- 5 -
Mushaf’taki sıralanışına göre 5,
nüzûl sırasına göre 112, tıval kısmının da dördüncü sûresidir. Âyet sayısı 120
olup Medine’de nâzil olmuştur.
“Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
adıyla”
Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah’a
aittir. Salât ve selâm O’nun Rasûlüne, ailesine, ashabına olsun. Ey Rabbimiz
bizden kabul buyur. Çünkü sen tüm duaları işiten ve her şeyi bilensin.
Muhterem arkadaşlar, bu haftadan
itibaren Mâide sûresini tanımaya başlayacağız inşallah. Medine’de nübüvvetin
son yılında, yâni onuncu yılında nâzil olan Mâide sûresi kitabımızın en son
nâzil olmuş âyetlerini ihtiva eden bir sûredir. Mâide sofra demektir. Îsâ
(a.s)’ın Havarileri Îsâ (a.s)’dan kendilerine yemeleri, kalplerinin itminana
kavuşması, peygamberlerinin kendilerine söylediklerinin doğruluğuna kesin
kanaat getirmeleri ve şahit olmaları için Rablerinin gökten bir sofra indirmesini
istemişlerdi de işte bu hadiseyi ihtiva ettiği için sûreye bu isim verilmiştir.
Sûrede Medine’de Allah ve Resûlü
egemenliğinde Müslüman-ca bir hayat yaşamaya başlamış İslâm toplumu eğitilir.
Bunun için dini, kültürel ve siyasal tâlimatlar verilir. Müslümanların
akitlerini yerine getirmeleri konusunda, kesilecek hayvanlar konusunda,
ihramlıyken avlanma konusunda hükümler beyan edilir. Ehl-i kitap kadınlarla evlenme
konuları, dinden dönme, irtidat konuları gündeme getirilir. Hırsızlığın, yol
kesiciliğin, yeryüzünde fesat çıkararak Allah’ın düzenini bozmanın cezası,
içki, kumar ve yemin kefaretleri anlatılır. Hayvanlar-la ilgili, eşyayı
değerlendirmeyle ilgili sapmalar gündeme getirilir. Bütün bu konularda İslâm
ümmetinden önceki iki toplumun sapak noktaları gündeme getirilerek onların
anaforlarına düşmemeleri hususunda Müsümanlar ısrarla uyarılır. Sakın ey
Müslümanlar, sizler sizden öncekilerin düştükleri yanlışlara düşmeyin
buyurulur.
Bunun için bazı kıssalar anlatılır, örnekler verilir. İsrâil oğullarının
Mûsâ (a.s) ile ilgili kıssaları. Allah yolunda bir savaşta onların Allah’ın
elçisini kendi başına bırakmaları, Ademin çocuklarının kıssası, Habil ile
Kabil’in kıssası anlatılır. Sonra Hz. Îsâ (a.s) ın Havarilerinin kendisinden
gökten kendilerine bir sofra indirilmesini istemeleri olayı anlatılır. Yahudi
ve hıristiyanların Allah’ın kitabını, peygamberlerinin yolunu bırakıp kendi
hevâ ve heveslerine tabi olarak nasıl dinden çıktıkları uzun uzun anlatılır.
Böylece her hal-ü kârda Müslümanların kitaplarına bağlanmaları, kitaplarının
hükümlerini uygulamaları, aksi takdirde kendilerinin de aynen onlar gibi
dinlerini de, kitaplarını da kaybedecekleri öğütlenir.
Sûre, İslâm
itikadının yayıldığı, yok edilmesinin mümkün olma-dığının bütün müşriklerce
anlaşıldığı bir zamanda inmeye başlamıştır. İslâm, devlet olma yolunda her
şeyini tamamlamış, siyasi, ikt
Allah Teâlâ,
yüceliğinde ve hükümranlığında hiçbir ortağı bulunmayan yegâne ilâhtır. Her
şeyi o yaratmıştır. Yaratmasında başka hiç bir kimsenin ortaklığı, müdahalesi
yoktur. Yarattığı şeylerin tek malikî ve hakimi yine O'dur. Hüküm koymak sadece
O'na mahsustur. Bu gerçekler, Allah'ın indirdiği hükümlerin dışında, başka bir
şeyle hükmedilemeyeceği hususunu mantıkî olarak ortaya koyuyor. Her şeyin yaratıcısı,
sahibi, malikî O olduğuna göre, yarattıkları için lâyık gördüğü nizamı vazetmek
de O'nun hakkıdır. Mülkiyetinde bulunanlar için kanun koymasına ve onların
uygulanmasını istemesine hiç kimsenin itiraz etme hakkı da yoktur. Eğer,
insanlar arasında O'nun ahkâmıyla hükmetmekten kaçınılırsa; bu, O'na karşı
çıkmak, O'na isyan etmek ve O'nun ulûhiyyetini inkâr etmek demektir. Allah
Teâlâ bu ger-çeği, kendilerine gönderilen Tevrat ile hükmetmekle emrolundukları
halde, bundan yüz çeviren Yahudiler hakkında nazil olan ve böyle yapan her
topluluk için geçerli olan, "...Kim Allah'ın indirdiği ile hükmet-mezse, işte
onlar kafirlerin ta kendileridir. Kim, Allahın indirdiği ile hükmetmezse, işte
onlar, zalimlerin ta kendileridir. Kim, Allah'ın indirdikleri ile hükmetmezse
işte onlar fasıkların ta kendileridir" (44, 45, 47) âyetleri ile bütün
açıklığıyla herkese ilân etmektedir.
Allah'ın
hadlerini ikrâr etmek; helâl gösterdiğini helâl, haram gösterdiğini de haram
saymak ve koyduğu hükümleri hayata tatbik et-ek, O'nun ortaksız tek Rab olduğunu
kabul etmek demektir. Ondan başkasının yasaklamasıyla bir şeyi haram ve yasak
saymak veya O'nun haram ve yasak kıldığı şeyleri O'ndan başkasının serbest bırakmasıyla
mubah saymak, O'nun Rûbûbiyyetini inkâr etmek ve O'ndan başkalarını Rabler
edinmek demektir. Peygamber (s.a.s), henüz müs-üman olmamış olan Adiy İbn
Hâtem'in yanında; "Onlar, hahamlarını, papazlarını ve Meryemoğlu İsa
Mesih'i Allah'tan başka Rabler edindiler. Halbuki onlar ancak "bir"
olan ve kendisinden başka ilah olmayan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı.
Allah onların koştukları ortaklardan münezzehtir" (Tevbe,31) âyetini
okuduğu zaman Adiy İbn Hâtem itiraz etmiş ve şöyle demişti: "Hayır. Onlar
söylediğiniz gibi onlara kesinlikle ibadet etmediler". Hz. Peygamber
(s.a.s)'in verdiği ce-vab, bu konuyu bütün yönleriyle açıklığa kavuşturuyordu:
"Evet... Onlar, Allah'ın helâl kıldığını onlara haram; haram kıldığını da
helâl kıldılar. Böyle yapmakla onlar; uydukları bu kimselere ibadet etmiş, tapın-mış
oldular" Bu izah, Allah'ın indirdikleri ile hükmetmekten kaçınarak
kulların koyduğu kurallara göre hayatı tanzim etmenin ne demek olduğunu ortaya
koyuyor: "...Halbuki onlar, ancak, bir olan ve kendisinden başka ilâh
olmayan Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı".
Bundan
dolayıdır ki bütün peygamberler ve ümmetleri O'nun şeriatıyla hükmetmekle
emrolunmuşlardır. Çünkü O'nun ahkâmı dindir ve O'nun indinde ondan başka da din
yoktur. İman edenler O'nun indirdiği dini emirlere uymakla, onlarla hükmetmekle
O'na ibadet etmiş olurlar. Böylece yaşayışlarında Allah Teâlâ'ya hiç bir şeyi
ortak koşmamış olurlar. Sûrede konular şu şekilde ele alınmaktadır: İlk önce
müslümanların amelî, siyasî ve kültürel hayatları ile ilgili hükümler yer almaktadır.
Sûre ilk ayetlerine; "Ey iman edenler! Akitleri titizlikle yerine
getirin" (1) emriyle başlıyor. Akitlerden kasıt, bu surede açıklanan ve
genelde peygamber (s.a.s)'in getirdiklerinin tamamını kapsayan, ilâhi hukukun
gerektirdiği her şeye tam uyulması ve hudûdullâhın gözetilmesidir. Müslüman,
İslâm'ı kabul etmenin şartı olan "kelime-i tevhid"i ikrar ettiği
zaman Allah'ın ona yapmakla emrettiği her şeyi yerine getirmeye söz vermiş
olur. Müslümanların hangi şartlarda olursa olsun, yapmış oldukları anlaşmalara
uymaları istenmektedir. Bu girişten sonra, titizlikle uyulması gereken
sınırlar, hükümler gelmeye baş-lıyor.
İlk önce, eti
yenebilecek hayvanlarla ilgili hükümler yer alıyor. Arkasından; "Şüphesiz
Allah dilediği hükmü koyar" (1) uyarısıyla, O'nun koyduğu hükümlerin hiç
kimse tarafından sorgulanamayacağı gerçeği bir kez daha hatırlatılıyor. Bundan
sonra, surenin akışı içerisinde bir çok şer'î hüküm yer alıyor: Av ve kurbanlık
hayvanlara ilişkin helâl ve haramlar, Mescid-i Haram'da ve ihramlı iken yapılması
helâl ve haram olan davranışlar, nikâhı helâl olan kadınlara ait hükümler,
temizlik ve abdestin alınış şekli hakkında hükümler, hüküm verirken adaletli
davranmaya dair talimatlar, İslâm düzenini bozucu davranışlarda bulunma ve
hırsızlık cezalarına ait hükümler, içki, kumar ve fal oklarına ait hükümler,
ihram yasaklarına ait hükümler, ölüm üzere vasiyet ile alakalı hükümler,
hayvanlardan Bahire*, Sâibe *, Vasile * ve Ham'a* taallûk eden hükümler (103),
Tevratta bulunan ve müslüman-lar içinde kanun haline getirilen kısasa dair
hükümler...
Âyetlerin
akışı içerisinde, helâl ve haramlara dair hükümlere uymak, onlara ait emirlere
itaat etmek hususu devamlı hatırlatılıyor. Allah'ın yasakladığı şeyler dışında,
insanlara helâl kılınan nimetlerden yararlanılması ve bunların hiç kimse
tarafından kendi nefsine yasak kılınmaması gerektiği şeklindeki emirle
müslümanlar uyarılıyor: "Ey iman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı
temiz şeyleri haram saymayın ve haddi aşmayın... (87). Allah'ın insanlara temiz
olarak gösterdiği nimetleri kendi nefsine haram kılanlar, nefislerine zulmetmiş
ve haddi aşmış olurlar. Müslümanlar Medine'de devlet haline geldikleri için iktidarın
ve elde edilen başanların onları ifsat etmesi tehlikesi vardı. Allah onları
böyle büyük bir imtihan ortamında, daha evvel kitap ehlinin düştüğü duruma
düşmemeleri için tekrar tekrar uyarmaktadır. Müslümanlardan Allah'ın ve
Resulünün emrettiklerine tam anlamıyla uymaları, onlara karşı gelmemeleri istenmektedir:
Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin. Karşı gelmekten sakının" (92).
Sûrede
işlenen diğer bir konu da, Yahudi ve Hristiyanların durumudur. Yahudiler,
Allah'a vermiş oldukları söze ihanet ettikleri için lânetlenmişlerdi. Allah
Teâlâ, Kur'an-ı Kerim'de onlar hakkında şöyle demektedir: "Şüphesiz ki
Allah, İsrailoğullarından söz almıştı... Verdikleri sözü bozdukları için onları
lânetledik ve kalplerini katılaştırdık... " (12, 13). "Onlar,
kelimeleri yerlerinden kaldırıp değiştirdiler. Uyarıldıkları Şeylerden pay
almayı unuttular. Ey Muhammed! Pek azı müstesna, onlardan devamlı hainlik
göreceksin..." (13) âyeti, onların Allah'ın kitabını tahrif ettikleri ve
uymaları gereken konularda uyarıldıkları halde, bunların hepsine kulaklarını
tıkamış olduklarını bize bildirmektedir. Onlar Allah'a ve Allah'ın gönderdiği
nebilere ihanet etmiş, onlara zulmetmişlerdi. Allah'ın uyarılarından hiç bir
zaman pay almadıkları için, onlar daima İslâma düşman olacaklar ve iyilik
görseler dahi daima müslümanlara ihânet edeceklerdir. Onların şeytanlaşmış tabiatları
bunu gerektirmektedir.
Hristiyanlar'ın
durumu, Yahudiler'in durumundan farklı değildir. Çünkü onlarda, Allah'ın
indirdiği İncil'i tahrif ettiler. Onu hevâ ve heveslerine göre yeniden
yazdılar. Onların düştükleri en büyük sapıklık, Tevhid konusu idi. Onlar
Allah'ın kulu ve Resulü olan Hz. İsa (a.s)'yı Allah'a ortak koştular. Böylece
sapıklıkların en büyüğü olan şirke sürüklendiler. Halbuki Hz. İsa (a.s) onları,
Allah'ı bir bilip, hiçbir şeyi ortak koşmadan yalnızca O'na ibadet etmeye çağırmıştı.
Onlar, "Allah Mesih'tir" ve "Allah, üç ilâhtan, biridir"
diyerek Allah'a ortak koşmuşlardı. Onların durumu şu ayeti kerimelerle açıklığa
kavuşturulmuştur: "Şüphesiz Allah, Meryem oğlu İsâ Mesihtir"
diyenler, kafir oldular. Oy-sa Mesih onlara "Ey İsrailoğulları! Hem benim,
hem de sizin Rabbınız olan Allah'a ibadet edin demişti. Şüphesiz ki "Allah
üç ilahtan biridir" diyenler kafir olmuştur" (72-73). Daha sonra Hz.
Adem (a.s)'ın iki oğlunun kıssası anlatılarak, İsrailoğullarının Peygamberi
öldürmek için kurdukları tuzaktan söz edilir. Ayrıca insan hayatının
dokunulmazlığı da vurgulanmaktadır.
Sûrenin
üzerinde durduğu en önemli konulardan biri de, İslâm'ın dışındaki kimselerle
dostluk kurmak meselesidir. Kur'an-ı Kerim müminleri, ahlâkî çöküntü içinde bulunan
Yahûdî ve Hristiyanlarla dost ve sırdaş olmamaları için uyarmaktadır: "Ey
imân edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirinin
dostudurlar. Sizden kim onları dost edinirse, şüphesiz onlardan olur...
"(51). Dostluk bağları, kişileri ve toplumları birbirinin hukukunu korumaya
götürür. İnsanlar kimlere dost olur, yakınlık duyarlarsa, onlardan olmuş
olurlar. Bu ayetle müslümanlar, böyle büyük bir tehlikeye karşı uyarılmaktadırlar.
Müminlerin dostlarının kimler olduğunu Allah Teâlâ; "Sizin dostunuz sadece,
Allah, O'nun peygamberi ve Allah'a boyun eğerek namaz kılan, zekât veren
müminlerdir" (55) ayetiyle tesbit etmekte ve bize bildirmektedir. Dostluk
imanın ölçüsü olarak değerlendirilir: "Eğer onlar, Allah'a, Peygamber'e ve
ona indirilene iman etmiş olsalardı, kafirleri dost edinmezlerdi" (81).
Sûrenin
sonunda, akidelerini düzeltmeleri için, hüküm günün-de Allah Teâlâ ile
Peygamberi Hz. İsâ (a.s) arasında geçecek olan konuşma yer alır. Hz. İsâ (a.s),
Allah Teâlâ'ya şöyle diyecektir: "Ben onlara sadece, bana emrettiklerini
söyledim. Benim ve sizin Rabbınız olan Allah'a ibadet edin dedim. Aralarında
olduğum müddetçe onlara şahit idim. Sen beni semaya aldığın zaman, onları sen
gözlüyordun. Sen her şeye şahitsin" (117). Bu ayet, Peygamberlerine
inandıklarını söyleyen Hristiyanları uyarmak için onlara hitap etmektedir.
Ancak, Kur'an-ı Kerim'in genel mantığı çerçevesinde değerlendirildiğinde,
peygamberleri hakkında batıl ümitler besleyen herkese hitap ettiği görülür. O
gün hiç kimse sapıklığı için bir mazeret bulamayacağı gibi, inandığını
söylediği peygamberlerine yapmış olduğu iftiradan da bir fayda göremeyecektir.
Çünkü o gün, her yalancının yalanı yüzüne vurulacaktır. Sûre, Allah Teâlâ'nın
her şeye kadir olduğu ve her şeyin sahibinin O olduğu gerçeği hatırlatılarak
son buluyor: "Göklerin, yerin ve her ikisinde bulunanların mülkü Allah'a
aittir" (120). O halde O'nun emrettiği her şeye uyulmalı ve yasakladığı
şeylerden kaçınılmalıdır. O'na iman edip, O'na tabi olmayan hiç kimse, O'nun
azabından kendini koruyamayacaktır. Çünkü O, göklerin ve yerin tek malikî ve hâki-midir.
İşte bu minval üzere devam eden sûrenin âyetlerini tek tek tanımaya
başlayalım inşallah.
1. “Ey İnananlar!
Akitleri yerine getirin. İhramda iken avlanmayı helâl görmeksizin, size
bildirilecek olanlar dışında, hayvanlar helâl kılındı; Allah dilediği hükmü verir.”
Ey îman iddiasında bulananlar, eğer iddianızda
samimiyseniz, eğer iddianızı eyleme dönüştürecek durumdaysanız o zaman gerek bu
sûrede, gerekse başka sûrelerde Rabbinizin sizden istediği, Rabbi-nizin size
duyurduğu akitleri yerine getirin. Gerek Rabbinize, gerekse birbirinize
verdiğiniz sözleşmelerinize riâyet edin. Akid, ukud gerek kişinin Rabbiyle
alâkalı, gerekse birbirleriyle alâkalı tüm sözleşmelerini kapsayan bir
ifadedir. Rabbimiz bunlara karşı sâdık davranmamızı is-tiyor.
Rabbimiz bizi insan yaratarak, bizi var
ederek, bizi kendi varlığımızdan, bizi kendi varlığından haberdar ederek, bize
akıl vererek, irade vererek, bizi muhatap kabul edip din göndererek, bize
kitap ve peygamber göndererek bizden ahit almıştır. Bütün bunlar Rabbimizin
bizimle ahitleşmesi anlamına gelmektedir. Bütün bu verilenlerin vericisinin
kendisi olduğunu bilip inanmamız, bütün bunları sahibinin yolunda kullanmamız
konusunda Rabbimiz bizden ahit almıştır. Fıtratımıza ters düşmememiz,
kendimize yabancılaşmamamız konusunda bizden söz almıştır. Hayatımızı düzenleyecek
tek Rab, kendisine kulluk edilecek tek İlâh oluşu konusunda, kendisinden başkalarını
dinlemememiz konusunda bizden ahit almıştır. İşte bu ahitlerimize sâdık kalmamızı
istiyor. Rab, Melik ve İlâh olarak sadece kendisini dinlememizi, sadece
kendisine kulluk etmemizi istiyor. Bir de insanlara verdiğimiz sözlerimize,
ahitlerimize riâyet etmemizi istiyor. Evlilik sözleşmeleri, ticari
sözleşmeler, siyasal sözleşmeler, her tür sözleşmeler. Tüm sözleşmelerinize
sâdık davranın böylece îman iddialarınızı ispat edin bu-yuruyor.
Size bu sûrede okunanlar, açıklananlar
dışında dört ayaklı otlayan tüm hayvanlar size helâl kılınmıştır. Ama ihramlıyken
avlanmanız bunun dışındadır. İhramlıyken avlanmanız helâl değildir. Hac için
Mîkat mahallinde hac elbiselerinizi giydiğiniz andan itibaren bu helâl olan
hayvanlarla avlanmanız yasaktır. Bunlar ancak size ihramlıyken avlanmayı helâl
saymamanız şartıyla helâl kılınmıştır. Bilesiniz ki Allah yarattıkları
konusunda dilediğini hükmeder, dilediği hükmünü koyar. Çünkü O verdiği her
hükümde, sizin adınıza aldığı her kararında, koy-duğu her yasağında, her
yasasında hikmet sahibidir. Yaptığı her şeyi mutlak bir hikmetle yapandır. Ve
kul olarak size düşen de sadece O’-nun yasalarına teslimiyettir. Teslim olun
Rabbinizin sizin adınıza aldığı kararlara ve O’nun istediği gibi bir hayat
yaşayın. Böylece O’na îman iddialarınızı boşlukta bırakmayıp ispat etmiş olun.
2. “Ey İnananlar!
Allah'ın nişanelerine, hürmet edilen aya (Kâbe'ye) hediye olan kurbanlığa,
gerdanlıklar takılan hayvanlara, Rab'lerinden bol nîmet ve rıza talep ederek
Beyti Haram'a gelenlere sakın hürmetsizlik etmeyin. İhramdan çıktığınız zaman
avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haramdan menettiği için bir topluluğa olan kininiz,
aşırı gitmenize sebep olmasın; iyilikte ve fenalıktan sakınmakta yardımlaşın,
günah işlemek ve aşırı gitmekte yardımlaşmayın. Allah'tan sakının, Allah'ın
cezası şiddetlidir.”
Ey îman edenler, Allah’ın şiarlarına, Allah’ın
sembollerine, Allah’ın sınırlarına, haram olan aya, kutsal aya, haram olan
aylarda savaşıp kan dökmeye, kurbanlık hayvanlara, Kâbe’ye adanmış kurbanlık
hayvanlara ve onlardaki gerdanlıklara, yâni Kâbe’ye kurbanlık olarak adandığı
bilinsin diye boyunlarına gerdanlık nişanesi asılmış hayvanlara ve de o
hayvanların sahiplerine hürmet edin. Onlara saygısızlık etmeyin. Onlara
saldırmayın. Onları helâllemeden yana bir tavır sergilemeyin. İşte bunlar,
burada sayılanlar, kitabımızın başka âyetlerinde sayılanlar Allah’ın
şiarlarıdır, Allah’ın şeairidir, Allah’ın sembolleridir. Sakın ha Allah’ın
şiarlarını yok etmeden yana, hürmetini ihlâl etmeden yana, helâl saymadan yana
bir tavır sergilemeyin.
Biliyoruz ki her dinin, her inanç
sisteminin, her siyasal sistemin kendisine özgü şiarları, sembolleri, düşünce biçimleri,
akıde şekilleri vardır. Bir alâmet, bir görüntü, bir sembol, bir amblem ki
görülür görül-mez hemen akıllarda o sistemi çağrıştırıyorsa, işte o, o sistemin
sembolüdür, o sistemin dokunulmazıdır. Resmi bayraklar, paralar, üniformalar,
tapınaklar, Mescitler, Kiliseler, Havralar, Haç, orak çekiç belli dinlerin,
belli ideolojilerin, belli sistemlerin, devletlerin saygın, dokunulmaz
sembolleridirler. Bunlara karşı yapılacak bir saygısızlık o sisteme karşı
yapılmış bir saygısızlık anlamına gelir.
İşte görüyoruz, dün de, bugün de Allah’a küfretmek isteyenler, Allah’a
hakaret etmek isteyenler hep O’na ait olan sembollere, O’na ait olan şiarlara
saldırmaktadırlar. Kahrolsun şeriat teraneleri atanlar, Allah’ın şeriatını, Allah’ın
yasalarını, Allah’ın dinini lânetleyenler başka değil sadece Allah’a düşman
kesilmekte, Allah’la bir savaş vermektedirler. Öyle değil mi? Allah’a
küfredemeyenler, bunu beceremeyenler O’nun dinine, O’nun âyetlerine, O’nun
sembollerine küfretmektedirler.
İşte aynen bunlar gibi Rabbimizin de
sembolleri vardır. Varlığı Allah’ı ve O’nun dinini, O’nun sistemini çağrıştıran
ezan gibi, namaz gibi, hac gibi, Kâbe gibi, mescid, cuma, bayram, Safa, Merve,
say, Arafat, Mina, Müzdelife, kurban, tesettür, Allah’ın istediği hayat, Allah’ın
emirleri, Allah’ın yasakları, Allah’a Allah’ın istediği saf kulluğu gösteren
işaretler, izler, alâmetler. Bunlar ve kitabımızın değişik yerlerine anlatılanlar
Allah’ın şiarlarıdır.
Her şiarın, her sembolün kendisine göre sembolize ettiği, çağrıştırdığı bir
hakikat, bir mesaj vardır. Onun içindir ki o sembollerin ortadan kaldırılması,
değiştirilmesi o hakikatin ortadan kaldırılması anlamına gelecektir. Onun
içindir ki Rabbimiz bu sembollerini helâlle-meden yana, onların varlıklarını
ortadan kaldırmadan yana, onların içini boşaltıp, işlevlerini bitirmeden yana
bir tavır almayın buyuruyor.
Namazı, haccı, Allah’ın istediği hayatı, Allah’ın istediği kulluk
birimlerini korumadan, onları ihya etmeden, onları yüceltmeden yana bir tavır
almamızı istiyor. Kitabımızın bir başka âyetinin beyanıyla işte kalplerin
böylece takvaya ulaşacağı anlatılır.
Evet işte takvanın işareti, takvanın göstergesidir bu. Kim bu Allah
sembollerine, bu Allah işaretlerine saygılı olursa bu onun kalbinde takva
olduğunu gösterir. Bu Allah âyetlerine, Allah nişanelerine, görülünce Allah’ın
hatırlanacağı bu Allah sembollerine saygılı olmayanların da kalplerinde
takvanın olmadığı anlaşılacaktır.
Öyleyse Müslümanlar,
Allahu Teâlânın kıyamete kadar Müslümanlara şeair olarak bildirdiği namazı,
haccı, kurbanı, bayramı, cami-yi, mescidi, cumayı, Kâbe’yi, tesettürü,
Allah’ın istediği hayatı sürekli ayakta tutmak ve onlara sahip çıkmak
zorundadırlar. Birileri bunları elimizden almak, bunların içini boşaltmak,
bunların fonksiyonlarını yok etmek savaşına girseler de Müslümanlar bunlardan
vazgeçmemek zorundadırlar. Bunlara var güçleriyle sahip çıkmak zorundadırlar. Bilinçli
olarak varlığı Allah’ı hatırlatan bu şiarları yok etmeye çalışanlarla bilinçli
olarak bizler de savaşmak zorundayız. Birilerinin bu sembollere müdahalesine
izin vermediğimiz gibi kendimiz de içerden bunları kaldıracak, bunların içini
boşaltıp şekilden ibaret bir hale getirecek bir müdahalede bulunmamalıyız.
Namazı içini boşaltıp sadece
şekilden ibaret bir hareketler manzumesine dönüştürmemeliyiz. Haccı anlamını yitirip
tüm hayatı düzenleyici fonksiyonunu kaybedip, Kâbe’den, Arafat’tan, Safa’dan,
Merve’den, say den, İbrahim (a.s)’dan, Hacer anamızdan bağımsız sadece turistik
bir seyahate dönüştürmemeliyiz. Ezanın Allah’a boyun bükmeye çağırıcı fonksiyonunu
yitirip sadece bir bağırıp çağırma haline getirmemeliyiz. Orucun anlamını
yitirip sadece bir perhiz ameliyesi haline sokmamalıyız. Cumanın hayatı düzenleyici
yasaların ilân edildiği haftalık bir şûrâ oluşunu kaybedip içini boşaltmayın.
Ve yine bu
Allah şiarlarından olarak kutsal aylara, haram aylara saygısızlık yapmayın.
Onların hürmetlerini ihlâl etmeyin. Bu aylarda savaşıp kan dökmeye kalkışmayın.
Bu aylarda hacca gelen insanları rahatsız etmeyin. Yine Allah’a, Allah adına
Kâbe’ye adanmış kurbanlıklara saygısızlık etmeyin.
Haccı bitirip de ihramdan çıktığınız zaman avlanabilirsiniz.
Ama ihramlıyken avlanmanız gibi kimi helâller geçici bir süre bir imtihan
sebebiyle yasaklanmıştır. Sizi Mescid-i Haram'dan menettikleri için, zulmederek
sizi oradan çıkardıkları için sakın bir topluluğa olan kininiz, onlara aşırı
gitmenize sebep olmasın. Onlara olan düşmanlığınız sakın sizi onlara karşı
saldırgan hale getirmesin. Düşmanlarınız bile olsalar onlara karşı Allah’ın
istediği gibi davranmaktan vazgeçmeyin buyurarak Rabbimiz burada en güzel bir
ahlak ilkesi vazediyor. Sizler ey Müslümanlar zulme maruz kalmış olsanız bile
asla zulmetmeyin. Çünkü Müslüman asla zulmedemez. Hiçbir gerekçe adına
Müslüman zulmedemez. Hele hele Allah adına hiçbir zaman zulmedemez. Çünkü
Müslümanın hayatında egemen varlık Allah’tır.
Müslüman hayatının tümünde Allah’ı söz sahibi bilmiş, Allah’ı velî kabul
etmiş ve tüm hayatında O’nun kararlarını uygulamaya inanmış kimsedir. Ve
inandığı Allah da hiçbir dış baskı olmaksızın kendi rahmet ve merhameti gereği
zulmü kendisine haram kılmış bir Allah’tır. Şimdi yeryüzünde Allah adına
adâleti gerçekleştirmek için ayağa kalkmış bir Müslüman gerekçesi ne olursa
olsun nasıl zulmedebilir? Öyleyse ey Müslüman kullarım, iyilikte, takvada,
Allah’a kullukta, Allah’ın emirlerini yerine getirmekte, yeryüzünde Allah’ın
istediği hayatı gerçekleştirmede ve fenalıklardan, kötülüklerden, zulümlerden,
Allah’ın istemediği tavırlardan sakınmakta birbirlerinizle yardımlaşın, günah
işlemek ve aşırı gitmekte yardımlaşmayın.
Allah'tan sakının, unutmayın ki Allah'ın cezası şiddetlidir. Evet takvayı
icra etme, Allah’ın istediği kullukları icra etme, iyilikleri gerçekleştirme
konusunda birbirlerinizle dayanışma içinde olun. Allah’ın emirlerine uyma
konusunda bir fıtrat şuuru içinde olun. Tüm iyilerin ve iyiliklerin yanında ve
desteğinde yer alın. Ama zinhar kötülerin ve kötülüklerin destekçisi olmayın.
Kötülük yolunda, günah ve zulüm yolunda yardımlaşmayın.
Evet iyiliğe karşı iyilik kolaydır, ama kötülüğe karşı iyilik, kötülere,
kötülük sahiplerine karşı iyilik zordur. Unutmayın ki siz onlardan
farklısınız. Siz Müslümansınız. Siz Allah’a teslim olmuş insanlarsınız. Siz
yeryüzünde Allah adına hareket eden kimselersiniz. Sizin hayatınızda belirleyici
unsur, hakim unsur Allah’tır. Sizin hayat programınızı belirleyen varlık,
yeryüzünde zulmü kaldırmak onun yerine adâleti tesis etmek isteyen varlıktır.
Siz yeryüzünde bunun için varsınız. Sizin varlık sebebiniz budur. Unutmayın ki
sizin bu dünyada varlık sebebiniz zulmü onaylamak, zulmü yerleştirmek değil
onun kökünü kazımak ve onun yerine Allah’ın istediği adâleti ikame etmektir.
Öyleyse muttaki davranın. Rabbinizin koruması altına girin. Rabbinize
karşı sorumluluklarınızın bilincinde, kulluklarınızın farkında olun. Eğer böyle
takva içinde bir hayat yaşar, Rabbinize karşı duyarlı olmayı becerebilirseniz,
işte o zaman her tür zulümden uzak kalmayı da becerebilirsiniz.
3. “Leş, kan, domuz
eti, Allah'tan başkası adına kesilenler, canları çıkmadan önce kesmemişseniz,
boğulmuş, bir yerine vurularak öldürülmüş, düşüp yuvarlanmış, başka bir hayvan
tarafından süsülmüş, yırtıcı hayvan tarafından yenmiş olanları dikili taşlar
üzerine boğazlananlar ile fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılındı;
bunlar fâ-sıklıktır. Bugün, inkâr edenler sizi dininizden etmekten umutlarını
kesmişlerdir, onlardan korkmayın, benden korkun. Bugün, size dininizi bütünledim,
üzerinize olan nîmetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâmiyet'i beğendim.
Açlıktan darda kalan, günaha kaymaksızın yiyebilir. Doğrusu Allah bağışlayandır,
merhametli olandır.”
Önceki sûrelerde de ifade edildiği gibi akmış kan,
hınzır eti ve Allah adına değil de Allah’tan başka varlıklar adına ki bu varlıklar kim olurlarsa olsunlar, ne
olursa olsunlar, ister melekler, ister peygam-berler, ister salih kişiler,
isterse tâğutlar olsunlar bunlar adına
kesilenler, ya da bunların adı anılarak kesilen hayvanlar haram
kılınmıştır. Çünkü sadece Allah adına ve Allah adı zikredilerek, besmele çekilerek
kesilen hayvanlar helâldir. Allah’ın hakkı asla başkalarına devredilemez.
Böyle Allah’a yetki sınırlaması getirerek, Allah’ın hakkını gasp ederek başkalarına
vermek zulümdür, şirktir.
İşte müşrikler hayvanlarını putperestçe birtakım semboller üzerine
kesiyorlardı. Onlar adına, onlara adamak üzere ya da bizzat onların adlarını
zikrederek kesiyorlardı. Bunların tamamının haram olduğunu haber veriyor,
Rabbimiz.
Peki, acaba şimdi bu iki hayvanın birbirlerinden ne farkı var da birisi
yeniyor, diğeri haram kılınıyor? Arkadaşlar, iki koyun var ikisi de aynı
bahçede otlamış, aynı şeyleri yiyip içmiş, aynı havayı teneffüs et-miş, aynı
güneşte ısınmış. Ve iki de bıçak var ki, aynı çelikten yapıl-mış, aynı usta
tarafından su verilmiş. Ve iki insan var ki aynı sabunla ellerini yıkamışlar.
Birisi Allah adına, Allah adını zikrederek kesiyor, ötekisi de Allah’tan başka
bir varlık adına kesiyor. Bunlardan birisine Allah temizdir derken ötekisine
pis diyor. Burada akıl duruyor. Allah yasaları aklî gerekçelere indirgenemiyor.
Burada îman geçerlilik kazanıyor. Aklen illetini anlayamamış olsak da Allah’a
teslim olmuş bir Müslüman olarak Rabbimizin bizim hakkımızda mutlaka hayırlıyı
emrettiğine gönülden îman ediyor ve Rabbimizin dilediği gibi bizi imtihan
ettiğine güvenimizi ortaya koyuyoruz. Biliyor, inanıyor ve güveniyoruz ki
Rabbimiz sonsuz hikmet sahibidir ve O’nun bize yönelik tüm emir ve yasakları
bir hikmetin ürünüdür. Ama bazen bizler bunu kavrayamamaktayız.
Bunlardan başka canları çıkmadan önce kesmeye yetişemediğiniz
kendiliğinden ölmüş hayvanlar, ip veya benzeri şeylerle boğulmuş, taş veya
sopa ile bir yerine vurularak öldürülmüş hayvanlar, dağ veya yüksek bir
yerlerden düşüp yuvarlanarak ölmüş hayvanlar, bir başka hayvan tarafından
süsülerek öldürülmüş hayvanlar, vücudunun bir kısmı yırtıcı hayvan tarafından
yenmiş, bunun için ölmüş hayvanlar da haram kılınmıştır. Ancak bu durumda olan
hayvanlardan bir canlılık alâmeti görüp de ölmeden önce yetişip kestikleriniz
müstesnadır. Onlar helâldir.
Yine nusub üzerine, dikili taşlar
üzerine kesilen hayvanların etleri de size haram kılınmıştır. Nusub cahilliye
döneminde müşriklerin kendilerine tapındıkları ve üzerlerinde kurban kestikleri
taşlardır. Evet böylece putlara sunulan hayvanların etleri de haramdır.
Yine birtakım fal oklarıyla kısmet aramanız, gelecek belirleme-ye
kalkışmanız da size haram kılındı. Geleceğe ilişkin zar kullanarak, zar atarak
hayır şer belirlemeniz, haram helâl tespit etmeniz, iyi kötü, uğurlu uğursuz
saymanız, tahminde bulunmanız, kehanette bulunmanız size haram kılındı. Müşrik
Araplar üzerlerinde “Rabbim bana emretti” “Rabbim bana yasakladı” gibi yazılar
bulunan okları çevirirler ve böylece gelecek belirlemeye, gaybı taşlamaya çalışıyorlardı
da Rab-bimiz bunu da yasaklayıverdi. Bunlar fısktır, bunlar Allah yolundan
sapmadır buyuruverdi. Çünkü bu da Rabbimizin hukukuna bir tecavüzdür. Allah
âyetlerine sormadan, Allah yasalarına başvurmadan hak bâtıl, iyi kötü, haram
helâl belirlemek mümkün olmadığı gibi, aynı zamanda bu Allah’a karşı, Allah’ın
âyetlerine, Allah’ın dinine karşı bir zulümden başka bir şey değildir. Hayatın
programlarını Allah’a, Allah’ın kitabına sormayarak başka yerlere, başka
usullere soranların tamamı Allah’a yetki sınırlaması getirmiş, Allah’ın
haklarını gasp etmiş zâlim ve müşriklerdir.
Bugün, inkâr eden kâfirler sizi
dininizden etmekten umutlarını kesmişlerdir. Sizin dininizi terk edip
kendilerine uymanızdan ümitlerini kesmişlerdir kâfirler. Artık sizler de
onlardan korkmayın. Onlar karşısında azlığınızdan, azınlığınızdan ötürü bir
eziklik yaşamayın. Benim desteğimde uzun süren bir kulluk sabrınızdan dolayı
sizi ve dininizi bozguna uğratma konusunda, size karşı galip gelme konusunda kâfirlerde
hiçbir ümit ışığı kalmamıştır. Her şeye rağmen Müslümanca bir hayata
direnmeniz, her şeye rağmen eski cahiliyeye dönmeme ka-rarlılığınız kâfirlerin
ümitlerini inkisâra uğratmıştır.
Artık bu âyetlerin indiği şu dönemden itibaren onlardan değil benden
korkun. Kâfirler karşısında artık îmanlarınızın izzet ve şerefini takının.
Onlardan hiç çekinmeden kendi inancınızı, kendi hayat tar-zınızı, kendi
sisteminizi uygulayın. Sakın ha bu kâfirler karşısında bir ezilmişliği, bir
aşağılık duygusunu soluklayarak onlar hatırına kendi değerlerinizden vazgeçmeye
kalkışmayın. Sadece Bana güvenin, sadece Benden çekinin, sadece Benim beğenime
yönelin. Sadece Benim güvencem altında olun. Korkulması, güvenilmesi gereken
güç kaynağınızın bilincine erin. Benim korumam ve güvencem altında olduğunuzu
unutmayın. Benim gönderdiğim doğruları yaşama konusun-da Benden başka hiç
kimseden çekinmeyin. Unutmayın ki utanılması, korkulması, çekinilmesi gereken
birisi varsa o da Benim.
Bugün size dininizi bütünledim. Bugün
sizin dininizi kemale erdirdim. Dininizin helâllerini, haramlarını açıklayarak
sizin için onu olgunluğa ulaştırdım.
Dininizi tüm dinlere, sisteminizi tüm sistemlere üstün gelecek özelliklerle donattım.
Böylece üzerinize olan nîmetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâmiyet'i
seçip beğendim. İslâm’ı, teslimiyet dinini sizin için hayat programı yaptım.
Teslimiyet dini olan İslâm’ı sizin için yaşam tarzı olarak belirledim ve sizin
için sadece bundan razı oldum. Âl-i İmrân sûresinin beyanıyla söyleyecek olursak,
kim teslimiyet dini olan İslâm’dan başka bir din, İslâm’dan başka bir hayat
tarzıyla Bana gelirse asla ondan razı olmayacağım. Sizin Bana karşı konumunuz
kayıtsız şartsız teslimiyettir.
Bugün sizin dininizi tamamlayıp kemale
erdirdim, diyor Rab-bimiz. Dinimizin tamamlandığını anlatan bu âyet kimi
rivâyetlere göre daha önceden nâzil olmuş ve Rasulullah Efendimizin veda haccı
esnasında Îlân edildiği, kimi rivâyetlere göre ise hicretin 10. yılında Ra-sulullah
Efendimizin vefatından 80 küsur gün önce Zilhiccenin 9. günü nâzil olmuştur. Böylece Rabbimizin insanlığa son
seslenişi olmuş ve vahiy burada noktalanmıştır.
Kim ki günaha kaymaksızın, günaha
koşmaksızın, kendisini gönüllü günaha atmaksızın istemeyerek hayati bir
zaruretten dolayı mecbur kalırsa bu haram olan şeylerden yiyebilir. Öyleyse
unutmayın ki bu yasaklar sizleri aç bırakıp öldürmek için değil, Rabbinize
teslimiyetinizi denemek içindir. Rabbinizi ne kadar ciddiye aldığınızı denemek
içindir. Darda kalıp mecbur olduğunuz zaman Rabbiniz sizi öldürmek istemez.
Rabbiniz sizi zora koşmak istemez. Doğrusu iyi niyetinize karşılık Allah sizi
bağışlayandır, merhametli olandır.
4. “Ey Muhammed!
Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar, de ki: "Size temiz
olanlar helal kılındı; Allah'ın size öğrettiği üzere alıştırıp yetiştirerek
öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın
adını anın. Allah’tan sakının, doğrusu Allah hesabı çabuk görür.”
Ey peygamberim, sana nelerin helâl olduğunu soruyorlar.
Sen de ki, temiz olanlar, tayyib olanlar size helâl kılındı. Pis olmayan, habis
olmayan yiyecekler size helâl kılındı. Arkadaşlar, kitabımızda etraflıca
haramlar anlatılır ve bunun dışında kalanların helâl olduğu belirtilir.
Haramlar bellidir, bunların dışında kalanlar ise helâldir. Bunun tamamen aksine
burada bu soruyu soranlar kendilerine geniş çaplı bir helâller listesi
sunulmasını bekliyorlardı. Ama Rabbimiz haramların listesini ayrıntılı olarak
vermesine karşılık bunların dışındakilerin helâl olduğunu anlatarak kullarına
geniş bir dünya nîmetlerini sunuverdi. Yâni aslında dinimizde helâllere delil
istenmez, haramlara delil istenir. Ama dikkat ederseniz soruyu soranlar ters
bir mantıkla helâller nelerdir diye soruyorlar. Rabbimiz ise bunun tam tersini
yaparak, haramları belirterek soranların yanlışlıklarını ortaya koyuveriyor.
Yâni aslında bu soruyu soranlar farkında olmadan kendi kendilerini zincire
vurmak istiyorlardı. Çünkü eğer onların istedikleri gibi Rabbimiz tarafında helâller
belirtiliverilmiş olsaydı gerçekten bizim işimiz çok zorlaşacaktı.
Evet, size tayyib olanlar helâl
kılındı. Pekiyi bu tayyibi kim belirleyecek? Yâni nelerin tayyib nelerin habis
olduğunu, nelerin temiz nelerin pis olduğunu kim söyleyecek? Önceki
derslerimizde de ifade ettiğimiz gibi iyinin kötünün, haramın helâlin, tayyibin
habisin tespitin-de söz sahibi Allah ve Resûlüdür. Bu konularda kıstas
vahiydir. Bu konuda insanlar, toplum ölçü değildir. Çünkü tüm dünya insanlığı
toplansa hiçbir zaman yarını, yarınları hesap edemeyecekleri gibi kâinât
planında düşünme gücüne, imkânına da sahip değillerdir.
Sonra zaafları, ihtiyaçları, kusurları olan varlıkların iyi kötü, haram
helâl, doğru yanlış yasaları belirleme yetkileri olamaz. Söyleseni-ze, bir
alkoliğe alkolün iyi mi yoksa kötü mü olduğunu nasıl belirletebi-lirsiniz? Bir
hırsıza sorsanız hırsızlık iyi midir, yoksa kötü mü diye, ne cevap alırsınız?
Bir zinâkâra zinânın hayır mı, yoksa şer mi olduğunu sorsanız, ne diyecektir?
Hayır hayır, hak bâtıl konusunda, hayır şer konusunda, iyi kötü konusunda,
doğru yanlış konusunda sorulacak makam insanlar değildir, bu konularda
sorulacak makam Allah makamıdır. Allah’a sorarsanız doğruyu bulursunuz başka çareniz
yoktur. Şehvet sahibi, cehalet sahibi, içgüdü sahibi olanlara bunları sorarsanız,
bu konuları, hayatın programını onlara belirletmeye kalkışırsanız kesinlikle
kötülüklere, bâtıllara, pisliklere düşmek zorunda kalacaksınız. Ama eğer doğru
adrese müracaat ederseniz, zaafları olmayan, ihtiyacı olmayan, eksikliği noksanlığı
olmayan, cehaleti olmayan, bilgi kendisinden olan, bilginin kaynağı olan, tüm
güzellikler, tüm doğruluklar kendisinden olan Allah’a sorarak hayat programı
yaparsanız kesin doğruya ulaşacaksınız, demektir.
Allah’ın size öğrettiği bilgiyle eğitip
öğrettiğiniz köpek, kuş ve benzeri av hayvanlarının sizin için avladıkları
hayvanları yemeniz size helâl kılınmıştır. Eğer o av hayvanı avı yememişse öldürmüş
bile olsa onu yiyebilirsiniz. Yok eğer tuttuğu o avdan yemişse artık siz onu yiyemezsiniz.
Çünkü o onu sizin için değil kendisi için tutmuştur. O hayvanların ava
gönderildiğinde gitmesi, gönderilmediğinde gitmemesi ve de yakaladığını
yememesi onların eğitilmiş olduğunun delilidir. Böyle bir av hayvanını avın
üzerine gönderirken besmele çekmek zorunda olduğumuzu da unutmamalıyız.
Ve tüm hayatınızda, tüm eylemlerinizde takvalı olun. Hep Allah kontrolünde
olduğunuzun bilincinde olan. Yaptıklarınızın tümünü O’na lâyık yapmaya çalışın.
Kesinlikle bilesiniz ki O’nun hesabı çok süratlidir. Amellerinizin karşılığını
çabucak veren, çabucak defterlerinizi dürendir Allah.
5. “Bugün, size
temiz olanlar helâl kılındı. Kitap verilenlerin yemeği size helâl, sizin
yemeğinizde onlara helâldir. İnanan hür ve iffetli kadınlar ve sizden önce kitap
verilenlerin hür ve iffetli kadınları zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın
ve mehirlerini verdiğiniz taktirde size helâldir. Kim îmanı inkâr ederse,
şüphesiz amelleri boşa gider. O, âhirette de kaybedenlerdendir.”
Bugün size temiz olanlar ve kitap ehlinin
yemekleri, onların kestikleri hayvanlar da sizin için helâl kılındı. Onların
yemekleri size, sizin yemeğiniz de onlara helâldir. Onların kestikleri
hayvanların etleri size, sizin kestikleriniz de onlara helâl kılındı. Onlar
sizinle birlikte, sizler de onlarla birlikte yiyebilirsiniz. Ama dikkat
ederseniz başta tüm tayyib olanlar, tüm temiz olanlar size helâl kılındı
diyerek bir tekrar buyuruldu.
Bundan anlıyoruz ki eğer ehl-i kitap tertemiz yiyeceklerin içine bir kısım
haramları karıştıracak olurlarsa, sofrada içki, domuz bulunduracak olurlarsa
veya inandıkları Allah adını anmadan, ya da Allah’-tan başkalarının adını
anarak hayvan kesiminde bulunacak olurlarsa o zaman onların bu yiyecekleri
mü’minlere helâl olmayacaktır. Değilse eğer bir haram katkıları yok ve de
kesimlerinde Allah adını anmışlarsa onların yiyecekleri mü’minlere helâldir.
Yine son kitaba, son elçiye îman etmiş
muhsana olan iffetli mü’min kadınlar ile ve ehl-i kitap olan yahudi ve
hıristiyanların hür ve iffetli kadınlarıyla kendilerine mehirlerini vermeniz,
kendilerine malî güvencelerini sağlamanız ve onlarla ve onlarla gayri meşru
yollardan ilişki kurmamanız, onları dost tutmamanız kayd u şartıyla onlarla evlenmeniz
size helâl kılındı.
Ya da bunun bir başka manası da şöyle olacaktır: Onlarla evlenerek
iffetinizi korumanız, açıktan zina etmemeniz kayd u şartıyla mehirlerini
vererek onları nikâhlamanız size helâl kılınmıştır. O zaman anlayacağız ki
onlarla evlenme izni bu şartlara bağlı olarak verilmiştir. Mü’minler böyle zor
durumlarda kaldığı zaman ancak onlarla evlenebileceklerdir. Onları dost
tutarak günaha girmektense evlenmek daha iyidir deniyor. Tıpkı onların
yiyecekleri konusundaki şart onların kadın-larıyla evlenme konusunda da
zikredilmiş oluyor anlıyoruz Allahu âlem. Mehirleri verilecek ve de onlarla
meşru olmayan yollarla gizli dostluklar kurulmayacak. Yâni o kadınlar cinsel
sömürüye alet edilmeyecektir.
İşte böylece anlıyoruz ki kitap ehlini
öteki kâfirlerden ve müş-riklerden ayrı tutuyor Rabbimiz. Bunun sebebi bozulmuş
da olsa bir îmanı küfür ve şirkten, bozuk da olsa bu îman sahiplerini öteki
îman-sızlardan üstün tutuyor Rabbimiz. Bir zamanlar bunlar da mü’mindiler. İçki
ve domuz eti Tevrat ve İncil’de de yasaktı. Sonradan hain ellerin reformize
faaliyetleriyle Tevrat ve İncil tahrif edilmiştir. Bir zamanlar insanların
hayatına yön veren hıristiyanlık ve yahudilik sonradan hayata hiçbir etkinliği
kalmayan felsefî bir din haline getirilmiştir. Dinden ziyâde felsefî bir ekole
dönüştürülmüştür. Onun içindir ki bugünkü ya-hudilik ve hıristiyanlık
müntesiplerini doyuramamakta, tatmin edeme-mektedir.
İşte görüyoruz, adamlar hem yahudiler, hem hıristiyanlar, hem dinleri var,
hem kitapları var; ama bir türlü inanç yönünden doyuma ulaşamamakta ve tatmin
için her şeye koşmaktadırlar. Korkunç bir do-yumsuzluk içinde kıvranmaktadırlar.
Ama buna rağmen, bozuk ta olsa bir îman sahibi olmaları sebebiyle Rabbimiz
onları diğer kâfirlerden üstün tutmaktadır. Bunların tefessüh etmiş imanlarını
bile Rabbimiz kale alıyor, değerlendirmeye tabi tutuyor ve bu adamların
kestiklerinin yenebileceğini, kadınlarıyla evlenebileceğini söylüyor.
Nitekim bu âyetlerin nüzûlüyle sahâbe-i kiram efendilerimiz Rasulullah Efendimize
sordular: “Ey Allah’ın Resûlü bu nasıl olur? Ya-ni bizler bu adamların
kadınlarıyla nasıl evlenebiliriz? Rabbimiz kitabında bu adamların kesin kâfirler
olduklarını söylemiyor mu?” dediler de Allah’ın Resûlü cevaben şöyle buyurdu:
“Îmanı inkâr edenin ameli boşa gitmiştir.”
Evet, iman inkâr edilmez. Yâni sizler bu adamların bozulmuş da olsa
îmanlarını inkâr edemezsiniz. Anladınız değil mi? Şimdi şu eh-l-i kitabın
bozulmuş îmanını bile inkârdan menedilen bizler acaba karşımızdaki mü’miniz diyenlerin
îmanlarını nasıl inkâr edeceğiz? Nasıl tekfir edeceğiz onları? Nasıl
diyebileceğiz onlara siz mü’min değilsiniz diye? Nereden alacağız bu cesareti?
Bizim mezhebimizden değiller diye, bizim meşrebimizden değiller diye, bizim bildiklerimizi
bilmiyorlar diye, bizim gibi düşünmüyorlar diye bu insanlara nasıl kâfir damgası
vuracağız?
Allah mü’minlere insaf versin, basiret versin, başka ne diyelim?
Karşılarındaki kişi bar bar ben müslümanım diye bağırıyor, kendisini bir imana
izafe ediyor, kendisini kitaba ve peygambere izafe ediyor, ama birileri de buna
rağmen onu tekfir etmeye, kâfir saymaya çalışıyor. Halbuki bizler birilerini
kâfir ilan etmekten çok onları Müslümanlaştırmakla mükellefiz. Unutmayalım ki
insanları tekfir çok kolaydır, ama onları Müslümanlaştırmak zordur. Bu, gayret
ister, çaba ister.
6. “Ey İnananlar!
Namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi, başlarınızı
meshedip topuk kemiklerine kadar ayaklarınızı yıkayın. Eğer cünüpseniz yıkanıp
temizlenin; şâyet hasta ve yolculukta iseniz veya ayak yolundan gelmişseniz
yahut kadınlara yaklaşmışsanız ve su bulamamışsanız temiz bir toprağa teyemmüm
edin, yüzlerinizi, ellerinizi onunla meshedin. Allah sizi zorlamak istemez,
Allah sizi arıtıp üzerinize olan nîmeti tamamlamak ister ki şükredesiniz.”
Bu âyete abdest âyeti diyorlar, ama benim anladığım
bu âyet abdest âyeti değildir. Çünkü bu âyetler kitabımızın son inen âyetleridir
ve bu döneme kadar Müslümanlar hep abdest alıp namaz kılıyorlardı. Onun içindir
ki bu âyet abdest âyeti değil, belki teyemmüm âyetidir. Rabbimiz buyuruyor ki
ey îman edenler, namaz kılmak istediğinizde abdestiniz yoksa yüzlerinizi ve
dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. başlarınızı meshedin ve her iki topuğa
kadar ayaklarınızı da yıkayın. Böyle bir anlayış vardır. Ayakların baştan
önceki emirlere atfedildiği bir anlayış. Bir de şöyle bir anlayış vardır:
Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başlarınızı meshedin,
ayaklarınızı da. Bu anlayışa göre ayaklar hemen kendisinden önceki emre
atfedilerek başlarınızı meshedin, ayaklarınızı da meshedin anlamı tercih edilmiştir.
İşte bu iki kıraat farlılığından, bu iki anlayış farklılığından ötürü belki Sünnî dünya ile Şia dünyası
arasında en büyük fıkhî ihtilâflardan birisi vaki olmuştur. İhtilaf kıraat
farklılığından kaynaklanmıştır. Sünnî anlayışta bu “Erculeküm” kelimesi kendisinden önceki meshi emredilen
baş kelimesine atfedilerek meftuh okunurken, Şia anlayışında ise bu kelime
hemen kendisinden önceki meshi emredilen baş kelimesine atfedilerek
“Ercüliküm” şeklinde okunmuştur.
Şia, Zeydîler, Caferîler, Taberî, İbni Abbas, Enes, Ali (r.a) bu anlayışı
tercih ederek çıplak ayakların da meshedilmesini kabul etmişlerdir. Sünnî
yorum ise bu ifadenin bir önceki emre atfedilmesini tercih ederek çıplak
ayakların yıkanması gerektiğini kabul etmişlerdir. Bunlardan her iki yorum da
Kur’an’a dayanan, her ikisi de delilleri olan yorumlardır.
Yine bu âyetle alâkalı bir başka
ihtilâf, bir başka farklı anlayış ta şuradan çıkmıştır: Acaba âyetteki “vav”
lar atıf vavları mıdır? Yoksa takibiyye vavları mıdır? Yâni bu vavlar acaba
mutlak cem mi ifade ederler, yoksa takip mi ifade ederler. Yâni bir önceki
cümleden sonra gelen cümle, bir emirden sonra gelen emir acaba bir sırayı da
farz kılmakta mıdır? İmamlarımızdan İmam Şafiî bu vavlar tertip ve takip ifade
eder diyerek âyetteki sıralamamın da farz olduğunu söylemiştir. Yâni önce eller
ki onunla diğer uzuvlar yıkanacağı için önce onun temizlenmesi gerekmektedir,
sonra yüz, sonra dirseklere kadar kollar, sonra baş, sonra topuklara kadar
ayaklar. Bu sıranın takibi de vaciptir. Ama imam Ebu Hanife bu vavların atıf
vavları olduğunu ifade ederek abdestteki sıralamanın vacip değil sünnet olduğunu
kabul etmiştir.
Sonra buyuruyor ki Rabbimiz, eğer cünüp
iseniz tüm vücudunuzu yıkayarak temizlenin. Eğer hasta olur da su kullanmak
size bir zarar verirse veya yolculukta olup da su bulamamışsanız veyahut da
sizden biriniz tuvaletten gelirse, yahut da kadınlara lems etmişseniz, ya
dokunmuş, yahut da cinsel ilişkide bulunmuşsanız, su arayıp da bulamamışsanız o
zaman temiz bir toprakla teyemmüm edin. sünnetin tarif buyurduğu gibi
ellerinizi iki defa temiz toprak veya toprak cinsinden bir şey üzerine vurarak
yüzünüzü ve kollarınızı meshedin. Unutmayın ki Allah böylece abdesti, guslü ve
teyemmümü size farz kılarken size asla güçlük çıkarmak istemiyor. Lâkin
Rabbiniz böylece sizleri günahlardan ve hata kirlerinden arındırmayı ve
üzerinize olan nîmetlerini tamamlamayı murad ediyor. Sizi hem bedenen hem de
ruhen temizlemeyi murad ediyor. Çünkü abdest bedenî bir temizlenme, iken namaz
da ruhî ve manevî bir temizlenmedir. Veya abdest maddî bir temizlenme iken
teyemmüm de manevî ve niyetî bir temizlenmedir. Teyemmüm baştan sona niyettir.
Allah’ın istediği teslimiyeti ortaya koymaktır. Allah’la ilişkinin
sürdürülmesidir. Allah’la kopukluğun bitirilmesidir. Umulur ki sizler de
Rabbinize şükredesiniz. Hayatınızı Rab-biniz için yaşaya ve tüm verilenleri
O’nun yolunda kullanasınız.
Evet az evvel de ifade ettiğim gibi
“Lamese” ifadesi de farklı anlaşılmıştır. Bu da mücmel bir ifadedir ve İmam
Ebu Hanife bu kelimeye mecaz anlamı yükleyip kadınlarla cinsel ilişki
kurduğunuz zaman şeklinde anlarken, İmam Şafiî de hakikat anlamı yükleyerek mücerret
kadınlara dokunduğunuz zaman şeklinde anlamıştır.
7. “Allah'ın size
olan nîmetini ve "İşittik, itaat ettik" dediğinizde sizi andına
bağladığı sözünü anın. Allah'tan sakının, Allah içinizde olanı elbette bilir.”
Öyleyse ey mü’minler, Rabbinizin size olan
nîmetini, İslâm nîmetini ve elçisinin sizden aldığı mîsakı hatırlayın. Hani
hatırlasanıza, zorlukta da, kolaylıkta da, sevinç anında da kederde de seni
dinleyip emirlerine itaat edeceğiz diye ona söz vermiştiniz, biat etmiştiniz.
Semi’na ve eta’na demiştiniz. İşittik ve itaat ettik demiştiniz. Peygambe-rinize
bunu söylerken, böylece biat ederken kendinizi Allah’a karşı bağladığınızın,
kendinizi O’nun Resûlüne karşı bağımlı kıldığınızın farkına varmanız
gerekiyor.
Rabbiniz sizi yaratmadan önce ruhlarınızdan ahit almıştı. Müslüman bir
fıtratla yaratırken, fıtratınızı İslâm’la yoğururken, mayanıza teslimiyet
özelliği koyarken sizden ahit almıştı. Size kitap ve peygam-ber gönderirken,
sizi muhatap kabul edip vahyiyle müşerref kılarken sizden ahit almıştı.
Müslüman olduğunuz gün sizden ahit almıştı. İşittik ve itaat ettik demiştiniz.
İşittik ve îman ettik demiştiniz. İşittik ve gereğini yerine getireceğiz
demiştiniz. Rabbinize verdiğiniz ahitlerinize sâdık kalmalısınız. Allah’la
ilişkilerinizi Allah’ın istediği gibi düzeltmek zorundasınız.
Unutmayın ki Allah’la ilişkileri düzgün olmayan insanların insanlarla
ilişkileri de düzgün olmayacaktır. Allah’a olan sorumluluklarının bilincinde
olmayan insanların insanlara olan sorumluluklarını yerine getirmeleri mümkün değildir.
Öyleyse Rabbinize olan ahitlerinizin, kulluğunuzun bilincinde olun. Unutmayın
ki Allah kalplerinizde olanların tamamını bilmektedir.
8. “Ey İnananlar!
Allah için adâleti ayakta tutup gözeten şahitler olun. Bir topluluğa olan
öfkeniz sizi adâletsizliğe sürüklemesin; âdil olun; bu, Allah'a karşı gelmekten
sakınmaya daha yakındır. Allah'tan sakının, doğrusu Allah işlediklerinizden haberdardır.”
Ey mü’minler, Allah için hakkı
ayağa kaldıran şahitler olun. Allah için adâletle şahitliği ayakta tutun.
Allah için şahitliği ikâme edip ayağa kaldırın. Allah için adâletle şahitliği
dimdik ayakta tutun. Allah için şahâdetinizde adâletten ayrılmayın. Allah için
yeryüzünde adâletin timsali olun. Allah için adâleti tam yerine getirerek
Allah’a şahitlik edenlerden olun.
Hayatınızda İslâm’ı öyle güzel
yaşayın ki, öyle bir adâlet örnekleyin ki, öyle âdil bir Müslümanlık
sergileyin ki varlığınız Allah’a, Allah’ın varlığına şahit olsun. Sizi görenler
sizin şahsınızda, sizin hayatınızda Allah’ı hatırlasınlar. Sakın ha
birbirinize olan öfkeniz, nefretiniz, adâvetiniz sizi adâletten sapmaya
götürmesin. Âdil olun. Tüm hayatınızda adâletten ayrılmayın. Kendiniz Allah
için âdil davrandığınız gibi toplumunuzda da tüm zulümlerin kökünü kazıyıp
adâleti ikame edin. Adâletle hakkı ve haklıyı ayakta tutun. Vereceğiniz
karar-larınızda Allah için adâletten ayrılmayın. Şahâdetlerinizde,
hükümle-rinizde, yargılarınızda daima hak hakim olsun, adâlet hakim olsun. Allah
rızasının dışında hiçbir kişisel çıkar, hiçbir menfaat duygusu ve tarafgirlik
anlayışı olmasın. Allah’ın rızasını her şeyin üzerinde tutun diyor Rabbimiz.
Evet
görüyor musunuz? Allah’ın kitabı Kur’an sadece belli bir zümrenin değil tüm
insanlığın mesajıdır. Hiç kimseyi ayırıp kayırmadan adâlet emrediyor Rabbimiz.
Dostlarınıza da, düşmanlarınıza da adâletten ayrılmayın diyor. Yâni dünya
üzerinde hiçbir beşer hukukunun, hiçbir beşer yasasının gerçekleştiremeyeceği
en doğru, en dürüst hayat tarzını, en doğru karar alma, en doğru hareket etme
özelliğini kazandırıyor Rabbimiz. Eğer toplumda insanlar Allah’ın bu yasalarına
teslim olur, Allah’ın istediği gibi hareket eder, hayatlarını Allah için
yaşarlar, hedefleri Allah rızası olursa, o zaman kesinlikle bilelim ki insanlar
ne bireysel hayatlarında, ne ekonomik hayatlarında, ne siyasal, ne aile hayatlarında
birbirlerine zulmetmeyecekler, birbirlerine haksızlık etmeyecekler, tüm
hayatlarında her şey doğru olacak, her şey adâletle yerli yerine oturtulmuş
olacaktır. Böyle bir toplumda Allah yasalarına teslim olan Müslümanlar elbette
verecekleri tüm kararlarında haktan, adâletten ayrılmayacaklar, kendi aleyhlerine
bile olsa, en yakınlarının aleyhine bile olsa, düşmanlarının lehine bile olsa
Allah’ın kitabına ve Resûlünün sünnetine uygun hareket edeceklerdir.
9,10. “Allah,
inananlara ve yararlı işler işleyenlere mağfiret ve büyük ecir olduğunu
vaâdetmiştir. İnkâr edenler ve âyetlerimizi yalanlayanlar, işte onlar
cehennemliklerdir.”
Allah böylece îman eden ve îman
kaynaklı bir hayat yaşayanlara vaâdetti. İman edip îmanlarıyla hayatlarını düzenlemesi
kavgası verenlere, îman edip îmanlarını hayatlarında görüntülemek üzere sa-lih
ameller işleyenlere, îmanlarının gereğini yerine getirenlere Allah vaâdetti. Ne
vaâdetti Rabbimiz onlara. Bir bağışlanma, bir örtme vaa-detti onlara.
Kusurlarını bağışlamayı, geçmişlerini sıfırlamayı, hayat problemlerini çözüme
kavuşturmayı, sıkıntılarını gidermeyi ve de âhi-rette büyük bir ödüle kavuşmayı
vaâdetti. Kim ki Allah’ın istediği gibi îman eder, kim ki bu îmanını salih amellerle
pratiğe dökerse, îman kaynaklı bir hayat yaşarsa, hayatını bu îmanıyla
düzenleme kavgası içine girerse Allah onlara bir mağfiret, bir bağış, bir
merhamet ve büyük bir ücret vaâdetmiştir. Allah’ın vadi her zaman haktır. O
günkü Müslümanlar için de günümüz Müslümanları için de Rabbimizin va’di haktır.
Kıyamete kadar böyle olan Müslümanlara va’dini gerçekleş-tirecek olan
Allah’tır. Hüküm O’nundur, yetki O’nundur, irade O’nun-dur.
Ama küfredenlere, Allah’ı örtenlere,
Allah’ı gündemlerinden düşürerek, Allah’ın âyetlerini örterek, fıtratlarını
örterek bir hayat ya-şayanlara, Allah’ın âyetlerini yalanlayanlara, Allah’ın
âyetlerinin işle-vini bitirenlere, o âyetleri yok farz edenlere gelince
şüphesiz ki onlar da ateşin sohbetçisidirler, cehennemin müşterisidirler.
11. “Ey İnananlar!
Allah'ın üzerinize olan nîmetini anın: Hani bir topluluk size tecavüze kalkışmıştı
da Allah onlara mâni olmuştu. Allah'tan sakının, inananlar Allah'a güvensinler.”
Ey mü’minler, Allah’ın üzerinizdeki nîmetlerini
bir hatırlasanıza. Allah’ın sizi düşmanlarınızdan koruma nîmetini hatırlayın.
Hani bir topluluk size el uzatmak istemişti, sizi yakalayıp işinizi bitirmek
istemişti de Allah onların menfur ellerini sizin üzerinizden çekmiş, sizi
onların elinden kurtarmış, size eziyet etmelerine engel olmuştu. Onların
komplolarını geri püskürtmüştü. Öyleyse Rabbinize karşı muttaki olun.
Rabbinizin velâyeti altına girin. O’nu tek Velî, tek koruyucu bilin. Hayatınızı
O’nun için yaşayın. Ve mü’minler olarak sadece Allah’a güvenin. Allah size kâfidir.
Bu âyetin nüzûl sebebiyle alâkalı bazı
rivâyetler anlatılmışsa da biliyor ve inanıyoruz ki Allah’ın kendisine güvenip
dayandığı, işlerini kendisine havale ettiği, velâyetini kendisine verdiği
mü’min kullarına yardım ve desteği her zaman ve zeminde devam etmektedir. Bizim
Velîmiz, bizim vekilimiz, bizim vekâletimizi elinde bulunduran, bizim adımıza
karar veren, bizi hep koruyan Rabbimizdir.
Dün de, bugün de îmana uzanan, İslâm’a ve Müslümanlara u-zanan menfur
elleri kıran hep Rabbimizdir. Bizim tek sığınağımız O’-dur. Bizim vekaletimiz
O’nun elindedir. Bizim dostlarımızla da, düşmanlarımızla da ilişkilerimiz Allah’a
güven esasına dayanır. Allah her konuda bize yetecektir. İnanıyor ve
güveniyoruz ki en olumsuz şartlar içinde bile düşmanlarımızın tüm
hainliklerine rağmen Rabbimiz biz kullarını yardımıyla destekleyecek ve zafere
ulaştıracaktır.
İşte bu konuda da temel yasa budur. O halde bize düşen her şart altında
Allah’a kul olmak, Allah yasalarına sahip çıkmaktır. Hayatımızın tümünde Allah
koruması altında olduğumuzun bilinciyle ona onun istediği gibi kul olmaya
çalışmak, yani onun desteğini kaybetmemektir.
Gerisi Allah’a aittir. Allah’ın bize yüklemediği derin hesapların içine de
girmeyeceğiz.
12. “Andolsun ki,
Allah, İsrâil oğullarından söz almıştı. Onlardan on iki reis seçtik. Allah:
"Ben şüphesiz sizinleyim, namaz kılarsanız, zekât verirseniz,
peygamberlerime inanır ve onlara yardım ederseniz, Allah uğrunda güzel bir
takdimde bulunursanız, andolsun ki kötülüklerinizi örterim. Andolsun ki, sizi
içlerinden ırmaklar akan cennetlere koyarım. Bundan sonra sizden kim inkâr
ederse şüphesiz doğru yoldan sapmış olur" dedi.”
Rabbimiz kitabında Rasulullah dönemi İsrâil oğullarına
hitap eder. Rabbimiz onlara yönelik bu tür hitaplarıyla bir yandan onları onore
ederken, diğer yandan da onları İslâm’a, îmana çağırır. “Beyler, efendiler, sizler
bir vakitler peygamber çocuklarıydınız. Ne oldu? Ne çabuk unuttunuz?” diyerek
Rabbimiz hem onlara değer verdiğini ortaya koyuyor, hem de Rahmân olduğu için
onları hakkı kabule dâvet ediyor. Biz de tıpkı Rabbimizin yaptığı gibi
karşımızdaki Müslümanlıklarının farkında olmadan yaşayan Müslümanları oradan
yakalayacak ve hakka dâvet edeceğiz. Ey cumalarda aynı safta durduklarımız! Ey
aynı bayramları kutladıklarımız! Sizler Müslümanlarsınız! Sizler Allah’a, peygambere
sövenleri sevemezsiniz! Sizler Müslüman olarak Allah ve Resûlüne düşman
olanlarla asla dost olamazsınız! Sizler Müslümansınız! Böyle bir hayata asla
razı olamazsınız! Allah’ın istediği gibi bir hayatı yaşamak zorundasınız!
diyerek onları oradan yakalamak, yaklaşmak zorundayız.
Bu âyetten anlıyoruz ki bir anlaşma
yapılmış. Allah’la İsrâil oğulları arasında bir anlaşma gerçekleştirilmiş. Bu
anlaşmada aracı Cebrâil (a.s), Tevrat ve Mûsâ (a.s) dır. Tabii diğer peygamberle
de dahil. Yâni Rabbimiz tarafından İsrâil oğullarına gönderilen bu dinin, bu
kitabın ve bu peygamberin Allah’la bir anlaşma olduğunu, bir anlaşma anlamına
geldiğini anladık.
Allah diyor ki ey İsrâil oğulları, Ben
sizinle bir anlaşma yapmıştım. Haberiniz var mı? Ben size bir anlaşma metni
göndermiştim. Sizler bunu inandık diyerek, La İlâhe illallah diyerek kabullenmiştiniz.
Şu anda bu anlaşmaya karşı ne haldesiniz? Şu anda o anlaşmayla ilginiz var mı?
Öyle mi? Bize de gönderdi mi Allah böyle bir din? Bize de gönderdi mi bir
kitap? Bize de gönderdi mi bir peygamber? Bizimle de yaptı mı böyle bir
anlaşma? Haberiniz var mı böyle bir anlaşmadan? Elbette şu Kur’an Allah’ın
bizimle yaptığı kulluk anlaşmasının metnidir. Ne zannediyorsunuz? Allah İsrâil
oğullarından yıllar önce aldığı bu mîsakı bize niye anlatıyor dersiniz? Ey Müslümanlar,
sizler bundan ibret alın. Sakın ha sizler sizden öncekilerin kendilerinden alınan
mîsa-ka karşı davrandıkları gibi davranmayın. Allah’la sözleşmelerine ihanet
edenler gibi olmayın. Sakın sizler onların düştükleri yanlışlara düş-meyin
diye bizi uyarmak üzere anlatıyor Rabbimiz bunu.
Onların içlerinden on iki de başkan
göndermiştik. İçlerinden on iki de güvenilir gözetleyici göndermiştik. Arkadaşlar
“Nakib” ifadesi gözetleyen, nöbet tutan anlamlarına gelmektedir. Yâni Allah
onları kendisine kulluk yolunda tutmak, onları İslâm dışı yollara, günahlara
düşmekten korumak, onlara doğruyu göstermek üzere içlerinden her kabileden bir
gözetçi seçmesi için elçisi Mûsâ (a.s)’a emretmişti.
Pekiyi neymiş bu anlaşma? Hangi
şartları ihtiva ediyor muş? Bakın Rabbimiz onu şöylece anlatıyor:
Allah dedi ki. Anlaşma şartlarını
hazırlayan, Anlaşma metnini gönderen, anlaşmaya taraf olan, anlaşma metni olarak
kitabı gönderen ve gönderdiği kitabında sadece Bana kul olacaksınız, sadece Beni
dinleyecek ve Benim aldığım kararlara uyacaksınız diyen Allah buyurdu ki:
Muhakkak ki Ben sizinle beraberim.
Andolsun ki Ben sizin ya-nınızda ve desteğinizdeyim. Peki gerçekten Allah
sizinle beraber mi? Allah gerçekten yanınızda mı? Elbette Allah nerede olmaz
ki? Ben sizinle beraberim. Ben sizinle beraber olurum. Hep yanınızda, beraberinizde,
yardımınızda ve desteğinizde olurum. Ama bunun için de şart koşmuş Rabbimiz.
Desteğimle, yardımımla, inâyetimle, sevgimle, merhametimle, ordularımla,
meleklerimle sizinle beraber olurum. Lüt-fum ve keremimle sizin yanınızda
olurum. Eğer siz şunları şunları ya-par, şu şu konulara, şu şu anlaşma
maddelerine riâyet ederseniz. Ne o maddeler? Onu biraz sonra söyleyeceğim inşallah.
Ama onu de-meden önce şunu bir daha söyleyeyim:
Allah’ın bir insanla beraber olması,
Allah’ın bir kimsenin yanın-da ve yardımında olması gerçekten çok büyük bir
şeydir. Hani Şuarâ sûresinde Mûsâ (a.s) ile Harun (a.s)’ı azgın Firavuna gönderirken
Rabbimiz şöyle diyordu:
“İkiniz âyetlerimle
gidiniz. Doğrusu Biz sizinle beraber dinlemekteyiz.”
(Şuarâ 15)
Ey Mûsâ ve ey Harun, ikiniz âyetlerimle
birlikte Firavuna gidin. Benim âyetlerimle gidin ona ve kesinlikle bilesiniz ki
böyle yaptığınız takdirde Ben de orada, o ortamda sizinle beraber dinlemekteyim.
Ben de sizinle beraber oradayım, sizin yanınızda ve desteğinizdeyim. Han-gi
şartla? Siz Benim istediğim şekilde âyetlerimle gittiğiniz şartla. Evet demek
ki Allah’ın şartına bağlı kalınınca Allah desteğine ulaşılıyor. Yâni Allah’ın
beraberliği için, Allah desteğine ulaşabilmek için Allah’ın âyetleriyle birlik
gidilecektir gidilen yere. Âyetlerle gideceğiz ve kesinlikle bileceğiz ki gidilen Firavun da
olsa Allah bizi orada dinlemektedir, Allah bizi orada desteklemektedir, Allah
orada bizim yanımızdadır. Bunu Nâziât sûresinde ve Şuarâ sûresinde uzun uzun
anlattım.
Yine “Seyyid’ül İstiğfar” hadisinde de
Rabbimizin şartlarına riâyet ettiğimiz takdirde telsizsiz, telefonsuz bizim
yanımızda ve desteğimizde olduğu anlatılır. Düşünün Allah’la beraber olan,
Allah desteğinde olan bir adam kimden korkacak da? Kimden çekinecek de? Şu
anda insanların dertleri de bu değil mi? Hep güçlü olmak, güçlülerle beraber
olmak istemiyorlar mı bu insanlar? Gerek fert planında, gerekse devletler
planında en güçlüye sırtını dayamadan yana değiller mi bu insanlar? İşte bakın
en güçlü olan Allah diyor ki Ben sizinle beraberim. Ben sizin desteğinizdeyim.
Peki hangi şartla? Bakın o şartları şöylece sıralıyor Rabbimiz:
1- Eğer namazı ikame ederseniz. Namazı
dimdik ayağa kaldırırsanız. Namazla ayağa kalkarsanız. Namazla hayatı ayağa
kaldırır-sanız. Namazla hayatı düzenlerseniz. Bireysel, ailevi, toplumsal tüm
hayatınızı namaza özdeş hale getirirseniz. Namazla hayatı doğru orantılı
kılarsanız. Namazda Allah’tan mesaj alır ve hayatınızı namaz eksenli, Allah
eksenli, vahiy eksenli şekillendirirseniz. Arkadaşlar, namazın ayağa
kaldırılması dinin ayağa kaldırılması demektir. Çünkü namaz dinin direğidir.
Namazı yerlerde sürünen bir din yıkılmış demektir. Namaz dikildi mi çadır
ayaktadır, namaz yıkıldı mı çadır yıkılmış demektir.
Din neydi? Din bir hayat programıydı. Din bir yaşam biçimiydi. Öyleyse
bireysel ve toplumsal hayatınız, hukukunuz, ceza kanunları-nız, eğitiminiz,
askeriyeniz, sosyal ve siyasal yapılanmalarınız, ekonomik düzenlemeleriniz namazda
ilgi kurduğunuz Allah’ın kitabında anlatıldığı gibi olursa din ayağa
kaldırılmış demektir. İşte böyle Allah’ın istediği gibi bir namazla
hayatınızı, varlığınızı Allah’a adarsanız, Allah için bir hayat yaşamaya
yönelirseniz. Varlığınız, vücutlarınız konusunda tek söz sahibi olarak Allah’ı
kabullenirseniz.
2-Zekâtı da verirseniz.
Mallarınız konusunda da Allah’ı söz sahibi bilirseniz. malî yönden de Allah’a
kul olursanız. Mal varlığınızı da Allah’a adarsanız. Namazla bedenlerinizde
Allah’ı söz sahibi bildiğiniz gibi, zekâtla da mallarınızda Allah’ı söz sahibi
bilirseniz. Namaz kılarak bireysel kulluğunuzu, zekât vererek de toplumsal
kulluğunuzu sadece Allah’a yaparsanız. Namaz kılarak Allah’tan mesaj alır, zekât-la
da bunu Allah kullarıyla paylaşma kavgası içine girerseniz.
Peygamberlerime de
îman ederseniz. Peygamberime değil, peygamberlerime. Yâni bir tek peygambere
değil tüm peygamberlerime inanırsanız. Nasıl? Konumunuz, makamınız,
toplumunuz, şartlarınız, ortamınız hangi peygamberin konumuna, ortamına,
toplumuna benziyorsa o konuda o peygamberimi örnek alarak bir tavır belirlerseniz.
Toplumunuz Lût kavmi gibi cinsel ahlaksızlığı doruklaştırmış bir toplumsa Lût
(a.s)’ı örnek alarak, toplumunuz Nuh (a.s) un toplumu gibi salihleri putlaştırmayı
hedef seçmiş bir toplumsa o zaman Nuh (a.s)’ı örnek alarak, Âd kavmi gibi
maddeyi putlaştırmış, dünyayı kıble edinmiş, Semûd kavmi dünyayı cennetleştirme
cinnetine kapılmış, Cenneti dünyaya taşıma sarasına kapılmış bir toplumsa Hud
ve Salih (a.s) ları örnek alarak peygamberlerime îman ederseniz.
Arkadaşlar, işte peygamberlere îmanın
manası budur. Konu-mumuz, makamımız, toplumumuz, içinde bulunduğumuz şartlar
hangi peygamberin şartlarına benziyorsa o nokta da o peygamberi örnek alarak
bir tavır belirlemek peygamberlere îman demektir. Yâni pey-gamberlere îman o
peygamberlerin yollarına, tavırlarına, hayat programlarına, onların
örnekliklerine îman demektir. Değilse işte filan tarihte, falan ülkede
peygamberler de yaşamış. E ne olacak yaşamışsa yaşamıştır? Yâni bana ne
bundan? Arkadaşlar, unutmayalım ki peygamber inancı Allah’ın insan hayatına
karışmasının, Allah’ın insan-lardan bir şeyler istemesinin odak noktasıdır.
Allah vahiy göndererek insan hayatına karışır ve bu karışmayı da peygamberleri
vasıtasıyla insanlara ulaştırır. İşte bu elçileri vasıtasıyla Allah’ın hayata
karıştı-ğına inanırsanız, sizin hayatınızda söz sahibi olduğuna îman ederseniz.
Arkadaşlar, Allah için kendi kendinize
bir sorun. Acaba hayatı-mızda Allah’ın karışmadığı birimler var mı, yok mu?
Hayatımızın kaçta kaçına Allah karışıyor? Kaçta kaçına biz kendimiz, ya da
Allah dışı varlıklar karışıyor? Acaba Allah’a hiç sormadığımız, Allah’ı hiç
karıştırmadığımız hayat birimlerimiz ne kadar? Allah için bunu bir düşünelim.
Sonra:
3-Bir de peygamberlerime îman
etmekle beraber onları des-tekler, arka çıkar, onlara yardımcı olursanız.
Önceki derslerimizde peygambere yardımın ne anlama geldiğini uzun uzun
anlattım. Mü’-min sûresinde Firavun hanedanından bir mü’min kişinin Hz. Mûsâ’yı
öldürmeye yürüyen Firavunun önüne dikilerek Allah’ın elçisini nasıl müdafaa ettiğini,
Yâsîn sûresinde şehrin en uç mahallelerinden koşup gelen bir yiğidin Allah
elçilerinin önüne kendisini siper yaparak beni çiğneyip geçmedikçe bu Allah
elçilerinin kılına bile dokunamazsınız diyerek kendisini peygamberlere nasıl
kalkan yaptığını, peygamberi öldürmeye giden Ömer’in karşısına dikilerek kız
kardeşi Fatıma’nın peygamberi nasıl müdafaa ettiğini anlatmıştım.
Öyleyse peygambere yardım peygamberin
geliş gâyesine yardımdır, peygamberin görevine, peygamberin misyonuna
yardımdır. Peygamber niye geliyordu? Peygamber yeryüzünde C. Allah’ın istediği
kulluğu, Allah’ın istediği hayatı, Allah’ın istediği adâleti gerçekleştirmek
için geliyordu. Yeryüzünde insanlar sadece Allah’a kul olsunlar. Sadece Allah’ı
dinlesinler, sadece Allah önünde eğilsinler, sadece Allah’ın hayat programını
uygulasınlar için geliyordu. İnsanların cennet yollarını açmak, cehennem
yollarına barikatlar koymak için geliyordu. İnsanlar Rab, Melik, İlâh olarak
sadece Allah’ı bilsinler, kitap olarak sadece Allah’ın kitabını kabul etsinler,
din olarak İslâm’ı, örnek olarak da kendilerini kabul etsinler için
geliyorlardı.
İşte peygambere yardım peygamberin geliş gâyesi olan bu konulara sahip
çıkmaktır. Eğer peygamberin bu görevlerini bizler de kendimize görev bilir,
onların varlık gâyelerini kendimize dert edinir, iş edinir, meslek edinirsek onlara
yardım ediyoruz demektir.
Onların inandıklarına inanır, reddettiklerini reddeder, onlar gibi bir hayat
yaşamaya çalışırsak onlara yardım ediyoruz demektir. Yâni varlıklarını, varlık
sebeplerini, hayat programlarını kabul eder, arzularına, isteklerine köstek
değil destek olursak peygambere yardım ediyoruz demektir. Evet peygamberlerime
sahip çıkar, onlara yardım ederseniz. Başka:
4- Bir de Allah’a
güzel bir borç verirseniz. Karz-ı hasen yapar-sanız. Bedeninizi, canınızı,
malınızı, bilginizi, hayatınızı, fırsatlarınızı Allah’a emanet verirseniz. Ya
Rabbi senin verdiklerini senin yolunda harcıyo-rum. Senin ver dediklerini senin
yolunda veriyorum derseniz. Al ya Rabbi, bunlar sende emanet kalsın, yarın
onlara ihtiyacım olduğunda senden alırım derseniz. Cennete girmek için mi,
cehennemden kurtulmak için mi? En lâzım olduğu zaman senden alırım diyerek sahip
olduklarınızı O’na sunarsanız. Böyle demeseniz de zaten bunlar sizde kalmıyor.
Yâni Allah’a vermeseniz de geçiyor zaten bu zaman değil mi?.
Meselâ şu anda şu bir saatlik zamanı Allah adına vahiy dinlemeye
ayırmasanız da geçiyor zaten. Evet hayatınızı Allah için yaşayarak O’na karz
yaparsanız, bütün bu saydığım şartlarıma riâyet ederseniz kesinlikle bilesiniz
ki Ben sizinle beraberim, Ben sizin yanınızdayım, Ben sizin desteğinizdeyim
diyor Rabbimiz. Ve o zaman:
Andolsun ki sizin seyyiatınızı, kötülüklerinizi örterim. Girdiğiniz bu
dosdoğru yolun bereketiyle kalplerinizi, kafalarınızı, düşüncelerinizi,
eylemlerinizi küfür, şirk ve isyan pisliklerinden tertemiz temizlerim. Hayat
problemlerinizi yok eder, sizi dünyada düzlüğe çıkarırım. Ekonomik, hukukî,
ahlâkî, ailevî, toplumsal, bedensel, ruhsal tüm sıkıntılarınızı, tüm
hastalıklarınızı giderir sizi sahil-i selâmete ulaştırırım. Dünyanın en mutlu,
en bahtiyar, en problemsiz toplumu haline getiririm sizi. Andolsun ki dünyada
böyle yaptığım gibi âhirette de sizi içlerinden ırmaklar akan cennetlere
koyarım. Sizi devlet ve nîmetlerime boğarım.
Ve artık bundan sonra, bu gerçeklerime muttali olduktan sonra, Benimle bu
anlaşmaları gerçekleştirdikten sonra sizden kim inkâr ederse, kim anlaşmasına
hain davranırsa şüphesiz doğru yoldan sapmış olur dedi. Yâni önce doğru yola
girdikleri halde onlar yoldan çıkmış olurlar.
Peki onlardan bu anlaşmalarını
bozanların durumları ne olmuş? Rableriyle sözleşmelerine hainlik edenlerin başlarına
neler gelmiş? Bakın Rabbimiz onu da şöylece açıklıyor:
13. “Sözlerini
bozdukları için onlara lânet ettik, kalplerini katılaştırdık. Onlar sözleri
yerlerinden değiştirirler. Kendilerine belletilenin bir kısmını unuttular.
İçlerinden pek azından başkasının daima hainliklerini görürsün, onları affet ve
geç. Allah iyilik yapanları şüphesiz sever.”
Anlaşmayı bozarlarsa, anlaşma
şartlarına riâyet etmezlerse lânetleriz onları. Evet anlaşmayı bozmalarından
ötürü, bizimle sözleşmelerine sâdık davranmamalarından ötürü onları lânetleyip
rahmetimizden uzaklaştırdık. Kalplerini de artık îmanı kabule yanaşmayacak
biçimde kaskatı katılaştırıverdik. Yâni onların yahudileşme temayüllerini, tercihlerini
onaylayıverdik. İşte Allah’la sözleşmelerini bozan, sözleşme maddelerine aykırı
davranan, Rablerine verdikleri ahitlerine ihanet eden, Allah’ın istemediği bir
hayatın içine dalanların âkıbetleri budur. Allah’ın lânetine ehil hale gelmek,
kalplerinin kaskatı hale getirilmesi, artık isteseler de Allah’ın sesini,
vahyin sesini, fıtratlarının ve vicdanlarının sesini duymaz duygulanmaz hale
gelmesi. Rabbim bizleri böyle bir duruma düşmekten korusun inşallah.
Kalplerini kaskatı hale getiririz
onların. Anlamaz, kavramaz, duymaz, duygulanmaz hale getiririz onları. Taştan
daha katı yaparız. Şu insanların çocuklarına karşı tavırlarına bakın ki ne
kadar katıdır. Onların cehenneme gidişi karşısında ne kadar da vurdumduymazlar
değil mi? Cennet karşısında, cehennem karşısında, hesap kitap karşısında ne
kadar da kayıtsızlar değil mi? Parayı düşündükleri kadar âhireti düşünme
konusunda ne kadar da yayalar değil mi? Peki ne yapmışlar da bunu hak etmişler?
Ya da Allah’ın bu lânetine maruz kaldıktan sonra ne yapmışlar bu adamlar?
Kelimeyi, kelâmı, sözü olduğu yerden
değiştirdiler. Kelâma, kelimelere farklı anlamlar yüklediler. Allah bir tür
söyledi, onlar bir tür söylediler. Allah bir tür söyledi, onlar başka tür
anladılar. Allah’ın dediğine demedi, demediğine de dedi dediler. Allah oku
dedi, onlar anlamadan okumayı anladılar, anlamadan okumaya çalışırlar. Allah
beni zikredin dedi, onlar zikri farklı anladılar. Allah; ibâdet dedi, îman
dedi, itaat dedi, kabul dedi, ret dedi, İslâm dedi, ihsan dedi, namaz dedi,
takva dedi, oruç dedi, cihad dedi, şehid dedi, zikir dedi ama onlar farklı
şeyler anladılar. Bütün bu Allah kavramlarına Allah’ın kast etmediği farklı
anlamlar yüklediler. Bu Allah kavramlarının içini boşaltıp farklı yorumladılar.
Allah’ın kelâmında, kelimelerinde Allah’ın kastettiği manaları göz ardı
ettiler. Allah’ın kelâmını değiştirdiler. Tahrif ettiler. Allah’ın yasalarını
terk ettiler. Kitaplarındaki gelecek ahir zaman peygamberinin sıfatlarıyla
alâkalı, son kitap Kur’an’la alâkalı haberleri giz-leyip değiştirdiler, sildiler,
gizlediler.
Rabbimiz
böyle yaptıkları için lânetine uğramış bir toplumu haber vererek biz
Müslümanları uyarıyor. Sakın ey Müslümanlar sizler de onların yanlışlarına
düşerek Benim lânetime maruz kalmayın buyuruyor. Sizler de yahudileşmeyin
diyor. Ama maalesef bakıyoruz ki bizim içimizde kimi yahudileşmiş beyinsizler de
aynen onların yaptıklarını yapmaya çalışıyorlar. Kelâmı, Allah kelâmını vaz
olundukları manalarının dışına çıkarıyorlar, âyetleri altüst ediyorlar,
tahrifat yapıyorlar, hafriyat yapıyorlar, gizliyorlar, üstünü örtüyorlar.
Kelâmı yerinden oynatıyorlar, sağa sola çekip sündürüyorlar, haramını helâl,
helâlini haram yapıyorlar.
Allah yasası gereği Kur’an’ın
âyetlerine dokunamıyorlar, değiştiremiyorlar ama yorumunu değiştirmeye
çalışıyorlar. İçimizdeki çö-mezleri vasıtasıyla olmadık yorumlar getirmeye ve
Müslümanların zihinlerini idlal etmeye çalışıyorlar. Müslümanların kitaba
karşı, sünnete karşı bakışlarını bozmaya çalışıyorlar. Kitap şöyle olmalıdır,
sünnet böyle olmalıdır, din şöyle olmalıdır, böyle olmalıdır, kitabın fonksiyonu
şöyle olmalıdır, peygamberin dindeki yeri şudur, sünnet dinde şu anlama
gelmelidir diyerek yorumlarda bulunuyorlar. Kitap bir tarafta onların yorumları
bir tarafta insanların karşısına çıkmaya çalışıyorlar. Allah bir tarafta, din
bir tarafta onların yorumları bir tarafta. İnşallah kitaplarına ve
peygamberlerine sahip çıkan bu ümmet bu sapıkların yorumlarına itibar etmeyecektir.
Kendilerine
hatırlatılan şeyleri unuttular. Tevrat’ta kendilerine hatırlatılanların,
emredilenlerin büyük bir bölümünü terk ettiler.
Ey peygamberim, unutmayasın ki sen
devamlı bir şekilde onları ahitlerini bozan, hainlik eder bulacaksın. Az bir
kısmı müstesna sen sürekli onların ihanetlerine uğrayacaksın. Onlardan hep
ihanet göreceksin. Kelâmını tahrif ederek, yasalarını değiştirerek, âyetlerini gizleyerek
yaratıcılarına ihanet eden kimselerden insanlara karşı ihanetin dışında başka
ne bekleyebilirsin? Allah’a ihanet edenler sana ihanet etmeyecekler mi? Ve
sizler ey peygamber yolunun yolcusu Müslümanlar, unutmayın ki bu hainlerden
sürekli ihanet göreceksiniz. Allah’a verdikleri sözlerine sâdık davranmayan bu
insanlardan sakın kendinize sadâkat beklemeyin. Bu onların vazgeçilmez huyu
olmuştur. Onlar cahillerdir peygamberim, sen affet onları. Onlara git, onlara
anlat, müsamahakâr davran onlara. Yâni onların kusurlarına bakma da sen gidip
bir daha anlat onlara.
Sakın ha şöyle deme onlara: Bunlar adam olmaz. Bunlardan geçmiştir bu iş.
Bunlar bu işi beceremez, bunlar bu işi kavrayamaz, zaman öldürmeyeyim bunlarla
deme sakın. Biz de öyle yapmayalım inşallah. Çevremizdeki konu komşuya, hısım
akrabaya bir kere anlattık da anlamadılar, adam olma yoluna girmediler diye
sakın bırakıver-meyelim. Arkadaşlar, unutmayalım ki bu sûre Medine döneminde
gel-miştir. Medine döneminde bile Rasulullah Efendimiz 12 yıl, 15 yıl din
anlatmış, eğitmiş, uğraşmış ama yine de bu tür insanlar var demek ki ve onlara
karşı yine de Rabbimiz bunu tavsiye ediyordu peygamberi-mize.
Evet çevremizdeki bu özelliklere sahip
gafil Müslümanlar açısından düşündüğümüzde sanki bu âyet Âl-i İmrân’daki
âyeti çağrıştırıyordu:
“Allah'ın size olan nîmetini anın:
Düşmandınız, kalplerinizin arasını uzlaştırdı da onun nîmeti sayesinde kardeş
oldunuz. Bir ateş çukurunun yanında idiniz, sizi oradan kurtardı.”
(Âl-i İmrân
103)
Ey peygamber, ey Müslümanlar, hele bir
düşünün. Allah’ın üzerinizdeki nîmetlerini bir hatırlayın. Sizler bir zamanlar
birbirinize hasımdınız da Allah kalplerinizi birleştirip sizleri kardeş yaptı.
Yâni sizler Allah’ın nîmetleriyle kardeşler oldunuz. Bir felâket çukurunun kenarına
kadar gelmiştiniz de, cehenneme gidiyordunuz da Allah gönderdiği diniyle,
elçisiyle sizi oradan kurtardı. Öyle değil mi? Allah size bu dini göndermeden
önceki durumunuzu bir düşünün. Ne haldeydiniz? Kanlı bıçaklı birbirinize
düşman değil miydiniz? Kimin ne yaptığı, kimin kimi öldürdüğü belli olmayan bir
curcuna içinde değil miydiniz? Öyleyse niye dününüzü unutuyorsunuz? Dün sizler
de bugün cahil gördüğünüz insanlar gibi değil miydiniz? Dün sizler de kitap
sünnet bilmiyordunuz. Bugün dünkü sizin durumunuzda olanları niye affetmiyor,
onların yardımına koşmuyorsunuz?
Öyleyse
affedelim insanları. Bilmiyorlar, anlamıyorlar diye onlara uyarıyı
bırakıvermeyelim. Çünkü onlar bizim kardeşlerimizdir, onların cehenneme
gidebilme olasılığına hiç göz yummayalım. Unutmayalım ki bir vakitler biz de
öyleydik. Ya da biz de kimi düzeltilecek konularda hâlâ öyleyiz. Elbette o hep
öyle sürecektir. Yâni bizim de eksikliğimiz olabilecektir. Dün bizler de bir
ateş çukurunun kenarındaydık da Allah bizi kitabı ve peygamberiyle tanıştırdı
ve ondan kurtardı. Öyleyse bizler de birilerini kurtarmadan yana olalım inşallah.
14. "Biz
hıristiyanız" diyenlerden söz de almıştık; onlar, kendilerine belletilenin
bir kısmını unuttular, bu yüzden aralarına kıyamete kadar düşmanlık ve kin
saldık. Allah, yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.”
Biz Allah’ın yardımcılarıyız, biz
Nasara’yız diyenlerden de, biz Nasrani’yiz diyerek kendilerini Hz. Îsâ (a.s)’a
nisbet eden Hıristiyan-lardan da mîsak aldık. Yahudilerden aldığı mîsaktan
sonra şimdi de Rabbimiz hıristiyanlardan aldığı mîsakı hatırlatıyor. Onlardan
da mî-sak aldık. Onlarla da bir anlaşma yaptık. Biz Nasara’yız dedikleri halde,
biz Allah’ın dininin yardımcılarıyız dedikleri halde, kendilerini Hz. Îsâ
(as’)a nisbet ettikleri halde ne Allah’la, ne Allah’ın diniyle, ne Allah’ın
kitabı ve elçisiyle, ne bunlara yardımla hiçbir ilgileri kalmamış hıristiyanlar
da ahit aldık buyuruyor Rabbimiz. Çünkü bırakın bu a-damların Allah’ın dinine
yardımcılar olmayı, bırakın Allah’ın elçisi Îsâ (a.s)’a ve O’nun mesajına sahip
çıkmayı bilâkis O’nun mesajını bozmuş, O’nun yolunu tahrif etmiş, Onun diniyle
uzak ve yakından hiçbir ilgileri kalmamış insanlardır. İstedikleri kadar batı
dillerindeki Hz. Îsâ (a.s) nın Kırist ismine kendilerini izafe etsinler.
Aslında bu ismi onlara verenler kendileri de değildir. Müşrikler onları
küçümsemek için Hz. Îsâ’nın taraftarları anlamına bu ismi vermişlerdir.
Rabbimiz buyuruyor ki Biz onlardan da
mîsak aldık, söz aldık. Arkadaşlar, bu ahit alma işini şöyle anlıyoruz:
Rabbimiz hangi topluma vahiy göndermişse, elçi göndermişse gönderdiği o vahiy
ve elçiyle o toplumdan ahit almış demektir. Vahiy ve elçi gönderimi o toplumdan
ahit alma anlamına gelmektedir. Peki hangi konuda ahit alıyordu Rab-bimiz onlardan?
Kendisinin vahiy gönderdiğine, gönderdiği vahiyle, hayat programıyla kullarını
sorumlu tuttuğuna, yâni kullarının hayatına karıştığına dair onlardan ahit
alıyor. Kendisinin kullarının hayatına egemen tek söz sahibi olduğu, tek Rab,
Melik ve İlâh olduğu ve kullarının gönderdiği vahiyle hayatlarını düzenlemek
zorunda oldukları konusunda, vahyine karşı asla duyarsız kalmamaları konusunda,
vahyin gereğini yerine getirmeleri konusunda ahit alıyor. Kendisinden başka
hayatlarına karışıcı Rab, Melik ve İlâh tanımamaları konusunda ahit alıyor.
Kendilerinden istediği kulluğu örneklemek üzere gönderdiği elçisini her konuda
örnek bilmeleri, onun gibi kul olmaları konusunda ahit alıyor. Evet
hıristiyanlardan da böylece ahit aldı Rabbimiz ama onlar da bu anlaşmayı
unuttular. Allah’a verdikleri sözlerini unuttular. Anlaşma maddelerini
unuttular. Anlaşma metinlerini ihtiva eden kitaplarıyla diyaloglarını
kestiler. Kendilerine hatırlatılan anlaşma maddelerinden bir kısmını unuttular
da:
Biz de bu yüzden onların aralarına
kıyamete kadar sürecek bir düşmanlık ve kin saldık. Yaptıklarından ötürü onların
arasına sonu gelmeyecek bir düşmanlık, bir kan davası koyuverdik. İşte Allah vahyini
unutanların, Allah vahyiyle ilgiyi kesenlerin, vahiyden uzak bir yaşamaya
kalkışanların, vahyi hayatlarından dışlayarak kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde
bir hayata yönelenlerin cezası budur. Allah yapmakta olduklarını kendilerine
haber verecektir. Arkadaşlar, hıris-tiyanlık dünyasının neden birbirlerine
düşman olduklarını, dost ola-madıklarını, yıllar yılı aralarında bu savaşların
neden bitmeden devam ettiğini bir türlü anlayamıyordum. Anlamak istemiyorduk
belki. Çünkü isteseydik işte bu âyet buradaydı.
Demek ki onlar Allah’la aralarındaki anlaşmayı bozdukları için, Allah’ın anlaşma
metinlerini ihtiva eden kitaplarına yan baktıkları için, kitaplarını, anlaşma
metinlerini tahrif edip kitapsız bir hayatın mahkumu oldukları için Allah
kıyamete kadar hiç eksilmeyecek bir düşmanlık koymuştur onların arasında. Onun
için hep düşmandırlar birbirlerine. Bu düşmanlık ya hıristiyanların kendi
aralarında cari olan bir düşmanlıktır ki hıristiyan mezhepleri arasında yıllar
yılı savaşlar sürüp gitmektedir. Çünkü adamlar hem hıristiyanlar hem de
başvuracakları ortak bir dinleri, ortak bir kitapları yoktur. Binlerce İncil’in
içinden hangisine başvuracakları belli değildir.
Ya da burada Rabbimizin kast ettiği
düşmanlık yahudi ve hıris-tiyanlar arasında sürüp giden bir düşmanlıktır.
Yahudiler hıristiyanları hep kendi dinlerine, kendi kitaplarına ihanet edenler
olarak görürler, hıristiyanlar da onları kitaplarını bozan hainler olarak görürler.
Pekiyi ne anlatıyor bununla Rabbimiz
bize? Rabbimiz bununla bize şunu anlatıyor: Eğer bizler de Rabbimizle yaptığımız
anlaşma şartlarına riâyet etmez, kitapla ilgimizi, alâkamızı keser, kitapsız
bir hayatın adamı olursak kesinlikle bilelim ki Allah bizim aramıza da düş-manlık
atacaktır. Bunu hiçbir zaman unutmayalım. Şu kitapla ilgimizi kesip, efendim
işte başka kitaplarımız var, işte dergilerimiz var, işte gazetelerimiz var. Biz
bunları okuyoruz, bunlardan bilgileniyoruz. “Ne olmuş yâni? Bunlar da Kur’an
kaynaklı değiller mi? Bunların içi de âyetlerle dolu değil mi?” dersek kesinlikle
bilelim ki Müslüman cemaatler de birbirlerine düşman olacaklardır. İşte
görüyoruz, birilerinin âyetleri şu kadar, ötekilerinin ki bu kadar. Birilerinin
ilgilenip gündeme getirdikleri âyetler şunlar, ötekilerinin ki bunlar olunca elbette
Allah da onların arasına düşmanlık salıverecektir.
Öyleyse ey Müslümanlar, dua edin ki kitabınız tektir. Kaynağı-nızın tekliği
düşüncenizin de tekliğini gerektirir. Bakın dikkat edin, onlar kitaplarını
parçaladılar, her biri bir bölümünü bayraklaştırıp, her biri bir bölümüne
sarılıp kendilerini de parçaladılar. Dirlik düzenleri kalmadı. Zinhar sizler
kitabınızı parçalamayın. Kitabınızdan ayrılmayın. Başka kitapları kitabınızın
yerine koymayın. Değilse sizler de kendi aranızda ayrılıklara düşmek zorunda
kalırsınız.
15. “Ey Kitap ehli!
Kitaptan gizleyip durduğunuz çoğunu size açıkça anlatan ve çoğundan da
geçiveren peygamberimiz gelmiştir. Doğrusu size Allah'tan bir nûr ve apaçık
bir Kitap gelmiştir.”
Ey kitap ehli, kitaptan, kitabınızdan gizleyip
durduğunuz hakikatlerin bir çoğunu size açıklayan, bir kısmından da geçiveren,
bağışlayıveren elçimiz size gelmiştir. Ve size Allah’tan bir nûr ve apaçık bir
kitap da gelmiştir. Evet size sizin için bir rahmet kapısı olarak gönderdiğimiz
elçimiz kitabınızda bulunduğu halde hiç korkmadan, hiçbir sorumluluk duygusu
duymadan örttüğünüz, gizlediğiniz, sakladığınız pek çok hakikati haber
vermektedir. Düşünmüyor musunuz? Hani bir zamanki elinizdeki İncil’ler nerede?
Niye imha ettiniz onları? Niye yok ettiniz? Ne vardı onların içinde? Hangi
gerçekleri ihtiva ediyordu o İncil’ler? Korkunuz neydi ki alelacele imha
ettiniz onları? Kimden neyi saklamak için yaktınız onları? İnsanların gözünden
neleri saklamak için yangından mal kaçırıyormuş gibi böyle bir imha eylemine
giriştiniz? Sakın şimdi bu son elçimizin ve o elçimize gönderdiğimiz kitabın
size açıklayıp gün yüzüne çıkardığı o gerçekleri örtmek için yapmış olmayasınız
bu imhayı?
Yalancının mumu yatsıya kadar yanar. İşte şimdi size sizin o
gizlediklerinizi haber veren bir peygamber geldi. Sizin hayatınıza bir
projektör tutuldu. Size sizin yanılgı noktalarınızı, sapma noktalarınızı açık
açık anlatan, haber veren, sizi geçmişinizle ve geleceğinizle uyaran bir elçi
geldi. Ve kendisinden önce gelen, aynı kaynaktan gelen tüm İlâhî kitapların
özünü kendisinde toplamış olan evrensel bir kitap geldi. Tarih boyunca
insanlığın değişmez doğrularını içinde bulunduran ve kıyamete kadar insanlığı
hakka, hidâyete ulaştıracak bir kitap geldi.
Evet bu kitap o evrensel doğrulardan
sizin gizlediklerinizden, bozduklarınızdan, tahrif edip insanların dikkatlerinden
kaçırdıklarınızdan bir kısmını açıklıyor. Bunlar bir zamanlar sizin
kitabınızda da vardı. Ahir zaman Nebîsinin özellikleri, mutlak geleceğine dair
müjdeler, Kur’an’la alâkalı haberler, namaz, oruç, hac gibi ibâdetler,
içkinin, zinanın, hınzır etinin, küfrün, şirkin haramlığı, Allah’ın hayata
karışması, Allah’ın tek Rab ve İlâh oluşu gibi evrensel gerçekler. Onlardan, o
gizlediklerinizden bir kısmını size haber veriyor o peygamber, ama bir
kısmından da vazgeçiyor, bir kısmını da affediyor. Eğer onları da açıklamış
olsaydı, o kirli çamaşırlarınızı da ortaya döküverseydi elbette sizi rezil ve
perişan ederdi, sizi mat ederdi.
Ama bilesiniz ki Allah o peygamber sizi mat etmek için değil, sizi dünyaya
rezil etmek için değil, bilâkis tüm geçmişe ait kirleriniz-den sizi temizlemek,
arındırmak, eski şerefli günlerinize ulaştırmak için göndermiştir. Bu peygamber
bunun için gelmiştir. Peki şu sizin yaptığınız ne ya ona? Ne yapmaya
çalışıyorsunuz bu elçiye karşı? Sizin için, tüm insanlık için mahza bir hayır
kapısına karşı böyle mi davranmalıydınız? Gelişiyle, misyonuyla, getirdiği çağlar
üstü evrensel mesajıyla sizin kitabınızı tashih etti diye, sizin sapak
noktalarınızı, yanılgı noktalarınızı ortaya koydu diye ona düşman kesilmeniz
mi gerekiyordu? Aksine sevinmeniz, memnun olmanız, teşekkür etmeniz gerekmiyor
muydu? Ey bize Rabbimizin hediyesi, ey bize yol gösterici, ey bizim hayatımızın
sağlaması, çok şükür ki sen geldin bize. Çok şükür ki bizim hayatımızın
bozukluklarını ortaya koyuverdin. Din diye sarıldığımız şeylerin gerçek Allah
dini değil, atalarımızın bozup bize sun-duğu bir felsefeler, bidatler ürünü
olduğunu bize anlatıp gözlerimizi açıverdin. Eğer sen gelmeseydin, getirdiğin
hak bir Allah kitabıyla bizim hayatımıza böyle mükemmel bir projektör tutmasaydın
meğer bizler din diye, kitap diye boş şeylere sarılıp cehenneme doğru gidiyor-muşuz.
Gelişine susamız kimseler olarak sana îman ediyor, sana teşekkür ediyoruz
diyerek hemen ayağınıza kadar gelmiş bu nîmete sarılmanız gerekmiyor muydu? Bu
haliniz ne böyle, diyor ve tekrar tekrar İslâm’a dâvet ediyor onları.
16. “Allah,
rızasını gözetenleri onunla, selâmet yollarına eriştirir ve onları, izni ile
karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Onları doğru yola iletir.”
Allah o size gönderdiği nûr olan, ışık olan, yol
gösterici olan o kitabı ve mahza sizin için rahmet olan o elçisiyle rızasını
gözetenleri, rızasını arayanları, rızasına teslim olanları, yâni o kitabına ve
elçisinin sünnetine teslim olanları, kitap ve peygamber örnekliğinde bir hayat
yaşamaya yönelen kullarını selâmet yollarına ulaştırır. Emniyet yollarının
güvenliğine ulaştırır. Tek yol değildir bu yol. Sübülü’s Selâmdır o. Öyleyse
kimse Allah’ın yollarını teke indirgemesin. Yâni hiç kimse kendi yolunu tek yol
kabul edip öteki yolları reddetmeye kalkışmasın. Yol Allah’ın yoludur, din
Allah’ın dinidir, benimki hiçbir zaman temel değildir. Benimki ona ne kadar
uygunsa o kadar uygundur. Benim dışımda da, benim yolumun dışında da sonu
Allah yoluna çıkan tâli yollar vardır. Rabbimiz rahmetiyle, vahyiyle, peygamber
örnekliliğiyle kullarını küfür, şirk ve cehalet karanlıklarından îman
aydınlığına, hidâyet aydınlığına çıkarır. Değilse eğer Rabbimiz bizi vahiysiz
bırakmış olsaydı, yolsuz yordamsız bırakmış olsaydı biz bu karanlıklardan nasıl
kurtulabilirdik?
17. "Allah
ancak Meryem oğlu Mesih'tir" diyenler andolsun ki kâfir olmuşlardır. De
ki: "Allah, Meryem oğlu Mesih'i anasını ve yeryüzünde olanların hepsini
yok etmeyi dilerse kim O'na karşı koyabilir? "Göklerin, yerin ve arasındakilerin
hükümranlığı Allah'ındır, dilediğini yaratır. Allah her şeye Kâdirdir.”
Andolsun ki Allah Meryem oğlu Mesih’tir diyenler
kâfir olmuş-lardır, küfre düşmüşlerdir. Biz Nasranî’yiz, biz Nasarâ’yız deyip
de, hı-ristiyanlık iddiasında bulunup da Meryem oğlu Îsâ Allah’tır diyerek
tevhid dininden, İslâm dininden ayrılıp gidenler küfür etmişlerdir. Bir
beşerden doğma bir beşer olan Hz. Îsâ (a.s)’ı tanrılaştıranlar ya da Allah’ı
beşerleştirenler kâfir olmuştur, diyor Rabbimiz. Allah’ı bir beşerle, ya da
bir beşeri Allah’la karıştıranlar kâfir oldular. Bir beşere Allah sıfatlarını
yükleyenler, ya da Allah’a beşer sıfatlarını yakıştıranlar kâfir oldular.
Bunlar Hz. Îsâ (a.s)’a Allah yetkilerini veren, ya da Allah’ın Hz. Îsâ (a.s)’a
hulûl ettiğini iddia eden hıristiyanlardır. Bunlar yasalarını uygulayacakları
gerçek Rabbi, kendisine kulluk yapacakları gerçek İlâhı bulamadıkları için kul
olabilecek başka varlıklar bulmak zorunda kalmış zavallı insanlardır.
Çünkü fıtraten insan tapınmak zorundadır. Bu fıtrî bir gereksi-nimdir. Tarih
boyunca bu hep böyle olmuştur. İnsan, insan olması hasebiyle fıtraten kul
olmaya müsait yaratılmıştır. Mutlaka bir yerlere bağlanmak, kapılanmak zorundadır
insan. Binaenaleyh eğer insan kendisine kulluk yapacağı, sığınacağı, arzularını
yerine getireceği ger-çek Rabbini bulamamışsa yanlış adreslere baş vurmak
zorunda kalacaktır. Onun içindir ki kitabımızın her bir bölümünde Rabbimiz gönderdiği
elçilerinin diliyle kullarını sadece kendisine kulluğa çağırmıştır.
Böylece aslında Rabbimiz insanın kendi şerefini kurtarmayı murad
buyurmuştur. Ama maalesef insanlar bazen Allah’ı diskalifiye edip kendi
kendilerine tapınarak, kendi kendilerini putlaştırarak, bazen kendisi gibileri
putlaştırarak, bazen eşyayı tanrılaştırarak, putlara tapınarak kendi şerefini
bizzat kendi elleriyle ayaklar altına almışlardır. Hem Allah’a, hem
kendilerine, hem de eşyaya zulmetmişlerdir. Hem gerçek İlâhlarına, hem
İlâhlaştırdıklarına hem de kendilerine zulmetmişlerdir. İnsanı yerinden etmek,
eşyayı olduğu yerden çıkarmak, insanı ve eşyayı İlâhlaştırmak zulümlerin en
büyüğüdür. Hıristiyanlar aslında Allah’ın kutlu elçisi Hz. Îsâ (a.s)’a karşı
onu insanlıktan çıkararak, onun örnekliğini bitirerek, hayattan dışlayarak zulmetmişlerdir.
İslâm’dan,
ana kaynaktan uzaklaşıp hıristiyanlaşan bu adamlar Hz. Îsâ (a.s) nın şahsiyeti
hakkında tarih boyunca gerçekten içinden çıkılamaz şeyler söylemişlerdir.
Hıristiyan gruplardan bir kısmı onun insani yönünden etkilenerek Allah’ın oğlu
olduğuna inanmaktadır. Bir kısmı da Allah olduğuna ve kendisine kulluk
yapılması gerektiğine inanmaktadır. Kimileri vücutta vahdet, vahdet-i vücut
denen Allah’la insanın birleşimi teorisinden kaynaklanan bir düşünceyle, bir
bakış açısıyla onun Allah’la insan karışımı, yarı Allah yarı insan bir varlık
olduğuna inanmaktadır. Bu sapmalar yıllarca tartışmalarına rağmen meseleyi işin
içinden çıkılmaz bir duruma getirmiştir. Bu karmaşık şahsiyetin, yâni Allah’la
insan karışımı kabul ettikleri şahsiyetin insani yönünün ağır bastığı kanısına
varanlar onun Allah’ın oğlu olduğu zehabına kapılırken, onun İlâhlığa
yakınlığını düşünenler de onun insanlaşmış bir Allah ya da Allah’laşmış bir insan
olduğu inancına düştüler.
Ey peygamberim, sen onlara de ki,
Allah, Meryem oğlu Mesih'i anasını ve yeryüzünde olanların hepsini yok etmeyi
dilerse kim O'na karşı koyabilir? Göklerin, yerin ve arasındakilerin
hükümranlığı Allah'ındır, dilediğini yaratır. Allah her şeye Kâdirdir. Yâni
bir düşünsenize sizin tanrılaştırdığınız Îsâ (a.s)’ı, onun annesini öldürecek
olsa, onlar üzerinde tüm varlıkları üzerinde bir tasarrufta bulunacak olsa kim
engel olabilir buna? Kim önüne geçebilir Allah’ın? Hiç böyle tanrı olabilir
mi? Allah’tan kendisine gelebilecek bir ölüme engel olamayanlar tanrı
olabilirler mi? Diğer yaratıklar gibi fâni olanlar nasıl Rab olabilirler? Nasıl
tanrı olabilirler? Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah’ın hükmüne, O’nun
yasalarına boyun bükmüş kullar iken siz onları nasıl tanrılaştırmaya
kalkışıyorsunuz? Halbuki Allah dilediğini yaratandır. Dilediğini yaratmaya Kâdir
olan Allah Hz. Îsâ (a.s)’ı da babasız olarak olağanüstü bir yaratışla yaratmaya
da Kâdirdir. Onun böyle mûcizevi bir yaratılışla yaratılmış olması, Allah’ın
bir kelimesi, bir yasası olması sizi onu tanrılaşmaya götürmemelidir.
18. “Yahudiler ve
hıristiyanlar, "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler.
Öyleyse günahlarınızdan ötürü size niçin azap ediyor? Bilâkis siz O'nun
yarattığı insanlarsınız" de. Allah dilediğini bağışlar, dilediğine azap
eder. Göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin hükümranlığı Allah'ındır.
Dönüş O’nadır.”
Yahudi ve hıristiyanlar dediler ki bizler Allah’ın
oğulları ve sev-gilileriyiz, dostlarıyız dediler. Babalara göre oğulları neyse,
hangi ma-kamdaysa biz de o makamdayız. Babaların gözünde oğulları ne kadar
değerliyse Allah katında bizler de o kadar değerli ve sevgiliyiz. Veya biz
Allah’ın oğullarının mensubuyuz, dininin müntesibiyiz dediler. Oğullarını
sevdiği gibi bizi de sever O Allah. Böylece hem Allah’a bir yakınlık iddiasında
bulunuyorlar hem de kendilerinin diğer insanlardan ayrıcalıklı olduklarını
söylüyorlar. Hem Allah’ı millileştirdiler, hem de Allah’ın dinini millileştirdiler.
Kendilerini diğer dünya insanlığından soyutlayarak Allah’ın dinini sadece
kendilerine mahsus milli bir din haline getirdiler.
Rabb’ul Âlemin olan, göklerdeki ve yerdekilerin tamamının Rabbi olan
Allah’ı Yahova ismini verdikleri kendi milli İlâhları haline getirdiler. O
Allah sanki sadece kendilerinin Allah’ıdır. İsrâil oğullarının babası olan bir
Allah. Böylece milli dinleriyle, milli İlâhlarıyla kendilerini kutsamaya
yöneldiler. Dünyadaki tüm diğer insanlardan kendilerini ayırarak, tüm dünyadan
soyutlanarak, kendilerinin dışında herkesi ve her şeyi yok farz ederek, kâfir
ilân ederek, yabancı ilân ederek kendilerine bir ağ ördüler. Tüm dünyadan
soyutlanarak, tüm dünyayı düşman bilerek ulusçuluk anlayışıyla ilk ırkçı
şeytandan sonra ikinci sapıcılar olarak dünyalarını da âhiretlerini de mahvettiler.
Yahudiler maddecidir, materyalisttir,
maddeyi esas alıp mana-yı, ruhu reddeden kimselerdir. Tıpkı şeytan gibi
kökenlerini esas alan ve tüm değerlendirmelerini bunun üzerine bina eden
insanlar. Yaratılıştan gelen güya kendilerince üstün kabul ettikleri
özelliklerini ön plana çıkarıp onlarla övünmeyi âdet edinmiş bir toplum.
Halbuki bizim yaratılıştan gelen özelliklerimiz, irademiz dahilinde olmayan,
sonradan kazanmış olmadığımız özelliklerimiz hiçbir zaman övünme sebebi değildir.
Gören bir kimsenin köre karşı hiçbir zaman övünme hakkı yoktur. Kadınlık
erkeklik, beyazlık siyahlık, zenginlik fakirlik, filan aileden, falan toplumdan
gelmiş olmak sebebiyle övünmek ırkçılıktır. Ama kendi seçimimizle kazandığımız
şeylerden ötürü övünme hakkı vardır. Îman gibi, takva ve teslimiyet gibi.
Yahudiler ve hıristiyanlar hakları olmadığı halde biz
Allah’ın sevgili kullarıyız diyerek övündüler. İkisi birlikte değil tabii.
Çünkü kitabımızın başka âyetlerinin beyanıyla birbirlerini tekfir eden,
birbirlerini küfürle itham eden, birbirlerinin iraptan mahallerinin olmadığını
iddia eden bu iki güruh ayrı ayrı kendilerinin üstün olduklarını iddia ettiler.
Onların bu mesnetsiz iddialarına karşılık bakın Rabbimiz buyuruyor ki, öyleyse
Allah günahlarınızdan ötürü size niçin azap ediyor? Bilâkis siz O'nun yarattığı
insanlarsınız de onlara peygamberim. Allah dilediğini bağışlar, dilediğine azap
eder. Göklerin, yerin ve ikisinin arasındakilerin hükümranlığı Allah'ındır.
Dönüş O'nadır. Öyle değil mi? Allah size niye azap ediyor günahlarınızdan
ötürü? Hayır hayır sizler başkalarından farklı değilsiniz. Allah dilediğine ya
da dileyenlere azap eder. O’nun hükmüne itiraz edecek yoktur.
19. “Ey Kitap ehli!
Peygamberlerin arası kesildiğinde, "Bize müjdeci ve uyarıcı gelmedi"
dersiniz diye, size açıkça anlatacak peygamberimiz geldi. Şüphesiz O, size müjdeci
ve uyarıcı olarak gelmiştir. Allah her şeye Kâdirdir.”
Ey kitap ehli, peygamberlerin arasının kesildiği,
peygambersiz geçen uzun bir fetret döneminden sonra biz bir müjdeci ve uyarıcı
gelmedi diye şikâyet bulunmayasınız diye size dinin hükümlerini açıklamak üzere
elçimiz geldi. Daha önce içinizden uyarıcılar ve müjdeleyiciler seçerek
rahmeti gereği size kendi bilgisinden aktaran, sizi yolsuz yordamsız, çözümsüz
bırakmayan Rabbiniz şimdi de size son elçisini göndermiştir. Artık biz ne
yapalım? Nasıl hareket edelim? Neyle amel edelim? Hayatımızı nasıl düzenleyelim?
Kime başvuralım? Kitap yok, peygamber yok, örnek yok demenize, mâzeretler
ileri sürmenize hakkınız kalmamıştır. İşte uzun bir fetret döneminden sonra elçimiz
gelmiştir. Artık bize ne ondan? demeyin. Bu peygamber bizi il-gilendirmez demeyin.
Unutmayın ki bu son mesaj evrensel bir mesajdır. Bu son kitap ve peygamber
çağlar üstü bir mesajdır. Kur’an tüm insanlığa hitap eden bir mesajdır.
Muhammed (a.s) tüm kıyamete kadar tüm toplumlara elçi olarak gönderilmiştir.
Ama siz bilirsiniz. İsterseniz size gelmiş bu elçiyi reddedin. İsterseniz
ilgilenmeyin onun getirdiği mesajla. İsterseniz dininizi, hayatınızı
sorgulamak, sizi Allah’ın istediği Müslü-manca bir hayata ulaştırmak için
gelmiş olan bu kitaba, bu peygambere sırt dönerek kendi hevâ ve hevesleriniz
istikâmetinde, atalarınızın bozduğu muharref bir din, muharref bir kitap
istikâmetinde bozuk düzen hayatlarınıza devam edin. Ama unutmayın ki Allah
kendisine itaat edenleri mükafatlarına boğmaya, isyan edenleri de cezalandırmaya
Kâdirdir.
20. “Mûsâ,
milletine: “Ey milletim! Allah'ın size olan nîmetini anın: İçinizden
peygamberler çıkarmış ve sizi hükümdar yapmıştı, dünyalarda kimseye
vermediğini size vermişti.”
Hani hatırlayın, bir zamanlar Mûsâ (a.s) kavmi
İsrâil oğullarına şöyle buyurmuştu: Ey kavmim, Allah’ın üzerinizdeki
nîmetlerini bir ha-tırlayın. Hatırlayın da bu nîmetlerin sahibi olan Rabbinize
kul olun, teşekkür edin. Rabbiniz sizin içinizden size hakkı, hidâyeti,
doğruyu gösterecek, sizi yanlışlardan, cehenneme gidişten alıkoyacak peygamberler
çıkarmıştır. Sizden krallar, yöneticiler kıldı. Sizi özgürlüğe ulaştırdı. Sizi
krallar gibi yaşattı. Yeryüzünde başka toplumlara verme-diği üstünlükleri,
nîmetlerini size verdi. Başkalarına vermediği yeryüzü iktidarını size verdi.
Liderler ve önderler yaptı sizleri. Bakara ve diğer sûrelerde İsrâil oğullarına
verilen nîmetleri anlatmaya çalışmıştık. Tabii burada Mûsâ (a.s) nın İsrâil
oğullarına bir hatırlatması söz konusu
olunca elbette bu nîmetlerin Mûsâ (a.s) öncesi nîmetler olduğunu anlayacağız.
Meselâ Hz. Yusuf (a.s) döneminde Müslümanlar Mısır’da bir dünya devletine
egemen olmuşlardı. Tüm dünyaya egemen bir konu-ma gelmişlerdi. İşte Mûsâ (a.s)
onlara bunları hatırlatarak kendilerine hadsiz, hesapsız lütuflarda bulunan
Rablerine kulluğu çağırıyordu.
21. “Ey milletim!
Allah'ın size yazdığı kutsal yere girin, ardınıza dönmeyin, yoksa kaybedenler
olarak dönersiniz” demişti.”
Öyleyse ey kavmim, Rabbinizin size bu büyük lütuflarını
hatırlayın da O’na bir şükrane olarak Rabbinizin size yazdığı kutsal yere, büyük
ata İbrahim (a.s) in, oğulları İshak (a.s) ve torunu Yakub (a.s) nın vatanı
olan Arz-ı Mukaddese girin. Sakın ardınıza dönmeyin. İr-tidat etmeyin.
İnancınızdan geri dönmeyin. Rabbinizin bu cihad emrinden dönmeyin demişti Mûsâ
(a.s). Rabbinizin atanız İsrâil’in, Yaku-b’un diliyle size vaâdettiği, sizin
vatanınız olmasını istediği bu toprak-lardan vazgeçmeyin. Orada oturan zorbaların
varlığından çekinerek gerisin geriye dönmeyin. Yoksa kaybedersiniz.
Anlayabildiğimiz kadarıyla İsrâil
oğulları Mûsâ (a.s)’la birlikte Mısırdan çıkıp eski yurtlarına dönerlerken
Faran çölünde bulundukları bir sırada bu emir, bu cihad emri kendilerine
verilmişti. Onlar böyle Allah adına bir cihadı göze alamadılar. O bölgedeki
zorbalardan korkup tekrar geriye, Mısır’a dönmeyi düşündüler ve kendilerini
Allah yolunda cihada çağıran peygamberlerine şöyle dediler:
22. “Ey Mûsâ! Orada
zorba bir millet vardır, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya girmeyeceğiz, eğer
çıkarlarsa biz de gireriz" demişlerdi.”
Ey Mûsâ, orada zorba bir toplum var. Orada güçlü,
kuvvetli, zâlim bir toplum var. Biz onlarla baş edemeyiz. Biz onlarla asla
savaşamayız, buna güç yetiremeyiz dediler. Tarihî bilgilere bakılırsa bunlar
Ama likalılardı. Onlar aradan çıkıp gitmedikçe, savaşsız olarak orayı bize
teslim etmedikçe biz asla oraya girmeyeceğiz. Eğer onlar oradan çıkıp
giderlerse ancak o zaman biz gireceğiz dediler. İnandıkları Allah uğrunda
savaşmaya, ölmeye, öldürmeye değmeyen bir Allah. Uğrun-da fedâ-i mal ve fedâ-i
canda bulunmaya değmeyen bir Allah inançları var adamların. Tıpkı şu andaki bizler
gibi.
23. “Korkanlar
arasında bulunan, Allah'ın nîmete erdirdiği iki adam: “Üstlerine kapıdan
yürüyün, oradan girerseniz şüphesiz galip gelirsiniz; eğer inanıyorsanız
Allah'a güvenin" demişlerdi.”
Evet, korkanlar arasında bulunan ya o azgın
Amalikalırdan korkanlar arasında bulunan ya da Allah’tan Allah’ın istediği
gibi korkan, Allah’ın cihad emrine karşı gelmekten korkan, Allah’ın lütuf ve
nî-metlerine erdirdiği, kendilerine şuur verdiği iki kişi arkadaşlarını ciha-da
teşvik ederek onlara dedi ki: Onların üzerine, o Amâlikalıların üzerlerine
kapıdan yürüyün. Cüsseleri iri ama îmanları zayıf olan, kalıpları iri ama
kâfir oldukları için cesaretleri zayıf olan bu insanlardan korkmayın. Eğer
Allah’a güvenip şehrin ana kapıları üzerinden onların üzerine yürürseniz,
böylece cihad için bir kararlılık gösterisinde bulunursanız onlar sizden
korkacaklardır.
O iki kişinin onlara bunu söylemelerinin sebebi de anlayabildiğimiz
kadarıyla şudur: Sizler zâlimlerin, talancıların, sömürgecilerin yaptıkları
gibi şehrin bağlarından, bahçelerinden, nîmetlerinin bulunduğu yerlerden şehri
yağmalayarak girerseniz onların gözünde aç gözlü yağmacılar olarak düşersiniz
bir, bir de böyle bir girişle girdiğiniz şehrin, ülkenin insanlarını diriltme
imkânınız kalmaz. Onlara hidâyet adına
hiçbir mesaj da sunamazsınız. Oraya girseniz bile asla sahip olamazsınız.
Bedenlerine sahip olsanız bile kalplerine sahip olamazsınız. Bir çapulcu güruh
olarak onlara karşı güveninizi zedelemiş olursunuz. Evet o kadar insanın
içinden bunu söyleyebilecek sadece iki insan çıkmış. Allah’ın elçisi Mûsâ (a.s)
ile tartışmalarını sürdüren toplum bakın şöyle diyor:
24,25. “Ey Mûsâ!
Onlar orada oldukça biz asla oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın,
doğrusu biz burada oturacağız" demişlerdi. Mûsâ: “Rabbim! Ben ancak
kendime ve kardeşime söz geçirebiliyorum; artık bizimle bu yoldan çıkmış
milletin arasını ayır” dedi.”
Ey Mûsâ, onlar orada oldukları sürece biz asla
oraya girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin birlikte gidin savaşın, biz burada oturup
bekleyeceğiz dediler. Allah yolunda bir savaşı göze alamadılar. İnandıkları
Allah uğrunda savaşı göze almaya değmeyen bir Allah. Halbuki Allah ve Resûlünden
bir savaş çağrısı alan Rasulullah Efendimizin ashabı, o güzide insanlar
kendilerini savaşa çağıran pişdarlarına şöyle demişlerdi: Ey Allah’ın Resûlü,
bizler sana İsrâil oğullarının elçilerine dediğini demeyiz. Biz asla böyle bir
tavır sergilemeyiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz burada bekleyeceğiz
demeyiz. Sen ve Rabbin gidin savaşın, biz de sizinle birlikte gelip
savaşacağız deriz. Dilediğine hükmet, dilediğin yere yürü vallahi biz hep
senin yanındayız demişlerdi.
İsrâil oğullarının bu bozuk tavırlarını, bu İslâm dışı küstahlıklarını
görünce Hz. Mûsâ (a.s) da şöyle diyordu: Ya Rabbi ben ancak kendime ve
kardeşime söz geçirebiliyorum. Benim sözüm kendimden ve kardeşimden başkasına
geçmiyor. Görüyorsun ki ben kendimden ve kardeşim Harun’dan başkasına mâlik değilim.
Binaenaleyh ya Rabbi ben bunlar adına, bunların bu küstahlıkları adına Senden
özür diliyorum. Ben bunlara hakim olamıyorum. Ya Rabbi Sen âdil hükmünle
bizimle bunların arasını ayır. Bizi bunlarla bir tutma. Beni ve kardeşimi
bunlardan ayır ya Rabbi. Eğer bu küstahlıklarından ötürü bir azap göndereceksen
ne olur bizi ayır ya Rabbi. Bizi bunlarla bir tutma ya Rabbi. Mûsâ (a.s) nın bu
telaşına, bu ürperişine karşılık bakın Rabbimizin cevabı şöyle:
26. “Allah:
"Orası onlara kırk yıl haram kılındı; yeryüzünde şaşkın, şaşkın
dolaşacaklar. Sen, yoldan çıkmış millet için tasalanma" dedi.”
Rabbimiz Mûsâ (a.s) nın duasına icabet buyurdu. Ve Allah yolunda bir cihadtân kaçan
İsrâil oğullarını da bu davranışlarından ötürü cezalandırıverdi. Nasıl bir ceza
verdi Allah onlara: Bakın buyurdu ki Rabbimiz: Onlar Benim emrime karşı mı
geliyorlar? Onlar bir savaş çağrısına itiraz mı ediyorlar? O halde onlar kırk
yıl o kutsal topraklardan mahrum kılınacaklar. Kırk yıl o topraklar onlara
haram kılındı. Evet onlar bu tavırlarından ötürü kırk yıl evsiz, barksız, vatansız
olarak şaşkın, şaşkın çöllerde dolaşmaya mahkum oldular.
Rabbimiz elçisine dedi ki ey peygamberim, artık sen bu şaş-kınlar için, bu
itaatten çıkmışlar için kendini yorma. Tasalanma onlar için. Allah’ın bir savaş
emrine karşı takındıkları bu olumsuz tavırla-rından, bu serkeşliklerinden ötürü
Allah’ın cezasına uğruyorlar ve kırk yıl perişan bir vaziyette dolaşıyorlar. Ve
nihâyet bu kırk yılın sonunda o nesil tükeniyor, o Firavunun ezici sisteminin
altında kimlikleri silinmiş, kölelik ruhlarına işlemiş insanlar ölüyorlar ve
onlardan yepyeni bir nesil geliyor. Çölde özgürce büyümüş, babaları gibi
Firavun’u ve zulmünü tanımamış yepyeni bir nesil yetiştirdi sıfırdan Mûsâ (a.s).
Ve işte bu nesil o mukaddes toprakları fethedip giriyorlar.
27. “Ey Muhammed!
Onlara Adem'in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat: İkisi birer kurban
sunmuşlar, birininki kabul edilmiş, diğerininki edilmemişti. Kabul edilmeyen,
"Andolsun seni öldüreceğim" deyince, kardeşi: "Allah ancak
sakınanların takdim ettiğini kabul eder" de-mişti.”
Ey peygamberim, onlara, o hasetçi yahudilere, kendileri
için Rableri tarafından açılmış senin gibi bir rahmet kapısına karşı ilgisiz
kalmış insanlara Adem’in iki oğlunun, Habil ile Kabil’in kıssasını hak olarak
anlat. Bu kıssa ile onlara öğüt ver, onlara hakkı göster. İki Adem oğlu
arasında geçen bu kıssayı onlara anlat ki şu anda sen kardeşlerine karşı Kabil
rolünü oynayan, Rabbinin seni seçip, sana verdiği lütuflarını kıskanan,
Rabbinin takdirine isyan eden bu insanlar ne yaptıklarını iyice anlasınlar.
Senin karşında kendi konumlarını iyi bir değerlendirsinler. Çünkü bu kıssa onlara
bu gerçeği anlatacak gerçek bir kıssadır.
Ademin oğulları Rablerine bir kurban
takdim etmişler, birinin sunduğu kurban kabul edilmiş, ötekisininki hüsnü kabul
görmemişti. Çünkü birisi ihsan ehliydi. O Allah’ı görüyormuşçasına Ona kulluk şuuru
içindeydi. Malının en güzelini, Allah’a lâyık olanını kurban etmiş, ötekisi de
en değersizini kurban etmişti. Habil mülkün sahibinin bilincinde olarak
kurbanda bulunmuş, en iyisini sunmuştu. Verdiğinin daha güzeliyle kendisine
mukâbelede bulunulacağının güvencesi içinde kurban sunmuştu. Kabil ise mülkü
kendisinin zannederek, mülkün sahibine karşı bir güvensizlik duygusu içinde
kurban takdim etmişti. Onun içindir ki zâhiren birbirine benzeyen ama niyet
olarak birbirinden çok farklı olan bu amelden birisini kabul eden Rabbimiz,
ötekisini kabul etmemişti. Doğal olarak kurbanının kabul edilmeyişini gören
Kabil’in hemen hatasını anlayıp tevbe etmesi, durumunu düzeltmesi gerekirken
öyle yapmıyor da kardeşini kıskanıp haset ediyor. Yâni Allah’ın takdirine
karşı geliyor. Allah’a hikmetsizlik izafe ediyor. Kabul edip etmeyen Allah
iken o kardeşini suçluyor. Tıpkı Allah’ın takdirine kafa tutan, Adem’e secde
etmesini emreden Rabbini hikmetsizlikle itham eden şeytan gibi. Evet bildiğimiz
kadarıyla tarihte ilk hasit şeytandır, ikincisi de Kabil’dir. Kardeşini kıskanarak onu öldürmeye teşebbüs
ediyor. Andolsun ki seni öldüreceğim der. Kardeşi sorar ona: Beni niye öldüreceksin?
O der ki senin kurbanın kabul edildi, benimki kabul edilmedi. Bunun üzerine
Habil der ki, Allah ancak muttakilerin, kendisi karşı kulluğunun bilincinde
olanların kurbanını kabul eder. Yâni bu konuda benim bir suçum yoktur, yetkim
de yoktur. Sen bunu kendin istedin, kendin hak ettin. Binaenaleyh bu konuda
beni suçlaman yerine durumunu bir gözden geçir de muttakilerden olmaya çalış.
28,29,30. “Beni
öldürmek üzere elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için sana elimi uzatmam,
çünkü ben, âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım. Ben, hem benim hem de
kendi günahını yüklenip cehennemliklerden olma-nı isterim, zulmedenlerin
cezası budur. Bunun üzerine, kardeşini öldürmekte nefsine uydu ve onu
öldürerek, zarara uğrayanlardan oldu.”
Eğer bu gerçeği anlamaya yanaşmaz, durumunu düzeltmez
ve illa da suçsuz olduğum halde beni öldürmeye elini uzatırsan, bilesin ki ben
seni öldürmek için harekete geçmeyeceğim. Ben böyle bir haramı işleyip Rabbime
isyan etmekten Allah’tan korkarım. Yâni sen beni öldürmek için elini bana
uzattığın zaman ben senden önce davranıp seni öldürmeye teşebbüs etmeyeceğim.
Dilerim ki sen hem benim gü-nahımı, hem de kendi günahını yüklenip ateşe atılanlardan
olursun. Zâlimlerin cezası işte budur. Ben bir kardeş karşısında bir zâlim olmayı
değil bir mazlum olmayı yeğlerim. Bunun üzerine Kabil kardeşini öldürme konusunda
nefsine teslim oldu, nefsinin hevâsına tabi oldu. Onun nefsi, içgüdüsü kendisini
kardeşini öldürmeye sevk etti. Allah’a değil de nefsine teslim olduğu için
nefsi ona bunu makul gösterdi. Onu öldürdü ve zarar edenlerden oldu. Evet
yeryüzünde ilk kıtal hadisesi böylece gerçekleşmiş oldu. Yeryüzünde ilk kan
dökülmüş oldu. Kan döken Kabil hüsrana uğrayanlardan oldu. Çünkü Rasulullah Efendimizin
bir hadisinin beyanıyla kıyamete kadar adam öldürenlerin, kan dökenlerin
günahlarının bir misli bu çığırı ilk açan Kabil’e yazılacaktır.
31. “Allah,
kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek üzere, ona yeri eşeleyen bir
karga gönderdi. "Bana yazıklar olsun! Kardeşimin ölüsünü örtmek için bu
karga kadar olmaktan aciz kaldım." dedi de ettiğine yananlardan oldu.”
Bunun üzerine Rabbimiz ona kardeşinin cesedini nasıl
göme-ceğini göstermek için yeri gagasıyla eşen bir karga gönderdi. Hem-cinsini
öldürdükten sonra onu toprağa gömerek Kabil’e yol gösteren bir karga gönderdi
Allah. Kabil onu görünce yaptığı bu işten dolayı, kardeş kanına girmekten
ötürü hasret ve nedamet içinde şöyle ses-lendi: Yazıklar olsun bana. Bir karga
kadar olup ta kardeşimin cese-dini toprağa nasıl gömeceğimi bilmekten aciz
oldum. Demek ki tüm bilgiler Allah’tandır. İnsanlık tüm bilgilerini vahiyle
öğrenmiştir. Bakın Rabbimizin vahyi olmadan, Rabbimizin yol gösterisi olmadan
insan kabir kazma sanatını bile bilemiyor.
32. “Bunun için
İsrâil oğullarına şöyle yazdık: “Kim bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde
bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur.
Kim de onu diriltirse (ölümden kurtarırsa) bütün insanları diriltmiş gibi olur.
“Andolsun ki onlara belgelerle peygamberlerimiz geldi, sonra buna rağmen,
onların çoğu yeryüzünde taşkınlık edenler oldu.”
İşte bundan ötürü Biz İsrâil oğullarına şunu
yazdık, şunu farz kıldık: Kim ki bir insanı adam öldürmenin, kan dökmenin, ya
da yeryüzünde fesat çıkarmanın dışında başka bir sebeple öldürürse tüm insanlığı
öldürmüş gibi olur. Allah katında bir ile binin hiçbir farkı yoktur. Ha bir
insanı öldürmüşsünüz, ha tüm insanlığı.
Evet bu sebeplerin dışında adam öldürmek, kan dökmek yasaktır. Karşıdaki
kişi eğer bir adam öldürmüşse kısas olarak öldürülür. Veya eğer yeryüzünde
fesat çıkarmışsa o da öldürülebilir. Yeryüzünde fesat Allah’ın yeryüzünde koyduğu
düzeni bozmak, Allah’a, Allah’ın dinine, Allah’ın elçilerine savaş açmak,
Allah’ın yeryüzünü, insan hayatını düzenlemek üzere gönderdiği hayat programını
reddetmek, İslâm’ın meşru yönetimine karşı gelip savaşmak anlamlarına gelmektedir.
İşte bunlar sebebiyle öldürülebilir insan. Ama bunların dışında adam
öldürmenin yasaklığını Biz İsrâil oğullarına yazdık diyor Rab-bimiz. Evet, kim
bu sebeplerin dışında bir kimseyi öldürürse tüm insanlığı öldürmüş gibi olur.
Kim de bir insanı diriltirse, bir hayatı kurtarırsa tüm insanlığı diriltmiş,
kurtarmış gibi olur. Çünkü bir insanı haksız yere öldüren kimse dünyada
öldürmelere yol açmış, ruhsat çıkarmış olduğu için sanki tüm insanları
öldürmüş gibidir. İnsanı öldürmekten çekinen, bu yolu kapayan, insan hayatına
hürmet gösteren kimse de tüm insanları diriltmiş gibi olur. İnsanlara vahiy
ulaştırarak, din ulaştırarak insanları gerçek hayata, cennete ulaştıranlar da
aynen böyledir. Bir kişinin hidâyetine sebep olanlar tüm insanlığı hidâyete ulaştırmış
gibi Allah katında sevap kazanır.
33,34. “Allah ve
peygamberleriyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuğa uğraşanların cezası
öldürülmek veya asılmak yahut çapraz olarak el ve ayakları kesilmek ya da
yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyada bir rezilliktir. Onlara âhirette
büyük azap vardır. Ancak, onları yakalamanızdan önce tevbe edenler bunun
dışındadır. Biliniz ki Allah, bağışlar ve merhamet eder.”
Allah’a ve O’nun
elçilerine karşı savaş açanların, Allah’ın elçileri vasıtasıyla insan
hayatını düzenlemek üzere gönderdiği hayat programına karşı savaş açarak,
yeryüzünde bozgunculuk yaparak, insanlık suçu işleyenlerin, insanların dünya
ve ukba mutluluklarının önüne geçenlerin, insanlar ile Allah arasına, insanlar
ile dinlerinin arasına girip perde olanların, insanlarla cennet arasına
barikatlar koyanların, kendi arzularını, kendi yasalarını uygulamaları için
insanları Allah yasalarından uzaklaştıranların, kendi tanrılıklarını zorla
insanlara empoze ederek Allah kullarını Allah’a kulluktan koparanların,
insanları ifsat edenlerin, insanları bozanların, insanların çözülüşünü, bozuluşunu
hazırlayanların cezası öldürülmeleri, ibret olsun diye asılmaları, veya çaprazlama
el ve ayaklarının kesilmesi, ya da ülkelerinden, vatanlarından başka bir
diyara sürülmeleridir.
İşte bu cezalar onlar için dünyada bir zelilliği, bir rezilliği
tattır-maktır. Ama onların cezaları sadece bu dünya ile sınırlı kalmayacaktır,
âhirette de büyük bir azap onları beklemektedir. Dayanılmaz bir cehennem ateşi
vardır onlar için. Evet İslâm devletinin başkanı bunlardan birini tercih
yetkisine sahiptir. İsterse öldürür, isterse asar, isterse el ve ayaklarını
keser, dilerse de onu sürgüne gönderir.
Ancak siz onlara hakim olmadan, onları
yakalamadan önce tevbe edip durumlarını düzeltenler, Allah’la aralarını ıslah
edenler bunun dışındadır. Unutmayın ki Allah çok bağışlayandır, merhamet
edendir. Öyleyse böyle durumda olanlara karşı sizler de bağışlamadan, affetmeden
yana tavır alın.
35. “Ey İnananlar!
Allah'tan sakının, O'na ulaşmaya yol arayın, yolunda cihad edin ki
kurtulasınız.”
Ey îman iddiasında bulunanlar, ey ben mü’minim diyenler,
Allah’tan takvalı olun. Allah konusunda muttaki olun. Allah karşısında
takınmanız gereken kulluk tavrını takının. Allah’la yol bulun. Yolunuzu Allah’a
sorun. Allah’ın istediği bir hayatı yaşayın. Allah’a karşı sorumluluklarınızın
bilincine erin. Ve O’na yaklaşmaya, O’na yakın olmaya, Onun rızasını kazanmaya
vesileler arayın. O’na yaklaşmaya, O’na ya-kın olmaya çabalayın. Böylece O’na
îman iddialarınızı eyleme dönüş-türün. O’na ve O’nun dinine îman iddialarınızda
samimi olun. Çünkü takvasız, itaatsiz, amelsiz, samimiyetsiz, çabasız bir îman
iddiası boş bir iddiadan başka bir şey değildir.
Takvalı olun ve de Rabbinize yaklaşma
konusunda, Rabbinizin yakınlığını, hoşnutluğunu kazanma konusunda vesileler
arayın, vesilelere sarılın. Vesile aslında yönelmek demektir. Allah’ın
rızasını, yakınlığını kazandıracak sebeplere tutunmak, vasıtalara yönelmek demektir.
Âyetin devamında bu vasıtaların en başta geleni zikrediliyor. Allah’ın dinini
yüceltmek, Allah’ın arzularını, egemenliğini gerçekleştirmek için, Allah’a
kulluk yolunun önündeki tüm engelleri kaldırıp Müslümanca bir hayatın ortamını
hazırlamak üzere Allah yolunda ci-had edin. İnancınızın gereği bir hayatı
yaşamak adına tüm gücünüzle cehd-ü gayret gösterin. Allah karşısında
acizliğinizi, güçsüzlüğünüzü, çaresizliğinizi anlayarak O’nun istediği kulluklara
koşun. O’nun istediği tavırları takının. O’na lâyık ibâdet, itaat ve teslimiyetlerle
Rabbinize yakınlığı arayın.
İşte vesile budur. Vesile Allah’a
Allah’ın istediği kulluk şekilleriyle yaklaşmaya çalışmaktır. Değilse
kimilerinin iddia ettikleri gibi vesile Allah’la kul arasına, kulları arasına
aracılar, şefaatçiler, mürşidler sokmak, Allah’a yaklaşabilmek için bunlara
yakın olmaya koşmak değildir. Çünkü Zümer sûresinin beyanıyla bu anlayış hattâ
şirktir, sapmadır Allah korusun.
“O'nu bırakıp da O’nun berisinde evliya
bulup on-lara, bizi Allah'a yaklaştırsın diye kulluk ediyoruz” derler.
(Zümer 3)
Evet
Allah’tan başka velîler edinenler, Allah’ın dûnunda birtakım karar dostları,
birtakım karar mercileri bulanlar, Allah berisinde birtakım program yapıcıları,
kanun koyucuları, sığınma mekânizmaları bulanlar, Allah’tan başka hayatlarında
söz sahibi birtakım varlıklar bularak Allah’a yapmaları gereken kulluğun bir
bölümünü onlara yapanlar, onlara dua edenler, onlardan yardım bekleyenler var
ya, işte böylelerine niye böyle şirke düşüyorsunuz? Niye böyle Allah’a şirket
içinde, ortaklık içinde bir kulluktan yanasınız? denilince derler ki:
Aslında biz Allah’a îman ediyoruz. Biz
Allah’ı kabul ediyoruz. Aslında biz bunlara kulluk etmiyoruz. Bizim bu
varlıklara yönelmemiz, bunları dinlememiz, bunları razı etmeye çalışmamız,
bunların hatırını kazanmaya çalışmamız başka değil sadece onların Allah’la
bizim aramızda aracı, şefaatçi olmalarındandır. Biz bu varlıklarla Allah’a yaklaşabilmeyi
hedefliyoruz. Bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye onları dinliyor, onları
seviyor, onlara itaat ediyor, dua ediyor, ibâdet ediyoruz. Biz onlara
kendimizi beğendirelim ki onlar da bizi Allah’a beğendirsinler. Biz onların
sevgilerini kazanalım ki onlar da bizi Allah’a sevdirsinler. Biz onlara kulluk
edelim ki onlar da yarın Allah huzurunda bize şefaatçi olsunlar. Aslında bu
varlıklar Allah katında şerefli, makbul varlıklardır. Bizim onlara kulluğumuz
Allah’a kulluk, onları memnun etmemiz Allah’ı memnun etmemiz anlamına geldiği
için bizler Allah’la aramıza bu insanları, bu müesseseleri, bu unsurları
vesile ediniyor, bunların eteğine yapışıyoruz diyorlar.
Halbuki bu dünyada kendilerini
Allah’tan, Allah’ın kitabından, Allah’ın elçisinden uzak bir hayatın mahkumu
ettikleri için zavallılar anlayamıyorlar. Bilemiyorlar ki Allah’a yaklaşmanın
yolu Allah’ın gönderdiği kitabından geçer. Bilmiyorlar ki bu kitapta Allah
şirki asla onaylamıyor. Allah’ın onaylamadığı, Allah’ın istemediği, haram kıldığı,
yeryüzünde en büyük suç dediği şirke sarılarak Allah’a en büyük iftirayı
yaptıklarının farkında değiller zavallılar.
Halbuki Allah şu kitabında ve bu
kitabın pratiği olan peygamberinin hayatında çok açık bir şekilde ortaya koymuştur
ki kullarıyla kendisi arasında gerek dua konusunda, gerek ibâdet ve itaat
konusunda hiç kimseyi görmek istemiyor. Kendisiyle birlikte başkalarını da
dinleme konusunda, kendisiyle birlikte başkalarına da itaat etme konusunda kullarını
soğanın dişisinden bile kıskandığını söylüyor. Kullarından nerede, hangi zaman
dilimi içinde, hangi şartlar altında olursa olsun sadece kendisine kulluk,
sadece kendisine itaat istiyor.
Arkadaşlar
biliyoruz ki tarihin her devrinde insanların genelinde Allah inancı hep var
olmuştur. Her dönemde madde ötesi, üstün güç ve kudret sahibi, yaratıcı olan
Allah inancının var olduğunu ve insanların bu yaratıcıya îman ettiklerini
biliyoruz. Ama aynı zamanda bu insanların genelinde şöyle bir kanaat söz konusu
idi. Allah vardır, yaratıcıdır, tüm kâinâtı O yaratmıştır, kendilerini de O
yaratmıştır, O yücedir, Âlîdir ama bu yüce varlıkla insanların doğrudan
doğruya irtibat kurmaları mümkün değildir. Onun içindir ki bu yüce varlıkla
insanların irtibatlarını sağlayacak aracılara ihtiyaç vardır. İşte bu durumda
bazı aracıların bulunması kaçınılmazdır demişler. Ve bu yüce varlıkla bizim
irtibatımızı sağlasın diye bir kısım varlıklar geliştirmişler ve kendilerine
kulluk yapmaya emirlerini dinlemeye başlamışlar.
Veya kendilerini yüce varlıklar
bilip Allah’a karşı şefaatçiler kabul etmeye kendilerini Allah’a
yaklaştıracaklarına inanıp kendilerine harikulade sıfatlar yüklemeye çalışmışlar.
Bu varlıkları Allah sever gibi sevmeye onlar hatırlarına Allah arzularını
ayaklarının altına almaya, Allah’a yapmaları gerekenleri kendilerine yapmaya,
kendilerinde güç kuvvet görerek sıkıntılı anlarında dua edip imdatlarına
çağırmaya başlamışlar. Karşılarında mest olup secdelere kapanmışlar, kalplerinin
derinliklerinde kendilerine yer vermişler, Allah sever gibi sevmişler.
Arkadaşlar,
ister melekler, ister peygamberler, ister Allah’ın salih kulları, isterse diğer
varlıklar olsun insanların birilerini aracı bilip, vesile bilip Allah’la kendi
aralarına sokmaları çok tehlikelidir. Çünkü Allah asla kendisine bu şekilde
yapılan bir kulluğu kabul etmiyor. Zira O’nun ortakları yoktur, yardımcıları
yoktur, vezirleri, yetkilileri, oğulları, kızları, hanımları yoktur. O Allah
tüm varlıklardan yüz çevirip sadece kendisine kulluk yapan, sadece kendisini dinleyen
kullarının kulluğunu kabul etmektedir. Sadece kendisi önünde secde eden, başka
hiçbir varlık önünde secde etmeyen, sadece kendisinin kanunlarına itaat eden,
başka hiç kimsenin kanunlarına itaat etmeyen, sadece kendisinin hayat
programını uygulayan başkalarının hayat programlarını uygulamaya yanaşmayan ve
sadece kendisini razı etmeye çalışan, başkalarını razı etme gereği duymayan
kullarının kulluklarını kabul edecektir. Bunu hiçbir zaman hatırımızdan
çıkarmayalım inşallah.
Evet,
burada anlatılan vesile Allah’a Allah’ın istediği şekilde kulluklarla ve O’nun
yolunda cihadla yaklaşmaya çalışmaktır. Çünkü Allah’a îman O’ndan gelen cihad
emrine îmandır. Ve zaten müminler O’na îman ederlerken mallarını da canlarını
da O’na satmışlardır. Malın da canın da sahibi olarak Allah’ı bilmişler ve
öylece îman etmiş-lerdir.
İşte bakın burada da buna dikkat
çekilerek îman, cihad ve tak-va arasında bir ilişki vurgulanıyor. Cihad bir
Müslümanın kalbindeki takvanın açığa çıkmasıdır. Cihad takvanın alâmetidir.
Cihad ve takva Allah’a yaklaşma vesileleridir. Öyleyse Allah’ın rızasını ve
Allah’ın yakınlığını arayanlar bunun için Allah yolunda cihada koşsunlar.
36. “Doğrusu,
yeryüzünde olan bütün şeyler ve onların bir katı daha kâfirlerin olsa da,
kıyamet gününün azabından kurtulmak için fidye verseler kabul edilmez. Onlara
elem verici azap vardır.”
Bakın, bir önceki âyette vesile konusu
anlatılmıştı. Yâni ey îman iddiasında bulunanlar, sizler kendi yaptıklarınız,
kendi amelleriniz, kendi çabalarınız dışında başka hiçbir şeyi aracı olarak
öne süremezsiniz. Allah katında, Allah mahkemesinde sizin O’na O’nun istediği
stilde, Onun tarif buyurduğu biçimde yaptığınız kulluklarınızın, O’nun rızası
uğrunda cehd-ü gayretiniz dışında hiçbir şeyin bir değeri olmayacak
buyurulduktan sonra burada da aynı gerçek ortaya konuyor. Eğer yeryüzündeki
servetlerin tamamı ve onun bir misli daha onların olsa, bununla da kıyamet
gününün azabından kurtulabilmek için fidye vermeye kalkışmış olsalar yine de bu
onlardan kabul edilmeyecektir. Zaten tüm mülk Allah’ın değil midir. Yâni kimin
malını kime veriyorlar da kabul edilsin? Onlar için elem verici dayanılmaz bir
azap vardır. Evet görüyor musunuz? Tüm dünya ve içindekiler kast ediliyor
âyet-i kerîmede.
37. “Ateşten çıkmak
isterler, çıkamazlar. Onlara sürekli azap vardır.”
Onlar, o kâfirler oradan çıkmak isteyecekler, ama
ne mümkün, o ateşten asla çıkamayacaklar. Onlar için kesintisiz bir azap
vardır, sürekli bir azap vardır. Evet kimileri bu ve benzeri âyetleri delil
olarak göstererek cehennemden çıkacak kimse olmayacak demektedirler. Halbuki bu
âyet çok açıktır ki kâfirlerle alâkalı bir âyettir. Mü’minlerle ilgisi yoktur
bu âyetin. Daha önceleri Mutezile büyük günah işleyen kimselerin asla cennete
giremeyeceğini iddia etmişler, Sünnîler ise Allah’ın rahmetinin onları da
kapsadığını, eğer bir kişide îman varsa, bu îmanın seviyesi ne olursa olsun Allah
onu îmansızlarla denk tutma-yacaktır demişlerdir. Bu konuyu anlatan pek çok
hadis mevcuttur. Yine cehenneme girenlerden hiç kimse çıkmayacak diyenler Secde
sûresinin şu âyetini delil gösterirler:
“Ama fâsıklara gelince, işte onların
varacağı yer ateştir. Oradan çıkmak isteyişlerinin her defasında geri
çevrilirler ve onlara: “Yalanlayıp durduğunuz ateşin azabını tadın.” denir.”
(Secde 20)
Burada kâfirler denmiyor,
fâsıklar deniyor. Öyleyse onlar da cehennemden çıkamayacaklar diyorlar.
Halbuki aynı sûrenin önceki âyetlerinden birinde bakın fâsıkı şöyle tarif
ediyor Rabbimiz:
“İnanan
kimse yoldan çıkmış kimseye benzer mi? Bunlar bir olamazlar.”
(Secde 18)
Hiç böyle mü’min olan bir kimse fâsık
olan, yoldan çıkmış, îmandan, itaatten çıkmış olan birisi gibi olur mu? Bu
ikisi hiçbir olur mu? Bir mü’minle bir fâsık, kâfir nasıl bir olabilir? Bunlar
asla bir olmazlar. Mü’min ayrıdır, fâsık ayrıdır. Mü’min ayrıdır, kâfir
ayrıdır. Allah’a itaat eden ayrıdır, isyan eden ayrıdır. Bu ikisi asla bir
tutulmaz, bir değer-lendirilmez. Allah bu ikisini asla bir tutmaz. Evet burada
anlatılanların da kâfirler olduğu son derece açıktır. Öyleyse benim anladığımı
demeyeyim de, peygamberimin bu kitaptan, bu âyetlerden anladığı o ki,
cehennemden çıkacaklar da olacaktır. Bunlar mü’minlerin günahkârlarıdır.
Rasulullah’ın hadislerinin beyanıyla onun şefaatiyle bu mü’min-ler günahları
kadar bir ceza gördükten sonra cehennemden çıkarılacaktır. Bu konuda kitabımızda
da iki âyet biliyorum. Onları da sadece okuyup bitirelim inşallah.
"Cehennem, Allah'ın dilemesine bağlı
olarak, te-melli kalacağınız durağınızdır." der. Doğrusu Rabbin ha-kimdir,
bilendir.
(En’âm 128)
“Rabbinin
dilemesi bir yana, gökler ve yer durduk-ça, orada temelli kalacaklardır.
Rabbin, şüphesiz, her istediğini yapar.”
(Hud 108)
Kâfirler orada ebedîyen
kalacaklar. Gökler ve yer durdukça cehennemde ebedîyen kalacaklar, ancak
Allah’ın diledikleri müstes-na. Allah’ın dilemesi ya da Allah’ın diledikleri
müstesna orada ebedî-yen kalacaklar onlar. Demek ki âyet-i kerîmenin
ifadesinden anlıyoruz ki cehennemde ebedîyen kalmayanlar da, ya da oradan
çıkıp kurtulanlar da olacaktır Allahu âlem. Bundan sonraki âyetinde Rabbimiz
hırsızlık cezası, hırsızlık haddiyle alâkalı yasasını bildirecek:
38. “Erkek hırsız
ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza
olarak, ellerini kesin. Allah Güçlüdür, Hakimdir.”
Hırsızlık yapan erkek ve kadının o çirkin fiile
karşılık Allah’tan bir ceza olarak, bir daha tekrarına imkân vermeyecek bir
caydırıcılık olarak ellerini kesin. Allah Azîzdir, Hakîmdir, hikmet sahibidir,
tüm emirleri, tüm yasaları mahza hikmetlidir. İzzet ve hikmet sahibi olan
Rabbinizin bu yol gösterisine tabi olun da bizzat sizin hayrınıza, menfaatinize
olan bu yasasını uygulayın. Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesin ki
toplumda ibreti âlem olsun ve bu iş yaygınlaşmasın. Kimse böyle çirkin bir
fiile teşebbüs edemesin de toplumda can ve mal güvenliği olsun. Toplum
temizlensin, temiz olsun. Evet, hırsızlığı haram kılan, hırsızların elinin
kesilmesini emreden Rabbimiz bu eylemin bir ahlâk zaafı olduğunu ortaya
koymuştur. Rabbimizin bu tür yasalarını eleştirenler, kabul etmeyenler aslında
farkında olmadan suça prim veren, suçluyu savunan zâlimlerdir. Halbuki bilgi
kendisinden olan, bilginin kaynağı olan, yaptığı her şeyi mutlak bir hikmetle
bilen Rabbimizin bize emrettiklerinin tamamı bizim hayrımızadır. Ancak İslâm
bunu son derece sınırlandırmıştır. Her hırsızın değil sadece bu işi alışkanlık
haline getirmiş kimselerin elinin kesilmesini emretmiştir. Ya da başka bir
deyişle İslâm öncesi cahiliye döneminde var olan el kes-me eylemini
sınırlandırmıştır. Detayıyla anlatamayacağım, sadece kısa bir özet yapalım inşallah:
1- Bir kere hırsızlık yapan erkek ve
kadının elinin kesilmesi için onun âkıl bâliğ olması gerekiyor. Yâni yaptığı
işin ne anlama geldiğini, bu işin haram olduğunu bilecek bir yaşta olması
gerekiyor. Değilse yaptığı işin haramlığını bilemeyecek bir durumda olan kimseler
için bu ceza uygulanmaz. İçlerinde âkıl bâliğ olmamış çocukların da bulunduğu
bir hırsızlar çetesine bu had uygulanmaz. 2- Yine bu cezanın uy-gulanması için
çalıntı malın belli bir miktar bedelde olmasını şart koşar İslâm. “Kıymete
micennin” buyuruyor Allah’ın Resûlü. Bir kalkan kıymetinde bir mal olmalı ki
had uygulansın. Yâni çalınan mal on dirhemden daha aşağı bir bedele sahipse
had uygulanmaz. 3- Yine açıkta bulunan, korunması olmayan bir malın çalınması
neticesinde had uygulanmaz. Yâni eğer mal sahibi malını koruma altına almamış,
evinin kapısını kilitlememiş, meydana koymuşsa böyle korunmamış malların
çalımında el kesilmez. 4- Yine çaldığı bir malı bulunduğu mekândan başka bir mekâna
götürmemiş hırsızın da eli kesilmez. 5- Muhtaç olarak çalan kimseye de had
uygulanmaz. Yiyecek maddelerini çalan kimseye had uygulanmaz. Meyve ve
sebzelerin çalınmasın-da had uygulanmaz. Kamu hazinesinden çalanlara had uygulanmaz.
Kıtlık döneminde çaresizlik sebebiyle, açlık sebebiyle yapılan hırsızlıklara
had uygulanmaz. Hz. Ömer Efendimiz açlıktan dolayı birisinin devesini çalıp
kesip yiyenlere had uygulamamıştır. Hattâ kölelerini aç bırakanlara bir dahaki
sefer had uygulamak tehdidinde bulunmuştur. Çünkü her şeyiyle İslâm’ın
uygulandığı bir İslâm toplumunda kimse hırsızlık yapmaz. Böyle bir toplumda hiç
kimse hırsızlık yapmak zorunda değildir. Çünkü İslâm hırsızlığın tüm
sebeplerini ortadan kaldırır. Servet sahiplerinin zekât, infak, yardımlaşma
gibi sorumluluklarını Allah’ın istediği gibi bilincinde olduğu bir toplumda
kim niye çalacak da? İslâm’ın istediği sosyal adâletin sağlandığı, mal
dağılımı dengesinin kurulduğu bir toplumda insanlar niye hırsızlık yapsınlar
da?
Bakın bir sahâbe malını çalan bir hırsızın elinden tutup Rasu-lullah
Efendimizin huzuruna getirdi. İnfaz esnasında Allah’ın Resulü sapsarı kesildi
ve onu yakalayıp getiren adama dedi ki siz şeytana yardımcı oluyorsunuz. Keşke
bunu bana getirip teslim etmeden önce affetmiş ve şeytanı sevindirmemiş
olsaydınız buyurdu.
Öyleyse anlıyoruz ki bu had uygulamasının hedefi insanların
cezalandırılması değil, toplumda huzur ve sükunun sağlanması, mal güvenliğinin
temin edilmesidir. Şimdi toplum içinde Allah’ın emrettiği bu cezayı uygulamazsanız
mal ve can güvenliğini nasıl sağlayacaksınız? Hırsızların ve hırsızlık
olaylarının nasıl önünü alacaksınız? Toplumda hırsızlara bir ceza uygulamamak
suçsuzları cezalandırmak değil midir? Hani Allah yasalarını beğenmeyen sizler
ne yapabildiniz? Kesebildiniz mi bu hırsızlıkların önünü? Her geçen gün suçlar
ve suçluların artmasını neyle izah edeceksiniz? Bu insanlarla dolu hapishaneler
neyin nesi? Orada da onları bu milletin cebindekilerle doyurup beslemiyor musunuz?
Onların yarıda bıraktığı hırsızlığı sizler sürdür-müyor musunuz?
Halbuki toplumda Allah’ın istediği şekilde caydırıcı olarak eğer bir tek
hırsızın elini kesmiş olsaydınız bu hırsızlar ordusundan, bu hapishaneler
ordusundan kurtulmuş olacaktınız. Tabii vicdanı olmayanlar, kendileri hırsız
olanlar ve kâfirler bunu anlayamayacaklardır.
Bir de önceki derslerimizde bu
cezalarla alâkalı demiştim ki aslında suçlulara uygulanan bu cezalar hem
onları temizlemek, hem toplumu temizlemek hedefini gütmektedir. Bir kere
hırsızlık günahını işleyen Müslüman kendisine bu dünyada uygulanacak bu had cezasıyla
temizlenip cennete gitmektedir. Değilse bu adam bu haliyle cehenneme gidecektir.
Sonra hırsızlık yapan kimseye ceza uygulandığı zaman toplumda mal güvenliği
gerçekleşecektir. Bu ceza bir tenkil, bir caydırıcılık özelliğiyle toplumda
hırsızlık eylemlerini bitirecektir. Eğer böyle bir ceza uygulanmaz da hırsızlara
prim verilirse o zaman toplumda hırsızlar çoğalacak, hırsızlar cesaret bulacak
ve insanların mal güvenlikleri ortadan kalkacaktır.
Allah neyi nasıl yapmamızı istemişse
öylece yapmak zorunda-yız. Allah’a akıl vermeye kalkışmamalıyız. Aslında dün ve
bugün bu tür İslâmi cezaları eleştirenler demin de dediğim gibi suça ve suçluya
prim veren insanlardır. Yâni şimdi düşünün, birileri enflasyonla birilerinin
cebine el atmışken kime uygulayacaksınız bu cezayı? Yöneticilerin elleri
sürekli yönetilenlerin cebindeyken kime uygulayacaksınız bu cezayı? O hain
eller o ceplerden çekilmedikçe bunun uygulanması mümkün değildir. Birileri
haksız yollarla birilerinin cebinden trilyonları götürürken baklava çalan çocuklara
ceza verirseniz bu adâlet değildir. Önce toplumda tüm haksız kazanç yolları
kapatılacak, tüm suiistimaller önlenecek, İslâm’ın istediği gelir dağılımı,
servet dağılımı dengesi kurulacak, zenginler Allah’ın istediği gibi fakirlere
karşı sorumluluklarını yerine getirecekler ondan sonra eğer toplumda hırsızlık
eden insanlar çıkmışsa onların elleri kesilecektir diyelim ve bu konuyu da
noktalayalım.
39. “Ettiği
zulümden sonra tevbe edip düzelen kimse, bilsin ki Allah onun tevbesini kabul
eder. Allah şüphesiz bağışlayandır, merhametli olandır.”
Evet kim de yaptığı bu zulümden, bu hırsızlık
fiilinden sonra tevbe eder, bu işten vazgeçer, Allah’la arasını düzeltir, ıslah
olursa kesinlikle bilsin ki Allah onun tevbesini, dönüşünü kabul eder. Yâni bu
suçu işleyip de gerek kendisine had cezası uygulanmış kimse, gerekse bu ceza
uygulanmamış kimsenin tevbesini kabul edeceğini müjdeliyor Rabbimiz. Yâni hırsızlık
yapan kimseye had cezası uygulanmış, yâni kul hakkı alınmış bile olsa bir de
bu işin Allah’a yönelik veçhesi vardır ya. Bir de Allah hakkı söz konusudur ya.
Allah hukuku, Allah yasası çiğnenmiştir ya. İşte iyi bir tevbeyle Rabbimiz o
hakkını affedeceğini haber veriyor. Onun içindir ki hırsızın bir de tevbe
etmesi gerekiyor. Tabii bu ifade tevbe etmiş olan bir kimsenin artık elinin kesilmeyeceği
anlamına gelmediği gibi, eli kesildiği halde tevbe etmeyerek, bu işten
vazgeçmeyerek hâlâ hırsızlığa devam edenlerin de affedileceği anlamına gelmez.
Muhakkak ki Allah Ğafûr ve Rahîmdir.
40. “Göklerin ve
yerin hükümranlığının Allah'ın olduğunu bilmiyor musun? Dilediğine azap eder,
dilediğini bağışlar. Allah her şeye Kâdirdir.”
Sizler ey Allah yasalarını eleştirmeye çalışanlar.
Ey Allah’ın kulları üzerindeki söz sahipliğine itiraz edenler. Ey Allah’ın
kulları üzerindeki egemenliğini reddedip kendi yasalarını Allah yasaları
yerine ikame etmeye soyunanlar. Ey Allah’ın hikmet sahibi oluşunu anlayamayarak,
Allah’ın yasalarındaki hikmetleri kavrayamayarak zavallıca suçu ve suçluyu
savunanlar. Bilmiyor musunuz ki göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’a aittir.
Bilmiyor musunuz ki göklerde ve yerde egemen olan Allah’tır. Göklerin ve yerin
mülkünün Allah’a ait olduğunu, göklerde ve yerde olan her şeyin ve herkesin
O’nun mülkü olduğunu, tek Mâlik’in Allah olduğunu ve mülkünde sınırsız yetki
sahibi olduğunu bilmiyor musunuz? Bilmiyor musunuz ki mülkün sahibi olan Allah
mülkünün iplerini elinde tutmaktadır. Bilmiyor musunuz ki mülkü olan herkese,
her varlığa, her kuluna belli bir hayat programı belirlemiştir. Göklerde ve
yerde yolsuz yordamsız, programsız hiç bir varlık, hiçbir kul bırakmayan Allah
zannediyor musunuz ki sizler için bir program göndermemiştir? Nasıl da
zavallıca düşünüyorsunuz böyle? U-nutmayın ki Allah kullarından dilediklerine,
dileyenlere azap eder, dilediklerini de, bağışlanmak dileyenleri de affeder.
41. “Ey Peygamber!
Kalpleri inanmamışken, ağızları ile, "İnandık" diyenler, yahudilerden
yalana kulak verenler ve başka bir topluluk hesabına casusluk edenlerden inkâra
koşanlar seni üzmesin. Sözleri asıl yerlerinden değiştirirler de, "Böyle
bir (fetva) size verilirse alın, verilmezse kaçının." derler. Allah'ın
fitneye düşmesini dilediği kimse için Allah'a karşı senin elinden bir şey
gelmez. İşte onlar Allah'ın, kalplerini arıtmak istemediği kimselerdir. Dünyada
rezillik onlaradır. Onlara âhirette de büyük azap var-dır.”
Medine’de yahudilerden birisine uygulanan bir zina
cezasının arkasından nâzil olmuş bir âyetle karşı karşıyayız. Bera Bin Azib’ten
rivâyet edildiğine göre Medine’de zina ettiği için kırbaçlandıktan sonra bir
hayvanın üzerine bindirilip teşhir edilen bir yahudi Rasulullah Efendimizin
yanından geçirildi. Allah’ın Resûlü yahudilere sordu. Sizin kitabınızda
zinâkârın cezasını böyle mi buluyorsunuz? Dediler ki evet. Sonra Allah’ın
Resûlü onların âlimlerinden bazılarını çağırıp Mûsâ ve Tevrat’ı gönderen Allah
aşkına doğru söyleyin, bu iş sizin kitabınızda nedir? Adamlar dediler ki, eğer
bu şekilde yemin vermeseydin doğru-yu söylemezdik, ama şimdi doğruyu söylemek
zorundayız. Biz kitabı-mızda bu işin cezasını recim olarak buluyoruz dediler.
Ancak bizler bunu garibanlara uyguluyoruz. Hatırlı kimselere de böyle bir ceza
uyguluyoruz. Bunun üzerine Allah’ın Resûlü ya Rabbi bunlar senin cezalarını
terk ettikten sonra onlar arasında recim cezasını ilk defa ben uyguluyorum
buyurarak onun recim edilmesini emretti ve işte bu olay üzerine bu âyet nâzil
oldu. Bakın Rabbimiz şöyle buyuruyor:
Ey peygamberim, küfürde yarışanlar,
yarışırcasına küfre ko-şanlar, kalpleri inanmamışken ağızlarıyla inandık
diyerek îman gösterisinde bulunan, îmanları ağızlarından aşağıya inmemiş münâfıklar,
gerçeğe değil de sadece yalana kulak veren yahudiler, âlimlerinin, atalarının
tahrif ettikleri kitaba, onların tahrifatlarına kulak kesilen, sana ve getirdiğin
kitaba düşmanlıklarından dolayı senin yanına gelmeyen diğer bir toplumun
sözlerini kabul edenler, kelimeleri vaz olundukları anlamların dışına
taşırarak tahrif edenler, Allah hükümlerini kendi hükümleriyle değiştirenler,
Allah hükümlerini kendi menfaatleri istikâmetinde bozanlar, gizleyenler,
saklayanlar.
İşte önceki âyetlerde anlatıldığı gibi yapanlar. Allah’ın kitabındaki
recim hükmünü gizleyenler. Allah’ın sözlerini bağlamından koparıp Allah’ın
kast etmediği manaları yükleyen ve eğer Muhammed size sizin istediğiniz gibi fetva
verirse onu alın, değilse ondan kaçının diyen yahudiler. Muhammed eğer size
zinâkâra uygulanmak üzere şu anda bizim uyguladığımız sopa vurmayı emrederse
onu kabul edin, eğer re-cimden söz ederse sakın onu almayın diyen yahudiler
sakın seni üzmesinler.
Allah'ın fitneye düşmesini dilediği
kimse için Allah'a karşı senin elinden bir şey gelmez. İşte onlar Allah'ın, kalplerini
arıtmak istemediği kimselerdir. Kalplerinden arınma duygusunu, gözlerinden
vahiy ışığını aldığı, karanlıklar içinde bocalar bir vaziyette bırakmayı murad
ettiği kimselerdir onlar. Dünyada rezillik onlaradır. Onlara âhirette de büyük
azap vardır. Kim kendisini fitneye düşürmek ister de Rabbin de onun bu
tercihini onaylayarak onu fitneye düşürüp kâfir yapmayı murad buyurmuşsa artık
onu engelleyecek, onun önüne geçecek yoktur. İşte onlar öyle kimselerdir ki
kendi tercihlerinin karşılığı olarak Allah asla onları küfür ve şirk
pisliklerinden temizlemek istememiştir. Dünyada onlar için bir zillet, bir
rezillik, bir aşağılık ve âhirette de büyük bir azap vardır.
42. “Onlar yalana
kulak verirler, haram yerler. Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet, yahut
onlardan yüz çevir; yüz çevirirsen sana bir zarar veremezler. Eğer hükmedersen
aralarında adâletle hüküm ver. Allah âdil olanları sever.”
Onlar devamlı yalana kulak verirler. İşin
vahâmetini haber vermek için Rabbimiz bir daha söyledi. Yalana düşkündür onlar
ve hep haram yerler. Duyup dinledikleri yalan, yiyip içtikleri de hep haramdır.
Elbette sürekli haram yiyip içen, haramla gıdalanan insanların eylemleri de
hep haram olacaktır. Azaların eylemleriyle beslenmeleri arasında bir benzeşme
olacaktır. Rableriyle aralarındaki anlaşmaları bozarak, sözleşmelerini
nakzederek kulluktan çıkan bu insanlar sürekli rüşvet yerler. Rüşvet aldıkları
siyasiler, egemenler adına, onlar lehine yalan söylerler, yalan sözlere kulak
verirler, yalan şahitliği yaparlar, yalan hüküm verirler. Hatırını kazanmak,
rüşvetlerine ulaşmak istedikleri insanlar hatırına Allah’ın âyetlerini
değiştirirler, Allah’ın hükümlerini gizlerler. Allah’la ilişkilerini rafa
kaldıran bu insanlardan bundan başkası da beklenmez zaten. Konuştukları zaman
sözün en kötüsünü konuşurlar, dinlerlerken de sözün en kötüsüne kulak
kesilirler, tercihlerini en kötüden yana kullanırlar. Bir günahla bir sevap
arasında muhayyer bırakıldıkları zaman günahı tercih ederler. Bir helâlle bir
haram arasında muhayyer bırakıldıkları zaman hep haramı seçerler.
Ey peygamberim, onlar senin hakemliğine
başvurdukları za-man aralarındaki ihtilâfların çözümü konusunda ister hüküm
verirsin istersen kendilerinden yüz çevirirsin. Bu konuda serbestsin. Çünkü
onların derdi hakka, gerçeğe ulaşmak değildir. Hakka, doğruya tabi olmak
niyetiyle gelmiyorlar sana. Bilâkis kendi arzularına, kendi hevâ ve heveslerine
uygun fetva almak için geliyorlar sana. Seni şartlandırmak, seni sapıtmak için
geliyorlar. Nitekim Tevrat’ta zânînin ve zâ-niyenin cezasını bildikleri halde
acaba peygamberden bu cezadan farklı bir şey bulabilir miyiz diye peygambere
geliyorlardı. Yâni kendi kitaplarındaki hüküm işlerine gelmediği için işlerine
gelecek bir hüküm arayışı içinde geliyorlardı. Ve işte onların bu samimiyetsiz
niyetlerini bilen Rabbimiz bu konuda peygamberini serbest bırakıyordu.
Arkadaşlar, Rabbimizin bu beyanlarından
anlıyoruz ki İslâm toplumunda yaşayan gayri müslim unsurlar dilerlerse kendi
hukuklarını uygulayabilirler, dilerlerse de İslâm hukukuna teslim olabilirler.
Rabbimiz bu konuda elçisini muhayyer bırakıyor. Eğer onlar senin hükmüne
başvururlarsa dilersen onlar arasında hükmünü ver, dilersen onları kendi
hallerine bırak. Bunda bir sakınca yoktur. Ama eğer onlar arasında hüküm
vermeyi tercih edersen o zaman da adâletle hüküm ver. Gayri müslim de olsalar,
kendileri haktan, adâletten ayrılmış, yoldan çıkmış ta olsalar sakın
haklarında hüküm verirken adâletten ayrılma, çünkü Rabbin âdil olanları sever
buyuruyor Rabbimiz.
43. “Allah'ın
hükmünün bulunduğu Tevrat yanlarında iken, ne yüzle seni hakem tayin ediyorlar
da sonra bundan yüz çeviriyorlar? İşte onlar inanmış değillerdir.”
İçinde Allah’ın hükümleri bulunan Tevrat yanlarındayken,
ellerindeyken, Tevrat’a sahiplerken onun kıymetini bilip onunla amel etmeyen,
hayatlarını onunla düzenlemeye, problemlerini onunla çözümlemeye yanaşmayan bu
insanlar seni ne yüzle hakem kabul edecekler? Kendi kitaplarına, kendi
dinlerine ihanet eden bu insanlardan sen ne bekliyorsun? Kendi kitaplarının
hakemliğine razı olmayan bu insanlar senin hakemliğine nerden razı olacaklar?
Yâni kitaplarını arkalarına atan bu insanların, peygamber olduğuna
inanmadıkları halde sana davalarını getiren bu insanların hangi samimiyetinde
söz edilebilir? Hem senin peygamberliğini kabul etmesinler, hem de aralarındaki
bir ihtilâfın çözümü konusunda sana müracaat etsinler. Bu başka değil, senden
hevâ ve heveslerine uygun bir fetva almak arzusunda olduklarındandır.
Allah korusun da bugün bizim ehl-i kitaptan, Müslümanım diyenlerden pek
çoğu da aynı şeyi yapıyorlar. Ben Müslümanım diyorlar, ben bu Kur’an’a inandım
diyorlar, ama gel öyleyse problemlerimizi inandığın bu kitapla bu peygamberle
çözümleyelim dediğiniz zaman hemen yan çiziyorlar. Bekledikleri fetvayı
kitaplarından alamadıkları zaman hemen vazgeçiveriyorlar.
Evet, başka kitaplara, başka peygamberlere, başka hakemlere, başka
mahkemelere gidiyorlar. Kitaplarına karşı, peygamberlerine karşı, dinlerine
karşı ciddiyetsiz davranıyorlar. İster önceki ehl-i kitaptan olsun, isterse
bizim ehl-i kitaptan kim böyle yaparsa onun kitapla, peygamberle, dinle bir
ilgisi kalmamıştır, diyor Rabbimiz.
44. “Doğrusu Biz
yol gösterici ve nûrlandırıcı olarak Tevrat'ı indirdik. Kendisini Allah'a
teslim etmiş peygam-berler, yahudi olanlara onunla ve Rabb'e kul olanlar,
bil-ginler de Allah'ın Kitabından elde mahfuz kalanla hük-mederlerdi. Tevrat'a
şahittiler. O halde insanlardan kork-mayın, benden korkun, âyetlerimi hiçbir
değerle değiş-tirmeyin: Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kâfirlerdir.”
Evet, bu âyetiyle de Rabbimiz yahudilerin hafife aldıkları,
arka-larına attıkları, hayatlarından dışladıkları kitaplarını anlatıyor. Doğrusu
Biz Mûsâ’ya içinde hidâyet ve nûr olan Tevrat’ı indirdik. Müslüman olan
peygamberler yahudilere onunla hükmederlerdi. Yahudilere gelen tüm
peygamberler Müslümandı ve onlara bu kitapla hükmederlerdi. Evet önceleri
Müslüman olup da sonradan İslâm’dan çıkan kendileri-ne yahudi adını takan bu
insanların kabul ettikleri Mûsâ (a.s) ve öteki peygamberlerin tamamı
Müslümandı. Kendilerini bu peygamberlere izafe eden bu yahudiler tarih içinde
bu peygamberlerin yolundan ayrıldıktan sonra bu peygamberleri de kendilerine
alet etmeye çalıştılar. Kendileri saptığı sapıttıkları gibi bu peygamberleri de
saptırmaya çalıştılar. Kendileri Müslümanlıktan çıktıkları gibi bu peygamberleri
de Müslümanlıktan çıkarmaya çalıştılar. Önceki peygamberlerine karşı böyle
davranan bu adamlardan son elçiye karşı başkası beklenemez. Bu son elçi şu anda
da onları aynı İslâm’a dâvet ediyordu. Üstelik onların inandıkları peygamberlerin
hiçbirisini reddetmeden, onlarla arayı açmadan.
Daha önce kendilerine gönderilen
Müslüman elçiler ve Rab-baniyyûn ve Ahbâr olanlar, Rabbe kul olanlar, Allah
taraftarı olanlar, Allah safında yer alanlar, Allah bilgisine sahip çıkanlar,
Allah yasalarına, Allah davasına gönül verenler, âlimler, hikmet sahipleri
takva ve teslimiyet sahipleri, samimi mü’minler de onlara o kitapla
hükmettiler. Hepsi de Tevrat’ın değiştirilip tahrif edilmemesi için birer gözetleyici
idiler. Onlar bu kitaba şahittiler. Bu kitabı tahriften, unutulup gitmekten,
zayi olmaktan koruyabilmek için onlar sürekli Tevrat’ı okuyorlar, gündemde
tutuyorlar, onunla amel ediyorlardı. Çünkü gündemden düşmüş, düşürülmüş, amel
edilmeyen, uygulanmayan, kendisine başvu-rulmayan, hayatta geçerliliği olmayan
bir kitabın korunması mümkün değildir.
Böylece Rabbimizin bu beyanından Tevrat’ın zaman içinde niye tahrif
edildiğini de anlamış oluyoruz. Anlıyoruz ki Rabbimiz Onun hükümlerinden, âyetlerinden
bazılarının korunmasını yahudi âlimlerine bırakmıştı. Onların fâniliğiyle de
tahrif gündeme geliverdi. Onlar insanlardan korktukları kadar Allah’tan korkmaz
olunca bu kitabın koruma-sını bırakıp tahrif ediverdiler. İnsanlar hatırına
onu bozuverdiler, gizleyiverdiler. İşte bunun içindir ki ey kullarım, insanlardan
korkmayın, benden korkun. Unutmayın ki ben herkesten çok korkulmaya lâyıkım.
Eğer korkacaksanız benden korkun. Benim hatırımı herkesin hatırından üstün
tutun da âyetlerimi az bir menfaat karşılığında değiştir-meyin.
Halbuki
Rabbimiz şu elimizdeki Kur’an’ın korunmasını yine bu kitabın âyetlerinden
öğreniyoruz ki bizzat kendi üzerine almıştır. İnsanlara bırakmamıştır bunu.
Bakın Hicr sûresinde şöyle buyuruluyor:
“Doğrusu
Kitabı Biz indirdik, onun koruyucusu el-bette Biziz.”
(Hicr 9)
Evet muhakkak ki zikri, Kur’an’ı,
gündemi, hayat programını Biz indirdik, Onun koruyucusu da elbette Biziz. Onu
Biz indirdik, koruyacak olan da elbette
Biziz. Evet son elçisine gönderdiği bu kitabı, bu dini koruma işini Rabbimiz
bizzat kendi üzerine almıştır. Yâni bu dinin, bu kitabın, bu peygamberin sahibi
Allah’tır. Kıyamete kadar bu zikri, bu kitabı, bu peygamber yolunu koruyacak ve
insanları bu kitap ve bu peygamber bilgisiyle şereflendirecektir Rabbimiz.
Gerçekten bu, insanlık için en büyük bir lütuftur. Tüm dünya bu kitaba, bu
dine ve bu Peygambere düşman kesilse de, bu dini, bu kitabı ve peygamberi ortadan
kaldırmaya, ilga etmeye, bozmaya, saptırmaya, tahrif etmeye soyunsa da kimsenin
asla buna gücü yetmeyecektir. Kimse bu kitabın bir tek harfini bile ortadan
kaldıramayacak, değiştiremeyecektir. Kıyamete kadar bu Kur’an ve bu Kur’an’ın
pratiği olan Rasulullah Efendimizin sünneti, örnek hayatı dimdik ayakta duracaktır.
Ama burada önemli bir hususa
dikkatlerinizi çekmek isterim. Şeytan ve taraftarları bu kitabı
bozamayacaklarını anladıktan sonra insanların bu kitaba bakışlarını bozmaya
yönelmişlerdir. Kitap dimdik ayakta olsa bile bugün Müslümanların kitaplarına
karşı bakışları bozulmuştur. İşte şu anda Müslümanım diyen insanların
kitaplarına bakışlarını, kitaplarıyla ilişkilerinin seviyesini biliyoruz. Evet
insanlardan korkmayın, Benden korkun. Kim ki Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse
işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.
45. “Orada onlara
cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe dişle ve yaralara
karşılıklı ödeşme yazdık. Kim hakkından vazgeçerse bu, onun günahlarına kefaret
olur. Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar zâlimlerdir.”
Biz Tevrat’ta o yahudilere bunları da yazmış, farz
kılmıştık. İşte bunlar Mûsâ şeriatının cezalarıdır. Eğer bir can almış, bir
adam öldürmüşseniz bunun cezası da cana karşı candır. Adam öldüren öldürülür.
Haksız yere çıkarılan göz karşılığında çıkaranın gözü çıkarılır. Zulmen kesilen
buruna karşılık burun, kulağa karşılık kulak kesilir. Dişe karşılık diş
kırılır. Yaralar için de kısas uygulanır. Yaralayan kimse yaraladığı kimsede ne
tür bir yara açmışsa kendisinden de o tür bir yara açılır. Tabii ölüme sebep
olmayacak cinsten yaralar için geçer-lidir bu. Kim de hakkından vazgeçerse,
kısas hakkını karşısındakine bağışlarsa bu kendisi için günahlarına bir
kefaret olur. Ya da affettiği suçlu adına bir kefaret olur.
Yâni demek ki suçluyu affetme yetkisi tamamen mağdura veriliyor. Mağdur
karşısındaki suçluyu affetmeli ki bu eylemi günahlarına kefaret olsun. Değilse
şu anda insanların affetmedikleri suçluları affedenler çok açıktır ki suça ve
suçlulara prim veriyorlar, suçu ve suçluyu savunuyorlar. Bakın Rabbimiz bile
hepimizin sahibi olduğu halde, kulları üzerinde mutlak egemen olduğu halde
mağdurun affetmediği suç-luları affetmiyor. Mağdurun hakkını arıyor da bu yetkiyi
ona devredi-yor. İşte aslında kısasın anlamı budur. Kısas mağdura yetki vermektir.
Çünkü mağdur kişi karşısındaki suçluyu bizzat kendisi affettiği zaman hem
günahlarına kefaret olduğunu biliyor, hem acıları diniyor, hem de suçluya karşı
içinde bir kin, bir düşmanlık duygusu kalmıyor. Kim ki Allah’ın indirdiğiyle
hükmetmezse zâlimlerin ta kendileridir.
46. “Onların izi
üzerine arkalarından Meryem oğlu Îsâ'yı, ondan önce gelmiş bulunan Tevrat'ı
doğrulayarak gön-derdik. Ona, yol gösterici, aydınlatıcı olan ve önünde bulunan
Tevrat'ı doğrulayan İncil'i sakınanlara öğüt ve yol gösterici olarak verdik.”
Meryem oğlu Îsâ’yı da onların, o kutlu
elçilerimizin izleri üzerin-den yürüttük. O peygamberlerin ardından yanlarındaki
Tevrat’ı doğ-rulayıcı olarak, tasdik edici olarak, Tevrat’tan geriye kalanları
tasdik edici olarak gönderdik. Ona yol gösterici, hidâyete ulaştırıcı, yollarını
aydınlatıcı ve önündeki Tevrat’ı doğrulayıcı olan İncil’i muttakilere, Allah
için bir hayat yaşamak isteyenlere bir öğüt, bir gündem, bir şeref ve hidâyet
olarak verdik. Evet Hz. Îsâ (a.s) da yeni bir dinle gelmemiş-tir. Kendisinden
önceki kutlu elçilerin gönderildiği kaynaktan, kendisin-den önceki elçilerin
izinde onların teslimiyet dini olan İslâm’ına teslim olmuş bir peygamberdi.
Zaten aynı kaynaktan gelen peygamberler birbirlerini nakzetmezler, bilâkis
tasdik ederler.
47. “İncil
sahipleri Allah'ın onda indirdikleri ile hükmetsinler. Allah'ın indirdikleri
ile hükmetmeyenler, işte onlar fâsık olanlardır.”
Öyleyse İncil sahipleri, İncil’e îman edenler,
kendilerini İncil’e izafe edenler haydi Allah’ın onda indirdikleriyle
hükmetsinler. Hayatlarını o kitapla düzenlesinler. İşte biz Îsâ’ya ve onun
arkasından gelenlere bu kitapla hükmetmelerini emrettik. Haydi onlar da onunla
hükmetsinler. Allah’ın indirdiği hükümleriyle hükmetmeyenler fâsıkların,
itaatten çıkanların ta kendileridir.
Evet bundan önceki âyetlerde Rabbimiz
kendi indirdikleriyle hükmetmeyi emrettikten sonra bu üç emrinin akabinde kim
Allah’ın indirdikleriyle hükmetmezse kâfirlerin, zâlimlerin ve fâsıkların ta
kendileridir buyurdu. Birisinde kâfir, diğerinde zâlim, bir diğerinde de fâsık
dedi.
Kimileri bu âyetlerin muhataplarının ehl-i kitap olduğunu söyleyerek
Müslümanları bir kenara almaya çalışmışlar. Bu âyetler bize hitap etmez, bizi
ilgilendirmez diyerek kendilerini bu âyetlerin muhataplığından çıkarmaya çalışmışlar.
Bu emirle, yâni Allah’ın indirdikleriyle hükmetme emriyle biz yükümlü değiliz,
bu emir sadece yahu-dilere verilmiştir. Binaenaleyh bizler Allah’ın
indirdikleriyle hükmetmek zorunda değiliz diyorlar. Bu çok yanlış bir değerlendirmedir.
Yâni ger-çekten bir Müslümanın bunu nasıl diyebildiğini anlamakta güçlük
çe-kiyorum. Nasıl olabilir böyle bir şey?
Yâni Rabbimiz tarafından onlara emredilen bir şey nasıl bizim için
emredilmemiş olabilir? Rabbimiz tarafından onlar için iyi görülen bir şey bizim
için nasıl kötü görülebilir? Üstelik bu âyet bizim kitabımızdadır. Yâni bizim
kitabımızda olan bir emir, bir âyet bizi ilgilendirmeyecek ve sadece onları
ilgilendirecek öyle mi? Yâni Allah onlara kitabıyla hükmetmelerini emredecek
ama bize emretmeyecek öyle mi? Kur’andaki tüm müspet hitaplar bize, tüm kötü hitaplar
onlara öyle mi?
Evet âyetlerin siyak ve sibakı ilk bakışta yahudi’lerle ilgilidir, ama
biliyoruz ki Allah’ın âyetleri evrenseldir. Sebeplerin hususîliği hükümlerin
umumîliğine engel değildir.
Hayır hayır, Kur’an’daki âyetlerin tümü
bize hitaptır. Bu âyet-lerin muhatabı bizleriz. Burada Rabbimiz kim ki Allah’ın
indirdiği âyetlerle hükmetmezse onlar kâfirdirler, zâlimdirler ve fâsıktırlar
buyuruyor. Ve üstelik buradaki “men” ifadesi özel bir grubu, meselâ sadece yönetici
kadroyu, egemen zümreyi değil herkesi kapsar.
Her kim ki buyuruyor Rabbimiz. Bizler de her an hüküm veriyoruz. Evde, mektepte,
dükkanda, çarşıda, pazarda her an hükümler veriyoruz. İşte Allah’ın
indirdikleriyle hükmetmeyenler ya kâfir, ya zâlim ya da fâsık oluyorlar. Bunu
her fert için, her toplum için, her ümmet için şöyle anlamaya çalışıyoruz:
Ne yaptığına, neyle hükmettiğine
inanarak, bilerek hükmü İlâhinin dışında bir hükümle hükmeden ve hükmü İlâhiyi
reddeden kişi kâfirdir. Evet Allah’ın indirdiğini reddeden, inkâr eden kişi
kâfir olur. Hükm-i İlâhîyi kabul etmekle beraber, reddetmemekle beraber başka
bir hükümle hükmeden kişi de zâlim olur.
Evet Allah’ın indirdiği hükmü inkâr etmeyen, kabul eden ama onu uygulamayarak
başka bir hüküm uygulayan kişi zâlimdir. Çünkü âdil olanı değil zulüm olanı
tercih etmiştir o kişi. Allah’ın indirdiğine inanan, ama başkasını uygulamamakla
beraber onu, yâni Allah’ın indirdiğini uygulamayan kimse de fâsık olur Allahu âlem.
48. “Ey Muhammed!
Kur’an'ı, önce gelen Kitabı tasdik ederek ve ona şahit olarak gerçekle sana
indirdik. Allah'ın indirdiği ile aralarında hükmet; gerçek olan sana gelmiş
bulunduğuna göre, onların heveslerine uyma! Her biriniz için bir yol ve bir
yöntem kıldık; eğer Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı, fakat bu,
verdikleriyle sizi denemesi içindir; o halde iyiliklere koşuşun, hepimizin
dönüşü Allah’adır. O, ayrılığa düştüğünüz şeyleri size bildirir.”
Evet ey peygamberim, sana da
önündekileri, geçmişteki ki-tapları doğrulayıcı ve sana bir şahit, bir
gözetleyici olarak Kur’an’ı indirdik. Senin Allah tarafından hak bir peygamber
olarak görevlen-dirilmiş olduğuna şahit bir kitap indirdik. Yâni bir Kur’an ki
sürekli seni izliyor. Bir kitap ki seni doğruluyor. Senin beyyine üzere
olduğuna, se-nin hareket noktanın vahiy olduğuna, senin Allah’ın istediği bir
hayatı yaşadığına kitap şahitlik ediyor. Kitap onun doğruluğunu tasdik edi-yor.
Evet anlıyoruz ki bu Kur’an Rasulullah Efendimizin her sözüne, her
uygulamasına, her sünnetine muhakkak şehâdet etmektedir.
Ya da
ikinci bir anlamıyla buradaki kitabın, Kur’an’ın şahit ve Müheymin oluşu önceki
kitaplarla ilgilidir. Ey peygamberim, sana önceki kitapları tasdik eden ve
onlara müheymin olan, gözetleyici olan, onların doğrularını yanlışlarından
ayırt etme özelliğine sahip olan bir kitap indirdik. Kur’an Müheymin’dir.
Kur’an sağlamacıdır. Kendinden önceki kitapların sağlamasıdır, ayıklanmasıdır
Kur’an. Hakkı bâtıldan, doğruyu yanlıştan, bozulmuşu sağlam kalmışından
ayırıcıdır, ayıklayıcıdır Kur’an. Eğer önceki kitaplarda geçenler Kur’anda da
geçiyor-sa, ya da oradakiler Kur’an tarafından da kabul edilmiş, reddedilme-mişse
bunlar doğrudur, değilse yanlıştır, tahrif edilmiş, sonradan onlara konulmuştur.
Bu anlamıyla Kur’an diğer kitaplar için mihenk taşıdır, bilirkişidir.
Öyleyse Rabbimizin bu beyanı
gereği önceki kitaplarda olanlar Kur’an mihengine vurulacak uygun olanlar kabul
edilecek, uygun olmayanlar da reddedilecektir. Önceki âyetlerde demeye
çalıştığım gibi aslında yahudi ve hıristiyanların da bu kitaptan gocunmamaları,
aksine sevinmeleri gerekmektedir. Çünkü tarih içinde atalarının bozdukları,
tahrif ettikleri kitaplarının bir sağlamasını onlara sunarak bu kitap onları
bozulmuş bir kitapla cehenneme doru gidişten uyarmaktadır.
Öyleyse ey
peygamberim artık sen de onların arasında bu kitapla hükmet. Onlardan kasıt bu
kitabın mü’minleri olabileceği gibi, yahudi ve hıristiyanlar da olabilecektir.
Çünkü tüm insanlığa elçi olarak gönderilmiş Allah’ın Resûlü onlar için de hükmetme
yetkisine sahiptir. Ve sakın peygamberim, onların, insanların haktan kopuk
hevâ ve heveslerine tabi olma. Onlar hatırına sakın bu kitabın hükmünden başka
bir şeye meyletme. Sakın sen onlar gibi hevâ ve heveslerini kitabın önüne geçirenlerden
olma.
Sizden her
bireriniz için bir şeriat ve bir yol, yöntem kıldık. Her ümmete bir şeriat ve
kendilerine mahsus onu uygulama yöntemi, yaşama usulü, kendilerine mahsus apaçık
bir yol verdik. Şeriat kaynağa götürücü yol, minhac da o yolda yürüme şeklidir.
Tabiri caiz ise şir’a otoban, minhac da ondaki şeritlerdir. Her ümmete farklı
şeriatler verilmiştir. Kaynak tektir ama o kaynağa götürücü yollar, yöntemler,
usuller farklıdır. Her ümmet o kaynağa yürüyüş yöntemini şartlara göre kendisi
belirlemiştir. Bu fıtratın bir gereğidir. İnsanlığı tek çizgiye sok-mak, tek
tipe büründürmek fıtrat dışıdır.
Eğer Allah
öyle murad buyurmuş olsaydı sizi tek bir ümmet kılardı. İsteseydi sizi tek bir
din üzerinde ve tek bir şeriat üzerinde toplardı. Dileseydi tıpkı melekler
gibi, ya da bitkiler ve hayvanlar gibi, dağlar taşlar gibi hepinizin kulluk
iplerinizi doğuştan eline alıverirdi de hepiniz mü’min olurdunuz. Kâfir,
müşrik, hak taraftarı, bâtıl taraftarı olmazdı. Ama Rabbiniz öyle dilememiş.
Fakat Rabbiniz sizleri imtihan etmek için sizlere ayrı ayrı şeriatler, ayrı
ayrı yollar gönderdi ki kazananla kaybeden açığa çıksın.
Bizim Allah’tan gelme bir
kitabımız vardı, Allah’tan gelme bir şeriatımız vardı, biz ona sarılmış bir
hayat yaşıyorduk. Hayrola bu yeni kitap, bu yeni şeriat de nereden çıktı? Biz
asla buna inanmayız mı diyeceksiniz, bağnazlık mı yapacaksınız, yoksa bu da
Allahtan mı diyeceksiniz? Bizler dün Allah’tan gelen bir şeriate inanıyorken de
Allah hatırına inanıyorduk, şimdi bu yeni kitaba, bu yeni şeriate inanırken de
yine Rabbimiz hatırına inanıyoruz diye teslimiyet mi gösterecek-siniz?
Allah’ın bir sonraki şeriatine önyargılı mı davranacaksınız? Irkçı bir tavır
mı takınacaksınız? Yoksa kaynak tek olduktan sonra ne gelmişse kabulümdür mü
diyeceksiniz? bunu denemek için böyle yaptık, diyor Rabbimiz.
Öyleyse haydi hayırlarda yarışın.
Haydi şeriat ve yol farklılıklarınızdan dolayı, usul farklılıklarınızdan ötürü
birbirinizi yemeye değil hayırlara koşun. Allah’a itaat ve kulluğa koşun diyor
Rabbimiz.
49. “O halde,
Allah'ın indirdiği Kitap ile aralarında hükmet, Alah'ın sana indirdiği
Kur’an'ın bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın, heveslerine uyma; eğer
yüz çevirirlerse bil ki, Allah bir kısım günahları yüzünden onları
cezalandırmak istiyor. İnsanların çoğu gerçekten fâsık-tırlar.”
Onlar arasında, gerek ehl-i kitap arasında,
gerekse tüm insanlar arasında bu kitapla hükmet. Tüm hükümlerinde, tüm
kararlarında dayanağın bu kitap olsun. Sakın insanların hevâ ve heveslerine
tabi olma. Böylece insanların seni Allah’ın sana indirdiği Kur’anın bir kısmından
vazgeçirmelerinden, gündem değiştirmelerinden, seni yamult-malarından emin
olursun. Eğer illa da seni saptırmaya, seni bu kitaptan vazgeçirmeye ısrarlı
davranırlarsa, bilesin ki Allah ısrarlı davranmalarından ötürü onları
cezalandırmak istiyor. Onların pek çoğu gerçekten itaatten çıkmış fâsıklardır.
Allah belki de onları böylece fısk u fücurlarıyla baş başa bırakıvermekle
cezalandırıyor. Elbette kendi hevâ ve heveslerine sarılarak Allah’a sırt
dönenler cezasız bırakılmaz. Yâni aslında kendi kendilerini cezalandıranlar bu
adamların kendileridir.
Rasulullah Efendimiz ehl-i kitabın hevâ
ve heveslerine uyma-ma konusunda uyarılıyor. Tabii onun şahsında hepimiz
uyarılıyoruz. Eğer onların hevâ ve heveslerine uyarsanız dinin hükümlerinden,
kitabın âyetlerinden bir kısmını terk etmek zorunda kalırsınız. Onlar sizi
şartlandırırlar, yolunuzdan koparırlar. Onlar kendilerine kendilerinin istedikleri
cinsten şeyler indirilmesini isterler. Onlar kendilerine, kendi arzularına,
kendi şehvetlerine, kendi hevâ ve heveslerine tapınmak isterler. “Sakın
insanlar ne der? El âlem ne düşünür?” diye bir hesabın içine girerek şunları
şunları duyurmayayım demeyin. Eğer insanlar hevâ ve heveslerine uyuyorlar,
vahye dayanmıyorlarsa, istinat noktaları vahiy değilse, kitap ve sünnetten
habersiz bir hayat yaşıyorlarsa kesinlikle onlara tabi olmayın, onları
dinlemeyin, onlarla birlikte hareket etmeyin, diyor Rabbimiz. Eğer bu tür zavallıların
hevâ ve heveslerine tabi olursak o zaman kesinlikle bilelim ki Rabbimizi ve
O’nun âyetlerini terk etmek zorunda kalırız. Allah korusun o zaman hayatımızda
Rabbimizin âyetlerine gündemimizde yer kalmaz. Onlara tabi olduğumuz zaman
onların gündemlerine tabi olmak zorunda kalırız.
İşte görüyoruz her gün yeni bir gündemle insanları meşgul ediyorlar. Ne
zaman bunların vahiylerinden vakit bulup da insanlar vah-ye dönebilecekler?
Bugün şu konu, öbür gün şu konu, derken gündemi tamamen dolduruyorlar ve insanların
vahiyle meşgul olmasına fırsat vermiyorlar. Allah korusun öyle olunca da âhiret
gündemlerimizden düşüverir. O zaman yine Rabbim muhafaza buyursun tıpkı onlar
gibi sırf dünya ve dünyalık düşünen birer materyalist olup çıkıveririz. Tıpkı
bu müşrik kafalar gibi Allah yetkilerini alıp birilerine veren birer demokrat,
birer laik olur çıkarız. Ve korkuyorum farkında olmadan hızla Müslümanlar buna
doğru gidiyorlar.
50. “Cahiliye devri
hükmünü mü istiyorlar? Yakinen bilen bir millet için Allah'tan daha iyi hüküm
veren kim vardır?”
Yoksa onlar cahiliye hükmünü, cahiliye kanununu,
cahiliye ha-yatını, cahiliye yasalarını mı arıyorlar? Yâni bu beyinsizler
Rableri kendilerini adam yerine koyup, muhatap kabul edip vahyiyle şereflendirdiği
halde onu bırakıp da cahiliye yasalarını mı istiyorlar? Cahiliyenin
hükümlerini, değer yargılarını Allah hükümlerine, Allah yasalarına tercih mi
ediyorlar? Hevâ ve heveslerini, menfaatlerini Allah bilgilerinden üstün mü
tutuyorlar? Çünkü cahiliye yasaları hevâ ve hevesler üzerine bina edilir.
Cahiliye yasaları menfaatler üzerine oturtulur. Yoksa bu adamlar hem
dünyalarını, hem âhiretlerini mamur edecek, kendilerini hem dünya hem de âhiret
mutluluğuna ulaştıracak Allah yasalarını bir kenara bırakıp ta basit dünya
menfaatlerini ön plana çıkaracak cahiliye sistemini mi arzu ediyorlar? Yakîn
bilgisine sahip olan akıllı bir toplum için Allah’tan daha iyi hüküm veren,
Allah’tan daha güzel yasa koyan kim vardır? Allah’tan daha Âlim kim vardır?
İnsan cahildir, Allah Âlimdir.
Öyleyse insan yasa yaparken hep menfaatlerinin etkisi altın-dadır,
menfaatleriyle hareket eder, ama Allah’ın yaptığı yasalarında hiçbir menfaati
yoktur. Kimseye bir ihtiyacı, bir müdahanesi yoktur Allah’ın. Ama yasa yapma
yetkisini, kanun koyma yetkisini Allah’a değil de insanlara verirseniz elbette
yasa yapanlar kendi menfaatlerini ön planda tutacaklar, yasaları hep kendi
çıkarları doğrultusunda yapacaklardır. Yaptıklarıyla mutlaka kendileri için
bir çıkar sağlamayı hedefleyeceklerdir. Yasayı yapanlar hırsızlarsa, elbette
hırsızlığı ve hırsızları kayırıcı; içkicilerse, içkiyi ve içkicileri kayırıcı
yasalar yapacaklardır. Toplumda hiçbir zaman eşitlik olmayacaktır. Toplumda
tanrılar, kullar, yasa yapıcılar, o yasayı uygulayanlar, yönetenler,
yönetilenler, ezenler, ezilenler, zâlimler, mazlumlar hep var olacaktır. Ama
yasayı Allah yaparsa herkes O’nun yasalarının uygulayıcısı olarak, kul olarak
eşit bir konumda olacaktır.
51. “Ey İnananlar!
Yahudi ve hıristiyanları dost olarak benimsemeyin, onlar birbirlerinin
dostudurlar. Sizden kim onlara dost olursa o da onlardandır. Allah zulmeden kimseleri
doğru yola eriştirmez.”
Evet ey îman edenler sakın yahudi ve
hıristiyanları evliyâ edinmeyin. Onları velîler kabul etmeyin. Onları velâyet
mevkiine oturtmayın. Onları karar mercii yapmayın. Hayatı ilgilendiren
konularda onları dinlemeyin, onlarla birlikte hareket etmeyin. Kendileri
saptıkları gibi sizleri de ne yapıp yapıp saptırmak isteyen, sizleri de kendi
cehennemlerine çağıran bu insanların düşüncelerine, anlayışlarına, girdaplara
kapılıp dininizi, kitabınızı kaybetmeyin. Onların gittikleri cehenneme
gitmeyin. Onların aldıkları kararları uygulamadan yana bir tavır sergilemeyin.
Sizin Velîniz Allah’tır, mü’minlerdir. Velâyetinizi Allah’a ve Allah
dostlarına verin. Dünya işlerinizde, bireysel, sosyal, ailevi, toplumsal,
ekonomik, siyasal tüm problemlerinizin çözümünde, âhire-te müteallik
işlerinizde, yâni hayatın tüm alanlarında eğer bir velâ ilişkisi içine
girecekseniz, birileriyle birlikte hareket edecekseniz, birileriyle istişare edecek,
birilerinin kararına başvuracaksanız, birilerinden akıl danışacaksanız bunlar kâfirler
değil ancak ve ancak Allah dostluğuna ehil müminler olmalıdır. Mü’minleri
sevmeli, mü’minleri dost bilmeli, mü’minleri velî bilmeli, mü’minlere bağımlı
olmalı, mü’minlerin derdini, tasasını kendi tasanız, onların sevincini kendi
sevinciniz, başarılarını kendi başarınız bilmelisiniz. Tüm işlerinizi, tüm
hayatınızı, siyasetinizi, ekonominizi, eğitiminizi, sosyal ve bireysel
hayatınızı, aile hayatınızı mü’minlere göre düzenleyecek, hesabınızda
mü’minler olacaktır. İzzet ve şerefi Müslümanlarda ve Müslümanlarla birliktelikte
göreceksiniz. Değilse Allah korusun birtakım basit dünyevî hesaplarla, birtakım
basit menfaat kaygılarıyla mü’minleri bırakır da kâfirleri dost edinirseniz, onların
velâyeti altına girer, onların kararlarını uygular, hayatınızı onlar kaynaklı
yaşamaya başlarsanız sonunda onlar gibi inanmaya, onlar gibi düşünmeye
başlayıverirsiniz ve onların gittiği cehenneme gitmek zorunda kalırsınız. Unutmayın
ki sizler birbirinizin velîsi olduğunuz gibi onlar da birbirlerinin velîsi ve
dostudurlar. Onlar arasında da karşılıklı velâyet ilişkileri vardır. Birbirleri
adına karar alırlar ve birbirlerinin kararlarını, yasalarını uygularlar.
Kâfirlerin mü’minlerle, mü’minlerin de kâfirlerle asla bir velâyet ilişkileri
olamaz. Akraba bile olsalar mü’minle kâfir arasında bir dostluk, bir velâyet
ilişkisi yoktur. Mü’minlerin velîleri, valileri, idarecileri, karar mercileri
ancak kendileridirler, kendilerinden olanlardır. Hal böyleyken:
52. “Kalplerinde
hastalık olanların, “Bize bir felâket gelmesinden korkuyoruz.” diyerek onlara
koştuğunu görürsün. Olur ki Allah bir zafer verir veya katından bir emir
getirir de kalplerinde gizlediklerine içleri yananlara dönerler.”
Kalplerinde şüphe ve nifak hastalığı bulunan bir kısım
zavallıları görürsün ki onlarla dost olma ve yardımlaşma konusunda yarış yapmaktadırlar.
Kalbinde hastalık bulunan münâfıklar yahudi ve hıris-tiyanlarla dostluk kuracağız,
onların gönüllerini kazanıp gözlerine gireceğiz diye koşturup duruyorlar.
Başımıza bir iş gelmesinden korktuğumuz için onların işlerine yarayacak tavırlarda
bulunmak zorunda-yız, diyorlar. Ne olur ne olmaz, zaman değişir, devran döner
de bu kâfirler Müslümanlara karşı galip bir konuma gelebilirler. Müslümanlara
yapacakları zararlar bize de dokunabilir. İyisi mi onlarla da iyi ilişkiler
kuralım. Onların gözüne girecek tavırlar sergileyelim, diyorlar. Müslüman
olduklarını iddia ettikleri halde, Müslüman görüntüsü sergiledik-leri halde,
Müslümanlarla beraber olduklarını iddia ettikleri halde geleceklerini garantiye
alabilmek için Müslüman olmayanlarla, düşman-larla işbirliği içine girerek
çıkarlarını ön planda tutuyorlar.
Sanki bu tavırlarıyla şunu söylüyorlar: Bizler aslında Müslüman değiliz. Biz
aslında sizlerdeniz. Biz bir menfaat maksadıyla Müslüman görünüyoruz. Kâr elde
ederiz, diye buradayız biz. Menfaatlerimiz icabı Müslümanların arasındayız. Ama
ne olur, ne olmaz, belki bir zaman felâketiyle karşı karşıya kalırız da
Müslümanların arasında bulunuşumuzdan ötürü zarar ederiz diye bir korkumuz
var. Onun için İslâm karşıtı güçlerle de iyi geçinmek zorundayız. Bunlar
kazandığında da biz kazanmış olalım, onlar kazandığında da biz kâr etmiş olalım
istiyoruz, diyorlar. Yâni İslâm mutlak haktır, Allah’ın dini, Allah’ın dedikleri
mutlak doğrudur diye biz buradayız demiyorlar da ne olur ne olmaz diyerek tereddüt
içinde hareket eden, menfaatlerini kıble edinen münâfıklar anlatılıyor. İşte
şu anda da Müslüman olduklarını iddia ettikleri halde, Müslümanların arasında
göründükleri halde ehl-i kitabın, kâfirlerin gözüne girebilmek için, onlardan
gelebilecek tehlikelere karşı kendilerini sağlama alabilmek ve onlarla velâ
ilişkileri kurabilmek, onlarla bir olup irticayla mücâdelede ortak tavırlar
geliştirmek için koşturanları görüyoruz.
Bu tür münâfıklar için buyuruyor ki Rabbimiz: Umulur ki Allah katından
mü’minlere bir fetih, bir zafer getirir de, desteklediği mü’minleri kâfirler
karşısında üstün bir konuma çıkarır da
bu münâfıklar Allah düşmanlarına karşı içlerinde besledikleri şeylerden
dolayı pişmanlık duyarlar. Belki böylece Allah hakkında, Allah’ın dini
hakkında, Allah’ın güç ve kuvveti hakkında girdikleri bu yanlış düşüncelerinden
ötürü vicdanları sızlar hale gelirler.
53. “İnananlar,
“Sizinle beraber olduklarına bütün güçleriyle Allah'a yemin edenler bunlar
mıdır? “derler. Onların amelleri boşa gitmiş ve kaybeden kimseler olmuşlardır.”
İşte bu ve benzeri âyetleriyle Rabbimiz o münâfıkların
içyüzlerini, ikiyüzlülüklerini ortaya seriverince gerçekten îman eden, tam îman
eden mü’minler de dediler ki: Ey yahudiler, bunlar mı sizin dostlarınız?
Bunlar mı sizinle beraber olduklarını iddia edenler? Bunlar mı size yardım sözü
verenler? Bunlar mı sizinle anlaşma yapanlar? Bizimle aranızda çıkacak bir savaşta
sizin safınızda yer olacaklarına dair olanca yeminleriyle söz verenler bunlar
mı? Sizler Müslümanlar tarafından Medine’den çıkarılırsanız biz de sizinle
birlikte geleceğiz, sizi yalnız bırakmayacağız, size karşı asla peygambere
itaat etmeyeceğiz, size karşı olan hiç kimseyle birlikte hareket etmeyeceğiz,
Müslüman-lara karşı sizin yanınızda olacağız
diyenler bunlar mı? Bunlar yalan söylüyorlar. Bunlar çıkarlarını
önceleyen, çıkarlarından başka hiçbir şey düşünmeyen insanlardır. Bu adamların
sabit bir inançları yoktur. Gündelik çıkarlarına göre hareket eden değişken,
bukâlemun insanlardır bunlar. O gün çıkarları neredeyse oradadırlar, ertesi gün
değişen çıkarları sebebiyle başka yerdedirler. Evet, münâfıklar böyledir.
Bunlar ne kâfirdir, ne de Müslümandır. Kâfir görünürken de, mü’min görünürken
de samimi değillerdir. Bunlar sadece menfaatlerinin kullarıdırlar. Menfaatleri
neyi gerektirirse, hangi tarafta bulunmak işlerine gelirse o tarafta yer
alırlar. Genellikle Müslümanların güçlü olduğu toplumlarda görülür bu adamlar.
Müslümanların güçsüz olduğu ortamlarda küfürlerini açıkça ortaya koyabildikleri
için böyle münâfıkça tavırlara ihtiyaç duymazlar. Müslümanların güçlü oldukları
ortamlarda bu tür insanlar inanmadıkları halde inanmış gibi görünürler ve için
için kâfirlerle işbirliği içine girerek Müslümanları arkadan hançerlemeye çalışırlar.
Kâfir güç odaklarıyla gizli gizli anlaşmalar yaparak Müslümanları yok etmenin
hesabına girerler. Kâfirlerle birlikte hareket ederler, ama aslında bu adamlar
kâfirlerle de beraber değillerdir. Yâni bu münâfıkların asıl amacı küfür de
değildir. Yâni bir kâfir gibi ideolojik bir küfür taraftarı da değillerdir bu adamlar.
Müslüman da değillerdir. Bunlar kimliksiz insanlardır, davasız insanlardır.
Onların dinleri de, davaları da sadece menfaatleridir. Menfaatleri gereği bir
sarkaç gibi bazen küfre ve kâfirlere, bazen de îmana ve Müslümanlara
meylederler. İşte böyle tercihsizlikleri sebebiyle, ahlaksızlıkları sebebiyle,
amelleri îmanları sebebiyle değil de çıkarları sebebiyle olduğu için bu adamların
tüm amelleri boşa gitmiştir diyor Rabbimiz. Müslüman olmadıkları halde Müslümanları
aldatabilmek için Müslümanlık gösterisinde bulunarak namaz da kılmış olsalar,
oruç da tutmuş olsalar hepsi boşa gitmiştir. Hem dünyada, hem de âhirette
hüsrana uğramış, kaybetmiş insanlardır onlar.
54. “Ey inananlar!
Aranızda dininden kim dönerse bilsin ki, Allah, sevdiği ve onların O'nu
sevdiği, inananlara karşı alçak gönüllü, inkârcılara karşı güçlü, Allah yolunda
cihad eden, yerenin yermesinden korkmayan bir millet getirir. Bu, Allah'ın
dilediğine verdiği bol nîmetidir. Allah her şeyi kaplar ve bilir.”
Ey mü’minler, sizden kim dininden
çıkar, dinini başka bir dinle değiştirir, dinine sırt dönerse, Allah’la sözleşmelerine
ihanet ederse, Allah’a Allah’ın istediği gibi îmanı bırakıp nifaka dönerse, şu
münâfıkların durumuna düşerse, iyice bilsin ki Allah onları giderir, onların
defterini dürer de onların yerine onlardan daha iyi kullar getirir.
Neymiş bunların özellikleri? Onlar
Allah’ı sever, Allah da onları sever. Sevgileri Allah için olur onların. Mallarından,
canlarından, nefislerinden, çocuklarından, ailelerinden, vatanlarından,
bayraklarından, milletlerinden ve değer verdiği her şeylerinden daha fazla
severler Allah’ı. Sevdiklerini severler Allah’ın, sevmediklerini sevmezler.
Dostlarını dost, düşmanlarını düşman bilirler, buğz ettiklerine buğz ederler.
Gazabıyla gazaplanırlar, Rızası sebebiyle razı olurlar, gazabı sebebiyle gazap
ederler. Emrettiklerini emrederler, nehy ettiklerinden nehy ederler.
Allah da onları sever. Allah da
onların sevdiklerini sever. Allah da onların razı olduklarından razı olur,
gazap ettiklerine de gazap eder. Tabii sevgi itaati gerektirir. Sevginin ölçüsü
itaattir. Sevginin ispatı sevgiliye tabi olmaktır. Tüm hayatı sevgilinin
istediği şekilde yaşamaktır. Evet eğer sizler böyle olmazsanız kesinlikle
bilesiniz ki Allah sizleri giderir de sizin yerinize öyle mü’minler getirir ki:
Onlar mü’minlere karşı alabildiğine
merhametli, alabildiğine alçak gönüllü, alabildiğine boyunları yerde ama
kâfirlere karşı da alabildiğine izzetli, alabildiğine başı dik ve
onurludurlar. Kâfirlere karşı çok şedit, çok şiddetli ve serttirler ama kendi
aralarında ise birbirlerine karşı çok merhametlidirler. Birbirlerine karşı,
Müslüman kardeşlerine karşı boyunları kıldan incedir onların. Îmanın önünde
eğilirler, mü’-minlerin önünde mutevazidirler, ama küfrün önünde, kâfirlerin
önünde dik dururlar onlar. Çünkü îmanın önünde eğilmeyenler küfrün önünde
eğilmek zorunda kalacaklardır. Mü’minlere karşı erkeklik taslayarak kâfirlerin
önünde eğilenler, mü’minlere karşı dik başlı davranıp kâfir-lerin önünde
yerlere yatanlar, kâfirler karşısında el ovuşturanlar Al-lah’ın istediği
sevdiği kimseler değildir. Başka ne özellikleri varmış on-ların?
Allah yolunda cihad ederler. Allah
dininin yücelmesi uğrunda cihad ederler. İnançlarını yaşayabilecekleri bir ortamı
hazırlamak adına, Müslümanca kalabilmek adına cehd ü gayret gösterirler. Bu uğurda
tüm çabalarını seferber ederler. Bu uğurda her şeylerini, tüm varlıklarını
harcarlar. Tüm hedefleri Rablerinin hatırını kazanmak, Rablerinin rızasına
ermek ve Allah’ın fazlına ve lütuflarına ulaşmaktır.
Allah için hareket ederlerken kınayanların kınamalarına da aldırış etmezler.
“Halk ne der?” demezler, Cenab-ı Hak ne der?” derler. Hakkın hatırını halkın
hatırına tercih ederler. Halkın gözünde kötü bir konuma düşmekten değil hakkın
katında kötü bir konuma düşmekten çekinirler. Tüm dünya kendilerine düşman
kesilse de, tüm dünya alkışlasa da fark etmez, bize Rabbimiz dost olsun,
Rabbimiz beğensin yeter derler. Yaptıklarını, hayatlarını Allah’ın beğenisine
sunarlar. Allah için yaşarlar hayatlarını. İnsanların eleştirileri, tenkitleri,
alayları vız gelir onlar için.
İşte bu güzel vasıflar, bu güzel sıfatlar Allah’ın bir lütfu keremi-dir ki
Rabbimiz onu dilediklerine lütfeder. Hiçbir toplumda görülmeyen, hiçbir dinde
görülmeyen bu kulluk özellikleriyle Rabbimiz onları şereflendirir.
İşte Müslümana yakışan tavır budur. Allah’ın biz kullarında görmek istediği
tavır budur. Allah lütfu keremi bol olandır ve onu kime vereceğini, kimin ona
lâyık olduğunu çok iyi bilendir. Evet, ey Müslümanlar, eğer sizler Allah ve
Resûlüne îmandan, Allah ve Resûlüne itaatten, Allah ve Resûlünün gösterdiği bir
dini, bir hayat programını yaşamaktan vazgeçerseniz, şu münâfıklar ve kâfirler
gibi sizler de işe yaramaz hale gelirseniz kesinlikle bilesiniz ki Allah sizi
giderir, sizin yerinize böyle mü’minler, böyle kullar getirir. Ya sizin
elinizden bu şerefi alıverir, îman izzetini, İslâm ve şerefini sizin elinizden
alıp onlara veriverir, yahut da sizin topunuzu yeryüzünden siliverir de yepyeni
bir yaratık türü getirir ki onlar Müslümanlıklarının izzet ve şerefini asla
kimseye çiğnetmeyen yiğitler olarak bu dünyayı şereflendirirler.
Öyleyse şu anda dünya üzerinde
yaşayan hiçbir Müslüman topluluk bu din bizim tekelimizdedir, bu din bize
muhtaçtır, biz olma-saydık bu din yok olup giderdi demeye hakkının olmadığını
iyi bilme-lidir. Hiçbir grup, hiçbir topluluk bu hayat bizim üzerimize bina
edil-miştir, eğer biz gidersek bu dünya, bu hayat perişan olacak filan
de-mesin. Veya eğer biz bu dünyadan gidersek Rabbimize kulluk edecek başka
varlık kalmayacak filan da demesin. Allah Ganî’dir, Allah zengindir, Allah
Hamîd’dir, kimsenin hamdine, kimsenin kulluğuna ihtiyacı yoktur Rabbimizin.
55,56. “Sizin
dostunuz ancak Allah, O'nun peygamberi ve namaz kılan, zekât veren ve rüku eden
mü'minlerdir. Kim Allah'ı, Peygamberini ve inananları dost edinirse bilsin ki,
şüphesiz Allah'tan yana olanlar üstün gelirler.”
Sizin velîniz, sizin velâyetinizi kendisine teslim
ettiğiniz, boynunuzdaki kulluk iplerinin ucunu eline verdiğiniz, adınıza
kulluk programı yapmaya yetkili gördüğünüz, arzularına teslim olduğunuz varlık
Allah’tır. Sizin adınıza size danışmadan tek taraflı Allah kararlarını almaya,
duyurmaya, emretmeye, nehy etmeye yetkili olarak velîniz pey-gamberdir ve
namazı ikame eden, namazı ayağa kaldıran, namazla Allah’tan mesaj alan, namazla
aldığı bu mesajla hayatını düzenleyen, yani namaza endeksli bir hayat yaşayan,
yani bedeninde Allah’ı söz sahibi bilen, zekât veren, malında da Allah’ın söz
sahipliğine evet diyen mü’minlerdir.
İşte sizin velîniz, sizin karar mercileriniz, dostlarınız bunlardır. Velî
olarak, hayatınızda yetkili olarak Allah, Resûlü ve Müslümanlar yetmedi mi ki
başka velîler, başka yasa belirleyiciler, başka program yapıcılar arıyorsunuz?
Kim Allah’ı, O’nun peygamberini ve mü’minleri velî edinir, onları
hayatında karar verme makamında görür, onların hayat programı istikâmetinde bir
hayat yaşamaya yönelirse bilsin ki işte Allah taraftarları, Allah hizbi
onlardır ve yeryüzünde galip gelecek, üstün gelecek ve başarıya ulaşanlar onlar
olacaktır. Bunu kesinlikle bilesiniz ki Allah’ın grubunda olanlar, Allah’ın
tarafında olanlar, Allah’ın taraftarı olanlar, Allah safında yer alanlar,
tercihlerini Allah’tan yana kullananlar, Allah’la aynı cephede olanlar
kurtuluşa erenlerin ta kendileridirler.
Bunlar Ensârullah’tır, Allah’ın yardımcılarıdır, Allah’ın dininin koruyucuları
ve yardımcılarıdırlar. Bunlar Evliyaullah’tırlar, Allah’ın dostlarıdırlar. Ve
işte hem dünyada, hem de Ukba’da başarıya, kurtuluşa erecek olanlar, karşılarındaki
güçlere karşı galip gelecek olanlar
bunlardır. Rabbim bizi böyle yiğitlerden eylesin, inşallah. Öyleyse ey
mü’minler:
57. “Ey İnananlar!
Kendilerine sizden önce kitab verilenlerden, dininizi alaya ve eğlenceye
alanlar ve inkârcıları dost olarak benimsemeyin. İnanıyorsanız Allah'tan sakının.”
Ey îman edenler, gerek ehl-i kitaptan,
gerekse kâfirlerden dininizi oyun ve eğlence yerine koyanları velîler edinmeyin.
Eğer mü'min iseniz bu konuda Allah’tan korkun. Allah’tan ittika edin de şu dininizi oyun ve eğlence haline getiren
ehl-i kitabı, yahudi ve hıristiyanları dost bilmeyin. Onları velîler edinmeyin.
Yâni onları karar verme makamında görmeyin. Hayat programınız konusunda onlara
müracaat etmeyin. Sizin hayat programınızı onlar yapmasınlar. Hayat programınızı
onlardan almaya kalkmayın. Onlar tandanslı, onlar kaynaklı bir hayat yaşamaya
kalkışmayın. Onlar hem kendi dinlerini, hem de sizin dininizi hafife alıp oyun
ve oyuncak tutan insanlardır. Onlar oyunu ve oyuncağı din zanneden, din diye
oyun ve eğlenceye sarılan, ya da dinlerini hafife alıp oyun eğlence yerine
koyan kimselerdir.
Bunlar dinlerini oyun ve eğlence yerine koymuşlar. Dünyaya verdikleri
değeri dinlerine vermemişler. Paraya, makama, işlerine, aş-larına,
dükkanlarına, tezgahlarına, arabalarına, evlerine gösterdikleri titizliği
dinlerine göstermemişler. Dinlerini oyun ve eğlence yerine koy-muşlar veya oyun
ve eğlenceyi din edinmişlerdir. Dünyaya kul köle oldukları için, dünyayı kıble
edinip ona tapındıkları için, gece gündüz dünyalıklar peşinde koşmaları
sebebiyle dinlerinin temel kaynaklarıyla tanışacak vakit bulamadıkları için takvim
yaprağından, televizyon ekranından duyduklarını din zannedip ona sarılmış
insanlardır onlar.
Ey mü’minler sakın ha sizler onları
velî kabul etmeyin. Onların velâyetleri altına girmeyin. Onların egemenliği
altında bir hayattan razı olmayın. Ya ne yapın? Allah konusunda takvalı olun.
Allah’la beraber olun. Allah’ın koruması altına girin. Yolunuzu Allah’la bulun.
Hayatınızı Allah kaynaklı yaşayın. Hayat programınızı Allah’a sorun ve O’nun de-diği
gibi hareket edin. Eğer mü'min iseniz. Yaptığınızı Allah dedi diye yapın,
yapmadıklarınızı da yine Allah adına yapmayın. Yaptıklarınız ve
yapmadıklarınız konusunda kendi kendinize şu soruyu sorun: “Neden?” sorusunu
sorun. Böyle bir elbise giymişsin, neden? Böyle bir ayakkabı almışsın, neden?
Böyle bir mesleği seçmişsin, neden? Böyle bir okulda okuyorsun, neden? Böyle
bir hukuktan yanasın, neden? Filanla tanışmışsın, neden? Falana küsmüşsün, neden?
O kötülüğü engellemedin, neden? Bu iyiliği teşvik etmedin, neden? Annene
böyle davrandın, neden? Çocuklarınla bugün hiç ilgilenmedin, neden? Üstündekilerle
bugüne kadar hiç tanışmadın, neden? Bakara ile bugün hiç ilgi kurmadın, neden?
Peygamberin yanına bugün hiç gitmedin, neden? Eğer bütün bu nedenlere
vereceğin cevaplar vahiy kaynaklıy-sa, ya da kaçta kaçı vahiy kaynaklıysa işte
o kadar Müslümansın demektir.
Bu tür insanları, yâni dost kabul
etmeyeceğimiz, velî bilmeye-ceğimiz, hayat programımızı kendilerine sormayacağımız
insanları tanıtmak için Allah bize bir tanıtma daha yapıyor bakın:
58. “Namaza çağırdığınızda
onu alay ve eğlenceye alırlar. Bu onların akletmeyen bir topluluk olmasındandır.”
Onları namaza çağırdığınız zaman,
namaza çağrıldıkları zaman, yâni ezan okuduğunuz zaman, bu işi, yâni o ezanı,
o dâveti veya o namazı oyun ve eğlence yerine tutarlar, alay ederler. Ezerler,
bo-zarlar ve alay konusu yaparlar. Hangi işi? Ya namaz işini, ya da namaza
çağırma işini. Ya namazla alâkalı alaylı laflar ederler, ya da namaza çağrıyla
alâkalı, ezanla alâkalı densizlik ederler. Yâni dinin dire-ğini alaya alırlar,
hafife alırlar. Onlar, o yahudiler ve yahudileşenler dua ediyorlar güya ama
namazı kabul etmiyorlar. Bu onların akıllarını kullanmayan bir toplum olduklarını
gösterir. Çünkü namaz duayı en güzel sembolize eden bir ibâdettir.
Arkadaşlar, anlıyoruz ki bu âyet önce
ezanın meşru olduğuna, ikinci olarak da onunla alay etmenin ve hafife almanın
küfür olduğuna delâlet etmektedir. Bunun içindir ki ezana icabet etmek
vaciptir. Bu konuda şöyle bir rivâyet var: Ezan okununca, Müslümanlar namaza davrandıkları
zaman yahudiler alay ederek şöyle derlermiş: “Kalktılar, kalkmaz olsunlar.
Kıldılar, kılmaz olsunlar. Rükû ettiler, etmez olasılar, diyerek mü’minlerle
alay ederlermiş. İşte meselâ bugün de üç beş genç bulundukları yerde Allah’ı
büyükleyerek tekbir getirseler buna tahammül edemeyen yahudileşmiş insanların
varlığını biliyoruz. Buna tahammül edemezler de aynı insanlar binlerce ezan
sesi duyarlar da hiç de rahatsız olmazlar. Neden diye düşünüyoruz. Galiba yaptırıcısı
önemlidir de ondan. Bugünkü ezanların yaptırıcısı kendileri olduğundandır ki
galiba onun için rahatsız olmuyorlar. Meselâ namaz kılıyor adam veya
televizyonda, camide Kur’an okuyor adam, ama yaptırıcıları kendileri olduğu
için bundan pek fazla rahatsız olmuyorlar. Ezanın, çağrının da nereye ve neden
olduğu önemlidir. Kimin kontrolün-de, kimin izniyle olduğu önemlidir.
Bu, gerçekten onların akılsız insanlar
oluşlarındandır. Akılsız, ya da akıllarını çalıştırmayan insanlar. Değil mi?
Aslında akıl var ama onu kullanmıyorlar. Türkçe’de akılsız veya ruhsuz, cansız,
vicdansız veya namussuz, îmansız derken onda istenilen bir îman modeli yoktur
demektir. Namussuz demek, namus anlayışı yoktur demek değil, istenilen namus
modeline sahip değildir anlamınadır. Akılsız demek de öyledir. Aslında akıl var
da, istenilen biçimde akıl kullanımı yoktur demektir. Değilse göz, kulak, akıl
kendi başına hiçbir değeri yoktur bunların. Göz görürse, bakarsa, istenilene
bakarsa, istenilen sonucu çıkarırsa baktığından o zaman göz var demektir. Akıl
istenilen biçimde kullanılır, istenileni çıkarabilirse o zaman akıl var
demektir. Buna İslâm literatüründe şükür diyorlardı. Azaları istenilen yerde
kullanmanın adıdır şükür.
59. “Ey Muhammed!
De ki, Ey kitap ehli! Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilene
inanmamızdan ve çoğunuzun fâsık olmasından ötürü mü bizden hoşlanmıyor-sunuz?”
Peygamberim, sen şöyle söyle onlara;
her halde konuyu an-ladılar. Ey ehl-i kitap, bize niye düşmansınız? Siz bizden
niye intikam almaya kalkıyorsunuz? Bize niye düşman oluyorsunuz? Allah’a inandık
diye mi? Şimdi biz Allah’a Allah’ın istediği gibi inandık diye kusur mu
işledik? Sizin bize düşmanlığınızın, kininizin kaynağı ne? Biz Allah’a
inanıyoruz diye mi? Bir de biz bize indirilene inanıyoruz diye mi? Daha önce
indirilenlerle beraber, biz bize indirilene inanıyoruz diye mi bize düşman
oluyorsunuz? Değil tabii, şöyle diyebilirler: Eh biz de Allah’a inanıyoruz,
niye düşman olalım da size? diyebilirler.
Konuyla ilgili hatırlayacağımız bir
âyet grubu var değil mi? Bü-rûc sûresi. Ashab-ı Uhdud’un suçu neydi? Diri diri
yahudiler tarafından ateşlere atılarak cezalandırılanların günahı neydi?
Allah’a inanmışlardı. Ama onların inandıkları gibi değil, hayata karışan bir
Allah’a inanmışlardı da onun için suçlu görülmüşlerdi. İşte burada da aynısı
ifade ediliyor. Biz bize indirilene inanıyoruz. Ne demek? Hayatımıza karışan,
hayatımızı düzenlemek üzere kitap indiren bir Allah’a inanıyoruz demektir bu.
İşte bizim suçumuz budur. Biz hem bize indirilen kitaba inanıyoruz, hem de
bizden öncekilere indirilen kitaplara îman ediyoruz ve işte kâfirin gözünde en
büyük suç budur. Kâfirin gözünde en büyük suç Allah’a Allah’ın istediği şekilde
inanmaktır. Hayata karışan bir Allah’a inanmak ve hayatı O Allah’ın vahyiyle
düzenleme kararlılığı içinde olmak. Fâsıkların, Allah’a Allah’ın istediği gibi
inanmayan ve Allah’a itaatten çıkmış, kendi hevâ ve hevesleri istikâmetinde
bir hayat yaşamaya yönelmiş kimselerin gözünde işte en büyük suç budur.
Eh Allah güçlüymüş, Allah istediğini
yaptırırmış, Allah azamet sahibiymiş, Allah her şeyi bilirmiş, peki bütün
bunlar beni ilgilendirir mi? Evet bana kitap göndermiştir çünkü. Sen benim için
şunları şunları yap demiştir çünkü. Buna göre, bu gönderdiği kitaba göre
herkesi hesaba çekecek olandır çünkü. Ya Rabbi sen kitabı Peygambere göndermiştin,
Peygamber de o kitabı bilenlere vermişti. Âlimlere, hocalara, hacılara,
şeyhlere, efendilere vermişti. İmam Ebu Hanife’ye, İmam Şâfiî’ye vermişti. Ben ki bir amele parçası, ben ki bir işçi,
ben ki bir talebe, ben ki bir marangoz, ben ki kitabın bana indiğini, onunla
ilgi kurmam gerektiğini anlamamıştım demek ancak delile bağlı olacaktır. Varsa
buna bir delil, o zaman ben de bir dilekçeyle Rabbime şikâyette bulunurum. Ya
Rabbi bu kadar zaman ben niye kitabı öğrenmeye çalıştım? Niye kendimi heder
ettim? Ne gerek vardı da uğraştım? Ben de tüccar olurdum, ben de para
kazanırdım, birilerini de paramla desteklerdim, olur biterdi. Yâni böyle
düşünüyorsanız bu delile bağlı. Varsa bir delil söyleyin de biz de bu kadar
uğraşıp durmayalım yâni.
Ayrıca bu işin sadece bizim dönemimize
ait olmadığına inanmak da dindir. Yâni geçmiş tarihte de Allah kitaplar
göndermiş ve insan hayatına karışmıştır. Daha önce gönderilen kitaplara da
inandığımızdan dolayı mı bize düşmansınız? Ama ne oluyor size? Çoğunuz
fâsıksınız. Vicdansızsınız yâni. Yâni biz hem bize gelene inanıyoruz, hem de sizin
kitabımız diye sahiplenmeye çalıştıklarınıza da inanıyoruz. Tevrat’a, İncil’e
de inanıyoruz. Buna rağmen bize düşman kesilmeniz sizin sapık, fâsık ve de vicdansız
olduğunuzun delilidir yâni.
Gerçekten de dar kafalılar geniş kafalıları, vicdansızlar vicdan-lıları,
günahkârlar temizleri, kâfirler mü’minleri asla sevmezler, sevemezler. Bu bir
kuraldır yeryüzünde. Çünkü bunlar birbirlerinin zıddıdırlar. Herkes zıddına düşmandır.
60. “Allah katında
bundan daha kötü bir karşılığın bulunduğunu size haber vereyim mi?" de,
Allah kime lânet ve gazap ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytana
kullar kılarsa, işte onlar, yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış
olanlardır.”
Açın gözünüzü de dinleyin. Dinlemeye
hazır mısınız? Dinlemeye var mısınız? Size bunlardan daha kötüsünü haber
vereyim mi? Daha şerlisini söyleyeyim mi? Yâni sizin durumunuzun bundan daha
kötü olduğunun beyanını size ulaştırayım mı? Yâni şu özellikleri taşıyan
insanlar da yaşamıştır tarihte. Bunlar konumları itibariyle çok şer-run
mekânen insanlardır. Durumu daha kötü
insanlardır. Kimmiş bun-lar? Allah’ın lânetine uğrayanlar. Yukarıda geçmişti,
Allah’ın lânetine kimler uğruyordu? Allah’la anlaşmalarını bozanlar. Allah’la
sözleşme-lerine ihanet edenler.
Neydi anlaşma? Ya Rabbi Sen benim Rabbimsin, Sen benim hayat programımı
belirleyensin, ben Senin kulunum, ben hayatımı Senin istediğin şekilde
yaşayacağım deyip de bu sözlerini nakzedenler, bozanlar. Ya Rabbi Sen beni muhatap
kabul edip bana bir din göndermişsin, ben onu kabul ediyorum deyip de sözünde
durmayanlar. Ya Rabbi sen bana hayatımı düzenlemek üzere bir kitap ve bir
kulluk örneği göndermişsin, ben onları aynen kabul ediyorum, ben onlara göre
bir hayat yaşayacağım deyip de bir türlü kitap ve peygam-berle diyaloga
geçmeyerek sözlerinden dönenler. Allah’a kul köle olacaklarına dair söz
verdikten sonra bu sözlerini bozanlar. Kendilerini Rablerine kulluk ortamında
tutmaları gerekirken, ya kendilerine, ya da kendisi gibilere kul köle olanlar.
Ya Rabbi sen beni evlenmeye lâyık görmüşsün, yâni herhangi bir kadının
sorumluluğunu yüklenecek kapasitede kabul etmişsin, ben de bu işe lâyık
olduğuma sana söz veriyorum diye söz verip de evlenenler eğer hanımlarının
cennet yolunda olmalarına gayret etmiyorlar, onları eğitmiyorlarsa Allah’la
anlaşmalarını bozuyorlar demektir. Allah o çocukları kendisine lâyık gördüğü
halde, onu o kapasitede görüp o kadar çocuğu bilerek ona verdiği halde çocuklarını
eğitmeyenler, aman benim çocuklarımı birileri eğitiversin demeden yana olanlar,
eti senin kemiği benim demeden yana olanlar Allah’la anlaşmayı bozuyorlar
demektir. Veya Allah sana mal vererek, mülk vererek, imkân vererek, çevre vererek,
fırsat vererek, akıl vererek, fikir vererek imtihan edeceğini beyan ederken
tamam ben inandım, ben Müslüman oldum ya
Rabbi, inandım, teslim oldum ya Rabbi diyerek anlaşma imzaladıktan sonra,
bunların gereğini yapma cesaretinde bulunamayan insanlar Allah’la yaptıkları
anlaşmayı bozuyorlar demektir.
Ve Rableriyle yaptıkları anlaşmalarını
bozdukları için Allah’ın lânet ve gazabına uğrayan kimselerdir onlar. Allah
kime lânet ve gazap ederse, kimlerden maymunlar, domuzlar ve şeytana kullar
kılarsa, işte onlar yeri en kötü ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır. Bunlar
Bakara sûresinin 65. âyetinde Rabbimizin anlattığı maymunlaşmış, insanlıktan
çıkmış, akıllarını kullanarak, insan oluş özelliklerine müracaat ederek
dinlerinin temel kaynaklarını tanıyıp bilinçli bir şekilde onlarla amel etmek
yerine kör bir taklidin peşine takılmış insanlardır. Rablerinden kendilerine
gelen sözleşme metinleri olan kitaplarıyla ilgileri kesildiği için tâğutların
kulu olmuş, tâğutların yasalarını uygulamak zorunda kalmış kimseler. Ellerinde
amel edecek kitapları olmadığı için, kitaplarını tanımadıkları için,
kitaplarını tahrif ettikleri için Allah’tan başkalarına kul köle olmak zorunda
kalmış zavallı insanlar.
Bunlar, bu domuzlaşan ve maymunlaşanlar
ilerde anlatılacak. Bunlar cumartesi ashabı veya Allah’tan olmadık şeyler
isteyen yahu-dilerdir. Neydi bunların derdi? Allah bunlardan kulluk istiyordu.
Allah kendilerine yardım ediyor, şöyle yapın diyor itiraz ediyorlar, böyle yapın
diyor, karşı geliyorlar, şunu yapın diyor, reddediyorlar, hile yapıyorlar,
değiştiriyorlar, yol buluyorlar, yapmamaya çalışıyorlardı. Cumartesi günü iş
yapmayacaklar, Allah’a ibâdet yapacaklardı. Ama yorumladılar, yol buldular,
kafayı çalıştırdılar, Allah’tan gelen uyarılara rağmen yasağı çiğnediler. Hem
nîmet istediler Allah’tan, hem Allah’ın nîmetleri içinde yüzdükleri halde Ona
kulluğu terk ettiler. Hem Allah’tan nîmetlendiler, hem de Allah’ı bırakıp
tâğutlara kulluk yaptılar. Allah’ın nîmetlerinden istifade ettikleri halde işte
böyle tâğutların kılıcını sallayanlar maymunlaşmak ve domuzlaşmak zorunda
kalacaklardır.
61. “Size
geldiklerinde "İnandık" derler, oysa yanınıza inkârcı olarak girmiş
ve yine inkârcı olarak çıkmışlardır. Gizlemekte olduklarını Allah daha iyi
bilir.”
Münâfıklık yapan yahudiler size, sizin yanınıza geldikleri
zaman biz de inandık derler. Halbuki onlar îman etmemişlerdir. Yanınıza kâfir
olarak girmişler, kâfir olarak da çıkmışlardır. Senden dinledikleri vahiy
onların kulaklarına gitmemiştir. Uyarılar onlara bir fayda vermemiştir. Evet
size geldiklerinde biz de sizin inandığınıza inanıyoruz diyorlar. Ben de
Müslümanım. Bak benim kızım üniversitenin dini musiki bölümünde okuyor. Ben de
cami derneğinde üyeyim. Benim evde de dini kitaplar var. Pekiyi, anladık,
anladık da senin dininin sahibi olan Allah senin hayatının kaçta kaçına
karışıyor? Rabbimiz buyuruyor ki bu sözleriyle onlar çıktıkları küfürlerine
tekrar dönüyorlar. Onların gizleyip durduklarını Allah çok iyi biliyor.
62,63. “Olardan
çoğunun günaha, haksızlığa ve haram yemeye koşuştuklarını görürsün. Yaptıkları
ne kötüdür! Rabbe kul olanlar ve bilginlerin onlara günah söz söylemeyi ve
haram yemeyi yasak etmeleri gerekmez miydi? Yapmakta oldukları ne kötüdür!”
Onlardan pek çoğunu görürsün ki yaptıkları işler günah
ve düşmanlıkta koşturmaktır. İşleri günaha ve saldırganlığa sây etmektir. Bir
bakın çevrenize, bir çokları günah için, düşmanlık için, haram yemek için
koşturup duruyorlar. Haram yemek ne demektir? Allah’ın haram dediklerini, yemeyin
dediklerini yemek, Allah’ın yemeyin dediği ortamlarda bulunmak. Eğer yeme
modelini Allah belirlememişse, Allah’tan başkalarının yeme modelleriyle yemek
de haramdır. Meselâ bir fahişenin gönlünü hoş etmek için yemek haramdır. Acaba
toplum böyle belirledi diye yemek helâl mi? Günlük şu kadar kalori, bu kadar karbonhidrat,
şu kadar protein almak zorundasın dedikleri gibi mi yiyeceğiz?
Pekiyi günaha koşturmayı, udvana,
düşmanlığa sây etmeyi nasıl anlayacağız? Yâni bizzat günahların peşine düşmek,
günah işlemek anlamına olduğu gibi, bir de günahlara aldırışsız bir hayat programının
peşine düşmek anlamına da gelecektir. Günahlardan habersiz bir hayat yaşamak.
Mayın tarlasında geziyormuş gibi bir hassasiyetten uzak günahların üstüne
üstüne gitmek. Yahudilerin ve yahu-dileşmiş insanların bu yaptıkları ne kadar
kötüdür?
Şimdi bu adamlar, bu din bilmez, bu
kitaptan habersizce günahlardan, haramlardan habersiz bir hayat yaşayan bu
yığınları onların Ruhbanları, Hahamları, din bilenleri bu işten engellemeli değiller
miydi? Onları uyarıp günahlardan alıkoymalı değiller miydi? Toplumun âlimleri
onları kendilerine ve Rablerine karşı yabancılaşmaktan korumalı değiller
miydi? Onların sözlerini günahtan, yiyip içmelerini haramdan koruyacak bir
tebliğin, bir çabanın içine girmeli değiller miydi? Din bilenler, Rabbani
davrananlar, ilim ehli olanlar, hocalar, hacılar, tefsirciler, fıkıhçılar,
imamlar, vaizler, müftüler, camiye gidenler, namaz kılanlar, kaset dinleyenler
Allah için bir gayrete gelip onları uyarsalardı ya. Hiç olmazsa kendilerinden
bir alt konumda olanları bu işten engelleselerdi ya. Evet bakın bu anlamda
herkes sorumludur. Herkes kendisinden bir üst kademedeki gibi olmaya gayret
ederken, kendisinden bir kademe aşağıdakileri de en az kendisi seviyesine
getirmek için bir çabanın içinde olmak zorundadır.
Evet, onlar toplumlarının çözülüşlerine
engel olmalı değiller miydi, diyor Rabbimiz. Elbette önderler, örnekler, din
bilenler bozul-maya başladılar mı onları örnek alan toplumları da onları takip
ederler. Onlar düzgünse toplum da düzgündür, onlar bozulmuşsa toplum da
bozulmuştur. Rasulullah Efendimiz toplumun bozukluğunu ve düzgünlüğünü iki
zümreye bağımlı kılar: Ümera ve ulemâ. Keşke onlar görevlerini ihmal etmemiş
olsalardı. Ama çevrelerinde günah işleyen yığınlarla insanların çözülüşlerini
gördükleri halde onları uyarmayanlar ne kötü yapıyorlardı.
Rasulullah Efendimizin biz başka hadislerinin beyanıyla bu ehl-i kitap
âlimleri önceleri çarşı pazar dolaşırlar ve gördükleri insanları uyarırlarmış.
Senin alışveriş anlayışın bozuk, senin kızının kıyafeti bozuk, senin oğlunun
namaza bakışı bozuk, sen israf peşindesin, sen dükkana nikâhlanmışsın, sen
dünyayı kıble edinmişsin, sen paranın kölesi olmuşsun, sen karını niye sokağa
salıyorsun? Yapmayın, etmeyin ey insanlar, yanlış içindesiniz, bu din sizin de
dininiz, bu kitap sizin de kitabınız diye onları uyarırlardı. Ama dönüşlerinde
aynı günahı işlemeye devam eden insanlara ses çıkarmaz oldular. Onlarla ilişkilerini
kesmez oldular. Onlara karşı ciddi bir tavır almayıp onlarla kol kola bir
hayatı yaşamaya başladılar da Allah onların kalplerini günahkârların
kalplerine benzetiverdi. Artık onlar da günahlardan ve günahkârlardan rahatsız
olmaz hale geliverdiler diyor, Rasulullah Efendimiz. Rabbim bu hale düşmekten
bizi korusun, inşallah.
64. “Yahudiler,
“Allah'ın eli sıkıdır” dediler; dediklerinden ötürü elleri bağlansın, lânet
olsun. Hayır, O'nun iki eli de açıktır, nasıl dilerse sarf eder. Andolsun ki, sana
Rabbinden indirilen sözler onların çoğunun azgınlığını ve inkârını
artıracaktır. Onların arasına kıyamete kadar sürecek düşmanlık ve kin saldık.
Savaş ateşini ne zaman körükleseler Allah onu söndürür. Yeryüzünde
bozgunculuğa koşarlar. Allah bozguncuları sevmez.”
Sapmış, sapıtmış, vahiyle ilgisi kesilmiş, vahyi unutmuş
ve bunun tabii neticesi olarak kendilerini tanrılaştırmış olan yahudiler dediler
ki Allah’ın eli kapalı, Allah’ın eli sıkı, Allah çok cimridir. Allah çok
sıkılaştı, çok cimrileşti de bizden rahmetini esirgeyiverdi dediler. Bize
rahmet etmez oluverdi dediler. Tabii burada kast ettikleri bize ekmek, su
vermez oldu demek değildir. Vahyi onlardan aldı, peygamberliği, risâleti
onlardan aldı ya, liderliği onlardan aldı ya işte buna bozuluyorlar. Veya
hainliklerinden dolayı, Allah’a verdikleri sözlerine ihanetlerinden dolayı
Rabbimiz onların başlarına sıkıntılar, belâlar gönderince Allah’ı cimrilikle itham
etmeye başladılar.
Veya burada Allah’ı cimrilikle,
sıkılıkla itham eden bu hainler bu sözlerini Müslümanlardan ötürü
söylüyorlardı. Sizin Rabbiniz çok cimridir, eğer öyle olmasaydı sizler şu anda
böylesine fakirlik ve yoksulluk içinde olmazdınız. Allah’ın eli sıkı ki siz
kullarına ikramda bulunmuyor. Medine’de Allah ve Resûlü egemenliğinde müstakil
bir hayat yaşamaya başlamış Medineli Müslümanların fakr u zaruret içinde
olduklarını gören yahudiler böyle diyorlardı. Müslümanların ilk dönem
fakirliklerini bahane ederek Allah’a karşı böyle bir saldırıda, böyle bir
iftirada bulunuyorlardı. Üstün olmakla, nîmetler içinde yüzmekle haklılığı
karıştırıp materyalistçe bir anlayışı savunmaya başladılar. Zengin olanlar,
varlıklı olanlar üstündür, haklıdır, hak yoldadır, fakir olanlar ise bâtıl
yoldadır dediler. Hakla, haklılıkla gücü özdeşleştiren bir mantığı savundular.
Eğer inandığınız, kulluk ettiğiniz, bizi kendisine çağırdığınız Allah gerçekten
sizi beğenmiş olsaydı, sizi haklı görmüş olsaydı, sizden ve yolunuzdan razı
olmuş olsaydı elbette sizi destekler, size yardım ederdi, sizi zengin kılardı
diyerek materyalistçe bir anlayışı savunu-yorlar. Pekiyi Firavun karşısında
Mûsâ (a.s) nın durumu neydi? Nem-rut karşısında İbrahim (a.s) öyle miydi? Yâni
güçlü kimse haklı odur demekle sahiplendiğiniz o peygamberleri reddetmiş
olmuyor musu-nuz?
Hayır hayır, Allah cimrileşmedi,
Allah’ın eli her zaman açıktır, asıl onların eli cimrileşti, asıl onlar işi
bozdular. Onlar Allah’la, vahiyle, peygamberle ilgiyi kestiler, Allah’ın
diniyle ilgi kurmaktan el çektiler. Ve bu sözleri de onların lânetlenmelerine,
Allah’ın lânetine maruz kalmalarına sebep oldu. Allah çok cömerttir. Allah
neler neler vermedi ki onlara? Çekemedikleri, kıskançlıklarından kudurdukları
İsmail oğullarına bir tek Muhammed (a.s)’ı vermişse İsrâil oğullarına, kendilerine
nice peygamberler göndermiştir Allah.
Yakub’u verdi, Yusuf’u verdi, Mûsâ’yı, Harun’u, Zekeriya’yı, Yahya’yı,
Dâvûd’u, Süleyman’ı, Mûsâ’yı, Îsâ’yı verdi Rabbimiz onlara. Ne yapıyor bu
adamlar? Ne demeye çalışıyorlar? Ne vermedi Allah onlara? Göz mü vermedi? Kulak
mı vermedi? Hava, su mu vermedi? Akıl, fikir mi vermedi? Arz-ı Mev’ûd’u mu
vermedi bu hainlere? Hayır hayır Allah dilediğine dilediğini lütfeder. Kime
neyi vereceğini kimseye sormaz O. Kimse O’na yol gösteremez, kimse O’na akıl
veremez, kimse şartlandıramaz O’nu.
Andolsun ki peygamberim, sana
verdiklerimiz, Rabbinden sana indirilenler onların tuğyanlarını, azgınlıklarını
daha da artıracaktır. Sana verilen nîmetler onların küstahlıklarını artırdıkça
artıracaktır. Sana az verirken Allah’ı cimrilikle suçlayan bu insanlar, çok
verirken de küstahlaşacaklar. Yâni sana az verilirken Allah’ı cimrilikle
suçlayan bu insanlar seni düşündüklerinden değildir. Çünkü eğer öyle olsaydı
sana çok verilince buna sevinmeleri gerekecekti. Yâni zayıflık döneminde sana
inanmayan bu insanlar güçlülük döneminde de inanmayacaklardır. Zayıflık
döneminde zayıflığından dolayı senin haksızlığına hükmeden bu adamlar güçlülük
döneminde haklı kabul etmeyecekler.
Öyleyse mesele hakkın, haklılığın güçlülük ya da zayıflıkla ilgisi yoktur.
Mesele insanların bakışının bozukluğundadır diyor Rab-bimiz. Bunlar başka değil
Allah’ın lânetine uğramış kimselerdir. Al-lah’ın lâneti bir kulun Allah’a karşı
istenmeyen bir konumda olmasıdır. Bir kişi Allah’ın lânetine maruz kaldı mı o
istenmeyen bir konumdadır. Allah’ın istemediği bir konumda olan kişi de sıfırı
değil kendisini bile bitirmiştir, tüketmiştir.
Öyleyse ey peygamberim, sen bırak bu
sıfırı tüketmişleri, sen boş ver onların bu bozuk düzen tavırlarını da Rabbine
teslim ol. Sen takma onları kafana da Allah’ın istediği gibi yoluna devam et.
Biz onların arasına kıyamete kadar sürecek bir kin, bir nefret, bir düşmanlık
koymuşuzdur. Onlar bu halleriyle hep hakikate kin duyacaklar, hakka düşmanlık
duyacaklardır. Kinlerini din edinmiştir o hainler. Allah da onların bu
tercihlerini onaylayıvermiştir.
65. “Şâyet kitap
ehli inanıp karşı gelmekten sakınsalardı, kötülüklerini örterdik ve onları
nîmet cennetlerine koyardık.”
Evet Rabbimiz kitap ehlinin yanlışlarını
anlatıyor, sapaklarını ortaya koyuyor, arkasından da rahmeti ve merhameti
gereği onları tekrar tekrar uyarıyor. Ne olurdu şu ehl-i kitap îman ediverselerdi.
Ne olurdu bu adamlar Allah’a Allah’ın istediği gibi îman ediverseler ve de
muttaki davranıverselerdi. Allah’ın koruması altına girip hayatlarını Onun için
yaşayıverselerdi. Keşke yollarını Allah’la buluverselerdi. Sadece inandım
demekle işi bitirmeyip, inanmakla beraber inandıkları Allah’ın istediği bir
hayata yöneliverselerdi. Keşke onlar kendi kitaplarına Allah’ın istediği gibi
îman etmiş olsalardı. Keşke kendi kitaplarına îman iddialarında samimi
olsalardı elbette bu îman onları aynı kaynaktan gelen şu kitaba da îmana
götürecekti. Çünkü işte kendi kitaplarına samimiyetle inananlar bu son kitaba
da îman ettiler.Eğer böyle yapsalardı Biz kesinlikle onların seyyiatlerini
örtüverir, kusurlarını siliverir, geçmişte işledikleri günahlarını
sıfırlayıverirdik. Sonra da onları naîm cennetlerine, nîmet cennetlerine katıverirdik.
Görüyor musunuz? Geçmişte ne yaparlarsa
yapsınlar, nasıl bir hayat yaşamış olurlarsa olsunlar îman edip Allah için bir
hayat yaşamaya yöneldikleri andan itibaren insanlar için tevbe kapılarının
açık olduğunu beyan ediyor, genel bir af ilân ediyor Rabbimiz. Bu bizim için de
geçerlidir tabii. Farz edin ki bugüne kadar Allah’tan, kitabından, vahyinden,
elçisinden habersiz bir hayat yaşadık. Tevbe edip, böyle vahiysiz bir hayattan
vazgeçip Rabbimize kulluğa dönüverdiğimiz andan itibaren kesinlikle bilelim ki
bu bizim suçlu kabul edilmemiz değil ödüllendirilmemize vesile olacaktır. Yâni
niye bir vakitler şöyle şöyle yaptınız diye cezalandırmak yerine
mükafatlandırıyor Rabbimiz. Ne kadar merhametlidir Rabbimiz değil mi?
66. “Eğer onlar
Tevrat'ı, İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirilen Kur’an'ı gereğince
uygulasalardı, her yönden nîmete ermiş olurlardı. İçlerinde orta yolu tutan bir
zümre vardır, çoğunun işledikleri ise kötü idi.”
Eğer bu adamlar Tevrat’ı ve İncil’i ve Rablerinden
kendilerine indirilen bu son kitabı, Kur’an’ı ayağa kaldırsalardı, uygulamış
olsalardı, Allah’ın hayatlarını düzenlemek üzere indirdiği kitaplarını yerlerde
sürünmekten kurtarmış olsalardı. Bir ara bir yerde bir yazı okumuştum
Türkiye’de saygınlıkla alâkalı. En saygısız muamele gören şeyin kitap olduğunu
yazıyordu adamın birisi. Yâni yere seriliyordu kitap. Halbuki yerleri süpüren
süpürge bile süpürdükten sonra, kullanıldıktan sonra şöyle kaldırılıp dik bir
vaziyette bir kenara konuyor diyordu.
Arkadaşlar, kitabın ayağa kaldırılması
göz önünde tutulması, el altında, el üstünde tutulması, ele alınması, ilgilenilmesi,
dikkatle ihtimam gösterilmesi demektir. Kitabın ayağa kaldırılması onun fonksiyonunun
icra edilmesi, geliş gâyesine uygun bir şekilde onunla diyalog kurulması demektir.
Kitap insanların hayatında ne için var idiyse onun oraya konulması demektir.
Yaşanmayan, uygulanmayan, hayatta geçerliliği olmayan bir kitabın
muhafazasının da mümkün olmadığını önceki âyetlerde demeye çalışmıştım. Evet
keşke onlar kitaplarını uygulayarak ayağa kaldırmış olsalardı diyor, Rabbimiz.
Peki hani hangi İncil ve Tevrat var ki ellerinde bu adamlar onu uygulayacaklar?
Arkadaşlar bu ifade öncekilere ait bir ifadedir. Yâni keşke daha önceleri bu
kitapları uygulamış olsalardı böyle olmazlardı. Öyle bir gün geldi ki bozdular
o kitapları ve onlarla hükmetmez oldular.
Keşke onlar Tevrat ve İncil’le amel
etmiş olsalardı, bir de Rab-lerinden kendilerine indirilmiş olanlarla amel
etmiş olsalardı. Az evvel bununla bu son kitabı anladığımı söylemiştim. Şimdi
bir başka manaya da gelebileceğini, bir başka şekilde de anlaşılabileceğini
söyleyeyim. Bu ifade bir de Tevrat’tan ve İncil’den işlerine gelmediği için çıkarıp
attıkları Allah’ın indirdiği bölümler, âyetler, hükümler anlamına gelebilecektir.
Eğer onlarla birlikte, kitaplarının tüm hükümlerini uygulamış olsalardı, o
hükümlere sarılmış olsalardı elbette kitapları tahriften, unutulup gitmekten
korunmuş olacaktı.
Çünkü uygulanmayan bir kitap,
hayatın içinde yaşar olmayan, bilinmeyen hükümler kaybolup gidecek,
tahriften kurtulamayacaktır. Bir kitabı, bir hükmü, bir yasayı tahriften,
unutulmaktan korumanın yolu onu uygulayarak hayatta canlı tutmaktan geçer.
Unutmayın ki ey Müslümanlar sizler kitabınızın bir tek âyetini, bir tek hükmünü
bile uygulamadan kaldırırsanız kesinlikle bilesiniz ki o unutulmaya, tahrif olmaya,
çürüyüp gitmeye, kaybolup gitmeye, demode olup gitmeye mahkum olacaktır.
İşte bakın bu yahudiler, bu hıristiyanlar eğer kitaplarını uygu-lasalardı,
hayatlarını kitap kaynaklı düzenleme çabası içine girmiş olsalardı o zaman
elbette atalarının bozdukları bölümlerde zorlanacaklar ve çareler arayacaklardı,
araştırıp soruşturacaklardı. Ve bu sa-mimi arayış onları Allah’ın son kitabı
Kur’an’a götürecekti. Yâni şu anda bile gerçekten böyle bir yola girseler aynı
şey gerçekleşecektir. Eğer böyle yapmış olsalardı üstlerinden, altlarından,
yanlarından, önlerinden her yandan nîmetlere boğacaktık onları, buyuruyor
Rabbimiz.
Ama Rabbimiz buyuruyor ki onlardan
muktesit bir grup vardır. Yâni bu horlanmalarına, bu lânetlenmelerine rağmen
yine de onların içinde orta halli bir ümmet, bir grup vardır buyuruyor Rabbimiz.
Dengeyi kuran, dengeli düşünen inananlar vardır. Bunlar bir vakitler Tevrat’a
inanmışlar, İncil’e inanmışlar, samimiyetle kitaplarına bağlanmışlar, bu
kitaplarının delâletiyle yeni bir kitap bekleyişi içine girmişler, yeni bir
dini gözlemişler, o dinle, o kitap ve peygamberle karşı karşıya gelince de
hemen îman etmişler ona. Ama bu azınlık grubun yanında pek çoğu da kitaba
inandık dedikleri halde onun içindekilerden habersiz yaşamışlar, kötü şeyler
yapmışlar. Çoğunluğun bu anlayışı topluma yansırken azınlığın anlayışı hep
cılız kalmış, etkisini göstereme-miştir.
67. “Ey Peygamber!
Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O'nun elçiliğini
yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kâfirlere yol
göstermez.”
Şimdi de söz peygamber efendimize döndürülerek şereflendirilmek
isteniyor. Rabbimiz peygamberine şereflerin en yücesi olan Resullük ifadesiyle
hitap buyuruyor. Ey peygamberim, sen onlar inanıyorlar diye değil, onlar kabul
edecekler, kabule hazırlar diye değil, onlar muktesit bir ümmet olsunlar diye
değil, senin görevin bu olduğu için vahyi onlara ulaştır. Rabbinden sana
indirilenleri eksiksiz bir şekilde onlara ulaştır. Eğer eksiksiz yapmazsan
bilesin ki hiç yapmamış, hiç tebliğ etmemiş olursun. Kesinlikle bilesin ki ey
peygamberim, Allah seni insanlardan koruyacaktır. Sen hiç kimseden çekinmeden
görevini yerine getir. Şunu da iyi bilesin ki Allah nîmetlerini inkâr edenleri
asla hidâyet edip doğru yola ulaştırmaz. Garip bir ifade değil mi? Rabbimiz
elçisini insanlardan koruyacağını söyledi, sonra da Allah asla kâfirlere yol göstermez
buyurdu.
Arkadaşlar, burada şöyle bir soru akla
geliyor: Acaba Allah’ın Resûlünün böyle bir derdi mi vardı ki Rabbimiz onu
uyardı? Yâni acaba Rasulullah Efendimiz Rabbimizin kendisine gönderdiği bu
âyetlerden bir kısmını gizlemek, bir kısmını insanlara duyurmamak niyetinde
miydi ki bu uyarı geliyordu? Böyle bir şeyi düşünemeyiz. Zaten Rab-bimiz
önceki âyetlerinde uyardı onu ve Müslümanları. Kitabın âyetlerinden, hükümlerinden
bir tanesinin bile uygulanmaması, yürürlükten kaldırılması sonucunda kitabın
tamamının kaybedildiğini anlattı. Öncekilerin hayatından kesitler sundu.
Peygamber Efendimize ve onun şahsında bizlere kitabın hiçbir âyetinin, hiçbir
hükmünün gizlenme-mesi, uygulanmadan kaldırılmaması gerektiğini anlattı. Sonra
da buyurdu ki ey peygamberim sen sana indirdiklerimizi tümüyle insanlara
duyur, eğer tam yapmamışsan hiç yapmamış olursun buyurdu. Sonra da buyurdu ki Allah
küfredenlere doğru yolu göstermez.
Anlıyoruz ki peygamberin fonksiyonunu
belirleyen Allah’tır. Yeryüzünde onu dinleyen olsa da olmasa da, kabullenen
olsa da olmasa da o yine kendisine gönderileni insanlara ulaştırmak
zorundadır. Hareketlerini insanlara göre ayarlamamalıdır peygamber. Sanki şöyle
anlıyoruz: Eğer küfredersen sözü, eğer örtersen bunu, gündeme getirmezsen
Allah vahyini ifadesi peygambere ait değildir. Çünkü o görevini tam yapacaktı.
Öyleyse anlıyoruz ki bu söz bizedir. Eğer şu anda bizler bu görevi yerine
getirmezsek, küfredersek, nankörlük edersek, örter, örtbas edersek, Allah’ın gönderdiği
âyetlerini içimize gömersek, kafamızda saklarsak kesinlikle yol bulamayacağız,
Allah bize yol göstermeyecek, doğruya iletmeyecek, başarıya ulaştırmayacaktır.
68. “Ey Kitap ehli!
"Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni gereğince uygulamadıkça
bir temeliniz olmaz" de. Andolsun ki Rabbinden sana indirilen, Kur’an
onlardan çoğunun azgınlık ve küfrünü artırır. Öyleyse kâfirler için
tasalanma.”
Ey ehl-i kitap diyerek bakın Rabbimiz sözü yine
onlara çevirdi. Demek ki anlıyoruz ki onların durumları, tavırları anlatılarak
peygambere ve onun yolunun yolcusu olan bizlere ders veriliyor. Ey peygamberim
ve ey Müslümanlar, onlara bakın da ibret alın. Onlara bakın da sizler de
onların düştükleri yanlışlara düşmeyin deniliyor. Tevrat’ı uygulamayanların,
İncil’i yürürlükten kaldırıp onunla ilişkilerini kesenlerin nasıl ki iraptan
mahalleri yoksa, nasıl ki bu halleriyle onlar boş ise, hiçbir değer ifade
etmiyorlarsa, eğer sizler de elinizdeki kitabınızı uygulamaktan vazgeçer, kitapsız
bir hayattan yana olursanız kesinlikle bilesiniz ki sizler de hiçbir şey
değilsiniz. Yâni uygulamadığınız, hayatınızı onunla düzenlemediğiniz, amel
etmediğiniz sürece elinizde okuduğunuz, sarıldığınız bir kitabınızın olması
hiçbir mânâ ifade etmeyecektir. Kitaplarından habersiz bir hayat yaşayanların
bizim de bir kitabımız var diye övünüp sevinmelerinin hiçbir değeri yoktur.
69. “Doğrusu
inananlar, yahudiler, sabiîler ve hıristiyan-lardan Allah'a ve âhiret gününe
inanan, yararlı iş yapan kimselere korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.”
İnananlar, bu kitaba inandıklarını iddia edenler,
amenu yapan-lar, inancını beyan edenler, bu kitabın, Kur’an’ın mü’mini
olduklarını savunanlar, yâni Müslümanlık iddiasında bulunanlar, sonra Hâdû yapanlar,
yahudilik iddiasında bulunanlar, bizler yahudi’yiz diyenler, sonra sabiler,
yâni ben Allah’ın diniyle ilgisizim diyenler, Allah dinini reddedip
kendilerini, ya da kendilerinden başkalarını putlaştırıp onlara tapınanlar,
sonra biz hıristiyanız diyenler var ya işte bunlardan ancak Allah’a ve âhirete
îman edenler ve bu îmanlarının gereği olan salih ameller işleyenler, îman
kaynaklı bir hayattan yana olanlar kurtulacaklardır. Ben bu konuyu Bakara
sûresinin 62. âyetinde etraflıca anlattım.
Ancak şu kadarını söyleyip geçiyorum: Öyleyse ister Müslü-manım diyenler,
ister ötekiler kim olursa olsun insanların kendi iddialarıyla kurtulmaları
mümkün olmayacaktır. İşte bu âyetinde Rabbi-mizin özelliklerini saydığı ve
onlar kurtuldu dedikleri ancak kurtuluşa ereceklerdir. Kurtuluş yolunu Allah
belirlemektedir. Birileri inancını iddia edebilir. Birileri kurtulduklarını
savunabilir. Bunun hiçbir önemi yoktur.
Öyleyse kurtulanlar ne Müslümanım diyenler, ne yahudi’yim diyenler, ne
hıristiyanlık iddiasında bulunanlar, ne şunlar ne bunlardır. Allah’a Allah’ın
istediği gibi îman edenler, Allah’tan gelenlere Allah’ın istediği gibi
inananlar ve Allah’ın istediği salih amelleri işleyenlerdir. Allah’ın istediği
gibi inanıp O’nun istediği gibi bir hayat yaşayanlardır. İşte cennete gidecek
olanlar bunlardır.
70. “Andolsun ki
İsrâil oğullarından söz aldık ve onlara peygamber gönderdik. Nefislerinin
hoşlanmadığı bir şeyle onlara her peygamber gelişte, bir kısmını yalanlarlar ve
bir kısmını da öldürürlerdi.”
Doğrusu biz yahudilerden Allah’a
ve elçisine îman edeceklerine dair söz almıştık, mîsak almıştık. Sonra da peş
peşe onlara elçilerimizi göndermiştik. Onlara her ne zaman nefislerinin hoşuna
gitmeyen bir emirle, bir yasayla peygamber gelmişse onlardan bir kısmını
yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler.
Her ne zaman ki Allah’tan bir
elçi sizin hoşlanmadığınız emirlerle, alışık olduğunuz hayatın aksine, kurumlaştırdığınız,
yasallaştırdığınız günahlarınızın zıddına bir emirle, bir yasakla gelmişse,
sizi vahyi bırakıp ta içine düştüğünüz bozuk düzen hayattan kurtarıp, geleneklere
kulluk etmekten vazgeçirip yeniden Allah’a kulluğa, yeniden vahiy istikâmetinde
yaşamaya çağırınca, yalanladınız, dinlemediniz, öldürdünüz onları. Gerçekten
de peygamberlerden yüzlercesini yalanlarken, yüzlercesini de öldürdüler. Yahya
(a.s), Zekeriya (a.s) bunlardandır.
Düşünüyorum
da acaba şimdi bizim şu topluma peygamber gelse bu insanlar ne yaparlar?
Kimileri hiç ilgilenmeyeceklerdir değil mi? Programları olanlar, yollarını belirlemiş
olanlar aynen kendi programlarına devam ederler. Peygamber mi gelmiş? Haber mi
getirmiş? Vahiyle mi gelmiş? Yeni bir hayat programı mı getirmiş? Hiç tınmayacaklardır
adamlar. Zira ihtiyaçları yoktur peygambere. Yollarının, programlarının kesin
doğruluğuna inanan ve peygamberle bunun sağlamasına bile gerek duymayan ve kendilerini
kesin cennetlik gören, mutmain bir hayat yaşayan bu insanların ne ihtiyaçları
olacak da peygambere? Hiç tınmayacaklar ve aynen yollarına devam edeceklerdir
bunlar. Kimileri de gelecekler peygamberin yanına ve ona akıl vermeye kalkışacaklardır.
Ya Rasulallah, bak bu bizim
cemaat cemaatların en iyisidir, bizim hizip en haklı hiziptir, gel sen de bize
katıl, bu devirde bunun dışında bir çalışma kesinlikle mümkün değildir. Bu
programın dışında kesinlikle hiçbir program bizi sonuca götürmeyecektir diyerek
onu kendi gruplarına çağıranlar olacaktır. Kimileri de, neye geldin ya Ra-sulallah?
Huzurumuzu kaçırdın, şöyle keyfimize göre ne güzel yaşa-yıp gidiyorduk. Sen
geldin, şimdi bizler seni mi dinleyeceğiz? Yoksa efendilerimizi mi? İşleri
birbirine karıştırıp, huzurumuzu kaçırmaya mı geldin? diyenler de çıkabilecektir
değil mi?
Hz. Îsâ (a.s) karşısında
diğer peygamberler karşısında böyle davranan bu insanlara şimdi de Hz. Muhammed
(a.s) geliyordu. Şimdi de Resul-i Ekrem karşısındaydı bu Allah’ın lânetine
uğramış toplum, İsrâil oğulları. Ve işte Rabbimiz son elçisini bu âyetleriyle
teselli ediyordu. Ey peygamberim, bu adamların yaptıklarına sakın üzülme.
Çünkü bunlar bu davranışlarını ilk defa senin karşında sergilemiyorlar. Bunlar
önceki elçilerimize de aynı tavrı takınmışlardı. Ve bu adamlar Bizim
elçilerimiz karşısında bu tavrı takınırlarken de:
71. “Bir fitne
kopmayacağını sandılar, körleştiler, sağırlaştılar; sonra Allah tevbelerini
kabul etti, yine de çoğu körleştiler ve sağırlaştılar. Allah, işlediklerini görür.”
Bu adamlar Allah’ın kendilerine böyle mühlet tanımasına
aldanarak kendilerine hiçbir belâ gelmeyeceğini zannettiler. Allah’ın kendilerini
bu yaptıklarından ötürü cezalandırmayacağı zannına kapılarak Allah’tan gelen
elçilere ve onların getirdikleri mesajlara, uyarılara böyle kör ve sağır
davrandılar. Allah bize hiçbir şey yapmaz, biz O’nun sevgili kullarıyız
dediler. Bu mutmain halleri vahye karşı kör ve sağır kalmaya itti onları.
Kitaplarına karşı kör ve sağır kesildiler. Kitaplarına karşı ilgisiz
davrandılar. Ortada kitap varken onunla hiç ilgilenmeden, ona sormadan, ondan
izin almadan bir hayat yaşadılar.
Şimdi ey peygamberim, kendi kitaplarına karşı bile böyle kör ve sağır
kesilen adamların sana ve getirdiğin mesaja karşı başka nasıl davranmalarını
bekliyorsun? Kendilerini mutlak doğru gören, kendilerinin dışında doğrunun olabileceğine
asla ihtimal vermeyen, bunun için de hakikate inat kibriyle gözlerini kapamış
bu adamlardan bir şey beklemene gerek yoktur.
72. “Andolsun ki,
“Allah ancak Meryem oğlu Mesih'tir.” diyenler kâfir oldular. Oysa Mesih, “Ey
İsrâil oğulları! Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin; kim Allah'a ortak
koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder, varacağı yer ateştir,
zulmedenlerin yardımcıları yoktur" dedi.”
Muhakkak ki Allah Meryem oğlu Mesih’tir diyenler
kâfir olmuş-tur. Bundan önceki âyetlerinde yahudilerin durumlarını anlatan
Rabbi-miz şimdi de sözü hıristiyanlara çevirdi. Evet böyle diyenler, Meryem
oğlu Îsâ’yı tanrılaştıranlar kâfir olmuştur. Halbuki O Mesih onlara şöyle
demişti: Ey İsrâil oğulları, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kul olun. Sadece
sizin de benim de Rabbimiz olan Allah’a kulluk edin. Kim O Allah’a ortak
koşarsa, sadece Allah’a yapılması gereken kulluğa O’n-dan başkalarını da ortak
ederse, O’na yetki sınırlaması getirerek O’na ait olan sıfatları O’ndan
başkalarına yüklerse muhakkak bilesiniz ki Allah ona cenneti haram eder. Onun
varacağı yer ateştir. Allah’a karşı böyle zâlimce tavır takınanların, Allah’ın
haklarını gasp edenlerin yardımcıları da yoktur dedi. Müşriklere cennet haramdır.
Evet Meryem oğlu Îsâ gerçek Allah’tır
diyenler, Meryem oğlu Îsâ’ya uluhiyet izafesinde bulunanlar kâfir olmuşlardır.
Halbuki Îsâ (a.s) hayattayken onlara şöyle demişti:
“Ben
şüphesiz Allah'ın kuluyum.
(Meryem 30)
İşte böyle demişti Îsâ (a.s) onlara.
Ben Allah’ın kuluyum. İnnî Abdullah. İşte bu Hz. Îsâ’nın insanlara söylediği
ilk sözüydü. Ben Allah’ın kuluyum. Ben Rab değilim, ben İlâh değilim, ben
Rabbin oğlu değilim, ben Rabbin yetkilerine sahip birisi değilim. Ben başka
değil, sadece Allah’ın kuluyum. Îsâ (a.s) ilk sözünde yüce Rabbini evlât edinmekten
tenzih ederek kendisinin O’nun bir kulu olduğunu ilân ederken sanki daha sonra
biz Îsâ (a.s)’ın yoluna tabiiyiz dedikleri halde, Onu insanlıktan, kulluktan
çıkarıp tanrılık, ya da tanrının evlâtlığı makamına oturtanlar küfre sapmışlardır.
Bakın işte burada da Îsâ (a.s)öyle
diyordu. Allah benim de, sizin de Rabbinizdir. Muhakkak ki kulluk edilmeye
lâyık, kulluk programını bilen, sizden nasıl bir kulluk isteyeceğini bilen ve
size bir hayat programı belirleyen benim de sizin de Rabbiniz Allah’tır. Sizin
için de, benim için de kulluk edilecek, programı uygulanacak O’ndan başka Rab
yoktur. Bu konuda benim sizden bir farkım yoktur. Ben de sizin gibi Allah’ın
bir kuluyum. Benim boynumdaki ipin ucu da Rabbimin elindedir. O ne tarafa
çekerse ben o tarafa gitmek zorundayım. Ben her zaman O’na muhtacım. Beni
yaratan, beni besleyen, beni yaşatan ve bana yol gösteren O’dur.
Ben nasıl O’nu yegâne Rab bilmiş ve irademi O’na teslim et-mişsem gelin siz
de sizin Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin ve O’ndan başkalarını Rab bilmeyin.
Allah yolundan başka yol yoktur. Allah’a kulluk yolundan başka yol yoktur.
Yahudilik, hıristiyanlık, İslâm’ın dışındaki tüm dinler, tüm yollar Allah’ın
razı olmadığı dinler ve yollardır diyerek Îsâ (a.s)aynen kendisinden önceki
peygamberlerin dâvetini tekrar ediyordu. Ve artık bu konuda zerre kadar bir
şüpheye mahal bırakmıyordu. O böyle diyordu ama O’nun yolunda olduklarını
iddia edenler O’na en büyük iftirayı yapıyorlardı dünküler olarak ve şu andakiler
olarak. Ve işte Rabbimiz çok açık ve net bir şekilde böyle kendisine şirk
koşanların, iftira edenleri kesin kâfir olduklarını beyan buyuruyor.
73. “Andolsun ki,
“Allah üçten biridir.” diyenler kâfir olmuştur; oysa İlâh ancak bir tek
İlâhdır. Dediklerinden vazgeçmezlerse, andolsun onlardan inkâr edenler elem verici
bir azaba uğrayacaktır.”
Andolsun ki Allah üçten biridir, üçün üçüncüsüdür.
Allah üç ilâhın üçüncüsüdür diyenler kâfir olmuştur. Teslis akidesine
inananlar, bunu savunanlar da kâfir olmuşlardır. İlâhlığı Allah, Îsâ ve Meryem
arasında ortaklığa indirgeyenler, bunların müşterek ilâhlıklarını savunanlar
da kâfir olmuşlardır. Çünkü Allah tek İlâhtır. O, ilâhlardan bir ilâh değildir.
Baba, oğul, Ruhu’l Kudüs anlayışı sapıklıktır.
Arkadaşlar, ilk defa “Nasturiye” ve
“Melkaniyye” denilen hıristi-yan grupların ortaya attıkları, sonradan da bir
çok hıristiyan toplumların kabul ettikleri teslis inancı gerçekten
kendilerinin bile içinden çıkamadıkları, izahta güçlük çektikleri,
kendilerinin bile akıl erdiremedikleri bir problemidir hıristiyanlığın. Bunu
kendilerine soranlara şöyle diyorlar: Önce inan sonra anlamaya çalış. Ama
gariptir ki önce inananlar da ikna olabilmiş değillerdir.
Hattâ anlatılır. Papazlar kilisede toplanmış bu konuyu tartışırlarken, üç
müdür? Üçün üçüncüsü müdür? Bir, nasıl üç olur? Tartışırlarken o esnada dönemin
en büyük matematikçisi içeriye girer. Sadra şifa bir cevap alabilecekleri zannıyla
ona yönelip sorarlar: Efendi, Allah için söyle bize; “üç nasıl bir olur? Bir
nasıl üç olur?” Adam der ki; “vallahi ben buraya girerken şapkamı, paltomu nasıl
dışarıda bırakıp girmişsem, aklımı da, matematik bilgimi de onlarla birlikte
dışarıda bırakıp girdim. Buradan çıkarken de onları alıp buradakileri burada
bırakıp çıkacağım. Dışarıdakiler, hayattakiler burada bir şey ifade etme-diği
gibi, buradakiler de dışarıda bir değer ifade etmez” der. Gerçekten çok hoş
söylemiş adam.
Bu teslis
inancını hıristiyanlığa sokan adam Pavlos’tur. Adam kendilerinden önceki
putperestliğe ait bir düşünceyi getirip hıristiyan-lığa sokuvermiş ve işi
içinden çıkılmaz bir hale getirmiştir. Üçlü bir tanrı inancı. Bir ve üç, üç ve
bir, biri üçte birleştirmek, üçü bir anlamak. Garip bir şey. Daha önceki
putperestlikte bu tür anlayışlar vardı. Vücutta vahdet denen, vahdet-i vücut
denen Allah’la insanın birleşimi teorisini daha önce bir kısım kâfir filozoflar
savunuyorlardı. İşte Pav-los’un ve şu anda da hıristiyanların bu iddiaları bu
sapık felsefi akıma dayanmaktadır.
Veya panteizm adı altında daha
önceleri ortaya atılmış sapık bir felsefi akımın etkisi altında kalarak bunları
söylemişlerdir. Panteistler varlıkla Allah’ın aynı olduğunu iddia etmişlerdir.
Tüm varlıkların başlangıçta bir bütün iken sonradan Allah’tan koparak meydana
geldiklerini iddia etmişlerdir. Evet işte böyle daha önceleri Mısır’da, Hindistan’da,
Yunanistan’da, Roma’da Allah bilgisinden uzak birtakım filozofların ortaya
attıkları Taoizm, Budizm, Brahmânizm gibi felsefi dinlerin temelini teşkil eden
sapık düşüncelerinden etkilenerek hıristi-yanlar bu tür sapıklıklara düşmüşlerdir.
Îsâ Allah’tır diyorlar, Allah Îsâ’ya
hulul etmiştir diyorlar, Allah Îsâ’da tecelli etmiştir diyorlar, Allah Îsâ’nın
bedenine girmiştir diyorlar. Peki bu nasıl olur? Îsâ bir kadından doğmamış
mıdır? Yiyip içmemiş midir? Hasta olup ölmemiş midir? gibi sorularla
karşılaştıkları zaman da duruyorlar, sarsılıyorlar ve hiçbir makul cevap
veremiyorlar. Yâni kendileri de ikna olmuş değiller bu konuda.
Tabii bunu bize anlatırken de Rabbimiz bizleri bu konuda uyarıyor. Sakın ey
Müslümanlar sizler onların düştükleri bu yanlışlara düşmeyin. Sakın sizler de
onlar gibi peygamberinizi, azizlerinizi, âlimlerinizi, idarecilerinizi, siyasilerinizi,
velîlerinizi putlaştırıp Allah makamına çıkarmayın. Allah’ın sıfatlarını
Allah’tan başkalarına vermeyin. Onların arzularını, isteklerini, yasalarını,
haram helâl sınırlamalarını Allah’ınki gibi kabul etmeye kalkışmayın.
Yaratılmışları yaratıcıyla denk tutmaya kalkışmayın. Eşyayı, insanları Allah’ın
kitabından, peygamberin sünnetinden bağımsız değerlendirmeye kalkışmayın. Sizden
öncekilerin yaptığı gibi insanları uçurup kaçırmaya, göklere çıkarmaya
kalkışmayın buyuruyor. Ve en sonunda da hıristiyanlara bir uyarısını ulaştırıyor:
Eğer onlar bu yalan yanlış iddialarından, bu bozuk düzen inançlarından, bu
iftiralarından vazgeçmezlerse andolsun ki onlara elem verici bir azap
dokunduracağım buyurarak onları bu sapıklıklarından vazgeçmeye dâvet ediyor.
74. “Allah'a tevbe
etmezler, O'ndan mağfiret dilemezler mi? Oysa Allah Bağışlayandır, merhamet edendir.”
Hâlâ bu adamlar bu sapıklıklarından vazgeçip, Allah’a,
Allah’ın tertemiz dinine, tertemiz kitabına, tertemiz elçisine yönelip Rablerinden
af dilemeyecekler mi? Oysa Allah her zaman bağışlayandır, merhamet edendir.
İnsanlar ne yaparlarsa yapsınlar onlara karşı hep tev-be kapısını açık tutandır
Rabbimiz. Dönüverseler Rablerine, sapıklık-larından vazgeçip istiğfar
ediverseler tüm geçmişlerini örtüverecek, siliverecek Rabbimiz.
75. “Meryem oğlu
Mesih sadece peygamberdir, ondan önce de peygamberler geçmiştir, onun annesi
dosdoğrudur, her ikisi de yemek yerlerdi. Onlara âyetleri nasıl açıkladığımıza
bir bak, sonra da bak ki nasıl yüz çeviriyorlar!”
Halbuki işin hakikati şudur: Onların haksız yere
tanrılaştırdıkları Meryem oğlu Îsâ başka değil sadece bir peygamberdir. Eğer
bu konuda samimiyseniz, gerçekten Pavlos gibi kâfirlerin birtakım ipe sa-pa
gelmez felsefi yorumlarından kafanız karıştı da işin doğrusunu öğrenmek
istiyorsanız bilesiniz ki Îsâ (a.s) tıpkı Allah’ın öteki elçileri gibi bir elçisidir.
Nasıl ki Allah Ondan önceki elçilerine peygamberliklerini ispat için bir kısım
mûcizeler vermişse Ona da birtakım mûcizeler ver-miştir. O da tıpkı diğer
elçilerimiz gibi bir anadan doğmuş, bir beden sahibiydi. Anası da tertemiz bir
beşerdi. Her ikisi de yiyip içen birer insandı. O ne yahudilerin dedikleri gibi
iffetsiz bir kadından doğmuş bir veled-i zina, ne de sizin tanrılaştırdığınız
gibi bir tanrı değildi. Kendisinin bir Allah yasası olarak mûcizevi yaratılışı
sizi yanıltıp Onu Allah yerine koyma yanılgısına götürmesin. Yapmayın, Benim
elçilerimi tanrılaştırıp örneklikten çıkarmayın buyurarak Rabbimiz Hz. Îsâ
(a.s) hak-kında hem yahudi’lerin iftiralarına hem de hıristiyanların yanılgılarına
cevap veriyor.
76. “Size zarar da
fayda da veremeyecek, Allah'tan başka birine mi kulluk ediyorsunuz?” de. Allah
hem işitir, hem bilir.”
Onlara de ki peygamberim, sizler Allah’ı bırakıp
da O’nun berisinde gerek size gerek kendilerine hiçbir fayda sağlama, hiçbir
zararı defetme gücüne sahip olmayan birine mi kulluk ediyorsunuz? Bir beşere
mi kulluk etmeye çalışıyorsunuz? Evet Rabbimiz kutlu bir elçisi için bunu
demişse, Hz. Îsâ (a.s) için bu geçerliyse ötekiler için haydi haydi geçerli
olacaktır. İşte görüyoruz insanlar ölmüşlerden, şeyhlerinden, efendilerinden
fayda ve zarar bekliyorlar. Bu tür sapık inanışlar içinde olanların bu âyetleri
çok iyi anlamaları gerekecektir.
Sözlerinizi,
dualarınızı, çağrılarınızı hakkıyla işiten, icabet eden ve bilen sadece
Allah’tır. Peki ne demektir hakkıyla işitmek? Hak-kıyla işitmek işittiğine
icabet edebilmek demektir. Hakkıyla işitmek işittiğinin derdine derman olabilmek,
onun imdadına yetişmek demektir. Allah işittiklerine icabet etmek üzere
işitir. Çağıranın elinden tutup onun derdine derman olmak üzere işitir. Başka
şeyler de işitir, başka-ları da işitir belki ama hiçbirisi icabet edemezler. Allah’tan
başka hiç kimse İşittiklerinin imdadına yetişemezler. Hani çağırın bakalım imdadınıza
yetişen birilerini bulabilecek misiniz? Ama bu zavallılar Allah’ı bırakıp da
kendilerine asla cevap veremeyecek, dualarına ve çağrılarına ebedîyen icabet
edemeyecek ve üstelik bu zavallıların kendisine yaptıkları kulluktan da,
dualarından da habersiz, yarın bunların tama-mını reddedecek aciz bir varlığa
kulluk yapmaktadırlar.
77. “Ey Kitap ehli!
Haksız olarak dininizde taşkınlık etmeyin. Daha önce sapıtan, çoğunu saptıran
ve doğru yoldan ayrılan bir milletin heveslerine uymayın" de.”
De ki; Ey ehl-i kitap, dininiz konusunda haddi aşmayın. Dininizin
inançları konusunda, akideniz konusunda Allah’ın sınırlarını aşmayın. Din
konusunda aşırılıklara, bidatlere düşmeyin. Dinin sınırlarını zorlamayın.
Kendinizce peygamberlerinize çok yüce makamlar vereceğiz diye, onlara saygı ve
ihtiramlarda bulunacağız diye, peygamberinize, kitabınıza herkesin saygı
duyacağı bir mevki takdir edeceğiz diye aşırılıklara gitmeyin. Îsâ (a.s) nın
tanrılığını iddia etmeyin.
Yâni hakkın ötesine aşmayın. Allah hakkında da, kitaplar hakkında da,
peygamberler hakkında da bidatlere gitmeyin. Peygamberi tanrılaştırmaya
kalkmayın. Azizlerinizi, velîlerinizi peygamberleştirmeyin. Doğru neyse, hak
neyse onu söyleyin. Allah, din, kitap ve peygamberler hakkında doğru sözleri,
hak sözleri ihtiva eden elinizdeki İncil’i bozdunuz, Tevrat’ı tahrif ettiniz.
Bütün bu konularda doğruyu öğrenebilecek kaynaklarınızı kendi ellerinizle kuruttunuz.
Sap gibi ortada kaldınız.
Şimdi Rabbiniz size tek doğru sözü, tek doğru bilgiyi öğrete-cek, sizin
tarih içinde sapıklıklarınızı, sapma noktalarınızı gösterecek son bir kitap
gönderdi. Gelin bu son kitaba karşı da eski davranışlarınızı sergilemeyin.
Gelin bu son hakkınızı da kaybetmeyin. Gelin Rab-binizden gelen bu son kitapla
kendilerinizi bir sorgulayın da daha önce yoldan çıkmış, bir çoğunu yoldan
çıkarmış bir topluluğun hevâ ve heveslerine de tabi olmayın.
Çünkü daha öncekilerden Pavlos gibi sapmış, yanlış yorumlarını dine sokarak
insanlardan pek çoğunu saptırmış zâlimlerin yoluna gitmeyin.
Veya daha önceleri teslis anlayışını yasallaştırmış Yunan putperestlerin
anlayışlarına tabi olmayın. Dininizi putperestlerin felsefelerine bağımlı kılmayın.
78,79. “İsrâil
oğullarından inkâr edenler, Dâvûd'un ve Meryem oğlu Îsâ’nın diliyle
lânetlenmişlerdi. Bu, baş kaldırmaları ve aşırı gitmelerindendi. Birbirlerinin
yaptıkları fenalıklara mâni olmuyorlardı. Yapmakta oldukları ne kötü idi!”
İsrâil oğullarından küfredenler Dâvûd ve Meryem oğlu
Îsâ’nın diliyle lânetlenmişlerdir. Allah onları Zebur ve İncil’de
lânetlemiştir. Yaptıklarından ötürü her dilde, her dönemde Allah’ın lânetine
uğramışlardır bu adamlar. Mûsâ (a.s) döneminde Tevrat’ta, Dâvûd (a.s)
döneminde Zebur’da, Îsâ (a.s) döneminde İncil’de ve en son elçi Mu-hammed (a.s)
döneminde de Kur’an’da lânetlenmişlerdir. Her dönem-de Allah’ın lânetine
uğramaları sebebiyle domuzlaşmış ve maymun-laşmışlardır.
Bunun sebebi de Allah’a, Allah’ın elçilerine, kitaplarına karşı haddi
aşmaları, kendi hevâ ve heveslerini Allah’ın dininin önüne ge-çirmeleridir.
Kendilerini Allah’ın dinine uyduracakları yerde dini kendi-lerine uydurmaları
sebebiyledir. Ve de onlar içlerinde kötülük yapan-lara mâni olmuyorlardı. Emr-i
bil’maruf ve nehy-i anil’münker görevini ihmal ediyorlardı. Ne kötü şey
yapıyorlardı? Peki niye uyarmıyorlarmış birbirlerini? Niye işletmiyorlarmış
kendi aralarında emri bil’maruf ve nehyi anil’münker müessesesini? Bakın bunun
sebebi de şuymuş:
80. “Çoğunun inkâr
edenleri dost edindiklerini görürsün. Nefislerinin önlerine sürdüğü ne kötüdür!
Allah onlara gazap etmiştir, onlar gazapta temellidirler.”
Onlardan birçoğunu kâfirleri dost edinmiş
görürsün. Ey pey-gamberim ve ey Müslümanlar, bu adamlar Allah’a îman
ettiklerini söyledikleri halde size olan gazaplarından, kıskançlıklarından
ötürü kâfirler ve müşriklerle dostluk kurmaya yöneliyorlar. Onların bir çoğunu
kâfirlerle sarmaş dolaş görürüsünüz. Güya Allah’a inandığını, Tevrat’a inandığını,
Mûsâ (a.s)’ın, Îsâ (a.s)’ın yolunda olduğunu iddia eden adamlar kâfirleri
Müslümanlardan hayırlı ve üstün kabul ediyorlar.
İşte bunun için uyarmıyorlar birbirlerini. Kötülere ve kötülüklere karşı
tavır koymuyorlar. Kötülerle iç içe bir hayattan yana tavır alıyorlar.
Kötülerle iyiler yan yana, kol kola yaşıyorlar. İyilerin kötülerden, kötülerin
iyilerden bir farkı yok. İyiler kötülere, kötüler de iyilere alışmış oluyorlar.
Birbirlerini hazmediyorlar. Kalpleri birbirlerine benzeşiyor. Aynı şeyleri seviyorlar,
aynı şeyleri seyrediyorlar, aynı şeyleri kabul edip aynı şeyleri reddediyorlar.
Nefislerinin kendilerine telkin ettiği şeyler ne kötü şeylerdir? Bu hallerinden
ötürü Allah onlara gazap etmiştir ve Allah’ın gazabı hiç eksilmeksizin onların
üzerinde olacaktır. İşte şu anda görüyoruz bizim ehl-i kitaptan pek çokları da
aynı şeyi yapıyorlar. Kâfirlerle, müşriklerle dostluk kurmaya çalışıyorlar.
Kâfirleri, müşrikleri Müslümanlara tercih edip üstün tutuyorlar. Yâni öyle bir
insan tiplemesi çıkıyor ki karşımıza, benim kitabım var diyor, Tevra-t’ım,
İncil’im, Kur’an’ım var diyor, peygamberim var diyor, ama öyle bir düşüncenin
sahibi oluyor, öyle bir hayat yaşıyor ki yaşadığı hayat mahza kâfirlere,
müşriklere endeksli. Kâfir ve müşrik dünyadan kaynaklanan bir inancın, bir
yaşantının içinde. Allah’a inanıyorum dediği halde kendisine kendisi gibi îman
eden mü’minler daha yakın olması gerekirken yaşadığı pislik içindeki hayatından
dolayı, kâfir ve müşrik dünyadan devşireceği menfaatlerinden dolayı Müslümanları
kötü, kâfirleri daha hayırlı görüyor.
Gerçekten şu anda bunun örneklerini
çok görüyoruz. Müslü-manlara olmadık iftiralarda bulunan, olmadık isimler
takarak, onları terörist, kan dökücü ilân eden yahudi ve hıristiyan dünyanın, kâfir
ve müşrik dünyanın güdümünde hareket eden, güya adı Müslüman olan kimi
zavallıların Müslümanları haksız, karşılarındaki kâfirleri haklı gör-düklerini,
kâfirlerin daha doğru yolda olduklarını söyleyebiliyorlar, yazıp
çizebiliyorlar. Kâfirler daha doğru yoldadırlar ve zaten dünyada onlarsız bir
hayat yaşamak mümkün değildir diyebiliyorlar zavallılığın zirvesinde
olabiliyorlar. İşte böyleleri Allah’ın lânet ve gazabını hak et-miş kimselerdir
ve azapta ebedî kalacak kimselerdir onlar.
81. “Eğer Allah'a,
Peygambere ve ona indirilen Kur’an'a inanmış olsalardı, onları dost
edinmezlerdi, fakat onların çoğu fâsıktır.”
Eğer bu adamlar böyle yapmasalardı, inanmadıkları
halde îman gösterisinde bulunmasalardı da gerçekten Allah’ın istediği gibi
Allah’a, Allah’ın istediği gibi peygamberine ve Kur’an’a îman etmiş olsalardı,
Allah’ın gönderdiği kitapları ve elçileri vasıtasıyla hayatlarına karıştığını
kabul etmiş olsalardı, tercihlerini Allah’tan yana, Allah’a inanmış
mü’minlerden yana kullanmış olsalardı, Allah’ı ve dostlarını dost bilmiş olsalardı
asla Allah düşmanlarını dost edinmezlerdi. Mü’-minlere karşı asla kâfirlerin ve
müşriklerin safında yer almazlardı. Hem kâfirlerle birlik oluyorlar, hem Allah
düşmanlarıyla dostluk kuruyorlar hem de Allah’a inandıklarını, kitaba ve
peygambere inandıklarını iddia ediyorlar. Bu, gerçekten çok garip bir
durumdur. Bu durum onların ne Allah’a, ne peygamberlerine, ne de kitaplarına inanmadıklarının
açık delilidir, buyuruyor Rabbimiz.
82. “Ey Muhammed!
İnananlara en şiddetli düşman olarak, insanlardan yahudileri ve Allah'a eş
koşanları bulursun. Onlardan, inananlara sevgice en yakın “Biz hıris-tiyanız”
diyenleri bulursun. Bu, onların içinde bilginler ve rahipler bulunmasından ve
büyüklük taslamamaların-dandır.”
Rabbimiz burada yeminle teyit buyurarak bir
gerçeği ortaya koyuyor. Ey peygamberim, yemin olsun ki, kesinlikle bilesin ki
insanlar içinde mü’minlere karşı en şedit düşman olarak, mü’minlere en şiddetli
düşmanlık besler olarak yahudileri ve müşrikleri bulursun. İslâm’a ve
Müslümanlara en büyük düşman bunlardır. Dikkat ederseniz mü’-minlere düşman
olanları sıralarken Rabbimiz yahudileri müşriklerden önce zikrediyor. Bundan
anlaşılıyor ki yahudilerin mü’minlere karşı düşmanlığı müşriklerden de
fazladır.
Yine insanlar içinde Müslümanlara karşı sevgi bakımından en yakın olanlar,
bu mesaja îman eden mü’minlere en yakın dost olanlar da biz hıristiyanız
diyenleri görürsün. Bunun sebebi de, hıristiyanların Müslümanlara karşı sempati
duymalarının sebebi de şuymuş bakın: Onların içinde ağırbaşlı âlim kişilerin,
Rahiplerin bulunmasıdır. Yâni o hıristiyanların içinde kibirlenmeyen,
müstekbir olmayan Rahipler vardır. Her ne kadar itikadî bir şirkin içinde
olsalar da ahlâkî şirke batma-mış kimseler vardır onların içinde. Alçak gönüllü
insanlar vardır onların içinde. Demek ki bu hıristiyanların şirki öteki
müşriklerin şirkinden biraz farklıdır. Hıristiyanların şirki yahudilerin
şirkinden de farklıdır. Ya-hudilerde bilgi var ama îman ve amel yok,
hıristiyanlar da ise amel var ama bilgi yok. Önce yahudiler, sonra ataları
dinlerini, kitaplarını bozdukları için hıristiyanlar cahilce amel etmeye
çalışıyorlar. Veya hıristi-yanların şirki bilinçli bir şirk değildir. Onların
şirki felsefi bir şirktir. İşte okuduğumuz bu sûrede ve başka sûrelerinde
Rabbimiz hıristiyanları diğerlerinden farklı tutuyor. Dinde aşırı gidenler,
bidatlere düşenler olarak nitelendiriyor. Bakın bunların içinde dinde müstekbir
olmayan, dinde kendilerini temel kabul edip, kendilerini putlaştırıp
kendilerinin dışında doğrunun olmayacağını iddia eden yahudiler gibi
değillermiş bunlar. Bunlara merhametle yaklaşılıp doğrular anlatıldığı zaman,
hakla yüz yüze getirildikleri zaman kabul edebilecek bir özelliklerinin
olduğunu haber veriyor Rabbimiz.
83,84. “Peygambere
indirilen Kur’an'ı işittiklerinde, gerçeği öğrenmelerinden gözlerinin dolarak,
“Rabbimiz! İnandık, bizi de şahitlerinden yaz. Rabbimizin bizi iyi milletle
birlikte bulundurmasını umarken niçin Allah'a ve bize gelen gerçeğe
inanmayalım? "dediklerini görürsün.”
Peygambere indirilen âyetleri
işittikleri zaman gerçeği öğren-melerinden, Allah’ın âyetlerinden
etkilenmelerinden, kalplerinin yumuşamasından ve yatışmasından dolayı, kalplerinin
Allah doğrularıyla itminana ulaşmasından dolayı Allah korkusundan gözlerinin
yaşlarla dolup taştığını görürsün. Çünkü onlar bu Kur’an’ın Rableri tarafından
gönderildiğinin şuurundadırlar. Çünkü onlar din konusunda müstekbir, muannit
değildirler. Çünkü onlar din konusunda ben merkezli, tekelci değildir. Çünkü
kendilerini, kendi bilgilerini putlaştırıp kendilerinin dışında doğrunun
olmadığına inananlar değildir onlar. Kendilerinin dışında da doğruların
olabileceğine inanan ve o doğruları kimde ve nerede görmüşlerse hemen almadan
yana olan hakperest kimselerdir onlar.
Yâni din olarak kendilerine, kendi hevâ ve heveslerine değil de hakka boyun
eğen kimselerdir onlar. Ellerindeki kitabın gönderildiği aynı kaynaktan gelen
bu son kitabın âyetleri kendilerine okunduğu zaman, zaten îman ettikleri, saygı
duydukları Rablerinin son seslenişine şahit oldukları zaman Rablerinin
hitabına muhatap olmanın sevinci ve heyecanıyla gözlerinin yaşlarla dolduğunu
görürsün onların. Sürekli hakkı arama peşinde oluşlarından ötürü, aradıkları
hakkı tahrif edilmiş kitaplarında bulamamanın üzüntüsüyle yanıp tutuşurlarken
çölde su arayan bir susuzun suya kavuşması gibi onda kendilerine sunulan Allah
bilgileriyle karşı karşıya geliverince sevinçlerinden ağladıklarını görürsün onların.
Çünkü aramayan bulmanın sevincini bile-mez. Ayrı düşmeyen kavuşmanın ne demek
olduğunu anlayamaz. Beklenti içinde olmayan bulmanın ne anlama geldiğini
bilemez. Hakkı arayan, hak peşinde olan, kalplerini sürekli hakka açık tutan bu
insanlar bu son kitapta onu bulur bulmaz hemen tanıyorlar ve îman ediyorlar.
Hakkı kabul ediyorlar ve şöyle diyorlar: Ey Rabbimiz, biz hak peşindeydik, biz
hak arayışı içindeydik ve işte senden gelen hakkı bulduk ve hemen ona İnandık,
bizi de şahitlerinden yazıver ya Rabbi. Bizi de bu hakka, bu kitaba, bu peygambere
şahit olan mü’minlerle birlikte yazıver ya Rabbi. Bizi de o mü’minlerden
kılıver ya Rabbi. Bizi kıyamet günü tüm ümmetlere şahitlik yapacak Muhammed
ümmetiyle birlikte yazıver ya Rabbi. Çünkü hak yolu, Allah yolunu, Allah kitabını,
Allah elçisini gördükten, tanıdıktan, duyduktan sonra bize ne oluyor ki îman
etmeyelim? Beklediğimiz Allah doğruları bize geldikten sonra niye hemen onlara
îman etmeyelim? Rabbimizin bizi iyi milletle birlikte bulundurmasını umarken
niçin Allah'a ve bize gelen gerçeğe inanmayalım dediklerini görürsün onların.
Arkadaşlar, burada anlatılan
hıristiyanlar Allahu âlem Habeş kıralı hıristiyan Necaşi’nin son elçiye gelen
dinin ve o dinin kitabındaki Îsâ gerçeğinin ne olduğunu araştırmak üzere
Medine’ye gönderdiği hıristiyan din adamları topluluğunun söyledikleri
sözlerdir bunlar. Ya da Rasulullah Efendimizin Habeşistan’a gönderdiği muhacir
sahâbenin sözcüsü olarak Cafer Bin Ebi Talibin okuduğu Kur’an âyetlerini dinleyen,
hakikatleri dinledikçe gözleri yaşlarla dolan
Necaşi ve etrafındaki hıristiyan papazlarının sözleridir. Diyorlar ki
bakın: Bize ne oluyor da beklediğimiz hak bilgisine inanmayalım? Kim
engelleyebilir bizi buna îmandan? Çünkü bizim hakperestlikten başka bir
derdimiz yoktu ki. Kaybedecek bir şeyimiz yok ki. Biz dün hıristiyan olurken de
hak burada diye îman etmiştik, Allah bilgisi burada diye inanmıştık. Ama eğer
şimdi hak buradaysa o zaman şimdi niye Müslüman olmayalım? Hak neredeyse, doğru
neredeyse biz oradayız. Biz kendimiz hak değiliz. Biz hakkı temsil ediyor
değiliz. Biz hakkı kendimize uyduracak değiliz, hakka uymak zorundayız. Hak
bizim tekelimizde değil, biz hakka teslim olanlarız diyorlar ve hemen muttali
oldukları hakka teslim oluyorlar. Peki bu Pazarlıksız teslimiyetlerinin karşılığında
ne varmış onlara:
85,86. “Allah
onlara, dediklerine karşılık, temelli kala-cakları, altından ırmaklar akan
cennetler verdi. Bu, iyi davrananların mükafatıdır. İnkâr edip âyetlerimizi
yalanlayanlar, işte onlar cehennemliklerdir.”
Allah onlara, samimiyetle teslimiyet gösteren o
mü’minlere söyledikleri bu güzel sözlerinden ötürü, hoşuna giden bu güzel
tavırla-rından ötürü, hakkı kabul etmelerinden, mü’min olmalarından ötürü
mükafat olarak içinde ebedîyen kalacakları, zemininden ırmaklar akan, ya da
ırmakların tahtı tasarruflarında akıp gittiği, çağlayıp durduğu cennetler
verdi. Onların bu hakperestliklerini cennetleriyle ödüllendiriverdi Rabbimiz.
Onlar asla orayı kaybetmeyecekler, asla oradan çıkarılmayacaklar. İşte bu
cennet muhsinlerin, Allah’ı görüyormuşçasına O’na inanan ve O’nun istediği bir
hayatı yaşayan, sürekli Allah kontrolünde olduğunu unutmayan, Allah’a lâyık
kulluklar işleyenlerin ödülüdür. Ama beri tarafta âyetlerimizi, elçimizi
yalanlayanlara, yalan sayanlara, yok farz edenlere, gelmemiş kabul edenlere,
ilgisiz davrananlara, onlara rağmen onlardan bağımsız bir hayat yaşayanlara gelince
onlar da cehennemliktir.
87. “Ey İnananlar!
Allah'ın size helâl ettiği temiz şeyleri haram kılmayın, hududu da aşmayın,
doğrusu Allah aşırı gidenleri sevmez.”
Ey mü’minler, ey inandığını iddia edenler,
Allah’ın size helâl kıldığı tertemiz nîmetlerini haram kılmayın. Kendi
kendinize, Allah’ın kitabından ve elçisinin uygulamalarından bağımsız haram
helâl sınırları belirlemeye kalkışarak Allah’ın helâl kıldığı tertemiz
nîmetlerden kendinizi mahrum etmeyin. Bunu yapmadığınız gibi Allah’ın
sınırlarını da aşmayın. Unutmayın ki hayatınızın yasaları konusunda söz sahibi
olan Rabbiniz böyle aşırılıklar içine düşenleri asla sevmez.
Arkadaşlar, az evvel kendilerinden söz
edilen gerek ehl-i kitabın Allah kendilerine emretmediği halde çileciliği,
münzeviciliği, ruhbanlığı, riyazet anlayışlarını ya da işrakî mutasavvıfların,
Hint fakirlerinin, Budistlerin kendi hevâ ve heveslerinin mahsulü olarak
ortaya atıp din gibi sarıldıkları din dışı yolları benimseyerek güya Allah’a
yaklaşabilmek, Allah’ın rızasını kazanabilmek için kendinizi iğdişleştirmeyi,
hadımlaştırmayı, et yememeyi, hanımlarınıza yaklaşmamayı din haline
getirmeyin. Allah’ın haram kılmadığı kimi mübahları kendinize haram kılarak,
kendinizi onlardan mahrum ederek onların düştükleri yanlışlara düşmeyin.
Allah öyle bir şeyi istemediği halde nefse eziyet vermek din değildir,
kulluk değildir. Dinin istediğinden çok dindar kesilmek Müslümanlık değildir.
Züht hayatı yaşayacağım diye dünyadan el etek çekmek dindarlık değildir. Böyle
davranan sahâbeden bazılarını Allah’ın Resûlü şiddetle uyarmış ve menetmiştir.
Dindarlık dinin emirlerine olduğu gibi, onda fazlalık ve eksiklik görmeden
riâyet etmektir. Ne oluyor size? Allah’ın dinini yeterli bulmadınız da, dini
beğenmediniz de yeni bir din mi ihdas ediyorsunuz? Böyle yapmayın. Allah’ın helâllerini
haram kılarak bidatlere düşmediğiniz gibi haramlarını da helâl kılarak haddi
aşmayın. Unutmayın ki bu konuda söz sahibi Allah’tır ve O Allah yasalarını
çiğneyip haddi aşanları sevmez. Eğer derdiniz O’nun sevgisine mazhar olmaksa,
O’nun rızasını kazanmaksa O’nun helâl haram yasalarını olduğu gibi kabul edin.
Ve:
88. “Allah'ın size
verdiği rızktan temiz ve helâl olarak yiyin. İnandığınız Allah'tan sakının.”
En doğruyu, en güzeli size emreden, size beyan
eden Rab-binizin size verdiği tertemiz rızklardan helâl olarak yiyin. Allah’ın
haram helâl yasalarına riâyet edin, saygılı olun. Rabbinize karşı muttaki
davranın. O’nunla yol bulun. Yolunuzu O’na sorun. Programınızı O’na belirletin.
O ne buyurmuşsa, nasıl bir program vaz etmişse teslim olun. Allah’a karşı
sorumluluklarınızın, kulluklarınızın bilincinde olun. Rabbinizin yasalarını
çiğneyerek O’na olan itaatinizi, îmanınızı, bağlılığınızı, teslimiyetinizi
zedelemeyin buyurduktan sonra Rabbimiz yine bu konuda kimi helâlleri yeminle
kendilerine haram kılmış kimselere şöyle yol gösteriyor:
89. “Allah size
rasgele yeminlerinizden dolayı değil, bile bile ettiğiniz yeminlerden ötürü
hesap sorar. Yeminin kefareti, ailenize yedirdiğinizin ortalamasından on
düşkünü yedirmek yahut giydirmek ya da bir köle azat etmektir. Bulamayan üç gün
oruç tutmalıdır; yeminlerinizin kefareti budur. Yemin ettiğinizde yeminlerinizi
tutun. Şükredesiniz diye Allah size böylece âyetlerini açıklıyor.”
Sahâbeden Osman bin Mazunun bir takva gösterisi
olarak, Allah’a daha iyi kulluk yapabilme adına vallahi ben bundan böyle Rab-bime
kulluk için hanımıma yaklaşmayacağım diyerek yemin etmesi üzerine ona ve onun
şahsında kıyamete kadar böyle yapan kullarına bir uyarı olarak gelmiş, yeminle
alâkalı bir âyet. Allah sizleri kasıtsız, gerisinde bir niyet taşımaksızın
yaptığınız yeminlerden dolayı hesaba çekmez. Ancak yeminlerinizde bağladığınız,
maksatlı, niyetli olarak yemin edip de onu bozmuşsanız ondan dolayı sizi sorumlu
tutar. Unutmayın ki Allah adına verdiğiniz her sözün, her yeminin bir sorum-luluğu
vardır. Bu yeminleri bozmanın elbette bir kefareti vardır.
Arkadaşlar,
bu yeminler ve kefareti konusunu Bakara sûresin-de uzunca anlattım. Burada
kısa bir özet yapıp geçelim inşallah. İslâm yeminleri üçe ayırır:
1-
Birincisi yemin-i lağv’dır. Kişinin herhangi bir niyete bağlı olmaksızın
ağzına geldiği gibi dil alışkanlığıyla yaptığı yeminlerdir. Ra-sulullah
Efendimizin beyanıyla dil alışkanlığıyla “evet vallahi, hayır vallahi” şeklinde
yaptığı yeminlerdir ki Rabbimiz kişiyi bundan dolayı hesaba çekmeyecektir.
Çünkü niyetsiz amelin Allah katında bir değeri yoktur. Bu tür yeminlerin
herhangi bir kefareti yoktur. Ama tabii Allah’ın adını lağviyyata, boş şeylere
alet ederek hafife almanın, O’nun- la ilişkiyi bozmanın, O’nunla oyun oynamanın
hesabı sorulacaktır. Onun için olur olmaz yerlerde Allah’ın adını kullanarak
yeminden sakınmalıyız.
2- İkincisi
kamus yeminidir. Geçmişe ilişkin öyle olduğunu zannederek Allah adına yemin
etmektir. Hakikatin hilafına yemin etmek. Bu yeminin kefareti de yoktur, ama
gerçeğin aksine yemin edildiği için hemen tevbe edilmelidir.
3- Üçüncüsü
de işte burada anlatılan mün’akide yeminidir. Bağlayarak, kalpten niyet ederek
geleceğe dair yapılan yeminler. Eğer yapılan bu yeminlerin konusu meşru ise
mutlak sûrette yerine getirilmelidir. Aksi takdirde kefareti verilecektir. Eğer
yeminin konusu gayri meşru ise bu yeminden dönülür ve kimilerine göre kefareti
verilir, kimilerine göre de zaten böyle bir yeminden dönmek bir kefaret anlamı
taşıdığı için kefareti de verilmez.
Yeminin
kefaretini de Rabbimiz şöylece anlatıyor:
Bozulduğu
zaman yeminin kefareti ehlinize, ev halkınıza yedirdiğiniz orta halli yemekten
on fakire yedirmenizdir. Kendi hayat standardınıza uygun olarak sabahlı akşamlı
iki övün olmak üzere on fakiri doyurmanızdır. Yahut on fakiri giydirmenizdir.
On fakirin bedenini örtecek kadar giydirmenizdir. Veya Allah rızası için bir
köleyi özgürlüğüne kavuşturup âzât etmektir. Bunlardan herhangi birini yaparsınız.
Ama kim de bu sayılanlardan hiçbirisini bulamazsa yâni bunlardan hiçbirisini
yapacak güçte değilse onun kefareti de üç gün oruç tutmaktır. İşte
yeminlerinizi bozduğunuz zaman şer’i kefareti budur.
Öyleyse ey mü’minler,
yeminlerinizi koruyunuz. Yeminlerinizin sorumluluğunun farkında olunuz. Ne için
Allah adını kullanarak yemin ettiğinize dikkat ediniz. Yemin ederken
ciddiyetinizi takınınız. Allah adına bir yemin etmişseniz onun arkasında
durunuz. Bozacaksanız mutlaka bir Allah yasası olarak kefaretini veriniz.
Rabbinizle ilişkilerinizi zedelemeyiniz. Bakın ki Allah işte böylece size hükümlerini
açıklıyor. Size böylece yol gösterdiği için, yolunuzu açtığı için, neyi nasıl
yapacağınızı açık açık size beyan ettiği için siz de O’na şükredin, teşekkür
edin, O’nun yolunda olun, hayatınızı O’na sunun.
90,91. “Ey
İnananlar! İçki, kumar, putlar ve fal okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir,
bunlardan kaçının ki saâdete eresiniz. Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranıza
düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah'ı anmaktan, namazdan alıkoymak ister.
Artık bunlardan vazgeçersiniz değil mi?”
Ey îman edenler, şarap, sarhoşluk veren her tür
içki, meysir, her tür şans oyunu, kumar, ensab tapınılmak üzere dikilmiş,
huzurlarında, üzerlerinde kurban kesilen taşlar, putlar, fal okları, kendileri
vasıtasıyla kısmet çekilen kehanet okları bütün bunlar insan aklının, insan
fıtratının hoşlanmadığı birer şeytan işi pisliktir. Şeytanın süsleyip püslediği
birer necasettir. Bunlardan uzak durun ki kurtuluşa, saâdete eresiniz.
Arkadaşlar, Bakara sûresinin 219 ve
Nisâ sûresinin 43 âyetinde şarap konusunda bir şeyler demeye çalışmıştık. Şarapla
alâkalı önce bu âyetler gelmiş, Müslümanlar buna hazırlanmış ve en son olarak
işte Mâide sûresinin bu âyeti nâzil olmuştur. Ve işte kesin olarak şarabın
haramlığını bildiren bu âyetin gelişiyle birlikte mü’minler içki küplerini yerlere
boşaltmışlar, ağızlarındaki kadehleri atmışlar ve bu işten vazgeçmişlerdir.
Evet “Hamr” örten demektir. Aklı örttüğü için içkiye bu isim verilmiştir.
Böylece Rabbimizin bu yasasıyla anladık ki sarhoşluk verici, aklı giderici,
şuuru örtücü olan her şeyin azı da çoğu da haramdır.
Meysir, kolaylık anlamına gelen yüsür
veya yesar kelimesinden gelir. Meysir zahmetsiz ve kolayca mal elde etmek
demektir. Veya zar gibi ne olacağı belli olmayan tehlikeli bir şeye bağlanarak
mal vermek, mal almak demektir. Rabbimiz bunlardan sakının ki kurtuluşa
eresiniz buyuruyor. Ve:
Şunu da bilesiniz ki muhakkak şeytan bu
pislikler vasıtasıyla sizin aranıza düşmanlık ve kin atmak ister. Bunlar
aracılığıyla sizleri birbirinize düşürmek, aranıza düşmanlık tohumları ekmek
ister şeytan. Ve sizi Allah’ı anmaktan, Allah’ı zikretmekten ve namazdan alıkoymak
ister. Hangi oyun ki insanlar arasına, kardeşler arasına kin ve düşmanlık
atıyor o haramdır. Hangi oyun ki Müslümanları kamplaştırıp birbirlerine karşı
sevgi ve kardeşlik bağlarını koparıyor o haramdır. Hangi oyun ki insanları
Allah’ın zikrinden ve namazdan alıkoyuyor o haramdır. Her şeyi bilen, mutlak bilen,
bilgi kendisinden olan Rab-bimiz burada bizim için haram kıldığı şeylerin
hikmetlerini de beyan buyuruyor.
Sanki böylece buyuruyor ki Rabbimiz: Ey kullarım, kesinlikle bilesiniz ki
Ben sizin adınıza aldığım kararlarımda size karşı merhametliyim. Size olan
sonsuz merhametimden ötürü bu yasakları koyuyorum. Tüm yasaklarımda ve
emirlerimde Ben sizi düşünüyorum, sizin menfaatinizi düşünüyorum. Bu
kararlarımın menfaati Benim için değil sizin içindir, buyurarak bizim
akıllarımıza hitap ediyor. Eğer sizler de bilgi sahibi olsaydınız, hayrınızı
şerrinizi, menfaatinizi zararınızı Benim kadar bilmiş olsaydınız elbette bu Benim
haram kıldıklarımın tümünü siz de kendinize haram kılardınız. O halde sizi
sizden çok düşünen, sizi sizden çok bilen Rabbinizin bu uyarılarını duyduktan sonra
artık bu pisliklerden vazgeçmez misiniz? Rablerinin bu ifadesini duyan Müslümanlar
hep bir ağızdan: “Vazgeçtik ya Rabbi! Vazgeçtik ya Rabbi!” dediler ve bu
pislikleri terk ediverdiler. Ağızlarına götürmek üzere oldukları kadehleri
attılar, küpleri kırdılar, içkileri döküverdiler.
92. “Allah'a itaat
edin, Peygambere itaat edin, karşı gel-mekten çekinin; eğer yüz çevirirseniz
bilin ki, peygamberimize düşen sadece açıkça tebliğ etmektir.”
Haram helâl konusunda, hayatınızın programları konusunda
Allah’a itaat edin, peygambere itaat edin. Allah ve Resûlünün emirlerine
muhalefetten, karşı gelmekten sakının. Eğer itaatten yüz çevirirseniz
kesinlikle bileseniz ki peygambere düşen sadece apaçık bir tebliğdir. Onun fonksiyonu,
yetkileri, sorumlulukları sizleri zorla hakka, hidâyete ulaştırmak değil
sadece Allah’tan gelenleri tebliğ edip duyurmaktır. Sizi hidâyete ulaştırmak,
size hakkı kabul ettirmek ve yaptıklarınızın karşılığını size vermek Bize
aittir. Yâni eğer sizler itaat etmeniz gereken Allah ve elçisine itaatten
çıkarsanız Benim azabımı bekleyin buyuruyor, Rabbimiz. Dikkat ederseniz
içkiden, kumardan söz ederken Rabbimiz birden bire kendisine ve elçisine
itaate geçiverdi. Elbette Allah ve Resûlü tanınmadıkça, Allah ve elçisine itaat
şuuru kazanılmadıkça ne emirlerine itaat ne de nehylerinden kaçınmak mümkün
olmayacaktır.
Allah’a itaat edin. Size dediklerini
yapmak üzere, yasakladık-larından kaçınmak üzere itaat edin. Size gönderdiği
kitabında ne de-mişse mutlak itaat edin. O’nu şartlandırmaya, O’na akıl vermeye
kal-kışmayın. Tamam ya Rabbi, anladım yapacağım da, ama şunları şun-ları da
düşündün mü? Yaşadığım ortamı, içinde bulunduğum şartları da biliyor musun
demeye, O’na yol göstermeye kalkışmayın. Ne de-mişse mutlak itaat edin.
Peygambere de itaat edin. Yâni Allah sizden ne istemişse, nasıl bir kulluk
emretmişse peygamber örnekliliğinde onu uygulayın. Çünkü peygamber Rabbinizin
sizin için seçip yetiş-tirdiği model insandır, form dilekçedir. Ona bakarak Allah’ın
sizden istediklerini anlayın.
Demek ki Allah ve Resûlüne mutlak itaat
edilecek. Allah bir konuda bir şey dedi mi o konuda önceki bildiklerimizin
tümünü bir kenara atıp Allah’ın dediğini yapacağız. Peygamber bir konuda bir
şey dedi mi, unutmayalım ki bizim dünkü bildiklerimiz, bileceklerimiz tamamen
geçersizdir, bitmiştir artık. Peygamber (a.s) ne demişse o doğrudur, mutlak
doğrudur ve ona itaat etmemiz gerekecektir. Çünkü ona itaat da mutlak itaattir.
Allah ve Resûlünün arasını ayırmaya, biz Allah’ın buyruklarına itaat ederiz,
ama peygamberin buyrukları bizi bağlamaz demeye hiç kimsenin hakkı yoktur. İşte
bakın Rabbimiz kendisine itaat istediği kitabının her bir yerinde peygamberine
de itaat istiyor. Elçisine itaatin bizzat kendisine itaat olduğunu haber
veriyor. Bana itaatin modelini elçimin hayatıyla örnekledim buyuruyor. İşte
âyet çok açık. Kendisine itaatle birlikte peygambere itaati da farz kılıyor
Rabbimiz. Ben, başka değil, sadece bana itaat edilsin diye elçi gönderiyorum,
diyor. Öyleyse eğer resule itaat olmayan, peygamberin örnekliliğini reddeden
bir din anlayışını yasallaştıracak olursak acaba bu âyetleri nereye koyacağız?
Eğer bu âyetlerde anlatılan peygambere itaatten kasıt ona indirilen Kur’an’a
itaat anlamına geliyorsa o zaman zaten kitabının her bir bölümünde kendisine ve
kitabına itaati vurgulayan Rabbimizin bir de ayrıca Resûlüne itaati gündeme
getirmesinin ne anlamı olacaktı?
93. “İnananlara ve
yararlı iş işleyenler, sakınırlar, inanırlar, yararlı işler işlerler, sonra haramdan
sakınıp inanırlar ve sonra isyandan sakınıp iyilik yaparlarsa daha önceleri
tatmış olduklarından dolayı bir sorumluluk yoktur. Allah iyi davrananları sever.”
Bir dönem insanlar içki içtiler, sonra Rabbimiz
onu ve benzeri pislikleri yasaklayınca Müslümanlar hemen vazgeçtiler. Rableri
hatırına tüm pisliklerle ilişkilerini kestiler. Bu arada şöyle bir soru
soruldu: Pekiyi acaba içkinin haram kılınmasından önce içki içtikleri halde
ölüp gidenlerin durumları ne olacak? İşte Rabbimiz bu âyetinde onu da açıklayıverdi.
Önceden inanılması gerekenlere îman edip salih ameller işleyenlere haram
kılınmadan önce yaptıklarından dolayı bir günah, bir sorumluluk yoktur.
İçki ve kumarın yasaklığından önce takva, salih amel ve Allah’a itaatte
saygı ve kararlılık içinde ölenler asla asi ve günahkâr sayılmayacaktır.
Geçmiş geçmiştir ve Allah muhsinleri, kendisini görüyormuşçasına kendisine
kulluk şuuru içinde olanları sever. Allah kendisini haram ve helâl kılma
konusunda yetkili görenleri, o gün haram kıldıklarını haram bilip, yarın haram
kılacaklarını da haram bilmek üzere yaşayan kullarını sever. Bugün bildiklerine
samimi olarak îman eden, bildikleriyle amel eden ve yarın öğrendikleriyle de
îman ve amel derdi taşıyan kullarını sever Allah.
Dikkat ederseniz âyet-i kerîmede îman
ve ona bağlı olarak gerçekleştirilen salih amel iki kere, takva da üç kere
zikrediliyor ve son merhalede de ihsandan söz ediliyor. Anlıyoruz ki takvanın
üç defa zikredilişi hem maziyi yâni geçmişi, hem hali yâni şimdiyi, hem de
istikbali yâni geleceği içine alması içindir. Ya da insanın kendisi ile, kendi
nefsi ile alâkalı takvasını, diğer insanlarla alâkalı takvasını ve Rabbiyle
alâkalı takvasını gündeme getiriyor. Onun içindir ki bu üçüncüsünde takva
Rabbine karşı ihsana dönüşüyor. Veya buradaki takvalar Bakara sûresinin
evvelînde işaret edildiği gibi insanın mebde, mead ve müntehasına bir dikkat
çekmedir.
Ya da bir başka anlayışla sakınılacak, takvalı olunacak şeylerin
mertebelerine bir dikkat çekmedir. Nasıl? Şöyle: Azaptan, ikapdan kurtulmak
için evvela haramı terk, sonra haramlara düşmemek için şüpheli şeylerden sarfı
nazar, daha sonra nefsi alışkanlıklardan korumak ve terbiye etmek için bazı
mubahları terk etmek anlatılmıştır diyoruz Allahu âlem.
94. “Ey İnananlar!
Gıyabında kendisinden, kimin korktuğunu ortaya koymak için, (ihramlıyken)
elinizin ve mızraklarınızın ulaştığı avdan bir şeyle Allah, andolsun ki sizi
dener. Bundan sonra kim haddi aşarsa ona elem verici azap vardır.”
Ey mü’minler, gıyabında kim Allah’tan korkuyor,
kim korkmu-yor bunu denemek, bunu açığa çıkarmak üzere Rabbiniz hac ve umre
için ihrama girdiğiniz bir ortamda ellerinizin ve mızraklarınızın menziline
girecek kadar yaklaştırılmış bir avla sizi deneyecektir. Rabbiniz sizi bir av
yasağıyla imtihana çekecek. Tab’an, fıtraten necis olan, pis olan, pisliğini
kendi akıllarınız ve fıtratınızla da anlayabileceğiniz bir içki yasağından
sonra şimdi de fıtraten temiz olan bir şeyi geçici bir süre için teabbüdî
olarak yasaklayarak sizi imtihan edecektir. Ya Rabbi sen bu konuda tam
yetkilisin, mutlak yetkilisin, neyi yasaklarsan ben senin yasaklarını yasak
bilirim, ben senin sevdiklerini sever, sevmediklerini sevmem mi diyeceksiniz?
Yoksa karşı mı geleceksiniz, bunu açığa çıkarmak için böyle bir şeyle sizi deneyeceğim,
diyor Rabbimiz.
Rivâyetlere
göre Hudeybiye günü Rabbimiz sahâbe-i kiram efendilerimizi böyle bir imtihana
tabi tuttu. sahâbe ihramlıydı ve kendilerine avlanmak yasaktı. Rabbimiz onları
denemek için bolca bir av hayvanı göndermişti. Elleriyle yakalayabilecekleri,
kılıçlarıyla, mızraklarıyla vurabilecekleri kadar av hayvanları onlara
yaklaştırılmıştı. Sebep neydi? Gıyabında kim Allah’tan korkuyor? Kim Allah’ın
haram-larına karşı saygılıdır? Kim değildir? Bunu açığa çıkarmak istiyordu.
Rablerinin bir yasağına karşı kim ne kadar dayanabilecekti? İçki gibi fıtraten
necis olan bir yasağa karşı belki insanların dayanmaları müm-kündür ama helâl
olan bir şeye karşı dayanmalarının sınırını ölçmek istiyordu Rabbimiz.
Rablerine karşı ne kadar saygılılar? İştahlarını çe-ken arzularını kamçılayan
bir helâl karşısında, bir dünya nîmeti karşısında ne derece saygı
göstereceklerdi?
İşte Allah’ın temizle pisi,
korkanla korkmayanı ayırt edeceği bir imtihandı bu. Allah için mütedeyyin
olanla dünya ve nefisleri için dindar olanların açığa çıkarılması için bir
imtihandı bu. Allah’a tapınanlarla kendi menfaatlerine, kendi nefislerine
tapınanları açığa çıkaran bir imtihan. Çünkü Allah madununda hayır düşünen kişi
hayır düşünmemiş sayılır. Allah’a kulluk adına, teabbüd adına değil de birtakım
faydalarından, menfaatlerinden ötürü emirleri yerine getirip nehyler-den
sakınan kimsenin kulluğu Allah’a değildir.
Tabii elde
olmayan bir nîmetten sarf-ı nazar etmekle nîmetin karşısındayken ondan sarf-ı
nazar etmek çok farklıdır. Birincisi çok kolaydır. İkincisi ise gerçekten
zordur. Meselâ dağ başında kalmış bir adamın açlığa sabrederek Allah’a ibâdet
etmesiyle kurulmuş bir sofranın başında sabrederek Allah’a kulluk yapması
farklıdır. Birinci durumda muvaffak olan insanların pek çoğu ikincisinde
muvaffak olamamışlardır. Ruhbaniyet terbiyesiyle İslâmiyet terbiyesinin farkı
işte burada anlaşılacaktır. Birisi toplumdan kaçarak mağara ve manastırlara
kapanarak Allah’a yönelme yollarını arama öbürüyse toplumun içinde kalarak
toplumun yanlışlarını düzeltme ve de toplumdan etkilenmeme şartıyla Allah’a
yönelme usulü.
Evet,
Müslümanlar o gün o imtihanı başardılar. Rablerinin bu yasağını delmediler.
Bugün de aynı imtihanlarla Rabbimiz bizi de imtihan eder. Meselâ bir para kasasının
başına getiriverir bazen Rab-bimiz bizi, elimizi uzatıverince alıverecek kadar
paraların başına ge-tirir ve dener Allah bizi. Bazen bizi öyle bir konuma öyle
bir makama getirir ki Rabbimiz, orada binlerce insanın namusu bizim elimizin
al-tındadır. İfta makamındasınız farz edin, öğretici konumundasınız farz edin,
sizden din öğrenmeye gelen pek çoğunu size yaklaştırıverir Allah da sizin o
konudaki ağırlığınızı, takvanızı ölçüverir. Gıyabında kendisinden korkup korkmadığınızı
ortaya çıkarıverir. Veya bazen size küçük küçük imkânlar verir. Meselâ
belediyeler verir, muhtarlıklar verir ve sizi dener Allah. Buradaki
ciddiyetinize, samimiyetinize bakar da daha sonra size devlet idaresini teslim
eder. Oralarda başarama-mışsanız daha büyüklerini nasip etmez size.
95. “Ey İnananlar!
İhramlı iken avı öldürmeyin. Sizden bile bile onu öldürene, ehli hayvanlardan
öldürdüğü kadar olduğuna içinizden iki âdil kimsenin hükmedeceği, Kâbe’ye
ulaşacak bir kurbanı ödeme, yahut düşkünlere yemek yedirme şeklinde kefaret ya
da yaptığının ağırlığını tatmak üzere bunlara denk oruç tutma vardır. Allah geçmiştekileri
affetmiştir, kim tekrar yaparsa Allah ondan öç alır. Allah güçlüdür, öç
alıcıdır.”
Ey îman edenler, ihramlıyken avlanmayın, av hayvanlarını
öldürmeyin. İşte yasağın içeriği burada anlaşıldı. Harem bölgesinde o bölgeye
hürmeten av hayvanını avlamak, öldürmek yasaktır. O bölge öyle mübârek, öyle
muhterem bir bölgedir ki ne hayvanlarını öldürmek, ne bitki örtüsünü bozmak
caizdir. Sizden kim bile bile ihramlıyken bir hayvanı öldürürse o öldürdüğü
hayvana denk gelecek deve, sığır, koyun cinsinden bir hayvanı tazmin etsin.
Öldürdüğüne eş değerde bir hayvanı kurban ederek, Kâbe’nin fakirlerine sadaka
olarak dağıtsın. Öldürdüğü hayvana hangi cins hayvanın denk olacağı konusunda
içinizden iki âdil hakem karar versin.
Böylece Allah’ın bir yasağını çiğneyen kişi yaptığı işin vebalini yüreğinde
hissetmiş ve Rabbine tevbesini gerçekleştirmiş olsun. Eğer öldürdüğü hayvanın
dengini bulamazsa öldürdüğü hayvanın değerini takdir ederek o miktar yiyecek
satın alıp fakirlere dağıtsın. Ve ihramın hürmetini ihlâl etmesinin karşılığı
olarak bir gün de oruç tutması gerekmektedir. Âlimlerimizden kimilerine göre
böyle yapan kimse bu sa-yılan cezaların tamamını yerine getirmek zorundayken,
kimilerine göre bu sayılanlardan sadece bir tanesini yerine getirmesi
yeterlidir. Ve Allah bu haram yasasının belirlenmesinden önce öldürdüğünüz
hay-vanlardan dolayı meydana gelen günahlarınızı affetmiştir.
96. “Deniz avı ve
onu yemek size de, yolculara da, geçimlik olarak helâl kılınmıştır. İhramlı
bulunduğunuz sürece kara avı size haram kılınmıştır. Huzuruna toplanacağınız
Allah'tan sakının.”
Deniz avı, sularda yapılan avlanmalar ve onlarla
beslenme sizin için helâl kılınmıştır. Deniz avı size de, yolculara da
geçimlik olarak helâl kılınmıştır. İster ihramlı olun isterse ihramsız olun
balık ve benzeri yenilebilen deniz hayvanlarını avlamak ve yemek size helâl
kılınmıştır. Ama ihramlı olduğunuz sürece kara avı size yasak kılındı. Kıyamet
günü huzuruna toplanacağınız, yargılarına boyun bükeceğiniz, hayatınızın
hesabını kendisine ödeyeceğiniz Allah’tan takvalı olunuz. Hayatınızı Allah
için yaşayınız. O’nun yasalarına riâyet ediniz.
97,98. “Allah,
hürmetli ev Kâbe’yi, hürmetli ayı, kurbanı, boynu tasmalı kurbanlıkları
insanların faydası için ortaya koydu. Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olanları
bildiğini ve Allah'ın şüphesiz her şeyi bilen olduğunu bilmeniz içindir.
Allah'ın azabının şiddetli olduğunu ve Allah'ın bağışlayan, merhamet eden olduğunu
bilin.”
Allah Kâbe’yi tüm insanlık için kıyam mahalli,
kıyam sembolü kılmıştır. Kâbe yeryüzünün en eski ve en sade binasıdır. Kâbe ilk
insan Hz. Adem’den beri vardır yeryüzünde. Beyt’ül’ Mamur’a muâdil olarak
yeryüzünde inşa edilmiş ilk ev. Tüm insanlık için hidâyet olan, tüm insanlığa
yol gösterici olan, izzet ve şeref kazandırıcı olan özgürlük evidir, istikrar
yeridir, emniyet makamıdır, Allah’a kulluk nişanesidir, kıyam sembolüdür Kâbe.
Bir mahşer provası, bir kıyam maketidir Kâbe.
Arkadaşlar, Kâbe’nin kıyam mahalli
oluşunu, kıyam sembolü oluşunu nasıl anlayacağız? İslâm literatüründe kıyam
bugünkülerin anladığı manada ihtilal değildir. Kıyam aslında böyle dar bir
kelimeyle ifade edilemez. Çünkü kıyam kelimesi tüm ihtilalleri, tüm inkılapları
içinde barındıran çok daha kapsamlı bir ifadedir. Hani namazın kıyamını biliyoruz.
Kıyam namaza doğrulmak, namaza ilk kalkıştır. Pekiyi namazdaki kıyamın hedefi
nedir? Kıraati gerçekleştirmek içindir, sonra rüku ve secdeyi gerçekleştirmek
içindir.
Yâni namazdaki kıyam Allah’ın tüm emirlerini gerçekleştirmeye hazır
oluştur. Bu işin başlangıcı olarak ta “Allahu Ekber”i gerçekleştirmektir.
Allah en büyüktür. Hayatın tümünde sözü dinlenecek, arzuları
gerçekleştirilecek, yasaları uygulanacak, hayata egemen olacak en büyük Allah’tır.
Bunu diyerek ayağa doğrulan kişi emret ya Rabbi, tüm emirlerini, tüm arzularını
yerine getireceğim, ben şu anda buna hazırım diyor.
İşte Rabbimiz Müslümanlar için hayatın düzenleme merkezi, kıyam merkezi
olarak Kâbe’yi belirlediğini haber veriyor. Bundan başka haram ayları,
kurban'ı, boynu tasmalı kurbanlıkları insanların faydası için ortaya koydu.
Bu, Allah'ın göklerde ve yerde olanları bildiğini ve Allah'ın şüphesiz her şeyi
bilen olduğunu bilmeniz içindir. Öyleyse Allah'ın azabının şiddetli olduğunu ve
Allah'ın bağışlayan, merhamet eden olduğunu bilin.
99. “Peygamberin
görevi sadece tebliğ etmektir. Allah sizin açıkladıklarınızı da
gizlediklerinizi de bilir.”
Bilesiniz ki peygamberin görevi sadece risâleti
size tebliğ edip ulaştırmaktır. Ve o gerçekten bu görevini eksiksiz olarak
yapmış, Rabbinin mesajını size tebliğ etmiş, Rabbinin sizden istediği kulluğu
şahsında örneklemiştir. Artık hiç kimsenin ne yapalım kulluk yapacağız ama
bunun usulünü bilmiyoruz, Rabbimizi razı edeceğiz ama O’nun bizden neleri
istediğini bilemiyoruz, önümüzde bir kulluk örneğimiz yoktur diyerek
mâzeretlerin arkasına saklanmaya hakkı kalmamıştır. Kitap ortada, kulluk örneği
ortadadır ve Allah sizin gizlediklerinizi de, açığa çıkardıklarınızı da bilmektedir.
Hiçbir şeyimiz asla O’na gizli kalmaz. Kim ne yapmışsa, nasıl bir hayat
yaşamışsa Allah ona eksiksiz olarak yaptıklarının karşılığını verecektir.
100. “Ey Muhammed!
De ki: "Helâl ile haram, haram şeylerin çokluğundan hoşlansan bile, eşit
değildir. " Ey akıl sahipleri, Allah'tan sakının ki kurtuluşa eresiniz.”
Ey
peygamberim, de ki pisle temiz asla bir olmaz. Tayyib olanla habis olan hiçbir
zaman bir olmaz. İtaatle isyan asla bir olmaz. Îmanla küfür, mü’minle kâfir,
iyi kimseyle kötü kimse, iyi bir amelle kötü bir amel, haramla helâl asla bir
olmaz. Haramın, habisin, kötünün, pisin çokluğu hoşunuza gitse de helâlle
haram, pisle temiz hiçbir zaman bir değildir.
Yeryüzünde haramlar helâllerden,
kötüler iyilerden, habisler tayyiplerden daha çok olabilir. Boncuk elmastan
daha çoktur. Bakır altından daha çoktur. Isırgan dikeni gülden daha çok, hayvan
insandan daha çok, cahil âlimden daha çok, fâsık salihten daha çok, kötü iyiden
daha çok, kâfir mü’minden daha çok olabilir. Haram helâlden daha çok olabilir.
Haramın çokluğuna aldanıp helâle tercih edilmemelidir. Pisin çokluğuna aldanıp
temize tercih edilmemelidir.
Allah diyor ki sakın haramın çokluğu hoşunuza
gidip harama yönelmeyin. Bir kilo temiz et bin kilo kokmuş etten daha iyidir.
Haramın çokluğu hoşunuza gitse de siz yine helâlleri tercih edin. Bir tek
mü’min milyarlarca kâfirden daha iyidir. Bir tek salih amel milyonlarca salih
olmayan amelden daha hayırlıdır. Yapılan ameller habisse, bidatse onlardan
zerre kadar bir hayır beklemeyin. Fâiz alayım da şu şu hayırlı hizmetleri ifa
edeyim demeyin. İslâm dininde ona para da denmez, o hizmete hizmet de denmez.
Dünyanın, fâniliğin, sonluluğun, bedbahtlığın çokluğu hoşunuza gitse de değer
vermeyin onlara. Bir vakit namazın tüm dünya ve içindekilerden Allah katında
daha değerli olduğunu unutmayın.
101,102. “Ey
İnananlar! Size açıklanınca hoşunuza git-meyecek şeyleri sormayın. Kur’an
indirilirken onları sorarsanız size açıklanır, (ama üzülürsünüz). Allah sorduğunuz
şeyleri affetmiştir. Allah, bağışlayandır, Hâlimdir. Sizden önce bir millet
onları sormuştu, sonra da onları inkâr etmişlerdi.”
Ey mü’minler, açıklandığı zaman
sizi zarara sokacak, sizi üzecek, size ağır yükümlülükler getirecek yersiz,
gereksiz ne dininizi ne dünyanızı ilgilendirmeyen konularda peygambere soru
sormayın. Ben size bu sûrenin 99. âyetinde peygamberin fonksiyonunu, görevini anlattım.
Ona göre hareket edin diyor Rabbimiz. Yâni böyle olur olmaz her şeyi sorup
durmayın peygambere. Açıklanınca bıkıp usanacağınız şeyleri niye soruşturup
duruyorsunuz? Meselâ âyetin sebebi nüzûlüyle alâkalı anlatılır ki Allah’ın
Resûlü size haç farz kılındı buyurunca: Sahâbeden birisi: “Her yıl mı haccedeceğiz
ey Allah’ın Resûlü?” diye ısrar etmeye başlamış. Allah’ın Resûlü:
“Şâyet
evet deyiverseydim her sene sizin üzerinize haccetmek farz olacaktı ve siz de
buna güç yetiremeyecektiniz. Ben sizi kendi halinize bıraktığım ve tafsilat
vermediğim müddetçe sizler de beni kendi hâlime bırakın. Açıklama yapmamı
istemeyin, sual sormayın. Çünkü sizden evvelkileri peygamberlerine çok soru
sormaları ve bunun neticesi olarak da peygamberlerine muhalefette bulunmaları
helâk etmiştir.”
Buyurdu. Çünkü biliyoruz ki
cumartesi yasağını yahudiler kendileri istediler ama gereğini de yerine getiremediler.
Kendi istekleriyle gelen bir sorumluluğun altından kalkamadılar.
Arkadaşlar, Rasulullah Efendimizin
kendisine soru soran sahâbeye karşı ben evet deyiversem her yıl size hac farz
olacak ifadesinden anlıyoruz ki Rasulullah’ın emretme ve yasaklama yetkisinin
olduğunu göstermektedir. Zaten peygamberin peygamber oluşunun hikmeti de
buradadır. Ve bizim peygambere îmanımızın anlamı da işte budur. Peygamber
söyledikleriyle yaptıklarıyla Allah’ın istediği kulluğun yasal örneğidir.
Rabbimiz
buyurur ki ey mü'minler, size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın.
Kur’an indirilirken onları sorarsanız zaten onlar size açıklanır. Yâni
anlıyoruz ki bu soru sorma yasağı o dönem için geçerlidir. Kur’an’ın nâzil
olduğu dönem için böyle bir şey geçerlidir. Tabii lüzumlu sorular için söyledim
bunu. Değilse lüzumsuz sorular o dönem için de bu dönem için de geçerlidir.
Çünkü Rasu-lullah döneminde vahiy geliyordu ve sorulacak sorulara Rabbimiz zaten
vahiyle cevap verecekti. Onun içindir ki Kur’an nâzil olup dururken soru
sormayın deniliyordu.
Yâni fazla soru sormayın, ben bir
şey derim ya da Allah bu ko-nuda yeni bir hüküm indiriri de size ağır gelir diye
yasaklıyordu. Ama şimdi, şu devirde artık bu böyle değildir. Kur’an nâzil olup
bittiğine göre bizi ilgilendiren şeyler anlatılmıştır onda. Biz bizi ilgilendiren,
kulluğumuzu ilgilendiren konuları soracağız, araştıracağız. O konuda bir âyet
ve ya bir hadis bulmuşsak daha başka âyet ve hadisleri de bulmaya çalışacağız.
O konuyu sahâbe nasıl anlamışsa, o konuda selef ne demişse bunları öğrenmeye
çalışacağız ama kulluğumuzu ilgilendirmeyen şeyleri kurcalamak abestir artık.
Meselâ bir
defasında çevresindekiler çok lüzumsuz sorular sorarak Allah’ın Resûlünü
öfkelendirirler. Onların bu densizlikleri karşısında Allah’ın Resûlü son
derece gazaplanır ve; “Haydi sorun! Ne soracaksanız sorun! Vallahi kıyamete
kadar ne olacaksa sorun söyleyeceğim!” der. Oradakilerden birisi; “Ey Allah’ın
Resûlü, benim babam kimdir?” diye sorar, Allah’ın Resûlü; “Baban falandır” der.
Baba bildiğinin dışında bir isim söyler. Bir başkası başka bir şey sorar nihâyet
Hz. Ömer Efendimiz durumun çok kötüye gittiğini ve Rasulullah’ın çok
gazaplandığını görünce ileri atılır ve: “Ey Allah’ın Resûlü, anamız babamız
sana kurban olsun, biz fitneden yeni çıkmış bir toplumuz, kusurumuza bakma,
bizi affet” diyerek Rasulullah’ı teskin eder.
Evet, Rabbimiz buyuruyor ki Allah
bundan önce sorduğunuz şeyleri affetmiştir. Allah Bağışlayandır, Hâlimdir.
Sizden önce bir millet onları sormuştu, sonra da onları inkâr etmişlerdi.
Sizden öncekiler de peygamberlerinden bu tür sorular sormuşlardı, peygamberlerinden
bu tür şeyler istemişlerdi de sonra da sorduklarının, istediklerinin altından
kalkamayarak bu yüzden hakkı inkâra kadar gitmişlerdi. Unutmayın ki siz usanmadıkça
Allah asla usanmaz buyuran Rasulullah Efendimiz bu konunun önemine şöyle dikkat
çeker:
“Müslümanlar karşısında en büyük suçlu bir şey haram değilken sorusu
sebebiyle bir şeyin haram kılınmasına sebep olan kimsedir. Bazı şeyler
konusunda Allah susmuştur. Ama bu susuşu unuttuğundan değildir. O halde
Allah’ın sustuğu şeyleri kurcalamayın.”
103.” Allah, kulağı
çentilen, salıverilen, erkek dişi ikizler doğuran, on defa yavrulamasından
ötürü yük vurulmayan hayvanların adanmasını emretmemiştir; fakat inkâr edenler
Allah'a karşı yalan uydururlar ve çoğu da akletmez-ler.”
Allah, bahiyra, sâibe, vasile ve ham diye bir şeyi
meşru kılma-mıştır. Haram helâl yasalarını, hayatın programını belirlemeye yönelik
bir cahiliye yanlışını daha düzeltmek üzere gelmiş bir âyet. Cahiliye âdetine
göre eğer bir deve beş defa doğurur ve beşincisinde de erkek yavru doğurmuşsa
bu deveye Bahira adını verirler ve onu serbest bırakırlar, üzerine özel bir
işaret vererek, kulaklarını yarıp en yaparak salıverirlerdi. Ona binmeyi,
sütünü sağmayı, bir işte kullanmayı ve kesip etini yemeyi yasak ederlerdi. Bir
bakıma ona bir dokunulmazlık, bir kutsiyet izafe ederlerdi. İşte bahire budur.
Saibe de yolculuğa çıkan bir kimse eğer şu yolculuğumdan sağ sâlim dönersem
veya hastalanan bir kimse eğer şu hastalığımdan kurtulursam şu devem saibe
olsun, serbest olsun der ve o deveden yararlanmayı kendisine haram kılardı. Bir
şükür ifadesi olarak onu serbest bırakıverirdi.
Vasile de bir koyun eğer dişi doğurursa o kendilerinin, erkek doğurursa da
o ilâhlarının olurdu. Eğer bu koyun bir erkek ve bir de dişi olarak ikiz
doğurursa o zaman da bu koyun kardeşini kurtardı diyerek erkeği ilâhları adına
kesmekten vazgeçerlerdi. Bir bâtıl inanış olarak dişiye olan bakışlarının
bozukluğu sebebiyle erkeği de değersiz görüyorlardı. Ham da bir erkek devenin
sulbünden on deve meydana gelmişse o deve de kutsallaştırılırdı.
Yâni kendi hevâ ve hevesleriyle eşyaya kutsiyet izafe etme bâtılı içine
düşüyorlardı. Eşyaya kutsiyet izafesi, eşyada uğursuzluk gör-me yanılgısı ve
eşyanın misyonuna müdahale bâtılı. Bunların tamamı bâtıldır ve İslâm gelişiyle
insanlar arasındaki tüm bu bâtılları kaldırmıştır.
Çünkü ne kutsaldır, ne değildir? Bunu belirleme yetkisi sadece Allah’a
aittir. Allah’ın kutsal kılmadıklarını kutsallaştırmak, eşyayı Allah’ın
istemediği şekilde değerlendirmek, Allah demediği halde onlarda uğursuzluk
görmek, eşyayı Allah’ın istemediği yerde kullanmak Allah’a karşı işlenmiş bir
zulümdür.
Allah kulları adına aldığı kararlarıyla
hep kullarının menfaatini murad ettiği halde kullar akılsızca Allah’ın değer
yargılarını bir kenara bırakıp kendi kendilerine değer yargıları geliştirmeye
çalışıyorlar. Kâfirler Allah’a demediği konularda yalan iftira ediyorlar. Bize
bunları Allah emretti diyerek Allah’a iftira ederlerken akıllarını
kullanmıyorlar. Böylece bilgisizce düştükleri yanılgılarla kendi kendilerini
zora sokuyorlar, sıkıntılara sokuyorlar. Kutsal olmayana, istifadelerine sunulana
kutsiyet atfederek, uğursuz olmayana uğursuzluk izafe ederek eşyayla
ilişkilerini menfi bir şekilde bozuyorlar. Kimi kutsiyet atfettikleri eşyaya
karşı, uğursuzluk atfettikleri şeylere karşı gereksiz korkular içine düşüyorlar.
104. “Onlara,
“Gelin Allah'ın indirdiği Kitaba ve peygambere uyun.” dendiğinde, “Atalarımızı üzerinde bulduğumuz
yol bize yeter” derler; ya ataları bir şey bilmeyen ve doğru yolda olmayan
kimseler idiyseler?”
Bu sapıklara gelin helâl haram sınırlarını
belirleme konusunda, kutsal, kutsal olmayanı tespit konusunda, hak bâtıl
belirleme konusunda, hayatın programını tespit konusunda Allah’ın kitabına ve
o kitabın pratik örneği olan Resûlünün sünnetine müracaat edelim, Allah tüm
hayat konusunda ne buyurmuşsa peygamber örnekliğinde anlayalım, kabul edelim
ve uygulayalım dendiği zaman o akılsızlar derler ki biz atalarımızı neyin
üzerinde bulmuşsak o bize yeter. Atalarımızın dini, yolu, hayat programı bize
yeter, derler.
İşte yukarda anlatılan davranış bozukluklarının sebebi budur. Allah dini
karşısında atalar dinini, Allah yolunun karşısında atalar yolunu savunuyorlar.
Rabbimiz buyuruyor ki, ya onların ataları hiçbir şey bilmeyen, doğru yolda olmayan
kimselerse? Halbuki hakkın, doğrunun, hidâyetin kaynağı atalar değil vahiydir.
Doğrunun ölçüsü kitap ve sünnettir.
Ama işte
Allah’ı tanımayan, Allah’ın gönderdiği dinden habersiz bir hayat yaşayanlar
hiçbir delile dayanmaksızın, akıllarını hiç kullanmaksızın sadece bir atalar
izi takip ederek körü körüne bir taklidin peşine takılıyorlar. Uydukları
şeylerde araştırma, inceleme, düşünme yapmadan ataların, dedelerinin kutsal
mirasını kendileri için yeterli görmektedirler. Atalarının mirası onlar
nazarında o kadar kutsal ki onu araştırma gereği bile duymadan kabulleniyorlar.
Körü körüne bir taklit yolunu takip ediyorlar. Bakın Rabbimiz böyle akılsızları
uyararak buyuruyor ki sizler ey akılsızlar körü körüne takip ettiğiniz atalarınızın
kimlikleri, kişilikleri, aklî düzeyleri ve gidişatları üzerinde hiç ciddi ciddi
düşündünüz mü? Atalarınız doğru yoldalar ise tamam onlara uymanız caizdir.
Ama ya onlar hiçbir şey bilmeyen,
Kur’an ve sünnetten habersiz bir hayat yaşayan insanlarsa? İşte bunu Kitap ve
sünnet ışığında değerlendirmelerini istemektedir. Çünkü kıstas vahiydir. Vahye
uyanlar doğrudur, vahye mutabakat etmeyenler kimden intikal ederse etsin
bâtıldır.
Öyleyse bir şeye tabi olma
konusunda eskilik, yenilik, veya atalar yolu olup olmaması önemli değildir.
Önemli olan onun Allah’ın hükmüne uygun olup olmamasıdır.
105. “Ey İnananlar!
Siz kendinize bakın; doğru yolda iseniz sapıtan kimse size zarar vermez.
Hepinizin dönüşü Allah'adır. İşlemekte olduklarınızı size haber verecektir.”
Ey îman edenler siz kendinize bakın. Siz
kendinizden sorum-lusunuz. sahâbe-i kiram efendilerimiz diyor ki eğer Kur’an’da
bu âyetin dışında başka hiçbir âyet inmemiş olsaydı bu âyet bize yeterdi. Siz
kendinize bakın. Kıyamete kadar tüm zaman birimlerinde yaşayacak mü’min
kullarına sesleniyor Rabbimiz. Siz kendinize bakın. Ne fidye, ne torpil, ne
şefaat, ne iltimas olmadığı bir günde siz kendinizi kendiniz kurtaracaksınız.
O gün insanlar kendilerini Allah’ın cehenneminden kurtarabilmek için dünyalar
dolusu fidyeler vermek isteyecekler ama bu onlardan kabul edilmeyecek. Kimin
malını kime veriyorlar da?
Öyleyse sizler kendinizi Allah’ı razı edecek Müslümanca bir hayatla
kurtarmaya bakın, o gün kimsenin kimseye bir faydası olmayacaktır. Herkes,
hepiniz o gün sadece yaptıklarıyla karşı karşıya geleceksiniz. Gerçi
Rasulullah Efendimiz kişinin öldükten sonra da kârda olacağını, geriye
bıraktıklarından, salih evlât, sadaka-i câriye, istifade edilen hayırlı bir
ilim, hayırlı bir çığır gibi unsurlardan da faydalanacağını anlatır. Ama tabii
bu birinin yaptıklarından bir başkasının faydalanması anlamına değil, kendisinin
bizzat iyi bir iş yapmasındandır. Çünkü Allah’ın istediği gibi inanıp, O’nun
istediği gibi bir hayat yaşamayanlar geriye bıraktıklarından istifade
edemeyeceklerdir.
Madem ki ben beni kurtaracakmışım, ben
benden sorumluy-muşum öyleyse ben hemen dağa çıkmalıyım. İnsanlardan uzaklaşmalıyım.
Çoluk çocuğumu terk edip insanlarla ilgilenmemeliyim. Hayır, yanlış. Çünkü ben
beni kurtarırken insanlara, çevreme tavrım, tebliğim, ilişkim, hayatımın her
bir bölümü aynen kulluk örneğim gibi olmalıdır. O nasıl bir hayat yaşamışsa
ben de öylece yaşayarak ancak kendimi kurtarabilirim. Çünkü insanlardan
uzaklaşıp münzevi bir hayata çekildiğim zaman benim kendi kendime yapabileceğim
çok az İslâmi görev vardır. Zikir, tefekkür gibi. Öyle değil mi? İslâm tek başına
yaşanacak bir din değil ki. İslâm’ın diğer hükümleri cemaatle yaşana-bilecek
hükümlerdir. Namaz kılacağız cemaatle, zekât vereceğiz kendi kendimize değil
birilerine, yalan söylemeyeceğiz birilerine gibi.
Öyleyse biz kendimizi kurtarırken elbette birlilerinin kurtuluşu-na da
sebep olacağız. Ama kimi peygamberler gibi hanımlarımızı bile kurtaramamışsak o
zaman da biz bize düşeni yaptıktan sonra hiç üzülmeyeceğiz. Biz hidâyette olduğumuz
sürece onların bize hiçbir zararları olmayacak. Unutmayacağız ki kar ya da
zarar, galibiyet ya da mağlubiyet sadece dünya şartlarına göre hesap edilmez.
Öyle olmuş olsaydı 950 yıl çırpındığı halde 30,40 kişiyi Müslüman yapabilmiş
olan Nuh (a.s) kaybetmiş olacaktı. Veya testere ile kesilip şehid edilen Yahya
(a.s) zarar etmiş olacaktı.
Ey mü’minler, siz kendinize bakın. Eğer
sizler hidâyette iseniz, doğru yolda iseniz sapanların, sapıtanların size
hiçbir zararı dokun-maz. Siz Allah’ın istediği bir hayatın sahibi olduğunuz
sürece sapanlar, sapıtanlar evinizin içinde bile olsa, babalarınız,
analarınız, hanım-larınız, çocuklarınız bile olsa size bir zararları
dokunmayacaktır. Sakın ha sapıklığınıza, İslâm dışı bir hayatın adamı oluşunuza
etrafınızı mâzeret göstermeyin. Ne yapayım, iyi bir Müslüman olacağım, ama işte
toplum şöyle, ailem böyle, müdürüm böyle diyerek kendi yamukluğu-nuzu örtmeye
çalışmayın. Fâtır sûresinde de Rabbimiz peygamberini aynı konuda uyarıyordu.
Bulabilirsem âyeti bulayım inşallah:
“Ey peygamberim Artık onlara üzülerek
kendini harap etme; Allah onların yaptıklarını şüphesiz bilir.”
(Fâtır 8)
Allah böyle sapmak isteyenleri,
iradelerini sapmadan yana kullananları saptırır, hidâyet bulmak isteyenleri de
hidâyetine erdirir. Öy-leyse ey peygamberim, sen böyleleri hakkında asla bir
üzüntüye kapılma. Böyleleri için sakın kendini yıpratma. Onların yola gelmeyişleri
karşısında, kötülükte direnmeleri karşısında üzülme, yoluna devam et. Unutma
ki Allah onların yaptıklarından haberdardır ve yaptıklarını onların yanına
bırakmayacaktır. Sen hiç üzülme. Şüphesiz Rabbin iyiyi kötü, kötüyü de iyi
görecek değildir. Onlar hiçbir zaman ne bu dünyada, ne de âhirette îman edip
salih ameller işleyen mü’minlerin ulaştıkları mükafatlara ulaşamayacaklardır.
Bir gün gelip Allah belâlarını verecektir onların. Çünkü hepinizin dönüşü
O’nadır. Hepiniz tek tek O’-nun huzuruna varacak ve yaptıklarınızın hesabını
O’na ödeyeceksiniz. Orada hiçbir mâzeretiniz geçerli olmayacak. Akıllarınızı
kullanmayarak atalar dinine, atalar yoluna tabi olmanız da sizi kurtaramayacaktır.
106. “Ey İnananlar!
Ölüm birinize geldiği zaman vasiyet ederken içinizden iki âdil kimseyi; şâyet
yolculukta olup başınıza da ölüm musîbeti gelmişse, namazdan sonra alıkoyacağınız,
şüpheleniyorsanız, "Akraba bile olsa yeminle hiçbir değeri
değiştirmeyeceğiz, Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz, yoksa şüphesiz günahkârlardan
oluruz." diye yemin eden sizden olmayan iki kişiyi şahit tutun.”
Ey mü’minler, sizden birine ölüm yaklaştığı zaman
vasiyet yaparken şahitler bulundurun. Vasiyet ederken içinizden iki âdil şahit
tutun. Yolculuk esnasında ölüm başınıza gelirse namazdan sonra bir haksızlığa
imkân vermemek için vasiyetinize şahit tutacağınız kimselere şöylece yemin
ettirin: Bizler akraba bile olsalar Allah için verdiğimiz bu yeminlerimizi
değiştirmeyiz. Çünkü eğer bu şahitliği gizlersek biz kesinlikle günahkârlardan
oluruz. Şahitliğimiz akraba aleyhine de olsa onlar hatırına haktan vazgeçmeyiz.
Bizler asla Allah’ın şahitliğini değiştirmeyeceğiz, gizlemeyeceğiz diye yemin
eden sizden olmayan iki kişiyi şahit tutun. Buradan anlıyoruz ki adâletin gerçekleşmesi,
hak-kın yerini bulması için şahitlerin kimlikleri de önemli değildir. Adâlet
dinsel aidiyetten daha önceliklidir.
107. “Eğer bu
şahitlerin günah işlemiş oldukları ortaya çıkarsa ölene daha yakın hak sahibi
diğer iki kişi bunların yerine geçer ve “Bizim şahitliğimiz ikisininkinden de
daha doğrudur, biz aşırı gitmedik, yoksa şüphesiz zulmedenlerden oluruz."
diye Allah'a yemin ederler.”
Ama sizin vasiyetinize şahit olan bu iki kişi
yemin ettikten sonra hainlikleri, yalancılıkları ortaya çıkmışsa, günahkâr
oldukları anlaşılmışsa o zaman terekede hak sahibi olan ölenin varislerinden
iki kişi o iki şahit yerine şahitlik etsin. Tabii bunlar mirasa hak kazanların
en lâyıklarından olmalıdır.
Ve bu iki şahit Allah adına yemin etsinler. Desinler ki bizim şahitliğimiz
Allah katında onlarınkinden daha doğru, dinlenmeye, itibara alınmaya daha
lâyıktır, çünkü onlar, o bizden önce şahit tutulanlar hainlik ettiler. Ama
bizler onlar hakkında hainlik etmekle onlara zulmetmedik, biz onlar aleyhine
yalan söylersek o zaman zâlimlerden oluruz.
108. “Bu, şahitliği
gerektiği gibi yapmalarını veya yemin-lerinden sonra yeminlerin kabul
edilmemesinden korkmalarını daha iyi sağlar. Allah'tan sakının, dinleyin, Allah
fâsık kimselere yol göstermez.”
İşte bu hüküm onların gerçeği değiştirmeden, hakkı
gizlemeden olduğu gibi şahitlik etmeye veya kendilerinden sonra bir başkasının
yemin etmesi insanların yeminlerini reddederek rezil bir duruma düşmekten
korkmalarını sağlaması açısından daha uygundur. Evet demek ki işte böylece
şahitlik meselesinin üzerinde ciddi ciddi durulması yeryüzünde adâletin
gerçekleştirilmesi içindir. Çünkü insanlar arasında adâletin tesis edilmesi
evvel emirde şahitlerin dürüstlüğüne bağlıdır. O halde ey Allah kulları bu konuda,
her konuda muttaki olun. Allah’a karşı sorumluluklarınızın bilinciyle hareket
edin. Rabbinizin her an sizi görüp gözettiğini unutmayın. Kesinlikle bilesiniz
ki Allah kendisine itaatten çıkan, istediği gibi hareket etmeyen kimseleri
rahmetine ve cennetine ulaştırmaz.
109. “Allah
peygamberleri topladığı gün, “Size ne cevap verildi?” der; onlar, “Bizim bir
bildiğimiz yoktur, doğrusu görülmeyenleri bilen ancak sensin.” derler.”
Siz
bilirsiniz. Yaşadığınız bu dünya hayatında ister Rabbinize kulluğunuzun,
takvanın bilinci içinde olun, isterseniz de O’na, O’nun yasalarına itaatten
çıkmış hevâ ve hevesleri istikâmetinde bir hayat yaşayan fâsıklar gibi davranın.
Ama şunu asla unutmayın ki bir gün gelecek Allah bu hayatın hesabını sormak
üzere peygamberleri ve tüm mahlukâtı huzurunda toplayacak. O gün elçilerine
şöyle soracak: “Size ne cevap verildi?” Size ne dendi? Sizler gönderildiğiniz
toplumlarınız tarafından nasıl karşılandınız? Nasıl bir mukabele gördünüz?
Sizi nasıl karşıladılar? Size evet mi dediler, yoksa hayır mı dediler? Size
itaat mı ettiler, yoksa isyanda mı bulundular? Sizin Benim örnek kullarım olduğunuza
îman ettiler mi, yoksa ret mi ettiler? Sizin gibi kul olma yoluna mı girdiler,
yoksa keyiflerince yaşamaya mı yöneldiler?
Veya ey peygamberlerim, sizler
gönderildiğiniz toplumlarınıza karşı vazifelerinizi yaptınız mı? Benim âyetlerimi
onlara anlattınız mı? Tebliğ ettiniz mi? Benim mesajımı onlara duyurdunuz mu?
Benim insanlardan istediğim kulluk konusunda onlara örneklikte bulundunuz mu?
Onlara gösterdiniz mi diyecek. Kasas sûresinde de aynı konu şöyle anlatılır:
“O gün
Allah onlara seslenir: "Peygamberlere ne cevap verdiniz?” der.”
(Kasas
65)
Bu defa
insanlara, o peygamberlerin toplumlarına geliyor soru: Ey kullarım, Benim size
gönderdiğim elçilerime ne dediniz? Ne cevap verdiniz? Nasıl karşıladınız
onları? Nasıl icabet ettiniz? Neler dediniz onlara? Nasıl davrandınız onlara
karşı? Evet herkes o gün ne diyeceğini, nasıl cevap vereceğini şimdiden iyi
düşünsün. Evet ya Rabbi ben senin bana gönderdiğin elçini kulluk örneği bildim.
Onu tanıma, onun sünnetini, onun yaşam tarzını öğrenip aynen onun gibi olma
yoluna girdim. Tüm hayatımda adım adım onu takip ettim diyebilecek miyiz?
Diyemeyecek miyiz? Bunu iyi düşünelim. Peygamberle, peygamberin sünnetiyle,
peygamberin hadisleriyle ilgilenmeyen, peygamberden ve onun hayatından habersiz
yaşayan bir adamın elbette bunu diyebilmesi mümkün değildir.
Bir de unutmayalım ki bu kitabı
tanıdığımız kadarıyla peygamberin sünnetini tanıdığımız kadarıyla müslümanız ve
Rabbimizin sorularına cevap vereceğiz. Yâni ne kadar tanıyabildik peygamberi?
Ne kadar tanıyabildik onun sünnetini? Ya Rabbi senin peygamberin bize bir şey
demedi ki, biz ona bir cevap verelim. Bir şey sormadı ki o bize, biz ona cevap
verelim. Tat bir peygamber göndermişsin bize. Bizimle hiç konuşmadı. Bize
hiçbir mesaj ulaştırmadı. Bizim dinimizi bize o anlat-madı ki. Bizim dinimizi
bize babalarımız anlattı, hocalarımız anlattı, Ömer Nasuhi Bilmen anlattı. Biz
dinimizi onlardan öğrendik. Senin peygamberin zaten bizim dönemde gelmedi. Çok
önceleri gelmiş ve kendi toplumunu ilgilendiren sözler söylemiş, uygulamalarda
bulunmuş. Bizim onun ne dediklerinden haberimiz yoktu diyeceğiz herhalde. Çünkü
peygamberi tanımayan, peygamberin sözlerini, peygamberin uygulamalarını
tanımayan bir adam bundan başka ne diyebilir ki?
Öyleyse, gözünüzü dört açıp,
kulağınızı sekiz açıp şu sözümü iyi dinleyin. Başka kitapları tanımasak da
olur, diğer liderleri ve efendileri ve onların uygulamalarını tanımasak da
olur, ama bu kitabı ve peygamberin sünnetini tanımak zorundayız. Bunu asla
hatırınızdan çıkarmayın. Çünkü soru onlardan çıkmayacak. Onları tanıyıp tanımadığınızdan,
onları örnek alıp almadığınızdan sorulmayacaksınız. Peygamberinizi tanıyıp
tanımadığınızdan, onun sünnetini, onun hayatını, onun uygulamalarını tanıyıp
tanımadığınızdan, onun gibi yaşayıp yaşamadığınızdan sorulacaksınız. Bakın Rasulullah
Efendimiz kendisine sorulacak bu sorunun heyecanını iliklerine kadar
hissederek: “Ey ashabım, ben size tebliğ ettim mi? Ben size görevimi yaptım mı?
Ben size risâletimi ulaştırdım mı? Bu konuda yarın Rabbimin huzurunda bana
şahitlik yapar mısınız diye çırpınırken, bizler ne yapacağımızı, ne
diyeceğimizi çok iyi düşünmek zorundayız. Evet bakın o gün kendilerine sorulan
bu soru karşısında peygamberlerin verecekleri cevapları da şöyle olacak:
Diyecekler ki; ya Rabbi, şüphesiz ki
senin ilminin yanında bizim bilgimiz bir hiçtir. Muhakkak ki sen tüm gaybların
bilicisisin. Bilginin kaynağısın sen. Sen bizim bildiklerimizi de
bilmediklerimizi de bilensin. Bizim gönderildiğimiz toplumlarımıza karşı
görevlerimizi yapıp yapmadığımızı, onların bizi nasıl karşıladıklarını en iyi
bilen sensin ya Rabbi. Bizler hayatta iken çağrımıza verilen cevapların,
karşımızda takınılan tavırların sadece zâhirîni bilebiliriz. Onların
batınlarını bilen ancak sensin ya Rabbi. Bize ve bizim senden getirdiğimiz
mesaja müspet ve menfi tavır takınanların içlerini, dışlarını, niyetlerini ve
onlara karşı nasıl muamele yapılacağını bilen ancak sensin ya Rabbi.
110. “Allah, “Ey
Meryem oğlu Îsâ! Sana ve anana olan nîmetimi an” demişti, “Seni Ruh’ul Kudüs'le
desteklemiştim; beşikte ve yetişkin iken insanlarla konuşuyordun; sana Kitabı,
hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i öğretmiştim. Sen iznimle, çamurdan kuş gibi bir
şey yapmış ona üflemiştin de iznimle kuş olmuştu; anadan doğma körü, alacalıyı
iznimle iyi etmiştin. Ölüleri iznimle diriltiyordun. İsrâil oğullarına
belgelerle geldiğinde, onlardan inkâr edenler, “Bu apaçık bir büyüdür”
demişlerdi de Ben onların sana zarar vermelerini önlemiştim.”
İşte burada o elçilerinden bir tanesinin
hayatından örnek su-nacak Rabbimiz. Ey Meryem oğlu Îsâ, sana ve anana olan
nîmetlerimi bir hatırlasana. Seni bir kelime olarak, bir yasa olarak babasız
yarattığımı hatırla. Yine hatırla ki seni Ruhu’l Kudüs ile destekledim. Yahudiler
bu babasız doğumunu bahane ederek tarih içinde seni veledi zinalıkla itham
ederek kirletmeye çalışsalar da sana tertemiz bir ruh verdik. Veya buradaki
Ruhu’l Kudüs Allah’ın sözleridir, yâni vahiydir. Rabbimiz vahyiyle Îsâ (a.s)’ı
desteklemiştir. Ya da bu Ruhu’l Kudüs Cebrâil (a.s) dır. Aslında tüm elçilerine
Cebrâil (a.s)’ı destek yaptığı halde kitabında sadece Îsâ (a.s) ın zikredilmesi
onun yaratılışındaki Cebrâil’in rolünden dolayıdır Allahu Âlem.
Ve sen
beşikte bir bebekken tıpkı yetişkin birisi gibi insanlarla konuşuyordun. Sana
bu gücü de vermiştik. Ya da hem beşikte iken hem de yetişkin iken insanlarla
konuşuyordun. Sana kitabı ve hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğrettim. Evet
Rabbimiz Îsâ (a.s)’a kitabı, Tevrat’ı, İncil’i, ve hikmeti öğretiyor. Hem yazı
yazmayı, hem kitabı öğretiyor ona, hem de bu kitabın pratiğini, yâni nasıl
anlaşılacağını, Nasıl uygulanacağını da öğretiyor. İncil Îsâ (a.s)’a
veriliyor, bunu anlıyoruz da acaba Tevrat’ın verilişini nasıl anlayacağız?
Arkadaşlar böylece anlıyoruz ki Rabbimiz Îsâ (a.s)’a verdiği İncil ile daha
önce gönderdiği ve İsrâil oğullarının bozup tahrif ettikleri Tevrat’ın aslını
da ortaya koyuyordu. Çünkü kitaplar ve peygamberler birbirlerini tasdik ederek
geliyorlardı.
Yine
hatırla ki sen benim emrimle, benim iznimle çamura kuş sûreti veriyor, sonra
ona üfürdüğünde de Allah’ın izni ve yardımıyla o bir kuş oluyordu. Yine benim iznimle
görmeyen körlere, şifa bulmaz alacalılara şifa veriyor, benim iznimle ölüleri
diriltiyordun. Dikkat ederseniz hep “Biiznî” “Biiznî” diyor Rabbimiz. Bunun
sebebi bütün bu yapıp ettiklerinden dolayı Îsâ (a.s)’ı tanrılaştırmaya
çalışan, ona Allah sıfatlarını yüklemeye çalışan hıristiyanları uyarmaktır.
Bakın, dikkat edin bütün bunlar Benim iznimle olmuştur uyarısında bulunmak içindir.
Yine hatırla ki ey peygamberim,
sen yahudilere risâletinin hak oluşu konusunda bu tür hüccetler, deliller,
mûcizeler getirdiğinde onlar seni öldürmeye teşebbüs etmişlerdi de Biz buna
mâni olmuştuk. Tüm bu açık mûcizeler karşısında bir peygamber inkâr etmek, peygamber
öldürmek vazgeçilmez huyu olmuş o hainler senin için: “Bu harikulade olaylar
apaçık bir sihirden başka bir şey değildir.” demişlerdi. Evet Rabbimiz bu
âyetleriyle Îsâ (a.s)’a hitap ederken aslında onu putlaştıranlara ve de onu
yalanlayanlara bir uyarıda bulunmaktadır anlıyoruz.
111. “Havarilere,
“Bana ve peygamberlerime inanın” diye bildirmiştim, “İnandık, bizim Müslimler
olduğumuza şahit ol" demişlerdi.”
Evet, yine hatırla ki, hatırlayın ki Biz
Havarilere vahyetmiştik. Hangi konuda? Bana ve elçilerime îman edin diye. Onlar
da Bizim sana bir lütfumuz olarak: İnandık ya Rabbi, bize emrettiğini tasdik
ettik ya Rabbi, bizim bu îman ve tasdiklerimizdeki samimiyetimize, Senin emrine
boyun büktüğümüze Sen şahit ol ya Rabbi demişlerdi. Biz inandık, biz Müslüman
olduk, biz teslim olduk sen buna şahit ol ey Allah’ım demişlerdi. Sen şahit ol
ki biz Müslümanlarız demişlerdi.
İşte
Rabbimiz son derece açık ve net bir biçimde anlatıyor ki Îsâ (a.s) Müslümandı,
onun Havarileri de Müslümandı. İşte Îsâ (a.s) nın ilk mü’minlerinin itirafları.
Ey Rabbimiz, biz bize indirilene inandık. Senin tarafından bize indirilen
İncil’e, bize gönderilen elçin Hz. Îsâ’ya îman ettik. Resûlün yoluna, Resûlün
îmanına, Resûlün kulluğuna, Re-sûlün teslimiyetine, Resûlün sünnetine tabi
olduk. Sana ve kitabına îmanımızı Resûlüne tabi olmakla ortaya koyduk. Biz
elçinin bizden istediği tevhidi kabullendik. Biz senden başka İlâh kabul
etmeyen, senden başka kulluğa lâyık varlık bilmeyen, elçilerinle seni karıştırmayan,
elçilerine senin sıfatlarını vermeyen, elçilerini ulûhiyet ve rubûbiyet makamına
oturtmayan, onları sana ortak görmeyen mü’minleriz.
Biz hem Rabbimiz ve İlâhımız olan
sana, hem de bizi sadece sana kulluğa çağıran elçilerine iftira etmeyenlerdeniz.
Ya Rabbi sen bu îmanlarımıza şahit ol diyorlar. İşte o Müslümanlar ve şu anda
da Îsâ (a.s)’a Allah’ın istediği biçimde îman edenler Müslümanlardır. Şu anda
Îsâ (as)’ı tanrılaştırmayıp Allah’ın kulu ve elçisi olarak ona îman edenler
sadece Müslümanlardır. Ne hıristiyanlar, ne de yahudiler ona Allah’ın istediği
şekilde inanmamaktadırlar.
112. “Havariler,
“Ey Meryem oğlu Îsâ! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” demişlerdi
de, “İnanıyorsanız Allah'tan sakının” demişti.”
Havariler demişlerdi ki; “Ey Meryem oğlu Îsâ,
Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” Bu ifadeyi; “Rabbin buna güç
yetirebilir mi?” şeklinde anlayabileceğimiz gibi, “acaba Rabbin böyle bir şeye
razı olur mu?” Veya “Rabbin böyle bir şeyi murad buyurur mu?” şeklinde de anlayabileceğiz.
Ya da “Ey Îsâ, nasıl olur? Böyle bir şey uygun mu? Sen böyle bir şeyi
Rabbinden isteyebilir misin? Senin böyle bir şeye yetkin var mı? Gücün yeter mi
buna?” şeklinde de olabilir. Tabii bu anlayışları şunun için demeye çalıştım.
Yâni işte yukarıda anlattı Rabbimiz bu Havarilerin îmanlarını ve
teslimiyetlerini. Allah hakkında acaba Rabbinin böyle bir şeye gücü yeter mi?
Şeklinde bir ifadeyi kullanmaları hoş düşmeyecek gibi geldi bana. Tabii
kimileri bu olayın onların henüz îmanlarının tam oturaklaşmadığı bir dönemde olduğunu
söylemişler. Veya onların içinden kimi cahillerin bunu söylediklerini iddia
edenler olmuş. Onların bu isteklerine karşılık Îsâ (a.s) da buyurdu ki eğer
îman ediyorsanız Allah’a karşı saygılı olun. Allah’a karşı konumuzun farkında
olun, haddinizi bilin. Demek ki bu talep meşru değil. Ve dikkat ederseniz
böyle bir talebin yerine getirilip getirilmeyeceği konusunda tek kelime bile
söz edilmezken, sadece talebin meşru olmadığı vurgulanıp iş bitiriliyor.
113. “Ondan yemeyi,
kalplerinizin kanmasını ve senin bize doğru söylediğini bilmeyi, ona şahit
olmayı istiyoruz dediler.”
Havariler bu isteklerinde gerekçe olarak dediler ki, biz böyle bir sofra
istemekle ondan yemeyi ve kalplerimizin tatmin olmasını, yakîn bir îmanla
doyuma ulaşmasını, sükûnete ermesini istedik. Zerre kadar bir şüphe duymadan
senin bize söylediklerinin mutlak doğruluğunu bilmek için bunu istedik ey Îsâ
dediler. Bir de bu olaya şahit olmayanlara onun hakkında kesin bir bilgiyle
şehâdette bulunalım diye istedik bunu. Bizim böyle bir sofra istememizin sebebi
işte budur. Değilse ne Rabbimizden, ne O’nun gücünden, ne de peygamber olarak
senden bir şüphemiz oluşundan değil.
Arkadaşlar bu tıpkı İbrahim (a.s)’ın şu ifadesi gibidir. Hani İbrahim
(a.s); “Ya Rabbi, ölüleri nasıl dirilttiğini görmek istiyorum.” demişti de
Rabbimiz şöyle buyurmuştu:
“İnanmıyor
musun?” “Evet inanıyorum, ama kalbim tatmin olsun için istiyorum.”
(Bakara 260)
Evet bakın
bu soruyu soran bir Allah elçisiydi. İnanmayan birisi değildi. Ve diyor ki
bakın, inanıyorum ya Rabbi ama istiyorum ki kalbim itminana kavuşsun. Yâni İbrahim
(a.s) Rabbimizin bir görsel âyetiyle kalbinin doyuma ulaşmasını istiyordu.
Çünkü o insanları O Allah’a îmana çağıracaktı. Konumu gereği, üslendiği görev
gereği istiyordu bunu Rabbinden. Önce bizi Allah’a kulluğa çağıran Allah elçisinin
kalbi mutmain olacaktı, tabii atamızın kalbi mutmain olunca da bizim kalbimiz
mutmain olacaktı. İşte burada da anlıyoruz ki Îsâ (a.s)’ın yanında onun
misyonuna yardım edeceklerine dair söz verip bu büyük görevi üslenen Havari
dâvetçiler de böyle bir görsel âyetle itminan istiyorlar. Bunun üzerine:
114. “Meryem oğlu
Îsâ, “Allah'ım! Rabbimiz! Bize ve bizden sonra geleceklere bayram ve senden
bir delil olarak gökten bir sofra indir, bizi rızıklandır, sen rızık verenlerin
en hayırlısısın"dedi. Allah, “Ben onu size indireceğim; bundan sonra kim
inkâr ederse, dünyalarda kimseye azap etmeyeceğim şekilde ona azap edeceğim”
dedi.”
Îsâ (a.s) dedi ki, ey Rabbimiz, bize gökten bir
sofra indir ki o bize ve bizden sonra gelenlere bir sevinç, bir bayram, bir
ferah günü olsun. Bir işaret olsun. Senin ve elçinin doğruluğuna, hak oluşuna
bir delil, bir hüccet olsun. Ey Rabbimiz bize rızık ver. Şüphesiz rızık verenlerin
en hayırlısısın diye dua etti. Bunun üzerine Rabbimiz şöyle buyurdu: Ben onu
size indiririm. Ben zaten onu size hep indiriyorum. Şu anda tatlısıyla,
tuzlusuyla, ekşisiyle, yağlısıyla yiyip içtiklerinizin tamamı Bendendir. İşte
şu anda yediğiniz önünüzde yemediğiniz arkanızda Benim soframın, Benim nîmetlerimin
içinde yüzüyorsunuz. Öyle değil mi? Şu önümüzdeki sofralar kimden? Şu meyveler,
şu seb-zeler, şu sütler, etler Allah’tan değil mi? Allah vermiyor da kim veriyor
bunları? Ama aslında insan eşyanın normal durumunu mûcize olarak göremez de
anormal durumunu mûcize olarak görüyorlar. Meselâ yeryüzü sallanıp deprem
olunca olağanüstü oluyor da yerin bizi düşürmeden üzerinde tutuşu mûcize
olmuyor. Güneşin tutulması olağanüstü oluyor da varlığı olağanüstü olmuyor.
Elma ağacının elma vermesi mûcize olmuyor da gökten bir elmanın düşmesi mûcize
oluyor. Hurmanın bizzat kendisinin varlığı, Allah tarafından en güzel bir
biçimde yatarılmış olması mucize olmuyor da, onun üzerinde lafzatul-lahın yazılı
oluşu mucize oluyor. Veya balın Rabbimizin emriyle arılar tarafından meydana
getirilişi mucize olmuyor da, onun peteğinin üzerinde kelime-i tevhidin
yazılmış oluşu mucize oluyor. Garip bir şey. İnsanlar böyle şeylerin peşine
düşüyorlar da Allah’ın kendileri için yarattığı, indirdiği nimetlerini
görmüyorlar, görmezden geliyorlar. Kendi yaptıkları bilg
116,117. “Allah,
“Ey Meryem oğlu Îsâ! Sen mi insanlara Beni ve annemi Allah'tan başka iki İlâh
olarak benimseyin dedin? “demişti de, “Haşa, hak olmayan sözü söylemek bana
yaraşmaz; eğer söylemişsem, şüphesiz Sen onu bilirsin; Sen, benim içimde olanı
bilirsin, ben Senin içinde olanı bilmem; doğrusu görülmeyeni bilen ancak
Sensin” demişti, “Ben onlara sadece 'Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk
edin diye bana emrettiğini söyledim. Aralarında bulunduğum müddetçe onlar
hakkında şahittim, beni aralarından aldığında onları Sen gözlüyordun. Sen her
şeye şahitsin.”
Ve işte hıristiyanların sapak noktalarını ortaya
koyan bir Allah yasası. Rabbimiz Meryem oğlu Îsâ’ya soruyor: Ey Îsâ beni ve
anamı Allah berisinde, Allah dûnunda iki İlâh edinin diye sen mi söyledin? Allah’ı
bırakın da bana ve anama kulluk edin diye sen mi dedin onlara? Kendinin ve
ananın İlâhlığını sen mi iddia ettin? Sen mi dedin onlara beni ve anamı
tanrılaştırın diye? Sen mi işledin bu suçu?
Rivâyetlere bakılırsa bunu Rabbimiz kıyamet günü bütün mahlukâtın önünde
söyleyecek. O ortamda herkes var. Îsâ (a.s)’ı tanrılaştıranlar, Ona tapınanlar
da vardır.
Bakın onların huzurunda Rabbimizin bu şekildeki sorusuna Îsâ (a.s)şöyle
cevap verecek: Ey Rabbim, hâşâ hâşâ hak olmayan bir sözü söylemek bana
yakışmaz. Seni tenzih ederim. Seni Sana lâyık olmayan sıfatlardan tenzih
ederim. Ben hayatım boyunca hep Seni tes-bih ve tenzih ettim. Ben hep Sana kul
köle oldum. Kendim Sana kul köle olurken bu insanları nasıl kendime ve anama
kulluğa çağırabi-lirim? Şâyet ben onu söylemişsem elbette Sen bilirdin. Hiçbir
şey Sana gizli değildir. Sen her şeyi bilensin. Sen benim zatımın hakikatini,
içimi, dışımı, kalbimi, niyetimi, içimdekileri bilirsin. Halbuki ben Senin
zatının künhünü bilemem. Senin ilmin olmuş ve olacak her şeyi kuşatmıştır.
Ben hayattayken asla böyle bir şey demedim. Ama beni katına alıp hayatıma
son verdikten sonra bu adamların düştükleri bu yanılgılarına ben ne yapabilirdim
ya Rabbi? Onları görüp gözetleyen Sendin Allah’ım. Ben onlara ancak bana
emrettiklerini, bana vahy ettiklerini söyledim. Onlara beni ve sizi yaratan
Rabbimize kulluk edin, sadece O’nu dinleyin dedim. Ben de sizin gibi bir kulum
dedim. Benim sizden bir farkım yok dedim. Onların arasında bulunduğum sürece
yapıp ettiklerine şahit idim. Beni kendi katına çektikten sonra artık onların
ne yaptıklarına şahit ve gözetleyici ancak Sen oldun.
118. “Onlara azap
edersen, doğrusu onlar senin kullarındır; onları bağışlarsan, güçlü olan,
hakim olan şüphesiz ancak sensin.”
Ne hoş, ne güzel bir ifade değil mi? Ey Rabbim,
eğer bu yaptıklarından ötürü onlara azap edersen doğrusu onlar senin kullarındır.
Onları bağışlarsan güçlü olan, aziz olan, hakim olan ancak sensin. Bu konuda
yetki, onur, şeref, hikmet, bilgi sana aittir. Eğer onlara azap edersen onlar
senin kölelerindir, onların sahibi ve mâliki sensin. Onlar hakkında istediğin
gibi tasarrufta bulunabilirsin. O kullarını affedersen asla sana itiraz edilemez.
Kim hesap sorabilir sana?
Şu merhamete bakın Allah’ın elçisindeki.
Onlar senin kulların diyor, onları bağışlarsan kim karşı koyabilir sana diyor. Ne
güzel bir dua, ne muazzam bir edep depil mi? Bunu ancak Allah’ın eğitip bize
yasal örnek yaptığı bir peygamber söyleyebilir.
Rabbimiz buyuruyor ki:
119,120. “Allah,
“Bu, doğrulara doğruluklarının fayda verdiği gündür; ebedî ve temelli
kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetler onlarındır. Allah onlardan hoşnut
olmuştur, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlardır, bu büyük kurtuluştur”dedi.
Göklerin, yerin ve onlarda bulunanların hükümranlığı Allah'ındır, Allah her
şeye Kâdirdir.”
Bugün kıyamet günüdür. Bugün kıyam günüdür. Bugün
sözlerine sâdık kalanların sadâkatlerinin karşılığını görecekleri gündür. Bugün
dosdoğru yolda olanların, sırat-ı müstakîmde olanların, bugün Müslüman
olanların, Allah’ın istediği gibi bir hayat yaşayanların îmanlarının faydasını
görecekleri gündür. Bugün, bugüne inanarak, bugünün hesabı içinde bir dünya
yaşayanların kurtulacakları bir gündür. Bugün kim ne yapmışsa, nasıl bir hayat
yaşamışsa amellerin karşılı-ğının tastamam kendisine verileceği bir gündür. Bugün
sâdıklar, îman iddialarında sadâkat gösterenler, îman kaynaklı bir hayat yaşayanlar,
îmanlarını hayatlarında görüntüleyenler için zemininden ırmaklar akan, tahtı
tasarruflarında ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır.
Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan hoşnut olmuşlardır.
Doğruluklarından ötürü, sadâkatlerinden ötürü, dünyada Allah-tan, Allah’a
kulluktan, Allah’ın istediği hayatı yaşamaktan, Allah’ın emir ve yasaklarından
razı oldukları için Allah da onlardan razı olmuş-tur. Bir ömür boyu Allah’ı
razı etmeye çırpınışlarından ötürü Allah onlardan razı olmuştur. Şimdi onlar da
Rablerinin kendilerine lütfettiği cennetlerden razı olmuşlardır. Çünkü göklerde
ve yerde ne varsa hepsi Allah’ındır. Göklerin ye yerin mülkü O’na aittir.
Göklere ve yere egemen olan O’dur. Her şey O’nun dilemesi altındadır.
Kullarından dileyenlere, dileklerini onayladıklarına akla hayale gelmedik
cennetler ve mükafatlar vermeye Kâdirdir O. Rabbim bizi de o kullarından eylesin.
Velhamdü lillahi Rabbil Âlemin.