarında meskûn
bulunan Beni Kureyzahlar Peygamberimiz fs.a.v.) ile yaptıkları andlaşmayı tek
taraflı olarak bozmuşlardı. Benî Kureyzahlar Müslümanlar için her
an bir tehlike arzetmekteydi. Bu
tehlikenin giderilmesi gerekiyordu.
Bunun için de ya onların
gelip tekrar Peygamberimizle andlaşması
gerekiyor _ veya yerlerinden çıkarılması icap ediyordu. Onlar andlaşmaya
yanaşmadılar. Buna göre Müslümanların
tedbir alması gerekiyordu.
Peygamberimiz (s.a.v.) Beni
Kureyzalıların muhasara altına
alınması için sahabeleriyle istişare yapar ve bazı kararlar alır.
İstişarede alman bu kararları Ebu Lübâbe Kureyzalilara iletir ve «Sakın kalenizden
dışarı çıkmayın, aksi takdirde Müslümanlar sizi öldürecekler» der. Peygamberimiz
Müslümanların sırlarını Kureyzahlara ileten ve onların namına casusluk yapan
Lübabe'ye çok üzülür. Allahü Teâlâ Peygamberini teselli için şöyle buyurmuştur:
«Ey Peygamber, kalbleriyle iman etmedikleri halde, ağızlarıyla «İnandık» diyen
münafıklarla Yahudilerden o küfür içinde koşanlar seni mahzun etmesin.»
Münafıklar, mü'minleri kandırmak için iman ettiklerini söylerler. Halbuki
onlar kalben inanmamışlar, güya mü'minleri kandırmak için sadece dilleriyle
iman ettiklerini söylemişlerdir.
Allahü Teâlâ
âyet-i celîlenin devamında
onların durumlarım şöyle beyan
ediyor:
5J &
[96 MÂÎDE
SÛRESÎ (cüz: 6, âyet: 41)
«Onlar, durmadan yalan
dinleyen, senin huzuruna gelemeyen diğer bir kavm hesabına casusluk edenlerdir.
Yerli yerinde söylenen kelimeleri sonradan tahrif edenler "Size böyle
fetva verilirse tutun, verilmezse sakının" derler.»
Yahudiler,
Peygamberimizin huzuruna gelmedikleri halde, gönderdikleri münafık elçiler
vasıtasıyla O'nun söylediklerini öğrenmişler, Peygamberimiz ise, sırlarını
başkalarının öğrenmesine çok üzülmüştü. Resûlüllah'm sırlarını Yahudilere
aktaranlar münafıklardır. Yüce Allah bunu şöyle beyan ediyor: «Onlar, durmadan
yalan dinleyen, senin huzuruna gelemeyen diğer bir kavm hesabına casusluk
edenlerdir.» Münafıkların özelliği budur.
Olay şudur: Hayber
Yahûdilerinden bir kadınla bir erkek zina ederler. Tevrat'ta da zinanın cezası
recimdir. Fakat Yahudiler Tevrat'ın hükmüne uymazlar ve zina edenleri recm
etmek istemezler. Kurayza Yahûdilerine bir mektup yazarak zânileri de mektupla
birlikte onlara gönderirler. Mektupta şöyle denir: «Bu zânileri Muham-med'e
götürün, o bunlar hakkında ne hüküm verecek bakın. Eğer had cezası uygularsa
kabul edin, şayet recim cezası uygularsa kabul etmeyin.» Bunun üzerine
Yahudiler zânileri Peygamberimizin huzuruna getirirler ve durumu naklederler.
Peygamberimiz, Yahudilere «Sizin kitabınızda zina edenlerin cezası nedir?»
diye sorar. Yahudiler «Bizim kitabımızın hükmüne göre zina edenlerin yüzleri siyaha
boyanır ve ceza olarak da yüz sopa vurulur» derler. Bu sırada Peygamberimizin
yanında Abdullah ibni Selâm da bulunuyordu. Bu zat Tevrat'ın hükümlerini çok
iyi biliyordu. Onların yalan söylediğinin de farkındaydı. Derhal kendilerine
müdahale ederek «Siz yalan söylüyorsunuz. Kitabınızda zina edenlerin cezası
recimdir» der. Yahudiler bir Tevrat getirerek okumaya başlarlar ve içlerinden
biri recim âyetini eliyle kapatır. Âyetin üst tarafını ve alt kısmını okurlar,
akıllarınca recim âyetini saklarlar. Abdullah işin farkındadır, Tevrat'ı alır
onlara recim âyetini gösterir. Bu defa inkâr edemezler ve doğrusunu söylerler.
Peygamberimiz (s.a.v.) de, onlara «Zânile-rin her ikisinin recm
edileceğini" bildirir. Onlar böylece Resûlüllah'-ın huzurundan ayrılıp giderler.
Ebû Hüreyre (r.a.)
şöyle nakletmiştir: «Bir gün Peygamberimizle birlikte oturuyorduk, yanımıza
Yahudilerden bir grup geldi. İçlerinden birisinin zina ettiğini söyledi ve
hakkındaki hükmü sordu. Meğer onlar zina hakkında Peygamberimizden bir kolaylık
istiyor-
MÂÎDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 41)
197
larmış. Şayet
Peygamberimizden bir kolaylık görürlerse, onu kendilerine delil kabul ederek,
hükmedeceklermiş. Eğer Peygamberimiz Tevrat'a göre hükmederse onu kabul etmeyeceklermiş.
Peygamberimizin huzuruna bu niyetle gelmişlerdi. Peygamberimiz onların sorusuna
cevap vermedi hemen kalkıp Yahudi bilginlerinin bulunduğu yere gitti. Biz de
beraberindeydik. Peygamberimiz onlara şöyle dedi: «Ey Yahudi cemaati, Musa'ya
Tevrat'ı indiren Allah hakkı için size and veriyorum, doğru söyleyin.
Kitabınızda zina edenlerin cezası nedir? Yahudi bilginleri bu soruya cevap
vermezler. Yanlarında bulunanlar «Bizim kitabımızda zina edenlerin yüzü siyaha
boyanır ve ceza olarak da yüz sopa vurulur» derler. Peygamberimiz onların
yalan söylediğini çok iyi biliyordu. Bu defa Peygamberimiz, reislerine yemin
vererek sorar. Reisleri artık yalana kaçamaz ve zinanın Tevrat'taki hükmünü
söyler. Bunun üzerine Peygamberimiz «Niçin Allah'ın emrini bırakıyor da, kendi
reyinize göre hükmediyorsunuz?» diye sorar. Bir Yahudi bilgini şöyle cevap
verir: «Bizim başkanımızın akrabasından birisi zina yapar ve başkanımız ona ceza
vermez, sadece hapseder. Bir başkası da zina eder, melik ona recim cezası
tatbik etmek ister. Bu defa onun akrabası razı olmaz ve «Kendi akrabana recim
cezası uygularsan, bizimkine de uygula. Kendi akrabana ceza uygulamazsan,
bizimkine de uygulayamazsın.» Bundan dolayı «Biz recmi bıraktık, had cezasıyla
hükmediyoruz.»
Bunun üzerine Peygamberimiz
«Ben aranızdaki kitabınıza göre hükmederim» der. Onlar Peygamberimizin
söylediklerini değiştirerek birbirlerine iletirler. Bunun üzerine Allahü Teâlâ
yukarıdaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Yerli yerinde söylenen
kelimeleri sonradan tahrif ederler, "Size böyle fetva verilirse tutun,
verilmezse sakının" derler.» Yahudilerin, Hz. Peygamber (s.a.v.)'e gönderdiği
elçiler, aldıkları haberi olduğu gibi, kendi milletlerine iletmezler,
değiştirerek anlatırlardı. Üstelik «Biz Muhammed'den böyle duyduk» derlerdi.
Yahudiler Tevrat'taki hükümlerin bir kısmını kendi isteklerine göre
değiştirmişler, bir kısmını da tamamen yok etmişlerdir. Yahudiler
Peygamberimize gönderdikleri elçilere şöyle demişlerdi: «Muhammed, eğer zina
edene had cezası uygularsa kabul edin. Recim cezası uygularsa kabul etmeyin.»
Allah'a iman etmeyenler, Allah'ın kitabıyla hükmetmezler, kendi istek ve
arzularına göre hükmederler.
Yüce Allah yukarda
geçen âyetin devamında şöyle buyuruyor:
198 MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 42)
«Allah'ın fitneye
düşmesini dilediği kimse için Allah'a karşı senin elinden bir şey gelmez. İşte
onlar Allah'ın kalblerini arıtmak istemediği kimselerdir. Dünyada zillet
onlarındır. Onlara âhirette de büyük azap vardır.»
Yâ Muhammed, Allah'ın
fitneye düşmesini dilediği kimse için Allah'a karşı senin elinden bir şey
gelmez. Sen onu Allah'ın azabından kurtaramazsın. İşte onlar Allah'ın
kalblerini arıtmak istemediği kimselerdir. Onlara asla iman nasip olmaz ve küfürleri
içinde çırpınıp giderler. Dünyada onlar için zillet, âhirette de büyük bir azap
vardır. Bu ceza onların küfürlerinin karşılığıdır. Elbette küfredenler
cezalarını göreceklerdir. Onların dünyadaki cezaları Müslümanlar tarafından
esir edilmeleri, onlara cizye (vergi) vermeleri veya bulundukları yerden
sürülmeleridir. İslâm'ın doğuşundan zamanımıza kadar gayr-i müslimlere yerine
göre bu cezalar uygulanmıştır. Fakat son asırda durum Müslümanların aleyhine
dönmüştür. Bu da onların kendi hatasıdır. Dinlerinden taviz vermeye başladıkları
andan itibaren durum aleyhlerine dönmüştür.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Onlar yalana kulak
verirler, haram yerler. Eğer sana gelirlerse ister aralarında hükmet, ister
onlardan yüz çevir. Şayet kendilerinden yüz çevirirsen sana bir zarar
veremezler. Eğer hükmedersen aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah adalet
sahiplerini sever.»
Allahü Teâlâ bu
âyetlerle Yahudilerin durumunu Peygamberine haber vererek, onların çok yalancı
olduğunu ve haramdan asla sakınmadıklarını bildirmiştir. Yahudiler,
Resûlüllah'ın zamanında böyle oldukları, gibi, kıyamete kadar da aynı şekilde
devam edecekler, Müslümanlara karşı hainliklerini sürdüreceklerdir. Mü'minler
uyanık davranmalı, onların yalanlarına asla kanmamalı, her devirde aynı oyunu
tekrarlayacaklarını bilmelidir.
Âyette geçen CUscZJl')
JL*^* -\\«Haram yerler» ifadesi, rüşvettir. Rüşvet alıp - vermek çok büyük
günahtır. Nitekim Peygamberimiz
A^^j\^\^c^\»'^JX\k===>
aHaramla beslenen
MÂÎDE SÜRESİ (cüz: 6,
âyet: 43)
199
vücut cehenneme daha
lâyıktır» buyurmuştur. Rüşvetin haram oluşu, insanın hakkı olmayan bir şeye
gayri meşru bir vasıtayla sahip olmasından dolayıdır. Allah rüşvet alanı da,
vereni de lanetlemiş ve rahmetinden kovmuştur. Rüşvet alanlar, Allah'ın
rahmetinden uzak olurlar. Mü'nıin için bu çok tehlikelidir.
Tefsir sahibi
Ebû'1-Leys Semerkandi Hazretleri şöyle demiştir: «Bir insan, kendisini ölüm
tehlikesinden kurtarmak için, dinini ve malını muhafaza etmek üzere rüşvet
verebilir. Bunun bir günâhı yoktur. Çünkü mecburiyet söz konusudur. Fakat
rüşveti alan kimse Allah'ın lanetine uğrar ve rahmetinden uzak olur.»
Abdullah ibni Mes'ud
da şöyle nakletmiştir; «Habeş'te bir olay-lakarşılaştım ve iki altın rüşvet verdim.»
Bunu duyanlar «Rüşvet almak da vermek de haramdır, niçin rüşvet verdin?» diye
sorduklarında «Onun günahı alanadır, verene değildir» dedim.
Yahudiler, aralarında
münazaa edip anlaşamadıkları zaman, kendi bilginlerine gitmeyip derhal
Peygamberimiz (s.a.v.)'e gelirler, aralarındaki anlaşmazlığın giderilmesini
isterlerdi. Çünkü Peygamberimizin şahsa göre hükmetmeyeceğini ve taraf
tutmayacağını çok iyi biliyorlar, bunun için kendi bilginlerine ve reislerine
gitmeyip Peygamberimize geliyorlardı. Allahü Teâlâ bunu şöyle beyan ediyor:
«Eğer sana gelirlerse, ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir.
Şayet kendilerinden yüz çevirirsen sana bir zarar veremezler. Eğer hükmedersen
aralarında adaletle hükmet.» Yüce Allah sevgili Peygamberine insanlar arasında
adaletle hükmetmesini emrediyor. İslâm, dil, din, ırk, renk, soy ayrımı
gözetmeksizin insanlar arasında adaletle hükmeder.
Yahudiler arasında
hüküm verme hususunda Peygamberimiz muhayyer bırakılmış, ve Allahü Teâlâ «Yâ
Muhammed, eğer sana gelirlerse ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz
çevir» buyurmuştu. Fakat bu hüküm Mâide Sûresi'nin kırk dokuzuncu âyeti olan
*W"__J)JjI
U^A^Ju^So-tjVl âyeti ile neshedilmiştir. «Yâ Muhammed, Allah'ın sana indirdiği
kitap ile aralarında hükmet» Yüce Allah, Peygamberine Kur'an-ı Kerîmle
hükmetmesi için emrediyor. Artık başka hiçbir kitabın değil Kur'an'm hükmü
geçerlidir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
20Ö MÂIDE
SÜRESİ, (cüz: 6 âyet: 44)
«Allah'ın hükmünün
bulunduğu Tevrat yanlarında iken, nasıl oluyor da seni hakem tayin ediyorlar ve
sonra da bundan yüz çeviriyorlar? Onlar inanan kimseler değillerdir.»
Yukarda geçen
âyetlerde de belirtildiği gibi, Yahudiler işlerine gelmeyen mes'elelerde
Peygamberimiz (s.a.v.)'e müracaat ederek hüküm sorarlardı. Halbuki
Peygamberimize sordukları mes'eleler Tevrat'ta mevcut idi. Kendi kitaplarının
hükmüne göre amel etmezler, güya o mes'ele hakkında Peygamberimizden bir
kolaylık beklerlerdi. Allahü Teâlâ bunu şöyle beyan ediyor: «Allah'ın hükmünün
bulunduğu Tevrat yanlarında iken, nasıl oluyor da seni hakem tayin ediyorlar
ve sonra da bundan yüz çeviriyorlar? Onlar inanan kimseler değillerdir.»
Yahudiler Peygamberimizi kendi aralarında, hakem tayin etmelerine rağmen, O'nun
verdiği hükme razı olmamışlar, Tevrat'ın hükümlerine de, Peygamberimizin
hakemliğine de karşı çıkmışlardır. Tevrat'ın bir çok âyetlerim
değiştirmişlerdir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Doğrusu biz yol
gösterici ve nurlandıncı olarak Tevrat'ı indirdik. Kendisini Allah'a teslim
etmiş peygamberler, Yahudilere onunla hükmederlerdi. Âlimler ve fakîhler de
Allah'ın kitabım hıfza memur oldukları için yine hükümlerini onunla
verirlerdi. Hepsi d& Tevrat'a şahittiler. İnsanlardan korkmayın, benden
korkun, âyetimi hiçbir değer ile değiştirmeyin, Allah'ın indirdiği ile
hükmetmeyen-ler, İşte onlar kâfirlerdir.»
Allahü Teâlâ Tevrat'ı
îsrailoğullarını sapıklıktan kurtarıcı ve hak yolu gösterici bir kitap olarak
indirmiştir. Allah tarafından gön-■derilen kitapların geliş sebebi zaten
budur. Yahudilerin hakkında, Peygamberimizden hüküm talep ettikleri şeyler
Tevrat'ın içinde mev-ıcut idi. Şer'î ve itikadı hükümler onun içinde açıkça
beyan edilmiştir. Hz. Musa'dan Hz. İsa'ya kadar Allah'ın Resulleri Yahudiler
arasında onunla hükmetmişlerdir. Musa (a.s.)'dan, îsa (a.s.)'ya kadar gelen
Resullerin sayısı dört binin üzerindedir. Tevrat'ta, zinayı, cinayetleri ve
diğer hususları kapsayan hükümlerin hepsi mevcuttur.
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 45)
201
Musa'dan sonra gelen
Resullerin hepsi Yahudiler arasında Tevrat'la hükmetmişler, hatta
Yüce Allah, burada bir
noktaya dikkati çekiyor: Hüküm makamında olanların Allah'ın âyetleriyle
hükmederlerken insanlardan korkmamalarını, hakkı gizlememelerini, gerçeği
olduğu gibi söylemelerini ve yalnız Allah'tan korkmalarını emrediyor. Ve şöyle
buyuruyor: «Âyetlerimi hiçbir değerle değiştirmeyin. Allah'ın indirdiği ile
hükmetmeyenler kâfirlerin tâ kendisidir.» Görülüyor ki, Allah'ın kitabının
hükümlerine göre hükmetmeyenler kâfirlerdir. Zira Allahü Teâlâ kitabını
insanlar amel etsinler diye göndermiştir. Elbette Allah'ın kitabının
hükümleriyle amel etmeyenler kâfirlerdir. Mü'-min, Allah'ın kitabıyla amel
eder. Çünkü Allah'ın âyetlerinden birini inkâr etmek küfürdür. Âyetin hükmünü
inkâr etmek de, aynı şekilde küfürdür. Allah'ın âyetleriyle amel etmemek hükmünü
inkârdır. Hükmünü inkâr ise küfürdür.
îbn Abbas (r.a.) şöyle
demiştir: «Allah'ın hükümlerinden birini inkâr eden kâfir, onunla amel etmeyen
ise fâsık olur.»
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Tevrat'ta onlara cana
can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara karşılıklı
ödeşme yazdık. Kim hakkından vazgeçerse bu ona kefaret olur. Allah'ın indirdiği
ile hükmetmeyenler, işte onlar zâlimlerdir.»
Yüce Allah
îsrailoğullarına Tevrat'ta kısası emretmiştir. Şöyle ki: Haksız yere adam
öldürenin aynı şekilde öldürülmesi, göz çıka-
ranm gözünün
çıkarılması, burun kesenin veya kıranın burnunun kırılması veya kesilmesi,
kulak kesenin kulağının kesilmesi, diş, kıranın dişinin kırılması ve herhangi
bir âzâyı yaralayanın aynı azasının yaralanması emredilmiştir. Bunlardan
birini işleyenler aynı şekilde cezalandırılır. Yapılan suçlar cezasız
bırakılmaz. Suç işleyenler mutlaka cezalarını görürler.
Ancak bu cezalar
tatbik edilirken bazı istisnai hususlar söz konusudur. Şöyle ki, bir gözü kör
olanın diğer gözü çıkarılmaz. Bir eli olmayanın veya iş göremeyenin diğer eli
kesilmez. Bir ayağı olmayanın veya işe yaramayanın diğer ayağı kesilmez.
Dudaklar, dil, haya yerleri de kesilmez. Bunlara mukabil iki âdil kişinin
hükmüyle diyetleri verilir. Fakat maktulün tarafı kısas hakkından vazgeçip, bu
fiilleri işleyenleri affederlerse AUahü Teâlâ da onları affeder ve geçmiş
günahlarım bağışlar. Kısas hakkından vazgeçildiği takdirde, kısas düşer. Kısası
icap eden kişiyi bağışlamak, bağışlayanın günahlarına keffarettir. Nitekim
Peygamberimiz (s.a.v.) :
«Kendisine bir elem ve
acı veren birisini affedeni Yüce Allah da affeder ve onu bağışlamasını
günahlarına keffâret kılar» buyurmuştur.
Hasan-ı Basrî
Hazretleri şöyle demiştir: «Kıyamet günü bir melek şöyle nida eder: «Allah
katında mükâfatı olanlar gelsinler istesinler.» Dünyada suçları affedenler
kıyamet günü Allah'tan mükâfatlarını isterler.
Allah'ın indirdiği ile
hükme tm ey enler kendi nefislerine zulmedenlerdir. Zulüm, yapılmayacak
şeyleri yapmak, söylenmeyecek sözü söylemek veya söylenmesi gereken sözü
söylememektir.
Tevrat'ın getirdiği bu
hükümler, îslâm şeriatında da varlığını muhafaza etmiş olup kıyamete kadar aynı
şekilde devam edecektir. Bu hükümlere İslâm'da başka bir hüküm daha ilâve
edilmiştir: «Kim hakkından vazgeçerse ona keffâret olur.»
Tevrat'ta bu hüküm
yoktur. Onda kısas mutlak olarak zikredilmiştir. Tevrat'ta kısasa karşılık
keffâret yoktur. İlâhi şeriatın getirdiği bu büyük prensip, kısastan kurtulan
insanın yeniden doğuşunun ilânıdır, islâm, bu esası ilk ilân eden nizamdır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
MAIDE SURESİ (cüz: 6,
âyet: 46-47)
«Arkadan da O
Peygamberlerin izleri üzere Meryem oğlu İsa'yı, ondan önce gelmiş bulunan
Tevrat'ı doğrulayarak gönderdik. Ona yol gösterici, aydınlatıcı olan ve önünde
bulunan Tevrat'ı doğrulayan İncil'i müttekîlere öğüt ve yol gösterici olarak
indirdik.»
Allahü Teâlâ'nın
göndermiş olduğu bütün peygamberler ve kitaplar kendilerinden önce yaşayan
peygamberlerin ve kitapların tas-dikçisidirler. Yüce Allah Isa (a s.)'yi da,
kendisinden önce gelen Musa'yı ve Tevrat'ı tasdikçi olarak göndermiş, İncil'i
de müttekîlere yol gösterici, aydınlatıcı, hidayete erdirici ve Tevrat'ı tasdik
edici bir kitap olarak indirmiştir. Yüce Allah, İncil'de hükümlerini beyan etmiş,
kurtuluş sebeplerini açıklamış, şer'i hükümleri bildirmiştir.
£\ Allahü Teâlâ âyet-i celîlesinde şöyle
buyuruyor :
«İncil'e tâbi olanlar
Allah'ın onda indirdikleri ile hükmetsinler. Allah'ım indirdiği ile hükmetmeyenler,
işte onlar fâsık olanlardır.»
Yüce Allah İncil'e
iman edenlere içindekilerle hükmetmelerini ve onda olanları gizlememelerini
emretmiştir. Yahudilerin, Tevrat-taki hükümlerin bir kısmını gizledikleri ve
Peygamberimizin sıfatlarını Tevrat'tan kaldırdıkları gibi, Hıristiyanlar da
İncil'in bazı hükümlerini kaldırmışlar veya değiştirmişlerdir.
Allah'ın indirdiği ile
hükmetmeyenler, fâsıklarm tâ kendileridir. Ancak kâfirler, zâlimler ve
fâsıklar Allah'ın indirdiği ile hükmetmezler. Yüce Allah'ın emirlerine itaat
etmeyenler, O'na âsî olanlardır. Kim, Allah'ın hükmüyle amel etmez, dünya
menfaati için kendi reyiyle hükmederek şer'i hükümlere ve icma-ı ümmete muhalefet
ederse zâlim ve fâsık olur. Zâlim ve fâsıkları da Allahü Teâlâ asla sevmez.
Kendi reyiyle hükmedenler, Allah'ın hükümlerinden birini inkâr veya hafife
alırlarsa kâfir olurlar. Eğer Allah'ın hükümlerine muhalefetleri
cehaletlerinden ileri gelirse zâlim ve fâsık olurlar.
Mü'minler, Allah'ın
hükümlerine muhalefetten kaçınmalıdırlar. Hem mü'min Allah'ın hükümlerine asla
muhalefet edemez. Zira Yüce Allah, hükümlerini insanlar arasında uygulanması
için göndermiştir. Hükümlerine muhalefet edenler, elbette zâlim ve fâsıkların
204 ! MÂIDE SÛRESİ
(cüz: 6, âyet: 47-48)
tâ kendileridir.
Allah'ın hükmünün icra edilmediği toplumlarda zu lümden başka bir şey bulmak
mümkün değildir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Sana da kendinden
önceki kitapları tasdik edici ve onlara şâ-hid olan Hak Kur'an'ı indirdik.
Allah'ın indirdiği ile aralarında hükmet. Gerçek olan sana gelmiş bulunduğuna
göre onların heveslerine uyma. Her biriniz için bir şeriat, bir yol tayin
ettik.»
Allahü Teâlâ sevgili
Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)'e, kendinden önceki kitapları tasdik eden ve
onlara şahit olan Kur'an'ı indirmiştir. Kur'an, Tevrat'ın, Zebur'un ve İncil'in
Allah tarafından gönderildiğine şahitlik etmektedir. Kur'an hakkı beyan eden,
şer'i hükümleri açıklayan bir kitaptır. Ancak Kur'an daha önceki kitapların
hükümlerinin bir kısmını neshetmiştir. Aîlahü Teâlâ şöyle buyuruyor: «Sana da
kendinden önceki kitapları tasdik edici ve onlara şahit olan Hak Kur'an'ı
indirdik. Allah'ın indirdiği ile aralarında hükmet. Gerçek olan sana gelmiş
bulunduğuna göre onların heveslerine uyma.» Allah tarafından gönderilen
kitapların sonuncusu Kur'-an-ı Kerîm'dir. Yüce Allah Peygamberine insanlar
arasında onunla hükmetmesini emrediyor. Zira kitaplar Allah'ın hükümlerini,
hakkı ve bâtılı, helâli ve haramı, iyiyi ve kötüyü, imanı ve küfrü, hayrı ve
şerri, cenneti ve cehennemi, mükâfatı ve mücâzâtı bildiren ilâhi nizamdır. Bu
ilâhi nizamın gönderilişi, insanlar arasında hükümleriyle amel edilmesi
içindir.
Allahü Teâlâ yukarda
geçen âyetin devamında şöyle buyuruyor:
«Eğer Allah dileseydi
sizi bir tek ümmet yapardı. Fakat sizi ümmetlere ayırması, verdikleriyle sizi
denemesi içindir. O halde iyiliklere koşuşun, hepinizin dönüşü Allah'adır. O,
ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirecektir.»
Allahü Teâiâ bu âyet-i
celilesiyle insanların dikkatini çekiyor ve onları düşünmeye sevk ederek, şöyle
buyuruyor: «Ey insanlar, eğer
MÂİDE SÜRESİ (cüz: 6,
âyet: 49}
Allah dileseydi sizi
bir tek ümmet yapardı.» Yüce Allah eğer diie-3eydi bütün insanları bir tek
ümmet yapardı ve onların hepsine bir şeriat gönderirdi. Musa kavmi, îsa kavmi
ve Hz. Muhammed ümmeti diye ayırmazdı. Allahü Teâlâ'nm onları bu şekilde
ayırmasının bir hikmeti vardır. Bu hikmet, insanlara verdiği ilâhî nimetlerle
kendilerini imtihan etmektir. Kimler Allah'ın emirlerine itaat edip, peygamberlerine
tâbi oluyor, kimler isyan ediyor, kimler Allah'ın hükümleriyle amel ediyor,
kimler etmiyor, kimler hakkıyla ibadet, .ediyor, kimler nefs-i emmaresine
uyuyor, kimler âhireti unutup dünyayı satın alıyor ve kimler hakkı bırakıp
bâtıla koşuyor. Bütün bunları açığa çıkarmak için Yüce Allah kullarını
imtihana tâbi tutmaktadır. Aslında Allah ezelî ilmiyle her şeyi biliyor. Ancak
insanlar kendi durumları hakkında tam bir bilgiye sahip değildirler. Onlara durumlarını
bildirmek için farklı şeriatlar gönderilmiştir. İlâhi emirlere tâbi olanlar
kurtulmuşlar, karşı gelenler ise helak olmuşlardır. Allahü Teâlâ şöyle
buyuruyor: «O halde iyiliklere koşun, hepinizin dönüşü Allah'adır. O, ayrılığa
düştüğünüz şeyleri size bildirecektir.»
Bütün insanlar,
isteseler de, istemeseler de sonunda Allah'a döndürüleceklerdir. Herkes
dünyada yaptığının karşılığını, kıyamet günü görecektir, iman edip, amel-i
salih işleyenler mükâfatını, iman etmeyenler ve âsîler cezalarını göreceklerdir.
Bu âyet-i celîle ile
mü'minler ikaz edilmektedir. İnananlar Allah'ın emirlerine muhalefetten
sakınmalı ve amel-i salih işlemeye koşmalıdırlar. Bid'atları bırakıp, Kur'an'm
hükümleriyle amel etmelidirler. Allah'ın hükümlerine muhalefet edenler
cezalarım göreceklerdir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
w
«O halde, Allah'ın
indirdiği kitap ile aralarında hükmet. Allah'ın sana indirdiği Kur'an'm bir
kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın. Heveslerine uyma, eğer yüz
çevirirlerse bil ki, Allah bir kısım günahları yüzünden onları cezalandırmak
istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fâşıktırlar.»
Bu âyet-i celilenin
nüzul sebebi şudur: Benî Nadr Yahudileri islâm'a fitne sokmak için aralarında
anlaşarak Peygamberimize gelirler ve şöyle derler: «Yâ Muhammed! Sen bizim,
Yahudilerin âlimleri,
seyyidleri ve en
şereflileri olduğumuzu biliyorsun. Eğer biz sana tâbi olursak, bütün Yahudiler
de sana tâbi olurlar. Onlar bizim yaptığımıza asla bir şey söyleyemezler.
Yalnız bizimle diğer Yahudi kavimleri arasında bir husûmet meydana geldi. Seni
aramızda hakem tayin edeceğiz, bizim lehimize hükmeder, bizim sözümüzü
onların-kinden üstün tutarsın ve bizi haklı çıkarırsın. Biz de bu iyiliğine karşılık
sana iman ederiz.»
Peygamberimiz
Cs.a.v.), onların bu hâince isteklerine asla razı olmaz. Zira Peygamberimiz
onların niyetlerinin bozuk olduğunu çok iyi biliyordu. Hem cihan Peygamberi,
bir topluluğun arzusuna göre hükmedemezdi. O, ancak Allah'ın indirdiği ile
hükmederdi. Bunun üzerine Allahü Teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şöyle
buyurmuştur: «Yâ Muhammed, Yahudiler arasında Allah'ın sana indirdiği
Kur'an'la hükmet. Hükmederken onların arzularına asla uyma. Se: ni fitneye
düşürüp, Allah'ın sana indirdiği Kur'an'ın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden
sakın. Eğer senin verdiğin hükümlerden yüz çevirirlerse bil ki, Allah bir kısmı
günahları yüzünden onları cezalandıracaktır.» .rtlemlere rahmet olarak
gönderilen bir Peygamber elbette onların arzularına göre hükmedecek değildi.
Yüce Allah burada Yahudilerin durumunu gözler önüne seriyor, iki yüzlülüklerini
Peygamberine bildiriyor ve kendilerinden başkasını fitneye düşüremeyeceklerini
de haber veriyor. Çünkü Yahudilerin bütün işleri Müslümanlara karşı fitne
çıkarmaktır. Bunun için Yüce Allah «în-sanların çoğu gerçekten fâşıktırlar»
buyuruyor. Fâsık, Allah'ın emirlerine itaat etmeyen kimseye denir. Hangi
devirde ve hangi toplumda olursa olsun, Allah'ın emirlerine itaat etmeyenler
zâlimler ve fâ-sıkl ardır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Onlar hâlâ cahiliyet
devrini mi istiyorlar? Yakinen bilen bir millet için Allah'dan daha iyi hüküm
veren kim vardır?»
Yukarda da
belirtildiği gibi, Yahudiler kendi kitaplarının hükümleriyle amel etmemişler,
Peygamberimizin aralarında hükmetmesini istemişlerdi. Aslında onlar
Peygamberimize inandıklarından değil, niyetleri bozuk olduğu için böyle bir
istekte bulunmuşlardı. Peygamberimizi aralarında hakem tayin edip, hüküm
istemelerine rağmen, yine de hükmüne razı olmamışlardı. Halbuki yakînen bilen bir
millet için Allah'dan daha iyi hüküm veren kimdir? Hiç şüphesiz
Allah kulları arasında
en iyi hüküm verendir. O'nun hükmünde bir adaletsizlik olamaz.
Eğer insanlar Allah'ın
indirdiği ile aralarında hükmederlerse, O'nun dinine girmiş, kurtuluşa ermiş
olurlar. Şayet Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyip, kul yapısı bir nizamı
tatbik ederlerse cahiliyet bataklığına düşerler, kimin hükmünü tatbik
ederlerse, onun dinine girmiş olurlar. Cahiliyet hükmünün tatbik edildiği
yerlerde Allah'ın hükmünden söz edilmez. Yaşanan hayat da cahiliyet hayatı
olur.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde iman edenlere şöyle buyuruyor:
«Ey iman edenler,
Yahudi ve Hıristiyanları dost olarak benimsemeyin. Onlar birbirlerinin
dostudurlar. İçinizden kim onları dost edinirse o da onlardandır. Şüphesiz
Allah o zâlimler güruhunu hidayete erdirmez.»
Bu âyeti celilenin
nüzul sebebi şudur: Uhud savaşından sonra Müslümanlardan bir kısmı kâfirlerin
galip gelmesinden korkmuşlar, onlarla iyi geçinmek, kendilerini dost edinmek ve
yardım talep etmek için bir anlaşma yapmayı arzu etmişlerdi. Yüce Allah bunu
neh-yederek şöyle buyurmuştur: «Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanları dost
olarak benimsemeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. İçinizden kim onları
dost edinirse o da onlardandır.» Allahü Teâlâ Müslümanların Yahudi ve
Hıristiyanlarla dostluk kurmasını yasaklıyor. Onlardan hiç bir zaman
Müslümanlara fayda gelmeyeceğini de bildiriyor. Çünkü onlar birbirlerinin
dostudurlar, asla Müslümanların dostu değillerdir ve hiçbir zaman da
Müslümanlara dost olamazlar.
Yüce Allah «İçinizden
kim onları dost edinirse o da onlardandır» buyuruyor. Yahudi ve Hıristiyanları
dost edinenlerin onlardan olacağı bildiriliyor. Onlara gönül verip, onları
dost edinenler elbette onlardandır. Nitekim Peygamberimiz «Kişi sevdiği ile
beraberdir» buyurmuştur. Müslümanlar arasında bu zihniyette olan insanlardan
Müslümanlara asla fayda gelmez. Onları dost edinenler Müslümanların
düşmanıdırlar. Her ne kadar kendilerini Müslüman olarak ad-detseler bile, onlar
gerçek iman sahipleri değillerdir.
Allahü Teâlâ bir çok
âyeti celîlesinde Yahudilerin ve Hıristiyanların ebedi olarak Müslümanların
düşmanı olduğunu ve onların dos-
auct
MA.1U& öUKtiöi (cüz: 6, âyet:
tu olamayacağını
bildirmiştir. Bu gerçekler ortada iken, hâlâ onları dost edinmeye çalışmak en
büyük gaflettir. Onlar nifak içerisinde yüzen ve Allah'a hakkıyla iman
etmeyenlerdir. Allah onları hiçbir zaman hidayete erdirmez.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde onlar için şöyle buyuruyor:
«Kalblerinde hastalık
olanların "Bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz" diyerek onlara
koştuklarını görürsün. Olur ki Allah bir zafer verir veya katından bir emir
getirir de kalblerinde gizlediklerine içleri yanarak pişman olurlar.»
Allahü Teâlâ onların
nifaklarını beyan edip, şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed, gönüllerinde şirk ve
nifak olanları görürsün ki, «Bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz» diyerek,
müşriklerden medet umarlar, onlarla oturup - kalkarlar ve onlara tâbi olmak isterler.»
Böylelikle onlardan gelecek olan kötülüklerden kurtulacaklarını zannederler.
Hattâ onlardan yardım beklerler. Yüce Allah kâfirlerden yardım bekleyenler
için şöyle buyuruyor: «Olur ki Allah bir zafer verir veya katından bir emir
getirir de kalblerinde gizlediklerine içleri yanarak pişman olurlar.»
Kalblerinde nifak olanlar beklerlerdi ki, Allah Peygamberine yardım edip, ümit
kestiklerini fethetsin veya Allah tarafından bir hüküm gelsin, Benî
Kurayzalı-ları katletsin ve Benî Nadir kabilesini de bulundukları yerden çıkarsınlar.
Onlar da korktuklarından emin olsunlar ve Şam ticaret yolu da kendilerine
açılmış olsun. Böylece onlar bolluğa ve ganimete kavuşmuş olsunlar.
Münafıkların,
nifakları meydana çıkıp, Yahudilerin Peygamberimiz (s.a.v.)'in üzerine galip
gelmelerini arzu ettikleri belli olunca, yaptıklarına pişman olmuşlar,
münafıklar, kâfirlerden yardım ummuşlar ve onların Peygamberimiz üzerine galip
gelmesi için çalışmışlardır. Onlar, kâfirlerin çokluğuna ve Uhud'daki kısmî
galibiyetlerine güvenmişler, fakat Müslümanların bir gün mutlaka galip
geleceklerini hiç düşünmemişlerdi. Münafıklar, Allah'ın gerçek mü'-minlere
yardım edeceğini unutuyorlardı. Ne zaman ki, Peygamber ordusu, ihanetlerinin
karşılığı olarak Beni Kurayzahları öldürdü, Benî Nadiıiiieri de yurtlarından
çıkarıp sürdü. îşte o zaman yaptıklarına pişman oldular. Hâinler her zaman
korkaktırlar ve yaptıklarından dolayı her zaman pişmanlık duyacaklardır.
MÂÎDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 53-54)
209
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«İman edenler:
"Sizinle beraber olduklarına bütün güçleriyle Allah'a yemin edenler
bunlar mıdır?" derler. Onların amelleri boşa gitmiş, bu suretle onlar en
büyük zarara uğrayanlar olmuşlardır.»
Allahü Teâlâ
münafıkları açığa çıkarınca gerçek mü'minler birbirlerine şöyle demişlerdi:
«Sizinle beraber olduklarına dair bütün güçleriyle Allah'a yemin edenler bunlar
mıdır?» Münafıklar, mü'-minlerin yanına geldikleri zaman «Sizinle beraberiz»
diye yemin ederlerdi. Mü'minlerden ayrılıp müşriklerin ve kâfirlerin yanına döndükleri
zaman ise «Biz, sizinle beraberiz» derlerdi. Böyle iki yüzlü davrandıkları için
Yüce Allah onların yapmış olduğu bütün amelleri boşa çıkarmıştır. Amellerinin
onlara hiçbir faydası yoktur. Âhi-rette onlar için elîm bir azap vardır. Onlar
cehennemde kâfirlerden daha aşağı bir tabakadadırlar. Onlar dünyada da,
âhirette de en büyük zarara uğrayanlardır.
Münafıkların yaptığı
ibadet Allah indinde kabule mazhar olmaz. Ancak ihlâsla yapılan ibadetler
makbuldür.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Ey iman edenler,
içinizden kim dininden dönerse şunu biîsin ki, Allah -mü'minlere karşı alçak
gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve güçlü, kendisinin onları seveceği, onların
da kendisini seveceği - bir millet getirir. Ve onlar Allah yolunda savaşırlar.
Hiçbir kınayanın kınamasından çekinmezler. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bol
nimetidir. Allah ihsanı bol olan, en çok bilendir.»
Allahü Teâlâ bu âyet-i
celîlede mü'min kullarını sevdiğini, onların kâfirlere karşı onurlu olduğunu
beyan ediyor, aynı zamanda bazı Arap kavimlerinin Hz. Peygamber'den sonra
dinden dönüp mür-ted olacaklarını bildiriyor.
C. : II — F. : 14
210 MÂİDE
SÛRESt (cüz: 6, âyet: 53-54)
İbn Abbas (r.a.)'a
göre, bu âyet dinden dönen mürtedler hakkında nazil olmuştur. Ebû Bekir
(r.a.)'in halifeliği zamanında bir kısım Arap kabileleri dinlerinden dönmüşler,
bunu gizlemek için de «Biz Allah'dan başka ma'bud olmadığına ve Hz. Muhammed'in
O'-nun kulu ve Resulü olduğuna şahitlik ederiz» demişlerdi. Peygamberimizin
vefatından sonra Müseylemetü'l-Kezzap isminde bir kâfir peygamberliğini ilân
etmiş ve Yemâme üzerine galip gelmişti. Mü-seyleme'nin Yemameliler karşısında
kazandığı bu galibiyetten sonra bazı Arap kabileleri kendisine tâbi olmuştu.
Ancak halifenin bu olaylar karşısında sessiz kalması mümkün değildi. Kendisine
kesin bir ders verilmesi gerekiyordu. Halife bu maksatla sahabelerle istişare
etmiş, görüşlerini almış, onlar ise «Biz Allah'ın birliğini ve Hz. Muhammed'in
peygamberliğini kabul eden bir kavimle niçin savaşalım? Zira Peygamberimiz
(s.a.v.), «Ben, insanlarla «La ilahe illallah, Muhammedün Resûlüllah» diyene
kadar savaşmak için emrolundüm, bu kelimeyi söyleyenlerin canları ve malları
kurtulmuştur» buyurdu» demişlerdi. Bu sözü, mallarını ve canlarını kurtarmak
için sadece dilleriyle söyleseler bile artık Müslümanlar onlara savaş açamazdı.
Onların gerçek mânâda iman edip etmediklerini ancak Allah bilir.
Hz. Ebû Bekir'in
hilâfeti zamanında bazı Arap kabileleri zekât vermekten vazgeçerler. Bu durum
karşısında Müslümanların halifesi şöyle konuşur: «Zekât malın hakkı ve
Allah'ın emridir. Allah'a yemin ederim ki, Resûlüllah'm zamanında olduğu gibi
zekâtım verdikleri malın, şimdi de zekâtını vermeyecek olurlarsa, onlardan bu
zekâtı almak için savaşırım.»
Hz. Ebû Bekir
(r.a.)'in bu duygulu konuşması karşısında sahabe susar, söyleyecek söz bulamaz
ve derhal ordu toplanmasına ittifakla karar verirler. Etrafa haberler
gönderilir ve Halife adına ordu toplanır. Yemen'den yedi bin kişilik bir ordu
gelir. Üç bin kişilik bir ordu da Medine'den toplanır; Halid b. Velid on bin
kişilik islâm ordusunun başına kumandan tayin edilir ve Müseyleme'nin üzerine
gönderilir. Müseyleme'nin ordusuyla Müslüman ordusu arasında şiddetli bir
savaş olur. Müslümanlardan yüz kırk kişi şehit düşer. Mü-seyleme de dahil
olduğu halde adamlarının bir çoğu öldürülür, trti-dat etmek suretiyle kendisine
tâbi olanlar tevbe ederler ve yeniden imana gelirler.
Allahü Teâlâ bu âyeti
Peygamberine inzal ederek, vefatından sonra bir kavmin mürted olacağını
bildirmiştir. Yüce Allah şöyle 'buyuruyor: «Ey iman edenler, içinizden kim
dininden dönerse şunu bilsin ki, Allah, - mü'nıinlere karşı alçak gönüllü,
kâfirlere karşı
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 55-56) 211
onurlu ve güçlü,
kendisinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği - bir millet
getirir. Ve onlar Allah yolunda savaşırlar, hiçbir kınayanın kınamasından
çekinmezler. Bu, Allah'ın dilediğine verdiği bol nimettir.» Allah, iman eden
kullarını sever, iman etmeyen kullarını asla sevmez.
Mü'minler alçak
gönüllü, merhametli, şefkatM, düşmanları üzerine heybetli, cesur, atılgan,
mert ve yiğittir. Onlar Allah yolunda canlarıyla, mallarıyla cihad ederler ve
O'nun nizamını yeVyüzünde yaymaya çalışırlar. Yeryüzüne Allah'ın dinini
yayarken kimseden çekinmezler, emr-i bi'1-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker
yaparlar. Dünya meta'ı için dinlerini satmazlar, yaptıklarını Allah rızası
için yaparlar. Bu, Allah'ın dilediği kullarına verdiği lütuf ve inayettir.
Allahü Teâlâ, alimdir,
kimin hidayete ereceğini bilir. Allah'ın kendilerini sevdiği kavim, Yemen'den
gelip mü'minlere yardım edenlerdir. Onlar Yemen'den gelerek Allah yolunda
savaşmışlar ve kâfirleri hezimete uğratmışlardır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Sizin dostunuz ancak
Allah'dır, O'nun Peygamberidir, Allah'ın emirlerine boyun eğici olarak namazı
dosdoğru kılan, zekâtı veren mü'minlerdir.»
«Kim Allah'dan,
Peygamberden ve iman edenlerden yüz çevirirse, hiç şüphe yok ki, galip gelecek
olanlar Allah'ın yardimcilarının tâ kendileridir.»
Bu âyet-i celilenin
nüzul sebebi şudur: Yahudilerden bir kısmı îslâm'ı kabul etmişler, bir kısmı
ise kabul etmeyip onlardan ayrılmışlardı. Abdullah bin Selâm onların ileri
gelenlerinden ve biiginle-rindendi. Abdullah (r.a.) iman etmeyenleri toplar.
Peygamberimizin huzuruna getirir ve «Ey Allah'ın Resulü, bu Yahudiler bize
karşı düşmanlıklarını ilân ettiler. Bize hiçbir şey vermeyeceklerine dair de
aralarında andlaşmışlardır. Halbuki bizim evimiz de bunların ma-hallesüıdedir.
Bu duruma göre bizim artık mescidden başka kalacak yerimiz yoktur» der. Bunun
üzerine Allahü Teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Sizin
dostunuz ancak Allah'tır, O'nun Peygamberidir, Allah'ın emirlerine boyun eğici
olarak namazı
212 MÂÎDE
SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 57)
dosdoğru kılan, zekâtı
veren mü'minlerdir.» Onlar da «Biz Allah'ı, Resulünü ve mü'minleri dost
edinmekten razıyız» derler.
Bir kısım tefsircilere
göre ise bu âyetin nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (s.a.v.) Medine'ye hicret
edince Benî Esad kabilesinden erkek, kadın yedi yüz kişi Efendimiz'in huzuruna
gelirler ve şöyle konuşurlar: «Ey Allah'ın Resulü, biz kabilemizden ayrıldık,
yerimizi yurdumuzu terk ettik, gurbetçi olduk, artık bundan sonra, bize kim
yardım eder?» Bunun üzerine Yüce Allah yukarda geçen âyeti inzal ederek şöyle
buyurmuştur: «Sizin yardımcılarınız ve dostlarınız Al-lah'dır, O'nun Resulüdür,
mü'minlerdir, namaz kılanlardır ve rükû-da iken zekâtını verenlerdir.» Allah
yolunda hicret edenlerin dostu ve yardımcısı bunlardır.
Âyette, rükûda zekât
verenler zikredilmiştir, bunun hikmeti şudur: Uz. Bilâl (r.a.) bir gün ezan
okur. Peygamberimiz ve arkadaşları gelip namazlarını kılarlar. Peygamberimiz
namazını kıldıktan sonra mescidden ayrılır. Arkadaşlarından bir kısmı mescidde
namaz kılmaya devam ederler. Cemaatten kimi kıyamda, kimi rükûda, kimi de
teşehhüdde iken, bir isteyici belir, mescide girer ve kendilerinden bir şeyler
ister. Bunun üzerine Hz. Ali (r.a.) rükûda iken, par-mağmdaki yüzüğü almasını
işaret eder. O da gelip Hz. Ali (r.a.)'nin parmağmdaki yüzüğü alır. Mescidden
çıkıp giderken Peygamberimiz onu görür ve bir şey alıp-almadığım sorar. O da
yüzüğü göstererek «Ey Allah'ın Resulü bunu aldım» der. Peygamberimiz «Bunu sana
ne durumda iken verdi?» diye sorar. İsteyici de «Rükû'dayken» cevabını verir.
Allahü Teâlanın
âyet-i celîlesi Hz.
Ali hakkında nazil olmuştur. Her kim Allah'ı, Resulünü dost edinip, onlardan
yardım bekler ve emirlerine itaat ederse Allah'ın askeri olur. Allahü Teâlâ
askerlerini daima düşmanları üzerine galip kılar. Böylece mü'minleri muzaffer
kılar, düşmanları ise helak eder.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Ey iman edenler,
kendilerine sizden önce kitap verilenlerden, dininizi alaya ve eğlenceye
alanları ve inkarcıları dost edinmeyin. Eğer mü'minlerseniz AHah'dan korkun.»
Yüce Allah yukarda
geçen âyetlerde olduğu gibi, bu âyette de,
MÂİUE SÜRESİ (cüz: 6,
âyet: 58) 213
mü'minlerin kâfirleri
ve İslâm dinini alaya alanları dost edinmemelerini emrediyor. Zira onları dost
edinmek mü'minler için her zaman tehlikelidir.
Bu âyet-i celîlenin
nüzul sebebi şudur: Rufâa' bin Zeyid ile Sü-veyd bin Harise münafıklardandı.
Fakat bunlar nifaklarını gizleyerek, Müslüman olduklarını söylüyorlardı. Bir
kısım Müslümanlar da onlarla ahbaplık kurmuşlardı. Çünkü Müslümanlar onların münafık
olduğunu bilmiyorlardı. Allahü Teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek Müslümanların
onlarla dostluk kurmasını men etmiş ve şöyle buyurmuştur: «Ey iman edenler,
kendilerine sizden önce kitap verilenlerden dininizi alaya ve eğlenceye
alanları ve inkarcıları dost edinmeyin. Eğer mü'minlerseniz AHah'dan korkun.»
İslâm dinini alaya ve eğlenceye alanlarla mü'minlerin ne suretle olursa olsun
dostluk kurmaları yasaklanmıştır. Allah'a iman edenler, Allah'ın dinini alaya
alanlarla dostluk kurup, onlara muhabbet besleyemezler.
Zamanımızda da
kendisini Müslüman zannedip Allah'ın dinini alaya ve eğlenceye alanlar pek
çoktur. Mü'minin bunlarla dostluk kurması men edilmiştir. Çünkü âyetteki hüküm
umûmidir. Allah'ın dinini alaya ve eğlenceye alanlarla dostluk kurmak
yasaklanmıştır. Mü'minlerin bu hususlara çok dikkat etmesi gerekir. Dünya menfaati
için onlarla dostluk kurmak Allah'ın emirlerine itaatsizliktir. Allah'ın
emirlerine itaat etmeyenler ise mutlaka cezalarını göreceklerdir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Ezanla birbirinizi
namaza çağırdığınız zaman onu bir eğlence ve oyun mevzuu edinirler. 6u,
kendilerinin hakikaten akıllarını kullanamaz bir güruh olmalarındandır.»
Bu âyet-i celîlenin
nüzul sebebi şudur: Peygamberimiz (s.a.v.) namaz için ezanı kime okutacaklarını
Cebrail'e sorar. O da, Bilâl'in eşkâlini vererek «Yâ Muhammed, onu müezzin
tayin et. Zira o, melekler arasında meşhurdur, sesi güzel ve gürdür. Allah
katında müezzinler arasında en sevimlisi odur» der. Bunun üzerine Peygamberimiz
Bilâl'i çağırır ve mescidin üzerine çıkıp ezan okumasını söyler. Bilâl de mescidin
üzerine çıkar ezan okur. Münafıklar ve müşrikler onunla alay ederler.
Peygamberimiz (s.a.v.)
Mekke'yi feth ettiği zaman, Bilâl'e, Kâ'-be'nin üzerine çıkıp ezan okumasını
emreder. Bilâl, ezan okuyunca
214 MÂİDE
SÛRESİ (cflz: 6, âyet: 59)
Mekke'H kâfirler
kendisiyle alay etmeye başlarlar. Bunun üzerine Allahü Teâlâ bu âyeti inzal
eder ve şöyle buyurur: «Ezanla birbirinizi namaza çağırdığınız zaman onu bir
eğlence ve oyun mevzuu edinirler. Bu, kendilerinin hakikaten akıllarını
kullanamaz bir güruh olmalarındandır.» Yüce Allah bu âyet-i celîle ile ezan ve
namazla alay edenlerin akılsız olduklarını beyan ediyor. Şayet onlar akıllı
olsalardı, elbette namazla alay etmezlerdi. Onlar akıldan yoksun oldukları
içindir ki, namazla alay ederler. Bugün de, Müslüman geçindiği halde namazla
alay edenler vardır. Hakikî Müslümanların bunlarla oturup - kalkmaması ve
alaylarına seyirci kalmaması gerekir.
Seyid (r.a.) şöyle
nakletmiştik «Medine'de bir Hıristiyan vardı, ezan okuyan müezzin «Eşhedü enne
Muhammed'en Resûlüllah» dediği zaman, o kâfir «Allah yalan söylüyor,
Muhammed'i ateş yaksın» derdi. Bir gece onlar uykuda iken hizmetçisi ateş
yakar, ev tutuşur, kâfir aile efradıyla birlikte yanar. Bedduası böylece kendi
hakkında kabul olur.» Görülüyor ki, Allah'ın dinine ve Resulüne dil uzatanlar
en ağır şekilde belâlarını buluyorlar. Allah, hiçbir zaman onları cezasız
bırakmayacaktır. Allah'a ve Resulüne iman edenler ise, dünyevi ve uhrevî
mükâfatlarını çok fazlasıyla göreceklerdir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«De ki: "Ey Ehli
Kitap, sizin bizden hoşlanmayışınızın yegâne sebebi, bizim, Allah ve bize
indirilenlerle daha evvel indirilenlere iman ettiğimizden ve sizin bir
çoğunuzun da fâsık kimseler olduğunuzdan başka bir şey değildir.»
Bu âyet-i celîlenin
nüzul sebebi şudur: Bir grup Yahudi Peygamber Efendimize gelir: «Yâ Muhammed,
sen geçmiş peygamberlerden hangilerine iman edersin?" diye sorarlar.
Peygamberimiz (s.a.v.) de cevaben şöyle buyurur: «Allah'a, bizim üzerimize
indirilen kitaba, İbrahim'e, bütün peygamberlere ve onlara indirilen kitaplara,
İsa'ya ve ona indirilen kitaba iman ederim.» Peygamberimiz Hz. İsa'yı anınca,
Yahudiler İsa (a.s.)'nın peygamberliğini kabul etmezler ve «Sizin dininizden
daha şerli bir din görmedik» derler. Yahudiler Hz. İsa'nın peygamber olduğunu
bildikleri halde, inkâr etmişler, Hakk'ı kabul etmemişlerdir.
Bunun üzerine Allahü
Teâlâ yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed de ki:
"Ey Ehl-i Kitap, sizin bizden
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 60-61)
215
hoşlanmayışınızın
yegâne sebebi, bizim, Allah'a ve bize indirilenlerle daha evvel indirilenlere
iman ettiğimizden ve sizin bir çoğunuzun da fâsık kimseler olduğunuzdan başka
bir şey değildir.» Yahudi ve Hıristiyanların Müslümanlara buğz etmelerinin
yegâne sebebi, Müslümanların Allah tarafından gönderilen kitaplara ve bütün
peygamberlere iman etmeleridir. Onların kendileri de inkârlarından ve
fâ-sıklıklarmdan dolayı Allah'ın gazabına uğramışlar, ancak içlerinden iman
edenler sapıklıktan kurtulmuşlardır.
Allahü Teâlâ onlar
için şöyle buyuruyor:
«De ki: "Allah
katında bir ceza olmak bakımından bundan daha kötüsünü size haber vereyim mi?
Allah'ın lâ'net ve aleyhinde gazap ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar
yaptığı kimselerle şeytana tapanlardır ki, işte bunların mevkii daha kötü ve
dümdüz yoldan daha sapıktır."»
Yüce Allah bu âyet-i
celîlede kâfirlerin görecekleri azabın bir kısmını zikretmiştir. İnkâr edenler,
inkârlarının cezası olarak dünyada da, âhirette de en büyük azaba
uğrayacaklardır.
Yahudiler,
Peygamberimize «Sizin dininizden daha şerlisini görmedik» demişlerdi. Çünkü
Peygamberimiz onlara gerçeği söylemiş, fakat onlar kabul etmemişlerdi. Allahü
Teâlâ, Peygamberine gerçek şerlilerin kimler olduğunu kendilerine bildirmesi
için yukardaki âyeti inzal ederek şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed, de ki:
"Allah katında bir ceza olmak bakımından bundan daha kötüsünü (şerlilerin
kim olduğunu) size haber vereyim mi? Allah'ın lâ'net ve aleyhinde gazap
ettiği, içlerinden maymunlar, domuzlar yaptığı kimselerle şeytana tapanlardır
ki, işte bunların mevkii.daha kötü ve dümdüz yoldan daha sapıktır."»
İnsanlar arasında hakkı inkâr edenlerden daha şerli kimse yoktur. Yüce Allah,
onların kimini maymuna, kimini de domuza benzetmiştir. Bu şekilde
cezalandırılmaları, yaptıklarının karşılığıdır. Kâfirler ve âsîler daima lâyık
oldukları cezalarını göreceklerdir. Hiçbir amel Allah katında karşılıksız
kalmayacaktır. Allahü Teâiâ âyet-i celilesinde şöyle buyuruyor:
216 MÂİDE
SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 62-63)
«Size geldikleri zaman
"İman ettik" derler. Oysa onlar yanınıza inkarcı olarak girmişler ve
inkarcı olarak çıkmışlardır. Gizlemekte olduklarım Allah daha iyi bilir.»
Yüce Allah bu âyet-i
celîlede kâfirlerin ve münafıkların «îman ettik» şeklinde konuşmaları
karşısında mü'minleri ikaz ediyor, al-danmamalarını tenbih buyuruyor,
mü'minlerin uyanık olmalarını bildiriyor.
Yahudiler ve
münafıklar Peygamberimizin yanına geldikleri zaman «Senin özelliklerini ve
sıfatlarını kitabımızda bulduk, hak Peygamber olduğunu tasdik eder ve sana
iman ederiz» derlerdi. Gerçekte onlar bu sözleri sadece dilleriyle söylerler,
kalpleriyle iman etmezlerdi. Bu şekilde konuşmalarının sebebi mü'minlere hoş
görünmek ve onların sevgisini kazanmak içindi. Allahü Teâîâ onların durumunu
Peygamberine bildirerek şöyle buyuruyor: «Size geldikleri zaman "îman
ettik" derler. Oysa onlar yanınıza inkarcı olarak girmişler ve inkarcı
olarak çıkmışlardır. Gizlemekte olduklarını Allah daha iyi bilir.» Yüce Allah
iman edenleri de, iman etmeyenleri de çok iyi bilir. O'nun bilgisinden hiçbir
şey gizli kalmaz. Ona göre ku larma mükâfat ve mücazat verir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
Onlardan çoğunun
günâha, haksızlığa ve haram yemeğe koştuklarım görürsün. Ne kötüdür yaptıkları
şey.»
«Rabbe kul olanlarla,
bilginlerin onlara günâh söz söylemeyi ve haram yemeyi yasak etmeleri gerekmez
miydi? Yaptıkları bu şeyler ne kötüdür.»
Yüce Allah, insanların
çoğunun neye koştuklarını bildiriyor. Yâ Muhammed, ehl-i kitabın çoğunun günah
işlemeye, haram yemeğe ve haksızlığa koştuklarını görürsün. Onlar rüşvet alarak
hakkı gizlerler ve haksızlığa hükmederler. Haram yerler, insanlar arasında
haksızlık yaparlar. Böylece en büyük günâhı işlerler. Onların yaptıkları ne
kötüdür.
Bilginlerin ve
âbidlerin onları günah işlemekten, haram yemekten vazgeçirmeleri gerekirdi.
Halbuki onlar hiç aldırmamışlar ve onların yaptıklarına rıza göstermişlerdir.
Onların haksızlıklarına, gü-
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 62-63)
217
nah işlemelerine ve
haram yemelerine rıza göstermek ne kötüdür. Eğer onlar Allah'ın rızasını
düşünmüş olsalardı, haram yiyenlerin, günaha dalanların ve haksız yere hükmedenlerin
yaptıklarına göz yummazlardı. Onları yaptıklarından alıkoyarlar, Allah'ın
emirlerini tebliğ ederler ve yasaklarından da men ederlerdi. Allah'a kul olanlarla
bilginler bu görevlerini yapmamışlardır. Onlar da, diğerlerinin işlemiş
oldukları günaha ortak olmuşlardır.
Allahü Teâlâ bu âyet-i
celilede ilmiyle amel etmeyen, iyiliği emredip, kötülükten alıkoymayan,
nefislerinin arzularına uyan, nıa'si-yet ehliyle oturup-kalkan âlimlerin ve
takva ehlinin yaptıklarının çok kötü olduğunu bildiriyor. Zira âlimler
yeryüzünde peygamberlerin vârisidirler. İyiliği emredip, kötülüklerden
alıkoymakla görevlidirler. Bu görevlerini yapmadıkları takdirde Allah katında
mes'uldür-ler. Çünkü imanını kurtarmak veya hatalarını düzeltmek isteyenlerin
âlimlerin nasihatlerine ihtiyaçları vardır. Onlar hakkı tebliğ etmekten
kaçınırlar, insanların haksızlıklarına, kötülüklerine göz yumarlarsa, bu
onların yaptıklarına rıza göstermektir. Kötülüklere rıza gösterenler de,
onları yapmış gibi olurlar. Kötülükleri yapanlarla, onlara rıza gösterenler
aynı cezaya uğrayacaklardır. Âlimlere her devirde büyük görevler düşmektedir.
Görevlerini yapmayan âlimler, mes'uliyetten kurtulamazlar.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Yahudiler:
"Allah'ın eli sıkıdır" dediler. Dediklerinden ötürü elleri bağlansın
ve kendilerine lâ'net olsun. Aksine, Allah'ın nimet veren elleri açıktır.
Dilediği gibi sarfeder. And olsun ki, sana Rab-binden indirilen âyetler onların
.çoğunun azgınlığını ve inkârını artıracaktır.»
Yüce Allah, Yahudilere
bol rızık vermiştir. Onlar ise, üzerlerindeki nimetin çokluğunu görünce
azmışlar, isyan etmişler ve Allah'ın nimetlerini inkâra kalkışmışlardır. Allahü
Teâlâ da, onların üzerindeki nimetlerini almış ve kendilerini geçim
sıkıntısına düşürmüştür. Bolluktan darlığa düşen Yahudiler «Allah'ın eli
sıkıdır» demişlerdi. Halbuki Allah'ın nimetlerine nankörlük yaptıklarından
dolayı Yüce Allah nimetlerini almış, böylece onları geçim sıkıntısına düşürmüştü.
Geçim derdine düşen Yahudiler Allahü Teâlâ'yı cimrilikle
218 ' MÂİDE SÛRESİ
(cüz: 6, âyet: 62-63)
vasıflandırmışlardı.
Halbuki kendi hatalarından dolayı başlarına bu musibet gelmiştir.
Yüce Allah, onların
cehennemde şiddetli bir azaba uğrayacaklarını vaat etmiştir. Kâfirlerin görecekleri
azapda şüphe olmadığı için Yüce Allah onların görecekleri azabı vuku' bulmuş
gibi zikretmiştir. Onlar cimriliklerinden dolayı Allah'ın kendilerine ihsan ettiği
nimetlerden kimseye tasaddukta bulunmamışlar ve hayır yapmaktan
kaçınmışlardır. Bundan dolayı «Elleri bağlansın, lanet olsun onlara»
Duyurulmuştur. Çünkü onlar verilen nimetlere nankörlük yaptıkları gibi, Allahü
Teâlâ'yı da cimrilikle vasıflandırmışlardı. Yüce Allah onlar için şöyle
buyuruyor: «Yahudiler: «Allah'ın eli sıkıdır» dediler, dediklerinden ötürü
elleri bağlansın, lanet olsun onlara.» Allahü Teâlâ inkarcıları ve fâsıkları
rahmetinden kovmuştur. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini yalanlamışlardır.
Bu âyet-i celîlede,
Allahü Teâlâ'nm kendilerine verdiği nimetlerden başkalarına tasadduk
etmeyenler zemmedilmişlerdir. Allah'ın kendilerine verdiği nimetlerden
başkalarına tasaddukda bulunmak şükrün bir ifadesidir. Bunu yapanlar Allah'a
karşı şükür borcunu ifa etmiş olurlar. Başkalarına tasaddukda bulunmayanlar ise
verilen nimetlere karşı nankörlük etmiş olurlar. Yüce Allah onların fiillerine
göre dünyada da, âhirette de mükâfat ve mücazatlarmı verir.
Allahü Teâlâ'nm bütün
nimetleri kullan içindir. O'nun kudret hazinesi boldur, dilediğine dilediği
kadar verir. O'nun hazinesinden hiçbir şey eksilmez. Nitekim Peygamberimiz
(s.a.v.)'den şöyle rivayet edilmiştir: «Allahü Teâlâ buyuruyor ki:
"Sizden geçmiş ve gelecek olanlar, cinler ve insanlar bir araya
toplansalar, herbiri ayrı ayin arzularını benden isteseler ve hepsinin
istediklerini versem, kud-Sret hazinemden bir iğne ucunun denizden aldığı su
kadar bile eksil-
mez.
i iğne ucuyla denizden
su alınamayacağına göre, Allah'ın kudret hazinesinden de hiçbir şey eksilmez.
Mü'min Allah'ın kendisine ver-jdiği nimetlerden tasadduk etmeli, malım-mülküm
azalır diye korkmamalıdır. Zira Allah'ın hazinesi geniştir, istediği kadar
verir. Allah yolunda tasadduk ettiği sürece elindeki nimet eksilmez, aksine
jartar.
| Yüce Allah Hz.
Muhammed (s.a.v.)'e Kur'an'ı inzal buyurunca, Yahudiler tıpkı Hz.
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 64-65)
219
kârını artıracaktır.»
Yahudilerin birçoğu Kur'an âyetlerini inkâr etmişler ve azgınlıklarını
artırdıkça artırmışlardır.
Allahü Teâlâ yukarda
geçen âyetin devamında şöyle buyuruyor:
«Onların arasına
kıyamete kadar sürecek düşmanlık ve kin saldık. Savaş ateşini ne zaman
körükleseler Allah onu söndürür. Yeryüzünde hep bozgunculuğa koşarlar. Allah
bozguncuları sevmez.»
Yüce Allah onların
arasına kıyamete kadar devam edecek düşmanlık ve kin salmıştır. Yahudileri ve
Hıristiyanları birbirlerine düşman yapmış, mü'minler için kurdukları hileleri
ve tuzakları daima kendi aleyhlerine çevirmiştir. Müslümanlara karşı savaşa teşebbüs
ettikleri zaman Allah kalblerine korku salarak, onların gücünü kırmıştır.
Onlar, mü'minlerle savaşmaktan daima korkmuşlardır. Fakat yine de yeryüzünde
bozgunculuk yapmaktan ve fesat çıkarmaktan geri durmamışlar, her fırsatta
Müslümanlar arasına fitne ve bozgunculuk sokmuşlardır. Mü'minlerin çok uyanık
olmalan ve onların fitnelerine kapılmamaları gerekir. Bunun için Yüce Allah
mü'minlerin onlarla dostluk kurmalarını yasaklamıştır. Allahü Teâlâ
fesatçıları asla sevmez.
Alîahü Teâlâ âyeti
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Eğer Ehli Kitap iman
edip de Allah'dan korksalardı, onların kötülüklerini her halde örter ve
muhakkak nimeti bol cennetlere koyardık.»
Eğer Yahudiler
Allah'ın vahdaniyetini tasdik edip, Hz. Muham-med'in peygamberliğini ve O'na
indirilen,.^ i tabı kabul edip, şirkten ve ma'siyetten sakınsalardı, Allahü
Teâlâ onların geçmiş günahlarını affeder ve nimeti bol cennetlerine koyardı.
Onlar Allah'a ve Peygambere iman etmedikleri için, Yüce Allah'ın bütün
nimetlerinden mahrum kalmışlar ve azabına müstehak olmuşlardır. Çünkü Allah'ın
bütün nimetleri iman edenleredir, ilâhi nimetlerden ancak iman edenler
istifade edeceklerdir.
Allahü Teâlâ âyeti
celîlesinde şöyle buyuruyor:
220 MÂtDE
SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 66-67)
*Eğer onlar Tevrat'ı,
İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirilen Kur'an'i gereğince tatbik
etselerdi, her yönden nimete ermiş olurlarda. İçlerinde mu'tedi! bir ümmet yok
değil, fakat çoğu ne kötü şeyler yapmaktadır.»
Yahudiler ve
Hıristiyanlar eğer Tevrat ve İncil'in hükümlerine göre amel edip Kur'an-ı
Kerim'i gereği gibi tatbik etselerdi, Yüce Allah onları her yönden nimete
eriştirirdi. Onları gökten yağmur yağdırıp, yerden nebatat bitirerek bol
rızıklara ve nimetlere kavuştururdu. Dünya ve âhiretin nimetlerini,
saadetlerini onlara ihsan ederdi. Böylece onlar, dünyada da, âhirette de
mutluluğa ve saadete kavuşurlardı, îman insanı hem dünyada, hem de âhirette
mutluluğa ve saadete ulaştırmaktadır. Eğer onlar Allah'ın indirdiğine iman etmiş
olsalardı elbette dünya ve âhiret mutluluğuna ve saadetine kavuşacaklardı.
Küfür ve inkârları, onları Allah'ın nimetlerinden mahrum ettiği gibi, elim.
bir azaba da sürüklemiştir.
Ebû Musa (r.a.)
Peygamberimizden şöyle nakletmiştir: «Ehl-i Kitaptan olanlar kendi
peygamberlerine ve kitaplarına iman edip de, Hz. Muhammed'in peygamberliğini
kabul edip, tasdik etselerdi iki kat sevap alırlardı. Bunlardan bir kısmı var
ki, onlar hem âdil, hem de ehl-i kitabın mü'minleridir. Fakat Yahudi ve
Hıristiyanlardan çoğu iman etmezler ve kötü amel işlerler, onların akıbeti
felâkettir.» Görülüyor ki iman kurtuluşa, küfür ise felâkete götürür.
İnsanların felâketten kurtulabilmeleri için Allah'a ve Allah'ın indirdiklerine
iman etmeleri şarttır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Ey Peygamber,
Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini
yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Muhakkak ki Allah, küfreden
topluluğu hidayete erdirmeze
''
Bu âyet-i celîlenin
nüzul sebebi şudur. Peygamberimiz (s.a.v.), Yahudileri İslâm'a davet edince,
onlar alaylı bir şekilde: «Yâ Mu-hammed, sen Hıristiyanların İsa'ya iman edip,
onu sevdikleri gibi,
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 68)
221
bizim de sana iman
edip, seni sevmemizi istiyorsun» demişlerdi. Cihanın güneşi olan Yüce
Peygamberimizin onların sevgisine asla ihtiyacı yoktu. Onların bu çirkin
sözünü duyan Peygamberimiz cevap vermemiş, sükût etmişti. Allahü Teâlâ
Peygamberine onların yalanlarına ve çirkin sözlerine aldırmayıp İslâm'a davet
etmesini emretmiş ve şöyle buyurmuştur: «Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni
tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni
insanlardan korur. Muhakkak ki Allah, küfreden topluluğu hidayete erdirmez.»
Yüce Allah,
Peygamberine indirdiği Kur'an'ın bütün âyetlerini insanlara tebliğ etmesini,
bunu yaparken kimseden çekinmemesini emretmektedir. Eğer tebliğ vazifesini
yapmazsa, elçilik görevini yapmamış olacağını ve Allah tarafından vahyedilen
âyetlerden birini tebliğ etmediği takdirde tamamını tebliğ etmemiş olacağını
bildirmiştir. Peygamberlerin görevi, Allah'ın kendilerine indirdiğini insanlara
tebliğ etmektir. Onun bir âyetini bile insanlara tebliğ etmeden yapamazlar.
Nitekim Kur'an'dan bir âyeti inkâr eden, tamamını inkâr etmiş olur. Bunun için
Peygamberimiz sahabelerine şöyle buyurmuştur: «Ey insanlar, ben de sizin gibi
bir insanım. Rabbimin bana indirdiğini olduğu gibi size tebliğ ettim. Bana
vahyedileni size tebliğ ettiğime şahitlik eder misiniz?» Orada bulunanların
hepsi «Ey Allah'ın Resulü, sana vahyedileni bize tebliğ ettiğine ve sana vacip
olanı yerine getirdiğine şahitlik ederiz» demişlerdir.
Yüce Allah,
Peygamberine vahyettiğini insanlara bildirmesini, bunu yaparken kimseden
çekinmemesini ve hiç kimsenin kendisine zarar veremeyeceğini, Allah'ın onu
koruyacağını, İslâm'ı muzaffer kılıp, kâfirleri zelil edeceğini bildirmiştir.
Allahü Teâlâ kâfirlere asla yardım etmez.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«De ki: "Ey ehl-i
kitap, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni gereği gibi tatbik
etmedikçe bir temele oturmuş olamazsınız." And olsun ki Rabbinden sana
indirilen bu Kur'an onlardan bir çoğunun azgınlık ve inkârım artıracaktır. O
halde kâfirlerin azgınlığına karşı kederlenme.
Yahudiler ve
Hıristiyanlar Tevrat, İncil ve Allah tarafından gön-
222 MÂİDE
SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 68)
derileri Kur'an'la
amel etmedikçe, yaptıkları amellerin kendilerine hiçbir faydası yoktur.
Allah'ın kitaplarına ve peygamberlerine iman etmeyenlerin amelleri boşa
gidecektir. Ameller ancak iman ile değer kazanır ve Allah katında makbul olur.
İmansız amel, sahibi için bir yüktür.
Yukarda da
belirtildiği gibi, Yahudilerin ve Hıristiyanların bir çoğu Hz. Muhammed
(s.a.v.)'in peygamberliğini ve kendisine indirilen Kur'an'ı inkâr etmişler,
üstelik, küfür ve inkârlarını daha- da artırmışlardı. Yüce Allah onlar için
şöyle buyuruyor: «And olsun ki Rabbinden sana indirilen bu Kur'an onlardan bir
çoğunun azgınlık ve inkârını artıracaktır. O halde kâfirlerin azgınlığına karşı
kederlenme.» Allahü Teâlâ bu âyet-i celîlesiyle sevgili Peygamberini teselli
etmekte, kâfirlerin azgınlığına karşı kederlenmemesini bildirmektedir.
Kur'an-ı Kerîm Hz. Muhammed (s.a.v.)'e nazil olunca Yahudiler ve Hıristiyanlar
iftira ederek Kur'an âyetlerini yalanlamışlardı. Âlemlere rahmet olarak
gönderilen Peygamberimiz ise bu duruma çok üzülmüştü. Allahü Teâlâ onu teselli
ederek «Kâfirlerin azgınlığına karşı kederlenme, senin görevin Allah
tarafından sana indirileni onlara tebliğ edip, İslâm'a davet etmektir. Şayet
kabul etmezlerse, onların kabul etmeyişlerinden sana bir vebal yoktur. Onların
seni yalanlamasına üzülme» buyurmuştur.
Yahudiler,
Hıristiyanlar ve diğer milletler Peygamberin getirdiğini kabul etseler de,
etmeseler de Allah'ın dini yeryüzünde yayılacaktır. Zira onun sahibi Yüce
Allah'dır. Allah'ın dininin yeryüzünde yayılmasına kimse mâni olamaz.
İbn Abbas (r.a.) şöyle
nakletmiştir: «Rafî bin Haris, Selâm bin Miskin ve Mâlik bin Daif birlikte
Peygamberimiz (s.a.v.)'e gelerek «Yâ Muhammed, sen İbrahim'in milletinden ve
onun dininden olduğunu söylüyorsun. Bizim kitabımız Tevrat'ın da Allah
tarafından gönderildiğine iman edip, şahitlik ediyorsun» derler. Peygamberimiz
de: «Evet öyledir. Fakat siz Tevrat'ın b,jr çok âyetlerini kaldırdınız ve
hükümlerini inkâr ettiniz. Yüce Allah'a iftira ederek ahdinizi bozdunuz ve
O'na verdiğiniz sözden döndünüz. Benim sıfatlarımı kitabınızdan kaldırdınız ve
Allah'ın emirlerine muhalefette bulundunuz. Biz ancak Musa'ya gönderilen kitaba
iman eder ve Allah tarafından gönderildiğine şahitlik ederiz. Sizin elinizdeki
Tevrat Musa'ya gönderilen kitap değildir» cevabını verir. Bunun üzerine
Yahudiler «Biz elimizdeki kitaba iman ettik. Sana iman etmeyiz, çünkü biz hak
yoldayız» derler. Yüce Allah, onların hiçbir dine mensup olmadıklarım beyan
ederek şöyle buyurmuştur: «Yâ Muhammed de ki: "Ey ehl-i kitap, Tevrat'ı,
İncin ve Rabbinizden size indirileni gereği gibi tat-
MÂİDE SÜRESİ (cüz: 6,
âyet: 69-71)
223
bik etmedikçe bir
temele oturmuş olamazsınız."» Allah tarafından gönderilen kitapların
hepsini tasdik etmeyen mü'min olamaz. Bunlardan birini inkâr eden kâfir olur.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Şüphe yok ki iman
edenlerle, Yahudi olanlardan, Sahillerden, Nasranîlerden kim Allah'a ve âhiret
gününe iman edip de, iyi amellerde bulunursa artık onların üzerinde hiçbir
korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.»
İman edenler,
Yahudiler, dinden dine geçen Sâbiîler ve Hıristiyanlar, kim hakkıyla iman
eder, Allah'ın birliğini ve Hz. Muham-med'in peygamberliğini tasdik edip,
âhirete inanır ve iyi amellerde bulunursa, imanlarının ve amellerinin
mükâfatını görürler. Yüce Allah onları âhirette cennet nimetleriyle
mükâfatlandırır. Onlar asla mahzun da olacak değillerdir. İman edip, salih amel
işleyenler Allah katında büyük bir nimete kavuşacaklar, imanlarının ve güzel
amellerinin karşılığını orada göreceklerdir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«And olsun ki
İsrailoğuIIarından söz aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Nefislerinin
hoşlanmadığı bir şeyle onlara her peygamber gelişte, bir kısmını yalanladılar
ve bir kısmını da öldürdüler.»
«Hem başlarına bir fitne
kopmayacak sandılar da kör ve sağır kesildiler. Sonra Allah tevbelerini kabul
etti, yine de çoğu körleşip sağırlaştılar. Allah, işlediklerini görmektedir.»
Yüce Allah
İsrailoğuIIarından, Allah'a ortak koşmamaları, Tevrat'ın hükümlerini ve
içindeki emirleri gizlememeleri için teminat almış, onları hak yola ve Allah'ın
birliğine davet etmek için de peygamberler göndermiştir. Peygamberler,
Allah'ın emirlerini kendile-
224 MÂİDE
SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 72)
irine tebliğ edince,
onlar ilâhî emirlerden hoşlanmamışlar, nefislerinin isteklerine uyarak
peygamberlerden bir kısmını inkâr etmişler, bir kısmını ise öldürmüşlerdir.
Halbuki peygamberler onları Hakk'a davet ediyor, Allah'ın emirlerini
bildiriyorlardı.
Allahü Teâlâ, Hz.
Muhammed (s.a.v.)'e de inzal buyurduğu Kur'-an âyetlerini onlara tebliğ
etmesini emretmiş, onların kötü sözlerine ıkederlenip, üzülmemesini, iman
etmedikleri için de ümitsizliğe düşmemesini bildirmiştir. Zira Yahudiler
eskiden beri kendilerine gelen ^peygamberlerden bir kısmını inkâr etmişler, bir
kısmını da öldürmüşlerdir. Onlar böyle yapmakla başlarına bir fitne kopmayacak
sandılar da kör ve sağır kesildiler, Peygamberlerin davetlerine hiç
aldırmadılar. Bu yüzden başlarına büyük musibetler gelmiştir. Yüce Allah,
onların kör, sağır ve dilsiz olduklarını, Hakk'ı işitip iman etmediklerini,
kendilerine gönderilen peygamberlerin bir kısmını yalanladıklarını, bir
kısmını da öldürdüklerini, azgınlıklarından ve inkârlarından dolayı çeşitli
azaba uğradıklarını bildirmiş, çeşitli musibetlerden sonra, belki ibret
alırlar diye imtihan için tevbelerini kabul etmiş ve günahlarını
bağışlamıştır. Fakat onlar başlarına gelen musibetlerden ibret almamışlar, iman
etmedikleri gibi, küfür ve inkârlarını daha da artırmışlardır.
Allahü Teâlâ
Peygamberini göndererek onların körlüğünü ve sağırlığını gidermek suretiyle
hidayete ermelerini istemiştir. Onlar Musa'yı ve İsa'yı yalanladıkları gibi,
cihanın peygamberi Hz. Mu-hammed'i de yalanlamışlardır. Böylece körlüklerini ve
sağırlıklarım bir kat daha artırmışlardır. O kâfirler Hakk'ı işitip iman
etmemişler ve gördüklerinden de ibret alamamışlardır. Halbuki gözün ve kulağın
yaratılmasındaki hikmet budur. Bunlardan arzu edilen netice hasıl olmayınca,
diğer azalar yok gibidir ve onlarla bir netice «İde edilmez. Çünkü göz görüp
ibret almak, kulak işitip iman etmek İçin yaratılmıştır. Yüce Allah, o
kâfirlerin niyetlerini, iman edip - etmediklerini çok iyi bilendir, ona göre
mücazatlarını verecektir. Onlar için çok elim bir azap hazırlanmıştır, bu
onların küfür ve inkârlarının karşılığıdır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celüesinde şöyle buyuruyor:
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 72)
225
-And olsun ki,
"Allah ancak Meryem oğlu Mesihtir" diyenler kâfir oldular. Oysa
bizzat Mesih "Ey İsrailoğullan, Rabbim ve Rabbi-niz olan Allah'a kulluk
edin. Kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah, ona cennetini haram eder,
varacağı yer ateştir. Zulmedenlerin yardımcıları yoktur" demişti.»
Hıristiyanlardan bir
kısmı İsa'nın Allah, bir kısmı da Allah'ın oğlu olduğunu söylemişlerdir.
Bahreynli Hıristiyanlar İsa (a.s.)'ya iman ettiklerini iddia etmişler ve onu
Allah'ın oğlu olarak vasıflan-dırmışlardır. Allahü Teâlâ bu âyeti inzal ederek,
onların iman etmediklerini ve kâfir olduklarını, imanlarında yalancı
olduklarını haber vermiştir. Onlar İsa'ya ulûhiyet isnat etmişlerdir. Halbuki
İsa (a.s.), onları Allah'ın birliğine inanmaya davet etmiş, kendisinin de Allah'ın
elçisi olduğunu bildirmiştir. Fakat onlar, İsa'ya iftira ederek Allah veya
Allah'ın oğlu olduğunu söylemişlerdir. Yüce Allah bunu şöyle beyan buyuruyor:
«And olsun ki, «Allah ancak Meryem oğlu Mesih'tir» diyenler kâfir oldular. Oysa
bizzat Mesih «Ey İsrailoğuî-ları, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin.
Kim Allah'a ortak koşarsa muhakkak Allah, ona cennetini haram eder, varacağı
yer ateştir» demişti.»
İsa (a.s.),
îsrailoğullarına, bütün mevcudatın sahibi ve mâliki olan Allah'a kulluk
etmelerini, O'na ortak koşmamalarını, ortak koşanların cennete giremeyeceklerini,
zalimlerin Allah katında hiç bir yardımcısı olmayacağını bildirmiştir. Yukarda
da belirtildiği gibi, Allah'ın bütün nimetlerinden ancak iman edip, güzel
amellerde bulunanlar istifade edeceklerdir. İman etmeyenler ise, âhiret
nimetlerinin hiçbirinden istifade edemeyecekleri gibi, en büyük azaba uğrayacaklardır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor
«And olsun ki,
"Allah üçten biridir" diyenler kâfir olmuştur. Halbuki bir tek
ilâh'tan başka ilâh yoktur. Dediklerinden vazgeçmezlerse and olsun onlardan
inkâr edenler elem verici bir azaba uğrayacaktır.»
Hıristiyanlardan bir
kısmı da Allah'ın üç ma'buddan biri oldu-
C.: II — P.: 15
226 MÂİDE
SÛRESÎ (cüz: 6, âyet: 74-75)
ğımu söylemişler,
uîûhiyeti Allah, Meryem ve îsa arasında taksim etmişlerdir. Onlara göre Isa ile
Meryem de Allah'dır. Böylece-onlar üç Allah'ı kabul etmişlerdir. Allahü Teâlâ
bu âyet-i celîlesiyle onların bâtıl sözlerini reddederek şöyle buyurmuştur:
«And olsun ki, "Allah üçten biri" diyenler kâfir olmuştur. Halbuki
bir tek ilâh'dan başka ilâh yoktur. Dediklerinden vazgeçmezlerse and olsun ki
onlardan inkâr edenler elem verici bir azaba uğrayacaklardır.» Yüce Allah bu
âyetle inkâr edenlerin nasıl bir azaba uğrayacaklarını açıkça bildiriyor.
Allah, birdir, O'ndan başka ilâh olmadığı gibi, ortağı yardımcısı, oğlu ve kızı
da yoktur. Kim bunları Allah'a isnat ederse kâfir olur. Şayet kâfirler
sözlerinden dönüp tevbe etmezlerse, çok şiddetli bir azaba uğrayacaklardır.
Tevbe edip, Allah'a ortak koşmaktan vazgeçerlerse, Yüce Allah tevbelerini
kabul eder ve kendilerini bağışlar. Eğer tevbe etmeyip, küfürlerinde ısrar
ederlerse, çok elem verici bir azaba uğrayacaklardır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Hâlâ Allah'a dönüp
O'nun mağfiretini istemeyecekler mi onlar? Allah çok yarlığayıcı, çok
esirgeyicidir.»
«Meryem oğlu Mesih
sadece bir peygamberdir. Ondan evvel de peygamberler gelip geçmiştir. Anası çok
sadık bir kadındı, ikisi de yemek yerlerdi. Onlara âyetleri nasıl açıkladığımıza
bir bak, sonra da bak ki nasıl yüz çeviriyorlar.»
O küfredenler, Allah'a
ortak koşanlar hâlâ küfürlerinden dönmeyecekler mi? Eğer onlar küfürlerinden
döner tevbe ederlerse Allah tevbelerini kabul eder. Buradaki istifham emir olup
şu mânâyı ihtiva etmektedir: Ey Allah'a şirk koşanlar ve küfredenler,
şirkinizden ve küfrünüzden dönerek Allah'a tevbe edin. Eğer tevbe ederseniz Allah
tevbelerinizi kabul eder ve günahlarınızı bağışlar. Zira Allah çok yarlığayıcı,
çok esirgeyicidir. Eğer küfür ve şirkten vazgeçip tevbe etmezseniz, sizin için
çok elim bir azap hazırlanmıştır.
Hıristiyanlar Hz.
İsa'ya ulûhiyet isnad etmişlerdir. Halbuki o, Allah'ın kulu ve Resulüdür.
Kendisinden önce geçen peygamberler gibi, o da bir peygamber olup Allah
tarafından kendisine kitap gön-
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 76)
227
derilmiştir. Anası da
çok sadık bir kadındır. Onların da diğer insanlar gibi yemeye-içmeye
ihtiyaçları vardır. Onlar da yerler-içerler. Ma'bud ise asla yemez, içmez, çünkü
ma'budun bunlara asla ihtiyacı yoktur. Bunlara sadece insanların ihtiyacı
vardır. Şayet Meryem ile îsa ma'bud olsalardı, onların da yememesi - içmemesi
ve insanların muhtaç olduğu şeylerin hiçbirine muhtaç olmamaları gerekirdi.
Halbuki onlar da yaşayabilmek için yemişler-içmişler ve diğer ihtiyaçlarını
gidermişlerdir. Hiç Allah'ın sıfatları insanlarınkine benzer mi? Elbette
benzemez. Allah, kâfirlere böylece âyetlerini açıklamış, kendisinden başka
ilâh olmadığını bildirmiştir. Fakat onlar yine haktan yüz çevirerek Allah'ın
âyetlerini inkâr etmişler, yalan uydurarak «Allah üçtür» demişlerdir.
Hıristiyanlar da, Meryem ile İsa'nın kendileri gibi bir insan olduğunu
biliyorlar, buna rağmen Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlardı.
Allahü Teâlâ onlar
için şöyle buyuruyor :
«De ki: "Allah'ı
bırakıp da size ne bir zarar, ne de bir fâide vermeye gücü yetmeyen şeylere mi
tapıyorsunuz? Halbuki işiten, bilen Allah'ın kendisidir.»
Allahü Teâlâ,
kâfirlerin tapmakta oldukları şeylerin kendilerine asla bir zarar ve bir fâide
veremeyeceklerini bildiriyor. Allah'ı bırakıp da başka şeylere tapanlar,
bilmelidirler ki, taptıkları o şeyler kendilerinden dünyada da, âhirette de
hiçbir musibeti gideremeyecektir. Onlar kendilerini Allah'ın azabından
kurtaramayacak, aksine azaba daha da yaklaştıracaktır. İsa Aleyhisselâm'm da
kendisine "tapanların üzerinden azabı kaldırması mümkün değildir. Allah'ı
bırakıp İsa'ya tapanlar kâfirlerin tâ kendisidir. Kâfirlerin yeri ise ebedî
cehennemdir. Eğer İsa (a.s.) onları Allah'ın azabından kurtarmış olsaydı hiç
cehenneme giderler miydi? Elbette gitmezlerdi. Kıyamet günü ancak Allah'ın
şefaat yetkisi verdiği kimseler şefaatte bulunabilirler. Allah'a ortak
koşanların kıyamet günü hiçbir şefaatçileri ve yardımcıları yoktur.
Yüce Allah kullarının
ne yaptığını ve ne söylediğini bilir ve işitir. Ona göre mükâfat ve mücazatmı
verir. İman edenler mükâfatlarını, küfredenler de cezalarını görürler.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
228 MÂIDE
SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 77-78)
v'V< • ı't^
«De ki: "Ey ehl-i
kitap, haksız olarak dininizde taşkınlık etmeyin. Daha Önce sapıtan, çoğunu
saptıran ve doğru yoldan avaran bir milletin heveslerine uymayın.»
Yâ Muhamnıed,
Yahudi-ve Hıristiyanlara de ki; «Dininizde haksız olarak taşkınlık yapmayın.»
Yahudiler ve Hıristiyanlar haksız olarak dinlerinde taşkınlık yapmışlardır.
Yahudiler, Hz. İsa'yı yalanlayarak dalâlete ve sapıklığa düşmüşler, Allah'ın
rahmetinden uzaklaşmışlardır. Hıristiyanlar da, Hz. İsa'ya ulûhiyet isnad
ederek, ona tapmışlar, Allah'a eş koştukları için de rahmetinden uzaklaşmışlardır.
Yüce Allah bunları yaptıklarından nehyederek şöyle buyurmuştur: «Ey Ehl-i
kitap, sizden evvel gelip geçen reislerinize ve onların yalanlarına tâbi
olmayın. Onlar nefislerinin arzusuna uyarak hakkı terk ettiler, hidayetten
uzaklaştılar dalâlete düştüler. Kendileri sapıttığı gibi, halkın bir çoğunu da
sapıttılar, doğru yoldan alıkoydular. Eğer onlara uyar, tâbi olursanız sizi de
sapıtırlar.» Hak yoldan sapanlar, kendileri gibi başkalarını da daima
saptırmaya çalışmışlardır.
îmâm-ı Mukatil'e göre,
bu âyet âbid bir kimse hakkında nazil olmuştur. Şeytan o âbid kişiye gelir ve
«Allahü Teâlâ seni zamanımız-riaki insanların en faziletlisi ve en üstünü
yaptı. Sen, onlara helâli haram, haramı da helâl kıl. Böylece bir yol ihdas
etmiş olasın. İnsanlar da, senin açtığın bu yeni yolu din olarak
kabullensinler» der. O âbid kişi de hemen böyle bir yola başvurur ve Hakk'a
muhalefet ederek, insanları etrafında toplar. Bir müddet sonra yaptığına
pişman olur ve kendisine işkence etmek için bir zincir alır, boğazına takar ve
kendisini asar. Hâinler ve haktan ayrılanlar daima yaptıklarına pişman olurlar.
Böylece hem o âbid, hem de ona tâbi olanlar helak olurlar. Akıllı kimseler bu olaydan
ibret alsınlar da hem kendileri açtıkları dalâlet yolundan kurtulsunlar, hem de
kendilerine tâbi olanlar hidayete ersin. Hakiki mü'min, kendisi kurtulduğu
gibi, başkalarının kurtulmasına da vesile olmalıdır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celüesinde şöyle buyuruyor:
MÂIDE SÛRESÎ (cüz: 6,
âyet: 79-80)
229
«İsrailoğull arından
olup da küfredenler, Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetlenmişlerdir.
Bunun sebebi isyan etmeleri ve ifrata sapmalarıdır.»
«Onlar birbirlerini
yaptıkları fenalıklardan alıkoy m azlardı. Gerçekten ne kötü iş yapıyorlardı.»
İsrailoğullanndan
kafir olanlar, Dâvud ve Meryem oğlu İsa tarafından lanetlenmiştir. Dâvud
(a.s.) günahları ve isyanları yüzünden cumartesi günü balık avlayanlar için
beddua etmiştir. Cumartesi günleri balık avlamak İsrailoğullarma yasak
edilmişti. Onlar bu yasağa uymadıkları için Dâvud (a.s.) kendilerine beddua
etmiş, Yüce Allah da Dâvud (a.s.J'un duasını kabul ederek, onların yüzlerini
maymuna döndürmüştü. Böylece isyanlarının ve Allah'ın emirlerine muhalefet
etmelerinin dünyadaki cezasını görmüşlerdir. İsa Aley-hisselâm'ın
peygamberliğinin bir işareti olmak üzere, mucize kabilinden gökten bir sofra
inmiş, yanında bulunanların bir kısmı bu sofradan yemelerine rağmen inkârlarına
devam etmişlerdir. Hz. İsa (a.s.) onların cezalandırılması için bedduada
bulunmuş, Yüce Allah sevgili Peygamberinin duasını kabul ederek onların
yüzlerini domuza benzetmek suretiyle cezalandırmıştır. Onlar böylece
küfürlerinin ve isyanlarının cezasını görmüşlerdir.
Onların,
peygamberlerin lanetlerine uğramasının sebebi Allah'ın hükümlerine ve
emirlerine muhalefet edip, O'na âsi olmaları ve çirkin amel yapmalarıdır.
Yapmış oldukları ameller ve fiiller kendilerinin hoşuna gitmesine rağmen
Allah'ın azabından kurtulamamışlardır. O, ne kötü bir ameldir ki, işleyeni
Allah'ın azabına ve lanetine müstehak etmektedir. Aklı olanlar bundan ibret
alarak Allah'ın lanetine ve azabına uğratacak amellerden sakınmalıdırlar.
Allahü Teâlâ
âyet-i.celüesinde şöyle buyuruyor:
«İçlerinden çoğunun
kâfirlerle dostluk ettiğini görürsün. Nefislerinin, âhiretleri için
kendilerine takdim ettiği bu şeyler ne de çirkindir. Allah onlara gazap etti.
Ve onlar azap içinde ebedi kalıcıdırlar.»
230 MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 81-82)
Yüce Allah bu âyetle
sevgili Peygamberine münafıklardan bir çoğunun kâfirlerle dostluk kurduğunu
bildiriyor. Münafıklar, Müslümanları bırakıp kâfirlerle ve müşriklerle dostluk
kurmuşlar, Müslümanların gizli hallerini onlara bildirmişlerdir. Menfaat
karşılığı kurdukları bu dostluk âhiretleri içine ne kötüdür. Yüce Allah onların
bu fiillerinden dolayı kendilerine gazap etmiştir. Ve onlar azap içinde ebedî
kalacaklardır. Bu, onların küfürlerinin ve nifaklarının cezasıdır.
Allahü Teâlâ, Bakara
Sûresinin başından beri bir çok âyetlerde inkarcıların ve nifakçıların elîm bir
azaba uğrayacaklarını bildirmektedir. Azaba müstehak olanlar kendi fiil ve
amellerinin neticesi olarak müstehak olmuşlardır. Kâfirler ve münafıklar elim
bir azaba uğrayacakları gibi, o azap içinde de ebedî olarak kalacaklardır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Eğer Allah'a,
Peygambere ve O'na indirilen Kur'arra iman etmiş olsalardı, kâfirleri dost
edinmezlerdi. Fakat onlardan bir çoğu fâsık kimselerdir.»
Yahudiler ve
Hıristiyanlar, eğer Allah'a, Peygamberine ve O'na indirilen Kur'an'a iman etmiş
olsalardı, müşrikleri asla dost edinmezlerdi. Şayet münafıklar da, gerçekten
iman etselerdi Yahudileri dost edinmezler ve onlardan yardım beklemezlerdi.
Onlar gerçekten iman etmedikleri için Allah'ın düşmanlarını dost edinmişlerdir.
Fakat onlardan bir çoğu fâsıktırlar. Allah'a verdikleri sözden dönmüşlerdir.
Hakiki mü'min ahde vefa gösterir ve verdiği sözden asla dön-înez. Takvada ve
dinde kendisinden üstün mü'minlerle dostluk kurar, Allah düşmanlarını dost
edinmez.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
-Yahudilerle, Allah'a
eş koşanları, iman edenlere düşmanlık ba-
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 82)
231
kımmdan insanların en
şiddetlisi bulursun. İman edenlere sevgice en yakan olarak da, "Biz
Hıristiyanız" diyenleri bulacaksın. Bu onların içinde bilginler ve
kâhinler bulunmasından ve büyüklük tasla-mamalarmdandır.»
Yüce Allah mü'minlerin
en şiddetli düşmanlarının kim olduğunu bu âyette Peygamberine haber haber
veriyor. İnsanlar arasında mü'minlere en çok düşmanlık besleyen Yahudiler ve
müşriklerdir. Yahudiler ve müşrikler Müslümanlara karşı düşmanlıklarını en şiddetli
bir şekilde sürdürmüşlerdir. Bu düşmanlık hâlâ bütün dehşe-tiyle devam
etmektedir. Müslümanlar kendilerine ne kadar hoşgörülü davranırlarsa
davransınlar onlar düşmanlıklarından vazgeçmezler. Tarih boyu Müslümanlardan
sürekli yardım gördükleri halde kinlerini devam, ettirmişler, hatta her geçen
gün daha çok artırmışlardır. Yahudiler îsîâm düşmanlığında o kadar ileri
gitmişlerdir ki, bu hususta ellerinden gelen her hüneri göstermişler, her
silahı kullanmışlardır. Yüce Allah yukardaki âyetle Yahudilerin îslâm düşmanlığını
ebediyete kadar devam ettireceğini bildirmiştir.
Kâfirlerden
Müslümanlara sevgice en yakın olanlar da, Hıris-tiyanlardır. Hıristiyanlardan,
Yahudilere nisbetle îslâmı kabul eden daha çoktur. Her devirde Hıristiyanlardan
İslâm'ı kabul edenler çok olmuştur. Bundan sonra da bu durum devam edecektir.
Fakat bu özelliği Yahûdilerde görmek mümkün değildir. Şurası bir gerçektir kî,
Hıristiyanlar, Yahudiler kadar Müslümanlara düşmanlık besle-memişlerdir. Bunun
için de gerçekleri gören Hıristiyanlar İslâm'ı kabul etmişlerdir.
Esbâtı Süddi (r.a.)
şöyle rivayet etmiştir: «Necaşî, Peygamberimiz (s.a.v.)'e Hıristiyanların
âlimlerinden ve âbidlerinden on iki kişi gönderir. Maksat Peygamber Efendimizi
daha yakından tanımak ve kendi dinleri hakkında bazı sorular sormaktı. Necaşî'nin
adamları Peygamberimizin huzuruna girerler, daha önce kararlaştırmış oldukları
soruları sorarlar. Peygamberimiz sorularını cevaplandırır, Kur'an'dan bazı
âyetleri kendilerine okur. îlâhi kelâmı dinleyen bu insanlar derhal imana gelip
Hakk'ı tasdik ederler. Resûlüllah'ın huzurundan ayrılıp Necaşî'nin yanına
döndükten sonra Hz. Muham-med'in hak peygamber olduğunu ve sadakatini haber
verirler. Necaşî, Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu öğrenince, derhal
kendisini görmek ve iman etmek için yola çıkar. Fakat Peygambere ulaşamadan
yolda ölür. Cebrail Necaşî'nin ölüm haberini Resûlül-lah'a bildirir, Efendimiz
sahabeleriyle gıyabi cenaze namazını kıldırır.
232
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7,
âyet: 83-84)
Hıristiyanların
mü'minleri sevmesinin sebebi, içlerinde âlim ve âbid kimselerin bulunuşudur. Bu
âlimler ve âbidler İncil'de Hz. Peygamber'in son peygamber olarak geleceğini
okumuşlar ve insanlara da bildirmişlerdir. Yahudiler gibi, Peygamberimizin
sıfatlarını ve özelliklerini gizlememişîerdir. Hıristiyan din adamları Hz.
Mu-hammed'e ve Kur'an'a iman etmişlerdir. Yahudi bilginleri gibi,
ki-birlenmemişlerdir. Yahudi bilginleri kibirlerinden dolayı iman etmemişlerdir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Peygambere indirileni
dinledikleri vakit de hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşla dolup
taşdığmı görürsün onların. "Ey Rabbimiz, iman ettik artık bizi şahid
olanlarla beraber yaz" derler.»
«"Rabbimizin bizi
sâlihler topluluğuna katacağını umarken niçin Allah'a ve bize gelen gerçeğe
inanmayalım?" dediklerini görürsün.»
Peygamber (s.a.v.)'in
yanına gelen Necaşî'nin adamları okunan Kur'an âyetleri karşısında kendilerini
tutamayıp ağlamaya başlamışlardı. Çünkü bugüne kadar hakkı beyan eden böyle
bir kelâm •duymamışlardı. Resûlüllah onlara Allah'ın kelâmını okuyunca, derhal
iman etmişler ve «Ey Rabbimiz, Kur'an'ın hak olduğuna îman ettik. Bizi de
Muhacirler ve Ensarlarla birlikte yaz. Zira onlar senin birliğine ve
gönderdiğin bütün peygamberlere iman ettiler» demişlerdi. Böylece, onlar hakkı
duyunca, dayanamayıp göz yaşı dökmüşler ve derhal imana gelmişlerdir. Allahü
Teâlâ onların durumunu yukarda geçen âyet-i kerîme ile şöyle beyan ediyor:
«Peygambere indirileni dinledikleri vakit de hakkı tanıdıklarından dolayı
gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün onların. "Ey Rabbimiz, iman
ettik, artık bizi şahit olanlarla beraber yaz" derler.»
, îman nuruyla
aydınlanan o zatlara Mekke'li kâfirler «Niçin dedelerinizin dinini bırakıp
yeni bir dine girdiniz?» diye sormuşlar. Onlar da cevaben «Allah'ın birliğine,
Peygamberine ve Allah tarafından gönderilenlere niçin iman etmeyelim ve
Rabbimizden bize gelen gerçeklere inanmayalım mı?» demişlerdi. Yüce Allah bunu
şöyle beyan ediyor: «Rabbimizin bizi sâlihler topluluğuna katacağı-
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7,
âyet: 85-88)
233
nı umarken niçin
Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım? dediklerini görürsün.» İman
şerbetini içenler kâfirlerin sözlerine aldırmazlar ve inançlarından taviz
vermezler.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde onlar için şöyle buyuruyor:
«Allah onlara,
dediklerine karşılık, ebedî kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetler
verdi. Bu, iyi davrananların mükâfatıdır.»
Yüce Allah iman eden
kullarını böyle mükâfatlandırıyor. Allah'ın birliğine, Resulüne ve Kur'an'a
iman edenleri Allahü Teâlâ kıyamet günü altlarından ırmaklar akan cennet
nimetleriyle mükâ-fatlandıracaktır. Öyle cennetler ki, köşklerinin altından
bal, süt, zencefil, şerbet, selsebil ve râhik ırmakları akar. Onlar cennette
ebedi kalıcıdırlar. Oraya girenler için bir daha çıkış yoktur. Bu, iman edip,
amel-i salih yapanların mükâfatıdır.
ÂUahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde kâfirler için şöyle buyuruyor:
«Ayetlerimizi
yalanlayıp kâfir olanlara gelince, onlar da o çılgın ateşin yaranıdırlar.»
Yüce Allah kâfirlerin
elîm bir azaba uğrayacaklarını ve ebedî olarak cehennemde kalacaklarını
bildiriyor. Allah'ın birliğini, Peygamberini ve Kur'an'ın Allah kelâmı
olduğunu inkâr edenlerin kıyamet günü gidecekleri yer cehennemdir. Onlar,
orada ebedî kalıcıdırlar. Bu, onların küfürlerinin cezasıdır. İman edenler
mükâfatlarını, iman etmeyenler de cezalarını mutlaka göreceklerdir. Allahü
Teâlâ cenneti iman edenler, cehennemi de iman etmeyenler için hazırlamıştır.
Herkes dünyadaki amelinin karşılığını âhirette görecektir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Ey iman edenler,
Allah'ın size helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın.
Doğrusu Allah aşın gidenleri sevmez.»
234 MÂİDE
SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 85-88)
«Allah'ın size verdiği
rıziktan temiz ve helâl olarak yeyin. İman. etmiş olduğunuz Allah'dan korkun.»
Bu âyet-i celîlenin
nüzul sebebi şudur: Sahabeden bir cemaat Osman bin Ma'zûn'un evinde toplanarak
insanlardan ayrılıp, bir köşeye çekilerek, yemeden - içmeden vazgeçip sadece
ibadetle meşgul olmak üzere aralarında anlaşırlar. Bu ahidlerine uyarak
insanlardan ayrılıp uzlete çekilirler. Yüce Allah onları bu hareketlerinden men
ederek şöyle buyurmuştur: «Ey iman edenler, Allah'ın size 'helâl ettiği temiz
şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın.» Yüce Allah yerde ve göklerde olan
şeylerin hepsini kulları için yaratmıştır. Bunlardan kullarının menfaatine
olanları helâl, zararına olanları da haram kılmıştır. Allahü Teâlâ'nın
yaratmış olduğu her şeyin bir hikmeti vardır. Fakat biz bu hikmeti bilemeyiz.
Boşuna hiçbir şey yaratılmamıştır.
Sahabe-i kiram,
Allah'ın helâl ettiği şeyleri kendilerine haram kılınca, Yüce Allah onları bu
durumdan men etmiştir. Allah'ın size helâl ettiği şeyleri kendinize haram
kılmayın. Dininizde haddi aşmayın. Doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.
Allah'ın size verdiği rı-zıklarm temiz ve helâl olanlarından yeyin. Allah'ın
helâl kıldığını kendinize haram kılmayın.
Said bin Müseyyeb
şöyle nakletmiştir: «Osman bin Ma'zun Peygamberimize gelerek «Yâ Resûlallah
gönlüme bir şey doğdu, beni günlerdir meşgul ediyor ve bugüne kadar onu sizden
başkasına söy-Jemeyi arzu etmedim» der. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.):
«Yâ Osman, gönlünden geçen nedir?» diye sorar. Osman cevaben: «Yâ Resûlallah,
kendimi kısırlaştırıp, kadınla olan ilgimi kesip uzlete çekilmek istiyorum»
cevabım verir. Peygamberimiz Osman'ın bu, sözüne karşı çıkarak: «Yâ Osman,
benim ümmetim nefsini ancak oruç tutmakla teskin eder» buyurur. Bunun üzerine
Osman «Yâ Re-sûlâllah gönlüm insanlardan ayrılıp bir dağ başında uzlete çekilmek
istiyor» der. Peygamberimiz bunu da kabul etmez ve şöyle buyurur: «Yâ Osman,
benim ümmetimm uzlete çekilmesi mescidlerde namaz vakitlerini beklemek için
oturmalarıdır. Ancak onlar namaz vakitlerini beklemek için insanlardan ayrılıp
mescidlerde oturabilirler.» Osman yine Peygamberimizden istekde bulunmaya
devam eder ve şöyle der: «Yâ Resûlallah, gönlüm yeryüzünün her tarafında gezip
- dolaşmak istiyor, bir yerde durmak istemiyor». Peygamberimiz, Osman'ın bu
sözüne şu cevabı verir: «Ümmetim ancak Allah yolunda savaşmak, hac etmek ve
umre yapmak için sefere çıkar.»
Bu defa Osman «Yâ
Resûlallah, gönlüm elimdeki malın hepsini
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7,
âyet: 85-88)
235
tasadduk etmek
istiyor» der. Osman'ın bu sözünü de hoş karşılamayan Peygamberimiz şöyle
buyurur: «Kendini, çoluk - çocuğunu geçindirmen, yoksullara ve yetimlere
yardımda bulunman, malının hepsini tasadduk etmenden daha efdaldir.» Osman bu
defa Peygam-berimize şöyle der: «Ey Allah'm Resulü, gönlüm hanımımı boşayrp,
sadece ibadetle başbaşa kalmak istiyor.» Peygamberimiz Osman'ı bundan da
şiddetle men ederek şöyle buyurur: «Senin hicretin, haram olan şeylerden
sakınman veya vatanını terk edip benim yanıma gelmen veya benden sonra kabrimi
ziyarete gelmen, yahut öldükten sonra bir, iki, üç ve dört nikâhlı kadın
bırakmandır ki, bunlarda senin için hicret sevabı vardır.»
Osman bu defa «Ey
Allah'ın Resulü, zevcemi boşamaktan beni men ettin. Gönlüm onunla bir araya
gelmeyi terk etmek istiyor» der. Yüce Peygamberimiz Osman'ın bu isteğine karşı
çıkar ve şöyle buyurur: «Yâ Osman, bir mü'min zevcesiyle veya cariyesiyle bir
araya gelerek onlardan bir çocuğu dünyaya gelir de ölürse, kıyamet günü o çocuk
anasına - babasına şefaatçi olacaktır. Şayet çocuk anasından - babasından
sonra ölürse kıyamet günü onlar için nur olur.»
Osman yine gönlünden
geçenleri Peygamberimize sıralamaya devam eder ve şöyle der: «Ey Allah'ın
Resulü gönlüm her gün et yemek istiyor.» Peygamberimiz: «Hayır ya Osman, ben
eti severim. Eğer Rabbimden her gün et yemek için müsaade isteseydim, müsaade
etmezdi» buyurur. Çünkü et insanın şehevî arzularını kamçılar. Bu bakımdan
Peygamberimiz her öğün et yemeye müsaade etmemiştir. Bu defa Osman «Yâ Resûlâllah,
gönlüm her gün güzel koku sü-rünmeyi arzu ediyor» der. Peygamberimiz «Hayır ya
Osman, Cebrail bana iki, üç günde bir ve her cuma günü koku sürünmemi bildirdi.
Ya Osman, benim sünnetime tâbi ol, ondan yüz çevirme. Kim sünnetimden yüz
çevirir ve tevbe etmeden ölürse kıyamet günü melekler onu, benim kevserimden
içmekten alıkoyarlar ve bana yaklaştırmazlar» buyurur. Peygamberin sünnetinden
yüz çevirenler, O'-nun şefaatinden mahrum kalırlar. Sünnetine tâbi olanlar ise,
şefaatine nail olurlar.
Peygamberimiz (s.a.v.)
mü'minlere ağır gelecek olan şeyleri Osman'ın şahsında men etmiştir. Osman
(r.a.) 'm arzu ettiği şeyler mü'-minlerin bir çoğuna ağır gelecek olan
şeylerdir. Bu bakımdan Peygamberimiz Osman'ı bu işleri yapmaktan men etmiştir.
Bu, İslâm dininin kolaylık dini olduğunu gösterir. îslâm, hiç kimsenin kendi
nefsine zulmetmesini istemez. Peygamberimiz (s.a.v.) ile Osman arasında bu
şekilde bir konuşma cereyan ettikten sonra, Yüce Allah yukardaki âyet-i
celîleyi inzal ederek şöyle buyurmuştur-. «Ey iman
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6, âyet: 89)
edenler, Allah'ın size
helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın ve hududu da aşmayın.» Allahü
Teâlâ'nın helâl kıldığı şeyleri haram, haram kıldığı şeyleri de helâl sayanlar
îsîâm ulemâsına göre kâfir olurlar. Yüce Allah kâfirleri ve dinde haddi
aşanları asla sevmez.
Ey iman edenler, eğer
siz Allah'a hakkıyla iman etmişseniz haram kıldığı şeyleri helâl, helâl
kıldığı şeyleri de haram saymaktan korkunuz. Allah'ın emirlerine karşı
gelmekten ancak iman sahipleri korkarlar.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Allah size rastgelc
yeminlerinizden dolayı değil, bile bile ettiğiniz yeminlerden ötürü hesap
sorar. Yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on yoksulu
doyurmak, yahut giydirmek ya da bir köle âzâd etmektir. Bunlara gücü yetmeyen
üç gün oruç tutar. İşte, yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin keffareti budur.
Yeminlerinizi muhafaza edin. Şükredesiniz diye Allah size âyetlerini böylece
açıklıyor;»
Allahü Teâlâ bu âyet-i
celîlesinde yemin edip sonra bozanların ceza olarak verecekleri keffaretleri
bildiriyor. Yemin eden kimse yeminini bozduğu zaman keffaret vermesi gerekir.
Keffaretin neler olduğunu da Yüce Allah yukarda geçen âyette bildirmiştir.
Keffaret, yemini bozanlara bir kolaylıktır. însan, kendisine helâl olan şeyleri
bazan yemin vasıtasıyla haram kılar, sonra pişman olur bundan vazgeçmek ister
ve vazgeçer. Şayet böyle bir kolaylık olmasaydı asla yeminini bozamazdı. Hanefî
ulemâsı, bir kişi «Bu benim üzerime haram olsun dese yemin olur» demişlerdir.
Yüce Allah, kendilerine helâl ettiği şeyleri yemin etmek suretiyle haram
kılanlara; yeminlerini bozarak keffaret vermelerini emretmiştir.
Bu âyet-i celile,
yenmesi ve yapılması helâl olan bir şeyin yenmemesi ve yapılmaması için edilen
yeminin bozulmasına ve bozulduktan sonra keffaret verilmesine delâlet
etmektedir. Allahü Teâlâ
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 6,
âyet: 89)
237
âyet-i celîlesinde
şöyle buyuruyor: «Allah size rastgele yeminlerinizden dolayı değil, bile bile
ettiğiniz yeminlerden ötürü hesap sorar.» Rastgele yapmış olduğunuz
yeminlerinizi bozmakla Yüce Allah size azap etmez. Fakat yalan yere yapılan
yeminlerinizden dolayı size azap eder. Çünkü yalan yere yapılan yemin çok
tehlikelidir. Mü'min bundan şiddetle kaçınmalıdır. Gerçek mü'min yalan yere
yemin etmez.
İbn Abbas (r.a.)
yemin-i lâğv'ı şöyle tarif etmiştir: «Bir insanın bir iş üzerine, o işin
söylediği gibi olduğunu zannederek yemin etmesidir. Fakat doğru zannettiği şey
dediği gibi değildir. Bu yeminden dolayı Allahü Teâlâ ona azap etmez.» Çünkü
yemin eden öyle zannediyordu.
Said bin Cebir (r.a.)
de «Yapılması ve yenilmesi helâl olan bir şeyi yeminle kendine haram eden
kimsenin yeminini bozmasından dolayı Allahü Teâlâ kendisine azap etmez. Fakat o
kimse yeminini bozmaz, yemini üzere devam ederse günahkâr olur» demiştir.
Vehb ibni Münebbih'e,
«Allah size rastgele yeminlerinizden dolayı hesap sormaz» âyetinin anlamını
sorarlar. Vehb şöyle cevap verir: «Yemin üçtür. Yemin-i lâğv, yemin-i
mün'akıt, yemin-i sabırdır. Yemin-i lâğv: Dil alışkanlığı ile yapılan
yeminlerdir. Konuşurken «Vallahi böyle, vallahi şöyle» denilmesi gibi. Bu
yeminlerden dolayı Yüce Allah kullarına azap etmez. İkincisi yemin-i akiddir.
Akid yemininde bulunanlar yeminlerini bozdukları takdirde üzerlerine keffaret
lâzım gelir. «Şu işi yapacağım veya yapmayacağım» şeklinde söylenilmesi gibi.
Üçüncüsü yemini sabırdır: Yemin eden kimse yeminini bozmadığı takdirde üzerine
bir şey lâzım gelmez.
Allahü Teâîâ, yemin
edip de sonra bozanların ceza olarak keffa-retlerini bildirmiş ve şöyle
buyurmuştur: «Yeminin keffareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on
yoksulu doyurmak, yahut giydirmek ya da bir köle âzâd etmektir. Bunlara gücü
yetmeyen üç gün oruç tutar. îşte, yemin ettiğiniz vakit yeminlerinizin
keffareti budur. Yeminlerinizi muhafaza edin.» Bozulan yeminlerin keffareti
olarak on kişinin sabah-akşam iki öğün yedirilmesi, yahut on fakirin normal
şekilde giydirilmesi veya bir köle âzâd edilmesidir. Bu üçünden birini yerine
getirmeye gücü yetmeyenler arka arkaya üç gün oruç tutarlar.
Yemin, eğer
ma'siyetten vazgeçmek için yapılmışsa, bozulmaması, şayet helâli haram kılmak
için yapılmışsa, bozularak keffaret verilmesi gerekir. Şükredesiniz diye Allahü
Teâlâ size âyetlerini böyle açıklıyor.
238 MÂÎDE
SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 90-91)
Yemin: Bir haberi,
Allah'ın adını anarak kuvvetlendirmeye denir ve üçe ayrılır:
a) Gamus - ateşe düşüren yemin: Geçmiş zamana
ait bir iş üzerine yalan kasdı ile yemin etmektir. Bu şekilde yemin edenler
günahkâr olurlar.
b) Lâğv - boşuna yemin: Geçmişe ait bir iş
üzerine, o işin söylediği gibi olduğunu zannederek, yemin etmeğe denir.
Halbuki iş dediği gibi değildir.
c) Mün'akit - bağlantılı yemin : Gelecek zamana ait bir işi, yapmak veya
yapmamak ü^re yemin etmeğe denir. Bu şekilde yapılan bir yemin eğer bozulursa
keffaret gerekir.
Yemin «Allah» lâfzı
ile olur. Bundan başka Rahman, Rahim gibi Allah'ın diğer isimleriyle de yemin
olduğu gibi, örfen kendisiyle yemin yapılan Allah'ın sıfatlarından biri ile de
olur. «Allah'ın izzeti, celâli ve azameti hakkı için» demek gibi. Ancak
«Allah'ın ilmi hakkı için» diye söylenen söz yemin olmaz. Çünkü bu örfde yemin
olarak kullanılmaz.
Allah'dan başka
şeylerle yemin olmaz. Peygamber hakkı için, Kur'an hakkı için, ekmek hakkı
için, Kâ'be hakkı için gibi. Yalnız «Allah hakkı için» demek yemindir.
Arapçada yemin
harfleri «Vav, Bâ ve Tâ»'dır. Vallahi, Billahi, Tallahi gibi. Yemin ederim,
yahut Allah'a yemin ederim, and içerim yahut Allah'a and içerim, şahitlik
ederim yahut Allah'a şahitlik ederim, diyen kimse yemin etmiş olur.
Şunlar da yemin olur:
Eğer o kimse falan işi yaparsa Yahûdidir, Hıristiyandır yahut kâfirdir» diye
yemin ederse bu sözü yemin. olur. Fakat bu şekilde konuşmak Müslümana asla
yakışmaz.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor ■
«Ey iman edenler,
içki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan
kaçının ki kurtuluşa eresiniz.»
«Şeytan şüphesiz içki
ve kumar yüzünden aranıza düşmanlık ve
MÂÎDE SÛRESİ (cüz: 7,
âyet: 90-91)
239
kin sokmak ve sizi
Allah'ı anmaktan, namazdan alıkoymak
ister. Artık bunlardan vazgeçtiniz değil mi?»
Allahü Teâlâ bu âyet-i
celîlesinde içki, kumar, putlar ve falcılığın haram olduğunu bildirmiştir. Bu
âyet-i celilenin nüzul sebebi şudur: Said ibni Ebî Vakkas Cr.a.) sahabeden
Uthan bin Mâlik'in hazırlamış olduğu düğün yemeğine iştirak eder. Yerler,
içerler, başlar iyice döner, Said soyunu ve asaletini öğen ve Ensar'ı hicveden
şiirler okumaya başlar. Ensar buna tahammül edemez, Said'in kafasını kızarmış
deve kemiği ile yararlar. Said Peygamberimize gelerek onları şikâyet eder.
Bunun üzerine Hz. Ömer «Yâ Rabbi bize içki hakkında gönüllere şifa verici bir
açıklama bildir» der. Bunun üzerine Bakara Sûresinin 219. âyeti nazil olur.
«Sana içki ve kumardan sorarlar. De ki: "İkisinde de büyük günah ve
insanlar için faydalar vardır. Günahları ise faydalarından daha büyüktür."
Bu âyet nazil olunca sahabenin bir kısmı «Mademki faydasından çok zararı var»
diyerek derhal içki ve kumarı terk eder. Ömer çağrılarak bu âyet kendisine
okunur. Ömer yine «Yâ Rabbi bize içki hakkında gönüllere şifa verecek bir
açıklama bildir» der. Bunun üzerine N
İçki ve kumarın insana
bir çok zararları vardır. îçki Allah'ın insanlara vermiş olduğu akıl nimetini
izale eder. Sıhhati ve ahlâkı bozar, insanın şerefini yok eder. Aile ocağını
yıkar, çoluk-çocuğu ahlâksız yapar, serveti yok eder. Allah'ı zikirden
alıkoyar, ibadeti unutturur, hayırdan uzaklaştırır ve kötülüğe teşvik eder.
Nitekim Peygamberimiz «Bütün kötülüklerin anası içkidir» buyurmuştur.
Kumar da içki gibidir.
İnsanın en kıymetli cevheri olan aklını bozar, servetini yok eder, aile
yuvasını ve çoluk-çocuğunu perişan eder. İnsanları birbirine düşman yapar,
cemiyetin huzurunu bozar.
240 MÂÎDE
SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 90-91)
Allah'ı zikirden ve
ibadetten alıkoyar. Dünyayı insanın başına zindan eder. İçkici ve kumarcının
sıhhati gibi, ahlâkı da bozulur..
İçkinin ve kumarın azı
da, çoğu da haramdır. Haramın azı çoğu olmaz. Bir damlası da, bir kadehi de
birdir. İnsanı sarhoş eden her çeşit içki haramdır. Afyon, eroin ve uyuşturucu
maddelerin hepsi aynı şekilde haramdır. İçinde alkol bulunan her şey aynı
durumdadır. Kumar da böyledir. Paralı - parasız fark etmez. İster çayına
-kahvesine olsun, ister zaman geçirmek için olsun, ne suretle oynanırsa
oynansın ve hangi çeşidi olursa olsun haramdır.
Dinimizde puta tapmak
ve fal açmak da kesinlikle haramdır. Allah'tan başkasına ibadet etmek küfürdür.
Putlara tapmak, onlar için kurban kesmek ve onlardan yardım beklemek haramdır.
İbadet yalnız Allah'a yapılır ve O'ndan yardım talep edilir.
Falcılık da böyledir.
Dinimizde asla falcılık yoktur. Fala bakanlar tıpkı puta tapanlar gibidir.
Fala bakan da, baktıran da, onları tasdik eden de aynı şekilde günaha girerler.
Gaybtan haber vermek küfürdür, gaybı ancak Allah bilir. Allah'tan başka kimse
gaybı bilemez. Falın her çeşidi haramdır, yasaktır. Yüce Allah «İçki, kumar,
putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan kaçının ki
kurtuluşa eresiniz» buyurmuştur. Bunlar insanlar için çok zararlı olduklarından
dolayı Allahü Teâlâ yasaklamıştır. Bütün bunlar sadece Kur'an-ı Kerim'de değil,
Tevrat'ta da yasaklanmıştır.
Bir zat Kâ'b ibni
Ahbar'dan Tevrat'ta içkinin haram olup olmadığını sorar. O da haram olduğunu
söyleyerek, şöyle der: «Tevrat'ta:
Jâyeti yazılıdir-
"Biz> bâ~
tıl olan şeyleri ve
oyunları gidermek için Hak kelâmı indirdik» bu-yurulmuştur. İçki ve kumar
Tevrat'ta da aynı şekilde yasaklanmıştır. Tevrat'ta içki ve kumar gibi, oyun,
çalgı, yüksek sesle şarkı - türkü söylemek de yasaktır, haramdır.
İçki içen kimsede şu
hususlar bulunursa, ceza olmak üzere kendisine 80 sopa vurulur: a) Müslüman
olmak. Müslüman olmayana had cezası verilmez. Çünkü içki Allah'a iman edenlere
haram kılınmıştır, b) Akıl baliğ olmak, c) Dilsiz olmamak, d) Kendi isteği ile
içmek, zorla içirilenlere de had tatbik edilmez. İçki içtiği ya iki şahitle
veya kendi itirafıyla isbatlanmış olacaktır. (Geniş bilgi için Ömer Nasuhî
Bilmen'in îstılahât-ı Fıkhiyye Kâmusu'na müracaat edilmelidir.)
MÂÎDE SÛRESÎ (cüz: 7,
âyet: 92-93) 241
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Allah'a itaat edin,
Peygamberine itaat edin, karşı gelmekten sakının. Eğer yüz çevirirseniz bilin
ki, Peygamberimizin vazifesi açıkça tebliğ etmekten ibarettir.»
Ey iman edenler,
Allah'a ve Resulüne itaat edin. Haram kıldığı şeylerden sakının ve emirlerine
karşı gelmeyin. Peygamber Allah'ın emirlerini size tebliğ etmektedir. O'nun
görevi Allah'ın emirlerini ve yasaklarını size bildirmektir. Mükâfatı ve
mücazatı verecek olan da Allah'dır. Peygamberin size bildirdikleri Allah'ın
kendisine indirdiği Kur'an âyetleridir.
Bu âyet inince Hay
ibni Ahtap Peygamberimiz (s.a.v.)'e daha önce içki içip kumar oynayıp ölenlerin
durumunu sorar. Bunun üzerine Yüce Allah aşağıdaki âyeti inzal eder.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«İman edip güzel amel
işleyenler Allah'tan korktukları, imanlarında sebat ettikleri, iyi amel
işlemeye devam ettikleri, sonra Allah'tan sakındıkları, imanlarından
ayrılmadıkları ve iyilikte bulundukları müddetçe daha Önce yediklerinden
dolayı kendilerine bir günah yoktur. Allah iyilikte bulunanları sever.»
İman edip, amel-i
salih işleyenlerin, içki haram olmadan önce içmiş oldukları içkiden dolayı
kendilerine bir vebal yoktur. Zira henüz daha içki yasağı konmamıştı. İman
edenler Allah'a şirk koşmaktan, ma'siyet işlemekten kaçınmışlar, Kur'an'a iman
etmişler, güzel güzel ameller işlemişler, içkinin haram olduğunu tasdik
etmişlerdir. Bununla beraber insanlara zulmetmekten ve haksızlık yapmaktan
şiddetle kaçınmışlardır. Zira Allahü Teâlâ iyi davrananları sever.
Abdurrahman Süllemî
şöyle nakletmiştir: «Hz. Ömer'in halifeliği zamanında Muaviye Şam valisi iken
bir grup insan bu âyeti tevil ederek içki içmişler ve içkinin kendilerine
haram olmadığını söylemişlerdi. Muaviye bu durumu öğrenince bir mektupla
halifeye bildirir
C. : II — F. : 16
242 MÂIDE
SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 94)
ve onlar hakkında
hüküm ister. Hz. Ömer de Muaviye'ye bir mektup yazarak onları kendisine
göndermesini ister. Muaviye derhal-onları halifeye gönderir. Onlar halifenin
yanına geldikleri zaman, halife tek başına hüküm vermez, sahabeyi toplar ve
haklarında verilmesi gereken hükmü sorar. Sahabe görüşünü şöyle açıklar: «Onlar
Allahü Teâlâ'ya iftira ederek haram kıldığı şeyi helâl saymışlar ve tekrar ona
başlamışlardır. Bunun için hepsinin boynunu vurun.» Aynı mecliste bulunan Hz.
Ali (r.a.) bu hükme katılmaz. Hz. Ömer, onun fikrini sorar, Hz. Ali şu cevabı
verir: «Önce bunların tevbe etmesini isteyin. Eğer tevbe ederlerse her birine
seksen sopa vurun. Şayet tevbe etmezlerse o zaman boyunlarını vurun.» Bunun
üzerine Halife onların tevbe etmesini ister. Onlar da yaptıklarına pişman
olarak tevbe ederler. İçki içenlere had cezası gerektiği için Halife, onların
her birine seksener sopa vurur.
Bir insan ne kadar
âlim olursa olsun, mühim, mes'elelerde bir kaç âlimle istişare yapması
gerektiğine bu olay delâlet etmektedir. Tâ ki kendi reyiyle hükmedip hataya
düşmesin. Çünkü istişare kişileri hataya düşmekten korur.
Allahü Teâlâ âyeti
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Ey iman edenler,
Allah, görmeksizin kendisinden korkanları ayırd etmek için ellerinizin,
mızraklarınızın erişebileceği av nevile-riyle, and olsun ki, sizi imtihan
edecektir. Kim bundan sonra aşırı giderse ona pek acıklı bir azap vardır.»
Bu âyet-i celile
Hudeybiye yılında nazil olmuştur. Peygamberimiz (s.a.v.) sahabesiyle birlikte
Hac etmek üzere yola çıkarlar ve Hudeybiye'de konaklarlar. Bu esnada
çadırlarının etrafı av hayvanları ve vahşi hayvanlarla dolar. Hayvanlar
çadırlara o kadar yaklaşırlar ki, sahabe-i kiram elleriyle ve oklanyle unları
yakalayacak duruma gelir. Bu, Allahü Teâlâ'nm onları bir imtihanıdır. Yüce
Allah bu olayı şöyle beyan buyuruyor: «Ey iman edenler, Allah, görmeksizin
kendisinden korkanları ayırd etmek için ellerinizin, mızraklarınızın
erişebileceği av hayvaniarıyle, and olsun ki, sizi imtihan edecektir.» Allahü
Teâlâ av hayvanları vasıtasıyla kendisinden korkanlarla korkmayanları ayırd
etmek için imtihan etmiştir. Yüce Allah ilm-i ezelisinde kimin korkup, kimin
korkmadığını çok iyi biliyordu.
MÂİDE SÜRESİ (cüz: 7,
ayet: 9f>) 243
Ancak kimin korkup,
kimin korkmadığını ortaya çıkarmak için bu olay vasıtasıyla kendilerini imtihan
etmiştir.
İhramlı olanlara kara
avcılığı yapmak yasak ve haramdır. Bu hükümler kendilerine beyan olduktan sonra
her kim dinde haddi aşarsa ona elem verici bir azap vardır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde ihramlı olanlar için şöyle buyuruyor :
«Ey iman edenler, siz
ihramlı bulunurken av öldürmeyin. İçinizden kim onu bilerek öldürürse, ona
öldürdüğü hayvanın benzeri bir hayvan kurban etmek cezası vardır. Buna,
Kâ'be'ye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere, içinizden adalet sahibi iki kişi
hükmeder. Yahut o nisbette yoksul doyurmak şeklinde keffaret ya da yaptığının
vebalini tatmak üzere bunlara denk oruç tutma vardır. Allah geç-oniştekileri
affetmiştir. Kim tekrar yaparsa Allah ondan intikamını alır. Allah mutlak
galiptir, intikam sahibidir.»
Ey iman edenler, siz
ihramlı olduğunuz halde av avlamayın. Yukarda da belirtildiği gibi, ihramlı
olanlara kara avcılığı yapmak haramdır. Yani ihramda iken avlanmak haramdır.
İhramdan çıkınca avlanmanın hiçbir mahzuru yoktur. İhramda bulunan kimse bu
yasağa uymayarak avlanırsa hem günahkâr olur, hem de öldürdüğü hayvanın
benzeri bir hayvan kurban etmesi gerekir. Meselâ ihramlı iken bir deve kuşu
veya onun mukabilinde bir hayvanı öldürenin bir deve kurban etmesi gerekir.
Eğer ihramlının öldürdüğü sırtlan veya benzeri bir hayvan olursa, buna mukabil
bir koyun kurban etmesi gerekir. İhramlı şayet öldürdüğünün bedelini tayin
edemezse, iki âdil kişinin vereceği hükme göre bedeli ödenir. Onlar öldürülen
hayvanın bedelini ne takdir etmişlerse -deve, sığır, koyundan- o alınır ve
Beytullah'a götürülerek orada kurban edilir ve eti fakirlere dağıtılır. Kurban
ancak deve, sığır ve koyun cinsinden olur. Başkalarından kurban olmaz. İhramlı
o anda öldürdüğü hayvanın bedeli olarak kurbanlık bulamazsa, iki âdil
Müslümamn tayin etmiş olduğu kurbanlığın bedeli fakirlere tasadduk edilir.
Tayin edilen kurbanlığın bedelinden azının tasadduk edilmesi
caiz değildir. Tayin edi-
244 MÂİDE
SÛRESİ (cüz: 7, ayet: 96)
len kurbanlığın bedeli
fakirlere tasadduk edildiği gibi, kurban-iık hayvanın bedeli nisbetinde de
yoksullar doyurulur. Eğer ihram-linin bunları yapacak maddi gücü yoksa, o zaman
bunlara denk olmak üzere oruç tutar.
İbn Abbas (r.a.) şöyle
demiştir: «îhramlmın öldürmüş olduğu av hayvanlarına kıymet takdir edilmesinin
sebebi, kaç fakir doyu-mılacağınm ve kaç gün oruç tutulacağının bilinmesi
içindir. İhramda ■iken av avlayan kişi bu üç şeyden birini yapmakta
serbesttir. İster ■kurban keser, ister bunun mukabili fakir doyurur, ister
oruç tutar. Bütün bunlar, ihramhnın işlemiş olduğu günahın cezasını tatması ve
bir daha böyle bir iş yapmaması içindir.»
İhramlıya av avlamak
haram olmadan önce, yapılan bu gibi hataları Yüce Allah affetmiştir. Kim de
haram olduktan sonra tekrar av avlarsa Allah ondan intikamını alacaktır.
İhramhnın, avlanan avın mukabili olan keffaretleri yerine getirmesi üzerine
vaciptir. Bu keffaretleri yerine getirmeyenler günahkâr olurlar.
Bazı tefsircilere
göre, ihramlı bir defa av avlamakla kendisine keffaret gerekmez Ancak ikinci
defa av avlarsa o zaman keffaret gerekir. Yüce Allah her şeye kadirdir,
galibdir. Haddi aşanlardan mutlaka intikamını alacaktır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Deniz ava ve onu
yemek size de, yolculara da geçimlik olarak helâl kılındı. İhramlı bulunduğunuz
müddetçe kara avı size haram kılınmıştır. Huzuruna varıp toplanacağınız
Allah'dan korkun.»
Ey iman edenler,
ihramlı bulunduğunuz zaman, size ve m
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7,
âyet: 97)
245
İhramhnın şu
hayvanları Öldürmesi cezayı gerektirmez: Karga, çaylak, akrep, yılan, fare,
sinek, karınca, pire, arı, kene, kertenkele, kelebek, kurt ve üzerine saldıran
köpek. Bunlar av hayvanı olmadıkları için, öldüren kimse cezalandırılmaz.
Ebû Hüreyre (r.a.)
şöyle nakletmiştir: «Hz. Ömer'in halifeliği zamanında Bahreyn valisi idim.
Halk denizin kenara attığı balıkların yenilip - yenilemeyeceğini sordu, ben
«Yenir» cevabını verdim ve Medine'ye döndüğüm zaman durumu Halife'ye bildirdim.
O da aynı şekilde hükmetti.»
Ey iman edenler,
huzuruna varıp toplanacağınız Allah'dan korkun, îhramlı iken avlanmaktan
sakının, kıyamet günü varacağınız yer O'nun huzurudur. Emirlerine itaat edin,
yasaklarından kaçının ki felaha eresiniz.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
-Allah, Beytü'l-Haram
olan Kâ'be'yi, hürmet gösterilen ayı, Kâ'-be'ye hediye edilen kurbanı, boynuna
işaret takılan kurbanlıkları in-sanlan ayakta tutan bir rızik vesilesi yaptı.
Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olanları bildiğini ve Allah'ın her şeyi ilmiyle
kuşattığını bilmeniz içindir.» '
Yüce Allah, Harem-i
Şerifi, kurbanları ve haram ayı insanların faydalanması için ortaya koymuştur.
Allahü Teâlâ Harem-i Şerifi bütün mahlûkat için emniyet mahalli kılmıştır.
Oraya iltica edenler her türlü kötülüklerden korunmuşlardır. Orada insanlar
emniyet içinde olduğu gibi, kuşlar ve diğer mahlûkat da aynı durumdadır.
Bunun için oradaki hayvanları avlamak da yasaktır. Suç işleyerek Harem-i
Şerife iltica eden insanın iaşesi kesilmez ve adı geçen mahalde
cezalandırılmaz.
Harem-i Şerifte
kesilmek üzere işaretlenip yola çıkarılan kurbanlıklara da dokunulmaz. Onların
boyunlarına takılan halkalar Kâ'-be'de kurban edileceklerinin alâmeti olduğu
için çıkarılmaz. Emniyet içinde kurban edilecekleri nıevkiye ulaşırlar. Onlara
dokunmak ve boyunlarmdaki alâmetleri almak yasaktır. Allahü Teâlâ şöyle buyuruyor:
«Allah, Beytü'l-Harâm olan Kâ'be'yi, hürmet gösterilen ayı, Kâ'be'ye hediye
edilen kurbanı, boynuna işaret takılan kurbanlıkları insanları ayakta tutan bir
rızık vesilesi yaptı. Bu, Allah'ın göklerde
240 MÂİDlfi
SÛKESİ (cüz: 7, AyeL: İM-100)
ve yerde olanları
bildiğini ve Allah'ın her şeyi ilmiyle kuşattığını bilmeniz içindir.» Yüce
Allah kullarının gizlediklerini ve açığa çıkardıklarını, dinlerinde ihlâs
sahibi olanları ve münafıkları bilir. Ona göre mükâfat ve mücâzat verir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
-Bilin ki Allah'ın
azabı gerçekten şiddetlidir. Allah hakikaten çok yarhğayıcı, çok
esirgeyicidir.»
«Peygamberin görevi
sadece tebliğ etmektir. Allah, sizin açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de
bilir.»
Ey insanlar, bilin ki,
Allah'a itaat etmeyenlere, âsî olanlara ve emirlerini yerine getirmeyenlere
Allah'ın azabı çok şiddetlidir. Kimse O'nun azabına takat getiremez. O, tevbe
edip, emirlerine itaat edenleri bağışlayıcıdır. Rahimdir, kullarının
günahlarını affeder. •İman edenler daima O'nun azabından korkarlar ve
rahmetinden ümitlerini asla kesmezler. Korku ile ümid arasında emirlerine itaat
ederler ve âhiret için çalışırlar.
Peygamberlerin görevi
Allah tarafından kendilerine inzal edilen emir ve yasakları insanlara tebliğ
etmektir. Onlar insanların gönüllerinden geçirdiklerini bilemezler. Hem
gönüllerden geçeni bilmekle de mükellef değillerdir. Sadece Allah'ın
kendilerine indirdiğini insanlara tebliğ ile mükelleftirler. İnsanların açığa
vurduklarını ve kalblerinde gizlediklerini ancak Allah bilir. Buna göre
kullarının mükâfatını ve mücâzatını verir. Hiç kimsenin hakkı zayi olmaz ve
amelleri karşılıksız kalmaz.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«De ki: "Helâl
ile haram -haram şeylerin çokluğundan hoşlan san bile - müsavi değildir."
Ey akıl sahipleri Allah'dan korkun ki kurtuluşa er esiniz.»
İmam-ı Kelbî'ye göre
bu âyet Yemâme hacıları hakkında nazil
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7,
âyet: 101-103)
247
olmuştur: Onlar Şureyh
bin Dubâ'nm mallarını almak istemişler, Yüce Allah, onları Şureyh'in mallarını
almaktan nehyederek şöyle buyurmuştur: «Ey iman edenler, onun malını almanız
haramdır. Haram olan şeylerin çokluğundan hoşlansanız bile, başkalarının
mallarını almak haramdır.» Yüce Allah mü'minlere haksız yere başkalarının
mallarını almayı ve yemeyi yasak ve haram kılmıştır. Allahü Teâlâ şöyle
buyuruyor: «Yâ Muhammed, de ki: "Helâl ile haram bir değildir." Ey
akıl sahipleri Allah'dan korkun ki felaha eresiniz.» Haram yemenin çok kötü
olduğunu Yüce Mevlâ beyan ediyor. Ey akıl sahipleri haram, yemekten ve haram
olan şeyleri helâl saymaktan Allah'dan korkun. Şayet Allah'dan korkar ve haram
yemekten sakınırsanız kurtuluşa ve felaha erersiniz. Haram yiyenler ve çeşitli
bahanelerle haramı helâl sayanlar asla kurtuluşa ve felaha ulaşamazlar.
Gerçek Müslüman bile bile başkasının malından zerre kadar bile yemez.»
İmam-ı Dahhâk (r.a.)
şöyle demiştir: «Haram maldan yapılan hayır Allah indinde asla kabul olmaz. Kim
ki haram maldan hayır yapar da karşılığında sevap beklerse kâfir olur. Ancak
helâl maldan yapılan hayır Allah indinde kabul olur. Zira Allah temizdir, temiz
maldan yapılan hayrı kabul eder. Helâl maldan yapılan zerre kadar hayır Allah
katında dağ gibi olur. Haram maldan yapılan dağ gibi hayrın ise Allah katında
zerre kadar bile hükmü yoktur. Mü'minle-rin buna çok dikkat etmesi gerekir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Ey iman edenler,
Allah'ın affettiği şeyleri -ki eğer size açıklanırsa ve siz bunları Kur'an
inerken sorup da hükmü size izhar olunursa hoşunuza gitmeyecekti - sormayın.
Allah çok yarlığayıcıdır, cezada da aceleci değildir.»
«Öyle mes'eleleri
sizden evvel bir millet sordu da sonra o yüzden kâfir oldular.»
Bu âyet-i celîlenin nüzul
sebebi şudur: Allahü Teâlâ haccı farz kılıp şu âyeti inzal buyurunca: ^r~'
far" -^' £ ^J Peygamberimiz (s.a.v.) onu sahabe-i kirama okur ve «Ey
insanlar, Allah sizin
248 MÂİDE
SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 103)
üzerinize haccı farz
kıldı» buyurur. Bunun üzerine sahabeden birisi «Ey Allah'ın Resulü, bizim
üzerimize her sene mi Hac etmek farzdır» der. Peygamberimiz o zatın sorusuna
cevap vermez. O zat Peygamberimizden cevap alamayınca sorusunu tekrarlar.
Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle der: «Nefsim kudret elinde olan
Allah'a yemin ederim ki, eğer onun sorusuna evet deseydim, her sene size hac
etmek farz kılınacaktı. Siz de ona takat getiremeyecek, terk edecektiniz. Onu
terk edince de küfre girmiş olacaktınız. Hac etmek sizin üzerinize ömrünüzde
bir defa farz kılınmıştır.» Bunun üzerine Allahü Teâlâ bu âyeti inzal ederek
şöyle buyurmuştur: «Ey iman edenler, Allah'ın affettiği şeyleri -ki eğer size
açıklanırsa siz bunları Kur'an inerken sorup da hükmü size izhar olursa
hoşunuza gitmeyecektir- sormayın.» Yüce Allah kullarına tahammül edemeyecekleri
yükü yüklemez. Ancak tahammül edebilecekleri yükü kendilerine yükler.
Ey iman edenler,
Kur'an'da size beyan edilenleri alın, size açıklanmayanlardan sormayın. Zira
siz onlardan sorumlu değilsiniz. Allahü Teâlâ çok yarhğayıcı ve çok
bağışlayıcıdır. Tevbe eden kullarının günahlarını bağışlar ve lâyık oldukları
cezayı vermekte de acele etmez.
Ey mü'minler, öyle
mes'eleleri sizden evvel bir millet sordu da sonra o yüzden kâfir oldular.
Musa'nın kavmi Musa'dan Allah'ın kendilerine açıktan gösterilmesini, İsa'nın
kavmi de İsa'dan gökten inen mâidenin (sofranın) nereden geldiğinin
gösterilmesini istemişler de, bu yüzden kâfir olup, helak olmuşlardır. Siz,
onların peygamberlerine sordukları gibi, peygamberinize sormayın. Sonra siz de
onlar gibi helak olursunuz.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor :
I
«Allah, "Bahiyre,
Sâibe, Vesiyle ve Hâmfaan hiçbirini meşru' kılmamıştır. Fakat küfretmekte
olanlar Allah namına yalan söyleyerek O'na iftira ediyorlar. Onların çoğunun
ise akıllan ermez."*
Bu âyet-i celîle
Arapların müşrikleri hakkında nazil olmuştur. Müşrikler, develeri beşinci
doğumda erkek yavru yaparsa, onu putlarına kurban ederler, etini ise sadece
erkekler yer, kadınlara yedirmezlerdi. Şayet develeri beşinci doğumda dişi
yavru yaparsa onun kulağını yararlar, salıverirler, yük yüklemezler, Allah'ın
adını üze-
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7,
âyet: 104)
249
rine anmazlar, sadece
sütünü sağarlar ve erkekler yerdi. Bu gibi develere «bahiyre» derlerdi. Sâibe
de şudur: Müşrikler sefere çıktıkları zaman salimen geri dönerlerse veya
hastaları iyi olur, yahut bir ihtiyaçları yerine gelirse putlarına bir dişi
deve nezre derlerdi. Nez-rettikleri deveyi kendi mülklerinden çıkarırlar,
putların bakıcısına teslim ederlerdi. Vesiyle ise şudur: Müşriklerin
koyunlarından biri yedinci doğumunda erkek doğurursa, onu putları için kurban
ederler ve etinden sadece erkekler yer, kadınlara yedirmezlerdi. Yedinci kuzu
dişi olursa kurban edilmezdi. Eğer yedinci doğum ikiz olursa yine kurban
etmezlerdi. Hâm da şudur: Sulbünden on deve doğan deveyi erkek deve kabul
ederler ve sırtını haram sayarlardı. Artık onu serbest bırakırlar, yük
yüklemezler, üzerine binmezlerdi. O istediği yerde otlar, istediği sudan içer
ve kimse kendisine mani olmazdı. Onlar, bunu Allah'ın emri diye yaparlardı.
Halbuki bunların hiçbiri Allah'ın emri değildir. Yüce Allah onların
yalanlarını açığa çıkarmak için yukardaki âyeti inzal ederek şöyle
buyurmuştur: «Allah, "Bahiyre, Sâibe, Vesiyle ve Hâm'dan hiçbirini meşru'
kılmamıştır. Fakat küfretmekte olanlar Allah namına yalan söyleyerek O'na
iftira ediyorlar.» Müşrikler, Allah'ın kendilerine helâl kıldığını haram
kılmışlardır. Allah'a iftira ederek helâl olan şeyleri kendilerine haram
kılmışlardır. Haram olanları da helâl saymışlardır. Bu gibi insanlar
zamanımızda da çoktur. Onlar da Allahü Teâlâ'nm haram kıldığı şeyleri
kendilerine helâl kılmışlardır. Onlara göre önemli olan menfaatleridir, haram
ve helâl önemli değildir. Bu insanlar büyük bir tehlike ile karşı
karşıyadırlar.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Onlara: "Gelin
Allah'ın indirdiği kitaba ve peygambere uyun denildiğinde, "Atalarımızı
üzerinde bulduğumuz yol bize yeter" derler, ya ataları bir şey bilmeyen
ve doğru yolda olmayan kimseler idiyseler?»
Müşriklere, «Gelin
Allah'ın indirdiği kitaba uyun, O'nun helâl kıldığını haram, haram kıldığını
helâl kabul etmeyin. Peygambere tâbi olun, sünnetiyle amel edin ki kurtuluşa
eresiniz» denildiği zaman, onlar «Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize
yeter, onların yaptığını biz de yaparız» demişlerdir. Onlar Hakkı kabul etmemişler,
yüz çevirmişlerdir. Yüce Allah onlar için şöyle buyuruyor:
Î60 MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7, âyet.:
106)
«Ya ataları bir şey
bilmeyen ve doğru yolda olmayan kimseler idiy-i.seler?» Ataları din namına
hiçbir şey bilmiyorlar ve elleriyle yaptıkları putlara «İlâh» diye
tapıyorlardı. Böylece küfür, şirk ve gaflet j-içinde helak olup gitmişlerdir.
Allahü Teâlâ onların da ataları gibi, haktan uzak, küfür ve şirk içinde helak
olmamaları için kitap göndermiş ve ona tâbi olmalarını, Allah'a ve Resulüne
iman edip, İslâm ile amel etmelerini istemiştir. Allah'a ve Resulüne iman edip,
Allah'ın gönderdikleriyle amel edenler hidayete ermişlerdir. İman etmeyip,
O'nun indirdiği ile amel etmeyenler ise sapıklığa düşmüşlerdir. Müşrikler bu
gerçekleri gördükleri halde yine de «Atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize
yeter» demişlerdir. Halbuki atalarının yolu küfür, şirk ve sapıklık yoludur.
Zamanımızda da bu gibi
insanlar çoktur. îslâmm emirlerine tâbi olmazlar da «Biz büyüklerimizden böyle
duyduk» derler. Halbuki onların duydukları kitaba ve sünnete aykırıdır. Bu
yüzden dalâlete düşerler, sünnet yerine bid'atlarla amel ederler. Böylece dinin
emirlerini unuturlar. Bazı ilim sahipleri bile aynı hatâya düşmüşler, nefislerinin
arzusuna uyup, dünyanın şan ve şöhretine kapılarak, bid'atlarla amel etmeye
başlamışlar ve İslâm'ın emirlerini unutmuşlardır. Bunlar kendilerini helak ve
perişan ettikleri gibi, başkalarının helakine de sebep olmuşlardır. Gerçek
mü'minlerin bu gibilere itibar etmemesi gerekir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Ey iman edenler, siz
kendinize bakın. Kendiniz doğru yolu bu-■lunca sapanlar size zarar
vermez. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O, neler yaptığınızı size haber
verecektir.»
Ey iman edenler, siz
kendinize bakın. Şayet kendiniz doğru yolda olursanız, sapıklığa düşenler asla
size zarar veremezler. Siz haktan ayrılıp onlara uymadıkça, onlar sizi
sapıtamazlar. Eğer onlara uyarsanız kendileri haktan uzaklaştıkları gibi, sizi
de uzaklaştırırlar. Mü'minler hak yoldan ayrılmadıkça başkaları onları hak
yoldan sapıtamazlar.
Bu âyetin mânâsı Ebû
Bekir-i Sıddık Hazretlerine sorulur. O da şöyle cevap verir: «İnsanların
dünyaya dalıp, nefislerinin arzularına uyarak âhireti unuttuklarını ve
herkesin fikri kendisine hoş ge-
MÂİDK SÛRESİ (cüz: 7,
Ayol: 105)
251
lip, fikrini
beğendiğini ve istişarenin ortadan kalktığını gördüğünüz zaman, kendi nefsinizi
ve malınızı ıslâh edin. Başkalarıyla meşgul olmaya kalkmayın.»
Ebû Sa'lebe Hûşenî'den
bu âyetin mânâsını sormuşlar, o da, ben bu âyeti Peygamberimiz (s.a.v.)'e sordum,
buyurdu ki: «Yâ Ebâ Sa'lebe, insanların nefislerine uyup kendi fikirlerini hoş
gördükleri, dünyaya tamah ettikleri, dünyayı sevdikleri ve istişareyi terk
ettikleri zamana kadar iyilikle emredin, kötülükten nehyedin. O zaman gelince
kendi nefsinizle meşgul olun ve onu ıslâh edin. Artık size düşen kendi
nefsinizi ıslâh etmektir. Zira sizden sonra gelen gürü.er sabır günleridir. O
günlerde sizin yolunuzu tutup, sizin gibi amel edenlere, sizin elli kişinizin
ecri kadar ecir yazılır» demiştir. Hak yoldan ayrılmayarak Allah'ın ve
Resulünün emirlerine itaat edenlere, elli sahabeye verilen mükâfat kadar
mükâfat verileceğini Peygamberimiz bildirmektedir. Her şeyin fesada uğradığı
bir devirde Allah'ın ve Resulünün emirlerine itaat etmek, Allah katında mükâfatların
en büyüğüne ulaşmak demektir.
Rivayete göre Ebû
Bekir (r.a.) hutbede bu âyeti okuyarak şöyle demiştir: «Ey insanlar, siz bu
âyeti okursunuz, fakat te'vilini hakkıyla yapamazsınız. Bir çok kimse İslâm'a
girip, onun lezzetini tatmışlardır. Kendileri İslâmm lezzetini tattıkları
gibi, müşrik olan akrabalarının da İslâm'a girip, onun lezzetini tatmasını
arzu ederler. Bu âyet, kendi nefsinizle meşgul olmanızı ve onu ıslâh etmenizi
emrediyor, Nefsim kudret elinde olan Allah'a yemin ederim, ki, siz ya emr-i
bi'1-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker yaparsınız veya hepiniz Allah'ın azabına
uğrarsınız. Siz emr-i bi'1-ma'ruf yapmadıkça Allah'ın azabından
kurtulamazsınız. Çünkü Allahü Teâlâ «Siz hidayet üzere olduğunuz müddetçe
dalâlete düşenlerin dalâleti size asla zarar vermez» buyurmuştur. Sizin
hidayet üzere olmanızdan maksat «Emr-i bi'1-ma'ruf ve nehy-i ani'l-münker»
yapmanızdır. Siz onu terk ederseniz hidayet üzere olamazsınız. Siz emr-i
bi'1-ma'rûfu terk ettiğiniz zaman Allah'ın azabı hepinizi kuşatır ve hepinizin
üzerine olur. Siz en az bir defa onlara emr-i bi'1-ma'ruf ve nehy-i
ani'l-münker yapın. Eğer onlar yine Allah'ın emirlerine itaat etmezler, şirk
ve küfürlerine devam ederlerse, onlardan yüz çevirin ve kendi nefsinizi ıslâh
edin. O zaman onların sapıklığı ve dalâleti size zarar vermez. Onları
yaptıklarından dolayı düşman kabul edip dostluk kurmaz ve yardımcı olmazsanız
herhangi bir zarara uğramazsınız. Şayet siz onların yaptıklarına göz yumar,
onlarla dostluk kurar ve yaptıklarına yardımcı olursanız, onların sapıklığa ve
dalâlete düşmeleri sizi de helak eder ve Allah'ın azabı hepinizin üzerine
olur.»
252 MÂİDE
SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 106)
Bu hüküm bütün
Müslümanlar için geçerlidir. Müslümanlar bulundukları beldelerde iyiliği
emretmek, kötülüğü yasaklamakla mükelleftirler. Bunu yapmadıkça hidâyet üzere
olamazlar ve dalâlete düşüp ma'siyet işleyenlerin uğrayacakları azaba da
uğrarlar. Eğer Müslümanların bulundukları yerlerde iyiliği emretmeye güçleri
yetmiyorsa, dalâlete ve sapıklığa düşenlerle bütün ilişkilerini kesmeleri
gerekir.
Ey insanlar, hepinizin
dönüp varacağı yer Allahü Teâlâ'nm hu--zurudur. Hepiniz O'nun huzurunda
toplanacaksınız. O, bu dünyada yaptıklarınızı bir bir size haber verecektir.
Bu dünyada yaptıklarınızın karşılığını orada göreceksiniz. Hiçbir ameliniz
karşılıksız kalmayacaktır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Ey iman edenler,
herhangi birinize ölüm geldiği zaman vasiyet ederken içinizden iki âdil
kimseyi, yahut yolculukta iken başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan
(gayr-i mü si im) iki kimseyi şahit tutun. Eğer bu (gayri müsliml şahitlerden
şüpheleniyorsanız namazdan sonra kendilerini akkorsunuz da Allah'a şöyle yemin
ederler: «Billahi, akrabamız da olsa yeminimizi hiçbir karşılıkla değişmeyiz.
Allah'ın emri olan şahitliği gizlemeyiz. Eğer gizlersek şüphesiz ki
günahkârlardan oluruz.»
Bu âyet-i celîlenin
nüzul sebebi şudur: Üç arkadaş birlikte sefere çıkarlar. Bunlar Temimi Dârî,
Addî bin Zeyd ve Büdeyl bin Ver-ka'dır. Verka' seferde vefat eder. Bu zat vefat
edeceğini anlayınca, yanında bulunan ne varsa hepsini ailesine verilmek üzere
arkadaşı. Temim ile Addî'ye teslim eder, bir de eşyalarının listesini yapar,
gönderdiği eşyanın arasına koyar. Verka'nm iki arkadaşı Addî ile Temim
Hıristiyandırlar. Bunlar eşyayı getirip Verka'nm Medine'deki ailesine teslim
ederler. Fakat içinden kıymetli bir gümüş kadehi alırlar. Verka'nm ailesi eşya
listesini okuyunca kadehin alındığım görürler ve akrabasından Muttalib bin Ebû
Zâgil ile Amr ibni As onlarla gümüş kadeh hakkında kavga ederler. Kadeh
meydana çıkmayınca Peygamberimize müracaat ederler. O anda yukarıdaki âyet-i
celîle nazil olur ve şöyle buyrulur: «Ey iman edenler, herhangi biri-
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7,
âyet: 107)
253
nize ölüm geldiği
zaman vasiyet ederken içinizden iki âdil kimseyi, yahut yolculukta iken
başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan (gayr-i müslim) iki kimseyi
şahit tutun. Eğer bu (gayr-i müs-lim) şahitlerden şüpheleniyorsanız namazdan
sonra kendilerini alı-korsunuz da Allah'a şöyle yemin ederler: «Billahi,
akrabamız da olsa yeminimizi hiçbir karşılıkla değişmeyiz, Allah'ın emri olan
şahitliği gizlemeyiz. Eğer gizlersek şüphesiz ki günahkârlardan oluruz.»
Allah'ın emirlerindeki
hikmetlere ve inceliğe bakınız. Ey iman . edenler, herhangi biriniz ölüm
döşeğine düştüğü zaman vasiyet eder-■ken içinizden iki âdil kimseyi şahit
tutsun. Sefere çıktığınız zaman Ölüm size
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde gayr-i müslim şahitler için şöyle buyuruyor:
«Eğer bu (gayr-i
müslim) şahitlerin yalancılık gibi kötü halleri ortaya çıkarsa, (haksızlığa
uğrayan) hak sahibi (mirasçılardan) iki kişi bunların yerine geçer ve:
"Bizim şahitliğimiz ikisininkinden daha doğrudur, biz aşırı gitmedik,
yoksa şüphesiz zâlimlerden oluruz" diye Allah'a yemin ederler.»
Eğer gayr-i müslim
şahitlerin yalan söyledikleri tesbit edilirse, ölünün mirasçılarından
haksızlığa uğrayan iki kişi, bunların yerine geçerler ve şöyle derler: «Bizim
şahitliğimiz bu iki gayr-i müslimin şahitliğinden daha doğrudur. Biz aşırı
gidip başkalarının hakkına tecavüz etmeyiz. Şayet yalan söylersek zalimlerden
oluruz» diye Allah'a yemin ederler. Gayr-i müslim şahitlerin yalan
söyledikleri tesbit edilirse, şahitlikleri kabul edilmez. Çünkü onlar
karşılarmdakini yanıltabilirler. Halbuki şahitlikte doğruluk esastır. Doğru
söyleme-yenlerin şahitliği kabul edilmez.
254 MÂİDE SÛRESİ
(cüz: 7, âyet: 108)
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor
«Bu, şahitliği
gerektiği gibi yapmalarım veya yeminlerinden sonra yeminlerin kabul
edilmemesinden korkmalarını daha iyi sağlar. Juiah'dan korkun ve emirlerini
dinleyin. Allah, yoldan çıkan bir Topluluğu hidayete erdirmez.»
j Ölünün velilerinin
şahitliği, gayr-i müslimlerin şahitliğinden daha evlâdır. Onlar şahitliği hak
üzere yaparlar. Hakkı iddia edenlerin şahitliği doğru olunca, kendilerinden hak
iddia edilenlerin hainliği ortaya çıkar. Kendisinden hak iddia edilenin
yemininin ve şahitliğinin yalan olduğu ortaya çıkınca, hak iddia edenin yemini
ve şahitliği kabul edilir. Hakkında mal iddia edilenin yemini ve şahitliği
reddedilir. Hak iddia edenler yeminlerinde ve şahitliklerinde yalana sapmaktan
korkarlar. Zira Yüce Allah şöyle buyurmuştur: «Şahitliğinizde ve
yeminlerinizde yalana saparak hainlik yapmaktan Allah'tan korkun. Size
emredileni işitin, tasdik edin ve onunla amel edin ki, Allahü Teâlâ, hâinler
yaptıklarından dönüp tevbe etmedikçe onları hidayete erdirmez.» Burada tevbe
edenlerin tevbelerinin kabul olacağına da işaret vardır.
Allahü Teâlâ, gayr-i
müslimlerle yolculuk yapılabileceğini, Müs-lümanın yanında onlardan başka kimse
bulunmadığı takdirde, zarurete binâen ölüm esnasında iki gayr-i müslime
vasiyet edilebileceğini ve şahit tutulabileceklerini bildirmektedir.
Şayet ölenin vârisleri
gayr-i müslimlerin şahitliğinden şüphe ederlerse, onların şahitliğini kabul
etmezler. Yukarda beyan edildiği gibi hareket ederler.
Kadı Şürayh şöyle
demiştir: «Yahudilerin ve Hıristiyanların Müslümanlar hakkındaki şehâdetleri
ancak sefer esnasında, vasiyet için geçerlidir. Bundan başka yerlerde
Müslümanlar için şehadette bulunamazlar.
Hanefi fıkıhçılarma
göre gayr-i müslimlerin Müslümanlar hakkındaki şehâdetleri hiçbir hususta
geçerli değildir. Gayr-i müslimler Müslümanlar hakkında şahitlik yapamazlar.
Fakat Müslümanların
azınlıkta bulunduğu
devirlerde
>^J^<Jr*<jı^--*-'jl
âyet-i celîlesi-
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7,
âyet: 109)
255
nin hükmüne göre, gayr~i
müslimlerin vasiyet "hususunda
Müslümanlar hakkındaki şehâdetleri caizdir. Daha sonra Müslümanların
sayısı çoğalıp çeşitli
bölgelere yayılınca bu j^^La J
âyet-i celileyle
yukarda geçen âyetin hükmü neshe dil mistir. Bu âyet-i celîleye göre gayr-i
müslimler hiçbir hususta Müslümanlara şahitlik yapamazlar. Hanefî fıkıhçılarmm
delili de budur.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Allah peygamberleri
topladığı gün: "Size ne cevap verildi" der. Onlar: "Bizim bir
bildiğimiz yoktur, doğrusu görülmeyenleri bilen ancak sensin" derler.»
Ey insanlar, kıyametin
dehşetini düşünün, yalan söyleyerek hainlik yapmaktan korkun. Kıyamet günü
Yüce Allah bütün peygamberleri toplayarak, onlara «Kavminizi Allah'ın
birliğini tasdike davet ettiğiniz zaman, size ne cevap verdiler?» diye
soracaktır. Allahü Teâlâ'mn sualinin heybetinden ve kıyametin dehşetinden onlar
şöyle diyeceklerdir: «Biz onların gizli ve aşikâr hallerini tamamıyla bilemeyiz,
gaypları ancak sen bilirsin.» Peygamberler ümmetleri hakkın-'da şehadette
bulunacaklardır.
Bazı tefsirciler ise,
peygamberler gönderildikten sonra, kendilerine sorulduğunda böyle cevap
vereceklerdir, demişlerdir. Bir kısım tefsircilere göre ise, peygamberler ve
melekler cehennemin dehşetini gördükleri zaman, hepsi kendi başlarının telâşına
düşecekler ve o #aman Yüce Allah peygamberlerine «Kavminizi Allah'ın birliğine
davet ettiğiniz zaman size ne cevap verdiler?» diye soracaktır. Peygamberler
de: «Bizim onların gizli ve aşikâr yaptıklarından haberimiz yok» derler. Zira
onlar da cehennemin dehşeti karşısında şaşırırlar. Kıyametin ve cehennemin
dehşeti üzerlerinden gittikten sonra, kendileri için tayin edilen makama
gelecekler, dünyada peygamber olarak gönderildikleri kavimlere Allah'ın
emirlerini tebliğ ettiklerini, onların bir çoğunun ise peygamberlerini inkâr
ettiklerini birer birer haber verecekler, şahitlik yapacaklardır. Bütün
peygamberler ve ümmelteri üzerine de Hz. Peygamber (s.a.v.) şahitlik
yapacaktır. Nitekim bu husus N
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde İsa (a.s.)'nın kıssasından bahsederek şöyle buyurmuştur:
'256 MÂİDE
SÛRESİ (cüz: 7, âyet: 110)
«Allah: "Ey
Meryem oğlu İsa, sana ve annene olan nimetlerimi hatırla" demişti. «Seni
Cebrail ile desteklemiştim, beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun.
Sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. Sen iznimle, çamurdan
kuş gibi bir şey yapmış ona üflemiştin de iznimle kuş olmuştu. Anadan doğma
körü, alacayı, iznimle iyi etmiştin. Ölüleri iznimle diriltiyordun.
İsrailoğullarma mucizelerle geldiğinde, onlardan küfredenler: "Bu apaçık
bir büyüdür" demişlerdi de, ben onların sana zarar vermelerini
önlemiştim.»
Allahü Teâîâ İsa
(a.s.)'ya dünyada vermiş olduğu nimetleri zikrederek, âhirette adlini ve
fazlını izhar etmek için şöyle buyuracaktır: «Ey Meryem oğlu Isa, sana ve
anana verdiğim nimetleri hatırla. Sana nübüvvet verip kullanma peygamber olarak
gönderdim. Seni kâfirlerin iftiralarından kurtardım. Anana da velayet makamı
verip seçkin kullarımızdan kıldık. Seni Cebrail ile destekledik ve dilindeki
düğümü çözdük, Beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuştun. Otuz yaşında sana
risâlet verdik, kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettik. Yine hatırla o
mucizeyi ki, çamurdan kuş yapıp içine üfürdün de, bizim iznimizle kuş gibi
uçurdun. Anadan doğma körleri bizim iznimizle gördürdün, alaca hastalığına
yakalananları iyi ettin ve ölüleri bizim iznimizle dirilttin.»
Yüce Allah İsa
(a.s.)'yi bir çok mucizelerle îsrailoğullanna göndermiştir, îsa Aleyhisselâm
peygamber olduğunu onlara isbat etmek için ölüleri diriltmiş, anadan doğma
körleri Allah'ın izniyle gördürmüş, alaca hastalığına yakalananları iyi etmiş,
çamurdan kuş yaparak içine üfürmek suretiyle canlandırıp kuş gibi uçurtmuştur.
Allahü Teâlâ peygamberlerine içinde bulundukları zamana göre mucizeler
vermiştir. Her peygambere verilen mucize ayrı ayrıdır. îsra-iloğulları bu hakikatleri
görmelerine rağmen yine de iman etme-
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7,
âyet: 111)
257
mislerdir. Allahü
Teâlâ îsa (a.sJ'yı onların şerrinden korumuş ve kendisini öldürmek için tuzak
hazırlayanlardan birisini İsa'ya benzeterek, öldürtmüş. Cebrail vasıtasıyla
İsa (a.s.)'yi ela göğe çıkarmıştır. Onlar îsa'ya iman etmedikleri için hepsi
kâfir olmuşlar, içlerinden bazıları ise gösterilen mucizeler karşısında «Bu
açık bir büyüdür» demişlerdir.
Vehb bin Münebbih
şöyle demiştir: «Isa (a.s.) Beyt-i Mukad-des'in bir köşesinde iken şeytan
kendisine yaklaşarak şöyle der: «Yâ îsa, sana Rubûbiyet sıfatı erişti. Çünkü
sen ölüleri dirilttin, beşikte konuştun, anadan doğma körleri gördürdün ve
alaca hastalığına yakalananları iyi ettin. İşte bunlar Rab olduğunun
alâmetidir.» Bu sözleri söyleyen şeytana İsa (a.s.) şöyle cevap verir: «Ey
mel'un, Rubûbiyet ancak Allah'a mahsustur. O'nun izniyle ölüleri dirilttim,
körleri gördürdüm, alaca hastalığına yakalananları iyi ettim.» Şeytan daha sonra
şöyle der: «Yâ İsa, sen yeryüzünün ma'budusun.» îsa (a.s.) da: «Yerlerin ve
göklerin Ma'bûdu Allah'dır. O'ndan başka Ma'bud yoktur» cevabını verir.
Rivayete göre tam o sırada Cebrail, kanadıyla vurarak şeytanı deniz aşırı bir
yere atar.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Havarilere:
"Bana ve peygamberime iman edin" diye ilham etmiştim. "İnandık,
bizim Müslümanlar olduğumuza şahit ol" demişlerdi.»
Yüce Allah İsa
(a.s.)'ya r
Havariler, Allahü
Teâlâ'ya iman ettiklerine ve Hz. İsa'nın risâletini tasdik ettiklerine İsa
(a.s.)'yi şahit tutmuşlar ve imanlarını şöyle açıklamışlardır. «İman ettik.
Hakikî Müslümanlar olduğumuza sen de şahit ol.»
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
J>'
(y*J.\s-*,l>>SJ}r- JW- C.: II - P.: 17
268 MÂIDE SÛRESİ
(cüz: 7, âyet: 112-113)
«Havariler: "Ey
Meryem oğlu İsa, Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?" demişlerdi
de, "İman ediyorsanız Allah'tan korkun" demişti.»
Bu âyet-i celüenin
nüzul sebebi şudur: İsa (a.s.) bir yere giderken etrafında üç bin kişi
bulunurdu. Bunlardan bir kısmı İsa'ya iman eden Havariler, bir kısmı hasta ve
sakatlar, bir kısmı da kendisiyle alay etmek isteyenlerdi. İsa (a.s.)'ya iman
edenler, ondan ayrılmak istemezlerdi, hastalar da onun duasıyla şifa bulmak
için yanında bulunurlardı. Diğer grup ise
alay etmek için yanında bulunurlardı. Bunlar bir gün İsa Ca.s.) ile birlikte giderken bir mağaraya varırlar.
Azıkları bitmiş, mağaraya vardıklarında kimsede yiyecek bir şey kalmamıştır.
Etrafta da yiyecek bir şey bulamazlar, çaresiz kalınca Havarilere müracaat
ederler, «İsa'ya söyleyin de gökten bizim üzerimize bir sofra inmesi için
Allah'a dua etsin, Allah da bize bir sofra indirsin ondan yiyelim, böylece
açlıktan kurtulalım» derler. Bunun üzerine Havarilerden Şemun İsa (a.s.)'ya gelerek isteklerini bildirir. İsa
(a.s.) da Şemun'a şöyle der: «Ey Şemun, eğer hakkıyla iman etmişseniz,
Allah'tan korkun. Nefsiniz için musibet istemeyin.» Şemun, İsa (a.s.)'nm
söylediklerini kavmine haber verir. İsa'nın kavminin Şemun'a vermiş olduğu
cevabı Yüce Allah şu âyetiyle sevgili Peygamberine bildirmiştir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
«Ondan yemeyi, kalbi erimizin kanmasını ve senin bize doğru, söylediğini bilmeyi, ona şahit olmayı
istiyoruz, dediler.»
İsa'nın kavmi Şemun'a
şöyle demişlerdir: «Ey Şemun, biz o sofradan yemeyi, kalblerimizin mutmain
olmasını, İsa'nın peygamber olduğunu ve doğru söylediğini tasdik ederek burada
bulunmayanlara ve bizden sonra gelecek olanlara bu hal üzere şahit olmamız
için istiyoruz.» İsa (a.s.), kavminin Şemun'a böyle söylediğini duyunca bir
köşeye çekilir, iki rekât namaz kılar, Rabbine dua eder. Yüce Allah sevgili
peygamberinin nasıl dua ettiğini şu âyetiyle beyan ediyor.
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7,
âyet: 114-115)
259
Allahü Teâlâ âyet-i
celilesinde şöyle buyuruyor:
«Meryem oğlu İsa:
"Ey Rabbimiz olan Allah'ım! Üstümüze gökten bir sofra indir ki bizim hem
evvelimiz, hem âhirimiz için bir bayram ve senden bir âyet olsun. Bizi
rızıklandır. Sen rızık verenlerin en hayırhsısm" dedi.»
İsa (a.s.) Rabbine
şöyle dua etmişti: «Ey Allah'ım, Ey Rabbim, üzerimize gökten bir sofra indir
ki, hem bizim ve hem de bizden sonrakiler için bir bayram, senin birliğini ve
peygamberini tasdik için de bir delil olsun. Bize bir sofra ihsan ederek
rızıklandır. Zira sen rızık verenlerin en hayırhsısm.» İsa (a.s.) kavminin
isteği üzerine Rabbine dua edince, Yüce Allah duasını kabul eder ve ona gökten
bir nıâide (sofra) indirir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde bunu şöyle beyan buyuruyor :
«Allah: "Ben onu
size elbette indiririm. Fakat ondan sonra içiniz-tfen kim nankörlük ederse
âlemlerden kimseye azap etmediğim şekilde ona azap edeceğim" dedi.»
Yüce Allah İsa
(a.s.)'ya vahyederek şöyle buyurmuştur: «Yâ İsa, senin arzu ettiğin mâideyi ben
indiririm. O mâide indikten sonra 'içinizden benim, birliğimi ve senin
peygamberliğini inkâr eden olurca, dünyada hiç kimseye vermediğim azabı ona
veririm.» Bu mâide •Allah'ın kudretinin eseridir. Bunu görüp de, Allah'ın
birliğini ve Hz. İsa'nın peygamberliğini inkâr edenler hiç kimsenin uğramadığı
bir azaba uğramışlardır. Zira onlar gökten mâidenin inmesiyle Allah'ın
kudretini açıkça görmüşlerdir.
Selmân-ı Fârisî
(r.a.)'den şöyle rivayet edilmiştir: «Hz. İsa ayağa kalkar, yünden dokunmuş
cübbesini giyer, ayakta durur, el bağlar, dua etmeye başlar, bu sırada o kadar
ağlar ki, sakalı ve yakaları ıslanır. Hem ağlar, hem duaya devam eder. Dua
esnasında gökten bir sofra iner. İsa (a.s.) ve yanında bulunanlar bunu
görürler. İsa (a.s.) gökten sofranın indiğini görünce ağlayarak şöyle dua eder:
«Ey Rabbim, bu mâideyi bizim için rahmet kıl, helakimiz için sebeb kılma.»
Gökten inen bu mâide gelip İsa'nın ellerinin üzerinde durur. İsa «Bismillah»
diyerek sofranın üzerini açar, şu nimetlerle karşıla-
260 MÂlDE SÛRESİ
(cüz: 7, âyet: 114-115)
şır: Pişmiş kılçıksız
balık, balığın baş tarafında tuz, kuyruk tarafında bir kâse içinde sirke,
etrafında da çeşit çeşit sebzeler bulunmaktadır. Bunlardan başka beş adet de
çörek bulunmakta idi ki, birincisinin üzerinde zeytin, ikincisinin üzerinde bal,
üçüncüsünün üzerinde yağ, dördüncüsünün üzerinde peynir, beşincisinin üzerinde
kurumuş et bulunuyordu.
İsa Ca.s.)
etrafındakilere gelin, dilediklerinizden yiyin, Allah, istediğinizi ihsan
etti» der. Bunun üzerine kavmi «Ey Allah'ın ruhu önce bundan siz yiyin» derler.
İsa (a.s.) onlara şöyle cevap verir: «Bu taamları yemekten Allah'a sığınırım.
Bunlar muhtaçlar, bu mâide-nin gelmesini arzu edenler, cüzzam hastaları, körler
ve kötürüm. olanlar yesinler ki, kendileri için bir şifadır, başkaları için
ise felâket ve .musibettir.» Bu durumda olup da Hz. İsa (a.s.)'nm yanında
bulunanlar b'n üçyüz kişi kadardı. Hepsi Allah tarafından gönderilen mâi-deden
doyasıya yediler ve sofradan ayrıldılar. Balığın sanki hiç el vurulmamış gibi
durduğunu gördüler. Daha sonra sofra herkesin gözünün önünde tekrar göğe
kalktı. O sofradan yiyen hastalar şifa buldular, fakirler ve muhtaçlar zengin
oldular. Yemeyenler ise pişman oldular. Bu sofra kırk gün kuşluk vaktinde
inmiş, zevalden sonra yine göğe kalkmıştır. Her inişinde kadın erkek toplanıp
yemişlerdir. Kırk günden sonra ise gün aşırı inmeye başlamıştır.»
Allahü Teâlâ İsa
(a.s.)'ya vahyederek, sofradan fakirlerin, sakatların, muhtaçların yemesini,
inkarcıların ise yememesini emretmiştir. Bu nimetlerden mahrum kalan münkirler
Allah tarafından gönderilen sofraya iftira ederek yiyenleri de şüpheye
düşürmüşler ve şöyle demişlerdir: «Siz bu sofrayı hakikî sofra mı zannediyorsunuz?
Bu İsa'nın bir sihridir, Hak tarafından geldiğine inanmayın.» Sofradan yiyenler
de bu sözlere kanmışlar, sofrayı inkâr etmek suretiyle kâfir olmuşlardır.
Yüce Allah İsa
(a.s.)'ya vahyederek şöyle buyurmuştur: «Yâ İsa, ben bu kavme şart koştum, eğer
bu mâideyi inkâr ederlerse dünyada kimseye azap etmediğim, şekilde onlara azap
edeceğim.» İsa (a.s.) İse şöyle niyazda bulunmuştur: «Ey Rabbim, bunlar senin
kullarındır, azap edersen de, affedersen de hüküm senindir. Sen hükmünde galipsin.»
Onlar Allah tarafından gönderilen mâideyi inkâr ettikleri için, Yüce Allah
onların yüzlerini domuz suretine çevirmiştir. Bu, onların dünyadaki
azaplarıdır. Âhiretteki azapları ise çok daha elim olacaktır. Allah,
inkarcıları böyle cezalandırır.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor:
MÂlDE SÜRESİ (cüz: 7,
âyet: 116-118)
261
«Allah: "Ey
Meryem oğlu İsa, insanlara Allah'ı bırakıp da beni ve anamı iki tanrı edininiz
diyen sen misin?" dediği zaman o, şöyle söyledi: "Seni tenzih ederim,
hakkım olmayan bir sözü söylemekli-ğim bana yakışmaz. Eğer söylemişsem şüphesiz
sen onu bilirsin. Sen benim içimde olam bilirsin, ben senin zatında olanı
bilemem, doğrusu görülmeyeni bilen ancak sensin."»
Allahü Teâlâ kıyamet
günü Hıristiyanların yalanlarını meydana çıkarıp kendilerini rüsvay etmek için
İsa (a.s.)'yi ve Hıristiyanları jnahşer yerine toplar ve şöyle hitap eder: «Yâ
İsa, bu insanlara Allah'ı bırakın da anamla bana tapın, bizi ma'bud edinin
diyen sen misin?» Bu ilâhî hitap karşısında Hz. İsa titremeye başlar ve şöyle
der: «Ey Rabbim, seni bütün noksan sıfatlardan tenzih ederim. Hak olmayan bir
sözü söylemek ve Allah'ı bırakın da bizi ma'bud edinin demek bana asla
yakışmaz. Eğer böyle bir şey söylemişsem şüphesiz sen onu bilirsin. Sen benim
gizlediklerimi de, açıkladıklarımı da bilensin. Fakat ben senin zatında olanı
asla bilemem, doğrusu gaybı bilen yalnız sensin.» Bundan sonra Yüce Mevlâ İsa
(a.s.)'mn Rabbi-ne nasıl niyazda bulunduğunu sevgili Peygamberine şu âyetiyle
bildirmiştir.
Allahü Teâlâ âyet-i
celîlesinde şöyle buyuruyor :
«Ben onlara sadece
"Rabbim ve Rabbimiz olan Allah'a kulluk edin" diye bana emrettiğini
söyledim. Aralarında bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü îdim. Fakat
vaktâ ki sen beni aldın, üstlerinde murakıp yalnız sen old un. Sen her şeye
şahitsin" demişti.»
«Onlara azap edersen,
şüphesiz ki onlar senin kullarındır. Onları bağışlarsan, yine şüphe yok ki,
azîz ve hakîm olan ancak sensin.»
262 MÂÎDE SÛRESÎ
(cüz: 7, âyet: 119-120)
İsa Ca.s.) Rabbine
şöyle niyaz eder: «Ben onlara sadece "Rabbim ve Rabbimiz olan Allah'a
kulluk edin" diye bana emrettiklerini söyledim. Aralarında bulunduğum
müddetçe senin emirlerine muhalefet etmemeleri için üzerlerinde bir kontrolcü
idim. Beni aralarından aldıktan sonra, onların üzerine murakıp yalnız sen
oldun. Yaptıklarını ve söylediklerini yalnız sen bilirsin. Sen her şeye
şahitsin, hiçbir şey senin bilginden gizli değildir. Eğer onlara azap edersen,
onlar senin kullarındır, şayet affedersen şüphe yok ki, aziz ve hakim olan
ancak sensin.»
Soru: Hz. İsa (a.s.)
kâfirler için mağfiret dilenmeyeceğini bildiği halde neden onlar için
Allah'tan böyle bir istekte bulundu?
Cevap: İsa (a.s.)
kâfirler için mağfiret dilememiştir. Onların bir kısmının tevbe edip küfürden
döndüğünü biliyordu. Aslında şunu demek istiyordu: «Allah'ım küfür üzere
ölenlere azap edersen, şüphesiz ki onlar senin kullarındır. İçlerinden küfürden
dönüp tevbe edenler olursa, onlara mağfiret et. Şüphe yok ki, hüküm ve hikmet
sahibi sensin. Senin hükmüne kimse mani olamaz.» Böylece İsa Aley-hısselâm
tevbe edenler için Rabbinden mağfiret dilemiştir.
Yüce Allah iman eden
kullarını bağışlar, iman etmeyen kullarına ise inkârlarının cezasını verir.
Aliahü Teâlâ âyet-i
celüesinde şöyle buyuruyor:
«Allah: "Bu,
doğrulara doğruluklarının fayda verdiği gündür, ebedî ve temelli kalacakları, altlarımdan
ırmaklar akan cennetler onlarındır. Allah onlardan razı olmuştur, onlar da
Allah'tan razı olmuşlardır, bu büyük kurtuluştur" buyuracak:»
«Göklerin, yerin ve
onlarda bulunanların hükümranlığı Allah'ındır. Allah her şeye kadirdir.»
Aliahü Teâlâ İsa
(a.s.)'ya kıyamet günü şöyle hitap eder: «Bugün, Allah'ın birliğini,
peygamberlerini ve kitaplarını tasdik edenlere doğruluklarının ve imanlarının
fayda verdiği gündür. Bugün onlar imanlarının karşılığını göreceklerdir. Altlarından
ırmaklar akan,
MÂİDE SÛRESİ (cüz: 7,
âyet: 119-120)
263
içinde ebedi
kalacakları cennetler onlarındır. Oradan bir daha çıkın ayacakl ardır.»
Dünyada yaptıkları
ibadetler sebebiyle Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah'dan razı
olmuşlardır. Mü'min için en büyük saadet Allah'ın rızasını kazanıp cennete
girmektir. Bu nimeti Yüce Allah iman edenlere tahsis etmiştir. Zira her
padişahın ihsanı kendi büyüklüğüne göredir. Memleketi ve saltanatı azametine
uygundur. Bütün mevcudatta Aliahü Teâlâ'nın azametinden daha büyük azamet
yoktur. Çünkü var olan her şey O'nun mahlûkudur. O'nun saltanatından ve
memleketinden daha büyük saltanat ve memleket yoktur. Yerlerin ve göklerin
sahibi O'dur, her şeyin tasarrufu O'nun elindedir. O, dilediğini var eder,
dilediğini yok eder, dilediğini öldürür, dilediğini diriltir. Kimini yükseltir,
kimini alçaltır, kimini aziz eder, kimini zelil eder.* O her şeye kadirdir,
O'nun işine kimse mani olamaz, Hâlik-ı Zülcelâl O'dur. Saadet O'nun emrine
itaat edip, hükmüne teslim olanlarındır. Emrine itaat edip, hükmüne teslim
olanlar iki cihanın saadetine ulaşacaklardır.
Kâfirler ise dünyada
ve âhirette ebedî azaba uğrayacaklardır. Allah'ın azabından kimse onları
kurtaramayacaktır. Onlar iki cihanda da zelil olacaklardır. Çünkü onlar
dünyada iken nefsi arzularına uyarak Allah'ın birliğini, peygamberleri ve
Kur'an'ı inkâr etmişlerdir. Dünyaya tamah ederek âhireti unutmuşlar, azaba uğrayacaklarını
hiç düşünmemişlerdir. Böylece iki cihanda ziyana uğrayanlardan olmuşlardır.
İşte o zaman yaptıklarına pişman olacaklardır.