EL-MAİDE SÛRESİ 3

(5. Süre) 3

Tefsir 3

En Son İnen Âyet Ve Sûre Hangisidir 4

El-Maide (Sofra) 5

Maîde İle Nisa Sûrelerinin Münasebeti 5

Maide Sûresinin Fazileti 5

Hîyarul Meclîs Meselesi 7

Ceninin Hükmü. 8

İhramlıya Hangi Av Haramdır?. 8

Yardımlaşma Nerde Olur?. 11

Meal 13

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 13

Îslâmın Bir Kerameti 15

Îslâmda Domuzun Durumu. 15

Allah’tan Başkasının İsmiyle Kesilen Haramdır 15

Besmelesiz Kesilenin Durumu. 16

Dikili Taşlar Üzerinde Kesilenin Hükmü. 16

İslâmda İstihare Namazı 17

Kâhinlik Çeşttleri 21

Zarurette Haramlardan Bir Şey Yenilir Mi?. 23

Allah, Verdiği Ruhsatı İşliyeni Sever 24

Mundardan Yemek Ne Zaman Helâldir?. 25

Mecbur Kalan Mundardan Doyasıya Yiyebilir Mi? Ve Azık Edinir Mi?. 25

Et-Teyyibat'ın Tefsirinde İleri Sürülen Görüşler 26

Besmele İle Bırakılan Avcı Hayvanın Tuttuğu Yenir 27

Bir Parçası Avcı Hayvan Tarafından Yenen Avın Ett Yentlîr Mi?. 28

Zevk İçin Hayvanları Avlamak Haramdır 29

Hıristiyan Ve Yahudilerin Kestikleri Bize Helâldir 30

Meal 33

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 33

Bir Müslümana Ne Zaman Abdest Farz Olur?. 33

İmam Ebu Hanîfe'ye Göre Abdesttn Farzları 34

Abdestte Yüzün Hududları 34

Başın Mesih Miktarı 34

Ayaklar Yıkanır Mı, Veya Mesih Mi Edilir?. 35

Abdestin Sıfatı 36

Ayağın Yıkanması İçin Hz. Ali Ne Dedi?. 38

Mestlere Mesih Etmek. 38

Cünüblükten Yıkanmak Farzdır 40

İslâmda İlk Teyemmüm.. 40

Abdest Hakkında Gelen Eserler 41

Meal 42

Dirayet Ve Rivayet Tefsîrî 42

Sofulara Göre Nakibeler 47

Meal 48

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 48

Meal 50

Fetret Dönemi Hakkında Gelen Görüşler 51

Îsraîloğullarından Gelen Peygamberler Adedî Kaçdı 51

Krallar Kılmanın Manası Nedir?. 52

Cebbar Kavim Hangi Kavimdir?. 53

İbn Kesib'e Göbe Cebbarlar Kimlerdir?. 54

Meal 54

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 54

Bu Ayetteki Rab'dan Maksad Nedir?. 54

Hz. Musa'ya Bu Sözü Söyleyen Kâfir Olur Mu?. 54

İsrail Oğulları Ne Zaman Çölden Çıktılar?. 55

Hz. Musa Tih Çölünde İsrail Oğullarıyla Beraber Miydi?. 56

Habil İle Kabil'in Kıssaları 57

Müttekilerin Kurbanı Nedir?. 58

Resülüllah'ın Ebu-Zer'e Nasihatları 58

Kıssadan Hisse. 60

İlk Ateşe Tapan Kimdir?. 60

Meal 61

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 61

İslama İhanet Edenin Cezası 62

U’reyne Hadîsi Hakkında Âlimlerin Görüşleri 62

Allah'la Savaşmanın Mânâsı: 63

Yol Kesenlerin Hükümleri 63

İslâm'da İlk Hapseden: 63

İslâmda Tevessül Meselesi 65

Tevessul'da Başkası Resülüllaha Kıyas Edilir Mi?. 68

Meal 71

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri Cehennem Azabı Kâfir İçin Ebedidir 71

Kesilmeye Sebeb Olan Malın Mikdarı 71

Hangi Malın Çalınması Kesilmeye Sebebdîr 72

El Kesmekle Beraber Malda Geri Alınır Mı?. 73

Savaş Halindeyken Çalmaya Ceza Tatbik Edilir Mi?. 73

Islâmda Hırsızın Hangi Eli Kesilir?. 74

Tevbe İle El Kesmek Kalkar Mı?. 74

Zulmünden Sonra Tevbe Eden. 75

Resülüllah'ın Yahudilerden Hüküm Sorması 76

Meal 76

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri İslâm'da Rüşvet: 77

Rabbaniler Ve Ahbarlar 79

Bütün Mü'minlekin Kanları Eşittir 82

Meal 85

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 85

İncil Mevizedir 85

Kur'an Diğer Kîtabların Şahididir 86

Yol Ve Şeriat Mânâları 86

Meal 88

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 89

 


EL-MAİDE SÛRESİ

 

(5. Süre)

 

Medine döneminde (hicretten sonra) nazil olmuştur. 120 âyettir   Rahman ve Rahîm olan Allah'ın adı ile başlarız  

(1) Ey îman edenler! Akidleri (vaadleri)nizi yerine getiriniz. Hacc için ihramda olduğunuzda, avı helal saymamanız şartıyla sîze hayvanlardan şu okunacaklardan başkası helal kılındı. Şüphesiz ki Al­lah ne dilerse, onu hükmeder.» 

(2) Ey Müminler! Ne Allah'ın haccda (uyulması istenen) adet­lerine, ne haram aya, ne kurbanlık hayvanlara ne gerdanlıklara, ne de rablerinin fazlını ve rızasını arayarak Beyt-i Haramı kastedip gelen­lere, sakın hâ hürmetsizlik etmeyiniz. İhramdan çıktığınız zaman av­lanınız. Sizi mescidi haramdan menettiler diye bir kavme karşı besle­diğiniz kin, sakın sizi adaletsizliğe götürmesin. İyilik etmek ve fenalık­tan sakınmak hususunda birbirinizle yardımlasınız. Günah işlemek ve haddi aşmak hususunda yardı mi aşmayınız. Allah'tan korkun. Ger­çekten Allah'ın cezası, pek şiddetlidir.»[1]

 

Tefsir

 

(176) «Senden fetva isterler» diye başlayan bu ayet hakkında şun­lar varid olmuştur: İmam Ahmed, Müslim, Buhari ve sünen sahihleri ve başka muhaddisler, Cabir bin Abdullah'tan rivayet ettiler: «Bir ara ben hasta idim. Cenab-ı Peygamber beni ziyarete geldi. Aklım başım­da değildi. Resûlüllah abdest aldı sonra benim üzerime abdest suyun­dan serpti. İşte o zaman Resulullah'tan sordum: Kelaleden başka va­risim yoktur. Mirasım nasıl olacaktır? Bunun üzerine o zaman, bu âyet nazil oldu. Yani mirasçıların farizalarını (paylarım) belirten bu ayet nazil oldu.[2]  

Feraiz ayetinden maksad, bu ayettir. Çünkü başka hadislerde sa­rahaten bu ayet feraiz ayetidir diye zikredilmiştir.

İbni Cerir ve Beyhaki Cabir'den rivayet ediyorlar: Hasta idim. Ce­nab-ı Peygamber bana geldi. Sordum: Ey Allah'ın Resulü! Ben kızkar-deşlerime malımın üçte birini vasiyet ediyorum. Cenab-ı Peygamber: «İyilik yap» dedi. Ben: Öyleyse yansım vasiyet ediyorum» dedim. Ce­nab-ı Peygamber: İyilik yap, dedi. Sonra dışarı çıktı. Sonra tekrar gel­di ve buyurdu: «Ey Cabir! Senin bu hastalığında öleceğini sanmıyo­rum. Cenab-ı Hak ayet gönderdi ve senin kızkardeşlerine düşen mira­sı orada belirtti. Maun üçte ikisidir.» Bunun üzerine Cabir «Bu ayet benim hakkımda nazil olmuştur, kelale hakkında nazil olmuştur» de­di.[3]  

Al-Âdemi ve El Bezzar müsnedlerinde, Ebu Şeyh sahih bir sened-le Feraiz'de Huzeyfe'den rivayet etti: Kelale ayeti, Resulullah'ın yol­culuğunda indi. O ara Cenab-ı Peygamber baktı ve Huzeyfe'nin yanın­da olduğunu gördü. Kelale ayetini Huzeyfe'ye talim etti. Huzeyfe'de baktı Hazreti Ömer'i gördü. O da Ömer'e öğretti. Hz. Ömer (R.A.) ha­life olduğu zaman kelale meselesiyle karşılaştı. Huzeyfe'yi çağırdı ve kelale meselesini ondan sordu. Huzeyfe «Cenab-ı Peygamber bana onu Öğretti. Ben de Peygamberin öğrettiği gibi sana öğrettim. Allah'a ye­min ederim onun üzerine hiçbir şeyi ekliyemem» dedi.[4]  

Başka rivayetlerde Huzeyfe, Hz. Ömer'e «Allah'a yeminim olsun, eğer halifeliğinle beni ogün sana söylemediğimi söylemeye zorlamak kanaatine kapılırsan, kesinlikle buna gücün yetmez ve bunu yapamaz­sın» diye çıkıştı. Ömer: «Ben, bunu kastetmedim. Allah senden razı olsun» diye mazeret istedi.

İmam Malik, Müslim, İbnu-Cerir ve Beyhaki, Hz. Ömer'den nak­lediyorlar. «Resûlü-Ekreme kelale meselesinden daha fazla hiçbir şey sormadım. Sonunda mübarek parmağıyla benim göğsüme vurdu ve bu­yurdu: «Nisa suresinin sonunda bulunan ve yaz (mevsiminde inen) âyeti sana kâfidir.» [5]

İmam Ahmed, Ebu Davud, Tirmizi ve Beyhaki, Berra bin Azib'-ten naklettiler: Bir kişi, Resûlu-Ekremden kelaleyi sordu. Cenab-ı Pey­gamber «Yaz (mevsiminde inen) âyeti sana kâfidir» buyurdu [6] Abd bin Humeyd ve Ebi Davud «El-Merasil»'de ve Beyhaki, Ebu Seleme bin Abdurrahman'dan bunun benzerini nakletmişlerdir. Fakat rivayetle­rinde şu cümlenin ilâve edilmesi var: «Öldüğünde peşinde çocuk ve baba bırakmayanın veresesi ketaledir.»  [7] Hadisi Hakim, mevsul ola­rak Ebu Süleme'den o da Ebu Hüreyre'den rivayet etmişlerdir.

El Hattabi; kelale hakkında Cenab-ı Hak, iki ayet nazil etti. Biri­si Nisa suresinin başındaki ayettir, kış mevsiminde indi. Orada icmal vardır tafsilat yoktur. Yani nerde ise, mana onun zahirinden anlaşıl­maz. Sonra Cenab-ı Hak yaz döneminde ikinci ayeti indirdi. İkinci ayet de Nisa suresinin son ayetidir. Bu ayette olan açıklama birinci ayette yoktur. Cenab-ı Peygamber sual soranı bu ayete havale etti. Ta ki, kelaleden maksad nedir bilinsin. Bu ayeti celilenin sefer halinde nazil olduğunu söyleyen yanılmıştır. Çünkü Huzeyfe, Resulü Ekrem-den bu ayeti sefer halinde işitince zannetti ki bu ayet o zaman nazil olmuştur. Zira Huzeyfe daha önce bu ayeti işitmemişti. Böylece bu hususda gelen ve çelişkili olan iki rivayet barıştırıldı. Çok zaman sahabi ayeti Resûlu Ekremden ilk işitince veya bir hadise anında duyunca zannederdi ki, o ayet o zamanda veya hadise anında vahyedilmiştir. Halbuki ayet daha önce nazil olmuştur. Bunu bilen bir insana, birbir­leriyle zahirde çelişen birçok rivayeti ve nüzul sebeblerindeki çelişme­leri telif etme imkânı daha kolay olur.

Bazıları; kelale ayeti «Haccetul-Veda» seferinde inmiştir, demişler. Bu da, yanlış üzerine yanlıştır. Çünkü Haccetül Veda kışın olmuştur. Oysa sahih rivayetlerde bu ayetin yaz ayeti olduğu kaydedilmiştir.

Hz. Ömer'in sualinden dolayı bu ayet nazil olmuştur diyen rivayet te doğru değildir. Buhari, Süleyman bin Harp'ten, Şu'be'den, Ebi îs-hak'tan, o da Berra'dan rivayet ediyor: «En son inen sure Beraat sü­residir. En son inen ayet ise kelale «yani senden fetva isterler» diye başlayan âyetidir [8]

İmam Ahmed, Jjîuhammed bin Cafer'den, Şu'beden, Muhammed bin Munkedir/den, Cabir bin Abdullah'tan: Ayetin manası: «Ey Mu­hammed! Senden kelalenin manasını sorarlar. De ki: Allah kelale hak­kında size fetva veriyor. Yani Allah, size, sizin sualinizin cevabını ke­laleyi izah etmek suretiyle haber yeriyor. Kelale varise de ve kendisin­den miras almana da itlak olunur. Eğer varise denilirse, onlar baba ve evladdan başka olan varislerdir. Eğer kendisinden miras intikal edene kelale denilirse, bu, o kimsedir ki, annesinden babasından ve evladla-nndan hiç kimse mirasçısı olmadığı halde ölmüştür. Ayetteki «kızkar-deş»ten maksad, anne baba bir olan veya sadece baba bir olan kızkar-deştir. Çünkü böyle bir kızkardeşini, asaba yapan kardeşidir. Annenin evladı ise, asebe olamaz. Ayette bahsedilen «veled» ise, erkek çocuk de­mektir. Çünkü kızkardeş Ölünün kızıyla beraber varis olursa, îbni Ab-bas hariç, bütün alimlere göre payı servetin yansıdır.  [9]

«Eğer bir kişi helak olursa» yani ölürse, ölüme helak denilmiştir, çünkü ölüm, hakikatte yok etmektir, «o kişinin çocuğu» ve aynı za­manda babası da (yoksa ancak anne ve baba bir, veya baba bir kızkardeşi varsa) «o, terekenin yansını alır» yani onun payı, terekenin ya­rısıdır. Geride kalan mal, Ebu-Hanife hariç diğer alimlere göre Bey-tul-Malmdır. Bu görüş, Zeyd bin Sabit'in mezhebidir. İmam Şafii de buna taraftardır. İmam Ebu-Hanife ve Irak ahalisine göre; geri kalan diğer yansı da gene o kızkardeşe verilir. Eğer ölünün kızı varsa, o, pay olarak malm yansını alır. Kızkardeşi de diğer yarıyı asebe olarak alır. Çünkü ölünün kızlariyle beraber kızkardeşleri asebe olurlar. Eğer ölü kadınsa, ve çocuğu yoksa, ana ve baba bir veya baba bir kardeşi var­sa, o kardeş ölen kızkardeşinin bütün mirasını elde eder. Tabii kızkar-deşinin çocuğu olmadığı takdirde bu böyledir. Bu, bütün asebeler hak­kında esaslı bir meseledir. Bütün asebeler tek kaldıklarında malın ta­mamını alırlar. Anne bir olan kardeşe gelince, o, sadece bir payın sa­hibidir, bütün malı almaz. Eğer, ölünün kızkardeşleri iki kişi ise tere­kenin üçte ikisini alırlar. İki kişiden daha fazla iseler de durum bu­dur. Yani bir kişi ölmüştür, iki kızkardeşi veya birkaç tane kızkardeşi vardır, onlara terekenin üçte ikisi verilir. Eğer ölen kadınsa geride er­kek kardeşlerle kızkardeşler bırakmışsa o zaman erkeğe iki kadın payı kadar verilir.

«Allah, size» bu feraizleri (bu paylan) ve hükümleri «açıklıyor. Ta ki siz delalete gitmeyesiniz» Veyahut ta; Allah sizin dalalete git­menizden hoşlanmadığı için bunları açıklıyor. Veya ayetin manası «Al­lah size dalaleti, sapıklığı açıklıyor ki, siz ondan konmasınız» demek­tir.

«Allah herşeyi bilicidir.» Yani kullarının maslahatlarından ve mi­rastan hangi kuluna ne kadar vermiş olduğunu bilerek taksimi yap­mıştır. Hükümlerin açıklamasını bilerek beyan etmiştir. Cenab-ı Hak­kın ilmi herşeyi kapsayıcıdır. [10]

 

En Son İnen Âyet Ve Sûre Hangisidir

 

İbni Abbas «En son inen ayet riba, (faiz) ayetidir. En son inen su­re, İzacâ n as nü İ ah i vel feth süresidir.» dedi.

İbni Abbas'tan gelen diğer bir rivayete göre «En son inen ayet, «vettaku yevmen, yani öyle bir günden   sakınınız ki o günde Allah'a dönüştürülmüş olacaksınız» (Bakara: 281) manasını ifade eden ayet­tir.» Rivayete göre Resûl-u Ekrem, Nasr suresinden bir sene sonra ve­fat etti. Nasr suresinden sonra Beraet suresi nazil oldu. Beraet suresi en son ve tam olarak inen suredir. Resulü Ekrem, Beraet suresinin İni­şinden altı ay sonra vefat etti. Beğavi böyle demiştir. Fakat BağavT-nin bu tevilinde duraklamak gerekir. Çünkü sahihaynde (yani Buhari ve Müsîimde) Ebu-Bekiri-Sıddîk'ın rivayetiyle sabit olmuştur ki, Re-sûlu Ekrem, Ebu Bekir'i Hacc emiri tayin ederek gönderdiği hacc, Ve­da Haccından önceki haccdır. Ebu-Bekir'le beraber bir cemaat ta git­ti. Ebu Bekir kurban bayramı günü Mİna'da şunlan halka ilân ede­cekti: «Dikkat edilsin, bu seneden sonra herhangi bir müşrik hacca ka­tılamaz. Bu seneden sonra hiç kimse çıplak olarak Kabe'yi ziyaret ede­mez.»

Fakat Ebu Bekir hareket ettikten sonra ayni hacda Resululîah, Ali bin Ebi Talib'i gönderdi. Onun hac mevsiminde hacılara Beraet su­resini ilân etmesini emretti. Ebu Hureyre der ki, Hz. Ali bizimle bera­ber Mina ehline, yani Mina'da konaklayan hüccâca Beraet (Tevbe) suresini ilân ederek şöyle buyurdu: Dikkat edilsin, bu seneden sonra herhangi bir müşrik hacca katılamaz. Ve çıplak olarak Kabe'yi tavaf edemez.» Fakat hacc emiri, yine de Ebu Bekir idi. Ebu Bekir'in bu hac-cı, Hicretin 9. senesinde ve Haccetul Vedâ'dan bir sen& önceydi.

El-Bağavi, «Haccet ul Veda yılında «Senden fetva isterler» diye başlayan En Nisa sûresinin son âyeti (yani kelale âyeti) nazil oldu. Ve bu ayete «yaz ayeti» denildi. Sonra Cenab-ı Peygamber, Arefede vakfe­de iken «Bugün size dininizi ikmal ettim» ayeti nazil oldu. Cenab-ı Peygamber bu ayetten sonra (81) seksen bir gün yaşadı. Bu ayetten sonra Riba (faiz) ayeti nazil oldu. Ondan sonra da «Öyle bir günden sakınınız ki o günde Allah'a dönüştürüleceksiniz» ayeti nazil oldu. Re­sulü Ekrem bu ayetten sonra 21 gün  [11] demiştir.

İbni Ebi Hatim Said bin Cübeyr'den rivayet etti: «Bu ayet, bü­tün Kur'an'ın en son nazil olan ayetidir. Bu ayetin nüzulünden dokuz gece sonra, pazartesi günü, Rebiulevvelin onikinci günü, Resûlüllah vefat etti. [12]

 

El-Maide (Sofra)

 

El-Maide, Kur'an'ın beşinci süresidir. Küfelilere göre ayetleri 120, Hicazhlara göre âyetleri 122, Basra'lılara göre 123'tür. Bu sûre, Mede­nî (Hicretten sonra inen bir) suredir. Hicretten sonra nazil olan sure ve ayetler, Mekke'de de nazil olmuş olsa, Medenî sayılıyorlar. Aksi tak­dirde sahihte Hz. Ömer'den rivayet edilerek «Bugün sizin için dininizi ikmal ettim» âyeti, Arafe aksamı, cuma günü Haccetul Veda senesi na­zil oldu diyor.

İbnl Ömer, Ebu Said'den rivayet ederek «Bu sure, «Ğadiyri-Hum» gününde nazil oldu.

Ebu Hüreyre «Bu sure, Zilhiccenin onsekizinde, Resûlullah, Hac-cet-ul-Veda'dan dönerken nazil oldu» diyor. Bu iki rivayet de sahih de­ğildirler.

Beyhakî «Şuâb ul îman» da «Maide'nin başlangıcı Mina'da, Hacce­tul Veda senesinde, nazil oldu» dedi.

Ubeyd'den, o da Muhammed bin Kâb'dan rivayet etti: Bu sure ta­mamen Mekke ile Medine arasında Haccetul Vedada nazil oldu» dedi. [13]

 

Maîde İle Nisa Sûrelerinin Münasebeti

 

Bu sure ile En-Nisa suresinin arasındaki münasebet şudur: El-Kewâşi diyor ki: «En-Nisa suresi, tevhidi ve kullar arasındaki adaleti emreden âyetlerle son buldu. El-Maide sûresi ise, akidleri yeri-n6 getirmeyi emrediyor.    İkisinin münasebetini bu noktada görüyo­ruz.»

Alûsİ, Celaleddin Suyuti'den bu münasebetin beyanında şunları nakletti: En-Nisa suresi, sarahaten ve zımnen birçok anlaşmaları kap­sıyor. Sarahaten kapsadığı anlaşmalar; nikâh, akidler, sibak (yarış­mak) akidleri, yemin akidleri, sözleşmeler ve en'am akidleridir. Zim-ni akideler ise, Vasiyet akdi, Vedia akdi, vekalet, Ariye ve icare akidle­ridir. Bunlar da «Allah size emrediyor ki, emanetleri ehillerine veresi­niz.» Ayetin umumuna dahildir. Böylece akid hakkında vefadar olmayi emreden bir sure, daha önce sarahaten ve zımnen akidlerden bah­seden bir sureye uygun düşer. «En-Nisa'nın önde, El Maide'nin onun arkasından gelmesi, denilebilir ki münasebeti şudur: En-Nisa'da «Ey İnsan» diye hitablar vardır. Bu da, Mekke'de nazil olmuş surelere da­ha benzer. El-Maide'nin başında ise «Ey İman edenler» diye hitab var­dır. Birkaç yerde ayni hitap tekrar edilir. Bu da Medenî surelerdeki hitaba yani hicretten sonraki hitaba daha benzerdir. Öyleyse bü­tün insanlara hitab edenin takdimi daha münasib olur.

Nisa ve Maide'nin tela zum ve ittihatta (ayrılmamak ve birlikde) El Bakara ve Al-i îmran'a nazire olduğunu söylediler. El Bakara ve AH İmran sureleri vahdaniyetin, nübüvvetin ve benzerlerinin köken­lerini takrir ve tesbit ediyorlar. Bu iki sure ise, furu ve hükümleri tak­rir ediyorlar. Maide'nin sonunda, ölümden sonra dirilme, ahiret ale­mindeki ceza ve mükâfat bahisleri vardır. Sanki Nisa ile Maide tek su­redirler. Başlangıçtan sonuna kadar bütün ahkâmları kapsamaktadır­lar. Bir de, El-Maide suresinin çoğu, Yahudilere karşı hüccet, hristi-yanlara karşı burhan getirmekten ibarettir. Bir de münafık ve müş­riklerin bahislerinden bu surede birşeyler geçmiştir. Sanki Maide, Nisa suresinde söylenenlerin tekrarıdır. Ve Maide'nin sonunda bu konular daha da açıklanmıştır. İki surenin arasındaki uyumun en kuvvet­li yönü, belki de budur. Sanki bu surede yani Maide'de gelen, En-Ni­sa'nın tamamîayıcısıdır. Her iki surede de İbadet, helal, haram husu­sunda ameli hükümler vardır. Her iki surede de teyemmüm ve abdest ayetleri vardır. Her iki surede de mümin ve iffetli bir kadının nikâh edilmesi hükmü vardır. El-Maide'de, ehli kitabtan olan afifelerin ni­kâhlarının helâl olduğu bahsi daha uzunca konu edilmiştir. Sanki El-Maide, En-Nisa'da hükmü geçmiş kadınları nikâh etme meselesini ta­mamlamıştır. İki sûrede de, adalet, şehadet, ve şahitliği hiç kimsenin tesirine kapılmaksızın ve hiç kimsenin sevgisi mani olmaksızın yeri­ne getirmek hükümleri vardır. Takvan olma, vasiyeti vardır iki sure­de de. Bir de En-Nisa suresi, içkinin haram oluşuna yol açtı. El-Maide suresi, kesin olarak içkinin haram oluşu hükmünü getirdi. Bu müna­sebetle de Maide suresi En Nisa suresinin tamamlayıcısı oluyor. Ancak Maide suresinde yemek hakkında, av hakkında, ihram hakkında, yer­yüzünü ifsad eden bağiler hakkında hırsızın cezası, yeminin keffareti hakkında bir takım hükümler vardır. En-Nisa suresinde ise bunlar yok­tur. En-Nisa suresinde de kadınların ahkâmı, ırz hükümleri, kıtal (ya­ni savaş) hükümleri vardır ki el Maide'de bunlar tekrar edilmemiştir. [14]

 

Maide Sûresinin Fazileti

 

Bu sûrenin fazileti hakkında bir takım hadisi şerifler vardır. Mese­la «Maide suresi, Allah'ın nıelekûtünde kurtarıcı sure olarak anılır. Zi­ra bu sure, sahibini (okuyup amel edenini) azab meleklerinin elinden kurtarır.» gibi...

Ebu Meysere: «El Maide suresi, inenlerin sonuncusundandır. Onun içinde mensuh bir ayet yoktur. Onun içinde onsekiz farz vardır ki baş­ka bir surede bu farzların bahsi yoktur. Onlar da; boğulmuş, vurularak öldürülmüş bir dağdan yuvarlanarak ölmüş, toslamak neticesinde öl­müş, yırtıcı hayvanların parçalamış olduğu hayvanların hükümleri, putlar üzerinde kesilenin ve fal pklanyla taksim edilenin hükümleri, eğitilmiş köpeklerin yaraladığı av hükmü, kitab ehlinin yemekleri, bizden daha önce kitab salûbi olan kimselerden afife hanımların bi­zim tarafımızdan nikâhı, namaza kalktığınız zaman abdest alınız'hük­mü, hırsız erkekle hırsız kadının hükmü, İhramda olduğunuz halde av avlamayınız hükmü, Allah galib ve intikam sahibidir hükmü, Cenab-ı Hak Bahire, Şaibe, Vesile ve Hamı kılmamıştır hükümleri ve can çe­kişen bir adamın vasiyet hükümleri vardır.[15]  

Bir de ilâve olarak EI-Kurtûbi ondokuzuncu hüküm olarak: Nama­za çağrıldığınız zamannm hükmüdür. Kur*an'da bu âyetten başka hiç­bir^ yerde Ezanın bahsi geçmemiştir. Cuma süresindeki ezan ise, o cu­maya mahsustur. Bu sûredeki ezan ise bütün namaz vakitlerinde oku­nan ezandır, meselesini ilâve etti.

Cenab-ı Peygamberden rivayet ediliyor. Haccetul-Veda'da Resûlu-Ekrem El Maide suresini okudu. Ve buyurdu; «Ey Nas! Şüphesiz ki, Maide suresi, son inen surelerden biridir. Onun helâlini helal, hara­mını da haram biliniz.» Ve bu hadise benzer bir hadis de Aişe Valide­mizden mevkuf olarak gelmiştir. Cübeyr bin Nufeyl diyor ki, Aişe Vatfdenin yanına girdim. Buyurdular: «Siz, El-Maide suresini okuyor mu­sunuz? Evet, okuyorum dedim. Buyurdular: O Allah'ın indirdiğinin sonlanndandır. Orada gördüğünüz helali helal, orada gördüğünüz ha­ramı da haram biliniz.»

Eş-Şa'bi «Bu surei celileden haram ay ve hedyin hükmünü geti­ren ayet müstesna diğer ayetlerin hiçbirisi neshedilmemiştir» diyor.

Bazıları da «.Veyahut da sizin gayrinizden iki başka kişi» mealin­deki ayet nesholunmuştur, dedi.»

(1) «Ey iman edenler! Akidleri yerine getiriniz...»

Bu âyetin tefsiri:

Alkâme, Kur'an'ı Kerim'de «Ey iman edenler» diye başlayan ayet­ler Medenî (yani hicretten sonra inen) ayetlerdir. «Ey insan» diye baş­layan ayetler de Mekkî (yani hicretten önce inen) ayetlerdir. Fakat bu kaide ekseriyete göredir. Zira hicretten sonra nazil olanın başında «Ey insan», öbürüsünün başında «Ey iman edenler» ibaresi vardır.

Bu âyeti celîle, fasih, yani lafızları az olmasına rağmen çok mana­ları kapsayan bir kelamdır. Yani ibareler hususunda basiret sahibi olan herkese göredir. Çünkü ayet beş hükmü birden kapsamaktadır. Birinci hüküm, akidlerin yerine getirilmesi emri. İkinci hüküm, sığır, deve, koyun, yani EN'AM denilen (evcil) hayvanların etlerinin helal edilmesi. Üçüncü emir, bu helâldan yapılan istisnalar. Dördüncü emir, ihram halinde avlanan hayvanlar hakkındaki istisna. Beşinci emir, avm ihramlı olmayan kimseler için mubah olması durumudur.

«En-Nakkâş» hikâye ediyor: Filozof El-Kindi'nin talebeleri:

— Ey filozof! Bize bu Kur'an gibi bir kitab yapar mısın?

  Elbet yapanm. Size Kur'an'ın bir parçasının benzerini yapa­yım, dedi. Ve birkaç gün evine kapanarak dışarı çıkmadı. Sonra çıkıp

şunları söyledi:

«Allah'a yemin ederim, benlin gücüm buna yetmediği gibi hiçkim-senin gücü de yetmez. Ben Mushafı açtım. El Maide suresi çıktı. Dik­kat ettim. Baktım ki bu sure vefadan oluşuyor. Vefasızlığı yasaklıyor. Umumi bir helâllik getiriyor. İstisnadan sonra istisnalar yapıyor. Sonra Allah'ın kudretinden ve hikmetinden iki satarla haber veriyor. Hiç. kimse bunu getirmeye muvaffak olamaz. Ancak ciltlerle kitab yazar­sa...»  [16] Hasanı Basrî: âyette bahsedilen «uküd» kelimesi akdin cemi (çoğulu) dur. Bu akidlerden, borç akidleri kastedilir. Yani kişi­nin nefsine gerekli kıldığı satış, alış, icar, kira, nikâh, boşama, muza-raa, musâlaha, başkasına birşey mülk edinme, tahyir, (muhayyerlik) azadetmek ve köleyi müdebber (ölümünden sonra azad edilmişsin de­mek) yapmak gibi kişinin nefsine gerekli kıldığı akidler. Evet bu akid-ler, islâm sisteminin haricinde değildirler. Allah için nefsine akted-miş olduğu taatlar: Hac, oruç, itikat, namaz, nezir (adak adama) ve benzeri taatlar da böyledir. Ukûd kelimesi bütün bunları kapsıyor. Mu­bahı nezretmek meselesine gelince; İbni Arabi; bütün ümmetin ic-maiyle böyle bir nezir gerekmez  [17] dedi

Bazı tefsir alimlerine göre, bu ayet ehli kitab hakkında nazil ol­muştur. Çünkü Cenab-ı Hak «Hatırla o zamanı ki, Allah kendilerine ki­tab vermiş olduğu kimselerin sözünü aldı ki, onu insanlar için açık­layacaklar ve gizJemiyeceklerdir.» (Ali-İmran: 187) buyuruyor.

İbni Cüreyc, «Bu ayet özellikle ehli kitabın hakkında nazil olmuş ve onlara mahsustur dedi.» Başka bir tefsir alimi, «Bu hüküm geneldir, dedi.» Bu görüş, Îbn-Cüreyc'in görüşünden daha doğru ve daha kuv­vetli bir görüştür. Çünkü mümin kelimesi hem ehli kitabın müminle­rini hem de Ümmeti Muhammed'den olan müminleri kapsamaktadır.

Ehli kitab ile Allah arasında yapılan akid, kitablarmdaki Mu-hammed (Aleyhisselam) la ilgili hükümleri ve emanetleri yerine ge­tirecekleridir. Çünkü onlar bunu yapmakla memurdurlar. Zira Cenab-ı Hak «Akidleri yerine getiriniz» diye emrediyor. îbni Abbas «Akidleri yerine getiriniz» âyetinin mânâsı: «Allah'a helâl, haram, farz, ve bü­tün eşyada belirtmiş olduğu cezanın sınırlan aşmamak hususunda vermiş olduğumuz sözünüzü yerine getiriniz!» demektir dedi.

Mücahid de böyle söyledi.

îbni Şihab, Resûlüllah'ın Amr bin Hazmı Necran'a gönderdiği za­man, yazmış olduğu mektubunun başmda «Bu, Allah ve Resulünden insanlar için bir açıklamadır. Ey îman edenler, akidlerinizi yerine ge­tiriniz... âyetlerini, ta dördüncü olan «Allah süratle hesab görendin» âyetine kadar yazdırmıştı.

Ez-Zeccâc «Ayetin mânâsı: Allah'ın sizin üzerinizdeki akdini ve bir birinize olan akidlerinizi yerine getiriniz» demektir, dedi.

Bütün bu teviller âyetin genel bir hüküm getirdiğinin delilidir. Ve bu da genel hükmün olmasının daha sıhhatli olduğuna delâlet eder.

Allah'ın Resulü: «Müminler şartlarının yanındadır», yine Allah'ın Resulü: «Allah'ın kitabında bulunmayan, her şart batıldır, velev ki yüz tane şart olsun» buyurmuştur. Böylece Peygamber, yerine getirilmesi farz olan şart ve akidden maksad, Allah'ın kitabına (dinine) uygun bir şart olduğunu belirtti. Eğer onun içinde Allah kitabına ters düşen bir durum görülürse, o şart ve akid reddedilir. Nitekim Cenab-ı Peygamber «Kim ki bir ameli İşlerse ve o amelin üzerinde bizini emri­miz yok ise, (onun yakasına bizim yaftamız yapışık değil ise) o emir reddolunur» buyurmuştur.[18]  

İbni îshak, Kureyşten birkaç kabile Abdullah bin Cüda'run evin­de toplanıp sözleştiler: «İster Mekke'li olsun ister yabancı olsun, Mek­ke'de zulme uğrayan famanın hakkı kendisine verilinceye kadar, onun yanında olacağız.»

Kureyşliler bu anlaşmaya «Hilful-Fudul» adını vermektedir. Ve Allah'ın Resulü bu anlaşmayı kasdederek: «Ben Abdullah bin Cüda'-nm evinde bir anlaşmayı izledim. Kızıl develerin hepsi benim olmasını, o anlaşmaya tercih etmem. Eğer İslâm dininde böyle bir anlaşmaya çağnürsam derhal icabet ederim.» buyurdu.

Resûlüllah'ın: «Hangi anlaşma cahiliyyette olmuşsa, İslâm ancak şiddet yönünden onu artırmıştır.» hadisindeki anlaşma, Fudul anlaş­masıdır. Çünkü bu anlaşma İslama muvafık bir anlaşmadır. Zira zalim­den mazlumun hakkım almayı emrediyor.

Cahiliyyettekilerin fasit anlaşmalarına, batıl yağmacılık temelleri üzerine kurulan akidlerine gelince, Allah'a hamdu senalar olsun ki, İslâm onu yıkmıştır.

îbni İshak; Velid bin Utbe, Hüseyin bin Ali'nin bir malını zulmen aldı. Çünkü Velid Medine'nin emiriydi. Sulta ve idare onun elindeydi. Hz. Hüseyin (R.A.); Velide: «Allah'a yemin ederim, ya hakkımı geri vereceksin veya kılıcımı alıp Resûlüllah'ın mescidinde ayağa kalkar, sonra Hilful Fudule insanları davet edeceğim» dedi. Abdullah bin Zü-beyr: «Ben de Allah'a yemin ederim, eğer Hüseyin beni çağırsaydi kılı­cımı tutar, onunla beraber dururdum, onun hakkı verilinceye veya he­pimiz ölünceye dek onunla olurdum.» dedi.

Hz. Hüseyin'in o sözü, Misvar bin Mahrem'in kulağına gitti. O da Abdullah bin Zübeyr'in dediğini söyledi. Ve bu söz Abdurrahman bin Osman bin Ubeydullah et Teymiye'nin kulağına gitti. O da aynı şeyi söyledi. Vali Velid'e bu sözler varınca Hz. Hüseyin'in malını geri ver­di. [19]

Zeyd bin Eşlem, «Akidler altı tanedir, dedikten sonra: «Allah'a verilen söz, andlaşma akdi, şirket akdi, alışveriş akdi, nikâh ve yemin akdi. Bunlan, yerine getirmek ve hileye kaçmamak gereklidir» dedi.  [20]

 

Hîyarul Meclîs Meselesi

 

«Alışveriş meclisinde muhayyerlik yoktur» diyenler, bu ayet, bu­nun delilidir. Çünkü âyet akdin lüzumlu ve sabit olduğunu ifade eder. Bu ise meclisteki muhayyerliğe ters düşer» dediler. Bu, Ebu Hanife ve Malik'in mezhebidir. Şafii, Ahmed ve cumhur bu zatlara muhalefet et­mişlerdir. Muhaliflerin delilleri Müslim ve Buhari'de îbni Ömer'den sabit olan hadistir. îbni Ömer Allah'ın Resulü buyurdu: «Alıcı ile sa­tıcı meclisten çıkmayıncaya kadar muhayyerdirler. Yani diledikleri anda cayabilirler.» Buhari'nin bir lafzında «Alış veriş yapan iki kişinin her birisi, meclisten ayrılmadıkça muhayyerdir» diyor. Bu açıkça hi-yarul-meclisin isbatı hakkında gelen bir hükümdür. Ki bu hiyarul-Mec-lis alış veriş akdinden sonra tahakkuk eder. Ve bu da akdin lüzumlu oluşuna ters düşmez. Şer*an de akdin isteklerinden birisidir. Onu gö­zetmek, hakkını tam yerine getirmek demektir.

Ayette bahsedilen «en'am», deve, sığır ve koyun demektir. «be-hîme» kelimesi ayırdetnıe yeteneğinden mahrum olan her diri, her canlı demektir.

Bazı tefsircilere göre; «behtme» dört bacaklı ve ayırd etme özel­liğine sahib olmayan her hayvan demektir. behîme kelimesi En'am kelimesine izafe edilmiştir. Bu izafe, izafeti beyanıdır. Yani Muzaf olan (behime) muzafun ileyhi olan (En'am) m aynısıdır.

El Kelbi, geyik, dağ sığın ve vahşi merkeb gibi En'am'm evcil ol-mayanlanyla Behİmeyi tefsir etmiştir. Bu tefsire göre; Behime'nin El-En'am'a izafe edilmesi En'am'ın cinsi tanınsın, En'am'dan hangi­leri helâl kılınmıştır bilinsin diyedir. Çünkü Allah Behime'yi ayrı zik-retseydi, o vakit Behime'nin kapsamına eti yenilen ve yenilmeyen bü­tün dört bacaklılar dahil olurdu. Onun için Cenab-ı Hak: «Size En'­am'ın behime'si helâl lalındı» buyurdu.[21]

 

Ceninin Hükmü

 

îbni Abbas «Behime'den maksad, ölen hayvanın karnından çıka­rılan ceninlerdir. Anneleri kesildiği takdirde onlar da helâl olurlar.» dedi.[22] Şafiî mezhebinde olduğu gibi ulemanın çoğu bunların helâl olduğunu söylemişlerdir. Ebu Said el Hudri cenin hakkında Resulü Ek­rem'den rivayet ediyor: «Onun kesilmesi, annesinin kesilmesiyledir.»

Ebu Davud'un rivayetinde: «Ey Allah'ın Resulü, biz deveyi, sığın ve koyunu kesiyoruz. Onların karınlarında cenini görüyoruz. Onu ata­lım mı yoksa yiyelim mi?» Resûlüllah: «İsterseniz yeyiniz. Onun kesil­mesi annesinin kesilmesiyledir» buyurdu. Yani annesinin kesimi onun için de kesimdir.

Et Taberi «Size Enanı'ın behime'si helâl edildi» âyeti hakkında îbni Ömer'den yani onların karnındaki ceninler size helâl edildi» diye rivayet etti.

Atİyyet el-Ufi sordu: «Eğer bu cenin ölü dahi çıkarsa yiyelim mi?»

İbni Ömer: Evet, o annesinin ciğeri ve böbrekleri mesabesindedir.» di­ye cevab verdi. [23]

Bazıları, ceninin yenmesi için tüylenmesi ve hilkatinin anne kar­nında tamamlanması şartını getirmişlerdir. İbni Ömer «Kesilen hay­vanın karnındaki ceninin yaradılışı tamam olmuş ve tüyleri bitmiş ise kesilmesi, annesinin kesilmesi demektir, dedi.[24]  

Said bin Müseyyeb de bunu söyledi. İmam Azam «Eğer annesinin kesilmesinden sonra ölü olarak çıkartılırsa ceninin yenilmesi helâl de­ğildir, ölü değilse kesilip yenir» dedi.

«Ancak size okunan müstesnadır.» Yani Kur'an ve sünnette size bildirilenlerin eti yenilmez, diğer En'am'ın eti yenir. Meselâ: KurW-da: «Size şunlar haram kılındı: Ölü hayvan, akmış kan, domuz eti, Al­lah'tan başkası adına boğazlanmış hayvan, bir de canı üzerinde iken yetişip kesmediğiniz boğulmuş, vurulmuş, yuvarlanmış, başka bir hay­van tarafından boynuzlanmış, canavar tarafından parçalanmış hay­vanlar, dikili taşlar üzerinde kesilenler, fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılınmıştır.» (El Maide: 3). Size En'am'ın tamamı, vahşi hayvanlardan da geyik, dağ sığın ve vahşi merkep helâl kılınmıştır. [25]

 

İhramlıya Hangi Av Haramdır?

 

«Ancak siz ihram halindeyken bunların avlanması size helâl de­ğildir.» Yani ihramh bir insana ihram halinde herhangi bir kara hay­vanım avlamak caiz değildir.

«Allah dilediğini hükmeder.» Yani Cenab-ı Hak yaratmış olduğu kullarının hakkında hükmedip istediğini helâl, dilediğini haram kılar, istediğini farz ve dilediğini mubah kılar. «Onun hükmünün önüne biç kimse geçemez.» Onun bütün hükümlerinde kullar için yarar var. Fa­kat kullarına en yararlısını gözetmek ona ne farzdır, ne de vaclb..

Bu seri hükümler, Arap yarımadasının daha önce bilinmekte olan hükümlerine muhaliftir diye İtiraz edildikten sonra Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi, «Yani Ey Muhammed, o önceki hükümleri nesheden bu âyetler hususunda uyanık davran. Çünkü hepsinin sahibi olan Allah dilediğini hükmeder. Onun hükmünü takib etme yetkisi hiç kimsede yoktur. Dilediğini vazeder, dilediğini kaldırır!» [26]  

 [27]«Ey îman edenler, Allah'ın (uyulması gerekli olan) şearini he­lâl etmeyiniz...»

Bu âyetin tefsiri:

Müşrikler hacceder, umre yapar ve hedy getirirlerdi. Müslüman­lar bir ara onlara hücum "etmek istediler. Cenab-ı Hak bu âyeti o za­man nazil etti. Ve müslümanları hücumdan alakoydu.

«ŞEAİR» şeire'nin cemidir. Îbnu-Farig: «Bunun müfredine (teki­line) «şiâre» deniliyor» diyor. Şeire, hedy edilen deve demektir. Onun iş'ari ise, onun kanı aksın diye hörgücünün delinmesi demektir. Bunu, Kabe'nin hediyesi olduğu bilinsin, diye yaparlardı. İş'ar, hissettirmek yolundan ilân etmek demektir. Hedyini işar eyledi, yani ona hedy ol­duğunu bildiren bir alâmet takdı demektir.

Meşair, Meşa'renin çoğuludur. Hududlan belirtilmiş ve nişanlı olan yerlere deniliyor. Bu açıklamalara binaen deriz ki, «Şeâir, bir gö­rüşe göre, Kabe'ye hediye edilmek üzere alametlendirilmiş hayvanlar demektir. Öbür görüşe göre, haccin bütün menasıkı (ibadetleri) del­mektir. Bunu îbni Abbas söyledi.

Mücahid, «Şeâir, Safa, Merve ve Kabe'nin hediyeleri, sığır ve de­velerin bütününe denir» dedi. (2)

Ata bin Ebi Rebah «Allah'ın şeâiri, Allah'ın emir ve yasaklandır» diyor.

Hasan Basri; «Allah'ın şeâiri, bütün dini demektir» diyor. Çünkü bir âyette Şeâir bu mânâya gelmiştir. «îşte böyledir. Kim ki, Allah'ın şeâirini (dinî emir ve yasaklarını) tazim ederse, kesinlikle bu, kalble-rin takvasındandır.» (Hacc: 32). Burada şeair'den Allah'ın (emir ve yasaklan yani dini) kastedilmiştir.

Bu âyet, «El-Hutam bin Şureyh bin Dübeya» hakkında nazil ol­muştur. Bu kişi, Medine'nin dışında süvarileri bekletti, tek başına Me­dine'ye vardı. Resûlüllah'ın huzuruna gelip: «Halkı neye davet ediyor, ve çağırıyorsun?» diye sordu. Cenab-ı Peygamber: «Allah'tan başka mabud olmadığına, şahidlik yapsınlar, namazı kılsınlar, zekâtı versin­ler diye çağırıyorum.» Şureyh: «Güzel. Ancak benim emirlerim vardır. Onlarsız hiçbir hüküm veremem. Umulur ki, ben müslüman olayım, onları da beraberimde getireyim» deyip Resûlüllah'ın katından çıktı. Oysa Cenab-ı Peygamber ashabına: «Size Rebia'dan bir kişi gelecek, şeytanın diliyle konuşacaktır» demişti. Şureyh çıktıktan sonra Cenab-ı Peygamber: «Bu adam kâfir bir yüzle girdi. Kandırıcı bir ense ile hu­zurumuzdan çıktı. Bu kişi müslüman değildir» dedi.

Şureyh; Medine sürülerinden birisine rastladı, sürüyü önüne ka­tıp götürdü. Onu takib ettiler, fakat yetişemediler. Bir sene sonra Şu­reyh, Yemame'den Bekr bin Vail hacılarıyla beraber Mekke'ye geldi. Be­raberlerinde büyük bir ticaret malı tfa vardı. Kesilecek hediyeleri ni-şanlandırmıştılar. Müslümanlar: «Ey Allah'ın Resulü! İşte bu Hütam'-dır. Hacca gelmiştir. Bizimle onun arasından çekil» dediler. Cenab-ı Peygamber: «O hediyeleri nişanlandırmıştır.» Eshabı Kiram: «Ey Al­lah'ın Resulü, o, bizim de cahiliyet döneminde yapmış olduğumuz bir-şeydir» dedilerse de Cenab-ı Peygamber izin vermedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: «Ey îman edenler! Allah'ın şeairini helâl kılmayınız» âye­tini indirdi.

îbni Abbas: «Şeâir, haccın menasikidir» dedi.

«Haram ayı da helâl kılmayınız.» Yani haram ayda savaşa girme­yiniz. Haram ay, araplar arasında tazim edilen ve cahiliyet dönemin­de dahi içinde savaş olunmayan aydı. îslâm geldikten sonra bu hükmü kaldırmadı. Belki te'kid etti. Burada «Haram ay»dan maksad, Zil­kade ayıdır. Bazı kimseler «Recep»tir dediler. Bu iki tefsiri de îbni Ce-rir rivayet etmiştir.

Sahihi Buhari'de Ebu Bekr'den gelen bir hadis: «Allah'ın Resulü «Haccetul-Veda'da»: Şüphesiz zaman Allah'ın yer ve gökleri yarattığı gündeki heyeti gibi dönmektedir. Sene on iki aydır. Bu on ikinin dör­dü haram aylardır. Üçü peşpeşe geliyor. Zilkade, Zilhicce ve Muharıem'dir.   Mudar kabilesinin Receb   ayı ise   Cemazul-Ahir   ile   Şaban arasındadır» buyurdu.

İşte bu hadis bu haram ayların haramhlığırun son vakte kadar devam ettiğine delâlet eder. Nitekim seleften bir taifenin mezhebi ve görüşü de budur.

Ali bin Ebi Talha İbni Abbas'tan bu âyette şu gelecek tefsiri nak­lediyor: «Bu ayda savaşı helâl etmeyiniz.»  [28]

Cumhur, bu âyetin mensuh olduğunu ve savaşın haram aylarda da başlatılmasının caiz olduğunu kaydederek şu âyetle delil getirmiş­lerdir. «Haram aylar bittikten sonra nerede bulursanız müşrikleri öldü­rünüz.» (Tevbe: 4). Burada «Haram aylar»dan maksad, kolaylaştırma­nın dört ayıdır.

Cumhur diyor ki, bu âyette Allah haram ayların hiçbirisini diğe­rinden istisna etmemiştir. Ebu-Cafer ister haram aylan olsun, isterse olmasın müşriklerle savaşmanın bütün aylarda caiz olduğunu, icma olarak nakletmektedir.

«Kabe'ye hediye olan kurbanlığa, gerdanlıklar takılan hayvanlara saygısızlık yapmayınız...»

Bu âyetin açıklaması:

Hedy, Allah'ın Kabe'sine hediye edilen deve, sığır ve koyun de­mektir veya bunlardan başka Allah'a yaklaştırmak için yapılan se-vablardır. Ayetteki kelaid kelimesi «Kulade» nin cemidir. «Külade» devenin veya başka hayvanların boynuna asılan gerdanlık ve nişan demektir. Ayetin mânâsı «Hedyi yani Kabe'ye kurbanlık olarak getiri­len hayvanları helâl kılmayınız. Hele gerdanlıkları takılan hayvanlara saygısızlık yapmayınız, yani dokunmayınız» demektir. Bazı tefsirciler «Bunların sahihlerine dokunmayınız demektir» dediler. Çünkü cahili­yet döneminde araplann adetleri şuydu: Haremden çıkmak istedikleri zaman hem kendi boyunlarına, hem de develerin boyunlarına Hare­min ağaçlarından sökmüş oldukları lifleri (kabukları) takarlardı. Ve bununla kendilerine emniyet sağlamış olurlardı. Artık kimse onlara hücum ederek saldırmazdı. Cenab-ı Hak, müminlere, böyle yapmaktan kaçınmalarım tavsiye ediyor. Haremin ağaçlarından herhangi bir şeyi sökmeyi helâl telâkki etmekten onları yasakladı. İbnu-Kesir: «Ka­be'ye hediye göndermeyi terketmeyiniz» demektir diyor.[29]  

«Beytul Harama kastedenlerin de karşısına çıkıp   saldırmayınız.»

Bu âyetin tefsiri:

Beytul Haramdan maksad, Kabe'dir. Allah onu müşerref ve muazzam kılsın. «Bunlar» yani Hareme kastedip gelenler «Rablanndan fazlası­nı» yani nzık ve ticaretteki kârları «istiyorlar.» Bir de «Rıdvan.» Yani Allah'ın kendilerinden razı olmasını istiyorlar. Tabii bu onların iddia­larına göre böyledir. Esasında kâfirin rıdvanda payı yoktur.

Nasih ve Mensuh âlimleri; bu âyet hususunda İhtilâf etmişlerdir: Bir kavim «Bu âyet buraya kadar mensuhtur» dediler. Çünkü Cenab-ı Hakkın «Allah'ın şeâirini ye haram ayı helâl etmeyiniz» demesi, bu haram ayda ve Haremde savaşın haram olduğunu iktiza eder. Oysa bu âyet, «Müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz» (Tevbe: 5) âyetiyle neshedilmiştir. «Kabe'yi kastedip gelenlere dokunmayınız» âyeti, müş­rikleri Kabe'den menetmenin haram olduğunu iktiza eder. Yani onla­rı Kabe'ye bırakmak lâzımdır. Oysa bu da «Onlar, bu senelerinden sonra artık Mescidi Haram'a yaklaşmasınlar» (Tevbe: 28) âyetiyle neshedil­miştir. Binaenaleyh hiçbir müşrik artık haccedemez, getirdiği hedy ve gerdanlığı olan kurbanları onu kurtaramaz, tbni Abbas, Mücahid, Ha­san, Kattade ve tefsir âlimlerinin çoğu böyle dediler. Eş Sabi ise: «Maİ-de sûresinde bu âyetten başkası neshedilmemiştir» buyurur.

Bazıları da; bu âyetin «Beytul-Haram'ı kastedenlere dokunmayı­nız.» cümlesi, «Müşrikleri nerede bulursanız Öldürünüz» (Tevbe: 4) âyetiyle neshedilmiştir. Bir de: «Onlar bu senelerinden sonra artık Mescidi Haram'a Yaklaşmasınlar.» (Tevbe: 28) âyetiyle neshedilmiştir, der.

îbni Abbas: «Müminlerle müşrikler bir arada Kabe'yi ziyaret eder­lerdi. Rabbimiz «Müminler; hiç kimseyi Kabe'yi ziyaret etmekten men-etmesinler». Veya «İster mümin ister kâfir hacca gelenlere saldırma­sınlar diye uyardı.» der.

Bu uyarmadan sonra Cenab-ı Ha kşu âyeti gönderdi: «Müşrikler ancak necistirler. Bu senelerinden sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaş­masınlar.» (Tevbe: 28).

Bazı âlimler «Bu âyetten ancak gerdanlıklar neshedildi. Yani cahi-liyet döneminde Harem'in ağaçlarının kabuklarından yapıp taktıkları gerdanlıklar yasaklandı.» dedi. Cumhuri ulema, bu âyetin nes-hedilmiş olduğunda ittifak etmiştir. Çünkü âlimler, Cenab-ı Hak­kın müşriklerle savaşı, diğer aylarda olduğu gibi haram aylarda da helâl kıldığında icma ve ittifak ettiklerini İbnu Cerir nakletmekte­dir. Bir müşrik başına, bedenine ve kollarına Harem ağaçlarının bütün kabuklarını ve dallarım taksa dahi bu, onu öldürülmekten kurtaramaz. Meğer ki daha önce müslümanlarla bir sözleşmesi ve emniyet alması olsun. Yine ulema ittifak etmişlerdir ki, Beyti Şerife hacc veya umre yapmak için kasdeden müşriklere yol verilmiyecek ve menedilecekler-dir. Çünkü Cenab-ı Hak «Müşrikler ancak necistirler. Bu senelerinden sonra artık Mescidi Haram'a yaklaşmasınlar.» (Tevbe: 28) buyurmuş­tur.

İbni Kesir âyetin mânâsı: «Hedyi terketmeyiniz. Çünkü orada Al­lah'ın şeâirini tazım etmek mânâsı vardır. Hedy olan hayvanların bo­yunlarına takılan gerdanlıkları da terketmeyiniz, çünkü onlar vasıta­sıyla bu hayvanlar diğerlerinden ayırdedilmişlerdir.» dedi. Bir de, o gerdanlıkları gören bir insan bunların kurban olduğunu bilir ve on­lara herhangi bir taarruzda bulunmaz. Hem de o gerdanlıkları gören insanlar şevke gelip kurban keserler. Dolayısıyle şu hadisin mazharı olurlar: «Sevaba sebeb olan, işleyen gibidir.» Bunun için Cenab-ı Pey­gamber Zulhuleyfe'de, Akik vadisinde gecelendi. Sabah olunca da be­raberinde bulunan dokuz hanımının çadırlarına gittikten sonra yı­kandı, güzel kokular bedenine sürdü ve iki rekât namaz kıldı. Bun­dan sonra da hedyini, belirten nişan ile nişanlandırdı. Ve gerdanlık­larını taktı. Hac ile umreye birden tehlü ve tekbir getirdi. Resûlüllah'in hedyi, birçok deveydi. En güzel şekil ve renklerden seçilmişlerdi. Çün­kü Cenab-ı Hak: «Onları tazim etmek kalblerin takvasından geliyor» (Hacc: 30) buyuruyor. Seleften bazıları «onları tazim etmek demek, güzelini seçmek ve güzelini hedyetmek demektir.» dedi.

«İhramdan çıktıktan sonra avlanınız.» Yani ihramın vazifelerini yerine getirdikten sonra size haram olan kara avlarını helâl kıldık de­mektir. Yani, yasaklanmadan önce hüküm neyse ona dönüştürdük. Yani avlamanız vacib ise, vacibe müstahab ise, müstahabe ve mubah ise, mubahe çevirdik.

Bu âyet, vucubu ifade eder diyen bir kimsenin görüşü birçok âyet­le nakzedilir. Bu emir ibahe içindir diyenin görüşüne de başka âyet­lerin muhalif düştüğünü ileri sürenler vardır. «El-Menar» sahibi «Her-şey ki yasaklandıktan sonra yapılsın diye hakkında emir gelmiştir o şeyde asıl ibahadır. Yani o yasak kalkmıştır. Binaenaleyh yapılması mubah kılınmıştır» dedikten sonra «Namaz bitirildiğinde yeryüzüne dağdınız. Allah'ın fazlını arayınız.» (El- Cuma: 9) âyetiyle bir de «Cu­ma günü namaza çağrıldığınız zaman Allah'ın zikrine gidiniz, alış Ve­rişi terkediniz» (El-Cuma: 8) âyetiyle delil getiriyorlar. Yasaktan son­ra gelen emrin ibahe için olduğunu takviye eden delillerden birisi de şu hadistir: «Sizi, kabirleri (mezarları) ziyaret etmekten, menetmiştim. Kabirleri ziyaret ediniz. Çünkü kabirlerin ziyareti insanı dünyada za-hid kılar ve âhireti hatırlatıyor.» Hadisi, İbni Mace rivayet etmiş­tir. [30]

(2) «Sizi Mescidi Haramdan menettiklerinden ötürü bir kavme olan kininiz, aşın gitmenize sebeb olmasın...»

Bu âyetin tefsiri: Bir kavimden buğzetmeniz, sizi adaleti terket-meye itelemesin. Çünkü adaletli davranmak herkesin boynuna, her­kesin hakkında ve her hal-ü-kârda farzdır.

İbni Kesir selefin bazısından şunu rivayet ediyor: «Senin hak­kında zulüm ederek Allah'a isyan eden bir kimsenin hakkında Allah'a itaat etmen gibi bir amel işlememişsin. Zira adalet ile gökler ve yerler kâim olmuşlardır.» İbni Ebi-Hâtim Zeyd bin Eslem'den gelen şu hadi­si rivayet ediyor: Cenab-ı Peygamber Hudeybiye'de eshabıyla _beraber bulunuyordu. Müşrikler onları Kabe'yi ziyaret etmekten (yani umre yapmaktan) menettiler. Müşriklerin bu yaptığı onlara ağır geldf." Do­ğudan gelen bir gurup müşrik onların yanından geçtiler. O müşrikler umre yapmak istiyorlardı. Zira cahiliyet döneminde    araplar hac ve ümre yaparlardı. Resulü Ekrem'in ashabı: «Biz, Kabe'ye gidip de üm* re yapmaktan men olunuyoruz. Bizi menettikleri gibi biz de bunları menedelim. Nasılsa bunlar da müşriktir» dediler. Bundan Ötürü bu âyeti celîle nazil oldu. Yani sebebi nüzul budur. Ayette yer alan ve Re-Mezan kelimesi vezninde olan «Şenean kelimesi, buğzetmek demek­tir.

İbni Cerir, araplardan bazıları şenean'dan harekeyi düşürüyor, şen'an okuyor. Fakat Kur'an'ı Ke"im'de hiç kimsenin bu şekilde oku­duğunu bilmiyorum, diyor. [31]

Alıjsi «Müslümanların Kabe'den menedilişi Hudeybiye senesindeki menedilmeleri demektir» diyor. «Lâ yecrimenneküm» sözcüğünü size yükletmesin mânâsına almıştır. Ferra, Ebu Ubeyde'den «size kazan­dırmasın, mânâsına gelen, (lâyeksibennekum» ile tefsir edildiğini ri­vayet etmiştir ve «Şeneane, Nün harfinin fethesiyle okunur» demiş. İbni Amir, Ebu Bekir-Asım'dan, İsmail Nafi'den Nun'un sükünüyle SENAN okumuşlardır diye kaydediyor. [32]

«El-Mennar» sahibiı; îbni Kesir ve Ebu Amrin «insaddüküm» şeklinde İN kelimesini şart harfi olarak okumuşlardır. Bu okuyuş, ifa­de eder ki, müşriklerin Hudeybiye senesinde müminleri umreden me­netmeleri vanür ve müminler ona karşılık onları Haccetul-Vedâ sene­sinde menetmekten nehyedildiler. Çünkü bu âyet Haccetul-Vedâ sene-nesinde nazil olmuştur. Yani onların eski düşmanlıkları sizi şimdi on­ları Mescidi Haramdan menetmesin. «En» okuyan ikinci tefsirin ma­nası şudur: Müslümanlar için, düşmanları onları Mescidi Haramdan menetmiştir diye düşmanlarına saldırmak caiz değildir. Yani düşman­lar ister ziyarete, ister ticarete gelsinler. Onları menetmek caiz değil­dir.»

F&lcat bu âyete bu manâyı vermek müşkü ve çözülmez sayılmıştır. Çünkü J>u âyet, Mekke fethinden sonra nazil olmuştur. O zaman her­hangi "bir kimsenin başka bir kimseyi Mescidi Haram'dan menetmesi diye bi* şey düşünülemezdi. Bir de şu âyetle çelişiyor: «Sakın onlarla Mescidi Haram yanında savaşmayınız. Onlar orada size savaş açıncaya kadar, siz onlara savaş açmayınız. Eğer size savaş açarlarsa, onlan Öldürünüz.» (El-Bakara: 191). Cevab olarak deriz ki: Şart geçmiş mânâ üzerindedir. Yani onlar sizi vaktiyle Mescidi Haram'dan menetmiş ise, siz bugün onları ona karşılık olarak menetmeye kalkışmayınız!

Şöyle de cevab verilebilir: Bu nehiy Feth-i Mekke'den ve İslâm'ın şirke galib geldiğinden ve müşriklerin mağlub olduğundan sonra na­zil olmuştur. Bu takdirde âyetin mânâsında ileri sürülen ikinci görüş­te ibham ve işkal yok. Çünkü: «Hükümler bazen faraziye üzerinde de bina edilin» kaidesi usulde vardır. (Yani bu men, bazen müslümanların bir kısmından diğer bir kısmına karşı vaki olabilir. Nitekim Mekke'nin emirleri bizim asrımızda (1914'den önceki asrı kastediyor) Necid ehli gibi bazı araplan dünyevi sebeblerden dolayı hacdan menediyorlar. Meselâ: Necid emirleri oradaki birtakım kabilelerden zekât aldıkları için Mekke emirlerinin iddiasına göre, bu kabilelerden zekât almak kendilerinin hakkıdır.»  [33]

El Kurtûbi, Muaz'dan naklediyor: «İn seddüküm» okumak nahiv ve hadis âlimlerinin en ileri gelenleri tarafından caiz görülmemiştir. Sebeb de şunlardır: Bu âyeti celîle hicretin sekizinci senesinde yani Mekke fethi senesinde nazil olmuştur. Müşrikler ise, Hudeybiye musa-lahasında hicretin (6.) altıncı senesinde müslümanları Mekke'ye girip umre yapmaktan menetmişlerdi. Demek ki, bu menetmek âyetin ini­şinden iki sene öncedir. Eğer kesre ile «in» okunursa, o vakit menet­mek hadisesi âyetin inişinden sonra olmalıdır. Eğer «En» okunursa mazi (geçmiş) için oluyor ve bundan başka bir şekilde okumak da ca­iz olamaz. İkinci sebeb; eğer bu hadis, doğru olmazsa dahi yine Mek­ke'nin feth edilmesi gerektir. Çünkü «Allah'ın şeâirini helâl etmeyiniz» âyeti delâlet eder ki Mekke müslümanların elindedir. Onlar ancak baş­kasını Haremi Şeriften menetmeye kadir oldukları takdirde bu nehyi onlara tevcih eder. Bu durum da «En» kelimesinin elifini üstünle oku­mak gerekli olur. Sebeblerin ikincisi, «Enta'tadû» La-Yecrimenne-Küm kelimesinin mefulinbihisidir. Yani bir kavimden olan buğzunuz, sizi saldırganlığa götürmesin demektir! [34]

 

Yardımlaşma Nerde Olur?

 

(2) «Birr (iyilik) ve takva üzerinde yardımlasınız.» Bu cümle iyi­lik ve takva hususunda yardımlaşsmlar diye bütün insanlara ilâhî bir emirdir. Yani birbirinize bu hususlarda yardımcı olunuz. Allah'ın em­rini yerine getirmek, onunla amel etmek, Allah'ın yasaklarından kaç­mak ve günahkârları kaçırmak hususunda da teşvikçi ve tervicci olu­nuz. Bu mânâ Cenab-ı Peygamberden gelen şu hadise uygundur: «Hayre götüren (hayrı insana gösteren), hayrı işleyen insan gibidir.»

Denildi ki «Şerri insanlara gösteren (insanları şerre götüren) de şerri yapan gibidir.» Şunlar da denildi: BİRR-ve tekva kelimeleri, ayrı ayrı fakat mânâları bir olan kelimelerdir, lafzm değişik olmasından ötürü tekrar edilmesi tekid ve muhaleğe içindir. Çünkü her birr tak­vadır ve her takva da birr'dir.

İbni Âtiye, bu mânâda bir nevi' mecaz vardır. Bu iki kelimenin delâletindeki örf ve istilan şudur: Birr, vacib ve memduh olan işleri kapsamaktadır. Takva ise vacibi gözetmek demektir. Eğer bunların birisi diğerinin mânâsını karşılıyor dersek o vakit mecaz oluyor.

Hicretin 691. de doğup 751 de vefat eden îbni Kayyim, «Et Tef­sir Ul-Kayyım» adlı kitabında şunları söylüyor: «Bu cümlenin bir par­çası tek başına zikredildiğinde diğer parçayı kapsamaktadır. Çünkü her günah tecavüz (saldırganlık) ve (düşmanlık) tır. Çünkü günah, ya Allah'ın yasakladığını yapmak veya Allah'ın emrettiğini terketmektir. Bu, Udvan (Yani aşın gitmek) tir. Allah'ın emir ve yasaklarına kar­şı gelip saldırmaktır. Her udvan da günahtır. Çünkü sahibi bununla ayıpdar oluyor. Fakat «İsim» kelimesiyle «Udvan» kelimesi bir araya gelirlerse, onlar ayrı ayrı şey oluyorlar. Bağlı bulundukları yere göre ayrı ayrı mânâları ifade ediyorlar. Meselâ İSİM yalan, zina, içki içmek gibi cinsî (kökenli) haramlara itlak olunur. Udvan ise, kendisinden beş kuruş alandan on kuruş almak suretiyle saldıran bir kimsenin hareke­ti gibi helâl olan miktardan haram olan miktara geçmek ve fazlasını almak demektir.

İmam Ahmed'in rivayet ettiği bir hadis:

«Kardeşin ister zalim, ister mazlum olsun ona yardımcı ol.»

Eshabı Kiram: «Mazluma yardım edelim, fakat zalim olursa, ona nasıl yardım edeceğiz?»

Cenab-ı Peygamber: «Onu, zulümden menedeceksin, onunla zu­lüm arasına gireceksin. Böyle yapman ona yardım etmektir» diye ce­vap verdi. Buhari, bu hadisi tek başına Hüseyin'den rivayet etmiştir.; Bir de Buhari ve Müslim beraberce Sabit'ten ve Enes'den rivayet et­mişlerdir. [35]

İmam Ahmed'in rivayet ettiği başka bir hadis:

«Halka karışıp onların eziyetlerine karşı sabi rgösteren bir kimse­nin ecri, halka karışmayan ve onların eziyetlerini görmediği için o ezi­yetlere karşı sabır göstermiyenin ecrinden daha büyüktür.» [36]

İmam Ahmed'den gelen diğer bir hadis:

«Halkın cine dalıp onların eziyetlerine karşı sabır gösteren onlara kanşmayıp dolayısıyle eziyetlerini görmiyen ve sabır göstermeyenin ec­rinden daha üstündür.»

Tirmizi Şu'be'den, îbni Mace, îshak bin Yunus'tan ve ikisi beraber­ce Âmeş'ten şu hadisi rivayet etmiştir:

«Kim ki hidayete davet ederse, o hidayete tabi' olanların ecirleri kadar onun def terine ecir yazılır. Kıyamet gününe kadar da böyle de­vam edip gider. Onların ecrinden hiçbir şey eksilmez. Ve onun defte­rine de ecirleri kadar ecir yazılır. Delâlete davet eden ise, kıyamete kadar onun sapıklığına tâbi* olup günah işleyenlerin günahı kadar defterine günâh yazılır ve işliyenlerin günahlarından da hiçbir şey ek­silmez.»

Başka bir hadiste «Zalim bir kişi ile Iseraber ve ona yardım etmek maksadiyle yürüyen ve onun zalim olduğunu bildiği halde bunu ya­pan bir kimse, İslâm'dan çıkmıştır.»  [37] (Yani dinin emrettiği adalet­ten çıkmıştır).

El Âlusi, îbni Abbas ve Ebul-Âliye'den «Ayette bahsi geçen - îsîm- kelimesi, insanların Allah'ça emredileni terk, yasak edileni işlemesi demektir» tefsiri rivayet edilmiştir, dedi.  udvan kelimesi ise, Al­lah'ın dinde kullan için çizmiş olduğu hududu geçmek ve insanlara farz kılmış olduğu nesnelerin hududunu aşmakla tefsir edilmiştir.»

Ayeti celîlede önce  tahlîyye  (yani yapılması istenen) sonra  Tahliye  (yani kaçınılması istenen) zikredilmiştir. Ta ki, insan­oğlu maksudu - bizzata bir an evvel varsın. Hedefe bir adım önce kavuş­sun.. Yani Cenab-ı Hak önce «Bin  ve takva üzerinde yardımlasınız» de­miştir. Bu «Tahliyye»dir. Sonra «isim ve udvan hususunda yardım-laşmayınız» demiştir. Bu da «Tenliye» dir, yani nefsi, günâh ve saldır­ganlıktan boşaltmak gerektir.» [38]  

Beyzavi «  birr  af etmek, hatalardan göz yummak,  Tak­va emre tabi' olmak, nefsin hevasından uzaklaşmak demektir» di­yor.

EI-Hazin, müslim'den şu hadisi rivayet ediyor: «Nevâs bin Sem'an Birr ve ismin tefsirini Resûlüllah'tan sordum. Cenab-ı Peygamber, «Birr, güzel ahlâktır. İsim, senin kalbini gıdıklayandır ve başkası gör­mesin diye işlemediğin fiil ve harekettir» dedi.

(2) Sizi Mescidi Haram'dan alıkoyduklarından dolayı bir toplu­luğa olan kininiz sakın sizi haddi aşmaya sürüklemesin. İyilik ve tafc-vakonusunda yardımlasınız. Günâh ve haddi aşmada yardımlaşma-yın.n

Bu âyeti celîle hakkında (20.) yirminci asrın şehidi Seyyid Ku­tup  Fi Zilal-il Kur'an  adlı tefsirinde şunları söylüyor:

«Bu âyet, nefsi zaptetmek husudunda en son varılacak ve en yüce bir hükümdür. Kalbin semahatlı ve müsamahakâr davranması husu­sunda en yüksek bir karardır. Fakat bu mertebe öyle bir doruktur ki, ona, ancak Rabbisi tarafından beşeriyeti hidayet etsin ve bu parlak ve yüce ufuka yükselsin diye eğitilip terakki ettirilen bir topluluk ulaşa­bilir. Bu, kıyade, (komanda) ve iradenin işidir. Halkın üzerindeki göze­timin işidir. Öyle bir iş ki, müminler orada şahıslarına karşı işlenen eziyetleri unutur, dünyadaki   insanlara İslâmm tahkik etmiş olduğu

seyru-sülukten numuneler sunar. îslâmın getirdiği müsamaha ve yü­celikten örnekler takdim eder. Bununla îslâmın lehinde güzel bir şa­hitliği edâ etmiş olurlar. Halkı İslâm'a cezbedip getirmeye yararlı olan bir adım atmış olurlar. Bu büyük bir teklif ve ağır bir yüktür. Fakat bu durumda dahi, insanları nefislerinin altından kalkamayacak dere­cede ağır olan bir yükün altına sokmaz, gücünün yetmediğini ona yükletmez. Yani öfkelenmeye ve ikrah etmeye hakkın vardır. Fakat öf­kenin kabarmasında buğzun şifa bulması hususunda, hakkı aşma dedik­ten sonra birr ve takva hususunda imanlı bir ümmetin yardımlaşması­nı gerekli kılıyor. Ama isim ve udvanda yardımlaşmayı yasaklıyor. İsim ve udvanda yardımlaştıklan takdirde onları Allah'ın azabından korkutuyor. Onları Allah'ın takvasına çağırıyor. Ta ki, bu sezişler sa­yesinde nefisleri zabtedebilsin. Bu sayede yücelme ve müsamaha ruhu­na ersin. Bunu da Allah'ın takva ve rızasını taleb etmek için yapsın. İslâm terbiyesi, Rabbani menheciyel o günkü arapların ve dolayısıyla diğer müslümanların nefislerini bu kuvvetli şuura ermeye, bu şerefli kervana girmeye muktedir oldu. Halbuki o günkü arap topluluğu bu yükseklikten ve bu yöne yönelmekten pek uzak idiler. Arapların o gün­kü yolu ve meşhur parolaları «kardeşin isterse zalim, isterse mazlum olsun, mutlaka ona yardım et» demektir[39] Cahiliyet gayreti ve asa­biyet naraları ortalığı kasıp kavuruyordu. Günah ve saldırganlıkta yardımlaşmak o günün arebine daha yakın, takva ve iyilikte yardım­laşmaktan daha racih ve ağır basıyordu. O günkü arablar yardımlaş­mak hususunda antlaşmalar yapıyorlardı. Haktan önce batılda bu işi icra ederlerdi Cahiliyet döneminde hak hususunda yardımlaşma için bir andlaşmanın bulunması yüzde bir, belki binde bir belki de mil­yonda bir ihtimaldi. Bu, Allah ile olan bağını: koparmış taklitler ve ahlâklarını Allah'ın sistem ve nizamından almayan bir toplulukta ta­bii bir iştir. Bütün bunlar, cahiliyet dönemindeki şu meşhur kuralın temsil ve tecellisidir. «Kardeşin zalim de olsa, mazlum da olsa ona yardım et.»

îşte bu cahiliyet dönemindeki şâirin başka bir tabir ile ifade ettiği sistemdir. «Ben Gazye (bir kabiledir)'den başka birşey değilim. Eğer o dalalete giderse, ben de dalalete giderim. Eğer Gazye doğruluğa ge­lirse, ben de gelirim!» Sonra İslâm geldi. Terbiye için Cenab-ı Hakkın sistemi geldi. Geldi ki, iman edenlere şunu söylesin: «Sakın bir kavm için sizde olan buğz sizi onları Mescidi Haramdan menetmek suretiyle saldırmaya götürmesin.»

Bu parolayı aynı zamanda Hz. Peygamber de tekrarlamıştır. Fa­kat aynı anlamda değildir. Zira Resûlüllah kardeşten din kardeşliğini kasdeder. Zalime yardım, onun elini tutup zulümden menetmek sure­tini kasd etmiştir. Dikkat edilsin.

Burada bir noktaya işaret etmeden geçmiyeceğim. O da şudur: Seyyid Kutub (Allah rahmet eylesin), «kardeşin zalim de olsa mazlum da olsa ona yardım et» diyen hadisi, cahiliyetin darbımeselidir diye zikrediyor. Cevab olarak deriz ki, Resûl-u Ekrem cahiliyet döneminde meşhur olan bu sözü söylemiş ve hakikatini «Mazluma yardım ediniz, zalime de mani olunuz. Zulüm yapmasına engel olunuz. Bu da ona yar­dım olur» şeklinde açıklamıştır. Fakat cahiliyetteki arap veya cahiliyet-teki insan kardeşi katil de olsa, yardım eder, mazlum da olsa yardım eder. Katil kardeşine «katil olma» demez, zulmeden kardeşinin zulmüne karşı çıkmazdı. Yani bu hasletden, bu noktadan ötürü bu kelâmın hadis olmasıyla, cahiliyyet dönemindeki kelâm olması arasındaki fark or­taya çıkmış oluyor. [40]

 

Meal

 

 (3) Size ölü (eti), kan, domuz eti, Allah'tan başkası adıyla kesi­len, boğulmuş, vurulmuş, yüksekten düşmüş, boynuzlanmış ve cana­var yemiş (parçalamış) hayvanlar  henüz canlı iken kestiğiniz müs­tesna — dikili taşlar üzerinde kesilenler ve fal oklanyla kısmet arama­nız haranı kılınmıştır. İşte bunlar sapıklıktır. Bugün kâfirler sizin di­ninizden (yani yıkılmasından) ümit kestiler. Artık onlardan korkma­yın. Benden korkunuz. Bugün size dininizi kemale erdirdim. Üzeriniz­deki nimetimi de tamamladım ve size din olarak îslâmı seçtim. Kim ki şiddetli bir açlıkta kaçınılmaz bir ihtiyaçla başbaşa kalırsa, günaha yönelmeksizin (haram saydıklarımızdan yetecek kadarım yiyebilir. Çünkü Allah bağışlayıcı ve esirgeyicidir.»

(4) (Ey Habibim!) Senden kendilerine neyin helâl kılındığını sorarlar. Onlara de ki: Bütün temiz şeyler size helal kılındı. Allah'ın size öğrettiği gibi Öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanların yakalayıp öldürdüklerinden de üzerlerine Allah'ın ismini anarak yeyiniz. Allah'­tan korkup sakınınız. Şüphesiz ki, Allah hesabı çabuk görendir.»

(5) Bugün temiz ve pak nimetler size helâl kılındı. Kendilerine kitab verilenlerin yiyeceği size helâl olduğu gibi sizin yiyeceğiniz de onlara helâldir. Müminlerden hür ve iffetli kadınlarla, sizden önce kendilerine kitab verilenlerden (yani Hristiyan ve Yahudilerden yine) hür ve iffetli kadınlarla, zina yapmamış, ve gizli dostlar edinmemiş olduğunuz halde mehirlerini vermek suretiyle (evlenmeniz) size helâl kılındı. Kim imanı inkâr edersi, kesinlikle yaptıkları boşa gitmiştir ve o, âhirette hüsrana uğrayanlardandır.» [41]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

Bu âyetlerin tefsirinde büyük müfessir Mahmud el-Alusî (vefatı: 1270)'den alıntılar yaparak devam edelim: Bu üçüncü âyet, birinci âyette «Sizin üzerinize okunacak hariçtir» diye geçen haramları açık­lamaya başlamaktır: Ölünün haram olması, etinin yenilmesinin haram olması demektir. Ayetteki Meytet (ölü), kendiliğinden ve herhangi bir sebeb olmaksızın ruhu bedeninden çıkmış ve kesilmemiş (yani mun­dar olmuş) hayvan demektir. Kandan rnaksad, akıp bedenden çıkan kandır. Zira cahiliyet ehli akıtılmış kanı çanaklarda pişirip yiyorlar­dı. Ciğer gibi akıtılmamış kan ise mubahtır. Dalağa gelince, âlimlerin çoğu onun da mubah olduğunu savundular. İmamiye'ler yani Caferi'­ler, onun haram olduğunda icma etmişlerdir. Hz. Ali'den ve İbni Me-sud'dan onun yenmesinin mekruh olduğu hakkında rivayetler gelmiş­tir. Ayette özellikle domuz eti denilmiş, çünkü hayvanlardan yenilen etleridir. Davudi - Zahiri ve arkadaşları bu âyetin zahirine yapışarak domuzun sadece eti haramdır, kılı, kemikleri ve diğer nesneleri haram değildir demişlerdir. Fakat Caferiler de dahil dört mezheb ve Ehli Sün­netin tamamı domuzun her parçasının haram olduğunda ittifak et­mişlerdir. Abdurrezzak «El Musannaf» isimli kitabında Katade'den şu hadisi rivayet ediyor: «Domuz eti yiyen bir kimseye tövbe etmek teklif edilir. Eğer tevbe ederse, ne alâ, aksi takdirde öldürülür.» Bu Hadis «garib»tir. Buna rağmen bu tehdidin sebebi şu olabilir: Bugün do­muzun (Alusî yaşadığı 1270'leri kasdediyor) yenilmesi zünnann giyil­mesi gibi, küfrün alâmetlerinden olmuştur. [42] Fakat burada teem­mül etmek (düşünmek) gerektir.

«Allah'tan başkasının adına boğazlanan» yani kesildiği zaman başkasının adı açıkça anılarak boğazlanan hayvanın da, eti yenilmez. Ihlâldan maksad, Lat ve Uzza gibi kime kesilirse, onun ismini getir­mektir. Bir hayvanı keserken «Falanın ismiyle bunu kesiyorum» dese o hayvanın eti mundar oluyor. Ama bir insanın teşrif etmesinden do­layı fakirlere yedirmek maksadıyla Allah'ın ismi anılarak kesilen hay­van böyle değildir. Burada ihtilâf var, dikkatli olmak gerektir.

«Boğulan», Es-Suudi, «Boğulandan maksad, başı iki ağaç arasına sokulup öldürülen hayvandır.» dedi.

Dahak ve Katade «Avcının ipiyle boğulup ölen hayvan demektir» dediler.

îbni Abbas «Cahiliyet ehli sığın boğarak yerlerdi. İşte bu, müslü-manlara haram oldu.» demiştir.

«Boğulma hangi tarzda olursa olsun, âyetteki hükmü hepsinin üze­rine hamletmek daha uygundur. Boğulma hangi şekilde olursa olsun, boğulan hayvanın eti müslümanlara haramdır» tarzında âyeti' tefsir etmek de elverişlidir.

«Vurularak ölen».,. Yani ölünceye dek sopalanan ve taşlanan bir hayvanın eti de haramdır. Bu hükmü İbni Abbas söyledi. [43] Katade ve Suddi ((Ancak sopa ile vurulan, yani sopa ile tâ gevşeyinceye ve ilik­leri kesilinceye kadar vurulan hayvanın eti de haramdır dediler.»

«Mutaraddiye», yüksek bir yerden düşen veya bir kuyuya düşüp de ölen hayvan demektir.

«Natıha», başka hayvan tarafından boynuzlanarak öldürülen, hay­vandır, tki hayvan toslaşir, ikisi de ölürse, ikisinin de eti haramdır.

«Yırtıcı hayvanın yediği» yani yırtıcı hayvan, öldürdüğü hay­vandan bir parça yerse o hayvanın geri kalan eti haramdır. «Bir par­çasını yerse» dedik, çünkü hepsim yediği zaman, artık herhangi bir hüküm taalluk etmez. Ve ondan bir istisna da caiz olmaz. Yani bir par­çasını yerse gerisini bırakırsa hüküm taalluk eder.

«Ancak sizin kestiğiniz müstesnadır.» Ancak yetiştiğiniz halde, ke­silen hayvanın çırpınması gibi daha çırpmacak şekilde hayatı varsa bu takdirde kesersen bunun eti yenir.

Delil sayılan Es-Seyyid Muhammed Bakır ile Es-Seyyid Caferi Sa-dık'tan rivayet ediliyor: «Kesilip de eti helâl olan hayvanın en son ha­yatı, kulağını veya kuyruğunu veya göz kapaklarını oynatmasıdır.»

Hasan Basri de bu hükme razı olmuştur. Katade, İbrahim, Tavus, Dahhak ve İbni Zeyd, de böyle demişlerdir.

lara aittir. Ancak kesilmeyi kabul etmeyen hariçtir. Yani mundar olan hayvan, kan ve domuz hariç, diğerlerin hepsi istisnaya dahildirler. Ya­ni Allah'tan gayrisinin adiyle kesilen hayvanda daha hayat varken ye­tişip yeniden besmele getirilip keserse helâl olur. Boğulan, vurulan, yüksek bir yerden düşen, boynuzlanan veya yırtıcı hayvanlar tarafın­dan parçalanan hayvanda daha hayat var ise, kişi yetişir onları keser­se, etleri helal olur. O halde âyetin mânâsı: «Bahsedilenlerin hepsi si­ze haram olmuştur. Ancak Allah'ın kesmekle helal kıldıklarına yetişip keserseniz bu sizin için helâldir.» Bu tefsir, İmam Malik'ten ve Medi­ne ehlinin bir cemaatinden de rivayet edifdi. Cübbai de bu tevili ihti­yar etmiştir.[44]  

Bazıları, «Hayatı müştakın e şarttır. Hayatı mustakırre o hayattır ki (ölümün) kenarına gelmemiştir. Bunun alameti; kesildikten sonra hayvanın çırpın m asıdır.» dedi.

Hz. Ali ve İbni Abbas «Buradaki istisna, bahsi geçen bütün haram-

Ayette bahsi geçen «Tezkiye» şer'an boğazın ve nefes borusunun keskin bir bıçakla kesilmesi demektir. Bunun tafsilâtı fıkıh kitablarm-da vardır. Bu âyeti celîleden «Avcı hayvan, bir avı yakalar, ondan bir-şeyler yerse, onun eti helâl olmaz   [45]diye delil çıkarmışlardır.

Bu haram kılınan nesnelerin niçin haram kılındıklarının hikmeti­ne, birkaç cümleyi Seyyid Kutub'tan nakletmek suretiyle işaret edelim, «tster beşeri ilim, bu haram olanların nedenine ve hikmetine varsın, ister varmasın, ilâhi ilim bunların hoş ve helâl olmadığını takrir et­miştir. İman eden bir insan için bu takrir kâfidir. Çünkü Cenab-ı Hak pisliklerden başkasını haram kılmaz. Beşeri hayata herhangi bir yön­den zarar verenden başkasını haram kılmaz. İsterse insanlar bu zarar­dan haberdar olsunlar, isterse bilmesinler. Acaba insanoğlunun ilmi her zarar verene ve her faideli olana yetişmiş midir? Allah'tan başka­sının adıyla kesilen hayvanın eti haram olmuştur. Çünkü bu, imanın başlangıcına ters düşer. İman, Allah'ın birlemesini gerektirir. Uluhi-yette onun teklemesini zorunlu kılar. Bu birlemenin üzerine istekleri terettüp eder. Bu isteklerin birincisi, her niyet ve her amelde Allah'a yöneltmeyi, her amelde, her harekette sadece Onun isminin anılmasını gerektiriyor. Her amel ve her harekete onun ismiyle başlamayı vacip kılıyor. Binaenaleyh onun değil, başkasının ismiyle başlayan birşey ha­ram olur. Ne Allah'ın ne de başkasının ismi üzerinde anılmayan bir­şey de haramdır. Çünkü bu da, imanın esasına ters düşer. Başlangıçta îmandan çıkmamış olur. Dolayısıyle bu yönden habis sayılır. Mundar, kan ve domuz eti gibi hissi pisliklere iltihak etmiş oluyor.»

îbni Kesir şunları söylüyor: Allah, bu âyeti celîlede kullarına bu haramları yememeyi tazammun eden bir yasağı haber veriyor. Şöyle ki, harici sebebler olmaksızın kendiliğinden ölüp murdar olan bir hay­vanın etinde kan kalır. İçinde kan kalan bir etin yenmesi hem dine, hem de bedene zarar verir. Bunun için de Cenab-ı Hak mundarın eti­nin yenmesini haram kılmıştır. Ölülerden balık istisna ediliyor. Evet ister kesilmek suretiyle, ister kesmeksizin ölsün helâldir. Çünkü Malik «Muvatta»mda, îmam Ahmed ve İmam Şafiî «Müsned»lerinde Ebu Da-vud, Tirmizi, Nesei ve İbni Mace sünenlerinde, İbni Huzeyme ve îbni Hibban sahihlerinde Ebu Hureyre'den şu hadisi rivayet ederler: «Re-sûlüllah'tan deniz suyu soruldu. Cevab olarak: Deniz suyu pek temiz, Ölüsü helâl olan bir mahlûktur» dedi. Çekirge de balıklar gibidir. Çün­kü ileride onun hakkında hadis gelecektir.

İbni Abbas'tan: «Dalak yenilir mi diye soruldu. «Yeyiniz.» cevabı­nı verdi. Dediler ki: «O, kandır.» İbni Abbas, «Cenab-ı Hak, ancak akı­tılmış, olan kanı size haranı kıldı» buyurdu.

Hz. Aişe'den soruldu: «Akıtılmış kanın yenmesi niçin yasaklandı?» Cevab: «Allah'ın Resulü bize iki ölüyü ve iki kanı helâl kıldı. Helâl kı­lman iki ölüye gelince, balık ile çekirgedir. Helâl kılınan iki kan ise, ciğer Ue dalaktır.» Ahmed İbni Hanbel, İbni Mace, Dârekutni ve Bey-haki de bu hadisi rivayet ettiler. Fakat buna rağmen zayıftır. (Bu söz İbnu-Kesirin'dir.)[46]

 

Îslâmın Bir Kerameti

 

İbni Ebi-Hâtim, tarikiyle Ebi-Umame, Suddi bin Aclan'dan riva­yet edilmiştir. «Resûlüllah beni, bir kavme gönderdi. Ben onları Allah ve Resulüne davet ettim. Onlara îslâmin kaide ve kurallarını arzetmeye çalıştım. Bu maksadla onlara varıp, onları İslama davet etti­ğimden kan dolu bir çanağı getirip ortaya koydular. Bir araya gelip de kanı yemeğe başladılar. «Ey Süddi! Sen de gel ye» dediler. Ben onla­ra: «Vay halinize. Bunu haram kılan Peygamberin yanından size elçi olarak geliyorum» dedim. Bunun üzerine bana yönelip sordular: «Niçin bu haram kılınmıştır?» Onlara şu âyeti okudum: «Size murdar olan hayvanın eti ve kan haram kılınmıştır.» Hadisi Hafız Ebu Bekir bin Merduyeh (veya Merdeveyh) rivayet etmiştir. Ayni zat şu eki de ri­vayet etti: «Ben onları İslama davet ettim. Onlar kabul etmediler. On­lara «Çok susadım. Bana bir yudum su verin» dedim. Onlar: «Sana su vermiyeceğiz, susuzluktan ötürü ölünceye kadar seni kendi haline bı­rakacağız.» dediler. Üzüldüm, başıma sırtımdaki abayı çekip şiddetli bir hararetin altında kızgın kumların üstünde uykuya daldım. Uyku halinde iken birisi bana geldi. Elinde cam bir bardak vardı. İnsanlar ondan daha güzelini görmemiştir. Su dolu idi. Adem oğlu o sudan da­ha lezzetlisini tatmamıştır. Bardağı bana verdi, içtim. Bitirdikten son­ra uyandım. Allah'a yemin ederim ki, o içişten sonra artık susama­dım.»

Başka bir tarikta hadisin sonunda bu ek vardır: O içişten sonra artık susamadım ve bunalmadım.» Uyandığımda onlardan birbirleri­ne: «Sizin ileri gelenlerinizden bir kişi size misafir gelmiştir. Ona bir ayran dahi ikram etmediniz» dediklerini işittim. Bunun üzerine bana bir ayran veya suyla karıştırılmış süt getirdiler. Ben: «Ona ihtiyacım kalmadı. Allah bana yedirdi ve içirdi.» dedikten sonra karnımı göster­dim. Bunun üzerine hepsi müslüman oldular. [47]

 

Îslâmda Domuzun Durumu

 

Domuz, ister evcil, ister vahşi olsun haramdır. Onun eti, bütün parçalarım hatta yağını dahi kapsamaktadır. Zahirilerin bu konuda­ki kayışlarına ihtiyaç yoktur. Çünkü en belirgin kavle göre «LAHM» (et) tabiri bütün parçalan kapsamaktadır. Arap lügatinden de daimi örften de bu anlaşılmaktadır.

Sahihi Müslim'de Bureyde bin Huseyin el Eslemi'den rivayet edil­miştir: Allah'ın Resulü buyurdu: «Nerdeşirle (bir oyundur) oynayan bir kimse sanki elini domuz kaniyle boyamıştır.» Madem ki, Resulü Ekrem domuz kanına el dokundurmaktan bu kadar insanı ürkütüyor, acaba onu yemek hakkındaki tehdit ne denlidir? Bu hadis, etin iç yağ­ları ve kan dahil bütün parçaları kapsayıcı olduğuna delildir.

Sahiheyn'de, Allah'ın Resulü: «Şüphesiz ki, Allah, içkiyi, murdar olan hayvanın etini, domuz etini ve putların yapılmasını ve tapılma-sim haram kılmıştır.» buyurduğu zaman denildi ki, «Ey Allah'ın Re­sulü! Acaba murdarın iç yağlan nasıldır? Onunla gemiler sıvanıyor, (yağlanıyor). Onunla deriler tabak ediliyor. Onunla halk çıra yakıyor.» pevap olarak buyurdular: «Bu işlerde kullanılması da haramdır.»

Sahihi Buhari'de Ebu Süfyan'ın hadisinde şu geçiyor: «Ebu Süfyan Bizans kiralı Herakle'ye: Muhammed (S.A.V.) bize mundar hayvanın jetini ve akan kam haram kıldı.» dedi.[48]

 

Allah’tan Başkasının İsmiyle Kesilen Haramdır

 

Kesilirken, üzerinde Allah'ın isminden başkasının ismi anılan hay­danın eti haramdır. Çünkü Cenab-ı Hak, yüce isminin anılması suretiy­le kesilmeyi farz kılmıştır. Allah'ın isminden başka ister putun, ister [Tağutun, ister herhangi bir varlığın ismini anan bir kimsenin kestiği haram olur. Bu hükümde ittifak vardır. [49]

 

Besmelesiz Kesilenin Durumu

 

Alimler, besmelesiz kesilen hayvanın etinin yenip yenmeyeceğinde htilâf etmişlerdir: Kasten veya unutarak besmeleyi terkeden bir müs-[üraanın kestiğinde ihtilâf edilmiştir. Başkasmm ismini anmak sure­tiyle kesilen hayvanın haramlılığı konusunda ise ihtilâf yoktur.

îbni Ebi-Hâtim tarikıyla Ebu Tufeyl'den rivayet ediliyor: Adem (A.S.), dört şeyin haram olmasıyla Cennetten indi: 1. Murdar, 2. Kan, 3. Domuz eti, 4. Allah'dan başkasının ismiyle kesilen hayva­nın etidir. Bu dört şey hiçbir ümmette, hiçbir millette helâl olmamış­lardır. Bunlar, Cenab-ı Hakkın yer ve gökleri yarattığından beri ha­ramdırlar. Kıyamete kadar da böyle devam edecektir. îsrailoğullarının zamanında Cenab-ı Hak, onlara daha önce helâl kıldığı birtakım gü­zel şeyleri günâhlarından Ötürü haram kıldı. İsa (A.S.) gelince, daha önceki şeriatı (yani Adem (A.S.) döneminde gelen şeriatı) Cenab-ı Hak ona verdi. İsrailoğullarma daha önce haram kılınanların dışında herşe-yi helâl etti. Onlar da İsa'yı (A.S.) yalanladılar ve ona karşı isyan bayrağını çektiler.» Bu eser garib bir eserdir.[50]  

Boğulan hayvan ister kasten, ister korunmak için bir iple bağlan­mış, gece veya gündüzleyin sağa sola hareketler yaparak tesadüfen boğulmuş olsun eti yenilmez. Sopalarla veya ağır şeylerle vurulup öl­dürülen hayvanın eti de yenilmez.

Sahih de Adiy bin Hâtımdan rivayet ediliyor: Sordum: «Ey Al­lah'ın Resulü: Ben bazan ava Mir adı (uçları sivri ortası kalın ok) atı­yorum. Vurarak öldürüyorum. Onu yiyebilir miyim? Buyurdular «Mir'-adı attığın zaman, eğer delerse, avlananın etini ye. Eğer delmezse eti­ni yeme. Çünkü o vurularak öldürülmüş sayılıyor.»

Görüldüğü gibi Cenab-ı Peygamber, atılan ok, veya mizrak veya benzeri bir şey, keskin ve ucu deliyorsa isabet ettiği hayvanın eti yeni­lir. Delmezse yalnız ağırlığıyla öldürüyorsa, eti yenilmez. (Bu fuka-hanın katında ittifak edilmiş bir meseledir. Fakat kesici alet, enleme­sine av hayvanına isabet edip ağırlığıyla ve yaralamadan hayvanı öl­dürürse acaba onun eti yenilir mi diye ihtilâf etmişlerdir. Burada İmam Şafiî'nin iki görüşü vardır: Birisine göre yenilmez. İkinci görüşüne göre helâldir. İmam Şafiî bunun delili olarak şunu ileri sürdü, talim­li köpeğin avladığını hayvanın bedeninde parçalama yoksa da eti he­lâldir.[51]  

Kesilen hayvan kesişten sonra hayatına delâlet eden bir hareketi yaparsa, helâldir. Bu, cumhuru fukahanın mezhebidir. Ebu Hanife, Şafiî, Ahmed İbni Hanbel, buna kaildirler.

İbni Vehb Malik'ten: «Canavar tarafından karnı deşilmiş bir hay­vanın eti yenilir mi?» diye soruldu. Malik: «Karnı deşilmiş, barsaklan dökülmüş bir hayvanın kesilip etinin yenilmesini ben helâl görmüyor rum. Neyini keseceksiniz.» diye cevab verdi.

Eşheb-: «Malik'ten soruldu: Yırtıcı hayvan koça hücum ediyor, be­lini kırıyor. Ölmezden önce bu koçu kesmek onun etini helâl eder mi?» Malik: Yara seher (nefes borusu ve hava) damarına varmış ise, onun yenmesini caiz görmüyorum. Eğer etrafına vurmuş ise, zaten bir za­rar yoktur.» diye cevab verdi. Bunun üzerine İmam Malik'e, denildi ki: Ona hücum etmiş, belini kırmıştır! İmam Malik: Helâldir demek pek hoşuma gitmiyor, çünkü hayvan artık yaşamayacaktır, dedi. Yani yen­mesine taraftar olmadı.

Yine Malik'den soruldu: Kurt koyuna hücum edip saldırıyor. Kar­nını deliyor, fakat barsaklannı delmiyor. Bu hayvan kesilirse, eti ye­nilir mi?» Cevab: «Karnını deldiği zaman, onun yenmesini ben caiz görmüyorum.» Bu, İmam Malik'in mezhebidir.

Ayetin zahiri İmam Malik'in istisna ettiklerinin hepsini kapsa­maktadır. Yani onun görüşünün tam tersidir. Ayeti tahsis eden bir de­lile ihtiyaç vardır. Ama bu delil İmam Malik'in katında var mı yok mu biz bilmiyoruz. Allah daha iyisini bilir.[52]  

Sahihayn'de Rafi bin Hudeyç'ten rivayet edildi: «Ey Allah'ın Re­sulü! Biz yann düşmanla karşı karşıya geleceğiz. Bizim beraberimizde bıçak yok. Acaba biz keskin kamışlarla hayvanları kesebilir miyiz?» Cevab: «Kanı akıtan her âletle kesilen ve Allah'ın ismi üzerinde anılan hayvanın eti yenilir, onu yeyiniz. Ancak diş ve tırnaklar hariçtir. Onu da size haber vereceğim! Diş ise, kemiktir. Tırnak ise Habeşlilerin bı­çağıdır.»[53]

 

Dikili Taşlar Üzerinde Kesilenin Hükmü

 

«Dikili taş (put) lar üzerine kesilen de haramdır.» Mücahid ve İb­ni Cüreyr dikili taştan maksad, Kabe'nin etrafında dikilen taşlardır.     .

İbni Cüreyc: Kabe'nin etrafında üçyüzaltmış beş (365) taş (put) di­kilmişti. Araplar cahiliyet döneminde o putların yanında kurban ke­serlerdi. O putlann Kabe yönüne düşen taraflarını, o kurbanların kan­larıyla boyarlardı. Etleri açıp o putların üzerinde güneşde kuruturlar-dı. Cenab-ı Hak böyle yapmaktan müminleri yasakladı. Bu kesilenlerin etinden yemeyi müslümanlara haram kıldı. Bu putların yanında ke­silen hayvanların üzerinde besmele söylenilirse dahi etleri yenilmez. Çünkü burada Cenab-ı Hakkın haram kıldığı şirkler vardır. «Oklarla kısmet aramak da haramdır.» Yani «Ey Mü'minler! Oklarla kısmetini­zi aramanız sizin için haramdır.» Araplar cahiliyet döneminde bunu yapıyorlardı. Üç ok vardı. Birincisinin üzerinde «Yap», diğerinin üze­rinde «Yapma» ibaresi yazılıydı. Üçüncüsünün üzerine «Boş» mânâsı-» nı ifade eden «GÜFUL» ibaresi yazılıydı. Bazıları, bir okun üzerinde «Rabbim bana emretti» ibaresi, diğerinin üzerinde «Rabbim bana ya­sakladı» ibaresi ve üçüncüsünün üzerinde Guflun ibaresi yazılı idi. Ve­ya birşey yazılmamıştı. Onları karıştırırlar, EMR  YAP  oku çıkarsa yaparlar, Nehyi Yapma? oku çıkarsa terkederlerdi. Boş ok çıkar­sa yeniden oklan karıştırırlardı. Ayetteki «istiksam» kelimesi kısmeti taleb etmekten alınmadır. Ebu Cafer bin Cerir et Taberi böyle takrir etti.

Muhammed bin İshak ve başkaları «Kureyş'in en büyük putu «HÜBELndi. Kabe'nin içerisinde bulunan bir kuyunun üzerinde dikil­mişti. O kuyuya Kabe'nin hediyeleri ve mallan bırakılırdı. Onun ya­nında yedi ok vardı. Kureyş'in müşkil meselelerinde oraya müracaat ederlerdi. Maksadlan o oklarda yazılıydı. O oklarda onlara ne çıkarsa, ona göre hareket ederlerdi» dediler...

Sahihayn'da sabitdir ki: «Resulü Ekrem Fetih günü Kabe'ye gir­diği zaman, Hz. İbrahim ve İsmail (A.S.)'m heykellerini gördü. Elle­rinde oklar vardı. Bunun için buyurdu: «Allah bu putperestleri kahret­sin. Kendileri de biliyorlar ki, Hz. İbrahim ve İsmail hiç bir zaman fal atıp oklarla kısmet talebinde bulunmamışlardır.»

Sahihayn'da varid olmuştur ki; Sürake bin Malik bin Cü'şüm: Me­dine'ye muhacir olarak gitmekte olan Cenab-ı Peygamber ile Ebu Bek­ri (R.A.) hicret gününde yakalamak için çıktığımda-önce oklarla kıs­met talebinde bulundum: Acaba onlara zarar verebilir miyim? Veremez miyim diye fal açtım. Benim istemediğim, hoşuma gitmiyen: «On­lara zarar veremezsin» oku çıktı. Oklara isyan ederek onların arkasına düştüm. İkinci ve üçüncü defa oklara müracaat ettim. Hep hoşuma gitmeyen, yani «onlara zarar veremezsin» çıkıyordu. Böylece onlara zarar veremedim» dedi.

Sürâke bunları yaparken müslüman olmamıştı, sonra müslüman oldu.

İbni Merduveyh, İbrahim bin Yezid tarikiyle rivayet ediyor: Al­lah'ın Resulü buyurdu: «Kâhinliği kabul eden, oklarla kısmet arayan, kuşun uçur iması yla yolculuktan dönen bir kimse (Cennet) dereceleri­ne girmeyecektir.»

El-Mücahid, «Oklarla kısmet taleb    etmek de haram kılındı size»

âyetinin tefsirinde; «Bunlar Arapların okları, Fars. ve Rumların da zarlarıdır. Bunlarla kumar oynuyorlardı.» Mücahid'den «Ezlam» (ok­lar) hususunda bunlar, kumar için konulan oklardır, diye rivayet edi­lende nazar vardır. Ancak «Bu oklar bazan hayrı taleb etmekte, baş­ka zamanda da kumarda kullanılırlardır» denilirse bu müşkülât kaldı­rılmış oluyor. [54]

 

İslâmda İstihare Namazı

 

İmam Ahmed, Buharı ve Sünen sahihleri Abdurrahman bin Ebul-Mevâlî senediyle Muhammed bin Munkedir'den rivayet ediyorlar: Re­sulü Ekrem nasıl ki Kur'an'ı Kerim'den sûreleri bize öğretti ise bütün emirlerde istihareyi (yani hayrı taleb etmeyi) de bize öğretiyor. Ve buyuruyordu: «Sizden bir kimse, bir emri yapmak istediği zaman farz olmayan iki rekât namaz kılsın. Sonra şunu söylesin: Ey Allah'ım! Ben senin ilminle senden hayrı taleb ediyorum. Senin kudretinle senin tak­dirini senden taleb ediyorum. Senin yüce faziletinden senden istiyo­rum. Sen kudret sahibisin, benim kudretim yok. Sen bilirsin, ben bil­miyorum. Sen gaybların allâmisin, yani çok bilicisisin. Ey Allah'ım! Eğer bu emrin bana hayırlı olduğunu biliyorsan (bunu söylediği za­man, neyi kastedip yapmak istiyorsa onu söyleyecektir) eğer bu emrin bana dinimde ve dünyamda,    maişetimde ve emrimin    neticesinde hayırlı olduğunu biliyorsan onu bana takdir buyur. Bana kolaylaştır. Sonra benim için onda bereket kıl. Ey Allah'ım eğer onun bana dinim­de dünyamda, maişetimde, ömrümün neticesinde şer olduğunu biliyor­san onu benden, beni de ondan uzaklaştır. Hayrı nerde olursa bana takdir buyur. Beni ona razı kıl.» buyurdu. Hadisin lafzı Ahmed'itidir. Tirmizi: «Bu hadis, Hasen, Sahih ve garibtir. Onu ancak İbni Ebul-Mevâlî hadisinden biz tanıyoruz» dedi.[55]  

İslâm dünyasının yirminci asrının filozofu Tantavi Cevherî'nin tefsirinden konumuzla ilgili bazı parçalar alalım:

Meysere'den rivayet edildi. Allah bu Maide sûresinde (18) onsekiz hüküm indirmiştir ki, başka sûrelerde bunlar indirilmeniiştir:

1- Bo­ğularak öldürülen hayvanın eti yenilmez.

2- Vurularak öldürülen hayvanın eti,

3- Yüksek bir yerden düşerek ölen hayvanın eti,

4- Boynuzlanarak öldürülen hayvanın eti yenilmez.

5- Sizin kestiğiniz hariç, yırtıcı hayvanlar tarafından bir parçası yenilmiş ve ölmüş hay­vanın eti yenilmez.

6- Putlara kesilen hayvanın eti yenilmez.

7- Ok­larla kısmet taleb etmek sizin için haram kılınmıştır.

8- Allah'ın si­ze öğrettiğini Öğretip de yetiştirdiğiniz avcı hayvanların avlamp tut­tuğu avın eti yenir.

9- Kendilerine kitab verilen kimselerin (yani Ya­hudi ve Hristiyanlann) yemeği size helâl kılınmıştır.

10- Kendileri­ne kitab verilenlerin iffetli kadınlarıyla evlenmek size helâl kılınmış­tır.

11- Abdestin ve taharetin hükmünü getiren âyet.

12- Hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadınların ellerini kesin, hükmü.

13- İhramda olduğunuz zaman av avlamayınız, öldürmeyiniz hükmü.

14- Allah Bahire diye birşey kümamıştır. (Yani bu Arapların cahiliyet dö­nemindeki uydurmasıdır). Allah'ın kanununda bir deve veya bir sığır, bir hayvan falan yaşa geldikten sonra kesilmez, ondan istifade edilmez diye bir hüküm yoktur.

15- Şaibe diye bir şey kümamıştır.

16- Ve­sile diye bir şey kümamıştır.

17- Hâm diye bir şey kılmamıştır. Bun­lardan maksad nedir, ilerde gelecektir.

18- Sizden birisi ölüme hazır­landığı zaman... hükmüdür..

Bu onsekiz mesele üç kısma ayrılır. Birinci kısım, Araplar katında

helâl olup Allah tarafından haram kılman kısımdır. Bu da yedi tane­dir. İkinci kısım, helâl kılınan kısımdır. Bu da yedidir. Üçüncü kısım, dörde ayrılır:

a) Cismin hissi ve manevi pisliklerden tenzihine götü­ren kısmı,

b) Nefislerin mallarda hırsızlık suretiyle hainlik yapmak­tan tenzih edilmesine götüren kısım,

c) Özel durumlarda hayvanın Öldürülmesiyle yokluğuna götüren kısım,

d) Ve şahidlikteki adalete götüren kısımdır. İşte bunlar onsekiz (18) oluyorlar.

Allâme Tantavi bunları söyledikten sonra şöyle devam ediyor: Mundar olmuş bir hayvanın haram olması akla da uygundur. Çün­kü kan, latif bir cevherdir. Hayvan kendiliğinden öldüğünde, kan da­marlarında hapsedilir, kokar ve bozulur. Onu yiyen bir kimse de za­rar görür. Domuz etine gelince; Domuz yiyecekte ve şehvetlerde hay­vanların en oburudur. Onun etini yemek onun karakterini insana ak-tanr. Tıpkı hasta bir hayvanın etini yemek hastalığı getirdiği gibi. Bu (1930) asrımızda sabit olmuştur ki, zararlı bir böcek (mikrop) vardır. O || ancak domuzun etini yemekten meydana geliyor. Binaenaleyh insan­ların etleri ve kemikleri gıdalarına tabi'dir. Bu bahis ilimde çok geniş bir bölümdür. Uzun uzadıya buna bakmak bunun hikmetini ve görünen alemde (evrende) ki denemelerini sağlamak gerektir

Allah'tan başkasının ismiyle kesilen hayvanın etinin yenilmeme­sine gelince: Araplar cahiliyet döneminde hayvanı boğazladıkları za­man, Lat ve Uzza'nın ismiyle keserlerdi. Cenab-ı Hak, bunu haram kıl- \<S di. Ta ki, akideler parçalanmaktan ve ihtilâflardan korunmuş olsunlar. Çünkü boğazlanma halinde, putlann ismini anmak, insanın çok çeşitli yönlere sahib olmasına emirler ve hallerinin dağılmasına delâ­let eder. O vakit hayati emirlerde nizam ve intizam olmaz. Böylece ahirette de zarar etmiş olurlar. Boğulmak, hangi yönden olursa olsun haramlığı gerektirir. Çünkü boğulan bir hayvanın kanı akmaz. Daha önce de söylediğimiz gibi, kan damarlarda taaffün eder ve hastalığa sebeb olur. Vurularak öldürülen hayvanın da kanı akmaz. Damarlar­da ve etin içerisinde birikerek taaffün eder ve hastalığa yol açar. Dü­şen bir hayvan ölürse, onu da aynı illet ve aynı sebeblerden dolayı Ce­nab-ı Hak haram kılmıştır. Toslaşarak ölen bir hayvan, kanı akmadan ölmüştür. Aynı hastalıklar bunda da olabilir. Yırtıcı hayvandan mak-sad aslan ve kaplanlar gibi, kesici dişleri olup onunla insan ve hayvanlara saldırıp onları parçalayan hayvan demektir. Cahiliyet döne­minde, canavarın parçaladığı bir hayvanın eti yenirdi. Cenab-ı Hak, bunu haram kıldı. Ancak yetiştiğinizde kırpılan gözü, kıpırdanan kuy­ruğu ve çırpınan ayaklan olduğu halde keserseniz o helâldir. Çünkü eğer hayatta olmasaydı bunlar olmazdı. Bu hareketler olduğuna göre, demek ki hayatı vardır.[56]   

Allame Tantavi «Nüsübler üzerinde kesilen hayvanlar haram ol­muştun} âyetinin tefsirinde şunu söylüyor. «Bu Nüsüb'ler, Kabe'nin etrafında dikilen taşlardır. O taşların yanında putlar için kurbanlar keserlerdi. O kurbanların kanlan ile onları boyuyorlardı. O taşların üzerinde etler kuruturlardı.

Müslümanlar: «Ey Allah'ın Resulü! Cahiliyet ehli Kabe'yi kanla tazim ederlerdi. Biz onu tazim etmeye daha m üs tüh akız.» dediler, Re-sûlüllah bunu inkâr etmedi. Yani yapabilirsiniz diye sukut etti. Bu­nun üzerine Cenab-ı Hak: «Allah'a o kurbanların ne etleri ne de kan­ları yetişmez. Ancak Allah'a sizden olan takva yetişir» (Hacc: 37) âye­tini nazil etti ve bunu haram kıldı.

Tantavi devamla şunu söylüyor:

Bilmiş ol ki, Cenab-ı Hakkın gaybın ilmini bizden menetmesinde bir hikmeti vardır. Bu hikmet ciddiyettir. Eğer biz gaybı bilseydik hiçbir iş yapmazdık. İnsan uyup, kaderin getireceğini beklemiş ola­caktı. Böylece dünyanm bütün maslahatları tatil edilecekti. Bunun için Cenab-ı Hak, gayb ilmini insanlardan menetti. Rüyaların bazan hak, bazan batıl olduğunu karıştırdı. Bazan yalan bazan doğru oldu­ğunu içice ve karmakarış yaptı ki, insanlar bunlardan sakınsınlar ve akülarıyla düşünsünler. Ancak rahmetiyle ğaybın marifetini onlardan gizleyen ve ancak bir hikmetten dolayı dilediğine bildiren Rablerine te­vekkül edip de çalışmaya dalsınlar. [57]

Hicretin (725) senesinde telif edilen «Lübabüt-Tevil fi meani Ten­zil» adlı ve halk arasında «Hazin» diye meşhur olan ve Alaeddin Ali bin Muhammed'in telifi olan tefsirde şunlar söylenilmektedir: «Murdar olan hayvanın eti yenilmez. Çünkü kan, çok lâtif bir cevherdir. Hayvan kendiliğinden ölürse, kan damarlarında hapsolunur kalır ve bozulur. Onu yemekten büyük bir zarar meydana gelir. Haram olan kan, akan ve etin içinden çıkan kandır. Araplar cahiliyet döneminde bu kanı barsaklara doldurarak pişirir ve yerlerdi. Cenab-ı Hak, bunu haram kıldı. Domuz etinden maksad, bütün parçalan ve azalandır. O halde, niçin sadece et zikredildi? Çünkü yemekte maksud ettir. Öbür­leri ete tabidirler. Mundardan ve kandan balık, çekirge, ciğer ve dalak istisna edilmiştir. El-Bakara sûresinde bunların mubah olduklanna dair delilleri zikrettik. Kesilirken Allah'ın isminden başkasının ismi üzerinde anılan hayvan da haram olur.» Ve devamla müellif şunlan da söylüyor: İnsanın kudreti dahilinde olan hayvanın kesişinde, en az yemek borusu ile nefes borusu kesilmelidir. En mükemmeli yemek bo­rusu, nefes borusu ve yan boruları da kesmektir. Kan akıtan damar­ları kesen her keskin âletle kesiş olabilir. Ancak dişlerle ve tırnaklarla olmaz. Ayetteki «Küsüp» kelimesi ya nisabın çoğuludur veya müfred (tekil) dir. Kabe'nin etrafında (360) tane taş dikilmişti. Cahiliyet eh­li onlara ibadet edip onlan tazim eder ve onlara kurban keserdi. Bu taşlar putlar değildi. Putlar ancak nakşedilen suretler demektir.

tbni Abbas «Bu taşlar, putların ta kendisiydi» diyor. Binaenaleyh âyetin mânası «putların ismi üzerinde (yani ismi anılarak) kesilen hayvanın eti yenilmez» demektir. Veya «putlar için kesilen hayvanın eti haramdır» demektir.

Ayetteki «Ezlam» oklar demektir. Müşriklerin yedi tane eşit olan oklan vardı. Birisinin üzerine «Rabbim bana emretti», birinin üzerine «Bana yasakladı», birinin üzerine «Sizdendir», birisinin üzerine «si­zin gayrinizdendir», birisinin de «Mulsaktır» yani yapıştırılmıştır iba­resi, birisinin üzerine «akıl» ibaresi ve birisinin üzerine «güful» iba­resi yazılıydı. Yani boştur ve birşey yoktur demektir. Cahiliyet döne­minde araplar, bir yolculuğa, veya bîr ticarete çıkmakta, bir nikâh kıy­makta veya bir ölünün katli hakkında veya bir diyetin yüklenmesi hakkında ihtilâfa düştüklerinde, Mekke'de Kureyşin en büyük putu Hübel'e gelirlerdi. O oklan onlar için çıkanp sallasın diye, yüz dir­hem getirip okların sahibine o yüz dirhemi verirlerdi Eğer «Emereni Rabbi»,  (Rabbim bana emretti) yazılı ok çıksa o işi yaparlardı. Eğe «Rabbim beni yasakladı» ibaresi yazılı ok çıksa onu yapmazlardı. Eğer biri için o oklar karıştırılır ve «Sizdendir» ibaresi çıksa, onlardan biri­si olurdu. «Gayrinizdendir» ibaresi yazılı ok çıksa, onların içinde halif (yani anlaşmalı) olarak kalırdı. «Yapıştırılmıştır» ibaresi üzerinde ya­zılı olan ok çıksa, hali üzerinde dururdu:

Eğer diyette ihtilâf ederlerse, diyet oku kimin aleyhinde çıkarsa, c, diyeti yüklenirdi. Eğer «guful» ibaresi yazılı ok çıkarsa, ikinci bir defa oklan şaklatırlardı. Ta ki üzerinde yazı bulunan ok çıksın. îşte Allah onlan böyle yapmaktan yasakladı. Bunu haram kıldı ve fisktır, dedi.

Bazı müfessirler «Ezlam», Farslann aşıklan, Rumların kumar zarlandır derler.

Bazılan da «Ezlem», Araplarındır. Aşıklar (zarlar) acemlerindir. Hepsi de haramdır. Hiçbirisiyle oynamak helâl değildir.» dedi.[58]  

Katın bin Kubeyse babasından rivayet ediyor. Resûlüllah'tan din­ledim: «İyafeh (yani kum üzerinde yazı yazmak veya kuşlan uçurt­mak) Tiyret (herhangi bir şeyden bereketsizliği sanmak) Tark, (taş­larla vurmak veya kuşları uçurtmak.) hasletleri Cübt'tendir (Yani Al­lah'tan başka ibâdet edilenlerdendir veya kâhinliktendir. Hepsini ter-ketmek lâzımdır.» Hadisi Ebu Davud rivayet etti.

Beğavi, Salebi senediyle Ebi Derda'dan rivayet ediyor: «Kâhinliği kabul eden, oklarla kısmetini arayan, kendisini yolculuğundan çevire­cek şekilde fala bakan (inanan) kimse, kıyamet gününde yüce dere­celere bakmayacaktır. Yani cennete girmediği gibi, uzaktan bile gör­meyecektir.»  [59]

El Mennar'm sahibi «Domuzun eti de haram kılındı» cümlesi üze­rinde şunları söylüyor: Onun harani kılınmasının hikmeti, ondaki zararlardan ve domuzun pis sayılan nesnelerden olmasından ileri geli­yor. Onun pisliği zatî değildir. Yani mundar olan hayvan ve kan gibi zatî değildir. Belki kazurat yemesinden ve kazurata rağbeti olmasın­dan ileri geliyor. Bunun için Cülâlenin etinin yenilmesi ve sütünün içilmesi hakkında da keraheten yasaklık varid olmuştur. Cülâle tavuk, kaz gibi hayvan, insan ve diğer hayvanların dışkısını yiyen hayvan demektir. Ahmed ve Süneni Selase sahibleri rivayet ettiği bir hadisde îbni Abbas: «Resûlüllah, cülâlenin sütünün içilmesini yasakladı.» Baş­ka bir tâbirle: «Cülâlenin yenilmesinden ve sütünün içilmesinden in' sanları yasakladı.» dedi.

Ahmed Ebu Davud, Tirmizi hadisi rivayet ettiler. Tirmizi: «Hasen» dir demiştir. İbni Mace İbni Ömer'den benzerini rivayet etmiştir: «Resû­lüllah, Cülâlenin etini yemekten ve sütlerini içmekten menetti.» Bu hadis Mevsul mudur, Mürsel midir, diye ihtilâf vardır.

Alimler, pislik yiyen büyük baş hayvanlarda olduğu gibi kaz ve tavuklarda da ihtilâf etmişlerdir. Acaba pisliği fazla yemelerinden mi yoksa etlerinin kokmasına mı bakılır. Acaba buradaki kerahet tahri-mi midir veya keraheti tenzihi midir? Bazı fakihler «üç gün veya kırk gün gibi bir zaman hapsedildikten ve pisliklerin kokusu gittikten son­ra ancak kesilip eti yenir)} demiştir. Bazıları da, «Hiç yenilmez» demiş­tir. Burada gaye, İslâm temizdir, temizleri helâl ve pislikleri haram kılmıştır. Ve nezafetin emrinde son noktaya kadar çıkmıştır, kanaati­ni yerleştirmektir.

Domuz etinin zararlı olduğunu tıp tesbit etmiştir. Bu zararın ço­ğunun kazurattan ileri geldiği de tesbit edilmiştir. Eğer dersen En'am süresindeki âyette domuz etinin haram olmasının illeti rics (pis) ol­masına bağlanıyor. Acaba ricsin mânâsı kazurat yemek mi demektir? Yahut ta içinde zarar olan şey mi demektir? Bil ki, rics kelimesi, his­sen ve manen kabih ve zararlı sayılan herşeye deniliyor. Necasete rics denilir. Zarara rips denilir. Meselâ: zarara rics denilmesi: «tçki, ku­mar, putlar, oyun okları ricistir. Şeytanın amel indendir.» (Maİde: 90) sabit olmuştur. Yani En'am süresindeki âyet bu iki emri (maddi ve manevi ricsi) kapsayabilir. Bu da, Kur'an'ın icazından? İnsanoğlu, an­cak ilimlerinin dairesi genişlediği, tecrübe ve denemeleri geliştiği nis-bette Kur'an'ın şerh ve tefsirini kapsayarak kavrayabilirler.[60]

Allame Alûsi, oklarla kısmet arama hususunda şunları söylüyor: Oklarla kısmet aramanın haram olması, Cenab-ı Peygamber Tefaulu (Fal açmayı, hadiseleri iyiye yorumlamayı) severdi» hadisiyle çelişir gibi görünmektedir. Çünkü oklarla kısmet arama tefaul cümlesinden-dir. Cevab olarak denilir ki, oklarla kısmet aramak, putlarla istişare etmek, onlardan yardım beklemek mânâsını taşıdığından tefauli -bil-hayrdan sayılmaz. Nitekim İbni Abbas'tan rivayet edilen şu hadis de buna delâlet ediyor: «Araplar cahiliyet döneminde oklarla kısmet ara­mak istedikleri zaman, putların evine (puthaneye) gelirler ve okları çeker ve putlardan yardım beklerlerdi. Bunun için oklarla kısmet ara­mak haram oldu.»

Bazı tefsir âlimleri de: «Burada Allah'ın kesesinden uydurulan bir iftira olduğundan dolayı bu haramdır. Çünkü üzerinde «Rabbi» yazalı oktan (yani bu ibareden Allah kastedilirse, bu iftiradır. Eğer put kas-tedilirse cehalet ve şirktir.» demişlerdir. Bazıları da; bu, gaybm ilmine girmektir. Gayb ilmi Allah'a mahsus olduğundan dolayı başkasına ha­ramdır. Fakat: «Gayb ilmine girmek haramdır» kaidesini kabul etmiyo­ruz. Zira gayb ilminin Allah'a mahsus olmasının mânâsı, bu ancak Al­lah'tan bilinir veya Allah'tan Öğrenilir demektir. Yani Allah dilediğine gaybı öğretir. Bunun için hayr ve şerrin bilinmesini Müneccim ve kâ­hinlerden öğrenmek kesinlikle memnu ve haramdır. Ancak Kur'an'dan istihare yani hayrı taleb etmek, Allah'tan onu bildirmesini istemek de­mek olduğundan haram değildir. Bunun için istiharenin caiz olduğun­da ittifak edilmiştir. Mukaddimelerin tertibine bakarak veya riyazet çekerek bir takım şeylerden haber vermek de, Allah'tan gaybm ilmini istemek oluyor. Eğer gaybm talebi haram olsaydı o vakit düşüncenin, riyazatın kapısının kapalı olması gerekirdi. Oysa kimse bunun kapalı olduğunu söylememiştir.

İmam (Allah rahmet eylesin): Eğer gaybm ilmini taleb etmek ca­iz olmasaydı o vakit tabir-i rüya ilminin küfür olması gerekirdi. Çün­kü o da gaybi taleb etmektir. Ühamat iddia eden, keramet sahiblerJ-nin kâfir olmaları gerekirdi. Halbuki böyle bir hükmün batıl olduğu da malumdur.» diyen İmam, Kur'an ile istiharenin caiz olduğunu kaydettikten sonra şunu da ekliyor: Fakat bunun yapılması seleften nakledilmemiştir.

Deniliyor ki, İmam Malik Kur'an ile istihareyi kerih görmüştür. «Fetva es-Sufiye» adlı kitabta Zendusti'den Kur'anla istihare etmekte beis yoktur, diye naklolunmuştur. Hz. Ali ve Muaz İbni Cebel bunu yapmışlardır.

Hz. Ali'den rivayet ediliyor: «Kim ki Allah'ın kitabından tefaul et­mek istiyorsa, Ihlâs sûresini yedi defa okusun. Üç defa da «Ey AHa-hımî Senin kitabından tefaul ettim. Sana tevekkül ettim. Ey Allah'ım! Kitabında senin gaybında saklı ve sırrından olan gizliyi bana göster. Bunları dedikten sonra Kur'an'i açıp sahi senin evveliyle tefaul ede­cektir. Yani sahifenin evvelindeki âyete bakacak, onun genel mânâ-sından ya evet ya hayır, ya yap veya yapma hususunu çıkaracaktır.»

Fakat Hz. Ali'den bu rivayetin gelmesi hakkında nefiste bir şüphe vardır.[61]

Cessâs'ın «El-Ahkâm» adlı kitabında: Bu âyeti celîle, Kura' ile kölelerin azad edilmesinin batıl olduğuna delâlet eder. Çünkü hak ka-zanmaksrzın kuranın çıkardığı geçerli sayılırsa, o zaman bu, aynen oklarla kısmeti taleb etmek mânâsmdadır. Meselâ fıkıh kitablannda belirtildiği gibi, kişi ölümü anında kölelerinden birisini azad ediyor. Fakat ismini vermiyor. Öldükten sonra kura' çekiliyor. Kime kura' çı­karsa o azad edilmiştir deniliyor.» denildi.

Kura' ganimetlerin taksiminde caizdir diye bu tenkide itiraz edil­memelidir. Çünkü Kura'nın ganimetlerin taksiminde caiz olması kalp­lerin hoşlanması ve töhmetten beraet etmesi içindir. Yani bunu öbürü­süne tercih etti denilmesin diyedir. Eğer ganimet taksiminde anlaşır­larsa, kura'sız da caizdir. Kölelerden birisine verilen hürriyete gelin­ce, o bu kabilden değildir. Hür olan bir kölenin hürriyetini başkasına vermek caiz değildir. Halbuki kura'nın çekmesinde bu nakil vardır. Belki azad edilmemiş bir köle azad oluyor. Azad edilmiş bir köle de, kö­le kalıyor.

imam Şafiî, köle azad edilmesinde kura'nın caiz olduğunu savun­muştur. Başka yerlerde de kura'nın caiz olduğunu doğru görmüştür. Delillerin zahiri İmam Şafiî ile beraberdir. Tahkik fıkıh kitablarmda-dır. Oraya bakılsın. [62]

Alûsi devamla: «Kanaatıma göre oklarla kısmet aramak Kur'an'm da tesbit ettiği gibi haramdır. Haram olması da kötü inançtan doğ­muştur. Bu, Teşeumden boş olmadığı gibi. Tefeul-ı Bilhayır (Yani hay­rı aramak) değildir. Gayb ilmine dahil olmak babından da değildir. Ancak zanna girmek kabilindendir. Kur'anla istihare etmek ise, selef­ten güvenilecek bir nakil bu hususta yoktur. Onu terketmek daha se­vimlidir. Hassaten Cenab-ı Hak, ve Cenab-ı Hakkın Resulü buna ih­tiyaç bırakmamışlardır. Çünkü Resulü Ekrem, istihareyi sünnet ola­rak bize bırakmıştır. Çok sahih haberler istihare hakkında vardır. Ay ve güneş tutulması cinsinden olmayan konularda meselâ istikbaldeki hadiseler hususunda müneccimleri tasdik etmek mahzurludur. Fakat onların söyledikleri gayb ilminden olmadığı gibi, gaybe giriş de değil­dir. Zeccac'ın bunu söylemesi yanlıştır. Çünkü müneccimler (Yıldızcı-lar Kozmografyacılar) sebeblere binaen söylerler. [63]

 

Kâhinlik Çeşttleri

 

Şeyh Muhyiddin Nevevî, Müslim Şerhinde Kadî'den şunu rivayet etti: Araplardaki kâhinlik üç çeşitti. Birisi insanoğlunun cinlerden gö­rünen bir adamı oluyordu. O cirmi (Huddam) gelir ona göklerden dinle­diğini haber verirdi. Bu kısım, Resûl-ü Ekrem gönderildikten sonra iptal edildi. İkinci kısmı, cirmi gelip ona istikbal hadiselerini haber veriyordu. Hadisatı aktarıyordu. Yeryüzünde neler olacaktır, bunları söylüyordu. İnsana gizli olan yakın ve uzak şeyleri huddam gelip adama haber veri­yordu. Bu olabilir. Fakat mutezile ve kelamcıların bazıları bu iki çe­şidi de inkâr edip muhal olduğunu söylemişlerdir. Oysa ikincisinde muhallik yoktur. Yani olmasında bir uzaklık yoktur. Fakat bu cinni-ler bazan yalan, bazan doğru söylüyorlar. Ondan dolayı onları tasdik etmek ve dinlemek yasaklanmıştır. Üçüncü çeşit; müneccimler Cenab-ı Hakkın bazı insanlarda yaratmış olduğu bir kuvvet (yani bir süper zekâ) ile keşfederler. Fakat burada yalan galib olduğundan dolayı, bu­nun doğrulanması mahzurludur. Arrafelik te bu kısma dahildir. Arraf (yani bilgiç) sebebler ve mukaddimelerle bir takım emirlerin oluşuna veya oluşacağına istidlal ediyor. Onları bildiğini iddia ediycr. Meselâ: taş atmak suretiyle kuşu uçurtmak ve kuşun hangi tarafa uçtuğunu tesbit edip o, yolculukda ne olacaktır bunu bildiğini iddia etmek gi­bi... İşte bu üç çeşide de kâhinlik denilir. Şeriat bunların hepsini ya­lanlamıştır. Onları tasdik etmekten ve onlara varmaktan müslüman-lan sakmdırmıştır.» Alusî devamla şunları kaydediyor: Buradaki ya­saklama, konuşmalarında yalanın galib olduğundan ileri geliyor. Bir de onlan tasdik etmek cehenneme doğru götüren bir kapının açılması demektir. Bu, insanı bazen şeriatın tahkirine ve tan edilmesine götü­rür. Hassaten avamlar arasında şeriatı tahkir etmek ve ona tân et­mek oluyor. Ama «Tencİm» ilminin bir takım şeyleri istisna ediliyor. Meselâ: güneş veya ay ne zaman tutulacaktır. Yağmur ne zaman ya­ğacaktır. Rüzgâr ne zaman esecektir. Bunlar bir takım ilmi mukaddi­melerle bilindiklerinden dolayı hata buralarda az oluyor. Bunlar ilim ve hesab işidir. Bunlar, tasdik edilebilir. Fakat istikbal hadiselerine gelince, bunu gezegenler ve sabit yıldızlara bağlıyorlar. Bu ilim, bü­tün konulara vakıf olmakta yeterli değildir. Allamul-Guyub'dan (Al­lah'tan) başkasının muttali olması zor olan konularda da gereği gibi cevab vermemektedir. Bu, bilinmelidir. [64]

(3) Bugün küfre sapanlar sizin dininizden (dininizi yıkmaktan) ümidi erini kesmişlerdir...»

Bu âyeti celîlenin tafsili için bir takım görüşler ve tefsirleri nak­letmek gerekli görülmektedir: Bugünden maksad, hazır zamandır. Ve onunla bitişik ve kıyamete kadar devam eden zamanlar kastedilmek­tedir, yani âyetin nazil olduğu günden kıyamete kadar artık kâfirler dininizi yıkmaktan ümitlerini»kesmişlerdir. Böyle bir iş yapacaklarına ümitleri yoktur. Böyle birşey olmayacaktır. Bu tefsir İbni Cüreyc, Mü-cahid ve İbni Zeyd'den rivayet edilmiştir. Tıpkı Müslim ve Buhari'nin Hz. Ömer'den rivayet ettikleri gibi. Bu âyet cuma günü Arefede, ikin­di namazı vaktinde ve Haccetul-Vedâda nazil oldu.

Bazı müfessirler «Bugün»den maksad, Resulü Ekrem'in Mekke'ye girdiği gündür. Bu da ramazanı şerifin yirmi birinci günü idi. Hicre­tin dokuzuncu senesinde oldu. Bazı kimseler hicretin (8.) sekizinci se­nesinde oldu diyorlar. Ayetin Arefe gününde nazil olduğunu, şu riva­yet takviye etmektedir: «Ayet nazil olduğunda Resulü Ekrem Arefe'de idi. Sağına ve soluna ve her tarafına baktı, müslümandan başkasını göremedi.»

îbni Abbas ve Süddi'den gelen tefsire göre, âyetin mânâsı şudur: «Bugün sizler için hududlarımı (cezalarımı) farzlarımı, helâlimi ve haramımı, Kur'an'ı indirmek suretiyle kemale erdirdim ve size gere­keni açıkladım. Artık onda ne fazlalık vardır ve de eksiklik... Yani o günden sonra nesh falan olmayacaktır. O gün Arefe günüydü. Hacce-tül Veda senesi idi.» Bu tefsiri «el-Cübbabi», El-Belhi ve diğer müfes­sirler de ihtiyar ederek dediler. «Bu âyetten sonra Resûlüllah'm üzeri­ne halâl etmek veya haram etmek hususunda farzlardan herhangi bir şey nazil olmamıştır. Ve Resulü Ekrem bu âyetten sonra (81) seksen bir gün dünyada kalmış ve dünyamızdan ayrılmış ve en yüce arkadaşa yani Cenab-ı Hakka doğru gitmiştir.»

Hz. Ömer, âyeti dinlediği zaman Resûlüllah'm ecelinin yaklaşma­sını fehmetmiştî. İbni Ebi Şeybe, Antere'den rivayet ediyor: Bu âyet nazil olduğu zaman Ömer ağladı. Resulü Ekrem: «Seni ağlatan ne­dir?» diye sorunca: «Beni ağlatan, biz, dinimizin (daima) artışını mü­şahede ederdik. Şimdi ise kemale erdi. Şiibhesiz ki kemale eren birşey artık zevale yüz tutar ve onda nakışlık görülür.» (Yani din bundan sonra yavaş yavaş halk arasından kalkacaktır. İlk basamak senin ve­fatınla başlayacaktır.)

Cenab-ı Peygamber: «Sen doğru söyledin» dedi. Bu hadise binaen bu âyetle fıkıh kaidelerinden biri olan-KIYAS'ın iptaline hüccet geti­rilmez. Çünkü kemalden murad, dinin nefsini kemale erdirmektir. Ya­ni açıklaması gerekenler açıklanmıştır. Başkası ondan istinbat edile­bilir. Akide (inanç) kaideleri üzerinde nass vardır. Serin ana kaideleri ve asılları ve içtihad kanunları üzerinde durulur. Yani bunlarda kıyas yıpalmaz. Diğer hükümlerde kıyas yapılır. Said bin Cübeyr ve Katta-de'den âyetin mânâsı: «Bugün sizin için haccınızı kemale erdirdim. Sizi haram beldede durdurdum. Müşrikler aranızda olmaksızın hac ediyorsunuz» demektir diye rivayet edildi.

Bu tefsiri ihtiyar eden Et Taberi: İbni Âbbas ve Süddi'den riva­yet edilen tefsirin üzerinde şu itiraz vaki oluyor: Cenab-ı Hak bu âyetten sonra kelale âyetini nazil etti. Kelale âyeti ise Kur'an'ın en son inen âyetidir» diyor.

tbni Kesir bu âyetin tefsirinde şunları nakletti: İmam Ahmed'den

gelen bir rivayette: «Yahudilerden birisi Hz. Ömer'e geldi. Ey Mümin­lerin Emiri! Siz kitabınızda bir âyeti okuyorsunuz. Eğer biz Yahudile­re o âyet inmiş olsaydı onun indiği günü bayram ederdik.» dedi. Hz. İ Ömer: «O hangi âyettir?» diye sordu. Veya Yahudi Hz. Ömer'den «O âyetin hangi âyet olduğunu biliyor musun?» diye sordu. Hz. Ömer veya Yahudi: O âyet «Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim» âyetidir. Hz. Ömer Yahudiye: «Allah'a yemin ederim ki o âyetin nazil olduğu günü, Besûlüllah'a geldiği saati de biliyorum. Arefe akşamı, cuma gü­nünde o âyet nazil oldu» dedi. Hadisi, Buharı, Hasan bin Sabbah Cafer İ bin Avm'dan rivayet etmiştir. Müslim, Tirmizi, Nesei de Kays bin Müslim tarikiyle rivayet etmişlerdir.

tbni Merduyeh, Semüre tarikıyla şu hadisi rivayet ediyor: «Bu âyeti celîle arefe günü nazil oldu. Resûlüllah vakfe yeri olan rahmet dağının üzerinde vakfedeydi. îbni Cerir'in ve îbni Merduyeh Hanş bin Abdullah Semmani tarikiyle İbna Abbas'tan: «Peygamberimiz pazarte­si günü doğdu, pazartesi günü Mekke'den çıktı, pazartesi günü Medine'ye vardı. Pazartesi günü Bedîr'de savaşıp üstün geldi Maide sûresi (Yani bu âyet) pazartesi günü indi.    Zikr pazartesi günü refedildi.» rivayet ettikleri hadisi ise, garib bir   eserdir, isnadı zayıftır.  Fakat    îmam Ahmed de rivayet etmiştir. Ancak İmam Aymed'in rivayetinde: «Maide sûresi (yani bu âyet) pazartesi günü indi» ibaresi yoktur. Al­lah daha iyisini bilir. Umulur ki, îbni Abbas, bu âyet iki bayram (Hacc ile Arefe) günü indi diye kastetmiştir. Ravi de, pazartesi günü indi   mânâsım anlamıştır.                                                                               

îbni Kesir şöyle devam ediyor: tbni Cerir dedi: «Ayetteki (Bugün) tâbiri belli bir gün değildir. Yani bu âyetin nazil olduğu gün halk ara­sında belli bir gün değildir.» Zira El Ûfi tarikıyla îbni Abbas'tan rivâyet edilmiştir ki, «Bugün halk arasında belli bir gün değildir.»

Bazıları da: «Bu âyeti celîle, Resulü Ekrem Haccetul Vedâ'dan dö­nerken nazil oldu» dedikten sonra bu görüşü Ebu Cafer Er-Razı tarikıyla Rebi bin Enes'den rivayet stti. Ben (tbni Kesir olarak) derim ki: İbni Merduyeh, ebi Harun el-Abdi'den, o da Ebu Said el-Hudri'den rivayet % etmiştir. «Bu âyet Resulü Ekrem'in üzerine «Ğadiri-Hum» gününde, Resulü Ekrem: Ben kimin efendisi isem Ali de cnun efendisidir» dediği zamanda inmiştir. Sonra bunu Ebu Hureyre'den de rivayet etmiştir. Fakat şu vardır ki: «Ğadiğri-Hum» günü, zilhiccenin onsekizinci günü idi, yani Resulü Ekrem'in haccetul-vedâ'dan döndüğü gündü. Fakat ne bu rivayet doğrudur, ne de öbürüsü. Belki kesini şudur ki: Bu âye­ti celîle Arefe günü nazil olmuştur. O gün de cuma günü idi. Nitekim müminlerin emiri Hattab'ın oğlu Ömer (R.A.), Ebu Talib'in oğlu Ali (K.V.) ve İslâm'ın ilk meliki (sultanı) Ebu Sufyan'ın oğlu Muavîye, Kur'an'm tercümanı Abbas'm oğlu Abdullah ve Cündeb'in oğlu Se-murre, böyle demişlerdir. Hadisi Şa'bi ve Katade bin Dea'me Mürsei olarak, Şehr bin Havşap'tan rivayet ettiği gibi diğer imam ve âlimler de Mürsei olarak rivayet etmişlerdir. İbni Ceriri Teberi de bunu ihti­yar etmiştir.

Büyük müfessir El-Kurtubî bu âyetin tefsirinde şunu söylüyor: «Onları hacca muvaffak etti. O zamanda, onların boynunda hacdan başka dinin hiçbir rükünü kalmamıştı. Onlar haccettiler. Böylece din onlar için kemale erip, tamamlandı. Bütün hükümleri, yerine getiril­miş oldu. Farzları yerine getirildi. Resulü Ekrem bir hadisinde «İslâm beş şey üzerinde bina edilmiştir (beş şeyden ibarettir)» dedi. Müslü­manlar,, kelimei şehadet getirmiş, namaz kılmış, zekât vermiş, oruç tutmuş, cihad etmiş ve umre yapmışlardı. Fakat haccetmemişlerdi. O gün Resulü Ekrem'le beraber haccettiklerinde mevkıfta (vakfe yerin­de) iken akşam üzeri Allah bu âyeti indirdi. Yani dinin gönderil­mesini onlar için kemale erdirdi demektir. Bu âyet delâlet eder ki: Taatlann tamamı, din, iman ve îslâmdır. Yani taat imanın bir parça­sıdır. [65]

Büyük yazar ve şehid Seyyid Kutub âyetlerin tefsirinde şunları kayd ediyor: «Bu âyet, Kur'an'ın en son âyetidir. RisaJetin kemalini ve nimetin tamamlandığım ilân etmek için inmiştir. Hz. Ömer açık basiretiyle, vasıl olan kalbiyle bu âyetin inişi anında Resûlüllah'm gün­lerinin sayılı olduğunu idrak etti. Çünkü Resûlüllah emaneti yerine ge­tirmiş, peygamberliği tebliğ etmiştir. Ona ancak Allah'ın likası (ka­vuşması) kalmıştır. Ömer ağladı. Çünkü firak (ayrılış) gününün ya­kın olduğunu hissetti onun kalbi. Bu büyüklükte korkunç kelimeler, konusu bir takım şeyleri helâl ve bir takım şeyleri haram kılmak olan âyetin içinde nazil oldu. Konusu bir takım hükümleri getiren sûrenin siyakında riazil oldu. Bunun delalet ettiği mânâ acaba nedir? Bunun delâlet ettiği mânâ şudur: Allah'ın sistemi, parçalanmaz, tecezzi ka­bul etmez, tarzda mütekâmildir. Birbirini tamam eder. İstersen ta­savvur ve itikadla ilgili konular olsun, ister ibadetle ilgili olsun, ister helâl ve haramın özelliklerini belirten ibareler olsun, ister içtimai ve sosyal sistemler olsun, hepsi birdir ve hepsi birden dindir. Cenab-ı Hak onu kemale erdirmiştir. İşte o, Allah'ın nimetidir, Allah îman edenle-«O nimeti sizin üzerinizde (sizin için) tamam ettim» buyuruyor, u dinin, tasavvur, itikad, ibadetler, helâl, haram, sosyal ve içtimai etleriyle. ilgili olan emirleri arasında fark yoktur. Hepsi birden edenler için Rabbani dini meydana getirir. Bir parçasını reddet-ek, tamamını reddetmek mânâsını taşıyor. Daha sonra şöyle devam iyor büyük şehid: «Bugün kâfir olanlar sizin dîninizden ümitsiz ol­ular.» Yani onu iptal etmekten, eksiltmekten, tahrif etmekten ümit­siz oldular. Çünkü Allah, o dinin kemale ermesini takdir, onun yeryü­zünde kıyamete kadar devam etmesini tescil buyurmuştur. Kâfirler, bazı yerlerde veya bazı zamanlarda müslümanlara galib gelebilirler. Fakat bu dine asla galib gelemezler. Bu din, inkiraza uğramayan ve kı­yamete kadar devam eden tek dindir. Tahrife uğramayacaktır. Düşman­lar onu tahrif etmek için can atarlar, geceli ve gündüzlü çalışırlar. Ba­zı zamanlar ona sarılanların cehaletin en derinliklerine dalmalarına rağmen yine de tahrif edemezler ve edemediler. Çünkü Cenab-ı Hak, yeryüzünü, bu dini bilen ve müdafaa eden imanlı bir gurubtan boşalt­maz. Bu din, onlann içinde kâmil ve korunmuş olarak kalacaktır. Böy­lece o gurubu ikinci bir gurub takip edip kıyamete kadar gidecektir. Cenab-ı Hak: «Onlardan korkmayınız, benden korkunuz.» (El-Bakara: İ50) vadinde ne doğrudur?.. Yani kâfirler bu dine ebediyyen tahrif ve eksiklik sokamayacaklardır. Onun ehline de galib gelemiyeceklerdir. Ancak ehli ondan yüz çevirirse, kâfirlere mağlub olacaklardır.

Eğer onlar, dinin diri ve yürüyen tercümanları olmaktan çıkarlar­sa, mağlub olurlar. Dinin teklif ve isteklerini yerine getirmezlerse, ya­şamlarında dinin nass ve hedeflerini tahakkuk ettirmezlerse, mağlub olacaklardır. Allah'ın bu tevcihi ilahisi, Medine'deki müslüman cemaata oldu. Fakat sadece onlara değil. Bu hitabı ilâhi her zaman ve her mekânda îman edenlere geneldir, umumidir.» [66]

El-Hâzin «Lübabi Tevil» de dinin kemali hususunda şunları nakle­diyor: Farzlar, sünnetler, hududlar, ahkâm, helâl ve haram hususun­da, dininizi kemale erdirdim. Evet bu âyetten sonra helâl, haram, farzlardan hiçbir şey artık nazil olmadı. Bu, İbni Abbas'ın tefsiridir.

Said bin Cübeyr ve Katade «kemalin mânâsı «Sizinle beraber her­hangi bir müşrik haccetmedi. Mevsim (yani hac makamı, hac zama­nı) sadece sizin için kaldı. Resûlüllah'a ve müslümanlara tahsis edil­di demektir» dediler.

Bazıları da: «Sizin dininizi bütün dinlere galib getirdim. Sizi düş­manınızdan emin kıldım. Korktuğunuzdan sizi kurtardım, demektir.»

dedi.

Bazıları da «Dinin bu ümmet için ikmali demek, dinin zail olma­ması nesholmaması demektir. Bu ümmetin Kur'an'ı kıyamete kadar baki kalacaktır» dedi.

Bazıları da ümmet için «dinin ikmali, şu demektir: Bu ümmet, bütün peygamberlere ve Allah'tan gelen bütün kitablara inanıyor. Bu durum bu ümmetten başka her hangi ümmete nasib olmamıştır» dedi. İbnul-Enbari de «Bugün sizin için, İslâm şeriatlarını daha önce olan noksanlıkları indirmek suretiyle tamam ettim. Bunun mânâsı, şu de­mektir: Cenab-ı Hak bir vakitte bir şeyi farz kılıyordu. Sonra başka bir zamanda ona bazı şeyleri ekliyordu. Binaenaleyh ilk gelen başlangıç-da tamdı, ikinci vakit gelince, o eksik oldu. İkincisi tam oldu. Böylece devam edip geldi. Nitekim «Bende tam. on vardır» diyorsun. Halbuki yirmi sayısı ondan daha tamdır. Cenab-ı Hakkın değişik vakitlerde kullarının boynuna farz kıldığı şeriatları değişiktirler. Her şeriat vak­tinde kâmildir. Allah (C.C.), bu âyetlerin nazîl olduğu Arefe gününde, bütün şeriatları kemale erdirdi. Ve bu da, dinin eksik olmasını gerek­tirmez. Çünkü her şeriat nazil olduğu zamanda kâmildir. Sonra öbü­rüsü gelip, eklenir.Fahreddin Razi Katade'den naklediyor ve kendisi de Katade'nin görüşüne katılarak, diyor: «Din, hiçbir zaman eksik değildir. Allah ka­tından nazil olan şeriatlar o vakitte, (nazil oldukları vakitte) kâfiydi. Ancak Cenab-ı Hak, tâ peygamberliğin başlangıcından beri biliyordu ki, bugün kâmil olan, yarın kâmil olmaz ve yarma uygun düşmez. Onun için subuttan (yani oluştan) sonra nesheder. Farz kıldıktan sonra kaldırır, başka bir hüküm getirir. Ama peygamberliğin son zamanında ise, Cenab-ı Hak, dini kâmil olarak indirdi. Onun kıyame­te kadar baki kalacağma hükmetti. Öyleyse şeriat daima kâmildir. An­cak birinci devredeki kemal belli bir güne kadar olan kemaldir. İkin­cisi kıyamete kadar olan kemaldir. Bu mânâ için Cenab-ı Hak, «İşte bugün sizin için dininizi İkmal ettim. Size din olarak tslâmı seçtim» buyurdu.

Bu âyetin tefsirinde İbni «Cübeyr» (veya İbnu Cerir Katade'den şunu rivayet etti: «Her dinin ehli için kıyamet gününde dinleri temes-sül ediliyor (bir görüntü oluyor). İman ise sahiblerine, müjde veriyor. Onları hayra doğru götürüyor. Ta ki İslâm gelip «Ey Rab! Sen selâm­sın, ben de Islâmım» diye dilekte bulunuyor. Cenab-ı Hak buna cevab olarak: Ey İslâm, seninle bugün kabul edeceğim ve senden ötürü bu­gün ceza vereceğim.»  [67]

Ahmed, Alkame «el-Muzeni»den o da, bir kişiden rivayet ediyor: «Hz. Ömer'in meclisinde bulunuyordum. Ömer, mecliste oturanların birisinden sordu: Resûlüllah'ın İslâmı nasıl vasıflandırdığım gördün mü? O da cevab olarak: «Resûlüllah'tan dinledim. îslâm evvelâ «ciz'a» (yani bir yaşmda) olarak başladı. Sonra «Seniyye», (iki yaşında) oldu. Son­ra dört yaşında, sonra altı yaşında, sonra yedi yaşında oldu. Dediğini dinledim dedi. Ömer (R.A.): Öyleyse yedi yaştan sonra eksiklik başlar deyip meseleyi kapattı.» Bu iki hadisi Ed Durrul Mensur'da İmam Su-yuti zikretmektedir. [68]

 

Zarurette Haramlardan Bir Şey Yenilir Mi?

 

«Kim ki, şiddetli bir açlıkla kaçınılmayacak bir ihtiyaçla karşı karşıya kalırsa...»

Bu âyeti celîleyi Ed Durrul Mensur'unda İmam Suyuti şöyle tef­sir ediyor: İbni Cerir ve İbni Munzir ve îbni Ebi-Hâtim İbni Abbas'tan rivayet ettiler: Bu âyetin başında haram olarak ilân edilenlerden mec­bur olan ve açlık içinde bulunan bir kimse,  günaha meyletmeksi-zin  ölmeyecek kadar onlardan yiyebilir.

İbni Abbas'tan sormuşlar: Ayetteki «Mahmese» kelimesi ne mâ­nâya geliyor? Cevab olarak «Açlık ve zorluk mânâsına gelir, demiştir. Taberi; «Mahmese» açlık ve karnın yemekten boşalması demektir. Nitekim bir hadisi şerifte: «Karınlan aç ve boş olan kimselerin sırtları hafif olur. Yani hastalıktan uzak olurlar» demiş Cenab-ı Peygamber!... Mahmese kökünden gelen «himas» karın boşluğu mânâsında kullanıl­mıştır. Nitekim şu gelen hadisi şerifte: «Şüphesiz ki kuş sabahları kar­nı boş olarak yuvasından çıkıyor, ve akşamleyin karnı dolu olarak yu­vaya dönüyor» o mânâya gelmiştir.

Alûsi bu âyetle ilgili şu nakilleri yapıyor: «İztırar halinde bulu­nan bir insan, bu haramlardan, saddı-ramak (ölmeyecek derece) den fazlasını yerse, haramdır. Nitekim bu durum, İbni Abbas, Mücahid ve Katade'den böyle rivayet edilmiş. Irak uleması da buna kaildirler.

Medine'lilere göre zaruret halinde dolayısıyla bu haramlardan ye­mek caiz olur.

Bazı tefsirciler de, «günaha meyletmeksizin» demek, asi olmamak demektir. Yani başka bir muhtaç ve mecbur olan insandan bu haram­ları koparmamalı ve zorla almamalıdır. Veya hırsızlık gibi bir masiyet yolculuğuna çıkmış olmamalıdır» şeklinde tefsir etmişlerdir. Bu tür tefsir, aynı zamanda Katade'den de rivayet edilmiştir.

El-Mennar «ıztırar»! şöyle tefsir ediyor: İnsanoğluna zarar veren onu itelemek, mecbur etmek ve sıkıştırmak, demektir. Zira kelime  îftiâl sigasıdır. Zarar kökünden gelir. Mânâsı darlık demektir.

Yani insanoğlu kendisine zarar vereni herhangi bir mecburiyetten do­layı yapmak zorunluğu ile karşı karşıya geliyor. İnsanoğlunu buna iten ya insanoğlunun nefsinden olacaktır. Bu takdirde zarar ya fiilen hazır olacak veya umulan bir zarar olacaktır. iÇi insanoğlunu daha hafifini yapmak suretiyle ondan kurtulmak çaresiyle karşı karşıya bı­rakmış oluyor. Çünkü fıkh-ı tslâmda «Zararların en hafifi irtikâb edilir» meselesi vardır. Aklen, tab'an ve Şer'an bu sabittir. Veya bu zaruret insanın nefsinden değil başka bir yerden gelecektir. Meselâ: Bazı kuvvetlilerin bazı zaifleri zarar veren bir şeye mecbur ettikleri gibi. İşte Cenab-ı Hakkın: «Sonra onu ateş azabına mecbur edeceğim.» (El-Bakara: 126) âyeti bu kabildendir. Ama buradaki ızdırar ise birin­ci kısımdandır. İnsanoğlunu buna mecbur eden açlıktır. Açlık öyle bir zarar ki, insanoğlunu mundardan yemeğe mecbur kılıyor. Halbuki in­sanoğlu ihtiyar halinde iken, ister hasta olsun ister olmasın, mundarı yemekten tab'an istikrah eder. Burada Allah'ın sistemi fıkrata uygun gelmiştir. Mecbur olan insan için, mundardan ve diğer haramlardan yemeği helâl kılmış. İllet ve sebeb de, zarurettir. Fakat bunu, insanoğ-lunda oluşan her açlık veya mutlak olarak şiddetli bir açlık mubah kılmaz. Belki bunu mubah kılan açlık, öyle bir açlıktır ki, aç olan in­san bununla beraber midesini kapatan ve ölümünü engelleyen birşey* bulamıyor. Ancak haramı buluyor. İşte o zaman haramdan alır. Ce­nab-ı Hak «Açlıkta» tabiriyle bunu açıklar. Yani kim ki, mecbur kala­rak haram ilân edilenlerden yerse, herhangi bir günâhı yoktur. Zira kendisini kapsayan bir açlık içindedir. Fakat bu durumda dahi güna­ha meyletmemek şarttır. Yani günaha meyletmeden, bahaneler arama­dan ve hududu aşmadan mecbur kalan bir insan bunları yerse mesul değildir. Şartın koşulması, şu nedenlerden olacaktır: Bu haramlardan yemenin mubah olması, zaruretten ötürüdür. Zaruretin tahakkuku başta gelmeli ve insanı bu yemeğe iteleyen o olmalı. Ve yemek de za­ruret miktarıyla takdir edilmelidir. Yani insanoğlu, nefsinden zararı defedecek kadar yiyecektir. Dolayısıyla yeyip hududu aşmayacaktır. Bu şart zaruretlerin hükmünde makbul bir şarttır. Hem edeben, hem tab'an mecbur kalana faidesi vardır. Zira fazla yerse, kendisinde adet olabilir. Zahire göre, mecbur kalan bir insan, o haramlarla zarar yö­nünden en azlarını seçmek arasında muhayyerdir [69]

 

Allah, Verdiği Ruhsatı İşliyeni Sever

 

îbni Kesir bu âyetin tefsirinde şunları söylüyor:

Kim ki, bu haramlardan bir şeyi yemek mecburiyetinde kalırsa, kendisini iteleyen bir zaruretten dolayı bunu yapmaya mecbur olursa, yiyebilir. Allah gaf ururrahimdir. Çünkü Cenab-ı Hak bu haramları ye­meğe mecbur olan kulunun ihtiyacını bilir, günâhından gelen ceza­sından vazgeçer, onu affeder. El-Müstenit'te ve İbni Hibban'ın Sahih'-inde îbni Ömer'den merfu olarak şu hadis geliyor:

«Allah'ın Resulü buyurdu: «Şüphesiz ki, Allah masiyetinin yapıl­masından hoşlanmadığı gibi, ruhsatının yapamamasından da o tarzda buğzeder. Yani verdiği ruhsatı insanlar tatbik ederse, Allah sevinir.» »

İmam Ahmed'in naklettiği hadiste: «Kim ki, Allah'ın ruhsatını kabul etmeTse, onun üzerinde Arefe dağlan kadar günah olur.» İşte bundan dolayı fâkihler «Mundarın yenilmesi bazı durumlarda farz oluyor. Meselâ: kişi ölümünden korkarsa, murdardan başka birşeyide bulamazsa, onu pişirip veya kızartıp yemesi farz oluyor. Aksi takdirde kişi intihar etmiş oluyor. İntihar da İslâm dininde haramdır. Hatta Ebu Yusuf, «intihar eden bir insan, dinden çıkar, namazı kılınmaz» demiştir. Haramı yemek bazan da mendub, bazan da günah olur. Bun­lar durumlara göre değişir.» Bunu söyledikten sonra; fâkihler «Acaba insanoğlu o haramlardan ölmeyecek kadar mı veya doyasıya mı yiyecektir. Doyduktan sonra başka zaman için ondan azık edinecek midir? diye ihtilâf etmişlerdir» dedi. Cessas'm Kitabul Ahkâm'mda bunları açıklamıştır. Oraya müracaat edilsin.

Bir de bir taraf da mundar bir tarafda başkasının malı (taamı), bir taraftan da ihramda bulunan bir adam için av hayvanı vardır. Bu üçden hangisini yapacaktır? Murdardan mı yiyecek, yoksa o avı mı avla­yacak ondan yedikten sonra cezasını mı verecek? Veya başkasının he­lâl olan yemeğinden yiyip de sonra tazminatını mı ödiyecektir? İmam Şafiî'nin burada iki görüşü vardır: Birisine göre, murdardan yiyecek, birisine göre de diğer ikisinden birini seçer..

Üç gün araştıracak, yiyecek bir helâli görmedikten sonra mundar­dan yiyecektir, diye bir şart yoktur. Bu, avamın ve ilimsizlerin vehmi-

dir. İnsanoğlu ne zaman bahsi geçen tarzda mecbur kalırsa, bunu yap­mak, onun için caiz olur.[70]  

 

Mundardan Yemek Ne Zaman Helâldir?

 

İmam Ahmed buyurdu: Bize Müslim oğlu Velid, ona el Evzai, ona Hasan İbni Atiyye, ona Ebu Vakıd el Leysi haber verdi: «Sahabeler Re-sûl-ü Ekrem'den sordular:

— Ey Allah'ın Resulü! Biz bir arazideyiz. Aç kalmışız. Orada mun­dar etten yemek ne zaman bize helâl olur?» Cevab olarak buyurdu:

«Siz, kuşluk ve akşam yemeğini ve pişirip yiyeceğiniz baklagil cinsinden bir bitkiyi orada bulamadığınız takdirde mundardan yiyebi­lirsiniz.» Bu vecihle bu hadisi sadece İmam Ahmed rivayet etmiştir. Bu isnad Müslim ve Buharî'nin şartına göre sahihdir.

Ebu-Davud tarikiyle gelen bir hadiste En-Nüceyi' (veya Naci') el-Amiri Resûlüllah'a varıp sordu:

— Murdardan bize ne helâl olur? Yani ne zaman ve na miktar he­lâl olur? Cenab-ı Peygamber onlardan sordu:

  Sizin yemeğiniz nedir? Yani ne kadar var sizde?

Cevab olarak En-Naci' «Sabah ve akşam (birşeyler) alırız.»

Ebu Naim Akabe, bu ibareyi bana şöyle tefsir etti: «Yani bir bar­dak süt sabah bir bardak da akşam alırız.» Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber: «Babama (bu yemin o günün adetine göre olmuştur) ye­min ederim, bu açlıktır» dedi. Onlar için, bu halde oldukları müddet­çe veya bu halde olmak şartıyla mundardan yemeyi helâl kıldı.» Bu hadisi, sadece Ebu Davud rivayet etmiştir. Sanki bu kavim kendilerine kifayet etmeyecek bir şeyi sabah ve akşam ancak elde edebilirlerdi. Böylece Cenab-ı Peygamber onlara kifayet edecek miktarını da mun­dar, (haram) olan etten tamamlamayı helâl kıldı. Bu hadis, mundar­dan zaruret halinde doyasıya kadar yemeyi ruhsatlı gören kimseler için de delil olarak kullanılıyor. Çünkü bu hadiste Cenab-ı Peygamber «Seddu-Ramak» (yani Ölmeyecek derecede) yeyiniz diye bir kayıt koy­muyor.[71]

 

Mecbur Kalan Mundardan Doyasıya Yiyebilir Mi? Ve Azık Edinir Mi?

 

Ebu Davud, Musa bin İsmail'den, o Hammad'dan, o Semmak'tan o da Cabir bin Semurre'den rivayet etti: Bir kişi ailesi ve çocuğu bera­berinde olduğu halde, «Harre» denilen yere kondu. Onun yanına gelen diğer bir kişi ona «Benim devem kaybolmuştur. Eğer onu bulursan ben gelinceye kadar yanında tut. Harre'de konaklayan adam deveyi buldu. Ama devenin sahibini bulamadı' Deve hastalandı. Hanımı «Deveyi bo­ğazla, kes» dedi. Fakat adam kesmedi. Deve öldü. Hanımı «Ba­ri devenin derisini soy ki, iç yağlarını ve etini kurutalım. Ondan istifade ederek yiyelim.» Adam: «Hayır! Ben Resûlüllah'tan sormayın­ca bunu yapmam» dedi. Böylece Resûlüllah'a gelip sordu:

Cenabı Peygamber: «Seni zengin edecek birşey var mıdır yanında?»

Adam: «Hayır» dedi.

Resûlüllah: «O halde git, ye» dedi.

Böylece devenin sahibi geldiğinde adam ona Resûlüllah'ın dedik­lerini iletti. Deve sahibi: «Niçin deveyi daha önce kesmedin?» diye so­runca, o: «Senden utandım, onun için kesmedim.» cevabını verdi. Bu hadisi, Ebu Davud tek başına rivayet etmiştir.

Mundardan yeyip doymayı ve ondan zannedilen ihtiyaç müddeti için azik edinmeyi helâl ve caiz gören kimseler, bu hadisle istidlal et­mişlerdir.[72]  

 (4) Sana kendilerine neyin helâl kılındığını sorarlar...»

Bu âyeti celüenin sebebi nüzulünde çeşitli görüşler vardır. Bazı­larını «Lübabut-Tevil» adlı (Hazin) tefsirinden nakledelim. Et Taberi, senediyle Ebu Rafi'den rivayet etti: Cebrail (A.S.) Resûlüllah'a (S.A. V.) geldi. İçeri girmek için izin istedi. Resûlüllah izin verdi fakat içeri girmedi Cenab-ı Peygamber: «Ey Allah'ın elçisi! Sana izin verdim. Niçin içeri girmedin?» Cebrail (A.S.): «Evet izin verdin. Fakat biz me­lekler içinde köpek olan bir eve girmeyiz» dedi. Ebu Rafi der ki, bunun üzerine Cenab-ı Peygamber bana Medine'de bulunan bütün köpekleri öldürme emrini verdi. Ben de öldürmeye başladım. Bir kadının köpe­ğine sıra gelinceye, kadar devam ettim. O köpek, kadını koruyor ve bekçiliğini yapıyordu. Kadına merhamet ederek onu öldürmedim. Sonra Resûlüllah'a geldim, durumu arzettim. Bana: «Git o köpeği de öldür» diye emir verdi. Gittim onu da öldürdüm. Eshab-ı Kiram Resû­lüllah'a geldiler. Dediler kî: Ey Allah'ın Resulü! Şu öldürülmesini em­rettiğin .gurup (yani köpekler) den bize ne helâldir? Yani hangisini edinebiliriz. Böylece Cenab-ı Peygamber sükût etti. Allah (C.C.): «Sen­den onlar için ne helâl kılınmıştır, diye soruyorlar. De ki, sizin için tayyibeler (iyiler, temizler) helâl kılınmıştır. Bir de öğretmiş olduğu­nuz avcı köpeklerin, tuttukları helâl kılınmıştır.»

îkrime rivayet ediyor: Resûlüllah, köpekleri öldürmek için Ebu Rafii gönderdi. O da öldürdü. Ta «El-Avali» denilen mahalleye kadar geldi. O mahalle ahalisinden Asım, Said bin Ebi-Hayseme ve Uveyne bin Saide Resûlüllah'a geldiler: «Bu köpeklerden hangisinin edinilme­si bize helâl kılınmıştır?» diye sordular. îşte o zaman bu âyet nazil oldu.

İbni Cevzi; «Ebu Rafiin hadisini el-Hakim «Sahihninde rivayet et­miştir, diyor. El-Begavi: «Bu âyeti celîle nazil olduktan sonra Resulü Ekrem, kendisinden yararlanılan köpeklerin edinilmesine izin verdi. Faidesiz köpeklerin edinilmesini de yasakladı.»

Müslim ve Buharı ittifakla Ebu Hureyre'den rivayet ettiler: Al­lah'ın Resulü (S.A.V.): «Kim ki bir köpek edinirse, onun amelinden her gün bir Kirat kadar eksilir. Ancak ziraatları veya hayvanları ko­ruyan köpekler müstesnadır.» Müslimi Şerifin rivayetinde «Resûlül­lah, avcı olan, sürü veya araziyi koruyan olmazsa, bir köpeği edinen kimsenin ecrinden hergün iki kirat eksilir.» dedi.

Said bir Cübeyr: Bu âyeti celîle «Et-Tayyi» kabilesinden olup av­cılık yapan Adiy bin Hatim ile Zeyd bin El-Muhelhü'in hakkında na­zil olmuştur. Bu Zeyde, «Zeyd ül-Hayl» deniliyordu. Cenab-ı Peygamber ona «Zeydul Hayr» adını verdi. Bu iki zat (R.A.) Resûl-ü Ekrem'­den sordular: «Biz köpeklerle av avlayan bir kavmiz. Bize bu köpekle­rin avlandığından hangisi helâl oluyor?» Bunun üzerine bu âyeti ce­lîle nazil oldu. «El-Begavi» der ki: Ayetin sebebi nüzulünde serdedilen bu görüş, en sıhhatli görüştür.[73]   

îbni Kesir âyetin sebebi nüzulünü şöyle ifade ediyor:

İbni Ebi-Hâtim, Ata bin Dinar, Said bin Cübeyr tarikiyle Adiy bin Hatim ve Zeyd bin Muhelhil'den rivayet etti: Bu iki zat Resûlüllah'-tan sordular: «Ey Allah'ın Resulü! Mundar (ölünün eti), Allah tara­fından haram olarak ilân edildi. Acaba o mundardan bize helâl olan nedir?» Cevab olarak bu âyet nazil oldu. [74]

 

Et-Teyyibat'ın Tefsirinde İleri Sürülen Görüşler

 

Said, «Tayyibat»tan murad, kesilmiş hayvanlar ve insanlar için helâl ve hoş olan nesnelerdir.

Mukatil, «TayyibatHan maksad, Allah tarafından rızkın helâli gibi insanlara helâl edilen hersey demektir.

Zühri'den, tedavi için deve sidiğini içmek nasıldır? diye soruldu. «O, Tayyibattan değildir» diye cevab verdi. Hadisi İbni Ebi-Hâtim ri­vayet etmiştir.

İbnu Vehb, imam Malik'ten mundarın etini yiyen kuşların alış verişini sordular, Cevab olarak, «O, Tayyibattan değildir» dedi. [75]

Hazin; «Tayyibat, Allah'ın ismi ile kesilen hayvanların etleridir» dedi. Yine Hazin naklediyor: «Bazı müfessirlere göre, Tayyibat, arap-lar  [76] tarafından temiz sayılan ve kendisinde lezzet bulunan şeyler demektir. Ancak onun haram olduğunda bir nass (yani Kur'an veya sünnetin bir nassı) varid olmaması şarttır.» Hazin devamla: «Nesnele­ri tayyib ve lezzetli sayan araplardan maksad, sahabi ve tabiinler gibi mürüvvet ve güzel ahlâka sahib bulunan kimselerdir. Yoksa göçebeler, bütün haşeratm yenmesini tayyib görüyorlar. Onların tayyib görmesi­ne, itibar edilmez. Çünkü Cenab-ı Hak: «Onlara tayyibeleri helâl, ha­bisleri <le haram kılar» (El-Araf: 157) buyurmuştur.

Beyzavi; «Tayyibeler, selim olan tabiatların habis saymadığı ve nefret etmediği nesnelerdir.» dedikten sonra devamla: «Bu âyetin, mefhumundan anlaşılıyor ki, arapların (yani mürüvvetti ve güzel ah­lâk sahihlerinin) habis saydıkları nesneler haramdır yenilmez! Yahud nassın veya kıyasın haram olduğuna deîâl etmediği şeylerdir tayyib-ler.» diyor.[77]  

El-Menar sahibi, ((Eşyada asıl helâl olmaktır. Çünkü fıtrat sün­netleri ve kitabm âyetleriyle malûmdur ki, Cenab-ı Hak, bu yeryüzünü ve yeryüzündeki nesneleri insanlar için musahhar kılmıştır, onlardan faydalanabilirler. Allah'ın yaradılışının ve hikmetinin sırlarını belirt­meye çalışabilirler. İnsanlar için mahzurlu olanlar, nacak onlara zarar veren şeylerdir. Fakat insanlar bir hududda durup zarardan sakınmı­yor ve menfaatlann celbiyle iktifa etmiyorlar. Bilakis fıtratlarının muktezasmı aşarlar. Bazen kendilerine yüzdeyüz zarar veren şeyleri yapar, yüzde yüz yararlı t>lan şeyleri de terkederler. Meselâ: araplar yüzdeyüz mundarın eti ve akıtılmış kanların zarar verici pisliklerden olduğunu bildikleri halde yerlerdi. Ve bir takım vehimlerle, Bahiyre ve Şaibe tabir edilen bazı hayvanların helâl olduğunu bildikleri halde, et­lerini yemeyi, kendilerine haranı kılmışlardı. Nitekim bu konular bu sûrenin sonunda da ve En'am sûresinde de gelecektir. İşte 2aruret ve ihtiyaç bunun için, Cenab-ı Hakkın helâl kılmış olduklarım beyan et­meyi ve haramlardan ayırmayı gerektiriyordu. Çünkü onların helâl kıldıklarından Cenab-ı Hak neyi haram kılmış olduğunu beyan ettik­ten sonra bunun beyanını da iktiza ediyordu. Bunun için Cenab-ı Hak: «Senden, onlara ne helâl kılınmıştır, soracaklardır» âyetini indirdi. Ya­ni Ey Allah'ın Resulü! Mü'minler senden soracaklardır. Onlara cevab olarak bu âyeti oku. [78]

Büyük usul âlimi Elmalılı Hamdi efendi hocamız tefsirinde Tay-yibat  bahsini şöyle izah ediyor: «Ya Muhammed! Şöyle söyle; size tayyibat helâl kılındı. Bu beyanla habisler helâl kılınmamıştır» buyu-rulmuştur. Binaenaleyh İslâm midesine, İslâm sofrasına pis şeyler değil, hoş şeyler konmalıdır.» Elmalılı merhum bunları söyledikten son­ra: «Tayyibden maksad, hazzedilen, temiz ve hoş şey demektir.  Haramlık şüphesi bulunmayan, kazanılmış olan helâle de, buna benzeti­lerek tayyib denilir. Zira mazarratı (zararı) olmamak mânâsında bir­leşirler. (Yani zararsızlık mânâsında birleşirler) İbni Ceriri Taberi gi-

| bi bazı müfessirlerin burada Tayyibatı helâller diye tefsir etmişlerse de, «Helâllar helâl kılındı» demek, rakik bir ifade olacağından ekseri müfessirin, (tefsircilerin çoğu) ve müçtehidin, (içtihadçılann çoğu) bunun lezzet ve iştiha hissedilen temiz ve hoş şeyler mânâsına hamli

| vacib olduğunu göstermişlerdir. Binaenaleyh mânâ «Hoşa giden ve iş­tiha hissedilen her temiz şey, size halal lalındı» demektir. Fakat bun­dan herkesin her hoşuna giden şeyin helâl olduğunu da zannetmeme-lidir. Muhakkaktır ki, kötü itiyad ile, fıtrat ve ahlâkı bozulmuş kim­selerin zevki takdirine itibar yoktur. İbret tab-i selimedir. Ve Tayyi­bat ancak tab-ı selim erbabının tiksinmeyip hoşlandıkları şeylerdir. Yoksa bedevi hakkın ve iztırar içinde yaşayanların her nevi hayvanatı hoşlanıp yiyebilirler. Gerçi «yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı» (El-Bakara: 29) âyetine göre ibaha asıldır. Ve bu umuma nazaran insandan başka her hayvandan, her nebattan ve her şeyden ye­mek üe dahil intifa (menfaatlanmak) mubah clmak lâzım gelirdi. Fa­kat «onlara tayyibeleri helâl habisleri haram kıldı» (El-Araf: 157) mea­lindeki âyet üzere bu umumdan habais ve pislikler ihraç edilerek hül (yani helâllik) tayyibata tahsis olunmuştur. Ve binaenaleyh ibaheyi asliyeyi, takyid için bu bir   büyük esas ve bir kanuni külli olmuştur ki helâl ve haramın tayininde delili mahsus bulunmadıkça buna müracaat olunur ve habaisi tahkir etmeyenlerin zevkine itibar olun­maz Cahiliye arapları yukarda beyan olunduğu üzere meyteti, ölü­yü ve (mundarı) veya meyte kabilinden bir hayli şeyleri yedikleri hal­de tayyibattan olan, en'amdan    (koyun, sığır ve deveden) bazıların (yani evcil hayvanlardan) sûrei En'amda da beyan olunacağı üzere, Bahire, Şaibe, Vesile ve Ham namlanyla (adlarıyla) kendilerine tah-rim ederler, (yemezlerdi). Bunların tayyib olduğuna hâkim hükmettiği halde, bazı tevehhumattan (vehimlerden) dolayı yemezlerdi. Buna karşı tayyib olan herşeyin helâl oMuğu beyan olunmuş ve bu hüküm: «De ki, Allah'ın kullan için çıkartmış olduğu ziynetini ve nzıktan tayyibleri kim haram kılmıştır.» (El-Araf: 32) âyetiyle de teyid buyu-rulmuştur ki, esbab veya hikmeti nuzül beyanında bu âdetin katiyyen Refii (kaldırılması) da vardır. Şüphe yok ki, bu tayyibata daimi en'-amdan başka, kuşların ve hatta bütün nebatatın dahi hoşlan da da­hildir. Ve sonra: «sizin için tayyibeleri helâl kıldı.» Helâl olan her hay­vanın bütün parçalarının da helâl olması lâzım gelemeyeceğini ve bu kesilmiş olan hayvanatın parçalan arasında bulunan habaisler (ha­bisler) de haram olduğunu işar etmektedir.» Merhum Elmalılı Hamdi efendi devamla «et tayyibat, helâl demektir» diyor. Haram tayyib de­ğildir. Ve denilmiştir ki: «yiyicisi ve içicisi tarafından, lezzetli görülen ve dünya ve âhirette yiyen ve içene bir zaran olmayan herşey tayyib-tir.» Ve yine denildi ki: «Tayyib, kesilmişler demektir. Çünkü onlar kesilmekle, güzelleşmiş, hoşlaşmış, hazzedilmiş hale gelmişlerdir.» [79]

 

Besmele İle Bırakılan Avcı Hayvanın Tuttuğu Yenir

 

(4) Allah'ın size öğrettiği gibi, öğretip yetiştirdiğiniz avcı hay­vanların yakalayıverdiklerinin üzerlerinde Allah'ın adım anarak ye-yin...»

Bu âyeti celîlede «El-Cevarih» tabiri geçiyor. Sahihlerine avı tu­tan köpekler ve kuşlar kastedilmektedir. Yani pençeleriyle ve dişleriy­le av avlayan hayvanlar demektir. Böyle hayvanlann tuttuğunu yiye­bilirsiniz. Fakat onlan, (avı tutmak için) bıraktığınız zaman kesmek niyetiyle besmele çekerek onları bırakırsanız.

İbni Kesir bu hususu şöyle izah ediyor: «Avcı hayvanlardan öğ­retmiş olduğunuz, (yani pençeleri ve tırnaklarıyla avı tutan hayvan­lar) eğer tırnağı ve pençesiyle vurarak hayvanı avlarsa, helâldir. Fa­kat devirmek suretiyle onu, öldürürse, helâl değildir. Nitekim Şafiî'­nin bir görüşü ve âlimlerden bir gurubun görüşü böyledir. Yani onu gönderdiğin zaman gider. Dur dediğin zaman durur. Avı tuttuğunda sahibi için tutar, sahibi gelinceye kadar bekler. Onu kendi nefsi için tutmaz. (Yani o, avdan yemez.) İşte böyle bir hayvanın avladığı av­dan yenilebilir. Hayvan öğretilmiş ise, av avladığı zaman avdan yeme­miş ise, avlanmaya bırakıldığı zaman besmele çekilmiş ise öldürse da­hi onun avladığı helâldir. Yani yetişinceye kadar ölmüşse de avlanan hayvanın eti yine yenilir. Sünnet, bu şekilde varid olmuştur. Nitekim Sahihayn'da Adiy bin-Hâtİm'dan: «Ben Resûlüllah'tan sordum, öğre­tilmiş köpeği gönderiyorum. Allah'ın ismini de gönderdiğim zaman anıyorum. Avladığı yenir mi?» Cenab-ı Peygamber cevab olarak: «Öğ­retilmiş köpeğini Allah'ın ismini anarak ava bıraktığın zaman, onun tuttuğunu ye.» «Öldürürlerse dahi yiyelim mi?» diye sordum: «öldü-rürlerse dahi ye. Fakat onlarla beraber, onlardan olmayan başka bir köpeğin katılmaması şartıyla... Çünkü sen köpeğinin üzerine besmele­yi çekip bırakırsan başka köpeklerin üzerinde besmele çekmiş sayıl­mazsın. Başka köpeklerin müdahelesi, tutulan hayvanın ölmüş ise mundar olmasına vesile olur.» Sordum: «Ben ava, mi'rat, (ok) atıyo­rum. İsabet eder. Buna ne dersiniz?» Buyurdular: «Mi'radı attığın za­man eğer mi'rad kesip delerse ye. Eğer yanlamasına av hayvanına isa­bet eder de hayvan ölürse, yeme. Çünkü vakizedir (dövülerek öldürü­lendir), yenilmez. Yani vurularak öldürülen hayvanın kabilindedir, yenilmez.» diye sabit olmuştur.

Buharî'nin diğer bir lafzında: «Köpeğini ava bıraktığın zaman, Allah'ın ismini an. Eğer senin için avı tutarsa, (yani avdan yemezse) ye. Hayatta iken yetişirsen kes. Yetiştiğinde ölmüş ise, köpek de on­dan birşey yememişse onun etinden ye. Çünkü köpeğin tutması ona kesmek hükmündedir.»

Yine Müslim ve Buharî'nin diğer bir rivayetinde: «Eğer köpek yemiş ise, sen yeme. Çünkü korkarım ki, köpek onu kendisi için tut­muştur.»

İşte bu hadis, cumhurun delilidir ve Şafiî mezhebinin de en sıh­hatli görüşüdür. Köpek avdan yerse, mutlaka haram olur. Hadiste de varid olduğu gibi cumhur burada bir tafsilât yapmamıştır. Selefin bir taifesinden hikâye olunur ki, onlar «Mutlaka haram olmaz» demişler­di. [80] Hazin sahibi şunları söylüyor: Ayetten anlaşılıyor ki, öğretilme­miş bir hayvanın avladığı av yenilmez. Öğretimin sureti şudur: «Kişi, avcı hayvanını öğretecektir. Öyle ki hayvanda birkaç emir, birkaç du­rum meydana gelecektir. Yani ava kışkırttığı zaman, gidecektir, «Dur» dediği zaman duracaktır. Avı tuttuğu zaman, avdan birşey yemeye­cektir. Sahibi avı kendisinden teslim almaya geldiği zaman, sahibin­den avı alıp da kaçırmayacaktır. Sahibi kendisini çağırdığı zaman ica­bet edecek (yani gelecektir.) İşte bu, bütün carihaların (yani avcı tıayvanlann) talimidir. Bu şartlar mevcut olursa, birkaç defa da de­nenirse, o mualleme (yani öğretilmiş) sayılıyor. Yalnız bu deneme en iz üç defa yapılacaktır. Eğer sahibinin kışkırtmasıyla ava gitmiş, ken-ii nefsinden gitmemişse, öldürdüğü hayvan bu denemeden sonra he-âl olur. [81]

 

Bir Parçası Avcı Hayvan Tarafından Yenen Avın Ett Yentlîr Mi?

 

Alimler, av köpeklerinin tutup bir kısmını yediği avın eti yenilir mi yenilmez mi diye ihtilâf etmişlerdir. Ehli ilimin çoğu «Haramdır» demişlerdir. Bu görüş, İbni Abbas'tan rivayet edilmiştir. Ata'nın, Ta-vus'un, Eş-Şabi'nin de sözüdür. Süfyanı Sevri, İbni Mübarek, eshabı rey (yani İmam Azam ve talebeleri) de bu kanaattadırlar. Bu, İmam Şa­fii'nin iki kavlinden en sıhhatlisidir. Ve buna Cenab-ı Peygamberin «Eğer yemiş ise yeme. O zaman kendisi için tutmuş oluyor.» hadisi de delâlet ediyor.

Bazıları da, «Yese dahi o av hayvanının eti yenilir ve yenmesi ruh­satlıdır» demişlerdir. Bu, İbni Ömer, Selmani Farisi, ve Saad İbni Ebi Vakkas'tan rivayet edilmiştir. Malik, bu görüşü tercih etmiştir. Çünkü Ebu Salebetül-Huşeni'den rivayet ediliyor ki, Cenab-ı Peygamber kö­peğin avlandığı hakkında şunu söyledi: «Köpeğini bıraktığın zaman Allah'ın ismini de anarsan, tuttuğunu ye o, her ne kadar hayvanından vemişse dahi!» Hadisi, Ebu Davud rivayet etti.

Mua'llem (öğretilmiş) olmayan köpeklere ve avcı kuşlara gelin-"e; onlar eğer birşey avlarlarsa veya mua'lleme (Öğretilmiş) olan köpek ve kuş kendiliğinden gider av tutar ve öldürürse, helâl değildir. Eğer bu iki sınıfta da avcı yetiştiği zaman av hayvanını diri görür ke­serse, helâl olur. Müslim ve Buharı ittifakla Ebu Salebe-tul-Huşeni'den rivayet ettiler: «Ben, Ey Allah'ın Resulü, biz kitab ehlinin bulunduğu bir memleketteyiz. Onların kaplarından yiyebilir miyiz? Biz avun bu­lunduğu bir arazideyiz. Ben okumla, öğretilmiş olmayan köpeğimle ve bir de öğretilmiş köpeğimle av avlıyorum. Bunlardan hangisi benim için elverişlidir?» diye sordum. Buyurdu: «Kitab ehlinin kaplarına gelince, eğer başka kap görürseniz onlarda yemeyiniz. Eğer onlardan başka kap yoksa onları yıkadıktan sonra onlardan y ey in iz. Okunla, av­ladığın ise, Allah'ın ismini onun üzerinde an ve ye. Mua'lem (öğretil­miş) olan köpeğinle avladığında Allah'ın ismini onun üzerinde andı isen avım ye. Mua'llem olmayan köpeğinle avladın ise, eğer yetişip kesersen ye. Aksi takdirde yeme.»

«Onun (avın) üzerine Allah'ın ismini anınız» cümlesinin yoru­munda ihtilâf edildi. Acaba avcı hayvan avı yakalamak için bırakıldı­ğı zamanda mı bu anmak olacaktır, yoksa avlanan hayvanın etini ye­diğiniz zaman mı bu besmele çekilecektir? Evet bu hususta ihtilâf var­dır. En sıhhatli görüş Adiyy İbni-Hâtim'in hadisinden anlaşıldığı gibi köpeği veya Toğanı, (avcı hayvanı) av üzerine salıverdiği zaman, bes­mele getirecektir. Ebi Salebe'den gelen, Müslim ve Buharî'de rivayet edilen hadiste de «köpeğini bıraktığın zaman Allah'ın ismini an, oku­nu attığın zaman Allah'ın ismini an.» bu görüş anlaşılır. Bunun için, İmam Ahmed, köpeğin bırakıldığı veya okun atıldığı anda besmelenin çekilmesini şart koşmuştur. Cumhurdan gelen meşhur rivayet de bu­dur. Ayetten maksad, köpeği veya Doğanı bıraktığı veya oku attığı zaman Allah'ın adını an, demektir. Suddi ve başkası da, bu görüşü söy­lemişlerdir.

Ali ibn Ebi Talha îbni Abbas'tan bu âyet hakkında şunları riva­yet etti: «Avcı hayvanını gönderdiğin zaman, bismillah de. Eğer unu­tursan zararı yoktur.»

Bazı kimseler de, «Ayetten maksad, avlanan hayvanın etini yerken besmele çekmektir. Nitekim Sahihayn'da sabit olmuştur ki Resûl-ü Ekrem, üvey oğlu, Ömer bin Ebi Seleme'ye «Yemeğe başlarken Allah'ın ismini an. Sağ elinle ye. Kabın tarafına düşen kısminden ye» diye öğ­retti.

Sahihi Buharî'de Aişe Validemizden geliyor: Sahabeler sordular: «Ey Allah'ın Resulü! Bir kavim bize geliyordur. Kâfirlikden pek ya­kında ayrılmışlardır. (Yani yakında müslüman olmuşlardır.) Bize et getiriyorlar. Biz bilmiyoruz ki, Allah'ın ismi, o etler üzerinde çekilmiş mi çekilmemiş mi? Ne yapmamız lâzımdır?»

Resûl-u Ekrem: «Siz Allah'ın ismini anarak y ey in iz» dedi.

İmamı Ahmed'in rivayet ettiği bir hadiste Âişe validemiz diyor: «Resulü Ekrem, altı kişi ile beraber yemek yiyorken, bir göçebe geldi ve yemeği iki lokmada bitirdi. Cenab-ı Peygamber buyurdu: «Dikkat edilsin, bu göçebe Allah'ın ismini ansaydı, hepinize bu yemek yetecek­ti Sizden herhangi biriniz yemek yediği zaman Allah'ın ismini ansın. Eğer başta Allah'ın ismini anmayı unutmuşsa ne zaman hatırlarsa, ba­şında ve sonunda Allah'ın ismiyle desin.» Hadisi İbni Mace bu şekilde Ebu Bekr bin Ebi Şeybe'den, o da Yezid bin Harun'dan rivayet etti.

İmamı Ahmed tankıyla, Huzeyfe'den rivayet edilen bir hadisde, «Biz, Resûl-ü EkrenVle beraber bir yemekte bulunduğumuz zaman, Resûlüllah, elini yemeğe uzatıp başlamadan, biz elimizi uzatmazdık. Bir ara onunla beraber bir yemekteydik. Bir cariye (yani bir kız çocu­ğu veya köle bulunan bir kadın) sanki koşa koşa geliyordu. Elini ye­meğe koymak istedi. Resûlüllah onun elini tuttu. Bir göçebe geldi. Sanki o da iteleniyordu. Elini yemeğe koymak istedi. Resûl-ü Ekrem onun da elini tuttu. Ve buyurdu: «Şeytan Allah'ın ismi yemek üzerin* de anılmadığı zaman yemeği yiyebiliyor. Şeytan bu cariyeyi yemeğe, besmelesiz başlasın ve yesin diye getirdi. Ben onun elinden tuttum. Bu göçebeyi besmelesiz başlasın da şeytan yemekten yeyip, istifade etisin diye getirdi Onun da elinden tuttum. Nefsimi yed-i kudretinde bulun­duran Allah'a yemin ederim, şeytanın eli o, ikisinin eliyle beraber şu anda benim elimin içindedir.» Hadisi Müslim, Ebu Davud, ve Nesei El A'meş'in hadisinden riayet ettiler.[82]  

Yine imam Ahmed tarikıyla geliyor: «Bir kişi Resûl-ü Ekrem'den sordu: «Biz yeriz, doymayız?» Resûlüllah: «Belki siz ayrı ayrı yiyor­sunuz. Hep bir yemek üzerinde bir araya geliniz. Allah'ın ismini anı­nız. O yemekte bereket sizin için halkedilecektir.» Hadisi Ebu Davud, İbni Mace Velid bin Müslim tarikıyla rivayet ettiler. [83]

 

Zevk İçin Hayvanları Avlamak Haramdır

 

El-Kurtubi bu âyetin tefsirinde şu garib ve yararlı görüşü getiri­yor: «Eğer avcı, hayvanını avlanmak istenen avın üzerine salıverdiği zaman onu kesmek ve onun etinden istifade etmeyi kastetmiyorsa, (sadece zevk için yapıyorsa) onu öldürmek haram olur. Besmele çek-memişse eti de haram olur. Çünkü bu fesad yoluyle ve faydasız olarak hayvanları telef etmek mânâsmdandır. Resûl-ü Ekrem: «Ancak bir hayvan yemek ve istifade etmek için öldürülür» buyurdu. Yani öldürül­mesi emredilen hayvanlar müstesna keyf ve zevk için avlanmak, av­lanan hayvanlann etinden istifade edilmeksizin hayvan öldürmek ulu orta, rastgele hayvanlan öldürmek, haramdır.

Besmelesiz kesilerl bir hayvanın hükmü hususundaki görüşleri de nakledelim: Ehli-zahir ve hadiscilere göre besmele  isterse unutul­sun, isterse kasten terkedilsin çekilmeden hayvan kesilirse, eti mut­laka haram olur. Maliki'lerden bir gurub da bu kanâattedir. Bir guru­bu da, ((Müslüman bir kimsenin avladığının veya kestiğinin üzerinde, kasten dahi besmeleyi terketse, eti helâldir ve yenir. Bu gurup bura­daki besmeleyi çek» emrini nedb üzerine hamletmişlerdir.

İmam Malik, kasten veya sehven terkedilen besmele arasında fark yapmıştır. ccKasten terkedilen besmelesiz kesilen hayvanın eti yenil­mez. Sehven terkedilen besmelesiz kesilen hayvanın eti yenir» demiş. Şafiî'nin bir görüşü de böyledir.

Yahudi ve hristiyanların öğretilmiş köpekleriyle avlanmak husu­sunda da âlimlerin ihtilâfları vardır: Hasan Basri «Mekruhtur» diyor. Mecusinin köpeği, tazısı ve doğanıyla avlanmak mekruhtur. Bu, Cabir bin Abdullah'ın, Hasan Basri, Ata, Mücahid, En-Nehai, Es Sevri ve İs-hak'ın görüşüdür. İmam Malik, İmam Şafiî ve İmam Ebu Hanife avci müslüman ise onların köpekleriyle avlanmayı caiz görmüşlerdir. Köpek ve doğanları, bıçaklan gibidir, demişlerdir. Avcı ehli kitabtan ise Malik müstesna, ümmetin bütünü onun avladığının caiz olduğunu söylemişlerdir. Fakat İmam Malik avladığı avı ile kestiği hayvanın arasında fark yapmıştır. Ve delil olarak şu âyeti getirmiştir: «Ey îman edenler! Yemin ederim, kesinlikle Allah sizi elinizin ve mızraklarını­zın isabet ettiği avdan birşey ile deneyecektir» (Maide: 94). İşte İmam Malik diyor: Burada Cenab-ı Hak Yahudi ve Hristiyanlann el ve mız­rakları hakkında bunu söylememiştir.

İbn-Vehb ve Eşheb «Yahudinin ve Hristiyanın avı, kestiği hayva­nın eti helâl olduğu gibi helâldir» dediler.

Muhammedin kitabında «Sabii olan bir kâfirin avı da kestiği de helâl değildir. Sabiiler, Yahudilerle Hristiyanlar arasında bir kavim­dirler. Onların dini de yoktur» denilmektedir. Eğer avcı, Mecusî ise, Malik, Şafiî ve Ebu Hanife arkadaşlarıyla ve cumhurı-nas, «Onun avından yemeyi menetmişlerdir.»

Ebi Sevr burada iki görüş vardır demiştir: Birinci görüş, cumhu­run görüşü gibidir. İkinci görüş, «Mecusîler, kitab ehlindendir ve on­ların avı caizdir.»

Eğer sarhoş bir kimse avlarsa veya bir hayvanı keserse, onun avı da kestiği de yenilmez. Çünkü kesmenin, kasta ihtiyacı vardır. Sarho­şun ise, kastı yoktur yani iradesine sahib değildir. [84]

Bu âyeti celîlede, av için köpek edinilmesinin caiz olduğuna dair delil vardır. Ve sünnetin sahihinde de bu sabit olmuştur. Sünnette, ziraat ve mevaşi (yani hayvanlar) için de bekçi köpekleri edinebilir fazlalığı vardır. Fuzuli bir şekilde edinilen bir köpeğin yasaklanması için üç illet vardır. Bir, melekler köpeğin bulunduğu yere girmezler. Veya İmam Şafiî'nin dediği gibi köpek necistir. Veya faidesi olmayan bir şeyi,  ister köpek olsun ister herhangi bir nesne edinmenin ya­sak olmasından dolayıdır.[85]  

Alûsi; «Ebu Hanife ve arkadaşları, köpek avladığı hayvandan yer­se, o köpek muallem (eğitilmiş) sayılmaz ve onun avı yenilmez. Doğan ve diğer avcı kuşların avladığından yemeleri ise, o avı haram kılmaz. Çünkü kuşların avından yemeyecek kadar talim etmeleri mümkün de­ğildir. Bunu, îbni Abbas'tan rivayet etmişlerdir.

Abdul Humeyd, îbni Abbas'tan rivayet etti: Köpek avdan yerse, sen yeme. Ama Bazî ve Doğan yerse dahi yiyebilirsin. Çünkü köpeği dövmek ve böyle eğitmek mümkündür. Ama Bazı'yi dövmen mümkün değildir. İmamul-Haremeyn de bu fikirdedir. Malik ve Leys; köpek avdan yese dahi avladığı yenir. Bu, Selmani Farisi, Saad İbni Ebi Vakkas ve Ebu Hureyre'den de rivayet edilmiştir: «Köpek avın üçte ikisini yerse,    üçte biri kalmışsa,   Allah'ın ismini üzerine  anmışsanye»  [86]

 

Hıristiyan Ve Yahudilerin Kestikleri Bize Helâldir

 

(5) Bugün size temiz olan şeyler helâl kılındı. Kendilerine kitab verilenlerin yemeği size helâl, sizin de yemeğiniz onlara helâldir.»

Alûsi, ehli kitabtan maksad, Yahudi ve Hristiyanlardır. Hatta Ha-nefilere göre, arap Hristiyanlan bile bu hükmün dahiîindedirler. Fa­kat Hz. Ali'den rivayet ediliyor ki, «Beni-Tığlep (Arab kabilelerinden biridir) Hristiyanlarmı bu hükümden İstisna ederek buyurmuştur: «Beni Tiğleb'den olanlar ancak Hristiyanlardan içki içmeyi öğrenmiş­lerdir. (Hristiyanlığm diğer yönlerini öğrenmemişlerdir)». İbni Cebir bu görüşe katılmamıştır. Rebi İmam Şafiî'den aynı görüşü hikâye et­mektedir.

Ehli kitabın taamından maksad, onların kestiği etleri kapsayan taamlarla diğer taamlarının hepsidir. Bu görüş İbni Abbas'tan riva­yet edilmiştir. Ebu Derda, İbrahim, Katade, Suddi, Dahhak ve Müca-hid'den de rivayet edilmiştir. El Cübbai, El Belhi ve diğerleri de bu kanâattedirler. Buharî de İbni Abbas'tan gelen bir rivayette: «Butaanı- dan maksad, kestikleridir. Çünkü diğer taamlarının helâl olduğunda zaten ihtilâf yoktur.»

Tefsircilerin çoğu bu kanâattedir. Bazıları, «Bu sadece daneli ye­meklere bir de (balık gibi) kesilmesine ihtiyacı olmayan etlere mah­sustur» dediler. Bu görüş, imamîlerden (Caferi'lerden) rivayet edil­miştir. Onlar da Ebi-Abdullah'tan rivayet ediyorlar. Zeydi'lerden de bir cemaat buna kail olmuştur. Zeydi'lerin ve Caferi'lerin katında ehli kitabın kestikleri yenmez. [87]  

İmam Azamın nezdinde sabii'lerin hükmü, Ehli Kitabın hükmü gi­bidir, İmam AzanVın iki arkadaşı, (Ebu Yusuf ile Muhammed): «Sa-bii'ler iki sınıftır: Bir sınıfı Zeburu okuyorlar, meleklere kulluk yapı­yorlar. Bir sınıf hiçbir kitabı okumazlar, yıldızlara taparlar. İşte bu ikinci sınıf ehli kitabtan değildir. Mecusîlere gelince, haraç meselesin­de onlar ehli kitabın işlemine tabi kılınmışlardır. Avda ve kestiklerinde ve kadınlarını nikâh etmek hususunda ehli Kitabdan değildirler» de­diler. Abdurrezzak, îbni Ebi Şeybe ve Beyhaki, Hasan bin Muhammed bin Ali tarikıyla rivayet ediyorlar: «Resûl-ü Ekrem Heeer (Yemen'de bir yöredir) Mecusîlerine yazdı. Onlara İslâmı arzetti. Onlardan müs-Iüman olanı kabul etti. Dinlerinde ısrar edenlere ise, haraç yükletti. Ama onların kadınlarıyla evlenilmez dedi.» Bu hadis her ne kadar Mür-sel bir hadis ve isnadında zaif bir insan olan Kays bin Rebi var ise de, ancak Beyhaki'nin dediği gibi müslümanların ekserisinin icmaıı bunun üzerindedir ve onu tekid ederler. Alimler, Yahudi ve Hristiyanlarm ze-bihalan (kestikleri) üzerine Allah'tan başkasının ismini yani Hz. Aziz'in, Uzeyr ve Hz. İsa'nın ismini andıkları zaman yenilir mi yenil­mez mi diye ihtilâf etmişlerdir. İbni Ömer «helâl değildir, yenilmez» demiştir. Rebi de bu görüşe katıldı. Ehli ilmin ekserisi «helâl»dir de­miştir. Bu da Şa'bii ve Ata'nın görüşüdür. Bunların ikisi demişlerdir ki, Cenab-ı Hak onların kestiklerini helâl kılmıştır. Halbuki Allah on­ların ne dediğini biliyordu. Hasan: «Yahudi veya Hristiyan bir hay­vanı kestiği zaman, Allah'tan başkasının ismini anarsa, sen de kendi kulağınla bunu duyarsan yeme. Duymazsan ye. Cenab-ı Hak sana onu helâl kılmıştım dedi.

«Sizin taamınız da onlar için helâldir.» Bu âyetin tefsirinde Zec-cac ve muteahhir (sonradan gelen) âlimlerin çoğu «Bu, müminlere hitabtır. Yani Ey mü'minler. Ehli kitaba yedirmenizde sizin için ma­nevi bir mesuliyet yoktur.» demektir [88]

Tantavi «sizin yemeğinizde ehli kitaba helâldir» dedi. Çünkü kızlarımızı onlarla evlendirmemiz haramdır. Bunun için de insan zan­neder ki, -onların taamı (yemeği), bize helâldir, fakat bizim taamımı­zı onlara yedirmemiz haram olur. Böylece Cenab-ı Hak, onlara yedir­mek, onlara kız vermek gibi değildir, deyip dikkatimizi bu noktaya çekti.

Meyveler gibi yemeğin haricinde bulunan nesneler, isterse mecu-sîlerin, isterse ehli kitabın olsun, yenir. Fakat et meselesine gelince, ancak ehli kitabın kestiği yenir, diğer keferelerin kestiği yenil­mez.»  [89]

El-Alûsi «Sizin taamınız onlara helâldir» âyeti üzerinde şu görüşü naklediyor: Eğer denilirse, bu cümledeki hikmet nedir? Onlar kâfir­dirler, bizim açıklamamıza muhtaç değildirler. Niçin Cenab-ı Hak: «sizin yemeğiniz onlara helâldin» dedi. Cevab «Ayetin mânâsı; Allah'ın size şeriatınızda helâl kıldığına bakınız. Eğer onlar, size onu yedirir-lerse yeyiniz. Onlara haram olan şeylere bakmayınız. Çünkü devele­rin eti onlara haramdır. Sonra bizim şeriatımız onu neshetti. Onu on­lara yedirebilirsiniz.» Böylece âyet, onlar için değil bizim için açıkla­ma getiriyor. Yani «Biliniz ki, size helâl olduğu halde, onlara haram olan şeyler, sizin için helâldir. Bunun için eğer onlar size domuz gibi haram olan şeyleri yedirmeye kalkışıp, deseler ki; bu bizim için şeri­atımızda helâldir. Allah da size bizim taamımızı helâl kılmıştır. Onları yalanlayarak deyiniz ki, ancak sizin için helâl olan taam bize helâldir, başkası değildir. Ayetin hasılı mânâsı şu oluyor: «Onların taamı sizin için helâldir. Eğer sizin için helâl kılınan taamdan olursa.» Bu tefsir, Es-Suddi'nin ve başkasının yorumundan anlaşılmıştır. Bunu böylece bil. Gerçek şudur ki, muasırların üzerinde bu âyetin mânâsı müş­kül görülmüştür.[90]  

El-Menar'm sahibi: Cenab-ı Hak arap müşrikleri üzerinde hükmü teşdid etti.. Onların yediği mu£üarı, ve putlara kesilenleri haram ilân etti. Ta ki müslümanlar eski adetlerinden ötürü orada müsamaha ve musahıla (yani gevşeklik) göstermesinler. Kitab ehli ise, mundarı ve ' Allah'tan başkasının adıyla kesileni yemekten uzaktırlar. Bir de bu İs-lâmın güzel siyasetindendir ki, Arap müşrikleri hususunda hükmü şiddetlendirdi. Ta ki Peygamberlik merkezi olan Arap Yarımadasında bir tek müşrik kalmasın. Hepsi İslâm'a dahil olsun. Ehli kitabın kalb-lerini İslama ceîbetmek için muamelelerinde kolaylık ve hafiflik ge­tirdi. Hatta îbni Cerir, Ebu Derda'dan ve İbni Zeyd'den rivayet edi­yor: Bu iki zattan: oHristiyanlann kiliseler için kestiğinden yenilir mi?» diye soruldu. İkisi de «yeyiniz» fetvasmı verdiler.

İbni Zeyd: «Allah onların teâmını bize helâl kılmıştır ve birşey is­tisna etmemiştir, yeyiniz.» dedi. Ebu-Derda, «Cercis adlı kiliseye he­diye edilen ve kesilen bir koçtan yenilir mi? sualine karşı: «Yarabbi bizi muaheze etme. Onlar ancak kitab ehlidirler. Onların yemeği bi­zim için helâldir. Bizim de yemeğimiz onlar için helâldir. Yeyiniz» diye emretti.

İbni Cerir, İbni Munzir, İbni Ebi Hatim, Muaz ve (Süneninde) El-Beyhaki İbni Abbas'tan bu âyet üzerinde şu rivayeti yaptılar: «Onla­rın yemeklerinden maksad, kestikleridir.» Abdul-Humeyd de, Müca-hid'den, Abdurrezzak ve İbrahim En-Nehai'den böyle rivayet ettiler. Sahabe ve tabiin bunun üzerinde icma etmişlerdir. Resûl-ü Ekrem: «Yahudi kadının zehirleyip de kendisine hediye ettiği koyunun etinden yedi.» Eshabı kiram, Şam'da hiç kimsenin itirazıyla karşılaşmaksızın Hristiyanların yemeğinden yerlerdi. Arab Hristiyanlar olan Beni-Tiğ-leb hakkında ancak ihtilâf vardır. Bunu daha önce naklettik. Cumhur Ulema bunları da Hristiyanlara dahil etmişlerdir. İkrime İbni Abbas'­tan rivayet ediyor. İbni Abbas'tan: «Beni-Tığlab Hristiyanlannın kes­tikleri yenir mi?» diye sorulduğunda şu âyeti okudu: «Ey îman eden­ler! Yahudi ve Hristiyanlan veli edinmeyiniz. Onlar, bazısı diğer bazı­sının velisidir. Sizden olan bir kimse onları veli edinirse muhakkak o veli edinen onlardandır.»

İbni Abbas'm başka bir rivayetinde bunun tam aksi vardır: «Beni Tiğlabın kestiklerinden yeyiniz. Kadınlarıyla evleniniz. Çünkü Cenab-ı

Hak «sizin taamınız onlara, onların taamı da size helâldir,» buyurmuş­tur. Eğer Beni-Tığlablılar sadece veli edinmek suretiyle Hristiyanlar-dan olsalar yine Hristiyanlardan sayılırlar.» Yani Hristiyanlara yar­dım etmeleri, harplerde, savaşlarda onlarla beraber olmaları da onla­rın Hristiyanlardan olmasına kâfi delildir.

Bazı insanlar eşyada derinleştikçe derinleşmeyi muhaliflerle olan muamelelerde teşdid etmeyi severler. Onun için bazı fâkihler bu ma­kamda bir mesele istihraç ederek onu dikkatle içtihad mahalli yap­mışlardır. Acaba ehli kitabın taamının helâlliğinden ve kadınlarıyla evlenmekten maksad, Tevrat ve İncil'e İslâm'dan önce îman edenler midir yoksa herhangi bir Hristiyan ve Yahudi midir? Tahriften önce onlara îman edenler midir yoksa herhangi bir devirde onlara inanan­lar mıdır? Yoksa Yahudilerden maksad İsrail Oğullan gibi ehli Kita­bın aslısı mıdır? Buna cevab olarak deriz ki, Kur'an'ın nassından ve sünnetin katiyetinden sahabenin amelinden ilk göze çarpan şudur ki, böyle bir sualin yeri yoktur. Böyle bir itiraz makbul bir itiraz değildir. Cenab-ı Hak, ehli ^kitabın yemeğini ve kadınlarla evlenmeyi onlar, Kur*an'ın indiği zamandaki durum üzerinde oldukları halde helâl kıl­mıştır. Ve Kur'an'ın en son inen âyeti de budur. Ehli kitab çeşitli mil­letlerden idi. Ve Kur*an onlar için «kitablannı tahrif etmişlerdir, Al­lah'ın onlara indirdiği haz ve nasiblerinden çoğunu unutmuşlardır» (Maide: 13) buyuruyor. Gerek Maide sûresinde, gerekse diğer sûreler­de olsun fâkihler bu meseleyi istihraca çalıştıkları zaman da böyle birşey değişmiş değildi. Ve Ensar İslâm gelmezden önce Yahudi dinini kabul eden bazı çocuklarını ve akrabalarını yeniden zorlayıp İslâm'a getirmek için çalıştıkları zaman da «Dinde ikrah yoktur» âyeti nazil oldu. Bu âyet nazil olduğu zaman Cenab-ı Peygamber: «Onlan mu­hayyer bırakınız.» emrini verdi. Medine Yahudileri içerisinde halis Araplar da vardı. Ne Resûl-ü Ekrem, ne de Hulefâ-i Raşidin hiçbir hü­kümde onları ayırd etmedi. [91]

Bazıları; ehli kitabın taamının haram, hammlanyla evlenmenin haram olduğunu iddia etti ve delil olarak şu âyeti ileri sürdü: «Onlar Allah'ı bırakıp da bilginlerini ve rahiplerini ilâhlar edindiler. Ve Meryem oğlu Mesihi de. Oysa onlar tek olan bîr ilâha ibadet etmekten baş­kasıyla emrölunmadilar.» (Et Tevbe: 31).

«Sakın ha, müşrik olan kadınlarla îman etmedikçe evlenmeyiniz.»

(El Bakara: 220).                                                                                     

Şia'nın ve imamîlerin «Ehli kitabın yemeği yenilmez, hanımlany-la evlenilmez» dediklerinde umdeleri (yaslandıkları delil) budur. On­lara şu cevablar verilmiştir: «Kur'an'da zikredilen mutlak şirk, bir va­sıf olduğu veya şirkin ehli, insanlardan bir sınıf sayıldığı zaman, eh­li kitab o şirke dahil   olmaz.   Onlar   başka ve şirke   girmiyen bir sı­nıf sayılırlar. Nitekim Cenab-ı Hak buyurmuştur: «Kitab ehlinden ve  müşriklerden küfre sapanlar kendilerine apaçık bir delil gelinceye kadar kopup ayrılacak değillerdir.»  (El Beyyine: 1). Görüldüğü gibi, bu âyette kitab ehli, müşriklerden ayrı bir sınıf olarak sayılmışlardır. Yi­ne Allah buyurdu: «Şüphesiz ki, îman edenlerle Yahudiler, Hristiyan ve sabiilerden Allah'a ve âhiret  gününe îman eden, salih amellerde bulunanlar için artık onların Allah   katında ecirleri vardır ve onlar için korku da yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.» (El Bakara: 62).

Bu âyette de görüldüğü gibi Yahudiler ve Hıristiyanlar isimleri ve­rilerek ayrı bir gurub ve ayrı bir sınıf olarak zikredilmişlerdir. Ve müş­riklere dahil edilmemişlerdir.

İkinci cevab eğer «El Bakara» sûresinde müşrik âmdır, (yani far-zedelim ki Yahudi ve Hristiyanları da kapsar) desek, şu âyet onları tahsis etti demekten kendimizi alakoyamayız. Veya şu (altmış ikinci) âyet, o (ikiyüz yirminci) âyeti neshetti demek mecburiyeti vardır. Çünkü amel bu âyete göre cereyan etmiştir. Zira sahabelerin en bü­yüklerinden olan Huzeyfe bin Yeman Yahudi bir kadınla evlendi. Bu­na rağmen sahabilerden hiç kimse Hz. Hüzeyfe'ye «sen yanlış yaptın. Bu evlenme olmaz» demedi.[92]

«El-Muhsanatı»mn tefsirinde selefin alimleri ihtilâf etmiş­lerdir: Bir cemaat, «Muhsanat» hür kadınlardır, dedi. Diğer bir ce­maat, «Zinadan afif olan kaddınlardir» dediler. Her iki mânâ da sahihtir. Zinadan tevbe eden bir kadının diğer kadınlar gibi alınması husu­sunda şu rivayetler vardır: Hz. Ömer zina eden kadınla evlenmeyi ca­iz gördü. Yani zina ettikten sonra had j emiş ve tevbe etmiş bir kadın­la .evlenmeyi ruhsatlı görmüştür. Bu hususta çok rivayetler vardır. Meselâ: Hz. Ömer «O tevbe etmemiş midir?» diye soruyor. Onun ni­kâh edilip edilmemesini Hz. Ömer'den soran da «Evet, tevbe etmiştir» dedi. El Hemedanlı kadınla ilgili rivayette: kadın kendini kesmek (in­tihar etmek) istedi. Ona yetiştiler. Onu tedavi ettiler, iyileşti. Hz. Ömer kadının aile efradına: «İffetli bir müslüman kadının evlenmesi gibi, onu evlendiriniz» emrini verdi. Başka bir rivayette «Yemen'de bir kişi, kızkardeşiyle zina etti. Kızkardeşi bıçakla kendisini kesmeye kalkıştı. Hatta boynunun bir kısım damarlarını bile kesti. Fakat et­raftan yetişenler bırakmadılar. Tedavi edildi. İyileşti. Sonra amcası onu Yemen'den alıp Medine'ye geldi. Bu kadın Medine'de okudu, iba­det etmeye daldı. Medine'nin en fazla ibadet eden hanımlarından ol­du. Birisi ona talib çıktı. Amcasından onu istedi. Amcası da, bir taraf-dan kusurunu gizlemeyi imanına yediremîyordu. Bir taraftan da ye­ğeninin sırlarının açılmasını da istemiyordu. Hz. Ömer'e geldi. Hz. Ömer'e bu durumu arzetti. Hz. Ömer: «Eğer sen bu durumu başkasına söyleseydin sana iftira cezası tatbik edecektim. Eğer sana salih bir ki­şi gelirse, ahlâkından razı isen yeğenini onunla evlendir.» dedi. Başka bir rivayette bir kişi Hz. Ömer'e gelip dedi ki: «Benim bir kızım var­dır. Biz daha kâfir iken onu diri diri gömmek istedik. Sonra onu ölmez­den önce çıkarttım. O, İslâm dinine yetişti ve müslüman oldu. Müslüman olduktan sonra Allah'ın hadlanndan bir hadda çarpıldı. (Yani zina et ti had vuruldu) Bu hadiseden sonra bir bıçak alıp nefsini kesmek is­tedi. Yetiştim. Boyun damarlarından bazılarım kesmişti. Tedavi ettim. İyileşti. Sonra güzel bir şekilde tevbe etti. Bugün de benden istenili­yor. Ey müminlerin emiri! Onun daha önceki durumunu, isteyenlere söyliyeyim mi?» Hz. Ömer: «Sen onun durumunu nasıl söyliyeceksin? Allah'ın gizlediğini nasıl ifşa edeceksin? Allah'a yemin-i-kasem ederim ki, eğer onun durumunu herhangi bir kimseye söylersen seni bütün memleketlerin ahalisine ibret alınacak bir ders yapacağım. Durumu­nu söyleme. İffetli bir müslüman kadının evlendiği gibi, onu evlendir.» diye emir verdi.

îbni Cerir, Hasan'dan rivayet etti. Hz. Ömer buyurdu: «İslâmda, (yani İslâm'a girdikten sonra) zina eden bir erkeğin iffetli bir kadınla evlenmesini yasaklamayı niyet ettim!»

Hz. Ömer'i dinleyen Ubey bin Kâab: «Ey müminlerin emiri! Şirk zinadan daha büyüktür. Oysa şirkten tevbe edenin tevbesi kabul olu­nur.» diye itiraz etti. Böylece Hz. Ömer bu fikrinden vazgeçti.

İbnu-Cerir et Taberi, Katade'den rivayet ediyor: «Bu âyeti celîle, nazil olduğu zaman müslümanlardan bir gurub: «Biz ehli kitabın ka­dınlarıyla nasıl evlenebiliriz? Oysa onlar başka bir dinin üzerindedir-ler» diye şüpheye düştüler. Cenab-ı Hak: «Kim ki imanı inkâr ederse, onun ameli yanmıştır ve âhirette zarar edenlerdendir» buyurdu. Yani Cenab-ı Hak ehli kitabtan olan kadınların evlenmesini bilerek müslü-manlar için helâl kılmıştır. Hulasetul-Beyanda «Şu halde mümin olan bir kimse birçok amelden sonra kati ve kesin olan ahkâmlardan birini inkâr gibi bir felâkete teşebbüs ederse, küfri mucib bir işte ve sözde bulunursa, amelinin zayi olacağına bu âyet delâlet eder. Ve fıkıh ki-tablannda beyan olunan küfür lafızlarının hükmi şer'isi de bu âyette beyan olunmuştur[93]   diyor.

Tantavî, bu âyetteki «İMAN» Allah'ın emrettiği tevhidi Hz. Mu-hammed'in peygamberüği ve Allah katından getirmiş olduğu hüküm­leri mânâsına alıyor. Yani bu hükümleri inkâr edenin eğer tevbesiz ölürse sevabı iptal olunur. Dünyadaki ameli boşa çıkar, âhirette de zarar edenlerden olur. Eğer küfürden sonra tövbe nasib olursa, yeni­den ehli imandan olur.

Katade: «Bu âyet, ehli kitab kadınlarıyla evlenmeyi inkâr ve red­dedenler hakkında nazil olmuştum dedi.

Bu tefsire göre imandan maksad Kur'an'dır. Razi, bu tefsiri be-nimsiyerek tbni Abbas'a nisbet etmiştir. Zemahşeri, buradaki imanı, İslâm şeriatları Allah'ın helâl ve haramı ile tefsir etmiştir. Beyzavi, Ebussud efendi ve Keşşaftan ibare aktaran diğer ehli sünnet müfes-sirleri de Zemahşeri'nin bu tefsirine tabi olmuşlardır.

Elmalılı merhum Hamdi Yazır efendi: «Bununla beraber dünyada ehli kitaba taam ve kadın cihetiyle verilen bu hususiyetten dolayı âhiret noktai nazarında da böyle zannedilmesin diye, çünkü her kim ki bu imana yani bu dini ekmele ve şeriati İslama küfrederse, bütün ameli yanmış olur ve âhirette «Haşirin» zarar edenlerden olur. Bina- ' enaleyh onların taamlarım yerken ve kadınlarını tezevvüç ederken imanı haleldar etmekten, irtidad tehlikesine düşmekten son derece ih­tiraz etmelidir (sakınmalıdır.) Ve bundan dolayı da savaşan bir hıris-tiyan veya Yahudiden kadın almak mekruh görülmüştür» dedi.

İmam Suyuti «Ed-Durrul Mensur»da şunu naklediyor; «Âbd bin Humeyd, İbni Cerir ve İbni Munzir «Kim ki imanı inkâr ederse onun ameli yanar» âyetinin tefsirinde mücahidden: «Allah, haber verdi ki iman kopmaz bir kulptur ve Allah imansız hiç kimseden amel kabul etmez. Cenneti ancak imanı terkedene haram kılar.»

İbni Cerir, İbni Abbas'tan rivayet etti: «Resûl-ü Ekrem, bütün ka­dın sınıflarını (evlenmelerini) yasakladı. Ancak muhacir ve mümin olan kadınlar (in evlenmesi) müstesnadır. İslâm'dan başka her din sa­hibinin nikâh edilmesini haram kıldı.» Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Yani bu âyeti celîle, ehli kitab kadınlarıyla evlenme ruhsatını getirdi ve bu ruhsatı kaldırmanın tehlikeli olduğunu bildirdi.[94]  

El-Kurtûbi bu âyetin tefsirinde şunu söylüyor:

«Kitab ehlinden afifelerle evleniniz» hükmü indiği zaman, kitab ehli kadınlar: «Eğer Allah bizim dinimize razı olmasaydı bizim nikâ­hımızı sizin için helâl kılmazdı.» dediler. Bunun üzerine «Kim ki ima­nı inkâr ederse (yani Hz. Muhammed'e ineni inkâr ederse) onun ame­li yanmıştır, o âhirette zarar edenlerdendir» âyeti nazil oldu.

İbni Abbas ve Mücahid'den gelen rivayette âyetteki İMAN kelime­si, «Allah ile tefsir edildi». Bu takdirde âyetin mânâsı, «Kim ki, Allah'ı inkâr ederse...» demek oluyor. Hasan bin Fadl, eğer bu rivayet sıh­hatli ise, imandan maksad «imanın rabbi» demektir. «Kim ki imanı inkâr ederse yani imanın rabbini inkâr ederse» demek oluyor. Ebul-Hasan El-Eş'a'rî «Cenab-ı Hakka, îman demek caiz değildir. Haşeviler ve Salimiyeler ancak böyle demiştir. Çünkü îman    «Âmene-yuminu» fiillerinin maştandır. Onun ismi faili mümindir. îman tasdiktir. Tas­dik ancak kelâm olur. Cenab-i Hak kelâm olamaz» buyuruyor.

El-Hazin; tefsircilerden biri: «Allah'ın haram kıldığım helâl, he­lâl kıldığını haram bilen ve.Allah'ın indirdiğinden bir şeyi inkâr eden Allah'ı inkâr etmiş olur. Daha önceki ameli yanar. Eğer tevbesiz ölür­se âhirette zarar edenlerden olur» dedikten sonra; bu şart (yani eğer tevbesiz ölürse şartı), lâzımdır. Çünkü kişi ölümden önce tevbe edip îman ederse, tevbesi kabul, îmanı da doğru olur dedi» diye nakil ya­par.[95]

 

Meal

 

(6) Ey îman edenler! Namaza durmak istediğiniz zaman yüzle­rinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız. Başlarınızı mesnediniz. Ayaklarınızı topuklara kadar yıkayınız. Eğer cünüb iseniz iyice (yıka­nıp) temizleniniz. Eğer hasta veya yolda İseniz veyahut herhangi bi­riniz ayak yolundan gelirse veya kadınlara dokunmuş iseniz bir su da bulamadığınızda temiz bir toprakla teyemmüm, ediniz. Ondan yüzleri­nize ve ellerinize sürünüz. Allah size herhangi bir darlık vermeyi iste­mez. Fakat şükredesiniz diye sizin iyice temizlenmenizi ve size nimeti­ni tamamlamayı ister.»

(7) Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetlerini «işittik ve itaat et­tik» dediğiniz zaman, sizi bağladığı o misakım (yeminli olarak sizden, aldığı o sözü) hatırlayınız. Allah'tan sakınınız. Şüphesiz ki Allah sine-Ierdekini bilicidir.»

(8) Ey îman edenler! Allah için dosdoğru durun. Adaletle şahid olunuz. Bir kavimden öfkelenmeniz, sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adalet ediniz. Adalet takvaya daha yakındır. Allah'tan sakınınız. Şüb-hesiz ki Allah yaptığınızdan  haberdardır.»

(9) Allah îman edip salih ameller işleyenlere, bir mağfiret ve büyük bir ecir vaadetti.» [96]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(6) Namaza durduğunuz zaman» dan maksad, namaza durmak istediğiniz zaman demektir. Nitekim «Kur'an'ı okuduğunda Allah'a sı­ğın.» Yani okumak istediğin zaman Allah'a sığın demek olduğu gibi «Davudi-Zahiri» «Bu âyetin zahiri delâlet eder ki, her namaz için yeni bir abdest almak farzdır» dedi. Sahabeler ve sahabelerden sonra gelen İslâm âlimlerinin cumhuru bir tek abdestle birçok namazın kılınması­nın caiz olduğunu savunmuşlardır. Buna göre âyetin zahiri şöyle tevil edilir: «Abdestsiz olduğunuz zaman namaz kılmayı irade ederseniz ab­dest alınız.» Bu, Kur'an'ı Kerimin kısaltma sanatı ar ındandır. Çünkü mânâ ibarenin üzerine delâlet ederse, ibare kısaltılır. Kur'an'da bu tür ibareler çok geçer. Evet Resûl-ü Ekrem, Hendek gününde, dört nama­zı bir abdestle kılmıştır. Ebu-Hureyre rivayet ediyor: Cenab-ı Peygam­ber buyurdu: «Herhangi birinizin abdesti bozulduğu zaman, abdest al­madıkça namazı kabul değildir.» Hadisi Müslim ve Buhari ittifakla sa­hihlerinde rivayet etmişlerdir. [97]

 

Bir Müslümana Ne Zaman Abdest Farz Olur?

 

Bazı müfessirler de «uykudan namaza kalktığınız zaman, abdest alınız» şeklinde âyeti yorumlamışlardır. Bazıları da «Buradaki emir, emri nedbidir» yani namaza kalkan bir insan abdestü dahi olsa yeni­den abdest alması mendubtur. Bu görüşe, İbni Ömer'den gelen şu ha­dis delâlet eder: «Kim ki abdestli olduğu halde ikinci bir abdest alırsa, Allah ona on hasene yazar.» Hadisi Tirmizi rivayet etmiştir.

Bazıları da, bu âyeti celîiede Cenab-ı Hak, Peygamberine: «Nama­za kalkmadığın zaman, senin abdestli olman sana farz değildir» diye ilân etmiştir. Bana da İbni Abbas'tan gelen şu hadis delâlet eder: «Re-sûlüllah, bir gün heladan çıktı. Ona yemek getirildi. Ve Resûlüllaha sa­na abdest suyu getirelim mi, yemek yemezden önce abdest almayacak mısın? diye soruldu. Cenab-ı Peygamber: «Ben namaza kalkmak iste­diğim zaman abdest almakla emrolunmuşum.» cevabını verdi. Hadisi Müslim rivayet etmiştir. Ayete getirilen yorumların en iyisi ilk yo­rumdur.

Bu âyette abdestin dört tane farzı zikredilmiştir:

a) Yüzün yıkan­ması,

b) Kolların dirseklere kadar yıkanması,

c) Başın meshedilrnesi,

d) Ayakların topuklarla beraber yıkanmasıdır.

îmam Şafiî, abdestte niyet getirmek ve tertib de vacibtir diyor. Ni­yetin vucubuna dair bu âyetle istidlal ediyor. Delili şöyledir: Abdest emredilmiştir. Her emredilenin niyet edilmesi farzdır» dedi. Bir de İmam Şafiî'nin niyetin farz oluşuna dair delili Ömer bin Hattab'ın (R.A.) Müslim ve Buhari'de rivayet edilen hadisidir: «Allah'ın Resulü buyurdu: «Ameller, ancak niyetlerle vardır. Her kişi için ancak niyet ettiği vardır.» Abdest ise, amellerdendir. Öyleyse onun da niyeti olma­lıdır» dedi.

Abdest, me'muru binidir, (emrolunmuştur) ve dinin emirlerin-dendir dedik. Çünkü Cenab-ı Hak, «El-Beyyine» sûresinin 5. âyetinde «Halbuki onlar ancak Allah'a, onun dininde ihlas sahihleri olarak (di­ğer batıl dinlerden) İslama yönelerek ibadet etsinler, namazı gereği üzere kılsınlar ve zekâtı versinler diye emrolunnı uslardır.» buyuru­yor. «ÎHLAS» ise, halis niyetten ibaretti. Niyet halis olursa, muteber olur. Niyetin aslı, Allah'a insanı yaklaştıran bütün amellerde mute­berdir. [98]

 

İmam Ebu Hanîfe'ye Göre Abdesttn Farzları

 

imam Ebu-Hanife abdestde «Niyet vacib değildir» Çünkü Cenab-ı Hak, dört azanın yıkanmasını bu âyette şart koşmuştur. Niyeti bura­da vacib kılmamıştır. Niyeti vacib kılmak, âyete fazlayı katmaktır. Nassın üzerinde fazlalık ise, neshtir. Kur'an'in neshi haberi vahid ve­ya kıyasla caiz değildir» dedi. İmamı Şafiî İmam Azam'a şu cevabı verdi: «Biz Kur'an'ın delâleti ile abdeste niyeti farz gördük. Çünkü Cenab-ı Hak «El-Beyyine» sûresinin beşinci âyetinde, (biraz önce nak­lettiğimiz gibi) ihlâsı (katkısız niyeti) emrediyor» dedi. [99]

 

Abdestte Yüzün Hududları

 

Yüzün, uzunlaması; baş tüylerinin bitiminden çene kemiklerinin bitiştikleri noktaya kadardır. Enlemesi; kulaktan kulağa kadardır. Bu hududlar dahilinde kalan kirpikler, kaşlar, bıyıklar, çene çukurunda bulunan bütün tüylerin altını yıkamak vacibtir. Sakala gelince, eğer çok gür ve tüyler altındaki deriyi göstermiyorsa, zahirini yıkamak va­cib olur. Altını yıkamak vacib değildir. Eğer hafif ise, altım yıkamak vacib olur. Yüzün hududunu aşmış sakal kısmının üzerinden suyu ge­çirmek vacib değildir. Çünkü İmam Azam, başın    hududunu aşmış, > saçların meshedilmesi vacib değildir, diyor. Fakat ikinci bir görüş var­dır: «Sakalın hududunu aşmış kısmının zahiri üzerinden suyu geçir­mek, yani meshetmek vacibtir.» Cumhuru ulemaya göre, dirsekler, el­lere dahildir. Ellerle beraber yıkayacaklardır. İmam Malik, ŞaT>İ, Zü-fer ve Ebubekr Bin Davudi Ez-Zahirî'den gelen nakle göre, dirsekler gusle dahil değildir. Yani yıkanması vacib değildir. İbni Csrir Taberi, mezhebi Şafiî olduğu halde, bu görüşü seçmiştir. İmam Malik ve onun görüşüne katılanların delili, âyetteki «İLA» kelimesi, gayenin son hu­dudunu belirtiyor. Gaye daima muğayyadan hariçtir. Nitekim Cenab-ı Hak başka bir âyette: «Orucu geceye kadar tamamlayın» (El-Bakara: 187) buyuruyor. Gece, oruca dahil değildir. Had, mahduda dahil olamaz. Cumhurun delili ise, «İLA» kelimesi âyette «MEA» kelimesinin mânâsı olan beraberliği ifade eder. Nitekim Cenab-ı Hak, şu âyette: «Onların mallarım, mallarınızla beraber yemeyiniz» (Nisa: 2) İLA'yı-«MEA» mânâsında kullanmıştır. Ebu Hureyre'nin hadisi bu mânâyı takviye etmektedir. Rivayete göre Ebu Hureyre yüzünü yıkarken hu-dudlan içinde bulunan bütün yüzünü yıkadı. Sonra sağ elini de sol elini de ta pazuya kadar yıkadıktan sonra buyurdu: Resûlüllah'ı gör-dürn böyle abdest alıyordu.

Biz de deriz ki; had, mahdudun cinsinden olursa, ona dahildir. Nitekim burada böyledir. Zira dirsek elin cinsindendir. Ama oruç me­selesinde gece gündüzün cinsinden değildir. [100]

 

Başın Mesih Miktarı

 

Başın meshi miktarında, âlimler ihtilâf etmişlerdir: Malike göre, bütün başın meshedilmesi farzdır. İmam Ahmed'in bir rivayeti de böy­ledir. İkinci rivayet ise, ekserisinin meshedilmesi farzdır. Ebu Hani-fe'ye göre dörtte birinin meshedilmesi farzdır. İmam Ebu-Hanife'nin diğer bir rivayetine göre, üç parmak kadar meshedilmesi farzdır. İmam Şafiî; az bir miktarın meshi dahi kâfidir demiştir. Her görüşün delil­leri vardır. Ebu Hanife, Muğire bin Şu'be'den gelen hadise yapışmıştır. «Resûl-ü Ekrem abdest aldı. Nasiyesini mesnetti. Sangının ve mesleri-nin üzerini meshetti.» Hadisi Müslim ve Buharî ittifakla rivayet etti­ler. Hadisde bahsi geçen nasiye ise, başın dörtte biriyle takdir edil­miştir. [101]

 

Ayaklar Yıkanır Mı, Veya Mesih Mi Edilir?

 

Ayaklar topuklara kadar yıkanır. Bu hükümde de âlimlerin ihti­lâfı vardır; Acaba ayakların farzı mesh mi veya yıkanmak mıdır? İbni Abbas'tan gelen bir rivayete göre; «Abdest, iki yıkanma, iki mesihten ibarettir.» deniliyor. Bu, aynı zamanda Katade'den de rivayet ediliyor, Enes'ten gelen rivayete göre: «Kur'an-ı Kerim ayakların mesh in i, Sün-neti-seniyye de yıkanmasını getirdi.»

İkrime; «Ayaklarda yıkanmak yoktur. Onların hakkında mesh na­zil oldu» diyor. Şabi'den gelen rivayete göre: «Mesh ancak ayaklar üze­rinde olur. Görmez misin, yıkanması gereken azaların üzerinde te­yemmüm kılındı. Meshedilen azalar ise, teyemmümde serbest bıra­kıldı.»

Şia'nın (imamiye) mezhebine göre, ayaklarda mesh vacibtir. Fa­kat sahabe, tabiin ve onlardan sonra gelen âlimler, dört nıezheb imam­ları ve onların arkadaşları ayakların farzının yıkanmak olduğunda \i ittifak ettiler. Davudu zahiri hem yıkamanın, hem de meshetmenin farz olduğunu söyledi. Hasan Basri ve Muhammed bin Cerir Taberi: «Mükellef bir insan isterse ayaklarını yıkar, isterse mesheder» dediler. Bu ihtilâfın sebebi, kurranın bu harfteki değişik okuyuşudur. Zira Na-fi, İbni Amr, Kissai ve Hafs Asım'dan «Erculekum» kelimesinin lamın fethiyle okumuşlardır. Ve «Eydiyeküm» üzerine atfet­mişlerdir. Binaenaleyh mânâsı takdim olunan muahhar (sonra getiri­len) dan olur. Mânâ şöyle olur: «Yüzleriniz ve dirseklerle beraber elleri­nizi ve topuklarla beraber ayaklarınızı yıkayınız, başlarınızı mesnedi­niz.» Bu kıraatin sahibleri, «Cenab-ı Hak ayakların yıkanmasını kul­larına emretmiş, mesh in i emretmemiştir. Buna, Resulü Ilalr m, E sha bi­nin tabiinin ve onlardan sonra gelenlerin icraatları da delildir» demiş­ler.

İbni Kesir, Ebu Amr, Hamza ve Ebu Bekr Asım'dan «Erculi» ke­limesinin lamın kesriyle okunduğunu ve (Rüusi) üzerine atfedildiği­ni rivayet ettiler.

Nasb (üstün) ile okumaya gelince, onun mânâsı zahirdir. Çünkü yıkanmış azaların üzerine atfedilir. O vakit cumhurun mezhebine göre, ayaklann yıkanması farz olur. Onlara muhalefet edenin muhalefe­ti hiçbir zarar vermez, yani kıymet taşımaz.

Kesre (yani erculi) kıraatma gelince, onun mânâsında ve ceva­bında ihtilâf vardır: Ebu-Hâtim, İbnul Enbarî ve Ebu-Ali, «Kesreyle okunduğu zaman, meshedilenin üzerine atıf edilir. Ancak ayaklardaki mesihten maksad, yıkamaktır» dediler.

Ebu Zeyd: «Mesh hafifçe yıkanmaktır» dedi. Çünkü araplar «Na­maz için mesnettim» derler. Yani hafifçe abdest aldım. Ve yine «Getir namaz için, kendisiyle meshedeceğim şeyi» derler. Yani hafifçe abdest te kullanacağım suyu getir, demektir. Ebu-Hâtim, ibareye bu tefsiri ve­riyorum. Çünkü abdest alan bir kimse, azalarına suyun dökülmesine razı olmaz, ki, yıkanmakla beraber azalarım iki eliyle ovalasın! Böylece ha-fifden geçirildiğinden ötürü yıkanmaya mesh denilmiştir. Bu tefsire binaen, baş ve ayaklar, ikisi de meshedilmiş sayılırlar. Ancak başm meshi daha hafiftir.

«Ayaklardaki mesihten gaye, yıkanmaktın) hükmüne delâlet eden delillerden birisi de tahdidin (topukîara kadar) zikridir. Çünkü Ce-nab-ı Hak topaklarla beraber diyor ve yıkamanın hududunu belirti­yor. Hududun belirtilmesi ise, ancak yıkanılan azada gelmiştir. Mes-edilen azada gelmemiştir. O halde burada tahdid, meshle beraber geldiğinde bîlindiki ayak meshi yıkama hükmündedir.

Alimlerden bir cemaat «Ercul» (ayaklar) kelimesi zahirde «Ruus» (başlar) üzerine atıftır. Fakat murad orada yıkanmaktır. Çünkü ba­zen birşey başkasının üzerine atfedilir, fakat hüküm onlarda değişik­tir, demişlerdir. Nitekim şair «Keşke senin kocan sabahlanıp kılıcı ve mızrakı taksaydı» demiş. Oysa mızrakta takmak yoktur. O ele alınır. Ancak kılınç takılır. Ve nitekim başka bir şair «Ben ona saman ile sa-vuk su yedirdinı» diyor. Oysa soğuk su yedirilmez içirilir. Ayette de: «Başlarınızı mesnediniz, ayaklarınızı yıkayınız» demek oluyor. Yıkan­mak zikredilmediğinden, «Ercul» kelimesi zahirde «Ruus» kelimesi üzerine atfedildiğinden ve âyetin mefhumundan ayaklann yıkanması­nın gerekli olduğu anlaşıldığından dolayı bu kadar kâfi gelmiştir. Ayaklann abdestte yıkanmasına dair varid olan sıhhatli hadislerden de yıkanmasının gerekli olduğu anlaşılmaktadır.

«Erculi» kelimesini lamın kesresiyle okuyup «Bu kesre komşuluk kesresidir» diyen bir kimse araplram şu darbımeseliyle istidlal ediyor: «Cuhru Dabbın Haribin» veya «harbin.» İşte harbin kelimesi, «Cuhru» kelimesinin sıfatı olduğu halde «Dabbin» kelimesinin kom­şusu bulunduğundan mecrur (esre ile) okunmuştur. Darbı meselin mânâsı, «Kertenkelenin bozuk yuvasıdır.» demektir. Fakat bu tevil gü­zel değildir. Zira komşuluk kesri, ancak şiir darlığında ve iltibastan emin olunduğu yerlerde olur. Bir de burada «Harib» kelimesi zaten «Debbin» kelimesinin sıfatı olamaz. Ancak cuhru kelimesinin sıfatı­dır. Bir de, komşuluk kesri atf harfiyle olmaz. Atf harfiyle olanları araplar kullanmamışlardır.

«Topuklara kadar» tâbiri, ayakların yıkanmasının farz olduğuna delil olduğu gibi, topukların da onlarla beraber yıkanmasının farz ol­duğunun da delilidir. Zira burada da «ÎLA» «MEA» mânâsındadır. Ni­tekim eller âyetinde MEA mânâsında olduğu gibi. Bu takdirde âyetin mânâsı «Ayakları topuklarla beraber yıkayınız» oluyor. Ayette topuk diye tefsir ettiğimiz  Kâ'beyın  kelimesi, ayak ile baldırın ayrıldı­ğı noktada bulunan iki çıkık kemikler demektir. Bu, hem ehli fıkıhın hem de ehli lügatin tefsiridir. Şia'lar ise, ayakların meshedilmesini söyledikleri için âyetteki «kaab» kelimesi ayak üstünde yuvarlak olan kemik demektir diyorlar. Fakat eğer onların dediği gibi o kemik ol­saydı, her ayakta bir kâb olması gerekirdi. Bu takdirde âyeti celîle §, «Topuklara (Kiab') kadar ayaklarınızı yıkayınız» demeli idi. Nitekim ellerde «Ellerinizi dirseklerle beraber yıkayınız» diyor. Madem ki ayak­lar bahsinde «ayaklarınızı iki topukla beraber yıkayınız» deyip her ayak için «iki topuk» tâbirini kullanıyor, o halde anlaşıldı ki, her ayağın iki topuğu vardır. Böylece Şia'nın tefsiri iptal ve cumhurun kavli de sabit olmuş oluyor.

Daha önce bu âyette abdestin dört tane farzı zikredilmiştir. Yüz dirseklerle beraber eller, başın meshi ve topuklanyla beraber ayakla­rın yıkanmasıdır. İmam Şafiî'nin «Bu âyet niyetin vucubuna delâlet eder» dediğini de söyledik. Bu da beşinci bir farz oldu. İmam Şafii, Ma­lik ve Ahmed, âyette zikredildiği gibi tertibin  yani evvelâ yüz, son­ra el, sonra baş, sonra ayak yıkanması abdest azalarında farz oldu- l ğunu söylemişlerdir. Böylece abdestte tertib de altıncı farz oldu.

İmam Ebu-Hanife «abdestte tertib vacib değildir» dedi. İmam Şa­fîi buna karşı bu âyetin tertibini gösterdi. Bir de Resûl-ü Ekremin, haccetulvedâ'da «Allah ne ile başlamış ise, ben de onunla başlarını» dediğini delil olarak getirdi. Bir de Resulü Ekrem'in abdestteki hare­ketleri daima tertipli olarak varid olmuştur. Ne Resulü Ekrem'den ne de sahabelerin hiç birinden tersinden abdest aldığı yani ayaklarını yı­kamakla başladığı sabit olmamıştır. Veya âyette olduğu gibi değil de bir azayı diğerinden önce yıkadığı sabit değildir. Böylece abdest fiille­rinin tertibi, Cenab-ı Hakkın emrettiği şekilde sabit olmuştur. Ebu Ha-nife de, bu âyetle mezhebine delil getirerek demiştir ki: «Vav» harfi tertibi icabettirmez. Eğer «VAV» harfi tertibi gerektirir desek, nassa fazlalık getirmiş, oluruz, bu da caiz değildir. Ebu-Hanife'ye, Resulü Ek­remin âyetteki tertibin haricinde abdest aldığı naklolunmamıştır ce­vabı verilmiştir. [102]

Hanefilerin bu cevaba verdikleri cevabın tafsilâtını istiyen FIKIH kitaplarının uzunlarına baksınlar.. [103].

 

Abdestin Sıfatı

 

Abdestin sıfatı hakkında varid olan hadisler:

Buharı ve Müslim ittifakla rivayet ettiler: Hz. Osman'ın azadlısı Hamran rivayet ediyor: «Hz. Osman abdest suyu istedi, bir kap su ge­tirdiler. Üç defa ellerinin üzerine döküp ellerini yıkadı. Sonra sağ elini kaba daldırdı, mazmaza (ağıza su vermek) ve istinşak (buruna su ver­mek) yaptı. Sonra burnunu temizledi. Sonra üç defa yüzünü ve iki eli­ni dirseklerle beraber yıkadı. Sonra başını mesnetti. Sonra ayaklarını topuklarla beraber üç defa yıkadı. Sonra dedi ki: Resûlüllah'ı gördüm Benim bu abdestime benzer şekilde abdest aldıktan sonra buyurdu: «Kim kî, benim bu abdestime benzer bir şekilde abdest alırsa, sonra iki rekât namaz kılar ve o iki rekâtın içinde nefsine dünya hadiselerin­den (veya vesveselerinden) birşey gelmezse, onun geçmiş günahının tamamı affolunur.»

Yine Müslim ve Buharî'nin ittifakla rivayet ettiği bir hadis: Abdullah bin Zeyd bin Asım El-Ensarî rivayet ediyor: Ona, «Bize Resûlüllah'ın abdesti gibi abdest al, dediler.» Bunun üzerine bir kab su istedi. Ondan üç defa ellerine su döküp yıkadı. Sonra elini kaba sokup su avuçladı. Bir avuçla üç def a mazmaza ve istinşak yaptı. Sonra elini tekraren kaba daldırdı. Su çıkardı. Yüzünü üç defa yıkadı. Sonra elini kaba sokup su çıkardı. Ellerini dirseklerle beraber ikişer ikişer defa yıkadı. Sonra elini sokup su çıkardı. Başını meshetti. İki elini önden tutup arkaya götürdü. Ve ayaklarını topuklarla beraber yıkadık- & tan sonra: «Resûlüllah'ın abdesti böyle idi» dedi. Bir rivayette: «Elle­rini başın meshinde arkaya doğru götürdükten sonra arkadan da öne doğru getirdi. Başladığı noktada durdu.»                                                  

Abdulhayr diyor ki: Hz. Ali bize geldiğinde namaz kılmıştı. Su is­tedi, acaba namazı kıldığına göre suyu ne yapacaktır? Onun maksadı an­cak bize (abdest almayı) öğretmektir, dedik. Bir su dolu kab getirildi. Su kabından sağ eline döktü. Onunla üç defa iki elini yıkadı. Sonra üçer defa mazmaza ve İstinşak yaptı. Mazmaza yaptı, avucuna bıraktı tek­rar onunla mazmaza yaptı. Sonra yüzünü üç, sağ elini üç ve sol elini üçer defa yıkadı. Sonra elini kaba daldırdı. Başını bir defa meshetti. W Sonra sağ ve sol ayağını üçer defa yıkadı. Sonra buyurdu: «Kim ki Re-sûlüllah'ın abdestini öğrenmek istiyorsa işte, o abdest budur.» Hadisi, Ebu Davud rivayet etmiştir.                                                                   

Abdullah bin Âmr bin As'dan rivayet ediliyor: Bir kişi Resûlül-lah'a geldi: «Ey Allah'ın Resulü! Abdest nasıl alınır?» sordu. Resûlül- | lan: «Su kabım istedi. Önce iki elini üçer defa yıkadı. Sonra yüzünü ve kollarım üçer defa yıkadı. Sonra başım meshetti. Sonra küçük par­maklarını kulaklarına sokup, onlan meshetti. Sonra baş parmağıyla kulaklarının dış kısımlarım meshetti. Sonra ayaklarım üçer defa yı­kadıktan sonra: İşte abdest böyledir. Kim ki bunun üzerine fazlalaştırır veya eksiltirse, o kötülük yapmış ve zulmetmiş olur» dedi. Veyahut «zulmetmiş olur, kötülük yapmış olur» şeklinde söyledi. Hadisi, Ebu Davud rivayet etmiştir.

îbni Abbas'tan gelen bir hadis:                                                       

«Resulü Ekrem, başının ve kulaklarının dış kısımlarını ve içlerini meshetti.» Hadisi, Tirmizi rivayet ve tashih etmiştir.

Müslim ve Buhari ittifakla   Ebu Hureyre'den   rivayet ediyorlar:

«Resûlüllah, topuklarını yıkamayan bir kişiyi gördü. Bunun üzerine: «Topuklar için ateşten azab var.» dedi.

Müslim Cabir'den rivayet etti: «Bana Ömer bin Hattab dedi: Bir kişi abdest aldı. Bir tırnak yeri kadar ayağının üzerinde kuru bir yer bıraktı. Peygamber onu gördü. Ve: «Dön ve güzel abdest al.» diye o adanla emretti. Adam dönüp abdest aldı. Sonra namaz kıldı.» Hadisi Müslim rivayet etmiştir.

Halid ashabın bazılarından rivayet ediyor. «Resulü Ekrem, bir ki­şiyi gördü. Namaz kılıyordu. Ayağında bir dirhem kadar yıkanmamış yer vardı. Cenab-ı Peygamber, ona abdestini ve namazını yenilemesi­ni emretti.» Hadisi Ebu Davud rivayet etti.

Müslim ve Buharı Abdullah bin Amr bin As'tan ittifakla rivayet ediyorlar:

«Resulü Ekrem bir yolculukta (herhangi bir sebebten) geride kal­mıştı. Sonra gelip bize yetişti. Bizim de namaz vaktimiz geldiğinden, abdest alıyorduk. Ayaklarımızın üzerini meshediyorduk. Bize iki veya üç defa tekrar ederek yüksek sesle «esledi: «Topukların vay haline, ce­hennemden (ateşten)» Yani ayaklar üzerindeki meshi yasakladı. Yı­kmayı emretti..

İbni Abbas (R.A.)'dan gelen bir hadis:

«Resûl-ü Ekrem birer defa yıkamak suretiyle abdest aldı.» Buharî

hadisi rivayet etmiştir. Bir defa yıkamak kâfi gelir diyen görüşün de­lilidir bu hadis...

Ebu Hureyre'den gelen bir hadis:

«Resûlüllah ikişer ikişer defa abdest aldı.» Hadisi Ebu Davud ve Tirmizi rivayet etti.

Ebu Hureyre'den gelen bir hadis:

«Resûl-ü Ekrem üçer defa üçer defa abdest aldı.» Hadisi Müslim

rivayet etmiştir. En mükemmel şeklin delilidir bu hadîs...

Yine Müslim, Akabe bin Âmr'dan rivayet ediyor: «Deve çobanlığı bizim boynumuzdaydı. Benim sıram gelmişti. De­veleri akşam üzeri götürdüm. Resûlüllah'a yetiştim. Ayakta, halkla ko­nuşuyordu. Onun şu sözünü işittim:

«Herhangi bir müslüman, abdest aldığında güzelce abdest ahrsa, sonra kalkıp o abdestle iki rekât namaz kılarsa, hem kalbi hem de yü­züyle (özü ile) o iki rekâta yönelirse, bu kişiye cennet vacib olur.» Ben de «Bu ne güzel bir şeydir» dedim. Önümde duran bir zat «Bun­dan önceki konuşma (veya müjde) daha da güzeldi.» dedi. Kimdir bu zat diye baktım. Hz. Ömer olduğunu gördüm. Hz. Ömer (»ana: «Senin yeni geldiğini görüyorum. O, önceki söz şuydu: Sizden herhangi bir kimse, abdest alırken, abdestinde mübalâğa ederse, (yani azalan sonu­na kadar yıkarsa veya abdest i tam alırsa) sonra «eşhedüenlâilâhe il­lallah ve enne Muhammeden abduhu ve Resûlühu» (Allah'tan başka mabudun olmadığına, Muhammed'in Allah'ın abdı ve elçisi olduğuna şahidlik ediyorum) derse, ona cennetin sekiz kapısı açılır. Dilediği ka­pıdan cennete girebilir.»

Müslim Ebu Hureyre'den rivayet ediyor:

«Müslüman veya mümin bir kul, abdest aldığında, yüzünü yıkadı­ğı zaman, onun yüzünden iki gözüyle bakmış olduğu bütün hatalar su ile beraber çıkar (veya suyun en son damlasıyla çıkar.) Ellerini yıka­dığı zaman, elleriyle yapmış olduğu bütün hatalar su veya suyun en son damlasıyla çıkar. Ayaklarını yıkadığı zaman, ayaklarla yürüyüp yaptığı bütün hatalar su veya suyun en son damlasıyla çıkar. Kişi gü­nâhlardan tertemiz oluncaya kadar bu devam eder.»

Müslim ve Buharı ittifakla Nuayîm bin Abdullah El-Mecmer'den o da Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir: Resûl-ü Ekrem, «Benim ümme­tim kıyamet gününde abd estin etkisinden dolayı «ğurru-muhaccel» (Yani ayaklar, elleri ve yüzleri beyaz) olarak anılırlar. Sizden kim ki, beyazlığını uzatmak istiyorsa, onu (abdest azalarım tam mânâsıyle yı­kamak suretiyle) yapsın.»

Başka bir rivayette: «Ebu-Hüreyre*yi gördüm, abdest alıyordu. Yü­zünü hudüdları taşıracak şekilde yıkadı. Sağ, ve sol ellerini ta pazuya kadar yıkadığını gördüm. Başını meshettikten sonra sağ ayağını tâ baldırına kadar yıkadı. Sonra sol ayağını ta baldırın başladığı nokta­ya kadar yıkadı. Sonra buyurdu: «Ben Resûlüllah'in böylece abdest al­dığını gördüm.» Ve buyurdu: «Siz, kıyamet gününde abdesti tam yap­tığınızdan ötürü «ğurru-muhaccel»siniz. (Yani ayaklarınız, elleriniz ve yüzleriniz parlayacaktır.) Sizden bunu uzatmak isteyen varsa gücü yettiği kadar onu uzatsın.»

Müslim'in bir rivayetinde: «Ben dostum Resûlüllah'tan dinledim. «Abdest suyu, hangi azaya kadar giderse müslümanın kıyamet gü­nündeki hilyesi (nuru ve süsü) de oraya kadar gider» dedi.

tbni Ömer'den gelen bir hadisde Resulü Ekrem, «Kim ki abdestli olduğu halde, ikinci defa abdest alırsa, Allah o ikinci abdestte on ha-seneyi onun için yazar.» Hadisi Tirmizi rivayet etmiştir.

Ebu Hureyre'den gelmiştir: «Abdesti olmayanın namazı olmaz. Al­lah'ın ismini anmayanın abdesti olmamıştır» Hadisi Ebu Davud ve İb-ni Mace rivayet etmişlerdir. [104]

Müslim, Ebu Davud, Tirmizi ve Nesei Bureyde'den rivayet ettiler: «Resril-ü Ekrem her namaz vakti gelince abdest alıyordu. Feth günün­de abdest aldı. Mestlerinin üzerine mesnetti. Beş vakit namazı bir tek abdestle kıldı. Hz. Ömer: Ey Allah'ın Resulü! Sen daha Önce yapmadı­ğın birşeyi yaptın. Resûl-ü Ekrem: «Ya Ömer ben kasten bunu yap­tım» buyurdu. Yani ümmetime bu ruhsatın olduğunu bildirdim. Her­hangi bir mahzurun olmadığını tebliğ ettim...

İmam Ahmed, Ebu Davud, İbni Cerir, İbni Huzeyme ve İbni Hib-ban, Hakim ve Beyhaki Abdullah bin Hanzele, «El-Ğasil)>den rivayet ettiler: «Resûl-ü Ekrem, ister abdestli olsun ister olmasın, her namaz için abdest almakla emrolundu. Bu, Resûlüllah'a ağır geldiğinde her namaz vaktinde misvak kullanmakla emrolundu. Fakat her namaz için abdest almasının farziyeti kalktı. Ancak abdesti bozulduğunda ab-destlenmesi farz olarak kaldı.» [105]

 

Ayağın Yıkanması İçin Hz. Ali Ne Dedi?

 

Said bin Mansur, İbni Menzur ve İbni Ebi Hatim Hz. Ali'den ri­vayet ettiler. Hz. Ali «Ercüle» kelimesini üstünle okuyarak buyurdu. «Burada Rabbimiz yıkanmaya dönüş yaptı.» Yani daha önce yüzün ve ellerin yıkanmasını söyledi. Sonra başın meshedilmesini araya sok\ü. Tekraren ayakların yıkanması hükmünü iade etti. İbni Mesud'dan rivayet edilen  bir hadise göre İbni Mesud,

«Erculekum» kelimesini (üstün) ile okumuştur.[106]

 

Mestlere Mesih Etmek

 

Taberi, El Evset'de Berra bin Azib'den rivayet etti. «Resûl-ü Ek­rem, Maide sûresinin inişinden önce de, olduğu gibi, inişinden sonra da, ölünceye kadar mestler üzerinde mesh yapardı.»

Müslim, Buharî ve Beyhaki, Cerir'den rivayet ediyorlar. «Cerir, kü­çük suyunu döktükten sonra, abdest aldı. Ve mestlerin üzerine mesh yaptı ve dedi ki: Beni meshetmekten alakoyan hiçbir şey olamaz. Çün-fcü ben Resûlüllah'in meshettiğini gördüm.» Hazır olanlar sordular: tfta, belkide Maide sûresi inmezden Önce idi?» O cevab olarak dedi ki: «Ben ancak Maide'nin inişinden sonra müslüman oldum.» Yani on­dan sonra bunu görmüşümdür.

Abdurrezzak ve İbni Ebi Şeybe Cerir bin Abdullah'tan rivayet et­tiler: «Ben Resûlüllah'a vardım. Maide sûresi nazil olmuştu. Baktım İd Resûl-ü Ekrem mestler üzerine mesh yapar.»

İbn Adiyy Bilâl'dan rivayet etti: «Maide'nin inişinde Resûlüllah'ın mestler üzerinde mesih yaptığını gördüm.»

Yine İbni Adiyy Bilâl'den rivayet etti. Resûlüllah'tan dinledim: «Mestlerin üzerine mesh yapınız.»[107] 

Bazıları, «Ercül» kelimesi cerre ile okunursa bu, «Ayaklarda mest olduğu zaman onlara mesh veriniz» manasınadır. Biz bu kavli Resû-lüllah'tan aldık. Çünkü Resûlüllah'ın ayaklarında mest olduğu zaman ancak mestler üzerine mesh yapardı. Böylece Cenab-ı Peygamber, ken­di fiiliyle hangi zamanda ayak yıkanılır ve hangi hallerde ayağın üze­rine mesh yapılır, tesbit etti» dedi. Bu tefsir, güzeldir.

Eğer «Mestler üzerine mesh vermek hükmü Maide süresiyle neshe-dildiğini İbni Abbas söylemiştir. Ebu Hureyre ve Hz. Aişe de mest üze­rine meshetmeyi reddetmişlerdir. İmam Malik de bir rivayette inkâr etmiştir» diye itiraz edilirse cevabı şudur: Mestler üzerine mesh vermek bir çok sahabe ve tabiin tarafından tesbit edilmiştir. Hasan Basri: «Bana Resûlüllah'ın ashabından yetmiş kişi, mestler üzerine mesh yaptığını haber verdi.» Hammam'dan nakli sahihle gelmiştir ki: «Ce­rir küçük suyunu döktükten sonra abdest aldı. Ve mestlerinin üzerine mesh yaptı.»

İbrahim en-Nehai «Allah'ın Resulü, küçük suyu döktükten sonra abdest aldı ve mestlerinin üzerine mesh yaptı» dedi

İbrahim Nehai «Bu hadis, onları hayrette bırakıyordu. Çünkü Ce-rir'in müslüman olması Maide sûresinin nüzulünden sonradır. Bu bir nesstir. Onların söylediklerini reddeder. Onların El-Vakîdi rivayetin­den, Abdulhamid bin Cafer'den ve babasından «Cerir, Ramazanın on-altısında müslüman olmuştur. Oysa Maide sûresi, zilhicce'de ve Arafe gününde nazil olmuştur.» Rivayet ettiği hadis sabit olmamıştır. Zira bu âyetin sadece «Bugün, sizin için dininizi kemale erdirdim.» cümlesi orada nazil olmuştur.

Ahmed bin Hanbel: «Mestler üzerindeki mesih hususunda Cerir'in rivayet ettiği hadisi güzel görüyorum. Çünkü Cerir'in İslâmı Maide'­nin nüzulünden sonradır» dedi. Ebu Hureyre ve Hz. Aişe'den gelen ha­bere gelince; bu haber sıhhatli değildir. Bir de Aişe validemizin ka­tında bunun hakkında bir bilgi yoktu. Onun için kendisinden bu me­seleyi soranı Hz. Ali'ye göndererek: «Git Ali'den sor. Çünkü o, Resû-lüllah ile beraber seferlere çıkıyordu» dedi. Malik'in sözüne gelince, «Malik meshi inkâr etti» demek çirkin bir hükümdür. Sıhhatli değildir. Zira sahihi şudur ki, İmamı Malik sekeratta (yani ölüm döşeğinde iken) îbni Nafia şunu söyledi: «Ben kendim için ayak yıkamayı görü­yordum. Fakat mestlerin üzerine mesh yapan bir insanı boynuna farz olanın hususunda kusur yapmış olduğunu görmüyorum» dedi. Ahmed İbni Hanbel'in, İbni Vehb'den, Malik'ten «Ben ne hazerde ne seferde meshetmem» rivayet ettiği bu tefsir üzerine hamlolunur. Yani kendi nefsim için mesh etmem demektir. Yoksa meshetmek caiz değildir de­meyi kastetmiyor. İmam Ahmed; Malik'in bu sözü İbni Ömer'den ri­vayet edilen söz gibidir. Zira İbni Ömer, onlara mestlerinin üzerine meshetmeyi emretti. Fakat kendisi mestlerini çıkardı. Abdestini tam aldıktan sonra «Bana, abdest sevdirümiştir» dedi. Bunun benzeri Ebu Eyyûb'ten de rivayet edilmiştir, imam Ahmed: «Kim ki, Ibni Ömer'in, Ebu Eyyûb'un ve Malik'in mestler üzerine meshetmeyi terkettiği ka­bilden terkederse (yani mesh vardır fakat ben yapmıyorum derse), ona bîr itirazımız yoktur. Arkasında namaz kılarız. Ve onu ayıpsamı-yoruz. Ancak ehli bidatin yaptığı gibi, bunu, mestler üzerine mesih yoktur diye terkederse, biz böyle bir kimsenin arkasında namaz kıl­mayız. Allah daha iyisini bilir.»  [108]

Haricilerin İmam Malik'ten «Mutlaka mest üzerine mesh caiz de­ğildir» şeklindeki rivayetleri merdut ve münkerdir. Sahih değildir, Müslüman seferde ve hazerde mest üzerine mesh yapabilir. Çünkü mesh hakkındaki hadislerin çoğu seferde vaki olmuştur.

«Resûlüllah, bir kavmin mezbeleliğine gidip küçük su döktükten sonra abdest aldı ve mestlerinin üzerine meshetti» hadisi hazerde de meshin caiz olduğuna delâlet eder. Hadisi Müslim Huzeyfe tarikıyla rivayet etmiştir: «Resûlüllah ile beraberken onu gördüm. Bir kavmin bir duvarın arkasında olan mezbeleliğine vardı. Herhangi birimizin durduğu gibi durdu ve küçük taharetini boşalttı. Ben de Resûl-ü Ek­rem'den uzaklaşmıştım. Bana işaret etti. Ona geldim. Tam onun to­puklarının yanında durdum. İşi bitirinceye kadar devam ettik. Abdest aldı. Mestlerinin üzerine meshetti.» [109]

Şureyh bin Hanî'nin hadisi de bunun gibidir: Âişe validemize gel­dim. Mestler üzerine meshin olup olmaması hususunu ondan sordum. «Ebu Talib'in oğluna git, ondan sor. Çünkü o Resûl-ü Ekremle bera­ber sefere çıkıyordu» dedi. Bunun üzerine gidip Hz. Ali'den sorduk, buyurdular: «Resûl-ü Ekrem, misafir için üç gün geceleriyle beraber mesh etmeyi ruhsatlı kıldı. Mukim için de bir gün ve bir gece meshet­meyi ruhsatlı kıldı.»

Resûl-ü Ekrem hem hazerde, hem seferde mestler üzerine mesh yapardı.

İmam Malik'e göre mestler üzerinde mesh herhangi bir vakte bağ­lı değildir. İmam Malik'in bu görüşü, Leys bin Sad'ın da görüşüdür. İbnu-Vahbi İmam Malik'ten dinledim: Bizim memleketimizin ahalisi  (Medine halkı) nın nezdinde meshte vakit yoktur. Ebu Davud Ubeyy bin Ammar'ın hadisinde: «Ey Allah'ın Resulü! Ben mestler üzerine meshediyorum (olur mu?)» Cenab-ı Peygamber: «Evet (yap, olur) de­di.» Ubeyy: «Bir gün mü?» Cenab-ı Peygamber: «Bir gün.» Ubey: «İki gün mü?» Cenab-ı Peygamber: «İki gün.» Ubey: «Üç gün mü?» Ce­nab-ı Peygamber: «Evet, dilediğin kadar dedi» diye rivayet etti. Bir rivayette: «Evet sana ne kadar belirirse, o kadar.»

Ebu Davud: Bu hadisin isnadında ihtilâf olmuştur. Fakat bu ih­tilâf kuvvetli değildir, dedi.

Şafii, Ahmed bin Hanbel, Numan ve Et-Taberi, «Mukim bir kim­se, bir gün bir gece; misafir üç gün geceleriyle beraber mestlerini mesh edebilir.»

Şureyh'in hadisine ve ona benzer bazı hadislere binaen Harun Re­şide veya başka halifelere İmam Malik'in yazdığı risalede de bu, rivayet ediliyor. Fakat arkadaşları bu rivayeti inkâr ederler.

Bütün âlimlerin nezdinde abdest aldıktan sonra mestlerini giyen bir kimse mestler üzerine mesh yapabilir. Çünkü Muğire bin Şube: «Ben bir gece Resûlüllah ile beraber seferde bulunuyordum. Onun mestlerini çıkarmak istedim. Bana: «Ayaklarım tahir iken onları giy-mişimdir. Bırak çıkarma.» dedi.» Ve onların üzerine mesh yaptı. «Ta-hir iken onları giydim» ibaresinden maksad abdestli iken onları giy­dim demektir. Bütün ulema bunu böyle tefsir etmiştir.

Davudi Zahiri: «Taharetten murad, necasetten olan taharettir. Yani pislik falan yoktur demektir.» Binaenaleyh kişinin ayaklan temiz ve üzerinde necaset yokken mestlerini giyerse, onların üzerine mes-hetmesi caizdir» dedi. Yani Davudi Zahiri burada «Taharet» kelime­sinin abdest ile necasetten temizleme arasında müşterek olan mânâsı­na yapışmıştır. Bundan ötürü de bu şazz ve kaide dışı içtihadda bu­lunmuştur. Fakat onun içtihadı ümmet arasında me'mulunbih de­ğildir.

Îbni-Huveyzi Mendad'ın İmam Malik'ten rivayet ettiği gibi, mest­te delik de varsa, üzerinde meshedilebüir. Yani mestin giyilmesine ve istifade edilmesine mani olmayan bir delik varsa, bu delik meshetme-ye mani değildir. İmamı Malik'in bu içtihadına, Leys, Es Sevrî, Eş Şafîi ve Et Taberi katılmışlardır. Sevri ve Taberi'den, tamamen yırtılmış mestin üzerine meshetmenin caiz olduğu da rivayet edilmiştir. Evzai hem yırtılmış mestin üzerine meshedecektir, hem de ayağın görünen kısmına mesh verecektir, demiş. Bu, Taberi'nin kavlidir. Ebu Hanife, «Eğer delik üç parmaktan daha az ise mesh yapılabilir. Üç parmak delikten görünürse mesh yapılamaz.» îmanı. Azamın bu hududlandır-ması tevkife yani seleften gelen bir delile muhtaçtır. Acaba delil ne­dir? Malumdur ki, sahabelerin ve tabîinlerin mestleri ufak deliklerden boş değildi Cumhurun katında, bu, onların bu husustaki cevazı ver­melerinin delilidir.

İmam Şafii'den rivayet ediliyor: «Eğer delik ayağın ön kısmında ise, meslıi caiz değildir.»

Hasan bin Hay dedi: «Eğer mestin deliğinden görünen ayak kıs­mını çorap kapatıyorsa, mesh caizdir. Eğer, çıplak ayaktan bir şey gö­rünürse, meshedemez.»

Ebu Amr, «Bu, Hasan bin Hay ın «Çoraplara mesh verilir» mezhe­bine bina edilen bir fikirdir.» Hasan bin Hay: «Eğer çoraplar kaim ve su geçirmez ise, onlara mesh verilir dedi.» Bu görüş, aynı zamanda Sev-rî'nin Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'in de görüşüdür. Ebu Hanife ve Şafii'ye göre; çoraplara mesh vermek caiz değildir. Ancak çorapların altı deri ile kaplanmış ise, o zaman caizdir. İmam Malik'in bir görüşü de böyledir. İmam Malik'in ikinci bir görüşü vardır: Çoraplar deri ile kaplanmış olsa dahi onlara mesh verilmez.

Ebu Davud, kitabında Muğire bin Şube'den şu hadisi «Allah'ın Resulü abdest aldı. Çoraplar ve nalinler üzerine mesh yaptı» rivayet ettikten sonra şöyle devam etti: Abdurrahman bin Mehdi bu hadisi zikretmiyor. Çünkü Muğire'den geldiği bilinen «Allah'ın Resulü mest­ler üzerine meshetti» rivayetidir. Bu hadis Ebu Musa el Eş'ari'den, Re-sûlüllah'tan geldi. Fakat kavi ve muttasıl hadis değildir.

Ebu Davud, «Ebi Talibin oğlu Hz. Ali, Ebu Mesud, Berra bin Azib, Enes bin Malik, Ebu Ümame, Sehl bin Saad ve Amr bin Hureys: «Ço­raplar üzerine mesh yaptılar» diyor. Çorap üzerine mesh yapmak, Hz. Ömer ve İbni Abbas'tan da rivayet edilmiştir. Allah hepsinden razı olsun.[110] Ebu Davud Hz. Ali'den rivayet etti: «Eğer din rey ve fikirle olsay­dı, mestlerin içlerine (altlarına) mesh vermek, dışlarına (üstlerine) mesh vermekten daha iyi olurdu. Oysa ben Resûlüllah'ı gördüm. Mest­lerin dış kısımlarına mesh veriyordu.»[111]

 

Cünüblükten Yıkanmak Farzdır

 

(6) «Eğer cünub iseniz iyice temizleniniz..»

Vahb bin Humeyd'in tankıyla gelmiştir. Bu âyetteki «Fettaharu» (Feğtesîlu) (yıkanınız) manasınadır. İbni Ebi Şeybe Hz. Ömer'­den rivayet etti: Biz Resûlüllah'ın yarımdaydık. Güzel elbiseli güzel kokulu ve güzel yüzlü birisi Resûlüllah'a geldi. «Esselamualeyküm ya Resûlüliah» dedi. Cenab-ı Peygamber: «Ve aleyküm selâm» karşılığını verdi. Kişi: «Ey Allah'ın Resulü! Senin yakınına geleyim mi?» diye sordu. Cenab-ı Peygamber: «Evet, gel.» dedi. Adam, dizlerini Resûlül­lah'ın dizlerine yapıştıracak derecede yaklaştı. Ve sordu: Ey Allah'ın Resulü İslâm nedir?

Cenab-ı Peygamber: Namaz kılman, zekât vermen, oruç tutman, Allah'ın haram (Muhterem) beytini (Kâ'be'yi) ziyaret etmen ve cü-nüblükten gusul yapmalıdır.

Adam Cenab-ı Peygambere. «Doğru söyledin» dedi. Biz bundan daha acaib birşey görmedik. Bundan daha acaib bir kişi görmedik. Ye­min ederim, sanki o Resûlüllah'a meseleleri Öğretiyordu.»

Bu hadisden de cünüblüktejı yıkanmanın farziyeti anlaşılıyor.

Abd bin Humeyd Vehb bin Zimari'den rivayet ediyor.

Zebur'da: «Kim ki cünüblükten yıkanırsa, o gerçekten benim ku-lımıdur. Kim ki cünüblükten yıkanmazsa o gerçekten benim düşma-nımdır» diye yazılıdır. [112]  

Bu âyeti celîlede, Cenab-ı Hak, guslü hem erkeğe hem de kadına şart (ve farz) kılıyor. Fakat iki şartla. Ya meni çıkacaktır veya iki cin­sin sünnet mahalleri, (yerleri) birbirine girecektir. Sünnet mahalleri birbirine girdiğinde meni gelmese dahi, insan cünüb olur. Müslim ve Buharî ittifakla Aişe validemizden şu hadisi rivayet et­mişlerdir: «Resûlü-Ekrem cünüblükten yıkandığı zaman, evvelâ iki elini yıkıyordu. Sonra sağ eliyle, sol eline su döküyordu. Ön ve arkası­nı güzelce yıkıyordu. Sonra, namaza abdestlendiği gibi abdest alıyordu. Sonra parmaklarını suya daldırıp bedendeki tüylerin temellerini ka­rıştırıyordu. Sonra üç defa başına su avuçlayarak döküyordu. Sonra suyu cesedinin diğer kısımlarının üzerine  döküyordu. [113]

(6)  «Veya kadınlara dokunmuş iseniz...»

Bu âyetteki «Dokunma» cima mânâsına mıdır, yoksa elle veya be­denin başka parçalarıyla dokunmak mânâsına mıdır, diye ihtilâf var­dır.

Ubey de, Abdullah İbni Mesud'dan: «Kadını öpmek lems Olduğu gibi cimadan başka herşey lemstir.» diye rivayet etti.

îbni Ömer de böyle söyledi. Muhammed bin Yezid de bu görüşü ihtiyar etti. Çünkü âyetin başında cima edene vacib olan hüküm: «Eğer cünüb iseniz iyice yıkanınız» şeklinde söylenmiştir.

Abdullah İbni Abbas «lems, mess ve geşayan kelimeleri cima demektir. Fakat Cenab-ı Hak cimaı kinaye yoluyla burada zikretmiş­tir.»

Mücahid: «Onlar lağvin yanından geçtikleri zaman şerefli bir şe­kilde geçerler» (el-Furkan: 72) mealindeki âyetin tefsiri «onlar nikâhı (evlenmeyi - cinsî ilişkiyi) zikrettikleri zaman kinaye yoluyla zikreder­ler» demektir, diyor.[114]

 

İslâmda İlk Teyemmüm

 

İmam Buharı, bu âyetteki teyemmüm konusu hakkında varid olan bir hadisi şöyle naklediyor: Yahya bin Süleyman bize Aişe validemiz­den: «Çölde yürüdüğümüz bir gecede gerdanlığım düştü. Biz de Me­dine'ye girmek üzereydik, Resûl-ü Ekrem devesini çöktürdü ve indi. Başını benim dizlerime koyup uyudu. Babam Ebu Bekir Sıddik gelip bana kuvvetli bir yumruk veya kuvvetli bir tekme vurdu ve şunları söyledi:

«Sen, bir gerdanlık yüzünden halkı yolundan alakoydun.»

O, anda Resûlüllah'ın benimle olan ilgisinden dolayı ölümü te­menni ettim. (Yani babamdan utandım veya Resûlüllah'ı niye gecik­tirdim, diye üzüldüm). Babam da bana vurmak suretiyle canımı acıt­tı. Sonra Resûl-ü Ekrem uyandı, sabah vakti de gelmişti. Orada su bu­lunamadı. Cenab-ı Hak:

«Ey îman edenler! Namaza kalkmak istediğiniz zaman yüzlerinizi yıkayınız. Ellerinizi dirseklerinizle beraber yıkayınız. Başınıza ınesh veriniz. Ayaklarınızı topuklarla beraber yıkayınız. Hasta veya yolcu iseniz veya herhangi biriniz ayak yolundan gelmişse, veya kadınlara dokunmuş iseniz, su bulamazsanız tayyib (temiz) bir toprak ile, te­yemmüm ediniz. Yüzlerinizi ve ellerinizi o toprakla mesnediniz.» âye­tini gönderdi.» diye rivayet gelmiştir.

(6) «Allah, size herhangi bir darlığı vermeyi istemez. Fakat şük-redesiniz diye sizin iyice temizlenmenizi ve size nimetini tamamlama­yı ister.» [115]

 

Abdest Hakkında Gelen Eserler

 

Sünnet-i seniyede, abdestten sonra dua etmek hususunda teşvik vardır. Ta ki Cenab-ı Hak, abdest alan bir insanı, temizlenmiş ve bu âyetin isteğini yerine getirmeye çalışanlar zümresine soksun. Nitekim Müslim Yahya bin Ebi-Kesir'den o da Ebi Malik El-Aşari'den rivayet etti: «Abdest, imanın parçasıdır (veya yansıdır). Elhamdülillah (Hamd Allahmdır) mizanı doldurur. Sübhanallahi vallahü ekber (Allah or­taktan uzaktır ve en yücedir) yer ile gök arasını doldurur. Oruç kal­kandır. Sabır nur ve ziyadır. Sadaka burhan ve delildir. Kur'an ya se­nin lehinde veya aleyhinde delildir. Her insan sabahleyin evinden çı­kar. Kimisi nefsim satmalır (veya satar.) Kimisi nefsini azad eder, ki­misi de helak eder.»

Yine Sahihi Müslimde Semak b. Harbin tarikiyle varid olmuştur: (Ğulûldan (hırsızlıktan veya hileden) gelen bir malın sadakasını, Allah'ın kabul etmediği gibi, abdestsiz kılınan bir namazı da kabul et­mez.»

(7) «Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini, «işittik ve itaat ettik» dediğiniz zaman, sizi bağladığı o misakini, hatırlayınız...»

Bu âyetin izahı:

Allah'ın müslümanlardan aldığı söz, müslümanlann Resûl-ü Ek-reme biat etmeleridir. Onlar peygambere itaat edecek, onu dinleyecek ve sözünden çıkmayacak diye peygambere biat ederlerdi. Nitekim es-hab-ı kiram şöyle biat ederlerdi:

«Biz keyifli olduğumuz devrelerde (genişlikte) keyfimize gitmedi­ği zamanlarda, (darlıklarda) ve aleyhimizde olduğu zamanlarda da peygambere itaat etmek ve onu dinlemek üzere biat ettik. Ve emrin ehline karşı çıkmamaya dair de biat ettik.» [116]  

Bu âyette bahsedilen misaktan maksad, ikinci Akabe'de, Pey­gamberliğin on üçüncü senesinde Ensann Peygambere gelip:

«Biz, genişlikde, darlıkda, keyifli ve keyifsiz vakitlerimizde seni dinlemek ve itaat etmek hususunda sana biat ediyoruz.» dedikleridir. Hadisi Buharı ve Müslim, Ubbade bin Samit'ten rivayet etmişlerdir. Bazıları:

Bu misak, hicretin (11.) onbirinci senesinde vaki olan birinci Akabe'deki misaktır. Veya Hudeybiye'deki —beya'tturrîdvan— dır, demişlerdir. Eğer bu misak, zahirde Peygambere verilmiştir. Ni­çin Allah'a izafe olunuyor, denirse, cevap şudur: Çünkü bunun dönüşü Allah'adır. Nitekim Cenab-ı Hak:

«Şüphesiz seninle biat edenler ancak Allah'a biat ederler» (el-Feth: 10) buyurmuştur.

İbni Cerir ve îbni Humeyd, Mücahid'den rivayet ederler: «Bu Misak, AdemoğuIIanndan Ademin sulbünden çıkarıldıkları za­manda alınan sözdüm diyor. Fakat bu tefsirde uzaklık  [117]

(8) «Ey îman edenler! Allah için dosdoğru durun. Adaletle şahid olun.»

Bu âyetin mânâsı:

Yani halkın hatırı için değil Allah için durun. Adaletle hükmedin. Zulüm etmeye kalkışmayınız. Sahihi Buharı ve sahihi Müslim'de Nu-man bin Beşir den rivayet edilmiştir:

— Benim babam malından bana birşeyler verdi. Anam Ravaha, kı­zı Umre, «Resûl-ü Ekremi bunun üzerine şahid kılınmadıkça ben razı olmam» diye. İsrar etti.   Babam, bana vermiş olduğu   mal hususunda şahid kılmak için Resûlüllah'a vardı. Cenab-ı Peygamber sordu:

  Sen bütün çocuklarına Nu'man'a verdiğin gibi mal verdin mi?

Babam:

  Hayır, vermedim.

ResûlüUah:

__ Allah'tan korkunuz. Çocuklarınız hususunda   adil davranınız,

dedi ve:

— Ben zulüm üzerine şahid olmam« diye devam etti.

Resûlüllah'm sözü üzerine babam bana verdiğinden cayıp, sadaka­sını geri aldı.

(8) «Bir kavimden şiddetli buğzetmeniz, adaletsizliğe sizi sürük­lemesin» âyetin mânâsı: Onların hakkında adaletsiz davranmayınız. Yani ister dost ister düşmanın hakkında olsun adil olunuz. Adalet nok-tai nazarında dostluk veya düşmanlık sizi kaydırmasın. Adalet, adalet­sizlikten takvaya daha yakındır.

îbni Kesir: Bu âyeti celîledeki ismi tafdil (yani «Akrebu» keli­mesi) , diğer tarafta mânâsından hiç bir şeyin olmadığı yerlerde kulla­nılan ismi tafdil kabilindendir. Yani adaletsizlikte hiç takvaya yakın­lık yoktur ki adaletli davranmak takvaya daha yakın olsun. Tıpkı Ce­nab-ı Haklan:

«Cennetin arkadaşları (yani cennettiler) o gün yer (istirahatgâh) bakımından daha hayırh ve daha güzeldir.» (EI-Furkan: 24) âyeti gibi­dir. Oysa cehennemde ne hayr, ne de güzellik vardır. Veya ashabtan bazısının Hz. Ömer'e:

«Sen Resûl-ü Ekrem'den daha katı ve daha şiddetlisin» dedikleri gibidir. Oysa Resûl-ü Ekrem'de katılık ve şiddetin eseri dahi yoktu.

(8) «Allah'dan (azabından) sakınınız. Allah yaptığıma bilicidir.» demek suretiyle, Cenab-ı Hak, insanların fullerine karşı, eğer hayr ise, hayırlı mükâfatını eğer şer ise, şer cezasını verecektir. Bunun için Ce­nab-ı Hak bu âyetin hemen akabinde:

(9) «Allah, îman edip salih amel işleyenlere bir mağfiret vaadet­miştir.» diye buyurdu.

Bu mağfiret günâhları içindir. Bir de, büyük bir ecir vaadetmiştir. Bu da, cennettir. Cennet, kullar için Allah'ın rahmetindendir. Kullar, cennet ve mağfireti amelleriyle elde edemezler. Belki Allah'ın rahmet ve faziletiyle elde ederler.. Hernekadar ameller rahmetin onlara var­masının vasıtası ve Cenab-ı Hakkın, rahmet, fazilet, af ve gufranına vasıl olmak için sebeb kılınmışsa da, hakikatta bunların tamamı Allah'­tandır, ve Allah'ındır. Hamd ve nimet Allah'a mahsustur.[118]  

 

Meal

 

(10) Kâfir olup âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, onlar ate­şin arkadaşları (cehennemlik) tirler.»

(11) Ey îman edenler! Allah'ın size olan nimetini hatırlayınız. Hani bir kavim size ellerini uzatmak istedi. Allah onların ellerini size uzatmaktan menetti. Allah (azabın) dan sakınınız. Ve müminler sade­ce Allah'a tevekkül etsinler.»

(12) Andolsun Allah İsrailoğullarının misakini (vaad ve sözleri­ni) almıştı. Biz onlardan oniki müfettiş tayin ettik. Allah, «Ben si­zinle beraberim», dedi. Yemin ederim ki, namazı kılar, zekâtı verir, Peygamberlerime îman eder, onlara yardımcı olur ve Allah'a güzel bir ödünç verirseniz kesinlikle sizin kötülüklerinizi örter, (sizi) altında ne­hirler akan cennetlere yerleştiririm. O misaktan sonra sizden kâfirliği kabul eden kesinlikle doğru yoldan sapmıştır.»

(13) Misaklannı bozduklarından ötürü onlara lanet ettik. Yü­reklerini kaskatı yaptık. Onlar kelimeleri yerlerinden tahrif ederler, (kaydırırlar). Kendilerine hatırlatılan şeyden nasiblerini unuttular. Onlardan pek azı hariç diğerlerinin daima bir hiyanetine muttali olur­sun. Onlan affet ve vazgeç. Muhakkak ki Allah iyilik yapanları se­ver.»[119]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsîrî

 

(11) «Ey müminler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın...»

Bu âyeti celîlenin sebebi nüzulünde tefsir ehli ihtilâf ettikleri gibi, bu nimetin sıfatı hakkında da ihtilâf etmişlerdir. Katade:

Bu âyet, Hz. Peygamberin «Batm-Nahl» denilen yerde bulunduğu bir dönemde nazil oldu. «Benî-Sa'lebe» ve Beni-Muharib kabileleri Cenab-ı Peygamber ile eshabına namaza girdiklerinde hücum, etmek is­tedikleri zaman âyet nazil oldu. Allah, Peygamberini bu niyetlerine muttali kıldı. Ve korku namazını indirdi.

Hasajı der ki:

Resûl-ü Ekrem Ğatafan kabilesini Batn Nahl'de muhasara et­mişti. Müşriklerden birisi:

__Ben Muhammedi sizin için öldüreyim mi? diye sordu. Onlar:

  Sen onu nasıl öldüreceksin? Ben:

  Ansızın veya hainlik yapmak suretiyle öldürürüm! dedi. Onlar da:

— Biz böyle yapmam istiyoruz, deyince o müşrik, Resûlüllah'a gel­di. Kılıcı boynundaydı ve Cenab-ı Peygamber'e:

  Ey Muhammedi Kılıcını bana gösterir misin? diye dilekte bu­lundu. Peygamber kılıcı ona verdi. Kişi, kılıcı sallıyordu. Gâh Resû-lüllah'a gâh da kılıca bakıyordu. Sonra:

  Ey Muhammedi Seni benim elimden kurtaracak kim vardır?

diye iki-üç defa tehdidde bulundu. Her defasında Cenab-ı Peygamber:

«Allah kurtarır.» dedi. Bunun üzerine göçebenin elinden kılıç düş­tü. Resûlüllah ashabını çağırdı. Ashab geldiğinde göçebe Resûlüllah'm yanında oturuyordu. Onlara hadiseyi anlattı. Kişiyi cezalandırmadı. Bu âyet-i celüeyi Hz. Allah, o zaman gönderdi.

Mücahid, İkrime ve Kelbî derler ki:

  Resûl-ü Ekrem'e, Akabe gecesinde gelen müfettişlerden birisi olan Münzir bin Ömer'in komutasına Muhacir ve Ensardan otuz kişi vererek onu Âmr bin Sa'sa'a kabilesine gönderdi. Yola çıktılar. Maune kuyusunda Amr bin Tufeyl'e rastladılar. Maune kuyusu, Beni-Âmr ku-yulanndandı. Orada savaştılar. Munzir şehid düştüğü gibi arkadaşlan da şehid düşmüştüler. Ancak üç kişi kalmışlardı. Bunlar da kaybolmuş bir deveyi aramaya çıkmışlardı. Hazır değildiler. Onların birisi Amr bin Umeyye ed-Dumeri'dir. Bu üç kişiye bir ara kuşlar göründü. Gökte dolaşıyorlardı. Pençelerinin arasından kan pıhtıları düşüyordu. O üç kişiden birisi «Bizim arkadaşlarımız öldürülmüştür» dedikten sonra

koşa koşa gitti. Müşriklerden bir kişiye rastladı. Birbirlerine darbe attılar. Müşrikin darbesi ona dokununca başını göklere kaldırdı, göz­lerini açtı:

«Allahu Ekber! İşte cennet» deyip şehid oldu. İki arkadaşı ise, dö­nüp Medine'ye gelirken yolda «Benı-Selim»den iki kişiye rastladılar. Bu kabile ile Peygamber arasında sulh yapılmıştı. Bunlar «Biz Beni-Amr'danız» dediler. Veya sahabiler onları Beni-Amr'dan sandılar ve onları öldürdüler. Onların kavmi Resülûllah'a geldi ve diyet istediler. Cenab-ı Peygamber, beraberinde Ebu-Bekir, Ömer, Osman, Ali, Talha, Abdurrahman bin Avf olduğu halde kalkıp Medine'nin kenarında bu­lunan Yahudi mahallesine' gittiler ve Eşref oğlu Kâb'ın ve Beni Nadr kabilesinin yanına vardılar. Diyet hususunda yardım istediler. Çünkü onlar, Cenab-ı Peygamberle harbetmiyeceklerine, ve diyetlerde Pey­gambere yardım edeceklerine dair sözleşme yapmışlardı. Bazı müfes-sirler; Cenab-ı Peygamber onlardan borç istiyordu.» dediler. Onlar Re-sûlüllah'a:

«Evet. Ey Ebel Kasım. Senin için yaklaştı ki, bize gelip ihtiyacını bizden isteyesin. Otur, sana yedirelim ve senin isteğini de sana vere­lim» dediler.

Resulü Ekrem arkadaşlarıyla beraber oturdu: Yahudiler gizlice bir araya, geldiler, «Siz, Muhammed'in bize şu anda yaklaştığı kadar bir zaman bulamazsınız. Kim bu evin üzerine çıkacak, Muhammed'in üze­rine büyük bir taş atıp ta bizi ondan kurtaracaktır?» dediler. Bunun üzerine Amr bin Cahhaş isimli bir Yahudi «Ben» dedi. Bu hain el de­ğirmeninin büyük bir taşını aldı. Onu Peygamberin üzerine atmak ve Peygamberi vurmak için dışarıya çıktı. Cenab-ı Hak, onun elini kurut­tu. Cebrail (A.S.) nazil olup Hz. Peygambere haber verdi. Resûl-ü Ek­rem Medine'ye dönmek üzere yola çıktı. Hz. Ali de Cenab-ı Peygam­berle beraber çıktı. Cenab-ı Peygamber, Hz. Ali'ye: «Sen yerinden ay­rılma! Ta ki ashabım senin yanına çıksınlar. Kim çıkıp beni sorarsa de ki: Resûlüllah Medine'ye doğru gitti» Hz. Ali de bunu yaptı. Böyle­ce bütün sahabeler Yahudi mahallesinden çıktılar. Sonra Peygambere tâbi olup Medine'ye geldiler. Allah (C.C.) da bu âyeti, o zaman nazil etti.

El Kurtûbi, âyetin sebebi nüzulü bir göçebenin yaptığıdır. Göçe­be, Zatur-Rika savaşında, kılıcını kınından çekerek Resulü Ekrem'e haykırdı: «Ey Muhammed! Seni benden kurtaracak kim vardır?» Bu-hari, Resulü Ekrem, halkı çağırdı. Halk Resulü Ekrem'in yanma gel­diler. O göçebe Peygamberin yanındaydı. Ona bir ceza vermediler.

El-Vakıdı ve İbni Ebi Hatem: «O göçebe müslüman oldu» diyor­lar. Başka bir kavim de: «O, bir ağacın köküne ölünceye kadar başım vura vura çırpındı» diyor.

Buharî, «Bu âyet, Zatur-Rika' gazvesinde nazil olmuştur. Kişinin ismi Gavres (ver Ğûres) bin Haris'tir», demiştir.

Ebu-Hâtim Muhammed bin İdris Razi ve Ebu Abdullah Muham­med bin Ömerul-Vakidi, «kişi Du'sûr bin Haris idi» demişlerdir.

Muhammed bin tshak, «Kişinin ismi Âmr bin Cahhaş'tı, Beni Nadr kabilesindendi» dedi. Bazıları da «Âmr bin Cahhaş, bu hadisede değil de, daha önce zikrettiğimiz gibi Resûlüllah'ın «Beni-Nadir'e gittiği za­manda vardı» dediler.

Katade ve Mücahid, «Bu âyet, Yahudilerden bir gurup hakkında nazil olmuştur, onlara Peygamber gidip diyet hususunda yardımlarım istedi. Onlar ise, Peygamberi öldürmeye kalkıştılar. Allah Peygamberi onlardan korudu.

Yahudilerin yaptığı ayetin sebebi nüzulü olursa, daha evlâdır: Çünkü bu âyetin akabinde Yahudileri zemmeden âyet gelir  [120]

(12) Biz onlardan on'iki müfettiş tayin etmiştik...»

Bu âyette bahsi geçen  nukaba  tâbiri, nakib kelimesinin ço­ğuludur. Nakib, kavmin büyüğü, onların emirlerini yerine getiren, on­ların maslahatlarım araştırıp bulan kişi demektir. Nakkab, büyük in­san, insanlar arasında maslahatlarını, yararlarını temine çalışan in­san demektir. Onun için Hz. Ömer'e «O, nakkab idi. Yani müslüman-lann durumlarını teftiş eder, en iyisini onlar için bulurdu» denildi.

Nakibler eminlerdir, kavmi teftiş edip, murakabe edenlerdir. Bazı kimseler, nakibler kavimlerine kefil olan emin insanlardır. Bütün bu mânâlar birbirine yakındır. Katade ve başka tefsir âlimleri «Bu nakib­ler, her boyun büyük insanlarıydı.» Dediler.

Her boyun büyük insanı, o boyun Hz. Musa'ya itaat edeceğine, iman ettiklerine, Allah'tan korkacaklarına dair tekeffül ederlerdi.» Re­sulü Ekrem'in Akabe gecesindeki nakibleri de böyleydi. Peygamber, Akabe'nin son gecesinde (70) yetmiş kişi ile iki kadının biatini aldı. Resûl-ü Ekrem onların arasından en iki kişiyi nakib olarak seçti. Ve Musa (A.S.)'ya uyarak «Nakiblik» adını onlara verdi.                              

Er-Rabi', Es-Suddi ve bazı tefsir âlimleri; İsrailoğullanndan na-kiblerin gönderilmesi demek, ŞAM arazisini işgal eden cebbarların du­rumunu teftiş edib muttali olan, kuvvet ve zaaflarını yakından gör­mek için gönderilen kişiler demektir. Onlar, Şam'da bulunanların hallerini teftiş etmek ve bildiklerini gelip Hz. Musa'ya haber vermek için gön- î derümişlerdi. Gidip cebbarların kuvvetini gördüler. Onlarla harbetme-ye güçleri yetmiyeceğine kanaat getirdiler. Bu durumu, İsrailoğulla­nndan gizlemek ve ancak Hz. Musa ile Hz. Harun'a söyleyeceklerdir hususunda anlaştılar. Fakat dönüp îsrailoğullanna gelince, on kişi hi-yanet ederek yakınlanna gördükleri durumları söylediler. Haber böyle­ce yayılınca İsrailoğullannın durumu bozuldu. Ve Hz. Musa'ya, «Sen ve Rabbin gidiniz, savaşınız. Biz burada oturanlarız» (Maide: 24) dedi­ler [121]

Rivayet ediliyor ki, Beni İsrail, Firavunun zulmünden kurtulduk­tan sonra, Cenab-ı Hak, onlara «Şam arazisinde bulunan «Eriha»ya  gidiniz. Orada Kena'nilerden olan diktatörler oturuyorlar. Ben orayı sizin için takdir buyurmuşumdur. O sizin eviniz ve meskeninizdîr. Oraya gidiniz, oradakilerle cihad ediniz. Ben size yardım edeceğim» dedi. Allah (Celle ve Âla), Musa (A.S.)'ya İsrailoğullannın her boyun­dan bir kefil tutsun diye, emretti. O kefil kendi boyunun itaat etmesin­den sorumlu bulunsun. Musa (A.S.) onlardan on iki nakib (yani mü­fettiş) seçti. Onlarla beraber yola çıktı. Kenani'lerin bulunduğu ara­ziye gelince, o, nakib (müfettiş) lerini haberleri tecessüs etsinler diye gönderdi ve gönderirken de, gördüklerini gelip İsrail oğullarına söy­lemeyeceklerine dair onlardan söz aldı. Onlar, Kenâni'leri boylu  polu ve de pek kuvvetli ve şiddetli gördüler. Korkarak döndüler. Kavim­lerine, durumu söylediler. Böylece, Hz. Musa'ya verdikleri sözde dur­madılar. Ancak onların içinde Yehûda'nm SIBT (torunlar) mdan Kâ-lib bin Yukina, bir de Yusuf (A.S.) oğlu Efrahim'in torunlarından olan Yuşa bin Nun gördüklerini söylemediler. İşte o zaman İsrailoğullan, Musa'ya: «Sen ve Rabbin gidiniz ve savaşınız. Biz burada oturanlarda­nız» dediler.

Abd bin Humeyd ve İbni Cerir, Mücahid'den rivayet ettiler: Na-kibler, Cebbar'larm bulunduğu memlekete girdiklerinde, gördüler ki, Cebbar'ların birisi iki kişiyi yeninde taşıyacak kadar güçlüdür. Onla­rın üzüm salkımlarını îsrailoğullanndan ancak beş kişi ağaca asıp ta­şıyabilir. Onların narlarının bir parçasından daneler temizlendikten sonra dört veya beş kişi yerleşebilir.»

Dikkat: Üzümün ve narın büyüklükleri, bolluk ve müreffeh ya­şantıdan ibarettir. Eser îsrailiyattandır.

El-Begavi diyor ki, «Nakibler,  U'c bin U'nuk adlı bir kişi İle karşılaştılar. Bu kişi üçbin üçyüz otuz üç zira yükseklikteydi. Kendisi­ni bulutların arkasında gizliyor, bulutlardan su içiyordu. Denizin de­rinliklerinden balığı alıp güneşin önünde kızartıp yiyordu. Hz. Nuh'un tufanı yeryüzünü kapsadığında dağlar ve ovalar yani her yer, su ile dolmuştu. Ancak bu su Uc'un dizlerine kadar çıkmıştı. Uc, üçbin sene. yaşadı. Allah onu Musa (A.S.) 'm eliyle helak etti. Kıssa şöyle cereyan etti:

UC, dağdan bir fersahlık büyüklüğünde olan bir taş kopardı. Onu Hz. Musa'nın ordusunun üzerine atmak istedi. Cenab-ı Hak, Hüdhüd kuşunu gönderdi. Hüdhüd, gagasıyla o taşı deldi. Taş, Uc'un boynuna geçti ve Uc düştü. O düşmüş iken Hz. Musa varıp onu öldürdü. Annesi U'nuk, Âdem (Aleyhisselâm)m kızlarından birisidir. Onun oturduğu yer, yeryüzünün bir kilometre kadarını tutuyordu. Nakibler, Uc'u gör­düğünde, Uc'un başında da bir kucak odun vardı. Uc onların hepsini tutup bağın içerisine koydu ve hanımının yanma götürdü. «Bak, bun­lara, gelmişler, bizimle harbetmek istiyorlar» dedi ve onları yere attı. Hanımına: «Bunları ayaklarımla öldüreyim mi?» diye sorunca hanımı: «Hayır, bırak gitsinler, kavimlerine gördüklerini söylesinler.» dedi, o da bıraktı.

Alûsi bu nakilleri yaptıktan sonra şöyle devam ediyor:

Ben derim ki, «Uc»un hikâyesi avam-ı nas katında çok yayılmış­tır. Onun hususunda şeni ve iftira dolu hikâyeler nakletmişlerdir. îb-ni Hacer'in fetavasmda, Hafız el-Ammad bin Kesir diyor ki: Uc'un kıs­sası ve Uc'tan nakledilenin hepsi hezeyandır. Asılsızdır. Kitab ehlinin uydurmalarındandır. Hz. Nuh'un devrinde Uc diye birisi yoktu. Kâfir­lerden hiç kimse tufandan kurtulamadı.» İbni Kayyım der ki:

Bu hadisin, mevzu (asılsız) olduğuna delâlet eden birçok delil vardır. Meselâ: Uc, hakkında nakledilen uzun hadis gibi sıhhatli ha­disler bunun batıl olduğuna şahidlik yaparlar. Bu hadisleri uyduran­ların Allah'a iftira edip yalan ienad ettiklerinden daha fazla bu tür hadisleri ilim kitablanna ve tefsirlere sokup da durumunu ve yalan olduğunu okuyuculara beyan etmeyenlerin davranışlarından hayret edilir. İbnu-Hacer daha sonra şunları ekledi: «Şüphe yoktur ki, bu ve bunun benzeri olan uydurma hadisler, ehli kitabın zındıklarının yap-tıklarındandırlar. Onlar, Peygamberlerle istihza ve etbaiyle alay etme­yi kastettikleri için bu yalanlan ve bu iftiradan uydurdular.»

İbnul-Munzir, İbni Ömer'den Uc bin Unuk'un meselesinden daha garip birşey nakletti. Bazı musannifler, İbni Munzir'in arkasında «Böy­le bir şeyi İbni Ömer'e nisbet etmekten insan haya edeni dedi. Kamus sahibi, Uc hakkındaki bütün haberlerin mevzu ve asılsız olduğunu söyledi. Et Taberi, Ebu Şeyh ve İbni Hibban «Kitabul-Azeme»de Uc hususunda eserler rivayet ettiler. Hafızlar, bu eserlerin Uc'un garip durumlannı kapsamakta olan en uzun olanı hakkında; «Bu batıl ve yalandır» dediler.

Hafız Es-Suyuti: «Uc bin Unuk'un haberlerinden en yakin şudur: O, Ad'ın baki kalanlarındandı. Yüz zira' kadar veya buna yakın bir bo­yu vardı. Hz. Musa (A.S.) onu asasıyla öldürdü. Ancak Uç konusunda bu kadarın kabul edilmesi muhtemeldir» dedi.

İmamı Suyutî ne güzel söylemiştir. Çünkü kâfir olmakla beraber Tufanda boğulmaması, Nuh (A.S.)'un «Yarab, yeryüzünde bir tek kâ­fir bırakma» (Nuh: 26) duasına ters düşer. Bu durum aynı zamanda insaf sahihleri tarafından kabul edilemez. Tufandan sonra da Uc'un yaşaması şu âyete ters düşer:

 «Biz,   onun zürriyetini kalıcı olanlar kıldık.» (Es-Saffet: 77).

Denizin dibinden balığı çıkartıp güneşin önünde kızartmasına ge­lince, akıl bunu kabul etmez. Devamla Alûsi şunları söylüyor:

Uc, bulutların arkasında saklanıyordu, diyorlar. Acaba bu zanla-rma göre, onun başı ya zemherir tabakasına veya öbür tabakaya rast­lar. Acaba o soğuk veya hararette nasıl dayanıyordu. Bir beşerin buna dayanacağını zannetmiyorum. Bir de bulutların arkasında saklanmak mümkün değildir. Çünkü bulutlann menşei zemherir tabakasıdır.»

Alusî daha sonra Nüzhetul kulup'tan hakim Ebu-Nasr dan şunu rivayet ediyor: Bulutlann en son irtifalan, on iki fersah altıyüz zira-dır. Mutekaddimler, on sekiz fersahtır, demişlerdir. Fersah üç mildir. Mü, (3500) üç bin beşyüz ziradır.

Bütün bunlarla beraber Uc'un annesi İçin «unuk» diyenler yanıl­mışlardır. Çünkü Kamus sahibinin tesbitine göre annesinin adı Nuh vezninde u'uk'dur. Bir de u'uk, uc'un annesi değil, babasının adıdır.

îbn Cerir ve İbni Humeyd, Ebu Aliye'den rivayet ettiler: «Allah İsrailoğullanndan İhlâsla Allah'a kulluk yapacaklanna, Allah'dan baş­kasına tapmayacaklarına söz aldı. Onlardan oniki kefil kıldı. Bu ke­filler onlann Allah'a karşı vaadlannı yerine getirecekleri hususunda kefil oldular.» El-Cübbai de bu tefsiri ihtiyar etmiştir. Bu takdirde Na-kibler, elçiler ve Peygamberler olabilirler. Bu takdirde kumandanlar olmalan da muhtemeldir. Nitekim El-Balhi bunu söylemiştir.

Ebu Müslim: «Onlar, dini ikame etsinler, İsrailoğullanmn boyla­rına Tevrat'ı Öğretsinler, Allah'ın farz kıldıklannı bildirsinler diye Peygamber olarak gönderildiler.» Demiştir.

Et-Tayyibî, îbni Abbas'tan, bu on iki kişinin önce vezir sonra Peygamber olduklannı naklediyor  [122]

İbni Kesir; «Nakibleri Ariflerdir. Onlann vazifesi biattir. Dinle­mek, Allah'a, onun Resûlü'ne ve O, Resule gönderilen kitaba itaat yapmalannı temin etmektir» diyor...

Muhammed bin İshak, bu müfettişlerin adlannı ve İsrailoğullan-nın hangi boyunun müfettiş olduklarını şöyle tesbit ediyor:

«Rubiyl» boyuna Şamun bin Rekûn, Şem'un boyuna Şafat bin Ha-rî, Yehude boyuna Kâlib bin Yufenâ, Etim boyuna Miyhayil bin Yusuf, Efraim'in boyu olan Yusuf boyuna Yuşa' bin Nun, Bünyamin boyuna Feltam bin Defun, Zebulun boyuna, Cedi bin Şura, Menşa bin Yusuf boyuna Cedi bin Musa, Dan boyuna Hamlayil bin Hamel, Eşar boyu­na Satûr bin Melikiyl, Nefsali boyuna Bahr bin Vaksi ve Yesahir bo­yuna Layü bin Mekiyd tayin edilmiştir.

Burada bir noktaya işaret etmek istiyoruz. Bu isimler bizim zap­tettiğimiz gibi olmayabilir. Çünkü bunlar İbranice isimlerdir. Zaptına herhangi bir yerde rastlamadık. Böylece okuduk. Malûm olsun  [123]

tbni Kesir, devamla: Tevrat'ın dördüncü sıfırında, nakiblerin İs-railoğullannm boylan üzerine, sayıldığını ve İbni îshak'm zikrettiği isimlere muhalif isimlerin bulunduğunu gördüm. Allah daha iyisini bilir. Orada şu vardı: «Rubiyl boyuna Ebyesur bin Sadûn, Benî Şemun boyuna Şemval bin Şureşkî, Benî Yehuda boyuna el-Haşun bin Amya-zab, Beni-Yesâhir boyuna Şâl b. Saûn'a, Beni Zebul'un boyuna Elyad bin Halub, Beni Efrayim boyuna Menşâ bin Amanhûr, Beni-Menşe bo­yuna Hamleyail bin Yersun, Bünyamin boyuna Ebiyden bin Cedûn, Benî Dan boyuna Cuâyzer bin Ümeşezî, Benî Eşar boyuna Nuhayil bin Acran, Beni Kan boyuna, Sayf bin Dâvayil ve Beni Naftali boyuna Ecza' bin Amînan nakib olarak tayin edilmişlerdir.

Cenab-ı Peygamber, Akabe gecesinde aynen bu şekilde Ensardan biat aldı. Onlarda on iki nakib vardı. Üçü Evs kabilesindendi. Adlan: Üseyd bin Hudayr, Sad bin Hayseme ve Rifa bin Abdulmunzir idi. Ba­zı rivayette bu sonuncu zatın yerinde Ebul-Heysem bin Tiham zikre­dilmiştir. Dokuz tanesi de Beni Hazreç'tendi. Onlar da: Ebu-Umame, Es'ad bin Zürare, Sad bin Rebi, Abdullah bin Revaha, Rafi bin Malik bin Acera, Berra bin Ma'rûr, Ubbadi bin Samit, Saad bin Ubbade,, Ab­dullah bin Amr bin Haram, El-Munzir bin Ömer bin Hüneyş idi. Allah hepsinden razı olsun.

Kâb bin Malik bir şiirinde bunlann hepsinin adlarını zikretmiştir. İbni İshakbunu Siyer'inde tesbit etmiştir. Maksad, bunların kavimleri­nin üzerinde göz-kulak olmaları idi.   Bu sayede kabilelerine Peygamherlerinin emirlerini söylesinler, o yolda gitmeyi temin etsinler. Resû-iüllah ile olan akd ve biatlarda kavimlerinin yerinde kefil olarak icraat-da bulunsunlar diye Nakib olarak tayin edildiler..

İmam Ahmed, Masruk'un yoluyla gelen şu hadisi rivayet ediyor: «Abdullah bin Mesud'un yanında oturuyorduk. Bize Kur'an dersi ve­riyordu. Bu meyanda bir kişi sordu:

— Ey Eba Abdurrahman  İbni Mesud'un künyesidirsiz, Resu­lü İlah tan bu ümmet, kaç halife görecektir, diye sordunuz mu?

İbni Mes'ud:

— Irak'a geldiğimden beri senden önce bu suali bana soran olma­dı, dedikten sonra şöyle devam etti:

  Evet, Resulü İlah'tan sordum. Cevabi ay arak buyurdular:

  İsrail oğullarının nakibleri kadar, oniki halife gelecektir.»

Bu hadis, bu vecihle garib bir hadistir. Hadisin aslı sahihaynda Cabir bin Semurre'nin hadisinde sabittir. Ben Resûlüllah'tan dinledim: «İnsanların (iyi) emri, başlarında oniki kişi idareci olduğu müddet de­vam edecektir» dedi. Sonra Resûl-ü Ekrem, benim kulağıma gelmeyen bir kelimeyi yavaşça fısıldadı. «Resûlüllah ne dedi», diye sordum. Ce-vab olarak «Resûl-ü Ekrem: Oniki kişinin hepsi Kureyşten'dir» dedi­ğini söylediler. Hadisin lâfzı Müslim'in'dir. Hadisin mânâsı; hakkı ika­me eden ve adaletle hükmeden oniki salih halifenin geleceğinin müjde­sini veriyor. Bu hadisten, bunlann peşi peşine gelmeleri, günlerinin bir­birine bitişik olması anlaşılmıyor. Ancak onlardan dört tanesi bu tarz­da geldiler. Onlar,  hıtlefa-i raşîdîn olan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'dir (R.A.).

Şüphesiz ki, Ömer bin Abdulaziz de imamların katında onlardan biridir. Abbasi'lerden bazıları da böyledir. Kıyamet, o on iki halife sul­tayı elde edip günlerini geçirmedikçe kopmayacaktır. Zahire göre Hzv Mehdî de onlardan birisidir. O Mehdî'yi hadislerde müjdeliyor Cenab-ı Peygamber: «Onun ismi benim ismime, babasının ismi de, benim bar bamın ismine mutabık veya uygun düşer, dedikten sonra: Kendisin­den Önce yeryüzü zulümle dolduğu gibi, o, yeryüzünü adaletle doldura­caktır.»

Bu Mehdi, Şiilerin halen diri olduğunu ve geleceğini beklemek­te oldukları Mehdi değildir. Onların Mehdi'si, onların inancına göre Semurre'nin sırdabmdan çıkacaktır. Bunun hakikati yoktur. Halen o Mehdi'nin yaşadığını iddia ettikleri batıldır. Vehimdir. Bu, sahif akıl­ların hevesinden, zaif hayallerin tevehhümünden tereşşuh eden bir-şeydir. Bu oniki halifeden maksad, Şiilerin dediği gibi on iki imanı, değildir. Onlar, cehalet ve kılleti akıldan böyle inanırlar.

Tevrat'ta; İsmail (A.S.)'in müjdesi, yani Cenab-ı Hak, onun sulbün­den on iki büyük insan gönderecek müjdesi vardır. (Zannedilmiş ki) onlar, İbnu-Mesud ve Cabir Bin Semurre'nin hadisinde bahsedilen oniki imamdır. Yahudilerden îman eden bazı cahillere bazı şialar da katıla­rak Tevrat'ta bahsi geçen o, on iki imam, Hz. Ali'nin soyundan gelen oniki imamdır, diye iddia etmişlerdir. Cehaletlerinden ve ilimlerinin azlığından dolayı bunu sonuna kadar savunmuşlardır  [124]

(«Ben, sizinle beraberim» âyetinin mânâsı: kelâmınızı dinliyor, amellerinizi görüyor, kalbinizdekini biliyorum. Size ona göre ceza ve­ya mükafat vereceğim.

Bazı müfessirler «Sizinle beraberim» den maksad yardımımla be­raberim, demektir. Bazıları da: «ilmimle beraberim» demektir demiş­lerdir. Fakat bu tefsiri tamim etmek (genelleştirmek), daha evlâdır.

Bu âyeti celîlede tecessüsün caiz olduğuna dair delil vardır. Yani devletin emirlerini korumak hususunda casus edinilecektir. Resûl-ü Ekrem, Bedir muharebesinde «Besbese»yi casus olarak gönderdi. Bes-bese, Ensardan Amfin oğludur. Resûl-ü Ekrem, onu Ebu Süfyan'ın kervanından haber getirmek için casus olarak gönderdi.» Hadisi Müs­lim rivayet etti.

(12) «Eğer siz, (farz) namazı yerine getirirseniz, (farz) zekâtı verir­seniz, bütün Peygamberlerime inanır, onlara yardım ederseniz, size âyette bahsedilen mükâfatlan vereceğim». Bu âyette Allah, Peygam­berlere îman etmeyi en son zikretti. Çünkü Yahudiler, namaz kılıyor, zekâtı veriyor, bazı Peygamberlere îman ediyorlardı. Cenab-ı Hak, on­lara: Bu yaptığınız, ancak bütün Peygamberlere îman ederseniz ta­mam olur, buyurdu.    Ayette bahsi geçen   «Allah'a verilmesi istenen»

karzı-hasan'dan maksad, hayr yolunda infak etmek ve sadakalar vermek demektir. Alûsi; karzı hasen tefsirinde «Nefsin kendiliğinden verdiği sadakalardır» dedi. Ahfeş de âyeti böyle tefsir etti.

Bazıları da: «Arkasında başa kakmak ve eziyet etmek olmayan sadakalardır.» Bazıları da «Helâldan verilen maldır» demişlerdir.

Er-Rebî' b. Enes'e göre, buradaki hitap, Nakiberedir. Bazı tefsir âlimleri,  «Hitap, bütün İsrail oğullarmadır dedi.»

(13) «Sonra bu misakiarım bozdukları içindir ki, biz onlara lanet ettik...»

îbni Abbas: «Lanet ettik, demek onları cizye vermek suretiyle azablandırdık, demektir» dedi. Hasan ve Mukatil, «Meshetmek sure­tiyle onlara lanet ettik, demektir» diyorlar. Ata, «Uzaklaştırdık de­mektir. Çünkü lanet, uzaklaştırmak ve rahmetten kovmak demektir.» dedi.

(13) «Kendilerine hatırlatılan şeyden nasiblerini unuttular.» Ayetin bu cümlesi şöyle yorumlanmıştır: Peygamberler vasıtasıyla, Al­lah'ın onlardan almış olduğu, ve Hz. Muhammed'e îman edeceklerine dair olan ahidi (söz), unuttular. «Onlardan ancak az kimseler unut­madı.» Bu kimseler, bilahere îmana giren Abdullah bin Selâm ile ar­kadaşlarıdır.

Bazı müfessirler,

(13) «Onları affet, onların hatalarından vaz­geç» âyeti, seyf (kılıç) âyetiyle yani savaşı ilân eden âyetle neshedil-miştir» dedi.

Bazıları da «Eğer bir kavimden hainlik yapacaklar diye endişe edersen» (Enfal: 58), âyeti celîlesiyle neshedilmiştir, dediler.

Alûsi, «Onlan affet» cümlesinin tefsirinde, «Onlar, tevbe edip ciz­yeyi verdikleri zaman, onlan affet ve kendilerinden vazgeç demektir» diyor. Nitekim Hasan'dan ve Cafer bin Mübeşşir'den de böyle rivayet edilmiştir. Et Taberi de bunu seçmiştir.

Ebu Müslim'den gelen rivayete göre, «Anhum»daki zamir o, istis­na edilen azlara racidir. Yani, «Bu «az»lar senin ahdinin üzerinde dur­dukları ve sana ihanet etmedikleri müddetçe, onları affet. Onların eziyet edilmesinden vazgeç» demektir.

Alûsi, devamla:

Bu iki tefsire binaen âyet muhkemdir, neshedilmemiştir, diyor. Taberinin de ihtiyar ettiği gibi bazıları, zamir mutlaktır, yani bütün İsrailoğullarına racidir, işte böyle olursa, bu âyet, «Allah'a iman etme­yenlerle savaşınız» âyetiyle neshedilmiş olur. Bu tefsir Katade'den ri­vayet edilmiştir.

El-Cübbai'den: «Bu âyet, eğer bir kavmin hainlik yapacakların­dan korkarsan, onlara sulhlerini ativer. (Enfal: 58) Yani sizinle sulhu bozdum, diye onlara ilânat yap» âyetiyle neshedilmiştir, rivayeti gel­miştir.

Mücahid, buradaki «Hazzi» (Nasibi), onlar için inen Allah'ın ki­tabı şeklinde tefsir etmiştir. Bazıları da «Nessu» -(unuttulan) fiilini, tereku (Terkettiler) mânâsında kullanılmıştır dediler.

Abdu bin Humeyd ve İbni-Munzir, Katade'den âyetin tefsirinde şunları rivayet ederler: «Onlar, aralarında Allah'ın kitabını ve onların verdikleri ahdi ve Allah'ın onlara yapmış olduğu emri de unuttular. Farzları zayi ettiler. Hududlan (cezalan) muattal bir hale getirdiler. Peygamberleri öldürdüler ve Allah'ın kitabını kulak ardı ettiler.»

îbni Mübarek ve İmam Ahmed, Zühde, İbni Mesud'dan şunu ri­vayet ediyorlar: «Zannediyorum ki, kişi bir günahı işlerse daha Önce öğrendiğini unutur.»

Sireti Nebeviyede sabit olmuştur: Resûl-ü Ekrem Medine'ye geldi­ğinde Yahudilerle suîhetmeye rağbet gösterdi. Aralarında savaşmaya­caklarına ve savaşanlara birbirlerinin aleyhinde yardımcı olmayacak­larına dair akd yaptılar. Peygamberin aleyhinde hiçbir düşmanı des­teklemeyeceklerine dair sftz verdiler. Onlar da buna karşılık, nefisler, mallar ve dinlerinde hür ve serbest olacaklardır, şartını aldılar. Beni Kaynuka, Beni Nadiyr ve Beni Kurayza olmak üzere Medine'nin etra­fında üç gurub Yahudi vardı. Beni Kaynuka ilk hile yapan ve Resûlül-lah'Ia savaşa teşebbüs eden kabileydi. Çünkü onların kuvveti daha fazlaydı. Resûl-ü Ekrem onlara galib geldiğinde münafıkların başı Ab­dullah bin Ubeyy bi:i Selûl onlar hakkında Cenab-ı Peygamberle ko nuştu ve Peygamber de onları bağışladı. Yani onları öldürmedi. Onlar, Hazrecin halifleri (anlaşmalıları ve müttefikleri) idiler. Abdullah bin Ubeyy bin Selul onlan korur ve onlara yardım ederdi. Ve gücünden elinden  geldiği kadar Peygamberin diğer düşmanlarına da yardım ederdi.

Benî Nadiyre gelince, onlar da ahidlerini bozdular, Peygamberle savaşmaya yeltendiler. Peygambere onların öldürülmesi helâl kılındı. Buna rağmen Peygamber sulha taraftar oldu. Onları komşuluğundan uzaklaştırmak ile iktifa etti. Onlara şöyle bir haber gönderdi: «Medi­ne'den çıkınız. Benimle beraber Medine'de durmayınız. Size on günlük mühlet veriyorum. On günden sonra sizden kimi yakalarsam boynunu vuracağım.» Onlar birkaç gün çıkış için hazırlıklara giriştiler. Sonra münafıkların başı Abdullah bin Ubeyy bin Selûl onlara el altından şu haberi gönderdi: «Çıkmaymız. Benim beraberimde iki bin kişi vardır. Sizin kalenize girecekler, sizi müdafaa edecekler. Kurayza kabilesi de size yardım edecekler. Gatafan kabilesinden olan hallilerim de size yardım edecekler.» Yahudilerin başı Ahtab oğlu Huyey Resûl-ü Ek­rem'e çok şiddetli bir düşmanlık besliyordu. Onlan Resûlüllah'ı öldür­meye teşvik eden de o idi. Münafıkların reisi onu aldattı. Ahtap bin Huyey, Resûlüllah'a haber gönderdi-: «Biz gitmiyoruz. Sen de dilediği­ni yapabilirsin.» Bu, harb ilânıydı. Bunun üzerine Resûl-ü Ekrem, san­cağı Hz. Ali'nin eline vererek müslümanlarla beraber, onlara doğ­ru yola çıktı. Onların oturdukları yere gelince, onlar surların üzerine oturup taş ve ok atmaya başladılar. Fakat Abdullah bin Ubeyy bin Selul, onlara hainlik yaptı. Onlara, Kurayza ve Ğa-tafan da yardım etmedi. Muhasara şiddetlenince sapasağlam çı­kıp gitmeye razı oldular. Resûl-ü Ekrem onların kökünü kes­meye muktedirdi. Fakat affetmeyi ve ihsanı tercih etti. Onlan Medine'den uzaklaştırmak suretiyle şerlerinden emin olmakla ik­tifa etti. «Kalelerinden ancak kendi nefisleri ve çocuklarıyla ve devenin götürebileceği kadar yükle çıkıp gidebilirler» şart koşuldu. Silâh götü­remezler, kaydı konuldu şartnameye. Böylece Cenab-ı Peygamber, on­lan Hayber'e sürgün etti. Bunun bir çeşit ihsan ve büyük bir nimet olduğu ortadadır. Fakat zahire göre, âyeti celîle bütün bu hadiseler­den sonra nazil oldu. Çünkü bu âyet son inen âyetlerdendir. Bu âyet indikten sonra, Cenab-ı Peygamber herhangi bir Yahudiye hainliğin den ve hilesinden dolayı ceza tatbik etmedi. Ancak Cenab-ı Peygam­ber, ölümünden sonra Yahudileri Arap yarımadasından sürgün etme­yi tavsiye etti. [125]

 

Sofulara Göre Nakibeler

 

Son olarak burada numune için Alûsi merhumun işari tefsirlerin­den birisini nakledelim: ((Bizim sofu efendilerimizden birçok kimseler: Nakibler dört çeşittir demişler: Birinci çeşit Allah'ın velileridir. Allah onların bereketleriyle bizi bereketlendirsin. El-Futuhat adlı kitabda şu vardır: Nakibler onlardan bir gurubtur. Her zaman oniki kişidirler. Ne fazla olurlar, ne de eksilirler. Feleklerin on iki burcu gibi. Her nakib, oniki burcun birinin özelliklerini bilmektedir. Allah, o burçta neler saklamıştır, hangi sırlar ve tesirler vardır? O burçlara nazil olan sey­yar ve sabit yıldızlara ne verilir? Onu bilirler. Evet sabit yıldızların da hareketleri ve Burçlardan bir mesafe katetmeleri vardır. İnsan, onları duyulanyle kavrayamaz. Çünkü o ancak binlerce seneden sonra beli­rir. Rasathanelerin ömürleri ise bunu görmekten kasırdır. Bilmiş ol ki, Cenab-ı Hak nazil olan şeriatların ilimlerini bu nakiblerin elinde kıl­mıştır. Onlar, nefislerin gizliliklerini ve vesveselerini sezebilirler. On­ların mekir ve hilelerini tanıyabilirler. İblis onların nezdinde açıktır. İblisin kendi nefsinde bildiğinden daha fazlasını onlar İblisin hakkın­da bilmektedirler. Bu mertebe, ilimde öyle bir mertebedir ki, onlardan birisi bir ayak izi görürse bu ayak izi said bir insanın mıdır, yoksa şa­ki bir insanın mıdır biliyorlar. Tıpkı arkeoloji âlimleri ve izciler gibi. Mısır'da bugün birçok kimseler vardır ki, taş üzerinde iz gezdiriyorlar. Bir şahsı görürlerse, işte «o izin sahibi budur» diyorlar. Madem ki bun­lar, veli olmadığı halde bunu biliyorlar. Acaba Allah'ın veli kullan olan bu nakislerin eser ilimlerini bilmeleri hususunda senin tereddüdün neden olsun? Şeyh (Allah sırrını takdis eylesin) bu hususta birçok çe­şidi zikretmiştir. Selef âlimleri bu isimlerin tamamım inkâr ederler.   ,

İbni Teymiye'nin bazı fetvalarında «Abidler ve halk tabakası di­linde dolaşmakta olan isimler Allah'ın kitabında yoktur. Meselâ: Mek­ke'deki «Gavs», dört «Evtad», yedi «Kutub», kırk «Ebdal», üçyüz Necip gibi isimler ne Allah'ın kitabında ne de Peygamberin hadisinde mevcuttur. Ne sahih ve ne de zaif bir isnadla gelmiştir.   Ancak «Ebdal» lafzı hadisde zikredilmiştir. Bunların hususunda   Şam'a (Şamlılara) mensub bir hadis vardır. İsnadı Muntakıdır. Hz. Ali'den rivayet edili-,   yor. Ve Resûl-ü Ekrem'e kadar Merfu olarak götürülüyor «Alah'ın    Resulü onlarda yani Şam ahalisinde  Ebdallar vardır ve kırk kişi­dir. Onlardan birisi öldü mü Allah onun yerine başka bir kişiyi bedel olarak getirir.» Bu isimler selefin kelâmında da yoktur. (İbni Teymi­ye'nin fetvası burada bitti) Ben Alusî olarak derim ki:«Ben ancak Guziyyeden (bir kabilenin adıdır) birisiyim, onlar dalalete giderlerse ben de delalete giderim. Eğer Ğuziyye irşada doğru   gidiyorsa ben de irşada gidiyorum,» Evet, Alûsi şairin şiirini naklettikten sonra sükût ediyor. Yani, Alûsi, İbni Teymiye'nin    kelâmına karşılık vermekten âciz kalıyor. Çünkü tesbit ettiği birşey yoktur. Ancak bu şiiri okumak suretiyle kifayet ediyor.[126]  

 

Meal

 

(14) Biz Nasara (Allah'a yardımcıyız diyenlerden misaklan-nı (yani sözlerini) aldık. Onlar kendilerine hatırlatılan şeyden nasib-lerini unuttular. Biz de onların aralarına düşmanlığı ve buğzu, kıya­met gününe kadar ayrılmaz kıldık. Gelecekte Allah onların yaptıkla­rını onlara haber verecektir.»

(15) Ey kitab ehli! Kesinlikle size Peygamberimiz geldi. Kitab-tan gizlediğinizden çok şeyleri size belirtiyor. Ve çoğunu da affeder. Allah'tan size bir nur ve açık bir kitab geldi.»

(16) Allah rızasına tabi olanları o kitabla selâmet yollarına hi­dayet eder. Ve izniyle onları karanlıklardan nura çıkarır. Onları dos­doğru bir yola hidayet eder.»

(17) Muhakkak ki «Allah Meryem oğlu Mesih İsadır» diyenler kâfir oldular. (Ey Habibim! Onlara) de ki, «eğer Allah Meryem oğlu Mesih i, annesini ve yeryüzünde bulunanların hepsini helak etmek ister­se, kim Allah'ın kudretinden bir şeyi menedebilir? Göklerin, yerin ve ikisinin arasında bulunanların mülkiyeti Allah'ındır. Allah diledi­ğini yaratır. Allah herşeyin üzerinde kadirdir.»[127]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(14)  «Biz nasarayız, diyenlerden de misaklannı    almıştık...»

nusret kökünden gelen ve yardım manasında olan nasara kelimesiy­le nefislerine advermeleri Allah'a yardım ettik iddialarından neşet et­ti. Bunun kuru bir iddia olduğunu isbatlamak için Cenab-ı Hak «Biz nasara (Allah'a yardımcı) yız diyenlerden» tabirini kullandı.

Onlardan alınan misak (söz), tevhid ve Hz. Muhammed'e îman et­mek hususundadır. Çünkü bu durum İncil'de yazılıdır. Onlar da «Biz İncil'e inanıyoruz» dediklerine göre, bu durumu zımnen kabul etmiş olurlar. Fakat onlar bu hususta bir payı unuttular. O da Hz. Muham-med'e îman etmektir. Yani İncil'de Hz. Muhammed'e îman etmekle em-rolunmuşlardi. Ve kabul etmişlerdi. Bunu unuttular. Onlar İncil'de yapmış oldukları tahrifatı Hz. Muhammedi inkâr etmeye vesile kıldı­lar. Yahudiler gibi, daha önceki diğer din sahihlerinden vaad ve sözle­rini aldıklarımız gibi «Biz nasarayız» diyenlerden de söz aldık.»

Bazı tefsir âlimleri, «Biz nasarayız» diyenlerin içinde bir gurub-tan söz aldık şeklinde âyeti tefsir etmişlerdir.

(14) «Onlar emrolunduklanm terkettiklerinden dolayı, onların aralarına kıyamet gününe kadar devam edecek düşmanlık ve buğzu ilkaettik» diyor Cenab-ı Hak (C.C.)...yaniNasturiye, Yakubiye, Melka-niye (veya Melekıyye) diye onları üç ana guruba, her ana gurubu da belki yüzlerce parçaya ayırmak suretiyle aralarına buğz, adavet, kin ve nefret atıldı. Onlar kendi ihtiyarlanyla bunu seçtiler. Peygamberleri inkâr ettiler. İncil'de yazılı olanlara kulak asmadılar ve tahrif yaptı­lar. Ceza olarak onları Nasturiye, Yakubiye, Melkaniye diye üç ana guruba ayırdık. Her ana gurubu da yüzlerce guruba ayırdık. Böylece birbirlerini tekfir etmek, birbirlerini boğazlamak, birbirlerinden buğzet-mek kıyamete kadar aralarında devam edecektir.

Bazı müfessirler, «Onlarla Yahudiler arasında kin ve adaveti ilfea ettik. Yani hüm zamiri Yahudi ve Hristiyanlardan bahsi geçen ümmetlere raci olur» demişlerdir.

(14) «Şüphesiz ki Allah ahirette onlara amellerini haber verecek­tin) mealindeki âyeti kerîme, onlara tehdid ve onları cezalandırmakla korkutmaktır.

(15) «Ey kitab ehli! Size Peygamberimiz geldi...»

Bu âyetin tefsiri:

Peygamberimizden maksad, Hz. Muhammed Mustafa'dır. Cenab-ı Hak şereflendirmek için Resûl-ü Ekrem'i «Peygamberimiz» sözüyle za­tına izafe etmiştir.

«Sizin kitabtan gizlediğinizin çoğunu size açıklıyor» cümlesiyle Cenab-ı Hak, Hz. Muhammed'in hak Peygamber olduğunu ve bunun da onun için bir mucize olduğunu ona îman etmeyi gerektirdiğini belirti­yor. Meselâ: Onların kitablarmda Hz. Muhammed'e îman etmek var­dı, onu gizliyorlardı. Recm âyeti vardı, yani zina eden recmedilecektir âyeti vardı, onu gizliyorlardı. «Cumartesi günleri avlanmak yoktur» di­yen ilâhî emre karşı çıkanların maymuna dönüştükleri vardı, onu giz­liyorlardı. Ve Resûl-u Ekrem onların çoğunu onlara açıkladı. Bir ço­ğunu da açıklamadı. Ancak onun Peygamberliğine delil taşıyan kısan­ları açıkladı. Diğerlerini bıraktı. Yani birçok kısmını da açıklamamak suretiyle hatalarınızı affeder.

Zikrediliyor ki, Yahudi âlimlerinden birisi Resûl-u Ekrem'e gelip sordu:

— Ey kişi! Sen bizi af mı ettin?

Resulü Ekrem ondan yüzünü çevirerek cevab vermedi.

Yahudi, bu sualle, Resûî-ü Ekrem'i kışkırtıyordu ki «Hayır, sizi affetmedim. Kitabınızda şunlar ve şunlar vardır» desin. Ve sözü bu inen âyetle çelişsin. Fakat Resûl-ü Ekrem ona hiçbir şey açıklamadı. Üstelik onun bu hareketini de affetti. İstediğini bulamıyan Yahudi Re­sulü Ekrem'in katından çıkarak gitti. Arkadaşlarına: «Bu adamın de­diklerinde doğru olduğunu görüyorum. Çünkü onun kitabında o her sorulanı açıklamıyor hükmü vardır. Ben de sordum açıklamadı.» dedi.

(15) «Size Allah'tan bir nur geldi.» cümlesinin mânâsı, ziya geldi. Bu ziyadan maksad, İslâm'dır.

Bazı müfessirler, «Nurdan maksad, Hz. Muhammed Mustafa'dır» de­diler. Hz. Muhammed'e nur denmesinin nedeni karanlıklarda nurla hi­dayet olunduğu gibi, Cenab-ı Hak onunla halkı hidayet ettiğinden ile­ri geliyor.

«Açık bir kitab veya açıklayıcı bir kitab geldi.» Bu kitabdan mak­sad, Kur'an'dır.

(16) «Allah,   o açıklayıcı   kitab   vasıtasıyla    rızasına tabi' olup îman edeni selâmetin yollarına (Allah'ın    yollarına)  hidayet eder. O kitabla Allah'ın nzasına tabi olanları. Allah, karanlıklardan    (küfrün çeşitlerinden) Nur'a (İslâm'a)  çıkarır. Allah'ın izni ve iradesi ve yar­dımıyla olur. Ve Allah onları dosdoğru bir yola hidayet eder.» Bu âyetin tefsiri: Yani yolların Allah'a en yakın olanına kesinlikle ve yüzde yüz Allah'a götüren bir yola Allah onları hidayet eder.

Hasan Basri ve Suddi «Ayetteki (es-selam) Allah demektir». Onun yolları demek, onun dini (İslâm) demektir. Çünkü o başka bir âyette «Şüphesiz ki din Allah katında İslâmdır.» (Âl-i İmran: 19) buyur­muştur. «Karanlıklardan» kâfirlik, cehalet, fasıklık ve benzeri küfrün ve fışkın çeşitli meyveleri kastedilir. «Nurdan» maksad, îslâm ve İs­lâm'ın hidayetleri kasdedüdi.» dediler.

(17) «Allah Meryem'in oğlu Mesih'tir diyenler kâfir oldular.»

Bu âyetin tefsiri:

Hristiyanlarm ittihad fikrinden ve Allah'la İsa'nın birleştiğini id­dia edenlerin sözünden İsa Allah'dır hükmü çıkıyor. Hernekadar onlar açıkça bunu söylememişlerse de, sözlerinden bu anlaşılıyor. Zira bir tarafta İsa'da lahut (yani Allah'hk) vardır, diyorlar. Bir taraftan da, Allah birdir, diyorlar. Lâzım geliyor ki Allah (haşa) İsa olsun. İşte bu söz, onlara cehaletlerini ve fasit akidelerini ilân etmek için nisbet edildi

(17) «De ki: Eğer Allah, Meryem'in oğlu Mesih i, anasını ve arzda bulunanların hepsini yoketmek isterse, ondan kim birşeyi kurtarabilir. Göklerin ve yerin ve aralarında bulunan herşeyin mülkiyeti Allah'ın­dır.» Ayetin bu cümleleri şunları haykınyorlar: îsâ ile annesi, yer ile gök aralarında bulunanlar birer mahlûkturlar. Hududlan (yanlan) vardır. Başlangıç ve sonuçlan vardır. Hududlar dahilinde bulunup başlangıç ve sonuca sahib olan hiçbir nesne Allah'lığa elverişli de­ğildir.

Cenab-ı Hak «İkisinin arasındaki» tabirini kullandı. «Onların ara­larındaki» tâbirini kullanmadı. Çünkü iki çeşidi ve iki sınıfı kastet­miştir. Bütün gökler ve bütün yerler kastedilmemiştir. Gök bir sınıf­tır yer, diğer bir sınıftır. Gök bir çeşittir. Beriki başka bir çeşittir. San­ki Cenab-ı Haktan soruluyor: Senin ilâhî adaletin bir insanı bir erkek ile bir kadın arasından yaratıp çıkarmaktır. Oysa İsa'da bunu görmü­yoruz? Cevab: «Allah dilediğini yaratır.» Yani dilediğini dilediği şe­kilde yaratır. İsterse Adem gibi annesiz ve babasız yaratır. İsterse İsa gibi anneli ve babasız yaratır. İsterse Hz. Salih'in devesi gibi taştan yaratır.

Beyzavi, bu âyetin tefsirinde «onlar İsa (A.S.) 'm durumunda şüpheye düştüler. Cenab-ı Hak, bu âyetle o şüpheyi izale etmeye çalıştı. Âyetin mânâsı: Cenab-ı Hak mutlak şekilde kadirdir, (sonsuz kudret sahibidir). Yokluktan gökleri ve yeri yaratıp varlığa çıkardığı gibi, göklerle yerin arasında bulunan her nesneyi toprak gibi bir asıldan ya­ratmaya kadirdir. Adem ve bir çok canlıyı topraktan yarattığı gibi bir asim cinsinden olmayanı o asıldan yaratmaya da kadirdir. Mücaneset (Hemcinslik) aralarında olan bir asıldan da yaratabilir. Bir kadını bir erkekden, yani Havva'yı, Âdem'den yarattığı gibi, bir erkeği bir ka­dından, yani İsa'yı Meryem'den yaratabilir.

Alûsi 15. âyetin tefsirinde şunları söylüyor:

İbni Cerir, îkrime'den rivayet etti: Yahudiler Resulü Ekrem'e gel­diler. Recm'i sordular. Resûl-ü Ekrem: «Sûin en âliminiz kimdir?» di­ye sordu: «İbni Suriye»yi işaret ederek: «Budur» dediler, Cenab-ı Pey­gamber: «Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah adiyle sana yemin veriyorum, Tur dağını îsrailoğullannın üzerine kaldıran Allah ile sana yemin ve­riyorum. Sizden Allah tarafından alınan misak ve sözlerle sana yemin verdiriyorum.» Bunlan deyince «İbni Suriye» titremeye başladı. Bun­dan sonra Cenab-ı Peygamber: «Bu yeminlerle sana yemin verdiriyo­rum ki, doğru söyliyesin. Recm siz Yahudilerde var mıdır?» İbni Suri­ye: «Evet, vardır. Fakat zina Yahudiler arasında yaygınlaşınca, biz kamçılamak ve zina edenlerin başlarını traş etmekle kifayet ettik ve recmi kaldırdık» dedi. Böylece Cenab-ı Peygamber onlardan zina edip hüküm için getirilenlere Recm hükmünü tatbik etti. Bunun üzerine, Cenab-ı Hak, bu âyeti inzal buyurdu.

Alusi, «mubin» kelimesi ya lâzımı fiil olan Beyene'den geliyor ve  açıktır manasınadır, veya müteaddi olan «beyyene»den gelen bir ismi-faildir,  açıklayıcı  manasınadır, diyor.»

(17) «Allah ancak İsa'dır diyenler, kâfir oldular.» Meşhur kavle göre, bunu söyliyenler Yakubî gurubudur. Zira bunlann iddiasına gö­re; Allah bazan belli bir insanın bedenine veya ruhuna hulul edip gi­rer! Allah, böyle şeylerden uzaktır.

Errağib der ki: «Eğer denilirse, hiç kimse, «Allah, ancak Mesihtir» dememiştir, belki onlar «Mesih ancak Allah'tır» demişlerdir. Bu da on­ların nezdinde şudur: Mesih, Nasut ve Lahut'tan mürekkebtir. Bu du­ruma göre denilebilir ki Nesut olduğu halde Mesih (İsa) ancak lahut-tur. Nitekim insan elementlerden meydana geldiği halde «insan ancak canlıdır» deniliyor. Fakat canlı ancak insandı denilmiyor. Öyle ise «La-hut, ancak nasuttur» denilemez.. Onlara cevab olarak denilir ki: «Hris-tiyanlar, Allah ancak Mesih'tir» sözlerini sizin söylediğiniz şekilde söy­lememişlerdir. Onlar, Muhammed bin Kabul Kurezi'den rivayet edilen şekilde söylemişlerdir. O, rivayet de şudur: İsa (A.S.) ref olunduğu za­man îsraüoğullarınm âlimlerinden bir taife bir araya geldi ve dediler ki: «Siz İsâ hakkında ne dersiniz?» Onlardan birisi: «Acaba Allah'tan başka ölüleri dirilten birisini biliyor musunuz?» diye sordu. «Hayır» dem­diler. Yine sordu: «Acaba körleri, cüzzamhları, tehlikeli hastalıklara yakalananları Allah'tan başkası şifaya kavuşturabilir mi?» Onlar: «Ha­yır» dediler... Ve devamla: «O halde Allah, ancak vasıfları bu olandır.» Yani uluhiyetin hakikati İsa'da vardır, dediler. Bu söz, EL-KERİMU ZEYDUN (yani keremin hakikati Zeyddedir) sözü gibidir. Evet, Hris-tiyanlar bu sözlerine binaen zımnen «Allah ancak Mesih tir» dediler. [128]

 

Meal

 

(18) Yahudi ve Hristiyanlar: bizler Allah'ın oğullarıyız ve Al­lah'ın sevgilileriyiz dediler. (Ey Habibim! Onlara) de ki: O halde ni­çin Allah sizi günahlarınızdan ötürü azaba duçar ediyor? Hayır! Siz onun yarattığından birer beşersiniz. O dilediği için bağışlar ve dilediği­ni azaba duçar eder. Göklerin, yerin ve ikisinin arasmdakinin mülki­yeti Allah'ındır. Dönüş ancak Allah'adır.»

(19) Ey Ehli Kitab! Peygamberlerin arası kesildiği bir zaman­da, bize bir müjdeci ve bir uyarıcı gelmedi, demenize fırsat vermemek için, size açıklayan Peygamberimiz geldi. Gerçekten size müjdeleyici de, korkutucu da geldi. Allah herşeye kadirdir.»

(20) Hatırla o zamanı ki, Musa kavmine demişti: Ey Kavmim! Allah'ın sizin üzerinizdeki nimetini hatırlayınız. Hatırlayınız o zamanı ki, içinizden Peygamber çıkardı. Sizi kırallar (yöneticiler) yaptı. Alem­lerden hiçbirine vermediği şeyi size verdi.»

(21) Ey kavmim! Allah'ın sizin için yazdığı o, kutsal arza (ye­re) girin. Sakın arkanıza dönmeyin, zira bu takdirde hüsrana düşer, zarara uğrarsınız.»

(22) Dediler ki: Ey Musa! Orada zorba bir kavim vardır. O ka­vim oradan çıkmadıkları sürece biz oraya giremeyiz. Şayet oradan çı­karlarsa, biz de kesinlikle (oraya)  giricileriz.»

(23) Allah'tan korkanlardan ve Allah'ın kendilerine ihsan etti­ği iki adam şöyle dedi: Zorbaların şehrine ait kapıdan giriniz! Oraya girince muhakkak gâlib geleceksiniz. Artık gerçekten müminlerseniz, Allah'a tevekkül ediniz.»

Onsekizinci âyetin tefsiri:'

Hristiyanlar da, Yahudiler de batıl iddialarda bulundular. «Biz Allah'ın oğullanpız.» Yani oğlun babaya yakın olduğu gibi Allah'a ya­kınlarız ve Allah'ın dostlarıyız, dediler.

Muhtemel ki -oğullar- tâbirinden maksad, Allah'ın özel insanla­rıyız demek de olsun. Nitekim bazı kimseler için: «Dünyanın oğulları ve­ya âhiretin oğullan» denildiği gibi. Zira bu sözün mânâsı: «Dünyanın özel insanları veya âhiretin Özel insanları demektir. Muhtemel ki sözle­rinin mânâsı: «Oğulluk vasfına sahib olan kimsenin (İsa'nın veya Mu­sa'nın) etbalarıyız» demek istiyorlar. Yani Hristiyanlar; biz oğulluk vas­fına eren İsa'nın etbalanyız. Yahudiler de, oğulluk mertebesine varan Uzeyr'in etbalanyız, dediler. Etbalara oğul demek, mecazidir. Veya et-bam metbua yaklaşması bakımından teşbih yapılmıştır.

İbni İshak, İbni Cerir, İbni Munzir, İbni-Ebi-Hâtim ve (Delail'-de) Beyhakî, İbni Abbas'tan rivayet ettiler:

Allah'ın Resûlü'ne İbni Ubeyy, Behra bin Amr, Veşas bin Adiyy geldiler. Peygamberle konuştular. Bu esnada Hz. Peygamber onları di-û   ne davet edip Allah'ın azabından korkuttu.

Onlar: «Ey Muhammet!! Bizi mi korkutuyorsun? Yemin ederiz, biz Allah'ın çocukları ve dostlarıyız, dediler.» Tıpkı hristiyanlarm de­dikleri gibi dediler. Bunun için Allah onlar hakkında: «Yahudiler ve hristiyanlar biz Allah'ın oğullan ve sevgilileriyiz, dediler...» âyetini gönderdi.[129]  

(18) «De ki: O halde Allah niçin size azab veriyor?» Bu âyetin yorumu; İmam Ahmed, Enes'ten rivayet etti.   Resûl-ü

Ekrem (S.A.V.) ashabından birkaç kişiyle bir yere gidiyordu. Yolda bir çocuk vardı. Annesi peygamberle sahabileri görünce, çiğnenir falan diye, oğlunun hayatından korktu. Koşa, koşa oğluna doğru gidiyor ve «Oğlum, oğlum» diye bağırıyordu. Yetişince çocuğunu kucaklayarak yerden kaldırdı. Eshabı Kiram: «Acaba bu hanım oğlunu ateşe atar mı?» diye Resûlüllah'a sordular. Cenab-ı Peygamber: «Hayır. Yemin ederim ki dostunu ateşe atmaz» diye cevabını verdi.

Bu hadisten anlaşılıyor ki, Yahudi ve Hristiyanlar Allah'ın dostu değiller. Aksi takdirde onlara azabetmemesi gerekirdi...

îmanı Ahmed, Zuhd'de Hasan'dan rivayet ediyor. «Cenab-ı Pey­gamber: Yemin ederim ki, Allah dostuna azab vermez. Ancak onu dün­yada belâlandırır buyurdu.»

(19) «Ey kitab ehli! Peygamberlerin arası kesildiği bir boşluk za­manında...»

İbni İshak, İbni Cerir, İbni Munzir, îbni Ebi Hatim ve «Ed Dela-|il»inde Beyhaki İbni Abbas'tan rivayet ettiler: Resûl-ü Ekrem Yahu­dileri İslâm'a davet etti. Fakat kabul etmediler. Bunun üzerine Muaz bin Cebel, Sad bin Ubade ve Akabe bin Vehb onlara:

«Ey Yahudiler! Allah'tan korkunuz. Yemin ederim ki, siz Hz. Mu-hammed'in peygamber olduğunu biliyorsunuz. Bu zat Medine'ye teş­rif etmezden önce bunu söylüyordunuz. Peygamber olmazdan önce onun sıfatlarını bize anlatıyordunuz» dediler. Bunun üzerine Hurey-mel oğlu Rafi, Yehuda oğlu Vehb: «Biz size bunları söylemedik. Ve Al­lah Musa'dan sonra hiçbir kitab indirmemiştir. Hiçbir müjdeci ve kor­kutucu peygamber göndermemiştir» dediler. Bunun üzerine bu âyeti celîle nazil oldu.[130]

 

Fetret Dönemi Hakkında Gelen Görüşler

 

Abd bin Humeyd, İbnuCureyç, İbni Cerir ve İbnul-Munzir, Kata-de'den bu âyet hakkında şunları rivayet ettiler: Hak ile, batıl arasın­da gizlenen gerçeği yeniden gündeme getiren Hz. Muhammed'dir. On­da beyan, nasihat, nur ve hidayet vardır. Ona yapışan için, ismet (kö­tülüklerden korunma) vardır. Fetret (boşluk, Peygambersiz geçen dö­nem) Hz. İsa ile Hz. Muhammed arasındaydı. Bize, o fetretin (600) al-tıyüz sene olduğu söylenildi. Veya Allah'ın dilediği kadardır, denildi.»

Abdurrezzak, Abd b. Humeyd ve İbni Cerir, Ma'mer yoluyla Ka-jtade'den bu âyet hakkında şunu rivayet ettiler: Hz. İsâ ile Hz. Mu-ihammed (A.S.) arası (560) beşyüz altmış senedir. Ma'mer; el-Kelbi'-nin 540 beşyüz kırk senedir, dediğini rivayet etti. îbni Munzir, İbni Cureyc'den: «Fetret, (500) beşyüz sene idi» diye rivayet etti. İbni Ce­rir, Dahhak'tan «İsa ile Muhammed (A.S.) arasındaki fetret zamanı (430) dört yüz otuz küsur sene idi.» rivayetini yaptı.[131]  

(20) «Hatırla o zamanı ki, Musa, kavmine: Ey Kavmim! Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün dedi» Bu âyetin yorumu:

îbni Abbas: Buradaki nimetlerden maksad, Allah'dan gelen afiye­tidir. Yani Allah'ın size afiyet verdiğini hatırlayınız, demektir dedi.

Bazı tefsirciler, «Allah'ın nimetlerinden maksad, onlara verilen değerli günler, değerli zamanlar ve o zamanlardaki nimetlerdir» dedi­ler.

Et-Taberi der ki: Bu âyeti celîlede Cenab-ı Hakkın, maksadı, ha-bibi Muhammed Mustafa'ya (S.A.V.) Yahudilerin tuğyanda ne kadar inatçı olduklarını bildirmektir. Haktan ne kadar uzak olduklarım, ne kötü seçenek sahibi bulunduklarını, ve Peygamberlere karşı ne şiddet­li muhalefete sahib olduklarını, Allah'ın onlara olan nimetlerinin çok­luğuna rağmen nasıl inada girdiklerini teselli için Peygamberine ha­ber vermektir. Musa (A.S.) onlara Allah'ın nimetlrini hatırlattı, onla­rın içinden Peygamber gönderdiğine dikkatlarım çekti. Bütün bunla­ra rağmen tuğyana devanı ettiler.» [132]

 

Îsraîloğullarından Gelen Peygamberler Adedî Kaçdı

 

El-Keİbi, «İsrail oğullarından gelen Peygamberler, sayısı yetmiştir. O yetmiş kişi ki, Musa kavminden onları seçip, beraberinde Tur Dağı­na götürdü» dedi. Yine el-Kelbi söylüyor: İsrailoğullarmın Peygam­berleri, Yakub bin İshak bin İbrahim'in soyundan geliyorlar. Şüphesiz ki bunlar Peygamberlerin büyüklerindenctir. Kur'an'm «esbat» tabi­riyle andığı bu zatlar Hz. Yakub'un oğullarıdırlar. Ekseri ulemaya gö­re Peygamberdirler. Peygamberlerden biri Musa, biri de Harun (A.S.) dır. Ve Musa'ya Cenab-ı Hak bildirdi ki, O'ndan sonra da İsrailoğullarından Peygamber gönderilecektir. İsrailoğullanndan gönderildiği ka­dar, hiçbir milletten Peygamber gönderilmemiştir. Bütün bunlar, bü­yük nimetlerdir. Bütün bunlara rağmen en fazla Peygamberlere karşı temerrüd gösterenler de îsrailoğulları olmuştur. [133]

 

Krallar Kılmanın Manası Nedir?

 

«Sizi kınülar (yöneticiler) kıldı.» Bu âyetin mânâsı: sizi hür ve Özgür kıldı. Siz nefsinize sahib oldunuz. Halbuki daha önce kıptilerin, (Mısırlıların) elinde esirdiniz.

İbni Abbas: «Sizi hizmet sahihleri kıldı, demektir.» dedi. Katade: «tik hizmetçi edinenler İsrailoğullandır, onlardan önce hiç kimsede hizmetçilik usulü yoktu» dedi. Ebu Said el Hudri'den rivayet edildi: Resûl-ü Ekrem: «İsrail oğulların dan birisinin, hizmetçisi, kansı ve bir de bineği olursa, ona Kral (melik ve yönetici) deniliyordu»   buyurdu.

Beğavi, bu hadisi senetsiz olarak zikretmiştir.

Bir kişi Abdullah bin Amr bin As'tan sormuş: Biz muhacirlerin fakirlerinden değil miyiz? Abdullah: Senin akşam gidip yatağına gire­ceğin bir hanımın var mıdır» Adam: Evet vardır. Abdullah: Senin ak­şam gidip yatacağın bir yerin var mıdır?» Adam: Evet, vardır.» Abdul­lah: «O halde sen zenginlerdensin» buyurdu. Adam: «Benim bir de hizmetçim vardır.» Abdullah: «O halde sen Melik (Kral) lerdensin» dedi.

Dahhak, «İsrailoğullarının evleri genişti. Ve evlerinde akarsular vardı. Meskeni böyle olan kimse yani sıcak ve soğuk su birden meske­ninde bulunan bir kimse, Melik (Kraldır) denirdi.»

El Alûsi: «sizi melikler kıldı» âyetinin tefsirinde şunları söylüyor:

Onlardan çok melik (kral) ve çok idareciler çıktığından dolayı, «Hepinizi melik kıldı» tabiri kullanılmıştır. Veya âyette «sizden» ta­biri mukadderdir. Yani «Sizden kırallar kıldı» demektir. Böylece, san­ki hepsi melik oldular. Yollarının genişlikleri, maişetlerinin bolluğu ve refah içerisinde yaşamaları, sanki onları melik, (kral) kılmıştır. Onun için krallık hepsine isnad edildi. Fakat Peygamberlik değil. Herneka-dar Peygamberlik vazifesi onların arasında çok kimselere verilmişse de.Fakat Peygamber olmadıktan sonra hiç kimse Peygamberlerin zinci­rine eklenemez ve mesleklerine giremez. Çünkü Peygamberlik, ilâhî bir emirdir. Allah dilediğine onu tahsis eder. Bazıları da; bu isnadda —ya­ni «Sizi melik (kral) laldı» isnadında— mecaz yoktur demişler. Çün­kü sizi melik kıldı demek, sizi özgür kıldı demektir. Zira onlar daha önce köle idüer. Kıptilerin, (Mısırlıların) elinde esirdiler. Allah, on­ları Musa (A.S.) vasıtasıyla kurtardı. Onun için «sizi kral kıldı»nın mânâsı; hür ve özgür kıldı demektir.

Bazdan, bu kelâmda mecaz yoktur. Zira hepsi melikti, çünkü me­lik demek, evi ve hizmetkârı olan kimse demektir. Bu durum, Zeyd ib­ni Eslem'den merfu olarak rivayet edilmiştir. [134]

(30) «Alemlerden hiçbirisine vermediğini size verdi» Bu âyetin ifade ettiği hakikatlar şöyledir: Denizi yarmak, düşmanı denizde boğ­durmak, bulutlan gölgelik yapmak, taşlardan pınarlar fışkırtmak, kudret helvasıyla bıldırcın kuşlarını gökten indirmek ve Allah tara­fından onlara verilen diğer nimetler o devre kadar hiç kimseye veril­memişti.

(21) «Ey kavm! Allah tarafından size yazılmış olan o, mukaddes araziye giriniz...»

Bu âyetin izahı:

Hz. Musa, kavmine, Allah'ın onlara nimet olarak verdiklerini say­dıktan sonra, onlara düşmanlarıyla çarpışmayı ve cihad etmeyi em­retti. mukaddes demek, temizlenmiş demektir. Çünkü Filistin arazisi şirkten temizlenmiş, Peygamberlerin ve müminlerin meskeni olmuştu. Bazılan; mukaddes, mübarek demektir, dedi.

El Kelbi: «İbrahim (Aleyhisselâm) Lübnan dağının üzerine çık­tı. İbrahim (A.S.)'e: Bak. Senin gözün nereye kadar görürse orası mu­kaddestir. Orası senin zürriyetinin mirasıdır, denildi. Bu araziden maksad, Tûrisîna dağı ile onun etrafındaki arazilerdir» dedi.

Bazı tefsirciler; «Bu arazi Eriha, Filistin ve Ürdün'ün bir kısmıdır dediler.» Bazılan da: Dimeşk (yani Şam) arazisi, bazıları da Şam'ın ta kendisidir dediler...

Kâab ul-Ahbar: Allah'ın indirilmiş kitabında, «Şanı Allah'ın yer­yüzündeki hazinesidir. Kullarının çoğu oradadır hükmünü gördüm» dedi.

Allah tarafından size yazılmış arazi demek, levhil mahfuzda onla­ra mesken olarak yazılmış arazi demektir.

Bazı tefsirciler, «Allah'ın size girmesini farz kıldığı arazi, orada mesken edinmenizi emrettiği arazi demektir. Bazıları da Allah'ın size hibe etmiş olduğu arazi demektir, dediler.

Bu ihtilâflar insanın aklına meşhur darbımeseli: «Eğer sussaydı-lar muhakkak (ihtilâf) kalkardı» getirir.

Eğer denilirse: Bir tarafta Allah atrafından size yazılmış mukad­des araziye giriniz emri veriliyor. Beri taraftan da kesinlikle o arazi sizin üzerinize haramdır, yani oraya giremezsiniz, denilmektedir. Kur*-an'm bu, iki âyeti arasında uzlaşma nasıl olacaktır? Cevab olarak de­riz ki: Burada birçok uzlaşma şekilleri vardır:

1- Bu arazi, Allah'ın onlara bir hibesi idi. Sonra onlaru bed­bahtlığından, temerrüd ve isyanlarından dolayı Allah onu onlara ha­ram kıldı.

2- Cevab; bu lafız her nekadar âm (genel) ise de, ondan kasdedi-len has (özel) tır. Sanki bu arazi onların bazılarına helâl yazılmış, ba­zılarına da haram. Çünkü Nun oğlu Yuşa (A.S.), Yufanna oğlu Kalip o araziye girdiler ve bunlar bu hitaba mazhar olanların bazılarıydı.

3.  Cevab, oraya girmek itaat etmeye bağlı idi. İtaat bulunmadığı için giriş te olmadı. Yani şart   bulunmadığı için meşrut ta tahakkuk etmedi.

4- Cevab, Cenab-ı Hak; bu arazi, onlar için kırk sene haramdır. Bu müddette oraya giremezler, dedi.    Aradan kırk sene geçtikten sonra oraya girdiler ve orası Cenab-ı Hakkın onlara daha önce vaadettiği şe­kilde onlar için mesken oldu. [135]

 

Cebbar Kavim Hangi Kavimdir?

 

(22) «Onlar: Ey Musa! Şüphesiz orada zorba kavim vardır...»

Bu âyetteki cebbar kelimesi  mübalağa sığasıdır.Halkın isteği ne olursa ona bakmadan halkı isteğine râm eden diktatör kişi demektir. Bu kavim,  amâlika  denilen soydan gelirlerdi. Ad kav­minin kalıntılarıydı. Onların cüsseleri (iskeletleri) büyüktü. Boy-pos bakımından onlara kimse yetişemiyordu.

İbrü Abdulhakem «Futuhul-Mısır» adlı eserinde İbni-Huceyir'den rivayet ediyor: «Musa kavminden yetmiş kişi, Amâlika denilenlerden ölmüş bir kişinin kafa tasında gölgelendiler.» Bu kelâm, iri ve yanlık­larından kinaye olsa gerek. Dikkat edilsin...

Beyhaki, Şuabul-İman'da Eşlem oğlu Zeyd'den rivayet ediyor: Be­nim kulağıma gelmiştir ki, sırtlan denilen hayvan ile yavruları Amâ-like kavminden ölen bir kişinin göz çanağında yuva yapmışlardı.» Bu haberde büyük cisimliliklerinden kinayedir. Nitekim alusî, ruhul -mea'nîsinde bunları naklettikten sonra, şunu ekliyor: Bu hadisler benim katımda U'nuk oğlu U'c'un hakkında varid olan hadisler gibi­dir. Yani hurafe hadislerdir. Asıl ve astarlan yoktur. [136]

Suyutî Dürrul-Mansur adlı tefsirinde rivayet etti: İbni-Ebi-Hâ-tim, Enes bin Malik'ten rivayet etti: «Bu zat, eline bir baston aldı. Onunla elli veya elli beş (arşın) araziyi ölçtükten sonra, Amâlika'nm en uzununun ölçüsü bu kadardı, dedi.»

îbni Cerir, İbni Ebi Hatim, tbni Abbas'tan rivayet ettiler: Hz. Mu­sa cebbarların şehrine girme emrini aldı. Beraberindekilerle birlikte gitti, şehrin yakınında konakladı. Şehrin ismi eriha idi. Şehire teftiş için oniki müfettiş (yani her boydan bir müfettiş) gönderdi. On­lar şehre girdiler. Büyük bir hadiseyle karşılaştılar. Şehirlileri heybet­li, cisimli ve iriyarı insanlar olarak gördüler. Birisinin bostanında giz­lendiler. Bostanın sahibi meyve almaya geldiğinde onların ayak izle­rini gördü. Böylece ayak izlerini takip etti. Onları görünce alıp ete­ğine meyveler gibi koyduktan sonra krala götürdü. Onları kralın önü­ne serpti. Kral o elçilere: «Siz bizim durumumuzu gördünüz. Gidiniz, sahibinize, (kumandanınıza) durumu söyleyiniz» dedi. Onlar Hz. Mu­sa'ya geldiler ve gördüklerini Hz. Musa'ya naklettiler. Hz. Musa: «Bu gördüklerinizi yaymayınız» dedi. Bu emre rağmen, kişi, babasına ve dostuna gördüğünü söyledi. Fakat «Benim söylediğimi kimseye söyle­me» diye tavsiyede de bulundu. Böylece askerler (yani ordu) içerisin­de bu mesele yayıldı. Bu elçilerden iki kişi müstesna diğerleri bu me­seleyi yaymıştı. Diline sahib olan iki elçinin birisi Yuşa bin Nun, diğe­ri Kâlib bin Yuhanna (veya Yufenna) idi. İşte bu iki kişi hakkında Cenab-ı Hak, «(Allah'tan) korkanlardan Allah'ın kendilerine ihsan et­tiği iki adam şöyle dedi: Zalimlerin şehrine ait kapıdan girin. Oraya girince muhakkak galibsiniz. Artık gerçek müminlerseniz Allah'a te­vekkül edin.» buyurdu. Kâlib'in babasının adı, bazen Yukarına, bazan Yuhenna, bazen Yufenna ve bazen de Kanya diye geçiyor tefsir kitab-lannda bilesin...

Ayette -Korkanlardan- tabirindeki korku, kimdendir? Allah'-dan mı yoksa zorbalardan mı? diye ihtilâf edildi: Katade «Allah'tan kor­kanlar demektir)) dedi. Dahak «Bu iki kişi, Yuş'a ile Kâlib değildir. Bunlar zorbaların serinde oturan ve Musa (A.S.) dinine inanan iki ki­şidir, dedi. Korkanlar kelimesi bu tefsire göre, Amâlika'lılardan kor­karlar demektir. Çünkü bu iki kişi, dinlerinden caydırılırlar korkusuy-le, zorbaların, iman ettiklerine muttali olmasını istemiyorlardı. Fa­kat buna rağmen Allah'a güvenirlerdi.

Bazı tefsirciler; Yuşa ile Kâlip İsrail oğullarının zafiyetinden ve korkaklığından korkarlardı şeklinde tefsir etmişlerdir.

Mücahid ve İbni Cubeyr «yehafune» Fiili malumu yerinde: «Yuha Fune» fiili meçhulü okumuşlardır. Ve bu kıraat, bu iki kişi­nin Musa kavminden olmadığını takviye eder. Çünkü mânâsı: Kendi­lerinden korkulanlardan iki kişi demek oluyor.

«Allah onlara nimet etmiş» yani îslâm, yâkin ve salahı hal ile on­lara nimet etmiştir. Onlar, îsrailoğullarma: «Sakın bu Âmâlika kav­minin, büyük iskeletleri, sizi korkutmasın. Onların kalplerinde korku doludur. İskeletleri büyüktür. Fakat kalbleri zaiftir.» dediler ve bili­yorlardı ki, İsrailoğullan o kapıdan girerlerse, gâlib geleceklerdir. Ve­ya bu iki kişi, Allah'a güvenerek bunu söyled

iler. Sonra «Siz böyle ya­parsanız galib geleceksiniz» dediler. Sonra: «Allah'a tevekkül ediniz, eğer mümin iseniz.» Yani Allah'ı tasdik ediyorsanız muhakkak Allah size yardım edecektir, dediler. -Beyzavİ «şu kapıdan giriniz» tefsirinde yani ansızın hücum ediniz. Onlara tazyik yapınız. Onları çıkıp da meydan okumaktan ve azık edinmekten menediniz. Bunu yaptığınız takdirde siz galibsiniz. Çünkü onlar iskeletleri büyük oldukları için dar yerlerde çalışamaz­lar. Evet, onların iriyarı iskeletleri var. Fakat kalbleri zaiftir. [137]

 

İbn Kesib'e Göbe Cebbarlar Kimlerdir?

 

İbn Kesir, (C. 2. S. 536'da) «Müfessirlerden birçok kimse, bu ceb­barlar meselesinde İsrailoğullanmn uydurmalaruıdan birçok şeyler nakletmişlerdir. ITnuk oğlu ITc da bunlardan birisidir, U'nk, Hz. Adem'in kızıdır, U'c'un uzunluğu (3 bin 333) üç bin üçyüz otuzüç zra idi demişler. Bu tür haberler, utanılacak şeylerdir. Sonra uydurmalar Sahihaynda sabit olan hadise de muhaliftirler. Çünkü Cenab-ı Pey­gamber «Şüphesiz Adem (60) altmış zira uzunluğunda olarak yaratıl­dı. Halk ta şu ana kadar (yani Peygamber dönemine kadar) durmadan kısalip gelmektedir» demişlerdir. Sonra tefsirciler, bir tarafdan bu kişinin kâfir ve veled-i zina olduğunu söylüyorlar. Bir taraftan da an­nesi Adem'in kızıdır, derler. Sonra Nuh'un gemisine binmekten imti­na ettiğini, Tufan suyunun ancak onun dizlerine vardığını söylüyor­lar. Bunların hepsi yalandır, iftiradır. Çünkü Cenab-ı Hak, Nuh'un yeryüzündeki bütün kâfirlere beddua ederek: «Yarab yeryüzünde kâ­firlerden bir tek kişiyi bırakma» (Nuh: 26) demişti, dedi. Cenab-ı Hak da: «Onu ve onunla beraber dolu gemide bulunanı kurtardık.Sonra diğerlerini boğduk» (Şua'ra: 119). Başka bir âyette: «Bugün Allah'ın emrinden koruyucu yok. Allah'ın merhamet ettiği hariç» (Hud: 43) buyurulmuştur. Madem ki Nuh'un kâfir olan oğlu garkoldu. Acaba U'nuk'un oğlu U'c nasıl kurtuldu? Halbuki iddialara göre o kâfir ve zina çocuğudur. Bu haberler aklen ve şer'an caiz olmayan şeylerdir, îsmi U'nk olan bir kişinin varlığında da şüphe vardır. Allah daha iyi­sini bilir.[138]  

 

Meal

 

(24) Ey Musa! O zorbalar orada kaldıkça biz oraya asla girmeyiz. Öyleyse sen ve Rabbin gidiniz. Hemen savaşınız. Şüphesiz ki biz burada oturucularız» demişlerdi.

(25) Musa: Ey Rabbim! Ben kendimden ve bir de kardeşimden başkasına sahib olamam, (Söz geçiremem). Bizim ile fâsık kavimin ara­sım ayır dedi.»

(26) Allah, Musa'ya: Şüphesiz ki o mukaddes toprak onlara kırk sene haram kılınmıştır. Onlar çölde şaşkın şaşkın dolaşıp dururlar. Öyleyse sen fâsık olan kavim için üzülme» dedi.

(27) Onlara Adem'in iki oğlunun haberini gerçekçe oku. (Hatırla o zamanı ki) o ikisi kurbanlarını hazırladılar. Birisinin kurbanı kabul olundu. Diğerininki kabul olunmadı. Bu, öbürüne: Kesinlikle se­ni öldüreceğim dedi. Öbürü de: Allah ancak sakınanlardan kabul eder, dedi.

(28) Yeminim olsun, eğer beni öldürmen için elini bana uza­tırsan seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Şüphesiz ki Alemlerin Babbi olan Allah'tan korkanm.»

(29) Şüphesiz ben isterim ki hem benim günahımı hem de ken­di günahım üzerine almış olup ateşe gidenlerden olasın, İşte budur zalimlerin cezası.»

(30) Bunun üzerine onun (Kabilin) nefsi, onu kardeşini (Ha-bili) öldürmeye sürükledi. Ve kardeşini öldürdü. Böylece zarar eden­lerden oldu.»

(31) Böylece Allah ona kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek için yeri eşen bir karga gönderdi. Karganın yaptığını gö­rünce: Ey (kavim)! Yazıklar olsun bana, bu karga gibi olmaktan aciz mî kaldım ki kardeşimin ölüsünü gömmedim dedi. Bundan Ötürü piş­manlardan oldu.»[139]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(24) «îsrailoğulları, Musa'ya: Sen ve Rabbîn gidiniz, savaşınız. Biz burada oturucularız dediler.» Bu âyetin tefsiri: «Bunu demekten maksadları, daha önce Rab sana yardım etti. Firavun ve Mısırlılara karşı gâlib geldin. Bu defa da gidersen bunlara karşı galib geleceksin demektir. [140]

 

Bu Ayetteki Rab'dan Maksad Nedir?

 

îbni Abbas «Rabdan maksad, Musa'nın büyük kardeşi Harundur» dedi.

Bazı âlimler; Rabdan maksad, kâinatın sahibidir, şeklindeki tef­sirleri doğru değildir. Zira onlar böyle deseydiler kâfir olurlardı. O va­kit Hz. Musa'nın Amâlikalardan önce onlarla savaşması gerekirdi. Ve onlar artık zorbalarla savaşmaya değil Musa (A.S.) ile savaşmaya mecbur kalırlardı.

Nesefiye göre eğer «Rabb, Allah mânâsına kabul edilirse, âye­tin mânâsı «Sen git. Senin Rabbin de onlarla savaşmakta sana yar­dımcı olacaktın} oluyor. Veya Rabb, büyük kardeşi Harun <A.S.) de­mektir. [141]

 

Hz. Musa'ya Bu Sözü Söyleyen Kâfir Olur Mu?

 

Bazıları; gitmekten maksad, hakiki gitmek değildir. İradedir, de­diler. Yani onlarla savaşmak iradesi var ise, siz savaşınız. Biz ise bu­rada otururuz. Dininizin yardımı için savaşmayız demek suretiyle Hz. Musa'ya muhalefet ettiler. Onun için Hz. Musa: «Ben nefsimden ve kardeşimden başkasına sahil» değilim» dedi.

El-Beyzavi, «Bu sözü, Allah'ı ve Resulünü hafife almak ve perva etmemek için söylemişlerdir» dedi. Bayzavî'nin bu tefsirine göre, bu sözü söyleyenler kâfir olurlar. Bayzavî şöyle devam eder: «Bazı tefsircilere göre, âyetin mânâsı: «Sen git Rabbin de sana yardım etsin demektir.» »

Beyzavî'nin tefsiri ikinci görüşten daha kuvvetlidir. Çünkü bu , söz sahibleri eğer öyle inansaydılar neden savaşa katılmazlardı? Fa­kat Îbnu-Kesir'in yorumu ikinci görüşü takviye eder. Zira İbnu Kesir şöyle der: İsrailoğulları savaştan çekildikleri zaman Musa onlara kız­dı ve onlara beddua olsun diye: «Ey Rabbim! Ben kendi nefsimden ve kardeşimden başkasına mâlik değilim.» dedi.

(25) «Bizimle fâsık bir kavmin arasını ayır» âyeti celîlesi bunla­rın kâfir olmadıklarını, ancak isyan ettiklerinden dolayı fâsık olduk­larını bildiriyor.

«El-Ufi», İbni Abbas'tan rivayet ediyor: «Bizimle fâsık bir kav­min arasını ayır.» âyetin mânâsı: Bizimle onların arasında hükmet de­mektir.»

Ali bin Ebi-Taiha da îbni Abbas'tan aynı şekilde rivayet etmiştir. Dahhak da böyle demiştir. Başkaları da: «Bizim aramızı ayır demek­tir»} dediler.

Hz. Musa onlara beddua ettikten sonra, onlar, kırk sene müd­detle  TİH çölünde kaldılar. Sağa sola gidiyorlar, bir türlü o çöl­den çıkmayı başaramıyorlardı. Orada acaib haller meydana geldi. Çok harikalar görüldü. Bulutlar onlara gölgelik yapıyordu. Kudret helvasıyla bıldırcınlar onlara gökten iniyordu. Akan su kupkuru taş­tan çıkıyordu. Ve o, taş^ bir devenin sırtında taşınıyordu. Onlar, onu beraberlerinde gezdiriyorlardı. Hz. Musa asasıyla o taşa vurduğu za­man, ondan oniki pınar fışkinyordu. Her boy için bir pınar akıyordu. Daha nice mucizeler o çölde îmran oğlu Hz. Musa'dan görüldü. îşte orada Tevrat nazil oldu. Orada ahkâm teşri ve tesbit edildi. Orada ah-du-peymânın kubbesi veya zamanın kubbesi yapıldı.

Yezid bin Harun, Asbağ bin Zeyd'den, o da Kasım bin Ebi-Eyyup'-ten, o da Said bin Cübeyr'den rivayet ediyor: îbni Abbas'tan: «O mu­kaddes arazi onların üzerine kırk sene haramdır, onlar yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaşıp duracaklardır» âyetin mânâsı nedir? diye sor­dum, îbni Abbas: Onlar, kırk sene yeryüzünde şaşkın şaşkın dolaştı­lar. Her gün sabahtan akşama kadar yürürlerdi. Bir yerde doğru dürüşt durmazlardı. Sabahlayınca bakarlardı ki aynı noktalardadır. Sonra TİH çölünde onların üzerinde bulutlar gölgelik yaptı. Kudret helvasıyia bıldırcınlar Allah tarafından gönderildi. İşte bu fitneler hadisinin bir parçasıdır. Sonra Hz. Harun vefat etti. Üç sene sonra da Hz. Musa vefat etti. Onun yerine Nunun oğlu Yuşa (A.S.) geçti. Hem Musa'nın halifesi hem de Peygamberdi. îsrailoğullannın çoğu o kırk sene zarfında öldü. Hatta deniliyor ki, Musa'ya karşı gelen gurub-tan sadece Yuşa ve Kâîib kaldılar. Onlar da karşı gelmemişlerdi. îşte bu noktadan dolayı bazı tefsir âlimleri, «fe inneha muharremetun aleyhim» (Muhakkak o arazi onlara haramdır) üzerinde tam vakfet­mek lâzımdır. «Erbaine» (kırk) kelimesi arkadan gelen «y etili una» (şaşkın dolaşırlar) fiilinin mefuludur» demişler. [142]

 

İsrail Oğulları Ne Zaman Çölden Çıktılar?

 

Bu müddet, bittikten sonra Yuşa bin Nun onları Tih'den çıkardı. Veya geri kalanları yani îsrailoğullannın ikinci kuşaktan gelenlerini çıkardı. Beytul-Makdıs'a gitmek istedi. Orayı muhasara etti. Cu­ma günü ikindiden sonra fethetti. Güneş batmak üzereyken «Sabt» (cumartesin) in vaktinin girmesinden korkarak güneşe: «Sen Allah'ın emriyle gidiyorsun. Ben de Allah'ın emriyle hareket ediyorum. Yârab! Bu güneşi benim Beytulmakdis'e girmem için durdur» diye niyazda bulundu. Böylece O Beytulmakdis'i fethedinceye kadar Cenab-ı Hak güneşi durdurdu. Allah, Yuşa bin Nun'a «İsrailoğulları Beytulmakdis'e vardıklarında onun kapısından girerken secde ederek ve hittatun (Günahlarımızı bizden sil) diyerek girsinler» emrini verdi. Onlar ise, verilen emri değiştirerek arkaları dönük olarak kapılardan girmeye başladılar. Habbetun-Fişaretin (Bir dane bir kabukta) mânâsı­na gelen bir kelime kullandılar.[143]  

İbni Ebi-Hâtim, îbni Abbas tarikıyla bu âyetin tefsirinde rivayet ediyor: İsrailoğulları, kırk sene şaşkın şaşkın dolaştılar. Musa ve Ha­run (A.S.) Tih çölünde öldükleri gibi. Kırk yaşını geçenlerin hepsi ora­da öldüler. Kırk sene geçtikten sonra Musa'nın halifesi Yuşa bin Nun onları derleyip-toparladı. Beytulmakdis'i fethetti. Ona: Bugün cuma günü dediler. Onlar: Kudüs'ü fethetmeye kalkıştıklarında güneş ba­tıya doğru yöneldi. Eğer güneş batarsa cumartesi gecesi gelir ve cu­martesiye girmiş olurlardı. Çalışmaları yasak olurdu. Güneşe: «Bende memurum, sen de memursun, dur» dedi. Böylece güneş, o, Beytulmak­dis'i fethedinceye kadar yerinde durdu. Beytulmakdis'te büyük hazi­neler ve servetler gördüler. Hepsini ateşe yaklaştırdılar. Zaten 'gani­met olan) servetler o zaman yakılıyordu. Fakat ateş onlan yakmadı. Yuşa (aleyhisselâm): Sizin içinizde hırsızlık, (hainlik) yapanlar var­dır, deyip on iki boyun reislerini çağırdı. Onlardan biat aldı. Yani el­lerini sıktı. Bu meyanda, birinin eli Hz. Yuşa'nm eline yapıştı. Hz. Yu­şa: «Hainlik ve hırsızlık senin yanındadır» dedi. O, altından yapılmış bir sığır başını çıkardı. Yakuttan iki gözü vardı. Dişleri lûluden yapıl­mıştı. Diğer kurbanlar ile beraber onu da ateşe attılar. Ateş hepsini yakıp bitirdi.

«TÎH» kelimesi arap lügatinde hayrat manasınadır. O çöle Tih denilmiştir. Çünkü yolu ve yordamı belli değildir. Oraya giren şaşar. O çölü cihan tarihinde iki kumandan geçmiştir. Biri, Makedonyalı İs­kender, ikincisi Osmanoğullarından Beyazıt oğlu Selim Han.

Tarih, 922'yi gösterdiği bir devrede Yavuz Selim Han muazzam ve muzaffer bir ordu ile Mısır'a doğru yola revan olmuştu. Tih ve Sina çöllerini geçmiş, Mısır'ı da zapt-u-rapt altına almıştı.

Israiloğullannm Tih çölündeki dolaşma noktaları altı fersahlık bir yerdi.Orada dolaşıp duruyorlardı. Akşamladıkları yeri bırakır. Sabah­leyin aynı yere gelirlerdi. Sabah bıraktıkları yere akşam geliyorlardı. [144]

 

Hz. Musa Tih Çölünde İsrail Oğullarıyla Beraber Miydi?

 

Hz. Musa ile Hz. Harun'un onlarla beraber olup olmadığında ih­tilâf vardır. Bazıları, onların beraberinde değildiler diyor. Çünkü Tih çölü, bir ceza demektir. Tih'deki seneler onların buzağıya taptıkları günler kadardır. Her güne karşılık Cenab-ı Hak, onlara Tih'te bir se­ne kalma cezası verdi. Musa da   «Bizimle fâsık kavmin arasını ayır» diye dilekte bulunmuştu. Öyleyse onlarla beraber değildi. Bazı tefsirçiler de, beraber idiler, diyor. Fakat Allah Musa ile Harun'a durumu kolaylaştırmıştı. Tıbkı ateşi İbrahim (A.S.)'in üzerinde selâmet ve se­rinlik yaptığı gibi.

«Onların üzerinde mukaddes arazi haramdır» demek, onlar ora­ya girmekten men olurlar demektir. Nitekim «Allah senin yüzünü ateşe haram kılmıştır» sözünden ateşe girmeyeceksin kasdedildiği gi­bi.. Buradaki haram, şer i haram değildir. Men manasıdır.

Hasan Basri: Musa (A.S.) Tih'de ölmedi, dedi. Başkası; «Musa' (A.S.) Eriha'yı fethetti. Yuşa onun kumandanıydı. Eriha'daki zorba­larla savaştı. Sonra Musa silahıyla, oğullarıyla beraber Eriha'ya gir­di. Orada istediği kadar durduktan sonra orada vefat etti.. Onun kab­rini Allah'tan başka kimse bilmez» dedi. Meşhur tefsir âlimi Saalıbî: «Bu, en sıhatli görüştür» diyor.

Müslim, Ebu Hureyre'den rivayet etmiş: «Melekul-Mevt» (ölüm meleği) Musa (A.S.) gönderildi. O, Musa (A.S.)'ye geldiğinde, Musa ona bir yumruk attı. Onun gözü çıktı. O da Babbîne dönüp: «Ey Rab-bim beni ölüm istemeyen bir kula gönderdin» dedi. Cenab-ı Hak, ölüm meleğine gözünü yeniden verdi. Ve buyurdu: Ona git, ve de ki, elini bir öküzün sırtına koy. Elinin altına ne kadar tüyler gelirse, her tü­ye karşılık bir sene sana hayat veriyorum. O da geldi Musa'ya aynı şeyi söyledi. Musa: «Evet. Acaba ondan sonra ne olacaktır?» diye sordu­ğunda Ölüm Meleği: Ondan sonra ölümdün) diye cevab verdi. Musa: Öyleyse şu anda olsun, dedi. Ve Musa Rabbinden kendisinin o Mukad­des araziye bir taş atımı kadar yaklaştırmasını istedi.

Cenaba Peygamber: «Eğer ben orada olsaydım onun kabrini size gösterecektim. Yolun kenarında, kizıltepenin altındadır» buyurdu. İş­te bu Peygamberimiz (A.S.) dır. Musa'nın kabrini bilmiş, onun yerini de vasıflandırmıştır. Onun kabrinde kaim ve musalli olduğunu da İs-ra hadisinde anlatmıştır. Muhtemel ki, Allah, Hz. Muhammed'den baş­ka herkese onun kabrini gizlemiştir. Onu meşhur kılmamıştır ki, ona kulluk yapılmasın. Yoldan maksad, Beytulmakdis'e giden yoldur. Ba­zı rivayetlerde yol yerinde.Tur kelimesi varid olmuştur.

Alimler Hz. Musa'nın ölüm meleğinin gözüne vurup da çıkarma­sı cümlesinin tevilinde değişik fikirler ve yorumlar ileri sürmüşlerdir.

Bazıları: «Bu göz, hakiki göz değildir. Hayali gözdür demişlerdir.» Fa­kat bu tevil, batıldır. Çünkü bu tevil Peygamberlerin meleklerden görmüş oldukları suretlerin hayal olduğunu, hakikat olmadığını ge­rektirir. Ki, bu yanlıştır.

İkinci bir tevil: «Bu göz, manevi bir göz idi. Hz. Musa, (mu hüccet ve delillerle çıkardı demektir.» Bu tevil de, hakikat değildir, mecazdır.

Üçüncü tevil; «Musa (A.S.) Ölüm Meleğini tanımadı. Evine izin­siz giren, nefsini öldürmek isteyen birisini karşısında gördü. Nefsini müdafaa etti. Yumruk attı. Hasmın gözü çıktı. Böylece, her mümkün olan yolda müdafaanın meşruiyetini de ortaya koymuş oldu.» Bu te­vil, güzel bir tevildir. Çünkü göz ve yumruk burada hakiki oluyor. Bunu İmam Ebu Bekr bin Huzeyme söylemiştir. Ancak buna hadisteki «Melekül-Mevt» Allah'a dönüş yaptığında: «Yarabbi sen ölümü isteme­yen bir kula beni gönderdin» dedi cümlesiyle itiraz edildi. Zira eğer Mu­sa Melekül-Mekt'i tanımasaydı Meleğin bu sözü doğru olmazdı. Başka bir rivayette; «Rabbine icabet et» cümlesi de vardır. Bu da delâlet eder ki, Musa'ya «Melekül-Mevt» kendisini tanıtmıştır. Allah daha iyisini bilir....

Başka bir tevil; «Musa (A.S.) sür'atle öfkeleniyordu. Öfkelendiği zaman onun mübarek sangının altından duman çıkıyordu. Başındaki tüyler diken diken oluyordu. Bedenindeki tüyler dikenleşiyordu. Cüb-besi bedenden yükseliyordu. Onun süratli gazabı, Melekül-Mevt'e vur­masına sebeb oldu.» İbnul-Ârabi: Bu tevil Peygamberlerin ismetiyle bağdaşmaz, dedi.

. Başka bir tevil: Musa (A.S.) Melekül-Mevt'i tanıdı. Ruhunu kab-zetmek için geldiğini bildi. Fakat Melekül-Mevt Musa'nın fikrine baş­vurmadan ruhunu kabzetmek istedi. Halbuki Resûlüllah'ın da buyur­duğu gibi Musa'nın yanında, şu kesin delil vardı: «Allah bir Peygam­beri muhayyer kılmadan ruhunu almaz.» Melekül-Mevt, bu vechin hi­lâfına geldiğinde, Musa (A.S.) şehamet ve kuvvetiyle onu edeblendir-meye yöneldi ve vurdu. Melek için imtihan olsun diye gözü çıktı. Çün­kü onun tahyirine (seçişine) başvurmamıştı.» Bu tevilin sıhhatli olu­şuna delâlet eden delillerden birisi, Melekül-Mevt ikinci kez Musa'ya gelince, onu hayat ile ölüm arasında muhayyer kılışıdır. O ölümü seçti ve Rabbinin emrine teslim oldu. Allah gaybını herkesten daha iyi bilir.

Bu tevil, Musa (A.S.) vefatında söylenen en sıhhatlice tevildir. Tefsir âlimleri bu hususta bir takım kıssalar ve haberler zikretmektedirler. Onların sıhhatini ancak Allah bilir. Fakat onların sahih olmasına ve­ya olmamasına bizim herhangi bir reyimiz yoktur. Musa (120) yüz yirmi sene yaşamıştır. Yuşa (A.S.) ölümünden sonra, on u rüya­sında gördü: «Ey Musa! Ölümü nasıl buldun?» diye sordu. Musa: «Di­ri diri soyulan bir koyun gibi gördüm» buyurdu. Bu rüyanın mânâsı sahihtir. Zira Resûl-ü Ekrem sahih bir hadiste: «Şüphesiz ki, ölüm için sekeratlaT vardır.» [145]  

 

Habil İle Kabil'in Kıssaları

 

(27) «Onlara Adem'in iki oğlunun haberini gerçekçe oku..» Alûsi: «Bu iki oğuldan gaye; Habil ve Kabil'dir. Ve müfessirlerin çoğunun icmaıyla Adem'in bizzat sulbünden gelmişlerdir.

Hasan Basrî: Bunlar, Israiloğullanndan iki kişiydi, dedi. İbnu Atiyye: Hakan'dan gelen bu tefsir bir vehimdir. İsrailoğlundan olan nasıl kardeşinin gömülmesini bilmez olur? dedi.

Onların kıssaları, İbni Cerir'in İbni Mesud'dan ve ashabın bir ce­maatından rivayet ettiği gibi; şöyledir: Adem (A.S.)'m bir erkek ço­cuğu olduğunda onunla beraber bir kızı da doğuyordu. Bir karından gelen çocukla başka karından gelen kızı evlendiriyordu. Bu karından gelen kızı da başka karından gelen oğlanla evlendiriyordu. Böylece karınlar, soyların yerine geçmişti. Tabiî ki bu zaruretten dolayı böyle idi. Adem'in iki oğlu dünyaya geldi. Habil ve Kabil. Kabil ziraat sahibiydi. Habil de koyun sahibiydi. Koyunculuk yapıyordu. Kabil yaş­ça büyüktü. Kızkardeşi vardı. İsmi İklima idi. Habil'in kız kardeşin­den daha güzeldi. Habil, Kabil'in kız kardeşini nikâh etmek istedi. Kabil vermek istemedi. «Benim kızkardeşimdir. Benimle beraber doğ­muştur. Senin kızkardeşinden daha güzeldir. Ben, onunla evlenirim» dedi. Babası: Onu Habil'e ver deyince babasına da karşı çıktı. Babası, Habil ile Kabil'e: O halde bir kurban adayınız. Hanginizin kurbanı kabul edilirse, o kızla o, evlensin, dedi. Hz. Adem, Kabil'in kurbanının kabul olunmayacağını bildiğinden dolayı bunu böyle söyledi. Yoksa kurbanı kabul olunursa, aynı karından gelen kız kardeşiyle evlenme­sini helâl kılmak yönünden demedi. Sonra Adem (A.S.) onlardan kay­bolup, bakmak için Mekke'ye gitti. Adem (A.S.), göklere, ((Emanet olarak çocuklarımı koru» dedi. Gökler, bu emaneti kabul etmediler. Yerlere koru, dedi. Kabul etmediler. Dağlara koru, dedi, kabul etme­diler. Kabil'e: «Sen bu emaneti kabul et» dedi Kabil: «Evet. Git. Gel ve aile efradını seni sevindirecek şekilde göreceksin» dedi. Adem git­ti. Onlar da kurbanlarını yaklaştırdılar. Habil'in kurbanı üç yaşında bir deveydi. Bazılarına göre, bir koçtu. Kabil'in kurbanı da bir kucak buğdaydı. Onun içerisinde büyük bir sünbül gördü. Onu ufaladı ve yedi. Ateş indi ve Habil'in kurbanını yaktı. Bu da, kabul olunmanın alâmeti idi. Kurbandan yemek o zaman caiz değildi. Kabil'in kurbanı ise yerinde kaldı. Kabil öfkelendi ve Habil'e: «Seni öldüreceğim» dedi,

Said bin Cubeyr'm tefsirine göre Habil'in kurbanı Cennete kaldı­rıldı. Hz. İsmail'e fidye oluncaya kadar orada otiayıp durdu. Bu hususta Caferi Sadık'tan şöyle bir rivayet gelmiştir:

«Adem, kızını oğluyle evlendirmiyordu. Eğer Adem bunu yapsay­dı Resûl-ü Ekrem de bunu yapardı. Adem'in dini ancak Resûl-ü Ek-remin dinidir. Allah Adem ile Havva'yı yeryüzüne, indirdiği zaman on­ların aralarında birleşmeyi takdir buyurdu. Havva bir kız dünyaya getirdi. Ona «İNAK» ismini verdi. O kız zina etti. Yeryüzünde ilk zi­na eden odur. Allah onu öldüren bir kimseyi ona musallat kıldı. Son­ra Adem'in Kabil adlı oğlu dünyaya geldi. Sonra Habil doğup dünya­ya geldi. Kabil erginlik çağma gelince, Cenab-ı Hak, bir cinnî (cin veledinden bir kadını) ona gösterdi. Onun ismi Cemmale ve insan su-retindeydi. Adem'e vahy gönderildi ki; Kabil'le bunu evlendir. Adem, Kabil'i Cemmale ile evlendirdi. Habil erginlik çağma geldiğinde Ce­nab-ı Hak bir insan sıfatında bir huriyi indirdi. Onun içinde çocuk doğurma rahmi yarattı. Adı Bezle idi. Habil Bezle'ye bakınca, sevdi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, Adem'e, Bezle'nin Habil'le evlendirilmesi­ni emretti. Kabil, Adem'den sordu: «Ey Babam! Ben kardeşimden da­ha yaşh değil miydim?» Adem: «Evet.» Kabil: «O halde, senin ona yap­mış olduğuna ben daha müstahak değil miydim?» Adem: «Ey oğlum! Allah bana bunu emretti. Fazilet Allah'ın yed-i kudretindendir. Dilediğine verir» dedi. Kabil: «Hayır, yemin ederim böyle değildir. Sen onu bana tercih ettin. Onu benden daha üstün gördün.» Adem: «O halde birer kurban yaklaştırınız. Hanginizin kurbanı kabul olursa, o, fazi­lete ve bu nimete, daha müstahak olur.» dedi. «El-Kurtubi» bunu naklettikten sonra şöyle diyor:

Zannetmiyorum ki, bu kıssa Cafer Sadık'tan gelmiş olsun. Ger­çek, bizim daha önce söylediğimizdir: Adem, bir karından gelen kızı daha önceki kanndan gelen oğlanla, daha Önceki karından gelen kızı da bu kanndan gelen oğlanla evlendiriyordu. Bunun delili şu âyettir: «Ey insanlar! Sizi bir tek nefisten yaratan ve o nefisten onun eşini ya­ratan ve o ikisinden birçok erkek ve kadını yeryüzüne yayan Harbi­nizden korkunuz.» (En-Nisa: 1). Bu hüküm, nass gibiydi. Sonra nes-hedildi.

Havva validemizin doğurmuş olduğu, kırk erkek ve kırk kızdı. Yirmi doğuşta bunları doğurmuştu. İlk çocukları Kabil, onun ikizi de İklimıya idi. Sonraları da Abdulmugis idi. Sonra Adem nesline Ce-nab-ı Hak bereket verdi. Çoğaldıkça çoğaldı. İbni Abbas'm rivayetine göre; Adem (A.S.), çocuklarından ve ço­cuklarının çocuklarından kırk bini görmeden ölmedi.

Caferi Sadık'tan gelen rivayette ise: «O bir kız doğurdu. Kız zina etti, deniliyor. Acaba kız kiminle zina etti? İnsan şekline giren bir cinni ile mi zina etmiştir? Böyle şeyler, sahih bir nakle dayanmadık­tan sonra denilmez. Böyle bir nakil ise yoktur. Allah daha iyisini bi­lir [146]

 

Müttekilerin Kurbanı Nedir?

 

Âdiy bin Sabit ve başkaları; «Bu ümmetin mütteküerinin kurbanı namazdır» dediler. Fakat bu, ibadetlerin bir nevine mahsus olsa ge­rektir. Nitekim Buharî, Ebu Hureyre'den rivayet etmiştir: Resulü Ek­rem: «Cenab-ı Hak, benim velilerimden birisine düşmanlık eden bir kimseye karşı savaş açarım. Bana veli olmak için, yani bana yaklaşmak için kulumun benim katımda en sevdiğim hareketi, boynuna farz kıldığım vazifeleri yapmasıdır. Kulum nafileleri yapmakla bana dur­madan yaklaşıyor. Öyle bir raddeye geliyor ki, onu seviyorum. Onu sevdiğimde onun işiten kulağı, gören gözü, işleyen eli, yürüyen ayağı  oluyorum. Eğer benden isterse, yemin ederim isteğini veririm. Yemin ederim bana sığınırsa, onu korurum. Benim yaptığım şeylerin hiç biri­sinde mümin kulumun nefsini kabzetmekte gösterdiğim tereddüdüm gi­bi bir tereddüdüm olmamıştır. O ölümden hoşlanmıyor, ben de onun kötülük yapmasını istemiyorum.» dedi. Bu hadis, muteşabih bir hadis-dir. Allah için tereddüd bahis konusu olamaz. Ancak Allah neyi kas­tederse öyle inanıyoruz. Biline..

(28) «Eğer benim ölümümü kastedersen ben senin ölümünü kas­tetmem» mealindeki âyet, Habil'in Kabil'e karşi pas etmesi ve teslim olmasıdır. Haberde, «Fitne olduğu zaman Adem'in iki oğlundan en ha­yırlısı gibi ol» denilmektedir.

Ebu Davud, Sad bin Ebi Vakkas'tan rivayet ediyor: «Ey Allah'ın Resulü kişi, benim evime giriyor. Beni öldürmek için elini bana uza­tıyor. Ne yapmam gerekiyor?» Cenab-ı Peygamber: «Adem oğullarının hayırlısı gibi ol» dedi ve bu âyeti okudu.

Mücahid, «Onların üzerine kimseye karşı kılıç çekmemek farzdı. Ve kendisini öldürmek isteyenden de kendisini   korumamak gerekti»

dedi.

Bizim âlimlerimiz «Bununla taabbud caizdir. Ancak bizim şeria­tımızda saldırganı defetmenin caiz olduğunda şüpheyok.Fakatsaldırganı defetmenin farz olduğunda ihtilâf vardır. En sıhhatli görüşe göre farz­dır. Çünkü münkeri nehyetmek farzdır. Saldırgan da, münker işle­mek ve senin nefsine kıymak istiyor. Onu defetmek, hatta icab ederse, onu öldürmek dahi, farzdır» dediler.

«El-Haseviye» gurubundan bazıları, «Sana silâhla saldırıp, canı­na kastedeni defetmek caiz değildir» diyorlar ve Ebu Zerr'in hadisiyle delil getiriyorlar. Çünkü Resulü Ekrem orada «kitali terket» demiştir diyorlar. Fakat âlimler, o hadisi fitne zamanlarında o kıtali terketme-ye hamletmişlerdir. Şüpheler devrinde savaştan el çekmeye yorum­lamışlardır. Abdullah bin Amr ve halktan bir gurup «Habil, Kabil'den daha kuvvetliydi. Buna rağmen Habil öldürmekten sakındı» dediler.

İbni Atiyye, bu en belirgin sözdür. İşte buradan şu kuvvetli me­sele çıkıyor: «Kabil, kâfir değil, âsiydi Eğer kâfir olsaydı ona karşı savaşmak Habil'in boynuna farz olurdu. Çünkü sakınan biri, ehli tev­hidi öldürmekten ancak sakınır. Ehli tevhid tarafından kendisine zul­medilmesine razı olur. Fakat âhiretteki cezaya razı olmaz.» Denildi ki, Hz. Osman'ın teslim olması da bu kabildendir.

Bazıları da, «Ayetin mânası: «Ben seni öldürmeyi kastetmem, fa­kat nefsimden zulmü defetmeyi kastederim demektir» dediler. Bu te­vile göre, Kabil, ancak Habil'i uyku halindeyken fırsat bulup öldür­müştür. Yoksa uyanık olsaydı, müdafaai nefs yapacaktı. Zira malını, nefsini ve ırzını müdafaa etmek, müslümanlara farzdır. Hatta müda­faa ederken saldırganı öldürmek bile Cenab-ı Hakkın katında mesu­liyeti mucib değildir.

Bazıları «Ayetin mânâsı: Sen, önce benim Ölümüme başlarsın, ben senin ölümüne önce başlamam demektir» dedi.

Bazıları, «Zulmen elini bana uzatmak istersen, (bil ki) ben, za­lim değilim. Ben, Alemlerin Rabbinden korkarım demektir» dedi.

Cenab-ı Peygamber: «İki müslüman kılıçlarıyla karşı karşıya ge­lirse, öldüren de öldürülen de Cehennemdedir» dedi. Resulü Ekrem'­den soruldu: «Öldüren anlaşıldı. Fakat öldürülenin suçu nedir, o ni­çin Cehennemde olsun?» Cenab-ı Peygamber: «Öldürülen de kardeşini öldürmeyi isterdi» buyurdu.

Sanki Habil burada «Ben seni Öldürmeye istekli değilim. Eğer ha­ris olsaydım, boynuma yüklenecek olan o günahı, günahınla beraber senin yüklenmeni istiyorum» diyor!

Eyyüb Es Sahtiyanı: «Bu ümmetten bu âyete ilk yapışan Hz. Os­man'dır» diyor.[147]

 

Resülüllah'ın Ebu-Zer'e Nasihatları

 

İmam Ahmed, Ebu Zer'den şu hadisi rivayet etmiştir: «Resulü Ekrem, bir merkebe bindi, beni de terkisine, aldı:    — Ey Eba Zer! Acaba halka şiddetli bir kıtlık  (açlık) isabet   ederse, sen de açlıktan ötürü yatağından kalkıp camiye gelemeyecek kadar takattan düşersen, ne yapacaksın?» Ben: Allah ve Resulü daha iyi bilir, dedim. Yani ne yapmamı sen söyle demek istiyor. Cenab-ı Peygamber: «Taaffuf et» yani bu halde dahi dilenme ve kimseden birşey isteme.   Yine devam etti Resûlüllah: «Ey Eba Zer! Eğer halka şiddetli bir ölüm isabet eder­se, ev o zaman kabir haline gelirse, sen ne yapacaksın?» Ben: Allah ve Resulü daha iyi bilir, dedim. Buyurdular: «Sabret». Yine devanı etti: «Ey Eba Zer! Acaba halkın bîr kısmı diğerini öldürürse, zeyt taşları kanlara boğulursa sen ne yapacaksın?» Ebu Zer: Allah ve Resulü da­ha iyi bilir. Resûlüllah: «Evinde otur. Kapım üzerine kilitle» buyur­du. Ebu Zerr: Eğer beni bırakmazlarsa? Cenab-ı Peygamber: «Onlar­dan sevdiğine git, onlar içinde ol.» Ebu Zer: Silâhımı alayım mı? Ce­nab-ı Peygamber: «O zaman onlara katılmış olursun. Yaptıklarında onlara ortak olursun. Eğer kılıcın parıltısı seni korkutuyorsa, abanın bir tarafiyle yüzünü kapat. Ta ki, seni öldürmek isteyen hem günahı­nı, hem de senin günahını boynuna alsın ve Cehennemliklerden olsun» buyurdu. Neseî hariç diğer Sünen sahihleri de Ebi-îmran el-Cevnî ta­rikiyle rivayet ettiler.

El Beyhaki, Ebu Musa'dan, o da Resulü Ekrem'den rivayet etti: «Kılıçlan kırınız. Yani fitneden. Oklarınızın yaylarını kesiniz. Evleri­nizin içlerinden çıkmayımz. Fitnede Adem'in iki oğlundan hayırlısı gibi olunuz» buyurmuştur.

tbni İshak ve İbni Asakir, Ebu Nedre'den rivayet ettiler: «Ebu-Said el-Hudri, Harre gününde, (yani Yezid zamanında Medine'nin bas­kına uğradığı günde) bir mağaraya sığındı. Kişinin birisi onu takib etti ve mağaraya girdi. Ebu Said'in yanında kılıç vardı. Kılıcını yere koydu. Ve kişiye: Hem benim günahımı ve hem de kendi günahım al ve Cehennemliklerden ol, dedi. Adam: Sen Ebu-Said misin? Ebu-Said: Evet, dedi. Adam: Benim için af talebinde bulun. Ebu-Said: Allah se­ni affetsin, dedi.[148]  

Abdürrezzak ve İbni Cerir, Hasan'dan rivayet ettiler: Resul-ü Ekrem buyurdu: «Şüphesiz ki Adem'in iki oğlu bu ümmet için güzel bir darbı mesel olmuşlardır. Onların hayırlısına yapışınız.»

Abd bin Humeyd, Hasan'dan rivayet etti: Resûlüllah'tan kulağı­ma gelmiştir ki: «Ey nas! Dikkatli olun. Şüphesiz ki Adem'in iki oğlu sizin için güzel bir darb-ı mesel ortaya koydular. Onların hayırlısına kendinizi benzetiniz. Şerlilerine kendinizi benzetmeyiniz.»

Hulasa: Müslüman müslümana karşı böyle davranmalıdır. Fitne­de, ulu-orta müslüman hareket etmemelidir. Silâha sarılmamalıdır. Ama müslüman can, mal, îman, din, vatan düşmanlarına karşı dai­ma uyanık olmalı, silâhı daima tetikte bulunmalı ve müdafâanın farz olduğunu unutmamalıdır.

Hakim El-Müstedrek'de sahih bir senedle Ebu Bekre'den rivayet ediyor: «Dikkat edilsin! Şüphesiz ki bir fitne olacaktır. Dikkat edilsin, sonra bir fitne olacaktır. O fitnede oturan, ayakta olandan daha ha­yırlıdır. Ayakta olan yürüyenden daha hayırlıdır. Yürüyen koşandan hayırlıdır. Yani o fitneye koşup gidenden hayırlıdır. O fitne geldiği zaman develeri olan bir kimse, dağdaki develerine yetişsin. Arazisi olan bir kimse arazisine çıksın.» Birisi Resûlüllah'tan sordu: «Ey Allah'ın Resulü, eğer devesi ve arazisi yoksa ne yapacaktır?» «O zaman bir taş alsın. O taş ile kılıcının keskinliğini körletsin. Sonra elinden gelirse, kurtulsun. Kurtuluşa yetişsin. Ey Allah'ım! Ben tebliğ ettim mi? (Bu­nu üç defa tekrar etti)» Birisi: «Ey Allah'ın Resulü! Eğer zorlanırsam fitnede ne yapmam lâzımdır? Beni zorlayıp ta bir saftan öbürüsüne gÖtürürlerse, onlardan birisi bir ok atar veya bir kılıç çalarsa, beni öl­dürürse ne yapacağım?» diye sordu. Resûlüllah: «O senin günahını günahıyla beraber omuzlanuş olup ateşlilerden olur» buyurdu ve bunu üç defa tekrar etti.

El-Hakim, Huzeyfe'den rivayet ve tashih ediyor. «Ey Eba Huzey-İe! Namaz kılanlar savaştıktan zaman, bize ne emredersin? Cevap: Sana evinin en derininde bulunan bir odaya sığınmanı emrediyorum. Eğer birisi sana hücum etmek üzere oraya girerse sen ona «günalamı ve günahını al. Adem'in oğlu Kabil gibi ol» de.» diye buyurdu.

Ahmed ve El-Hakim, Halit bin Arfete'den rivayet ettiler. Resû­lüllah buyurdu:    «Ey Halit! Benden sonra olaylar, fitneler ve ihtilâflar olacaktır. Eğer o fitneler devrinde katil değil de maktul olmak is­tiyorsan ol.»

İbni Ebi Şeybe İbni Mesud'tan rivayet ediyor. Resûlüllah'tan din­ledim: «Bir fitne olacaktır. O fitnede uyuyan uzanandan daha hayırlı­dır. Uzanan oturandan hayırlı, oturan  yürüyenden hayırlı, yürüyen koşandan hayırlıdır. Onların ölüleri ateştedir.» Ey Allah'ın Resulü! Eğer o zamana yetişirsek bize ne emrediyorsun? «Eğer o zamana yeti­mi   şirsen evine gir.»Eğer evime gelip beni öldürmek isterlerse ne yapmanı lâzım? «Ona de ki: Günahımı günahınla beraber al.Böyle Al-lay'ın öldürülmüş kullarından ol.»

Beyhaki, Şuabul-Imanda ve ibni Asakir Evzai'den: «Mazlum olarak öldürülen bir kimsenin bütün günahlarım Allah kefaretlendirir. U   Bu, Kur'an'daki: Ben isterim ki, hem günahımı hem günahım yüklen­miş olasın, âyetin hükmüdür» diye rivayet etti.

îbni Saad, Habbab bin Eret, O da Resûlüllah'tan rivayet etmiştir. Resûl-ü Ekrem bir fitneden bahsetti. O fitnede oturan ayakta olan­dan, ayakta olan yürüyenden, yürüyen koşandan, daha hayırlıdır. Eğer o zamana yetişirsen Allah'ın öldürülmüş kulu ol. Öldüren kulu olma» buyurdu.[149]  

îbni Asakir, Vehb'den rivayet ediyor: Yer (toprak) Adem oğlu­nun kanını emdi. Ademoğlu yere lanet okudu. Bunun için artık Ha-bü'in kanından sonra kıyamete kadar yer hiçbir kanı emmeyecektir.»

Nuaym bin Hammad, Fitne kitabında Abdurrahman bin Fadda-le'den rivayet etti: «Kabil, Habil'i öldürdükten sonra, Cenab-ı Hak, Kabil'in aklını aldı. Kalbi korkaklıkla doldu. Yeryüzüne düşüp ölüceye kadar artık kendisinden faydalı bir iş görülmedi.  Ahmed, Buhari, Tirmizi, Nesei, Müslim, İbni Mace, İbni Cerir ve

 îbni Munzir, İbni Mesud'dan rivayet ederler:

 «Bir kimse, bir nefsi zıılmcıı öldürürse, o katilin günâhı kadar günah Kabil'in boynuna da yüklenir. Çünkü öldürmeyi ilk icad eden odur.» [150]

 

Kıssadan Hisse

 

Öldürmenin korkunçluğundan ötürü bu konuda rivayet edilen bir takım kıssaları ibret için buraya nakledeceğiz:

El-Muttalib bin Abdullah el-Hemedanî der ki: Adem'in oğlu kar­deşini öldürdüğü zaman, yeryüzü, üzerindeki dağlarıyla beraber yedi gün sallandı, suyu içtiği gibi öldürülenin kanını içti. Cenab-ı Hak, Kabil'i, «Kardeşin Habil nerededir?» diye çağırdı. «Bilmem, onun bek­çisi değilim» dedi. Allah: «Senin kardeşinin kanı yerden bana haykı­rıyor. Sen niye kardeşini öldürdün?

Kabil: «Eğer ben onu öldürmüşsem onun kanı nerdedir?» diye sordu.

O günden itibaren Cenab-ı Hak yeryüzüne kan yutmayı haram laldı.

İbni Abbas'dan rivayet ediliyor: Kabil, Habil'i öldürdüğü zaman, Adem (S.A.V.) Mekke'deydi. Ağaçlar dikenlendi. Himmetler bozuldu. Meyveler dallardan koptu. Yeryüzünü duman bulutlan kapladı. Adem, yeryüzünde bir hadise oldu deyip Hind'e geldi. Baktı ki, Kabil, Habil'i öldürmüştür. Adem döndüğü zaman Kabil'den Habil'i sordu: «Ben onun vekili değilim. Nerde olduğunu bilmiyorum.» dedi. Adem: «Sen onu öldürmüşsün. Onun için senin tenin siyahlaşmiştır. Bundan anla­şılıyor ki katilsin.» dedi.

Bazı tefsirciler; Adem, Habil'in öldürülmesinden sonra yüz sene, matem tuttu. Hiç gülmedi, dediler. Fakat nerden bunu büdiler ve söy­lediler? Adem (S.A.V.)'in şu şiirleri söylediği de rivayet ediliyor:

«Memleketler ve yeryüzündeki nesneler bozuldu. Yeryüzünü toz bulutları kapladı. Çirkinleşmiş. Her tat ve renk sahibi bozuldu. O güzel yüzün gülümsemesi azaldı.»

Ibni Abbas'tan rivayet ediliyor: Kim ki Adem şiir söylemiştir derse, yalan söylemiştir. Hz. Muhammed ye diğer Peygamberlerin hep­si yasaklık hususunda eşittirler. Peygamberlere şiir söylemek yasaktır. Fakat Habii öldürüldüğü zaman, Adem süryani diliyle ona mer­siyeler yazdı (söyledi). Adem Habil'in mersiyesini söylediği zaman, oğ­lu Şit (A.S.)'a: «Sen benim vasimsin. Bu konuşmalarımı ezberle. Ta ki senden sonraki soylara miras kalsın» dedi. O konuşmalar da Ya'rub bin Kahtan'a kadar geldi. Ya'rub, arapça ve süryanice konuşuyordu. İlk arapça yazı yazan, yine Ya'rub.tur. Ve arapça şiir söylüyordu. Adem'in mersiyesine baktı. Takdim ve tehirlerini değiştirmek sure­tiyle şiir veznine soktu. Ve ona birkaç şiir de ekleyerek takdim etti. O eklenen şiirler de şunlardır:

«Ben nasıl gözyaşlarıyla cömertlik yapmayacak mışım? Oysa Habil'i topraklar kucaklamıştır. Uzun yaşamayı üzerimde üzüntü olarak görüyorum. Acaba ben hayatımdan müsterih miyim?»

Zemahşeri «Keşşaf»ta şunları söylüyor: Rivayete göre; Kabil, Ha­bil'i öldürdüğü zaman cesedi siyahlaştı. Adem, Habil'i, Kabil'den so­runca: «Ben onun vekili değilim» dedi. Adem: «Sen onu Öldürdün. Onun için senin tenin siyahlaştı» dedi. Rivayete göre; Adem, Kabil'in öldürülmesinden sonra yüz sene gülmeyerek yaşadı ve onun hakkında mersiye olarak bir şiir söyledi.» Zamahşerî; şiir söylemesi katıksız bir yalandır. Şiir ancak Adem'in kesesinden uydurulmuştur. Sıhhatli ri­vayetlere göre Peygamberler şiir söylemekten korunmuşlardır, der.»[151]  

İmam Fahreddin Râzi, «Tefsir-i Kebir»de: Keşşaf sahibi doğru söyledi. Zira Adem'e nisbet edilen bu şiir gayet rakiktir. Ahmak insan­lar ancak böyle bir şiir söylerler. Allah tarafından meleklere dahi ders verecek şekilde öğretilmiş ve eğitilmiş bir Peygamber böyle bir şiiri söylemekten münezzehtir, der.

Haber sahibleri söylediler: Habil'in ölümünden elli sene sonra Adem (A.S.) yüzotuz yaşma geldiğinde Havva annemiz Şit (A.S.) do­ğurdu. Şifin mânâsı «Allah'ın hibesi» demektir. Hani Şit Habil'in ha­lefidir. Cenab-ı Hak Şife gece ve gündüzün saatlerini öğretti. Öyle ise Şit saatin ilk mucididir.Ona halkın her saatteki ibadetini   öğretti.Böylece ilk takvimin   mucididir.   Ona elli sahife indirdi.   Böylece o, Adem'in vasisi ve velisi oldu. [152]

 

İlk Ateşe Tapan Kimdir?

 

Kabil ise, Adem ona: «Git, uzaklaş. Korkulu ol. Dehşet içerisinde yaşa- Emin olma» dedi. O kızkardeşi İklİme'nin elinden tuttu. Onu Yemen arazisine Aden'e kaçırdı. İblis ona geldi. «Ateş, Habil'in kur­banını ateşe taptığından dolayı yedi. Sen de bir ateş yak. Sana ve sen­den sonra gelenlere mabud olsun» dedi.

Böylece Kabil ilk ateş evini yapan ve ilk ateşe tapan oldu. Ka­bil'in yanından kim geçerse, ona taş, atardı. Bir gün Kabil'in iki göz­den kör olan oğlunun elinden tutup babasının yanından geçiren toru­nu «İşte senin baban Kabil buradadır» dedi. Bunun üzerine kör, Ka­bil'e bir taş attı ve Kabil'i öldürdü. Körün oğlu: Sen babanı öldürdün. Bunun üzerine kör elini kaldırdı ve oğluna bir yumruk attı. O da öl­dü. Kör: «Bana azab olsun. Ben babamı bir taşla öldürdüm. Oğlumu da bir yumrukla» deyip hayıflandı ve böylece Kabil'in soyu kesildi.

Bazı tefsirciler de; Kabil'in çocukları ondan sonra öldüler. Bu lehv (çalgı) âletlerini onlar edindiler. Cünbüş ve içkiye daldılar, ate­şe taptılar. Zina yaptılar. Ta ki, Nuh (A.S.) zamanında hepsi'tufan ile boğulup gittiler. Kabil'in soyundan, tufandan sonra artık kimse kalmadı. Allah Şifin soyunu kıyamete kadar yeryüzüne hakim kıldı.

Bütün bu rivayetler tefsirlerde mevcuttur. İbret için naklettik. Bir takımının aslı yoktur. Bir takımının bazı parçalan hadislere uy­gundur. Bazı parçalan da asılsızdır. Fakat, hüküm için değil, ibret için bilinmesinde fayda vaıdır diye naklettik. Biline... [153]

 

Meal

 

(32) Bundan ötürü İsrailoğullavının üzerinde farz kıldık ki, bir nefse karşılık veya yeryüzünde yapılan bir fesada karşılık değil de se-bebsiz bir nefsi öldüren sanki bütün insanları öldürmüştür. Bir nefsi dirilten sanki bütün insanları diriltmiştir. Yemin olsun, kesinlikle on­lara Resullerimiz beyyine (mucize) lerle geldi. Bunlardan sonra şüp­hesiz ki, onlardan çoğu yeryüzünde israf edicidirler.»

(33) Allah'a ve Eesûlü'ne karşı savaşan ve yeryüzünde fesadlık çıkaranların cezaları ancak öldürülmek veya asılmak veya elleriyle ayakları çaprazlama kesilmek, veyahut da yeryüzünden sürülmek (hap­sedilmek) tir. İşte bu ceza, onlar için dünyada rüsvay olmakdır. Onlar için âhirette de büyük bir azab vardır.»

(34) Ancak kendilerine gücünüz yetmeden önce tevbe edenler ayrıdırlar. Öyleyse biliniz ki, Allah çok merhametli ve affedicidir.»

(35) Ey îman edenler! Allah'tan sakınınız. Ona vardıran vcsi leyi arayınız. Onun yolunda cihad ediniz. Umulur ki felaha eresiniz.»

(36) Şüphesiz ki, eğer yeryüzünde ne varsa hepsi de bir misli de beraberinde kâfirlerin olursa, kâfirler de, onu kıyamet gününün azabından kendi nefislerini kurtarmak için feda etseler yine de ken­dilerinden kabul olunmaz. Onlar için elem verici bîr azab vardır.» [154]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

Bu âyetlerin genel bir tefsiri;

«Bundan ötürü yani Kabil'in Habil'i öldürmesinden ve o,. ci­nayetinden dolayı İsrailoğullanna farz kıldık ki, bir nefse karşılık ve­ya yeryüzünde yapılan bir fesatlıktan ötürü değil, durup dururken masum bir nefsi öldüren bir cânî, sanki bütün insanları öldürmüştür.

Zira tek kişiyi öldürmek ile bütün insanları Öldürmek fiilleri, kanların muhteremliğini yıkmak, Allah'ın emrine karşı isyan etmek zorla öldür­meye yönelmek, kıssası gerektirmek ve Allah'ın gazabım celbetmek hususunda ortaktırlar. Şüphe yoktur ki bu hükümle zulmen bir nefsi öldürenin cezasmdaki mübalâğa kastedilmektedir. Yahudiler bunu bil­melerine rağmen Peygamberleri öldürmeye yeltendiler. Bu da, kalble-rinin katılığına, ne kadar Allah'tan uzak bulunduklarına delâlet eder. Bu kıssayı zikretmekten maksad,   Hz. Peygamber'e teselli vermektir. Çünkü Yahudiler Peygamberi ve beraberindeki ashabını öldürmek is­tediler. Resûlüllah buna üzüldü. Cenab-ı Hak: «Üzülme. Senden Önce­ki Peygamberlere de bunu yapmışlardı» dedi.

Mücahid, bu âyetin tefsirinde «Bütün insanları öldürmekle ateşi yaktığı gibi öldürülmesi haram olan bir nefsi öldürmekle de ateşi yak­mış oluyor. Bir nefsi öldürmekten salim bırakmak, sanki bütün insan­ları öldürmekten salim bırakmış gibidir» dedi.

îbni Abbas (R.A.): «Kim ki, bir Peygamberi veya adil bir imanıı öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüştür. Kim ki, bir Peygambere veya âdil bir imama yardımcı olursa, sanki bütün insanları diriltmiş­tir» dedi.

Bazı tefsircüer «Kim ki Öldürülmesi haram olun bir nefsi öldürür­se, bütün insanları öldürdüğü takdirde gereken kısas gibi kısasa çar­pılır. Kim ki, onu boğulmaktan, yakılmaktan veya herhangi bîr tehlikeden kurtarmak suretiyle diriltirse, sanki bütün insanları di­riltmiştir. Bütün insanları diriltirse, ne kadar sevab alırsa, ondan da o kadar sevab alır demektir» dedi.

Bazılan da mânâsı şudur: «Haksız olarak bir müslümanın öldü­rülmesini helâl gören sanki bütün insanların katlini helâl görmüştür. Sanki insanların hiç birisi onun elinden sağlam kalmamıştır. Kim ki bir müslümanın öldürülmesinden çekinirse, sanki bütün insanların katlinden çekinmiştir. Bütün insanlar onun elinden sağlam kalmış­tır.»

Meani ehli: «Kim ki bir nefsi diriltirse ibaresi mecazen kullanıl­mıştır, çünkü dirilten Allah'tır (C.C.). O halde ibarenin mânâsı şu­dur: «Kim ki bir nefsi helak olmaktan kurtarırsa, sanki bütün insan­ları helâktan kurtarmıştır demektir» dediler.

Hasan Basri'den bu âyetin hakkında: «Bu âyet, tsrailoğııllanna indiği gibi bize de inmiş midir» diye sorulduğunda: «Evet, kendisinden başka nıabud olmayan Allah'a yemin ederim, İs rai I oğulların m kanlan Allah katında bizim kanlarımızdan daha şerefli değildi» cevabını verdi.

Ayetteki «el-beyyinat»tan maksad, apaçık ve vazıh âyetler veya mucizeler demektir.

Hazin, âyeti «tsrailoğullanna Peygamberlerimiz ahkâmların, şe­riatların ve açık delâletlerin açıklanmasıyla geldiler» tarzında tefsir etmektedir. Ayetteki israf, emirdeki itidalin hududunu aşmak demek­tir.

El Alusi, «îsraf ile arz (yeryüzü) kelimesinin âyette beraber zik­redilmesi delâlet eder ki, o çokların İsrafı, onlara mahsus bir israf de­ğildir. O israfın şerri yeryüzüne yayılmış ve, başkasına sirayet etmiş­tir» diyor.

(33) «Allah'a ve Peygamberine karşı savaşan ve yeryüzünde fe-sadhk çıkaranların cezaları ancak öldürülmek veya asılmak yahut ta elleriyle ayaklan çaprazvari kesilmesi yahut da yeryüzünden sürgün edilmeleridir...» [155]

 

İslama İhanet Edenin Cezası

 

Ibni Abbas: Bu âyet, ehli kitabdan bir güruh hakkında nazil oldu. Onlarla Resûlüllah'ın arasında, ahd-ü-misak (sözleşme ve andlaşma) vardı. Onlar sözlerini bozdular. Yeryüzünde fesattık yaptılar. Arap müşriklerini Peygamberin aleyhine kışkırttılar. Bunun için Cenab-ı Peygambere, Allah tarafından muhayyerlik verildi: İstersen onlan Öl­dür, istersen astır. İstersen el ve ayaklarını çaprazvari kes. Bu tefsir, Dahhak'ındır.

El Kelbi: «Bu âyet, Hilâl bin Uveymir kavmi hakkında nazil oldu. Şöyle ki, Resûl-ü Ekrem Hilâl bin Uveymir, Ebul Burde el Eslemî ile ne Peygambere yardım edecek, ne de aleyhinde çalışacak, ve düşman­larına yardımcı olacak diye sözleştiler. Hilalin arazısından geçip Pey­gambere gelen bir müslüman kimseye de dokunmayacaklardı. Bu anlaşmadan sonra Kinane kabilesinden bir kavim Peygamberin yanma gelmek istedi. Müslüman olacaklardı. Hilâl'in kabilesinin yanından geçmeleri mecburiydi. Hilâl o zaman yoktu. Kabilesi, bunları bağla­dıktan sonra, öldürdüler. Mallarım da yağma ettiler. Cebrail bu âyeti celîleyi onların hakkında hüküm olarak getirdi.

Said bin Cübeyr, «Bu âyeti celîle, Üreyne'den bir kavmin hak­kında nazil olmuştur. Üreyne ve U'kel kabilelerinden olan bir kavim, Resûlüllah'a geldiler. İslâm'a girmek üzerinde biat ettiler. Halbuki yalancıydılar. Medine'nin havası onları hasta düşürdü. Resûlüllah, onlan sadaka (zekât) develerinin sürüsü yanına gönderdi. Onlar dinden caydılar. Çobanı öldürdüler. Develeri sürüp götürdüler.

Müslim ve Buharı ittifakla Enes bin Malik'ten rivayet ediyorlar: U'kel ve Üreyne kabilelerinden bazı kimseler, Medine'ye geldiler. Şe-hadet kelimesini getirdiler. «Ey Allah'ın Resulü! Biz, sağmal mala alışkın bir milletiz. Biz, şehirlerde ve köylerde oturanlardan değiliz. Medine'nin havası bize ağır geliyor» diye dilekte bulundular. Resûlül­lah onlara bir deve sürüsü ve çobanı belirtti ve o sürüyle çıkmalarını emretti. Develerinin sütlerinden ve sidiklerinden içerek şifâ bulmala­rını söyledi. (Necis maddeyi tedavi için kullanmanın caiz olduğu hu­susu, bu hadisten çıkıyor.) Onlar gittiler. Harre denilen yere varınca irtidad ettiler (dinden ayrıldılar). Peygamberin çobanını öldürdüler. Develeri sürüp götürdüler. Peygambere bu haber geldiğinde onların peşlerine eshabdan bir gurup gönderdi. Onlar tutulup getirildikten son­ra gözlerinin kör edilmesini, ellerinin ve ayaklarının çaprazvari kesilme­sini emretti. Onlar Harra'nın bir köşesinde ölünceye kadar bırakıldı­lar.

Katade, «Bizim kulağımıza gelmiştir ki Resûl-ü Ekrem bu hadi­seden sonra çok sadaka vermeyi teşvik ederdi. Artık hiç kimseye te-messül cezasını yani gözün görmemesini sağlamak, kulak kesmek el ve ayaklan çaprazvari kesmek cezasını caiz görmedi. Böyle yapmasını hiç kimseye ruhsat vermedi» dedi.

Bir rivayette şu fazlalık vardı: «Katade, İbni Şirin bana bu hadi­se hadlarm (cezaların), nazil olmasından önceydi Yani Resûl-ü Ek­rem'e, hırsızın, katlin, haddi (cezası) nedir, gelmezden önce onlara bu cezayı tatbik etti dedi» diyor. Bu tatbikatı ağır görüp İslâm'a hücum edenlere cevap olarak Ebu Kallabe: «Acaba o kişilerin yaptığından da­ha şiddetli daha çirkin bir şey olabilir mi? tslâmdan dönüş yapıp mür-ted oldular. Öldürdüler. Hırsızlık (gasb ve talan) yaptılar. Onun için onlara bu ceza tatbik edildi» dedi. Hadisi Ebu-Davud rivayet etti.

Hadisde geçen «zevd» kelimesi, üçten ona kadar olan deve sü­rüsü demektir. «El-Harra» kelimesi Medine'nin yakınında bir yerin adıdır. Esasında siyah taşlı olan her yere «Harra» deniliyor. fesu-mire  kelimesi ateşte kızdırılan çivi veya dağlardır ki onlarla göz­lerin ışığı ibtal edilir.

Hadisteki; mesulle! teriminin manası, hayvanın el, ayak, burun ve kulağını kesmek demektir. Öldürülenin Mesüllesi de, bumu, kulakları, tenasül uzvu, yumurtalıklarının ve benzeri parçalarının ke­silmesi demektir. [156]

 

U’reyne Hadîsi Hakkında Âlimlerin Görüşleri

 

Alimler, U'reyne hadisinin hükmünde ihtilâf etmişlerdir:

Bazıları, «Bu hadis mensuhtur. Çünkü Cenab-ı Peygamber Men-sülleyi yasakladı. Böylece, bu hadisi neshetti demişlerdir.»

Bazıları; «Gözü ateşte kızdırılmış nesnelerle sürmeleme ve Me-sullenin haricinde hadisin diğer hükmü sabittir, dediler.»

Bazıları; bu âyeti celîle, Resûlüllah'ın yaptığını neshetmiştir, de­diler.»

Bazıları; bu, cezalar indirilmezden önce idi. Cezalar indirilince Kur'an'daki cezaları tatbik etmek vacib oldu. Bunları bırakmak gerek­ti, dediler.»

Bazıları da, «Bu âyet, ResûlüHah'a itab ve kınanma olarak ve Re-sûlüllah'ı cezayı nasıl uygulayacağına, hangi fiile hangi cezayı tat­bik edeceğine dair ders vermek için gelmiştir, dediler.» [157]

 

Allah'la Savaşmanın Mânâsı:

 

Bilmiş ol ki, Allah ile savaşmak mümkün değildir. Bu harbin hak­kında  âlimlerin   iki görüşü vardır:   

a) Allah ile harbedenler,  Allah'ın emirlerine muhalefet edenler, onun taatinin haricine çıkanlar demektir. Çünkü bir zatın emrine muhalefet eden, ona karşı savaşan demektir. Bunun mânâsı; Allah'a ve Resulüne muhalefet ve onun emrine isyan ederler demek oluyor, b) İkinci görüş, Allah'la savaş­manın mânâsı Allah'ın velilerine (îman edip Allah'ın azabından kor­kanlara) ve Peygamberin velilerine (imanlı ve âdil idarecilere) karşı harbedenler demektir. Bu da, «yuharibune evliya-allah» (Al­lah'ın velileriyle savaşıyorlar) şeklinde tevil edilmiştir. [158]

 

Yol Kesenlerin Hükümleri

 

«Yeryüzünde fesad çıkarmak için çalışırlar» yani silâh edinirler, halkın, yolunu keserler, insanları öldürürler, mallarını haksız olarak yağma ederler.

Bu, cezaya müstahak olan muhariblerin hükmünde ihtilâf vardır: Bir kavme göre; bunlar yol kesenler, silâh taşıyan, meşru yönetimlere karşı çıkan kimselerdir. Bu görüş, el-Evzaî, İmam Malik, Leys bin Saad ve, İmam Şafi'nin görüşüdür. Ebu Hanife; şehirlerde anarşik hareketlerde bulunanlar muhariblerin hükmüne tabi' değillerdir, di­yor. Yani muhariblere bu âyette tatbik edilmesi istenen cezalara çarp­tırılmazlar. Sonra Cenab-ı Hak, bu savaşçıların cezalarını ve neye müstahak olduklarını zikre.derek buyurdu: «Öldürülmeleri veya asıl­maları veya çaprazvari el ve ayaklarının kesilmesi veya yeryüzünden nefyedilmeleridir.»

Alimler, buradaki «veya» ile tabir ettiğimiz «Ev» kelimelerinin tefsirinde iki görüş belirtmişlerdir: Birinci görüş, ((Ev» kelimesi, «tah-yir» içindir. Yani cezayı tatbik eden isterse Öldürür, isterse astınr, is­terse hapseder, dilerse el ve ayakları keser' Bu, îbni Abbas'm tefsiri­dir.

Hasan, Said bin Müseyyeb, En-Nehai ve Mücahid de böyle demiş­lerdir. Yani imam muharibler hususunda muhayyerdir. Dilediği ce­zayı onlara tatbik eder. Dilerse öldürür, dilerse asar, dilerse el ve ayaklarını çaprazvari keser, dilerse hapsetmek suretiyle yeryüzünden onları sürgün eder.

İkinci görüş, «Ev» kelimesi beyan içindir. Tahyir için değildir. Bu da îbni Abbas'tan geliyor. Alimlerin çoğu bu görüştedir. Çünkü hü­kümler muhteliftirler. Bu cezalar cürümlerin oluşuna bağlıdır. Yol ke­senler hakkında îbni Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir: Eğer yol ke­senler, yolu kesilen yolcuları Öldürürler ve mallartnı alırlarsa, yol ke­siciler hem öldürülecekler, hem asılacaklar. Sadece öldürüp mal al­mazlarsa, sadece asılacaklar. Mal alırlarsa yolluları öldürmezlerse, sa­dece el ve ayakları çaprazvari kesilecektir. Ne öldürmüş, ne de mal al­mıştır, sadece korkutmuşsa o vakit sürgün edilecekdir. Bu görüş, Ka-tade, Evzai, Şafiî ve Hanefi'lerin görüşüdür. Fakat asılmanın keyfi­yetinde âlimlerin ihtilâfı vardır. Bazıları diri diri asılacaklardır. Son­ra karınlarına bir mızrak vurularak öldürüleceklerdir. İmamı Şafiî; evvelâ öldürülecek ve namazı kılınacak, sonra asılacaktır, demiş. Hem öldürmek hem asılmak bir arada yolcu öldürülmüş ve malı alınmışsa oluyor. Yol üzerinde (güzergâhda), asılacaktır. Tâ ki, gelip gidenler bakıp da ibret alsınlar.

«Yeryüzünden nefyedilecektir» tabirinin tefsirinde de ihtilâf var­dır: Bazıları imam (devlet başkanı), devlet güçleri vasıtasıyla onları her memlekette arattıracaktır nerde bulurlarsa, oradan başka bir ye­re sürgün edilecekler.

Bu tefsir, Said bin Cübeyr ve Ömer bin Abdulaziz'in tefsiridir. Bazıları da; ceza kendilerine tatbik edilsin diye aranacaklar. Bu da, îbni Abbas, Leys bin Sad ve Şafiî'nin tefsiridir.

Ebu Hanife- ve Küfe'liler: «Bu yeryüzünden nefyetmekten mak-sad, hapistir, hapsedileceklerdir.. Çünkü hapsolunan bir kimse, dost­larından kimseyi görmez. Dünya nimetlerinden lezzetlenmez hale gel­miş ve hakikatta yeryüzünden sürgün edilmiştir. Onun elinde ancak o, daracık yer kalmıştır.» dediler. [159]

 

İslâm'da İlk Hapseden:

 

Mekhul: Hz. Ömer ilk hapseden insandır, dedi. Yani bu ümmet­ten ilk hapsetmeyi icad eden insan Hz. Ömer'dir, demek istiyor. Zira Ömer: Onun tevbe ettiğini öğreninceye kadar onu hapsedeceğim. Onu başka bir memlekette sürgün etmem. Çünkü oradaki insanlara eziyet verebilir.» dedi.

Araplar «nefyi» kelimesini hapsetmek mânâsında kullanmışlar­dır. Zira bir şahıs, hapis edilmekle aile efradından ve evinden ayrılmış olur. Nitekim hapse girenlerden bazıları şu şiiri söylemişlerdir:

«Dünyadan çıktık. Oysa dünya ehlindeniz.» «Hapishanelerdeyiz ne ölülerdeniz, ne de dirilerden.» «Bize iytiyaç için bir gün gardiyan geldiğinde» «Hoşumuza gider, «Bu, dünyadan gelmiştir» deriz.» Alûsi: «Bu cezalara fiilen yolun emniyetini selbettiklerinden do­layı tazir cezası da eklenip tatbik edilecektir, demiştir.    İmam Şafiî; yol kesici kaçtıkça, devlet güçleri onu memleketten   memlekete, şe­hirden şehire takib edecektir. Tevbe edip bu yaptığından dönünceye kadar takib edilecektir.

İbni Abbas; Hasan, ve Es-Süddi de böyle söylediler. İbni Cübeyr ve başkaları da bunu tasdik ettiler. İmamiler (Caferiler) de, bu fikir­dedirler. Ömer bin Abdulaziz'in de bu fikirde olduğu rivayet edilmiş­tir.

Said bin Cübeyr'in başka bir rivayetinde: «Böyle bir insan, sade­ce kendi memleketinden sürgün edilir» varid olmuştur. Bazıları; en uzak bir memlekete sürgün edilir demişler. Zira Resûlüllah'm eshab-ı kiramı, Tuhame'nin en uzak noktasında bulunan «dehleke» ve Ha­beşistan memleketinde olan «nasîâ»ya sürgün yaparlardı.

İmam Şafiî'nin görüşüne delil olarak denilir ki; yol kesici eğer sürgün edilirse, gittiği memlekette onun yol kesmesinden insanlar emin olmaz. Onu dünyadan çıkarmak da mümkün değildir. İslâm mem­leketinden bir kâfiristana göndermek de caiz değildir. Eğer başka bir memlekette hapsedilirse, onda da bir faide yoktur. Çünkü memleke­tinde de hapsediîirse aynı meselede aynı netice elde edilir. Hatta mem­leketinde hapsedilmesi, daha ağınna gider, dedi.[160]

.   Acaba dünyada tatbik edilen cezalar,    âhiretteki azabı düşürür mü? Düşürmez diyenler, «Onlar için âhirette büyük azab vardır» âye­tini delil gösterirler. Düşürür diyenler ise, Resûlüllah'm hadisi sahi­li hinde «kim ki bir suç işler ondan dolayı ceza çekerse o ceza onun kef-farcti olur» sözüyle istidlal etmişlerdir. Bu hadis günahın düşmesini ve âhirette cezanın verilmeyeceğini haber verir. Bu hadis ile bu âye­tin bağdaşması müşküldür. İmam Nevevi, «Cezanın tatbiki, Allah'ın hakkını düşürür, kulların hakkım düşürmez. Bunlar iki haktır. Birisi Allah'ın, birisi kullarındır» şeklinde cevab vermiştir. Fakat Nevevi'-nin görüşünde nazar var.[161]  

«Allah ve Resûlü'ne karşı harp açmaktan, yeryüzünde fesadlık yapmaktan tevbe edip devletin eline geçmezden Önce pişman olan bir kimseye devlet cezayı tatbik edemez. Biliniz ki, Allah çokça affedici ve merhamet sahibidir.» Yani devletin haklan düşer. Kulların haklan düşmez. Devletçe yapılması gereken cezalar, devletin eline geçmezden önce caniler, tövbe edip ı?'ahı-hal ederlerse düşer. Fakat öldürülenin varislerinin haklan ise, o bakidir. Kısastır. İsterlerse, onu affederler, isterlerse tatbik ettirirler.

El Beyzavî; canilerin tevbesiyle kısas olarak öldürülmesinin vü-cubu düşer. Ancak, cevazi düşmez, diyor. İbni Hacer, el-Haytemî Et Tuhfe adlı kitabında bu ibareyi ayıpsadıktan sonra, ona bir tembihi ayırır ve şöyle der: Bu acaip bir hükümdür. Bundan daha acaibi, Bey-zavi'nin fasit olduğu ortada olan bu ibaresine Şeyhimizin itiraz etme­mesidir. Çünkü caninin tevbesi, kısasın düşmesinde hiçbir tesir yap­maz. Zira kısas olması bakımından vucub ve cevazın iki hali tasav­vur edilemez. Çünkü bir maktulün velisine bakarsak onun kısas taleb etmesi caizdir. Hiçbir zaman vacib değildir. İmama (yönetime) ba­kıldığında, eğer veli imamdan kısası tatbik etmeyi istiyorsa, vacib olu­yor. Aksi takdirde kısas olmak hasebiyle vacib olmaz. Ama had (ceza) olmak hasebiyle vacib veya caiz olursa dahi bu ayn bir meseledir. Bu­nu düşün.»  (İbnu-Hacer'in kelâmı bitti.)

İbni Hacer'in muhaşşısı İbni Kasım, İbnu-Hacer'in ibaresine şu izahı ekliyor: İbni Hacer'in, Kadı-Beyzavi'nin kelâmının fasit olduğu zahirdir, diye iddia etmesi fasiddir. Zira Beyzavi îbni Hacer'in sandığı gibi iddia etmemiştir. Beyzavi: Tevbenin kısas yönünden katlin vucub sıfatında dahli vardır. Yani vucubtan düşürür, diye iddia etti. De­vamla: İbni Hacer'in, «çünkü biz baktığımız» diye başlayan kelâmı düşük bir kelâmdır. Şüphe yoktur ki iki hale bakış, kısas yönünden[162]

iki kelâmdır. Şüphe yoktur ki iki hale bakış, kısas yönünden iki halin lubutuna iktiza eder. İbni Hacer'in «Onu düşün» dediğine gelince, dü­şündük, baktık ki İbni Hacer'in konuşması    düşüncenin azlığından

neşet etmiştir.»  [163]

Bazı kimseler, «Bu âyet, mürtedler hakkında nazil olmuştur. Baş­kası hakkında değil. Çünkü Allah'a ve Resulüne savaş açmak ancak kâfirler hakkında kullanılır. Zira Müslim ve Buhari ve başka hadisci-ler Enes'ten rivayet ettiler: U'kel'den bir kavim Resûlüllah'a gelip Müs­lüman oldular. Medine'nin havası kendilerine ağır geldi. Resûlüllah onlara, sadaka develerine gidip develerin sidiklerinden ve sütlerinden içmelerini söyledi. Onlar da çobanı öldürdü ve develeri götürdüler. Re­sûlüllah onlann arkasından asker gönderdi. Yakalanıp getirildiler. El ve ayaklan çaprazvari kesildi. Gözlerinin ışığı kızgın demirlerle iptal edildi. Ve ölünceye kadar güneşte bırakıldılar.»

Fakat bildin ki, âyeti sadece mürtedlere tatbik etmek, sözüne gü­venilir selef ve halefin icmaına muhalefettir. Bu âyetten maksad, müslümanlardan olan yolkesiciler olduğuna «Ancak tevbe edenler» ibaresi de delâlet eder. Malûmdur ki mürtedler ele geçtikten sonra is­ter tevbe etsinler ister etmesinler, öldürüleceklerdir. Hükümleri değiş­mez. Fakat asi müslümanlar ele geçmezden önce tevbe ederlerse, onla­ra bu ceza tatbik edilmez. Bir de İslâm dini, bir kimseye farz olmuş

cezayı düşürmez. Zaten mürtedlerin cezası da böyle değildir. tfe

«Muharebe (savaş) tabiri ancak kâfirler hakkında kullanılır» id­diasına gelince, birçok hadiste bu tabirin âsiler hakkında kullanılma­sı, bu iddiayı reddediyor. Ayetin sebebi nüzulü, âyeti bir millete veya kimler hakkında nazil olmuşsa, sadece onlara tahsis etmeye de elveriş­li değildir. Çünkü daha önce de takrir edildiği gibi, itibar lafzın umu-munadır. Sebebin hususuna değildir. «Filan âyet, filanın hakkında na­zil oldu. Onlara mahsustur» denilemez.

îbni Ebi Şeybe ve îbni Ebi-Hâtim ve başkalan Şa'bi'den rivayet ettiler:

Basra'lüardan Haris bin Bedr et-Teymi Yeryüzünde fesatlık çı­kardı. Savaş açtı. Kureyş'ten bazı kimselere:

«Gidiniz, dördüncü halife Hz. Ali'den bana emniyet alınız» dedi. Fakat onlar gitmediler. Said bin Kays el-Hemedani'ye geldi. O Hz. Ali'­ye gidip:

  Ey müminlerin emiri! Allah ve Resulüne harb açanların, yer­yüzünde fesadlık çıkarmaya sa'yedenlerin cezası nedir?

Hz. Ali:

— Öldürülecek veya asılacak veya elleri ve ayaklan çaprazvari ke­silecek veya yeryüzünden nefyedilecektir.

Sonra Hz. Ali şu âyeti okudu:

«Ancak siz onları elde etmezden Önce tevbe edenler müstesnadır.»

Said: «Bu kimse Bedr'in oğlu Harise de olursa olur mu?»

Hz. Ali:

«Velev ki, Bedr'in oğlu Harise de olsa» dedi. Bunun üzerine Said:

«İşte bu Bedr'in oğlu Harise'dir. Emniyet isteyerek ve tevbe ede­rek sana gelmiştir» dedi.

Hz. Ali:

«Evet, emniyet verdim» dedi. Böylece Harise Hz. Ali'ye getirildi Hz. Ali'ye biat etti. Bu biati kabul edildi. Ona kimse dokunmasın diye emniyetname yazıldı.

Ebu Musa el Eşari'den de bunun mânâsı rivayet edilmektedir.

Resûlüllah'ın kızgın demirlerle gözün ışığını iptal etme meselesi­ne gelince: Sadece bu kavim hakkında bunu tatbik etmiştir, başkası hakkında etmemiştir. Müslim ve Beyhaki Enes'ten rivayet ettiler:

«Resulü Ekremin bunların gözlerinin ışığım kızgın demirlerle idi.» (Zira ceza, amelin türündendir dediler.)

îbni Cerir, Velid bin Müslim'den rivayet ediyor:

Bu meseleyi Leys bin Sâd ile müzakere   ettim: Niçin gözlerinin

görmesi kızgın demirle iptal edildi? Güneşin önünde ölünceye kadar, su

vermeden bırakıldılar? O, şu cevabı verdi:

— Muhmamed bin Acran'dan dinledim. «Bu âyet, Resûl-ü Ekrem üzerine bir itab (kınama) olarak indi ve Resûlüllah'a böylelerin ceza­sı nasıl tatbik edilir diye öğretti. Bundan sonra da kimsenin gözü iptal edilmedi, dedi.» Bu sözü Ebi Amr'a söyledim. Bu âyetin itab olarak nazil olmasını hoş görmedi. Ve dedi ki:

«O ceza, onların şahsına mahsus bir ceza idi. Ayet onlardan sonra Allah ve Resûlü'ne harp açanlar hakkında nazil oldu ve bu cezayı ge­tirdi. Böylece göz iptal etme meselesi de kaldırıldı.»

(35) «Ey îman edenler! Allah'tan, günahları bırakmak ve taatlan yapmak suretiyle korkunuz.» Bu âyetin tefsiri: Allah'a ve Resûlü'ne harb açmak, yeryüzünde fesatlık yapmak, günâhlar kategorisine girer. Taatlann cümlesine de tevbe, istiğfar ve fesadı bırakmak girer. [164]

 

İslâmda Tevessül Meselesi

 

«Allah'a  (sevabına)  yaklaşmak için vesile arayınız.» Bu âyetin izahı:

«el-vesile» kelimesi, üzerinde biraz durmak istiyoruz. Zira bu ilâhî tâbiri istismar edenler vardır.

Beyzavi, vesile, taatlann yapılması, günahların terkedilmesi de­mektir, diyor.

El Alûsi; vesile, allah'a yaklaştırıcı olan taatîann yapılmasın­dan ve günahların terkinden meydana gelen durumlardır diyor.

Kurtubi «Ebu-Vail, Hasan, Mücahid, Katade, Ata, Es-Süddi, İbni Zeyd ve Abdullah bin Kesir'den rivayet edildiğine göre, vesile, kur-bet, (yaklaşmak) demektir. «tevesele» fiilinden gelen «feil» keli­mesinin sigasıdır. Yani yaklaştı demektir. vesile, aynı zamanda Cen­nette bir derecedir. Nitekim hadisi sahihte:

«Kim ki benim için vesileyi, isterse ona şefaatim helâl olur.» bu-yurulmuştur.

El Hazin: «Allah'a vesile ile yani taat ve Allah'ın hoşuna giden amellerle yaklaşmayı arayınız» şeklinde vesile'yi tefsir ediyor.

Medarik «vesile insanı Allah'a yaklaştıran şeydir». Fakat bu âyette taatlann fiilinin ve günahlann terkinin mânâsında kullanılmış­tır» diyor.

tbni Abbas'ın tefsirinde; Vesile yüksek derecedir. O halde âyetin mânâsı: salih amellerle derecelerce yükselip Allah'a yaklaşmayı ara­yınız demektir» deniliyor.

Ed-Durrul Mensur'da imam Celâleddin Es-Suyûti şunları nakledi­yor:

Abd bin Humeyd, El Feryadi, İbni Cerir, İbni Munzir, ve İbni Ebi Hatim bu âyet hakkında: VESİLE, kurba (yaklaşma) demektir, diye rivayet etmişlerdir.

El Hakim, Huzeyfe'den rivayet ve tashih ederek: «vesile, yak-laşmakdır» diyor.

İbni Humeyd, İbni Cerir ve îbni Munzir, Katade'den, vesile hak­kında şu tefsiri rivayet ediyorlar:

«Allah'a taatini yapmak ve onu razı eden amellerde bulunmak su­retiyle yaklaşma (yollarını)  arayınız.»

Abd bin Humeyd, Ebu Vail'den: «vesile, imandadır)) diye rivayet ediyor.

Et Tasti ve Îbnul-Enbari, «El-Vakfu - vel ibtida» adlı kitabda Ib-ni Abbas'tan rivayet ediyorlar: Nafi bin Ezrek, İbni Abbas'tan sordu:

— Bana «Vabtağu ileyhil-Vesile» âyetinin mânâsını söyler misin? İbni Abbas:

  İhtiyaç, demektir, dedi.  (Yani Allah'dan ihtiyacınızı arayınız, demek oluyor.)

Nafi, İbni Abbas'tan: Araplar, vesile kelimesinin ihtiyaç mânâ­sına geldiğini biliyorlar mıydı?

— Evet. Bilirler. Siz Antara'nm bu şiirini işitmediniz mi:

«Şüphesiz ki, erkekler var ya, onlar için senin yanında Vesile (ihtiyaç) lan vardır. Eğer seni tutarlarsa, o halde sürmeyi sür gözüne, Kına yak eline.» [165]dedi.

Zemahşeri, Keşşafında, «vesile, yaklaştırmaya elverişli olan her şeye denir. Sonra Allah'a yaklaştıran taatların yapılması, ve uzaklaş­tıran günahların terk edilmesi hususunda kullanılmıştır» diyor ve bu­na dair Lebid'in bir şiiriyle delil getiriyor.[166]  

Muhterem okuyucu! vesile hususunda zamanımızda, (yani Hic­retin 1404, Miladın 1984 dolaylarında) bir takım ilimsizlerin arasında vesile hakkında çeşitli yorumlar vardır. O halde bu yorumlan kes­mek, gerçeği ortaya koymak için   Mevlânâ Halid Bağdadi'nin tarik-ı nakşide halifesi bulunan, 1270'de vefat eden büyük müfessir, Bağdat müftüsü, Allame Ebul Fadl Sahabettin Es-Seyyid Mahmud Alûsi'nin, «Rûhul Meani» isimli tefsirinden bu hususu nakledelim ve beraberce hükmünü görelim:

Alûsi, tefsirinde, vesile kelimesini lügat ve ıstılah bakımından açıkladıktan sonra şunlan söylüyor:

«Bazı kimseler, bu âyetle ümmetin salih kullanyla istiğasa (yani onlardan yardım taleb) etmenin meşru olduğuna istidlal etmişlerdir. Onlan Allah ile kullar arasında vesile kılmanın caiz olduğuna ve onlarla Allah'a yemin verdirmenin cevazına delil kılmışlardır. Yani onlarla şöyle yemin verdirilebilir demişlerdir:

«Ey Allah'ım! Biz filan kulunla sana yemin verdiriyoruz ki, sen bize şunu, şunu veresin.»

Bazıları da, Allah'ın salih kullanndan, Ölü veya huzurda bulun­mayan bir kimseye:

«Ey filan zat! Allah'a yalvar ki, bana şöyle şöyle şeyleri nzık ola­rak versin» der. Ve iddia eder ki bu, «Allah'a vesileyi arayınız» âyeti­nin geneline (umumuna) dahil oluyor. Ve Resûlüllah'tan:

«Emirler sizi hayrete düşürdüğü zaman, kabir ehline müracaat ediniz. Veya kabir ehlinden yardım talep ediniz.» (şeklinde şübheli bir) hadis rivayet eder. Fakat bütün bu sözler, bütün bu yorumlar, konak­larca haktan uzak olan yorumlardır. Bu makamdaki kelâmın tahkik ve tesbiti şöyledir:

Bir mahlûktan yardım talebetmek, onu vesile kılmak yani istiyeceğini ondan istemek, eğer o, diri ise, caiz olmasında şüphe yoktur. Ve onun, isteyenden daha efdal,  (üstün)  olması da gerekmez. Bazan da­ha üstün olan derecede, kendisinden daha aşağıda    olandan yardım istiyebilir. Zira sıhatli bir rivayette Resulü-Ekrem,    Hz. Ömer kendisinden umreye gitmek için: Ey Allah'ın Resulü! Bana umre iznini ver, dediği zaman, «Ey kardeşim (Ömer) bizi duandan unutma» demiştir. (Resûlüllah'ın üstünlüğü şübhe götürmezdir). Bir de Hz. Resul, Ömer'e |emretmiş ki, kendisi için, Uveys el-Karani'den dua talebinde bulun­sun (Resûlüllah'ın Uveys'den üstünlüğü güneş gibi açıktır.)

Bir de ümmetine emretmiş ki, vesile'yi (Cennetteki dereceyi) kendisine istesinler. Kendisine selavat okusunlar.

Eğer yardım edilmesi istenilen şahıs, ölü veya huzurda değil ise, hiçbir âlimin böyle bir kimseden yardım taleb etmenin caiz olmadı- B ğmda şüphesi yoktur. Ve hiçbir âlim şüphe etmez ki bu tür, isteği se­leften hiç kimse yapmamıştır. Ve bir bidattir. Evet kabir ehline selâm vermek meşrudur. Onlara hitabetmek caizdir. Zira, sabit oldu ki Resûlüllah, ashabına: «Ey bu diyarın ahalisi, müminler! Selâm sizin üze­rinize olsun. Biz eğer Allah dilerse, size yetişeceğiz. Allah bizden önce gidenlerinize de sizden ve bizden sonra gelenlerimize de rahmet eyle­sin. Allah'tan size ve bize afiyet taleb ediyoruz. Ey Allahım! Bizi on­ların ecrinden mahrum kılma. Onlardan sonra bizi fitneye düşürme. Hem bizi hem onları affet.» duasını kabirler ziyaretinde okumalarını | öğretiyordu.

Her hayrı işlemek hususunda herkesten daha haris olan sahabe­lerden hiç birisi bir ölüden birşey taleb ettikleri rivayet edilmemiştir. Belki sıhhatli bir hadiste İbni Ömer'den rivayet ediliyor ki; Resûlül­lah'ın hücre-i saadetine, ziyaretçi olarak girildiği zaman:

  Selâm sana ey Allah'ın Resulü

  Selâm sana ey Eba Bekr!

— Selâm sana ey babam! der, geri dönerdi. Bundan fazlasını söy-

lemezdi.                                                                                                  

Alemlerin Efendisi Hz. Muhammed'den ve onun yanında yatmakta olan iki halifesinden hiçbir şey istemiyordu. Halbuki onlar, toprağın içinde olanların en şereflisi, eflak-ı muhitin dairesinde bulunanların,   

kıymet bakımından, en yücesi idiler. Evet, o şerefli huzurda dua et­mek, meşru bir emirdir. Sahabeler orada, yüzlerini kıbleye çevirerek dua ederlerdi. Sahabelerden varid olmamıştır ki, dua esnasında Kabr-i Şerife yönelmişlerdir. Halbuki Resulü Ekrem, Arş'tan daha üstündür. İmamlar, Resûlüilaha selâm vermek anında kabre mi yönelmeli­dir veya Kıbleye mi diye ihtilâf etmişlerdir:

Ebu Hanife, «Kıbleye yönelinir, dua eden sırtım kabre çevirir» de­miştir.

Bazıları da «Selâm zamanında kabre yönelecektir. Dua zamanında Kıbleye yönelip, kabre sırtım verecek» demişlerdir.

îtimad edilecek sıhhatli görüş selâm ve dua anlarında Kıbleye yö­nelmektir. Fakat kabri şerifi sağma veya soluna alacaktır. Madem ki hakikatta, varlığın nedeni, sebebi ve illeti olan Resulün ziyaretin­de bu, meşru olduktan sonra. Acaba başkasının ziyareti Resûlüllah'ın ziyaretine nisbet edilirse, ne derece kıymet taşıyabilir ki, Resûlüllah'ın kabrinin ziyaretinde denilmeyen orada denilsin? Veya Resûlüllah'tan istenilmeyen başkasından istensin?

Meselâ: «Ey Allahım! Filan kulunla sana yemin verdiriyorum. Ve­ya senden filan kulunun ismiyle, benim ihtiyacımı yerine getirmeni istiyorum» gibi.

Allah'ın mahlûklarından birisiyle Allah'a yemin verdirmek mese­lesine gelince:

İbni Abdus Selâm: Bu, Peygamber hakkında caizdir. Çünkü O, Ademoğullanmn efendisidir. Fakat Peygamberden başkasıyla Allah'a yemin verdirmek caiz değildir. İsterse bu kimse, Peygamberlerden is­terse meleklerden, isterse velilerden olsun. Çünkü onlar Resulü Ek-remin derecesinde değillerdir.»

El Munâvi, Camius Sağırın büyük şerhinde bunu Abdusselam'dan nakletmiştir. Abdusselâm'm delili: Tirmizi'nin rivayet ettiği hadistir. Tirmizi rivayet ettiği o hadis için, hasen ve sahihtir, dedi.

Osman bin Haniften rivayet ediliyor:

Âma bir kimse Resûlüllah'a geldi: (Ey Allah'ın Resulü! Allah'a yalvar ki, bana afiyet versin!» diye dilekte bulundu.

Resulü Ekrem (S.A.V.):

«İstersen dua ederim. İstersen sabret. Sabretmek senin için daha hayırlıdır» deyince ama:

«Bana dua et!» diye İsrar edince Resulü Ekrem âmâya abdest al­masını emretti. O da güzel bir abdest aldı ve şu dua ile dua etti:

«Ey Allah'ım! Ben senden istiyorum. Peygamberinin hatırı ile sa­na yöneliyorum. Rahmet Peygamberinin hatırı ile senden istiyorum!»

Ey Allah'ın Resulü! Ben bu ihtiyacımda seninle Rabbime yönel­dim, ta ki Rabbim benim bu ihtiyacımı bana versin. Ey Allah'ım! Re­sulünü benim hakkımda şefaatçi kıl.»

îmam Ahmed'den de bu, rivayet edilmiştir.

Halktan bazıları «Zat ile tevessül etmeyi ve mahlukun herhangi birisiyle Allah'a yemin verdirmeyi mutlaka yasak görmüştür. Müced-did  [167] İbni Teymiye'nin kelâmından tereşşuh eden budur. İbnu-Tey-miye, bunu Ebu Hanife'den, Ebu Yusuf dan ve başka âlimlerden nak­letti. Yukarıda bahsi geçen hadise cevab olarak: «Hadiste muzaf mah-zuftur. Yani Peygamberin duasıyla veya Peygamberin şefaatiyle Al­lah'a yaklaşmak isterim demektir. (Ya Dua veya şefaat kelimesi tak­dir edilir.) Böylece dua vesile oluyor. Duanın vesile olması caizdir ve memduhtur. Bunun delili, Resulü Ekremin, hadisin sonunda:

«Ey Allah'ım! Peygamberini benim hakkımda şefaatçi kıl.» cümle­sidir. Belki hadisin evvelinde de buna delâlet eden vardır.»

Taceddin es-Subki, adeti olduğu gibi, müceddid İbni Teymiye'nin bu kelâmını şeni' addederek demiştir:

«Resul (ün zatıy)le Rabbine tevessül ve istiğase etmek güzeldir. Seleften hiç kimse bunu inkâr etmemiştir. Haleften de İbni Teymiye'-ye gelinceye kadar kimse inkâr etmedi. O, bunu inkâr etti ve böylece doğru yoldan saptı. Hiçbir âlimin söylemediği bir bid'atı ortaya çı­kardı. Halk arasında ayıpsanan bir numune oldu.» (Subkî'nin sözü bitti.)

Bilirsin ki, ister ehli beytin o, tertemiz zatlarından, ister diğer imamlardan rivayet edilen mesur duaların hiçbirisinde Resûlüllah'm zatıyla tevessül etmek yoktur. Faraza zahirde böyle birşey var ise, mu-zafın takdir edilmesiyle veya başka yorumlarla tevil ediliyor. Bunları ileride dinleyeceksin. «Bu hususta nas vardır» diyenlerin aaklamalan ve nassı göstermeleri gerekir. Ebu Davud ve başka muhaddislerin ri­vayet ettiler ki, bir kişi Resûlüllah'a:

«Biz seninle Allah'tan şefaat talebinde bulunduğumuz gibi Allah ile senden şefaat talebinde de bulunuyoruz, dedi.»

Resûlüllah:

— Sübhânallah (hayret ederim bu sözden) dedi. Hatta bu (hay­ret) durum, eshabın yüzlerinde de belirdi ve Cenab-ı Peygamber:

«Rahmet olasıca! Sen Allah'ın ne olduğunu biliyor musun? Şüp­hesiz ki Allah ile hiçbir mahlûkundan (tevessül ederek onu ricacı ya­parak) şefaat dilenmez. Cenabı Hakkın şanı bundan daha yücedir.»

dedi.

Her ne kadar Resûlüllah, bu hadiste «Allah ile senin katında şe­faat talebinde bulunuyoruz» cümlesini inkâr etmiş ve «Seninle Allah katında şefaat talebinde bulunuyoruz» cümlesini inkâr etmemişse de, bu hadis bizim konumuza delil olamaz. Çünkü Resûlüllah ile şefaat ta­lebi demek, ondan dua istemek demektir. Mânâsı, onunla Allah'a ye­min verdirmek (baskı yapmak) demek değildir. Eğer yemin verdirmek istişfa (şefaat istemek) mânâsına olsaydı niçin Cenab-ı Peygamber ikinci cümlenin mânâsını yanlış gördü de, birinci cümlenin mânâsını inkâr etmedi? İşte buna binaen ne bu haber, ne de daha önceki haber, ister ölü olsun ister diri, Peygamberin zatıyla mükerremlik noktasında ortak yönleri olan ve onun zatına kıyasen mutlak şekilde diğer mu­kaddes ruhlarla Allah'a yemin verdirmek caizdir, diye iddia edene de­lil yoktur. Evet. Bu ve bundan önceki haber bu iddiacıya delil olmaz. Sebebi de şudur; Çünkü ikinci haberde şefaat talebi vardır. Yemin verdirme yoktur. Birinci haberdekine gelince, (orada yemin verdirme vardır. Fakat) o; münazaa yerinde nass olamaz. Şayet oluyor dersek, orada ancak diri ile yemin verdirmek ve diri ile tevessül etmek var­dır. Resûlüllah'm bu durumda dirilik ve ölülük hallerinin eşitliği ise, bir nassa muhtaçtır. Yani bir delil lâzımdır ki, bu, böyle olsun. Umu­lur ki, nass da bunun hilafınadir. Zira Sahihi Buhari'de Enes'ten ri­vayet ediliyor. Hz. Ömer (R.A.) kıtlık senelerinde Hz. Abbas ile yağ­mur taleb ederek dedi:

«Ey Allah'ım! Biz senin Peygamberinle sana tevessül ediyorduk. Sen bize şu (yağmur) veriyordun. Şimdi ise, Peygamberin amcasıyla tevessül ediyoruz, sana, bize yağmur ver.» Ve böylece yağmur yağıyor­du. Zira eğer Peygamberin bu Dünyadan ukbaya intikal etmesinden sonra Peygamberle tevessül caiz olsaydı sahabiler Peygamberi bırakıp amcası Abbas'a gitmezlerdi. Belki sahabiler:

«Yarab! Biz senin Peygmaberinle sana tevessül ediyoruz bize su ver! diyeceklerdi». Eğer en küçük bir cevaz dahi olduğunu buseydiler, Resûlüllah'ı bırakıp Hz. Abbâs ile tevessül etmeden onları tenzih edi­yoruz. Onlar İslâm'da en önde insanlar olmakla beraber, hepimizden daha iyi Allah'ı hepimizden daha iyi Resûlüllah'ı tanımalarına, Reşû-lüllah'ın da Allah'ın da haklarını ve dua'da ne kısım meşrudur, ne meşru değildir bilmelerine, zaruret ve sıkıntı içerisinde olup üzüntüle­rinin giderilmesini, zahmetin kolaylaştırılmasını ve yağmurun gelme­sini her yolda ve her çareye başvurarak aramalarına rağmen Resûlül-îah'a tevessül etmemeleri açık bir delildir ki, meşru olan onların yap­tığıdır. Onun dışındakiler meşru değildir. [168]

 

Tevessul'da Başkası Resülüllaha Kıyas Edilir Mi?

 

Resûlüllah'tan başka diğer mukaddes ruhları Resûlüllah'a kıyas etmek, münafık bir kimse hariç, hiç kimse tarafından aradaki fark inkâr edilmemesine rağmen, bu kıyası yapmak teslim edilecek bir dav­ranış değildir. Buna ilâveten deriz ki, sen daha önce ister diri olsun ister ölü, Resulü Ekrem ile Allah'a yemin verdirmenin hakkında her­hangi bir nassın olmadığını öğrendin.

Sakın Buhari'nin haberinde diri olduğu halde Resûlüllah ile de diğer mukaddes ruh sahibleri ile de Allah'a yemin verdirmenin sıh­hatli oluşuna dair delil vardır. Birinci şıkkm delili, Hz. Ömer'in: «Biz senin Peygamberinle tevessül ediyorduk» sözüdür. İkincisinin delili ise, Hz. Ömer'in: «Biz senin Peygamberinin amcasıyla tevessül ediyoruz» sö­züdür denilmesin!.. Çünkü tevessül burada yemin verdirmek babında değil, şefaat taleb etmek cinsindendir. Yani şahıstan ricada bulunu­yor ve şefaat taleb ediliyor ki, Allah'tan dua ve şefaatinin kabul ol­masını taleb etsin diye söylenildi. Bu yorumu takviye eden delü şu­dur: Hz. Abbas dua etmeye, sahabeler de duasına «amin» demeye yağmur yağıncaya kadar devam ettiler.

Müceddid İbni Teymiye, şahısla tevessül etmek, şahsa teveccüh etmek veya şahısla teveccüh etmek de İstılah hasebiyle icmal ve işti­rak vardır. Sahabelerin lügatinde bunun mânâsı şahıstan dua ve şe­faat dilemektir. Teveccüh ve tevessül, hakikatte şahsın duası ve şe­faatiyle olur. Bu da mahzurlu değildir. Halkın çoğunun lügatinde ise, mânâsı; onunla Allah'tan istemek ve onunla Allah'a yemin verdirmek­tir. İşte esasen mücadele yeri bu noktadır. Bu husustaki hükmü bil­din.

Kişinin:

«Ey Allah'ım! Filan adamın mertebesiyle (mertebesinin hürme-tiyle) istiyorum» demesi de gayri meşru yeminlerden sayılmıştır. Çün­kü seleften hiç kimsenin böyle dua etmesi varid olmamıştır. İbni Tey­miye devamla şunları kaydediyor:

«Ancak Allah ile onun isim ve sıfatlarıyla yemin edilir. Denilir ki, «Senden istiyorum, muhakkak hamd senindir, senden başka mabud yoktur. Ey Allah! Ey Mennan! Ey yer ve göklerin bedii. Ey celâl ve ik­ramın sahibi! Ey hayyu-kayyum! Senden istiyorum. Şüphesiz ki sen birsin, samed olan Allah'sın. O Allah ki, doğurmamış ve doğrulmamış-tır. Ona denk olarak hiç kimse yoktur. Senden istiyorum, her isimle ki, o isim senindir, sen onunla nefsini isimlendirmişsin.» hadisi sonu­na kadar okudu. Ve buna benzer me'sur (yani Peygamberden gelen) dualar edilir.

Avamı nasın zikrettiği «Allah nezdinde sizin bir ihtiyacınız olur­sa Cenab-ı Haktan onu benim mertebemle isteyiniz. Şüphesiz benim mertebem Allah'ın katında büyüktür» hadisi ise, ehli ilimden hiç kim­se rivayet etmemiştir. Hadis kitablannın hiçbirisinde yoktur. Kuşey-ri'nin, Marufu Kerhi talebelerine:

«Eğer sizin Allah katında bir ihtiyacınız varsa benimle Allah'a ye­min verdiriniz. Çünkü ben sizinle Allah'ın arasında vasıtayım» dediği­ni rivayet etmesine gelince; bunun hadîs âlimleri katında dayanılacak bir senedi şimdilik bulunmamaktadır.

İbni Mace'nin, Ebu Said el-Hudri'den, o da Resûlüllah'tan, na­maza giden bir kimsenin duası hususunda rivayet ettiği:

«Ey Allah'ım! Ben senden senin üzerinde isteyicilerin hakkı bu­lunanla istiyorum, bu adımlarımın hakkı ile istiyorum. Ben yol kesici olarak, saldırgan olarak çıkmadım. Gösteriş ve başkasına duyurmak için çıkmadım. Senin öfkenden korkarak ve senin rızanı talebederek çıktım. İstiyorum ki beni ateşten kur tarasın, cennete dahil edesin» hadisin senedinde «El-Ufi» bulunur. El-Ufi'de zafiyet vardır. Şayet bu, Resulü Ekrem'in kelâmı ise, bu hadiste şu denilir:

Diliyenlerin Allah üstündeki hakkı, Allah'ın onların duasını ka­bul etmesi demektir. Allah'ın taatinde atılan adımların hakkı, onları sevabdar etmesi demektir. «HAK», burada vaadi sabit (yani oluşu mu­hakkak olan) nesne demektir. Bu da fazilettir, Cenab-ı Hakka vacib olmak ona bir farz değildir. Nitekim Cenab-ı Hak;

«Bizim üzerimizde müminlerin yardımı haktır» (ER-Rum. 47) âyetinde de «hak»kı fazilet yönünden kullanmıştır, vücub ve farz yö­nünden değildir. Sahih'de Muaz'ın hadisinde: «Allah'ın kullar üzerin­deki hakkı ona kulluk yapmaları ve ona birşeyi ortak koşmamalandır. Kulların Allah üzerindeki hakkı, eğer bunu yaparlarsa, onlara azab vermemesidir.» Yani onlar hakkındaki meıhameti, onlara azab verme­mesidir. Öyleyse hadisdeki istek  bu takdirde isabet ve icabetle­dir. Yani beni sevabtar et, duamı kabul et. İsabet ve icabet ise, Cenab-ı Hakkın fiili sıfatlarındandır. Bunlarla Allah'tan birşey istemek; şüp­hesiz ki caizdir. Bu sual istiaze gibi olur. Resûlüllah'ın şu hadisinde:

«Senin rızan vasıtasıyla, senin öfkenden sana sığınıyorum. Se­nin afiyetlerin yardımıyla, senin cezandan sana sığınıyor ve korunu­yorum. Seninle senden (azabından) korunuyorum.»

Allah'ın muafatıyla istia'zenin sıhhati sabit oldukça, isabet ve icabetini istemek de sıhhatli olur.

Bunun benzerine, üç kişinin (yâni Eshab-ı Kehfin) Cenab-ı Hak­tan amelleriyle istemeleri yorumlanır. Buna rağmen amellerle teves­sülün mânâsı; amellerin hedefinin oluşmasına sebeb olmaları demek­tir. Şüphe yoktur ki, salih ameller Cenab-ı Hakkın bizler için sevabı vermesine sebeptirler. Fakat şahısların zatları böyle değildir. Yani on­lar sevabdar olmamıza vesile olamazlar. Halk bugün, Cenab-ı Hakka başkasıyla yemin verdirmekte ifrat derecesine gitmişlerdir. Ulu orta insanlarla, Allah katında değeri olmayan kimselerle Allah'a yemin verdirmeye kalkışıyorlar (!) Halbuki o söyledikleri adamın Allah ka­tında bir hurma danesinin içerisindeki iplik kadar kıymeti yoktur. Bundan daha tehlikelisi hastalarına gifa versin ve fakirlerini zengin etsin diye kabir sahihlerinden istiyorlar. Kaybolanlarını geri versin­ler, zahmetleri kendilerine kolayloştırsınlar diye Şeytanları şu haberi onlara vahyediyor:

«Emirlerde hayrete düştüğünüz zaman kabir ehline müracaat edi­niz!»

Bu hadis Peygamberin kesesinden uydurulmuştur. Resûlüllah'a yapılan bir iftiradır. Bütün hadis ehlinin icmaiyle, ittifakıyle iftiradır. Hiçbir âlim bunu rivayet etmemiştir. Hiçbir hadis kitabında, (yani itimad edilecek hadis kitabında) bu yoktur. Resulü Ekrem «Kabirleri mescid yapmayı yasaklamıştır ve böyle yapana lanet etmiştir.» Böyle yapan bir Peygamber nasıl «kabir sahiblerinden yardım taleb ediniz» der?

Ey Allah'ım! Bu uydurmasyon hadis büyük bir bühtandır.

Ebu Yezid el Bistami'den (K.S.)  rivayet edilmiştir: «Mahlûkun mahlûktan taleb etmesi, mahkûmun mahkûmdan ta­leb etmesi gibidir.»

Seccad'ın kelâmından:

«Muhtacın muhtaçtan istemesi reyde hamakat ve akılda dalalet ve sapıklıktır.»

Hz. Musa'nın duasından:

«Ey Rab, sanden taleb edilir.»

Resulü Ekrem, İbni Abbas (R.A.)'a hitaben buyurdu:

«Yardım taleb ettiğin zaman Allah'tan taleb et Çünkü Cenab-ı Hak «Ancak sana ibadet eder, ve ancak senden yardım taleb ederiz» diyor.»

Bütün bunlardan sonra, Resûlüllah'm cahiyle (Allah katında­ki mertebesiyle) ister hali hayatında, ister hali mematında (ölümünde) olsun, tevessül etmekte bir beis görmüyorum. Çünkü, Cah'tan, Al­lah'ın sıfatlarından birisine dönüşen mânâ kastediliyor. Meselâ: cah'-tan tam ve reddedilme ihtimalini ortadan kaldıran ve şefaatin kabu­lünü gerektiren sevgi kastediîebilir. Böylece kişinin:

«Yarab! Senin Habibinin canıyla sana tevessül ediyorum (yalvarı­yorum) ki, benim ihtiyacımı bana veresin» sözünün mânâsı:

«Ey Mabudum! Senin Peygamberine olan muhabbetini, ihtiyacı­mı bana vermekte vesile kılıyorum, demektir.» Bu söz ile «Yarab! Se­nin rahmetinle sana tevessül ediyorum ki, sen falan işi bana ya pas in.» sözü arasında fark yoktur. Çünkü mânâ «Yarab! Senin rahmetini, fi­lan işin yapılması için vesile kılıyorum» demektir. Kişinin, bu mânâ­da olmak şartiyla, Resûlüllah'm câh'iyle Allah'a yemin verdirmesin­de bir beis görmüyorum.

Resûlüllah'm hürmeti ile Allah'a yemin verdirmek veya birşey istemek, onun câh'iyle yemin verdirmek ve istemek gibidir. Yani mâ­nâ değişmez. Ama Resûlüllah'm mücerred şahsıyla tevessül etmek veya yemin verdirmekde bu hüküm cari olmaz.

Evet, hiçbir sahabiden Resulün câh ve hürmet ile tevessül ettik­leri nakledilmemiştir. Bunun nedeni; halkın yeni putperestlikten çık­ması, dolayısıyla kalblerine birşeyler gelebilir korkusudur. Nitekim Re-sûl-ü Ekrem bu korkudan dolayı Kabe'yi yıkıp yeniden Hz. İbrahim'in temelleri üzerine yapmadı. Bu durum Sahihte sabittir. Benim yukarda zikrettiğim mânâda, resûlüllah'm câh ve hürmetiyle şefaat edilir, yemin verdirilir deyişim, bazı kimselerin iddiasını defetmek içindir. Çünkü onlar; geniş câh sahibi bulunan Resûlüllah'm câh'iyle dahi tevessül edilmez, dediler. Yoksa ben me'sur duaları bırakıp da böyle şeyleri kullanmak daha üstündür demek istemiyorum. Bu fikre kay­mıyorum. O me'sur dualar ki, Kur'an onlan bize getirmiş, Sünnet on­ları bize nakletmişitr. Hiçbir insaf sahibi şüphe etmez ki, Allah'ın ve Resûlü'nün öğrettiği, sahabe-i kiramın gittiği ve sahabeden sonra gelen tâbinin kabul ettiği daha efdal, daha derleyici, daha yararlı ve daha sağlamdır. Binaenaleyh denilen  ister hakli olsun ister yalan  denilmiştir.

Burada iki emir kaldı:

a) Resûlüllah'm gayrisinin caniyle teves­sül etmek, Resûlüllah'm câhiyle tevessül etmek gibi zararsızdır. Lâkin şu şartla: Eğer mutevessil (Hz. Ebu Bekr Sıddîk gibi) Allah katında kesinlikle câhi olan bir insanın câhini kullanarak bu tevessülü yapar­sa bu tevessülde bir beis yoktur. Ama kesinlikle Allah katında Câhi var mıdır, yok mudur bilinmiyenlerin câhiyle tevessül etmek zımni bir hükmü Allah'ın kesesinden uydurmak ve tahakkuk edilemeyen bir şeyi Allah'a maletmek mânâsında olduğu için caiz değildir. Bu da Al­lah'a karşı büyük bir cüret oluyor.

b) Halk Allah'tan  ister diri olsun, ister ölü  başka kim­seleri çokça çağırıp durmaktalar: Meselâ: «Ey efendim filan zat! Beni kurtar!» derler. Bu ise, mubah ve dinen caiz olan tevessülden de­ğildir. Müminin haline uygun olanı, böyle şeyleri konuşmamaktır. Bu korunun etrafında dahi dolaşmaması lâzımdır. Çünkü aniden içine girebilir. Bu tür tevessülü bazı âlimler şirkten saymışlardır. Eğer şirkten değil ise, şirke yakındır. Benim kanaatime göre bunu söyliyen bir kimse, inanıyor ki, o çağrılan ister diri olsun, ister ölü, gaybi biliyor. Sözünü işitiyor. Bizzat veya başka vasıtalarla hayrı celb eziyeti de def edebilir. Aksi takdirde niçin onu çağırıyor? Niçin ağzı­nı açıyor. Eğer böyle bümeseydi ağzını bile açamazdı. Fakat bu du­rumda Rabbinizden gelen büyük bir belâ ve felâket vardır. En akıllı hareket, bu tür çağrıdan sakınmak. Ancak Allah'tan istemektir. Zira kuvvet sahibi, zengin, feâl, dilediğini yapan Allah'tan herşey istenir.

Kim ki, Tabarani'nin Mu'cem'inde rivayet ettiği:

«Resulü Ekremin zamanında bir münafık vardı. Müslümanlara eziyet veriyordu. Hz. Ebu-Bekri Sıddîk (R.A.): «Kalkınız, gidelim. Re­sulü Ekrem'den istiğase edelim ki; bu münafıkm şerrinden kurtula­lım» dedi. Böylece Resûlüllah'a geldiler. Resûlüllah onlara:

«Benimle istiğase edilmez. Ancak Allah ile istiğase edilir.» dedi. Bu hadisin sırrına vakıf olursa, şüphe etmez ki, kabir sahiblerinden

istiğase etmek kesinlikle yasaktır. Çünkü kabir sahihleri, eğer said iseler, Allah'ın nimetleriyle ve Cennetlerde gezmekle meşguldürler. Bu dünya âlemine bakmaya tenezzül bile etmezler. Eğer şaki iseler, azab-ları onlara yeter. Ateşte onlar hapsedilmişlerdir. Kendilerini çağıran­lara cevap vermeye zamanlan yoktur. Çağıranların sözlerine kulak vermeye fırsatları bulunmuyor. O halde, bunlarla istiğase, kesinlikle sakınılması farz olan bir durumdur. Böyle bir şeyi yapmak akıl sahib-lerine uygun değildir. Sakın bir mahlûka istiğase eden bir kimsenin ihtiyaçlarının bazan yerine getirilmesi, isteğinin kendisine verilmesi seni aldatmasın, zira böyle yapmak, Cenab-ı Hakkın o kulu için büyük bir fitne ve denemesidir. Bazan da şeytan, isteyenlere o mahlûkların suretinde görünür. İsteyen de zanneder ki, bu gördüğü çağırdığı in­sandır ve kerâmeten kendisine görünmüştür. Fakat nerede o olacak­tır? O değildir. Belki şeytandır ve onu aldatıyor. Ona havasını süslü gösteriyor. Bu, putların abidlerini aldatsın diye şeytanın putlara gi­rip konuşması gibidir. Bazı cahiller «Bu, ruhun (çağrılan insanın ru­hunun) gelmesidir. Veya bir melek onun suretinde ona kerâmeten gö­rünür» dediler. Fakat onların bu hükmü, çok pis bir hükümdür. Çün­kü gelişmek ve belirmek, her ne kadar mümkün iseler de, fakat bu suretin, benzerinde ve bu cerimenin irtikâbı anında değildir. Cenab-ı Hakkın isimleri hürmetine Allah'dan istiyoruz ki bizi bu iş­lerden korusun. Onun lütf uyla ona tevessül ediyoruz ki, bizi ve sizi en güzel yolda götürsün.[169]  

(35) «Allah yolunda    düşmanlarıyla imkânlarınız nisbetinde ci-had ediniz. Umulur ki felaha kavuşursunuz.» Yani ebedi nimetlere na­il olmak, her pislikten kurtulmak suretiyle felaha kuvuşursunuz.»

(36) «Şüphesiz İd küfrü seçenler, eğer yeryüzünde ne varsa hep­sine» (mallarına, hazinelerine ve yer altı hazinelerinin, hepsine) «sa-hib iseler ve Cenab-ı Hak tarafından onun bir misli daha onlara ve­rilirse ve bütün bu dünyalıklarını   kıyamet gününün azabından kur­tulmak için verseler, onlardan, kabul olunmaz.»    Yani küfür hiçbir şeyle kalkmaz. Kâfir olarak ölen bir insanın artık ebediyyen azaba du­çar olması muhakkak oluyor.

(36) «Onlar için elem verici bir azab vardır.» Bu ibareden mak-sad, onların azabı lâzımdır (ayrılmaz) ve daimdir. Onlar hiçbir şekil­de kurtulamazlar..

Müslim ve Buhari ittifakla Enes'ten rivayet etmişlerdir.

Cenab-ı Hak, Cehennemliklerin en hafif azab görenine soruyor:

«Eğer bütün dünya senin olsaydı, onu fidye olarak bu azabtan kurtulmak için vermek ister miydin?»

«Evet. Ey Rabbelâlemin, isterdim, der.»

Cenab-ı Hak soruyor:

«Senden bunun daha kolayı olanı istedim. Sen o zaman Adem'in sulbündeydin. Senden istedim ki, bana ortak koşmayasm ve buna karşılık seni Cehenneme göndermeyeceğim, Cennete göndereceğim. Sen imtina ettin. Bunu kabul etmedin. Ve ortak koşmakta İsrar et­tin.»

Bu lâfız Müslim'indir. Buhari'nin rivayetinde ise:

«Kıyamet gününde kâfir getirilir ve kâfirden sorulur:

  Acaba, senin görüşüne gör yeryüzü dolu altının olsaydı, onu verip Cehennemden kurtulmak ister miydin?

— Evet, ya Rabbelâlemin, der.

O zaman kâfire denilir:

«Bundan daha kolay olanı senden istenildi. O da bana (Allah'a) ortak koşmamandır. Fakat kabul etmedin, iUe yapacağım diye İsrar ettin.» [170]

 

Meal

 

(37) Onlar, ateşten çıkmayı isterler. Fakat çıkamazlar. Onlar için daimi bir azab vardır.»

(38) İşlediklerinin cezası ve Allah tarafından onlara bir tenkil olarak hırsızlık yapan erkek ve hırsızlık yapan kadının elini kesiniz. Allah hükmünde galib ve hakimdir.»

(39) Kim ki, zulüm ünden sonra tevbe edip İslahı hal ederse, şüp­hesiz ki, Allah onun tevbesini kabul eder. Şüphesiz ki, Allah çokça af­fedici ve merhamet sahibidir.»

(40) Bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır. O dilediğine azab eder ve dilediğini bağışlar. Allah herşeyin üzerinde ka­dirdir.»

(41) Ey Resul! Sakın inanmadıkları halde ağızlarıyla «inan­dık» diyenlerden ve Yahudilerden küfür içinde yarışanlar seni üzme­sinler. Onlar durmadan yalan dinlerler ve senin huzuruna gelmeyen başka bir kavim için, casusluk edenlerdir. Kelimeleri yerlerinden tah­rif ederek değiştirirler. «Eğer size şu fetva verilirse, onu kabul edin, verilmezse sakınınız» derler. Allah kimin fitneye düşmesini dilerse as­la sen onun lehine Allah'tan hiçbir şeye sahib olamazsın. Onlar öyle kimselerdir M, Allah kalplerini temizlemek istememiştir. Onlar için dünyada bir perişanlık, âhirette de büyük bir azab vardır.» [171]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri Cehennem Azabı Kâfir İçin Ebedidir

 

Yezid el-Fakir diyor: Sahabi Cabir bin Abdullah'tan:

«Siz, Muhammed'in arkadaşları, «Bir kavim Cehennemden çıka-

çaktır» diyorsunuz. Oysa Allah  (37)     «Onlar Cehennemden çıkmaz» buyuruyor. Ne dersiniz?» diye soruldu.

Cabir, cevab olarak:

— Siz âmm (genel) olan kelimeyi hâs kılıyorsunuz. Has olan keli-rıeyi de âmm kılıyorsunuz. Bu âyet ancak kâfirler   hususunda nazil olmuştur» deyip âyeti sonuna kadar okudu.   Böylece anlaşıldı ki bu âyet özel olarak kâfirler hakkında nazil olmuştur. «Ateşten çıkanlar» ise, müminlerin âsileridir. 'Ayetteki — MÜKİYM — kelimesi, Daim ve Sabit mânâsını taşıyor. Bu âyetin iki tevili   vardır: a)  Kâfirler Ce­hennemden çıkmak   isterler, fakat çıkamazlar.   Zira denildi ki, ateş dalgalan onları yukarıya çekiyor, onlar oraya   vardıklarında ateşten çıkmak istiyorlar. Fakat buna muktedir olamazlar. Ve tekrardan ate­şe dalıyorlar, b) İkinci yorum; onlar çıkmayı kalbleriyle temenni eder­ler. Fakat çıkmazlar.

Bu otuz yedi nolu âyeti, gördüğün gibi kâfirler hakkındadır. Öy­leyse «(Müminlerin Cehennemden çıkmaları için şefaat edilir» hadisiy-le çelişki teşkil etmez. Az bir imana sahib olan bir kimseye bu malûm­dur. Müslim, îbni Munzir ve İbni Merduveyh Cabir bin Abdullah'tan rivayet ettiler: Resulü Ekrem:

«Cehennemden bir kavim çıkar, Cennete girerler» dedi. (38)  «Hırsız erkek ile hırsız kadının ellerini kesiniz...»

Bu âyetin tefsiri:

îbni Said:

  Bu âyet, Ömer bin Ubeyrek hakkında nazil oldu. Onun meselesi Nisa sûresinde geçti.

— es-sarık   ve  es-sarıka  kelimeleri  mübtedadırlar. Haberleri mahzuf (düşürülmüş)  tür. Yani «onların hükümleri, sizin üzerinizde okunacak şu gelecek âyetlerdedir.    Veya ikisi mübtedadir. Haberleri ise — faktau' eydiye huma— cümlesidir.  Yani ikisi­nin elini kesiniz. Kesilmesi istenen elden maksad, sağ eldir.   Hasan, Şa'bi' ve Es-Süddi böyle dediler. Abdullah bin Mesud'un kıraatında sa  kelimesi varid olmuştur. Bu da, kesilmesi istenen elin sağ el olduğunu takviye etmektedir.

İslâm gelmezden Önce de, hırsızın eli kesilmiştir. İslâm'dan önce ilk el kesen Velid bin Muğire'dir. İslâm'da da Cenab-ı Hak hırsızın eli­nin kesilmesini emretti. Resûlüllah tarafından İslâm'da ilk eli kesilen hırsız, Adiy oğlu el-Hıyar'dır. Nevfel bin Abdimenafin torunu ve Re-sûlüllah'ın akrabasıdır. Kadınlardan da Beni Manzum kabilesinden Süfyan kızı Mürre'dir. [172]

 

Kesilmeye Sebeb Olan Malın Mikdarı

 

Ebu Bekr Sıddik, gerdanlık çalan hırsızın sağ elini kesti. Hz. Ömer, Abdurrahman bin Semurre'nin kardeşinin elini kesti. Burada ihtilâf yok. Ayetin zahirinden her hırsızın ve her şeyi çalanın elinin kesilme­sinin emredildiği anlaşılıyor. Fakat hüküm öyle değildir. Çünkü Rtf-sûlü Ekrem bir hadisinde:

«Ancak hırsızın eli, dînar'ın dörtte birini veya daha fazlasını ça­larsa kesilir. (Dörtte birden aşağı olursa kesilmez)» dedi.

Öyle ise erkek hırsızlardan maksad, bazı hırsızlar, hırsız kadınlar­dan da maksad, bazı hırsızlardır. Ancak hırsızın eli, Dinar'ın dörtte birini veya o kıymette bir şey (korunduğu yerden) çalarsa kesilir. Bu, Hz Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin görüşüdür. Ömer bin Abdülaziz,

Leys, Şafiî ve Ebu-Savur da bu görüştedirler.

imamı Malik de «Dinarın dörtte birinde veya üç dirhem kadar olan malda el kesilir» dedi. Eğer iki dirhemi çalar ve onlar da, dinarın dörtte birine eşitseler, dahi eli kesilmez. Diğer çalman mallar, ancak üç dirhem kıymetinde olursa, hırsızın eli kesilir.

îmamı Ahmed ve İshak: Eğer altın çalarsa, altının dörtte birini çalması lâzımdır ki, eli kesilsin. Eğer altın ve gümüşten başka bir şe­yi çalarsa, çaldığının kıymeti de Dinar'ın dörtte biri veya üç dirheme eşitse eli kesilir.

İlk görüşü paylaşanların delili, İbni Ömer'in şu hadisidir: «Ada­mın birisi bir kalkan çaldı. Hırsızı tutup Resûlüllah'a getirdiler. Hz. Peygamber kalkana kıymet biçmelerini emretti. Üç dirheme eşit gel­di. Bunun üzerine elini kestirdi.»

İmam Şafîi; Hz, Aişe'nin «Dinarın dörtte birinde el kesilir» hadisini asıl ittihaz etmiştir. Ve çalman diğer mallar da üç dirhemle de­ğil; bununla takdir edilecektir» demiş. Ve îbni Ömer'in hadisiyle amel etmeyi terketmiştir. Çünkü sahabeler Resûlüüah'ca elinin kesilmesine Sebeb olan kalkanın kaç para ettiğinde ihtilâf etmişler: îbni Ömer üç dirhem, İbni Abbas on dirhem, Enes beş dirhem eder, dedi. Fakat Hz. Aişe'nin, «Dinar'ın dörtte biri» konusundaki hadisi sahih ve sabittir. Aişe validemizden geldiğinde hiç ihtilâf etmemiştir. Ancak bazıları, hadis Aişe (R.A.) üzerinde durdu, dediler. Bazıları da Resûlüllah'a kadar hadisi çıkararak merfudur, dediler. Ref edenler, sözüne ve ada­letine güvenilir kimselerdir, dedi. Ebu-Amir ve başka hadisciler bu durumu böyle bildirdiler.

Eğer, Bühari ve Müslim, Ebu Hureyre'den Resulü Ekrem'in:

«Allah hırsıza Iânet etsin. Bir yumurtayı çalıyor eli kesilir. Bir ipi çalar eli kesilir» hadisini rivayet ettiler. Bu hadis de âyetin zahirine uygundur. Çünkü, âyetin zahirinden, çalman ister az, ister çok olsun, çalanın eli kesilir, diye anlaşılır, deseler, cevab olarak deriz ki:

Bu hadis, tahzir (sakındırmak) içindir. Yani hırsızlığın azın­dan da çoğundan da Resulü Ekrem inşam korkutmuş ve uzaklaştır-mıştir. Nitekim Cenab-ı Peygamber, teşvik için çoğun yerinde, azı kullanmıştır:

«Kim M, kuş yuvası kadar dahi olursa, Allah için bir mescid bina ederse, Allah o kimseye Cennette bir ev bina eder.» İşte burada az ile çoğa teşvik vardır.

Bir de hadisde bahsi geçen yumurtadan maksad, kıymeti Dinarın dörtte birine eşit olan demir yumurtadır. Yani demir parçasıdır. İp­ten maksat, gemi ipleri gibi bir kaç dirheme eşit olan iptir, demişler­dir. [173]

 

Hangi Malın Çalınması Kesilmeye Sebebdîr

 

Cumhuru nasa göre, mallar ancak malın saklandığı kese ve ka­sa gibi yerlerden çıkarılırsa, el kesilir. Ortalıktaki mal çalınırsa, el kesilmez. Hasan bin Ebul-Hasan, bir evdeki elbiseleri, hırsız toplar, götürürse, eli kesilir. Çünkü elbiseler saklandığı yerden alınmıştır. Zira ev'dedir. Başka bir görüşünde de, diğer âlimler gibi, «Ancak kese­den ve kasadan (yani malın gizlendiği yerden) çalmırsa, el kesilir» de­yip daha önceki fikrinden vazgeçti. Böylece de ittifak hasıl oldu. Ma­lın korunduğu yerden maksad, halkın örf ve âdetinde mal saklamak için hazırlanan yerlerdir. Paranın korunduğu yer ayrıdır, diğer şeyle­rin saklanma yeri ayrıdır.

Ehli-zahire göre, bir mal isterse saklandığı yerden, isterse başka yerden çalınsın, çalanın eli kesilir, demişlerdir. İmam Malik, Muvat-ta'da Abdullah bin Abdurrahman bin Ebul Hüseyin Mekki'den rivayet ediyor: Resûlüllah, «Ağaçlarda asılı bulunan meyveden, dağdaki ağıl­lardan mal çalınırsa el kesilmez. Eğer o mal, (esas) istirahat yerine veya harmana getirilmiş ve aynı zamanda kalkan'in sekizde birine denk gelen bir malsa, el kesilir» buyurdu. Abdullah bin Amr, Hz. Pey­gamberden rivayet etti:

«Ağaçtaki meyvenin çalınmasında el kesilir mi» diye soruldu. Ce­nab-ı Peygamber cevab olarak:

«İhtiyaç sahihlerinden birisi onu, İhtiyacını defetmek için yerse, ondan bir file doldurup götürmezse eli kesilmez. Ondan bir şeyi (file dolusu) toplayıp götürenin ise, eli kesilir. Ondan aşağı çalan ise, iki misli ğarame ve cezaya mahkûm edilir» dedi.

Başka bir rivayette:

Malî ceza yerinde uyarılması için sopalara mahkûm edilir, denil­miştir.

Alimler «Sopa vurmak hükmü sonra neshedildi, onun yerine el kesme hükmü geçti» dediler.

Ebu Amr, «iki mislinin ğaramesine çarpılır» hükmü neshedilnüş-tir. Çünkü hiçbir fâkihin böyle dediğini bilmiyorum. Ancak Hz. Ömer, Hâtib bin Ebi Beltea'mn unu meselesinde böyle hüküm ettiği rivayet ediliyor. Malik de bu rivayeti nakletti» dedi.

Ahmed bin Hanbel'den de böyle bir rivayet var. Fakat halkın üze­rinde durduğu, «Bir misliyle cezaya çarptırmaktın). Zira Cenab-ı Hak:

«O halde size saldırana saldırdığı kadar siz de ona saldırınız..» (el-Bakara: 94) buyurmuştur.

Ebu Davud, Saffan bin Umeyye'den rivayet ediyor:

Mescidde uyuyordum. Altımda otuz dirhem kıymetinde yünlü bir elbisem vardı. Bir kişi geldi, onu benden çaldı. Kişi yakalandı ve Re-sûlüllah'ın huzuruna getirildi. Cenab-ı Peygamber, elinin kesilmesini emretti. Resûlüllah'a geldim (yalvararak):

«Otuz dirhem için onun elini nasıl kesersin? Ben ona sattım ve parasını sonra almak üzere geciktiriyorum» dedim.

Cenab-ı Peygamber:

«Bu, bana getirilmezden önce niçin olmadı?» diye hayıflandı...

Böylece sabit oldu ki, mescidden hırsızlık da el kesmeyi gerek­tirir. Zira Ebu Hanife hariç mescid ile kabir, başka âlimlere göre «HIRZ» (malın saklandığı yer) olarak kabul edilmiştir. Caminin ha­sırlarını çalan bir kimsenin eli kesilir. İsa, İbnu-Kasım'dan bunu ri­vayet etti: [174]  

Caminin kapısı yoksa dahi. Cami HIRZ sayılıyor. Eğer mescidin kapılan çalınırsa, yine çalanın eli kesilir. [175]

 

El Kesmekle Beraber Malda Geri Alınır Mı?

 

El kesilmesiyle beraber ğarame (malın karşılığı) da verilecek mi­dir? Bu hususda âlimler ihtilâf etmişlerdir. Ebu Hanife «verilmez» de­di. İmam Şafii, «verilir» dedi. İmam Ahmed ve İshak da İmam Şafiî gibi söylediler. Maliki âlimleri, «Eğer mal bilfiil meydanda ise, verilir, telef olmuş ise, duruma bakılır: Eğer hırsız zengin ise, ğarame gerekli­dir. Fakir ise, artık ona bir borç yükletilmez» demişlerdir.

Hırsızın hırsızdan çalmasında da «el kesme» cezası tatbik edilir mi? Şafiî, «İkinci hırsızın eli kesilmez. Çünkü o, malın sahibi olma­yan bir kimseden çalmıştır. HİRZ olmayan bir yerden almıştır.» dedi. Malİkiler, «kesilir» demişler. Çünkü malın üzerinde mülkiyet devam eder. İlk çalanın eli, sanki yokmuş ve sanki sahibinin elindeymiş gibi bir hüküm taşır. Bu tarzda çalınan malda ikinci hırsızın eli kesilir. Aynı şeyde hırsızlık tekerrür ederse, çoğunluğa göre, ikincide de eli kesilir.

Ebu Hanife'ye göre aynı şeyi ikinci kez çalmasında eli kesilmez. Fakat Kur'an'ın geneli bunu vacib gösteriyor. Ve Ebu Hanife'nin aleyhine delil oluyor. Ebu Hanife, «el kesilmezden önce hırsız çalman malı sa­tın alırsa, veya ona hibe edilirse, yine eli kesilmez» demiştir. Daha ön­ce bahsi geçen Saffan hadisi belki de Ebu-Hanife'nin nezdinde sabit veya menzuru âlileri olmamıştır. Veya meselâ Kadiye intikal etmez­den önce hüküm böyledir demiştir. Zira Ebu Hanife denildi mi biraz durmak gerekir.

Mushaf çalanın elinin kesilip kesilmeyeceğinde ihtilâf edilmiştir, Şafiî, Ebu Yusuf ve Ebu Sevr'e göre «kesilir». İbni Kasım da böyle de­di. Numan'a göre «kesilmez». İbni Munzir'e göre «kesilir.»

Ana-babanın, evlâtlarının malını çalması halinde elleri kesilmez. Çünkü Resulü Ekrem:

«Sen ve malın babana aidsiniz» buyurmuştur. Fakat çocuk ana ve babanın malını çalarsa eli kesilir. Bazı müctehidler de, «kesilmez» demişler. Bu ictihad, Mâlik'in talebeleri Vehb ile Eşheb'in içtihadıdır. Çünkü çocuk, adet bakımından babasının malında tasarruf eder. Bir de köle, efendisinin malım çalarsa, eli kesilmez. Öyleyse çocuk da ba­basının malını çalarsa eli kesilmez, demişlerdir. Dede, torununa aid olan malı çalarsa, İmam Malik'e göre eli kesilmez. Zira İmam Malik «İster anne tarafından dedesi olsun, ister babası tarafından olsun, na­fakaları vacib olmamasına rağmen dedelerin, torunlarının mallarını çalması halinde ellerinin kesilmemesi bana daha sevimli gelir» demiş­tir. Başka akrabaların ise elleri kesilir. Açlıktan dolayı hırsızlık yapa­nın eli kesilmez. Ebu Hanife; hala, teyze, kızkardeşi gibi mahremlerin çalmasında el kesmek yoktur. Ebu-Sevir'de bu görüşe katıldı. İmam Malik, Şafiî, Ahmed ve İshak «kesilir» dediler. [176]

 

Savaş Halindeyken Çalmaya Ceza Tatbik Edilir Mi?

 

Savaş halinde el kesilir mi? Cezalar tatbik edilir mi? Malik ve Leys'e göre, tatbik edilir. Hazer ve savaş arasında fark yoktur, ister İslâm memleketi olsun, ister Darulharb olsun.

El-Evzai, bir askerin başında   harbe giden kumandan eğer, herhangi bir şehrin  emiri değilse, el kesmek cezası hariç,   başka hadle­ri tatbik eder.

Ebu Hanife, ordu düşman arazisinde ise, onların üzerinde de bir emir varsa, ol kumandan aynı zamanda Mısır, Şam, veya Irak veya benzeri bir memleketin emiri ise, hadlan tatbik eder. Aksi takdirde etmez, El-Evzai ve onun fikrini paylaşanlar; Cünad İbni Ebi Umey-ye'nin hadisiyle istidlal ettiler. «Biz, Ertat oğlu Busr'la beraber bir deniz savaşındaydık. Bir hırsızı getirdiler. İsmi «Misdar» idi. Bir dişi deve çalmıştı. Busr: Resûlüllah'tan dinledim, «Harpte eller kesilmez» buyurdu. Eğer bu hadis olmasaydı elini keserdim.» dedi.

Lakin bu hadisin râvisi Busr, Resûlüllah'ın zamanında doğmuş­tur. Fakat Hz. Ali ile arkadaşları hakkında kötü haberleri olduğun­dan ötürü Yahya bin Mu'in, «Busr bin Ertat kötü bir kişidir. Onun hadisine itibar edilmez» dedi.

Savaş halinde hırsızın eli kesilir, diyenler Kur'an'ın umumundan istidlal etmişlerdir. Sıhhatli olanı da budur. [177]

 

Islâmda Hırsızın Hangi Eli Kesilir?

 

Önce sağ el kesilir. Sonra ikinci defada, eğer kesmek varsa, sol ayak kesilir. Üçüncü defa sol el, dördüncü defada sağ ayak kesilir. Be­şinci defa hırsızlık yaparsa tazir cezası tatbik edilir ve hapsolunur.

Ebu Mus'ab, «Dördüncüden sonra hırsızlık yaparsa öldürülür» de­miştir. Ve Nesei'nin Hars bin Hatib'den rivayet ettiği şu hadisten is-tinbat etmiştir: «Bir hırsız Resûlüllah'a getirildi. «Onu öldürünüz.» dedi. Ya Resûlüllah! O ancak hırsızlık yapmıştır, adam öldürmemiştir ki öldürelim, diye sorulunca Resûlüllah (S.A.V.)

«Onun elini kesiniz» buyurdu. Sonra tekraren hırsızlık yaptı. Aya­ğı kesildi. Ebu Bekr devrinde hırsızlık yaptı, ikinci ayağı kesildi. Böy­lece tüm azalan kesildi. Beşinci defa hırsızlık yapınca Ebu Bekr:

«Resûlüllah, onu öldürünüz, dediğinde bunu daha iyi biliyordu»

dedi. Ve onu Kureyş'in gençlerine, öldürülmek üzere, teslim etti. On­ların içinde Abdullah bin Zübeyr vardı. Abdullah bin Zübeyr, emir ve baş, almayı severdi. Bunun için dedesi Hz. Ebu-Bekre:

«Beni, bu gençlere emir yap» diye ricada bulundu. Hz. Ebu Bekr de onu emir yaptı. O vurduğu zaman, öbürleri de vuruyorlardı. Öldü-rünceye kadar ona vurdular.

Bir de Cabir'in hadisini delil getirdiler. Cabir Allah'ın Resulü (S.A.V.):

Hırsızı beşinci defada öldürmeyi emretti. Bunun üzerine onu gö­türüp öldürdükten sonra leşini çekip bir kuyuya attık. Üzerine taş­lar doldurduk» dedi.

Ebu Davud, hadisi rivayet, Nesei de istihraç etmiştir. Nesei, «Bu hadis, münkerdir. Havilerinin birisi kuvvetli değildir» dedikten sonra: «Fakat, bu babta ben sahih bir hadis de bilmiyorum» diye ilâve edi­yor.[178]

İbni Münzir; «Ebu Bekir ve Ömer'den rivayet edilmiştir ki, elden sonra el kestiler, ayaktan sonra da ayak kestiler. Bazıları ikinci kez de sol ayak kesilir. Ondan sonra kesilmek yoktur, dediler. Üçüncü, dördüncü defa hırsızlık yaparsa ancak hapsedilir ve tazir cezası veri­lir. Bu görüş, Hz. Ali'den rivayet edilmiştir. Zahriler de böyle demiş, Hammad bin Ebi Süleyman, Ahnıed bin Hanbel de buna katılmışlar­dır. Zühri: «Sünnet (hadis) te, bize el ve ayağın kesilmesinden baş­ka bir hüküm gelmedi. Öyle ise sağ el kesildikten sonra artık kesilmek yoktur diyor.»

İbnul-Arabi, bunu zikrettikten sonra: «Ata'nın kavline gelince, sahabe ondan önce onun hilafını söylemişlerdir» diyor.

Ebu-Davud, Nesei ve Tirmizi'nin rivayet ettikleri bir hadiste: «Hır­sızın eU kesildikten sonra boynuna asılır. Resûlüllah böyle yapmıştı» diyorlar.

Elinin kesilmesi vacib olduğu halde, hırsız vurup bir insan öldü­rürse; İmam Malik'e göre, sadece öldürülür. Elinin kesilmesi ise, za­ten öldürülmenin içindedir. İmamı Şafiî'ye göre evvelâ eli kesilir, son­ra öldürülür. Fakat Şafiî'nin görüşü daha sıhhatlidir. İbnul-Arabi de bunu ihtiyar etmiştir.[179]  

 

Tevbe İle El Kesmek Kalkar Mı?

 

El kesmek tevbe ile kalkmaz. Fakat bir cemaat; eli kesilmeden önce hırsız tevbe ederse, elinin kesilmesi kalkar demişlerdir. Şafiî'ler­den bazıları da bunu söylemiş ve tmam Şafiî'ye de nisbet etmişlerdir. «Ancak siz onlara güç yetirmezden önce tevbe edenler müstesnadır.» (Maide: 34) âyetiyle istidlal etmişlerdir.

Hırsızlık âyetinde, Allah erkekten başlamış, zina âyetinde ise ka­dından. Çünkü mal edinme sevgisi erkeklerde daha fazladır. Zina ve şehvet sevgisi de kadınlarda daha fazladır. Bir malı çaldığından do­layı elin kesilmesi ceza olarak verilmiştir. Fakat zinada tenasül uzvu­nun kesilmesi, ceza olarak verilmemiştir. Bunun nedeni üç mânâdır, a) Zira hırsızın bir eli kesilirse, öbür elle, işlerini görebilir. Fakat zina ede­nin tenasül uzvu bir tanedir. Kesilirse, bedeli yoktur,

b) İkincisi, ce­za, caydırıcı bir olaydır. Elin kesilmesi herkese görünür. Fakat tena­sül uzvu kesilirse kimse göremez. Başkasına ibret dersi de olamaz,

c) Üçüncüsü, tenasül uzvunun kesilmesinde neslin kesilmesi bahis ko­nusudur. Fakat elin kesilmesinde neslin kesilmesi sözkonusu değildir.

Alimlerin dediğine göre, Ebul-Ulâ el-Muarrî, Bağdad'a geldiğinde: Fakihlere, hırsızlığın nisabı dinarın dörtte biridir, dediklerinden do­layı tân etmesi şöhret buldu. Bu hususta bir şiir yazmıştı. Bu şi­ir, onun (bu konudaki) cahilliğine, aklının azlığına delâlet eder. O şiirinde şöyle diyor:

«Bir el var kesildiğinde, diyeti beşyüz altındır. Böyle bir el, altının dörtte birini çalarsa Nasıl kesilir? Bu bir tenakuzdur. Burada bize Düşen ancak sükûttur. Mevlamızı sığınarak Ateşten bizi korusun.»

Onun bu şiiri alimler tarafından işitildikten sonra kendisini ara­dılar. Fakat kaçmıştı. Bunun için kendisine bir çok âlim cevab verdi. En güzeli, kadı Abdulvahab el-Maliki'nin cevabı idi. «EL emin olduğu zaman kıymeti büyüktür. Hain olduğunda değeri düşer.»

Bazıları da şiirle ona şu cevabı vermiştir:

Emanetin azizliği onu kıymetlendirmiştir, yüceltmiştir.

Hainliğin zilleti de onu düşürmüştür. Az bir hainlikte o gider.[180]

 

Zulmünden Sonra Tevbe Eden

 

Zulmünden sonra tevbe edene gelince, tefsirinde, İbni Kesir şunu söylüyor:

Hırsızlıktan sonra tevbe edip, Allah'a dönüş yapan bir kimsenin tevbesi, onunla Allah arasında kabul olunur. Halkın mallan ise, ya kendisini veya bedelini geri vermesi lâzımdır.

Hafız Ebul Hasan ed-Dârekutni, Ebu Hureyre'den rivayet ediyor: Resûlüllah'a bir aba çalan bir hırsız getirildi. Resûlüllah:

«Zannetmem o bu abayı çalnuş olsun» dedi. Buna rağmen hırsız: «Evet. Çaldım ya Resûlüllah!» deyince Cenab-ı Peygamber:

«Onu götürüp elini kesiniz. Sonra kanını durdurunuz. Sonra ba­na getiriniz» diye emretti. Bunun üzerine eli kesildi. Resûlüllah'a ge­tirildi. Resûlüllah:

«Allah'a tevbe et!» dedi. O da:

«Ben Allah'a tevbe ettim!» deyince Resûlüllah:

«Allah senin tevbeni kabul etti.» buyurdu.

îbni Cace, İbni Lehi'nin hadisinden Yezid bin Ebi-Habip'den, Ab-durrahman Ebi Saleme el-Ensari'den, o da babasından rivayet etti. «Ömer bin Semurre bin Habib bin Abdişems Resûlüllah'a geldi ve sordu:

«Ey Allah'ın Resulü! Ben filan adamın devesini çaldım. Beni te­mizle!» dedi. Resulü Ekrem; onlara haber gönderdi:

«Evet. Biz bir devemizi kaybettik» dediler. Böylece onun elinin kesilmesini emretti. O da eli kesilirken «Ey hırsızlık. Veya ey deve be­ni senden temizleyen Allah'a hamdolsun. Sen benim cesedimi ateşe sokmak İstiyordun. (Fakat dünyada bir parçasını vermek suretiyle senden kurtuldum) dedi.»

îbni Cerir, Ebu Kureyb bize, Ebu-Abdurrahman el-Hublî tarikiyle Abdullah bin Amr'den haber verdi:

Kadının biri bir hilye (zinet eşyası) çalmıştı. Hilyeleri çalınanlar Resûlüllah'a gelip: «Şu kadın bizim hilyemizi çaldı» diye şikâyet etti­ler. Resulü Ekrem:

«Kadının sağ elini kesiniz!» buyurdu. Kadın:

«Ya Resûlellah, tevbe etmek var mıdır?» diye sorunca Resûlüllah:

«Sen tevbe ile bugün anadan doğduğun gün gibi hatadan temi» olursun» buyurdu. Bunun üzerine, Cenab-ı Hak, «Zulmünden sonra tevbe eden, ıslahı hal eden» âyetini inzal buyurdu.

îmam Ahmed, Abdullah İbn Amr tarikiyla rivayet ediyor: Bir ka­dın Resûlüllah'ın zamanında hırsızlık yaptı. Malları çalınanlar kadı­nı Resûlüllah'a getirdiler, «Bizim malını iz ı çalmıştım dediler. Kadı­nın akrabaları:

«Onu kurtarmak için biz malı geri vereceğiz!» dediler. Buna rağ­men Resûlüllah:

«Elinin kesilmesini» emretti. Onlar ikinci bir teklif yaptılar: «Biz beşyüz dinar fidye vereceğiz.» Resûlüllah:

«Elini kesin!» emrini verince kadının sağ eli kesildi. Kadın, eli kesildikten sonra:

«Ey Allah'ın Resulü! Tevbe edebilir miyim?» diye sordu.

Cenab-ı Peygamber:

«Tevbe ettiğin takdirde sen bugün annenden doğduğun gün gi­bi, günâhından tertemiz olursun» dedi. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Bu hırsızlık yapan kadın Beni-Mahzum'dan (Ebu-CehTin kabi­lesinden) di. Bunun hadisi Müslim ve Buhari'de Zuhri ve El-Urve ta-rikıyla Hz. Aişe'den rivayet ediliyor. Kureyşiler bu hususta kaygılan­dılar. Acaba bu kadın hakkında kim gidip Resûlüllah ile konuşabilir? Dediler. Ve nihayet şu karara vardılar: «Resûlüllah'ın sevgilisi Usa-me bin Zeyd'den başka kimse gidemez.»

Usame, kadını Resûlüllah'a götürüp onun hakkında konuştu. Re­sûlüllah'ın benzi beti kaçtı:

«Ey Usame! Allah'ın cezalarından birisini düşürmek hususunda gelip şefaatta mı bulunuyorsun?» diye haykırdı. Resûlüllah'ın hoşlan­madığını gören Usame (R.A.):

«Ey Allah'ın Resulü! Benim için af talebinde bulun.»

Akşam olunca Cenatsı Peygamber, kalktı, bir hutbe okuyarak Al­lah'a sena ettikten sonra buyurdu:

«Bunlardan sonra (biliniz ki) sizden öncekilerin içinde soylu bir kimse hırsızlık yaptığı zaman onu cezalandırmıyorlardı. Zaif bir kimse hırsızlık yaptığında, onu cezalandırıyorlardı. Bundan ötürü helak oldular. Nefsimi yed-i kudretinde tutan Allah'a yemin ederim, eğer Muhammed'in kızı Fatıma dahi hırsızlık yapsaydı elini keser­dim» diye buyurdu. Sonra kadının getirilmesini emretti ve eli kesildi. Aişe validemiz: «Kadının bu cezadan sonra tevbesi güzel oldu, evlen­di. Bana geliyor, ihtiyacım Resûlüllah'a arzediyordu» dedi.

(41) «Ey Resul! Kalbleriyle inanmadıkları halde ağızlarıyla inandık diyenlere...»

Bu âyetler küfre süratle girenler, Allah ve Resûlü'nün taatinden çıkanlar, şahsi fikir ve reylerini Allah'ın âyetlerinden önde tutanlar hakkında nazil oldu. Yani kalblerinde iman olmadığı halde dilleriyle «Biz iman ettik» diyen ve kalbleri imandan boş olan münafıklar seni üzmesin. Denildi ki:

Bu âyet, Yahudilerden bir kavim hakkında nazil oldu. Bu kavim birisini öldürmüşlerdi.

«Haydi gidelim, Muhammed'in yanında bunun mahkemesini ic­ra edelim. Eğer diyete hükmederse kabul ederiz. Kısasa hükmederse onu dinlemeyiz» dediler. Onlar hakkında o zaman bu âyet indi.

En sıhhatli görüş, bu âyetlerin, zina eden iki Yahudi hakkında na­zil olduğudur. Onlar «Zina eden evlileri recmediniz» emrini ellerindeki Tevrat'tan silmiş ve tahrif etmişlerdi. Zina edenlere, kendi aralarında yüz sopa vurmak ile yüzünü kömürle siyaha boyayarak, tersinden merkebe bindirmek cezasını kararlaştırmışlardı. Bu âyetin inişine se-beb olan zina hadisesi, hicretten sonra olunca aralarında:

«Gelin de Muhammed'e gidelim. Eğer recimle değil sopa ve yüze kara çalmakla hükmederse, onun hükmüne razı oluruz. Bunu Allah ile aramızda hüccet yaparız. «Peygamberlerden birisi onunla hükmet­ti» diyeceğiz. Eğer recimle hükmederse ona tâbi olmayız» dediler. [181]

 

Resülüllah'ın Yahudilerden Hüküm Sorması

 

Resulü Ekrem'in, Yahudilerden: «Siz Tevrat'ta ne görüyorsunuz, ne buluyorsunuz?» suali, onları taklid etmek ve onlardan hüküm öğ­renmek için değildi. Bu sual onları inançlarıyla bağlamaktı. Umulur ki, daha önce Resûlüllah'a vahy gelmiş, onların elinde bulunan Tev­rat'ta dahi recm olduğunu Cenab-ı Hak haber vermiş ve o recim me­selesini tebdil ve tahrif ettiklerini bildirmiştir veya Resûlüllah, daha önce Müslüman olan Abdullah bin Selâm gibi zatlardan Tevrat'ta Rec-min olduğunu işitmişti. Nitekim Abdullah b. Ömer'den gelen Müslim ve Buhari'nin ittifakla rivayet ettikleri hadiste bu durum mevcuttur. Onun için onlar, «Recim Tevrat'ta yoktum dedikleri zaman Resulü Ek­rem ikna olmadı, araştırma yaptı ve recm âyeti ortaya çıktı.

(41) «Onlar kelimeleri yerlerinden sonra tahrif ederler.» Yani Ce­nab-ı Hak, kelimeleri yerlerine koyduktan sonra, farzlarını farz ola­rak, helâlini helâl ve haramını haram ilân ettikten sonra, onlar tah­rif ederler. Cenab-ı Hakkın farz kıldığı hadleri (cezalan), bozarlar. Nitekim Tevrat'taki recm. âyetini kamçılamaya ve yüze- kara çalma­ya çevirdikleri gibi.

Hasan Basri: «Ayetin mânâsı, onlar Resûlüllah'tan dinlediklerini yalan söylemek suretiyle bozarlar» diyor.

tbni Cerir-i Taberi: «Kelimelerin hükümlerini tahrif ederler» şek­linde âyeti tefsir etmiştir.

Eğer denirse, bu âyette, «kelimeleri yerlerinden sonra tahrif eder­ler») denilmiş. Başka bir âyette ise, «Kelimeleri yerlerinden tahrif eder­ler denilmiş. Acaba iki âyetin arasındaki fark nedir? Cevab olarak deriz ki, buradaki âyet, «Batıl tevillerle tahrif ederler» tarzında, tef­sir edilmiştir. Öyleyse «yerlerinden sonra kelimeyi tahrif ederlersin mânâsı, onlar, batıl ve fasit tevilleri o nasslan için getirirler. Fakat nassın lâfzım tahrif eder diye bir açıklama yoktur. Belki lâfzı olduğu gibi bırakıyorlardı. Ama ikinci âyetteki tefsir: «Hem batıl tevillerle âyeti tefsir ederler, hem de lâfızlarda tahrifat yaparlar» şeklindedir. Buradaki âyet batıl tevile işarettir. Öbür âyeti celîle, onu tamamen ki-tabtan silip çıkarmak durumuna işarettir.

(41) «Allah kimin fitnesini irade ederse, (yani kâfirliğini, sapık­lığını irade ederse) sen onun hususunda Allah'tan hiçbir şeye sahib olamazsın.» Yani Allah'ın emrini ondan defetmeye muktedir olamaz­sın, demektir. İşte Cenab-ı Hak o kâfirlerin kalblerini temizlemeyi irade etmemiştir.

İbni Abbas: «Bu âyetin mânâsı, niyetlerini halis kılmamıştır» de­mektir, dedi. Bazı tefsirciler, «Allah onları hidayet etmeyi irade et­medi» demektir, dedi.

Bu âyeti celîlede «Cenab-ı Hakkın kâfir bir kimsenin Müslüman olmasını irade etmedi. Onun kalbini sekten ve şirk koşmaktan temiz­lemedi. Aksi takdirde eğer bunu yapsaydı iman ederdi» anlamı vardır. Bu âyeti celîle, cebriyye gurubunun aleyhinde en şiddetli delildir. Onları susturmak için en kuvvetli âyetlerden birisidir. Münafıkların da Yahudilerin de dünyada rezil olma cezaları vardır. Münafıklar münafıklıklanyla rezil olurlar. Cenab-ı Hak onların münafıklıklarını, kâfirliklerini izhar etmek suretiyle yüzlerindeki maskeyi yırtar. Ya­hudilerin rezil olması ise, cizye ve haraç vermek, öldürülmek, esir edilmek ve vatanlarından sürülmek suretiyle gerçekleşti. Dünyanın bu azabmdan başka bir de âhirette büyük azab var onlar için. O da ebe­di olarak ateşte kalmalarıdır. [182]

 

Meal

 

(42) Onlar çokça yalanı dinlerler. (Durmadan) çokça haram yerler. Eğer sana gelirlerse, istersen aralarında hükmet. İstersen on­lardan yüz çevir. Eğer yüz çevirirsen sana hiçbir zarar veremezler. Eğesr hükmedersen aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah adalet (Ie hükm) edenleri sever.»

(43) Yanlarında kendisinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat olduğu halde seni nasıl hâkim tayin ederler (senden nasıl hüküm is­terler)? Sonra da hükmünü verince, ondan dönerler. Onlar, mümin değillerdir.»

(44) Şüphesiz ki Tevrat'ı biz indirdik. Tevrat'ta bir hidayet, bir nur vardır. Allah'ın emrine boyun eğen peygamberler onunla Ya­hudiler arasında hüküm verirlerdi. Alimler ve fakihler Allah'ın kita­bım korumaya memur olmaları ve üzerine şahid bulunmaları itibarıy­la onunla hükmederler. O halde: (Ey Yahudiler! Tevrattaki son pey­gambere ait vasıfları açıklamak hususunda) insanlardan korkmayın. Benden korkunuz. Benim âyetlerimi birkaç para, menfaat karşılığın­da değiştirmeyiniz. Kim ki, Allah'ın indirdiği hükümlerle hüküm etmez­se, işte onlar kâfirdirler.»

(45) «Tevrat»da onların üzerine (şu farzı da) yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, dişe diş ve yaralar birbirine karşı kısastır. Fakat kim de bu hakkını sadaka olarak bağışlarsa, o kendi günahına keffaret olur. Kim ki Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse iş­te onlar zalimlerdir.» [183]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri İslâm'da Rüşvet:

 

(42) «Onlar çokça yalanı dinlerler, haramı çokça yerlerdi.»

Bu âyet, Eşrefin oğlu Kâb gibi Yahudi idarecileri hakkında nazil olmuştur. Bunlar rüşvet alır, böylece hükmederlerdi. Hasan Basri; Ya­hudi idareci, iki hasım geldiğinde eğer birisi rüşveti yerine koyduktan sonra el altından ona gösterir, öylece şikâyetini yaparsa, onu dinler, hasmına hiç bakmadan onun yalanma hayran olur, rüşveti yer ve onun lehine hüküm verirdi» diyor. İşte buradaki «süht» rüşvetten kinayedir. Zira süht'ün lügat mânası birşeyi kökünden sökmek de­mektir. Rüşvet de rüşvet alanın şeref ve haysiyetini, namus ve mü­rüvvetini temelinden kazıdığı ve onu şerefsiz yaptığı için rüşvete süht denilmiştir. Şuhtun (rüşvetin) tamamı haramdır. Rüşvete insanoğlu­nu iten oburluktur. Bereketsiz bir harama dönüşür rüşvet. Alıcısının mürüvveti olmadığı gibi, verene de lanet vardır. Rüşvetin oluşmasın­da âr vardır. İnsanoğlu onun için rüşveti gizlice almak istiyor. Ebu -Hüreyre'den gelen bir hadisde:

«Hükümde rüşvet alana da rüşvet verene de lanet edilmiştir.

Hadisi Tirmizi ve Ebu Davud, Abdullah bûı Âmr bin As'tan riva­yet etmişlerdir.

Hasan Basri, «Hâkim, hakkı batıl veya batılı hak göstermek için rüşvet alırsa, lanet vardır. Ve bunun için rüşvet verilirse, verene de lanet vardır. Ama veren nefsini korumak, malını korumak ve meşru bir hakkını elde etmek (yani ihkakı hak) için verirse, bu takdirde ve­rene lanet yoktur. Ancak alana lanet vardır» dedi. îbni Mesud: «Her-şeyde rüşvet vardır» demiştir. (Yani haksızlığı ister para karşılığında ayakta tutsun, ister hatır, gönül için, ister gelecekte bir düşünce için, ister makamından korkarak, ister mülâhaza ve düşüncelerle batılı ter­viç edip ayakta tutsun, bütün bunlar rüşvettir. Haramdır. Haksız bir insan için bir idarecinin katında dilekte bulunup onu kurtarmak da bir nevi rüşvettir. Haksız olduğunu bile bile haksızı savunmak zulüm­dür. Ancak gerektiğinden fazla verilmek isteğine karşı çıkılabilir ve çıkılmalıdır.) İbnu-Mesud (R.A.) bunu dediği zaman dinleyenler:

«Ey Eba Abdurrahman (Îbnu-Mesudun Künyesidir) biz, rüşveti, ancak hükümden ötürü alınan mal olarak biliyorduk.»

İbni Mesud:

«Hüküm üzerinde (için) rüşvet olarak birşey almak küfürdür. Çünkü Cenab-ı Hak «Kim ki Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar kâfirlerdir» buyurmuştur» dedi. Buradaki küfürden maksad, hükmü inanmayarak tahrif etmektir. Yani kim ki Allah'ın hükmüne hem inanmazsa hem de tahrif ederse, ister para karşılığında olsun, isetrse olmasın bu davranış, küfrü gerektirir. Eğer Allah hükmünün hak olduğuna inanır ve buna rağmen zafiyetinden dolayı böyle bir­şey yaparsa, kâfir olmaz, ancak günahkâr olur. Kim ki Allah'ın indir­diğiyle hükmetmediği halde, onu tasdik ederse veya tasdik ediyor am­ma ihmalkârlıktan dolayı onunla hükmetmiyorsa o, kâfir olmaz. İma­mı Hanbel hariç ehli sünnete göre, namaz kılmayan bir insan Allah'ın namaz hakkındaki hükmünü icra etmemiştir. Buna rağmen eğer na­mazın farziyetine inanıyorsa, kâfir değildir.

(42) «Ey Habibim! Eğer Yahudiler, aralarında hükmetmen için, sana gelirlerse aralarında hükmet veya hükmetmekten vazgeç. Eğer onlardan yüz çevirir, hükmetmekten vazgeçersen onlar sana hiçbir za­rar vermezler.»

Bu âyeti celîlede, Cenab-ı Hak, Peygamberini muhayyer bırakı­yor: İsterse, Yahudiler arasında hükmeder, isterse bunu terkeder.

Hasan, Mücahid ve Süddi, «Bu âyeti celîle zina eden iki Yahudi hakkında nazil oldu» dediler. Katade, «Beni Kurayza ile Beni Nadi­den olan iki Yahudi hakkında nazil oldu. Birisi diğerini öldürmüştü. Yahudilerin reisi Ahtab oğlu Huyey, Beni Nadir*den olduğundan ötü­rü, Beni Nadnn ölüsüne iki, Beni-Kurayza ölüsüne bir diyet ile hük­metmişti. Kureyza'lılar; biz bu hükme razı olmayız. Muhammed'e meseleyi götürelim, dediler. Cenab-ı Hak da bu âyeti nazil etti. Pey­gamberine onların hakkındaki hüküm hususunda haber verdi. Mu­hayyerlik verdi.» dedi.

Tefsir âlimleri, bu âyeti iki çeşitte yorumlamışlardır. Birinci yo­rum: Bu âyet mensuhtur. Sebebi de şudur: Kitab ehli Resûlüllah'a meselelerini getirdiklerinde Peygamber muhayyerdi. İsterse  hükmeder, isterse onlan geri çevirirdi. Sonra: «Onların aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet» âyeti nazil olunca, hükmetmek Resûlüllah'a ge­rekli oldu. Muhayyerlik ortadan kaldırıldı. Bu yorum, İbni Abbas'tan Ata, Mucahid, İkrime ve Süddi'den rivayet edilmiştir.

İkinci tefsir; bu âyet muhkemdir. Mensuh değildir. Müslüman idareciler muhayyerdirler, bağlı değildirler. Ehl-i kitabın davalan on­lara geldiğinde, isterse hükmederler, isterse hükmetmekten vazgeçer­ler. Bu yorum da, Hasan Basri Eş-Şabi', En Nehai ve Ez Zuhri'den ri­vayet edilmiştir. İmam Ahmed de bu görüştedir. Çünkü iki âyetin arasında terslik yoktur. Zira birinci âyet, hükmetmekle, hükmetme­mek arasında Peygamberi muhayyer bırakıyor. İkinci âyet ise, hük­mettiğin takdirde Allah'ın indirdiğiyle hükmet, keyfiyetini getiriyor.

İmam Fahreddin Razi buyuruyor:

Şafiî mezhebine göre, müslüman hâkime, ehli kitabın davalan geldiğinde hükmetmek farzdır. Çünkü İslâmm hükmünü onlara tatbik etmek, onlar için bir zillettir. Anlaşmalılara gelince, hâkimin onlann aralannda hükmetmek mecburiyeti yoktur. İsterse, hükme­der, isterse etmez. İşte âyetteki tahyir (serbestlik) bu anlaşmalı kâ­firler hakkındadır. Eğer bir Müslüman ile bir zimmi vatandaş hâki­min huzuruna gelip dava açarlarsa, hâkimin onların aralannda hük­metmesi farzdır. Burada hiç kimsenin ihtilâfı yoktur. Çünkü bir Müs­lüman ehl-i zimmetin hükmüne boyun eğemez. Ancak zimmiler Müs­lümanlığın hükmüne boyun eğerler.

(42) «Aralannda hükmedersen adaletle hükmet. Şüphesiz ki Al­lah adil hükmedenleri sever.» Yani vazifelendirildikleri sahada ada­letten aynlmayan, hüküm verdikleri zaman adaletten kaymayan mu­vazzaf kullan Cenab-ı Hak sever. Hadisin bazı rivayetlerinde «Bir saatlik adalet bir senelik ibâdetten daha hayırlıdır»» buyurulmaktadır. Abdullah bin Âmr bin Âs, Resulü Ekrem'den rivayet ediyor:

«Şüphesiz ki adaletle hükmedenler Allah'ın katında nurdan ya­pılmış minberler üzerin d e diri er ve Rahmanın sağındadırlar, Rahma­nın iki eli de sağdır. Bunlar o kimselerdir ki hükümlerinde, aile ef-radlannda ve vazife sahalarında adil davranırlar.»

Bu hadis, Allah'ın sıfatlan hakkında varid olan hadislerden birisidir. Bazı âlimler yorum yapmadan «Allah'ın Peygamberi bu hadis-deki iki elden ve sağdan neyi kastetmişse, öyle iman ediyoruz» diyor­lar ve tevil etmekten kaçınarak: «Biz mânâsını bilmiyoruz. Fakat ina­nıyoruz ki, bu ve buna benzer hadislerin zahirleri kastedümemiştir. Onların Cenabı Hakkın zatına lâyık olan bir mânâları vardır» diyor­lar. Bu görüş, selefin görüşüdür. Kelâmcılardan bazı gurublar da, bu görüşe katılmışlardır.

Bazı âlimler de, bu gibi âyet ve hadisleri Cenab-ı Hakkın zatına lâyık bir tarzda tevil ederler. Meselâ «El»i «kudret»le tevil ederler. «Allah'ın sağında» yani kudretinde, «Allah'ın iki eli» yani kudreti sağ­dır, bereketlidir şeklinde tevil ederler. Bu da, kelâmcılann ekserisinin görüşüdür. Kadı îyad buna binaen: «Onların sağda olmaları, durum­larının güzelliği ve yüksek mertebeleri demektir. Çünkü sağ mânâsın-daki YEMİN, «YÜMN» kökünden alınmıştır ve «Bereket» kelimesinin manasınadır. «Allah'ın iki eli de sağdın» sözcüğünün mânâsı; insanla­rın eline benzer el demek değildir. Kudret demektir» diyorlar.

Abd bin Umeyd ve başkalan İbni Ömer'den rivayet ederler. Ce­nab-ı Peygamber:

«Her et ki, sühttan bitiriyor (oluşuyor) sa, ona ateş daha uygun­dur»» dedi. Bunun üzerine sahabeler:

«Ey Allah'ın Resulü! Süht ne demektir » diye sordular.

«Hükümdeki rüşvettir.» Cevabını verdi...

Abdurrezzka Cabir bin Abdullah'tan rivayet etmiştir. Allah'ın Re­sulü (S.A.V.) buyurdu:

«Emirlere verilen hediyeler sühttur (yani rüşvet kategorisine da­hildir) Adaleti yıkar.»

İbni Munzir, Meşruk'tan rivayet etti. Hz. Ömer'den sordum:

«Senin kanaatına göre hükümdeki rüşvet, sühtten sayılır mı?»

Hz. Ömer:

«Hayır! Sühtten değildir. Belki küfürdür»» buyurdu. Zira SÜHT, ki­şinin sultan katında olan câh ve mertebesinden dolayı olan demektir. Başkasının aynı sultanın katında bir ihtiyacı   vardır. Direkt giderse,

sultan o, ihtiyacını yerine getirmiyor. Ancak ona birisi eliyle hediye verirse, işi oluyor. Abd bin Humeyd; Hz. Ali (K.V.)'den soruldu:

«Suht ne demektir?»

Hz. Ali:

uRüşvet demektir.» Hz. Ali'den: «Hükümdeki rüşvet midir?» Hz. Ali: «Hükümdeki rüşvet küfürdür.» dedi...

Beyhaki «Sünen»inde İbni Mesud'dan benzerini rivayet etmiştir. İbni Merduveyh, Deylemi, Ebu-Hüreyre'den rivayet ettiler:

«Altı haslet vardır ki sühttan sayılır:

1- İmamın rüşvet alması, bu en pislerindendir.

2- Köpeğin satışından alınan para,

3- Boğayı veya koçu veya atı, kısrak ve dişiler üzerine salmak için alman para, yani meni ve tohumunun bedeli.

4- Zinanın mihri (zina karşılığında alman ücret).

5- Hacca mı n, yan kan alıcının kesbi (kazancı)

6- Kâhinin aldığı maldır. (Üfürücülük ve kandırma olduğun­dan)».

İbni Abbas ve İbni Mesud'un rivayetinde, El-Beyhaki de onlar, başka şeyleri de, sühtten saymışlardır. Onun için adaletine şüphe ve halel gelmemek bakımından idareci ve hakim, davacıdan da davalı­dan da hediye kabul etmemelidirler.

İbni Merduvey, Aişe validemizden, Resûlüllah'ın şu hadisini riva­yet ediyor:

«Benden sonra bazı idareciler olacaktır. Şarabı, nebiz ve hurma hoşafı adıyla helâl sayacaklar, Neceşi (artışı) sadaka adıyla, haramı hediye adıyla, katlı ibret adıyla helâl edecekler. Suçsuzu öldürecekler kî, avamı halk korksun, onlara itaat edip baş eğsinler. Onlar da günahlarını daha fazla yapsınlar!»

Burada bahsi geçen «Adalet» ten maksad, Kur*an'in içermiş oldu­ğu ilâhî adalettir. Allah sisteminin kapsamış olduğu mânâlardır. Hz, Ali'den: «Eğer bana yastık ikiye katlanırsa Tevrat ehline Tevrat'lanyla, İncil ehline İncil'leriyle fetva verecektim» sözü de, eğer sıhhatli ise, lâzımı-bilmânâ kendisinden kastedilmiştir. Yani «Kur'an'ın içerdiğiy-le hükmedeceğim. Ki o da, Tevrat ve İncil'in gerçeğini kapsamaktan­dır» demektir.

(43) «Onlar mü'min değildirler.»  Yani ta yukardaki âyetlerden beri sıfatlan sayılan Yahudiler, kitablan olan Tevrat'a dahi îman et­memişlerdir. Çünkü onların Tevrat'tan yüz çevirmeleri,    kalben ona razı olmadıklarını gösteriyor. İkinci kez, senin Tevrat'a uygun olarak verdiğin hükümlere razı olmamaları da bunu gösteriyor. Veya onlar ne sana, ne Tevrat'a îman etmiştirler, demektir.

Bazı tefsircilere göre; bu âyeti celîle, Cenab-ı Hak'tan Resûlül-lah'a Yahudilerin îman etmediklerine dair bir haber ve O'nun hük­müne hiçbir zaman razı olmayacaklarına dair bir ihbardır.

Bazıları da; «Ayetin mânâsı; onlar imanda kâmil olan müminler değildir, demektir» dedi.

(44) «Tevrat'ta hidayet ve nur vardır.»

 İbni Abbas, «Hidayetten maksad, halkı hakka irşad etmek de­mektir. Nur'dan maksad, halkın yanında muğlak ve çözülmeyen me­seleleri keşfetmek ve zulmeti kaldırmak demektir» dedi.

 Ez-Zeccac, «Hidayetten maksad,   Peygambere gelip de hakkında fetva istedikleri hükmün beyanı demektir. Nurdan maksad, da şudur: Biliyorlar ki, Resûlüllah'ın emri haktır ve Hz. Muhammed, gerçek Peygamberdir. Fakat buna rağmen îman etmemekte taânnud eder­ler.»

Ayeti celîlede «Peygamberler Tevrat'la hükmederler)) tâbirindekl «Peygamberler», İbni Ebi-Hâtim'in Mukatü'den rivayet ettiğine gö­re Hz. Musa ile Hz. İsa arasında gelen Peygamberlerdir. Ve bunların bin Peygamber olduğu rivayet edilmektedir.

İbni Cerir, İkrime'den rivayet etti:

«Bu Peygamberlerden maksad, Resul-ü Ekrem ve İsrailoğullannın Resulü Ekrem'den önceki Peygamberleridir» dedi.

İşte İbni Cerir ve İkrime'nin bu istidlallerine, «Nesh olunmamışsa bizden Öncekilerin şeriatı, bizim için de şeriattır» hükmü bina edil­miştir.

Ayeti celîiedeki «Müslüman olmuşlar» mânâsını taşıyan «esle-mu», Allah'ın emirlerine itaat etmiş ve O'nun kitabıyla amel etmişler demektir. Bu, Peygamberlere medh yoluyla verilen bir sıfattır. Ve do­layısıyla Yahudilere de tân edilmektedir. Çünkü onlar İslâm'dan uzaklaştılar. Oysa İslâm, Peygamberlerin dini idi.

Hasan, Ez-Zühri, îkrime, Katade ve Süddi, «Muhtemeldir ki, müs-lüman olan Peygamberlerden maksad, Hz. Muhammed (A.S.) olsun. Fakat Hz. Muhammed bir Peygamberdir. Oysa âyette «Peygamberleri» tâbiri kullanılmıştır. Bunun nedeni tazim ve onu şereflendirmektir. Sanki o bir çok Peygamberdir. Çünkü Resulü Ekrem, zina eden Yahu­dilerin hakkında Recmle hükmetti. Bu hüküm Tevrat'taydı. [184]

 

Rabbaniler Ve Ahbarlar

 

İbnul Enbari, «Bu âyeti celîle, Yahudi ve Hristiyanlann aleyhin­de bir reddiyedir. Zira burada Peygamberler Yahudilik veya Hristi-yanlıkla sıfatlandınlmamışlardır. Allah'a teslim olmakîa, emir ve ya­saklarına itaat etmekle (yani İslâm'la) sıfatlandırılmışlaıdır. Peygam­berler, Tevrat ile, ancak küfürden imana dönüş yapanlar için hüküm verirler. Bir de Tevrat ile Rabbaniler ve Ahbarlar (fâkihler, bilginler) hükmederler. Katade'ye göre Rabbanilerden maksad, abidlerdir. Ah-barlardan da maksad, âlimlerdir.

Mücahid, «Rabbanilerden maksad, fâkih olan âlimlerdir. İlimleri Ahbarlardan daha üstündür.» dedi.

tbni Zeyd, ((Rabbanilerden maksad, idareciler, Ahbardan maksad, âlimlerdir» dedi. Ahbar'ın tekili «HABR» veya «HİBR»dir.

El-Ferra, «Hibır, daha fazla kullanılmıştır» diyor. «Tahbir» kö­künden geliyor. Tahsin (güzelleştirme) mânâsmdadır. Zira âlimler il­mi güzelleştiriyor ve açıklıyorlar. İşte bundan dolayı mürekkebe de «HİBR» denilmiştir.

Tevrat'la hükmeden Peygamberler ile Rabbani ve Ahbarlann ara­sına kendileri için hüküm verilen Yahudileri sokmanın nedeni, şu olabilir: Hükümde asıl Peygamberlerdir. Rabbaniler ve Ahbarlar Pey­gamberlerin halife ve vekilleridir. Nitekim âyetin şu cümlesi de buna işaret eder:

«Allah'ın kitabım korumaya memur olmaları ve üzerinde şahid bulunmaları itibariyle hükmederlerdi»

Yani abid ve âlimler — «Tebdil ve tağyirden korusunlar) diye  Peygamberler tarafından kendilerine tevdi edilen kitab ile hükmeder­ler.

«Onların kitab üzerine şahid olmaları»nın mânâsı, onlar murâ-kip idiler. Kitabı tağyir ve tebdilden koruyorlardı. Veya kitabın gizli kalan noktalarını açıklıyorlar, beyan ediyorlardı. Yanlış tevil ve tef­sirlere yol bırakmıyorlardı.

(44) «Sakın halktan değil benden korkunuz.» Cenab-ı Hakkın, bu hitabı, idarecileredir.    İdarecilere    Allah'tan başka kimseden korkmamalarım, yağcılık yapmamalarını ve herhan­gi bir zalimin zulmünden korkarak yanlış hüküm vermekten sakın­malarını emrediyor.

El-Hazin, «Bu hitab, ResûÛülah'ın devrindeki Yahudi hakimleri-nedir». Yani Cenab-ı Allah der ki: Resûlüllah'm sıfatlarını belirtmek ve Recimle amel etmek hususunda halktan korkmayınız, benden kor­kunuz, diyor. Bu tefsir İbni Abbas, Es-Süddi, ve El-Kelbi'den rivayet edilmiştir. Fakat nehyi, muhatablarm gayrisini de kapsamaktadır. Yani Yahudi hâkimlerden başka insanlık âleminde hüküm sahibleri-nin hepsini kapsamaktadır.

(44) «Sakın ha! Ayetlerimi az bir fiyatla değiştirmeyiniz.» Yani Allah'ın âyet ve hükümlerini rüşvet karşılığı, halkın gözün­de itibar kazanma karşılığında, halkın, rızasını elde etme karşılığın­da satmayınız. Nasıl ki, halkın korkusundan, hükümlerin değiştiril­mesinden sizi sakmdırdıysam, öylece sizi mala, câha ve rüşvet almaya tamah ederek âyetleri tağyir ve tebdil etmekten de sakındırıyorum. Çünkü dünya metaı'nın tamamı bir âyete nisbet edilirse azdır. Hü­küm insanlığın ruhudur. İskelet ruhsuz olur mu?

Hasan Basri; «Bu hitab, müslümanlaradır» dedi. Eş Şa'bi'nin ke­lâmından da bu anlaşılıyor. İbni Mesud; «Hitab âmdır» dedi.

(44) «Kim ki, Allah'ın inzal buyurduğuyla hükmetmezse işte on­lar kâfirlerin ta kendileridirler.» Yani Yahudiler, Allah'ın Tevrat'ta kesinlikle belirttiği hükmünü inkâr ettiklerinden, «Bu, bizim için farz değildin) dediklerinden ötürü mutlak mânâda kâfir oldular. Musa'yı da, Tevrat'ı da, Muhammed'i de, Kur'an'ı da inkâr etmiş oldular.

Alimler, «Kim ki Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendisidir. Kim ki, Allah'ın buyurduğuyla hükmetmezse onlar zalimlerin ta kendisidir. Kim ki Allah'ın inzal buyurduğuyla ' hükmetmezse işte onlar fâsıklann ta kendisidir» mealindeki âyetler kâfirler hakkında, Allah'ın hükmünü değiştiren Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Çünkü nıüslüman bir kimse büyük günah işlese dahi (08u nıüslüman, kâfir oldu» denilmez. Bu görüş, İbni Abbas, Katadeve S Dahhak'ın görüşüdür. Bu tefsirin doğru olduğuna şu hadis de delâlet | etmektedir: Berra bin Azib'ten rivayet edildi: «Kim ki Allah'ın indir­diğiyle hükmetmezse işte onlar kâfirlerin tâ kendisidir, kim ki Al­lah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendisidir, | kim ki Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar fâsıklann ta ken-dişidir» âyetleri bütün kâfirlerin hakkında nazil olmuşlardır» Hadisi İbni Müslim rivayet etmiştir.

İbni Abbas'tan rivayet ediliyor:

«Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler var ya! İşte onlar kâfirle­rin ta kendisidir» âyetinden «fâsıklann ta kendisidir» âyetine kadar olan bu üç âyet, özel olarak Beni-Kurayza ve Beni-Nadir Yahudileri hususunda nazil olmuştur.» Hadisi, Ebu Davud rivayet etti.

îkrime:                                                                                                      

«Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen, onu inkâr eden kesinlikle kâfir olmuştur. Fakat «Allah'ın indirdiği haktır» diyen, buna rağmen onunla hükmetmeyen bir kimse, kâfir değil, zalim ve fasıktır.» dedi.

İbni Abbas'ın bir görüşü de budur. Ez-Zeccac, bunu ihtiyar ede rek dedi ki:

«Peygamberler tarafından getirilen ilahî hükümlerden, birisine batıldır diyen kâfir olur.»                                                                              

Tavus, îbni Abbas'tan sordu:

«Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen kâfir midir?»                            

«Onunla kâfir olur. Fakat bu küfür, Allah'a, meleklerine, kitabla-rına, Peygamberlerine ve son güne inanmayan bir kimsenin kâfir ol­ması gibi dinden çıkmak mânâsında bir küfür değildir.»

Bunun benzeri Ata'dan da rivayet edilmiştir:

«O, küfürden daha hafif bir küfürdür.» (Yani, küfri-mutlakdan daha hafif bir küfür, yani büyük günâhdır) dedi.

Bazı tefsirciler de, «Bu âyetler, Allah'ın nassım bildiği halde kas­ten, ayan ve beyan bir tarzda onu reddettikten sonra başkasıyla hük­medenin hakkındadır» dediler. «Nass, kendisine gizli olan veya tevilde yanılan bir kimse ise, bu tehdide dahil olamaz» dedi. Allah, muradını daha iyi bilir.[185]  

Bu âyetle ilgili Alûsî'nin tefsirini nakledelim:

«Hariciler, bu âyetlerle «Fâsık»m mümin olmadığına dair delil ge­tirmişlerdir. «MEN», (kim ki) mânâsını ifade eder, geneldir. Allah'ın indirdiğiyle hükmetmiyor ve onunla amel etmeyi bırakmıştır dediler.» tasdik eden fâsık ta bu hükme dahil olur. Çünkü fâsıktır, Allah'ın indirdiğiyle hükmetmiyor ve onunla amel etmeyi bırakmıştır.»

Cevab olarak denilmiştir ki, âyetin zahiri metruktür. Çünkü hü­küm, her ne kadar kalbin ve azaların fiillerini kapsayıcı ise de, mak-sad burada sadece kalbin fiilidir. Kalbin fiili ise tasdiktir. Allah'ın in­dirdiğini kabul etmeyenin kâfir olduğunda da hiç kimsenin ihtilâfı yoktur.

Bir de şöyle cevab veriliyor: «M», cinsin üzerine hamledilmek suretiyle umumun nefyi kastedilmiştir: Yani kim ki, Allah'ın indir­diğinin tamamıyla hükmetmezse, hükmü budur. Bir kısmıyla hükme­der, bir kısmıyla etmezse, hüküm böyle değil. Şüphe yoktur ki, Allah'ın indirdiğinden hiçbir şeyle hükmetmeyen bir kimse onu tasdik etmi­yor demektir. Böyle birinin küfründe de şüphe yoktur. Ama kişi, Kur'-an'ın bir kısmıyla hükmeder, bir kısmını da fâşıklık, gevşeklik veya başka bir sebebten ötürü bırakıyorsa, bu kimse kâfir olmaz.

Bir de İbni Mensur, Ebu Şeyh ve İbni Merduveyh, İbni Abbas'tan rivayet ettiler:

«Bu üç âyeti, Cenabı Hak özel olarak Yahudiler hakkında in­dirdi.»

İbni Cerir, Ebi Salih'ten rivayet etti:

«El-Maide'nin bu üç âyeti hiç bir sahada ehli İslâm hakkında de­ğildir. O, kâfirler hakkındadır, dedi»

îbni Ebi-Hâtim, İkrime'den: İbni Cerir de Dahhak'tan benzerini rivayet etti. Umulur ki, onların bu üç sıfatla sıfatlandınlmasa değişik itibarladır. Allah'ın indirdiğini inkâr ettiklerinden dolayı kâfirlikle hükmünü yerine değil, başka yerlere koyduklarından dolayı zalimlik­le ve Haktan çıktıklarından dolayı fâsıklıkla sıfatlandırıldılar. Veya bu üç sıfatla değişik tavırlar ve haller itibarıyla sıfatlandırıldılar. Ki bu, haller, hükümden imtina etmeye eklenir. Bazan küfrü gerektiren bir hal üzerine olurlar. Bazan zulmü ve fışkı gerektiren bir hal üzeri­ne olurlar.

Ebu Humeyd ve başkası Şa'bi'den:

«Bu üç âyetin birincisi bu ümmet hakkında, ikincisi Yahudiler, üçüncüsü de Hıristiyanlar hakkındadır» diye rivayet ettiler. Bu riva­yete binaen mü'minlerinin halinin Yahudi ve Hıristiyanların halin­den daha kötü olması gerekiyor. Ancak denildi ki, küfür mü'mine nis-bet edilirse, teşdid ve tağlize hamledilir. «Yani nankörlükte pek ileri gitmişlerdir» demek oluyor. Kâfirlere fâsıklık ve zulüm sıfatı verilir­se bu onun temerrüd etmesine ve haddini aşmasına işaret eder. Bu tef-sirse İbnu-Munzir'in Hakim'in ve El-Beyhaki'nin «Sünen» inde İbni Abbas'tan rivayet ettiği de takviye etmektedir. Bu üç âyetin başında­ki küfür, sizin bildiğiniz küfür değildir. Yani onu İslâm'dan çıkarır, başka bir dine sokar mânâsındaki küfür değildir. Bu küfür, gerçek kü­fürden daha hafif bir küfürdür. Şöyle ki, bu hitab, Yahudi ve başka­ları için umumi bir hitab gibidir. Tağliz yerinde kullanılmıştır. Veya iki cevabtan birisini iltizam eder. Vasıfların ihtilâfı, itibarların ihtilâfın­dan neşet ediyor. Bazı muhakkıklarm nezdinde fâsıklıktan da zulüm­den de maksad, küfürdür. Yani aşın fısk ve aşın zulm üzerine ham-ledilmiştir. Bu da, küfürdür.

Hakim'in rivayet edip tashih ettiği, Abdurrezzak ve İbni Cerir'in Huzayfe'den rivayet ettikleri şudur: «Huzeyfe'nin yanında bu üç âyet­ten bahsedildi. Bir kişi:

«Bu, tsrailoğullarina dairdir dedi.» Huzeyfe:

«îsrailoğulları sizin için amma da güzel kardeştirler? Her tatlı si­ze, her acı onlara veriliyor. Hayır! Senin dediğin gibi değildir. Sırma­nın pabuçla beraber olduğu gibi, siz de, onlarla beraber olup yollarına gideceksiniz» dedi.

Huzeyfe'nin bu sözü şu ihtimalleri kapsar: a) Bu âyetteki hita­bın umumu olduğuna meyletmiştir, b) Bu âyetin sadece müslümanlar hakkında nazil olduğuna meyletmiştir. Birinci ihtimal, Ali bin Hü­seyin'den (R.A.)  rivayet edilmiştir. Ancak AH şunu:

«Sizin şirkteki, küfrünüz gibi olmayan bir küfür, şirkteki fışkınız gibi olmayan bir fısk, şirkteki zulmünüz gibi olmayan bir zulümdür» dedi.[186]

Bu üç âyet hakkında Kurtubi'nin tefsiri de şöyledir: Bu üç âyetin tamamı kâfirler hakkında nazil olmuştur.   Bu du­rum Sahihi Müslim'de Berra'nın hadisinde sabit olmuştur.

Âlimlerin çoğu bu durum üzerindedir. Müslüman ise, büyük bir gü­nah işlese de kâfir olmaz. Bazıları bu âyette takdir vardır. «Yani Kur'an'i reddederek Allah'ın, indirdiğiyle hüknıetmeyenler, kâfirlerin tâ kendisidir, demektir. Resûlüllah'm sözünü inkâr etmek kabilinden onunla hükmetmeyen, kâfir olur.» dedi. Bu tevili, İbni Abbas ve Mü-cahid söylediler. Bu tevile göre, âyet âmm'dır.

îbni Mesud ve Hasan:

Ayet âmmdır. Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen Yahudi, Müslü­man ve kâfirlerin hepsini kapsar.

İbni Abbas, bir rivayette, bu âyetin mânâsı:

«Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen bir kimse kâfirlerin fiillerine benzer bir fiil işlemiş oluyor demektir» diyor.

Bazı tefsirciler:

«Allah'ın indirdiğinin tamamiyle hükmetmeyen bir kimse kâfirdîr. Tevhidle hükmeden yani Allah'ı birleme ile hükmeden, fakat bazı hükümlerini bırakan bir kimse ise, bu âyete dahil olmaz» demişlerdir.

El-İbadiye taifesinin katında buradaki küfür, nimeti inkâr et­mek manasınadır.

Eğer kendi fikrinin Allah'ın katından geldiğini iddia edip fikriyle hükmederse, onun bu yaptığı Allah'ın hükmünü tebdildir. Dolayısiyle küfürünü gerektirir. Eğer kendi fikir ve nevasına uyarak fikriyle hükmederse, bu, günahtır. Affolunabilir. Çünkü bu ümid ehl-i sün­netin günahkârların affolunması konusunda dayandıkları bir asıldır. El Kuşeyri:

Haricilerin mezhebi şudur: «Rüşvet alıp Allah'ın hükmünü bıra­kıp Allah'ın hükmüdür, diye gayrisiyle hükmeden kâfir olur.» Bu tef­sir, Hasan Basri ve Es-Süddi'ye de nisbet edilmiştir. Hasan şunu da söylemiştir:

«Allah idarecilerden üç söz almıştır:

1- Hevalanna tâbi olmayacaklardır.

2- Halktan korkmayıp Allah'tan korkacaklardır.

3- Allah'ın âyetlerini az bir fiyatla satmayacaklardır.»[187]   

Bu âyetler hakkında İbni Kesir şu hadisleri rivayet ediyor:

1) Ali bin Ebi Talha, İbni Abbas'tan rivayet etti:

«Kim id, Allah'ın indirdiğini inkâr ederse kâfir olur. Kim ki Al­lah'ın indirdiğine inanır, fakat onunla hükmetmezse, o zalim ve fâsık olur.» Hadisi İbni Cerir rivayet ettikten sonra:

«Bu âyetten maksad, ehli ki tabur. Veya Allah'ın kltabtaki hük­münü inkâr edendir» dedi.

2) El-Vakıdî Said El-Mekkî'den ve Tavus'dan rivayet etti.

«Bu küfür, «dinden    çıkmak»    mânâsında bir küfür    değildir.»

Yani azıbm teşdidedilmesinden kinayedir. Ve ilâhi bir tehdiddir.

3)    İbni Ebi-Hâtim:

Bize Muhammed bin Abdullah bin Yezidil-Mukri, Tavus tarikiy­le İbni Abbas'tan rivayet etti:

«Bu âyetteki küfür, sizin bildiğiniz (ve dinden çıkma mânâsında olan) küfür değildir» dedi.

Bu hadisi, El-Hakim, El-Mustedrek'inde Süfyan bin Uyeyne'nin hadisinden rivayet etti ve Şeyheyn'in şartına göre sahihtir. Fakat Şeyheyn rivayet etmemişlerdir dedi [188]

Netice: Ayetin mânâsı: Kim ki Allah'ın indirdiğini tasdik etmez­se, doğruluğuna inanmazsa, onun dışına çıkmış oluyor. İnandığı hal­de terkeden günahkâr olur. [189]

 

Bütün Mü'minlekin Kanları Eşittir

 

(45) «Biz Yahudilerin üzerinde Tevrat'ta nefis nefse karşılıktır... diye yazdık (farz kıldık).»

Tevrat'ta «Bir nefsi öldüren, öldürülür» hükmü vardır. Fakat Ya­hudiler buna muhalefet ederek sapıttılar. Beni Nadir kabilesinden olan kişinin diyetini daha fazla koydular. Bir Benî Kurayza'lı öldüren bir Nadir'li öîdürülmezdi. Fakat Nadir'liyi öldüren bir Kureyza'lı öldürü­lürdü. İslâm geldiği zaman Beni-Kurayza Resûlüllah'a müracaat etti­ler. Cenab-ı Peygamber, kanlarını (diyetlerini) eşit kıldı. Beni Nadir: «Sen bizim mertebemizi azalttın» diye itiras ettiler. Bunun üze­rine bu âyet gönderildi. Onların şeriatı ya kısas veya affetmektir. On­larda diyet yoktur. Ebu Hanife ve başka âlimler bu âyete yapışıp «Müslüman zimmîyi öldürürse, öldürülür» demişlerdir. Çünkü nefise karşılık nefis lâzımdır.

Ebu Davud, Tirmizi ve Nesei rivayet ettiler: Hz. Ali'den soruldu: «Acaba Resûl-ü Ekrem sana özel olarak bir şey verdi mi?» «Hayır. Ancak burada olanı verdi» diyerek kılıcının kabından bir mektup çıkardı. Orada şu yazılıydı: «Müzminlerin kanlan eşittir. Hep­si, mü'min olmayanlara karşı, bir el'dirler. Bîr müslüman bir kâfirden ötürü öldürülmez. Bir ah i d sahibi de ahdînde oldukça öldürülmez.»

Bu âyeti celîle, aynı zamanda kabileler arasında eşitlik görmeyen Yahudilerin aleyhinde nazil olmuştur: Zira onlar bir kabileden bir kisiye karşı bir kişi öldürürken, başka bir kabileden bir kişiye karşılık iki kişi alırlardı. Onların bu hükmünü reddetmek için bu âyet nazil oldu.

Şafiîler:

«Bu âyet, bizden Öncekilerin şeriat inden haber vermektir. Bizden öncekilerin şeriatı bize şeriat olmaz, dediler.» [190]  

Şafiî'lerden bazıları da:

«Eğer nesholunmamişsa bizden öncekilerin şeriatı bizim şeriatı mız olur, demişlerdir [191]

Usulcülerin çoğu ile Fâkihler: «Bizden öncekilerin şeriatı müker­rer olarak, yani takrir edilerek hikâye edilir ve neshedilmemişse bi­zim için şeriattır» dediler. Bu, cumhurdan da böyle şöhret bulmuştur. Şeyh Ebu İshak el Esferayini Şafii'den de bunu böyle rivayet etmiş­tir. Bütün imamlara göre bizim katımızda, cinayetlerde hüküm, bu âyetin tatbikidir. Hasan Basri:

«Bu âyet hem onların, hem de bütün insanların boynuna yazıl­mış bir farzdım der.

İbni Ebi Hatim bunu rivayet ediyor.

İmam Ebu Nasr bin Sebbağ «Eş-Şârnil» adlı kitabında «bu âyetle hüccet getirilir» diye ulemanın icmaını naklediyor. İmamlar da, er­kek, kadından ötürü öldürülür, hükmü için bu âyetle hüccet getirmiş­lerdir. Hadiste de böyle varid olmuştur. Hadisi Nesei ve başkaları ri­vayet ediyorlar. Resulü Ekrem, Âmr bin Hazme şöyle yazdı:

«Erkek, kadından ötürü de öldürülür.»

Diğer bir hadiste:

«Müslümanların kanlan eşittir.» denildi. Bu, cumhur ulemanın görüşüdür.

Emîrilmüminin Ali Bin Ebi Talib'ten (R.A.) rivayet ediliyor: «Erkek kadını öldürürse, kadından ötürü öldürülmez. Ancak ka­dının velileri diyetin yarısını erkeğin velilerine verirlerse o vakit er­keği öldürürler. Çünkü kadının diyeti erkeğin diyetinin yarısıdır.»

İmam Ahmed'in bir rivayetinde de «bu görüş vardır.

Hasan, Ata, ve Osman el-Bıstî'den de bu görüş hikâye edilmiştir.

İmam Ahmet'ten gelen diğer bir rivayette: «Erkek kadını öldü­rürse, ondan ötürü öldürülmez. Belki diyet vacib olur» denmektedir.

Ebu Hanife, âyetin umumiyle hüccet getirdi ki, müslüman da animi de kâfirden ötürü öldürülür. Hür köleden Ötürü öldürülür. Cumhur bu iki meselede de Ebu Hanife'ye muhalefet etmişlerdir.

Sahihaynda Emîrilmüminin Hz. Ali'den rivayet edildi ki, Resûl-ü Ekrem (S.A.V.):

«Müslüman kâfirden ötürü öldürülmesin» demiştir.

Köleye gelince, seleften onun hususunda çeşitli eserler varid ol­muştur. Onlar, köleden ötürü hür bir insandan kısas almıyorlardı. Hür bir insanı bir köleden ötürü öldürmüyorlardı. Bu hususta sıh­hatli olmayan birçok hadisler gelmiştir. Şafiî, Ebu Hanife'nin bu hu­sustaki hilâfına icmaın olduğunu iddia etmiştir. Fakat bundan onla­rın sözünün batıl olması gerekmez. Ancak âyeti tahsis eden bir delil lâzımdır. İbni Sabbağ'ın dediği, Ebu Hanife'nin görüşünü takviye et­mektedir. Nitekim İmam Ahmed; bize Muhammed bin Ebi Adiyy Hu-meyd'in tarikıyla Enes bin Malik haber verdi. Enes'in halası Er-Rebi', komşusunun cariyesinin dişini kırda. Aile efradı, cariyenin sahihleri­ne Er-Rebi'n affedilmesi için ricada bulundular. Onlar affetmediler. Resûlüllah'a geldiler. Resulü Ekrem (S.A.V.) «Kısas olacak» dedi. Bu­nun üzerine Enes bin Nadr, halasını kastederek:

— Ey Allah'ın Resulü! Filân kadının dişi mi kırılacaktır, diye ya­kındı. Cenab-ı Peygamber:

«Ey Enes! Allah'ın kitabı kısastır» dedi.

Enes:

«Hayır! Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ede­rim, filânın (halasım kastediyor) dişi kırılmayacaktır» deyince dava­cılar razı olup onu affetmek suretiyle kısası terkettiler. Cenab-ı Pey­gamber (S.A.V.)  bunun üzerine buyurdu:

«Şüphesiz ki, Allah'ın kullarından bazıları vardır ki, eğer Allah'ın üzerinde yemin ederlerse, Allah onları yeminlerde keffarete çarptırmaz, yani dediklerini yapar.»

Hadisi, Müslim ve Buhari, Sahihlerinde rivayet ettiler.

Ebu Davud, bize Ahmed bin Hanbel, îmran bin Huseyn tarikiyle rivayet ederek haber verdiler:

«Fakir bir ailenin kölesi zengin bir ailenin kölesinin kulağını kes­ti. Fakirler Resûlüllah'a gelip:

«Ey Allah'ın Resulü! Biz fakir kimseleriz. Kölemizin kulağı kesi­lirse, mahrum kalırız» şeklinde yakındılar. Bunun üzerine Cenab-ı Peygamber; kölelerine hiçbir şey yükletmedi» Hadisi Nesei, îshak bin Rahiveyh'den, Muaz bin Hişam, Ed-Distavi'den, o da babasından, Katade'den böyle rivayet etmiştir. Senedi de kuvvetlidir. Hadisi riva­yet eden ravilerin hepsi «Sika» dır. Fakat hadis müşküldür. Ancak di­yebiliriz M; bu cani köle baliğ olmazdan önce bu cinayeti işlemiştir. Bunun için kendisine kısas tatbik edilmedi. Muhtemel ki, Cenab-ı Peygamber, fakirlerin yerine zenginlere tazminat ödemiş veya onlar­dan affetmeyi taleb etmiş olsun. Bundan dolayı da onlara birşey yük-lememiş olsun.

(45) «Nefse nefs, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş.» Yani öldüren öldürülür. Göz çıkaranın gözü çıkarılır. Burun kesenin burnu kesilir. Kulak kesenin kulağı kesilir. Üîş kıranın dişi kırılır. Di­ğer azalara gelince, onlarda da kısas vardır. Çünkü Cenab-ı Hak «ya­ralar kısastır.» Yani kısas sahibidir. Kısas mümkün olan yerlerde kı­sas yapılır. Kısas mümkün olmayan yerlerde diyet (irş) verilir.

«Kim ki kısası sadaka olarak verirse» yani caniden Allah rızası için kısası kaldınrsa, onun bu sadakası kendisi (günahları) için kef-faret olur. «lehu»deki zamirin sadaka edene raci olduğunu İbni Ebi Şeybe, Eş-Şabi'den rivayet etti. Tefsircilerin çoğu da bu kanâattadır-lar.

Deylemi, îbni Ömer'den rivayet etti:

Resulü Ekrem bu âyeti okuduğu zaman, şöyle buyurdu: Kişinin dişi kırılır veya bedeninde bir yara açılır. Ö, dişini kıranı veya yarayı açanı affederse, o kişiden,    affettiğinin    miktarınca    günâhı düşer.

Eğer diyetin dörtte birisi kadarsa, günâhının dörtte biri, eğer diyetin üçte biri kadarsa, günahın üçte biri düşer. Eğer diyetin tamamı ise, bütün günâhlarını Allah kaldırıp af eder.»

Said bin Mansur ve başkası Adiy bin Sabit'ten rivayet ettiler: Muaviye'nin döneminde Kureyş'ten bir kişi, Ensardan birinin ağ­zını kırdı. Bir diyet verdi, adam kabul etmedi, ancak kısas yapaca­ğım, dedi. İki diyet verdi, kabul etmedi. Üç diyet verdi. Kabul etmedi. Böylece Resûlüllah'ın ashabından birisi Resûlüllah'tan şu hadisi ri­vayet etti:

«Kim ki bir kanı veya kandan daha hafifini sadaka olarak ba­ğışlarsa, o kendisi için bir keffarettir. Doğduğu günden öldüğü güne kadar bütün günahlarının kef fare tidir.» Bunu dinliyen bağışladı.

Bazı tefsircilere göre; «lehu» daki zamir, caniye (katile) racidir. Bu tefsir, İbni Abbas, Mücahid, Cabir ve İbni Ebi Şeybe'den rivayet edilmiştir. Yani ((Mağdur caniyi affederse af caniye kefaret olur, ca­nının boynuna lâzım olan bir şey bununla kalkar demektir.»

Bazı tefsirciler:

«Muhtemeldir ki âyetin mânâsı şöyle olsun: Kim ki boynuna yük­lenen kısası itiraf edip ona teslim olursa, bu hareketi onun islemiş olduğu günâhlarına keffarettir» dediler. Bu takdirde, «kim ki, Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar zalimlerin tâ kendisidir» âyeti bu tefsirle uyum sağlar. (Lehu) daki zamir o zaman sadaka verene raci olur. Fakat sadaka verenden de bizzat cani kastedilir. Fakat bu âyet hakkında böyle bir tefsirde uzaklık vardır. Ayeti celilede Cenab-ı Hak­kın zulme uğrayanların canileri affetmeye teşvik ettiği vardır.

Birçok tefsircinin dediği gibi, âyet, Yahudiler, soyluyu fakirden, erkeği kadından ötürü öldürmeme kararını aldıkları zaman nazil ol­du. Onlar zalimden, mazlumun hakkını, soyludan fakirin hakkını al­mıyorlardı. Halbuki şeriatlannda, bu hakkın alınması kendilerine farz kılınmıştı. Öyleyse almamak, affetmek onların şeriatında yoktur. On­lara göre bu ancak bizim şeriatımızda, ilâve edilen bir ilâhi hüküm­dür. Dahhak; «Tevrat'ta nefiste ve yarada diyet yoktur. Ya af, ya kı­sas vardır. Ayetin zahiri de bunu ttkid etmektedir» dedi.[192]

El-Kurtubiden bu âyetle ilgili bazı meseleler:

«Sa|; göz sol gözden ötürü, sol göz de sağ gözden ötürü, sağ el sol elden, sol el de sağ elden ötürü kısas edilir. Saniyye yani ön dişi kök dişten ötürü, kök diş de ön dişten ötürü kırılır. Yanlışlıkla iki göz çı­karılırsa, âlimlerin icmaıyla diyet vardır. Tek gözde diyetin yarısı var­dır. Anadan doğma bir kimsenin görmeyen gözü çıkarılırsa, diyet ka­milen verilecektir. Bu, Hz. Ömer ve Hz. Osman'dan rivayet edilmiştir. Abdulmelik bin Mervan da böyle hükmetmiştir. Ez-Zühri, Katade, Malik, Leys bin Sad ve İbn İshak da böyle hükmetmişlerdir. Bazıları «Diyetin yarısı verilecektir)) dediler.

Abdullah bin Mugaffal. Mesruk ve Nehai'den de rivayet edilmiş­tir. Es-Sevri, Şafiî, ve En-Numan da böyle hükmetmişler.

İbni Munzir, «Biz de böyle deriz. Çünkü hadiste «iki gözde diyet vardır» denilmiştir. Madem ki bu böyledir, o halde birisinde yan di­yet var demek makul bir hükümdür.»

İbnul-Arabi, «zahir kıyas da budur» dedi. Fakat iki gözü de kör olan bir kimse, sağlam gözlü bir insanın gözünü çıkarırsa, onun hak­kındaki hükümde ihtilâf vardır. Hz.. Ömer, Hz. Osman, ve Hz. Ali'den rivayet edilmiştir ki, «Onun gözü çıkarılmaz. Zira görmemektedir. O, diyeti tam olarak verecektir.»

Ata, Said bin Museyyeb, ve Ahmed bin Hanbel bu görüştedirler.

Malik: «isterse gözünü çıkarır, onu ama bırakır. İslerse diyeti tam alır» dedi.

En-Nehai, «İsterse kısas eder, isterse diyetin yansını alır» dedi.

Şafiî, Ebu Hanife ve Es-Sevri, «Kısas lâzımdır, dediler.» Bu, aynı zamanda Hz. Ali'den de rivayet edilmiş bir hükümdür. Mesruk, îbni Şirin, îbni Ma'kil'in de görüşü budur. İbni Munzir, İbnül-Arabi de bu görüşü seçmişlerdir. Cenab-ı Hak, «Göze göz» demiştir. Resulü Ekrem de: «İki gözde diyet vardır» demiştir. Bîr gözde diyetin yansı vardır. Sağlam göz ile kör göz arasındaki durum sair insanlar arasındaki du­rum gibidir. İmam Ahmed'in tutanağı, gözün bütününü bir kısım göz karşısında almak, eşitlik mânâsına ters düşer. Bir de Hz. Ömer, Hz. Osman, ve Hz. Ali'den rivayet edilen hadise dayanmıştır, imam Malik'in delili: Deliller birbirleriyle çeliştikten sonra cinayete maruz ka­lan muhayyer kalır» sözüdür. İbnul-Arabi:

Ayetin umumuna yapışmak daha evlâdır. Çünkü Allah'ın katında daha sağlamdır, buyurmuştur.

Nafi'den rivayet ediliyor:

«Burun, temelinden kesilmedikten sonra onda kısas yoktur.»

Ebu îshak et Tunûsi:

«Bu görüş şazz'dir. Ümmetin arasında bulunan kanaat buruna karşılık burundur» dedi.

Malik, Şafiî, Ebu Hanife, burunun bir kısmı kesilirse dahi diyeti tâm verilecektir. O kesilenden ikinci bir kez kesilirse orada «Hukûma» (yani Kadının (Hâkimin) takdir ettiği, para cezası) vardır.

Malik:

Burunun kemikten ötesi kesilirse diyet vardır, dedi.

«Kulağa kulak...»

Malikiler, kulak kepçesini kesene Hükûme gerekir. Diyet ancak kulağını işitme noksanlığında vardır, dediler. Noksanı gözdeki noksa­na kıyas edilir. Bir kulağın işitme özelliğini iptal etmekte diyetin ya­nsı vardır. İşitmesi bu kulakla olsa dahi, onu sağır etmek diyetin ya­nsını gerektirir.

«Dişe diş.»

İbni Münzir, Resûlüllah'tan sabit olmuştur ki, dişten ötürü kı­sas tatbik etmiş ve «Allah'ın kitabı kısastır» buyurmuştur, dedi.

Hadis'te varid oldu ki: «Bir dişe karşı beş deve verilecektir.» İbni Münzir, bu hadisin zahirine biz hükmederiz. Sanaya (öndiş) ile En-yab (azı dişleri) kesici ile dörtlük dişler arasında fark yoktur. Çün­kü hepsi hadisin zahirine giriyor. Ehli ilmin çoğu da bu kanaattadır.

Urve bin Zübeyr, Tavus, Ez-Zühri, Katade, Malik, Es-Servi, Şafii Ahmed, İshak, Numan ve İbn Hasan, «Dişlerin hepsi eşittir» demiş­lerdir. Bu, Hz. Ali'den, İbni Abbas ve Muaviye'den rivayet edilmiştir. İkinci bir görüş vardır; Hz. Ömer'den rivayet ediliyor:

Ağzın ön dişleri hakkında beş fariza ile hükmetmiştir. Yani elli dinarla hükmetmiştir. Zira her farizanın kıymeti on dinardır.

Edras (azı dişlerin) da birer birer deve ile hükmetmiştir.

Ata, «Dişlerin dörtlülerinde ve kesicilerinde beşer beşer deve vardır. Diğerlerinde ikişer ikişer deve vardır. Ağzın üstü ve altı eşittir. Kesi­ciler eşittir» demiştir.

Ebu Amr, Malik'in Muvatta'mda Yahya bin Said'den, o da Said bin Müseyyeb*den rivayet ediyor ki, «Hz. Ömer, Edras (azı dişleri) hakkında birer birer deve ile hükmetti.» Bu hadisin mânâsına gelin­ce, Edras yirmi tanedir. Esnan (azı dişlerinin haricinde kalan dişler) on iki tanedir. Dördü Sanaya dördü Rubaiyat ve dördü de Nab-lardır. Hz. Ömer'in kavline binaen diyet seksen deve olur. Esnan de beşer beşer, Edrasta birer birer olur. Muaviye'nin kavline binaen, Ed­ras ve Esnanda beşer deve oluyor. Böylece diyet 160 deveye yetişiyor. Said bin Müseyyib, «Edrasta ikişer ikişer deve vardır, onlar da yirmi tane olduğuna göre kırk deve vacib oluyor. Esnanda beşer beşer deve vardır. O da altmış devedir. Böylece yüz deveye varmış oluyor. Bu yüz devede kâmil bir diyettir)) dedi. Aralarındaki ihtilâf Esnan tabir edilen dişlerde değil, Edras tabir edilen dişlerdedir.

Ebu Amr, sahabe ve tabiin âlimleri, Esnanın diyetlerinde, bazıla­rını diğerine üstün kılmalarında çok ihtilâfları vardır» dedi.

Çocuğun süt dişinin düşmezden önce kırılmasında ihtilâf etmiş­lerdir. Malik, Şafiî, Eshabı Rey, çocuğun dişi, vurmak suretiyle düşer­se, sonra biter yenilenirse düşürtene herhangi bir ceza tatbik edilmez. Ancak Malik ve Şafiî yanındaki dişden eksik olarak biterse, noksan miktarı için irş (para cezası) alınır.. Bir gurub âlim de Hükume (ya­ni kadı'nın takdiri) vardır burada dediler. Bu, Şabi'den rivayet edil­di. En-Numan da böyle dedi.

Bir insanın dişi düşürülürse diyetini aldıktan sonra dişi tekrar bi­terse, İmam Malik, aldığı mal geri verilmez, diyor. Küfe'lilere göre ge­ri verilir. İmam Şafiî'nin burada iki görüşü vardır:

Cümhüre göre; dudaklarda diyet vardır. Herbirisine diyetin yan­sı vardır. Üst dudağın alt dudak üzerinde bir fazileti ve üstünlüğü yoktur. Zeyd bin Sabit'ten, Said bin Müseyyeb ve Ez-Zühri'den:

«Üst dudakta diyetin üçte biri vardır. Alt dudakta diyetin üçte ikisi vardır» dediler.»

Ahrasın dili kesilirse, Es-Şabi, Malik, Medine ehli, Sevrî, Irak ehli, Şafiî, Ebu Said, En-Numan ve iki arkadaşı burada «hükûmeo vardır. Yani kadı hükmedecektir, bir mal verilecektir.

İbnul-Münzir:

Burada iki şazz görüş vardır, diyor. Birisi En-Nehai'nin «Orda di­yet vardır» demesi, ikincisi de Katade'nin «Diyetin üçte biri vardır»

demesidir.» dedikten sonra İbnul-Munzir şöyle devam etti:

Birinci görüş en sıhhatli görüştür. Çünkü denilenin en azıdır, o.

İbnul-Arabi:

Cenab-ı Hak, azaların temeli olanlarını belirtti. Diğer azaların hükmünü onlara kıyas etmeye bıraktı. Öyleyse eğer cânî'nin ölümün­den korkulmazsa her azada, mümkün olduğu takdirde, kısas vardır. Menfaati iptal edilmiş, sureti kalmış her azada ise kısas yoktur. Fa­kat diyet vardır. Çünkü onda o şekilde kısas yapmak mümkün değil­dir.

İmam Ahmed'den, dişin kısası nasıl yapılacaktır, diye soruldu­ğunda, «yeğelenmek suretiyle kaldırılacaktır» diye cevap vermiş­tir. [193]

 

Meal

 

(46) Kendisinden önce Tevrat'tan geleni tasdik edici olarak Meryem'in Oğlu İsa'yı o Peygamberlerin izi üzerinde gönderdik. Ve isa'ya İncil'i verdik. O İncil'de hidayet ve Nur vardır. Önündeki Tev­rat'ta bulunanı tasdik edici, muttakiler için mev'ize ve hidayet reh­beri olduğu halde onu indirdik.»

(47) İncil sahihleri Allah'ın İncil'de indirdikleriyle hükmetsin­ler. Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar fâsık olanlar­dır.»

(48) (Ey Habibim)! Sana hak ile kitabı indirdik. Önünde kitab-tan bulunanı tasdik edici ve onun üzerinde gözetici olarak indirdik. Öyle ise, onların aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet. Sakın sana gelen haktan yüz çevirerek onların heva ve isteklerine tâbi olma. Siz­den her biriniz için bir şeriat ve bir yol kıldık. Eğer Allah dileseydi si­zi bir tek ümmet kılardı. Lâkin verdiklerinde sizi imtihan etmek İçin­dir bu. Artık hayırlarda yansınız. Hepinizin birden dönüşü sadece Al­lah'adır. Hakkında anlaşmazlığa, (ihtilâfa) girdiğiniz şeyleri o size haber verecektir.»

49 «Onların aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet. Ve onlar nn isteklerine uyma. Allah'ın sana indirdiklerinin bir kısmından seni şaşırtırlar diye onlardan sakın. Şayet yüz çevirirlerse, bilmiş ol ki, Al­lah bir kısım günahları nedeniyle onlara bir musibet çattırmak iste­mektedir. Kesinlikle insanların birçoğu gerçekten fâsıktırlar.»

(50) Onlar cahillik hükmünü mü istiyorlar? Gerçek anlayış sa­hibi olan bir toplum için Allah'tan daha güzel hüküm verecek kim­dir?[194]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

Allah'a teslim olan Peygamberlerin eserleri (izleri) üzerinde Al­lah İsa'yı gönderdi. İsa (A.S.) daha önce gelen Tevrat'ı tasdik ediyor­du. Yani Tevrat'ın Allah katından nazil olduğuna inanıyor, onunla amel etmenin farz olduğuna kanaat getiriyordu. Bu da, nesih gelmez­den önceydi. Çünkü Hz. İsa Tevrat'ın bir takım hükümlerini nesne­den âyetleri Allah'tan aldı ve Tevrat'a o hükümlerde muhalefet etti. İsa'ya Allah İncil'i verdi. «İncil'de hidayet vardı.» Yani cehaletten in­sanları imana getiren hükümler vardı. «Nur vardı.» Yani küfür ve ce­haletin körlüğünden imanın ziyasına getiren bir nur vardı. Aynı İn­cil'de, daha önce gelen Tevrat'ı tasdik edici âyetler de vardı. İncil Al­lah'tan korkanlar için hidayet kaynağı ve mevize idi. Cenab-ı Hak ikinci kez İncil'de hidayet vardır, dedi. Çünkü İncil'de Hz. Muham-med'i müjdeleyen hüküm vardı. Bu hüküm, insanları Resûlüllah'm Peygamberliğine hidayet ederdi. [195]

 

İncil Mevizedir

 

İncil'in mevize olmasına gelince; orada beliğ vaazlar (nasihatlar) ve günahlardan sakındırmalar ve darbımeseller vardı.

Cenab-ı Hak «Müttakiler için» dedi. Çünkü ancak nasihatlardan istifade eden onlardı. Kâfirler ise vaazlardan istifade etmezler.

(47) «İncil ehli, Allah'ın İncil'de indirdiğiyle hükmetsin.»

Bu âyetin izah ve tefsiri şöyledir:

Bu âyetteki «Hükmetsin» tâbirinde, iki mânânın ihtimali vardır:

1- »Biz dedik ki; Ehli İncil, İnciTdekiyle hükmetsin» demektir. Bu, Cenab-ı Hakkın onlara farz kıldığının bize haber verilmesi oluyor.

2- Bu, iptidai bir hükümdür. Hıristiyanlara   burada bir emir vardır ki kitaplarında bulunanla hükmetsinler.

Eğer bu mânâya göre Kur'an indikten sonra nasıl, İncil'de bulu­nanla hükmetmekle onlara emredilir? diye itiraz edilebilir. Cevab ola­rak deriz ki:

«Bu hükümden maksad, Hz. Muhammed'e iman etmektir. İn­cil'de bu keyfiyet var idi. Hz. Muhammed'in Peygamberliğini tasdik etmek de vardı. Onlar Hz. Muhammed'e iman ettikleri takdirde İn­cil'deki hükümle hükmetmiş oluyorlardı.»

(47) «Kim ki Allah'ın inzal ettiğiyle hükmetmezse, işte onlar fâ-sıklann ta kendisidir.» Yani onlar Allah'ın taatinden çıkmışlardır. Çünkü «fısk» yoldan    çıkmak demektir.    Bazıları asiller ve kâfirlerdir, şeklinde bu âyeti tefsir etmişlerdir. [196]

 

Kur'an Diğer Kîtabların Şahididir

 

(48) «Sana hak ile kitabı indirdik.» Bu âyetin tefsiri:

Bu kitabdan maksad Kur'andır, yani Kur'an'ı gönderdik. Kur'an,

kendisinden önce geçmiş ilahî kitabları tasdik edicidir. Ve onları tağ­yirden, tebdilden korumak hususunda gözetleyicidir. Onların esasda sıhhatli oluşlarına şaidlik eder.

İbni Abbas: Ayetin mânâsı   Kur'an kendisinden önceki kitablar üzerinde şahiddir demektir» diyor. Kur'an'ın diğer kitablar üzerinde koruyucu olması şundan geliyor:

Çünkü o neshedilrneden, (bozulmadan) ve tebdil edilmeden kı­yamete kadar devam edecek biricik kitabtır.    Kur'an böyle olduktan  sonra Tevrat, İncil, Zebur ve nazil olan diğer kitablar hakkındaki şa-hidliği hak ve doğru olur.

Bazıları: Ayetteki «Muheymin» kelimesi «Emin» manasınadır de­miştir. Kur'an'ın kendisinden önce geçen kitablar üzerinde emin ol­ması, o kitabın mensubları onlardan birşey hikâye ederlerse, ve, Kur'-an'da da öyle ise, dedikleri doğrudur. Aksi takdirde yalandır demek­tir.

(48) «Onların aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet.» Yani ki-tab ehli sana bir davalarını getirirlerse Allah'ın sana göndermiş olduğu Kur'an ile aralarında hükmet, Kur'an'ın hükmünü onların üze­rinde icra et.

(48) «Sakın onların neva ve heveslerine tâbi olma.»Yani hükümde Yahudilerin isteklerine tâbi olma, İbni Abbas:

«Ayetin mânâsı, «Evli, zina ederse kamçılanır» dediklerinde «on­lara tâbi olma demektim diyor.» [197]

 

Yol Ve Şeriat Mânâları

 

(48) «Allah katından sana gelen haktan inhiraf etme.»

Bu âyeti celîle, hernekadar Resûlüllah'a hitab ise de, makgad Re-sûlüllah'ın gayrisidir. Zira Resulü Ekrem, hiçbir zaman onların ne­vasına tâbi olmamıştır, böyle birşeyi    kalbinden dahi geçirmemiştir.

Tefsir âlimleri, bu nehy, Resûlüllah için de olabilir. Çünkü «Men-hiyu-Ânh» (yasaklanan) m bir insandan vâki olması düşünülmese da­hi ona nehyi tevcih etmek caizdir, diyorlar. Öyleyse; «Resûlüllah ma­sumdur. Onların nevalarına nasıl ittiba edecektir?» diye âyete tan edilemez.

(48) «Sizin herbirinize bir şeriat ve yol kıldık.»

Bu âyetin tefsiri:

Bu hitab, bütün insanlaradır. Veya Hz. Musa, Hz. İsa, yahutta Hz. Muhammed (A.S.)'m ümmetlerinedir.

Muberrid, «Sıra't» yolun başlangıcıdır. «Minhac» ise, dosdoğru yol demektir» diyor.

Bazıları «ikisi aynı mânâya (yani yol mânâsına) gelir. Tekrar edilmesi, tekid içindir» demiştir.

Bazıları, «Şira't mutlak yoldur, isterse açık olsun, isterse olma­sın. «Minhac» ise, delil demektir» dediler.

Bazıları, «Şira't, Peygamber, Minhac ise, Kur'an demektir» dedi.

Bazıları, «Şira't fer'î hükümler, Minhac ise, itikadı hükümlerdir» dediler. Zira hitabın bütün ümmetlere olması, daha makbuldür.

Bazıları «Hitab sadece âyette işaret edilen Peygamberlere'dir» di-yorlar. Fakat bu uzak bir tefsirdir.

Bazıları, «Hitab burada ümmeti Muhammededir» demiştir. Bu da­ha uzak bir tefsirdir. Ne siyak ne de sibak buna müsaade etmez.

«Biz, bizden önceki şeriatlarla mükellef değiliz» diyenler bu âyete yapışıp burada «hitab bütün ümmetleredir, ve «liküllin» deki «lâm» de ihtisas içindir. Öyleyse her ümmete mahsus olan bir dini vardır. Eğer biz başka bir şeriatla mükellef olsaydık bu ihtisas (yani bu özellik) olmamalıydı» demişler. Allame et Taftazani:

«Lâm'ın ihtisası hasriyye delâlet ettiğini teslim ettikten sonra bu lüzum memnudur.» demiş. «Çünkü biz, bizden öncekilerin şeriatına bir takım ekler ve özellikler eklenmek suretiyle mükellef olabiliriz. Bu da, bizim özelliğimiz oluyor» diye ilâve etmiştir.

Dinler arasında ihtilaf olmadığına delâlet eden her âyet tevhidve nübüvvet gibi dinlerin esaslarına hamledilir. îhtilâfın oluşu ise feri1 meselelerde olur. Bu makamda tahkik şudur: «Biz bizden önceki şeri­atların bizim kitabımızda kalan ve ikrar edilen hükümleriyle bizim şeriatımız olmak hasebiyle mükellefiz. Onların şeriatı olmak hasebiy­le değildir.»

(48) «Eğer Allah dil eşeydi sizi bir tek ümmet yapardı.»

Bu âyetin izahı:

Yani ittifak halinde, bütün asırlarda ve bir tek din üzerinde bir cemaat kılardı. Veya hiçbir vakitte aranızda ihtilâf olmaksızın bir milletten sizi kılardı. Bu tevili îbni Abbas söylemiştir.

Bazı tefsircilere göre, âyetin mânâsı: Eğer Allah sizin İslâm üze­rinde toplanmanızı isteseydi sizi buna mecbur edecekti» demektir.

Hasan'dan da bunun benzeri rivayet edilmiştir.

Hüseyin bin El-Mağribi'ye göre; âyetin mânâsı şudur: «Eğer Al­lah dileseydi size hiçbir peygamber göndermezdi. Siz de böylece aklı­nızla kulluk yapmaya kalkışır ve bir tek ümmet olurdunuz.»

«Bunu dilememi ştir.» Yani sizi bir tek cemaat yapmayı dileme-nıiş, bunun gayrisini dilemiştir. Ta ki size vermiş olduğu değişik şeri­atlarda deneyenin muamelesine sizi tabi' tutsun. Değişik şeriatlar, ilâhi hikmetlerden ileri geliyor. Her asır bunları iktiza eder. Acaba siz bununla amel eder, buna inanır mısınız? Bunun değişikliğinde sizin hem dünyevî, hem uhrevî yararınız vardır, inancına yapışır mısınız? Veya bundan kayar mısınız? Hevaya tabi olacak mısınız? Hidayeti verip delâleti satın alacak mısınız? O halde: «Siz hayırlarda koşuşunuz.» Madem ki bu değişik şeriatların size gönderilmesinde sizin için bir deneme vardır q halde yarışınız. Sizin için dünya ve ahirette daha ha­yırlı olan gerçek akidelere, salih amellere koşuşunuz. Onlan elde et­mek için yansınız. «Önde olanlar önde olanlardır, tşte onlar Allah'a yaklaşanlardır.» (el-Vakia': 10).

Bu âyeti celîle, farzların takdiminin tehirinden daha hayırlı ol­duğuna delâlet eder. Bütün ibadetlerde durum budur, ancak namaz­larda Ebu Hanife kesinlik peydah olsun diye vaktin başından tehirin daha hayırlı olduğunu savunuyor. Ama âyetin umumiyeti Ebu Hanife'-nin aleyhindedir. İmam Malik'in talebesi El-Kiyâ et-Taberi bunu söy­ledi. Bir de Maliki'ler bu âyette, sefer halinde oruç tutmanın tutma-maktan daha hayırlı olduğuna dair delil vardır» demişler.

(49) «Onların aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet.»

Bu âyetin tefsiri:

îbni Abbas, «Yahudilerden Kâb bin Useyd, Abdullah bin Suriya, Şa's bin Kays birbirleriyle fısılda§arak:

«Gelin Muhammed'e gidelim. Belki onu dininden kaydırırız» de­diler. Ve bu niyetle Resûlüllah'a gelip sordular:

— Ey Muhammedi Sen bilirsin ki biz Yahudilerin âlimleri, eşraf­ları ve öncüleriyiz. Eğer sana tabi' olursak Yahudiler de sana tâbi olurlar. Bize muhalefet etmezler. Bizimle kavmimizin arasında bir hu­sumet vardır. Sana hükmü getireceğiz. Bizim lehimize karar ver. Sa­na iman edecek seni tasdik edeceğiz» dediler. Resûlüllah; bunu yap­maktan men olundu. Cenab-ı Hak da bu âyeti celîleyi nazil etti:

(49) «Ey Muhammedi Allah tarafından kitabında sana indirilen hükümle onların aralarında hükmet. Sakın onların heva ve hevesleri­ne tâbi olma.»  (1)

Alimler, aBu âyetlerde tekrar yoktur. Bir de bu âyetler iki muhte­lif hüküm hakkında nazil olmuştur. Birinci âyet, evli bir kimsenin rec-mi hususunda nazil oldu. Yahudiler Resulü Ekrem'den «Recm»i değil de «Kırbaçlamayı» taleb ettiler. İkinci âyet ise, kanlar ve diyetler hak­kında nazil oldu. Bunlar aralarında ölü bulunan bir kimse hakkında Resûlüllah'a müracaat ettiler. Bazı âlimler:

«Bu âyeti celîle «Onların aralarında hükmet veya onlardan yüz çevir» mealindeki tahyir âyetini neshedicidir» dediler.

(49) «(Ey habibim!) Onların, Allah'ın sana indirdiği şeylerin bir kısmından seni fitnelendimıelerine ve nevalarına tabi olma.»

Bu âyetin tefsiri:

Fitne burada «şirk» mânâsındadır. Onun için Cenab-ı Hak:

((Fitne katilden daha büyüktür.» (El-Bakara: 191) dedi. Başka bir âyette:

(tFitne olmasın diye onlarla savaşınız.» (El-Bakara: 193) buyur­du. Fitne bazan da ibret manasınadır:

«Bizi kâfir olanlar için fitne kılma (yani ibret dersi yapma.)» (El-Mümtehine: 5).

«Bizi zalim bir kavim için fitne, (ibret) kılma.» (Yunus: 85)

Bu âyetteki «Fitne», Allah'ın yolundan menetmek demektir.

«Sana indirilenin bir kısmından seni menetmesinler» demek hep­sinden menetmesinler demektir. Çünkü «BÂZ» kelimesi, «kül» (bü­tün) manasında da kullanılır. Nitekim:

«Sizin ihtilâf ettiğinizin bazısını size beyan edelim diye» (Zuh-ruf: 61) âyetinde (ba'z), KÜL (bütün) mânâsına geldiği gibi... İb-nul Arabi:

Sahih şudur ki, ba'z bu âyette kendi-mânâsı üzerindedir. Zira maksat, Kur'an'ın bütün hükmü değil, Recm hükmüdür. Veya onla­rın tahrif etmek istedikleri hükümdür. Zira onlar Resûlüllah'ı herşey-den kaydırmak ve menetmek istemediler. Allah hakikati daha iyi bi­lir.»

(49) «Eğer onlar senin hükmünü kabul etmekten yüz çevirirlerse, bil ki, Allah onların bazı günahlarından ötürü onlara musibet verme­yi irade ediyor.» Bu âyetin tefsiri: Yani onlan Arap Yarımadasından sürgün etmekle, cizye yükletmek ve öldürmekle azab etmelerini isti­yor. Ve böyle de oldu. Eğer niçin «onlar, günahlarının bir kısmıyla musibete duçar oldular» dense; cevap olarak deriz ki: Sadece bazı günahlanndan ötürü verilen ceza onları yok etmeye kâfi gelir. Bundan ötürü de Allah böyle demiştir.

(49)  «Şüphesiz ki, insanlardan çok kimseler kesinlikle fâsıktırlar.»

Bu âyetin tefsiri:

«Burada fâsıklardan Yahudiler kastedilmiştir. Fâsıktırlar demek, Allah'ın taatinden çıkmışlar, demektir. Çünkü onlar, Kur'an'm inişi anında Allah'ın hükmünü reddedenlerin başında gelirlerdi, küfürde temerrüd ederek aşın gittiler.»

(50)  «Acaba cahiliyet hükmünü mü arıyorlar?» Cahiliyet hükmü, senin onlara meyletmen ve hükümde onlara (haşa) yağcılık yapman-dır. Cahiliyetten maksad, cahiliyet milletidir. Onların hükmü hevayi nefse tabi olmaktır.

Bazı tefsircilere göre, bu âyet Beni Kureyza ve Ben-i Nadir kabi­leleri hakkında nazil olmuştur. Onlar Resûlüllah'ın aralarında cahili­yet ehlinin hükmettiği gibi hükmetmesini istediler. Yani Beni Na-dir'in ölülerini Kureyze'nin ölülerinden üstün tutsun istediler.

Sufyan bin Uyeyne, İbni Ebi Necih'ten, o da Tavus'tan rivayet et­ti: Resulü Ekrem'den; bir kişi çocuklarının bazılarını diğerlerinden üstün tutuyor diye sorulduğunda: «Onlar cahiliyet hükmünü mü an-yorlar?» âyetini okudu. Bunun için, Tavus: «Hiç kimse bir çocuğunu diğerinden üstün tutmakta haklı değildir. Eğer mal vermek hususun­da böyle yaparsa, hükmü nafiz değildir, feshedilir» dedi. Ehli zahir de, böyle demiştir. Ahmed bin Hanbel'den de bunun benzeri rivayet edilmiştir. Ve böyle yapmayı mekruh görmüştür!..

Es-Sevrî, İbnul-Mübarek, ve İshak: «Eğer birisi bunu yaparsa hükmü nafizdir, reddedilmez)» derler.

İmam Malik, Leys, Şafiî ve Rey ashabı da bunu caiz görrmüşler-dir. Ve Sıddiki Ekber'in, Hz. Aişe'ye fazladan bir bahçe vermesiyle is-tidîal etmişlerdir. Bir de Resulü Ekrem'in çocuklarını eşit tutmayan babaya: «Git, benden başkasını bu duruma şahid tut» dediğiyle delil getirmişlerdir. Birinci görüşü savunan âlimler de, Resûlüllah'ın Be-şir'e:

«Bundan başka senin çocuğun var mıdır?»

Beşir:

«Evet, vardır.»

«Öyleyse hepsine bunun kadar hibe ettin mi?»

«Hayır!»

Resûlüllah:

«Öyleyse beni şahid kılma! Ben zulme şahid olmam» buyurdu. Bir rivayette:

«Ben ancak hakka şahid olurum» dedi.

Dediler ki: Zulm olan bir şey batıl ve caiz değildir. Resûlüllah'ın: «Benden başkasını buna şahid, tut» demesi ise «git şahit tut» diyerek buna izin vermesi demek değildir. Onu reddetmek, uzaklaştırmak ve kınamak demektir. Çünkü Cenab-ı Peygamber buna «cevr», (zu­lüm) demiştir. Buna şahid olmaktan çekinmiştir. Öyleyse hiçbir müs-lüman hiçbir vecihle burada şahid olamaz. Hz. Ebu-Bekr'in Hz. Aişe'ye verdiği ise, Resûlüllah'ın bu sözüyle muaraza edemez. Belki Aişe'ye verdiği mal kadar diğer evlâtlarına mal vermiş olması da muhtemel­dir.

(50) «Düşünen ve derin bakışlarıyla tahkik yapan bir kavim için hüküm yönünden Allah'tan daha güzel kim olabilir?» Yani düşünen­ler katında Allah'dan daha güzel hüküm veren yoktur. Peygamberin getirdiği de Allah'ın hükmü olduğuna göre, Peygamberden daha iyi hüküm veren olamaz. [198]

 

Meal

 

(51) Ey mü'minler! Yahudi ve Hristiyanlan veli (dost) edin­meyiniz. Onların bazısı diğerinin velisi (dostu) durlar. Sizden onları veli (dost) edinen, onlardandır. Allah zalim kavmi hidayet etmez.»

(52) Kainlerinde (münafıklık) hastalığı olanların onların dost­luğuna acele ettiğini görürsün. Onlar, «korkarız ki zaman ters dönüp bize bir felâket isabet etsin, başımıza bir belâ gelsin» derler. Olur ki, Allak fethi, veya katından bir emri getirir de böylece onlar nefislerin­de gizlediğinden ötürü pişman olan kimseler olurlar.»

(53) İman edenler, bunlar: «Biz seninle beraberiz diyerek Al­lah'a ağır yemin edenler değil midir?» derler. Onların amelleri yandı, heder oldu. Onlar zarar edici kimseler oldular.»

(54) Ey îman edenler! Sizlerden kim dininden dönerse, gele­cekte Allah (onların yerinde) bir kavmi getirecektir ki, Allah onlan, onlar da Allah'ı severler. O kavim müminlere kargı şefkatle kanat gerici, kâfirlere karşı şiddetlidirler. Allah'ın yolunda cihad ederler. Hiç-bir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın faziletidir. Dilediği kuluna onu verir. Allah (rahmet yönünden) geniştir ve bilen dir.»

(55) Sizin veliniz, (dostunuz) ancak   Allah, onun    Resulü ve îman edenlerdir. Onlar ki, namazı kılarlar ve rükû halindeyken zekâta  verirler.»

(56) Kim ki Allah'ı, onun Resulünü ve îman edenleri veli (dost)  edinirse, şüphesiz ki, Allah'ın fırkası (yani onlar)  galib gelenlerin tâ kendisidirler.»

(57)    Ey îman edenler! Sakın, sizden Önce kendilerine kitab ve­rilenlerden olup dininizi   istihza ve oyuncak   yapanlar ile kâfirleri, (müşrikleri) veli (dost) ler edinmeyiniz. Eğer mü'minler iseniz Allah' tan (emrine muhalefet etmekten)  sakınınız.» [199]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(51) «Ey iman edenler! Sakın Yahudi ve Rristiyanlan veliler (dostlar) edinmeyiniz.» Bu âyetin tefsiri:

Bu âyeti celîle, Yahudi ve Hristiyanlann muvalatmın (dostluğu­nun) kesinlikle yasak olduğunu beyan ediyor.

Bazı müfessirler, «Burada iman edenlerden maksad, münafıklar­dır, yani zahirde iman edenler, demektir. Bunlar müşrikleri dost edi­nir, müslümanlann sırlarını onlara haber verirlerdi.» dedi. Bîr tefsir âlimine göre «Bu âyet Ebi Lübabe hakkında nazil olmuştur. Bu tefsir, îkrime'den  (R.A.)  rivayet edilmiştir.

Es-Süddi: «Bu âyet uhud gününün kıssası hakkında nazil olmuş­tur» o günkü müminler korktular ve onların içinde bir gurub, Yahudi ve Hristiyanları veli edinmeye (dost ve sırdaş edinmeye) niyetlendi» dedi.

Bir tefsir âlimine göre; bu âyet, Übbade bin Samit ve Abdullah bin Ubey bin Selül hakkında nazil olmuştur. Bu âyetin nüzulünden sonra Hz. Übbade (R.A.) «Yahudilerin dostluğundan Allah'a sığınırım dedi.» Abdullah bin Ubey bin Selül münafıkı ise, o dostluğa devam et­miştir. «Ben korkarım kî, hadiseler ters dönsünler, İslâmiyet ortadan kalksın, biz onların yardımına muhtaç olalım. Bunun için ben yardım­larını ve dostluklarını kesmem» dedi. [200]

 



[1] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/606.

[2] Suyyutî Ed-Durul-Mensur 2-249 Kahire tarihsiz

[3] Suyutî Ed-Durul-Mensur 2-250 Kahire tarihsiz

[4] Suyutî  Ed-Durul-Mensur 2-250 Kahire tarihsiz.

[5] Bkz. Suyutî Ed-Dunil-Mensur 2-249 Kahire

[6] Bkz. Suyutî Ed-Durul-Mensur 2-249 Kahire

[7] Bkz. Ed-Dur. 2-249 Kahire

[8] Bkz. îbn Kesir 2-463 Darul-Kâtip Beyrut

[9] Bkz. el-Kurtubî    Cild 6-29    Darul-Kâtip Kahire   1387-1967

[10] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/607-610.

[11] Bkz. Lübabut-Te'vil 2-220 Amire 1317 İstanbul

[12] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/610-611.

[13] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/612.

[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/612-614.

[15] Bkz. Lübabut-Tevil Cild 2-221 Mec. Tefasir 1317 istanbul

[16] Bkz. El-Kurtubî 6-31 Danıl-Kâtip 1387 Kahire

[17] Bkz. ElKurtubî 6-32 Danıl-Kâtip 1387 Kahire

[18] Bkz. El-Kurtub! 6-32 Danıl-Kâtip 1387 Kahire

[19] Bkz. El-Kurtubî Cüd 6-33-DaruI-Kâüp 1387-1967 Kahire

[20] Bkz. İbn Kesir 2-471-Darul-Endülüs Beyrut

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/614-618.

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/618-619.

[22] Bkz. İbn Kesir 2-471-Darul-Endülüs Beyrut

[23] Bkz. Lübabut-Tevü CUd 2-222 Amire 1317 İstanbul

[24] Bkz. Lübabut-Tevîl CİM 2-222 Amire 1317 İstanbul

[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/619-620.

[26] Bkz. El-Kurtubî 6-36 Dar. Kâ. Beyrut

[27] Bkz. EI-Kurtubî 6-37-Darul Kâtip Beyrut

[28] Bkz. tbn Kesir 2-473 Dar. En. Beyrut

[29] Bkz. İbn Kesir 2-473 Dar. En. Beyrut

[30] Bkz. EKMenar Cild 6-Î28 Mektebetul-Kahire

[31] Bkz. İbn Kesir 2-476-Dar. End. Beyrut

[32] Jlkz. Ruhul-Mena! Cild 6-55 Dar. îh. Ta. Arabi Beyrut

[33] Bkz. EI-Menar 6-129 Mektebetul-Kahire

[34] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/620-628.

[35] Bkz. İbn Kesir 2-47 Dar. End. Beyrut

[36] Bk2. tbn Kesir 2-47 Dar. End. Beyrut

[37] Bkz. Ed-Durul-Mensur 2-256 ve îbn Kesir 2-477 Dar. End. Beyrut

[38] Bkz. Ruhul-Meanî Cild; 6-57-DaruI-thya Beyrut

[39] Bu parola Hz. Peygamber tarafından da söylenilmiştir. Fakat cahiliyyet insanın anladığı manada değildir. Çünkü Hz. Peygamber kan kardeşliği değil din kardeşliğini kastetmiştir. Zalime yardım etmekten, zulmüne mani olmayı kasdet-miştir. Dikkat edüe.

[40] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 3/629-633.

[41] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/6.

[42] Bkz. Alusî: Ruhul-Meanî 6-57 Darul-lhyâ Beyrut

[43] Bkz. AIusî Ruhul-Meanî 6-57 Dar. Ih. Beyrut,

[44] Bkz. Alusî Ruhul-Meanî 6-57 Dar. th. Beyrut

[45] Bkz. Alusî Ruhul-Meanî 6-57 Dar. th. Beyrut

[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/7-10.

[47] Bkz. Ibn Kesir 2-479 Dar. End. Beyrut

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/10-11.

[48] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/11-12.

[49] Bkz. İbn Kesir 2-480 Darul-End. Beyrut Tarihsiz

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/12.

[50] Bkz. tbn Kesir 2-481 Dar. End. Beyrut-Tarihsiz

[51] Bkz. İbn Kesir 2-480 Darul-End. Beyrut Tarihsiz

[52] Bkz. İbn Kesir 2-487 Dar. End. Beyrut-Tarihsiz

[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/12-14.

[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/14-16.

[55] Bkz. İbn Kesir 2-488 Dar. End. Beyrut Tarihsiz

[56] Bkz. Tantavî tefsiri 3-124 Matbeatul-Halebî İkinci bas. 1350 Kahire

[57] Bkz. Tentavî 3-126 Mat. Mus. el-Halebî ikinci bas. 1350 Kahire

[58] Bkz. Lübabut-Tev'il 2-229 Amire 1317 İstanbul

[59] Bkz. Lübabut-Tev'il 2-229 Amire 1317 İstanbul

[60] Bkz.  El-Menar 6-135-136 Mektebetul-Kahire  baskısı

[61] Bkz. Ruhul-Meainî 6-58-59 Darul-lhya Tura. Beyrut

[62] Bkz. Alusî Ruhul-Meanî 6-58-59 Dar. İhya.  Tu.  Arabi  Beyrut-tarihsiz

[63] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/16-25.

[64] Bkz. Alusî-Ruhul-Meanî 6-59 Dar. İhya. Tur. Arabî Beyrut-tarihsiz

[65] Bkz, El-Kurtubî Cild .6-63 Darul-Kâtip 1387 Kahire

[66] Bkz. Fizilâlul Kur'an Cild 2-650 Danıl-lhyanın yedinci baskısı 1391-1971-Beyrut

[67] Bkz^  Alusî  Ruhul-Meanî  Cild  6-61   Darul-İhya   Beyrut

[68] Bkz. Suyutî Darul-Mensur Cild 2-259-Mısır tarihsiz

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/25-32.

[69] Bkz. El-Menar Cild 6-168 Kahire matbaası. Kahire

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/33-34.

[70] Bkz.  îbn Kesir Cild 2-492 Dar.  End. Beyrut tarihsiz

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/35-36.

[71] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/36-37.

[72] Bkz,  îbn  Kesir Cild 2-493  Darul-End. Beyrut

[73] Bkz. Lübabut-Tevil Cild 2-233 Âmire 1317 İstanbul

[74] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/37-39.

[75] Bkz.  Ibn  Kesir 2-494-Dar.  End. Beyrut

[76] Bkz. Beyzavî 2-234 Amire 1317 İstanbul

[77] Bkz. Beyzavî 2-234 Amire  1317 İstanbul

[78] Bkz. EI-Menar Cild 6-168-169 Darul-Kâtip Kahire

[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/39-42.

[80] Bkz.  İbn Kesir Cild 2-496 Dar. End. Beyrut

[81] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/42-44.

[82] Bkz. tbn Kesir Cild 2-500 Dar. End. Beyrut tarihsiz

[83] Bkz. İbn Kesir Cild 2-500 Dar. End. Beyrut tarihsiz

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/44-47.

[84] Bkz. El-Kurtubî Cild 6-72-73 Darul-Kâtip 1387-1967 Kahire

[85] Bkz. El-Kurtubî Cild 6-72-73 Darul-Kâtip 1387-1967 Kahire

[86] Bkz. Alusî Ruhul-Meanî Cild 6-64 Darul-İhya Beyrut

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/47-49.

[87] Bkz.  Alusî  Ruhul-Meanî   Cild   6-65   Darul-lhya   Beyrut

[88] Bkz. Alusî Ruhu'LMeanî 6-65-Danıl-îhya Beyrut

[89] Bkz. Tantavî 3-127 Halebî baskısı. 1350 Kahire

[90] Bkz. Alusî Ruhu'l-Meanî &65 Darul-îhya Beyrut

[91] Bkz! El-Menar 6-179 Mektebetul-Kahire

[92] Bkz. EI-Menar 6-179 Mektebetul-Kahire

[93] Bkz. Konyalı M. Vehbî-Hulasatul-Beyan-îstanbul

[94] Bkz.  Ed-Durul-Mensur   2-261-Mxsir   baskısı   tarihsiz

[95] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/49-58.

[96] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/60.

[97] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/60-61.

[98] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/61-62.

[99] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/62.

[100] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/62-63.

[101] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/63.

[102] Bkz. Lubabut-tevil: 2-242-Âmire 1317 istanbul

[103] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/64-67.

[104] Bkz. Lübabut-Te'vil 2-245. Amire  1317-lstanbuI

[105] Bkz. AIusî-Ruhul-Meanî 6-69 Dar. İhy. Beyrut

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/67-71.

[106] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/71-72.

[107] Bkz. Suyutî  Ed-Durul-Mensur Cild 2, Sahife 262 Kahire

[108] Bkz. El-Kurtubî 6-94-Darul-Kâtip  1387-1967

[109] Bkz. El-Kurtubî 6-100, Darul-Kâtip  1387

[110] Bkz. Et-Taberî 6-102 Kahire baskısı

[111] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/72-77.

[112] Bkz. Suyutî-Ed-Durul-Mensur Cild 2-245-246 Kahire baskısı

[113] Bkz. Hazin Cild: 2-345 Amire 1317 İstanbul

[114] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/77-78.

[115] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/78-79.

[116] Bkz. İbn Kesir Cild 2-52I-Dar. End. Beyrut-Tarihsiz.

[117] Bkz.   Alusî-Ruhul-Meanî Cild:   6-82   Beyrut-Tarihsiz

[118] Bkz. tbn Kesir CİM: 2-522 Dar. End. Beyrut-Tarihsiz

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/79-82.

[119] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/84.

[120] Bkz. El-Hazın Cild 2-249 Âmire 1318 İstanbul

[121] Bkz. El-Kurtubî Cild 6-112 Beyrut-Tarihsiz

[122] Bkz. Alusî Ruhul-Meanî Cild 6-86-87 Daml-îhya Beynrt-Tarihsiz

[123] Bkz. tbn  Kesir 2-524-Dar.-End. Beyrrut

[124] Bkz. İbn Kesir Cild 2-526-Dar. End. Beyrut

[125] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/84-98.

[126] Bkz. Alusî Ruhul-Meanî Cild 6-94-95-Dar. îhya Beyrut

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/98-99.

[127] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/101.

[128] Bkz. Alusî Ruhul-Meanî Cild 6-96-97 Dar. thya Beyrut

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/101-106.

[129] Bkz.  Sayutî  Ed-Durul-Mansur Cild:  2-250  Kahire bilâ tarih

[130] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/108-110.

[131] Bkz. Ed-Durul-Mensur Cild: 2-269 Kahire-Tarihsiz

[132] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/110-111.

[133] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/111-112.

[134] Bkz. Ruhul-Meanî Cild; 6-104-105 Dar. îhya Beyrut

[135] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/112-114.

[136] Bkz. Altısı, Ruhul-Meanî Cild 6-106-Beyrut-Tarihsiz

[137] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/114-117.

[138] Bkz. îbn Kesir Cild: 2-536 Dar. End. Beyrut.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/117.

[139] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/119-120.

[140] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/120.

[141] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/120.

[142] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/120-122.

[143] Bkz. İbn Kesir 'Cild: 2-504 Dar. End. Beyrut-Tarihsiz

[144] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/122-123.

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/

[145] El-Kurtubî Cild: 6-132-133 Darul-Katip Kahire 1378

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/123-126.

[146] Bkz. EI-Kurtubî Cild 6-130-Darul-Kâtip Kahire 1378

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/126-128.

[147] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/128-130.

[148] Bkz. Durul-Mensur Cild: 2-274-275-Kahire-Tarihsiz.

[149] Bkz. Durul-Mensûr:  2-275-Kahire Tarihsiz

[150] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/130-133.

[151] Bkz. Keşşaf Cild: 2-24—Darul-Mushaf Kahire-Tarihsiz

[152] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/134-136.

[153] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/136.

[154] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/138.

[155] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/138-140.

[156] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/140-142.

[157] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/142.

[158] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/142-143.

[159] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/143-144.

[160] Bkz.  AIusî-Ruhul-Meanî Cild:   6-120-Dar.-İhya  Beyrut

[161] Bkz.  Alusî-Ruhul-Meanî Cild: 6-120 Dar. Îhya-Beyrut

[162] (İbnu-Kasım).

[163] Bkz. Ruhul-Meanî Cild: 6-120 Dar. İhya Beyrut

[164] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/144-149.

[165] Bfcz. Ed-Durrul-MensuivCüd:  2-280 Kahire tarihsiz

[166] Bkz. Keşşaf Cild: 2-25-Darul-Mushaf Kahire tarihsiz

[167] Alusî'nin ibaresinde  el-mecd tabiri geçiyor. Manası aziz, şerefli ve yüksek dereceli demektir. Biz müceddid olarak tercüme ettik. Zira Îbn-Tey-miye hakkında Muceddİdlik mertebesinde olduğuna Kani'm. Biline

[168] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/149-156.

[169] Bkz.  Alusî-Ruhul-Meanî Cild:   6-126-129-Darul-îhya  Beyrut-Tarihsiz

[170] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/156-163.

[171] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/165.

[172] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/165-167.

[173] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/167-168.

[174] Bkz. EI-Kurtubî Cild: 6-164-165-DaruI-Kâtip 1368 Kahire

[175] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/168-170.

[176] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/170-171.

[177] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/171-172.

[178] Böylece bu babtaki rivayetlerin pek sıhhatli olmadığı ortaya çıkmış ol­du. Onları nakletmekten maksadımız, sadece bilgi edinmektir. Biline

[179] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-173-Darul-Kâtip 1368 Kahire

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/172-173.

[180] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/174.

[181] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/175-177.

[182] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/178-179.

[183] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/181.

[184] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/182-188.

[185] Bkz. tubabut-Te'viI Cild: 2-292-293-Amile 1317 İstanbul

[186] Bkz. Alusî-Ruhul-Meanî Cild: 6-145-46-Dar. İhya. Turas. Arabî Beyrut — Bila tarih.

[187] Bkz. El-Kurtubî Cild:  6-191-Kahire bila tarih

[188] Bkz. tbn Kesir Cild: 2-578-79-Darul-End. Beyrut Bilâ tarih.

[189] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/188-195.

[190] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-İ92-Darul-Kâtip 1368 Kahire

[191] Bkz. Ibn Kesir Cild: 2-580-Dar. End. Beyrut. Bilâ tarih.

[192] Bkz. Ahısî-Ruhul-Meanî Cild: 6-150-Dar. İhya Beyrut-Bilatarih

[193] Bkz. EL-Kurtubî Cild: 5-179-200. Danıl-Kâtip 1368-Kahire

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/195-203.

[194] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/205.

[195] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/206.

[196] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/206-207.

[197] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/207-208.

[198] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/208-213.

[199] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/215-216.

[200] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/216.