MAİDE SURESİ 2

Sûrenin Tanıtımı 2

Haram Edilen Yiyecekler. 8

"Sana Neyin Helal Kılındığını Sorarlar..." - 13

Temiz Olan Şeylerin Helal Kılınması Ve Ehli Kitab. 15

Mü'minler Ve Adil Şahitlik. 26

Ehli Kitab'ın Gizledikleri Ve Rasulullah'ın Tavrı 28

İsrailoğulları'nın Hz. Musa'ya Karşı Tavırları 33

Allah Ve Elçisiyle Savaşanların Cezası 37

Yahudi Ve Münafıkların Tutumu. 46

Hz. Peygamber'e Tebliğ Amaçlı Öğütler. 53

Ancak Mü'minler Birbirlerinin Dostudur. 55

Yahudi Ve Hristiyanları Dost Edinmek. 56

Dini Alay Konusu Edinenlerle Dostluk Kurmak. 57

"Size Geldiklerinde İnandık Derler". 61

"Yahudiler Allah'ın Eli Sıkıdır Dediler"... 62

"Eğer Kitap Ehli İman Edip Sakınsalardı...". 63

Allah Katından İndirilenlerin Yaşamlaştırılması 66

Allah, Onların Şirk Koştuklarından Münezzehtir. 68

İsrailoğulları Kendi İnkarları Nedeniyle Lanetlenmişlerdir. 70

"Onlardan Çoğunun İnkara Sapanlarla Dostluklar Kurduklarını Görürsün..."  71

Mü'minlere Karşı En Şiddetli Düşman Yahudi Ve Müşriklerdir. 72

Allah'ın Helal Kıldığını Haram Kılmak. 74

Yeminlerin Bağlayıcılığı 75

"Allah, Beyt-İ Haram Olan Ka'be'yi İnsanlar İçin Bir Kıyam Evi Kıldı". 83

Müslümanlar Kur'an'ın Emrettiği Şeyleri Sorup Öğrenmelidirler. 84

Sosyal Manzaralar. 86

Siz Doğru Yolda Olursanız... 87

Vasiyetin Hazırlanışı 89

Meryemoğlu İsa Gerçeği 92


MAİDE SURESİ

 

Kur an daki Sırası       : 5

Nüzul Sırası                : 110

Ayet Sayısı                 : 120

İndiği Dönem             : Medine

 

Sûrenin Tanıtımı

 

Bu sûrede ibadi, sosyal, ahlaki, siyasi ve şahsi hükümleri kapsayan birçok bölüm var­dır. Mesela: Anlaşmalara saygılı olmanın farziyyeti, hac gelenekleri, hiç bir düşmanlık ve kinden etkilenmeksizin hacıların emniyetini sağlamak ve bu sebeple iyilik ve takvada yar­dımlaşma, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmama emri, hayvan etinin yenmesinin yasak­landığı haller, av hayvanlarını avlamanın helal oluşu, Ehli Kitab'ın yemeklerinin müslü-manlara helal olması ve müslümanların yemeklerinin de onlara helal olması, onların ka­dınlarıyla evliliğin helal olması, abdest ve temizliğin erkanı, teyemmüm ruhsatı, düşmanlık ve kinden etkilenmeden şahitlikte adaletin desteklenmesi, temizi (helali) haram saymanın yasaklanması, yeryüzünde fesat çıkarmanın ve hırsızlığın cezası ve yeminin kefareti yasa­larının konması, şarabın, kumarın, dikili putlara, kumar araçlarına kesilen kurbanların ya­saklanması, deniz avının helal kılınmasıyla beraber hacc da kara avının yasaklanması ve kefaretinin konması. (Eti yenen) hayvanlarla ilgili bazı cahiliyye adetlerinin kınanıp aşağı­lanması, hacc ve Kabe ile ilgili geleneklerde ısrar ve onların faydaları, terekat (ölenin geri­de bıraktığı mallar vs.) ile ilgili şahitlik ve şahitliğin doğruluğunun araştırılması, prensipleri­nin konması gibi.

Yine sûrede hrıstiyan ve yahudilerle ilgili birçok bölüm vardır. Sûre; Onları İslam'a davet edip onların kendilerine gelen nebilerin risaletine kulak vermelerini isterken, Kur'an'ın ken­disinden önce gelen kitapları tastik edici olduğunu, yahudilerin amel ve hilelerini, şu anki ahlak ve konumlarının geçmişle, babalarının ahlak ve konumlarıyla olan ilgisini, Arz-ı Mu-kaddes'e girişle ilgili Musa'ya yaptıkları tacizi tasvir eder. Adem'in iki çocuğundan birinin kardeşini öldürmesini, cürümlerinin hükümlerinden yahudi şeriatının kapsadığı şeylerin ifade edilişini ve şeriatların bir diğerinden farklı oluşunun hikmetini anlatır. Yahudi ve müş­riklerin, müslümanlara düşmanlık ve kendilerinden sakınılmak bakımından insanların en kötüleri olduğunu belirtir, hrıstiyan ve yahudilerden müslümanlara düşman olanlara ve onların dinleriyle alay edenlere velayet/dostluğun yasaklanması ve dostluğun müslüman-lar arasında olmasının farziyyeti ifade edilir, hrıstiyanların Mesih ve annesi ile ilgili akideleri kınanır. Hrıstiyanlardan bazılarının Peygamber (s)'e iman ettiklerine dair bilgiler verilir, hrıs­tiyanların sevgi bakımından müslümanlara en yakın insanlar olduğu belirtilir. Mesih'in Is-railoğullan'na gönderilişi ve O'nun getirdiği mucizeler ve bu mucizeler karşısında onların istekleri üzerine gökten bir sofranın indirilmesi sözkonusu edilir. Bu sebepledir ki, sûre sof­ra ile Imaide) anılır.

Bu bölümler arasında yer yer bunları dolaylı olarak tamamlayan ve izleyen, hatırlatma ve destekleme amaçlı bir takım öğütler ve ibret levhaları da yer almıştır.

ibn Kesir, imam Ahmet b. Hanbel'in, Esma b. Yezid'ten tahriç ettiği bir hadiste Esma demiştir ki: "Ben Peygamber (s)'in Adba (adındaki) devesinin yularını tutarken ansızın Ma-ide sûresinin tamamı O'na indi. Az kalsın sûrenin ağırlığından devenin ön bacakları kırılı­yordu." Yine ibn Kesir, ibn Mürdeveyh'ten, o da Ümmü Amr'dan, o da amcasından "Kendi­sinin (amcanın) Peygamber (s) ile beraber olduğu bir yolculukta Maide Süresi'nin ona indi­ğini, sûrenin ağırlığından devenin boynunun kırıldığını" anlatan bir hadis rivayet etmiştir.

Ve yine imam Ahmet b. Hanbel'in, Abdullah b. Amr'dan tahriç ettiği hadisi ibn Kesir aktarır. (Abdullah) dedi ki: "Peygamber (s) devesinin üzerinde olduğu halde O'na Maide sûresi indirildi. Devenin gücü Onu taşımaya yetmedi Peygamber hemen ondan indi".

Yine aynı şekilde Tirmizi'nin Abdullah b. Amr'dan rivayet ettiği şu hadisi nakleder: Ab­dullah b. Amr şöyle dedi: "inen en son sûre Maide ve Feth[1] sûreleridir. Hakim'in Cübeyr bin Nefir'den tahriç ettiği bir hadiste (Cübeyr) dedi ki: "Ziyaret için Aişe'nin huzuruna girdim. Bana dedi ki: Ya Cübeyr Maide'yi okuyor musun? Evet dedim. Dedi ki: Dikkat et O indirilen en son sûredir. Her neyi onda helal olarak bulursanız onu helal kabul ediniz ve neyi ha­ram bulursanız onu haram kabul ediniz."

Kendisinden önceki Taberi, Beğavi ve Zemahşeri gibi diğer müfessirler de rivayet ettik­leri için İbn Kesir bu hadisleri münferit kabul etmemiştir. Onlardan kimisi hadisin tamamını, kimisi bir kısmını nakletmiştir. Taberi'nin ikrime'den aktardığı rivayette fazlalık vardır. Buna göre Ömer bin el Hattab şöyle dedi: "Maide sûresi Cuma gününe tevafuk eden Arefe gü­nünde indi"[2]

Bu hadisler insanı hayrete sürüklüyor. Süre çok çeşitli bölümleri kapsamaktadır. Ve mânâsı, sürenin farklı zamanlarda çeşitli aralıklarla inidirildiğini kuvvetle ilham etmektedir. Ayetlerin bir kısmının mânâsı aynı şekilde kesinlikle gösteriyor ki sürenin bir kısmı tertip iti­barıyla kendisinden önce olan sûrelerdeki diğer bir takım bölümlerden önce inmiştir. Ya­hudilerle ilgili bölümler gibi. Bu bölümlerin yahudiler Medine'de büyük bir kitle oluşturduk­ları bir zamanda indiğini söyleyebiliriz. Ya da en azından bu bölümler Ahzab süresindeki Beni Kureyza ve el Ahzab olayları ile ilgili bölümlerden önce inmiştir. Yani Medine'de ya-hudi topluluğundan arta kalan en son kabile olan Kureyza'nın cezalandırılmasından önce inmiştir. Ve yahudilerle olan dostluklarından ve "Biz aleyhimize gelecek bir tufandan kor­karız* şeklinde sözlerinden dolayı münafıkları kınayan bölümler gibi. Ve yine aynı şekilde sürenin bir kısmının kapsamı, onun herhâlükârda Hudeybiye barışının ardından, Mek­ke'nin fethinden önce indiğini gösterir. Müşriklerin görüldükleri her yerde öldürülmesini ve necis olduklarından dolayı onların Mescid-i Haram'a yaklaşmalarının menedilmesini em­reden Tevbe süresinin nüzulünden önce indiği de kesindir. Çünkü Maide Sûresi'nin bir bö­lümü, sözleşme ve anlaşmaların yerine getirilmesini emretmiş ve müslümanları Mescid-i Haram'dan alıkoyan Mekke ahalisine bir intikam olarak Allah'ın evinin ziyaretçilerinin Mekke'ye hacc için gelmelerinin engellenmesini yasaklamıştır. (Hadis rivayetlerinin) aksine bu bölümlerin bu konuya delaleti neredeyse kati oluyor.

Bütün bunlar, Maide sûresinin bir defada indiğini ve onun Kur'an'ın en son inen süresi olduğunu içeren hadislere kuşkuyla yaklaşmamıza neden oluyor. Biz diyoruz ki tenzilin hikmetinin gerektirdiği tüm bölümlerin indirilişin tamamlanmasından sonra sûrenin bö­lümleri biraraya getirilmiştir. Sûrenin bazı bölümlerinin inişinin Peygamber asrının son za­manlarına kadar gecikmiş olması ve bunun üzerine sûrenin bir araya getirilmesinin de bu dönemin sonlarına geciktirilmesi kuvvetle muhtemeldir.

Bizim esas aldığımız mushaf, sûrenin Fetih sûresinden sonra tertip edildiğini rivayet ediyor. Bunu başka bir rivayet de aktarmaktadır. Bir anda burada tertiple ilgili aktarılan ri­vayetler sûrenin tertibini bir kaç sûreden sonra ve Fetih'ten[3] sonraya almaktadır. Biz esas aldığımız mushafı izledik. Fetih sûresinden sonra tertip edilmesi ile ilgili rivayetlerden ilk akla gelen, sûrenin başlangıcıdır ki biz onun Hudeybiye barışından kısa bir süre önce na­zil olduğunu tercih etmiştik. Allah en iyi bilendir. [4]

 

Rahman Rahim Allah'ın Adıyla

1- Ey iman edenler akitleri'[5] yerine getiriniz. Siz ihram­da'[6]' iken avı helal saymaksızın'[7]' size okunacaklar dışın­da hayvanlar size helal kılındı. Şüphesiz ki Allah dilediği hükmü verir.

2-  Ey iman edenler ne Allah'ın işaretlerine'[8]' ne haram aya ne kurbana'[9]' ne gerdanlıktı kurban)lara'[10] ve ne de Rable-rinin lütuf ve rızasını arzu ederek Beyt-i Haram'a doğru yönelip gelenlere'[11]' sakın saygısızlık etmeyiniz. İhramdan çıkınca avlanın. Sizi Mescid-i Haram'dan çevirdiklerinden dolayı bir topluluğa olan kininiz'[12]' sakın sizi haddi aşmaya sevketmesin'[13]' İyilik ve takva üzerinde yardımlasınız. Al­lah'tan korkun muhakkak ki Allah azabı şiddetli olandır.

 

Birinci Ayette:

1- Akitlerini yerine getirme hususunda müslümanlara bir emir vardır.

2- Kendilerine okunacak Kur'an'da bazı hallerden dolayı haram edilenler hariç Al­lah'ın onlar için hayvanları helal kıldığına ve buna ek olarak ihram halinde iken avı he­lal saymamalarına dair onlara ilan vardır.

3- İhram halinden çıktıktan sonra kendilerine avın mubah olması hükmü vardır. Ayet, "Allah dilediğiyle hükmeder" hatırlatması ile son bulmaktadır.

İkinci Ayette:

1- Allah'ın kullarına, haram aya, kurbana ve Allah'a kurbanlar olarak adanmış ger-danlılara olan saygıyı ihlal etme hususunda müslümanlara yasaklama vardır.

2- Beyt-i Haram'ı ziyarete yönelenlere ve bununla Allah'ın rahmet ve iyiliğini iste­yenlere düşmanlık hususunda aynı şekilde bir yasaklama vardır.

3- Kendilerini Mescid-i Haram'dan alıkoymaları sebebiyle bir kavme olan kin ve öf­kelerinin, onları zulme ve düşmanca davranmaya sevketmesinin caiz olmadığına dair müslümanlara bir uyarı vardır.

4- İyilik ve lakva bulunan şeylerde yardımlaşma ve kaynaşma hususunda onlara bir emir vardır. Günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmaya dair de bir yasaklama vardır.

Ayet Allah'tan korkmayı emretmekte ve kesinlikle Allah'ın azabının şiddetli olduğu uyarısıyla bitmektedir. Bu öyle bir uyarıdır ki, onda, haramlarını çiğneyenlere, emir ve yasaklarına tecavüz edenlere bir ihtar vardır. [14]

 

İbarelerin Delaleti ve Kapsadığı Hükümler

 

Müfessirler birinci ayetin nüzulü ile ilgili bir sebep rivayet etmemişlerdir. İfade ve deyimlerin neye işaret ettikleri hususunda ise görüşleri pek çoktur.

İlk olarak Taberi'nin, İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre birinci fıkranın emrettiği akillerden kastedilen, Allah'ın müslümanlar üzerine zorunlu kıldığı akillerdir ki bunlar, O'nun helal saydığı, haram ettiği, farz kıldığı ve hadlerden açıkladığı şeylerle alakalıdır.

Bu akitlerin cahiliyye akitleri olduğunu, Rasulullah'ın: "Cahiliyye akdini yerine ge­tiriniz. İslam döneminde yeni bir akit yapmayınız" buyurduğunu Taberi, Katade'den ri­vayet etmişlir. Buna destek olarak da Taberi şu rivayeti yapmıştır: Fırat İbn Hayyan el-İcli Rasulullah'a cahiliyye antlaşmaları hakkında sordu. Rasulullah: "Sanırım sen Lahm ve Teymullah kabilelerinin yemininden soruyorsun" dedi. Fırat: "Evet" dedi. Rasulul­lah: "İslam ona, pekiştirmeden başka birşey eklememiştir" dedi.

İbn Zeyd'den yaptığı bir rivayette de ayette yerine getirilmesi emredilmiş olan akit­ler; nikah akti, yemin akli, sözleşme akti ve antlaşma aktidir. Ve Taberi'nin ismini ver­mediği diğer bazılarının sözü olarak aktardığı bir rivayete göre de bu, Tevrat ve İncil'de Peygamber (s)'i tasdik ile ilgili olan kısımlarla amel etmeleri ve Allah'ın kendilerini so­rumlu tuttuğu bu misakı yerine getirmeleriyle alakalı olarak Ehli Kitab'a yönelik bir emirdir.

Garip görünen son görüşün dışında önceki görüşlerin tümü, Kur'an ibaresinin taşıdı­ğı mânâlara uygundur. Çünkü ayette hitap mü'minlere yöneliktir. Nitekim Taberi: "Gö­rüşlerin doğruya en yakın olanı İbn Abbas'ın sözüdür" demiştir.

Müfessirlerin sözleri, Taberi'nin aktardığı ve cümle ile alakalı tüm görüşleri kapsa­yan rivayetlerin çerçevesini aşmadı. Sonra açıklayacağımız üzere ikinci ayetin ışığında aklımıza ilk gelen, bunun Hudeybiye barışı akdine saygılı olma emriyle ilgilidir.

Açık olan şudur ki, cümle, müslümanların Allah'la ve insanlarla olan anlaşma ve sözleşmelerine her zaman saygılı olmalarını ve her halükarda onları ihlal etmemelerini ifade eden yüce ve sürekli bir talimat içermektedir.

O, pek çok Mekki ve Medeni sûrede çeşitli üsluplarla ifadesi tekrarlanan bir talimat­tır. Dolayısıyla "bu, muhkem olan en önemli Kur'an ilkelerinden biridir" dense doğru olur.[15]

Biz akdi, meşru olması şartıyla sınırladık. Çünkü müslümanlar arasında veya müslü-manlarla diğerleri arasında olan herhangi bir karşılıklı anlaşmada yer alan ve Allah'ın Kur'an'daki ve Rasulünün sünnetindeki emir ve yasaklarına aykırı olan her şart ve sı­nırlama geçersizdir. Bu kendisinde şüphe ihtimali olmayan bir durumdur. Ve şüphesiz bunu destekleyen Nebevi hadisler rivayet edilmiştir. Birinde şöyle denilmektedir:. "Müslümanlar arasında anlaşma caizdir. Bir helali bir haram kılan veya bir haramı helal kılan anlaşma hariç. Müslümanlar şartlara riayet ederler".[16] Aişe'den gelen diğer bir ha­dis de şöyledir: "Peygamber (s) insanlar arasında ayağa kalktı, Allah'a hamd etti, O'nu övdü, sonra dedi ki: "Bazı adamlara ne oluyor ki Allah'ın kitabında olmayan şartlarla şart koşuyorlar. Allah'ın Kitabı'nda olmayan hiçbir şart yoktur ki geçersiz olmasın. Yüz şart olsa bile Allah'ın hükmü en gerçektir. Allah'ın şartı en sağlamdır ve ancak velayet hakkı hürriyyeti verenindir (Azad edenindir)".[17]

İkinci olarak Taberi Katade'den rivayet etmiştir ki: "Size okunanlar hariç en'anı de­nen hayvanlar size helal kılındı" cümlesi, Kur'an'da zikredilen yasak haller dışında mutlak olarak en'am'ın (büyük ve küçükbaş hayvan-deve, sığır, koyun keçi gibi) etini helal kılmak içindir. Bu (yasak) haller ise ardından gelen cümlenin anlattıklarıdır. "İh­ramda iken avı helal saymamak şartıyla" veya farklı görüşler olmakla birlikte, sûrenin 3. ayetinin anlattıklarıdır.

Yine Taberi'nin aynı şekilde İbn Ömer ve İbn Abbas'lan yaptığı bir rivayete göre, cümle kesilen hayvanın karnında ölü bulunan yavrunun yenmesinin helal kılınmasını gösterir. Ve aynı şekilde Rebi İbn Enes'ten "behimetü'l-en'am" ibaresinin tüm yaban sığırlarını ceylan ve bunların benzerlerini kapsadığını ve cümlenin tüm hayvanların he­lal olduğunu anlattığını ifade eden bir rivayeti aktarmaktadır. Ve Taberi tüm görüşler­den sonra şöyle demektedir: "Bu görüşlerin doğruya en yakın olanı; Kur'an'da yasakla­nanlar hariç, içindeki yavrusu, tüm parçalan ile en'amın (büyük ve küçük baş tüm hay­vanların) tamamen helal olmasıdır. Fakat o, av olarak avlanan yaban sığırının ve ceyla­nın enamdan olduğunu kabul etmemiştir.

Beğavi, cümlenin kesilen annesinin karnındaki ölü yavrunun helal oluşu ile alakalı olduğuna dair bir rivayet zikreder ve bunu destekler mahiyette de Ebu Said'den bir hadis aktarır. Bu hadisde: "Ya Rasulullah biz deveyi boğazlarız, sığın ve koyunu keseriz ve karnında cenini buluruz onu atalım mı? Yoksa yiyelim mi?" diye sorulmuş; Hz. Pey­gamber de: "Dilerseniz onu yiyiniz. Çünkü onun boğazlanması (zekatı) annesinin bo-ğazlanmasıyladır"[18] buyurmuştur.

Buna ilaveten Katade ve Hasan'dan yapılan rivayetlere göre cümleden anlaşılan mânâ, cahiliyye toplumunun kendilerine haram kıldıkları şeylerin helal kılınmasıdır.

Galip gelen görüşe göre Arap örf ve adetlerinden kaynaklanan ve En'am Sûresi 138-139. ayetlerinde anlatılan helal saymalar ve haram kılmalar burada kastedilmektedir. Bu ayetlerin tefsirinde açıkladığımız gibi ayetler, onları cevaplamış ve onları Allah'a iftira etmekle suçlamıştır.

Diğer tefsir kitaplarında bundan fazla birşey yoktur.[19] Kendisinden sonra cümlenin ışığında -ki o cümle "İhramda iken avı helal saymamak şartıyle" cümlesidir- aklımıza gelen şu ki, cümlenin maksadı veya maksatlarından birisi müslümanlar ihramlı duru­munda iken onlardan hayvanların boğazlanması ve etlerinin yenmesi hususundaki güç­lüğün kaldırılmasıdır. Kur'an'da anlatılan haller hariç tutulmak şartıyla.. Çünkü Vrayvan-lann mutlak mânâda helal kılınışı önce geçen Mekki ve Medeni pek çok ayette geçmiş­tir. Bunlardan Hac sûresi 30. ayet, aynen burada gelen ibare gibi bir ibare ile gelmiştir. O da şudur: "Bütün bunlar (Allah tarafından öngörülmüştür); Kim Allah'ın yasaklarına saygı gösterirse o (hareketi) Rabbinin yanında kendisi için iyidir. Size (ayetlerle) oku(nup açıkla)nanlar dışındaki hayvanlar sizin için helal kılınmıştır. Artık o pis putlar­dan ve yalan sözden kaçının."

Çok uzak olarak ve zorlanarak ibareye ölü cenin mânâsı verildiği gibi burada da bu mânâyı verdirecek herhangi bir hikmet görülmemektedir. Bu Ebu Said hadisinin kapsa­dığı habere de aykırı değildir. Bu haber kendisinin veya başkasının Rasulullah'a annesi­nin karnından çıkan ölü yavrunun yenmesi ile ilgili sorusu idi. Bu hadis asla bu ibarenin tefsiriyle ilgili varid olmamıştır, olamaz da.

Üçüncü olarak akla ilk gelen şudur ki, "ihramda iken avı helal saymamanız şartıyla" cümlesi kendisinde önceki hayvanların helal kılınmasıyla ilgili cümleden istisna olarak gelmiştir. Ve ihramlı durumda iken avın yasak olduğu hükmünü kapsar. Bazı müfessir-ler.[20] "siz ihramlı iken" cümlesini "siz ihramlı bir konumda iken" şeklinde yorumlamış­lardır ve bu hali İslam ahkamına uygun bir şekilde açıklamışlardır. Bu da erkeklerin Mekke haremine girmeden önce, Arafat'ta vakfe yapmadan hemen önce ve Kabe'yi ilk defa ziyaret sırasında ve Arafat'ta vakfeye dururken dikişsiz elbiseler ve izarlar (belden aşağı örten giysi) giymeleri, saç kısaltma ve sakal traşı olmamaları süslenmemeleri ve güzel koku sürünmemeleri ve hanımlara yaklaşmamalarıdır.[21] Bakara 196-203. ayetleri­nin tefsirinde açıkladığımız gibi, müfessirler bunun üzerine ilave yaparak demiştir ki, ihramlı olma hali aynı şekilde harem mıntıkası dahilinde bulunmayı da ifade eder.

Birinci görüşe göre; müslüman, ihramından çıkınca hac aylarında ve hac ile umre arasında mubah şeyleri yaparken kendisine av helaldir. İsterse harem bölgesinde bulun­sun.

İkinci görüşe göre; harem bölgesinde av asla helal olmaz; isterse ihram elbiselerini giymiş, isterse ihramdan çıkmış olsun. Ancak bu bölgenin dışında helal olur. Hac aylan süresince dahi olsa böyledir.

Şu veya bu fakihlerin hac ahkamı ve töreniyle alakalı yaptıkları açıklamalar ve ifa­deler, rivayet edilen hadislere dayanmaktadır.

Arap kaynaklan haram aylardaki dokunulmazlığın İslam'dan önce tüm Arap belde­lerini kapsadığını anlatmaktadır. Sadece Mekke haremi ve hacılanyla sınırlı değildi. Ve av bu aylarda yasak sayılıyordu.

Bu dokunulmazlık hali ideal bir durumdu. Bu, haram aylar süresince her kişiye de­ğer verilmesi, savaşın ve avın yasaklanmasıdır.

Buna göre Kur'an, hafiflik ve kolaylık hedefleyen bir düzenleme içerrniştir. İhram halinde hayvan kesimi helal kılınırken avın haram kılınmasının sebep ve hikmetiyle il­gili bir soru akla gelebilir. İslami bakış açısıyla İslam, eski bir adeti rayına oturtarak yerleştirdi. Bu da müslümanlann lehine bir kolaylık içeren bir değişiklik yapmakla be­raber haram aylann kutsallığı ve haram aylarda savaşın ve kan dökmenin yasaklanması-dır.

Bu sûrede başka bir münasebetle açıklanacağı üzere mutlak mânâda deniz avının he­lal kılınması bu değişiklik cümlesindendir. Ama İslam öncesi yönüyle bu konunun ince­lenmesine koyulmayacağız. Belki sebep, korkması mutad olan veya kendisini emniyette hissetmeyen kimseye güven vermek olabilir. Yine gelenek gereği yay ok ve mızrak gibi savaş silahlanna benzer silahlarla silahlanmış olan avcının kovaladığı kuşlan ve haram kapsamındaki ürkütmemek ve korumak da istenmiştir. Bu anlatılanlar evcil hayvanlar için söz konusu değildir.

Birinci ayetle alakalı bir husus da şudur: İbn Kesir Şia'dan bazılarının "Ey iman edenler!" cümlesiyle ilgili İbn Abbas'a nisbet ettikleri bir rivayeti aktarmaktadır. İbn Abbas demiş ki: "Kur'an'da 'Ey iman edenler' diye hiçbir ayet yoktur ki, Ali onun sey-yidi ve şerifi ve emiri olmasın. Ve Peygamber (s)'in ashabından hiçbirisi yoktur ki Kur'an'da kınanmamış olsun, Ali b. Ebi Talip hariç".

Bu yorum hakikat ve mantıkla bağdaşmayan ilginç aşırılıklardandır. Ali b. Ebi Ta­lip'in yüce kadrine saygı duymakla beraber bu yanlıştır. Nitekim İbn Kesir de bunu Şi­a'nın taşkınlığı olarak kabul edip reddetmiştir.

Ve şimdi ikinci ayete geliyor ve diyoruz ki; müfessirler bazı rivayetlerde bulunuyor­lar. Mesela nüzul sebebi olarak anlatılan şu olaylar gibi:

Rivayete göre Kays b. Sa'lebeoğulları'ndan birisi olan Hatm ibn Hind el-Bekr süva­rilerini Medine'nin dışında bırakarak tek başına Rasulullah'a geldi. Rasulullah onu İs­lam'a davet etti. O bekleyiniz benim danışacağım kimseler vardır; danışayım belki müs-lüman olurum dedi. Sonra çıktı ve rastladığı Medine sürülerinden birini sürüp götürdü. Sonra ertesi sene hacı olarak geldi, boynuna gerdanlık taktı ve kurbanlar adadı. Rasulul­lah onu geri göndermek istedi. Bir rivayete göre ise ashabından bir takım insanlar: "Onunla aramıza girme o bizim sürülerimizi yürüten kimsedir" dediler. Peygamberimiz ama o gerdanlık taktı dedi. Dediler ki: "Ancak bu davranış cahiliyye devrinde işlediği­miz birşeydir." Peygamberimiz onları kendi hallerine bıraktı ve hiç beklemeden ayet in­di.[22]" Ve şu rivayete geliyoruz. İbn Kesir'in Zeyd b. Eslem'den yaptığı bir rivayete göre, müşriklerden, doğu ahalisinden bir takım insanlar müslümanlara uğradılar. Umre yap­mak istiyorlardı. Hudeybiye günü müşriklerin müslümanları Beytullah'tan alıkoymaları çok katı olduğu için, Peygamber (s)'in ashabı; "bunların arkadaşları bizi engelledikleri gibi biz de bunları engelleriz dediler". Hemen Allah Teala ayeti indirdi.

Taberi'nin Kalaid hususunda söylediklerinden bir kısmı şöyledir: Bazı cahiliyye ha­cıları, kendilerinin hacı olduklarını belli etmek düşmanın onlara eman vermeleri ve aye­tin bahşettiği dokunulmazlığın kendilerini de kapsaması için boyunlarına ağaç liflerin­den ve deriden gerdanlıklar yapıp takarlardı. Ve Beğavi, İbn Abbas'tan rivayet etmiştir ki; müşrikler hac edip kurban kesiyorlardı. Müslümanlar on/ara mücfanefe etmefc istedi­ler, Allah ayetle bundan menetti.

Taberi "Rablerinden bir fazl ve hoşnutluk isteyerek" cümlesinin yorumu ile alakalı Süddi'den, Katade'den, İbn Abbas'tan ve Mücahit'ten çeşitli görüşler aktarmıştır. Buna göre ayet, müşrikler hakkında inmiştir ve onların haclanyla, dünyalarını ve geçimlerini iyileştirecek olan Allah'ın fazl ve hoşnutluğunu istiyorlardı. Ve onu razı etmek arzusun-dalardı.

Evvela göze çarpan ayetin çeşitli konularla ilgili yasaklamaları kapsamasıdır. İkinci 11- Taberi, Beğavi ve olarak, "Rablerinden birfazl ve hoşnutluk isteyerek" cümlesi, ayetin müslüman hacılar hakkında indiğini gösterir. Şüphesiz ki Kur'an hacc ve umre anlayışını yeniden düzen­lemiş ve müslümanlara farz kılmıştır. Üçüncü olarak; ayette bu rivayetlerle hiçbir ilgisi olmayan bir emir vardır ki o da: "İhramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz" cümlesi­nin kapsadığıdır.

Durum ne olursa olsun, ayetin ruh ve mânâsından anlaşılan şudur ki, bir kısım müs-lümanlarda haccın dokunulmazlığını ve geleneklerini -ki haram ayların kutsallığı, eski adetler gereği kanı akıtılsın diye bir yerinden yaralanıp işaretlenen veya gerdanlıklı hay­vanlardan Allah yoluna adanan kurbanların kutsallığı gibi- ihlal eden bir takım hareket­ler görüldü. Ve bazı müslümanlardan hacılara karşı düşmanlık veya Mekkeliler'e zarar vermek, onlardan intikam almak maksadıyla hacıları hac ve umreden menetme hareket­leri görüldü. Çünkü Mekkeliler onları Hudeybiye günü Mescid-i Haram'dan menetmiş-lerdi.

Buna ek olarak birinci ayetle ikinci ayet arasındaki ilişkinin varlığı görülmektedir. Şöyle ki, birinci ayette ihram halinde iken avın yasaklanması, sonra ihram halinden çı­kınca avın mubah kılınması -ki bu ikinci ayettedir- iki ayetin zaman, nüzul ve konu ba­kımından birbiriyle irtibatlı olduğunu gösteriyor. Tercih ettiğimiz gibi inşallah bu doğru ise şunu söylemek mümkündür:

"Akitleri yerine getiriniz" cümlesi müslümanlarla Mekkeliler arasında geçen barış ve sükûndan her ne varsa, onu yerine getirmenin gerekliliğine bir teşviki kapsar. Ve an­laşmayı bozacak şeylerin yapılmaması istenir.

Söylediklerimiz ışığında her iki ayetin Hudeybiye barışından kısa bir müddet sonra nazil oldukları, söylenebilir. Bu sûrenin tertibinin Nasr sûresinden önce olmasını sağla­yan sebep işte budur.

"İhramdan çıkınca" cümlesi ile ifade edilen ihramdan çıkma durumuna gelince bu durum ya hacc aylan esnasında olmalıdır veya hacc törenleri tamamıyla bittikten sonra ve Arafatta vakfe yaptıktan sonra olmalıdır. Hacc ayları esnasında olanı sadece Kabe zi­yaretinden sonradır ki bu ziyaret, umreden ayndır. Çünkü Bakara süresindeki hac ayet­lerinin tefsirinde açıkladığımız gibi ihramdan çıkmış halde olan hacıların, umre ile hac vakti arasında temettü yapması (ihram yasaklarından kurtulup mubah olan şeylerden is­tifade etmeleri) sahihtir.

İhram halinden çıkma; ihram halinin, ihram elbisesini giyinmek güzel kokulardan ve kadınlardan uzak durmak olduğunu anlatan görüşe göre, yasak olan, kurbanı boğazla­ma, saçı traş etme veya kısaltma, dikişli elbise giyme, koku sürme ve kadınlara yaklaş­maktır.

İhram halinde olmak, harem bölgesinde bulunmaktır diyen görüşün hiçbir sözüne rastlamadık. Akla ilk gelen haram aylarda da olsa İslam'da avın, harem bölgesinin dışında mubah olmasıdır. Bu mânâ bize göre "ihramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz" cümlesinde gizlidir. Allah en iyi bilendir.

Sünen sahipleri konu ile ilgili Cabir'den bir hadis rivayet etmişlerdir. Peygamber (s), şöyle buyurmaktadır: "Siz avlamadıkça veya özel olarak sizin için avlanmadıkça siz ih­ramda iken kara avı size helaldir?"[23]

Kapsam bakımından hadiste sözü tamamlayan ona bir mânâ kazandıran bir ilave vardır. O da ihramhya yasak olanın doğrudan avlanmak olduğu, eti yemek olmadığıdır.

Beş müsned sahibi Hafsa'dan şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir: Peygamber (s) şöy­le buyurdu: "Hayvanlardan beşi vardır ki, onları öldürmekte hiçbir günah yoktur. Karga, yırtıcı delice kuşu, fare, akrep ve ısıran yırtıcı köpek." Başka bir rivayette: "İhramda ve ihramsız iken beş kötü öldürdüler: Yılan, benekli leş kargası, fare, yırtıcı, ısıran köpek ve diğer azgınlaşıp saldırgan olanlar." Beğavi[24] Ebu Said el-Hudri'den bir hadis rivayet etmiştir. Burada Rasulullah'ın "İhramlı, yedi adiyi öldürür" buyurduğu söylenmektedir. Bunun hikmeti açıktır. Kaldı ki, bu hayvanlar av değildirler.

Her iki ayetteki Kur'an ifadesi kara ve deniz avını kapsaması bakımından mutlaktır. Tenzilin hikmeti, bu sûrenin başka bir ayetinde sonra açıklayacağımız üzere deniz avını yasak kapsamının dışında tutmayı gerektirdi.

Taberi'nin, Süddi ve diğerlerinden yaptığı ve müfessirlerin büyük çoğunluğunun[25] benimsediği rivayete göre: "Ne de Beyt-i Haram'a yönelenlere" cümlesi, müşriklerin Mescid-i Haram'a yaklaşmalarını yasaklayan Tevbe sûresinin 28. ayeti olan şu ayetle mensuhtur. "Ey iman edenler müşrikler ancak bir pisliktirler. Öyleyse bu yıllarından sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar..." Onlar, ayetin müşriklerin Beyt-i Ha­ram 'a yönelmelerini engellemek hususuyla ilgili olduğu düşüncesinden hareketle bu gö­rüşe tabi olmuşlardır. Biz ise bu cümlenin müslümanlann lıac veya umreden menedil-meleriyle alakalı olduğu görüşünü, "Rablerinden birfazl ve hoşnutluk isteyerek" cüm­lesine dayanarak tercih ettik. Eğer tercihimiz doğruysa ayetin mensuh olduğunu söyle­meye imkan kalmaz. Zemahşeri Hasan'dan yaptığı bir rivayette ayette nesh olmadığını söylemiştir. Görünen o ki, "Rablerinden birfazl ve hoşnutluk isteyerek" cümlesinden anlaşılan bizim anladığımız mânâdır. Reşid Rıza tefsirinde hiçbir isim vermeden. "Bazı müfessirler, bu ayet müslümanlar hakkındadır ve o muhkemdir, hükmü de bakidir" de­mişlerdir der.

İşte durum bu her iki ayetin, zaman ve mevzu bakımından hususi olmasına rağmen, -özellikle de ikinci ayetin son kısımları- sonsuza kadar kalıcı yüce bir telkin içermekte­dirler. Herhangi bir kavme olan kinden dolayı duygusal davranmayı ve bu öfkeyi düşmanlık, günah ve zarara bir sebep ve araç kılmayı yasaklaması ve iyilikte yardımlaşma, takva ve onun gereği gibi müslümanlar için ideal olan hususların beyanı, günah ve düş­manlık olan şeylerde yardımlaşma ve beraberliği yasaklaması ve bu hususta şiddetle uyanda bulunması gibi...

Bunlar yüce ve sonsuz talimatlardır. Birinci ayetin ilk fıkrası her nerede ve ne tür olursa olsun anlaşmalara riayet etmeyi emretmekle yine böyle bir yüce telkin içermiştir.

Bu ve diğeri Kur'an-ı Kerim'in Mekki ve Medeni çeşitli sûrelerinde ifadesi tekrarla­nan genel ilkelerine uygundur. [26]

3- Ölü eti (leş), kan, domuz eti, Allah'tan başkası adına kesilen[27], boğulmuş'[28] vurulmuş[29], yüksek bir yerden düşmüş[30]' boynuzlanmış[31]', yırtıcı hayvan tarafından yen­miş[32], -henüz canlıyken yetişip kestikleriniz hariç-[33]', diki­li taşlar (putlar) üzerine boğazlanan'[34] (hayvanlar) ve fal oklarıyla kısmet (şans) aramanız'[35] size haram kılındı. Bun­lar fısktır (Günahla yoldan sapmadır). Bugün inkar edenler sizin dininizden (dininizi yıkmaktan) umut kesmişlerdir. Bugün dininizi kemale erdirdim. Üzerinize nimetimi ta­mamladım ve size din olarak İslam'ı seçtim. Kim açlık­tan'[36] daralır da günaha istekle yönelmeden'[37] bunlardan yemek zorunda kalırsa ona günah yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayıcı, merhamet edicidir.

 

Ayetlerde:

 

1-En'am denen eti yenen hayvanların yenmesinin müslümanlara haram olduğu hal­lerin açıklanması. Bunlar, kendiliğinden ölmüş, yahut boğularak ölmüş, yahut yüksek bir yerden düşerek ölmüş, yahut başka bir hayvan tarafından boynuzlanmış, yahut taş veya sopa gibi birşeyle vurularak öldürülmüş, yahut parçalan zararlı bir canavar tarafın­dan dişlenmiş, yahut kesilirken Allah'ın adının dışında bir isim anılarak kesilmiş, bir de putlara yapılan kurban gibi putların yanında kesilen, yahut fal oklanyla üzerinde şans oynanan hayvan, hayvan kanı ve domuz etidir. Durumları zikredilenlerin iki istisnası vardır: Birincisi: Dövülmüş, canavar tarafından dişlenmiş, başka bir havyan tarafından boynuzlanmış, yüksek bir yerden düşmüş ya da boğulmakta olan hayvanların ölmek üzere iken seri bir kesimle kesilip üzerinde Allah'ın adı anılırsa yenmesi helal olur. ikincisi ise şiddetli bir açlık anında ihtiyacı giderme ve tehlikeyi atlatma sınırını aşma­mak şartıyla günah ve isyan niyeti olmaksızın zaruret kadar yemek caizdir.

2- Ayette Allah'ın müslümanlara İslam'ı din olarak seçtiği ve onların üzerine nime­tinin tamamlandığı ve dinlerinin kemale erdirildiği övgü ile belirtilmektedir. Bundan sonra artık kafirlerin dini yok etmekten ümitlerini kestikleri bildirilmektedir. Burada müslümanlara güven verici bir sesleniş vardır. Artık kafirlerden korkmamaları ve sade­ce yüce Allah'tan korkmaları bildirilmektedir.

Allah'a karşı isyan etmek ve dik kafaklık yapmak anlamındaki "bunlar fisktır" cümlesinin, özellikle son iki ayeti yasak hakkında olması muhtemeldir. Bunlar Al­lah'tan başkası adına boğazlamak ve fal oklanyla kısmet (şans) aramaktır. Aynı şekilde ifade edilen tüm haramları kapsaması ihtimali de vardır. İbare her iki ihtimali de taşı­maktadır. Son ihtimali daha çok taşımaktadır. Çünkü: "Bunlar fisktır, günahla yoldan sapmadır" cümlesi tüm yasaklar ifade edildikten sonra gelmiştir.

Ancak el-En'am 145. ayeti, kan domuz eti ve leş için "rics" yani necaset sıfatını kul­lanmış, Allah'ın dışında başkası için kesileni de "fisk", yani günahla yoldan sapma ola­rak vasıflandırmıştır. Bununla ifadenin biraz daha yumuşatılmış olmasının mümkün ol­ması gözönünde bulundurulursa, sözkonusu cümle için sadece son iki yasakla alakalıdır denebilir. Allah en iyi bilendir. [38]

 

Haram Edilen Yiyecekler

 

"Leş, kan, domuz eti, Allah'ın dışında başkası adına kesilen, boğulmuş -taş ve tahta gibi bir şeyle- vurularak öldürülmüş vb... Size haram kılındı" ayeti ve kapsadığı hüküm­ler (ahkam), telkinler ve bu ayeti açıklama hususunda gelen görüşler, hadisler ve "Bu­gün size dininizi olgunlaştırdım ve üzerinize nimetimi tamamladım" ayetinin nüzul tari­hi meselesinin netleştirilmesi ve ayetin kapsadığı sınırlar ile ilgili açıklamalara gelin­ce... Müfessirler, ayet grubunda olduğu gibi, bu ayet için de özel bir nüzul sebebi zikret-memişlerdir. Ancak ayetin: "Bugün size dininizi kemale erdirdim ve üzerinize nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı beğendim" pasajıyla alakalı rivayetlerde bulun­muşlardır veya bu pasajla, bundan önceki "Bugün kafirler dininizi (yıkmaktan) ümitleri­ni kesmiştir. Artık onlardan korkmayınız. Sadece benden korkunuz" bölümüne dair riva­yetlerde bulunmuşlardır.

Taberi'nin İbn Abbas, Süddi, Mücahit, Katade ve İbn Cüreyc'e atfettiği rivayete gö­re bu ayet veya her iki ayet pasajı, Veda Haccı'nda arefe günü Peygamber (s) hutbesini irad ederken indi. Peygamber (s) önüne baktı; muvahhitlerden başkasını görmedi. Bir tek müşrik de görmedi. Allah'a hamd etti. Ve Cebrail ayetin bu pasajı veya her iki kis­te mıyla ona indi. Ve peygamber bu iki ayet bölümünün inmesinden sonra ancak 86 gece kadar yaşadı. Yine bu hususta Taberi'nin aktardıklarından bir rivayet de şudur: "Ka'bul Ahbar: Eğer bu ümmetten başka bir ümmete bu ayet inseydi o günü bayram edinip top­lanırlardı." dedi. Ömer b. el-Hattab hangi ayet ey Ka'b dedi. Ka'b: "Bugün size dininizi tamamladım' ayetidir" dedi. Bunun üzerine Ömer: "Ayetin indiği günü biliyorum. Cu­ma günü ve arefe günü her ikisi de Allah'a hamd olsun bizim için bayramdır"[39] dedi.

Görülen şu ki "bugün" kelimesinin geçtiği bu rivayetler başı ve sonrası ile bağdaş­mayacak şekilde ayetin iki pasajından farklı şeyler ifade etmemektedir. Ayetin iki bölü­mü, hayvansal yiyeceklerin yasaklandığı durumlarla ilgili çeşitli yasaklan kapsayan ön­ceki ayetin birer parçası olmasına rağmen, bu ikinci bölüme, önceki pasajlarla kuvvetli bir bağı olan bir bölüm eklenmiştir. Eğer müstakil olarak inmiş olsaydı, başı-sonu mev­zu bakımından birbiriyle bağlantılı olan bir ayetin içine bu bölümü (el-yevm diye başla­yan iki pasaj) yerleştirmeyi gerektirecek herhangi bir sebep anlaşılamazdı.

Rivayetlerde ayetin sadece bir bölümünün zikredilmiş olması, zaruri bir şekilde bu kısmın diğer ayetten ayrı olarak indiğini ifade etmez. Lakin beraberinde getirdiği bir esas mesele daha vardır ki ayet, bu sürenin birinci ayetine bağlı olarak onu kapsamıştır. Bu, bir tefsir ve açıklama bağıdır ki, birinci ayetin "Size okunacak olanlar hariç" cümlesiy­le ifade edilenler bu ayetle açıklanmıştır.

Bu da, bu ayetin nüzulünün geçen iki ayetle beraber olduğu ihtimalini veriyor.. İlk i-ki ayet ve özellikle ikincisi, mânâlardan ilham olarak tercih ettiğimize göre, Hudeybiye barışından kısa bir süre önce inmişlerdir. Ki Hudeybiye barışı ile Veda Haccı arasında dört sene kadar bir süre vardır. Eğer tercihimiz doğru ise vahyin hikmeti; iki ayet bölü­mü ile emirleri, nehiyleri, üç ayetin kapsadığı hükümleri pekiştirmeyi ve müslümanların kalplerini bu ahkamın etrafında ve bu yolla gelen dosdoğru dinin etrafında sabitleştir­meyi hedeflemiştir.

Ve Taberi bir kısım tevil ehline atfederek demiştir ki: "Sânı yüce olan Allah 'bugün size dininizi tamamladım' sözüyle, "bugün ey mü'minler sizin için farzlarımı üzerinize tamamladım, hududumu, emirlerimi, yasaklarımı, helalimi, haramımı ve vahyimi sizin için tamamladım, Kitabımda ve açıklamamda indirilenler, size ondan vahyimle Rasu-lü 'mün diliyle ve sizin seçtiğiniz delilerle din işlerinizde ihtiyaç duyacağınız tüm şeyler­den açıkladıklarım bu cümledendir. Size tüm bunları tamamladım" demiştir. Veda hac-cındaki bu arefe gününden sonra dinde bir ziyadelik yoktur. Ve Rasulullah'a bu ayetten sonra farzlardan, bir şeyin helal kılınmasını veya yasaklanmasına dair hiç bir şey inme­miştir. Taberi bu görüşlerin bir kısmını İbn Abbas, Süddi ve İbn Cüreyc'e atfetmiştir.

Sunduklarımızın ışığında aklımıza ilk gelen, bu görüşlerin uygulama alanı ile alakalı olduğudur. Bu da bizim, bu iki bölümün, ayetin diğer kısımlanyla beraber indiği ve bu­nunla da Veda haccından önce olduğuna dair tercihimizi kuvvetlendirir.

Taberi'nin aktardığı ve İbn Abbas ile ehli tevil diye isimlendirdiği bazı kişilere at­fettiği görüşler dikkatle incelenince, ayetin verilerinin sınırları üzerinde bir birlik sağla­yamadıkları ortaya çıkar. Özellikle indiği günde Allah'ın müslümanlann ahkam ve farz­lardan ihtiyaç duydukları herşeyi tamamladığına dair bir ilan içermesi ve ondan sonra bu hükümler ve farzlara dair hiç bir şeyin inmediği -ki, bu görüş ayetin Veda haccı gü­nünde indiğiyle ilgili rivayetlerin bel kemiğidir- hususunda ittifak edememişlerdir. Çün­kü Taberi bunu aktarırken aynı kişilere atfettiği başka görüşler de vermektedir. Bu gö­rüşlerden birisine göre ayet, haccın müslümünlara tamamlandığını ve müşriklerin Ka­be'den uzaklaştırıldığını bildirmektedir. Sonra Taberi, bunun üzerine bir açıklama yapa­rak "İlim sahibi bir kimse Peygamberimizin ruhu alınıncaya kadar vahyin kesildiğini reddetmez. Bilakis vefatından önce ard arda gelmiştir" demiştir.

Bununla "bugün size dininizi tamamladım" ayetinin mânâsının ibadetlerin, ahkamın ve farzların tamamlanması şeklinde tevil edenlerin yorumuna muhalif olduğu ve duru­mun böyle olmadığı anlaşılmaktadır.

Taberi, İbn Abbas'tan "bugün" kelimesinin bizzat bir tek günü kastetmediğini riva­yet etmiştir. Zemahşeri ise bundan kasıt gün değil, şimdiki zaman ve ona yakın ve biti­şik diğer zamanlardır; "Dün gençtim, bugün ihtiyarım" sözünde olduğu gibi. Burada "dün" ve "bugün" kullanıldıkları zaman dilimine tahsis edilmemişlerdir. Yani uzun bir zamanı ifade ederler. Bir tek gün anlamında kullanılmamışlardır.

Zemahşeri'nin bu görüşü isabetli ve doğrudur. Ve ayetin bu iki bölümünün o gün in­diğini kuvvetlendirmek için buradaki "bugün" kelimesini Veda Haccı'ndaki Arefe günü ile yorumlamayı zorunlu olmaktan çıkarmaktadır. Bu açık bir durumdur.

Gözlemlenen şeylerden birisi de Ömer b. el Hattab (r)'ın hadisinde - ki bu hadis bu konuda ki hadislerin sıhhat bakımından en sağlamıdır- Veda haccı ile alakalı herhangi bir işaret yoktur. Onda olanın tamamı onun Cuma günü ve arefe gününde nazil olduğu­dur.

Bu konuda uyarı ve dikkatin yerinde olduğuna dair bir gerekçe de yeni yasamalar ve hükümler ihtiva etmekle beraber beşinci ayetin bu kelimeyi kapsamasıdır. Ayetin birin­ci ayetle veya ayetin bu iki pasajı ile beraber indiğine dair hiçbir rivayet gelmemiştir. Beşinci ayetten önceki dördüncü ayetin muhtevası, onun bazı hususların sorulması üze­rine beşinci ayetle beraber indiğine dair de hiçbir rivayet gelmemiştir. Beşinci ayetten önceki dördüncü ayetin muhtevası onun bazı hususların sorulması üzerine beşinci ayetle beraber indiğini göstermektedir. Bu sorular, önceki ayetlerin kapsadığı hükümlerin bir neticesi olarak bazı müslümanlardan gelmiştir. Bu son ayetler yeni hükümleri kapsamaktadır. Ki bu da "bugün" kelimesinin, üslup bakımından üçüncü ayetle beşinci ayette aynı şekilde kullanıldığı görüşünü doğrulamaktadır. Bu ayetten sonra yeni hükümlerin indiğini ifade eden rivayetler de vardır.

Bazı müfessirler,[40] bu ayetin tefsirinin akışı içerisinde, Maide sûresinin tamamının Veda haccı gününde ve Rasulullah devesine binmiş olduğu halde iken indiğine ve onun nüzul bakımından Kur'an'ın en son veya son sûrelerinden birisi olduğuna dair rivayet­lerde bulunmuşlardır. Bütün bunlar Allah'ın bundan sonra asla kanunlar indirmediği, hikmetinin indirmeyi dilediği vahyin sona erdiği ve bununla müslümanlann dininin ke­male erdirildiği ve nimetinin onlar üzerine tamalandığı görüşünü kuvvetlendirmek için­dir. Biz bütün bu rivayetleri sûrenin mukaddimesinde aktardık ve sûrenin bazı bölümle­rinin içeriğinden hareketle, bunların bir kısmının kusur ve eksikliklerine dikkat çekmiş­tik.

Tüm bunlara binaen biz tercihimizi bir kere daha yeniliyoruz. O da, bu iki bölümün ayetle beraber nazil olduğu ve ayetin de kendisinden önceki iki ayetle beraber, -uzun bir sûre-, Veda haccından önce, Allah'ın emir ve yasaklarını desteklemeyi ve müslümanla-rın kalplerini takviye etmeyi hedefleyerek indiği görüşüdür. Peygamber (s)'in bu iki ayet pasajını Veda haccında okuduğu ve bu durumun ravilerce karıştırıldığı ihtimali de vardır.

Burada bir ihtimal daha vardır ki, o da her üç ayetin, üzerinde ittifak sağlanan şartlar gereği Hudeybiye barışının ertesi yılında Peygamberimizin ve müslümanların Kabe'yi ziyareti sırasında inmiş olmasıdır. Çünkü tenzilin hikmeti onların inmesini gerektirdi. Ve Allah bu ziyarette nimetini müslümanlar üzerine tamamladı. Ve onların düşmanları­nı/kafirleri sindirdi. Böylece onlara gerekli mesajı verdi. Allah en iyi bilendir.

Haddizatında bu iki ayet pasajı, sağlam sesleniş, övgü ve zamanlamalanyla göz ka­maştırmaktadır. Belki de kendi konularında Kur'an'ın en parlak bölümleridir. Müslü­manlar arasında tam bir kalp rahatlığının, hoşnutluğun, mutluluk, sevinç ve gurur duy­manın meydana gelmesi, canlılık ve dirilmenin olması şüphesiz ki bu ayetlerin şanın-dandır.

Mutluluk, idare etmek, İslam'da bir araya gelmek gibi Allah'ın sadece onlara özel kıldığı durumlardan dolayı müslümanlara güven gelmiştir. O İslam ki, Allah onu müslü­manlar için seçti, onu tam ve kalıcı bir şeriat kıldı, onlar için onu tamamladı ve bununla müslümanlar üzerine nimetini tamamladı ki o din, onların tüm ihtiyaçlarına cevap ver­sin, onların ruhi, maddi, dünyevi ve uhrevi tüm problemlerini halletsin. Sonra beşeriye­tin tüm problemlerine cevap versin, bu şeriatı kendilerine din olarak benimseyip, eğiti­mini alanların tüm sorunlarını halletsin.

Ve yine aynı şekilde müslümanlann kardeşlik ve dayanışma bağlannı pekiştirmeleri, düşmanlara ve muhaliflere aldırmamaları ve kuvvetlerinin açığa çıkması bu iki ayet pa­sajının, ehemmiyet ve teshindendir. Ayetlerin indiği bu ortamda küfür ve iman, şirk ve tevhid, sapıklık ve hidayet, karanlık ve nur, dar kabile taasubu ve genel kardeşlik arasın­da amansız bir mücadele vardı. Bir yandan çokça tuhaflıklar, adilikler, zulüm, sınıfsal imtiyaz gibi çarpıklıkları kapsayan gelenekler, zenginlik ve servete verilen itibar, diğer yandan fakirlik ve perişanlık. Ve hakka, hidayete, eşitliğe, hayra, karşılıklı merhamete, iyiliği emretmeye, kötülüğü yasaklamaya ve iyilikte ve takvada yardımlaşmaya çağıran İslam dini. Bu din, insanların elinde mal olarak her ne varsa onun Allah'ın malı olduğu­nu, onların bu malı terkedeceklerini, ondan sorumlu olduklarını, muhakkak ki o malın içinde mahrum ve fakirler için belirlenmiş bir hak olduğunu, bunun hiçbir memnuniyet­sizlik ve başa kakma olmadan onlara verilmesi gerektiğini ifade ediyor. Temiz şeyleri helal kılıyor, pislikleri, gizli ve açık fuhşu, günahı ve zulmü, orada ve her yerde yasak ediyor. Çünkü bu davet, Kur'ani ve Nebevi ilkelerle netleşti, saflaştı ve tüm üstünlükle-riyle, faziletleriyle, büyüklüğüyle, kuvvetiyle, parlaklığıyla ve yüceliğiyle korundu.

Şii ravileri ve müfessirleri bu ayeti veya ayetin bu bölümünü kendi zerafetinde, yü­celiğinde, sınırsızlığında, umumi seslenişinde bırakmamışlardır. Onun muhtevasını ken­di kaprislerine destek olacak şekilde te'vil etmişlerdir. Nitekim Tabresi iki imamdan, E-^CMs&ye. Ebu Abdullah'tan \arjtı|ı rivayetle: "Bu ayet, Peygamber (s)'in Veda Haccı dönüşünde Gadiri Hum günü Ali (r)'yi insanlara yol gösterici, imam seçtikten sonra in­miştir. Ve bu Allah Teala'nın indirdiği en son farzdır" demiştir. Yine Ebu Said'e atfetti­ği bir söz de şöyledir: "Bu ayet inince Rasulullah "Allahu Ekber! Dinin kemale erdiril­mesi, nimetin tamamlanması, Rabbin nzası peygamberliğim ve benden sonra Ali b. Ebi Talib'in velayetiyledir. Öyleyse ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Al­lah'ım O'nun velayetini kabul edenin velisi ol. O'na düşmanlık edene düşman ol. O'na yardım edene yardım et. O'nu terk edeni terket, yardımsız bırak" dedi. İbn Kesir bu ha­disin metnini aktarmış ve: "Bu sahih değildir, üzerinde Şia kaprisi açıkça görülmekte­dir" demiştir. Çeşitli sebeplerle dikkat çektiğimiz gibi yine uyarırız ki, biz Ali b. Ebi Talib'in meziyetlerini ve O'nun Rasulullah'ın yanındaki mevkiini inkar edecek değiliz. İşte Buhari ve Müslim'in Seleme b. Ekva'dan rivayet ettikleri şu hadis bunlardandır: "Ali (r) Hayber günü göz nezlesi olmuştu ve Rasulullah'tan geri kaldı. Ben mi geri ka­layım? dedi ve çıktı. Hemen Rasulullah'a kavuştu. Ertesi gün fethin olacağı gecenin ak­şamı olunca Rasulullah: "Muhakkak ki yarın öyle bir adama sancağı verceğim ki veya yarın öyle bir adam eline sancağı alacak ki; Allah ve Rasulü onu seviyor." Bir de baktık ki sancak Ali'de. O'nu beklemiyorduk. Ve ashap dedi ki: Bu Ali'dir. Allah'ın Rasulü sancağı O'na verdi. Ve Allah O'na fethi verdi."[41] Yine Şia'nın Ebu Said'den rivayet ettiği hadisin bir fıkrası -ki belki de bu fıkra rivayet edilen bu ve benzeri diğer hadislerin bu konuda uydurulmasına imkan tanımıştır- Tirmizi Zeyd b. Erkam'dan O da Rasulul-lah'tan rivayet etmiştir ki, Rasulullah: "Kim ki ben onun dostu isem Ali de onun dostu­dur."[42] Yine Ali'nin meziyetlerine dair hadislerden birisi, Tirmizi'nin Ümmü Sele-me'den rivayet ettiği şu hadistir: Ümmü Seleme dedi ki: "Rasulullah şöyle diyordu: "Münafık olan Ali'yi sevmez. Mü'min olan O'na buğzetmez."[43] Yine Tirmizi'nin ve Taberi'nin rivayet ettiği ve Hakim'in sahih saydığı şu hadis de bunlardandır. Peygamber (s): "Ben hikmetin eviyim, Ali de kapısıdır.[44]

Rasulullah'ın ashabından ve onların tabiilerinden olan te'vil ehlinin "size dininizi ta­mamladım" cümlesi hakkında görüş ayrılığına düştükleri gibi, onlardan sonra gelen Ke­lam mezhepleri taraftarları da bunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Şöyle ki onların bir kısmı bu ayeti kıyasın batıl olduğuna delil getirdiler -ki, İslam'da yasamanın temel prensiplerinden birisidir- çünkü bunlara göre ayet, Allah'ın her durum için hükmünü tanzim ettiğine delildir. Eğer açıklanmamış bir takım hususlar kalmışsa o halde hüküm tamam olmamıştır. Tüm olaylar ve durumlarda nass meydana çıkmışsa, kıyas buna uy­gun olursa, bu görüş yersiz olur. Çünkü nass varken kıyasa gerek yoktur. Eğer kıyas nassa aykırı olursa o zaman da batıl olur. Aynı şekilde bazıları bu ayeti delil getirerek içtihat ve reyi reddettiler. Çünkü Kur'an, Allah'ın müslümanların dinini kesinlikle ta­mamladığını ifade etmiştir. Burada hiçbir içtihat ve rey kabul edilmemiştir. Rey ve içti­hadın yeri yoktur.

Onların muhalifleri de şüphesiz ki çeşitli cevaplarla onlara karşı çıktılar. Anlatılanla­rın özeti şudur: Kur'an-ı Kerim'in bu cümlesi, genel kaide ve durumları ve müslümanla­rın akaidleri, ibadetleri, muamelatı ve birbiriyle olan ilişkilerinde ferdi meseleleri değil ihtiyaç duyacakları genel, geniş kapsamlı şeyleri ifade etmektedir. Bunlar bir çok Mekki ayetlerde, "muhakkak ki Allah herşeyi açıklayıcı olarak Kitab'ı gönderdi"[45] ve "o Ki­tap'ta hiçbir şeyi eksik bırakmadı, ihmal etmedi"[46] şeklinde Kur'an'in herşeyi açıkladı­ğına işaret eden ayetleri de bu şekilde değerlendirirler. Kaldı ki zaten bu ayetler Mekki olduğundan henüz yasama ve hükümlerle ilgili hiçbir şey içermiyorlardı. Çünkü bunlar Medine döneminde indiler ve nebevi sünnet, Kur'an'ın tümünün nüzulünden önce ve sonra, hakkında Kur'an nassı bulunmayan ve Peygamber (s)'den sadır olan pek çok önemli ve ikinci dereceden önemli meseleyi içermektedir. Kıyas bazı hükümlerin çıka­rılması için, Kur'an nasslarının genel kaidelerinden ve kesin olan nebevi sünnetten kay­naklanır, onlarla çelişmez.[47] Açıkça görünen şu ki, bu konuda bunlar önemli ve yeterli cevaplardandır.

Aynı şekilde katıldığımız tamamlayıcı bir husus daha vardır: Kur'an ve sünnet pek çok ilkeler, düzenlemeler, prensipler ve hükümler kapsamaktadır. Ve bunlardaki muhte­va her durumda farklı zamanlarda ve mekanlarda beşeriyetin ve müslümanlann bütün ihtiyaçlarını genel mânâda cevaplayacak ve karşılayacak durumdadır. Bu bakımdan, "Kur'an ve Sünnet'ten oluşan İslam şeriatı; kemale ermiş bir din, tamamlanmış bir şeri-attir" görüşü doğrudur. Bu ilkelerden, düzenlemelerden, prensip ve hükümlerden bir kısmı sınırlı olanlar, bir kısmı ise genel hatlar ve genel telkinlerdir. Hayatın ihtiyaçları çeşitli görüntülerin çok ve yenilenen şartların değişmesiyle değişken olunca Allah'ın ve Rasulü'nün hikmeti bu sınırlı kesin ilkelerin az olmasını gerektirdi. Müslümanlann çe­şitli ihtiyaçlarına içtihat, kıyas, iktibas ve istinbatla çözüm yollan bulmaları -bu genel hatlar ve telkinler çereçevesinde kalmak şartıyla- onlara bırakılmıştır.

Bu hususta pek çok misal vermek mümkündür. Ancak biz tek bir misalle yetinece­ğiz. İslam şeriatı, müslümanlann işlerini kendi aralannda istişare ile yapmalanm farz kıldı. Âli İmran sûresinin 159. ayetinin tefsirinin akışı içerisinde açıkladığımız gibi, Al-lahu Teala savaş durumlannda, siyasi ve genel işlerde müslümanlarla istişare yapılması­nı emretmiştir. Ve bunun ne şekilde yapılacağı hususunda bir açıklama yapmamıştır. Çünkü bu, açıkça görüldüğü gibi değişimlere ve yeniliklere açıktır. Bu görevin gerçek­leşmesi ve en uygun yolun tercihi için müslümanlardan otorite ve ilim sahiplerinin içti­hatları gerekmektedir. Bunu engelleyici herhangi bir delil yoktur. Biz bütün bunlara Ni­sa Sûresi 59, 83. ve 115. ayetlerinin tefsirinde aynı şekilde ve detaylı olarak dikkat çek­miştik.

İşte bu cümlenin mevzuu ile ilgili kelimesi yanında ayetin geldiği konuma da dikkat çektik. Önceden anlattığımız üzere ayet, Allah'ın emir ve yasaklanm pekiştirmeyi, müslümanlann kalplerini rahatlatmayı ve onlara seslenmeyi, onlan övmeyi hedeflemiş­tir. Ve tercih ettiğimiz şu hususa da yani ayetin, Peygamber (s)'in sonrasında dört sene daha yaşadığı Hudeybiye banşından az sonra indiğine ve bu sûrede Kur'an hükümleri­nin pek çoğunun indiğine ve çeşitli durum ve işlerle alakalı Rasulullah'dan pek çok açıklamanın yapıldığına dikkati çekmiştir.

Ve Tabresi'nin görüşlerinden şuna dikkat çektik: te'vil ehlinin ayetin indiği sırada ibadet, hükümler ve yasamanın tamamlandığını ifade edip etmediği hususunda, hicri bi­rinci asırda ihtilafa düştüğünü ve dolayısıyla bu görüş aynlıklanna dayanarak ayetin sa­dece mevzuyla ilgili değil, konumu, geldiği ortam ve ayetin mevkii önemlidir demek doğru olur. Bu asırdan sonra ayet etrafında yapılan kelami tartışma ve görüş aynlıklan gerekmiyordu. Allah en iyi bilendir.

Taberi "boğazladıklarınız hariç" cümlesinin kapsamının sınırlarıyla ilgili İbn Ab-bas, Katade, Hasan ve diğerlerine atfedilen pek çok görüş rivayet etmiştir. Bu görüşle­rin büyük bir kısmı, bunun, hayvanların maruz kaldığı şu beş hali kapsadığını anlatır:

Boğulmak, yüksek bir yerden düşmek, başka bir hayvanın boynuzlaması, taş veya sopa vurularak öldürülmesi ve yırtıcı vahşi hayvanın dişlemesi. Eğer bu hallerde ölmeden ön­ce hayat eseri kalmışken boğazından kesilirlerse ve üzerinde Allah'ın adı anılırsa onlan yemek helal olur. Bazıları Allah'tan başkasının adına kesilenleri de bu sayıya eklemiş­ler. Bazı rivayetler, bunun özellikle yırtıcı vahşi hayvanın yediği ile alakalı olduğunu bildirmektedir. Birinci görüş, kabul gördü ve müfessirlerin büyük çoğunluğu buna tabi oldu.[48] Ayetin açıklamasında bunu benimsedik. Çünkü en doğrusu budur. Taberi ve başkaları, sahabe ve tabiine dayandırarak her ne şekilde olursa olsun bu cümlenin do­muzu kapsamadığı konusunda uyanda bulunmuşlardır. Çünkü domuz aslında haramdır. Bu hak ve doğrudur.

Ayetin girişindeki ilk dört harama gelince, bunların yasak oldukları daha önce çeşitli Mekki ve Medeni ayetlerde, Peygamber (s) ile kafirler arasındaki mücadele anlatılırken, Bakara sûresi 167-176, En'am 125-147, Nahl 113-118. ayetleri sebebi ile açıkladığımız gibi ifade edilmiştir. Görülüyor ki, vahyin hikmeti bu ayette bir kere daha bir takım dü­zenlemeler ve genel yasalar sunulurken başka haramlarla beraber bu yasakları tekrar ifa­de etmiştir ki, daha engelleyici ve daha bütüncül ve derli toplu olsun. Ve yine bu hik­met, önceki ayetlerde geçen zaruret sahibine verilen yeme ruhsatını tekrarlamış ve pe­kiştirmiştir ki, yasama (teşri) bir bütünlük ve ahenk arzetsin.

Görünen o ki, söz konusu beş durumda ölen hayvanların yenmesinin haram oluşu, yasağın aslına uyum sağlamaktadır. Aslında yasak olan mutlak mânâda leş yemektir. Biraz önce söz konusu edilen En'am süresindeki ayetin tefsirinde açıkladığımız gibi ca-hiliyye Araplar'ı leşi yiyorlardı. Akla gelen, Araplar her ne şekilde ölürse ölsün hayvan ölüsünü yiyorlardı. Ayet, tüm bu hallerde ölen hayvanın haramlığına hükmetti. Bu yasa­ma ile alakalı kuşatıcı ayet, aslî hükmü verdi.

"Kan"ın hiçbir vasfı burada zikredilmemiştir. Bakara sûresi 123. ayette ve Nahl sû­resi 115. ayette de aynı şekilde gelmiştir. En'am 145. ayette ise farklı olarak akıtılmış (mesfuhan) vasfı ile gelmiştir. İşte bu vasıf, cahiliyye adetlerindeki gibi kanın içilmesini veya kaynatılıp yenmesini alimlerin çoğunluğuna göre haram kılmıştır. Bu alimler En'am süresindeki sözü edilen ayetin tefsirinde açıkladığımız üzere, et ve damarlara bu­laşan kanı, birer donmuş, yoğunluk kazanmış kan olan dalak ve ciğeri hariç tutmuşlar­dır.[49]

Müfessirlerin[50] , ayette geçen fal oklarıyla şans arama konusundaki sözlerinden an­laşılan, bunun ilham ve işaret yoluyla fal çubuklarından veya oklarından onay almak şeklinde olduğudur. Rivayetlere göre bu konuda Mekke'de bir cahiliyye Arap adeti vardi. O şöyleydi: Hubel putunun bekçisinin yanında, rriüfessirlerin tefsirlerine göre "ez-lam" kelimesiyle Kur'an'da ifade edilen yedi fal oku ve çubuğu bulunurdu. Bunlardan birinin üzerinde "sizdendir", dördüncüsünün üzerinde "sizden değildir", beşincisinin üzerinde "size yapışıktır", altıncısının üzerinde "akıl"[51] yazıyordu, yedincisi ise yazısız bırakılmıştı.

Eğer bir kişi veya topluluk, önemli bir yolculuk, bir nesep tespiti, kan davalarından kaynaklanan bir şaşkınlık veya güçlük, yahut bir problem veya önemli herhangi bir iş için ilahlardan onay almak isterlerse bekçiye gelirlerdi. Ve ondan bu maksatla deri bir torbada olan fal oklarını, çekiliş kurallarına uygun bir şekilde karşılarına getirmesini is­terlerdi. Ve bu oklardan birini alarak üzerinde yazılı olanla amel ederlerdi. Eğer çekilen ok boş çıkarsa güçlük olmazdı. Tercih onun olurdu. Rivayetlere göre fal oklarıyla kıs­met arama diye isimlendirilen başka bir yol vardı. Bu kumar yollarından biriydi. Buna göre Bakara sûresi 219. ayetin tefsirinde açıkladığımız gibi orada bir deve kesilir. Sonra parasını kim ödeyecekse, eti nasıl dağıtılacak diye oklarla kura çekerlerdi. Bizim terci­himize göre, bu ayette yer alan şans arama işte bu yolu kastetmektedir, başka şeyi değil. Çünkü bu, hayvanların etlerini haram kılan beyana daha uygundur. Bununla kumar yo­luyla kesilen hayvanın etinin haram oluşunu kastediyorum. Nitekim İbn Kesir'in Müca-hid'e atfettiği bir rivayete göre Mücahid: "Bu cümlenin kastettiği kumardır" demiştir. Bu da görüşümüzü desteklemektedir.

Müfessirler istihare ile ilgili olan veya bu katagoriye giren, bu mânâyı veren pek çok nebevi hadis rivayet etmişlerdir. Yıldız falcılığı, kum falı, kuş uçurtma, taş ve toprak fa­lı, kahinlik, falcılık ve kuşların uçuşunda uğursuzluk görmek gibi pek çok şey şans ara­maya (istiksam) karşılık olarak bu cümlenin açıklamasına eklenmiş ve bu konularla ala­kalı hadisler rivayet edilmiştir.

Bu cümle kumar veya bahislerle ilgilidir şeklindeki tercihimize rağmen bu hadisler­de faydalı hükümler ve talimatlar vardır. Kanaatimizce bunlan vermek gerekir. Bu ha­dislerin bir kısmı sahih hadis müsnedlerinde yer almıştır. Bunlardan biri Ebu Davud'un Kubeyse'den rivayet ettiği şu hadistir: Rasulullah'tan duydum şöyle diyordu: "Kuşların uçuşundan uğursuzluk çıkarmak ve taş-toprak falı şirktendir".[52] Müslim ve Ahmet b. Hanbel'in rivayet ettiği şu hadis de bunlardandır: Rasulullah: "Kim bir falcıya ve gayb-dan haber veren birine giderse ve söylediklerinne inanırsa o, Muhammed'e indirileni in­kar etmiştir." buyurmuştur.[53] İbn Mürdeveyh'in Ebu Derda'dan rivayet ettiği şu hadis: "Rasulullah, kâhinden bilgi almak, oklarla şans aramak, kuş uçurtma neticesinde sefer­den dönmek gibi adetlerin hiçbir etkisi yoktur,[54] buyurmuştur". Yine Ebu Davud ve Ahmet b. Hanbel'in İbn Abbas'tan rivayet ettikleri şu hadis: İbn Abbas dedi ki: Rasulullah şöyle dedi: "Kim yıldızlardan bir şey alırsa, büyüden almış olur. Arttırdıkça büyüyü de arttırmış olur.[55] Bezzar ve Taberi'nin iyi bir isnatla merfu bir hadis olarak İmran b. Ha-sin'den rivayet ettikleri şu hadis de bunlardandır. Bu hadiste Peygamber (s)'den şu riva­yet yapılmaktadır: "Kuş uçurup fal açan veya kendisi için uçurulup kâhinlik yapan (gayptan bilgi veren) yahut kendisine kahin tarafından bilgi verilen, yahut büyü yapan veya büyü yaptıran bizden değildir. Her kim bir kahine gider de söylediklerine inanırsa , Muhammed'e indirileni inkar etmiştir.[56]

Açık olan şu ki, Kur'an ve sünnet olarak İslam şeriatı bu işleri yasaklamıştır. Bu ko­nudaki hikmet ve yücelikten birşey gizli değildir.

Ancak burada bazı hadisler vardır ki, istihare ve tefaüle (iyimserlik) cevaz verirler. Bu hadislerden birisi İmam Ahmed'in Cabir b. Abdillah'tan rivayet ettiği istihare etme­yi, Kur'an'dan bir sûre öğretirdi. Ve derdi'ki: "Sizden birisi bir iş yapmak istediği za­man iki rekat nafile namaz kılsın, sonra şöyle desin: Allah'ım senin bilgine göre iyi ne ise onu diliyorum, kudretinden güç istiyorum. Senin büyük fazlından istiyorum. Senin gücün yeter, benim gücüm yetmez. Sen bilirsin, ben bilmem. Sen hakkıyla gizlilikleri bilensin. Allah'ım eğer sen bu işin, benim dinim, geçmişim, sonum (bir rivayete göre) şimdim ve geleceğim hakkında hayırlı olduğunu biliyorsan bunu bana takdir et, kolay-laştır ve bana mübarek eyle. Eğer bu işin benim dinim, geçmişim ve sonum hakkında şer olduğunu biliyorsan beni ondan, onu da benden çevir ve hayır neredeyse onu bana takdir et ve beni onunla memnun et.[57]

Bu hadislerden bir tanesi de Buhari, Müslim ve Tirmizi'nin Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadistir: Rasulullah buyurmuştu ki: "Şum tutmak (uğursuz saymak) yoktur. Bu tür adetlerin en iyisi fe'ldir." "Fe'l nedir ya Rasulullah?" denildi. "Birinizin duyaca­ğı güzel bir sözdür." dedi. Bir rivayete göre: "Uğursuzluk yoktur, hoşuma giden güzel bir fe'l (iyimserlik ve hayra yorma) ve güzel söz vardır."[58] Ve aynı şekilde Ebu Da­vud'un Ebu Hureyre'den rivayet ettiği şu hadis de bunlardandır. "Peygamber (s) beğen­diği bir söz duyunca fe'lini ağzından aldık." dedi.[59] Ve Ebu Davud ve Nesai'nin Bürey-de'den rivayet ettikleri şu hadis de fe'l (iyimserlik ve hayra yorma) ve istihare (Allah'ın birşeyi gönle ilham etmesini veya rüya ile işaret vermesini) istemeye cevaz veren hadis­lerden birisidir. "Peygamber (s) hiçbir şeyi uğursuz saymazdı. Bir yere bir tahsildar gön­dereceği zaman adını sorardı. İsmi beğenince sevinirdi, sevinci yüzünden belli olurdu. Bir köye girince oranın adını sorardı. Eğer ismi beğenirse bununla sevinir, sevinci yüzünden anlaşılırdı. Eğer oranın adını beğenmezse bu yüzünden belli olurdu."[60] Ebu Da-vud ve Ahmed'in rivayet ettiği bir diğer hadis de şöyledir: "Rasulullah'ın yanında uğur­suzluktan bahsettim. En güzeli fe'ldir. Uğursuzluk müslümanı işinden döndürmez. Al­lah'ım iyilikleri ancak sen verirsin. Ve senden başkası kötülükleri savamaz. Güç ve kuvvet ancak senindir."[61] Ve Tirmizi'nin rivayeti "Peygamber (s) ihtiyacı için çıktığın­da "ya raşid', 'ya necih' (isabetli, hak yolda olan) seslerini duymayı severdi.[62]

Bu hadislerle öncekiler arasında herhangi bir çelişki yoktur. Çünkü bu hadisler tev-hid akidesine bağlı ve uygundur. Yalnız güç ve şeref sahibi olan Allah'ın herşeye gücü yeten, rızkı genişleten, kısan, veren ve engelleyen olduğuna ve mü'minlerin işlerinde O'na dönmelerine, O'ndan kuvvet dilemelerine ve işlerinde O'na tevekkül etmelerine aykırı hiçbir şey yoktur.

Bazıları kura çekmeyi de yasaklananlar kategorisine koyarken, bazıları ise sorumlu­ların gönüllerinin hoş ve rahat olması ve tercihten[63] dolayı gelecek herhangi bir itham­dan kurtulmak için kurayı caiz görmüşlerdir. Görünen o ki, ikinci görüş en doğru görüş­tür. Çünkü kura gerçekten geçen hadislerde yasaklananlar kapsamına girmemektedir. Allah en iyi bilendir.

Müfessirler[64] Ibn Abbas ve diğerlerine İsnat ederek ^Bugunl<afırler dıriıriızûen'îtrriıt kesmiştir. Artık onlardan korkmayınız" cümlesiyle ilgili çeşitli görüşler aktarmışlardır. Bu görüşlerden birisine göre" cümlenin mânâsı: Onlar müslümanlann babalarının eski dinlerine dönmelerinden ümitlerini kesmişlerdir. Diğer bir görüşe göre cümle şu mânâ­ya geliyor: Onlar müslümanlara güç yetirmekten, onları yenmekten ve onları dinlerin­den döndürmekten ümitlerini kesmişlerdir. Yahut cümlenin mânâsı, "müslümanlann, dinlerinden dolayı korkacakları herhangi bir kuvvet kafirlerde kalmamıştır" şeklindedir.

Herhâlükârda bu pasajda kafirlerin müslümanlar üzerindeki baskılarında bir hafiflet­me müjdesi gizlidir. Belki de bu bölüm, Araplar'ın liderleri olan Kureyş'in direnci kırıl­dıktan sonra ve Peygamber (s) ve müslümanlarla barışı kabul etmelerinden sonra İs­lam'ın elde edeceği kuvvet ve heybetin işaretlerini taşımıştır.

Bu ayet bölümü, zaman sürecine göre incelendiğinde, her devirde müslümana güç ve diniyle övünme şuuru veren sonsuz bir talimat içerdiği görülmektedir. [65]

 

4- Sana kendilerine neyin helal kılındığını soruyorlar. De ki: "Temiz şeyler size helal kılındı. Allah'ın size öğrettiğin­den öğreterek yetiştirdiğiniz avcı'[66] hayvanların'[67] sizin için tuttuklarını yeyin ve üzerine Allah'ın adını anın Al­lah'tan korkun. Şüphesiz Allah hesabı çabuk görendir.

 

"Sana Neyin Helal Kılındığını Sorarlar..." -

 

Bu ayette bir soru ve cevabının anlatımı yer almaktadır. Ayet bir takım insanların kendilerine neyin helal kılındığını Peygamber (s)'e sorduklarını anlatmıştır. Ve ardından Allah Teala'nın genel anlamda tüm temiz olanları onlara helal kıldığını, soranlara ve doğal olarak tüm müslümanlara tebliğ etmesini emretmiştir. Ve -üzerinde Allah'ın adı­nın anılması şartıyla- eğitilmiş avcı hayvanların yakaladıkları avı, Allah'ın onlara helal kıldığını, yine soranlara ve tüm müslümanlara iletmesini ayet emretmiştir. Ayette bun­larla beraber, Allah'tan sakınmanın gerekliliğine ve kulların amellerinin karşılığı olarak Allah'ın hesabının çok çabuk olacağına kesin bir şekilde inanmanın gerekliliğine dair bir uyan vardır ki bu, Allah'ın emirlerine muhalefet etmekten sakındıran ve korkutan bir ikazdır.

"Üzerine Allah'ın adını anınız" cümlesinin yorumu ile ilgili çeşitli görüşler sıralan­mıştır.[68] Denildi ki, bu cümle, "eğitilmiş avcı hayvanı avı yakalamak için saldığınızda, Allah'ın adını anınız ki, avı ölü olarak getirdiği takdirde onu yemek size caiz olsun" an­lamındadır. Ve denildi ki, cümle; "onu yiyeceğiniz zaman Allah'ın adını anınız" anla­mındadır. Bir diğer görüşe göre de cümlenin anlamı, "yakalandıktan sonra onu boğazla­yacağınız zaman Allah'ın adını anınız" şeklindedir. Bu görüşlerin en doğrusu birinci görüştür. Çünkü yırtıcı hayvanların ve yırtıcılardan olan avcı hayvanların dişlemesiyle ölen hayvanın hükmü daha önce geçmişti. Eğer dişlenmiş hayvan ölmemişse ve boğaz-lanmamışsa başka bir şarta gerek duyulmaksızın yenir. Burada yeni bir ruhsata gerek yoktur.

Müfessirler ayetin nüzul sebebi hakkında pek çok rivayet aktarmışlardır. Bunlardan biri şudur: Peygamber (s), köpeklerin öldürülmesini emretti. Bunun üzerine bazı müslü-manlar gelip, bu köpeklerin elde ettiklerinden helal herhangi bir şeyin olup olmadığını sordular. Yine bu rivayetlerden bir diğerine göre de: Kırsal yerlerde yaşayan müslüman-lardan bazıları, eğitilmiş av hayvanlarının yakaladıkları avın hükmünü Rasulullah'a sor­dular.

Ayet kendisinin bir soruya cevap olarak indiği hususunda gayet nettir. Bu rivayetler­den birinin veya her ikisinin doğru olma ihtimali vardır. Diğer bir ihtimale göre önceki ayette, evvela yasaklanan durumlarla ilgili, ikinci olarak yırtıcı hayvanların durumu ile ilgili çözüm yer almıştır. Bunun üzerine sorular sorulmuştur. Biz doğrudan ayetle bağlı olarak bu görüşü tercih ediyoruz. Çünkü bu ihtimal, ayetin muhtevası öncesiyle uygun­luk arzetmektedir. İhtimal ki, bu soru önceki ayetin inmesinden hemen sonra sorulmuş­tur. Bu ayetin hemen ondan sonra yerleştirilmesi de iniş sırasına ve konusuna göre ol­muştur. Değilse sadece konusundan dolayı bu yere konulmuştur.

Müfessirler, bu cümlenin açıklamasında pek çok Nebevi hadis aktarmışlardır ki, bunlar fakihlerin av konusu ve onun yenmesi ile alakalı koydukları kurallara ve hüküm­lere dayanak ve kaynaklık teşkil etmiştir. Bu hadislerin bir kısmını sahih beş hadis müs-nedinin sahipleri rivayet etmiştir. Bunlardan birisi beş müsned sahibinin Adiy b. Ha-tim'den rivayet ettikleri şu hadistir: "Dedim ki: 'Ya Rasulullah ben eğitilmiş köpekleri salıyorum benim için yakalıyorlar. Ve Allah'ın adını anıyorum'. Buyurdu ki: 'Eğitilmiş köpeğini salıp Allah'ın adını da anınca onun yakaladığını ye. Öldürülmüş olsalar da. Onlardan olmayan başka bir köpek yakalamaya katılmadıkça durum değişmez'. Bunun üzerine dedim ki: 'Ben mirad (ortası kalın enlemesine değen ok çeşidi) ile ava atış yapı­yorum ve isabet ettiriyorum'. Buyurdu ki: 'Miradı attığında eğer delerse onu ye. Eğer enine değerse yeme".[69] Ve Buhari ve Tirmizi'nin şu hadisi: "Eğer ava atış yapar onu bir iki gün sonra bulursan, eğer onun izinden başka bir iz yoksa onu ye. Eğer suya düş­müşse yeme.[70]Yine Buhari ve Ebu Davud da: "Kim ki, ava atar da iki-üç gün sonra onu ölmüş olarak bulur ve okunun izini bulursa inşallah yer.[71]

Müslim ve Ebu Davud'un rivayetine göre ise, üç günden sonra avım gören hakkında "Çürümedikçe onu ye"[72] ifadesi yer almaktadır. Ve Tirmizi Adiy'den rivayet etmiştir ki: "Adiy: Rasulullah'a kartalla yapılan avı sordum. 'Senin için yakaladığını ye de­di'".[73] Birinci hadise ek olarak İbn Kesir'de şöyle bir rivayet vardır: "Eğer öldürülürse bile, av köpeklerinden başka bir köpek onlara katılmadıkça ye. Muhakkak ki sen kendi köpeğinin üzerine besmele çektin diğerine çekmedin, ona yakalanmış olabilir". İkinci bir fazlalık da İbn Kesir'de vardır: Eğer mirad ile atış yaparsan ve sivri tarafıyla delerse onu ye. Eğer enine değip öldürürse o vakizdir -taş.sopa ile öldürülmüş- onu yeme. Üçüncü bir fazlalık da şudur: Köpeğini saldığın zaman Allah'ın adını an. Eğer sana ya­kalarsa ve canlı iken sen ona kavuşursan onu boğazla. Eğer ona yetiştiğinde öldürülmüş ise ve ondan yemediyse onu ye. Çünkü köpeğin yakalaması, onun boğazlanması demek­tir. Ve dördüncü bir fazlalık şudur: Eğer yemişse sen yeme, korkarım onu kendisi için yakalamış olsun. Yine bu konuyla ilgili hadislerden biri Selmam Farisi'den gelen şu ha­distir: Selman dedi ki: Rasulullah, adam köpeğini ava salınca hemen peşinden yetişti­ğinde köpek avdan yemişse arta kalanını yesin buyurdu". [74]

Ebi Salebe el Haşeni'nin şu hadisi de bunlardan biridir. "Salebe: Ey Allah'ın Rasulü benim eğitilmiş köpeklerim var, bunların avlayacağı hayvanlar hakkında bana fetva ver dedi. Rasulullah kesilmiş olsun olmasın farketmez, onların yakaladıklarını ye. Avcı hay­van yakaladığında yemiş olsa bile ye buyurdu. Salebe: Ya Rasulullah, yayım hakkında bana fetva ver dedi. Rasulullah buyurdu ki: Kesilsin, kesilmesin farketmez, yayının sana getirdiği hayvanı ye. Avın kaybolsa da kokuşmadıkça ye. avında okundan başka iz de bulunsa yine yiyebilirsin".[75] Bu hadislerden çıkarılacak hükümler açıktır, hiç bir açıkla­maya gerek duymazlar. Bu, Kur'an'in sustuğu ve sünnetin açıkladığı durumlardır. Bura­da görülüyor ki, avcı köpeği yemiş olsa bile avı yemeyi helal kılan hadisler vardır. Buna cevaz vermeyen hadisler de vardır. Doğal olarak fakihlerde bundan dolayı görüş ayrılı­ğına düşmüşlerdir. Kimisi caiz görmüş, kimisi yasaklamıştır. İbn Kesir, sahiplerini zik-retmeksizin Tevfık'te çeşitli görüşler aktarmıştır. Bu görüşlerden bir kısmına göre açlık halinde yemeye cevaz vardır. Kimisine göre de avcı köpeğin değil, avcı şahinin bir kıs­mını yediği avı yemek caizdir.

İşte durum budur. Her ne kadar "De ki: Size temiz olanlar helal kılındı" ifadesi bu­rada eti yenen hayvanlar ve eti yenen kuşlara yorulmuşsa da, bu cevap açık, güçlü, ge­nel ve bütün temiz şeyleri kapsamaktadır. Bu, tüm temiz şeyleri helal yapma amacında olan İslam şeriatına çeşitli Mekki ve Medeni ayetlerde yer alan Kur'ani talimatlara uy­gundur. Temiz şeyler ise açık olduğu üzere Allah'ın haramlığına dair nass indirmediği şeylerdir. Bu itibarla bunlar gerçekten geniş çerçevelidir. Çünkü şeriat koyucunun Kur'an ve sünnet ile haramhğını nass ile belirttiği şeyler gerçekten sınırlıdır. Böylece pek çok ayetin kapsadığı Kur'an ifadelerinden müslümanlar için Kur'anî yasamalar da kolaylıklar yer almaktadır. Tayyibat (temiz olan şeyler) kelimesinde müslümanın nefsi­nin eğitilmesine, arındırılmasına ve onun zevkine yönelik tasfır edilmiş yüce bir mânâ­ya dokunulmuştur. Yiyecek, içeceklerinde ve diğer işlerinde, çirkin görülen tüm şeyler­den müslümanın uzaklaştırılması anlamı da bu kelimede canlandınlmıştır. Kur'an'da bu husus farklı üsluplar ve çeşitli konular münasebetiyle ve Kur'an'ın yücelik ve parlaklı­ğıyla tekrarlanmıştır.

5- Bugün size temiz olan şeyler helal kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara helaldir.

İnanan kadınlardan hür ve iffetli olanlar ve sizden önce ki-tap verilenlerden hür ve iffetli kadınlar - İffetlerinizi muha­faza ederek, zina etmeksizin, gizli dostlar tutmaksızın, on­lara mehirlerini verdiğiniz taktirde- size helal kılınmışlar­dır. Kim imanı (dini) inkar edip tanımazsa onun ameli ke­sinlikle boşa çıkmıştır. Ve o ahirette kaybedenlerdendir. [76]

 

Temiz Olan Şeylerin Helal Kılınması Ve Ehli Kitab

 

Ayette müslümanlara yöneltilen teşri (yasama ile ilgili) bir açıklama vardır. Ve şun-1lan kapsamaktadır:

I- Genel mânâda temiz olan şeylerin helal kılınması ve onların mübahlığının pekişti­rilmesi.

II-  Ehli Kitab'in yemeklerinin müslümanlara helal ve mubah, müslümanlann ye­meklerinin de Ehli Kitab'a helal ve mubah kılınması.

III- İnananların şer'i sınırlar çerçevesinde Ehli Kitab'dan iffetli ve hür kadınlarla ev­lenmelerinin helal ve mubah kılınması. Bunun şartları ise, evlilik hususunda sağlam ve dürüst bir istek, mehir ve nikahın olması, zina, dost edinmek ve sadece şehvetini gider­mek gibi maksatların olmamasıdır.

IV- Ve Allah'ın sınırlarını gözetmenin ve onları aşmamanın gerekliliğine dair bir uyarı. Ve bu sınırlan aşmanın, iman ettikleri dinin inkarı demek olacağına dair bir açık­lama. Ve buna riayet edilmediği taktirde ahirette amellerin boşa çıkması ve hüsranın ka­çınılmaz olacağı.

Bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili bir rivayete rastlamadık. Bununla beraber Taberi'nin Katade'den yaptığı bir rivayete göre; Allah bu ayette Ehli Kitab'ın kadınlarını ve yeme­ğini helal kılınca müslümanlardan bazı insanlar, "Onlar dinimizden başka bir dinde iken nasıl onların kadınları ile evleniriz?" dediler. Bunun üzerine Aziz ve Celil olan Allah: "Kim ki imanı inkar edip tanımazsa onun ameli boşa çıkmıştır. Ve o ahirette kaybeden­lerdendir" ayetini indirdi.

Bu durum, ayetin iki defada indiğini gösterir. Bu cümlenin ayetin diğer parçasıyla uyum sağlamasına ve ona eklenmesine rağmen Taberi'nin, tabiinden olan alimlere isnad ettiği pek çok rivayete göre onlar: "Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size helaldir" cümlesinden Ehli Kitab'ın kestiklerini anlamışlar ve bu cümleyi böyle yorumlamışlar­dır. Ve kendisinden sonraki müfessirlerin büyük çoğunluğu da [77]bu hususta Taberi'yi izlemiştir. Bunun ışığında ayetin öncekilerle seyir ve konu bakımından bağlantılı olduğu hemen görülmektedir. Ve ayetin kapsamı bu ve önceki ayetlerin peşpeşe gelen bir dizi olduğunu ilham etmektedir. İnananlardan iffetli ve hür kadınlarla ve Ehli Kitab'dan olan iffetli ve hür kadınlarla evliliğin mubah kılınması da peşpeşe kesintisiz bir şekilde gel­miştir. Eğer bu ayet kendisinden öncekilerle beraber inmemişse bile kesinlikle hemen ardından inmiştir. Ve onlardan sonraya yerleştirilmiştir. Yahut konusu sebebiyle onlar­dan sonraya konmuştur.

Bunun yanında gerçekten kuvvetli ihtimallerden birisi de Peygamber (s)'den Ehli Kitab'ın kestikleri ve onların kadınları hakkında fetva istemeleri veya bununla alakalı bir takım olayların meydana gelmiş olması üzerine, ilahi hikmet ayeti indirmeyi getir­miştir. Belki de önceki ayetlerde eti yenen hayvanlann yenmesini haram kılan hallerin açıklanmasının ardından inmiştir. Daha önce ifade ettiğimiz üzere bu ayetlerin Hudeybi-ye barışından kısa bir süre sonra indiği görüşüne dayanarak, Fetih sûresinin tefsirinin akışı içerisinde açıkladığımız gibi Hudeybiye barışından sonra meydana gelen Hayber vakıasından dolayı inmiş olması aynı şekilde akla geliyor. Rivayet olundu ki bir kadın Peygamber (s)'e pişmiş bir koyun ikram etmişti. Ayrıca Peygamber (s) esirler arasında bulunan yahudilerin lideri Hayy b. Ahtap'ın kızı Safiyye ile evlenmiştir.[78] Belki de bazı müslümanlar durumla ilgili sorular sordular, bunun üzerine ayet Peygamber (s)'in yaptı­ğı işi desteklemek için indi. Bu, tekrarlanan ve daha önce çeşitli" örnekleri geçmiş olan bir durumdur. "Ve kim imanı inkar edip tanımazsa onun ameli boşa çıkmıştır. Ve o ahi-rette kaybedenlerdendir" cümlesine gelince, Peygamber'in yüce Allah'ın ilhamı ile, yü­ce bir hikmetten dolayı yaptığı herhangi bir şey olduğuna dair bir ilanı kapsamaktadır. Ve Peygamber'in yaptığı tüm şeylere inanmanın müslümanlara bir görev olduğuna dair bir uyarıyı kapsamıştır. Çünkü O Allah'ın elçisidir. Kim bunda tereddüt geçirir veya şüphe ederse amelleri boşa çıkar ve ahirette kaybedenlerden olur. Allah en iyi bilendir.

Bu ayetin kendisiyle başladığı "bugün" kelimesi ve sonra ardından gelen "temiz olan şeyler size helal kılındı" cümlesi dikkatleri üzerine çekmektedir. Ve bir de benzer şeyler içeren bu ayetten önceki ayet göze çarpmaktadır. Bu ve diğeri bizim kuvvetli gördüğümüz ve ayetin lafız, seyir ve konusu itibariyle önceki ayetlerle bağlantısını gös­teren işaretlerdir. Aynı zamanda bu emareler, üçüncü ayetteki "bugün" kelimesinin, Ve­da haccındaki arefe günü ile yorumlanıp, ayetin iniş günü gibi bir mânâ verilmesinin za­yıf bir ihtimal olduğunu da göstermektedir.

Bu yasamadaki hikmet açık önemli ve uzun menzillidir. Kur'an sürekli olarak müs-lümanlarla, Ehli Kitab'ın arasını birleştiren ve onları tek bir cephe konumuna getiren hedef ve kaynak birliğini sağlamlaştırmakta ve onların kitaplarına ve peygamberlerine saygı göstermelerini müslümanlara farz kılmıştır.

Bu yasama, gücünü bu birlikten alarak gelmiştir. Bu birlik doğrudan veya dolaylı olarak herhâlükârda Ehli Kitab'ın Allah'a inananlar olduğunun kesinleştirilmesi ve ni­kahları, kestikleri hayvanlar ve yemekleri hususunda müşrikler ve putperestlerle aynı tutulmadıklarını anlatıyor. Müfessirler teşriin sebebi olarak bunu, Ehli Kitab'la mü'minler arasında kabalığı gideren, kaynaşmayı, ticari ilişkileri ve fiili yakınlaşmayı pekiştiren yeni ve kuvvetli bir adım olarak kabul etmişlerdir.

Ayetin seyri, onun Hudeybiye olayından sonra indiğini ilham ediyor. Belkide Hu-deybiye vakıasından sonra meydana gelen Hayber olayından sonra inmiştir. Bir başka ifade ile şehirde ve kasabalarda yahudilerin güçlerinin kırılıp hizaya getirilmelerinden sonra inmiştir. Bu durum yukarıda sıralanan hikmetlere ek olarak şunu da hemen gös­termektedir ki; müslümanlar artık emin bir konuma gelmişler ve özellikle çevrelerinde Ehli Kitab'ın en büyük kitlesi olarak yer alan yahudilerden yana artık güvende olmuş­lardır. Ve artık müslümanlarla onların çekişmesini, kapışmasını gerektirecek hiç bir se­bep kalmamıştır. İşte tüm bunlar tenzilin hikmet ve sebeplerindendir. Biz öncelikle ve sadece yahudileri söz konusu ettik. Çünkü Peygamber (s)'in çevresinde, önceleri yahu­dilerin fırsat bulup çevirdikleri entrikalar gibi müslümanlara eziyet verecek düşmanca dümenler çevirmeye gücü yetecek büyük bir hrıstiyan kitle yoktu. Ve yine bu çevredeki hrıstiyanlar büyük ölçüde, kibar iyi niyetli, husumet ve düşmanlıktan uzaktılar. İkinci olarak ta onların büyük çoğunluğu İslam'a girmişti. Çünkü hrıstiyanlar genellikle daha kibar, daha temiz kalpli ve daha güzel ahlaklı idiler. Aşağıda zikrettiğimiz ayet, Pey-

gamber (s)'e , Onun risaletine ve müslümanlara uyum sağlamaları bakımından bu iki grup arsındaki farkı açıkça sergiliyor, "inananlara en şiddetli düşman olarak, insanlar­dan yahudileri ve müşrikleri en yakın olarak da 'biz hrıstiyanlarız' diyenleri bulursun. Bu onlardan papaz ve rahiplerin olmasından ve onların büyüklük taslamamalarından-dır." (Maide, 82)

Bu ayetin ifade tarzının yasama ile ilgili olduğu açıktır. Anlatımın da dikkatimizi çe­ken husus, kalıcılık ve sınırsızlık ifade eden, müslümanlann tüm şartlan ve imkanları için geçerli olan çıkarılmış açık hükümlerdir. Bu konuda ayette yer alan şey, müslüman-larla sevgi ve anlayış bakımından uyum içinde olan hnstiyanlar arasında samimiyet kur­ma, yakınlaşma ve hoşgörü hususunda isabetli olan Kur'anî bir yönlendirmedir. Onlar­dan hiç birisi genel ve özel hayatın gösterge ve şartlan içerisinde, sonuçlanndan korku­lacak herhangi bir düşmanlık yapacak, tuzak kuracak müslümanlann aleyhine kötü niyet besleyecek konumda değildi.

Bazı entrikacılar Kur'an da müslüman hanımlann Ehli Kitab olan erkekle evlenme­lerini yasaklayan bir nass'ın olmadığını söylüyorlar. Öncelikle bu görüş şöyle reddedil­miştir. Ayet sadece müslüman erkeklerin, Ehli Kitab olan kadınlarla evlenmelerini mu­bah kılmıştır. Dolayısıyla müslüman hanımların Ehli Kitab ile evlenmeyecekleri bunun içinde gizlidir. İkinci olarak; Peygamber (s)'in yanında beraberce bütün müslümanlann hiç bir ihtilaf olmaksızın bunun üzerinde ittifak etmeleriyle reddedilmiştir. Kitap ehlin­den hür ve iffetli kadınlar, müslümanlara helaldir. Müslümanlardan olan hür ve iffetli kadınlar Ehli Kitab'ın erkeklerine helal değildir. Bunun sebebi açıktır. Erkek kadın üze­rine yöneticidir, ailenin terbiye edicisidir ve nesep sadece ona isnad edilir. Bu endişe İs-lami şeriatın bakış açısından oluşmuş veya sanki bu dini prensibin etkisiyle çıkanlmış-tır. Ehli Kitab'tan olan kadının bir takım meziyetlerinden istifade etmek ve onun İs­lam'a girmesini sağlama ihtimali de çok kuvvetlidir. Aksi durum için bu böyle değildir. Buna başka bir yaklaşım da ilave edilebilir. Bu da şudur: Muhakkak ki müslümanlar, İsa (a) ve diğer peygamberlere ve kitaplarına saygı duyarlar. Ehl-i Kitab olan kadının düşü­neceği bir sıkıntısı yoktur. Çünkü O, müslüman erkeğin onun kutsal saydığı değerlerine olan saygısından emindir. Öte yandan kitap ehli erkek, müslüman kadının peygamberi­ne ve kitabına saygı göstermemektedir. Bu da kadına onunla evlenme hususunda bir güçlük çıkartmaktadır. Çünkü o erkekle beraber kutsal saydığı değerler hususunda da emin ve huzurlu değildir.

Bu ayetin kapsadığı hükümler hakkında müfessirler, çoğunu İbn Abbas'a ve tabiin âlimlerine isnat ettikleri pek çok görüş[79] aktarmışlardır.

İlk olarak yemeklerin helal kılınması hususunda: Geçmiş te'vil ehlinin "Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size helaldir" cümlesinden, anladıkları mânâ; onlann kestikle­ri hayvanlardır. Onların bu görüşlerinden söylediğimiz şeylere rağmen, İbn Abbas, Ebu Derda, Şa'bi ve Ata'dan rivayet ettiklerine göre bu cümle genel ve kapsamlıdır. Çünkü hiçbir şeyi hariç tutmadan Ehli Kitab'ın yemeğini müslümanlara helal kılmaktadır. Hristiyanlann kiliselere adak olarak kestiklerine varıncaya kadar ve hatta üzerine Me­sih'in adının anıldığı şeylere kadar. Beğavi'nin İbn Ömer'den yaptığı bir rivayete göre İbn Ömer, üzerine Mesih'in adının anıldığı şeyi haram kabul etmiştir. Sonra Beğavi: "Fakat ilim ehlinin çoğu, bunun helal olduğu görüşündedir demiş ve Şa'bi'ye bunun so­rulduğunu, Şa'bi'nin: O helaldir. Allah, onların ne söylediklerini bildiği halde onların yemeklerini helal kıldı, dediğini de aktarmıştır. Bu müfessirin bizzat kendisi (Beğavi); yahudi veya hristiyan biri, hayvan kesince eğer Allah'tan başkasının adını anarken du­yarsan onu yeme. Eğer sen görmeden kesilmişse Allah sana helal kılmıştır görüşünü Hasan'dan rivayet etmektedir.

Geçmiş müfessirlerin rivayetleri arasında, nass ile müslümanlara haram kılınan ve yahudi şeriatında yasaklanmasına rağmen hristiyanlann kendilerine helal saydıkları do­muz etiyle ilgili Allah Rasulü'nün ashabından hiçbir şey gelmemiştir. Kasimi, İmam İb-nü'l Arabi'nin bu konuda onların şeriatında helal olan bize de helaldir dediğini aktar­mıştır. Ve buna örnek olarak da tavuğu misal vermiştir. Onlar tavuğun boynunu çekip kopardıklarında helaldir demiştir.

Aynı şekilde bu rivayetlerde Ehl-i Kitab'ın, içinde şarap bulunan yemekleri hakkın­da da hiçbir şey gelmemiştir.

Reşid Rıza'nın İbn Abbas'tan aktardığı bir görüşe göre İbn Abbas, "Onlardan kor­kulan husus, yemekte pisliği kullanmalarıdır. Sakınmak gerekir" demiştir.

Reşid Rıza Ehli Kitab'ın yemeğinin helal kılınması konusunda uzun bir açıklama yaparak, fıkhi mezheplerin bu konudaki görüşleri üzerinde durmuştur. Peşinden kendisi küçük bir açıklamada bulunarak şöyle demiştir:

"Meşhur dört mezhebin kitaplarından, gerek o dönemde yaşamış gerekse daha önce yaşamış olan, onların dışındaki selef imamlarının sözlerinden aktardıklarımız incelendi­ğinde, dinimizde bizzat haram kılınan şeyler neler ise Ehli Kitab'ın yemeklerinden de onların bize haram kılınmış olduğu görülür. Bu asli haramlar da leş, domuz eti ve akıtıl­mış kandır. Bunun dışındakiler ihtilaflıdır. Kimileri diğer şeyleri İslam şeriatında helal kılınması şartına bağlar. Öte yandan ayetin mutlak olarak gelişinden yola çıkarak onun helal olduğunu söyleyenler ve onun helal oluşunu, Ehli Kitab'ın şeriatında helal olması şartına bağlayanlar olmuştur.

Bize görünen şu ki, bizzat dinimizde haram kılınan domuz eti, leş, akıtılmış kan ve üzerinde Allah'tan başkasının adının anıldığı kesin olarak bilinen şeyleri -Mesih'in adı hariç; çünkü onların yorumunda Mesih Allah'ın kendisidir- katmadığımız takdirde, son görüş en doğru görüştür. Allah en iyi bilendir.

Rıza şöyle demiştir: "Hakkında detaylı bilgi gelen ve hakkında görüş farklılıkları bulanan kitap ehlinin kestiklerinin dışındaki şeyler aleyhte nass yoksa "Aslolan helal ol­masıdır" prensibine göre helaldir- müşriklerden de gelse yasaklanmamıştır." Boğazla-nanlar kategorisinden olmayan şarabı hariç tutarsak bu görüş doğrudur. Şarabın kendisi müslümanlara haram kılınmıştır. Allah en iyi bilendir.

Reşid Rıza ayetin tefsirinin akışı içerisinde konuyu sürdürerek Ehli Kitab'ın dışında kalan müşriklerin ve putperestlerin yemekleri meselesine gelmiştir. Ve şunları söylemiş­tir: "Muhakkak ki Kur'an onların yemeklerini bir nass ile yasaklamamıştır. Kaçınılmaz olarak başkalarının yemeğinin haram olduğunu da ifade etmez. Burada durum bütünüy­le şudur: Kur'an leş, domuz eti ve akıtılmış kanın haram kılınması gibi kesinlikle Al­lah'tan başkasının adına kesilenleri de kesinlikle yemeyi haram kılmıştır. Dolayısıyla bu yasaklama, Ehli Kitab'tan olmayanların yemekleri hususunda Kur'anî bir kayıt ve ifade olmaktadır." Bu doğru bir görüştür. Anlamı da şudur: Eğer müşrikler, etsiz bir yemeği, ekmekten, hurmadan, hububattan, meyvelerden, baldan, yağdan yumurtadan ve sebze­lerden herhangi bir yiyeceği müslümanlara takdim ederlerse onu yemek müslümanlara caizdir.

Gördüğümüz kadarıyla Kur'an nassları ve sahih sünnette gayri müslimlerin, yemek­lerinden müslümanlara yedirmelerini yasaklayan hiçbir şey yoktur.

Yine bildiğim kadarıyla, alim ve müfessirlerden hiçbirisi bu ayette geçen hükmün, müslümanların yemeğinden Kitap Ehli'nin dışındaki gayri müslimlere yedirilmesi ha­ram dememiştir. Bundan dolayı buradaki nass bir yaklaşımı ifade etmekle alakalıdır. Açıkça görüldüğü gibi Kitap Ehli'nin yemeklerinin müslümanlara serbest olduğunu ifa­de etmesinin yanında bu nass ile sosyal danışma, rahatlık ve karşılıklı uyum sağlanmak istenmiştir. Geriye müslümanların yedirilmesi kaldı ki, o da aynı şekilde "Aslolan mu­bah olmasıdır" prensibine göre mubahtır. Bu prensipteki genel mübahlık, hakkında ha­ram olduğuna dair bir özel hüküm veya herhangi bir kayıt olmadıkça geçerlidir.

İşte durum budur. Sözün kısası, denilebilir ki, Maide sûresi 3. ayetin ve diğer pek çok Mekki ve Medeni ayetin; yani Bakara 112-113, En'am 145 ve Nahl 114-115. ayet­lerinin kapsadığı ve zaruret sahibinin ve kendisine haram kılınan şeyin yenebilmesi için verilen ruhsatın; kitap ehlinin sunduğu veya yaptığı ve bu haramların özelliklerini taşı­yan yemeklerine yorumlanması, ayetlerdeki şartlara uygun düşmektedir. Bu yeme duru­munun sadece tehlike ve zararı savmak için olması, günah ve isyan kastının olmaması gerekir. Allah en iyi bilendir.

İkinci olarak kitap ehli kadınlarla evlenmenin helal olması ile ilgili rivayetler:

Rasulullah'ın ashabından olan te'vil ehline isnat edilen görüşler pek çoktur ve aynı şekilde aralarında ihtilaf vardır.

Taberi bu görüş farklılıklarından öyle isabetli bir cümle aktarmıştır ki adeta herşeyi tamamen yansıtmıştır. Bu cümle şudur: Burada öncelikle "muhsan olan kadınlar" kelimeşinin kastettiği mânâ hakkında görüş ayrılığı vardır. Şöyle ki, alimlerin bir kısmı, on­lar hür olan kadınlardır demiştir. Bazıları da iffetlilerle iffetsizleri ayırmayıp, sadece ca­riyeleri hariç tutuyorlar. İkinci görüşün sahipleri de hür ve cariye ayrımı yapmayıp, on­lar da sadece iffetsizleri hariç tutyorlar.

fi- Bu kelime her iki mânâyı da taşımaktadır. Nisa sûresi 25. ayetin bu iki mânâya gel­diği gibi: "Sizden inanmış özgür kadınları nikahlamaya güç yetiremeyenler sağ ellerini­zin malik olduğu inanmış cariyelerinizden (alsın). Allah imanınızı en iyi bilendir. Siz birbirinizdensiniz (insanlık bakımından birbirinizden farkınız yoktur). Öyleyse onları if­fetliler, fuhuşta bulunmayanlar ve dost edinmemişler olarak sahiplerinin izni ile nikah­layın. Onlara ücretlerini (mehirlerini) güzelce verin. Evlendikten sonra fuhuş yapacak olurlarsa onlara, hür kadınlara uygulanan cezanın yansı vardır. Bu, sizden sıkıntı (gü­nah ve zinaya saplanmak) dan korkanlar içindir. Sabretmeniz sizin için daha hayırlıdır.

%Allah çok bağışlayan çok merhamet edendir." Bu ayette ilk geçen "el-Muhsenat" keli­mesi "hürler" (hür kadınlar), ikinci geçen "el-Muhsenat" kelimesi "iffetliler" anlamın­dadır.

Bu kelimenin bir diğer mânâsı daha vardır. O da: "Evli olan kadınlar" demektir. Ke­lime Nisa sûresi 24. ayetinde bu anlamda gelmiştir. Bu ayette (ve'1-muhsenatu minen-Nisai: Ve evli olan kadınlar da) muhsenat kelimesi bu farklı mânâda gelmiştir. Çünkü kelime bu ayette evli kadınlarla evlenmeyi yasaklama tarzında gelmiştir. Bu ise muh­kem bir hükümdür. Eğer ikinci görüş doğru ise bu ayet (yukarıda anlamı verilen 25. ayet) az önce sözkonusu edilen Nisa 24. ayetin hükmüne yeni bir boyut kazandırmıştır. Çünkü bu ayet (25. ayet) cariyelerle evlenme cevazını "inanmış olmaları" şartıyla sınır­landırmıştır.

Taberi'nin buraya kadar ki görüşleri te'vil ehli'ne isnat ettiği ve kitap ehli kadınlarla evliliğin mubah olmasını sadece zimmiye (İslam devletinin hakimiyeti altındaki gayri müslime) ile sınırlandırılan görüşlerdir. Bu hususu zimmiyeyi ve harbiyeyi[80] içine ala­cak şekilde genelleştiren rivayetler ve görüşler de vardır.

Taberi görüşlerini aktardıktan sonra diyor ki, doğruya en yakın olan görüş "el-Muh­senat" kelimesinin "hür kadınlar" anlamında olmasıdır; iffetli mi olmuşlar yahut ahlaksız mı olmuşlar farketmez. Allah Teala inanan kadınların hür olanlarını bize helal kıl­mıştır. İğrenç bir eylemde bulunsalar dahi. O halde Ehli Kitab'ın da hür olanlarını bir fuhşiyatta bulunsalar dahi bize helal kılmış oluyor. Zımmi kadınları da helal kılmıştır ki onlar gerçek isyankar olanlardır.

Ve Taberi müslüman kadınlarından bir iğrenç eylemde bulunanlar hakkında iki hadi­si, Ehli Kitap'tan ve müslümanlardan iffetsiz kadınlarla evlenmek farketmez, iffetsizlik­leri ortaya çıksa da caizdir şeklindeki görüşünü delillendirmek üzere aktarmaktadır. Bu hadislerden birinde şöyle bir riyavet gelmiştir: Hz. Ömer: "İslam'da iken fuhuş yapan hiçbir kimsenin namuslu bir hanımla evlenmesine müsade etmemeyi tasarladım dedi. Bunun üzerine Ubeyy b. Ka'b, O'na: Ey mü'minlerin emin şirk bundan daha büyük bir günahtır. Tevbe edince kabul edilir demiştir. Bu hadisin kazandırdığı anlama göre Tabe­ri, benimsediği görüşüne bir sınırlama getirmektedir. O da iffetsizin günahından tevbe etmiş olmasıdır. Taberi bu konuda başka bir hadis daha rivayet etmektedir: "Bir adam Ömer'e geldi ve benim bir kızım var Allah'ın koyduğu yasalardan birini çiğnedi -yani zina etti- ve büyük bir bıçak boğazına dayayarak kendisini kesmek istedi. Ben O'na, ye­tiştim ve O'nu iyileşinceye kadar tedavi ettim. O, güzel bir tevbe ile tevbe etti. O'nu is­teyenler var. O'nun daha önce yaptığını söyleyeyim mi? dedi. Ömer: O'nun durumunu söyleyerek Allah'ın gizlediğini açığa çıkarmak mı istiyorsun. Allah'a yemin ederim ki, onun durumunu insanlardan herhangi bir kimseye söylersen seni şehirlerin ahalisine ib­ret için cezalandırırım. Tam aksine onu namuslu bir müslüman kadın gibi evlendir de­miştir".

Bu rivayetlerde gelenler daha önce yaptıkları ne olursa olsun tevbe eden kadınlarla evlenebileceğine bir destektir. Ve aynı zamanda parlak ve isabetli birer talimattır.

Buradaki durumun müslüman bir erkeği veya müslüman bir kadını ilgilendirmesi, bu konunun dışında değildir. Dediğimiz gibi Taberi tevbe edince iffetsiz Ehli Kitap ka­dınlarıyla evliliğin caiz olduğu görüşüne destek olsun diye sadece bu iki rivayeti delil getirmiştir.

Reşid Rıza, İbadiye mezhebinin Nur Sûresi'nin 3. ayeti olan: "Zina eden erkek, zina eden ya da müşrik olan bir kadından başkasını nikahlayamaz; zina eden kadını da zina eden ya da müşrik olan bir erkekten başkası nikahlayamaz. Bu mü'minlere haram kılınmıştır" ayetine tutunarak zina eden kadınla evlenme konusunda çok şid­detli davrandığını söylemiştir. Nur sûresi tefsirinin akışı içerisinde bu ayeti yorumla­dık, alimlerin bu ayetle ilgili farklı görüşlerini anlattık ve en isabetli görüşün tevbe-den sonra bu evliliğin caiz olmasıdır dedik. Reşid Rıza İbadiye'nin sözkonusu edilen reddi gibi bir rivayeti de Ubeyy b. Ka'b'dan aktararak eklemiş ve şöyle demiştir: Muhakkak ki müslümanlar -ki ibadiye de müslümanlardandır- günahı en büyük oldu­ğu halde müşriğin tevbesinin kabul edileceği hususunda görüş birliği üzeredirler.

Taberi, te'vil ehli'nden aktarılanlar arasında onlardan bir kısmının; "bu ayet indiğin­de Ehli Kitab olanları kastediyor, ayetten sonra yahudilerin dinine girenleri kastetmi­yor" dediğini, onlardan bazılarının ise, kitap ehli kadınların şeriatlarına yapışmaları ve ondan sapmamaları halinde, onlarla evliliğin caiz olduğunu ve onlardan bazılarının da ayetin hiçbir ayrım yapmaksızın, Yahudilik ve Hristiyanlık dinine boyun eğmiş olan herkes için genelleştirdiklerine dair rivayetler vardır.

Yine Taberi'nin aktardığına göre, ikinci görüşün sahipleri: Ali b. Ebi Talib'in Beni Tağlib kabilesinin kestiklerini yemeyi ve onların kadınlarıyla evlenmeyi, onlar Mesih'in şeriatına bağlı olmadıkları için yasakladığını rivayet etmişlerdir.

Buna karşılık olarak Taberi, İbn Abbas'tan, Hasan'dan, Ikrime'den, Said b. el-Mü-seyyeb'den, Hakem'den, Hammad'dan ve Katade'den aktardığı rivayetlerde onların bu ayetin mutlak oluşuyla amel ederek, Beni Tağlib'in kestiklerinin yenmesinde ve onların kadınlarıyla evlenmek de bir sakınca görmediklerini vurgulamıştır.

Müfessirler, Taberi'nin aktardıklarının çoğunu önemli bir ek yapmadan rivayet et­mişlerdir. Biz de sadece ona isnat etmekle yetindik. Bize göre onun "muhsenat" kelime­sinin "hürler"i ifade ettiğine dair tercihi en doğru görüştür. Çünkü ayet Ehli Kitap ka­dınlarıyla evliliğin bir mehir ve akitle olmasını kapsamaktadır. Bu da cariyelerden çok hür kadınlar için gerçekleşen bir şeydir. Cariyelerle evlilik şartı olarak, Nisa Sûresi »25. ayetinde gelen "el-Mü'minat: İnananlar" kaydı, muhkem olarak devam ediyor ve aynı şekilde Taberi'nin Ehli Kitap kadınlarında bir iğrenç eylemde bulunup tevbe edenlerle evlenmeye cevaz veren görüşünün doğruluğunu da görmekteyiz. Çünkü ayet mutlaktır (sınırlandınlmamıştır).

Taberi, bu emrin genel olarak tüm yahudi ve hristiyanları mı, yoksa ayetin inmesin­den önce bu dinlere mensup olanları mı kapsadığı konusunda görüşünü açıklamamıştır. Bize birinci görüşün en doğru görüş olduğu kanaatindeyiz. Çünkü bu durum bu ayetin apaçık görünen şeklidir. Onun sınırlandırılması ancak nebevi bir hadis ile mümkündür. Ve biz bu konuda herhangi bir nebevi hadise de rastlamadık. Allah en iyi bilendir.

Bakara 221; ayet müşrik olan kadınlarla evlenmeyi yasaklamıştır: "İman etmedikçe müşrik kadınları nikahlamayınız." Mümtehine sûresi 10. ayetinin kafir olan eşleri tut­mayı yasakladığı gibi: "Kafir olan kadınların nikah bağlarını tutmayınız." Ehli Kitap olanlar da kafir sayılırlar. Çünkü onlar Peygamber (s)'in risaletini inkar ediyorlardı. Di­ğer bir bakış açısıyla da müşrik sayılırlar. Çünkü yahudiler: "Üzeyr Allah'ın oğludur" derler. Hrıstiyanlar ise: "Mesih Allah'ın oğludur" ve "Allah üçün üçüncüsüdür" derler. Bu sebeple bu ayet Bakara süresindeki ayete bir sınırlama oluyor. Onu kitap ehli dışın­dakiler için sınırlıyor. Burada (Maide'de) Mümtehine ayetinin mânâsını Ehli Kitab'ın dışına çevirme açıklamasının olduğu gibi.Nisa sûresi 24. ayet, iffetli olma ve aile kurmanın hedeflenmesi hususlarına dikkat

çekmiştir. Şehvetini gidermek, zina etmek kastının olmaması ve bunlardan sakınılması-nın vacip olduğu konusunda da uyarmıştır: "Bunlardan ötesini iffetli yaşamak, zina et­memek şartıyla mallarınızla (mehir vererek) istemeniz size helal kılındı..." Üzerinde durduğumuz bu ayette de bu ifadelerin tekrarlanması bu hususun Ehli Kitab olan kadın­larla evlilikte vazgeçilmez bir şart olduğuna dair bir pekiştirme ifadesidir. Bununla Kur'anî tenzilin (Vahyin) bu büyük sosyal hedefe ve her durumda bunun göz önünde bulundurulmasının gerekliliğine ne kadar önem verdiğini gösteriyor. Bu hedefin ihlal edilmesi Ehli Kitab kadınlarıyla evlilik yapılırken daha çok beklenen bir durumdur. Bu­rada hükmün pekiştirilmesinin hikmetlerinden birisi de budur. Görüldüğü gibi bu ayet­teki "dostlar tutmaksızın" cümlesinin eklenmesi de bir hikmettendir.

Konunun seyri Ehli Kitab kadınlarıyla alakalı bir diğer duruma değinmemizi gerekli kılıyor. O da Ehli Kitab olan cariyelerle müslüman sahibinin yatmak istemesi durumu­dur. "Muhsanat" kelimesinin "iffetliler" anlamında olduğu ihtimaline göre; buna cariye­ler de bu gruba giriyor. Bu da ancak Ehli Kitab olan cariyeyerle evlenmenin caiz olduğu anlamını veriyor. Çünkü bu ayette mehirden bahsedilmesi ancak bunu ifade etmektedir. Sözkonusu durum ile ilgili, Nisa Sûresi 3.ve 24. ayetleri, Mü'minun sûresi 6. ayet, Ah-zab sûresi 50 ve 52. ayetleri ve Mearic sûresi 30. ayeti hiç bir kayıtla sınırlamadan müs-lümanların ellerinin altında bulunan cariyeleri ile yatmalarını mubah kılmaktadır. Çünkü bununla ve Ehli Kitab olan kadınlarla evlenmenin caiz olmasıyla birlikte yakınlaşma mümkün olur. Ehli Kitab'tan olan cariyelerle müslüman olan sahibinin yatmasının caiz olmasına göre de yine bu sosyal yakınlaşma gerçekleşir.

Durum şu ki burada hiçbir sınırlama olmadan genel olarak gayri müslim cariyelerle yatmanın serbest olduğuna dair nebevi hadisler vardır ki biz bunları Nisa sûresi 24. aye­tin tefsirinin akışı içerisinde aktardık. Bu hadislerden bir tanesi Ebu Davud, Müslim ve Tirmizi'nin Ebi Said'den rivayet ettikleri şu hadistir: Peygamber (s) Evtas'a bir ordu gönderdi. Onlara galip geldiler. Peygamber'in arkadaşlanndan kimisi bunların kadınla­rından, müşrik kocaları baygınlık geçirdiği için sakındılar. Bunun üzerine "Sağ ellerini­zin malik olduğu (cariyeler) dışında kadınlardan evli özgür olanlarla da (evlenmeniz ha­ramdır)" ayeti indi. Yani cariyeler iddetleri sona erince sizin için helaldir.[81] Ve Ebu Da­vud ve Tirmizi'nin Ruveyfi b. Sabit el Ensari'den rivayet ettikleri şu hadiste de Ruveyfı şöyle demiştir: Peygamber (s), Allah'a ve ahiret gününe inanmış hiçbir kimse için suyu­nu, kendisinden başkasının tarlasına akıtması helal değildir, Allah'a ve ahiret gününe i-man eden hiç bir kimse için bir haz ile, temiz olduğundan emin olmadıkça esirlerden bir kadınla cinsel ilişki de bulunmak helal değildir.[82]

Bazı müfessirler konuyu uzatarak bu seyir içerisinde mecusiler ve sabiilerden de bahsetmişlerdir. Zemahşeri bu konu da şöyle demiştir: Mecusiler hakkındaki sünnet, onlardan cizye alınması, kestiklerinin yenmesi ve kadınlarının nikahlanmamasıdır. Ancak Zemahşeri burada hiç bir senet zikretmemiştir.

İbn Müseyyeb'den aktarılan bir rivayete göre o, şöyle demiştir: "Eğer müslüman hasta olduğu zaman Mecusiye Allah'ın adını anıp kesmesini emretse, o da bunu yapsa sakıncası yoktur".

İbn Kesir Şafii ve Hanbeli'nin arkadaşı olan Ebu Sevr adındaki bir fakihin görüşüne işaret ederek benzeri bir söz söylemiştir. Buna göre Ebu Sevr; Peygamber (s)'den riva­yet edilen ve Rasulullah'ın, onlardan cizye aldığını ve O'nun: "Onlara Ehli Kitab'ın ku­ralını uygulayınız" dediğini, ve raşit halifelerin de bu yolu takip ettiklerini ifade eden hadisten dolayı, mecusilerin kestiklerini yemeyi ve onların kadınlarıyla evlenmeyi helal görmüştür.[83]Sabiiler[84] gelince bunlarla ilgili Zemahşeri şöyle demiştir. Ebu Hanife'ye göre bunlann hükmü Ehli Kitab'ın hükmüdür. Onun iki arkadaşı (İmam Muhammed ve Ebu Yusuf) ise dediler ki: "Onlar iki sınıftır. Bir kısmı Zebur okurlar ve meleklere kul­luk ederler, bir kısmı ise Zebur okumazlar ve yıldızlara taparlar. İşte bu grup Ehli Ki-tab'tan değillerdir".

Elimizdeki diğer eski tefsir kitaplarında sabiiler ve mecusilerle ilgili hiç bir şey gör­medik. Bu kitapların sözleri sadece ayette zikredilen Ehli Kitab, yani yahudiler ve hns-tiyanlar çevresinde döner. İbn Kesir ve Zemahşeri'nin sözlerinden de anlaşılan yine bu­dur.

Reşid Rıza, bu ayetin tefsirini yaparken bu problemle ilgili detaylı bir bölüm açmış ve Java'dan kendisine yöneltilen ve bu ülkedeki putperestlerin problemiyle ile alakalı bir soruya verdiği cevabı burada yayınlamıştır. Sözlerinden anlaşılanlar özetle şunlardır. Kur'an-ı Kerim Hac sûresinin şu ayetinde mecusi ve sabiileri iki ayrı müstakil inanç gi­bi zikretmiştir. "Gerçekten inananlar, yahudiler, hrıstiyanlar, mecusiler ve müşrikler... Allah kıyamet günü bunlar arasında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah herşeyin üzerine şahid olandır." (Hac, 17) Bu ayetler Mecusi ve Sabiilerin müşriklerden olmadıkları, bunların uzun zaman geçmesi sonucu asılları kaybolmuş, ilahi olduğuna inandıkları ki­tapları olan iki ayrı grup oldukları çıkartılmaktadır. Yüce Allah'ın Gafir sûresinin şu ayetinde işaret ettiği gibi kıssalarını bize anlatmadığı Rasuller göndermiş olması da uzak değildir: "And olsun ki biz senden önce de elçiler gönderdik. Onlardan kimini sana anlattık kimini de anlatmadık.." (Gafir: Mü'min, 78) Saf tevhidden sapanların bu duru­mu nasıl ki bunları İslam dairesinden çıkarmıyorsa bunların da putprestlik yönüne sap­mış olmaları onları Ehli Kitab olmaktan çıkarmaz. Burada Neylü'l-Evtar" müellifi, Ömer bin el-Hattap'ın "Onlara Ehli Kitab'a uygulanan prensipleri uygulayınız" sözün­den bunların Ehli Kitab olmadıklarını çıkaran kimselere cevabı vardır. "Der ki: Şafii, Abdurrezzak ve başkaları hasen bir isnad ile Ali b. Ebi Talip'ten onların Ehli Kitab ol­duklarını rivayet etmişlerdir. Ve İmam Ebu Yusuf'un aktardığı kıssayı aktarır ki biz az önce görüş farklılıkları olan bu kıssayı aktarmıştık.

Neylü'l-Evtar sahibi, buna Abd b. Humeyd'den onun da sahih bir senedle İbn Eb-za'dan aktardığı şu hadisi aktarmaktadır. Müslümanlar Fars ahalisini hezimete uğratınca Ömer: "Mecusiler Ehli Kitap değiller ki onlara cizye ödettireyim. Puta tapanlar değil ki onların ahkamını uygulayayım dedi. Bunun üzerine Ali (r): "Bilakis onlar kitap ehlidir", demiştir. Sonra Neylü'l-Evtar müellifi şöyle der: "İbn Battal'ın: "Eğer onların bir kitabı olsaydı ve hükmü kalksaydı onların kestikleri ve kadınlarıyla evlilik diğer Ehli Ki­tab'dan istisna edilmez ve helal olurdu şeklindeki sözüne gelince, cevabı şudur: Bu ha­riç tutulmaları gelen emre uygundur. Çünkü burada nikahın zıddına kan dökmemeyi ge­rektiren bir şüphe vardır. Bu da bu konuda ihtiyatlı davranılmasını sağlıyor. İbnü'l Münzir: Onların nikahlarının ve kestiklerinin haram kılınması, üzerinde ittifak sağlanan bir husus değildir. Lakin alimlerin çoğu bu görüştedir" demiştir. Reşid Rıza bunun pe­şinden uzun bir ek yaptı. Söz, Bakara sûresinin 221. ayetinin sadece müşrik Araplar'ın kadınlarıyla evlilik yapmayı haram kıldığı görüşüyle son bulmaktadır. Müfessirlerin bü­yüğü İbnü'l Cezir et-Taberi'nin de bunu tercih ettiği gibi. Reşid Rıza'ya göre, mecusi­ler, sabiiler, Hind ve Çin putperestleri ve Japonlar gibi bunların diğer benzerleri şimdiye kadar tevhid içinde yaşayan kitapların tabileridir. Onların kitapları semavidir. Yahudi ve hnstiyanların kitaplarına gelen tahrif felaketi gibi bunlar da tahrifata uğradı. Ve yine Reşid Rıza'nın yazısının sonuçlarından biri de şudur. Açık olan şu ki, Kur'an sadece ki­tap sahibi olanlardan zikrettiklerini, Hac sûresi'nin ilgili ayetinde zikretmiştir. Mecusi­ler ve sabiilerde bunlardandır. Çünkü bunlar, Kur'an'la muhatap olan Arapların öncelik­le tanıdıkları kimselerdi. Onların tanımadıklarının sözkonusu edilmelerinin bir sebep ve gereği yoktu. Artık bundan sonra muhataplara Allah'ın Kıyamet günü brahmanistlerin ve budistlerin de aralarını ayırıcı hükmünü vereceği hususu gizli kalmaz. Ve bizce ter­cih edilen görüş, nikahta asıl olan serbest olmasıdır. Bundan dolayıdır ki nikahı haram olanlarla ilgili nass geldi. Yüce Allah'ın bu nikahı haram olanları Nisa sûresi 21- 23.ayetlerinde açıklamasından sonra "Bunlardan öteye kalanlar sizin için helal kılındı" ayeti mecusi ve sabiilerin kadınlarıyla evlenmenin helal olduğu anlamını vermektedir. Bu ayeti nesh edici veya onun genel oluşunu tahsis edip sınırlandırıcı bir nass olmadık­ça bunu haram kılmak hiçbir kimsenin haddi değildir. İnsanların birçoğu, Ehli Kitab kavramından sadece yahudi ve hristiyanlan algıladılar. Fakat bu mânâ yanlıştır. Ancak pratik, insanların bu anlayışı üzerine devam etti. Çünkü bu ilk yetişme tarzlarında müs-lümanlara galip gelen düşünceye uygundur. Reşid Rıza sözlerinin sonunda bunlarla ni­kahın caiz olduğuna dair verdiği fetvaya dikkati çekmiş ve Allah'ın Ehl-i Kitab'in yiye­cekleri ve onların kadınlarıyla evlenme konusunda koyduğu kanunun hikmetinin araştı­rılmasından gelen bir fetva olduğunu söylemiştir. Bu hikmet ise, onları İslam'ın güzel­liklerinden uzak tutan, anlaşmazlık ve yabancılaşmayı, İslam'ın güzelliklerini pratik ha­yatta onlara açıklayarak gidermektedir demektedir.

Reşid Rıza'nın sözleri bahsettiği ulusların kadınlarının nikahlanması problemi ile sı­nırlı kalmış ve onların kestiklerine karşı çıkmamıştır. Onun sözleri, kadınlarının helal olması gibi bunların kestiklerinin de helal olmasını gerektirir. Ancak kendisinin de dik­kat çektiği ve üzerinde herkesin müttefik olduğu, bizzat müslümanlara yasak olan, leş, domuz eti, akıtılmış kan ve Allah'tan başkasının adına kesilenler hariçtir.

Reşid Rıza'nın sözlerinde isabetli ve doğru olan pek çok şey vardır. Objektif olarak bakıldığında "Sizden önce kendilerine kitap verilenler" cümlesi mutlak bir cümledir. Ve bu ayetin hükmü, ellerinde kitapları olup bu kitapların Allah'tan olduğunu iddia e-den ve bu kitaplarda, herhangi bir şekilde buna işaret eden bir delilleri bulunan her di­nin mensuplarını kapsamaktadır. İşte tüm bunlar Reşit Rıza'nın görüşlerini doğrulamak­tadır.

Özellikle Nisa sûresi'nin şu ayetlerinde olduğu gibi Kur'an'da yüce Allah'ın rasul-ler gönderdiği ve onlara kitaplar indirdiği, onlardan bir kısmının hayatını anlattığı tekrar edilmektedir. "Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a, torunlara (Yakub'un soyundan olan peygamberler), İsa'ya, Eyyub'a, Yunus'a, Harun'a, Süleyman'a da vahyetmiş ve Da­vud'a da Zebur'u vermiştik. Daha önce sana anlattığımız elçilere ve sana anlatmadığı­mız elçilere de (vahyetmiştik). Ve Allah Musa ile konuştu." (Nisa, 163-164)[85]

Mecusi ve sabiilerin, şirk koşanlar, yahudiler, hristiyanlar ve inananlarla beraber Hac sûresinin ayetinde zikredilmeleri onları müstakil iki dini grup olduklarını gösteren kesin bir işarettir. Bunların bu şekilde ifade edilmeleri kesinlikle herhangi bir özellikle ayrıldıklarından dolayıdır. Ve Peygamber (s)'in mecusilerden cizye alması ve "onlara Ehli Kitab'a uygulanan prensibi tatbik ediniz" sözü eğer doğru ise büyük bir amaç taşımaktadır. Bununla beraber, Ehli Kitap'tan bahsedip sadece yahudi ve hristiyanlan kas­tetmiş olan Mekki ve Medeni pek çok ayetleri de aynı şekilde görüp incelememiz gere­kir.[86] Muhakkak ki bu, insanların, Ehli Kitap'tan kastedilenler yahudiler ve hristiyanlar-dır şeklindeki anlayışlarını doğrulayan kuvvetli Kur'ani bir senettir. Özellikle onlar Pey-gamber'in çevresinin ve asrının ahalisidirler ki, onların zamanında Kur'an indi. Onlarla temas halinde idiler. Onlarla ticari işlemlerini gerçekleştiriyorlardı. Sanki semavi olan tek bir din ve kitabın mensupları idiler. [87]

 

6- Ey iman edenler namaza kalkacağınız zaman, yüzlerini­zi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız. Başlarınızı mes­nediniz ve her iki topuğa kadar ayaklarınızı da (yıkayınız). Eğer cünüp iseniz temizleniniz. Eğer hasta veya yolculukta iseniz ya da biriniz tuvaletten gelmişse, yahut kadınlara dokunmuşsanız da su bulamamışsanız temiz bir toprağa teyemmüm ediniz. Yüzlerinize ve ellerinize ondan sürü­nüz Allah size güçlük çıkarmak istemez. Fakat sizi temiz­lemek ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak ister. Umulur ki şükredersiniz.

7- Allah'ın size olan nimetini ve: 'Duyduk, kabul ettik" dediğiniz zaman sizi bununla bağladığı (ona verdiğiniz) sözü hatırlayınız. Allah'tan korkunuz, şüphesiz ki Allah, göğüs­lerin (kalplerin) içindekileri bilendir.

 

Her iki ayetin de ifadeleri açıktır ve şunları kapsamaktadırlar:

1-  Mü'minlere yöneltilmiş bir hitabı kapsamaktadır ki, onlara namaza kalkacakları zaman temizlenmelerini, ellerini, yüzlerini ve ayaklarını yıkamalarını ve başlarını mes-hetmelerini emrediyor. Cünüp olduklarında yıkanmalarını emrediyor. Seferde ve hadar-da (yerleşik oldukları yerde) su bulamıyorlarsa veya hasta iseler de su onlara zarar veri­yorsa, tuvalette def-i hacet ettiklerinden dolayı abdest, kadınlara dokunduklarından do­layı da cünüp olmaktan gusül kendilerine farz olmuşsa temiz toprakla ellerini ve yüzle­rini meshetmeleri onlar için yeterlidir.

2- Yüce Allah, bu emriyle sıkıntı ve güçlük istemediğini ancak onların temizlenme­lerini ve nimetini onlara tamamlamayı istediğini açıklamaktadır.

3- Ayetler bir hatırlatmayı da içeriyor. O da, Allah'a ve Rasülü'ne inandıklarında ve "işittik ve itaat ettik" dediklerinde Allah'a bağlandıkları ahdin hatırlatılmasıdır. Bu ha­tırlatma, emredildikleri hususları yerine getirmeleri için bir desteği ve isteği belirtmek­tedir. [88]

 

Mü'minlere Abdestin Farz Kılınması

 

Taberi, Sa'd b. Ebi Vakkas'a ulaşan bir hadis rivayet etmiştir. Sa'd: "(Allah'ın Ra-sulü) tuvalette iken, bizimle konuşmazdı. Selam verirdik almazdı. Ta ki, evine gider na­maz için abdest aldığı gibi abdest alırdı (sonra bizimle konuşurdu). Biz derdik ki: "Ey Allah'ın Rasulü, seninle konuştuk, sen konuşmadın, selam verdik almadın. Konuşmaya ruhsat veren "Ey iman edenler namaza kalkacağınız..." ayeti ininceye kadar durum böyleydi.

Buhari, Müslim ve Tirmizi, Aişe'den şu hadisi rivayet etmişlerdir. "Medine'ye gi­rerken bir gerdanımı çölde düşürdüm. Bunun üzerine Peygamber (s) devesini çöktürdü ve ondan indi. Başını dizime eğdi ve uyudu. Ebubekir geldi ve beni şiddetlice dürttü "ve bir gerdanlık için mi insanları yolundan alıkoydun?" dedi. Rasulullah'ın durumundan ve olanların bana verdiği acıdan öleceğini sandım. Sonra Peygamber (s) uyandı. Sabah olmuştu. Su aradı bulamadı. Bunun üzerine: "Ey iman edenler namaza kalkacağınız za­man..." ayeti indi. Bunun üzerine Useyd b. Hudayr "sizden dolayı Allah insanlara bere­ket indirdi. Ey Ebubekir ailesi, siz insanlara hayırdan başkası değilsiniz." dedi."[89]

Taberi ve O'nun dışındaki müfessirlerden bazıları bu hadisi içinde teyemmüm ruhsatı bujunan Nisa Sûresi 43. ayetin sebebi nüzulü gibi rivayet etmişlerdir. Buhari, Ai-şe'den bu ayetle ilgili şöyle bir hadis rivayet etmiştir: "Esma'ya ait bir gerdanlık kaybet­tim. Peygamber (s) onu aramaya adamlar gönderdi. Namaz vakti geldi. Abdestli değil­lerdi, su da bulamadılar. Abdestsiz namaz kıldılar. Bunun üzerine Allah teyemmüm aye­tini indirdi."[90]

İki hadiste de olay benzerdir. Bunlardan doğru olanı, iki olayın tek, yani aynı olay olmasıdır. Her iki ayetin inişi arasındaki zaman uzaklığına rağmen iki ayetin de bu olay üzerine inmiş olmaları uzak bir durumdur.

Taberi'nin Sa'd b. Ebi Vakkas'tan yaptığı rivayet en çok bu ayetin nüzul sebebi gibi aktarılır. Ne var ki, öncelikle ikinci ayetin birinci ayetle olan uyumu ve onun üzerine at­fı ve üslup, anlatımı, yasama tarzı, hatırlatma ve belki de gizli bir uyan taşıması, iki ayetin farklı farklı sebeplerle indirildiğini düşündürmektedir. Nisa Sûresi'nin sözü edi­len ayetinin tefsirinin akışı içerisinde açıkladığımız ve konu ile ilgili gelen hadisleri ak-tardığmız gibi, Peygamber (s) ve müslümanlann Mekke'de namaz için abdest aldıkları ve Medine'de buna devam ettikleri, üzerinde görüş birliği sağlanan bir durum olunca, bize görünen o ki müslümanlardan bir grup, abdest ve temizlik konusunda gevşek dav­ranıyorlardı veya bunların şekilleri ve erkanında gevşek davranıyorlardı. Bunun üzerine tenzilin hikmeti, bu iki ayetin inmesini gerektirdi. Şekilleri ve temel esaslarını, asli bir konu olan bu husustaki gerçeği, cenabetten temizlenmenin zaruretini ve konunun bütün­lüğünü tamamlayıcı olarak da teyemmüm ruhsatını pekiştirmek ve açıklamak üzere vah­yin hikmeti bu iki ayetin inmesini gerekli kıldı.

Bu iki ayet (Maide, 6 ve 7) ile öncekiler arasında, yasal düzenleme amacı bakımın­dan bir münasebet vardır. Ya bu iki ayet doğrudan önceki ayetlerden sonra gelmiştir de teşrii ve zaman münasebetlerinden dolayı hemen onlardan sonraya yerleştirilmişlerdir. Yahut da sadece teşrii ilişkilerinden dolayı onlardan sonraya yerleştirilmişlerdir. Bu, geçmiş sûrelerde çeşitli örnekleri geçen, Kur'anî dizimin takip ettiği bir metottur.

Biz demiştik ki; hadisler abdestin, Mekke döneminin çok erken bir vaktinden beri uygulandığını kuvvetlendirmektedir. Ayetlerin nüzulünden önce uzun bir süre abdest uygulaması olmasına rağmen, ayetlerin bilahare inmelerinde Peygamber (s)'in uygula­masını, Kur'ani bir vahiy olmaksızın, çeşitli farzlara, dini, siyasi, sosyal ve savaşla ilgili eylem ve durumlara yönelik yaptığı yasamalarını kapsayan pek çok şahid ve belgeden biri vardır. Peygamber (s)'in bu uygulamalarından sonra Kur'an vahyi bu yasamaları ve eylemleri desteklemek üzere inerdi.

Müfessirlerden kimisi "Allah size güçlük çıkarmak istemiyor, fakat sizi temizlemek istiyor" cümlesini, su olmadığı zaman veya eziyet ve güçlük olduğunda teyemmümün farz kılınmasına bir sebep gösterme cümlesi olarak yorumlamıştır.[91] Onlardan kimisine göre de cümle abdestin farziyyetinin sebebini açıklama amacını taşımaktadır.[92] Bu cümle her iki mânâyı da taşımaktadır. Teyemmüm için bir neden açıklaması olarak yo­rumlanması görüşü daha kuvvetlidir. Çünkü temizliği ve onun farziyyetini daima müs-lümanlara hatırlatma maksadını taşadığından teyemmüm, buna en yakın olandır. Nisa süresindeki teyemmüm ayetinin tefsirinde ifade ettiğimiz gibi teyemmüm emri, asla bir güçlük çıkarmak için değildir.

Durum her ne olursa olsun bu cümlede öyle bir mânâ vardır ki, bunun müslümanla-nn kendisiyle aydınlandığı bir lamba ve çeşitli işlerinde onlara yol gösteren bir hidayet kaynağı olması doğrudur. Bu da yüce Allah'ın, insanlara zorunlu kıldığı tüm yükümlü­lüklerinde ve ruhsatlarında müslümanlann menfaatini,,maddi ve ruhi temizliğini amaç­lamış olmasıdır. Onlara sıkıntı çıkarmak istenmemiştir.

İbn Kesir bu ayetin tefsirinde Ebu Hureyre'den abdestin faziletine dair bir hadis ri­vayet etmiştir ki, o da şudur: "Müslüman veya mü'min abdest alınca, yüzünü yıkadığın­da su ile beraber veya suyun en son damlası ile iki gözü ile bakarak yaptığı hatalar yü­zünden çıkar. Ellerini yıkayınca su ile veya suyun en son damlası ile ellerinin tutarak yaptığı hataları ellerinden dökülür. İki ayağını su ile yıkadığında ayakları günahlardan arınır. İbn Kesir bu hadisten sonra şöyle demiştir. Bunu Müslim Ebu Tahir'den, O da İbn Vehb'den O da Malik'ten rivayet etmiştir.[93] : Rasulullah buyurdu ki: "Muhakkak ki ümmetim kıyamet günü, abdest izleri pırıl pırıl parlayanlar olarak çağırılırlar. Sizden bu azalardaki parlaklığı uzatmaya (arttırmaya) gücü yeten yapsın."

Şüphesiz ki, İslam şeriatı bir müslüman erkek ve kadına açık olan elleri ve ayakları gibi uzuvlarını bir günde bir kereden fazla yıkamasını farz kılmış, cenabetlikten dolayı boy abdesti alma, buna ilaveten Müddesir Sûresi 3. ayetinin bir gereği olarak elbiseleri­ni yıkama zarureti ve yine bunlara ek olarak temizlikle ilgili pek çok nebevi hadisin kapsadığı hususlar[94] Bakara sûresinde bunu ifade eden ayet gereğince Muhammedi ri-saletle müslümanlan manevi ve ruhi temizlikte bir numune yapmayı hedeflemiştir.

Bakara süresindeki bu 151. ayet ve 229. ayet, Âli İmran 164. ayet Muhammedi risa-letin amaçlarından birinin de manevi temizlik olduğunu ifade eden birbirine benzer ayetlerdir: "Nitekim kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Ki­tap ve hikmeti, size bilmediklerinizi öğreten bir elçi gönderdik"(Bakara,151).

Tefsir kitaplarında[95]birinci ayetin içerdiği hükümlerle ilgili Peygamber (s)'e O'nun bazı ashabına ve tabiinden bazılarına isnat edilen pek çok söz ve görüş vardır. Aşağıda bunları şöyle özetledik:

I-  Lam harfinin üstün ve esre ile okunması bakımından "ercüleküm" kelimesinin okunuşunda ihtilaf edilmiştir. Bu kelimedeki lam harfini esre okuyanlara göre bu ayet her iki ayağın mesh edilmesini emretmiştir. Çünkü buna göre "ercüleküm" kelimesi, "Başınızı mesnediniz" anlamındaki "vemsehu birüüseküm" cümlesinin üzerine bir atıf­tır. Bu lam harfini üstün okuyanlara göre ise, ayet, iki ayağın yıkanmasını farz kılmıştır. Ve "ercüleküm" kelimesi buna göre ayette geçen yüzler ve eller kısmı üzerine atfedil-miştir. Bu görüşün sahipleri bu kelimenin sona kalması (ma'tuf ve ma'tufun aleyh arası­na başka bir cümlenin girmiş olması) abdestteki tertipte ayakların en sonunda yıkanması içindir. Bu hususu da Peygamber (s)'in abdest alma şekli ve onun ayaklarını yıkadığı ile ilgili hadislere dayandırmaktadırlar ki, biz bu hadisleri az sonra aktaracağız. Bu hadis­lerden biri, beş müsned sahibinin Ebu Hureyre'den rivayet ettiği şu hadistir: Ebu Hurey-re: "Abdesti eksiksiz alınız. Ben Ebu'l Kasım'in: "Ateşin yakacağı topuklara yazık!" dediğini duydum."[96] Müslim ve Ebu Davud'un Ömer'den rivayet ettikleri şu hadis de bunlardandır: "Buna göre Hz. Ömer diyor ki: "Bir adam abdest aldı. Ayağında bir tırnak yeri kadar bir yeri bıraktı. Peygamber (s) onu gördü ve hemen dön abdestini güzel al de­di. Bunun üzerine adam döndü, tekrar abdest aldı. Sonra namaz kıldı."[97]

Alimlerin çoğunluğu ayakların yıkanmasının farz olması görüşünü benimsemiştir. Bize göre de bu en doğru görüştür. "Topuklara kadar" cümlesi bu görüşün Kur'ani işa­reti ve delili olabilir. Çünkü eğer kasıt mesh olsaydı (topuklara kadar) cümlesinin bir hikmeti olmayabilirdi.

II- Burada Ali b. Ebi Talip (r)'in her namaz vakti abdest aldığı ve bu ayeti okuduğu­na dair İkrime'den gelen bir rivayet vardır. Yine İbn Sîrin'den gelen bir rivayete göre halifeler (dört halife) her namaz için abdest alırlardı. Ve Abdullah b. Hanzala'dan yapı­lan bir rivayete göre Allah'ın Rasulü her namaz için abdestle emrolundu. Bu O'na ağır geldi. Bunun üzerine diş fırçalamakla emrolundu ve bir abdestsizlik durumu hariç her namaz için abdest alma yükümlülüğü kendisinden kaldırıldı ve çeşitli yollarla Bürey-de'den O'nun da babasından yaptığı bir rivayete göre de Rasulullah her namaz için ab­dest alıyordu. Fetih Senesi olunca birçok namazı bir abdestle kıldı ve mestleri üzerine meshetti. Bunun üzerine Ömer dedi ki: "Muhakkak ki sen şimdiye kadar yapmadığın birşeyi yaptın. Peygamber (s): "Bunu bile bile yaptım"[98] Ve Amr: "Ya siz?" Enes dedi ki: Biz birkaç namazı tek abdestle kılardık."[99] İbn Abbas İkrime, Ebu Musa ve Ebu'l Aliye'den gelen pek çok rivayete göre ise Rasulullah ve O'nun ashabının sünneti, bir abdestsizlikten sonrası hariç abdest almayı zorunlu kılmamaktadır. Ve onların bir ab-destle birden çok namazı kıldığını bildirilmiştir: "Ben, İbn Ömer'le beraber öğleyi kıl­dım. O bir meclise geldi. Ben de O'nun yanına oturdum. İkindi okununca abdest alaca­ğını söyledi. Abdest aldı. Sonra namaza çıktı. Sonra yine oturduğu yere döndü. Akşam ezanı okununca yine abdest alacağına dair seslendi ve abdest aldı. Bunun üzerine ben dedim ki yaptığını gördüğüm şeyler sünnet midir? Hayır dedi. Abdestim bozulmadıkça sabah namazı için aldığım abdest, bütün namazlarım için yeterlidir. Fakat Rasulullah'ın: "Kim bir temizlik üzerine yeniden abdest alırsa ona on sevap yazılır" dediğini duydum. Ben de bunu istedim.

Müfessirler Taberi'nin aktardıklarının büyük bir kısmını önemli bir ek yapmaksızın aktarmışlardır. Biz de ona isnad etmekle yetindik. Bu rivayetler ışığında şunu söylemek mümkündür. Müslümana farz olan, her namazı kılarken abdestli olmasıdır. Ve bir ab­desti birden fazla namaz için de yeterlidir. Abdest bozulmadan abdesti yenilemek farz değildir. Bununla beraber her vakit için abdest almak müstehaptır, alınabilir.

III- Bu ayet, yüzün ve iki elin dirseklere kadar yıkanması, başın mesh edilmesi ve i-ki ayağın yıkanmasını veya kıraat farklılığına göre mesh edilmelerinden başka birşey zikretmiyor. Ne var ki beş müsned sahibinin rivayet ettikleri abdest alma şeklini detay­lıca kapsayan bir hadis vardır. Bu hadiste şu muhteva gelmektedir: "Osman (r) bir gün abdest almak istedi. Her iki elini üç kere yıkadı. Sonra ağzını su ile çalkaladı, sonra sağ elini dirseklere kadar üç kere yıkadı sonra sol elini bunun gibi yıkadı, sonra başını mes-hetti, sonra sağ ayağını iki aşık kemiklerine kadar üç kere yıkadı, sonra sol ayağını bu­nun gibi yıkadı ve sonra dedi ki: "Rasulullah'ı bu abdestim gibi abdest alırken gördüm. Abdesti aldıktan sonra buyurdu ki: "Kim benim abdest aldığım gibi abdest alır, kalkıp i-ki rekat namaz kılarsa, bu rekatlarda nefsi ile konuşmazsa geçmiş günahları affedilir". Bir rivayete göre ise su ile yapmıştır. Bir diğerine göre başını üç kere meshetmiştir. Yi­ne bir başka rivayete göre ise başını meshetti. İki eliyle dikkatlice başının ön kısmından başlayıp iki elini başının arkasına kadar götürdü. Sonra başladığı yere kadar geri götür­dü."[100] Ve buna ek olarak Buhari, Ebu Davud ve Tirmizi Abdullah b. Zeyd'den şöyle bir rivayette bulunmuşlardır: Muhakkak ki Peygamber (s) ikişer defa yıkayarak abdest alır­dı.[101] -Yani her uzvu yıkamadaki üç yerine ikişer kere yıkardı- Ve İbn Abbas'tan gelen bir hadise göre: "Peygamber (s) Her uzvu birer sefer yıkayarak abdest alırdı.[102] Tarz, şe­kil rivayeti olarak da Ebu Davud ve Tirmizi Enes'ten şu hadisi rivayet etmişlerdir. Pey­gamber (s) abdest aldığında sudan bir avuç alırdı. Çenesinin altına yerleştirir ve sakalını onunla tarardı ve: "Rabbim böyle bana emretti" derdi. Yine Ebu Davud ve Tirmizi'nin Enes'ten rivayet ettiklerine göre, Peygamber (s) abdest aldığın zaman el ve ayak par­maklarının arasını iyice aralayıp temizleyiniz."[103] demiştir ve yine aynı şekilde Ebu Da-vud ve Tirmizi'nin Müstevrid'den rivayet ettikleri bir hadise göre Müstevrid şöyle de­miştir: "Peygamber (s)'i iki ayağının parmaklarını serçe parmağıyla aralayıp temizler- ken gördüm[104]. Yine bu ikisinin (Ebu Davud ve Tirmizi) İbn Abbas'tan rivayet ettikleri şu hadis de yine abdestin alınış tarzı ile ilgilidir: Buna göre İbn Abbas: "Muhakkak ki Peygamber (s) abdest aldı, ayağının içini dışını meshetti"[105]. Buhari, Tirmizi ve Ebu Da­vud, Muğire (r)'den şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir: "Peygamber (s) abdest aldı, ve alnını meshetti ve sangının üstü ile mestlerinin üstünü de meshetti."[106]

IV- Taberi, Beğavi, Hazin ve İbn Kesir tefsirlerindeki rivayetlere göre İbn Abbas'tan iki dirseğin bizzat yıkanmasının farz olduğunu anlatan görüşler olduğu gibi, bunun za­ruri olmadığını, elleri dirseklere kadar yıkamanın yeterli oluğunu anlatan rivayetler de vardır. Çünkü ayetin tarzı bu mânâyı da diğerini de taşımaktadır. Burada sarih ve kesin bir nebevi hadis de yoktur. Bu durum da fıkıh mezhepleri arasında meseleyi ihtilaflı kıl­mıştır.

V- İki dirseği ellerin yıkanmasına katıp katmama hususunda görüş ayrılığı olduğu  gibi, aynı sebeple iki topuk konusunda da ihtilaf edilmiştir. Onlann yıkanması veya  ayakların onlara kadar yıkanması, hakkında görüş ayrılığı bulunan bir meseledir.

VI- Tertip (yıkarken sırayı takip etme) konusunda da ihtilaf edilmiştir. Kimisi tertibi farz kabul ederken kimisi farz olarak görmemiştir. Tertibi farz kabul edenler bir yönüyle ayetin takip ettiği sıraya dayanıyorlar, diğer yönüyle de Peygamber (s)'in abdest uygula- masıyla ilgili hadislere dayanıyorlar. Gördüğümüz kadarıyla bu en doğru görüştür.

VII- Fakihler, yüzü, elleri ve ayakları yıkamayı ve başı meshetmeyi farzlar ve rü- kunlar (temel şartlar) olarak, kalan diğer uygulamaları ise sünnet olarak isimlendirip, bu  temelleri yerleştirdiler. Onlardan kimisi, sadece farzları yerine getirene bu yeterlidir ve  namazı sahihtir demiştir. Bununla beraber her bir uzvu yıkarken birden üçe kadar olan  yıkama hususundaki görüş ayrılığına rağmen, fakihlerin çoğunluğu hadislerde rivayet  edilen diğer uygulamaların da yapılması gerektiği görüşündedirler.

VIII- Alimlerin bir kısmı namaz için alınan abdestin niyeti, abdestin temel şartlann- dan birisidir görüşündedirler. Bir kısmı da bunun bir zorunluluk olmadığı görüşündedir- ler. Ebu Davud ve Tirmizi Peygamber (s)'den şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Abdest  alırken Allah'ın adını anmayanın abdest'i yoktur." Görünen şu ki bu hadisin, abdeste başlarken şart koştuğu besmele çekme, niyyetin ameli olan bir başka ifadesidir.

IX- Abdestin çok tutulan sünnetlerinden birisi de misvak kullanmaktır. Şöyle ki Malik ve Buhari, Peygamber (s)'den rivayet ettikleri bir hadise göre O şöyle buyurmuştu: "Eğer ümmet üzerine güç gelmeseydi her abdestle beraber dişlerini misvaklamayı onla­ra emrederdim.[107] Buhari ve Nesai, Aişe'den rivayet ettikleri diğer bir hadiste Hz. Aişe şöyle demiştir: "Peygamber (s) misvağı ağız için bir temizlik aracı, Rabb için de bir hoşnutluktur"[108] buyurdu.

X- Başın nasıl meshedileceği ve miktarı hususunda da ihtilaf edildi. Kimisi onun ta­mamının meshidilmesini farz kabul etti. Kimisi ise bir kısmını veya dörtte birini mes-hetmeyi farz olarak kabul etti. Çünkü bahsi geçtiği üzere bu konuda rivayet edilen ha­disler farklıdır.

XI-  Müfessirler bu ayetlerin veya abdest ayetinin tefsirinin akışı içerisinde özel bir biçimde mestler üzerine meshetme konusu üzerinde uzun uzun durmuşlardır. Bunun, "ercüleküm" kelimesindeki kıraat farklılıklarından dolayı olduğu ihtimallerden biridir. Bu kelimenin "başlarınızı meshediniz" cümlesinden sonra gelişinden bazıları onun buı cümle üzerine atfedildiği görüşünü benimsediler. Ve daha önce zikrettiğimiz gibi bunun anlamının da iki ayağı meshetmek olduğunu/onları yıkamak olmadığını söylediler.

Bunun üzerine alimler, mestler üzerine mesn ile ilgili pek çok hadis aktardılar. Bun­ların büyük çoğunluğu sahih hadis müsnedlerinde vardı.[109] Bu meselenin "ercüleküm" kelimesinin okunuşuyla ilgili olduğunu gösteren herhangi bir işaret bu hadislerde yok­tur. Bu bakımdan bunun hafifletme ve kolaylık için konmuş Nebevi bir seri düzenleme olduğunu söylemek konu ilişkisinden veya sonradan olan bir adapte etmeden kaynak­lanmaktadır. Sünnetin esası mestleri bir abdest üzerine giymektir. Bununla Kur'an'ın bu ayetinin mânâsı arasında bir zıtlık yoktur. İslam mezheplerinin büyük çoğunluğu bunu alıp benimsemişlerdir. Şia mezhebi bunu almamıştır. Onlar, ayakların meshinin ayetten anlaşılan en doğru görüş olduğu düşüncesindedirler. Onlara göre ayetten anlaşılan ayak­lan yıkamak değil meshetmektir. Sanki onlar Nebevi teşrii mest üzerine mesh hususun­da bir sebep olarak görmüyorlar. Yahut büyük bir kısmı sahih olan ve abdest alırken ayakların yıkanması ile ilgili ve mestler üzerine meshetmekle alakalı pek çok hadise rağmen onlara göre bu hadisler doğru değildir. Biz ayakların yıkanması hakkında gelen hadisleri ve mestler üzerine mesh konusunda gelenlerden de bir kısmını verdik. Geçen hadislerin içerdiklerine ek olarak beş müsned sahibinin Muğire b. Şu'be'den rivayet et­tikleri şu hadisi de aktaralım: "Muğire b. Şu'be diyor ki: Peygamber (s) İhtiyaç gider­mek için çıktı. Muğire içinde su olan bir kapla onu takip etti. Resulullah ihtiyaç giderip ayrılınca Muğire su döktü, o da abdest aldı. Ve iki mesti üzerine meshetti. Ebu Da­vud'un bir rivayetine göre de "Muğire ona dediki ya Rasulullah unuttun, Peygamber (s) dedi ki bilakis sen unuttun bunu Aziz ve Celil olan Rabbim bana emretti"[110]

Ebu Davud, Ahmed ve Tirmizi'nin Büreyde'den rivayet ettiği bir hadise göre "Ne-caşi, Rasulullah'a iki siyah sade mest hediye gönderdi. Resulullah onları giydi. Sonra abdest alıp onların üzerini mesnetti"[111] Buhari ve Müslim'in Muğire'den rivayet ettikle­rine göre Muğire (r) şöyle demiştir: "Bir sefer sırasında Peygamber (s) ile beraberdim. Onun mestlerini çıkarmak istedim. Bunun üzerine: "Onları bırak, ben onları temiz ola­rak giydim" dedi ve onların üzerini meshetti[112]. Sünen sahiplerinin Muğire (r)'den riva­yet ettikleri diğer bir hadiste Muğire: "Rasulullah (s) abdest aldı ve çoraplar üzerine ve takunyalar üzerine meshetti." Ebu Davut bunu eklemiş ve şöyle demiştir: "Ali, İbn Me-sud, Bera, Enes, Ebu Emameh ve Sehl b. Sa'd da çoraplar üzerine meshetmişlerdir. Ve Tirmizi de bir ek yaparak şöyle demiştir: "Süfyan es- Sevri, İbn Mübarek, Şafii, Ahmet b. Hanbel ve İshak şöyle demişlerdir: Takunyalar olmazsa bile çoraplar kalın olurlarsa çorapların üzerine meshedilir".[113] Ebu Davut ve Tirmizi Huzeyme b. Sabit'den, o da Ra-sulullah'dan onun şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Misafir için mestler üzerine mesh (müddeti) üç gün, mukimler için ise bir gün bir gecedir."[114]Müslim ve Nesai'nin Ali b. Ebi Talip'ten rivayet ettiği bir hadise göre: "Peygamber (s) misafir (yolcu) için meshi üç gün, mukim (yolcu olmayan) için de bir gün ve bir gece kıldı".[115]

Ayetin boyutlarıyla bir bağını gördüğümüz ve aktardığımız bu hususlar ve bu riva­yetlerde yer alan hükümlerden aktardıklarımızla yetiniyoruz.

Teyemmümün nasıl yapılacağı hakkında, onu zorunlu kılan durumlar, onun sınırları, abdesti bozan haller, kadınlara dokunma mefhumunun boyutları ve bu konudaki ihtilaf hakkında aktarılması uygun olan her şeyi Nisa sûresi 43. ayetin tefsirinin akışı içerisin­de aktardık. Çünkü o ayet, teyemmümün ruhsatı ile ilgili olarak buradaki ilk ayette (ab­dest ayeti) gelen cümleye denk bir cümleyi kapsamaktadır. Dolayısıyla burada bir tek­rarlama ve ek yapma ihtiyacı görmüyorum. Ancak burada bir şeyi açıklamadık. O da öpme, tenasül uzvuna dokunma, deve eti yeme ve ateşin dokunması ile pişen şeyleri ye­me gibi durumlar abdest almayı gerektirir mi konusundaki fikir ayrılıklarıdır. Çünkü bu­rada bu sebeplerden dolayı abdesti zorunlu kılan hadisler de var, onu zorunlu kılmayan hadisler de vardır. Sonra abdesti yenilemeyi gerektiren uykunun, yatma ve rehavet ha­lindeki uyku olması durumu. Bunlar üzerinde durmamız gerekmektedir.

İmam Ahmet, Şafii ve Hakim, Ebu Hureyre'den yaptıkları bir rivayete göre Peygam­ber (s) : "Sizden birisi eliyle arada bir örtü olmadan tenasül uzvuna dokunduğu zaman abdest alsın"[116] Ve sünen sahiplerinin, Büsre binti Safvan'dan, onun da Peygamber (s)'den rivayet ettiği bir hadiste Peygamber (s):"Kim ki erkeklik organına dokunursa abdest alıncaya kadar namaz kılmasın"[117] Yine aynı şekilde Talk b. Ali'den yaptıkları bir rivayette ise Talk (r): "Peygamber (s)'e geldik. Bu arada bedevi olduğunu sandığımız bir adam geldi ve şöyle dedi: "Ey Allah'ın Peygamberi, adamın elini erkeklik organına dokundurması ile sonrasında abdest alınacak mı?' Bunun üzerine Resul (s): "O da on­dan bir parça değil midir?"[118] dedi. Ebu Davut ve Tirmizi Aişe'den rivayet ettiklerine göre Aişe şöyle demiştir: "Muhakkak ki Peygamber (s): "Hanımlarından bir kadını öptü sonra namaza çıktı ve abdest almadı."[119] Ve Ebu Davud, Müslim ve Tirmizi'den rivayet ettiklerine göre Bera: "Deve etini yedikten sonra abdest almak hakkında Peygamber (s)'e bir soru soruldu. Nebi (s) buyurdu ki: "Ondan dolayı abdest alınız". Koyun etinden soruldu: Bunun üzerine buyurdu ki: "Ondan dolayı abdest almayınız"[120]. Ve yine Müs-ned sahipleri Zeyd b. Sabit (r)'ten rivayet ederler ki; Peygamber (s) şöyle buyurdu: "Ateşle pişen her şeyden (et) dolayı abdest almak vardır."[121] Ve İbn Abbas'tan da riva­yet etmişlerdir. Buna göre İbn Abbas şöyle demiştir: "Muhakkak ki Allah'ın Resulü bir koyunun kürek kemiğindeki etleri yedi. Sonra namaz kıldı, abdest almadı.[122] Ebu Davud ve İbni Mace Ali (r)'den Rasulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Çözül­meyi önleyecek kırba gözlerdir. Kim uyursa abdest alsın." Müslim ve Ebu Davud ve Tirmizi'nin Enes (r)'den rivayetine göre Enes şöyle demiştir: "Allah Resulü'nün ashabı, uyurlardı, sonra namaz kılarlardı ve abdest almazlardı.[123] Ve yine Ebu Davud ve Tirmizi İbn Abbas'tan rivayet ettiklerine göre Resul (s) şöyle buyurmuştur: "Abdest, ancak ya­tarak uyuyana vacip olur. Çünkü o uyuduğunda onun mafsalları gevşer."[124] [125]

 

8- Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik edenler olunuz. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adil davranmamaya sürüklemesin. Adil davranın, o takva­ya daha yakındır. Allah'dan korkup sakının. Şüphesiz ki Allah yaptıklarınızdan haberi olandır.

9-  Allah, iman edip, salih amel işleyenlere va'detmiştir: Bağışlanma ve büyük mükafat onlarındır.

10-  İnkar edip, ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar cehennem ehlidirler.

 

Mü'minler Ve Adil Şahitlik

 

Ayetlerin ifadeleri açıktır. Ayetlerin ilki, müslümanlara bir sesleniş içermektedir. Müslümanların, emredilenler ve yasaklananlar hususunda Allah için hakkı ayakta tutan­lar olmaları ve şahidlikte, hak ve adalette, adaletin gerçekleşmesi için yardımlaşmada sadece Allah'ın sınırını korumaları, herhangi bir kavme olan kinlerinden dolayı etkile­nip, adaleti ayakta tutma görevlerini ihlal etmemeleri emredilmiştir. Bu onların görevi­dir. Ve müminlere en yakışanıdır. Bu, Allah'tan korkma (takva)nın mânâsının gerçek­leşmesini sağlayan ve onun rızasını celbeden bir durumdur. Ve Allah'ın daima onların işlediklerinden haberdar olduğunu göz önünde bulundurmaları, onlara bir yükümlülük­tür. Ayetlerin ikinci ve üçüncüsüne gelince; birinci ayetteki seslenişin bir devamı ve onu destekler mahiyettedir: "Allah'a iman edenler ve onun sınırlarına riayet edip salih amel işleyenler! Allahtan bir va'd olarak bağışlanma ve büyük mükafat onlar içindir Allah'ı inkar edip ayetlerini yalanlayanlara ve O'nun hududunu çiğneyenlere gelince, onlar ce­hennem ehlidirler!"

Taberi bu ilk ayetin, yahudiler Peygamber (s)'i öldürmeye kastettiklerinde yahudiler hakkında indiğini rivayet etmektedir. Bu rivayet Taberi tefsirinde ve diğerlerinde yer alan rivayetler bu ayetlerden sonra gelen ayetin nüzul sebebi olarak aktarılmıştır. Gör­düğümüz kadarıyla diğer müfessirler bu ayetle ilgili başka bir rivayet yapmamışlardır.

Ayetin muhtevasından bizce anlaşılan o ki, bu ayet bir başka münasebetle inmiştir. Müslümanlardan bir grup ile onların dışındaki bir grup arasındaki düşmanlık ya da he­saplaşma dolayısıyla inmiştir. Müslüman grup, ikinci grubun aleyhine bir hata işleme çabasına girmiş veya buna kastetmiştir. Yahut da kin ve düşmanlıktan etkilenerek onlar hakkında doğru olmayan bir şahitlikle hataya meyletmişlerdir. Belki bu ayetlerin konu­sunun bu sûrenin ikinci ayetiyle bağlantılı olması da akla gelebilir. Yani, bir kavme olan kinlerinin onları, günaha ve düşmanlığa sürüklememesi hususunda müslümanları sakın­dıran sûrenin ikinci ayetiyle bağlı olabilirler. Eğer bu doğruysa şunu söylemek müm­kündür: Bu ayetler bir ayet serisinin bir parçasıdır. Bir kerede inmiş olmaları veya hemen ardından inmiş olmaları mümkündür. Ayetlerdeki mü'minlere yönelik hitap ben­zerliği ve uyarma ile. ilgili hedef benzeşmesi bunu haklı kılmaktadır. Eğer bu doğru de­ğilse büyük ihtimalle sûrenin ilk ayetlerinden sonra inmiş ve bunlardan sonraya yerleş­tirilmiştir. Ya da yasama ile ilgili yönlerinin benzerliğinden dolayı bunlardan sonraya yerleştirilmiştir. Allah en iyi bilendir.

Bu ilk ayetin içerdiği ilke, temel esas olması itibariyle, pek çok Mekki ve Medeni ayetin kapsadığı Kur'an açıklamaları ve prensiplerine uygundur. Bilhassa buna yakın bilgiler Nisa sûresi 135. ayette vardır. Bununla beraber bu ayetin taşıdığı üslup ve ken­disinden hemen sonraki iki ayette müjdeleme ve korkutma, bu ayetin muhtevasını sağ­lam ve engelleyici kılmakta ve onu, hak, adalet, temize çıkarma, şahitlik, eylem, hü­küm verme, ve sorumluluğu paylaşma bakımından doğru ve tarafsız olma alanında Kur'an'in en parlak ayetlerinden biri kılmaktadır yine. Hiçbir düşmanlık, öfke ve kin­den etkilenmeksizin sadece Allah'ın sınırlarının korunması hususunda da Kur'an'ın en parlak ayetlerinden biri bu ayettir. İncelendiğinde, bu kötülüklerin ancak çoğunlukla müslümanlarla gayrimüslimler arasında meydana geldiği görülür ve ayetin güzelliği, azameti ve boyutları daha bir anlaşılır. [126]

 

11- Ey iman edenler Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırla­yınız. Hani bir topluluk, size ellerini uzatmaya yeltenmişti de (Allah) onların ellerini sizden çekmişti. Allah'tan sakı­nıp korkun. Mü'minler yalnızca Allah'a tevekkül etsinler.

 

Ayet açıkça mü'minlere hitap etmektedir. Allah'ın onlar üzerindeki nimetini ve on­lar tecavüze uğramak üzere iken onlara olan yardımını ve düşmanlarını onlardan sav­masını hatırlatmaktadır.Ayet Allah'tan korkup-sakınma emri ve O'na tevekküle çağrı ile son bulmuştur.

Taberi pek çok yolla ve farklı ifadelerle yaptığı rivayetlerde ayetin, Peygamber (s)'e bir suikast tuzağı kuran Beni Nadir yahudileri hakkında indiğini aktarmaktadır. Arala­rındaki bir anlaşma uyarınca Peygamber (s), öldürülen bazı kimselerin diyetinden dola­yı kendilerinden yardım almak için onlara gittiğinde onlar bir suikast planı kurmuşlardı. Aynı zamanda onun, Batnı Nahle'de Peygamber (s) ve müslümanlann maruz kaldığı olaylar, kafirlerden gelen tehlike ve müslümanlann bundan dolayı korku namazı bile kıldıkları hadiselerinden sonra indiğini de rivayet etmektedir.

Ve yine Taberi, bir bedevinin Peygamber (s)'i bir ağacın altında bir dalgınlık anında görüp ona bir ihanet yapma niyetiyle yaklaşması ve bu olay anında Cibril'in inip ona haber vermesi ve Peygamber (s)'in onu korkutması olayı üzerine bu ayetin indiğini riva­yet etmektedir. Diğer müfessirler de aynı şekilde bu rivayetleri aktarmaktadırlar.

Görülüyor ki bu rivayet olunan olaylar hicri üçüncü yılın olaylarıdır. Ayetler, siya­kından da anlaşıldığı üzere Hudeybiye ve Hayber olaylarından sonra inmişlerdir. Bir Kureyş atlı birliğinin Hudeybiye'de müslümanlan ansızın yakalamak istedikleri rivayet edilmektedir. Diğer bir rivayete göre de Peygamber (s) ve müslümanlann Hudeybiye se­ferine gittikleri sırada Ğatafan ve Esed kabileleri Medine'ye savaş açmak için bir araya geldiler. Geçen Fetih sûresinin tefsirinde anlattığımız üzere Allah bu düşmanların elini müslümanlardan çekti. Bu bakımdan ayetin bu yakın olayları hatırlatma konumunda geldiği akla geliyor. Herhalde bu olay birincisidir. Çünkü onun rivayeti en sağlam olanı­dır.

Böylece bu ayetle geçen üç ayet arasında da bir uyum göze çarpmaktadır. Şöyle ki: Allah'ın destek ve kontrolünü ifade eden bir ayet olarak bunun önceki ayetlerle indiği an­laşılıyor. Ve onun kapsadığı işaret de müslümanlann Allah'tan korkmalannın ve onun sı-nırlanna saygılı olmalannın emrolunduğu bir yerde, bir hatırlatma olarak gelmesidir.

Ayet, Allah'a tevekkül etmelerinin ve ona güvenmelerinin müminler üzerine bir gö­rev olduğuna, Allah'ın onlara yeterli olduğuna ve onlan tehlikelerden kurtaran olduğuna dair bir uyarı ile sona ermektedir.

Müslümanlann manız kaldığı güç durumlarda ve tehlikeler karşısında onlara destek, moral ve kuvvet aşılamasından dolayı bu ayetin muhtevası ve yaptığı uyannın benzeri pek çok Mekki ve Medeni ayet de tekrarlanmıştır. Tabii olarak ayetin talimatı müslü-manlar için her zaman ve mekanda geçerli ve süreklidir. [127]

 

12- Allah İsrailoğulları'ndan kesin söz almıştı. İçlerinden oniki başkan[128] göndermiştik. Allah: "Ben sizinle berabe­rim, eğer namazı kılar, zekatı verirseniz, elçilerime inanır ve onları desteklerseniz ve Allah'a güzel bir borç verirse­niz... (Allah için, yoksullara sadaka ve ihtiyacı olanlara ödünç para verirseniz) elbette sizin günahlarınızı örterim ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bun­dan sonra sizden kim inkar ederse düz yolu sapıtmış olur."

13- Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalplerini katılaştırdık. Kelimeleri yerlerinden saptırıyorlar. Uyarıl­dıkları şeyden pay almayı unuttular, içlerinden pek azı ha­riç, daima onlardan hainlik'[129]' görürsün. Yine de onları af­fet, aldırma. Çünkü Allah güzel davrananları sever.

14- "Biz hristiyanlarız" diyenlerin de sözünü aldık: ama uyarıldıkları şeyden pay almayı unuttular. Böylece kıya­met gününe kadar aralarına düşmanlık ve kin saldık. Al­lah, onlara ne yaptıklarını haber verecektir.

 

Ayetlerin ifadeleri açıktır. Ayette İsrailoğullan'nın ve hristiyanlann geçmişlerinde olan durumları hatırlatılmaktadır.

Onların, hak yolda durmalarına, farz görevlerini yerine getirmelerine ve onlara Allah tarafından hidayet getiren rasulleri tasdik edip, onları desteklemelerine dair Allah'ın on­lardan aldığı söz hatırlatılmaktadır. Ve onların bu sözlerini bozdukları, hakikat ve kul­luk yolundan sapmış olduklarına dair yine bir hatırlatma vardır. Yahudilerin Allah'ın ki­tabında yaptıkları tahrifat ve bunun neticesinde Allah'ın lanetini haketmeleri ve kalple­rinin katılaştınldığını ayet ifade etmektedir. Ve hristiyanlar arasında olan düşmanlık ve kin anlaşmazlıkları ve bu anlaşmazlıkların, Allah'ın bildirdiğine göre kıyamet gününe kadar devam etmesi ve yaptıklarından dolayı Allah'ın, onların aralarında hüküm verip aralarını ayıracağına dair bir hatırlatma vardır.

İkinci ayette Peygamber (s)'e hitap eden ve Yahudilerin sapmaları, az bir. kısmı hariç ahdi bozmaları gibi içine düşüp yozlaştıklan hallerinin devam edeceğini doğrulayıp pe­kiştiren ve Resulullah (s)'in yahudilerden daima ihanetler göreceğini ifade eden bir pa­rantez içi açıklama cümlesi vardır.

Peygamber (s)'in kendilerini affedip, müsamaha göstermekle yükümlü olduğu kim­seler, onlardan istisna edilen bu az bir kısımdır. Çünkü Allah, güzel davrananları sever.

Bu ayetlerle ilgili bir nüzul sebebine rastlamadık. Yasal düzenlemeler ile ilgili bir ayet dizisinin ardından gelmesi, Ehli Kitab'ın geçmişinde olan sapmalar Allah'a verilen sözlerin yerine getirilmemesi ve lanetle, öfke ve düşmanlıkla ve kalplerinin katılaştınl-ması ile Allah'ın onları cezalandırmasından dolayı müslümanlara bir hatırlatma, bir uyan vardır denilse doğru olur. Bu ayet, bir öğüt olarak, ibret almaya bir çağrı olarak in­miştir. Allah'ın emirlerine uygun yaşamaya ve onun sınırlarına riayet etmeye de bir teş­vik ve destek olarak gelmiştir. Nitekim bu sûrenin yedinci ayetinde Allah'ın müslüman-lardan aldığı ahidle ilgili bir uyarının yer alması bu bakış açımızı kuvvetlendirmekte ve bu ayetle, geçen ayetler arasında bir bağ oluşturmaktadır.

Bu ayetlerde Peygamber (s) zamanındaki yahudi ye hristiyanlann, önceden kalan sapmaları, ihtilafı, düşmanlıkları, mezhep ve grup kavgalarını ve kendi aralannda yap-tıklan savaşları sürdürdükleri gerçeği yer almaktadır. Bakara, Âl-i İmrân ve Nisa sûrele­rinin pek çok ayetleri onların bu durumlannı yeterlice açıklamıştır.

Allah'ın İsrailoğullan'ndan on iki kişiyi yahudi kabilelerine başkan olsunlar ve on­lardan sorumlu olsunlar diye nakib olarak seçmesine gelince bunun bahsi Kitab-ı Mukaddes'uı Sayılar I. ve II. Islah (bab)lannda yer almakta ve yüce Allah'ın Musa (a)'ya bildirdiği bu isimler burada sıralanmaktadır.[130]

Allah'ın sınırlarım korumaları, Allah'a karşı ve insanlara karşı görevlerini yerine gedmeleri ve bunlardan sapanları uyarmalarına dair Allah'ın İsrailoğulları'ndan ve krâtiyanlardan aldığı ahde gelince bu da eski ahdin bölümlerinde ve özellikle Çıkış, Sa­yılar ve Tesniye bölümlerinde ve Mesih'in Allah'tan aktardığı pek çok sözü içeren bil­gileri rivayet eden indilerde yer almaktadır. Bunlara örnek verme zaruretini görmemek­leyiz. [131]

 

15- Ey kitap ehli, elçimiz size geldi, kitaptan gizlediğiniz şeylerin çoğunu size açıklıyor, çoğundan da geçiyor. Ger­çekten size Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap geldi.

16- Onunla Allah, rızasının peşinde gidenleri esenlik yol­larına iletiyor ve onları kendi izniyle karanlıklardan aydın­lığa çıkarıyor ve onları dosdoğru bir yola iletiyor.

 

Ehli Kitab'ın Gizledikleri Ve Rasulullah'ın Tavrı

 

Bu iki ayet Ehli Kitab'a yöneliktir ve ifadeleri açıktır. Bu iki ayette Ehli Kitab'ın Allah'ın kitabından gizledikleri ve ihmal ettikleri pek çok şeyi onlara açıklamak için Allah'ın elçisinin onlara geldiğine dair onlara bir ilan vardır. Ve pek çok durumda onla­ra karşı müsamaha göstermesi için bu elçi gelmiştir. Ve onunla beraber Allah'tan bir ki­tap ve onların durumlarına ışık tutan apaçık bir nur, niyeti güzel olan ve Allah'ın rızası ve hoşnutluğunu isteyenleri, güven ve esenlik yoluna ve dosdoğru yola iletecek ve onlan karanlıklardan nura çıkaracak bir hidayet kaynağının geldiğini, bu ayetler onlara ilan etmektedir.

Allah'ın Rasulü ile gelen kitap ve nurun, muhatap alınan Ehli Kitab'ın içine düşüp yozlaştıklan ve geçen ayetlerin anlattığı sonuçlara onları sürükleyen bu ihtilaflardan, problemlerden ve sapmalardan kurtuluşlarının garantisi olduğuna dair açıklama Kur'an'ın bu ifadesinde bulunmaktadır.

Aynı şekilde bu iki ayetin nüzul sebebiyle ilgili bir rivayete rastlamadık. Akla gelen şey, bu iki ayetin yahudi ve hristiyanlann. Allah 'la olan ahidlerini bozduğuna, ondan saptıklarına ve bu sebeple Allah'ın öfke ve intikamına maruz kaldıklarına dair bilgileri kapsayan ve yine Kur'an'ın inişi sırasında onların Rasulullah'ın getirdiğine sarılmaları, Allah'ın ve kitabının hidayetiyle hidayete ermelerini sağlamak için, onların durumları­nın hakikatinin ifadelerini kapsayan önceki üç ayetten sonra Ehli Kitab'a yönelik daveti sürdürme maksadıyla inmiş olmalarıdır.

Açık olarak görüldüğü gibi bu iki ayetin üslubu, akla ve kalbe yöneliktir. Görünen o ki bu ayetlerde, yakınlaşma ve bu davet ile Ehli Kitab'ın arasını bulacak olan Allah'ın mesajları peygamberler, onun kitapları ve onun ahidleri gibi değerleri onlara hatırlatma amacı yer almaktadır. Ve bu değerlerin onların içinde bulundukları çıkmaz ve anlaşmaz­lıklardan kurtuluşları mesabesinde olduğunun ifade edilmesi, güven ve esenlik yolunda yürümek için bunların bir fırsat olduğunun ifade edilmesi, ayetlerde yer alan hususlar­dır.

Ehli Kitab'ı, Peygamber (s)'in onların yanında olan kitapları doğrulayan risaletine inanmaya davet eden çağrıya gelince, bu yeni bir durum değildir. Bundan önce de Mek-ki ve Medeni ayetlerde çeşitli üsluplarla tekrar edilmiştir. Bununla beraber görülüyor ki burada Rasulullah'ın onlara gönderilmiş olduğunu ifade etmesi ve mesajında daha çok genele yönelik olması bakımından bu ayetler çok daha nettirler.

Geçmişte yapılan davetler neticesinde bu ayet inmeden önce yahudi ve hristiyanlar-dan bir grup, önce Mekke'de sonra Medine'de Muhammedi risalete iman edince ve da­ha önce geçen bazı sebeplerle verdiğimiz Mekki ve Medeni pek çok ayetin ifade ettiği gibi bu inananlar kendilerinde olan kitapla bu yeni risaletin benzerliklerini de görmüş olunca, tabii olarak bu ayetteki davet yeniden bir davet oluyordu.

Tuhaf olan hususlardan biri de şudur ki, bu ayette bu kadar netlik olsun ve biraz son­ra gelecek diğer bir ayette ise başka bir üslupla onda da son derece açıklık ve netlik ol­sun da, sonra bazı müsteşrikler durup dururken Kur'an'da olan nassların Peygamber (s)'in risaletinin, Araplann dışında diğer milletlere ve dinlere yönelik evrensel olduğuna delalet etmediği görüşünde ısrar etsinler. Bilakis, kesinlikle biz, bu iki ayette ve az sonra gelen ayette Peygamber (s)'in Arap Yarımadası'na komşu bölgelerin krallarına elçileri­ni ve mektuplarını gönderdiğini aktaran rivayetleri kuvvetlendirici mahiyette işaretler görmekteyiz. Ve bu civar krallarının çoğu hristiyanlardı. Onlar, Roma, Mısır, Habeşis­tan, Ğassan ve Fars krallarıydı. Kendisinin onlara gönderilmiş Allah'ın elçisi olduğunu onlara tebliğ etti ve onları İslam'a davet etti. Ve bu ayetler ve benzerleri özellikle bu sû­renin 66-67. ayetleri -ki biz yeri gelince onlan açıklayacağız- Peygamber (s)'in, krallara ve Arap Yarımadası'ndan uzak diğer bölgelerdeki krallara, emirlere ve liderlere daveti ulaştırma yolunda fiili adımlar atmaya hazırlayan ayetlerdir.

Rivayetler bu işin Hudeybiye barışından sonra ve Peygamber (s)'in Kureyş'ten ve Medine'deki ve diğer şehirlerdeki yahudilerden yana rahat olduğu bir sırada gerçekleş­tiğini bu fırsattan istifade ederek elçi ve mektuplarını gönderdiğini ifade etmektedir.[132] Ve bu ayetlerin sûre başladığından bu yana ayet dizisinin gösterdiği gibi Hudeybiye ba­rışından sonra inmişlerdir.

Peygamber (s)'in krallara gönderdiği davet mektuplarıyla ilgili çeşitli metinler akta­rılmıştır. Bunların en meşhuru Herakl'a gönderilmiş adresi belli olan şu metindir: Rah­man, Rahim olan Allah'ın adıyla. Allah'ın Rasulü Muhammed'den Bizans'ın büyüğü Herakl'e. Selam hidayete tabi olanlara. Şimdi ben, seni İslam'a davet ediyorum. Müslü­man ol, selamete er. Allah sana ecrini iki kat olarak verecektir. Eğer yüz çevirirsen te-banın[133] günahı senin üzerine olur.

" Deki: "Ey Ehli Kitab, bizimle sizin aranızda eşit olan (bizi birleştirecek olan, müş­terek olan) bir kelimeye (tevhide) geliniz. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim ve ona hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Bir kısmımız bir kısmımızı, Allah'ın dışında rabler edin­mesin." Eğer yüz çevirirlerse şahit olunuz, biz müslümanlarız deyiniz." (Âli İmran, 164)

Biz biliyoruz ki, bazı müsteşrikler bu konuda rivayet edilmiş çeşitli metinlerde açık­lık ve sakatlık olarak gördükleri bazı sebeplerden dolayı bazı şeyler uyduruyorlar. Aksi­ne bazıları Peygamber (s)'in Hicaz'ın dışını ve en geniş anlamıyla Arap Yarımadası'nın dışını düşünmediğini söylüyorlar. Ve o vakit Peygamber (s)'in, kralların en büyüklerine elçi ve mektuplar gönderme cesaretinde bulunamayacağını söylüyorlar!

İddia edilen açıklıklar, tüm eski rivayetlerin üzerinde birleştiği bu haberin aslını yok edemez. Arap Yarımadası'nın dışını düşünmemiş olduğu görüşüne gelince, sözkonusu dönemde Peygamber (s)'in öldürülen bir elçisinin intikamını almak için Belka'daki Mu'te ye gönderdiği ordu, kesinlikle bu görüşü yalanlıyor. Ve bu Mu'te savaşının sonu­cunda Medine'ye savaş açmak üzere Bizanslıların toplandığı kendisine ulaştığında hem bu toplanan Bizans ordusuna karşılık vermek, hem de kuzeyde dağlık kesimlerde yera-lan hristiyan kabilelerine haddini bildirmek üzere bizzat komuta ettiği büyük bir ordu ile Tebük'e gitmesi de sözkonusu iddiaları yalanlamaktadır.

Peygamber (s)'in dünyanın en büyük krallarına elçilerini göndermeye cesaret etme­miş olduğuna dair görüşe gelince; bu görüş, içtenlikle davasına iman etmiş ve kendisini tam anlamıyla ona adamış, Rabbi'nin Kur'an'i bir emri olarak onu doğu-batı dünyanın tüm bölgelerine yaymak ve tüm insanlığa ulaştırmak gibi görevlerine en sağlam bir inançla inanmış bir dava sahibine nisbet edilen bir saçmalık ve bir zırvadır.

Yahudilerin ilimde ehliyet sahibi olan alimleri İslam'ı görüp ona iman ettiler. Hi­caz'da bulunan hnstiyanlar da görüp ona iman ettiler. İçinde ruhban ve papazların da bulunduğu hnstiyan heyetleri de görüp ona iman ettiler. Ve çeşitli ayetlerin ifade etiğine göre İslam'daki gerçekleri bildiklerinden dolayı gözlerinden yaşlar akmıştır. Biz bu ayetleri daha önceden çeşitli sebeplerle verdik ve bilhassa Araf sûresi 157. ayetin tefsiri münasebetiyle bunları verdik.

İşte durum budur: "Ey kitap ehli, elçimiz size geldi. Kitap'tan gizlediklerinizin çoğu­nu size açıklıyor" cümlesi bir bütün olarak muhtevasını, Ehli Kitab'ın kendilerinde bu­lunan Allah'ın kitaplarından pek çok şeyi gizlediklerini ifade etmesi bakımından dikkat edilmeye değer bir cümledir.

Ehli Kitab'dan bir grup Muhammedi risalete ve Kur'an'a gerçekten iman etti. Çünkü onlar, bunlarla Kitap'tan yanlarında olan bilgiler arasında pekçok Kur'an ayetinin ifade ettiği üzere bir uyum ve bir benzerlik buldular. Bu ayetlerden biri Araf sûresinin şu aye­tidir: "Onlar ki yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o Elçiye, O ümmi Pey-gamber'e uyarlar..." (Araf: 157) ve Kasas sûresinin şu ayetleri: "Bu (Kur'an'dan) önce kendilerine kitap verdiklerimiz buna inanmaktadırlar. Onlar (Kur'an) okunduğu zaman: 'Ona inandık gerçekten. O, Rabbimizden (gelen) gerçektir. Şüphesiz biz ondan önce de müslümanlar idik' derler" (Kasas Sûresi: 52-53). Ve Maide sûresinin şu ayetleri: "(İn­sanlardan) İman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da 'biz hnstiyanlarız' di­yenleri bulursun". Bu onlardan papaz ve rahiplerin olması ve gerçekten onların büyük­lük taslamamaları nedeniyledir. Rasul'e indirileni (Kur'an'ı) dinlediklerinde tanıdıkları gerçekten dolayı, gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. Derler ki: "Rabbimiz inan­dık, bizi şahidlerle beraber yaz"[134] (Maide Sûresi:82-83).

Biz bu iki ayetle yapılan bu davetin yeni bir davet olduğunu ve bunun Ehli Ki­tab'dan henüz iman etmemiş olanlara yönelik olduğunu daha önce söyledik. Dolayısıyla cümle, birinci dereceden bunları ilgilendiriyor. Görünen o ki bunlar kesinlikle yanların­da bulunan kitaptan pek çok şeyi birçok ayetin de işaret ettiği gibi zulüm ve kibirleri se­bebiyle ve Peygamber (s) için onların aleyhine bir delil olmasın diye inkar etmişler ve gizlemişlerdir. Bakara sûresinin şu ayetleri buna işaret eder: "Allah katından, yanlarında bulunan (Tevrat)ı doğrulayan bir kitap (Kur'an) geldiği zaman, daha önce inkar edenle­re karşı, yardım istiyorlardı. Bildikleri şey (Kur'an) gelince onu inkar ettiler, artık Allah'ın laneti inkarcıların üzerine olsun. Allah'ın kullarından dilediğine kendi fazlından (vahy) indirmesini kıskanıp azarak Allah'ın indirdiklerini inkar etmekle kendilerini ne kötü bir şeye karşılık sattılar da gazap üstüne gazaba uğradılar. İnkar edenler için alçal-tıcı bir azap vardır" (Bakara, 101).

Ve Ali İmran sûresinin şu ayetleri "Ehli Kitab'dan bir kısmı istediler ki ne yapıp edip sizi saptırsınlar. Oysa onlar kendilerinden başkasını saptıramazlar farkına da vara­mıyorlar. Ey kitap ehli (gerçeği) gördüğünüz halde niçin Allah'ın ayetlerini inkar edi­yorsunuz? Ey kitap ehli niçin hakkı batıla karıştırıyor ve bildiğiniz halde hakkı gizliyor­sunuz" (Ali İmran Sûresi: 69-71).

Kur'an, Ehli Kitab'dan iman etmeyenleri, yanlarında bulunan kitapları, pekçok ayet­te bildirdiği üzere tahrif etmekle itham etmiştir. Bakara sûresinin aşağıdaki ayetleri de bunlardandır: "Şimdi siz (ey müsümanlar) bunların size inanmalarını mı umuyorsunuz? Oysa onlardan bir grup vardı ki Allah'ın sözünü işitirlerdi de düşünüp akıl erdirdikten sonra, bildikleri halde onu tahrif ederlerdi. İnananlara rastladıklarında iman ettik derler, birbirleriyle yalnız kalınca da şöye derlerdi: 'Allah'ın size açtığını onlara söylüyorsunuz ki, onu Rabbinizin katında aleyhinizde delil olarak mı kullansınlar? Aklınızı kullanmı­yor musunuz?"

Nisa sûresinin şu ayeti de bunlardandır: "Yahudilerden bir kısmı, kelimeleri konul­dukları yerlerden saptırırlar..." (Nisa, 46)

Ve az önce geçen Maide Sûresi 14. ayeti de bunlardandır. Bu cümle onların haksız suçlamalarına ek olarak yanlarında bulunan kitaptan çoğunu aynı sebeplerle (Azgınlık, , kibir ve aleyhlerine delil olması endişesi ile) gizlemeleri ve inkar etmelerinden dolayı gelmiştir. Ehli Kitab'dan inananların ortaya çıkması, diğerlerinin bu gizleme ve inkarla­rını göstermek bakımından onlar için küçük düşürücü olmuş, Kur'an'ın bu husustaki tespitleri için de doğal olarak doğrulayıcı bir ölçü olmuştur.

Burada dikkatleri üzerine çekmeye çalıştığımız konu şudur: Kur'an inzal olurken ehli kitabın ellerinde bulunan kitap, bugün yoktur. Bugünkü kitaplarında bulunmayan, imanla ilgili açıklamalar ve Ehli Kitab'ın akaidi ve tarihi ile ilgili kıssalar, zamanla on­ların elinde olan ve onların inkar ederek veya kibirlenerek saptırdıkları veya gizledikleri şeylerdendir. Bu inkar, azgınlık ve kibir neticesinde hakkı saptırma veya gizleme işi Peygamber (s)'e iman etmeyenlerin alışkanlığı oldu. Sonra bu saklanan ve inkar edilen kısımlar üzerinden bazı felaketler geçti ve belki de bunun bir neticesi olarak yok olup zamanımıza kadar ulaşamadılar.

Eldeki Tevrat sahifelerinde bize kadar ulaşmayan başka Tevrat bölümlerinin oldu­ğunu gösteren pek çok delil vardır. Mesela II. Tarihler kitabının 12. babında şu cümle yer almaktadır:"Ve rehaboamın yaptığı işler, ilk işleri de son işleride, peygamber Şema-ya'nın ve Gören İdo'nun sözlerinde nesep sırasına göre yazılı değil midir? "Oysa bu-günkü Tevrat'ta; Şemaya Nebi'nin sözleri ve Gören İdo'nun sözleri diye bir kitap (bö­lüm) yoktur.

Yine Yesu kitabının 10. babında: "Ve millet düşmanından öç alıncaya kadar güneş durdu ve ay yerinde kaldı. Yaşar kitabında bu yazılı değil midir?" cümlesi yeralmakta-dır. Halbuki Tevrat kitapları arasında "Yaşar kitabı" diye ismlendirilmiş bir kitap yok­tur. Ve I. Krallar kitabının 11. babında: "Ve Süleyman'ın işlerini geri kalanı, yaptığı her şey ve hikmeti, Süleyman'ın işleri kitabında yazılı değil midir?" cümlesi yeralmaktadır. Ve bugün eldeki Tevrat kitapları arasında "Süleyman'ın işleri" adını taşıyan bir kitap yoktur. Ve Krallar kitabında gelen daha pekçok kısım böyledir. Mesela şu cümle: "Filan kralın kalan işleri bunlar Yahudi kralları tarihinde veya İsrail kralları tarihinde yazılı de­ğil midir?" Ve Tevrat kitapları arasında böyle bir ismi taşıyan bir kitap da yoktur. Elde bulunan "Tarihler" adlı Tevrat kitabı (Tevrat'ın bir bölümüdür) aslında içinde, sadra şifa bir şey bulunan veya kaynak göstermek istediğim bir kitap değildir.

Gerçekte İsa'nın hayat hikayesi ve O'nun hakkında yayılan sözlerden ibaret olan hrıstiyanlann İndilerine gelince, bugün muteber sayılan eldeki İncil sayısı dörttür. An­cak pek çok eser ve rivayete göre İndilerin sayısı bir hayli fazladır. Hatta Menar tefsi­rinde bu ayetin tefsiri ile ilgili verilen bilgilere göre bazı eserler ve rivayetler bu İncille-rin 70 civarında olduğu ifade etmektedir.

Hristiyanlardan bazıları eldeki bu dört İncil'in dışında kalan, o İndileri uydurma ve gayri meşru olarak nitelemektedirler. Görüldüğü gibi bu onlann varlığı gerçeğini orta­dan kaldırmamıştır. Bazıları da bu İndilerin kaybedilmesini İsa (a)'ya ve hayatına aykırı olmalarına bağlamıştır. Tüm bunlar şunu ifade etmektedir ki bu İndiler kaybedildi. Çünkü bunlar farklı olan akideleri konusunda hrıstiyanlar arasında ortaya çıkan anlaş­mazlıkları gidermek için gerçekleştirilen kutsal oturumlar sonucunda kararlaştırılmış olan hnstiyanlık akidesine uygun düşmemekteydi. Bu anlaşmazlık daha da kötüleşerek Peygamber (s) zamanına ve ondan sonraya kadar sürdü. Buna rağmen bu görüş ayrılık­larının dayandığı sebepler ve bunlann detayları bize ulaşan bu İndilerde ve eski tarih kitaplarında gizledikleri, yok edildikleri ve yakıldıkları için bulunamamaktadır. Allah en iyi bilendir."[135] [136]

 

17- "Şüphesiz Allah, O meryem oğlu Mesih'tir" diyenler  and olsun ki kafir olmuşlardır. De ki: Öyleyse (Allah),

Meryem oğlu Mesih'i annesini ve yer yüzündekilerin hepsini yok etmek isterse Allah'a karşı kimin elinde bir şey var? Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunanların mülkü Allah'ın dır, dilediğini yaratır. Allah herşeye kadirdir.

 

Ayetin ibaresi açıktır. Onda hrıstiyanlann sapmalarından birinin açıklanması ve ""şüphesiz Allah, O Meryem oğlu Mesih'tir" diyenlerin Aziz ve Celil Allah'ı inkar eden kafirler oldukları ifadesi yer almaktadır. Ve meydan okurcasına akıllara ve kalplere yö­neltilmiş bir soru sorulmaktadır. Güç, kudret sahibi olan yüce Allah, Mesih'i, annesini ve yeryüzünde olan herkesi yok etmek istediğinde onu engeleyebilecek birisi var mı? Allah'a karşı kimin elinde bir şey var? " diye sorulmaktadır. Olmadığına göre öyleyse, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mülkünün sahibi O'dur. O herşeyin yaratıcısı, fceşeye gücü yetendir.

Bildiğimiz kadarıyla müfessirler bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili de yine hiç bir şey rivayet etmemişlerdir. Bize göre bu ayet akışı ve konusu bakımından önceki ayetlerle irtibatlıdır. Sözkonusu bu ayette, diğerlerinin bir devamı olarak, hrıstiyanların, İsa (a)'run getirdiklerini kavramadıkları için "Allah bizzat Mesih'in kendisidir" diyerek içi­ne düştükleri sapmaya işaret etmek için gelmiştir.

Hrıstiyanlar, Allah Mesih'in kendisidir diyorlardı. Aynı zamanda O Allah'ın oğlu­dur da diyorlardı. Bunlar şu düşüncei^rin gelişmesi sonucunu doğurdu. Meryem, ona hamile kaldığında Allah, Mesih'in dışında herhangi bir şekilde başka bir şey idi. Sonra Meryem onu doğurdu, o büyüdü, dünyada yaşadı, onun babası göklerdeydi. Onu gönde­ren O'dur dendi. Bundan dolayı Kur'an, hrıstiyanların "Allah Mesih'in kendisidir" şek­lindeki akidelerini burada belirtip kuvvetli ve susturucu bir şekilde reddedip önüne set çekmektedir. Özellikle hrıstiyanlar arasında kimileri vardır ki Mesih'in hiçbir şekilde uluhiyette Allah'a denk olmadığına, O'nun yapısında ilah olmak ve insan olmak vasıf­larının birleştiğine inanırlar. Bunların akidesine göre O tam anlamıyla bir ilah değildir. O bu iki özelliği birleştirmiştir. Bunlar Şam, Mısır ve Irak'taki hrıstiyanların çoğunlu­ğunu oluşturmaktadırlar. Yakubiler, Nasturiler ve bunlara ilaveten diğer hrıstiyan mez­heplerinden de böyle düşünenler vardır. Meryem sûresi tefsirinde de açıkladığımız gibi.İşte durum budur. Görünen o ki, bu ayetin son bölümü İsa (a)'nın mucizevi doğu-munu, Onun uluhiyyetine, Allah'n oğlu olmasına veya Allah'ın üç cüzünden birisi ol­masına bir sebep veya bunlara bir delil olarak getirilmesini reddetmek için özel ve sus­turucu bir tarzla gelen kesin delillerdendir. [137]

 

18- Yahudiler ve hrıstiyanlar: 'Biz Allah'ın oğulları ve sev­gilileriyiz' dediler. De ki: 'O halde niçin günahlarınızdan ötürü (Allah) size azap ediyor?' Hayır siz de Onun yarattık­larından birer insansınız. O dilediğini bağışlar dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü Allah'ındır. Dönüş de O'nadır.

 

Bu ayetin ifadesi de açıktır. Yahudi ve hnstiyanlann, Allah'ın dostları ve O'nun ya­nında bir kıymet sahibi olduklarına dair yaptıkları iddia anlatılmaktadır. İçinde meydan okuma olan ve bu iddiaları yalanlayan bir cevap ayette yer almıştır. Allah'ın, onların dı-şındakileri cezalandırdığı gibi onları da cezalandıracağını eğer onların iddiaları doğru ise bu cezalandırmanın neden yapılacağı soruluyor. Ve onların da diğer insanlar gibi bi­rer beşer olduğunu amellerine uygun olarak Allah'ın gazabına da rızasına da açık olduk­ları anlatılıyor. Dönüşün Allah'a olduğunu ve Allah'ın onlara karşılıklarını vereceği ha­kikati ile ayet sona ermiştir.

Taberi, yahudilerden bir grubun Peygamber (s)'e geldiklerini, karşılıklı konuştukla­rını ve Peygamber (s)'in onları Allah'a davet edip onun azabından sakındırdığını, bunun üzerine onların: "Ey Muhammed sen bizi korkutamazsın. Allah'a yemin ederiz ki biz Allah'ın oğulları ve O'nun sevgilileriyiz dediklerini ve bunun üzerine Allah'ın bu ayeti indirdiğini rivayet etmiştir. Bu rivayetin aktarılmasında diğer müfessirler de Taberi'yi izlemişlerdir.

Görülüyor ki bu ayet yahudi ve hrıstiyanlardan bazılarının daha önceki sözlerinin bir devamıdır. Ayetin üslubu ve çoğul olarak gelen muhatap zamirleri, şimdiki zamanda ya­pılan bir durumu anlatıp, cevaplamak türündendir ki bu Kur'an ifadesinde alışılmış bir tarzdır. Ve pek çok misalleri geçmiştir.Bu durum, ayette bu sözün yahudi ve hnstiyanlann ortak bir görüşleri olarak verilmesi) herhangi bir yerde bu sözün bazı yahudilerden sadır olduğunu ve aynı şekilde ba­zı hnstiyanlardan da sadır olduğunu engellemez. Vahyin hikmeti burada onu ifade et­meyi gerektirdi.

Görünen o ki, yahudi ve hnstiyanlardan sadır olan bu söz, kendilerinin Allah'tan bir hidayet üzere olduklarına ve Peygamber (s)'in davetine ihtiyaçları olmadığına dair bir övünme ifadesidir. Muhammedi Risaleti doğrulamaları için kendilerine yönelik yapılan çağrı ve açıklamalara bir reddiye, bir cevap olarak bu sözleriyle, övünerek mağrur bir tavır sergilemişlerdir. Ayetin bunları reddederken kullandığı üslup kuvvetli ve susturu­cudur. Özellikle Allah'ın onların diğer insanlar gibi insan olmaktan başka bir özellikle­rinin olamadığını ve onlarda da hidayet bulma, sapık olma, doğru yapma ve hata işleme özelliklerinin olduğunu ilan etmesi gerçekten onları tamamen susturan sağlam bir cevap olmuştur.

Bakara, Âl-i İmrân ve Cuma süresindeki pek çok ayet yahudilerin kendilerinin diğer insanlardan farklı olarak Allah'ın dostlan olduklarına, ahiret yurdunun sadece kendileri­ne ait olduğuna ve ateşin sayılı günlerden başka kendilerine dokunmayacağına dair dü­şünce ve övünmelerini anlatmıştır. Tıpkı diğer bazı ayetlerin yahudi ve hrıstiyanların her birinin ortak düşüncesi olarak, onların dini üzere olmayanın cennete giremeyeceği, hidayet arayanların kendi dinlerine girmesi gerektiği düşüncelerini ve övünmelerini ifa­de ettiği gibi.

Her ne kadar bu söz mutlak olarak bir istisna yapılmadan anlatılmış ise de, görünen o ki bu söz, onlardan Muhammedi çağrıya uymamakta direnen ve inatçı konumda olan­ların sözüdür. Şüphesiz ki onlardan pek çoğu, kulak verip Muhammed (as)'in peygam­berliğine ve Allah'ın ona indirdiklerine iman ettiler ve ona tabi oldular. [138]

 

19- Ey kitap ehli elçilerin arasının kesildiği bir boşluk ol­duğu dönemde size elçimiz geldi. Size (hakkı) açıklıyor ki "Bize bir müjdeleyici ve uyarıcı gelmedi" demeyesiniz.'[139]' İşte müjdeci ve uyarıcı size gelmiştir. Allah her şeye gücü yetendir.

"Demeyesiniz diye" anlamındadır.

 

Ayette, yeni bir gerekçe ile kitap ehline tekrar sesleniş ve onları uyarma vardır. Pey­gamberlerin gelişinin kesildiği bir dönemde Rasulullah (s), Allah'ın ahdini yenilemek ve onun sınırlarını onlara açıklamak için kendilerine geldi. Ve onları Allah'ın bu sınırla­rı çerçevesinde yürümeye davet etti ki; ahirette, bugün içinde bulundukları bu sapmala­rına ve bölünmelerine bir mazeretleri kalmasın, ve içinde bulundukları sapıklık ve hata­larını onlara açıklayan bir müjdeleyicinin ve bir uyarıcının kendilerine gelmediğini söy-leyemesinler.

Son cümleye gelince, yerinde bir mefhum içermektedir. Allah her şeye gücü yeten­dir. O'nun gücünü hiç bir şey sınırlayamaz. Önceki Rasulleri gönderen de odur. Yeni bir Rasul göndermek onun kudretine aykırı olan, şaşılacak bir şey değildir.

Taberi'nin rivayet ettiğine göre Muaz b. Cebel, Sa'd b. Ubadeh ve Ukbe b. Vehb, yahudilere şöyle dediler: "Allah'tan korkunuz. Allah'a yemin ederiz ki siz onun Al­lah'ın elçisi olduğunu biliyorsunuz. Siz onun gönderilişinden önce ondan bahseder ve onu sıfatlarıyla bize anlatırdınız". Bunun üzerine Rafi b. Harmele ve Vehb. b. Yahuda dediler ki: "Biz bunu size demedik, Allah, Musa'dan sonra hiç bir kitap, müjdeci ve uyarıcı peygamber de göndermedi". Bunun üzerine Allah, bu ayeti indirdi.

Görülüyor ki bu ayet de ifade bakımından kendisine yakın olan 15. ayet gibi kitap ehline yöneliktir. Çünkü daha çok önceki ayetlerin süregelen bir devamı ve onun bir parçası gibi görünmektedir. Bu durum, geçen rivayette sözkonusu edilen grubun, yahudi cemaatına söyledikleri şeyi söylemelerini ve yahudi cemaatının da onlara cevap olarak söylediklerini herhangi bir durumda söylememiş olmalarını engellemez.

Ehli Kitab'a yönelik Muhammedi bir çağrı olarak ayetin üslubu çok güzeldir. Ayet diğer insanlardan ziyade, Ehli Kitab'a seslenmektedir. Bu haliyle de 15. ayetin mesajını pekiştirmektedir. 15. ve 16. ayetlerde gelen bilgiler ışığında ve Fetih Sûresi 28. ayet ve Saf Sûresi 9. ayetin ışığında denilebilir ki: Muhakkak ki Allah'ın hikmeti, Rasullerin gelmediği, ke­sildiği bir devrede Muhammed (s)'i, apaçık bir kitap ile göndermiştir ki, insanlara ve özellikle kitap ehline Allah'ın hududu açıklansın, onların problemlerine, sapmalarına, ihtiyaçlarına cevap verilsin ve hak dinin sancağı altında topyekün toplansınlar.

Bu ayet, elçi, müjdeleyeci ve uyarıcı ifadelerini aynı anlam ile bir araya toplamıştır. Bu, Rasulün en önemli görevinin, müjdeleme ve uyarma olduğu anlamına gelir.

Burada bazı müsteşriklerin gelişigüzel söyledikleri, "Kur'an, uyarıcı ve rasul kav­ramlarının anlamını ayırıyor, Rasulullah(s)'ın üzerinden bir fetret devresi geçmiştir. Artık ona Rasul denmesi sakıncalı olur. Ona uyarıcı demekle yetinmek gerekir." gibi söz­lerine de bir cevap vardır. Kaldı ki zaten bunların söyledikleri doğru olmayan şeylerdir. Çünkü Kur'an, Rasulullah (s)'a Mekke döneminin ilk başlarında Müzemmil sûresinin 15. ayetinde Rasul sıfatını vermiştir. Sonra onun bu Rasul olma sıfatını Kur'an Mekki diğer pek çok ayette tekrarladı. Yine Kur'an'da Mekki olan pek çok ayet, müjdeleme ve uyarmanın ikisinin de Rasulün en önemli görevleri olduğunu bildiriyor.

İşte bu 12. ayetle başlayan bu ayetler dizisinin tamamı "Ehli Kitab" kavramının ya-hudi ve hristiyanlar olduğu ile alakalıdır. Burada, 5. ayetin tefsirinin sonunda söyledik­lerimiz desteklenmektedir. [140]

 

20- Bir zamanlar Musa kavmine demişti ki: 'Ey kavmim, Al­lah'ın size olan nimetini hatırlayınız, zira(Allah) aranızdan (kimilerini) peygamber yaptı, sizi krallar'[141]', yaptı ve alemler­den hiçbirine vermediği şeyi size verdi.

21- Ey kavmim, Allah'ın size yazdığı kutsal toprağa giriniz ve arkanıza dönmeyiniz. Yoksa kaybederek dönmüş olursunuz.

22- Dediler ki: 'Ey Musa, orada zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz asla oraya girmeyiz. Eğer oradan çı­karlarsa biz de hemen gireriz.'

23- (Allah'tan) korkanlardan'[142] Allah'ın kendilerine nimet verdiği'[143]' iki adam dedi ki: 'Onların üzerine kapıdan giriniz, oraya girdiğiniz an kesinlikle siz galipsiniz. Eğer mü'minler-seniz sadece Allah'a tevekkül ediniz.'

24- Dediler ki: 'Ey Musa, onlar orada olduğu sürece biz ke­sinlikle oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin sava­şın, biz burada oturuyoruz.

25- Musa: 'Rabbim, gerçekten ben kendimden ve kardeşim­den başkasına malik olamıyorum (söz geçiremiyorum). Öy­leyse bizimle bu fasıklar kavminin arasını ayır', dedi.

26-  Allah buyurdu ki: 'Orası onlara kırk yıl haram kılındı. Yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşacaklar. Sen o fasıklar toplu­luğuna üzülme.'

 

İsrailoğulları'nın Hz. Musa'ya Karşı Tavırları

 

Bu ayetler, Musa (a) onları Mısır'dan çıkarıp "arz-ı mukaddes"e sokmak istediğinde

İsrailoğullan'nın Musa'ya karşı olan tavırlarıyla ilgili bir hatırlatma içermektedirler. Ve oranın sakinleri ve zorbalanna karşı İsrailliler'in pısırıklıkları, korkaklıkları, Hz. Mu­sa'nın onlara daveti, kırk sene çölde kalmalarına Allah'ın hükmetmesi ve onları fasıklar diye sıfatlandırması gibi konulan kapsamaktadır. Ayetlerin ifadeleri gayet açıktır.

Bu ayetlerin nüzul sebebi ile ilgili herhangi bir rivayete rastlamadık. Akla ilk gelen, bunların geçen ayetlerin devamı olduklarıdır. Allah, orada yahudi ve hristiyanlardan al­dığı ahitten ve onların bu ahdi bozduklarından özetle bahsetmişti. Sonra ahdi bozmanın ve sapmanın mânâsı ile ilgili bazı açıklamalar içeren bilgiler vermeye başladı. Hristi-yanların, mesih inançları ile ilgili aykırılık ve saçmalıklarını anlattı. Ve derken İsrailo­ğullan'nın bazı tavır ve tuhaflıklannı anlatmak üzere yine bu bölüm geldi.

Kur'an'ın yalnızca burada bahsettiği bu olay, Tevrat'ın Sayılar Kitabı'nın onüçüncü ve ondördüncü bablarında detaylı bir şekilde anlatılmıştır. Bu ayetlerde anlatılanlar ana-hatlarıyla bu Tevrat sifrinde anlatılanlara uygundur. Bu ayetler de özetle gelmiştir. Çün­kü burada Kur'an'ın kıssalarda takip ettiği üsluba uyularak, İsrailoğullan'nın bildikleri bir olayı hatırlatmak, Allah ve Rasulünün emri karşısında onlann o korkak, inatçı ve ra­hatsız edici tavırlannı bir ibret levhası olarak açığa çıkartıp ders almalannı sağlamak tarzında gelmiştir.

Tevrat'ın sözkonusu edilen bu iki babındakilerin özeti şudur: Allah, arz-ı mukadde­sin her türlü durumunu keşfetmek, hakkında bilgi edinmek üzere İsrailoğullan'nın oniki kabilesinin her birinden bir kişi olmak üzere bir keşif heyetinin seçilip gönderilmesini Musa'ya emretti. Gidip döndüler ve dediler ki: "Orası öyle bir yerdir ki gerçekten süt ve bal akıyor (Bir elleri sütte bir elleri baldadır. Bolluk ve bereket içindedirler). Bunu ka­nıtlamak için yanlarında getirdikleri büyük bir üzüm salkımını da gösterdiler. Sonra de­diler ki: "Fakat orada oturanlar çok güçlüdürler. Onlar arasında İnak Kabilesi'nin zorba-lanndan Amalakalar var. Şehirleri müstahkemdir, onlann yanında kendimizi çekirgeler gibi gördük. İsrailoğulları korktular ve Musa'yı kınadılar. Dediler ki: "Kendimize bir li­der seçip Mısır'a geri dönelim. Keşif için giden heyetten olan Yuşa ve Kalip onlardan aynlıp İsrailoğullanna durumu kolaylaştırmaya ve onlar arasında cesaret yaymaya ça­lıştılar. Bunun üzerine İsrailoğullan bunlara öfkelendiler, neredeyse onları taşlayıp öl­dürmek istiyorlardı. Böylece Rabb, onlara öfkelendi ve kullan Yuşa ile Kalip hariç mevcut olan bu erkeklerden hiçbirinin kutsal topraklara girmeyeceğine ve onları çölde öldüreceğine dair yemin etti. Böylece Sina Çölü ve çevresinde şaşkın şaşkın dolaşıp durdular. Ta ki, Allah'ın emrine baş kaldıranlar tükeninceye kadar.

Tefsir kitaplannda[144] bu konu ile ilgili pekçok açıklama vardır. Bunlardan bir kısmı Tevrat'ın Sayılar Kitabı'ndaki anlatılanlara uygundur. Bir kısmı da bu açıklamalara uy­mamaktadır. Çeşitli abartmalar ve aykınlıklar kanşmıştır. Ve tamamı İslam'ın ilk devirlerinde bu haberleri aktaran ravilere isnat edilmiştir. Görüldüğü gibi bu da Peygamber (s) zamanında Araplar'in yahudilerden bu olay hakkında ana hatlarıyla bir bilgi edinmiş olduklarını göstermektedir.

Müfessirler; "Alemlerin hiçbirine vermediği şeyi size verdi." cümlesi üzerinde dur­muşlar ve İbn Abbas ve başkalarından yaptıkları rivayetlere göre bu cümle, Allah'ın sa­dece İsrailoğullan'na sağladığı nimet ve imkanları ifade eder. Bulutun gölgelenmesi, üzerlerine menn (kudret helvası) ve selva (bıldırcın) indirmesi ve Musa'nın, asasının bir vuruşu ile taştan çeşmeler çıkarması gibi. Ve buna ek olarak müfessirler derler ki; ayette geçen "alemler" kelimesi o zaman ki alemler demektir. Tüm zamanlardaki alemler de­ğildir. Çünkü yüce Allah, Muhammed (s) ümmetine İsrailoğulları'na vermediği nimetle­ri vermiş, ona ikramlarda bulunmuştur. En isabetli yorumun bu olduğu görülmektedir.

Aynı şekilde "sizi krallar yaptı" cümlesi üzerinde de durmuşlar ve bunun meşhur an­lamıyla krallık mânâsında olmadığını söylemişler ve kelimenin tüm İsrailoğulları'nı ku­şatması hususunu da buna delil getirmişlerdir. Eğer bu kastedilseydi cümle: "Ve sizden krallar yaptı." şeklinde gelirdi. Öyleyse cümle sadece Allah'ın onlara sağladığı hürriy-yeti, uzun süre Mısır'da köleleştirildikten sonra kendi özgürlüklerine kavuşmalarını ifa­de etmektedir. Müfessirler buna bir destek olarak Enes b. İyaz'dan bir rivayet yapmış­lardır. Buna göre Enes, Zeyd b. Eslem'den cümlenin yorumu ile ilgili şöyle dediğini duymuştur: "Cümlenin yorumu hakkında Rasulullah'ın: 'Kimin bir evi bir de hizmetçisi varsa, o kraldır.' şeklindeki hadisinden başka birşey bilmiyorum." Bu konuda bir de şöyle bir hikaye rivayet ederler: "Abdullah bin Amr, fakirlikten şikayet eden birine sor­du: 'Senin oturduğun bir evin, sığındığın bir karın var mı? Adam: 'Evet' dedi. Abdul­lah: 'Sen kesinlikle fakir değilsin.' dedi. Bunun üzerine adam: 'Bir de hizmetçim var' dedi. Abdullah da ona: 'Kesinlikle sen krallardansın' dedi."

Musa'nın, kavminin oraya girmesi için davet ettiği kutsal topraklar, eskiden orada oturan kavmin adına nispetle "Kenan topraklan" denen Filistin topraklarıdır. Tevrat'ın Tekvin Kitabı'nda, İbrahim (a) ülkesi Keldaniler'in topraklarından göç edince Allah'ın, buraları ona ve onun nesline vadettiği ve İbrahim'i buraya yerleştirdiği yazılıdır. Ancak Tevrat'ta geçen bu bilgiler birbirleriyle çelişmektedir. Özellikle kutsal toprakların sınır­ları hakkında değişik ve çelişkili ifadeler kullanılmıştır.[145]

A'raf sûresinin ayetlerinden birinde bu konuya bir işaret vardır: "Horlanıp zayıf bı­rakılanları da içini bereketle donattığımız yerin, doğularına ve batılarına mirasçı kıldık. Rabbinin İsrailoğullan'na verdiği güzel söz, sabretmelerinden dolayı tam yerine geldi. Firavun ve kavminin yapmakta oldukları şeyleri (köşkler, kule ve saraylar) ve yükselt­mekte oldukları şeyleri (bitki ve bazı ağaçlar için bağ ve bahçelerde yapılan çatılar, çar­daklar, üzüm bağı için yapılan çardak gibi) yerle bir ettik." (Araf, 137)

Biz bu ayeti, müslümanları saptırmak için Maide sûresinin bu ayetlerini delil getirerek, kutsal toprakların ebedi olarak kendilerine verildiğini iddia eden yahudilerin hayal­leri gibi bu konudaki her türlü vehm ve kuruntuyu giderecek bir şekilde açıkladık. Bu va'd sadece o zaman içindir. Kendi kitaplarının pek çok bölümünde geçtiği üzere, Al­lah'ın hududunu çiğneyip saptıkları takdirde Allah, onları yerle bir etmekle, kırıp dök­mekle ve kendilerine verilen herşeyi onlardan çekip almakla korkutmuştur. İşte bu deh­şet verici korkutmalardan biri Levililer kitabının 26. babında yer alan uyarılardır: "Eğer beni dinlemez ve bütün bu emirlerime uymazsanız, kanunlarımı redderseniz ve canları­nız hükümlerimden nefret ederse, tüm emirlerimi yapmayıp ahdimi bozarsanız ben de aynen size şunu yapacağım: Dehşeti gözleri söndüren ve canı tahrip edip yok eden vere-mi-sıtmayı üzerinize salacağım. Ve tohumunu bu boş yere ekeceksiniz, onu düşmanları­nız yiyecektir. Yüzümü size karşı koyacağım ve düşmanlarınızın önünde vurulacaksı­nız. Sizden nefret edenler, üzerinize hükümdar olacaklar ve sizi kovalayan yokken ka­çacaksınız. Sonra eğer bunlardan sonra da beni dinleyip itaat etmezseniz, o zaman suç­larınız için sizi yedi kat daha tedip edeceğim. Kuvvetinizin gururunu kıracağım. Gökle­rinizi demir gibi, yerlerinizi bakır (tunç) gibi edeceğim. Eğer bana karşı yürür, beni din­lemeye razı olmazsanız suçlarınıza göre üzerinize yedi kat daha bela getireceğim. Ve yaban hayvanlarını üzerinize salacağım ve sizi zor durumda bırakacaklar (çocuklarınız­dan edecekler), hayvanlarınızı kıracaklar ve benim tarafımdan bunlarla da ıslah edil-mezseniz ve bana karşı yürürseniz, o zaman ben de size karşı yürüyeceğim ve suçlarınız için yedi kat vuracağım. Ve üzerinize ahdin öcünü alacak bir kılıcı getireceğim. Ve şe­hirlerinize toplanacaksınız ve aranıza veba göndereceğim ve düşman eline teslim ola­caksınız... ve eğer bununla da bana boyun eğmezseniz ve bana karşı yürürseniz o zaman ben size karşı öfke ile yürüyeceğim. Suçlarınız için sizi yedi kat te'dip edeceğim. Ve oğullarınızın etini ve kızlarınızın etini yiyeceksiniz. Ve yüksek yerlerinizi yıkacağım. Güneş putlarınızı devireceğim ve leşlerinizi putlarınızın leşleri üzerine koyacağım ve canım sizden nefret edecek ve şehirlerinizi metruk çöl edeceğim. Ve makdislerinizi ıs­sız bırakacağım. Ve hoş kokularınızı koklamayacağım ve ben diyarınızı ıssız bırakaca­ğım. Ve onda oturan düşmanlarınız bundan dolayı şaşacaklar. Ve sizi milletler arasında dağıtacağım. Ve ardınızdan kılıç çekeceğim, diyannız ıssız olacak, şehirleriniz çöl ola­caklar... Ve kovalayan yokken düşeceksiniz... Kişi, kılıcın önünden kaçan gibi kaçıp kardeşine takılıp düşecek. Düşmanlarınıza karşı durmaya kudretiniz olmayacak. Millet­ler arasında helak olacaksınız. Ve düşmanlarınızın diyarı sizi yiyecek..." (Tevrat-Levili-ler, bab:26, cümle: 14-40)

Akide ve ahlak konusunda gerçekten tehlikeli sapmalarla saptılar da Allah, azap teh­didini yürürlüğe koydu. Ve öldürücü darbelerle onlara vuran kimseleri üzerlerine saldı. Ülkelerini işgale uğrattı. Şehirlerini ve mabetlerini yerle bir etti ve onları dünyanın dört bir yanına kitaplarının da ifade ettiği gibi[146] alçak köleler olarak dağıttı. Bakara, Âli İm-

rân ve Nisa Sûreleri'ndeki pek çok ayetin de anlattığı gibi, yahudilerin bu sapıklıkları Peygamber (s)'in zamanına kadar devam etti. Bunun bir neticesi olarak Allah üzerileri­ne alçaklık ve yoksulluk indirdi ve Allah'ın gazabına uğradılar. Pekçok ayetle[147] gelen bilgilere göre Allah, kıyamete kadar azabın en kötüsünü onlara reva görecek kimseleri onların üzerine salacağına yemin etmiştir. Allah'ın onlara olan azap tehdidini yerine ge­tirici olduğuna inanmak müslümanlann görevidir. Kesinlikle, "Allah sizin için yazdı." cümlesi ve "Horlanıp zayıf bırakılanları da içini bereketle donattığımız yerin, doğuları­na ve batılarına mirasçı kıldık..." cümlesi geçmiş ve bitmiş zaman içindir.

Şurası açıktır ki bu ayet grubu İsrailoğulları'nın konumuna düşüp Allah'n azabını haketmekten kaçınmaları konusunda müslümanlar için sonsuz ve çok büyük bir mesaj içermektedir.

Rivayet edildiğine göre bir savaş halinde istişare toplantısı yapılırken bazı müslü­manlar İsrailoğullan'nın bu eski olayından esinlenerek Peygamber (s)'e:

"Biz İsrailoğullan'nın peygamberlerine dedikleri gibi 'sen ve Rabbin savaşınız, biz burada oturuyoruz' demeyiz. Aksine 'seni destekliyor ve sana itaat ediyoruz' deriz. Eğer seninle beraber denize dalmamızı emretsen seninle beraber denize dalarız."[148]de­diler. [149]

 

27- Onlara Adem'in iki oğlunun haberini gerçek olarak oku. Hani birer Kurban takdim etmişlerdi de birisinden ka­bul edilmiş diğerinden ise kabul edilmemişti. (Kurbanı ka­bul edilen kabul edilmeyene): 'Seni mutlaka öldüreceğim' demişti. (O da): 'Allah, sadece korunanlardan kabul eder' dedi.

28- Andolsun ki, eğer sen beni öldürmek için bana elini uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmam. Muhakkak ki ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan korka­rım.

29- Ben isterim ki, sen hem benim günahımı, hem de ken­di günahını yüklenip[150], ateş ehlinden olasın. Zalimlerin cezası budur.

30-  Nihayet nefsi, ona kardeşini öldürmeye boyun eğdir­di'[151] (razı etti, süslü gösterdi) de onu öldürdü ve ziyana uğ­rayanlardan oldu.

31- Derken Allah, kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşeleyen'[152] bir karga gönderdi. (Katil): 'Yazık bana! Şu karga gibi olup da kardeşimin ce­sedini'[153]' gömmekten aciz mi oldum' dedi ve pişman olan­lardan oldu.

32- Bundan dolayı İsrailoğulları'na (şöyle) yazdık: "Kim bir nefsi bir başka nefse, ya da yeryüzündeki bir fesada'[154]' karşılık olmaksızın öldürürse bütün insanları öldürmüş gi­bidir. Kim de onu yaşatırsa'[155]' (hayatını kurtarırsa) bütün in­sanları yaşatmış gibidir. Andolsun ki elçilerimiz onlara açık delillerle geldiler. Sonra bunun ardından onlardan ço­ğu yeryüzünde israf etmektedirler (aşırı gitmektedirler).

 

Ayetlerin ilki Peygamber (s)'e, Allah'a birer kurban sunduklarında Allah'ın birinden kabul ettiği ve diğerinden kabul etmediği Ademin o iki oğlunun haberini okumasını em­retmiştir. Bunu diğer dört ayet de bu haberin geri kalanını ve iki kardeş arasındaki ko­nuşmayı, onlardan birinin kardeşini öldürmeye kalkışıp onu öldürmesi ve sonra pişman olup hüsrana uğrayışını peyderpey anlatarak takip etmiştir. Altıncı ayete gelince, bu da kıssayı takiben ve bundan dolayı İsrailoğullan'na Allah'ın yazdıklarını ilan ederek ve onları kınayarak gelmiştir. Çünkü Allah'ın apaçık delillerle elçileri onlara göndermesi­ne rağmen onlar kulak vermediler ve yeryüzünde azgınlık ve fesat yaparak aşın gittiler.

Ayetlerin nüzul sebebi ile ilgili bir rivayete rastlamadık. Ancak Taberi ayetlerin tef­sirinde yüce Allah'ın, bu kıssayı Rasulüne kendisine ve ashabına el uzatmayı kast etmiş olan yahudilere okumasını emretmiş ki onlara zulüm ve tuzağın sonunun çirkinliğini, cefa vermenin ve ahdi bozmanın akibetinin kötülüğünü, sözden caymanın cezası ile sö­zü yerine getirmenin sevabını öğretsin. Bu mânâyı "onlara" kelimesindeki "onlar" zami­ri veriyor ve bu zamir, geçen ayetlerde sözkonusu olan yahudilere gidiyor demiştir. Ha­zin, zamiri Peygamber (s)'in kavmine yorumlamış ve bu onlara ibret olsun diye Allah onlara okumasını emretmiştir demektedir. Zemahşeri ise istisna yapmadan kitap ehline yormuştur. Reşid Rıza ise kitap ehli olsun olmasın tüm dinleyenlere yorumlamıştır.

Biz de içinde yahudilere bir kınama bulunan son ayetin işaretleriyle Taberi'nin sö­zünü tercih ediyoruz. Aynı zamanda onların geçen ayetlerin süregelen bir devamı ve onlara bağlı olduklarını da tercih ediyoruz. Ayetlerin, özellikle, Allah'ın onları sakındır­masına ve apaçık delillerle elçilerini onlara göndermesine rağmen, sapmalarından dö­nüp kulak vermeyen İsrailoğullan'nın yeniden kınanmasını hedeflemiş oldukları fikrini de tercih ediyoruz.

"Adem'in iki çocuğu" bölümüyle ilgili müfessirlerin[156] rivayetleri, Taberinin aktar­dığı rivayete göre çok farklıdır. Mücahid, Katade ve başkalarından yaptığı rivayete göre onlar Ademin kendisinden olan çocukları değil, İsrailoğullan'ndan iki adamdır. Ve aynı zamanda İbn Abbas'tan yaptığı bir rivayete göre de onlar Ademin soyundan iki kişi an­lamındadır. Ve sonunda Taberi, kendi kanaatine göre, görüşlerin ilkinin doğruya en ya­kın olan görüş olduğunu söylemiştir.

Mevcut Tekvin kitabının dördüncü babında -ki Tekvin eski ahdin(Tevrat) ilk kitabı­dır- Ademin ilk iki çocuğundan Kain(Kabil)in, kardeşi Habil'i öldürüşünün kıssası ye-ralmaktadır. Buna göre ilk çocuk Kain (Kabil)'dir. Kıssa, geçerli kabul ettikleri kitap olan Tekvin, ellerinde bulunan İsrailoğulları'na bir hatırlatma olarak okunmuştur. Dola­yısıyla bundan Taberi'nin görüşünün doğruluğu anlaşılmaktadır.

Ve Kur'an'daki kıssanın da bununla aynı olduğu hemen anlaşılmaktadır. İbn Kesir, İmam Ahmed'in İbn Mesud'dan tahric ettiği şöyle bir hadis rivayet etmiştir: Rasulullah (s) şöyle buyurdu: 'hiç bir kimse öldürülmez ki, Adem'in ilk oğlu onun kanının güna­hından bir kısmını yüklenmesin. Çünkü o, öldürme yolunu açan ilk kişidir." Dolayısıyla bu hadis de bu görüşü desteklemektedir.

Kur'an nassı ile, sözkonusu edilen Tevrat babında gelen metin arasında Tevratın sunuş farklılığına rağmen temelde uygunluk vardır. Şöyle ki Tekvin'de denilir ki: "Kain (Kabil) çiftçi idi. Habil ise çobandı. Her biri Rabbe bir takdime sundular. Rabb, Habil ve onun takdimesine baktı. Kabile ve onun takdimesine bakmadı. Bu­nun üzerine Kabil öfkelendi ve çehresini astı. Ve Rabb ona dedi ki: Niçin sen etki­lendin ve surat astın. Dikkat et eğer sen iyilik yaparsan kazanırsın ve eğer iyilik et­mezsen günah kapıda pusuya yatmış, sana tuzak kurmuştur. Kabil kardeşine, "Haydi kıra çıkalım" dedi. Çıktıklarında üzerine atlayıp hemen onu öldürdü. Ve bunun üze­rine Rabb Kabil'e dedi ki 'Kardeşin Habil nerede?' Kabil: 'Bilmiyorum, ben onun bekçisi miyim?' dedi. Rabb dedi: 'Ne yaptın? kardeşinin kanlarının sesi yerden bana bağırmaktadır. Ve şimdi sen o toprak tarafından melunsun. O toprak ki kardeşinin kanını elinden almak için ağzını açmıştır. Toprağı işlediğin zaman artık sana azığını vermeyecektir. Yeryüzünde kaçak ve serseri bir şaşkın olacaksın".

Taberi; bu kıssa ile ilgili Mücahit, Katade, İbn Cüreyc ve İbn Abbas'tan çeşitli ve ayrıntılı pek çok rivayet aktarmıştır. Bunun bir kısmı Tekvinin dördüncü babından ak­tardığımız bilgilere uygundur, bir kısmı değildir. Aksine bir kısmı o kadar şaşılacak ay­rıntı ve aykırılık taşır ki, Arap şiiriyle Adem'den acı dolu ve ağlamaklı beyitler bile ri­vayet etmiştir. Aynı zamanda içinden Kur'an nassına benzer ve uygun olan kısımlar da vardır. Dolayısıyla bu da, tefsirlerde aktarılan bu kıssaların, Kur'an'da da ifade edildiği gibi Rasulullah zamanında yahudilerin dilinde dolaşan söz ve hikayeler olduğunu gös­termektedir. Bizim kanaatimize göre yahudilerin de kendi aralarında veya bazı sayfa ve kitaplarında yer alan bilgilerden itibar ettikleri şeyler bu hikayelerdir.

Durum ne olursa olsun Kur'an üslubu açıkça göstermektedir ki bu kıssa, sadece bir öğüt ve hatırlatma için gelmiştir. Kur'an'm, sürekli olarak kıssalarında gösterilen asıl hedef budur. Görüldüğü gibi bu kıssanın, ayetlerinin hedefleri arasında, güçlü ve yüce olan Allah'ın; insanların amellerindeki niyetlerini ve gidişatlarını bildiğini, onun sadece güzel niyet ve samimi istek sahiplerinden amellerini kabul edeceğini ve yalnızca onları, rızasıyla kuşatacağını ilan etmektedir.

Sonra bir kardeşin, azgınlaşarak kardeşine karşı yaptığı bu düşmanlık ve olay üzeri­ne Allah'ın İsrailoğullan'na yazdığı şu ilahi ve genel hükümün ilan edilmesi bu ayetle­rin hedeflerindendir: "Kim haksız yere yeryüzünde fesat çıkarmak maksadıyla bir kişiyi öldürürse tüm insanları öldürmüş gibidir. Ve kim de bir kişinin kanını dökmekten vaz­geçip onu korursa bütün insanları kurtarmış gibidir". Ve son olarak da, Allah'ın kendile­rine apaçık delillerle peygamberler göndermesine rağmen, onların çağrılarına kulak ver­memeleri ve aşırılıklardan, zulüm ve fesattan uzak durmamaları sebebiyle İsrailoğulla-n'nı kınamak ayetin hedefleri arasında yer almaktadır.

Dikkatlice incelendiğinde gayet açıktır ki, bu hedefler genel kapsamlı, değişik üm­metleri farklı şart ve zamanlan kuşatıcıdır. Bu durum İsrailoğulları için olduğu gibi, di­ğerleri için de ve özellikle Kur'an'da kendilerine ışık ve hidayet olarak gelen öğütlere ve mesajlara sarılmak zorunlu olarak müslümanlar için de geçerlidir. Nitekim İbn Ke-sir'in rivayet ettiğine göre; "Birisi Tabiin ulemasından Hasan Basri'ye şöyle sordu: 'Bu ayet İsrailoğullan için olduğu gibi, bizim için de geçerli midir?' Bunun üzerine Hasan Basri: 'Kendisinden başka ilah olmayana yemin ederim ki, evet. Allah İsrailoğulları'nın kanlarını bizim kanlarımızdan daha kıymetli kılmıştır' dedi".

"Her kim bir kişiyi başka bir cana karşılık olmaksızın veya yeryüzünde bir fesada karşılık olmaksızın (haksız yere) öldürürse bütün insanlan öldürmüş gibidir. Ve kim onu kurtarırsa tüm insanlan kurtarmış gibidir." ayetinde kapsamlı, önemli sosyal dersler ve öğütler vardır. Tek bir insan; türünü, içinde bulunduğu toplumu şahsında temsil eder. Onun kanının dökülmesini helal saymak, tüm insanların kanını helal saymak gibidir.

Böylece bu emir, ferdin kanının dökülmesinin haram oluşu ve onun korunması ile ilgili­dir. Bu ayette insanlığın birlik ve beraberliğinin önemi vurgulanmış, her insanın toplum hayatına, huzuruna karşı çok titiz olması ve ferde zarar vermekten de kaçınması gerekti­ği ifade edilmiştir.

Sıralanan tüm bu hususlarda dayanışma içinde olmak ve sorumluluğu beraberce paylaşmak, Reşid Rıza'nın da ifade ettiği gibi bu ayetin zorunlu kıldığı hususlardandır. Ve buna ilaveten Taberi'nin dediği gibi toplumun kanına saygılı olmak fertlerin görevi­dir. Cürümkâr ferdin cezalandırılmasını saygı ile karşılamak da toplumun görevidir. Topluma saygılı olanı ve onu koruyanı ödüllendirmek de yine toplumun bir görevidir. Ayet bütün bunları kapsamaktadır.

Bu ayette sadece İsrailoğullan'nın sözkonusu edilmiş olması, ayetin, İsrailoğulla-rı'nın dışında kalanlara ve bilhassa müslümanlara yönelik her zaman ve mekanda geçer­li olan genel ve sürekli mesajını örtmez.

Görünen o ki, burada ki hususilik, Allah'tan onlara peygamberler gelmesine ve on­ları çeşitli ikazlarla uyarmalarına rağmen, Peygamber (s) zamanına kadar aşırılıklarına ve zulümlerine devam etmeleri sebebiyle İsrailoğullan'nı yeniden kınamayı hedeflemiş olan ve İsrailoğulllan'na yönelik bir kınama içeren ayetlerin, bir devamı olmasındandır.

Bugün eldeki Tevrat kitaplarındaki, bu hükmün İsrailoğulları'na yazıldığını ifade e-den altıncı ayetteki cümleye benzer bir cümlenin olmaması, Kur'an'ın anlattıklarını giz-leyemez. Çünkü İsrailoğulları daha önce de açıkladığımız üzere kendilerine gelen kitap­tan pek çok şeyi saptırdılar, değiştirdiler, gizlediler ve kaybettiler. Bununla beraber Mu­sa devrine veya sonrasına ait Eski Ahid'in kitaplarında da öldürme, toplumsal ve ahlaki sapmalarla ilgili çok şiddetli, korkutucu uyanlar ve yasal düzenlemeler vardır. Nitekim az önce bu uyarılardan bazılarına değinmiştik.

İşte ayetlerin, hristiyanların Mesih ile ilgili akidelerindeki aykırılığı ifade etmekle yetinip, yahudilerin tarihleri, tavırları ve ahlakları hususunu ise detaylı olarak ifade et­mesi, bu her iki grubun Peygamber zamanındaki tablolarını çıkarmaya yardımcı olacak bir işarettir.

Bundan da anlaşılıyor ki, yahudilerin aksine hristiyanlardan çirkin ve rahatsız edici fiili ve ahlaki tavırlar görülmemekteydi. Bu tablo, yeri geldiğinde açıklayacağımız Tev-be Sûresi'nin bazı ayetleri istisna edilirse Kur'an'da yahudi ve hristiyanlarla ilgili geçen ayetlerin hepsinde genel olarak görülen bir durumdur.

Yahudilerin bu üslupla ifade edilmelerinde, bu ayetlerin) yahudilerin Medine'den te­mizlenmelerinden önce, en azından onlardan en son cezalandırılan grup olan Kurayza-oğulları sürülmeden önce indirildiğine bir işaret vardır. Ardından gelen ayet de buna işaret etmektedir. Allah en iyi bilendir. [157]

 

33- Allah ve elçisiyle savaşanların ve yeryüzünde bozgun­culuk yapmaya çalışanların cezası ancak öldürülmeleri, ya da asılmaları, ya da ellerinin ayaklarının çapraz'[158]' kesilme­si veya o yerden sürülmeleridir. Bu onlar için dünyada ki rezilliktir. Ahirette ise onlar için büyük bir azap vardır.

34-Ancak sizin onları yenip ele geçirmenizden önce'[159]' tev-be edenler hariç. Biliniz ki kesinlikle Allah bağışlayan, merhamet edendir.

 

Allah Ve Elçisiyle Savaşanların Cezası

 

Bu ayetler, Allah ve O'nun Rasulü'ne savaş açanlar ve yeryüzünde fesat çıkarmak isteyenler hakkında yasal düzenlemelerle alakalı ve uyarma amaçlı bir açıklama kapsa­maktadırlar. Şöyle ki bu ayetler bu iğrenç suça kalkışan kimsenin cezasını, ahirette çe­kecekleri büyük azaba ek olarak, ya öldürülmeleri, ya idam edilmeleri, ya el ve ayakları­nın çaprazca kesilmesi veya bulundukları yerden sürülmeleri şeklinde kesinleştirmiştir. Ancak yenilip yakalanmadan ve tamamen sindirilip kontrol altına alınmadan tevbe edenler istisna edilmiştir. Çünkü Allah'ın, rahmet ve bağışlamasını onlara ulaştırması mümkündür.

Müfessirler[160] bu iki ayetin nüzul sebebi olarak pek çok rivayet aktarmışlardır. Bun-

lardan birine göre ayetler, Ehli Kitap'tan peygamberle kendi aralarında olan bir ahit ve sözleşmeyi bozup yeryüzünde fesat çıkaran bir kavim hakkında inmiş ve Allah, birinci ayette ifade edilen cezalardan herhangi biriyle onları cezalandırmayı serbest bırakmıştır. Bu rivayetlerden birisi de ayetlerin genel olarak müşrikler hakkında indiğidir. Yine bu iki ayetin Ukel ve Ureyne kabilelerinden bir grup hakkında nazil olduğu da bu rivayet­lerden biridir. Bunlar gelip müslüman oldu ve Medine'de kaldı, sonra da Peygamber (s), bir deve sürüsünü çobanlarıyla beraber onların emrine verdi ve Medine'den çıkıp aşağılara kadar develerin sütlerini de içerek (yaylaya) inmelerine izin verdi. Şehir dışına çıktıklarında çobanları öldürdüler. Bu rivayete göre çobanların gözlerini oydular, sonra onları öldürdüler ve yeniden küfre dönüp develeri de sürüp götürdüler. Bunun üzerine Peygamber (s) onların ardından bir atlı birlik gönderdi. Hemen onları esir edip Peygam­ber (s)'e getirdiler. Peygamber (s) onların ellerini kesti, gözlerini oydu ve ölünceye ka­dar onları güneşe terketti. Bu rivayet küçük farklılıklarla Buharinin de rivayetleri ara­sındadır.[161] Bu konuda yapılan bir rivayete göre ise bu ayetler, Hilal b. Uveymirin kav­mi hakkında nazil olmuştur. Buna göre Hilal, kavmi adına müslümanlardan birine karşı veya müslüman olmak isteyen herhangi bir kimseye karşı saldırıya geçip zulmetmeye­ceklerine dair Peygamber (s)'e güvence verdi. Daha sonra Kinane kabilesinden bir grup, müslüman olmak üzere oradan geçerken, onları yakalayıp öldürdüler, mallarını da aldılar. Bunun üzerine ayetler nazil oldu. Bu konuda Taberi ve Beğavi'nin aktardıkları ve Beğavinin, Leys b. Sad'a isnad ettiği bir rivayet te vardır. Buna göre bu ayet, Ukel ve Ureyne'den olan o grubu cezalandırması ve onların gözlerini oymasından sonra Pey­gamber (s)'e bir kınama olarak; göz oyma olmadan bunların benzerlerine verilecek ce­zayı belirlemek için gelmiştir. Ve Peygamber (s) bundan sonra bu ayete dayanarak Al­lah düşmanlarından hiç kimsenin gözlerini oymamıştır. Ve bu hususta hiç bir hutbesi yoktur ki insanları böyle kör-kötürüm yapıp, sakat bırakmayı yasaklamış olmasın.

Bizim bu iki ayetin ruhundan, intizam ve tertibinden anladığımız, onların önceki ayetleri izleyerek gelmiş olmalarıdır. Özellikle, İsrailoğullan'ndan çoğunun, Allah'ın kendilerine gönderdiği elçilere ve onlara yazdığı hükümlere rağmen Peygamber (s) za­manına kadar fesat çıkarmadaki ve sapıklıklarındaki aşırılıklarını sürdürdüklerini ifade eden son ayeti izleyen bu iki ayet, onlar için yeni bir uyarma ve kınamayı ve onların ko­numları gibi bir konumda bulunan kimselere verilmesi gereken ceza ile ilgili yasal bir düzenlemeyi kapsayarak gelmiştir.

Allah ve Rasulü ile savaş, açıkça görüldüğü üzere Peygamber (s)'in peygamberliği­ne inanmamak ve tuzak kurarak, eziyet vererek faaliyetlerini engelleyerek ve düşmanla­rıyla dayanışma içinde olarak onunla savaşmaktır. Bu da Kur'an'ın; Bakara, Âli İmran ve Nisa sûrelerinin pek çok yerinde anlattığı gibi yahudilerin yaptığı şeylerdendir.

Bu iki ayetin önceki ayetleri takib ederek geldikleri şeklindeki tercihimiz, bu ayetlerin nüzul sebebi olarak aktarılan rivayetlerin ilkinin ifade ettiği gibi, onların, yahudile-rin ahdini bozduğu, müşriklere arka çıktıkları bir zamanda gelmiş olmalarını engelle­mez. Eğer bu doğru ise daha önce de anlattığımız gibi ayetlerde, yahudilerden güçlü bir kitle varken indiklerine dair bir işaret vardır.

Bedevi kabileleri Ukel ve Ureyne'den olan grubun olayı ve Peygamber (s)'in onları cezalandırmasına gelince bu olayın ayetlerin indiği bir sırada meydana gelmiş olmaları ve ravilerin durumu birbirine karıştırıp bu iki ayetin bu olay hakkında indiklerini aktar­maları muhtemeldir. Bunun delillerinden birisi de ayette, rivayetlerin ifade ettiği göz oyma cezası yoktur. Bu rivayetyerden biri de Buhari'nin, Peygamber (s)'in bu cezayı onlara uyguladığı şeklindeki rivayetidir. Aksine bu iki ayetin bu cezalandırma olayından sonra geldiğini ve Peygamber (s)'in bunlardan sonra insanları sakat bırakmayı yasakla­dığını ifade eden rivayetin doğru olduğunu tercih ediyoruz.

Bu iki ayetin bizzat kendileri yasal düzenlemelerle ilgili mükemmel bir bütünlük oluşturmaktadırlar. Ve açıkça görüldüğü gibi istisnasız herkesi kapsamaktadır. Te'vil ve fıkıh imamları birinci ayette yer alan suçlardan herhangi birinin kendilerinden meydana gelmesi durumunda, ayetlerin tüm fert ve cemaatleri kuşatan genel bir yasa olduğunu kabul etmişlerdir[162].

Bunlar dini, siyasi ve sosyal bakımdan tehlikeli, ciddi suçlardır. Ve açıkça görüldü­ğü gibi cezaları da bu suçların tehlike ve ciddiyetine uygun olarak gelmiştir.

Bu iki ayetin mânâ ve metinlerinde ilk bakışta göze çarpan, bahsi geçen suçların an­cak kafirler tarafından işleneceğidir. Bu konuda, ikinci ayetteki önemli bir nokta göze çarpmaktadır. Tek başına küfür sebep değildir. Burada Allah ve Rasulüne savaş açmak­la ve yeryüzünde fesat çıkarmakla küfür arasında bir bağ kurulmuştur. Bu; tuzak kurma­yı, eziyet vermeyi, sözü bozmayı, Allah yolundan alıkoymayı, faaliyetlere engel omayı ve İslam'a, onun Rasulü'ne ve müslümanlara karşı bir araya gelip kuvvet oluşturmayı da kapsamaktadır. Bu sebepler Kur'an'ın cihadı emredip teşvik eden veya onun işaret ve açıklamalarını ifade eden her bölümünün devamında gelmişlerdir. Burada, sadece küfürlerinden dolayı bütün kafirlere karşı savaşmak farz kılınmıştır diyenlere de bir ce­vap vardır.

Birinci ayette ifade edilen suçların ancak kafirler tarafından işleneceği açıktır deme­mize rağmen, te'vil ve fıkıh imamları, müfessirleri[163]kendilerine isnad ettikleri görüş­lerden anlaşıldığına göre bu ayetin hükmünün müslümanları da kuşatıcı olduğu konu­sunda görüş birliği içerisindedirler.

Kur'an'ın ifadesinde bir istisna olmaması bu görüşü doğruluyor. Müslümanlık sıfatı­nı taşıyanlardan bazı insanların sapmalarının, onlara Allah ve Rasulü'ne karşı savaş açanlar ve yeryüzünde fesad çıkarmaya çalışanlar sıfatının verilmesini ve onların Kar "an'in bu hükmünün konusu olmalarını engellemez.

Tefsir kitaplarında bu ayetlerin içerdiği ahkam hakkında çok çeşitli ve farklı rivayet­ler vardır. Onları aşağıda şöyle özetledik:

İlk olarak; Allah ve Rasulü ile savaşan sıfatının müslümanlardan kimlere verilebile­ceği konusunda görüşler pek çoktur[164]. Bu görüşlerden birine göre bu kimseler şehirde hosizhğı ile bilinen, gittikçe bu huyunu artıran ve onda ısrar eden kimselerdir.'''[165]

Görüşlerden birine göre de bunlar, sapıklık ve ahlaksızlığı gittikçe artıran kimseler­dir. Ve bir diğer görüş: Bunlar yol kesen, insanları korkutan, şehirde ve çölde müslü-münlarin aleyhine silah taşıyan kimselerdir. Bu görüşleri İbn Abbas, Ata, İkrime, Hasan ve Katade'ye atfederek aktaran Taberi bu görüşlerin doğruya en layık olanı; 'Allah ve Rasulü ile savaşanlar, müslüman ümmet ve onun yolcularıyla savaşanlar, -yani İslam ümmeti içerisindeki gayri müslimler- onların şehirleri ve mekanlarına baskın düzenle­yenler, Allah'ın kullarını korkutanlar, onların yollarını kesenler, mallarını alanlar ve bir sapık ve ahlaksız olarak müslümanlann kutsal değerlerine saldıranlardır diyenlerin gö­rüşüdür' diyor. Taberi'nin bu görüşü benimsemesi şüphesiz ki isabetlidir.

Durum her ne olursa olsun Kur'an'ın bu nassından ve mânâsından hemen anlaşılan, bu nassın normal olmayan, İslam toplumunun güvenliğine rahat vermeyen, onu sıkıntı­ya sürükleyen ve onun barışını tehlikeyle, menfaatlerini de zararla karşı karşıya getiren suçlar, tavırlar ve hareketler hakkında inmiş olmasıdır. Ve aynı şekilde bu suçlara uy­gun cezalar verilmesini de hükme bağlıyor.

Her ne kadar bu anılan özellikler müslümanı Allah ve Rasulüne karşı savaşan kişi olarak sıfatlandırmaya sebep olabilecek özelliklerse de, aynı zamanda bu vasıflar gayri müslime de Allah ve Rasulü ile savaşan sıfatının veilmesinin şartlarındandır. Buna ek olarak gayri müslim için bu vasıflar; Kur'an'ın, Allah'ın yolundan alıkoyan, dine saldı­ran, ahdi bozan, müslümanlann düşmanlarına arkaçıkan ve onları dinlerinden saptıran­lardır ve bunlarla cihat etmelidir.

İkinci olarak: Fıkıh ve te'vil imamları bu ayette geçen "ev""[166] harfinin ifade ettiği mânâ ve boyutları hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Şöyle ki; onlardan bir kısmı buradaki "ev"in muhayyerlik ifade ettiğini, imama düşeninse bu ayette belirtilen ceza­lardan herhangi biriyle Allah ve Rasulüne karşı savaşanları cezalandırmak olduğunu söylemişlerdir. Ve bir kısmı da; buradaki ev; beyan içndir, buna göre cezalar ancak suç­lara göre olur. Savaşıp öldüren ve hiç bir mal almayan öldürülür. Savaşıp öldüren ve mal da alanın elleri ve ayakları çapraz kesilir sonra öldürülür veya asılır. Savaşıp kimseyi öldürmeyen ve hiç bir malı da almayan kimseler ise sürülürler" demişlerdir. Tabiinin te'vil imamlarından bu görüşleri aktaran Taberi, bu görüşlerden doğruya en uygun ola­nı, Allah ve Rasulü ile savaşana hak ettiği kadar cezayı uygun gören, yaptığı işlere göre farklı cezaların ona tatbik edilmesi hükmünü veren görüştür demiştir. Ve burada ki ev tahyir içindir diyenleri kesin olarak cevaplayıp bu görüşü reddetemek için Taberi; uzun uzun açıklamalar yapmış ve ev harfinin beyan için olduğunu desteklemiştir.

Bu tercihini destekleyici bir delil olarak şu meşhur hadisi getirir: "Allah'tan başka i-lah olmadığına inanan bir müslüman kişinin kanı şu üç durumda olması hariç hiç bir şe­kilde helal olmaz: Cana can (adam öldüren kısasen öldürülür), zina yapan evli ve dinin­den ayrılıp İslam cemaatini terkeden kimse"[167] Sonra Taberi şöyle demiştir: "Eğer hiç kimseyi öldürmeksizin ve hiç bir mal almaksızın sadece korkuttuğu için biri öldürülürse bu, Allah ve Rasulünün hükmüne aykırı bir hükümle onlardan öne geçmek olur."

Biz mânâlarının ve nasslarının verdiği ilhama göre bu ayetlerin; anormal, İslam top­lumunun görevini sarsan, onun sıkıntıya girmesine etki eden ve onu tehlike ve zararla karşı karşıya getiren hareketler, tavırlar ve suçlar hakkında geldiklerini ve aynı şekilde olağanüstü ve caydırıcı tedbirlerin alınmasını da istediklerini söylemiştik. Bu da; "i-mam, işlenen bir cezayı tercih etme hususunda serbesttir, suça uygun olan caydırıcı ce­zayı tatbik eder" görüşünü tercih etmenin doğruluğunu gösterir. Allah en iyi bilendir.

Sözün, Allah ve Rasulü'ne karşı savaşan müslüman etrafında dönüp dolaştığı açıkça anlaşılmaktıdır. Allah ve Rasulü'ne savaş açmış gayri müslime gelince görüldüğü gibi O, bu ihtilafın konusu değildir. Onun açısından bir ara çözüm veya kedemeli olarak ce­zaların uygulanması yoktur. Çünkü kafirlerden; müslümanlara karşı savaşanlar, her ne şekilde olursa olsun müslümanlara karşı haddi aşanlar, Allah'ın dininden insanları alı­koyanlar, müslümanların dinlerine çirkince saldıranlar, onlarla olan ahitlerini bozanlar ve her vesile ile her şart ve imkanla onların düşmanlarına arka çıkanlarla fitne kalma-yıncaya din yalnızca Allah'ın oluncaya kadar savaşmak müslümanlar üzerine farzdır. Eğer düşmanlıktan vaz geçerlerse zalimler hariç hiç kimseye düşmanlık yoktur.

Üçüncü olarak; ikinci ayette gelen istisnanın[168] boyutları, kimleri kapsadığı hakkın­da geçmiş te'vil ve fıkıh imamlarının pek çok görüşleri vardır. Yakalanmadan önce tes­lim olup müslüman oldukları taktirde müslüman olmalarından önce işledikleri her şey onlardan kalktığından bu istisna sadece kafirlerle alakalıdır diyenler olmuştur.

Allah'a ve onun Rasulü'ne karşı savaşan müslüman kimseye gelince onların tevbele-ıi kendileriyle Allah arasındadır. Devlet reisine düşen işledikleri suçların cezalarını on­lara tatbik etmektir.

Öte yandan bu istisna; kafir, müslüman her iki grup için de geçerlidir diyenler var­dır. Bunun müslümanlardan da savaşanları kapsadığını söyleyen bu alimler, Osman (r) ve Ali (r) zamanında meydana gelmiş olaylarla ilgili haberleri delil getiriyorlar.

Osman ve Ali (r) zamanında bazı müslümanlar çıktılar, silah taşıdılar, kan döktüler, malları gaspettiler sonra tevbelerini ilan edip eman dilediler. Bu güven onlara verildi ve döktükleri kandan, aldıkları mallardan dolayı cezalandırılmadılar.

Kur'an'ın bu ifadesinin hiç bir ayrım yapmaması, bu istisnanın müslüman olsun ka­fir olsun savaşıp da yakalanmadan önce tevbe eden herkesi kuşatıcı bir istisna olduğunu söyleyenlerin tercihlerini, açıkça görüldüğü gibi doğrulamaktadır.

Ebu Bekir es-Sıddık'ın hilafet döneminin başlarında ortaya çıkan ridde(dinden dön­me) hadiseleri ile ilgili rivayetlere göre Ebu Bekir (r), tevbe ederek İslam devletine bo­yun eğen ve İslam sancağının altına dönenleri ridde esnasında kendilerinden meydana gelen işlerle ilgili bir soruşturma yapmaksızın bağışlamıştır.

Öte tarafta, eğer tevbe eden bu savaşçıların elinde gaspettiği maldan kalan varsa devlet başkanının onu geri alması ve onu sahibine vermesi bir görevdir. Yine eğer öldü­rülen bir kimsenin velisi ölüsünün kanını isterse ve delillerini de getirirse yine devlet başkanına düşen görev bu tevbe eden katil savaşçıya hadd uygulamaktır, diyen alimler de vardır. Bu görüşün de doğruluğu vardır. Çünkü bu iş hükmü ve cezası belli ve yürür­lükte olan şahsi bir hak ile alakalıdır. Allah en iyi bilendir.

Dördüncü olarak; bazı alimler devlet başkanının İslam'a karşı savaşanı yakaladıktan sonra, öldürülen herhangi birinin velisinin kısas istediğinden dolayı değil umumi vela­yetin kendisine verdiği hak ve yetkiden dolayı cezalandırabileceğine '[169] dikkat çek­mişlerdir. Bu görüşte de doğruluk payı vardır. Çünkü işlenen suç dediğimiz gibi sıradan bir suç değil, kamunun barış ve güvenliğe yönelik işlenmiş bir suçtur.

Beşinci olarak: Bazıları müslümanın önce dinden dönme durumunu sonra öldürme ve gasp yapmasını, sonra tevbe edip tekrar İslam'a dönüşünü şart koşmuşlardır. Bu ba­kımdan bir kısmı da tevbe ile haddin ondan düşmeyeceğini söylemiştir.[170] Bu görüşte de doğruluk vardır. Çünkü yapılan iş saldırganlık ve ihanet fiilidir. Allah en iyi bilendir. Osman (r) ve Ali (r)'nin hilafetleri zamanındaki gibi değildir.

İstisna ise; ayetin açıkça ifade ettiği gibi, yakalanmadan önce tevbe eden kimse için­dir. Yakalandıktan sonra tevbe eden hakkında ayet bir şey söylememiştir.

Belki de vahyin hikmeti, bu korkutma güçlü ve canlı olarak kalsın diye bu yetkiyi Peygamber (s)'e ve ondan sonra gelecek olan ulu'l-emr'e bırakmıştır ki, şartlar ve mas­lahatların gerektirdiği şekilde bu yetkiyi kullanarak uygun olan hükmü versinler.

Bununla beraber burada yakalandıktan sonra tevbe eden kimse hakkında da te'vil imamlarının yorumlarına dayanarak bir şeyler söylemek mümkündür. Alimlerin çoğun­luğu (cumhur) daha önce de söylediğimiz gibi bu ayetin hükmünün kafir-müslüman herkesi kuşattığı konusunda görüş birliğindedir. Bu, savaşanı yakalamak ise onu canlı olarak esir almak demektir. Yine alimlerin çoğunluğu kafir savaşçı esir düştüğünde ve müslüman olduğunda onun kanı koruma altına girmiş olur ve İslam olması, daha önce kendisinden meydana gelmiş olan şeyleri yokeder görüşünde de fikir birliği içindedir­ler. »[171]

Kaldı ki, onun sadece esir düşmesi ile köleliği gündeme gelir. Onun kökleştirilmesi veya iyilik olsun diye bırakılması işi, Muhammed Sûresi'nin şu ayetinin tefsirinde de tekrarı gerektirmeyecek şekilde açıkladığımız üzere mü'minlerin idarecisine bırakılmış­tır: "Savaşta inkar edenlerle karşılaştığınız zaman onları iyice sindirinceye kadar kafala­rını vurunuz. (Onları sindirince) bağlan sıkıca bağlayınız (onları esir alınız). Ondan son­ra artık ya karşılıksız bırakır veya karşılığında fidye alırsınız. Harp ağırlıklarını bırakın-caya (savaş sona erinceye) kadar (böyle yaparsınız). İşte böyle: Eğer Allah dileseydi on­lardan öç alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek için böyle yapıyor, (Allah) onların amellerini asla boşa çıkarmaz" (Muhammed, 4).

Allah ve Rasulü'ne karşı savaşıp da yakalandıktan sonra tevbe eden müslümana ge­lince, onun tevbesi kendisi ile Aziz ve Celil Allah arasındadır. Tevbe etmesi onun işle­diği suçların cezasını düşürmez[172]

Altıncı olarak; müfessirler "asılmaları", "ya da bulundukları yerden sürülmeleri" cümleleriyle ilgili Tabii'nin te'vil imamlarından pekçok yorum aktarmışlardır. Bu cüm­leden olarak birinci cümle hakkında denilmiştir ki; idam, öldürüldükten sonra teşhir için yapılır. Aynı şekilde idam, öldürme şekillerinden birisidir. Buna göre suçlu diri olarak asılır, sonra ölünceye kadar mızraklanır veya ölünceye kadar asılı bırakılır denilmiştir. Her iki görüş de muhtemeldir. Belki de daha doğru olanı asılarak idam edilmesi anla­mında olmasıdır. Çünkü eskiden beri suçluluları asarak idam etmek adettir.

İkinci cümlenin yorumu ile ilgili söylenenlerden bir görüşe göre bu cümle savaşanı ülke dışına zorlayıp çıkanncaya ve insanları onun şerrinden kurtarıncaya kadar onu ko­valamaktır denilmiştir. Yine denildi ki; bu cümle, onun anarşi çıkardığı yerden çıkartılıp başka bir beldeye götürülmesi ve orada hapsedilmesi anlamına gelir. Taberi; Hasan ve İkrime'nin, müslümanın, şirk ülkesine çıkması için kovulmasını menettiklerini aktar­mıştır. Taberi sonra şöyle demiştir: "Bu iki görüşten doğruya en uygun olanı; cümlenin mânâsı, suçlunun fesat çıkardığı yerden uzaklaştırılıp başka bir beldeye götürülmesi ve orada tevbe edinceye kadar hapsedilmesidir, diyenlerin görüşüdür". Taberi'nin bu görü­şü benimsememesi çok yerindedir. Çünkü ayet, sözkonusu olan suçlunun cezasının be­lirlenmesinin, İslami otoritenin (devlet başkanı-imam) elinde olduğunu belirtmiştir.

Görünen şu ki, bu iki cümlenin boyutları ve yorumları hakkında gelen rivayetler, müslüman veya gayri müslim olsun, İslam'a karşı savaşan kimseye verilecek cezanın Mı nasıl tatbik edileceği konusu etrafında dönüp dolaşmaktadır. İşte bu savaşçı suçlunun durumu, az önce anlattığımız gibidir. Allah en iyi bilendir. [173]

 

35- Ey iman edenler, Allah'tan korkunuz. Ve O'na (yaklaş tırıcı, rıza ve sevabını kazandırıcı) vesileyi (her türlü salih  amel-ibadet) araştırıp-arzulayınız (öğrenip, amel ediniz)[174]'.

36- İnkar edenler; eğer yeryüzündeki herşey ve bunun yanında da bir o kadarı kendilerinin olsa da kıyamet günü-

nün azabından kurtulmak için onu fidye verseler onlardan kabul edilmez, onlar için elem verici bir azap vardır.

37- Ateşten çıkmak isterler, ama oradan çıkacak değiller­dir. Onlar için sürekli bir azap vardır.

 

Ayetlerin ibaresi açıktır. Bu ayetlerde hitap mü'minleredir. İlk olarak, mü'minlere bir teşvik vardır. Onları Allah'tan korkup sakınmaya, Allah'ın nzası ve O'na yakınlık bulunan herşeyi araştırmaya ve Allah yolunda cihad etmeye teşvik etmiştir.

İkinci olarak, mü'minlere kurtuluş ve mutluluğun takva ve Allah yolunda cihad et­mekte olduğuna dair bir açıklama vardır.

Üçüncü olarak, mü'minlere bir uyan vardır. Kıyamette kafirlerin varacağı yerin kor­kunçluğu, sakındırmak amacıyla biraz da konu dışına çıkılarak mü'minlere bir uyan olarak sunulmuştur.

Bu ayetlerin nüzul sebebiyle ilgili bir rivayete rastlamadık. Bu ayetlerin mânâların­dan, kapsamından ve tertibinden anlaşılan bunların da 12-34. ayetler zincirini takip ede­rek gelmiş olmasıdır. Bu sözkonusu ayetler grubu, Ehl-i Kitab'ın sapmalarını, küfürleri­ni Allah'ın ahdini bozmalarını, Allah'tan kendilerine indirilen kitapları ihmal etmeleri­ni, onlardan birçok şeyi inkar ve kibirlerinden dolayı gizlediklerini anlatan hatırlatmala­rı içermektedir. Dikkat çektiğimiz üzere bu ayetler seyir ve konuları bakımından birbi­riyle uyum içersindeydiler. Bu ayet zinciri sona erdikten sonra, mü'minlere yönelik bu ayetler, açıkladığımız şekilde onlar için bir teşvik, bir açıklama ve bir ikaz olarak gel­miştir. Sanki şöyle demek istiyorlar: İşte bu sizin için en doğru yoldur. Kafirler ve sa­pıklar için hazırlanmış olan korkunç sonuçtan ibret almanız size görevdir. Allah en iyi bilendir.

İkinci ve üçüncü ayetlerin mânâlanndan gayet açıkça anlaşılıyor ki, bunlar kafir ola­rak ölen inkarcıların varacakları yerin bir açıklaması ve bir tasviri olarak gelmişlerdir. Bunun ardından, sağ oldukları müddetçe kafirler ve günahkârlar için tevbe kapısının açık olduğuna dair açıklama, bir sonraki ayette gelmektedir. Daha önce de benzer ayet­ler münasebetiyle pek çok kere bu hususa dikkat çektiğimiz gibi.  

Kafirlerin ahirette varacakları yerin tasviri gerçekten dehşet vericidir. Onlar ateşte kalıcıdırlar. Ateşten çıkmayı umuyorlar. Ancak yeryüzündeki herşey ve bir o kadarı da­ha kendilerinin olsa ve kurtulmak için bunu fidye olarak verseler dahi onların buradan çıkıp selamete ermelerini sağlayacak herhangi bir imkan yoktur. Bu tablo çokça tekrar­lanmaktadır. Anlaşılıyor ki, bu ayetlerin hedefleri arasında kafirlerin içinde bu korkunun tesirini meydana getirip onları sağ ve afiyette iken dine kulak vermeye ve tevbe etmeye yanaştırmak vardır. Sonra Allah'ın kendilerine hidayet ettiği, bu korkunç sondan koru­duğu ve kendilerine kurtuluş ve mutluluk yazdığı mü'minlerin gönüllerini ve duyguları­nı harekete geçirmek de ayetlerin hedefleri arasındadır.

"Onun yolunda cihad ediniz" cümlesi "cihad ediniz" kelimesine savaştan daha geniş bir anlam kazandırmaktadır. Başka bir ifade ile bu cümle; Allah'ın dinini ve şeriatını desteklemek, onun sınırlarını koruma görevini yerine getirmek ve Allah'ın emirlerini her zaman geçerli kılmak uğruna sözlü, fiili, stratejik, maddi ve manevi tüm gayretlerin seferber edilmesi anlamındadır. Aynı zamanda bu işleri yaparken başa gelmesi muhte­mel olan güçlüklere ve çilelere sabır ve mücadele ile göğüs germek anlamındadır. Bu mânâ, bu kelime ve türevlerinin geçtiği pek çok ayette görülmektedir.

"Ona vesile araştınp-isteyiniz" cümlesine gelince; bazı müslümanlann zihninde be­liren "tevessül" fikri bu cümleden dolayı oluşmuştur. Yani ölmüş ve Allah yanında diri olanlardan, peygamberlerden, velilerden ve Allah'ın salih kullarından şefaat istemek ve onların hakkı için çeşitli isteklerinin yerine gelmesini, herhangi bir zararın defini ve her­hangi bir menfaatin elde edilmesini isteme fikri. Bu peygamberleri, velileri ve salih kul­ları, ayetin araştınp-isteyiniz dediği vesileler olarak kabul ettiklerinden dolayı böyle yapıyorlar. Bu iş, peygamberler ve onların dışındaki Allah dostlarının kabirlerine seferler düzenlemelerine ve onlar için adaklar adamalarına ve onların hakkı için Allah'tan istek­lerini yerine getirmesini istemelerine varıncaya kadar ilerledi. Bu adet son asırlarda müslümanlar arasında yaygınlaştı. Ve bunlar İmam Muhammed b. Abdülvahhab'ın kar­şı koyduğu, tevhide ve İslam'ın ruhuna aykırı bidatlerin en önemlilerinden birisi olmuş­tur. Hatta O'nun davetine uyanlar Suudiler'in bayrağı altında geçen asırda ele geçirdik­leri tüm şehirlerde evliya mezarlarını yıkmaya kalkıştılar. Ömer b. el-Hattab'ın, Pey­gamber (s)'in amcası Abbas (r)'ı yanına alarak yağmur duasına çıktığı ve "Allah'ım bi­ze bir sıkıntı geldiği zaman Peygamberimiz(s)'le sana tevessül ederdik. Bize yağmur verirdin. İşte biz peygamberimizin amcasıyla sana tevessül ediyoruz, bize yağmur yağ­dır." dediği rivayet edilmiştir. Tıpkı diğer bazı eserlerin; Peygamber (s)'in, ashabının bir kısmına O'nun hakkı için Allah'a dua etmelerini öğrettiğini rivayet ettikleri gibi. Bu ve öteki rivayet, müslümanlardan bu adeti uygulayan kimse için birer dayanaktır.

Kitaplarını incelediğimizde eski müfessirlerden hiç kimse sözkonusu adeti bu ayetin yanında zikretmemiştir. Dolayısıyla bu da gösteriyor ki İslam'ın ilk asırlarında böyle bir adet yoktu. Ancak bu adet çok sonraları ortaya çıkmıştır. Çünkü ıslahatçı İmam İbn Teymiyye, üzerinde durduğu bidatler arasında bunun da üzerinde durmuş ve bu konuda "el-Vesile ve't-Tevessül" adıyla bir risale yazmıştır. Allah'ın rahmeti üzerine olsun her zamanki özelliği olduğu üzere bu risaleyi de güzel bir araştırma ürünü olan kesin bilgi­lerle doldurmuştur. İki imam, Reşid Rıza ve Cemaleddin el-Kasimi, tefsirlerinde bu ri­salelerden bahsetmişlerdir. İkisi de İmam İbn Teymiyye'nin bu risalesini övmüşler ve onu bu konuda hak ile batılı ayırt edici bir söz olarak kabul etmişler ve ondan iktibaslar yapıp aktarmışlardır.

İmamın tespit edip sunduğu hususlardan birisi de Peygamber (s) ile tevessülün üç mânâya gelebileceğidir:

Bu mânâlardan birincisi: O'na itaat ederek Allah'a tevessül etmek. Bu haktır ve Al­lah'ın şu ayetlerinden dolayı da dinin temel esaslarından biridir: "Allah'a itaat ediniz ve Rasulüne itaat ediniz." ve "Kim Rasule itaat ederse, Allah'a itaat etmiştir." İkincisi: O'­nun duası ile tevessül etmek. Bu da Ömer'in yağmur duasıyla ilgili hadisinde de geldiği gibi ancak sağlığında olur. Çünkü eğer vefatından sonra olsaydı en uygun olan Ömer'in O'nunla tevessül etmesi idi, amcasının duasıyla tevessül etmesi değildi. Kıyametle ilgili bu konuda gelen sahih hadisler1[175] olduğu için, tevessül O'nun şefaatiyle olur. Üçüncü

O'nun zatının hakkı için Allah'tan bir talepte bulunmak anlamında O'nunla te­vessül etmek. Bu durum, yağmur istemede ve benzeri hususlarda, ne hayatında ne de vefatından sonra sahabenin yapmadığı bir iştir. Onlar arasında meşhur olan dualarda da böyle birşey bilinmemektedir. Bu konuda rivayet edilen hadislerin bir kısmı mevkuf (sahabeye kadar gidip Rasulullah'a ulaşmayan) bir kısmı da merfu (Rasulullah'a kadar ulaşan)dur. Sonra İmam İbn Teymiyye, görüşünü desteklemek üzere fıkıh ve hadis imamlarının sözlerini aktarır. Bunlardan bazısı Allah'ın mahlukatından birisinin hakkı ile Allah'ın huzurunda tevessül etmenin haram olduğunu ifade ediyor. Kendisiyle teves­sül edilen peygamber de olsa durumu yine aynıdır. Bunlardan bazı görüşlere göre de bu durum şiddetli bir mekruhtur. Ve yine bu görüşlerden bazısı da bu durumu şirkten bir çeşit olarak kabul etmiştir. Çünkü bu Allah'ın dışında delillerle dua veya Allah'tan baş­kasına duadır. İbn Teymiyye görüşünü pekiştirmek için buna benzer bir hususa dikkat çekmiştir. Bu da imamların nebevi hadislere dayanarak, Allah'tan başkasına yemin et­menin caiz olmadığı konusu üzerinde ittifak etmiş olmalarıdır. Bu konudaki hadislerden birisi de şudur: "Kim Allah'tan başkasına yemin ederse, o şirk koşmuştur." Bir başka ri­vayete göre ise o kafir olmuştur. Ve şu hadiste konu ile ilgilidir. "Kim yemin edecekse, Allah'a yemin etsin, ya da sussun." İbn Teymiyye, müslümanlann nebilerle, arş ve kürsi ile, meleklerle, Kabe ile Peygamber (s)'in mescidi ve Mescid-i Aksa ile yaptıkları ye­minlerin yemin sayılmayacağına dair imamlardan görüşler aktarmıştır.

İmamın bu susturucu delili; güçlü, açık ve nettir. Bu konuda akla ve nakle dayanan, hak ile batılı birbirinden ayırt eden bir şiardır. İmamların çoğunluğu; "Allah'tan başka­sına dua etmenin, kıymeti ve mevkii yüce olan herhangi birşey veya kişi ile Allah'a te­vessül edip dünyevi bir istek veya ihtiyacın giderilmesini istemenin caiz olmadığını be­lirtmişlerdir. Ve müslümanlann halk kesiminde İslam'ın son asırlarında alışkanlık ya­pan bu adetin, nebevi sünnetten ve ashabın icraatından hiçbir dayanağı yoktur. İslam'ın ve sağlam tevhid inancının ruhuna aykırıdır" demişlerdir. Allah en iyi bilendir.

Öte yandan vesile kelimesinin gaybi mânâlar içerdiğini gösteren bazı nebevi hadisler vardır. Bunlardan birisi Cabir b. Abdullah'dan gelen şu hadistir: Rasulullah buyurdu ki: "Kim nidayı[176] duyduğunda: 'Allah'ım, ey bu mükemmel çağrının ve kılınmakta olan namazın sahibi, Muhammed (s)'e vesile ve fazilet ver. O'nu kendisine va'dettiğin güzel makama ulaştır, derse kıyamet günü ona şefaat olur'.[177]" Abdullah b. Amr b. As'dan ri­vayet edilen hadis de bunlardandır. Abdullah, Rasulullah'in şöyle dediğini duymuştur: "Müezzini duyduğunuz zaman, onun dediğini deyiniz. Sonra bana salavat getiriniz. Du­rum şu ki, bana vesileyi isteyiniz. Çünkü vesile cennette bir makamdır ki, ancak Al­lah'ın kullarından birine verilir. Onun ben olmamı umarım. Kim benim için bu vesileyi

isterse ona şefaat helal olur." Ebu Hureyre'den gelen şu hadis de bunlardandır. Ebu Hureyre demiştir ki: "Rasulullah şöyle buyurdu: 'Bana salavat getirdiğiniz zaman bana vesileyi isteyiniz". "Ya Rasulullah vesile nedir?' diye soruldu. Buyurdu ki: 'Cennet'te en yüce derecedir. Bir tek kişi hariç hiç kimse ona ulaşamaz. Ve bu kişinin ben olmasını umuyorum". Ve İbn Abbas'tan gelen şu hadis de bunlardandır: Rasulullah buyurdu ki: "Allah'tan benim için vesileyi isteyiniz. Çünkü dünyada iken bana vesileyi isteyen hiç­bir kul yoktur ki, ben kıyamet gününde ona şahid veya şefaatçi olmayayım". Ebu Said el-Hudri'den gelen şu hadis de bunlardandır. Ebu Said el-Hudri demiştir ki: "Rasulullah şöyle buyurdu: 'Vesile Allah'ın yanında öyle bir derecedir ki onun üstünde hiçbir dere­ce yoktur. Allah'tan onu, yarattıkları arasında, bana vermesini isteyiniz".

Te'vil ve tefsir imamlarına göre üzerinde görüş ayrılığı olmaksızın birleşilen husus, İbn Kesir'in dediğine göre bu ayette bu kelimenin mânâsının, taat ve onun razı olduğu salih amellerle Allah'a yaklaşmak olduğudur. Görüldüğü gibi yüce Allah'ın mü'minlere kendisine vesileyi araştırıp arzulamalarına dair emri de bunu içermektedir. Muhakkak ki bu, mü'minlerin gerçekleştirebilecekleri şeylerdendir.

Buna göre hadisler de, aktarılanlar ayetle ilgisi olmayan başka bir durumla alakalı­dır. Sadece lafız benzerliği bakımından bir alaka vardır.

İbn Kesir bu anlatılan hadisler dizisiyle beraber başka iki hadis daha aktarmıştır. Bunlarda hayret edilecek ilaveler vardır. Bunlardan birisi içinde şu bilgilerin bulunduğu ve Ali (r)'den rivayet edilen şu hadistir: Peygamber (s) buyurdu ki: "Cennette vesile de­nen bir makam vardır. Allah'a yalvardığınızda bana vesileyi isteyiniz. Dediler ki: 'Ey Allah'ın Rasulü, orada seninle beraber kim yerleşip oturacak?' Buyurdu ki: "Ali, Fatı-ma, Hasan ve ve Hüseyin." Ali b. Hasan el-Ezdi'den rivayet edilen şu hadis de bunlar­dandır: "Ali b. Ebi Talip'i Küfe minberi üzerinde şöyle seslenirken duydum.' 'Ey insan­lar, muhakkak ki, Cennet'te inci parlaklığında iki makam vardır. Biri beyaz diğeri ise sarıdır. Sarı olan arşın derinliklerindedir. Makamı Mahmut beyaz incidendir. Onun her bir evi yetmişbin odadır. Odaları ve kapıları üç mil genişliğindedir. Orada yerleşecek ai­lelerin ve oturanların hepsi bir ırktandır. Bu makamın adı 'vesile'dir. O, Muhammed ve onun Ehl-i Beyt'i içindir. Şansına gelince, onun içi de bunun gibidir. O ise İbrahim ve O'nun Ehl-i Beyt'i içindir."Bu iki hadiste de Şii kaprisi açıkça görülmektedir. Nitekim İbn Kesir birinci rivayeti münker, ikinci rivayeti de garip bir hadis olarak nitelendirmiştir. [178]

 

38- Hırsız erkek ve hırsız kadının (çalıp) kazandıklarına bir karşılık, Allah'tan onlara bir ceza'[179] olmak üzere ellerini kesiniz! Allah izzet ve hikmet sahibidir.

39- Kim yaptığı haksızlıktan sonra tevbe eder ve (davranış­larını) düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul ed­er. Şüphesiz Allah bağışlayan, merhamet edendir.

40-  Bilmez misin ki, Allah, göklerin ve yerlerin mülkü sa­dece kendisinin olandır. Dilediğine azap eder ve dilediğini bağışlar. Allah herşeye kadirdir.

 

Ayetlerin anlamı açıktır. Hırsızlık suçunun işlenmesi durumunda kadın-erkek aynmı yapılmadan verilecek cezayı içermektedir. Bunun yanında tevbe edip durumunu düzel­tenlerin, tevbelerinin kabul edileceklerine dair Rabbani bir ilanı da kapsamaktadır.

Ayetlerin nüzul sebebiyle ilgili bir rivayete rastlamadık. Ancak Taberi şöyle bir riva­yet aktarmıştır: Bir kadın mücevher çaldı,, takılan çalınanlar gelip, "ya Rasulullah bu kadın bizim zinet eşyalarımızı çaldı" dediler. Bunun üzerine Rasulullah sağ elini kesiniz dedi. Kadın, "benim için tevbe yok mu?" diye sordu. Rasulullah: "Sen bugün annenden doğduğun gün gibi günahından temizlendin" dedi ve bunun üzerine Allah: "Kim haksız­lığından sonra tevbe ederse ve durumunu düzeltirse kesinlikle Allah onun tevebesini ka­bul eder" ayetini indirdi.

Bizce bu ayet, önceki ayetlerin devamını oluşturmaktadır. 32. ayet, Allah ve Rasulü-ne karşı savaşan ve yeryüzünde fesat çıkaranlarla alakalı bir yasal hükmü kapsamakta­dır. Bu hüküm, bazı bedevilerin dinden dönmeleri ve Rasulullah'ın onların yararına ver­diği deve sürülerini gasp edip, çobanlarını da öldürmeleri üzerine inmişti.

Bu ayetler ise öncekilerin ardından adi hırsızlık cezası ile ilgili yasayı koymak üzere gelmiştir ki, böylece gizlice çalmak ve aşırmak şeklinde terör ve kan olmaksızın yapılan sıradan hırsızlıkla, genellikle terör ve kanla beraber işlenen suçlar arasındaki fark açığa çıksın.

Bu üç ayetin beraber indiği görüşünü tercih ediyoruz. Buradaki hırsızın tevbesinin kabul edileceğine dair ilan, önceki ayetlerde Allah ve Rasulü'ne karşı savaşanın tevbe­sinin kabul edileceğine dair yapılmış olan ilana uygunluk sağlamak amacıyla gelmiştir. Belki de, hırsız kadın tevbe imkanını sordu ve kendisine bu ayet okundu da, bu durum râvilerce karıştırılarak kadının hırsızlığı nüzul sebebi olarak aktarıldı. Allah en iyi bilen­dir.

Kur'an'da cezası belirtilen az sayıda önemli bir suç vardır. Hırsızlık cezası da bun­lardandır. Hırsızlık suçu bütün toplumlarda her zaman ciddi suçlardan sayılmıştır. Çün­kü bu suçta insan hayatı, şerefi, toplumun huzuru ve mallarına bir düşmanlık vardır. Kur'an'in öldürme, zina ve yeryüzündeki fesat çıkarmaya ceza verdiği gibi bu suça da bir ceza belirlemesinde şaşılacak bir durum yoktur. Tehlike ve zararına denk olması amacıyla hırsızlığa sert bir ceza koymasında da yine şaşılacak bir durum yoktur.

Rasulullah'tan aktarılan hadislerde, onun hırsızlık cezasının uygulanması konusunda sert davrandığına dair işaretler vardır. Bu hadislerden birisi Aişe'den rivayet edilen şu hadistir: "Peygamber (s) devrinde Mekke'nin fethi sırasında hırsızlık eden bir kadının durumu (uygulanacak hüküm) Kureyş'in ağrına gitti. 'Acaba kim bu kadın hakkında Rasulullah'la konuşur' dediler. 'Buna, Allah'ın Rasulünün sevdiği Üsame b. Zeyd'den başka kim cüret edebilir'? dediler. Onu alıp Rasulullah'a götürdüler ve onun için Üsa­me Rasulullah'la konuştu. Rasulullah'ın rengi değişti ve: 'Sen Allah'ın cezalarından bi­ri için şefaaat mı ediyorsun?' dedi. Bunun üzerine Üsame: 'Ey Allah'ın Rasulü, benim için Allah'tan bağışlanma dile!' dedi. Yatsı olunca Rasulullah Allah'a hamd etti ve öv­güden sonra dedi ki: 'Sizden Öncekilerin helak olmalarının sebebi, şerefli biri çaldığında onu bırakmaları, zayıf biri çaldığında cezayı ona uygulamalarıdır. Nefsim elinde bulu­nan Allah'a yemin ederim ki, eğer Muhammed'in kızı Fatıma da çalmış olsa elbette ki elini keserdim'. Sonra hırsızlık eden kadının elinin kesilmesi için emir verdi ve eli ke­sildi."[180] Abdullah b. Amr'dan rivayet edilen şu hadis de bunlardandır: Rasulullah dev­rinde bir kadın hırsızlık yaptı. Eşyaları çalınanlar onu Rasulullah'a getirip: "Ey Allah'ın Rasulü! Bu kadın eşyalarımızı çaldı' dediler. Bunun üzerine onun kabilesi: 'Onun fid­yesini veriririz.' dediler. Rasulullah: 'Onun elini kesiniz' dedi. Kavmi: 'Beşyüz dinar veririz' dediler. Rasulullah onun elini kesiniz dedi ve sağ eli kesildi'[181]"

Bu hadislerden biri de beş müsned sahibinin, Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadistir: "Peygamber (s) şöyle buyurdu: 'Allah hırsıza lanet etsin. Miğfer çalar elini ke­sersin ve ip (ağ) çalar elini kesersin'.[182]"

Tefsir kitaplarında bu ayetlerin kapsadığı hükümler hakkında çok çeşitli açıklamalar vardır. Bu açıklamaları sıralarsak:

1- Hırsızlık cezası akıllı ve ergen olanın dışındakilere uygulanmaz. Bu doğaldır. Çünkü akıl ve ergenlik insanı sorumlu kılan iki şeydir.

2- Hazin, "hırsızlığın haram olduğunu kavrayabilecek herkese haddin uygulanması için bir şarttır" demiştir. Ancak bu konuda bir delil ifade etmemiştir. Buna yeni müslü-man olup da İslam'da hırsızlığın cezayı gerektiren bir haram olduğunu bilmeyen bir ki­şiyi örnek vermiştir. Biz bu görüşü doğru kabul etmiyoruz. Ayet mutlak olarak hüküm koyup, kimseyi hariç tutmamıştır. İkinci bir açıdan bakıldığında ise hırsızlık tüm şeriat­larda yasaklanmış, genelin suç olarak kabul ettiği bir fiildir. Failin hükmü bilmemesi, cezanın uygulanmaması için bir sebep teşkil etmez.

3- Bu konuda rivayet edilen nebevi hadislerin farklılığından dolayı, el kesilmesine sebep olacak miktar hakkındaki görüş ayrılığı olmuştur. Burada beş müsned sahibinin Aişe'den rivayet ettikleri bir hadis vardır. Buna göre Aişe şöyle demiştir: "Rasulullah buyurdu ki: 'Hırsızın eli dört dinar ve daha yukarısından başkası için kesilemez'[183]". Buhari, Müslim ve Tirmizi'nin İbn Ömer'den rivayet ettiği bir hadiste ise: "Muhakkak ki Rasulullah değeri üç dirhem olan bir kalkandan dolayı bir hırsızın elini kesti."[184] şek­lindedir. Diğer taraftan Ebu Davud ve Nesai'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiği bir hadiste: "Muhakkak ki Rasulullah değeri bir dinar veya on dirhem olan bir kalkan için el kes­ti."[185] denilmektedir. Bazı fıkıh imamları en düşük nisap miktarının değerini çeyrek di­nar veya üç dirhem veya on dirhem değerini kabul ettiler. Buna göre kim bu en düşük nisap miktarından daha az kıymette birşeyi çalarsa eli kesilmez. Bu nebevi düzenleme, Kur'an'ın bu konudaki yasal düzenlemesini tamamlayıcıdır. Bu Sünnet'in, Kur'an'ın değinmediği bazı noktaları açıklaması bakımından böyledir.

Görünen o ki, en düşük nisap miktarı, çeyrek dinar da olsa bir dinar da olsa bu ancak Peygamber (s) zamanındaki şartlar gereği belirlenmiştir. Bu da akla "nisap miktarı, şart­ların ve kıymetlerin değişip gelişmesi durumunda ulu'l-emr'in takdirine bırakılsa, o be­lirleyebilir mi?" sorusunu getiriyor. Biz ulu'l-emr'in belirleyebileceğine inanıyoruz. Al­lah en iyi bilendir.

4- Alimler; ancak korunan, yani normal koruma yerlerinden biri sayılacak bir yerde korunan; bekçisi olmasa bile etrafı çevrili bir yerde olan mal için, el kesilebilir görüşün­de ittifak halindedirler. Çadır da buna dahildir. Korumasız herhangi bir yere konan, bek­çisi olmayan birşey veya çobansız olarak kırda bulunan bir hayvanı almaktan dolayı elkesme cezasının uygulanmasını gerekli görmemişlerdir. Açık olarak görülüyor ki, onlar buna benzer şeyleri hırsızlık olarak değerlendirmemişlerdir. Bunda doğruluk payı var­dır. Çünkü onu alan; onu bırakılmış, terkedilmiş zannederek almış olabilir.

5- Öte yandan kendisine ödünç verilen veya emanet edilen malı inkar eden veya bir-şeyi açıktan aşırıp kaçıran zorla gasp edip kaçan kimselerden el kesme cezasını düşüren alimler vardır. Bunlar, sünen sahiplerinin Cabir'den rivayet ettikleri şöyle bir hadise da­yanarak bu cezayı düşürüyorlar: "Hain, gaspçı ve alıp aşıran için el kesme yoktur."[186] Bunun gerekçesi olarak da açıktan kaçırılan şeylerin geri verilmesi ve emanet ve ödünç malın da delillendirilme imkanı gösterilmektedir. Dolayısıyla bu tür davranışlar da hır­sızlık olarak nitelendirilmemektedir. Bu görüşte de doğruluk payı vardır.

6- Hazin'in anlattıkları arasında çalınan malın hırsıza ait olması şüphesi varsa, el ke­silmez görüşü de vardır. Babasının malından çalan çocuk, çocuğunun malından çalan baba, efendisinin malından çalan köle veya ortağının malınan çalan ortak gibi. Müfessir bu görüşü için bir delil zikretmemiştir. Bunu söyleyen başka bir müfessire de rastlama­dık. Şu meşhur seri kaideyle amel edilerek bu uygulamanın yapılması caizdir: "Cezaları şüphelerle düşülünüz!" Yahut da bu eylemin gerçek hırsızlık olarak nitelendirilmesiyle bu kişilerden ceza düşürülür. Bu görüşte de doğruluk payı vardır.

7-  Alimlerin çoğunluğu, bostanda meyve yiyenin elinin kesilmeyeceği kanaatinde -dirler. Bu konuda iki hadis rivayet edilmiştir. Birincisi, Sünen sahiplerinin Refi b. Ha-dic'den rivayet ettikleri şu hadistir: Refi dedi ki: "Peygamber (s): 'Meyve ve hurma özü için el kesme yoktur'[187] buyurdu. Bu hadislerden ikincisi ise Ebu Davud, Ahmed ve Nesai'nin Abdullah b. Amr'dan rivayet ettikleri şu hadistir: "Abdullah b. Amr dedi ki: 'Rasulullah'a dalında olan meyve hakkında soruldu'. Bunun üzerine Rasulullah: 'Eteği­ne doldurmaksızın ağzına alıp yediği için ihtiyaç sahibi birine, herhangi bir ceza yoktur. Ondan bir yere doldurup alan kimseye misliyle tazminat ve te'zir cezası vardır. Tcpla-ma yerine, depoya konduktan sonra ondan çalan bir kimse için, eğer çaldığı şey bir kal­kan değerinde ise cezası verilir."[188]

8-  Hadis açıklayan alimler, bu hadiste geçen (El Ukubeh) kelimesini ta'zir cezası olarak açıklamışlardır ki hırsızı caydırsın. Ve onun ta'zir cezasına çarptırılması başkala­rı için ibret olsun. Bunun için alimler korunan malın en düşük nisap miktarıyla hırsızı ta'zir cezasına çarptırmayı zaruri görmüşlerdir. Bu doğrudur. Bu suç ne kadar önemsiz olursa olsun cezasız kalması uygun değildir. Bununla beraber Abdullah b. Amr'ın bos­tandan yiyen ihtiyaç sahibine ceza vermeyip müsamaha gösteren hadisi, şiddetli açlık karşısında veya aile fertlerinin açlığını gidermek için çalıp da hakim huzurunda suçu sa-bitleşen hırsızın hükmü ile alakalı bir soruya kapı açıyor. Nitekim, Ömer b. El Hattab (r)'ın bir kıtlık yılında açlığını gidermek için hırsızlık yapanlara ceza uygulamadığım anlatan rivayet gelmiştir. Allah; leş, kan ve domuz etini ve Allahtan başkası adına kesil­miş olan hayvanın etini yemeyi haram kılmış , açlık hali ve tehlikesi karşısında sıkıntıya giren bu konu da hariç tutulmuş ve bunlardan zaruri olarak yiyenler bağışlanmıştır. Bu­nun gibi sıkıntı hallerinde hırsızlık yapıp, hâkim tarafından suçu sabit görülen ve kendi­sini doyuracak bir mesleği olmayan kimse için de af caizdir demek olamaz mı? Bunlar da bu zaruret ve sıkıntı çerçevesine alınamazlar mı?

Biz Kur'an'ın mesajından, nebevi sünnetten ve Raşit halifenin uygulamasından ce­saret alarak evet demeye taraftarız. Özellikle müslamanlara hükmeden idarecilerin ve onların zenginlerinin durumlarının gerçeğini gözden geçirdiğimizde buna daha da mey­lediyoruz. Kur'an; zekat, ganimetler ve fey (gayri müslimlerden barış için alınan vergi) gibi beytül mala(hazineye) gelen tüm gelirlerde fakirler, yoksul ve zayıflar için bir pay ve hak olduğunu belirtmiştir. Bu hakkın onlara verilmesi görevini de idareciler ve zen­ginlere farz kılmıştır. Çünkü eğer bu görevi hakkıyla yaparlarsa tüm ihtiyaç sahiplerine yeter, Allah en iyi bilendir.

9- Alimler, el kesme işinin yargı ile alakalı, hukuki bir durum olduğu ve ancak ulu'l-emr'in emriyle infaz edilebileceği hususunda müttefiktirler. Yine aynı şekilde hırsızlık suçunun itirafla veya delillerle kesinleşebileceği konusunda da görüş birliği içindedirler. Bu da, diğeri de hak ve gerçektir.

10- El kesme; elin bilekten kesilmesidir. Yani dirseklere kadar ulaşmaz. Bu konuda sünen sahipleri Fudaleh b. Abdillah'tan şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir: "Rasulullah (s) bir hırsız için emir verdi, eli kesildi. Sonra emretti, kolu boynuna bağlandı."[189] Gö­rüldüğü gibi bu hadis, elin bilekten kesildiğini desteklemektedir.

11- Alimler, suçun tekrarı ile kesmenin tekrar edilip edilmeyeceği konusunda görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Bu konuda, ilk hırsızlıktan dolayı sağ el, ikincisinde sol ayak, üçüncüsünde sol el, dördüncüsünde sağ ayak kesilir, sonra artık ta'zir ve hapis cezalan verilir diyenler vardır. Bu görüşü desteklemek üzere nebevi bir hadis rivayet etmektedir­ler: "Eğer çalarsa, elini kesiniz sonra eğer çalarsa  ayağını kesiniz. Sonra eğer çalarsa elini kesiniz. Sonra eğer çalarsa ayağını kesiniz."[190] Bu hadisi aktaran müfessir Beğavi; Malik ve Şafii'nin bu hadisle amel ettiklerini söylemiştir. Öte yandan ilk hırsızlıkta sağ el kesilir, ikinci hırsızlıkta sol ayak kesilir. Bundan sonra kesilmez. Hırsızlığı tekrar ederse hapsedilir ve ta'zir cezası verilir diyenler vardır. Bu görüşün sahipleri bir delil getirmemişlerdir. Bir diğer görüş olarak sadece ilk hırsızlık olayında sağ el kesilir. Hır­sızlık tekrarlanırsa hapsedilir ve ta'zir cezaları verilir diyenler de vardır. Bu üçüncü gö­rüşün sahipleri el kesmeyi emreden ayeti delil getiriyorlar. Görülüyor ki elleri ve ayak­ları çaprazlama kesmek; ancak Allah ve Rasulüne karşı çıkan , yeryüzünde fesat çıkartan müfsidlere verilen cezadır. Hırsızlarla ilgili cezanın belirlenmesi ise hırsızın cezası ile, yeryüzünde fesat çıkarıp, Allah ve Rasulü'ne karşı savaşanların cezası arasındaki farkın ortaya çıkması içindir. Dolayısıyla burada hırsızın elinin tekrar kesilmesi, elleri ve ayaklarının çaprazca kesilmeleri kastedilmemiştir demek mümkündür. Ve yine bun­dan dolayı üçüncü görüş en doğru görüştür denilebilir. Ancak hırsızın, hırsızlığını tek­rarlaması durumunu, onu yeryüzünde fesat çıkartanın hükmüne sokar ve Beğavinin ri­vayet ettiği hadisle amel edilir demek hariç. Allah en iyi bilendir.

12- El kesme olayı gerçekleşince, hırsızdan tazminatın düşüp düşmediği konusunda da görüş ayrılığı olmuştur. Bazı alimler ayetin zahirine, bir istisna yapmadığına tutuna­rak el kesmenin tazminatı düşürdüğünü söylemişlerdir. Bir kısmı ise el kesmenin tazmi­natı düşürmediğini söylemişlerdir. Ve yedinci şıkta geçen bir hadis, hırsızın bostandan yediğinin dışında, meyvadan fazla alarak bir kaba veya bir beze doldurup götürdüğü meyvenin değerini ödemeyi ifade etmişti. Bu hadiste ikinci görüşü destekleyecek bir delil vardır. Açıkça görülüyor ki, bu görüşte olan alimler el kesmeyi işlenen suça bir ce­za, çalınan malı da sahibine -eğer bulunmuşsa aynen, bulunmamışsa bedeli ödenerek-iade edilmesi gereken bir hak olarak kabul etmişlerdir. Öte yandan bu iki görüşün orta­sını bularak eğer çalınan şey aynen veya ondan bir kısım bulunmuşsa alınıp sahibine ia­de edilir, demişlerdir. Biz uygulama imkanı olduğu zaman ikinci görüşü en doğru görüş olarak görüyoruz.

13- Hırsız yakalanmadan önce veya sonra tevbe ederse veya affedilirse, veyahut da eli kesilmeden önce tevbe eder veya bağışlanırsa el kesme cezası ondan düşer mi, düş­mez mi konusunda fikir ayrılığı olmuştur. Burada bazı alimler, Allah ve Rasulüne karşı savaşanların yakalanmadan önce tevbe ettikleri zaman tevbelerinin kabul edileceğini i-lan eden 34. ayetteki hükme kıyas yaparak, bu hırsız da hakim karşısına çıkarılmadan önce tevbe ederse el kesme cezası kendisinden kaldırılır, demişlerdir. Öte yandan bu­nunla el kesmenin düşmeyeceğini söyleyenler de vardır. Çünkü haddin uygulanması, suça karşılık bir cezadır. Tevbe ise dini bakımdan bizzat sakıncalı olan bu hırsızlık ola­yının Allah'la ilgili olan yönüdür. Biz, birinci görüşün doğru olduğuna inanıyoruz. Çün­kü bozguncu müfsidin durumu sıradan hırsızın durumundan daha tehlikelidir. Eğer bi­rinciye tevbe imkanı verilmişse ikinciye de tevbe imkanı verilmelidir.

Hırsızın yakalanıp hakim huzuruna çıkarıldıktan sonra tevbe etmesine gelince, her ne kadar bununla da ceza düşer diyenler varsa da alimlerin çoğunluğu bu durumda ceza düşmez kanaatindedirler.

Aişe'nin, hırsızlık yapan bir kadının fidyesinin Peygamber (s) tarafından kavminden kabul edilmediğini anlatan hadisinde, hırsız yakalanıp hakim huzuruna çıkarıldıktan sonra tevbe de etse cezanın düşmeyeceği görüşüne bir destek vardır.

Öte yandan başka bir hadis şöyledir: "Bir adam Rasulullah'a bir hırsız getirip bu benim rida (pardesü-cübbe) mı çaldı dedi. Rasulullah elinin kesilmesini emretti. Bunun üzerine rida sahibi, 'benim cübbem yüzünden onun elini mi keseceksin? Ben ona ridayı bağışladım' dedi. Peygamber (s): 'Onu bana getirmeden affedemez miydin' buyurdu." Bu hadis, hakim huzuruna çıkarılmadan önce tevbe etmesi veya bağışlanmasıyla ceza düşer, hakim karşısına çıkarıldıktan sonra düşmez diyenlerin görüşünü desteklemekte­dir.                             

14- Tevbe ve af ile haddin düşeceğini söyleyenler, bunun hırsızdan tazminatı düşür­meyeceğine dikkat çekmişlerdir. Bu doğrudur. Belki de Kur'an'ın "kim haksızlığından sonra tevbe eder ve durumunu düzeltirse" cümlesi tevbe ve nefs ıslahının yanında bu mânâyı da kapsıyor.

İşte durum bu. İnsanların bir kısmı hırsızın elinin kesilmesi cezasını kınıyor. Ancak çeşitli ömek ve tecrübelerle sabittir ki, hırsızların çoğu hırsızlığı şiddetli ihtiyacın kendi­lerini sürüklemesinden ziyade mal biriktirip ondan istifade etmenin en kolay bir yolu olarak görmektedirler. Ve çarptırıldıkları yeni hafif cezalardan dolayı bu mesleklerine devam eder oldular. Bu hafif cezalar onları mesleklerinden alıkoyayamamaktadır. İn­sanların güvenliğini hiçe sayarak ve helal kazanç yollarını araştırmayı düşünmeksizin ard arda hırsızlık yapmaya devam ediyorlar. Oysa bunların pek çoğu helal yollarla ka­zanma gücüne sahiptirler. Bu gibilerin ellerinin kesilmesi onlar için en güçlü bir caydırı­cı durumdur. Şüphesiz bunda başkaları için de etkili bir ibret vardır. 8. şıkta yaptığımız değerlendirmeyi hatırlatmakla beraber durum böyledir. [191]

 

41-  Ey Rasul, ağızlarıyla "inandık" deyip kalpleri inanma­mış olanlardan ve yahudilerden küfürde yarışanlar seni üzmesin. Onlar yalana kulak verirler. Sana gelmeyen diğer bir kavim dinlerler. Onlar, kelimeleri yerlerinden saptırır­lar. "Eğer size bu (fetva) verilirse alınız; bu verilmezse sa­kınınız" derler. Allah, kimin fitneye düşmesini isterse onun lehine hiçbir şeye malik olamazsın. İşte onlar, Allah'ın, kalplerini temizlemek istemedikleri kimselerdir. Onlar için dünya da bir rezillik vardır. Ve ahirette de onlar için bü­yük bir azap vardır.

42-  (Onlar daima) Yalana kulak verirler, haram'[192]' yerler. Sana gelirlerse aralarında hükmet ya da onlardan yüz çe­vir. Eğer onlardan yüz çevirirsen sana hiç bir zarar vere­mezler. Ve eğer hüküm verirsen, aralarında adaletle hü­küm ver. Çünkü Allah adalet yapanları sever.

43- Allah'ın hükmünün bulunduğu tevrat yanlarında oldu­ğu halde, seni nasıl hakem yapıyorlar da sonra bunun ar­dından yüz çeviriyorlar? Onlar inanmış değillerdir.

 

Yahudi Ve Münafıkların Tutumu

 

Bu ayetlerde:

1) Peygamber (s)'e bir rahatlatma vardır. O'na; kendisine iman ettiklerini iddia edip aynı zamanda kalpleri inanmamış, küfür ve inkarlarını her fırsatta açığa vurmakta yan­şan münafıklardan dolayı üzülmemesi gerektiği hatırlatılmıştır. Yalan yanlış kendilerine başkalarının anlattığı her şeyi dinleyip doğrulayan, bunun üzerine cesaretlenip sözü ger­çek mânâsından saptıran gerçekten Peygamber(s)'i dinlemek için gelen ve kendi arala­rında görüşüp eğer Peygamber (s) şu hükmü verirse onu kabul ediniz, şunu verirse kabul etmeyiniz diyen yahudilerden dolayı da üzülmesinin gerekmediği anlatılmıştır.

2) Özellikle burada, küfürde yanşan yahudi ve münafıklara bir taarruz vardır. Kesin­likle, onlann yaptıklan, karakterlerinin kötülüğünden ve niyetlerinin çirkinliğinden kay­naklanmaktadır. Allah, kesinlikle onlan dünyada rezil edecek ve ahirette büyük bir azap ile cezalandıracaktır. Onlar sürekli yalana kulak veriyorlar, ona razıdırlar ve onu teşvik ediyorlar ve onlar haramı çok yerler. Tüm bunlar ayetlerde bir ültimatom gibi ortaya se­rilmiştir.

3) Aralarında hükmetmek üzere kendisine geldiklerinde Peygamber (s) için bir ser­bestlik vardır. Aralannda hükmetmek veya onlardan yüz çevirmek, O'nun tercihine bağ­lıdır. Aralarında hüküm vermeyi kabul etmeyip onlardan yüz çevirdiği taktirde O'nun aleyhine bir sakınca olmayacaktır. Ama aralarda hüküm vermeye razı olduğu taktirde doğruluk ve adaletle hükmetmek zorundadır. Şüphesiz ki Allah durum ne olursa olsun haktan sapmayıp adaletli davrananları sever.

4) Mahkemeleşmek istedikleri konuda Allah'ın hükmünün içinde bulunduğu Tevrat onlann elinde bulunduğu halde yahudilerin Peygamber (s)'i hakem yapıp onun huzurun­da mahkemeleşmek istemeleriyle ilgili hayret, azarlama ve kınama olarak gelen bir istif-ham-ı inkari (yani aslında onlann asıl maksatlannın Peygamber (s)'i hakem tayin etmek olmadığını ispatlayan olumsuzluklanm ispatlayan bir soru) ayette yer almıştır. Ve sonra yahudilerin, verilen bu hükümden yüz çevirmeleri hakkında da yine aynı soruyla onlann niyetlerini art arda ortaya konmuştur. Ve onlann Allah'ın kendilerine indirdiği kitaba inananlar olarak kabul edilmelerinin mümkün olmadığının ifadesi bu ayetlerde yer al­maktadır ki, zaten bu onlann her zamanki halidir.

"Ey Rasul küfürde yarışanlar seni üzmesin..." ayeti ve ondan sonra gelen iki ayetin yorumu ve bu ayetlerdeki tasvirler, mesajlar ve İslami hakimiyet altında bulunan Ehli Kitab ile ilgili hükümler:

Bu ayetler yeni bir konuyu ele almaktadır. Bununla beraber bu bölümle önceki bö­lümler arasında her ikisinin de yahudilerin konumları, tavırlan ve ahlaklarıyla ilgili açıklamaları kapsamalan bakımından bir uygunluk vardır. Bu bölüm, önceki bölümler­den sonra inmiş, ancak zaman ve konu uygunluğundan dolayı buraya yerleştirilmiştir. Allah en iyi bilendir.

Taberi, ayetlerin nüzul sebebiyle ilgili pek çok rivayet aktarmıştır. Bunlardan birine göre Peygamber (s), yahudi Kureyza kabilesini kuşattığında, bunlar Ensar'dan Ebu Lübabe adındaki kişiye durumlarını sordular. Ebu Lübabe Peygamber'in hükmüne göre kesileceklerini işaret ederek cevap verdi. Bunun üzerine bu ayetler nazil oldu. Yine bu rivayetlerden biri de bu ayetlerin yahudilerden birisinin bir müslüman arkadaşından Peygamber (s)'e, öldürdüğü birinin hükmünü sormasını istemesi ve eğer Peygamber (s) diyetle hüküm verecekse davasını ona getireceğini, bu hükmü vermezse getirmeyeceği­ni söylemesi üzerine indiği şeklindedir.

Bu rivayetlerden biri de bu ayetlerin yahudi alimi Abdullah b. Surya hakkında indiği şeklindedir. Peygamber (s) Medine'ye gelince yahudiler kendi aralarında toplandılar. Onlardan evli bir erkek, evli bir kadınla zina etmişti. Dediler ki biz bu davayı Muham-med'e soralım. Eğer yüz sopa ve tazir ile hüküm verirse bu kral olur bize bir zararı ol­maz; eğer recm ile hüküm verirse o halde Nebi'nin elimizdekini bizden almasından kor-kalım. O'na geldiler. Peygamber (s) onlardan Tevrat'ı en iyi bilen kişiyi sordu, Abdul­lah b. Surya olduğunu O'na söylediler. Rasulullah, Abdullah b. Surya ile yalnız kaldı. O'na yemin verdirerek Tevrat'taki zina hükmünün recm olup olmadığını sordu. Bunun üzerine Abdullah b. Surya evet dedi. Ve bunlar senin gönderilmiş bir Peygamber oldu­ğunu biliyorlar fakat seni kıskanıyorlar dedi. Ancak dışarı çıktıklarında Abdullah b. Surya içeride yaptığı bu itirafını inkar etti.

Öte yandan bir diğer rivayetin özeti şudur: Rasulullah'ın bu konuda Tevrat'ın hük­mü nedir diye yemin ettirdiği yahudi alimi veya alimleri Peygamber (s)'e dediler ki; Tevrat'ta bunun cezası recm idi, fakat zina yahudiler arasında çoğaldı. Ve onlar cezayı kuvvetli ve soyluya değil, zayıf olanlara uygular oldular. Sonra Tevrat'taki recm hük­münü sopa ve yüz karalamaya çevirmek için fikir birliğine vardılar.[193]

Buna ek olarak Taberi, İbn Abbas'tan "Eğer sana gelirlerse aralarında adaletle hük­met.." ayetinin Nadiroğullan ve Kureyzaoğulları'nın kan bedelleri hakkında indiğini aktarmıştır. Beni Nadir'in ölüleri daha şerefli kabul edildiğinden, onların diyetleri tam diyet ödenirdi. Ancak Kureyza kabilesinden biri öldürülürse onun diyeti yarım diyet olarak Nadir kabilesi tarafından ödenirdi. Bu durumdan dolayı Rasulullah (s)'in hakem­liğine başvurdular. Bunun üzerine Allah, bu ayeti indirdi de onları hakka çekip diyeti onlar arasında eşit yaptı.

Müfessirler[194] Taberi'nin aktardıklarının büyük bir kısmını rivayet etmişlerdir. Ta-beri'nin de içlerinde bulunduğu alimlerin çoğunluğu ayetlerin nüzul sebebi olarak zina olayını tercih ediyorlar. Onların bir kısmına göre de zina olayı ile Beni Nadir ve Beni Kureyza yahudileri arasındaki kan bedeli meseleleri birleşti, bunun üzerine Allah bu her iki olay hakkında da bu ayetleri indirdi. Beş müsned sahibi de İbn Ömer'den şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir. İbn Ömer dedi ki: "Muhakkak ki Rasululllah (s) zina eden bir yahudi erkek ve yahudi kadını alıp yahudilerin yanına gitti ve onlara: 'Tevrat'ta zina edene ne ceza görüyorsunuz?' dedi. Onlar: 'Yüzlerini karalarız ve onlan dolaştırırız. Yüzlerini tanınmaz hale getiririz. İnsanlar arasında dolaştırırız' dediler. Rasulullah (s): "Eğer doğru iseniz Tevrat'ı getirip okuyunuz dedi. Tevrat'ı getirip okudular. Recm aye­tine gelince; okuyan kimse bu ayeti geçip, öncesindeki ve sonrasındaki cümleleri okudu. Bunun üzerine Peygamber (s) ile beraber olan Abdullah b. Selam, 'ona söyle elini kal­dırsın' dedi. Elini kaldırınca recm ayetinin elinin altında olduğu ortaya çıktı. Bunun üze­rine Rasulullah (s) zina eden o iki kişinin recm edilmesine emir verdi ve recm edildiler. İbn Ömer (r), 'ben onlan recm edenler arasında idim. Ve adamın, kendisini siper ederek kadını taşlardan koruduğunu gördüm' demiştir"[195] İbn Kesir bu hadisi bu ayetlerin tefsi­rinde vermiştir.

Ayetlerin metni onların yahudilerden bir grupla münafıklardan bir grubun kınandığı bir olay hakkında indiği hususunda gayet açıktır. Ve burada yahudilerin bir problemleri­nin olduğunu, Peygamber (s)'in hakemliğini istedikleri, konuyla ilgili iki grup arasında bir görüşme olduğu ve son olarak da eğer Peygamber (s) onların istekleri doğrultusunda hüküm verirse onu kabul edecekleri, eğer arzulanan şekilde hüküm vermezse ondan yüz çevireceklerine dair anlaşıp bir entrika çevirdikleri de gayet açıkça ayetlerin metninden anlaşılmaktadır. Yahudilerden birinin, bir arkadaşından öldürdüğü bir kişinin hükmünü Peygamber (s)'e sormasını istemesi ve eğer bu konuda ki hükmü kısas değil de kendi ar­zusu doğrultusunda kan bedelini ödemek şeklinde olursa, onun huzurunda mahkemeleş­mek istediğini belirtmesi konusunu anlatan rivayet de bir nebze bu ayetlerin muhtevası­na uygunluk arzediyor. Yine ayetlerin muhtevası, bu ayetlerin bir kısmının yahudilerden Nadiroğulları ve Kureyzaoğulları arasındaki kan bedeli problemiyle ilgili olarak indiğini anlatan rivayetle de biraz örtüşüyor. Bu ayetlerin ardından gelen ayetler, yüce Allah'ın, insan öldürme, kan bedeli ve yaralamalarla ilgili Tevrat'ta yahudilere yazdığı hükümle­rin açıklamasını kapsıyor. Ancak zina ile ilgili bu ayetlerde herhangi bir açıklama yok­tur. Bu bakımdan rivayetlerde yer alan zina olayının bu ayetlerle bir ilgisi yoktur demek doğru olur. Belki de ayetler böyle bir ilginin önünü tamamen kapatmaktadır. Çünkü bu zina olayı bir hadiste aktarılıyor. Buna rağmen aynı hadis olayın ayetlerle bir bağlantı­sından bahsetmemektedir. Ayetlerin dizim ve ifadesi bütünüyle birbiriyle uyum içinde­dir. Dolayısıyla ayrı ayrı ve farklı sebeplerle inmiş olmaları da çok uzak bir durumdur. Yahudilerin; müttefikleri olan bazı münafıklardan Peygamber (s)'den, problemle ilgili bir çözüm getirmesini istemelerini talep etmiş oldukları farzedilirse, ayetlerin Nadir ve Kureyzeoğulları arasındaki kan bedeli problemi ile ilgili olmaları muhtemeldir. Biz, yal­nızca Teberi'nin aktardığı Ebu Lübabe rivayetinde bu ayetlerle ilgili net bir bağ göremi­yoruz. Bu ayetlerin metninden, münafık bir grubun Peygamber (s)'in dilinden onun an­latmadığı bir takım şeyleri aktardıkları veya yahudilerin bir grubunun Peygamber (s)'den duydukları şeyleri çarpıttıkları ve böylece bu iki grubun kışkırtma ve karışıklık çıkarmada ortak davrandıkları, bunun da Peygamber (s)'in gönlünde çok üzücü bir etki yaptığı anlaşılmaktadır. Aynı şekilde bu ayetler, bu olayların, yahudiler Medine'deyken münafıklarla beraber hile ve entrikalarına devam ettikleri bir dönemde meydana geldi­ğini ilham etmektedirler. Eğer bu doğruysa bu bölüm ve yahudilerin tavırları, tarihleri ve Peygamber (s) zamanındaki gerçekleriyle alakalı açıklama tasvirlerini içeren bundan önceki bölümler Hudeybiye barışından önce inmiştir. Daha önce dikkat çektiğimiz üze­re bu sûrenin ilk bölümülerinin Hudeybiye barışıyla bir bağı vardır. Burada bizim; sûre­nin başında, bu sûrenin bazı bölümlerinin nüzulü önce, tertipleri sonradır ve bir kısmı da bunun aksidir şeklindeki ifademize bir delil vardır.

Allah, Peygamber (s)'e, yahudilerin kendisinin hakemliğine başvurduğu problemde, onlar arasında adaletle hükmetmesini emrediyor ve açıkça görüldüğü gibi O'ndan ada­letin ve doğruluğun gerekliliği hakkında tekrarlanan Kur'an ilkelerine uygun olarak bu konuda hükmetmesini istiyor. Ve özellikle de bu sûrenin sekizinci ayetinde önemle üze­rinde durduğu prensibe uygun hükmetmesini istiyor ki bu, bir kavme olan kinden etki­lenmemek ve onlarla adalet konusunda bu kini bir etken yapıp adaletsizlik yapmamak­tır. Bu mükemmellik ve uyum, bu ayetlerin, yahudilerin sergiledikleri maksatlı kışkırt­ma ve fitne çıkarma tezgahlarını anlattığını gösteriyor. Bu adalet emri, açıkça görüldü­ğü gibi sürekli bir mesajdır.

Ayetlerde, yahudiler kendisine geldiklerinde onlar arasında hükmetmek veya onlar­dan yüz çevirmek hususunda Peygamber (s),'e bir serbestlik verilmiştir. Taberi'nin Şa'b'dan, Ata'dan, îbn Cüreyc'ten yaptığı bir rivayete göre bu ayetlerin hükmü muh­kemdir. Ve müslüman hakim kendisine gelen gayri müslimlerin davasına bakıp bakma­ma ve onlar arasında hüküm verip vermemede serbesttir. Yine Taberi; Mücahit, İkrime , Hasan ve Katade'den yaptığı bir rivayette bu ayetlerin, bu sûreden hemen sonra gelen ve Peygamber (s)'e "onların heva ve heveslerine uyma, aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" diye emreden ayetle mensuh olduğunu aktarmıştır. Ve İslami yargının, İslam otoritesinde yaşayan anlaşmalı veya zımmi olanların davalarına bakmakla yükümlü ve yetkili olduğunu söylediklerini de aktarmıştır.

Taberi, konuyla ilgili şöyle demiştir; "Doğruya en uygun olan görüş, bu ayetlerin hükmünün geçerli olması, neshedilmediğidir. Ve idareci ve hakimler için hüküm ver­mede veya davaya bakmayıp hüküm vermeme de serbestlik vardır. Gelecek ayetlerdeki "Onların aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet" cümlesi neshetmek için değildir. Bu cümle aralarında hükmetmesini emretmek içindir". Beğavi, İbn Abbas'tan bu ayetin mensuh olduğuna dair bir görüş aktarmış ve bazı imamlar da bunu benimsemişlerdir. Bir kısmı da diğer görüşü benimsemişlerdir. Hazin; "Şafii mezhebine göre Ehli Kitap, davalarını İslam mahkemesine getirdiklerinde müslümanların hakimi aralarında hük­metmek zorundadır" demektedir. Bize göre bu görüş doğrudur. Allah en iyi bilendir.

Burada şöyle bir mesele vardır; İslam devletiyle anlaşması olan veya zımmi (İslam devletinde yaşayan gayri müslimler) olanlar, davalarını İslam mahkemelerine getirme­dikleri taktirde kendi aralarında nasıl halledecekleri problemidir. Taberi, Zühri'nin şöyle bir görüşünü aktarmıştır: "Sünnet, onların haklarında ve miraslarında kendi din adamla­rına gitmelerini uygun görüp uygulamıştır." Görüldüğü gibi bu görüş, ayetlerin sonun­cusunun ruh ve mânâsına uygundur. Çünkü bu görüş, ahidliler ve zımmilerin medeni davalarını kendilerinden olan kadılara götürmelerini ifade ediyor. Başka ifade ile; eğer davalarını müslüman hakimlere getirmemişlerse kendi mahkemeleri, onlar arasındaki davalara bakmakla yükümlüdür ve yetkilidir. Bu, alimlerin çoğunluğunun görüşüdür. Burada İslam şeriatının dini inanç hürriyetine ne kadar önem verdiği, bu konudaki gü­zellik ve parlaklığı görülmektedir. Bu hiç kimseyi İslam'dan nefret ettirmez. İslami oto­riteye boyun eğen gayri müslimlerden hiç kimseyi İslami yargıya baş vurup mahkeme­leşmekten nefret ettirmez.

Burada başka bir problem de ortaya çıkıyor. Bu da bir tarafı zımmi ve İslam devleti ile anlaşması bulunanlar, diğer tarafı ise müslümanlar olan bir davanın nasıl görüleceği meselesidir. Beğavi ve Hazin'de yer alan 'bu davada ancak İslam mahkemesinin yetkili olduğu' görüşünü doğru buluyoruz. Allah en iyi bilendir. [196]

 

44- Gerçek şu ki, biz Tevrat'ı indirdik. O'nun içinde bir hi­dayet ve bir nur vardı. (Allah'a) teslim olmuş Peygamber, Rabbaniler[197] ve Ahbar[198], Allah'ın Kitabı'nı korumakla görevli kılındıklarından ve onun üzerine gözetleyiciler ol­duklarından onunla (Tevrat'la) yahudilere hükmederlerdi. İnsanlardan korkmayınız, benden korkunuz ve ayetlerimi­zi az bir bedel karşılığında satmayınız. Kim, Allah'ın indir-diğiyle hükmetmezse işte onlar kafir olanlardır.

45- Onda (Tevrat'ta) onlara: "Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralara kısas yazdık'[199]'. Kim bunu bağışlarsa, o kendisi için bir keffaret olur. Ve kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar zalim olanlardır.

 

"Şüphesiz ki biz Tevrat'ı indirdik; onun içinde bir hidayet ve bir nur vardır"ayeti, onun ardından gelen ayetin yorumu, bu iki ayette yer alan hükümler, "Bizden öncekile­rin şeriati bizim için de şeriattır" kaidesinin netleştirilmesi, kısas ve yaralamalar hakkın­da gelen hadisler ve görüşler:

İki ayetin de ibaresi açıktır. Bu ayetlerin ilki şunları kapsamaktadır:

1- Yüce Allah'ın Tevrat'ı indirdiği ve onda bir hidayet ve bir nur olduğuna dair bir ifade yer almaktadır. Allah Tevrat'taki hükümler ve şeriatla hükmetmeyi alimlerine ve kadılara farz kılmıştır. Çünkü onlar ulaştıkları mertebe ve nail oldukları ilimle Tevrat üzerine gözetleyiciler ve koruyuculardı. İnananların ve hakimlerin Allah'tan başka kim­seden korkmamalarını ve Allah'ın ayetleri ve hükümlerini basit bir bedele karşılık sat­mamaları konusunda ayetle uyan yapılmıştır.

2- Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyen kimselerin kafir olduklarına ve iman iddi­alarının kendilerinden asla doğrulanıp kabul edilmeyeceğine dair bir ilan yer almıştır.

Bu ayetlerin ikincisi ise şunları kapsamıştır.:

1- Allah'ın yahudilere, Tevrat'ta cana karşılık can, göze karışılık göz, buruna karşı­lık burun, kulağa karşılık kulak, dişe karşılık diş kısasını ve yaralamaların da aynen karşılık verilerek kısas yapılmasını farz kıldığına dair bir açıklama yer almıştır.

2- Affın caiz olduğuna ilişkin bir açıklama yer almaktadır. Bağışlayanın, kendisiyle Allah'a yaklaştığı bir sadaka olduğu, her kim ki kısas hakkından birşeyi bağışlasa, bunu bağışlamanın günahlarına bir keffaret olduğu bildirilmiştir.

3- Ve Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenlerin O'nun sınırlarından ve şeriatından sapmış olmaları dolayısıyla zalimler olduğuna dair Allah'ın tekrar ettiği bir açıklama vardır.

Açıkça görüldüğü gibi bu iki ayet, konusu itibariyle geçmiş ayetlerin bir devamı ni­teliğindedir. Görünen o ki, bu iki ayet öncekilerle beraber bir defada inmiş veya ardın­dan inmiştir. Önceden söylediğimiz gibi bu iki ayetin mânâları gösteriyor ki, yahudile-rin Peygamber (s)'in huzurunda mahkemeleşmek istedikleri olay kan davası problemi­dir. Ve geçen ayetlerin kapsadığı sahneler de bu problemden kaynaklanmıştır.

Bu iki ayet, kan davalarıyla ilgili Allah'ın hükmünün Tevrat'ta açık olduğunu veya hakim ve yöneticilerin onunla hüküm vermelerinin ve ondan sapmamalarının kendileri­ne farz olduğunu ifade etmektedir. Peygamber (s) yahudiler arasında Tevrat'la hüküm verince de bunu kabul etmeleri gerektiğini ifade etmiş ve yahudilerin Allah'ın hükümle­rinden sapma ve onları ihmal etme çabalarını kınamıştır.

Araf sûresi tefsirinin akışı içerisinde "Tevrat" kelimesinin boyutlarını açıkladık. O-nun Ahd-i Kadim (Eski Ahit) diye isimlendirilen kitabın kapsadığı sifrler (kitaplar ve kitap bölümleri) için kullanılan genel bir isim veya yahudi şeriatının kapsadığı kitapla­rın genel adı olduğunu açıklığa kavuşturmuştuk. İkinci ayette belirtilen bu hükümler "Çıkış" ve "Levliler" adlı Tevrat sifrlerinde gelmiştir ki, bu iki sifr, Musa'nın hayatı dö­nemine ait dört sifr (Tevrat kitapları ve bölümleri)dendirler. Ve İsrailoğulları tarihinden pek çok kesitlerle beraber, Allah'tan tebliğ edilmiş birçok nassı da içermektedirler.

Nitekim Çıkış kitabının 21. babında Allah'tan bir tebliğ olarak: "Bir cana karşılık bir can, bir göze karşılık bir göz, bir dişe karşılık bir diş, bir ele karşılık bir el, bir ayağa karşılık bir ayak, bir dağlamaya karşılık bir dağlama, bir yaralamaya karşılık bir yarala­ma, bir ezmeye karşılık bir ezme (hükmü)" gelmiştir.                                         

Levliler 24. babta yine Allah'tan şöyle tebliğ edilmiştir: "Bir insan öldüren kimse öl­dürülür. Ve bir kimse, yakınını (komşusunu) sakatlarsa kendisine de yaptığı gibi yapıla­caktır. Göz yerine göz, diş yerine diş olmak üzere adamı nasıl sakatladıysa, kendisine de öyle yapılacaktır".Tefsir kitaplarında bu iki ayetteki mânâ ve hükümler hakkında çeşitli görüşler yer al­mıştır.

İlk olarak "Allah'a teslimiyet içinde olan peygamberler onunla hükmederlerdi" cümlesiyle ilgili Taberi, Süddi'den yaptığı bir rivayette bu cümlenin Peygamber (s)'i kastettiğini söylemiştir. Yine Taberi'nin Katade'den merfu olarak rivayet ettiği bir ha­diste şu bilgiler gelmiştir: Peygamber (s) bu ayet indiğinde şöyle diyordu: "Biz yahudi-lere ve Ehli Kitab'dan onlar mesabesinde olan diğerlerine hükmederiz." Taberi buna ek olarak Zühri ve İkrime'den yaptığı bir rivayette bu cümlenin tüm peygamberleri kastte-tiğini Peygamber (s)'in de bunlardan olduğunu aktarmıştır. Taberi şöyle demiştir. "Ka­naatimce doğruya en uygun olan görüş şudur: 'Allah, teslimiyet gösteren peygamberle­rin ve fakihlerin Tevrat'la yahudilere hükmettiğini bildirmektedir." Biz, Taberi'nin bu görüşüne ek olarak deriz ki, bu iki ayetin mânâ ve muhtevası, kastedilenlerin İsrailoğul-ları'na gelen peygamberler olduğuna kuvvetle işaret etmektedir. Allah en iyi bilendir.

İkinci olarak, bu ayetlerden sonra gelen; "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse iş­te onlar kafir olanlardır" ve "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar zalim olanlardır" yine, "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar fasık olanlardır" cümleleriyle ilgili olarak Taberi, Dahhak'tan, Huzeyfe'den, İkrime'den ve İbn Cü-reyc'den bu cümlelerle Ehli Kitab'ın kastedildiğini rivayet ettiği gibi, Hasan'dan da bu cümleler her ne kadar yahudi ve hristiyanlar hakkında inmişlerse de bizim üzerimize de vaciptir görüşünü aktarmıştır. Taberi, iki görüşten doğruya en uygun olanı bu cümlele­rin Ehli Kitab hakkında inmiş olanlarıdır. Çünkü ayetlerin öncesinde ve sonrasında yer alan ayetler onlar hakkında inmiştir. Bu ayetlerle de onlar kastedilmiştir" demiştir.

Taberi'nin bu tercihine rağmen cümlelelerdeki ifadelerin, Allah'ın indirdiğiyle hük­metmeyen herkesi kuşatacak şekilde genel anlam içerdiği, bir gerçektir. Bizce apaçık görüldüğü gibi müslümanlar da bu ayetlerin kapsamına giriyor.

Taberi'nin İbn Abbas, Ata ve Tavus'tan aktardığı şu açıklama da bunu destekler ma­hiyettedir. Söz konusu bu rivayete göre bu üç cümlede yer alan küfür, zulüm ve fısk gerçek mânâlarının dışında bir küfür ve fısktır ve kesinlikle bu ifadeler Allah'ı ve ahiret gününü inkar anlamında veya dinden çıkaran bir küfür anlamında değildir.

Bu doğru bir hüküm çıkarmadır. Görülüyor ki, cümleler Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyi ihmal edenlerin suçlarının büyüklüğünü (ifade etme) konumundadırlar ve bununla suçun büyüklüğü ifade edilmiştir. İslami sultanın hükümdarlık sınırları içerisin­de bulanan anlaşmalı ve zımmi yahudiler, kendi kaderleri, fakihleri ve alimlerin yanın­da mahkemeleşmek istemedikleri zaman İslami otoritenin onları Tevrat'ın ahkamına uygun olarak mahkemeleşmeleri hususunda zorlaması durumuna dair bir mesaj vardır denilmesi doğrudur. Allah en iyi bilendir.

Üçüncü olarak "Kim bunu bağışlarsa o kendisi için bir keffaret olur" cümlesi ile il­gili Taberi'nin, Abdullah b. Amr'den ve Cabir b. Zeyd'den çeşitli yollarla rivayet ettiği­ne göre bu cümle yaralının, kendisini yaralayanı affetmesi anlamındadır. Bu yaralının günahına bir keffarettir. İbn Abbas ve Mücahid'e isnat edilmiş bir takım sözler de riva­yet edilmiştir. Bunlara göre cümle, yaralının yaralayanı affetmesi, yaralayan için kendisinden kısas ve diyeti düşürmesi anlamında bir keffaret (bağışlama) idi. Açıkça görünen o ki, birinci görüş en doğru olandır. Zamirin en yakına gitmesi gerekir. O da: "Kim bu­nu bağışlarsa" dır. Veya bağışlayandır. Aleyhine cinayet işlenenin bağışlaması, tabii olarak suçlunun kısas yahut diyet için adli kovuşturmasını düşürür. Bu bakımdan ikinci görüşe burada gerek yoktur. Burada az sonra gelecek nebevi hadisler de vardır ki, onlar­da affetmeye teşvik ve bağışlamanın, kendilerine günahlarının bağışlanacağına ve bu bağışlamalarının kendilerine bir keffaret olacağına dair müjdeler vardır. Bu hadislerde yer alanlar da birinci görüş için bir destektir.

Dördüncü olarak, bu ikinci ayetin İslam'da uzuvların ve yaralama olaylarının kıssası için dayanak oluşu "Bizden öncekilerin şeriatı bizim için de şeriattır" kuralına göre mi­dir, yoksa değil midir? Müfessirlerin görüşlerinden özellikle İbn Kesir ve Hazin'den an­laşılan, usul ve fakihlerden kimisi, Peygamber (s)'in geçmiş semavi kitapların şeriatle-riyle kulluk yaptığını söylemişlerdir. Bu şeriatlerden Kur'an ve Sünnet'in neshetmediği şeyler müslümanlar için de bağlayıcıdır demişler ve "Bizden öncekilerin şeriatı bizim için de şeriattır" kaidesini koymuşlardır. Ve buna bağlı olarak bu ayetin İslam'da uzuv­ların ve yaralamaların kısasında mesned olduğunu söylemişlerdir. Öte yandan bunu red­dedip, bu ayette gelenlerin, Allah'ın İsrailoğulları'na farz kıldığı hükümlerin bir haber verilişi olduğunu söyleyenler olmuştur. Müslümanları, Allah'ın Peygamber (s)'e vah-yettiği özel şeriat ve Peygamber (s)'den meydana gelmiş kendi şeriatları bağlar. İster bundan önceki semavi kitapları doğrulasın ve onlara uygunluk olsun, ister onlar için bir nesh olsun farketmez.

Aklımıza ilk gelen şey ikinci görüşün en doğru ve bu ayetlerin mânâsına, siyakına, nüzul sebebine, hedefine ve belki kapsamına da en çok uygun olan görüş olduğu husu­sudur. Ayet, dikkatle baştan sona süzülünce bu görülür. Özellikle "Teslimiyet göstermiş olan peygamberler onunla yahudilere hükmediyorlardı" cümlesi ve "Onda onlar üzeri­ne yazdık (farz kıldık)" cümlesi açıkça bu hükümlerin sadece yahudiler için hususi oldu­ğunu göstermeleri bakımından dikkatleri üzerlerine çekmektedirler. Az sonra gelecek ayetlerin metinlerinde de, sonra açıklayacağımız üzere bu görüşün doğruluğunu göste­ren kuvvetli deliller vardır. Burada şunu da hatırlamak yerinde olur. Şüphesiz ki Al­lah'tan Musa'ya bildirilen şeriatları kapsayan Eski Ahid'in (Tevrat) sifrlerinden (kitap-bölüm) olan dört sifrde (Çıkış, Sayılar, Levliler ve Tesniye) ibadetle ilgili pek çok ayin­ler, kurallar ve metodlar vardır ki, Kur'an ve Sünnet'te tek tek veya toptan bunların neh-yedildiklerine dair nasslar yoktur. Bununla beraber Peygamber (s)'den kendisinin ayin, kural ve metod olarak bunları İslam'dan sayıp benimsediğine dair herhangi bir hadis gelmemiştir. Peygamber (s)'den sonrası bir yana, Peygamber (s) ve müslümanlar bunla­rı kendi zamanlarında bile uygulamamışlardır. Bunun gibi, İsa'nın dilinden Rabbani emirler veya Rabbani ilhamlar olarak indilerde gelen diğer pek çok emir için de aynı şey söylenebilir.

Bununla beraber uzuvların kesilmesi ve yaralamalarda kısas konusu İslam fıkhı âlimlerinin üzerinde ittifak ettikleri bir konudur. Bununla ilgili pek çok nebevi hadis vardır. Bunlardan bir kısmı sahih hadis müsnedlerinde yer almaktadır. İşte burada beş müsned sahibinin Enes (r)'den rivayet ettikleri şu hadis vardır: "Bir yahudi bir cariyenin kafasını iki taş arasına alıp ezdi. Ona 'kim bunu yaptı?' dendi. 'Falan mı? Filan mı?' O yahudinin ismi söylenince kafasıyla işaret etti. Yahudi getirildi ve hemen itiraf etti. Pey­gamber (s) emir verdi. Onun kafası iki taşla ezildi."[200] Buhari'nin ve Ebu Davud'un E-nes'ten rivayet ettiği şu hadis de bunlardandır: "Nedrin kızı bir cariyeye tokat attı ve ön dişini kırdı. Peygamber (s)'e getirdiler. Peygamber (s) hemen kısas ile emir verdi."[201]Buhari ve Müslim'in Enes'ten rivayet ettiği şu hadis de bunlardandır: "Rubeyye'nin kızkardeşi Ümmü Harise bir insanı yaraladı. Çekişerek Peygamber (s)'e geldiler. Pey­gamber (s) kısasa kısas dedi. Ümmü Rubeyye: 'Ya Rasulullah bundan dolayı kısas mı olur' dedi. 'Allah'a yemin ederim ki bu (cariye) için kısas yapılmaz'. Bunun üzerine Peygamber (s): 'Sübhanallah ya Ümmü Rubeyye! Vallahi bundan dolayı asla kısas ya­pılmaz' dedi. Bu konuşma sürerken karşı taraf diyete razı oldu. Bunun üzerine Peygam­ber (s); 'Allah'ın kullarından kimisi vardır ki, eğer Allah'a yemin etseler Allah onları doğru çıkarır' dedi".[202] İmam Ahmed'in Amr b. Şuayb'dan, O'nun da babasından, O'-nun da dedesinden rivayet ettiği şu hadis de bunlardandır: "Bir adam bir adamın diz ka­pağına bir boynuzla vurup yaraladı. Yaralayan kişi Peygamber (s)'e gelerek 'bana kısas uygula' dedi. Bunun üzerine Peygamber (s) yaralının yarası iyileşinceye kadar bekle­mesini söyledi. Sonra ona ikinci kez geldi ve 'bana kısas uygula' dedi. Bunun üzerine Peygamber (s) ona kısası uyguladı. Daha sonra gelip; 'Ya Rasulullah topal oldum' dedi. Peygamber (s) ona: 'Seni bundan sakındırdım, beni dinlemeyip bana isyan ettin. Allah da seni tecrid etti ve sakatlığını fena yaptı' dedi. Sonra yaralanan arkadaşı iyileşinceye kadar yaralamalardan dolayı kısas yapılmasını yasakladı." Bu hadisler -ki bunların dı­şında da bu konuda daha birçok hadis vardır- yaralamalarda kısas yapılmasının aynı şe­kilde İslami bir yasa olduğu hususunda fıkıh imamlarının ittifak etmelerinde birer daya­nak olmuşlardır. Müfessirlerin sözlerinden, özellikle İbn Kesir ve Hazin'in sözlerinden de anlaşılacağı üzere kısas İslami bir hükümdür ve fıkıh imamları bu hadislere dayana­rak bu hususta ittifak etmişlerdir.

Anlattıklarımıza binaen bize görünen o ki bu hadislerde gelenler "Bizden öncekile­rin şeriatı bizim için de şeriattır" kaidesinin doğruluğuna bir delil sayılmaz. Ve tabii olarak da Tevrat şeriatının bize de şeriat olacağına dair delil sayılmazlar. Bu konu da olan herşey Kur'an'ın sustuğu hususlarda birer nebevi yasamadır. Bu şeriatlardan ilham alınarak yasaların konması mümkündür.

Şunu da ifade etmek yerinde olur. Taberi, tefsir konusunda kitapları bize ulaşanların en ilklerindendir. Ve O, Hicri 3. asır alimlerindedir ki, bazı fıkıh imamları, O'nun izin­den gitmişlerdir. Taberi bu kaideden bahsetmemiştir. Fıkıh imamlarının, yaralama ve uzuvların kısası konusundaki ittifaklarında bu kaideye dayandıklarından da hiç bahset­memiştir. Ve beşinci asır alimlerinden olan Beğavi de bu kaideden söz etmemiştir. Buna bir nebzecik işaret eden ilk kişi olarak, beşinci ve altıncı asır alimi olan Zamahşeri'yi görmekteyiz. Bu sûrenin 48. ayetinin tefsirinde şöyle demiştir: "Burada bu ayet bizden önceki şeriatlarla kulluk yapmamıza delildir diyenler de vardır. Dolayısıyla bütün bun­lar bu kaidenin İslam fıkıh usulünde sonradan uydurulmuş olduğunu göstermektedir". Allah en iyi bilendir.

Beşinci olarak, yaraların kısasının infazı ile ilgili gelen rivayetler vardır. İbn Kesir'in ifade ettiğine göre İmam Malik, Şafii ve Ahmet b. Hanbel, suçlunun kısas sırasında öl­mesi durumunda; yaralanandan bir şey talep edilmesi görüşünde değillerdir. Bu, sahabe ve tabiinden çoğunluğun da görüşüdür. Ebu Hanife ise bazı Tabiin alimlerinin sözlerine dayanarak; suçlunun kendisinden dolayı kısas edilirken ölmesi durumu, yaralının diyet ödemesini gerektirir görüşündedir. Buna ek olarak bu müfessir (İbn Kesir) burada tam diyetle yaralama diyeti düşer diyenlerden de bahsetmiştir.

Bu durum, aynı zamanda İslam hukuku imamlarının suçluya kısas uygulanması hu­susunda aleyhine suç işlenmiş olan mağdurun hak sahibi olduğu görüşünde fikir birliği içinde olduklarını da göstermektedir.

Bir başkası tarafından diz kapağından vurulan adamla ilgili rivayet edilen hadiste Rasulullah (s)'in onu vurana kısas uygulaması da bu hakkı (yaralının kısas isteme hak­kına sahip olmasını) teyid etmektedir.

Bu, kısas Peygamber (s)'in "müeyyidesi", desteği ile olmuştur. O İslam devletinin devlet başkanı idi. Dolayısıyla bunun veliyyü'1-emr ve sultanın gözetiminde, onun sağ­layacağı imkan ve destekle icra edilmesi kaideleşti. Fakihler bu yasanın uygulamasında ihtilafa düşmüşlerdir. İbn Kesir'e göre kol, bacak, el, ayak gibi eklem yerleri bulunan organlann yaralanması halinde kısasın uygulanabileceği hususunda fakihler ittifak et­mişlerdir. Ancak diş istisna edilmek şartıyla, kemiklerde meydan gelen yaralamalarda; eğer suçlu için hayati bir tehlike arzetmiyorsa, bazı fakihler kısas uygulanmasını gerekli görmüşlerdir. Onlardan, kimileri de bazı tabiin alimlerinin görüşlerine dayanarak bu du­rumda kısası gerekli görmemişlerdir. Dişe gelince tüm fakihler kısas yapılacağı konu­sunda ittifak etmişlerdir. Bazı alimlere göre eğer davacı suçluyu kısas ettirirse ve bu suçlunun ölümüne sebebiyet verirse bu durumda davacıya herhangi bir şey (diyet) ge­rekmez. Bu Malik, Şafii ve Ahmet b. Hanbelin görüşüdür. Aynı zamanda İbn Kesir'in ifadesine göre bu sahabe ve tabiinin çoğunluğunun da görüşüdür.

Ancak Ebu Hanife bazı tabiin alimlerinin görüşlerine dayanarak bu durumda kısası yaptıran (davacı) dan diyet alınmasının zorunlu olduğunu söylemiştir. Bazı alimler de bu durumda yaralama diyeti düşürüldükten sonra davacıdan diyet alınacağını söylemiş­lerdir.

Bu görüşlerde, daha önce de anlattığımız gibi aleyhine suç işlenmiş (yaralı) kişinin kısası uygulatma konusunda yegane yetki sahibi olduğuna dair bir teyid vardır.

Altıncı olarak, yaralama olaylarında affetmeye teşvik hususunda gelen hadisler ve delaletleri konusundaki rivayetler vardır.

Bu konuda müfessirler pek çok hadis aktarmışlardır. Taberi'nin Ebu's-Sefer'den ri­vayet ettiği şu hadis bunlardandır: "Ebu's-Sefer dedi ki: 'Kureyş'ten bir adam En-sar'dan bir adamı kovaladı ve onun ön dişini kırdı. Ensarlı davayı Muaviye'ye götürdü. Kısasta ısrar edince Muaviye "İşte sen ve arkadaşın nasıl istersen' dedi. Ebu Derda, Muaviye'nin yanında idi ve Rasulullah (s)'ın şöyle dediğini duyduğunu söyledi: 'Bede­nine bir zarar verilmiş hiçbir müslüman yoktur ki bunu bağışlayınca Allah onu bir dere­ce yükseltmesin ve onun bir günahını da düşürmesin'. Bunun üzerine Ensarlı adam, 'sen bunu Rasulullah'dan duydun mu?' dedi. Ebu Derda 'iki kulağımla duydum ve bütün kalbimle belledim' dedi. Bunun üzerine onu serbest bıraktı. Muaviye 'ona diyet verme­sini emrediniz' dedi". Bu hadiste aynı şekilde aleyhine suç işlenmiş kişinin kısası yöne­ticinin otoritesi ile uygulatma hakkına sahip olduğunu desteklemektedir. Taberi'nin İbn Samit'ten aktardığı şu hadis de bunlardandır. İbn Samit: "Rasulullah (s)'ı şöyle derken işittim: 'Kim ki bedeninde bir yara açıldığında bunu bağışlarsa bağışladığı oranında gü­nahları bağışlanır". Yine Taberi'nin Adiyy b. Sabit'ten rivayet ettiği şu hadis de bunlar­dandır: "Muaviye döneminde bir adamın dişleri kırıldı. Kendisine bir diyet verildi. O kabul etmedi. İki diyet verildi kabul etmedi. Sonra üç diyet verildi kabul etmedi. Bunun üzerine Rasulullah'ın arkadaşlarından bir adam, Rasulullah (s)'ın; 'Kim bir kanı ve da­ha düşük bir diyeti bağışlarsa onun için bağışladığı günden doğduğu güne kadar keffaret olur' dediğini söyledi. Bunun üzerine adam bağışladı".

" Bu hadisler "Kim ki, bunu bağışlarsa bu onun için bir keffarettir" cümlesinin affe­den için bir keffaret olduğu anlamında olduğunu bildiren yorumu desteklemektedir.

;i İbn Mace'nin rivayet ettiği ve İbn Kesir'in de aktardığı şu hadis de bu hususla alaka­lıdır: "Bir adam bir adamın ön kolunu kılıçla vurup eklem yerinin dışından kesti. Bunun üzerine Peygamber (s)'den yardım istedi. Peygamber (s) diyet vermesini emretti. Kolu kesilen adam 'ya Rasulullah kısas isterim' dedi. Rasulullah ona dedi ki: 'Diyeti al. Al­lah diyeti kabul etmende senin için hayır ve bereket ihsan etsin' dedi".

Bu hadislerde yaralamalardan dolayı kısastan vazgeçme ve müsamahalı davranma­nın gerekliliğine dair kuvvetli bir mesaj vardır.

Yedinci olarak; yaralamaların diyetleri ile ilgili gelen hadisler ve delaletleri hususu­dur. Şüphesiz ki yaralamaların diyetleriyle ilgili Rasulullah (s)'dan pek çok hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan biri sünen sahiplerinin İbn Abbas'tan rivayet ettikleri şu hadis­tir: "Peygamber (s) el ve ayak parmaklarının diyetleriyle ilgili; eşit olarak her bir par­mak için on deve diyet verilmesini buyurdu."[203] Ebu Davud ve Nesai'nin Amr b. Şu-ayb'den, O'nun da babasından, O'nun da dedesinden rivayet ettiği şu hadis de bunlar­dandır: "Peygamber (s) kesilen burun için tam diyetle hüküm verdi. Eğer göğüs (meme), el ve ayak kesilmesi için yarım diyetle hükmetti. Me'mume (beyin zarına kadar açılmış çatlak) ve caife (kafa boşluğuna karın ve sırt boşluğuna açılan çatlak ve delik) öldürme-dikçe tam diyetin üçte biriyle ve dişler de, her bir diş için beş deve diyet verilmesine hükmetti".[204]

Ebu Davud'un ve Nesa'inin rivayet ettikleri ve Peygamber (s)'in Yemen ahalisine gönderdiği bir mektup ve muhtevasından bahseden şu hadis de bunlardandır: "Öldüren bir cana karşılık olan diyet yüz devedir. Burun kesilip kopunca tazminatı tam diyettir. Dil de tam diyettir. Dudaklar da tam diyettir. Omurgalar tam diyettir. Gözlere tam diyet­tir. Bir ayak için yarım diyettir". Beyin zarına kadar giden ancak öldürmeyen çatlak, de­lik şeklindeki yara, çürük ve ezik yarada tazminat, üçte bir diyettir. Mutenekkıle: "Deri­nin kemik üzerinden sıyrılması şeklindeki yara diyet onbeş devedir. El ve ayak parmak­larından herbiri için on deve diyettir. Dişte diyet beş devedir. Mudiha: "Kemiğe kadar giden, eti kemikten sıyırıp kemiği ortaya çıkaran yara özellikle bu şekildeki baş yarası için beş devedir. Erkek kadına karşılık öldürülür (kısas). Diyet verecek altın sahipleri için bu diyet bin altın dinardır".[205]Yine aynı şekilde Ebu Davud ve Nesai de diyetlerin üçte biriyle hükmetti.[206] Ebu Davud ve Nesai'nin İmran b. Hasiyn'den rivayet ettikleri şu hadis de bunlardandır: "Fakir birilerinin çocuğu zengin birilerinin çocuğunun kulağı­nı kesti. Peygamber (s)'e gelerek: 'Ya Rasulullah biz fakir kimseleriz' dediler. Rasulul-lah onlara bir diyet cezası vermedi."[207]

Bu hadislerde Peygamber (s)'in yaraların kısası hakkındaki yasamalarına dair ta­mamlayıcı bilgiler verilmektedir. Ve diyeti olmayan Musevi ahkamına oranla büyük bir hafifletme vardır. Özellikle son hadis dikkate değerdir. Ve şüphesiz ki, sürekli bir mesaj içermektedir.

Görünen o ki, Peygamber (s)'in bu diyet takdirinde o zamanki şartların, ekonomik ve sosyal değerlerin etkisi vardır. Bu durumda müslümanların veliyyü'l-emrinin (emir sahibi, yönetici) kendi zamanındaki şartlara ve sosyo-ekonomik değerlere göre bu diyeti belirleme hususunda içtihat hakkı vardır dense doğru olur. Allah en iyi bilendir. [208]

 

46-  Onların (peygamberlerin) izleri üzere önündeki Tev­rat'ı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı peşlerinden gönderdik. Ve ona içinde bir hidayet ve bir nur bulunan İncil'i verdik. Önündeki Tevrat'ı doğrulayıcı ve müttakiler için bir hidayet ve bir öğüt olmak üzere.

47- İncil sahipleri Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsin­ler. Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar fasık olanlardır.

 

İki ayetin ifadeleri açıktır ve şunları kapsamaktadır:

 

1- Ayetler, Allah'ın yahudilere ard arda gönderilen peygamberlerden sonra Tevrat'ı teyid edici ve doğrulayıcı olarak Meryemoğlu İsa'yı gönderdiği ve ona da İncil'i verdi­ğine dair bir ifadeyi kapsıyor ve İsrailoğulları'na gönderilen bu son Kitapta, Allah'tan korkup sakınanlar için bir nur, hidayet ve bir öğüt olduğunu ve kendisinden önceki Tev­rat'ı doğrulayıcı ama aynı zamanda onun süresini de sınırlandırıcı olduğunu ayetler ifa­de ediyor.

2- İncil ehlinin, Allah'ın İncil'de kendilerine indirdiği hükümlerle hükmetmelerinin zorunlu olduğuna ve aynı şekilde Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenin, Allah'ın emri­nin dışına çıkmış bir fasık olacağına dair, ayetlerde bir uyan yer almıştır.

Bu iki ayetin nüzul sebepleriyle ilgili bir rivayete rastlamadık. Görünen o ki, bu ayetler konunun bir devamı mahiyetinde gelmişlerdir. Çünkü vahyin hikmeti Tevrat ve İsrailoğulları'na gelen peygamberleri zikrettikten sonra İsa ve O'na verilen İncil'den bir devam mahiyetinde bahsetmeyi gerektirmiş ve yahudilere Tevrat'la hükmetmelerinin vacip olduğunu ifade ettikten sonra hristiyanlara da İncil ile hükmetmelerinin zorunlu­luğunu ifade etmiştir. Dolayısıyla da bu iki ayetin, geçen ayetlerin hemen ardından in­miş olmaları hemen akla gelmektedir. Allah en iyi bilendir.

"Onların izleri üzere Meryemoğlu İsa'yı arkalarından gönderdik" cümlesinde 44. ayetle anılan peygamberlerin izleri kastedilmiştir. Buradaki "peygamberler" de İsrailoğullan'na gönderilen peygamberlerdir. Daha önce 44. ayetin tefsirinde söylediklerimizi de bu ayet te'yid etmektedir. "İncil ehli Allah'ın O'nda indirdikleriyle hükmetsinler" cümlesi, geçen ayetlerin tefsirinde dördüncü beşinci fıkralarda benimsediğimiz ikinci görüşe en kuvvetli destektir. Ve de açıkça görüldüğü üzere "Bizden öncekilerin şeriatı bizim için de şeriattır" kaidesinin doğru olmadığı görüşü için de en kuvvetli teyiddir. [209]

 

48- Sana da, önündeki kitapları doğrulayıcı ve ona bir şa-hid-gözetleyici olarak Kitab'ı indirdik. Öyleyse aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet ve sana gelen haktan sapıp onların hevalarına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem'[210]' kıldık. Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; ancak bu, verdikleriyle sizi denemesi için­dir. Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Al­lah'adır. Hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz şeyleri size haber verecektir.

49- Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, hevalarına uy­ma. Allah'ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırt­mamaları için onlardan sakın. Şayet yüz çevirirlerse, bil ki, Allah bir kısım günahları nedeniyle onlara bir musibeti tat­tırmak istemektedir. Şüphesiz insanların çoğu fasıklardır.

50-  Onlar hâlâ cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah'tan daha güzel olan kimdir?

 

Bu ayetlerin de ifadesi açık ve anlaşılırdır. Hitap Peygamberimize yönelik olup, şu hususları içerir:

 

1- Şu duyuru yapılıyor: Allah, hak ilkesine dayalı olarak ona bir kitap indirmiştir. Bu kitap kendisinden önce indirilen kitapların onaylayıcısı ve destekçisidir. Onları de­netleyen ve kontrol eden bir konumdadır. Onlar için bir başvuru kaynağıdır.

2- Peygamberimize, kendisine müracaat eden Ehli Kitab'dan kimseler arasında Al­lah'ın indirdikleri doğrultusunda hükmetmesi emrediliyor. Bu arada kendisine indirilen hak içerikli kitaptan sapacak şekilde onların tutku ve ihtiraslarına göre hareket etmeme­si tembih ediliyor.

3-  Bir hususa açıklık getiriliyor: Şayet Allah dileseydi bütün insanları aynı şeriata uyan, aynı pratik yolu ve yöntemi izleyen bir ümmet yapardı. Ancak O'nun hikmeti, her birinin ya da her devir ve ortamların kendine özgü bir şeriat ve yönteminin olmasını ön­görmüştür. Ki bununla kendileri için belirlenen sınırlar, kayıtlar ve hükümler karşısın­daki tutum ve davranışları, uygulamaları sınansın.

4- Bu arada insanlara sırf bu sınav amaçlı uygulamaya dayalı olarak hayır ve fazilet­ler alanında birbirleriyle yarışması çağrısı yöneltiliyor. Çünkü eninde sonunda Allah'ın huzuruna döneceklerdir. Allah ileride, aralarındaki ihtilafların iç yüzünü onlara açıkça gösterecektir. Hak ehli kim, bâtıl ehli kim, hidayet üzere olan kim, sapıklık üzere olan kim belli olacaktır.

5-  Ayetlerin akışında hitap yeniden Peygamberimize yöneltiliyor ve bir kez daha aralarında Allah'ın indirdikleri doğrultusunda hükmetmesi, Allah'ın indirdiklerinden bir kısmını gözardı etmek suretiyle ve onlara kolaylık olsun diye tutkularına sapkın eğilim­lerine tabi olmaması emrediliyor.

6-  Allah'ın indirdikleri doğrultusunda verdiği hakmü kabul etmemeleri durumunda bunu kendine dert etmemesi, üzülmemesi telkin ediliyor. Çünkü Allah'ın indirdiklerine dayalı hükmünden yüz çevirişleri nefislerindeki pislikten, iğrençlikten kaynaklanıyor. Kirli duyguları yüzünden yüce Allah, onlara azap etmeyi dilemiştir. Çünkü insanların çoğu fasıktır. Allah'ın emirlerinin ve hükümlerinin dışına çıkarlar. İşte bunlar da insan­lığın çoğunluğunu oluşturan bu fasıklardandır. Dolayısıyla üzülmesine, kederlenmesine değmez.

7- Eleştiri amaçlı, yalanlayıcı bir soru yöneltiliyor: Yoksa Peygamber'in aralarında cahiliye hükmüne ve geleniğine göre hükmetmesini ve Allah'ın hükmünü bir kenara bı­rakmasını mı isliyorlar?  [211]      

 

Hz. Peygamber'e Tebliğ Amaçlı Öğütler                  

 

"Sana da Önündeki kitapları doğrulayıcı ve ona bir şabit-gözetleyici olarak kitabı in­dirdi". Bu ve bundan sonraki iki ayet, içerdikleri direktif ve hükümlerle, özellikle "bir şahit gözetleyici" ifadesiyle dikkat çekicidir. Bu ayetler, gök mcnşeili kitapların İslam inancındaki yerlerini göstermek bakımından önemlidir. Tefsir bilginleri [212] ikinci ayetin bir grup yahudi eşrafı ve hahamları hakkında indi­ğini rivayet etmişlerdir. Rivayete göre bunlar Peygamberimizin yanına gelmişler ve ona: "Bizler kavmimizin ileri gelenleri ve hahamlarıyız. Bizimle kavmimizden bazı kimseler arasında anlaşmazlık vardır. Bu anlaşmazlıkların çözümü için senin aramızda hükmet­meni isliyoruz. Eğer bizim lehimize, onların aleyhine hükmedersen sana inanır, senin mesajını doğrularız. Biz bunu yaparsak, halkımızın geri kalanı da bizi izler demişlerdir. Bunun üzerine adı geçen ayet indi. Yine aynı kaynaklarda[213] yer alan bir rivayete göre, üçüncü ayetin iniş sebebi şudur: Nadiroğulları yahudiieri, Kureyzaoğulları yahudilerine karşı kendilerinin maktulleri İçin iki katlı diyete hükmetmesini isterler. Gerekçe olarak da kendilerinin Kureyzaoğullan'na göre eşraf konumunda olduklarını ileri sürerler. Bu istekleri, cahiliye dönemindeki uygulamalarına uygundu. Ama Peygamberimiz bunu kabul etmedi ve arkasından sözkonusu ayet indi. Bu son rivayet, ayrıca 41-43. ayetlerle ilgili olarak da aktarılmıştır.

Ayetlerin akışından, içeriğinden, ifade tarzından ve önceki ayetlere atfedilmiş olma­sından anladığımız kadarıyla ayetler bir bütün olarak ve bir kerede inmişlerdir. Dolayı­sıyla ayetler önceki bölümün devamı niteliğinde, aynı gerekçelerle indirilmiş ve onlar üzerine yapılmış değerlendirmeler şeklindedir. Yeni ya da bağımsız bir gerekçeyle on­lardan kopuk değildirler. Ancak bir ara açıklama niteliğindeki 46-47. ayetleri istisna tut­malıyız. Bu ayetlerin hedefi Peygamberimizin tavrını ve konumunu pekiştirmek, yahu-dilerin entrikalarından sakınmasını sağlamaktır. Bir diğer hedef de yahudilerin art niyet­li tulum ve davranışlarını eleştirin ektir.

Ayetlerin akışından ve içeriğinden anladığımız kadarıyla, yahudilcrin yaptıkları baş­vuru sonucunda Peygamberimizin Allah'ın kendisine ilham ettiği şekliyle vermek iste­diği hüküm. Tevrat'taki hükümle uyuşmuyordu. Bu olayı yahudiler dillerine dolayarak Peygamberimizi karalama vesilesi yaparlar. Çünkü Peygamber efendimiz Kur'an'daki ifadesiyle Tevrat'ı övmüştür. Kur'an'da bir kaç kere onun Tevrat'ı destekleyici doğru­layıcı olduğu belirtilmiştir. Yine onun, Kur'an'dan önce inen kitaplara inanması gerek­tiği vurgulanmıştır. Bu ayellerde de Kur'an'ın, bundan önce inen semavi kitapları için başvuru kaynağı okluğu ilan edilmiştir. Bu demektir ki, yahudi ve hırıstiyanlann elle­rindeki kitaplar, Kur'an'dan farklılık arzetmeîeri bakımından Peygamberimiz aieyhine kanıt oluşturamazlar. Çünkü yüce Allah, her ümmet ve-her dönem için bir şeriat ve bir paralık yöntem öngörmüştür. İlahi hikmet insanların bir tek ümmet olmasını gerektir­memiştir. Dolayısıyla Kur'an'daki bu vurgular gerekçelendirme, cevaplandırma ve açıklama amacına yöneliktir.

Ayetlerin akışından ve satır aralarından, özellikle son ayetin ifade (arzından anladı­ğımız kadarıyla, yahudiler Hz. Peygamber'in cahiliyyedeki uygulamalara uygun olarak kendi arzılarıyla uyuşan bir hüküm vereceğini bekliyorlardı, ya da en azından öyle umuyorlardı. Üçüncü ayetin iniş sebebiyle ilgili rivayet de bunu pekiştirici nitelikledir. Ancak Peygamberimizin tavrı, beklentilerinin tersine oluyor. İşte ayeti kerime onların bu tavırlarını eleştirmek ve "hangi hüküm Allah'ın hükmünden daha güzel olabilir?" şeklinde bir istinkari (yalantayıcı) soru sorarak tavırlarının yanlışlığını ortaya koymak üzere inmiştir, "şahit-gözetleyici" ifadesiyle ilgili olarak, Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Ha­zin, Tabresi ve Zemahşeri gibi tefsir bilginleri İbn Abbas, Mücahid, îkrime, Hasan ve Süddi'den değişik rivayetler aktarmışlardır. Buna göre kelimenin anlamı "denetleyici", "şâhil", "gözelleyici", "emin", "koruyucu" veya "emanet edilen güvenilir" dir.

Bu değerlendirmelerin ışığında şöyle bir düşünce uyanıyor zihnimizde: Kur'an-ı Ke­rim yahudi ve hrıstiyanların ellerinde olup da peygamberlerine inen vahiy olduğunu ile­ri sürdükleri kitaplar üzerinde bir denelçi bir gözetleyici konumundadır. Şu halde bu ki­taplarda yeralan temel kurallar, ilkeler ve telkinler Kur'an'dakilcrle uyuşuyorsa veya çelişmiyorsa, hak esaslı oldukları anlaşılır. Kur'an'ın içerdiği gerçeklerle uyuşmayan ve çelişen kısımları ise, tahrif edilmiş, değiştirilmişlerdir. Bu kitaplarda yeralmayan temci gerçeklerinse gizlendikleri, örtbas edildikleri yada kaybedildikleri anlaşılıyor. Kur'an'­da olup da bu kitaplarda olmayan değerlendirme, hüküm ve Ükelerse hak niteliklidirler. Maidc sûresinin 15. ve 16. ayetleri de bunu pekiştirici niteliktedir. Aynı şekilde Nemi sûresinde yeralan şu ayeti kerime de bu gerçeği ifade etmektedir; "Gerçek şu ki bu Kur'an İsrailoğulları'na hakkında ayrılığa düştükleri şeylerin bir çoğunu aklarıp anlatı­yor." (Nemi, 76)

Buna göre, Kur'an'ın denetçiliği İslam inanç sisteminin, eldeki semavi kitaplar ve peygamberler tarafından tebliğ edilen vahyi içeren diğer kilaplar üzerindeki kontrol edi­ci, düzeltici, gözetleyici işlevi anlaşılmalıdır. Çünkü eldeki semavi kitaplar Kur'an gibi ilk günkü saf, katışıksız Rabbani vahiy olma niteliklerini korumuyorlar. Tam tersine, bunlar peygem beri erden çok sonraları derlenmişlerdir. Kuşkusuz bu kitaplarda ilahi teb­liğler yeralmaktadır. Ama bunun yanında, değişik zamanlarda, insanlar tarafından birta­kım sözler ve olaylar da sokuşturulmuştur.

Özellikle ilk ayetin metni üzerinde iyice düşünüldüğü zaman daha önce de işaret et­tiğimiz gibi "rnüslümanlar, Kur'an'dan Önceki gök menşeili kitapların içerdiği şeriat ve hükümlerle yükümlü değildirler. Onlar sadece yüce Allah'ın kendi elçilerine indirdiği Kur'an'ın hükümlerine bağlı olmakla yükümlüdürler" şeklindeki görüşün daha isabetli ve güçlü dayanakları olduğu anlaşılacaktır. Reşid Rıza bu ayetin tefsiri bağlamında şöy­le der: "Bu ayet açık bir şekilde ortaya koyuyor ki: 'Bizden öncekilerin şeriatı bizim de şeriatımız' değildir". Dolayısıyla Şura,13 ve En'anı, 90 ayetlerine dayanarak "Bizden öncekilerin şeriatı bizim de şcrialımızdır", diyenlerin görüşünün yanlış olduğu anlaşılı­yor. Bu ayetlerde şöyle buyumluyor: "O 'dini dosdoğru ayakta tutun ve onda ayrılığa düşmeyin1 diye dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye etliğimizi sizin için de (bir şeriat kıldı) teşri etti" (Şura,13) "İşte Al­lah'ın hidayel verdikleri bunlardır; öyleyse sen de onların bu hidayetlerine uy". (Enam, 90)... Sonra da Reşid Rıza, bu husustaki delillerini çarpıcı bir dille, büyük bir ustalıkla ve sağlam bir yöntemle ortaya koyuyor.

Müslümanların Kur'an-ı Kerim'den önce inen semavi kitaplara karşı yükümlülükleri ise Allah'ın daha önce indirdiği kitaplarla Kur'an arasındaki kaynak ve başlıca hedefler birliğine inanmaktan öteye geçmez, Bunun çerçevesini de. Şura; 15. ayetin tefsiri bağla­mında çizmeye çalıştık. Sözkonusu ayette, Peygamberimize (s) şöyle demesi emredili­yor: "Allah'ın indirdiği her kitaba inandım" (ŞuraJS) Ankebul, 46. ayette ise müslü-manlara şunu söylemeleri direktifi veriliyor; "Bize ve size indirilene iman ettik. Bizim ihahımız da sizin ilahınız da birdir ve biz O'na teslim olmuşuz".

Bu ayetler ile farklı bir değerlendirme de yapılmaktadır:

I- Buna göre, bu ve bundan Önceki ayetler, Tevrat ve İncil'in içerdiği hükümlerin en azından yahudi ve hristiyanlar için geçerliliğini onaylamaktadır!

II- Bu hükümlerin Peygamberimizin gönderilişinden sonra da uygulanabilirliğini or­taya koymaktadır.

III- Dolayısıyla bu hükümlere göre hareket edenler hak ve hidayel üzeredirler.

Dördüncüsü: Bu i.sc, Kur'an'ın yahudi ve hristiyanları Hz. Muhammcd'in peygam­berliğine inanmaya ve O'nun getirdiği şeriata göre amel elmeye çağırması ile çelişmek­tedir... Buna cevap olarak diyoruz ki: Ayetler, üzerinde tartışılan, çeşitli dolaplar çevri­len karma karışık bir yargı meselesi ile ilgili olarak inmişlerdir. Hz. Peygamberin davetiyle ilgili meseleerle bir bağlantıları yoklur. Ayetlerin bu tarz bir üsluba sahip olmaları sözkonusu yargı meseleleriyle uyum oluşturmalarına yöneliktir. Denebilirki, ayetler in­sanlar arasında baş gösteren ihtilaf ve çekişmelerle ilgili yargı işleri hakkındadırlar. Ya­hudiliklerini vehrıstiyanlıklanm sürdüren kimselere, Tevrat ve İncil'in aralarındaki bir­takım yargısal ihtilafları çözebilecek Rabbani hükümler de içerdiklerini anlatmaya yö­neliktirler. Bu bakımdan bu ayetlerle, Kur'an'in yahudi ve hristiyanlan Hz. Muham-med'in peygamberliğine inanmaya, Allah tarafından O'na indirilen hükümlere ve şeri­ata tâbi olmaya çağıran diğer ayetleri arasında herhangi bir çelişki ve uyumsuzluk söz­konusu değildir. Nitekim bu çağrı, hiç bir kompleks duyulmadan Kur'an'ın hem Mek­ke'de hem Medine'de inen kısımları yahudi ve hırıstiyanlara yer vermişlerdir. Çeşitli münasebetlerle bunlara dikkat çektik, somut örneklerini gözler önüne sermeye çalıştık.

Doğal olarak, Tevrat ve İncil'in içerdiği hükümlerin yahudi ve hristiyanlar arasında baş gösteren yargısal problemleri çözmeye elverişli olduklarının vurgulanması altında bu hükümlerin ve diğer dini ayinlerin özellikle yahudiler ve hristiyanlar tarafından İs­lam'ın egemenliği çerçevesinde tam bir Özgürlükle uygulanabileceği mesajı da yatmak­tadır. Fakat daha önce de vurguladığımız gibi ayetlerdeki "Allah'ın indirdikleriyle hük-metmeyenler kafirlerdir... zalimlerdir...fasıklardır..." ibarelerinden yola çıkarak, kimileri İslami yönetimin yahudi ve hristiyanları Tevrat ve İncil'deki hükümlere göre muhake-meleşmeye ve gereğince amel etmeye zorlama yetkisine sahip olduğu görüşündedir.

Ama yahudi ve hristiyanlar İslami yargıya başvuracak olurlarsa, ayetler bu durumda haklarında verilecek hükmün İslam şeriatına uygun olmasının zorunluluğunu açıkça or­taya koymaktadır. Rasulullah (s) zamanından bugüne kadarki uygulama böyle olmuştur. Bu ise, hakka, adalete ve ilahi direktiflere uygun bir uygulamadır. İslami yönetim çerçe­vesinde ve yahudi ve hnsliyanların bu yönetime tabi oluşları bağlamında zımmilerin öz­gürce davranma haklarına uygun düşmektedir.

Burada şu hususa dikkat etmek gerekir. Ayetler Peygamberimize Allah'ın indirdik­lerine uymasını, sadece bunlara göre hükmetmesini telkin ediyor, huzurunda muhake-meleşen kimselerin arzularına göre hareket etmemesini, onların düzenlerine alet olma­masını sıkı sıkıya tembihliyor. Bunlar, İslami bir yönetimde yargı sorumluluğunu üstle­nen kimselere yönelik çağlar üstü direktifler niteliğindedir. [214]

 

51- Ey İman edenler, yahudi ve hristiyanları dostlar (veliler)[215] edinmeyin;on!ar birbirlerinin dostudurlar. Sizden           

onları kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet vermez.                                            

52- İşte kalplerinde hastalık olanları; 'zamanın felaketleriyle aleyhimize dönüp bize çarpmasından korkuyoruz' diyerek'[216] onların aralarına koşuştuklarını görürsün[217]. Umulur ki, Allah bir fetih veya katından bir emir getirecek de onlar  nefislerinde gizli tuttuklarından dolayı pişman olacaklar dır.                                                                                    

53- İman edenler: "Olanca yeminleriyle elbette sizlerle  birlik olduklarına ilişkin Allah'a yemin edenler bunlar mı

dır? Onların bütün yapıp ettikleri boşa çıkmıştır, böylece hüsrana uğrayanlar olmuşlardır" derler.  

 

Ayetlerde:  

 

1) Mü'minlere bir çağrı yöneltiliyor. Çağrının içeriği, yahudi ve hrisliyanların dost ve yardımcı edinmelerinin yasakhğına ilişkindir

2) Onlann gerçekte birbirlerinin dostları, yardımcıları olduklarına ilişkin ilahi direk­tif yeralıyor. Buna göre, mü'minlerden kim yahudi ve hristiyanları dost edinirse, onlar­dan sayılır. Allah'ın emirlerinin dışına çıkan sapık zalimlerden kabul edilirler. Ve Al­lah'ın hoşnutluğuna ve desteğine mazhar olamazlar.                    

3)  Kalplerinde hastalık bulunan münafıklar grubuna ağır eleştiriler yöneltiliyor. Bunların yahudi ve hnsiiyanların dostluğuna can attıkları, yardımlarına sıkı sıkıya bağlandıkları, onlara hoş görünmeye çalıştıkları, güvenlik ve işbirliği alanında anlaşmak için çabaladıkları vurgulanıyor. Bunlar bu onur kırıcı tutumlarını da şöyle izah etmeye çalışıyorlardı: Biz, bunu yaparken zamanın bir savaş veya başka bir felaketle aleyhimi­ze dönmesi ihtimaline karşı canımızı güvenceye almayı amaçlıyoruz.

4) Direktif nitelikli bir ilahi uyan yeralıyor. Bu uyarı amaçlı ifadenin satır aralarında münafıklara yönelik ağır eleştirilere ve mü'minlere yönelik yürek ferahlatıcı müjdelere rastlıyoruz. Belki de yüce Allah müslümanlara yardım edecek onlara bir fetih müyesser edecek, bir çıkış yolu gösterecek, önlerinde hesapta olmayan bir yol açacak. O zaman münafıkların yüzü kızaracak, içlerinde sakladıkları duygulardan dolayı pişman olacak­lardır. O zaman mü'minler de onlarla alay edecek ve maskaraya almak amacıyla, iman­larımızın sonuçlarını küçümseyici tarzda inançlarının kendilerini yönelttiği dostluklarla, hoş görünme çabalarıyla, Ehli Kitab'a yaltaklanmayı amaçlayan tavırlarıyla ilgili soru­lar yönelteceklerdir. Bu sorular üzerine yapılan değeri endi rmede yada cevapta bütün ça­balarının boşa gittiği belirtiliyor. Münafıkların tüm çabalan ve yapıp ettikleri boşa git­miştir. Allah yanında ve insanlar nezdinde hüsrana uğramışlardır. [218]

 

Ancak Mü'minler Birbirlerinin Dostudur        

 

Görüldüğü gibi bu ayetlerle birlikte yeni bir bölüm başlıyor. Tefsir bilginleri, eserle­rinde bu ayetlerin iniş sebepleri bağlamında değişik rivayetlere yer vermişlerdir. Bu ri­vayetlerin birinde şöyle deniyor: "Ubade b. Sabit ve Abdullah b. Ubey b. Selul yahudi müttefikleri hakkında birbirleriyle tartıştılar. Ubadc: Ben zamanın getirebileceği fela­ketlerden korkuyorum. Bu yüzden onlarla dostluk ilişkilerimi kesmiyorum. Onlarla itti­fak ve dostluk içinde olmaya mecburum, dedi. Bunun üzerine Rasulullah (s) şöyle bu­yurdu: Ey Ebu'l Habbab, yahudilerin dostluğuyla ilgili olarak Ubade'ye karşı savundu­ğun şey senin için geçerlidir. Onun için değil. İbn Selul: Öyleyse kabul ediyorum, dedi. Bunun üzerine yüce Allah yukarıdaki ayetleri indirdi. Bu rivayetlerin birinde, benzeri bir olayın Bedir savaşından sonra iki adam arasında yaşandığı veya Peygamberimizin (s) Hazreçlilerin müttefikleri olan Kaynukaoğullan yahudilerini ablukaya aldığı sırada Abdullah b. Ubey b. Selül'ün Peygamberimizin (s) zırhına yapışarak: Dostlarıma iyi davran, diye söylendiği, Peygamberimizin (s) de: "Yazıklar olsun sana, bırak yakamı" diye çıkıştığı, buna rağmen: Allah'a andolsun ki, dostlarıma iyi muamele etmediğin si! -rece seni bırakmayacağım. Bunlar dörtyüz zırhsız ve üçyüz zırhlı savaşçıdır. Beni kızıl ve kara tehlikelere karşı korurlardı. Sense bir günde tümünü kılıçtan geçirmek isliyor­sun. Ben zamanın getirebileceği felaketlerden korkuyorum, dediği rivayet edilir. Bu ayetlerin Uhud savaşından sonra indiğini ifade eden rivayetler de aktarılmıştır. Buna göre; bir müslüman, ben falan yahudilerin yanına gider, ondan eman dilerim veya onun yanımla yahudiliğe girerim der. Bir diğeri de: Ben de Şam'daki falan hristiyana gider, ondan eman alırım, yada onun yanında Hrıstiyanhğı kabul ederim der. Diğer bir rivayet­te ayetlerin Ebu Lübabe hakkında indiği belirtilir. Deniliyor ki: Kureyzaoğulları yahudi-leri, Peygamberin (s) hükmünü kabul etmek hususunda ona danışırlar. O da: Bunu kabul etmeniz durumunda sonunuz, kılıçtan geçirilmedir diye onları uyarır. Bunun üzerine yu­karıdaki ayetler iner.

Gerek tbn Selul'un Rasulullah'la yaptığı konuşmayı ve gerekse Ubade b. Sabit'le tartışmasını içeren rivayetler, son iki rivayete göre, ayetlerin ifade tarzına ve içeriğine daha yakındır. Bunu açıkça gözlemlemek mümkündür. Şayet ayetlerin bunun üzerine indiğini ifade eden rivayetin sahih olması ihtimalini esas alırsak, buna göre ilk ayet, kalplernde hastalık bulunan kimselerin tutumlarını anlatmaya geçmeden önceki bir ön hazırlık niteliğindedir. Bu demektir ki, ayetler yahudilerin Medine'de ağırlığı olan belli bir güç odağı oldukları dönemde inmişlerdir. Bu ayetlerden önceki bazı ayetlerde, yahu­dilerin Peygamberimiz (s) zamanındaki kimi tavırlarını, sapmalarını ve baş rol oynadık­ları gelişmeleri yansıtan tablolar sunulmuştu. Bu ayetlerin içeriğinden, onların da yahu­dilerin Medine'de güçlü oldukları bir dönemde indiklerine ilişkin bir çıkarsamada bu­lunmuştuk. Dolayısıyla bu ayetlerin indiği objektif şartlarla önceki ayetlerin indiği ob­jektif şartlar birbirlerine yakın olabilir. Ayrıca, sûrenin geneli içinde peşpeşe yerleştiril­miş olmasının altında yatan neden de bu olabilir. Yine de doğrusunu yüce Allah herkes­ten daha iyi bilir. [219]

 

Yahudi Ve Hristiyanları Dost Edinmek  

 

îlk ayetteki dostluk yasağı yahudilerle beraber hristiyanları da kapsıyor. Ancak eli­mizdeki rivayetler, incelediğimiz ayetlerin akışı, sonra başka ayetlerin ifade tarzı, söz-konusu fiilin doğrudan temsilcilerinin yahudiler olduğunu göstermektir. O günkü pratik durum da bunu göstermektedir çünkü o gün ancak yahudilerin durumu birtakım müslü-manların kendilerini dostlar edinmelerine elverişliydi. Çeşitli gelişmeler ve düşman sal­dırıları karşısında onların yardımları belirleyiciydi, hnstiyanların değil. Çünkü yahudile­rin aksine hnstiyanlar Hicaz'da ağırlıklı bir kitle değildiler. Bundan dolayı, rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Hnstiyanlardan söz edilmiş olması, bir ara açıklamadır ve genelleş­tirmeye yöneliktir. Ki dostluk yasağının benzeri tüm durumları da kapsadığı algılansın. Bu, Kur'an'ın ifade tarzının karakteristik bir Özelliğidir.

"Onlar birbirlerinin dostudurlar" cümlesinin tefsirinin bağlamında Taberi şöyle der: "Yani bazı yahudiler diğer bazı yahudilerin dostudur, bazı hnstiyanlar da diğer bazı hrısuyanların dostudur. Bazı hırıstiyanlar da diğer bazı hırıstİyanların dostudur." Tabe-ri'nin bu yorumu ilginçtir, bazılarının yahudi ve hnstiyanların birbirlerinin dostu olma­ları ile ilgili olarak içlerinde duydukları şüpheleri giderici niteliktedir. Çünkü ayetlerin indiği sırada iki topluluğun dostluğu pratikte sözkonusu değildir.   

Görüldüğü gibi yahudi ve hnstiyanlan dost edinme yasağı bir gerekçeye dayandırıl­mıyor. Bundan sonraki ayetler içinde iki ayet vardır ki, bunlarda aynı yasak bazı sebep­leriyle birlikle tekrarlanır. Buna göre onlar muslümanlarin dinlerini, ezanlarını ve na­mazlarını alay ve eğlence konusu yapıyorlar. Bundan sonraki ayetler, incelediğimiz bu ayetlerin devamı niteliğindedir. Dolayısıyla, rahatlıkla denebilir ki, sözkonusu iki ayette dile getirilen sebepler, inceledğimiz ayetlerde yer alan gerekçesiz yasak içinde geçerli­dirler. Buna bağlı olarak şunu da söylemek mümkündür: Yasak birinci dereceden dinle­rinin bu duruma düşmesine neden olan bazı müslümanlann tavırlarıyla ilgilidir.

Ayrıca, ayetlerin akışından açıkça anladığımız kadarıyla bu yasak bazı müslümanla-ra yöneliktir bir bütün olarak İslam toplumuna değil. Özellikle ayetlerin indiği ortamı gözönünde bulundurduğumuzda savaşlarda düşmana karşı yardımlaşma ve ittifaklar kurma olgusunun kastedildiği anlaşılıyor. Müslümanlar bir bütün olarak bir tarafı ve ya­hudi ve hrİsliyanların da her biri de yine bir bütün olarak bir larafı temsil ediyordu. Bundan sonraki ayetlerde yer alan yasakla ilgili olarak sözü edilen gerekçeler ve bazı sebeplerden şu sonucu çıkarıyoruz: Yahudi ve hristiyanların her biri bir taraf olarak müstümanlara ve dinlerine karşı alaycı ve düşmanca bir tavır içindeydi. Bu tavrın geli­şerek bir savaşa neden olması da işin doğasında vardır. Nitekim fiilen böyle olmuştur. Dolayısıyla bir grup müslümanın onlardan herhangi birisiyle ittifak yapması bir toplu­luk ve yapı olarak müslümanların aleyhine ittifak yapması anlamına gelir. Gerçek bir mü'rninin, böyle bir tulum içinde olması mümkün değildir. Şayet böyle yaparsa, doğal olarak bu, onu mü'minlerin safından çıkanr ve mü'minlerin aleyhine ittifak yaptığı top­luluğun salına dahil eder. Şu cümlede vurgulanan gerçek de budur: "Sizden onlan kim dost edinirse, kuşkusuz onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna hidayet ver­me?" Dolayısıyla, bu ayette vurgulanan dostluk yasağı ile bir bütün ve taraf olarak müs-lüman toplumu ile Ehli Kitab'dan bir toplum arasında müşrik düşmanlara karşı yardım­laşma ve ittifak buna göre bir bütün ve bir taraf olarak müslümanlarla Ehli Kitab'dan bir topluluk arasında savaşmadan onları ürkütmek amacıyla bir barış anlaşması ya da iş­birliği, dayanışma anlaşması imzalanabilir. Nitekim Rasulullah (s) Medine döneminin değişik aşamalarında bir kaç kez bu tür ittifaklar kurmuştur. Örneğin Medine'ye ilk ge­lişinde yahudilerle anlaşmaya varmıştı. Anlaşma metninde onlarla ilgili olarak bir mad­de yer alır. Buna göre yapılan anlaşma bir tür savaş ittifakı niteliğindedir. Mü'minlere tabi olan yahudilere yardım edilecek örnek oluşturulacaktır. Onlara zulmedilmeyecek, aleyhlerine başkalarına yardım edilmeyecektir. Bu hususta onların müttefikleri ve sır­daşları da onlarla aynı muameleye tabidirler. Dinleri kendilerine, müslümanlann dinleri de kendiledİnedir. Ancak biri zulmeder, bir günah işler veya bir saldırıda bulunursa so­rumluluk ona ve ailesine aittir. Onlar, mü'minlerin bir toplulukla savaşa girmeleri duru­munda mü'minlere yardım etmekle yükümlüdürler. Savaş hazırlığı için tıpkı mü'minler gibi maddi katkıda bulunmakla yükümlüdürler. Öğüt, nasihat ve iyilik yapmakla yükümlüdürler, günah değil[220] Peygamberimiz (s) Kureyşlilerle savaş zamanında ittifak yapmak üzere anlaşmışlardır. Ezreç, Makna, Eyle ve Cerba halkıyla, Adiyaoğu 1ları, Aridoğulları ve Cübneoğulları ile anlaşma yapmıştır.[221] Raşid halifeler zamanında mey­dana gelen savaşların bir çoğunda bu tür ittifakların örneklerine rastlıyoruz.[222] Aynı şe­kilde bu ayette sözü edilen dostluk yasağı ile müslümanlarla Ehli Kitab arasında iyi iliş­kilerin kurulması hoşça geçinme ve yardımlaşma esaslı bir hayatın kurulması arasında da bir çelişki yoktur. Yeter ki, aralarında savaş hali ve düşmanlık halı olmasın. Mümte-hinc sûresinde yer alan şu ayet de bunu ortaya koymaktadır. "Allah, sizinle din konu­sunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve on­lara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çünkü Allah adaletli davrananları se­ver." (Mümtehine; 8)                                                  .

Reşid Rıza bu ayetlerin tefsiri bağlamında geniş açıklamalarda bulunmuş, gerçekten isabetli görüşler serdelmiştir. Bu değerlendirmeler sonuç itibariyle bizim yaptığımız çı­karsamalarla uyuşmaktadır.

A&. İkinci ve üçüncü ayetlerde, müslümanlann yahudi ve yahudi olmayan düşmanlarına karşı zafer kazanacaklarına ilişkin, kalbi teskin edici bir müjdeye yer veriliyor. Tedbir olsun diye onlarla dostluk kuran, onlara yaltaklanan münafıkların yaptıklarından utana­cakları yüz kızartıcı bir duruma düşecekleri dile getiriliyor. Nitekim çok geçmeden bu gerçekleşti. Hiç kuşkusuz bu da Kur'an'ın bir mucizesidir. [223]

 

54- Ey iman edenler içinizden kim dininden  Allah yerinize kendisinin onları sevdiği, onların cia kendisini sevdiği mü'mİnlere karşı alçak gönüllü^)[224], kafirlere karşı ise güçlü ve onurlu[225]', Allah yolunda cihad eden ve " kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir vUtl   Bu, Allah'ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah rahmetiyle geniş olandır, bilendir. 

55- Sizin dostunuz, ancak Allah, O'nun elçisi, rüku ediciler olarak namaz kılan ve zekatı veren mü'minlerdir.              56- Kim Allah'ı, Rasulü'nü ve iman edenleri dost edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır.

57- Ey iman edenler, sizden önce kendilerine kitap verilenierden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kafirleri dostlar edinmeyin. Ve eğer inanıyorsanız, Allah'tan korkup sakının.

58- Onlar siz birbirinizi namaza çağırdığınızda onu alay ve oyun konusu edinirler. Bu gerçekten onların akıl erdirmeyen bir topluluk olmalarındandır.

 

Dini Alay Konusu Edinenlerle Dostluk Kurmak

 

Ayetlerde:

1) Dinlerinden dönmekten (irtidat etmekten) sakınsınlar diye mü'mirilere çağrı yapılıyor. Böyle yapmaları durumunda, bunun Allah katında hiç bir öneminin olmaya­cağı uyarısında bulunuluyor. İrtidat etmeleri Allah'a değil, kendilerine zarar verir. İrti­dat edecek olurlarsa, hiç kuşkusuz yüce Allah imanlarında samimi, Allah'ı seven ve Al­lah tarafından sevilen, kardeşlerine karşı şefkatli ve merhametli, düşmanlarına karşı sert ve şiddetli, Allah yolunda cihad eden, hiç bir kınayıcınm kınamasından korkmayan, za­manın musibetlerinden endişe etmeyen başka mü'minler getirebilir.

2) Yasak ve uyan üzerine yapılmış bir değerlendirme olarak yine mü'minlere yöne­lik bir açıklama yer alıyor. Buna göre, Allah'tan, O'nun elçisinden ve namaz ve zekat gibi Allah'a ve insanlara karşı tüm yükümlülüklerim yerine getiren samimi mü'minle-rerden başkasının dost edinmelerinin doğru olmayacağı vurgulanıyor. Mü'mirilerin dostları sadece onlardır. Kim Allah'ı, elçisini ve samimi mü'minleri dost edinirse o Al­lah'ın taraftan (Hizbullah), galip gelecek olan da Allah'ın taraftarlarıdır.

3) Bu bağlamda mü'minlere bir diğer yasak da getiriliyor. Dinlerini alay ve oyun ko­nusu edinen Ehli Kitab'ı ve kafirleri dost edinmemeleri gerektiği vurgulanıyor. Şayet gerçek mü'minler iseler, Allah'ın emir ve yasaklanna riayet etmeleri ve Allah'tan kor­kup kaçınmaları gerektiği teşvik edici bir üslupla dile getiriliyor.

4) Bunun yanında, dost edinilmesi yasaklanan kimselerin bazı davranışlarına dikkat çekiliyor. Buna göre, onlar, namaz için mü'minler çağırıldıkları zaman bunu alay ve eğ­lence konusu yaparlar. Onların bunu yapmalarının nedeni sapık bir topluluk olmaları, akıllarının hakkı anlayacak ve hakkı izleyecek kapasitede olmamasıdır.

"Ey iman edenler içinizden kim dinimden geri dönerse..." diye başlayan ayetler bunların içerdikleri direktifler ve bunlara ilişkin rivayetlere gelirsek;

Taberi, Şia imamlarından Ebu Cafer'den şöyle rivayet eder: Maide sûresi 55. ayet Ali b. Ebu Talip hakkında inmiştir. Çünkü Hz Ali, namaz kıldığı bir sırada rükuda iken kendisinden bir şeyler isteyen birine sadaka vermiştir. Şii müfessirlerden Tabresi, Ebu Zer el Gıffari'ye nisbel ettiği uzun bir açıklama içinde bu rivayete yer verir. Ebu Zer der ki: Bir gün bir dilenci mescidde insanlardan bir şeyler istedi. Ama kimse ona bir şey vermedi. Bunun üzerine dilenci başını yukarı kaldırarak şöyle dedi: Allah'ım şahid ol. Rasulullah'ın mescidinde dilendim, kimse bana bir şey vermedi. Hz. Ali o sırada rukuda idi. Küçük parmağını dilenciye doğru uzatarak ona işaret etti. Hz. Ali bu parmağına yü­zük takardı. Dilenci ona taraf döndü ve küçük parmağından yüzüğü çıkardı. Bütün bun­lar Rasulullah'ın gözlerinin önünde oluyordu. Rasulullah namazını bitirince başım göğe çevirdi ve şöyle dedi: "Allah'ım kardeşim Musa sana şöyle dua etti: 'Rabbim, benim göğsümü aç. Bana işimi kolaylaşlır. Dilimden düğümü çöz ki söyleyeceklerimi kavra­sınlar. Ailemden bana bir yardımcı kıl. Kardeşim Harun'u. Onunla arkamı kuvvetlendir, Onu işimde ortak kıl.' (Taha, 25-32) Yüce Allah ona şöyle vahyetti: 'Senin pazunu kar­deşinle güçlendireceğiz. "Size bir güç vereceğiz ki, kimse size ulaşamayacaktır'. Al­lah'ım , ben Muhammed'im, Senin Peygamberin ve seçilmiş dostunum. Allah'ım benim göğsümü aç, bana işimi kolaylaştır. Ailemden bana bir yardımcı kıl Ali'yi. Onunla arka­mı güçlendir." Ebu Zer der ki: Allah'a andolsun ki, Rasulullah sözlerini henüz tamamla­mıştı ki, Cebrail Allah tarafından kendisine gönderildi ve şöyle dedi: Ey Muhammed,oku. Peygamberimiz (s): Ne okuyayım? dedi. Cebrail dedi ki: Sizin veliniz, ancak Al­lah, O'nun elçisi, rüku ediciler olarak namaz kılan ve zekalı veren mü'mirilerdir.

Tefsir bilgini Nisaburi bu rivayeti aktarmış, arkasından şu değerlendirmeyi yapmış­tır. Bazı Şiiler bu rivayeti, Hz. Ali (r)'nin Rasulullah'tan sonra imanı ve veli oluşunun kanıtı olarak görürler. Ancak bu iddianın geçersiz olduğu belirtmiştir.

El-Hasan, Mücahid, Katade, Herime ve Muhammed b. Ka'b el-Kurezi'den rivayet edildiğine göre, ilk ayet Rasulullah (s)'ın vefatından hemen sonra dinden dönenler ve bunların yeniden İslam'a dönene kadar onlarla savaşan Hz. Ebu Bekir ve arkadaşları hakkında inmiştir. Taberi, bunun yüce Allah'ın ezeli bilgisi çerçevesinde Rasulullah (s)'ın vefalından irtidat edeceğini bildiği kimselere yönelik bir tehdit olduğunu söyler, Nitekim Veber ve Mudar halkının bir kısmı irtidat elmiş ve yüce Allah onların yerine onlardan daha hayırlı, ve sözünde daha çok duran mü'minler gelirmiş ve mürledlerc yö­nelik tehdini de yerine getirmiştir.

Bunun yanında Taberi değişik kanallardan İyad el- Eş'ari'den şöyle rivayet eder: "Allah kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği bir kavim getirir" ayeti inince, Rasulullah (s) Ebu Musa el-Eş'ariye işaret ederek 'onlar senin kavmindir veya onlar bunun kavmidir."

Başka müfessirler'de Taberi'nin bu rivayetlerine yer vermişler ve bir.kısmını da ona dayandırmışlardır[226].

Tabresi, Ali b. İbrahim b. Haşimi'den şöyle rivayet eder: İlk ayel ümmetin Mehdisi ve arkadaşları hakkında inmiştir. Baş tarafı, Hz. Muhammed'in ehli beytine zulmeden, onları öldüren ve haklarını gasbedenlerle ilgilidir. Nitekim ayetin "Allah kendisinin on­ları sevdiği, onların da kendisini sevdiği bir kavim getirir" şeklindeki ikinci bölümünde işaret edilen kimselerin ayetin indiği sırada mevcut olmamaları bunun kıyamet gününe kadar bu niteliğe sahip olarak gelecek her mü'min kimseyi kapsadığım ortaya koymak­tadır.

Ayetlerin ifade tarzından, içeriğinden ve akışından ilk etapta algılandığı gibi, bunlar bir bütün oluşturuyorlar. Yani farklı olaylarla ilgili olarak inmemişlerdir. Ayrıca bu ayetler, akış ve içerik olarak kendilerinden önceki üç ayetten de kopuk değildirler. Di­yebiliriz ki, bu ayetler, diğer üç ayet üzerine yapılan bir değerlendirme niteliğindedir, onların devamı sayılır. Bunun kanıtı da, ilk üç ayetin birinci ayetinde Ehli Kitap'la ilgili olarak getirilen dostluk yasağının burada da tekrarlanmış olmasıdır.

Tefsir bilginlerinin söyledikleri ve dinden dönme olayların Hz. Ebubekir ve arkadaş­larının bu mürtedlerle savaşmalarının bu ayetlerin ilkiyle alakalı olduğuna ilişkin olarak tabiin ulemasından aktardıkları sözler, gelişmelerin mahiyetinden yapılan çıkarsamalar­dır. Iyad el- Eş'ari'den rivayet edilen hadis, sahih kaynaklarda yeralmaz. Biran için sahih olduğunu kabui etsek bile, bu da bir tür uyarlama olur. Ayetin iniş sebebi mesabe­sinde olmaz. 55. ayet en azından bir kısmı ki, Şii râviler iniş sebebiyle ilgili olarak çeşit­li rivayetler aktarırlar. Öncesindeki ve sonrasındaki ayetlerin akışından kopuk değildir. Bu ayetle ilgili rivayetler de öteki rivayetleride olduğu gibi hayret uyandırıcıdır. Zorla­ma eseri olduğu ortadadır. Oysa ayetlerin ortak mesajı ifade tarzı, önceki ve sonraki ayetlerle sağlam bağlantısı açıktır. Aynı durum Ali b. İbrahim b. Haşim'den aktarılan ri­vayetler içinde geçerlidir.

"içinizden kim dininden geri dönerse..." ifadesi ayetin akışı içindeki yeri itibariyle bizim anladığımız kadarıyla bu cümle ile Ehli Kitab'dan ve kafirlerden düşmanları dost edinenlerdir. Bunların düşmanlıklarının belirtisi ise, İslam dini ile müslümanların nama­zı ile alay etmeleridir. Diğer bir ifadeyle bu cümle "Sizden kim onları dost edinirse, kuş­kusuz onlardandır." cümlesinin içerdiği anlamın farklı bîr ifadesidir. Bundan sonraki cümlesi ise, daha vurgulayıcıdır. Burada kesin bir dille ilan ediliyor ki: yüce Allah, düş­manları dost edinen, böylece dinlerinden dönenlerden başka bir topluluk getirebilir. Bunlar inançları itibarıyla samimi kardeşlerine karşı şefkatli ve merhametli, düşmanları­na karşı da sert ve acımasız olurlar. 55. ve 56. ayetler "içinizden kim dininden dönerse" cümlesi ile, düşmanları dost edinenlerin kastedildiğini destekleyici niteliktedir. Bu iki ayette aynı zamanda, etkileyici bir üslupla şu gerçek vurgulanıyor: Mü'minler için ger­çek dost Allah, onun elçisi ve samimi mü'minlerdir. İşte bunların ortak adı Allah'ın ta­raftarları (hizbullah)dır. Başarı ve üstünlük Allah hizbi içindir. Dolayısıyla dost edinme­ye ve yardımlaşmaya Alllah'ın hizbi daha uygundur.

Önceki ayetlerin tefsiri bağlamında bu dostluğun boyutları ve birinci dereceden kim­lerin kastedildiği hususunda söylediklerimiz doğal olarak bu ayetler için de geçerlidir. Dolayısıyla tekrara gerek yoktur.

Ayetlerin belli bir zamanda yaşanan olaylarla ilgili olarak indiği bir gerçektir. Bu­nunla beraber benzeri başka ayetlerde olduğu gibi her zaman ve her mekandaki tüm müslümanlar için geçerli olan genel direktifler ve telkinler içermektedir. İfade tarzının mutlak olması da bu genel niteliği pekiştirici bir özelliktir. Yasak ve uyarının dışında ayetlerin satır aralarından tesbil ettiğimiz diğer bazı hususlar şunlardır:

1) Herhangi bir müslüman grubun, ümmetine karşı çeşitli komplolar kuran, dini hak­kında olumsuz bir tavır içinde olan düşmanlarla dayanışma içinde olmasının, onlardan yardım istemesinin ne olursa olsun ve ne şekilde olursa olsun kendi ümmetine ve dinine karşı onlara hizmet etmesinin ayıplanışı, bu davranışın ümmete İhanet anlamını taşıyor olmasının yanısıra dinden dönme olarak nitelendirilmesi.

2) Müslümanların kalplerine güç, güven ve direnç duygularının aşılanişı. Aralarında işbirliğini ve dayanışmayı geliştirmeleri durumunda büyük bir başarı ve zafer kazana­caklarının garanti edilişi. Asıl görevlerinin birbirlerini dost edinmeleri ve birbirlerine yardım etmeleri olduğunun vurgulanıp.

3) Mü'minlerin Allah'ı, O'nun rızasını ve sevgisini gözetmek, O'nun yolunda cihad elmek gibi güzel sıfatlara sahip kimseler olmalarının zorunlu olduğunun dile getirilişi. Bu uğurda hiç kimseden korkmamalıdırlar. Kardeşlerine iyilik etmeli onlara şefkat gös­termelidirler. Düşmanlarına karşı da sert ve acımasız olmalıdırlar. [227]

 

59-  De ki: Ey Ehli Kitap yalnızca Allah'a, bize indirilene ve önceden indirilene inanmamız ve sizin çoğunuzun fasıklar olmanız nedeniyle mi bizden hoşlan iniyorsunuz?[228]

60-  De ki: Allah katında kesinleşmiş bir ceza olarak bun­dan daha kötüsünü haber vereyim mi? Allah'ın kendisine lanet ettiği, ona karşı gazaplandığı ve onlardan maymunlar ve domuzlar kıldığı iie tağutaf[229] tapanlar[230]; İşte bunlar, yer­leri daha kötü ve dümdüz yoldan daha çok sapmışlardır.

 

Ayetlerde:

 

1) Peygamberimize (s) inkar ve eleştiri amacıyla Ehli Kilab'a şöyle bir soru yöneltmesi emrediliyor: Sizin müslümanlardan hoşlanmamanız, onlara karşı kin ve nefret bes­lemeniz, onların Allah'a Peygamberi Muhammed'e indirdiği kiLaba ve bundan önce in­dirilmiş bulunan kitaplara inandıklarını açıkça ilan etmelerinden başka ne için olabilir? bîr de çoğunuzun sapık, fasık ve Allah'a karşı çıkanlar olmanızdan başka?

2) Yine eleştiri amacıyla başka bir soru daha yöneltmesi emrediliyor: Hz.Peygam-ber'in kimin kınanmaya, öfkelenmeye ve nefret edilmeye daha layık olduğunu haber vermesini ister misiniz? Onlar Allah'ın lanet ettikleri, üzerlerine gazabını indirdiği, ken­dilerinden maymunlar ve domuzlar kıldığı ve lağuta tapanlar kıldığı kimselerdir. İşte bunlar içindir yerlerin en kötüsü. Gerçekten ve realitenin mantığına göre dümdüz yoldan sapanlar onlardır.

"De ki: Ey kitap ehli, yalnızca Allah'a, bize indirilene ve önceden indirilene inanma­mız ve sizin çoğunuzun fasıklar olmanız nedeniyle mi bizden hoşlanmıyorsunuz?" ayeti ve onu izleyen ayetin yorumunu yapacak olursak; Taberi bu iki ayetin, yahudilerden bir grubun Peygamberimize (s) gelerek hangi peygamberlere inandığını sorarlar. O da şu ayeti okur: "Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakup'a, ve torunları­na indirilene, Musa'ya ve İsa'ya verilene ve peygamberlere Rablerinden verilene inan­dık. Onlardan hiç birinin arasını ayırmayız" Peygamberimiz (s) Hz. İsa (s)'dan söz edin­ce onlar: Biz ona inanana inanmayız derler. Tefsir bilginleri bunu rivayet etmişlerdir.[231] Buna göre yahudiler Peygamberimize şöyle derler: "Allah'a andolsun ki dünya ve ahi-rette sizden daha az pay sahibi bir dinin mensuplarını ve sizin dininizden daha kötü bir dini bilmiyoruz."

Bu rivayet, incelemekte olduğumuz ayetlerin yeni bir bölüm olmasını ve önceki ayetlerle bir ilgisinin bulunmamasını gerektirmekledir. Oysa ayetlerin gelişinden, önce­ki ayetlerle sağlam bir ilgilerinin olduğunu anlıyoruz. Aralarındaki uyum o kadar güçlü ve sağlamdır ki, bunların'! değerlendirme ve önceki ayetler grubunun son ayetinde işaret edilen müslümanların dinleriyle, ezanlarıyla ve namazlarıyla alay edenlerin tavır­larını eleştirme amacıyla indikleri rahatlıkla söylenebilir.

Bununla beraber sözkonusu durum ayette işaret edilen sorunun bîr grup yahudi tara­fından peygamberimize (s) sorulmuş olmasına engel değildir. Yahudilerin bu soruyu so­rarken edepsiz bir tavır takınmış olmaları, İslam dinine dil uzatmaları kuvvetle muhte­meldir. Yine bu ayetin inişinden önce veya sonra müslümanların ezanına ve namazına karşı da benzeri bir tavır sergilemiş olmaları sözkonusudur. Dolayısıyla tutum ve davra­nışlarından söz edildiği bir sırada bu tavırları da gündeme getirilmiştir. Bundan Önceki sûrelerde[232] yahudilere ilişkin olarak benzeri tavırlardan sık sık söz edildi. Bu da göste­riyor ki, yahudiler bu olumsuz tavırlarını defalarca tekrarlamışlardır.

Bu iki ayette, Ehli Kitab kavramıyla doğrudan yahudilerin kastedildiğine ilişkin güçlü kanıtlar vardır. Çünkü Kur'an-i Kerim'de, sık sık Allah'ın lanetine ve gazabına uğradıklarından maymunlara ve domuzlara dönüştürüldüklerinden söz edilenler onlar­dır. Kur'an'da defalarca, onların tevhid ilkesinden sapıp buzağıya tapmaya başladıkla­rından, puta ve tağuta inandıklarından sözedilir. Bu da daha önce yaptığımız şu değer­lendirmeyi haklı çıkarıyor: Önceki ayetlerin akışında hnstiyanlardan da söz edilmiş ol­ması, bir ara açıklama, bir dolaylı işaretten ibarettir. Asıl kastedilenler yahudilerdir. Ya­sak ve sakındırmanın gündeme gelmesine sebep fiilin asıl sahipleri onlardır.

Açık olarak görüldüğü gibi, birinci ayet, hasmın yaklaşımım inkar edici delillerini çürütücü ve susturucu üslubuyla son derece etki leyicidir.İkinci ayetin de vurgusu güçlü­dür. Bu da yahudilerin takındığı tavrın uyandırdığı tepkiyi ve meydana getirdiği sarsıcı etkiyi ortaya koymaktadır. Ne denli kaba ve edepsizce davrandıklarını göstermektedir. Bu yüzden vahyin inişine esas oluşturan ilahi hikmet hak ettikleri şekilde karşılık gör­melerini, tarihsel ve ahlaki realitelerinden örneklerle susturulmalarını öngörmüştür.

Ayetlerin ifade ettikleri gerçeklerden biri de yahudilerin Peygamberimizin ve dave­tinin ortaya çıkışından, dininin yayılmasından ve günbe gün daha güçlü bir konuma gel­mesinden son derece rahatsız oldukları, büyük bir öfkeye kapıldıkları, nefretlerini gizle-yemedikleridir. Özellikle bu durum, onların yollarının kesilmesi, gösterişli konumları­nın son bulması, artık başkalarına karşı Ehli Kitab olmanın ayrıcalığını yaşayamayacak olmaları anlamına geliyordu. Çünkü Hz. Peygamber tek Allah'a ve O'nun Önceki pey­gamberlere indirdiği kitaplara inanmayı emrediyordu. Bu da onların Araplar arasındaki ekonomik, sosyal, kültürel ve dini otoritelerinin sarsılması anlamına geliyordu. Yahudi­ler bu konumları sayesinde maddi ve edebi sahada büyük bir vurgun gerçekleştiriyorlar­dı. Bundan sonraki ayetlerde bu anlamı pekiştirici açık işaretler göreceğiz. Nitekim da­ha önceki sûrelerde de bu anlama işaret eden çok sayıda ayet okumuştuk.[233]

Yahudilerden bazılarının birtakım hayvanlara dönüştürüldüklerine üçüncü defa işa­ret ediliyor. Ancak burada maymunlara ve domuzlara dönüştürüldüklerinden söz edilir­ken, Bakara ve A'raf sûrelerinde sadece maymuna dönüştürülme olayına değiniyor. Bu­nun bir çelişki ya da yeniden düzeltme olduğu şeklinde bir vehim akla gelmesin. Çünkü gerek burada ve gerekse Önceki iki sûrede, Kur'an'm bu olaylara değinmesindeki amacı tarihsel bir olayı salt hikaye etmek değildir. Yalnızca yahudilerin eleştirilmesi ve yüce Allah'ın bazı soydaşlarını nasıl rezil ettiğinin hatırlatılması amaçlanmıştır. Ayetlerin akışından anladığımız kadarıyla yahudiler bu dönüşme olayını aktarıyorlardı ve bu olay bir kerede olmuştu; bir kısmı maymunlara, bir kısmı da domuzlara dönüşmüşlerdi. Kur'an ayetlerini alenen okunuyorlardı. Yahudilerin bunu inkar ettiklerine ilişkin bir haber rivayet edilmiş değildir. Tefsir bilginleri Rasulullah'm ashabından ve tabiin ule­masından bu ayetlerin tefsiri bağlamında, yahudilerden bir grubun ulusal tarihlerinin bir döneminde maymunlara ve domuzlara dönüştürülmelerinin sebepleri ve oluş şekli hak­kında çeşitli rivayetler aktarmışlardır. Bu rivayetleri Önceki ayet grubunun tefsiri bağla­mında da aktarmış olmaları gösteriyor ki, bu olay Peygamberimizin (s) döneminde in­sanların dillerinde dolaşıyordu. Ve yine gösteriyor ki bu tür haberler bizzat yahudilerden öğrenilmiştir. Önceki iki ayet grubunun tefsirini sunarken olay hakkındaki yorumumuzu aktardık. Bu yorumu bir kez daha tekrarlamayı gereksiz görüyoruz.

Tağuta kulluk etme meselesine gelince: Bugün yahudilerin ellerinde bulunan "Eski AhicTin birçok bölümünde İsraüoğullan'nın tevhidden sapışlarına ve buzağı, baal ve benzeri Mısır, Kenani, Amuni, Meabi ve Finike putlarına taptıklarına, onlara kurbanlar sunuşlarına, bunun üzerine Allah tarafından azarlandıklarına, peygamberler aracılığıyla sert uyarılara muhatap olduklarına, yüce Allah'ın bundan dolayı kendilerini tepeleyip düşmanlarını musallat ettiğine ilişkin ciddi ifadelere rastlıyoruz. [234]

 

61-  Size geldiklerinde: İnandık derler. Oysa onlar inkarla gitmişlerdir. Ve yine onunla çıkmışlardır. Allah, gizli tutmakta olduklarını dana iyi bitir.

62- Onların çoğunun günahta, düşmanlıkla ve haram yiyİ-ciiikte çabalarına hız kattıklarını görürsün. Yapmakta ol­dukları ne kötüdür.

63-  Bilgin- yöneticileri ve yüksek bilginleri, onları günah söylemelerinden ve haram yiyicilikten sakındırmak değil miydi? Yapmakta oldukları ne kötüdür.

 

Ayetlerde:

 

1) Mevzunun hedefi konumundaki yahudİlerc yönelik eleştiriler içeren I ir açıklama yer alıyor. Müslümanların yanına veya Peygamberimizin meclislerine geldiklerinde "tasdik ettik, inandık" dedikleri, buna karşılık sÖzkonusu yerlere girerken, kalplerinin inkar ile dolu olduğunu, çıkarken de inkarcı kafirler olarak çıktıkları belirtiliyor. Bunun Allah tarafından bilinen onların gerçek durumları olduğu ve yüce Allah'ın onların kendi işlerinde gizledikleri duygu ve düşünceleri herkesten daha iyi .bildiği vurgulanıyor.

2) Yine eleştiri ağırlıklı bir diğer açıklamada deniliyor kî: Onların durumlarını dik­katle gözlemleyen bir kimse, içinde yüzdükleri birçok günahı, düşmanlığı, en ufak bir korku ve sorumluluk duygusu hissetmeden haram mal yiyişlerini görecektir. Bu ne kötü bir davranış ne kötü bir ahlaktır.

3) Bir de din bilginlerine ve yöneticilerine eleştiriler yöneltiliyor... Onların soydaşla­rını bu tür kötü davranışlardan alıkoymaya çalışmaları gerekiyordu. Ama onlar bunu yapmadılar. Din bilginleri ve bilge-yönelicileri ne kötü bir tutum ve yol göstericilik tav­rı içindeydiler. [235]

 

"Size Geldiklerinde İnandık Derler"

 

Hazin'in rivayetine göre, ilk ayet bir grup yahudi hakkında inmiştir. Bunlar Rasulul-lah'ın yanına gelirken gerçekten öyle olmadıkları halde inandıklarını ilan ederek yalan

söylüyorlardı.

Benzerleri başka sûrelerde[236] de anlatılan olayın somut örneği olarak anlatılan ola­yın doğru olması halinde, bizce bu ayetlerle önceki ayetler arasında ifade tarzı ve konu açısından tam bir uyum ve sağlam bir bağlantı vardır. Bundan dolayı rahatlıkla diyebili­riz ki: Ayetler birlikte bir kerede yada akışın tamamlanması için peşpeşe inmişlerdir. En fazla şu olabilir: Ayetlerin akışı, rivayette anlatılan olaya yönelik bir işaret içeriyor. Bu da onlar tarafından sergilenen bir tavır ve kötü bir karakterdir. Burada gündeme getiril­mesinin sebebi, eleştirilmeleri, sakındırılın alan yanı sıra müslümanların onlarla dostluk kurmalarının yasak! anmasıdır.

Anlatılan olayda onların iğrenç niyetleri hile ve desiseleri en somut şekliyle anlatıl­maktadır. Bu da onların Peygamberimizin (s) daveti karşısında takındıkları kötü tavrı sergilemekledir. Mü'minlere karşı da aynı tavır içindeydiler. Daha önce de söylediğimiz gibi, bu tavırları sık sık tekrarladıklarını, Önceki sûrelerin değişik ayetlerin ifadesinden anlıyoruz. Bununla beraber Peygamberimiz (s) onların bu davranışlarına tahammül edi­yordu. Çünkü tavırları iğneleme, gizli komplo kurma ve sözlü dolandırma sınırlarını aş­mıyordu. Bu yüzden Peygamberimiz (s) onlara yönelik hoşgörü esaslı tulumunu değiş­tirmedi. Ancak Bakara, En i al, Âli İmran, Nisa, Haşr, Ahzab, Cuma ve Fetih sûrelerinin akışı içinde de İşaret ettiğimiz gibi, yahudiler işi düşmana destek verme, onlarla birlikte hareket etme noktasına vardırınca Peygamberimizin (s) onlara yönelik tavrı sertleşti.

Yahudi bilginlerine ve yöneticilerine yönelik eleştiriler içeren üçüncü ayetin ifade­sinden algıladığımız kadarıyla, yahudılerin takındıkları bu kötü tavırda onların etkinlik­leri yahûdileri kötü ahlâka ve başkalarının malını haksız yere yemeye teşvik edici bir konumlan vardı. Bu yüzden ilahi hikmet onların bu şekilde ifşa edilmelerini gerektir­miştir. Sanki şu mesaj verilmek isteniyor: Onların görevi marufu (dinin, aklın ve fıtra­tın olumlu gördüğü) emretmek, münkeri (dinin, aklın ve fıtratın olumsuz gördüğü) ya­saklamak ve hak esaslı mesaja davet etmektir. Ama onlar, bu yükümlülüğü ihmal ettiler, onlara ters düşen davranışlar sergilediler. Kendi milletlerine karşı oile gereken uyarıyı yapmadılar. Çünkü onların günahta, düşmanlıkta ve haram yemekte ileri gittiklerini gör­dükleri halde seslerini çıkarmıyor, gereken uyarıyı yapmıyorlardı. Başka ayetlerde, din bilginlerinin ve yöneticilerin yahudiler tarafından sergilenen inatçı, desiseci, komplocu ve hakkı önleyici tavırlarında belirleyici rol oynadıklarına yönelik açık işaretler bulun­maktadır. [237] Kur'an'ın bazı sûrelerindeki işaretleri pekiştirirler. Daha doğrusu, denebi­lir ki: Yahudilerin genel tavırları bu liderlerin tavırlarından esinlenmiştir. Kur'an-i Ke-rİm'de bunca sert eleştiriyi ve ağır azarlamayı hem de genel bir ifadeyle haketmiş olma­ları bu yüzdendir.

Ayetler yahudilerle ilgili olsalar da, müslümanlara yönelik evrensel mesajlar ve di­rektifler de içermektedir. Günah ve düşmanlığa dalmanın ve insanların mallarım haram yollarla yemenin yasaklığı... Liderlerin bütün bunları gördükleri halde seslerini çıkarma­malarının, günahkarlara engel olmamalarının kötü bir tulum olduğunun vurgulanması gibi.

İbn Abbas'ın şöyle dediği rivayet edilir: "Bana göre, Kur'an'daki en korkutucu ayet: "Bilgin-yöneticileri ve yüksek bilginleri onları sakındırmalı değil miydi?" ayetidir.

İbn Kesir İmam Ahmed'in Münzir b. Cerir'den, O'nun da babasından rivayet ettiği bir hadise yer verir: Rasululiah (s) buyurdu ki: Hiç bir kavim yoktur ki içlerinden bazı­ları günah işlesin de, kendileri ondan güçlü oldukları ve günah işlemesine engel olabil­dikleri halde bunu değiştirmeye kalkmasınlar ve sonunda Allah tarafından da onlara bir azap isabet etmesin"[238] Her konuda olduğu gibi, burada da Peygamberimizin (s) telkin­leriyle Kur'an'ın direktifleri arasında tam bir uyum vardır. [239]

 

64- Yahudiler: Allah'ın eli sıkıdır[240]' dediler. Onların elleri bağlandı ve söylediklerinden dolayı lanetlendiler. Hayır: O'nun iki eli açıktır, nasıl dilerse infak eder. Andolsun, Rab'bİnden sana indirilen-, onlardan çoğunun taşkınlıkları­nı ve inkarlarını arttıracaktır. Biz de onların arasına kıya-met gününe kadar sürecek düşmanlık ve kin atmışızdır. Onlar ne zaman savaş amacıyla bir ateş alevlendirdilerse Aliah onu söndürmüştür. Yeryüzünde bozgunculuğa çalı­şırlar. Allah ise bozguncuları sevmez.

 

"Yahudiler Allah'ın Eli Sıkıdır Dediler"...

 

Ayetin dili açıktır. Şu hususları içeriyor:

1) Yahudilerin: Allah'ın eli sıkıdır. Sözlerinin hikaye edilmesi. Haşa! Allah onların bu yakıştırmalarından münezzehtir.

2) Bu sözlerine sert bir cevap veriliyor: Asıl eli sıkı olanlar kendileridir. Söyledikle­rinden dolayı lanete uğrayanlar onlardır. Tam tersine O'nun iki eli de açıktır Dilediği gibi dilediği kimseye infak eder.

3) Allah'ın Peygamberine (s) indirdiği ayetin içlerinde depreştirdiği duygulara işaret ediliyor. Bu durum onların ihtiraslarını, nefret ve kinlerini, yeryüzünde bozgunculuk çı­karma duygularını kamçılar.

4) Buna karşılık yüce Allah'ın onlara ne tür bir ceza verdiği, onları nasıl karşıladığı dile getiriliyor: Buna göre, yüce Allah onların arasına kin ve düşmanlık salmıştır. Onla­rın yaktıkları savaş ateşini her defasında söndürmüştür. Tüm komplolarını, hileli düzen­lerini başlarına geçirmiştir. Allah onlar gibi bozguncuları sevmez.

Tefsir bilginleri, bu ayetin Fenhan veya Şas isimli bir yahudi hakkında indiğini söy­lemişlerdir. Buna göre bu adam, son derece zengin ve geniş imkanlara sahip olmalarına rağmen, Kur'an-ı Kerim'de de işaret edildiği gibi oldukça kaba ve alaycı bir ifade tar­zıyla yahudilerin ekonomik darboğaz içinde oluşlarından yakınır, bu durumdan şikayet­çi olur.

Bu rivayetin sahih olması muhtemeldir. Bununla beraber biz, bu ayetin önceki ayet­lerle, ifade tarzı ve konu itibarıyla bağlantılı olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla ayeti ke­rime, bazılarının söyledikleri söze işaret ediyor. Zaten ayetlerin akışı içinde de onların kötü huylarına ve Allah'a, elçisine, mü'minlere, dinlerine ve namazlarına karşı takındık­ları edepsiz tavra işaret ediliyor. Onların bu olumsuz huylan eleştiriliyor, müslümanla-rın onları dost edinmeleri yasaklanıyor. Burada şuna da dikkat etmek gerekir kî ayeti ke­rimede bu söz bütün yahudilere nisbet edilirken, rivayette sadece bir kişiye nisbet edili­yor, bu da gösteriyor ki, o bir kişiden maksat bütün yahudilerdir. Dolayısıyla bu sert eleştiri onların lümüne yöneltiliyor.

Daha önce, söylediğimiz gibi önceki ayetlerin akışı içinde üzerinde durulanlar yahu­dilerdir. Bunu bazı ayetlerin İfadesinden algılamıştık. Bu ayette açık bir dille onlardan sözedilmiş olması bu çıkarsamamızı desteklemektedir.

Ayeti kerime aslında Medine yahudilerinin Peygamberimiz (s) zamanında yüce Al­lah hakkında sergiledikleri edepsiz tavra, iğrenç sözlere işaret etmektedir. İkinci manza­ra ise, Peygamberimize, güçlü konumuna, davetine ve etkinliğinin artmasına karşı gö­ğüslerinde kabaran kini ve nefreti sergilemektedir. Üçüncü manzarada ise çevirdikleri dolaplara, hileli düzenlere, Peygamberimize, davetine ve güç merkezine karşı düzenle­dikleri komplolara işaret ediliyor.

Daha Önce de söylediğimiz gibi, bazıları tarafından dile getirilen ve aslında bütün bir topluluğun ortak duygusu olan söz, ayetlerin işaret ettiği kin ve nefretin galayana gel­mesinin sonucunda söylenmişti. İlk bakışta da fark edildiği gibi, insanların Peygamberi­mizin etrafında toplanmaya ve yahudilerden uzaklaşmaya başlamaları, yahudilerirı eko­nomik faaliyetleri bağlamında olumsuz etkiler bırakmıştı. Araplar arasındaki sömürü kaynakları kurumaya başlamıştı. Bu yüzden geniş bir imkanlar dünyasından ekonomik darboğaza düşmüşlerdir. Bundan Önce bayağı geniş imkanlara sahiptiler ve bu şımarıklı­ğın sonucunda, Ali İmran 181. ayetle de işaret edildiği gibi: "Allah fakir, biz zenginiz" şeklindeki iğrenç sözü söylemişlerdir. İşte bugünkü kin ve nefretlerinin sebeplerinden biri budur. Bu sûrede onların kin ve nefretlerinde bir artışın gözlendiği ortadadır. Bun­dan sonraki ayetlerde, buna ilişkin ipuçları bulabiliriz.

Bakara sûresinde, yahudileri konu alan ayetler zincirinin tefsiri bağlamında şunu söylemiştik: Peygamberimizin (s) Medine'ye hicreti ile beraber değişik yöntemlerle ona karşı saldırıya geçmelerinin nedeni, onun davetinin kısa sürede etkinlik kazanacağını, gücünün artacağını sezmeleridir. Bunun anlamı, yahudilerin Araplar arasındaki ayrıca­lıklı konumlarının son bulmasıydı. Özellikle Medine'de yahudiler ekonomik, sosyal ve dini açıdan seçkin bir konuma sahiptiler. Bu ayette ve bu ayetin içerdiği manzaralarda, bu seçkin konumlarının somut belirlilerini gözlemliyoruz.

Tefsir bilginleri, Mücahid'e dayanarak "Biz onların arasına kıyamet gününe kadar sürecek düşmanlık ve kin salıverdik" cümlesinin yahudilerle hnstiyanlar arasındaki bil­meyen kine sonu gelmeyen düşmanlığa işaret ettiğini söylemişlerdir. Diğer bazı tefsir bilginleri ise burada özellikle yahudilerin kastedildiği kanaaûndedirler. Çünkü onlar din hususunda birbirlerine düşmanlık besleyen çeşitli gruplara bölünmüşlerdir[241] Her ne ka­dar yahudilerle hnstiyanlar arasında bitmeyen bir kin ve sonu gelmeyen bir düşmanlık olsa da, ikinci görüş daha çok tercihe şayandır. Çünkü ayette yahudilerin adı geçiyor ve ayet onlar hakkında inmiştir. Rasulullah zamanında Medine'deki yahudiler arasında de­rin bir husumet ve amansız bir düşmanlık vardı. Bunun kanılı da bazı yahudilerin Evsli-lerle, bazı yahudilerin de Hazreçlilerle ittifak kurmuş olmalarıdır. Evslilerle Hazreçlilcr arasında ise düşmanlık savaş ve kan vardı. Evslilerin müttefiki olan yahudiler onlarla birlikte Hazreçlilcr savaşıyor. Hazreçlilerin müttefiki olan yahudiler de onlarla birlikte Evslilere karşı savaşıyorlardı. Bakara sûresi 84. ve 85. ayetlerin tefsirinde konuya iliş­kin ayrıntılı açıklamalarda bulunduk. Bunları gozönündc bulundurduğumuzda onların kendi aralarında ayetin somut karşılığı olabilecek bir husumet ve düşmanlığın olduğunu görürüz. Benzeri bir durumu Hz. Musa'dan sonraki dönemde ve kurdukları Yahuda ve İsrail devletleri arasında da gözlemliyoruz. Eski Ahid'in "kurallar" ve "günlerin haber­leri" bölümlerinde bu düşmanlıktan etraflıca sözedilir. [242] Aynı durumun Yunan Salu-ki'ler ve Balliyusİ'ler devletleri ile Roma ve Bukabi devletleri zamanında da yaşandığı tarih kaynaklarında anlatılır.[243] Rasufullah (s)'dan sonra da dini, siyasal ve ırksal açıdan birbirlerine düşman gruplara bölünerek bu güne kadar geldiler. Yüce Allah'ın doğru sö­zü uyarınca kıyamet gününe kadar böyle devam edeceklerdir. Aynı durum onların tutuş­turdukları savaş ateşi, kurdukları tuzak ve komplolar için de geçerlidir. Yüce Allah'ın doğru sözü uyarınca bu girişimleri geçmişle sonuçsuz kaldı, bundan sonra da sonuçsuz kalacaktır, tuzakları başlarına geçecektir. Bu da tıpkı A'raf ve Âli İmran sûrelerinde yer alan ilahi müjde ve vaad gibi bir müjdedir. Ulu Allah A'raf sûresinde, Kıyamet gününe kadar onlara en kötü azabı tattıracak kimselerin gönderileceği, Âli İmran sûresinde de nerede olurlarsa üzerlerine zillet damgasının vurulduğu, Allah'ın gazabına uğratıldıkları vurgulanmıştır. Bugün için Filistin topraklarında bir ölçüde üstünlük sağladıkları görü­lüyorsa da bir müslüman ilahi müjdeye ve vaade inanmak zorundadır. Allah mühlet ve­rir, ama ihmal etmez.

Tefsir bilginleri "O'nun iki eli" ifadesi üzerinde durmuşlardır. Bİr kısmı bu ifadeyi "Allah'ın nimetleri" şeklinde yorumlayarak "tesmiye" kullanımında tazim amacına yö­nelik olduğunu söylemişlerdir. Bazısı bu deyimin Allah'ın kudretinden kinaye olduğunu ileri sürmüşlerdir. Diğer bazısının görüşü ise: Allah'ın eli , O'nun bir sıfatıdır. Bunu ka­bul etmek keyfiyetini araştırmamak gerekir. İlk kuşak ehli sünnet alimleri de bu görüştedir. Kasas sûresinin son ayetinin tefsin bağlamında konuya ilişkin geniş değerlendir­meler yaptık. Bu görüşleri bir kez daha tekrarlama yada ek açıklamalar yapma gereğini duymuyoruz. Tirmizi ve Buhari bu ayetin tefsiri çerçevesinde Ebu Hureyre kanalıyla Peygamberimiz (s)'den bir hadis rivayet etmişlerdir. Hadiste buyuruluyor ki: Rahman'ın sağ eli zengindir, cömerttir. Gece ve gündüzün gelip geçmesi ondan hiç bir şey eksilt­mez. Gormezmisiniz ki, göklerin ve yerin yaratıldığı günden beri dağıtır da gene de sağ elinin sahip oldukları tükenmez. Onu kaldırıp indirmektedir.[244] Buradan anlıyoruz ki, bu ifade ile Allah'ın sonsuz keremi ve cömertliği vurgulanmaktadır. Bunu bizzat "Ha­yır; O'nun iki eli açıktır, nasıl dilerse infak eder" cümlesinden de algalayabiliriz. [245]

 

65-Eğer, kitap ehli iman edip sanlsalardı, elbette onların kötülüklerini örter ve onları nimetlerle donatılmış cennet­lere sokardık

66- Ve eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve kendilerine Rab'lerin-den indirileni ayakta tutsa I ardı, elbette üstlerinden ve ayaklarının altından sayısız nimeti yiyeceklerdi. İçlerinde aşırı olmayan[246]' bir ümmet vardır. Onlardan çoğunun yap­tıkları ise kötüdür.

 

Ayetlerde:

 

1) Ehli Kitab'ın tutumlarının yanlışlığını vurgulama amaçlı bir değerlendirme yer alıyor. Buna göre Ehli Kitab, Hz. Muhammed'in peygamberliğine inanıp Allah'tan korksalardı, Allah'ın hoşnutluğunu ve cennetlerini elde edeceklerdi. Kusurlarının bağış­lanması ile karşılaşacaklardı. Eğer Tevrat ve İncil'e uyup hükümlerini hayatlarına egemen kılsalardı ve eğer Rab'leri tarafından kendilerine indirilene tabi olsalardı, kuşkusuz nzık kaynaklan bollaştırılacak ve her taraftan üzerlerine rızık akacaktı.

2) Diğer bir değerlendirme ise, pratik durumlarıyla ilgilidir. Buna göre, onların bir çoğunun hareketleri ve ahlaki yapılan kötüdür, çarpıktır. Allah'ın indirdiklerinden sap­mış bulunuyorlar. İçlerinde çok azı orta yolu izleyerek ılımlı bir tavır sergiliyor. [247]

 

"Eğer Kitap Ehli İman Edip Sakınsalardı..."

 

Özellikle bu iki ayetin iniş sebebi bağlamında bir rivayete rastlamadık. Ama ilk an­da da fark edildiği gibi, bu iki ayetin konu ve ifade tarzı açısından önceki ayetlerle bağ­lantılı olduğu açıktır.

Konu birinci dereceden yahudilerle ilgili olmakla beraber, bu iki ayette Ehli Ki-tab'dan söz ediliyor ve İncil'den de söz edilerek, hristiyanlar da mesajın kapsamına alı­nıyor. Bizim kanaatimize göre, bu da önceki ayetlerin akışı içinde olduğu gibi, bir ara açıklama niteliğindedir. Özellikle konunun işlendiği sürecin genelleştirmeye elverişli olduğu, bakış derinleştirildikçe farkedilir.

Anladığımız kadarıyla, ayetler yahudilerin bolluktan sonra darlıktan, rahatlıktan sonra zorluktan şikayet edişlerini konu ediniyor. Yüce Allah hakkında ağza alınmaya­cak o iğrenç sözleri de 64. ayette bu bağlamda dile getiriliyor. Buna göre, her ne olduy­sa, onların sapıklıkları ve eğrilikleri yüzünden olmuştur. Yoksa iddia etlikleri gibi, içine düştükleri durumun sebebi Hz. Peygamber (s) değildir. Eğer onlar da diğer insanlar gibi inansalardı, Allah'ın indirdiği kitapların içerdikleri hükümleri hayatlanna egemen kılsa-lardı, rızıklan bollaşacak, üzerlerine hayırlar yağdırılacaktı. Bundan daha da güzeli, Al­lah'ın kusurlarını bağışladığını görecek ve ahirette O'nun güzel ödülüyle karşılaşacak­lardı.

Bazı tevilciler "Kendilerine Rab'terinden indirilen" ifadesini Kur'an-i Kerim, ba­zısı ise, Allah tarafından daha önce indirilen kitaplar olarak yorumlamışlardır. Biz de bu görüşü daha isabetli buluyoruz. Çünkü Hz. Peygamber (s)'e indirilen kitap bütün insanlara indirilmiştir. Ehli Kitab da bu kapsama girer. Bu görüşü, incelediğimiz ayet­lerin ilkinin anlamı da pekiştirmektedir. Bu ayette buyuruluyor ki: Eğer onlar inansa­lardı, Allah onların kötülüklerini örtecekti. Dolayısıyla kastedilen, onların Peygambe­rimize (s) ve Kur'an'a inanmalandır. Yine bu sûrenin 15. ve 16. ayetleri de bu değer­lendirmeyi destekleyen anlamlar içermekledir. Sözkonusu ayetlerde, Ehli Kitab'a ken­dilerine Allah katından bir nur ve apaçık bir kitap geldiği şeklinde bir hitap yöneltil­miştir. Böylece. Ehli Kilab'ın Tevrat'ı ve İncil'i ikame etmemeleri dolayısıyla kınan­dıkları, dolayısıyla bu kitaplara gideceği çağrısı yapıldığı, şeklindeki anlayışın neden olduğu kuşkular da ortadan kalkmış oluyor. Şu halde onlardan istenen yada onların yü­kümlü oldukları şey, Tevrat'ı ve İncil'i ikame etmek, bunun yanında Allah'ın Hz. Peygamber (s) aracılığıyla indirdiği hükümleri, yani Kur'an'ı da hayatlarına hakim kıl­maktır.

Bu durumda yeni bir şüphe çıkıyor karşımıza.Madem ki İslam'a çağınhyorlar ve madem ki İslam'ı kabul etmeleri durumunda, Kur'an'a ve Peygamberimizin sözlü ve fi­ili sünnetine dayalı İslam şeriatı onların da şeriatı olacaktır. Şu halde nasıl oluyor da böyle bir durumda Tevrat ve İncil'in hükümlerini ikame etmeleri emrine muhatap olu­yorlar? Bu soruya cevap olarak şunu deriz: Bu ayet, Ehli Kitab'a yönelik bir eleştiri ol­mak üzere inmiştir. Ayetin verdiği mesaj şudur: Onlara isabet eden maddi sıkıntı ve ekonomik zorluğun bir nedeni de ellerinde ki semavi kitapların hükümlerini hayatlarına egemen kılmamaları, bu kitapların tavsiyelerine uymamalarıdır. Bu tavsiyelerden biri de nitelikleri Tevrat ve İncil'de açıklanan okumasız-yazmaya işaret eden A'raf sûresi; 157. ayetin tefsiri bağlamında ayrıntılı açıklamalarda bulunduk.

Öte yandan, değişik bir açıdan meseleye yaklaştığımızda şunu görürüz. Ayetin mu­hataplarının Tevrat ve İncil'i kutsadıklanna dikkatimiz çekiliyor. Bunun yanında Kur'an'ın da bu kitapların içeriklerinin aydınlık, hidayet ve öğüt olduğuna işaret ettiği, Kur'an'ın bu kutuplan tasdik etmek ve onlarla temel ilkelerde mutabakat oluşturmak üzere indiği hususuna vurgu yapılıyor. Nitekim Allah'ın kitaplarına , elçilerine ve pey­gamberlerine inanma zorunluluğu çerçevesinde müslümanların Tevrat ve İncil'e de inanmaları zorunluluğuna da işaret ediliyor.

Şu halde Ehli Kitab'ın Tevrat ve İncil'i ikame etmemekle eleştirilmeleri, bir anlamda bu kitapların içerdikleri hükümleri Kur'an hükümleriyle birlikte hayatlarına hakim kıl­maya teşvik edilmeleri, bir yandan da Kur'an'ın açıklamalarını pekiştirmek amacım ifa­de etmektedir. Çünkü Kur'an'da yüce Allah'ın onu kendisinden önceki kitapları tasdik etmek ve onları denetlemek üzere indirdiği belirtilir. Kur'an'la yahudiler ve hrıstiyanla-rın ellerindeki Tevrat ve İncil arasında farklılık ve çelişki bulunması ihtimali de bu şekil­de dile getiriliyor. Bu durumda Kur'an çelişkileri ortadan kaldırmak için başvurulacak tek mercidir. Yukarıda buna değindik. Yine de doğrusu Allah herkesten daha iyi bilir.

Bazıları "İçlerinde aşırı olmayan bir ümmet vardır" ifadesini içlerinde mü'min ve müslüman bir grup vardır, şeklinde yorumlamış ve demişlerdir ki: Bununla Hz. Muham-med'in peygamberliğine inanan yahudi ve hristiyanlar kastediliyor. Bir grup ta bu ifade­yi: Tavırlarında ılımlı, düşmanlığında, sapkınlığında ve eğriliğinde aşırı gitmeyenler[248] şeklinde yorumlamışlardır. Her iki yorum da dikkate değerdir. Ancak Âli İmran; 113-115, Nisa; 46, 162, Maide; 13 gibi ayetler de içlerindeki mü'minlerin istisna edildiği, onlardan övgüyle sözedildiği ara açıklamalar niteliğindeki ifadelere baktığımızda birinci değerlendirmeyi ikincisine tercih ediyoruz Bununla beraber hangisinin doğru olduğunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir. [249]

 

67- Ey peygamber, Rabb'inden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmayacak olursan, O'nun elçiliğini tebliğ et­memiş olursun. Allah seni İnsanlardan koruyacaktır. Şüp­hesiz, Allah kafir olan bir topluluğu hidayete erdirmez.

 

"Ey peygamber, Rabb'inden sana indirileni tabliğ et..." ayeti, bu ayetle ilgili riva­yetler özellikle Şia'nın ayetin iniş sebebi olarak üzerinde durduğu olayın iç yüzü ve ayeün gerçek hedefi ve boyutları....

Ayet gayet net ve anlaşılır bir ifadeye sahiptir. Burada Peygamberimize (s) Allah'ın kendisine indirdiğini tebliğ etmesinin zorunluluğuna ilişkin bir emir yöneltiliyor. Bu konuda en ufak bir kusurun ya da ihmalin O'nu Allah'ın elçiliğini tebliğ etmemiş biri konumuna düşüreceği uyarısı yapılıyor. O, bu hususta hiç kimseden korkmamalıdır. Çünkü insanlara karşı onun koruyucusu ve hamisi yüce Allah'tır. Kendisine eziyet ede­bilecek yada mesajını ulaştırmasına engel olabilecek kafirlere gelince Allah onları emellerine ulaştırmayacak, istediklerine iletmeyecektir.

Ayetin iniş sebebi gerekçesi ve maksadı ile ilgili olarak değişik rivayetler aktarıl­mıştır. Taberi, ayetin bundan önceki ayetlerde eleştirilen yahudi ve hristiyanlar hakkın­da indiğini söylemiştir. Buna göre yüce Allah Peygamberimize (s) Allah'ın indirdiği ayetleri onlara tebliğ etmeyi sürdürmesini ve onların çarpık tavırlarım Önemsememesini emrediyor. Yine Taberi Mücahid'e dayanarak şöyle der: Ayetin ilk yansı önce inmiştir. Bunun üzerine Peygamberimiz (s): "Ben yalnız başıma bunu nasıl başarabilirim, insan­lar aleyhimde birleşeceklerdir?" demiştir. Ardından ayetin ikinci yarısı inmiştir. İbn Cü-reye'den rivayet edildiğine göre burada müslümanları korkutan Kureyş'Iilere karşı Pey­gamberimizin (s) kalbinin mutmain kılınması kastedilmiştir. Muhammed b. Ka'm el-Kurazi'nin "Allah seni insanlardan koruyacaktır" ifadesi ile ilgili olarak şöyle dediği rivayet edilir: Bunun iniş sebebi şudur: Bir bedevi Peygamberimizin (s) yanma geldi­ğinde, onun bir ağacın gölgesi altında yalnız başına oturduğunu görür. Bedevi kılıcını çeker, sonra şöyle der: "Seni benden kim kurtaracak?". Peygamberimiz (s): "Allah" der. Bunu der demez bedevinin eli titrek, kılıç elinden düşer. Beyni dağılıncaya kadar kafa­sını yere vurur. İşte yüce Allah bu cümleyi bu olay üzerine indirmiştir. İbn Kesir, İkri-me kanalıyla İbn Abbas'tan şöyle rivayet eder: "Rasulullah (s) korunuyordu. Ebu Talib ona her gün Haşimoğullari'ndan bir kaç adam göndererek onu koruyordu. Bu durum yu­karıdaki ayet inene kadar devam etti. Bundan sonra da amcası yanına koruyucular gön­dermek istediyse de Peygamberimiz (s) şöyle dedi: 'Şüphesiz Allah beni insanlardan ve cinlerden korur'. Beğavi el- Hasan'a dayanarak şöyle der: "Yüce Allah Peygamberimizi (s) gönderince bu ona ağır geldi ve birçok insanın kendisini yalanlayacağını düşündü. bunun üzerine yüce Allah yukarıdaki ayeti indirdi". Beğavi bu rivayetten sonra şöyle der: Rivayete göre, bu ayet yahudilerin Peygamberimizi (s) ayıplamaları üzerine inmiş­tir. Peygamberimiz (s) onları İslam'a davet edince, onlar kendisiyle alay etmiş ve şöyle demişlerdir: Yoksa sen de hrisliyanların İsa'ya yaptıkları gibi, senin için ağlayıp sızlan­mamızı mı istiyorsun? Bu sözler üzerine Peygamberimiz (s) sesini çıkarmadı. Arkasın­dan bu ayet indi. Bİr rivayete göre, ayet bir yahudinin zina etmesi ve recmedilişi üzerine inmiştir. Bir rivayete göre Peygamberimizin (s) Zeyneb binti Cahş ile evlenmesi üzerine inmiştir. Bir başka rivayette ayetin cihad hakkında indiği belirtiliyor. Çünkü münafıklar bundan hoşlanmıyorlardı ve Peygamberimiz (s) de bazen insanları teşvik etmekten geri kalıyordu. İşle ayet bunun üzerine inmiştir. Tabresi bu rivayetlerin bir kısmını aktardık­tan sonra, Şia imamlarından Ebu Cafer ve Ebu Abdullah'tan şöyle rivayet eder: Yüce Allah Peygamberimize (s) Hz. Ali'yi kendisinden sonraki Halife olacağım duyurmasını variyetti. Peygamberimiz (s) bunun ashabından bir gruba ağır gelmesinden endişe edi­yordu Yüce Allah, kendisine emredileni yapma hususunda onu cesaretlendirmek ama­cıyla, yukarıdaki ayeti indirdi. Ayaşi tefsirinden naklen Kumibi'nin Ebu Salih'ten, onun da İbn Abbas'tan rivayet ettiği buna yakın bir haber daha aktarır. Yalnız bu rivayetle ek olarak şu açıklamada yer alır: Bu ayetin inişinden sonra Peygamberimiz (s) Ali'nin elini tuttu ve şöyle dedi: "Ben kimin mevfası isem, Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım onun dostu olanın dostu, düşmanın da düşmanı ol".

Bu rivayetlerin ve sözlerin bir çoğuna insanın gönlü mutmain olmuyor bir kısmı, ayetin parça parça değişik münasebetlerle inmesini gerektiriyor. Bazısı ayetin Mekke'de inmiş olmasını gerektiriyor. Buradaki zorlama ve karıştırma olgusu son derece belirgin­dir. Mekke döneminde inen bazı ayetlerde Peygamberimizin (s) insanların kendisini ya­lanlamaları, olumsuz bir tavır içine girmeleri yüzünden üzüntüye kapıldığına, göğsünün daraldığına işaret edilmiştir. Ancak bu durum İslam davetinin güçlendiği, müslümanla-rın sayısal olarak çoğaldığı ve zayıf hallerinin yerini güçlüğe terkettiği Medine döne­minde yaşanmamıştır. Ayrıca bu ayetin Mekke döneminde indiğini belirten bir rivayet de yoktur. Kaldı ki, Peygamber (s) üzüldüğünü ve canının sıkıldığını ifade eden Mekke inişli ayetlerde de, insanlardan duyduğu korkunun onu Allah'ın indirdiğini tebliğ etme­meye yönelttiğini gösteren bir işaret de yer almaz. Yüce Allah ona Mekke döneminde sarsıcı uyanlar, ağır hücumlar ve yakıcı tasvirler içeren birçok ayet indirmiş ve Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinden, Mekke'nin zengin kompradorlarından ve onların İslam davetine karşı olumsuz bir tavır içine girmeye zorladıkları halk kitlelerinden en ufak bir korku duymadan bu ayetleri alenen okumuştur. Şu halde; ayet tebliğ aşamasının ilk dö­nemlerinde indi. Peygamberimiz de insanların kendisini yalanlamalarından dolayı üzün­tüye kapıldı, şeklindeki değerlendirme ne içeriği, ne de tarihsel süreç açısından doğru­dur. Yahudilerin zina ve recm meselesi ile Zeynep binti Cahş'ın nikahı meselesi bu ko­nuyla ilgili değildir. Şii müfessirlerin aktardıkları rivayetler ise ayetin sibak ve siyakı açısından özellikle tuhaf kaçıyor. Şii müfessirler garip bir şekilde bilinçsizce üzerine düşüyorlar. Bunu yapmalarının nedeni açıktır. Hz. Ali'nin Peygamberimiz (s)'den sonra halife olacağının Kur'an nassıyla ifade edildiğini, dolayısıyla ashabın Kur'an'ın nassına muhalefet ettiğini, bununsa açık küfür olduğunu kanıtlamak. Ne yazık ki, Şiiler Al­lah'tan korkmadan ashabı bu şekilde suçlayabiliyorlar. Haşa onlar Kur'an'ın açık nassı-na muhalefet etmekten uzaktırlar. Haşa! Bu Şiilerin bir zorlaması ve şiddetli bir ayrılık­larıdır. Aklı başında olan bir mü'minin, Peygamberimizin (s) kendisinden sonra, değil büyük ilim sahibi, mücahid, ulu sahabi Kureyş kabilesinin Haşimoğulları oymağına mensup Ali b. Ebu Talip, Habeşli bir köleyi dahi halife olarak tavsiye etseydi, ashabı­nın, özellikle ileri gelenlerin ve Ebubekir ve Ömer'in bunu derhal uygulayacaklarından kuşku duyması doğru değildir. Çünkü o zaman, mesele yönetim ve siyaset meselesi de­ğildi. Din ve iman meselesiydi gündemde olan. Rasulullah'ın ashabı, Allah'ın dini, Ra-sulü, risaleti ve emirleri ve sünnetleriyle ilgiliydiler. Öte yandan Kur'an onlara Rasulun kendilerine getirdiğini almalarını, yasaklarından kaçınmalarını emrediyordu. Rasule ita­at eden hiç şüphesiz Allah'a itaat etmiştir diyordu. Yüce Allah Kur'an'da, onlardan razı olduğunu, onların da kendisinden razı olduklarını vurgulamıştır. Ashabın Allah'ın ve Rasulu'nun emirlerinden sapmış olmaları akıllı bir insanın aklına ve mü'min bir insanın imanına göre olacak iş değildir. Rasulullah (s) Üsame b. Zeyd komutasında bir ordu ha­zırlamış ve Belka taraflarına göndermeyi kararlaştırmıştı. Ancak ordu harekete geçme­den önce Peygamberimiz (s) vefat etti. Bu sırada dinden dönme fitnesi gösterdi. Medine ve İslam dini büyük bir tehlikeyle karşı karşıya kaldı. Bu yüzden Rasulullah'ın ashabı­nın ileri gelenleri Ebu Bekir'den orduyu geri döndürmesini veya harekete geçişini ge­ciktirmesini islediler. Bu arada henüz genç bir delikanlı olan Üsame'nin komutanlığı daha olgun birine devretmesini sağlamasını da talep ettiler. Ama Ebu Bekir sert bir tavır takındı. Daha doğrusu bu ileri gelenlerin yüzüne haykırdı: Rasulullah'ın sefere hazırla­dığı ve harekete geçmesini emrettiği bir orduyu nasıl durdururum? Rasulullah'ın tayin ettiği bir komutanı nasıl değiştiririm? Aslında ordunun şevki meselesi siyasal ve idari bir meseleydi ve büyük bir tehlike karşısında bazı tasarruflarda bulunmak mümkün ola­bilirdi. Diyelim ki, ashabın bir kısmı ve -farzı mahal- Ebu Bekir ve Ömer kişisel yada ailesel değerlendirmelerden dolayı Rasulullah'ın Kur'an'daki emre yönelik Ali'nin ve­layetine ilişkin tavsiyesini yerine getirmek istemediler. O zaman Rasulullah'ın geri ka­lan ashabı onları mürted sayarak savaş açarlardı. Eğer gerçekten böyle bir vasiyet olsay­dı Hz. AH kesinlikle bundan geri adım atmazdı. Çünkü söylediğimiz gibi bu bir dini meseleydi ve dini meselelerde geri adım atmak irtidat demektir. Dolayısıyla H? Ali bundan vazgeçmez onun uğruna savaşırdı. Bu savaşta kendisine destek olacak müslü-manlar da bulurdu. Kaldı ki aşiret olarak da hem Ebu Bekir'den daha güçlüydü. Değişik kanallardan gelen mütevatir rivayetlerde Hz. Ali'nin Hz. Ebu Bekir'e biat ettiği ona yar­dım ettiği, arkasından Hz. Ömer'e biat ettiği ona yardım ettiği ve sonra Hz. Osman'a bi­at edip yardım ettiği belirtilir.[250]

Ayetin Öncesine ve sonrasına baktığımızda onun konu itibariyle diğer ayetlerin akı­şının bir parçası olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Asıl konu Ehli Kilab'ın dostluğunun yasaklanmasıdır. Tevrat'ı, İncil'i ve Allah'ın elçisine indirdiği Kur'an'ın hükümlerini hayatlarına egemen kdmayışlarından dolayı kınanmalarıdır. Bu da gösteriyor ki, konu­nun girişinde yer verdiğimiz Taberi'nin görüşü doğrudur, isabetlidir, diğerleri değil. A-maç Rasulullah'm gücünü pekiştirmek, kalbine güven aşılamaktır.

Öte yandan bu ayette Maide sûresinin 15. ve 16. ayetlerinin tefsiri bağlamında vur­guladığımız hususa ilişkin daha güçlü bir anlamı algılıyoruz ki bu da Rasulullah'm komşu devletlerin krallarını ve emirlerini İslam'a davet eden elçiler ve mektuplar gön­derdiğine ilişkin rivayetlerin sahihliğini daha da güçlendirmektedir. Dolayısıyla ayet Rasulullah'a yönelik bir emir niteliğindedir ve hiç bir şeyden korkmadan Ehli Kitab'ı İslam'a davet etmesini istemektedir. Yüce Allah'ın kendisini koruyacağını, himaye ede­ceği güvencesini vermektedir. Ayette kullanılan ifade tarzının, sözkonusu kurallara ve emirlere gönderilen davet mektuplarının ve elçilerin doğuracağı sonuçlarla ilgili olarak zihinlerde belirebilecek endişelerle ilgili olması muhtemeldir. Doğrusunu Allah herkes­ten daha iyi bilir.

Euhari, Müslim ve Tirmizi müsnedlerinin tefsir bölümlerinde, bu ayetin tefsirinin bir devamı olarak buraya almayı uygun gördük. Bu hadislerden birini Buhari, Müslim ve Tirmizi Hz. Aişe'den rivayet etmiştir. Kim sana: Hz. Muhammed kendisine inen şey­lerin bir kısmını gizlemiştir dese, şüphesiz o yalan söylüyor çünkü yüce Allah: Ey Ra-sul, Sana Rabb'inden indirileni tebliğ et eğer bunu yapmazsan, O'nun asaletini tebliğ etmiş olmazsın, buyuruyor.[251]

İkinci hadisi de Tirmizi Hz. Aişe'den rivayet etmiştir: "Allah seni insanlardan koru­yacaktır" ayeti inene kadar, Rasulullah bazı insanlar tarafından korunuyordu. Bu ayet inince Rasulullah (s) başını evin kubbesinden dışarı çıkararak evinin önünde nöbet tu­tanlara: "Ey insanlar, buradan ayrılın, şüphesiz Rabb' im beni koruyacaktır" dedi.

Birinci hadisin içeriği, nebevi korumanın, masumuyetin temel ve öz anlamını pekiş-tirici ve açıklayıcı niteliktedir. Buna göre, her müslüman, Hz. Peygamber'in Allah tara­fından kendisine indirilen herşeyi insanlara duyurduğuna inanmak zorundadır.

İkinci hadiste ise Rasulullah Allah tarafından kendisine indirilen vahye yönelik de­rin inancının göz kamaştırcı, etkileyici bir manzarasını görüyoruz.

Müslim ve Ebu Davud Cabir b. Abdullah kanalıyla şöyle rivayet ederler: "Rasulul­lah (s) yaklaşık olarak seksen gün sonra vefat ettiği Veda Hacc'mda uzun bir konuşma yaptı. Burada şöyle buyurdu: 'Aranızda bir şey bırakıyorum ki, ona sarıldığınız sürece sapmazsınız. Allah'ın kitabı ve Peygamberin sünneti. Beni sizden soracaklar. Ne cevap vereceksiniz?' Orada hazır bulunanlar dediler ki: 'Biz şahitlik ediyoruz ki, sen tebliğ et­tin, görevini yerine getirdin ve öğüt verdin'. Bunun üzerine Peygamber (s) şehadet par­mağını göğe doğru kaldırıp sonra insanlara doğru indirerek üç kere: 'Allah'ım şahit ol' dedi".[252] Burada da Rasulullah'm taşıdığı mesaja yönelik derin imanını ve bütün müs-lümanların bir arada bulundukları bir ortamda, Rabb'inin risaletini tebliğ ettiğine onları şahit tutmaya yönelik isteğinin çarpıcı bir şekilde yansıtıldığım görüyoruz. [253]

 

68- De ki: Ey kitap ehli, Tevrat'ı incil'i ve size Rabb'iniz-den indirileni ayakta tutmadıkça hiç bir şey üzerinde de-gılsınız. Andolsun, Rabb inden sana indirilen onlardan ço-gunun tuğyanlarını ve inkarlarını arttıracaktır. Sen de kafir­ler topluluğuna karşı üzünteye kapılma.

 

Allah Katından İndirilenlerin Yaşamlaştırılması

 

"De ki: Ey kitap ehli, Tevrat'ı, İncil'i ve size Rabh'inizden indirileni ayakta tutma-dırça hiç bir şey üzerinde değilsiniz" ayeti içerdiği hükümler ve kanıtlar

Bu ayetin de diğerleri gibi ifadesi açık ve anlaşılırdır. Şu hususları içermektedir:

1) Peygamberimize (s) yönelik bu emirde Ehli Kitab'a şunu söylemesi isteniyor: Siz Tevrat ve İncil'in içerdiği hükümleri en güzel bir şekilde hayatınıza egemen kıl­madıkça, ardından kendileriyle Allah arasında bir elçi konumunda olan Hz. Peygam -ber'e indirilene de iman etmedikçe hidayet, hak, doğruluk ve kurtuluşun sebeplerinden hiç bir şey üzerinde değilsiniz.

2) Bir açıklama getiriliyor ki, burada, Allah'ın Hz. Peygamber'e indirdiği vahyin on­ları azgınlıklarını ve küfürlerini daha da arttıracağı belirtiliyor.

3)  Bütün bunların üzerine Peygamberimiz (s) teselli ediliyor. Buna göre kafirlerin

kendisine karşı takındığı olumsuz lavırdan dolayı üzülmemesi gerekir.

Taberi İbn Abbas'tan şöyle rivayet eder: "Bir grup yahudi Peygamber Efendimiz'in yanına gelip ona şöyle dediler: 'Sen değil misin İbrahim'in milleti üzere olduğunu, Tev­rat'a inandığını ve onun Allah tarafından indirilen hak içerikli kitap olduğuna şahitlik ettiğini iddia eden?' Peygamberimiz (s) 'Evet' dedi. 'Ancak siz kendi uydurduğunuz şeyleri ona katlınız. Onu inkar ettiniz, ona muhalefet ettiniz. Allah'ın insanlara açıkla­manızı emrettiği şeyleri gizlediniz. Ben sizin uydurduklarınızdan beriyim'. Bunun üze­rine onlar şöyle dediler. 'Biz elimizde olanın hak ve hidayet olduğunu kabul ediyoruz. Ama sana inanmıyoruz sana tabi olmuyoruz'. Bunun üzerine yüce Allah yukarıdaki aye­ti İndirdi".

önceki ayetlerin akışından algıladığımız kadarıyla, bu ayet, rivayette işaret edilen münasebet dolayısıyla tek başına indirilmemiştir. Tam tersine, bu ayet sürüp gelen ayet­ler akışının bir parçası ve devamı niteliğindedir. Nitekim önceki ayetlerde kınama okları Ehli Kitab'a yöneltilmiş ve eğer onlar Tevrat ve İncil'in içerdiği hükümleri hayatlarına egemen kılsalar durumları daha iyi olur denilmişti. Bu ayette hitap Peygamberimize (s) yöneltiliyor. Ayette sözü edilen hususları onlara iletmesi isteniyor. Doğru olduğunu um­duğumuz açıklamaya göre, bundan önceki ayet, bu ayetin içeriği açısından bir hazırlık ve bir motivasyon işlevini görüyor. Burada Peygamberimize Ehli Kitab'a bütün bunları cesaretle, açıklıkla, tereddüt etmeden ve bunun birçoklarının küfrünü ve azgınlığını art­tıracağını hesaplamadan söylemesi direktifi verilmiş gibi. Çünkü hem Ehli Kitab'a, hem de başkalarına karşı onu koruyacak ve himaye edecek olan yüce Allah'tır.

Ama bu, rivayetlerde işaret edilen Rasulullah'la yahudiler arasında bu ayetin inişin­den önce herhangi bir toplantıda böyle bir diyalogun geçmediği anlamına gelmez. Riva­yetin sıhhatine engel oluşturmaz.

Eğer rivayet sahihse, bu , bizim bir kaç kez söylediğimiz gibi ayetlerin akışı içinde hristiyanlardan ve İncil'den söz edilmesi dolaylı bir göndermedir. Birinci dereceden kastedilenler yahudilerdir.

Tevrat ve İncil'in içerdiği hükümleri hayatlarına egemen kılmaları yönündeki teşvik edici ifadelerin boyutları hakkında daha önce söylediklerimiz, bu ayette anlatılanlar için de geçerli değerlendirmedir. "Tevrat ve İncil'i ayakta tutmadıkça hiç bir şey üzerinde değilsiniz" cümlesi, bu yargımızı zayıflatmaz yada noksan kılmaz. Çünkü hemen arka-sandan şu cümle yer alıyor: "Ve Rabb'inizden size indirileni..." Daha önce bu hususa açıklık gelirdik.

Bu durumda, ayeti kerime, İslam'ın yahudi ve hrıstiyanlara yönelik tavırlarını sergi­leyen açık bir nass hükmündedir. Buna göre, onlar Hz. Muhammed'in peygamberliğine ve ona indirilen Kur'an'a inanmadıkları sürece, hidayet üzere olamazlar. Nitekim defa­larca buna davet edilmişlerdir. Tefsirini sunduğumuz bu sûrenin 65. ve daha önce 13-16. ve 19. ayetlerinde bu çağrı yinelendi. [254]

 

69- Gerçek şu ki, iman edenlerle yahudiler, sabiiler ve h-ristiyanlardan Allah'a, ahiret gününe inanan ve salih amel-lerde bulunanlar; onlar İçin korku yoktur, onlar mahzun

olmayacaklardır.

 

Ayeti kerimenin ifadesi açık ve anlaşılırdır. Bakara sûresi; 62. ayete benziyor. Bu adette olduğu gibi, o ayette de yahudilerin tavırlarının ve inkarcı tulumlarının eleştirisi amaçlanmıştı. Bu ayetin inişiyle ilgili özel bir rivayete rastlamadık. Gördüğümüz kada­rıyla ayet, şimdiye kadar ki konunun akışıyla ilintilidir. Bu akışa ilişkin bir değerlendir­me, ara açıklama ve uyarı niteliğindedir. Deniliyor ki: Allah'ın rızası yahudilikle, hristi-yanlıkla, sabiilikle ve İslamlıkla elde edilmez. Ancak Allah'a ve ahirel gününe gerçek­ten inanmakla ve salih ameller işlemekle elde edilir. Başka değil. Bu isimler altında top­lanan gruplardan kim bunları yerine getirirse onlar için akıbetten dolayı korku olmaz, onlar üzülmezler.

Ayeti kerime, şimdiye kadar işlenen konunun akışıyla bağlantılı olarak yahudi, hris-tiyan ve sabiilerden de Hz. Muhammed'in Peygamberliğine ve Kur'an'a inanmaları zo­runluluğunu İfade etmektedir. Bakara süresindeki ilgili ayetin tefsiri bağlamında da bu hususu vurguladık. [255]

 

70-  Andolsun, biz İsraİloğuliarı'ndan kesin söz almış ve onlara elçiler göndermiştik. Onlara ne zaman nefislerinin hoşuna gitmeyen bir şeyle bir elçi geldiyse, bir bölümü ya­lanladılar, bir bölümü de öldürdüler.

71-  Bİr fitne olmayacak sandılar körleştİler, sağırlaştılar sonra Allah, tevbelerinİ kabul etti. Onlardan çoğunluğu körleştiler, sağirlaştılar. Allah yapmakta olduklarını gören­dir.

 

Bu iki ayet, İsrailoğulları'mn kendilerine Allah tarafından gönderilen elçilere karşı takındıkları tavırlar eleştirilerek, durumlarının olumsuzluğu dile getiriliyor.

1)  Allah onlardan elçilerini dinleyecek ve itaat edecekler diye kesin söz (misak) al­mıştı. Ama onlar Allah'a verdikleri sözü çiğnediler ahiılerini bozdular. Her ne zaman kendilerine bir elçi gelip de istemedikleri vaazları emir ve yasakları yönelimce ya onu yalanladılar yada onu öldürdüler.

2) Bunu yaparken bir günah yada kötülük işlemediklerini, dolayısıyla Allah'ın ceza­sına ve azabına maruz kalmayacaklarını sanıyorlardı. Bu sapkınlıkları içinde, hakkı gör­meyen körler, onu işitmeyen sağırlar gibi kaldılar. Nihayet yüce Allah onlan cezalandır­dı, onları bir musibete duçar kıldı. Bunun üzerine halalarının farkına varıp tevbe ettiler. Allah tevbelerinİ kabul etti. Bunun arkasından bir çoğu yine hakkı görmez körlere, onu işitmez sağırlara döndüler.

3) Hiç kuşkusuz, Allah onların neler yaptıklarını biliyor. Bunları teker teker sayacak ve onlan bunlardan dolayı sorguya çekecektir.

Bu iki ayetin inişiyle ilgili olarak özel bir rivayete rastlamadık. Bunların da konunun akışıyla bağlantılı oldukları anlaşılıyor. Eleştiri, değerlendirme, hatırlatma ve uyarı nite­likli bir bağlantıdır bu.

Bize öyle geliyor ki, bu iki ayette bir yandan da Peygamberimize teselli edici bir me­saj veriyordu. Buna göre, şayet yahudİler kendisine karşı, önceki ayetlerde anlatılan iğ­renç tavrı ve inkarcı tutumu takınıyorlarsa, bu onların Önceki atalarının da karakteriydi. Bundan dolayı üzülmeye değmez. Onlarla ilgili olarak Bakara sûresinde yer alan ayetler silsilesinde de bir yandan onlar eleştirilmişken, bir yandan da Peygamberimiz teselli edilmiştir. Söz konusu ayetler üzerinde uzun bir değerlendirme yapmıştık. Bu değerlen­dirmeyi bir kez daha yineleme gereği duymuyoruz. [256]

 

72- Andolsun, "şüphesiz Allah, Meryem oğlu Mesihtir" di­yenler küfre düşmüştür. Oysa Mesih'in dediği şudur: Ey İs-railoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbİniz olan Al­lah'a ibadet edin. Çünkü O, kendisine ortak koşana şüp­hesiz cenneti haram kılmıştır. Zulmedenlere yardımcı yok­tur.

73-  Andolsun, "Allah üçün üçüncüsüdür" diyenler küfre düşmüştür. Oysa tek bir İlahtan başka ilah yoktur. Eğer söylemekte olduklarından vazgeçmezlerse, onlardan inkar edenlere mutlaka acı bir azap dokunacaktır.

74- Yine de Allah'a tevbe edip bağışlanma İstemeyecekler mi? Oysa Allah bağışlayandır, esirgeyendir.

75-  Meryemoğlu Mesih, yalnızca bir elçidir. Ondan önce de elçiler gelip geçti. Onun annesi dosdoğrudur[257]', ikisi de yemek yerlerdi. Bir bak, onlara ayetleri nasıl açıklıyoruz? Bir bak, onlar ise nasıl çeviriliyorlar?

76- De ki: Size yarara da zarara da güç yetiremeyen Al­lah'tan başka şeylere mi tapıyorsunuz? Oysa Allah, işiten­dir, bilendir.

 

Allah, Onların Şirk Koştuklarından Münezzehtir

 

Ayetlerin ifadesi açık ve anlaşılır. Sırasıyla şu hususlar işlenmektedir.

1)  "Allah, Meryemoğlu Mesihtir." ve "Allah, üçün üçüncüsüdür." diyenler küfre düşmüşlerdir.

2)  Ayrıca bu, Hz. Mesih'(a)in daveti ile de çelişmektedir. O, İsrailoğullarını hem kendisinin hem de onların Rabbi olan tek ve ortaksız Allah'a ibadet etmeye çağırmıştı. Allah'a ortak koşanların cennetten yoksun kalıp cehennem azabına çarptırılacakları uya­rısında bulunmuştu.

3) Hz. Mesih'in ve annesinin gerçek kişilikleri ortaya konuyor. Buna göre, o, kendi­sinden Önceki peygamberler gibi bir peygamberdir. Annesi ise dosdoğru, sağlam inançlı bir mü'mindir. İkisi de herkes gibi insandır.

4)  Bu arada hristiyanlara iki isünkari soru yöneltiyor: Kendilerine yarar ya da zarar dokundu ram ayan kimselere ibadet etmeleri doğru mudur? Akıllarını başlarına alıp bu sözlerinden dolayı Allah'a tevbe etmeleri gerekmez mi? O, bağışlayandır, esirgeyendir. Tevbe edenlerin tevbesİni kabul eder. Ama kendilerine zulmeden sapkın hallerini sürdü­renlere Allah'a karşı yardım edecek hiç kimse yoktur.

Tefsir bilginleri, bu ayetlerle ilgili olarak da Özel bir rivayet aktarmam ıslardır. Ka-anatimizce, bu ayetlerin de önceki konunun akışıyla ilintisi vardır. Burada da değerlen­dirme, eleştiri, hatırlatma ve uyarı nitelikli bir bağlantı sözkonusudur.

Son ayetin ifade tarzından algıladığımız kadarıyla, peygamberimizden hristiyanlara yöneltilmesi istenen hitap yüz yüze ve tartışma ortamında bir eleştiri şeklinde gerçekleş­miştir. Çünkü bundan önceki ve sonraki ayetlerin akışı, bu ayetlerin diğer ayetlerle uyumlu olduğunu ortaya koyuyor. Bu yüzden sorunun, bir yandan da peygamberimize (s) hristiyanlara karşı susturucu delilin nasıl ortaya konması gerektiğini öğretme nokta­sında olduğunu düşünüyoruz.

Bu gün hrisliyanların ellerinde bulunan ve Hz. İsa'dan sonra yazılan İndilerde, in­sanların ağzından Hz. İsa'ya nisbet edilen çeşitli rivayetler vardır. Bunlar arasında Kur'an ayetlerini onaylayan ifadeler vardır. Bunlarda onun insanoğlu bir beşer olduğu, insanları Allah'a davet ettiği, Allah'ı kendisinin ve davet ettiği insanların Rabbi olarak tanımladığı vurgulanıyor. Zuhruf .sûresinin tefsiri bağlamında bu sözlerin bir kısmını aktardık. Burada, ayetlerde anlatılanlarla örtüşen bazı bölümleri alıntılamayı yeterli bu­luyoruz. Matta İncili'nde şöyle deniyor. "Hiç kimse iki Rabbe kulluk edemez', önce Al­lah'ın melekutunu ve iyiliğini isteyin, ya rabbi, ya rabbi diyen herkes göklerin meleku-tuna girecek değildir, ancak göklerde olan Rabbimin iradesine uygun amel eden bu me-lekula girer. 'Eğer Allah'ın ruhu ile şeytanları çikarsaydım, şüphesiz sizi Allah'ın melc-kutuna yaklaştırırdım.' 'Kim insanoğlunun-kendisini kastediyor- aleyhine bir şey söy­lerse bağışlanır; ancak ruhul'kudüs aleyhine bir söz söyleyen bağışlanmaz, ne zaman içinde ne de gelecekte.' İşte biz Orşelim'e (Kudüs) yükseliyoruz. Ve insanoğlu asker­lere teslim olacak ve onlar da onun hakkında ölüm kararını vereceklerdir.' 'İnsanoğlu hizmet edilsin diye değil, ancak hizmet etsin ve nefsini birçokları için feda etsin diye gelmiştir. Kendiniz için yeryüzünde bir baba çağırmayın. Sizin babanız bir tek tanedir. O da göklerdedir." Markos İncili'nde de şöyle deniyor: "İlahın olan Rab için şöyle ya­zıldı: 'Sadece O'na secde edeceksin. Yalnızca O'na kulluk edeceksin. Diğer kentlere Allah'ın melekutunu müjdelemeliyim. Ben bunun için gönderildim. Namaz kıldığınız zaman (veya dua ettiğiniz zaman) Ey baba ismin kutsal deyin."

Yuhanna İncili'nde de şu ifadeler yer alıyor:

"Hak olan hak size söylediğimdir. Kim benim sözümü dinler ve beni gönderene ina­nırsa, onun için ebedi hayal vardır. Kendi irademi istiyor değilim. Fakat beni gönderen babanın iradesini istiyorum. Yaptığım işler benim için tanıklık ediyor ki, Rab beni gön­dermiştir. Ben kendi başıma gelmiş değilim. Ancak beni gönderen vaadini gerçekleşti­rendir. Siz O'nu bilmezsiniz. Ben O'nu biliyorum. Çünkü beni gönderen O'dur".

Doğal olarak, İndilerde hristiyanların Hz. İsa ile ilgili inançları doğrultusunda yo­rumladıkları birçok İfadelerin de yer aldığını biliyoruz. Ancak bu sözlerin "Hz. İsa'nın insanlığa Allah tarafından gönderilmiş bir elçi oluşu ve Allah'ın tek ve ortaksız olduğu, çocuk edinmediği ve birden çok olmadığı" çerçevesinin dışındaki tarzda yorumlanması

gerçeğe ve mantığa uymaz.

Değişik bir açıdan konuya yaklaşacak olursak, İslam'ın bakış açısına göre, bu gerçe­ğe uymayan ve Kur'an'da Hz. İsa'nın nitelikleri, sözleri, daveti ve hayatıyla ilgili ola­rak söylenenlerle çelişen bugün ki İncillerde ki ifadeler değiştirilmiş, aslından tahrif edilmiştir. Bu arada şunu da vurgulayalım ki, hristiyanlığın yayıldığı dönemlerde ortaya çıkan bazı hristiyan mezhepleri Hz. İsa'nın insan olduğuna, Allah tarafından elçi olarak gönderildiğine İnanıyor, onun ve annesinin ilah olduklarına ilişkin İddiaları reddediyor­lardı.[258]

Ayeti kerime de Hz. İsa'nın annesinden söz edilmesi ve annesinin dosdoğru (sıddıka) olarak nitelendirilmesi hadisesi, açık bir şekilde görüldüğü gibi, yahudi ve hristiyan-ların ona ilişkin inançlarıyla ilgilidir. Yahudiler Nisa sûresi; 159. ayette anlatıldığı gibi ona iftira atıyor. Onu zina ile suçluyorlardı. Diğerleri ise (hrisüyanlar) Maide sûresi 116. ayette ve bize ulaşan tarihsel rivayetlerde[259] bir de ona kulluk sunan bazı hrisiiyan topluluklarının pratiğinde gözlemlediğimiz gibi onu tannlaştınyor, ona kulluk sunuyor­lardı. Buna göre Kur'andaki bu ifade her iki topluluğa da bir red niteliğindedir. Hz. İsa (a)nın annesi hakettiği yere konuluyor ki o, mü'min , Allah'a ihlasla kulluk eden ve pis­likten arı bir kimsedir. Allah onu inayetine ve bereketine mazhar kılmış. Âli İmran; 33-48 ve Meryem; 1-21. ayetlerde belirtildiği gibi, kendisine erkek eli değmeden İsa (a)'nm doğum mucizesinin gerçekleşmesi için onu seçmiştir. Luka İncili'nde yer alan bu konuya ilişkin açıklamalar Kur'an ile uyuşmaktadır. Luka İncili 1. bölümde şöyle de­niyor: "Herodos zamanında bir kahin vardı. Adı Zekeriya idi. Karısı da Harun'un kızla­rından Elizabet idi. Allah'a karşı çok iyilik yaparlardı. Çocukları olmuyordu. Çünkü Elizabet kısırdı. İkisininde yaşı ilerlemişti. Rabbin melek'i ona gönderdi. Zekeriya kork­tu. Melek ona dedi ki: 'Korkma! Çünkü isteğin kabul edildi. Karın Elizabet bir çocuk doğuracak. Adını Yuhanna koy. O Rabbin huzurunda büyük olacaktır'. Zekeriya dedi ki: 'Bunu nereden bileyim? Ben yaşlı bir adamım. Karımın da yaşı epey ilerlemiştir. Melek ona şu cevabı verdi: Ben Allah'ın huzurunda duran Cibril'im. Beni gönderdi ki, seninle konuşayım ve sana bu müjdeyi vereyim. Ve sen susacaksın, bunun olacağı güne kadar konuşamayacaksın. Çünkü sen vakti gelince gerçekleşecek sözlerimi tasdik etme­din'. Zekeriya dışarı çıkınca hiç kimseyle konuşamadı. Bir şey söylemek istediğinde işaretle anlatıyordu. Öylece dilsiz kaldı. Sonra Rab meleğini Yusuf isimli bir adamla ni­şanlanan Meryem isimli bakireye gönderdi. Melek ona dedi ki: 'Selam üzerine olsun, Rabbin nimetleri yanında bulunan. Sen kadınlar içinde mübareksin. Allah katında bir ni­mete nail oldun. Sen hamile kalacak ve bir oğul doğuracaksın. Adını İsa koyacaksın. O büyük olacaktır. Yücenin oğlu olarak çağırılacak. İlah olan Rab babası, Davud'un tahtı­nı ona verecektir'. Meryem dedi ki: 'Bu nasıl olur, ben hiç erkek yüzü görmedim?' Me­lek dedi ki: 'Ruhul kudüs üzerinde olacak. Yüce kuvvet seni gölgeleyecektir. Akraban Elizabel (Zekeriya'nın karısı) de yaşlılık günlerinde bir erkek çocuğuna gebedir. Çünkü bu, Allah'a göre imkansız bir şey değildir'. Meryem dedi ki: 'Ben Rabbin cariyesiyim. Söylediğin gibi olsun"

Bu arada bazı ayrıntıların Kur'an'da yer aldığı halde İncilde yer almadığını belirte­lim. Kanaatimizce bu ayrıntılar kutsal metinlerde ve İncillerde yer alıyordu. Sonradan kayboldular ve günümüze ulaşmadılar. [260]

 

77- De ki: Ey kitap ehli, haksız yere dininiz konusunda aşı­rı gitmeyin ve daha sapmış, bir çoğunu saptırmış ve düm­düz yoldan kaymış bir topluluğun nevalarına uymayın.

 

Ayette Peygamberimİ7.e bir emir yöneltiliyor. Burada Ehli Kitab'ı, dini inançlarında hakka ve hakikata aykın bir şekilde aşırı gitmekten, daha önce nevalarına uydukları için dosdoğru yoldan sapmış ve kendileriyle birlikte birçoklarını da saptırmış bulunan bir kavmin yolunu izlemekten nehyetmesi isteniyor.

"De ki; Ey kitap ehli, haksız yere dininiz konusunda asın gitmeyin..." ayetinin yoru­mu, ayetin içerdiği direktifler ve dinde aşırılığa ilişkin olarak rivayet edilen hadisler:

Bu ayetin inişiyle ilgili olarak özel bir rivayete rastlamadık. Bunun da ifade tarzı ve konu itibariyle Önceki ayetlerin akışıyla bağlantılı olduğu görülüyor. Taberi diyor ki: "Peygamberimizden (s) yöneltilmesi istenen yasak, hristiyanlar içindir ve haktan sapan inançlarıyla ilgilidir. Hevalarına uymamaları istenenler de yahudilerdir". Taberi bu ikin­ci görüşü Mücahid'e dayandırır. Beğavi der ki: "Yasak ve sakındırmanın hedefi, yahudi ve hristiyanlar içindeki sapık liderleridir". İbn Kesir derki: "Yasak hristiyanlara yöne­liktir. Sakmdırıldıkları da önceki sapık toplulukların liderleridir".

Taberi'nin değerlendirilmesi daha isabetli görülüyor. Çünkü önceki ayetlerde hitap hristiyanlara yönelikti. Bu ayet de, o ayetlerin bir devamı konumundadır. Onların "sap­mış kavim" den sakındırılmış olmaları; bunların onların dışında bir topluluk olduğunu gösteriyor. Bunlar da yahudilerden başkası değildir. Ayetin ikinci yarısında onlarla ilgili olarak gündeme getirilen nitelik, önceki ayetlerin bir çoğunda da gündeme getirilmiştir. Maide; 60. ve Nisa; 44-45. ayetleri buna örnek gösterebiliriz. Bundan sonraki ayet de bu değerlendirmeyi pekiştirici bir ipucu olarak algılanabilir. Buna göre, ayeti kerimenin hedefi, hristiyanları yahudileri izlemekten alıkoymaktır. Çünkü onlar da hevalarına uya­rak sapmış ve birçoklarını da saptırmışlardır,

Ayetin ifade tarzı, Peygamberimizden Ehli Kitab'a yöneltmesi istenen hitabın yüz-yüze ve eleştiri tarzında gerçekleştiğini çağrıştırıyor. Ancak ayetten önceki ve sonraki ayetlerin akışı bunun Peygamberimize onları nasıl uyaracağını ve sakındıracağını gös­termeye dönük bir eğitsel yöntem olduğunu da ortaya koyuyor.

El- Kasımi, bu ayetin tefsiri bağlamında bazı hadisler aktarır. Bu hadislerin içerdik­leri direktifler, ayetin dinde aşırılığa gitmemeye ilişkin mesajıyla örtüşmektedir. Bunlardan biri, İmam Ahmed, Nesai, İbn Mace ve Hakim'in İbn Abbas'tan rivayet etlikleri şu hadistir: "Rasulullah buyurdu ki: 'Dinde aşırı gitmekten sakının. Çünkü sizden önce­kiler dinde aşın gittikleri için helak oldular'." Müslim İbn Mesud'dan şöyle rivayet ed­er: "Rasulullah (s) buyurdu ki: 'Dini zorlaştıranlar helak oldu. (bunu üç kez tekrarladı)' İkinci hadisin bir bakıma ilk hadisin açıklaması olduğu anlaşılıyor. Buna göre kastedi­len husus, din ife ve dindarlıkla ilgili söz ve davranışlarda hakkı aşmak itidal çizgisine riayet etmemektir. Ayetin kapsamında doğal olarak, bu tür insanları taklid etmeme di­rektifi de var. Özellikle İslamın bu son çağlarında bazı kimseler din adamı kisvesine bü­rünerek, söz ve davranışlarında hakkı ve itidali göz ardı ediyorlar. Zorlaştırıcı tavırlar sergiliyorlar. Hem de Kur'an ve sünnetten kaynaklanan sahih bir dayanakları olmaksı­zın başkalarını da kendileri gibi olmaya davet ediyorlar.

Bunun yanında dini mezheplere mensup olanlamn bir çoğu, nevalarına uyanların iş­lerine bulaşmış bulunuyorlar. Bunların hevaları, tutkuları hakka ve mantığa galip gel­miştir. Kur'an'ı kendi hevalan doğrultusunda tefsir ediyor, Peygamberimize (s) ve asha­bına sahih olmayan hadisler isnad ediyorlar. Sırf kendi tutkularını tatmin etmek için. Dolayısıyla Kur'an ayeti ve hadislerin direktifleri dini çığırından çıkaran bu zorlaştırıcı şabloncuların tutumlarının izlenmesini yasaklamaktadır.

Gerek Mekke döneminde ve gerekse Medine döneminde, nevalarına tabi olan, onu i-lah edinen, din ve dünya işlerinde onun eğilimini esas alan kimselere yönelik ağır eleşti­riler içeren birçok ayet inmiştir. Çünkü heva ve heves kendisine tabi olanın gözünü kör eder, hevanın kontrolüne giren kimse hakkı, hakikati göremez. [261]

 

78-  İsrailoğullan'ndan inkar edenlere, Davud ve Meryem oğîu İsa diliyle lanet edilmiştir. Bu isyan etmeleri ve haddi aşmaları nedeniyledir.

79- Yapmakta oldukları münkerlerden birbirlerini sakındır­mıyorlardı, yapmakta oldukları şey ne kötü İdi.

 

İsrailoğulları Kendi İnkarları Nedeniyle Lanetlenmişlerdir

 

Her iki ayet de açık bir ifadeye sahiptir. Burada İsrailoğulları tarihinin bir dönemine yönelik hatırlatma amaçlı bir işaret bulunmaktadır. Bu dönemde onlardan bazı nesiller küfre sapmış bu yüzden Hz. Davud (a) ve İsa (a)'nm diliyle, küfürleri, isyanları, azgın­lıkları, Allah'ın koyduğu sınırları aşmaları sebebiyle lanetlenmeyi hakketmişlerdir. La­neti hak edişlerinin bir sebebi de, bazılarının işlediği günahlar ve münkerler (akıl, fıtrat ve dinin onaylamadığı davranışlar) karşısında diğer bazılarının ses çıkarmaması, birbir­lerini engellememeleri olmuştur. Ne kötü şeyler yapıyorlardı.

İki ayetin inişiyle bağlantılı olarak özel bir rivayete rastlamadık. İçerik ve ifade akışı itibariyle önceki ayetlerin akışıyla bağlantılı olduğu hemen fark ediliyor. Aynı zamanda iki ayetin satır aralarında hristiyanlara yönelik, dinde aşırıya kaçmama, dosdoğru yol­dan sapmama ve hakka geri dönme, uyarısı algılanmaktadır.

Buna göre hrıstiyanların, yahudiler ve benzeri nevasına tabi toplulukların gittiği yol­lardan gitmeleri doğru olmaz. Çünkü bunların bir kısmı küfürleri, isyanları, Allah'ın koyduğu sınırlan çiğnemeleri ve günah ve münkeri yasaklamamaları sebebiyle peygam­berin diliyle lanetlenmişlerdir.

Taberi, İbn Abbas ve İbn Cüıeyc'e dayanarak şöyle rivayet eder: "Darvud (a) İsra-iloğuları'ndan bir grup hakkında beddua etli, onları lanetledi, bunun üzerine onlar do­muzlara dönüştüler. İsa (a) bunlardan bir grup hakkında beddua etti ve onlara lanet oku­du, bunun üzerine onlar maymunlara dönüştüler. Katade kanalıyla aktardığı rivayette ise, "Davud'un bedduası ve laneti üzerine maymunlara, İsa'nın bedduası ve laneti üzeri­ne de domuzlara dönüştükleri belirtilir". Bcğavi der ki: "Yahudiler Eyle limanında Cu­martesi yasağını çiğneyince Davud (a): 'Allah'ım onlara lanet et ve onları bir ibret tab­losu kıl' diye dua etti. Bunun üzerine maymunlara ve domuzlara dönüştüler. İsa (a)'yı inkar edince de, O şöyle dua etli: 'Allah'ım onlara lanet et ve onları bir ibret tablosu kıl'. Bunun üzerine domuzlara dönüştüler".

Ne olmuşsa artık... Şu kadarını söyleyebiliriz ki, özellikle Davud (a) ve İsa (a)'nın lanetinden söz edilmiş olması, yahudi ve hnsliyanlann bildikleri belli bir olayla bağlan­tılıdır.

Ayetler, gerçekten önemli sosyal nitelikli bir direktif de içeriyorlar. Her ortamda bu direktiften ilham alınabilir. Buna göre, toplumun maslahatı, gücü, huzuru iyiliği ve ısla­hı en ileri düzeyde hayır ve ma'ruf (aklın, fıtratın ve dinin onayladığı davranışlar) üze­rinde yardımlaşmaya, bunları emretmeye, kötülüğü ve münkeri yasaklamaya, bunları inkara dayanır. Günah, kötülük ve münkerin yayıldığı, ama bunları inkara ve yasakla­maya ilişkin davetin de gittikçe zayıfladığı bir toplum bozguncu bir toplumdur. Çökü­şün ve ilahi öc ve lanetin hedefidir. Kur'an-i Kerim'de bu sosyal direktifi vurgulayan bir çok ayet vardır. Biz bunları yeri geldikçe açıkladık.

Taberi bu ayeün tefsiri bağlamında İbn Mesut'tan bir hadis rivayet eder: Rasulullah (s) buyurdu ki: İsrailoğulları'ndan herhangi bir adam kardeşini günah işlerken gördü­ğünde, onu azarlayarak bundan nehyederdi. Ertesi sabah onu gördüğünde, yemeğine, içeceğine ve işine ortak olan biri olması durumunda onun yaptığına engel olmazdı. Al­lah onların bu tutumları üzerine bazılarının kalplerini mühürledi. İsyan etmeleri ve sınırı aşmaları yüzünden peygamberleri Davud (a) ve İsa (a) diliyle onları lanetledi. Sonra Peygamberimiz (s) şöyle buyurdu: "Benim nefsimi elinde tutan Allah'a andolsun ki, ya ma'rufu emreder; münkeri yasaklar, kötülük yapanın elini tutar (tehlikeye girmesine en­gel olursunuz) bir diğer rivayette zalimi hakka uymaya zorlarsınız ya da yüce Allah ba­zılarınızın kalbini, diğer bazılarınıza karşı mühürler ve onları lanetlediği gibi sizi de la­netler.[262] İbn Kesir, bu ayetin tefsiri çerçevesinde yukarıdaki hadisin yanında, başka ha­disler de rivayet eder. Bunlardan biri İmam Ahmed'in Adiy b. Umeyre'den rivayet ettiği şu hadistir: "Rasulullah (s)'in şöyle dediğini duydum: 'Yüce Allah ferdi günahlar için topluma azap etmez. Ama toplum kendi içinde bir münker işlendiğini görür de, bunu in­kara, reeddetmeye gücü yettiği halde inkar etmezse ve münkeri işlemeye devam ederse-ler- Hadisin akışından anladığımız kadarıyla inkar etmezlerse- Allah ferdin işlediği münker için toplumu cezalandırır". Hz. Aişe'den şöyle rivayet edilir: "Rasulullah'in şöyle söylediğini duydum: 'Dua edip de dualarınız kabul edilmezden önce marufu em­redin, münkerin önüne geçin". Tirmizİ Hüzeyfe b. Yeman'dan şöyle rivayet eder: "Pey­gamber (s) buyurdu ki: 'Nefsimi elinde tutan Allah'a andolsun ki, ya ma'rufu emreder ve münkerin önüne geçersiniz, ya da yüce Allah'ın katından üzerinize bir azap gönder­mesinden korkulur ki o zaman O'na dua edersiniz de sizin dualarınıza icabet etmez. Ebu Davud İbn Ümeyre kanalıyla Rasulullah (s)'m şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Yeryü­zünde bir günah işlendiğini görmediği halde, bundan (günahtan) memnun olan kimse de onu bizzat gören gibidir. İbn Macc Ebu Said el-Hudri kanalıyla Rasulullah'tan şöyle bu­yurdu: Haberiniz olsun, insanların heybeti, bir kimsenin bildiği hakkı söylemesine engel olmasın. Tirmizi, Ebu Davud ve İbn Mace, Ebu Said el-Hudri'den rivayet ederler: Rasu­lullah (s) buyurdu ki: En üstün cihad zorba yöneticiye karşı söylenen hak sözdür. Bura­da Kur'anî direktiflerle nebevi direktiflerin son derece güçlü, etkileyici, göz kamaştırıcı bir uyumu ile karşı karşıyayız. Geniş ve göz alabildiğine uzanan bir ufka sahip bu a-henk, özellikle zalim sultan ve zorba yöneticiye, günaha ve haksızlığa karşı çıkmayı tel­kin eden direktiflerle olağanüstü etkileyiciliğe sahiptir. [263]

 

80-  Onlardan çoğunun İnkara sapanlarla dostluklar kur-dukİannı görürsün. Kendileri için nefislerinin takdim ettiği şey ne kötüdür. Allah onlara gazap etmiştir ve onlar azab-da ebedi kalacaklardır.

81-  Eğer Allah'a, peygambere ve ona indirilene iman etse­lerdi, onları dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan çoğu fa-sık olanlardır.

 

"Onlardan Çoğunun İnkara Sapanlarla Dostluklar Kurduklarını Görürsün..."

 

Hemen de fark edildiği gibi "onlardan" kelimesindeki zamir İsrailoğullanna dönük­tür.[264] Çünkü önceki iki ayetin konusunu onlar oluşturuyor. Dolayısıyla bu iki ayeti, ön­ceki ayetlerle bağlantılı ve bu akışın bir devamı olarak nitelemek mümkündür. Ayetle­rin oluşturduğu atmosferden, insan zihninde uyandırdıkları düşüncelerden anlaşıldığı kadarıyla burada kastedilenler Medine'de ikamet eden ve Rasululah (s)'ın çağdaşı olan yahudilerdir. Böylece yahudilerin geçmişteki ahlaki yapılarından tutum ve davranışla­rından ayetlerin indiği günkü durumlarına geçiş yapılıyor. Kur'an'ın ifade tarzında öte­den beri alışık olduğumuz gibi babaların ahlakı ile oğulların ahlakı arasında bağlantı ku­ruluyor. "İnkara sapanlar" ifadesiyle kimlerin kastedildiği hususunda farklı görüşler ile­ri sürülmüştür. Bir görüşe göre, kastedilenler "müşrikler"dir. Diğer bir görüşe göre de, gerçekte kafir oldukları halde müslüman görünen münafıklar kastedilmiştir.[265]

Rasulullah (s)'ın çağdaşı Medine'li yahudiler, Hicret'in başından itibaren münafık­ların arkasında yer almış ve Bakara, 14. ve Haşr, 11. ayetlerin tefsiri bağlamında da söylediğimiz gibi bu tutumlarını sonuna kadar devam ettirmişlerdir. Yine Nisa; 51. ve Alızap, 11-27. ayetlerinin tefsiri çerçevesinde vurguladığımız gibi, Arap müşrikleri ile de (askeri) ittifak kurmuşlardı. Ne var ki, biz burada kastedilenlerin müşrik kafirler ol­duğuna ilişkin yorumu tercih ediyoruz. Buna ilişkin kanıtımız da arkasından gelen ayet­te müşriklerin yahudilerle kıyaslanmış olmasıdır. Hemen de farkedildiği gibi, ikinci ayette yahudilerin asılsız iddialarına işaret ediliyor. Bunlar, Maide sûresinin; 61, Bakara sûresinin; 76 ve Âli İmran sûresinin, 77. ayetinde de belirtildiği gibi Hz. Peygamber'in risaletinc inandıklarını iddia ediyorlardı.

Dolayısıyla, bu iki ayet, Rasulullah'ın çağdaşı Medine'li yahudilere yönelik bir eleşliri niteliğindedir: Bunlar öyle bir topluluktur ki geçmiş ataları, kötü ahlakları, serkeşlik­leri, münker nitelikli davranışlardan vazgeçmemeleri ve başkalarının işlediği kötülükle­re engel olmamaları yüzünden peygamberler tarafından lanetlenmişlerdir. İçlerinde bir çok kimse Allah'ı, O'nun mesajını ve elçisini inkar edenleri dost edinir. Bu ise, iman id­diası ile örtüşmez. Çünkü onlar gerçekten Allah'a ve Rasulü'ne inanmış olsalardı, böyle davranmış olmazlardı. İşin doğrusu, onların çoğu fasıktır, Allah'a karşı başkaldırmışlar-dır. Nefisleri kendilerine ne kötü şeyler telkin ediyor. Bu iğrenç tutumları yüzünden Al­lah'ın kesintisiz gazabını ve sonsuz ateş azabını hakediyorlar. [266]

 

82- Andolsun, insanlar içinde, mü'mİnlere en şiddetli düş­man olarak yahudileri ve müşrikleri bulursun. Onlardan, i-man edenlere sevgi bakımından en yakın olarak da: "Hrıs-tiyanlarız" diyenleri bulursun. Bu, onlardan papaz[267] ve ra­hiplerin[268]' olması ve onların gerçekte büyüklük taslama­maları nedeniyledir.

83-  Elçiye indirileni dinlediklerinde hakkı tanıdıklarından dolayı gözlerinin yaşlarla dolup taştığını görürs       Derlerki: Rabb'imiz inandık; öyleyse bizi şahitlerle birlikte yaz.

84-  Hem Rabb'imizin bizi salihler topluluğuna katmasını umarken ne diye Allah'a ve bize haktan gelene inanmaya­lım?

85-  Böylelikle Allah, dediklerine karşılık olarak İçinde ebedi kalacakları altından ırmaklar akan cennetler verdi. Bu iyilik yapanların karşılığıdır.

86-  İnkar edenler ve ayetlerimizi yalanlayanlar; işte onlar, çılgın ateşin arkadaşıdırlar

 

Mü'minlere Karşı En Şiddetli Düşman Yahudi Ve Müşriklerdir

 

Yukarıdaki ayetlerin ifadesi açık ve anlaşılırdır. Müslümanların en şiddetli düşman­larının yahudiler ve müşrikler olduğuna ilişkin vurgular ve net ifadeler içeriyorlar. Bu­nun yanında müsiümanlara en çok sevgi besleyenlerin de hrısliyanlar olduğu belirtili­yor. Bu sevginin gerekçesi olarak onların mütevazi kimseler olmaları, hakka karşı bü-yüklenmemeleri, O'na tâbi olmaktan kaçınmamaları gösteriliyor. Bu arada içlerinden bir grubun inançlarının somullaştırıldığı bir sahne canlandırılıyor. Bu sahnede papazlar ve rahipler ruh alıyor. Bu da ikinci bir gerekçe olarak sunuluyor. Sahnede bu grubun sa­hip olduğu imanın göz kamaştırıcı bir tablosu sergileniyor. Bu arada Peygamberimizin (s) okuduğu Kur'an'm onlar üzerindeki etkisi de gözlemlenebiliyor. Öyle ki Kur'an'ı duyar duymaz gözleri yaşlarla doluyor. Bu Kur'an ayetlerinin temsil ettiği hakkın karşı­sında duydukları heyecanın bir ifadesidir. Hemen orada iman ettikleri duyuruluyor ve kendilerini dosdoğru ve örnek mü'minlerden yazması için Allah'a dua ediyorlar. Bu arada şunu da bir isünkari soru olarak dile getiriyorlar: Öteden beri kendilerini salih kul­lardan eylemesini Allah'tan umuyorlarken Allah'tan gelen hak içerikli mesaja ve Al­lah'a inanmamaları mümkün müdür?... Ayetlerde vurgulanan bir diğer husus da şudur: YÜce Allah, onların bu tavırlarını altlarından ırmaklar akan cennetlerle ödüllendirmiştir. Orada ebediyyen kalacaklardır. Bu iyilik yapanların ödülüdür. Ve inkar edenler, ateşin ehli olacaklardır.

Görüldüğü gibi incelediğimiz bu ayetler, önceki ayetlerle bağlantılı ve konunun bir devamı niteliğindedir. Dolayısıyla ayetler .silsilesinin başlangıcında genel olarak Ehli Kitab'ın dinsel sapmaları tasvir ediliyor. Arkasından yahudilerin Hz. Muhammed'in mesajına ve müslümanlara karşı kurdukları tuzaklara, iğrenç ahlaklarına, Allah'a ve bir­liğine iman ilkesiyle çelişmelerine dikkat çekiliyor. İncelediğimiz bu ayetlerle de konu tamamlanıyor. Burada yahudi ve hristiyanların her birinin müslümanlar karşısındaki tu­tumlarına bir de içlerinde gizledikleri gerçek niyetlerine projektör tutuluyor. Ayetlerin akışı içinde reel olduğu kadar etkileyici de olan bir sahne yer alıyor. Burada hrıstİyan-lardan bir grubun imanı somutlaşlınlıyor. İçlerinde papazlar ve rahiplerin bulunduğu grubun canlandırdığı bu sahne, hristiyanların müslümanlara besledikleri sevgi pekiştir­me, gerekçelendirme ve hatırlatma amacıyla sunuluyor.

Bu sahnede canlandırılanlarla ilgili olarak farklı rivayetler aktarılmıştır. Bir rivayete göre bunlar Necaşi tarafından Peygamberimize gönderilen ya da Cafer b. Ebu Talip ve muhacir arkadaşları, Hudeybİye antlaşmasından sonra Medine'ye geri dönerlerken bera­berinde gelen Habeşli bir heyettir. Bir diğer rivayette ise onların Hz. İsa'nın hak şeriatı­na uyan hrıstiyanlar oldukları belirtiliyor. Ancak kimliklerinden söz edilmiyor.

Başka bir rivayette bunların Yemen'in Necran bölgesinden geldikleri belirtiliyor. Onların Şam'dan gelen Romalılar olduklarına ilişkin bir rivayet de vardır.[269] Ayetlerin tavsifinden, bu sahnenin Peygamberimizin huzurunda gerçekleştiğini anlıyoruz. Riva­yetlerde[270] belirtildiğine göre Necran'h hrıstiyanlardan oluşan heyet inanmadan ülkele­rine geri dönmüşlerdir. Nitekim biz Âli İmran: 34-64. ayetlerinin tefsirinin çerçevesinde buna işaret ettik.

Bu durumda, bu heyeti oluşturan kimseler ya Habeşistanlı idiler ve ülkelerine sığı­nan müslüman muhacirlerden öğrendikleri şeyler üzerine Medine'ye Peygamberimizle (s) buluşmaya gelmişlerdi. Ki Fetih sûresinin tefsiri çerçevesinde vurguladığımız gibi, Hudeybiye barış antlaşmasının sağladığı güven ortamı üzerine Medine'ye dönen muha­cirlerle birlikte gelmiş olmaları kuvvetle muhtemeldir. Ya da bunlar, Hrıstiyanlığın ege­men olduğu Şam ve çevresinden gelmişlerdi. Ayetlerin tavsifi anlatımından bunların içinde Arapça bilenlerin bulunduğunu anlıyoruz. Çünkü sahnede vurgulanan bu güçlü etkilenişim Kur'an'ın ifade tarzından, mesajından ve manevi havasından kaynaklanı­yordu. Bundan da Arapça bilenler herkesten daha çok etkilenirler. Bundan dolayı, söz konusu heyetin Şam ve çevresinden gelmiş olması ihtimalini daha güçlü buluyoruz. Çünkü oralarda Arap asıllı hrisüyanlar vardı. Süryaniler ve Aramiler gibi arap kökenli veya araplaşmış (mustarabe) kavimler yaşıyordu.

Şunu demek mümkündür; Rasulullah (s)'la ilgili haberler Arap yarımadasının dışına kadar taşmıştı. Onunla ilgili çeşitli fikirler üretiliyor, görüşler ileri sürülüyordu. Bu yüz­den bazı hristiyan papazlar ve rahipler, diğer bir ifadeyle onların bilginieri -ki tartışma­ya girebilecek, mücadele edebilecek ve sözlerin değerini ölçüp anlayabilecek evsaftay­dılar, olguların iç yüzünü ve gerçeği anlamak ve hakkın üzerinde durmak tek arzularıy­dı- Medine'ye bir heyet halinde gelip, sözü edilen bu peygamberi görmek, sözlerini din-Jcmek, onunla tartışmak ve münazara etmek istemişlerdi. Heyetteki gördüklerinden ve duyduklarından oldukça etkilenmiş, gerçeğin gücünü ve manevi kuşatıcılığmı algıla­mışlardı. Bu sözlerle önceki peygamberlerin sözleri arasında tanı bir uyum olduğunu anlamış ve Peygamberimizi (s) tasdik ederek ona inanmışlardı. Bu olayın önemi çok büyüktür. İslam davetinin seyri ve Peygamberimizin (s) pratik hayatının gelişim çizgisi üzerinde olumlu etkisi olmuştur. Medine'ye heyetlerin gelişinde Peygamberimizin yaz­dığı davet mektuplarının ve gönderdiği elçilerin etkili olması kuvvetle muhtemeldir.

Mekke döneminde inen isra sûresi,106-109, ayetlerde; ve yine Mekke döneminde i-nen Kasas sûresi, 52-53. ayetlerde Ehli Kitab'ın Kur'an'dan etkilenişinin, ürperişleri­nin, ona ve onu tebliğ eden elçiye inanışlarının canlandırıldığı iki sahne sergileniyor. Mekke döneminde inen Ahkaf sûresi, 10. ayette İsrail oğullarından bir kimsenin Mek­ke'de iman edişi canlandırılıyor. Âli İmran sûresi 113-115 ve 199. ayetlerde ve Nisa sû­resi 162. ayette, Ehli Kitab'lan bazı kimselerin Peygamberimize (s) ve Kur'an'a iman ettiklerine işaret ediliyor. Kanalimizcc, incelemekte olduğumuz ayetler grubundan canlandınlan bu sahne, konuya ilişkin başka bir olayı somutlaştırıyor. Herhâlûkârda yahudi ve hnsuyanlardan oluşan Ehli Kitabın Peygamberimizin (s) hayatında ona ve Kur'an'a inanışları, gerek Mekke'de ve gerekse Medine'de sık sık yaşanmıştır. Bu, Kur'an'm, Peygamberimizin (s) ve İslam davetinin ruhaniyetinin etkileyiciliğinin somut ve gerçek bir belgesidir. Aklıyla, kalbiyle ve mantığıyla Kur'an'ı dinleyen ondan etkilenir; Kur'an onu gerçeğe ve doğru yola iletir. Ancak art niyetli, bile bile inat eden, inkarcılığı şiar edinen Ehli Kitab'tan bazı kimselerle onların bilginleri, dini liderleri olumsuz bir tavır içinde olmuşlardır. Kur'an-ı Kerim, Kur'an ayetlerini ve Peygamberin (s) davetini din­leyenlerle ilgili olarak bu gerçeğin altını çiziyor. Buna göre, ancak birinci gruptakiler gerekli sonuçlan çıkarabilirler: Bu bağlamda Yasin sûresi; 11. ayette şöyle Duyuruluyor: "Sen ancak Zikre uyan ve görmeden Rahman'dan korkan kimseyi uyarabilirsin. İşte böylesini bir bağışlanma ve üstün bir ecirle müjdele" Secde sûresi, 15. ayette ise, şöyle buyuruluyor: "Bizim ayetlerimize, ancak kendilerine hatırlatıldığı zaman, hemen secde­ye kapananlar, Rabb'lerini hamd ile teşbih edenler ve büyüklük taslamayanlar iman ed­er" Şayet Arap yarımadasındaki yahudilerin büyük çoğunluğu, Pegamberimizi (s) dinle­dikleri halde iman etmemişlerse, Kur'an'da bunun Peygamberimizin (s) mesajının doğ­ruluğu ve risalelinin ruhaniyetiyle ilgili bulunmayan çeşitli nedenlerinin olduğuna iliş­kin bir çok sahne yer alır.

İncelemekte olduğumuz bu ayetler silsilesinde yahudilerin bu tutumlarının bazı se­beplerine işaret ediliyor. Bu sebeplerin benzerleri, yine yahudiler hakkında olmak üzere Bakara ve Âli İmran sûrelerindeki ilgili ayetler zincirinde de gündeme getirilmiştir. Kur'an'm Mekke'de ve Medine'de inen ayetlerinin bir çoğundan, Hicaz hristiyanlarının büyük kısmının Hz. Muhammed'İn peygamberliğine inandıkları sonucunu çıkarsiyo-ruz. Çünkü onların yanında yahudiler gibi ileri sürecekleri, iman etmeyi engelleyici ge­rekçeler yoktu. Ayrıca yumuşak huylu ve güzel ahlaklıydılar. Kur'an-ı Kerim'in incele­diğimiz bu ayetlerinde ve Hadid sûresinin şu ayetinde "Onların peşinden elçilerimizi birbiri ardınca gönderdik. Meryemoğlu İsa'yı da arkalarından gönderdik; ona İncil'i verdik ve onu izleyenlerin kalplerine bir şefkat ve merhamet kıldık" (Hadid, 27) buyuru­luyor.

İslam orduları Şam, Irak, Mısır ve Kuzey Afrika ülkelerini fethetmelerinin üzerinden çok zaman geçmeden, bu ülkelerdeki hrıstiyanların çoğunluğu İslam'a bağlandılar. Bir kısmı eski dinleri üzeri kalmayı yeğledi; onlara bu hak tanındı. Kafinin sûresinin tefsiri çerçevesinde vurguladığımız gibi bu, Kur'an'm herkese tanıdığı dilediği inancı seçme özgürlüğünün bir gereğiydi.

Kanaatimizce İslam'ı benimsemeyen hrıstiyanların bu tavırları her şeyden çok, mad­di ve dünyevi sebeplerden kaynaklanıyordu. Bunların çoğunluğu rahiplerden oluşuyor­du ve bunlar da elleri altındaki gelir kaynaklarından herkesten çok istifade ediyorlardı. Bu statülerini kaybetmek işlerine gelmiyordu. Tevbe sûresinde bu realite son derece çarpıcı bir sahnede canlandırılıyor; "Ey iman edenler, gerçek şu ki, yahudi bilginlerinden ve hnstiyan rahiplerinden çoğu, insanların mallarım haksızlıkla yerler ve Allah'ın yo­lundan ahkoyarlar" (Tevbe, 34).

Nitekim bu realite, bu şekliyle her zaman ve her yerde tekrarlandı. Benliğine, ve ne­vasına üstünlük sağlayanlar, maddi çıkarların ve kör taassubun etkisinden kurtulanlar, Kur'an'a ve Hz. Muhammed'in peygamberliğine inandılar. Ama benliği ve hevası doğ­rultusunda hareket edenler, hakka ve hakikate karşı kör bir taassup içine girenler büyük-lenmelerini sürdürdüler. Etkiledikleri insanları İslam'a ve müslumanlara karşı en aman­sız, en dehşet verici savaşlara, kıyımlara teşvik ettiler.

Kur'an'da hrıstiyanlarla ilgili övgülere baktığımızda, yukarıdaki tutumun, hoşgörü esaslı Hrıstiyanlığın ahlaki sistemiyle, telkinleriyle ve şefkatiyle bağdaşmadığını görü­yoruz. İslam'ın ilk dönemlerinde bu olumlu özellikler hnstiyanlar arasında belirgindi. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim, onları insanlar içinde müslumanlara en çok sevgi besleyen­ler olarak niteledi. Onların sonraki olumsuz tutumları, gerçek Hristiyanhğın hoşgörü­sünden, şefkat ve merhamet esaslı telkinlerinden sapmış olmalarının sonucudur.

Yahudilerin müslümanların düşmanları şeklinde nitelendirilmeleri Bakara, Âli İm-ran ve Nisa sûrelerinde bir kaç kez tekrarlanmıştır.[271] Ancak bu ayetlerdeki vasfın özel bir anlamı vardır. Burada onların müslümanlann en şiddetli düşmanları oldukları belir­tiliyor. Bunun Rasulullah zamanındaki kimi tavır ve davranışlarından kaynaklandığın­dan kuşku yoktur. Bu tutumlarının o günkünden daha şiddetli bir şekilde devam etmesi Kur'an'm bir mucizesidir.

Herhalükarda şu gerçekle karşı karşıyayız: İlk ayette her zaman için geçerli olan bir telkin vardır. Buna göre hrıstiyanlar her halükarda sevgi bakımından müslumanlara da­ha yakındırlar ve müslümanlar bunu göz Önünde bulundurarak onlara muamele etmek durumundadırlar. Öbür yanda yahudiler de insanlar içinde müslümanların en şiddetli düşmanlarıdır. Müslümanlar, onlara karşı da bu gerçeği gözönünde bulundurarak bir muamele içine girmelidirler. [272]

 

87- Ey iman edenler, Allah'ın sizin İçin helal kıldığı şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Şüphesiz Allah, haddi aşanları sevmez.

88- Allah'ın size rızık olarak verdikİerinden helal ve temiz olarak yiyin. Kendisine inanmakta olduğunuz Allah'tan korkup sakının.

 

Allah'ın Helal Kıldığını Haram Kılmak

 

Ayetler müslümanlara yönelik bir yasaklama ile başlıyor. Buna göre Allah'ın helal kıldığı şeyleri kendi nefislerine haram kılmaları ve haddi aşmaları yasaktır. Arkasından, Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği helal ve güzel şeylerden yemeleri ve Allah'tan korkup-sakınmaları emrediliyor.

Görüldüğü gibi, bu ayetler yeni bir bölüm niteliğindedir. Taberi[273], İkrime, Süddi, Kalade ve başkalarından çeşitli rivayetler aktarmıştır. Ayetlerin iniş sebebi bağlamında­ki bu rivayetlerin ifade tarzları farklı, ama anlamları birdir. Buna göre müslümanlardan bir grup (bunların isimleri hakkında ihtilaf vardır. Bazıları bunların Osman b. Mazun, Ali b. Ebu Talip, Abdullah b. Mesud ve Miktad b. Esved olduklarını söylerler) hrısliyan rahiplerini ve papazları taklit etmek isterler. Kendilerine kadınları, güzel yiyecekleri ve lezzetli içecekleri haram kılarlar. Vakitlerini namaz, zikir ve oruç gibi ibadetlerle geçi­rirler. Kendileri için manastırlar edinmek islerler. Bir kısmı hadım olmaya bile teşebbüs eder. Bu durumu Peygamberimiz (s) haber alır, bundan hoşlanmaz ve bu şahıslara sert sözler söyler. Sonra şöyle der: "Sizden Öncekiler zorlaştırdıkları için helak oldular. On­lar zorlaştırdıkça Allah'ta işlerini zorlaştırdı. Bana gelince; şüphesiz ben geceleri namaz kılarım; ama uyurum da, oruç da tutarım; fakat iftar da ederim. Kadınlarla da bir olu­rum. Kim benim sünnetime sırt çevirirse, o benden değildir" çok geçmeden bu ayetler indi.

İncelediğimiz bu iki ayetle ilgili olarak iki hadis rivayet edilmiştir. Bunlardan birini Buhari ve Müslim, Abdullah'tan rivayet etmişlerdir. Abdullah diyor ki: "Biz Rasulul-lah'la birlikle bir sefere çıkmıştık. Eşlerimizi yanımızda götürmemiştik. Bunun üzerine: Ya Rasulullah, kendimizi hadım edelim mi" dedik. Rasulullah (s) bizi bundan nehyeili ve bir elbise karşılığında kadınlarla evlenmemize izin verdi. Sonra bu ayeti okudu. Di­ğer hadisi Tirmizi, İbn Abbas'tan rivayet eder: Bir adam Rasulullah'a (s) geldi ve şöyle dedi: Ya Rasulullah, ben et yediğim zaman kadınlara ilgim artar ve şehvetim azar. Bu yüzden ben de kendime et yemeyi haram kıldım. Bunun üzerine yukarıdaki ayet indi.

Ayetlerin oluşturduğu hava, rivayetlerle Örtüşüyor. Bu, o kadar belirgindir ki, hemen fark ediliyor. Ne var ki, Buhari ve Müslim'in aktardıkları rivayetler ayetlerin bu olay üzerine indiklerini göstermiyor. Fakat Taberi'nin şu sözü dikkat çekicidir: Onlar papazlan ve ruhbanları taklit etmek istediler. "Bu ayetlerin, papaz ve ruhbanlara yönelik öv­güler içeren ayetlerden sonra indiğini düşündüğümüzde, bazı sahabelerin bu övgülerin etkisinde kalarak, rivayetlerde anlatılan şeyleri yapmaya kalkıştıkları ihtimalinin daha güçlü olduğunu görürüz. Dolayısıyla bu olayların, önceki ayetlerin inişinden sonra ya­şanmış olması muhtemeldir. Bu yüzden incelediğimiz iki ayet de hemen onların peşin­deki yerlerine konulmuşlardır. Bu olay, Peygamberimizin pratik yaşayışının göz kamaş­tırıcı tablolarından biridir.

Bu ayetler hemen fark edildiği gibi tüm müslümanlara yönelik evrensel bir yasama ve telkin niteliğindedir. Kur'an'ın vurguladığı genel ilkelerle de uyuşuyorlar. Bu bakım­dan da etkileyicidirler. Ayrıca eşyanın doğası ile de parelellik oluşturuyorlar. İslam şeri­atını ebedi ve egemen kılan da onun bu özelliğidir. İslam şeriatı kendini ibadete verme­ye, dünya hayatının güzelliklerinden uzak durmaya, dünyadan el etek çekmeye davet et­mez. Tam tersine, bu tür davranışları yasaklar. A'raf süresindeki bir ayette böyle davra­nışlar eleştirilmiştir: "De ki: Allah'ın kullan için çıkardığı ziyneti ve temiz nzıkları kim haram kılmıştır? De ki: Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir- kıyamet günü ise yalnızca onlarındır." (A'raf, 32) Nitekim yüce Allah, aile içi bir olaydan dolayı elçi­sini de azarlamıştı. Tahrim sûresinin tefsiri çerçevesinde bu konuyu da açıkladık. İslam şeriatının emrettiği her şeyde orta yol ve denge gözetilmiştir. İnsanlar helal ve temiz şeylerden yararlanmaya teşvik edilmiştir.

İbn Kesir, İmam Ahmed'in Enes b. Malik'len rivayet ettiği bir hadisi aktarıyor: "Ra-sulullah buyurdu ki: Her peygamberin getirdiği dinin bir ruhbanlığı vardır. Benim üm­metimin ruhbanlığı da Allah yolunda cihaddır".[274] Tabresi'nin rivayet etliği diğer bir hadiste şöyle buyuruluyor: İslam'da ruhbanlık yoktur"[275] Bu iki hadis ve Taberi'nin ri­vayet ettiği bizim de değerlendirdiğimiz hadise baktığımızda Kur'an'ın direktifleriyle Peygamberimizin (s) telkinleri arasında bir uyum gözlemliyoruz. Nitekim her hususta böyle bir paralellik vardır. İbn Kesir'in rivayet ettiği hadis, Allah yolunda cihadı teşvik etmesi bakımından etkileyicidir.

"Allah yolu" O'nun daveti ve dinidir. Cihad ise, silahlı savaştan daha kapsamlıdır. Hem silahlı, hem de silahsız mücadeleyi içerir. Daha önce bu hususla ilgili açıklamalar­da bulunduk. [276]

 

89- Allah sizi, yemİnlerinizdeki rastgele söylediğiniz, boş sözlerden'[277] dolayı sorumlu tutmaz, ancak yeminlerinizle bağladığınız[278] sözlerden dolayı sizi sorumlu tutar. Onun kefareti, ailenizdekilere yedirdiklerinizin ortalamasından on yoksulu doyurmak ya da onları giydirmek veya bir kö­leyi özgürlüğüne kavuşturmaktır. Bunlara İmkan bulama­yan için üç gün oruç vardır. Bu yemin ettiğinizde bozdu­ğunuz yeminlerinizin keffaretidir. Yeminlerinizi koruyu­nuz. Allah, size ayetlerini böyle açıklar, umulur ki şükre­dersiniz.

 

Yeminlerin Bağlayıcılığı

 

Ayetin ifadesi açık ve anlaşılırdır. Şu hususları içermektedir:

1)  Müslümanlara şu duyuruda bulunuyor: Yüce Allah, konuşma dilinin bir gerçeği olan ve ağız alışkanlığıyla tekrarlanan boş sözlerden dolayı sizi sorumlu lutmaz. Ancak sizi, kendi kendinize kararlaştırdığınız, yapmaya veya yapmamaya yeminle bağlandığı­mız sözlerimizden sorumlu tutar.

2) Böyle bir durumda ne yapmaları gerektiği açıklanıyor. Bir müslüman, bilinçli ve

kararlı bir şekilde herhangi bir işi yapmaya veya yapmamaya yemin etse, sonra bundan dönmesi gerektiğini anlasa veya başlangıçtaki kararlılığı derecesinde geri dönmek zo­runda kalsa, onun yeminini bozmasının bedeli olarak kefaret ödemesi gerekir. Bu da on yoksulun, bir ailenin ortalama günlük yiyeceğinden doyurulması veya giydirilmesi ya da bir kölenin özgürlüğüne kavuşturulması şeklinde olmalıdır. Bunları yapmaya güçleri yetmeyenler de kefaretin bedeli olarak üç gün oruç tutmakla yükümlüdürler. Bu durum­da yapıp yapmamaya yemin ettiği şeye uymamasının bir sakıncası olmaz.

3) Son olarak müslümanlara, yeminlerini tutmaları tavsiye ediliyor.

Ayetin sonunda bir değerlendirme cümlesi yer alıyor. Buna göre yüce Allah, bu tür hüküm ve açıklamalar içeren ayetlerini indiriyor ki, bunlara muhatap olan müslümanlar Allah'ın kendilerine yönelik lütfunun bilincine varıp O'na şükretsinler. Bu, Kur'an'ın yasamalar ve direktiflerle ilgili ifade tarzının tipik bir Örneğidir.

Taberi'nin İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, önceki ayetler inince, hayalın güzel­liklerini kendilerine haram kılmış olanlar, dediler ki: Ya Rasulullah bu durumda içtiği­miz yeminleri ne yapacağız? Bunun üzerine yukarıdaki ayet indi. Bu rivayetin sahih ol­ması muhtemeldir. Kendilerini ibadete verenlerin haberinin, yemin haberiyle birlikte Rasulullah (s)'a ulaşması ve bu ayetin de önceki ayetlerle birlikte inmiş olması uzak de­ğildir. Böyle olunca, ayetler tam bir bölüm oluştururlar, önce kendini ibadete adama ve nefsi dünya hayatının güzelliklerinden yoksun bırakma yasaklanıyor. Arkasından, helal ve güzel şeylerden yararlanma teşvik ediliyor veya mubah kılınıyor. Son olarak da ye­minlerden nasıl kurtulanacağı belirtiliyor.

Ayeti kerime haddi zatında, yeminler ve kefaretleri bağlamında tam bir teşri cümle­sidir. Bu nedenle onu önceki ayetlerden ayn olarak ele aldık. Bu, aynı zamanda konuya ilişkin ikinci ayettir. Bakara sûresinde bir ayet vardır ki, bu ayetin ilk yarısına tıpa tıp benziyor. Sözkonusu ayette yeminlerin hayırdan, yapıcılıktan ve takvadan kaçınmanın bahanesi gibi algılanması nehyediliyor. Bu bakımdan her iki ayet arasında bir paralellik vardır. Dolayısıyla birinin diğerinin tamamlayıcısı olması muhtemeldir. Böylece Kur'an-ı Kerim'in yeminle ilgili direktif, yasa ve adaba ilişkin olarak hedeflediği husus gerçekleşmiş oluyor. Bu aynı zamanda müslümanın ahlakının arınması, hayra yöneltil­mesi ve kaygan zeminlerden uzak tutulması amacına da yöneliktir. Yüce Allah, mü'min kullarının tavırları, işleri ve kararlan ile ilgili olarak bu tür kaygan zeminlerde dolaşıl­masından hoşlanmaz. Tefsir bilginleri, bu ayetle ilgili olarak bir hadis rivayet etmişler­dir. Beş müsnedde yer alan bu hadis Ebu Musa'dan rivayet edilmiştir. "Rasulullah (s) buyuruyor ki: Allah'a andolsun ki, eğer Allah dilerse, ben bir yemin içsem, sonra da on­dan daha hayırlısını görsem, mutlaka bu yeminimden dönerim"[279]

Bu hadisten ve Bakara süresindeki: "Yeminlerinizi bahane ederek: iyilik yapmanız, sakınmanız ve insanların arasını düzeltmenize Allah'ı engel kılmayın" ayetinden hare­ketle, Kur'an ilkeleri ile Peygamberimizin direktifleri arasındaki sıkı uyumu ve paralel­liği bir kez daha gözlemliyoruz. Yine buradan hareketle anlıyoruz ki, İslam'da önemli olan hayır işlemektir, zarara, münkere ve nahoşa duçar olmamaktır. Bir insan herhangi bir hususta yemin else, bu yeminini uygulamasından zarar, kötülük münker ya da nahoş bir şey varsa ya da ondan daha hayırlı bir şey sözkonusuysa, onun kefaretini vermek su­retiyle yemininden dönmesi gerekir. Yeminini bahane ederek hayırdan, iyilikten, yapıcı­lıktan kaçınması yahut bunu zararlı, kötü, mekruh ve nahoş bir iş yapmanın gerekçesi kılması doğru değildir. Bu telkin ve alındırma amaçlı direktif, her zaman ve her mekan­da insanlığın maslahatına uygundur. Yeminden dolayı kefaret vermek, Allah'a tevbe et­mek, özür dilemek ve pişmanlık duymak konumundadır. Aynı zamanda, kefaret iyi işler için bir aracı da kılınmış demektir. Kuşkusuz bunda da üzerinde durulacak önemli bir mesaj vardır. "Kim bir yemin etse sonra başkasının ondan daha hayırlı olduğunu görse, yeminin kefaretini versin ve daha hayırlı olanı yapsın".

İbn Abbas, İkrime, Katade, Hasan, Mücahid ve fıkıh imamları gibi ashab ve tabiin ulemasından değişik görüşler rivayet edilmiştir. Tefsir bilginleri ayetin içerdiği hüküm­lerin boyutlarını belirleme çerçevesinde bunları eserlerinde aktarmışlardır. [280]Bu görüş­leri özetleyerek, doğru bildiğimiz açıklamalarla bunları değerlendireceğiz:

1-  Günlük konuşmalar İçinde, yemin kastı taşımayan yemin sözleri, boş sözlerdir. Bunlardan dolayı kefaret gerekmez. Bu değerlendirme doğrudur. Ayetin ilk cümlesi bu­nu açıkça ortaya koyuyor.

2- Geçmiş bir olay hakkında kişinin yalan yemin etmesi "ğamus (yalan yemin)" ola­rak nitelendirilir. Buhari'nin Abdullah b. Amr kanalıyla aktardığı bir hadiste Peygam­berimiz bu tür yemini büyük günahlar arasında saymıştır: Büyük günahlar şunlardır: Allah'a ortak koşma, anne ve babaya kötü davranma adam öldürme ve yalan yemin"[281] Ebu Davud İmran b. Hüsayn'den şöyle rivayet eder: Rasulullah buyurdu ki: "Kim biri­nin hakkını gasbetmek amacıyla yalan yere yemin ederse, şimdiden ateşten oturağına hazırlansın"[282] Müsned imamlarının beşi tarafından Abdullah'tan rivayet edilen bir di­ğer hadiste şöyledir: Rasulullah buyurdu ki: Kim müslüman bir adamın -ya da kardeşi­nin- malının bir kısmını elde etmek amacıyla yalan yemin ederse, Allah'ın kendisine Öfke duyduğu bir halde O'nunla karşılaşır"[283] Böyle bir yeminin sorumluluğundan kur­tulmak için kefaret fayda etmez... Bu değerlendirme de doğrudur. Ancak bize Öyle geli­yor ki, gerçek bir tevbe ile birlikte meydana getirilen zararın kapatılması Allah'ın ba­ğışlamasının kapsamına girebilir. Biz bunu tevbeden söz eden değişik ayetlerden algılı-

yoruz. Nitekim Furkan sûresinde daha ayrıntılı açıklamalar sunduk.

3- Bir görüşe göre, bir kimsenin yemin etmeksizin güzel ve temiz şeyleri kendisine haram kılması kefareti gerektiren bir durumdur. Bir diğer görüşe göre de yemin yoksa, kefaret de gerekmez. Bu görüş daha isabetli görünüyor. Çünkü kefaret, yeminle ilgili olarak konulmuş bir hükümdür.

4-  Bazıları, ayetin orijinalinde geçen "evsat" kelimesini "alışılagelen ortalama yol" şeklinde açıklamış, bazıları da "en güzel" anlamına almışlardır. Yemin edenin ailesi et, sade yağı, hurma ve ekmek yiyorsa, bunlardan her hangisini kefaret olarak verecektir?... Ancak her halükarda yemin eden şahsın ailesinin normalde yemediği kötü ve değersiz şeyleri yedirmemesi gerekliği hususunda görüş birliği vardır. Bu değerlendirme doğru­dur ve gerek ayetin nassıyla ve gerekse ruhuyla uyuşmaktadır.

Bir görüşe göre verilecek yemek, bir öğünlük doyurum tek yemektir. Bir başka gö­rüşe göre de tam günlük yiyecektir. Ayel-i kerimenin bunların ikisini de kastetmiş ol­ması ihtimali vardır.

Bir görüşe göre, on yoksulu bir araya getirip öylece doyurmak ya da onfarı ayrı ayn doyurmak caizdir. Bütün bu görüşler, üzerinde durmaya değer isabetli görüşlerdi. Veri­lecek kefaretin miktarı üzerinde ihtilafa düşülmüştür. Bazılarına göre bir ölçek buğday ve bir ölçek de hurma verilmelidir. Yahut yarım ölçek buğday ya da hurma veya bir öl­çek buğday yahut da bir Ölçek hurma verilmelidir. Öyle anlaşılıyor ki, bu miktarın tes-bitinde Örf ve koşullar esas alınır. Önemli olan yemin eden kişinin ailesinin bir günlük ya da bir öğünlük yiyeceklerinin ortalamasından verilmesidir.

5- Bir görüşe göre, her türlü giysiyi vermek caizdir, Diğer bir görüşe göre, verilecek giysi lam olmalıdır. Bu görüş daha isabetlidir ve ayetin ruhuyla daha uyumludur. Bunun belirlenmesinde de ihtilaf çıkmıştır. Bazısı belden aşağı bedeni örten peştcmal gibi örtü verilmelidir derken, bazıları, verilecek giysinin hırka, gömlek ve pantolon olması gerek­liğini söylemişlerdir. Bazılarına göre, peştemal ve hırka, bazılarına göre de peştemal ve sarık verilmelidir. Aba ve sarık verilmelidir diyenler de olmuştur. Her halükarda verile­cek giysinin tam bir giysi olması gerekir. Bu ise doğal olarak koşulların, ortamın değiş­mesi ile değişen bir eşyadır. Bazılarına göre "evsat" ifadesi giysiyi de kapsıyor. Dolayı­sıyla on yoksula verilmesi gereken tam giysilerin yemin eden kişinin normal olarak ai­lesine giydirdiği giysilerin türünden olmalıdır. Bu değerlendirmenin isabetliliği açıktır.

6-  Bazılarına göre, "ya da" edatı muhayyerliği ifade ediyor. Buna göre yemin eden kişi kefaret olarak, yemek, giysi ve köle azad etmek şıklarından birini tercih etmede ser-bestlir. Bazıları bunlar içinde en pahalı olanını zenginler için zorunlu görüyor. Buna gö­re, bir köle azad edecek gücü olanlar bunu yapmalıdır. Buna gücü yetmeyenler de şayet giysiye güç yetiriyorlarsa ve bu daha pahalıysa, onu vermelidirler. Bu değerlendirme de isabetlidir.

7-  Bazılarına göre, bir kimse, ailesini doyurduktan sonra, yanında fazla yiyecek bu­lunuyorsa on yoksulu bununla doyurmalıdır. Malı çok fazla olamazsa bile, oruca yönel­mesi caiz olmaz. Bazıları bu uygulamayı iki yüz dirhemden yukarı bir değerdeki malın bulunması şartına bağlıyorlar. Bir grup da bunun yemin eden kişinin günlük geçiminin miktarına bağlı olarak belirlenmesini öngörmüştür. Bize öyle geliyor ki son görüş daha isabetlidir. Her halükârda oruç tutmak, ancak öteki kefaret şıklarının en azma bile güç yetirilmeyen durumlarda söz konusu olabilir. Güç yetirilme de yemin eden kişinin ko­şullarına göre belirlenir. Aslında bu imanla bağlantılı bîr meseledir; kişinin dini inancı ve takvası belirleyicidir.

8- Bazıları azad edilecek köle ile İlgili olarak beden, renk, din ve cinsiyet bağlamın­da her hangi bir kayıt Öngörmezken, bazıları kölenin mü'min olması şartını ileri sürer­ler. Bu görüşlerine referans olarak da Nisa sûresi, 92. ayeti gösterirler. Bu ayette yanlış­lıkla bir müslümanı öldüren bir kimsenin .azad etmek zorunda olduğu kölenin mü'min olması şartı koşulur. Bunun yanında bazıları, azad edilecek kölede herhangi bir kusurun ve sakatlığın bulunmamasını ve küçük ya da olmamasını da şart koşarlar. Kanaatimizce azad edilecek köle için "mü'min" olmanın şart koşulması yerindedir. Ancak azad edile­cek mü'min bir köle bulunmazsa, mü'min olmayan bir kölenin azad edilmesinin caiz ol­duğuna ilişkin görüşü benimsiyoruz. Çünkü her şeye rağmen bu davranışta yüce Al­lah'ın mutlak olarak onurlu kıldığı insan denen canlı türünün bir bireyinin özgür kılın­ması söz konusudur. Azad edilecek kölenin kusurlu olmamasının ve büyük olmasını şart koşanların da bunu kastettikleri anlaşılıyor. Ki yemin eden kişi satın alıp azad edeceği köle hususunda herhangi bir ruhsat aramaya kalkışmasın. Gerçi sağlam ve büyük insa­nın azad edilmesi daha yararlıdır; ancak hasta ve küçük bir kölenin azad edilmesi de iyi­lik ve şefkat duygularının yansımasıdır. Bu yüzden yukarıdaki şartı zorunlu görmüyo­ruz. Yine de doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir.

9- İslam alimleri arasında, istisna ile birlikte edilen bir yemin açısından yemini boz­ma durumunun söz konusu olmayacağı hususunda görüş birliği vardır. Bu görüşe refe­rans olarak, sünen sahiplerinin İbn Ömer'den rivayet ettikleri şu hadis gösterilir: Rasu-lullah buyurdu ki: "Bir kimse yemin ederken inşaaliah (Allah dilerse) derse istisna etmiş olur."[284] Nesai ve Ebu Davud'un rivayel ettikleri hadisle de şöyle buyuruluyor: Bir kim­se yemin ederken istisna koysa, dilerse yeminine uyar, dilerse uymaz. Bu durumda ye­mini bozmuş olmaz.[285]

el-Menar tefsirinde yeminin kısımları ile ilgili iki değerlendirme yer alıyor. Bunlardan ilkinin yazarın kendi değerlendirmeleri olduğu anlaşılıyor. İkincisi ise, İmam îbn Teymi-ye'nin fetvalarından derlenmiştir. Her iki değerlendirme de hem isabetli, hem de oldukça yararlıdır. Bu bağlamda onları da bu konunun akis.) içinde sunmayı uygun gördük.

Birinci değerlendirmede, yeminin, üzerine yemin edilen şey açısından bir kaç kışı­ma ayrıldığı belirtiliyor:

1- Bir insanın farz olan bir şeyi yapmaya ve haram olan bir şeyi de terketmeye ye­min etmesi. Bu tür yemin yüce Allah'ın mükellef kıldığı şeyleri pekiştirir. Dolayısıyla bu yemini bozmak haramdır, günahı da katlanarak artar.

2- Bir insanın farz olan bir şeyi yapmamaya veya haram bir fiili işlemeye yemin et­mesi. Bu tür yeminini bozmak zorunludur. Çünkü böyle yemin günahtır ve kefaret ge­rektirir.

3- Bir insanın mendup bir şeyi yapmaya veya mekruh bir şeyi lerketmeye yemin et­mesi. Bu tür bir yemin itaat kapsamına girer. Bu tür bir yemine uymak ya mendup yada vaciptir. Yemini bozmaksa ya mekruh ya da haramdır.

4- Bir insanın mendup bir şeyi yapmamaya veya mekruh bir şeyi yapmaya yemin et­mesi. Bu yemin günahtır. Kefaret ödemek suretiyle onu bozmak vaciptir.

5- Kişinin mubah olan bir şeyi yapmamaya yemin etmesi. Bu tür yeminler hususun­da alimlerin görüşleri farklıdır. Ancak ayette yüce Allah'ın helal kıldığı şeyler haram kılmanın nehyedilmiş olması, bu tür yeminlerin mekruh olduğunu ve kefaret ödeyerek yeminden dönmenin gerektiğini gösteriyor. Ancak bunun dışındaki bir hususta yemin söz konusu olmuşsa ve eğer yemini bozmada da bir yarar varsa, kefaretle birlikte yemi­ni bozmak müstehaptır. Misafire iyi davranmak, aileyi sevindirmek, bir arkadaşı ziyaret etmek yada bir işe ve yolculuğa başlamak gibi.

İkinci değerlendirmede ise yeminlerin üç kısma ayrıldıkları belirtiliyor:

a)  Müslümanlara ait olmayan yeminler. Yaratıklar, Kabe, melekler, şeyhler, atalar, onların türbeleri vs. adına yemin etmek. Bu yeminler aktedilmiş sayılmazlar. Bu yüzden alimlerin ortak görüşleri bu nehiy haramlık düzeyindedir. Bununla ilgili olarak Peygam­berimizin (s) şu hadisleri referans gösteriliyor: "Kim yemin etmek durumunda kalırsa, Allah adına yemin etsin ya da sussun" ve "Allah sizin ortaklarınızın adıyla yemin etme­nizi nehyediyor" "Kim Allah'tan başkası adına yemin ederse şirk koşmuş olur."

b) "Vallahi yapacağım" gibi ifadelerle Allah adına yemin etmek. Bu yemin aktedil­miş sayılır. Müslümanların ortak görüşüne göre bu şekildeki bir yemini bozmak kefareti gerektirir.

c)  Müslümanların yaptıkları bazı yeminler. Ki Allah adına yapılan yemin hükmün­dedir. Burada yemin eden kişinin maksadı yaratıcıyı yüceltmektir, yaratılmışlara yemin etmek değil. Kişinin: Eğer falan şeyi yaparsam bir ay oruç tutayım veya Allah'ın evini hacc edeyim yahut helal bana haram olsun, falan şeyi yapmayacağım ya da eğer falan şeyi yaparsam sahip olduğum her şey bana haram olsun veya şunu yaparsam veya yap­mazsam karım benden boş olsun ya da falan işi yaparsam kanlarım boş, kölelerim azad

ve sahip olduğum her şey sadaka olsun demesi gibi. Bu tür yeminlerle ilgili olarak alim­ler üç değişik görüş ileri sürmüşlerdir:

1)  Kişi yemininden dönerse, söyledikleri üzerine gerekli olur ve kefaret ödemesi de zorunludur.

2) Yemininden dönerse, hiç bir şey gerekmez.

3) Yemini bozarsa sadece kefaret vermesi gerekir.

Bazı alimler adağı da yemin gibi algılamışlar ve uyulmaması durumunda, yerine gö­re adağın kefaretini daha zorunlu, daha gerekli görmüşlerdir.

Bu görüşler içinde en doğru olanı, sahabeden geldiği kesin olan görüştür. Kitap ve sünnet de buna delalet ediyor. Buna göre, bu yeminlerin tümünde de kefaret sorumlulu­ğu ortadan kaldırır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Bu, yeminlerinin kefaretidir" ve "Allah yeminlerinizin kefaretle çözülmesini size farz kıldı" (Tahrim, 2) Sahih bir ha­diste Peygamberimizin (s) şöyle buyurduğu rivayet edilir: "Bir kimse herhangi bir hu­susta yemin etse, sonra ondan daha hayırlısını görse, daha hayırlı olanı yapsın ve yemi­nini bozmasından dolayı da kefaret versin" Dolayısıyla bir kimse: "Helal bana haram ol­sun ki, falan şeyi yapmayacağım" "Karım boş olsun ki bu işi yapmayacağım" "Eğer bu işi yaparsam bir hacc borcum olsun yahut bütün malım sadaka olsun" dese, burada ye­min kefareti ile sorumluluktan kurtulur. Eğer zihar kefaretini verirse daha iyi olur.

Öte yandan "Yeminlerinizi koruyun" ifadesinin tefsiri bağlamında ilk kuşak mü'minlerdcn değişik yorumlar yapılmıştır. Bazıları bu ifadeyi: "Yeminlerinizi bozma­yın" veya "bozduğunuz yeminlerinizin kefaretini verin" şeklinde yorumlamışlardır. Di­ğer bazılarının yorumu ise şöyledir: "Çok yemin etmeyin, yemin etmeyi dil alışkanlığı haline getirmeyin" Her iki yorumda muhtemeldir, ancak biz ikinci yorumu tercih ediyo­ruz. Yine de doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir.

Bu ayet, şimdiye kadar yeminlerin kefaretle çözülmesinden söz eden tek ayet oldu­ğuna göre, Tahrim süresindeki ayetin bundan sonra indiği anlaşılıyor. Çünkü Tahrim süresindeki ayette "Allah yeminlerinizin kefaretle çözülmesini size farz kıldı" buyuru-luyor. Bu da incelediğimiz bu sûrenin bazı bölümlerinin, kendisinden önceki sûrelerin bazı bölümlerinden önce indiğini gösteren bir başka kanıttır. Bu husus, yahudilerden söz eden bölümlerle ilgili olarak da dile getiriliyor. Çünkü yahudilerle ilgili ayetler zin­cirinin havası, onların herhâlükârda Hendek savaşı ve Kureyzaoğulları olayından önce indiklerini yansıtıyor. Bu ve önceki kanıt, bizim daha Önce dile getirdiğimiz şu görüşü­müzü destekliyor: Bu sürenin bölümleri indikten sonra ve ilahi hikmet sûrede olmasını öngördüğü bütün sûreler tamamlandıktan sonra bir sûre çerçevesinde birleştirilmiştir. [286]

 

90- Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bun­lardan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz.

91-Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alı­koymak İster. Artık vazgeçtiniz değil mi?

92- Allah'a itaat edin, peygambere de İtaat edin ve sakı­nın. Eğer yüz çevirirseniz, biliniz ki, elçimize düşen, an­cak apaçık bir tebliğdir.

 

Ayetlerin dili açık ve anlaşılırdır. En başta müslümanlara yönelik bir emir yer alı­yor. Bu emirde içki, kumar, dikili taşlar ve fal oklarından kaçınmaları isteniyor. Bunla­rın herbirinin kaçınılması gereken birer pislik ve kötülük oldukları açıklanıyor. İçki ve kumarın özellikle şeytanın da vesvesesiyle mü'minler arasında yol açtığı düşmanlığa, kin ve nefrete; onları Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoyuşuna dikkat çekili­yor. Arkasından bir soru yöneltiliyor. Bu sorunun sunuluş tarzında kınayıcı, azarlayıcı bir ton algılanıyor. Bu tür bir işe son vermenin gerekliliği vurgulanıyor ve şöyle deni­yor: Mü'minler şimdiden sonra bu iki iğrenç amele son verecekler mi? Allah ve Rasu-lü'ne emir ve yasakları bağlamında itaat etmeleri yönünde teşvik edici ifadeler yer alı­yor. Uyan nitelikli bir üslupla Allah ve Rasulü'ne karşı çıkmaktan kaçınmaları gerektiği hatırlatılıyor. Şayet bu uyarılar da kâr etmezse, elçiye düşen apaçık bir duyurudur. İşleri Allah'a kalmıştır. O'nun gücü onlara yeter.

Sünen sahipleri bir hadis rivayet ederler Bu hadiste deniyor ki: Ömer dedi ki: "Al­lah'ım, bize içki hakkında tatmin edici bir açıklama gönder." bunun üzerine Bakara; 219. ayet indi. Ayet inince, Ömer çağırıldı ve kendisine bu okundu. Ardından Ömer tekrar: "Allah'ım, bize içki hakkında talmin edici bir açıklama gönder" dedi. Bu sefer de Nisa, 43. ayet indi. Ömer bir kez daha çağırıldı ve kendisine bu ayet okundu. Ama o bir kez daha: "Allah'ım, bize içki hakkında tatmin edici bir açıklama gönder" dedi. Ardından Maide süresindeki ayet indi. Ömer bir kez daha çağırddı ve kendisine bu ayet okundu, Bunun üzerine Ömer: "Vazgeçtik, vazgeçtik." dedi.'[287] Bu hadisi de eserine alan Taberi, ayetin iniş sebebi olarak başka hadisleri de aktarır. Bu rivayetlerden birine göre, Muhacir ve Ensardan oluşan bazı kimseler bir Ensarlının düzenlediği ziyafette bir araya gelirler. İçki içerler. Arkasından karşılıklı övünmeye, peşinden kavga etmeye baş­larlar. İçlerinden biri, Ensar'ın liderlerinden Es'ad b. Zerare'nin burnuna bir darbe indi­rir ve burnunun kırılmasına neden olur. Bunun üzerine yukarıdaki ayetler inerler. Bir di­ğer rivayete göre, bir grup gelip Rasulullah'tan içki ve kumarın hükmünü sorarlar. Bu­nun üzerine Bakara süresindeki ilgili ayet iner. Sonra bir kez daha sorarlar, Nisa süre­sindeki ayet iner. Bunun arkasından bir kez daha sorduklarında Maide süresindeki ilgili ayet iner.

Görülüyor ki, bütün rivayetlerde, içki ve kumar üzerinde duruluyor. Halta rivayet zinciri olarak en güçlü ve en meşhur olanında sadece içkiden söz ediliyor. Halbuki, aye­ti kerime, dikili taşların ve fal oklarının da haram olduklarını işliyor.

Taberi, bu grubun ilk ayetini tefsir ederken şöyle der: Bu açıklama, yüce Allah tara­fından, papazlar ve rahipleri örnek alarak temiz ve güzel şeyleri kendilerine haram kılan kimselere yöneltiliyor ki kendilerine haram etmeleri gereken şeyler asıl bunlardır. Tabe-ri'nin bu sözü yerindedir ve bu ayetlerde önceki ayetleri de birbirleriyle ilinülendiriyor. Şunu da vurgulayalım ki, ayetlerin inişine esas oluşturan hikmet, açıklamanın bütün müslümanlara yönelik olmasını gerektiriyor. Aynı durum önceki ayetler için de geçerli­dir. Bu, benzeri her olayda olduğu gibi Kur'an'm baş vurduğu bir ifade tarzıdır.

Bu ayetlerin, önceki ayetlerden hemen sonra yerleştirilmiş olması da bu görüşü güç­lendiriyor. Dolayısıyla önceki ayetlerden hemen sonra indikleri de söylenebilir. Ama bu, yukarıdaki hadisle geçen olayın, diğer rivayetlerde anlatılanların tümünün ya da bir kısmının gerçekleşmiş olmasına engel değildir. Vahyin inişine esas oluşturan ilahi hik­met, bu münasebetle içki, kumar, dikili taşlar ve fal oklarının haram olduğunu birlikte zikretmeyi uygun görmüştür.

Biraz önce sözü edilen Bakara süresindeki ilgili ayette, içki ve kumarın günahının yararından daha çok olduğuna dikkat çekilmişti. Nisa süresindeki ayette ise, sarhoşken namaz kılınmamasi uyarısında bulunulmuştu. Bu ayetlerde ise, önceki açıklamalardan daha güçlü, bu zararlı işlerin haram kılınışına yönelik daha kesin bir adım atılıyor. Dola­yısıyla denebilir ki: Medine dönemindeki koşullar, bu kesin adımın atılmasını kaldıra­cak olgunluğa ulaşmıştı. Çünkü bu fiillerin Arapların hayatlarındaki etkileri çok derinle­re varıyordu. Ekonomik çıkarlarıyla doğrudan ilgiliydi. Bu yüzden Bakara ve Nisa sûrc-ferindeki ilgili ayetlerde, bu kesin yasağa yönelik uygun zemin oluşturma amaçlı adım­lardan öte bir açıklamaya yer verilmemişti.

Bazı entrikacılar şunu iddia ediyorlar: Ayeüerin üslubu, yasama ve kesin haramlar­dan çok, sakındırma ve mekruhluk bildirir nitelikledir. Bu hileli eniri kal arını sağlamlaş­tırmak için de, içki içenlere uygulanan had cezasının Kur'an menşeli olmadığını, Pey­gamberimizin (s) sünnetinden ve halifelerin uygulamalarından kaynaklandığını, bu yüzden miktarının değiştiğini ileri sürüyorlar. Bir de kumar oynayanlara herhangi bir ceza Öngörülmediğini söylüyorlar. Bu iddialar sağlam bir temelden yoksundur. Ne ayet­lerin üslubuyla ve ne de içeriğiyle bağdaşıyor. Bilakis, rahatlıkla söylenebilir ki, ayetle­rin üslubu ve içeriği, haremliğin kesinliğini en güçlü bir şekilde vurgulamaktadır. İçki ve kumarın, dikili taşlar ve fal oklarıyla birlikte zikredilmiş olması bile, onların kesin haram olduklarını kanıtlamak bakımından yeterlidir. Çünkü hiç kimse, örneğin müşrik­lerin önlerinde dinsel ayinlerini gerçekleştirdikleri, kurbanlarını sundukları dikili taşlara ilişkin nehyİn sakındırma ve mekruhluğunu vurgulama nitelikli olduğunu, kesin bir ha­ram kılmanın kastedilmedİğini iddia edemez. Ayrıca Peygamberim iz'den -ki müslü-manlara Kur'an, peygamberin kendilerine emrettiğini yapmalarını, yasakladığını da yapmamalarını ve buyruklarına uymalarını emretmektedir-. Gelen birçok hadiste her sarhoşluk veren içkinin haram olduğu ve sarhoşluk veren herşeyin şarap (hanır) hük­münde olduğu vurgulanıyor. Bu hadislerde içki içen, salan ve taşıyan lanetleniyor. İçki içenler ve helal görenler sert ifadelerle uyanılıyorlar. Örneğin Ebu Davud ve Tirmizi İbn Ömerden şöyle rivayet ederler: Rasulullah efendimiz buyurdu ki: Her sarhoşluk veren şey içkidir (hamrdır) ve her sarhoşluk veren şey haramdır.[288] Beş müsned sahibi Hz. Aişe'den şöyle rivayet ederler: Rasulullah efendimiz buyurdu ki: Sarhoşluk veren her içecek haramdır.[289] Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi Tarık el Cafi'den şöyle rivayet ederler: Tarık Rasulullah'a içkinin hükmünü sorar. Rasulullah onu nehyeder ya da içki üretmesinden hoşnut olmadığını belirtir. Bunun üzerine Tarık: "Ben onu ilaç için üreti­yorum" der. Peygamberimiz (s) şu cevabı verir: O ilaç değil, tam tersine hastalıktır.[290] Ebu Davud Deylem el-Himyeri'den şöyle rivayet eder: Rasulullah'a (s) dedim ki: Ya Rasulullah, biz soğuk bir memleketle yaşıyoruz ve orada ağır işler yapıyoruz. Arpadan bir içki üretiyoruz. Onu içince kendimizi daha güçlü hissediyor, işlerin zorluğuna ve memleketimizin soğuğuna dayanıyoruz. Peygamberimiz (s) dedi kİ: "Peki, bu içki insa­nı sarhoş ediyor mu?" Evet, dedim. Buyurdu ki: Şu halde ondan kaçının. Dedim ki: İn­sanlar bu alışkanlıklarını terketmezler. Bunun üzerine dedi ki: "Vazgeçmezlerse, onlarla savaşın."[291] Sünen sahipleri Cabir'den şöyle rivayet ederler: Rasulullah (s) buyurdu ki: Çoğu sarhoş edenin azı da haramdır.[292] Ebu Davud ve Tirmizi İbn Ömer'den şöyle riva­yet ederler: Rasulullah (s) buyurdu ki: "Allah, içkiye, onu içene, sunana, satana, satın alana, içki yapmak için üzüm v.s. sıkana, sıktırana, taşıyıcısına ve kendisine taşınılana lanet etmiştir."[293] Nesai ve Tirmİzi İbn Ömer'le birlikte bîr grup sahabiden şöyle rivayet ederler: Rasulullah (s) buyurdu ki: İçki içeni kırbaçlayın. Bir daha içerse yine kırbaçla­yın. Eğer yine içmeye devam ederse Öldürün. Bir rivayete göre: Boynunu vurun.[294] Ebu Davud, Nesai ve İbn Hiban şöyle rivayet ederler: Rasulullah (s) buyurdu ki: Ümmetimin içinde bazı kimseler içki İçecek ve ona başka bir isim vereceklerdir.[295] Sünen sahipleri şöyle rivayet ederler: Peygamber efendimiz (s) buyurdu ki: Kim içki içerse, kırk gün bo yunca onun namazı eksik olur. Eğer tevbe ederse, Allah tevbesini kabul eder. Şayet dördüncü kez tevbesinden dönerse, yüce Allah'ın ona öldürücü zehirin Özünü içirmesi hak olur. Dediler ki: Ya Rasulullah: Öldürücü zehirin özü nedir? Buyurdu ki: Cehennem ehlinin bedeninden akan irindir. Kim onu küçüklükten beri, helali haramdan ayırmadan içerse yüce Allah'ın ona cehennem ehlinin bedeninden akan irini içirmesi hak olur.[296]

Kur'an'da içki içene ve kumar oynayana bir cezanın Öngörülmemiş olması meselesi­ne gelince, öyle anlaşılıyor ki, bunun nedeni söz konusu suçların kişisel boyutlarda kal­ması ve başkalarının haklarıyla ilgili olmamasıdır. Dolayısıyla Kur'an'daki cezaların, bu temel prensip ışığında algılanmaları gerekir. Bu bağlamda, şunu da düşünebiliriz: Kur'an-ı Kerim İslam'ın temel şartlarından olan namaz, oruç, zekat ve hacc gibi ibadet­leri terkedenler için de bir ceza öngörmemiştir. Bu da yukarıdaki gibi yorumlanabilir. Sarhoşluk veren içkilerin ve kumarın haram olmadığını söylemek her zaman ve her me­kandaki müslüman alimlerin ortak görüşüne göre şüphe götürmez bîr küfürdür. Bu de­ğerlendirmenin dayanağı, tefsirini sunduğumuz ayetler ve bir çok hadis-i şeriftir. Şayet Peygamberimiz (s) içki içenin kırbaçlanmasını öngörmüş, buna karşılık kumar oynayan kimse için bu tarz bir ceza öngörmemişse, bunun hikmeti, içkinin insanın aklını başın­dan alması, saygınlığını ayaklar allına alması, ayrıca içki içenin hem kendisine hem de başkalarına zarar verecek davranışlarda bulunma ihtimali olsa gerektir. Nitekim içki içenlerin bu hali somut olarak gözlemlenebilir. Bize öyle geliyor ki, bu konuda peygam­berimizden (s) gelen rivayetler, onun öngördüğü cezanın azarlama ve terbiye etme ama­cına yönelik olduğunu ortaya koymaktadır. Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi, E-nes'den şöyle rivayet ederler: Rasulullah (s) içki içenleri hurma sapı ve nalınlarla döver­di. Bir rivayete göre: İçki içen bir adam ona getirildi. İki hurma sapıyla ona kırk defa vurdu. Tirmizi 'nin rivayetinde: İçki içene iki nalınla kırk defa vurdu.[297] Buhari ve Ebu Davud Ebu Hureyre'den şöyle rivayet ederler: İçki içen bir adam peygamberimizin hu­zuruna getirildi. Peygamberimiz (s): "Onu dövün" buyurdu. Kimimiz eliyle, kimimiz ayağındaki nalınıyla ve kimimiz de üzerindeki giysisiyle onu dövüyordu. Pcygamberimiz (s) dövme işine son verince, bazıları adam için şöyle dediler: "Allah seni rezil el­sin." Bunun üzerine Peygamberimiz (s): "Öyle söylemeyin. Onun aleyhine şeytana yar­dımcı olmayın." buyurdu.[298] Buhari şöyle rivayet eder: Rasulullah zamanında Abdullah adında bir adam vardı. Bu adamın lakabı "eşek"li. Bu yüzden Rasulullah (s) ona güler­di. Bir gün onu içki içtiği için kırbaçlatın işti. Kırbaçlanmasını emrettiğinde, bazıları şöyle demişlerdi: Allah'ım ona lanet el. Ne kadar da çok içiyor! Bunun üzerine Pey­gamberimiz (s) şöyle buyurdu: Ona lanet etmeyin Allah'a andolsun ki, onun Allah'ı ve Rasulünü sevdiğinden başka bir şey bilmiyorum.[299]

Peygamberimizden (s) sonra ashabı da onun sünnetini izlemiştir. Örneğin Buhari, Müslim, Ebu Davud ve Tirmizi Enes'dcn şöyle rivayet etmişlerdir: Ebubekir içki içen­lere hurma sapı ve nalınla kırk kere vururdu. Ömer halife olunca kırsal kesimden ve köylerden insanlar Medineye gelmeye başladılar. Bunun üzerine Hz. Ömer, içkinin ce­zası hakkında ne düşünüyorsunuz? diye yanındakilere sordu. Abdullah b. Avf, "en dü­şük had cezasının içki için de uygulanmasını düşünüyorum" dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer içki içenlere seksen sopa vurmaya başladı.[300]

Buhari ve Müslim İbn Ömer'den şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. Ömer Peygamberi­mizin (s) minberine çıkıp şöyle dediğini duydum: Ey insanlar, İçkinin haram kılındığı vahiyle belirtilmiştir. O, şu beş şeyden üretilir: Üzüm, hurma, bal, buğday ve arpa. Hamr (içki) aklı mahmur eden şeydir. [301]Bu rivayetin son cümlesi daha önce, aktardığı­mız rivayetlerle örlüşüyor. Dolayısıyla burada sözü edilmeyen başka maddelerden üreti­len öteki içkilerin helal olabileceği vehmini ortadan kaldırıyor.

Ayette geçen "el ezlam= lal okları" kelimesi ile, kumar oynanan okların kastedildi­ğini düşünüyoruz. Bakara; 219. ayetin tefsiri çerçevesinde bunun nasıl oynandığını da anlatmıştık. Dolayısıyla burada lal oklarıyla oynanan kumar esnasında kesilen hayvanın haram ve pislik olduğuna dikkat çekiliyor.

Tabcri ve başka müfessirler de bu görüştedir. Fal oklarının kumarla birlikle zikredil­mesini, bu ikisinin aynı anlama gelmediklerinin kanıtı olarak algılıyoruz. Tercih edilen görüşe göre kumar genci, fal okları da oyunun bir türüne verilen addır. İkinci ayetle sa­dece kumardan söz edilmiş olması da bu değerlen di rmey i güçlendiriyor.

Bazı tefsir bilginleri, bu çerçevede tavla ve satranç gibi oyunlardan da söz ederek, Peygamberimizin hadislerinden, sahabe ve tabiinin sözlerinden hareketle bunların ku­mar dolayısıyla haram olduklarını belirtmişlerdir. İbn Ebu Halem'in Ebu Musa cl-Eş'ari'den rivayet etliği şöyledir: Rasulullah (s) buyurdu ki: "Şu dörl köşeli, üzerinde işaretler bulunan taşlarla oynanan oyundan kaçının. Bunlarla bir tür kehanette bulunulur. Bu, kumardır."[302] Tefsir bilimcileri bunun tavla oyunu olduğunu belirtmişlerdir. Bu hadislerin birinde Beride el-Eslemi şöyle der: Rasulullah (s) buyurdu ki: Tavla oynayan bir kimse eline domuzun etini ve kanını bulaştırmış gibidir.[303]Ebu Musa'dan şöyle riva­yet edilir: Peygamberimiz (s) buyurdu ki: Tavla oynayan Allah'a ve Rasulü'ne isyan et­miş olur.[304] İbn Ebu Halem Hz. Ali'nin şöyle dediğini rivayet eder: Satranç bir çeşit ku­mardır.[305] Ata, Mücahid ve Tavus'tan şöyle rivayet edilir: "Şans oyunlarının hepsi ku­mardır. Hatta çocukların cevizle ve yumurtayla oynadıkları oyunlar da."[306] Doğal olarak iskambil kağıtlarıyla oynanan oyunları da buna katmak gerekir.

Bununla da anlaşılıyor ki, kaybedenden bir şey alınması esasına göre oynanan her oyun kumar kapsamına girer. Kur'anda ki tanımlama ve sakındırma onun için de geçer­lidir.

Dikili taşlardan kasıt, Arapların ibadet ve ayin için diktikleri taş ve ağaçlardır. Bun­ların yanında, Allah'ın ortakları olduklarını iddia ettikleri düzmece ilahları adına kurban keserlerdi. Bu sûrenin 3. ayetinde bunlardan söz edildi: Söz konusu ayette, bu tür dikili taşların yanında kesilen hayvanların etlerinin haram olduğu belirtilmektedir. Burada da, bu tür dikili taşların yanında kesilen hayvanların etlerinin haram olduğu bir kez daha vurgulanmış olabilir. Ayetlerin akışından, böylesi bir yorum daha uygun düşüyor.

Öte yandan, ayetlerin tanımlamaları ve sakındırmaları son derece serttir. Bu da halkın bu tür alışkanlıklarla ilgisinin köklülüğünü özellikle kumar ve içkinin topluma iyice yer­leşmiş birer alışkanlık olduğunu gösterir. İkinci ayette, kumar ve içkinin sosyal, ahlaki ve dini açıdan yol açtığı büyük zararlara dikkat çekiliyor. Ki bu, bir anlamda yasamanın hik­metini yansıtırken, Kur'an'ın genel Üslubuyla da örtüşmektedir. Böylece hem ayetlerin içerdiği hikmet ortaya konuluyor, hem de Kur'an'ın kendine özgü mutlak, ama şiddetli üslubuyla bir yasağı vurgulayışı dikkatlere sunuluyor. Bu, her ortamda akla ve insanın çı­karma da uygundur. Ayrıca İslam şeriatının ölümsüzlüğünün de bir göstergesidir. [307]

 

93- İman edenler ve salih amellerde bulunanlar için kor­kup sakındıkları ve iman ettikleri ve sonra yine korkup sa­kındıkları ve iyilikte bulundukları takdirde yedikleri dolayısıyla bir sorumluluk yoktur. Allah, iyilik yapanları sever.

 

Ayetin dili açıktır. Rivayete göre[308] bu ayetler inince ashaptan bazıları, daha önce içki içen ve kumar sonucu paylaşılan eti yiyen kardeşlerinin durumlarını Rasulullah'dan sormuşlar. Bunun üzerine yukarıdaki ayet inmiştir.

Rivayetin sahih olması muhtemeldir. Bu durumda, ayeti kerime konu itibariyle ön­ceki ayetlerle ilintili olur. Belki de hemen onlardan sonra inmiştir.

Taberi diyor ki, takvaya ilişkin ilk emir, Allah'ın emrini kabul etme, doğrulama ve pratikte uygulama anlamında kullanılmıştır. İkincisi, bu tavır üzerinde kalıcı olmayı bu tutumu değiştirmemeyi ifade etmektedir. Üçüncüsü nafile ibadetlerle Allah'a kulluk su­narak yaklaşma anlamını içermektedir. Beğavi'ye göre, ilki şirkten sakınmak, ikincisi bu hali sürdürmek, üçüncüsü salih ameller işlemek demektir. Tabresi'nin yorumu ise şöyledir: İlki Ölmüş olanlara, ikincisi yaşayanlara, üçüncüsü ise gelecek kuşaklara yöne­liktir.

Bu yorumların her biri dikkate değerdir. Herhalükarda ayeti kerime yer aldığı konu bütünlüğü itibariyle sürekli ve genel bir ilke niteliğindedir. Buna göre yüce Allah, mü'min kullarını, bir şeyi haram kılmadan önce bununla ilgili fiillerinden dolayı sorgu­ya çekmez. Ayrıca şu evrensel kurala vurgu yapılıyor: Allah katında Önemli olan, kulun imanı tasdiki, Allah'ın koyduğu haramlardan kaçınmaya çalışması, O'nun emirlerine uyması, koyduğu yasaklardan uzak durması, salih ameller işlemesi ve bu konuda en iyi­yi (İhsanı) yapma yönünde bir çaba içinde olmasıdır. Üzerinde durulan bir diğer husus da, yüce Allah'ın kullarının iyi niyetle ve günah işleme kastı gütmeden, gerçekte şüphe­li ya da helal veya haram olduğundan emin olunmayan bazı yiyecek ve içecekleri yiyip içmelerini hoşgörüyle karşılayacağıdır. Bu, Kur'an'ın genel direktifleriyle de uyuşuyor. Eşyanın tabiatına da uygundur. İslam şeriatını kalıcı kılan da budur. [309]

 

94-  Ey iman edenler, andolsun Allah, gaybte kendisinden kimin korktuğunu ortaya çıkarmak için ellerinizin ve mız­raklarınızın erişeceği avdan bir şeyle sizi deneyecektir. Ar­tık kim bundan sonra haddi aşarsa, onun için acı bir azap vardır.

95- Ey iman edenler, siz ihramlıyken avı öldürmeyin. Siz­den kim onu kasıtlı olarak öldürürse, cezası hayvandan[310]' öldürdüğünün bir benzeridir. Buna da, Ka'beye varabile­cek bir kurbanlık olarak içinizden adalet sahibi'[311]' iki kişi hükmedecektir. Veya yoksulları doyurmak veya onun den­gi oruç tutmak olan bir keffaret vardır. Böylelikle işlediği­nin vebalini tadmış olsun. Allah geçmişte olanı bağışladı. Ama kim tekrarlarsa, Allah ondan öç alacaktır. Allah üstün ve güçlü olandır, öç sahibidir.

96-  Deniz avı ve onu yemek size ve yeryüzünde dolaşan­lara[312]' bir yarar olarak helal kılındı. İhramlı olduğunuz sü­rece kara avı ise size haram kılınmıştır. O'na götürülüp toplanacağınız Allah'tan korkup-sakının.

 

Ayetlerde;

 

1) Müslümanların dikkati bir hususa çekiliyor ki, buna göre, yüce Allah onları elleri­nin ve mızraklarının ulaştığı avlar konusunda denemektedir.Amaç Allah'tan korkan ve emirlerini göz önünde bulundurarak hareket eden ihlaslı, gerçek mü'mini fiili olarak ortaya çıkarmaktadır.

2) Dönemi sırasında sapıp Allah'ın koyduğu haramlar sınırını aşanların Allah katın­da acıklı bir azaba çarptırılacakları uyarısında bulunuluyor.

3) İhramlıyken av hayvanı öldürmek yasaklanıyor. Böyle yapanlar için keffaret hük­mü getiriliyor. Bu kefaret, Kabe'nin yanında öldürülen av hayvanına denk bir hayvanın kurban olarak sunulması veya yoksulların doyurulması yahut buna denk olacak bir kaç gün oruç tutmak olarak tesbit ediliyor. İhramlıyken av hayvanı öldüren kimse bir yasak çiğnediğini ve ona karşılık kefaret ödediğinin bilincine varsın.

4)  Yüce Allah'ın bundan önce işlenen bütün kusurları affettiği duyuruluyor. Buna rağmen herhangi bir kimse tekrar böyle bir kabahat işlerse kendini üstün iradeli ve aziz olan Allah'ın intikamının hedefi haline getirir.

5)  Bu arada müslümanlara yasama ile ilgili bir hitap yöneltiliyor. Buna göre yüce Allah onlara deniz avını ve bu av hayvanlarını yemeyi helal kılmıştır. Bu ruhsattan yol­cu ya da mukim olan tüm müslümanlann eşit şekilde yararlanması şartıyla. Ancak ih­ramda oldukları sürece karada avlanmaları haramdır. Sonunda müslümanlara öğüt veri­liyor. Allah'tan korkup sakınmaları gerektiği, çünkü O'na döndürülecekleri, huzurunda toplanacakları vurgulanıyor.

Beğavi, ilk ayetin tefsiri bağlamında, onun Hudcybiye barış antlaşmasının imzalan­dığı yıl indiğini rivayet eder. Rivayete göre müslümanlar o sırada ihramlıyken yüce Al­lah onları dener. Sürülerce yabani hayvanlarla karşılaşırlar. Onları yakalamaya çalışır­larken yukarıdaki ayet iner. İkinci ayetin tefsiri bağlamında aktarılan bir rivayete göre, ayet Ebul Yusuf adında bir adam hakkında inmiştir. Bu adam ihramlı olduğu halde bir yabani eşek yakalar ve onu öldürür. Deniz avı ve bu avdan yemekle ilgili bir rivayete rastlayanı adılar.

Rivayetler ayetle şekil ve konu olarak uyumlu bir bütünlük görüntüsünü veriyorlar. Bir konu daha içeriyorlar ki, iniş sebeplerine ilişkin rivayetlerde bundan söz edilmiyor. Deniz avının ve ondan yemenin helal oluşu konusunu kastediyorum. Bu yüzden ayetle­rin bir defa da indiklerine ilişkin görüşü tercih ediyoruz. Ama bu, rivayetlerde sözü edi­len olayların meydana gelmiş olmasına engel değildir. Bu durumda söz konusu olayları bu bölümün tamamının iniş sebebi olarak algılayabiliriz. Bu münasebetle ihramlıyken avlanma ile ilgili tam bir bölüm inmiştir.Bu bölümde Önceki ayetler arasında kapsam itibariyle bir benzerlik yok görünüyor, ancak aradaki konu benzerliği hemen fark ediliyor. Çünkü bu ayetlerin içeriği de Önceki ayetler gibi yasama niteliklidir. Öyle anlaşılıyor ki, bu ayetler önceki ayetlerin hemen sonrasında inmemiş olmakla beraber, aradaki bu münasebet dolayısıyla buraya yerleşti­rilmişlerdir.Gerçi İslam'dan önce ihramlıyken denizde avlanmanın helal mi yoksa haram mı oldıığuna ilişkin bir ifadeye rasllayamadık; ancak geleneksel olarak, Arapların ihramlıy-kcn kan dökmeyi sakıncalı görmelerinden hareketle, bunun da sakıncalı görüldüğü so­nucuna varıyoruz. Dolayısıyla ayetlerin inişine esas oluşturan hikmet genelde rnüslü-manlar ve Özelde de deniz ya da kara yoluyla uzak mesafelerden gelenler için bir kolay­lık olsun diye, deniz avının helal kılınmasını öngörmüştür. Bu da bizi şu sonuca götürür: İhramlıyken denizde avlanmak ve bu avların etinden yemek mubahtır.

Ayetin tefsiri bağlamında "ve siz ihramlıyken" ifadesinin boyutlarını, anlamını de­taylı bir şekilde sunduk. Aynı şeyleri burada da söyleyebiliriz. Dolayısıyla aynı sözleri tekrarlamanın ya da ek açıklamalarda bulunmanın gereği yoktur.

Tefsir bilginleri, Peygamberimizden (s) bazı hadisler, ashab ve tabiine ait olduğu ile­ri sürülen bazı sözler aktarmışlardır ki; bunlarda ayetlerin içerdiği hükümler sunuluyor. Bunları şöylece sıralamak mümkündür:

1) Bazılarına göre, ayeti kerimede sözü edilen kefaret hükmü ihramh olduğunu unut­tuğu halde bilerek av hayvanı öldüren kimse için geçerlidir. Eğer ihramh olduklarını unutmuşlarsa, bunların günahı kefaretle silinmeyecek kadar ağırdır. Dolayısıyla onlar Allah'ın intikamının hedefi halindedirler. İhram 1 ılıkları geçersiz, hacları iptal olur. Bu görüşü savunanlar: "Allah geçmişte olanı bağışladı" ifadesinin ayetin İnişinden önceki uygulamalara yönelik olduğunu söylemişlerdir. Bir diğer görüşe göre, kefaret, ihramh olduğunu hatırladığı halde ilk kez bilerek av hayvanı öldüren kimse için geçerli olan bir hükümdür. Bunu tekrarlarsa günahı kefaretle silinmeyecek kadar ağır olur ve kendisi de ilahi intikamın hedefi haline gelir. Bunlarda öncekiler gibi: "Allah geçmişte olanı bağış­ladı" ifadesinin-ayetin inişinden öncesine yönelik olduğunu söylemişlerdir. Ayrıca, yüce Allah'ın ilk ayette uyardığı azabın da, ona muhalefet ettikleri için kefaretle ortadan kalkmadığını savunmuşlardır. Bunun yanında vurguladıkları bir diğer husus da şudur: Hakemlik edecek iki kişi, öncelikle onun ihramlıyken bilerek av hayvanı öldürüp öldür­mediğini sormalıdırlar. Eğer evet derse, onu reddetmeli ve hakkında hakemlik yapma­malıdırlar. Şayet hayır derse, hakemlik etmelidirler. Taberi ikinci görüşü isabetli say­mıştır. Taberi'nin bu değerlendirmesi yerindedir. İlk defa av hayvanı öldürenin kefaret Ödemesi ile günahının silinmeyeceğine ilişkin değerlendirmesi hariç. Çünkü kefaret, hak sahibinin bedeli değildir. O, Allah'a tevbe hükmünde bir durumdur. Allah da kullarının levbesini kabul eder. Şura; 25. ayette de belirtildiği gibi onların kusurlarını affeder. Kuşkusuz bazı günahlar vardır ki, bunlar kefaret şöyle dursun, tevbe edilse dahi affedil­mezler. İncelediğimiz bu sûrenin 33 ve 34. ayetlerinin, Tevbe sûresinin ve Furkan sûre­sinin tefsiri çerçevesinde bu hususları detaylı olarak ele aldık.

2) Bilginlerin bir kısmına göre, o "ev" veya edatı seçme ifade eder. Buna göre, ada­letle hükmeden iki hakem, yiyecek, oruç veya kurban olarak Öldürülen ava denk düşen miktarları tesbit ederler. Bilerek avlanan kişi de kefaret olarak bunlardan birini seçer. Diğer bazılarına göre "ev" edatı sıralama bildiriyor. Öncelikle kurban kesmek gerekiyor, bulunmazsa yemek yedirilmeli, o da yoksa oruç tulmak lazım gelir. Kur'an'ın ifade tarzı, her iki ihtimale de açıktır.

3) Tefsir bilginleri, iki hakemin hükmedecekleri çerçevenin sınırlarını da açıklamış­lardır. Buna göre hakemlerin hükmedecekleri en iyi çerçeve şöyle çiziliyor: Bir kimse yabani bir eşek, sığır veya keçi öldürürse, üzerine düşen kefaret bir sığır kuban etmek veya on yoksulu doyurmak yahut on gün oruç tutmaktır. Bir kimse ceylan yavrusu, tav­şan veya keler öldürürse, üzerine düşen kefaret bir koyun kurban etmek veya altı yoksu­lu doyurmak yahut altı gün oruç tutmaktır. Bir kimse de serçe, bıldırcın yada güvercin gibi daha küçük bir hayvan öldürürse, kefaret olarak kesmesine hükmedilmez. Çünkü hayvanlar içinde bunlara denk sayılabilecek bir hayvan yoktur. Bununla beraber bir ku­zu yada koyun kurban etmesi müstehaptir. Bu durumdaki bir kimsenin üç yoksulu do­yurmasına yada üç gün oruç tutmasına hükmedilir. Yiyecek tam gün yetecek gıda ol­malıdır. Yanmsa yahut bir mudi buğday yada hurma veya hazır yemek gibi.

4) Tefsir bilginleri bu yasağın eli yenen hayvanlarla ilgili okluğunu söylemiş, dola­yısıyla ihramİiyken insana eziyet eden öteki hayvanları öldürmenin mubah olduğunu ileri sürmüşlerdir. Bu görüşlerine dayanak olarak da Beğavi'nin Abdullah b. Ömer'den aktardığı şu rivayettir: "Rasulullah   (s) buyurdu ki: İhramlı olan bir kimsenin şu beş hayvanı öldürmesinin sakıncası yoktur: Karga, çaylak, akrep, fare ve azgın köpek." Adı geçen müfessir bir diğer hadisi de Ebu Said'den aktarır: "Rasulullah Efendimiz buyurdu ki: ihramlı kişi evcil yırtıcıları öldürebilir" Aynı müfessir Ebu Hureyre'den de şöyle ri­vayet eder: Rasulullah (s) buyurdu ki: "İhramhykcn beş hayvanın katli mubahtır: Yılan, akrep, çaylak, fare ve yırtıcı köpek"[313]

5) Tefsir bilginleri, İhramlı olan kişi kendisi avlamadıkça yada kendisi adına avlan-madıkça başkasının avladığı kara hayvanının etinden yiyebilir demişlerdir. Bu görüşle­rini İmam Şafi'nin Cabir b. Abdullah'tan aktardığı şu hadise dayandırmışlardır: "Rasu-fullah'ın şöyle dediğini duydum: Siz kendiniz avlanmadıkça yada biri sizin için avlan-madıkça siz ihramİiyken karada avlanan hayvanın eti size helaldir."[314]

6)  Aynı şekilde deniz avının ve yiyeceklerinin ihramlı ve ihramsız herkese mubah olduğunu söylemişlerdir. Deniz hayvanının sudan canlı yada ölü çıkarılmış olması fark etmez. Denizin kıyıya attığı da bu hükme tabidir. Bunların yaralananları ve mızrakla vurulanları da Öyledir. Bu hususta nehirlerin de deniz hükmünde olduğunu söylemişler­dir. Bazıları kurbağa türlerini ve yengeçleri bu kapsamın dışında tutarlar. Çünkü bunlar lam olarak deniz hayvanı sayılmazlar.

7) Adalet sahibi iki hakeme gelince, bununla ilgili herhangi bir bilgiye rastlayama-dık. Öyle anlaşılıyor ki, bizzat avlanan kişi adil ve deneyimli olduklarına inandığı iki

kişiyi seçer. Bunlar meseleyi takdir eder ve avlanan kişiye görüşlerini bildirirler. Çünkü bu iki arasında geçen hukuki değil, dini bir meseledir. Onun için müslümanların yöneti­cilerinin bir müdahalesi sözkonusu olamaz. Yine de doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.

İlk kez "Ka'be" kelimesinin geçmesi münasebetiyle şunu söylüyoruz: Teftir bilgin­leri, bu şekilde adlandırılmasının kare şeklinde yada yüksek bir bina olarak inşa edilmiş olmasından kaynaklandığını söylemişlerdir. Bir görüşe göre, çevresindeki binalardan ayrı ve tek olarak inşa edildiği için bu şekilde adlandırılmıştır.[315] İlk kullanımda bu an­lamlardan biri bir şekilde kullanılmıştır. Mekke ve Medine inişli bir çok sûrede Ka'be'-den "beyt: ev" ve "beytul haram: Haram (dokunulmaz) ev" şeklinde söz edilmiştir. İs­lam'dan önce Araplar'da onu bu şekilde anlıyorlardı. Onun etrafında ve içinde bir çok put yaparak etrafında tavaf yapıyorlardı. Orada namazlarını kılıyor ve yanında kurbanla­rını sunuyorlardı. Arapların yaşam tarzlarına ilişkin rivayetlerden[316] yanmada da tek, "Ka'be"nin bu olmadığı anlaşılıyor. Bazı Arap kabilelerinin aynı amaçla bina edilmiş Ka'beleri vardı. Ancak Mekke'de ki Ka'be tüm Arapların ortak mabedi sayılıyordu. Ra-sulullah (s) Mekke'yi fethettiği zaman Ka'be'nin içinde ve etrafında 360 tane put bul­muştu. Duvarlarında Hz. İbrahim ve Hz. İsa'nın resimleri bulunuyordu. Bu da gösteri­yor ki Araplar onu ortak ve genel bir Ka'be olarak kabul ediyorlardı. İçlerindeki bazı hrıstiyan kabileler de put ve mabudlarının heykellerini içine ve etrafına yerleştirerek bu ortak eğilime katıldıklarım göstermişlerdi. Daha önce çeşitli vesilelerle Ka'be'nin olu­şumu ve bina edilişi ile ilgili rivayetlere değindik. Bir kez daha yinelemeye gerek duy­muyoruz. [317]

 

97-  Allah, Beyt-i haram olan Ka'be'yi insanlar için bir kı­yam evi'[318] kıldı; haram ayı kurbanı ve boyunlardaki ger­danlıkları da. Bu Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa tü-münü bildiğini ve Allah'ın gerçekten herşeyi bilen olduğu­nu bilmeniz içindir.

98-  Bilin ki, Aİlah gerçekten cezası pek şiddetli olandır. Ve Allah bağışlayandır, esirgeyendir.

99-  Elçiye tebliğden başka yükümlülük yoktur. Allah açığa vurduklarınızı da, gizli tuttuklarınızı da bilir.

100-  De ki: Murdar İle temiz -murdarın çokluğu hoşuna gitse de- bir olmaz. Ey temiz akıl sahipleri, Allah'tan kor­kup sakının. Umulur ki, kurtuluşa erersiniz.

 

"Allah, Beyt-İ Haram Olan Ka'be'yi İnsanlar İçin Bir Kıyam Evi Kıldı"

 

Ayetlerin ifadesi gayet açıktır. Ayetlerin şu hususları içerdiklerini gözlemliyoruz:

1)  Allah'ın dokunulmaz (haram) evi olan Ka'be'de, haram aylarda, kurbanlıklarda

ve boyunlardaki gerdanlıklarda, bölgeye özgü yasaklarda ve alışkanlıklarda insanların işlerine, geçimlerine ve çıkarlarına dayanak olan etkenlerin somutlaştığına dikkat çekili­yor.

2)  Müslümanlara bir çağrı yöneltiliyor. Allah'ın göklerde ve yerde bulunan herşeyi bunların gereklerini, insanlar için dayanak olabilecek olguları bildiğini kesin bir ifadey­le vurgulamaları isteniyor. Koyduğu haramları dinlemeyen ve onları çiğnemeyen inatçı­lara karşı sonuç alıcı cezasının çok şiddetli olduğu iyi niyetli, amellerinde Allah'ı göze­ten ve bir kusur işlediğinde derhal pişmanlık duyanlara karşı da bağışlayıcı, esirgeyici olduğu ifade ediliyor.

3)  Bir diğer uyanda da Rasulün ancak ilahi mesajı tebliğ etmekle yükümlü olduğu belirtiliyor. Yüce Allah'ın bu çağrıya muhatap olanları denetlediği, onların gizlisini açığını bildiği ve bir gün onları tek tek önlerine sereceği dile getiriliyor.

4)  Ayetlerin akışı içinde hitap Hz. Peygamber'e yöneltiliyor ve insanlara şöyle de­mesi emrediliyor: Hiç bir şekilde pis ile temiz ve helal ile haram bir olamaz, pisin yada haramın dış görünüşü çokluğu ilgi çekici, albenili olsa bile.

5) Bir de akıl sahiplerine Allah'tan korkmaları telkin ediliyor. Çünkü takva kurtulup ve başarı demektir.Bu ayetlerin inişi ile ilgili olarak belli bir rivayete rastlamadık. Öyle anlaşılıyor ki bunlar önceki ayetlerden hemen sonra inmişlerdir. Böylece hac esnasında yapılan iba­detler bu mevsime özgü gelenekler ve bu arada av yasağı gerekçeleri ve yorumlarıyla ele alınmışlardır. Dolayısıyla bu ayetlerin önceki ayetlerle beraber veya onlardan hemen sonra inmiş olması kuvvetle muhtemeldir.

Bu sûrede ve bundan önceki sûrelerde, çeşitli münasebetlerle Ka'be, kurbanlıklar, ve boyunlardaki gerdanlıklar ile ilgili geleneklerin, ifade ettikleri anlama değindik, bu açık­lamaları yinelemenin yada ek açıklamalarda bulunmanın gereği yoktur. Sadece bu ayet­lerin içerdiği yorumsal açıklamalara hacc geleneklerine yüklediği anlama ve direktiflere dikkat çekmek istiyoruz. Yüce Allah bu geleneği başlangıçta Araplara ilham etmiş, ar­kasından Kur'an aracılığı ile pekiştirmiştir. Bunun nedeni adı geçen geleneğin insanla­rın çıkarına olmak üzere çeşitli önceliklere sahip olmasıdır. Özel, genel, dünyevi ve dini uygulamalar hep birlikte insanların hayat dayanağını oluştururlar. Bu aynı zamanda, söz konusu geleneğin İslam Öncesi Arapların hayatları üzerinde de olumlu etkiler bıraktığı­nın ipucudur. İnançlarının, ibadet şekillerinin ve yurtlarının farklılığına rağmen bir tek ibadet manzumesi ve çilesiyle bir araya gelebiliyorlardı. İçlerinde gerçekleşen tek birlik görüntüsü buydu. Hacc mevsimi kutsal bir uzlaşma dönemiydi. Savaşlara, kavgalara ara verilirdi. Geniş ve dağınık topluluğa bir süre için güvenlik ve huzur egemen olurdu. Et­kin bir merkezi otoriteden yada yargı erkinden söz edilemezdi. Hacc mevsimi, büyük pazarların panayırların kurulmasına sebep olurdu. Orada mallarım satar ihtiyaçlarım gi­derirlerdi. Problemlerini çözerlerdi. Hacc mevsiminde kurulan panayırlar dil ve lehçe birliğini sağlamak için bulunmaz bir fırsattı. Buralarda Övünç duydukları değerlerini başkalarına aktarma fırsatını bulurlardı. Vaazlar, hutbeler, kasideler ve anlam ve etki iti­bariyle birbirinden farklı haberler dinlerlerdi. Bütün bunlar bir canlılık, bir hareket ka­zandırıyordu. Böylece Peygamberimizin gönderilişinden Önce ruhlar ve fikirler diri tutu­luyordu.

Ayetler bu açıdan, İslami yasaların insanların maddi ve manevi çıkarlarını korumayı hedeflediklerini vurguluyorlar. Bu arada bir lakım şaibe ve ayıplardan arındırıldıktan sonra büyük ölçüde cahiliye dönemindeki şekliyle korunan hacc ibadetler manzumesine ilişkin olarak zihinlerde belirebilecek kuruntuları bertaraf ediyorlar. Bu bakımdan ayet­ler, kapsayıcı, sürekli ve etkileyici bir telkin içeriyorlar. Buna göre insanların çıkarları­nın ve maslahatlarının dayanağı niteliğine sahip olacak şeylerden yararlanmayı kolay­laştırmak, bunlara uygun bir zemin oluşturmak ve bu lür imkanlar icad etmek gerekir. Müslümanların güçlenmesine ülkelerinin kalkınmasına ve hayat düzeylerinin yükselme­sine vesile olabilecek imkanlar araştırılmalıdır. Bunu yaparken Allah'ın belirlediği ha­ramlardan uzak durmak, hclal-haram, temiz-pis, faydalı-zararlı, hayır-şer, adalet, ihsan- azgınlık ve luğyan ile ilgili olarak çizdiği sınırların ötesine geçmemek bir yükümlülük­tür.

Ayetler grubunun son ayeti bu evrensel telkinle bütünleyici bir işlev görüyor. Söz konusu ayette, çekiciliğine, göz alıcı dış görünümüne, insana hoşgörünen lezzetlerine ve kolayca elde edilir olmasına kanıp da insanların pis, haram, zararlı ve kötü şeylere yönelmemesi gerektiği vurgulanıyor. Bunları temiz, helal, faydalı, ve hayırlı şeylerden ayırmak birbirlerine denk tutulmalarına engel olmak gerektiği dile getiriliyor. Ayetin son bölümünde etkili bir mesaj sunuluyor. Burada hitap düşünen akıl sahiplerine yöne­liktir. Çünkü onlar Kur'anın yönelttiği uyanlardaki hikmeti, hak unsurunu ve kurtuluş nedenlerini kavrayabilirler, ayırdedebilirler. Bunları insanlara da açıklayabilirler. Hem kendileri Allah'tan korkup sakınabilir, hem de başkalarını uyarma görevini yerine geti­rebilirler.

Daha önce değişik münasebetlerle işaret ettiğimiz gibi, bunlar Kur'anın genel direk­tifleri ve açıklamalarıyla örtüşüyor. Bunlar aynı zamanda İslam şeriatını kalıcı ve ölüm­süz kılan özelliklerdir. Çünkü İslam şeriatı insan çıkarma, insan onuruna, insan hayrına, insan yararına ve ruhunun arınmasına uygundur. Hiç bir zaman aklı başında olan insaflı bir insan İslam şeriatını inkar etmez. [319]

 

101-  Ey iman edenler, size açıklandığında sizi üzecek şey­leri sormayın; Kur'an İndirildiği zaman sorarsanız, size açıklanır. Allah onu affetti. Allah bağışlayandır, yumuşak davranandır.

102-  Sizden önce bir topluluk onu sormuştu da sonra ka­firler olmuşlardı.

 

Müslümanlar Kur'an'ın Emrettiği Şeyleri Sorup Öğrenmelidirler

 

Ayette şu hususlar İşleniyor.

1) Müslümanların, zorunlu olmayan ve hiç bir yarar da sağlamayan şeyleri Hz. Pey­gambere sormaları yasaklanıyor.

2) Bu yasağın gerekçesi olarak da, cevabın sertliği ve ağırlığı dolayısıyla kendilerini üzebileceği belirtiliyor.

3)  Yasak ve gerekçesini pekiştirici bir uyarıya yer veriliyor. Buna göre kendilerin­den önceki bazı topluluklar da peygamberleine bu tür sorular sormuşlardı da, aldıkları cevaplar inkara ve inatçılığa sürüklenmelerinin sebebi olmuştu.

4)  Vahyedilen ve Kur'anın inişi esnasında bir yükümlülük olarak emredilen şeyleri sormaları gerektiği dile getiriliyor. Böyle şeyleri sormaları daha doğru ve daha iyi bir davranıştır. Hiç bir sıkıntı ve sonucundan endişe duymadan bu tür sorular sorabilirler ve açıklayıcı cevaplar da alırlar.

5) Bu arada yüce Allah'ın bundan önce sordukları bu tür sorulardan dolayı kendileri­ni affettiği duyuruluyor. Çünkü Allah bağışlayıcıdır, kullarına yumuşak davranır.

Görüldüğü gibi ayetler grubu yeni bir bölüm niteliğindedir. Belki de bu ayetlerden sonra inmiş ve sûrenin tertibi içindeki bu yerlerine bu münasebetle konulmuşlardır. Ayetlerin iniş sebebiyle ilgili olarak bir çok rivayet aktarılmıştır. Bunlardan birini Buha-ri ve Tirmizi İbn Abbas'tan rivayet etmişlerdir: "Bir takım kimseler, alay etmek amacı ile Rasulullah'a sorular sorarlardı. Biri: 'Babam kimdir?' devesinin kaybolduğunu söy­leyen bir diğeri: 'Devem nerededir?' diye sordu. Bunun üzerine yukarıda ki ayetler in­di".[320] Tirmizi ve Müslim Hz. Ali'den rivayet ederler: "Ona yol bulanın Beyti hacc et­mesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır." ayeti inince bazıları: 'Ya Rasulullah, her yıl mı?' diye sordular. Rasulullah sustu. Onlar yine: 'Ya Rasulullah, her yıl mı?' diye sor­dular. Rasulullah: 'Hayır' dedi. 'Eğer evet deseydim, her yıl haccetmek size vacip olur­du'. Bunun üzerine yüce Allah bu ayetleri indirdi".[321] Buharı ve Müslim Enes'ten şöyle rivayet ederler: Peygamberimiz (s) ashabından bir şeyler duymuştu. Minbere çıkıp onla­ra hitap etti ve dedi ki: "Cennet ve cehennem bana sunuldu. Hayır ve serde bugünkü gi­bisini görmedim. Eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz, kesinlikle az güler, çok ağlar­dınız." Bu sözler ashabı o kadar çok etkiledi ki, o gün işittikleri bu şiddetli ifadelerin dehşetinden başlarını ellerinin arasına alıp hüngür hüngür ağlamaya başladılar. Bunun üzerine Ömer ayağa kalktı ve: "Rab olarak Allah'tan, din olarak İslamdan ve peygam­ber olarak Muhammed'den razıyız." dedi. Bir adam da: Babam kimdir? diye sordu. Pey­gamberimiz (s): "Baban falan adamdır" cevabını verdi. Bunun üzerine yukarıdaki ayet­ler indi.[322]" Taberi bu rivayetleri bazı eklemelerle ve başka kanallardan aktarmıştır. Söz­gelimi yukarıdaki ikinci rivayeti Ebu Hureyre kanalıyla aktarmıştır ki, rivayette ek açık­lamalar vardır: "Eğer vacip olsaydı, siz inkar ederdiniz." gibi. Ayrıca, sorunun: "Beyti hac etmeleri Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır." ayetinin inişi üzerine sorulduğu şeklinde bir ifade de yer almıyor rivayette. Sadece şöyle söyleniyor. Rasulullah insanlar arasındayken ayağa kalktı ve: "Size hacc farz kılındı" dedi. Son rivayeti de aynı ifade­lerle aktarıyor: İnsanlar Peygamberimize (s) birtakım sorular sordular ve soruların ölçü­sünü kaçırıp ileri gittiler. Bunun üzerine Rasulullah (s) Öfkelendi ve: "Ancak bana size cevap verebileceğim sorular sorun" dedi. Bu sırada babasından başkasına nisbet edilen bir adam ayağa kalktı ve: Babam kim? diye sordu. Rasulullah: "Senin baban Huza-fe'dir." dedi. Bir diğeri: Ya Rasulullah, babam nerededir? diye sordu. Rasulullah: "Ateştedir." cevabım verdi. Bunun üzerine Ömer kalktı ve Rasulullah'in ayaklarını Öptü ve dedi ki: "Ya Rasulullah, bizler cahiliye'den ve şirkten henüz kurtulmuş bir toplumuz. Bizi affet, Allah seni affetsin." Bunun üzerine Rasulullah'm (s) öfkesi dindi. Bir.rivaye­te göre Ömer şöyle demiştir: Rab olarak Allah'tan, din olarak İslam'dan ve peygamber olarak Muhammed'den razıyız. Fitnelerin kötülüğünden Allah'a sığınırım. Bunun üzeri­ne yukarıdaki ayetler indi.

Ayetlerin ruhuyla ve içeriğiyle en çok uyuşan, haccla ilgili soruyu içeren rivayet ol­sa gerektir. Ancak bu sorunun Âli İmran süresindeki: "Evi haccetmeleri Allah'm insan­lar üzerindeki hakkıdır" ayetinin indiği sırada sorulmadığına ilişkin görüşü tercih edi­yoruz. Çünkü aradaki münasebet uzak görünüyor. Bu arada Taberi'nin soru ile Âli İm­ran süresindeki ayet arasında ilgi kurmaya uygun bir rivayete de yer verdiğini belirte­lim.

Artık her ne şekilde cereyan etmişse olay, ayetlerin inatçılıktan, can sıkıcı, kışkırtıcı tavır ve sorulardan insanları sakındırdığı ortadadır. Çünkü bu tür tavır ve soruların hem sahiplerine, hem de başkalarına zarar veren sonuçlar doğurması kuvvetle muhtemeldir. Bu da her zaman için geçerli olan önemli bir telkindir.

Müslim Sa'd kanalıyla Peygamberimizin (s) şöyle dediğini rivayet eder: Müslüman­lar içinde cürmü en ağır olan müslüman, haram kılınmamış bir şey hakkında soru soran ve bu sorusu yüzünden o şeyin insanlara haram kılınmasına sebep olan kimsedir.[323]Bu-hari şöyle rivayet eder: Rasulullah buyurdu ki: Size hakkında açıklama yapmadığım şeylerde beni rahat bırakın. Çünkü sizden Öncekiler çok soru sordukları ve peygamber­lerine rağmen ihtilafa düştükleri için helak oldular.[324] İbn Kesir'in sahih diye nitelediği bir diğer hadisle şöyle deniyor: Yüce Allah bazı farzlar koymuştur; onları zayi etmeyin. Bir takım sınırlar belirtilmiştir; onları aşmayın. Bazı haramlar öngörmüştür; onları çiğ­nemeyin. Bazı şeylerden de sırf size acıdığından söz etmemiştir, Ama kesinlikle bu sus­kunluk unutmaktan kaynaklanmıyor. Sakın bunlar hakkında soru sormayın.[325] Müfessir Hazin, Selman'dan şöyle rivayet eder: "Rasulullah Efcndimiz'dcn bazı şeyler soruldu. Helal, Allah'ın kitabında helal kıldığı şeydir. Haram da O'nun kitabında haram kıldığı şeylerdir. Haramda O'nun kitabında haram kıldığı şeylerdir. Sözünü etmediği şeylcrse, affettiği şeylerdir. Zorlaştırırı ayınız." Görüldüğü gibi Peygamberimizin (s) bu tavsiyesi Kur'an'in direktifleriyle bir uygunluk arzediyor. Bu durum, her zaman ve her mekanda göz Önünde bulundurulacak, ölçü alınacak toplumsal ahlak açısından bir Örnek oluştur­maktadır. [326]

 

103- Allah Bahiyre'den[327], Saibe'den[328], Vasiyle'den[329] ve Ham'dan[330]' hiç birini kılmamıştır. Ancak inkar edenler, Al­lah'a karşı yalan düşüp uyduruyorlar. Onların çoğu akıl er­dirmez.

104- Onlara: Allah'ın indirdiğine ve elçiye gelin denildi­ğinde "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" derler. Ya ataları bir şey bilmiyor ve hidayete ermiyor İdi­lerse?

 

Sosyal Manzaralar

 

Ayetlerde:

1) Yüce Allah'ın Bahiyre, Şaibe, Vasiyle ve Ham adı altında hayvanlara yapılan muameleleri ve buna bağlı olarak gelişen gelenekleri yasalaştırınadığı dile getiriliyor.

2) Bu tür bir kuralı koyup pratik uygulayanların, Allah'a karşı yalan uydurup O'na iftira atan kafirler oldukları belirtiliyor. Bunlar kendi uydurduklarını Allah'a nisbet eden cahillerdir. Çoğu söylediklerinin ne anlama geldiğini bilmiyor.

3) Söylediklerinden ve içine düştükleri çelişkiden dolayı sert eleştirilere maruz kalı­yorlar. Buna göre onlar, bir yandan bu uygulamayı Allah'a nisbet edip O'nun emirleri doğrultusunda hareket ettiklerini iddia ederlerken, öte yandan kendilerine Allah'ın ve Rasulu'nün koyduğu ve özü itibariyle kendi maslahatlarına ve yararlarına olan şeriata uymaya çağırıldıkları zaman, yüz çevirip "bize atalarımızı üzerinde bulduğumuz sistem yeler" demekle büyük bir beyinsizlik örneği sergiliyorlar.

4) Sert bir eleştiri kendilerine yöneltiliyor ve bu tutumlarına bîr soruyla cevap verili­yor: Atalarını üzerinde buldukları hayal tarzını körü körüne taklit etmeleri akla sığar mı? Ya ataları hiç bir şey bilmeyen ve doğru yol üzere olmayan kimseler İdilerse?

Taberi, bazılarının Rasulullah'ın (s) Bahİyre'nin ve Saibe'nin hükmünü sordukları, bunun üzerine ayetlerin indiğini rivayet, Önceki ayetler grubunun ilk ayeti ile ilgili riva­yetler içinde yer alır ki, bu ayetler de aynı sebepten ötürü inmişlerdir, şeklindeki bir ka­naate yol açar, oysa bahiyre ve şaibe ile ilgili soru da Önceki ayetler grubunun ilk ayeti ile ilgili rivayetler içinde yer alır ki, bu ayetler de aynı sebepten Ötürü inmişlerdir, şek­lindeki bir kanaate yol açar. Oysa, Bahiyre ve Şaibe ile ilgili soruda önceki ayetlerde, kini andırır bir uyarı ve sakındırmayı gerektirici bir durum söz konusu değildir. Dolayı­sıyla, bu ayetlerin önceki ayellerden bağımsız olduklarını söyleyebiliriz. Soru ve cevap da bağımsızdır ve bu ayetlerle ilintilidir. Doğrusunu Allah herkesten daha iyi bilir.

Ayetlerde cahiliye yaşam tarzından tablolar sunuluyor. Bu tabloların Ön plana çıkar­dığı olgulardan anlıyoruz ki, İslam'dan önce Araplar Allah'ın emirlerine dayalı dinsel bir lemele dayandıklarını düşünüyorlardı ve onlar atalarının hayat tarzlarına sıkı sıkıya bağlı, geleneklerini kutsuyorlardı. Son iki husus, bir çok kere gündeme getirilmiştir. Bu da gösteriyor ki, onlar ortaya çıkan her yeni duruma karşı atalarının geleneklerini ve kutsallıklarını kanıt olarak ileri sürüyorlardı.

Bunun önemli ve kalıcı bir direktif olduğu açıktır. Buna göre insan aklına aykırı un­surlar, sapıklıklar ve ahmakça uygulamalar içeren ataların geleneklerinde ve adetlerinde ısrarcı olmak, inatta bağlılığı sürdürmek çirkin bir tutumdur. Eski veya yeni olduğuna bakmaksızın hak, doğru ve maslahata uygun olana tabi olmak gerekir.

Ayetlerin çizdiği manzaralara gelince, bunları anlamamıza yardımcı olacak bir riva­yet var elimizde. Buhari ve Müslim Said b. Müseyyeb'den rivayet ederler: Bahiyre; sütü putlara adanan hayvana denirdi. Onu kimse sağamazdı. Şaibe, putlar için salıverilen hayvana denirdi. Bunların sırtına hiç bir şey yüklenmezdi. Vasiyle ise, ilk yavrusu dişi olan, arkasından bir dişi yavru daha doğuran deveye denir. Arada hiç erkek yavru do­ğurmadığı için onu putlarına adayıp serbest bırakırlardı. Ham damızlık deveye denir. Dölü alındıktan sonra putlara adanır ve sırtına yük vurulmazdi.[331]

Tefsir kitaplarında geniş açıklamalar yer ahr. Fakat bunlar birbirlerinden çok farklı oldukları için birini diğerine tercih etmek oldukça güçLür. Dolayısıyla dört uygulamanın her biri için birer örnek vermekle yetindik:

a) Araplar, dişi deve beş batın doğurduğu zaman, ona binmeyi ve sırtına yük yükle­meyi haram ederlerdi. Tüylerinin kesilmesini de yasaklarlardı. Onun su içmesine ve ba­rınmasına engel olmazlardı. Beşinci yavrusu erkek olursa kurban ederlerdi. Dişi olursa kulaklarını yararlardı. Bu onun adandığını gösterirdi. İşle Bahire budur.

b) İçlerinden biri hastalandığında, ya da bir şeyi kaybolduğunda veya acı bir durum baş gösterdiğinde bir deveyi salıvermeyi adarlardı, diğer bir ifadeyle deveyi azad etme sözünü verirlerdi. Hasla iyileştiğinde veya kayıp olan şey bulunduğunda yahut acıklı durumdan kurtulduklarında deveyi yük taşımaktan sırtına binmekten ve boğazlamaktan onu muaf tutarlardı. Onu başı boş sahverirlerdi. Şaibe de bu tür develere denirdi.

c) Bir devenin sulbünden on tane deve dünyaya geldiğinde yada bu deve yavrusunun yavrusunu gördüğünde (yani dede olduğunda), onu yük taşımaktan ve sırlına binmekten muaf tutarlardı ve o sırtını korudu (himaye etti) derlerdi. Bu tür develere de Hami denir­di.

d)  Koyun biri erkek biri dişi olmak üzere ikiz doğurduğunda erkeğini boğazlamaz­lar, kızkardeşi ona ulaştı derlerdi. Bu tür koyunlara da vasiyle derlerdi.

Bütün bunları dinsel bir düşüncenin dürtüsüyle yapıyorlardı. Böyle yapmakla Al­lah'a şükrettikleri, O'na yaklaştıklarını düşünüyorlardı. Allah'ın böylece kendilerinin arzu ve isteklerini yerine getireceğine inanıyorlardı. Kur'an-ı Kerim bu uygulamalara son verdi. Meşruluklarını onaylamadı. Çünkü bunların gerisinde her hangi bir yarar ve insanların işlerini kolaylaştırıcı her hangi bir unsur yoktu. Bu sûrenin 93. ayetinin tefsiri bağlamında açıkladığımız gibi. Kuran olumlu yönleri ağırlıklı olan bazı gelenekleri, bir takım şaibelerden arındırdıktan sonra devam etmesine onay vermişti. [332]

 

105- Ey iman edenler, üzerinizdeki yükümlülük kendi ne-fislerinizdir. Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar vermez. Tümünüzün dönüşü Allah'a dır. O, size yaptıkla­rınızı haber verecektir.

 

Siz Doğru Yolda Olursanız...

 

Ayette müsliimanlara yönelik bir çağrı yer alıyor. Ve deniliyor ki; Siz Allah'ın ve Rasulü'nün yol göstericiliği sonucu doğru yola erişirseniz, küfredenler, hak ve hidayet yolundan ayrı bir yol izleyenler size zarar veremezler. Hepinizin dönüşü Allah'adır. O vakit size yaptıklarınızı haber verecek ve hakkettiğinizin karşılığını da verecektir.

Ayetin iniş sebebine ilişkin özel bir rivayete rastlamadık. Ayelin içeriğinden oluştur­duğu atmosferden ve içinde bulunduğu ayetler grubunun akışından, önceki ayetlerle bağlantılı olduğu anlaşılıyor. Bu değerlendirme, moral ve teselli verme nitelikli bir bağ­lantıdır. Bu bağlamda müslümanlara deniliyor ki: Şayet kafirler bu gelenekler doğrultu­sunda bir hayat sürdürüyor, bunları yalan ve iftira olarak, Allah'a nîsbet ediyor ve atala­rının beyinsizliğini ve sapıklığını körü körüne izliyorlarsa, siz onlardan sorumlusunuz. Sapıkların sapıklıklarına, inkarcıların inkarlarına aldırmayın.Size düşen Allah'ın indir­diklerine göre hareket elmekür.

Şu kadarı var ki, ayet aynı zamanda, tam anlamıyla bağımsız bir cümle niteliğinde­dir. Tevilciler ve müfessirler de ayeti böyle değeriendirmiş ve bu özelliğini esas alan bir yorum yapmışlardır.

Taberi, Sahabe ve Tabiin'in sözlerinden oluşan uzun bir rivayet zincirini, bu ayetin boyutları bağlamında sunmuştur. Bundan çıkan sonuç şudur: Bazıları bunun tüm müslü­manlara yönelik ve Ehli Kitap'Ia yada diğer tüm sapkın topluluklarla ilintili olduğunu kabul etmişlerdir. Müslümanlar Allah'ın ve Rasulü'nün yol göstericiliği ile mü'min ol­ma niteliklerini korudukları sürece, kendilerinin dışındaki diğer toplulukların sapıklıkla­rı onlara zarar vermez. Diğer bazılarına göre hitap bütün müslümanlara yönelik ve içle­rindeki bazı kimselerle ilintilidir. Bir şartla ki, Allah ve Rasulü'nün yol göstericiliği so­nucu hidayet üzere olanlar, müslümanlar içindeki bazı toplulukların ve kimi ferilerin bozgunculuklarının, taşkınlık ve sapkınlıklarının ıslahı, doğrulmaları uğruna ellerinden gelen çabayı göstereceklerdir. Şayet bir şey yapamazlarsa, onlar kendilerinden sorumludurlar. Hidayet üzere oldukları sürece bu bozgunculuk ve sapma onlara zarar vermez.

Bize göre önceki görüş daha isabetli ve ayetin muhtevası, bulunduğu sûrenin akışı ve atmosferiyle daha uyumludur. Daha önce de söylediğimiz gibi bir yandan müslüman-lar, kendilerinden başkalarının sapıklıklarına karşı teselli edilirlerken, bir yandan da Al­lah ve Rasulü'nün yol göstericiliğinde hareket etmeye ve bu çizgiden sapmamaya teşvik ediliyorlar. Ayrıca da inanç Özgürlüğüne de göndermede bulunuluyor. Bu bağlamda, da­ha Önce üzerinde durduğumuz bir çok ayetin içeriği de pekiştiriliyor. Buna göre, müslü-manlar sırf müslüman olmadılar diye başka dinlerin mensuplarıyla savaşmakla yükümlü değildirler.

Ama bu, müslümanların insanlan İslam'a davet etmekle yükümlü olmadıkları anla­mına gelmez. Davet sürekli bir yükümlülüktür. Müslümanlar her yerde ve her koşulda insanları İslam'a çağırmak zorundadırlar. Bu konuda bireyler, topluluklar ve Kur'an esaslarına göre toplumu yöneten hükümetler arasında fark yoktur. "Rabbim yoluna hik­metle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir biçimde mücadele et"(Nahl, 125). Çünkü yüce Allah'ın İslam diğer tüm dinlere üstün kılması şeklindeki va'di ancak bu şekilde gerçekleşir. Bunun yanında Kur'an'da ve sünnette apaçık nasslar vardır ki, bun­lar Peygamber (s)'in sunduğu mesajın evrensel ve tüm insanlara yönelik genel bir çağrı olduğunu ortaya koyuyorlar. Peygamberimize (s) bu mesajı tebliğ etmesi emredilmiştir. Ondan sonra bu görev müslümanların omuzlarına binmiştir.

Ayrıca bu değerlendirme yukarıda işaret ettiğimiz ikinci görüşle de çelişmiyor ve o-nun isabetliliğine de halel getirmiyor. Kaldı ki Peygamberimizden (s) ve ashaptan bir çok hadis, raviler ve müfessirler tarafından ayetin tefsiri bağlamında aktarılmıştır. Bun­lar ayetin ikinci görüşle de ilintili olarak algılanabileceğini ortaya koyuyor. Tirmizi ve Ebu Davud'un rivayet ettikleri iki hadis de bunlar arasındadır. Bunlardan biri Hz. Ebu Bekir'den rivayet ediliyor: "Siz ey iman edenler, üzerinizdeki yükümlülük kendi nefîs-lerinizdir. Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar vermez"[333] ayetini okuyorsunuz. Ama ben Rasulullah'ın (s) şöyle buyurduğunu duydum: "İnsanlar bir zalimi gördükle­rinde, ellerinden tutup zulmüne engel olmazlarsa, Allah'ın tümünü cezalandırmasından korkulur"[334] İkinci hadis de Ebu Ümeyye eş Şa'bani'den rivayet edilir: Ebu Sa'le-be'den: "Ey iman edenler, üzerinizdeki yükümlülük kendi nefislerin izdir" ayetini sor­dum. Dedi ki: Allah'a andolsun ben bunu en iyi bilenden, yani Rasulullah'tan sordum, buyurdu ki: Bilakis ma'rufu emredin ve münkeri yasaklayın ihtirasa itaaat edildiğini, nevaya tabi olunduğunu, dünyanın tercih edildiğini ve her görüş sahibinin kendi görüşü­nü beğendiğini gördüğün zaman, sen sadece nefsinden sorumlusun. Avamı bırak. Çünkü sizden sonra bazı günler gelecek ki, o günlerde sabır ateş közünü avuçlamak kadar zor olur. O günlerde amel eden bir kimse için, sizin ameliniz gibi amel eden elli kişinin ecri vardır. Orada bulunanlar dediler ki; Ya Rasulullah, bizden elli kişinin mi yoksa onlar­dan elli kişinin ecri mi"[335] Taberi Hasan'dan şöyle rivayet eder: Bu ayeti İbn Mesud'a okudum. Dedi ki: Şimdi zamanı değildir. Sizin dediğiniz kabul edildiği sürece söyieyin. Sözleriniz reddedilince de, siz ancak kendinizden sorumlusunuz.[336] Diğer bir hadisi de Taberi, Süiyan b. Ukal'dan rivayet eder: İbn Ömer'e şöyle dendi: Şu günlerde marufu emr ve münkeri nehyetmekten vaz geçip otursan olmaz mı? Çünkü yüce Allah: "Üzeri­nizdeki yükümlülük kendi nefislerinizdir. Siz doğru yola erişirseniz, sapan size zarar vermez." buyuruyor. İbn Ömer Şöyle dedi: Bu ayet benimle ve benim arkadaşlarımla il­gili değildir. Çünkü Rasulullah (s) şöyle buyuruyordu: Dikkat edin, burada hazır bulu­nanlar, bulunmayanlara bildirsinler. Ben hazır bulunanlar arasında yer alıyordum. Siz ise hazır bulunmayanlarsınız. Bu ayet, bizden sonra gelip de söyledikleri kabul görme­yen kimselerle ilgilidir." Beğavi bu ayetin tefsiri çerçevesinde İbn Abbas'tan şöyle riva­yet eder: "Sizin dedikleriniz kabul edildiği sürece marufu emredip münkeri nehyedîn. Rcddcdilirseniz, siz ancak kendinizden sorumlusunuz" Hazin, Abdullah b. Mübarck'ten rivayet eder: "Marufu emretmenin ve münkeri nehyetmenin vacipliğini en açık biçimde vurgulayan ayet budur. Çünkü yüce Allah, "üzerinizdeki yükümlülük kendi nefisleriniz­dir" yani dindaşlarınızda. Bazınız bazınıza öğüt vermeli, birbirinizi hayra teşvik edip çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoymaksınız.

Bu hadisler, mezkûr ayetlerin, müslüman bireylere hitab edip onların dini ve dünye­vi hayatının sağlıklı olması ile yetinmesini, dindaşlar arasında hak yoldan ve doğrudan .sapan kimselere aldırış etmemesini istiyor, şeklindeki yanlış anlamaları ortadan kaldırı­yorlar. Ayrıca Âli İmran sûresi; 74. ayette de bu anlamı pekiştiriyor. Sözkonusu ayetle müslümanlardan daima hayra davet eden, marufu emredip münkeri nehyeden bir cema­atın bulunması gerektiği vurgulanıyor. Konuya ilişkin hadisleri bu ayetin tefsiri çerçe­vesinde sunduk. [337]

 

106- Ey İman edenler, sizden birinize ölüm gelip çattığı zaman, vasiyet hazırlanışında, aranızda İçinizden adaletli iki kişiyi şahid tutun. Veya yolculukta olup size ölüm mu­sibeti gelip çatarsa sizden olmayan'[338]başka iki kişiyi şahid tutun. Şayet kuşkulanacak olursanız namazdan sonra alı-koyarsanız'[339]' onlar da size: "Akraba dahi olsa onu hiç bir değere değiştirmeyeceğiz'[340]' ve Allah'ın şahidliğini gizle­meyeceğiz. Aksi takdirde biz elbette günahkarlardan olu­ruz." diye Allah adına yemin etsinler.

107- Eğer o ikisi aleyhinde kesin olarak günahı'[341]' hak ettik­lerine ilişkin bilgi sahibi olunursa, bu durumda haksızlığa uğrayanlardan iki kişi - ki bunlar buna daha hak sahibidir­ler[342] öbürlerinin yerine geçerler'[343]' ve; "bizim şehadetimiz o ikisinin şehadetinden şüphesiz daha doğrudur. Biz haddi aşmadık, yoksa gerçekten zulmedenlerden oluruz   diye Allah a yemin ederler.

108- Bu, gerektiği gibi şahitliği yapmalarına ve yeminlerin­den sonra yeminlerin reddedilmesinden korkmalarına'[344]' daha yakındır. Allah'tan korkup sakının ve dinleyin. Allah, fasıkfar topluluğuna hidayet vermez.

 

Ayetlerde vasiyet, vasiyet hakkında şahitlikte bulunma ve herhangi bir karışıklık başgüstermesi durumunda gerçeğin nasıl ortaya çıkarılacağı işleniyor. Ayetler grubunda yer alan ayetlerin ilk ikisinde aşağıda ki hususlar ele almıyor:

1) Bir ınüslüman yolculuk esnasında ailesinden uzak bir diyarda ecelinin geldiğini hissederse, vasiyetine ve terekesini teslim etmek veya vasiyetini ulaştırmak üzere gelir­lerse ve ailesi bunların sözlerinin doğruluğu hakkında kuşkuya düşecek olurlarsa, ölü­nün ailesi onları doğru söyledikleri ve hiç bir şeyi gizlemedikleri hususunda yemin et­melerini isteyebilirler. İster Özel çıkarları ile ilgili, ister akrabalarından birinin çıkarı ile ilgili olsun bunu yapmaya haklan vardır.

3) Gerek Hz. Peygamber ve gerekse müslümanlar, şahitliği ve emaneti yerine getir­mek üzere, iki şahidi namaz sonrasına kadar bekletebilirler.

4) Yemin ettikten ve şahitlikte bulunduktan sonra yalan söyledikleri, haktan sap­tıkları veya emanete ihanet ettikleri anlaşılacak olursa, yalan şahitlikten dolayı zarara ve haksızlığa uğrayan ölünün akrabalarından ikisi Öne çıkabilir, onlar yerine şahitlik makamına geçip hak olduğuna inandıkları şey hakkında şahitlik edebilir ve öncekile­rin yaptığı şahitlikten daha doğru bir şahitlik edeceklerine Allah adına yemin ederler. Haktan sapmayacaklarına, haksızlık etmeyeceklerine söz verirler. Bu durumda onların şahitliği kabul edilir, önceki iki kişinin şahitliği geçersiz sayılır. Son ayette ise, sırasıyla şu hususlar işleniyor:

1)  Ölünün akrabalarının şahitliğinin, asıl şahitlerin şahitliklerine göre daha çok ka­bul görmesi, asıl şahitlerin bu şahitliğin bozulabileceğini, yalan söylemeleri durumunda bunun ortaya çıkıp şahitliklerinin geçersiz kılınacağını düşünerek, haktan sapmaktan utanmalarını sağlamaya dönük bir uygulama olduğuna işaret ediliyor.

2) Müslümanlara bir uyarı yöneltiliyor. Birbirlerinin hakları konusunda Allah'tan korkmaları uyanları dinlemeleri ve emirlere uymaları gerektiği belirtiliyor. Çünkü Al­lah, fasıklan emir ve yasaklan hususunda başarılı kılmaz deniliyor. [345]

 

Vasiyetin Hazırlanışı

 

Görüldüğü gibi ayetler yeni bir bölümü oluşturuyorlar. Bundan önceki ayetlerden sonra inmiş olmaları ve bu yüzden sûrenin bu kısmına yerleştirilmiş olmalan muhtemel­dir. Bundan önceki ayetler gibi bunların da yasama nitelikli olmaları da bu tür bir terti­bin gerekçesi olabilir.

Müfessirler, metinleri farklı, özleri bir, çeşitli rivayetler aktarmışlardır. Buna göre, ayetler, Schmoğulları'ndan ismi Bedii olan bir müslümanın Şam'a ticari bir seyahat ger­çekleştirirken vefat etmesi üzerine inmiştir. O sırada yanında Temim ed-Darİ ve Adiy b. Beda adlı iki hristiyan bulunuyordu. Bedii hastalanmış ve ecelinin yaklaştığını hissetmiş­ti. Bir liste hazırlayarak, eşyasının arasına gizlemiş ve eşyasını adı geçen iki arkadişına emanet ederek ailesine teslim etmelerini istemişti. Adam öldükten sonra, eşyalarını karış­tırmaya başladılar. İçinde allın kaplama gümüş kaplar' buldular. Bunları kendilerine ala­rak, geri kalan eşyaları ailesine teslim ettiler, sonra bu kaplan Mekke'de sallılar.

Ölünün ailesi, eşyayı açlıklarında listeyi buldular. Adam m arkadaşlarından kapları is­tediler. Onlarsa bunu inkar ettiler. Sonra kapları Mekke de bir adamın elinde buldular. Adam bunları o iki kişiden aldığını söyledi. Bunun üzerine Peygamberimize (s) başvur­dular. Peygamberimiz (s) ikindi namazından sonra bir oturum düzenledi. Adamlar ye­min ederek kapları almadıklarını söylediler veya kapların kendilerine ait olduğunu iddia ettiler. Bunun üzerine ölünün yakınlarından ikisi öne çıkarak, kapların Ölen akrabalarına ait olduğuna dair yemin eltiler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s) onların lehine hüküm verdi. Çok geçmeden vahiy geldi ve Peygamberimizin (s) verdiği hükmü onayladı ve bunu genel bir yasa haline getirdi. Bir diğer rivayete göre, iki şahit şahitlikte bulunduk­tan sonra Temim müslüınan oldu ve vicdan azabı çekerek gelip ölünün ailesine gerçeği anlaitı ve kapların parasından kendi payına düşen kısmı iade elli. Bunun üzerine ölünün ailesi Peygamberimize (s) başvurarak şahitlikle bulunmaya hazır olduklarını bildirdiler. Peygamberimi?, (s) ikisini şahitlikte bulunmaya çağırdı ve Adiy'in kaplarının bedelin­den payına düşen kısmı geri vermesi yönünde hüküm verdi ve geri alınmasını sağladı.

Bu rivayetlerden derlediğimiz özet, ayetlerle Örtüşüyor. Bu rivayetlerin tümü de sa­hih olabilirler. Bazı meselelerle ilgili olarak Peygamberimizin (s) bazı çözümler ortaya koyması ve ardından ayetlerin bu çözümleri onaylaması sıkça yaşanmış bir durumdur. Olay gerçeklen yaşanmış ve Peygamberimize başvurulduğunda, ayetler İnerek olay çö­züme kavuşturulmuş olabilir.

Herhalükârda genel bir yasa ile karşı karşıyayiz. Tefsir bilginleri, sahabeden ve tabi­in ulemasından bazılarına dayanarak, ayetlerin içerdiği anlam ve hükümlerle ilgili ola­rak çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu görüş ve değerlendirmelerin çoğunu Taberi tefsirinde sunmuştur.[346] Bunları özetleyerek aşağıya alıyoruz:

1- Bazıları "sizden olmayan" ifadesini "Ehli Kitab" ya da mutlak olarak "gayri rnüs-lim" şeklinde yorumlamışlardır. Bazıları bu ifadenin ölen kişinin ailesinden, kabilesin­den yahut aşiretinden olmayan müslümanlar anlamında  kullanıldığını söylemişlerdir. Bu ikinci görüşün teyidi bağlamında Zehrrnin şöyle dediği rivayet edilir: Sünnet, ne hazarda ne de seferde kafirin müslüman hakkındaki şahitliğinin kabul edilmemesi şek­linde gelişmiştir. Dolayısıyla ayetteki ifade müslümanların kendi aralarındaki mesele­lerle ilgilidir. Taberi yukarıdaki görüşün isabetli olduğunu belirtmiş, buna karşılık "siz­den olmayan" ifadesinin, ölünün aşireti veya kabilesine yorumlamak gerekir, değerlen­dirmenin zayıf olduğunu belirimiştir. Taberi'nin bu tesbiü yerindedir. Bazılarına göre, Allah adına yapılan yeminin ancak bir müslüman tarafından ifa edilmesi durumunda doğru kabul edilebilir. Buna karşılık bazıları da: "Ehli Kitab, hatta müşrikler Allah'a inanıyorlar. Dolayısıyla Allah adına yemin ettiklerinde doğru söylemeleri muhtemel­dir." demişlerdir.

2- İkinci görüşü savunanlardan bir kısmı şöyle demişlerdir; Bu tür durumlarda gayri müslimlerin şahitliklerinin kabulü, müslümanların şahitlikte bulunma imkanlarının ol­maması şartına bağlıdır. Diğer bazısına göre, ayetteki "ev" edatı, muhayyerlik bildirir. Dolayısıyla hem müslümanların hem de müslüman olmayanların şahitlikleri geçerlidir. İlk değerlendirmenin daha isabetli olduğu ortadadır. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, ayeti kerime şahidin adalet sıfatına sahip olması gerektiğine işaret ediyor. Bu durum­da denebilir ki: Şayet vasiyet eden kişi, yanındaki müslümanların doğruluğundan ve gü­venilirliğinden emin olmazsa, güvendiği gayri müslimlere vasiyetini tevdi edebilir. Bu­nunla beraber, doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir. İkincisi; Bu görüşü savu­nanlar demişlerdir ki: Müslüman olmayanların şahitliği, ancak yolculuk esnasında kabul edilebilir. Çünkü bu durumda şahitlik edecek müslüman bulunmayabilir. Bu da ayetin nassına ve indiği ortama uygun bir çıkarsamadır. Üçüncüsü; Yine bu görüşü savunanlar demişlerdir ki: Gayri müslimin bir müslüman hakkında ki şahitliği, ancak vasiyetle ilgi­li olunması durumunda geçerli olabilir. Taberi'nin aktardığı değişik görüşlerden anladı­ğımız kadarıyla, bu hususla görüş birliği vardır. Görüş ve değerlendirmeler içinde bununla çelişen bir husus yoklur. Ancak insanın aklına şöyle bir husus daha geliyor: Bir müslümanın bir başka müslüman veya bir gayri müslim üzerinde hakkı olabilir. Ayrıca hak sahibi olan kişinin bir gayri müslimden başka adil ve güvenilir şahitleri de olmaya­bilir. Acaba böyle bir durumda "müslümanın hakkının zayi olmasının zararı yok"dene-bilir mi? Biz bunun doğru olmayacağı kanaatindeyiz.

Ayeti kerimenin vasiyet meselesiyle ilgili olması, böyle bir çıkarsamaya engel değil­dir veya ayetin içerdiği hükmün sırt" vasiyet konusuna hasredilmesini gerektirmez. Ra-sulullah (s) sahih sünnetinde gayri müslimin müslüman hakkındaki şahitliğini engelle­yici bir ifade veya uygulamaya rastlamadık. Yeter ki, gayri müslimin güvenilirliği ve adaleti eleştiri konusu olmasın ve söyledikleri müslümanı haklı çıkarıyor olsun. Bu hu­susla ilgili olarak Ebu Davud ve Tirmizi şöyle rivayet etmişlerdir: Rasulullah Efendimiz (s) hain erkek ve hain kadının, kardeşine düşmanlık eden kişinin şahitliğini reddetti. Hizmetçinin hizmet ettiği aile hakkındaki şahitliği reddetmiş, ancak başkalarına ilişkin şahitliğine cevaz vermiştir. Bİr rivayete göre: Hain erkek ve hain kadının, zina eden er­kek ve zina eden kadının şahitlik etmesi caiz değildir.[347]

Reşid Rıza bu meseleyi yukarıdaki ayetlerin ve Bakara sûresi; 282. ayetin tefsiri çer­çevesinde ele almış ve bu ayetlerin tefsiri bağlamında uzun bir bölüm ayırarak konuyu irdelemiştir. Onun söyledikleriyle bizim çıkarsamalarımız arasında bir paralellik vardır. Bakara sûresinde işaret ettiğimiz ayetin tefsirinde ise şu değerlendirmeyi yapar: Bu hu­susta İbn Kayyım isabetli bir yorum yapmış ve demiştir ki, şeriatta "beyyine" şahitlikten daha geniş bir kavramdır. Hakkın ortaya çıkmasını sağlayan her şey "beyyine"dir. Kesin karineler gibi. Bu açıdan gayri müslimin şahitliğinde kitap, sünnet ve gramerde işaret edilen "beyyine" kavramı içinde değerlendirilebilir. Yeter ki, hakimin hakkı bulmasına yardımcı olsun. Bu değerlendirmenin İsabetli olduğu ve gerçeği yansıttığı ortadadır. Yi­ne de doğrusunu yüce Allah herkesten daha iyi bilir.

3) Ayetlerde geçen "Namaz" kelimesi ile ilgili olarak, bazıları bununla müslüman veya gayri müslim şahidin kılacağı namaz kastedilmiştir, demişlerdir. Amaç, şahitliğin namazdan sonra ifa edilmesi ve böylece güven verilmiş olmasıdır. Bazılarına göre, bu­nunla kastedilen ikindi namazıdır. Çünkü Peygamberimiz (s) gün batışına daha yakın bir zaman olduğu için, toplantılarını ikindi namazından sora gerçekleştirirdi. Görüşlerin geneli bu yöndedir. Biz bunun daha isabetli olduğunu düşünüyoruz. Tefsircilerin çoğun­luğu. Bakara sûresi; 228. ayette geçen "orta namazı'1 ifadesini "ikindi namazı'1 şeklinde yorumlamışlardır. Biz bu hususla ilgili ayetin tefsiri bağlamında geniş açıklamalarda bulunduk. Bize öyle geliyor ki, ikindi namazının vakti, hava durumu ve insanların işleri­ni tamamlamış olmaları bakımından toplantılar düzenlemeye elverişlidir. Dolayısıyla ayet, özel olarak bu uygulamanın devamını teşvik etmiştir.

4) Tefsir bilginlerinin üzerinde ittifak ettikleri görüşe göre, Rasulullah (s) peygam­berlik misyonuna sahip olarak, sorunların çözümü için kendisine baş vurulur ve çözüm­lerine uyulurdu. Mesele yargı ile ilgilidir. Bu da gösteriyor ki, bu tür meseleler, ondan sonra, onun yerine geçen yetki sahiplerine ve müslümanlann emirine götürülür ve çö­züm ondan beklenir. Bu ayetler bir açıdan Bakara; 180-182. ayetlerde emredilen ve Ni­sa sûresi; 11-12. ayetlerde işaret edilen vasiyet yükümlülüğü pekiştiriliyor ve genel ola­rak zorunluluğunu vurguluyor. Bir diğer açıdan da vasiyete şahit tutmanın gerekliliğini ifade ediyor. Amaç vasiyete gereken ciddiyetin gösterilmesi ve üzerinde çeşitli oyunla­rın oynanmasının Önlenmesidir. Burada rnüslümanlara yol gösteriliyor, vasiyeti yerine getirmeye özen göstermeleri ve her hak sahibine hakkını vermeleri emrediliyor. Bu, sü­rekli ve kalıcı bir direktiftir. Bakara süresindeki ilgili ayetin hükmünü pekiştiriyor. Söz konusu ayeti tefsir ederken gerekli açıklamalarda bulunduk, ayrıca tekrar etmeye gerek yoktur. [348]

 

109- Allah, elçileri toplayacağı gün, şöyle diyecek: "Size verilen cevap nedir?" Onlarda: "Bizim bilgimiz yoktur; şüphesiz görünmeyenleri bilen Sen'sin Sen" diyecekler.

 

Ayetin dili açıktır. Tefsir bilginleri[349] tarafından yapılan değerlendirmelerde, ortak nokta, ayetin önceki ayetlerle bağlantılı olabileceği ihtimalidir. Bu bağlantı, uyan ve de­ğerlendirme niteliklidir. Buna göre, verilmek islenen mesaj şudur: Yüce Allah fasıkları başarılı kılmaz onlara yardım etmez. Çünkü onlar Allah'ın emirlerine karşı çıkıyorlar. Aynı şekilde, yüce Allah'ın tüm elçileri toplayıp da: Sizin sunduğunuz mesaja ne cevap verildi? diye soracağı kıyamet gününde de onları korumayacaktır. Yine tefsir bilginle­rince yapılan değerlendirmelerde, ayetin yeni bir bölümün başlangıcı ve girişi olması ihtimali üzerinde de durulmuştur.

Her iki ihtimal de dikkate değerdir ve ayetin üslubundan ve sözün gelişinden bu so­nuçlara varılabilir. Bununla beraber biz ikinci ihtimali tercih ediyoruz. Çünkü, bunu iz­leyen ayetlerde, yüce Allah'ın kıyamet günü Hz. İsa'ya hatırlatacağı şeylerden, ona hi­tap edişinden söz ediliyor. Bu yüzden incelediğimiz ayetin bu ayetlerle ilintili olması daha güçlü bir ihtimaldir. Aynı bağlantı, Hz. İsa'nın cevabını içeren 116. ve 117. ayet­lerde daha bir belirginlik kazanıyor. Bu ayetler üzerinde düşünüldüğünde mesele daha bir netleşir. Eğer bizim bu eğilimimiz isabetliyse, bu durumda ayeti kerime yeni bir bölümün başlangıcı olarak değerlendirilmelidir ve önceki ayetle de arasındaki bağlantı bu açıdan nctleşmez. Bu ayetin önceki ayetlerden sonra inmiş olması, bu yüzden sûrenin bu kısmı­na yerleştirilmiş olması ihtimali vardır. Bununla beraber doğrusunu yüce Allah herkes­ten çok daha iyi bilir.

Rasulullah (s) ashabı tabiin kuşağı içindeki tevil ulemasına dayandırılan çeşitli gö­rüşlerde "bizim bilgimiz yoktur" ifadesi hakkında değişik değerlendirmeler rivayet edi­lir. Çünkü elçiler, en azından yaşadıkları süre içinde kendilerine ne cevap verildiğini bi­liyorlardı. Bazılarına göre elçilerin bu cevabı o anın dehşetinden kaynaklanan şaşkınlı­ğın sonucudur. Diğer bazısına göre, elçiler bu cevapla şunu kastetmişlerdir: Bizim senin bizden daha iyi bildiğin bir bilgiden başka bildiğimiz yoktur. Gördüğümüz kadarıyla, ayetin akışı içerisindeki cevap cümlesi ifade üslubunun gerektirdiği bir cümledir ve bu­nunla güdülen amaç, onların ancak açıkta olan az şeyi bildikleri, buna karşın yüce Al­lah'ın hem açıkta olanı, hem gizli olanı, hem onların yaşadıkları zamanı, hem de onlar­dan sonra olup bilenleri bildiğidir. [350]

 

110- Alİah şöyle diyecek: Ey Meryemoğlu İsa, sana ve an­nene olan nimetimi hatırla. Ben seni Ruhul Kudüs İle des­tekledim, beşikte iken de yetişkin iken de insanlarla konu­şuyordun. Sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim. İznimle çamurdan kuş biçiminde bir şey oluşturuyordun da yine iznimle ona üfürdüğünde bir kuş oluveriyordu. Doğuştan kör olanı, alacalıyı iznimle iyileştiriyordun, yine benim iznimle ölüleri hayata çıkartıyordun. Israiloğulları-na apaçık belgelerle geldiğinde onlardan inkara sapanlar: "Şüphesiz bu apaçık bir sihirdir" demişlerdi de İsrailoğul-larını senden geri püskürtrnüştüm.

111- Hani Havarilere: Bana ve elçime iman edin diye vah-yetmiştim; onlar da; iman ettik, gerçekten müslümanlar ol­duğumuza sen de şâhid ol demişlerdi.

112-  Havariler: Ey Meryemoğlu İsa, Rabbin bize gökten bir sofra'[351]' indirebilir mi? Demişlerdi; O da; Eğer inanmış-lardansanız Allah'tan korkup, sakının demişti.

113- Havariler: Ondan yemek istiyoruz, kalplerimiz tatmin olsun, senin de gerçekten bize doğru söylediğini bilelim ve buna şahitlerden olalım demişlerdi.

114- Meryemoğlu İsa: Allah'ım, Rabbimiz, gökten bize bir sofra indir, öncemiz ve sonramız için bir bayram'2^ ve Sen'den de bir belge olsun. Bizi nzıklandır. Sen rızık veri1 çilerin en hayırlısısın demişti.

115-  Allah demişti ki: "Şüphesiz ben bunu size indirece­ğim. Artık, sonra sizden kim küfre saparsa, ben onu ger­çekten alemlerden hiç kimseyi azablandırmayacağım bir azabla azablandıracağım".

116-  Allah: "Ey Meryemoğlu İsa, insanlara, beni ve anne­mi Allah'ı bırakarak iki ilah edinin, diye sen mi söyledin" dediğinde: "Seni tenzih ederim hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz. Eğer bunu söyledîmse mutlaka sen onu bilirsin. Sen ben de olanı bilirsin, ama ben Sen'de olanı bilmem. Gerçekten, görünmeyenleri gaybı bilen Sen'sİn Sen."

117-  Ben onlara bana emrettiklerinin dışında hiç bir şeyi söylemedim. (O da şüyu) 'Benim de Rabbim, sizin de Rab-biniz olan Allah'a kulluk edin.' Onların içinde kaldığım sürece, ben onların üzerinde bir şahidim. Benim (dünya) hayatıma son verdiğinde, üzerlerindeki gözetleyicİ Sen'din. Sen her şeyin üzerine şahid olansın.

118-  Eğer onları azablandırırsan, şüphesiz onlar Senin kul­larındır, eğer onları bağışlarsan, şüphesiz aziz olan, hakim olan da Sen'sin Sen"

119-  Allah dedi ki: "Bu, doğrulara, doğru söyleierinİn ya­rar sağladığı gündür. Onlara içinde ebedi kalacakları altın­dan ırmaklar akan cennetler vardır. Allah onlardan, onlar­da Allah'tan razı olmuşlardır. İşte büyük 'kurtuluş ve mut­luluk' budur".

120-  Göklerin, yerin ve içlerinde olanların tümünün mül­kü Allah'ındır. O, her şeye güç yetirendir

İydan Bayram. Kelimenin asıl anlamı "aid"dir. Daha sonra se­vinç ve neşe sabebi olarak ve ibadet sebebi yahut

ikram da bulunma sebebi olarak dönen şey anlamında kullanılmıştır.

 

Meryemoğlu İsa Gerçeği

 

Ayetlerin dili açık ve anlaşılırdır. Bu ayetlerin iniş sebebine ilişkin olarak özel bir ri­vayete rasllayamadık. Bu grup yeni bir hölümdüi. Önce, ki ayetteite doğrudan bir bağ­lantısı yoktur. Ancak bunlardan hemen önceki ayetin bir giriş ve hazırlık olmak bakı­mından bu ayetlerle bir bağlantı olması ihtimali vardır. Daha önce, tercihimizin bu yön­de olduğunu belirtmiştik.

Bu ayetler iki bölüm halindedir; ifade tarzları farklı, konu ve yönelişleri aynı. Birin­ci bölüm Hz. İsa'ya yönelik rabbani hatırlatmayı içeriyor. Yüce Allah'ın kendisini ve annesini koruyup gözetmesine, kendisini desteklemesine ve kendi elleriyle somut muci­zeler ortaya koymasına dikkal çekiliyor. Ayrıca Havarilere iman etmeleri için ilham edildiği, onların İsa (a)'dan istemeleri, Onun da yüce Allah'tan talep etmesi üzerine gökten bir sofra indirildiği hatırlatılıyor. İkinci bölüm, Hz. İsa'ya yöneltilen bir soruyu içeriyor. Hrısliyanların onu ve annesini i I ahi aştırmalarının sebebi soruluyor; yoksa bu­nu, o mu onlara söyledi? diye. Bu arada Hz. İsa'nın cevabına yer veriliyor. Onun bun­dan uzak olduğuna Allah'ı şahit tutuşuna işaret ediliyor. Sadece Allah'ın kendisine em­rettiği şeyleri söylediğini "Benim ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin" dediğini aktarması gündeme getiriliyor.

Ayetlerin akışından algıladığımız kadarıyla ilk bölüm ikinci bölüme bir hazırlık ni­teliğindedir. İkinci bölüm, ayetler grubunun asıl hedefini oluşturmaktadır. Yani, nrısti-yanların Hz. İsa'yı ve annesini ilahlaştırmalarmın eleştirisi, Hz. İsa'nın bu suçlan beri olduğunu vurgulayıp tüm sorumluluğu onların omuzlarına yüklemesinin altı çizliyor. Bu arada Hz. İsa'nın sunduğu asıl mesaja işaret ediliyor ve onun sadece yüce Allah'ın kendisine emrettiği şeyleri söylediği belirtiliyor. Hz. İsa onlara: Ben Allah'ın elçisiyim,Benim görevim insantan, benim ve onların Rabbi olan bir Allah'a kulluk sunmaya da­vet etmektir demişti. Bu bağlamda doğuşu, çocukluğu ve henüz beşikteyken insanlarla konuşması gibi mucizelerin Allah'ın izni, inayeti ve desteğiyle gerçekteştiği vurgulanı­yor.

Peygamberimizle hristiyanlardan bir grup arasında böyle bir sahnenin yaşanmış ol­masını uzak bir ihtimal olarak görmediğimiz bir yana, böyle bir şeyin olduğu ihtimaline öncelik tanıyoruz. Veya konuyla ilgili olarak Peygamberimize bir soru yöneltilmiştir, yahut Hz. İsa'nın, kişiliği, annesi, peygamberliği ve mucizeleri ile ilgili bir araştırma gündeme gelmiş ve bu münasebetle ayetler inmiştir. Çünkü bu ayetlerin içerdiği husus­ların bir kısmı, daha doğrusu büyük çoğunluğu, rivayetlerde işaret edilen gelişmeler do­layısıyla başka ayetlerde de ele alınmıştır. Bu bakımdan ancak yeni bir münasebetin gündeme gelmesi ile bu tekrarın bir hikmeti olabilir. Kur'an'ın İfade tarzını ve kıssaları tekrar etmedeki hedefini göz önünde bulundurduğumuz zaman, bu değerlendirmenin isabetliliği anlaşılır.

Ayetlerin ilk kısmının benzeri, değişik bir üslupla Âli İmran sûresinde de geçiyor. Söz konusu sûrede gerekli değerlendirmeleri yaptık. Burada bir kez daha tekrar etmeye gerek duymuyoruz. Bu bölümde, yüce Allah'ın Hz. İsa'nın eliyle gerçekleştirdiğine işa­ret edilen mucizeler, bu günkü İnciller'de de değişik üsluplarla ele alınıyor. Ayetlerin ifade tarzından algıladığımız kadarıyla, bunların Allah'ın izniyle gerçekleştiklerinin vurgulanması hedeflenmiştir. Nitekim İndilerde Hz. İsa'nın lisanıyla bu gerçek itiraf edilir.

Ayetlerde yeni olan şey "sofra" mucizesi ve Hz. İsa'nın diliyle onun hnstiyanların kendisini ve annesini ilahlaştırm alarmdan beri olduğunun ifade edilmesidir.

Ayetlerin anlamı ve içeriği çerçevesinde Taberi ve başkaları ashabdan ve tabiin ule­masından çeşitli görüş ve değerlendirmeler aktarmışlardır.

1- Bir rivayete göre, "sofra" inmemiştir. Çünkü Havariler, yüce Allah'ın "sofra" in­dikten sonra, kendilerini ilahi azabdan korkutması üzerine isteklerini geri almışlardır. Bir rivayete göre; Hz. İsa (a) onlara: Üç gün Allah için oruç tutarsanız, Allah her istedi­ğinizi size verir. Bunun üzerine Havariler oruç tutarlar ve Allah'tan üzerlerine bir sofra indirmesini isterler. Yüce Allah melekler aracılığı ile üzerinde bir kuş bulunan bir sofra indirir. Tefsir bilginlerinin büyük çoğunluğu, değerlendirmelerini "sofra"nın inmiş ol­ması ihtilmali üzerine oturtuyorlar. Taberi kendi rivayet kanallarından Ammar b. Yasir aracılığıyla Rasulullah (s)'m şöyle buyurduğunu rivayet eder: Allah onlara ekmek ve etten oluşan bir sofra indirdi. İhanet etmemeleri, yiyecekleri saklamamaları ve yarın için ayırmamaları emredildi. Fakat onlar ihanet ettiler, yiyecekleri sakladılar ve ertesi gün için ayırdılar. Bunun üzerine maymunlara ve domuzlara dönüştüler. Eğer bu hadis doğ­ruysa bu mesele ile ilgili kesin bir açıklama niteliğindedir. Çünkü bu tür meselelerden haber verme selahiyetine Peygamber Efendimiz sahiptir. Fakat İbn Abbas'tan ve Süddi, Hasan, İkrime, Katade ve Mücahid gibi tevil ehli tabiin kuşağı ulemasından gelen riva­yetler, Ammar'dan rivayet edilen hadisin sahih olmadığım gösteriyor. Kaldı ki, rivayet­te de bir gariplik var. Ayetin Havarilerin kendileri için bir sofra istemeleri, ardından maymunlara ve domuzlara dönüşmeleri gibi. Ayrıca sofranın mahiyeti ve içerdiği yiye­ceklerle iligili rivayetlerde de gariplikler vardır:

1)  Pulsuz ve kılçıksız bir balıktı. Yanında da tuz, sebze, sirke, üzeri yağlı ekmek, bal, peynir, zeytin ve pastırma vardı.

2) Yedi çörek ve yedi balıktı.

3) Bütün yiyeceklerin tadını veren bir balıktı.

4) Et hariç her türlü yiyecek vardı.

5) Cennet meyvelerinden oluşuyordu.

6) Ekmek, pirinç pilavı ve sebzeden oluşuyordu.

7) Hz. İsa ve Havariler oldukça bu sofra da iniyordu. Nihayet birisi ondan bir şeyler çaldı. Böylece sofra inmez oldu.

8) Sofra inince, İsa (a)'ya "O'ndan ilk yiyen sen ol" dediler. Hz. İsa dedi ki: Ondan ilk yiyenin ben olmasından Allah'a sığınırım. Bunun üzerine Havariler de korktular ve ondan yemediler. Yoksulları, hastalan, cüzzamlıları, alacalıları ve kötürümleri çağırdı­lar. Gelenler sofradan yediler. Ondan yiyen yoksullar zenginleşti. Hastalar iyileşti. Sof­ra hâlâ yerinde ve olduğu gibi duruyordu. Sonra indiği gibi göğe doğru uçtu. Bu minval üzere kırk kuşluk vakti indi. İnsanlar ondan yerdi ve o indiği gibi eksilmeden yerinde dururdu.

Bu arada şunu belirtelim ki, "sofra" mucizesi bu günkü İnciller'de Kur'an'dakine benzer bir şekilde veya ona yakın bir tarzda yer almaz. İndilerde Hz. İsa'nın bir muci­zesinden söz edilir. Buna göre Hz. İsa sayıları beş bini bulan bir topluluğa beş tane çÖ-rek ve iki tane balığı parçalar halinde sunar. Bu beş bin kişi ondan yer ve hepsi de do­yar. Geride oniki küfeyi veya seleyi dolduracak kadar kırıntı kalır.[352] İncülerin eklerin­den olup topluca "yeni ahit" adı verilen "Rasullcrin İşleri" bölümünün 10. İshahında buna yakın bir kıssa anlatılır: "Bulros lakabıyla bilinen ve asıl adı Seman olan bir Hava­ri Yafa'da bulunduğu sırada acıktı. Kendisini bir cezbe aldı. Gördü ki, gök açıldı ve bir kap inmeye başladı. Dört tarafından büyük bir askıya bağlıymış gibi yere doğru sarkıtı­lıyordu. İçinde dört ayaklılardan, yeryüzündeki tüm hayvanlardan ve gökteki kuşlardan her şey bulunuyordu. Birden bir ses duydu: "Kalk ey Butros, Hayvanları boğazla ve ye" Bulros dedi ki: Haşa, ey Rab. Ben hiç bir zaman necis veya pis şeylerden yemem. Bir kez daha ona seslenildi: "Allah'ın temiz kıldığını sen necis sayamazsın" Bu olay üç kere tekrarlandı. Sonra kap tekrar göğe çekildi."[353] Ancak bunun ve bundan önceki kıssa­nın Kur'an'da sözü edilen "sofra" ile ilgisi olmadığı açıktır. Kudüs'te hem müslümanla­rın hem de hrıstiyanlann saygı gösterdikleri kutsal bir yer var. Burası, Davud Peygamber adıyla bilinen imaretin içinde "sofra evi'1 (Beytül Maide) diye anılır. Bu da gösteriyor ki, hrıstiyanlar veya içlerinde bir grup, gökten Hz. İsa'nın ve Havarilerin üzerine inen sofra­dan söz ediyorlardı, bunu kuşaktan kuşağa aktarıyorlardı. Peygamber (s) zamanında ak­tarılan rivayetler, bazı gariplikler de içeriyor olmalarına karşın, sofra mucizesi kıssasının bilinmeyen bir şey olmadığını da ortaya koyuyor. Biz, Rasulullah (s) zamanındaki haJkın bu kıssayı hrıstiyanlardan öğrendikleri kanaatindeyiz. Ayrıca kıssanın kutsal kitapların bazı bölümlerinde geçtiği, ancak bu bölümlerin günümüze ulaşmadığı düşüncesindeyiz. Kıssa, Kur'an-i Kerim'de hızlı ve ayrıntılara inmeyen bir üslupla sunuluyor. Detaylı bil­gi İçermiyor. Ayetlerin üslubundan ve anlamından algıladığımız kadarıyla bu tarz sunu­şun amacı, hatırlatma, dikkat çekmedir. Dolayısıyla ayetlerin okunduğu ortamın bu kıs­sayı bilmeleri gerekir. Çünkü Kur'an'ın hatırlatma hedefi, ancak bu durumda gerçekle­şebilir. Yine de doğrusunu Allah daha iyi bilir.

II- Tefsir bilginlerinin büyük çoğunluğu hatırlatma nitelikli ilk bölümde anlatılanla­rın, yüce Allah tarafından kıyamet günü bütün elçilerin toplanacağı bir sırada Hz. İsa'ya söyleneceği kanaatİndedirler. Yüce Allah tarafından sorulan soruya ve İsa Peygamberin buna verdiği cevabı içeren ikinci kısmın da Kıyamet günü gündeme geleceğini söyle­yenler vardır. Bazılarına göre, bu diyalog, yüce Allah'ın Hz. İsa'yı kalına yükselttiği gün gerçekleşmiştir. Birinci görüşü savunanlar "Bu, doğrulara, doğru söylemelerinin ya­rar sağladığı gündür" cümlesini, gelecek olan kıyamet günü olarak yorumluyorlar. İkin­ci görüşü savunanlar ise, sözkonusu cümleyi, söz konusu günün önemini vurgulayan bir işaret olarak yorumlamışlardır. Yani bugün, doğrulara kesin ışık tutacak bir hadis yoktur elimizde. Taberi birinci görüşün daha isabetli olduğunu söylemiştir. Ancak biz ikinci görüşün daha isabetli olduğunu düşünüyoruz. Çünkü ayetlerin akışı ve üslubu aynıdır. Söz gelimi, hatırlatma amaçlı ilk bölüm "Allah: Ey Meryemoğlu İsa.." ifadesiyle başla­dığı gibi, sorulu cevaplı İkinci bölüm de aynı cümleyle başlıyor.

Her halükârda bu ikinci bölümün hedefi, daha Önce de söylediğimiz gibi, hnstiyan-ların Hz. İsa'nın bunun sorumluluğundan uzak olduğunu vurgulaması ve onlara gerçek­te neyi söylediğini açıklamasıdır.

Hrısliyan toplulukları Meryem'i(haşa) "Allah'ın anası" ve "Rabb'in anası" diye isimlendiriyor ona ibadet ediyorlar. Bu da Kur'an'ın Meryem'le ilgili olarak gündeme getirdiği sapmanın somut karşılığıdır. Kur'an'da İsa (a)'nın diliyle aktarılan cevap İn-ciller'de yer alan bir ibareyle uyum arzediyor. Zuhruf sûresi; 72. ve 73. ayetlerin tefsiri ile incelediğimiz bu sûrenin akışı içinde bu uyumu örnekle sunduk. Hz. İsa'nın kendini hrısüyanlann ilahlaştırma operasyonundan sıyırmak ve sorumluluğu onlara yüklemek bağlamında söylediği sözler, son derece güçlü ve sağlamdır. Hem kalplere hem de akıl­lara hitap ediyor. Bizim kanaatimize göre, ayetlerin hedefi, Kur'an'ın öteden beri vur­guladığı İsa'nın peygamberliği ve Allah'ın kulu oluşu gerçeğini pekiştirmektir. Amaç, gerçeği yerli yerine koymaktır. Hrısuyanları, üzerinde bulundukları aşırılıktan ve sap­madan vazgeçmeye çağırmaktır. Tek ve ortaksiz Allah'a kulluk sunmaya, O'nu her tü-rülü şirk şaibesinden arındırmaya davet etmektir. İl/. İsa'nın sadece O'nun elçilerinden bir elçi olduğunu kabul etmelerini sağlamaktır. O, insanları hem kendisinin hem de on­ların Rabbi olan Allah'a ibadet etmeye davet etmiştir.

119. ayet, doğrulara özel bir itinayla yaklaşıyor ve onİara bir müjde veriyor. İfade­nin mutlak oluşu gösteriyor ki, kastedilenler, dosdoğru yol üzere inmiş samimi iman sa­hibi tüm doğrulardır. Bu tarz bir doğruluk, kişilerin kıyamet günü kurtuluşlarının garan­tisidir. Doğruların ulu Allah'ın rızasına nail olmaları ve kendilerinin de O'ndan hoşnut olmaları kuşkusuz O'nun onur verici bir bağışıdır.

Son ayetin ifade tarzından, onun son söz olduğu belirgin bir şekilde görülüyor. Bir çok sûrenin sonunda benzeri ifadeler görmek mümükündür. [354]

 



[1] ibn Kesir, ibn Abbas'tan naklettiği bir hadiste en son inen sure "İza câe nasrullahi ve'l-feth" süresidir. Tir­mizi'nin hadisinde geçen "Feth" sûresinden kasıt da bu sûredir.

[2] Müfessir el Kasımi'nin herhangi bir yorum yapmaksızın bunu aktardığını gördük.

[3] Medeni surelerin tertibi ile ilgili rivayetler için Siretür-Rasui adlı kitabımızın 2. cilt, 9. sahifesine bakınız.

[4] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/1-3.

[5] el-Ukud Denildi ki o taahhütler ve anlaşmalardır, ve yine Al­lah'ın farz kıldığı yükümlülüklerdir ki onlar sözleşme ve anlaşma mesabesin­dedir. Cahiliye döneminin yeminleşmeleridir. Akit ile ahit arasındaki fark: Akit iki taraf veya daha fazla taraflar arasında olabilir. Bazen ikincisinin tek taraflı olması da mümkündür denilmiştir.

[6] Ve entüm hurum Hac ve Umre için ihramlı iken yahut ha­rem bölgesi sınırları içinde iken veya siz haram aylarda iken. Görüşlerin (rivayetlerin) farklılığından dolayı, cümle tüm bu mânâları taşımaktadır.

[7] Gayre muhillis-saydi Av (yapabilmek) için ihramdan çıkmadan anlamı da verilmiştir.

[8] Şe'airullah Allah'ın kuralları (Hac için uyulması gereken şartlar). Yahut Kabe'nin yanında kurban edilmesi için adanarak işaretlenen veya yaralanan hayvanlardır. Bunlara Hac sûresinde açıklandığı gibi "şeireh" denilirdi. Çoğulu "şeaif'dir.

[9] el-Hedy Deve, sığır ve küçükbaş hayvanlardan Allah'a hediye olsun diye Ka'be'nin yanında adanan hayvan.

[10] el-Kalâid Allah'a kurban olarak adanmış olduğuna işaret olsun diye ağaç lifinden veya deriden bir gerdan boynuna takılan adanmış hayvan­lardan kinayedir. Ve denilir ki cahiliye hacıları boyunlarına deriden veya ağaç liflerinden gerdanlar takıp bununla bir başkasının kendilerine yönelik kötü bir saldırısına karşı emniyette olurlardı. Kelime bunu da ifade ediyor.

[11] Amminel Beytel Haram Hacc için Beyt-i Haram'a yönelenler.

[12] Şenean Düşmanlık ve kin.

[13] La Yecrimenneküm Sizi sürüklemesin veya sevketmesin

[14] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/5-6.

[15] Bkz. Bakara Suresi ayetler: 27, 40,176; Âli İmran: 76; En'am: 102; Ra'd: 22; Nahl: 91 ve 95; isra: 34; Mü'minun: 8; Ahzab: 23; Feth: 10; Mearic: 32.

[16] Ayetin tefsiri için el-Menar'a bakınız.

[17] Ayetin tefsiri için el-Menar'a bakınız. Birinci hadis Ebu Davud, Darekutni ve Tirmizi'nin rivayetlerindendir. - ikinci hadis beş sahih müsned sahibinin rivayetlerindendir. Bak: et-Tac c.2.5 sn. 185 İkinci hadisteki (velayet hakkı azad edenindir) cümlesinin sebeb-i vürudu bu cümlenin, hadisin (konuşmanın) sebebi olan olayla ilgi­li olmasındandır. Fakat hadisin talimatından da görüldüğü gibi umumi ve herkesi kapsamaktadır.

[18] Zekat ve tezkiye ile aslında tam anlamıyla parlaklık demektir. Sonra İslami bir ıstılah olarak Allah'ın ismi­ni anarak eti yenen hayvanların boyunlarından kesilmesi anlamında kullanıldı. Bu hadis Ebu Davud, Ah-med ve Tirmizi'nin rivayetlerindendir. Bak: et-Tac c:3, sh.95

[19] Ayetlere bak: el-Bakara 133, el-En'am 118-119, en-Nahl 114-116, el-Hac 30

[20] Taberi ve Beğavi.

[21] Özellikle burada erkeklerden bahsettik. Çünkü sünnet kadınlar için normal elbiseye müsamaha etmiş­tir. Sünen sahipleri İbn Ömer'den şu hadisi rivayet etmişlerdir. İbn Ömer dedi ki: "Rasulullah'ı kadınların ih­ramlarında eldiven ve peçe yapmalarını ve vers ve zaferan sürülmüş elbiseler giymelerini yasakladığını duydum". Bundan sonra üsfür ile boyanmış yahut ipekten istedikleri rengi giymelerini takı takmalarını, şal­var veya gömlek giymelerini veya ayakkabı giymelerini serbest bıraktı. (et-Tac, c.2, sh.106) Fakat erkeklerin ihramı konusuna gelince; beş müsned sahibi İbn Ömer'den şöyle rivayet etmiştir. Bir adam: "Ya Rasulullah ihramlı erkek, elbiselerden ne giyer?" dedi. Rasulullah: "Ne gömlek, ne sarık ne şal­var, ne bornoz ve ne de ayakkabı giyemez. Ancak takunya bulamayan bir kimse ayakkabıyı topuktan aşa­ğıya kalacak şekilde kesip giyer. (A.g.e, sh.105)

Hes'em Ebu Davud, Tirmizi ve Nesai, Ebem b. Osman'dan, O da babasından Rasulullah'ın "ihramlı nikahla-yamaz, nikahlanamaz ve nişanlanamaz" dediğini rivayet etmişlerdir. (A.g.e, sh. 108).

[22] Taberi, Beğavi ve Tabresi

[23] et-Tac cilt 2 sh. 108 (Tirmizi-Hac 25, Darimi-Mukadime 40, Ebu Davud-Menasık 11, Ahmet b.Hanbel c 1. sh 100 ve diğer sayfalar Mesai - Nenasık- 81 de hadise rastlanmıştır. Mütercim)

[24] Bkz: Beğavi tefsiri, bu surenin 94-97 rakamlı ayetleri.

[25] Bkz. Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi, Nesefi ve Nişaburi

[26] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/6-13.

[27] Ve ma uhille li ğayrillehi biti Allah'tan başkası adına kesilen, veya kesilirken Allah'ın adının dışında bir isim anılan.

[28] el-Munhanikatu Boğulmuş veya boğularak ölmüş (leş).

[29] el-Mevkûzetü Keskin bir aletle vurup delme veya bir darp ne­ticesi ölen, hayvan

[30] el-Mutereddiyyetü Yüksek bir yerden düşmek suretiyle ölen hayvan.

[31] en-Netihatu Başka bir hayvanın ona boynuz vurulması, tosla­ması neticesinde ölmüş.

[32] Ve ma ekeles-sebuu Zararlı vahşi (hayvanın-canava-nn) yediği (artık).

[33] İUama zekkeytüm Bu anılan sebeplerden dolayı ölmek üzere olan hayvanı ölmeden önce meşru bir şekilde Allah adını anarak kesti­ğiniz hariç.

[34] Ve ma zübihe alen-nusub (Putlara adanıp onların) yanında kesilen.

[35] Ve en testaksimü bil ezlam Ezlam: Bahis kura ve istihare (ilham) yoluyla bir takım neticeler çıkarmak için atılan oklar (ok­larla kısmet olarak). İstiksam: Kura çekmek, bahse girmek, istihare (hayır di­lemek) etmek, açıklaması sonra gelecektir.

[36] Fi mahmasatin Bir açlık (kıtlık) ta.

[37] Ğayre mutacanifin li ismin Bir günah işlemeye yö-nelmeksizin, ona kasıtlı gitmeksizin.

[38] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/14-15.

[39] Seyhan (Buhari-Müslim) ve Tirmizi bu hadisi şu metin ile rivayet etmişlerdir: "Yahudilerden birisi Ömer'e: Ya emira'l-mü'minin eğer bu "Bugün size dininizi kemale erdirdim..." ayeti bize inseydi. Biz bunu bayram kabul ederdik. Bunun üzerine Ömer: "Ben bu ayetin hangi gün indiğini en iyi bilenim. Arefe günü ve Cuma günü indi." dedi. et-Tac c.4 sh. 89

[40] Bkz: Taberi, ibn Kesir. Müfessirlerin Taberi'nin rivayetlerinden farklı yeni bir şey aktarmadıklarına dikkat çekiyoruz.

[41] et-Tac c.3, sh.293-299, bkz. Mecmeu'z-Zevaid c.9, sh. 100-146, Göreceksin ki, Ali ile ilgili şia ravilerin-ce Ebu Said el-Hudriye dayandırdıkları nice uydurmalar vardır ki, şia kaprisleri aynı şekilde açıkça göze çarpar.

[42] et-Tac c.3, sh.293-299, bkz. Mecmeu'z-Zevaid c.9, sh. 100-146, Göreceksin ki, Ali ile ilgili şia ravilerince Ebu Said el-Hudriye dayandırdıkları nice uydurmalar vardır ki, şia kaprisleri aynı şekilde açıkça göze çarpar.

[43] et-Tac c.3, sh.293-299, bkz. Mecmeu'z-Zevaid c.9, sh. 100-146, Göreceksin ki, Ali ile ilgili şia ravilerince Ebu Said el-Hudriye dayandırdıkları nice uydurmalar vardır ki, şia kaprisleri aynı şekilde açıkça göze çarpar.

[44] et-Tac c.3, sh.293-299, bkz. Mecmeu'z-Zevaid c.9, sh. 100-146, Göreceksin ki, Ali ile ilgili şia ravilerince Ebu Said el-Hudriye dayandırdıkları nice uydurmalar vardır ki, şia kaprisleri aynı şekilde açıkça göze çarpar.

[45] Nahl sûresi, 84

[46] En'am sûresi, 38.

[47] Bkz. Menar Tefsiri ve Kasimi Tefsiri.

[48] Bkz. Beğavi, Hazin, ibn Kesir, Tabresi, Nişaburi ve Nesefi.

[49] imam Şafii merfu hadis olarak şunu rivayet etmiştir, ibn Ömer dedi ki: (Rasulullah, bize iki ölü ve iki kan helal kılındı dedi. iki ölü balık ve çekirgedir. İki kan ise ciğer ve dalaktır) Bu hadisi Ahmet b. Hanbel, İbn Mace, Darekutni tahriç etmişlerdir. Ayetin tefsirine Kasimi tefsirine bakınız.

[50] Bkz. Taberi, Tabresi ve Hazin tefsirleri

[51] Katlin diyetini ödeme anlamındadır.

[52] et-Tac c. 3, sn. 201, iyafe: Kuş kovma falıdır. Eğer kuş sağa giderse güzel bir fal demektir, kuşu uçuran önemli işine devam eder. Eğer kuş sola giderse uğursuz kabul eder ve o işten ayrılır.

[53] et-Tac c. 3, sn. 201, iyafe: Kuş kovma falıdır. Eğer kuş sağa giderse güzel bir fal demektir, kuşu uçuran önemli işine devam eder. Eğer kuş sola giderse uğursuz kabul eder ve o işten ayrılır.

[54] Metin İbn Kesir'den alınmıştır. Tairan: Uçarak kelimesi, kuş uçurtup fal baktırmak anlamında kullanıl­mıştır.

[55] et-Tacc.3, sh. 300

[56] Kasimi tefsirinden aktarılmıştır.

[57] İbn Kesir'den aktarılarak yazılmıştır. Ve İbn Kesir şunu eklemiştir: İmam Ahmed'in lafzıyla yazılmıştır. Tirmizi bu hasen, sahih garip bir hadistir. İbn Ebilmevali hadisinin dışında bunu bilmiyoruz demiştir.

[58] et-Tac c.3, sh. 198

[59] et-Tac c.3, sh. 198

[60] et-Tac c.3, sh. 198-199 "la teridu müslimen" kelimesinin mânâsı; yani müslümanın uğursuzluk­tan dolayı önemli işini terketmesi caiz değildir.

[61] et-Tac c.3, sh. 198-199 "la teridu müslimen" kelimesinin mânâsı; yani müslümanın uğursuzluk­tan dolayı önemli işini terketmesi caiz değildir.

[62] et-Tac c.3, sh. 198-199 "la teridu müslimen" kelimesinin mânâsı; yani müslümanın uğursuzluk­tan dolayı önemli işini terketmesi caiz değildir.

[63] Bkz. Kasimi tefsiri

[64] Bkz. et-Taberi, el-Beğavi ve ibn Kesir

[65] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/15-25.

[66] Mükellibine "Teklib" kelimesinden gelir. O da asıl mânâsı iti­bariyle avda kullanılan hayvanlara işaret içindir. Ancak genel olarak tüm hay­vanların av için eğitilmesi anlamında kullanılır. Dilde "kellab" köpek ve hay­vanların eğitilmişidir.

[67] el-Cevarih Yaralayıcı hayvanlar ve kuşlara verilen genel bir addır. Yani, köpek dişi, pençe ve tırnak sahibi hayvanlar. Bu kelimenin kap­samına, köpekler, kurtlar, kaplanlar, arslanlar, parslar, sırtlanlar, şahinler, ak­babalar ve kartallar girer. Geçerli görüşe göre kelime burada avda kullanılan köpekler, şahinler ve kartallar gibi

hayvanlara işaret etmektedir.

[68] Bkz. Taberi, Beğavi, Tabresi, İbn Kesir ve Hazin

[69] et-Tac c.3, Sh.92,93

[70] et-Tac c.3, Sh.92,93

[71] et-Tac c.3, Sh.92,93

[72] et-Tac c.3, Sh.92,93

[73] et-Tac c.3, Sh.92,93

[74] Bu hadisler İbn Kesir'den aktarılmıştır. Taberi ve Hazin Tefsirlerine bkz. Oralarda da bunlara yakın

ifadeler vardır.

[75] Bu hadisler İbn Kesir'den aktarılmıştır. Taberi ve Hazin Tefsirlerine bkz. Oralarda da bunlara yakın

ifadeler vardır.

[76] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/26-29.

[77] Bkz. En-Nisaburi, Nesefi, Hazin, Beğavi, ibn Kesir, Zemahşeri ve Tabresi.

[78] Bkz. İbn Sad c.3, sh. 162-163 ve İbn Hişam c.3 sh. 388-390

[79] Bkz. Taberi, Beğavi, Tabresi, Zemahşeri, İbn Kesir, Hazin, Nesefi ve Nisaburi.

[80] Harbiye, Harbi, Darulharp, Ehlül-Harp ifadeleri Raşid Halifeler devrinde ve sonraki devirlerde müslüman olmayan ülkeleri için kullanılırdı. Müslümanlarla ora ahalisi arasında düşmanlık ve savaş halinin olup olma­masına dikkat edilmezdi. Hicri II. asrın sonlarında İmam Ebu Yusuf'un Harun Reşid için te'lif ettiği Kitabu'l-Harac adlı eserde bunun delilleri vardı: Rivayet ettiğine göre denizaşırı darulharp ehalisinden bir grup Ömer b. el-Hattab'a, tüccar olarak topraklarına girmemize izin ver, bizden öşür (onda bir) al diye yazdılar. Bunun üzerine Ömer arkadaşlarına danıştı. Bu konuda ona lehte onay verdiler. Onlardan vergi almak için hemen sınıra vergi toplayıcılar atadı. Yine rivayet ettiğine göre Basra Valisi Ebu Musa el-Eşari, Ömer'e; müslü-manlardan bazı tüccarların ehl-i harbe gittiklerini -yani onların ülkelerine girdiklerini- ve onların bu tüccarlar­dan öşür aldıklarını yazdı. Ömer de hemen ona, onların müslüman tüccarlardan aldıkları kadar, ehl-i harbin tüccarlarından öşürün dörtte birini, zimmilerden olan tüccarlardan da öşürün yarısının alınmasını yazdı. Eğer darü'lharp ahalisi ile müslümanlar arasında bir çatışma ve harp hali olsaydı bir tarafın topraklarındaki tüccarların diğer tarafın topraklarına ticari seferler gerçekleştirmeleri imkanı, açıkça görüldüğü gibi olamaz­dı. (Kitabu'l-Harac, sh.76, 78).

[81] et-Tac c:2, sh:284-285

[82] et-Tac c:2, sh:284-285

[83] imam Ebu Yusuf'un Kitabü'! Haraç adlı eserinde gelen ve Amr b. Dinar'dan rivayet edilen hadise göre Allah'ın Rasulü Bahreyn Kralı Münzir b. Savi'ye şöyle yazdı: Her kim ki kıldığımız namazı kılsa, yöneldiği­miz kıbleye yönelse, kestiklerimizi yese bu müslümandır. Allah ve Rasulü'nün korumasındadır. Mecusiler-den kim bunu isterse o emniyettedir. Kim yüz çevirirse o da cizye verecektir. Cafer b. Muhammed'den riva­yet ettiği başka bir hadise göre de Cafer'in babası Ömer b. el-Hattab'a ateşe tapan; ne yahudi ne hrıstiyan ne de Ehli Kitab olmayan bir topluluktan bahsetti. Ömer, bunlara ne yapacağımı bilemiyorum dedi. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf Rasulullah'a şahid oldum ki: "onlara Ehli Kitab'ın sünneti ile muamele ediniz." buyurdu dedi

Oysa İmam Ebu Yusuf bunun devamında Ali b. Ebi Talip (r)'den onların Ehli Kitap olduklarına dair bir riva­yet nakletmektedir. Şöyle ki, rivayet olunduğuna göre Nevfel el-Eşcai, mecusilerden cizye alınmasını tenkid etti. Mûtevrid b. Ehnef de ona karşı çıktı ve dedi ki: Rasulullah'ı itham ettin, tevbe et yoksa seni vururum. Allah'a yemin ederim ki Rasulullah, Hacer ahalisi mecusilerden cizye aldı dedi. Ve bu iki kişi Ali b. Ebi Ta-lip'in

huzuruna çıktılar. Bunun üzerine Ali b. Ebi Talip şöyle dedi: Size tamamı mecusiler hakkında beğene­ceğiniz bir olaydan bahsedeyim. Onlar okudukları bir kitapları olan ümmet idiler ve onların bir kralı vardı. Sarhoş oluncaya kadar içti ve kız kardeşinin elinden tutup dört şahısla beraber kasabanın dışına çıkardı. Sonra onların gözleri önünde kız kardeşi ile zina etti.

[84] Tercih edilen görüşü Havlai: "Bunlar" sözünden maksat, Irak'ta olan ve bugün Es-Sabah adıyla bilinen gruptur. 4. asrın meşhur edebiyatçılarından birisi olan Ebu İshak es-Sabi bunlara nispet edilir. Hac suresi 17. ayetinin tefsirinde Sabiin kelimesine yaptığımız açıklamaya bkz.

[85] Anlatılır ki, Hintliler için Buda'dan önce "Manu Şeriatı" denilen bir şeriat vardı. Bu şeriat tevhid akidesi üzerinde olan krallarından birine nisbet edilirdi. Yani tek, ebedi sınırsız ilah Brahma tarafından Manu'ya vahyedildi. Ve şiir şeklinde bir kitaba yazıldı. Bu kitabın beyit sayısı 2685'i aştı. (Bkz: ed-Devalibi-el-Medhal ila't-Tarihi'l-Amm, sh. 66 ve sonrası).

[86] Bu ayetler gerçekten çoktur. Özellikle Bakara, Âli imran, Nisa ve Maide sûrelerinde. Maide sâresinin 15-19, 51-57 ve 65-69. ayetleri özellikle bu konuda delaletleri kuvvetli olan ayetlerdir.        

[87] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/29-42.

[88] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/43.

[89] et-Tac c. 4, sh. 90

[90] et-Tac c. 4, sh. 83

[91] İbn Kesir.

[92] Hazin ve Beğavi.

[93] İbn Kesir bu hadisi başka ifadeler ve başka yollarla da rivayet etmiştir. Taberi, Beğavi ve Hazin de buna benzer şeyler yapmışlardır. Kur'ani ifadeler de diğer bir takım nebevi hadisler ışığında hemen aklımıza ge­len, bu hadisin rağbet arttırma ve teşvik babından olmasıdır. Allah'ın bağışladığı bu günahlar ise küçük ku­surlar ve düşülen küçük hatalar cinsindendir. Büyük günahlardan değildir. Başkasının hakkı, ırzı, kanı olan günahlardan değildir. İçinde fuhşiyat ve kasıtlı günah bulunanlar değildir. Allah en iyi bilendir.

[94] Bu hadislerin bir kısmını Cuma Suresi tefsirinde verdik.

[95] Bkz: Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi, Zemahşeri ve en geniş kanıtı olarak Taberi tefsir

[96] et-Tacc.1,sh. 92-93.

[97] et-Tacc.1,sh. 92-93.

[98] Bu hadis Müslim, Tirmizi, Ebu Davud ve Nesai'nin rivayetlerindendir. (Tac, c. 1, sn.193).

[99] Buharı, Ebu Davud, Nesai ve Tirmizi bu hadis için yakın ifadeler kullanmışlardır.

[100] et-Tac, c.1, sh.91-93

[101] et-Tac, c.1, sh.91-93

[102] et-Tac, c.1, sh.91-93

[103] et-Tac, c.1, sh.91-93

[104] et-Tac, c.1, sh.91-93

[105] et-Tac, c.1, sh.91-93

[106] et-Tac, c.1, sh.91-93

[107] Tac, c-1 sh:88-89

[108] Tac, c-1 sh:88-89

[109] Bkz: Tabresi, bu ayetin tefsiri.

[110] Tac,C.1,S.94

[111] Tac,C.1,S.94-95

[112] Tac,C.1,S.94-95

[113] Tac,C.1,S.94-95

[114] Tac,C.1,S.94-95

[115] Tac,C.1,S.94-95                                                                                           

[116] Tac,C.1,S.86-87

[117] Tac,C.1,S.86-88

[118] Tac,C.1,S.86-88

[119] Tac,C.1,S.86-88

[120] Tac,C.1,S.86-88

[121] Tac,C.1,S.86-88

[122] Tac,C.1,S.86-88

[123] Tac,C.1,S.86-88

[124] Tac,C.1,S.86-88

[125] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/

[126] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/52-53.

[127] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/53-54.

[128] en- Nakip Kelime olarak, nakbuş-şey: Bir şeyi incelemek yani onu araştırmak, kontrol etmek demektir. Kavmin nakibi, onların durumlarını kontrol edip araştıran demektir. Sonra kelime, kavmin reisi, onların idareyi kendisine verdiği, yetki ve emir sahibi. Başkan için özel isim oldu.

[129] Hainetin Burada hiyanet, hainlik anlamındadır.

[130] Reşid Rıza, bu oniki kişinin Allah'ın Musa (a)'ya Arz-ı Mukaddesin durumunu keşif için gönderilmeleri­ni emrettiği İsrailoğulları'nın kabilelerini temsil eden delegeler, elçiler olduğunu anlatmıştır. Bunlar, Tevrat'ın Sayılar Kitabı'nın 13. babında yer almıştır. Biz ise, kastedilenlerin birinci ve ikinci bablarında zikredilenler olduğunu tercih ediyoruz. Ayetin ifadesi, tercihimizi kuvvetle desteklemektedir.

[131] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/56-57.

[132] Bak. ibni Sa'd C.2, S.23-27, İbni Hişam C.4, S.278-280 Ebu Ubeyd İmam Kasım, Kitabu'l Emval S.20-22.

[133] İmam Ebu Ubeyde metinde geçen kelimeyi Taba ve raiyyeh (idare edilenler, halk) olarak tefsir etmiştir.

[134] Şu ayetleri de okuyunuz: Ali imran 114-114 ve 199, Nisa 161, Enam 114, Rad 36 ve Ankebut 48.

[135] Reşid Rıza bu ayetin tefsinde indilerin tarihi ve uğradıkları tahrifatla ilgili uzun bir bölüm yazmıştır. Bu sûrede de Bakara, Ali imran ve Nisa süresindeki benzer ayetler de de benzer açıklamalarda bulunmuştur. Bu konuda geniş bilgi elde etmek isteyenler Menar Tefsiri'ne baş vurabilirler.

[136] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/

[137] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/63-64.

[138] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/64-65.

[139] en-Takulu Burada "liella takulu" anlamında kullanılmıştır.

[140] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/66-67.

[141] Ve cealeküm mülüken Sizi krallar yaptık. Müfessirlerin çoğu bu ifade ile kastedilen mânânın Mısır'dan çıkışları sırasında verilen hür­riyet, kendi kontrollerini ele almaları firavunlara kul- kölelikten sonra özgür olmalarıdır. Konu ile ilgili bir de Peygamber (s)'den şöyle bir hadis delil ge­tirmişlerdir. (Kimin bir evi bir de hizmetçisi varsa o kraldır). Bu ibarenin bir istisna olmadan mutlak olarak gelmesi tüm Beni İsrail'e hamledilmesini sağ­lamıştır.

[142] Minellezine yehafune (Korkanlardan) Burada kaldırıl­mış gizli bir isim vardır; "Yehafunallah" şeklindedir. Buna göre anlamı: Al-lahtan korkanlardan.... olur.

[143] Enamellahu aleyhime Üzerlerine nimeti verdiği iki kişi. Burada da yine gizli bir bölüm vardır: Cümle şu anlamdadır. 'Allah o ikisini hidayet, takva, sebat ve Allah'a güvenme nimetîyle donatmıştı'

[144] Bkz: Taberi, Hazin, Beğavi, İbn Kesir ve Tabresi tefsirleri ve diğerleri.

[145] Bkz: Tekvin; bablar 12,14 ve 15, ayrıca bkz: "İsrailoğulları Tarihi" adlı kitabımız, sh.17 ve sonrası.

[146] Bkz. Tevrat Hakimler, Krallar, Tarihler, Yeremya ve Hezekiler bölümleri. Ayrıca bkz: "İsrailoğulları" adlı kitabımız, özellikle 82-95-135-195 ve 272-318. sahifeler: 82-95, 135-195 ve 272-318

[147] Bkz. Bakara Suresi 4-16, Âli İmran 71-120, Nisa 43-56 ve A'raf 162-169.

[148] İbn Hişam, bu sözün Peygamber (s)'in Bedir Savaşı sırasında Kureyş'le çarpışıp çarpışmamaları hu­susunda ashabı ile istişare yaptığı sırada Mikdad b. Esved tarafından söylendiğini rivayet etmiştir. (Siyer c.2, sh.252). İbn Kesir de aynı şekilde rivayet etmiştir. Buharı, Cihad bölümünde ibn Mesud'tan şöyle riva­yet etmiştir. İbn Mesud: "Mikdad b. Enes'ten şöyle birşey gördüm ki, bunun için O'na arkadaş olmam çok daha hoşuma gitti. Peygamber (s) geldi. Müşrikler aleyhine teşvik ediyordu. Bu arada Mikdad: Musa'nın kavminin dediği gibi: "Git, sen ve Rabbiniz savaşınız demeyiz. Aksine deriz ki, biz sağında solunda, önünde ve arkanda savaşacağız dedi." Bunun üzerine Peygamber (s)'in yüzünün parladığını ve Mikdad'ın sözünün onu sevindirdiğini gördüm." dedi. (Tac, c.4, sh.366). İbn Kesir ve Beğavi de aynı rivayeti yapmışlardır. Ta-beri'nin rivayetine göre ise bu söz, Hudeybiye günü Kureyş'in Peygamber (s)'i Ka'be'yi ziyaret etmekten menetmek için durdukları zaman Mikdad tarafından söylenmiştir. Şöyle ki, Peygamber (s): "Ben bu kurbanı götürüp Beyt'in yanında keseceğim, deyince, Mikdad: "Allah'a andolsun ki biz İsrailoğullan'nın seçkinlerinin peygamberlerine: "Git, sen ve Rabbin savaşın, biz burada oturuyoruz demeyiz. Biz ancak, git sen ve Rab­bin savaşın, biz de sizinle beraber savaşacağız deriz." dedi. Rasulullahın ashabı bu sözü duyduklarında ona tabi olup desteklediler.

[149] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/68-72.

[150] en-Tebue Burada anlamı; katlimin günahını taşımanı (isterim).

[151] Fetavvaat Sağladı, razı etti, aldattı ve kardeşini öldürmeyi süs­lü gösterdi.

[152] Yebhasü Eşeliyordu, kazıyordu.

[153] Sevete Öldükten sonra bedeni ifade eden bir kinayedir (ölü be­den).

[154] Ev fesadin fil ard Bu bölüm, 'bir nefse karşılık ol­maksızın (haksız yere)' kısmının üzerine atfedilmiştir. Anlamı: "Bir fesada karşılık olmaksızın; yani kim ki bir nefsi zulüm ve yeryüzünde fesat çıkar­mak maksadıyla öldürürse!"

[155] Ve men ehyaha Kim kişinin hayatını korursa, kurtarırsa.

[156] Bkz. Taberi, Beğavi, Hazin, ibn kesir ve Tabresi.

[157] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/74-77.

[158] Min Hilafin Keserken çapraz kesme anlamındadır. Buna gö­re sağ el ve sol ayak kesilir.

[159] Min kabil en takdim aleyhim Elinize düşme­den önce ve siz onları yakalamadan ve onlara karşı zafer kazanmadan önce.

[160] Bkz. Taberi, Beğavi, ibn Kesir, Hazin ve Tabresi tefsirleri.

[161] Bkz. Tac:C.4, S.90-91

[162] Taberi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi, Nesefi ve Zemahşeri tefsirleri.

[163] Bkz. Taberi, Beğavijbn Kesir-Hazin- Zemahşeri ve Tabresi tefsirleri. Bunlardan bu rivayet edilen gö­rüşleri en çok kapsayan Taberi tefsiridir

[164] Bkz. Taberi, Beğavijbn Kesir-Hazin- Zemahşeri ve Tabresi tefsirleri. Bunlardan bu rivayet edilen gö­rüşleri en çok kapsayan Taberi tefsiridir.

[165] Taberi bu görüşü İmam Ebu Hanife'ye isnad etmiştir.

[166] Bkz. Az önce anılan tefsir kitapları ve özellikle Taberi tefsiri.

[167] Beş müsned sahipleri bu hadisi rivayet etmişlerdir. Bkz. Tac. c.3, sh. 27.

[168] Beş müsned sahipleri bu hadisi rivayet etmişlerdir. Bkz. Tac. c.3, sh. 27.

[169] Taberi, bu görüşü imam Şafi'ye isnad etmiştir.

[170] Taberi, bu görüşü imam Şafi'ye isnad etmiştir.

[171] Bkz. Taberi tefsiri.

[172] Bkz. Taberi tefsiri.

[173] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/78-85.

[174] İbteğu ileyhi'l-vesilete İçinde Allah'ın rızası ve O' na yakınlık olan herşeyi araştırını? ve yapınız.

[175] Bu hadislerden biri, Tirmizi ve Ebu Davud'un Cabir'den rivayet ettiği şu hadistir: Rasulullah şöyle bu­yurdu: "Şefaatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir". Muhammed b. Ali dedi ki: "Cabir bana şöyle dedi: "Ya Muhammed, kim büyük günah sahibi değildir? Şefaat ona ne yapsın. Yine Tirmizi'nin, Avf b. Ma-lik'ten, O'nun da Rasulullah'tan rivayet ettiği şu hadis de bunlardandır. Rasulullah şöyle buyurdu: Ben Rab-bimin yanından geliyorum. Beni ümmetimin yarısını cennete sokmakla şefaat arasında tercih yapmam için serbest bıraktı. Ben şefaati tercih ettim. Ve şefaat Allah'a şirk koşmadan ölen kimse içindir. (Tac; c.4, sh.347-349).

Buhari'nin Cabir'den rivayet ettiği şu hadis de bunlardandır: Rasulullah: "Kim nidayı (ezanı) duyduğunda "Allah'ım, ey bu mükemmel çağrının ve kılınan namazın sahibi, Muhammed'e vesile ve fazilet ver, O'nu olarak: kendisine va'dettiğin güzel makama ulaştır derse kıyamet günü şefaati ona olur. (Tac; c.1, sn.147)Burada başka sahih hadisler de vardır. Bkz. Tac; c.3, sh. 349-355)

[176] Nida: Ezan.

[177] Bu hadisi Buhari, Tirmizi ve Ebu Davud da rivayet etmiştir. Bkz. Tac, c.1, sh.147.

[178] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/85-89.

[179] Nekelen Yani ceza olarak.

[180] Bu metinler İbn Kesir'den alınmıştır.

[181] Bu metinler İbn Kesir'den alınmıştır.

[182] Tac, c.3, sh. 19, hadis sarihleri ve müfessirler "el-biydatü" kelimesini bu hadiste savaşçının kafasına giydiği demir miğfer anlamında açıklamışlardır. Bu, yerinde bir yorumdur. Çünkü aynı isimdeki tavuk yu­murtası, sonra da açıklanacağı gibi sünnetin belirlediği, hırsızın elini kestiren miktara ulaşamaz.

[183] Tac, c.3, sn. 19

[184] Tac, c.3, sh.19

[185] Tac, c.3, sh. 19

[186] Adı geçen kaynak, sh.21.

[187] Adı geçen kaynak sh.20, "el-Kisr" kelimesi burada hurma özü anlamındadır.

[188] Adı geçen kaynak sh.20, "el-Kisr" kelimesi burada hurma özü anlamındadır.

[189] Tac, C.3, S.20.

[190] Bu hadis metni Beğavi tefsirinden alınmıştır.

[191] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/90-96.

[192] es-Suht Denildi ki, aslında bu kelimenin mânâsı "yok etmek, tüketip, kökünü kazımak"tır. Kur'an-ı Kerim'de Taha sûresinin şu ayetinde bu anlama gelmiştir: Musa onlara: "Yazık size!" dedi. Allah'a yalan uydurup iftira etmeyin. (O), bir azap ile kökünüzü kurutur. İftira eden kesinlikle hüs­rana uğramıştır. (Taha Sûresi, 61). Sonra bu kelime rüşvet ve haram mal an­lamında kullanıldı. Çünkü rüşvet ve haram, onu alanı yok edip bitirir.

[193] Taberi burada geçen "tahmini" kelimesini "yüzü is ile karalamak" olarak tefsir etmiştir. (Yahudiler zina edenlerin yüzlerini is ile karalayıp dolaştırarak onları cezalandırıyorlardı)

[194] Bkz. Beğavi, Hazin, İbn Kesir, Tabresi, Zemahşeri, Nesefi, Nisaburi, Kasimi ve El Menar tefsirleri.

[195] Tac, C.3, S.24

[196] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/97-102.

[197] er-Rabbaniyyun Rab kelimesine nisbet edilerek bu isim veril­miştir. Kelime, Allah adamları, onun kitabının alimleri anlamındadır.

[198] el-Ahbar Fakihler veya kadılardır. Hibr; fakih alim, demektir.

[199] Ve'I curuha kısas Bunun mânâsı şudur: Bir insan, di­ğer bir insanı, bu ayette gelenlerin dışında, bir yaralama şekliyle yaralarsa ay­nı şekilde yaralanarak kısas yapılır.

[200] Tac, c.3, sh.7-8.

[201] Tac, c.3, sh.7-8.

[202] Tac, c.3, sh.7-8 - ibn Kesir bu hadisi başka bir ifade ile rivayet etmiştir. Ancak hadisin özü birdir.

[203] et-Tac, c.3, sh.13.

[204] et-Tac, c.3, sh.13.

[205] Geçen kaynak sn. 13-14, "Altın sahipleri için bin dinardır." cümlesi tam diyetin değerini ifade et­mektedir. Diyetin üçte biri anlamındaki bu kusurlu uzvun diyeti aynı uzvun sağlamının diyetinin üçte biri ka­dardır anlamındadır.

[206] Geçen kaynak sn. 13-14, "Altın sahipleri için bin dinardır." cümlesi tam diyetin değerini ifade et­mektedir. Diyetin üçte biri anlamındaki bu kusurlu uzvun diyeti aynı uzvun sağlamının diyetinin üçte biri ka­dardır anlamındadır.

[207] Tac, c.3, sh.12

[208] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/103-110.

[209] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/111-112.

[210] Şir'aten ve minhacen "Şir'at", şeriat (ıstılahi anlamıyla hukuk sistemi) demektir. "Minhac" ise, yol ve apaçık sünnet ve yöntem de­mektir. Ayetlerin akışından algıladığımız kadanyla, bu iki kavram burada ku­rallar, pratik hükümler ve bu hüküm ve kuralların uygulanışında izlenecek y-ol ve yöntem anlamında kullanılmıştır.

[211] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/113-114.

[212] Bkz:Taberi, Beğavi, Hazin ve İbn Kesir.

[213] Bkz:Taberi, Beğavi, Hazin ve İbn Kesir.

[214] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/114-117.

[215] Evliya Dostlar,yardımcılar.

[216] Nahşa en tusiybana daireh Zamanın bir savaş veya başka bir felakette aleyhimize dönmesinden korkuyoruz.

[217] Yusariune fıhim Onların dostluklarına sıkı sıkıya bağlanıyor, onlara hoş görünmeye çalışıyorlar.

[218] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/118-119.

[219] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/119-120.

[220] Bkz. Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin, Tabresi ve Zemahşeri.

[221] İbn sa'd c. 3 sh. 218-221 İbn Hişam c.4 sh. 169 ,221. Taberi c.2 sn. 366-373, Belazuri sh 66-69, İbn Sa'd c.2. sh. 25-56                                                     

[222] Taberi c.3 ve c.4b Futuhul buldan, Belazuri.

[223] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/120-122.

[224] Ezilleh Zeliller Burada şefkatli ve merhametli anlamında kullanılmıştır.

[225] Eizzeh Güçlüler Burada şiddetli ve sert anlamında kullanılmıştır.

[226] Beğavi, ibn-ı Kesir, Hazin, Zemahşeri, Tabresi ve Nisaburi

Beğavi, ibn-ı Kesir, Hazin, Zemahşeri, Tabresi ve Nisaburi

[227] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/123-127.

[228] Heltenkimune mirnıa Bize kin güdüyorsunuz. İçinizden öfke ve nefret besliyorsunuz.

[229] ct-Tağul Burada putlar ve heykeller anlamında kullanılmışın-. Nisa sûresi 51. ayette de aynı anlamda kullanılmıştır. Eski ahidin bölümlerin­de İsrailoğulları'nin Allah'ın birliği ilkesinden saparak pullara tapmaya baş­ladıklarından defalarca sözedilir.

[230] Ahaâ Abidin çoğulu Hadimin çoğulu Hadem gibi. (Bu yorum, "abd" kelimesinin tağuta muzaf ve tağuiunda mecrur okunması durumunda geçerlidir. Ancak tağutun nıansup okunması durumunda "abd" kelimesi fiili mazi

olur. Yani onlardan tağuta ibadet edenler kıldı).

[231] Beğavi, Hazin, Tabresi.

[232] Âli İmran: 72-73, Nisa: 46-53

[233] Bakara 76, 88-91; Âli İmran 71,98- 100, 119

[234] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/127-130.

[235] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/130-131.

[236] Bakara 76, 105; Ali İmran: 71-74.

[237] Bakara 44, Âli İmran 187-188 Tevbe sûresinde yer alan bir ayetin mesajı ise gayet nettir: "Hahamları­nı ve papazlarını Allah'tan başka Rab'ler edindiler(31) "Ey iman edenler Haham ve papazların çoğu, insan­ların mallarını batıl yolla yiyorlar Allah'ın yolundan alıkoyuyorlar."(34)

[238] ibn Kesir, İbn Mace'den değişik bir üslupla şöyle rivayet eder: Bir adam bir kavim içinde günah işlese, onlarında gücü bunu değiştirmeye yetse, yine de değiştirmeseler, mutlaka onlar ölmeden önce Allah onlara bir ceza verir.

[239] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/131-132.

[240] Mağluletün Bağlıdır. Kelime burada cimrilik ve eli sıkılıktan kinaye olarak kullanılmıştır.

[241] Bkz: Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin ve Tabresi bunların bir kısmında bu görüşlerin biri, diğer kısmın-dadabir ikisi de yer alır.

[242] Bkz: Kendi kutsal metinlerine göre İsrailoğuliarı tarihi adlı eserimiz sh.130-134

[243] A.g. ebsh.234, 296.

[244] et-Tac .c.4 Tetsir bölümü sh. 91-92.

[245] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/133-136.

[246] Muktesidetün Mutedil,ıhmlı. Yani, dinin emirlerinde kısmaya  gitmeyenler.

[247] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/136-137.

[248] Bkz: Taberi, Beğavi, İbn Kesir ve Hazin. Bunlardan bazıları her iki görüşe de yer vermişlerdir.

[249] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/137-138.

[250] Bkz: "Tarahu Cinsil Arabi" adlı eserimizin c.7

[251] et-Tac;c.2sh. 143, 145

[252] Veda Hacc'ı hutbesi eski siyer kitaplarında ve tefsirlerde değişik tarzlarda yer alır. Ancak bizim buraya aldığımız bölüm, hemen tümünde birbirine yakın bir üslupla yer alır. Bkz: Tabakat, İbn Sa'd C 3 İbn Hişam C4.

[253] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/139-143.

[254] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/143-145.

[255] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/145.

[256] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/146.

[257] Sıddikatıın İnancı ve tasdiki güçlü. Ya da doğruluğu şiddetli ve sağlam.

[258] Tarihu Suriye, Metrah ed-debs, C.3, sh. cüz.2, cüz.4, cüz.3

[259] Tarihu Suriye, Metrah ed-debs, C.3, sh. cüz.2, cüz.4, cüz.3

[260] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/148-150.

[261] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/151-152.

[262] Taberi bu hadisi değişik kanallardan ve bazı ufak tefek farklılıklarla rivayet eder

[263] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/153-154.

[264] Ayrıca bkz. Taberi

[265] Taberi, Beğavi, İbn Kesir ve Hazin

[266] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/155-156.

[267] Kıssısin Kus'un çoğulu papaz. Kelimenin türediği kök ve ifa­de ettiği anlam hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bir görüşe göre, kelime "Kassel ibile ve yekussuha": 'Deveyi güzel otlattı ve sürdü' kullanı­mından türemiştir. Bir diğer görüşe göre kelime, takassus (tecessüs, bir şeyin peşine düşüp araştırmak, haberleri yaymak, sesleri dinlemek ve kemiklerin etini soymak)tan türemiştir. Birinci görüşün doğru olması ihtimali daha güçlü

gibi görünüyor. Hangi kökten türerse türesin, kesin olan bir şey var ki, o da Kur'an'ın inişinden önce Arapların bu kelimenin hrıstiyanlar arasındaki din­sel bir makamı ifade ettiğini bilmeleridir. Hatta içlerinde bazı kimseleri bu isimle anıyorlardı. Bunların başında güçlü hatip Kuss b. Saide gelir.

[268] Ruhban Rahip'in çoğulu manastırlara çekilip herşeyden el etek çeken hrıstiyanlara denir. Bunlar evlilik, evlat, yiyecek ve giyecek gibi lez­zetlerden yararlanmayı kendilerine haram ederler. Bazılarına göre, bu kelime korku anlamına gelen "er-rehbeh"den türemiştir. Ya da, devenin zayıf ve ze­bun oluşu anlamında kullanılan "Rahb" kökünden gelir ikinci görüş daha güçlü gibi görünüyor. Çünkü rahiplerin kendilerini hayatın doğal lezzetlerin­den yoksun bırakmaları zayıflığa, zebunluğa yol açar. Hangi anlamda olursa olsun, kesin olan bir şey var ki, o da bu kelimenin, İslam'dan önce Araplar arasında kullanılan bir kelime olmasıdır. Hnsliyanlar arasında kendilerini ibadete adayan, hayatın zevklerinden uzaklaşan münzeviler anlamında kulla­nılırdı. Hadid sûresinde, hrıstİyanlardan söz edilirken buna yönelik bir işarete yer veriliyor ve "ruhbanlık" kelimesi kullanılıyor. Bununla bağlantılı olarak iki hadis rivayet edilir: "İslam'da ruhbanlık yoktur" (Tabresi) "Her ümmetin bir ruhbanlığı vardır. Bu ümmetin ruhbanlığı da Allah yolunda eihaddır".(İbn Kesir)

[269] Taberi, Beğavi, İbn Kesir, Hazin.

[270] İbn Hişam c.2 sh. 204-214

[271] Bakara, 109, Âli İmran, 118-120, Nisa, 44-46

[272] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/158-161.

[273] Diğer müfessirler rivayetleri daha çok Taberi'den aktarmışlar. Biz de kaynak olarak onu gösterdik.

[274] Bkz. İbn Kesir, Hadid Suresi; 27. ayetin tefsirine. İbn Kesir buna yakın bir diğer hadis de rivayet eder ki, Hafz Ebu Ya'la tahric etmiştir: Her ümmetin bir ruhbanlık yanı vardır. Bu ümmetin ruhbanlığı da Allah yo­lunda cihaddır.

[275] Taberi tefsirindeki zikredilen ayetlere bakınız.

[276] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/162-163.

[277] el-Lağvu fi eymanikum Yemİnlerinizdeki boş sözler. Hz. Aişe'nin şöyle dediği rivayet edilir: Rasulullah (s) buyurdu ki: Yeminler-deki boş sözler, adamın evinin içinde: Hayır vallahi, evet vallahi, demesi-dir1?6.

[278] Bima akkadîumul eymane Kararlaştırdığınız ve kendi içinizde yeminle söz verdiğiniz. Ya da yemin ederek kendi üzerinize gerekli kıldığınız.

[279] et-Tac, c.3. sh.78. Yazar bu babda iki hadis daha rivayet eder. Bunlardan birini Müslim ve Nesai de ri­vayet etmiştir: Allah'a andolsun ki, eğer Allah dilerse, ben bir yemin etsem, sonra ondan hayırlısını görsem mutlaka yeminimin kefaretini verir ve daha hayırlısını yaparım. Diğer hadisi de Müslim, Tirmizi ve Ebu Da-vud rivayet etmiştir.

[280] Taberi, Beğavi, Hazin, İbn Kesir, geniş kapsamlı açıklamalar daha çok Taberi'de yer alır.

[281] et-Tac, c.3, sn.68

[282] et-Tac.c.3,sh.68

[283] et-Tac, c.3, sh.68

[284] et-Tacc.a, sh.71

[285] et-Tacc.3, sh.71

[286] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/164-170.

[287] Et-Tac, C.4T sh.94

[288] Et-Tac, C.4, sh.9

[289] Et-Tac, C3, sh. 126-130

[290] Et-Tac, C.3, sh. 126-130

[291] Et-Tac, C.3, sh. 126-130

[292] Et-Tac, C.3, sh.126-130

[293] a.g.e

[294] a.g.e.

[295] a.g.e.

[296] a.g.e.

[297] a.g.e

[298] age, sh,28

[299] a.g.e. sh.28

[300] Et-Tac. C.4, sh.94

[301] a.g.e.

[302] a.g.e.

[303] Bu metinler ibn Kesir ve Beğavi tefsirlerinden aktarılmıştır..

[304] a.g.e.

[305] a.g.e.

[306] a.g.e.

[307] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/171-176.

[308] Bkz. Taberi, Beğavi ve diğerleri.

[309] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/177.

[310] En-Naam En'arn'ın eş anlamlısı ve hayvan demektir.

[311] Zeva adlin Adaleti ve doğruluğu bilen iki kişi.

[312] es-Seyyereh Kafile ve yolcular.

[313] Bu hadisler yakın ifadelerle hadis sünenlerinde, Buhari ve Müslim'de yer alır. et-Tac; c.2 sh. 107

[314] İbn Kesir

[315] Taberi, Tabresi ve İbn Kesir

[316] el-Arap Kablei İslam, Cevad Ali c.5, sh. 75 ve sonrası. Ayrıca bkz. "Tarihu cinsul Arab" adlı eserimizin sh. 602

[317] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/178-182.

[318] Kıyamen linnasi İnsanların hayatlarının ve çıkarlarının da­yanağı.

[319] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/183-185.

[320] Et-Tac, C.4, sh.94

[321] Et-Tac, C.4, sh.95

[322] Et-Tac, C.4, sh.95

[323] a.g.e. sh.95

[324] Metin İbn Kesire aittir. Bu hadisi Beğavi ve Zemahşeri önemli bir ek ifadeyle birlikte rivayet etmişlerdir. O da şudur: Size bir şey emrettiğim zaman, gücünüz yettiğince onu yapmaya çalışın. Bir şeyi de nehyetti-ğim zaman kesinlikle ondan kaçının.

[325] Taberi kendi rivayet kanallarıyla bu hadisi Rasulullah'm ashabı Ebu Salebe el- Haseni'den rivayet et­miş ve Peygamberimizin sözü olduğunu belirtmemiştir. Yine aynı konuyla ilgili olarak Taberi kendi rivayet etmiştir. Sahabe'nin adı Ubeyd b. Umeyr'dir. Şöyle diyor: Şüphesiz yüce Allah bazı şeyleri helal, bazı şey­leri de haram kılmıştır. O'nun helal kıldığını helal, haram kıldığından da kaçının. Bazı şeyleri de olduğu gibi bırakmıştır; ne helal ne de haram olduğunu belirtmiştir. Bunlar yüce Allah'ın affettiği şeylerdir. Şayet bunlar Peygamberimizin(s) hadisleri değilseler yine de onun sonnetinden ve yol göstericiliğinden izler taşıyorlar.

[326] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/185-188.

[327] Bahiyve"Bahr" kökünden gelir ve anlamı "yormak"lır. Cahiliye döneminde kullanılan bir kavramdır. Kulakları yanlan hayvanlar için kullanı­lırdı.

[328] Saİbe "Seyb" kökünden gelir ve "terk etme" anlamında kullanılir. Bu kavram cahiliye döneminde başı boş bırakılan hayvanlar için kullanı­lırdı.

[329] Vasiyle Cahiliye döneminde erkek ikiziyle birlikte doğan dişi hayvan anlamında kullanılırdı. Kardeşine vasi oldu (ulaştı) demektir. Çoğun­lukla sığırlar için kullanılırdı.

[330] Ham "Himaye" kökünden gelir. Cahiliye döneminde, on tane yavru doğurduğu için sırtına binilmeyen, yük taşımaktan muaf (utulan deve için kullanılırdı. Bu ona yönelik bir onurlandırmaydı. Böylece sırtını korudu derlerdi.

[331] et-Tac, c.4, sh.96

[332] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/189-190.

[333] et-Tac, c.4, sh.95. Taberi'nin aktardığı rivayette Hz. Ebu Bekir'in şöyle elediği belirtilir: Allah'a andol­sun ki, Allah kitabında bundan daha şiddetli bir ayet indirmemiştir.

[334] A.g.e.

[335] et-Tac.c.4. sh.95,96

[336] Hazin tefsirinde yer alan bir rivayette ibn-i Mesud'un şöyle dediği rivayet edilir: Marufu emredin ve münkeri nehyedin. Eğer sizden kabul edilmezse, siz ancak kendi nefislerinizden sorumlusunuz.

[337] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/191-193.

[338] Min gayrikum Tercih edilen görüşe göre: Gayri müslimlerdcn.

[339] Tehbisımehuma Sahicilikte bulunmak için namazdan sonra­sına kadar onları bekletirsiniz.

[340] La neşteri bihi semenen velevkane za kurba Bize ne kadar rüşvet verilse de, sonuç akrabalarımızın aleyhine de olsa veya mesele sadece akrabalarımızı ilgilendiriyor olsa da şahitliğimizi gizlemeyeceğiz ve şahidlikte bulunurken yalan konuşmayacağız.

[341] Fe in usire ala ennehume istehakka is­men Şayet şahitliği gizlemek veya şahitlikle bulunurken yalan söylemek su­retiyle bir günah işledikleri ortaya çıkarsa.

[342] Yckumani makamehuma Şahitlik etme hususunda onla­rın yerine geçerler.

[343] Minellezine istehakka aleyhim ul evle-yan Ölünün velileri ve mirasçıları olup da şahitlik esnasında işlenen güna­hın ve yalan yeminin zararına uğrayan kimseler...

[344] Ev yehafune en turedde eymanun ba'de eymanihim Yemin ve şahitlik hakkının başkalarına geçmesi suretiyle

yalancı durumuna düşmekten ve rezil olmaktan korkmalan...

[345] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/195-196.

[346] Ayrıca bkz. Beğavi, Hazin, ibn Kesir, Tabresi.

[347] et-Tac, c.4, srı. 56.

[348] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/196-199.

[349] Taberi, Hazin.

[350] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/199-200.

[351] Maide Sofra. Bu kelimenin, geçimini üzerine aldı ve ona yedirdi anlamında Madc/Yemİda kökünden geldiği söylenmiştir. Bu durumda kelime Mare/Yeminİ kökü ile müradif olur. Ya da verdi ve yardım etti anlamına ge­lir. Bir diğer görüşe göre; kelime hareket elti, kımıldadı anlamında Made/Ye-midu kökünden gelir. Dolayısıyla kelime yere konulup kaldırılabilecek şekil­de hareket ettirmeye müsait olan "sofra" demektir. Ya da kendisine sunulan, kişiyi yedirmesi dolayısıyla bu adı almıştır. Her halükârda "maid" üzerine yemek konulan "sofra" anlamında kullanılagelmiştir.

[352] Bkz. Matta İncil'i; 6. İshah, Yuhanna İncili; 15. İshah, Markos İncili; 6. İshah, Luka İncili; 9. İshah.

[353] Bu metin Katolik nüshasından nakledilmiştir.

[354] İzzet Derveze, et-tefsiru’l-hadis, Ekin Yayınları: 7/203-207.