"Sana Neyin Helal Kılındığını Sorarlar..." -
Temiz Olan Şeylerin Helal Kılınması Ve Ehli Kitab
Ehli Kitab'ın Gizledikleri Ve Rasulullah'ın Tavrı
İsrailoğulları'nın Hz. Musa'ya Karşı Tavırları
Allah Ve Elçisiyle Savaşanların Cezası
Hz. Peygamber'e Tebliğ Amaçlı Öğütler
Ancak Mü'minler Birbirlerinin Dostudur
Yahudi Ve Hristiyanları Dost Edinmek
Dini Alay Konusu Edinenlerle Dostluk Kurmak
"Size Geldiklerinde İnandık Derler"
"Yahudiler Allah'ın Eli Sıkıdır Dediler"...
"Eğer Kitap Ehli İman Edip Sakınsalardı..."
Allah Katından İndirilenlerin Yaşamlaştırılması
Allah, Onların Şirk Koştuklarından Münezzehtir
İsrailoğulları Kendi İnkarları Nedeniyle Lanetlenmişlerdir
"Onlardan Çoğunun İnkara Sapanlarla Dostluklar Kurduklarını
Görürsün..."
Mü'minlere Karşı En Şiddetli Düşman Yahudi Ve Müşriklerdir
Allah'ın Helal Kıldığını Haram Kılmak
"Allah, Beyt-İ Haram Olan Ka'be'yi İnsanlar İçin Bir Kıyam Evi
Kıldı"
Müslümanlar Kur'an'ın Emrettiği Şeyleri Sorup Öğrenmelidirler
Kur an daki
Sırası : 5
Nüzul Sırası : 110
Ayet Sayısı : 120
İndiği Dönem : Medine
Bu sûrede ibadi,
sosyal, ahlaki, siyasi ve şahsi hükümleri kapsayan birçok bölüm vardır.
Mesela: Anlaşmalara saygılı olmanın farziyyeti, hac gelenekleri, hiç bir
düşmanlık ve kinden etkilenmeksizin hacıların emniyetini sağlamak ve bu sebeple
iyilik ve takvada yardımlaşma, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmama emri, hayvan
etinin yenmesinin yasaklandığı haller, av hayvanlarını avlamanın helal oluşu,
Ehli Kitab'ın yemeklerinin müslü-manlara helal olması ve müslümanların
yemeklerinin de onlara helal olması, onların kadınlarıyla evliliğin helal
olması, abdest ve temizliğin erkanı, teyemmüm ruhsatı, düşmanlık ve kinden
etkilenmeden şahitlikte adaletin desteklenmesi, temizi (helali) haram saymanın
yasaklanması, yeryüzünde fesat çıkarmanın ve hırsızlığın cezası ve yeminin
kefareti yasalarının konması, şarabın, kumarın, dikili putlara, kumar
araçlarına kesilen kurbanların yasaklanması, deniz avının helal kılınmasıyla
beraber hacc da kara avının yasaklanması ve kefaretinin konması. (Eti yenen)
hayvanlarla ilgili bazı cahiliyye adetlerinin kınanıp aşağılanması, hacc ve
Kabe ile ilgili geleneklerde ısrar ve onların faydaları, terekat (ölenin geride
bıraktığı mallar vs.) ile ilgili şahitlik ve şahitliğin doğruluğunun
araştırılması, prensiplerinin konması gibi.
Yine sûrede hrıstiyan
ve yahudilerle ilgili birçok bölüm vardır. Sûre; Onları İslam'a davet edip
onların kendilerine gelen nebilerin risaletine kulak vermelerini isterken,
Kur'an'ın kendisinden önce gelen kitapları tastik edici olduğunu, yahudilerin
amel ve hilelerini, şu anki ahlak ve konumlarının geçmişle, babalarının ahlak
ve konumlarıyla olan ilgisini, Arz-ı Mu-kaddes'e girişle ilgili Musa'ya
yaptıkları tacizi tasvir eder. Adem'in iki çocuğundan birinin kardeşini
öldürmesini, cürümlerinin hükümlerinden yahudi şeriatının kapsadığı şeylerin
ifade edilişini ve şeriatların bir diğerinden farklı oluşunun hikmetini
anlatır. Yahudi ve müşriklerin, müslümanlara düşmanlık ve kendilerinden
sakınılmak bakımından insanların en kötüleri olduğunu belirtir, hrıstiyan ve
yahudilerden müslümanlara düşman olanlara ve onların dinleriyle alay edenlere
velayet/dostluğun yasaklanması ve dostluğun müslüman-lar arasında olmasının
farziyyeti ifade edilir, hrıstiyanların Mesih ve annesi ile ilgili akideleri
kınanır. Hrıstiyanlardan bazılarının Peygamber (s)'e iman ettiklerine dair
bilgiler verilir, hrıstiyanların sevgi bakımından müslümanlara en yakın
insanlar olduğu belirtilir. Mesih'in Is-railoğullan'na gönderilişi ve O'nun
getirdiği mucizeler ve bu mucizeler karşısında onların istekleri üzerine gökten
bir sofranın indirilmesi sözkonusu edilir. Bu sebepledir ki, sûre sofra ile
Imaide) anılır.
Bu bölümler arasında
yer yer bunları dolaylı olarak tamamlayan ve izleyen, hatırlatma ve destekleme
amaçlı bir takım öğütler ve ibret levhaları da yer almıştır.
ibn Kesir, imam Ahmet
b. Hanbel'in, Esma b. Yezid'ten tahriç ettiği bir hadiste Esma demiştir ki:
"Ben Peygamber (s)'in Adba (adındaki) devesinin yularını tutarken ansızın
Ma-ide sûresinin tamamı O'na indi. Az kalsın sûrenin ağırlığından devenin ön
bacakları kırılıyordu." Yine ibn Kesir, ibn Mürdeveyh'ten, o da Ümmü
Amr'dan, o da amcasından "Kendisinin (amcanın) Peygamber (s) ile beraber
olduğu bir yolculukta Maide Süresi'nin ona indiğini, sûrenin ağırlığından
devenin boynunun kırıldığını" anlatan bir hadis rivayet etmiştir.
Ve yine imam Ahmet b.
Hanbel'in, Abdullah b. Amr'dan tahriç ettiği hadisi ibn Kesir aktarır.
(Abdullah) dedi ki: "Peygamber (s) devesinin üzerinde olduğu halde O'na
Maide sûresi indirildi. Devenin gücü Onu taşımaya yetmedi Peygamber hemen ondan
indi".
Yine aynı şekilde
Tirmizi'nin Abdullah b. Amr'dan rivayet ettiği şu hadisi nakleder: Abdullah b.
Amr şöyle dedi: "inen en son sûre Maide ve Feth[1] sûreleridir.
Hakim'in Cübeyr bin Nefir'den tahriç ettiği bir hadiste (Cübeyr) dedi ki:
"Ziyaret için Aişe'nin huzuruna girdim. Bana dedi ki: Ya Cübeyr Maide'yi
okuyor musun? Evet dedim. Dedi ki: Dikkat et O indirilen en son sûredir. Her
neyi onda helal olarak bulursanız onu helal kabul ediniz ve neyi haram
bulursanız onu haram kabul ediniz."
Kendisinden önceki
Taberi, Beğavi ve Zemahşeri gibi diğer müfessirler de rivayet ettikleri için
İbn Kesir bu hadisleri münferit kabul etmemiştir. Onlardan kimisi hadisin tamamını,
kimisi bir kısmını nakletmiştir. Taberi'nin ikrime'den aktardığı rivayette
fazlalık vardır. Buna göre Ömer bin el Hattab şöyle dedi: "Maide sûresi
Cuma gününe tevafuk eden Arefe gününde indi"[2]
Bu hadisler insanı
hayrete sürüklüyor. Süre çok çeşitli bölümleri kapsamaktadır. Ve mânâsı,
sürenin farklı zamanlarda çeşitli aralıklarla inidirildiğini kuvvetle ilham
etmektedir. Ayetlerin bir kısmının mânâsı aynı şekilde kesinlikle gösteriyor ki
sürenin bir kısmı tertip itibarıyla kendisinden önce olan sûrelerdeki diğer
bir takım bölümlerden önce inmiştir. Yahudilerle ilgili bölümler gibi. Bu
bölümlerin yahudiler Medine'de büyük bir kitle oluşturdukları bir zamanda
indiğini söyleyebiliriz. Ya da en azından bu bölümler Ahzab süresindeki Beni
Kureyza ve el Ahzab olayları ile ilgili bölümlerden önce inmiştir. Yani
Medine'de ya-hudi topluluğundan arta kalan en son kabile olan Kureyza'nın
cezalandırılmasından önce inmiştir. Ve yahudilerle olan dostluklarından ve
"Biz aleyhimize gelecek bir tufandan korkarız* şeklinde sözlerinden
dolayı münafıkları kınayan bölümler gibi. Ve yine aynı şekilde sürenin bir
kısmının kapsamı, onun herhâlükârda Hudeybiye barışının ardından, Mekke'nin
fethinden önce indiğini gösterir. Müşriklerin görüldükleri her yerde
öldürülmesini ve necis olduklarından dolayı onların Mescid-i Haram'a
yaklaşmalarının menedilmesini emreden Tevbe süresinin nüzulünden önce indiği
de kesindir. Çünkü Maide Sûresi'nin bir bölümü, sözleşme ve anlaşmaların
yerine getirilmesini emretmiş ve müslümanları Mescid-i Haram'dan alıkoyan Mekke
ahalisine bir intikam olarak Allah'ın evinin ziyaretçilerinin Mekke'ye hacc
için gelmelerinin engellenmesini yasaklamıştır. (Hadis rivayetlerinin) aksine
bu bölümlerin bu konuya delaleti neredeyse kati oluyor.
Bütün bunlar, Maide
sûresinin bir defada indiğini ve onun Kur'an'ın en son inen süresi olduğunu
içeren hadislere kuşkuyla yaklaşmamıza neden oluyor. Biz diyoruz ki tenzilin
hikmetinin gerektirdiği tüm bölümlerin indirilişin tamamlanmasından sonra
sûrenin bölümleri biraraya getirilmiştir. Sûrenin bazı bölümlerinin inişinin
Peygamber asrının son zamanlarına kadar gecikmiş olması ve bunun üzerine
sûrenin bir araya getirilmesinin de bu dönemin sonlarına geciktirilmesi
kuvvetle muhtemeldir.
Bizim
esas aldığımız mushaf, sûrenin Fetih sûresinden sonra tertip edildiğini rivayet
ediyor. Bunu başka bir rivayet de aktarmaktadır. Bir anda burada tertiple
ilgili aktarılan rivayetler sûrenin tertibini bir kaç sûreden sonra ve
Fetih'ten[3]
sonraya almaktadır. Biz esas aldığımız mushafı izledik. Fetih sûresinden sonra
tertip edilmesi ile ilgili rivayetlerden ilk akla gelen, sûrenin başlangıcıdır
ki biz onun Hudeybiye barışından kısa bir süre önce nazil olduğunu tercih
etmiştik. Allah en iyi bilendir. [4]
Rahman Rahim Allah'ın
Adıyla
1- Ey iman
edenler akitleri'[5] yerine getiriniz. Siz
ihramda'[6]' iken
avı helal saymaksızın'[7]' size
okunacaklar dışında hayvanlar size helal kılındı. Şüphesiz ki Allah dilediği
hükmü verir.
2- Ey iman edenler ne Allah'ın işaretlerine'[8]' ne
haram aya ne kurbana'[9]' ne
gerdanlıktı kurban)lara'[10] ve
ne de Rable-rinin lütuf ve rızasını arzu ederek Beyt-i Haram'a doğru yönelip
gelenlere'[11]' sakın saygısızlık
etmeyiniz. İhramdan çıkınca avlanın. Sizi Mescid-i Haram'dan çevirdiklerinden
dolayı bir topluluğa olan kininiz'[12]'
sakın sizi haddi aşmaya sevketmesin'[13]'
İyilik ve takva üzerinde yardımlasınız. Allah'tan korkun muhakkak ki Allah
azabı şiddetli olandır.
Birinci Ayette:
1-
Akitlerini yerine getirme hususunda müslümanlara bir emir vardır.
2-
Kendilerine okunacak Kur'an'da bazı hallerden dolayı haram edilenler hariç Allah'ın
onlar için hayvanları helal kıldığına ve buna ek olarak ihram halinde iken avı
helal saymamalarına dair onlara ilan vardır.
3- İhram
halinden çıktıktan sonra kendilerine avın mubah olması hükmü vardır. Ayet,
"Allah dilediğiyle hükmeder" hatırlatması ile son bulmaktadır.
İkinci Ayette:
1- Allah'ın
kullarına, haram aya, kurbana ve Allah'a kurbanlar olarak adanmış ger-danlılara
olan saygıyı ihlal etme hususunda müslümanlara yasaklama vardır.
2- Beyt-i
Haram'ı ziyarete yönelenlere ve bununla Allah'ın rahmet ve iyiliğini isteyenlere
düşmanlık hususunda aynı şekilde bir yasaklama vardır.
3-
Kendilerini Mescid-i Haram'dan alıkoymaları sebebiyle bir kavme olan kin ve öfkelerinin,
onları zulme ve düşmanca davranmaya sevketmesinin caiz olmadığına dair
müslümanlara bir uyarı vardır.
4- İyilik ve
lakva bulunan şeylerde yardımlaşma ve kaynaşma hususunda onlara bir emir
vardır. Günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmaya dair de bir yasaklama vardır.
Ayet Allah'tan
korkmayı emretmekte ve kesinlikle Allah'ın azabının şiddetli olduğu uyarısıyla
bitmektedir. Bu öyle bir uyarıdır ki, onda, haramlarını çiğneyenlere, emir ve
yasaklarına tecavüz edenlere bir ihtar vardır.
[14]
Müfessirler birinci
ayetin nüzulü ile ilgili bir sebep rivayet etmemişlerdir. İfade ve deyimlerin
neye işaret ettikleri hususunda ise görüşleri pek çoktur.
İlk olarak Taberi'nin,
İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre birinci fıkranın emrettiği akillerden
kastedilen, Allah'ın müslümanlar üzerine zorunlu kıldığı akillerdir ki bunlar,
O'nun helal saydığı, haram ettiği, farz kıldığı ve hadlerden açıkladığı
şeylerle alakalıdır.
Bu akitlerin cahiliyye
akitleri olduğunu, Rasulullah'ın: "Cahiliyye akdini yerine getiriniz.
İslam döneminde yeni bir akit yapmayınız" buyurduğunu Taberi, Katade'den
rivayet etmişlir. Buna destek olarak da Taberi şu rivayeti yapmıştır: Fırat
İbn Hayyan el-İcli Rasulullah'a cahiliyye antlaşmaları hakkında sordu.
Rasulullah: "Sanırım sen Lahm ve Teymullah kabilelerinin yemininden
soruyorsun" dedi. Fırat: "Evet" dedi. Rasulullah: "İslam
ona, pekiştirmeden başka birşey eklememiştir" dedi.
İbn Zeyd'den yaptığı
bir rivayette de ayette yerine getirilmesi emredilmiş olan akitler; nikah
akti, yemin akli, sözleşme akti ve antlaşma aktidir. Ve Taberi'nin ismini vermediği
diğer bazılarının sözü olarak aktardığı bir rivayete göre de bu, Tevrat ve
İncil'de Peygamber (s)'i tasdik ile ilgili olan kısımlarla amel etmeleri ve
Allah'ın kendilerini sorumlu tuttuğu bu misakı yerine getirmeleriyle alakalı
olarak Ehli Kitab'a yönelik bir emirdir.
Garip görünen son
görüşün dışında önceki görüşlerin tümü, Kur'an ibaresinin taşıdığı mânâlara
uygundur. Çünkü ayette hitap mü'minlere yöneliktir. Nitekim Taberi: "Görüşlerin
doğruya en yakın olanı İbn Abbas'ın sözüdür" demiştir.
Müfessirlerin sözleri,
Taberi'nin aktardığı ve cümle ile alakalı tüm görüşleri kapsayan rivayetlerin
çerçevesini aşmadı. Sonra açıklayacağımız üzere ikinci ayetin ışığında aklımıza
ilk gelen, bunun Hudeybiye barışı akdine saygılı olma emriyle ilgilidir.
Açık olan şudur ki,
cümle, müslümanların Allah'la ve insanlarla olan anlaşma ve sözleşmelerine her
zaman saygılı olmalarını ve her halükarda onları ihlal etmemelerini ifade eden
yüce ve sürekli bir talimat içermektedir.
O, pek çok Mekki ve
Medeni sûrede çeşitli üsluplarla ifadesi tekrarlanan bir talimattır.
Dolayısıyla "bu, muhkem olan en önemli Kur'an ilkelerinden biridir"
dense doğru olur.[15]
Biz akdi, meşru olması
şartıyla sınırladık. Çünkü müslümanlar arasında veya müslü-manlarla diğerleri
arasında olan herhangi bir karşılıklı anlaşmada yer alan ve Allah'ın
Kur'an'daki ve Rasulünün sünnetindeki emir ve yasaklarına aykırı olan her şart
ve sınırlama geçersizdir. Bu kendisinde şüphe ihtimali olmayan bir durumdur.
Ve şüphesiz bunu destekleyen Nebevi hadisler rivayet edilmiştir. Birinde şöyle
denilmektedir:. "Müslümanlar arasında anlaşma caizdir. Bir helali bir
haram kılan veya bir haramı helal kılan anlaşma hariç. Müslümanlar şartlara
riayet ederler".[16]
Aişe'den gelen diğer bir hadis de şöyledir: "Peygamber (s) insanlar
arasında ayağa kalktı, Allah'a hamd etti, O'nu övdü, sonra dedi ki: "Bazı
adamlara ne oluyor ki Allah'ın kitabında olmayan şartlarla şart koşuyorlar.
Allah'ın Kitabı'nda olmayan hiçbir şart yoktur ki geçersiz olmasın. Yüz şart
olsa bile Allah'ın hükmü en gerçektir. Allah'ın şartı en sağlamdır ve ancak
velayet hakkı hürriyyeti verenindir (Azad edenindir)".[17]
İkinci olarak Taberi
Katade'den rivayet etmiştir ki: "Size okunanlar hariç en'anı denen
hayvanlar size helal kılındı" cümlesi, Kur'an'da zikredilen yasak haller
dışında mutlak olarak en'am'ın (büyük ve küçükbaş hayvan-deve, sığır, koyun
keçi gibi) etini helal kılmak içindir. Bu (yasak) haller ise ardından gelen
cümlenin anlattıklarıdır. "İhramda iken avı helal saymamak şartıyla"
veya farklı görüşler olmakla birlikte, sûrenin 3. ayetinin anlattıklarıdır.
Yine Taberi'nin aynı
şekilde İbn Ömer ve İbn Abbas'lan yaptığı bir rivayete göre, cümle kesilen
hayvanın karnında ölü bulunan yavrunun yenmesinin helal kılınmasını gösterir.
Ve aynı şekilde Rebi İbn Enes'ten "behimetü'l-en'am" ibaresinin tüm
yaban sığırlarını ceylan ve bunların benzerlerini kapsadığını ve cümlenin tüm
hayvanların helal olduğunu anlattığını ifade eden bir rivayeti aktarmaktadır.
Ve Taberi tüm görüşlerden sonra şöyle demektedir: "Bu görüşlerin doğruya
en yakın olanı; Kur'an'da yasaklananlar hariç, içindeki yavrusu, tüm parçalan
ile en'amın (büyük ve küçük baş tüm hayvanların) tamamen helal olmasıdır.
Fakat o, av olarak avlanan yaban sığırının ve ceylanın enamdan olduğunu kabul
etmemiştir.
Beğavi, cümlenin
kesilen annesinin karnındaki ölü yavrunun helal oluşu ile alakalı olduğuna dair
bir rivayet zikreder ve bunu destekler mahiyette de Ebu Said'den bir hadis
aktarır. Bu hadisde: "Ya Rasulullah biz deveyi boğazlarız, sığın ve koyunu
keseriz ve karnında cenini buluruz onu atalım mı? Yoksa yiyelim mi?" diye
sorulmuş; Hz. Peygamber de: "Dilerseniz onu yiyiniz. Çünkü onun
boğazlanması (zekatı) annesinin bo-ğazlanmasıyladır"[18] buyurmuştur.
Buna ilaveten Katade
ve Hasan'dan yapılan rivayetlere göre cümleden anlaşılan mânâ, cahiliyye
toplumunun kendilerine haram kıldıkları şeylerin helal kılınmasıdır.
Galip gelen görüşe
göre Arap örf ve adetlerinden kaynaklanan ve En'am Sûresi 138-139. ayetlerinde
anlatılan helal saymalar ve haram kılmalar burada kastedilmektedir. Bu
ayetlerin tefsirinde açıkladığımız gibi ayetler, onları cevaplamış ve onları
Allah'a iftira etmekle suçlamıştır.
Diğer tefsir kitaplarında
bundan fazla birşey yoktur.[19]
Kendisinden sonra cümlenin ışığında -ki o cümle "İhramda iken avı helal
saymamak şartıyle" cümlesidir- aklımıza gelen şu ki, cümlenin maksadı veya
maksatlarından birisi müslümanlar ihramlı durumunda iken onlardan hayvanların
boğazlanması ve etlerinin yenmesi hususundaki güçlüğün kaldırılmasıdır.
Kur'an'da anlatılan haller hariç tutulmak şartıyla.. Çünkü Vrayvan-lann mutlak
mânâda helal kılınışı önce geçen Mekki ve Medeni pek çok ayette geçmiştir.
Bunlardan Hac sûresi 30. ayet, aynen burada gelen ibare gibi bir ibare ile
gelmiştir. O da şudur: "Bütün bunlar (Allah tarafından öngörülmüştür); Kim
Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse o (hareketi) Rabbinin yanında kendisi
için iyidir. Size (ayetlerle) oku(nup açıkla)nanlar dışındaki hayvanlar sizin
için helal kılınmıştır. Artık o pis putlardan ve yalan sözden kaçının."
Çok uzak olarak ve
zorlanarak ibareye ölü cenin mânâsı verildiği gibi burada da bu mânâyı
verdirecek herhangi bir hikmet görülmemektedir. Bu Ebu Said hadisinin kapsadığı
habere de aykırı değildir. Bu haber kendisinin veya başkasının Rasulullah'a
annesinin karnından çıkan ölü yavrunun yenmesi ile ilgili sorusu idi. Bu hadis
asla bu ibarenin tefsiriyle ilgili varid olmamıştır, olamaz da.
Üçüncü olarak akla ilk
gelen şudur ki, "ihramda iken avı helal saymamanız şartıyla" cümlesi
kendisinde önceki hayvanların helal kılınmasıyla ilgili cümleden istisna olarak
gelmiştir. Ve ihramlı durumda iken avın yasak olduğu hükmünü kapsar. Bazı
müfessir-ler.[20] "siz ihramlı
iken" cümlesini "siz ihramlı bir konumda iken" şeklinde
yorumlamışlardır ve bu hali İslam ahkamına uygun bir şekilde açıklamışlardır.
Bu da erkeklerin Mekke haremine girmeden önce, Arafat'ta vakfe yapmadan hemen
önce ve Kabe'yi ilk defa ziyaret sırasında ve Arafat'ta vakfeye dururken
dikişsiz elbiseler ve izarlar (belden aşağı örten giysi) giymeleri, saç
kısaltma ve sakal traşı olmamaları süslenmemeleri ve güzel koku sürünmemeleri ve
hanımlara yaklaşmamalarıdır.[21]
Bakara 196-203. ayetlerinin tefsirinde açıkladığımız gibi, müfessirler bunun
üzerine ilave yaparak demiştir ki, ihramlı olma hali aynı şekilde harem
mıntıkası dahilinde bulunmayı da ifade eder.
Birinci görüşe göre;
müslüman, ihramından çıkınca hac aylarında ve hac ile umre arasında mubah
şeyleri yaparken kendisine av helaldir. İsterse harem bölgesinde bulunsun.
İkinci görüşe göre;
harem bölgesinde av asla helal olmaz; isterse ihram elbiselerini giymiş,
isterse ihramdan çıkmış olsun. Ancak bu bölgenin dışında helal olur. Hac aylan
süresince dahi olsa böyledir.
Şu veya bu fakihlerin
hac ahkamı ve töreniyle alakalı yaptıkları açıklamalar ve ifadeler, rivayet
edilen hadislere dayanmaktadır.
Arap kaynaklan haram
aylardaki dokunulmazlığın İslam'dan önce tüm Arap beldelerini kapsadığını
anlatmaktadır. Sadece Mekke haremi ve hacılanyla sınırlı değildi. Ve av bu
aylarda yasak sayılıyordu.
Bu dokunulmazlık hali
ideal bir durumdu. Bu, haram aylar süresince her kişiye değer verilmesi,
savaşın ve avın yasaklanmasıdır.
Buna göre Kur'an,
hafiflik ve kolaylık hedefleyen bir düzenleme içerrniştir. İhram halinde hayvan
kesimi helal kılınırken avın haram kılınmasının sebep ve hikmetiyle ilgili bir
soru akla gelebilir. İslami bakış açısıyla İslam, eski bir adeti rayına
oturtarak yerleştirdi. Bu da müslümanlann lehine bir kolaylık içeren bir
değişiklik yapmakla beraber haram aylann kutsallığı ve haram aylarda savaşın
ve kan dökmenin yasaklanması-dır.
Bu sûrede başka bir
münasebetle açıklanacağı üzere mutlak mânâda deniz avının helal kılınması bu
değişiklik cümlesindendir. Ama İslam öncesi yönüyle bu konunun incelenmesine
koyulmayacağız. Belki sebep, korkması mutad olan veya kendisini emniyette
hissetmeyen kimseye güven vermek olabilir. Yine gelenek gereği yay ok ve mızrak
gibi savaş silahlanna benzer silahlarla silahlanmış olan avcının kovaladığı
kuşlan ve haram kapsamındaki ürkütmemek ve korumak da istenmiştir. Bu
anlatılanlar evcil hayvanlar için söz konusu değildir.
Birinci ayetle alakalı
bir husus da şudur: İbn Kesir Şia'dan bazılarının "Ey iman edenler!"
cümlesiyle ilgili İbn Abbas'a nisbet ettikleri bir rivayeti aktarmaktadır. İbn
Abbas demiş ki: "Kur'an'da 'Ey iman edenler' diye hiçbir ayet yoktur ki,
Ali onun sey-yidi ve şerifi ve emiri olmasın. Ve Peygamber (s)'in ashabından
hiçbirisi yoktur ki Kur'an'da kınanmamış olsun, Ali b. Ebi Talip hariç".
Bu yorum hakikat ve
mantıkla bağdaşmayan ilginç aşırılıklardandır. Ali b. Ebi Talip'in yüce
kadrine saygı duymakla beraber bu yanlıştır. Nitekim İbn Kesir de bunu Şia'nın
taşkınlığı olarak kabul edip reddetmiştir.
Ve şimdi ikinci ayete
geliyor ve diyoruz ki; müfessirler bazı rivayetlerde bulunuyorlar. Mesela
nüzul sebebi olarak anlatılan şu olaylar gibi:
Rivayete göre Kays b.
Sa'lebeoğulları'ndan birisi olan Hatm ibn Hind el-Bekr süvarilerini Medine'nin
dışında bırakarak tek başına Rasulullah'a geldi. Rasulullah onu İslam'a davet
etti. O bekleyiniz benim danışacağım kimseler vardır; danışayım belki müs-lüman
olurum dedi. Sonra çıktı ve rastladığı Medine sürülerinden birini sürüp
götürdü. Sonra ertesi sene hacı olarak geldi, boynuna gerdanlık taktı ve kurbanlar
adadı. Rasulullah onu geri göndermek istedi. Bir rivayete göre ise ashabından
bir takım insanlar: "Onunla aramıza girme o bizim sürülerimizi yürüten
kimsedir" dediler. Peygamberimiz ama o gerdanlık taktı dedi. Dediler ki:
"Ancak bu davranış cahiliyye devrinde işlediğimiz birşeydir."
Peygamberimiz onları kendi hallerine bıraktı ve hiç beklemeden ayet indi.[22]"
Ve şu rivayete geliyoruz. İbn Kesir'in Zeyd b. Eslem'den yaptığı bir rivayete
göre, müşriklerden, doğu ahalisinden bir takım insanlar müslümanlara uğradılar.
Umre yapmak istiyorlardı. Hudeybiye günü müşriklerin müslümanları
Beytullah'tan alıkoymaları çok katı olduğu için, Peygamber (s)'in ashabı;
"bunların arkadaşları bizi engelledikleri gibi biz de bunları engelleriz
dediler". Hemen Allah Teala ayeti indirdi.
Taberi'nin Kalaid
hususunda söylediklerinden bir kısmı şöyledir: Bazı cahiliyye hacıları,
kendilerinin hacı olduklarını belli etmek düşmanın onlara eman vermeleri ve ayetin
bahşettiği dokunulmazlığın kendilerini de kapsaması için boyunlarına ağaç
liflerinden ve deriden gerdanlıklar yapıp takarlardı. Ve Beğavi, İbn Abbas'tan
rivayet etmiştir ki; müşrikler hac edip kurban kesiyorlardı. Müslümanlar on/ara
mücfanefe etmefc istediler, Allah ayetle bundan menetti.
Taberi
"Rablerinden bir fazl ve hoşnutluk isteyerek" cümlesinin yorumu ile
alakalı Süddi'den, Katade'den, İbn Abbas'tan ve Mücahit'ten çeşitli görüşler
aktarmıştır. Buna göre ayet, müşrikler hakkında inmiştir ve onların haclanyla,
dünyalarını ve geçimlerini iyileştirecek olan Allah'ın fazl ve hoşnutluğunu
istiyorlardı. Ve onu razı etmek arzusun-dalardı.
Evvela göze çarpan
ayetin çeşitli konularla ilgili yasaklamaları kapsamasıdır. İkinci 11- Taberi,
Beğavi ve olarak, "Rablerinden birfazl ve hoşnutluk isteyerek"
cümlesi, ayetin müslüman hacılar hakkında indiğini gösterir. Şüphesiz ki Kur'an
hacc ve umre anlayışını yeniden düzenlemiş ve müslümanlara farz kılmıştır.
Üçüncü olarak; ayette bu rivayetlerle hiçbir ilgisi olmayan bir emir vardır ki
o da: "İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz" cümlesinin
kapsadığıdır.
Durum ne olursa olsun,
ayetin ruh ve mânâsından anlaşılan şudur ki, bir kısım müs-lümanlarda haccın
dokunulmazlığını ve geleneklerini -ki haram ayların kutsallığı, eski adetler
gereği kanı akıtılsın diye bir yerinden yaralanıp işaretlenen veya gerdanlıklı
hayvanlardan Allah yoluna adanan kurbanların kutsallığı gibi- ihlal eden bir
takım hareketler görüldü. Ve bazı müslümanlardan hacılara karşı düşmanlık veya
Mekkeliler'e zarar vermek, onlardan intikam almak maksadıyla hacıları hac ve
umreden menetme hareketleri görüldü. Çünkü Mekkeliler onları Hudeybiye günü
Mescid-i Haram'dan menetmiş-lerdi.
Buna ek olarak birinci
ayetle ikinci ayet arasındaki ilişkinin varlığı görülmektedir. Şöyle ki,
birinci ayette ihram halinde iken avın yasaklanması, sonra ihram halinden çıkınca
avın mubah kılınması -ki bu ikinci ayettedir- iki ayetin zaman, nüzul ve konu
bakımından birbiriyle irtibatlı olduğunu gösteriyor. Tercih ettiğimiz gibi
inşallah bu doğru ise şunu söylemek mümkündür:
"Akitleri yerine
getiriniz" cümlesi müslümanlarla Mekkeliler arasında geçen barış ve
sükûndan her ne varsa, onu yerine getirmenin gerekliliğine bir teşviki kapsar.
Ve anlaşmayı bozacak şeylerin yapılmaması istenir.
Söylediklerimiz
ışığında her iki ayetin Hudeybiye barışından kısa bir müddet sonra nazil
oldukları, söylenebilir. Bu sûrenin tertibinin Nasr sûresinden önce olmasını
sağlayan sebep işte budur.
"İhramdan
çıkınca" cümlesi ile ifade edilen ihramdan çıkma durumuna gelince bu durum
ya hacc aylan esnasında olmalıdır veya hacc törenleri tamamıyla bittikten sonra
ve Arafatta vakfe yaptıktan sonra olmalıdır. Hacc ayları esnasında olanı sadece
Kabe ziyaretinden sonradır ki bu ziyaret, umreden ayndır. Çünkü Bakara
süresindeki hac ayetlerinin tefsirinde açıkladığımız gibi ihramdan çıkmış
halde olan hacıların, umre ile hac vakti arasında temettü yapması (ihram
yasaklarından kurtulup mubah olan şeylerden istifade etmeleri) sahihtir.
İhram halinden çıkma;
ihram halinin, ihram elbisesini giyinmek güzel kokulardan ve kadınlardan uzak
durmak olduğunu anlatan görüşe göre, yasak olan, kurbanı boğazlama, saçı traş
etme veya kısaltma, dikişli elbise giyme, koku sürme ve kadınlara yaklaşmaktır.
İhram halinde olmak,
harem bölgesinde bulunmaktır diyen görüşün hiçbir sözüne rastlamadık. Akla ilk
gelen haram aylarda da olsa İslam'da avın, harem bölgesinin dışında mubah
olmasıdır. Bu mânâ bize göre "ihramdan çıktığınız zaman
avlanabilirsiniz" cümlesinde gizlidir. Allah en iyi bilendir.
Sünen sahipleri konu
ile ilgili Cabir'den bir hadis rivayet etmişlerdir. Peygamber (s), şöyle
buyurmaktadır: "Siz avlamadıkça veya özel olarak sizin için avlanmadıkça
siz ihramda iken kara avı size helaldir?"[23]
Kapsam bakımından
hadiste sözü tamamlayan ona bir mânâ kazandıran bir ilave vardır. O da ihramhya
yasak olanın doğrudan avlanmak olduğu, eti yemek olmadığıdır.
Beş müsned sahibi
Hafsa'dan şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir: Peygamber (s) şöyle buyurdu:
"Hayvanlardan beşi vardır ki, onları öldürmekte hiçbir günah yoktur.
Karga, yırtıcı delice kuşu, fare, akrep ve ısıran yırtıcı köpek." Başka
bir rivayette: "İhramda ve ihramsız iken beş kötü öldürdüler: Yılan,
benekli leş kargası, fare, yırtıcı, ısıran köpek ve diğer azgınlaşıp saldırgan
olanlar." Beğavi[24] Ebu
Said el-Hudri'den bir hadis rivayet etmiştir. Burada Rasulullah'ın
"İhramlı, yedi adiyi öldürür" buyurduğu söylenmektedir. Bunun hikmeti
açıktır. Kaldı ki, bu hayvanlar av değildirler.
Her iki ayetteki
Kur'an ifadesi kara ve deniz avını kapsaması bakımından mutlaktır. Tenzilin
hikmeti, bu sûrenin başka bir ayetinde sonra açıklayacağımız üzere deniz avını
yasak kapsamının dışında tutmayı gerektirdi.
Taberi'nin, Süddi ve
diğerlerinden yaptığı ve müfessirlerin büyük çoğunluğunun[25]
benimsediği rivayete göre: "Ne de Beyt-i Haram'a yönelenlere" cümlesi,
müşriklerin Mescid-i Haram'a yaklaşmalarını yasaklayan Tevbe sûresinin 28.
ayeti olan şu ayetle mensuhtur. "Ey iman edenler müşrikler ancak bir
pisliktirler. Öyleyse bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram'a
yaklaşmasınlar..." Onlar, ayetin müşriklerin Beyt-i Haram 'a
yönelmelerini engellemek hususuyla ilgili olduğu düşüncesinden hareketle bu görüşe
tabi olmuşlardır. Biz ise bu cümlenin müslümanlann lıac veya umreden
menedil-meleriyle alakalı olduğu görüşünü, "Rablerinden birfazl ve
hoşnutluk isteyerek" cümlesine dayanarak tercih ettik. Eğer tercihimiz
doğruysa ayetin mensuh olduğunu söylemeye imkan kalmaz. Zemahşeri Hasan'dan
yaptığı bir rivayette ayette nesh olmadığını söylemiştir. Görünen o ki,
"Rablerinden birfazl ve hoşnutluk isteyerek" cümlesinden anlaşılan
bizim anladığımız mânâdır. Reşid Rıza tefsirinde hiçbir isim vermeden.
"Bazı müfessirler, bu ayet müslümanlar hakkındadır ve o muhkemdir, hükmü
de bakidir" demişlerdir der.
İşte durum bu her iki
ayetin, zaman ve mevzu bakımından hususi olmasına rağmen, -özellikle de ikinci
ayetin son kısımları- sonsuza kadar kalıcı yüce bir telkin içermektedirler.
Herhangi bir kavme olan kinden dolayı duygusal davranmayı ve bu öfkeyi
düşmanlık, günah ve zarara bir sebep ve araç kılmayı yasaklaması ve iyilikte
yardımlaşma, takva ve onun gereği gibi müslümanlar için ideal olan hususların
beyanı, günah ve düşmanlık olan şeylerde yardımlaşma ve beraberliği
yasaklaması ve bu hususta şiddetle uyanda bulunması gibi...
Bunlar yüce ve sonsuz
talimatlardır. Birinci ayetin ilk fıkrası her nerede ve ne tür olursa olsun
anlaşmalara riayet etmeyi emretmekle yine böyle bir yüce telkin içermiştir.
Bu ve diğeri Kur'an-ı
Kerim'in Mekki ve Medeni çeşitli sûrelerinde ifadesi tekrarlanan genel
ilkelerine uygundur. [26]
3- Ölü eti
(leş), kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilen[27],
boğulmuş'[28] vurulmuş[29],
yüksek bir yerden düşmüş[30]'
boynuzlanmış[31]', yırtıcı hayvan
tarafından yenmiş[32],
-henüz canlıyken yetişip kestikleriniz hariç-[33]',
dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlanan'[34]
(hayvanlar) ve fal oklarıyla kısmet (şans) aramanız'[35] size
haram kılındı. Bunlar fısktır (Günahla yoldan sapmadır). Bugün inkar edenler
sizin dininizden (dininizi yıkmaktan) umut kesmişlerdir. Bugün dininizi kemale
erdirdim. Üzerinize nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçtim. Kim
açlıktan'[36] daralır da günaha istekle
yönelmeden'[37] bunlardan yemek zorunda
kalırsa ona günah yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, merhamet edicidir.
1-En'am
denen eti yenen hayvanların yenmesinin müslümanlara haram olduğu hallerin
açıklanması. Bunlar, kendiliğinden ölmüş, yahut boğularak ölmüş, yahut yüksek
bir yerden düşerek ölmüş, yahut başka bir hayvan tarafından boynuzlanmış, yahut
taş veya sopa gibi birşeyle vurularak öldürülmüş, yahut parçalan zararlı bir
canavar tarafından dişlenmiş, yahut kesilirken Allah'ın adının dışında bir
isim anılarak kesilmiş, bir de putlara yapılan kurban gibi putların yanında
kesilen, yahut fal oklanyla üzerinde şans oynanan hayvan, hayvan kanı ve domuz
etidir. Durumları zikredilenlerin iki istisnası vardır: Birincisi: Dövülmüş,
canavar tarafından dişlenmiş, başka bir havyan tarafından boynuzlanmış, yüksek
bir yerden düşmüş ya da boğulmakta olan hayvanların ölmek üzere iken seri bir
kesimle kesilip üzerinde Allah'ın adı anılırsa yenmesi helal olur. ikincisi ise
şiddetli bir açlık anında ihtiyacı giderme ve tehlikeyi atlatma sınırını aşmamak
şartıyla günah ve isyan niyeti olmaksızın zaruret kadar yemek caizdir.
2- Ayette
Allah'ın müslümanlara İslam'ı din olarak seçtiği ve onların üzerine nimetinin
tamamlandığı ve dinlerinin kemale erdirildiği övgü ile belirtilmektedir. Bundan
sonra artık kafirlerin dini yok etmekten ümitlerini kestikleri
bildirilmektedir. Burada müslümanlara güven verici bir sesleniş vardır. Artık
kafirlerden korkmamaları ve sadece yüce Allah'tan korkmaları bildirilmektedir.
Allah'a karşı isyan
etmek ve dik kafaklık yapmak anlamındaki "bunlar fisktır" cümlesinin,
özellikle son iki ayeti yasak hakkında olması muhtemeldir. Bunlar Allah'tan
başkası adına boğazlamak ve fal oklanyla kısmet (şans) aramaktır. Aynı şekilde
ifade edilen tüm haramları kapsaması ihtimali de vardır. İbare her iki ihtimali
de taşımaktadır. Son ihtimali daha çok taşımaktadır. Çünkü: "Bunlar
fisktır, günahla yoldan sapmadır" cümlesi tüm yasaklar ifade edildikten
sonra gelmiştir.
Ancak el-En'am 145.
ayeti, kan domuz eti ve leş için "rics" yani necaset sıfatını kullanmış,
Allah'ın dışında başkası için kesileni de "fisk", yani günahla yoldan
sapma olarak vasıflandırmıştır. Bununla ifadenin biraz daha yumuşatılmış
olmasının mümkün olması gözönünde bulundurulursa, sözkonusu cümle için sadece
son iki yasakla alakalıdır denebilir. Allah en iyi bilendir. [38]
"Leş, kan, domuz
eti, Allah'ın dışında başkası adına kesilen, boğulmuş -taş ve tahta gibi bir
şeyle- vurularak öldürülmüş vb... Size haram kılındı" ayeti ve kapsadığı
hükümler (ahkam), telkinler ve bu ayeti açıklama hususunda gelen görüşler,
hadisler ve "Bugün size dininizi olgunlaştırdım ve üzerinize nimetimi tamamladım"
ayetinin nüzul tarihi meselesinin netleştirilmesi ve ayetin kapsadığı sınırlar
ile ilgili açıklamalara gelince... Müfessirler, ayet grubunda olduğu gibi, bu
ayet için de özel bir nüzul sebebi zikret-memişlerdir. Ancak ayetin:
"Bugün size dininizi kemale erdirdim ve üzerinize nimetimi tamamladım ve
size din olarak İslam'ı beğendim" pasajıyla alakalı rivayetlerde bulunmuşlardır
veya bu pasajla, bundan önceki "Bugün kafirler dininizi (yıkmaktan)
ümitlerini kesmiştir. Artık onlardan korkmayınız. Sadece benden korkunuz"
bölümüne dair rivayetlerde bulunmuşlardır.
Taberi'nin İbn Abbas,
Süddi, Mücahit, Katade ve İbn Cüreyc'e atfettiği rivayete göre bu ayet veya
her iki ayet pasajı, Veda Haccı'nda arefe günü Peygamber (s) hutbesini irad
ederken indi. Peygamber (s) önüne baktı; muvahhitlerden başkasını görmedi. Bir
tek müşrik de görmedi. Allah'a hamd etti. Ve Cebrail ayetin bu pasajı veya her
iki kiste mıyla ona indi. Ve peygamber bu iki ayet bölümünün inmesinden sonra
ancak 86 gece kadar yaşadı. Yine bu hususta Taberi'nin aktardıklarından bir
rivayet de şudur: "Ka'bul Ahbar: Eğer bu ümmetten başka bir ümmete bu ayet
inseydi o günü bayram edinip toplanırlardı." dedi. Ömer b. el-Hattab
hangi ayet ey Ka'b dedi. Ka'b: "Bugün size dininizi tamamladım' ayetidir"
dedi. Bunun üzerine Ömer: "Ayetin indiği günü biliyorum. Cuma günü ve
arefe günü her ikisi de Allah'a hamd olsun bizim için bayramdır"[39]
dedi.
Görülen şu ki
"bugün" kelimesinin geçtiği bu rivayetler başı ve sonrası ile bağdaşmayacak
şekilde ayetin iki pasajından farklı şeyler ifade etmemektedir. Ayetin iki bölümü,
hayvansal yiyeceklerin yasaklandığı durumlarla ilgili çeşitli yasaklan kapsayan
önceki ayetin birer parçası olmasına rağmen, bu ikinci bölüme, önceki
pasajlarla kuvvetli bir bağı olan bir bölüm eklenmiştir. Eğer müstakil olarak
inmiş olsaydı, başı-sonu mevzu bakımından birbiriyle bağlantılı olan bir
ayetin içine bu bölümü (el-yevm diye başlayan iki pasaj) yerleştirmeyi
gerektirecek herhangi bir sebep anlaşılamazdı.
Rivayetlerde ayetin
sadece bir bölümünün zikredilmiş olması, zaruri bir şekilde bu kısmın diğer
ayetten ayrı olarak indiğini ifade etmez. Lakin beraberinde getirdiği bir esas
mesele daha vardır ki ayet, bu sürenin birinci ayetine bağlı olarak onu
kapsamıştır. Bu, bir tefsir ve açıklama bağıdır ki, birinci ayetin "Size
okunacak olanlar hariç" cümlesiyle ifade edilenler bu ayetle
açıklanmıştır.
Bu da, bu ayetin
nüzulünün geçen iki ayetle beraber olduğu ihtimalini veriyor.. İlk i-ki ayet ve
özellikle ikincisi, mânâlardan ilham olarak tercih ettiğimize göre, Hudeybiye
barışından kısa bir süre önce inmişlerdir. Ki Hudeybiye barışı ile Veda Haccı
arasında dört sene kadar bir süre vardır. Eğer tercihimiz doğru ise vahyin
hikmeti; iki ayet bölümü ile emirleri, nehiyleri, üç ayetin kapsadığı
hükümleri pekiştirmeyi ve müslümanların kalplerini bu ahkamın etrafında ve bu
yolla gelen dosdoğru dinin etrafında sabitleştirmeyi hedeflemiştir.
Ve Taberi bir kısım
tevil ehline atfederek demiştir ki: "Sânı yüce olan Allah 'bugün size
dininizi tamamladım' sözüyle, "bugün ey mü'minler sizin için farzlarımı
üzerinize tamamladım, hududumu, emirlerimi, yasaklarımı, helalimi, haramımı ve
vahyimi sizin için tamamladım, Kitabımda ve açıklamamda indirilenler, size
ondan vahyimle Rasu-lü 'mün diliyle ve sizin seçtiğiniz delilerle din
işlerinizde ihtiyaç duyacağınız tüm şeylerden açıkladıklarım bu cümledendir.
Size tüm bunları tamamladım" demiştir. Veda hac-cındaki bu arefe gününden
sonra dinde bir ziyadelik yoktur. Ve Rasulullah'a bu ayetten sonra farzlardan,
bir şeyin helal kılınmasını veya yasaklanmasına dair hiç bir şey inmemiştir.
Taberi bu görüşlerin bir kısmını İbn Abbas, Süddi ve İbn Cüreyc'e atfetmiştir.
Sunduklarımızın
ışığında aklımıza ilk gelen, bu görüşlerin uygulama alanı ile alakalı
olduğudur. Bu da bizim, bu iki bölümün, ayetin diğer kısımlanyla beraber indiği
ve bununla da Veda haccından önce olduğuna dair tercihimizi kuvvetlendirir.
Taberi'nin aktardığı
ve İbn Abbas ile ehli tevil diye isimlendirdiği bazı kişilere atfettiği
görüşler dikkatle incelenince, ayetin verilerinin sınırları üzerinde bir birlik
sağlayamadıkları ortaya çıkar. Özellikle indiği günde Allah'ın müslümanlann
ahkam ve farzlardan ihtiyaç duydukları herşeyi tamamladığına dair bir ilan
içermesi ve ondan sonra bu hükümler ve farzlara dair hiç bir şeyin inmediği
-ki, bu görüş ayetin Veda haccı gününde indiğiyle ilgili rivayetlerin bel
kemiğidir- hususunda ittifak edememişlerdir. Çünkü Taberi bunu aktarırken aynı
kişilere atfettiği başka görüşler de vermektedir. Bu görüşlerden birisine göre
ayet, haccın müslümünlara tamamlandığını ve müşriklerin Kabe'den
uzaklaştırıldığını bildirmektedir. Sonra Taberi, bunun üzerine bir açıklama
yaparak "İlim sahibi bir kimse Peygamberimizin ruhu alınıncaya kadar
vahyin kesildiğini reddetmez. Bilakis vefatından önce ard arda gelmiştir"
demiştir.
Bununla "bugün
size dininizi tamamladım" ayetinin mânâsının ibadetlerin, ahkamın ve
farzların tamamlanması şeklinde tevil edenlerin yorumuna muhalif olduğu ve durumun
böyle olmadığı anlaşılmaktadır.
Taberi, İbn Abbas'tan
"bugün" kelimesinin bizzat bir tek günü kastetmediğini rivayet
etmiştir. Zemahşeri ise bundan kasıt gün değil, şimdiki zaman ve ona yakın ve
bitişik diğer zamanlardır; "Dün gençtim, bugün ihtiyarım" sözünde
olduğu gibi. Burada "dün" ve "bugün" kullanıldıkları zaman
dilimine tahsis edilmemişlerdir. Yani uzun bir zamanı ifade ederler. Bir tek
gün anlamında kullanılmamışlardır.
Zemahşeri'nin bu
görüşü isabetli ve doğrudur. Ve ayetin bu iki bölümünün o gün indiğini
kuvvetlendirmek için buradaki "bugün" kelimesini Veda Haccı'ndaki
Arefe günü ile yorumlamayı zorunlu olmaktan çıkarmaktadır. Bu açık bir
durumdur.
Gözlemlenen şeylerden
birisi de Ömer b. el Hattab (r)'ın hadisinde - ki bu hadis bu konuda ki
hadislerin sıhhat bakımından en sağlamıdır- Veda haccı ile alakalı herhangi bir
işaret yoktur. Onda olanın tamamı onun Cuma günü ve arefe gününde nazil olduğudur.
Bu konuda uyarı ve
dikkatin yerinde olduğuna dair bir gerekçe de yeni yasamalar ve hükümler ihtiva
etmekle beraber beşinci ayetin bu kelimeyi kapsamasıdır. Ayetin birinci ayetle
veya ayetin bu iki pasajı ile beraber indiğine dair hiçbir rivayet gelmemiştir.
Beşinci ayetten önceki dördüncü ayetin muhtevası, onun bazı hususların
sorulması üzerine beşinci ayetle beraber indiğine dair de hiçbir rivayet
gelmemiştir. Beşinci ayetten önceki dördüncü ayetin muhtevası onun bazı
hususların sorulması üzerine beşinci ayetle beraber indiğini göstermektedir. Bu
sorular, önceki ayetlerin kapsadığı hükümlerin bir neticesi olarak bazı
müslümanlardan gelmiştir. Bu son ayetler yeni hükümleri kapsamaktadır. Ki bu da
"bugün" kelimesinin, üslup bakımından üçüncü ayetle beşinci ayette
aynı şekilde kullanıldığı görüşünü doğrulamaktadır. Bu ayetten sonra yeni
hükümlerin indiğini ifade eden rivayetler de vardır.
Bazı müfessirler,[40] bu
ayetin tefsirinin akışı içerisinde, Maide sûresinin tamamının Veda haccı
gününde ve Rasulullah devesine binmiş olduğu halde iken indiğine ve onun nüzul
bakımından Kur'an'ın en son veya son sûrelerinden birisi olduğuna dair rivayetlerde
bulunmuşlardır. Bütün bunlar Allah'ın bundan sonra asla kanunlar indirmediği,
hikmetinin indirmeyi dilediği vahyin sona erdiği ve bununla müslümanlann
dininin kemale erdirildiği ve nimetinin onlar üzerine tamalandığı görüşünü
kuvvetlendirmek içindir. Biz bütün bu rivayetleri sûrenin mukaddimesinde
aktardık ve sûrenin bazı bölümlerinin içeriğinden hareketle, bunların bir
kısmının kusur ve eksikliklerine dikkat çekmiştik.
Tüm bunlara binaen biz
tercihimizi bir kere daha yeniliyoruz. O da, bu iki bölümün ayetle beraber
nazil olduğu ve ayetin de kendisinden önceki iki ayetle beraber, -uzun bir
sûre-, Veda haccından önce, Allah'ın emir ve yasaklarını desteklemeyi ve
müslümanla-rın kalplerini takviye etmeyi hedefleyerek indiği görüşüdür.
Peygamber (s)'in bu iki ayet pasajını Veda haccında okuduğu ve bu durumun
ravilerce karıştırıldığı ihtimali de vardır.
Burada bir ihtimal
daha vardır ki, o da her üç ayetin, üzerinde ittifak sağlanan şartlar gereği
Hudeybiye barışının ertesi yılında Peygamberimizin ve müslümanların Kabe'yi
ziyareti sırasında inmiş olmasıdır. Çünkü tenzilin hikmeti onların inmesini
gerektirdi. Ve Allah bu ziyarette nimetini müslümanlar üzerine tamamladı. Ve
onların düşmanlarını/kafirleri sindirdi. Böylece onlara gerekli mesajı verdi.
Allah en iyi bilendir.
Haddizatında bu iki
ayet pasajı, sağlam sesleniş, övgü ve zamanlamalanyla göz kamaştırmaktadır.
Belki de kendi konularında Kur'an'ın en parlak bölümleridir. Müslümanlar
arasında tam bir kalp rahatlığının, hoşnutluğun, mutluluk, sevinç ve gurur duymanın
meydana gelmesi, canlılık ve dirilmenin olması şüphesiz ki bu ayetlerin
şanın-dandır.
Mutluluk, idare etmek,
İslam'da bir araya gelmek gibi Allah'ın sadece onlara özel kıldığı durumlardan
dolayı müslümanlara güven gelmiştir. O İslam ki, Allah onu müslümanlar için
seçti, onu tam ve kalıcı bir şeriat kıldı, onlar için onu tamamladı ve bununla
müslümanlar üzerine nimetini tamamladı ki o din, onların tüm ihtiyaçlarına
cevap versin, onların ruhi, maddi, dünyevi ve uhrevi tüm problemlerini halletsin.
Sonra beşeriyetin tüm problemlerine cevap versin, bu şeriatı kendilerine din
olarak benimseyip, eğitimini alanların tüm sorunlarını halletsin.
Ve yine aynı şekilde
müslümanlann kardeşlik ve dayanışma bağlannı pekiştirmeleri, düşmanlara ve
muhaliflere aldırmamaları ve kuvvetlerinin açığa çıkması bu iki ayet pasajının,
ehemmiyet ve teshindendir. Ayetlerin indiği bu ortamda küfür ve iman, şirk ve
tevhid, sapıklık ve hidayet, karanlık ve nur, dar kabile taasubu ve genel
kardeşlik arasında amansız bir mücadele vardı. Bir yandan çokça tuhaflıklar,
adilikler, zulüm, sınıfsal imtiyaz gibi çarpıklıkları kapsayan gelenekler,
zenginlik ve servete verilen itibar, diğer yandan fakirlik ve perişanlık. Ve
hakka, hidayete, eşitliğe, hayra, karşılıklı merhamete, iyiliği emretmeye,
kötülüğü yasaklamaya ve iyilikte ve takvada yardımlaşmaya çağıran İslam dini.
Bu din, insanların elinde mal olarak her ne varsa onun Allah'ın malı olduğunu,
onların bu malı terkedeceklerini, ondan sorumlu olduklarını, muhakkak ki o malın
içinde mahrum ve fakirler için belirlenmiş bir hak olduğunu, bunun hiçbir
memnuniyetsizlik ve başa kakma olmadan onlara verilmesi gerektiğini ifade
ediyor. Temiz şeyleri helal kılıyor, pislikleri, gizli ve açık fuhşu, günahı ve
zulmü, orada ve her yerde yasak ediyor. Çünkü bu davet, Kur'ani ve Nebevi
ilkelerle netleşti, saflaştı ve tüm üstünlükle-riyle, faziletleriyle,
büyüklüğüyle, kuvvetiyle, parlaklığıyla ve yüceliğiyle korundu.
Şii ravileri ve
müfessirleri bu ayeti veya ayetin bu bölümünü kendi zerafetinde, yüceliğinde,
sınırsızlığında, umumi seslenişinde bırakmamışlardır. Onun muhtevasını kendi
kaprislerine destek olacak şekilde te'vil etmişlerdir. Nitekim Tabresi iki
imamdan, E-^CMs&ye. Ebu Abdullah'tan \arjtı|ı rivayetle: "Bu ayet,
Peygamber (s)'in Veda Haccı dönüşünde Gadiri Hum günü Ali (r)'yi insanlara yol
gösterici, imam seçtikten sonra inmiştir. Ve bu Allah Teala'nın indirdiği en
son farzdır" demiştir. Yine Ebu Said'e atfettiği bir söz de şöyledir:
"Bu ayet inince Rasulullah "Allahu Ekber! Dinin kemale erdirilmesi,
nimetin tamamlanması, Rabbin nzası peygamberliğim ve benden sonra Ali b. Ebi
Talib'in velayetiyledir. Öyleyse ben kimin mevlası isem, Ali de onun
mevlasıdır. Allah'ım O'nun velayetini kabul edenin velisi ol. O'na düşmanlık
edene düşman ol. O'na yardım edene yardım et. O'nu terk edeni terket, yardımsız
bırak" dedi. İbn Kesir bu hadisin metnini aktarmış ve: "Bu sahih
değildir, üzerinde Şia kaprisi açıkça görülmektedir" demiştir. Çeşitli
sebeplerle dikkat çektiğimiz gibi yine uyarırız ki, biz Ali b. Ebi Talib'in
meziyetlerini ve O'nun Rasulullah'ın yanındaki mevkiini inkar edecek değiliz.
İşte Buhari ve Müslim'in Seleme b. Ekva'dan rivayet ettikleri şu hadis
bunlardandır: "Ali (r) Hayber günü göz nezlesi olmuştu ve Rasulullah'tan
geri kaldı. Ben mi geri kalayım? dedi ve çıktı. Hemen Rasulullah'a kavuştu.
Ertesi gün fethin olacağı gecenin akşamı olunca Rasulullah: "Muhakkak ki
yarın öyle bir adama sancağı verceğim ki veya yarın öyle bir adam eline sancağı
alacak ki; Allah ve Rasulü onu seviyor." Bir de baktık ki sancak Ali'de.
O'nu beklemiyorduk. Ve ashap dedi ki: Bu Ali'dir. Allah'ın Rasulü sancağı O'na
verdi. Ve Allah O'na fethi verdi."[41] Yine
Şia'nın Ebu Said'den rivayet ettiği hadisin bir fıkrası -ki belki de bu fıkra
rivayet edilen bu ve benzeri diğer hadislerin bu konuda uydurulmasına imkan
tanımıştır- Tirmizi Zeyd b. Erkam'dan O da Rasulul-lah'tan rivayet etmiştir ki,
Rasulullah: "Kim ki ben onun dostu isem Ali de onun dostudur."[42] Yine
Ali'nin meziyetlerine dair hadislerden birisi, Tirmizi'nin Ümmü Sele-me'den
rivayet ettiği şu hadistir: Ümmü Seleme dedi ki: "Rasulullah şöyle
diyordu: "Münafık olan Ali'yi sevmez. Mü'min olan O'na buğzetmez."[43] Yine
Tirmizi'nin ve Taberi'nin rivayet ettiği ve Hakim'in sahih saydığı şu hadis de bunlardandır.
Peygamber (s): "Ben hikmetin eviyim, Ali de kapısıdır.[44]
Rasulullah'ın
ashabından ve onların tabiilerinden olan te'vil ehlinin "size dininizi tamamladım"
cümlesi hakkında görüş ayrılığına düştükleri gibi, onlardan sonra gelen Kelam
mezhepleri taraftarları da bunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Şöyle ki
onların bir kısmı bu ayeti kıyasın batıl olduğuna delil getirdiler -ki,
İslam'da yasamanın temel prensiplerinden birisidir- çünkü bunlara göre ayet,
Allah'ın her durum için hükmünü tanzim ettiğine delildir. Eğer açıklanmamış bir
takım hususlar kalmışsa o halde hüküm tamam olmamıştır. Tüm olaylar ve
durumlarda nass meydana çıkmışsa, kıyas buna uygun olursa, bu görüş yersiz
olur. Çünkü nass varken kıyasa gerek yoktur. Eğer kıyas nassa aykırı olursa o
zaman da batıl olur. Aynı şekilde bazıları bu ayeti delil getirerek içtihat ve
reyi reddettiler. Çünkü Kur'an, Allah'ın müslümanların dinini kesinlikle tamamladığını
ifade etmiştir. Burada hiçbir içtihat ve rey kabul edilmemiştir. Rey ve içtihadın
yeri yoktur.
Onların muhalifleri de
şüphesiz ki çeşitli cevaplarla onlara karşı çıktılar. Anlatılanların özeti
şudur: Kur'an-ı Kerim'in bu cümlesi, genel kaide ve durumları ve müslümanların
akaidleri, ibadetleri, muamelatı ve birbiriyle olan ilişkilerinde ferdi
meseleleri değil ihtiyaç duyacakları genel, geniş kapsamlı şeyleri ifade
etmektedir. Bunlar bir çok Mekki ayetlerde, "muhakkak ki Allah herşeyi
açıklayıcı olarak Kitab'ı gönderdi"[45] ve
"o Kitap'ta hiçbir şeyi eksik bırakmadı, ihmal etmedi"[46]
şeklinde Kur'an'in herşeyi açıkladığına işaret eden ayetleri de bu şekilde
değerlendirirler. Kaldı ki zaten bu ayetler Mekki olduğundan henüz yasama ve
hükümlerle ilgili hiçbir şey içermiyorlardı. Çünkü bunlar Medine döneminde
indiler ve nebevi sünnet, Kur'an'ın tümünün nüzulünden önce ve sonra, hakkında
Kur'an nassı bulunmayan ve Peygamber (s)'den sadır olan pek çok önemli ve
ikinci dereceden önemli meseleyi içermektedir. Kıyas bazı hükümlerin çıkarılması
için, Kur'an nasslarının genel kaidelerinden ve kesin olan nebevi sünnetten kaynaklanır,
onlarla çelişmez.[47]
Açıkça görünen şu ki, bu konuda bunlar önemli ve yeterli cevaplardandır.
Aynı şekilde
katıldığımız tamamlayıcı bir husus daha vardır: Kur'an ve sünnet pek çok
ilkeler, düzenlemeler, prensipler ve hükümler kapsamaktadır. Ve bunlardaki
muhteva her durumda farklı zamanlarda ve mekanlarda beşeriyetin ve
müslümanlann bütün ihtiyaçlarını genel mânâda cevaplayacak ve karşılayacak
durumdadır. Bu bakımdan, "Kur'an ve Sünnet'ten oluşan İslam şeriatı;
kemale ermiş bir din, tamamlanmış bir şeri-attir" görüşü doğrudur. Bu
ilkelerden, düzenlemelerden, prensip ve hükümlerden bir kısmı sınırlı olanlar,
bir kısmı ise genel hatlar ve genel telkinlerdir. Hayatın ihtiyaçları çeşitli
görüntülerin çok ve yenilenen şartların değişmesiyle değişken olunca Allah'ın
ve Rasulü'nün hikmeti bu sınırlı kesin ilkelerin az olmasını gerektirdi.
Müslümanlann çeşitli ihtiyaçlarına içtihat, kıyas, iktibas ve istinbatla çözüm
yollan bulmaları -bu genel hatlar ve telkinler çereçevesinde kalmak şartıyla-
onlara bırakılmıştır.
Bu hususta pek çok
misal vermek mümkündür. Ancak biz tek bir misalle yetineceğiz. İslam şeriatı,
müslümanlann işlerini kendi aralannda istişare ile yapmalanm farz kıldı. Âli
İmran sûresinin 159. ayetinin tefsirinin akışı içerisinde açıkladığımız gibi,
Al-lahu Teala savaş durumlannda, siyasi ve genel işlerde müslümanlarla istişare
yapılmasını emretmiştir. Ve bunun ne şekilde yapılacağı hususunda bir açıklama
yapmamıştır. Çünkü bu, açıkça görüldüğü gibi değişimlere ve yeniliklere
açıktır. Bu görevin gerçekleşmesi ve en uygun yolun tercihi için
müslümanlardan otorite ve ilim sahiplerinin içtihatları gerekmektedir. Bunu
engelleyici herhangi bir delil yoktur. Biz bütün bunlara Nisa Sûresi 59, 83.
ve 115. ayetlerinin tefsirinde aynı şekilde ve detaylı olarak dikkat çekmiştik.
İşte bu cümlenin
mevzuu ile ilgili kelimesi yanında ayetin geldiği konuma da dikkat çektik.
Önceden anlattığımız üzere ayet, Allah'ın emir ve yasaklanm pekiştirmeyi,
müslümanlann kalplerini rahatlatmayı ve onlara seslenmeyi, onlan övmeyi
hedeflemiştir. Ve tercih ettiğimiz şu hususa da yani ayetin, Peygamber (s)'in
sonrasında dört sene daha yaşadığı Hudeybiye banşından az sonra indiğine ve bu
sûrede Kur'an hükümlerinin pek çoğunun indiğine ve çeşitli durum ve işlerle
alakalı Rasulullah'dan pek çok açıklamanın yapıldığına dikkati çekmiştir.
Ve Tabresi'nin
görüşlerinden şuna dikkat çektik: te'vil ehlinin ayetin indiği sırada ibadet,
hükümler ve yasamanın tamamlandığını ifade edip etmediği hususunda, hicri birinci
asırda ihtilafa düştüğünü ve dolayısıyla bu görüş aynlıklanna dayanarak ayetin
sadece mevzuyla ilgili değil, konumu, geldiği ortam ve ayetin mevkii önemlidir
demek doğru olur. Bu asırdan sonra ayet etrafında yapılan kelami tartışma ve
görüş aynlıklan gerekmiyordu. Allah en iyi bilendir.
Taberi
"boğazladıklarınız hariç" cümlesinin kapsamının sınırlarıyla ilgili
İbn Ab-bas, Katade, Hasan ve diğerlerine atfedilen pek çok görüş rivayet
etmiştir. Bu görüşlerin büyük bir kısmı, bunun, hayvanların maruz kaldığı şu
beş hali kapsadığını anlatır:
Boğulmak, yüksek bir
yerden düşmek, başka bir hayvanın boynuzlaması, taş veya sopa vurularak
öldürülmesi ve yırtıcı vahşi hayvanın dişlemesi. Eğer bu hallerde ölmeden önce
hayat eseri kalmışken boğazından kesilirlerse ve üzerinde Allah'ın adı anılırsa
onlan yemek helal olur. Bazıları Allah'tan başkasının adına kesilenleri de bu
sayıya eklemişler. Bazı rivayetler, bunun özellikle yırtıcı vahşi hayvanın
yediği ile alakalı olduğunu bildirmektedir. Birinci görüş, kabul gördü ve
müfessirlerin büyük çoğunluğu buna tabi oldu.[48]
Ayetin açıklamasında bunu benimsedik. Çünkü en doğrusu budur. Taberi ve
başkaları, sahabe ve tabiine dayandırarak her ne şekilde olursa olsun bu
cümlenin domuzu kapsamadığı konusunda uyanda bulunmuşlardır. Çünkü domuz
aslında haramdır. Bu hak ve doğrudur.
Ayetin girişindeki ilk
dört harama gelince, bunların yasak oldukları daha önce çeşitli Mekki ve Medeni
ayetlerde, Peygamber (s) ile kafirler arasındaki mücadele anlatılırken, Bakara
sûresi 167-176, En'am 125-147, Nahl 113-118. ayetleri sebebi ile açıkladığımız
gibi ifade edilmiştir. Görülüyor ki, vahyin hikmeti bu ayette bir kere daha bir
takım düzenlemeler ve genel yasalar sunulurken başka haramlarla beraber bu
yasakları tekrar ifade etmiştir ki, daha engelleyici ve daha bütüncül ve derli
toplu olsun. Ve yine bu hikmet, önceki ayetlerde geçen zaruret sahibine
verilen yeme ruhsatını tekrarlamış ve pekiştirmiştir ki, yasama (teşri) bir
bütünlük ve ahenk arzetsin.
Görünen o ki, söz
konusu beş durumda ölen hayvanların yenmesinin haram oluşu, yasağın aslına uyum
sağlamaktadır. Aslında yasak olan mutlak mânâda leş yemektir. Biraz önce söz
konusu edilen En'am süresindeki ayetin tefsirinde açıkladığımız gibi ca-hiliyye
Araplar'ı leşi yiyorlardı. Akla gelen, Araplar her ne şekilde ölürse ölsün
hayvan ölüsünü yiyorlardı. Ayet, tüm bu hallerde ölen hayvanın haramlığına
hükmetti. Bu yasama ile alakalı kuşatıcı ayet, aslî hükmü verdi.
"Kan"ın
hiçbir vasfı burada zikredilmemiştir. Bakara sûresi 123. ayette ve Nahl sûresi
115. ayette de aynı şekilde gelmiştir. En'am 145. ayette ise farklı olarak
akıtılmış (mesfuhan) vasfı ile gelmiştir. İşte bu vasıf, cahiliyye
adetlerindeki gibi kanın içilmesini veya kaynatılıp yenmesini alimlerin
çoğunluğuna göre haram kılmıştır. Bu alimler En'am süresindeki sözü edilen
ayetin tefsirinde açıkladığımız üzere, et ve damarlara bulaşan kanı, birer
donmuş, yoğunluk kazanmış kan olan dalak ve ciğeri hariç tutmuşlardır.[49]
Müfessirlerin[50] ,
ayette geçen fal oklarıyla şans arama konusundaki sözlerinden anlaşılan, bunun
ilham ve işaret yoluyla fal çubuklarından veya oklarından onay almak şeklinde
olduğudur. Rivayetlere göre bu konuda Mekke'de bir cahiliyye Arap adeti vardi.
O şöyleydi: Hubel putunun bekçisinin yanında, rriüfessirlerin tefsirlerine göre
"ez-lam" kelimesiyle Kur'an'da ifade edilen yedi fal oku ve çubuğu
bulunurdu. Bunlardan birinin üzerinde "sizdendir", dördüncüsünün
üzerinde "sizden değildir", beşincisinin üzerinde "size
yapışıktır", altıncısının üzerinde "akıl"[51]
yazıyordu, yedincisi ise yazısız bırakılmıştı.
Eğer bir kişi veya
topluluk, önemli bir yolculuk, bir nesep tespiti, kan davalarından kaynaklanan
bir şaşkınlık veya güçlük, yahut bir problem veya önemli herhangi bir iş için
ilahlardan onay almak isterlerse bekçiye gelirlerdi. Ve ondan bu maksatla deri
bir torbada olan fal oklarını, çekiliş kurallarına uygun bir şekilde
karşılarına getirmesini isterlerdi. Ve bu oklardan birini alarak üzerinde
yazılı olanla amel ederlerdi. Eğer çekilen ok boş çıkarsa güçlük olmazdı. Tercih
onun olurdu. Rivayetlere göre fal oklarıyla kısmet arama diye isimlendirilen
başka bir yol vardı. Bu kumar yollarından biriydi. Buna göre Bakara sûresi 219.
ayetin tefsirinde açıkladığımız gibi orada bir deve kesilir. Sonra parasını kim
ödeyecekse, eti nasıl dağıtılacak diye oklarla kura çekerlerdi. Bizim tercihimize
göre, bu ayette yer alan şans arama işte bu yolu kastetmektedir, başka şeyi
değil. Çünkü bu, hayvanların etlerini haram kılan beyana daha uygundur. Bununla
kumar yoluyla kesilen hayvanın etinin haram oluşunu kastediyorum. Nitekim İbn
Kesir'in Müca-hid'e atfettiği bir rivayete göre Mücahid: "Bu cümlenin
kastettiği kumardır" demiştir. Bu da görüşümüzü desteklemektedir.
Müfessirler istihare
ile ilgili olan veya bu katagoriye giren, bu mânâyı veren pek çok nebevi hadis
rivayet etmişlerdir. Yıldız falcılığı, kum falı, kuş uçurtma, taş ve toprak falı,
kahinlik, falcılık ve kuşların uçuşunda uğursuzluk görmek gibi pek çok şey şans
aramaya (istiksam) karşılık olarak bu cümlenin açıklamasına eklenmiş ve bu
konularla alakalı hadisler rivayet edilmiştir.
Bu cümle kumar veya
bahislerle ilgilidir şeklindeki tercihimize rağmen bu hadislerde faydalı
hükümler ve talimatlar vardır. Kanaatimizce bunlan vermek gerekir. Bu hadislerin
bir kısmı sahih hadis müsnedlerinde yer almıştır. Bunlardan biri Ebu Davud'un
Kubeyse'den rivayet ettiği şu hadistir: Rasulullah'tan duydum şöyle diyordu:
"Kuşların uçuşundan uğursuzluk çıkarmak ve taş-toprak falı
şirktendir".[52]
Müslim ve Ahmet b. Hanbel'in rivayet ettiği şu hadis de bunlardandır:
Rasulullah: "Kim bir falcıya ve gayb-dan haber veren birine giderse ve
söylediklerinne inanırsa o, Muhammed'e indirileni inkar etmiştir."
buyurmuştur.[53] İbn Mürdeveyh'in Ebu
Derda'dan rivayet ettiği şu hadis: "Rasulullah, kâhinden bilgi almak,
oklarla şans aramak, kuş uçurtma neticesinde seferden dönmek gibi adetlerin
hiçbir etkisi yoktur,[54]
buyurmuştur". Yine Ebu Davud ve Ahmet b. Hanbel'in İbn Abbas'tan rivayet
ettikleri şu hadis: İbn Abbas dedi ki: Rasulullah şöyle dedi: "Kim yıldızlardan
bir şey alırsa, büyüden almış olur. Arttırdıkça büyüyü de arttırmış olur.[55]
Bezzar ve Taberi'nin iyi bir isnatla merfu bir hadis olarak İmran b. Ha-sin'den
rivayet ettikleri şu hadis de bunlardandır. Bu hadiste Peygamber (s)'den şu
rivayet yapılmaktadır: "Kuş uçurup fal açan veya kendisi için uçurulup
kâhinlik yapan (gayptan bilgi veren) yahut kendisine kahin tarafından bilgi
verilen, yahut büyü yapan veya büyü yaptıran bizden değildir. Her kim bir
kahine gider de söylediklerine inanırsa , Muhammed'e indirileni inkar etmiştir.[56]
Açık olan şu ki,
Kur'an ve sünnet olarak İslam şeriatı bu işleri yasaklamıştır. Bu konudaki
hikmet ve yücelikten birşey gizli değildir.
Ancak burada bazı
hadisler vardır ki, istihare ve tefaüle (iyimserlik) cevaz verirler. Bu hadislerden
birisi İmam Ahmed'in Cabir b. Abdillah'tan rivayet ettiği istihare etmeyi,
Kur'an'dan bir sûre öğretirdi. Ve derdi'ki: "Sizden birisi bir iş yapmak
istediği zaman iki rekat nafile namaz kılsın, sonra şöyle desin: Allah'ım
senin bilgine göre iyi ne ise onu diliyorum, kudretinden güç istiyorum. Senin
büyük fazlından istiyorum. Senin gücün yeter, benim gücüm yetmez. Sen bilirsin,
ben bilmem. Sen hakkıyla gizlilikleri bilensin. Allah'ım eğer sen bu işin,
benim dinim, geçmişim, sonum (bir rivayete göre) şimdim ve geleceğim hakkında
hayırlı olduğunu biliyorsan bunu bana takdir et, kolay-laştır ve bana mübarek
eyle. Eğer bu işin benim dinim, geçmişim ve sonum hakkında şer olduğunu
biliyorsan beni ondan, onu da benden çevir ve hayır neredeyse onu bana takdir
et ve beni onunla memnun et.[57]
Bu hadislerden bir
tanesi de Buhari, Müslim ve Tirmizi'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri şu
hadistir: Rasulullah buyurmuştu ki: "Şum tutmak (uğursuz saymak) yoktur.
Bu tür adetlerin en iyisi fe'ldir." "Fe'l nedir ya Rasulullah?"
denildi. "Birinizin duyacağı güzel bir sözdür." dedi. Bir rivayete
göre: "Uğursuzluk yoktur, hoşuma giden güzel bir fe'l (iyimserlik ve hayra
yorma) ve güzel söz vardır."[58] Ve
aynı şekilde Ebu Davud'un Ebu Hureyre'den rivayet ettiği şu hadis de
bunlardandır. "Peygamber (s) beğendiği bir söz duyunca fe'lini ağzından
aldık." dedi.[59] Ve
Ebu Davud ve Nesai'nin Bürey-de'den rivayet ettikleri şu hadis de fe'l
(iyimserlik ve hayra yorma) ve istihare (Allah'ın birşeyi gönle ilham etmesini
veya rüya ile işaret vermesini) istemeye cevaz veren hadislerden birisidir.
"Peygamber (s) hiçbir şeyi uğursuz saymazdı. Bir yere bir tahsildar göndereceği
zaman adını sorardı. İsmi beğenince sevinirdi, sevinci yüzünden belli olurdu.
Bir köye girince oranın adını sorardı. Eğer ismi beğenirse bununla sevinir,
sevinci yüzünden anlaşılırdı. Eğer oranın adını beğenmezse bu yüzünden belli olurdu."[60] Ebu
Da-vud ve Ahmed'in rivayet ettiği bir diğer hadis de şöyledir:
"Rasulullah'ın yanında uğursuzluktan bahsettim. En güzeli fe'ldir.
Uğursuzluk müslümanı işinden döndürmez. Allah'ım iyilikleri ancak sen
verirsin. Ve senden başkası kötülükleri savamaz. Güç ve kuvvet ancak
senindir."[61] Ve Tirmizi'nin rivayeti
"Peygamber (s) ihtiyacı için çıktığında "ya raşid', 'ya necih' (isabetli,
hak yolda olan) seslerini duymayı severdi.[62]
Bu hadislerle
öncekiler arasında herhangi bir çelişki yoktur. Çünkü bu hadisler tev-hid
akidesine bağlı ve uygundur. Yalnız güç ve şeref sahibi olan Allah'ın herşeye
gücü yeten, rızkı genişleten, kısan, veren ve engelleyen olduğuna ve
mü'minlerin işlerinde O'na dönmelerine, O'ndan kuvvet dilemelerine ve işlerinde
O'na tevekkül etmelerine aykırı hiçbir şey yoktur.
Bazıları kura çekmeyi
de yasaklananlar kategorisine koyarken, bazıları ise sorumluların gönüllerinin
hoş ve rahat olması ve tercihten[63]
dolayı gelecek herhangi bir ithamdan kurtulmak için kurayı caiz görmüşlerdir.
Görünen o ki, ikinci görüş en doğru görüştür. Çünkü kura gerçekten geçen
hadislerde yasaklananlar kapsamına girmemektedir. Allah en iyi bilendir.
Müfessirler[64] Ibn
Abbas ve diğerlerine İsnat ederek ^Bugunl<afırler dıriıriızûen'îtrriıt
kesmiştir. Artık onlardan korkmayınız" cümlesiyle ilgili çeşitli görüşler
aktarmışlardır. Bu görüşlerden birisine göre" cümlenin mânâsı: Onlar
müslümanlann babalarının eski dinlerine dönmelerinden ümitlerini kesmişlerdir.
Diğer bir görüşe göre cümle şu mânâya geliyor: Onlar müslümanlara güç
yetirmekten, onları yenmekten ve onları dinlerinden döndürmekten ümitlerini
kesmişlerdir. Yahut cümlenin mânâsı, "müslümanlann, dinlerinden dolayı
korkacakları herhangi bir kuvvet kafirlerde kalmamıştır" şeklindedir.
Herhâlükârda bu
pasajda kafirlerin müslümanlar üzerindeki baskılarında bir hafifletme müjdesi
gizlidir. Belki de bu bölüm, Araplar'ın liderleri olan Kureyş'in direnci kırıldıktan
sonra ve Peygamber (s) ve müslümanlarla barışı kabul etmelerinden sonra İslam'ın
elde edeceği kuvvet ve heybetin işaretlerini taşımıştır.
Bu ayet bölümü, zaman
sürecine göre incelendiğinde, her devirde müslümana güç ve diniyle övünme şuuru
veren sonsuz bir talimat içerdiği görülmektedir. [65]
4- Sana
kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: "Temiz şeyler size
helal kılındı. Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı'[66]
hayvanların'[67] sizin için tuttuklarını yeyin
ve üzerine Allah'ın adını anın Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah hesabı çabuk
görendir.
Bu ayette bir soru ve
cevabının anlatımı yer almaktadır. Ayet bir takım insanların kendilerine neyin
helal kılındığını Peygamber (s)'e sorduklarını anlatmıştır. Ve ardından Allah
Teala'nın genel anlamda tüm temiz olanları onlara helal kıldığını, soranlara ve
doğal olarak tüm müslümanlara tebliğ etmesini emretmiştir. Ve -üzerinde
Allah'ın adının anılması şartıyla- eğitilmiş avcı hayvanların yakaladıkları
avı, Allah'ın onlara helal kıldığını, yine soranlara ve tüm müslümanlara
iletmesini ayet emretmiştir. Ayette bunlarla beraber, Allah'tan sakınmanın
gerekliliğine ve kulların amellerinin karşılığı olarak Allah'ın hesabının çok
çabuk olacağına kesin bir şekilde inanmanın gerekliliğine dair bir uyan vardır
ki bu, Allah'ın emirlerine muhalefet etmekten sakındıran ve korkutan bir
ikazdır.
"Üzerine Allah'ın
adını anınız" cümlesinin yorumu ile ilgili çeşitli görüşler sıralanmıştır.[68]
Denildi ki, bu cümle, "eğitilmiş avcı hayvanı avı yakalamak için
saldığınızda, Allah'ın adını anınız ki, avı ölü olarak getirdiği takdirde onu
yemek size caiz olsun" anlamındadır. Ve denildi ki, cümle; "onu
yiyeceğiniz zaman Allah'ın adını anınız" anlamındadır. Bir diğer görüşe
göre de cümlenin anlamı, "yakalandıktan sonra onu boğazlayacağınız zaman
Allah'ın adını anınız" şeklindedir. Bu görüşlerin en doğrusu birinci
görüştür. Çünkü yırtıcı hayvanların ve yırtıcılardan olan avcı hayvanların
dişlemesiyle ölen hayvanın hükmü daha önce geçmişti. Eğer dişlenmiş hayvan
ölmemişse ve boğaz-lanmamışsa başka bir şarta gerek duyulmaksızın yenir. Burada
yeni bir ruhsata gerek yoktur.
Müfessirler ayetin
nüzul sebebi hakkında pek çok rivayet aktarmışlardır. Bunlardan biri şudur:
Peygamber (s), köpeklerin öldürülmesini emretti. Bunun üzerine bazı
müslü-manlar gelip, bu köpeklerin elde ettiklerinden helal herhangi bir şeyin
olup olmadığını sordular. Yine bu rivayetlerden bir diğerine göre de: Kırsal
yerlerde yaşayan müslüman-lardan bazıları, eğitilmiş av hayvanlarının
yakaladıkları avın hükmünü Rasulullah'a sordular.
Ayet kendisinin bir
soruya cevap olarak indiği hususunda gayet nettir. Bu rivayetlerden birinin
veya her ikisinin doğru olma ihtimali vardır. Diğer bir ihtimale göre önceki
ayette, evvela yasaklanan durumlarla ilgili, ikinci olarak yırtıcı hayvanların
durumu ile ilgili çözüm yer almıştır. Bunun üzerine sorular sorulmuştur. Biz
doğrudan ayetle bağlı olarak bu görüşü tercih ediyoruz. Çünkü bu ihtimal, ayetin
muhtevası öncesiyle uygunluk arzetmektedir. İhtimal ki, bu soru önceki ayetin
inmesinden hemen sonra sorulmuştur. Bu ayetin hemen ondan sonra
yerleştirilmesi de iniş sırasına ve konusuna göre olmuştur. Değilse sadece
konusundan dolayı bu yere konulmuştur.
Müfessirler, bu
cümlenin açıklamasında pek çok Nebevi hadis aktarmışlardır ki, bunlar
fakihlerin av konusu ve onun yenmesi ile alakalı koydukları kurallara ve hükümlere
dayanak ve kaynaklık teşkil etmiştir. Bu hadislerin bir kısmını sahih beş hadis
müs-nedinin sahipleri rivayet etmiştir. Bunlardan birisi beş müsned sahibinin
Adiy b. Ha-tim'den rivayet ettikleri şu hadistir: "Dedim ki: 'Ya
Rasulullah ben eğitilmiş köpekleri salıyorum benim için yakalıyorlar. Ve
Allah'ın adını anıyorum'. Buyurdu ki: 'Eğitilmiş köpeğini salıp Allah'ın adını
da anınca onun yakaladığını ye. Öldürülmüş olsalar da. Onlardan olmayan başka
bir köpek yakalamaya katılmadıkça durum değişmez'. Bunun üzerine dedim ki: 'Ben
mirad (ortası kalın enlemesine değen ok çeşidi) ile ava atış yapıyorum ve
isabet ettiriyorum'. Buyurdu ki: 'Miradı attığında eğer delerse onu ye. Eğer
enine değerse yeme".[69] Ve
Buhari ve Tirmizi'nin şu hadisi: "Eğer ava atış yapar onu bir iki gün
sonra bulursan, eğer onun izinden başka bir iz yoksa onu ye. Eğer suya düşmüşse
yeme.[70]Yine
Buhari ve Ebu Davud da: "Kim ki, ava atar da iki-üç gün sonra onu ölmüş
olarak bulur ve okunun izini bulursa inşallah yer.[71]
Müslim ve Ebu Davud'un
rivayetine göre ise, üç günden sonra avım gören hakkında "Çürümedikçe onu
ye"[72] ifadesi yer almaktadır.
Ve Tirmizi Adiy'den rivayet etmiştir ki: "Adiy: Rasulullah'a kartalla
yapılan avı sordum. 'Senin için yakaladığını ye dedi'".[73]
Birinci hadise ek olarak İbn Kesir'de şöyle bir rivayet vardır: "Eğer
öldürülürse bile, av köpeklerinden başka bir köpek onlara katılmadıkça ye.
Muhakkak ki sen kendi köpeğinin üzerine besmele çektin diğerine çekmedin, ona
yakalanmış olabilir". İkinci bir fazlalık da İbn Kesir'de vardır: Eğer
mirad ile atış yaparsan ve sivri tarafıyla delerse onu ye. Eğer enine değip
öldürürse o vakizdir -taş.sopa ile öldürülmüş- onu yeme. Üçüncü bir fazlalık da
şudur: Köpeğini saldığın zaman Allah'ın adını an. Eğer sana yakalarsa ve canlı
iken sen ona kavuşursan onu boğazla. Eğer ona yetiştiğinde öldürülmüş ise ve
ondan yemediyse onu ye. Çünkü köpeğin yakalaması, onun boğazlanması demektir.
Ve dördüncü bir fazlalık şudur: Eğer yemişse sen yeme, korkarım onu kendisi
için yakalamış olsun. Yine bu konuyla ilgili hadislerden biri Selmam Farisi'den
gelen şu hadistir: Selman dedi ki: Rasulullah, adam köpeğini ava salınca hemen
peşinden yetiştiğinde köpek avdan yemişse arta kalanını yesin buyurdu". [74]
Ebi Salebe el
Haşeni'nin şu hadisi de bunlardan biridir. "Salebe: Ey Allah'ın Rasulü
benim eğitilmiş köpeklerim var, bunların avlayacağı hayvanlar hakkında bana
fetva ver dedi. Rasulullah kesilmiş olsun olmasın farketmez, onların
yakaladıklarını ye. Avcı hayvan yakaladığında yemiş olsa bile ye buyurdu.
Salebe: Ya Rasulullah, yayım hakkında bana fetva ver dedi. Rasulullah buyurdu
ki: Kesilsin, kesilmesin farketmez, yayının sana getirdiği hayvanı ye. Avın
kaybolsa da kokuşmadıkça ye. avında okundan başka iz de bulunsa yine
yiyebilirsin".[75] Bu
hadislerden çıkarılacak hükümler açıktır, hiç bir açıklamaya gerek duymazlar.
Bu, Kur'an'in sustuğu ve sünnetin açıkladığı durumlardır. Burada görülüyor ki,
avcı köpeği yemiş olsa bile avı yemeyi helal kılan hadisler vardır. Buna cevaz
vermeyen hadisler de vardır. Doğal olarak fakihlerde bundan dolayı görüş ayrılığına
düşmüşlerdir. Kimisi caiz görmüş, kimisi yasaklamıştır. İbn Kesir, sahiplerini
zik-retmeksizin Tevfık'te çeşitli görüşler aktarmıştır. Bu görüşlerden bir
kısmına göre açlık halinde yemeye cevaz vardır. Kimisine göre de avcı köpeğin
değil, avcı şahinin bir kısmını yediği avı yemek caizdir.
İşte durum budur. Her
ne kadar "De ki: Size temiz olanlar helal kılındı" ifadesi burada
eti yenen hayvanlar ve eti yenen kuşlara yorulmuşsa da, bu cevap açık, güçlü,
genel ve bütün temiz şeyleri kapsamaktadır. Bu, tüm temiz şeyleri helal yapma
amacında olan İslam şeriatına çeşitli Mekki ve Medeni ayetlerde yer alan
Kur'ani talimatlara uygundur. Temiz şeyler ise açık olduğu üzere Allah'ın
haramlığına dair nass indirmediği şeylerdir. Bu itibarla bunlar gerçekten geniş
çerçevelidir. Çünkü şeriat koyucunun Kur'an ve sünnet ile haramhğını nass ile
belirttiği şeyler gerçekten sınırlıdır. Böylece pek çok ayetin kapsadığı Kur'an
ifadelerinden müslümanlar için Kur'anî yasamalar da kolaylıklar yer almaktadır.
Tayyibat (temiz olan şeyler) kelimesinde müslümanın nefsinin eğitilmesine,
arındırılmasına ve onun zevkine yönelik tasfır edilmiş yüce bir mânâya
dokunulmuştur. Yiyecek, içeceklerinde ve diğer işlerinde, çirkin görülen tüm
şeylerden müslümanın uzaklaştırılması anlamı da bu kelimede canlandınlmıştır.
Kur'an'da bu husus farklı üsluplar ve çeşitli konular münasebetiyle ve
Kur'an'ın yücelik ve parlaklığıyla tekrarlanmıştır.
5- Bugün
size temiz olan şeyler helal kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helal,
sizin yemeğiniz de onlara helaldir.
İnanan kadınlardan hür
ve iffetli olanlar ve sizden önce ki-tap verilenlerden hür ve iffetli kadınlar
- İffetlerinizi muhafaza ederek, zina etmeksizin, gizli dostlar tutmaksızın,
onlara mehirlerini verdiğiniz taktirde- size helal kılınmışlardır. Kim imanı
(dini) inkar edip tanımazsa onun ameli kesinlikle boşa çıkmıştır. Ve o
ahirette kaybedenlerdendir. [76]
Ayette müslümanlara
yöneltilen teşri (yasama ile ilgili) bir açıklama vardır. Ve şun-1lan
kapsamaktadır:
I- Genel mânâda
temiz olan şeylerin helal kılınması ve onların mübahlığının pekiştirilmesi.
II- Ehli Kitab'in yemeklerinin müslümanlara helal
ve mubah, müslümanlann yemeklerinin de Ehli Kitab'a helal ve mubah kılınması.
III- İnananların
şer'i sınırlar çerçevesinde Ehli Kitab'dan iffetli ve hür kadınlarla evlenmelerinin
helal ve mubah kılınması. Bunun şartları ise, evlilik hususunda sağlam ve dürüst
bir istek, mehir ve nikahın olması, zina, dost edinmek ve sadece şehvetini
gidermek gibi maksatların olmamasıdır.
IV- Ve
Allah'ın sınırlarını gözetmenin ve onları aşmamanın gerekliliğine dair bir
uyarı. Ve bu sınırlan aşmanın, iman ettikleri dinin inkarı demek olacağına dair
bir açıklama. Ve buna riayet edilmediği taktirde ahirette amellerin boşa
çıkması ve hüsranın kaçınılmaz olacağı.
Bu ayetin nüzul sebebi
ile ilgili bir rivayete rastlamadık. Bununla beraber Taberi'nin Katade'den
yaptığı bir rivayete göre; Allah bu ayette Ehli Kitab'ın kadınlarını ve yemeğini
helal kılınca müslümanlardan bazı insanlar, "Onlar dinimizden başka bir
dinde iken nasıl onların kadınları ile evleniriz?" dediler. Bunun üzerine
Aziz ve Celil olan Allah: "Kim ki imanı inkar edip tanımazsa onun ameli
boşa çıkmıştır. Ve o ahirette kaybedenlerdendir" ayetini indirdi.
Bu durum, ayetin iki
defada indiğini gösterir. Bu cümlenin ayetin diğer parçasıyla uyum sağlamasına
ve ona eklenmesine rağmen Taberi'nin, tabiinden olan alimlere isnad ettiği pek
çok rivayete göre onlar: "Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size
helaldir" cümlesinden Ehli Kitab'ın kestiklerini anlamışlar ve bu cümleyi
böyle yorumlamışlardır. Ve kendisinden sonraki müfessirlerin büyük çoğunluğu
da [77]bu
hususta Taberi'yi izlemiştir. Bunun ışığında ayetin öncekilerle seyir ve konu
bakımından bağlantılı olduğu hemen görülmektedir. Ve ayetin kapsamı bu ve
önceki ayetlerin peşpeşe gelen bir dizi olduğunu ilham etmektedir. İnananlardan
iffetli ve hür kadınlarla ve Ehli Kitab'dan olan iffetli ve hür kadınlarla
evliliğin mubah kılınması da peşpeşe kesintisiz bir şekilde gelmiştir. Eğer bu
ayet kendisinden öncekilerle beraber inmemişse bile kesinlikle hemen ardından
inmiştir. Ve onlardan sonraya yerleştirilmiştir. Yahut konusu sebebiyle onlardan
sonraya konmuştur.
Bunun yanında
gerçekten kuvvetli ihtimallerden birisi de Peygamber (s)'den Ehli Kitab'ın
kestikleri ve onların kadınları hakkında fetva istemeleri veya bununla alakalı
bir takım olayların meydana gelmiş olması üzerine, ilahi hikmet ayeti indirmeyi
getirmiştir. Belki de önceki ayetlerde eti yenen hayvanlann yenmesini haram
kılan hallerin açıklanmasının ardından inmiştir. Daha önce ifade ettiğimiz
üzere bu ayetlerin Hudeybi-ye barışından kısa bir süre sonra indiği görüşüne
dayanarak, Fetih sûresinin tefsirinin akışı içerisinde açıkladığımız gibi
Hudeybiye barışından sonra meydana gelen Hayber vakıasından dolayı inmiş olması
aynı şekilde akla geliyor. Rivayet olundu ki bir kadın Peygamber (s)'e pişmiş
bir koyun ikram etmişti. Ayrıca Peygamber (s) esirler arasında bulunan
yahudilerin lideri Hayy b. Ahtap'ın kızı Safiyye ile evlenmiştir.[78]
Belki de bazı müslümanlar durumla ilgili sorular sordular, bunun üzerine ayet
Peygamber (s)'in yaptığı işi desteklemek için indi. Bu, tekrarlanan ve daha
önce çeşitli" örnekleri geçmiş olan bir durumdur. "Ve kim imanı inkar
edip tanımazsa onun ameli boşa çıkmıştır. Ve o ahi-rette
kaybedenlerdendir" cümlesine gelince, Peygamber'in yüce Allah'ın ilhamı
ile, yüce bir hikmetten dolayı yaptığı herhangi bir şey olduğuna dair bir
ilanı kapsamaktadır. Ve Peygamber'in yaptığı tüm şeylere inanmanın müslümanlara
bir görev olduğuna dair bir uyarıyı kapsamıştır. Çünkü O Allah'ın elçisidir.
Kim bunda tereddüt geçirir veya şüphe ederse amelleri boşa çıkar ve ahirette
kaybedenlerden olur. Allah en iyi bilendir.
Bu ayetin kendisiyle
başladığı "bugün" kelimesi ve sonra ardından gelen "temiz olan
şeyler size helal kılındı" cümlesi dikkatleri üzerine çekmektedir. Ve bir
de benzer şeyler içeren bu ayetten önceki ayet göze çarpmaktadır. Bu ve diğeri
bizim kuvvetli gördüğümüz ve ayetin lafız, seyir ve konusu itibariyle önceki ayetlerle
bağlantısını gösteren işaretlerdir. Aynı zamanda bu emareler, üçüncü ayetteki
"bugün" kelimesinin, Veda haccındaki arefe günü ile yorumlanıp,
ayetin iniş günü gibi bir mânâ verilmesinin zayıf bir ihtimal olduğunu da
göstermektedir.
Bu yasamadaki hikmet
açık önemli ve uzun menzillidir. Kur'an sürekli olarak müs-lümanlarla, Ehli
Kitab'ın arasını birleştiren ve onları tek bir cephe konumuna getiren hedef ve
kaynak birliğini sağlamlaştırmakta ve onların kitaplarına ve peygamberlerine
saygı göstermelerini müslümanlara farz kılmıştır.
Bu yasama, gücünü bu
birlikten alarak gelmiştir. Bu birlik doğrudan veya dolaylı olarak herhâlükârda
Ehli Kitab'ın Allah'a inananlar olduğunun kesinleştirilmesi ve nikahları,
kestikleri hayvanlar ve yemekleri hususunda müşrikler ve putperestlerle aynı
tutulmadıklarını anlatıyor. Müfessirler teşriin sebebi olarak bunu, Ehli
Kitab'la mü'minler arasında kabalığı gideren, kaynaşmayı, ticari ilişkileri ve
fiili yakınlaşmayı pekiştiren yeni ve kuvvetli bir adım olarak kabul etmişlerdir.
Ayetin seyri, onun
Hudeybiye olayından sonra indiğini ilham ediyor. Belkide Hu-deybiye vakıasından
sonra meydana gelen Hayber olayından sonra inmiştir. Bir başka ifade ile
şehirde ve kasabalarda yahudilerin güçlerinin kırılıp hizaya getirilmelerinden
sonra inmiştir. Bu durum yukarıda sıralanan hikmetlere ek olarak şunu da hemen
göstermektedir ki; müslümanlar artık emin bir konuma gelmişler ve özellikle
çevrelerinde Ehli Kitab'ın en büyük kitlesi olarak yer alan yahudilerden yana
artık güvende olmuşlardır. Ve artık müslümanlarla onların çekişmesini,
kapışmasını gerektirecek hiç bir sebep kalmamıştır. İşte tüm bunlar tenzilin
hikmet ve sebeplerindendir. Biz öncelikle ve sadece yahudileri söz konusu
ettik. Çünkü Peygamber (s)'in çevresinde, önceleri yahudilerin fırsat bulup
çevirdikleri entrikalar gibi müslümanlara eziyet verecek düşmanca dümenler
çevirmeye gücü yetecek büyük bir hrıstiyan kitle yoktu. Ve yine bu çevredeki
hrıstiyanlar büyük ölçüde, kibar iyi niyetli, husumet ve düşmanlıktan uzaktılar.
İkinci olarak ta onların büyük çoğunluğu İslam'a girmişti. Çünkü hrıstiyanlar
genellikle daha kibar, daha temiz kalpli ve daha güzel ahlaklı idiler. Aşağıda
zikrettiğimiz ayet, Pey-
gamber (s)'e , Onun
risaletine ve müslümanlara uyum sağlamaları bakımından bu iki grup arsındaki
farkı açıkça sergiliyor, "inananlara en şiddetli düşman olarak, insanlardan
yahudileri ve müşrikleri en yakın olarak da 'biz hrıstiyanlarız' diyenleri
bulursun. Bu onlardan papaz ve rahiplerin olmasından ve onların büyüklük taslamamalarından-dır."
(Maide, 82)
Bu ayetin ifade
tarzının yasama ile ilgili olduğu açıktır. Anlatımın da dikkatimizi çeken
husus, kalıcılık ve sınırsızlık ifade eden, müslümanlann tüm şartlan ve
imkanları için geçerli olan çıkarılmış açık hükümlerdir. Bu konuda ayette yer
alan şey, müslüman-larla sevgi ve anlayış bakımından uyum içinde olan
hnstiyanlar arasında samimiyet kurma, yakınlaşma ve hoşgörü hususunda isabetli
olan Kur'anî bir yönlendirmedir. Onlardan hiç birisi genel ve özel hayatın
gösterge ve şartlan içerisinde, sonuçlanndan korkulacak herhangi bir düşmanlık
yapacak, tuzak kuracak müslümanlann aleyhine kötü niyet besleyecek konumda
değildi.
Bazı entrikacılar
Kur'an da müslüman hanımlann Ehli Kitab olan erkekle evlenmelerini yasaklayan
bir nass'ın olmadığını söylüyorlar. Öncelikle bu görüş şöyle reddedilmiştir.
Ayet sadece müslüman erkeklerin, Ehli Kitab olan kadınlarla evlenmelerini mubah
kılmıştır. Dolayısıyla müslüman hanımların Ehli Kitab ile evlenmeyecekleri
bunun içinde gizlidir. İkinci olarak; Peygamber (s)'in yanında beraberce bütün
müslümanlann hiç bir ihtilaf olmaksızın bunun üzerinde ittifak etmeleriyle
reddedilmiştir. Kitap ehlinden hür ve iffetli kadınlar, müslümanlara helaldir.
Müslümanlardan olan hür ve iffetli kadınlar Ehli Kitab'ın erkeklerine helal
değildir. Bunun sebebi açıktır. Erkek kadın üzerine yöneticidir, ailenin
terbiye edicisidir ve nesep sadece ona isnad edilir. Bu endişe İs-lami şeriatın
bakış açısından oluşmuş veya sanki bu dini prensibin etkisiyle çıkanlmış-tır.
Ehli Kitab'tan olan kadının bir takım meziyetlerinden istifade etmek ve onun İslam'a
girmesini sağlama ihtimali de çok kuvvetlidir. Aksi durum için bu böyle
değildir. Buna başka bir yaklaşım da ilave edilebilir. Bu da şudur: Muhakkak ki
müslümanlar, İsa (a) ve diğer peygamberlere ve kitaplarına saygı duyarlar.
Ehl-i Kitab olan kadının düşüneceği bir sıkıntısı yoktur. Çünkü O, müslüman
erkeğin onun kutsal saydığı değerlerine olan saygısından emindir. Öte yandan
kitap ehli erkek, müslüman kadının peygamberine ve kitabına saygı
göstermemektedir. Bu da kadına onunla evlenme hususunda bir güçlük
çıkartmaktadır. Çünkü o erkekle beraber kutsal saydığı değerler hususunda da
emin ve huzurlu değildir.
Bu ayetin kapsadığı
hükümler hakkında müfessirler, çoğunu İbn Abbas'a ve tabiin âlimlerine isnat
ettikleri pek çok görüş[79]
aktarmışlardır.
İlk olarak yemeklerin
helal kılınması hususunda: Geçmiş te'vil ehlinin "Kendilerine kitap
verilenlerin yemeği size helaldir" cümlesinden, anladıkları mânâ; onlann
kestikleri hayvanlardır. Onların bu görüşlerinden söylediğimiz şeylere rağmen,
İbn Abbas, Ebu Derda, Şa'bi ve Ata'dan rivayet ettiklerine göre bu cümle genel
ve kapsamlıdır. Çünkü hiçbir şeyi hariç tutmadan Ehli Kitab'ın yemeğini
müslümanlara helal kılmaktadır. Hristiyanlann kiliselere adak olarak
kestiklerine varıncaya kadar ve hatta üzerine Mesih'in adının anıldığı şeylere
kadar. Beğavi'nin İbn Ömer'den yaptığı bir rivayete göre İbn Ömer, üzerine
Mesih'in adının anıldığı şeyi haram kabul etmiştir. Sonra Beğavi: "Fakat
ilim ehlinin çoğu, bunun helal olduğu görüşündedir demiş ve Şa'bi'ye bunun sorulduğunu,
Şa'bi'nin: O helaldir. Allah, onların ne söylediklerini bildiği halde onların
yemeklerini helal kıldı, dediğini de aktarmıştır. Bu müfessirin bizzat kendisi
(Beğavi); yahudi veya hristiyan biri, hayvan kesince eğer Allah'tan başkasının
adını anarken duyarsan onu yeme. Eğer sen görmeden kesilmişse Allah sana helal
kılmıştır görüşünü Hasan'dan rivayet etmektedir.
Geçmiş müfessirlerin
rivayetleri arasında, nass ile müslümanlara haram kılınan ve yahudi şeriatında
yasaklanmasına rağmen hristiyanlann kendilerine helal saydıkları domuz etiyle
ilgili Allah Rasulü'nün ashabından hiçbir şey gelmemiştir. Kasimi, İmam İb-nü'l
Arabi'nin bu konuda onların şeriatında helal olan bize de helaldir dediğini
aktarmıştır. Ve buna örnek olarak da tavuğu misal vermiştir. Onlar tavuğun
boynunu çekip kopardıklarında helaldir demiştir.
Aynı şekilde bu
rivayetlerde Ehl-i Kitab'ın, içinde şarap bulunan yemekleri hakkında da hiçbir
şey gelmemiştir.
Reşid Rıza'nın İbn
Abbas'tan aktardığı bir görüşe göre İbn Abbas, "Onlardan korkulan husus,
yemekte pisliği kullanmalarıdır. Sakınmak gerekir" demiştir.
Reşid Rıza Ehli
Kitab'ın yemeğinin helal kılınması konusunda uzun bir açıklama yaparak, fıkhi
mezheplerin bu konudaki görüşleri üzerinde durmuştur. Peşinden kendisi küçük
bir açıklamada bulunarak şöyle demiştir:
"Meşhur dört
mezhebin kitaplarından, gerek o dönemde yaşamış gerekse daha önce yaşamış olan,
onların dışındaki selef imamlarının sözlerinden aktardıklarımız incelendiğinde,
dinimizde bizzat haram kılınan şeyler neler ise Ehli Kitab'ın yemeklerinden de
onların bize haram kılınmış olduğu görülür. Bu asli haramlar da leş, domuz eti
ve akıtılmış kandır. Bunun dışındakiler ihtilaflıdır. Kimileri diğer şeyleri
İslam şeriatında helal kılınması şartına bağlar. Öte yandan ayetin mutlak
olarak gelişinden yola çıkarak onun helal olduğunu söyleyenler ve onun helal
oluşunu, Ehli Kitab'ın şeriatında helal olması şartına bağlayanlar olmuştur.
Bize görünen şu ki,
bizzat dinimizde haram kılınan domuz eti, leş, akıtılmış kan ve üzerinde
Allah'tan başkasının adının anıldığı kesin olarak bilinen şeyleri -Mesih'in adı
hariç; çünkü onların yorumunda Mesih Allah'ın kendisidir- katmadığımız
takdirde, son görüş en doğru görüştür. Allah en iyi bilendir.
Rıza şöyle demiştir:
"Hakkında detaylı bilgi gelen ve hakkında görüş farklılıkları bulanan
kitap ehlinin kestiklerinin dışındaki şeyler aleyhte nass yoksa "Aslolan
helal olmasıdır" prensibine göre helaldir- müşriklerden de gelse
yasaklanmamıştır." Boğazla-nanlar kategorisinden olmayan şarabı hariç
tutarsak bu görüş doğrudur. Şarabın kendisi müslümanlara haram kılınmıştır.
Allah en iyi bilendir.
Reşid Rıza ayetin
tefsirinin akışı içerisinde konuyu sürdürerek Ehli Kitab'ın dışında kalan
müşriklerin ve putperestlerin yemekleri meselesine gelmiştir. Ve şunları
söylemiştir: "Muhakkak ki Kur'an onların yemeklerini bir nass ile
yasaklamamıştır. Kaçınılmaz olarak başkalarının yemeğinin haram olduğunu da
ifade etmez. Burada durum bütünüyle şudur: Kur'an leş, domuz eti ve akıtılmış
kanın haram kılınması gibi kesinlikle Allah'tan başkasının adına kesilenleri
de kesinlikle yemeyi haram kılmıştır. Dolayısıyla bu yasaklama, Ehli Kitab'tan
olmayanların yemekleri hususunda Kur'anî bir kayıt ve ifade olmaktadır."
Bu doğru bir görüştür. Anlamı da şudur: Eğer müşrikler, etsiz bir yemeği,
ekmekten, hurmadan, hububattan, meyvelerden, baldan, yağdan yumurtadan ve sebzelerden
herhangi bir yiyeceği müslümanlara takdim ederlerse onu yemek müslümanlara
caizdir.
Gördüğümüz kadarıyla
Kur'an nassları ve sahih sünnette gayri müslimlerin, yemeklerinden
müslümanlara yedirmelerini yasaklayan hiçbir şey yoktur.
Yine bildiğim
kadarıyla, alim ve müfessirlerden hiçbirisi bu ayette geçen hükmün,
müslümanların yemeğinden Kitap Ehli'nin dışındaki gayri müslimlere yedirilmesi
haram dememiştir. Bundan dolayı buradaki nass bir yaklaşımı ifade etmekle
alakalıdır. Açıkça görüldüğü gibi Kitap Ehli'nin yemeklerinin müslümanlara
serbest olduğunu ifade etmesinin yanında bu nass ile sosyal danışma, rahatlık
ve karşılıklı uyum sağlanmak istenmiştir. Geriye müslümanların yedirilmesi
kaldı ki, o da aynı şekilde "Aslolan mubah olmasıdır" prensibine
göre mubahtır. Bu prensipteki genel mübahlık, hakkında haram olduğuna dair bir
özel hüküm veya herhangi bir kayıt olmadıkça geçerlidir.
İşte durum budur.
Sözün kısası, denilebilir ki, Maide sûresi 3. ayetin ve diğer pek çok Mekki ve
Medeni ayetin; yani Bakara 112-113, En'am 145 ve Nahl 114-115. ayetlerinin
kapsadığı ve zaruret sahibinin ve kendisine haram kılınan şeyin yenebilmesi
için verilen ruhsatın; kitap ehlinin sunduğu veya yaptığı ve bu haramların
özelliklerini taşıyan yemeklerine yorumlanması, ayetlerdeki şartlara uygun
düşmektedir. Bu yeme durumunun sadece tehlike ve zararı savmak için olması,
günah ve isyan kastının olmaması gerekir. Allah en iyi bilendir.
İkinci olarak kitap
ehli kadınlarla evlenmenin helal olması ile ilgili rivayetler:
Rasulullah'ın
ashabından olan te'vil ehline isnat edilen görüşler pek çoktur ve aynı şekilde
aralarında ihtilaf vardır.
Taberi bu görüş
farklılıklarından öyle isabetli bir cümle aktarmıştır ki adeta herşeyi tamamen
yansıtmıştır. Bu cümle şudur: Burada öncelikle "muhsan olan kadınlar"
kelimeşinin kastettiği mânâ hakkında görüş ayrılığı vardır. Şöyle ki, alimlerin
bir kısmı, onlar hür olan kadınlardır demiştir. Bazıları da iffetlilerle
iffetsizleri ayırmayıp, sadece cariyeleri hariç tutuyorlar. İkinci görüşün
sahipleri de hür ve cariye ayrımı yapmayıp, onlar da sadece iffetsizleri hariç
tutyorlar.
fi- Bu kelime her iki
mânâyı da taşımaktadır. Nisa sûresi 25. ayetin bu iki mânâya geldiği gibi:
"Sizden inanmış özgür kadınları nikahlamaya güç yetiremeyenler sağ
ellerinizin malik olduğu inanmış cariyelerinizden (alsın). Allah imanınızı en
iyi bilendir. Siz birbirinizdensiniz (insanlık bakımından birbirinizden
farkınız yoktur). Öyleyse onları iffetliler, fuhuşta bulunmayanlar ve dost
edinmemişler olarak sahiplerinin izni ile nikahlayın. Onlara ücretlerini
(mehirlerini) güzelce verin. Evlendikten sonra fuhuş yapacak olurlarsa onlara,
hür kadınlara uygulanan cezanın yansı vardır. Bu, sizden sıkıntı (günah ve
zinaya saplanmak) dan korkanlar içindir. Sabretmeniz sizin için daha
hayırlıdır.
%Allah çok bağışlayan
çok merhamet edendir." Bu ayette ilk geçen "el-Muhsenat" kelimesi
"hürler" (hür kadınlar), ikinci geçen "el-Muhsenat"
kelimesi "iffetliler" anlamındadır.
Bu kelimenin bir diğer
mânâsı daha vardır. O da: "Evli olan kadınlar" demektir. Kelime Nisa
sûresi 24. ayetinde bu anlamda gelmiştir. Bu ayette (ve'1-muhsenatu
minen-Nisai: Ve evli olan kadınlar da) muhsenat kelimesi bu farklı mânâda
gelmiştir. Çünkü kelime bu ayette evli kadınlarla evlenmeyi yasaklama tarzında
gelmiştir. Bu ise muhkem bir hükümdür. Eğer ikinci görüş doğru ise bu ayet (yukarıda
anlamı verilen 25. ayet) az önce sözkonusu edilen Nisa 24. ayetin hükmüne yeni
bir boyut kazandırmıştır. Çünkü bu ayet (25. ayet) cariyelerle evlenme cevazını
"inanmış olmaları" şartıyla sınırlandırmıştır.
Taberi'nin buraya
kadar ki görüşleri te'vil ehli'ne isnat ettiği ve kitap ehli kadınlarla
evliliğin mubah olmasını sadece zimmiye (İslam devletinin hakimiyeti altındaki
gayri müslime) ile sınırlandırılan görüşlerdir. Bu hususu zimmiyeyi ve
harbiyeyi[80] içine alacak şekilde
genelleştiren rivayetler ve görüşler de vardır.
Taberi görüşlerini
aktardıktan sonra diyor ki, doğruya en yakın olan görüş "el-Muhsenat"
kelimesinin "hür kadınlar" anlamında olmasıdır; iffetli mi olmuşlar
yahut ahlaksız mı olmuşlar farketmez. Allah Teala inanan kadınların hür olanlarını
bize helal kılmıştır. İğrenç bir eylemde bulunsalar dahi. O halde Ehli
Kitab'ın da hür olanlarını bir fuhşiyatta bulunsalar dahi bize helal kılmış
oluyor. Zımmi kadınları da helal kılmıştır ki onlar gerçek isyankar olanlardır.
Ve Taberi müslüman
kadınlarından bir iğrenç eylemde bulunanlar hakkında iki hadisi, Ehli
Kitap'tan ve müslümanlardan iffetsiz kadınlarla evlenmek farketmez, iffetsizlikleri
ortaya çıksa da caizdir şeklindeki görüşünü delillendirmek üzere aktarmaktadır.
Bu hadislerden birinde şöyle bir riyavet gelmiştir: Hz. Ömer: "İslam'da
iken fuhuş yapan hiçbir kimsenin namuslu bir hanımla evlenmesine müsade
etmemeyi tasarladım dedi. Bunun üzerine Ubeyy b. Ka'b, O'na: Ey mü'minlerin
emin şirk bundan daha büyük bir günahtır. Tevbe edince kabul edilir demiştir.
Bu hadisin kazandırdığı anlama göre Taberi, benimsediği görüşüne bir sınırlama
getirmektedir. O da iffetsizin günahından tevbe etmiş olmasıdır. Taberi bu
konuda başka bir hadis daha rivayet etmektedir: "Bir adam Ömer'e geldi ve
benim bir kızım var Allah'ın koyduğu yasalardan birini çiğnedi -yani zina etti-
ve büyük bir bıçak boğazına dayayarak kendisini kesmek istedi. Ben O'na, yetiştim
ve O'nu iyileşinceye kadar tedavi ettim. O, güzel bir tevbe ile tevbe etti.
O'nu isteyenler var. O'nun daha önce yaptığını söyleyeyim mi? dedi. Ömer:
O'nun durumunu söyleyerek Allah'ın gizlediğini açığa çıkarmak mı istiyorsun.
Allah'a yemin ederim ki, onun durumunu insanlardan herhangi bir kimseye
söylersen seni şehirlerin ahalisine ibret için cezalandırırım. Tam aksine onu
namuslu bir müslüman kadın gibi evlendir demiştir".
Bu rivayetlerde
gelenler daha önce yaptıkları ne olursa olsun tevbe eden kadınlarla
evlenebileceğine bir destektir. Ve aynı zamanda parlak ve isabetli birer
talimattır.
Buradaki durumun
müslüman bir erkeği veya müslüman bir kadını ilgilendirmesi, bu konunun dışında
değildir. Dediğimiz gibi Taberi tevbe edince iffetsiz Ehli Kitap kadınlarıyla
evliliğin caiz olduğu görüşüne destek olsun diye sadece bu iki rivayeti delil
getirmiştir.
Reşid Rıza, İbadiye
mezhebinin Nur Sûresi'nin 3. ayeti olan: "Zina eden erkek, zina eden ya da
müşrik olan bir kadından başkasını nikahlayamaz; zina eden kadını da zina eden
ya da müşrik olan bir erkekten başkası nikahlayamaz. Bu mü'minlere haram kılınmıştır"
ayetine tutunarak zina eden kadınla evlenme konusunda çok şiddetli
davrandığını söylemiştir. Nur sûresi tefsirinin akışı içerisinde bu ayeti
yorumladık, alimlerin bu ayetle ilgili farklı görüşlerini anlattık ve en
isabetli görüşün tevbe-den sonra bu evliliğin caiz olmasıdır dedik. Reşid Rıza
İbadiye'nin sözkonusu edilen reddi gibi bir rivayeti de Ubeyy b. Ka'b'dan
aktararak eklemiş ve şöyle demiştir: Muhakkak ki müslümanlar -ki ibadiye de
müslümanlardandır- günahı en büyük olduğu halde müşriğin tevbesinin kabul
edileceği hususunda görüş birliği üzeredirler.
Taberi, te'vil
ehli'nden aktarılanlar arasında onlardan bir kısmının; "bu ayet indiğinde
Ehli Kitab olanları kastediyor, ayetten sonra yahudilerin dinine girenleri
kastetmiyor" dediğini, onlardan bazılarının ise, kitap ehli kadınların
şeriatlarına yapışmaları ve ondan sapmamaları halinde, onlarla evliliğin caiz
olduğunu ve onlardan bazılarının da ayetin hiçbir ayrım yapmaksızın, Yahudilik
ve Hristiyanlık dinine boyun eğmiş olan herkes için genelleştirdiklerine dair
rivayetler vardır.
Yine Taberi'nin
aktardığına göre, ikinci görüşün sahipleri: Ali b. Ebi Talib'in Beni Tağlib
kabilesinin kestiklerini yemeyi ve onların kadınlarıyla evlenmeyi, onlar
Mesih'in şeriatına bağlı olmadıkları için yasakladığını rivayet etmişlerdir.
Buna karşılık olarak
Taberi, İbn Abbas'tan, Hasan'dan, Ikrime'den, Said b. el-Mü-seyyeb'den,
Hakem'den, Hammad'dan ve Katade'den aktardığı rivayetlerde onların bu ayetin
mutlak oluşuyla amel ederek, Beni Tağlib'in kestiklerinin yenmesinde ve onların
kadınlarıyla evlenmek de bir sakınca görmediklerini vurgulamıştır.
Müfessirler,
Taberi'nin aktardıklarının çoğunu önemli bir ek yapmadan rivayet etmişlerdir.
Biz de sadece ona isnat etmekle yetindik. Bize göre onun "muhsenat"
kelimesinin "hürler"i ifade ettiğine dair tercihi en doğru görüştür.
Çünkü ayet Ehli Kitap kadınlarıyla evliliğin bir mehir ve akitle olmasını
kapsamaktadır. Bu da cariyelerden çok hür kadınlar için gerçekleşen bir şeydir.
Cariyelerle evlilik şartı olarak, Nisa Sûresi »25. ayetinde gelen
"el-Mü'minat: İnananlar" kaydı, muhkem olarak devam ediyor ve aynı
şekilde Taberi'nin Ehli Kitap kadınlarında bir iğrenç eylemde bulunup tevbe
edenlerle evlenmeye cevaz veren görüşünün doğruluğunu da görmekteyiz. Çünkü
ayet mutlaktır (sınırlandınlmamıştır).
Taberi, bu emrin genel
olarak tüm yahudi ve hristiyanları mı, yoksa ayetin inmesinden önce bu dinlere
mensup olanları mı kapsadığı konusunda görüşünü açıklamamıştır. Bize birinci
görüşün en doğru görüş olduğu kanaatindeyiz. Çünkü bu durum bu ayetin apaçık
görünen şeklidir. Onun sınırlandırılması ancak nebevi bir hadis ile mümkündür.
Ve biz bu konuda herhangi bir nebevi hadise de rastlamadık. Allah en iyi
bilendir.
Bakara 221; ayet
müşrik olan kadınlarla evlenmeyi yasaklamıştır: "İman etmedikçe müşrik
kadınları nikahlamayınız." Mümtehine sûresi 10. ayetinin kafir olan eşleri
tutmayı yasakladığı gibi: "Kafir olan kadınların nikah bağlarını
tutmayınız." Ehli Kitap olanlar da kafir sayılırlar. Çünkü onlar Peygamber
(s)'in risaletini inkar ediyorlardı. Diğer bir bakış açısıyla da müşrik
sayılırlar. Çünkü yahudiler: "Üzeyr Allah'ın oğludur" derler.
Hrıstiyanlar ise: "Mesih Allah'ın oğludur" ve "Allah üçün
üçüncüsüdür" derler. Bu sebeple bu ayet Bakara süresindeki ayete bir sınırlama
oluyor. Onu kitap ehli dışındakiler için sınırlıyor. Burada (Maide'de)
Mümtehine ayetinin mânâsını Ehli Kitab'ın dışına çevirme açıklamasının olduğu
gibi.Nisa sûresi 24. ayet, iffetli olma ve aile kurmanın hedeflenmesi
hususlarına dikkat
çekmiştir. Şehvetini
gidermek, zina etmek kastının olmaması ve bunlardan sakınılması-nın vacip
olduğu konusunda da uyarmıştır: "Bunlardan ötesini iffetli yaşamak, zina
etmemek şartıyla mallarınızla (mehir vererek) istemeniz size helal
kılındı..." Üzerinde durduğumuz bu ayette de bu ifadelerin tekrarlanması
bu hususun Ehli Kitab olan kadınlarla evlilikte vazgeçilmez bir şart olduğuna
dair bir pekiştirme ifadesidir. Bununla Kur'anî tenzilin (Vahyin) bu büyük
sosyal hedefe ve her durumda bunun göz önünde bulundurulmasının gerekliliğine
ne kadar önem verdiğini gösteriyor. Bu hedefin ihlal edilmesi Ehli Kitab
kadınlarıyla evlilik yapılırken daha çok beklenen bir durumdur. Burada hükmün
pekiştirilmesinin hikmetlerinden birisi de budur. Görüldüğü gibi bu ayetteki
"dostlar tutmaksızın" cümlesinin eklenmesi de bir hikmettendir.
Konunun seyri Ehli
Kitab kadınlarıyla alakalı bir diğer duruma değinmemizi gerekli kılıyor. O da
Ehli Kitab olan cariyelerle müslüman sahibinin yatmak istemesi durumudur.
"Muhsanat" kelimesinin "iffetliler" anlamında olduğu
ihtimaline göre; buna cariyeler de bu gruba giriyor. Bu da ancak Ehli Kitab
olan cariyeyerle evlenmenin caiz olduğu anlamını veriyor. Çünkü bu ayette
mehirden bahsedilmesi ancak bunu ifade etmektedir. Sözkonusu durum ile ilgili,
Nisa Sûresi 3.ve 24. ayetleri, Mü'minun sûresi 6. ayet, Ah-zab sûresi 50 ve 52.
ayetleri ve Mearic sûresi 30. ayeti hiç bir kayıtla sınırlamadan müs-lümanların
ellerinin altında bulunan cariyeleri ile yatmalarını mubah kılmaktadır. Çünkü
bununla ve Ehli Kitab olan kadınlarla evlenmenin caiz olmasıyla birlikte
yakınlaşma mümkün olur. Ehli Kitab'tan olan cariyelerle müslüman olan sahibinin
yatmasının caiz olmasına göre de yine bu sosyal yakınlaşma gerçekleşir.
Durum şu ki burada
hiçbir sınırlama olmadan genel olarak gayri müslim cariyelerle yatmanın serbest
olduğuna dair nebevi hadisler vardır ki biz bunları Nisa sûresi 24. ayetin
tefsirinin akışı içerisinde aktardık. Bu hadislerden bir tanesi Ebu Davud,
Müslim ve Tirmizi'nin Ebi Said'den rivayet ettikleri şu hadistir: Peygamber (s)
Evtas'a bir ordu gönderdi. Onlara galip geldiler. Peygamber'in arkadaşlanndan
kimisi bunların kadınlarından, müşrik kocaları baygınlık geçirdiği için
sakındılar. Bunun üzerine "Sağ ellerinizin malik olduğu (cariyeler)
dışında kadınlardan evli özgür olanlarla da (evlenmeniz haramdır)" ayeti
indi. Yani cariyeler iddetleri sona erince sizin için helaldir.[81] Ve
Ebu Davud ve Tirmizi'nin Ruveyfi b. Sabit el Ensari'den rivayet ettikleri şu
hadiste de Ruveyfı şöyle demiştir: Peygamber (s), Allah'a ve ahiret gününe
inanmış hiçbir kimse için suyunu, kendisinden başkasının tarlasına akıtması
helal değildir, Allah'a ve ahiret gününe i-man eden hiç bir kimse için bir haz
ile, temiz olduğundan emin olmadıkça esirlerden bir kadınla cinsel ilişki de bulunmak
helal değildir.[82]
Bazı müfessirler
konuyu uzatarak bu seyir içerisinde mecusiler ve sabiilerden de
bahsetmişlerdir. Zemahşeri bu konu da şöyle demiştir: Mecusiler hakkındaki
sünnet, onlardan cizye alınması, kestiklerinin yenmesi ve kadınlarının nikahlanmamasıdır.
Ancak Zemahşeri burada hiç bir senet zikretmemiştir.
İbn Müseyyeb'den
aktarılan bir rivayete göre o, şöyle demiştir: "Eğer müslüman hasta olduğu
zaman Mecusiye Allah'ın adını anıp kesmesini emretse, o da bunu yapsa sakıncası
yoktur".
İbn Kesir Şafii ve
Hanbeli'nin arkadaşı olan Ebu Sevr adındaki bir fakihin görüşüne işaret ederek
benzeri bir söz söylemiştir. Buna göre Ebu Sevr; Peygamber (s)'den rivayet
edilen ve Rasulullah'ın, onlardan cizye aldığını ve O'nun: "Onlara Ehli
Kitab'ın kuralını uygulayınız" dediğini, ve raşit halifelerin de bu yolu
takip ettiklerini ifade eden hadisten dolayı, mecusilerin kestiklerini yemeyi
ve onların kadınlarıyla evlenmeyi helal görmüştür.[83]Sabiiler[84]
gelince bunlarla ilgili Zemahşeri şöyle demiştir. Ebu Hanife'ye göre bunlann
hükmü Ehli Kitab'ın hükmüdür. Onun iki arkadaşı (İmam Muhammed ve Ebu Yusuf)
ise dediler ki: "Onlar iki sınıftır. Bir kısmı Zebur okurlar ve meleklere
kulluk ederler, bir kısmı ise Zebur okumazlar ve yıldızlara taparlar. İşte bu
grup Ehli Ki-tab'tan değillerdir".
Elimizdeki diğer eski
tefsir kitaplarında sabiiler ve mecusilerle ilgili hiç bir şey görmedik. Bu
kitapların sözleri sadece ayette zikredilen Ehli Kitab, yani yahudiler ve
hns-tiyanlar çevresinde döner. İbn Kesir ve Zemahşeri'nin sözlerinden de
anlaşılan yine budur.
Reşid Rıza, bu ayetin
tefsirini yaparken bu problemle ilgili detaylı bir bölüm açmış ve Java'dan
kendisine yöneltilen ve bu ülkedeki putperestlerin problemiyle ile alakalı bir
soruya verdiği cevabı burada yayınlamıştır. Sözlerinden anlaşılanlar özetle
şunlardır. Kur'an-ı Kerim Hac sûresinin şu ayetinde mecusi ve sabiileri iki
ayrı müstakil inanç gibi zikretmiştir. "Gerçekten inananlar, yahudiler,
hrıstiyanlar, mecusiler ve müşrikler... Allah kıyamet günü bunlar arasında
hüküm verecektir. Şüphesiz Allah herşeyin üzerine şahid olandır." (Hac,
17) Bu ayetler Mecusi ve Sabiilerin müşriklerden olmadıkları, bunların uzun
zaman geçmesi sonucu asılları kaybolmuş, ilahi olduğuna inandıkları kitapları
olan iki ayrı grup oldukları çıkartılmaktadır. Yüce Allah'ın Gafir sûresinin şu
ayetinde işaret ettiği gibi kıssalarını bize anlatmadığı Rasuller göndermiş
olması da uzak değildir: "And olsun ki biz senden önce de elçiler
gönderdik. Onlardan kimini sana anlattık kimini de anlatmadık.." (Gafir:
Mü'min, 78) Saf tevhidden sapanların bu durumu nasıl ki bunları İslam
dairesinden çıkarmıyorsa bunların da putprestlik yönüne sapmış olmaları onları
Ehli Kitab olmaktan çıkarmaz. Burada Neylü'l-Evtar" müellifi, Ömer bin
el-Hattap'ın "Onlara Ehli Kitab'a uygulanan prensipleri uygulayınız"
sözünden bunların Ehli Kitab olmadıklarını çıkaran kimselere cevabı vardır.
"Der ki: Şafii, Abdurrezzak ve başkaları hasen bir isnad ile Ali b. Ebi
Talip'ten onların Ehli Kitab olduklarını rivayet etmişlerdir. Ve İmam Ebu
Yusuf'un aktardığı kıssayı aktarır ki biz az önce görüş farklılıkları olan bu
kıssayı aktarmıştık.
Neylü'l-Evtar sahibi,
buna Abd b. Humeyd'den onun da sahih bir senedle İbn Eb-za'dan aktardığı şu
hadisi aktarmaktadır. Müslümanlar Fars ahalisini hezimete uğratınca Ömer:
"Mecusiler Ehli Kitap değiller ki onlara cizye ödettireyim. Puta tapanlar
değil ki onların ahkamını uygulayayım dedi. Bunun üzerine Ali (r):
"Bilakis onlar kitap ehlidir", demiştir. Sonra Neylü'l-Evtar müellifi
şöyle der: "İbn Battal'ın: "Eğer onların bir kitabı olsaydı ve hükmü
kalksaydı onların kestikleri ve kadınlarıyla evlilik diğer Ehli Kitab'dan
istisna edilmez ve helal olurdu şeklindeki sözüne gelince, cevabı şudur: Bu hariç
tutulmaları gelen emre uygundur. Çünkü burada nikahın zıddına kan dökmemeyi gerektiren
bir şüphe vardır. Bu da bu konuda ihtiyatlı davranılmasını sağlıyor. İbnü'l
Münzir: Onların nikahlarının ve kestiklerinin haram kılınması, üzerinde ittifak
sağlanan bir husus değildir. Lakin alimlerin çoğu bu görüştedir" demiştir.
Reşid Rıza bunun peşinden uzun bir ek yaptı. Söz, Bakara sûresinin 221.
ayetinin sadece müşrik Araplar'ın kadınlarıyla evlilik yapmayı haram kıldığı
görüşüyle son bulmaktadır. Müfessirlerin büyüğü İbnü'l Cezir et-Taberi'nin de
bunu tercih ettiği gibi. Reşid Rıza'ya göre, mecusiler, sabiiler, Hind ve Çin
putperestleri ve Japonlar gibi bunların diğer benzerleri şimdiye kadar tevhid
içinde yaşayan kitapların tabileridir. Onların kitapları semavidir. Yahudi ve
hnstiyanların kitaplarına gelen tahrif felaketi gibi bunlar da tahrifata
uğradı. Ve yine Reşid Rıza'nın yazısının sonuçlarından biri de şudur. Açık olan
şu ki, Kur'an sadece kitap sahibi olanlardan zikrettiklerini, Hac sûresi'nin
ilgili ayetinde zikretmiştir. Mecusiler ve sabiilerde bunlardandır. Çünkü
bunlar, Kur'an'la muhatap olan Arapların öncelikle tanıdıkları kimselerdi.
Onların tanımadıklarının sözkonusu edilmelerinin bir sebep ve gereği yoktu.
Artık bundan sonra muhataplara Allah'ın Kıyamet günü brahmanistlerin ve
budistlerin de aralarını ayırıcı hükmünü vereceği hususu gizli kalmaz. Ve bizce
tercih edilen görüş, nikahta asıl olan serbest olmasıdır. Bundan dolayıdır ki
nikahı haram olanlarla ilgili nass geldi. Yüce Allah'ın bu nikahı haram
olanları Nisa sûresi 21- 23.ayetlerinde açıklamasından sonra "Bunlardan
öteye kalanlar sizin için helal kılındı" ayeti mecusi ve sabiilerin
kadınlarıyla evlenmenin helal olduğu anlamını vermektedir. Bu ayeti nesh edici
veya onun genel oluşunu tahsis edip sınırlandırıcı bir nass olmadıkça bunu
haram kılmak hiçbir kimsenin haddi değildir. İnsanların birçoğu, Ehli Kitab
kavramından sadece yahudi ve hristiyanlan algıladılar. Fakat bu mânâ yanlıştır.
Ancak pratik, insanların bu anlayışı üzerine devam etti. Çünkü bu ilk yetişme
tarzlarında müs-lümanlara galip gelen düşünceye uygundur. Reşid Rıza sözlerinin
sonunda bunlarla nikahın caiz olduğuna dair verdiği fetvaya dikkati çekmiş ve
Allah'ın Ehl-i Kitab'in yiyecekleri ve onların kadınlarıyla evlenme konusunda
koyduğu kanunun hikmetinin araştırılmasından gelen bir fetva olduğunu
söylemiştir. Bu hikmet ise, onları İslam'ın güzelliklerinden uzak tutan,
anlaşmazlık ve yabancılaşmayı, İslam'ın güzelliklerini pratik hayatta onlara
açıklayarak gidermektedir demektedir.
Reşid Rıza'nın sözleri
bahsettiği ulusların kadınlarının nikahlanması problemi ile sınırlı kalmış ve
onların kestiklerine karşı çıkmamıştır. Onun sözleri, kadınlarının helal olması
gibi bunların kestiklerinin de helal olmasını gerektirir. Ancak kendisinin de
dikkat çektiği ve üzerinde herkesin müttefik olduğu, bizzat müslümanlara yasak
olan, leş, domuz eti, akıtılmış kan ve Allah'tan başkasının adına kesilenler
hariçtir.
Reşid Rıza'nın
sözlerinde isabetli ve doğru olan pek çok şey vardır. Objektif olarak
bakıldığında "Sizden önce kendilerine kitap verilenler" cümlesi
mutlak bir cümledir. Ve bu ayetin hükmü, ellerinde kitapları olup bu kitapların
Allah'tan olduğunu iddia e-den ve bu kitaplarda, herhangi bir şekilde buna
işaret eden bir delilleri bulunan her dinin mensuplarını kapsamaktadır. İşte
tüm bunlar Reşit Rıza'nın görüşlerini doğrulamaktadır.
Özellikle Nisa
sûresi'nin şu ayetlerinde olduğu gibi Kur'an'da yüce Allah'ın rasul-ler
gönderdiği ve onlara kitaplar indirdiği, onlardan bir kısmının hayatını
anlattığı tekrar edilmektedir. "Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere
vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a,
torunlara (Yakub'un soyundan olan peygamberler), İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a,
Harun'a, Süleyman'a da vahyetmiş ve Davud'a da Zebur'u vermiştik. Daha önce
sana anlattığımız elçilere ve sana anlatmadığımız elçilere de (vahyetmiştik).
Ve Allah Musa ile konuştu." (Nisa, 163-164)[85]
Mecusi ve sabiilerin,
şirk koşanlar, yahudiler, hristiyanlar ve inananlarla beraber Hac sûresinin
ayetinde zikredilmeleri onları müstakil iki dini grup olduklarını gösteren
kesin bir işarettir. Bunların bu şekilde ifade edilmeleri kesinlikle herhangi
bir özellikle ayrıldıklarından dolayıdır. Ve Peygamber (s)'in mecusilerden
cizye alması ve "onlara Ehli Kitab'a uygulanan prensibi tatbik
ediniz" sözü eğer doğru ise büyük bir amaç taşımaktadır. Bununla beraber,
Ehli Kitap'tan bahsedip sadece yahudi ve hristiyanlan kastetmiş olan Mekki ve
Medeni pek çok ayetleri de aynı şekilde görüp incelememiz gerekir.[86]
Muhakkak ki bu, insanların, Ehli Kitap'tan kastedilenler yahudiler ve
hristiyanlar-dır şeklindeki anlayışlarını doğrulayan kuvvetli Kur'ani bir
senettir. Özellikle onlar Pey-gamber'in çevresinin ve asrının ahalisidirler ki,
onların zamanında Kur'an indi. Onlarla temas halinde idiler. Onlarla ticari
işlemlerini gerçekleştiriyorlardı. Sanki semavi olan tek bir din ve kitabın
mensupları idiler. [87]
6- Ey iman
edenler namaza kalkacağınız zaman, yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi
yıkayınız. Başlarınızı mesnediniz ve her iki topuğa kadar ayaklarınızı da
(yıkayınız). Eğer cünüp iseniz temizleniniz. Eğer hasta veya yolculukta iseniz
ya da biriniz tuvaletten gelmişse, yahut kadınlara dokunmuşsanız da su
bulamamışsanız temiz bir toprağa teyemmüm ediniz. Yüzlerinize ve ellerinize
ondan sürünüz Allah size güçlük çıkarmak istemez. Fakat sizi temizlemek ve
üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. Umulur ki şükredersiniz.
7- Allah'ın
size olan nimetini ve: 'Duyduk, kabul ettik" dediğiniz zaman sizi bununla
bağladığı (ona verdiğiniz) sözü hatırlayınız. Allah'tan korkunuz, şüphesiz ki
Allah, göğüslerin (kalplerin) içindekileri bilendir.
Her iki ayetin de
ifadeleri açıktır ve şunları kapsamaktadırlar:
1- Mü'minlere yöneltilmiş bir hitabı
kapsamaktadır ki, onlara namaza kalkacakları zaman temizlenmelerini, ellerini,
yüzlerini ve ayaklarını yıkamalarını ve başlarını mes-hetmelerini emrediyor.
Cünüp olduklarında yıkanmalarını emrediyor. Seferde ve hadar-da (yerleşik
oldukları yerde) su bulamıyorlarsa veya hasta iseler de su onlara zarar veriyorsa,
tuvalette def-i hacet ettiklerinden dolayı abdest, kadınlara dokunduklarından
dolayı da cünüp olmaktan gusül kendilerine farz olmuşsa temiz toprakla
ellerini ve yüzlerini meshetmeleri onlar için yeterlidir.
2- Yüce
Allah, bu emriyle sıkıntı ve güçlük istemediğini ancak onların temizlenmelerini
ve nimetini onlara tamamlamayı istediğini açıklamaktadır.
3- Ayetler
bir hatırlatmayı da içeriyor. O da, Allah'a ve Rasülü'ne inandıklarında ve
"işittik ve itaat ettik" dediklerinde Allah'a bağlandıkları ahdin
hatırlatılmasıdır. Bu hatırlatma, emredildikleri hususları yerine getirmeleri
için bir desteği ve isteği belirtmektedir. [88]
Taberi, Sa'd b. Ebi
Vakkas'a ulaşan bir hadis rivayet etmiştir. Sa'd: "(Allah'ın Ra-sulü)
tuvalette iken, bizimle konuşmazdı. Selam verirdik almazdı. Ta ki, evine gider
namaz için abdest aldığı gibi abdest alırdı (sonra bizimle konuşurdu). Biz
derdik ki: "Ey Allah'ın Rasulü, seninle konuştuk, sen konuşmadın, selam
verdik almadın. Konuşmaya ruhsat veren "Ey iman edenler namaza
kalkacağınız..." ayeti ininceye kadar durum böyleydi.
Buhari, Müslim ve
Tirmizi, Aişe'den şu hadisi rivayet etmişlerdir. "Medine'ye girerken bir
gerdanımı çölde düşürdüm. Bunun üzerine Peygamber (s) devesini çöktürdü ve
ondan indi. Başını dizime eğdi ve uyudu. Ebubekir geldi ve beni şiddetlice
dürttü "ve bir gerdanlık için mi insanları yolundan alıkoydun?" dedi.
Rasulullah'ın durumundan ve olanların bana verdiği acıdan öleceğini sandım.
Sonra Peygamber (s) uyandı. Sabah olmuştu. Su aradı bulamadı. Bunun üzerine:
"Ey iman edenler namaza kalkacağınız zaman..." ayeti indi. Bunun
üzerine Useyd b. Hudayr "sizden dolayı Allah insanlara bereket indirdi.
Ey Ebubekir ailesi, siz insanlara hayırdan başkası değilsiniz."
dedi."[89]
Taberi ve O'nun
dışındaki müfessirlerden bazıları bu hadisi içinde teyemmüm ruhsatı bujunan
Nisa Sûresi 43. ayetin sebebi nüzulü gibi rivayet etmişlerdir. Buhari,
Ai-şe'den bu ayetle ilgili şöyle bir hadis rivayet etmiştir: "Esma'ya ait
bir gerdanlık kaybettim. Peygamber (s) onu aramaya adamlar gönderdi. Namaz
vakti geldi. Abdestli değillerdi, su da bulamadılar. Abdestsiz namaz kıldılar.
Bunun üzerine Allah teyemmüm ayetini indirdi."[90]
İki hadiste de olay
benzerdir. Bunlardan doğru olanı, iki olayın tek, yani aynı olay olmasıdır. Her
iki ayetin inişi arasındaki zaman uzaklığına rağmen iki ayetin de bu olay
üzerine inmiş olmaları uzak bir durumdur.
Taberi'nin Sa'd b. Ebi
Vakkas'tan yaptığı rivayet en çok bu ayetin nüzul sebebi gibi aktarılır. Ne var
ki, öncelikle ikinci ayetin birinci ayetle olan uyumu ve onun üzerine atfı ve
üslup, anlatımı, yasama tarzı, hatırlatma ve belki de gizli bir uyan taşıması,
iki ayetin farklı farklı sebeplerle indirildiğini düşündürmektedir. Nisa
Sûresi'nin sözü edilen ayetinin tefsirinin akışı içerisinde açıkladığımız ve
konu ile ilgili gelen hadisleri ak-tardığmız gibi, Peygamber (s) ve
müslümanlann Mekke'de namaz için abdest aldıkları ve Medine'de buna devam
ettikleri, üzerinde görüş birliği sağlanan bir durum olunca, bize görünen o ki
müslümanlardan bir grup, abdest ve temizlik konusunda gevşek davranıyorlardı
veya bunların şekilleri ve erkanında gevşek davranıyorlardı. Bunun üzerine
tenzilin hikmeti, bu iki ayetin inmesini gerektirdi. Şekilleri ve temel
esaslarını, asli bir konu olan bu husustaki gerçeği, cenabetten temizlenmenin
zaruretini ve konunun bütünlüğünü tamamlayıcı olarak da teyemmüm ruhsatını
pekiştirmek ve açıklamak üzere vahyin hikmeti bu iki ayetin inmesini gerekli
kıldı.
Bu iki ayet (Maide, 6
ve 7) ile öncekiler arasında, yasal düzenleme amacı bakımından bir münasebet
vardır. Ya bu iki ayet doğrudan önceki ayetlerden sonra gelmiştir de teşrii ve
zaman münasebetlerinden dolayı hemen onlardan sonraya yerleştirilmişlerdir.
Yahut da sadece teşrii ilişkilerinden dolayı onlardan sonraya
yerleştirilmişlerdir. Bu, geçmiş sûrelerde çeşitli örnekleri geçen, Kur'anî
dizimin takip ettiği bir metottur.
Biz demiştik ki;
hadisler abdestin, Mekke döneminin çok erken bir vaktinden beri uygulandığını
kuvvetlendirmektedir. Ayetlerin nüzulünden önce uzun bir süre abdest uygulaması
olmasına rağmen, ayetlerin bilahare inmelerinde Peygamber (s)'in uygulamasını,
Kur'ani bir vahiy olmaksızın, çeşitli farzlara, dini, siyasi, sosyal ve savaşla
ilgili eylem ve durumlara yönelik yaptığı yasamalarını kapsayan pek çok şahid
ve belgeden biri vardır. Peygamber (s)'in bu uygulamalarından sonra Kur'an
vahyi bu yasamaları ve eylemleri desteklemek üzere inerdi.
Müfessirlerden kimisi
"Allah size güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi temizlemek istiyor"
cümlesini, su olmadığı zaman veya eziyet ve güçlük olduğunda teyemmümün farz
kılınmasına bir sebep gösterme cümlesi olarak yorumlamıştır.[91]
Onlardan kimisine göre de cümle abdestin farziyyetinin sebebini açıklama
amacını taşımaktadır.[92] Bu
cümle her iki mânâyı da taşımaktadır. Teyemmüm için bir neden açıklaması olarak
yorumlanması görüşü daha kuvvetlidir. Çünkü temizliği ve onun farziyyetini
daima müs-lümanlara hatırlatma maksadını taşadığından teyemmüm, buna en yakın
olandır. Nisa süresindeki teyemmüm ayetinin tefsirinde ifade ettiğimiz gibi
teyemmüm emri, asla bir güçlük çıkarmak için değildir.
Durum her ne olursa
olsun bu cümlede öyle bir mânâ vardır ki, bunun müslümanla-nn kendisiyle
aydınlandığı bir lamba ve çeşitli işlerinde onlara yol gösteren bir hidayet
kaynağı olması doğrudur. Bu da yüce Allah'ın, insanlara zorunlu kıldığı tüm
yükümlülüklerinde ve ruhsatlarında müslümanlann menfaatini,,maddi ve ruhi
temizliğini amaçlamış olmasıdır. Onlara sıkıntı çıkarmak istenmemiştir.
İbn Kesir bu ayetin tefsirinde
Ebu Hureyre'den abdestin faziletine dair bir hadis rivayet etmiştir ki, o da
şudur: "Müslüman veya mü'min abdest alınca, yüzünü yıkadığında su ile
beraber veya suyun en son damlası ile iki gözü ile bakarak yaptığı hatalar yüzünden
çıkar. Ellerini yıkayınca su ile veya suyun en son damlası ile ellerinin
tutarak yaptığı hataları ellerinden dökülür. İki ayağını su ile yıkadığında
ayakları günahlardan arınır. İbn Kesir bu hadisten sonra şöyle demiştir. Bunu
Müslim Ebu Tahir'den, O da İbn Vehb'den O da Malik'ten rivayet etmiştir.[93] :
Rasulullah buyurdu ki: "Muhakkak ki ümmetim kıyamet günü, abdest izleri
pırıl pırıl parlayanlar olarak çağırılırlar. Sizden bu azalardaki parlaklığı
uzatmaya (arttırmaya) gücü yeten yapsın."
Şüphesiz ki, İslam
şeriatı bir müslüman erkek ve kadına açık olan elleri ve ayakları gibi
uzuvlarını bir günde bir kereden fazla yıkamasını farz kılmış, cenabetlikten
dolayı boy abdesti alma, buna ilaveten Müddesir Sûresi 3. ayetinin bir gereği
olarak elbiselerini yıkama zarureti ve yine bunlara ek olarak temizlikle
ilgili pek çok nebevi hadisin kapsadığı hususlar[94]
Bakara sûresinde bunu ifade eden ayet gereğince Muhammedi ri-saletle
müslümanlan manevi ve ruhi temizlikte bir numune yapmayı hedeflemiştir.
Bakara süresindeki bu
151. ayet ve 229. ayet, Âli İmran 164. ayet Muhammedi risa-letin amaçlarından
birinin de manevi temizlik olduğunu ifade eden birbirine benzer ayetlerdir:
"Nitekim kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size
Kitap ve hikmeti, size bilmediklerinizi öğreten bir elçi
gönderdik"(Bakara,151).
Tefsir kitaplarında[95]birinci
ayetin içerdiği hükümlerle ilgili Peygamber (s)'e O'nun bazı ashabına ve
tabiinden bazılarına isnat edilen pek çok söz ve görüş vardır. Aşağıda bunları
şöyle özetledik:
I- Lam harfinin üstün ve esre ile okunması
bakımından "ercüleküm" kelimesinin okunuşunda ihtilaf edilmiştir. Bu
kelimedeki lam harfini esre okuyanlara göre bu ayet her iki ayağın mesh
edilmesini emretmiştir. Çünkü buna göre "ercüleküm" kelimesi, "Başınızı
mesnediniz" anlamındaki "vemsehu birüüseküm" cümlesinin üzerine
bir atıftır. Bu lam harfini üstün okuyanlara göre ise, ayet, iki ayağın
yıkanmasını farz kılmıştır. Ve "ercüleküm" kelimesi buna göre ayette
geçen yüzler ve eller kısmı üzerine atfedil-miştir. Bu görüşün sahipleri bu
kelimenin sona kalması (ma'tuf ve ma'tufun aleyh arasına başka bir cümlenin
girmiş olması) abdestteki tertipte ayakların en sonunda yıkanması içindir. Bu
hususu da Peygamber (s)'in abdest alma şekli ve onun ayaklarını yıkadığı ile
ilgili hadislere dayandırmaktadırlar ki, biz bu hadisleri az sonra aktaracağız.
Bu hadislerden biri, beş müsned sahibinin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği şu
hadistir: Ebu Hurey-re: "Abdesti eksiksiz alınız. Ben Ebu'l Kasım'in:
"Ateşin yakacağı topuklara yazık!" dediğini duydum."[96]
Müslim ve Ebu Davud'un Ömer'den rivayet ettikleri şu hadis de bunlardandır:
"Buna göre Hz. Ömer diyor ki: "Bir adam abdest aldı. Ayağında bir
tırnak yeri kadar bir yeri bıraktı. Peygamber (s) onu gördü ve hemen dön
abdestini güzel al dedi. Bunun üzerine adam döndü, tekrar abdest aldı. Sonra
namaz kıldı."[97]
Alimlerin çoğunluğu
ayakların yıkanmasının farz olması görüşünü benimsemiştir. Bize göre de bu en
doğru görüştür. "Topuklara kadar" cümlesi bu görüşün Kur'ani işareti
ve delili olabilir. Çünkü eğer kasıt mesh olsaydı (topuklara kadar) cümlesinin
bir hikmeti olmayabilirdi.
II- Burada
Ali b. Ebi Talip (r)'in her namaz vakti abdest aldığı ve bu ayeti okuduğuna
dair İkrime'den gelen bir rivayet vardır. Yine İbn Sîrin'den gelen bir rivayete
göre halifeler (dört halife) her namaz için abdest alırlardı. Ve Abdullah b.
Hanzala'dan yapılan bir rivayete göre Allah'ın Rasulü her namaz için abdestle
emrolundu. Bu O'na ağır geldi. Bunun üzerine diş fırçalamakla emrolundu ve bir
abdestsizlik durumu hariç her namaz için abdest alma yükümlülüğü kendisinden
kaldırıldı ve çeşitli yollarla Bürey-de'den O'nun da babasından yaptığı bir
rivayete göre de Rasulullah her namaz için abdest alıyordu. Fetih Senesi
olunca birçok namazı bir abdestle kıldı ve mestleri üzerine meshetti. Bunun
üzerine Ömer dedi ki: "Muhakkak ki sen şimdiye kadar yapmadığın birşeyi
yaptın. Peygamber (s): "Bunu bile bile yaptım"[98] Ve
Amr: "Ya siz?" Enes dedi ki: Biz birkaç namazı tek abdestle
kılardık."[99] İbn Abbas İkrime, Ebu
Musa ve Ebu'l Aliye'den gelen pek çok rivayete göre ise Rasulullah ve O'nun
ashabının sünneti, bir abdestsizlikten sonrası hariç abdest almayı zorunlu
kılmamaktadır. Ve onların bir ab-destle birden çok namazı kıldığını
bildirilmiştir: "Ben, İbn Ömer'le beraber öğleyi kıldım. O bir meclise
geldi. Ben de O'nun yanına oturdum. İkindi okununca abdest alacağını söyledi.
Abdest aldı. Sonra namaza çıktı. Sonra yine oturduğu yere döndü. Akşam ezanı
okununca yine abdest alacağına dair seslendi ve abdest aldı. Bunun üzerine ben
dedim ki yaptığını gördüğüm şeyler sünnet midir? Hayır dedi. Abdestim
bozulmadıkça sabah namazı için aldığım abdest, bütün namazlarım için
yeterlidir. Fakat Rasulullah'ın: "Kim bir temizlik üzerine yeniden abdest
alırsa ona on sevap yazılır" dediğini duydum. Ben de bunu istedim.
Müfessirler Taberi'nin
aktardıklarının büyük bir kısmını önemli bir ek yapmaksızın aktarmışlardır. Biz
de ona isnad etmekle yetindik. Bu rivayetler ışığında şunu söylemek mümkündür.
Müslümana farz olan, her namazı kılarken abdestli olmasıdır. Ve bir abdesti
birden fazla namaz için de yeterlidir. Abdest bozulmadan abdesti yenilemek farz
değildir. Bununla beraber her vakit için abdest almak müstehaptır, alınabilir.
III- Bu
ayet, yüzün ve iki elin dirseklere kadar yıkanması, başın mesh edilmesi ve i-ki
ayağın yıkanmasını veya kıraat farklılığına göre mesh edilmelerinden başka
birşey zikretmiyor. Ne var ki beş müsned sahibinin rivayet ettikleri abdest
alma şeklini detaylıca kapsayan bir hadis vardır. Bu hadiste şu muhteva
gelmektedir: "Osman (r) bir gün abdest almak istedi. Her iki elini üç kere
yıkadı. Sonra ağzını su ile çalkaladı, sonra sağ elini dirseklere kadar üç kere
yıkadı sonra sol elini bunun gibi yıkadı, sonra başını mes-hetti, sonra sağ
ayağını iki aşık kemiklerine kadar üç kere yıkadı, sonra sol ayağını bunun
gibi yıkadı ve sonra dedi ki: "Rasulullah'ı bu abdestim gibi abdest
alırken gördüm. Abdesti aldıktan sonra buyurdu ki: "Kim benim abdest
aldığım gibi abdest alır, kalkıp i-ki rekat namaz kılarsa, bu rekatlarda nefsi
ile konuşmazsa geçmiş günahları affedilir". Bir rivayete göre ise su ile
yapmıştır. Bir diğerine göre başını üç kere meshetmiştir. Yine bir başka
rivayete göre ise başını meshetti. İki eliyle dikkatlice başının ön kısmından
başlayıp iki elini başının arkasına kadar götürdü. Sonra başladığı yere kadar
geri götürdü."[100] Ve
buna ek olarak Buhari, Ebu Davud ve Tirmizi Abdullah b. Zeyd'den şöyle bir
rivayette bulunmuşlardır: Muhakkak ki Peygamber (s) ikişer defa yıkayarak
abdest alırdı.[101]
-Yani her uzvu yıkamadaki üç yerine ikişer kere yıkardı- Ve İbn Abbas'tan gelen
bir hadise göre: "Peygamber (s) Her uzvu birer sefer yıkayarak abdest
alırdı.[102] Tarz, şekil rivayeti
olarak da Ebu Davud ve Tirmizi Enes'ten şu hadisi rivayet etmişlerdir. Peygamber
(s) abdest aldığında sudan bir avuç alırdı. Çenesinin altına yerleştirir ve
sakalını onunla tarardı ve: "Rabbim böyle bana emretti" derdi. Yine
Ebu Davud ve Tirmizi'nin Enes'ten rivayet ettiklerine göre, Peygamber (s)
abdest aldığın zaman el ve ayak parmaklarının arasını iyice aralayıp
temizleyiniz."[103]
demiştir ve yine aynı şekilde Ebu Da-vud ve Tirmizi'nin Müstevrid'den rivayet
ettikleri bir hadise göre Müstevrid şöyle demiştir: "Peygamber (s)'i iki
ayağının parmaklarını serçe parmağıyla aralayıp temizler- ken gördüm[104].
Yine bu ikisinin (Ebu Davud ve Tirmizi) İbn Abbas'tan rivayet ettikleri şu
hadis de yine abdestin alınış tarzı ile ilgilidir: Buna göre İbn Abbas:
"Muhakkak ki Peygamber (s) abdest aldı, ayağının içini dışını
meshetti"[105].
Buhari, Tirmizi ve Ebu Davud, Muğire (r)'den şöyle bir hadis rivayet
etmişlerdir: "Peygamber (s) abdest aldı, ve alnını meshetti ve sangının
üstü ile mestlerinin üstünü de meshetti."[106]
IV- Taberi,
Beğavi, Hazin ve İbn Kesir tefsirlerindeki rivayetlere göre İbn Abbas'tan iki
dirseğin bizzat yıkanmasının farz olduğunu anlatan görüşler olduğu gibi, bunun
zaruri olmadığını, elleri dirseklere kadar yıkamanın yeterli oluğunu anlatan
rivayetler de vardır. Çünkü ayetin tarzı bu mânâyı da diğerini de taşımaktadır.
Burada sarih ve kesin bir nebevi hadis de yoktur. Bu durum da fıkıh mezhepleri
arasında meseleyi ihtilaflı kılmıştır.
V- İki
dirseği ellerin yıkanmasına katıp katmama hususunda görüş ayrılığı olduğu gibi, aynı sebeple iki topuk konusunda da
ihtilaf edilmiştir. Onlann yıkanması veya
ayakların onlara kadar yıkanması, hakkında görüş ayrılığı bulunan bir
meseledir.
VI- Tertip
(yıkarken sırayı takip etme) konusunda da ihtilaf edilmiştir. Kimisi tertibi
farz kabul ederken kimisi farz olarak görmemiştir. Tertibi farz kabul edenler
bir yönüyle ayetin takip ettiği sıraya dayanıyorlar, diğer yönüyle de Peygamber
(s)'in abdest uygula- masıyla ilgili hadislere dayanıyorlar. Gördüğümüz
kadarıyla bu en doğru görüştür.
VII- Fakihler,
yüzü, elleri ve ayakları yıkamayı ve başı meshetmeyi farzlar ve rü- kunlar (temel
şartlar) olarak, kalan diğer uygulamaları ise sünnet olarak isimlendirip,
bu temelleri yerleştirdiler. Onlardan
kimisi, sadece farzları yerine getirene bu yeterlidir ve namazı sahihtir demiştir. Bununla beraber her
bir uzvu yıkarken birden üçe kadar olan
yıkama hususundaki görüş ayrılığına rağmen, fakihlerin çoğunluğu
hadislerde rivayet edilen diğer
uygulamaların da yapılması gerektiği görüşündedirler.
VIII- Alimlerin
bir kısmı namaz için alınan abdestin niyeti, abdestin temel şartlann- dan
birisidir görüşündedirler. Bir kısmı da bunun bir zorunluluk olmadığı
görüşündedir- ler. Ebu Davud ve Tirmizi Peygamber (s)'den şu hadisi rivayet
etmişlerdir: "Abdest alırken
Allah'ın adını anmayanın abdest'i yoktur." Görünen şu ki bu hadisin,
abdeste başlarken şart koştuğu besmele çekme, niyyetin ameli olan bir başka
ifadesidir.
IX- Abdestin çok tutulan sünnetlerinden birisi de misvak kullanmaktır.
Şöyle ki Malik ve Buhari, Peygamber (s)'den rivayet ettikleri bir hadise göre O
şöyle buyurmuştu: "Eğer ümmet üzerine güç gelmeseydi her abdestle beraber
dişlerini misvaklamayı onlara emrederdim.[107]
Buhari ve Nesai, Aişe'den rivayet ettikleri diğer bir hadiste Hz. Aişe şöyle
demiştir: "Peygamber (s) misvağı ağız için bir temizlik aracı, Rabb için
de bir hoşnutluktur"[108] buyurdu.
X- Başın
nasıl meshedileceği ve miktarı hususunda da ihtilaf edildi. Kimisi onun tamamının
meshidilmesini farz kabul etti. Kimisi ise bir kısmını veya dörtte birini
mes-hetmeyi farz olarak kabul etti. Çünkü bahsi geçtiği üzere bu konuda rivayet
edilen hadisler farklıdır.
XI- Müfessirler bu ayetlerin veya abdest ayetinin
tefsirinin akışı içerisinde özel bir biçimde mestler üzerine meshetme konusu
üzerinde uzun uzun durmuşlardır. Bunun, "ercüleküm" kelimesindeki
kıraat farklılıklarından dolayı olduğu ihtimallerden biridir. Bu kelimenin
"başlarınızı meshediniz" cümlesinden sonra gelişinden bazıları onun
buı cümle üzerine atfedildiği görüşünü benimsediler. Ve daha önce zikrettiğimiz
gibi bunun anlamının da iki ayağı meshetmek olduğunu/onları yıkamak olmadığını
söylediler.
Bunun üzerine alimler,
mestler üzerine mesn ile ilgili pek çok hadis aktardılar. Bunların büyük
çoğunluğu sahih hadis müsnedlerinde vardı.[109] Bu
meselenin "ercüleküm" kelimesinin okunuşuyla ilgili olduğunu gösteren
herhangi bir işaret bu hadislerde yoktur. Bu bakımdan bunun hafifletme ve
kolaylık için konmuş Nebevi bir seri düzenleme olduğunu söylemek konu
ilişkisinden veya sonradan olan bir adapte etmeden kaynaklanmaktadır. Sünnetin
esası mestleri bir abdest üzerine giymektir. Bununla Kur'an'ın bu ayetinin
mânâsı arasında bir zıtlık yoktur. İslam mezheplerinin büyük çoğunluğu bunu
alıp benimsemişlerdir. Şia mezhebi bunu almamıştır. Onlar, ayakların meshinin
ayetten anlaşılan en doğru görüş olduğu düşüncesindedirler. Onlara göre ayetten
anlaşılan ayaklan yıkamak değil meshetmektir. Sanki onlar Nebevi teşrii mest
üzerine mesh hususunda bir sebep olarak görmüyorlar. Yahut büyük bir kısmı
sahih olan ve abdest alırken ayakların yıkanması ile ilgili ve mestler üzerine
meshetmekle alakalı pek çok hadise rağmen onlara göre bu hadisler doğru
değildir. Biz ayakların yıkanması hakkında gelen hadisleri ve mestler üzerine
mesh konusunda gelenlerden de bir kısmını verdik. Geçen hadislerin
içerdiklerine ek olarak beş müsned sahibinin Muğire b. Şu'be'den rivayet ettikleri
şu hadisi de aktaralım: "Muğire b. Şu'be diyor ki: Peygamber (s) İhtiyaç
gidermek için çıktı. Muğire içinde su olan bir kapla onu takip etti.
Resulullah ihtiyaç giderip ayrılınca Muğire su döktü, o da abdest aldı. Ve iki
mesti üzerine meshetti. Ebu Davud'un bir rivayetine göre de "Muğire ona
dediki ya Rasulullah unuttun, Peygamber (s) dedi ki bilakis sen unuttun bunu
Aziz ve Celil olan Rabbim bana emretti"[110]
Ebu Davud, Ahmed ve
Tirmizi'nin Büreyde'den rivayet ettiği bir hadise göre "Ne-caşi,
Rasulullah'a iki siyah sade mest hediye gönderdi. Resulullah onları giydi.
Sonra abdest alıp onların üzerini mesnetti"[111]
Buhari ve Müslim'in Muğire'den rivayet ettiklerine göre Muğire (r) şöyle
demiştir: "Bir sefer sırasında Peygamber (s) ile beraberdim. Onun
mestlerini çıkarmak istedim. Bunun üzerine: "Onları bırak, ben onları
temiz olarak giydim" dedi ve onların üzerini meshetti[112].
Sünen sahiplerinin Muğire (r)'den rivayet ettikleri diğer bir hadiste Muğire:
"Rasulullah (s) abdest aldı ve çoraplar üzerine ve takunyalar üzerine
meshetti." Ebu Davut bunu eklemiş ve şöyle demiştir: "Ali, İbn
Me-sud, Bera, Enes, Ebu Emameh ve Sehl b. Sa'd da çoraplar üzerine
meshetmişlerdir. Ve Tirmizi de bir ek yaparak şöyle demiştir: "Süfyan es-
Sevri, İbn Mübarek, Şafii, Ahmet b. Hanbel ve İshak şöyle demişlerdir:
Takunyalar olmazsa bile çoraplar kalın olurlarsa çorapların üzerine
meshedilir".[113] Ebu
Davut ve Tirmizi Huzeyme b. Sabit'den, o da Ra-sulullah'dan onun şöyle
buyurduğunu rivayet etmiştir: "Misafir için mestler üzerine mesh (müddeti)
üç gün, mukimler için ise bir gün bir gecedir."[114]Müslim
ve Nesai'nin Ali b. Ebi Talip'ten rivayet ettiği bir hadise göre:
"Peygamber (s) misafir (yolcu) için meshi üç gün, mukim (yolcu olmayan)
için de bir gün ve bir gece kıldı".[115]
Ayetin boyutlarıyla
bir bağını gördüğümüz ve aktardığımız bu hususlar ve bu rivayetlerde yer alan
hükümlerden aktardıklarımızla yetiniyoruz.
Teyemmümün nasıl
yapılacağı hakkında, onu zorunlu kılan durumlar, onun sınırları, abdesti bozan
haller, kadınlara dokunma mefhumunun boyutları ve bu konudaki ihtilaf hakkında
aktarılması uygun olan her şeyi Nisa sûresi 43. ayetin tefsirinin akışı
içerisinde aktardık. Çünkü o ayet, teyemmümün ruhsatı ile ilgili olarak
buradaki ilk ayette (abdest ayeti) gelen cümleye denk bir cümleyi
kapsamaktadır. Dolayısıyla burada bir tekrarlama ve ek yapma ihtiyacı
görmüyorum. Ancak burada bir şeyi açıklamadık. O da öpme, tenasül uzvuna
dokunma, deve eti yeme ve ateşin dokunması ile pişen şeyleri yeme gibi
durumlar abdest almayı gerektirir mi konusundaki fikir ayrılıklarıdır. Çünkü burada
bu sebeplerden dolayı abdesti zorunlu kılan hadisler de var, onu zorunlu
kılmayan hadisler de vardır. Sonra abdesti yenilemeyi gerektiren uykunun, yatma
ve rehavet halindeki uyku olması durumu. Bunlar üzerinde durmamız
gerekmektedir.
İmam Ahmet, Şafii ve
Hakim, Ebu Hureyre'den yaptıkları bir rivayete göre Peygamber (s) :
"Sizden birisi eliyle arada bir örtü olmadan tenasül uzvuna dokunduğu
zaman abdest alsın"[116] Ve
sünen sahiplerinin, Büsre binti Safvan'dan, onun da Peygamber (s)'den rivayet
ettiği bir hadiste Peygamber (s):"Kim ki erkeklik organına dokunursa
abdest alıncaya kadar namaz kılmasın"[117]
Yine aynı şekilde Talk b. Ali'den yaptıkları bir rivayette ise Talk (r):
"Peygamber (s)'e geldik. Bu arada bedevi olduğunu sandığımız bir adam
geldi ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın Peygamberi, adamın elini erkeklik
organına dokundurması ile sonrasında abdest alınacak mı?' Bunun üzerine Resul
(s): "O da ondan bir parça değil midir?"[118]
dedi. Ebu Davut ve Tirmizi Aişe'den rivayet ettiklerine göre Aişe şöyle
demiştir: "Muhakkak ki Peygamber (s): "Hanımlarından bir kadını öptü
sonra namaza çıktı ve abdest almadı."[119] Ve
Ebu Davud, Müslim ve Tirmizi'den rivayet ettiklerine göre Bera: "Deve
etini yedikten sonra abdest almak hakkında Peygamber (s)'e bir soru soruldu.
Nebi (s) buyurdu ki: "Ondan dolayı abdest alınız". Koyun etinden
soruldu: Bunun üzerine buyurdu ki: "Ondan dolayı abdest almayınız"[120]. Ve
yine Müs-ned sahipleri Zeyd b. Sabit (r)'ten rivayet ederler ki; Peygamber (s)
şöyle buyurdu: "Ateşle pişen her şeyden (et) dolayı abdest almak
vardır."[121] Ve İbn Abbas'tan da rivayet
etmişlerdir. Buna göre İbn Abbas şöyle demiştir: "Muhakkak ki Allah'ın
Resulü bir koyunun kürek kemiğindeki etleri yedi. Sonra namaz kıldı, abdest
almadı.[122] Ebu Davud ve İbni Mace
Ali (r)'den Rasulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Çözülmeyi
önleyecek kırba gözlerdir. Kim uyursa abdest alsın." Müslim ve Ebu Davud
ve Tirmizi'nin Enes (r)'den rivayetine göre Enes şöyle demiştir: "Allah
Resulü'nün ashabı, uyurlardı, sonra namaz kılarlardı ve abdest almazlardı.[123] Ve
yine Ebu Davud ve Tirmizi İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre Resul (s)
şöyle buyurmuştur: "Abdest, ancak yatarak uyuyana vacip olur. Çünkü o
uyuduğunda onun mafsalları gevşer."[124] [125]
8- Ey iman
edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik edenler olunuz. Bir
topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya sürüklemesin. Adil davranın, o
takvaya daha yakındır. Allah'dan korkup sakının. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan
haberi olandır.
9- Allah, iman edip, salih amel işleyenlere
va'detmiştir: Bağışlanma ve büyük mükafat onlarındır.
10- İnkar edip, ayetlerimizi yalanlayanlara
gelince, onlar cehennem ehlidirler.
Ayetlerin ifadeleri açıktır.
Ayetlerin ilki, müslümanlara bir sesleniş içermektedir. Müslümanların,
emredilenler ve yasaklananlar hususunda Allah için hakkı ayakta tutanlar
olmaları ve şahidlikte, hak ve adalette, adaletin gerçekleşmesi için
yardımlaşmada sadece Allah'ın sınırını korumaları, herhangi bir kavme olan
kinlerinden dolayı etkilenip, adaleti ayakta tutma görevlerini ihlal
etmemeleri emredilmiştir. Bu onların görevidir. Ve müminlere en yakışanıdır.
Bu, Allah'tan korkma (takva)nın mânâsının gerçekleşmesini sağlayan ve onun
rızasını celbeden bir durumdur. Ve Allah'ın daima onların işlediklerinden
haberdar olduğunu göz önünde bulundurmaları, onlara bir yükümlülüktür.
Ayetlerin ikinci ve üçüncüsüne gelince; birinci ayetteki seslenişin bir devamı
ve onu destekler mahiyettedir: "Allah'a iman edenler ve onun sınırlarına
riayet edip salih amel işleyenler! Allahtan bir va'd olarak bağışlanma ve büyük
mükafat onlar içindir Allah'ı inkar edip ayetlerini yalanlayanlara ve O'nun
hududunu çiğneyenlere gelince, onlar cehennem ehlidirler!"
Taberi bu ilk ayetin,
yahudiler Peygamber (s)'i öldürmeye kastettiklerinde yahudiler hakkında
indiğini rivayet etmektedir. Bu rivayet Taberi tefsirinde ve diğerlerinde yer
alan rivayetler bu ayetlerden sonra gelen ayetin nüzul sebebi olarak aktarılmıştır.
Gördüğümüz kadarıyla diğer müfessirler bu ayetle ilgili başka bir rivayet
yapmamışlardır.
Ayetin muhtevasından
bizce anlaşılan o ki, bu ayet bir başka münasebetle inmiştir. Müslümanlardan
bir grup ile onların dışındaki bir grup arasındaki düşmanlık ya da hesaplaşma
dolayısıyla inmiştir. Müslüman grup, ikinci grubun aleyhine bir hata işleme
çabasına girmiş veya buna kastetmiştir. Yahut da kin ve düşmanlıktan
etkilenerek onlar hakkında doğru olmayan bir şahitlikle hataya meyletmişlerdir.
Belki bu ayetlerin konusunun bu sûrenin ikinci ayetiyle bağlantılı olması da
akla gelebilir. Yani, bir kavme olan kinlerinin onları, günaha ve düşmanlığa
sürüklememesi hususunda müslümanları sakındıran sûrenin ikinci ayetiyle bağlı
olabilirler. Eğer bu doğruysa şunu söylemek mümkündür: Bu ayetler bir ayet
serisinin bir parçasıdır. Bir kerede inmiş olmaları veya hemen ardından inmiş
olmaları mümkündür. Ayetlerdeki mü'minlere yönelik hitap benzerliği ve uyarma
ile. ilgili hedef benzeşmesi bunu haklı kılmaktadır. Eğer bu doğru değilse
büyük ihtimalle sûrenin ilk ayetlerinden sonra inmiş ve bunlardan sonraya
yerleştirilmiştir. Ya da yasama ile ilgili yönlerinin benzerliğinden dolayı
bunlardan sonraya yerleştirilmiştir. Allah en iyi bilendir.
Bu ilk ayetin içerdiği
ilke, temel esas olması itibariyle, pek çok Mekki ve Medeni ayetin kapsadığı
Kur'an açıklamaları ve prensiplerine uygundur. Bilhassa buna yakın bilgiler
Nisa sûresi 135. ayette vardır. Bununla beraber bu ayetin taşıdığı üslup ve kendisinden
hemen sonraki iki ayette müjdeleme ve korkutma, bu ayetin muhtevasını sağlam
ve engelleyici kılmakta ve onu, hak, adalet, temize çıkarma, şahitlik, eylem,
hüküm verme, ve sorumluluğu paylaşma bakımından doğru ve tarafsız olma
alanında Kur'an'in en parlak ayetlerinden biri kılmaktadır yine. Hiçbir
düşmanlık, öfke ve kinden etkilenmeksizin sadece Allah'ın sınırlarının
korunması hususunda da Kur'an'ın en parlak ayetlerinden biri bu ayettir.
İncelendiğinde, bu kötülüklerin ancak çoğunlukla müslümanlarla gayrimüslimler
arasında meydana geldiği görülür ve ayetin güzelliği, azameti ve boyutları daha
bir anlaşılır. [126]
11- Ey iman
edenler Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayınız. Hani bir topluluk, size
ellerini uzatmaya yeltenmişti de (Allah) onların ellerini sizden çekmişti.
Allah'tan sakınıp korkun. Mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etsinler.
Ayet açıkça mü'minlere
hitap etmektedir. Allah'ın onlar üzerindeki nimetini ve onlar tecavüze uğramak
üzere iken onlara olan yardımını ve düşmanlarını onlardan savmasını hatırlatmaktadır.Ayet
Allah'tan korkup-sakınma emri ve O'na tevekküle çağrı ile son bulmuştur.
Taberi pek çok yolla
ve farklı ifadelerle yaptığı rivayetlerde ayetin, Peygamber (s)'e bir suikast
tuzağı kuran Beni Nadir yahudileri hakkında indiğini aktarmaktadır. Aralarındaki
bir anlaşma uyarınca Peygamber (s), öldürülen bazı kimselerin diyetinden dolayı
kendilerinden yardım almak için onlara gittiğinde onlar bir suikast planı
kurmuşlardı. Aynı zamanda onun, Batnı Nahle'de Peygamber (s) ve müslümanlann
maruz kaldığı olaylar, kafirlerden gelen tehlike ve müslümanlann bundan dolayı
korku namazı bile kıldıkları hadiselerinden sonra indiğini de rivayet
etmektedir.
Ve yine Taberi, bir
bedevinin Peygamber (s)'i bir ağacın altında bir dalgınlık anında görüp ona bir
ihanet yapma niyetiyle yaklaşması ve bu olay anında Cibril'in inip ona haber
vermesi ve Peygamber (s)'in onu korkutması olayı üzerine bu ayetin indiğini
rivayet etmektedir. Diğer müfessirler de aynı şekilde bu rivayetleri
aktarmaktadırlar.
Görülüyor ki bu rivayet
olunan olaylar hicri üçüncü yılın olaylarıdır. Ayetler, siyakından da
anlaşıldığı üzere Hudeybiye ve Hayber olaylarından sonra inmişlerdir. Bir
Kureyş atlı birliğinin Hudeybiye'de müslümanlan ansızın yakalamak istedikleri
rivayet edilmektedir. Diğer bir rivayete göre de Peygamber (s) ve müslümanlann
Hudeybiye seferine gittikleri sırada Ğatafan ve Esed kabileleri Medine'ye
savaş açmak için bir araya geldiler. Geçen Fetih sûresinin tefsirinde
anlattığımız üzere Allah bu düşmanların elini müslümanlardan çekti. Bu bakımdan
ayetin bu yakın olayları hatırlatma konumunda geldiği akla geliyor. Herhalde bu
olay birincisidir. Çünkü onun rivayeti en sağlam olanıdır.
Böylece bu ayetle
geçen üç ayet arasında da bir uyum göze çarpmaktadır. Şöyle ki: Allah'ın destek
ve kontrolünü ifade eden bir ayet olarak bunun önceki ayetlerle indiği anlaşılıyor.
Ve onun kapsadığı işaret de müslümanlann Allah'tan korkmalannın ve onun
sı-nırlanna saygılı olmalannın emrolunduğu bir yerde, bir hatırlatma olarak
gelmesidir.
Ayet, Allah'a tevekkül
etmelerinin ve ona güvenmelerinin müminler üzerine bir görev olduğuna,
Allah'ın onlara yeterli olduğuna ve onlan tehlikelerden kurtaran olduğuna dair
bir uyarı ile sona ermektedir.
Müslümanlann manız
kaldığı güç durumlarda ve tehlikeler karşısında onlara destek, moral ve kuvvet
aşılamasından dolayı bu ayetin muhtevası ve yaptığı uyannın benzeri pek çok
Mekki ve Medeni ayet de tekrarlanmıştır. Tabii olarak ayetin talimatı
müslü-manlar için her zaman ve mekanda geçerli ve süreklidir. [127]
12- Allah
İsrailoğulları'ndan kesin söz almıştı. İçlerinden oniki başkan[128]
göndermiştik. Allah: "Ben sizinle beraberim, eğer namazı kılar, zekatı
verirseniz, elçilerime inanır ve onları desteklerseniz ve Allah'a güzel bir
borç verirseniz... (Allah için, yoksullara sadaka ve ihtiyacı olanlara ödünç
para verirseniz) elbette sizin günahlarınızı örterim ve sizi altlarından
ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan sonra sizden kim inkar ederse düz
yolu sapıtmış olur."
13-
Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık.
Kelimeleri yerlerinden saptırıyorlar. Uyarıldıkları şeyden pay almayı
unuttular, içlerinden pek azı hariç, daima onlardan hainlik'[129]'
görürsün. Yine de onları affet, aldırma. Çünkü Allah güzel davrananları sever.
14-
"Biz hristiyanlarız" diyenlerin de sözünü aldık: ama uyarıldıkları
şeyden pay almayı unuttular. Böylece kıyamet gününe kadar aralarına düşmanlık
ve kin saldık. Allah, onlara ne yaptıklarını haber verecektir.
Ayetlerin ifadeleri
açıktır. Ayette İsrailoğullan'nın ve hristiyanlann geçmişlerinde olan durumları
hatırlatılmaktadır.
Onların, hak yolda
durmalarına, farz görevlerini yerine getirmelerine ve onlara Allah tarafından
hidayet getiren rasulleri tasdik edip, onları desteklemelerine dair Allah'ın onlardan
aldığı söz hatırlatılmaktadır. Ve onların bu sözlerini bozdukları, hakikat ve
kulluk yolundan sapmış olduklarına dair yine bir hatırlatma vardır.
Yahudilerin Allah'ın kitabında yaptıkları tahrifat ve bunun neticesinde
Allah'ın lanetini haketmeleri ve kalplerinin katılaştınldığını ayet ifade
etmektedir. Ve hristiyanlar arasında olan düşmanlık ve kin anlaşmazlıkları ve
bu anlaşmazlıkların, Allah'ın bildirdiğine göre kıyamet gününe kadar devam
etmesi ve yaptıklarından dolayı Allah'ın, onların aralarında hüküm verip
aralarını ayıracağına dair bir hatırlatma vardır.
İkinci ayette
Peygamber (s)'e hitap eden ve Yahudilerin sapmaları, az bir. kısmı hariç ahdi
bozmaları gibi içine düşüp yozlaştıklan hallerinin devam edeceğini doğrulayıp
pekiştiren ve Resulullah (s)'in yahudilerden daima ihanetler göreceğini ifade
eden bir parantez içi açıklama cümlesi vardır.
Peygamber (s)'in
kendilerini affedip, müsamaha göstermekle yükümlü olduğu kimseler, onlardan
istisna edilen bu az bir kısımdır. Çünkü Allah, güzel davrananları sever.
Bu ayetlerle ilgili
bir nüzul sebebine rastlamadık. Yasal düzenlemeler ile ilgili bir ayet
dizisinin ardından gelmesi, Ehli Kitab'ın geçmişinde olan sapmalar Allah'a
verilen sözlerin yerine getirilmemesi ve lanetle, öfke ve düşmanlıkla ve
kalplerinin katılaştınl-ması ile Allah'ın onları cezalandırmasından dolayı
müslümanlara bir hatırlatma, bir uyan vardır denilse doğru olur. Bu ayet, bir
öğüt olarak, ibret almaya bir çağrı olarak inmiştir. Allah'ın emirlerine uygun
yaşamaya ve onun sınırlarına riayet etmeye de bir teşvik ve destek olarak
gelmiştir. Nitekim bu sûrenin yedinci ayetinde Allah'ın müslüman-lardan aldığı
ahidle ilgili bir uyarının yer alması bu bakış açımızı kuvvetlendirmekte ve bu
ayetle, geçen ayetler arasında bir bağ oluşturmaktadır.
Bu ayetlerde Peygamber
(s) zamanındaki yahudi ye hristiyanlann, önceden kalan sapmaları, ihtilafı,
düşmanlıkları, mezhep ve grup kavgalarını ve kendi aralannda yap-tıklan
savaşları sürdürdükleri gerçeği yer almaktadır. Bakara, Âl-i İmrân ve Nisa
sûrelerinin pek çok ayetleri onların bu durumlannı yeterlice açıklamıştır.
Allah'ın
İsrailoğullan'ndan on iki kişiyi yahudi kabilelerine başkan olsunlar ve onlardan
sorumlu olsunlar diye nakib olarak seçmesine gelince bunun bahsi Kitab-ı
Mukaddes'uı Sayılar I. ve II. Islah (bab)lannda yer almakta ve yüce Allah'ın
Musa (a)'ya bildirdiği bu isimler burada sıralanmaktadır.[130]
Allah'ın sınırlarım
korumaları, Allah'a karşı ve insanlara karşı görevlerini yerine gedmeleri ve
bunlardan sapanları uyarmalarına dair Allah'ın İsrailoğulları'ndan ve
krâtiyanlardan aldığı ahde gelince bu da eski ahdin bölümlerinde ve özellikle
Çıkış, Sayılar ve Tesniye bölümlerinde ve Mesih'in Allah'tan aktardığı pek çok
sözü içeren bilgileri rivayet eden indilerde yer almaktadır. Bunlara örnek verme
zaruretini görmemekleyiz. [131]
15- Ey kitap
ehli, elçimiz size geldi, kitaptan gizlediğiniz şeylerin çoğunu size açıklıyor,
çoğundan da geçiyor. Gerçekten size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap
geldi.
16- Onunla
Allah, rızasının peşinde gidenleri esenlik yollarına iletiyor ve onları kendi
izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıyor ve onları dosdoğru bir yola
iletiyor.
Bu iki ayet Ehli
Kitab'a yöneliktir ve ifadeleri açıktır. Bu iki ayette Ehli Kitab'ın Allah'ın
kitabından gizledikleri ve ihmal ettikleri pek çok şeyi onlara açıklamak için
Allah'ın elçisinin onlara geldiğine dair onlara bir ilan vardır. Ve pek çok
durumda onlara karşı müsamaha göstermesi için bu elçi gelmiştir. Ve onunla
beraber Allah'tan bir kitap ve onların durumlarına ışık tutan apaçık bir nur,
niyeti güzel olan ve Allah'ın rızası ve hoşnutluğunu isteyenleri, güven ve
esenlik yoluna ve dosdoğru yola iletecek ve onlan karanlıklardan nura çıkaracak
bir hidayet kaynağının geldiğini, bu ayetler onlara ilan etmektedir.
Allah'ın Rasulü ile
gelen kitap ve nurun, muhatap alınan Ehli Kitab'ın içine düşüp yozlaştıklan ve
geçen ayetlerin anlattığı sonuçlara onları sürükleyen bu ihtilaflardan,
problemlerden ve sapmalardan kurtuluşlarının garantisi olduğuna dair açıklama
Kur'an'ın bu ifadesinde bulunmaktadır.
Aynı şekilde bu iki
ayetin nüzul sebebiyle ilgili bir rivayete rastlamadık. Akla gelen şey, bu iki
ayetin yahudi ve hristiyanlann. Allah 'la olan ahidlerini bozduğuna, ondan
saptıklarına ve bu sebeple Allah'ın öfke ve intikamına maruz kaldıklarına dair
bilgileri kapsayan ve yine Kur'an'ın inişi sırasında onların Rasulullah'ın
getirdiğine sarılmaları, Allah'ın ve kitabının hidayetiyle hidayete ermelerini
sağlamak için, onların durumlarının hakikatinin ifadelerini kapsayan önceki üç
ayetten sonra Ehli Kitab'a yönelik daveti sürdürme maksadıyla inmiş
olmalarıdır.
Açık olarak görüldüğü
gibi bu iki ayetin üslubu, akla ve kalbe yöneliktir. Görünen o ki bu ayetlerde,
yakınlaşma ve bu davet ile Ehli Kitab'ın arasını bulacak olan Allah'ın
mesajları peygamberler, onun kitapları ve onun ahidleri gibi değerleri onlara
hatırlatma amacı yer almaktadır. Ve bu değerlerin onların içinde bulundukları
çıkmaz ve anlaşmazlıklardan kurtuluşları mesabesinde olduğunun ifade edilmesi,
güven ve esenlik yolunda yürümek için bunların bir fırsat olduğunun ifade
edilmesi, ayetlerde yer alan hususlardır.
Ehli Kitab'ı,
Peygamber (s)'in onların yanında olan kitapları doğrulayan risaletine inanmaya
davet eden çağrıya gelince, bu yeni bir durum değildir. Bundan önce de Mek-ki
ve Medeni ayetlerde çeşitli üsluplarla tekrar edilmiştir. Bununla beraber
görülüyor ki burada Rasulullah'ın onlara gönderilmiş olduğunu ifade etmesi ve
mesajında daha çok genele yönelik olması bakımından bu ayetler çok daha
nettirler.
Geçmişte yapılan
davetler neticesinde bu ayet inmeden önce yahudi ve hristiyanlar-dan bir grup,
önce Mekke'de sonra Medine'de Muhammedi risalete iman edince ve daha önce
geçen bazı sebeplerle verdiğimiz Mekki ve Medeni pek çok ayetin ifade ettiği
gibi bu inananlar kendilerinde olan kitapla bu yeni risaletin benzerliklerini
de görmüş olunca, tabii olarak bu ayetteki davet yeniden bir davet oluyordu.
Tuhaf olan hususlardan
biri de şudur ki, bu ayette bu kadar netlik olsun ve biraz sonra gelecek diğer
bir ayette ise başka bir üslupla onda da son derece açıklık ve netlik olsun
da, sonra bazı müsteşrikler durup dururken Kur'an'da olan nassların Peygamber
(s)'in risaletinin, Araplann dışında diğer milletlere ve dinlere yönelik evrensel
olduğuna delalet etmediği görüşünde ısrar etsinler. Bilakis, kesinlikle biz, bu
iki ayette ve az sonra gelen ayette Peygamber (s)'in Arap Yarımadası'na komşu
bölgelerin krallarına elçilerini ve mektuplarını gönderdiğini aktaran
rivayetleri kuvvetlendirici mahiyette işaretler görmekteyiz. Ve bu civar
krallarının çoğu hristiyanlardı. Onlar, Roma, Mısır, Habeşistan, Ğassan ve
Fars krallarıydı. Kendisinin onlara gönderilmiş Allah'ın elçisi olduğunu onlara
tebliğ etti ve onları İslam'a davet etti. Ve bu ayetler ve benzerleri özellikle
bu sûrenin 66-67. ayetleri -ki biz yeri gelince onlan açıklayacağız- Peygamber
(s)'in, krallara ve Arap Yarımadası'ndan uzak diğer bölgelerdeki krallara,
emirlere ve liderlere daveti ulaştırma yolunda fiili adımlar atmaya hazırlayan
ayetlerdir.
Rivayetler bu işin
Hudeybiye barışından sonra ve Peygamber (s)'in Kureyş'ten ve Medine'deki ve
diğer şehirlerdeki yahudilerden yana rahat olduğu bir sırada gerçekleştiğini
bu fırsattan istifade ederek elçi ve mektuplarını gönderdiğini ifade
etmektedir.[132] Ve bu ayetlerin sûre
başladığından bu yana ayet dizisinin gösterdiği gibi Hudeybiye barışından
sonra inmişlerdir.
Peygamber (s)'in
krallara gönderdiği davet mektuplarıyla ilgili çeşitli metinler aktarılmıştır.
Bunların en meşhuru Herakl'a gönderilmiş adresi belli olan şu metindir: Rahman,
Rahim olan Allah'ın adıyla. Allah'ın Rasulü Muhammed'den Bizans'ın büyüğü
Herakl'e. Selam hidayete tabi olanlara. Şimdi ben, seni İslam'a davet ediyorum.
Müslüman ol, selamete er. Allah sana ecrini iki kat olarak verecektir. Eğer
yüz çevirirsen te-banın[133]
günahı senin üzerine olur.
" Deki: "Ey
Ehli Kitab, bizimle sizin aranızda eşit olan (bizi birleştirecek olan, müşterek
olan) bir kelimeye (tevhide) geliniz. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim ve
ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Bir kısmımız bir kısmımızı, Allah'ın dışında
rabler edinmesin." Eğer yüz çevirirlerse şahit olunuz, biz müslümanlarız
deyiniz." (Âli İmran, 164)
Biz biliyoruz ki, bazı
müsteşrikler bu konuda rivayet edilmiş çeşitli metinlerde açıklık ve sakatlık
olarak gördükleri bazı sebeplerden dolayı bazı şeyler uyduruyorlar. Aksine
bazıları Peygamber (s)'in Hicaz'ın dışını ve en geniş anlamıyla Arap
Yarımadası'nın dışını düşünmediğini söylüyorlar. Ve o vakit Peygamber (s)'in,
kralların en büyüklerine elçi ve mektuplar gönderme cesaretinde
bulunamayacağını söylüyorlar!
İddia edilen
açıklıklar, tüm eski rivayetlerin üzerinde birleştiği bu haberin aslını yok
edemez. Arap Yarımadası'nın dışını düşünmemiş olduğu görüşüne gelince, sözkonusu
dönemde Peygamber (s)'in öldürülen bir elçisinin intikamını almak için
Belka'daki Mu'te ye gönderdiği ordu, kesinlikle bu görüşü yalanlıyor. Ve bu
Mu'te savaşının sonucunda Medine'ye savaş açmak üzere Bizanslıların toplandığı
kendisine ulaştığında hem bu toplanan Bizans ordusuna karşılık vermek, hem de
kuzeyde dağlık kesimlerde yera-lan hristiyan kabilelerine haddini bildirmek
üzere bizzat komuta ettiği büyük bir ordu ile Tebük'e gitmesi de sözkonusu
iddiaları yalanlamaktadır.
Peygamber (s)'in
dünyanın en büyük krallarına elçilerini göndermeye cesaret etmemiş olduğuna
dair görüşe gelince; bu görüş, içtenlikle davasına iman etmiş ve kendisini tam
anlamıyla ona adamış, Rabbi'nin Kur'an'i bir emri olarak onu doğu-batı dünyanın
tüm bölgelerine yaymak ve tüm insanlığa ulaştırmak gibi görevlerine en sağlam
bir inançla inanmış bir dava sahibine nisbet edilen bir saçmalık ve bir
zırvadır.
Yahudilerin ilimde
ehliyet sahibi olan alimleri İslam'ı görüp ona iman ettiler. Hicaz'da bulunan
hnstiyanlar da görüp ona iman ettiler. İçinde ruhban ve papazların da bulunduğu
hnstiyan heyetleri de görüp ona iman ettiler. Ve çeşitli ayetlerin ifade
etiğine göre İslam'daki gerçekleri bildiklerinden dolayı gözlerinden yaşlar
akmıştır. Biz bu ayetleri daha önceden çeşitli sebeplerle verdik ve bilhassa
Araf sûresi 157. ayetin tefsiri münasebetiyle bunları verdik.
İşte durum budur:
"Ey kitap ehli, elçimiz size geldi. Kitap'tan gizlediklerinizin çoğunu
size açıklıyor" cümlesi bir bütün olarak muhtevasını, Ehli Kitab'ın
kendilerinde bulunan Allah'ın kitaplarından pek çok şeyi gizlediklerini ifade
etmesi bakımından dikkat edilmeye değer bir cümledir.
Ehli Kitab'dan bir
grup Muhammedi risalete ve Kur'an'a gerçekten iman etti. Çünkü onlar, bunlarla
Kitap'tan yanlarında olan bilgiler arasında pekçok Kur'an ayetinin ifade ettiği
üzere bir uyum ve bir benzerlik buldular. Bu ayetlerden biri Araf sûresinin şu
ayetidir: "Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o
Elçiye, O ümmi Pey-gamber'e uyarlar..." (Araf: 157) ve Kasas sûresinin şu
ayetleri: "Bu (Kur'an'dan) önce kendilerine kitap verdiklerimiz buna
inanmaktadırlar. Onlar (Kur'an) okunduğu zaman: 'Ona inandık gerçekten. O,
Rabbimizden (gelen) gerçektir. Şüphesiz biz ondan önce de müslümanlar idik'
derler" (Kasas Sûresi: 52-53). Ve Maide sûresinin şu ayetleri: "(İnsanlardan)
İman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da 'biz hnstiyanlarız' diyenleri
bulursun". Bu onlardan papaz ve rahiplerin olması ve gerçekten onların
büyüklük taslamamaları nedeniyledir. Rasul'e indirileni (Kur'an'ı)
dinlediklerinde tanıdıkları gerçekten dolayı, gözlerinin yaşla dolup taştığını
görürsün. Derler ki: "Rabbimiz inandık, bizi şahidlerle beraber yaz"[134]
(Maide Sûresi:82-83).
Biz bu iki ayetle
yapılan bu davetin yeni bir davet olduğunu ve bunun Ehli Kitab'dan henüz iman
etmemiş olanlara yönelik olduğunu daha önce söyledik. Dolayısıyla cümle,
birinci dereceden bunları ilgilendiriyor. Görünen o ki bunlar kesinlikle
yanlarında bulunan kitaptan pek çok şeyi birçok ayetin de işaret ettiği gibi zulüm
ve kibirleri sebebiyle ve Peygamber (s) için onların aleyhine bir delil
olmasın diye inkar etmişler ve gizlemişlerdir. Bakara sûresinin şu ayetleri
buna işaret eder: "Allah katından, yanlarında bulunan (Tevrat)ı doğrulayan
bir kitap (Kur'an) geldiği zaman, daha önce inkar edenlere karşı, yardım
istiyorlardı. Bildikleri şey (Kur'an) gelince onu inkar ettiler, artık Allah'ın
laneti inkarcıların üzerine olsun. Allah'ın kullarından dilediğine kendi
fazlından (vahy) indirmesini kıskanıp azarak Allah'ın indirdiklerini inkar
etmekle kendilerini ne kötü bir şeye karşılık sattılar da gazap üstüne gazaba
uğradılar. İnkar edenler için alçal-tıcı bir azap vardır" (Bakara, 101).
Ve Ali İmran sûresinin
şu ayetleri "Ehli Kitab'dan bir kısmı istediler ki ne yapıp edip sizi
saptırsınlar. Oysa onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar farkına da varamıyorlar.
Ey kitap ehli (gerçeği) gördüğünüz halde niçin Allah'ın ayetlerini inkar ediyorsunuz?
Ey kitap ehli niçin hakkı batıla karıştırıyor ve bildiğiniz halde hakkı gizliyorsunuz"
(Ali İmran Sûresi: 69-71).
Kur'an, Ehli Kitab'dan
iman etmeyenleri, yanlarında bulunan kitapları, pekçok ayette bildirdiği üzere
tahrif etmekle itham etmiştir. Bakara sûresinin aşağıdaki ayetleri de
bunlardandır: "Şimdi siz (ey müsümanlar) bunların size inanmalarını mı
umuyorsunuz? Oysa onlardan bir grup vardı ki Allah'ın sözünü işitirlerdi de
düşünüp akıl erdirdikten sonra, bildikleri halde onu tahrif ederlerdi.
İnananlara rastladıklarında iman ettik derler, birbirleriyle yalnız kalınca da
şöye derlerdi: 'Allah'ın size açtığını onlara söylüyorsunuz ki, onu Rabbinizin
katında aleyhinizde delil olarak mı kullansınlar? Aklınızı kullanmıyor
musunuz?"
Nisa sûresinin şu
ayeti de bunlardandır: "Yahudilerden bir kısmı, kelimeleri konuldukları
yerlerden saptırırlar..." (Nisa, 46)
Ve az önce geçen Maide
Sûresi 14. ayeti de bunlardandır. Bu cümle onların haksız suçlamalarına ek
olarak yanlarında bulunan kitaptan çoğunu aynı sebeplerle (Azgınlık, , kibir ve
aleyhlerine delil olması endişesi ile) gizlemeleri ve inkar etmelerinden dolayı
gelmiştir. Ehli Kitab'dan inananların ortaya çıkması, diğerlerinin bu gizleme
ve inkarlarını göstermek bakımından onlar için küçük düşürücü olmuş, Kur'an'ın
bu husustaki tespitleri için de doğal olarak doğrulayıcı bir ölçü olmuştur.
Burada dikkatleri
üzerine çekmeye çalıştığımız konu şudur: Kur'an inzal olurken ehli kitabın
ellerinde bulunan kitap, bugün yoktur. Bugünkü kitaplarında bulunmayan, imanla
ilgili açıklamalar ve Ehli Kitab'ın akaidi ve tarihi ile ilgili kıssalar,
zamanla onların elinde olan ve onların inkar ederek veya kibirlenerek
saptırdıkları veya gizledikleri şeylerdendir. Bu inkar, azgınlık ve kibir
neticesinde hakkı saptırma veya gizleme işi Peygamber (s)'e iman etmeyenlerin
alışkanlığı oldu. Sonra bu saklanan ve inkar edilen kısımlar üzerinden bazı
felaketler geçti ve belki de bunun bir neticesi olarak yok olup zamanımıza
kadar ulaşamadılar.
Eldeki Tevrat
sahifelerinde bize kadar ulaşmayan başka Tevrat bölümlerinin olduğunu gösteren
pek çok delil vardır. Mesela II. Tarihler kitabının 12. babında şu cümle yer
almaktadır:"Ve rehaboamın yaptığı işler, ilk işleri de son işleride,
peygamber Şema-ya'nın ve Gören İdo'nun sözlerinde nesep sırasına göre yazılı
değil midir? "Oysa bu-günkü Tevrat'ta; Şemaya Nebi'nin sözleri ve Gören
İdo'nun sözleri diye bir kitap (bölüm) yoktur.
Yine Yesu kitabının
10. babında: "Ve millet düşmanından öç alıncaya kadar güneş durdu ve ay
yerinde kaldı. Yaşar kitabında bu yazılı değil midir?" cümlesi
yeralmakta-dır. Halbuki Tevrat kitapları arasında "Yaşar kitabı" diye
ismlendirilmiş bir kitap yoktur. Ve I. Krallar kitabının 11. babında: "Ve
Süleyman'ın işlerini geri kalanı, yaptığı her şey ve hikmeti, Süleyman'ın
işleri kitabında yazılı değil midir?" cümlesi yeralmaktadır. Ve bugün eldeki
Tevrat kitapları arasında "Süleyman'ın işleri" adını taşıyan bir
kitap yoktur. Ve Krallar kitabında gelen daha pekçok kısım böyledir. Mesela şu
cümle: "Filan kralın kalan işleri bunlar Yahudi kralları tarihinde veya
İsrail kralları tarihinde yazılı değil midir?" Ve Tevrat kitapları
arasında böyle bir ismi taşıyan bir kitap da yoktur. Elde bulunan
"Tarihler" adlı Tevrat kitabı (Tevrat'ın bir bölümüdür) aslında
içinde, sadra şifa bir şey bulunan veya kaynak göstermek istediğim bir kitap değildir.
Gerçekte İsa'nın hayat
hikayesi ve O'nun hakkında yayılan sözlerden ibaret olan hrıstiyanlann
İndilerine gelince, bugün muteber sayılan eldeki İncil sayısı dörttür. Ancak
pek çok eser ve rivayete göre İndilerin sayısı bir hayli fazladır. Hatta Menar
tefsirinde bu ayetin tefsiri ile ilgili verilen bilgilere göre bazı eserler ve
rivayetler bu İncille-rin 70 civarında olduğu ifade etmektedir.
Hristiyanlardan
bazıları eldeki bu dört İncil'in dışında kalan, o İndileri uydurma ve gayri
meşru olarak nitelemektedirler. Görüldüğü gibi bu onlann varlığı gerçeğini ortadan
kaldırmamıştır. Bazıları da bu İndilerin kaybedilmesini İsa (a)'ya ve hayatına
aykırı olmalarına bağlamıştır. Tüm bunlar şunu ifade etmektedir ki bu İndiler
kaybedildi. Çünkü bunlar farklı olan akideleri konusunda hrıstiyanlar arasında
ortaya çıkan anlaşmazlıkları gidermek için gerçekleştirilen kutsal oturumlar
sonucunda kararlaştırılmış olan hnstiyanlık akidesine uygun düşmemekteydi. Bu
anlaşmazlık daha da kötüleşerek Peygamber (s) zamanına ve ondan sonraya kadar
sürdü. Buna rağmen bu görüş ayrılıklarının dayandığı sebepler ve bunlann
detayları bize ulaşan bu İndilerde ve eski tarih kitaplarında gizledikleri, yok
edildikleri ve yakıldıkları için bulunamamaktadır. Allah en iyi bilendir."[135] [136]
17-
"Şüphesiz Allah, O meryem oğlu Mesih'tir" diyenler and olsun ki kafir olmuşlardır. De ki: Öyleyse
(Allah),
Meryem oğlu Mesih'i
annesini ve yer yüzündekilerin hepsini yok etmek isterse Allah'a karşı kimin
elinde bir şey var? Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunanların mülkü
Allah'ın dır, dilediğini yaratır. Allah herşeye kadirdir.
Ayetin ibaresi
açıktır. Onda hrıstiyanlann sapmalarından birinin açıklanması ve
""şüphesiz Allah, O Meryem oğlu Mesih'tir" diyenlerin Aziz ve
Celil Allah'ı inkar eden kafirler oldukları ifadesi yer almaktadır. Ve meydan
okurcasına akıllara ve kalplere yöneltilmiş bir soru sorulmaktadır. Güç,
kudret sahibi olan yüce Allah, Mesih'i, annesini ve yeryüzünde olan herkesi yok
etmek istediğinde onu engeleyebilecek birisi var mı? Allah'a karşı kimin elinde
bir şey var? " diye sorulmaktadır. Olmadığına göre öyleyse, göklerin,
yerin ve ikisi arasındakilerin mülkünün sahibi O'dur. O herşeyin yaratıcısı,
fceşeye gücü yetendir.
Bildiğimiz kadarıyla
müfessirler bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili de yine hiç bir şey rivayet
etmemişlerdir. Bize göre bu ayet akışı ve konusu bakımından önceki ayetlerle
irtibatlıdır. Sözkonusu bu ayette, diğerlerinin bir devamı olarak,
hrıstiyanların, İsa (a)'run getirdiklerini kavramadıkları için "Allah
bizzat Mesih'in kendisidir" diyerek içine düştükleri sapmaya işaret etmek
için gelmiştir.
Hrıstiyanlar, Allah
Mesih'in kendisidir diyorlardı. Aynı zamanda O Allah'ın oğludur da diyorlardı.
Bunlar şu düşüncei^rin gelişmesi sonucunu doğurdu. Meryem, ona hamile kaldığında
Allah, Mesih'in dışında herhangi bir şekilde başka bir şey idi. Sonra Meryem
onu doğurdu, o büyüdü, dünyada yaşadı, onun babası göklerdeydi. Onu gönderen
O'dur dendi. Bundan dolayı Kur'an, hrıstiyanların "Allah Mesih'in
kendisidir" şeklindeki akidelerini burada belirtip kuvvetli ve susturucu
bir şekilde reddedip önüne set çekmektedir. Özellikle hrıstiyanlar arasında
kimileri vardır ki Mesih'in hiçbir şekilde uluhiyette Allah'a denk olmadığına,
O'nun yapısında ilah olmak ve insan olmak vasıflarının birleştiğine inanırlar.
Bunların akidesine göre O tam anlamıyla bir ilah değildir. O bu iki özelliği
birleştirmiştir. Bunlar Şam, Mısır ve Irak'taki hrıstiyanların çoğunluğunu
oluşturmaktadırlar. Yakubiler, Nasturiler ve bunlara ilaveten diğer hrıstiyan
mezheplerinden de böyle düşünenler vardır. Meryem sûresi tefsirinde de
açıkladığımız gibi.İşte durum budur. Görünen o ki, bu ayetin son bölümü İsa
(a)'nın mucizevi doğu-munu, Onun uluhiyyetine, Allah'n oğlu olmasına veya
Allah'ın üç cüzünden birisi olmasına bir sebep veya bunlara bir delil olarak
getirilmesini reddetmek için özel ve susturucu bir tarzla gelen kesin
delillerdendir. [137]
18-
Yahudiler ve hrıstiyanlar: 'Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz' dediler.
De ki: 'O halde niçin günahlarınızdan ötürü (Allah) size azap ediyor?' Hayır
siz de Onun yarattıklarından birer insansınız. O dilediğini bağışlar
dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü
Allah'ındır. Dönüş de O'nadır.
Bu ayetin ifadesi de
açıktır. Yahudi ve hnstiyanlann, Allah'ın dostları ve O'nun yanında bir kıymet
sahibi olduklarına dair yaptıkları iddia anlatılmaktadır. İçinde meydan okuma
olan ve bu iddiaları yalanlayan bir cevap ayette yer almıştır. Allah'ın,
onların dı-şındakileri cezalandırdığı gibi onları da cezalandıracağını eğer
onların iddiaları doğru ise bu cezalandırmanın neden yapılacağı soruluyor. Ve
onların da diğer insanlar gibi birer beşer olduğunu amellerine uygun olarak
Allah'ın gazabına da rızasına da açık oldukları anlatılıyor. Dönüşün Allah'a
olduğunu ve Allah'ın onlara karşılıklarını vereceği hakikati ile ayet sona
ermiştir.
Taberi, yahudilerden
bir grubun Peygamber (s)'e geldiklerini, karşılıklı konuştuklarını ve
Peygamber (s)'in onları Allah'a davet edip onun azabından sakındırdığını, bunun
üzerine onların: "Ey Muhammed sen bizi korkutamazsın. Allah'a yemin ederiz
ki biz Allah'ın oğulları ve O'nun sevgilileriyiz dediklerini ve bunun üzerine
Allah'ın bu ayeti indirdiğini rivayet etmiştir. Bu rivayetin aktarılmasında
diğer müfessirler de Taberi'yi izlemişlerdir.
Görülüyor ki bu ayet
yahudi ve hrıstiyanlardan bazılarının daha önceki sözlerinin bir devamıdır.
Ayetin üslubu ve çoğul olarak gelen muhatap zamirleri, şimdiki zamanda yapılan
bir durumu anlatıp, cevaplamak türündendir ki bu Kur'an ifadesinde alışılmış
bir tarzdır. Ve pek çok misalleri geçmiştir.Bu durum, ayette bu sözün yahudi ve
hnstiyanlann ortak bir görüşleri olarak verilmesi) herhangi bir yerde bu sözün
bazı yahudilerden sadır olduğunu ve aynı şekilde bazı hnstiyanlardan da sadır
olduğunu engellemez. Vahyin hikmeti burada onu ifade etmeyi gerektirdi.
Görünen o ki, yahudi
ve hnstiyanlardan sadır olan bu söz, kendilerinin Allah'tan bir hidayet üzere
olduklarına ve Peygamber (s)'in davetine ihtiyaçları olmadığına dair bir övünme
ifadesidir. Muhammedi Risaleti doğrulamaları için kendilerine yönelik yapılan
çağrı ve açıklamalara bir reddiye, bir cevap olarak bu sözleriyle, övünerek
mağrur bir tavır sergilemişlerdir. Ayetin bunları reddederken kullandığı üslup
kuvvetli ve susturucudur. Özellikle Allah'ın onların diğer insanlar gibi insan
olmaktan başka bir özelliklerinin olamadığını ve onlarda da hidayet bulma,
sapık olma, doğru yapma ve hata işleme özelliklerinin olduğunu ilan etmesi
gerçekten onları tamamen susturan sağlam bir cevap olmuştur.
Bakara, Âl-i İmrân ve
Cuma süresindeki pek çok ayet yahudilerin kendilerinin diğer insanlardan farklı
olarak Allah'ın dostlan olduklarına, ahiret yurdunun sadece kendilerine ait
olduğuna ve ateşin sayılı günlerden başka kendilerine dokunmayacağına dair düşünce
ve övünmelerini anlatmıştır. Tıpkı diğer bazı ayetlerin yahudi ve
hrıstiyanların her birinin ortak düşüncesi olarak, onların dini üzere olmayanın
cennete giremeyeceği, hidayet arayanların kendi dinlerine girmesi gerektiği
düşüncelerini ve övünmelerini ifade ettiği gibi.
Her ne kadar bu söz
mutlak olarak bir istisna yapılmadan anlatılmış ise de, görünen o ki bu söz,
onlardan Muhammedi çağrıya uymamakta direnen ve inatçı konumda olanların
sözüdür. Şüphesiz ki onlardan pek çoğu, kulak verip Muhammed (as)'in peygamberliğine
ve Allah'ın ona indirdiklerine iman ettiler ve ona tabi oldular. [138]
19- Ey kitap
ehli elçilerin arasının kesildiği bir boşluk olduğu dönemde size elçimiz
geldi. Size (hakkı) açıklıyor ki "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı
gelmedi" demeyesiniz.'[139]'
İşte müjdeci ve uyarıcı size gelmiştir. Allah her şeye gücü yetendir.
"Demeyesiniz
diye" anlamındadır.
Ayette, yeni bir
gerekçe ile kitap ehline tekrar sesleniş ve onları uyarma vardır. Peygamberlerin
gelişinin kesildiği bir dönemde Rasulullah (s), Allah'ın ahdini yenilemek ve
onun sınırlarını onlara açıklamak için kendilerine geldi. Ve onları Allah'ın bu
sınırları çerçevesinde yürümeye davet etti ki; ahirette, bugün içinde
bulundukları bu sapmalarına ve bölünmelerine bir mazeretleri kalmasın, ve
içinde bulundukları sapıklık ve hatalarını onlara açıklayan bir müjdeleyicinin
ve bir uyarıcının kendilerine gelmediğini söy-leyemesinler.
Son cümleye gelince,
yerinde bir mefhum içermektedir. Allah her şeye gücü yetendir. O'nun gücünü
hiç bir şey sınırlayamaz. Önceki Rasulleri gönderen de odur. Yeni bir Rasul
göndermek onun kudretine aykırı olan, şaşılacak bir şey değildir.
Taberi'nin rivayet
ettiğine göre Muaz b. Cebel, Sa'd b. Ubadeh ve Ukbe b. Vehb, yahudilere şöyle
dediler: "Allah'tan korkunuz. Allah'a yemin ederiz ki siz onun Allah'ın
elçisi olduğunu biliyorsunuz. Siz onun gönderilişinden önce ondan bahseder ve
onu sıfatlarıyla bize anlatırdınız". Bunun üzerine Rafi b. Harmele ve
Vehb. b. Yahuda dediler ki: "Biz bunu size demedik, Allah, Musa'dan sonra
hiç bir kitap, müjdeci ve uyarıcı peygamber de göndermedi". Bunun üzerine
Allah, bu ayeti indirdi.
Görülüyor ki bu ayet
de ifade bakımından kendisine yakın olan 15. ayet gibi kitap ehline yöneliktir.
Çünkü daha çok önceki ayetlerin süregelen bir devamı ve onun bir parçası gibi
görünmektedir. Bu durum, geçen rivayette sözkonusu edilen grubun, yahudi
cemaatına söyledikleri şeyi söylemelerini ve yahudi cemaatının da onlara cevap
olarak söylediklerini herhangi bir durumda söylememiş olmalarını engellemez.
Ehli Kitab'a yönelik
Muhammedi bir çağrı olarak ayetin üslubu çok güzeldir. Ayet diğer insanlardan
ziyade, Ehli Kitab'a seslenmektedir. Bu haliyle de 15. ayetin mesajını
pekiştirmektedir. 15. ve 16. ayetlerde gelen bilgiler ışığında ve Fetih Sûresi
28. ayet ve Saf Sûresi 9. ayetin ışığında denilebilir ki: Muhakkak ki Allah'ın
hikmeti, Rasullerin gelmediği, kesildiği bir devrede Muhammed (s)'i, apaçık
bir kitap ile göndermiştir ki, insanlara ve özellikle kitap ehline Allah'ın
hududu açıklansın, onların problemlerine, sapmalarına, ihtiyaçlarına cevap
verilsin ve hak dinin sancağı altında topyekün toplansınlar.
Bu ayet, elçi,
müjdeleyeci ve uyarıcı ifadelerini aynı anlam ile bir araya toplamıştır. Bu,
Rasulün en önemli görevinin, müjdeleme ve uyarma olduğu anlamına gelir.
Burada bazı
müsteşriklerin gelişigüzel söyledikleri, "Kur'an, uyarıcı ve rasul kavramlarının
anlamını ayırıyor, Rasulullah(s)'ın üzerinden bir fetret devresi geçmiştir.
Artık ona Rasul denmesi sakıncalı olur. Ona uyarıcı demekle yetinmek
gerekir." gibi sözlerine de bir cevap vardır. Kaldı ki zaten bunların
söyledikleri doğru olmayan şeylerdir. Çünkü Kur'an, Rasulullah (s)'a Mekke
döneminin ilk başlarında Müzemmil sûresinin 15. ayetinde Rasul sıfatını
vermiştir. Sonra onun bu Rasul olma sıfatını Kur'an Mekki diğer pek çok ayette
tekrarladı. Yine Kur'an'da Mekki olan pek çok ayet, müjdeleme ve uyarmanın
ikisinin de Rasulün en önemli görevleri olduğunu bildiriyor.
İşte bu 12. ayetle
başlayan bu ayetler dizisinin tamamı "Ehli Kitab" kavramının ya-hudi
ve hristiyanlar olduğu ile alakalıdır. Burada, 5. ayetin tefsirinin sonunda
söylediklerimiz desteklenmektedir. [140]
20- Bir
zamanlar Musa kavmine demişti ki: 'Ey kavmim, Allah'ın size olan nimetini
hatırlayınız, zira(Allah) aranızdan (kimilerini) peygamber yaptı, sizi krallar'[141]',
yaptı ve alemlerden hiçbirine vermediği şeyi size verdi.
21- Ey
kavmim, Allah'ın size yazdığı kutsal toprağa giriniz ve arkanıza dönmeyiniz.
Yoksa kaybederek dönmüş olursunuz.
22- Dediler
ki: 'Ey Musa, orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz asla oraya
girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de hemen gireriz.'
23- (Allah'tan)
korkanlardan'[142] Allah'ın kendilerine
nimet verdiği'[143]'
iki adam dedi ki: 'Onların üzerine kapıdan giriniz, oraya girdiğiniz an
kesinlikle siz galipsiniz. Eğer mü'minler-seniz sadece Allah'a tevekkül
ediniz.'
24- Dediler
ki: 'Ey Musa, onlar orada olduğu sürece biz kesinlikle oraya asla
girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada oturuyoruz.
25- Musa:
'Rabbim, gerçekten ben kendimden ve kardeşimden başkasına malik olamıyorum
(söz geçiremiyorum). Öyleyse bizimle bu fasıklar kavminin arasını ayır', dedi.
26- Allah buyurdu ki: 'Orası onlara kırk yıl
haram kılındı. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen o fasıklar topluluğuna
üzülme.'
Bu ayetler, Musa (a)
onları Mısır'dan çıkarıp "arz-ı mukaddes"e sokmak istediğinde
İsrailoğullan'nın
Musa'ya karşı olan tavırlarıyla ilgili bir hatırlatma içermektedirler. Ve oranın
sakinleri ve zorbalanna karşı İsrailliler'in pısırıklıkları, korkaklıkları, Hz.
Musa'nın onlara daveti, kırk sene çölde kalmalarına Allah'ın hükmetmesi ve
onları fasıklar diye sıfatlandırması gibi konulan kapsamaktadır. Ayetlerin
ifadeleri gayet açıktır.
Bu ayetlerin nüzul
sebebi ile ilgili herhangi bir rivayete rastlamadık. Akla ilk gelen, bunların
geçen ayetlerin devamı olduklarıdır. Allah, orada yahudi ve hristiyanlardan aldığı
ahitten ve onların bu ahdi bozduklarından özetle bahsetmişti. Sonra ahdi
bozmanın ve sapmanın mânâsı ile ilgili bazı açıklamalar içeren bilgiler vermeye
başladı. Hristi-yanların, mesih inançları ile ilgili aykırılık ve
saçmalıklarını anlattı. Ve derken İsrailoğullan'nın bazı tavır ve
tuhaflıklannı anlatmak üzere yine bu bölüm geldi.
Kur'an'ın yalnızca
burada bahsettiği bu olay, Tevrat'ın Sayılar Kitabı'nın onüçüncü ve ondördüncü
bablarında detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Bu ayetlerde anlatılanlar
ana-hatlarıyla bu Tevrat sifrinde anlatılanlara uygundur. Bu ayetler de özetle
gelmiştir. Çünkü burada Kur'an'ın kıssalarda takip ettiği üsluba uyularak,
İsrailoğullan'nın bildikleri bir olayı hatırlatmak, Allah ve Rasulünün emri
karşısında onlann o korkak, inatçı ve rahatsız edici tavırlannı bir ibret
levhası olarak açığa çıkartıp ders almalannı sağlamak tarzında gelmiştir.
Tevrat'ın sözkonusu
edilen bu iki babındakilerin özeti şudur: Allah, arz-ı mukaddesin her türlü
durumunu keşfetmek, hakkında bilgi edinmek üzere İsrailoğullan'nın oniki
kabilesinin her birinden bir kişi olmak üzere bir keşif heyetinin seçilip
gönderilmesini Musa'ya emretti. Gidip döndüler ve dediler ki: "Orası öyle
bir yerdir ki gerçekten süt ve bal akıyor (Bir elleri sütte bir elleri
baldadır. Bolluk ve bereket içindedirler). Bunu kanıtlamak için yanlarında getirdikleri
büyük bir üzüm salkımını da gösterdiler. Sonra dediler ki: "Fakat orada
oturanlar çok güçlüdürler. Onlar arasında İnak Kabilesi'nin zorba-lanndan
Amalakalar var. Şehirleri müstahkemdir, onlann yanında kendimizi çekirgeler
gibi gördük. İsrailoğulları korktular ve Musa'yı kınadılar. Dediler ki:
"Kendimize bir lider seçip Mısır'a geri dönelim. Keşif için giden
heyetten olan Yuşa ve Kalip onlardan aynlıp İsrailoğullanna durumu
kolaylaştırmaya ve onlar arasında cesaret yaymaya çalıştılar. Bunun üzerine
İsrailoğullan bunlara öfkelendiler, neredeyse onları taşlayıp öldürmek
istiyorlardı. Böylece Rabb, onlara öfkelendi ve kullan Yuşa ile Kalip hariç
mevcut olan bu erkeklerden hiçbirinin kutsal topraklara girmeyeceğine ve onları
çölde öldüreceğine dair yemin etti. Böylece Sina Çölü ve çevresinde şaşkın
şaşkın dolaşıp durdular. Ta ki, Allah'ın emrine baş kaldıranlar tükeninceye
kadar.
Tefsir kitaplannda[144] bu
konu ile ilgili pekçok açıklama vardır. Bunlardan bir kısmı Tevrat'ın Sayılar
Kitabı'ndaki anlatılanlara uygundur. Bir kısmı da bu açıklamalara uymamaktadır.
Çeşitli abartmalar ve aykınlıklar kanşmıştır. Ve tamamı İslam'ın ilk
devirlerinde bu haberleri aktaran ravilere isnat edilmiştir. Görüldüğü gibi bu
da Peygamber (s) zamanında Araplar'in yahudilerden bu olay hakkında ana
hatlarıyla bir bilgi edinmiş olduklarını göstermektedir.
Müfessirler;
"Alemlerin hiçbirine vermediği şeyi size verdi." cümlesi üzerinde durmuşlar
ve İbn Abbas ve başkalarından yaptıkları rivayetlere göre bu cümle, Allah'ın sadece
İsrailoğullan'na sağladığı nimet ve imkanları ifade eder. Bulutun gölgelenmesi,
üzerlerine menn (kudret helvası) ve selva (bıldırcın) indirmesi ve Musa'nın,
asasının bir vuruşu ile taştan çeşmeler çıkarması gibi. Ve buna ek olarak
müfessirler derler ki; ayette geçen "alemler" kelimesi o zaman ki
alemler demektir. Tüm zamanlardaki alemler değildir. Çünkü yüce Allah,
Muhammed (s) ümmetine İsrailoğulları'na vermediği nimetleri vermiş, ona
ikramlarda bulunmuştur. En isabetli yorumun bu olduğu görülmektedir.
Aynı şekilde
"sizi krallar yaptı" cümlesi üzerinde de durmuşlar ve bunun meşhur anlamıyla
krallık mânâsında olmadığını söylemişler ve kelimenin tüm İsrailoğulları'nı kuşatması
hususunu da buna delil getirmişlerdir. Eğer bu kastedilseydi cümle: "Ve
sizden krallar yaptı." şeklinde gelirdi. Öyleyse cümle sadece Allah'ın
onlara sağladığı hürriy-yeti, uzun süre Mısır'da köleleştirildikten sonra kendi
özgürlüklerine kavuşmalarını ifade etmektedir. Müfessirler buna bir destek
olarak Enes b. İyaz'dan bir rivayet yapmışlardır. Buna göre Enes, Zeyd b.
Eslem'den cümlenin yorumu ile ilgili şöyle dediğini duymuştur: "Cümlenin
yorumu hakkında Rasulullah'ın: 'Kimin bir evi bir de hizmetçisi varsa, o
kraldır.' şeklindeki hadisinden başka birşey bilmiyorum." Bu konuda bir de
şöyle bir hikaye rivayet ederler: "Abdullah bin Amr, fakirlikten şikayet
eden birine sordu: 'Senin oturduğun bir evin, sığındığın bir karın var mı?
Adam: 'Evet' dedi. Abdullah: 'Sen kesinlikle fakir değilsin.' dedi. Bunun
üzerine adam: 'Bir de hizmetçim var' dedi. Abdullah da ona: 'Kesinlikle sen
krallardansın' dedi."
Musa'nın, kavminin
oraya girmesi için davet ettiği kutsal topraklar, eskiden orada oturan kavmin
adına nispetle "Kenan topraklan" denen Filistin topraklarıdır.
Tevrat'ın Tekvin Kitabı'nda, İbrahim (a) ülkesi Keldaniler'in topraklarından
göç edince Allah'ın, buraları ona ve onun nesline vadettiği ve İbrahim'i buraya
yerleştirdiği yazılıdır. Ancak Tevrat'ta geçen bu bilgiler birbirleriyle
çelişmektedir. Özellikle kutsal toprakların sınırları hakkında değişik ve
çelişkili ifadeler kullanılmıştır.[145]
A'raf sûresinin
ayetlerinden birinde bu konuya bir işaret vardır: "Horlanıp zayıf bırakılanları
da içini bereketle donattığımız yerin, doğularına ve batılarına mirasçı kıldık.
Rabbinin İsrailoğullan'na verdiği güzel söz, sabretmelerinden dolayı tam yerine
geldi. Firavun ve kavminin yapmakta oldukları şeyleri (köşkler, kule ve
saraylar) ve yükseltmekte oldukları şeyleri (bitki ve bazı ağaçlar için bağ ve
bahçelerde yapılan çatılar, çardaklar, üzüm bağı için yapılan çardak gibi)
yerle bir ettik." (Araf, 137)
Biz bu ayeti,
müslümanları saptırmak için Maide sûresinin bu ayetlerini delil getirerek,
kutsal toprakların ebedi olarak kendilerine verildiğini iddia eden yahudilerin
hayalleri gibi bu konudaki her türlü vehm ve kuruntuyu giderecek bir şekilde
açıkladık. Bu va'd sadece o zaman içindir. Kendi kitaplarının pek çok bölümünde
geçtiği üzere, Allah'ın hududunu çiğneyip saptıkları takdirde Allah, onları
yerle bir etmekle, kırıp dökmekle ve kendilerine verilen herşeyi onlardan
çekip almakla korkutmuştur. İşte bu dehşet verici korkutmalardan biri
Levililer kitabının 26. babında yer alan uyarılardır: "Eğer beni dinlemez
ve bütün bu emirlerime uymazsanız, kanunlarımı redderseniz ve canlarınız
hükümlerimden nefret ederse, tüm emirlerimi yapmayıp ahdimi bozarsanız ben de
aynen size şunu yapacağım: Dehşeti gözleri söndüren ve canı tahrip edip yok
eden vere-mi-sıtmayı üzerinize salacağım. Ve tohumunu bu boş yere ekeceksiniz,
onu düşmanlarınız yiyecektir. Yüzümü size karşı koyacağım ve düşmanlarınızın
önünde vurulacaksınız. Sizden nefret edenler, üzerinize hükümdar olacaklar ve
sizi kovalayan yokken kaçacaksınız. Sonra eğer bunlardan sonra da beni
dinleyip itaat etmezseniz, o zaman suçlarınız için sizi yedi kat daha tedip
edeceğim. Kuvvetinizin gururunu kıracağım. Göklerinizi demir gibi, yerlerinizi
bakır (tunç) gibi edeceğim. Eğer bana karşı yürür, beni dinlemeye razı
olmazsanız suçlarınıza göre üzerinize yedi kat daha bela getireceğim. Ve yaban
hayvanlarını üzerinize salacağım ve sizi zor durumda bırakacaklar (çocuklarınızdan
edecekler), hayvanlarınızı kıracaklar ve benim tarafımdan bunlarla da ıslah
edil-mezseniz ve bana karşı yürürseniz, o zaman ben de size karşı yürüyeceğim
ve suçlarınız için yedi kat vuracağım. Ve üzerinize ahdin öcünü alacak bir
kılıcı getireceğim. Ve şehirlerinize toplanacaksınız ve aranıza veba
göndereceğim ve düşman eline teslim olacaksınız... ve eğer bununla da bana
boyun eğmezseniz ve bana karşı yürürseniz o zaman ben size karşı öfke ile
yürüyeceğim. Suçlarınız için sizi yedi kat te'dip edeceğim. Ve oğullarınızın
etini ve kızlarınızın etini yiyeceksiniz. Ve yüksek yerlerinizi yıkacağım.
Güneş putlarınızı devireceğim ve leşlerinizi putlarınızın leşleri üzerine
koyacağım ve canım sizden nefret edecek ve şehirlerinizi metruk çöl edeceğim.
Ve makdislerinizi ıssız bırakacağım. Ve hoş kokularınızı koklamayacağım ve ben
diyarınızı ıssız bırakacağım. Ve onda oturan düşmanlarınız bundan dolayı
şaşacaklar. Ve sizi milletler arasında dağıtacağım. Ve ardınızdan kılıç
çekeceğim, diyannız ıssız olacak, şehirleriniz çöl olacaklar... Ve kovalayan
yokken düşeceksiniz... Kişi, kılıcın önünden kaçan gibi kaçıp kardeşine takılıp
düşecek. Düşmanlarınıza karşı durmaya kudretiniz olmayacak. Milletler arasında
helak olacaksınız. Ve düşmanlarınızın diyarı sizi yiyecek..."
(Tevrat-Levili-ler, bab:26, cümle: 14-40)
Akide ve ahlak
konusunda gerçekten tehlikeli sapmalarla saptılar da Allah, azap tehdidini
yürürlüğe koydu. Ve öldürücü darbelerle onlara vuran kimseleri üzerlerine
saldı. Ülkelerini işgale uğrattı. Şehirlerini ve mabetlerini yerle bir etti ve
onları dünyanın dört bir yanına kitaplarının da ifade ettiği gibi[146]
alçak köleler olarak dağıttı. Bakara, Âli İm-
rân ve Nisa
Sûreleri'ndeki pek çok ayetin de anlattığı gibi, yahudilerin bu sapıklıkları
Peygamber (s)'in zamanına kadar devam etti. Bunun bir neticesi olarak Allah
üzerilerine alçaklık ve yoksulluk indirdi ve Allah'ın gazabına uğradılar.
Pekçok ayetle[147] gelen bilgilere göre
Allah, kıyamete kadar azabın en kötüsünü onlara reva görecek kimseleri onların
üzerine salacağına yemin etmiştir. Allah'ın onlara olan azap tehdidini yerine
getirici olduğuna inanmak müslümanlann görevidir. Kesinlikle, "Allah
sizin için yazdı." cümlesi ve "Horlanıp zayıf bırakılanları da içini
bereketle donattığımız yerin, doğularına ve batılarına mirasçı kıldık..."
cümlesi geçmiş ve bitmiş zaman içindir.
Şurası açıktır ki bu
ayet grubu İsrailoğulları'nın konumuna düşüp Allah'n azabını haketmekten
kaçınmaları konusunda müslümanlar için sonsuz ve çok büyük bir mesaj
içermektedir.
Rivayet edildiğine
göre bir savaş halinde istişare toplantısı yapılırken bazı müslümanlar
İsrailoğullan'nın bu eski olayından esinlenerek Peygamber (s)'e:
"Biz
İsrailoğullan'nın peygamberlerine dedikleri gibi 'sen ve Rabbin savaşınız, biz
burada oturuyoruz' demeyiz. Aksine 'seni destekliyor ve sana itaat ediyoruz'
deriz. Eğer seninle beraber denize dalmamızı emretsen seninle beraber denize
dalarız."[148]dediler. [149]
27- Onlara
Adem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani birer Kurban takdim
etmişlerdi de birisinden kabul edilmiş diğerinden ise kabul edilmemişti.
(Kurbanı kabul edilen kabul edilmeyene): 'Seni mutlaka öldüreceğim' demişti.
(O da): 'Allah, sadece korunanlardan kabul eder' dedi.
28- Andolsun
ki, eğer sen beni öldürmek için bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek için
elimi sana uzatmam. Muhakkak ki ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.
29- Ben
isterim ki, sen hem benim günahımı, hem de kendi günahını yüklenip[150],
ateş ehlinden olasın. Zalimlerin cezası budur.
30- Nihayet nefsi, ona kardeşini öldürmeye boyun
eğdirdi'[151] (razı etti, süslü
gösterdi) de onu öldürdü ve ziyana uğrayanlardan oldu.
31- Derken
Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen'[152] bir
karga gönderdi. (Katil): 'Yazık bana! Şu karga gibi olup da kardeşimin cesedini'[153]'
gömmekten aciz mi oldum' dedi ve pişman olanlardan oldu.
32- Bundan
dolayı İsrailoğulları'na (şöyle) yazdık: "Kim bir nefsi bir başka nefse,
ya da yeryüzündeki bir fesada'[154]'
karşılık olmaksızın öldürürse bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de onu
yaşatırsa'[155]' (hayatını kurtarırsa)
bütün insanları yaşatmış gibidir. Andolsun ki elçilerimiz onlara açık
delillerle geldiler. Sonra bunun ardından onlardan çoğu yeryüzünde israf
etmektedirler (aşırı gitmektedirler).
Ayetlerin ilki
Peygamber (s)'e, Allah'a birer kurban sunduklarında Allah'ın birinden kabul
ettiği ve diğerinden kabul etmediği Ademin o iki oğlunun haberini okumasını emretmiştir.
Bunu diğer dört ayet de bu haberin geri kalanını ve iki kardeş arasındaki konuşmayı,
onlardan birinin kardeşini öldürmeye kalkışıp onu öldürmesi ve sonra pişman
olup hüsrana uğrayışını peyderpey anlatarak takip etmiştir. Altıncı ayete
gelince, bu da kıssayı takiben ve bundan dolayı İsrailoğullan'na Allah'ın
yazdıklarını ilan ederek ve onları kınayarak gelmiştir. Çünkü Allah'ın apaçık
delillerle elçileri onlara göndermesine rağmen onlar kulak vermediler ve
yeryüzünde azgınlık ve fesat yaparak aşın gittiler.
Ayetlerin nüzul sebebi
ile ilgili bir rivayete rastlamadık. Ancak Taberi ayetlerin tefsirinde yüce
Allah'ın, bu kıssayı Rasulüne kendisine ve ashabına el uzatmayı kast etmiş olan
yahudilere okumasını emretmiş ki onlara zulüm ve tuzağın sonunun çirkinliğini,
cefa vermenin ve ahdi bozmanın akibetinin kötülüğünü, sözden caymanın cezası
ile sözü yerine getirmenin sevabını öğretsin. Bu mânâyı "onlara"
kelimesindeki "onlar" zamiri veriyor ve bu zamir, geçen ayetlerde
sözkonusu olan yahudilere gidiyor demiştir. Hazin, zamiri Peygamber (s)'in
kavmine yorumlamış ve bu onlara ibret olsun diye Allah onlara okumasını
emretmiştir demektedir. Zemahşeri ise istisna yapmadan kitap ehline yormuştur.
Reşid Rıza ise kitap ehli olsun olmasın tüm dinleyenlere yorumlamıştır.
Biz de içinde yahudilere
bir kınama bulunan son ayetin işaretleriyle Taberi'nin sözünü tercih ediyoruz.
Aynı zamanda onların geçen ayetlerin süregelen bir devamı ve onlara bağlı
olduklarını da tercih ediyoruz. Ayetlerin, özellikle, Allah'ın onları sakındırmasına
ve apaçık delillerle elçilerini onlara göndermesine rağmen, sapmalarından dönüp
kulak vermeyen İsrailoğullan'nın yeniden kınanmasını hedeflemiş oldukları
fikrini de tercih ediyoruz.
"Adem'in iki
çocuğu" bölümüyle ilgili müfessirlerin[156]
rivayetleri, Taberinin aktardığı rivayete göre çok farklıdır. Mücahid, Katade
ve başkalarından yaptığı rivayete göre onlar Ademin kendisinden olan çocukları
değil, İsrailoğullan'ndan iki adamdır. Ve aynı zamanda İbn Abbas'tan yaptığı
bir rivayete göre de onlar Ademin soyundan iki kişi anlamındadır. Ve sonunda
Taberi, kendi kanaatine göre, görüşlerin ilkinin doğruya en yakın olan görüş
olduğunu söylemiştir.
Mevcut Tekvin
kitabının dördüncü babında -ki Tekvin eski ahdin(Tevrat) ilk kitabıdır- Ademin
ilk iki çocuğundan Kain(Kabil)in, kardeşi Habil'i öldürüşünün kıssası
ye-ralmaktadır. Buna göre ilk çocuk Kain (Kabil)'dir. Kıssa, geçerli kabul
ettikleri kitap olan Tekvin, ellerinde bulunan İsrailoğulları'na bir hatırlatma
olarak okunmuştur. Dolayısıyla bundan Taberi'nin görüşünün doğruluğu
anlaşılmaktadır.
Ve Kur'an'daki
kıssanın da bununla aynı olduğu hemen anlaşılmaktadır. İbn Kesir, İmam Ahmed'in
İbn Mesud'dan tahric ettiği şöyle bir hadis rivayet etmiştir: Rasulullah (s)
şöyle buyurdu: 'hiç bir kimse öldürülmez ki, Adem'in ilk oğlu onun kanının günahından
bir kısmını yüklenmesin. Çünkü o, öldürme yolunu açan ilk kişidir."
Dolayısıyla bu hadis de bu görüşü desteklemektedir.
Kur'an nassı ile,
sözkonusu edilen Tevrat babında gelen metin arasında Tevratın sunuş
farklılığına rağmen temelde uygunluk vardır. Şöyle ki Tekvin'de denilir ki:
"Kain (Kabil) çiftçi idi. Habil ise çobandı. Her biri Rabbe bir takdime
sundular. Rabb, Habil ve onun takdimesine baktı. Kabile ve onun takdimesine
bakmadı. Bunun üzerine Kabil öfkelendi ve çehresini astı. Ve Rabb ona dedi ki:
Niçin sen etkilendin ve surat astın. Dikkat et eğer sen iyilik yaparsan
kazanırsın ve eğer iyilik etmezsen günah kapıda pusuya yatmış, sana tuzak
kurmuştur. Kabil kardeşine, "Haydi kıra çıkalım" dedi. Çıktıklarında
üzerine atlayıp hemen onu öldürdü. Ve bunun üzerine Rabb Kabil'e dedi ki
'Kardeşin Habil nerede?' Kabil: 'Bilmiyorum, ben onun bekçisi miyim?' dedi.
Rabb dedi: 'Ne yaptın? kardeşinin kanlarının sesi yerden bana bağırmaktadır. Ve
şimdi sen o toprak tarafından melunsun. O toprak ki kardeşinin kanını elinden
almak için ağzını açmıştır. Toprağı işlediğin zaman artık sana azığını vermeyecektir.
Yeryüzünde kaçak ve serseri bir şaşkın olacaksın".
Taberi; bu kıssa ile
ilgili Mücahit, Katade, İbn Cüreyc ve İbn Abbas'tan çeşitli ve ayrıntılı pek
çok rivayet aktarmıştır. Bunun bir kısmı Tekvinin dördüncü babından aktardığımız
bilgilere uygundur, bir kısmı değildir. Aksine bir kısmı o kadar şaşılacak ayrıntı
ve aykırılık taşır ki, Arap şiiriyle Adem'den acı dolu ve ağlamaklı beyitler bile
rivayet etmiştir. Aynı zamanda içinden Kur'an nassına benzer ve uygun olan
kısımlar da vardır. Dolayısıyla bu da, tefsirlerde aktarılan bu kıssaların,
Kur'an'da da ifade edildiği gibi Rasulullah zamanında yahudilerin dilinde
dolaşan söz ve hikayeler olduğunu göstermektedir. Bizim kanaatimize göre
yahudilerin de kendi aralarında veya bazı sayfa ve kitaplarında yer alan
bilgilerden itibar ettikleri şeyler bu hikayelerdir.
Durum ne olursa olsun
Kur'an üslubu açıkça göstermektedir ki bu kıssa, sadece bir öğüt ve hatırlatma
için gelmiştir. Kur'an'm, sürekli olarak kıssalarında gösterilen asıl hedef
budur. Görüldüğü gibi bu kıssanın, ayetlerinin hedefleri arasında, güçlü ve
yüce olan Allah'ın; insanların amellerindeki niyetlerini ve gidişatlarını
bildiğini, onun sadece güzel niyet ve samimi istek sahiplerinden amellerini
kabul edeceğini ve yalnızca onları, rızasıyla kuşatacağını ilan etmektedir.
Sonra bir kardeşin,
azgınlaşarak kardeşine karşı yaptığı bu düşmanlık ve olay üzerine Allah'ın
İsrailoğullan'na yazdığı şu ilahi ve genel hükümün ilan edilmesi bu ayetlerin
hedeflerindendir: "Kim haksız yere yeryüzünde fesat çıkarmak maksadıyla
bir kişiyi öldürürse tüm insanları öldürmüş gibidir. Ve kim de bir kişinin
kanını dökmekten vazgeçip onu korursa bütün insanları kurtarmış gibidir".
Ve son olarak da, Allah'ın kendilerine apaçık delillerle peygamberler
göndermesine rağmen, onların çağrılarına kulak vermemeleri ve aşırılıklardan,
zulüm ve fesattan uzak durmamaları sebebiyle İsrailoğulla-n'nı kınamak ayetin hedefleri
arasında yer almaktadır.
Dikkatlice
incelendiğinde gayet açıktır ki, bu hedefler genel kapsamlı, değişik ümmetleri
farklı şart ve zamanlan kuşatıcıdır. Bu durum İsrailoğulları için olduğu gibi,
diğerleri için de ve özellikle Kur'an'da kendilerine ışık ve hidayet olarak
gelen öğütlere ve mesajlara sarılmak zorunlu olarak müslümanlar için de
geçerlidir. Nitekim İbn Ke-sir'in rivayet ettiğine göre; "Birisi Tabiin
ulemasından Hasan Basri'ye şöyle sordu: 'Bu ayet İsrailoğullan için olduğu
gibi, bizim için de geçerli midir?' Bunun üzerine Hasan Basri: 'Kendisinden
başka ilah olmayana yemin ederim ki, evet. Allah İsrailoğulları'nın kanlarını
bizim kanlarımızdan daha kıymetli kılmıştır' dedi".
"Her kim bir
kişiyi başka bir cana karşılık olmaksızın veya yeryüzünde bir fesada karşılık
olmaksızın (haksız yere) öldürürse bütün insanlan öldürmüş gibidir. Ve kim onu
kurtarırsa tüm insanlan kurtarmış gibidir." ayetinde kapsamlı, önemli
sosyal dersler ve öğütler vardır. Tek bir insan; türünü, içinde bulunduğu toplumu
şahsında temsil eder. Onun kanının dökülmesini helal saymak, tüm insanların
kanını helal saymak gibidir.
Böylece bu emir,
ferdin kanının dökülmesinin haram oluşu ve onun korunması ile ilgilidir. Bu
ayette insanlığın birlik ve beraberliğinin önemi vurgulanmış, her insanın
toplum hayatına, huzuruna karşı çok titiz olması ve ferde zarar vermekten de
kaçınması gerektiği ifade edilmiştir.
Sıralanan tüm bu
hususlarda dayanışma içinde olmak ve sorumluluğu beraberce paylaşmak, Reşid
Rıza'nın da ifade ettiği gibi bu ayetin zorunlu kıldığı hususlardandır. Ve buna
ilaveten Taberi'nin dediği gibi toplumun kanına saygılı olmak fertlerin görevidir.
Cürümkâr ferdin cezalandırılmasını saygı ile karşılamak da toplumun görevidir.
Topluma saygılı olanı ve onu koruyanı ödüllendirmek de yine toplumun bir
görevidir. Ayet bütün bunları kapsamaktadır.
Bu ayette sadece
İsrailoğullan'nın sözkonusu edilmiş olması, ayetin, İsrailoğulla-rı'nın dışında
kalanlara ve bilhassa müslümanlara yönelik her zaman ve mekanda geçerli olan
genel ve sürekli mesajını örtmez.
Görünen o ki, burada
ki hususilik, Allah'tan onlara peygamberler gelmesine ve onları çeşitli
ikazlarla uyarmalarına rağmen, Peygamber (s) zamanına kadar aşırılıklarına ve
zulümlerine devam etmeleri sebebiyle İsrailoğullan'nı yeniden kınamayı
hedeflemiş olan ve İsrailoğulllan'na yönelik bir kınama içeren ayetlerin, bir
devamı olmasındandır.
Bugün eldeki Tevrat
kitaplarındaki, bu hükmün İsrailoğulları'na yazıldığını ifade e-den altıncı
ayetteki cümleye benzer bir cümlenin olmaması, Kur'an'ın anlattıklarını
giz-leyemez. Çünkü İsrailoğulları daha önce de açıkladığımız üzere kendilerine
gelen kitaptan pek çok şeyi saptırdılar, değiştirdiler, gizlediler ve
kaybettiler. Bununla beraber Musa devrine veya sonrasına ait Eski Ahid'in kitaplarında
da öldürme, toplumsal ve ahlaki sapmalarla ilgili çok şiddetli, korkutucu
uyanlar ve yasal düzenlemeler vardır. Nitekim az önce bu uyarılardan bazılarına
değinmiştik.
İşte ayetlerin,
hristiyanların Mesih ile ilgili akidelerindeki aykırılığı ifade etmekle
yetinip, yahudilerin tarihleri, tavırları ve ahlakları hususunu ise detaylı
olarak ifade etmesi, bu her iki grubun Peygamber zamanındaki tablolarını
çıkarmaya yardımcı olacak bir işarettir.
Bundan da anlaşılıyor
ki, yahudilerin aksine hristiyanlardan çirkin ve rahatsız edici fiili ve ahlaki
tavırlar görülmemekteydi. Bu tablo, yeri geldiğinde açıklayacağımız Tev-be
Sûresi'nin bazı ayetleri istisna edilirse Kur'an'da yahudi ve hristiyanlarla
ilgili geçen ayetlerin hepsinde genel olarak görülen bir durumdur.
Yahudilerin bu üslupla
ifade edilmelerinde, bu ayetlerin) yahudilerin Medine'den temizlenmelerinden
önce, en azından onlardan en son cezalandırılan grup olan Kurayza-oğulları
sürülmeden önce indirildiğine bir işaret vardır. Ardından gelen ayet de buna
işaret etmektedir. Allah en iyi bilendir. [157]
33- Allah ve
elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası
ancak öldürülmeleri, ya da asılmaları, ya da ellerinin ayaklarının çapraz'[158]'
kesilmesi veya o yerden sürülmeleridir. Bu onlar için dünyada ki rezilliktir.
Ahirette ise onlar için büyük bir azap vardır.
34-Ancak
sizin onları yenip ele geçirmenizden önce'[159]'
tev-be edenler hariç. Biliniz ki kesinlikle Allah bağışlayan, merhamet edendir.
Bu ayetler, Allah ve
O'nun Rasulü'ne savaş açanlar ve yeryüzünde fesat çıkarmak isteyenler hakkında
yasal düzenlemelerle alakalı ve uyarma amaçlı bir açıklama kapsamaktadırlar.
Şöyle ki bu ayetler bu iğrenç suça kalkışan kimsenin cezasını, ahirette çekecekleri
büyük azaba ek olarak, ya öldürülmeleri, ya idam edilmeleri, ya el ve ayaklarının
çaprazca kesilmesi veya bulundukları yerden sürülmeleri şeklinde
kesinleştirmiştir. Ancak yenilip yakalanmadan ve tamamen sindirilip kontrol
altına alınmadan tevbe edenler istisna edilmiştir. Çünkü Allah'ın, rahmet ve
bağışlamasını onlara ulaştırması mümkündür.
Müfessirler[160] bu
iki ayetin nüzul sebebi olarak pek çok rivayet aktarmışlardır. Bun-
lardan birine göre
ayetler, Ehli Kitap'tan peygamberle kendi aralarında olan bir ahit ve
sözleşmeyi bozup yeryüzünde fesat çıkaran bir kavim hakkında inmiş ve Allah,
birinci ayette ifade edilen cezalardan herhangi biriyle onları cezalandırmayı
serbest bırakmıştır. Bu rivayetlerden birisi de ayetlerin genel olarak müşrikler
hakkında indiğidir. Yine bu iki ayetin Ukel ve Ureyne kabilelerinden bir grup
hakkında nazil olduğu da bu rivayetlerden biridir. Bunlar gelip müslüman oldu
ve Medine'de kaldı, sonra da Peygamber (s), bir deve sürüsünü çobanlarıyla
beraber onların emrine verdi ve Medine'den çıkıp aşağılara kadar develerin
sütlerini de içerek (yaylaya) inmelerine izin verdi. Şehir dışına çıktıklarında
çobanları öldürdüler. Bu rivayete göre çobanların gözlerini oydular, sonra
onları öldürdüler ve yeniden küfre dönüp develeri de sürüp götürdüler. Bunun
üzerine Peygamber (s) onların ardından bir atlı birlik gönderdi. Hemen onları
esir edip Peygamber (s)'e getirdiler. Peygamber (s) onların ellerini kesti,
gözlerini oydu ve ölünceye kadar onları güneşe terketti. Bu rivayet küçük
farklılıklarla Buharinin de rivayetleri arasındadır.[161] Bu
konuda yapılan bir rivayete göre ise bu ayetler, Hilal b. Uveymirin kavmi
hakkında nazil olmuştur. Buna göre Hilal, kavmi adına müslümanlardan birine
karşı veya müslüman olmak isteyen herhangi bir kimseye karşı saldırıya geçip
zulmetmeyeceklerine dair Peygamber (s)'e güvence verdi. Daha sonra Kinane
kabilesinden bir grup, müslüman olmak üzere oradan geçerken, onları yakalayıp
öldürdüler, mallarını da aldılar. Bunun üzerine ayetler nazil oldu. Bu konuda
Taberi ve Beğavi'nin aktardıkları ve Beğavinin, Leys b. Sad'a isnad ettiği bir
rivayet te vardır. Buna göre bu ayet, Ukel ve Ureyne'den olan o grubu
cezalandırması ve onların gözlerini oymasından sonra Peygamber (s)'e bir
kınama olarak; göz oyma olmadan bunların benzerlerine verilecek cezayı
belirlemek için gelmiştir. Ve Peygamber (s) bundan sonra bu ayete dayanarak Allah
düşmanlarından hiç kimsenin gözlerini oymamıştır. Ve bu hususta hiç bir hutbesi
yoktur ki insanları böyle kör-kötürüm yapıp, sakat bırakmayı yasaklamış
olmasın.
Bizim bu iki ayetin
ruhundan, intizam ve tertibinden anladığımız, onların önceki ayetleri izleyerek
gelmiş olmalarıdır. Özellikle, İsrailoğullan'ndan çoğunun, Allah'ın kendilerine
gönderdiği elçilere ve onlara yazdığı hükümlere rağmen Peygamber (s) zamanına
kadar fesat çıkarmadaki ve sapıklıklarındaki aşırılıklarını sürdürdüklerini
ifade eden son ayeti izleyen bu iki ayet, onlar için yeni bir uyarma ve
kınamayı ve onların konumları gibi bir konumda bulunan kimselere verilmesi
gereken ceza ile ilgili yasal bir düzenlemeyi kapsayarak gelmiştir.
Allah ve Rasulü ile
savaş, açıkça görüldüğü üzere Peygamber (s)'in peygamberliğine inanmamak ve
tuzak kurarak, eziyet vererek faaliyetlerini engelleyerek ve düşmanlarıyla
dayanışma içinde olarak onunla savaşmaktır. Bu da Kur'an'ın; Bakara, Âli İmran
ve Nisa sûrelerinin pek çok yerinde anlattığı gibi yahudilerin yaptığı
şeylerdendir.
Bu iki ayetin önceki
ayetleri takib ederek geldikleri şeklindeki tercihimiz, bu ayetlerin nüzul sebebi
olarak aktarılan rivayetlerin ilkinin ifade ettiği gibi, onların, yahudile-rin
ahdini bozduğu, müşriklere arka çıktıkları bir zamanda gelmiş olmalarını
engellemez. Eğer bu doğru ise daha önce de anlattığımız gibi ayetlerde,
yahudilerden güçlü bir kitle varken indiklerine dair bir işaret vardır.
Bedevi kabileleri Ukel
ve Ureyne'den olan grubun olayı ve Peygamber (s)'in onları cezalandırmasına
gelince bu olayın ayetlerin indiği bir sırada meydana gelmiş olmaları ve
ravilerin durumu birbirine karıştırıp bu iki ayetin bu olay hakkında
indiklerini aktarmaları muhtemeldir. Bunun delillerinden birisi de ayette,
rivayetlerin ifade ettiği göz oyma cezası yoktur. Bu rivayetyerden biri de
Buhari'nin, Peygamber (s)'in bu cezayı onlara uyguladığı şeklindeki rivayetidir.
Aksine bu iki ayetin bu cezalandırma olayından sonra geldiğini ve Peygamber
(s)'in bunlardan sonra insanları sakat bırakmayı yasakladığını ifade eden
rivayetin doğru olduğunu tercih ediyoruz.
Bu iki ayetin bizzat
kendileri yasal düzenlemelerle ilgili mükemmel bir bütünlük oluşturmaktadırlar.
Ve açıkça görüldüğü gibi istisnasız herkesi kapsamaktadır. Te'vil ve fıkıh
imamları birinci ayette yer alan suçlardan herhangi birinin kendilerinden
meydana gelmesi durumunda, ayetlerin tüm fert ve cemaatleri kuşatan genel bir
yasa olduğunu kabul etmişlerdir[162].
Bunlar dini, siyasi ve
sosyal bakımdan tehlikeli, ciddi suçlardır. Ve açıkça görüldüğü gibi cezaları
da bu suçların tehlike ve ciddiyetine uygun olarak gelmiştir.
Bu iki ayetin mânâ ve
metinlerinde ilk bakışta göze çarpan, bahsi geçen suçların ancak kafirler
tarafından işleneceğidir. Bu konuda, ikinci ayetteki önemli bir nokta göze
çarpmaktadır. Tek başına küfür sebep değildir. Burada Allah ve Rasulüne savaş
açmakla ve yeryüzünde fesat çıkarmakla küfür arasında bir bağ kurulmuştur. Bu;
tuzak kurmayı, eziyet vermeyi, sözü bozmayı, Allah yolundan alıkoymayı,
faaliyetlere engel omayı ve İslam'a, onun Rasulü'ne ve müslümanlara karşı bir
araya gelip kuvvet oluşturmayı da kapsamaktadır. Bu sebepler Kur'an'ın cihadı
emredip teşvik eden veya onun işaret ve açıklamalarını ifade eden her bölümünün
devamında gelmişlerdir. Burada, sadece küfürlerinden dolayı bütün kafirlere
karşı savaşmak farz kılınmıştır diyenlere de bir cevap vardır.
Birinci ayette ifade
edilen suçların ancak kafirler tarafından işleneceği açıktır dememize rağmen,
te'vil ve fıkıh imamları, müfessirleri[163]kendilerine
isnad ettikleri görüşlerden anlaşıldığına göre bu ayetin hükmünün müslümanları
da kuşatıcı olduğu konusunda görüş birliği içerisindedirler.
Kur'an'ın ifadesinde
bir istisna olmaması bu görüşü doğruluyor. Müslümanlık sıfatını taşıyanlardan
bazı insanların sapmalarının, onlara Allah ve Rasulü'ne karşı savaş açanlar ve
yeryüzünde fesad çıkarmaya çalışanlar sıfatının verilmesini ve onların Kar
"an'in bu hükmünün konusu olmalarını engellemez.
Tefsir kitaplarında bu
ayetlerin içerdiği ahkam hakkında çok çeşitli ve farklı rivayetler vardır.
Onları aşağıda şöyle özetledik:
İlk olarak; Allah ve
Rasulü ile savaşan sıfatının müslümanlardan kimlere verilebileceği konusunda
görüşler pek çoktur[164]. Bu
görüşlerden birine göre bu kimseler şehirde hosizhğı ile bilinen, gittikçe bu
huyunu artıran ve onda ısrar eden kimselerdir.'''[165]
Görüşlerden birine
göre de bunlar, sapıklık ve ahlaksızlığı gittikçe artıran kimselerdir. Ve bir
diğer görüş: Bunlar yol kesen, insanları korkutan, şehirde ve çölde
müslü-münlarin aleyhine silah taşıyan kimselerdir. Bu görüşleri İbn Abbas, Ata,
İkrime, Hasan ve Katade'ye atfederek aktaran Taberi bu görüşlerin doğruya en
layık olanı; 'Allah ve Rasulü ile savaşanlar, müslüman ümmet ve onun
yolcularıyla savaşanlar, -yani İslam ümmeti içerisindeki gayri müslimler-
onların şehirleri ve mekanlarına baskın düzenleyenler, Allah'ın kullarını
korkutanlar, onların yollarını kesenler, mallarını alanlar ve bir sapık ve
ahlaksız olarak müslümanlann kutsal değerlerine saldıranlardır diyenlerin görüşüdür'
diyor. Taberi'nin bu görüşü benimsemesi şüphesiz ki isabetlidir.
Durum her ne olursa
olsun Kur'an'ın bu nassından ve mânâsından hemen anlaşılan, bu nassın normal
olmayan, İslam toplumunun güvenliğine rahat vermeyen, onu sıkıntıya sürükleyen
ve onun barışını tehlikeyle, menfaatlerini de zararla karşı karşıya getiren
suçlar, tavırlar ve hareketler hakkında inmiş olmasıdır. Ve aynı şekilde bu
suçlara uygun cezalar verilmesini de hükme bağlıyor.
Her ne kadar bu anılan
özellikler müslümanı Allah ve Rasulüne karşı savaşan kişi olarak
sıfatlandırmaya sebep olabilecek özelliklerse de, aynı zamanda bu vasıflar
gayri müslime de Allah ve Rasulü ile savaşan sıfatının veilmesinin
şartlarındandır. Buna ek olarak gayri müslim için bu vasıflar; Kur'an'ın,
Allah'ın yolundan alıkoyan, dine saldıran, ahdi bozan, müslümanlann
düşmanlarına arkaçıkan ve onları dinlerinden saptıranlardır ve bunlarla cihat
etmelidir.
İkinci olarak: Fıkıh
ve te'vil imamları bu ayette geçen "ev""[166]
harfinin ifade ettiği mânâ ve boyutları hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
Şöyle ki; onlardan bir kısmı buradaki "ev"in muhayyerlik ifade
ettiğini, imama düşeninse bu ayette belirtilen cezalardan herhangi biriyle
Allah ve Rasulüne karşı savaşanları cezalandırmak olduğunu söylemişlerdir. Ve
bir kısmı da; buradaki ev; beyan içndir, buna göre cezalar ancak suçlara göre
olur. Savaşıp öldüren ve hiç bir mal almayan öldürülür. Savaşıp öldüren ve mal
da alanın elleri ve ayakları çapraz kesilir sonra öldürülür veya asılır.
Savaşıp kimseyi öldürmeyen ve hiç bir malı da almayan kimseler ise
sürülürler" demişlerdir. Tabiinin te'vil imamlarından bu görüşleri aktaran
Taberi, bu görüşlerden doğruya en uygun olanı, Allah ve Rasulü ile savaşana
hak ettiği kadar cezayı uygun gören, yaptığı işlere göre farklı cezaların ona
tatbik edilmesi hükmünü veren görüştür demiştir. Ve burada ki ev tahyir içindir
diyenleri kesin olarak cevaplayıp bu görüşü reddetemek için Taberi; uzun uzun
açıklamalar yapmış ve ev harfinin beyan için olduğunu desteklemiştir.
Bu tercihini
destekleyici bir delil olarak şu meşhur hadisi getirir: "Allah'tan başka
i-lah olmadığına inanan bir müslüman kişinin kanı şu üç durumda olması hariç hiç
bir şekilde helal olmaz: Cana can (adam öldüren kısasen öldürülür), zina yapan
evli ve dininden ayrılıp İslam cemaatini terkeden kimse"[167]
Sonra Taberi şöyle demiştir: "Eğer hiç kimseyi öldürmeksizin ve hiç bir
mal almaksızın sadece korkuttuğu için biri öldürülürse bu, Allah ve Rasulünün
hükmüne aykırı bir hükümle onlardan öne geçmek olur."
Biz mânâlarının ve
nasslarının verdiği ilhama göre bu ayetlerin; anormal, İslam toplumunun
görevini sarsan, onun sıkıntıya girmesine etki eden ve onu tehlike ve zararla
karşı karşıya getiren hareketler, tavırlar ve suçlar hakkında geldiklerini ve
aynı şekilde olağanüstü ve caydırıcı tedbirlerin alınmasını da istediklerini
söylemiştik. Bu da; "i-mam, işlenen bir cezayı tercih etme hususunda
serbesttir, suça uygun olan caydırıcı cezayı tatbik eder" görüşünü tercih
etmenin doğruluğunu gösterir. Allah en iyi bilendir.
Sözün, Allah ve
Rasulü'ne karşı savaşan müslüman etrafında dönüp dolaştığı açıkça
anlaşılmaktıdır. Allah ve Rasulü'ne savaş açmış gayri müslime gelince görüldüğü
gibi O, bu ihtilafın konusu değildir. Onun açısından bir ara çözüm veya
kedemeli olarak cezaların uygulanması yoktur. Çünkü kafirlerden; müslümanlara
karşı savaşanlar, her ne şekilde olursa olsun müslümanlara karşı haddi aşanlar,
Allah'ın dininden insanları alıkoyanlar, müslümanların dinlerine çirkince
saldıranlar, onlarla olan ahitlerini bozanlar ve her vesile ile her şart ve
imkanla onların düşmanlarına arka çıkanlarla fitne kalma-yıncaya din yalnızca
Allah'ın oluncaya kadar savaşmak müslümanlar üzerine farzdır. Eğer düşmanlıktan
vaz geçerlerse zalimler hariç hiç kimseye düşmanlık yoktur.
Üçüncü olarak; ikinci
ayette gelen istisnanın[168]
boyutları, kimleri kapsadığı hakkında geçmiş te'vil ve fıkıh imamlarının pek
çok görüşleri vardır. Yakalanmadan önce teslim olup müslüman oldukları
taktirde müslüman olmalarından önce işledikleri her şey onlardan kalktığından
bu istisna sadece kafirlerle alakalıdır diyenler olmuştur.
Allah'a ve onun
Rasulü'ne karşı savaşan müslüman kimseye gelince onların tevbele-ıi
kendileriyle Allah arasındadır. Devlet reisine düşen işledikleri suçların
cezalarını onlara tatbik etmektir.
Öte yandan bu istisna;
kafir, müslüman her iki grup için de geçerlidir diyenler vardır. Bunun
müslümanlardan da savaşanları kapsadığını söyleyen bu alimler, Osman (r) ve Ali
(r) zamanında meydana gelmiş olaylarla ilgili haberleri delil getiriyorlar.
Osman ve Ali (r)
zamanında bazı müslümanlar çıktılar, silah taşıdılar, kan döktüler, malları
gaspettiler sonra tevbelerini ilan edip eman dilediler. Bu güven onlara verildi
ve döktükleri kandan, aldıkları mallardan dolayı cezalandırılmadılar.
Kur'an'ın bu
ifadesinin hiç bir ayrım yapmaması, bu istisnanın müslüman olsun kafir olsun
savaşıp da yakalanmadan önce tevbe eden herkesi kuşatıcı bir istisna olduğunu
söyleyenlerin tercihlerini, açıkça görüldüğü gibi doğrulamaktadır.
Ebu Bekir es-Sıddık'ın
hilafet döneminin başlarında ortaya çıkan ridde(dinden dönme) hadiseleri ile
ilgili rivayetlere göre Ebu Bekir (r), tevbe ederek İslam devletine boyun eğen
ve İslam sancağının altına dönenleri ridde esnasında kendilerinden meydana
gelen işlerle ilgili bir soruşturma yapmaksızın bağışlamıştır.
Öte tarafta, eğer
tevbe eden bu savaşçıların elinde gaspettiği maldan kalan varsa devlet
başkanının onu geri alması ve onu sahibine vermesi bir görevdir. Yine eğer öldürülen
bir kimsenin velisi ölüsünün kanını isterse ve delillerini de getirirse yine
devlet başkanına düşen görev bu tevbe eden katil savaşçıya hadd uygulamaktır,
diyen alimler de vardır. Bu görüşün de doğruluğu vardır. Çünkü bu iş hükmü ve
cezası belli ve yürürlükte olan şahsi bir hak ile alakalıdır. Allah en iyi
bilendir.
Dördüncü olarak; bazı
alimler devlet başkanının İslam'a karşı savaşanı yakaladıktan sonra, öldürülen
herhangi birinin velisinin kısas istediğinden dolayı değil umumi velayetin
kendisine verdiği hak ve yetkiden dolayı cezalandırabileceğine '[169]
dikkat çekmişlerdir. Bu görüşte de doğruluk payı vardır. Çünkü işlenen suç
dediğimiz gibi sıradan bir suç değil, kamunun barış ve güvenliğe yönelik işlenmiş
bir suçtur.
Beşinci olarak:
Bazıları müslümanın önce dinden dönme durumunu sonra öldürme ve gasp yapmasını,
sonra tevbe edip tekrar İslam'a dönüşünü şart koşmuşlardır. Bu bakımdan bir
kısmı da tevbe ile haddin ondan düşmeyeceğini söylemiştir.[170] Bu
görüşte de doğruluk vardır. Çünkü yapılan iş saldırganlık ve ihanet fiilidir.
Allah en iyi bilendir. Osman (r) ve Ali (r)'nin hilafetleri zamanındaki gibi
değildir.
İstisna ise; ayetin
açıkça ifade ettiği gibi, yakalanmadan önce tevbe eden kimse içindir. Yakalandıktan
sonra tevbe eden hakkında ayet bir şey söylememiştir.
Belki de vahyin
hikmeti, bu korkutma güçlü ve canlı olarak kalsın diye bu yetkiyi Peygamber
(s)'e ve ondan sonra gelecek olan ulu'l-emr'e bırakmıştır ki, şartlar ve maslahatların
gerektirdiği şekilde bu yetkiyi kullanarak uygun olan hükmü versinler.
Bununla beraber burada
yakalandıktan sonra tevbe eden kimse hakkında da te'vil imamlarının yorumlarına
dayanarak bir şeyler söylemek mümkündür. Alimlerin çoğunluğu (cumhur) daha
önce de söylediğimiz gibi bu ayetin hükmünün kafir-müslüman herkesi kuşattığı
konusunda görüş birliğindedir. Bu, savaşanı yakalamak ise onu canlı olarak esir
almak demektir. Yine alimlerin çoğunluğu kafir savaşçı esir düştüğünde ve
müslüman olduğunda onun kanı koruma altına girmiş olur ve İslam olması, daha
önce kendisinden meydana gelmiş olan şeyleri yokeder görüşünde de fikir birliği
içindedirler. »[171]
Kaldı ki, onun sadece
esir düşmesi ile köleliği gündeme gelir. Onun kökleştirilmesi veya iyilik olsun
diye bırakılması işi, Muhammed Sûresi'nin şu ayetinin tefsirinde de tekrarı
gerektirmeyecek şekilde açıkladığımız üzere mü'minlerin idarecisine bırakılmıştır:
"Savaşta inkar edenlerle karşılaştığınız zaman onları iyice sindirinceye
kadar kafalarını vurunuz. (Onları sindirince) bağlan sıkıca bağlayınız (onları
esir alınız). Ondan sonra artık ya karşılıksız bırakır veya karşılığında fidye
alırsınız. Harp ağırlıklarını bırakın-caya (savaş sona erinceye) kadar (böyle
yaparsınız). İşte böyle: Eğer Allah dileseydi onlardan öç alırdı. Fakat sizi
birbirinizle denemek için böyle yapıyor, (Allah) onların amellerini asla boşa
çıkarmaz" (Muhammed, 4).
Allah ve Rasulü'ne
karşı savaşıp da yakalandıktan sonra tevbe eden müslümana gelince, onun
tevbesi kendisi ile Aziz ve Celil Allah arasındadır. Tevbe etmesi onun işlediği
suçların cezasını düşürmez[172]
Altıncı olarak;
müfessirler "asılmaları", "ya da bulundukları yerden
sürülmeleri" cümleleriyle ilgili Tabii'nin te'vil imamlarından pekçok
yorum aktarmışlardır. Bu cümleden olarak birinci cümle hakkında denilmiştir
ki; idam, öldürüldükten sonra teşhir için yapılır. Aynı şekilde idam, öldürme
şekillerinden birisidir. Buna göre suçlu diri olarak asılır, sonra ölünceye
kadar mızraklanır veya ölünceye kadar asılı bırakılır denilmiştir. Her iki görüş
de muhtemeldir. Belki de daha doğru olanı asılarak idam edilmesi anlamında
olmasıdır. Çünkü eskiden beri suçluluları asarak idam etmek adettir.
İkinci cümlenin yorumu
ile ilgili söylenenlerden bir görüşe göre bu cümle savaşanı ülke dışına
zorlayıp çıkanncaya ve insanları onun şerrinden kurtarıncaya kadar onu kovalamaktır
denilmiştir. Yine denildi ki; bu cümle, onun anarşi çıkardığı yerden çıkartılıp
başka bir beldeye götürülmesi ve orada hapsedilmesi anlamına gelir. Taberi;
Hasan ve İkrime'nin, müslümanın, şirk ülkesine çıkması için kovulmasını
menettiklerini aktarmıştır. Taberi sonra şöyle demiştir: "Bu iki görüşten
doğruya en uygun olanı; cümlenin mânâsı, suçlunun fesat çıkardığı yerden
uzaklaştırılıp başka bir beldeye götürülmesi ve orada tevbe edinceye kadar
hapsedilmesidir, diyenlerin görüşüdür". Taberi'nin bu görüşü
benimsememesi çok yerindedir. Çünkü ayet, sözkonusu olan suçlunun cezasının belirlenmesinin,
İslami otoritenin (devlet başkanı-imam) elinde olduğunu belirtmiştir.
Görünen şu ki, bu iki
cümlenin boyutları ve yorumları hakkında gelen rivayetler, müslüman veya gayri
müslim olsun, İslam'a karşı savaşan kimseye verilecek cezanın Mı nasıl tatbik
edileceği konusu etrafında dönüp dolaşmaktadır. İşte bu savaşçı suçlunun
durumu, az önce anlattığımız gibidir. Allah en iyi bilendir. [173]
35- Ey iman
edenler, Allah'tan korkunuz. Ve O'na (yaklaş tırıcı, rıza ve sevabını
kazandırıcı) vesileyi (her türlü salih
amel-ibadet) araştırıp-arzulayınız (öğrenip, amel ediniz)[174]'.
36- İnkar
edenler; eğer yeryüzündeki herşey ve bunun yanında da bir o kadarı kendilerinin
olsa da kıyamet günü-
nün azabından
kurtulmak için onu fidye verseler onlardan kabul edilmez, onlar için elem
verici bir azap vardır.
37- Ateşten
çıkmak isterler, ama oradan çıkacak değillerdir. Onlar için sürekli bir azap
vardır.
Ayetlerin ibaresi
açıktır. Bu ayetlerde hitap mü'minleredir. İlk olarak, mü'minlere bir teşvik
vardır. Onları Allah'tan korkup sakınmaya, Allah'ın nzası ve O'na yakınlık
bulunan herşeyi araştırmaya ve Allah yolunda cihad etmeye teşvik etmiştir.
İkinci olarak,
mü'minlere kurtuluş ve mutluluğun takva ve Allah yolunda cihad etmekte
olduğuna dair bir açıklama vardır.
Üçüncü olarak,
mü'minlere bir uyan vardır. Kıyamette kafirlerin varacağı yerin korkunçluğu,
sakındırmak amacıyla biraz da konu dışına çıkılarak mü'minlere bir uyan olarak
sunulmuştur.
Bu ayetlerin nüzul
sebebiyle ilgili bir rivayete rastlamadık. Bu ayetlerin mânâlarından,
kapsamından ve tertibinden anlaşılan bunların da 12-34. ayetler zincirini takip
ederek gelmiş olmasıdır. Bu sözkonusu ayetler grubu, Ehl-i Kitab'ın
sapmalarını, küfürlerini Allah'ın ahdini bozmalarını, Allah'tan kendilerine
indirilen kitapları ihmal etmelerini, onlardan birçok şeyi inkar ve
kibirlerinden dolayı gizlediklerini anlatan hatırlatmaları içermektedir.
Dikkat çektiğimiz üzere bu ayetler seyir ve konuları bakımından birbiriyle
uyum içersindeydiler. Bu ayet zinciri sona erdikten sonra, mü'minlere yönelik
bu ayetler, açıkladığımız şekilde onlar için bir teşvik, bir açıklama ve bir ikaz
olarak gelmiştir. Sanki şöyle demek istiyorlar: İşte bu sizin için en doğru
yoldur. Kafirler ve sapıklar için hazırlanmış olan korkunç sonuçtan ibret
almanız size görevdir. Allah en iyi bilendir.
İkinci ve üçüncü
ayetlerin mânâlanndan gayet açıkça anlaşılıyor ki, bunlar kafir olarak ölen
inkarcıların varacakları yerin bir açıklaması ve bir tasviri olarak
gelmişlerdir. Bunun ardından, sağ oldukları müddetçe kafirler ve günahkârlar
için tevbe kapısının açık olduğuna dair açıklama, bir sonraki ayette gelmektedir.
Daha önce de benzer ayetler münasebetiyle pek çok kere bu hususa dikkat
çektiğimiz gibi.
Kafirlerin ahirette
varacakları yerin tasviri gerçekten dehşet vericidir. Onlar ateşte
kalıcıdırlar. Ateşten çıkmayı umuyorlar. Ancak yeryüzündeki herşey ve bir o
kadarı daha kendilerinin olsa ve kurtulmak için bunu fidye olarak verseler
dahi onların buradan çıkıp selamete ermelerini sağlayacak herhangi bir imkan
yoktur. Bu tablo çokça tekrarlanmaktadır. Anlaşılıyor ki, bu ayetlerin
hedefleri arasında kafirlerin içinde bu korkunun tesirini meydana getirip
onları sağ ve afiyette iken dine kulak vermeye ve tevbe etmeye yanaştırmak
vardır. Sonra Allah'ın kendilerine hidayet ettiği, bu korkunç sondan koruduğu
ve kendilerine kurtuluş ve mutluluk yazdığı mü'minlerin gönüllerini ve
duygularını harekete geçirmek de ayetlerin hedefleri arasındadır.
"Onun yolunda
cihad ediniz" cümlesi "cihad ediniz" kelimesine savaştan daha
geniş bir anlam kazandırmaktadır. Başka bir ifade ile bu cümle; Allah'ın dinini
ve şeriatını desteklemek, onun sınırlarını koruma görevini yerine getirmek ve
Allah'ın emirlerini her zaman geçerli kılmak uğruna sözlü, fiili, stratejik,
maddi ve manevi tüm gayretlerin seferber edilmesi anlamındadır. Aynı zamanda bu
işleri yaparken başa gelmesi muhtemel olan güçlüklere ve çilelere sabır ve
mücadele ile göğüs germek anlamındadır. Bu mânâ, bu kelime ve türevlerinin
geçtiği pek çok ayette görülmektedir.
"Ona vesile
araştınp-isteyiniz" cümlesine gelince; bazı müslümanlann zihninde beliren
"tevessül" fikri bu cümleden dolayı oluşmuştur. Yani ölmüş ve Allah
yanında diri olanlardan, peygamberlerden, velilerden ve Allah'ın salih
kullarından şefaat istemek ve onların hakkı için çeşitli isteklerinin yerine
gelmesini, herhangi bir zararın defini ve herhangi bir menfaatin elde
edilmesini isteme fikri. Bu peygamberleri, velileri ve salih kulları, ayetin
araştınp-isteyiniz dediği vesileler olarak kabul ettiklerinden dolayı böyle
yapıyorlar. Bu iş, peygamberler ve onların dışındaki Allah dostlarının
kabirlerine seferler düzenlemelerine ve onlar için adaklar adamalarına ve
onların hakkı için Allah'tan isteklerini yerine getirmesini istemelerine
varıncaya kadar ilerledi. Bu adet son asırlarda müslümanlar arasında
yaygınlaştı. Ve bunlar İmam Muhammed b. Abdülvahhab'ın karşı koyduğu, tevhide
ve İslam'ın ruhuna aykırı bidatlerin en önemlilerinden birisi olmuştur. Hatta
O'nun davetine uyanlar Suudiler'in bayrağı altında geçen asırda ele geçirdikleri
tüm şehirlerde evliya mezarlarını yıkmaya kalkıştılar. Ömer b. el-Hattab'ın,
Peygamber (s)'in amcası Abbas (r)'ı yanına alarak yağmur duasına çıktığı ve
"Allah'ım bize bir sıkıntı geldiği zaman Peygamberimiz(s)'le sana
tevessül ederdik. Bize yağmur verirdin. İşte biz peygamberimizin amcasıyla sana
tevessül ediyoruz, bize yağmur yağdır." dediği rivayet edilmiştir. Tıpkı
diğer bazı eserlerin; Peygamber (s)'in, ashabının bir kısmına O'nun hakkı için
Allah'a dua etmelerini öğrettiğini rivayet ettikleri gibi. Bu ve öteki rivayet,
müslümanlardan bu adeti uygulayan kimse için birer dayanaktır.
Kitaplarını
incelediğimizde eski müfessirlerden hiç kimse sözkonusu adeti bu ayetin yanında
zikretmemiştir. Dolayısıyla bu da gösteriyor ki İslam'ın ilk asırlarında böyle
bir adet yoktu. Ancak bu adet çok sonraları ortaya çıkmıştır. Çünkü ıslahatçı
İmam İbn Teymiyye, üzerinde durduğu bidatler arasında bunun da üzerinde durmuş
ve bu konuda "el-Vesile ve't-Tevessül" adıyla bir risale yazmıştır.
Allah'ın rahmeti üzerine olsun her zamanki özelliği olduğu üzere bu risaleyi de
güzel bir araştırma ürünü olan kesin bilgilerle doldurmuştur. İki imam, Reşid
Rıza ve Cemaleddin el-Kasimi, tefsirlerinde bu risalelerden bahsetmişlerdir.
İkisi de İmam İbn Teymiyye'nin bu risalesini övmüşler ve onu bu konuda hak ile
batılı ayırt edici bir söz olarak kabul etmişler ve ondan iktibaslar yapıp
aktarmışlardır.
İmamın tespit edip
sunduğu hususlardan birisi de Peygamber (s) ile tevessülün üç mânâya
gelebileceğidir:
Bu mânâlardan
birincisi: O'na itaat ederek Allah'a tevessül etmek. Bu haktır ve Allah'ın şu
ayetlerinden dolayı da dinin temel esaslarından biridir: "Allah'a itaat
ediniz ve Rasulüne itaat ediniz." ve "Kim Rasule itaat ederse,
Allah'a itaat etmiştir." İkincisi: O'nun duası ile tevessül etmek. Bu da
Ömer'in yağmur duasıyla ilgili hadisinde de geldiği gibi ancak sağlığında olur.
Çünkü eğer vefatından sonra olsaydı en uygun olan Ömer'in O'nunla tevessül
etmesi idi, amcasının duasıyla tevessül etmesi değildi. Kıyametle ilgili bu
konuda gelen sahih hadisler1[175]
olduğu için, tevessül O'nun şefaatiyle olur. Üçüncü
O'nun zatının hakkı
için Allah'tan bir talepte bulunmak anlamında O'nunla tevessül etmek. Bu
durum, yağmur istemede ve benzeri hususlarda, ne hayatında ne de vefatından
sonra sahabenin yapmadığı bir iştir. Onlar arasında meşhur olan dualarda da böyle
birşey bilinmemektedir. Bu konuda rivayet edilen hadislerin bir kısmı mevkuf
(sahabeye kadar gidip Rasulullah'a ulaşmayan) bir kısmı da merfu (Rasulullah'a
kadar ulaşan)dur. Sonra İmam İbn Teymiyye, görüşünü desteklemek üzere fıkıh ve
hadis imamlarının sözlerini aktarır. Bunlardan bazısı Allah'ın mahlukatından
birisinin hakkı ile Allah'ın huzurunda tevessül etmenin haram olduğunu ifade
ediyor. Kendisiyle tevessül edilen peygamber de olsa durumu yine aynıdır.
Bunlardan bazı görüşlere göre de bu durum şiddetli bir mekruhtur. Ve yine bu
görüşlerden bazısı da bu durumu şirkten bir çeşit olarak kabul etmiştir. Çünkü
bu Allah'ın dışında delillerle dua veya Allah'tan başkasına duadır. İbn
Teymiyye görüşünü pekiştirmek için buna benzer bir hususa dikkat çekmiştir. Bu
da imamların nebevi hadislere dayanarak, Allah'tan başkasına yemin etmenin
caiz olmadığı konusu üzerinde ittifak etmiş olmalarıdır. Bu konudaki
hadislerden birisi de şudur: "Kim Allah'tan başkasına yemin ederse, o şirk
koşmuştur." Bir başka rivayete göre ise o kafir olmuştur. Ve şu hadiste
konu ile ilgilidir. "Kim yemin edecekse, Allah'a yemin etsin, ya da
sussun." İbn Teymiyye, müslümanlann nebilerle, arş ve kürsi ile,
meleklerle, Kabe ile Peygamber (s)'in mescidi ve Mescid-i Aksa ile yaptıkları yeminlerin
yemin sayılmayacağına dair imamlardan görüşler aktarmıştır.
İmamın bu susturucu
delili; güçlü, açık ve nettir. Bu konuda akla ve nakle dayanan, hak ile batılı
birbirinden ayırt eden bir şiardır. İmamların çoğunluğu; "Allah'tan başkasına
dua etmenin, kıymeti ve mevkii yüce olan herhangi birşey veya kişi ile Allah'a
tevessül edip dünyevi bir istek veya ihtiyacın giderilmesini istemenin caiz
olmadığını belirtmişlerdir. Ve müslümanlann halk kesiminde İslam'ın son
asırlarında alışkanlık yapan bu adetin, nebevi sünnetten ve ashabın
icraatından hiçbir dayanağı yoktur. İslam'ın ve sağlam tevhid inancının ruhuna
aykırıdır" demişlerdir. Allah en iyi bilendir.
Öte yandan vesile
kelimesinin gaybi mânâlar içerdiğini gösteren bazı nebevi hadisler vardır. Bunlardan
birisi Cabir b. Abdullah'dan gelen şu hadistir: Rasulullah buyurdu ki:
"Kim nidayı[176]
duyduğunda: 'Allah'ım, ey bu mükemmel çağrının ve kılınmakta olan namazın
sahibi, Muhammed (s)'e vesile ve fazilet ver. O'nu kendisine va'dettiğin güzel
makama ulaştır, derse kıyamet günü ona şefaat olur'.[177]"
Abdullah b. Amr b. As'dan rivayet edilen hadis de bunlardandır. Abdullah,
Rasulullah'in şöyle dediğini duymuştur: "Müezzini duyduğunuz zaman, onun
dediğini deyiniz. Sonra bana salavat getiriniz. Durum şu ki, bana vesileyi
isteyiniz. Çünkü vesile cennette bir makamdır ki, ancak Allah'ın kullarından
birine verilir. Onun ben olmamı umarım. Kim benim için bu vesileyi
isterse ona şefaat
helal olur." Ebu Hureyre'den gelen şu hadis de bunlardandır. Ebu Hureyre
demiştir ki: "Rasulullah şöyle buyurdu: 'Bana salavat getirdiğiniz zaman
bana vesileyi isteyiniz". "Ya Rasulullah vesile nedir?' diye soruldu.
Buyurdu ki: 'Cennet'te en yüce derecedir. Bir tek kişi hariç hiç kimse ona
ulaşamaz. Ve bu kişinin ben olmasını umuyorum". Ve İbn Abbas'tan gelen şu
hadis de bunlardandır: Rasulullah buyurdu ki: "Allah'tan benim için
vesileyi isteyiniz. Çünkü dünyada iken bana vesileyi isteyen hiçbir kul yoktur
ki, ben kıyamet gününde ona şahid veya şefaatçi olmayayım". Ebu Said
el-Hudri'den gelen şu hadis de bunlardandır. Ebu Said el-Hudri demiştir ki:
"Rasulullah şöyle buyurdu: 'Vesile Allah'ın yanında öyle bir derecedir ki
onun üstünde hiçbir derece yoktur. Allah'tan onu, yarattıkları arasında, bana
vermesini isteyiniz".
Te'vil ve tefsir
imamlarına göre üzerinde görüş ayrılığı olmaksızın birleşilen husus, İbn
Kesir'in dediğine göre bu ayette bu kelimenin mânâsının, taat ve onun razı
olduğu salih amellerle Allah'a yaklaşmak olduğudur. Görüldüğü gibi yüce
Allah'ın mü'minlere kendisine vesileyi araştırıp arzulamalarına dair emri de
bunu içermektedir. Muhakkak ki bu, mü'minlerin gerçekleştirebilecekleri
şeylerdendir.
Buna göre hadisler de,
aktarılanlar ayetle ilgisi olmayan başka bir durumla alakalıdır. Sadece lafız
benzerliği bakımından bir alaka vardır.
İbn Kesir bu anlatılan
hadisler dizisiyle beraber başka iki hadis daha aktarmıştır. Bunlarda hayret
edilecek ilaveler vardır. Bunlardan birisi içinde şu bilgilerin bulunduğu ve
Ali (r)'den rivayet edilen şu hadistir: Peygamber (s) buyurdu ki:
"Cennette vesile denen bir makam vardır. Allah'a yalvardığınızda bana
vesileyi isteyiniz. Dediler ki: 'Ey Allah'ın Rasulü, orada seninle beraber kim
yerleşip oturacak?' Buyurdu ki: "Ali, Fatı-ma, Hasan ve ve Hüseyin."
Ali b. Hasan el-Ezdi'den rivayet edilen şu hadis de bunlardandır: "Ali b.
Ebi Talip'i Küfe minberi üzerinde şöyle seslenirken duydum.' 'Ey insanlar,
muhakkak ki, Cennet'te inci parlaklığında iki makam vardır. Biri beyaz diğeri
ise sarıdır. Sarı olan arşın derinliklerindedir. Makamı Mahmut beyaz
incidendir. Onun her bir evi yetmişbin odadır. Odaları ve kapıları üç mil
genişliğindedir. Orada yerleşecek ailelerin ve oturanların hepsi bir
ırktandır. Bu makamın adı 'vesile'dir. O, Muhammed ve onun Ehl-i Beyt'i
içindir. Şansına gelince, onun içi de bunun gibidir. O ise İbrahim ve O'nun
Ehl-i Beyt'i içindir."Bu iki hadiste de Şii kaprisi açıkça görülmektedir.
Nitekim İbn Kesir birinci rivayeti münker, ikinci rivayeti de garip bir hadis
olarak nitelendirmiştir. [178]
38- Hırsız
erkek ve hırsız kadının (çalıp) kazandıklarına bir karşılık, Allah'tan onlara
bir ceza'[179] olmak üzere ellerini
kesiniz! Allah izzet ve hikmet sahibidir.
39- Kim
yaptığı haksızlıktan sonra tevbe eder ve (davranışlarını) düzeltirse, şüphesiz
Allah onun tevbesini kabul eder. Şüphesiz Allah bağışlayan, merhamet edendir.
40- Bilmez misin ki, Allah, göklerin ve yerlerin
mülkü sadece kendisinin olandır. Dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar.
Allah herşeye kadirdir.
Ayetlerin anlamı
açıktır. Hırsızlık suçunun işlenmesi durumunda kadın-erkek aynmı yapılmadan
verilecek cezayı içermektedir. Bunun yanında tevbe edip durumunu düzeltenlerin,
tevbelerinin kabul edileceklerine dair Rabbani bir ilanı da kapsamaktadır.
Ayetlerin nüzul
sebebiyle ilgili bir rivayete rastlamadık. Ancak Taberi şöyle bir rivayet
aktarmıştır: Bir kadın mücevher çaldı,, takılan çalınanlar gelip, "ya
Rasulullah bu kadın bizim zinet eşyalarımızı çaldı" dediler. Bunun üzerine
Rasulullah sağ elini kesiniz dedi. Kadın, "benim için tevbe yok mu?"
diye sordu. Rasulullah: "Sen bugün annenden doğduğun gün gibi günahından
temizlendin" dedi ve bunun üzerine Allah: "Kim haksızlığından sonra
tevbe ederse ve durumunu düzeltirse kesinlikle Allah onun tevebesini kabul
eder" ayetini indirdi.
Bizce bu ayet, önceki
ayetlerin devamını oluşturmaktadır. 32. ayet, Allah ve Rasulü-ne karşı savaşan
ve yeryüzünde fesat çıkaranlarla alakalı bir yasal hükmü kapsamaktadır. Bu
hüküm, bazı bedevilerin dinden dönmeleri ve Rasulullah'ın onların yararına verdiği
deve sürülerini gasp edip, çobanlarını da öldürmeleri üzerine inmişti.
Bu ayetler ise
öncekilerin ardından adi hırsızlık cezası ile ilgili yasayı koymak üzere
gelmiştir ki, böylece gizlice çalmak ve aşırmak şeklinde terör ve kan
olmaksızın yapılan sıradan hırsızlıkla, genellikle terör ve kanla beraber
işlenen suçlar arasındaki fark açığa çıksın.
Bu üç ayetin beraber
indiği görüşünü tercih ediyoruz. Buradaki hırsızın tevbesinin kabul edileceğine
dair ilan, önceki ayetlerde Allah ve Rasulü'ne karşı savaşanın tevbesinin
kabul edileceğine dair yapılmış olan ilana uygunluk sağlamak amacıyla
gelmiştir. Belki de, hırsız kadın tevbe imkanını sordu ve kendisine bu ayet
okundu da, bu durum râvilerce karıştırılarak kadının hırsızlığı nüzul sebebi
olarak aktarıldı. Allah en iyi bilendir.
Kur'an'da cezası
belirtilen az sayıda önemli bir suç vardır. Hırsızlık cezası da bunlardandır.
Hırsızlık suçu bütün toplumlarda her zaman ciddi suçlardan sayılmıştır. Çünkü
bu suçta insan hayatı, şerefi, toplumun huzuru ve mallarına bir düşmanlık
vardır. Kur'an'in öldürme, zina ve yeryüzündeki fesat çıkarmaya ceza verdiği
gibi bu suça da bir ceza belirlemesinde şaşılacak bir durum yoktur. Tehlike ve
zararına denk olması amacıyla hırsızlığa sert bir ceza koymasında da yine
şaşılacak bir durum yoktur.
Rasulullah'tan
aktarılan hadislerde, onun hırsızlık cezasının uygulanması konusunda sert
davrandığına dair işaretler vardır. Bu hadislerden birisi Aişe'den rivayet
edilen şu hadistir: "Peygamber (s) devrinde Mekke'nin fethi sırasında
hırsızlık eden bir kadının durumu (uygulanacak hüküm) Kureyş'in ağrına gitti.
'Acaba kim bu kadın hakkında Rasulullah'la konuşur' dediler. 'Buna, Allah'ın
Rasulünün sevdiği Üsame b. Zeyd'den başka kim cüret edebilir'? dediler. Onu
alıp Rasulullah'a götürdüler ve onun için Üsame Rasulullah'la konuştu.
Rasulullah'ın rengi değişti ve: 'Sen Allah'ın cezalarından biri için şefaaat
mı ediyorsun?' dedi. Bunun üzerine Üsame: 'Ey Allah'ın Rasulü, benim için
Allah'tan bağışlanma dile!' dedi. Yatsı olunca Rasulullah Allah'a hamd etti ve
övgüden sonra dedi ki: 'Sizden Öncekilerin helak olmalarının sebebi, şerefli
biri çaldığında onu bırakmaları, zayıf biri çaldığında cezayı ona
uygulamalarıdır. Nefsim elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, eğer
Muhammed'in kızı Fatıma da çalmış olsa elbette ki elini keserdim'. Sonra
hırsızlık eden kadının elinin kesilmesi için emir verdi ve eli kesildi."[180]
Abdullah b. Amr'dan rivayet edilen şu hadis de bunlardandır: Rasulullah devrinde
bir kadın hırsızlık yaptı. Eşyaları çalınanlar onu Rasulullah'a getirip:
"Ey Allah'ın Rasulü! Bu kadın eşyalarımızı çaldı' dediler. Bunun üzerine
onun kabilesi: 'Onun fidyesini veriririz.' dediler. Rasulullah: 'Onun elini
kesiniz' dedi. Kavmi: 'Beşyüz dinar veririz' dediler. Rasulullah onun elini kesiniz
dedi ve sağ eli kesildi'[181]"
Bu hadislerden biri de
beş müsned sahibinin, Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadistir:
"Peygamber (s) şöyle buyurdu: 'Allah hırsıza lanet etsin. Miğfer çalar
elini kesersin ve ip (ağ) çalar elini kesersin'.[182]"
Tefsir kitaplarında bu
ayetlerin kapsadığı hükümler hakkında çok çeşitli açıklamalar vardır. Bu
açıklamaları sıralarsak:
1- Hırsızlık
cezası akıllı ve ergen olanın dışındakilere uygulanmaz. Bu doğaldır. Çünkü akıl
ve ergenlik insanı sorumlu kılan iki şeydir.
2- Hazin,
"hırsızlığın haram olduğunu kavrayabilecek herkese haddin uygulanması için
bir şarttır" demiştir. Ancak bu konuda bir delil ifade etmemiştir. Buna
yeni müslü-man olup da İslam'da hırsızlığın cezayı gerektiren bir haram
olduğunu bilmeyen bir kişiyi örnek vermiştir. Biz bu görüşü doğru kabul
etmiyoruz. Ayet mutlak olarak hüküm koyup, kimseyi hariç tutmamıştır. İkinci
bir açıdan bakıldığında ise hırsızlık tüm şeriatlarda yasaklanmış, genelin suç
olarak kabul ettiği bir fiildir. Failin hükmü bilmemesi, cezanın uygulanmaması
için bir sebep teşkil etmez.
3- Bu konuda
rivayet edilen nebevi hadislerin farklılığından dolayı, el kesilmesine sebep
olacak miktar hakkındaki görüş ayrılığı olmuştur. Burada beş müsned sahibinin
Aişe'den rivayet ettikleri bir hadis vardır. Buna göre Aişe şöyle demiştir:
"Rasulullah buyurdu ki: 'Hırsızın eli dört dinar ve daha yukarısından
başkası için kesilemez'[183]".
Buhari, Müslim ve Tirmizi'nin İbn Ömer'den rivayet ettiği bir hadiste ise:
"Muhakkak ki Rasulullah değeri üç dirhem olan bir kalkandan dolayı bir
hırsızın elini kesti."[184] şeklindedir.
Diğer taraftan Ebu Davud ve Nesai'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiği bir hadiste:
"Muhakkak ki Rasulullah değeri bir dinar veya on dirhem olan bir kalkan
için el kesti."[185]
denilmektedir. Bazı fıkıh imamları en düşük nisap miktarının değerini çeyrek dinar
veya üç dirhem veya on dirhem değerini kabul ettiler. Buna göre kim bu en düşük
nisap miktarından daha az kıymette birşeyi çalarsa eli kesilmez. Bu nebevi
düzenleme, Kur'an'ın bu konudaki yasal düzenlemesini tamamlayıcıdır. Bu Sünnet'in,
Kur'an'ın değinmediği bazı noktaları açıklaması bakımından böyledir.
Görünen o ki, en düşük
nisap miktarı, çeyrek dinar da olsa bir dinar da olsa bu ancak Peygamber (s)
zamanındaki şartlar gereği belirlenmiştir. Bu da akla "nisap miktarı, şartların
ve kıymetlerin değişip gelişmesi durumunda ulu'l-emr'in takdirine bırakılsa, o
belirleyebilir mi?" sorusunu getiriyor. Biz ulu'l-emr'in
belirleyebileceğine inanıyoruz. Allah en iyi bilendir.
4- Alimler;
ancak korunan, yani normal koruma yerlerinden biri sayılacak bir yerde korunan;
bekçisi olmasa bile etrafı çevrili bir yerde olan mal için, el kesilebilir
görüşünde ittifak halindedirler. Çadır da buna dahildir. Korumasız herhangi
bir yere konan, bekçisi olmayan birşey veya çobansız olarak kırda bulunan bir
hayvanı almaktan dolayı elkesme cezasının uygulanmasını gerekli görmemişlerdir.
Açık olarak görülüyor ki, onlar buna benzer şeyleri hırsızlık olarak
değerlendirmemişlerdir. Bunda doğruluk payı vardır. Çünkü onu alan; onu
bırakılmış, terkedilmiş zannederek almış olabilir.
5- Öte
yandan kendisine ödünç verilen veya emanet edilen malı inkar eden veya bir-şeyi
açıktan aşırıp kaçıran zorla gasp edip kaçan kimselerden el kesme cezasını
düşüren alimler vardır. Bunlar, sünen sahiplerinin Cabir'den rivayet ettikleri
şöyle bir hadise dayanarak bu cezayı düşürüyorlar: "Hain, gaspçı ve alıp aşıran
için el kesme yoktur."[186]
Bunun gerekçesi olarak da açıktan kaçırılan şeylerin geri verilmesi ve emanet
ve ödünç malın da delillendirilme imkanı gösterilmektedir. Dolayısıyla bu tür
davranışlar da hırsızlık olarak nitelendirilmemektedir. Bu görüşte de doğruluk
payı vardır.
6- Hazin'in
anlattıkları arasında çalınan malın hırsıza ait olması şüphesi varsa, el kesilmez
görüşü de vardır. Babasının malından çalan çocuk, çocuğunun malından çalan
baba, efendisinin malından çalan köle veya ortağının malınan çalan ortak gibi.
Müfessir bu görüşü için bir delil zikretmemiştir. Bunu söyleyen başka bir
müfessire de rastlamadık. Şu meşhur seri kaideyle amel edilerek bu uygulamanın
yapılması caizdir: "Cezaları şüphelerle düşülünüz!" Yahut da bu
eylemin gerçek hırsızlık olarak nitelendirilmesiyle bu kişilerden ceza
düşürülür. Bu görüşte de doğruluk payı vardır.
7- Alimlerin çoğunluğu, bostanda meyve yiyenin
elinin kesilmeyeceği kanaatinde -dirler. Bu konuda iki hadis rivayet
edilmiştir. Birincisi, Sünen sahiplerinin Refi b. Ha-dic'den rivayet ettikleri
şu hadistir: Refi dedi ki: "Peygamber (s): 'Meyve ve hurma özü için el
kesme yoktur'[187] buyurdu. Bu hadislerden
ikincisi ise Ebu Davud, Ahmed ve Nesai'nin Abdullah b. Amr'dan rivayet
ettikleri şu hadistir: "Abdullah b. Amr dedi ki: 'Rasulullah'a dalında
olan meyve hakkında soruldu'. Bunun üzerine Rasulullah: 'Eteğine
doldurmaksızın ağzına alıp yediği için ihtiyaç sahibi birine, herhangi bir ceza
yoktur. Ondan bir yere doldurup alan kimseye misliyle tazminat ve te'zir cezası
vardır. Tcpla-ma yerine, depoya konduktan sonra ondan çalan bir kimse için,
eğer çaldığı şey bir kalkan değerinde ise cezası verilir."[188]
8- Hadis açıklayan alimler, bu hadiste geçen (El
Ukubeh) kelimesini ta'zir cezası olarak açıklamışlardır ki hırsızı caydırsın.
Ve onun ta'zir cezasına çarptırılması başkaları için ibret olsun. Bunun için
alimler korunan malın en düşük nisap miktarıyla hırsızı ta'zir cezasına
çarptırmayı zaruri görmüşlerdir. Bu doğrudur. Bu suç ne kadar önemsiz olursa
olsun cezasız kalması uygun değildir. Bununla beraber Abdullah b. Amr'ın bostandan
yiyen ihtiyaç sahibine ceza vermeyip müsamaha gösteren hadisi, şiddetli açlık
karşısında veya aile fertlerinin açlığını gidermek için çalıp da hakim
huzurunda suçu sa-bitleşen hırsızın hükmü ile alakalı bir soruya kapı açıyor.
Nitekim, Ömer b. El Hattab (r)'ın bir kıtlık yılında açlığını gidermek için
hırsızlık yapanlara ceza uygulamadığım anlatan rivayet gelmiştir. Allah; leş,
kan ve domuz etini ve Allahtan başkası adına kesilmiş olan hayvanın etini
yemeyi haram kılmış , açlık hali ve tehlikesi karşısında sıkıntıya giren bu
konu da hariç tutulmuş ve bunlardan zaruri olarak yiyenler bağışlanmıştır. Bunun
gibi sıkıntı hallerinde hırsızlık yapıp, hâkim tarafından suçu sabit görülen ve
kendisini doyuracak bir mesleği olmayan kimse için de af caizdir demek olamaz
mı? Bunlar da bu zaruret ve sıkıntı çerçevesine alınamazlar mı?
Biz Kur'an'ın
mesajından, nebevi sünnetten ve Raşit halifenin uygulamasından cesaret alarak
evet demeye taraftarız. Özellikle müslamanlara hükmeden idarecilerin ve onların
zenginlerinin durumlarının gerçeğini gözden geçirdiğimizde buna daha da meylediyoruz.
Kur'an; zekat, ganimetler ve fey (gayri müslimlerden barış için alınan vergi)
gibi beytül mala(hazineye) gelen tüm gelirlerde fakirler, yoksul ve zayıflar
için bir pay ve hak olduğunu belirtmiştir. Bu hakkın onlara verilmesi görevini
de idareciler ve zenginlere farz kılmıştır. Çünkü eğer bu görevi hakkıyla
yaparlarsa tüm ihtiyaç sahiplerine yeter, Allah en iyi bilendir.
9- Alimler,
el kesme işinin yargı ile alakalı, hukuki bir durum olduğu ve ancak
ulu'l-emr'in emriyle infaz edilebileceği hususunda müttefiktirler. Yine aynı
şekilde hırsızlık suçunun itirafla veya delillerle kesinleşebileceği konusunda
da görüş birliği içindedirler. Bu da, diğeri de hak ve gerçektir.
10- El
kesme; elin bilekten kesilmesidir. Yani dirseklere kadar ulaşmaz. Bu konuda
sünen sahipleri Fudaleh b. Abdillah'tan şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir:
"Rasulullah (s) bir hırsız için emir verdi, eli kesildi. Sonra emretti,
kolu boynuna bağlandı."[189] Görüldüğü
gibi bu hadis, elin bilekten kesildiğini desteklemektedir.
11- Alimler,
suçun tekrarı ile kesmenin tekrar edilip edilmeyeceği konusunda görüş
ayrılığına düşmüşlerdir. Bu konuda, ilk hırsızlıktan dolayı sağ el, ikincisinde
sol ayak, üçüncüsünde sol el, dördüncüsünde sağ ayak kesilir, sonra artık
ta'zir ve hapis cezalan verilir diyenler vardır. Bu görüşü desteklemek üzere
nebevi bir hadis rivayet etmektedirler: "Eğer çalarsa, elini kesiniz
sonra eğer çalarsa ayağını kesiniz.
Sonra eğer çalarsa elini kesiniz. Sonra eğer çalarsa ayağını kesiniz."[190] Bu
hadisi aktaran müfessir Beğavi; Malik ve Şafii'nin bu hadisle amel ettiklerini
söylemiştir. Öte yandan ilk hırsızlıkta sağ el kesilir, ikinci hırsızlıkta sol
ayak kesilir. Bundan sonra kesilmez. Hırsızlığı tekrar ederse hapsedilir ve
ta'zir cezası verilir diyenler vardır. Bu görüşün sahipleri bir delil
getirmemişlerdir. Bir diğer görüş olarak sadece ilk hırsızlık olayında sağ el
kesilir. Hırsızlık tekrarlanırsa hapsedilir ve ta'zir cezaları verilir
diyenler de vardır. Bu üçüncü görüşün sahipleri el kesmeyi emreden ayeti delil
getiriyorlar. Görülüyor ki elleri ve ayakları çaprazlama kesmek; ancak Allah
ve Rasulüne karşı çıkan , yeryüzünde fesat çıkartan müfsidlere verilen cezadır.
Hırsızlarla ilgili cezanın belirlenmesi ise hırsızın cezası ile, yeryüzünde
fesat çıkarıp, Allah ve Rasulü'ne karşı savaşanların cezası arasındaki farkın
ortaya çıkması içindir. Dolayısıyla burada hırsızın elinin tekrar kesilmesi,
elleri ve ayaklarının çaprazca kesilmeleri kastedilmemiştir demek mümkündür. Ve
yine bundan dolayı üçüncü görüş en doğru görüştür denilebilir. Ancak hırsızın,
hırsızlığını tekrarlaması durumunu, onu yeryüzünde fesat çıkartanın hükmüne
sokar ve Beğavinin rivayet ettiği hadisle amel edilir demek hariç. Allah en
iyi bilendir.
12- El kesme
olayı gerçekleşince, hırsızdan tazminatın düşüp düşmediği konusunda da görüş
ayrılığı olmuştur. Bazı alimler ayetin zahirine, bir istisna yapmadığına tutunarak
el kesmenin tazminatı düşürdüğünü söylemişlerdir. Bir kısmı ise el kesmenin
tazminatı düşürmediğini söylemişlerdir. Ve yedinci şıkta geçen bir hadis,
hırsızın bostandan yediğinin dışında, meyvadan fazla alarak bir kaba veya bir
beze doldurup götürdüğü meyvenin değerini ödemeyi ifade etmişti. Bu hadiste
ikinci görüşü destekleyecek bir delil vardır. Açıkça görülüyor ki, bu görüşte
olan alimler el kesmeyi işlenen suça bir ceza, çalınan malı da sahibine -eğer
bulunmuşsa aynen, bulunmamışsa bedeli ödenerek-iade edilmesi gereken bir hak
olarak kabul etmişlerdir. Öte yandan bu iki görüşün ortasını bularak eğer
çalınan şey aynen veya ondan bir kısım bulunmuşsa alınıp sahibine iade edilir,
demişlerdir. Biz uygulama imkanı olduğu zaman ikinci görüşü en doğru görüş
olarak görüyoruz.
13- Hırsız
yakalanmadan önce veya sonra tevbe ederse veya affedilirse, veyahut da eli
kesilmeden önce tevbe eder veya bağışlanırsa el kesme cezası ondan düşer mi, düşmez
mi konusunda fikir ayrılığı olmuştur. Burada bazı alimler, Allah ve Rasulüne
karşı savaşanların yakalanmadan önce tevbe ettikleri zaman tevbelerinin kabul
edileceğini i-lan eden 34. ayetteki hükme kıyas yaparak, bu hırsız da hakim
karşısına çıkarılmadan önce tevbe ederse el kesme cezası kendisinden
kaldırılır, demişlerdir. Öte yandan bununla el kesmenin düşmeyeceğini
söyleyenler de vardır. Çünkü haddin uygulanması, suça karşılık bir cezadır.
Tevbe ise dini bakımdan bizzat sakıncalı olan bu hırsızlık olayının Allah'la
ilgili olan yönüdür. Biz, birinci görüşün doğru olduğuna inanıyoruz. Çünkü
bozguncu müfsidin durumu sıradan hırsızın durumundan daha tehlikelidir. Eğer birinciye
tevbe imkanı verilmişse ikinciye de tevbe imkanı verilmelidir.
Hırsızın yakalanıp
hakim huzuruna çıkarıldıktan sonra tevbe etmesine gelince, her ne kadar bununla
da ceza düşer diyenler varsa da alimlerin çoğunluğu bu durumda ceza düşmez
kanaatindedirler.
Aişe'nin, hırsızlık
yapan bir kadının fidyesinin Peygamber (s) tarafından kavminden kabul
edilmediğini anlatan hadisinde, hırsız yakalanıp hakim huzuruna çıkarıldıktan
sonra tevbe de etse cezanın düşmeyeceği görüşüne bir destek vardır.
Öte yandan başka bir
hadis şöyledir: "Bir adam Rasulullah'a bir hırsız getirip bu benim rida (pardesü-cübbe)
mı çaldı dedi. Rasulullah elinin kesilmesini emretti. Bunun üzerine rida
sahibi, 'benim cübbem yüzünden onun elini mi keseceksin? Ben ona ridayı
bağışladım' dedi. Peygamber (s): 'Onu bana getirmeden affedemez miydin'
buyurdu." Bu hadis, hakim huzuruna çıkarılmadan önce tevbe etmesi veya
bağışlanmasıyla ceza düşer, hakim karşısına çıkarıldıktan sonra düşmez
diyenlerin görüşünü desteklemektedir.
14- Tevbe ve
af ile haddin düşeceğini söyleyenler, bunun hırsızdan tazminatı düşürmeyeceğine
dikkat çekmişlerdir. Bu doğrudur. Belki de Kur'an'ın "kim haksızlığından
sonra tevbe eder ve durumunu düzeltirse" cümlesi tevbe ve nefs ıslahının
yanında bu mânâyı da kapsıyor.
İşte durum bu.
İnsanların bir kısmı hırsızın elinin kesilmesi cezasını kınıyor. Ancak çeşitli
ömek ve tecrübelerle sabittir ki, hırsızların çoğu hırsızlığı şiddetli
ihtiyacın kendilerini sürüklemesinden ziyade mal biriktirip ondan istifade
etmenin en kolay bir yolu olarak görmektedirler. Ve çarptırıldıkları yeni hafif
cezalardan dolayı bu mesleklerine devam eder oldular. Bu hafif cezalar onları
mesleklerinden alıkoyayamamaktadır. İnsanların güvenliğini hiçe sayarak ve
helal kazanç yollarını araştırmayı düşünmeksizin ard arda hırsızlık yapmaya
devam ediyorlar. Oysa bunların pek çoğu helal yollarla kazanma gücüne
sahiptirler. Bu gibilerin ellerinin kesilmesi onlar için en güçlü bir caydırıcı
durumdur. Şüphesiz bunda başkaları için de etkili bir ibret vardır. 8. şıkta
yaptığımız değerlendirmeyi hatırlatmakla beraber durum böyledir. [191]
41- Ey Rasul, ağızlarıyla "inandık"
deyip kalpleri inanmamış olanlardan ve yahudilerden küfürde yarışanlar seni
üzmesin. Onlar yalana kulak verirler. Sana gelmeyen diğer bir kavim dinlerler.
Onlar, kelimeleri yerlerinden saptırırlar. "Eğer size bu (fetva)
verilirse alınız; bu verilmezse sakınınız" derler. Allah, kimin fitneye
düşmesini isterse onun lehine hiçbir şeye malik olamazsın. İşte onlar,
Allah'ın, kalplerini temizlemek istemedikleri kimselerdir. Onlar için dünya da
bir rezillik vardır. Ve ahirette de onlar için büyük bir azap vardır.
42- (Onlar daima) Yalana kulak verirler, haram'[192]'
yerler. Sana gelirlerse aralarında hükmet ya da onlardan yüz çevir. Eğer
onlardan yüz çevirirsen sana hiç bir zarar veremezler. Ve eğer hüküm verirsen,
aralarında adaletle hüküm ver. Çünkü Allah adalet yapanları sever.
43- Allah'ın
hükmünün bulunduğu tevrat yanlarında olduğu halde, seni nasıl hakem yapıyorlar
da sonra bunun ardından yüz çeviriyorlar? Onlar inanmış değillerdir.
Bu ayetlerde:
1) Peygamber
(s)'e bir rahatlatma vardır. O'na; kendisine iman ettiklerini iddia edip aynı
zamanda kalpleri inanmamış, küfür ve inkarlarını her fırsatta açığa vurmakta
yanşan münafıklardan dolayı üzülmemesi gerektiği hatırlatılmıştır. Yalan
yanlış kendilerine başkalarının anlattığı her şeyi dinleyip doğrulayan, bunun
üzerine cesaretlenip sözü gerçek mânâsından saptıran gerçekten Peygamber(s)'i
dinlemek için gelen ve kendi aralarında görüşüp eğer Peygamber (s) şu hükmü
verirse onu kabul ediniz, şunu verirse kabul etmeyiniz diyen yahudilerden
dolayı da üzülmesinin gerekmediği anlatılmıştır.
2) Özellikle
burada, küfürde yanşan yahudi ve münafıklara bir taarruz vardır. Kesinlikle,
onlann yaptıklan, karakterlerinin kötülüğünden ve niyetlerinin çirkinliğinden
kaynaklanmaktadır. Allah, kesinlikle onlan dünyada rezil edecek ve ahirette
büyük bir azap ile cezalandıracaktır. Onlar sürekli yalana kulak veriyorlar,
ona razıdırlar ve onu teşvik ediyorlar ve onlar haramı çok yerler. Tüm bunlar
ayetlerde bir ültimatom gibi ortaya serilmiştir.
3)
Aralarında hükmetmek üzere kendisine geldiklerinde Peygamber (s) için bir serbestlik
vardır. Aralannda hükmetmek veya onlardan yüz çevirmek, O'nun tercihine bağlıdır.
Aralarında hüküm vermeyi kabul etmeyip onlardan yüz çevirdiği taktirde O'nun
aleyhine bir sakınca olmayacaktır. Ama aralarda hüküm vermeye razı olduğu
taktirde doğruluk ve adaletle hükmetmek zorundadır. Şüphesiz ki Allah durum ne
olursa olsun haktan sapmayıp adaletli davrananları sever.
4)
Mahkemeleşmek istedikleri konuda Allah'ın hükmünün içinde bulunduğu Tevrat
onlann elinde bulunduğu halde yahudilerin Peygamber (s)'i hakem yapıp onun
huzurunda mahkemeleşmek istemeleriyle ilgili hayret, azarlama ve kınama olarak
gelen bir istif-ham-ı inkari (yani aslında onlann asıl maksatlannın Peygamber
(s)'i hakem tayin etmek olmadığını ispatlayan olumsuzluklanm ispatlayan bir
soru) ayette yer almıştır. Ve sonra yahudilerin, verilen bu hükümden yüz
çevirmeleri hakkında da yine aynı soruyla onlann niyetlerini art arda ortaya
konmuştur. Ve onlann Allah'ın kendilerine indirdiği kitaba inananlar olarak
kabul edilmelerinin mümkün olmadığının ifadesi bu ayetlerde yer almaktadır ki,
zaten bu onlann her zamanki halidir.
"Ey Rasul küfürde
yarışanlar seni üzmesin..." ayeti ve ondan sonra gelen iki ayetin yorumu
ve bu ayetlerdeki tasvirler, mesajlar ve İslami hakimiyet altında bulunan Ehli
Kitab ile ilgili hükümler:
Bu ayetler yeni bir
konuyu ele almaktadır. Bununla beraber bu bölümle önceki bölümler arasında her
ikisinin de yahudilerin konumları, tavırlan ve ahlaklarıyla ilgili açıklamaları
kapsamalan bakımından bir uygunluk vardır. Bu bölüm, önceki bölümlerden sonra
inmiş, ancak zaman ve konu uygunluğundan dolayı buraya yerleştirilmiştir. Allah
en iyi bilendir.
Taberi, ayetlerin
nüzul sebebiyle ilgili pek çok rivayet aktarmıştır. Bunlardan birine göre
Peygamber (s), yahudi Kureyza kabilesini kuşattığında, bunlar Ensar'dan Ebu
Lübabe adındaki kişiye durumlarını sordular. Ebu Lübabe Peygamber'in hükmüne
göre kesileceklerini işaret ederek cevap verdi. Bunun üzerine bu ayetler nazil
oldu. Yine bu rivayetlerden biri de bu ayetlerin yahudilerden birisinin bir
müslüman arkadaşından Peygamber (s)'e, öldürdüğü birinin hükmünü sormasını
istemesi ve eğer Peygamber (s) diyetle hüküm verecekse davasını ona
getireceğini, bu hükmü vermezse getirmeyeceğini söylemesi üzerine indiği
şeklindedir.
Bu rivayetlerden biri
de bu ayetlerin yahudi alimi Abdullah b. Surya hakkında indiği şeklindedir.
Peygamber (s) Medine'ye gelince yahudiler kendi aralarında toplandılar.
Onlardan evli bir erkek, evli bir kadınla zina etmişti. Dediler ki biz bu
davayı Muham-med'e soralım. Eğer yüz sopa ve tazir ile hüküm verirse bu kral
olur bize bir zararı olmaz; eğer recm ile hüküm verirse o halde Nebi'nin
elimizdekini bizden almasından kor-kalım. O'na geldiler. Peygamber (s) onlardan
Tevrat'ı en iyi bilen kişiyi sordu, Abdullah b. Surya olduğunu O'na
söylediler. Rasulullah, Abdullah b. Surya ile yalnız kaldı. O'na yemin
verdirerek Tevrat'taki zina hükmünün recm olup olmadığını sordu. Bunun üzerine
Abdullah b. Surya evet dedi. Ve bunlar senin gönderilmiş bir Peygamber olduğunu
biliyorlar fakat seni kıskanıyorlar dedi. Ancak dışarı çıktıklarında Abdullah
b. Surya içeride yaptığı bu itirafını inkar etti.
Öte yandan bir diğer
rivayetin özeti şudur: Rasulullah'ın bu konuda Tevrat'ın hükmü nedir diye
yemin ettirdiği yahudi alimi veya alimleri Peygamber (s)'e dediler ki;
Tevrat'ta bunun cezası recm idi, fakat zina yahudiler arasında çoğaldı. Ve onlar
cezayı kuvvetli ve soyluya değil, zayıf olanlara uygular oldular. Sonra
Tevrat'taki recm hükmünü sopa ve yüz karalamaya çevirmek için fikir birliğine
vardılar.[193]
Buna ek olarak Taberi,
İbn Abbas'tan "Eğer sana gelirlerse aralarında adaletle hükmet.." ayetinin
Nadiroğullan ve Kureyzaoğulları'nın kan bedelleri hakkında indiğini
aktarmıştır. Beni Nadir'in ölüleri daha şerefli kabul edildiğinden, onların
diyetleri tam diyet ödenirdi. Ancak Kureyza kabilesinden biri öldürülürse onun
diyeti yarım diyet olarak Nadir kabilesi tarafından ödenirdi. Bu durumdan
dolayı Rasulullah (s)'in hakemliğine başvurdular. Bunun üzerine Allah, bu
ayeti indirdi de onları hakka çekip diyeti onlar arasında eşit yaptı.
Müfessirler[194]
Taberi'nin aktardıklarının büyük bir kısmını rivayet etmişlerdir. Ta-beri'nin
de içlerinde bulunduğu alimlerin çoğunluğu ayetlerin nüzul sebebi olarak zina
olayını tercih ediyorlar. Onların bir kısmına göre de zina olayı ile Beni Nadir
ve Beni Kureyza yahudileri arasındaki kan bedeli meseleleri birleşti, bunun
üzerine Allah bu her iki olay hakkında da bu ayetleri indirdi. Beş müsned
sahibi de İbn Ömer'den şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir. İbn Ömer dedi ki:
"Muhakkak ki Rasululllah (s) zina eden bir yahudi erkek ve yahudi kadını
alıp yahudilerin yanına gitti ve onlara: 'Tevrat'ta zina edene ne ceza
görüyorsunuz?' dedi. Onlar: 'Yüzlerini karalarız ve onlan dolaştırırız.
Yüzlerini tanınmaz hale getiririz. İnsanlar arasında dolaştırırız' dediler.
Rasulullah (s): "Eğer doğru iseniz Tevrat'ı getirip okuyunuz dedi.
Tevrat'ı getirip okudular. Recm ayetine gelince; okuyan kimse bu ayeti geçip,
öncesindeki ve sonrasındaki cümleleri okudu. Bunun üzerine Peygamber (s) ile
beraber olan Abdullah b. Selam, 'ona söyle elini kaldırsın' dedi. Elini
kaldırınca recm ayetinin elinin altında olduğu ortaya çıktı. Bunun üzerine
Rasulullah (s) zina eden o iki kişinin recm edilmesine emir verdi ve recm
edildiler. İbn Ömer (r), 'ben onlan recm edenler arasında idim. Ve adamın,
kendisini siper ederek kadını taşlardan koruduğunu gördüm' demiştir"[195] İbn
Kesir bu hadisi bu ayetlerin tefsirinde vermiştir.
Ayetlerin metni
onların yahudilerden bir grupla münafıklardan bir grubun kınandığı bir olay
hakkında indiği hususunda gayet açıktır. Ve burada yahudilerin bir problemlerinin
olduğunu, Peygamber (s)'in hakemliğini istedikleri, konuyla ilgili iki grup
arasında bir görüşme olduğu ve son olarak da eğer Peygamber (s) onların
istekleri doğrultusunda hüküm verirse onu kabul edecekleri, eğer arzulanan
şekilde hüküm vermezse ondan yüz çevireceklerine dair anlaşıp bir entrika
çevirdikleri de gayet açıkça ayetlerin metninden anlaşılmaktadır. Yahudilerden
birinin, bir arkadaşından öldürdüğü bir kişinin hükmünü Peygamber (s)'e
sormasını istemesi ve eğer bu konuda ki hükmü kısas değil de kendi arzusu
doğrultusunda kan bedelini ödemek şeklinde olursa, onun huzurunda mahkemeleşmek
istediğini belirtmesi konusunu anlatan rivayet de bir nebze bu ayetlerin
muhtevasına uygunluk arzediyor. Yine ayetlerin muhtevası, bu ayetlerin bir
kısmının yahudilerden Nadiroğulları ve Kureyzaoğulları arasındaki kan bedeli
problemiyle ilgili olarak indiğini anlatan rivayetle de biraz örtüşüyor. Bu
ayetlerin ardından gelen ayetler, yüce Allah'ın, insan öldürme, kan bedeli ve
yaralamalarla ilgili Tevrat'ta yahudilere yazdığı hükümlerin açıklamasını
kapsıyor. Ancak zina ile ilgili bu ayetlerde herhangi bir açıklama yoktur. Bu
bakımdan rivayetlerde yer alan zina olayının bu ayetlerle bir ilgisi yoktur
demek doğru olur. Belki de ayetler böyle bir ilginin önünü tamamen kapatmaktadır.
Çünkü bu zina olayı bir hadiste aktarılıyor. Buna rağmen aynı hadis olayın
ayetlerle bir bağlantısından bahsetmemektedir. Ayetlerin dizim ve ifadesi
bütünüyle birbiriyle uyum içindedir. Dolayısıyla ayrı ayrı ve farklı
sebeplerle inmiş olmaları da çok uzak bir durumdur. Yahudilerin; müttefikleri
olan bazı münafıklardan Peygamber (s)'den, problemle ilgili bir çözüm
getirmesini istemelerini talep etmiş oldukları farzedilirse, ayetlerin Nadir ve
Kureyzeoğulları arasındaki kan bedeli problemi ile ilgili olmaları muhtemeldir.
Biz, yalnızca Teberi'nin aktardığı Ebu Lübabe rivayetinde bu ayetlerle ilgili
net bir bağ göremiyoruz. Bu ayetlerin metninden, münafık bir grubun Peygamber
(s)'in dilinden onun anlatmadığı bir takım şeyleri aktardıkları veya yahudilerin
bir grubunun Peygamber (s)'den duydukları şeyleri çarpıttıkları ve böylece bu
iki grubun kışkırtma ve karışıklık çıkarmada ortak davrandıkları, bunun da
Peygamber (s)'in gönlünde çok üzücü bir etki yaptığı anlaşılmaktadır. Aynı
şekilde bu ayetler, bu olayların, yahudiler Medine'deyken münafıklarla beraber
hile ve entrikalarına devam ettikleri bir dönemde meydana geldiğini ilham
etmektedirler. Eğer bu doğruysa bu bölüm ve yahudilerin tavırları, tarihleri ve
Peygamber (s) zamanındaki gerçekleriyle alakalı açıklama tasvirlerini içeren
bundan önceki bölümler Hudeybiye barışından önce inmiştir. Daha önce dikkat
çektiğimiz üzere bu sûrenin ilk bölümülerinin Hudeybiye barışıyla bir bağı
vardır. Burada bizim; sûrenin başında, bu sûrenin bazı bölümlerinin nüzulü
önce, tertipleri sonradır ve bir kısmı da bunun aksidir şeklindeki ifademize
bir delil vardır.
Allah, Peygamber
(s)'e, yahudilerin kendisinin hakemliğine başvurduğu problemde, onlar arasında
adaletle hükmetmesini emrediyor ve açıkça görüldüğü gibi O'ndan adaletin ve
doğruluğun gerekliliği hakkında tekrarlanan Kur'an ilkelerine uygun olarak bu
konuda hükmetmesini istiyor. Ve özellikle de bu sûrenin sekizinci ayetinde
önemle üzerinde durduğu prensibe uygun hükmetmesini istiyor ki bu, bir kavme
olan kinden etkilenmemek ve onlarla adalet konusunda bu kini bir etken yapıp
adaletsizlik yapmamaktır. Bu mükemmellik ve uyum, bu ayetlerin, yahudilerin
sergiledikleri maksatlı kışkırtma ve fitne çıkarma tezgahlarını anlattığını
gösteriyor. Bu adalet emri, açıkça görüldüğü gibi sürekli bir mesajdır.
Ayetlerde, yahudiler
kendisine geldiklerinde onlar arasında hükmetmek veya onlardan yüz çevirmek
hususunda Peygamber (s),'e bir serbestlik verilmiştir. Taberi'nin Şa'b'dan,
Ata'dan, îbn Cüreyc'ten yaptığı bir rivayete göre bu ayetlerin hükmü muhkemdir.
Ve müslüman hakim kendisine gelen gayri müslimlerin davasına bakıp bakmama ve
onlar arasında hüküm verip vermemede serbesttir. Yine Taberi; Mücahit, İkrime ,
Hasan ve Katade'den yaptığı bir rivayette bu ayetlerin, bu sûreden hemen sonra
gelen ve Peygamber (s)'e "onların heva ve heveslerine uyma, aralarında
Allah'ın indirdiği ile hükmet" diye emreden ayetle mensuh olduğunu
aktarmıştır. Ve İslami yargının, İslam otoritesinde yaşayan anlaşmalı veya
zımmi olanların davalarına bakmakla yükümlü ve yetkili olduğunu söylediklerini
de aktarmıştır.
Taberi, konuyla ilgili
şöyle demiştir; "Doğruya en uygun olan görüş, bu ayetlerin hükmünün
geçerli olması, neshedilmediğidir. Ve idareci ve hakimler için hüküm vermede
veya davaya bakmayıp hüküm vermeme de serbestlik vardır. Gelecek ayetlerdeki
"Onların aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet" cümlesi neshetmek
için değildir. Bu cümle aralarında hükmetmesini emretmek içindir". Beğavi,
İbn Abbas'tan bu ayetin mensuh olduğuna dair bir görüş aktarmış ve bazı imamlar
da bunu benimsemişlerdir. Bir kısmı da diğer görüşü benimsemişlerdir. Hazin;
"Şafii mezhebine göre Ehli Kitap, davalarını İslam mahkemesine
getirdiklerinde müslümanların hakimi aralarında hükmetmek zorundadır"
demektedir. Bize göre bu görüş doğrudur. Allah en iyi bilendir.
Burada şöyle bir
mesele vardır; İslam devletiyle anlaşması olan veya zımmi (İslam devletinde
yaşayan gayri müslimler) olanlar, davalarını İslam mahkemelerine getirmedikleri
taktirde kendi aralarında nasıl halledecekleri problemidir. Taberi, Zühri'nin
şöyle bir görüşünü aktarmıştır: "Sünnet, onların haklarında ve
miraslarında kendi din adamlarına gitmelerini uygun görüp uygulamıştır."
Görüldüğü gibi bu görüş, ayetlerin sonuncusunun ruh ve mânâsına uygundur.
Çünkü bu görüş, ahidliler ve zımmilerin medeni davalarını kendilerinden olan
kadılara götürmelerini ifade ediyor. Başka ifade ile; eğer davalarını müslüman
hakimlere getirmemişlerse kendi mahkemeleri, onlar arasındaki davalara bakmakla
yükümlüdür ve yetkilidir. Bu, alimlerin çoğunluğunun görüşüdür. Burada İslam
şeriatının dini inanç hürriyetine ne kadar önem verdiği, bu konudaki güzellik
ve parlaklığı görülmektedir. Bu hiç kimseyi İslam'dan nefret ettirmez. İslami
otoriteye boyun eğen gayri müslimlerden hiç kimseyi İslami yargıya baş vurup
mahkemeleşmekten nefret ettirmez.
Burada başka bir
problem de ortaya çıkıyor. Bu da bir tarafı zımmi ve İslam devleti ile
anlaşması bulunanlar, diğer tarafı ise müslümanlar olan bir davanın nasıl
görüleceği meselesidir. Beğavi ve Hazin'de yer alan 'bu davada ancak İslam
mahkemesinin yetkili olduğu' görüşünü doğru buluyoruz. Allah en iyi bilendir. [196]
44- Gerçek
şu ki, biz Tevrat'ı indirdik. O'nun içinde bir hidayet ve bir nur vardı.
(Allah'a) teslim olmuş Peygamber, Rabbaniler[197] ve
Ahbar[198], Allah'ın Kitabı'nı
korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine gözetleyiciler olduklarından
onunla (Tevrat'la) yahudilere hükmederlerdi. İnsanlardan korkmayınız, benden
korkunuz ve ayetlerimizi az bir bedel karşılığında satmayınız. Kim, Allah'ın
indir-diğiyle hükmetmezse işte onlar kafir olanlardır.
45- Onda
(Tevrat'ta) onlara: "Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe
diş ve yaralara kısas yazdık'[199]'.
Kim bunu bağışlarsa, o kendisi için bir keffaret olur. Ve kim Allah'ın
indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar zalim olanlardır.
"Şüphesiz ki biz
Tevrat'ı indirdik; onun içinde bir hidayet ve bir nur vardır"ayeti, onun
ardından gelen ayetin yorumu, bu iki ayette yer alan hükümler, "Bizden
öncekilerin şeriati bizim için de şeriattır" kaidesinin netleştirilmesi,
kısas ve yaralamalar hakkında gelen hadisler ve görüşler:
İki ayetin de ibaresi
açıktır. Bu ayetlerin ilki şunları kapsamaktadır:
1- Yüce
Allah'ın Tevrat'ı indirdiği ve onda bir hidayet ve bir nur olduğuna dair bir
ifade yer almaktadır. Allah Tevrat'taki hükümler ve şeriatla hükmetmeyi
alimlerine ve kadılara farz kılmıştır. Çünkü onlar ulaştıkları mertebe ve nail
oldukları ilimle Tevrat üzerine gözetleyiciler ve koruyuculardı. İnananların ve
hakimlerin Allah'tan başka kimseden korkmamalarını ve Allah'ın ayetleri ve
hükümlerini basit bir bedele karşılık satmamaları konusunda ayetle uyan
yapılmıştır.
2- Allah'ın
indirdikleriyle hükmetmeyen kimselerin kafir olduklarına ve iman iddialarının
kendilerinden asla doğrulanıp kabul edilmeyeceğine dair bir ilan yer almıştır.
Bu ayetlerin ikincisi
ise şunları kapsamıştır.:
1- Allah'ın
yahudilere, Tevrat'ta cana karşılık can, göze karışılık göz, buruna karşılık
burun, kulağa karşılık kulak, dişe karşılık diş kısasını ve yaralamaların da
aynen karşılık verilerek kısas yapılmasını farz kıldığına dair bir açıklama yer
almıştır.
2- Affın
caiz olduğuna ilişkin bir açıklama yer almaktadır. Bağışlayanın, kendisiyle
Allah'a yaklaştığı bir sadaka olduğu, her kim ki kısas hakkından birşeyi
bağışlasa, bunu bağışlamanın günahlarına bir keffaret olduğu bildirilmiştir.
3- Ve
Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin O'nun sınırlarından ve şeriatından
sapmış olmaları dolayısıyla zalimler olduğuna dair Allah'ın tekrar ettiği bir
açıklama vardır.
Açıkça görüldüğü gibi
bu iki ayet, konusu itibariyle geçmiş ayetlerin bir devamı niteliğindedir.
Görünen o ki, bu iki ayet öncekilerle beraber bir defada inmiş veya ardından
inmiştir. Önceden söylediğimiz gibi bu iki ayetin mânâları gösteriyor ki, yahudile-rin
Peygamber (s)'in huzurunda mahkemeleşmek istedikleri olay kan davası problemidir.
Ve geçen ayetlerin kapsadığı sahneler de bu problemden kaynaklanmıştır.
Bu iki ayet, kan
davalarıyla ilgili Allah'ın hükmünün Tevrat'ta açık olduğunu veya hakim ve yöneticilerin
onunla hüküm vermelerinin ve ondan sapmamalarının kendilerine farz olduğunu
ifade etmektedir. Peygamber (s) yahudiler arasında Tevrat'la hüküm verince de
bunu kabul etmeleri gerektiğini ifade etmiş ve yahudilerin Allah'ın hükümlerinden
sapma ve onları ihmal etme çabalarını kınamıştır.
Araf sûresi tefsirinin
akışı içerisinde "Tevrat" kelimesinin boyutlarını açıkladık. O-nun
Ahd-i Kadim (Eski Ahit) diye isimlendirilen kitabın kapsadığı sifrler (kitaplar
ve kitap bölümleri) için kullanılan genel bir isim veya yahudi şeriatının
kapsadığı kitapların genel adı olduğunu açıklığa kavuşturmuştuk. İkinci ayette
belirtilen bu hükümler "Çıkış" ve "Levliler" adlı Tevrat
sifrlerinde gelmiştir ki, bu iki sifr, Musa'nın hayatı dönemine ait dört sifr
(Tevrat kitapları ve bölümleri)dendirler. Ve İsrailoğulları tarihinden pek çok
kesitlerle beraber, Allah'tan tebliğ edilmiş birçok nassı da içermektedirler.
Nitekim Çıkış
kitabının 21. babında Allah'tan bir tebliğ olarak: "Bir cana karşılık bir
can, bir göze karşılık bir göz, bir dişe karşılık bir diş, bir ele karşılık bir
el, bir ayağa karşılık bir ayak, bir dağlamaya karşılık bir dağlama, bir
yaralamaya karşılık bir yaralama, bir ezmeye karşılık bir ezme (hükmü)"
gelmiştir.
Levliler 24. babta
yine Allah'tan şöyle tebliğ edilmiştir: "Bir insan öldüren kimse öldürülür.
Ve bir kimse, yakınını (komşusunu) sakatlarsa kendisine de yaptığı gibi yapılacaktır.
Göz yerine göz, diş yerine diş olmak üzere adamı nasıl sakatladıysa, kendisine
de öyle yapılacaktır".Tefsir kitaplarında bu iki ayetteki mânâ ve hükümler
hakkında çeşitli görüşler yer almıştır.
İlk olarak
"Allah'a teslimiyet içinde olan peygamberler onunla hükmederlerdi"
cümlesiyle ilgili Taberi, Süddi'den yaptığı bir rivayette bu cümlenin Peygamber
(s)'i kastettiğini söylemiştir. Yine Taberi'nin Katade'den merfu olarak rivayet
ettiği bir hadiste şu bilgiler gelmiştir: Peygamber (s) bu ayet indiğinde
şöyle diyordu: "Biz yahudi-lere ve Ehli Kitab'dan onlar mesabesinde olan
diğerlerine hükmederiz." Taberi buna ek olarak Zühri ve İkrime'den yaptığı
bir rivayette bu cümlenin tüm peygamberleri kastte-tiğini Peygamber (s)'in de
bunlardan olduğunu aktarmıştır. Taberi şöyle demiştir. "Kanaatimce
doğruya en uygun olan görüş şudur: 'Allah, teslimiyet gösteren peygamberlerin
ve fakihlerin Tevrat'la yahudilere hükmettiğini bildirmektedir." Biz,
Taberi'nin bu görüşüne ek olarak deriz ki, bu iki ayetin mânâ ve muhtevası,
kastedilenlerin İsrailoğul-ları'na gelen peygamberler olduğuna kuvvetle işaret
etmektedir. Allah en iyi bilendir.
İkinci olarak, bu
ayetlerden sonra gelen; "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar
kafir olanlardır" ve "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte
onlar zalim olanlardır" yine, "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse
işte onlar fasık olanlardır" cümleleriyle ilgili olarak Taberi,
Dahhak'tan, Huzeyfe'den, İkrime'den ve İbn Cü-reyc'den bu cümlelerle Ehli
Kitab'ın kastedildiğini rivayet ettiği gibi, Hasan'dan da bu cümleler her ne
kadar yahudi ve hristiyanlar hakkında inmişlerse de bizim üzerimize de vaciptir
görüşünü aktarmıştır. Taberi, iki görüşten doğruya en uygun olanı bu cümlelerin
Ehli Kitab hakkında inmiş olanlarıdır. Çünkü ayetlerin öncesinde ve sonrasında
yer alan ayetler onlar hakkında inmiştir. Bu ayetlerle de onlar
kastedilmiştir" demiştir.
Taberi'nin bu
tercihine rağmen cümlelelerdeki ifadelerin, Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen
herkesi kuşatacak şekilde genel anlam içerdiği, bir gerçektir. Bizce apaçık
görüldüğü gibi müslümanlar da bu ayetlerin kapsamına giriyor.
Taberi'nin İbn Abbas,
Ata ve Tavus'tan aktardığı şu açıklama da bunu destekler mahiyettedir. Söz
konusu bu rivayete göre bu üç cümlede yer alan küfür, zulüm ve fısk gerçek
mânâlarının dışında bir küfür ve fısktır ve kesinlikle bu ifadeler Allah'ı ve
ahiret gününü inkar anlamında veya dinden çıkaran bir küfür anlamında değildir.
Bu doğru bir hüküm
çıkarmadır. Görülüyor ki, cümleler Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyi ihmal
edenlerin suçlarının büyüklüğünü (ifade etme) konumundadırlar ve bununla suçun
büyüklüğü ifade edilmiştir. İslami sultanın hükümdarlık sınırları içerisinde
bulanan anlaşmalı ve zımmi yahudiler, kendi kaderleri, fakihleri ve alimlerin
yanında mahkemeleşmek istemedikleri zaman İslami otoritenin onları Tevrat'ın ahkamına
uygun olarak mahkemeleşmeleri hususunda zorlaması durumuna dair bir mesaj
vardır denilmesi doğrudur. Allah en iyi bilendir.
Üçüncü olarak
"Kim bunu bağışlarsa o kendisi için bir keffaret olur" cümlesi ile ilgili
Taberi'nin, Abdullah b. Amr'den ve Cabir b. Zeyd'den çeşitli yollarla rivayet
ettiğine göre bu cümle yaralının, kendisini yaralayanı affetmesi anlamındadır.
Bu yaralının günahına bir keffarettir. İbn Abbas ve Mücahid'e isnat edilmiş bir
takım sözler de rivayet edilmiştir. Bunlara göre cümle, yaralının yaralayanı
affetmesi, yaralayan için kendisinden kısas ve diyeti düşürmesi anlamında bir
keffaret (bağışlama) idi. Açıkça görünen o ki, birinci görüş en doğru olandır.
Zamirin en yakına gitmesi gerekir. O da: "Kim bunu bağışlarsa" dır.
Veya bağışlayandır. Aleyhine cinayet işlenenin bağışlaması, tabii olarak
suçlunun kısas yahut diyet için adli kovuşturmasını düşürür. Bu bakımdan ikinci
görüşe burada gerek yoktur. Burada az sonra gelecek nebevi hadisler de vardır
ki, onlarda affetmeye teşvik ve bağışlamanın, kendilerine günahlarının
bağışlanacağına ve bu bağışlamalarının kendilerine bir keffaret olacağına dair
müjdeler vardır. Bu hadislerde yer alanlar da birinci görüş için bir destektir.
Dördüncü olarak, bu
ikinci ayetin İslam'da uzuvların ve yaralama olaylarının kıssası için dayanak
oluşu "Bizden öncekilerin şeriatı bizim için de şeriattır" kuralına
göre midir, yoksa değil midir? Müfessirlerin görüşlerinden özellikle İbn Kesir
ve Hazin'den anlaşılan, usul ve fakihlerden kimisi, Peygamber (s)'in geçmiş
semavi kitapların şeriatle-riyle kulluk yaptığını söylemişlerdir. Bu
şeriatlerden Kur'an ve Sünnet'in neshetmediği şeyler müslümanlar için de
bağlayıcıdır demişler ve "Bizden öncekilerin şeriatı bizim için de
şeriattır" kaidesini koymuşlardır. Ve buna bağlı olarak bu ayetin İslam'da
uzuvların ve yaralamaların kısasında mesned olduğunu söylemişlerdir. Öte
yandan bunu reddedip, bu ayette gelenlerin, Allah'ın İsrailoğulları'na farz
kıldığı hükümlerin bir haber verilişi olduğunu söyleyenler olmuştur.
Müslümanları, Allah'ın Peygamber (s)'e vah-yettiği özel şeriat ve Peygamber
(s)'den meydana gelmiş kendi şeriatları bağlar. İster bundan önceki semavi
kitapları doğrulasın ve onlara uygunluk olsun, ister onlar için bir nesh olsun
farketmez.
Aklımıza ilk gelen şey
ikinci görüşün en doğru ve bu ayetlerin mânâsına, siyakına, nüzul sebebine,
hedefine ve belki kapsamına da en çok uygun olan görüş olduğu hususudur. Ayet,
dikkatle baştan sona süzülünce bu görülür. Özellikle "Teslimiyet göstermiş
olan peygamberler onunla yahudilere hükmediyorlardı" cümlesi ve "Onda
onlar üzerine yazdık (farz kıldık)" cümlesi açıkça bu hükümlerin sadece
yahudiler için hususi olduğunu göstermeleri bakımından dikkatleri üzerlerine
çekmektedirler. Az sonra gelecek ayetlerin metinlerinde de, sonra
açıklayacağımız üzere bu görüşün doğruluğunu gösteren kuvvetli deliller
vardır. Burada şunu da hatırlamak yerinde olur. Şüphesiz ki Allah'tan Musa'ya
bildirilen şeriatları kapsayan Eski Ahid'in (Tevrat) sifrlerinden (kitap-bölüm)
olan dört sifrde (Çıkış, Sayılar, Levliler ve Tesniye) ibadetle ilgili pek çok
ayinler, kurallar ve metodlar vardır ki, Kur'an ve Sünnet'te tek tek veya
toptan bunların neh-yedildiklerine dair nasslar yoktur. Bununla beraber
Peygamber (s)'den kendisinin ayin, kural ve metod olarak bunları İslam'dan
sayıp benimsediğine dair herhangi bir hadis gelmemiştir. Peygamber (s)'den
sonrası bir yana, Peygamber (s) ve müslümanlar bunları kendi zamanlarında bile
uygulamamışlardır. Bunun gibi, İsa'nın dilinden Rabbani emirler veya Rabbani
ilhamlar olarak indilerde gelen diğer pek çok emir için de aynı şey
söylenebilir.
Bununla beraber
uzuvların kesilmesi ve yaralamalarda kısas konusu İslam fıkhı âlimlerinin
üzerinde ittifak ettikleri bir konudur. Bununla ilgili pek çok nebevi hadis
vardır. Bunlardan bir kısmı sahih hadis müsnedlerinde yer almaktadır. İşte
burada beş müsned sahibinin Enes (r)'den rivayet ettikleri şu hadis vardır:
"Bir yahudi bir cariyenin kafasını iki taş arasına alıp ezdi. Ona 'kim
bunu yaptı?' dendi. 'Falan mı? Filan mı?' O yahudinin ismi söylenince kafasıyla
işaret etti. Yahudi getirildi ve hemen itiraf etti. Peygamber (s) emir verdi.
Onun kafası iki taşla ezildi."[200]
Buhari'nin ve Ebu Davud'un E-nes'ten rivayet ettiği şu hadis de bunlardandır:
"Nedrin kızı bir cariyeye tokat attı ve ön dişini kırdı. Peygamber (s)'e
getirdiler. Peygamber (s) hemen kısas ile emir verdi."[201]Buhari
ve Müslim'in Enes'ten rivayet ettiği şu hadis de bunlardandır:
"Rubeyye'nin kızkardeşi Ümmü Harise bir insanı yaraladı. Çekişerek Peygamber
(s)'e geldiler. Peygamber (s) kısasa kısas dedi. Ümmü Rubeyye: 'Ya Rasulullah
bundan dolayı kısas mı olur' dedi. 'Allah'a yemin ederim ki bu (cariye) için
kısas yapılmaz'. Bunun üzerine Peygamber (s): 'Sübhanallah ya Ümmü Rubeyye!
Vallahi bundan dolayı asla kısas yapılmaz' dedi. Bu konuşma sürerken karşı
taraf diyete razı oldu. Bunun üzerine Peygamber (s); 'Allah'ın kullarından
kimisi vardır ki, eğer Allah'a yemin etseler Allah onları doğru çıkarır'
dedi".[202] İmam Ahmed'in Amr b.
Şuayb'dan, O'nun da babasından, O'-nun da dedesinden rivayet ettiği şu hadis de
bunlardandır: "Bir adam bir adamın diz kapağına bir boynuzla vurup
yaraladı. Yaralayan kişi Peygamber (s)'e gelerek 'bana kısas uygula' dedi.
Bunun üzerine Peygamber (s) yaralının yarası iyileşinceye kadar beklemesini
söyledi. Sonra ona ikinci kez geldi ve 'bana kısas uygula' dedi. Bunun üzerine
Peygamber (s) ona kısası uyguladı. Daha sonra gelip; 'Ya Rasulullah topal
oldum' dedi. Peygamber (s) ona: 'Seni bundan sakındırdım, beni dinlemeyip bana isyan
ettin. Allah da seni tecrid etti ve sakatlığını fena yaptı' dedi. Sonra
yaralanan arkadaşı iyileşinceye kadar yaralamalardan dolayı kısas yapılmasını
yasakladı." Bu hadisler -ki bunların dışında da bu konuda daha birçok
hadis vardır- yaralamalarda kısas yapılmasının aynı şekilde İslami bir yasa
olduğu hususunda fıkıh imamlarının ittifak etmelerinde birer dayanak
olmuşlardır. Müfessirlerin sözlerinden, özellikle İbn Kesir ve Hazin'in
sözlerinden de anlaşılacağı üzere kısas İslami bir hükümdür ve fıkıh imamları
bu hadislere dayanarak bu hususta ittifak etmişlerdir.
Anlattıklarımıza
binaen bize görünen o ki bu hadislerde gelenler "Bizden öncekilerin
şeriatı bizim için de şeriattır" kaidesinin doğruluğuna bir delil
sayılmaz. Ve tabii olarak da Tevrat şeriatının bize de şeriat olacağına dair
delil sayılmazlar. Bu konu da olan herşey Kur'an'ın sustuğu hususlarda birer
nebevi yasamadır. Bu şeriatlardan ilham alınarak yasaların konması mümkündür.
Şunu da ifade etmek
yerinde olur. Taberi, tefsir konusunda kitapları bize ulaşanların en
ilklerindendir. Ve O, Hicri 3. asır alimlerindedir ki, bazı fıkıh imamları,
O'nun izinden gitmişlerdir. Taberi bu kaideden bahsetmemiştir. Fıkıh
imamlarının, yaralama ve uzuvların kısası konusundaki ittifaklarında bu kaideye
dayandıklarından da hiç bahsetmemiştir. Ve beşinci asır alimlerinden olan
Beğavi de bu kaideden söz etmemiştir. Buna bir nebzecik işaret eden ilk kişi
olarak, beşinci ve altıncı asır alimi olan Zamahşeri'yi görmekteyiz. Bu sûrenin
48. ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: "Burada bu ayet bizden önceki
şeriatlarla kulluk yapmamıza delildir diyenler de vardır. Dolayısıyla bütün bunlar
bu kaidenin İslam fıkıh usulünde sonradan uydurulmuş olduğunu
göstermektedir". Allah en iyi bilendir.
Beşinci olarak,
yaraların kısasının infazı ile ilgili gelen rivayetler vardır. İbn Kesir'in
ifade ettiğine göre İmam Malik, Şafii ve Ahmet b. Hanbel, suçlunun kısas
sırasında ölmesi durumunda; yaralanandan bir şey talep edilmesi görüşünde
değillerdir. Bu, sahabe ve tabiinden çoğunluğun da görüşüdür. Ebu Hanife ise
bazı Tabiin alimlerinin sözlerine dayanarak; suçlunun kendisinden dolayı kısas
edilirken ölmesi durumu, yaralının diyet ödemesini gerektirir görüşündedir.
Buna ek olarak bu müfessir (İbn Kesir) burada tam diyetle yaralama diyeti düşer
diyenlerden de bahsetmiştir.
Bu durum, aynı zamanda
İslam hukuku imamlarının suçluya kısas uygulanması hususunda aleyhine suç
işlenmiş olan mağdurun hak sahibi olduğu görüşünde fikir birliği içinde
olduklarını da göstermektedir.
Bir başkası tarafından
diz kapağından vurulan adamla ilgili rivayet edilen hadiste Rasulullah (s)'in
onu vurana kısas uygulaması da bu hakkı (yaralının kısas isteme hakkına sahip
olmasını) teyid etmektedir.
Bu, kısas Peygamber
(s)'in "müeyyidesi", desteği ile olmuştur. O İslam devletinin devlet
başkanı idi. Dolayısıyla bunun veliyyü'1-emr ve sultanın gözetiminde, onun sağlayacağı
imkan ve destekle icra edilmesi kaideleşti. Fakihler bu yasanın uygulamasında
ihtilafa düşmüşlerdir. İbn Kesir'e göre kol, bacak, el, ayak gibi eklem yerleri
bulunan organlann yaralanması halinde kısasın uygulanabileceği hususunda
fakihler ittifak etmişlerdir. Ancak diş istisna edilmek şartıyla, kemiklerde
meydan gelen yaralamalarda; eğer suçlu için hayati bir tehlike arzetmiyorsa,
bazı fakihler kısas uygulanmasını gerekli görmüşlerdir. Onlardan, kimileri de
bazı tabiin alimlerinin görüşlerine dayanarak bu durumda kısası gerekli
görmemişlerdir. Dişe gelince tüm fakihler kısas yapılacağı konusunda ittifak
etmişlerdir. Bazı alimlere göre eğer davacı suçluyu kısas ettirirse ve bu
suçlunun ölümüne sebebiyet verirse bu durumda davacıya herhangi bir şey (diyet)
gerekmez. Bu Malik, Şafii ve Ahmet b. Hanbelin görüşüdür. Aynı zamanda İbn
Kesir'in ifadesine göre bu sahabe ve tabiinin çoğunluğunun da görüşüdür.
Ancak Ebu Hanife bazı
tabiin alimlerinin görüşlerine dayanarak bu durumda kısası yaptıran (davacı)
dan diyet alınmasının zorunlu olduğunu söylemiştir. Bazı alimler de bu durumda
yaralama diyeti düşürüldükten sonra davacıdan diyet alınacağını söylemişlerdir.
Bu görüşlerde, daha
önce de anlattığımız gibi aleyhine suç işlenmiş (yaralı) kişinin kısası
uygulatma konusunda yegane yetki sahibi olduğuna dair bir teyid vardır.
Altıncı olarak,
yaralama olaylarında affetmeye teşvik hususunda gelen hadisler ve delaletleri
konusundaki rivayetler vardır.
Bu konuda müfessirler
pek çok hadis aktarmışlardır. Taberi'nin Ebu's-Sefer'den rivayet ettiği şu
hadis bunlardandır: "Ebu's-Sefer dedi ki: 'Kureyş'ten bir adam En-sar'dan
bir adamı kovaladı ve onun ön dişini kırdı. Ensarlı davayı Muaviye'ye götürdü.
Kısasta ısrar edince Muaviye "İşte sen ve arkadaşın nasıl istersen' dedi.
Ebu Derda, Muaviye'nin yanında idi ve Rasulullah (s)'ın şöyle dediğini
duyduğunu söyledi: 'Bedenine bir zarar verilmiş hiçbir müslüman yoktur ki bunu
bağışlayınca Allah onu bir derece yükseltmesin ve onun bir günahını da
düşürmesin'. Bunun üzerine Ensarlı adam, 'sen bunu Rasulullah'dan duydun mu?'
dedi. Ebu Derda 'iki kulağımla duydum ve bütün kalbimle belledim' dedi. Bunun
üzerine onu serbest bıraktı. Muaviye 'ona diyet vermesini emrediniz'
dedi". Bu hadiste aynı şekilde aleyhine suç işlenmiş kişinin kısası yöneticinin
otoritesi ile uygulatma hakkına sahip olduğunu desteklemektedir. Taberi'nin İbn
Samit'ten aktardığı şu hadis de bunlardandır. İbn Samit: "Rasulullah (s)'ı
şöyle derken işittim: 'Kim ki bedeninde bir yara açıldığında bunu bağışlarsa
bağışladığı oranında günahları bağışlanır". Yine Taberi'nin Adiyy b.
Sabit'ten rivayet ettiği şu hadis de bunlardandır: "Muaviye döneminde bir
adamın dişleri kırıldı. Kendisine bir diyet verildi. O kabul etmedi. İki diyet
verildi kabul etmedi. Sonra üç diyet verildi kabul etmedi. Bunun üzerine
Rasulullah'ın arkadaşlarından bir adam, Rasulullah (s)'ın; 'Kim bir kanı ve daha
düşük bir diyeti bağışlarsa onun için bağışladığı günden doğduğu güne kadar
keffaret olur' dediğini söyledi. Bunun üzerine adam bağışladı".
" Bu hadisler
"Kim ki, bunu bağışlarsa bu onun için bir keffarettir" cümlesinin
affeden için bir keffaret olduğu anlamında olduğunu bildiren yorumu
desteklemektedir.
;i İbn Mace'nin
rivayet ettiği ve İbn Kesir'in de aktardığı şu hadis de bu hususla alakalıdır:
"Bir adam bir adamın ön kolunu kılıçla vurup eklem yerinin dışından kesti.
Bunun üzerine Peygamber (s)'den yardım istedi. Peygamber (s) diyet vermesini
emretti. Kolu kesilen adam 'ya Rasulullah kısas isterim' dedi. Rasulullah ona
dedi ki: 'Diyeti al. Allah diyeti kabul etmende senin için hayır ve bereket
ihsan etsin' dedi".
Bu hadislerde
yaralamalardan dolayı kısastan vazgeçme ve müsamahalı davranmanın
gerekliliğine dair kuvvetli bir mesaj vardır.
Yedinci olarak;
yaralamaların diyetleri ile ilgili gelen hadisler ve delaletleri hususudur.
Şüphesiz ki yaralamaların diyetleriyle ilgili Rasulullah (s)'dan pek çok hadis
rivayet edilmiştir. Bunlardan biri sünen sahiplerinin İbn Abbas'tan rivayet
ettikleri şu hadistir: "Peygamber (s) el ve ayak parmaklarının
diyetleriyle ilgili; eşit olarak her bir parmak için on deve diyet verilmesini
buyurdu."[203] Ebu
Davud ve Nesai'nin Amr b. Şu-ayb'den, O'nun da babasından, O'nun da dedesinden
rivayet ettiği şu hadis de bunlardandır: "Peygamber (s) kesilen burun
için tam diyetle hüküm verdi. Eğer göğüs (meme), el ve ayak kesilmesi için
yarım diyetle hükmetti. Me'mume (beyin zarına kadar açılmış çatlak) ve caife
(kafa boşluğuna karın ve sırt boşluğuna açılan çatlak ve delik) öldürme-dikçe
tam diyetin üçte biriyle ve dişler de, her bir diş için beş deve diyet
verilmesine hükmetti".[204]
Ebu Davud'un ve
Nesa'inin rivayet ettikleri ve Peygamber (s)'in Yemen ahalisine gönderdiği bir
mektup ve muhtevasından bahseden şu hadis de bunlardandır: "Öldüren bir
cana karşılık olan diyet yüz devedir. Burun kesilip kopunca tazminatı tam
diyettir. Dil de tam diyettir. Dudaklar da tam diyettir. Omurgalar tam
diyettir. Gözlere tam diyettir. Bir ayak için yarım diyettir". Beyin
zarına kadar giden ancak öldürmeyen çatlak, delik şeklindeki yara, çürük ve
ezik yarada tazminat, üçte bir diyettir. Mutenekkıle: "Derinin kemik
üzerinden sıyrılması şeklindeki yara diyet onbeş devedir. El ve ayak parmaklarından
herbiri için on deve diyettir. Dişte diyet beş devedir. Mudiha: "Kemiğe
kadar giden, eti kemikten sıyırıp kemiği ortaya çıkaran yara özellikle bu
şekildeki baş yarası için beş devedir. Erkek kadına karşılık öldürülür (kısas).
Diyet verecek altın sahipleri için bu diyet bin altın dinardır".[205]Yine
aynı şekilde Ebu Davud ve Nesai de diyetlerin üçte biriyle hükmetti.[206] Ebu
Davud ve Nesai'nin İmran b. Hasiyn'den rivayet ettikleri şu hadis de
bunlardandır: "Fakir birilerinin çocuğu zengin birilerinin çocuğunun
kulağını kesti. Peygamber (s)'e gelerek: 'Ya Rasulullah biz fakir kimseleriz'
dediler. Rasulul-lah onlara bir diyet cezası vermedi."[207]
Bu hadislerde
Peygamber (s)'in yaraların kısası hakkındaki yasamalarına dair tamamlayıcı
bilgiler verilmektedir. Ve diyeti olmayan Musevi ahkamına oranla büyük bir
hafifletme vardır. Özellikle son hadis dikkate değerdir. Ve şüphesiz ki,
sürekli bir mesaj içermektedir.
Görünen o ki,
Peygamber (s)'in bu diyet takdirinde o zamanki şartların, ekonomik ve sosyal
değerlerin etkisi vardır. Bu durumda müslümanların veliyyü'l-emrinin (emir
sahibi, yönetici) kendi zamanındaki şartlara ve sosyo-ekonomik değerlere göre
bu diyeti belirleme hususunda içtihat hakkı vardır dense doğru olur. Allah en
iyi bilendir. [208]
46- Onların (peygamberlerin) izleri üzere
önündeki Tevrat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı peşlerinden gönderdik.
Ve ona içinde bir hidayet ve bir nur bulunan İncil'i verdik. Önündeki Tevrat'ı
doğrulayıcı ve müttakiler için bir hidayet ve bir öğüt olmak üzere.
47- İncil
sahipleri Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Kim Allah'ın
indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar fasık olanlardır.
1- Ayetler,
Allah'ın yahudilere ard arda gönderilen peygamberlerden sonra Tevrat'ı teyid
edici ve doğrulayıcı olarak Meryemoğlu İsa'yı gönderdiği ve ona da İncil'i
verdiğine dair bir ifadeyi kapsıyor ve İsrailoğulları'na gönderilen bu son
Kitapta, Allah'tan korkup sakınanlar için bir nur, hidayet ve bir öğüt olduğunu
ve kendisinden önceki Tevrat'ı doğrulayıcı ama aynı zamanda onun süresini de
sınırlandırıcı olduğunu ayetler ifade ediyor.
2- İncil
ehlinin, Allah'ın İncil'de kendilerine indirdiği hükümlerle hükmetmelerinin
zorunlu olduğuna ve aynı şekilde Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenin, Allah'ın
emrinin dışına çıkmış bir fasık olacağına dair, ayetlerde bir uyan yer
almıştır.
Bu iki ayetin nüzul
sebepleriyle ilgili bir rivayete rastlamadık. Görünen o ki, bu ayetler konunun
bir devamı mahiyetinde gelmişlerdir. Çünkü vahyin hikmeti Tevrat ve
İsrailoğulları'na gelen peygamberleri zikrettikten sonra İsa ve O'na verilen
İncil'den bir devam mahiyetinde bahsetmeyi gerektirmiş ve yahudilere Tevrat'la hükmetmelerinin
vacip olduğunu ifade ettikten sonra hristiyanlara da İncil ile hükmetmelerinin
zorunluluğunu ifade etmiştir. Dolayısıyla da bu iki ayetin, geçen ayetlerin
hemen ardından inmiş olmaları hemen akla gelmektedir. Allah en iyi bilendir.
"Onların izleri
üzere Meryemoğlu İsa'yı arkalarından gönderdik" cümlesinde 44. ayetle
anılan peygamberlerin izleri kastedilmiştir. Buradaki "peygamberler"
de İsrailoğullan'na gönderilen peygamberlerdir. Daha önce 44. ayetin tefsirinde
söylediklerimizi de bu ayet te'yid etmektedir. "İncil ehli Allah'ın O'nda
indirdikleriyle hükmetsinler" cümlesi, geçen ayetlerin tefsirinde dördüncü
beşinci fıkralarda benimsediğimiz ikinci görüşe en kuvvetli destektir. Ve de
açıkça görüldüğü üzere "Bizden öncekilerin şeriatı bizim için de
şeriattır" kaidesinin doğru olmadığı görüşü için de en kuvvetli teyiddir. [209]
48- Sana da,
önündeki kitapları doğrulayıcı ve ona bir şa-hid-gözetleyici olarak Kitab'ı
indirdik. Öyleyse aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan
sapıp onların hevalarına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir
yol-yöntem'[210]' kıldık. Eğer Allah
dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak bu, verdikleriyle sizi denemesi
içindir. Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah'adır. Hakkında
anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.
49-
Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, hevalarına uyma. Allah'ın sana
indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtmamaları için onlardan sakın. Şayet
yüz çevirirlerse, bil ki, Allah bir kısım günahları nedeniyle onlara bir
musibeti tattırmak istemektedir. Şüphesiz insanların çoğu fasıklardır.
50- Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar?
Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah'tan daha güzel olan
kimdir?
1- Şu duyuru
yapılıyor: Allah, hak ilkesine dayalı olarak ona bir kitap indirmiştir. Bu
kitap kendisinden önce indirilen kitapların onaylayıcısı ve destekçisidir.
Onları denetleyen ve kontrol eden bir konumdadır. Onlar için bir başvuru
kaynağıdır.
2-
Peygamberimize, kendisine müracaat eden Ehli Kitab'dan kimseler arasında Allah'ın
indirdikleri doğrultusunda hükmetmesi emrediliyor. Bu arada kendisine indirilen
hak içerikli kitaptan sapacak şekilde onların tutku ve ihtiraslarına göre
hareket etmemesi tembih ediliyor.
3- Bir hususa açıklık getiriliyor: Şayet Allah
dileseydi bütün insanları aynı şeriata uyan, aynı pratik yolu ve yöntemi
izleyen bir ümmet yapardı. Ancak O'nun hikmeti, her birinin ya da her devir ve
ortamların kendine özgü bir şeriat ve yönteminin olmasını öngörmüştür. Ki
bununla kendileri için belirlenen sınırlar, kayıtlar ve hükümler karşısındaki
tutum ve davranışları, uygulamaları sınansın.
4- Bu arada
insanlara sırf bu sınav amaçlı uygulamaya dayalı olarak hayır ve faziletler
alanında birbirleriyle yarışması çağrısı yöneltiliyor. Çünkü eninde sonunda
Allah'ın huzuruna döneceklerdir. Allah ileride, aralarındaki ihtilafların iç
yüzünü onlara açıkça gösterecektir. Hak ehli kim, bâtıl ehli kim, hidayet üzere
olan kim, sapıklık üzere olan kim belli olacaktır.
5- Ayetlerin akışında hitap yeniden
Peygamberimize yöneltiliyor ve bir kez daha aralarında Allah'ın indirdikleri
doğrultusunda hükmetmesi, Allah'ın indirdiklerinden bir kısmını gözardı etmek
suretiyle ve onlara kolaylık olsun diye tutkularına sapkın eğilimlerine tabi
olmaması emrediliyor.
6- Allah'ın indirdikleri doğrultusunda verdiği
hakmü kabul etmemeleri durumunda bunu kendine dert etmemesi, üzülmemesi telkin ediliyor.
Çünkü Allah'ın indirdiklerine dayalı hükmünden yüz çevirişleri nefislerindeki
pislikten, iğrençlikten kaynaklanıyor. Kirli duyguları yüzünden yüce Allah,
onlara azap etmeyi dilemiştir. Çünkü insanların çoğu fasıktır. Allah'ın
emirlerinin ve hükümlerinin dışına çıkarlar. İşte bunlar da insanlığın
çoğunluğunu oluşturan bu fasıklardandır. Dolayısıyla üzülmesine, kederlenmesine
değmez.
7- Eleştiri
amaçlı, yalanlayıcı bir soru yöneltiliyor: Yoksa Peygamber'in aralarında
cahiliye hükmüne ve geleniğine göre hükmetmesini ve Allah'ın hükmünü bir kenara
bırakmasını mı isliyorlar? [211]
"Sana da Önündeki
kitapları doğrulayıcı ve ona bir şabit-gözetleyici olarak kitabı indirdi".
Bu ve bundan sonraki iki ayet, içerdikleri direktif ve hükümlerle, özellikle
"bir şahit gözetleyici" ifadesiyle dikkat çekicidir. Bu ayetler, gök
mcnşeili kitapların İslam inancındaki yerlerini göstermek bakımından önemlidir.
Tefsir bilginleri [212]
ikinci ayetin bir grup yahudi eşrafı ve hahamları hakkında indiğini rivayet
etmişlerdir. Rivayete göre bunlar Peygamberimizin yanına gelmişler ve ona:
"Bizler kavmimizin ileri gelenleri ve hahamlarıyız. Bizimle kavmimizden
bazı kimseler arasında anlaşmazlık vardır. Bu anlaşmazlıkların çözümü için
senin aramızda hükmetmeni isliyoruz. Eğer bizim lehimize, onların aleyhine
hükmedersen sana inanır, senin mesajını doğrularız. Biz bunu yaparsak,
halkımızın geri kalanı da bizi izler demişlerdir. Bunun üzerine adı geçen ayet indi.
Yine aynı kaynaklarda[213] yer
alan bir rivayete göre, üçüncü ayetin iniş sebebi şudur: Nadiroğulları
yahudiieri, Kureyzaoğulları yahudilerine karşı kendilerinin maktulleri İçin iki
katlı diyete hükmetmesini isterler. Gerekçe olarak da kendilerinin
Kureyzaoğullan'na göre eşraf konumunda olduklarını ileri sürerler. Bu
istekleri, cahiliye dönemindeki uygulamalarına uygundu. Ama Peygamberimiz bunu
kabul etmedi ve arkasından sözkonusu ayet indi. Bu son rivayet, ayrıca 41-43.
ayetlerle ilgili olarak da aktarılmıştır.
Ayetlerin akışından,
içeriğinden, ifade tarzından ve önceki ayetlere atfedilmiş olmasından
anladığımız kadarıyla ayetler bir bütün olarak ve bir kerede inmişlerdir.
Dolayısıyla ayetler önceki bölümün devamı niteliğinde, aynı gerekçelerle
indirilmiş ve onlar üzerine yapılmış değerlendirmeler şeklindedir. Yeni ya da
bağımsız bir gerekçeyle onlardan kopuk değildirler. Ancak bir ara açıklama
niteliğindeki 46-47. ayetleri istisna tutmalıyız. Bu ayetlerin hedefi
Peygamberimizin tavrını ve konumunu pekiştirmek, yahu-dilerin entrikalarından
sakınmasını sağlamaktır. Bir diğer hedef de yahudilerin art niyetli tulum ve
davranışlarını eleştirin ektir.
Ayetlerin akışından ve
içeriğinden anladığımız kadarıyla, yahudilcrin yaptıkları başvuru sonucunda
Peygamberimizin Allah'ın kendisine ilham ettiği şekliyle vermek istediği
hüküm. Tevrat'taki hükümle uyuşmuyordu. Bu olayı yahudiler dillerine dolayarak
Peygamberimizi karalama vesilesi yaparlar. Çünkü Peygamber efendimiz
Kur'an'daki ifadesiyle Tevrat'ı övmüştür. Kur'an'da bir kaç kere onun Tevrat'ı
destekleyici doğrulayıcı olduğu belirtilmiştir. Yine onun, Kur'an'dan önce
inen kitaplara inanması gerektiği vurgulanmıştır. Bu ayellerde de Kur'an'ın,
bundan önce inen semavi kitapları için başvuru kaynağı okluğu ilan edilmiştir.
Bu demektir ki, yahudi ve hırıstiyanlann ellerindeki kitaplar, Kur'an'dan
farklılık arzetmeîeri bakımından Peygamberimiz aieyhine kanıt oluşturamazlar.
Çünkü yüce Allah, her ümmet ve-her dönem için bir şeriat ve bir paralık yöntem
öngörmüştür. İlahi hikmet insanların bir tek ümmet olmasını gerektirmemiştir.
Dolayısıyla Kur'an'daki bu vurgular gerekçelendirme, cevaplandırma ve açıklama
amacına yöneliktir.
Ayetlerin akışından ve
satır aralarından, özellikle son ayetin ifade (arzından anladığımız kadarıyla,
yahudiler Hz. Peygamber'in cahiliyyedeki uygulamalara uygun olarak kendi
arzılarıyla uyuşan bir hüküm vereceğini bekliyorlardı, ya da en azından öyle
umuyorlardı. Üçüncü ayetin iniş sebebiyle ilgili rivayet de bunu pekiştirici
nitelikledir. Ancak Peygamberimizin tavrı, beklentilerinin tersine oluyor. İşte
ayeti kerime onların bu tavırlarını eleştirmek ve "hangi hüküm Allah'ın
hükmünden daha güzel olabilir?" şeklinde bir istinkari (yalantayıcı) soru
sorarak tavırlarının yanlışlığını ortaya koymak üzere inmiştir,
"şahit-gözetleyici" ifadesiyle ilgili olarak, Taberi, Beğavi, İbn
Kesir, Hazin, Tabresi ve Zemahşeri gibi tefsir bilginleri İbn Abbas, Mücahid,
îkrime, Hasan ve Süddi'den değişik rivayetler aktarmışlardır. Buna göre
kelimenin anlamı "denetleyici", "şâhil",
"gözelleyici", "emin", "koruyucu" veya
"emanet edilen güvenilir" dir.
Bu değerlendirmelerin
ışığında şöyle bir düşünce uyanıyor zihnimizde: Kur'an-ı Kerim yahudi ve
hrıstiyanların ellerinde olup da peygamberlerine inen vahiy olduğunu ileri
sürdükleri kitaplar üzerinde bir denelçi bir gözetleyici konumundadır. Şu halde
bu kitaplarda yeralan temel kurallar, ilkeler ve telkinler Kur'an'dakilcrle
uyuşuyorsa veya çelişmiyorsa, hak esaslı oldukları anlaşılır. Kur'an'ın
içerdiği gerçeklerle uyuşmayan ve çelişen kısımları ise, tahrif edilmiş,
değiştirilmişlerdir. Bu kitaplarda yeralmayan temci gerçeklerinse
gizlendikleri, örtbas edildikleri yada kaybedildikleri anlaşılıyor. Kur'an'da
olup da bu kitaplarda olmayan değerlendirme, hüküm ve Ükelerse hak niteliklidirler.
Maidc sûresinin 15. ve 16. ayetleri de bunu pekiştirici niteliktedir. Aynı
şekilde Nemi sûresinde yeralan şu ayeti kerime de bu gerçeği ifade etmektedir;
"Gerçek şu ki bu Kur'an İsrailoğulları'na hakkında ayrılığa düştükleri
şeylerin bir çoğunu aklarıp anlatıyor." (Nemi, 76)
Buna göre, Kur'an'ın
denetçiliği İslam inanç sisteminin, eldeki semavi kitaplar ve peygamberler
tarafından tebliğ edilen vahyi içeren diğer kilaplar üzerindeki kontrol edici,
düzeltici, gözetleyici işlevi anlaşılmalıdır. Çünkü eldeki semavi kitaplar
Kur'an gibi ilk günkü saf, katışıksız Rabbani vahiy olma niteliklerini
korumuyorlar. Tam tersine, bunlar peygem beri erden çok sonraları
derlenmişlerdir. Kuşkusuz bu kitaplarda ilahi tebliğler yeralmaktadır. Ama
bunun yanında, değişik zamanlarda, insanlar tarafından birtakım sözler ve
olaylar da sokuşturulmuştur.
Özellikle ilk ayetin
metni üzerinde iyice düşünüldüğü zaman daha önce de işaret ettiğimiz gibi
"rnüslümanlar, Kur'an'dan Önceki gök menşeili kitapların içerdiği şeriat
ve hükümlerle yükümlü değildirler. Onlar sadece yüce Allah'ın kendi elçilerine
indirdiği Kur'an'ın hükümlerine bağlı olmakla yükümlüdürler" şeklindeki
görüşün daha isabetli ve güçlü dayanakları olduğu anlaşılacaktır. Reşid Rıza bu
ayetin tefsiri bağlamında şöyle der: "Bu ayet açık bir şekilde ortaya
koyuyor ki: 'Bizden öncekilerin şeriatı bizim de şeriatımız' değildir".
Dolayısıyla Şura,13 ve En'anı, 90 ayetlerine dayanarak "Bizden öncekilerin
şeriatı bizim de şcrialımızdır", diyenlerin görüşünün yanlış olduğu
anlaşılıyor. Bu ayetlerde şöyle buyumluyor: "O 'dini dosdoğru ayakta
tutun ve onda ayrılığa düşmeyin1 diye dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana
vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye etliğimizi sizin için de
(bir şeriat kıldı) teşri etti" (Şura,13) "İşte Allah'ın hidayel
verdikleri bunlardır; öyleyse sen de onların bu hidayetlerine uy". (Enam,
90)... Sonra da Reşid Rıza, bu husustaki delillerini çarpıcı bir dille, büyük
bir ustalıkla ve sağlam bir yöntemle ortaya koyuyor.
Müslümanların Kur'an-ı
Kerim'den önce inen semavi kitaplara karşı yükümlülükleri ise Allah'ın daha
önce indirdiği kitaplarla Kur'an arasındaki kaynak ve başlıca hedefler
birliğine inanmaktan öteye geçmez, Bunun çerçevesini de. Şura; 15. ayetin
tefsiri bağlamında çizmeye çalıştık. Sözkonusu ayette, Peygamberimize (s)
şöyle demesi emrediliyor: "Allah'ın indirdiği her kitaba inandım"
(ŞuraJS) Ankebul, 46. ayette ise müslü-manlara şunu söylemeleri direktifi
veriliyor; "Bize ve size indirilene iman ettik. Bizim ihahımız da sizin
ilahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz".
Bu ayetler ile farklı
bir değerlendirme de yapılmaktadır:
I- Buna
göre, bu ve bundan Önceki ayetler, Tevrat ve İncil'in içerdiği hükümlerin en
azından yahudi ve hristiyanlar için geçerliliğini onaylamaktadır!
II- Bu
hükümlerin Peygamberimizin gönderilişinden sonra da uygulanabilirliğini ortaya
koymaktadır.
III- Dolayısıyla
bu hükümlere göre hareket edenler hak ve hidayel üzeredirler.
Dördüncüsü: Bu i.sc,
Kur'an'ın yahudi ve hristiyanları Hz. Muhammcd'in peygamberliğine inanmaya ve
O'nun getirdiği şeriata göre amel elmeye çağırması ile çelişmektedir... Buna
cevap olarak diyoruz ki: Ayetler, üzerinde tartışılan, çeşitli dolaplar çevrilen
karma karışık bir yargı meselesi ile ilgili olarak inmişlerdir. Hz. Peygamberin
davetiyle ilgili meseleerle bir bağlantıları yoklur. Ayetlerin bu tarz bir
üsluba sahip olmaları sözkonusu yargı meseleleriyle uyum oluşturmalarına
yöneliktir. Denebilirki, ayetler insanlar arasında baş gösteren ihtilaf ve
çekişmelerle ilgili yargı işleri hakkındadırlar. Yahudiliklerini
vehrıstiyanlıklanm sürdüren kimselere, Tevrat ve İncil'in aralarındaki birtakım
yargısal ihtilafları çözebilecek Rabbani hükümler de içerdiklerini anlatmaya yöneliktirler.
Bu bakımdan bu ayetlerle, Kur'an'in yahudi ve hristiyanlan Hz. Muham-med'in
peygamberliğine inanmaya, Allah tarafından O'na indirilen hükümlere ve şeriata
tâbi olmaya çağıran diğer ayetleri arasında herhangi bir çelişki ve uyumsuzluk
sözkonusu değildir. Nitekim bu çağrı, hiç bir kompleks duyulmadan Kur'an'ın
hem Mekke'de hem Medine'de inen kısımları yahudi ve hırıstiyanlara yer
vermişlerdir. Çeşitli münasebetlerle bunlara dikkat çektik, somut örneklerini
gözler önüne sermeye çalıştık.
Doğal olarak, Tevrat
ve İncil'in içerdiği hükümlerin yahudi ve hristiyanlar arasında baş gösteren
yargısal problemleri çözmeye elverişli olduklarının vurgulanması altında bu
hükümlerin ve diğer dini ayinlerin özellikle yahudiler ve hristiyanlar
tarafından İslam'ın egemenliği çerçevesinde tam bir Özgürlükle
uygulanabileceği mesajı da yatmaktadır. Fakat daha önce de vurguladığımız gibi
ayetlerdeki "Allah'ın indirdikleriyle hük-metmeyenler kafirlerdir...
zalimlerdir...fasıklardır..." ibarelerinden yola çıkarak, kimileri İslami
yönetimin yahudi ve hristiyanları Tevrat ve İncil'deki hükümlere göre
muhake-meleşmeye ve gereğince amel etmeye zorlama yetkisine sahip olduğu
görüşündedir.
Ama yahudi ve
hristiyanlar İslami yargıya başvuracak olurlarsa, ayetler bu durumda haklarında
verilecek hükmün İslam şeriatına uygun olmasının zorunluluğunu açıkça ortaya
koymaktadır. Rasulullah (s) zamanından bugüne kadarki uygulama böyle olmuştur.
Bu ise, hakka, adalete ve ilahi direktiflere uygun bir uygulamadır. İslami
yönetim çerçevesinde ve yahudi ve hnsliyanların bu yönetime tabi oluşları
bağlamında zımmilerin özgürce davranma haklarına uygun düşmektedir.
Burada şu hususa
dikkat etmek gerekir. Ayetler Peygamberimize Allah'ın indirdiklerine uymasını,
sadece bunlara göre hükmetmesini telkin ediyor, huzurunda muhake-meleşen kimselerin
arzularına göre hareket etmemesini, onların düzenlerine alet olmamasını sıkı
sıkıya tembihliyor. Bunlar, İslami bir yönetimde yargı sorumluluğunu üstlenen
kimselere yönelik çağlar üstü direktifler niteliğindedir. [214]
51- Ey İman
edenler, yahudi ve hristiyanları dostlar (veliler)[215]
edinmeyin;on!ar birbirlerinin dostudurlar. Sizden
onları kim dost
edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet
vermez.
52- İşte kalplerinde
hastalık olanları; 'zamanın felaketleriyle aleyhimize dönüp bize çarpmasından
korkuyoruz' diyerek'[216]
onların aralarına koşuştuklarını görürsün[217].
Umulur ki, Allah bir fetih veya katından bir emir getirecek de onlar nefislerinde gizli tuttuklarından dolayı
pişman olacaklar dır.
53- İman
edenler: "Olanca yeminleriyle elbette sizlerle birlik olduklarına ilişkin Allah'a yemin
edenler bunlar mı
dır? Onların bütün
yapıp ettikleri boşa çıkmıştır, böylece hüsrana uğrayanlar olmuşlardır"
derler.
1)
Mü'minlere bir çağrı yöneltiliyor. Çağrının içeriği, yahudi ve hrisliyanların
dost ve yardımcı edinmelerinin yasakhğına ilişkindir
2) Onlann
gerçekte birbirlerinin dostları, yardımcıları olduklarına ilişkin ilahi direktif
yeralıyor. Buna göre, mü'minlerden kim yahudi ve hristiyanları dost edinirse,
onlardan sayılır. Allah'ın emirlerinin dışına çıkan sapık zalimlerden kabul
edilirler. Ve Allah'ın hoşnutluğuna ve desteğine mazhar olamazlar.
3) Kalplerinde hastalık bulunan münafıklar
grubuna ağır eleştiriler yöneltiliyor. Bunların yahudi ve hnsiiyanların
dostluğuna can attıkları, yardımlarına sıkı sıkıya bağlandıkları, onlara hoş
görünmeye çalıştıkları, güvenlik ve işbirliği alanında anlaşmak için
çabaladıkları vurgulanıyor. Bunlar bu onur kırıcı tutumlarını da şöyle izah
etmeye çalışıyorlardı: Biz, bunu yaparken zamanın bir savaş veya başka bir
felaketle aleyhimize dönmesi ihtimaline karşı canımızı güvenceye almayı
amaçlıyoruz.
4) Direktif
nitelikli bir ilahi uyan yeralıyor. Bu uyarı amaçlı ifadenin satır aralarında
münafıklara yönelik ağır eleştirilere ve mü'minlere yönelik yürek ferahlatıcı
müjdelere rastlıyoruz. Belki de yüce Allah müslümanlara yardım edecek onlara
bir fetih müyesser edecek, bir çıkış yolu gösterecek, önlerinde hesapta olmayan
bir yol açacak. O zaman münafıkların yüzü kızaracak, içlerinde sakladıkları
duygulardan dolayı pişman olacaklardır. O zaman mü'minler de onlarla alay
edecek ve maskaraya almak amacıyla, imanlarımızın sonuçlarını küçümseyici
tarzda inançlarının kendilerini yönelttiği dostluklarla, hoş görünme
çabalarıyla, Ehli Kitab'a yaltaklanmayı amaçlayan tavırlarıyla ilgili sorular
yönelteceklerdir. Bu sorular üzerine yapılan değeri endi rmede yada cevapta
bütün çabalarının boşa gittiği belirtiliyor. Münafıkların tüm çabalan ve yapıp
ettikleri boşa gitmiştir. Allah yanında ve insanlar nezdinde hüsrana
uğramışlardır. [218]
Görüldüğü gibi bu
ayetlerle birlikte yeni bir bölüm başlıyor. Tefsir bilginleri, eserlerinde bu
ayetlerin iniş sebepleri bağlamında değişik rivayetlere yer vermişlerdir. Bu rivayetlerin
birinde şöyle deniyor: "Ubade b. Sabit ve Abdullah b. Ubey b. Selul yahudi
müttefikleri hakkında birbirleriyle tartıştılar. Ubadc: Ben zamanın
getirebileceği felaketlerden korkuyorum. Bu yüzden onlarla dostluk
ilişkilerimi kesmiyorum. Onlarla ittifak ve dostluk içinde olmaya mecburum,
dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s) şöyle buyurdu: Ey Ebu'l Habbab, yahudilerin
dostluğuyla ilgili olarak Ubade'ye karşı savunduğun şey senin için geçerlidir.
Onun için değil. İbn Selul: Öyleyse kabul ediyorum, dedi. Bunun üzerine yüce
Allah yukarıdaki ayetleri indirdi. Bu rivayetlerin birinde, benzeri bir olayın
Bedir savaşından sonra iki adam arasında yaşandığı veya Peygamberimizin (s)
Hazreçlilerin müttefikleri olan Kaynukaoğullan yahudilerini ablukaya aldığı
sırada Abdullah b. Ubey b. Selül'ün Peygamberimizin (s) zırhına yapışarak: Dostlarıma
iyi davran, diye söylendiği, Peygamberimizin (s) de: "Yazıklar olsun sana,
bırak yakamı" diye çıkıştığı, buna rağmen: Allah'a andolsun ki, dostlarıma
iyi muamele etmediğin si! -rece seni bırakmayacağım. Bunlar dörtyüz zırhsız ve
üçyüz zırhlı savaşçıdır. Beni kızıl ve kara tehlikelere karşı korurlardı. Sense
bir günde tümünü kılıçtan geçirmek isliyorsun. Ben zamanın getirebileceği
felaketlerden korkuyorum, dediği rivayet edilir. Bu ayetlerin Uhud savaşından
sonra indiğini ifade eden rivayetler de aktarılmıştır. Buna göre; bir müslüman,
ben falan yahudilerin yanına gider, ondan eman dilerim veya onun yanımla
yahudiliğe girerim der. Bir diğeri de: Ben de Şam'daki falan hristiyana gider, ondan
eman alırım, yada onun yanında Hrıstiyanhğı kabul ederim der. Diğer bir rivayette
ayetlerin Ebu Lübabe hakkında indiği belirtilir. Deniliyor ki: Kureyzaoğulları
yahudi-leri, Peygamberin (s) hükmünü kabul etmek hususunda ona danışırlar. O
da: Bunu kabul etmeniz durumunda sonunuz, kılıçtan geçirilmedir diye onları
uyarır. Bunun üzerine yukarıdaki ayetler iner.
Gerek tbn Selul'un
Rasulullah'la yaptığı konuşmayı ve gerekse Ubade b. Sabit'le tartışmasını
içeren rivayetler, son iki rivayete göre, ayetlerin ifade tarzına ve içeriğine
daha yakındır. Bunu açıkça gözlemlemek mümkündür. Şayet ayetlerin bunun üzerine
indiğini ifade eden rivayetin sahih olması ihtimalini esas alırsak, buna göre
ilk ayet, kalplernde hastalık bulunan kimselerin tutumlarını anlatmaya geçmeden
önceki bir ön hazırlık niteliğindedir. Bu demektir ki, ayetler yahudilerin
Medine'de ağırlığı olan belli bir güç odağı oldukları dönemde inmişlerdir. Bu
ayetlerden önceki bazı ayetlerde, yahudilerin Peygamberimiz (s) zamanındaki
kimi tavırlarını, sapmalarını ve baş rol oynadıkları gelişmeleri yansıtan tablolar
sunulmuştu. Bu ayetlerin içeriğinden, onların da yahudilerin Medine'de güçlü
oldukları bir dönemde indiklerine ilişkin bir çıkarsamada bulunmuştuk.
Dolayısıyla bu ayetlerin indiği objektif şartlarla önceki ayetlerin indiği objektif
şartlar birbirlerine yakın olabilir. Ayrıca, sûrenin geneli içinde peşpeşe
yerleştirilmiş olmasının altında yatan neden de bu olabilir. Yine de doğrusunu
yüce Allah herkesten daha iyi bilir. [219]
îlk ayetteki dostluk
yasağı yahudilerle beraber hristiyanları da kapsıyor. Ancak elimizdeki
rivayetler, incelediğimiz ayetlerin akışı, sonra başka ayetlerin ifade tarzı,
söz-konusu fiilin doğrudan temsilcilerinin yahudiler olduğunu göstermektir. O
günkü pratik durum da bunu göstermektedir çünkü o gün ancak yahudilerin durumu
birtakım müslü-manların kendilerini dostlar edinmelerine elverişliydi. Çeşitli
gelişmeler ve düşman saldırıları karşısında onların yardımları belirleyiciydi,
hnstiyanların değil. Çünkü yahudilerin aksine hnstiyanlar Hicaz'da ağırlıklı
bir kitle değildiler. Bundan dolayı, rahatlıkla şunu söyleyebiliriz:
Hnstiyanlardan söz edilmiş olması, bir ara açıklamadır ve genelleştirmeye
yöneliktir. Ki dostluk yasağının benzeri tüm durumları da kapsadığı algılansın.
Bu, Kur'an'ın ifade tarzının karakteristik bir Özelliğidir.
"Onlar
birbirlerinin dostudurlar" cümlesinin tefsirinin bağlamında Taberi şöyle
der: "Yani bazı yahudiler diğer bazı yahudilerin dostudur, bazı
hnstiyanlar da diğer bazı hrısuyanların dostudur. Bazı hırıstiyanlar da diğer
bazı hırıstİyanların dostudur." Tabe-ri'nin bu yorumu ilginçtir,
bazılarının yahudi ve hnstiyanların birbirlerinin dostu olmaları ile ilgili
olarak içlerinde duydukları şüpheleri giderici niteliktedir. Çünkü ayetlerin
indiği sırada iki topluluğun dostluğu pratikte sözkonusu değildir.
Görüldüğü gibi yahudi
ve hnstiyanlan dost edinme yasağı bir gerekçeye dayandırılmıyor. Bundan
sonraki ayetler içinde iki ayet vardır ki, bunlarda aynı yasak bazı sebepleriyle
birlikle tekrarlanır. Buna göre onlar muslümanlarin dinlerini, ezanlarını ve namazlarını
alay ve eğlence konusu yapıyorlar. Bundan sonraki ayetler, incelediğimiz bu
ayetlerin devamı niteliğindedir. Dolayısıyla, rahatlıkla denebilir ki,
sözkonusu iki ayette dile getirilen sebepler, inceledğimiz ayetlerde yer alan
gerekçesiz yasak içinde geçerlidirler. Buna bağlı olarak şunu da söylemek
mümkündür: Yasak birinci dereceden dinlerinin bu duruma düşmesine neden olan
bazı müslümanlann tavırlarıyla ilgilidir.
Ayrıca, ayetlerin
akışından açıkça anladığımız kadarıyla bu yasak bazı müslümanla-ra yöneliktir
bir bütün olarak İslam toplumuna değil. Özellikle ayetlerin indiği ortamı
gözönünde bulundurduğumuzda savaşlarda düşmana karşı yardımlaşma ve ittifaklar
kurma olgusunun kastedildiği anlaşılıyor. Müslümanlar bir bütün olarak bir
tarafı ve yahudi ve hrİsliyanların da her biri de yine bir bütün olarak bir
larafı temsil ediyordu. Bundan sonraki ayetlerde yer alan yasakla ilgili olarak
sözü edilen gerekçeler ve bazı sebeplerden şu sonucu çıkarıyoruz: Yahudi ve
hristiyanların her biri bir taraf olarak müstümanlara ve dinlerine karşı alaycı
ve düşmanca bir tavır içindeydi. Bu tavrın gelişerek bir savaşa neden olması
da işin doğasında vardır. Nitekim fiilen böyle olmuştur. Dolayısıyla bir grup
müslümanın onlardan herhangi birisiyle ittifak yapması bir topluluk ve yapı
olarak müslümanların aleyhine ittifak yapması anlamına gelir. Gerçek bir
mü'rninin, böyle bir tulum içinde olması mümkün değildir. Şayet böyle yaparsa,
doğal olarak bu, onu mü'minlerin safından çıkanr ve mü'minlerin aleyhine
ittifak yaptığı topluluğun salına dahil eder. Şu cümlede vurgulanan gerçek de
budur: "Sizden onlan kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz
Allah, zalimler topluluğuna hidayet verme?" Dolayısıyla, bu ayette vurgulanan
dostluk yasağı ile bir bütün ve taraf olarak müs-lüman toplumu ile Ehli
Kitab'dan bir toplum arasında müşrik düşmanlara karşı yardımlaşma ve ittifak
buna göre bir bütün ve bir taraf olarak müslümanlarla Ehli Kitab'dan bir
topluluk arasında savaşmadan onları ürkütmek amacıyla bir barış anlaşması ya da
işbirliği, dayanışma anlaşması imzalanabilir. Nitekim Rasulullah (s) Medine
döneminin değişik aşamalarında bir kaç kez bu tür ittifaklar kurmuştur. Örneğin
Medine'ye ilk gelişinde yahudilerle anlaşmaya varmıştı. Anlaşma metninde
onlarla ilgili olarak bir madde yer alır. Buna göre yapılan anlaşma bir tür
savaş ittifakı niteliğindedir. Mü'minlere tabi olan yahudilere yardım edilecek
örnek oluşturulacaktır. Onlara zulmedilmeyecek, aleyhlerine başkalarına yardım
edilmeyecektir. Bu hususta onların müttefikleri ve sırdaşları da onlarla aynı
muameleye tabidirler. Dinleri kendilerine, müslümanlann dinleri de
kendiledİnedir. Ancak biri zulmeder, bir günah işler veya bir saldırıda
bulunursa sorumluluk ona ve ailesine aittir. Onlar, mü'minlerin bir toplulukla
savaşa girmeleri durumunda mü'minlere yardım etmekle yükümlüdürler. Savaş
hazırlığı için tıpkı mü'minler gibi maddi katkıda bulunmakla yükümlüdürler.
Öğüt, nasihat ve iyilik yapmakla yükümlüdürler, günah değil[220]
Peygamberimiz (s) Kureyşlilerle savaş zamanında ittifak yapmak üzere
anlaşmışlardır. Ezreç, Makna, Eyle ve Cerba halkıyla, Adiyaoğu 1ları,
Aridoğulları ve Cübneoğulları ile anlaşma yapmıştır.[221]
Raşid halifeler zamanında meydana gelen savaşların bir çoğunda bu tür ittifakların
örneklerine rastlıyoruz.[222]
Aynı şekilde bu ayette sözü edilen dostluk yasağı ile müslümanlarla Ehli Kitab
arasında iyi ilişkilerin kurulması hoşça geçinme ve yardımlaşma esaslı bir
hayatın kurulması arasında da bir çelişki yoktur. Yeter ki, aralarında savaş
hali ve düşmanlık halı olmasın. Mümte-hinc sûresinde yer alan şu ayet de bunu
ortaya koymaktadır. "Allah, sizinle din konusunda savaşmayan, sizi
yurtlarınızdan sürüp çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan
sizi sakındırmaz. Çünkü Allah adaletli davrananları sever." (Mümtehine;
8)
.
Reşid Rıza bu
ayetlerin tefsiri bağlamında geniş açıklamalarda bulunmuş, gerçekten isabetli
görüşler serdelmiştir. Bu değerlendirmeler sonuç itibariyle bizim yaptığımız çıkarsamalarla
uyuşmaktadır.
A&. İkinci ve
üçüncü ayetlerde, müslümanlann yahudi ve yahudi olmayan düşmanlarına karşı
zafer kazanacaklarına ilişkin, kalbi teskin edici bir müjdeye yer veriliyor.
Tedbir olsun diye onlarla dostluk kuran, onlara yaltaklanan münafıkların
yaptıklarından utanacakları yüz kızartıcı bir duruma düşecekleri dile
getiriliyor. Nitekim çok geçmeden bu gerçekleşti. Hiç kuşkusuz bu da Kur'an'ın
bir mucizesidir. [223]
54- Ey iman
edenler içinizden kim dininden Allah
yerinize kendisinin onları sevdiği, onların cia kendisini sevdiği mü'mİnlere
karşı alçak gönüllü^)[224],
kafirlere karşı ise güçlü ve onurlu[225]',
Allah yolunda cihad eden ve " kınayıcının kınamasından korkmayan bir
topluluk getirir vUtl Bu, Allah'ın bir
fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah rahmetiyle geniş olandır, bilendir.
55- Sizin
dostunuz, ancak Allah, O'nun elçisi, rüku ediciler olarak namaz kılan ve zekatı
veren mü'minlerdir. 56-
Kim Allah'ı, Rasulü'nü ve iman edenleri dost edinirse, hiç şüphe yok, galip
gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır.
57- Ey iman
edenler, sizden önce kendilerine kitap verilenierden dininizi alay ve oyun
konusu edinenleri ve kafirleri dostlar edinmeyin. Ve eğer inanıyorsanız, Allah'tan
korkup sakının.
58- Onlar
siz birbirinizi namaza çağırdığınızda onu alay ve oyun konusu edinirler. Bu
gerçekten onların akıl erdirmeyen bir topluluk olmalarındandır.
Ayetlerde:
1)
Dinlerinden dönmekten (irtidat etmekten) sakınsınlar diye mü'mirilere çağrı
yapılıyor. Böyle yapmaları durumunda, bunun Allah katında hiç bir öneminin
olmayacağı uyarısında bulunuluyor. İrtidat etmeleri Allah'a değil, kendilerine
zarar verir. İrtidat edecek olurlarsa, hiç kuşkusuz yüce Allah imanlarında
samimi, Allah'ı seven ve Allah tarafından sevilen, kardeşlerine karşı şefkatli
ve merhametli, düşmanlarına karşı sert ve şiddetli, Allah yolunda cihad eden,
hiç bir kınayıcınm kınamasından korkmayan, zamanın musibetlerinden endişe
etmeyen başka mü'minler getirebilir.
2) Yasak ve
uyan üzerine yapılmış bir değerlendirme olarak yine mü'minlere yönelik bir
açıklama yer alıyor. Buna göre, Allah'tan, O'nun elçisinden ve namaz ve zekat
gibi Allah'a ve insanlara karşı tüm yükümlülüklerim yerine getiren samimi
mü'minle-rerden başkasının dost edinmelerinin doğru olmayacağı vurgulanıyor.
Mü'mirilerin dostları sadece onlardır. Kim Allah'ı, elçisini ve samimi
mü'minleri dost edinirse o Allah'ın taraftan (Hizbullah), galip gelecek olan
da Allah'ın taraftarlarıdır.
3) Bu
bağlamda mü'minlere bir diğer yasak da getiriliyor. Dinlerini alay ve oyun konusu
edinen Ehli Kitab'ı ve kafirleri dost edinmemeleri gerektiği vurgulanıyor.
Şayet gerçek mü'minler iseler, Allah'ın emir ve yasaklanna riayet etmeleri ve
Allah'tan korkup kaçınmaları gerektiği teşvik edici bir üslupla dile
getiriliyor.
4) Bunun
yanında, dost edinilmesi yasaklanan kimselerin bazı davranışlarına dikkat
çekiliyor. Buna göre, onlar, namaz için mü'minler çağırıldıkları zaman bunu
alay ve eğlence konusu yaparlar. Onların bunu yapmalarının nedeni sapık bir
topluluk olmaları, akıllarının hakkı anlayacak ve hakkı izleyecek kapasitede
olmamasıdır.
"Ey iman edenler
içinizden kim dinimden geri dönerse..." diye başlayan ayetler bunların
içerdikleri direktifler ve bunlara ilişkin rivayetlere gelirsek;
Taberi, Şia
imamlarından Ebu Cafer'den şöyle rivayet eder: Maide sûresi 55. ayet Ali b. Ebu
Talip hakkında inmiştir. Çünkü Hz Ali, namaz kıldığı bir sırada rükuda iken
kendisinden bir şeyler isteyen birine sadaka vermiştir. Şii müfessirlerden
Tabresi, Ebu Zer el Gıffari'ye nisbel ettiği uzun bir açıklama içinde bu
rivayete yer verir. Ebu Zer der ki: Bir gün bir dilenci mescidde insanlardan
bir şeyler istedi. Ama kimse ona bir şey vermedi. Bunun üzerine dilenci başını
yukarı kaldırarak şöyle dedi: Allah'ım şahid ol. Rasulullah'ın mescidinde
dilendim, kimse bana bir şey vermedi. Hz. Ali o sırada rukuda idi. Küçük
parmağını dilenciye doğru uzatarak ona işaret etti. Hz. Ali bu parmağına yüzük
takardı. Dilenci ona taraf döndü ve küçük parmağından yüzüğü çıkardı. Bütün bunlar
Rasulullah'ın gözlerinin önünde oluyordu. Rasulullah namazını bitirince başım
göğe çevirdi ve şöyle dedi: "Allah'ım kardeşim Musa sana şöyle dua etti:
'Rabbim, benim göğsümü aç. Bana işimi kolaylaşlır. Dilimden düğümü çöz ki
söyleyeceklerimi kavrasınlar. Ailemden bana bir yardımcı kıl. Kardeşim
Harun'u. Onunla arkamı kuvvetlendir, Onu işimde ortak kıl.' (Taha, 25-32) Yüce
Allah ona şöyle vahyetti: 'Senin pazunu kardeşinle güçlendireceğiz. "Size
bir güç vereceğiz ki, kimse size ulaşamayacaktır'. Allah'ım , ben Muhammed'im,
Senin Peygamberin ve seçilmiş dostunum. Allah'ım benim göğsümü aç, bana işimi
kolaylaştır. Ailemden bana bir yardımcı kıl Ali'yi. Onunla arkamı
güçlendir." Ebu Zer der ki: Allah'a andolsun ki, Rasulullah sözlerini
henüz tamamlamıştı ki, Cebrail Allah tarafından kendisine gönderildi ve şöyle
dedi: Ey Muhammed,oku. Peygamberimiz (s): Ne okuyayım? dedi. Cebrail dedi ki:
Sizin veliniz, ancak Allah, O'nun elçisi, rüku ediciler olarak namaz kılan ve
zekalı veren mü'mirilerdir.
Tefsir bilgini
Nisaburi bu rivayeti aktarmış, arkasından şu değerlendirmeyi yapmıştır. Bazı
Şiiler bu rivayeti, Hz. Ali (r)'nin Rasulullah'tan sonra imanı ve veli oluşunun
kanıtı olarak görürler. Ancak bu iddianın geçersiz olduğu belirtmiştir.
El-Hasan, Mücahid,
Katade, Herime ve Muhammed b. Ka'b el-Kurezi'den rivayet edildiğine göre, ilk
ayet Rasulullah (s)'ın vefatından hemen sonra dinden dönenler ve bunların
yeniden İslam'a dönene kadar onlarla savaşan Hz. Ebu Bekir ve arkadaşları
hakkında inmiştir. Taberi, bunun yüce Allah'ın ezeli bilgisi çerçevesinde
Rasulullah (s)'ın vefalından irtidat edeceğini bildiği kimselere yönelik bir
tehdit olduğunu söyler, Nitekim Veber ve Mudar halkının bir kısmı irtidat elmiş
ve yüce Allah onların yerine onlardan daha hayırlı, ve sözünde daha çok duran
mü'minler gelirmiş ve mürledlerc yönelik tehdini de yerine getirmiştir.
Bunun yanında Taberi
değişik kanallardan İyad el- Eş'ari'den şöyle rivayet eder: "Allah kendisinin
onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği bir kavim getirir" ayeti
inince, Rasulullah (s) Ebu Musa el-Eş'ariye işaret ederek 'onlar senin
kavmindir veya onlar bunun kavmidir."
Başka müfessirler'de
Taberi'nin bu rivayetlerine yer vermişler ve bir.kısmını da ona
dayandırmışlardır[226].
Tabresi, Ali b.
İbrahim b. Haşimi'den şöyle rivayet eder: İlk ayel ümmetin Mehdisi ve
arkadaşları hakkında inmiştir. Baş tarafı, Hz. Muhammed'in ehli beytine
zulmeden, onları öldüren ve haklarını gasbedenlerle ilgilidir. Nitekim ayetin
"Allah kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği bir kavim
getirir" şeklindeki ikinci bölümünde işaret edilen kimselerin ayetin
indiği sırada mevcut olmamaları bunun kıyamet gününe kadar bu niteliğe sahip
olarak gelecek her mü'min kimseyi kapsadığım ortaya koymaktadır.
Ayetlerin ifade
tarzından, içeriğinden ve akışından ilk etapta algılandığı gibi, bunlar bir
bütün oluşturuyorlar. Yani farklı olaylarla ilgili olarak inmemişlerdir. Ayrıca
bu ayetler, akış ve içerik olarak kendilerinden önceki üç ayetten de kopuk
değildirler. Diyebiliriz ki, bu ayetler, diğer üç ayet üzerine yapılan bir
değerlendirme niteliğindedir, onların devamı sayılır. Bunun kanıtı da, ilk üç
ayetin birinci ayetinde Ehli Kitap'la ilgili olarak getirilen dostluk yasağının
burada da tekrarlanmış olmasıdır.
Tefsir bilginlerinin
söyledikleri ve dinden dönme olayların Hz. Ebubekir ve arkadaşlarının bu
mürtedlerle savaşmalarının bu ayetlerin ilkiyle alakalı olduğuna ilişkin olarak
tabiin ulemasından aktardıkları sözler, gelişmelerin mahiyetinden yapılan
çıkarsamalardır. Iyad el- Eş'ari'den rivayet edilen hadis, sahih kaynaklarda
yeralmaz. Biran için sahih olduğunu kabui etsek bile, bu da bir tür uyarlama
olur. Ayetin iniş sebebi mesabesinde olmaz. 55. ayet en azından bir kısmı ki,
Şii râviler iniş sebebiyle ilgili olarak çeşitli rivayetler aktarırlar.
Öncesindeki ve sonrasındaki ayetlerin akışından kopuk değildir. Bu ayetle
ilgili rivayetler de öteki rivayetleride olduğu gibi hayret uyandırıcıdır.
Zorlama eseri olduğu ortadadır. Oysa ayetlerin ortak mesajı ifade tarzı,
önceki ve sonraki ayetlerle sağlam bağlantısı açıktır. Aynı durum Ali b.
İbrahim b. Haşim'den aktarılan rivayetler içinde geçerlidir.
"içinizden kim
dininden geri dönerse..." ifadesi ayetin akışı içindeki yeri itibariyle
bizim anladığımız kadarıyla bu cümle ile Ehli Kitab'dan ve kafirlerden
düşmanları dost edinenlerdir. Bunların düşmanlıklarının belirtisi ise, İslam
dini ile müslümanların namazı ile alay etmeleridir. Diğer bir ifadeyle bu
cümle "Sizden kim onları dost edinirse, kuşkusuz onlardandır."
cümlesinin içerdiği anlamın farklı bîr ifadesidir. Bundan sonraki cümlesi ise,
daha vurgulayıcıdır. Burada kesin bir dille ilan ediliyor ki: yüce Allah, düşmanları
dost edinen, böylece dinlerinden dönenlerden başka bir topluluk getirebilir.
Bunlar inançları itibarıyla samimi kardeşlerine karşı şefkatli ve merhametli,
düşmanlarına karşı da sert ve acımasız olurlar. 55. ve 56. ayetler
"içinizden kim dininden dönerse" cümlesi ile, düşmanları dost edinenlerin
kastedildiğini destekleyici niteliktedir. Bu iki ayette aynı zamanda,
etkileyici bir üslupla şu gerçek vurgulanıyor: Mü'minler için gerçek dost
Allah, onun elçisi ve samimi mü'minlerdir. İşte bunların ortak adı Allah'ın taraftarları
(hizbullah)dır. Başarı ve üstünlük Allah hizbi içindir. Dolayısıyla dost edinmeye
ve yardımlaşmaya Alllah'ın hizbi daha uygundur.
Önceki ayetlerin
tefsiri bağlamında bu dostluğun boyutları ve birinci dereceden kimlerin
kastedildiği hususunda söylediklerimiz doğal olarak bu ayetler için de
geçerlidir. Dolayısıyla tekrara gerek yoktur.
Ayetlerin belli bir
zamanda yaşanan olaylarla ilgili olarak indiği bir gerçektir. Bununla beraber
benzeri başka ayetlerde olduğu gibi her zaman ve her mekandaki tüm müslümanlar
için geçerli olan genel direktifler ve telkinler içermektedir. İfade tarzının
mutlak olması da bu genel niteliği pekiştirici bir özelliktir. Yasak ve
uyarının dışında ayetlerin satır aralarından tesbil ettiğimiz diğer bazı
hususlar şunlardır:
1) Herhangi
bir müslüman grubun, ümmetine karşı çeşitli komplolar kuran, dini hakkında
olumsuz bir tavır içinde olan düşmanlarla dayanışma içinde olmasının, onlardan
yardım istemesinin ne olursa olsun ve ne şekilde olursa olsun kendi ümmetine ve
dinine karşı onlara hizmet etmesinin ayıplanışı, bu davranışın ümmete İhanet
anlamını taşıyor olmasının yanısıra dinden dönme olarak nitelendirilmesi.
2)
Müslümanların kalplerine güç, güven ve direnç duygularının aşılanişı.
Aralarında işbirliğini ve dayanışmayı geliştirmeleri durumunda büyük bir başarı
ve zafer kazanacaklarının garanti edilişi. Asıl görevlerinin birbirlerini dost
edinmeleri ve birbirlerine yardım etmeleri olduğunun vurgulanıp.
3)
Mü'minlerin Allah'ı, O'nun rızasını ve sevgisini gözetmek, O'nun yolunda cihad
elmek gibi güzel sıfatlara sahip kimseler olmalarının zorunlu olduğunun dile
getirilişi. Bu uğurda hiç kimseden korkmamalıdırlar. Kardeşlerine iyilik etmeli
onlara şefkat göstermelidirler. Düşmanlarına karşı da sert ve acımasız
olmalıdırlar. [227]
59- De ki: Ey Ehli Kitap yalnızca Allah'a, bize
indirilene ve önceden indirilene inanmamız ve sizin çoğunuzun fasıklar olmanız
nedeniyle mi bizden hoşlan iniyorsunuz?[228]
60- De ki: Allah katında kesinleşmiş bir ceza
olarak bundan daha kötüsünü haber vereyim mi? Allah'ın kendisine lanet ettiği,
ona karşı gazaplandığı ve onlardan maymunlar ve domuzlar kıldığı iie tağutaf[229]
tapanlar[230]; İşte bunlar, yerleri
daha kötü ve dümdüz yoldan daha çok sapmışlardır.
1)
Peygamberimize (s) inkar ve eleştiri amacıyla Ehli Kilab'a şöyle bir soru
yöneltmesi emrediliyor: Sizin müslümanlardan hoşlanmamanız, onlara karşı kin ve
nefret beslemeniz, onların Allah'a Peygamberi Muhammed'e indirdiği kiLaba ve
bundan önce indirilmiş bulunan kitaplara inandıklarını açıkça ilan
etmelerinden başka ne için olabilir? bîr de çoğunuzun sapık, fasık ve Allah'a
karşı çıkanlar olmanızdan başka?
2) Yine
eleştiri amacıyla başka bir soru daha yöneltmesi emrediliyor: Hz.Peygam-ber'in
kimin kınanmaya, öfkelenmeye ve nefret edilmeye daha layık olduğunu haber vermesini
ister misiniz? Onlar Allah'ın lanet ettikleri, üzerlerine gazabını indirdiği,
kendilerinden maymunlar ve domuzlar kıldığı ve lağuta tapanlar kıldığı
kimselerdir. İşte bunlar içindir yerlerin en kötüsü. Gerçekten ve realitenin
mantığına göre dümdüz yoldan sapanlar onlardır.
"De ki: Ey kitap
ehli, yalnızca Allah'a, bize indirilene ve önceden indirilene inanmamız ve
sizin çoğunuzun fasıklar olmanız nedeniyle mi bizden hoşlanmıyorsunuz?"
ayeti ve onu izleyen ayetin yorumunu yapacak olursak; Taberi bu iki ayetin,
yahudilerden bir grubun Peygamberimize (s) gelerek hangi peygamberlere
inandığını sorarlar. O da şu ayeti okur: "Allah'a, bize indirilene,
İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup'a, ve torunlarına indirilene, Musa'ya ve
İsa'ya verilene ve peygamberlere Rablerinden verilene inandık. Onlardan hiç
birinin arasını ayırmayız" Peygamberimiz (s) Hz. İsa (s)'dan söz edince
onlar: Biz ona inanana inanmayız derler. Tefsir bilginleri bunu rivayet
etmişlerdir.[231] Buna göre yahudiler
Peygamberimize şöyle derler: "Allah'a andolsun ki dünya ve ahi-rette
sizden daha az pay sahibi bir dinin mensuplarını ve sizin dininizden daha kötü
bir dini bilmiyoruz."
Bu rivayet,
incelemekte olduğumuz ayetlerin yeni bir bölüm olmasını ve önceki ayetlerle bir
ilgisinin bulunmamasını gerektirmekledir. Oysa ayetlerin gelişinden, önceki
ayetlerle sağlam bir ilgilerinin olduğunu anlıyoruz. Aralarındaki uyum o kadar
güçlü ve sağlamdır ki, bunların'! değerlendirme ve önceki ayetler grubunun son
ayetinde işaret edilen müslümanların dinleriyle, ezanlarıyla ve namazlarıyla
alay edenlerin tavırlarını eleştirme amacıyla indikleri rahatlıkla
söylenebilir.
Bununla beraber
sözkonusu durum ayette işaret edilen sorunun bîr grup yahudi tarafından
peygamberimize (s) sorulmuş olmasına engel değildir. Yahudilerin bu soruyu sorarken
edepsiz bir tavır takınmış olmaları, İslam dinine dil uzatmaları kuvvetle muhtemeldir.
Yine bu ayetin inişinden önce veya sonra müslümanların ezanına ve namazına
karşı da benzeri bir tavır sergilemiş olmaları sözkonusudur. Dolayısıyla tutum
ve davranışlarından söz edildiği bir sırada bu tavırları da gündeme getirilmiştir.
Bundan Önceki sûrelerde[232]
yahudilere ilişkin olarak benzeri tavırlardan sık sık söz edildi. Bu da gösteriyor
ki, yahudiler bu olumsuz tavırlarını defalarca tekrarlamışlardır.
Bu iki ayette, Ehli
Kitab kavramıyla doğrudan yahudilerin kastedildiğine ilişkin güçlü kanıtlar
vardır. Çünkü Kur'an-i Kerim'de, sık sık Allah'ın lanetine ve gazabına
uğradıklarından maymunlara ve domuzlara dönüştürüldüklerinden söz edilenler
onlardır. Kur'an'da defalarca, onların tevhid ilkesinden sapıp buzağıya
tapmaya başladıklarından, puta ve tağuta inandıklarından sözedilir. Bu da daha
önce yaptığımız şu değerlendirmeyi haklı çıkarıyor: Önceki ayetlerin akışında
hnstiyanlardan da söz edilmiş olması, bir ara açıklama, bir dolaylı işaretten
ibarettir. Asıl kastedilenler yahudilerdir. Yasak ve sakındırmanın gündeme
gelmesine sebep fiilin asıl sahipleri onlardır.
Açık olarak görüldüğü
gibi, birinci ayet, hasmın yaklaşımım inkar edici delillerini çürütücü ve
susturucu üslubuyla son derece etki leyicidir.İkinci ayetin de vurgusu güçlüdür.
Bu da yahudilerin takındığı tavrın uyandırdığı tepkiyi ve meydana getirdiği
sarsıcı etkiyi ortaya koymaktadır. Ne denli kaba ve edepsizce davrandıklarını
göstermektedir. Bu yüzden vahyin inişine esas oluşturan ilahi hikmet hak
ettikleri şekilde karşılık görmelerini, tarihsel ve ahlaki realitelerinden
örneklerle susturulmalarını öngörmüştür.
Ayetlerin ifade
ettikleri gerçeklerden biri de yahudilerin Peygamberimizin ve davetinin ortaya
çıkışından, dininin yayılmasından ve günbe gün daha güçlü bir konuma gelmesinden
son derece rahatsız oldukları, büyük bir öfkeye kapıldıkları, nefretlerini
gizle-yemedikleridir. Özellikle bu durum, onların yollarının kesilmesi,
gösterişli konumlarının son bulması, artık başkalarına karşı Ehli Kitab
olmanın ayrıcalığını yaşayamayacak olmaları anlamına geliyordu. Çünkü Hz.
Peygamber tek Allah'a ve O'nun Önceki peygamberlere indirdiği kitaplara
inanmayı emrediyordu. Bu da onların Araplar arasındaki ekonomik, sosyal,
kültürel ve dini otoritelerinin sarsılması anlamına geliyordu. Yahudiler bu
konumları sayesinde maddi ve edebi sahada büyük bir vurgun gerçekleştiriyorlardı.
Bundan sonraki ayetlerde bu anlamı pekiştirici açık işaretler göreceğiz.
Nitekim daha önceki sûrelerde de bu anlama işaret eden çok sayıda ayet
okumuştuk.[233]
Yahudilerden
bazılarının birtakım hayvanlara dönüştürüldüklerine üçüncü defa işaret
ediliyor. Ancak burada maymunlara ve domuzlara dönüştürüldüklerinden söz edilirken,
Bakara ve A'raf sûrelerinde sadece maymuna dönüştürülme olayına değiniyor. Bunun
bir çelişki ya da yeniden düzeltme olduğu şeklinde bir vehim akla gelmesin.
Çünkü gerek burada ve gerekse Önceki iki sûrede, Kur'an'm bu olaylara değinmesindeki
amacı tarihsel bir olayı salt hikaye etmek değildir. Yalnızca yahudilerin
eleştirilmesi ve yüce Allah'ın bazı soydaşlarını nasıl rezil ettiğinin
hatırlatılması amaçlanmıştır. Ayetlerin akışından anladığımız kadarıyla
yahudiler bu dönüşme olayını aktarıyorlardı ve bu olay bir kerede olmuştu; bir
kısmı maymunlara, bir kısmı da domuzlara dönüşmüşlerdi. Kur'an ayetlerini
alenen okunuyorlardı. Yahudilerin bunu inkar ettiklerine ilişkin bir haber
rivayet edilmiş değildir. Tefsir bilginleri Rasulullah'm ashabından ve tabiin
ulemasından bu ayetlerin tefsiri bağlamında, yahudilerden bir grubun ulusal
tarihlerinin bir döneminde maymunlara ve domuzlara dönüştürülmelerinin
sebepleri ve oluş şekli hakkında çeşitli rivayetler aktarmışlardır. Bu
rivayetleri Önceki ayet grubunun tefsiri bağlamında da aktarmış olmaları
gösteriyor ki, bu olay Peygamberimizin (s) döneminde insanların dillerinde
dolaşıyordu. Ve yine gösteriyor ki bu tür haberler bizzat yahudilerden
öğrenilmiştir. Önceki iki ayet grubunun tefsirini sunarken olay hakkındaki
yorumumuzu aktardık. Bu yorumu bir kez daha tekrarlamayı gereksiz görüyoruz.
Tağuta kulluk etme
meselesine gelince: Bugün yahudilerin ellerinde bulunan "Eski AhicTin
birçok bölümünde İsraüoğullan'nın tevhidden sapışlarına ve buzağı, baal ve
benzeri Mısır, Kenani, Amuni, Meabi ve Finike putlarına taptıklarına, onlara
kurbanlar sunuşlarına, bunun üzerine Allah tarafından azarlandıklarına,
peygamberler aracılığıyla sert uyarılara muhatap olduklarına, yüce Allah'ın
bundan dolayı kendilerini tepeleyip düşmanlarını musallat ettiğine ilişkin
ciddi ifadelere rastlıyoruz. [234]
61- Size geldiklerinde: İnandık derler. Oysa
onlar inkarla gitmişlerdir. Ve yine onunla çıkmışlardır. Allah, gizli tutmakta
olduklarını dana iyi bitir.
62- Onların
çoğunun günahta, düşmanlıkla ve haram yiyİ-ciiikte çabalarına hız kattıklarını
görürsün. Yapmakta oldukları ne kötüdür.
63- Bilgin- yöneticileri ve yüksek bilginleri,
onları günah söylemelerinden ve haram yiyicilikten sakındırmak değil miydi?
Yapmakta oldukları ne kötüdür.
1) Mevzunun
hedefi konumundaki yahudİlerc yönelik eleştiriler içeren I ir açıklama yer
alıyor. Müslümanların yanına veya Peygamberimizin meclislerine geldiklerinde
"tasdik ettik, inandık" dedikleri, buna karşılık sÖzkonusu yerlere
girerken, kalplerinin inkar ile dolu olduğunu, çıkarken de inkarcı kafirler
olarak çıktıkları belirtiliyor. Bunun Allah tarafından bilinen onların gerçek
durumları olduğu ve yüce Allah'ın onların kendi işlerinde gizledikleri duygu ve
düşünceleri herkesten daha iyi .bildiği vurgulanıyor.
2) Yine
eleştiri ağırlıklı bir diğer açıklamada deniliyor kî: Onların durumlarını dikkatle
gözlemleyen bir kimse, içinde yüzdükleri birçok günahı, düşmanlığı, en ufak bir
korku ve sorumluluk duygusu hissetmeden haram mal yiyişlerini görecektir. Bu ne
kötü bir davranış ne kötü bir ahlaktır.
3) Bir de
din bilginlerine ve yöneticilerine eleştiriler yöneltiliyor... Onların soydaşlarını
bu tür kötü davranışlardan alıkoymaya çalışmaları gerekiyordu. Ama onlar bunu
yapmadılar. Din bilginleri ve bilge-yönelicileri ne kötü bir tutum ve yol
göstericilik tavrı içindeydiler. [235]
Hazin'in rivayetine
göre, ilk ayet bir grup yahudi hakkında inmiştir. Bunlar Rasulul-lah'ın yanına
gelirken gerçekten öyle olmadıkları halde inandıklarını ilan ederek yalan
söylüyorlardı.
Benzerleri başka
sûrelerde[236] de anlatılan olayın
somut örneği olarak anlatılan olayın doğru olması halinde, bizce bu ayetlerle
önceki ayetler arasında ifade tarzı ve konu açısından tam bir uyum ve sağlam
bir bağlantı vardır. Bundan dolayı rahatlıkla diyebiliriz ki: Ayetler birlikte
bir kerede yada akışın tamamlanması için peşpeşe inmişlerdir. En fazla şu
olabilir: Ayetlerin akışı, rivayette anlatılan olaya yönelik bir işaret
içeriyor. Bu da onlar tarafından sergilenen bir tavır ve kötü bir karakterdir.
Burada gündeme getirilmesinin sebebi, eleştirilmeleri, sakındırılın alan yanı
sıra müslümanların onlarla dostluk kurmalarının yasak! anmasıdır.
Anlatılan olayda
onların iğrenç niyetleri hile ve desiseleri en somut şekliyle anlatılmaktadır.
Bu da onların Peygamberimizin (s) daveti karşısında takındıkları kötü tavrı
sergilemekledir. Mü'minlere karşı da aynı tavır içindeydiler. Daha önce de
söylediğimiz gibi, bu tavırları sık sık tekrarladıklarını, Önceki sûrelerin
değişik ayetlerin ifadesinden anlıyoruz. Bununla beraber Peygamberimiz (s)
onların bu davranışlarına tahammül ediyordu. Çünkü tavırları iğneleme, gizli
komplo kurma ve sözlü dolandırma sınırlarını aşmıyordu. Bu yüzden
Peygamberimiz (s) onlara yönelik hoşgörü esaslı tulumunu değiştirmedi. Ancak
Bakara, En i al, Âli İmran, Nisa, Haşr, Ahzab, Cuma ve Fetih sûrelerinin akışı
içinde de İşaret ettiğimiz gibi, yahudiler işi düşmana destek verme, onlarla
birlikte hareket etme noktasına vardırınca Peygamberimizin (s) onlara yönelik
tavrı sertleşti.
Yahudi bilginlerine ve
yöneticilerine yönelik eleştiriler içeren üçüncü ayetin ifadesinden
algıladığımız kadarıyla, yahudılerin takındıkları bu kötü tavırda onların
etkinlikleri yahûdileri kötü ahlâka ve başkalarının malını haksız yere yemeye
teşvik edici bir konumlan vardı. Bu yüzden ilahi hikmet onların bu şekilde ifşa
edilmelerini gerektirmiştir. Sanki şu mesaj verilmek isteniyor: Onların görevi
marufu (dinin, aklın ve fıtratın olumlu gördüğü) emretmek, münkeri (dinin,
aklın ve fıtratın olumsuz gördüğü) yasaklamak ve hak esaslı mesaja davet
etmektir. Ama onlar, bu yükümlülüğü ihmal ettiler, onlara ters düşen
davranışlar sergilediler. Kendi milletlerine karşı oile gereken uyarıyı
yapmadılar. Çünkü onların günahta, düşmanlıkta ve haram yemekte ileri
gittiklerini gördükleri halde seslerini çıkarmıyor, gereken uyarıyı
yapmıyorlardı. Başka ayetlerde, din bilginlerinin ve yöneticilerin yahudiler
tarafından sergilenen inatçı, desiseci, komplocu ve hakkı önleyici tavırlarında
belirleyici rol oynadıklarına yönelik açık işaretler bulunmaktadır. [237]
Kur'an'ın bazı sûrelerindeki işaretleri pekiştirirler. Daha doğrusu, denebilir
ki: Yahudilerin genel tavırları bu liderlerin tavırlarından esinlenmiştir. Kur'an-i
Ke-rİm'de bunca sert eleştiriyi ve ağır azarlamayı hem de genel bir ifadeyle
haketmiş olmaları bu yüzdendir.
Ayetler yahudilerle
ilgili olsalar da, müslümanlara yönelik evrensel mesajlar ve direktifler de
içermektedir. Günah ve düşmanlığa dalmanın ve insanların mallarım haram
yollarla yemenin yasaklığı... Liderlerin bütün bunları gördükleri halde
seslerini çıkarmamalarının, günahkarlara engel olmamalarının kötü bir tulum
olduğunun vurgulanması gibi.
İbn Abbas'ın şöyle
dediği rivayet edilir: "Bana göre, Kur'an'daki en korkutucu ayet:
"Bilgin-yöneticileri ve yüksek bilginleri onları sakındırmalı değil
miydi?" ayetidir.
İbn Kesir İmam
Ahmed'in Münzir b. Cerir'den, O'nun da babasından rivayet ettiği bir hadise yer
verir: Rasululiah (s) buyurdu ki: Hiç bir kavim yoktur ki içlerinden bazıları
günah işlesin de, kendileri ondan güçlü oldukları ve günah işlemesine engel
olabildikleri halde bunu değiştirmeye kalkmasınlar ve sonunda Allah tarafından
da onlara bir azap isabet etmesin"[238] Her
konuda olduğu gibi, burada da Peygamberimizin (s) telkinleriyle Kur'an'ın
direktifleri arasında tam bir uyum vardır. [239]
64- Yahudiler:
Allah'ın eli sıkıdır[240]'
dediler. Onların elleri bağlandı ve söylediklerinden dolayı lanetlendiler.
Hayır: O'nun iki eli açıktır, nasıl dilerse infak eder. Andolsun, Rab'bİnden
sana indirilen-, onlardan çoğunun taşkınlıklarını ve inkarlarını
arttıracaktır. Biz de onların arasına kıya-met gününe kadar sürecek düşmanlık
ve kin atmışızdır. Onlar ne zaman savaş amacıyla bir ateş alevlendirdilerse Aliah
onu söndürmüştür. Yeryüzünde bozgunculuğa çalışırlar. Allah ise bozguncuları
sevmez.
Ayetin dili açıktır.
Şu hususları içeriyor:
1)
Yahudilerin: Allah'ın eli sıkıdır. Sözlerinin hikaye edilmesi. Haşa! Allah
onların bu yakıştırmalarından münezzehtir.
2) Bu
sözlerine sert bir cevap veriliyor: Asıl eli sıkı olanlar kendileridir.
Söylediklerinden dolayı lanete uğrayanlar onlardır. Tam tersine O'nun iki eli
de açıktır Dilediği gibi dilediği kimseye infak eder.
3) Allah'ın
Peygamberine (s) indirdiği ayetin içlerinde depreştirdiği duygulara işaret
ediliyor. Bu durum onların ihtiraslarını, nefret ve kinlerini, yeryüzünde
bozgunculuk çıkarma duygularını kamçılar.
4) Buna
karşılık yüce Allah'ın onlara ne tür bir ceza verdiği, onları nasıl karşıladığı
dile getiriliyor: Buna göre, yüce Allah onların arasına kin ve düşmanlık
salmıştır. Onların yaktıkları savaş ateşini her defasında söndürmüştür. Tüm
komplolarını, hileli düzenlerini başlarına geçirmiştir. Allah onlar gibi
bozguncuları sevmez.
Tefsir bilginleri, bu
ayetin Fenhan veya Şas isimli bir yahudi hakkında indiğini söylemişlerdir.
Buna göre bu adam, son derece zengin ve geniş imkanlara sahip olmalarına
rağmen, Kur'an-ı Kerim'de de işaret edildiği gibi oldukça kaba ve alaycı bir
ifade tarzıyla yahudilerin ekonomik darboğaz içinde oluşlarından yakınır, bu
durumdan şikayetçi olur.
Bu rivayetin sahih
olması muhtemeldir. Bununla beraber biz, bu ayetin önceki ayetlerle, ifade
tarzı ve konu itibarıyla bağlantılı olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla ayeti kerime,
bazılarının söyledikleri söze işaret ediyor. Zaten ayetlerin akışı içinde de
onların kötü huylarına ve Allah'a, elçisine, mü'minlere, dinlerine ve
namazlarına karşı takındıkları edepsiz tavra işaret ediliyor. Onların bu
olumsuz huylan eleştiriliyor, müslümanla-rın onları dost edinmeleri
yasaklanıyor. Burada şuna da dikkat etmek gerekir kî ayeti kerimede bu söz
bütün yahudilere nisbet edilirken, rivayette sadece bir kişiye nisbet ediliyor,
bu da gösteriyor ki, o bir kişiden maksat bütün yahudilerdir. Dolayısıyla bu
sert eleştiri onların lümüne yöneltiliyor.
Daha önce,
söylediğimiz gibi önceki ayetlerin akışı içinde üzerinde durulanlar yahudilerdir.
Bunu bazı ayetlerin İfadesinden algılamıştık. Bu ayette açık bir dille onlardan
sözedilmiş olması bu çıkarsamamızı desteklemektedir.
Ayeti kerime aslında
Medine yahudilerinin Peygamberimiz (s) zamanında yüce Allah hakkında
sergiledikleri edepsiz tavra, iğrenç sözlere işaret etmektedir. İkinci manzara
ise, Peygamberimize, güçlü konumuna, davetine ve etkinliğinin artmasına karşı
göğüslerinde kabaran kini ve nefreti sergilemektedir. Üçüncü manzarada ise
çevirdikleri dolaplara, hileli düzenlere, Peygamberimize, davetine ve güç
merkezine karşı düzenledikleri komplolara işaret ediliyor.
Daha Önce de
söylediğimiz gibi, bazıları tarafından dile getirilen ve aslında bütün bir
topluluğun ortak duygusu olan söz, ayetlerin işaret ettiği kin ve nefretin
galayana gelmesinin sonucunda söylenmişti. İlk bakışta da fark edildiği gibi,
insanların Peygamberimizin etrafında toplanmaya ve yahudilerden uzaklaşmaya
başlamaları, yahudilerirı ekonomik faaliyetleri bağlamında olumsuz etkiler
bırakmıştı. Araplar arasındaki sömürü kaynakları kurumaya başlamıştı. Bu yüzden
geniş bir imkanlar dünyasından ekonomik darboğaza düşmüşlerdir. Bundan Önce
bayağı geniş imkanlara sahiptiler ve bu şımarıklığın sonucunda, Ali İmran 181.
ayetle de işaret edildiği gibi: "Allah fakir, biz zenginiz"
şeklindeki iğrenç sözü söylemişlerdir. İşte bugünkü kin ve nefretlerinin
sebeplerinden biri budur. Bu sûrede onların kin ve nefretlerinde bir artışın
gözlendiği ortadadır. Bundan sonraki ayetlerde, buna ilişkin ipuçları
bulabiliriz.
Bakara sûresinde,
yahudileri konu alan ayetler zincirinin tefsiri bağlamında şunu söylemiştik:
Peygamberimizin (s) Medine'ye hicreti ile beraber değişik yöntemlerle ona karşı
saldırıya geçmelerinin nedeni, onun davetinin kısa sürede etkinlik
kazanacağını, gücünün artacağını sezmeleridir. Bunun anlamı, yahudilerin
Araplar arasındaki ayrıcalıklı konumlarının son bulmasıydı. Özellikle
Medine'de yahudiler ekonomik, sosyal ve dini açıdan seçkin bir konuma
sahiptiler. Bu ayette ve bu ayetin içerdiği manzaralarda, bu seçkin
konumlarının somut belirlilerini gözlemliyoruz.
Tefsir bilginleri, Mücahid'e
dayanarak "Biz onların arasına kıyamet gününe kadar sürecek düşmanlık ve
kin salıverdik" cümlesinin yahudilerle hnstiyanlar arasındaki bilmeyen
kine sonu gelmeyen düşmanlığa işaret ettiğini söylemişlerdir. Diğer bazı tefsir
bilginleri ise burada özellikle yahudilerin kastedildiği kanaaûndedirler. Çünkü
onlar din hususunda birbirlerine düşmanlık besleyen çeşitli gruplara
bölünmüşlerdir[241] Her
ne kadar yahudilerle hnstiyanlar arasında bitmeyen bir kin ve sonu gelmeyen
bir düşmanlık olsa da, ikinci görüş daha çok tercihe şayandır. Çünkü ayette
yahudilerin adı geçiyor ve ayet onlar hakkında inmiştir. Rasulullah zamanında
Medine'deki yahudiler arasında derin bir husumet ve amansız bir düşmanlık
vardı. Bunun kanılı da bazı yahudilerin Evsli-lerle, bazı yahudilerin de
Hazreçlilerle ittifak kurmuş olmalarıdır. Evslilerle Hazreçlilcr arasında ise
düşmanlık savaş ve kan vardı. Evslilerin müttefiki olan yahudiler onlarla
birlikte Hazreçlilcr savaşıyor. Hazreçlilerin müttefiki olan yahudiler de
onlarla birlikte Evslilere karşı savaşıyorlardı. Bakara sûresi 84. ve 85.
ayetlerin tefsirinde konuya ilişkin ayrıntılı açıklamalarda bulunduk. Bunları
gozönündc bulundurduğumuzda onların kendi aralarında ayetin somut karşılığı
olabilecek bir husumet ve düşmanlığın olduğunu görürüz. Benzeri bir durumu Hz.
Musa'dan sonraki dönemde ve kurdukları Yahuda ve İsrail devletleri arasında da
gözlemliyoruz. Eski Ahid'in "kurallar" ve "günlerin haberleri"
bölümlerinde bu düşmanlıktan etraflıca sözedilir. [242]
Aynı durumun Yunan Salu-ki'ler ve Balliyusİ'ler devletleri ile Roma ve Bukabi
devletleri zamanında da yaşandığı tarih kaynaklarında anlatılır.[243]
Rasufullah (s)'dan sonra da dini, siyasal ve ırksal açıdan birbirlerine düşman
gruplara bölünerek bu güne kadar geldiler. Yüce Allah'ın doğru sözü uyarınca
kıyamet gününe kadar böyle devam edeceklerdir. Aynı durum onların tutuşturdukları
savaş ateşi, kurdukları tuzak ve komplolar için de geçerlidir. Yüce Allah'ın
doğru sözü uyarınca bu girişimleri geçmişle sonuçsuz kaldı, bundan sonra da sonuçsuz
kalacaktır, tuzakları başlarına geçecektir. Bu da tıpkı A'raf ve Âli İmran
sûrelerinde yer alan ilahi müjde ve vaad gibi bir müjdedir. Ulu Allah A'raf
sûresinde, Kıyamet gününe kadar onlara en kötü azabı tattıracak kimselerin
gönderileceği, Âli İmran sûresinde de nerede olurlarsa üzerlerine zillet
damgasının vurulduğu, Allah'ın gazabına uğratıldıkları vurgulanmıştır. Bugün
için Filistin topraklarında bir ölçüde üstünlük sağladıkları görülüyorsa da
bir müslüman ilahi müjdeye ve vaade inanmak zorundadır. Allah mühlet verir,
ama ihmal etmez.
Tefsir bilginleri
"O'nun iki eli" ifadesi üzerinde durmuşlardır. Bİr kısmı bu ifadeyi
"Allah'ın nimetleri" şeklinde yorumlayarak "tesmiye"
kullanımında tazim amacına yönelik olduğunu söylemişlerdir. Bazısı bu deyimin
Allah'ın kudretinden kinaye olduğunu ileri sürmüşlerdir. Diğer bazısının görüşü
ise: Allah'ın eli , O'nun bir sıfatıdır. Bunu kabul etmek keyfiyetini
araştırmamak gerekir. İlk kuşak ehli sünnet alimleri de bu görüştedir. Kasas
sûresinin son ayetinin tefsin bağlamında konuya ilişkin geniş değerlendirmeler
yaptık. Bu görüşleri bir kez daha tekrarlama yada ek açıklamalar yapma gereğini
duymuyoruz. Tirmizi ve Buhari bu ayetin tefsiri çerçevesinde Ebu Hureyre
kanalıyla Peygamberimiz (s)'den bir hadis rivayet etmişlerdir. Hadiste
buyuruluyor ki: Rahman'ın sağ eli zengindir, cömerttir. Gece ve gündüzün gelip
geçmesi ondan hiç bir şey eksiltmez. Gormezmisiniz ki, göklerin ve yerin
yaratıldığı günden beri dağıtır da gene de sağ elinin sahip oldukları tükenmez.
Onu kaldırıp indirmektedir.[244]
Buradan anlıyoruz ki, bu ifade ile Allah'ın sonsuz keremi ve cömertliği
vurgulanmaktadır. Bunu bizzat "Hayır; O'nun iki eli açıktır, nasıl
dilerse infak eder" cümlesinden de algalayabiliriz. [245]
65-Eğer,
kitap ehli iman edip sanlsalardı, elbette onların kötülüklerini örter ve onları
nimetlerle donatılmış cennetlere sokardık
66- Ve eğer
onlar Tevrat'ı, İncil'i ve kendilerine Rab'lerin-den indirileni ayakta tutsa I
ardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından sayısız nimeti yiyeceklerdi.
İçlerinde aşırı olmayan[246]'
bir ümmet vardır. Onlardan çoğunun yaptıkları ise kötüdür.
1) Ehli
Kitab'ın tutumlarının yanlışlığını vurgulama amaçlı bir değerlendirme yer
alıyor. Buna göre Ehli Kitab, Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanıp Allah'tan
korksalardı, Allah'ın hoşnutluğunu ve cennetlerini elde edeceklerdi.
Kusurlarının bağışlanması ile karşılaşacaklardı. Eğer Tevrat ve İncil'e uyup
hükümlerini hayatlarına egemen kılsalardı ve eğer Rab'leri tarafından
kendilerine indirilene tabi olsalardı, kuşkusuz nzık kaynaklan bollaştırılacak
ve her taraftan üzerlerine rızık akacaktı.
2) Diğer bir
değerlendirme ise, pratik durumlarıyla ilgilidir. Buna göre, onların bir
çoğunun hareketleri ve ahlaki yapılan kötüdür, çarpıktır. Allah'ın indirdiklerinden
sapmış bulunuyorlar. İçlerinde çok azı orta yolu izleyerek ılımlı bir tavır
sergiliyor. [247]
Özellikle bu iki
ayetin iniş sebebi bağlamında bir rivayete rastlamadık. Ama ilk anda da fark
edildiği gibi, bu iki ayetin konu ve ifade tarzı açısından önceki ayetlerle bağlantılı
olduğu açıktır.
Konu birinci dereceden
yahudilerle ilgili olmakla beraber, bu iki ayette Ehli Ki-tab'dan söz ediliyor
ve İncil'den de söz edilerek, hristiyanlar da mesajın kapsamına alınıyor.
Bizim kanaatimize göre, bu da önceki ayetlerin akışı içinde olduğu gibi, bir
ara açıklama niteliğindedir. Özellikle konunun işlendiği sürecin
genelleştirmeye elverişli olduğu, bakış derinleştirildikçe farkedilir.
Anladığımız kadarıyla,
ayetler yahudilerin bolluktan sonra darlıktan, rahatlıktan sonra zorluktan
şikayet edişlerini konu ediniyor. Yüce Allah hakkında ağza alınmayacak o
iğrenç sözleri de 64. ayette bu bağlamda dile getiriliyor. Buna göre, her ne
olduysa, onların sapıklıkları ve eğrilikleri yüzünden olmuştur. Yoksa iddia
etlikleri gibi, içine düştükleri durumun sebebi Hz. Peygamber (s) değildir.
Eğer onlar da diğer insanlar gibi inansalardı, Allah'ın indirdiği kitapların
içerdikleri hükümleri hayatlanna egemen kılsa-lardı, rızıklan bollaşacak,
üzerlerine hayırlar yağdırılacaktı. Bundan daha da güzeli, Allah'ın
kusurlarını bağışladığını görecek ve ahirette O'nun güzel ödülüyle karşılaşacaklardı.
Bazı tevilciler
"Kendilerine Rab'terinden indirilen" ifadesini Kur'an-i Kerim, bazısı
ise, Allah tarafından daha önce indirilen kitaplar olarak yorumlamışlardır. Biz
de bu görüşü daha isabetli buluyoruz. Çünkü Hz. Peygamber (s)'e indirilen kitap
bütün insanlara indirilmiştir. Ehli Kitab da bu kapsama girer. Bu görüşü,
incelediğimiz ayetlerin ilkinin anlamı da pekiştirmektedir. Bu ayette
buyuruluyor ki: Eğer onlar inansalardı, Allah onların kötülüklerini örtecekti.
Dolayısıyla kastedilen, onların Peygamberimize (s) ve Kur'an'a inanmalandır.
Yine bu sûrenin 15. ve 16. ayetleri de bu değerlendirmeyi destekleyen anlamlar
içermekledir. Sözkonusu ayetlerde, Ehli Kitab'a kendilerine Allah katından bir
nur ve apaçık bir kitap geldiği şeklinde bir hitap yöneltilmiştir. Böylece.
Ehli Kilab'ın Tevrat'ı ve İncil'i ikame etmemeleri dolayısıyla kınandıkları,
dolayısıyla bu kitaplara gideceği çağrısı yapıldığı, şeklindeki anlayışın neden
olduğu kuşkular da ortadan kalkmış oluyor. Şu halde onlardan istenen yada
onların yükümlü oldukları şey, Tevrat'ı ve İncil'i ikame etmek, bunun yanında
Allah'ın Hz. Peygamber (s) aracılığıyla indirdiği hükümleri, yani Kur'an'ı da
hayatlarına hakim kılmaktır.
Bu durumda yeni bir
şüphe çıkıyor karşımıza.Madem ki İslam'a çağınhyorlar ve madem ki İslam'ı kabul
etmeleri durumunda, Kur'an'a ve Peygamberimizin sözlü ve fiili sünnetine
dayalı İslam şeriatı onların da şeriatı olacaktır. Şu halde nasıl oluyor da
böyle bir durumda Tevrat ve İncil'in hükümlerini ikame etmeleri emrine muhatap
oluyorlar? Bu soruya cevap olarak şunu deriz: Bu ayet, Ehli Kitab'a yönelik
bir eleştiri olmak üzere inmiştir. Ayetin verdiği mesaj şudur: Onlara isabet
eden maddi sıkıntı ve ekonomik zorluğun bir nedeni de ellerinde ki semavi
kitapların hükümlerini hayatlarına egemen kılmamaları, bu kitapların
tavsiyelerine uymamalarıdır. Bu tavsiyelerden biri de nitelikleri Tevrat ve
İncil'de açıklanan okumasız-yazmaya işaret eden A'raf sûresi; 157. ayetin
tefsiri bağlamında ayrıntılı açıklamalarda bulunduk.
Öte yandan, değişik
bir açıdan meseleye yaklaştığımızda şunu görürüz. Ayetin muhataplarının Tevrat
ve İncil'i kutsadıklanna dikkatimiz çekiliyor. Bunun yanında Kur'an'ın da bu
kitapların içeriklerinin aydınlık, hidayet ve öğüt olduğuna işaret ettiği,
Kur'an'ın bu kutuplan tasdik etmek ve onlarla temel ilkelerde mutabakat
oluşturmak üzere indiği hususuna vurgu yapılıyor. Nitekim Allah'ın kitaplarına
, elçilerine ve peygamberlerine inanma zorunluluğu çerçevesinde müslümanların
Tevrat ve İncil'e de inanmaları zorunluluğuna da işaret ediliyor.
Şu halde Ehli Kitab'ın
Tevrat ve İncil'i ikame etmemekle eleştirilmeleri, bir anlamda bu kitapların
içerdikleri hükümleri Kur'an hükümleriyle birlikte hayatlarına hakim kılmaya
teşvik edilmeleri, bir yandan da Kur'an'ın açıklamalarını pekiştirmek amacım
ifade etmektedir. Çünkü Kur'an'da yüce Allah'ın onu kendisinden önceki
kitapları tasdik etmek ve onları denetlemek üzere indirdiği belirtilir.
Kur'an'la yahudiler ve hrıstiyanla-rın ellerindeki Tevrat ve İncil arasında
farklılık ve çelişki bulunması ihtimali de bu şekilde dile getiriliyor. Bu
durumda Kur'an çelişkileri ortadan kaldırmak için başvurulacak tek mercidir.
Yukarıda buna değindik. Yine de doğrusu Allah herkesten daha iyi bilir.
Bazıları
"İçlerinde aşırı olmayan bir ümmet vardır" ifadesini içlerinde mü'min
ve müslüman bir grup vardır, şeklinde yorumlamış ve demişlerdir ki: Bununla Hz.
Muham-med'in peygamberliğine inanan yahudi ve hristiyanlar kastediliyor. Bir
grup ta bu ifadeyi: Tavırlarında ılımlı, düşmanlığında, sapkınlığında ve eğriliğinde
aşırı gitmeyenler[248]
şeklinde yorumlamışlardır. Her iki yorum da dikkate değerdir. Ancak Âli İmran;
113-115, Nisa; 46, 162, Maide; 13 gibi ayetler de içlerindeki mü'minlerin
istisna edildiği, onlardan övgüyle sözedildiği ara açıklamalar niteliğindeki
ifadelere baktığımızda birinci değerlendirmeyi ikincisine tercih ediyoruz
Bununla beraber hangisinin doğru olduğunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir. [249]
67- Ey
peygamber, Rabb'inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmayacak olursan,
O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni İnsanlardan koruyacaktır.
Şüphesiz, Allah kafir olan bir topluluğu hidayete erdirmez.
"Ey peygamber,
Rabb'inden sana indirileni tabliğ et..." ayeti, bu ayetle ilgili rivayetler
özellikle Şia'nın ayetin iniş sebebi olarak üzerinde durduğu olayın iç yüzü ve
ayeün gerçek hedefi ve boyutları....
Ayet gayet net ve
anlaşılır bir ifadeye sahiptir. Burada Peygamberimize (s) Allah'ın kendisine
indirdiğini tebliğ etmesinin zorunluluğuna ilişkin bir emir yöneltiliyor. Bu
konuda en ufak bir kusurun ya da ihmalin O'nu Allah'ın elçiliğini tebliğ etmemiş
biri konumuna düşüreceği uyarısı yapılıyor. O, bu hususta hiç kimseden
korkmamalıdır. Çünkü insanlara karşı onun koruyucusu ve hamisi yüce Allah'tır.
Kendisine eziyet edebilecek yada mesajını ulaştırmasına engel olabilecek
kafirlere gelince Allah onları emellerine ulaştırmayacak, istediklerine
iletmeyecektir.
Ayetin iniş sebebi
gerekçesi ve maksadı ile ilgili olarak değişik rivayetler aktarılmıştır.
Taberi, ayetin bundan önceki ayetlerde eleştirilen yahudi ve hristiyanlar
hakkında indiğini söylemiştir. Buna göre yüce Allah Peygamberimize (s)
Allah'ın indirdiği ayetleri onlara tebliğ etmeyi sürdürmesini ve onların çarpık
tavırlarım Önemsememesini emrediyor. Yine Taberi Mücahid'e dayanarak şöyle der:
Ayetin ilk yansı önce inmiştir. Bunun üzerine Peygamberimiz (s): "Ben
yalnız başıma bunu nasıl başarabilirim, insanlar aleyhimde
birleşeceklerdir?" demiştir. Ardından ayetin ikinci yarısı inmiştir. İbn
Cü-reye'den rivayet edildiğine göre burada müslümanları korkutan Kureyş'Iilere
karşı Peygamberimizin (s) kalbinin mutmain kılınması kastedilmiştir. Muhammed
b. Ka'm el-Kurazi'nin "Allah seni insanlardan koruyacaktır" ifadesi
ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: Bunun iniş sebebi şudur: Bir
bedevi Peygamberimizin (s) yanma geldiğinde, onun bir ağacın gölgesi altında
yalnız başına oturduğunu görür. Bedevi kılıcını çeker, sonra şöyle der:
"Seni benden kim kurtaracak?". Peygamberimiz (s): "Allah"
der. Bunu der demez bedevinin eli titrek, kılıç elinden düşer. Beyni
dağılıncaya kadar kafasını yere vurur. İşte yüce Allah bu cümleyi bu olay
üzerine indirmiştir. İbn Kesir, İkri-me kanalıyla İbn Abbas'tan şöyle rivayet
eder: "Rasulullah (s) korunuyordu. Ebu Talib ona her gün
Haşimoğullari'ndan bir kaç adam göndererek onu koruyordu. Bu durum yukarıdaki
ayet inene kadar devam etti. Bundan sonra da amcası yanına koruyucular göndermek
istediyse de Peygamberimiz (s) şöyle dedi: 'Şüphesiz Allah beni insanlardan ve
cinlerden korur'. Beğavi el- Hasan'a dayanarak şöyle der: "Yüce Allah
Peygamberimizi (s) gönderince bu ona ağır geldi ve birçok insanın kendisini
yalanlayacağını düşündü. bunun üzerine yüce Allah yukarıdaki ayeti
indirdi". Beğavi bu rivayetten sonra şöyle der: Rivayete göre, bu ayet
yahudilerin Peygamberimizi (s) ayıplamaları üzerine inmiştir. Peygamberimiz
(s) onları İslam'a davet edince, onlar kendisiyle alay etmiş ve şöyle
demişlerdir: Yoksa sen de hrisliyanların İsa'ya yaptıkları gibi, senin için
ağlayıp sızlanmamızı mı istiyorsun? Bu sözler üzerine Peygamberimiz (s) sesini
çıkarmadı. Arkasından bu ayet indi. Bİr rivayete göre, ayet bir yahudinin zina
etmesi ve recmedilişi üzerine inmiştir. Bir rivayete göre Peygamberimizin (s)
Zeyneb binti Cahş ile evlenmesi üzerine inmiştir. Bir başka rivayette ayetin
cihad hakkında indiği belirtiliyor. Çünkü münafıklar bundan hoşlanmıyorlardı ve
Peygamberimiz (s) de bazen insanları teşvik etmekten geri kalıyordu. İşle ayet
bunun üzerine inmiştir. Tabresi bu rivayetlerin bir kısmını aktardıktan sonra,
Şia imamlarından Ebu Cafer ve Ebu Abdullah'tan şöyle rivayet eder: Yüce Allah
Peygamberimize (s) Hz. Ali'yi kendisinden sonraki Halife olacağım duyurmasını
variyetti. Peygamberimiz (s) bunun ashabından bir gruba ağır gelmesinden endişe
ediyordu Yüce Allah, kendisine emredileni yapma hususunda onu cesaretlendirmek
amacıyla, yukarıdaki ayeti indirdi. Ayaşi tefsirinden naklen Kumibi'nin Ebu
Salih'ten, onun da İbn Abbas'tan rivayet ettiği buna yakın bir haber daha
aktarır. Yalnız bu rivayetle ek olarak şu açıklamada yer alır: Bu ayetin
inişinden sonra Peygamberimiz (s) Ali'nin elini tuttu ve şöyle dedi: "Ben
kimin mevfası isem, Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım onun dostu olanın dostu,
düşmanın da düşmanı ol".
Bu rivayetlerin ve
sözlerin bir çoğuna insanın gönlü mutmain olmuyor bir kısmı, ayetin parça parça
değişik münasebetlerle inmesini gerektiriyor. Bazısı ayetin Mekke'de inmiş
olmasını gerektiriyor. Buradaki zorlama ve karıştırma olgusu son derece
belirgindir. Mekke döneminde inen bazı ayetlerde Peygamberimizin (s)
insanların kendisini yalanlamaları, olumsuz bir tavır içine girmeleri yüzünden
üzüntüye kapıldığına, göğsünün daraldığına işaret edilmiştir. Ancak bu durum
İslam davetinin güçlendiği, müslümanla-rın sayısal olarak çoğaldığı ve zayıf
hallerinin yerini güçlüğe terkettiği Medine döneminde yaşanmamıştır. Ayrıca bu
ayetin Mekke döneminde indiğini belirten bir rivayet de yoktur. Kaldı ki,
Peygamber (s) üzüldüğünü ve canının sıkıldığını ifade eden Mekke inişli
ayetlerde de, insanlardan duyduğu korkunun onu Allah'ın indirdiğini tebliğ etmemeye
yönelttiğini gösteren bir işaret de yer almaz. Yüce Allah ona Mekke döneminde
sarsıcı uyanlar, ağır hücumlar ve yakıcı tasvirler içeren birçok ayet indirmiş
ve Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinden, Mekke'nin zengin kompradorlarından
ve onların İslam davetine karşı olumsuz bir tavır içine girmeye zorladıkları
halk kitlelerinden en ufak bir korku duymadan bu ayetleri alenen okumuştur. Şu
halde; ayet tebliğ aşamasının ilk dönemlerinde indi. Peygamberimiz de
insanların kendisini yalanlamalarından dolayı üzüntüye kapıldı, şeklindeki
değerlendirme ne içeriği, ne de tarihsel süreç açısından doğrudur. Yahudilerin
zina ve recm meselesi ile Zeynep binti Cahş'ın nikahı meselesi bu konuyla
ilgili değildir. Şii müfessirlerin aktardıkları rivayetler ise ayetin sibak ve
siyakı açısından özellikle tuhaf kaçıyor. Şii müfessirler garip bir şekilde
bilinçsizce üzerine düşüyorlar. Bunu yapmalarının nedeni açıktır. Hz. Ali'nin
Peygamberimiz (s)'den sonra halife olacağının Kur'an nassıyla ifade edildiğini,
dolayısıyla ashabın Kur'an'ın nassına muhalefet ettiğini, bununsa açık küfür
olduğunu kanıtlamak. Ne yazık ki, Şiiler Allah'tan korkmadan ashabı bu şekilde
suçlayabiliyorlar. Haşa onlar Kur'an'ın açık nassı-na muhalefet etmekten
uzaktırlar. Haşa! Bu Şiilerin bir zorlaması ve şiddetli bir ayrılıklarıdır.
Aklı başında olan bir mü'minin, Peygamberimizin (s) kendisinden sonra, değil
büyük ilim sahibi, mücahid, ulu sahabi Kureyş kabilesinin Haşimoğulları
oymağına mensup Ali b. Ebu Talip, Habeşli bir köleyi dahi halife olarak tavsiye
etseydi, ashabının, özellikle ileri gelenlerin ve Ebubekir ve Ömer'in bunu
derhal uygulayacaklarından kuşku duyması doğru değildir. Çünkü o zaman, mesele
yönetim ve siyaset meselesi değildi. Din ve iman meselesiydi gündemde olan.
Rasulullah'ın ashabı, Allah'ın dini, Ra-sulü, risaleti ve emirleri ve
sünnetleriyle ilgiliydiler. Öte yandan Kur'an onlara Rasulun kendilerine
getirdiğini almalarını, yasaklarından kaçınmalarını emrediyordu. Rasule itaat
eden hiç şüphesiz Allah'a itaat etmiştir diyordu. Yüce Allah Kur'an'da, onlardan
razı olduğunu, onların da kendisinden razı olduklarını vurgulamıştır. Ashabın
Allah'ın ve Rasulu'nun emirlerinden sapmış olmaları akıllı bir insanın aklına
ve mü'min bir insanın imanına göre olacak iş değildir. Rasulullah (s) Üsame b.
Zeyd komutasında bir ordu hazırlamış ve Belka taraflarına göndermeyi
kararlaştırmıştı. Ancak ordu harekete geçmeden önce Peygamberimiz (s) vefat
etti. Bu sırada dinden dönme fitnesi gösterdi. Medine ve İslam dini büyük bir
tehlikeyle karşı karşıya kaldı. Bu yüzden Rasulullah'ın ashabının ileri
gelenleri Ebu Bekir'den orduyu geri döndürmesini veya harekete geçişini geciktirmesini
islediler. Bu arada henüz genç bir delikanlı olan Üsame'nin komutanlığı daha
olgun birine devretmesini sağlamasını da talep ettiler. Ama Ebu Bekir sert bir
tavır takındı. Daha doğrusu bu ileri gelenlerin yüzüne haykırdı: Rasulullah'ın
sefere hazırladığı ve harekete geçmesini emrettiği bir orduyu nasıl
durdururum? Rasulullah'ın tayin ettiği bir komutanı nasıl değiştiririm? Aslında
ordunun şevki meselesi siyasal ve idari bir meseleydi ve büyük bir tehlike
karşısında bazı tasarruflarda bulunmak mümkün olabilirdi. Diyelim ki, ashabın
bir kısmı ve -farzı mahal- Ebu Bekir ve Ömer kişisel yada ailesel
değerlendirmelerden dolayı Rasulullah'ın Kur'an'daki emre yönelik Ali'nin velayetine
ilişkin tavsiyesini yerine getirmek istemediler. O zaman Rasulullah'ın geri kalan
ashabı onları mürted sayarak savaş açarlardı. Eğer gerçekten böyle bir vasiyet
olsaydı Hz. AH kesinlikle bundan geri adım atmazdı. Çünkü söylediğimiz gibi bu
bir dini meseleydi ve dini meselelerde geri adım atmak irtidat demektir.
Dolayısıyla H? Ali bundan vazgeçmez onun uğruna savaşırdı. Bu savaşta kendisine
destek olacak müslü-manlar da bulurdu. Kaldı ki aşiret olarak da hem Ebu Bekir'den
daha güçlüydü. Değişik kanallardan gelen mütevatir rivayetlerde Hz. Ali'nin Hz.
Ebu Bekir'e biat ettiği ona yardım ettiği, arkasından Hz. Ömer'e biat ettiği
ona yardım ettiği ve sonra Hz. Osman'a biat edip yardım ettiği belirtilir.[250]
Ayetin Öncesine ve
sonrasına baktığımızda onun konu itibariyle diğer ayetlerin akışının bir
parçası olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Asıl konu Ehli Kilab'ın dostluğunun
yasaklanmasıdır. Tevrat'ı, İncil'i ve Allah'ın elçisine indirdiği Kur'an'ın
hükümlerini hayatlarına egemen kdmayışlarından dolayı kınanmalarıdır. Bu da
gösteriyor ki, konunun girişinde yer verdiğimiz Taberi'nin görüşü doğrudur,
isabetlidir, diğerleri değil. A-maç Rasulullah'm gücünü pekiştirmek, kalbine
güven aşılamaktır.
Öte yandan bu ayette
Maide sûresinin 15. ve 16. ayetlerinin tefsiri bağlamında vurguladığımız
hususa ilişkin daha güçlü bir anlamı algılıyoruz ki bu da Rasulullah'm komşu
devletlerin krallarını ve emirlerini İslam'a davet eden elçiler ve mektuplar
gönderdiğine ilişkin rivayetlerin sahihliğini daha da güçlendirmektedir.
Dolayısıyla ayet Rasulullah'a yönelik bir emir niteliğindedir ve hiç bir şeyden
korkmadan Ehli Kitab'ı İslam'a davet etmesini istemektedir. Yüce Allah'ın
kendisini koruyacağını, himaye edeceği güvencesini vermektedir. Ayette
kullanılan ifade tarzının, sözkonusu kurallara ve emirlere gönderilen davet
mektuplarının ve elçilerin doğuracağı sonuçlarla ilgili olarak zihinlerde
belirebilecek endişelerle ilgili olması muhtemeldir. Doğrusunu Allah herkesten
daha iyi bilir.
Euhari, Müslim ve
Tirmizi müsnedlerinin tefsir bölümlerinde, bu ayetin tefsirinin bir devamı
olarak buraya almayı uygun gördük. Bu hadislerden birini Buhari, Müslim ve
Tirmizi Hz. Aişe'den rivayet etmiştir. Kim sana: Hz. Muhammed kendisine inen
şeylerin bir kısmını gizlemiştir dese, şüphesiz o yalan söylüyor çünkü yüce
Allah: Ey Ra-sul, Sana Rabb'inden indirileni tebliğ et eğer bunu yapmazsan,
O'nun asaletini tebliğ etmiş olmazsın, buyuruyor.[251]
İkinci hadisi de
Tirmizi Hz. Aişe'den rivayet etmiştir: "Allah seni insanlardan koruyacaktır"
ayeti inene kadar, Rasulullah bazı insanlar tarafından korunuyordu. Bu ayet
inince Rasulullah (s) başını evin kubbesinden dışarı çıkararak evinin önünde
nöbet tutanlara: "Ey insanlar, buradan ayrılın, şüphesiz Rabb' im beni koruyacaktır"
dedi.
Birinci hadisin
içeriği, nebevi korumanın, masumuyetin temel ve öz anlamını pekiş-tirici ve
açıklayıcı niteliktedir. Buna göre, her müslüman, Hz. Peygamber'in Allah tarafından
kendisine indirilen herşeyi insanlara duyurduğuna inanmak zorundadır.
İkinci hadiste ise
Rasulullah Allah tarafından kendisine indirilen vahye yönelik derin inancının
göz kamaştırcı, etkileyici bir manzarasını görüyoruz.
Müslim ve Ebu Davud
Cabir b. Abdullah kanalıyla şöyle rivayet ederler: "Rasulullah (s) yaklaşık
olarak seksen gün sonra vefat ettiği Veda Hacc'mda uzun bir konuşma yaptı.
Burada şöyle buyurdu: 'Aranızda bir şey bırakıyorum ki, ona sarıldığınız sürece
sapmazsınız. Allah'ın kitabı ve Peygamberin sünneti. Beni sizden soracaklar. Ne
cevap vereceksiniz?' Orada hazır bulunanlar dediler ki: 'Biz şahitlik ediyoruz
ki, sen tebliğ ettin, görevini yerine getirdin ve öğüt verdin'. Bunun üzerine
Peygamber (s) şehadet parmağını göğe doğru kaldırıp sonra insanlara doğru
indirerek üç kere: 'Allah'ım şahit ol' dedi".[252]
Burada da Rasulullah'm taşıdığı mesaja yönelik derin imanını ve bütün
müs-lümanların bir arada bulundukları bir ortamda, Rabb'inin risaletini tebliğ
ettiğine onları şahit tutmaya yönelik isteğinin çarpıcı bir şekilde
yansıtıldığım görüyoruz. [253]
68- De ki:
Ey kitap ehli, Tevrat'ı incil'i ve size Rabb'iniz-den indirileni ayakta
tutmadıkça hiç bir şey üzerinde de-gılsınız. Andolsun, Rabb inden sana
indirilen onlardan ço-gunun tuğyanlarını ve inkarlarını arttıracaktır. Sen de
kafirler topluluğuna karşı üzünteye kapılma.
"De ki: Ey kitap
ehli, Tevrat'ı, İncil'i ve size Rabh'inizden indirileni ayakta tutma-dırça hiç
bir şey üzerinde değilsiniz" ayeti içerdiği hükümler ve kanıtlar
Bu ayetin de diğerleri
gibi ifadesi açık ve anlaşılırdır. Şu hususları içermektedir:
1)
Peygamberimize (s) yönelik bu emirde Ehli Kitab'a şunu söylemesi isteniyor: Siz
Tevrat ve İncil'in içerdiği hükümleri en güzel bir şekilde hayatınıza egemen
kılmadıkça, ardından kendileriyle Allah arasında bir elçi konumunda olan Hz.
Peygam -ber'e indirilene de iman etmedikçe hidayet, hak, doğruluk ve kurtuluşun
sebeplerinden hiç bir şey üzerinde değilsiniz.
2) Bir
açıklama getiriliyor ki, burada, Allah'ın Hz. Peygamber'e indirdiği vahyin onları
azgınlıklarını ve küfürlerini daha da arttıracağı belirtiliyor.
3) Bütün bunların üzerine Peygamberimiz (s)
teselli ediliyor. Buna göre kafirlerin
kendisine karşı
takındığı olumsuz lavırdan dolayı üzülmemesi gerekir.
Taberi İbn Abbas'tan
şöyle rivayet eder: "Bir grup yahudi Peygamber Efendimiz'in yanına gelip
ona şöyle dediler: 'Sen değil misin İbrahim'in milleti üzere olduğunu, Tevrat'a
inandığını ve onun Allah tarafından indirilen hak içerikli kitap olduğuna
şahitlik ettiğini iddia eden?' Peygamberimiz (s) 'Evet' dedi. 'Ancak siz kendi
uydurduğunuz şeyleri ona katlınız. Onu inkar ettiniz, ona muhalefet ettiniz.
Allah'ın insanlara açıklamanızı emrettiği şeyleri gizlediniz. Ben sizin
uydurduklarınızdan beriyim'. Bunun üzerine onlar şöyle dediler. 'Biz elimizde
olanın hak ve hidayet olduğunu kabul ediyoruz. Ama sana inanmıyoruz sana tabi
olmuyoruz'. Bunun üzerine yüce Allah yukarıdaki ayeti İndirdi".
önceki ayetlerin
akışından algıladığımız kadarıyla, bu ayet, rivayette işaret edilen münasebet
dolayısıyla tek başına indirilmemiştir. Tam tersine, bu ayet sürüp gelen ayetler
akışının bir parçası ve devamı niteliğindedir. Nitekim önceki ayetlerde kınama
okları Ehli Kitab'a yöneltilmiş ve eğer onlar Tevrat ve İncil'in içerdiği
hükümleri hayatlarına egemen kılsalar durumları daha iyi olur denilmişti. Bu
ayette hitap Peygamberimize (s) yöneltiliyor. Ayette sözü edilen hususları
onlara iletmesi isteniyor. Doğru olduğunu umduğumuz açıklamaya göre, bundan
önceki ayet, bu ayetin içeriği açısından bir hazırlık ve bir motivasyon
işlevini görüyor. Burada Peygamberimize Ehli Kitab'a bütün bunları cesaretle,
açıklıkla, tereddüt etmeden ve bunun birçoklarının küfrünü ve azgınlığını arttıracağını
hesaplamadan söylemesi direktifi verilmiş gibi. Çünkü hem Ehli Kitab'a, hem de
başkalarına karşı onu koruyacak ve himaye edecek olan yüce Allah'tır.
Ama bu, rivayetlerde
işaret edilen Rasulullah'la yahudiler arasında bu ayetin inişinden önce
herhangi bir toplantıda böyle bir diyalogun geçmediği anlamına gelmez. Rivayetin
sıhhatine engel oluşturmaz.
Eğer rivayet sahihse,
bu , bizim bir kaç kez söylediğimiz gibi ayetlerin akışı içinde hristiyanlardan
ve İncil'den söz edilmesi dolaylı bir göndermedir. Birinci dereceden
kastedilenler yahudilerdir.
Tevrat ve İncil'in
içerdiği hükümleri hayatlarına egemen kılmaları yönündeki teşvik edici
ifadelerin boyutları hakkında daha önce söylediklerimiz, bu ayette anlatılanlar
için de geçerli değerlendirmedir. "Tevrat ve İncil'i ayakta tutmadıkça hiç
bir şey üzerinde değilsiniz" cümlesi, bu yargımızı zayıflatmaz yada noksan
kılmaz. Çünkü hemen arka-sandan şu cümle yer alıyor: "Ve Rabb'inizden size
indirileni..." Daha önce bu hususa açıklık gelirdik.
Bu durumda, ayeti
kerime, İslam'ın yahudi ve hrıstiyanlara yönelik tavırlarını sergileyen açık
bir nass hükmündedir. Buna göre, onlar Hz. Muhammed'in peygamberliğine ve ona
indirilen Kur'an'a inanmadıkları sürece, hidayet üzere olamazlar. Nitekim defalarca
buna davet edilmişlerdir. Tefsirini sunduğumuz bu sûrenin 65. ve daha önce
13-16. ve 19. ayetlerinde bu çağrı yinelendi. [254]
69- Gerçek
şu ki, iman edenlerle yahudiler, sabiiler ve h-ristiyanlardan Allah'a, ahiret
gününe inanan ve salih amel-lerde bulunanlar; onlar İçin korku yoktur, onlar
mahzun
olmayacaklardır.
Ayeti kerimenin
ifadesi açık ve anlaşılırdır. Bakara sûresi; 62. ayete benziyor. Bu adette
olduğu gibi, o ayette de yahudilerin tavırlarının ve inkarcı tulumlarının
eleştirisi amaçlanmıştı. Bu ayetin inişiyle ilgili özel bir rivayete
rastlamadık. Gördüğümüz kadarıyla ayet, şimdiye kadar ki konunun akışıyla
ilintilidir. Bu akışa ilişkin bir değerlendirme, ara açıklama ve uyarı
niteliğindedir. Deniliyor ki: Allah'ın rızası yahudilikle, hristi-yanlıkla,
sabiilikle ve İslamlıkla elde edilmez. Ancak Allah'a ve ahirel gününe gerçekten
inanmakla ve salih ameller işlemekle elde edilir. Başka değil. Bu isimler
altında toplanan gruplardan kim bunları yerine getirirse onlar için akıbetten
dolayı korku olmaz, onlar üzülmezler.
Ayeti kerime, şimdiye
kadar işlenen konunun akışıyla bağlantılı olarak yahudi, hris-tiyan ve
sabiilerden de Hz. Muhammed'in Peygamberliğine ve Kur'an'a inanmaları zorunluluğunu
İfade etmektedir. Bakara süresindeki ilgili ayetin tefsiri bağlamında da bu
hususu vurguladık. [255]
70- Andolsun, biz İsraİloğuliarı'ndan kesin söz
almış ve onlara elçiler göndermiştik. Onlara ne zaman nefislerinin hoşuna
gitmeyen bir şeyle bir elçi geldiyse, bir bölümü yalanladılar, bir bölümü de
öldürdüler.
71- Bİr fitne olmayacak sandılar körleştİler,
sağırlaştılar sonra Allah, tevbelerinİ kabul etti. Onlardan çoğunluğu
körleştiler, sağirlaştılar. Allah yapmakta olduklarını görendir.
Bu iki ayet,
İsrailoğulları'mn kendilerine Allah tarafından gönderilen elçilere karşı
takındıkları tavırlar eleştirilerek, durumlarının olumsuzluğu dile getiriliyor.
1) Allah onlardan elçilerini dinleyecek ve itaat
edecekler diye kesin söz (misak) almıştı. Ama onlar Allah'a verdikleri sözü
çiğnediler ahiılerini bozdular. Her ne zaman kendilerine bir elçi gelip de
istemedikleri vaazları emir ve yasakları yönelimce ya onu yalanladılar yada onu
öldürdüler.
2) Bunu
yaparken bir günah yada kötülük işlemediklerini, dolayısıyla Allah'ın cezasına
ve azabına maruz kalmayacaklarını sanıyorlardı. Bu sapkınlıkları içinde, hakkı
görmeyen körler, onu işitmeyen sağırlar gibi kaldılar. Nihayet yüce Allah
onlan cezalandırdı, onları bir musibete duçar kıldı. Bunun üzerine halalarının
farkına varıp tevbe ettiler. Allah tevbelerinİ kabul etti. Bunun arkasından bir
çoğu yine hakkı görmez körlere, onu işitmez sağırlara döndüler.
3) Hiç
kuşkusuz, Allah onların neler yaptıklarını biliyor. Bunları teker teker sayacak
ve onlan bunlardan dolayı sorguya çekecektir.
Bu iki ayetin inişiyle
ilgili olarak özel bir rivayete rastlamadık. Bunların da konunun akışıyla
bağlantılı oldukları anlaşılıyor. Eleştiri, değerlendirme, hatırlatma ve uyarı
nitelikli bir bağlantıdır bu.
Bize öyle geliyor ki,
bu iki ayette bir yandan da Peygamberimize teselli edici bir mesaj veriyordu.
Buna göre, şayet yahudİler kendisine karşı, önceki ayetlerde anlatılan iğrenç
tavrı ve inkarcı tutumu takınıyorlarsa, bu onların Önceki atalarının da
karakteriydi. Bundan dolayı üzülmeye değmez. Onlarla ilgili olarak Bakara
sûresinde yer alan ayetler silsilesinde de bir yandan onlar eleştirilmişken,
bir yandan da Peygamberimiz teselli edilmiştir. Söz konusu ayetler üzerinde
uzun bir değerlendirme yapmıştık. Bu değerlendirmeyi bir kez daha yineleme
gereği duymuyoruz. [256]
72-
Andolsun, "şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesihtir" diyenler küfre
düşmüştür. Oysa Mesih'in dediği şudur: Ey İs-railoğulları, benim de Rabbim,
sizin de Rabbİniz olan Allah'a ibadet edin. Çünkü O, kendisine ortak koşana
şüphesiz cenneti haram kılmıştır. Zulmedenlere yardımcı yoktur.
73- Andolsun, "Allah üçün üçüncüsüdür"
diyenler küfre düşmüştür. Oysa tek bir İlahtan başka ilah yoktur. Eğer
söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan inkar edenlere mutlaka acı
bir azap dokunacaktır.
74- Yine de
Allah'a tevbe edip bağışlanma İstemeyecekler mi? Oysa Allah bağışlayandır,
esirgeyendir.
75- Meryemoğlu Mesih, yalnızca bir elçidir. Ondan
önce de elçiler gelip geçti. Onun annesi dosdoğrudur[257]',
ikisi de yemek yerlerdi. Bir bak, onlara ayetleri nasıl açıklıyoruz? Bir bak,
onlar ise nasıl çeviriliyorlar?
76- De ki:
Size yarara da zarara da güç yetiremeyen Allah'tan başka şeylere mi
tapıyorsunuz? Oysa Allah, işitendir, bilendir.
Ayetlerin ifadesi açık
ve anlaşılır. Sırasıyla şu hususlar işlenmektedir.
1) "Allah, Meryemoğlu Mesihtir." ve
"Allah, üçün üçüncüsüdür." diyenler küfre düşmüşlerdir.
2) Ayrıca bu, Hz. Mesih'(a)in daveti ile de
çelişmektedir. O, İsrailoğullarını hem kendisinin hem de onların Rabbi olan tek
ve ortaksız Allah'a ibadet etmeye çağırmıştı. Allah'a ortak koşanların
cennetten yoksun kalıp cehennem azabına çarptırılacakları uyarısında
bulunmuştu.
3) Hz.
Mesih'in ve annesinin gerçek kişilikleri ortaya konuyor. Buna göre, o, kendisinden
Önceki peygamberler gibi bir peygamberdir. Annesi ise dosdoğru, sağlam inançlı
bir mü'mindir. İkisi de herkes gibi insandır.
4) Bu arada hristiyanlara iki isünkari soru
yöneltiyor: Kendilerine yarar ya da zarar dokundu ram ayan kimselere ibadet
etmeleri doğru mudur? Akıllarını başlarına alıp bu sözlerinden dolayı Allah'a
tevbe etmeleri gerekmez mi? O, bağışlayandır, esirgeyendir. Tevbe edenlerin
tevbesİni kabul eder. Ama kendilerine zulmeden sapkın hallerini sürdürenlere
Allah'a karşı yardım edecek hiç kimse yoktur.
Tefsir bilginleri, bu
ayetlerle ilgili olarak da Özel bir rivayet aktarmam ıslardır. Ka-anatimizce,
bu ayetlerin de önceki konunun akışıyla ilintisi vardır. Burada da değerlendirme,
eleştiri, hatırlatma ve uyarı nitelikli bir bağlantı sözkonusudur.
Son ayetin ifade
tarzından algıladığımız kadarıyla, peygamberimizden hristiyanlara yöneltilmesi
istenen hitap yüz yüze ve tartışma ortamında bir eleştiri şeklinde gerçekleşmiştir.
Çünkü bundan önceki ve sonraki ayetlerin akışı, bu ayetlerin diğer ayetlerle
uyumlu olduğunu ortaya koyuyor. Bu yüzden sorunun, bir yandan da peygamberimize
(s) hristiyanlara karşı susturucu delilin nasıl ortaya konması gerektiğini
öğretme noktasında olduğunu düşünüyoruz.
Bu gün hrisliyanların
ellerinde bulunan ve Hz. İsa'dan sonra yazılan İndilerde, insanların ağzından
Hz. İsa'ya nisbet edilen çeşitli rivayetler vardır. Bunlar arasında Kur'an ayetlerini
onaylayan ifadeler vardır. Bunlarda onun insanoğlu bir beşer olduğu, insanları
Allah'a davet ettiği, Allah'ı kendisinin ve davet ettiği insanların Rabbi
olarak tanımladığı vurgulanıyor. Zuhruf .sûresinin tefsiri bağlamında bu
sözlerin bir kısmını aktardık. Burada, ayetlerde anlatılanlarla örtüşen bazı
bölümleri alıntılamayı yeterli buluyoruz. Matta İncili'nde şöyle deniyor.
"Hiç kimse iki Rabbe kulluk edemez', önce Allah'ın melekutunu ve
iyiliğini isteyin, ya rabbi, ya rabbi diyen herkes göklerin meleku-tuna girecek
değildir, ancak göklerde olan Rabbimin iradesine uygun amel eden bu me-lekula
girer. 'Eğer Allah'ın ruhu ile şeytanları çikarsaydım, şüphesiz sizi Allah'ın
melc-kutuna yaklaştırırdım.' 'Kim insanoğlunun-kendisini kastediyor- aleyhine bir
şey söylerse bağışlanır; ancak ruhul'kudüs aleyhine bir söz söyleyen
bağışlanmaz, ne zaman içinde ne de gelecekte.' İşte biz Orşelim'e (Kudüs)
yükseliyoruz. Ve insanoğlu askerlere teslim olacak ve onlar da onun hakkında
ölüm kararını vereceklerdir.' 'İnsanoğlu hizmet edilsin diye değil, ancak
hizmet etsin ve nefsini birçokları için feda etsin diye gelmiştir. Kendiniz
için yeryüzünde bir baba çağırmayın. Sizin babanız bir tek tanedir. O da
göklerdedir." Markos İncili'nde de şöyle deniyor: "İlahın olan Rab
için şöyle yazıldı: 'Sadece O'na secde edeceksin. Yalnızca O'na kulluk
edeceksin. Diğer kentlere Allah'ın melekutunu müjdelemeliyim. Ben bunun için
gönderildim. Namaz kıldığınız zaman (veya dua ettiğiniz zaman) Ey baba ismin
kutsal deyin."
Yuhanna İncili'nde de
şu ifadeler yer alıyor:
"Hak olan hak
size söylediğimdir. Kim benim sözümü dinler ve beni gönderene inanırsa, onun
için ebedi hayal vardır. Kendi irademi istiyor değilim. Fakat beni gönderen
babanın iradesini istiyorum. Yaptığım işler benim için tanıklık ediyor ki, Rab
beni göndermiştir. Ben kendi başıma gelmiş değilim. Ancak beni gönderen
vaadini gerçekleştirendir. Siz O'nu bilmezsiniz. Ben O'nu biliyorum. Çünkü
beni gönderen O'dur".
Doğal olarak,
İndilerde hristiyanların Hz. İsa ile ilgili inançları doğrultusunda yorumladıkları
birçok İfadelerin de yer aldığını biliyoruz. Ancak bu sözlerin "Hz.
İsa'nın insanlığa Allah tarafından gönderilmiş bir elçi oluşu ve Allah'ın tek
ve ortaksız olduğu, çocuk edinmediği ve birden çok olmadığı" çerçevesinin
dışındaki tarzda yorumlanması
gerçeğe ve mantığa
uymaz.
Değişik bir açıdan
konuya yaklaşacak olursak, İslam'ın bakış açısına göre, bu gerçeğe uymayan ve
Kur'an'da Hz. İsa'nın nitelikleri, sözleri, daveti ve hayatıyla ilgili olarak
söylenenlerle çelişen bugün ki İncillerde ki ifadeler değiştirilmiş, aslından
tahrif edilmiştir. Bu arada şunu da vurgulayalım ki, hristiyanlığın yayıldığı
dönemlerde ortaya çıkan bazı hristiyan mezhepleri Hz. İsa'nın insan olduğuna,
Allah tarafından elçi olarak gönderildiğine İnanıyor, onun ve annesinin ilah
olduklarına ilişkin İddiaları reddediyorlardı.[258]
Ayeti kerime de Hz.
İsa'nın annesinden söz edilmesi ve annesinin dosdoğru (sıddıka) olarak
nitelendirilmesi hadisesi, açık bir şekilde görüldüğü gibi, yahudi ve
hristiyan-ların ona ilişkin inançlarıyla ilgilidir. Yahudiler Nisa sûresi; 159.
ayette anlatıldığı gibi ona iftira atıyor. Onu zina ile suçluyorlardı.
Diğerleri ise (hrisüyanlar) Maide sûresi 116. ayette ve bize ulaşan tarihsel
rivayetlerde[259] bir de ona kulluk sunan
bazı hrisiiyan topluluklarının pratiğinde gözlemlediğimiz gibi onu
tannlaştınyor, ona kulluk sunuyorlardı. Buna göre Kur'andaki bu ifade her iki
topluluğa da bir red niteliğindedir. Hz. İsa (a)nın annesi hakettiği yere
konuluyor ki o, mü'min , Allah'a ihlasla kulluk eden ve pislikten arı bir
kimsedir. Allah onu inayetine ve bereketine mazhar kılmış. Âli İmran; 33-48 ve
Meryem; 1-21. ayetlerde belirtildiği gibi, kendisine erkek eli değmeden İsa
(a)'nm doğum mucizesinin gerçekleşmesi için onu seçmiştir. Luka İncili'nde yer
alan bu konuya ilişkin açıklamalar Kur'an ile uyuşmaktadır. Luka İncili 1.
bölümde şöyle deniyor: "Herodos zamanında bir kahin vardı. Adı Zekeriya
idi. Karısı da Harun'un kızlarından Elizabet idi. Allah'a karşı çok iyilik
yaparlardı. Çocukları olmuyordu. Çünkü Elizabet kısırdı. İkisininde yaşı
ilerlemişti. Rabbin melek'i ona gönderdi. Zekeriya korktu. Melek ona dedi ki:
'Korkma! Çünkü isteğin kabul edildi. Karın Elizabet bir çocuk doğuracak. Adını
Yuhanna koy. O Rabbin huzurunda büyük olacaktır'. Zekeriya dedi ki: 'Bunu
nereden bileyim? Ben yaşlı bir adamım. Karımın da yaşı epey ilerlemiştir. Melek
ona şu cevabı verdi: Ben Allah'ın huzurunda duran Cibril'im. Beni gönderdi ki,
seninle konuşayım ve sana bu müjdeyi vereyim. Ve sen susacaksın, bunun olacağı
güne kadar konuşamayacaksın. Çünkü sen vakti gelince gerçekleşecek sözlerimi
tasdik etmedin'. Zekeriya dışarı çıkınca hiç kimseyle konuşamadı. Bir şey
söylemek istediğinde işaretle anlatıyordu. Öylece dilsiz kaldı. Sonra Rab
meleğini Yusuf isimli bir adamla nişanlanan Meryem isimli bakireye gönderdi.
Melek ona dedi ki: 'Selam üzerine olsun, Rabbin nimetleri yanında bulunan. Sen
kadınlar içinde mübareksin. Allah katında bir nimete nail oldun. Sen hamile
kalacak ve bir oğul doğuracaksın. Adını İsa koyacaksın. O büyük olacaktır.
Yücenin oğlu olarak çağırılacak. İlah olan Rab babası, Davud'un tahtını ona
verecektir'. Meryem dedi ki: 'Bu nasıl olur, ben hiç erkek yüzü görmedim?' Melek
dedi ki: 'Ruhul kudüs üzerinde olacak. Yüce kuvvet seni gölgeleyecektir.
Akraban Elizabel (Zekeriya'nın karısı) de yaşlılık günlerinde bir erkek
çocuğuna gebedir. Çünkü bu, Allah'a göre imkansız bir şey değildir'. Meryem
dedi ki: 'Ben Rabbin cariyesiyim. Söylediğin gibi olsun"
Bu arada bazı
ayrıntıların Kur'an'da yer aldığı halde İncilde yer almadığını belirtelim.
Kanaatimizce bu ayrıntılar kutsal metinlerde ve İncillerde yer alıyordu.
Sonradan kayboldular ve günümüze ulaşmadılar. [260]
77- De ki:
Ey kitap ehli, haksız yere dininiz konusunda aşırı gitmeyin ve daha sapmış,
bir çoğunu saptırmış ve dümdüz yoldan kaymış bir topluluğun nevalarına
uymayın.
Ayette Peygamberimİ7.e
bir emir yöneltiliyor. Burada Ehli Kitab'ı, dini inançlarında hakka ve hakikata
aykın bir şekilde aşırı gitmekten, daha önce nevalarına uydukları için dosdoğru
yoldan sapmış ve kendileriyle birlikte birçoklarını da saptırmış bulunan bir
kavmin yolunu izlemekten nehyetmesi isteniyor.
"De ki; Ey kitap
ehli, haksız yere dininiz konusunda asın gitmeyin..." ayetinin yorumu,
ayetin içerdiği direktifler ve dinde aşırılığa ilişkin olarak rivayet edilen
hadisler:
Bu ayetin inişiyle
ilgili olarak özel bir rivayete rastlamadık. Bunun da ifade tarzı ve konu
itibariyle Önceki ayetlerin akışıyla bağlantılı olduğu görülüyor. Taberi diyor
ki: "Peygamberimizden (s) yöneltilmesi istenen yasak, hristiyanlar içindir
ve haktan sapan inançlarıyla ilgilidir. Hevalarına uymamaları istenenler de
yahudilerdir". Taberi bu ikinci görüşü Mücahid'e dayandırır. Beğavi der
ki: "Yasak ve sakındırmanın hedefi, yahudi ve hristiyanlar içindeki sapık
liderleridir". İbn Kesir derki: "Yasak hristiyanlara yöneliktir.
Sakmdırıldıkları da önceki sapık toplulukların liderleridir".
Taberi'nin
değerlendirilmesi daha isabetli görülüyor. Çünkü önceki ayetlerde hitap
hristiyanlara yönelikti. Bu ayet de, o ayetlerin bir devamı konumundadır.
Onların "sapmış kavim" den sakındırılmış olmaları; bunların onların
dışında bir topluluk olduğunu gösteriyor. Bunlar da yahudilerden başkası
değildir. Ayetin ikinci yarısında onlarla ilgili olarak gündeme getirilen
nitelik, önceki ayetlerin bir çoğunda da gündeme getirilmiştir. Maide; 60. ve
Nisa; 44-45. ayetleri buna örnek gösterebiliriz. Bundan sonraki ayet de bu
değerlendirmeyi pekiştirici bir ipucu olarak algılanabilir. Buna göre, ayeti
kerimenin hedefi, hristiyanları yahudileri izlemekten alıkoymaktır. Çünkü onlar
da hevalarına uyarak sapmış ve birçoklarını da saptırmışlardır,
Ayetin ifade tarzı,
Peygamberimizden Ehli Kitab'a yöneltmesi istenen hitabın yüz-yüze ve eleştiri
tarzında gerçekleştiğini çağrıştırıyor. Ancak ayetten önceki ve sonraki
ayetlerin akışı bunun Peygamberimize onları nasıl uyaracağını ve
sakındıracağını göstermeye dönük bir eğitsel yöntem olduğunu da ortaya
koyuyor.
El- Kasımi, bu ayetin
tefsiri bağlamında bazı hadisler aktarır. Bu hadislerin içerdikleri
direktifler, ayetin dinde aşırılığa gitmemeye ilişkin mesajıyla örtüşmektedir.
Bunlardan biri, İmam Ahmed, Nesai, İbn Mace ve Hakim'in İbn Abbas'tan rivayet
etlikleri şu hadistir: "Rasulullah buyurdu ki: 'Dinde aşırı gitmekten
sakının. Çünkü sizden öncekiler dinde aşın gittikleri için helak
oldular'." Müslim İbn Mesud'dan şöyle rivayet eder: "Rasulullah (s)
buyurdu ki: 'Dini zorlaştıranlar helak oldu. (bunu üç kez tekrarladı)' İkinci
hadisin bir bakıma ilk hadisin açıklaması olduğu anlaşılıyor. Buna göre kastedilen
husus, din ife ve dindarlıkla ilgili söz ve davranışlarda hakkı aşmak itidal
çizgisine riayet etmemektir. Ayetin kapsamında doğal olarak, bu tür insanları
taklid etmeme direktifi de var. Özellikle İslamın bu son çağlarında bazı
kimseler din adamı kisvesine bürünerek, söz ve davranışlarında hakkı ve
itidali göz ardı ediyorlar. Zorlaştırıcı tavırlar sergiliyorlar. Hem de Kur'an
ve sünnetten kaynaklanan sahih bir dayanakları olmaksızın başkalarını da
kendileri gibi olmaya davet ediyorlar.
Bunun yanında dini
mezheplere mensup olanlamn bir çoğu, nevalarına uyanların işlerine bulaşmış
bulunuyorlar. Bunların hevaları, tutkuları hakka ve mantığa galip gelmiştir.
Kur'an'ı kendi hevalan doğrultusunda tefsir ediyor, Peygamberimize (s) ve ashabına
sahih olmayan hadisler isnad ediyorlar. Sırf kendi tutkularını tatmin etmek
için. Dolayısıyla Kur'an ayeti ve hadislerin direktifleri dini çığırından
çıkaran bu zorlaştırıcı şabloncuların tutumlarının izlenmesini yasaklamaktadır.
Gerek Mekke döneminde
ve gerekse Medine döneminde, nevalarına tabi olan, onu i-lah edinen, din ve
dünya işlerinde onun eğilimini esas alan kimselere yönelik ağır eleştiriler
içeren birçok ayet inmiştir. Çünkü heva ve heves kendisine tabi olanın gözünü
kör eder, hevanın kontrolüne giren kimse hakkı, hakikati göremez. [261]
78- İsrailoğullan'ndan inkar edenlere, Davud ve
Meryem oğîu İsa diliyle lanet edilmiştir. Bu isyan etmeleri ve haddi aşmaları
nedeniyledir.
79- Yapmakta
oldukları münkerlerden birbirlerini sakındırmıyorlardı, yapmakta oldukları şey
ne kötü İdi.
Her iki ayet de açık
bir ifadeye sahiptir. Burada İsrailoğulları tarihinin bir dönemine yönelik
hatırlatma amaçlı bir işaret bulunmaktadır. Bu dönemde onlardan bazı nesiller
küfre sapmış bu yüzden Hz. Davud (a) ve İsa (a)'nm diliyle, küfürleri,
isyanları, azgınlıkları, Allah'ın koyduğu sınırları aşmaları sebebiyle
lanetlenmeyi hakketmişlerdir. Laneti hak edişlerinin bir sebebi de,
bazılarının işlediği günahlar ve münkerler (akıl, fıtrat ve dinin onaylamadığı
davranışlar) karşısında diğer bazılarının ses çıkarmaması, birbirlerini
engellememeleri olmuştur. Ne kötü şeyler yapıyorlardı.
İki ayetin inişiyle
bağlantılı olarak özel bir rivayete rastlamadık. İçerik ve ifade akışı
itibariyle önceki ayetlerin akışıyla bağlantılı olduğu hemen fark ediliyor.
Aynı zamanda iki ayetin satır aralarında hristiyanlara yönelik, dinde aşırıya
kaçmama, dosdoğru yoldan sapmama ve hakka geri dönme, uyarısı algılanmaktadır.
Buna göre
hrıstiyanların, yahudiler ve benzeri nevasına tabi toplulukların gittiği yollardan
gitmeleri doğru olmaz. Çünkü bunların bir kısmı küfürleri, isyanları, Allah'ın
koyduğu sınırlan çiğnemeleri ve günah ve münkeri yasaklamamaları sebebiyle
peygamberin diliyle lanetlenmişlerdir.
Taberi, İbn Abbas ve
İbn Cüıeyc'e dayanarak şöyle rivayet eder: "Darvud (a) İsra-iloğuları'ndan
bir grup hakkında beddua etli, onları lanetledi, bunun üzerine onlar domuzlara
dönüştüler. İsa (a) bunlardan bir grup hakkında beddua etti ve onlara lanet okudu,
bunun üzerine onlar maymunlara dönüştüler. Katade kanalıyla aktardığı rivayette
ise, "Davud'un bedduası ve laneti üzerine maymunlara, İsa'nın bedduası ve
laneti üzerine de domuzlara dönüştükleri belirtilir". Bcğavi der ki:
"Yahudiler Eyle limanında Cumartesi yasağını çiğneyince Davud (a):
'Allah'ım onlara lanet et ve onları bir ibret tablosu kıl' diye dua etti.
Bunun üzerine maymunlara ve domuzlara dönüştüler. İsa (a)'yı inkar edince de, O
şöyle dua etli: 'Allah'ım onlara lanet et ve onları bir ibret tablosu kıl'.
Bunun üzerine domuzlara dönüştüler".
Ne olmuşsa artık... Şu
kadarını söyleyebiliriz ki, özellikle Davud (a) ve İsa (a)'nın lanetinden söz
edilmiş olması, yahudi ve hnsliyanlann bildikleri belli bir olayla bağlantılıdır.
Ayetler, gerçekten
önemli sosyal nitelikli bir direktif de içeriyorlar. Her ortamda bu direktiften
ilham alınabilir. Buna göre, toplumun maslahatı, gücü, huzuru iyiliği ve ıslahı
en ileri düzeyde hayır ve ma'ruf (aklın, fıtratın ve dinin onayladığı
davranışlar) üzerinde yardımlaşmaya, bunları emretmeye, kötülüğü ve münkeri
yasaklamaya, bunları inkara dayanır. Günah, kötülük ve münkerin yayıldığı, ama
bunları inkara ve yasaklamaya ilişkin davetin de gittikçe zayıfladığı bir
toplum bozguncu bir toplumdur. Çöküşün ve ilahi öc ve lanetin hedefidir.
Kur'an-i Kerim'de bu sosyal direktifi vurgulayan bir çok ayet vardır. Biz
bunları yeri geldikçe açıkladık.
Taberi bu ayeün
tefsiri bağlamında İbn Mesut'tan bir hadis rivayet eder: Rasulullah (s) buyurdu
ki: İsrailoğulları'ndan herhangi bir adam kardeşini günah işlerken gördüğünde,
onu azarlayarak bundan nehyederdi. Ertesi sabah onu gördüğünde, yemeğine,
içeceğine ve işine ortak olan biri olması durumunda onun yaptığına engel
olmazdı. Allah onların bu tutumları üzerine bazılarının kalplerini mühürledi.
İsyan etmeleri ve sınırı aşmaları yüzünden peygamberleri Davud (a) ve İsa (a)
diliyle onları lanetledi. Sonra Peygamberimiz (s) şöyle buyurdu: "Benim
nefsimi elinde tutan Allah'a andolsun ki, ya ma'rufu emreder; münkeri yasaklar,
kötülük yapanın elini tutar (tehlikeye girmesine engel olursunuz) bir diğer
rivayette zalimi hakka uymaya zorlarsınız ya da yüce Allah bazılarınızın
kalbini, diğer bazılarınıza karşı mühürler ve onları lanetlediği gibi sizi de
lanetler.[262] İbn Kesir, bu ayetin
tefsiri çerçevesinde yukarıdaki hadisin yanında, başka hadisler de rivayet
eder. Bunlardan biri İmam Ahmed'in Adiy b. Umeyre'den rivayet ettiği şu
hadistir: "Rasulullah (s)'in şöyle dediğini duydum: 'Yüce Allah ferdi günahlar
için topluma azap etmez. Ama toplum kendi içinde bir münker işlendiğini görür
de, bunu inkara, reeddetmeye gücü yettiği halde inkar etmezse ve münkeri
işlemeye devam ederse-ler- Hadisin akışından anladığımız kadarıyla inkar
etmezlerse- Allah ferdin işlediği münker için toplumu cezalandırır". Hz.
Aişe'den şöyle rivayet edilir: "Rasulullah'in şöyle söylediğini duydum:
'Dua edip de dualarınız kabul edilmezden önce marufu emredin, münkerin önüne
geçin". Tirmizİ Hüzeyfe b. Yeman'dan şöyle rivayet eder: "Peygamber
(s) buyurdu ki: 'Nefsimi elinde tutan Allah'a andolsun ki, ya ma'rufu emreder
ve münkerin önüne geçersiniz, ya da yüce Allah'ın katından üzerinize bir azap
göndermesinden korkulur ki o zaman O'na dua edersiniz de sizin dualarınıza
icabet etmez. Ebu Davud İbn Ümeyre kanalıyla Rasulullah (s)'m şöyle buyurduğunu
rivayet eder: "Yeryüzünde bir günah işlendiğini görmediği halde, bundan
(günahtan) memnun olan kimse de onu bizzat gören gibidir. İbn Macc Ebu Said
el-Hudri kanalıyla Rasulullah'tan şöyle buyurdu: Haberiniz olsun, insanların
heybeti, bir kimsenin bildiği hakkı söylemesine engel olmasın. Tirmizi, Ebu
Davud ve İbn Mace, Ebu Said el-Hudri'den rivayet ederler: Rasulullah (s)
buyurdu ki: En üstün cihad zorba yöneticiye karşı söylenen hak sözdür. Burada
Kur'anî direktiflerle nebevi direktiflerin son derece güçlü, etkileyici, göz
kamaştırıcı bir uyumu ile karşı karşıyayız. Geniş ve göz alabildiğine uzanan
bir ufka sahip bu a-henk, özellikle zalim sultan ve zorba yöneticiye, günaha ve
haksızlığa karşı çıkmayı telkin eden direktiflerle olağanüstü etkileyiciliğe
sahiptir. [263]
80- Onlardan çoğunun İnkara sapanlarla dostluklar
kur-dukİannı görürsün. Kendileri için nefislerinin takdim ettiği şey ne
kötüdür. Allah onlara gazap etmiştir ve onlar azab-da ebedi kalacaklardır.
81- Eğer Allah'a, peygambere ve ona indirilene
iman etselerdi, onları dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan çoğu fa-sık
olanlardır.
Hemen de fark edildiği
gibi "onlardan" kelimesindeki zamir İsrailoğullanna dönüktür.[264]
Çünkü önceki iki ayetin konusunu onlar oluşturuyor. Dolayısıyla bu iki ayeti,
önceki ayetlerle bağlantılı ve bu akışın bir devamı olarak nitelemek
mümkündür. Ayetlerin oluşturduğu atmosferden, insan zihninde uyandırdıkları
düşüncelerden anlaşıldığı kadarıyla burada kastedilenler Medine'de ikamet eden
ve Rasululah (s)'ın çağdaşı olan yahudilerdir. Böylece yahudilerin geçmişteki
ahlaki yapılarından tutum ve davranışlarından ayetlerin indiği günkü durumlarına
geçiş yapılıyor. Kur'an'ın ifade tarzında öteden beri alışık olduğumuz gibi
babaların ahlakı ile oğulların ahlakı arasında bağlantı kuruluyor.
"İnkara sapanlar" ifadesiyle kimlerin kastedildiği hususunda farklı
görüşler ileri sürülmüştür. Bir görüşe göre, kastedilenler
"müşrikler"dir. Diğer bir görüşe göre de, gerçekte kafir oldukları
halde müslüman görünen münafıklar kastedilmiştir.[265]
Rasulullah (s)'ın
çağdaşı Medine'li yahudiler, Hicret'in başından itibaren münafıkların
arkasında yer almış ve Bakara, 14. ve Haşr, 11. ayetlerin tefsiri bağlamında da
söylediğimiz gibi bu tutumlarını sonuna kadar devam ettirmişlerdir. Yine Nisa;
51. ve Alızap, 11-27. ayetlerinin tefsiri çerçevesinde vurguladığımız gibi,
Arap müşrikleri ile de (askeri) ittifak kurmuşlardı. Ne var ki, biz burada
kastedilenlerin müşrik kafirler olduğuna ilişkin yorumu tercih ediyoruz. Buna
ilişkin kanıtımız da arkasından gelen ayette müşriklerin yahudilerle
kıyaslanmış olmasıdır. Hemen de farkedildiği gibi, ikinci ayette yahudilerin
asılsız iddialarına işaret ediliyor. Bunlar, Maide sûresinin; 61, Bakara
sûresinin; 76 ve Âli İmran sûresinin, 77. ayetinde de belirtildiği gibi Hz.
Peygamber'in risaletinc inandıklarını iddia ediyorlardı.
Dolayısıyla, bu iki
ayet, Rasulullah'ın çağdaşı Medine'li yahudilere yönelik bir eleşliri
niteliğindedir: Bunlar öyle bir topluluktur ki geçmiş ataları, kötü ahlakları,
serkeşlikleri, münker nitelikli davranışlardan vazgeçmemeleri ve başkalarının
işlediği kötülüklere engel olmamaları yüzünden peygamberler tarafından
lanetlenmişlerdir. İçlerinde bir çok kimse Allah'ı, O'nun mesajını ve elçisini
inkar edenleri dost edinir. Bu ise, iman iddiası ile örtüşmez. Çünkü onlar
gerçekten Allah'a ve Rasulü'ne inanmış olsalardı, böyle davranmış olmazlardı.
İşin doğrusu, onların çoğu fasıktır, Allah'a karşı başkaldırmışlar-dır.
Nefisleri kendilerine ne kötü şeyler telkin ediyor. Bu iğrenç tutumları
yüzünden Allah'ın kesintisiz gazabını ve sonsuz ateş azabını hakediyorlar. [266]
82-
Andolsun, insanlar içinde, mü'mİnlere en şiddetli düşman olarak yahudileri ve
müşrikleri bulursun. Onlardan, i-man edenlere sevgi bakımından en yakın olarak
da: "Hrıs-tiyanlarız" diyenleri bulursun. Bu, onlardan papaz[267] ve
rahiplerin[268]' olması ve onların
gerçekte büyüklük taslamamaları nedeniyledir.
83- Elçiye indirileni dinlediklerinde hakkı
tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görürs Derlerki: Rabb'imiz inandık; öyleyse
bizi şahitlerle birlikte yaz.
84- Hem Rabb'imizin bizi salihler topluluğuna
katmasını umarken ne diye Allah'a ve bize haktan gelene inanmayalım?
85- Böylelikle Allah, dediklerine karşılık olarak
İçinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan cennetler verdi. Bu iyilik
yapanların karşılığıdır.
86- İnkar edenler ve ayetlerimizi yalanlayanlar;
işte onlar, çılgın ateşin arkadaşıdırlar
Yukarıdaki ayetlerin
ifadesi açık ve anlaşılırdır. Müslümanların en şiddetli düşmanlarının
yahudiler ve müşrikler olduğuna ilişkin vurgular ve net ifadeler içeriyorlar.
Bunun yanında müsiümanlara en çok sevgi besleyenlerin de hrısliyanlar olduğu
belirtiliyor. Bu sevginin gerekçesi olarak onların mütevazi kimseler olmaları,
hakka karşı bü-yüklenmemeleri, O'na tâbi olmaktan kaçınmamaları gösteriliyor.
Bu arada içlerinden bir grubun inançlarının somullaştırıldığı bir sahne
canlandırılıyor. Bu sahnede papazlar ve rahipler ruh alıyor. Bu da ikinci bir
gerekçe olarak sunuluyor. Sahnede bu grubun sahip olduğu imanın göz
kamaştırıcı bir tablosu sergileniyor. Bu arada Peygamberimizin (s) okuduğu
Kur'an'm onlar üzerindeki etkisi de gözlemlenebiliyor. Öyle ki Kur'an'ı duyar
duymaz gözleri yaşlarla doluyor. Bu Kur'an ayetlerinin temsil ettiği hakkın
karşısında duydukları heyecanın bir ifadesidir. Hemen orada iman ettikleri
duyuruluyor ve kendilerini dosdoğru ve örnek mü'minlerden yazması için Allah'a
dua ediyorlar. Bu arada şunu da bir isünkari soru olarak dile getiriyorlar:
Öteden beri kendilerini salih kullardan eylemesini Allah'tan umuyorlarken
Allah'tan gelen hak içerikli mesaja ve Allah'a inanmamaları mümkün müdür?...
Ayetlerde vurgulanan bir diğer husus da şudur: YÜce Allah, onların bu
tavırlarını altlarından ırmaklar akan cennetlerle ödüllendirmiştir. Orada
ebediyyen kalacaklardır. Bu iyilik yapanların ödülüdür. Ve inkar edenler,
ateşin ehli olacaklardır.
Görüldüğü gibi
incelediğimiz bu ayetler, önceki ayetlerle bağlantılı ve konunun bir devamı
niteliğindedir. Dolayısıyla ayetler .silsilesinin başlangıcında genel olarak
Ehli Kitab'ın dinsel sapmaları tasvir ediliyor. Arkasından yahudilerin Hz.
Muhammed'in mesajına ve müslümanlara karşı kurdukları tuzaklara, iğrenç
ahlaklarına, Allah'a ve birliğine iman ilkesiyle çelişmelerine dikkat
çekiliyor. İncelediğimiz bu ayetlerle de konu tamamlanıyor. Burada yahudi ve
hristiyanların her birinin müslümanlar karşısındaki tutumlarına bir de
içlerinde gizledikleri gerçek niyetlerine projektör tutuluyor. Ayetlerin akışı
içinde reel olduğu kadar etkileyici de olan bir sahne yer alıyor. Burada
hrıstİyan-lardan bir grubun imanı somutlaşlınlıyor. İçlerinde papazlar ve
rahiplerin bulunduğu grubun canlandırdığı bu sahne, hristiyanların müslümanlara
besledikleri sevgi pekiştirme, gerekçelendirme ve hatırlatma amacıyla
sunuluyor.
Bu sahnede
canlandırılanlarla ilgili olarak farklı rivayetler aktarılmıştır. Bir rivayete
göre bunlar Necaşi tarafından Peygamberimize gönderilen ya da Cafer b. Ebu
Talip ve muhacir arkadaşları, Hudeybİye antlaşmasından sonra Medine'ye geri
dönerlerken beraberinde gelen Habeşli bir heyettir. Bir diğer rivayette ise
onların Hz. İsa'nın hak şeriatına uyan hrıstiyanlar oldukları belirtiliyor.
Ancak kimliklerinden söz edilmiyor.
Başka bir rivayette
bunların Yemen'in Necran bölgesinden geldikleri belirtiliyor. Onların Şam'dan
gelen Romalılar olduklarına ilişkin bir rivayet de vardır.[269]
Ayetlerin tavsifinden, bu sahnenin Peygamberimizin huzurunda gerçekleştiğini
anlıyoruz. Rivayetlerde[270]
belirtildiğine göre Necran'h hrıstiyanlardan oluşan heyet inanmadan ülkelerine
geri dönmüşlerdir. Nitekim biz Âli İmran: 34-64. ayetlerinin tefsirinin
çerçevesinde buna işaret ettik.
Bu durumda, bu heyeti
oluşturan kimseler ya Habeşistanlı idiler ve ülkelerine sığınan müslüman
muhacirlerden öğrendikleri şeyler üzerine Medine'ye Peygamberimizle (s)
buluşmaya gelmişlerdi. Ki Fetih sûresinin tefsiri çerçevesinde vurguladığımız
gibi, Hudeybiye barış antlaşmasının sağladığı güven ortamı üzerine Medine'ye
dönen muhacirlerle birlikte gelmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Ya da
bunlar, Hrıstiyanlığın egemen olduğu Şam ve çevresinden gelmişlerdi. Ayetlerin
tavsifi anlatımından bunların içinde Arapça bilenlerin bulunduğunu anlıyoruz.
Çünkü sahnede vurgulanan bu güçlü etkilenişim Kur'an'ın ifade tarzından,
mesajından ve manevi havasından kaynaklanıyordu. Bundan da Arapça bilenler
herkesten daha çok etkilenirler. Bundan dolayı, söz konusu heyetin Şam ve
çevresinden gelmiş olması ihtimalini daha güçlü buluyoruz. Çünkü oralarda Arap
asıllı hrisüyanlar vardı. Süryaniler ve Aramiler gibi arap kökenli veya
araplaşmış (mustarabe) kavimler yaşıyordu.
Şunu demek mümkündür;
Rasulullah (s)'la ilgili haberler Arap yarımadasının dışına kadar taşmıştı.
Onunla ilgili çeşitli fikirler üretiliyor, görüşler ileri sürülüyordu. Bu yüzden
bazı hristiyan papazlar ve rahipler, diğer bir ifadeyle onların bilginieri -ki
tartışmaya girebilecek, mücadele edebilecek ve sözlerin değerini ölçüp
anlayabilecek evsaftaydılar, olguların iç yüzünü ve gerçeği anlamak ve hakkın
üzerinde durmak tek arzularıydı- Medine'ye bir heyet halinde gelip, sözü
edilen bu peygamberi görmek, sözlerini din-Jcmek, onunla tartışmak ve münazara
etmek istemişlerdi. Heyetteki gördüklerinden ve duyduklarından oldukça
etkilenmiş, gerçeğin gücünü ve manevi kuşatıcılığmı algılamışlardı. Bu
sözlerle önceki peygamberlerin sözleri arasında tanı bir uyum olduğunu anlamış
ve Peygamberimizi (s) tasdik ederek ona inanmışlardı. Bu olayın önemi çok
büyüktür. İslam davetinin seyri ve Peygamberimizin (s) pratik hayatının gelişim
çizgisi üzerinde olumlu etkisi olmuştur. Medine'ye heyetlerin gelişinde Peygamberimizin
yazdığı davet mektuplarının ve gönderdiği elçilerin etkili olması kuvvetle
muhtemeldir.
Mekke döneminde inen
isra sûresi,106-109, ayetlerde; ve yine Mekke döneminde i-nen Kasas sûresi,
52-53. ayetlerde Ehli Kitab'ın Kur'an'dan etkilenişinin, ürperişlerinin, ona
ve onu tebliğ eden elçiye inanışlarının canlandırıldığı iki sahne sergileniyor.
Mekke döneminde inen Ahkaf sûresi, 10. ayette İsrail oğullarından bir kimsenin
Mekke'de iman edişi canlandırılıyor. Âli İmran sûresi 113-115 ve 199.
ayetlerde ve Nisa sûresi 162. ayette, Ehli Kitab'lan bazı kimselerin
Peygamberimize (s) ve Kur'an'a iman ettiklerine işaret ediliyor. Kanalimizcc,
incelemekte olduğumuz ayetler grubundan canlandınlan bu sahne, konuya ilişkin
başka bir olayı somutlaştırıyor. Herhâlûkârda yahudi ve hnsuyanlardan oluşan
Ehli Kitabın Peygamberimizin (s) hayatında ona ve Kur'an'a inanışları, gerek
Mekke'de ve gerekse Medine'de sık sık yaşanmıştır. Bu, Kur'an'm,
Peygamberimizin (s) ve İslam davetinin ruhaniyetinin etkileyiciliğinin somut ve
gerçek bir belgesidir. Aklıyla, kalbiyle ve mantığıyla Kur'an'ı dinleyen ondan
etkilenir; Kur'an onu gerçeğe ve doğru yola iletir. Ancak art niyetli, bile
bile inat eden, inkarcılığı şiar edinen Ehli Kitab'tan bazı kimselerle onların
bilginleri, dini liderleri olumsuz bir tavır içinde olmuşlardır. Kur'an-ı
Kerim, Kur'an ayetlerini ve Peygamberin (s) davetini dinleyenlerle ilgili
olarak bu gerçeğin altını çiziyor. Buna göre, ancak birinci gruptakiler gerekli
sonuçlan çıkarabilirler: Bu bağlamda Yasin sûresi; 11. ayette şöyle
Duyuruluyor: "Sen ancak Zikre uyan ve görmeden Rahman'dan korkan kimseyi
uyarabilirsin. İşte böylesini bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele"
Secde sûresi, 15. ayette ise, şöyle buyuruluyor: "Bizim ayetlerimize, ancak
kendilerine hatırlatıldığı zaman, hemen secdeye kapananlar, Rabb'lerini hamd
ile teşbih edenler ve büyüklük taslamayanlar iman eder" Şayet Arap
yarımadasındaki yahudilerin büyük çoğunluğu, Pegamberimizi (s) dinledikleri
halde iman etmemişlerse, Kur'an'da bunun Peygamberimizin (s) mesajının doğruluğu
ve risalelinin ruhaniyetiyle ilgili bulunmayan çeşitli nedenlerinin olduğuna
ilişkin bir çok sahne yer alır.
İncelemekte olduğumuz
bu ayetler silsilesinde yahudilerin bu tutumlarının bazı sebeplerine işaret
ediliyor. Bu sebeplerin benzerleri, yine yahudiler hakkında olmak üzere Bakara
ve Âli İmran sûrelerindeki ilgili ayetler zincirinde de gündeme getirilmiştir.
Kur'an'm Mekke'de ve Medine'de inen ayetlerinin bir çoğundan, Hicaz
hristiyanlarının büyük kısmının Hz. Muhammed'İn peygamberliğine inandıkları
sonucunu çıkarsiyo-ruz. Çünkü onların yanında yahudiler gibi ileri sürecekleri,
iman etmeyi engelleyici gerekçeler yoktu. Ayrıca yumuşak huylu ve güzel
ahlaklıydılar. Kur'an-ı Kerim'in incelediğimiz bu ayetlerinde ve Hadid
sûresinin şu ayetinde "Onların peşinden elçilerimizi birbiri ardınca
gönderdik. Meryemoğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik; ona İncil'i verdik ve
onu izleyenlerin kalplerine bir şefkat ve merhamet kıldık" (Hadid, 27)
buyuruluyor.
İslam orduları Şam,
Irak, Mısır ve Kuzey Afrika ülkelerini fethetmelerinin üzerinden çok zaman
geçmeden, bu ülkelerdeki hrıstiyanların çoğunluğu İslam'a bağlandılar. Bir
kısmı eski dinleri üzeri kalmayı yeğledi; onlara bu hak tanındı. Kafinin
sûresinin tefsiri çerçevesinde vurguladığımız gibi bu, Kur'an'm herkese
tanıdığı dilediği inancı seçme özgürlüğünün bir gereğiydi.
Kanaatimizce İslam'ı
benimsemeyen hrıstiyanların bu tavırları her şeyden çok, maddi ve dünyevi
sebeplerden kaynaklanıyordu. Bunların çoğunluğu rahiplerden oluşuyordu ve
bunlar da elleri altındaki gelir kaynaklarından herkesten çok istifade
ediyorlardı. Bu statülerini kaybetmek işlerine gelmiyordu. Tevbe sûresinde bu
realite son derece çarpıcı bir sahnede canlandırılıyor; "Ey iman edenler,
gerçek şu ki, yahudi bilginlerinden ve hnstiyan rahiplerinden çoğu, insanların
mallarım haksızlıkla yerler ve Allah'ın yolundan ahkoyarlar" (Tevbe, 34).
Nitekim bu realite, bu
şekliyle her zaman ve her yerde tekrarlandı. Benliğine, ve nevasına üstünlük
sağlayanlar, maddi çıkarların ve kör taassubun etkisinden kurtulanlar, Kur'an'a
ve Hz. Muhammed'in peygamberliğine inandılar. Ama benliği ve hevası doğrultusunda
hareket edenler, hakka ve hakikate karşı kör bir taassup içine girenler
büyük-lenmelerini sürdürdüler. Etkiledikleri insanları İslam'a ve müslumanlara
karşı en amansız, en dehşet verici savaşlara, kıyımlara teşvik ettiler.
Kur'an'da
hrıstiyanlarla ilgili övgülere baktığımızda, yukarıdaki tutumun, hoşgörü esaslı
Hrıstiyanlığın ahlaki sistemiyle, telkinleriyle ve şefkatiyle bağdaşmadığını
görüyoruz. İslam'ın ilk dönemlerinde bu olumlu özellikler hnstiyanlar arasında
belirgindi. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim, onları insanlar içinde müslumanlara en
çok sevgi besleyenler olarak niteledi. Onların sonraki olumsuz tutumları, gerçek
Hristiyanhğın hoşgörüsünden, şefkat ve merhamet esaslı telkinlerinden sapmış
olmalarının sonucudur.
Yahudilerin
müslümanların düşmanları şeklinde nitelendirilmeleri Bakara, Âli İm-ran ve Nisa
sûrelerinde bir kaç kez tekrarlanmıştır.[271]
Ancak bu ayetlerdeki vasfın özel bir anlamı vardır. Burada onların müslümanlann
en şiddetli düşmanları oldukları belirtiliyor. Bunun Rasulullah zamanındaki
kimi tavır ve davranışlarından kaynaklandığından kuşku yoktur. Bu tutumlarının
o günkünden daha şiddetli bir şekilde devam etmesi Kur'an'm bir mucizesidir.
Herhalükarda şu
gerçekle karşı karşıyayız: İlk ayette her zaman için geçerli olan bir telkin
vardır. Buna göre hrıstiyanlar her halükarda sevgi bakımından müslumanlara daha
yakındırlar ve müslümanlar bunu göz Önünde bulundurarak onlara muamele etmek
durumundadırlar. Öbür yanda yahudiler de insanlar içinde müslümanların en
şiddetli düşmanlarıdır. Müslümanlar, onlara karşı da bu gerçeği gözönünde
bulundurarak bir muamele içine girmelidirler. [272]
87- Ey iman
edenler, Allah'ın sizin İçin helal kıldığı şeyleri haram kılmayın ve haddi
aşmayın. Şüphesiz Allah, haddi aşanları sevmez.
88- Allah'ın
size rızık olarak verdikİerinden helal ve temiz olarak yiyin. Kendisine
inanmakta olduğunuz Allah'tan korkup sakının.
Ayetler müslümanlara
yönelik bir yasaklama ile başlıyor. Buna göre Allah'ın helal kıldığı şeyleri
kendi nefislerine haram kılmaları ve haddi aşmaları yasaktır. Arkasından,
Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği helal ve güzel şeylerden yemeleri ve
Allah'tan korkup-sakınmaları emrediliyor.
Görüldüğü gibi, bu
ayetler yeni bir bölüm niteliğindedir. Taberi[273],
İkrime, Süddi, Kalade ve başkalarından çeşitli rivayetler aktarmıştır.
Ayetlerin iniş sebebi bağlamındaki bu rivayetlerin ifade tarzları farklı, ama
anlamları birdir. Buna göre müslümanlardan bir grup (bunların isimleri hakkında
ihtilaf vardır. Bazıları bunların Osman b. Mazun, Ali b. Ebu Talip, Abdullah b.
Mesud ve Miktad b. Esved olduklarını söylerler) hrısliyan rahiplerini ve
papazları taklit etmek isterler. Kendilerine kadınları, güzel yiyecekleri ve
lezzetli içecekleri haram kılarlar. Vakitlerini namaz, zikir ve oruç gibi
ibadetlerle geçirirler. Kendileri için manastırlar edinmek islerler. Bir kısmı
hadım olmaya bile teşebbüs eder. Bu durumu Peygamberimiz (s) haber alır, bundan
hoşlanmaz ve bu şahıslara sert sözler söyler. Sonra şöyle der: "Sizden
Öncekiler zorlaştırdıkları için helak oldular. Onlar zorlaştırdıkça Allah'ta
işlerini zorlaştırdı. Bana gelince; şüphesiz ben geceleri namaz kılarım; ama
uyurum da, oruç da tutarım; fakat iftar da ederim. Kadınlarla da bir olurum.
Kim benim sünnetime sırt çevirirse, o benden değildir" çok geçmeden bu
ayetler indi.
İncelediğimiz bu iki
ayetle ilgili olarak iki hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan birini Buhari ve
Müslim, Abdullah'tan rivayet etmişlerdir. Abdullah diyor ki: "Biz
Rasulul-lah'la birlikle bir sefere çıkmıştık. Eşlerimizi yanımızda
götürmemiştik. Bunun üzerine: Ya Rasulullah, kendimizi hadım edelim mi"
dedik. Rasulullah (s) bizi bundan nehyeili ve bir elbise karşılığında
kadınlarla evlenmemize izin verdi. Sonra bu ayeti okudu. Diğer hadisi Tirmizi,
İbn Abbas'tan rivayet eder: Bir adam Rasulullah'a (s) geldi ve şöyle dedi: Ya
Rasulullah, ben et yediğim zaman kadınlara ilgim artar ve şehvetim azar. Bu
yüzden ben de kendime et yemeyi haram kıldım. Bunun üzerine yukarıdaki ayet
indi.
Ayetlerin oluşturduğu
hava, rivayetlerle Örtüşüyor. Bu, o kadar belirgindir ki, hemen fark ediliyor.
Ne var ki, Buhari ve Müslim'in aktardıkları rivayetler ayetlerin bu olay
üzerine indiklerini göstermiyor. Fakat Taberi'nin şu sözü dikkat çekicidir:
Onlar papazlan ve ruhbanları taklit etmek istediler. "Bu ayetlerin, papaz
ve ruhbanlara yönelik övgüler içeren ayetlerden sonra indiğini düşündüğümüzde,
bazı sahabelerin bu övgülerin etkisinde kalarak, rivayetlerde anlatılan şeyleri
yapmaya kalkıştıkları ihtimalinin daha güçlü olduğunu görürüz. Dolayısıyla bu
olayların, önceki ayetlerin inişinden sonra yaşanmış olması muhtemeldir. Bu
yüzden incelediğimiz iki ayet de hemen onların peşindeki yerlerine
konulmuşlardır. Bu olay, Peygamberimizin pratik yaşayışının göz kamaştırıcı
tablolarından biridir.
Bu ayetler hemen fark
edildiği gibi tüm müslümanlara yönelik evrensel bir yasama ve telkin
niteliğindedir. Kur'an'ın vurguladığı genel ilkelerle de uyuşuyorlar. Bu bakımdan
da etkileyicidirler. Ayrıca eşyanın doğası ile de parelellik oluşturuyorlar.
İslam şeriatını ebedi ve egemen kılan da onun bu özelliğidir. İslam şeriatı
kendini ibadete vermeye, dünya hayatının güzelliklerinden uzak durmaya,
dünyadan el etek çekmeye davet etmez. Tam tersine, bu tür davranışları
yasaklar. A'raf süresindeki bir ayette böyle davranışlar eleştirilmiştir:
"De ki: Allah'ın kullan için çıkardığı ziyneti ve temiz nzıkları kim haram
kılmıştır? De ki: Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir- kıyamet günü
ise yalnızca onlarındır." (A'raf, 32) Nitekim yüce Allah, aile içi bir
olaydan dolayı elçisini de azarlamıştı. Tahrim sûresinin tefsiri çerçevesinde
bu konuyu da açıkladık. İslam şeriatının emrettiği her şeyde orta yol ve denge
gözetilmiştir. İnsanlar helal ve temiz şeylerden yararlanmaya teşvik
edilmiştir.
İbn Kesir, İmam
Ahmed'in Enes b. Malik'len rivayet ettiği bir hadisi aktarıyor:
"Ra-sulullah buyurdu ki: Her peygamberin getirdiği dinin bir ruhbanlığı
vardır. Benim ümmetimin ruhbanlığı da Allah yolunda cihaddır".[274]
Tabresi'nin rivayet etliği diğer bir hadiste şöyle buyuruluyor: İslam'da
ruhbanlık yoktur"[275] Bu
iki hadis ve Taberi'nin rivayet ettiği bizim de değerlendirdiğimiz hadise
baktığımızda Kur'an'ın direktifleriyle Peygamberimizin (s) telkinleri arasında
bir uyum gözlemliyoruz. Nitekim her hususta böyle bir paralellik vardır. İbn
Kesir'in rivayet ettiği hadis, Allah yolunda cihadı teşvik etmesi bakımından
etkileyicidir.
"Allah yolu"
O'nun daveti ve dinidir. Cihad ise, silahlı savaştan daha kapsamlıdır. Hem
silahlı, hem de silahsız mücadeleyi içerir. Daha önce bu hususla ilgili
açıklamalarda bulunduk. [276]
89- Allah
sizi, yemİnlerinizdeki rastgele söylediğiniz, boş sözlerden'[277]
dolayı sorumlu tutmaz, ancak yeminlerinizle bağladığınız[278]
sözlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Onun kefareti, ailenizdekilere
yedirdiklerinizin ortalamasından on yoksulu doyurmak ya da onları giydirmek
veya bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaktır. Bunlara İmkan bulamayan için üç
gün oruç vardır. Bu yemin ettiğinizde bozduğunuz yeminlerinizin keffaretidir.
Yeminlerinizi koruyunuz. Allah, size ayetlerini böyle açıklar, umulur ki şükredersiniz.
Ayetin ifadesi açık ve
anlaşılırdır. Şu hususları içermektedir:
1) Müslümanlara şu duyuruda bulunuyor: Yüce
Allah, konuşma dilinin bir gerçeği olan ve ağız alışkanlığıyla tekrarlanan boş
sözlerden dolayı sizi sorumlu lutmaz. Ancak sizi, kendi kendinize
kararlaştırdığınız, yapmaya veya yapmamaya yeminle bağlandığımız sözlerimizden
sorumlu tutar.
2) Böyle bir
durumda ne yapmaları gerektiği açıklanıyor. Bir müslüman, bilinçli ve
kararlı bir şekilde
herhangi bir işi yapmaya veya yapmamaya yemin etse, sonra bundan dönmesi
gerektiğini anlasa veya başlangıçtaki kararlılığı derecesinde geri dönmek zorunda
kalsa, onun yeminini bozmasının bedeli olarak kefaret ödemesi gerekir. Bu da on
yoksulun, bir ailenin ortalama günlük yiyeceğinden doyurulması veya
giydirilmesi ya da bir kölenin özgürlüğüne kavuşturulması şeklinde olmalıdır.
Bunları yapmaya güçleri yetmeyenler de kefaretin bedeli olarak üç gün oruç
tutmakla yükümlüdürler. Bu durumda yapıp yapmamaya yemin ettiği şeye
uymamasının bir sakıncası olmaz.
3) Son
olarak müslümanlara, yeminlerini tutmaları tavsiye ediliyor.
Ayetin sonunda bir
değerlendirme cümlesi yer alıyor. Buna göre yüce Allah, bu tür hüküm ve
açıklamalar içeren ayetlerini indiriyor ki, bunlara muhatap olan müslümanlar
Allah'ın kendilerine yönelik lütfunun bilincine varıp O'na şükretsinler. Bu,
Kur'an'ın yasamalar ve direktiflerle ilgili ifade tarzının tipik bir Örneğidir.
Taberi'nin İbn
Abbas'tan rivayet ettiğine göre, önceki ayetler inince, hayalın güzelliklerini
kendilerine haram kılmış olanlar, dediler ki: Ya Rasulullah bu durumda içtiğimiz
yeminleri ne yapacağız? Bunun üzerine yukarıdaki ayet indi. Bu rivayetin sahih
olması muhtemeldir. Kendilerini ibadete verenlerin haberinin, yemin haberiyle
birlikte Rasulullah (s)'a ulaşması ve bu ayetin de önceki ayetlerle birlikte inmiş
olması uzak değildir. Böyle olunca, ayetler tam bir bölüm oluştururlar, önce
kendini ibadete adama ve nefsi dünya hayatının güzelliklerinden yoksun bırakma
yasaklanıyor. Arkasından, helal ve güzel şeylerden yararlanma teşvik ediliyor
veya mubah kılınıyor. Son olarak da yeminlerden nasıl kurtulanacağı
belirtiliyor.
Ayeti kerime haddi
zatında, yeminler ve kefaretleri bağlamında tam bir teşri cümlesidir. Bu
nedenle onu önceki ayetlerden ayn olarak ele aldık. Bu, aynı zamanda konuya
ilişkin ikinci ayettir. Bakara sûresinde bir ayet vardır ki, bu ayetin ilk
yarısına tıpa tıp benziyor. Sözkonusu ayette yeminlerin hayırdan, yapıcılıktan
ve takvadan kaçınmanın bahanesi gibi algılanması nehyediliyor. Bu bakımdan her
iki ayet arasında bir paralellik vardır. Dolayısıyla birinin diğerinin
tamamlayıcısı olması muhtemeldir. Böylece Kur'an-ı Kerim'in yeminle ilgili
direktif, yasa ve adaba ilişkin olarak hedeflediği husus gerçekleşmiş oluyor.
Bu aynı zamanda müslümanın ahlakının arınması, hayra yöneltilmesi ve kaygan
zeminlerden uzak tutulması amacına da yöneliktir. Yüce Allah, mü'min kullarının
tavırları, işleri ve kararlan ile ilgili olarak bu tür kaygan zeminlerde
dolaşılmasından hoşlanmaz. Tefsir bilginleri, bu ayetle ilgili olarak bir
hadis rivayet etmişlerdir. Beş müsnedde yer alan bu hadis Ebu Musa'dan rivayet
edilmiştir. "Rasulullah (s) buyuruyor ki: Allah'a andolsun ki, eğer Allah
dilerse, ben bir yemin içsem, sonra da ondan daha hayırlısını görsem, mutlaka
bu yeminimden dönerim"[279]
Bu hadisten ve Bakara
süresindeki: "Yeminlerinizi bahane ederek: iyilik yapmanız, sakınmanız ve
insanların arasını düzeltmenize Allah'ı engel kılmayın" ayetinden hareketle,
Kur'an ilkeleri ile Peygamberimizin direktifleri arasındaki sıkı uyumu ve
paralelliği bir kez daha gözlemliyoruz. Yine buradan hareketle anlıyoruz ki,
İslam'da önemli olan hayır işlemektir, zarara, münkere ve nahoşa duçar
olmamaktır. Bir insan herhangi bir hususta yemin else, bu yeminini
uygulamasından zarar, kötülük münker ya da nahoş bir şey varsa ya da ondan daha
hayırlı bir şey sözkonusuysa, onun kefaretini vermek suretiyle yemininden
dönmesi gerekir. Yeminini bahane ederek hayırdan, iyilikten, yapıcılıktan
kaçınması yahut bunu zararlı, kötü, mekruh ve nahoş bir iş yapmanın gerekçesi
kılması doğru değildir. Bu telkin ve alındırma amaçlı direktif, her zaman ve
her mekanda insanlığın maslahatına uygundur. Yeminden dolayı kefaret vermek,
Allah'a tevbe etmek, özür dilemek ve pişmanlık duymak konumundadır. Aynı
zamanda, kefaret iyi işler için bir aracı da kılınmış demektir. Kuşkusuz bunda
da üzerinde durulacak önemli bir mesaj vardır. "Kim bir yemin etse sonra
başkasının ondan daha hayırlı olduğunu görse, yeminin kefaretini versin ve daha
hayırlı olanı yapsın".
İbn Abbas, İkrime,
Katade, Hasan, Mücahid ve fıkıh imamları gibi ashab ve tabiin ulemasından
değişik görüşler rivayet edilmiştir. Tefsir bilginleri ayetin içerdiği hükümlerin
boyutlarını belirleme çerçevesinde bunları eserlerinde aktarmışlardır. [280]Bu
görüşleri özetleyerek, doğru bildiğimiz açıklamalarla bunları
değerlendireceğiz:
1- Günlük konuşmalar İçinde, yemin kastı
taşımayan yemin sözleri, boş sözlerdir. Bunlardan dolayı kefaret gerekmez. Bu
değerlendirme doğrudur. Ayetin ilk cümlesi bunu açıkça ortaya koyuyor.
2- Geçmiş
bir olay hakkında kişinin yalan yemin etmesi "ğamus (yalan yemin)"
olarak nitelendirilir. Buhari'nin Abdullah b. Amr kanalıyla aktardığı bir
hadiste Peygamberimiz bu tür yemini büyük günahlar arasında saymıştır: Büyük
günahlar şunlardır: Allah'a ortak koşma, anne ve babaya kötü davranma adam
öldürme ve yalan yemin"[281] Ebu
Davud İmran b. Hüsayn'den şöyle rivayet eder: Rasulullah buyurdu ki: "Kim
birinin hakkını gasbetmek amacıyla yalan yere yemin ederse, şimdiden ateşten
oturağına hazırlansın"[282]
Müsned imamlarının beşi tarafından Abdullah'tan rivayet edilen bir diğer
hadiste şöyledir: Rasulullah buyurdu ki: Kim müslüman bir adamın -ya da kardeşinin-
malının bir kısmını elde etmek amacıyla yalan yemin ederse, Allah'ın kendisine
Öfke duyduğu bir halde O'nunla karşılaşır"[283]
Böyle bir yeminin sorumluluğundan kurtulmak için kefaret fayda etmez... Bu
değerlendirme de doğrudur. Ancak bize Öyle geliyor ki, gerçek bir tevbe ile
birlikte meydana getirilen zararın kapatılması Allah'ın bağışlamasının
kapsamına girebilir. Biz bunu tevbeden söz eden değişik ayetlerden algılı-
yoruz. Nitekim Furkan
sûresinde daha ayrıntılı açıklamalar sunduk.
3- Bir
görüşe göre, bir kimsenin yemin etmeksizin güzel ve temiz şeyleri kendisine
haram kılması kefareti gerektiren bir durumdur. Bir diğer görüşe göre de yemin
yoksa, kefaret de gerekmez. Bu görüş daha isabetli görünüyor. Çünkü kefaret,
yeminle ilgili olarak konulmuş bir hükümdür.
4- Bazıları, ayetin orijinalinde geçen
"evsat" kelimesini "alışılagelen ortalama yol" şeklinde
açıklamış, bazıları da "en güzel" anlamına almışlardır. Yemin edenin
ailesi et, sade yağı, hurma ve ekmek yiyorsa, bunlardan her hangisini kefaret
olarak verecektir?... Ancak her halükarda yemin eden şahsın ailesinin normalde
yemediği kötü ve değersiz şeyleri yedirmemesi gerekliği hususunda görüş birliği
vardır. Bu değerlendirme doğrudur ve gerek ayetin nassıyla ve gerekse ruhuyla
uyuşmaktadır.
Bir görüşe göre
verilecek yemek, bir öğünlük doyurum tek yemektir. Bir başka görüşe göre de
tam günlük yiyecektir. Ayel-i kerimenin bunların ikisini de kastetmiş olması
ihtimali vardır.
Bir görüşe göre, on
yoksulu bir araya getirip öylece doyurmak ya da onfarı ayrı ayn doyurmak
caizdir. Bütün bu görüşler, üzerinde durmaya değer isabetli görüşlerdi. Verilecek
kefaretin miktarı üzerinde ihtilafa düşülmüştür. Bazılarına göre bir ölçek
buğday ve bir ölçek de hurma verilmelidir. Yahut yarım ölçek buğday ya da hurma
veya bir ölçek buğday yahut da bir Ölçek hurma verilmelidir. Öyle anlaşılıyor
ki, bu miktarın tes-bitinde Örf ve koşullar esas alınır. Önemli olan yemin eden
kişinin ailesinin bir günlük ya da bir öğünlük yiyeceklerinin ortalamasından
verilmesidir.
5- Bir
görüşe göre, her türlü giysiyi vermek caizdir, Diğer bir görüşe göre, verilecek
giysi lam olmalıdır. Bu görüş daha isabetlidir ve ayetin ruhuyla daha
uyumludur. Bunun belirlenmesinde de ihtilaf çıkmıştır. Bazısı belden aşağı
bedeni örten peştcmal gibi örtü verilmelidir derken, bazıları, verilecek
giysinin hırka, gömlek ve pantolon olması gerekliğini söylemişlerdir.
Bazılarına göre, peştemal ve hırka, bazılarına göre de peştemal ve sarık
verilmelidir. Aba ve sarık verilmelidir diyenler de olmuştur. Her halükarda
verilecek giysinin tam bir giysi olması gerekir. Bu ise doğal olarak
koşulların, ortamın değişmesi ile değişen bir eşyadır. Bazılarına göre
"evsat" ifadesi giysiyi de kapsıyor. Dolayısıyla on yoksula
verilmesi gereken tam giysilerin yemin eden kişinin normal olarak ailesine
giydirdiği giysilerin türünden olmalıdır. Bu değerlendirmenin isabetliliği
açıktır.
6- Bazılarına göre, "ya da" edatı
muhayyerliği ifade ediyor. Buna göre yemin eden kişi kefaret olarak, yemek,
giysi ve köle azad etmek şıklarından birini tercih etmede ser-bestlir. Bazıları
bunlar içinde en pahalı olanını zenginler için zorunlu görüyor. Buna göre, bir
köle azad edecek gücü olanlar bunu yapmalıdır. Buna gücü yetmeyenler de şayet
giysiye güç yetiriyorlarsa ve bu daha pahalıysa, onu vermelidirler. Bu
değerlendirme de isabetlidir.
7- Bazılarına göre, bir kimse, ailesini
doyurduktan sonra, yanında fazla yiyecek bulunuyorsa on yoksulu bununla
doyurmalıdır. Malı çok fazla olamazsa bile, oruca yönelmesi caiz olmaz.
Bazıları bu uygulamayı iki yüz dirhemden yukarı bir değerdeki malın bulunması
şartına bağlıyorlar. Bir grup da bunun yemin eden kişinin günlük geçiminin miktarına
bağlı olarak belirlenmesini öngörmüştür. Bize öyle geliyor ki son görüş daha
isabetlidir. Her halükârda oruç tutmak, ancak öteki kefaret şıklarının en azma
bile güç yetirilmeyen durumlarda söz konusu olabilir. Güç yetirilme de yemin
eden kişinin koşullarına göre belirlenir. Aslında bu imanla bağlantılı bîr
meseledir; kişinin dini inancı ve takvası belirleyicidir.
8- Bazıları
azad edilecek köle ile İlgili olarak beden, renk, din ve cinsiyet bağlamında
her hangi bir kayıt Öngörmezken, bazıları kölenin mü'min olması şartını ileri
sürerler. Bu görüşlerine referans olarak da Nisa sûresi, 92. ayeti
gösterirler. Bu ayette yanlışlıkla bir müslümanı öldüren bir kimsenin .azad
etmek zorunda olduğu kölenin mü'min olması şartı koşulur. Bunun yanında
bazıları, azad edilecek kölede herhangi bir kusurun ve sakatlığın bulunmamasını
ve küçük ya da olmamasını da şart koşarlar. Kanaatimizce azad edilecek köle
için "mü'min" olmanın şart koşulması yerindedir. Ancak azad edilecek
mü'min bir köle bulunmazsa, mü'min olmayan bir kölenin azad edilmesinin caiz olduğuna
ilişkin görüşü benimsiyoruz. Çünkü her şeye rağmen bu davranışta yüce Allah'ın
mutlak olarak onurlu kıldığı insan denen canlı türünün bir bireyinin özgür
kılınması söz konusudur. Azad edilecek kölenin kusurlu olmamasının ve büyük
olmasını şart koşanların da bunu kastettikleri anlaşılıyor. Ki yemin eden kişi
satın alıp azad edeceği köle hususunda herhangi bir ruhsat aramaya kalkışmasın.
Gerçi sağlam ve büyük insanın azad edilmesi daha yararlıdır; ancak hasta ve
küçük bir kölenin azad edilmesi de iyilik ve şefkat duygularının yansımasıdır.
Bu yüzden yukarıdaki şartı zorunlu görmüyoruz. Yine de doğrusunu yüce Allah
herkesten daha iyi bilir.
9- İslam
alimleri arasında, istisna ile birlikte edilen bir yemin açısından yemini bozma
durumunun söz konusu olmayacağı hususunda görüş birliği vardır. Bu görüşe referans
olarak, sünen sahiplerinin İbn Ömer'den rivayet ettikleri şu hadis gösterilir:
Rasu-lullah buyurdu ki: "Bir kimse yemin ederken inşaaliah (Allah dilerse)
derse istisna etmiş olur."[284]
Nesai ve Ebu Davud'un rivayel ettikleri hadisle de şöyle buyuruluyor: Bir kimse
yemin ederken istisna koysa, dilerse yeminine uyar, dilerse uymaz. Bu durumda
yemini bozmuş olmaz.[285]
el-Menar tefsirinde
yeminin kısımları ile ilgili iki değerlendirme yer alıyor. Bunlardan ilkinin
yazarın kendi değerlendirmeleri olduğu anlaşılıyor. İkincisi ise, İmam îbn
Teymi-ye'nin fetvalarından derlenmiştir. Her iki değerlendirme de hem isabetli,
hem de oldukça yararlıdır. Bu bağlamda onları da bu konunun akis.) içinde
sunmayı uygun gördük.
Birinci
değerlendirmede, yeminin, üzerine yemin edilen şey açısından bir kaç kışıma
ayrıldığı belirtiliyor:
1- Bir
insanın farz olan bir şeyi yapmaya ve haram olan bir şeyi de terketmeye yemin
etmesi. Bu tür yemin yüce Allah'ın mükellef kıldığı şeyleri pekiştirir.
Dolayısıyla bu yemini bozmak haramdır, günahı da katlanarak artar.
2- Bir
insanın farz olan bir şeyi yapmamaya veya haram bir fiili işlemeye yemin etmesi.
Bu tür yeminini bozmak zorunludur. Çünkü böyle yemin günahtır ve kefaret gerektirir.
3- Bir
insanın mendup bir şeyi yapmaya veya mekruh bir şeyi lerketmeye yemin etmesi.
Bu tür bir yemin itaat kapsamına girer. Bu tür bir yemine uymak ya mendup yada
vaciptir. Yemini bozmaksa ya mekruh ya da haramdır.
4- Bir
insanın mendup bir şeyi yapmamaya veya mekruh bir şeyi yapmaya yemin etmesi.
Bu yemin günahtır. Kefaret ödemek suretiyle onu bozmak vaciptir.
5- Kişinin
mubah olan bir şeyi yapmamaya yemin etmesi. Bu tür yeminler hususunda
alimlerin görüşleri farklıdır. Ancak ayette yüce Allah'ın helal kıldığı şeyler
haram kılmanın nehyedilmiş olması, bu tür yeminlerin mekruh olduğunu ve kefaret
ödeyerek yeminden dönmenin gerektiğini gösteriyor. Ancak bunun dışındaki bir
hususta yemin söz konusu olmuşsa ve eğer yemini bozmada da bir yarar varsa,
kefaretle birlikte yemini bozmak müstehaptır. Misafire iyi davranmak, aileyi
sevindirmek, bir arkadaşı ziyaret etmek yada bir işe ve yolculuğa başlamak
gibi.
İkinci değerlendirmede
ise yeminlerin üç kısma ayrıldıkları belirtiliyor:
a) Müslümanlara ait olmayan yeminler.
Yaratıklar, Kabe, melekler, şeyhler, atalar, onların türbeleri vs. adına yemin
etmek. Bu yeminler aktedilmiş sayılmazlar. Bu yüzden alimlerin ortak görüşleri
bu nehiy haramlık düzeyindedir. Bununla ilgili olarak Peygamberimizin (s) şu
hadisleri referans gösteriliyor: "Kim yemin etmek durumunda kalırsa, Allah
adına yemin etsin ya da sussun" ve "Allah sizin ortaklarınızın adıyla
yemin etmenizi nehyediyor" "Kim Allah'tan başkası adına yemin ederse
şirk koşmuş olur."
b)
"Vallahi yapacağım" gibi ifadelerle Allah adına yemin etmek. Bu yemin
aktedilmiş sayılır. Müslümanların ortak görüşüne göre bu şekildeki bir yemini
bozmak kefareti gerektirir.
c) Müslümanların yaptıkları bazı yeminler. Ki
Allah adına yapılan yemin hükmündedir. Burada yemin eden kişinin maksadı
yaratıcıyı yüceltmektir, yaratılmışlara yemin etmek değil. Kişinin: Eğer falan
şeyi yaparsam bir ay oruç tutayım veya Allah'ın evini hacc edeyim yahut helal
bana haram olsun, falan şeyi yapmayacağım ya da eğer falan şeyi yaparsam sahip
olduğum her şey bana haram olsun veya şunu yaparsam veya yapmazsam karım
benden boş olsun ya da falan işi yaparsam kanlarım boş, kölelerim azad
ve sahip olduğum her
şey sadaka olsun demesi gibi. Bu tür yeminlerle ilgili olarak alimler üç
değişik görüş ileri sürmüşlerdir:
1) Kişi yemininden dönerse, söyledikleri üzerine
gerekli olur ve kefaret ödemesi de zorunludur.
2)
Yemininden dönerse, hiç bir şey gerekmez.
3) Yemini
bozarsa sadece kefaret vermesi gerekir.
Bazı alimler adağı da
yemin gibi algılamışlar ve uyulmaması durumunda, yerine göre adağın kefaretini
daha zorunlu, daha gerekli görmüşlerdir.
Bu görüşler içinde en
doğru olanı, sahabeden geldiği kesin olan görüştür. Kitap ve sünnet de buna
delalet ediyor. Buna göre, bu yeminlerin tümünde de kefaret sorumluluğu
ortadan kaldırır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bu, yeminlerinin
kefaretidir" ve "Allah yeminlerinizin kefaretle çözülmesini size farz
kıldı" (Tahrim, 2) Sahih bir hadiste Peygamberimizin (s) şöyle buyurduğu
rivayet edilir: "Bir kimse herhangi bir hususta yemin etse, sonra ondan
daha hayırlısını görse, daha hayırlı olanı yapsın ve yeminini bozmasından
dolayı da kefaret versin" Dolayısıyla bir kimse: "Helal bana haram olsun
ki, falan şeyi yapmayacağım" "Karım boş olsun ki bu işi
yapmayacağım" "Eğer bu işi yaparsam bir hacc borcum olsun yahut bütün
malım sadaka olsun" dese, burada yemin kefareti ile sorumluluktan
kurtulur. Eğer zihar kefaretini verirse daha iyi olur.
Öte yandan
"Yeminlerinizi koruyun" ifadesinin tefsiri bağlamında ilk kuşak
mü'minlerdcn değişik yorumlar yapılmıştır. Bazıları bu ifadeyi:
"Yeminlerinizi bozmayın" veya "bozduğunuz yeminlerinizin
kefaretini verin" şeklinde yorumlamışlardır. Diğer bazılarının yorumu ise
şöyledir: "Çok yemin etmeyin, yemin etmeyi dil alışkanlığı haline
getirmeyin" Her iki yorumda muhtemeldir, ancak biz ikinci yorumu tercih
ediyoruz. Yine de doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir.
Bu ayet, şimdiye kadar
yeminlerin kefaretle çözülmesinden söz eden tek ayet olduğuna göre, Tahrim
süresindeki ayetin bundan sonra indiği anlaşılıyor. Çünkü Tahrim süresindeki
ayette "Allah yeminlerinizin kefaretle çözülmesini size farz kıldı"
buyuru-luyor. Bu da incelediğimiz bu sûrenin bazı bölümlerinin, kendisinden
önceki sûrelerin bazı bölümlerinden önce indiğini gösteren bir başka kanıttır.
Bu husus, yahudilerden söz eden bölümlerle ilgili olarak da dile getiriliyor.
Çünkü yahudilerle ilgili ayetler zincirinin havası, onların herhâlükârda
Hendek savaşı ve Kureyzaoğulları olayından önce indiklerini yansıtıyor. Bu ve
önceki kanıt, bizim daha Önce dile getirdiğimiz şu görüşümüzü destekliyor: Bu
sürenin bölümleri indikten sonra ve ilahi hikmet sûrede olmasını öngördüğü
bütün sûreler tamamlandıktan sonra bir sûre çerçevesinde birleştirilmiştir. [286]
90- Ey iman
edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden
olan pisliklerdir. Öyleyse bunlardan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz.
91-Gerçekten
şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı
anmaktan ve namazdan alıkoymak İster. Artık vazgeçtiniz değil mi?
92- Allah'a
itaat edin, peygambere de İtaat edin ve sakının. Eğer yüz çevirirseniz,
biliniz ki, elçimize düşen, ancak apaçık bir tebliğdir.
Ayetlerin dili açık ve
anlaşılırdır. En başta müslümanlara yönelik bir emir yer alıyor. Bu emirde
içki, kumar, dikili taşlar ve fal oklarından kaçınmaları isteniyor. Bunların
herbirinin kaçınılması gereken birer pislik ve kötülük oldukları açıklanıyor.
İçki ve kumarın özellikle şeytanın da vesvesesiyle mü'minler arasında yol
açtığı düşmanlığa, kin ve nefrete; onları Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan
alıkoyuşuna dikkat çekiliyor. Arkasından bir soru yöneltiliyor. Bu sorunun
sunuluş tarzında kınayıcı, azarlayıcı bir ton algılanıyor. Bu tür bir işe son
vermenin gerekliliği vurgulanıyor ve şöyle deniyor: Mü'minler şimdiden sonra
bu iki iğrenç amele son verecekler mi? Allah ve Rasu-lü'ne emir ve yasakları
bağlamında itaat etmeleri yönünde teşvik edici ifadeler yer alıyor. Uyan nitelikli
bir üslupla Allah ve Rasulü'ne karşı çıkmaktan kaçınmaları gerektiği
hatırlatılıyor. Şayet bu uyarılar da kâr etmezse, elçiye düşen apaçık bir
duyurudur. İşleri Allah'a kalmıştır. O'nun gücü onlara yeter.
Sünen sahipleri bir
hadis rivayet ederler Bu hadiste deniyor ki: Ömer dedi ki: "Allah'ım,
bize içki hakkında tatmin edici bir açıklama gönder." bunun üzerine
Bakara; 219. ayet indi. Ayet inince, Ömer çağırıldı ve kendisine bu okundu.
Ardından Ömer tekrar: "Allah'ım, bize içki hakkında talmin edici bir
açıklama gönder" dedi. Bu sefer de Nisa, 43. ayet indi. Ömer bir kez daha
çağırıldı ve kendisine bu ayet okundu. Ama o bir kez daha: "Allah'ım, bize
içki hakkında tatmin edici bir açıklama gönder" dedi. Ardından Maide
süresindeki ayet indi. Ömer bir kez daha çağırddı ve kendisine bu ayet okundu,
Bunun üzerine Ömer: "Vazgeçtik, vazgeçtik." dedi.'[287] Bu
hadisi de eserine alan Taberi, ayetin iniş sebebi olarak başka hadisleri de
aktarır. Bu rivayetlerden birine göre, Muhacir ve Ensardan oluşan bazı kimseler
bir Ensarlının düzenlediği ziyafette bir araya gelirler. İçki içerler.
Arkasından karşılıklı övünmeye, peşinden kavga etmeye başlarlar. İçlerinden
biri, Ensar'ın liderlerinden Es'ad b. Zerare'nin burnuna bir darbe indirir ve
burnunun kırılmasına neden olur. Bunun üzerine yukarıdaki ayetler inerler. Bir
diğer rivayete göre, bir grup gelip Rasulullah'tan içki ve kumarın hükmünü
sorarlar. Bunun üzerine Bakara süresindeki ilgili ayet iner. Sonra bir kez
daha sorarlar, Nisa süresindeki ayet iner. Bunun arkasından bir kez daha
sorduklarında Maide süresindeki ilgili ayet iner.
Görülüyor ki, bütün
rivayetlerde, içki ve kumar üzerinde duruluyor. Halta rivayet zinciri olarak en
güçlü ve en meşhur olanında sadece içkiden söz ediliyor. Halbuki, ayeti
kerime, dikili taşların ve fal oklarının da haram olduklarını işliyor.
Taberi, bu grubun ilk
ayetini tefsir ederken şöyle der: Bu açıklama, yüce Allah tarafından, papazlar
ve rahipleri örnek alarak temiz ve güzel şeyleri kendilerine haram kılan
kimselere yöneltiliyor ki kendilerine haram etmeleri gereken şeyler asıl
bunlardır. Tabe-ri'nin bu sözü yerindedir ve bu ayetlerde önceki ayetleri de
birbirleriyle ilinülendiriyor. Şunu da vurgulayalım ki, ayetlerin inişine esas
oluşturan hikmet, açıklamanın bütün müslümanlara yönelik olmasını gerektiriyor.
Aynı durum önceki ayetler için de geçerlidir. Bu, benzeri her olayda olduğu
gibi Kur'an'm baş vurduğu bir ifade tarzıdır.
Bu ayetlerin, önceki
ayetlerden hemen sonra yerleştirilmiş olması da bu görüşü güçlendiriyor.
Dolayısıyla önceki ayetlerden hemen sonra indikleri de söylenebilir. Ama bu,
yukarıdaki hadisle geçen olayın, diğer rivayetlerde anlatılanların tümünün ya
da bir kısmının gerçekleşmiş olmasına engel değildir. Vahyin inişine esas
oluşturan ilahi hikmet, bu münasebetle içki, kumar, dikili taşlar ve fal
oklarının haram olduğunu birlikte zikretmeyi uygun görmüştür.
Biraz önce sözü edilen
Bakara süresindeki ilgili ayette, içki ve kumarın günahının yararından daha çok
olduğuna dikkat çekilmişti. Nisa süresindeki ayette ise, sarhoşken namaz
kılınmamasi uyarısında bulunulmuştu. Bu ayetlerde ise, önceki açıklamalardan
daha güçlü, bu zararlı işlerin haram kılınışına yönelik daha kesin bir adım
atılıyor. Dolayısıyla denebilir ki: Medine dönemindeki koşullar, bu kesin
adımın atılmasını kaldıracak olgunluğa ulaşmıştı. Çünkü bu fiillerin Arapların
hayatlarındaki etkileri çok derinlere varıyordu. Ekonomik çıkarlarıyla
doğrudan ilgiliydi. Bu yüzden Bakara ve Nisa sûrc-ferindeki ilgili ayetlerde,
bu kesin yasağa yönelik uygun zemin oluşturma amaçlı adımlardan öte bir
açıklamaya yer verilmemişti.
Bazı entrikacılar şunu
iddia ediyorlar: Ayeüerin üslubu, yasama ve kesin haramlardan çok, sakındırma
ve mekruhluk bildirir nitelikledir. Bu hileli eniri kal arını sağlamlaştırmak
için de, içki içenlere uygulanan had cezasının Kur'an menşeli olmadığını, Peygamberimizin
(s) sünnetinden ve halifelerin uygulamalarından kaynaklandığını, bu yüzden
miktarının değiştiğini ileri sürüyorlar. Bir de kumar oynayanlara herhangi bir
ceza Öngörülmediğini söylüyorlar. Bu iddialar sağlam bir temelden yoksundur. Ne
ayetlerin üslubuyla ve ne de içeriğiyle bağdaşıyor. Bilakis, rahatlıkla
söylenebilir ki, ayetlerin üslubu ve içeriği, haremliğin kesinliğini en güçlü
bir şekilde vurgulamaktadır. İçki ve kumarın, dikili taşlar ve fal oklarıyla
birlikte zikredilmiş olması bile, onların kesin haram olduklarını kanıtlamak
bakımından yeterlidir. Çünkü hiç kimse, örneğin müşriklerin önlerinde dinsel
ayinlerini gerçekleştirdikleri, kurbanlarını sundukları dikili taşlara ilişkin
nehyİn sakındırma ve mekruhluğunu vurgulama nitelikli olduğunu, kesin bir haram
kılmanın kastedilmedİğini iddia edemez. Ayrıca Peygamberim iz'den -ki
müslü-manlara Kur'an, peygamberin kendilerine emrettiğini yapmalarını,
yasakladığını da yapmamalarını ve buyruklarına uymalarını emretmektedir-. Gelen
birçok hadiste her sarhoşluk veren içkinin haram olduğu ve sarhoşluk veren
herşeyin şarap (hanır) hükmünde olduğu vurgulanıyor. Bu hadislerde içki içen,
salan ve taşıyan lanetleniyor. İçki içenler ve helal görenler sert ifadelerle
uyanılıyorlar. Örneğin Ebu Davud ve Tirmizi İbn Ömerden şöyle rivayet ederler:
Rasulullah efendimiz buyurdu ki: Her sarhoşluk veren şey içkidir (hamrdır) ve
her sarhoşluk veren şey haramdır.[288] Beş
müsned sahibi Hz. Aişe'den şöyle rivayet ederler: Rasulullah efendimiz buyurdu
ki: Sarhoşluk veren her içecek haramdır.[289]
Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi Tarık el Cafi'den şöyle rivayet ederler: Tarık
Rasulullah'a içkinin hükmünü sorar. Rasulullah onu nehyeder ya da içki
üretmesinden hoşnut olmadığını belirtir. Bunun üzerine Tarık: "Ben onu
ilaç için üretiyorum" der. Peygamberimiz (s) şu cevabı verir: O ilaç değil,
tam tersine hastalıktır.[290] Ebu
Davud Deylem el-Himyeri'den şöyle rivayet eder: Rasulullah'a (s) dedim ki: Ya
Rasulullah, biz soğuk bir memleketle yaşıyoruz ve orada ağır işler yapıyoruz.
Arpadan bir içki üretiyoruz. Onu içince kendimizi daha güçlü hissediyor,
işlerin zorluğuna ve memleketimizin soğuğuna dayanıyoruz. Peygamberimiz (s)
dedi kİ: "Peki, bu içki insanı sarhoş ediyor mu?" Evet, dedim.
Buyurdu ki: Şu halde ondan kaçının. Dedim ki: İnsanlar bu alışkanlıklarını
terketmezler. Bunun üzerine dedi ki: "Vazgeçmezlerse, onlarla
savaşın."[291]
Sünen sahipleri Cabir'den şöyle rivayet ederler: Rasulullah (s) buyurdu ki:
Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır.[292] Ebu
Davud ve Tirmizi İbn Ömer'den şöyle rivayet ederler: Rasulullah (s) buyurdu
ki: "Allah, içkiye, onu içene, sunana, satana, satın alana, içki yapmak
için üzüm v.s. sıkana, sıktırana, taşıyıcısına ve kendisine taşınılana lanet
etmiştir."[293]
Nesai ve Tirmİzi İbn Ömer'le birlikte bîr grup sahabiden şöyle rivayet ederler:
Rasulullah (s) buyurdu ki: İçki içeni kırbaçlayın. Bir daha içerse yine
kırbaçlayın. Eğer yine içmeye devam ederse Öldürün. Bir rivayete göre: Boynunu
vurun.[294] Ebu Davud, Nesai ve İbn
Hiban şöyle rivayet ederler: Rasulullah (s) buyurdu ki: Ümmetimin içinde bazı
kimseler içki İçecek ve ona başka bir isim vereceklerdir.[295]
Sünen sahipleri şöyle rivayet ederler: Peygamber efendimiz (s) buyurdu ki: Kim
içki içerse, kırk gün bo yunca onun namazı eksik olur. Eğer tevbe ederse, Allah
tevbesini kabul eder. Şayet dördüncü kez tevbesinden dönerse, yüce Allah'ın ona
öldürücü zehirin Özünü içirmesi hak olur. Dediler ki: Ya Rasulullah: Öldürücü
zehirin özü nedir? Buyurdu ki: Cehennem ehlinin bedeninden akan irindir. Kim
onu küçüklükten beri, helali haramdan ayırmadan içerse yüce Allah'ın ona
cehennem ehlinin bedeninden akan irini içirmesi hak olur.[296]
Kur'an'da içki içene
ve kumar oynayana bir cezanın Öngörülmemiş olması meselesine gelince, öyle
anlaşılıyor ki, bunun nedeni söz konusu suçların kişisel boyutlarda kalması ve
başkalarının haklarıyla ilgili olmamasıdır. Dolayısıyla Kur'an'daki cezaların,
bu temel prensip ışığında algılanmaları gerekir. Bu bağlamda, şunu da
düşünebiliriz: Kur'an-ı Kerim İslam'ın temel şartlarından olan namaz, oruç,
zekat ve hacc gibi ibadetleri terkedenler için de bir ceza öngörmemiştir. Bu
da yukarıdaki gibi yorumlanabilir. Sarhoşluk veren içkilerin ve kumarın haram
olmadığını söylemek her zaman ve her mekandaki müslüman alimlerin ortak
görüşüne göre şüphe götürmez bîr küfürdür. Bu değerlendirmenin dayanağı,
tefsirini sunduğumuz ayetler ve bir çok hadis-i şeriftir. Şayet Peygamberimiz
(s) içki içenin kırbaçlanmasını öngörmüş, buna karşılık kumar oynayan kimse
için bu tarz bir ceza öngörmemişse, bunun hikmeti, içkinin insanın aklını başından
alması, saygınlığını ayaklar allına alması, ayrıca içki içenin hem kendisine
hem de başkalarına zarar verecek davranışlarda bulunma ihtimali olsa gerektir.
Nitekim içki içenlerin bu hali somut olarak gözlemlenebilir. Bize öyle geliyor
ki, bu konuda peygamberimizden (s) gelen rivayetler, onun öngördüğü cezanın
azarlama ve terbiye etme amacına yönelik olduğunu ortaya koymaktadır. Buhari,
Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi, E-nes'den şöyle rivayet ederler: Rasulullah (s)
içki içenleri hurma sapı ve nalınlarla döverdi. Bir rivayete göre: İçki içen
bir adam ona getirildi. İki hurma sapıyla ona kırk defa vurdu. Tirmizi 'nin
rivayetinde: İçki içene iki nalınla kırk defa vurdu.[297]
Buhari ve Ebu Davud Ebu Hureyre'den şöyle rivayet ederler: İçki içen bir adam
peygamberimizin huzuruna getirildi. Peygamberimiz (s): "Onu dövün"
buyurdu. Kimimiz eliyle, kimimiz ayağındaki nalınıyla ve kimimiz de üzerindeki
giysisiyle onu dövüyordu. Pcygamberimiz (s) dövme işine son verince, bazıları
adam için şöyle dediler: "Allah seni rezil elsin." Bunun üzerine
Peygamberimiz (s): "Öyle söylemeyin. Onun aleyhine şeytana yardımcı
olmayın." buyurdu.[298]
Buhari şöyle rivayet eder: Rasulullah zamanında Abdullah adında bir adam vardı.
Bu adamın lakabı "eşek"li. Bu yüzden Rasulullah (s) ona gülerdi. Bir
gün onu içki içtiği için kırbaçlatın işti. Kırbaçlanmasını emrettiğinde,
bazıları şöyle demişlerdi: Allah'ım ona lanet el. Ne kadar da çok içiyor! Bunun
üzerine Peygamberimiz (s) şöyle buyurdu: Ona lanet etmeyin Allah'a andolsun
ki, onun Allah'ı ve Rasulünü sevdiğinden başka bir şey bilmiyorum.[299]
Peygamberimizden (s)
sonra ashabı da onun sünnetini izlemiştir. Örneğin Buhari, Müslim, Ebu Davud ve
Tirmizi Enes'dcn şöyle rivayet etmişlerdir: Ebubekir içki içenlere hurma sapı
ve nalınla kırk kere vururdu. Ömer halife olunca kırsal kesimden ve köylerden
insanlar Medineye gelmeye başladılar. Bunun üzerine Hz. Ömer, içkinin cezası
hakkında ne düşünüyorsunuz? diye yanındakilere sordu. Abdullah b. Avf, "en
düşük had cezasının içki için de uygulanmasını düşünüyorum" dedi. Bunun
üzerine Hz. Ömer içki içenlere seksen sopa vurmaya başladı.[300]
Buhari ve Müslim İbn
Ömer'den şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. Ömer Peygamberimizin (s) minberine
çıkıp şöyle dediğini duydum: Ey insanlar, İçkinin haram kılındığı vahiyle
belirtilmiştir. O, şu beş şeyden üretilir: Üzüm, hurma, bal, buğday ve arpa.
Hamr (içki) aklı mahmur eden şeydir. [301]Bu
rivayetin son cümlesi daha önce, aktardığımız rivayetlerle örlüşüyor.
Dolayısıyla burada sözü edilmeyen başka maddelerden üretilen öteki içkilerin
helal olabileceği vehmini ortadan kaldırıyor.
Ayette geçen "el
ezlam= lal okları" kelimesi ile, kumar oynanan okların kastedildiğini
düşünüyoruz. Bakara; 219. ayetin tefsiri çerçevesinde bunun nasıl oynandığını
da anlatmıştık. Dolayısıyla burada lal oklarıyla oynanan kumar esnasında
kesilen hayvanın haram ve pislik olduğuna dikkat çekiliyor.
Tabcri ve başka
müfessirler de bu görüştedir. Fal oklarının kumarla birlikle zikredilmesini,
bu ikisinin aynı anlama gelmediklerinin kanıtı olarak algılıyoruz. Tercih
edilen görüşe göre kumar genci, fal okları da oyunun bir türüne verilen addır.
İkinci ayetle sadece kumardan söz edilmiş olması da bu değerlen di rmey i güçlendiriyor.
Bazı tefsir
bilginleri, bu çerçevede tavla ve satranç gibi oyunlardan da söz ederek,
Peygamberimizin hadislerinden, sahabe ve tabiinin sözlerinden hareketle
bunların kumar dolayısıyla haram olduklarını belirtmişlerdir. İbn Ebu Halem'in
Ebu Musa cl-Eş'ari'den rivayet etliği şöyledir: Rasulullah (s) buyurdu ki:
"Şu dörl köşeli, üzerinde işaretler bulunan taşlarla oynanan oyundan
kaçının. Bunlarla bir tür kehanette bulunulur. Bu, kumardır."[302]
Tefsir bilimcileri bunun tavla oyunu olduğunu belirtmişlerdir. Bu hadislerin
birinde Beride el-Eslemi şöyle der: Rasulullah (s) buyurdu ki: Tavla oynayan
bir kimse eline domuzun etini ve kanını bulaştırmış gibidir.[303]Ebu
Musa'dan şöyle rivayet edilir: Peygamberimiz (s) buyurdu ki: Tavla oynayan
Allah'a ve Rasulü'ne isyan etmiş olur.[304] İbn
Ebu Halem Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet eder: Satranç bir çeşit kumardır.[305]
Ata, Mücahid ve Tavus'tan şöyle rivayet edilir: "Şans oyunlarının hepsi kumardır.
Hatta çocukların cevizle ve yumurtayla oynadıkları oyunlar da."[306]
Doğal olarak iskambil kağıtlarıyla oynanan oyunları da buna katmak gerekir.
Bununla da anlaşılıyor
ki, kaybedenden bir şey alınması esasına göre oynanan her oyun kumar kapsamına
girer. Kur'anda ki tanımlama ve sakındırma onun için de geçerlidir.
Dikili taşlardan
kasıt, Arapların ibadet ve ayin için diktikleri taş ve ağaçlardır. Bunların
yanında, Allah'ın ortakları olduklarını iddia ettikleri düzmece ilahları adına
kurban keserlerdi. Bu sûrenin 3. ayetinde bunlardan söz edildi: Söz konusu
ayette, bu tür dikili taşların yanında kesilen hayvanların etlerinin haram
olduğu belirtilmektedir. Burada da, bu tür dikili taşların yanında kesilen
hayvanların etlerinin haram olduğu bir kez daha vurgulanmış olabilir. Ayetlerin
akışından, böylesi bir yorum daha uygun düşüyor.
Öte yandan, ayetlerin
tanımlamaları ve sakındırmaları son derece serttir. Bu da halkın bu tür
alışkanlıklarla ilgisinin köklülüğünü özellikle kumar ve içkinin topluma iyice
yerleşmiş birer alışkanlık olduğunu gösterir. İkinci ayette, kumar ve içkinin
sosyal, ahlaki ve dini açıdan yol açtığı büyük zararlara dikkat çekiliyor. Ki
bu, bir anlamda yasamanın hikmetini yansıtırken, Kur'an'ın genel Üslubuyla da
örtüşmektedir. Böylece hem ayetlerin içerdiği hikmet ortaya konuluyor, hem de
Kur'an'ın kendine özgü mutlak, ama şiddetli üslubuyla bir yasağı vurgulayışı
dikkatlere sunuluyor. Bu, her ortamda akla ve insanın çıkarma da uygundur.
Ayrıca İslam şeriatının ölümsüzlüğünün de bir göstergesidir. [307]
93- İman
edenler ve salih amellerde bulunanlar için korkup sakındıkları ve iman
ettikleri ve sonra yine korkup sakındıkları ve iyilikte bulundukları takdirde
yedikleri dolayısıyla bir sorumluluk yoktur. Allah, iyilik yapanları sever.
Ayetin dili açıktır.
Rivayete göre[308] bu ayetler inince
ashaptan bazıları, daha önce içki içen ve kumar sonucu paylaşılan eti yiyen
kardeşlerinin durumlarını Rasulullah'dan sormuşlar. Bunun üzerine yukarıdaki
ayet inmiştir.
Rivayetin sahih olması
muhtemeldir. Bu durumda, ayeti kerime konu itibariyle önceki ayetlerle
ilintili olur. Belki de hemen onlardan sonra inmiştir.
Taberi diyor ki,
takvaya ilişkin ilk emir, Allah'ın emrini kabul etme, doğrulama ve pratikte
uygulama anlamında kullanılmıştır. İkincisi, bu tavır üzerinde kalıcı olmayı bu
tutumu değiştirmemeyi ifade etmektedir. Üçüncüsü nafile ibadetlerle Allah'a
kulluk sunarak yaklaşma anlamını içermektedir. Beğavi'ye göre, ilki şirkten
sakınmak, ikincisi bu hali sürdürmek, üçüncüsü salih ameller işlemek demektir.
Tabresi'nin yorumu ise şöyledir: İlki Ölmüş olanlara, ikincisi yaşayanlara,
üçüncüsü ise gelecek kuşaklara yöneliktir.
Bu yorumların her biri
dikkate değerdir. Herhalükarda ayeti kerime yer aldığı konu bütünlüğü
itibariyle sürekli ve genel bir ilke niteliğindedir. Buna göre yüce Allah,
mü'min kullarını, bir şeyi haram kılmadan önce bununla ilgili fiillerinden
dolayı sorguya çekmez. Ayrıca şu evrensel kurala vurgu yapılıyor: Allah
katında Önemli olan, kulun imanı tasdiki, Allah'ın koyduğu haramlardan
kaçınmaya çalışması, O'nun emirlerine uyması, koyduğu yasaklardan uzak durması,
salih ameller işlemesi ve bu konuda en iyiyi (İhsanı) yapma yönünde bir çaba
içinde olmasıdır. Üzerinde durulan bir diğer husus da, yüce Allah'ın kullarının
iyi niyetle ve günah işleme kastı gütmeden, gerçekte şüpheli ya da helal veya
haram olduğundan emin olunmayan bazı yiyecek ve içecekleri yiyip içmelerini
hoşgörüyle karşılayacağıdır. Bu, Kur'an'ın genel direktifleriyle de uyuşuyor.
Eşyanın tabiatına da uygundur. İslam şeriatını kalıcı kılan da budur. [309]
94- Ey iman edenler, andolsun Allah, gaybte kendisinden
kimin korktuğunu ortaya çıkarmak için ellerinizin ve mızraklarınızın erişeceği
avdan bir şeyle sizi deneyecektir. Artık kim bundan sonra haddi aşarsa, onun
için acı bir azap vardır.
95- Ey iman
edenler, siz ihramlıyken avı öldürmeyin. Sizden kim onu kasıtlı olarak
öldürürse, cezası hayvandan[310]'
öldürdüğünün bir benzeridir. Buna da, Ka'beye varabilecek bir kurbanlık olarak
içinizden adalet sahibi'[311]'
iki kişi hükmedecektir. Veya yoksulları doyurmak veya onun dengi oruç tutmak
olan bir keffaret vardır. Böylelikle işlediğinin vebalini tadmış olsun. Allah
geçmişte olanı bağışladı. Ama kim tekrarlarsa, Allah ondan öç alacaktır. Allah
üstün ve güçlü olandır, öç sahibidir.
96- Deniz avı ve onu yemek size ve yeryüzünde dolaşanlara[312]'
bir yarar olarak helal kılındı. İhramlı olduğunuz sürece kara avı ise size
haram kılınmıştır. O'na götürülüp toplanacağınız Allah'tan korkup-sakının.
1)
Müslümanların dikkati bir hususa çekiliyor ki, buna göre, yüce Allah onları
ellerinin ve mızraklarının ulaştığı avlar konusunda denemektedir.Amaç
Allah'tan korkan ve emirlerini göz önünde bulundurarak hareket eden ihlaslı, gerçek
mü'mini fiili olarak ortaya çıkarmaktadır.
2) Dönemi
sırasında sapıp Allah'ın koyduğu haramlar sınırını aşanların Allah katında
acıklı bir azaba çarptırılacakları uyarısında bulunuluyor.
3)
İhramlıyken av hayvanı öldürmek yasaklanıyor. Böyle yapanlar için keffaret hükmü
getiriliyor. Bu kefaret, Kabe'nin yanında öldürülen av hayvanına denk bir
hayvanın kurban olarak sunulması veya yoksulların doyurulması yahut buna denk
olacak bir kaç gün oruç tutmak olarak tesbit ediliyor. İhramlıyken av hayvanı
öldüren kimse bir yasak çiğnediğini ve ona karşılık kefaret ödediğinin
bilincine varsın.
4) Yüce Allah'ın bundan önce işlenen bütün kusurları
affettiği duyuruluyor. Buna rağmen herhangi bir kimse tekrar böyle bir kabahat
işlerse kendini üstün iradeli ve aziz olan Allah'ın intikamının hedefi haline
getirir.
5) Bu arada müslümanlara yasama ile ilgili bir
hitap yöneltiliyor. Buna göre yüce Allah onlara deniz avını ve bu av
hayvanlarını yemeyi helal kılmıştır. Bu ruhsattan yolcu ya da mukim olan tüm
müslümanlann eşit şekilde yararlanması şartıyla. Ancak ihramda oldukları
sürece karada avlanmaları haramdır. Sonunda müslümanlara öğüt veriliyor.
Allah'tan korkup sakınmaları gerektiği, çünkü O'na döndürülecekleri, huzurunda
toplanacakları vurgulanıyor.
Beğavi, ilk ayetin
tefsiri bağlamında, onun Hudcybiye barış antlaşmasının imzalandığı yıl
indiğini rivayet eder. Rivayete göre müslümanlar o sırada ihramlıyken yüce Allah
onları dener. Sürülerce yabani hayvanlarla karşılaşırlar. Onları yakalamaya
çalışırlarken yukarıdaki ayet iner. İkinci ayetin tefsiri bağlamında aktarılan
bir rivayete göre, ayet Ebul Yusuf adında bir adam hakkında inmiştir. Bu adam
ihramlı olduğu halde bir yabani eşek yakalar ve onu öldürür. Deniz avı ve bu
avdan yemekle ilgili bir rivayete rastlayanı adılar.
Rivayetler ayetle
şekil ve konu olarak uyumlu bir bütünlük görüntüsünü veriyorlar. Bir konu daha
içeriyorlar ki, iniş sebeplerine ilişkin rivayetlerde bundan söz edilmiyor.
Deniz avının ve ondan yemenin helal oluşu konusunu kastediyorum. Bu yüzden
ayetlerin bir defa da indiklerine ilişkin görüşü tercih ediyoruz. Ama bu,
rivayetlerde sözü edilen olayların meydana gelmiş olmasına engel değildir. Bu
durumda söz konusu olayları bu bölümün tamamının iniş sebebi olarak
algılayabiliriz. Bu münasebetle ihramlıyken avlanma ile ilgili tam bir bölüm
inmiştir.Bu bölümde Önceki ayetler arasında kapsam itibariyle bir benzerlik yok
görünüyor, ancak aradaki konu benzerliği hemen fark ediliyor. Çünkü bu
ayetlerin içeriği de Önceki ayetler gibi yasama niteliklidir. Öyle anlaşılıyor
ki, bu ayetler önceki ayetlerin hemen sonrasında inmemiş olmakla beraber,
aradaki bu münasebet dolayısıyla buraya yerleştirilmişlerdir.Gerçi İslam'dan
önce ihramlıyken denizde avlanmanın helal mi yoksa haram mı oldıığuna ilişkin
bir ifadeye rasllayamadık; ancak geleneksel olarak, Arapların ihramlıy-kcn kan
dökmeyi sakıncalı görmelerinden hareketle, bunun da sakıncalı görüldüğü sonucuna
varıyoruz. Dolayısıyla ayetlerin inişine esas oluşturan hikmet genelde
rnüslü-manlar ve Özelde de deniz ya da kara yoluyla uzak mesafelerden gelenler
için bir kolaylık olsun diye, deniz avının helal kılınmasını öngörmüştür. Bu da
bizi şu sonuca götürür: İhramlıyken denizde avlanmak ve bu avların etinden
yemek mubahtır.
Ayetin tefsiri
bağlamında "ve siz ihramlıyken" ifadesinin boyutlarını, anlamını detaylı
bir şekilde sunduk. Aynı şeyleri burada da söyleyebiliriz. Dolayısıyla aynı
sözleri tekrarlamanın ya da ek açıklamalarda bulunmanın gereği yoktur.
Tefsir bilginleri,
Peygamberimizden (s) bazı hadisler, ashab ve tabiine ait olduğu ileri sürülen
bazı sözler aktarmışlardır ki; bunlarda ayetlerin içerdiği hükümler sunuluyor.
Bunları şöylece sıralamak mümkündür:
1)
Bazılarına göre, ayeti kerimede sözü edilen kefaret hükmü ihramh olduğunu unuttuğu
halde bilerek av hayvanı öldüren kimse için geçerlidir. Eğer ihramh olduklarını
unutmuşlarsa, bunların günahı kefaretle silinmeyecek kadar ağırdır. Dolayısıyla
onlar Allah'ın intikamının hedefi halindedirler. İhram 1 ılıkları geçersiz,
hacları iptal olur. Bu görüşü savunanlar: "Allah geçmişte olanı
bağışladı" ifadesinin ayetin İnişinden önceki uygulamalara yönelik
olduğunu söylemişlerdir. Bir diğer görüşe göre, kefaret, ihramh olduğunu
hatırladığı halde ilk kez bilerek av hayvanı öldüren kimse için geçerli olan
bir hükümdür. Bunu tekrarlarsa günahı kefaretle silinmeyecek kadar ağır olur ve
kendisi de ilahi intikamın hedefi haline gelir. Bunlarda öncekiler gibi:
"Allah geçmişte olanı bağışladı" ifadesinin-ayetin inişinden
öncesine yönelik olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca, yüce Allah'ın ilk ayette
uyardığı azabın da, ona muhalefet ettikleri için kefaretle ortadan kalkmadığını
savunmuşlardır. Bunun yanında vurguladıkları bir diğer husus da şudur: Hakemlik
edecek iki kişi, öncelikle onun ihramlıyken bilerek av hayvanı öldürüp öldürmediğini
sormalıdırlar. Eğer evet derse, onu reddetmeli ve hakkında hakemlik yapmamalıdırlar.
Şayet hayır derse, hakemlik etmelidirler. Taberi ikinci görüşü isabetli saymıştır.
Taberi'nin bu değerlendirmesi yerindedir. İlk defa av hayvanı öldürenin kefaret
Ödemesi ile günahının silinmeyeceğine ilişkin değerlendirmesi hariç. Çünkü
kefaret, hak sahibinin bedeli değildir. O, Allah'a tevbe hükmünde bir durumdur.
Allah da kullarının levbesini kabul eder. Şura; 25. ayette de belirtildiği gibi
onların kusurlarını affeder. Kuşkusuz bazı günahlar vardır ki, bunlar kefaret
şöyle dursun, tevbe edilse dahi affedilmezler. İncelediğimiz bu sûrenin 33 ve
34. ayetlerinin, Tevbe sûresinin ve Furkan sûresinin tefsiri çerçevesinde bu
hususları detaylı olarak ele aldık.
2)
Bilginlerin bir kısmına göre, o "ev" veya edatı seçme ifade eder.
Buna göre, adaletle hükmeden iki hakem, yiyecek, oruç veya kurban olarak
Öldürülen ava denk düşen miktarları tesbit ederler. Bilerek avlanan kişi de
kefaret olarak bunlardan birini seçer. Diğer bazılarına göre "ev"
edatı sıralama bildiriyor. Öncelikle kurban kesmek gerekiyor, bulunmazsa yemek yedirilmeli,
o da yoksa oruç tulmak lazım gelir. Kur'an'ın ifade tarzı, her iki ihtimale de
açıktır.
3) Tefsir
bilginleri, iki hakemin hükmedecekleri çerçevenin sınırlarını da açıklamışlardır.
Buna göre hakemlerin hükmedecekleri en iyi çerçeve şöyle çiziliyor: Bir kimse
yabani bir eşek, sığır veya keçi öldürürse, üzerine düşen kefaret bir sığır
kuban etmek veya on yoksulu doyurmak yahut on gün oruç tutmaktır. Bir kimse
ceylan yavrusu, tavşan veya keler öldürürse, üzerine düşen kefaret bir koyun
kurban etmek veya altı yoksulu doyurmak yahut altı gün oruç tutmaktır. Bir
kimse de serçe, bıldırcın yada güvercin gibi daha küçük bir hayvan öldürürse,
kefaret olarak kesmesine hükmedilmez. Çünkü hayvanlar içinde bunlara denk
sayılabilecek bir hayvan yoktur. Bununla beraber bir kuzu yada koyun kurban
etmesi müstehaptir. Bu durumdaki bir kimsenin üç yoksulu doyurmasına yada üç
gün oruç tutmasına hükmedilir. Yiyecek tam gün yetecek gıda olmalıdır. Yanmsa
yahut bir mudi buğday yada hurma veya hazır yemek gibi.
4) Tefsir
bilginleri bu yasağın eli yenen hayvanlarla ilgili okluğunu söylemiş, dolayısıyla
ihramİiyken insana eziyet eden öteki hayvanları öldürmenin mubah olduğunu ileri
sürmüşlerdir. Bu görüşlerine dayanak olarak da Beğavi'nin Abdullah b. Ömer'den
aktardığı şu rivayettir: "Rasulullah
(s) buyurdu ki: İhramlı olan bir kimsenin şu beş hayvanı öldürmesinin
sakıncası yoktur: Karga, çaylak, akrep, fare ve azgın köpek." Adı geçen
müfessir bir diğer hadisi de Ebu Said'den aktarır: "Rasulullah Efendimiz
buyurdu ki: ihramlı kişi evcil yırtıcıları öldürebilir" Aynı müfessir Ebu
Hureyre'den de şöyle rivayet eder: Rasulullah (s) buyurdu ki: "İhramhykcn
beş hayvanın katli mubahtır: Yılan, akrep, çaylak, fare ve yırtıcı köpek"[313]
5) Tefsir
bilginleri, İhramlı olan kişi kendisi avlamadıkça yada kendisi adına
avlan-madıkça başkasının avladığı kara hayvanının etinden yiyebilir
demişlerdir. Bu görüşlerini İmam Şafi'nin Cabir b. Abdullah'tan aktardığı şu
hadise dayandırmışlardır: "Rasu-fullah'ın şöyle dediğini duydum: Siz
kendiniz avlanmadıkça yada biri sizin için avlan-madıkça siz ihramİiyken karada
avlanan hayvanın eti size helaldir."[314]
6) Aynı şekilde deniz avının ve yiyeceklerinin
ihramlı ve ihramsız herkese mubah olduğunu söylemişlerdir. Deniz hayvanının
sudan canlı yada ölü çıkarılmış olması fark etmez. Denizin kıyıya attığı da bu
hükme tabidir. Bunların yaralananları ve mızrakla vurulanları da Öyledir. Bu
hususta nehirlerin de deniz hükmünde olduğunu söylemişlerdir. Bazıları kurbağa
türlerini ve yengeçleri bu kapsamın dışında tutarlar. Çünkü bunlar lam olarak
deniz hayvanı sayılmazlar.
7) Adalet
sahibi iki hakeme gelince, bununla ilgili herhangi bir bilgiye rastlayama-dık.
Öyle anlaşılıyor ki, bizzat avlanan kişi adil ve deneyimli olduklarına inandığı
iki
kişiyi seçer. Bunlar
meseleyi takdir eder ve avlanan kişiye görüşlerini bildirirler. Çünkü bu iki
arasında geçen hukuki değil, dini bir meseledir. Onun için müslümanların yöneticilerinin
bir müdahalesi sözkonusu olamaz. Yine de doğrusunu Allah herkesten daha iyi
bilir.
İlk kez "Ka'be"
kelimesinin geçmesi münasebetiyle şunu söylüyoruz: Teftir bilginleri, bu
şekilde adlandırılmasının kare şeklinde yada yüksek bir bina olarak inşa
edilmiş olmasından kaynaklandığını söylemişlerdir. Bir görüşe göre,
çevresindeki binalardan ayrı ve tek olarak inşa edildiği için bu şekilde
adlandırılmıştır.[315] İlk
kullanımda bu anlamlardan biri bir şekilde kullanılmıştır. Mekke ve Medine
inişli bir çok sûrede Ka'be'-den "beyt: ev" ve "beytul haram:
Haram (dokunulmaz) ev" şeklinde söz edilmiştir. İslam'dan önce Araplar'da
onu bu şekilde anlıyorlardı. Onun etrafında ve içinde bir çok put yaparak
etrafında tavaf yapıyorlardı. Orada namazlarını kılıyor ve yanında kurbanlarını
sunuyorlardı. Arapların yaşam tarzlarına ilişkin rivayetlerden[316]
yanmada da tek, "Ka'be"nin bu olmadığı anlaşılıyor. Bazı Arap
kabilelerinin aynı amaçla bina edilmiş Ka'beleri vardı. Ancak Mekke'de ki Ka'be
tüm Arapların ortak mabedi sayılıyordu. Ra-sulullah (s) Mekke'yi fethettiği
zaman Ka'be'nin içinde ve etrafında 360 tane put bulmuştu. Duvarlarında Hz.
İbrahim ve Hz. İsa'nın resimleri bulunuyordu. Bu da gösteriyor ki Araplar onu
ortak ve genel bir Ka'be olarak kabul ediyorlardı. İçlerindeki bazı hrıstiyan
kabileler de put ve mabudlarının heykellerini içine ve etrafına yerleştirerek
bu ortak eğilime katıldıklarım göstermişlerdi. Daha önce çeşitli vesilelerle
Ka'be'nin oluşumu ve bina edilişi ile ilgili rivayetlere değindik. Bir kez
daha yinelemeye gerek duymuyoruz. [317]
97- Allah, Beyt-i haram olan Ka'be'yi insanlar
için bir kıyam evi'[318]
kıldı; haram ayı kurbanı ve boyunlardaki gerdanlıkları da. Bu Allah'ın
göklerde ve yerde ne varsa tü-münü bildiğini ve Allah'ın gerçekten herşeyi
bilen olduğunu bilmeniz içindir.
98- Bilin ki, Aİlah gerçekten cezası pek şiddetli
olandır. Ve Allah bağışlayandır, esirgeyendir.
99- Elçiye tebliğden başka yükümlülük yoktur.
Allah açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da bilir.
100- De ki: Murdar İle temiz -murdarın çokluğu
hoşuna gitse de- bir olmaz. Ey temiz akıl sahipleri, Allah'tan korkup sakının.
Umulur ki, kurtuluşa erersiniz.
Ayetlerin ifadesi
gayet açıktır. Ayetlerin şu hususları içerdiklerini gözlemliyoruz:
1) Allah'ın dokunulmaz (haram) evi olan
Ka'be'de, haram aylarda, kurbanlıklarda
ve boyunlardaki
gerdanlıklarda, bölgeye özgü yasaklarda ve alışkanlıklarda insanların işlerine,
geçimlerine ve çıkarlarına dayanak olan etkenlerin somutlaştığına dikkat çekiliyor.
2) Müslümanlara bir çağrı yöneltiliyor. Allah'ın
göklerde ve yerde bulunan herşeyi bunların gereklerini, insanlar için dayanak
olabilecek olguları bildiğini kesin bir ifadeyle vurgulamaları isteniyor.
Koyduğu haramları dinlemeyen ve onları çiğnemeyen inatçılara karşı sonuç alıcı
cezasının çok şiddetli olduğu iyi niyetli, amellerinde Allah'ı gözeten ve bir
kusur işlediğinde derhal pişmanlık duyanlara karşı da bağışlayıcı, esirgeyici
olduğu ifade ediliyor.
3) Bir diğer uyanda da Rasulün ancak ilahi
mesajı tebliğ etmekle yükümlü olduğu belirtiliyor. Yüce Allah'ın bu çağrıya
muhatap olanları denetlediği, onların gizlisini açığını bildiği ve bir gün
onları tek tek önlerine sereceği dile getiriliyor.
4) Ayetlerin akışı içinde hitap Hz. Peygamber'e
yöneltiliyor ve insanlara şöyle demesi emrediliyor: Hiç bir şekilde pis ile
temiz ve helal ile haram bir olamaz, pisin yada haramın dış görünüşü çokluğu
ilgi çekici, albenili olsa bile.
5) Bir de
akıl sahiplerine Allah'tan korkmaları telkin ediliyor. Çünkü takva kurtulup ve
başarı demektir.Bu ayetlerin inişi ile ilgili olarak belli bir rivayete
rastlamadık. Öyle anlaşılıyor ki bunlar önceki ayetlerden hemen sonra
inmişlerdir. Böylece hac esnasında yapılan ibadetler bu mevsime özgü
gelenekler ve bu arada av yasağı gerekçeleri ve yorumlarıyla ele alınmışlardır.
Dolayısıyla bu ayetlerin önceki ayetlerle beraber veya onlardan hemen sonra
inmiş olması kuvvetle muhtemeldir.
Bu sûrede ve bundan
önceki sûrelerde, çeşitli münasebetlerle Ka'be, kurbanlıklar, ve boyunlardaki
gerdanlıklar ile ilgili geleneklerin, ifade ettikleri anlama değindik, bu açıklamaları
yinelemenin yada ek açıklamalarda bulunmanın gereği yoktur. Sadece bu ayetlerin
içerdiği yorumsal açıklamalara hacc geleneklerine yüklediği anlama ve
direktiflere dikkat çekmek istiyoruz. Yüce Allah bu geleneği başlangıçta Araplara
ilham etmiş, arkasından Kur'an aracılığı ile pekiştirmiştir. Bunun nedeni adı
geçen geleneğin insanların çıkarına olmak üzere çeşitli önceliklere sahip
olmasıdır. Özel, genel, dünyevi ve dini uygulamalar hep birlikte insanların
hayat dayanağını oluştururlar. Bu aynı zamanda, söz konusu geleneğin İslam
Öncesi Arapların hayatları üzerinde de olumlu etkiler bıraktığının ipucudur.
İnançlarının, ibadet şekillerinin ve yurtlarının farklılığına rağmen bir tek
ibadet manzumesi ve çilesiyle bir araya gelebiliyorlardı. İçlerinde gerçekleşen
tek birlik görüntüsü buydu. Hacc mevsimi kutsal bir uzlaşma dönemiydi.
Savaşlara, kavgalara ara verilirdi. Geniş ve dağınık topluluğa bir süre için
güvenlik ve huzur egemen olurdu. Etkin bir merkezi otoriteden yada yargı
erkinden söz edilemezdi. Hacc mevsimi, büyük pazarların panayırların
kurulmasına sebep olurdu. Orada mallarım satar ihtiyaçlarım giderirlerdi.
Problemlerini çözerlerdi. Hacc mevsiminde kurulan panayırlar dil ve lehçe
birliğini sağlamak için bulunmaz bir fırsattı. Buralarda Övünç duydukları
değerlerini başkalarına aktarma fırsatını bulurlardı. Vaazlar, hutbeler,
kasideler ve anlam ve etki itibariyle birbirinden farklı haberler dinlerlerdi.
Bütün bunlar bir canlılık, bir hareket kazandırıyordu. Böylece Peygamberimizin
gönderilişinden Önce ruhlar ve fikirler diri tutuluyordu.
Ayetler bu açıdan,
İslami yasaların insanların maddi ve manevi çıkarlarını korumayı
hedeflediklerini vurguluyorlar. Bu arada bir lakım şaibe ve ayıplardan
arındırıldıktan sonra büyük ölçüde cahiliye dönemindeki şekliyle korunan hacc
ibadetler manzumesine ilişkin olarak zihinlerde belirebilecek kuruntuları
bertaraf ediyorlar. Bu bakımdan ayetler, kapsayıcı, sürekli ve etkileyici bir
telkin içeriyorlar. Buna göre insanların çıkarlarının ve maslahatlarının
dayanağı niteliğine sahip olacak şeylerden yararlanmayı kolaylaştırmak,
bunlara uygun bir zemin oluşturmak ve bu lür imkanlar icad etmek gerekir.
Müslümanların güçlenmesine ülkelerinin kalkınmasına ve hayat düzeylerinin
yükselmesine vesile olabilecek imkanlar araştırılmalıdır. Bunu yaparken
Allah'ın belirlediği haramlardan uzak durmak, hclal-haram, temiz-pis,
faydalı-zararlı, hayır-şer, adalet, ihsan- azgınlık ve luğyan ile ilgili olarak
çizdiği sınırların ötesine geçmemek bir yükümlülüktür.
Ayetler grubunun son
ayeti bu evrensel telkinle bütünleyici bir işlev görüyor. Söz konusu ayette,
çekiciliğine, göz alıcı dış görünümüne, insana hoşgörünen lezzetlerine ve
kolayca elde edilir olmasına kanıp da insanların pis, haram, zararlı ve kötü
şeylere yönelmemesi gerektiği vurgulanıyor. Bunları temiz, helal, faydalı, ve
hayırlı şeylerden ayırmak birbirlerine denk tutulmalarına engel olmak gerektiği
dile getiriliyor. Ayetin son bölümünde etkili bir mesaj sunuluyor. Burada hitap
düşünen akıl sahiplerine yöneliktir. Çünkü onlar Kur'anın yönelttiği
uyanlardaki hikmeti, hak unsurunu ve kurtuluş nedenlerini kavrayabilirler,
ayırdedebilirler. Bunları insanlara da açıklayabilirler. Hem kendileri
Allah'tan korkup sakınabilir, hem de başkalarını uyarma görevini yerine getirebilirler.
Daha önce değişik
münasebetlerle işaret ettiğimiz gibi, bunlar Kur'anın genel direktifleri ve
açıklamalarıyla örtüşüyor. Bunlar aynı zamanda İslam şeriatını kalıcı ve ölümsüz
kılan özelliklerdir. Çünkü İslam şeriatı insan çıkarma, insan onuruna, insan
hayrına, insan yararına ve ruhunun arınmasına uygundur. Hiç bir zaman aklı
başında olan insaflı bir insan İslam şeriatını inkar etmez. [319]
101- Ey iman edenler, size açıklandığında sizi
üzecek şeyleri sormayın; Kur'an İndirildiği zaman sorarsanız, size açıklanır.
Allah onu affetti. Allah bağışlayandır, yumuşak davranandır.
102- Sizden önce bir topluluk onu sormuştu da
sonra kafirler olmuşlardı.
Ayette şu hususlar
İşleniyor.
1)
Müslümanların, zorunlu olmayan ve hiç bir yarar da sağlamayan şeyleri Hz. Peygambere
sormaları yasaklanıyor.
2) Bu
yasağın gerekçesi olarak da, cevabın sertliği ve ağırlığı dolayısıyla
kendilerini üzebileceği belirtiliyor.
3) Yasak ve gerekçesini pekiştirici bir uyarıya
yer veriliyor. Buna göre kendilerinden önceki bazı topluluklar da
peygamberleine bu tür sorular sormuşlardı da, aldıkları cevaplar inkara ve
inatçılığa sürüklenmelerinin sebebi olmuştu.
4) Vahyedilen ve Kur'anın inişi esnasında bir
yükümlülük olarak emredilen şeyleri sormaları gerektiği dile getiriliyor. Böyle
şeyleri sormaları daha doğru ve daha iyi bir davranıştır. Hiç bir sıkıntı ve
sonucundan endişe duymadan bu tür sorular sorabilirler ve açıklayıcı cevaplar
da alırlar.
5) Bu arada
yüce Allah'ın bundan önce sordukları bu tür sorulardan dolayı kendilerini
affettiği duyuruluyor. Çünkü Allah bağışlayıcıdır, kullarına yumuşak davranır.
Görüldüğü gibi ayetler
grubu yeni bir bölüm niteliğindedir. Belki de bu ayetlerden sonra inmiş ve
sûrenin tertibi içindeki bu yerlerine bu münasebetle konulmuşlardır. Ayetlerin
iniş sebebiyle ilgili olarak bir çok rivayet aktarılmıştır. Bunlardan birini
Buha-ri ve Tirmizi İbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir: "Bir takım kimseler,
alay etmek amacı ile Rasulullah'a sorular sorarlardı. Biri: 'Babam kimdir?'
devesinin kaybolduğunu söyleyen bir diğeri: 'Devem nerededir?' diye sordu.
Bunun üzerine yukarıda ki ayetler indi".[320]
Tirmizi ve Müslim Hz. Ali'den rivayet ederler: "Ona yol bulanın Beyti hacc
etmesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır." ayeti inince bazıları: 'Ya
Rasulullah, her yıl mı?' diye sordular. Rasulullah sustu. Onlar yine: 'Ya
Rasulullah, her yıl mı?' diye sordular. Rasulullah: 'Hayır' dedi. 'Eğer evet
deseydim, her yıl haccetmek size vacip olurdu'. Bunun üzerine yüce Allah bu
ayetleri indirdi".[321]
Buharı ve Müslim Enes'ten şöyle rivayet ederler: Peygamberimiz (s) ashabından
bir şeyler duymuştu. Minbere çıkıp onlara hitap etti ve dedi ki: "Cennet
ve cehennem bana sunuldu. Hayır ve serde bugünkü gibisini görmedim. Eğer siz
benim bildiklerimi bilseydiniz, kesinlikle az güler, çok ağlardınız." Bu
sözler ashabı o kadar çok etkiledi ki, o gün işittikleri bu şiddetli ifadelerin
dehşetinden başlarını ellerinin arasına alıp hüngür hüngür ağlamaya başladılar.
Bunun üzerine Ömer ayağa kalktı ve: "Rab olarak Allah'tan, din olarak
İslamdan ve peygamber olarak Muhammed'den razıyız." dedi. Bir adam da:
Babam kimdir? diye sordu. Peygamberimiz (s): "Baban falan adamdır"
cevabını verdi. Bunun üzerine yukarıdaki ayetler indi.[322]"
Taberi bu rivayetleri bazı eklemelerle ve başka kanallardan aktarmıştır. Sözgelimi
yukarıdaki ikinci rivayeti Ebu Hureyre kanalıyla aktarmıştır ki, rivayette ek
açıklamalar vardır: "Eğer vacip olsaydı, siz inkar ederdiniz." gibi.
Ayrıca, sorunun: "Beyti hac etmeleri Allah'ın insanlar üzerindeki
hakkıdır." ayetinin inişi üzerine sorulduğu şeklinde bir ifade de yer
almıyor rivayette. Sadece şöyle söyleniyor. Rasulullah insanlar arasındayken
ayağa kalktı ve: "Size hacc farz kılındı" dedi. Son rivayeti de aynı
ifadelerle aktarıyor: İnsanlar Peygamberimize (s) birtakım sorular sordular ve
soruların ölçüsünü kaçırıp ileri gittiler. Bunun üzerine Rasulullah (s)
Öfkelendi ve: "Ancak bana size cevap verebileceğim sorular sorun" dedi.
Bu sırada babasından başkasına nisbet edilen bir adam ayağa kalktı ve: Babam
kim? diye sordu. Rasulullah: "Senin baban Huza-fe'dir." dedi. Bir
diğeri: Ya Rasulullah, babam nerededir? diye sordu. Rasulullah:
"Ateştedir." cevabım verdi. Bunun üzerine Ömer kalktı ve
Rasulullah'in ayaklarını Öptü ve dedi ki: "Ya Rasulullah, bizler
cahiliye'den ve şirkten henüz kurtulmuş bir toplumuz. Bizi affet, Allah seni
affetsin." Bunun üzerine Rasulullah'm (s) öfkesi dindi. Bir.rivayete göre
Ömer şöyle demiştir: Rab olarak Allah'tan, din olarak İslam'dan ve peygamber
olarak Muhammed'den razıyız. Fitnelerin kötülüğünden Allah'a sığınırım. Bunun
üzerine yukarıdaki ayetler indi.
Ayetlerin ruhuyla ve
içeriğiyle en çok uyuşan, haccla ilgili soruyu içeren rivayet olsa gerektir.
Ancak bu sorunun Âli İmran süresindeki: "Evi haccetmeleri Allah'm insanlar
üzerindeki hakkıdır" ayetinin indiği sırada sorulmadığına ilişkin görüşü
tercih ediyoruz. Çünkü aradaki münasebet uzak görünüyor. Bu arada Taberi'nin
soru ile Âli İmran süresindeki ayet arasında ilgi kurmaya uygun bir rivayete
de yer verdiğini belirtelim.
Artık her ne şekilde
cereyan etmişse olay, ayetlerin inatçılıktan, can sıkıcı, kışkırtıcı tavır ve
sorulardan insanları sakındırdığı ortadadır. Çünkü bu tür tavır ve soruların
hem sahiplerine, hem de başkalarına zarar veren sonuçlar doğurması kuvvetle
muhtemeldir. Bu da her zaman için geçerli olan önemli bir telkindir.
Müslim Sa'd kanalıyla
Peygamberimizin (s) şöyle dediğini rivayet eder: Müslümanlar içinde cürmü en
ağır olan müslüman, haram kılınmamış bir şey hakkında soru soran ve bu sorusu
yüzünden o şeyin insanlara haram kılınmasına sebep olan kimsedir.[323]Bu-hari
şöyle rivayet eder: Rasulullah buyurdu ki: Size hakkında açıklama yapmadığım
şeylerde beni rahat bırakın. Çünkü sizden Öncekiler çok soru sordukları ve
peygamberlerine rağmen ihtilafa düştükleri için helak oldular.[324] İbn
Kesir'in sahih diye nitelediği bir diğer hadisle şöyle deniyor: Yüce Allah bazı
farzlar koymuştur; onları zayi etmeyin. Bir takım sınırlar belirtilmiştir;
onları aşmayın. Bazı haramlar öngörmüştür; onları çiğnemeyin. Bazı şeylerden
de sırf size acıdığından söz etmemiştir, Ama kesinlikle bu suskunluk
unutmaktan kaynaklanmıyor. Sakın bunlar hakkında soru sormayın.[325]
Müfessir Hazin, Selman'dan şöyle rivayet eder: "Rasulullah Efcndimiz'dcn
bazı şeyler soruldu. Helal, Allah'ın kitabında helal kıldığı şeydir. Haram da
O'nun kitabında haram kıldığı şeylerdir. Haramda O'nun kitabında haram kıldığı
şeylerdir. Sözünü etmediği şeylcrse, affettiği şeylerdir. Zorlaştırırı
ayınız." Görüldüğü gibi Peygamberimizin (s) bu tavsiyesi Kur'an'in
direktifleriyle bir uygunluk arzediyor. Bu durum, her zaman ve her mekanda göz
Önünde bulundurulacak, ölçü alınacak toplumsal ahlak açısından bir Örnek
oluşturmaktadır. [326]
103- Allah
Bahiyre'den[327], Saibe'den[328],
Vasiyle'den[329] ve Ham'dan[330]'
hiç birini kılmamıştır. Ancak inkar edenler, Allah'a karşı yalan düşüp
uyduruyorlar. Onların çoğu akıl erdirmez.
104- Onlara:
Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin denildiğinde "Atalarımızı üzerinde
bulduğumuz şey bize yeter" derler. Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete
ermiyor İdilerse?
Ayetlerde:
1) Yüce
Allah'ın Bahiyre, Şaibe, Vasiyle ve Ham adı altında hayvanlara yapılan
muameleleri ve buna bağlı olarak gelişen gelenekleri yasalaştırınadığı dile
getiriliyor.
2) Bu tür
bir kuralı koyup pratik uygulayanların, Allah'a karşı yalan uydurup O'na iftira
atan kafirler oldukları belirtiliyor. Bunlar kendi uydurduklarını Allah'a
nisbet eden cahillerdir. Çoğu söylediklerinin ne anlama geldiğini bilmiyor.
3)
Söylediklerinden ve içine düştükleri çelişkiden dolayı sert eleştirilere maruz
kalıyorlar. Buna göre onlar, bir yandan bu uygulamayı Allah'a nisbet edip
O'nun emirleri doğrultusunda hareket ettiklerini iddia ederlerken, öte yandan
kendilerine Allah'ın ve Rasulu'nün koyduğu ve özü itibariyle kendi
maslahatlarına ve yararlarına olan şeriata uymaya çağırıldıkları zaman, yüz
çevirip "bize atalarımızı üzerinde bulduğumuz sistem yeler" demekle
büyük bir beyinsizlik örneği sergiliyorlar.
4) Sert bir
eleştiri kendilerine yöneltiliyor ve bu tutumlarına bîr soruyla cevap veriliyor:
Atalarını üzerinde buldukları hayal tarzını körü körüne taklit etmeleri akla
sığar mı? Ya ataları hiç bir şey bilmeyen ve doğru yol üzere olmayan kimseler
İdilerse?
Taberi, bazılarının
Rasulullah'ın (s) Bahİyre'nin ve Saibe'nin hükmünü sordukları, bunun üzerine
ayetlerin indiğini rivayet, Önceki ayetler grubunun ilk ayeti ile ilgili rivayetler
içinde yer alır ki, bu ayetler de aynı sebepten ötürü inmişlerdir, şeklindeki
bir kanaate yol açar, oysa bahiyre ve şaibe ile ilgili soru da Önceki ayetler
grubunun ilk ayeti ile ilgili rivayetler içinde yer alır ki, bu ayetler de aynı
sebepten Ötürü inmişlerdir, şeklindeki bir kanaate yol açar. Oysa, Bahiyre ve
Şaibe ile ilgili soruda önceki ayetlerde, kini andırır bir uyarı ve
sakındırmayı gerektirici bir durum söz konusu değildir. Dolayısıyla, bu
ayetlerin önceki ayellerden bağımsız olduklarını söyleyebiliriz. Soru ve cevap
da bağımsızdır ve bu ayetlerle ilintilidir. Doğrusunu Allah herkesten daha iyi
bilir.
Ayetlerde cahiliye
yaşam tarzından tablolar sunuluyor. Bu tabloların Ön plana çıkardığı
olgulardan anlıyoruz ki, İslam'dan önce Araplar Allah'ın emirlerine dayalı
dinsel bir lemele dayandıklarını düşünüyorlardı ve onlar atalarının hayat
tarzlarına sıkı sıkıya bağlı, geleneklerini kutsuyorlardı. Son iki husus, bir
çok kere gündeme getirilmiştir. Bu da gösteriyor ki, onlar ortaya çıkan her
yeni duruma karşı atalarının geleneklerini ve kutsallıklarını kanıt olarak ileri
sürüyorlardı.
Bunun önemli ve kalıcı
bir direktif olduğu açıktır. Buna göre insan aklına aykırı unsurlar,
sapıklıklar ve ahmakça uygulamalar içeren ataların geleneklerinde ve
adetlerinde ısrarcı olmak, inatta bağlılığı sürdürmek çirkin bir tutumdur. Eski
veya yeni olduğuna bakmaksızın hak, doğru ve maslahata uygun olana tabi olmak
gerekir.
Ayetlerin çizdiği
manzaralara gelince, bunları anlamamıza yardımcı olacak bir rivayet var
elimizde. Buhari ve Müslim Said b. Müseyyeb'den rivayet ederler: Bahiyre; sütü
putlara adanan hayvana denirdi. Onu kimse sağamazdı. Şaibe, putlar için
salıverilen hayvana denirdi. Bunların sırtına hiç bir şey yüklenmezdi. Vasiyle
ise, ilk yavrusu dişi olan, arkasından bir dişi yavru daha doğuran deveye
denir. Arada hiç erkek yavru doğurmadığı için onu putlarına adayıp serbest
bırakırlardı. Ham damızlık deveye denir. Dölü alındıktan sonra putlara adanır
ve sırtına yük vurulmazdi.[331]
Tefsir kitaplarında
geniş açıklamalar yer ahr. Fakat bunlar birbirlerinden çok farklı oldukları
için birini diğerine tercih etmek oldukça güçLür. Dolayısıyla dört uygulamanın
her biri için birer örnek vermekle yetindik:
a) Araplar,
dişi deve beş batın doğurduğu zaman, ona binmeyi ve sırtına yük yüklemeyi
haram ederlerdi. Tüylerinin kesilmesini de yasaklarlardı. Onun su içmesine ve
barınmasına engel olmazlardı. Beşinci yavrusu erkek olursa kurban ederlerdi.
Dişi olursa kulaklarını yararlardı. Bu onun adandığını gösterirdi. İşle Bahire
budur.
b)
İçlerinden biri hastalandığında, ya da bir şeyi kaybolduğunda veya acı bir
durum baş gösterdiğinde bir deveyi salıvermeyi adarlardı, diğer bir ifadeyle
deveyi azad etme sözünü verirlerdi. Hasla iyileştiğinde veya kayıp olan şey
bulunduğunda yahut acıklı durumdan kurtulduklarında deveyi yük taşımaktan
sırtına binmekten ve boğazlamaktan onu muaf tutarlardı. Onu başı boş
sahverirlerdi. Şaibe de bu tür develere denirdi.
c) Bir devenin sulbünden on tane deve dünyaya
geldiğinde yada bu deve yavrusunun yavrusunu gördüğünde (yani dede olduğunda),
onu yük taşımaktan ve sırlına binmekten muaf tutarlardı ve o sırtını korudu
(himaye etti) derlerdi. Bu tür develere de Hami denirdi.
d) Koyun biri erkek biri dişi olmak üzere ikiz
doğurduğunda erkeğini boğazlamazlar, kızkardeşi ona ulaştı derlerdi. Bu tür
koyunlara da vasiyle derlerdi.
Bütün bunları dinsel
bir düşüncenin dürtüsüyle yapıyorlardı. Böyle yapmakla Allah'a şükrettikleri,
O'na yaklaştıklarını düşünüyorlardı. Allah'ın böylece kendilerinin arzu ve
isteklerini yerine getireceğine inanıyorlardı. Kur'an-ı Kerim bu uygulamalara
son verdi. Meşruluklarını onaylamadı. Çünkü bunların gerisinde her hangi bir
yarar ve insanların işlerini kolaylaştırıcı her hangi bir unsur yoktu. Bu
sûrenin 93. ayetinin tefsiri bağlamında açıkladığımız gibi. Kuran olumlu
yönleri ağırlıklı olan bazı gelenekleri, bir takım şaibelerden arındırdıktan
sonra devam etmesine onay vermişti. [332]
105- Ey iman
edenler, üzerinizdeki yükümlülük kendi ne-fislerinizdir. Siz doğru yola
erişirseniz, sapan size zarar vermez. Tümünüzün dönüşü Allah'a dır. O, size
yaptıklarınızı haber verecektir.
Ayette müsliimanlara
yönelik bir çağrı yer alıyor. Ve deniliyor ki; Siz Allah'ın ve Rasulü'nün yol
göstericiliği sonucu doğru yola erişirseniz, küfredenler, hak ve hidayet
yolundan ayrı bir yol izleyenler size zarar veremezler. Hepinizin dönüşü
Allah'adır. O vakit size yaptıklarınızı haber verecek ve hakkettiğinizin
karşılığını da verecektir.
Ayetin iniş sebebine
ilişkin özel bir rivayete rastlamadık. Ayelin içeriğinden oluşturduğu
atmosferden ve içinde bulunduğu ayetler grubunun akışından, önceki ayetlerle
bağlantılı olduğu anlaşılıyor. Bu değerlendirme, moral ve teselli verme
nitelikli bir bağlantıdır. Bu bağlamda müslümanlara deniliyor ki: Şayet
kafirler bu gelenekler doğrultusunda bir hayat sürdürüyor, bunları yalan ve
iftira olarak, Allah'a nîsbet ediyor ve atalarının beyinsizliğini ve
sapıklığını körü körüne izliyorlarsa, siz onlardan sorumlusunuz. Sapıkların
sapıklıklarına, inkarcıların inkarlarına aldırmayın.Size düşen Allah'ın indirdiklerine
göre hareket elmekür.
Şu kadarı var ki, ayet
aynı zamanda, tam anlamıyla bağımsız bir cümle niteliğindedir. Tevilciler ve
müfessirler de ayeti böyle değeriendirmiş ve bu özelliğini esas alan bir yorum
yapmışlardır.
Taberi, Sahabe ve
Tabiin'in sözlerinden oluşan uzun bir rivayet zincirini, bu ayetin boyutları
bağlamında sunmuştur. Bundan çıkan sonuç şudur: Bazıları bunun tüm müslümanlara
yönelik ve Ehli Kitap'Ia yada diğer tüm sapkın topluluklarla ilintili olduğunu
kabul etmişlerdir. Müslümanlar Allah'ın ve Rasulü'nün yol göstericiliği ile
mü'min olma niteliklerini korudukları sürece, kendilerinin dışındaki diğer
toplulukların sapıklıkları onlara zarar vermez. Diğer bazılarına göre hitap
bütün müslümanlara yönelik ve içlerindeki bazı kimselerle ilintilidir. Bir
şartla ki, Allah ve Rasulü'nün yol göstericiliği sonucu hidayet üzere olanlar,
müslümanlar içindeki bazı toplulukların ve kimi ferilerin bozgunculuklarının,
taşkınlık ve sapkınlıklarının ıslahı, doğrulmaları uğruna ellerinden gelen
çabayı göstereceklerdir. Şayet bir şey yapamazlarsa, onlar kendilerinden
sorumludurlar. Hidayet üzere oldukları sürece bu bozgunculuk ve sapma onlara
zarar vermez.
Bize göre önceki görüş
daha isabetli ve ayetin muhtevası, bulunduğu sûrenin akışı ve atmosferiyle daha
uyumludur. Daha önce de söylediğimiz gibi bir yandan müslüman-lar,
kendilerinden başkalarının sapıklıklarına karşı teselli edilirlerken, bir
yandan da Allah ve Rasulü'nün yol göstericiliğinde hareket etmeye ve bu
çizgiden sapmamaya teşvik ediliyorlar. Ayrıca da inanç Özgürlüğüne de
göndermede bulunuluyor. Bu bağlamda, daha Önce üzerinde durduğumuz bir çok
ayetin içeriği de pekiştiriliyor. Buna göre, müslü-manlar sırf müslüman
olmadılar diye başka dinlerin mensuplarıyla savaşmakla yükümlü değildirler.
Ama bu, müslümanların
insanlan İslam'a davet etmekle yükümlü olmadıkları anlamına gelmez. Davet
sürekli bir yükümlülüktür. Müslümanlar her yerde ve her koşulda insanları
İslam'a çağırmak zorundadırlar. Bu konuda bireyler, topluluklar ve Kur'an
esaslarına göre toplumu yöneten hükümetler arasında fark yoktur. "Rabbim
yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele
et"(Nahl, 125). Çünkü yüce Allah'ın İslam diğer tüm dinlere üstün kılması
şeklindeki va'di ancak bu şekilde gerçekleşir. Bunun yanında Kur'an'da ve
sünnette apaçık nasslar vardır ki, bunlar Peygamber (s)'in sunduğu mesajın
evrensel ve tüm insanlara yönelik genel bir çağrı olduğunu ortaya koyuyorlar.
Peygamberimize (s) bu mesajı tebliğ etmesi emredilmiştir. Ondan sonra bu görev
müslümanların omuzlarına binmiştir.
Ayrıca bu
değerlendirme yukarıda işaret ettiğimiz ikinci görüşle de çelişmiyor ve o-nun
isabetliliğine de halel getirmiyor. Kaldı ki Peygamberimizden (s) ve ashaptan
bir çok hadis, raviler ve müfessirler tarafından ayetin tefsiri bağlamında
aktarılmıştır. Bunlar ayetin ikinci görüşle de ilintili olarak
algılanabileceğini ortaya koyuyor. Tirmizi ve Ebu Davud'un rivayet ettikleri
iki hadis de bunlar arasındadır. Bunlardan biri Hz. Ebu Bekir'den rivayet
ediliyor: "Siz ey iman edenler, üzerinizdeki yükümlülük kendi
nefîs-lerinizdir. Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar vermez"[333]
ayetini okuyorsunuz. Ama ben Rasulullah'ın (s) şöyle buyurduğunu duydum:
"İnsanlar bir zalimi gördüklerinde, ellerinden tutup zulmüne engel
olmazlarsa, Allah'ın tümünü cezalandırmasından korkulur"[334]
İkinci hadis de Ebu Ümeyye eş Şa'bani'den rivayet edilir: Ebu Sa'le-be'den:
"Ey iman edenler, üzerinizdeki yükümlülük kendi nefislerin izdir"
ayetini sordum. Dedi ki: Allah'a andolsun ben bunu en iyi bilenden, yani
Rasulullah'tan sordum, buyurdu ki: Bilakis ma'rufu emredin ve münkeri
yasaklayın ihtirasa itaaat edildiğini, nevaya tabi olunduğunu, dünyanın tercih
edildiğini ve her görüş sahibinin kendi görüşünü beğendiğini gördüğün zaman,
sen sadece nefsinden sorumlusun. Avamı bırak. Çünkü sizden sonra bazı günler
gelecek ki, o günlerde sabır ateş közünü avuçlamak kadar zor olur. O günlerde
amel eden bir kimse için, sizin ameliniz gibi amel eden elli kişinin ecri
vardır. Orada bulunanlar dediler ki; Ya Rasulullah, bizden elli kişinin mi
yoksa onlardan elli kişinin ecri mi"[335]
Taberi Hasan'dan şöyle rivayet eder: Bu ayeti İbn Mesud'a okudum. Dedi ki:
Şimdi zamanı değildir. Sizin dediğiniz kabul edildiği sürece söyieyin.
Sözleriniz reddedilince de, siz ancak kendinizden sorumlusunuz.[336]
Diğer bir hadisi de Taberi, Süiyan b. Ukal'dan rivayet eder: İbn Ömer'e şöyle
dendi: Şu günlerde marufu emr ve münkeri nehyetmekten vaz geçip otursan olmaz
mı? Çünkü yüce Allah: "Üzerinizdeki yükümlülük kendi nefislerinizdir. Siz
doğru yola erişirseniz, sapan size zarar vermez." buyuruyor. İbn Ömer
Şöyle dedi: Bu ayet benimle ve benim arkadaşlarımla ilgili değildir. Çünkü
Rasulullah (s) şöyle buyuruyordu: Dikkat edin, burada hazır bulunanlar,
bulunmayanlara bildirsinler. Ben hazır bulunanlar arasında yer alıyordum. Siz
ise hazır bulunmayanlarsınız. Bu ayet, bizden sonra gelip de söyledikleri kabul
görmeyen kimselerle ilgilidir." Beğavi bu ayetin tefsiri çerçevesinde İbn
Abbas'tan şöyle rivayet eder: "Sizin dedikleriniz kabul edildiği sürece
marufu emredip münkeri nehyedîn. Rcddcdilirseniz, siz ancak kendinizden
sorumlusunuz" Hazin, Abdullah b. Mübarck'ten rivayet eder: "Marufu
emretmenin ve münkeri nehyetmenin vacipliğini en açık biçimde vurgulayan ayet
budur. Çünkü yüce Allah, "üzerinizdeki yükümlülük kendi nefislerinizdir"
yani dindaşlarınızda. Bazınız bazınıza öğüt vermeli, birbirinizi hayra teşvik
edip çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoymaksınız.
Bu hadisler, mezkûr
ayetlerin, müslüman bireylere hitab edip onların dini ve dünyevi hayatının
sağlıklı olması ile yetinmesini, dindaşlar arasında hak yoldan ve doğrudan
.sapan kimselere aldırış etmemesini istiyor, şeklindeki yanlış anlamaları
ortadan kaldırıyorlar. Ayrıca Âli İmran sûresi; 74. ayette de bu anlamı pekiştiriyor.
Sözkonusu ayetle müslümanlardan daima hayra davet eden, marufu emredip münkeri
nehyeden bir cemaatın bulunması gerektiği vurgulanıyor. Konuya ilişkin
hadisleri bu ayetin tefsiri çerçevesinde sunduk. [337]
106- Ey İman
edenler, sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, vasiyet hazırlanışında,
aranızda İçinizden adaletli iki kişiyi şahid tutun. Veya yolculukta olup size
ölüm musibeti gelip çatarsa sizden olmayan'[338]başka
iki kişiyi şahid tutun. Şayet kuşkulanacak olursanız namazdan sonra
alı-koyarsanız'[339]'
onlar da size: "Akraba dahi olsa onu hiç bir değere değiştirmeyeceğiz'[340]' ve
Allah'ın şahidliğini gizlemeyeceğiz. Aksi takdirde biz elbette günahkarlardan
oluruz." diye Allah adına yemin etsinler.
107- Eğer o
ikisi aleyhinde kesin olarak günahı'[341]' hak
ettiklerine ilişkin bilgi sahibi olunursa, bu durumda haksızlığa uğrayanlardan
iki kişi - ki bunlar buna daha hak sahibidirler[342]
öbürlerinin yerine geçerler'[343]'
ve; "bizim şehadetimiz o ikisinin şehadetinden şüphesiz daha doğrudur. Biz
haddi aşmadık, yoksa gerçekten zulmedenlerden oluruz diye Allah a yemin ederler.
108- Bu,
gerektiği gibi şahitliği yapmalarına ve yeminlerinden sonra yeminlerin
reddedilmesinden korkmalarına'[344]'
daha yakındır. Allah'tan korkup sakının ve dinleyin. Allah, fasıkfar topluluğuna
hidayet vermez.
Ayetlerde vasiyet,
vasiyet hakkında şahitlikte bulunma ve herhangi bir karışıklık başgüstermesi
durumunda gerçeğin nasıl ortaya çıkarılacağı işleniyor. Ayetler grubunda yer
alan ayetlerin ilk ikisinde aşağıda ki hususlar ele almıyor:
1) Bir
ınüslüman yolculuk esnasında ailesinden uzak bir diyarda ecelinin geldiğini hissederse,
vasiyetine ve terekesini teslim etmek veya vasiyetini ulaştırmak üzere gelirlerse
ve ailesi bunların sözlerinin doğruluğu hakkında kuşkuya düşecek olurlarsa, ölünün
ailesi onları doğru söyledikleri ve hiç bir şeyi gizlemedikleri hususunda yemin
etmelerini isteyebilirler. İster Özel çıkarları ile ilgili, ister
akrabalarından birinin çıkarı ile ilgili olsun bunu yapmaya haklan vardır.
3) Gerek Hz.
Peygamber ve gerekse müslümanlar, şahitliği ve emaneti yerine getirmek üzere,
iki şahidi namaz sonrasına kadar bekletebilirler.
4) Yemin
ettikten ve şahitlikte bulunduktan sonra yalan söyledikleri, haktan saptıkları
veya emanete ihanet ettikleri anlaşılacak olursa, yalan şahitlikten dolayı
zarara ve haksızlığa uğrayan ölünün akrabalarından ikisi Öne çıkabilir, onlar
yerine şahitlik makamına geçip hak olduğuna inandıkları şey hakkında şahitlik
edebilir ve öncekilerin yaptığı şahitlikten daha doğru bir şahitlik edeceklerine
Allah adına yemin ederler. Haktan sapmayacaklarına, haksızlık etmeyeceklerine
söz verirler. Bu durumda onların şahitliği kabul edilir, önceki iki kişinin
şahitliği geçersiz sayılır. Son ayette ise, sırasıyla şu hususlar işleniyor:
1) Ölünün akrabalarının şahitliğinin, asıl
şahitlerin şahitliklerine göre daha çok kabul görmesi, asıl şahitlerin bu
şahitliğin bozulabileceğini, yalan söylemeleri durumunda bunun ortaya çıkıp
şahitliklerinin geçersiz kılınacağını düşünerek, haktan sapmaktan utanmalarını
sağlamaya dönük bir uygulama olduğuna işaret ediliyor.
2)
Müslümanlara bir uyarı yöneltiliyor. Birbirlerinin hakları konusunda Allah'tan
korkmaları uyanları dinlemeleri ve emirlere uymaları gerektiği belirtiliyor.
Çünkü Allah, fasıklan emir ve yasaklan hususunda başarılı kılmaz deniliyor. [345]
Görüldüğü gibi ayetler
yeni bir bölümü oluşturuyorlar. Bundan önceki ayetlerden sonra inmiş olmaları
ve bu yüzden sûrenin bu kısmına yerleştirilmiş olmalan muhtemeldir. Bundan
önceki ayetler gibi bunların da yasama nitelikli olmaları da bu tür bir tertibin
gerekçesi olabilir.
Müfessirler, metinleri
farklı, özleri bir, çeşitli rivayetler aktarmışlardır. Buna göre, ayetler,
Schmoğulları'ndan ismi Bedii olan bir müslümanın Şam'a ticari bir seyahat gerçekleştirirken
vefat etmesi üzerine inmiştir. O sırada yanında Temim ed-Darİ ve Adiy b. Beda
adlı iki hristiyan bulunuyordu. Bedii hastalanmış ve ecelinin yaklaştığını
hissetmişti. Bir liste hazırlayarak, eşyasının arasına gizlemiş ve eşyasını
adı geçen iki arkadişına emanet ederek ailesine teslim etmelerini istemişti.
Adam öldükten sonra, eşyalarını karıştırmaya başladılar. İçinde allın kaplama
gümüş kaplar' buldular. Bunları kendilerine alarak, geri kalan eşyaları
ailesine teslim ettiler, sonra bu kaplan Mekke'de sallılar.
Ölünün ailesi, eşyayı
açlıklarında listeyi buldular. Adam m arkadaşlarından kapları istediler.
Onlarsa bunu inkar ettiler. Sonra kapları Mekke de bir adamın elinde buldular.
Adam bunları o iki kişiden aldığını söyledi. Bunun üzerine Peygamberimize (s)
başvurdular. Peygamberimiz (s) ikindi namazından sonra bir oturum düzenledi.
Adamlar yemin ederek kapları almadıklarını söylediler veya kapların
kendilerine ait olduğunu iddia ettiler. Bunun üzerine ölünün yakınlarından
ikisi öne çıkarak, kapların Ölen akrabalarına ait olduğuna dair yemin eltiler.
Bunun üzerine Peygamberimiz (s) onların lehine hüküm verdi. Çok geçmeden vahiy
geldi ve Peygamberimizin (s) verdiği hükmü onayladı ve bunu genel bir yasa
haline getirdi. Bir diğer rivayete göre, iki şahit şahitlikte bulunduktan
sonra Temim müslüınan oldu ve vicdan azabı çekerek gelip ölünün ailesine
gerçeği anlaitı ve kapların parasından kendi payına düşen kısmı iade elli.
Bunun üzerine ölünün ailesi Peygamberimize (s) başvurarak şahitlikle bulunmaya
hazır olduklarını bildirdiler. Peygamberimi?, (s) ikisini şahitlikte bulunmaya
çağırdı ve Adiy'in kaplarının bedelinden payına düşen kısmı geri vermesi
yönünde hüküm verdi ve geri alınmasını sağladı.
Bu rivayetlerden
derlediğimiz özet, ayetlerle Örtüşüyor. Bu rivayetlerin tümü de sahih
olabilirler. Bazı meselelerle ilgili olarak Peygamberimizin (s) bazı çözümler
ortaya koyması ve ardından ayetlerin bu çözümleri onaylaması sıkça yaşanmış bir
durumdur. Olay gerçeklen yaşanmış ve Peygamberimize başvurulduğunda, ayetler
İnerek olay çözüme kavuşturulmuş olabilir.
Herhalükârda genel bir
yasa ile karşı karşıyayiz. Tefsir bilginleri, sahabeden ve tabiin ulemasından
bazılarına dayanarak, ayetlerin içerdiği anlam ve hükümlerle ilgili olarak
çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüş ve değerlendirmelerin çoğunu
Taberi tefsirinde sunmuştur.[346]
Bunları özetleyerek aşağıya alıyoruz:
1- Bazıları
"sizden olmayan" ifadesini "Ehli Kitab" ya da mutlak olarak
"gayri rnüs-lim" şeklinde yorumlamışlardır. Bazıları bu ifadenin ölen
kişinin ailesinden, kabilesinden yahut aşiretinden olmayan müslümanlar
anlamında kullanıldığını söylemişlerdir.
Bu ikinci görüşün teyidi bağlamında Zehrrnin şöyle dediği rivayet edilir:
Sünnet, ne hazarda ne de seferde kafirin müslüman hakkındaki şahitliğinin kabul
edilmemesi şeklinde gelişmiştir. Dolayısıyla ayetteki ifade müslümanların
kendi aralarındaki meselelerle ilgilidir. Taberi yukarıdaki görüşün isabetli
olduğunu belirtmiş, buna karşılık "sizden olmayan" ifadesinin,
ölünün aşireti veya kabilesine yorumlamak gerekir, değerlendirmenin zayıf
olduğunu belirimiştir. Taberi'nin bu tesbiü yerindedir. Bazılarına göre, Allah
adına yapılan yeminin ancak bir müslüman tarafından ifa edilmesi durumunda
doğru kabul edilebilir. Buna karşılık bazıları da: "Ehli Kitab, hatta
müşrikler Allah'a inanıyorlar. Dolayısıyla Allah adına yemin ettiklerinde doğru
söylemeleri muhtemeldir." demişlerdir.
2- İkinci
görüşü savunanlardan bir kısmı şöyle demişlerdir; Bu tür durumlarda gayri
müslimlerin şahitliklerinin kabulü, müslümanların şahitlikte bulunma
imkanlarının olmaması şartına bağlıdır. Diğer bazısına göre, ayetteki
"ev" edatı, muhayyerlik bildirir. Dolayısıyla hem müslümanların hem
de müslüman olmayanların şahitlikleri geçerlidir. İlk değerlendirmenin daha
isabetli olduğu ortadadır. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, ayeti kerime
şahidin adalet sıfatına sahip olması gerektiğine işaret ediyor. Bu durumda
denebilir ki: Şayet vasiyet eden kişi, yanındaki müslümanların doğruluğundan ve
güvenilirliğinden emin olmazsa, güvendiği gayri müslimlere vasiyetini tevdi
edebilir. Bununla beraber, doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir.
İkincisi; Bu görüşü savunanlar demişlerdir ki: Müslüman olmayanların
şahitliği, ancak yolculuk esnasında kabul edilebilir. Çünkü bu durumda şahitlik
edecek müslüman bulunmayabilir. Bu da ayetin nassına ve indiği ortama uygun bir
çıkarsamadır. Üçüncüsü; Yine bu görüşü savunanlar demişlerdir ki: Gayri
müslimin bir müslüman hakkında ki şahitliği, ancak vasiyetle ilgili olunması
durumunda geçerli olabilir. Taberi'nin aktardığı değişik görüşlerden anladığımız
kadarıyla, bu hususla görüş birliği vardır. Görüş ve değerlendirmeler içinde
bununla çelişen bir husus yoklur. Ancak insanın aklına şöyle bir husus daha
geliyor: Bir müslümanın bir başka müslüman veya bir gayri müslim üzerinde hakkı
olabilir. Ayrıca hak sahibi olan kişinin bir gayri müslimden başka adil ve
güvenilir şahitleri de olmayabilir. Acaba böyle bir durumda "müslümanın
hakkının zayi olmasının zararı yok"dene-bilir mi? Biz bunun doğru
olmayacağı kanaatindeyiz.
Ayeti kerimenin
vasiyet meselesiyle ilgili olması, böyle bir çıkarsamaya engel değildir veya
ayetin içerdiği hükmün sırt" vasiyet konusuna hasredilmesini gerektirmez.
Ra-sulullah (s) sahih sünnetinde gayri müslimin müslüman hakkındaki şahitliğini
engelleyici bir ifade veya uygulamaya rastlamadık. Yeter ki, gayri müslimin
güvenilirliği ve adaleti eleştiri konusu olmasın ve söyledikleri müslümanı
haklı çıkarıyor olsun. Bu hususla ilgili olarak Ebu Davud ve Tirmizi şöyle
rivayet etmişlerdir: Rasulullah Efendimiz (s) hain erkek ve hain kadının,
kardeşine düşmanlık eden kişinin şahitliğini reddetti. Hizmetçinin hizmet
ettiği aile hakkındaki şahitliği reddetmiş, ancak başkalarına ilişkin
şahitliğine cevaz vermiştir. Bİr rivayete göre: Hain erkek ve hain kadının,
zina eden erkek ve zina eden kadının şahitlik etmesi caiz değildir.[347]
Reşid Rıza bu meseleyi
yukarıdaki ayetlerin ve Bakara sûresi; 282. ayetin tefsiri çerçevesinde ele
almış ve bu ayetlerin tefsiri bağlamında uzun bir bölüm ayırarak konuyu
irdelemiştir. Onun söyledikleriyle bizim çıkarsamalarımız arasında bir
paralellik vardır. Bakara sûresinde işaret ettiğimiz ayetin tefsirinde ise şu
değerlendirmeyi yapar: Bu hususta İbn Kayyım isabetli bir yorum yapmış ve
demiştir ki, şeriatta "beyyine" şahitlikten daha geniş bir kavramdır.
Hakkın ortaya çıkmasını sağlayan her şey "beyyine"dir. Kesin
karineler gibi. Bu açıdan gayri müslimin şahitliğinde kitap, sünnet ve gramerde
işaret edilen "beyyine" kavramı içinde değerlendirilebilir. Yeter ki,
hakimin hakkı bulmasına yardımcı olsun. Bu değerlendirmenin İsabetli olduğu ve
gerçeği yansıttığı ortadadır. Yine de doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi
bilir.
3) Ayetlerde
geçen "Namaz" kelimesi ile ilgili olarak, bazıları bununla müslüman
veya gayri müslim şahidin kılacağı namaz kastedilmiştir, demişlerdir. Amaç,
şahitliğin namazdan sonra ifa edilmesi ve böylece güven verilmiş olmasıdır.
Bazılarına göre, bununla kastedilen ikindi namazıdır. Çünkü Peygamberimiz (s)
gün batışına daha yakın bir zaman olduğu için, toplantılarını ikindi namazından
sora gerçekleştirirdi. Görüşlerin geneli bu yöndedir. Biz bunun daha isabetli
olduğunu düşünüyoruz. Tefsircilerin çoğunluğu. Bakara sûresi; 228. ayette
geçen "orta namazı'1 ifadesini "ikindi namazı'1 şeklinde
yorumlamışlardır. Biz bu hususla ilgili ayetin tefsiri bağlamında geniş
açıklamalarda bulunduk. Bize öyle geliyor ki, ikindi namazının vakti, hava
durumu ve insanların işlerini tamamlamış olmaları bakımından toplantılar
düzenlemeye elverişlidir. Dolayısıyla ayet, özel olarak bu uygulamanın devamını
teşvik etmiştir.
4) Tefsir
bilginlerinin üzerinde ittifak ettikleri görüşe göre, Rasulullah (s) peygamberlik
misyonuna sahip olarak, sorunların çözümü için kendisine baş vurulur ve çözümlerine
uyulurdu. Mesele yargı ile ilgilidir. Bu da gösteriyor ki, bu tür meseleler,
ondan sonra, onun yerine geçen yetki sahiplerine ve müslümanlann emirine
götürülür ve çözüm ondan beklenir. Bu ayetler bir açıdan Bakara; 180-182.
ayetlerde emredilen ve Nisa sûresi; 11-12. ayetlerde işaret edilen vasiyet
yükümlülüğü pekiştiriliyor ve genel olarak zorunluluğunu vurguluyor. Bir diğer
açıdan da vasiyete şahit tutmanın gerekliliğini ifade ediyor. Amaç vasiyete
gereken ciddiyetin gösterilmesi ve üzerinde çeşitli oyunların oynanmasının
Önlenmesidir. Burada rnüslümanlara yol gösteriliyor, vasiyeti yerine getirmeye
özen göstermeleri ve her hak sahibine hakkını vermeleri emrediliyor. Bu, sürekli
ve kalıcı bir direktiftir. Bakara süresindeki ilgili ayetin hükmünü
pekiştiriyor. Söz konusu ayeti tefsir ederken gerekli açıklamalarda bulunduk,
ayrıca tekrar etmeye gerek yoktur. [348]
109- Allah,
elçileri toplayacağı gün, şöyle diyecek: "Size verilen cevap nedir?"
Onlarda: "Bizim bilgimiz yoktur; şüphesiz görünmeyenleri bilen Sen'sin
Sen" diyecekler.
Ayetin dili açıktır.
Tefsir bilginleri[349]
tarafından yapılan değerlendirmelerde, ortak nokta, ayetin önceki ayetlerle
bağlantılı olabileceği ihtimalidir. Bu bağlantı, uyan ve değerlendirme
niteliklidir. Buna göre, verilmek islenen mesaj şudur: Yüce Allah fasıkları
başarılı kılmaz onlara yardım etmez. Çünkü onlar Allah'ın emirlerine karşı
çıkıyorlar. Aynı şekilde, yüce Allah'ın tüm elçileri toplayıp da: Sizin
sunduğunuz mesaja ne cevap verildi? diye soracağı kıyamet gününde de onları
korumayacaktır. Yine tefsir bilginlerince yapılan değerlendirmelerde, ayetin
yeni bir bölümün başlangıcı ve girişi olması ihtimali üzerinde de durulmuştur.
Her iki ihtimal de
dikkate değerdir ve ayetin üslubundan ve sözün gelişinden bu sonuçlara
varılabilir. Bununla beraber biz ikinci ihtimali tercih ediyoruz. Çünkü, bunu
izleyen ayetlerde, yüce Allah'ın kıyamet günü Hz. İsa'ya hatırlatacağı
şeylerden, ona hitap edişinden söz ediliyor. Bu yüzden incelediğimiz ayetin bu
ayetlerle ilintili olması daha güçlü bir ihtimaldir. Aynı bağlantı, Hz. İsa'nın
cevabını içeren 116. ve 117. ayetlerde daha bir belirginlik kazanıyor. Bu
ayetler üzerinde düşünüldüğünde mesele daha bir netleşir. Eğer bizim bu
eğilimimiz isabetliyse, bu durumda ayeti kerime yeni bir bölümün başlangıcı
olarak değerlendirilmelidir ve önceki ayetle de arasındaki bağlantı bu açıdan
nctleşmez. Bu ayetin önceki ayetlerden sonra inmiş olması, bu yüzden sûrenin bu
kısmına yerleştirilmiş olması ihtimali vardır. Bununla beraber doğrusunu yüce
Allah herkesten çok daha iyi bilir.
Rasulullah (s) ashabı
tabiin kuşağı içindeki tevil ulemasına dayandırılan çeşitli görüşlerde
"bizim bilgimiz yoktur" ifadesi hakkında değişik değerlendirmeler
rivayet edilir. Çünkü elçiler, en azından yaşadıkları süre içinde kendilerine
ne cevap verildiğini biliyorlardı. Bazılarına göre elçilerin bu cevabı o anın
dehşetinden kaynaklanan şaşkınlığın sonucudur. Diğer bazısına göre, elçiler bu
cevapla şunu kastetmişlerdir: Bizim senin bizden daha iyi bildiğin bir bilgiden
başka bildiğimiz yoktur. Gördüğümüz kadarıyla, ayetin akışı içerisindeki cevap
cümlesi ifade üslubunun gerektirdiği bir cümledir ve bununla güdülen amaç,
onların ancak açıkta olan az şeyi bildikleri, buna karşın yüce Allah'ın hem
açıkta olanı, hem gizli olanı, hem onların yaşadıkları zamanı, hem de onlardan
sonra olup bilenleri bildiğidir. [350]
110- Alİah
şöyle diyecek: Ey Meryemoğlu İsa, sana ve annene olan nimetimi hatırla. Ben
seni Ruhul Kudüs İle destekledim, beşikte iken de yetişkin iken de insanlarla
konuşuyordun. Sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim. İznimle
çamurdan kuş biçiminde bir şey oluşturuyordun da yine iznimle ona üfürdüğünde
bir kuş oluveriyordu. Doğuştan kör olanı, alacalıyı iznimle iyileştiriyordun,
yine benim iznimle ölüleri hayata çıkartıyordun. Israiloğulları-na apaçık
belgelerle geldiğinde onlardan inkara sapanlar: "Şüphesiz bu apaçık bir
sihirdir" demişlerdi de İsrailoğul-larını senden geri püskürtrnüştüm.
111- Hani
Havarilere: Bana ve elçime iman edin diye vah-yetmiştim; onlar da; iman ettik,
gerçekten müslümanlar olduğumuza sen de şâhid ol demişlerdi.
112- Havariler: Ey Meryemoğlu İsa, Rabbin bize
gökten bir sofra'[351]'
indirebilir mi? Demişlerdi; O da; Eğer inanmış-lardansanız Allah'tan korkup,
sakının demişti.
113-
Havariler: Ondan yemek istiyoruz, kalplerimiz tatmin olsun, senin de gerçekten
bize doğru söylediğini bilelim ve buna şahitlerden olalım demişlerdi.
114- Meryemoğlu
İsa: Allah'ım, Rabbimiz, gökten bize bir sofra indir, öncemiz ve sonramız için
bir bayram'2^ ve Sen'den de bir belge olsun. Bizi nzıklandır. Sen rızık veri1
çilerin en hayırlısısın demişti.
115- Allah demişti ki: "Şüphesiz ben bunu size
indireceğim. Artık, sonra sizden kim küfre saparsa, ben onu gerçekten
alemlerden hiç kimseyi azablandırmayacağım bir azabla azablandıracağım".
116- Allah: "Ey Meryemoğlu İsa, insanlara, beni ve
annemi Allah'ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin"
dediğinde: "Seni tenzih ederim hakkım olmayan bir sözü söylemek bana
yakışmaz. Eğer bunu söyledîmse mutlaka sen onu bilirsin. Sen ben de olanı
bilirsin, ama ben Sen'de olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri gaybı bilen
Sen'sİn Sen."
117- Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiç bir şeyi
söylemedim. (O da şüyu) 'Benim de Rabbim, sizin de Rab-biniz olan Allah'a
kulluk edin.' Onların içinde kaldığım sürece, ben onların üzerinde bir şahidim.
Benim (dünya) hayatıma son verdiğinde, üzerlerindeki gözetleyicİ Sen'din. Sen
her şeyin üzerine şahid olansın.
118- Eğer onları azablandırırsan, şüphesiz onlar Senin kullarındır,
eğer onları bağışlarsan, şüphesiz aziz olan, hakim olan da Sen'sin Sen"
119- Allah dedi ki: "Bu, doğrulara, doğru söyleierinİn
yarar sağladığı gündür. Onlara içinde ebedi kalacakları altından ırmaklar
akan cennetler vardır. Allah onlardan, onlarda Allah'tan razı olmuşlardır.
İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur".
120- Göklerin,
yerin ve içlerinde olanların tümünün mülkü Allah'ındır. O, her şeye güç
yetirendir
İydan Bayram.
Kelimenin asıl anlamı "aid"dir. Daha sonra sevinç ve neşe sabebi
olarak ve ibadet sebebi yahut
ikram da bulunma
sebebi olarak dönen şey anlamında kullanılmıştır.
Ayetlerin dili açık ve
anlaşılırdır. Bu ayetlerin iniş sebebine ilişkin olarak özel bir rivayete
rasllayamadık. Bu grup yeni bir hölümdüi. Önce, ki ayetteite doğrudan bir bağlantısı
yoktur. Ancak bunlardan hemen önceki ayetin bir giriş ve hazırlık olmak bakımından
bu ayetlerle bir bağlantı olması ihtimali vardır. Daha önce, tercihimizin bu
yönde olduğunu belirtmiştik.
Bu ayetler iki bölüm
halindedir; ifade tarzları farklı, konu ve yönelişleri aynı. Birinci bölüm Hz.
İsa'ya yönelik rabbani hatırlatmayı içeriyor. Yüce Allah'ın kendisini ve
annesini koruyup gözetmesine, kendisini desteklemesine ve kendi elleriyle somut
mucizeler ortaya koymasına dikkal çekiliyor. Ayrıca Havarilere iman etmeleri
için ilham edildiği, onların İsa (a)'dan istemeleri, Onun da yüce Allah'tan
talep etmesi üzerine gökten bir sofra indirildiği hatırlatılıyor. İkinci bölüm,
Hz. İsa'ya yöneltilen bir soruyu içeriyor. Hrısliyanların onu ve annesini i I
ahi aştırmalarının sebebi soruluyor; yoksa bunu, o mu onlara söyledi? diye. Bu
arada Hz. İsa'nın cevabına yer veriliyor. Onun bundan uzak olduğuna Allah'ı
şahit tutuşuna işaret ediliyor. Sadece Allah'ın kendisine emrettiği şeyleri
söylediğini "Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin"
dediğini aktarması gündeme getiriliyor.
Ayetlerin akışından
algıladığımız kadarıyla ilk bölüm ikinci bölüme bir hazırlık niteliğindedir.
İkinci bölüm, ayetler grubunun asıl hedefini oluşturmaktadır. Yani,
nrısti-yanların Hz. İsa'yı ve annesini ilahlaştırmalarmın eleştirisi, Hz.
İsa'nın bu suçlan beri olduğunu vurgulayıp tüm sorumluluğu onların omuzlarına
yüklemesinin altı çizliyor. Bu arada Hz. İsa'nın sunduğu asıl mesaja işaret
ediliyor ve onun sadece yüce Allah'ın kendisine emrettiği şeyleri söylediği
belirtiliyor. Hz. İsa onlara: Ben Allah'ın elçisiyim,Benim görevim insantan,
benim ve onların Rabbi olan bir Allah'a kulluk sunmaya davet etmektir demişti.
Bu bağlamda doğuşu, çocukluğu ve henüz beşikteyken insanlarla konuşması gibi
mucizelerin Allah'ın izni, inayeti ve desteğiyle gerçekteştiği vurgulanıyor.
Peygamberimizle
hristiyanlardan bir grup arasında böyle bir sahnenin yaşanmış olmasını uzak
bir ihtimal olarak görmediğimiz bir yana, böyle bir şeyin olduğu ihtimaline
öncelik tanıyoruz. Veya konuyla ilgili olarak Peygamberimize bir soru
yöneltilmiştir, yahut Hz. İsa'nın, kişiliği, annesi, peygamberliği ve
mucizeleri ile ilgili bir araştırma gündeme gelmiş ve bu münasebetle ayetler
inmiştir. Çünkü bu ayetlerin içerdiği hususların bir kısmı, daha doğrusu büyük
çoğunluğu, rivayetlerde işaret edilen gelişmeler dolayısıyla başka ayetlerde
de ele alınmıştır. Bu bakımdan ancak yeni bir münasebetin gündeme gelmesi ile bu
tekrarın bir hikmeti olabilir. Kur'an'ın İfade tarzını ve kıssaları tekrar
etmedeki hedefini göz önünde bulundurduğumuz zaman, bu değerlendirmenin
isabetliliği anlaşılır.
Ayetlerin ilk kısmının
benzeri, değişik bir üslupla Âli İmran sûresinde de geçiyor. Söz konusu sûrede
gerekli değerlendirmeleri yaptık. Burada bir kez daha tekrar etmeye gerek
duymuyoruz. Bu bölümde, yüce Allah'ın Hz. İsa'nın eliyle gerçekleştirdiğine işaret
edilen mucizeler, bu günkü İnciller'de de değişik üsluplarla ele alınıyor. Ayetlerin
ifade tarzından algıladığımız kadarıyla, bunların Allah'ın izniyle
gerçekleştiklerinin vurgulanması hedeflenmiştir. Nitekim İndilerde Hz. İsa'nın
lisanıyla bu gerçek itiraf edilir.
Ayetlerde yeni olan
şey "sofra" mucizesi ve Hz. İsa'nın diliyle onun hnstiyanların
kendisini ve annesini ilahlaştırm alarmdan beri olduğunun ifade edilmesidir.
Ayetlerin anlamı ve
içeriği çerçevesinde Taberi ve başkaları ashabdan ve tabiin ulemasından
çeşitli görüş ve değerlendirmeler aktarmışlardır.
1- Bir
rivayete göre, "sofra" inmemiştir. Çünkü Havariler, yüce Allah'ın
"sofra" indikten sonra, kendilerini ilahi azabdan korkutması üzerine
isteklerini geri almışlardır. Bir rivayete göre; Hz. İsa (a) onlara: Üç gün
Allah için oruç tutarsanız, Allah her istediğinizi size verir. Bunun üzerine
Havariler oruç tutarlar ve Allah'tan üzerlerine bir sofra indirmesini isterler.
Yüce Allah melekler aracılığı ile üzerinde bir kuş bulunan bir sofra indirir.
Tefsir bilginlerinin büyük çoğunluğu, değerlendirmelerini "sofra"nın
inmiş olması ihtilmali üzerine oturtuyorlar. Taberi kendi rivayet
kanallarından Ammar b. Yasir aracılığıyla Rasulullah (s)'m şöyle buyurduğunu
rivayet eder: Allah onlara ekmek ve etten oluşan bir sofra indirdi. İhanet
etmemeleri, yiyecekleri saklamamaları ve yarın için ayırmamaları emredildi.
Fakat onlar ihanet ettiler, yiyecekleri sakladılar ve ertesi gün için
ayırdılar. Bunun üzerine maymunlara ve domuzlara dönüştüler. Eğer bu hadis doğruysa
bu mesele ile ilgili kesin bir açıklama niteliğindedir. Çünkü bu tür meselelerden
haber verme selahiyetine Peygamber Efendimiz sahiptir. Fakat İbn Abbas'tan ve
Süddi, Hasan, İkrime, Katade ve Mücahid gibi tevil ehli tabiin kuşağı
ulemasından gelen rivayetler, Ammar'dan rivayet edilen hadisin sahih olmadığım
gösteriyor. Kaldı ki, rivayette de bir gariplik var. Ayetin Havarilerin
kendileri için bir sofra istemeleri, ardından maymunlara ve domuzlara
dönüşmeleri gibi. Ayrıca sofranın mahiyeti ve içerdiği yiyeceklerle iligili
rivayetlerde de gariplikler vardır:
1) Pulsuz ve kılçıksız bir balıktı. Yanında da
tuz, sebze, sirke, üzeri yağlı ekmek, bal, peynir, zeytin ve pastırma vardı.
2) Yedi
çörek ve yedi balıktı.
3) Bütün
yiyeceklerin tadını veren bir balıktı.
4) Et hariç
her türlü yiyecek vardı.
5) Cennet
meyvelerinden oluşuyordu.
6) Ekmek,
pirinç pilavı ve sebzeden oluşuyordu.
7) Hz. İsa
ve Havariler oldukça bu sofra da iniyordu. Nihayet birisi ondan bir şeyler
çaldı. Böylece sofra inmez oldu.
8) Sofra
inince, İsa (a)'ya "O'ndan ilk yiyen sen ol" dediler. Hz. İsa dedi
ki: Ondan ilk yiyenin ben olmasından Allah'a sığınırım. Bunun üzerine Havariler
de korktular ve ondan yemediler. Yoksulları, hastalan, cüzzamlıları,
alacalıları ve kötürümleri çağırdılar. Gelenler sofradan yediler. Ondan yiyen
yoksullar zenginleşti. Hastalar iyileşti. Sofra hâlâ yerinde ve olduğu gibi
duruyordu. Sonra indiği gibi göğe doğru uçtu. Bu minval üzere kırk kuşluk vakti
indi. İnsanlar ondan yerdi ve o indiği gibi eksilmeden yerinde dururdu.
Bu arada şunu
belirtelim ki, "sofra" mucizesi bu günkü İnciller'de Kur'an'dakine
benzer bir şekilde veya ona yakın bir tarzda yer almaz. İndilerde Hz. İsa'nın
bir mucizesinden söz edilir. Buna göre Hz. İsa sayıları beş bini bulan bir
topluluğa beş tane çÖ-rek ve iki tane balığı parçalar halinde sunar. Bu beş bin
kişi ondan yer ve hepsi de doyar. Geride oniki küfeyi veya seleyi dolduracak
kadar kırıntı kalır.[352]
İncülerin eklerinden olup topluca "yeni ahit" adı verilen
"Rasullcrin İşleri" bölümünün 10. İshahında buna yakın bir kıssa
anlatılır: "Bulros lakabıyla bilinen ve asıl adı Seman olan bir Havari
Yafa'da bulunduğu sırada acıktı. Kendisini bir cezbe aldı. Gördü ki, gök açıldı
ve bir kap inmeye başladı. Dört tarafından büyük bir askıya bağlıymış gibi yere
doğru sarkıtılıyordu. İçinde dört ayaklılardan, yeryüzündeki tüm hayvanlardan
ve gökteki kuşlardan her şey bulunuyordu. Birden bir ses duydu: "Kalk ey
Butros, Hayvanları boğazla ve ye" Bulros dedi ki: Haşa, ey Rab. Ben hiç
bir zaman necis veya pis şeylerden yemem. Bir kez daha ona seslenildi:
"Allah'ın temiz kıldığını sen necis sayamazsın" Bu olay üç kere
tekrarlandı. Sonra kap tekrar göğe çekildi."[353]
Ancak bunun ve bundan önceki kıssanın Kur'an'da sözü edilen "sofra"
ile ilgisi olmadığı açıktır. Kudüs'te hem müslümanların hem de hrıstiyanlann
saygı gösterdikleri kutsal bir yer var. Burası, Davud Peygamber adıyla bilinen
imaretin içinde "sofra evi'1 (Beytül Maide) diye anılır. Bu da gösteriyor
ki, hrıstiyanlar veya içlerinde bir grup, gökten Hz. İsa'nın ve Havarilerin
üzerine inen sofradan söz ediyorlardı, bunu kuşaktan kuşağa aktarıyorlardı.
Peygamber (s) zamanında aktarılan rivayetler, bazı gariplikler de içeriyor
olmalarına karşın, sofra mucizesi kıssasının bilinmeyen bir şey olmadığını da
ortaya koyuyor. Biz, Rasulullah (s) zamanındaki haJkın bu kıssayı hrıstiyanlardan
öğrendikleri kanaatindeyiz. Ayrıca kıssanın kutsal kitapların bazı bölümlerinde
geçtiği, ancak bu bölümlerin günümüze ulaşmadığı düşüncesindeyiz. Kıssa,
Kur'an-i Kerim'de hızlı ve ayrıntılara inmeyen bir üslupla sunuluyor. Detaylı
bilgi İçermiyor. Ayetlerin üslubundan ve anlamından algıladığımız kadarıyla bu
tarz sunuşun amacı, hatırlatma, dikkat çekmedir. Dolayısıyla ayetlerin
okunduğu ortamın bu kıssayı bilmeleri gerekir. Çünkü Kur'an'ın hatırlatma
hedefi, ancak bu durumda gerçekleşebilir. Yine de doğrusunu Allah daha iyi
bilir.
II- Tefsir
bilginlerinin büyük çoğunluğu hatırlatma nitelikli ilk bölümde anlatılanların,
yüce Allah tarafından kıyamet günü bütün elçilerin toplanacağı bir sırada Hz.
İsa'ya söyleneceği kanaatİndedirler. Yüce Allah tarafından sorulan soruya ve
İsa Peygamberin buna verdiği cevabı içeren ikinci kısmın da Kıyamet günü
gündeme geleceğini söyleyenler vardır. Bazılarına göre, bu diyalog, yüce
Allah'ın Hz. İsa'yı kalına yükselttiği gün gerçekleşmiştir. Birinci görüşü
savunanlar "Bu, doğrulara, doğru söylemelerinin yarar sağladığı
gündür" cümlesini, gelecek olan kıyamet günü olarak yorumluyorlar. İkinci
görüşü savunanlar ise, sözkonusu cümleyi, söz konusu günün önemini vurgulayan
bir işaret olarak yorumlamışlardır. Yani bugün, doğrulara kesin ışık tutacak
bir hadis yoktur elimizde. Taberi birinci görüşün daha isabetli olduğunu
söylemiştir. Ancak biz ikinci görüşün daha isabetli olduğunu düşünüyoruz. Çünkü
ayetlerin akışı ve üslubu aynıdır. Söz gelimi, hatırlatma amaçlı ilk bölüm
"Allah: Ey Meryemoğlu İsa.." ifadesiyle başladığı gibi, sorulu
cevaplı İkinci bölüm de aynı cümleyle başlıyor.
Her halükârda bu
ikinci bölümün hedefi, daha Önce de söylediğimiz gibi, hnstiyan-ların Hz.
İsa'nın bunun sorumluluğundan uzak olduğunu vurgulaması ve onlara gerçekte
neyi söylediğini açıklamasıdır.
Hrısliyan toplulukları
Meryem'i(haşa) "Allah'ın anası" ve "Rabb'in anası" diye
isimlendiriyor ona ibadet ediyorlar. Bu da Kur'an'ın Meryem'le ilgili olarak
gündeme getirdiği sapmanın somut karşılığıdır. Kur'an'da İsa (a)'nın diliyle
aktarılan cevap İn-ciller'de yer alan bir ibareyle uyum arzediyor. Zuhruf
sûresi; 72. ve 73. ayetlerin tefsiri ile incelediğimiz bu sûrenin akışı içinde
bu uyumu örnekle sunduk. Hz. İsa'nın kendini hrısüyanlann ilahlaştırma
operasyonundan sıyırmak ve sorumluluğu onlara yüklemek bağlamında söylediği
sözler, son derece güçlü ve sağlamdır. Hem kalplere hem de akıllara hitap
ediyor. Bizim kanaatimize göre, ayetlerin hedefi, Kur'an'ın öteden beri vurguladığı
İsa'nın peygamberliği ve Allah'ın kulu oluşu gerçeğini pekiştirmektir. Amaç,
gerçeği yerli yerine koymaktır. Hrısuyanları, üzerinde bulundukları aşırılıktan
ve sapmadan vazgeçmeye çağırmaktır. Tek ve ortaksiz Allah'a kulluk sunmaya,
O'nu her tü-rülü şirk şaibesinden arındırmaya davet etmektir. İl/. İsa'nın
sadece O'nun elçilerinden bir elçi olduğunu kabul etmelerini sağlamaktır. O,
insanları hem kendisinin hem de onların Rabbi olan Allah'a ibadet etmeye davet
etmiştir.
119. ayet, doğrulara
özel bir itinayla yaklaşıyor ve onİara bir müjde veriyor. İfadenin mutlak
oluşu gösteriyor ki, kastedilenler, dosdoğru yol üzere inmiş samimi iman sahibi
tüm doğrulardır. Bu tarz bir doğruluk, kişilerin kıyamet günü kurtuluşlarının
garantisidir. Doğruların ulu Allah'ın rızasına nail olmaları ve kendilerinin
de O'ndan hoşnut olmaları kuşkusuz O'nun onur verici bir bağışıdır.
Son ayetin ifade
tarzından, onun son söz olduğu belirgin bir şekilde görülüyor. Bir çok sûrenin
sonunda benzeri ifadeler görmek mümükündür. [354]
[1] ibn Kesir, ibn Abbas'tan naklettiği bir hadiste en son
inen sure "İza câe nasrullahi ve'l-feth" süresidir. Tirmizi'nin
hadisinde geçen "Feth" sûresinden kasıt da bu sûredir.
[2] Müfessir el Kasımi'nin herhangi bir yorum yapmaksızın
bunu aktardığını gördük.
[3] Medeni surelerin tertibi ile ilgili rivayetler için
Siretür-Rasui adlı kitabımızın 2. cilt, 9. sahifesine bakınız.
[4] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/1-3.
[5] el-Ukud Denildi ki o taahhütler ve anlaşmalardır, ve
yine Allah'ın farz kıldığı yükümlülüklerdir ki onlar sözleşme ve anlaşma
mesabesindedir. Cahiliye döneminin yeminleşmeleridir. Akit ile ahit arasındaki
fark: Akit iki taraf veya daha fazla taraflar arasında olabilir. Bazen
ikincisinin tek taraflı olması da mümkündür denilmiştir.
[6] Ve entüm hurum Hac ve Umre için ihramlı iken yahut harem
bölgesi sınırları içinde iken veya siz haram aylarda iken. Görüşlerin
(rivayetlerin) farklılığından dolayı, cümle tüm bu mânâları taşımaktadır.
[7] Gayre muhillis-saydi Av (yapabilmek) için ihramdan
çıkmadan anlamı da verilmiştir.
[8] Şe'airullah Allah'ın kuralları (Hac için uyulması
gereken şartlar). Yahut Kabe'nin yanında kurban edilmesi için adanarak
işaretlenen veya yaralanan hayvanlardır. Bunlara Hac sûresinde açıklandığı gibi
"şeireh" denilirdi. Çoğulu "şeaif'dir.
[9] el-Hedy Deve, sığır ve küçükbaş hayvanlardan Allah'a
hediye olsun diye Ka'be'nin yanında adanan hayvan.
[10] el-Kalâid Allah'a kurban olarak adanmış olduğuna
işaret olsun diye ağaç lifinden veya deriden bir gerdan boynuna takılan adanmış
hayvanlardan kinayedir. Ve denilir ki cahiliye hacıları boyunlarına deriden
veya ağaç liflerinden gerdanlar takıp bununla bir başkasının kendilerine
yönelik kötü bir saldırısına karşı emniyette olurlardı. Kelime bunu da ifade
ediyor.
[11] Amminel Beytel Haram Hacc için Beyt-i Haram'a
yönelenler.
[12] Şenean Düşmanlık ve kin.
[13] La Yecrimenneküm Sizi sürüklemesin veya sevketmesin
[14] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/5-6.
[15] Bkz. Bakara Suresi ayetler: 27, 40,176; Âli İmran: 76;
En'am: 102; Ra'd: 22; Nahl: 91 ve 95; isra: 34; Mü'minun: 8; Ahzab: 23; Feth:
10; Mearic: 32.
[16] Ayetin tefsiri için el-Menar'a bakınız.
[17] Ayetin tefsiri için el-Menar'a bakınız. Birinci hadis
Ebu Davud, Darekutni ve Tirmizi'nin rivayetlerindendir. - ikinci hadis beş
sahih müsned sahibinin rivayetlerindendir. Bak: et-Tac c.2.5 sn. 185 İkinci
hadisteki (velayet hakkı azad edenindir) cümlesinin sebeb-i vürudu bu cümlenin,
hadisin (konuşmanın) sebebi olan olayla ilgili olmasındandır. Fakat hadisin
talimatından da görüldüğü gibi umumi ve herkesi kapsamaktadır.
[18] Zekat ve tezkiye ile aslında tam anlamıyla parlaklık
demektir. Sonra İslami bir ıstılah olarak Allah'ın ismini anarak eti yenen
hayvanların boyunlarından kesilmesi anlamında kullanıldı. Bu hadis Ebu Davud,
Ah-med ve Tirmizi'nin rivayetlerindendir. Bak: et-Tac c:3, sh.95
[19] Ayetlere bak: el-Bakara 133, el-En'am 118-119, en-Nahl
114-116, el-Hac 30
[20] Taberi ve Beğavi.
[21] Özellikle burada erkeklerden bahsettik. Çünkü sünnet
kadınlar için normal elbiseye müsamaha etmiştir. Sünen sahipleri İbn Ömer'den
şu hadisi rivayet etmişlerdir. İbn Ömer dedi ki: "Rasulullah'ı kadınların
ihramlarında eldiven ve peçe yapmalarını ve vers ve zaferan sürülmüş elbiseler
giymelerini yasakladığını duydum". Bundan sonra üsfür ile boyanmış yahut
ipekten istedikleri rengi giymelerini takı takmalarını, şalvar veya gömlek
giymelerini veya ayakkabı giymelerini serbest bıraktı. (et-Tac, c.2, sh.106)
Fakat erkeklerin ihramı konusuna gelince; beş müsned sahibi İbn Ömer'den şöyle
rivayet etmiştir. Bir adam: "Ya Rasulullah ihramlı erkek, elbiselerden ne
giyer?" dedi. Rasulullah: "Ne gömlek, ne sarık ne şalvar, ne bornoz
ve ne de ayakkabı giyemez. Ancak takunya bulamayan bir kimse ayakkabıyı
topuktan aşağıya kalacak şekilde kesip giyer. (A.g.e, sh.105)
Hes'em Ebu Davud, Tirmizi
ve Nesai, Ebem b. Osman'dan, O da babasından Rasulullah'ın "ihramlı
nikahla-yamaz, nikahlanamaz ve nişanlanamaz" dediğini rivayet etmişlerdir.
(A.g.e, sh. 108).
[22] Taberi, Beğavi ve Tabresi
[23] et-Tac cilt 2 sh. 108 (Tirmizi-Hac 25, Darimi-Mukadime
40, Ebu Davud-Menasık 11, Ahmet b.Hanbel c 1. sh 100 ve diğer sayfalar Mesai -
Nenasık- 81 de hadise rastlanmıştır. Mütercim)
[24] Bkz: Beğavi tefsiri, bu surenin 94-97 rakamlı
ayetleri.
[25] Bkz. Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi, Nesefi ve
Nişaburi
[26] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/6-13.
[27] Ve ma uhille li ğayrillehi biti Allah'tan başkası
adına kesilen, veya kesilirken Allah'ın adının dışında bir isim anılan.
[28] el-Munhanikatu Boğulmuş veya boğularak ölmüş (leş).
[29] el-Mevkûzetü Keskin bir aletle vurup delme veya bir
darp neticesi ölen, hayvan
[30] el-Mutereddiyyetü Yüksek bir yerden düşmek suretiyle
ölen hayvan.
[31] en-Netihatu Başka bir hayvanın ona boynuz vurulması,
toslaması neticesinde ölmüş.
[32] Ve ma ekeles-sebuu Zararlı vahşi (hayvanın-canava-nn) yediği
(artık).
[33] İUama zekkeytüm Bu anılan sebeplerden dolayı ölmek
üzere olan hayvanı ölmeden önce meşru bir şekilde Allah adını anarak kestiğiniz
hariç.
[34] Ve ma zübihe alen-nusub (Putlara adanıp onların)
yanında kesilen.
[35] Ve en testaksimü bil ezlam Ezlam: Bahis kura ve
istihare (ilham) yoluyla bir takım neticeler çıkarmak için atılan oklar (oklarla
kısmet olarak). İstiksam: Kura çekmek, bahse girmek, istihare (hayır dilemek)
etmek, açıklaması sonra gelecektir.
[36] Fi mahmasatin Bir açlık (kıtlık) ta.
[37] Ğayre mutacanifin li ismin Bir günah işlemeye
yö-nelmeksizin, ona kasıtlı gitmeksizin.
[38] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/14-15.
[39] Seyhan (Buhari-Müslim) ve Tirmizi bu hadisi şu metin
ile rivayet etmişlerdir: "Yahudilerden birisi Ömer'e: Ya emira'l-mü'minin
eğer bu "Bugün size dininizi kemale erdirdim..." ayeti bize inseydi.
Biz bunu bayram kabul ederdik. Bunun üzerine Ömer: "Ben bu ayetin hangi
gün indiğini en iyi bilenim. Arefe günü ve Cuma günü indi." dedi. et-Tac
c.4 sh. 89
[40] Bkz: Taberi, ibn Kesir. Müfessirlerin Taberi'nin
rivayetlerinden farklı yeni bir şey aktarmadıklarına dikkat çekiyoruz.
[41] et-Tac c.3, sh.293-299, bkz. Mecmeu'z-Zevaid c.9, sh.
100-146, Göreceksin ki, Ali ile ilgili şia ravilerin-ce Ebu Said el-Hudriye
dayandırdıkları nice uydurmalar vardır ki, şia kaprisleri aynı şekilde açıkça
göze çarpar.
[42] et-Tac c.3, sh.293-299, bkz. Mecmeu'z-Zevaid c.9, sh.
100-146, Göreceksin ki, Ali ile ilgili şia ravilerince Ebu Said el-Hudriye
dayandırdıkları nice uydurmalar vardır ki, şia kaprisleri aynı şekilde açıkça
göze çarpar.
[43] et-Tac c.3, sh.293-299, bkz. Mecmeu'z-Zevaid c.9, sh.
100-146, Göreceksin ki, Ali ile ilgili şia ravilerince Ebu Said el-Hudriye
dayandırdıkları nice uydurmalar vardır ki, şia kaprisleri aynı şekilde açıkça
göze çarpar.
[44] et-Tac c.3, sh.293-299, bkz. Mecmeu'z-Zevaid c.9, sh.
100-146, Göreceksin ki, Ali ile ilgili şia ravilerince Ebu Said el-Hudriye
dayandırdıkları nice uydurmalar vardır ki, şia kaprisleri aynı şekilde açıkça
göze çarpar.
[45] Nahl sûresi, 84
[46] En'am sûresi, 38.
[47] Bkz. Menar Tefsiri ve Kasimi Tefsiri.
[48] Bkz. Beğavi, Hazin, ibn Kesir, Tabresi, Nişaburi ve
Nesefi.
[49] imam Şafii merfu hadis olarak şunu rivayet etmiştir,
ibn Ömer dedi ki: (Rasulullah, bize iki ölü ve iki kan helal kılındı dedi. iki ölü
balık ve çekirgedir. İki kan ise ciğer ve dalaktır) Bu hadisi Ahmet b. Hanbel,
İbn Mace, Darekutni tahriç etmişlerdir. Ayetin tefsirine Kasimi tefsirine
bakınız.
[50] Bkz. Taberi, Tabresi ve Hazin tefsirleri
[51] Katlin diyetini ödeme anlamındadır.
[52] et-Tac c. 3, sn. 201, iyafe: Kuş kovma falıdır. Eğer
kuş sağa giderse güzel bir fal demektir, kuşu uçuran önemli işine devam eder.
Eğer kuş sola giderse uğursuz kabul eder ve o işten ayrılır.
[53] et-Tac c. 3, sn. 201, iyafe: Kuş kovma falıdır. Eğer
kuş sağa giderse güzel bir fal demektir, kuşu uçuran önemli işine devam eder.
Eğer kuş sola giderse uğursuz kabul eder ve o işten ayrılır.
[54] Metin İbn Kesir'den alınmıştır. Tairan: Uçarak
kelimesi, kuş uçurtup fal baktırmak anlamında kullanılmıştır.
[55] et-Tacc.3, sh. 300
[56] Kasimi tefsirinden aktarılmıştır.
[57] İbn Kesir'den aktarılarak yazılmıştır. Ve İbn Kesir
şunu eklemiştir: İmam Ahmed'in lafzıyla yazılmıştır. Tirmizi bu hasen, sahih
garip bir hadistir. İbn Ebilmevali hadisinin dışında bunu bilmiyoruz demiştir.
[58] et-Tac c.3, sh. 198
[59] et-Tac c.3, sh. 198
[60] et-Tac c.3, sh. 198-199 "la teridu müslimen"
kelimesinin mânâsı; yani müslümanın uğursuzluktan dolayı önemli işini
terketmesi caiz değildir.
[61] et-Tac c.3, sh. 198-199 "la teridu müslimen"
kelimesinin mânâsı; yani müslümanın uğursuzluktan dolayı önemli işini
terketmesi caiz değildir.
[62] et-Tac c.3, sh. 198-199 "la teridu müslimen"
kelimesinin mânâsı; yani müslümanın uğursuzluktan dolayı önemli işini
terketmesi caiz değildir.
[63] Bkz. Kasimi tefsiri
[64] Bkz. et-Taberi, el-Beğavi ve ibn Kesir
[65] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/15-25.
[66] Mükellibine "Teklib" kelimesinden gelir. O
da asıl mânâsı itibariyle avda kullanılan hayvanlara işaret içindir. Ancak
genel olarak tüm hayvanların av için eğitilmesi anlamında kullanılır. Dilde
"kellab" köpek ve hayvanların eğitilmişidir.
[67] el-Cevarih Yaralayıcı hayvanlar ve kuşlara verilen
genel bir addır. Yani, köpek dişi, pençe ve tırnak sahibi hayvanlar. Bu
kelimenin kapsamına, köpekler, kurtlar, kaplanlar, arslanlar, parslar,
sırtlanlar, şahinler, akbabalar ve kartallar girer. Geçerli görüşe göre kelime
burada avda kullanılan köpekler, şahinler ve kartallar gibi
hayvanlara işaret
etmektedir.
[68] Bkz. Taberi, Beğavi, Tabresi, İbn Kesir ve Hazin
[69] et-Tac c.3, Sh.92,93
[70] et-Tac c.3, Sh.92,93
[71] et-Tac c.3, Sh.92,93
[72] et-Tac c.3, Sh.92,93
[73] et-Tac c.3, Sh.92,93
[74] Bu hadisler İbn Kesir'den aktarılmıştır. Taberi ve
Hazin Tefsirlerine bkz. Oralarda da bunlara yakın
ifadeler vardır.
[75] Bu hadisler İbn Kesir'den aktarılmıştır. Taberi ve
Hazin Tefsirlerine bkz. Oralarda da bunlara yakın
ifadeler vardır.
[76] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/26-29.
[77] Bkz. En-Nisaburi, Nesefi, Hazin, Beğavi, ibn Kesir,
Zemahşeri ve Tabresi.
[78] Bkz. İbn Sad c.3, sh. 162-163 ve İbn Hişam c.3 sh.
388-390
[79] Bkz. Taberi, Beğavi, Tabresi, Zemahşeri, İbn Kesir,
Hazin, Nesefi ve Nisaburi.
[80] Harbiye, Harbi, Darulharp, Ehlül-Harp ifadeleri Raşid
Halifeler devrinde ve sonraki devirlerde müslüman olmayan ülkeleri için
kullanılırdı. Müslümanlarla ora ahalisi arasında düşmanlık ve savaş halinin
olup olmamasına dikkat edilmezdi. Hicri II. asrın sonlarında İmam Ebu Yusuf'un
Harun Reşid için te'lif ettiği Kitabu'l-Harac adlı eserde bunun delilleri
vardı: Rivayet ettiğine göre denizaşırı darulharp ehalisinden bir grup Ömer b.
el-Hattab'a, tüccar olarak topraklarına girmemize izin ver, bizden öşür (onda
bir) al diye yazdılar. Bunun üzerine Ömer arkadaşlarına danıştı. Bu konuda ona
lehte onay verdiler. Onlardan vergi almak için hemen sınıra vergi toplayıcılar
atadı. Yine rivayet ettiğine göre Basra Valisi Ebu Musa el-Eşari, Ömer'e;
müslü-manlardan bazı tüccarların ehl-i harbe gittiklerini -yani onların
ülkelerine girdiklerini- ve onların bu tüccarlardan öşür aldıklarını yazdı.
Ömer de hemen ona, onların müslüman tüccarlardan aldıkları kadar, ehl-i harbin
tüccarlarından öşürün dörtte birini, zimmilerden olan tüccarlardan da öşürün
yarısının alınmasını yazdı. Eğer darü'lharp ahalisi ile müslümanlar arasında
bir çatışma ve harp hali olsaydı bir tarafın topraklarındaki tüccarların diğer
tarafın topraklarına ticari seferler gerçekleştirmeleri imkanı, açıkça
görüldüğü gibi olamazdı. (Kitabu'l-Harac, sh.76, 78).
[81] et-Tac c:2, sh:284-285
[82] et-Tac c:2, sh:284-285
[83] imam Ebu Yusuf'un Kitabü'! Haraç adlı eserinde gelen ve
Amr b. Dinar'dan rivayet edilen hadise göre Allah'ın Rasulü Bahreyn Kralı
Münzir b. Savi'ye şöyle yazdı: Her kim ki kıldığımız namazı kılsa, yöneldiğimiz
kıbleye yönelse, kestiklerimizi yese bu müslümandır. Allah ve Rasulü'nün
korumasındadır. Mecusiler-den kim bunu isterse o emniyettedir. Kim yüz
çevirirse o da cizye verecektir. Cafer b. Muhammed'den rivayet ettiği başka
bir hadise göre de Cafer'in babası Ömer b. el-Hattab'a ateşe tapan; ne yahudi
ne hrıstiyan ne de Ehli Kitab olmayan bir topluluktan bahsetti. Ömer, bunlara
ne yapacağımı bilemiyorum dedi. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf Rasulullah'a
şahid oldum ki: "onlara Ehli Kitab'ın sünneti ile muamele ediniz."
buyurdu dedi
Oysa İmam Ebu Yusuf
bunun devamında Ali b. Ebi Talip (r)'den onların Ehli Kitap olduklarına dair
bir rivayet nakletmektedir. Şöyle ki, rivayet olunduğuna göre Nevfel el-Eşcai,
mecusilerden cizye alınmasını tenkid etti. Mûtevrid b. Ehnef de ona karşı çıktı
ve dedi ki: Rasulullah'ı itham ettin, tevbe et yoksa seni vururum. Allah'a
yemin ederim ki Rasulullah, Hacer ahalisi mecusilerden cizye aldı dedi. Ve bu
iki kişi Ali b. Ebi Ta-lip'in
huzuruna çıktılar.
Bunun üzerine Ali b. Ebi Talip şöyle dedi: Size tamamı mecusiler hakkında
beğeneceğiniz bir olaydan bahsedeyim. Onlar okudukları bir kitapları olan
ümmet idiler ve onların bir kralı vardı. Sarhoş oluncaya kadar içti ve kız
kardeşinin elinden tutup dört şahısla beraber kasabanın dışına çıkardı. Sonra
onların gözleri önünde kız kardeşi ile zina etti.
[84] Tercih edilen görüşü Havlai: "Bunlar"
sözünden maksat, Irak'ta olan ve bugün Es-Sabah adıyla bilinen gruptur. 4.
asrın meşhur edebiyatçılarından birisi olan Ebu İshak es-Sabi bunlara nispet
edilir. Hac suresi 17. ayetinin tefsirinde Sabiin kelimesine yaptığımız
açıklamaya bkz.
[85] Anlatılır ki, Hintliler için Buda'dan önce "Manu
Şeriatı" denilen bir şeriat vardı. Bu şeriat tevhid akidesi üzerinde olan
krallarından birine nisbet edilirdi. Yani tek, ebedi sınırsız ilah Brahma
tarafından Manu'ya vahyedildi. Ve şiir şeklinde bir kitaba yazıldı. Bu kitabın
beyit sayısı 2685'i aştı. (Bkz: ed-Devalibi-el-Medhal ila't-Tarihi'l-Amm, sh.
66 ve sonrası).
[86] Bu ayetler gerçekten çoktur. Özellikle Bakara, Âli
imran, Nisa ve Maide sûrelerinde. Maide sâresinin 15-19, 51-57 ve 65-69.
ayetleri özellikle bu konuda delaletleri kuvvetli olan ayetlerdir.
[87] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/29-42.
[88] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/43.
[89] et-Tac c. 4, sh. 90
[90] et-Tac c. 4, sh. 83
[91] İbn Kesir.
[92] Hazin ve Beğavi.
[93] İbn Kesir bu hadisi başka ifadeler ve başka yollarla
da rivayet etmiştir. Taberi, Beğavi ve Hazin de buna benzer şeyler
yapmışlardır. Kur'ani ifadeler de diğer bir takım nebevi hadisler ışığında
hemen aklımıza gelen, bu hadisin rağbet arttırma ve teşvik babından olmasıdır.
Allah'ın bağışladığı bu günahlar ise küçük kusurlar ve düşülen küçük hatalar
cinsindendir. Büyük günahlardan değildir. Başkasının hakkı, ırzı, kanı olan
günahlardan değildir. İçinde fuhşiyat ve kasıtlı günah bulunanlar değildir.
Allah en iyi bilendir.
[94] Bu hadislerin bir kısmını Cuma Suresi tefsirinde
verdik.
[95] Bkz: Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi,
Zemahşeri ve en geniş kanıtı olarak Taberi tefsir
[96] et-Tacc.1,sh. 92-93.
[97] et-Tacc.1,sh. 92-93.
[98] Bu hadis Müslim, Tirmizi, Ebu Davud ve Nesai'nin
rivayetlerindendir. (Tac, c. 1, sn.193).
[99] Buharı, Ebu Davud, Nesai ve Tirmizi bu hadis için
yakın ifadeler kullanmışlardır.
[100] et-Tac, c.1, sh.91-93
[101] et-Tac, c.1, sh.91-93
[102] et-Tac, c.1, sh.91-93
[103] et-Tac, c.1, sh.91-93
[104] et-Tac, c.1, sh.91-93
[105] et-Tac, c.1, sh.91-93
[106] et-Tac, c.1, sh.91-93
[107] Tac, c-1 sh:88-89
[108] Tac, c-1 sh:88-89
[109] Bkz: Tabresi, bu ayetin tefsiri.
[110] Tac,C.1,S.94
[111] Tac,C.1,S.94-95
[112] Tac,C.1,S.94-95
[113] Tac,C.1,S.94-95
[114] Tac,C.1,S.94-95
[115] Tac,C.1,S.94-95
[116] Tac,C.1,S.86-87
[117] Tac,C.1,S.86-88
[118] Tac,C.1,S.86-88
[119] Tac,C.1,S.86-88
[120] Tac,C.1,S.86-88
[121] Tac,C.1,S.86-88
[122] Tac,C.1,S.86-88
[123] Tac,C.1,S.86-88
[124] Tac,C.1,S.86-88
[125] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/
[126] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/52-53.
[127] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/53-54.
[128] en- Nakip Kelime olarak, nakbuş-şey: Bir şeyi
incelemek yani onu araştırmak, kontrol etmek demektir. Kavmin nakibi, onların
durumlarını kontrol edip araştıran demektir. Sonra kelime, kavmin reisi,
onların idareyi kendisine
verdiği, yetki ve emir sahibi. Başkan için özel isim oldu.
[129] Hainetin Burada hiyanet, hainlik anlamındadır.
[130] Reşid Rıza, bu oniki kişinin Allah'ın Musa (a)'ya
Arz-ı Mukaddesin durumunu keşif için gönderilmelerini emrettiği
İsrailoğulları'nın kabilelerini temsil eden delegeler, elçiler olduğunu
anlatmıştır. Bunlar, Tevrat'ın Sayılar Kitabı'nın 13. babında yer almıştır. Biz
ise, kastedilenlerin birinci ve ikinci bablarında zikredilenler olduğunu tercih
ediyoruz. Ayetin ifadesi, tercihimizi kuvvetle desteklemektedir.
[131] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/56-57.
[132] Bak. ibni Sa'd C.2, S.23-27, İbni Hişam C.4, S.278-280
Ebu Ubeyd İmam Kasım, Kitabu'l Emval S.20-22.
[133] İmam Ebu Ubeyde metinde geçen kelimeyi Taba ve raiyyeh
(idare edilenler, halk) olarak tefsir etmiştir.
[134] Şu ayetleri de okuyunuz: Ali imran 114-114 ve 199,
Nisa 161, Enam 114, Rad 36 ve Ankebut 48.
[135] Reşid Rıza bu ayetin tefsinde indilerin tarihi ve
uğradıkları tahrifatla ilgili uzun bir bölüm yazmıştır. Bu sûrede de Bakara,
Ali imran ve Nisa süresindeki benzer ayetler de de benzer açıklamalarda
bulunmuştur. Bu konuda geniş bilgi elde etmek isteyenler Menar Tefsiri'ne baş
vurabilirler.
[136] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/
[137] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/63-64.
[138] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/64-65.
[139] en-Takulu Burada "liella takulu" anlamında
kullanılmıştır.
[140] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/66-67.
[141] Ve cealeküm mülüken Sizi krallar yaptık. Müfessirlerin
çoğu bu ifade ile kastedilen mânânın Mısır'dan çıkışları sırasında verilen hürriyet,
kendi kontrollerini ele almaları firavunlara kul- kölelikten sonra özgür
olmalarıdır. Konu ile ilgili bir de Peygamber (s)'den şöyle bir hadis delil getirmişlerdir.
(Kimin bir evi bir de hizmetçisi varsa o kraldır). Bu ibarenin bir istisna
olmadan mutlak olarak gelmesi tüm Beni İsrail'e hamledilmesini sağlamıştır.
[142] Minellezine yehafune (Korkanlardan) Burada kaldırılmış
gizli bir isim vardır; "Yehafunallah" şeklindedir. Buna göre anlamı:
Al-lahtan korkanlardan.... olur.
[143] Enamellahu aleyhime Üzerlerine nimeti verdiği iki
kişi. Burada da yine gizli bir bölüm vardır: Cümle şu anlamdadır. 'Allah o
ikisini hidayet, takva, sebat ve Allah'a güvenme nimetîyle donatmıştı'
[144] Bkz: Taberi, Hazin, Beğavi, İbn Kesir ve Tabresi
tefsirleri ve diğerleri.
[145] Bkz: Tekvin; bablar 12,14 ve 15, ayrıca bkz:
"İsrailoğulları Tarihi" adlı kitabımız, sh.17 ve sonrası.
[146] Bkz. Tevrat Hakimler, Krallar, Tarihler, Yeremya ve
Hezekiler bölümleri. Ayrıca bkz: "İsrailoğulları" adlı kitabımız,
özellikle 82-95-135-195 ve 272-318. sahifeler: 82-95, 135-195 ve 272-318
[147] Bkz. Bakara Suresi 4-16, Âli İmran 71-120, Nisa 43-56
ve A'raf 162-169.
[148] İbn Hişam, bu sözün Peygamber (s)'in Bedir Savaşı
sırasında Kureyş'le çarpışıp çarpışmamaları hususunda ashabı ile istişare
yaptığı sırada Mikdad b. Esved tarafından söylendiğini rivayet etmiştir. (Siyer
c.2, sh.252). İbn Kesir de aynı şekilde rivayet etmiştir. Buharı, Cihad
bölümünde ibn Mesud'tan şöyle rivayet etmiştir. İbn Mesud: "Mikdad b.
Enes'ten şöyle birşey gördüm ki, bunun için O'na arkadaş olmam çok daha hoşuma
gitti. Peygamber (s) geldi. Müşrikler aleyhine teşvik ediyordu. Bu arada
Mikdad: Musa'nın kavminin dediği gibi: "Git, sen ve Rabbiniz savaşınız
demeyiz. Aksine deriz ki, biz sağında solunda, önünde ve arkanda savaşacağız
dedi." Bunun üzerine Peygamber (s)'in yüzünün parladığını ve Mikdad'ın
sözünün onu sevindirdiğini gördüm." dedi. (Tac, c.4, sh.366). İbn Kesir ve
Beğavi de aynı rivayeti yapmışlardır. Ta-beri'nin rivayetine göre ise bu söz,
Hudeybiye günü Kureyş'in Peygamber (s)'i Ka'be'yi ziyaret etmekten menetmek
için durdukları zaman Mikdad tarafından söylenmiştir. Şöyle ki, Peygamber (s):
"Ben bu kurbanı götürüp Beyt'in yanında keseceğim, deyince, Mikdad:
"Allah'a andolsun ki biz İsrailoğullan'nın seçkinlerinin peygamberlerine:
"Git, sen ve Rabbin savaşın, biz burada oturuyoruz demeyiz. Biz ancak, git
sen ve Rabbin savaşın, biz de sizinle beraber savaşacağız deriz." dedi.
Rasulullahın ashabı bu sözü duyduklarında ona tabi olup desteklediler.
[149] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/68-72.
[150] en-Tebue Burada anlamı; katlimin günahını taşımanı
(isterim).
[151] Fetavvaat Sağladı, razı etti, aldattı ve kardeşini
öldürmeyi süslü gösterdi.
[152] Yebhasü Eşeliyordu, kazıyordu.
[153] Sevete Öldükten sonra bedeni ifade eden bir kinayedir
(ölü beden).
[154] Ev fesadin fil ard Bu bölüm, 'bir nefse karşılık olmaksızın
(haksız yere)' kısmının üzerine atfedilmiştir. Anlamı: "Bir fesada
karşılık olmaksızın; yani kim ki bir nefsi zulüm ve yeryüzünde fesat çıkarmak
maksadıyla öldürürse!"
[155] Ve men ehyaha Kim kişinin hayatını korursa,
kurtarırsa.
[156] Bkz. Taberi, Beğavi, Hazin, ibn kesir ve Tabresi.
[157] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/74-77.
[158] Min Hilafin Keserken çapraz kesme anlamındadır. Buna
göre sağ el ve sol ayak kesilir.
[159] Min kabil en takdim aleyhim Elinize düşmeden önce ve
siz onları yakalamadan ve onlara karşı zafer kazanmadan önce.
[160] Bkz. Taberi, Beğavi, ibn Kesir, Hazin ve Tabresi
tefsirleri.
[161] Bkz. Tac:C.4, S.90-91
[162] Taberi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi, Nesefi ve Zemahşeri
tefsirleri.
[163] Bkz. Taberi, Beğavijbn Kesir-Hazin- Zemahşeri ve
Tabresi tefsirleri. Bunlardan bu rivayet edilen görüşleri en çok kapsayan
Taberi tefsiridir
[164] Bkz. Taberi, Beğavijbn Kesir-Hazin- Zemahşeri ve
Tabresi tefsirleri. Bunlardan bu rivayet edilen görüşleri en çok kapsayan
Taberi tefsiridir.
[165] Taberi bu görüşü İmam Ebu Hanife'ye isnad etmiştir.
[166] Bkz. Az önce anılan tefsir kitapları ve özellikle
Taberi tefsiri.
[167] Beş müsned sahipleri bu hadisi rivayet etmişlerdir.
Bkz. Tac. c.3, sh. 27.
[168] Beş müsned sahipleri bu hadisi rivayet etmişlerdir.
Bkz. Tac. c.3, sh. 27.
[169] Taberi, bu görüşü imam Şafi'ye isnad etmiştir.
[170] Taberi, bu görüşü imam Şafi'ye isnad etmiştir.
[171] Bkz. Taberi tefsiri.
[172] Bkz. Taberi tefsiri.
[173] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/78-85.
[174] İbteğu ileyhi'l-vesilete İçinde Allah'ın rızası ve O'
na yakınlık olan herşeyi araştırını? ve yapınız.
[175] Bu hadislerden biri, Tirmizi ve Ebu Davud'un Cabir'den
rivayet ettiği şu hadistir: Rasulullah şöyle buyurdu: "Şefaatim,
ümmetimden büyük günah sahipleri içindir". Muhammed b. Ali dedi ki:
"Cabir bana şöyle dedi: "Ya Muhammed, kim büyük günah sahibi
değildir? Şefaat ona ne yapsın. Yine Tirmizi'nin, Avf b. Ma-lik'ten, O'nun da
Rasulullah'tan rivayet ettiği şu hadis de bunlardandır. Rasulullah şöyle
buyurdu: Ben Rab-bimin yanından geliyorum. Beni ümmetimin yarısını cennete
sokmakla şefaat arasında tercih yapmam için serbest bıraktı. Ben şefaati tercih
ettim. Ve şefaat Allah'a şirk koşmadan ölen kimse içindir. (Tac; c.4,
sh.347-349).
Buhari'nin Cabir'den
rivayet ettiği şu hadis de bunlardandır: Rasulullah: "Kim nidayı (ezanı)
duyduğunda "Allah'ım, ey bu mükemmel çağrının ve kılınan namazın sahibi,
Muhammed'e vesile ve fazilet ver, O'nu olarak: kendisine va'dettiğin güzel makama ulaştır
derse kıyamet günü şefaati ona olur. (Tac; c.1, sn.147)Burada başka sahih
hadisler de vardır. Bkz. Tac; c.3, sh. 349-355)
[176] Nida: Ezan.
[177] Bu hadisi Buhari, Tirmizi ve Ebu Davud da rivayet
etmiştir. Bkz. Tac, c.1, sh.147.
[178] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/85-89.
[179] Nekelen Yani ceza olarak.
[180] Bu metinler İbn Kesir'den alınmıştır.
[181] Bu metinler İbn Kesir'den alınmıştır.
[182] Tac, c.3, sh. 19, hadis sarihleri ve müfessirler
"el-biydatü" kelimesini bu hadiste savaşçının kafasına giydiği demir
miğfer anlamında açıklamışlardır. Bu, yerinde bir yorumdur. Çünkü aynı isimdeki
tavuk yumurtası, sonra da açıklanacağı gibi sünnetin belirlediği, hırsızın
elini kestiren miktara ulaşamaz.
[183] Tac, c.3, sn. 19
[184] Tac, c.3, sh.19
[185] Tac, c.3, sh. 19
[186] Adı geçen kaynak, sh.21.
[187] Adı geçen kaynak sh.20, "el-Kisr" kelimesi
burada hurma özü anlamındadır.
[188] Adı geçen kaynak sh.20, "el-Kisr" kelimesi
burada hurma özü anlamındadır.
[189] Tac, C.3, S.20.
[190] Bu hadis metni Beğavi tefsirinden alınmıştır.
[191] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/90-96.
[192] es-Suht Denildi ki, aslında bu kelimenin mânâsı
"yok etmek, tüketip, kökünü kazımak"tır. Kur'an-ı Kerim'de Taha
sûresinin şu ayetinde bu anlama gelmiştir: Musa onlara: "Yazık size!"
dedi. Allah'a yalan uydurup iftira etmeyin. (O), bir azap ile kökünüzü kurutur.
İftira eden kesinlikle hüsrana uğramıştır. (Taha Sûresi, 61). Sonra bu kelime
rüşvet ve haram mal anlamında kullanıldı. Çünkü rüşvet ve haram, onu alanı yok
edip bitirir.
[193] Taberi burada geçen "tahmini" kelimesini
"yüzü is ile karalamak" olarak tefsir etmiştir. (Yahudiler zina
edenlerin yüzlerini is ile karalayıp dolaştırarak onları cezalandırıyorlardı)
[194] Bkz. Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi, Zemahşeri,
Nesefi, Nisaburi, Kasimi ve El Menar tefsirleri.
[195] Tac, C.3, S.24
[196] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/97-102.
[197] er-Rabbaniyyun Rab kelimesine nisbet edilerek bu isim
verilmiştir. Kelime, Allah adamları, onun kitabının alimleri anlamındadır.
[198] el-Ahbar Fakihler veya kadılardır. Hibr; fakih alim,
demektir.
[199] Ve'I curuha kısas Bunun mânâsı şudur: Bir insan, diğer
bir insanı, bu ayette gelenlerin dışında, bir yaralama şekliyle yaralarsa aynı
şekilde yaralanarak kısas yapılır.
[200] Tac, c.3, sh.7-8.
[201] Tac, c.3, sh.7-8.
[202] Tac, c.3, sh.7-8 - ibn Kesir bu hadisi başka bir ifade
ile rivayet etmiştir. Ancak hadisin özü birdir.
[203] et-Tac, c.3, sh.13.
[204] et-Tac, c.3, sh.13.
[205] Geçen kaynak sn. 13-14, "Altın sahipleri için bin
dinardır." cümlesi tam diyetin değerini ifade etmektedir. Diyetin üçte
biri anlamındaki bu kusurlu uzvun diyeti aynı uzvun sağlamının diyetinin üçte
biri kadardır anlamındadır.
[206] Geçen kaynak sn. 13-14, "Altın sahipleri için bin
dinardır." cümlesi tam diyetin değerini ifade etmektedir. Diyetin üçte
biri anlamındaki bu kusurlu uzvun diyeti aynı uzvun sağlamının diyetinin üçte
biri kadardır anlamındadır.
[207] Tac, c.3, sh.12
[208] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/103-110.
[209] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/111-112.
[210] Şir'aten ve minhacen "Şir'at", şeriat
(ıstılahi anlamıyla hukuk sistemi) demektir. "Minhac" ise, yol ve
apaçık sünnet ve yöntem demektir. Ayetlerin akışından algıladığımız kadanyla,
bu iki kavram burada kurallar, pratik hükümler ve bu hüküm ve kuralların
uygulanışında izlenecek y-ol ve yöntem anlamında kullanılmıştır.
[211] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/113-114.
[212] Bkz:Taberi, Beğavi, Hazin ve İbn Kesir.
[213] Bkz:Taberi, Beğavi, Hazin ve İbn Kesir.
[214] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/114-117.
[215] Evliya Dostlar,yardımcılar.
[216] Nahşa en tusiybana daireh Zamanın bir savaş veya başka
bir felakette aleyhimize dönmesinden korkuyoruz.
[217] Yusariune fıhim Onların dostluklarına sıkı sıkıya
bağlanıyor, onlara hoş görünmeye çalışıyorlar.
[218] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/118-119.
[219] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/119-120.
[220] Bkz. Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin, Tabresi ve
Zemahşeri.
[221] İbn sa'd c. 3 sh. 218-221 İbn Hişam c.4 sh. 169 ,221.
Taberi c.2 sn. 366-373, Belazuri sh 66-69, İbn Sa'd c.2. sh. 25-56
[222] Taberi c.3 ve c.4b Futuhul buldan, Belazuri.
[223] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/120-122.
[224] Ezilleh Zeliller Burada şefkatli ve merhametli
anlamında kullanılmıştır.
[225] Eizzeh Güçlüler Burada şiddetli ve sert anlamında
kullanılmıştır.
[226] Beğavi, ibn-ı Kesir, Hazin, Zemahşeri, Tabresi ve
Nisaburi
Beğavi, ibn-ı Kesir,
Hazin, Zemahşeri, Tabresi ve Nisaburi
[227] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/123-127.
[228] Heltenkimune mirnıa Bize kin güdüyorsunuz. İçinizden
öfke ve nefret besliyorsunuz.
[229] ct-Tağul Burada putlar ve heykeller anlamında
kullanılmışın-. Nisa sûresi 51. ayette de aynı anlamda kullanılmıştır. Eski
ahidin bölümlerinde İsrailoğulları'nin Allah'ın birliği ilkesinden saparak
pullara tapmaya başladıklarından defalarca sözedilir.
[230] Ahaâ Abidin çoğulu Hadimin çoğulu Hadem gibi. (Bu
yorum, "abd" kelimesinin tağuta muzaf ve tağuiunda mecrur okunması
durumunda geçerlidir. Ancak tağutun nıansup okunması durumunda "abd"
kelimesi fiili mazi
olur. Yani onlardan
tağuta ibadet edenler kıldı).
[231] Beğavi, Hazin, Tabresi.
[232] Âli İmran: 72-73, Nisa: 46-53
[233] Bakara 76, 88-91; Âli İmran 71,98- 100, 119
[234] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/127-130.
[235] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/130-131.
[236] Bakara 76, 105; Ali İmran: 71-74.
[237] Bakara 44, Âli İmran 187-188 Tevbe sûresinde yer alan
bir ayetin mesajı ise gayet nettir: "Hahamlarını ve papazlarını Allah'tan
başka Rab'ler edindiler(31) "Ey iman edenler Haham ve papazların çoğu,
insanların mallarını batıl yolla yiyorlar Allah'ın yolundan
alıkoyuyorlar."(34)
[238] ibn Kesir, İbn Mace'den değişik bir üslupla şöyle
rivayet eder: Bir adam bir kavim içinde günah işlese, onlarında gücü bunu
değiştirmeye yetse, yine de değiştirmeseler, mutlaka onlar ölmeden önce Allah
onlara bir ceza verir.
[239] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/131-132.
[240] Mağluletün Bağlıdır. Kelime burada cimrilik ve eli
sıkılıktan kinaye olarak kullanılmıştır.
[241] Bkz: Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin ve Tabresi
bunların bir kısmında bu görüşlerin biri, diğer kısmın-dadabir ikisi de yer
alır.
[242] Bkz: Kendi kutsal metinlerine göre İsrailoğuliarı
tarihi adlı eserimiz sh.130-134
[243] A.g. ebsh.234, 296.
[244] et-Tac .c.4 Tetsir bölümü sh. 91-92.
[245] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/133-136.
[246] Muktesidetün Mutedil,ıhmlı. Yani, dinin emirlerinde
kısmaya gitmeyenler.
[247] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/136-137.
[248] Bkz: Taberi, Beğavi, İbn Kesir ve Hazin. Bunlardan
bazıları her iki görüşe de yer vermişlerdir.
[249] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/137-138.
[250] Bkz: "Tarahu Cinsil Arabi" adlı eserimizin
c.7
[251] et-Tac;c.2sh. 143, 145
[252] Veda Hacc'ı hutbesi eski siyer kitaplarında ve
tefsirlerde değişik tarzlarda yer alır. Ancak bizim buraya aldığımız bölüm,
hemen tümünde birbirine yakın bir üslupla yer alır. Bkz: Tabakat, İbn Sa'd C 3
İbn Hişam C4.
[253] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/139-143.
[254] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/143-145.
[255] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/145.
[256] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/146.
[257] Sıddikatıın İnancı ve tasdiki güçlü. Ya da doğruluğu
şiddetli ve sağlam.
[258] Tarihu Suriye, Metrah ed-debs, C.3, sh. cüz.2, cüz.4,
cüz.3
[259] Tarihu Suriye, Metrah ed-debs, C.3, sh. cüz.2, cüz.4,
cüz.3
[260] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/148-150.
[261] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/151-152.
[262] Taberi bu hadisi değişik kanallardan ve bazı ufak
tefek farklılıklarla rivayet eder
[263] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/153-154.
[264] Ayrıca bkz. Taberi
[265] Taberi, Beğavi, İbn Kesir ve Hazin
[266] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/155-156.
[267] Kıssısin Kus'un çoğulu papaz. Kelimenin türediği kök
ve ifade ettiği anlam hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bir görüşe
göre, kelime "Kassel ibile ve yekussuha": 'Deveyi güzel otlattı ve
sürdü' kullanımından türemiştir. Bir diğer görüşe göre kelime, takassus
(tecessüs, bir şeyin peşine düşüp araştırmak, haberleri yaymak, sesleri
dinlemek ve kemiklerin etini soymak)tan türemiştir. Birinci görüşün doğru
olması ihtimali daha güçlü
gibi görünüyor. Hangi
kökten türerse türesin, kesin olan bir şey var ki, o da Kur'an'ın inişinden
önce Arapların bu kelimenin hrıstiyanlar arasındaki dinsel bir makamı ifade
ettiğini bilmeleridir. Hatta içlerinde bazı kimseleri bu isimle anıyorlardı.
Bunların başında güçlü hatip Kuss b. Saide gelir.
[268] Ruhban Rahip'in çoğulu manastırlara çekilip herşeyden
el etek çeken hrıstiyanlara denir. Bunlar evlilik, evlat, yiyecek ve giyecek
gibi lezzetlerden yararlanmayı kendilerine haram ederler. Bazılarına göre, bu
kelime korku anlamına gelen "er-rehbeh"den türemiştir. Ya da, devenin
zayıf ve zebun oluşu anlamında kullanılan "Rahb" kökünden gelir
ikinci görüş daha güçlü gibi görünüyor. Çünkü rahiplerin kendilerini hayatın
doğal lezzetlerinden yoksun bırakmaları zayıflığa, zebunluğa yol açar. Hangi
anlamda olursa olsun, kesin olan bir şey var ki, o da bu kelimenin, İslam'dan
önce Araplar arasında kullanılan bir kelime olmasıdır. Hnsliyanlar arasında
kendilerini ibadete adayan, hayatın zevklerinden uzaklaşan münzeviler anlamında
kullanılırdı. Hadid sûresinde, hrıstİyanlardan söz edilirken buna yönelik bir
işarete yer veriliyor ve "ruhbanlık" kelimesi kullanılıyor. Bununla
bağlantılı olarak iki hadis rivayet edilir: "İslam'da ruhbanlık
yoktur" (Tabresi) "Her ümmetin bir ruhbanlığı vardır. Bu ümmetin
ruhbanlığı da Allah yolunda eihaddır".(İbn Kesir)
[269] Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin.
[270] İbn Hişam c.2 sh. 204-214
[271] Bakara, 109, Âli İmran, 118-120, Nisa, 44-46
[272] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/158-161.
[273] Diğer müfessirler rivayetleri daha çok Taberi'den
aktarmışlar. Biz de kaynak olarak onu gösterdik.
[274] Bkz. İbn Kesir, Hadid Suresi; 27. ayetin tefsirine.
İbn Kesir buna yakın bir diğer hadis de rivayet eder ki, Hafz Ebu Ya'la tahric
etmiştir: Her ümmetin bir ruhbanlık yanı vardır. Bu ümmetin ruhbanlığı da Allah
yolunda cihaddır.
[275] Taberi tefsirindeki zikredilen ayetlere bakınız.
[276] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/162-163.
[277] el-Lağvu fi eymanikum Yemİnlerinizdeki boş sözler. Hz.
Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilir: Rasulullah (s) buyurdu ki: Yeminler-deki
boş sözler, adamın evinin içinde: Hayır vallahi, evet vallahi, demesi-dir1?6.
[278] Bima akkadîumul eymane Kararlaştırdığınız ve kendi
içinizde yeminle söz verdiğiniz. Ya da yemin ederek kendi üzerinize gerekli
kıldığınız.
[279] et-Tac, c.3. sh.78. Yazar bu babda iki hadis daha
rivayet eder. Bunlardan birini Müslim ve Nesai de rivayet etmiştir: Allah'a
andolsun ki, eğer Allah dilerse, ben bir yemin etsem, sonra ondan hayırlısını
görsem mutlaka yeminimin kefaretini verir ve daha hayırlısını yaparım. Diğer
hadisi de Müslim, Tirmizi ve Ebu Da-vud rivayet etmiştir.
[280] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir, geniş kapsamlı
açıklamalar daha çok Taberi'de yer alır.
[281] et-Tac, c.3, sn.68
[282] et-Tac.c.3,sh.68
[283] et-Tac, c.3, sh.68
[284] et-Tacc.a, sh.71
[285] et-Tacc.3, sh.71
[286] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/164-170.
[287] Et-Tac, C.4T sh.94
[288] Et-Tac, C.4, sh.9
[289] Et-Tac, C3, sh. 126-130
[290] Et-Tac, C.3, sh. 126-130
[291] Et-Tac, C.3, sh. 126-130
[292] Et-Tac, C.3, sh.126-130
[293] a.g.e
[294] a.g.e.
[295] a.g.e.
[296] a.g.e.
[297] a.g.e
[298] age, sh,28
[299] a.g.e. sh.28
[300] Et-Tac. C.4, sh.94
[301] a.g.e.
[302] a.g.e.
[303] Bu metinler ibn Kesir ve Beğavi tefsirlerinden
aktarılmıştır..
[304] a.g.e.
[305] a.g.e.
[306] a.g.e.
[307] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/171-176.
[308] Bkz. Taberi, Beğavi ve diğerleri.
[309] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/177.
[310] En-Naam En'arn'ın eş anlamlısı ve hayvan demektir.
[311] Zeva adlin Adaleti ve doğruluğu bilen iki kişi.
[312] es-Seyyereh Kafile ve yolcular.
[313] Bu hadisler yakın ifadelerle hadis sünenlerinde,
Buhari ve Müslim'de yer alır. et-Tac; c.2 sh. 107
[314] İbn Kesir
[315] Taberi, Tabresi ve İbn Kesir
[316] el-Arap Kablei İslam, Cevad Ali c.5, sh. 75 ve
sonrası. Ayrıca bkz. "Tarihu cinsul Arab" adlı eserimizin sh. 602
[317] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/178-182.
[318] Kıyamen linnasi İnsanların hayatlarının ve çıkarlarının
dayanağı.
[319] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/183-185.
[320] Et-Tac, C.4, sh.94
[321] Et-Tac, C.4, sh.95
[322] Et-Tac, C.4, sh.95
[323] a.g.e. sh.95
[324] Metin İbn Kesire aittir. Bu hadisi Beğavi ve Zemahşeri
önemli bir ek ifadeyle birlikte rivayet etmişlerdir. O da şudur: Size bir şey
emrettiğim zaman, gücünüz yettiğince onu yapmaya çalışın. Bir şeyi de
nehyetti-ğim zaman kesinlikle ondan kaçının.
[325] Taberi kendi rivayet kanallarıyla bu hadisi
Rasulullah'm ashabı Ebu Salebe el- Haseni'den rivayet etmiş ve Peygamberimizin
sözü olduğunu belirtmemiştir. Yine aynı konuyla ilgili olarak Taberi kendi
rivayet etmiştir. Sahabe'nin adı Ubeyd b. Umeyr'dir. Şöyle diyor: Şüphesiz yüce
Allah bazı şeyleri helal, bazı şeyleri de haram kılmıştır. O'nun helal kıldığını
helal, haram kıldığından da kaçının. Bazı şeyleri de olduğu gibi bırakmıştır;
ne helal ne de haram olduğunu belirtmiştir. Bunlar yüce Allah'ın affettiği
şeylerdir. Şayet bunlar Peygamberimizin(s) hadisleri değilseler yine de onun
sonnetinden ve yol göstericiliğinden izler taşıyorlar.
[326] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/185-188.
[327] Bahiyve"Bahr" kökünden gelir ve anlamı
"yormak"lır. Cahiliye döneminde kullanılan bir kavramdır. Kulakları
yanlan hayvanlar için kullanılırdı.
[328] Saİbe "Seyb" kökünden gelir ve "terk
etme" anlamında kullanılir. Bu kavram cahiliye döneminde başı boş
bırakılan hayvanlar için kullanılırdı.
[329] Vasiyle Cahiliye döneminde erkek ikiziyle birlikte
doğan dişi hayvan anlamında kullanılırdı. Kardeşine vasi oldu (ulaştı) demektir.
Çoğunlukla sığırlar için kullanılırdı.
[330] Ham "Himaye" kökünden gelir. Cahiliye
döneminde, on tane yavru doğurduğu için sırtına binilmeyen, yük taşımaktan muaf
(utulan deve için kullanılırdı. Bu ona yönelik bir onurlandırmaydı. Böylece
sırtını korudu derlerdi.
[331] et-Tac, c.4, sh.96
[332] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/189-190.
[333] et-Tac, c.4, sh.95. Taberi'nin aktardığı rivayette Hz.
Ebu Bekir'in şöyle elediği belirtilir: Allah'a andolsun ki, Allah kitabında
bundan daha şiddetli bir ayet indirmemiştir.
[334] A.g.e.
[335] et-Tac.c.4. sh.95,96
[336] Hazin tefsirinde yer alan bir rivayette ibn-i Mesud'un
şöyle dediği rivayet edilir: Marufu emredin ve münkeri nehyedin. Eğer sizden
kabul edilmezse, siz ancak kendi nefislerinizden sorumlusunuz.
[337] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/191-193.
[338] Min gayrikum Tercih edilen görüşe göre: Gayri
müslimlerdcn.
[339] Tehbisımehuma Sahicilikte bulunmak için namazdan sonrasına
kadar onları bekletirsiniz.
[340] La neşteri bihi semenen velevkane za kurba Bize ne
kadar rüşvet verilse de, sonuç akrabalarımızın aleyhine de olsa veya mesele
sadece akrabalarımızı ilgilendiriyor olsa da şahitliğimizi gizlemeyeceğiz ve
şahidlikte bulunurken yalan konuşmayacağız.
[341] Fe in usire ala ennehume istehakka ismen Şayet şahitliği
gizlemek veya şahitlikle bulunurken yalan söylemek suretiyle bir günah
işledikleri ortaya çıkarsa.
[342] Yckumani makamehuma Şahitlik etme hususunda onların
yerine geçerler.
[343] Minellezine istehakka aleyhim ul evle-yan Ölünün
velileri ve mirasçıları olup da şahitlik esnasında işlenen günahın ve yalan
yeminin zararına uğrayan kimseler...
[344] Ev yehafune en turedde eymanun ba'de eymanihim Yemin
ve şahitlik hakkının başkalarına geçmesi suretiyle
yalancı durumuna
düşmekten ve rezil olmaktan korkmalan...
[345] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/195-196.
[346] Ayrıca bkz. Beğavi, Hazin, ibn Kesir, Tabresi.
[347] et-Tac, c.4, srı. 56.
[348] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/196-199.
[349] Taberi, Hazin.
[350] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/199-200.
[351] Maide Sofra. Bu kelimenin, geçimini üzerine aldı ve
ona yedirdi anlamında Madc/Yemİda kökünden geldiği söylenmiştir. Bu durumda
kelime Mare/Yeminİ kökü ile müradif olur. Ya da verdi ve yardım etti anlamına
gelir. Bir diğer görüşe göre; kelime hareket elti, kımıldadı anlamında
Made/Ye-midu kökünden gelir. Dolayısıyla kelime yere konulup kaldırılabilecek
şekilde hareket ettirmeye müsait olan "sofra" demektir. Ya da
kendisine sunulan, kişiyi yedirmesi dolayısıyla bu adı almıştır. Her halükârda
"maid" üzerine yemek konulan "sofra" anlamında
kullanılagelmiştir.
[352] Bkz. Matta İncil'i; 6. İshah, Yuhanna İncili; 15.
İshah, Markos İncili; 6. İshah, Luka İncili; 9. İshah.
[353] Bu metin Katolik nüshasından nakledilmiştir.
[354] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları:
7/203-207.