Yahudi Ve Hıristiyanların Dostluğu
Buradaki Fetihden Maksad Nedir?
İslâmdan İrtidad Etmenin (Dönmenin) Hükmü
Ebu Bekir Sıddik Halifeliğinde İrtidad Edenler
Dirayet Ve Rivayet Tefsiri Ezanın Meşruiyeti
Müezzinden Başkası Kamet Okuyabilir Mi?
Müezzin Nasıl Ezan Okumalıdır?
Ezan Ve Müezzinin Fazileti Hakkında Gelen Eserler
Resülüllah Din Hususunda Hiç Kimseye Gizli Bir Şey
Söylememiştir
Ehli Beytin Katında Kur'an'dan Başka Ne Vardı?
Veda' Hutbesini Kaç Bin Sahabi Dinledi?
Ayetlerden Hangisi Resulüllah'a Daha Ağır Geldî?
Ben Kimin Mevlası (Efendisi) İsem Ali Onun Mevlasıdır
Himyerinin Halifelik Konusundaki Bühtanı
Resulüllah'ın Halktan Korunmasının Anlamı
Tevrat Ve İncil'i İkame Etmekten Maksad Nedir?
Yeniden İman Eden Mü'min Kimlerdir?
İsbailoğullabından Alınan Misak Nedir?
Dirayet Ve Rivayet Tefsiri Fitne Nedir?
Bir Beşere Allah'a Mahsus Bulunan Sıfatları Vermek
Küfürdür
Kadınlardan Peygamber Olur Mu?
Dirayet Ve Rivayet Tefsiri Dinde Aşırı Gitmek
Uyarmayı Terkeden Bir Millet Helak Mı Olur?
Kureyş Elçileri Ne Zaman Habeşistan'a Gittiler
Hıristiyanların Öğülmesi Neye Karşılıktır?
Mubah Olanları Haram Etmenin Hükmü
Helâldan Ne Derece İstifade Edilir?
Kefaret Yeminin Cezasını Kaldırır
Allah'ın Zat Ve Sıfatından Başkasıyla Yemin Edîlmez
Yemin Keffareti Kime Gerektir?
İçki Necasetin Hangi Türündendib?
İçki Hangi Maddeden Yapılırdı?
İhramlı Avın Etinden Yiyebilir Mi?
Kabe'nin Ayaklanma Yeri Olmasının Manâsı
İbrahim (A.S.) Dinini İlk Bozan Kimdir?
Hakkı Söylemek Ne Zaman Terkedilebiltr?
Hakk Îçin Hapsetmek Ve Hakların Kısımları
Yeminler Nasıl Verilir Ve Tağliz Ne Zaman Yapılır?
Sofranın İnmediğini İddia Edenlerin Delilleri
Bu yasaklanan
dostluğun hududu nedir? Ne gibi bir dostluk yasaklanmıştır? Bu hususu biraz
inceleyelim:
Tenvirül-Mikyas adlı
tefsirde «yardım istemekte onları dost edinmeyiniz demektir» diyor. Yani
yardım isteyecek şekle varacak kadar bir dostluk olmasın demek istiyor. El
Medarik'te:
«Onlara yardım
edeceğiniz ve onlardan yardım isteyeceğiniz şekilde dost edinmeyiniz. Onlarla
kardeşlik yapacağınız, müminlerin birbirleriyle muaşeret ettiği gibi onlarla
muaşeret edeceğiniz şekilde onları dost edinmeyiniz demektin} diyor.
El-Beyzavi:
Onlara güvenecek ve
dostların muaşereti gibi onlarla muaşeret edecek şekilde onları dost
edinmeyiniz demektir» diyor.
El-Alusi:
«Ahbablann safaveti
gibi, onlara safavet yani içinizi döküp sırrınızı haber verip ahbablık göstermeyiniz
ve onlardan yardım taleb etmeyiniz. Bu tarzda bir dostluk olmasın demek
istiyor» dedi.
Bunlar bilindikten
sonra Resulü Ekrem ile Yahudiler arasında, İslâm'ın başlangıcında cereyan eden
anlaşma hususunda bir takım malûmat edinmeye çalışalım. El-Menar; bu âyetin
tefsirinde şunları söylüyor:
Resûlüllah'm mübarek
siyretine bakan bir insana malûm olur ki, Cenab-i Peygamber Medine'ye
geldiğinde Yahudilerle sulh yaptı. Onları dinlerinin ve mallarının üzerinde
bıraktı. Bunu, Muhacir ve En-sar arasında kardeşlik konusunda yazılan mektubuna
dahil etti. Kabileler, soylar ve boyların hukuklarını belirten mektubuna
yazdı. O mektupta şu vardır:
«Gerçek şudur ki,
Yahudilerden bize tâbi olanlar yardım görecekler, zulme uğramayacaklar.
Onların aleyhinde hiç kimseye yardım edilmeyecektir.»
Anlaşmalarda ve
savaşlarda yardımlaşma- hususunda da mektupta şu vardı:
«Yahudiler bizimle
beraber savaştığı müddetçe, müminlerle beraber nafakaları verilecektir. Beni
Avf Yahudileri müminlerle beraber olan bir cemaattır. Yahudilerin dini
Yahudilere, Müslümanlann dini de Müslümanlara, mallar ve nefisleri de onlara
aittir. Ancak zulmeder ve günah işleyen, nefsini ve aile efradını helak eder.
Beni Neccar Yahudilerine de Beni Avf Yahudilerine verilen (söz) verilmiştir.
Sonra Beni Avfe verilen Benil-Harîs ve Saide Yahudilerine de verildi. Cüşem
(veya cüşum) Evs ve Saleb'ye de verildi. Hafne ve Şetne de onlardandır.»[1]
İbni Kayyım,
«EI-Hedyun Nebevi» adlı eserinde şunları söylüyor:
Resulü Ekrem Medine'ye
vardığında, kâfirler Resûlüllah'a karşı üç sınıfa ayrıldılar: a) Bir sınıfı
Resûlüllah ile sulh etti. Resülüllah onlarla anlaştı. Onlar Resûlüllah'a harb
açmayacaklar, aleyhinde başkasının yardımcısı olmayacaklar. Ve küfürleri
üzerinde duracaklar, kan ve mallan korunmuş olacak. B) Diğer bir sınıf
Resûlüllah'a harp açtılar, düşmanlık güttüler, c) Bir kısım da Resûlüllah'ı
terkettiler. Ne sulh ettiler, ne harb açtılar. Resûlüllah ile düşmanlarının
neticesini beklediler. Sonra bunlardan bir gurubu iç âleminde onun galib gelmesini
istiyordu. Bir gurubu da zahirde de onunla beraber oldular. Fakat batmda onun
düşmanlarıyla beraber idiler. Ta ki iki guruptan (müslümanlar ve kâfirlerden)
de emin olsunlar. îşte onlar münafıklardır. Rabbisi bu gurublar hakkında ne
emrettiyse Cenab-i Peygamber o şekilde onlarla sulh yaptı. Onlarla arasında
emniyetname yazdı. Onlar üç güruhtular. Medine'nin etrafında oturuyorlardı.
Beni Kay-nuka', Beni Nadiyir (veya Nadir), Beni-Kurayza. Resûlüllah'a evvelâ
Beni Kaynuka Yahudileri Bedir'den sonra harp açtılar. Resûlüllah'-tan buğz ve
hased ettiklerini açığa vurdular.
îbni Kayyım, ikinci
bir fasılda şunları söylüyor:
Sonra Benu-Nadir
kabilesi ahdini bozdu. Buharî «Bu da, Bedir'den altı ay sonraydı» dedi. Onlar
Resûlüllah'ı ansızın nasıl öldürmek istediklerine dair tafsilât daha önce
geçti.
Sonra başka bir
fasılda îbni Kayyım şunları söylüyor:
Beni-Kurayza kabilesi
Resulü Ekrem'e bütün Yahudilerden daha fazla adavet besliyordu. Cenab-ı
Peygamber, Hendek savaşına çıkınca onlar da sulhlerini bozdular. İşte ehli kitabı
dost edinmenin yasaklanmasının nedeni bunlardır. Araplardan olan Hıristiyanlar
ile Rumlara tabii olarak Yahudilerle beraber Peygambere karşı savaştılar.
Tefsir âlimlerinin bu
âyetin sebebi nüzulünde zikrettikleri özel sebeb ise hulasaten şudur:
Tefsir-i bilmesuri
rivayet edenler ve Beyhaki «Eddelail»inde, tb-ni Asakir, Ubbade bin Velid'den
rivayet etti: Beni-Kaynuka' Yahudileri, Cenab-ı Peygambere harp açtıkları
zaman münafıkların başı Abdullah bin Ubey b. Selul onlarla beraber oldu.
Ubbade bin Samit Resûlüllah'a geldi. Allah ve Resulünü dost edinerek
Yahudilerle olan dostluğundan vazgeçti. Ubbade hazretleri Beni-Hars bin
Hazreç'ten bir kişi idi. Abdullah bin Ubeyy'in Yahudilerden dostları ve
halifleri, (anlaşmalıları) olduğu gibi onun da vardı. Onların hepsini attı.
Resûlüllah'ı dost edindi. Allah'a iltica etti. «Ben Allah'ı, Resulünü ve
mü'minleri veli (dost) edinirim, Allah'a döndüm ve Resûlü'ne geldim bu kâfirlerin
veliliğinden, (dostluğundan) teinle ediyorum» dedi. İşte onun ve Abdullah bin Ubeyy'in
hakkında bu âyet o zaman nazil oldu.
tbni Ebi-Şeybe ve İbni
Cerir, Atiyye bin Saad'dan rivayet ettiler; Ubbade bin Samit, Beni Haris bin
Hazreç'ten bir zat idi. Resûlüllah'a geldi:
«Ey Allah'ın Resulü!
Benim Yahudilerden birçok anlaşmalılarım ve dostlarım vardır. Ben Allah'a ve
Resûlü'ne, bunların dostluğundan tebri ederek dönüş yapıyorum. Allah ve
Resûlü'nü dost ediniyorum.» dedi.
Abdullah bin Ubey:
«Ben, sonuçlardan ve
hadiselerden korkan bir kişiyim. Onların dostluğundan el çekemem dedi.» Resulü Ekrem
Abdullah bin Ubey1-ye:
— Ey Ebel Hubab! Bu
Yahudilerin dostluğundan Ubbade'ye karşı giriştiğin yarışı sen kazanmış ol. O
iftihar sadece senin olsun, onun değil, deyince, Abdullah:
«tşte o zaman kabul
ediyorum» dedi. Cenab-ı Hak:
«Ey îman edenler! Sakın
ha, Yahudi ve Hiristiyanlan dost edinmeyiniz» âyetini, Ta, «Allah seni
insanlardan korur» âyetine kadar indirdi..
İbni Cerir ve
İbnul-Münzir, İkrime'den, bu âyet hususunda şunları rivayet ettiler:
Bu âyet Beni-Kureyza
hakkında nazil oldu. Onlar hainlik yaptlar, Resûlüllah ile aralarında bulunan
sözü bozdular. Ebu Süfyan bin Harb'e mektub yazarak onu ve Kureyşileri
Resûlüllah'ın savaşma davet ettiler. «Gelin kalelerimize girin, Muhammed'le
mücadele ediniz» dediler. Cenab-ı Peygamber, Ebu Lubabe bin Abdul Munzlr1!
onlara gönderdi. Onları kalelerinden çıkarmak istedi. İnmekle Resûlüllah'a
itaat ettikleri zaman Ebu Lübabe parmağıyla boğazını işaret etti. Yani inmekte
Ölüm vardır kesilirsiniz» demek istedi. Bir de Medine'de bazı müslümanlar
vardı. Şam'daki Hıristiyanlara Resûlüllah'ın hadiseleri ve gelişmelerini
yazarlardı. Bazıları servetlerinden istif ade etsinler diye Medine
Yahudilerine Resûlüllah'ın haberlerini yazarlardı. Böylece yeni devletin
temellerini sarsarlardı. İşte onları böyle yapmaktan menetmek için bu âyet
nazil oldu.
îbni Cerir'den rivayet
edildi ki, bazı müslümanlar Uhud gününde müşriklerin galib gelmesinden
korktuklarından, «Ben filân Yahudiye varıp ondan emniyet (teminat) alacağım»
dedi. Diğer biri «Ben filân Hıristiyana varıp ondan teminat alacağım» dedi.
İşte bahsedilen âyet te bu hususta nazil oldu. Bu sözleri söyleyenler zaif
imanlılar ve münafıklardı. Böylece bu âyeti celîle, yardımlaşmak tarzında ehli
kitab-la dostluk edinmeyi yasaklıyor.
Bazıları
«Müslümanların aleyhinde yardımlaşmak tarzında dostluk kurmayı
yasaklamaktadır» dedikten sonra bu âyeti celîle, müslü-man ferdlere ve
cemaatlara bu yasağı getiriyor. Bu âyetin kapsamına gerçek müslümanlar da,
diğerleri de girer. Çünkü âyet esasen kalben hasta olup İslâm'ın sönmesinden ve
küfrün galip gelmesinden korkup bazı kâfirlerin yanında yağcılık yapmak
suretiyle onları dost edinenlerin hareketlerini kınamak mukaddimesidir.
Müslümanlara müslü-man olmayana muhalefet etmek her halü-kârda dinî bir fariza
değildir. Çünkü Peygamber hicretten sonra Medine Yahudisiyle sulh akdetmiştir.»
dedi. Fakat âyetin maksadı bu değildir. Bu tefsir âyeti zorlamaktır. Ehli
kitabın dostluğunu yasaklayan bu âyet tıpkı müşriklerin dostluğunu yasaklayan
şu âyet gibidir:
«Ey îman edenler!
Düşmanlarımı ve düşmanlarınızı veli (dost) lar edinmeyin. Siz onlara sevgi
yolluyorsunuz. Halbuki onlar Kur'an'-dan size geleni inkâr ettiler. Rab biniz
olan Allah'a îman ediyorsunuz diye, sizi ve Peygamberi (yurdunuzdan)
çıkarıyorlardı.» (El Mümte-hine: 1).
El-Mümtehine'nin bu
âyeti, Hatip bin Ebi-Beltea hakkında/nazil olmuştur. Kureyşlilere mektub yazdı.
Resûlüllah'ın onlara savaş açma niyetinde olduğunu haber verdi. Çünkü malı ve
aile efradı hâlâ Mekke'deydi. Mekke'lilere bir iyilik yapmak istedi ki,
aüe-efradını ve malını korusunlar. Bunun için o mektubu yazdı.
Bir sebebten ötürü
birşeyi yasaklamak o yasak aynı sebebi taşımayan şeyleri kapsayamaz. Bir de, o
sebeb ortadan kalkarsa aynı yasağın kalkması da memnu değildir. Yani
kalkabilir. Bunun için Cenab-ı Hak bu yasaktan sonra El-Mümtehine sûresinde
şunları ferman etti:
«Belki Allah sizden ve
onlardan kendilerine karşı düşmanlık beslemekte olduklarınız arasında bir
sevgi bağı kılar. Allah güç yetiren-dir. Allah çok bağışlayan, çok
esirgeyendir. Allah sizinle din konusunda savaşmayan, sizi yurtlarınızdan
sürüp çıkarmayanlara iyilik yapmanızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi
sakındırmaz. Çünkü Allah adalet yapanları sever. Allah ancak din konusunda
sizinle savaşanları, sizi yurtlarından sürülüp çıkaranları ve sürülüp
çıkanl-manız için (düşmanınıza) arka çıkanları veli (dost) edinmenizden sakındırır.
Kim onlan veli (dost) edinirse, artık onlar zalim olanların ta kendileridir.»
(El Mümtehine, 7-9).
İşte bu âyeti celîleler açık
birer nassdırlar. Dostluğun düşmanlıktan öbürü yasaklanmasına delâlet
ederler... Eğer savaşırlarsa, dostlukları yasaktır. Zira dindeki ayrılık sebeb
değildir. Çünkü Resulü Ekrem, Yahudilerle anlaştı ve ahidnâmesinde «Yahudilerin
dini onlarındır, müslümanlarm dini de müslümanlanndır» diye madde yazdı. Bir
de Cenab-ı Hak, bütün muhaliflere, «Sizin dininiz sizin, benim dinim de
benimdir» (Kâfinin: 6) demesini Resûlüllah'a emretmiştir.
[2]
Zemahşeri, Beyzavi ve
onların yolundan giden diğer müfessirler ise; «velayet», burada «Meveddet» yani
sevgi, güzel muamele ve ehli kitabtan muhalif olanları çalıştırmak, demektir.
Yani onlan ne bir vazifede çalıştırınız, ne onlarla güzel bir muamele yapınız,
ne de diğer ahbablara karşı olan sevgiyi onlara gösteriniz, demektir» dediler. Ve Resûlüllah'ın (S.A.V.) şu hadisiyle istidlal ettiler:
«O iki gurubun
ateşleri birarada görülmemelidir.»
Ve aynı zamanda bu
istidlalîarmı Hz. Ömer'in, Küfe Valisi Ebu-Musa El-Eş'ari'ye Hıristiyan olan
kâtibini azletmesini emretmesiyle de takviye etmişlerdir. Fakat daha önce de
söylediğimiz gibi âyetin siyakı bu mânâya manidir. Mütekaddim âlimler:
«Yasaklanan dostluk, yardım dostluğudur.» dediler. «Bu âyet kimin hakkında
nazil olmuşsa, özel olarak onlar içindir» demişlerdir. Mutekaddimler (selef)
ile Mü-teehhirin (halefin) arasında uzak bir fark vardır.
Müfessirlerin şeyhi
İbni Cerir Taberi şunu söylüyor: «Bu hususta benim katıma göre sevab olan görüş
şöyle demektir: Allah ehli imana karşı Yahudi ve Hıristiyanlan yardımcı ve
halif olarak edinmeyi mü'minler için yasaklamıştır. Ve onları yardımcı, halif
ve dost edinip de Allah ve Resulünü bırakan onlardandır, haberini vermiştir.
Yani onları böylece dost edinen Allah'a, Resulüne ve mü'minle-r-e karşı tavır
almakta onlardandır. Şüphesiz ki Allah ve Resulü böyle bir kimseden uzak ve
beridirler.
Mümkündür ki, âyet,
Ubbade bin Samit'in, Abdullah bin Ubey bin Selûl'ün ve onların halifleri olan
Yahudilerin hakkında nazil olmuş olsun. Yine mümkündür ki, âyet, Ebi
Lubabe'nin Beni-Kureyza hakkında yapmış olduğu fiilinden ötürü ı;azil olmuş
olsun ve mümkündür ki, âyet, Es-Süddi'nin zikrettiği iki kişi hakkında nazil
olmuş olsun. Birisi Yahudiye iltihak, diğeri de Şam'daki Hıristiyanlara iltihak
etmek istemiş. Bu üç görüşün hiçbirisi hakkında, benzeriyle delil sabit olacak
bir haber varid olmamıştır. Öyleyse bunun hakkında «Denildiği gibi» tâbirini
kullanmaktan başka çare yok. Durum bu ise, doğrusu, Kur'an'ın zahirine göre,
genel (umumu) olduğuyla hükmetmektir. Katımızda hilâfına dair bir ilim
olmadığı için tevil ehlinin dediği de caiz olabilir. Ancak şüphe yoktur ki
âyet, Yahudi ve Hıristiyanlara dostluk gösteren bir münafık hakkında nazil
oldu. O münafık gelecek hadiselerden korkuyordu. Çünkü bu âyetten sonra gelen
âyet buna delâlet eder.» İbnu Cerir'in sözü burada bitti.[3]
Görüldüğü gibi
Mütekaddim âlimlerle, Müteahir âlimlerin arasında, âyetin tefsirinde, hilaf
vardır: Bazıları «Âyet umumidir.», Bazıları «özeldim demişler.
Bazıları, «Mü'minlerin
aleyhinde Yahudi ve Hıristiyanlarla dostluk kurmak hu,sus undadır». Bazıları
da «umumdur» demişlerdir. Hakikati Cenab-ı Hak biliyor. Yalnız durum ne olursa
olsun, bir mümin kalben, ,/üzdeytii doğru dosttur» diye, tslâm dininden olmayan
bir kimseyi dost bilmemelidir. Fakat dünya mudaratı vardır. Nitekim Hafız
Eş-Şirazî divanında «asayişi du gitti tefsiri in du har-fest bâ dosıtan telettüf, bâ düşmınan mudara»
«Dünya ve âhiretin asayişi bu iki harfin tefsiridir: Dostlara karşı
lûtfet-mek.mek, düşmanlara karşı da mudarâa göstermektir.»
(51)
«Onların bazısı diğerinin velisi (dostu) dir...» Bu âyetin mânâsı: Yahudilerin
bir kısmı diğer Yahudinin dostu, Hıristiyanların bir kısmı diğer
Hıristiyanların dostudur. Yoksa, âyetin mânâsı Yahudi gurubu Hıristiyan
gurubunun, Hıristiyan gurubu Yahudi gurubunun dostudur, demek değildir. Çünkü
Yahudi ve Hıristiyanların arasında temelde dostluk yoktur. Fakat hepsi
müslümanlara zarar vermek hususunda ittifak halindedirler. O halde sizlerle
onların arasında dostluk kurmak nasıl tasavvur olunabilir?
(51) «Sizden
onları dost edinen şüphesiz ki onlardandır.» Yani müslümanlardan, ehli kitabın
dinlerini tasvib ederek ve görüşlerini benimsiyerek Hıristiyan veya
Yahudilerden dost edinen onlardan olur. Onlarla beraber ateşte olur. Dinlerini
tasvib etmekten değil de sadece alış-veriş yapmak sohbetinden veya onlarla bir iş yapmaktan ötürü dostluk
kurmak, bu felâketi gerektirmez. Bu dostluk dinen caizdir. Yani Yahudi ve
Hıristiyanlarla alış-veriş
yapılabilir, dünya muameleleri yapılabilir ve bu konularda ahbablık
kurulabilir. Onların yemeğinden yenilebilir. Onlara yemek yedirilebilir.
Nitekim daha önceki âyetlerde de bu hüküm geçti.
îbni Ebi Hatim
îyad'dan rivayet ediyor: Hz. Ömer Küfe Valisi, Ebu Musa el-Eşa'ri'den bi
rderide (veya bir kâğıtta) aldığını ve verdiğini (gelir - giderini) yazıp
arzetmeyi istedi. Ebu-Musâ'nın Hıristiyan bir kâtibi vardı. Onu Hz. Ömer'e
arzetti. Hz. Ömer'in hoşuna gitti. «Bu kâtib, hıfzedici ve koruyucudur» dedi.
Ve devamla:
«Bize Şam'dan gelen
bir mektubu mescidde okuyabilir
misin?»
diye teklifde bulundu.
Ebu Musa el Eşa'ri:
«Onun gücü buna
yetmez» dedi.
Hz. Ömer:
«Niçin? O cünüb müdür
ki, camiye girmez?»
Ebu-Musa el-Eşa'ri:
«Hayır. Cünüp de
değildir. Fakat Hıristiyandır.»
Bunun üzerine Hz.
Ömer, Ebu Musa'yı kınadı ve baldırına kamçıyla vurduktan sonra: «Onu burdan
çıkarınız.» emrini verdi. Daha sonra:
«Ey iman edenler!
Sakın Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyiniz» âyetini okudu. Bu nakilleri
yaptıktan sonra şöyle dedi:
Bize Muhammed bin
Hasan bin Muhammed bin Sabbah, Muham-med bin Şirin tarikiyle Abdullah bin
Utbe'den rivayet etti:
«Sakın herhangi
biriniz bilmiyerek Yahudi ve Hıristiyan olmasın.»
Bunu dediğini işidince
anladık ki bu sözüyle: «Ey îman edenler! Sakın Yahudi ve Hıristiyanları dost
edinmeyiniz.» âyetini kastediyor.
Ebu Said el-Eşec, îbni
Fudeyî'den, o Asım'dan, İkrime'den, o da Ibni Abbas'tan rivayet ediyor:
İbni Abbas'tan, Arap
Hıristiyanlarının kestikleri yenir mi diye soruldu.
«Yenir. Çünkü Cenab-ı
Hak, «sizden kim Yahudi ve Hıristiyanları dost edinirse, o onlardandır»
buyurmuştur, dedi. Yani Arap Hıristiyanları da diğer Hıristiyanlardandır demek
istedi. Bunun benzeri Ebu Zennad'dan da rivayet edilmiştir.
«Sizden kim onları
dost edinirse, o, onlardandır.»
Bu âyetin tefsirinde:
«Kim ki mü'minleri bırakıp Yahudi ve Hıristiyanları dost edinirse, mü'minlerin
aleyhinde onlara yardımcı olursa o, onların dininden ve milletinden sayılır.
Çünkü bir kimse, başkasını dost edinerek başkasına karşı ona arka çıkarsa, o
dost edinen dost edindiğinin inancına ve dinine razı olmuştur. Yahudi,
Hıristiyan ve İslâm dinine muhalefet eden milletlerden uzaklaşmak hususunda bu
âyet büyük bir teşdidi ilâhi ve ta'limi Rabbanidir.
Yahudileri dost edinen
Abdullah bin Ubey idi. Fakat bu hüküm, kıyamete kadar mü'minler aleyhinde
Yahudi ve Hıristiyanlarla dost olmayı yasaklamakta devam edecektir. Cenab-ı Hak
başka bir âyette: «Sakın zulmedenlere meyletmeyiniz ki ateş sizi yakalasın.»
(Hud: 113) buyurmaktadır. Al-i İmran 28. âyetinde:
«Sakın mü'minler,
mü'minleri bırakıp kâfirleri veli
(dost) edinmesinler»
buyurulmuştur. Ve yine:
«Ey mü'minler, sizden
olmayanlardan sırdaş edinmeyiniz'»
(Âli-îmran: 118) denilmiştir.
Bazı tefsirciler:
Yardımda onların bir
kısmı diğerinin velisidir. «Sizden olup da onları dost edinen onlardandır»,
cümlesi şarttır cevabı, «çünkü onları dost eden Allah'a, ve onun Resûlü'ne onların
muhalefet ettiği gibi muhalefet
etmiştir! Yahudi ve Hıristiyanların düşmanlığı vacib olduğu gibi onun
düşmanlığı da vacib oluyor. Yahudi ve Hıristi-yanlara ateşe gitmek vacib olduğu
gibi ona da vacib olur. O onların arkadaşlarından oluyor.
(52) «Kalblerinde hastalık olanların (Yahudilerin dostluğunda ve
sevgisinde) koşuştuklarını görürsün.» Bu âyetin izahı: Yani kalblerinde şek ve
nifak olanlar, süratle Yahudilerin dostluğuna kaçarlar. Çünkü Yahudiler zengindir.
Onların zenginliklerinden istifade etmek için onların dostluğuna koşuşur ve
onlara karışırlar. Münafıklar, «Yahudilerle dostluğumuz, savaşmamız, bir zaman
aleyhimizde tecelli eder kor-kusuyladır. Yani savaş müslümanların aleyhine
dönebilir. Kıtlıklar olabilir. Korkunç hadiseler başgösterebilir korkusundan bu
dostluğu yapıyoruz.
[4]
(52) «Umulur
ki, Allah katından fethi veya bir emri getirir.» Tefsir âlimleri «umulur ki»
mânâsını ifade eden «ÂS» kelimesi, Allah tarafından kullanıldığı zaman tahkik
ve vücûb (lüzumlu olma), mânâsını ifade eder. Çünkü Allah kerimdir. Kerim olan
zat, bir insanı bir hayrın verileceğinde tamah sahibi yaparsa, va'adi ona
«kesinlikle sana veririm» demek gibi oluyor. Umulur ki Allah, düşmanlarına
karşı Resûlüllah'a fethi nasip ve müyesser kılar. Dinini diğer dinlere gâlib
getirmek suretiyle fethi müyesser eder. Müslümanları, Peygamber ve
müslümanlarm düşmanı olan kâfir, Yahudi ve Hıristiyanlara gâlib getirmekle,
dinlerini de onların dinlerine galib getirir, münafıklar da bu sayede pişman
olurlar. Cenab-ı Hak, minnet ve keremiyle bunu yaptı.
Bazı âlimler: «Burada
bahsedilen fetih, Mekke fethidir» demiştir. Bazıları: «Yahudi köylerinin,
Hayber, Fedek ve benzeri memleketlerin fethidir» demişlerdir.
Allah'ın katından olan
emirden maksad, Yahudilerin kökünü Hicaz bölgesinden kazımak, onları
meşakkatsiz ve yorgunluk olmadan memleketten atmak demektir. Nitekim Cenab-ı
Hak onların kalbine korkuyu soktu. Onlar Arap yarımadasını terkettüer. Elleriyle
köylerini ve kentlerini yıktılar ve Şam'a hicret ettiler.
[5]
(54) «Ey îman edenler! Sizden kim dininden
dönerse...»
Bu, daha meydana
gelmezden önce Kur'an tarafından haber verilen mucizelerden biridir. Rivayete
göre İslâmdan onbir fırka irtidad etti. Üçü Resûlüllah'm devrinin sonunda idi.
Birincisi: «Benu-Mudleç» kabilesinin irtidadı idi. Onların başı «Zulhimar Esved
el-Anesi» idi. Kâhin bir kişiydi. Yemen'de peygamberlik iddiasında bulundu. Bulunduğu
bölgeyi istilâ etti. Muaz bin Cebel ve Yemen'in diğer idarecileri gibi
Resûlüllah'm memurlarını oradan çıkardı. Cenab-ı Peygamber, Muaz bin Cebel'e
ve beraberindeki müslümanlara mektup yazarak, halkı dinlerine tutunmaya teşvik
etmelerini emretti, Esved'le savaşa halkı teşvik etmelerini bildirdi. Esved'i
«Finiz ed-Deylemi» yatağında öldürdü. İbni Ömer:
«Haber, gökten
Allah'ın Resûlü'ne geldi. Esved'in
öldürüldüğü gecede, Cenab-ı Peygamber, müslümanlara:
«Bu gece Esved
öldürüldü. Onu öldüren mübarek bîr kişidir.» dedi.
«O kişi kimdir?» diye
soruldu.
«O, Firuz'dur» dedi.
Resûlü-Ekrem
eshabma Esved'in öldürülmesini müjdeledi ve aynı gecenin sabahında da vefat
etti. Esved el-Anesi'nin öldürülmesi haberi, Medine'ye Rebiülevvel ayının
sonunda yetişti. Yani Cenab-ı Peygamberin vefatından onsekiz gün sonra.
Birinci halife Ebu-Bekr Sıd-dık'a müjdesi gelen ilk fetih budur.
[6]
Peygamberin son
döneminde irtidad eden ikinci fırka, Yemame'de Beni-Hanife kabilesidir.
Reisleri Müseylemetül-Kezzab (yalancı Mü-seyleme) idi. Bu kâfir, Resulü Ekrem
daha hayatta iken peygamberlik iddiasında bulundu. Hicretin onuncu senesi
sonunda, peygamberlikte Resûlüllah'a ortak kılındığını iddia etti. Cenab-ı
Peygambere şu mektubu yazdı:
«Allah'ın Resulü
Müseyleme'den Allah'ın Resulü Muhammed'e!
Bunlardan sonra
şüphesiz ki yeryüzünün yansı benimdir, yansı senindir.»
Bu mektubu iki elçiye
verip Resûlüllah'a gönderdi. Cenab-ı Peygamber o elçilere:
«Eğer «Elçiler
öldürülmez» kaidesi olmasaydı sizin boynunuzu vururdum.»
Sonra ona cevab olarak
şunu yazdı;
«Allah'ın Resulü
Muhammed'den yalancı Müseyleme'ye! Bunlardan sonra, şüphesiz ki yer
Allah'ındır. Kullarından dilediğine onu miras olarak verir. Netice (sonuç)
Allah'tan sakınan ve korkanlarındır.»
Resulü Ekrem, bu hadiseden
sonra hastalanıp vefat etti. Birinci halife Ebu Bekir Sıddık, Halid bin Velid
kumandasında, Müseyle-metül-Kezzab'ın üzerine büyük bir ordu gönderdi. Allah
Müseyleme-tül Kezzab'ı, daha Önce Hz. Hamza'yı öldüren ve Mut'un bin Adiy'nin
kölesi bulunan Hz. Vahşi'nin eliyle öldürttü. Tabii bu da, şiddetli harptan
sonra oldu. Vahşi şunları söylüyordu;
«Ben cahÜiyet ve
küfürde iken halkın hayırlısını öldürdüm. (Hamza'yı kastediyor). İslâm'da iken
halkın en şerlisini (Müscylenie'-yi kastediyor) öldürdüm.»
Resûlüllah'm son
zamanlarında irtidad eden üçüncü fırka «Beni-Esed» kabilesidir. Reisleri
«Tuleyhâ» bin Huveylid'dir. Tuleyha Peygamber hayatta iken en son irtidad edip
Peygamberlik iddiasında bulunan kimsedir. Resûlüllah'ın vefatından sonra en
önce, kendisiyle savaş yapılan kişidir. Ebu Bekir Sıddık, Halid bin Velid'i
gönderdi. Şiddetli bir savaştan sonra Hz. Halid onları kaçırttı. Tuleyhâ kaçıp
Şam'a doğru gitti. Sonra müslüman oldu ve İslâmî hali de güzelleşti. Sonra
Cenab-ı Hak, Resulü Ekrem'in ruhunu kabzetti. Mekke ahalisi, Medine ve
Bahreyn'de bulunan Abdu Kays kabilesinden başka bütün Araplar irtidad ettiler.
Mürtedlerin bir kısmı: «Namaza gelince, namazı kılacağız. Zekâta gelince, biz
malımızın gasp edil meşine razı değiliz, dediler.»
Hz. Ebu Bekir bunlara
savaş açtı. Ebu Bekir'e savaşmamak için namaz kılarlar hususu arzedildi. Fakat
kalbi ilhamlı yüce Halife:
«Allah'a yemin ederim,
Cenab-ı Hakkın, «Namazı kılınız, zekâtı veriniz» diye ikisini bir âyette
zikrettiği ibâdetleri ayırmam. Allah'a yemin ederim, Resûlüllah'a vermekte
oldukları zekât devesinin boynundaki yulan dahi çıkarırlarsa onlarla
savaşacağım» diye haykırdı. Böylece Cenab-ı Hak, Ebu Bekir'in kalbini onlarla
savaşmak hususunda açtı. Resûlüllah niçin ve neyin üzerinde harbetmisse, o da
onun üzerinde harbetmeye karar verdi. Onlar farz olan zekâtı ikrar edinceye
kadar savaşa devam etti. Enes İbni Malik:
«Eshab-ı Kiram, zekâtı
vermeyenlerle savaşılmasını istemiyordu.
«Bunlar ehl-i
kıbledir, onları nasıl öldürürüz» diye yakınıyorlardı. Bunun üzerine, Ebu
Bekir Sıddık kılıcını bağladı, tek başına çıkıp onlara doğru gidince, diğer
eshab-ı kiram onun arkasını takib ettiler
[7]
İbni Mes'ud:
«Biz başlangıçta
bunlarla savaş etmeyi kerih görüyorduk. Fakat neticede Ebu Bekir'e teşekkür
ettik.» dedi.
Bunun için denmiştir:
«Peygamberlerden sonra anneler Ebu- Bekir'den daha üstün bir çocuğu
doğurmamıştır. Ehli riddet hususunda bir Peygamberin yerine kaim oldu.»
Alaeddin-Attar
«Pend» adlı Farsça manzumesinde Ebu-Bekir Sıddik hakkında şunları söyledi:
[8]
«Herçi Büd Ez Barigâhı-Kibriyâ: Rihti Der Sadrı Şerifi
Mustafâ An Heme Der Sine-İ Sıddikı Riht: Lâcerem Ta Büd Ezu Tahkiki Riht.»
Mânâsı: (Barigâhı
kibriyadan ne gelmişse Mustafa'nın şerefli göğsüne döküldü. İşte Mustafa onun
tamamım Sıddikin göğsüne döktü. Yine şüphesiz Sıddik yaşadığı müddet ondan
gerçek sadır oldu.) demektir.
Bundan ötürü Sıddik
ehli riddetle savaşta İsrar etti.
[9]
Hasan:
«Eğer Sıddık'ın
yaptığı olmasaydı halk kıyamete kadar zekât hususunda küfürde kalacaktı»
diyor.[10]
Hz. Ebu Bekir'in
hilâfetinde yedi kabile irtidad etti:
I- Fezara
kabilesi. Uyeyne bin Hasn el-Fezari'nin kabilesidir.
2- Ğatafan
kabilesi. Kırre (veya Kurre) bin Seleme el Kuşey-ri'nin kabilesidir.
3- Benu-Selim.
Fucaat bin Abduyaleyl kabilesidir,
4- Beni
Yerbu*. Malik bin Nuveyr el-Yerbui'nin kabilesidir.
5-Temim'in
bazıları. Seccah binti Munzir adlı kadının kabilesidir. Bu kadın da
Peygamberlik iddiasında bulundu. Sonra Müseyle-metül Kezzab'la evlendi. Daha
sonra tekrar müslüman oldu deniliyor.
6- Kinde
kabilesi. Eş/as bin Kays el Kindi'nin kabilesidir.
7- Beni-Bekr
bin Vail. El Hutan bin Zeyd'in kabilesidir.
Cenab-ı Hak bunlann
emrini, Ebu-Bekir Sıddik'm eliyle halletti. Yani bunlann şerri birinci
Halifenin eliyle söndürüldü.
Hz. Ömer'in
hilâfetinde ise, bir kabile irtidad etti: O da Ğassan kabilesidir. Cebele bin
Ehyem el-Ğassani'nin kabilesidir. Cebele, kabilesiyle beraber Şam'a kaçtılar
ve orada Hıristiyan oldular. Bugün Arap Hıristiyanlar! yani Lübnan'da, Şam'da yaşayan
Hıristiyanlar bu kabiledendirler.[11]
Cebele'nin Şam'a
kaçışı ve mürted oluşu hakkında şunlar rivayet ediliyor:
Cebele önce müslüman
oldu. Zira rivayete göre Cebele Şam'a gittikten sonra Hz. Ömer, Şam'ın
idarecilerine, şu mektubu yazdı:
«Cebele, kavminin
ileri gelenleriyle bana geldi ve müslüman oldu. Ona ikram ettim. Mekke'ye
gitti. Tavaf yaparken Beni Fuzara kabilesinden bir kişi onun eteğine bastı.
Cebele, Beni Fuzara'dan olana vurup burnunu dağıttı. Dişlerini kırdı. El-Fuzara
kabilesinden olan kişi Cebele'yi bana şikâyete geldi. Ben: «Ya onu affedersin
veya kendisinden kısas alırsın» diye hükmettim. Cebele:
«Ben bir kıralım. O
ise bir avam. Ondan Ötürü benden kısas nu
alıyorsun?» diye
itiraz etti. Ona cevab olarak dedim ki:
«Seninle onu İslâm bir
araya getirmiştir. Sen ancak akıbetle yani güzel netice (ve güzel amelle) ondan
üstün olabilirsin.»
Cebele, Hz. Ömer'den,
kısası ertesi güne tehir etmesini istedi. Geceleyin akrabalarıyla beraber
irtidad ederek, Şam'a kaçtı.
Rivayetlere göre
Cebele yaptıklarından dolayı pişman olmuştu ve ondan dolayı da şu şiiri
söyledi:
«Haktan sonra bir
yumruğun ardından Hıristiyanlaştım. Eğer sabretseydim o yumrukta benim için
hiçbir zarar yoktu. O yumruktan ötürü cahiliyetin gayret dalgaları bana
yetişti. Ondan ötürü de sıhhatli gözü verip kör gözü satın aldım. (Yani İslânu
verip Hıristiyanlığı satın aldım). Keşke annem beni doğurmasaydı. Keşke ben
Ömer'in söylemiş olduğu hükme sabır gösterseydim.»
(54) «Ey
îman edenler! İçinizden kim dininden dönerse şunu bilsin ki, Allah onun yerine
öyle bir kavim getirecek ki, Allah onlan onlar da Allah'ı severler.»
Acaba bu kavim kimdir?
Hz. Ali bin Ebi Talib, Hasan, ve Ka-tade:
«Bunlar Ebu Bekir ve
arkadaşlarıdır. Onlar mürtedlerle ve zekâtı menedenlerle savaştılar. Çünkü
Resulü Ekrem vefat ettiği zaman Arapların çoğu irtidad etti. Medine, Mekke,
Beni Abdulkays'tan olan Bahreyn ahalisi hariç diğer kabilelerin çoğu irtidad
etti. îslâm'm üzerinde Ebu Bekir ve ordusu durdu. Allah onlarla dine yardım
etti. Arapların ekserisi irtidad edip zekâtı menettiklerinde Ebu Bekir onlara
savaş açmak istedi. Resûlüllah'ın eshabı bu savaştan hoşlanmadı. Hz. Ömer,
Ebu-Bekre:
— Sen halka nasıl
savaş açıyorsun. Oysa Resûlüllah, «Halk, lâ Uâheillallah deyinceye kadar onlarla
savaşmakla emrolundum. Kim ki bu kelimeyi söylerse, o benden malını, kanını
korumuştur. Ancak hakkıyla malı alınır, kam dökülür. Onun hesabı Allah
üzerindedir.» buyurmuştur.
Hz. Ebu Bekr, Ömer'e
şu cevabı verdi:
«Allah'a yemin ederim,
namaz ile zekâtı ayırd eden bir kimse ile savaşacağım. Şüphesiz zekât da malın
hakkıdır. Allah'a yemin ederim, Resûlüllah'a vermekte oldukları bir çepici veya
devenin boynundaki bir yuları menederlerse onlarla, onu menettiklerinden dolayı
savaşacağım.»
Enes bin Malik:
Sahabeler zekâtı
vermeyenlerle savaşmaktan hoşlanmıyorlardı. «Onlar Kıble ehlidirler. Biz onları
nasıl öldüreceğiz?» diyorlardı. Ebu Bekir Siddik kılıcını bağladı, tek başına
savaşa çıktı. Sahabeler de başka çare olmadığını görünce arkasında çıktılar»
diyor.
Hz. Aişe:
«Resulü Ekrem vefat
edince, Araplar irtidad etti. Nifak yayıldı. Ebu Bekr'in başına eyle hadiseler
indi ki, eğer koskoca dağların üze» rine o hadiseler inseydi o dağlan yerinden
kıpırdatırdı.» dedi.
Halife Ebu-Bekir
Sıddik; Halid bin Velid'i büyük bir ordu ile Be-ni-Hanife kabilesinin üzerine,
Yemame'ye gönderdi. Bunlar yalancı Müseyleme'nin kavmiydiler. Allah
Müseyleme'yi, Mut'am bin Adiy'in köleci Vahşi*nin eliyle öldürdü. Bu Vahşi,
(R.A.) daha önce Uhud savaşında Hz. Hamza'yı öldürmüştü.
Bazılan «Ayette bahsi
geçen o mübarek kavimden maksad, Ebu Musa el-Eşari'nin kavmi olan
Eş'arili'lerdir», dedi. Bu durum İ'yad bin Ganem, el-Eş'ari'den rivayet
edilmiştir: «Bu âyet nazil olduğu zaman, Genab-ı Peygamber, Ebu Musa'ya işaret
ederek:
«Onlar bunun kavmidir)
buyurdu. Hadisi Hakim el-Müstedrek'in-de
rivayet etmiştir.
Bazıları da «Bunlar
Yemenlilerdir» dediler. Çünkü Müslim ve Bu-harî ittifakla Ebu Hureyre'den
rivayet ettiler: Resulü Ekrem:
«Size Yemen ahalisi
geldi. Onlar fuad bakımından daha ince, kalb-ler bakımından daha yumuşaktır.
îman Yemen'Hdir. Hikmet Yemenlidir.» buyurdu.
Süddi:
«Bu âyet," Ensar
hakkında nazil oldu. Çünkü onlar Resûlüllah'a yardım ettiler. Dinin galib
gelmesi hususunda var kuvvetleriyle çalıştılar» diyor.
Başka bir tefsir sahibi
de:
«O sevimli kavimden
maksad Yemen'den gelen kabilelerdir. NA-Hl* kabilesinden ikibin, Kinde ve Büceyle
kabilelerinden beşbin, üç bin de sair insanlardan gelmişlerdi. Bu gelenler
Allah yolunda, Hz. Ömer'in hilâfetinde, Kadısiyye savaşında savaştılar» diyor.
Bu takdire göre, bu
âyet ğaybi haber veren bir âyet oluyor. Haberde olduğu gibi çıktı. Öyleyse bu
âyet bir mucizedir.
Allah'ın sevgisinin
mânâsı ne demektir? «Ben filanı sevdim», ya-, ni kalbimi ona karargâh kıldım ki
onu sevsin. Muhabbet (sevgi), görmesini istediğin ve Hayr zannettiğin bir
şeyin iradesidir. Allah'ın sevmesi, kuluna nimet etmesi, onu muvaffak etmesi,
onu taat yapmaya hidayet etmesi ve kendi rızasına uygun amelleri ona
gördürmesi, Ona taatma karşılık en güzel sevabı vermesi, Onu övmesi ve ondan
razı olması demektir. Kulun Allah'ı sevmesi ise, onun taatına süratle koşması,
onun rızasını taleb etmesi, Onun gazabını ve cezasını gerektirecek fiillerde
bulunmaması, ve Allah'a yaklaştırın amellerle kendisini sevdirmesi demektir.
Tantavi Cevheri «Bu
hadislerde bulunan mânâ, Allah'ın sevgisi ve Allah'ın sevilmesi sadece bu
zatlara mahsustur demek değildir. Belki müslüman ümmetlerin birisi gidip
başkası gelir. Hatta memleketlerinden gelip Abbasi devletinin temelini kazıyan
Cengiz hân'm çocuklarıyla Tatarlar, Abbasi halifesini öldürdüler. İslâm
memleketinin tamamını istilâ ettiler. Fakat sonunda müslüman oldular. Şu anda
Rus memleketinde Volga nehrinin kıyılarında ve başka yerlerde İslâm dinini
devam ettiriyorlar ve on milyonlarca cemaatlar teşkil etmektedirler. Hindiğin
doğu adalarında müslüman olan nice ümmetler görüyorsun ki sayıları altmışiki
milyonu geçer, Cava ve etrafındaki memleketlerde, Çin'de, Sudan'da İslâmiyet
durmadan yayılmaktadır. Acaba Allah bunları sevmez mi? Evet, Allah bunları
sever, onlar da Allah'ı severler. Bu ümmetlerden kim ki ıslah olup İslâmı
neşretmeye gayret" gösterirse şüphesiz o Allah'ı sever, Allah ta onu
sever. Böylece bizim zamanımızda, ingiliz büyüklerinden Lord Hegli (ismini
yanlış kav-detmiş olabiliriz) müslüman oldu. Ben onunla karşılaştım. Onun İslâm
hakkında yazmış olduğu risaleleri okuduktan sonra büyük bir insan olduğunu
gördüm. O evvelâ Hicaz bölgelerini ziyaret ederek Hac farizasını edâ etti. Ve
onları yazdı. İşte bütün bunlar Allah'ın sevgisine dahil olan kimselerdir.)
[12]
Tantavî Cevheri, aynı
sahifede şayanı dikkat diğer bir noktayı da naklediyor:
«Allah bu âyetleriyle
bize şunu söylüyor. Bir millet veya bir cemaat İslâmdan irtidad eder ve
cayarsa, mutlaka İslâm'a başka ümmetler, başka milletler girecek, onu
destekleyecektir. Çünkü İslâm vahydir. Allah onu devam ettirmek istemiştir. Ta
ki o, yeryüzünde adalet ve yaşantının kurulmuş terazisi olsun. İşte, «Ey îman
edenler, sizden kim dininden cayarsa...» âyeti bu hususta nazil olmuştur.»
îmamiler (Caferiler),
«Bu âyeti celîlede bahsi geçen kavim Hz. Ali ile onun Cemel ve Sıffin
vakalarında ordusunda bulunan askerlerdir» derler. Yine İmamiler, («Burada
zikredilen kavim. Mehdi ve ona tabi' olacak kimselerdir» diyorlar. Fakat
İmamilerin bu hususta her hangi bir senedleri yoktur. Ancak bu, kâzib
rivayetlerinden birisidir.»[13]
Medarik, tefsirinde:
Resûlüllah'tan
soruldu: «Bunlar kimlerdir?»
Cenab-ı Peygamber,
Selman'ın omuzuna elini vurarak:
«îşte bu ve bunun
akrabalarıdır. Eğer iman Süreyya yıldızına asılı olsa dahi şüphesiz ki, ona
Faris evlâtlarından bazıları yetişecektir.» diyor.
AIûsi, Medarik'in bu
sözünü zaif 'sayarak dedi: «Denilmiştir ki, bunlar Farslardır. Çünkü Resulü
Ekrem elini Sel mani Farisi'nin omuzuna vurup «işte bu ve bunun akrabalarıdır.»
Hadis usulü
âlimlerinden El Iraki, bu hadisin hakkında: «Bu hususta herhangi bir habere
vakıf olmadım.» diyor. Sonra hadisin burada zikredilmesi vehimdir. Bu hadis
ancak «Eğer siz yüz çevirirseniz Allah sizin yerinize sizden başka bir kavim
getirecektir.» (Muham-med: 38) âyetinin tefsirinde zikrediliyor. Nitekim Timizi
bu hususu Ebu Hureyre'den böyle rivayet etti. O halde irtldaddan bahseden bu
âyette bu hadisi zikreden bir kimse vehme kapılmıştır.»
(54) «Onlar
Allah'ın yolunda cihad ederler. Kınayanın kınamasından korkmazlar...» Bu
âyetin tefsiri:
Yani dine yardım
ettiklerinden dolayı kendilerini kınayan hiç kimsenin kınamasını ve
levmetmesini kale almazlar. Fakat münafıklar böyle değildir. Onlar, gizli
dosttan olan kâfirlerin kınamasından korkarlar. Cenab-ı Hak burada belirtiyor
ki: Dininde kuvvetli olan bir insan biliyor ki, herşey Allah'ın yed-İ
kudretindedir. Gerek eliyle gerek diliyle olsun, dinine yardım ettiğinden
kendisini kınayan hiç kimsenin ayıplamasına ve kınamasına, kulak asmaz ve bu
işe devam eder. Bu, muhlis bir mü'minin sıfatıdır.
Müslim ve Buharı
ittifakla Übbade bin Samit'ten rivayet ettiler:
«Allah'ın Resulüne
ister darlıkta olsun, ister genişlikte, ister neşeli olalım, ister neşesiz,
onu dinleyeceğimize ve itaat edeceğimize dair, idare hususunda idarecilerle
mücadele etmeyeceğimize, onlara karşı çıkmayacağımıza, nerde olursak olalım
hakkı söyleyeceğimize ve kınayan bir kimsenin kınamasından Allah'ın yolunda
korkmayacağımıza dair biat ettik.»
(54) «Bu
Allah'ın faziletidir. Allah onu dilediğine verir.» Bu âyetin izahı: Yani bu
bahsi geçen mü'mînler için, şefkat göstermek, kâfirlere karşı şiddetli olmak,
Allah yolunda cihad etmek ve Allah yolur da hiç kimsenin kınamasına kulak
asmamak sıfatları Allah'ın faziletidir. Dilediği kuluna onları ihsan eder.
(54) «Allah
(in fazileti) geniştir. Allah çokça bilendir.» Yani kimin buna müstahak
olduğunu biliyor.
[14]
«Rükû halinde iken
zekâtı verirler..»
El-Kurtubi diyor ki:
«Resûlüllah'ın
meclisine bir dilenci geldi. Hiç kimse ona birşey vermedi. Hz." Ali namaz
kılıyordu ve rüküde idi. Sağ elinde bir yüzük vardı. Dilenciye işaret etti.
Dilenci gelerek yüzüğü parmağından çıkardı, tşte böylece rükû halinde iken
zekât (sadaka) verdi demektir.
tmam Malik'in
talebelerinden El-Kiyâ Et-Taberî: «Bu âyet delâlet eder ki, namazın içinde az
bir amel namazı iptal etmez.» diyor.
Çünkü rüku halindeyken
yüzüğünü vermesi Hz. Ali'nin namazını iptal etmedi.
El-Alûsi,
«Habercilerin çoğu bu âyet, Hz. Ali hakkında nazil olmuştur diyorlar» dedi.
Hakim, îbni Merduveyh
ve başkaları İbni Abbas'tan muttasıl bir senedle rivayet ettiler:
İbni Selâm, kavminden
iman eden birkaç nefer ile
Resûlüllah'a |§ gelip şöyle dediler:
«Ey Allah'ın Resulü!
Bizim evlerimiz, mescidden uzaktır.
Bizim özel bir meclisimiz yok. Umumu meclisten başka oturup
konuşabilece- k ğimiz başka yer de yok.
Bizim kavmimiz Allah'a ve Resulüne iman ettiğimizi gördükleri zaman, bizi
terkettiler. Bizimle oturmayacaklarına, bize kız verip almayacaklarına, bizimle konuşmayacaklarına
yemin ettiler. Bu bize ağır geldi. (Ne buyurursun?)»
Cenabı Peygamber:
«Sizin veliniz ancak
Allah ve Resulüdür.» buyurdu.
Sonra Resulü Ekrem
mescide çıktı. Halkın bir kısmı ayakta namaz kılıyordu, bir kısmı da
rükudaydı. Bir dilenci gördü. Kendisinden sordu:
«Sana hiçbir kimse
birşey verdi mi?»
«Evet. Bir gümüş yüzük
verdiler.»
Cenab-ı
Peygamber:
«Onu sana kim verdi?»
dedi.
Dilenci:
«îşte o ayakta olan
adam» deyip Hz. Ali'ye işaret etti.
Resulü Ekrem:
«Hangi durumdayken onu
sana verdi?»
Dilenci:
«Rükû halindeyken)»
dedi. Peygamber tekbir getirdi, sonra bahsi geçen bu âyeti celîleyi okudu.
Şia'lar, «Bu âyetle
Hz. Ali'nin «İmamet» ine istidlal etmişlerdir. İstidlalin vechi şudur:
«İttifak edildi ki; bu
âyet Hz. Ali hakkında inmiş. Ayetin başındaki «innema» kelimesi «hasmı (ancak)
ifade eder. «Veli» kelimesi de emirleri, idare eden ve emirlerde tasarrufa müstahak olan kişi demektir. Bu zahirdir
ki, burada umumi ve imamete eşit olan
tasarruf kastedilmiştir. Çünkü bu âyette onun veliliği Allah'ın ve Resulünün
veliliğiyle perçinleşmiştir.» Böylece onun «imamet»! sabit oldu. Baş-kasınınki ise «Nefyedildi». Aksi
takdirde hasr batıl olur. Vahidî (tekili) çoğul ile tabir etmekte müşkilât
yok. Çünkü birçok âyette tekil yerinde çoğul kullanılmıştır. Gramer âlimleri,
«Tekilin yerinde çoğulun kullanılması iki faideden ötürü geliyor: a) Failin tazimi içindir. Yani
bu fiili yapan o kadar büyük mertebelidir ki sanki bir cemaatın işini
yapmıştır. Nitekim Cenab-ı Hak: «Şüphesiz İbrahim bir ümmet (cemaat) idi»
(En-Nahl: 120) buyurmuştur ki, halkı
Hz. İbrahim'in yaptığına teşvik ve tergib etsin. Böylece onun fiili her
mü'minin seciyesi olsun. Bu gizli bir nüktedir» her mekânda, o mekâna uygun
bir şekilde tâbir edilir» dediler.
Ehli sünnet, bu
iddiaya birçok vecihle cevap vermişlerdir:
1) Bu delil,
Hz. Ali'den başka diğer imamların imametinin yokluğuna delâlet eder dedikleri
cihet, aynı zamanda Hz. Ali'den sonra gelen iki oğlu ve torunlarının da
imametini selbetmiş olur. Ve sadece Hz. Ali'nin zatına kalmış olur. Bu
delilleri, Ehli sünnetten çok kendilerine (şiaya) zarar vermiş oluyor.
Nitekim azıcık düşünene, bu durum
gizli değildir. Bu hasır, Hz. Ali'den öncekilere nisbeten «izafi hasr-dır»
denilmez. Çünkü «Bu sıfatlan nefsinde cemeden bir kimsenin velayetinin hasrı
ancak hakiki olursa, faide verir. Belki İsticmal olmadığından dolayı Hz.
Ali'den sonra gelenlerde de hasır sıhatli olamaz» deriz, Şia'lar, ehli sünnetin
bu tenkidine karşılık olarak: «Hz. Ali'nin velâyetindeki, hasrından maksad,
bazı vakitlerdedir. Yani onun imametinin zamanındadır. Sıbteynin (iki torun
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin) ve sıbteynden sonra gelen dokuz imamın zamanında değildir» demişlerse de, bu
cevablan faide vermez. Zira biz Sünniler onlara «Evet. Sizinle aynı şeyde beraber
olalım. Bizim mezhebimizde umumi velayet Hz. Ali'nin imam olduğu zaman Hz.
Ali'ye aiddir. Ondan önce değil. Zira o zaman üç halifenin zamanıdır. Ondan
sonraki zaman da ondan sonra gelen halifelerin zamanıdır.»
Eğer onlar, «Hz. Ali, Hulef a-I Raşidin döneminde velayeti amme sahibi olmasa onun
şerefine nakise gelmiş olur. Fakat kendisinden sonra gelen çocuklarının
imametleri devrinde imam olmazsa şerefine nakise gelmez. Çünkü diri değildir.
Başkasının imam olması onun şerefine nakise getiremez. Zira ölümle dünyanın
bütün hükümleri ortadan kalkar.» deseler.
2) Cevab
olarak deriz ki:
«Siz gerçek delil
getirmekten kaçtınız. Başka bir istidlale intikal ettiniz. Bu ikinci
istidlaliniz bu âyetten anlaşılmıyor. Zira bu istidlalin temelinde iki
mukaddime yajtıyor. Birincisi, umumi velayet sahibinin başkasının velayetinde
oluşu genel valiye bir nakisedir. İkincisi umumi velayetin sahibine herhangi
bir nakise, herhangi bir vecihle herhangi bir vakitte yapışmaz. Bu iki
mukaddime de bahsi geçen âyetten asla fehmedilemez. Nitekim bu durum, fehmi
olanlara gizli değildir. Bir de bu istidlal sıbteynin (yani Hz. Hasan ve Hz.
Hüseyin'in) Hz. Ali'nin velayeti zamanında olmalarıyla nakzedilir. Belki Hz.
Ali'nin, Resulü Ekrem zamanında olmasıyla da nakzedilir. İkincisi, biz bu
âyetin Hz. Ali hakkında icmaen nazil olduğunu kabul etmiyoruz. Zira tefsir
âlimleri bunun sebebi nüzulünde ihtilâf etmişlerdir. Binaenaleyh meşhur
tefsirin sahibi Ebu Bekr Nakkaş Muhammed-Bakü*'-den rivayet ediyor: Bu âyetin
Muhacir ve Ensar hakkında nazil olduğunu söylerken birisi:
«Biz dinledik ki, bu,
Hz. Ali hakkında nazil olmuştur» diye sordu. Muhammed Bakir (R.A.):
«Hz. Ali onlardandır.
Yani Muhacirdendir. Onların cümlesinden-dir» dedi.
Ebu Naim (Hilye) de Abdulmelik bin Ebi Süleyman'dan:
Abd b. Humeyd, İbni
Cerir, İbni Munzir ve İbni Ebi Hatim, Muhammed Bakir'den benzerini rivayet
etmişlerdir. Bu rivayet âyette kullanılan Cem' sigasma (iman edenler tabirine)
daha uygundur.
Müfessirlerden bir
cemaat, İkrime'den rivayet ettiler: «Bu âyet, Ebu Bekr hakkında nazil
olmuştur.»
3) Üçüncü
cevab, âyetteki «veli» kelimesinin emirlerde mutevelli, genel bir tasarrufla
onlarda tasarruf etmeye müstahak olan mânâsında olduğunu kabul etmiyoruz.
Veliden maksad, yardımcısıdır. Çünkü burada konuşma, müminlerin kalbini takviye
etmek, onlara teselli vermek ve onlardan mürtedlerin korkusunu izale etmek konusundadır.
Bu da, Velinin yardımcı mânâsında olduğuna delâlet eden en kuvvetli delillerden
birisidir.
îman edenleri velilik
hususunda Allah'a ve Resulüne perçinleşti-rilmesi Veli'nin yardımcı mânâsına
gelmesine engel olamaz. Nitekim insaflı bir insan şu âyete bakarsa:
«Ey iman edenler! Ne
sizden önce kendilerine kitab verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yerinde
tutanları, ne de diğer kâfirleri veli edinmeyin.» Veliyi en büyük imama eşit
bir mânâya hamledemez. Çünkü hiç kimse Yahudiyi, Hıristiyanı, ve kâfiri imam
olarak kabul etmez. Bir de, halk, birbirini imamet seviyesinde veli olarak
edinmemiştir. Ancak yardımcı ve dost edinmişlerdir. «înne-ma» kelimesi, bu
mânâyı da iktiza eder. Çünkü hasr, şirk, tereddüt ve niza inancını mütehammil
olan şeyde de olur. İcmaen sabittir ki bu âyet nazil olduğu zaman, tereddüt ve
niza, imamet (umumi tasarruf yetkisi) konusunda yoktu. Belki yardım ve muhabbet
konusunda vardı.
4) Dördüncü
cevab, eğer teslim edersek ki, âyetten maksad, Şia'nın söylediğidir. Fakat cem'
(iman edenler) in lafzı âmmdır veya ona müsavidir. İtibar lafzın umumunadır,
sebebin hususuna değildir. Sünniler ile Şia' itibarın lafzın umumuna olduğunda
müttefiktirler. Ayetin ifade ettiği mânâ, bu durumda, genel velayetin çeşitli
müslü-man erkeklere hasredilmesidir. Onların içine Hz. Ali de girer (R.A.).
Ammın hass üzerine hamledilmesi hasrın ifade ettiği mânânın hilafıdır. Onu
zaruret olmadıkça yapmak doğru olamaz. Kaldı ki burada bir zaruret de yoktur.
Eğer Şia', zaruret
burada muhakkiktir, çünkü dilenciye rükû halinde Hz. Ali'den başkası sadaka
vermemiştir deseler, cevab olarak deriz ki, âyet bu hususta nass değildir.
Yani rüku halinde ille sadaka verilmiştir diye bildirmiyor. Çünkü rüku' burada
tahaşşu' ve tezellül manasınadır. Yani zillete bürünerek ve korkarak namazı edâ
ederler ve zekâtı verirler demek oluyor. Bu mânâ ile «Rükû» tabiri Kur'an'ın
çok âyetlerinde kullanılmıştır. Nitekim «Rüku' edenlerle beraber rükû' ediniz»
(el-Bakara: 43) âyetinde böyle bir mânâda kullanılmıştır. Çünkü bizden önceki
milletlerin namazlarında rükû' yoktu. Rüku* bu ümmetin özelliklerindendir. «O,
rükû ederek secdeye kapandı» (Sad: 24) âyetinde de böyledir. «Onlara rükû
ediniz, denildiğinde rükû etmezler» (El-Murselat: 48) âyetinde de namaz kılmak
mânâsına gelmiştir. Bu âyette rükû' şer'i mânâsına yorumlamamak, zekâtı
tasad-duk mânâsına hamletmekten daha uzak değildir. Oysa İmamiler (Şiâ) in
iddiasına göre, zekâtın tasadduk mânâsında olması lâzım geliyor.
Ehli sünnetten
bazıları, rükü'u, şer'i mânâya hamletmek, cümleyi «Ye'tune»nin failine hal
yapmak «Namazı ikame ederler» cümlesinin mefhumunda açık bir kusurun olmasını
gerektirir. Zira namazda medih ve fazilet, kendisine özgü olmayan hareketlerden
hali olmasıdır. İsterse o hareketler az, isterse çok olsun. Fark yoktur. Ancak
az ile çoğun arasındaki fark şudur: «Çok hareket, namazı iptal eder, az İptal
etmez. Fakat mânâsında bir kusuru elbette meydana getirir. Öyleyse Cenab-ı
Hakkın kelâmını buna hamletmek caiz ve uygun değildir» demiştir.
Kulağıma geldiğine
göre îbnul Cevzi'den sorulmuştur: «Hz. Ali namazda iken ve namaz onu başka
şeylere iltifat etmekten meşgul edici olduğunda şüphe olmadığına göre, nasıl yüzüğünü sadaka
vermiştir? Îbnul-Cevzi şu şiirle cevab verdi:
«İçer, içirir.
Sarhoşluğu onu dosttan meşgul etmez. Halktan da meşgul olmaz. Sarhoşluğu ona
itaat eder. Öyle ki ayıkların fiilini yapar. İşte bu insanlardan birisidir.»
Şeyh İbrahim el Kürdi
(K.S.), İstidlalin aslına şu cevabı vermiştir: Delil, cidalin mahalli olmayajı
bir yerde kaim olmuştur. Bu da, Hz. Ali (K.V.) Resûlüllah'tan sonra imamdır.
Çünkü Şia gurubunun iddiasına göre, iman edenlerin velayeti hitab zamanında
kastedilmez. Çünkü o zaman peygamberlik zamanıdır. İmamet Peygamberliğin
na-ibliğidir. Ancak Resulü Ekrem'in ahirete intikalinden sonra düşünülebilir.
Hitabın zamanı murat olmadığına göre, farz oldu ki, intikal zamanından sonraki
zaman kasdedilsin. Burada gecikmenin herhangi fö bir hududu yoktur. Öyleyse bu,
Hz. Ali'ye nisbeten üç halifenin, zama-<B nından sonra olsun. Böylece Şia
gurubunun iddiası tutmadı. Acaiblerdendir ki «İzhar-ul Hak'k'm sahibi kendi
iddiasına göre, istidlalin tashihinde çalışması en yüksek zirveye vardığı
halde, ilk ço-M cuğu ölen ve matemli kadını dahi güldürecek birşey getirmiştir.
Ölülerin dahi işitmesinden korktuğu birşey. Zira diyor ki, «Allah'ın ve \-
Resulü'nün muhabbetini emretmek şüphesiz ki ancak vûcub tarikiyle g olur.
Ayette bahsi geçen sıfatlarla nitelenmiş müslümanlann muhab-tf£ betini ve
onlann velayetini emretmek de böyledir. Çünkü hüküm bir fö tek kelamdadır.
Öyleyse, bu hükmün yeri müttehit! veya müteaddid gt veya müteatif,
(birbirlerine atfedilmiş) olsun mümkün değildir ki, Jç böyle bir hükmün bir
kısmı vacib bir kısmı mendub olsun. Aksi tak-% dirde lafzı iki mânâda kullanmak
gerekir. Madem ki, o müminlerin 5g muhabbeti ve velayetleri Allah ve Resulünün
muhabbetleri gibi vacib oldu, onlardan bütün müslümanlar ve bütün imamlar (yani
devlet başkanları) kastedilemez. Çünkü kastedilmeleri içici söylenen sifatlara
sahib olmaları gerekir. Çünkü onların herbirini sevmek ve dost edinmek için
müslümanlann araştırmaları mümkün olamaz. Bir de müminlerin düşmanlığı
sebeblerden birisiyle mubah hatta farz olabilir. Öyleyse müminlerden
bazılarının kastedilmesi farzdır. O da Hz. Ali (K.V.) dir.» İzhanıl-Hakk
sahibinin sözü bitti.
Ona cevap olarak deriz
ki; mukaddimeleri teslim etmekle beraber delil ile muddea arasındaki telazüm
(birbirini istemek) nerede? Mutlaktan Hz. Ali'yi nasıl tayin ettin? Bu
neticeyi nasıl ortaya çıkardın. Bir de az bir düşünceye sahib olan bir kimseye
gizli değildir ki, iman yönünden müminleri dost edinmek kayıtsız, cihetsiz ve
genel bir emirdir. Hakikatta onlann imanının dost edinilmesine dönüşür.
Herhangi bir sebebten Ötürü müminden buğuz etmek burada bir zarar vermez. Acaba
şu gelen âyete ne diyeceklerdir? «Mümin erkekler ve mümin kadınlar (var ya)
onlann bazısı diğerinin velisidir.» (Et-Tevbe: 7). Yine kafirlerin
düşmanlıklarına dair ne cevab verecektir? Orada durum nasıl olur? Halbuki
kâfirler müslümanlardan kat kat daha fazladırlar. Madem ki icmali mülahaza,
(genel düşünce), burada kâfi gelir, öyleyse müslümanlann muhabbetinde de
icmali düşünce kafi gelsin. Hem
biliyorsun ki, çoğun
bile vahdet (birlik) unvanıyla mülahaza edilmesi mümkün olduğu gibi vukuunda
şüphe yoktur. «vazi» ilmine müracaat etmek, insanı bu hakikata vardırır.
Mahzurlu olan üç muvalatı-nın (dostluğun), yani Allah'ın, Resulünün ve
müminlerin muvalatı (dostluğunun) bir mertebede olmasıdır. , Eğer bu mahzurlu
değilse, öbürü de mahzurlu değildir. Çünkü birincisi (Allah'ın muvalatı) asıldır,
ikincisi (Resûlünki) tabi'dir, üçüncüsü (Müminlerinki), tabi'in tabi'dir.
Böylece Mahmul (Allah, Resul ve Müminler) değişiktir. Öyleyse mevzu (Muvalat
kendisine hamledilen) da, bunun gibidir. Zira muvalat, şüpheli arizler gibidir
ve genel emirlerdendir. «Vav» harfiyle atıf ise, cihette değil, hükümde ortak
olmayı gerektirir. Hariçde var olan, vacib, cevher ve arazdır. Halbuki
herbirisine varlık nisbetinin ciheti değişiktir. (Birisi vacib varlıktır,
birisi cevher, birisi de araz varlığıdır) . İşte bu, Cenab-ı Hakkın şu
âyetinin mânâsıdır:
«De ki: Bu benim yolu
m d ur. Ben basiret üzerine Allah'a çağırıyorum. Ben ve bana tâbi olan
böyleyiz.» (Yusuf: 108). Halbuki, Allah'a çağırmak Resûlüllah'ın boynunda
Vacibdir. Başkasının boynunda mendubtur. Bunun için «usul» âlimleri «Nazımdaki
Kur an, hükümdeki Kur'an'ı gerektirmez» demişlerdir. Bu tür istidlali merdut
mesleklerden saymışlardır. Sonra o, «innema» kelimesini, gereği olmakla
beraber tereddüdün vuku yoktur hadisesine şu cevabı vermiştir:
«Ehli sünnetin rivayet
ettikleri bazı hadislerinden anlaşılıyor ki, bazı sahabeler, Resulü-Ekrem'den
halife tayin etmesini istediler. Zira Tirmizi, Huzeyfe'den:
«Sahabeler: Ey
Allah'ın Resulü! Keşke (kendinden sonra) halife olanı tayin etsen» diye temennide
bulundular. Resûlüllah cevab olarak:
«Eğer size halife
tayin ettiğim halde siz ona isyan ederseniz, hemen azaba duçar olursunuz.
Fakat Huzeyfe, size ne söylerse onu tasdik ediniz. Abdullah size neyi okursa
onu okuyunuz.» buyurduğunu rivayet etti...
Yine Resûlüllah'tan
istifsar ettiler:
«Senden sonra imam
(devlet başkanı) kim olacaktır?»
Ahmed, Hz. Ali'den
rivayet ediyor: Hz. Ali:
«Ey Allah'ın Resulü!
Senden sonra kimi emir yapalım?»
Cenab-ı Peygamber:
«Eğer Ebu-Bekir'i emir
yaparsanız, onu (her yerde), emin, dünyada zahid, ve ahireti isteyici olarak
göreceksiniz. Eğer Ömer'i emir yaparsanız onu kuvvetli, emin, Allah hususunda
hiçbir kmayıcımn kınamasından korkmaz göreceksiniz. Eğer Ali'yi emir
yaparsanız (ki bunu yapacağınızı da zannetmiyorum) onu hidayet edici, hidayet
olunmuş, sizi dosdoğru yola tutup götüren olarak göreceksiniz.»
Resûlüllah'tan bu
taleb ve istifsarın her birisi âyet nazil olduğu zaman Resûlüllah'ın, huzurunda
tereddüdün vukuunu iktiza ederler. Öyleyse «İnnema»run medlulü iptal olunmadı.»
Bu hususta deriz ki,
sual ve istifsarın mücerredi bu tereddüdün vukuunu gerektirmez. Eğer onlar
istişare ettikten ve bu hususta Resûlüllah'tan suallerinin cevabım aldıktan
sonra birbirleriyle münakaşa etselerdi o vakit «innema»nm medlulü tahakkuk
ederdi. Halbuki bu olmamıştır. Öyle ise, o da olmamıştır. Sadece sormak ve
istifsar etmek, «innema»yi iktiza etmez. Ve «İnnema»mn makamlarından da
değildir. Belki «İNNE»nin makamlarmdandır. İkisinin arasındaki fark sabah ile
gecenin arasındaki fark gibi apaçıktır. Bir de eğer tereddüdün varlığını kabul
edersek acaba tereddüdün âyetten sonra veya âyetten önce olduğu nerden
biliniyor? Ayetle bitişik veya âyetten ayrı olduğu nerden anlaşıldı? Nüzule
sebeb olduğu veya ittifakan olmuş olduğu nerden bilinecektir?
Bir de bu âyetten
öncelik meselesi, âyetle bitişik veya sebebiyet meseleleri ispat edilmelidir.
Bu ispat nerden yapılacaktır? İhtimaller ise, dinlenilmez ve istidlal de kâfi
değildir.
Bütün bunlardan sonra
yukarıda bahsi geçen ikinci hadis, açıkça innema'dan anlaşılan hasra ters
düşer. Çünkü Resulü-Ekrem, hilâfete müstahak olan kimdir sualin cevabında Hz.
Ebu Bekir'le Hz. Ömer'i zikretmiştir. Öyle ise eğer âyet mutekeddim ise, o
vakit ya Resûlüllah'ın Kur'an'a veya Kur'an'm Resûlüllah'a muhalefeti lâzım
gelir. Bu takdirde (Haşa) tekzip lâzım gelir!..
Takrir olunduğuna
binaen haberlerde nesh de makul değildir. Bununla beraber herbirinin diğerine
tekaddumu meçhuldür. Öyleyse bununla amel etmek sakıt oldu.
Eğer deseler ki,
«Bahsi geçen hadis haberi vahid'dir. İmamet hususunda Haberi vahid ile
istidlal makbul değildir.»
Cevab olarak deriz ki:
«Tereddüt ve âyete yapışmak için temel teşkil eden münazaa hususunda da Haberi
vahid ile istidlal etmek makbul değildir». Birinci hadis, Halife tayininin terki
ıslah olunduğundan-Peygamber terketmiştir. Nitekim iddialarına göre âyet te
bunu anlatır. Bundan dolayı da terketmiştir. Halbuki onlar bunu caiz görmüyorlar.
Bu hususta düşün. Et-Tıbrisi, «Mecmaul Beyan» da «İzhar ul-Hakk»m zikrettiği
vecihten başka bir vecih zikretmiştir: «Burada velayet özeldir. Şöyle ki:
Cenab-ı Hak «Sizin veliniz ancak Allah'tır» deyince Peygamber de dahil, bütün
müminler muhatab olmuşlardır. «Ancak Allah'ın Resûlü'dür» demekle Peygamber
çıkmış, diğer müminler kalmışlar. Ne zaman ki, «iman edenlerdir» deyince
bilindi ki, bu âyete muhatab olanlar veli olanın gayriyidirler. Aksi takdirde
lâ-zımgelir ki muzaf, muzafiileyhin aynısı olsun. Ve lâzım gelir ki, müminlerin
herbirisi nefsinin velisi olsun. Bu ise, muhaldir.» (Et-Tıbrisî-nin kelâmı
bitti).
Malumdur ki burada
ancak müminlerin bazısının diğerine veli olması kastedilmiştir. Her birisinin
nefsinin velisi olması kastedilmiş değildir. Acaba, «Ey kısanlar, sakın halkın
gıybetini etmeyiniz.» sözünden insanların herbirisini nefsini gıybet etmekten
nehyettiğin anlaşılmıyor mu?
Haberde varid
olmuştur: «Halkın oruç tuttuğu gün oruç tutunuz.»
Hiç şüphe yoktur ki,
bu, herkese, halkın oruç tuttuğu günde oruç tutmak emridir. Sen oruç tuttuğun
gün oruç tut demek değildir. Bunun benzeri arab kelâmında pek çoktur. Bizim
daha Önce nüzul sebebi hakkında söylediklerimiz açıkdır ki, bu âyette muhatab
İbni Selâm ve arkadaşlarıdır. Eğer muhatab onlar olursa, bu demek değildir ki,
âyeti celîle sadece bunlar için nazil olmuştur. Her halu-kârda âyet
İma-milerin zannedip iddia ettikleri gibi özel olarak Hz. Ali'nin imametine
delil değildir. Bu durum, zihnini asabiyet tozundan korumuş herkese apaçık
görünmektedir.
[15]
(55) «Sizin
veliniz, (dostunuz) ancak Allah, onun Resulü ve iman edenlerdir...»
Bu âyetin tefsiri:
Velilik esasda
Allah'ın vazifesidir diye delâlet etmesi için bu âyeti . celîlede, «veli»
kelimesi mufred (tekil) olarak zikredilmiştir. Çoğulu olan «evliya» kelimesi
kullanılmamıştır. Velilik vazifesi Resûlüllah'a ve Resûlüllah'tan sonra gelen
idareci müminlere tebaiyyet yoluyla verilmiştir.
(55)
«Müminlerin velisi olan müminler, namazı kılarlar, zekâtı verirler.»
İbni Abbas: «Bu âyeti
celîle Übbade bin Samit'in hakkında nazil oldu. Übbade, Yahudilerin
dostluğundan teberri etti: Ben Yahudilerin dostluğundan Allah'a, onun Resulüne
ve müminlere (onların dostluğuna) dönüyorum. Yani onların veliliğini,
dostluğunu tercih ve ihtiyar ediyorum, dedi.»
Cabir bin Abdullah: Bu
âyet Abdullah bin Selâm hakkında nazil olmuştur. Bu zat, Resûlüllah'a geldi:
«Ey Allah'ın Resulü!
Bizim kavmimiz Beni-Kurayza ve Beni-Nar dir İslama girdiğimiz için artık
bizimle konuşmuyorlar. Bizden ayrıldılar ve bizimle oturmamaya yemin ettiler»
diye şikâyette bulununca bu âyet o zaman nazil oldu. Bunun üzerine Allah'ın
Resulü, bu âyeti Abdullah bin Selâm'a okudu. Abdullah b. Selâm:
«Biz Allah'a Rab,
Resulüne Peygamber, müminlere dostlar olarak razı olduk» dedi.
Bazı tefsir âlimlerine
göre; âyet geneldir. Bütün müminler hakkında nazil olmuştur. Çünkü müminlerin
bazısı diğerinin velisidir. O halde, «O, müminler ki namazı kılarlar, o
müminler ki, rükû ettikleri halde zekâtı verirler» âyeti celîlesi bütün
müminlerin sıfatıdır, Bu sıfatların zikredilmesinden maksad, müminleri
münafıklardan ayırd etmektir. Çünkü münafıklar mümin olduklarım iddia ederler.
Ancak onlar namazı kılmaya ve zekâtı vermeye devam etmezler. Böylece Cenab-ı
Hak, müminleri namazın rükû ve secdesini vakitlerinde tamamlayarak edâ ederler,
zekâtını verirler diye vasıflandırdı.
(56) «Kim ki Allah'ı, Allah'ın Resulünü ve îman edenleri veli (dost) edinirse...» Yani Allah'a taat,
Peygambere ve müminlere yardım ederse, bilsin, kesinlikle Allah'ın gurubu,
gâlib gelecektir.»
îbni Abbas, bu âyetin
tefsirinde «Müminler ibaresinden Muhacir, Ensar ve onlardan sonra gelenler
kastedilir» demiştir.
Niçin bunlar mutlaka
galib olacaklar? Çünkü Cenab-ı Hak düşmanlarına karşı bunlara yardım edeceğini
vaadetmiştir. «Eğer siz Allah'a yardım ederseniz, (yani dininin vazifelerini
yerine getirirseniz) o size yardım edecektir.» (Muhammed: 7) demiştir. Ayeti
kerîmede «hizib» kelimesi geçiyor. Hizbin lügat mânâsı, kişinin fikrinde olan
arkadaşlar (in topluluğu) demektir. O kimseler ki, kişiyi ilgilendiren mühim
bir işte beraberinde olurlar. Bugünkü türkçemizde «Partisi», «Gurubu» ve «Fırkası»
şeklinde tefsir edilebilir.
(57) «Ey
iman edenler! Sakın, sizden Önce kendilerine kitab verilenlerden...» Bu âyetin
tefsiri:
İbni Abbas: Bu âyeti
celîle Rifaa bin Zeyd bin Tabut ve Suveyp bin Hars hakkında nazil olmuştur,
diyor. Bunlar zahirde imanı kabul ettikleri halde sonradan münafıklık yaptılar.
Müminlerden bazı kişiler bilmiyerek bunlarla dostluk kuruyorlardı. Cenab-ı
Hak, bu âyeti indirmek suretiyle müminleri onların dostluğundan sakındırdı.
(57)
«Dininizi alay ve oyuncak edinenler» tabirinden maksad, dilleriyle İslâmı
zahirde kabul etmelerine rağmen iç âlemlerinde küfrü gizlerler, demektir. Dini
alaya almaları ve oyuncak yapmaları, onlardan buğzetmenin nedenidir. Durumu
böyle olan bir kimseyi, dost edinmekten daha fazla düşman edinmek daha
uygundur. Hernekadar ehli kitab ta kâfirlerden ise fakat bu âyeti celîlede
kâfir ile ehli kitabın ayır-dedilmesinin nedeni; müşriklerin (putlara
tapanların) küfrünün, ehli kitabın küfründen daha galiz ve daha fahiş
olduğudur. Ayetin mânâsı: Kitab ehli ve kâfirler, sizin dinînizi alay ve
maskaralık konusu yapmaktadırlar. Binaenaleyh onları kendinize dost ve yardımcı
edinmeye kalkışmayınız. Çünkü onlar size gerçekten dost ve yardımcı olamazlar.
(57) «Eğer
gerçekten mümin iseniz, Allah'tan sakınınız.»
Bu âyetin tefsiri:
Allah'dan sakınmak,
onun azabından sakınmak demektir. Çünkü mümin Allah'ın düşmanlarını dost
edinmekten sakınır.
[16]
(58)
Namaza
çağırdığınız zaman, namazınızı alay ve oyuncak edinirler. Bu hareketleri, akıl
erdirmeyen bir kavim ol (İlıklarından dır.»
(59)
(Ey
Habibim!) De ki: Ey kitab ehli, ancak Allah'a, bize indirilene ve (bizden) önce
indirilene İman ettiğimiz ve çoğunuzun fâ-sıklar olmanız nedeniyle mi bizden
intikam almaya yelteniyorsunuz?»
(60)
(Ey
Habibim!) De ki: Allah katında cezaları daha kötü olanı size haber vereyim mi?
O kimsedir ki, Allah ona lanet ve gazab etmiştir. Onlardan maymun ve domuzlar
kılmıştır. Ve onlar tağuta (buzağıya) kulluk yapmışlardır. İşte onlar yer
bakımından en şerir (ve fenâ)dırlar. Doğru yoldan sapmak yönünden en
sapıktırlar.»
(61)
Size
geldiklerinde «Biz iman ettik» derler. Halbuki nasıl kâfir olarak girdi iseler,
yine Öyle kâfir olarak çıktılar. Allah onların gizlediklerini daha iyi bilir.»
(62)
Onlardan
birçok kimseleri görürsün ki, günaha, saldırganlığa ve haram yemelerine
koşarlar. Onların yaptığı ne çirkindir?»
(63)
Âbidleri ve âlimleri onlan yalan söz söylemekten ve haram yemekten menetmeli
değil miydi? O âbid ve âlimlerin bu umursamazlıkları ne çirkindir?))
(64)
Yahudiler 'Allah'ın eli bağlıdır dediler. Onların elleri bağlandı. (Tutulsun)
ve dediklerinden ötürü lanetlendiler. Belki Allah'ın iki eli de açıktır.
Dilediği gibi infak eder. Kesinlikle Rabbinin katandan sana inen onların
çoğunu tuğyan ve küfür yönünden (azdırarak) artırır. Aralarında kıyamete kadar
düşmanlık ve buğzu attık. Onlar ne zaman ki savaş ateşini yakmak isterlerse,
Allah, o, ateşi söndürür. Yeryüzünde fesat çıkarmak için çalışırlar. Halbuki
Allah fesathk çıkaranları sevmez.»
[17]
(58) «Namaza
çağırdığınız zaman onu alay ve oyuncak edinirler...»
Bu âyetin tefsiri:
Yani namazı oyuncak ve
alay edinirler veya namazın çağrısı olan ezanı... Bu âyeti celîlede, ezanın
namaz için meşru olduğu delili vardır. Rivayete göre Medine'de bir Hıristiyan
vardı. Ezanı dinlediği ve müezzin «Eşhedü enne Muhammeder-ResûlüUah» dediği
zaman, o, Hıristiyan: «Cenab-ı Hak yalancıyı yaksın mı?» diye beddua ederdi.
Bu Hıristiyanm hizmetkârı bir gece ateşi içeri getirdi. Hıristiyan aile efradıyla
uyuyordu. O ateşten kıvılcımlar sıçrayıp hem haneyi, hem de onu ve
çoluk-çocuğunu yaktı.
Tefsir âlimi «El
Kelbi»; Resûlüllah'ın müezzini namaza çağırdığı (ezan okuduğu) zaman,
müslümanlar namaza gitmek üzere hazırlanıyorlardı. Bu manzarayı gören
Yahudiler, «Onlar kalktılar, kalkmasınlar, 'Namaz' kılıyorlar, kılmasınlar))
derler ve istihza ederek güler lerdi. İşte Cenab-ı Hak bu âyeti o, hususta
nazil etti» dedi.
Tefsir âlimi Es-Süddi:
— Bu âyet Medine'de
bulunan bir Hıristiyan hakkında nazil oldu. Daha önce söylediğimiz gibi müezzin
«ve Eşhedü enne Muhammeder-Resûlüllah» dediğinde, o, «Allah yalancıyı yaksın»
diyordu. Hizmetkârı bir gece ateş getirdi. O aile efradıyla uyuyordu. Ateşten
sıçrayan kıvılcımlar, evini, onu ve aile efradını yaktı.» diyor.
Bazı tefsirciler;
kâfirler ve münafıklar, ezam işittikleri zaman kıskanıyorlardı. Resûlüllah'a
gelip:
— Ey Muhammedî Benzeri daha önce işitilmemiş bir
şey icad ettin. Eğer peygamberlik iddia ediyorsan, daha önceki peygamberlere
bununla muhalefet etmiş oluyorsun. Eğer bu getirdiğin ezanda hayır olsaydı,
diğer peygamberler bunu diğer insanlardan daha iyi kavrarlar ve bu onlara daha
uyardı. Devenin bağırması gibi bir bağırma nerden sana geldi? Bu ses ne
çirkindir? Bu durum ne can sıkıcı ve a'sab bozucudur?» dediler. Ezan sesinden
rahatsız olduklarını ifade ettiler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak şu âyeti
indirdi:
«Acaba Allah'a
çağırandan, söz yönünden daha güzel kim olabilir?» (Fussilet: 33). Ve bir de
«Siz namaza çağırdığınız zaman onlar namazı alay ve oyuncak edinirler» âyeti
nazil oldu. Onların böyle yapmaları akılsızlıklarından gelmektedir diyor
Kur'an-ı Kerim. Yani on- jj| larm namazı veya çağrıyı (ezanı) alay konusu
yapmaları, sefih, cahil ve akılsızların işidir. Onlar da, böylece akılsız
olduklarını itiraf etmiş olurlar.
Asrımızın tefsir âlimi
el-Alusî; bu âyeti celîlede ezanın sadece rüya görmekle değil âyetle sabit
oluşunun delili vardır. Fakat çağırdığınız zaman» tâbiri ezana delâlet etmez
diye itiraz edilmiştir. Ancak bu, ezan sabit olduktan sonra varid olmuş ise,
ona işaret ve onu takrir etmek demektir.» dedi.
El Kesifin sahibi özet
olarak şunları söylüyor:
«Namaz çağrısını alaya
almak, kötülüklerdendir. Çünkü bu çağrı S İslâm sisteminin bilinen
durumlarından birisidir. Bu cihetiyle bu âyet delâlet eder ki, onların (eshab-ı
kiramın) o devirde üzerinde bulundukları çağrı, Cenab-ı Allah tarafından meşru
kılınmış bir haktır. Öyleyse «ezan» başlangıçta sünnetle (yani Abdullah bin
Zeyd el-Ensa-ri'nin uzun hadisiyle) sonra nassla (takrir ve te'kid edilmiş ve)
sabit olmuştur» demelerinden maksad, budur. Ezanın sabit olması Peygamberin
Medine'ye ilk gelişinde oldu. Maide sûresi de Kur'an'm en son inen süresidir
yani on sene sonra nazil olmuştur, diye itiraz edilemez. Zira nassla sabit
olmak âyetin gelip sünnetin getirdiği hükmü takrir etmesi demektir.»
Alimler, hicretten
önce Mekke'de ezan yoktu. Orada namaza «Esselatu camiatun» diye çağrılıyordu.
Resûlü-Ekrem Medine'ye hicret ettikten ve kıble de Kabe'ye dönüştükten sonra
Ezanı emretti. «Esselatu Camiatun» Bayram namazları gibi arada bir peydan olan
durumlar için bırakıldı. Ezanın emri, Resulü Ekrem'i pek fazla meşgul ediyordu.
Cenab-ı Hak, ezan'ı Abdullah bin Zeyd'e, Ömer bin Hattab ve Ebu Bekir Sıddik'e
rüyada gösterinceye kadar bu durum devam etti. Resûlüllah İsrâ gecesinde gökte
Ezanı işîtmişti. Abdullah bin Zeyd el Hazreci el Ensari ile Ömer bin
Hattab'ın Ezan hakkındaki rüyaları ise, meşhurdur:
Abdullah bin Zeyd bir
gece yansı Resûlüllah'm kapısını çalarak haber verdi. Hz. Ömer ise, sabahleyin
Resûlüllah'a haber veririm, diye rüyasını söylemeyi sabaha erteledi. Bunun
üzerine Resûlüllah Bilâl'e emir verdi. Bilâl bugün dahi müminlerin okuduğu
ezanı okudu. Ancak Bilâl sabah namazında «Esselatu hayrım minennevm» (Namaz
uykudan daha hayırlıdır) ibaresini ekledi- Resûlüllah da bunu kabul ve ikrar
etti. Fakat bu, Ensarlı Abdullah'ın rüyasında yoktu. İbni Saad, îbni Ömer'den
bunu rivayet etti.
Ed-Darekutni;
«Ebu-Bekir Sıddik (R.A.) Ezan rüyasını gördü ve Resûlüllah'a bunu haber verdi.
Resûlüllah daha Ensari gelmeden önce Bilâl'e ezanı emretti.» dedi. Bakınız,
«Ei-Medic» veya (El-Mudeye) adlı kitabına. Bu kitab, Peygamberin Ebu Bekir'den
naklettiği ve Ebu Bekir'in Peygamberden naklettiği hadisi hususunda yazılmış
bir ki-tabdır.
[18]
Alimler, ezan ve
kamet'in vacip olması hususunda ihtilâf etmişlerdir: İmam Malik ve talebeleri:
«Ezan mescidlerde cemaatler için vacibtir» buyurdular. Malik Muvatta'mda bunu
nass (kesin) olarak belirtmiştir. Maliki âlimleri ise, bu konuda iki kısma
ayrılmıştır: a) Bir kısmına göre, vacib değildir, sünneti müekkededir. Fakat
kifayet yoluyla şehirlerde ve şehirimsi olan köylerde okunması vacibtir. b) Bazıları
da, farzı kifayedir, dediler. İmam Şafiî ve arkadaşları da böyle ihtilâf
ettiler.
Et-Taberi, Malik'ten
rivayet ediyor: «Bir memleketin insanları Ezam kasten terkederlerse, namazı
iade etmeleri lâzımdır.»
Ebu Ömer, «Ezanın, bir
memleketin genelinde okunmasının farz olduğunda, ihtilâf edildiğini bilmiyorum,
çünkü Ezan, «Darul-îslâm» la «Darul-küfrü» ayırdeden alâmeti farikadır. Yani
bir İslâm memleketinde Ezan okunursa, orası Darul-İslâmdır, okunmazsa Darul
küfürdür.
Resulü Ekrem (S.A.V.)
bir askerî birliği vazifeye gönderdiği zaman, onlara «Ezanı duyduğunuz zaman,
savaşmaktan ellerinizi tutunuz. Ezanı dinlemediğiniz zaman, hücum ediniz» diye
emir veriyordu.
Sahihi Müslim'de
«Resulü Ekrem:
Şafak sökmek üzere
iken hücuma hazırlanıyordu. Eğer Ezanı dinlerse, dururdu. Aksi takdirde hücum
yapardı» denilmektedir.
Ata, Mucahid, Evzai ve
Davud, «Ezan farzdır» dediler. «Farz-ı Ki-fayedir» demediler. Et-Taberi, «Ezan
sünnettir, vacib değildim dedi. Eşhep, İmam Malik'ten naklen diyor ki: «Misafir
kasten ezanı terke-derse, namazını iade etmesi lâzımgelir.»
Kûfe'li âlimler
misafirin Ezansız ve Kametsiz namaz kılmasını mekruh görmüşlerdir.
Şehirde bulunan bir
kimsenin tek basma namaz kıldığında okuması müstehabtır. Eğer umumi Ezanla
kifayet ederse, yeterlidir. Es-Sevri, «Seferde kamet Ezanın yerine geçer.
İsterse hem ezan okur, hem de kamet edersin» dedi. Ahmet İbni Hanbel: «Malik
bin Huveylis'ten gelen hadise göre misafir Ezan okumalıdır» dedi. Davut, «Her
misafire, ve beraberindekilere ikamet ettiği yerde Ezan okumak farzdır. Zira
Resulü Ekrem, Malik bin Huveyıis ve arkadaşlarına:
«Siz, bir seferde
olduğunuz zaman, Ezan okuyunuz, kamet getiri-niz. Sizin en büyüğünüz size
imamlık yapsın» buyurmuştur» dedi. Hadisi Buharı tahriç etmiştir.
[19]
Malik, Şafiî ve
arkadaşları, Ezanın çift çift, kametin tek tek olduğunda ittifak etmişlerdir.
Ancak İmam Şafiî ilk tekbiri dört defa getiriyor. Çünkü Resûlüllah'm Müezzini
Semurre bin Mui'r Ebu Mah-zere'nin hadisinde sıkkaların (güvenilir hadise
ilerin) rivayetinden bu tarzda hıfzedilmiştir. Bir de Abdullah bin Zeyd'in
hadisinde bu vardır. İmam Şafii «Bu bir fazlalıktır. Kabul edilmesi farzdır.
Zira Mek-ke'liler tâ benim zamanıma kadar Âl-i Ebu Mahzure'den bu şekilde ezan
okumayı öğrenip devam ettiriyorlardı» dedi.
îmam Şafiî'nin
arkadaşları «Şu anda da- Miekke'lilerin yanında Ezan böyledir» dediler.
İmam Malik'in görüşü de
Ebu-Mahzere'nin ezanı hakkında varid olan sahih hadislerde mevcuttur. Abdullah
bin Zeyd'in Ezanı hakkında gelen hadislerde.de mevcuttur. Malikilerin
nezdinde, Medine'de amel Âl-i Sad ul kurezfnin içinde bu şekilde ta İmam
Malik'in zamanına kadar devam edip gelmiştir. İmam Malik ile Şafü Ezandaki
ter-ci'de yani gizlice
(Eşhedüenlâilaheillallah, eşhedüenlâilâhe illallah, Eşhedu enne
Muhammeder-Resûlüllah, eşhedü erme Muhamme-der-Resûlüllah) deyip sonra açıkça
bunu söylemekte ittifak etmişlerdir. Evvelâ gizli, sonra sesini yükselterek ve
uzatarak açık söyleyecektir. İmam Malik ile İmam Şafiî'nin «Kad kametusselatu»
(Namaz başladı) da ancak ihtilâfları vardır. îmam Malik: «Bir defa
«Katkame-tussalatu» der geçer.» dedi. İmam Şafii «iki defa denilecektir» diyor.
Ekseri ulema İmam Şafiî'nin görüşündedir. Eserler böyle gelmiştir.
Ebu Hanife ve
arkadaşları, Es-Sevri ve Hasan bin Huyey, «Ezan ve kamet hepsi musanna yani
mükerrerdirler» derler. Onların katında Ezanın da kametin de başındaki tekbir
(Allahu Ekber) dört defa denilir. Terci' ise Ezanda yoktur. Onların bu
husustaki delilleri Abdur-rahman bin Ebi Leyla'nın hadisidir:
Bize Resûlüllah'ın
eshabı söyledi. Abdullah bin Zeyd Resûlüllah'a geldi:
— Ey Allah'ın Resulü!
Rüyamda gördüm ki, bir kişi kalktı. Onun sırtında iki yeşil kürk vardı. Bir
duvarın temelinin üzerine çıktı. İkişer ikişer Ezan ve yine ikişer ikişer
kamet getirdi. Aralarında oturdu.» dedi. Bilâl bunu dinledi. Kalktı. İkişer
ikişer defa kelimeleri okuyarak Ezanı bitirdi. Biraz oturduktan sonra kalktı,
ikişer ikişer söylemek suretiyle kamet getirdi.»
A'mes ve başkası Amr
bin Mürre bin Ebi-Leyla'dan rivayet etmişlerdir.
Bu görüş, Irak'ta
bulunan tabiin ve fâkihler gurubunun görüşüdür. Ebu-İshak es Sebi'i, «Ali ve
Abdullah bin Mesud'un arkadaşları Ezan ve kameti çift çift getirirlerdi.» Bu da
Kûfe'lilerin Ezanıdır. Kû-fe'de Ezan nesilden nesile bu şekilde devam etmiş
gelmiştir. Nitekim Hicaz'lılar da ezanlannı miras olarak nesilden nesile
nakledip devam ettirmişlerdir. Hlcazlılann ezanı, Mekke'lilerinki gibi tekbir
dört defa getirildikten sonra bir defa «Eşhedü enlâilâhe illallah ve Eşhedü
erme Muhammeder-Resûlüllah'tan sonra bir defa «Hayye alelsalâh», bir defa
«Hayyealel felah» getirilir. Sonra müezzin sesini uzatarak
«Eşhe-duellailaheillallah» der. Sonuna kadar Ezanın tamamını ikişer ikişer
(yeniliyerek) okur.
Ebu Amr, Ahrned
binHanbel, İshak bin Rahveyh, Davud bin Ali ve Muhammed bin Cerir et Taberi,
«Bütün bu şekillerde Ezan okumanın caiz olduğunu savunmuşlar ve bu tarzların
hepsinde kişi muhayyerdir. Hangi tarzda isterse o tarzda okur. Zira hepsi
mubahtır. Çünkü Allah'ın Resûlü'nden hepsi varid olmuştur. Eshabı kiram bütün
bu şekilleri işlemiştir. İsteyen iki defa Allahu Ekber der, isteyen dört defa
der. İsteyen ezanda terc'i yapar (yani önceki gizlice «Eşheduella-ilaheillaUah
eşhedü enne Muhammeder-Resûlüllah» der sonra açık sesle söyler. İsterse terci'
yapmaz. İsterse kameti ikişer ikişer getirir, isterse tek tek getirir. Ancak
kadkametussala kelimesini ikişer ikişer getirmek lâzımdır» diyorlar.[20]
Sabah namazında tasvib,
yani müezzinin «Essalatu hayran mi-nennevmi-» demesi hususunda ihtilâf vardır.
İmam Malik, Es-Sevri, ve Leys, «Müezzin sabah namazında «Hayyealel Felah»tan
sonra «Essala-tuhayrun minennevmi» tâbirini iki defa söyleyecektir, diyor.
Şafiî Irak'dayken kavlikadimde bunu savunmuştur. Mısır'da, kavli cedidde bunu
savunmamaktadır. Ebu Hanife ve talebeleri «Müezzin Ezam bitirdikten sonra
dilerse Esselatuhayrunminennevm diyecektir.» Yine, Ebu Hanife ve talebelerinden
bunu Ezanın içinde söyleyecektir diye de rivayet edilmiştir. Ve icraat İmam
Azam'ın bu ikinci rivayeti üzerinde bizim asrımıza (1405 Hicri - 1985 Milâdi)
kadar devam edegelmiştir.
Ebu-Ömer, «Ebu-Mahzure
hadisinde rivayet edildi ki, Resûlüllah, Ebi Mahzure'ye «Sabah ezanında
Essalatu hayran minennevmi'yi söyle» diye emir verdi.
Yine ondan rivayet
ediliyor, Abdullah bin Zeyd'in hadisinde böyle dedi.
Enes'ten rivayet
ediliyor: «Sabah namazında Esselatu hayran minennevmi demek, sünnettir.»
İbni Ömer'in de bunu
söylediği rivayet edildi. İmam Malik, Muvatta'da:
«Benim kulağıma geldi
ki, müezzin Hz. Ömer'in yanına geldi. Sabah vaktinin geldiğini ona haber
vermek istiyordu. Baktı ki Ömer uyuyor. «Esselatu hayrım minen nevm (namaz
uykudan hayırlıdır)» dedi. Uyuyan Hz. Ömer, müezzine; «Bunu sabah namazında
söyle.» diye emretti, sözüne gelince, bilmem ki bu delil olacak ve sıhhati
bilinecek bir yönden Hz. Ömer'den rivayet edilmiş midir, edilmemiş midir? Ancak
İbni Ebi Şeybe Abde bin Süleyman'dan Hişam bin Urve'den o da İsmail adlı bir
zattan rivayet etti:
«Müezzin Hz. Ömer'e
sabah namazını haber vermek üzere geldi. Ve «Esselatu hayran minennevm - namaz
uykudan hayırlıdır» dedi. Bu söz, Hz. Ömer'in hoşuna gitti ve müezzine:
«Ben bunu Ezana
sokuyorum» dedi.
Ebu Amr, (Ömer daha
doğru olsa gerek) «Benim katımda bu sözün mânâsı şudur:
Hz. Ömer, müezzine,
«Sabah ezanı bu sözün yeridir. Bu söz, yatak yerinde söylenilmez» demek
istemiştir. Yani Hz. Ömer, Emirin kapısında ikinci bir ezanm okunmasını
(sünnete ters olduğu için) kerih görmüştür. Nitekim Hz. Ömer'den sonraki
emirlerin böyle bir şey ihdas etmeleri, Hazreti Ömer'i endişesinde haklı
çıkarmıştır...
Ebu Ömer, devamla her
ne kadar haberden zahir, benim tevilimin hilafı ise, de beni bu tevile zorlayan
şudur. Sabah namazındaki «Tas-vib», âlimler katında daha meşhurdur.
Resûlüllah'tan gelen ve Resû-lüllah'ın Medine'de müezzini Bilâl'e söylenmesini
emrettiği, Mekke'de de müezzini Ebu Mahzure'ye söylemesini emrettiği bir şeyi
Hz. Ömer bilmemiştir diye halk tabakasının zannını bertaraf etmek için bu tevili
yaptım. Çünkü bu durum Bilâl'ın ezanında da Ebu Mahzure'nin ezanında da mahfuz
ve maruftur. Alimler katında meşhur bir durumdur. Veki', Süfyan'dan, o da
İmran bin Müslim'den, o da Suveyb bin Gafeîe'den rivayet ettiler:
Suveyip, Müezzinine
haber gönderdi: «Sen hayya alelfelah'a geldiğin zaman «Essalatu hayrun
minennevm» de. Çünkü bu, Bilâl'in ezanıdır.»
Malumdur ki, Bilâl Hz.
Ömer zamanında hiçbir vakit Ezan okumamıştır. Hz. Ömer, Resûlüllah'tan sonra
Bilâl'in ezanını ancak bir defa Şam'a giderken işitmiştir.
[21]
İmam Malik, İmam
Şafiî, İmam Ahmed, îshak ve Ebi Sevr, «Sabah namazı için fecr doğmadan Önce
Ezan okunur» demişlerdir. Delilleri, Resûlüllah'ın «Şüphesiz ki Bilâl
geceleyin Ezan okuyor. Siz yeyi-niz, içiniz. Ta ki İbni-tİmnü-Mektum (tkinci
Müezzin Abdullah) Ezan okuyuncaya kadar» hadisidir.
İmam Azam, Es-Sevri,
ve Muhammed bin Hasan, «Sabah vakti dahil olmazdan önce, sabah için ezan
okunamaz» dediler. Delilleri de Resûlüllah'ın Malik bin Huveyris ve arkadaşlarına:
«Namaz vakti girdiği zaman, ezan okuyunuz, kamet ediniz, ikinizin en yaşlısı
size imamlık yapsın» demesidir. Bir de sabah namazı diğer namazlara kıyas edilmiştir.
Hadis ehlinden bir
gurub, «Camiin iki müezzini varsa, birisi fecirden önce ezan okuyacak, diğeri
de fecirden sonra ezan okuyacaktır» demişlerdir.
[22]
Müezzin ezan okuyor,
başkası kamet getiriyor. Bunun caiz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır:
İmam Malik, İmam Azam ve arkadaşları, «Bir zararı yoktur» demişlerdir. Çünkü
bu hususta Muhammed bin Abdullah bin Zeyd babasından şu hadisi rivayet ediyor:
«Ru'-yada ezanı gördüğüm zaman Resûlüllah bana «Bu gördüğün ezanı Bi-lâl'e
telkin et» dedi. Ben de telkin ettim ve Bilal ezan okudu. Sonra Resûlüllah,
bana (Abdullah bin Zeyd'e) emretti. Kalktım, kamet getirdim.»
Es-Sevri, El-Leys ve
Şaiiî, «Kim ezan okumuş ise, o kamet edecektir» dediler. Çünkü Abdurrahman bin
Ziyad bin Enu'm Ziyad bin Nuaym'den, o da Ziyad bin El-Hars Es-Sudai'den
rivayet etti:
«Resûlüllah'a geldim.
Sabahın evveli olunca bana emretti. Ezan okudum. Sonra namaza kalktık. Bilâl
kamet etmek için geldi, Resûlüllah buyurdu:
ttSudae» kardeşi (yani
Suda kabilesinden olan kişi) ezan okudu.
Kim ezan okumuş ise, o kamet eder» buyurdu.
Ebu Ömer, hadisin
senedinde adı geçen Abdurrahman bin Ziyad el İfriki'dir. Muhaddislerin çoğu
bunu zayıf saymaktadırlar. B uhadisi ondan başkası rivayet etmemektedir.
Birinci hadis sened bakımından daha güzeldir. Ehli ilimden bazı kimseler
«El-îfrikî» mevsukun bini1 dir» demiş ve onu övmüş ve hadisi bu bakımdan
şahindir, onu tercih etmek daha evlâdır. Çünkü ihtilâf noktasında nassdır.Ve
Abdullah bin Zeyd'in Bilalle beraber olan kıssasından sonra olmuştur ve
Resû-lüllah'ın en son olan emri ittiba edilmek bakımından daha uygundur.
Bununla beraber benim görüşüme göre, müezzin vazifeli bir kişi ise ezan okuduğu
gibi, kameti de getirmesi daha müstahabtır. Buna rağmen başkası kamet
getirirse namaz geçerlidir.
[23]
Müezzinin hükmü, ezanında
akıştır.
ni Abbas'tan, rivayet
ettikleri hadiste;
a. Ezam sallatryordu.
Yani kelimeleri dalgalı dalgalı
sûlü Ekrem:
«Ezan kolaydır,
akıslıdı. Eğer senin ezanın kolay ve alasU olursa, ne ala. Aksi takdirde ezan
okuma» buyurdu.
[24]
Alimlerden bir cemaata
göre; ezanında müezzin Kıbleye yönelmeli, «Hayyı alas-Salat ve Hayyı alal
Felah» kelimelerini okuduğunda başım sağa ve sola çevirmelidir. İmamı Hanbel:
«Çevirmemelidir. Ancak minarede okuyor ve halka duyurmak istiyorlarsa, çevirir»
dedi.
Ezam okurken, en
faziletlisi, abdestli olmasıdır.
[25]
Ezanı dinliyene,
şehadetlerin sonuna kadar, müezzinin dediklerini aynen tekrarlamak müstahabdır.
Eğer bütün ezanı aynen tekrarlarsa caizdir. Zira İbn-Ömer: «Müezzini
dinlediğinizde, onun dediğinin aynisini deyiniz.»[26] diyor.
Sahihi Müslim'de;
Müezzin: «Allahu Ekber, Allahu Ekber» dediği zaman, siz de, «Allahu Ekber,
Allahu Ekber» deyiniz. Müezzin, «Eşhedu-Enlâ ilahe illellah» dediğinde, siz de
«Eşhedu-Enlâ ilahe illellah» deyiniz. Müezzin «Eşhedu Enne
Muhammeder-Resûlullah» dediğinde, siz de «Eşhedu Enne Muhammeder-Besûlullah»
deyiniz. Sonra o «Hayyı alas-Salat».dediğinde, siz «Lâ havle velâ kuvvete illâ
billah» deyiniz. O «Hayyı alal-Felah» dediğinde, siz «Lâ havle velâ kuvvete
illa billah» deyiniz. O ((Allahu Ekber Allahu Ekber» dediğinde, siz de (Allahu
Ekber, Allahu Ekber» deyiniz. O «Lâilâhe illellah» dediğinde siz de kalbinizden
gelerek «Lâ ilahe illellah» dediğiniz takdirde Cennete girersiniz» diye rivayet
edilmiştir. Yine Müslim'de; Sad b. Ebi Vakkas'dan Re-sûlüllah'dan geldi: «Kim
ki, Ezanı dinlediğinde «Eşhedu Ella ilahe illellah Vahdehû Lâ Şerike Lehu ve
Eşhedu Enne Muhanımcdcn Abduhû ve Resulünü. Radiytu billahi Rabben ve
bi-Muhammedin Resûlen ve bil-İsla mi dinem» (Allahdan başka mabud olmadığına, bir olduğuna, ortağı olmadığına,
Muhammedin Onun Kulu ve Resulü olduğuna şa-hidlik ederim. Rab olarak Allah'a,
Resul olarak Muhammede ve din olarak İslama razı oldum) dese, geçmiş günâhları, onun için af olu-[27]
Bu hususda sıhhatli
olan bir çok hadis varid olmuştur:
1) Müslim
Ebu-Hureyre'den rivayet ediyor. «Ezan okunduğunda, Şeytan sırtını çevirerek
ezanı dinlememesi için, yaylana, yaylana uzaklara kaçar.»
2) Müslim
Muaviye'den rivayet etti: «Kıyamette müezzinler, her-kesden daha uzun
boyunludurlar..»
Bu hadis, müezzinlerin
kıyametin dehşetinden emin olduğuna işarettir. Zira boyunun uzunluğu serbest
olmaktan kinayedir.
3) İmamı
Mâlik Ebu-Said el-Huderî'den rivayet etti: «Ezan sesini işiten Cin, insan ve diğer varlıklar kıyamette müezzine
şahid olurlar.»
4) İbn-Mace'de
«Kim ki, sadece Allah için yedi sene ezan okursa, onun için ateşten bir beraet
yazılır...»
5) İbn-Ömer:
«Oniki sene ezan okuyana cennet vacip olur. Her günün ezanı için altmış, Kameti
için otuz hasene yazılır..» diye rivayet etti.[28]
Osman bin Ebil Âs
tarikiyle gelen bir hadis:
Resûlüllah'ın bana en
son söylediği söz şudur: «Ezanından ötürü ücret alan bir müezzini
edinmemeliyim.»
Ezan karşılığında
alınan ücret hususunda ihtilâf vardır: Kasım bin Abdurrahman ve ashabı-Rey bunu
mekruh görmüşlerdir. İmanı Malik «Ruhsatlıdır, zararı yoktur» demiştir. Evzai
«Mekruhtur» der. Fakat Beytulmaldan (yani devlet hazinesinden) rızkı, çoluk
çocuğunun nafakası olarak alırsa, beis yoktur demişler.
Şafiî, «Ancak
Resûlüllah'ın payı olan Humus (beşte birin) den müezzinlere rızık, (maaş)
verilir» demiştir.
İbni Munzir, «Ezan
karşılığında ücret almak caiz değildir» demiştir.
Maliki âlimleri
ücretin caiz olduğuna dair Ebi Mahzure'nin hadi-siyle istidlal etmişlerdir.
Hadisi Nesei, îbni Mace ve Başkaları rivayet etmişlerdir. Şöyledir:
Birkaç kişi ile
beraber çıktık. Yolun bir noktasındaydık. Resû-lüllah'ın müezzini Resûlüllah'ın
yanında namaz için ezan okudu. Biz de müezzinin sesini işittik. Fakat biz ezana
kulak vermedik. Bağırdık ve onun ezanını taklid ederek istihza ediyorduk. Allah
Resulünün kulağına bunlar gitti. Bize bir gurub gönderdi. Bizi tutup
Resûlüllah'ın huzuruna götürdüler ve oturttular. Resûlüllah bizden sordu:
«(Ezan esnasında) sesini yükselterek konuşan hangiaizdi?»
Arkadaşlarım hepsi
bana işaret ettiler. Ve doğru da söylüyorlardı. Konuşan bendim. Bunun üzerine
Resûlüllah onların hepsini bıraktı, beni hapsetti. Bana:
«Kalk! Ezan oku» diye
emir verdi, istemiyerek kalktım. Zira o anda Resûlüllah'ın emrinden benim
kalbimde daha k&rih bir şey yoktu. Bana emrettiğinden, daha fazla
buğzettiğim bir şey de yoktu. Resûlüllah'ın huzurunda kalktım. Resûlüllah bana
bizzat ezanı telkin ederek buyurdu:
«De ki: Allahu Ekber,
Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber. Eşhedüellailaheillallah,
eşhedüenlailaheillallah. Eşhedü enne Muham-meder-Resûlüllah, Eşhedü enne
Muhammeder-Resûlüllah.»
Sonra bana:
(Sesini yükselt ve
uzat» dedi.
Eşhedü en
lâilâheillallah, Eşhedü en lâilaheillallah. Eşhedü enne Muhammeder-Resûlüllah,
Eşhedü enne Muhammeder-Resûlüllah. Hay-ye alessela, hayyealessela, hayye
alelfelah, hayyealelfelah. Allahu ekber, Allahu ekber, Lâilâhe illallah.))
Ezanı bitirdiğimden sonra beni çağırdı. İçinde biraz gümüş bulunan bir keseyi
bana verdi. Sonra Resulü Ekrem elini benim (Ebu Mahzure'nin) nasiyeme (alnıma)
koydu. Yüzümü mübarek eliyle sıvazladıktan sonra, götsümü sıvazladı. Sonra
ciğerimin üzerini sıvazladı. Ta ki Resûlüllah'ın mübarek eli benim göbeğime
kadar vardı. Sonra Resulü Ekrem:
«Allah sana bereket
etsin ve senin üzerine bereket etsin» diye bana dua etti.
Resûlüllah bana bu
duayı yaptıktan sonra şunu söyledim: «Ey Allah'ın Resûlüî Bana emret ve beni
vazifelendir, Mekke'de ezan okuyayım.»
Resulü Ekrem:
«Seni vazifelendirdim,
sana emir verdim» buyurdu.
Bu sözlerden sonra
Resûlüllah'a karşı duyduğum nefret ve kin kalbimden tamamen silindi. Hepsi
Resûlüllah için muhabbete dönüştü. Ben Resûlüllah'ın Mekke'deki valisi Attab
bin Esib'in kapısında durup Resûlüllah'ın emriyle onunla beraber namaz için
ezan okudum.» Bu lafz İbni Mace'nin lafzıdır
[29]
Alimler, ezanın sabit
olması, sadece rüya (Takrir-i sünnet) ile değildir. Belki ezan bahsi konusu
olan bu âyetin nassıyla da sabittir. Çünkü bu âyetin mânâsı «Siz halkı namaza
ezan ile çağırdığınız zaman onlar onu alaya alırlar» demektir. Ayetteki «Nida»,
en yüksek ses ile çağırmak demektir.
El-Kalbî
«Resûlullah'ın müezzini namaza çağırdığında ve müslü-manlar namaza katıldığında,
Yahudiler:
«Kalktılar.
Kalkmasınlar (Bu lafız, beddua olarak kullanılmıştır). Namazı kıldılar.
Kılmasınlar. (Yani Allah kabul etmesin veya bir daha kılma fırsatını vermesin
demektir)» derler ve kahkaha atarlardı. Böylece ezan ve namazla alay
ederlerdi. Bunun üzerine bu âyet indi.
Beyzavî «Rivayete
göre; Medine'de bir Hıristiyan vardı. Müezzinin «Ben, Muhâmmed'in Allah'ın
Resulü olduğuna şahidi ik yaparım» dediğini dinlediği zaman: «Allah yalancıyı
yaksın (mı)» derdi. Bir gece aile efradıyla uykuda iken hizmetçisi içeriye bir
ateş getirdi. O ateşden serpintiler saçıldı. O Hıristiyan aile efradiyle
yandı.» dedi.
Bu âyet, onların dinî
hükümlerden birisiyle alay ettiklerini beyan etmek için getirilmiştir. Oysa
daha önce bütün dinle istihza ettikleri beyan edilmişti. O halde burada,
onların ne denli şekavette ileri gittiklerini belirtmek kasdedilmiştir.
Alusî, bu âyet
üzerinde «Denildi ki, bu âyette Ezanın sadece rüya ile değil, nass ile sabit
olduğuna dair delil vardır. Fakat «Namaza çağırdığınız zaman» cümlesi, Ezana
delâlet etmez. Ancak Ezanın meşruiyetinden sonra nazil olmuşsa, ona işaret
eder: Böylece, (rü'ya ile gelen) Ezanı takrir etmiş olur.
«El-Keşif» adlı
kitabın sahibi:
«Bu konuda fikrim
şudur: Çağrıyı alaya almaları şer'an yasaklananlardandır. Öyle ise, o çağn
şer'ân bilinenlerden olur. İşte bu noktadan anlaşıldı ki bu âyetin inişi
anında müslümanlarm üzerinde bulundukları Çağrı, Allah'ın meşru kıldığı
Çağrıdır. Başlangıçta Sünnet ve nassla sabit olduğundan maksad, budur. Böylece
«Ezan, müslüman-lar Medine'ye ilk geldiğinde meşru kılındı. Maide Sûresi de,
Kur'an'ın en son inen süresidir. Bu nasıl olur?» itirazı da defedilir. «Yalnız
Sünnetle değildir.» Sözünde, Sünnet tek başına delil olmaz mânâsı çıkmaz.
Çünkü serî deliller etkileyici ve gerektirici değil, sadece tanıtıcılar ve
emarelerdir. Tanıtıcıların peşipeşine gelmeleri inkâr edilmez.» dedi.
ezan'a çağn denmiştir.
Çünkü müezzin «Hayyı'alassalat (Haydi namaza) Hayyı alel Felah (Haydi
kurtuluşa) diye çağırır.
(59) «De ki:
Ey Kitab ehli, yalnızca Allah'a...»
Bu âyetin izahı: Bu
âyetteki emir Hz. Peygamberedir. Onlara «Dinin o kâfirlerden çıkanları tashih
edecek durumlardan uzak bulunduğu» hakikati beyan ettiği gibi o cinayeti işlediklerinin nedenini de açıklayıp
ağızlarını taşlarla dolduruyor. Onlara «Kitab ehli» denilmenin nedeni;
Kitablariyle küfürlerini isbatlamaktır. Ayetin mânâsı:
«Ey Muhammed, o
facirlere de ki, yalnızca Allah'a bize indirilene «ı ve daha Önce indirilene
inandığımız için mi bizden hoşlanmıyorsunuz?» demektir.
Ayetteki: «İntikam
almak» hoş karşılamamak ve ayıpsamak dep,mektir.
Ragib el-İsfehânî
Müfredatında «nakame» fiili, inkâr etti. Ayıp-sadı demektir.» dedi.
Daha önce indirilenden
maksad, Tevrat, İncil ve diğer peygamber-
lere inen sair semavî
kitaplardır.
Fâsıklardan maksad,
inatçı, açıklanan hareketleriyle iman dairesinden çıkan kimselerdir. Zira Kur*an'i inkâr etmek, diğer kitablan „ inkâr
etmeye sebeb olur.
Bazı mudakıklar; «enne
ekserekum» diye başlayan cümle «tenkimun» fiilinin mefulu lehu'sidir. Mefuhu
bihi'si din'dir. Ayetin arkasından da önünden de anlaşıldığı için «din» kelimesi
zikr edilmemiştir. Çünkü din'i alaya almak, onu inkâr etmektir. Açıklanana
iman etmek, inkâr ettikleri dinin tâ kendisidir. Ancak mukaberele-rini tescil
etmek için, bu cümle inkârlarına neden oldu. Bu tevile binaen istisna
nedenlerin en geneli olur. Yani dinimizi başka bir nedenden değil, «AUaha...
Ve sizin Kitablannıza îman ettiğimizden ötürü inkâr ediyorsunuz. Çünkü
çoğunuz, inatçı ve iman dairesinden çıkmıştır. Hatta Kitabımızın doğruluğunu
söyleyen Kitabınıza iman etseydi-
niz Kitabımıza da îman
ederdiniz...»
Bütün Yahudilerin
fâsık olmalarına rağmen Cenab-ı Hak «çoğunuz fâsıksınız» diyor. Çünkü o çoklar
fısk ve fücurda bayrağı ellerine almış, diğerleri onların arkalarından gitmekte
ve onlan takib etmektedir. Tefsirciler «Ve inna ekserekum» (ve şübhesiz en
çoğunuz) kelimesi «âmenna» kelimesi üzerine atıftır ve mefu'lubihi olur. Sanki
şöyle denildi:
«Siz, bizim Allah'a
iman etmemizden, Allah'ın katından inen bütün kitablanna iman etmemizden bir
de bizim imana girdiğimizden sizin de imandan çıktığınızdan ve size muhalefet
ettiğimizden dolayı bizden hoşlanmıyorsunuz.»
«Onlardan maymunlar ve
domuzlar kılmıştır» âyetinden maksad.
(60) «De ki:
Allah katında ceza bakımından bundan daha kötüsünü sîze haber vereyim mi?...»
Bu âyetin açıklaması:
Bu âyeti celîle
Yahudilere cevaptır. Çünkü onlar «Sizin dininizden daha şerli bir din tanımıyoruz»
dediklerinde Cenab-ı Hak: «Ey Muhammedi Şu sözü söyleyen Yahudilere söyle kî,
sizin Allah katında ceza bakımından sizin inancınıza göre, şer olan dinimizden
daha kötüsünü size haber vereyim mi? O kimseler ki Allah kendilerine lanet
etmiş, onlan gazabına uğratmış, onlardan maymunlar, domuzlar ve putlara
tapanlar yapmış var ya. İşte onlar mevki bakımından daha fena ve dosdoğru
yoldan daha sapkındırlar.»
onların bir kısmını
Hz. Davud'un bedduasıyla, onun zamanında maymun yapmıştır. Çünkü onlar, cumartesi
günü hududu aştılar ve o günde avlanmayı helâl kıldılar. Onların bir kısmını
da Hz. îsa devrinde domuz yapmıştır, meshetmiştir. Çünkü onlar Hz. İsa'nın
sofrasından yedikten ve mucizeleri gördükten sonra Hz. İsa'yı inkâra
kalkıştılar.
Bazı tefsirciler «Bu
iki Mesih te cumartesi günü avlananlar ve cumartesinin kudsiyetini yıkanlar
içindir» dedi.
Gençleri maymun,
ihtiyarlan da domuz olarak mesholundular. Bu âyeti celîle nazil olduğu zaman
müslümanlar Yahudilere:
«Ey maymunlar ve
domuzların kardeşleri!» diye hitab ederek onları alaya aldılar. Yahudiler de
başlarına eğerek rezil oldular.
«Allah onlardan tağuta
tapanları da kıldı.» Yani şeytana tapanları da kıldı. Çünkü tağut, daha önce
de geçtiği gibi, şeytan veya tapılan buzağı demektir. Bazı tefsirciler; kâhin
ve Yahudi âlimleri demek olduğunu söylemişlerdir.
Âyetin hülâsası şu
oluyor: «Allah'ın masiyetinde herhangi bir insana itaat eden bir kimse o
insana ibadet etmiş oluyor ve o insan o kimse için tağut oluyor. İşte bu lanete
ve gazaba uğrayan ve meshedi-lenler, mekân bakımından daha şerli (yani yerleri
cehennem) dir. Zira cehennemden daha şerli bir yer yoktur, doğru yoldan kaymak
bakımından daha sapıktırlar.»
(61) «Onlar
size geldiklerinde iman ettik diyorlar...»
Bu âyetin tefsiri:
Katade, bu âyet
Resûlüllah'ın huzuruna gelip «Biz iman ettik, senin getirdiğine razı olduk})
diyen bir gurub Yahudi hakkında nazil olmuştur. Halbuki bunlar küfiir ve
sapıklıklanndaydılar. îmanlarını açığa vurup iç alemlerinde münafıktılar.
Cenab-ı Hak onların halini ve durumlarını böylece peygamberine haber verdi
(61) «Onlar
küfürle senin huzuruna girdikleri gibi
senin huzurundan kâfir olarak çıktılar.» Yani imandan herhangi birşey onların
kalbine girmedi. Onlar hem girdikleri
zaman hem de çıktıkları zaman kâfir idiler. Allah onların gizlediklerini daha
iyi biliyor.
(62) «Onlardan
birçok kimseyi görürsün...» Bu âyetin tefsiri: Yani Yahudi ve Hıristiyanlardan
birçok kimseyi görürsün ki, günahta ve zulümde ve haram yemekte koşuşuyorlar,
yanşıyorlar. Ayetteki «gü-nah»tan
maksad yalandır. Ayetteki «udvan»dan
maksad zulümdür. «Suhut»teıı maksad haramdır. Münkeratı sanki haklı
imişler gibi yarışarak, koşuşarak yapıyorlar.
(62) «Yapmakta
oldukları şey ne kötüdür?» Yaptıkları bu emirler, en kötü amelleridir. Bu âyette
mazi (geçmiş zaman) fiili olan Bİ'SE ile Muzari (gelecek zaman) fiili olan ya'melun
bir arada kullanılmıştır. Ta ki bu çirkinliğin Yahudilerde devamlı olduğuna
delâlet etsin.
(63 «Ne
olurdu onların Rabbani ve ahbarları
günahı söylemde-
rindcıı...» Bu âyetin
tefsiri: Hasanı Basrî «rabbanınden maksad, İncil âlimleri, ahbar'dan maksad
ise, Tevrat âlimleridir.» dedi.
Bazılar; iki sınıf da
Yahudi âlimleridir. Zira bu âyet onların bab> siyle ilgilidir. Günahlı
sözlerinden maksad, yalandır. «Suht» ise rüşvet ve haram demektir. Bu âyetteki
«levla» kelimesi, tahdid (teşvik) içindir. Mazi fiilinin üzerine girerse,
tavbih (kınama) mânâsım ifade eder. Ayetin mânâsı «Ruhbanlar ve hahamlar neden
Yahudileri yalan söylemekten ve haram yemekten menetmiyoıiar? Halbuki, onların
içinde bulunduklarının çirkinliğini bilirler.»
dişledikleri ne
kötüdür!» bu cümle, altmış ikinci âyetin sonunda gelen «Yaptıkları ne kötüdür!»
Cümlesi gibidir. Ancak halk tabakası için bu daha mübalağalıdır. Çünkü hem
lügatta hem kullanışta «fiil» canlıdan çıkan nesnenin adıdır. Eğer bu fiil,
istiyerek çıkmışsa bunun adı «amel»dir. Eğer çok didinme neticesinde elde
edilmişse, adı sanaatdır. Bunun için hazık bir kimseye sanî' (Sanaatcı) örülmüş
ve yeni giysiyede senî (yapılmış) denir.
Ragib «Bu âyet, işaret
eder ki, yasaklamayı- terketmek, suçu işlemekten daha çirkindir. Çünkü günâhı
işleyen hiç olmazsa bir lezzet alır. Sükût eden böyle birşeyden de mahrumdur.
Bunun için «dey-yus»un günâhı zinacılann günahından daha büyüktür!.
Ayet, munkeratı yasaklamakta
gevşek davranan âlimlerin aleyhindedir. Bunun için Dehhak «Bu âyet, beni pek
fazla korkutur» dedi. İbn-Abbas «Kur'an'da bu âyetten daha şiddetli kınayan hiç
bir âyet yoktur» dedi.
(64)
»«Yahudiler «Allah'ın eli bağlıdır» dediler...»
Bu âyetin tefsiri:
İbn-Abbas, İkrime ve Dehhak dediler: «Allah, Yahudilere pek geniş bir nzık
vermişti. Ne zaman ki, Hz. Peygambere karşı geldiler nzıklan azaldı. İşte o
zaman «Beni-Kaynuka» Yahudilerinin başı Fenhas bin Azurâ: «Allah'ın eli
bağlıdır» dedi.
İbn Abbas'dan gelen
diğer bir rivayette; bu söz, Nabbaş bin Kays içindir. Kabilesinden olan
diğerleri bu sözü söyleyene karşı çıkmadıkları için, söz hepsine nisbet
edildi. Onlar bundan Allah'ın (hâşâ) cimriliğini kasdederlerdi. Çünkü elin
bağlanması, cimrilikten, açılması cömertlikten kinayedir. Bazıları «El, nimet
manasınadır. Yani Allah'ın nimeti bizden esirgendi demektir» dedi.
Hasanı Basrî «Ayetin
mânâsı; Allah'ın eli bizi azabetmekten bağlıdır. Ancak cc d adlarımızın
buzağıya taptıkları günler kadar bize azab verir demektir» dedi.
Hasan, Eli Kudret,
bağlamayı da bağlantısızlıkla tefsir etmiştir. Bazı tefsirciler «Elden normal
elide kasdedebilirler. Zira Yahudiler Mu-cassimedirler. Çünkü onlardan hikâye
edilen şudur: «Kabbimizin saç ve sakalı bembeyazdır. Bir Kürsü üzerinde
oturmuştur. Cuma günü, yer ve göklerin yaratılmasını bitirdi. Bu yaratmakdan
dolayı yorulduğu için sırt üstü uzanıp ayaklarını üst, üste attı. Elini
göğsüne koydu!»
Bu korkunç iftiradan
Allah'a sığınıyoruz.
Bütün bu rivayetler
gördüğün gibi zaifdir. Umulur ki, Hasanı Bas-rî'ye nisbet edilen rivayet
sıhhatli değildir. En kuvvetli yorum ilk yorumdur. Zira: «Onların mabudlan
olduğu gibi bize de bir mâbud kıl» diyen ve buzağıya tapan o kavimden, Allah'ı
cimrilikle nitelendirmek hiç de uzak değildir.
«Cimriliklerinden
ötürü elleri bağlandı...»
Bu cümlenin onların
aleyhinde cimrilik ve fakirlikle beddua olma ihtimali vardır. Eğer denirse
bugün dünya piyasasının Yahudilerin elinde olduğunu görüyoruz. Acaba
Yahudilerin bugünkü durumlarıyla bu tefsirler nasıl bağdaştmlabilir? Bunların
aralarında uyum nasıl sağlanabilir? Deriz ki, zillet ve meskenet tabiidirler.
Bir insan zengin olur, kuvvetli ve güçlü olur. Fakat tabiatında zillet ve
meskenet de bulunur. Zillet ve meskenetin silinip çıkması, izzet, ve din,
mefhumlarına yerini bırakmasıyla olur. Bugün Filistin'de müdafaasız ve silâhsız
çocukları, ihtiyarları, kadınları, Sabra ve Şatilla gibi kamplarda öldüren,
zehirli nın dünya Yahudilerinin elinde olduğunu görüyoruz. Acaba. Yahudilerin
bugünkü durumlarıyla bu tefsirler nasıl bağdaştınlabillr? Bunların aralarında
uyum nasıl sağlanabilir Deriz ki, zillet ve meskenet tabiidirler. Bir insan
zengin olur, kuvvetli ve güçlü olur. Fakat tabiatında zillet ve meskenet de
bulunur. Zillet ve meskenetin silinip çıkması, izzet, ve din, mefhumlarına
yerini bırakmasıyla olur. Bugün Filistin'de müdafaasız ve silâhsız çocukları,
ihtiyarlan, kadınları, Sabra ve Şatilla gibi kamplarda öldürten, zehirli gaz ve
bombaları bu müdafaasız kimselerin silinip gitmesi için kullananlar hakkında:
Bunların artık zillet ve meskenetleri yoktur, ondan kurtulmuşlar» denilmesi
için epeyce düşünmek gerekiyor.
Kur'an'ın bu
haberleri, gelecek noktai nazarına göre de, olabilirler. Biz dinimizin, genel
mefhumundan bunların tamamen silinip gideceklerini, dünyada canlı ve cansız
herşeyin bunlara düşman olacağını, —GARKAD— ağacından başka bunları koruyan
hiçbir şeyin bulunmayacağını anlamaktayız. Bekleyelim, gelecek hadisat
Kur'an'ın daha güzel tefsiri olabilirler.
(64)
«Doğrusu Allah'ın iki eli de açıktır. Dilediği gibi infak (ihsan) eder...» Bu
âyetin tefsiri :
Bu âyeti celîle,
Yahudilere cevabtır ve onların iftiralarına bir reddiyedir. Bu cevab onların
konuşmaları tarzında, onun sitilinde verilmiştir.
yed (el) hakındaki
konuşma ise, âlimler bunun mânâsında iki yorum getirmişlerdir: Cumhuru selefin,
sünnet âlimlerinin ve kelâm-cılardan bir kısmının görüşü şudur: «Allah'ın yed-i
onun zatî sıfatlarından bir sıfatıdır. Semi', Basar, Vecih sıfatlan gibi...
Bize düşen, ona olduğu gibi iman etmek ve teslim olmaktır. Kur'an ve sünnette
geldiği gibi keyfiyet, belirtmeksizin teşbih ve tatil yapmaksızın inanmaktır.
Cenab-ı Hak «Ey İblis! Seni elimle yarattığım Adem için secde etmekten men
eden nedir?» (Sadd: 75) diyor bu âyette. Resulü Ekrem, «Allah'ın iki eli de
sağdır» diyor. Bunlan tevil etmeden olduğu gibi kabul ediyoruz, gerçek
mânâsına ancak Allah bilir. İkinci görüş; «yed» (el) lügatta birçok mânâlarda
kullanılır. O mânâlardan birisi malûm azadır. İkincisi nimettir. Nitekim «Filan adamın benim katımda eli vardır. Bu
elinden ötürü ona teşekkür ediyorum.» Yani nimeti vardır deniliyor.
Üçüncü görüş, yed
(el), kudret mânâsında kullanılmıştır. Nitekim Cenab-ı Hak, «El ve gözler
sahibleri» (Sadd: 45) âyetinde kuvvet ve akıl mânâsında kullanmıştır. Yani
kuvvet ve akıl sahibleridir, demektir. Deniliyor ki: «Bu emir hususunda senin
elin yoktur» yani kudretin yoktur.
Dördüncü görüş, yed mülk
manasınadır. Nitekim: «Bu benim gayrimenkulumdür,
fakat filâmn elindedir» yani mülkündedir deniliyor. «O ki nikâhın akdi onun
elindedir.» (el-Bakara: 237) âyeti de aynı mânâyı ifade eder, yani nikâhın
akdini mülk edinmiştir. Bizim bildiğimiz aza (el) ise, o Cenab-ı Hakkın
sıfatında yoktur. Çünkü akıl böyle bir şeyin mümteni' olduğunu iktiza eder.
Yani Allah'ın eli Özel bir cisimden ibaret değildir. Çok parçadan meydana gelen
bir uzuv değildir. Çünkü Cenab-ı Hak cismiyetten, keyfiyyetten ve teşbihten
uzak ve yücedir. Öyleyse Allah'ın eli, insan eline benzer bir el veya insan eli
gibi değildir. Diğer mânâlara gelince, el, o mânâlarla tefsir edilmiştir.
Çünkü kelâmcılann çoğu, «yed» (el) Allah'ın hakkında kullanıldığı takdirde
kudretten, mülk ve nimetten ibarettir diyor. Fakat burada iki müşkülât vardır,
a) Birisi, (el) kudretle tevil edilirse, Allah'ın kudreti tekdir. Halbuki
Kur'an'da «Belki onun iki eli açıktır» âyeti celîle-sinde olduğu gibi iki el
zikredilmiştir. Bu müşkülün cevabı şudur: Yahudiler «Allah'ın eli bağlıdır»
gibi sözleri cimrilikten kinaye olarak kullandıklarından onlann kelâmına uygun
bir tarzda cevab verildi. Denildi ki, «Belki iki eli de açıktır.» Yani durum
sizin vasıflandırdığınız gibi değildir. Cimrilik yok. Belki o çok cömert ve
kerem sahibidir. Kemal yoluyla bunu söyledi. Çünkü iki eliyle veren, en kâmil
bir şekilde vermiş oluyor.
b) İkinci müşkülât,
YED (el) nimetle tefsir edildiği takdirde Kur'an, eli tasniye (ikil) . olarak
kullanmıştır. Allah'ın nimeti ise, mahsur (hududlu) ve sayılı değildir. Yani
sayısızdır. Nitekim Cenab-ı Hak, Kur'an'da, «Eğer Allah'ın nimetini saymaya
kalkışırsanız onu sayamazsınız» (İbrahim: 34 ve Nahl: 18), buyuruluyor. Bu
müşkülâtın cevabı şudur: Tasniye (ikil) cins hasebiyledir. Sonra her cinsin
altına kudretiyle veya nimetiyle veya mülkiyle yaratmaksa, o takdirde bunu
Adem'in özelliği saymanın mânâsı anlaşılmaz. Çünkü bütün mahlû-katını
Kudretiyle yaratmıştır. Hepsi O'nun mülkündedir. Hepsi nimetlerinin içinde
yüzerler. Cenab-ı Hak, sadece «İki elimle yarattığıma...» sözüyle Adem (a.s.)
tahsis ettiğinde, anlaşıldı ki bu özellikle Adem (a.s.)'i gayrisinden üstün
kılmıştır.
îmam Fahreddin
er-Razî, Ebul-Hasan el-Aşa'rî'den; yedin (elin), Allah'ın zatıyla kaimdir ve
Kudret sıfatından başka bir sıfattır. Seçiş yoluyle oluşturma, O'nun şanıdır»
rivayet etti. Ebul-Hasan «Buna delâlet eden şudur ki, Adem'i seçmek ve ona bir
şeref vermek yönünden onun yaradılışının oluşunu iki eliyle kıldı. Eğer el,
kudretten ibaret olsaydı, Adem'in bununla seçilmiş olması olamazdı. Çünkü kudretle
bütün yaratıklar var olmuştur. Öyle İse kudretin ötesinde bir sıfat lâzımdır
ki, onunla seçiş üzerinde yaradılmaşı oluşsun.» dedi.
Onların «Tasniye
(ikil), cinse göredir. Her cinse, bir çok çeşit girer, görüşlerine şu cevab
verildi:
İsim tasniye edildiği
zaman arabçada ancak iki belliyi ifade eder. Cemi (çoğulu) ifade etmediği gibi,
cinsi de ifade etmez.
Dediler ki: «Halkın
ellerinde ammada iki dirhem çoktur.» demek ve ondan «Dirhemler halkın elinde
amma da çoktur» mânâsını kas-detmek, arabça da yanlıştır. Çünkü dirhem tasniye
yapıldığında, arapçada ancak iki belli Dirhemi ifade eder. Fakat tekili, cinsi
için kullanılabilir.. Nitekim Arablar: «Halkm elinde amma da Dirhem çoktur»
derler ve «Halkın elinde Dirhemler amma da çoktur» mânâsını kasdederler. Çünkü
tekil, çoğulun yerinde kullanılır. Bu açıklama ile «Yed Allah'ın Celâline uyar
bir sıfatıdır. O bizim bildiğimiz aza değildir. Mucesimme taifesinin dediğinin
tam tersinedir» diyenin sözü vuzuha kavuştu.
«Dilediği tarzda infak
eder.» Yani Cenab-ı Hak, irade ettiği gibi rızkı verir. Dilediğine bol,
dilediğine az rızık verir. Mülkünde ona itiraz edilmez. Yaptığında da sorumlu
değildir.
Müslim ve Buharı
birlikte Ebu-Hüreyre'den rivayet ettiler: «Cenab-ı Hak, (yolumda) harca ki,
sana vereyim» dedi. Allah'ın Resulü devamla «Allah'ın eli doludur. Gece ve
gündüz bolca verilen nafaka eliııdekini tüketmez. Görmez misiniz ki, gökler ve
yeri yarattığı günden beri infak ediyor. Bu da Onun elinde bulunanı eksiltmez.
Onun arşı su üzerinde idi. Mizan onun elinde idi. Yükseltir ve alçaltırdı.»
buyurdu.
Hadisin bazı
rivayetlerinde:
«Allah'ın sağı, daima
ve bolca nimet yağdırır. Gece ve gündüzde dökülen bu nimetini hiç bir şey
tüketmez..» diye varid oldu.
Bu hadis, sıfat had
işlerindendir. Ona iman etmek, benzetmek ve keyfiyet yapmaksızın olduğu gibi
onu geçiştirmek gerektir.
(64) «Andolsun
ki, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlığım ve küfrünü
artırır...» Bu âyetin tefsiri: Yani sana bir âyet indikçe, onu yalanlıyorlar.
Böylece küfürlerinde battıkça batıyorlar. Azgınlıklarına azgınlık katarlar.
Onların çoğundan maksad, âlimleridir.
Bazı âlimler: «Onların
her inen âyete rağmen küfürlerinde İsrar etmeleri, küfürlerin artması
demektir.» diye âyeti tefsir ettiler. «Aralarına kıyamete kadar düşmanlık ve
kin soktuk..»
Bu cümlenin mânâsı;
Yahudi ve Hıristiyanların arasına kin ve düşmanlığı attık demektir.
Bazıları; Yahudi
gurubları araşma Kıyamete kadar devam edecek tarzda kin ve adavet soktuk
demektir, dedi. Zira bazı Yahudiler Cebri-yeci, bazıları Kaderci, bazıları
Müşebbihelerdendirler.
Hıristiyanlarda
Melkaniyye, Nasturîye, Yakubiye, Maruniye diye bir çok düşman gurublara
ayrıldılar. Eğer desen bu adavet Yahudi ve Hıristiyanlar arasında olduğu gibi,
Müslüman fırkaları arasında da vardır. O halde bu, nasıl sadece Yahudi ve
Hıristiyanlar için bir ayıp ve onların yerilmesine sebeb olur?
vet Yahudi ve'
Hıristiyan]ar arasında olduğu gibi, Müslüman fırkaları arasında da vardır, O
halde bu, nasıl sadece Yahudi ve Hıristiyanlar için bir ayıp olur ve onların
yenilmesine sebeb olur?
Cevab olarak deniliyor
ki, müslümanlar arasında oluşan bid'atlar Resûlüllah'ın, sahabe ve tabiînin
asrından sonra olmuştur. İlk asırda ise, bu bidatlerden hiçbir şey yoktu. Onun
için o asırda bu bidatlar sadece Yahudi ve Hıristiyanlarda bulunuyordu ve onlar
için ayıp olarak eddedildi
[30]
(64) «Onlar
ne zaman harb için bir ateş tutuştururlarsa, Allah o ateşi söndürür.»
Yani Yahudilerin
fitnesini Cenab-ı Hak söndürür. Ne zaman Yahudiler toplanır ve harbe
hazırlanırlarsa Allah onların dirliğini bozar, onlara başka kullan musallat
kılar. Deniliyor ki, Yahudiler yeryüzünde fesadat yaptılar. Allah'ın kitabına
(Tevrat'a) muhalefet ettiler, Cenab-ı Hak, Babil diktatörü Buhtunnasır'ı
onlara musallat kıldı. Sonra tekraren ifsad ettiler. Cenab-ı Hak, Petros'u
onlara musallat kıldı. Sonra tekraren ifsad ettiler, Cenab-ı Hak, Mecusileri
(ateşperestleri), onlara musallat kıldı. Sonra tekraren ifsada yöneldiler.
Cenab-ı Hak, Müslümanları onlara musallat kıldı. Yani onlar durumlarını
düzeltip, insanlık âleminden intikam alma niyetine koyuldukça, Allah onlara
kullarından mutlaka bir gurubu musallat eder. Veya onlar Resulü Ekrem'in
aleyhinde derledikçe, Arap müşrikleriyle Peygamberin zıddına, (aleyhine)
ittifak yaptıkça, Allah onların ateşini söndürdü, onları kahretti. Durumlarını
zaif düşürdü. Mücahid «Ayetin mânâsı; Resulü Ekrem'in harbi için onlar bir
hile düşündükçe, Allah onu söndürdü demektir» dedi. Es-Süddî: «Ayetin mânası
onlar birşey üzerinde bir araya geldikçe, Resulü Ekrem'in durumunu ifsad etmek
istedikçe, Cenab-ı Hak onları dağıttı. Onlar Resulü Ekrem'le harb hususunda
ateş yaktıkça, Allah o ateşi söndürdü. Kalblerine korku akıttı. Onlan kahretti
Peygamberine ve dinine yardım etti» demektir diyor.
(64) «Daima
yeryüzünde fesad yönünden koşarlar.» Bu âyetin tefsiri:
Bu âyeti ceîîle
Yahudilerin daima İslâm dinini iptal etmek, onu kaldırmak için çalıştıklarını
haber veriyor.
«Halbuki Allah
müfsidleri (yani fesatlık çıkarmak isteyenleri) sevmez.» âyeti de, Müslümanlara
bir teminattır. Yani Cenab-ı Hak, bu müfsidler fesadlıklanna yöneldikçe,
onların karşısına onların fesadlığı-m durduracak bir gücü çıkartacağını ve
böylece onları durduracağını vaadediyor. İnşaallah bu vaad, yakın bir zamanda
Filistin'de de Allah tarafından Müslümanlar için geçerli olsun. Telza'terin
acılarım dindirsin, AFGANİSTAN dağlarında cihad edenler için de geçerli olsun.[31]
(65) Eğer
kitab ehli iman edip sakınsaydılar, onların günahlarını onlardan silip onları
nimet cennetlerine gönderirdik.»
(66) Eğer
onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Bablerinden kendilerine indirileni ayakta
tutsaydılar, (gözetseydiler) üstlerinden ve ayaklarının altından
yiyebileceklerdi. Onlardan müktesıd (mutedil) bir cemaat vardır. Onların çoğu
ise, ne çirkin işleri yaparlar.»
(67) Ey
Resul! Rabbinden sana ineni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, Allah'ın
Peygamberliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni halktan (şerlerinden),
korur. Şüphesiz ki Allah kâfir bir kavmi hidayet etmez.»
(68) (Ey
Habibim!) De ki: Ey kitab ehli! Siz Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden sîze
indirileni ayakta durdurmadıkça, (gözetip onların hükmüne tâbi olmadıkça)
hiçbir şeyin üzerinde değilsiniz. Yemin olsun, Rabbinden sana indirilen,
onlardan birçok kimseleri küfür ve tuğyan yönünden artıracaktır. Öyleyse, o
kâfir kavim .için üzülme.»
(69)
Şüphesiz ki müminlerden, Yahudi, sabii ve Hıristiyanlar-dan kim ki, Allah'a ve
âhiret gününe iman edip salih amel işlerse, onların üzerinde korku yoktur ve
onlar üzülmezler de.»
(70) Yemin
olsun ki, İsrailoğullannın misakını (sözünü - Ah-dü peymanım) aldık. Onlara
Resuller gönderdik. Onlara bir Peygamber nefislerinin isteğine muhalif bir
şeyle geldikçe bir gurubu (o Peygamberi) yalanladılar. Bir gurubu da
öldürdüler.»
[32]
(65) «Eğer
ehli kitat...» Bu âyetin tefsiri:
Bu âyeti celîle,
delâlet eder ki, İslâm, kendisinden önce olan bütün hataları nekadar büyük olursa olsun siler götürür. Ve
yines delâlet eder ki, kitab ehli Müslüman olmadıkça cennete gitmez. Çünkü
cennete girme şartı İslâmdır...
[33]
(66) «Eğer
ehli kitab Tevrat ve İncil'i ve Rablerinden onlara indirileni ayakta
tutsaydılar...» Bu âyetin mânâsı:
Tevrat ve İncil'in
ayakta tutulmasından maksat, tevrat ve İncil'de vasfı bulunan Hz. Muhammed'i
tasdik eden ve Kur'an'm geleceğinden haber veren âyetleri meriyete sokup onunla
amel etmektir. Tevrat ve incil'de Allah'a vermiş oldukları sözleri yerine
getirmektir. Eğer ki-tablannı tasdik eden ve Rablerinden indirilen Kur'an'a
îman etseydi-ler, şüphesiz hem üstlerinden hem de ayaklarının altından yiyebileceklerdi.
Yani Allah rızıklarını genişletecekti. Göklerden ve yerlerden bereketler
çıkacaktı. Yani yağmur göklerden gelecekti. Bitki yerlerden çıkacaktı. Bu âyeti
celîle, delâlet eder ki, ehli kitaba isabet eden sıkıntılar, ancak
cinayetlerinin meymenetsizliğinden gelmiştir. Yoksa Cenab-ı Hakkın feyzinde
herhangi bir eksikliğin olduğundan ötürü değildir. Sanki soruluyor:
«Acaba onların hepsi
iman etmemek, takvaya bürünmemek, Tevrat ve İncil'i ikame etmemek hususunda
İsrarlı mıdırlar? Cenab-ı Hak cevab verdi. Onlardan bir cemaat vardır ki
müktesid (mu'tedil) dir, ifrata da, tefrite de kaçmıyor. Yahudilerden olan
Abdullah bin Selâm ve arkadaşları gibi. Hıristiyanlardan da Resûlüllah'a iman
eden Ha-beşli o kırksekiz kişi gibi. «Müktesid» kelimesi iktisad kökeninden geliyor.
Lügat mânâsı, mutedil davranmaktır. İfrat ve tefritten kaçınmaktır.
«Birçoklarının da
yaptıkları ne kötü şeydir?» Bu cümlede Cenab-ı Hak onların birçoklarının
yaptığından hayret ediyor. Yani inat, mukâ-bere ve hakkı tahrif etmeleri ve
haktan yüz çevirmeleri ne kötü bir şeydir. Bu âyeti celîle, takvanın rızkın
genişliğine sebeb olduğuna, dünya ve âhirette emrin istikametine neden olduğuna
işaret ediyor.
Kıssadan hisse almak
için Şeyh İsmaili Bursevi'nin tefsirinden bu âyetle ilgili şu hikâyeyi
naklediyorum:
«Abdullah el-Kalanisi
diyor: Seferlerimin birinde bir gemiye bindim. Şiddetli bir rüzgâr çıktı.
Gemideki yolcular duaya daldılar, adaklar adadılar. Bana da adamamı işaret
ettiler. Ben onlara dünyalıktan mücerred bir kimseyim dedim. Buna rağmen yine
ilhah ettiler. Ben de «Eğer Allah beni bu gemiden ve bu şiddetten kurtarırsa,
fil etini ye-miyeceğim» diye adakta bulundum. Onlar bana itiraz ederek:
«Kim fil etini yiyor
ki sen yemiyeceksiıı, diye kendine nezir ediyorsun?» dediler.
Dedim ki:
«Böyle kalbime geldi.»
Bunun üzerine Cenab-x
Hak bir cemaatla beraber beni kurtardı. Dalgalar bizi deniz sahiline attı.
Birkaç gün üzerimizden geçti, yiyecek bulamadık. Acıkmıştık. Bir fil yavrusu
göründü. Arkadaşlarım onu öldürdüler, etini yediler. Fakat ben adağıma sadık
kalarak etini yemedim, îlhah ettiler. Bu ızdırar ve mecburiyet yeridir,
dediler. Buna rağmen yemedim. Onlar uyudular. Ve yavrunun annesi geldi. Yavrusunun
kemiklerini görünce uyuyan cemaatı kokîadı. Kimden filin kokusu gelirse tek
tek öldürdü. Sonra bana geldi. Bende koku görmeyince sırtını bana çevirdi.
Bana işaretle «Bin» dedi. Sırtına bindim. Beni aldı, o gece bir yere beni
vardırdı. Bana inmemi işaret etti. İndim. Seher vakti bir cemaat buldum. Beni
bir eve götürdüler, ziyafet çektiler. Onlara tercüman diliyle meselemi
söyledim. Dediler ki:
«O yerden buraya kadar
sekiz günlük bir mesafe vardır. Sen bir gecede onu kestirmişsin.»
İşte bu hikâyeden
belirdi ki takva tarafını gözeten, ve sözünde vefa gösteren bir kimsenin hem
dini hem de dünyası (durumu) müstakim olur. Dünya şehvetlerinden bir şehvet
için uzun bir üzüntü, büyük bir hile vardır. Hatta helak vardır. Tıpkı fil
yavrusunu yiyen bu cemaatin başına geldiği gibi.[34]
(67) «Ey
Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et...»
Bu âyetin tefsiri:
Denildi ki, bu âyetin
mânâsı, «tebliği açıkça yap» demektir. Çünkü tebliğ, îslâmın başında
müşriklerin korkusundan gizlice yapılıyordu. Sonra Resulü Ekrem bu âyetle
açıkça yapma emrini aldı. Allah, Resulünü düşmanlarının şerrinden koruyacağını
vaadetti. Hz. Ömer İslâmını açığa vuran ilk sahabedir. «Biz Allah'a gizlice
ibadet etmeyiz» dedi. Ve bu hususta:
«Ey Allah'ın
Peygamberi! Allah'ın gücü ve sana tâbi olan müminler sana kâfidir (el-Enfal:
24) âyeti indi. Bu âyet, Resûlüllah'a dinin emrinden takîyye olarak bir şeyi
gizledi diyenin sözünü red ve bu sözün batıl olduğunu ilân etmektedir. Ve
böylece bunu söyleyen Rafizi-îerin ağzını kapatmaktadır. Bu âyet, delâlet eder
ki, Resulü Ekrem din hususunda hiçbir kimseye gizli bir şey söylememiştir.
Çünkü âyetin mânâsı «Rabbinden sana inen (in hepsini) açıkça tebliğ et» demektir.
Eğer âyetin mânâsı iddiaları gibi olsaydı, Allah'ın «Bunu yapmadığın takdirde
Allah'ın risaletini tebliğ etmemişsin» âyetinde bir fayda kalmazdı.
Bazı tefsirciler «Eî-Esediyye
kabilesinden olan validemiz Zeyneb binti Çalış hususunda Rabbinden gelen emri
tebliğ et demektir» dediler. Bazıları başka şekilde tefsir etmişlerdir. Fakat
sahih odur ki, bu âyet sadece Özel bir mesele için değil umumi olarak
gelmiştir.
îbni Abbas, bu âyetin
tefsirinde: «Rabbinden sana indirilenin tamamını tebliğ et. Eğer ondan birşey
gizlersen Rabbinİn. risaletini kabul etmemişsin demektir» dedi. Bu, hem Resulü
Ekrem'e, hem de ümmetinden olan ilim sahiblerine ilâhi bir te'dibdir. Tâ ki
Kur'an'ın emrinden hiçbir şeyi ketmetmesinler. Buna rağmen Allah bilirdi ki
Peygamberi onun emrinden hiçbir şeyi ketmetmeyecektir, gizlemeyecek-tir.
Sahihi Müslim'de Mesruk Hz. Aişe'den rivayet ediyor:
«Kim sana Muhammed
(A.S.) vahyiden birşeyi gizledi derse, o yalan söylemiştir. Zira Hz. Allah:
«Ey Peygamber?
Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Bunu yapmadığın takdirde Rabbinin
risaletini, (peygamberliğini) tebliğ etmemiş olursun» buyuruyor.»
Bu âyetin tefsirinde
de el-Beyzavi «Envarut-Tenzil ve Esrar ut-Tevil» adlı meşhur tefsirinde şunları
söylüyor:
«Sana indirilenin
tamamını'tebliğ et. Kimseyi gözetme. Veya hiçbir mekruhtan korkmaksızın
hepsini tebliğ et.»
Hazin, Lubab it
Tevil'de şunları söylüyor:
«Hasan Basri'den
rivayet edildi: Allah, kulu Muhamined'i Peygamber olarak gönderdiği zaman
Resulü Ekrem daraldı. Biliyordu ki insanların bir kısmı onu yalanlayacakdır.
Bunun üzerine Cenab-ı Allah bu âyeti nazil etti.»
Bazı tefsirciler:
(Bu âyet Yahudilerin ayıbı hususunda nazil
olmuştur. Şöyle ki: Resulü Ekrem onları İslama
davet ettiği zaman: «Biz senden
önce mü si uman olduk» dediler ve Peygamberle istihza ettiler.
«Hıristiyan-fö larm İsa'yı «Hannan»
(Allah) edindikleri gibi, seni «Hannan» edinme-M mizi mi istiyorsun?» Resulü Ekrem onların bu
itirazlarını görünce sükût etti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: «Ey kitab ehli!
Siz Tevrat, İncil ve Rabbinizden size indirileni ayakta tutmadıkça hiçbir şey
üzerinde değilsiniz» âyetini indirdi» derler.
Bazıları, «Bu âyeti
celîle cihad hakkında inmiştir. Şöyl eki, münafıklar cihadı kerih gördüler.
Bundan ötürü Resulü Ekrem bazı durumlarda cihada teşvik etmekten çekiniyordu
Çünkü münafıkların ondan hoşlanmadığını biliyordu. Bunun için Allah, bu âyeti
indirdi.» dedi.
Bazıları; bu âyet recm
ve kısas hakkında nazil olmuştur. Yahudilerin sordukları hususlarda nazil
olmuştur. Ayetin mânâsı, «Ey Peygamber, Rabbmdan sana inenin hepsini, açık bîr
şekilde, hiçbir kimseyi gözetmeksizin ve hiçbir şeyi terketmeksizin Allah'ın,
sana indirdiğinin tamamını tebliğ et. Eğer ondan birşeyi herhangi bir vakitte
gizlersen kesinlikle sen Allah'ın risaletini, (Peygamberliğini) tebliğ etmemiş
olursun.» demektir, dediler...
İbni Abbas: «Sana
Rabbinden indirilenden bir tek âyeti gizlersen Allah'ın risaletinî tebliğ
etmemiş olursun demektir» diyor.
Yani Cenab-ı
Peygamber, bir tek âyeti dahi tebliğ etmezse hepsini tebliğ etmemiş gibi
oluyor. Öyle ise, Resulü Ekrem'i kendisine vahye-dilen bir şeyi gizlemekden
tenzih ediyoruz.
îbni Kesir «Cenab-ı
Hak, kulu ve Resulü Muhammed'e risalet ismiyle hitab ederek Allah tarafından
kendisine indirilenin tamamım tebliğ etmesini emretti. Allah'ın Resulü de tam
manasıyla bu emri yerine getirdi» diyor.
Müslim (veya Buharı)
bu âyetin tefsirinde Hz. Aişe tarikıyla şunu rivayet ediyor:
«Kim ki sana Muhammed
Allah'tan kendisine indirilenin bir şevini gizlediğini söylerse, o, yalan
söylemiştir. Çünkü Cenab-ı Hak:
«Ey Peygamber!
Rabbinden sana indirileni tebliğ et» buyuruyor.»
Müslim ve Buharî
sahihlerinde bu hadisi uzun olarak da naklet-mişlerdir. Müslim, îman kitabında
bunu böyle rivayet etmiştir, yine Müslim ve Buhari'nin sahihlerinden Hz.
Aişe'den gelen bir hadis şöyledir:
Eğer Muhammed
Kur'an'dan birşeyi ketmetseydi şu gelecek âyeti ketmedecekti: «Seti halktan
çekinerek Allah'ın açığa vuracağım nefsinde tutuyordun. Oysa Allah,
kendisinden korkmaya daha lâyıktır.» (el-Ahzab; 37).[35]
îbni Ebi Hatim, îbni
Abbas'tan rivayet ediyor: Bazı kimseler bize (Ehli-Beyte) gelip sorarlar:
«Sizin yanınızda
birşey var mıdır ki Resûlüllah onu halka söylememiştir?» Onlara cevabımız
şudur:
«Bilmez misiniz ki,
Cenab-ı Hak, «Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ; eyle»
buyurmuştur. Allah'a yemin ederiz, miras olarak Resûlüllah'tan beyazın içinde
bir siyahı alamadık.»
Ebi Cuheyfe; Vehb bin
Abdullah Es-Sevari tankıyla Hz. Ali'den şu hadisi rivayet ediyor:
«Acaba siz ehli beytin
katında Kur'anda bulunmayan bir vahy var mıdır?»
Hz. Ali:
«Daneyi parçalayan ve
nefsi yaratan Allah'a yemin ederim, hayır (yoktur)! Ancak Cenab-ı Hak, Kur'an
(yorumu) hususunda insana vermiş olduğu anlayış ve (kılıcının kabzasında bağlı
bulunana işaret ederek), bir de bu sahifede olanlar vardır.»
Sordum:
«Bu sahifede neler
yazılıdır?»
«Diyet, esirin
kurtuluşu ve herhangi bir müslümanın bir kâfirden Ötürü öldürülmemesi hükümleri
vardır.»
[36]
Buharî Ez-Zühri'nin
şöyle dediğini rivayet ediyor: Allah'tan
(gelen) risalet (hususunda) Resulün üzerine (vacib olan) tebliğ, bize de teslim
olmak düşer. Ümmet, Peygamberin risaJeti tebliğ ve emaneti edâ etmesine
şahidlik etti. Peygamber, onları, en bü-
g yük cemaatta, Haccet ul-Veda günündeki
hutbesinde konuşturdu. Resulü Ekrem'in eshabmdan orada kırkbin kişi vardı.
Nitekim bu durum, Sahihi Müslim'de de Cabir bin Abdullah yoluyla sabit olmuştur.
Resûlüllah o gün hutbesinde:
«Ey nas! Şüphesiz ki,
siz benden dolayı sorulacaksınız. Acaba Allah'a ne diyeceksiniz?»
Eshab (yani orada
bulunanlar):
«Biz şehadet ederiz ki
sen Kur'an'ı tebliğ ettin, emaneti yerine getirdin. Nasihat yaptın.»
Cenab-ı Peygamber
parmağını bir göğe doğru yükseltmeye bir de onlara doğru, uzatmaya başlayarak
şunları söyledi:
«Ey Allah'ım! Acaba
ben tebliğ ettim mi?»
İmam Ahmed,
îkrime'den, tbni Abbas'tan rivayet etti. Resulü Ekrem Haccetul-Vedâ gününde şunları söyledi:
«Ey nas! Bugün hangi
gündür?» «Haram bir gündür» dediler. «Ey nas! Bu hangi memlekettir?» «Haram bir
memlekettir» dediler. «Ey nas! Bu hangi aydır?» «Haram bir aydır» dediler.
Bundan sonra Resulü
Ekrem:
«Şüphesiz ki,
mallarınız, kanlarınız ve namusunuz bu gününüzün, bu şehrinizin, bu ayınızın
haram olduğu gibi, sizin üzerinize haramdır»
dedi ve bunu birkaç
defa tekrarladı. Sonra parmağını göğe doğru kaldırarak: «Ey Allah'ım ben
tebliğ ettim mm dedi ve bu sözünü birkaç defa söyledi.» (Ayın, günün ve şehrin
haram olmasından maksad, muhteremdirler. Hürmetleri ihlâl edilmez demektir.)
İbni Abbas:
«Allah'a yemin ederim,
bu, Resûlüllah'ın Rabbine tevdi ve teslim ettiği vasiyetidir. Resulü Ekrem daha
sonra şöyle devam etti: «Dikkat edilsin! Burada bulunan bulunmayana bu
dediklerimi tebliğ etsin. Sakın benden sonra kâfir olup bir kısmınız diğer
kısmının boynunu vurmaya kalkışmasın.»
[37]
Es-Suyuti; Ed
Durrul-Mensur'da şunları naklediyor:
îbnu Merduveyh ve
Ziya, El Muhtara'da İbni Abbas'tan rivayet etti.
Resulü Ekrem'den
soruldu:
«Gökten gelen hangi
âyet sana en ağırdır? (en ağır yük getirmiştir)?
Cenab-ı Peygamber
cevab olarak buyurdu:
— Hac mevsiminde
Mina'daydım. Arap müşrikleriyle çeşitli halk tabakaları mevsimde
bulunuyorlardı. O anda benim yanıma
Cebrail iniverdi: «Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Bunu
yapmazsan Rabbinin risaletini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni halktan
korur.» âyetini getirdi. Bunun üzerine kalktım, Akabe'nin yanında durdum ve
çağırdım:
«Ey nas! Kim bana
yardımcı olur ki, Rabbimin risaletini tebliğ edeyim? Yardımcı olduğunuz
takdirde, sizin için cennet vardır. Ey nas! Deyiniz ki, Allah'tan başka mabud
yoktur. Muhammed, Allah'ın size gönderilmiş Resulüdür. Kurtuluşunuz ve sizin
için cennet vardır.»
Bunları söyledikten
sonra hiçbir kişi, hiçbir çocuk, hiçbir kadın kalmadı ki, bana toprak ve taş
atmasın ve yüzüme doğru tükürmesin. (Bazı rivayetlerde tükürmek yoktur). Ve;
«Bu yalancıdır ve dininden kaymıştır.» demesin. Bu esnada bir karaltı gözüme
göründü:
«Ey Muhammed! Eğer sen
Allah'ın Resulü isen, onların aleyhinde beddua etmen yaklaşmıştır. Tıpkı Nuh'un
helak ile kavmine beddua ettiği gibi sen de bunlara beddua et.» diye haykırdı.
Bunun üzerine: «Ey
Allah'ım! Kavmimi hidayet et. Şüphesiz ki, onlar bilmiyorlar. Beni onlara galib
getir ki, sana itaat bana da icabet etsinler.»
Bu duaları yaparken
(amcam), Abbas geldi ve beni onların elinden kurtardı. Onları kovarak benden
uzaklaştırdı.»
El A'meş; İşte Hz.
Abbas'ın Resûlüllah'a karşı yapmış olduğu bu hareketiyle Abbas oğullan iftihar
ederek derlerdi «Bizim hakkımızda «şüphesiz sen dilediğini hidayet etmezsin,
fakat Cenab-ı Hak dilediğini hidayet eder» (el-Kasas: 56) âyeti nazil oldu.
Çünkü Resûlüllah Ebu Talib'i hidayet etmek istiyordu. Cenab-ı Hak da
Abdulmuttalib'in oğlu Abbas'ı hidayet etti!» El-Alûsi:
Bu âyetle istidlal
ediliyor ki, Resulü Ekrem vahyden. hiçbir şeyi gizlememiş,tir. Fakat şiâlar
«Resulü Ekrem vahyin bîr kısmını takıyye olarak gizlemiştin» derler.
Bazı sofular da «Bu
tebliğ edilmesi emredilenden maksad, kulların maslahatlanyla bağlı bulunan
hükümlerdir. Resulü Ekrem'in özelliklerinden olan gaybe gelince, ümmetin
maslahatları onunla bağlı olmadiği için Cenab-ı Peygamber onu gizleyebilir. Hatta gizlemesi lâzımdım demişlerdir.
Es-Sulemi, Cafer
Sadık'tan:
«Allah o anda kuluna
vahyedeceğmi vahyetti» (En Necm: 10) âyetinin tefsirinde, Allah gizlice
Peygamberinin kalbine vasıtasız olarak vahyetti ve âhirette de Peygambere
ümmeti için şefaat verildiğinde ondan başkası bilmeyecektir, dedi.»
«El-Vasıtî», âyeti,
«kuluna ilka ettiğini ilka etti» şeklinde tefsir ettikten sonra vahyettiğini
belirtmedi. Çünkü Cenab-ı Hak özel olarak bunu Peygamberine vermiştir.
Peygamberin hakkında özel olan şey gizli kalır. O şey ki, Peygamber onunla
halka gönderilmiştir o da zahirdir)) dedi.
Alûsi, bu tür
nakilleri yaptıktan sonra şunları ekliyor:
Benim katımda, tahkik
ve kesinleşen şudur ki:
«Resûlüllah'm katında
bulunan ilâhi sırlar ve bu ilâhî sırlardan başka bulunan şer'i hükümlerin hepsi
Kur'an'm içindedir. Nazil olan Kuran hepsini kapsamaktadır. Çünkü Cenab-ı Hak:
«Sana kitabı, herşeyin
tibyani olarak indirdik.» (en-Nahl: 89) buyuruyor. Başka bir âyette:
«Kitabta hiçbir şeyi
noksan bırakmadık (tesbit ettik)» (En'am: 30) buyuruyor. Cenab-ı Peygamber de,
Tirmizi'nin ve başka muhaddis-lerin rivayet ettiği hadisinde:
ffGelecekte fitneler
olacaktır.»
Soruldu:
«Ey Allah'ın Resulü! O
fitnelerden çıkış nasıl olur?»
Buyurdu:
«Allah'ın kitabıdır
çıkış yolu. Orada sizden Öncekilerin ve sizden sonra gelenlerin haberleri
vardır. Sizin içinizde olanın hükmü vardır.»
İbni Cerir, İbni Ebi
Hatim, İbni Mes'ud'dan rivayet ediyorlar: «Şu Kur'an'da her ilim indirildi. Bu
Kur'an'da bizim için herşey beyan edildi. Fakat ilmimiz, bizim için Kur'an'da
beyan edileni kapsamaktan kısadır ve yetmiyor.»
îmam Şafiî (R.A.)
dedi:
«Resulü Ekrem'in
hükmettiği bütün hükümlerin kaynağı onun Kur'an'dan anladığıdır. Ve bundan
ileri geliyor.»
îmam Şafiî'nin bu
görüşünü et Tabaranî'nin El Evset'te, Aişe validemizin hadisinden rivayet
ettiği desteklemektedir. Aişe validemiz Resûlüllah'ın şunları söylediğini
kaydediyor:
«Şüphesiz (ben haramı)
helâl etmem. Ancak Allah'ın kitabında helâl ettiğini helâl ederim. Şüphesiz ben
(ben helâli) haram etmem. Ancak Allah'ın kitabında haram ettiğini haram
ederim.»
El-Mersi, «Kur an
geçmişlerin ve geleceklerin ilimlerini derlemektedir. Öyle ki Kur*an ile
konuşan ancak gerçek mânâda onları bilmiş ve kapsamış oluyor. Sonra Resûlüllah,
Kur'an'da Allah'ın zatına mahsus olan kısımları olduğu gibi bıraktı. Yani
açıklamadı. Resûlüllah'tan bunun en çoğunu dört halife, îbni Mesud ve îbni
Abbas gibi sahabelerin ileri gelenleri ve âlimleri miras aldılar. Hatta
Îbnu-Abbas:
«Eğer devemin
boynundaki yuları kaybolursa, onu Allah'ın kitabında bulabilirim.» dedi.
Sonra sahabelerin
peşinden güzelce giden tabiîler miras olarak Kur'an'ı aldılar. Sonra himmet ve
gayretler kısaldı. Azimetler gevşedi. İlim ehli küçüldü. Sabah ve tabiînin yüklendikleri ilim ve diğer
fen-lerinde zaif düştüler. Onun ilimlerini çeşitlendirdiler. Her taife
Kur'-an'ın tenlerinden birisini yerine getirmeye koştu.
Bazıları: «Hiçbir şey
yoktur ki, Allah'ın fehm ve anlayış vermiş olduğu kul için onu Kur'an'dan
çıkartmak mümkün olmasın» diyor. Hatta bazıları, Resulü Ekrem'in yaşamının (63)
altmış üç sene olduğunu El-Münafıkin süresindeki şu âyetten çıkarmışlardır.
«Kesinlikle Cenab-ı
Hak bir nefsin eceli geldiği zaman, onu geciktirmez.» (El-Münafıkun: 11).
Zira bu sûre (63)
altmış üçüncü sûredir. Onun arkasında Resûlüllah'm cisminin kayıp olmasıyla
meydana gelen zararı belirtsin diye zarar mânâsında olan Tegabun sûresi indi.
Madem ki, bütün bunların Kur'an'da olduğu sabit oldu. O halde Kur'an'ın
tebliği, bütün bunların tebliğidir. Bu hususta son olarak denilebilecek şudur:
[38]
Bunların hepsinin
tafsilâtı üzerinde sırrını (inceliğini) ve hükmünü çözmek şekilde durmak,
herkes için ibarenin sarihiyle sabit olmamıştır. Zira nice sır ve hikmet
vardır ki, ancak işaretle ona dikkatler çekilmiştir. İbare onları
açıklamamıştır. Kim ki, «Allah'ın Kur'an'in'-dan hariç olarak birtakım sırlan
vardır. Sofular herhangi bir vecihle onları Rablerinden almışlardır» diye iddia
ederse, o pek büyük iftira yapmıştır. Ve şüphesiz ki sapıklığın en korkuncunu
getirmiştir. Bazılarının, «Siz ilminizi bir ölüden, o da başka bir ölüden
almıştır. Biz ise ilmimizi ölümsüz bir diriden aldık» sözü daha önce bahsi
geçen iddiayı ispatlayamaz. Ve ona delil de olamaz. Çünkü bu sözden maksad,
Cenab-ı Hakkın alıcıya vermiş olduğu kutsi bir anlayışla «Kur'an'dan aldık»
olabilir. Ebu-Cuheyfe'den sıhhatli bir şekilde rivayet edilen de bunu teyid
ediyor. Çünkü Ebu Cuheyfe:
Hz. Ali'den:
«Rcsûlüllah'ın Özel
olarak siz (ehl-i beyte) vermiş olduğu bir risalesi (kitabı) var mıdır,
katınızda?» sordum.
Hz. Ali:
«Hayır! Ancak Allah'ın
kitabı vardır. Veya Müslüman bir kimseye Allah'ın vermiş olduğu bir anlayış
bizim katımızda vardır. Veya bu sahifcdc olan vardır.» Cevabını verdi...
O sahife Hz. Ali'nin
kılıcının kabzasına bağlı idi. Ebu Cuheyfe: «Bu sahifede ne vardır?»
Hz. Ali:
«Diyet (meselesi)
vardır. Esirin kurtuluşu (meselesi) vardır. Bir de bir Müslüman bir kâfirden
dolayı Öldürülmez hükmü vardır.» Cevabını verdi.
Kastalani'nin ifade
buyurduğu gibi bundan anlatılıyor ki, âlim, anlayışıyla, müfessirlerden
nakledilmeyen bir şeyi Kur'an'dan istihraç edebilir. Bu istihraç şeriatın aslı
meselelerine muvafık olduğu zaman caizdir.^ Benim kanaatime göre; sofuların
katında bulunan herşey bu kabildendir. Ancak onların bir takım kelimeleri,
zahirde, şeriati garranm getirdiğine ters düşmektedir. Fakat bu kelimeler de
onların aralarında konulmuş İstılahlara binaen gelmiştir. O İstılahlardan
maksadın ne olduğu bilindiği takdirde, toz ortadan kalkar. Acaba sofular bu
ıstılahları koymaktan ötürü ve bu ıstılahlara binaen konuşmalarından dolayı
kınanırlar mı? Veya bu ıstılahları koymayı gerektiren anlayış onların katında
olduğundan dolayı kınanmazlar mı? Bu ayrı bir konudur. Bunu beyan etmek
bahsinde değiliz. Yalnız Hz. Ali'nin, Sahihi Buhari'de sabit olan şu sözü
onların kınanmasını gerektiriyor:
«Halkın bildiğiyle
onlarla konuşunuz. Allah'ın ve Allah Resulü'-nün yalanlanmasını ister misiniz?»
Ebu Cuheyfe'nin
haberine, İbni Ebi Hâtim'in Antara'dan rivayet ettiği şu hadis yakındır:
îbni Abbas'ın
yanındaydım. Bir kişi geldi. Ve İbni Abbas'tan sordu: «Bize bir takım kimseler
geliyor. Siz ehli beytin katında, Resulü Ekrem'in halka açıklamadığı bir şeyin
olduğunu söylüyorlar. Acaba böyle birşey var mıdır?»
îbni Abbas:
«Ey kişi! Bilmez misin
ki, Cenab-ı Hak, «Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et»
buyurmuştur. Allah'a yemin ederim ki, biz ehli beyt, Peygamberden beyazın
içinden siyahı miras olarak alamadık. (Yani böyle bir şey yoktur)».
Ebu Hureyre'nin
yaymadığı kabı (veya çuvalı), sırların ilmine hamledümesi zaruri değildir. (1)
Çünkü ondan maksad fitnelerin haberi olabilir. Kıyamet alâmetlerine dair olan
haberler olabilir. Resulü Ekrem'in «Din, Kureyş'ten ve Kureyş'in sefihlerinden
gelen bir takım gençlerin eliyle ifsad olunacaktır» tarzındaki hadisleri
olabilir. Ebu Hureyre, «Eğer onları isimleriyle isimlendirmeyi isteseydim, bunu
yapabilirdim» diyordu. Veya Ebu Hüreyre bununla, zalim emirlerin isimlerinin
tayin eden hallerini ve yermelerini tazamnıun eden hadisleri kastediyordu. Nitekim
Ebu Hüreyre «Altmışın başından Allah'a siğı-
Ebu-Hüreyre «Katımda
iki kap (veya çuval) ilim vardır. Birisini aranıza saçtım. Eğer öfaürünüde
yayarsam Boğzına işaret ederek buramı
kesersiniz veya keserler dedi. Sofular, bahsi geçen ikinci çuvale ESRAR ilmidir
dediler.
nıyorum. Çocuklann
emirliğinden Allah'a sığmıyorum» demek suretiyle o hadiselere işaret etmiştir.
Korktuğu için açıkça söylememiştir, fakat kinaye yoluyla bunu ifade etmeye
çalışmıştır. Evet Ebu-Hurey-re bu sözüyle Yezid'in saltanatına işaret ediyordu.
Çünkü bu saltanat hicretin 60. senesinde olmuştu. Cenab-ı Hak, Ebu Hureyre'nin
duasını kabul etti. Altmıştan bir sene önce Ebu-Hureyre vefat etti. Bir de
Kas-talani der ki:
Gerçekten böyle bir
ilim Ebu-Hüreyre'nin yanında olsaydı onu ketmetmezdi. Çünkü Buharı ondan şu
hadisi rivayet ediyor:
«Halk Ebu Hureyre amma
da çok hadis naklediyor, diyorlar. Eğer Allah'ın kitabında bulunan iki âyet
olmasaydı bir tek hadisi dahi söylemeyecektim. Bunu söyledikten sonra şu
âyetleri okudu:
«Gerçekten apaçık
belgelerden indirdiklerimizi ve insanlar için kitabta açıkladığımızı gizlemekte
olanlar (var ya) işte onlara hem Allah lanet eder, hem de lanet edebilenler
lanet eder. Ancak tevbe edenler, düzeltenler, ve açıklayanlar müstesnadır,
artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeleri kabul edenim,
esirgeyenim.» (El-Bakara: 159-160).
Evet, Ebu Hureyre'nin
okuduğu bu âyetler ilmi ketmedeni yermektedirler. Hele o ilim SIRLAR ilmi
olursa. Çünkü çok kimseler «Bu ilmin meyvesinin özüdür» demişlerdir. Bir de Ebu
Hureyre, tahsis etmeksizin, «o, ilim, kabının yayılmasını, umumi olarak,
nefyetti.» Yani hiç kimseye bunu söylemiyorum, dedi. O halde, o ilimden
maksadın ESRAR ilmi olduğu nerden bilinmiştir? Ebu Hureyre bizim bildiğimize
göre, gizlediğini hiç kimseye keşfetmemiştir. Acaba «o ilim esrar ilmidir»
diyen bunu nerden bilmiştir? Kim ki bunu iddia ederse, beyan etmek
mecburiyetindedir. Beyan olundu mu artık boynuzların hepsi kesilir,
Ebu Hureyre'nin
hadisiyle kavmin (sofuların) yolunu açıklamaya çalışıp delil getirenin
görüşünde olan olmuştur. (Yani ilmi metodlara uygun değildir demek istiyor
Alûsi.) Zeynulabidin'den rivayet edilen de böyledir. Evet kavm için burada
değil, yerinde açıklanan bir delil vardır. Fakat kim olursa olsun, hiç kimse
«Sofuların ıstılahları Allah'ın kit
abında yoktur.» Veya «Şeriatın ötesinde bir emirdir.» Veya «Başka yollardan onlara gelmiştir» diye
iddia edemez. Ettiği takdirde iddiası, kabul edilemez İddiasıyla buna delil
getiren de derin bir sapıklığa dalmıştır. Çünkü Şarani, «El-Ecvibetül-Merdiyye
Ânil fukarai ve Sufiyye» adlı kitabında şunları söylüyor:
Efendim Ali el
Mersefiden dinledim:
«Kişi, marifet ve ilim
makamında kemale varamaz. Ancak hakikatin şeriata takviye (Ta kendisi)
olduğuna kanaat ederse vanr. Tasavvuf sünneti Muhamnıediyenin ötesinde bir
emir değildir. O, sünnetin tâ kendisidir.»
Efendim Ali el
Havas'tan birkaç defa, şunları söylediğini dinledim:
«Kim ki hakikat
şeriata muhaliftir veya aksidir zannederse o cehalete yuvarlanmıştır. Çünkü
muhakkıklann katında hiçbir şeriat yoktur ki hak i kata muhalefet edip gayrisi
olsun. Hatta muhakkıklar; hakikatsiz şeriat muattaldır, şeriatsız hakikat
batıldır. Fakat anlayışı kısa olan fakihler ve himmeti kasır bulunan
dervişler, bunun hilafım iddia ederler.»
Şeriat ile hakikatin
arasındaki muhalefeti Hz. Hızır ile Hz. Musa'nın kıssasına istinad ettirenler
olmuştur. Eğer Allah dilerse bu konu ileride bu iddianın sahibinin ağzım
açtırmayacak şekilde müdellel olarak- gelecektir.
Bizim Ebu Cuheyfe'nin
haberi hakkında Kastalani'den naklettiğimizden sofulara yapılan itirazın
cevabı bilinmektedir. İtiraz şöyledir: Sofuların katında bulunan eğer Kur'an ve
sünnete muvafık ise, Kur1-an ve sünnet bizim elimizdedir. Eğer muhalif ise, o
vakit reddedilir. «Haktan sonra ancak sapıldık vardır.» (Yunus: 32).
Birinci şıkkı kabul
ediyor ve diyoruz ki, «Kitab ve sünnetin bizim elimizde olması, artık onlardan
hiçbirşey istinbat edilmez demek değildir. Onların içinde olanların hepsi
ancak daha önceki âlimlerin bilmiş olduğunu da iktiza etmez. Mümkündür ki,
Cenab-ı Hak kullarının bazılarına bir anlayışı versin ki, bu anlayışıyla Kur'an
ve sünnetten daha önceki müfessirlerden, hatta dindeki Müçtehidîerden hiç
kimsenin bilmediğini bilmiş olsun. Çünkü nioe şey vardır ki, öncekiler onu sona
bırakmışlar. Madem ki dört imamın içtihadlan doğrulandı. Ayet ve hadislerde
birbirlerine muhalefet etmelerine rağmen istinbatlan ümmetçe teslim edildi.
Acaba böyle bir şey niçin sofular için de teslim edilmiyor? Niçin Allah
tarafından onlara verilen anlayışla kitab ve sünnet mânâlarından, içtihadla
aldıkları hükümler teslim edilmiyor? Velev ki bu hükümler bazı imamların
içtihadına muhalif dahi olsa... Yeter ki bu hükümler masum ümmetten gelen sarih
icmaa muhaltf düşmesin. İki gurubun arasında ayrıcalık nerden geliyor? Acaba kabul
ve red hususunda birisini kabul etmek, diğerini kabul etmemek katıksız bir
tahakküm olmuyor mu? İnsaflı bir kimseye bunun böyle olduğu gizli değildir.
Şiâlar «Sana
indirilennden maksad, Hz. Ali'nin halifeliğidir» diyorlar. Ve kendi
senedleriyle Ebu Cafer ve Ebu Abdullah'tan şu hadisi rivayet ediyorlar:
«Allah, Peygamberine,
Alî'yi halife etmesini vahyettL Peygamber, eshabından bir gurubunun buna karşı
çıkacağından korktu. Cenabı Hak, Peygamberi cesaretlendirmek için bu âyeti gönderdi.»
İbni Abbas: bu âyet
Hz. Ali'nin hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki, Cenab-ı Hak, Peygamberine, halka
Ali'nin veliliğini yani halifeliğini söylemesini emretti. Resulü Ekrem,
«Amcasının oğlunu kayırdı demelerinden ve buna tan etmelerinden korktu.» Cenab-ı
Hak bu korku üzerine, şiâlann iddiasına göre:
«Ey Peygamber!
Babbinden sana indirileni tebliğ et» âyetini indirdi. Böylece Resûlü-Ekrem
Gediri-Hum —Mekke ile Medine arasında bir yerin adıdır. gününde Hz. Ali'nin
valiliğini (yani velayetini) ve kendisinden sonra veli (idareci, devletin başı)
olduğunu halka tebliğ etmek kabilinden Ali'nin elinden tutup:
«Ben kimin mevlâsı
isem, Ali onun mevlâsıdır. Yarab! Kim Ali'yi nıevlâ kabul ederse, onun
yardımcısı ol. Kim ona düşmanlık yaparsa ona düşman ol.» [39]
dedi...
Celâleddin Es-Suyuti
Ed-Durrul-Mensur'da, Ebi Hatim, İbni Mer-duveyh ve îbni Asakir'in tarikiyle Ebu
Said el-Hudri'den naklediyor:
«Bu âyet ğediri-Hum
gününde Ebu Talib'in oğlu Ali hakkında nazil oldu.» Yani onun müminlerin dostu
ve yardımcıları olduğunu tesbit etti.
Hakkındaki dedikoduları bertaraf etti.
[40] îbn-i
Merduveyh Îbni-Mesud'dan rivayet etmiştir: Biz asr-ı saadette «Ey Resul,
Rabbinden sana ineni tebliğ et» âyetini okuduğumuzda, şübhesiz Ali mü'minlerin
velisidir ilâvesini yapıyorduk. «Eğer bunu
yapmazsan Allah'ın risatetini
tebliğ etmemiş olursun» diye
okuyorduk.»
«Ğediri-Hum» hadisi
Hz. Ali'nin hilâfeliği hususunda Şia'nın en kuvvetli delilidir. Hedeflerine
varmak için, bu hadise, bir takım çirkin eklemeler yapmışlardır. Kelimelerinin
arasına uydurmasyon kelimeler sokmuşlardır. Bu hususta şiirler düzmüşlerdir.
Kendi zann ve iddialarına göre Eshabı Kiram, Resulü Ekremin nassına muhalefet ettiklerinden dolayı
sapmışlardır. Bundan ötürü de sahabeleri kınayan şiirler söylemişlerdir.
Şairinden Muhammed el-Himyeri'nin oğlu İsmail, «Ahmed'e gelip, yeri olmayan
bir plân sunan bir kavimden hayret ediyorum» diye başlayan uzun şiirinde
eshaba hücum etmektedir. Oysa biliyorsun ki ehli sünnetin katında Ğediri-Hum
hadisinde halifelik konusunda gelen fazlalık sahih değildir. Ehli sünnetçe bunlar teslim olunmamaktadır. Öyleyse biz orada (Ğediyri-Hum gününde)
olanı tafsilâtiyle açıklayalım ki, mesele hallolsun. Allah'a tevekkül
eder, ondan imdat bekleriz.
Resulü Ekrem veda
haccmdan döndüğü zaman, El Cu'feye yakın, Mekke ile Medine arasında bulunan
«Ğâdiyri-Hum» adlı bir yerin kenarında bir hutbe irad etti. Orada Hz. Ali'nin
faziletini ve Yemen'de kendisinden sadır olan. bir hükümden dolayı
adaletsizliğe nisbet edilmesinin yersiz olduğunu açıklamak ve bu konudaki
dedikoduları bertaraf etmek istedi. Zaman zilhiccenin onsekizinci günüydü.
Orada bulunan bir ağacın altında bu hutbe irad edilmiştir. Muhammed bin İshak,
Yahya bin Abdullah'tan, o da Yezid bin Talha'dan rivayet ediyor:
Ali (K.V.) Yemen'den
Resûlüllah'ı görmek ve hac etmek için Mekke'ye doğru yola çıktı. Bir an Önce
Resûlüllah'a kavuşmak için beraberindekilerin başına arkadaşlarından birisini
yerine kumandan tayin ederek ayrıldı. Hz, Ali'nin ayrılışından sonra yerine atadığı
kumandan her askere Hz. Ali'nin beraberinde Yemen'den getirdiği kumaştan birer
elbiselik verdi. Hz. Ali'nin askerleri Mekke'ye yaklaştığında onlan karşılamak
için yola çıktı. Sırtlanndaki elbiseleri görünce kumandan:
«Azab olasıca! Bu
nedir?» diye sordu.
Kumandan:
«(Mevsimdeki huccaca)
katıldıktan zaman süslü görünsünler diye askere kumaşı dağıttım» dedi. Hz. Ali:
«Haydi Resûlüllah'a
varmazdan önce bu kumaşları askerlerden geri aL» emrini verdi Böylece
askerlerden kumaşlar geri alındı ve kalan kumaşın içerisine konuldu. Askerler
Hz. Ali'nin bu yaptığından şikâyetlerini belirttiler. Dedi-kodular
alabildiğine yayıldı.
Ebu Said el-Hudri'nin
hanımı Kâb'ın kızı Zeyneb kocasından rivayet ediyor:
Halk Hz. Ali'den
şikâyet ettiler. Resûlü-Ekrem bunun üzerine aramızda ayağa kalkıp bir hutbe
irad etti. Resûlüllah'ı dinledim, o hutbesinde şunları söylüyordu:
«Ey nas! Sakın Alî'den
şikâyet etmeyiniz. Yemin ederim ki o Allah hususunda (dini için) en
serttir. Veya Allah'ın yolunda en
serttir.»
(Yani hiç taviz
vermez.) Hadisi İmam Ahmed rivayet etti
Yine tbni Abbas'atn
rivayet ediliyor. O da Bureyde el-Eslemi'den rivayet etti:
Ali (R.A.) ile beraber
Yemen'e gazaya (savaşa cihada) gittik.
Ali'den (R.A.) katılık gördüm. Resûlüllah'a vardığımda Ali'den (R.A.) şikâyette
bulundum. Bunun üzerine Resûlüllah'ın yüzünün morardı-ğını gördüm. Bana:
«Ey Bureyde! Ben
müminler için nefislerinden daha evlâ değil miyim?» diye sordu. Ben:
«Ey Allah'ın Resulü,
öylesin.» dedim.
Resûlüllah:
«O halde ben kimin
mcvlâsi isem, (sevgilisi ve dostu isem) Alide onun mevlası, (sevgilisi) dir.»
Nesei, kuvvetli ve
bütün ravüeri «sıka» olan güzel bir senedle hadisi rivayet etmiştir.
Sadece Nesei'nin
yanında bulunan başka bir senedle:
«Resulü Ekrem veda
haccmdan döndüğünde «Ğadiyri-Hum» denilen yerde konakladı. Birkaç ağacı
gölgelik yapmayı emretti. Sonra bir hutbe irad ederek buyurdu:
«Dikkat ediniz. Ben
çağrıldım ve icabet ettim. (Yani ecelinin yaklaştığını kastediyor). Sizin
içinizde iki ağırlık bırakıyorum. Birisi Allah'ın kitabı, öbürüsü atralımdir
(ehli beytimdir). Bakınız bu iki şeyin hususunda bana nasıl halef olacaksınız?
Çünkü bu iki şey havza varıncaya kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Allah
benim mev-lamdır. Ben her müminin velisiyim, dedikten sonra Ali'nin elinden tuttu
ve buyurdu:
«Ben kimin mevlası
isem bu da onun velisidir. Ey Allah'ım! Onu seveni sev, ona düşmanlık yapana
düşmanlık yap!»
O çadırların (yani
gölgeliklerin) altında bulunan herkes gözüyle gördü, kulaklarıyla dinledi.»
İbni Cerir Berra
tarikıyla rivayet ediyor:
Biz Resûlüllah ile
beraber Haccetul-vedâ da bulunduk.
«Ğa-diri-Huma» vardığımızda Resûlüllah için iki ağacın altı süpürüldü. Halka
«Namaz derlidir» mânâsında bulunan es-salatu-camie diye çağrıldı. Cenab-ı Peygamber Ali'yi (R.A.)
de çağırdı. Onun elinden tuttu ve onu sağ tarafına getirdi ve sordu:
«(Ey ashabım!) Ben her
kişi için nefsinden daha evlâ değil miyim?
Eshabı Kiram: «Evet.»
dediler. Resulü Ekrem:
«Ben kimin mevlasıysam
(Ali'yi kastederek) bu da onun mevlası-dır. Ey Allah'ım- Onu seveni sev, ona
düşmanlık yapana düşman ol.»
Hattab'ın oğlu Hz.
Ömer (R.A.), Hz Ali'ye rastladı: «Gözün aydın olsun! Sabah ve akşamladığında
(her zamanda) er-kek-kadın her müminin mevlası oldun» dedi.
Bu hadis zayıftır.
Çünkü Muhaddisler, (Hadis uzmanları) Zeyd'in oğlu Ali'nin, Eba Harun'un ve
Musa'nın zayıf olduklarını ve onların rivayetlerine güvenilmediğini
söylediler. Bu hadisin senedinde Ebu-İs-hak da vardır. Ebu İshak ise şîîdir,
rivayeti merdûttur (reddedilmiştir).
[41]
Zümre seneaiyle Etau
Hureyre'den rivayet etti. ResuM Ekrem Hz. Ali'nin elini tuttuğu zaman:
«Ben kimin mevlası
(efendisi) isem, Ali de onun mevlasıdır» dedi. Cenab-ı Hak o zaman «işte bugün
sizin için dininizi kemale erdirdim»
(Maide: 8) âyetini indirdi. Sonra Ebu Hureyre:
«O gün, «Ğadiri-Hum»
günüydü. Kim ki, zilhiccenin 18. günü oruç tutarsa Allah ona altmış ayın
orucunu yazmış oluyor.» dedi.
Bu hadis, cidden
münker (kabul edilmemiş) bir hadistir. İbnul Esir, El-Bidaye ven-Nihaye adlı
kitabında bu hadisin «Mevzu» olduğunu söylüyor.
«Ğadiri-Hum» hadisi
Ebu Cafer bin Ceriri Taberi tarafından iki cild halinde derlenmiştir. Bu iki
cildde hadisin bütün geliş yollarını ve lafızlarını rivayet etmiştir. Gillu-ğiş
(saçmasapan) hepsini bir araya derlemiştir. Doğru ve sakim (rivayeti sağlam
olmayan) olan hadislerin hepsi orada vardır. Bu da, muhaddislerin adetidir.
Onlar bir konuda gördükleri bütün hadisleri derliyorlar, sahih ve zayıfı
birbirlerinden ayırd etmiyorlar. Büyük hafız «Ebu Kasım» bin Asakir, bu hutbe
hakkında birçok hadis rivayet etmiştir. Onun irad ettiği hadislerden ancak
işaret ettiklerimize güvenilir ve bir de Şia'ların iddia ettiği gibi halifelik
meselesi içinde olmayanlara güvenilebilir.
[42]
Ez-Zehebi'den
gelmiştir: «Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlâsıdır» hadisi mütevâtırdır.
Yakinen (şüphesiz ki) Allah'ın Resulü bunu söylemiştir. Fakat; «Ey Allahım! Kim
onu severse onu sev» ibaresi ise, senedi kuvvetli bir ziyadedir. Zilhiccenin
onsekizinci günü orucu
ise, sahih değildir.
Hayır! Allah'a ye-
min ederim, o günde
nazil olduğu iddia edilen âyet, «Ğadiri-Hum» dan birkaç gün önce, Arefe günü
ancak nazil olmuştur. Müslim ve Buharı sahihlerinde «Ğadiri-Hum» hadisini
rivayet etmemişler. Çünkü ikisinin şartına binaen onun mevcudiyetini
görmemişlerdir. Şiâlar bunu Müslim ve Buharî için bir kusur sayıyorlar ve
«Burada taassub göstermişlerdir» diyorlar. Fakat Müslim ve Buharî bu ithamdan
uzak ve beridirler.
«Ben kimin mevlası
isem, Ali onun mevlâsıdır» hadisiyle şiâlar Hz. Ali'nin halifeliğine delil
getirmişlerdir. Çünkü «Mevlâ» burada tasarrufta evlâ olan demektir. Tasarrufta
evlâ olmak ta imametin (yani halifeliğin) tâ kendisidir.
Dikkat bu delilde ilk
yanlışlık onların «Mevlâ» kelimesini «evlâ» mânâsına almalarıdır. Gramer
bilenler bu tevili yanlış saymışlardır. Çünkü mefa'l hiçbir zaman eva'l
mânâsına gelmemiştir. Bunu, Ebu-Zeyd el Lugavi'den başkası kabul
etmemiştir. Onun da delili Ebu-Ubeyde'nin «Ateş sizin mevlânizdır» (El-Hadid:
5) âyetinin tefsirinde «size daha evlâdır» şeklinde yorumladı. Ve bu tefsir,
lâzımı mânânın tefsiridir. Yani ateş sizin makarrmız ve varacağınız yerdir,
size uygun olan yerdir. îlle «Mevlâ» lâfzı «Evlâ» manasınadır demek istemiyor.
Yani bu hususda kesin ve nass değildir.
Bir de bizim «velayet,
burada muhabbet manasınadır» dediğimize dair iki delil vardır.
a) Birisi
Muhammed bin İshak'tan rivayet ettiğimiz hadistir. Orada Hz. Ali ile beraber
Yemen'de "bulunan Bureydetul-Eslemi, Halid bin Velid ve başkaları şikâyet
ettikleri zaman, Resûlü-Ekrem bunu söylemiştir. Ve Resulü Ekrem (adeti üzere)
sadece şikâyet edenleri bu hususta uyarmakla iktifa etmeyip Hz. Ali'nin
sevgisine başka sahabeleri de davet etmek için bunu söylemiştir. Nitekim
hutbesinin başında «Ben müminlere nefislerinden daha evla değil miyim?» diye
sormuştur.
İkinci delilimiz, bazı
rivayetlerde geldiği gibi Cenab-ı Peygamberin «Ey Allah'ım! Onu seveni sev, ona
düşmanlık yapana düşmanlık yap» sözüdür. Eğer «Mevla»dan mutasarrıf veya
tasarrufta evla olan kaste-dilseydi, Cenab-ı Peygamber burada «Ey Allah'ım!
Onun tasarrufund olanı sev, olmayanı sevme» diyecekti. Madem ki Cenab-ı
Peygamber, muhabbet ve adavet (düşmanlığı) i zikretmiştir, öyleyse burada Hz.
Ali'nin muhabbetinin vacib, onun düşmanlığından ve buğzundan kaçınmanın
gerekli olduğuna dikkati çekmiştir. Tasarruf veya tasarrufsuz-luğu kastetmedi.
Eğer halifelik burada kastedilseydi, Cenab-ı Peygamber bunu açıkça
söyleyecekti. Buna Ebu-Naim'in, Hasan Es-Sıbıt (Torun) tan rivayet ettiği
hadis delâlet eder: Bu hadiseyi Hz. Hasan'dan sordular:
«Acaba bu, Hz. Ali'nin
halife olmasına nass mıdır?»
Hz. Hasan cevap
olarak:
«Eğer Resul-i Ekrem
Hz. Ali'nin halifeliğim irade etseydi şöyle diyecekti: Ey nas! Ali benim
emrimin velisidir, benden sonra sizin ha-lifenizdir, dinleyiniz, itaat ediniz
diyecekti»
Bunları söyledikten
sonra Hz. Hasan şöyle devam etti:
«Allah'a yemin ederim,
eğer Allah ile Allah'ın Resulü bu emir için Ali'yi seçseydiler ve Hz. Ali de
bunu Ebu Bekir'den, Hz. Ömer ve Hz. Osman'dan almaya kalkışmasaydı, insanların
yanlışlık bakımından en büyüğü olurdu (Haşa).
Şiilerden bazıları
«Hadiste «Mevlâ» sevgi ve muhabbet mânâsında olursa, Hz. Ali'nin muhabbeti,
«mümin erkeklerle mümin kadınlar bazıları diğerinin velisi, yani mahbubudur»
(Tevbe: 71) âyetinde gelmiştir. Eğer bu hadis de, Hz. Ali'nin muhabbetini
ifade ederse fuzuli olur,» demişlerdir. Fakat bu sözün fasit olduğu bellidir.
Bu fesadatın kaynağı şudur: İstidlal eden bu şii' âlimi, bir kişinin muhabbeti,
umumun muhabbeti zimninde istenirse o ayrı, özel bir şekilde istenirse, o da
ayrı bir şey olduğunu ve ikisinin arasında güneş gibi, zahir bir farkın
bulunduğunu idrak etmemiştir. Bir de, eğer bir şahıs bütün peygamberlere iman
ederse, fakat özel olarak bizim peygamberimizin ismini zikretmezse, onun imanı
muteber sayılmaz. Bir de farzedelim ki, hem âyet hem de hadis Hz. Ali'nin
sevgisini getiriyorlar; bundan ikincisinin lağvi, (fazlalığı) lâzımgelmez.
Çünkü Kur'an-ı Kerim'de nice mânâlar vardır ki, değişik şekillerde tekrar
edilmekte ve değişik surette getirilmektedirler. Kur'an'in bu tekrarlaması
lağıv değil takrir ve tekid sayılır. Peygamberin de vazifesi takrir ve
tekiddir.
[43]
El Himyeri'nin
kasidesinde: «Sahabeler toplu olarak Resûlüllah'a geldiler. Ondan sonra
halifenin kim olacağını tayin etmesini istediler»
şeklindeki haberi ise,
ne Sünnilerin, ne de Şiilerin tarihçi ve siyretçile-ri kaydetmişlerdir. Bu bir
bühtandır ve bu bühtandan Allah'a sığmıyoruz.
Sonra Ehl-i Sünnet
tarikıyla bu âyet hakkında varid olan ve bu âyetin Hz. Ali hakkında geldiğini
bildiren haberlere gelince: Eğer sıhhatli ve istidlale elverişli haberler ise,
o haberlerde Hz. Ali'nin faziletine ve muhabbet mânâsında müminlerin velisi
olduğuna delâlet etmekten başka bir şey yoktur. Biz de bunu inkâr edemeyiz.
Bunu inkâr eden zaten mel'undur. İbni Merduveyh'in İbni Mes'ud'dan rivayet ettiği
ve Ed-Durrul-Mensur'da yer alan haber de böyledir. Onda da Hz. Ali'nin fazileti
ve muhabbet bakımından müminlerin mahbubu olması hususu vardır. Özel olarak
onun isminin zikredilmesi, onun hakkındaki dedikoduları bertaraf etmek ve
Yemen'e gidenleri uyarmak içindir. Bazı sünnüeı tenezzül (bir an için hasmın
fikrini kabul etmek ona göre yürümek) yoluyla eğer âyet ve hadîs İbni Mes'ud'un
haberine ve «Gadiri-Hum» haberinin meşhur rivayetine binaen «Tasarrufta daha
evlâdır» mânâsına delâlet etseler dahi, bu durum Hz. Ali'nin gelecekte halife
olduğu döneme ait olmuş oluyor. O zaman bu tevile merhaba. Çünkü Sünniler de
Hz. Ali'nin halife olduğu dönemde tasarrufa herkesten daha evlâ olduğunu
söylüyorlar. Bu takdirde ResûlüUah'ın Hz. Ali'yi isim vererek tahsis etmesinin
nedeni, vahy ile onun zamanında olacak fitne ve zulmün ve onun hakkı olan
halifeliğini inkâr etmenin haberi kendisine bildirilmekten ileri geliyor.
Nitekim «Sanki ben çağrıldım ve icabet ettim» diye başlayan haber de bu
hususta nasstır. Bunun böyle olması apaçıktır.
Şiâlann «Bu âyet, Hz.
Ali'nin halifeliği hususunda nazil olmuştur»
şeklindeki iddialarını
uzaklaştıran delillerden birisi de, «Allah seni halktan korur» âyetidir. Çünkü
halktan maksad burada her ne kadar genel ise de fakat kâfirler kasdedilmiştir.
Zira bu âyetten sonra gelen «Şüphesiz ki, Allah kâfir bir kavmi hidayet etmez»
cümlesi Resûlü-Ekrem'in Allah tarafından korunmasına nedendir. Burada ism-i zahir zamirin yerine kaim
olmuştur.
Eğer Şia'lar: Siz
sünnilerin katında iki emir vardır: Onlar, Ğa-diri-Hum'de tebliğ edilenin
halifelik Olduğuna delâlet ederler, o emirlerin birincisi; Cenab-ı Peygamberin
seri hükümleri en beliğ bir ibare ile tebliğ etmeye memur oluşudur. Çünkü
Cenab-ı Hak Peygambere hitaben şunları söylüyor:
«Öyleyse sen
emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldırış etme.» (El Hicr: 94).
Burada din ve dünya
emrini tanzim eden ve dinin en ehemmiyetli ve en büyük parçalarından birisi
olan Hilafet eğer kastedilmezse kelâm faddeden hali kalır. İkincisi; İbni
İshak siretinde rivayet ediyor ki; Resûlüllah Haccetul-Vedâ gününde meşhur
hutbesini irad ederken, Allah'a hamd ve sena ettikten sonra şunları söyledi:
«Ey nasî Sözümü
dinleyiniz. Şüphesiz ki bilmem, belki de bu seneden sonra bu mevkifte (vakfeye
durulan yer), sizinle ebediyyen bir araya gelmeyeceğim. Ey nas! Şüphesiz ki
kanlarınız ve inallarınız sizin üzerinizde (sizin için) haramdır. (Bu hüküm)
Rabbinize mülâki olduğunuz güne kadar devam eder. Tıpkı bu gününüzün ve bu
ayınızın haram olduğu gibi.. Şüphesiz ki, siz gelecekte Rabbinizle mülaki
olacaksınız. O mülakat ânında Rabbiniz sizden amellerinizi soracaktır. Ben size
tebliğ ettim.» dedikten sonra kadınlar hakkında vasiyette bulundu. Daha sonra
şunları söyledi:
«Sözümü düşününüz
anlamaya çalışınız. Şüphesiz ki, ben (size) tebliğ ettim. Şüphesiz ki sizin
içinizde öyle birşey bıraktım ki ona yapışırsanız ebediyyen sapıtmazsınız. O
da Allah'ın kitabı ve Peygamberinin (benim) sünnetimdir.»
Devamla şu sözleri
söyledi:
«Ey Allah'ım! Ben
tebliğ ettim mi?»
İbni İshak diyor ki,
bana söylenildi ki, (Resulün bu sözünü tasdik etmek bakımından sahabelerin
hepsi, «Ey Allah'ım! Evet.» dediler. Bunun üzerine Resûlüllah:
«Ey Allah'ım! Şahid
ol.» dedi.
Şiâlar: İşte bu
rivayet, hutbenin Arafe'de ve Haccı-Ekber gününde irad edilmiş olduğunun
belirgin delilidir. Nitekim Yahya bin Ub-bad bin Abdullah bin Zübsyr'in
rivayetinde de böyle gelmiştir. «Ğa-diri-Hum» günü ise, zilhiccenin 18.
günüdür. Resulü Ekrem, Menasık-ı haccı (Hacc vazifelerini) bitirdikten sonra
Medine-i Münevvere'ye doğru Mekke'den ayrılmıştı. Öyleyse (Ğadiri-Hum'da)
tebliğ edilmesi emredilen, Resûlüllah'ın daha önce tebliğ edip halkı tebliğ
ettiğine şahitlik tuttuğu ve Allah'ı da halkın şahitliğine şahid kıldığı
tebliğinden başka birşey değildi. Bu ise «Hilafet-i kübrâ» ve «îmamet-i
uzmandan başka ne olabilir? Sanki Cenab-ı Hak, «Ey Resul! Ali'nin halifen olacağını
ve senden sonra makamına geçeceğini tebliğ et. Bunu yapmazsan, «Allah'ım ben
tebliğ ettim mi?» demen ve halkın da «Ey Allah'ım! Evet, Peygamber tebliğ etti»
demeleri Allah'ın risaletini tebliğ etmiş olduğunu gerektirmez der..» Deseler.
Onlara cevab olarak
diyoruz ki: Birinci emirdeki şartlı cümlenin içinde zoraki yorumlardan göz
yumsak dahi yine de memnu'dur. Çünkü iki âyette de tebliğ olunması istenenden
insanların dünya ve âhiret maslahatlanyla bağlı bulunan sert hükümler
kastolunabilir. Bunlar kastolundu mu, kelâm faideden hali olmaz. Zira nice âyet
vardır ki Kur'an'da tekrar edilmiştir. Nice emir ve nice yasak vardır ki, tekid
ve takrir için birkaç defa söylenmiştir? Bunun böyle olmasıyle beraber bazıları
emrin buradaki faidesi, «Resûlü-Ekrem takiyye yoluyla vahy-den bir şeyin
tebliğini terketti veya terkedecektir (!)» vehmini ortadan kaldırmaktır.
Şianm ikinci
itirazlarının üzerine iki itiraz varid olmuştur: Birinci itiraz hem sünni, hem
Şii'ler teslim ediyorlar ki Ğadiri-Hum günü Arefe gününden sonradır. Fakat
konumuz olan âyetin o günde nazil olduğunu teslim etmiyoruz. Böylece âyette
tebliğ edilmesi emrolunan başka birşey olamaz. Belki hutbenin zahirinden
tebliği istenenin tâ kendisidir, Resulü Ekrem'in o hutbede «Ey Allah'ım! Tebliğ
ettim» sözü delâlet eder ki, âyet hem «Ğadiri-Hum», hem de Arefe gününden önce
nazil olmuştur. Birçok eserde Maide sûresinin Mekke ile Medine arasında
Haccetul-Vedâ'da nazil olduğuna dair gelen haberler ise, ne bu âyetin
«Ğadiri-Hum» dan sonra nazil olmasına, ne de daha önce nazil olmasına
delildir. Çünkü o haberlerde ne gidiş ne de dönüş bahsi yoktur.
Resulü Ekrem'in o
haccdaki Menasıkı-Haccı halka göstermek, Ri-bayı, (faizi) kaldırmak, cahiliyet
dönemindeki kan gütme ve intikam hislerini haram ilân etmek, siyer ehlinin
zikretmekte oldukları diğer hallerden maksad olan halinin görünür tarafı bizi
âyetin inişi Resulü Ekrem'in dönüşünde olduğuna vakıf kılıp irşad eder. İkinci
itiraz, eğer bu âyetin inişi «Ğadiri-Hum» gününde olmuştur diye teslim edersek,
bu âyette tebliğ edilmesi emredilen başka bir şey olduğunu kabul etmeyiz.
Başka bir şey olmasa, sadece tekrar lâzımgelir itiraz vaki olur. Tekrarın
faidesini ve çokça Kur'an'da vaki olduğunu bildin. Eğer biz «Tebliğ edilmesi
emredilen başka bir emirdin) desek bile onun sadece ve ancak halifelik olduğunu
kabul etmiyoruz. Çünkü Resulü Ekrem ondan sonra üzerine inen nice âyetleri
tebliğ etti.
Bazı rivayetlerden
anlaşılan şudur: Bu âyetin inişi veda haccm-dan öncedir. Çünkü tbnu Merduveyh
ve Ez-Ziyâ'nın «Muhtar» mda 1b-ni Abbas'tan naklettikleri hadis var. Bir de Ebu
Şeyh ve Ed-Delail'de Ebu Naim'in îbnu Merduveyh ve İbni Asakir'in îbni
Abbas'tan rivayet ettikleri hadis vardır:
«Cenab-ı Peygamber
korunurdu. Amcası Ebu Talib hergün onunla beraber onu korumak için
Haşimoğullanndan birkaç kişiyi vazifelendiriyordu. Ta ki, «Allah seni halktan
korur» âyeti nazil oluncaya kadar. Bu âyetin inişinden sonra amcası yine onunla
beraber onu korumak için bir kimseyi göndermek istedi. Cenab-ı Peygamber:
«Ey Amcam! Allah beni
korudu» dedi ve koruyucuları götürmekten vazgeçti. Malûmdur ki, Ebu Talib
hicretten önce ölmüştür. Ve malûmdur ki Haccetulvedâ'da hicretten birçok zaman
sonradır. Zahire göre «Allah seni nastan korur» âyeti «Allah'ın katından sana
indirilenleri tebliğ et» âyetiyle bitişikdir.
Bazıları «Allah seni
halktan korur» âyeti geceleyin nazil oldu, dediler. Bunu da Abd Bin Humeyd'in,
Tirmizi ve Beyhaki'nin ve başka muhaddislerin Aişe validemizden rivayet
ettikleri hadise dayandırmaktadırlar. Aişe validemiz der ki:
«Resulü-Ekrem
korunurdu. «Allah seni halktan korur» âyeti nazil olduğu zaman başını kubbeden
çıkarıp:
— Ey nas! Gidiniz,
artık Allah beni korur! diye nöbetçilere ihtar etti.»
Bunun tam kasd olunanı
tesbit etmediği aşikârdır. Değişik rivayetleri derlemek için benim meylettiğim
şudur: «Bu âyet birkaç defa nazil olmuştur.» Allah daha iyisini bilir.[44]
Halktan korunmaktan
maksad, Resulü Ekrem'in ruhunu öldürmek ve helak etmekten korumaktır. Öyleyse
Resulü Ekrem'in Uhud'da mübarek yüzünün yaralanması, dörtlük dişlerinin kırılması
bu âyete itiraz olarak'ileri sürülemez.
Bazıları «Ayetteki
korumanın anlamı cismini korumaktır» dedi ve bu âyetin Uhud'dan sonra nazil
olduğunu iddia ettiler. Fakat bu iki emirde müşküldür. Çünkü Yahudiler
Resûlüllah'a zehir yedirdiler. Hatta Resulü Ekrem, «Hayber'deki (zehirli eti)
yeyiş, zaman zaman bana nüksediyor (geri geliyor). İşte bu, kalb damarınım
kesileceği zamandır» diye yakınırdı.
Cevab olarak
denilmiştir ki, «Vahyi tebliğ etmekten ötürü öldürmek ve benzeri hadiselerden
Cenab-ı Hak, Resûlüllah'i masum (korunmuş) kılmıştır. Fakat gerek Hz.
Peygamberdin, gerekse diğer Peygamberlerin başından geçen hadiseler, malların,
memleketler ve nefislerin korunma teminatından mahrum oluşundandır. Bu cevabın
da uzaklığı apaçıktır.
Rağib. Peygamberlerin
ma'sumiyeti, onların korunmasıdır. Bu korunmak da, onlara özel olarak verilen
cevherin safavetinden, onlara bahşedilen ahlâk ve faziletlerinden, onların
galib gelmelerinden, cihetlerinin sabit kılınmasından, sekine'nin onların
üzerine inmesinden, kalblerinin korunmasından ve tevfıkten ileri geliyor.
[45]
(68) «Ey
habibim! De ki: Ey kitab ehli! Siz, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden sizi
indirileni ayakta durdurmadıkça, (gözetip onların hükmüne tâbi oldukça) hiçbir
şeyin üzerinde değilsiniz...»
Bu âyetin tefsiri:
Kitab ehlinden maksad,
Yahudi ve Hıristiyanlardır. Bazı tefsirci- lere göre, sadece Yahudiler
kastedilmiştir. Zira İbni İshak ve İbni Ce-rir, İbni Abbas'tan rivayet ettiler
ki:
Yahudilerden Haris'in
oğlu Refi, Meşkem'in oğlu Selam, Essayf'm oğlu Malik, Hureymel'in oğlu Raf i,
Resûlüllah'a gelip:
— Ey Muhammedi Sen
İbrahim'in milleti ve dini üzerinde olduğunu ve bizim katımıza inen Tevrat'a
îman ettiğini ve o Tevrat'ın Allah'tan gelen bir hak olduğunu iddia etmiyor
musun? diye sordular.
Cenab-ı Peygamber:
«Evet, bunu
söylüyorum. Fakat siz birşeyler ihdas etmişsiniz orada. Sizden alınan misala
inkâr ettiniz. Halka beyan edilmesiyle emro-lunduğunuz bir takım şeyleri
gizlediniz. Böylece sizin sonradan icad ettiklerinizden ben beriyim.» cevabını
verince, Yahudiler:
«Biz elimizde bulunan
Tevrat'ı tutarız. Biz hidayet ve hak üzerindeyiz. Sana îman etmeyecek ve sana
tâbi olmayacağız» dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, «De ki, ey kitab ehli»
diye başlayan bu âyeti onların hakkında indirdi.
(68) «Siz hiçbir
şey üzerinde değilsiniz.»
Yani kayda değer bir
din, ŞEY ismini almaya lâyık bir yol üzerinde değilsiniz. Çükü üzerinde
bulunduğunuzun apaçık bir batıl ve fa-sid olduğu ortadadır. Bu tabir, Yahudiler
için en büyük hakarettir. Zira darbımesellerinden birisi «LÂ ŞEY'den daha
azdır» (Hiçden daha hiçtir) demektir.
[46]
Tevrat ve İncil'in
ikamesinden maksad, onların hükümlerini gözetmek ve onların içinde bulunan
emirleri korumaktır. O emirlerin birisi de Resulü Ekrem'in Peygamberliğine
delâlet eden delillerdir. Tevrat ve İncil'i ayakta tutmak, haklarını yerine
getirmek ve ancak onların içinde bulunan bütün hükümlerle amel etmekle olur.
(68)
«Rabbinizden size indirilen»den maksad Kur an'dır. Kur'an'ı ayakta tutmak ise,
ona îman etmek demektir. Niçin burada önce Tevrat ve İncil'in sonra Kur'an'ın
ayakta tutulması zikredildi. Halbuki burada maksud-u-bizzat Kur'an'ı ayakta
tutmaktır. Elcevap böyle söylemek şehadetin hakkını gözetmek ve onları şikak
(muhalefet) mertebesinden indirmek içindir.
Bazıları; «Rabbınizdan
size indirilen»den maksad, İsrailoğullanna Allah katından gelen kitablardır»
dediler. Bazıları da; ilâhî kitablarm tamamıdır, dediler. Çünkü bütün ilâhî
kitablar, Peygamberlik davasını güdüp mucize izhar eden bir zata îman etmek ve
ona itaatta bulunmanın farz olduğunu söylüyorlar.
(68) «Yemin
olsun, Rabbinden sana indirilen, onlardan birçok kimseleri küfür ve tuğyan
yönünden artırır (ve azdırır...»
Ayetin bu cümlesi,
muste'nife (daha öncekinden kesik), bir cümledir. İçerdiği mânâyı tekid etmek
için kasem LAM'iyle başlamıştır. Ehli kitabın, şiddetli bir şekilde gemi azıya
aldıklarını, mukabere ve inadda pek ileri gittiklerini, tebliğin onlara hiçbir
faide vermeyeceğini açıklamaktadır. Onların Allah'ın hükmüne muhatap olmaya
lâyık olmadıklarını belirtmek için daha önceki âyette inzal onlara, bu âyette
ise Resulü Ekrem'e nisbet edilmiştir.
(68) «Sakın kâfir bir kavm üzerinde (için)
üzülme...» Bu cümlenin tefsiri:
Yani esef etme.
Onların tuğyan üzerindeki artışlarından dolayı üzülme. Küfürde ileri gitmeleri
seni rahatsız etmesin. Çünkü bunun gailesi onların başında patlayacaktır. Bunun
mesuliyeti onlara aittir. Müminler senin için kâfidirler.
Bazı tefsir âlimleri;
«Bu âyetin mânâsı: onların helak olmaları ve azab görmeleri seni üzmesin» [47]
demektir, diyorlar.
[48]
(69) «Şüphesiz ki, müminler, Yahudiler, sabiiler
ve Hıristiyanlar-dan...» Bu âyetin açıklaması:
Bu âyeti celîle,
mustenife (öndeki, kelâmdan ayrı ve müstakil) bir kelâmdır. İman ve salih amele
insanları teşvik etmek için indirilmiştir. Es-Sevri, «Buradaki müminlerden
maksad, dilleriyle iman edip kalbleriyle îman etmeyen münafıklardır» dedi.
Ez-Zeccac da Sevri'nin bu tefsirini beğendi. El-Kadî «Müminlerden maksad, Hz.
Muhammed'-in diniyle dinlenmişlerdir, ister münafık olsun, ister olmasın, hepsi
dahildir» demiştir. Yahudi olanlardan maksad, Yahudilik dinine girenlerdir.
Sabiilere gelince; Hasan Çelebi ve başka âlimlerin beyan ettiğine göre,
Yahudilik ve Hıristiyanlık dininden çıkıp meleklere tapan bir millettir.
«Hüsn-ul Muhadara fî Ahban Mısır el-Kahire» adlı kitabında Es-Suyutî şunları
kaydediyor:
[49]
Tarih imamları; Adem
(A.S.)'in oğlu Şit (A.S.)'e vasiyyet ettiğini ve Şit İle onun oğullarında
Peygamberlik ve dinin bulunduğunu ve Şifin üzerine 29 sahifenin indiğini ve
Şifin, Mısır arazisine geldiğini ve Mısır'a o günkü tabirle «Beylon» adı
verildiğini, Şit ve yeğenlerinin orada konakladıklarını, Şit dağı denilen dağ
üzerinde durduklarını, Kabil'in çocuklarının da vadinin içinde durduklarını,
Şifin oğlu Enuş'u halife seçtiğini, Enuş'un da oğlu Kuman'i halife seçtiğini,
Kuman da oğlu Mehlayil'i halife seçtiğini, Mehlayil de oğlu Yerk veya Yurdu halife
seçtiğini, vasiyyeti ona verdiğini, bütün ilimleri ona öğrettiğini^ âlemde
olacakları kendisine haber verdiğini, yıldızlara baktığını, Adem (A,S.)'e inen
kitaba baktığını, Yerdun, Uhnuh (îdris veya Hurmuz) adlı oğlunun doğup dünyaya
geldiğini o devirde Kralın Mahvil bin Kabil olduğunu, îdris (A.S.)'in kırk
yaşında iken Peygamber olduğunu, kral kendisine kötülük dokundurmak istedikçe
Allah'ın onu koruduğunu, ona otuz sahife gönderdiğini, babası ona dedesinin
vasiyye-tini verdiğini, yanındaki ilimleri kendisine aktardığını, Mısır'da doğduğunu
ve oradan çıktığım, yeryüzünü gezdiğini, dönüp geldiğini, halkı Allah'a davet
ettiğini, halkın da kendisine icabet ettiğini, böylece müslüman milleti
yeryüzünü kapladığını, onun milleti (dini) Sabia olduğunu, Sabia'da da
Allah'ın tevhidi (birlemesi) olduğunu, onun milletinde taharet, oruç ve
ibadetlerin diğer resimleri bulunduğunu, onun doğuya seyahatında bütün
kralların kendisine itaat ettiğini, en küçüğü Ruha, (Urfa) olmak üzere onun
yüzkırk şehir bina ettiğini, sonra Mısır'a döndüğünü, Mısır kralının da
kendisine itaat ve îman ettiğini, Celâleddini Suyuti kaydediyor ve bunu Et
Tifaşi'den naklediyor. Bundan, daha önce Es-Sabia hakkında getirilen
tefsirlerden başka bir tefsir anlaşılıyor.
Abdulhay bin Ahmed bin
İmad el Hanbeli'nin, Ebu îshak Es-Sa-bii'nin tercüme halinde, telif ettiği
«Şeceretul-Zeheb»te şunları görüyoruz: «Sabia, hakkında bazıları, İdrisoğlu
Mutevaşlıh oğlu Sabia'ya nisbettir dediler. Bu Sabi'lik, ilk gelen hanefiyye
(İslâm) dini üzerindeydi. Bazıları, Sabi bin Mavî'ye nisbettir, dediler. Bu da
Hz. İbrahim'in devrinde yaşıyordu. Bazıları da: Sabi, araplar katında kavminin
dininden çıkan insan demektir dedi.[50]..
Bu âyeti celîlede
bahsi geçen «Essabiun» kelimesi mübtedadır, haberi mahzufdur. Yani «sabiiler
de öyledirler» mânâsını ifade ediyor. Iğrab, (yani kelimenin sonunu ötreli veya
üstünlü veya esreli, vav'lı, elif'li ve ya'H okumak) bir sanattır. Onunla Arap
kelâmının zaptına ve anlayışına yardım edilir. Lûgatların ispatına güvenilir
şey, o lügatla-rın ehlinden dinlemektir. Zira, lügat ancak, dinlemekle sabit
olur. «Es-Sabiunennin bu şekilde kullanmasının fasih olduğu dinlemekle sabit
oldu. Acaba nüktesi nedir? Niçin essabiine okunmadı ve «Elleziyne hâdû,
vellezine âmenû» üzerine atfedilmedi? Nüktesi (ve cevabı) şudur: Zihin
uyarılıyor ki, sabiiler de daha önce bir kitabın ehli idiler. Salih amel ve
sıhhatli îman şartıyla onların hükmü de müslüman, Yahudi ve Hıristiyanların
hükmü gibidir. Yani iman ettiklerinde onlardan kıyamet gününde kcrku ve üzüntü
silinir. Fakat bu durum, âyetin muhatablarının katında malûm olmadığından
dolayı sabiinlerin ehli kitab ile bu hükümde ortak olduklarını bilmiyorlardı.
Böylece Ce-nab-ı Hak iğrabda değişiklikle onların dikkatini bu noktaya çekti.
Böyle bir değişiklik ancak böyle tabirlerde fasih sayılır. Fakat belagat konusunda
genel bir kaide vardır. Bu kaide hem konuşma belagatına hem de yazı belagatına
girer. «Dinleyeni veya bakanı uyarmak için işlenilen kelimeler veya cümleler
ya iğrabm değişmesiyle veya hitabette sesin yükseltilmesiyle, HAT (yazı) da harfleri büyük yazmak veya renklerini
değiştirmek suretiyle kullanılır.
Müslümanlar, tefsir
içindeki Kur'an'ı ve şerhler içindeki metinleri bu noktadan ötürü kırmızı
mürekkeble yazıyorlar. Matbaalarda ayırd edilmesi istenilen kelâmların üzerine
çizgiler koyuyorlar.
Dinin bazı düşmanları,
«Kur'an'da nahvi (gramerle ilgili) yanlışlıklar vardır» demek cüret ve
cesaretini göstermiştir. «Es Sabiûn» kelimesinin «Essabiin» yazılması ve
okunması gerekirken yanlış yazılmış ve okunmuştur demişlerdir! Fakat onların bu
iddiaları hem aptallıklarına, hem de cahil olduklarına delâlet eder. Zira
onlar Nahvin lü-gattan mustenbit olduğunu, lügatin nahvdan alınmadığını
bilmediklerinden ötürü nahv kaidelerinin zahirine yapışarak bu iddiada bulunmuşlardır.
Ve bitmemişlerdir ki, Araplardan sabit olan bazı kelâmlar hususunda nahvin
kaideleri eksik ise, bu nahivde olan bir eksikliktir. Araplardan nakli sabit
olan sahihtir ve arapçadır.
Şunu da
anlamamışlardır: «Lâfızlarda Araplara galat (yanılma) nisbet edilemez, fakat
yanlışlık mânâlara girebilir. Beşerin hiçbir lu-gata birden varolmamıştır.
Lügat ancak gelişerek tedricen (yavaş yavaş) genişler. Lügatin müfred ve
mürekkeblerindeki tecdid, (yenilenme) uslûb ve müştakkatindaki tasarruf ancak
fertlerin amellerinden ileri gelir. Hele hutbe ve şiir okuyan, fesahatla meşgul
olan fertler söz konusu ise... Eğer bu itirazcının aklı zayıf olmasaydı veya
İslâm düşmanlığı konusunda ifrat derecede taassubu bulunmasaydı bu lafzın Hz.
Muhammed'den rivayeti onu bu gibi itirazlardan alıkoyardı. Velev ki, bu lafzın
Allah katından indiğine îman etmese dahi... Nasıl alıkoymayacaktır? Halbuki
bütün Araplar bu ibareyi kabul edip, savunmuşlardır. Onların bu icmai'
(birleşmeleri) bugün Avrupada ve dünyadaki akademik icma (birleşme) ve
ikrarlardan daha kuvvetlidir. Belki Arap bedevilerinin herhangi birisinden
nakli dahi onu böyle bir itirazdan alıkoymalıydı. Keşke bilseydim, böyle kör
bir taas-sub, Şekspir'in İngilizcede, Viktor Hugo'nun Fransızcada meydana getirdikleri
yanlışlar hakkında ne diyor?
Acaba sabiilerin Hıristiyanlardan önce zikredilmesinin hikmeti nedir?
Eğer «Mümin»
sözcüğüyle kalben kâfir, dille iman eden münafıkla, lar kastediliyorsa, o
zaman burada terakki sanatı vardır. Yani tevbeye en elverişli olan Hıristiyanlar,
tevbeye yakın olmakta ilk basamağı işgal ederler, onlardan sonra Sabiüer,
sonra Yahudiler, sonra münafıklar gelirler.
Eğer desen ki Cenab-ı
Hak, âyetin başında «Şüphesiz iman edenler...» dedikten sonra âyetin
nihayetinde «onlardan kim iman ederse» dedi. Acaba bu tekrarın faidesi nedir?
Cevab olarak deriz ki,
bunun faidesi, münafıklar zahirde İslâmı belirtiyor ve mümin olduklarını iddia
ediyorlar. Fakat Cenab-ı Hak, bu tekrarla onları müminler kabilinden çıkardı.
Böylece âyetin mânâsı: «şüphesiz ki, dilleriyle iman edip kalbi eri yi e iman
etmeyenler, Yahudi, Sabii ve Hıristiyanlardan kim iman ederse, (yani iman üzere
sabit olursa, nifakından dönüş yaparsa), ve salih amelle de imanım
pekiş-tirirse, (ahirette) onlar için korku ve üzüntü yoktur» demektir.
Bazı tefsirciler,
«Burada ikinci bir faide vardır. O da şudur: İmanın altına birçok kısımlar
giriyor. O kısımların en şereflisi Allah'a ve ölümden sonraki dirilmeye iman
etmektir. Böylece imanı tekrar etmekle Cenab-ı Hak imanın en şerefli
kısımlarından olan bu iki kışıma dikkatleri çekti.
[51]
(70) «Yenıin
olsun, İsrailoğullanmn misakını aldık...»
Bu âyetin izahı:
îsrailoğullanndan
alman «Misak», (yeminli söz) Tevrat'taki mi-saktır. Şöyle ki, onlar Tevrat'ta
bulunan tevhide göre, amel edeceklerdi ve Tevrat'ta onlara emredilen şeylere
göre harekette bulunacaklardı, yasaklarından kaçınacaklardı.
Cenab-ı Hak şeriat ve
ahkâmı onlara beyan etmek için Peygamberler de göndermişti. Onların hoşuna
gitmeyen bir şeriatla herhangi bir Peygamber kendilerine geldiğinde onların bir
gurubu o Peygamberi yalanladılar. Bir gurubu da Peygamberlerden hoşlarına
gitmeyenlerle savaştı ve onlan öldürdüler. Yalanladıkları Peygamberler
arasında, Hz. îsa ile Hz. Muhaınmed vardır. Öldürdükleri Peygamberler arasında,
Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya vardır. Onlar bunu Allah'a vermiş oldukları misakı
bozmak için yaptılar. Allah'a karşı cüret gösterdiler. Emrine muhalefet
ettiler. Cenab-ı Hak, kâtelü yerine yak-tulune
(Halihazırda veya gelecekte) öldürüyorlar» kelimesini kullandı. Böylece
Peygamberleri öldürmek, eskiden de, gelecekte de, halihazırda da onların
adetlerinden, olduğuna dikkati çekti...
[52]
(71)
(İsrailoğullan) zannettiler ki, bu yaptıklarından fitne olmayacaktır. Böylece
(hakkı görmez) kör oldular, gerçeği (işitmez) sağır oldular. Sonra Allah
tevbelerini kabul etti. Bundan sonra çokları tekrar kör oldu ve sağırlaşti.
Allah onların, yaptıklarını görücüdür.»
(72)
Şüphesiz ki, Allah, Meryem oğlu Mesih İsa'dır, diyenler kâfir oldular. Oysa
Mesih İsa (şunları söyledi)
— Ey İsrailoğulları!
Benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz. Muhakkak ki
Allah'a ortak koşana Allah cenneti haram kıldı. Onun meskeni ateştir. Zalimlere
yardımcılar yoktur.»
(73) Yemin
ederim ki, «Allah, üçten üçüncüdür» diyenler kesinlikle kâfir oldular. Oysa
bir tek ilâhdan başka ilâh yoktur. Eğer dediklerinden dönüp Allah'ı
birlemezseler, kesinlikle onlardan küfürde kalanlara elem verici bir azab
dokunacaktır.»
(74) Acaba
daha da Allah'a dönüş yapmayacaklar mı? Ondan af talebinde bulunmayacaklar mı?
Allah çokça affeden ve merhamet sahibidir.»
(75) Meryem
oğlu İsa Mesih ancak bir resuldür. Ondan önce Peygamberler gelmiş ve
geçmişlerdir. Annesi Meryem çokça tasdik edicidir. İkisi, (İsa ve Annesi)
yemek yerlerdi. (Ey Habibim.' Veya ey İnsanoğlu!) Bak ki, biz onlara âyetleri
nasıl açıklıyoruz. Sonra bak ki, onlar hakkı inkârda nasıl çevriliyorlar.»
(76) De ki:
Allah'ın yerine ne bir zarar ne de bir menfaat vermeye güç yetiremeyen şeylere
mi ibadet ediyorsunuz? Oysa her sözü işiten ve herşeyi bilen ancak Allah'tır.»
[53]
(71) «Bir
fitne olmayacağını sandılar...»
Bu âyetin tefsiri:
Yani nefislerinde
yerleşen kuvvetli bir zan ile sandılar ki, yaptıkları fesatlıktan ötürü
herhangi bir fitne olmayacaktır. Fitne, kuvvetli milletleri onların üzerine
musallat kılmak gibi şiddetli hadiselerle onları denemektir. Memleketlerini
tahrib etmek, zulüm altında inim inim inletmek suretiyle imtihan etmektir.
Bazı tefsirciler,
«Fitneden maksad, kıtlıktır. Yani onların veya hayvanlarının yiyecekleri
hususunda sıkıntı göstermektim demişlerdir. İnsan zihnine gelen mânâ şudur:
Burada mücmel olarak zikredilen fitne, «El-îsra» (İsrailoğulları) sûresinde
uzun uzadıya zikredi-~ len fitnedir. Nitekim Cenab-ı Hak orada,
«îsrailoğullanna kitabta, doğrusu yeryüzünde iki defa bozgunculuk yapacak ve
kibirlendikçe kibirleneceksiniz diye bildirdik. Bu ikiden birincisinin vakti
gelince üzerinize pek güçlü olan kullarımızı salacağız. Onlar memleketinizde
her köşeyi kontrollerine alacaklar. Bu yerine gelecek bir vaaddır. Bunun
ardından sizi onlara galib getireceğiz. Mallar ve oğullarla size yardım edecek
ve sizin sayınızı artıracağız. İyilik ederseniz kendinize iyilik etmiş
olursunuz. Kötülük ederseniz o da kendinizedir. İki vaaddan ikincisinin vakti
gelince yüzünüzü üzüntüye sokmaları, kötülük yapmaları, önceden mescide
girdikleri gibi girmeleri, ele geçirdikleri yerleri ha-rab etmeleri için onları
tekrar göndereceğiz.» (El-îsra: 4-7).
Bu âyetteki fesadın
iki defa oluşuna «kör ve sağır oldular, sonra Allah tevbelerini kabul etti.
Sonra tekrar çokları kör ve sağır oldu»
âyetiyle işaret
edilmiştir. Allah'ın âyetlerini (yani kitablanndaki âyetlerini) görmemezlikten
geldiklerinden ötürü kör oldular. Bu âyetler zalim ve yeryüzünde adaletsizlik
yapan milletlere, Cenab-ı Hakkın cezasının olduğunu ilân ederler. Bir de
Cenab-ı Hakkın yarattıklarının hakkındaki sünnetlerini ve kanunlarını
görmemezliklerinden dolayı kördürler. Peygamberlerin getirmiş oldukları
vaz-u-nasihatları dinlemekten sağırdırlar. «Allah'a verdiği sözünde durmayana,
Allah'ın cezası vardır. Allah'ın dinine ihanet edenlere, dini bırakıp nefis
nevasına tabi* olanlara ceza vardır» diye uyarmalarına kulaklarım kapattılar.
Kör ve sağır olduklarından zulüm ve fesada daldıkça daldılar. Cenab-ı Hak
onların üzerine Babillüeri (Keldanılan) musallat kıldı. Babilliler,
îs-railoğullanmn memleketlerini köşe be köşşe, karış be karış (istilâ) ettiler.
Mescid-i Aksa'yı yaktılar. Bütün mallarını ganimet, ve bütün ço-luk-çocuklannı
da esir ettiler. Hem saltanatlarını, hem de istiklâllerini ellerinden aldılar.
Sonra Cenab-ı Hak tekraren onlara merhamet ederek tevbelerini kabul etti.
Saltanat ve izzetlerini kendilerine geri verdi. Tekrardan kör ve sağır oldular.
Zulüm ve yeryüzündeki fesada-ta tekraren döndüler. Haksız yerde Peygamberleri
öldürmeye tekraren yeltendiler. Bu sefer Cenab-ı Hak onların üzerine Fursi
yani İranlıları, sonra Rumu yani Bizanslıları, (Romalıları) musallat kıldı.
Onların mülk ve istiklâllerini ellerinden aldılar. Onların böyle sanmalarına
nedeni, ya «Biz Allah'ın oğullan ve dostlarıyız» demelerinden, veya Cenab-ı
Hakkın onlara fitne ve fesatlıklarına rağmen uzun bir mühlet vermesinden ileri
geliyordu.
Israiloğullan, ilk ifsadında
(fesatlık yapmalarında), Tevrat'ın hükümlerine muhalefet ettiler. Haramları
işlediler. «Eşiya» (A.S.)yi öldürdüler. «Ermiye» (A.S.) yi hapsettiler.
Böylece Cenab-ı Hak, Babil Kiralı Buhtunnasır'ı onlara musallat kıldı. Hepsi
esir düştü. Uzun bir zaman Babil'de esir olarak yaşadılar. Ondan sonra Cenab-ı
Hak, Faris kırallanndan büyük bir kralı Beytul Makdis'e göndertti. Onun kalbine
merhamet etti. Beytulmakdis'i tamir etti. İsrailoğullanndan esarette kalanları
tekrar Beytulmakdis'e çevirdi. Etrafa dağılanlar yeniden orada toplaçtılar.
İstikrar buldular. Çoğaldılar. Ve en güzel devirlerini yaşamaya başladılar.
Bazı tefsirciler,
İsfendiyar'ın oğlu Behmen, dedesi Kâşiften saltanatı devraldıktan sonra,
Cenab-ı Hak onun kalbine İsraillilere karşı şefkat ilka eyledi. İsraillileri
Şam memleketine geri gönderdi. «Danyal» (A.S.)'ı onlara idareci olarak tayin
etti. Şam arazisini Buhtunnasır tarafından gelenlerin elinden kurtardılar.
Buhtunnasır tarafından Şam'a yerleştirilenleri kovdular. Aralarından Peygamberler
çıktığından onlar, en güzel durumlarına dönüş yaptılar.
İkinci fesatlık ve
fitne yapmalarından «sonra kör ve sağır oldular» âyeti işaret ediyor. Bu ikinci
defa da Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya (A. S.)'yi öldürdüler. Hz. İsa'yı Öldürmek
istediler.
Zemahşeri, «Birinci,
kör ve sağır olmaları, buğazıya taptıklarına işarettir. İkincisi, «Cenab-ı
Hakkı gözümüzle görelim» diye İsrar etmelerine işarettir» diyor.
Fakat Zemahşeri'nin bu
tefsiri, âyetten uzaktır. Çünkü buzağıya tapmak her ne kadar büyük bir günah
olup körlük ve sağırlığın korkunç durumundan neşet etmiş ise de, fakat
buzağıya tapmak Hz. Musa'nın dönemindeydi. Hz. Musa'dan birkaç asır sonra
Peygamberlere karşı yaptıklarıyla bu hadisenin hiçbir ilgisi yoktur. İkinci
körlük ve sağırlık, Allah'ı gözle görme ısrarlarına işarettir demesi de doğru
değildir. Çünkü bu hadise, Hz. Musa münacaata gitmek istediği zaman
beraberinde gidenler tarafından işlenildi. Buzağıya tapmak da geri kalanlar
tarafından oluştu. Öyleyse bunun- buzağıya tapmaktan daha sonra olduğu kesin
değildir. Belki ikisi de aynı zamanda olmuş olabilir.
Bazı tefsirciler,
«Birinci körlük ve sağırlık Zekeriya ve Yahya (A. S.) zamanında olan hadiseye
işarettir. İkincisi Resulü Ekrem'in döneminde İsrailoğullanndan çıkan küfür ve
isyana işarettir» dediler.
Cenabı Allah, körlüğü
«sağımlıktan önce zikretti. Çünkü Peygamberleri kabul etmeyen bir kimse,
evvelâ Peygamberliği ve Allah katından geleni görmemezlikten gelir. Onun
mucizelerine bakmaz. Sonra onu görürse de artık konuşmasını dinlemez hale
gelir. Yani körlük sağırlıktan önce gelir. Böylece körlük sağırlığın temelini
teşkil ediyor.
(71)
«Onların yapacaklarım Allah görücüdür.» Yani, Peygamberlerin en sonuncusuna
yapmış oldukları hileyi Allah görür. Hevai nefse tâbi olmak, cnlan kör ve sağır
etmiştir. Artık Peygamberin getirdiği nur ve hidayeti görmez hale gelmişlerdir.
Diğer Peygamberler tarafından müjdelenen sıfatların kendisinde bulunduğunu da
görmemezlikten geliyorlar. Onlar için okuduğu âyetleri dinlememezlikten
geldikleri gibi o âyetlerdeki hüccet ve beyyineleri dinlemez oldular. Allah
bunun üzerine gelecekte cnlara cezayı çektirecektir.
Cenab-ı Hak
Yahudilerin halini beyan ettikten sonra Hıristiyanların halini beyan etmeye
başlayarak buyurdu:
[54]
(72) «Yemin
olsun, şüphesiz ki Meryenıin oğlu Mesih İsa, Allah'tır diyenler kâfir
oldular...»
Bu âyetin tefsiri:
Cenab-i Hak bu sözü
söyleyenlerin kâfir olduklarını yemin etmek suretiyle bildiriyor. Çünkü
Hıristiyanlar Meryem'in oğlu Mesih'i haddinden fazla (yani bir Peygambere, bir
beşere verilecek sıfatlardan fazla) sıfatlarla nitelendirdiler. «Allah'tır»
dediler. «Allah'ın bir parçasıdır» dediler. «Allah'ın oğludur» dediler. Onlann
bu ifratları Yahudilerin İsa'yı inkâr etmek, dosdoğru olan annesi Meryem'e
«zina» gibi büyük bir bühtanı isnad etmelerine denk oldu. Sonra bu akide Hıristiyanlar
arasında yayıldı. Bu akideden Allah'ın birlemesine dönüş yapan,
Hıristiyanlarca dinden çıkmış sayılıyor. Sebebi de şu: Hıristiyanlar mabud, üç
asıldan (uknum) mürekkeptir. Onların adı eka-nim'dir. Onlar, baba, oğul, ve
ruhul-kudus'tur. Mesih oğuldur, Allah babadır, derler (Haşa). Bu üç şeyin her
birisi diğer ikisinin ay-nisidir. Netice olarak onlann akidesine göre, Allah,
Mesih'in, Mesih de Allah'ın tâ kendisidir. Bu tefsir, daha önce bu sûrenin 19.
âyetinin açıklamasında geçti. Evet, bu âyeti celîlede Cenab-ı Hak Hıristiyanların
bütün gurubîannı, (Melkani, Yakubi, ve Nasturilerin hepsini) kâfir olarak ilân
ediyor. Yani Hiristiyanlardan «Mesih Allah'ın tâ kendisidir» diyenler
kâfirdir, diyor. Oysa daha önce Mesih'in Allah'ın kulu ve Peygamberi olduğu
onlara söylenmişti. Mesih daha beşikte iken ilk konuştuğu kelime «Ben Allah'ın
kuluyum» demesidir. «Ben Allah'ım» veya «Allah'ın oğluyum» demedi. Belki «Ben
Allah'ın kuluyum. Allah bana kitabı verdi ve beni Peygamber kıldı. Şüphesiz
Allah hem benim hem de sizin Rabbînizdir. Ona kulluk yapınız. Bu dosdoğru
yoldur» dedi. Yetişkinliği (ve Peygamberliği) döneminde de onlara Rabbi olan
Allah'a ibadet etmelerini emretti. Allah'ı birledi. «Onun ortağı yoktun» dedi.
İşte bunun için Cenab-ı Hak bu âyette, Mesih: «Ey İsrailoğuUan! Hem benim, hem
de sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz. Şüphesiz ki, Allah'a ortak
koşan, (yani Allah'la beraber başkasına kulluk yapan) için Cenab-ı Hak cenneti
haram ve cehennemi vncib kılmıştır. Zira Allah şirk koşanları affetmez. Şirkten
başka diğer günahları, diğer kullarından dilediğini affeder.»
Sahihte varid
olmuştur: Resulü Ekrem bir tellâlı gönderdi. Halka şöyle sesletti:
«Şüphesiz cennete
ancak müslüman (veya mü'min) bir nefis girebilir.»
Ve yine Aişe
validemizden gelen bir hadiste:
«Divanlar üçtür.
Onlardan, bir divan vardır ki, Allah onu affetmez. O da şirktir. Yani Allah'a
şirk koşmaktır.»
Cenab-ı Hak, «Allah'a
şirk koşana, Allah cenneti haranı kılmıştır.» buyurdu.
Bu hadis, İmam
Ahmed'in Müsned'inde yer almaktadır.
(73) «Yemin
ederim ki, «Allah üçün üçüncüsüdür» diyenler kesinlikle kâfir oldular...»
Bu âyetin izahı:
Sıhhatli görüş şudur
ki, bu âyeti celîle özel olarak Hıristiyanlar hakkında nazil olmuştur. Fakat bu
üçten maksad nedir? Tefsirinde ihtilâf vardır: Bazı tefsirciler, «ekanimi
selase» yani üç asıl: (1) BABA, uknumu, 2) OĞUL, uknumu, 3) babadan oğula
intikal eden «kelime» uknumudur demişler.»
İbni Cerir ve başkası:
«Hıristiyanların üç
ana gurubu yani Melkaniye, Yakubiye, ve Nas-turiye gurublan, bu üç aslı yani
EKANİM'i kabul ederler. Fakat aslın (ekanim)'in tafsilinde ihitlâflan uzun
uzadıyadır. Her gurûb diğerini tekfir ediyor. Hakikat şudur ki üç gurub ta
kâfirdir.» dediler.
Essüddi ve başka
tefsirciler:
Bu âyet,
Hıristiyanların Mesihi ve annesini Allah'la beraber iki ilâh kabul etmeleri
hakkında nazil olmuştur. Böylece onlar, Allah'ı üçte bir kabul etmişlerdir.»
Es-Süddi diyor ki: Bu
âyeti celîle tıpkı sûrenin sonunda gelen şu âyet gibidir:
«Hatırla o zamanı ki,
Cenab-ı Hak: Ey Meryem'in oğlu İsa! Sen mi
nasa (halka) beni ve annemi Allah'tan
başka iki ilâh ediniz, dedin?
İsa: Sen ortaktan
münezzehsin. Yetkim yoktur ki benim hakkım olmayan bir şeyi iddia edeyim» diye
cevab verdi.»
teslis yani Allah'ı
(haşa) üçleme inancı, putperestlikten Hıristiyanlığa intikal eden bir
inançtır. Putperestlerden Hıristiyanlaşanlar bu inancı beraberlerinde
getirmişler. Ve bu inanç, yok olup giden putperest milletlerin hepsinde hemen
hemen görülmektedirler. Meselâ: Brahmanlarda «Teramurti» akidesi görülüyor.
Teramurti, hind dilinde iki kelimeden ibaret olan bir lâfızdır. «Tera»nın
mânâsı üç demektir. «Murtinnin mânâsı ise, asıllar, uknumlar ve heyetler demektir.
Yani üç asıl, (üç uknum), üç heyet. Ki onlar da «Brahma», «Fişno» ve
«Sifandır.
Budûstlerin katında da
teslis akidesi vardır. Onlar, «Buda» bir ilâhtır; üç uknumu, (aslı) vardır,
derler. Bozyocinist gurubu da Cifa, üç uknumlu (asıllı) bir ilâhtır diyorlar.
Çinliler Buzaya (veya buda-ya) taparlar. Ona «Fü» ismini verirler. Ve «O, üç
uknumdan meydan na gelmiştir» derler. Nitekim Hindliler de bunu söylerler.
Zira, Itindli-lerin remzi «El», «Vav», «Mim» (E.V.M.) dir. Hz. İsa'dan (604)
altı-yüz dört sene önce yaşayan meşhur Çinli filozof «Yalkometza»nın Tav etbai
diye bilinmekte olan etbalan da üç uknumlu bir ilâha taparlar. Onların ilâhî
felsefelerinin esası şudur: «Tao», birinci akıldır ve ezelidir. Ondan BİR
rakamı (1) çıkmıştır. Bir rakamından da üç (3) çıkmıştır. Bu üçten de herşey
çıkmıştır. İşte bu akide, görüldüğü gibi, bir Teslis (üçleme) akidesidir.
Eski Mısırlılar da «teslis»
akidesine sahib idiler. Onlar «Bir rakamı (2) yi yaratmıştır. Bir ile iki
birden üçü (3) yaratmıştır. Bununla mukaddes üçlü meydana gelmiştir» diyorlar.
Fars ve diğer Asyalı
milletlerin katmda da üçleme akidesi vardır. Bu hususta Hığm, «Englo-Sakson»
adlı kitabının (163) yüzaltmış üçüncü sahifesinde şunları söylüyor:
«Farslar Hindliler
gibi üç uknumlu bir ilâha taparlardı. Ona «Uz-mert», «Metret», «Ehremen»
derlerdi. Uzmert, yaratan; Metret, Allah'ın halis ve aracı olan oğlu; Ehremen
melektir.
Keldani, Asuri,
Fenikelilerden de kelimeye iman ettikleri nakledilmektedir. Keldaniler, ona
«Mjmrar», Asuriler «Merduk» derlerdi. Ve iddialarına göre «Merduk», Allah'ın
bakir oğludur. (Haşa).
İşte milletler böylece
birbirlerinden «teslis» akidesini alagel-miştir. Berdisart, «Putperest
Mısırlıların Hurafeleri» adlı kitabında (sahife, 285) şunları kaydetmektedir:
«Doğu kaynaklarından
alınan bütün dinî bahislerde «teslis» akidesinin çeşitleri görülmektedir.»
Ve devamla:
«Batı kaynaklarından
gelenler de böyledir» diyor. Eğer batıda, bu, daha derinlemesine görülmezse,
unutulmasın ki, batılılar bu hususta doğuluların talebeleridir. Doğru,
Hıristiyanlığın hakikatlarını tahrif eden Mısırlılarda bu meseleler daha da
derinleşerek kökleşmiştir. Mısırlılar, İsrail'i tevhidden doğu hıristiyanlığın
TESLİS akidesine, ve putperestliğin üçleme inancına götürdüler. Yunan ve
Romalıların katında da teslis akidesi vardı. «Avrupa'nın İlk Yerlileri» adlı
kitabın tercümesinde şunu görüyoruz:
«Eski putperestler,
ilâhın bir olduğuna inanırlar. Fakat bu bir olan ilâhın üç uknumu, (üç aslı)
vardır diyorlardı.
«Dinî Fikirlerin
Terakkisi» adlı kitabın (307) üçyüz yedinci sahi-fesinde şunlar
kaydedilmektedir:
«Yunanlılar ((ilâh üç
uknumludur» derlerdi. Keşişleri, kurbanları takdim etmeye başladıkları zaman,
kurbanın kesileceği yeri bu üçlemeye işaret olsun diye üç defa mukaddes su ile
sularlardı. Mezbahanın etrafında toplananlara üç defa su serperlerdi.
Buhurdanlıktaki buhuru üç parmaklarıyla alırlardı. Ve inanırlardı ki, Hükema
herşeyin üçlü bir mukaddesten oluştuğunu söylemişlerdir. Bütün dinî emirlerinde
bu üçlemeye ihtimam gösterirlerdi.»
Ben de derim ki, Kostanlılar
Hıristiyanlığa girdikten sonra kilise bütün bu üçleme kaidelerini almış ve
onunla Hz. Meşinin şeriatı olan İncil'i tahrif etmiştir. Buna rağmen, bu
putperestler kendilerine Hıristiyan demekte ve her şeyi Mesih İsa'nın adıyla
yapmaktadırlar. Acaba bunların Mesih (A.S.)'e yapmış oldukları zulüm hiçbir
kimse tarafından başka bir kimseye yapılmış mıdır? Hayır, hayır!
Danvin, Yunanlıların
Hz. İsa'dan birkaç asır daha önce yaşamış bir yazar ve şair olan «Orfiyos»tan
şunu naklediyor:
«Her şeyi bir tek,
isimleri ve uknumları üçlü olan bir ilâh (yaratmıştır) ».
İşte bu şiirde de
görülüyor ki, Yunanlılarda da Teslis akidesi vardı.
Vist, «Hurafeler ve
Onları İcad Edenler» adlı kitabının (205) iki-yüz beşinci sahifesinde, «Eski
putperest Romalılar Teslise inanırlardı. Evvelâ Allah'a, sonra kelimeye, sonra
ruha inanırlardı.»
Barhost, İbranice
kamusunda şunları kaydediyor:
Brusya'nın şimalinde
bulunan berberilerin bir ilâh vardı. Ona «Kritlaf» derlerdi O ilâhın bir tek
cesedi üzerinde üç başı olan bir timsali halen mevcuttur.
Derim ki, «Tritlaf»,
üç mânâsına gelen «Tri» ile ilâh mânâsına gelen «Tlaf» kelimesinden
mürekkebtir.
Baun, kitabının (377)
üçyüz yetmiş yedinci sahifesinde «İskandi-navlar üç uknumlu bir ilâha
taparlardı. Ona. «Odin», «Tura», ve «Fi-ri» derlerdi. Bu üç uknumun bir ilâh
olduğunu söylerlerdi. Bu mukaddes üçlemeyi temsil eden bir putları vardı. O
put İsveç'in Opsal şehrinde bulunuyordu. İsveç, Norveç, Danimarka bu üçlemenin
heykellerini inşa etmek hususunda yarışırlardı. Bugünkü Avrupada dahi bu
görülmektedir. Heykellerin duvarları, altınlarla ve bu üçlemenin timsalleriyle
nakşedilirdi. «Odin»in heykelini elinde kılıç olduğu halde yaparlardı. Sol
tarafında başında taç, elinde baston olduğu halde «Tura»mn heykelini
yaparlardı. Ve Firi de Tura'nın solunda yapılırdı. «Firi» de hem erkek, hem de
kadınlık alâmetleri vardı. İddialarına göre «Odin» baba, «Tura», Odin babanın
bakire oğlu, Siri'de, bereket, zürriyet, selâmet ve zenginlik veren ilâh
olurdu.
Sorarım: Acaba
Avrupalılar putperest dinlerini terkedip öyle mi gelip hıristiyanlığa girdiler.
Yoksa hıristiyanlığa girmelerine rağnıen putperestliklerine devam mı ettiler?
Avrupalılar bizzat Hz. İsa'dan naklederler:
«Ben Hz. Musa'nın
şeriatını yıkmak için değil onu tamamlamak için geldim.»
Fakat beri tarafa
bakınız ki, Hıristiyanların mukaddes saydıkları pavlos, Hz. Musa'nın şeriatını
taş be taş yıktı. Ancak putlara kesilen kurban, akıtılan kan ve katlannda
cezası olmayan zinayı bıraktı. Böylece onları rahata kavuşturdu. Onlar için
yeni bir dini tesis etme yolunu açtı. Bu yeni din inançlarında, ahkâmında,
adetlerinde Hz. İsa'nın getirdiği dinle hiç bağdaşamaz. Hz. İsa'nın dininden
en uzak olan irfsan, insanları İsa'nın adıyla Hıristiyan yapmak için
milyonlarca altın sarf eden f renklerdir. Onların hedefleri; bütün beşeriyeti
köle yap-' inaktır. Beşeriyetin mallarım ve saltanatını selbetmektir. Ta ki dünyanın
bütün servet ve lezzetleri, süs ve azametleri onların olsun. Acaba Mesih bunun
için mi gelmişti? Bunu mu, yoksa bunun tam tersini mi emretti? Yemin olsun,
beşerî gelişmelerin acaiblikleri içerisinde, hakikatlan tersyüz yapnalan
içerisinde, yeryüzünde bulunan hıristf-yan dininin varlığından daha garibini
görmedim. Bu din aslında katıksız tevhidin esasları üzerinde bina edilmişti.
Onu tam tersine çevirdiler. Putperest ve akıl almaz bir üçleme dini yaptılar.
Ki bu üçlemeyi Yunanlıların, Romalıların üçlemesinden; onlar da Mısırlıların
Brah-manlarm üçlemesinden aldılar. Bu din semavî (Allah'tan gelen) bir şeriat
idi. Fakat onu nesh ve iptal ettiler. Onun yerine bir takım bid'at^ lar ve
dinden en uzak bulunan âdetler ve taklidler getirdiler. Zühd, tevazu, sade
yaşamak, işar (ihtiyaç sahibini nefsine tercih etme) ve kulluk dini olduğu
halde, onu tam tamahkârlık, oburluk, azamet taslamak, müreffeh yaşamak,
başkasını yaşamak için ezmek, hatta öldürmek, beşeriyeti kul ve köle etmek
dinine çevirdiler. Öyle bir din haline getirdiler ki, onun esaslarını
putperestlikten alıkoyarlar. Onun akidesine (yani bugünkü Hıristiyanlığın
akidesine), inancına delâlet edecek bir tek kelime îsrailoğullannın
Peygamberlerinden nakledil-memiştir. Fakat Hıristiyanlara bakınız ki, onlar
bütün bu üçleme akidesini İsrailoğullannın Peygamberlerine ait kitablardan
almış olduklarını iddia ediyorlar. Evet bugünkü Hıristiyanlık dinini Mesih
İsa'ya nisbet ediyorlar. Halbuki onlar «Teslis» akidelerinin hakkında İsa'nın
bir tek kelimesini delil olarak gösteremezler. Ancak kesinlikle Allah'ın
birlemesini, ortaktan tenzih edilmesini, üçlemeyi iptal etmeyi ve Allah ile
herhangi bir şeyi eşit tutmayı iptal eden nasslar İsa'dan kalmıştır. Bütün
bunlarla beraber îsâ, çok zamanlar kendisini insanoğlu olarak onlara takdim
ediyordu.
Eğer hıristiyanlann bu
akide (inanç) lan hususunda yanlarında hiçbir nass yoksa, sadece ve ancak Yuhanna'nın
İncil'inin (17.) onye-dinci faslında naklettiği şu âyeti varsa kâfi gelir. Zira
şu âyette Hz. İsa (A.S.):
«îşte bu, ebedi
hayatın tâ kendisidir. Burada seni tanıyacaklar. Hakiki ve biricik ilâh
olduğunu bilecekler. Burada senin Peygamber olarak gönderdiğin Yesu' Mesih'i
tanıyacaklar.» demektedir.
Görüldüğü gibi, Hz.
İsâ burada, Allah'ın biricik mabud olduğunu ve İsa'nın da, onun elçisi
bulunduğunu bildiriyor. îşts Kur'an da, insanları buna davet ediyor. Bu inanç
esasında hıristiyanlann akidesinin temeli olmalıydı. Hıristiyanlığın
nasslannda buna muhalefet edenler, tevil yoluyla dahi olsa buna
dönüştürülmeliydi. Böylece makul ile menkul arasında uyum sağlanmış olurdu.
Markos, İncil'inin
onikinci fasûnda şunu naklediyor:
«Kâtiblerden birisi
ilk vaşiyyeti ondan sordu. Yesu' (A.S.) ona cevab vererek:
— Ey İsrail, ilk
vasiyyet; Rabbi dinle. Bizim mabudumuz bir tek Rabh'dır.»
Bunu söyledikten sonra
kâtib ona:
«Ey muallim! Hakla
güzel söyledin. Çünkü o birdir. Ondan başkası yoktur.»
Yesu, kâtibin akılla cevab
verdiğini görünce ona: «Sen göklerin melekûtünden uzak değilsin» dedi.
îşte bunlardan
anlaşılıyor ki, tevil olmaksızın zahirden alman makul (akılla idrak edilen)
akide ancak tevhid-i halis ve katıksız vahdaniyet akidesi (inancı) dır.
Yuhanna, İncil'inin
(1.) birinci faslında ki, şöyle dediğini «Allah'a gelince, onu hiç kimse
görmemiştir.» rivayet etti.
Yuhanna'nın birinci
risalesinin (4.) dördüncü faslında da bunun benzeri vardır:
«Allah'a gelince, hiç
bir kimse ona bakmamıştır.»
Pavlos'un Timovâus ahalisine
gönderilen birinci risalesinin altıncı faslında:
«Onu beşerden hiç
kimse görmemiştir ve onu görmeye de kudreti yoktur. Ama Mesih'i ve Ruhulkudus'u
insanlar gördü.»
Markos, İncil'inin
(13.) onüçüncü faslında rivayet ediyor:
«Hz. tsa, kıyamet
kopması ve kıyamet günü hakkında nassen şu nu söyledi:
— O güne ve o, saate
gelince, hiç kimse onu bilmemiştir. Göklerde olan melekler de onu bilmemiştir.
Oğul da onu bilmemiştir. Ancak baba bilmiştir.»
Eğer oğul, babanın
aynısı olsaydı babanın her bildiğini oğulun bilmesi gerekirdi. Hz. İsa'nın
kıyamet hakkındaki bu sözü Cenab-ı Hakkın, Kur'an'da, Peygamberlerin
sonuncusuna hitab eden şu âyetine uygundur:
«Ey Habibim! De ki,
onun ilmi ancak Rabbİmin katımladır. Onun vakti geldiğinde onu açığa ondan
başkası vuramaz.» (El-Ar af: 187).
Eğer Hıristiyanlar
Bernabe İncil'inin âyetlerini kabul etseydiler tevhide dair aklî ve nakli
delillerle takviye edilmiş nice delilleri oradan nakledecektik. Orada bulunan
o deliller Mesihin beşer ve Allah'ın Resulü olduğuna dairdir. Ondan evvel
Peygamberlerin geçtiğini haber veriyor. O ne ilk, ne son Peygamberdir.
Hıristiyanların kabul
etmemesine rağmen Barnabe'nin (64.) alt-mışdördüncü faslına kulak ver. O
fasılda Bernaba Hz. İsa'nın, Allah tarafından diğer Peygamberlere verilen
âyetlerle beşeriyete gönderildiğini ve âyetlerin Allah için kulluğa munafi
(yani ters) düşmediklerini istidlal ediyor. Bir de Bernaba'nın (95.) faslına
kulak ver. Onunla da Hz. İsâ Tevhid hususunda Peygamberlerin sözleriyle delil
getiriyor ki, Cenab-ı Hak, («OL») kelimesiyle herşeyi halketmiştir. Cenab-ı Hak
görür, fakat görülmez. Cenab-ı Hak cisim değildir, mürekkeb değildir.
Muteğayyer (bozulan) değildir. Cenab-ı Hak yemez, içmez ve uyumaz. Sonra İsâ
(A.S.) şöyle devam eder:
«Ben bakılan bir
beşerim. Yeryüzünde yürüyen ve çamurdan yapılan bir kitleyim. Diğer beşerler
gibi faniyim. Benim başlangıcım vardır ve sonucum olacaktır. Ben kendiliğimden
bir tek sineği dahi yaratmaktan acizim.» [55]
Değerli okuyucu!
Teslis akidesi akılla çözülecek bir akide (inanç) değildir. Çözülmez bir
problemdir. «İzhar-ül Hak» sahibi, bu meselenin çözülmez bir şey olduğunu şu
hikâyeyi nakletmekle ifade etmek istiyor:
«Naklolunur ki, üç
şahıs hristiyanlaştılar. Keşişlerden bazıları, onlara hristiyanlığın zaruri
sayılan inançlarını öğretti. Hele Teslis (üçleme) akidesini daha da mühimsedi.
Onlar o keşişin hizmetinde devam ettiler. Keşişin dostlarından birisi geldi:
«Yeniden hristiyan olan var mıdır?» diye sordu. Keşiş:
«Üç kişi hristiyanhk
dinini kabul ettiler» deyince dostu sordu: «Zaruri inançlardan birşey
öğrendiler mi?»
Keşiş:
«Evet.» dedi. Dostu:
«Öyleyse birisini
çağır da dinleyelim» teklifinde bulundu.
Bunun üzerine birisi
öneminin gösterilmesi için huzura getirildi. Dost, gelen kişiden Teslis
akidesini sordu. Bunun açıklamasını istedi. Gelen, keşişe hitaben:
«Sen bana ilâhların üç
olduğunu söyledin. Onlann birisi gökte olandır. İkincisi bakire Meryem'in
rahminden doğup dünyaya gelendir. Üçüncüsü; ikinci ilâh otuz yaşma geldikten
sonra güvercin suretinde ikinci ilâha vahy getirendir.»
Bunları dinleyen keşiş
öfkelendi. Onu huzurdan kovdu. «Bu adam canidir» dedi. Sonra ikincisini
çağırdı, ondan sordu. O da:
«Sen bana ilâhların üç
olduklarını, birisinin asıldığım, diğer iki ilâhın baki kaldığım söyledin ve
öğrettin.» dedi.
Keşiş buna da kızdı ve
huzurundan kovdu. Üçüncüyü çağırdı. Üçüncü, birinci ve ikinciye nispeten zeki
idi. Ve akideleri ezbsrlemek-te kararlı görünüyordu. Ondan üçleme akidesini
sordu. O da şu cevabı verdi:
«Efendim, bana
öğrettiğini güzel bir şekilde hıfzettim. Tam manâsıyla anladım. Tabii bu da
Seyyid (efendimiz) Mesihin himmetiyle oldu. Öğrettiğin şunlardır: Bir üçtür,
üç birdir. Onlardan birisi asıldı ve öldü. Böylece hepsi öldü. Çünkü aralarında
birleme ve ittihad vardır. Şu anda ilâh yoktur. Aksi takdirde ittihadın yok
olması lâzimgelir» dedi.
İzhar-ul-Hak sahibi
devamla şunu da kaydediyor: Ben derim ki, cevab verenlerin burada bir kusuru
yoktur. Zira bu akide, içinde cahillerin
kıvrandığı, âlimlerin şaşkın kaldığı ve «Biz inanıyoruz, fakat anlamıyoruz»
diye itirafta bulunduğu bir akidedir.
Onun tasvirinden ve açıklamasından aciz kalırlar.
(73) «Eğer
söylemekte olduklarından vazgeçmezseler onlardan küfredenlere, muhakkak ki
acıklı bir azab dokunacaktır...»
Bu âyetin izahı:
Bu azabın dokunması
hem ahirette hem de dünyada olacaktır. Bu âyet küfrün azaba sebeb olduğunu
beyan ediyor. Yine bu âyet, beyan ediyor ki, azab, üçleme inancına sahib olup
küfre girenlere dokunacaktır. Fakat tevbe edib Allah'a dönüş yapanlara değil.
Çünkü âhiret azabı dünya milletlerinin azabı gibi değildir. Orada hem
günahkârlar, hem de günahsızlar ortaklaşa azabda duramazlar.
(75) «Meryem
oğlu Mesih yalnızca bir peygamberdir...»
Bu âyet, Hz. İsa'nın
uluhiyetini iddia eden kişilere bir cevabtır. Yani Hz. İsa'nın elinden hernekadar
mucizeler görünmüşse de o bir peygamberdir. Onun mucizeleri, diğer
peygamberlerin elinden görülen mucizeler kabilindendir. Eğer o ilâh olursa, o
vakit bütün peygamberlerin ilâh olması lâzım gelir...
(75)
«İsa'nın annesi sıddıka idi.» Yani İsa'yı tasdik eder, ona iman ederdi. Bu
makam, Hz. Meryem'e verilen en yüksek makamdır. Ve bu âyet delâlet eder ki, Hz.
Meryem, peygamber değildir.
[56]
İbni Hazm ve başka
âlimler, Hz. İshak'ın annesi «Sâre», Musa'nın annesi ve İsa'nın annesi
peygamberdir
demişler. Delilleri de
meleklerin Sâre ve Meryem'le konuştuklarıdır. Ve yine delilleri:
«Biz Musa'nın annesine
vahyettik» (el-Kasas: 7) âyetidir. Cumhur, Cenab-ı Hak, gönderdiği her
peygamberi erkeklerden gönderdi. Nitekim Cenab-ı Hak, Resulüne:
«Senden önce ancak bir
takım erkekler gönderdik. Onlara vahyettik.»
(Yusuf: 109) buyurulmaktadır.
Şeyh Ebul Hasan
el-Eş'arı:
«Peygamberlerin
tamamının erkeklerden olduğuna icma vardır»
dedi. Fakat buna
rağmen Aş'arî'den Firavn'm hanımı Asya, Meryem, Musa'nın annesi, Hz. İshak'ın
annesi Sara ve Hz. Yahya'nın annesinin peygamber oldukları rivayet edildi.
(75) «İsa
da, annesi de yemek yerlerdi.» Yani gıdaya muhtaç idiler. O gıdanın turtusu,
sonradan dışkı olarak onlardan çıkıyordu. Öyleyse, onlar da diğer insanlar
gibi, iki kul idiler. İlâh değildiler.
(75) «Bak, onlar için âyetleri nasıl açıklıyoruz?
Sonra onlar nasıl çevriliyorlar.» Bu âyetin izahı:
Bu açıklama ve
vuzuhtan sonra acaba onlar nereye gidiyorlar? Hangi görüşe temessük ediyorlar? Sapıklığın
hangi yoluna sapıyorlar?
Cenab-ı Hak
kendisinden başka putlara ve Allah'a şerik yaptıklarına kulluk yapanların
durumunu reddederek ve kendisinden başkasının mabudiyete lâyık olmadığını
açıklayarak buyurdu:
(76) «Size zarar da yarar da vermiyecek ve
AIKah'dan başka olana nu ibadet ediyorsunuz? de. Ancak işidici ve bilici
Allah'dır.»
Bu âyetin anlamı: «Ey
Muhammedi Şu benden başka varlıklara ibadet eden hıristiyanlar ve başka
milletlere söyle: Size herhangi bir zarar veya herhangi bir yarar vermeye gücü
yetmeyen birşeye mi ibadet ediyorsunuz? Yani sizden bir zaran defetmeye gücü
yetmez ve size bir yaran getirmeye takati kâfi gelmez ve aciz bir varlığa mı
kulluk yapıyorsunuz! «Oysa Allah dinleyen ve bilenin tâ kendisidir.» Yani
kulların bütün sözlerini dinler ve herşeyi bilendir. O halde niçin Allah'ı
bırakıp dinlemeye ve görmeye ve bilmeye gücü yetmeyen canlı veya cansız
birtakım varlıklara ibadet ediyorsunuz? Size herhangi bir yarar getirmedikleri
gibi zararı da uzaklaştırmaya gücü yetmeyen varlıklara niçin ibadet
ediyorsunuz? Sizi bırakınız, kendi nefislerine dahi yarar getirmeyen ve kendi
nefislerinden dahi zaran defedeme-yenlere nasıl kulluk yapıyorsunuz?
Ayette «ne yarar, ne
zararı mülk edinmiyen»den maksad, Hz. İsa ve Hz. İsa ile annesi de olabilir.
Çünkü eğer Allah izin vermeseydi Hz. İsâ (A.S.) nefsi için dahi belâlan def ve
yararlan celbetmeye, sıhhati ve genişliği getirmeye gücü yetmezdi. Onun bütün
yaptıklan Allah'ın yardımı ve izniyle oluyordu. Bu âyeti celîlede, usul
kaidelerinden birisi vardır. Yani Cenab-ı Hak evvelâ şerrin defini, sonra
hayrm celbini zikretmiştir. Çünkü tesir derecelerinin en azı önce şerrin
defidir, sonra haynn celbidir.
[57]
(77) De ki:
Ey kitab ehli! Haksız olarak dininizde aşın gitmeyiniz. Daha önce sapmış ve
birçok kimseleri de saptırmış ve doğru yoldan kaymışların arzularına tâbi
olmayınız.»
(78)
İsrailoğullanndan kâfir olanlar, Davııd ve Meryem oğlu İsa'mn dilleriyle
lanetlendiler. Bu lanetlenmeleri de isyan ettiklerinden ve hadlerini
aştıklarından ötürüdür.»
(79)
Yaptıkları fenalıktan birbirlerini uyanp menetmezlerdi. Yemin olsun, yaptıkları
pek çirkin şeylerdir.»
(80) Onların
çoklarım kâfirleri dost edinmiş olarak görürsün. Yemin olsun ki, nefislerinin
onlar için seçtiği bu davranış pek fena ve çirkindir. Çünkü Allah onlara kızdı
ve onlar azabta kalıcıdırlar.»
(81) Eğer
onlar Allah'a, Peygambere ve o
Peygambere nazil olan (Kur'an)a îman etmiş olsaydılar
kâfirleri dostlar edinmezlerdi Fakat onların çoğu i âşıktırlar.»
(82) Yemin
ederim ki, müminlere en şiddetli düşmanlık besleyenleri, Yahudi ve
putperestleri bulursun. Yemin olsun ki, îman edenlere, sevgi bakımından en
yakın olarak «Biz hristiyanız» diyenleri bulursun. Çünkü bunlardan papazlar ve
abidler vardır. Bir de böbürlenmezler.»
[58]
(77) «De ki: Ey kitab ehli! Haksız olarak
dininizde aşın gitmeyiniz...»
Bu âyetin tefsiri:
Bu hitab, ya hem
Hıristiyan hem de Yahudileredir, o halde Ce-nab-ı Hak burada hitabı
renklendirmek ve çeşitlendirmek için bunu yapmıştır. Veya sadece
hıristiyanlaradır. Çünkü daha önceki âyetler onlar hakkındadır. Dindeki «gülüv»,
hududu aşmaktır. Hıristiyanlar İsâ (A.S.)'yı peygamberlik mertebesinden, İsâ
için uydurmuş oldukları uluhiyyet mertebesine götürdüler. Annesini 3ıddiklık mertebesinden uydurmuş oldukları
—haşa— Allah'ın kansı mertebesine kadar götürdüler. Ayet onları böyle yapmaktan
meneder. Eğer Yahudiler de, hitaba dahil iseler onların da, Hz. İsa'yı
yalancılıkla, annesini de zina ile itham etmelerinden Cenab-ı Hak onları
menediyor.
Rağip El-îsfehani'nin
tefsirine göre gayrel hakki kelimesi mukadder bir mastarın sıfatı olur.
Takdiri «ğuluvven ğayrel Hakkı» yani hakkın gayrisi olan aşırılıkla dininizde
aşırı gitmeyiniz demek oluyor.
«Güluv ancak haksızlıkta
olur, hakta olmaz» demişler. Bazı mu-dekkikler, «ğuluvven takdir edilirse
takyid için olur.» Ragıbm dediği de kabul olunmaz. Çünkü ğuluv bazan
haksızlıkta, bazan da hakta olur. Bu ikinci kısım haram değildir. Kelâmcılarm
kelâm konularında derinleşmeleri gibi... Keşşafta «ğuluv iki çeşittir: Hak
ğuluv vardır. O, Tevhid ve adalet ehlinden olan kelâmcılann yaptıkları, kişinin
haki-katlan araştırması, onların en uzak mânâlarına dalması, delillerini elde
etmek için büyük çabalar ve gayretler sarf etmesidir. İkinci kısım batıl
ğuluvdur. O da hakikati aşmak, delilerden yüz çevirip batıla doğru gitmektir.
Şüpheler peşinde koşmaktır. Nitekim hevai nefse ve bi-datlara tâbi olanlar
böyle yaparlar.
(77) «Daha
önce sapıtan bir kavmin hevai nefislerine tâbi olmayınız.» Bu âyetin izahı: Bu
kavimden maksad, hıristiyan ve Yahudilerin selef ve önderleridir. O selef ve
önderler ki, iki gurubu da dalalete götürmüşlerdir. Veya o kavimden maksad,
hıristiyanların Hz. Mu-hammed'in gelmesinden önceki önderleridir. Ayeti celîlede
bahsi geçen ehva kelimesi
heva kelimesinin çoğuludur. Hevâ demek,
nefse uygun ve batıl iş demektir. O halde âyetin mânâsı: «Sakın onlara batıl
mezheblerinde muvafakat etmeyiniz. O batıl mezhebler ki, şehvetin nevasından
başkası ona çağrılmış değildir. Veya o batıl mez-heblere dair hiçbir delil de
yoktur demektir.»
(77) «(O önderler) kendileri dalâlete gittikleri
gibi, birçok kimseleri de delâlete götürmüşlerdi.» Bu âyetin izahı: Yani
onların bidat ve dalâletlerine tâbi olan kimseler de delâlete gitmiştir.
«Onlar dalâlete
gittiler» ibaresi daha önce de geçmişti. Yani aynı âyette kelime iki defa
tekrar edilmiş oluyor. İkinci dalâlete gitmelerinden maksad, Resulü Ekremin
peygamber olarak gönderildiği zamandaki delâlete gitmeleridir. Hak ortaya çıktığı
zamanda, İslâmın yolları apaçık bir şekilde sergilendiği dönemde delâlete
gittiler. Binaenaleyh birinci delâlet daha öncedir. İkinci delâlet ise, İslâm
geldikten sonra Resûlüllah'tan kıskandıkları, onu yalanladıkları ve ona karşı
saldırdıkları delâlet demektir.
Bazı mufessirler,
«Birincisi akim muktezasından kaymalarından gelen delâlettir. İkincisi İslâmın
getirdiğinden koyduklarından gelen delâlettir» demişlerdir.
Bazıları ikinci «dallu»
fiilindeki zamir, kesir kelimesine raci'-dir, «yani onlar birçok kimseyi
delâlete götürdüler ve o kimseler de delâlete gittiler demek oluyor.»
Bazıları; «delâlete
gittiler» cümlesindeki ilk delâlet, İsa'yı ulu-hiyet makamına çıkardıkları veya
Hz. İsa'nın peygamberliğini inkâr ettikleri şeklindeki delâlettir derler.
Delâlete götürmekten de, bu kastediliyor. Doğru yoldan delâlete sapmak ise,
dinlerinin açık delillerinden sapıp tamamen dinden çıkmaları demektir.
Ez-Zeccac; ikinci
delâletten maksad, idlalin zımnındaki delâlettir. Yani bu kimseler hem
nefislerinde delâlete gittiler, hem de başkasının idlaliyle (delâlete
götürmeleriyle) delâlete gittiler. Hem kendiliklerinden saptılar, hem de
saptıranların sapmasına sebeb olmalarından sapıttılar.
«sevâ-i. sebil»den
maksat, hak yoldur. İkinci tefsire göre İslâm dinidir.
(78) «İsraiioğullarmdan
kâfir olanlara Davud ve Meryem'in oğlu İsa'nın dilleriyle lanet edilmiştir...»
Bu âyetin tefsiri:
Yani hem İncil'de, hem
Zebur'da, bu iki peygamberin dilleri üzerinde Cenab-ı Hak onlara lanet
etmiştir, îsrailoğullarından Allah'ı veya Resulünü inkâr edene lanet olsun»
denilmiştir.
Ez-Zeccac; «Maksad
şudur: Davud ve îsa (A.S.), peygamberin (yani Hz. Muhammed'in) peygamberliğini
bildirdiler ve onu müjdelediler. «O gönderildiği zaman ona tâbi olunsun,
Israiloğullarından onu inkâr edene lanet olsun» dediler. Fakat buna rağmen
bunlar, tâbi olmadılar» şeklinde âyeti tefsir etmişler. Fakat birinci tefsir
daha evlâdır. Çünkü İbni Abbas'tan rivayet edilen odur.
Bazıları da, îlya ahalisi,
Cumartesi günü hududu aşıp av avladıklarından dolayı, Davud (A.S.):
«Yarab! Aba gibi,
laneti onlara giydir. Boğarlar üzerindeki kemer gibi, laneti onların beline
bağla!» diye beddua etti. Böylece Allah onları maymuna meshedip çevirdi.
Maide arkadaşları
(kendilerine sofra inenler) kâfir olduklarında Hz. İsa:
«Yarab! Bu maide
(sofra)dan yedikten sonra kâfir olana âlemlerden hiç kimseye vermediğin bir
azabı ver. Cumartesi arkadaşlarını (yasağını çiğniyenleri) lanetlediğin gibi
onlara lanet et!» diye beddua etti. Hz. İsa'nın bedduasından sonra onlar
domuzlara mesh olundular. Beşbin kişiydiler. Onlar içinde bir kadın veya bir
çocuk yoktu. Bu tefsir, Hasan, Mücahid ve Katade'den rivayet edilmiştir. Bunun
benzeri Muhammed el-Bakir'den de rivayet edilmiştir. Ve birçok müfessirler bu
yorum ve tefsiri ihtiyar etmişlerdir. Ayetteki lisandan maksad, dil demektir.
Bu lanetin sebebi isyankâr davranmaları ve mütecaviz olmalarıdır, Yani Cenab-ı
Hak isyanlarından ve daima mütecaviz hareket ettiklerinden dolayı onlara lanet
etmiştir.
Zemahşeri'nin
iddiasına bakılırsa, kelâm, sebebin hasmı ifade eder. Yani sadece onlara lanet
edilmesinin tek sebebi, isyan edip mütecaviz hareket etmeleridir.
[59]
(79)
«Yaptıktan fenalıklardan birbirlerini uyarıp nıenetmezlerdi.»
Bu âyetin tefsiri:
Yani onların bir
kısmı, diğerini işlemiş olduğu çirkinden, ve yasaktan menetmiyordu.
Bazı tefsir âlimleri,
âyetin mânâsı «Onlar münkeri tekrar be tekrar işlemekten birbirlerini
menetmezlerdi. Münkerdeki ısrardan birbirlerini alakoymaya çalışmazlardı demektir»
dedi. Bazı tefsir âlimi de; âyette bahsi geçen Münker den maksad, Cumartesi günü balık avlamak
fiilleridir.» dedi. Bazıları da:
Hükümde rüşvet
almalarıdır, demişler.
Bazıları da, faiz ve
yenmesi, haram olan iç yağların parasını almalarıdır, demişlerdir. Fakat en
iyisi, münkeri genelleştirmektir. Yani bütün çeşitleri dahil olmak suretiyle
almaktır. Münker kelimesindeki tenvin şahsi birliği değil de nev'i birliği
ifade eder. Yani işledikleri bir çeşit münkerden birbirlerini alıkoymuyorlar ve
nehyetmiyorlardı demek oluyor.
(79) «Yemin
olsun ki, yaptıkları pek çirkin şeylerdi.»
Bu âyeti celîle,
onların çirkin fiilini takbih etmek ve ondan hayreti belirtmek içindir. Ayetin
başındaki yemin (kasem lamı) âyetin tekid ve pekleştirilmesi içindir. Bu âyeti
celîlede «Emri bil maruf ve nehyi anilmünkemi terkeden bir insan için büyük bir
azarlama vardır.
İmam Ahmed ve Tirmizi
Huzeyfe bin Yeman'dan Resulü Ekrem (S.A.V.)'den:
«Nefsimi yed-i
kudretinde bulunduran Allah'a yemin ederim. Ya siz marufu emredecek, münkeri de
yasaklayacaksınız. Veya yalandır ki, Allah katından sizin üzerinize bir ceza
göndersin. Sonra siz Allah'a yalvarır, onu çağırırsınız. Fakat o size icabet
etmiyecektir.» Hadisini rivayet ettiler. Tirmizî «Bu hadis, Hasendır dedi.»
İmam Ahmed, Adiy bin
Umreyre'den rivayet etti:
Allah Resûlü'nden
dinledim:
«Şüphesiz ki Allah
havasın ameliyle avamı azab etmez. Ancak, avamı-halk münkeri aralarında görüp o
münkere karşı çıkmaya güçleri olduğu halde karşı çıkmayınca eder.. Evet bunu
yaptıkları zaman, Cenab-ı Hak hem havası hem de avamı azaba duçar edecektir.»
dedi.
Hatib, Ebi Seleme'nin
tarikiyle, o da babasından, o da Allah'ın Resûlü'nden rivayet etti:
«Muhammedin nefsi
yed-i kudretinde bulunan Allah'a yemin olsun ki, benim ümmetimden bazı
insanlar kabirlerinden maymun ve domuz
suretinde çıkacaklar veya çıkartılacaklardır. Böyle olmalarının tek sebebi,
günahkârlara yağcılık ve müdahene yapmaları, güçleri yettiği halde onları günah
işlemekten menetmemeleridîr.»
Bu hususta hadisler
pek çoktur. Ve bu âyet ve hadislerde
büyük bir korku vardır. Kötülükleri yasaklamaktan yüz çeviren
müslüman-lann vay haline. Kötülük yapanların kötülüğüne pek önem vermeyen ve
onlarla ilgilenmeyen ve onları kötülük yapmaktan alıkoymaya çalışmayan
müslümanlann vay haline.
İmam Ahmed, Abdullah
tarikiyle rivayet etti.
Allah'ın Resulü:
«tsrailoğulları
günahlara daldıkları zaman, âlimleri
onlara karşı çıkıp onları menetmeye çalıştılar. Fakat onlar bir türlü günahları
bırakmadılar. Sonra âlimler onların meclislerinde oturdular. Veya onla- ş nn çarşı-pazarlarında oturdular. Onlarla
yediler, içtiler. Böylece Allah onların bir kısmının kalblerini diğer
kışımın kalbleriyle vuruşturdu. Davud
ve Meryem'in oğlu İsa'nın dilleri
üzerinde onlara lanet etti.»
[60]
dedi...
Ebu-Davud, Abdullah
bin Mes'ud'un târikıyla rivayet ediyor: Allah'ın Resulü: «Şüphesiz ki
İsrailoğullarma ilk eksikliğin girmesi
şöyle oldu: Bir kişi diğer kişiye rastlar:
— Ey Mşî! Allah'tan
kork, yaptığın kötülüğü bırak. Sana helâl değildir, diyordu. Ertesi gün onunla
karşılaşır. Onunla yemekten, içmekten, onunla oturup sohbet etmekten
çekinmiyordu. Bunu yaptıkları zaman, Cenab-ı Hak onların bir kısmının kalblerini
diğerlerin kalbleriyle vuruşturdu.» Sonra Cenab-ı Peygamber şu âyeti okudu:
«Israiloğullanndan
kâfir olanlar Davud ve Meryem'in oğlu İsa'nın dilleri üzerinde lanetlendiler.»
Sonra buyurdu:
«Hayır! Allah'a yemin
ederim, ya siz ma'rufu emredeceksiniz.
Münkerden halkı
alakoymaya çalışacaksınız. Zalimin, elinden tutup onu zulmetmekten menetmeye
çalışacaksınız. Onu mecbur olarak hakka getireceksiniz. Veya Allah,
bazılarınızın kalblerini diğerlerin kalpleriyle vurduracak. Onlara lanet
ettiği gibi, size de lanet edecek.»
[61]
Hadisi bu şekilde
Tirmizi ve İbni Mace de rivayet etitler. Fakat Ali bin Büzeyme'den rivayet
ettiler. Tirmizi «Hadisi Hasen ve gariptir» dedi. Sonra hem Tirmizi, hem İbni
Mace, Bender, İbni Mehdi, Süfyan, Ali bin Büzeyme ve Ebu-Ubeyde'den mürsel
olarak hadisi rivayet ettiler.
îbni Ebi-Hâtim,
Abdullah bin Mesud târikiyla rivayet etti:
«tsrailoğullarından
bir kişi diğer bir gün kardeşini günâh işlerken gördüğü zaman, onu günahtan
kaçırtmak için nasihat ediyordu. Ertesi gün olunca, daha dün gördüğü o adamla
oturup yemekten ve sohbet etmekten çekinmiyordu. Cenab-ı Hak, bunu onlardan
gördükten sonra, onların bir kısmının kalblerini diğer kısmının kalbleriyle vuruşturdu.
Onlara peygamberlerinin (yani Davud ve Meryem'in oğlu İsa'nın) dilleri üzerinde
lanet etti. Bu lanet onların isyan edip hududu aştıklarından Ötürüydü.»
[62]
Bunları söyledikten
sonra Resûlüllah şöyle devam etti:
«Nefsim yed-i
kudretinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki ya siz marufu (yani bilineni,
şer'an ve dinen makbul olanı) emredeceksiniz. Ve münkeri (kötüyü)
yasaklayacaksınız. Kötülük yapanın elini tutacak, yapma imkânını ona
vermeyeceksiniz. Onu hakka mecbur edeceksiniz. Veya Allah bazılarınızın
kalbini diğerinin kalbine vuracak veya îsrailoğullarına lanet ettiği gibi size
lanet edecektir.»
Müslim, Sahih'te
el-A'meş'in tarikiyle Ebu Said el Hudri'den şu hadisi rivayet etti:
«Sizden kim bir
münkeri görürse, onu eliyle bozmaya çalışsın. Eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle
bozmaya çalışsın. Eğer buna da gücü yetmiyorsa, kalbiyle bozmaya çalışsın. Kalble
bozmaya çalışmak imanın en zayıf mertebesidir.»
[63]
Ebu Davud, El Ars İbni
Ümeyre tarikiyle Resûlüllah'tan rivayet etti:
«Yeryüzünde hata
işlendiği zaman orada bulunan ondan hoşlanmazsa veya o doğru değildir diye onu
inkâra kalkışırsa, sanki orada değilmiş gibi, orada bulunmayan bir kimse
gibidir. Ondan razı olursa, sanki oradaymış gibi oluyor.»
[64]
İbni-Maceh, Said el
Hudri'nin târikiyla:
«Resûlüllah kalkıp bir
hutbe okudu. Hutbesinin bir parçası şu idi:
«Dikkat edilsin!
Herhangi bir kişi halkın korkusundan bildiği hakkı söylememezlik
yapmasın.»
[65] rivayet etti.
Ebu-Said, bu hadisi
rivayet ettikten sonra hem ağladı. Hem de şunlan söyledi:
«Yemin ederim Allah'a
ki biz bu türden birçok şeyi gördük. Fakat korkudan, söylemedik.»
İsrail'in (bir hadis
âliminin adıdır) Atiyye ve Ebu Said'den rivayet ettiği hadisde:
«Allah'ın Resulü,
cihâdın en üstün ve en e f d ali, zalim bir sultanın yanında söylenen hak bir
kelimedir»[66] buyurdu. Hadisi Ebu Davud,
Tirmizi ve İbni Mace rivayet etmişlerdir. Tirmizi «Hadisi Hasen ve garibtir»
dedi.
İbni Mace, Ebu-Ümame
tarikiyle rivayet ediyor.
Birinci Cemrenin
[67] yanında
bir kişi Resûlüllah'ın önüne çıkarak sordu:
«Ey Allah'ın Resulü!
Cihadın hangisi daha üstündür?»
Cenab-ı Peygamber
cevab vermedi. İkinci cemreye Peygamber taşattığı zaman yine adam Peygamberden
aynı suali sordu. Peygamber sükût etti. Resulü Ekrem, Cemre tül Akabe'ye taşlar
attıktan sonra ayağını özengiye koyup binmek üzereyken:
«Benden sual soran nerededir?»
diye sordu.
Adam:
«Ey Allah'ın Resulü
işte buradayım.» diye cevab verdi.
Cenab-ı Peygamber:
«Cihadın en efdali
zalim bir sultanın katında söylenen hak bir kelimedir» buyurdu.
[68]
İbni Mace, Ebu Said
târikiyla rivayet ediyor:
Resulü Ekrem:
«Sakın ha, herhangi
biriniz nefsini tahkir etmesin» deyince, Es-hab-ı kiram:
«Ey Allah'ın Resulü!
Herhangi bîrimiz nefsini nasıl tahkir eder?»
diye sordular...
Cenab-ı Peygamber:
«Allah'ın emrini
görecektir ki, hakkında söz vardır. Sonra o sözü söylemeyecektir. Kıyamet
gününde Allah bu sözü ketmedenden. soracaktır: Falan konuda konuşmaktan seni
meneden neydi?»
Cevab:
«Ey Rab! Halktan
korktum!»
Allah (C.C.):
«Benden korkman daha
gerekli değil miydi?» diyecektir...
Ali bin Muhammed, Ebu
Said el Hudri târikiyla rivayet etmiştir.
Resûlüllah'tan
dinledim:
«Allah kıyamet gününde
kulundan sorar. Ta ki «Münkeri gördüğün zaman onu durdurmaya yeltenmekten seni meneden
neydi?»
diye soruncaya kadar
devam eder..
Eğer Cenab-ı Hak bu
kuluna hüccetini (konuşma imkânını) verirse, o kul: «Ey Rabbim! Senin
rahmetini ve affını ümid eder, halktan korkuyordum, diyecektir.»
[69]
İmam Ahmed, Huzeyfe
yoliyle Resûlüllah'tan rivayet ediyor: «Hiçbir müslümana nefsini zelil etmek
uygun düşmez.»
Soruldu:
«Müslüman nefsini
nasıl zelil eder ya Resûlellah?»
Buyurdu:
«Gücü yetmeyen belâya
(çekemiyeceği yüke), nefsini maruz bırakır.» Bu hadis, takatinin dahilinde
olmayan birşeyden sükût ederse, ruhsat vardır, demek oluyor.
Tirmizi, İbni Mace,
Muhammed bin Beşar'dan, o da Amr bin Asım'dan böyle rivayet ettiler. Tirmizi
«Hasen ve garib hadisdir» dedi.
[70]
İbni Mace, Enes bin
Malik tarikiyle şu hadisi rivayet ediyor: «Soruldu: Emri bil maruf ve nehyi
anilmünker ne zaman terke-dilir?»
Resûlüllah cevap
olarak:
«Sizden önceki
ümmetlerde beliren, sizde belirdiği zaman terkedi-lir.» dedi.
Sorduk:
«Ey Allah'ın Resulü!
Bizden önceki ümmetlerin içinde ne belirmişti ki?»
Cevab:
«İdare, sizin
küçüklerinizin eline geçtiği, fahiş hareketler sizin yaşlılarınızdan çıktığı ve
ilim, sizin rezillerinizde olduğı zaman emri
(80)
«Onların çoklarının kâfirleri dost edinmiş olarak görürsün...» Bu âyetin
tefsiri:
Mücahid «onların»
zamiri münafıklara racidir. Yani münafıklardan birçok kimseyi görürsün ki,
kâfirleri dost edinmişlerdir.» dedi.
El-Âlusi, münhum zamiri, ehli kitaba veya Beni-İsrail'e racidir,
dedikten sonra İbni Hayyan'ın «El Bahr» da böyle dediğini de naklediyor.
(2) Bkz. Îbn-Kesir Cild: 2-622-Dar. End. Beyrut
«Onların çoğunu»
tabirinden Eşrefoğlu Kaab ve arkadaşları gibi Mekke müşriklerini, (putperestlerini)
dost edinenler kastedilmektedir. Rivayete göre; Yahudilerden bir cemaat
Medine'den Mekke'ye gittiler. Mekke'lilerle ittifak etmek istiyorlardı.
Birleşip Resûlüllah'a ve müminlere savaş açmak niyetinde idiler. Fakat bu
hususta muvaffak olamadılar.
Muhammed el-Bakır'dan
rivayet ediliyor: «Dost edinilen kâfirlerden maksad, diktatör idarecilerdir.
Yani îsrailoğullanndan çok kimselerin (yani âlimlerinin), diktatör
idarecilerce taraftar olduklarım, onlardan dost edindiklerini, o diktatörlerin
istekleri yönünden Tevrat'ı yorumladıklarını görürsün. Bunu, diktatörler ve
idarecilerin dünyalıklarından birşeyler elde etmek için yapıyorlar.»
Fakat bu tefsir,
âyetten gayet uzaktır. Umulur ki, bu tefsiri Mu-hammed-Bakır'a nisbet etmek
sıhhatli değildir. Şiâ muteassıplanndan birisi bunu uydurmuş olabilir. İbni
Abbas ve Hasan Basri de Mücahid gibi, «Hum» zamirini münafıklara raci etmişler.
Fakat Yahudi münafıkları kastedilmektedir, diyorlar.
Bu takdirde
«kâfirlerden» maksad, «müşrikler» oluyor.
(80) «Yemin
olsun ki nefislerinin onlar için seçtiği bu davranış pek fena ve çirkindir.» Bu
âyetin açıklaması:
Yani dünyadaki bu
davranışları, pek fena ve çirkindir. Çünkü onun âhiretteki kötü karşılığı ile
karşılaşacaklardır. Yani ehli kitabın veya ehli kitab münafıklarının
müşriklerden veya ehli kitabın idarecilerinden dost edinmeleri kötü bir
şeydir. Allah'ın onlar üzerine gazabını çekmiştir. Bu gazab ta kıyamete kadar
devam edecektir. Bunun için Cenab-ı Hak âyetin devamında:
«Çünkü Allah onlara
kızdı ve onlar azabta kalıcıdırlar» buyurmuştur.
tbni Ebi-Hâtim,
el-Ameş'ten rivayet ediyor.
«Ey müminler cemaatı!
Sakın zinâ'dan kaçınınız. Şüphesiz ki, orada altı kötü haslet vardır. Üçü
dünyada, üçü de âhirette nisan oğluna tatbik edilir. Dünyada tatbik edilenlere
gelince,
1) İnsanın
yüzünden güzellik silinir.
2) İnsan
fakir olur.
3) Yaşı
kısalır. Âhirette olanlara gelince,
1) Zina
Allah'ın gazabını gerektirir.
2) Kötü
hesaplaşma neticesini verir. Ve
3)
Cehennemde ebedî kalmayı getirir.» Bunları söyledikten sonra Resulü Ekrem:
«Yemin olunsun ki,
nefislerinin onlar için seçtiği bu davranış pek fena ve çirkindir. Çünkü Allah
onlara kızdı ve onlar azabda kalıcıdırlar» âyetini okudu. [71] İbni
Ebi-Hâtim böyle söylemiştir.
(81) «Eğer
onlar, Allah'a, Peygambere ve Peygambere nazil olana iman etmiş olsaydılar
kâfirleri dostlar edinmezlerdi.»
Bu âyetin izahı:
Peygamberden maksad, o ehli kitaba gönderilen Peygamberdir. Eğer zamir
«münafıklar»a raci ise, Peygamberden maksad, bizim Peygamberimizdir. Yani
Allah'a ve Allah'tan gelen Peygambere ve o Peygambere Allah katından nazil
olan hükümlere îman eden bir kimse, kâfirleri dost edinemez. Eğer kâfirlerin
inandığı gibi inanır, onun yaptıklarına razı olarak onu dost edinirse, kendisi
de kâfir olur. Eğer o ehli kitab veya müslümanlar arasında bulunan münafıklar
gerçek mânâda Allah'a ve onun Peygamberine, (yani Hz. Musa ve Hz. Muhammed'e),
Allah katından gönderilen Tevrat ve Kur'an'a îman etmiş, ve imanları da
sıhhatli ve doğru bir îman olsaydı, müşrikleri veya açıkça haramı işleyen Yahudileri
dost edinemezlerdi. Çünkü onların dosdoğru imanı, onları bundan alıkoyardı.
Fakat onlardan çok kimseyi dinden çıkmış, nifakta temerrüd ve ifrat etmiş
(ısrar edip aşırı gitmiş) şekilde görürsün.
(82) «Yemin
ederim ki müminlere en şedid düşmanlık besleyenleri Yahudi ve putperestleri
bulursun.»
Bu âyetin tefsiri:
Evet, ehli imana en
şiddetli kin ve buğzu besleyen Yahudilerdir. Bir de putlara tapanlardır.
Müminlerden buğz ve hased ettiklerinden dolayı Yahudiler ehli kitab olmalarına
rağmen puta tapanlar gibi, müminlerden buğzederlerdi. Ve de etmekteler. Tarih
boyunca İslâmiyeti söndürmek, müminleri gerisin geriye küfre - fıska ve fücura
çevirmek için Yahudi denilen millet elinden geldiğini arkasına koymamış ve
esirgememiştir. Dünya putperestleri bu hususta onlara katılmakta veaynı fikri
gütmektedirler, ISLAM'ın bütün çektikleri Siyonistlerdendir. Ve de
cehalettendir.
(82) «Yemin
olsun, îman edenlere sevgi bakımından en yakın olarak «Biz hıristiyamz»
diyenleri bulursun. Çünkü bunlardan papazlar ve abidler vardır. Bir de
böbürlenmezler.»
[72]
Bu âyeti celîle,
Habeşistan imparatoru Necaşi ile arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Birinci
hicrette müslümanlar Mekke'den Habeşistan'a (Etopya'ya) vardılar. Putperestlerden
korktukları ve fitnelerinden kaçtıkları için yurtlarını terkedip Habeşistan'a
gittiler. Orada kabarık bir sayıya vardılar. Sonra Resulü Ekrem (S.A.V.)
Medine'ye hicret etti. Onlar Medine ile Habeşistan arasında müşrikler bulunduğu
için Cenab-ı Peygambere varma güç ve kudretine sahib değildiler. Bedir savaşı
olduğu zaman, orada Kureyş'in senadidlerinden (yani ileri gelenlerinden) birçok
kimselerin öldürüldüğü bir dönemde Ku-reyş kâfirleri «Sizin intikam ve öc
alacağınız kimseler Habeşistan ara-zismdedirler. Öyleyse Necaşi'ye hediyeler ve
akıllılarımızdan da iki kişiyi elçi olarak gönderelim. Umulur ki, Necaşi orada
bulunan, muhacirleri bize geri verir. Biz de Mekke'ye getirip Bedir*de
öldürülenlerin yerine onları öldürürüz» dediler. Bunun üzerine Kureyş
kâfirleri daha îman etmemiş Âmr bin Âs ile Abdullah bin Ebi-Rebia'yı çeşitli
hediyelerle beraber Necaşi'ye elçi olarak gönderdiler. Bu durumu, Resûlül-lah
işitti. Cenab-ı Peygamber de Âmr bin Ümeyye ed-Demri'yi elçi olarak Necaşi'ye
bir risale ile beraber gönderdi. Âmr, Necaşi'ye vardı. Ona Allah Resûlü'nün
kitabını okudu. Sonra Necaşî Ebu Talib'in oğlu Cafer ile muhacirleri huzuruna
çağırdı. Rahibler ve keşişleri de huzuruna çağırdı. Hepsini bir araya getirdi.
Sonra Cafer'e Kur'an okumayı emretti. Cafer, Meryem sûresini okudu. Onlar
gözlerinden yaşlar akarak kalkıp meclisten çıktılar. îşte bu âyeti celîle
onların hakkında nazil olmuştur. Hadisi Ebu Davud rivayet etti.
El Beyhaki ve İbni
îshak'tan rivayet ediyorlar: Resulü Ekrem Mekke'de veya Mekke'nin yakınında iken Hıristl-yanlardan (20) yirmi
kişi Resûlüllah'a geldi. Bu da Resûlüllah'ın haberi Habeşistan'da yayıldığı bir
dönemdeydi. Cenab-ı Peygamberi mes-cidde (veya mecliste) buldular. Peygamberle
konuştular. Peygambere sordular.
Kureyş kâfirlerinden
Kabe'nin etrafındaki toplantı yerlerinde oturan bazı kimseler de vardı. Onlar
Cenab-ı Peygambere tevcih ettikleri soruların cevabını aldıktan sonra Resulü
Ekrem onları Allah'a ve îmana davet etti. Onların üzerinde Kur'an okudu. Onlar
Kur'an'ı dinledikten sonra gözleri yaşlarla doldu. Sonra Cenab-ı Peygambere
«Evet» dediler ve Peygambere îman edip, Peygamberi tasdik ettiler. Kitab-lannda
Peygamber hakkında beyan edilen vasıfları Hz. Muhammed'de gördüler. Peygamberin
katından kalkıp ayrıldıkları zaman, Ebu Cehil, beraberinde Kureyş'ten birkaç
kişi olduğu halde, önlerine çıktı. Ve onlara hitaben şöyle dediler:
«Allah tarafından
mahrum edilmiş bir kervansınız. Sizin dininizin ehlinden arkanızda kalanlar,
sizi onlara araştırma yapıp bu kişinin haberini götürmek için gönderdiler.
Sizin onun katında oturmanız ancak dininizden ayrılıp onu tasdik etmek, bütün
dediklerini kabul etmek suretiyle oldu. Sizden daha ahmak bir kervan
görmedik.»
Bu kervan ahalisi ise
bu cahil ve mağrur kâfirlere şu cevabı verdiler:
«Sizin üzerinize selâm
olsun. Sizin gösterdiğiniz cehaletinize cehalet ve cahillikle karşılık
vermeyiz. Bizim amellerimiz bizimdir, sizin amelleriniz sizin olsun. Biz
nefsimiz için hiçbir hayrı, hiç bir fırsatı kaçırmayız.»
Deniliyor ki, bunlar
«Necran» hıristiyanlanndan idiler. Ve yine deniliyor ki:
Şu âyetler onların
hakkında nazil olmuştur:
«O kimseler ki ondan
önce onlara kitab vermişiz, onlar ona îman ediyorlar. Biz cahilleri aramıyor,
taleb etmiyoruz..» (Kasas: 52-55) kadar âyetler geldi.
Denildi ki,
Ebu-Talib'in oğlu Cafer (Tayyar), beraberinde sırtında yünden yapılmış
elbiseler olan (70) yetmiş kişi ile Resûlüllah'a geldi. O yetmiş kişinin içinde
altmış ikisi Habeşli idi. Sekizi de
Şam ahalisindendi. Şamlıların adları: Buhayra Rahib, İdris, Eşref, Ebreme-,
Su-mame, Kuşam, Durayıt ve Eymen'di. Resulü Ekrem onlar için Yasin sûresini
sonuna kadar okudu. Kur'an'ı dinlediklerinde ağladılar ve îman ederek:
«Bu Kur'an amma da Hz.
İsa'ya inen vahye benziyor.» dediler. Bunun üzerine onların hakkında: «Yemin,
olsun, muhabbet yönünden müminlere en yakın olarak «Biz h:rîstiyanlanz»
diyenleri göreceksin»
âyeti nazil oldu. Bu
âyet, Necaşi'den gelen heyeti kastediyor ve bunlar kilise sahibiydiler.
Said bin Cübeyr;
Allah, onların hakkında:
«O kimseler ki,
Peygamberden önce onlara kitab vemüşizdir. Onlar Peygambere îman ediyorlar.»
(El-Kasas: 52) âyetinden, «işte on?-Iar varya, ecirlerini iki defa alırlar»
cümlesine kadar olan bölümü nazil etti.» dedi..
Mukatil ve Kelbi:
«Bu gelenlerin kırk
kişisi, Beni-Hars bin Kâab kabilesinden ve Necran ahalisi idi. (32) otuz İki
kişisi Habeşistanlıydı. (68) kişi de Şam'lı idi, dediler.»
Katade; «Bu âyeti
celîle ehli kitabtan bazı kişiler hakkında nazil olmuştur. Bunlar Hz. İsa'nın
getirdiği hak şeriat üzerinde yürüyorlardı. Hz. Muhammed Peygamber olarak
geldikten sonra ona îman ettiler ve Allah onları övdü, diyor.»
[73]
Bü âyetin tefsirinde
İbni Kesir şunları söylüyor.
Ali bin Ebi-Talha,
İbni Abbas'tan; «Bu âyet Necaşi ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Zira, Caferi
Tayyar, Habeşistan'da onlara Kur'an okuduğu zaman onlar sakalları ıslanmcaya
kadar ağladılar.» diye rivayet etti.
Fakat Ali bin Ebi
Talha'nın bu görüşünde nazar vardır. Çünkü bu âyet Medine döneminde nazil
olmuştur. Cafer'in Necaşi ile beraber olan hadisesi ise Medine'ye hicretten
öncedir.
Said bin Cübeyr ve
Süddi:
Bu âyet, Necaşi'nin Resûlüllah'agönderdiği
bir heyet hakkında nazil olmuştur. Bunlar, Resûlüllah'm konuşmasını dinlemek,
ve sıfatlarını görmek İçin gelmişlerdi. Onu gördükleri zaman, Hz. Peygamber
onlara Kur'an okudu. Hepsi Müslüman oldular, ağladı ve sızladılar. Sonra
Necaşi'ye dönüp ona gördüklerini haber verdiler» diyorlar.
Es-Süddi:
«Necaşİ, Hz.
Peygamberi görmek üzere, yurdundan yola çıktı. Fakat yolda vefat etti.»
görüşünü de ileri sürüyor.
Fakat bu rivayeti,
sadece Es-Süddi nakletmiştir. Çünkü Necaşi vefat ettiği zaman, Habeşistan
imparatoruydu ve Cenab-ı Peygamber onun vefat ettiği gün onun gaib cenaze
namazını kıldı ve arkadaşlarına Necaşİ'nin Habeşistan'da vefat ettiğini haber
verdi.
Necaşi tarafından
Peygambere gönderilen heyetin kaç kişiden ibaret olduğu hususunda, ihtilâf
vardır. Bazıları: (12) oniki kişiydiler. Yedisi âlim, beşi abid idi, diyor.
Bazısı; yedisi abid, beşi âlimdi, der. Bazıları; elli kişi, bazıları; altmış küsur
kişi, bazıları; yatmış kişiydi diyorlar. Fakat Allah daha iyi bilir.
Ata bin Ebi-Ribah,
«Resûlüllah'a gelen bu heyet, Habeşistan ahalisinden bir kavimdi. Habeşistan'a
giden müslüman muhacirlerin yüzü suyu hürmetine îman etmişlerdi, der.»
Katade, «gelen bu
kavim, Hz. îsa'mn dini üzerindeydiler. Müslümanları görüp, Kur'an'ı
dinlediklerinde hemen, müslüman oldular. Kem-küm etmeden dini kabul ettiler»
diyor.
İbni Cerir, «Bu
sıfatlara sahib olan bir kavim hakkında bu âyet nazil olmuştur, ister o kavim
Habeşlilerden olsun, ister başka milletlerden olsun, diyor.»
Ayette bahsi geçen
«Kıssin» kelimesi Hristiyanlann hatib ve âlimleri demektir. Mufredİ (Tekili)
«kıssis» veya «kıss» gelir. Bazan cem'i «kıssıs» gelir. ruhban ise, rahib kelimesinin cemidir. Rahib, abid demektir. rahbet
(korku) kökünden gelmiştir, Allah'tan korkan insan demektir. Cenab-ı Hak,
onları ilim, ibadet ve tevazu ile vasıflandırıyor. Sonra da «insaflı ve hakka
başeğerdirler» diye vasıflandırıyor.
Kur'an'ı Kerim'de
gelen Kıssıs kelimesi, muhtemeldir ki
Rumca olsun. Sonra araplar onu kullanıp arap kelâmına karıştırmış olsunlar.
Zira Kur'an'da arapçadan başka bir dil yoktur kanaati daha ga-libtir.
El Hazin, «kıssıs»
hıristiyanların başkan, idareci ve kumandanlarına denilir, diyor.»
El-Kutrep «El-Kıssa
vel-kıssis, Rum' lügatini bilen demektir. Nitekim arapçada da âlim mânâsında
kullanılmıştır. Bu, iki lügatin arasında bulunan bir tevafıktır...»
[74]
Eğer desen ki, Allah
nasıl onları burada medhediyor? Oysa başka bir âyeti celîlede onların
kendiliklerinden uydurdukları bir ruhbani-yettir şeklinde onları yerip
zemmetmektedir?
Cevab olarak deriz ki:
Cenab-ı Hak onları mutlak değil, belki Yahudilerin yerilmesi karşılığında medh
etmiştir. Yahudilerin müminler hususunda şiddetli adavet sahibi olduklarını,
bunların Yahudilere nisbeten daha yumuşak olduğunu söylemiştir. Bundan mutlak
mânâda onları medhetmek durumu çıkmaz.
Bazı tefsirciler de
«Cenab-ı Hak ancak onlardan Hz. Muhammed'e îman edenleri methetmiştir.» Onların
Hz. Muhammed, Peygamber olarak gelinceye kadar Hz. İsa'nın dinine bağlı
kaldıklarını, Hz. Muhammed (A.S.) geldikten sonra ona îman ettiklerini ve ona
tâbi olduklarını beyan etmiştir» der.
Eğer hıristiyanların
küfrü Yahudilerin küfründen daha şiddetli, daha galiz ve daha çirkindir. Çünkü
Hıristiyanlar, Allah ile ilgili konularda müslümanlarla münazaa halindedirler.
Onların iddialarına göre, Allah'ın oğlu vardır. Yahudiler ise, ancak
Peygamberlik hususunda müslümanlarla münakaşa ederler. Bazı Peygamberleri inkâr
etmekle beraber bazı Peygamberleri de kabul ederler. Yahudilerin
hareketindense Hıristiyanların hareketi ve inançları daha çirkindir. O halde
Allah, burada niçin Yahudileri zemmetti, Hristi-yanlan övdü?
Cevab olarak deriz ki:
Bu övgü, zeminin karşılığında bir övgüdür.
Mutlak mânâda bir Övgü
değildir. Nitekim Yahudilerin düşmanlığının şiddeti ile Hristiyanlarınkinin
arasındaki fark daha önce zikredildi. Bunun için Allah Yahudileri zemmetti
(kınadı), hristiyanlar içerisinden îman edenleri de methetti.
[75]
«El-Hazin» devamla;
birinci hicretin kıssası ve bu âyetin sebebi nûzulu diye bir başlık açarak
şöyle diyor:
İbni Abbas ve diğer
tefsir âlimleri bu âyette şunları söylediler:
Kureyşi'ler
aralarında, mü'minleri dinlerinden caydırmak için, işkence ve zulüm etme
kararını aldılar. Her kabile iman eden insanlarını ezmeğe ve azab etmeye
kalkıştı. Bu esnada, birçok kimseler dininden döndü. Bazı kimseleri de Allah
korudu. Hz. Peygambere, amcası Ebu Talib koruyucu ve hami çıktı. Resulü Ekrem,
ashabının başına gelenleri gördü. Onları müşriklerden koruyacak bir maddi gücü
de yoktu. Cihad da emredilmemişti. Bunun üzerine ashabına Habeşistan'a gitmeyi
emrederek «Orada salih bir imparator vardır. Ne kimseye zulmeder, ne de kimse
onun yanında zulme uğrar, ona doğru gidiniz. Ta ki Cenab-ı Hak müslumanlar
için bir genişlik getirinceye kadar orada kalınız» dedi. Bunun üzerine
Habeşistan'a dördü kadın olmak üzere onbir kişilik ilk kafile gizlice hicret
etti. Onlar: Osman bin Affan, hanımı ve Resûlüllah'ın kızı Rukiye, Zubeyr bin
Av-vam, Abdullah bin Mesud, Abdurrahman bin Avf, Ebu Huzeyfe bin Akabe, karısı
Sehle binti Süheyl bin Âmr, Musa'b bin Umeyr, Ebu Seleme bin Abdulesed, karısı
Ümmü Seleme binti Umeyye, Osman bin Mezu'n, Âmr bin Rebia' ve karısı Leylâ
binti ebi Hayseme, Hatib bin Âmr ve Süheyl bin Beyza idiler. Denize, (yani
Cidde sahillerine) gittiler. Yanm dinarla bir gemiyi kiraladılar, Habeşistan
arazisine, Peygamberliğin beşinci senesinin Receb ayında geçtiler. İşte bu,
birinci hicrettir. Sonra onların arkasından Ebu Talib'in oğlu Cafer Habeşistan'a
gitti. Ve müslümanlar böylece Habeşistan'a akın ettiler. Böylece kadın ve
çocuklar hariç Habeşistan'a hicret eden müslümanlarm sayısı 82 kişi oldu.
Kureyşi'ler, bunu bildiklerinden Âmr İbni As ile bir cemaatı büyük hediyelerle Necagi ve kumandanlarına gönderdiler. Ta ki,
hicret edenleri geri getirsinler.Âmr, Necaşi'nin huzuruna girdi;
«Ey imparator! Bizim
içimizden bir kişi çıkmış, Kureyş'in aklını, hiçe sayıyor. Onların görüşleriyle
oynuyor. Peygamber olduğunu iddia ediyor. Ve kavmimizden bir cemaati sana
göndermiştir. Kavmini senin aleyhinde kışkırtmak isterler. Bunun için sana
gelmeyi ve bunların haberlerini iletmeyi kararlaştırdık ve kavimlerinin onları
geri göndermenizi istirham ettiklerini de size haber vermeyi uygun bulduk»
dedi.
Necaşi:
«Onlardan da soralım
bakalım» dedikten sonra, «Onlar da gelsinler» diye emretti. Muhacirler,
Necaşi'nin kapısına geldiklerinde Necaşi'nin hizmetkârları içeri girib: «Allah'ın
dostları gelmiş, izin isterler» dediler. Necaşi:
«Onlara izin veriniz,
gelsinler. Allah'ın dostlarına merhaba» dedi.
Onlar Necaşi'nin
huzuruna girdikleri zaman, selâm verdiler. Müşriklerden giden elçiler:
«Ey İmparator! İşte
sana âdet olarak eğilmek suretiyle verilen selâmı vermedikleri, bizi doğrular»
dediler...
Bunun üzerine Necaşi
müslümanlardan sordu:
«Niçin benim mutad
olan selâmımla bana selâm vermediniz?»
Müslümanlar:
«Biz cennet ehlinin ve
meleklerin selâmlarıyla sana selâm verdik.»
Necaşi:
«Sizin arkadaşınız
(yani peygamberiniz) in, Hz. tsâ ve annesi hakkında fikri nedir?» diye sordu.
Cafer bin Ebi Talib muhacirlerin temsilcisi ve sözcüsü olarak:
«Arkadaşımız diyor ki,
İsâ Allah'ın kulu ve Peygamberidir. Ve Allah'ın kelimesidir ve Allah'tan bir
ruhtur. Allah onu bakire Meryem'in rahmine atmıştır. Meryem hakkında diyor ki,
o bakire ve tahire idi. Zina etmemiştir.» cevabını verdi...
Ravi diyor ki:
Bu sözleri dinliyen
Necaşi yerden bir çöp aldı. Ve dedi:
«Allah'a yemin ederim
ki, arkadaşınız, Hz. İsa'nın dediğine bu çöp kadar dahi muhalefet etmemiştir.»
Yani Hz. İsa'da öyle söyledi.
Necaşi'nin bu sözü,
müşriklerin hoşuna gitmedi. Yüzleri kıpkırmızı kesildi. Necaşi Müslümanlardan
sordu:
«Arkadaşınıza, Allah
tarafından inen Kur'an'dan blrşey ezbere biliyor musunuz?» Ashap:
«Evet, biliyoruz»
dediler. Necaşi: «Öyleyse okuyunuz!» dedi.
Bunun üzerine Cafer,
Meryem sûresini okudu. Necaşi'nin meclisinde Hıristiyan âlimleri ve abidler de
ve diğer Hıristiyanlar vardı. Cafer'in okuduklarını anladılar. Gözyaşları
akmaya başladı. Anladıkları hakka karşı, kendilerini zabtedemediler. îşte bunun
için Cenab-ı Hak onların hakkında:
«Çünkü onlarda âlimler
ve rahipler vardır. Çünkü onlar böbürlenmezler» âyetini indirdi.
Necaşi, Cafer ve
arkadaşlarına:
«Evlerinize gidiniz,
(keyfinize bakınız), siz benim memleketimde eminsiniz. Kimse size dokunamaz»
dedi.
Böylece Âmr b. Âs ve
arkadaşları (yani müşrik heyeti) mahrum olarak Habeşistan'dan Mekke'ye geri
döndüler. Muhacir Müslümanlar ise, Necaşi'nin yanında en güzel bir şekilde ve
en güzel bir komşuluk saadetiyle Resûlülîah Medine'ye hicret edinceye kadar
durdular. Re-sûlüllah'm Hicretinin 6. senesinde durumu Medine'de yükseldiği ve
düşmanlarını kahrettiğinde Âmr bin Ümeyye ed-Demri'nin eliyle Neca-şi'ye bir
mektub gönderdi. Ebu Süfyan'ın kızı Ümmü-Habibe'ye ta-libdi. (Yani onu benimlç
evlendir diye mektub göndermişti.) Ümmü Habibe, kocasiyle beraber Habeşistan'a
hicret etmişti. Kocası orada ölmüş ve dul kalmıştı. Resulün mektubunu alan
Necaşi, Ebrehe isimli bir cariyesini, Ümmü Habibe'ye göîiaetüi ve
Resûlüllah'dan gelen haberi ona duyurdu:
Ebrehe: «Resûlüllah
sana taliptir» dedi.
Ümmü Habibe, bununla
sevindi. Beraberinde olan bir gerdanlığını o cariyeye verdi. Kendisini
Resûlüllah ile evlendirmek için Halid bin Said'e vekâlet verdi. O da onu (400)
dörtyüz dinar mehir karşılığında Resûlüllah ile evlendirdi. Resûlüllah'ın
sağdıcı Necaşi idi. Necaşi (400) dinarlık mihrin tamamını «Ebrehe» adlı
cariyesiyle Ümmü Habibe'ye gönderdi. Cariye dinarları getirince, Ümmü Habibe ona
(50) elli dinar hediye etti. Cariye almadı:
«İmparator bana senden
hiçbir şey almamamı emretmiştir» dedikten sonra devam etti;
«Ben imparatorun
kokularını ve elbiselerini korumakla görevli bir cariyesiyim. Ben de Hz.
Muhammed'e îman edip onu tasdik etmişim. Benim senden isteğim Hz. Muhammed'e
benden selâm söylemelidir.»
Ümmü Habibe (Remle):
«Evet, söylerim!» dedi.
Cariye:
«İmparator,
hanımlarına emretmiştir ki, sana yanlarındaki güzel kokulu Misk ve Amber'den
göndersinler» deyip onları Ümmü Habibe'ye verdi.
Resulü Ekrem, o
kokulan Ümmü Habibe'nin yanında gördü, kullanmasını yasakladı. Ümmü Habibe:
Habeşistan'dan
Medine'ye doğru yola çıktığımızda, Resulü Ekrem, Hayber'i muhasara etmek
üzereydi. Benimle beraber Habeşistan'dan gelenlerden bazıları Hayber'e gitti.
Ben Medine'de kaldım. Resûlüllah Medine'ye dönünce benimle gerdeğe girdi.
Resulü Ekrem benden Necaşi'nin haberlerini soruyordu. Ona Necaşi'nin cariyesi
Ebrehe'den selâm getirdim deyince, Cenab-ı Peygamber onun selâmına cevab verdi
ve Cenab-ı Hak o zaman:
«Umulur ki, Allah
sizinle düşmanlık yapanlar arasında bir me-veddet kılsm» (El Mümtehine: 7)
âyetini gönderdi. Burada, Ebu Süfyan kastediliyor. Bu «meveddet» (sevgi) de
Resûlüllah'm onun kızı Ümmü-Habibe ile evlenmekten ileri gelecekti. Ebu-Süfyan'ın
kulağına «Resûlüllah'm Ümmü-Habibe ile evlendiği haberi gittiğinde:
«O fahldır, (yani
koçtur.) Onun burnu kesilmez» sözleriyle Resû-lüllah'ı övdü.
Cafer ve arkadaşları
Resûlüllah'a katılmak üzere Habeşistan'dan ayrıldıktan sonra Necaşi oğlu Ezha'yı
altmış kişiyle beraber Peygambere gönderdi ve Resûlüllah'a şöyle yazdı:
«Ben şehadet ederim
ki, sen Allah'ın Peygamberisin. Doğrusun ve Allah tarafından da doğrulanmışsın.
Sana biat e t m işliğimle senin amcanın oğlu Cafer'e biat ettim. Âlemlerin
Rabbi olan Allah için. müslü-man oldum. Oğlum Ebha'yi veya Ezha'yı sana gönderiyorum. Eğer istersen
kendim de gelirim. Selâm senin üzerine olsun, ey lah'm Resulü.» Oğlu beraberindekilerle
birlikte bir gemiye bindiler, Cafer'in arkasında Medine'ye doğru yola çıktılar.
Fakat denizin ortasında boğuldular. Cafer ile arkadaştan Resûlüllah'a
vardıklarında Peygamber, Hayherde idi. Cafer'le beraber (70) yetmiş kişi de
geldi. Sırtlarında yünden yapılmış elbiseler varda. (62) altmış ikisi Habeşli
idi. Sekizi Şain'U idi. Cenab-ı Peygamber onlara sûre-i YASİN'i sonuna kadar
okudu. Onlar Kur'an'ı dinlediklerinde ağladılar ve îman ettiler:
«Bu, amma da Hz. tsa'ya
inene benziyor» dediler. İşte bu âyeti Allah onlar hakkında nazil etti.» [76]
Burada altıncı cüz bitti.
[77]
(83)
Peygambere indirileni (Kur'an'ı) işittikleri zaman, hakkı tanıdıklarından
dolayı, gözlerinin dolup taştığını görürsün:
— Ey Rabbimiz! İman
ettik. Bizi şahitlerle beraber yaz!»
(84) Bize ne
oluyor da, Allah'a ve bize gelen hakka îman edip Rabbimiz i ıı bizi salihlerle
beraber cennete göndermesini ümid etmeyelim, derler?»
(85) Böylece
Allah onlara bu sözlerinden dolayı ebedi kalacakları ve altlarından nehirler
akan cennetler verdi. Bu, iyilik yapanların mükâfatıdır.
(86) Kâfir
olanlar ve âyetlerimizi yalanlayanlar var ya! Onlar cehennemlilerdir.»
(87) Ey îman
edenler! Sakın, Allah'ın sizin için helâl kıldığının temiz şeylerini haram
kılmayın. Ve hududu aşmayın. Şüphesiz ki, Allah haddi aşanları sevmez.»
(88)
Allah'ın size nzık olarak verdiğinden temiz (hoş) bir helâl olarak yeyin.
Kendisine îman ettiğiniz o Allah'ın kahrından korkunuz.»
(89) Allah,
sizi kasıtsız olarak ağzınızdan çıkan yeminlerinizden Ötürü cezalandırmaz.
Fakat sizin kasten ettiğiniz yeminin bozmasından ötürü muaheze eder. Bu kasten
ettiğiniz yeminin keffareti; aile efradınıza yedirmekte olduğunuz yiyeceklerin
ortancalarından on fakire yedirmek veya onları (on fakiri) giydirmektir. Veya
bir köleyi azad etmektir. Bunları bulamayan, (yapmaya kudreti yetmeyen) in keffareti,
üç gün oruçtur. İşte (yemin edip bozduğunuz takdirde) yeminlerinin keffareti
budur. Yeminlerinizi (uluorta etmemek suretiyle) koruyunuz. Allah size
âyetlerini böylece açıklar. Ta ki, şükredesiniz.»
[78]
Değerli okuyucu!
«El-Maide» sûresinin (83) seksen üç numaralı âyeti, Kur'an-ı Kerim'in yedinci
cüz'ünün birinci âyetidir. Bu âyeti ce-lîlede, Cenab-ı Hak, o zaman Peygamberin
huzuruna elçi olarak gelen Hristiyanlarm kalblerinin inceliğini ve Allah'tan
ne denli korktuklarını ve hakkı ne suretle kabul ettiklerini ve haktan hiçbir
zaman kaçmadıklarını vurgulamaktadır. Nitekim Necaşi'den rivayet, ediliyor ki,
Ebu Talib'in oğlu Cafer'e:
«Acaba sizin
kitabınızda Meryem'den bahseden bir âyet var mıdır?» diye sordu.
Cafer:
«Bizim kitabımızda
Meryem'e nisbet edilen (Yani ismi Meryem olan) bir sûre mevcuttum dedi. Ve
Meryem sûresini «İşte o, Meryem'in oğlu İsa'dır» âyetine kadar okudu. Tâhâ
sûresini de, «Acaba sana Musa'nın hadisi geldi mi?» âyetine kadar okudu. Bunun
üzerine Necaşi ve huzurunda bulunanlar ağladılar. Necaşi'nin Peygambere gelen
(70) yetmiş kişilik kavmi de böyleydi. Peygamber onlara Yasin sûresini okuduğu
zaman, ağladılar. Onların ağlamaları haktan bir parçayı tanımalarından ileri
geliyordu. Acaba haklan tamamını tanımış olmasaydılar nasıl olurdu? Onlar:
(83) «Ey
Rabbimiz! Biz İman ettik.» Bu âyetin tefsiri:
Yani biz bu Kur'an'a veya Hz. Muhammed'e inandık. Bizi, bu Kur'an'ın hak olduğuna veya Hz.
Muhammed'in Peygamberliğine şahidlik edenlerle beraber yaz!» Veya kıyamet gününde
diğer ümmetlerin aleyhinde şa-hid olacak ümmeti Muhammed'den bizi yaz, dediler.
(84) «Bize ne oluyor da Allah'a ve bize gelen hakka
îman edip Rabbimizin bizi salihlerle beraber cennete göndermesini ümid etmeyelim
dediler.»
Bu âyeti celîledeki
istifham, imanı gerektiren delil ve hüccetin bulunmasına rağmen iman etmemenin
ne kadar çirkin ve ne kadar insanlık dışı bir olay olduğunu belirten inkârı
bir istifhamdır. Ve böyle, bir hüccetin bulunduğu anda iman etmemenin pek uzak bir ihtimal
olduğunu belirten bir
istifham. Onlar «Bizi Allah'ı birlemekten men-edecek ne vardır?» demek
istiyorlardı. Çünkü onlar daha önce «teslîs» (üçleme) akidesine kail idiler.
Veya onlar «Allah'a iman etmemekte bize ne oluyor» demekle, Allah'ın
Peygamberine (Hz. Muham-med'e) ve kitabına iman etmekten bizi alakoyabilecek ne
vardır?» demek istiyorlar. Çünkü Kur'an'a ve Hz. Muhammed'e iman etmek gerçekte
Allah'a iman etmek demektir. Çünkü onları gönderen Allah'tır. Onları tasdik
eden Allah'ı tasdik etmiş oluyor.
Bu âyeti celîle,
Habsşistan imparatoru Necaşi ile onun arkadaşları hakkında nazil olmuştur.
Cenab-ı Peygamber, Necaşi'ye mektub gönderdi. Mektubu okuduktan sonra
Habeşistan'da muhacir olarak bulunan Cafer bin Ebi Talib ve diğer muhacirleri
huzuruna çağırdı. Ra-hibler ve keşişleri de çağırdı. Cafer'e «Bize Kur'an oku»
emrini verdi. Cafer, Meryem sûresini okuduğunda Necaşi dahil huzurunda bulunanların
hepsi ağladı ve Kur'an'a iman ettiler.
Bazı tefsir âlimleri,
«Bu âyet Necaşi'nin kavminden Besûlüllah'a elçi olarak gelen yetmiş (veya otuz)
kişi hakkında nazil olmuştur. Cenab-ı Peygamber onlara Yasin sûresini
okuduğunda, onlar ağladılar ve îman ettiler» derler.
Ayette «salih kavim»
diye bahsedilen kavimden maksat, bu ümmeti Muhammed'dir. Zira Cenab-ı Hak,
ümmeti Muhammed'i kasdederek başka bir âyette:
«Biz Zebur'da zikirden
sonra yazdık ki, yeryüzü salih kullarımız tarafından miras olarak elde
edilecektir.» (el-Enbiyâ: 105).
[79]
(87) «Ey
îman edenler! Sakın, Allah'ın sizin için helâl kıldığının, temiz şeylerini
haram kılmayın ve hududu aşmayın...»
Bu âyetin tefsiri:
İbni Abbas'm rivayetine göre; bu âyeti celîle, Resûlüllah'a gelip, «Ey Allah'ın
Resulü! Ben et yediğim zaman nefsim kabanr. Şehvetim serkeşlik yapmaya
yeltenir. Bunun için nefsime eti haram ettim» diye soran bir kişi hakkında
nazil oldu.
Tefsir
âlimlerinden" diğer bir gurubun görüşüne göre; âyetin bebi nüzulü,
Resûlüllah'ın eshabmdan bir cemâattir. Onların aralarında Ebu-Bekr Sıddık, Hz.
Ali, İbni Mesud. Abdullah bin Ömer, Ebu Zerel-Gifari, Salim Mevlâ Ebi Huzeyfe,
Miktad bin Esved Selmani Farisi ve Ma'kil bin Mukarrin vardı. Bu zatlar Mez'un
oğlu Hz. Osman'ın evinde bir araya geldiler. Bütün günleri oruçlu, bütün
geceleri ibadet-li geçirip yataklarda yatmamaya, et yememeye, yağ yememeye,
kadınlara yaklaşmamaya, koku sürmemeye, yumuşak elbiseler giymemeye, dünyayı
terketmeye yeryüzünde gezip ibadet etmeye inzivaya çekilmeye ve tenasül
uzuvlarını işlemez hale getirmeye dair sözleştiler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak,
bu âyeti celîleyi indirdi. Bu mânâda birçok hadis de varid olmuştur:
1) «Müslim,
Enes'ten rivayet etti:
Eshab-ı Kiramdan bir
gurub, Resulü Ekremin hanımlarından Peygamberinin gizli amellerini sordular.
Bunun üzerine o gurubdan bir cemaat; «Ben artık kadınlarla evlenmeyeceğim»
başka bir cemaat «Ben et yemeyeceğim», bazıları da «Ben yatakta yatmayacağını»
dedi. Bunu işiten Resûlü-Ekrem, cemaatta kalkıp Allah'a hamd ve sena ettikten
sonra buyurdu:
«Bazı kavimlere ne
oluyor ki, şöyle şöyle demişlerdir. Fakat ben bazan ibadet eder, bazan uyurum,
(bazen) oruç tutar, (bazan) yerim. Oruç tutarım, iftar ederim ve kadınlarla
evlenirim. Kim ki, sünnetimden yüzünü çevirirse, o benden değildir.»
Hadisi Buhari de
Enes'ten rivayet etti. Fakat Buhari'nin ibaresi şöyledir:
Üçlü bir gurub
Peygamberin hanımlarına başvurdular. Peygamberin ibadetini sordular.
Peygamberin ibadetleri söylendiği zaman, sanki Peygamberin ibadetini
azımsayarak dediler:
«Biz nerede, Peygamber
nerede? O Allah'ın Besûlü'dür, az ibadet etse de olur. Allah onun geçmiş ve
gelecek günahını atfetmiştir.
Onlardan birisi:
«Bana gelince, artık
dünyada yaşadığım son ana kadar bütün geceyi namaz kılmakla geçireceğim» dedi.
Bir başkası:
«Bana gelince; bütün
zamanı oruç tutacağım. İftar etmeyeceğim»
dedi.
Başka birisi:
«Bana gelince, ben
kadınlardan uzaklaşacağım ve hiçbir zaman evlenmeyeceğim» dedi.
Bu hadiseden sonra
evine gelen Resûlüllah'a haber verildi. Bunun üzerine Resûlüllah ashaba
hitaben:
«Siz misiniz, şöyle
şöyle diyenler? Dikkat edilsin! Allah'a yemin ederim ki, ben hepinizden daha
fazla Allah'tan korkarım. Ve hepinizden daha fazla Allah'ın yasaklarından
kaçınırım. Fakat ben oruç tutar, iftar ederim, namaz kılarım ve uyurum. Ve
evlenirim. Kim ki sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir.» dedi.
2) Müslim ve
Buharı ittifakla Sa'd bin Ebi Vakkas'tan
rivayet ettiler:
«Mez'un oğlu Osman
(Resûlüllah'ın süt kardeşidir) tebettul (Yani halktan uzaklaşıp bir mağaraya
kapanarak ibâdet) etmek istedi Cenab-ı Peygamber onu böyle yapmaktan menetti.
Eğer Resulü Ekrem, Osman'a izin verseydi biz hepimiz yumurtalıklarımızı
çıkaracaktık.»
3) İmam
Ahmed bin Hanbel, Müsnedin'de Ebi Ümame el-Bahilİ târikiyla şu hadisi rivayet
ediyor:
Resûlüllah'ın
beraberinde gazvelerinden (akınlarından) birine katıldık. Kişilerden birisi
içinde azıcık su bulunan bir mağara buldu. Nefsi, o mağarada durmasını o sudan
istifadesini, mağaranın etrafındaki bitkilerden gıdalanmasını böylece dünyadan
uzaklaşmasını arzuladı. Kişi kendi
kendine «Keşke ben Resûlüllah'a varıp da bu durumu Resûlüllah'a söylemiş olsam!
Eğer Peygamber bana izin verirse, yaparım, aksi takdirde yapmam, diye ilâve
etti.»
Böylece Resûlüllah'a
gelip sordu:
«Ey Allah'ın Resulü!
Ben bir mağaranın yanından geçtim. Orada bana yetecek kadar su ve etraftaki
baklagillerden yiyecekler vardır. Nefsim, bana orada durmamı ve dünyadan
uzaklaşmamı arzuladı. (Ne buyurursun?)»
Resulü Ekrem, cevab
olarak:
«Ben ne Yahudilik ne
de Hıristiyanlık diniyle gönderildim. Ben apaçık ve bütün batıllardan uzak
dinle gönderildim. Muhammed'in nefsini yed-i kudretinde tutan Allah'a
yemim.ederim, Allah yolunda bir sabah veya bir akşam yürümek, dünyadan da dünya
içinde bulunan herşeyden de daha hayırlıdır. Yine yemin-u-kasem ederim herhangi
birinizin (savaş) saf (in) da durması, altmış senelik namazından daha hayırlıdır.»
buyurdu.
Bunun için âlimler; bu
ve buna benzer âyetler ve bu âyetlerin mânâsını takviye etmek için gelen
hadisler, zahidlerden ifrata kaçanların aleyhinde oldukları gibi, sûfîlerden,
tembellik eden ve iş-güç konusunda dünyâ değmez gibi lâflar edip ifrata
kaçanları da şiddetle reddediyorlar. Çünkü bu iki gurup ta bu âyetlerin çizmiş
olduğu yoldan kaymış ve hakikati bırakmış olurlar. Et Taberi:
«Hiçbir müslümana
Allah'ın müminler için helâl kılmış olduğu nimetlerden herhangi birisini nefsine
haram etmek caiz değildir, diyor.»
[80]
Ne helâl yemeklerden
birisini, ne de helâl giymeklerden birisini, ne de evlenmelerden birisini
nefsine yasaklamak caiz değildir. Bunları nefsine yasakladığı takdirde,
haramların bir kısmını yapacağından korkuyorsa, o zaman haram işlemiş olur.
Bunun için Resulü Ekrem, süt kardeşi Osman bin Mez'un'e tebettul'u
yasaklamıştır. Böylece sabit oldu ki, Cenab-ı Hakkın kullan için helâl kıldığı
herhangi bir şeyi ibâdet maksadıyla terketmekte hiçbir fazilet yoktur. Fazilet
ve hayr ancak Cenab-ı Hakkın kullarına «yapınız» dediğini ve Resûlüllah'ın
yapmış ve ümmeti için sünnet kılmış olduğunu yapmaktadır. Ancak Peygamberin
rahlei tedrisinde ders alan eshab-ı kiramın izinden gitmektedir. Çünkü
hidayetlerin en hayırlısı Hz. Muhammed'in hidayetidir. O halde ketenli ve
pamukluyu giymeye gücü yettiği halde, onları bırakıp kıldan ve sert yünden
yapılmış elbiseleri giymek, etli yemeklere gücü yettiği halde şehveti kabartmasın ve kadınlara ihtiyacı olmasın
diye kalorisiz ve katıksız yemekleri almakta hiçbir
faide yoktur.
Et Taberi:
Eğer birisi: «Sizin bu
söylediklerinizin hilâfında hayır vardır kanaatini taşıyorsa, sert elbiseler
ve kıymetsiz yemekleri yemekte nefse meşakkat vermek vardır, nefse meşakkat
vermek de iyidir. Bundan arta kalan parayı da ihtiyaç sahihlerine sarfederiz»
derse, yanlış bir kanaate varmış olur. Çünkü insanoğluna en iyisi nefsini
ıslah edip Rab-binin ibadetinde nefse yardım etmektir. Cisim için düşük
yemekleri yemekten daha zararlı birşey yoktur. Aynı zamanda düşük yemekler
aklın giderilmesine de sebsb olabilirler. Nefsin bütün cihazlarım zayıf
düşürürler. Bu cihazlar da, nefsin Allah'ın ibadet ve taatine kuvvetlice
girişmesi için hazırlanmışlardır, diyor
[81]
Bir kişi Hasan
Basri'ye geldi ve şunu söyledi: «Benim bir komşum vardır, helvayı yemiyor.»
Hasani Basri:
«Niçin yemiyor?» diye
sordu. Kişi:
«Diyor ki, ben onu
yersem şükrünü edâ edemem.»
Hasan Basri:
«Acaba senin komşun
soğuk su içer mi?»
Kişi: «Evet içer.»
Hasan Basri:
«O halde senin komşun
cahildir. Çünkü Cenab-ı Hakkın soğuk sudaki nimeti helva yemekteki nimetinden
daha fazladır.» [82]
tbni Arabi:
Taberi'nin yukanda
dediği, din hakim olduğu ve mal haramdan kazanılmadiğı bir devre için doğrudur.
Halk katında dinin fesada uğradığı, haramın yeryüzünü kapladığı bir zamanda
ise, TEBETTUL yapmak ve lezzetleri terketmek daha evlâdır. Eğer helâl
bulunursa, Peygamberin hali (evlenmek, yemek, içmek, uyumak, ibadet ve
istirahat etmek) daha evlâ ve üstündür.
El Muallâ; «Resulü-Ekrem,
kıyamet gününde ümmetlere karşı Ümmetinin çokluğu ile böbürlensin ve dünyada
onlarla diğer kâfir gu-rublara karşı din müdafaa edilsin diye evlenmemeyi ve
ruhbanlık hayatına kaymayı yasakladı. Son zamandaki DeccaTla çarpışabilmek
için, çoğalsınlar diye bu durumu yasakladı. Yani Resulü Ekrem ümmetinin
çoğalmasını istedi» diyor.
[83]
(87) «Sakın
hududu aşmayınız.» Yani hududu aşıp Allah'ın haram ettiğini helâl etmeye
kalkışmayınız. Ve Cenab-ı Hakkın ruhsatlı kılıp helâl beyan ettiğini de, haram
kılmayınız. Yani iki tarafta da tefritten ve ifrattan kaçınınız demektir. Bu
tefsir, Hasan Basri'dçn rivayet edilmiştir.
Bazı tefsircilere
göre, «sakın hududu aşmayınız» cümlesi, «Allah'ın helâl ettiği temizini haram
etmeyiniz» cümlesinin tekididir. Bu tevil, Es-Süddi, İkrime ve bazı âlimlerin
tevilidir. Yani Cenab-ı Hakkın helâl ve meşru kıldığını, haram kılmaya
kalkışmayınız, demektir. Fakat birinci tefsir, daha uygun ve daha evlâdır.
Allah daha iyisini bilir.
Eğer müslüman, bir
yemeği veya helâl bir meşrubatı veya cariyesini nefsine haram ederse veya
Allah'ın helâl kıldıklarından birisini nefsine yasaklarsa onunla kâfir olamaz
ve herhangi bir keffaret vermesi de, gerekmez. Ancak ifratçı olur. Ama helâli
haram veya haramı helâl bilse, o zaman dinden çıkar. Ancak cariyesini nefsine
haram etmekle onu azad etmeyi kastederse, cariyesi azad olmuş oluyor. Bu görüş.
İmam Malik'in görüşüdür.
Ebu Hanife: «Bir
kimse, herhangi bir şeyi haram kılarsa, o şey ona haram olur. Buna rağmen onu
yaparsa, Veya yerse keffaret lâzım-gelir» demiştir.
[84]
Said bin Cübeyr,
âyette bahsi geçen «yemini lağv, helâli haram kılmaktır» dedi. Bu görüş, İmam
Şafii'nin de görüşüdür.[85]
(88) «Allah'ın
nzık olarak verdiğinden helâl ve temiz olarak ye-yiniz...»
Bu âyeti celîledeki
«yemek», lezzetlenmekten kinayedir. Yani helâlden yeyiniz, içiniz, giyiniz,
bininiz, ve helâlle yatağa giriniz v.s. demektir. Fakat yemek zikredilmiş,
diğer fiiller zikredilmemiştir. Çünkü insanoğlu için en büyük maksad, ve en
güzel yararlanmak yemektir.
Lezzet veren diğer
şeylerin şehvetine gelince; işte o, nesnelerden nefsin isteklerini verelim mi
vermeyelim mi? Bu hususda değişik görüşler vardır:
Bazıları «Nefsi, bu
isteklerden uzaklaştırmak ve şehvetlerin peşine takılmaktan onu menetmek, daha
uygundur. Ta ki, nefis, zelil olup dizginlenebilsin, sahibi onu zaptu-rapt
altına almakta zahmet çekmesin. Çünkü sahibi, onun her isteğini kendisine
verirse, o zaman şehvetlerine esir olup onun gemi nefsin eline geçer ve nefse
tâbi olur.» diyorlar.
Hikâye olunur ki,
Ebu-Hâzim meyvelerin yamndan geçerken nefsi yemek istedi. O da nefsine:
«Sen bunları yeme,
yerin cennettir.» Dedi.
Başka bir gurub
âlimler, «Nefsi meşru isteklerine vardırmak daha uygundur ve daha evlâdır.
Çünkü burada nefsin rahata kavuşması vardır. İradesini elde etmekle ibadete
yönelişine dair neşesi vardır» demişler. Üçüncü bir gurub bu iki gurubun
arasında ortanca bir yolu takib etmişler. «Böyle bir yolda gitmek daha evlâdır.
Çünkü nefse ba-zan vermek bazan vermemek, hem nefsin alışmasına, hem de istek
ve arzularını elde edip neşelenmesine vesile olur. Bu ise, herhangi bir ayıp ve
özür almaksızın insaflı bir harekettir» demişlerdir. .[86]
(89) «Allah,
sizi kasıtsız olarak ağzınızdan çıkan yeminlerinizden ötürü cezalandırmaz...»
Bu âyetin sebebi
nüzulünde tefsirciler arasında ihtilâf vardır. îb-ni Abbas:
«Bunun sebebi nüzulü,
helâl yemekler, helâl elbiseler, ve helâl nikahlan nefislerine haram eden bir
guruptur. Bu gurub, bunları yapmamaya yemin ettiler. Ne zaman ki, «Allah'ın
size halâl kıldığı temiz şeyleri, haram etmeyiniz» âyeti nazil oldu,
Peygamberden sordular:
«O halde biz
yeminlerimizi ne yapacağız?»
Onlara cevab olarak bu
âyeti celîle yemin keffaretini getirdi, diyor. Bu tefsire binaen âyetin mânâsı
şöyledir:
«Siz, bir yemin
ettikten sonra onun ve keffaret vermek suretiyle hükmünü düşürürseniz, Cenab-ı
Hak sizi o yemini ilga etmenizden ötürü cezalandırmaz. Ancak etmiş olduğunuz
bir yeminin keffaretini vermeyerek aksini işlerseniz Allah sizi cezalandırır.»
Bu âyeti celîle ile
anlaşıldı ki, yemin hiçbir şeyi daimi bir şekilde haram kılmaz. îmam Şafiî bu
âyeti celîleye yapışarak:
«Yemin, helâli haram
etmez. Helâli haram etmeye kalkışmak fuzuli ve manasızdır. Nitekim haramı
helâl etmeye kalkışmak ta fuzuli ve manasızdır. Meselâ: kişi «Ben kendime içki
içmeyi haram baldım» demesi mânâsız ve lağivdir.»
Bazı tefsirciler, bu
âyetin sebebi nüzulünü şöyle rivayet etmişlerdir:
Abdullah bin Revaha'mn
yetim kalmış çocukları vardı. Bir de evinde bir misafir bulunuyordu. Gecenin
geç saatinde işinden gelirken sordu:
«Siz, misafire yemek
yedi idiniz mî?» «Hayır, seni bekledik!» cevabını alınca:
«Öyle ise, Allah'a
yemin ederim ki, geceleyin yemek yemiyeceğim»
deyince, misafir:
«Ben de yemem.»
Yetimler:
«Biz de yemeyiz»
dediler. Abdullah bu durum karşısında, yemek yemeğe başladı. Misafir ve
yetimler de beraber yediler. Sonra Resû-lüllah'a geldi ve yeminin durumunu
sordu. Cenab-ı Peygamber:
«Sen, Rahmana itaat,
şeytana da isyan etmişsin» dedi. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. .[87]
Şeriatta yeminler dört
kısma ayrılır. İki kısmında keffaret var, ikisinde keffaret yoktur. Buna dair,
Dârekutni, Sünen'inde, Alkame târikiyla Abdullah'dan şunu rivayet ediyor:
«Yeminler, dört
tanedir. îkl yeminin keffaretlendirmesi vardır, ikisinin de
keffaretlendirilmesi yoktur. Keffaretlendirilen iki yemin, «filan ve filan işi
yapmayacağım» diye yemin ettikten sonra o işi yapanın yeminiyle, «Vallahi
filan ve filan işi yapacağım» diye yemin ettikten sonra yapmayanın yeminidir.
İşte bunlar keffaretlendirilen yeminlerdir.
Keffareti olmayan iki
yemine gelince; yaptığı halde kişinin «Vallahi ben filan ve filan işi
yapmadım» demesiyle yapmadığı halde: «Vallahi falan ve falan işi yaptım»
demesidir. İşte bu iki kısımda kefaretsiz yemindir.»
İbni Abdulberr ve El
Mervezi, Süfyan'dan rivayet ettiler:
Yeminler dört
çeşittirler. İki çeşiti kafferatlendirilir. Onlar kişinin ! Allah'a yemin
ederim, yapmam» demesine rağmen, yapması. Veya «Allah'a yemin ederim,
yapacağım» demesine rağmen yapmaması-dır. İki çeşit yemin de vardır,
keffaretleri yoktur. O da, kişinin «Allah'a yemin ederim, ben yapmadım»
demesidir. Halbuki yapmıştır. Veya «Allah'a yemin ederim, ben yaptım» diyor.
Halbuki yapmamıştır.
El Mervezi:
Süfyan'ın dediğine
göre ilk iki yemine gelince âlimler arasında onların keffaretlendirilen
yeminler olduğunda ihtilâf yoktur. Diğer iki yemine gelince, ehli ilim onlar
hususunda ihtilâf etmişler. Eğer yemin eden «Falan işi yapmadığına» veya «Falan
işi yaptığına» yemin eder ve gerçekten de doğru ve kendisini yemin ettiğinin
üzerinde görürse, günahkâr olmaz. Keffareti de yoktur. Bu görüş, İmam Malik,
Sevri, eshab-rey, İmam Ahmed ve Ebu Ubeyde'nin görüşüdür. İmam Şafiî, «Bu
yemini yapan günahkâr olmaz, fakat keffareti vardır» demiştir. El Mervezi:
«İmam Şafiî'nin bu
görüşü, kuvvetli değildir» dedi.
Eğer «şöyle şöyle
yapmadım» diye yemin edip yalan söylerse, günahkâr olur, fakat keffaret
yoktur. Bu da bütün âlimlerin görüşüdür. Malik, Süfyan-ı Sevri, Eshab-ı Rey,
Ahmed İbni Hanbel, Ebi Sevr ve Ebi Ubeyd böyle dediler, tmam Şafii «Keffaret
verecektir» diyor. Tabiin âlimlerinden bazıları da Şafiî'nin görüşü gibi
görüşü belirtmişlerdir. El Mervezi: «Ben İmam Malik ile îmam Ahmed'in
içtihadına meylediyorum» dedi.
lağiv (hükümsüz
sayılan) yemine gelince, bütün âlimlerin ittifakıyla o, kişinin ulu - orta:
«Hayır, vallahi», «Evet, vallahi» demesidir. Bu tâbiri konuşma esnasında,
yemini kastetmiyerek ağzından kaçırıyor. îmam Şafiî:
«Bu, mücadele, öfke ve
acelecilik anlarında söylenilen bir yemindir ve- lağivdir» dedi.
İmam Azam'a göre
«yemini - lağiv, herhangi bir şeyin olduğunu zannederek yapılan yemindir. Sonra
o, zannettiği gibi çıkmaz. Meselâ: Bir şeyi uzak zannediyor. Bunun için uzakdır
diye yemin eder. Bilâhare bakılıyor ki, o, yakındır. Böyle bir yeminde muaheze yoktur.»
Yani ne günah, ne
keffaret vardır.
yemîn-i gamus'a gelince,
bu yemin, geçmiş veya hali hazırdaki bir emre dair bile bile, yalan olarak
yapılan yemindir. Meselâ: kişi:
«Allah'a yemin ederim,
ben şöyle yaptım» der. Oysa yapmamıştır. Veya «Allah'a yemin ederim, ben şöyle
yapmadım» der, oysa yapmıştır. Veya «Allah'a yemin ederim, falan adamın benim
boynumda borcu yoktur.» diye yemin eder. Oysa biliyor ki, o adamın kendisinde
borcu vardır. İşte bu yemin haram ve büyük günahlardandır. Zira Resulü Ekrem:
«Yalan olarak yemin
eden bir kimseyi Allah cehenneme gönderecektir ve böyle bir yeminin keffareti
ancak tevbedir» buyurmuştur.
Yeminden sonra hemen
keffaret verilirse, İmam Şafii'ye göre olur, Hanefilere göre, yemin bozulduktan
sonra keffaret verilirse, mesuliyet kalkar. Müslimin, Ebu Hureyre'den rivayet
ettiği hadis:
«Kim ki, bir şey
üzerine and içtikten sonra başkasının daha hayırlı olduğunu görürse, yemininin
keffaretini versin, o hayırlı gördüğünü yapsın» hadisiyle îmam Şafiî istidlal
etmiştir,
Hanefiler; «Ayeti
celîlede yemin bozulduğu takdirde keffaretin va-cib olması tazammun edilmiştir,
bozulmadan önce keffaret vacib değildir, demişlerdir.» .[88]
Keffaret, ya aile
efradımıza yedirdiğimiz yemeklerin ortancasından on fakiri doyurmaktır. Bu
keffaret olarak verilen ortanca yemek hususunda; İbni Humeyd, İbni Ömer'den,
«Ortanca yemek, ekmekle hurma, veya ekmek ile zeytinyağı veya ekmek ile yağdır.
En üstünü de, ekmek ile ettir.» diye rivayet etti.
İbni-Sirin, «Eshab-ı
kiram, en üstünü, ekmek ile et, ortancası, ekmek ile yağ, en düşüğü ekmek ile
hurmadır diyorlardı.» diye rivayet etti. Keffaret olarak giydirilen kisveden
maksad, bütün bedeni örten elbisedir. Bu görüş İmam Ebu-Hanife ile Ebu Yusuf'un
görüşüdür. Bu iki zata göre iç gömlek kâfi değildir. Çünkü onu giyen örfen
çıplak sayılır, îmam Muhammed'den rivayet edilene göre, kendisiyle namazın
caiz olduğu bir elbisedir. Bu elbise, ortanca halli kimselerin giydiği elbiseden
ve en azından üç ay istifade edilecek bir dayamklıkta olacaktır.
İbni Abbas: «Ayetin
İndiği günde bir aba kâfi gelirdi» diyor.
İbni Ömer, «Bir kain
is (gömlek) veya bir abâ veya bir kisâ kâfi* dir» diyor.
Hasan Basri, «keffaret
olarak verilen elbise iki beyaz elbisedir» diyor.
îmamiyye mezhebine
mensub olanlar Caferi Sadık'tan: «Bu keffaret elbisesi, her miskine iki
elbisedir. Zaruret anında bir elbise de kâfi gelir» diye rivayet ederler.
Hanefilere göre;
kendisine keffaret verilen fakir ya «murahik» (Buluğa - erginliğe yaklaşan).
Veya murahikm üstünde baliğ olacaktır. Murahikın altında küçük ise, âyetde
bahsedilen keffareti ona vermek kâfi gelmez.»
Veya «keffaret olarak
bir köle azad etmekdir» köleden maksad, bir insanın azad edilmesidir. İster
kâfir olsun, ister müslüman... Fakat imam Şafiî'ye göre; azadedilen kölenin
müslüman olması şarttır. îmam Şafiî burada mutlakı, kati (öldürmek),
keffaretindeki mukayyed üzerine hamlediyor. Çünkü orada (Rekebetün müminetün),
yani mümin bir köle tabiri vardır. Hanefilere göre mutlakı mukayyedin üzerine
hamletmek olamaz. Çünkü sebebler değişiktir (1). Ayetteki «ev» kelimesi
muhayyerlik ifade eder. Yani mükellef yeminin keffaretinde on fakiri yedirmek,
veya onları giydirmek veya bir köle azad etmek arasında muhayyerdir. Yani
bunların herhangi birisi kesin olarak tayin edilmemiştir. Hangisini tayin
ederse, onu yapabilir. Vacib olan, Allah katında belli bulunandır. O da
mükellefin yaptığıdır. Mükelleflere göre değişir.
Bazıları; «vacib olan
bu üçten birisidir, o değişmez. Fakat başkası yapılırsa onunla da sakıt olur»
dediler. Bunların kıymet ve sevab bakımından eşitsizliği muhayyerliği ortadan
kaldıramaz. Çünkü bunun fazlalık ve eksikliği himmetlere veya sevabın
fazlalığını kastetmeye bağlı birşeydir. Giydirmek, yedirmekten azad etmek de
ikisinden daha büyüktür. Cenab-ı Hak kullarına kolaylaştırmak için evvelâ en
kolayı olan yedirmekle başlamıştır. Eğer hepsini birden yaparsa, yani hem
giydirir, hem yedirir, hem de azad ederse, onların kıymet bakımından en
yükseği hangisi ise, o keffaret yerine geçer. Öbürleri sevab bakımından fayda
temin ederler. Hepsini terkederse, en az kıymetli-feriyle cezalandırılacaktır.
Çünkü farz en azıyla da sakıt olur. Bu kef-faretlere gücü yetmeyen bir kimse üç
gün oruç tutar. Keffareti budur. Süreklilik (peşi peşine tutmak) Hanefilere
göre şarttır. Hayızla da iptal olunur. Fakat orucu bozma keffareti hayızla
sürekliliği bozulmaz. İbni Abbas, Mücahid, Katade ve Nehai de, bu üç günün arka
arkaya tutulmasının şart olduğunu söylemişlerdir.
îbni Merduveyh, İbni
Abbas'tan rivayet ediyor: «Keffaretler âyeti nazil olduğu zaman Huzeyfe:
(lî Zira mutlak bir
köleyi azad ediniz diyen ayette keffaret sebebi yemindir. Mümin bir köleyi
azad etmeyi emreden ayette ise keffaret sebebi öldürmektir. Bkz. Medarik Cild:
2-339-Amire-lstanbul 1317
— Ey Allah'ın Resulü!
Biz bunları yapmakta muhayyer iniyiz?
diye sordu. Cenab-ı
Peygamber:
«Sen muhayyersin.
İstersen asad edersin, istersen giydirirsin, istersin yedirirsin. Kim ki, bun
I an bulamazsa üç gün arka arkaya oruç tutar.»
İbni Ebi Şeybe, İbni
Humeyd, İbni Cerir, Ebu-Davud «El Mesa-hif»ta, İbni-Munzir, hadisi tashih eden
Hakim ve Beyhaki, Ubey bin Kâb'tan rivayet ettiler ki bu zat:
Ayetin sonunda (arka,
arkaya gelen) mânâsını ifade eden «Mute-tabiatın» kelimesini ekliyordu.
Bunların çoğu,. aynı
zamanda İbni Mes'ud'dan da bu hadisi rivayet ettiler. İbni Mes'ud da, bu âyeti
Ubey bin Kâb gibi okuyordu.
Süfyan: «Rebiin
Mushafma baktım, orada «kim ki, bu üçden hiç birini bulamazsa, onun keffareti
üç gün arka arkaya oruç tutmaktır» mealinde bir ibare vardı» diyor.
İşte bütün bu
rivayetler bir araya geldi mi, keffaret orucunun arka arkaya tutulmasının şart
olması ortaya çıkıyor. Fakat İmam Şafiî ayrı ayrı tutulmasını caiz görüyor. Hz.
Osman'ın ana Mushafma muhalif düşen şaz rivayetler ve diğer Mushaf
nüshalarında bulunan fazlalıklar hüccet olmasını geçerli saymıyor. Umulur ki,
bundan başkası da İmam Şafiî katmda sabit olmamıştır. Onun için de görmemeyi
«yoktur» diye ifade etmiştir.
Hanefilere göre, diğer
keffaretlerden acizliği, oruç tuttuğu ilk günde mevcudsa kâfidir. Şafiî'lere
göre, acizliğinin keffarete duçar olduğu andan itibaren orucu bitirinceye
kadar devam etmesi lâzımdır.
Alimler keffareti gerektiren
varlık konusunda ihtilâf etmişlerdir. Ebu Şeyh, Katade'den rivayet etti:
«Bir kişinin yanında
elli dirhem varsa, o varlıklı sayılır. Yeminde yedirmek keffareti ona farz
olur. Elliden az ise o varlıklı sayılmaz, oruç tutabilir» demiştir.
Nehai'den rivayet
ediliyor:
«Kişinin yanında yirmi
dirhem varsa, keffaret için yedirecektir.»
Ebu-Hayyan, Şafiî,
Ahmed ve Malik'ten rivayet ediyor:
«Bir insanın yanında
nefsine ve nafakası kendisine farz
olanlara bîr günlük yedirecek, içirecek ve giydirecek kadar nafaka var ise, ona
yemin keffaretinde yedirmek gerekiyor.»
Ebu Hanife'den rivayet
ediliyor:
«Kimin yanında zekât
nisabı kadar mal yok ise, o varlıklı sayılmaz. Oruçla keffareti geçiştirir,
dedi.» (89) «Yeminlerinizi koruyunuz...»
Bu âyetin tefsiri:
Yani keffaretlerini
vermeyi gözetiniz. Yemini bozduğunuz zaman, keffaretlendirmek suretiyle
mesuliyetten kendinizi kurtarınız. Veya bol bol, ulu-orta yeminler etmeyiniz.
Mümkün olduğu kadar az yemine gidiniz. Nitekim başka bir âyette Cenab-ı Hak:
«Sakın, Allah'ı
yeminlerinize siper kılmayınız.» (El-Bakara: 224) buyurmuştur. Veya
«yeminlerinizi koruyunuz» cümlesinin mânâsı: «Nasıl yemin ettiğinizi
unutmayınız. Yeminlere önem veriniz» demektir. Fakat bu ikinci tefsir pek
makbul bir tefsir olarak görülmemektedir. Çünkü yemini bozmak günahkârlık
olamaz. Bozulduktan sonra keffaretlendirmemek günahkârlıktır. Zira Resulü
Ekrem:
«Herhangi biriniz bir
işe dair yemin ettiğinden sonra onun yapmasını yapmamasından daha hayırlı
görürse, yeminini keffaretlendirsin, daha hayırlısını yapsın» buyurmuştur.
Cenab-ı Hak ta:
«Allah sizlere
yeminlerinizin çözümünü farz kılmıştır» (Et-Tah-rim: 12) buyurdu. Bu âyet ve
hadisle sabit oldu ki günah olmadıktan sonra yemini bozmak, yasak değildir.
Öyleyse «yeminlerinizi koruyunuz» cümlesi, «yeminlerinizi bozmayınız» demek
değildir. .[89]
Yemini gamus hususunda
acaba oluşan bir yemin midir değil midir diye ihtilâf vardır:
Cumhura göre hile,
aldatma ve yalan yeminidir. Yemin
olarak oluşmaz ve onda keffaret de yoktur. Ancak bu yemini eden, büyük günahlardan
birisini işlemiş oluyor.
îmam Şafiî, «Oluşan
bir yemindir. Çünkü kalben yapılmış bir yemindir. Bir haberle aktedilmiş ve
Allah'ın ismiyle beraber olan bir yemindir, onda keffaret vardır» diyor.
Sıhhatli görüş,
cumhurun görüşüdür. Zira İbnul-Münzir, «Cumhurun görüşü Malik bin Enes'in ve
ona tabi olan Medine'lilerin görüşüdür» diyor. El Evzai ve onunla uyum
sağlayan Şam'lılar da bu görüşe katılmışlardır. Bu, aynı zamanda Es-Sevrî'nin
ve İrak'lıların da görüşüdür. Ahmed, İshak, Ebu Sevr, Ebu Ubeyd, Muhaddis
(hadisci)ler ve rey sahihleri de, buna katılmışlardır. Ebu Bekir Resûlüllah'ın
«Bir şeyin üzerine yemin eden ondan daha hayırlısını gördüğünde, hayırlısını
yapsın ve yemininin keffaretini versin» hadisi, «keffaretin gerekli olması,
ancak o kişinin hakkındadır ki, gelecek fiillerden birisini işlemeye veya
işlememeye dair yemin ediyor ve tersini işliyor» hükmüne delâlet eder Buharı
Abdullah bin Âmr'dan rivayet ediyor:
«Resûlü-Ekrem'e bir
göçebe geldi ve:
— Ey Allah'ın Resulü!
Kebairler, (yani büyük günahlar) nelerdir?
Cenab-ı Peygamber:
«Allah'a şirk koşmaktır.»
Soran: «Sonra ne?»
Resûlü-Ekrem;
«Anne ve babaya karşı
isyan etmektir.»
Soran: «Sonra nedir?»
Resulü Ekrem:
«Yemini ğamustur.»
Ben sordum:
«Yemini ğamus ta nedir?»
Cevap olarak:
«O yemindir ki, kişi
onunla bir müslümanın malını elinden alıyor. Halbuki yalandan yemin ediyor.»
Müslim, Ebu Umame'den
rivayet etti:
Resulü Ekrem (S.A.V.):
«Müslüman bir kişinin
hakkını yeminiyle alan bir kimseye, Cenab-ı
Hak, ateşi vacib, cenneti de haram kılmıştır.» dedi.
Bir kişi:
Ey Allah'ın Resulü, az
birşey olursa da böyle midir? diye
sordu.
Resûlüllah:
«Velevki Erak
ağacından bir dalcık dahi olsa» cevabını verdi.
Abdullah bin Mes'ud'un
hadisinden:
Allah'ın Resulü,
(S.A.V.):
«Kim ki, zoraki
(haksız olarak) bir işin üzerinde yemin edip müs-lüman bir kişinin malını o
yemini ile elinden alırsa, ve aynı zamanda yemininde de yalancı ise, böyle bir
kimse, Cenab-ı Hak kendisinden öfkeli olduğu halde Allah'ın huzuruna varır.»
[90]
dedi.
Bunun üzerine:
«O kimseler ki
Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir fiata satarlar, işte onlar âhirette hiç
paylan yoktur.» (Âli-îmran: 177) âyeti nazil oldu ve bu âyette keffaret
zikredilmedi. Eğer bu kimseye keffaret vacib kılmsaydı bunun cürmi yani günahı
düşerdi. Allah'ın huzuruna Allah kendisinden razı olduğu halde varırdı. Ve
söylenen azaba müstahak olmazdı. Bu kişi, nasıl bu azaba müstahak olmayacaktır?
Oysa bu kişi yalan ile başkasının malını helâl etmeyi bir araya getirmiştir.
Allah ile yemin etmeyi hafife almıştır. Dünyayı büyütmüştür. Allah'ın hafife
aldığını önemsemiş, Allah'ın büyüttüğünü de tahfif etmiştir. Bu onun azabına
kâfidir. Bu tür yemine, daldırmak manâsına gelen gamus denmiştir.
Çünkü o, sahibini ateşe daldırıyor. .[91]
Kendisiyle yemin
edilen Allah'ın zatı ve Errahman, Errahim, Es-l semi', el Alim, el Halim gibi en güzel olan
isimleridir: Allah'ın en güzel ve en yüce isim ve sıfatlarıyla yemin edilir.
Allah'ın izzetine, kudretine, ilmine, iradesine, kibriyasına, azametine,
ahdine, misakma yemin edilir. Zatî sıfatlarının diğerleriyle de yemin edilir.
Çünkü bu yeminler «mahlûk» olmayan «kadim»in zatı, sıfatları ve isimleriyle yemin
etmektir.
Tirmizi, Nesei ve
başka muhaddisler rivayet ettiler: Cebrail (A.S.) cennete bakıp Allah'a
(huzuruna) döndüğünde şunu söyledi:
— Senin izzetine yemin
ederim! «Cennetin (güzelliğini) herhangi bir kimse işitirse ona girecektir.»
Yani onu elde etmeye çalışıp elde ettirecek amelleri yapacaktır.
Ateş hususunda da
şöyle dedi:
«Senin izzetine yemin
ederim. Bunu (ateşi) herhangi bir kimse işidirse ona girmez.» Yani girmemek
için çabalar ve gereken amellerde bulunur..
Yine Tirmizî ve Nesei
İbni Ömer'den rivayet ettiler: «Allah Resulünün yemini «Hayır (veya evet)
kalbleri evirip çevirene yemin ederim» şeklinde idi...»
Bir rivayette:
«Hayır, kalbi erde
tasarruf edene yemin ederim» idi.
Ehli ilim ittifak
etmişlerdir ki, bir kimse «Vallahi» veya «Billahi» veya Tallahi» diye yemin
ederse, ve yemininin hilafını yaparsa, onun boynuna keffaret lâzımdır. İbni
Münzir, Malik Şafiî, Ebu Ubeyde, Ebu Sevr, İshak ve eshab-ı rey:
«Allah'ın isimlerinden
birisiyle yemin eden yeminini bozarsa, onun boynuna keffaret vardır» dediler...
İmam Malik:
«Allah'ın hakkına,
azametine, kudretine, ilmine, Allah'ın hayatına yemin etmek yemindir, keffaret
gerektir» dedi.
İmam Şafiî:
«Allah'ın hakkına,
celâline, azametine, kudretine yemin etmek — eğer yemini niyet ederse — yemin
olur. Eğer niyet etmezse yemin olmaz» demiştir. Çünkü ibaresi başka tevilleri getirebilir.
Allah'ın emanetine diye yemin etmek ise, İmam Şafiî'ye göre yemin değildir.
Allah'ın ömrüne
(hayatına) yemin etmek, İmam Şafiî'ye göre yemin değildir.
Eshabı reye göre,
Allah'ın azametine, İzzetine, celâline, kibriyasına ve emanetine yemin etmek,
yemindir. Bozmak keffareti gerektirir.
El-Hasan, «Allah'ın
hakkına diye yemin etmek, yemin değildir, keffareti de yoktur» demiştir. Ebu
Hanife'nin de içtihadı budur. Er Razi; Ebu Hanife'den bunu hikâye etmektedir.
Allah'ın andına, misa-kma, emanetine yemin etmek de yemin sayılmaz.
Hanelilerden bazıları «Bunlar yemindir» demiştir. Et Tahavi, «yemin değildir»
diye ısrar etmiştir. Ebu Hanife'ye göre Allah'ın ilmine yemin edilirse, yemin
olmaz. Ebu Yusuf'a göre yemin olur. Bak Fıkıh Kitablarına...
Resulü Ekrem
yeminlerinde ve eymillahî tabirini kullanmıştır. İshak, «Eğer bu
ibareden yemin kastedilirse, yemin olur. Aksi takdirde olmazı» dedi.[92]
Kur'an ile yemin etmek
hususunda âlimlerin ihtilâfı vardır. İbni Mesud:
«Kur'an ile yemin eden
bir insan yemini bozarsa, her âyete karşı bir yemin etmiş sayılıyor» dedi.
Hasan Basri ve İbni Mübarek de böyle söylediler. İmam Ahmed, «Bunu, defeden bir
delili bilmiyorum» dedi.
Ebu Ubeyde «Bir tek
yemin olur»» dedt.
Ebu Hanife, «Kur'an
ile yemin edene keffaret düşmez» dedi.
Katade «Mushaf ile
yemi nedilir» dedi.
Ahmed ve İshak, «Biz,
bunu kerih görmüyoruz» dediler. .[93]
Allah'ın zatından,
isim ve sıfatlarından başkasıyla yemin olmaz. «Oğlumun başına, oğlumun ölüsünü
öpeyim, şu ekmek beni çarpsın, şu camii hakkı için gibi yeminler, yemin
değildir.»
Ahmed İbni Hanbel:
«Resulü Ekrem'in zatıyla yemin ederse, yemini olur. Çünkü o öyle bir şeyle
yemin etti ki, îman onsuz tamam olmaz. Allah'la yemin ettiği zaman bozarsa
nasıl keffaret gerekiyorsa, bu yeminin keffaretlendirmesi de lâzımdır» dedi.
Fakat İmam Han-bel'in bu görüşünü Müslim ve Buharî'de ve başka sahih kitablarda
sabit olan şu gelecek hadis reddetmektedir.
Resûl-ü Ekrem, bir
kervanın içinde bulunan Hz. Ömer'e yetişti. Ömer babasıyla yemin ederdi. Bunun
üzerine Resulü Ekrem onları çağırıp;
«Dikkat edilsin!
Şüphesiz ki, Cenab-ı Hak, babalarınızla yemin etmenizi yasaklamıştır. Kim ki,
yemin ederse, Allah ile yemin etsin veya sussun.» dedi...
Resûlüllah'ın bu
hadisi, «Allah'tan ve onun isim ve sıfatlarından başka hiçbir şeyle yemin
edilmez» kaidesini getiriyor.
îmam-ı Hanbel'in bu
görüşünü tenkid eden hadislerden birisi de, Ebu Davud, En Nesai ve başkalarının
Ebu Hureyre'den rivayet ettikleri şu hadistir:
«Sakın ha! Aba ve
ecdadınızla, anne ve ninelerinizle yemin etmeyiniz. Allah'a (haşa) ortak
koşulanlarla da yemin etmeyiniz. Sakın ha! Allah'tan başkasıyla yemin
etmeyiniz. Sakın ha! Ancak doğru iseniz Allah ile yemin ediniz.»
Sonra İmam Ahmed'in
aleyhinde şu söz de delildir:
«Kim ki, Adem'e ve
İbrahim'e yemin ederse, onun boynunda keffaret yok. Oysa o öyle bir şeyle
yemin etmiş oluyor ki, onu tasdik etmekle ancak îman tamam oluyor.»
Müslim'in Ebu
Hureyre'den gelen lafzında imamlar rivayet ediyorlar ki, Resulü Ekrem:
«Sizden herhangi bir
kimse yemin ederken Lât'a yemin ederim derse, arkasından lâilâheillallah desin.
Kim ki arkadaşına, «gel seninle kumar oynayalım» derse sadaka versin.»
buyurmuştur.
Nesei, Mus'ab bin
Saad'dan, o da babasından rivayet etti.
«Biz (ashablar), bir
durumu müzakere ediyorduk. Ben daha yeni nıüslüman olmuştum. Lât ve Uzza'ya
yemin ettim. Resûlüllah'ın esha-bından bazıları bana dediler ki:
«Sen çok kötü birşey
söyledin.»
Bunun üzerine
Resûlüllah'a vardım. Hadiseyi ona arzettim. Buyurdular:
«Lâilâheillallah de!
Allah'tan başka Allah yok. Allah birdir. Onun ortağı yok. Mülk onundur. Hamd
onundur. O herseye kadirdir, de ve sol tarafına üç defa tü, de ve Cenab-ı Hakka
şeytandan sığın ve bir daha bu söze dönüş yapma!»
Alimler, «Allah'ın
Resulü bu sözü söyleyene, hemen bu sözün arkasından lâilâheillallah demeyi
emretmiş ki, bu ona keffaret olsun ve gafletten onu kurtarıp Allah'ı ve nimeti
tamam etmek için hatırlatsın» dediler.
Hadiste «LAT» kelimesi
be tahsis zikredilmiştir. Çünkü o zaman dillerde en fazla o vardı. Yoksa diğer
bâtıl mabudlann isimleri de onun gibidir. Çünkü aralarında fark yoktur.
Ebu Hanife «O, Yahudi
olsun, yahut Hristiyan olsun veya İslâm'dan çıkmışım veya Peygamberden veya
Kur'an'dan uzak olmuş olsun veya Allah'a şirk koşmuş olsun veya Allah'ı inkâr
etmiş olsun diye yemin eden bir kimsenin sözü hakkında: Bu yemindir ve bu
yeminde keffaret vardır. Fakat bir kimse Yahudiliğe yemin ederim, Hristiyanhğa
yemin ederim, Peygambere yemin ederim, Kâ'be'ye yemin ederim dese keffaret
burada lâzım gelmez» demiştir. Delili de Dârekutni'nin Ebu Rafi'den rivayet
ettiği hadistir. Ebu Rafi'nin mevlati (yani azad edilmiş cariyesi veya
kendisini azad eden kadın) Ebu Rafi ile hanımını ayırd etmek isterdi. Ve bunun
üzerine şöyle yemin etti:
«O hanım (yani kendi
nefsini kastediyor) bir gün Yahudi bir gün hıristiyan olsun. Bütün köleleri
azad olsun. Bütün malı Allah yolunda sarfedilsin. Ve Kabe'ye yürüyerek gitmek
kendisine nezr olsun, eğer Ebu Rafi ile hanımım ayırmazsa...»
Bu yeminden sonra
gelip Hz. Aişe, Hz. Hafsa, İbni Ömer, İbnt Ab-bas ve Ümmü Seleme'den meselesini
sordu. Hepsi ona:
Sen ister misin ki,
Harut ve Marut gibi olasın? dediler ve kendisi-
ne yemininin
keffaretini vermesini, Ebu Rafi ile
hanımını rahat bırakmasını emrettiler.[94]
Yine Ebu Rafi'den
rivayet ediliyor:
— Mevlatim bana hitaben:
«Yemin ederim, seninle
karının arasını ayıracağım. Bunu yapmazsam bütün malım Kabe'nin Ritacında
[95]
olsun. Bir gün Yahudi, bir gün Hıristiyan ve bir gün Ateşperest olayım, seninle
karının arasını muhakkak ayırırım» dedi.
İbni Raü diyor ki:
— Bunun üzerine, mü'minlerin annesi Ümmü Seleme'ye gittim. Mevlatim'ın benimle
karımı ayırmak istediğini söyledim.
Ümmü Seleme:
«Mevlâtin'a git ve
kendisine söyle! Böyle yapmak kendisi için helâl değildir.
Mevlâtım'a varmazdan
önce İbni Ömer'e varıp ona haberi ilettim. İbni Ömer kapıya kadar geldi. Ve
buyurdu: «Burada Harut ve Marut mu vardır?»
Mevlatim:
«Ben bütün malımı
Kâ'be'nin Ritac'ma nezrederek yemin ettim. (Yani bu işi yapacağım demek
istedim» deyince İbni Ömer:
«Öyleyse neden o
maldan yiyorsun?»
Mevlatim;
«Ben bir gün Yahudi,
bir gün Hıristiyan, bir gün Mecûsî olayım diye yemin ettim» dedi. İbni Ömer:
«Eğer Yahudi veya
Hıristiyan veya Mecûsî olursan öldürülürsün.»
Mevlatim:
«O halde bana ne
emrediyorsun?» diye sordu. İbni Ömer:
«Yeminini
keffaretlendirecek, köleler ve cariyelerini bir araya getireceksin.» dedi.
Bir insan, başka
birisine «Allah adına sana yemin
verdiriyorum ki, filân işi ille yapacaksın» dese ve bu sözü ile ondan istemek
arzusunda ise keffaret olmadığı gibi, yemin de olmaz. Eğer bu sözüyle yemin
etmek istiyor ve karşısındaki adam da işi yapmazsa, kendisine keffaret düşer.
Bir insan «Allah'ın
yaratmış olduğuna, Allah'ın rızık olarak verdiğine ve Allah'ın evine yemin
ederim» dese bir şey lâzım gelmez. Çünkü bunlar, caiz olmayan yemin
çeşididirler. Ancak Allah'tan başkasıyla yemin etmiş olur. Tevbe ve istiğfar
etmesi gerekiyor. .[96]
Müslim, Ebu
Hureyre'den rivayet etti. Resulü Ekrem: «Yemin, and veren kişinin niyeti
üzerindedir.» dedi.
Alimler, bu hadisin
izahında (Herhangi bir hususda bir kimseye yemin gerektiğinde, o da, başka bir
şeyi niyet ederek yemin ederse, onun niyeti hiçbir faide vermez. O niyetle
günahtan kurtulamaz. Nitekim Cenab-ı Peygamber başka bir hadiste:
«Yeminin, arkadaşının
seni tasdik ettiği nokta üzerindedir.»
îmam Malik, «Bir hak
hususunda istekli olan bir kimseyi tatmin etmek için yemin eden bir insan,
yemininde istisna yaparsa, dilini veya dudaklarını kıpırdatırsa, veya o
istisnayı telâffuz ederse, bu ona faide vermez. Çünkü kimin tatmin edilmesi
için yemin ediliyorsa, o kimsenin niyeti mu'teberdîr. Çünkü yemin verdirmek
onun hakkıdır. O neyi kastediyorsa, yemin ona göre olmuştur. Yemin edenin
seçeneğine bırakılmış değildir. Çünkü ondan hak alınır, öbürüsüne verilir.
Yani yeminde hile faide getirmediği gibi, mânevi mesuliyetten de insanı
kurtaramaz» dedi. .[97]
Yemin kefareti, hür ve
müslüman olan bir kişinin boynuna gerekli olan keffarettir. Köleler ise sadece
oruç keffareti ile mükelleftirler. Bu, Sevri, Şafiî ve eshab-ı reyin
görüşüdür. İmam Malik'ten bu hususta değişik görüşler rivayet edilmiştir.
Tabiinden bazıları
«yeminin keffareti, terkedilmesine dair yemin ettiği fiili işlemektir» der.
İbni Mace, Sünen'inde buna bir bölüm açarak, «yeminin keffareti, onun
terkidir, diyenin konusu» dedi.
Ali bin Muhammed bize,
Âmre atrikiyle Hz. Aişe'den rivayet etti: Resulü Ekrem:
«Sılayı rahmi kesmek
hususunda veya kesilmesi münasib olmayan bir hususta yemin eden bir kimsenin
keffareti o yemini kesmek, ve onu sonuna kadar götürmemektir.» dedi.
Başka bir hadiste:
«Herhangi bir şeye
dair yemin eden bir kimse, o şeyin gayrisini hayırlı gördüğünde onu terketsin.
Onu terketmek, yemininin keffareti-dir» buyrulmuştur.
Bu görüş, aynı zamanda
Hz. Ebu Bekr Sıddik'ın kıssasıyla da takviye edilmektedir. Çünkü Ebu Bekir
(R.A.) yemek yememeye yemin etti. Hanımı da yemin etti ki, sen yemeğini
yiyinceye kadar ben de yemem. Misafiri veya misafirleri de o yemedikçe
yememeye yemin ettiler. Bunun üzerine Ebu Bekir Sıddik (R.A.):
— Bu yemin şeytandan
idi! buyurduktan sonra yemek istedi ve yedi. Böylece Öbürleri de yediler.»
Hadisi Buharî ve
Müslim rivayet ediyorlar. Müslim'in rivayetine göre sabah olduğu zaman Peygamber'e
vardı:
«Ey Allah'ın Resulü!
Onlar yeminlerinde doğruya vardılar, ben de keffarete çarpıldım» deyip
Resûlüllah'a hadiseyi zikretti. Resulü Ekrem:
«Hayır! Sen onlardan
daha hayır sahibisin ve hayırlısın» buyurdu. Ve ravi diyor ki burada keffaret
vardır, diye bir şey bizim kulağımıza gelmemiştir.
Allah'tan başkasıyla
yemin etmekte keffaret var mı veya yok mudur konusunda ihtilâf vardır:
Malik, «kim ki,
malının sadakasiyla yemin ederse, keffaret olarak malının üçte birisini
verecektir» demiştir.
Şafiî «Sadece bir
yemin keffareti verecektim demiştir. İshak ve Ebu Sevr de Şafiî gibi
söylemişlerdir.
Hz. Ömer, ve Hz.
Aişe'den de bu, rivayet edilmiştir. Sabi, Ata ve Tavus, «Hiçbir şey lâzım
gelmez» demişlerdir.
Mekke'ye yürüyerek
gitmeye dair yemin etmek ise, Malik ve Ebu Hanife'ye göre, bu yeminin yerine
getirilmesi lâzımdır. İmam Şafiî, îmam Ahmed ve Ebu Sevr'e göre, bir yemin
keffareti vermek suretiyle bu işten kurtulur.
İbni Müseyyib ve Kasım
bin Muhammed «Hiçbir şey lâzım gelmez» demişlerdir.
İbni Abdulberr
«Medine'de bulunan ilim ehlinin çoğu; Kabe'ye yürüyerek gitmek hususunda yemin
etmekte, Allah'la yemin etmenin keffareti gibi bir keffareti gerektirir»
demişlerdir. Bu, eshabı kiram ve tabiînden olan bir cemaatın sözü olduğu gibi
Fâkihlerin cumhurunun da sözüdür. İbni Kasım, cğlu Abdussamed'e b ufetvayı
vererek: «Bu Leys bin Sad'ın sözüdür» demiştir. Fakat İbni Kasım'dan nakledilen
meşhur fetvaya göre; «Kabe'ye yürüyerek gitmek hususunda yemin eden bir
kimseye eğer gücü buna yetiyorsa keffaret yoktur.» Bu, aynı zamanda İmam
Malik'in de içtihadıdır.
[98]
(90) Ey
Allah'a îman edenler! îçki, kumar, (ibâdet için) dikilen taşlar ve kısmet
okları pistirler. Şeytanın işlerindendirler. Bahsi geçenden sakınınız. Umulur
ki felah bulursunuz.»
(91) Şeytan,
ancak içki ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek istiyor. Sizi Allah'ın
zikrinden ve namazdan alıkoymak istiyor.
Acaba siz vazgeçecek misiniz?»
92) Allah'a
itaat ediniz. Peygambere de itaat ediniz. Onların muhalefetinden sakınınız.
Eğer yüz çevirirseniz hemen bilmiş olunuz ki, peygamberimizin (boynundaki)
vazifesi ancak açık tarzda tebliğ etmektir.»
(93) İman
edip salih amel işleyenlere, (daha önce) yediklerinden ötürü bir beis,
(sorumluluk) yoktur. Haramdan sakındıkları, iman edip salih amelde bulunduktan,
sonra sakındıkları ve iman ettikleri sonra sakınıp iyilik yaptıkları zaman (bu,
böyledir) Allah iyilik yapanları sever.»
(94) Ey iman
edenler! Yemin olsun ki, Allah, gaibte kendisinden kimin korktuğunu bilmek
için elleriniz ve mızraklarınızla avlayabileceğiniz az bir avla sizi
deneyecektir. Artık kim bundan sonra haddi aşarsa, onun için acıklı bir azab
vardır.»
(95) Ey îman
edenler! Siz ihramda iken avı öldürmeyiniz. Sizlerden avı kasten öldürenin
cezası (evcil hayvanlardan) onun bir benzeri (dengi) dir. Kabe'ye ulaşmış bir
kurbanlık olarak bu cezayı sizden olan iki adaletli kişi hükm(edip tayin)
edecektir. Veya (cezası) fakirlere yedirmek suretiyle kefaret vermektir. Veya
onun dengi oruçtur. Yaptığının ağırlığını tatsın diye, bu kefaret gerekli
kılınmıştır. Allah daha önce olmuşu affetmiştir. Kim ki, bu işi yapmaya
dönerse, Allah ondan intikam alacaktır. Allah azizdir, (galibtir) ve intikam
sahibidir.»[99]
(90) «Ey
iman edenler! Jçki, kumar, (ibâdet için) dikili taşlar, risale okları ancak
pistirler. Şeytanın amelindendirler. Onlardan sakınınız. Umulur ki felaha
kavuşursunuz...»
Bu âyeti celîlenin
sebebi nüzulünde ihtilâf vardır: Ebu Meysere'-nin rivayetine göre Hz. Ömer
elini kaldırdı:
«Ey Allah'ım! İçki ve
kumar hakkında bize şifa verici bir açıklama yap!» diye dua etti. Bunun
üzerine «El-Bakara» sûresinde geçen:
«Senden içkiden ve
kumardan soracaklar. De ki, onlarda büyük bir günah vardır.»
âyetini indirdi. Hz.
Ömer, Resûlüllah'm huzuruna çağrıldı ve bu âyet ona okundu. Yine Hz. Ömer:
«Ey Allah'ım! İçki ve
kumar hakkında şifa verici bir açıklama bize yap!»
diye duâ etti. Bu
sefer «En-Nisa» süresindeki âyet nazil oldu:
«Ey îman edenler!
Sakın sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayınız.»
Hz. Ömer huzura davet
edildi. Ona bu âyet okundu. Hz. Ömer elini kaldırdı:
«Ey Allah'ım! İçki ve
kumar hakkında bize açıklayıcı ve şifâ verici bir hüküm beyan et» diye duâ
etti. Bunun üzerine «El Maide» süresindeki bu âyet nazil oldu. Resulü Ekrem
âyeti okuyup:
«Acaba siz artık bu
işten vaz geçecek misiniz?» cümlesine gelince,
Ömer:
«Biz vaz geçtik, vaz
geçtik!» dedi. Hadisi Tirmizi, Ebu Davud ve
Nesei rivayet
etmişlerdir
iv Mus'ab bin Said
babasından rivayet ediyor.
«Ensardan birisi
hazırlık yaptı ve bizi yemeğe çağırdı. İçki daha haram olmadığı için içtik.
Fazla kaçırdığımızdan sarhoş olduk. Ensar-lılarla Kureyşliler birbirlerine
karşı şovlarıyla böbürlenmeye, ve iftihar etmeye başladılar. Şiir söylediler.
Ensar:
«Biz, sizden daha
üstünüz!» dediler. Saad bin Ebi Vakkas: «Muhacirler, sizden daha hayırlıdır»
diye cevab verdi. Ensardan bir kişi, devenin çene kemiğini aldı, onunla
Sa'd'ın burnuna vurarak Saad'ın burnunu
yaraladı. Saad Resûlüllah'a geldi. Hadiseyi Resûlül-lah'a anlattı. Bunun
üzerine bu âyeti celîle nazil oldu.
İbni Abbas:
— İççkinin haram
olması, Ensar kabilelerinden iki kişi hakkında nazil oldu. Bunlar sarhoş
oluncaya kadar içtiler. Birbirleriyle şakalaş-tılar. Ayılınca kişi yüzünde yara
ve bereler gördüğünde «Filan kardeşim bu yara ve bereleri bende oluşturdu»
diyordu. Çünkü hepsi kardeştiler. Kalblerinde kin ve buğz yoktu. Bunun üzerine
Cenab-ı Hak bu âyette içkinin kesinlikle haram olduğunun hükmünü indirdi.
Bu âyeti celîlede,
Cenab-ı Hak, bir dizi tekidleri arka arkaya, dizerek zikretti. Evvelâ İnnema kelimesini kullandı. Sonra en-sab
ve ezlam tâbirlerini bir araya getirdi. Sonra «ricıs»,
(necis) tâbirini kullandı. Sonra «Şeytan, içki ve kumar hususunda sizin
aranıza düşmanlık ve buğzu ilka etmek istiyor» cümlesini getirdi. Hemen
peşinde: «Sizi Allah'ın zikrinden ve namazdan menetmek istiyor» cümlesini
zikir etti. Sonra: «Acaba artık, buna nihayet vermiye-cek misiniz?» sorusunu
sordu. Bunun nedeni şudur: Eshab-ı kiram, El-Bakara sûresi nazil olduktan
sonra, içkinin haram edilmesi konusunda mütereddit idiler. Bunun için Hz.
Ömer:
«Ey Allah'ım! Bu
hususta bize şifa verici bir açıklama getir» diye dua etti. Bunun üzerine bu
âyet nazil oldu. Hz. Ömer «siz artık buna son vermeyecek misiniz» cümlesini
dinlediği zaman «Ey Rabbim! Biz son verdik» dedi.
Abd bin Humeyd,
Ata'dah rivayet etti:
((İçkinin haramlığı
hususunda ilk inen âyet «Senden içki ve kuman sorarlar» (El-Bakara: 219)
âyetidir. Bazı insanlar, bu âyetten sonra:
«Biz, içki içeceğiz.
Çünkü orada bizim menfaatlanmız vardır» dediler. Bazıları:
«Onun hiçbir şeyinde
hayır yok. Hepsi günahtır» dedi. Sonra:
«Ey îman edenler!
Sakın sarhoş olduğunuz zaman namaza
yaklaşmaym» (En-Nisa: 43) âyeti indi. Bu âyettsn sonra bazı kimseler: «Biz
içer, evimizde otururuz, ayıldıktan sonra namaza gideriz» dediler. Bazıları:
«Müslümanlarla beraber namaz kılmamıza mani olan bir şeyde hayır yoktur,
öyleyse içmeyeceğiz» dediler. Bunun üzerins bu âyeti celîle nazil oldu. Ve
hepsi içki içmekten vazgeçti.
Katade'den rivayet
edilmiştir:
Bize denildi ki, bu
âyeti celîle nazil olduğu zaman Resulü Ekrem buyurdu:
«Şüphesiz ki, Allah
içkiyi haram kıldı. Kimin yanında içkiden
birşey var ise, sakın
onu içmesin ve satmasın.»
Müslümanlar, uzun bir
zaman Medine'nin yollarına ve sokaklarına dökülen içkinin kokusunu duyar ve
rahatsız olurlardı.
Rebi'den rivayet
edilmiştir. «EI-Bakara» âyeti nazil
olduğu zaman, Resul-ü Ekrem:
«Şüphesiz Rabbimiz
içkinin haram olması hususunda ilerleyecektir.» dedi.
Sonra «En-Nisa» sûresi
nazil olduğu zaman buyurdu:
Sonra «El-Maide»
sûresi nazil oldu ve içki tamamen haram edildi.
[100]
Hz. Ali (Kerremellahu
vechehu)'den varid olduğuna göre «satranç kumardandır» demiştir.
îbni Ebi Hatim, Ata,
Mücahid, Tavus ve Süfyan'dan rivayet edildiğine göre, kumarın her çeşidi
—MEYSİR — kelimesine dahil olur. Çocukların cevizle oynamasıdahi ona dahildir»
buyurmuşlardır.
Raşid bin Saad ve
Dumre bin Habib «Aşıklar, cevizler, ve yumurtalar «Meysir»e dahildir ve kumar
çeşitlerindendir» dediler.
Musa bin Akabe, İbni
Ömer târikıyla; «Meysir» kumar demektir, dedi.
Dahak, îbni Abbas'tan:
«Meysir kumarın ta
kendisidir» dedi.
İslâm gelmezden önce
cahiliyet döneminde kumar oynuyorlardı. Cenab-ı Hak İslâm'ı göndermek suretiyle
bu çirkin ahlâktan insanları menetti.
Malik, Davud bin
Husayn'dan rivayet ediyor. Said bin Museyyeb'-den dinledi:
«Cahiliyet dönemindeki
«Meysir» (kumar), eti, bir veya iki canlı koyunla değiştirmekti.»
Zuhri, Amaş'tan
rivayet etti:
«Meysir, oklarla mal
ve meyveler üzerine vurmak yani oklarla taksim etmektir.»
Kasım bin Muhammed b.
Ebi-Bekr es-Sıddik (R.A.):
«Allah'ın zikrinden
insanı meşgul eden, namazdan alıkoyan her-şey Mevsimdendir, buyurdu.»
İbni Ebi-Hâtim,
Ebi-Ümarne ve Ebu Musa el-Eşari târikıyla gelen bir hadiste ResûlüUah'm şöyle
söylediğini rivayet ediyor:
«Şu noktalandın!iniş
(nişanlandırılmış) dörtgenlerden sakınınız, çünkü onlar kumardandır.»
Hadisde bahsedilen
«Dörtgenlerden» tavla zarları kastedilebilinir. Zira tavlanın hakkında Sahihi
Müslimde, Bureyde bin Huseybil-Esle-mi tarikiyle şu hadis nakledilmiştir:
«Nerdeşir (tavla) ile
oynayan bir kimse, sanki elini domuzun et ve kanına bulaştınnıştır.»
Malik'in Muvatta'ında,
İmam Ahmed'in Müsned'inde, Ebu-Davud ve îbni Mace'nin Sünen'inde Ebu-Musa
El-Eşari'den gelen bir hadiste Resûlüllah şunu söylüyor:
«Kim ki, Nard ile
oynarsa, o, Allaha ve Resulüne isyan etmiştir.»
îmam Ahmed,
Abdurrahman tarikiyle rivayet ediyor:
Ben babamdan O da
Resûlüllah'dan dinledi:
«Nerd ile oynadıktan
sonra kalkıp namaz kılanın meselesi, İrin ve domuz kanıyla abdest aldıktan
sonra kalkıp namaz kılanın meselesine benzer.»
[101]
Satranca gelince,
Abdullah bin Ömer: «O, Nerdden daha kötüdür» demiştir. Daha önce de İbni Kesir
«onu Mey şirden, (kumardan) saydık» diyor
İmam Malik, Ebu Hanife
ve İmam Ahmed, satranç oynamanın haram olduğunu kesinlikle belirttiler. İmam
Şafiî ise «Satranç oynamak mekruhtur» dedi. Eğer satranç oyununa dalıp namaz
vakitlerini ka-çınrsa, veya satranç üzerinde yalan yemin söylerse o zaman
Şafiîlere göre de haram olur.
Ayette bahsi geçen «ensab»
Nusub (veya Nusb) un çoğuludur. îbni Abbas, Mücahid Ata, Said bin Cübeyr ve
Hasan, «Ensab, Kabe'nin etrafında dikilmiş taşlardır. Müşrikler kurbanlarını o
taşların yanında keserlerdi. «ezlamna gelince, kısmet aramada kullanılan oklardır.»
dediler. Hadisi, İbni Ebi-Hâtim rivayet etmiştir.
[102]
Acaba bu âyeti celîle
nazil olmazdan önce içki içmsk ashab-ı kirama (müslümanlara) caiz miydi?
Hadisler, bunun cevazına delâlet ederler. «Sarhoş olduğunuz zaman namaza
yaklaşmayınız» (En-Nisa: 43) âyeti de buna delâlet eder. Fakat «Sarhoş edecek
kadar içmek» caiz miydi? Hz. Hamza'nın hadisi bunun da o zaman caiz olduğuna
delâlet eder. Hz. Hamza (R.A.) ( yeğeni Hz. Ali'nin devesinin bodurlarını yırttı.
Ve hörgücünü parçaladı. Hz.isânına yakışmayan ve hürmetine ters düşen sözler sudur
etti. Peygambere karşı her müminin boynuna farz olan, adete muhalif sözler
çıktı. Bu sözleri, Hz. Hamza'nın sarhoşluk verici içki ile aklının gittiğine
delâlet ediyordu. Bunun için Resûl-ü Ekrem onun sarhoşluğunu anladı. Sonra
Cenab-ı Peygamber ne o sarhoşluk halinde, ne de
ondan sonra Hz.
Hamza'yı bu sözlerinden dolayı kınamadı. Bilakis Hz. Hamza, Cenab-ı Peygambere:
«Siz ancak benim
babamın köleleri idiniz» dediğinde Resûl-ü Ekrem, arkasını dönerek evini
terketti.
Bu görüş, usul
âlimlerinin görüşüne ters düşer. Onlar «Sarhoşluk her şeriatta haram idi. Çünkü
şeriatlar kulların maslahatları içindir. Onların zararı için değildir.
Maslahatların aslı akıldır. Mefsedetlerin aslının da aklın gitmesidir. Öyleyse
her şeriatta aklı giderici ve karıştırıcı şeylerden menetmek vacibtir. Ancak
muhtemeldir ki, Hz. Hamza'nın hadisi şöyle yorumlanabilsin: Hz. Hamza içmekle
sarhoşluğu kastetmemiştir. Fakat süratle içtiğinden dolayı sarhoşluk kendisinde
oluşmuştur. Allah hakikati daha iyi bilir» diyorlar.
[103]
İbn-i Abbas (R.A.):
«ricis» Allah'ın
gazabı ve öfkesidir. Bazan pis kokan nesneler ve insan dışkısına da rics
denilir. Bütün kirlilikler ricstir. «rîciz» ise azabtır. «reks» ise, ancak
insanoğlunun dışkısına denir. Rics ise, bütün bu mânâlara gelir.
«Şeytanın amelindendir»
cümlesinin mânâsı: Şeytan, insanoğlunu ona teşvik ediyor. Onu insanoğluna,
süslü-püslü gösteriyor demektir.
Bazı tefsir âlimleri
de; ilk içki içen ve kumar oynayan Şeytandır. Başlatan o, olduğundan dolayı kim
bu işlerde bulunursa, onun amelini işlemiş olur demektir, dediler.
«Ondan sakınınız.»
Yani onu nefsinizden uzaklaştırınız ve bir kenara itiniz.
Alimler arasında,
El-Maide sûresinin, içkinin haram olduğunu getirdiğinde ve hicretten sonraki
dönemde en son nazil olan sûre olduğunda ihtilâf yoktur. Bu sûre mundar, kan
ve domuz etinin haram olmasını getirdi. İçki hususunda, Cenab-ı Hak, hem nehyi,
hem de menetmeyi getirdi. Bu, haramin en korkunç ve en tehlikeli kısmı oluyor.
İbni Abbas'ın rivayetine göre, içkinin haram olması nazil olduğu zaman,
Resûlüllah'ın sahabileri birbirlerine vardılar: «İçki haram oldu ve şirke denk
kılındı. Yani şirkten olan dikili taşlar yanında kesilen kurbanlarla beraber
aynı âyette zikredildi» dediler.
Cenab-ı Hak, bunları
haram ilân ettikten sonra, «Bunlardan sakınınız» deyip, «umulur ki,
kurtulursunuz, felaha kavuşursunuz» cümlesini eklemek suretiyle kurtuluşu bu
emre bağladı. Böylece bu emrin ne derece mühim olduğunu belirtmiş oldu.
[104]
Cumhur-u ulema
(âlimler topluluğu); içkinin haramlığından, şeriatın onu habis saymasından,
ona Kur'an'da «rics» denildiğinden ve ondan sakınmanın emredilmesinden onun
necis olduğunu çıkarmışlardır. Yani içilmesi haram olduğu gibi, bulaştığı
nesneleri de necis etmiş oluyor.
Rebia, Leys bin Saad,
İmam Şafiî'nin talebesi El Müzeni, mütee-hir âlimlerden, Bağdatlılar ve
Karevİlerden bazıları «içkinin içilmesi haramdır fakat kendisi temizdir.
Bulaştığı yeri necis etmez» dediler. Said bin Haddad bin Karevi, onun tahir
olduğuna, Medine'nin yollarına dökülmesiyle istidlal etmiştir. Eğer necis
olsaydı sahabeler içkileri, bu yollara dökmezlerdi ve Peygamber de bunu
menederdi. Nitekim Resulü Ekrem, yollarda büyük ve küçük abdest bozmayı
yasaklamıştır.» dedi. Cevabımız şu:
Sahabenin evlerinde
yapılmış tuvaletleri ve su arkları yoktu ki içkiyi oraya döksünler. Zaten o,
zamanki halleri yüzde yüz evlerinde tuvaletin olmamasıydı. Nitekim Ayşe
validemiz, «Onlar evlerinde tuvalet bulundurmaktan tiksiniyorlardı» diyor.
Medine'nin haricine götürmek de külfetli bir iş olmakla beraber acelece
yapılması gereken bir şeyi tehir etmek oluyordu. Bir de, Medine'nin yollan
genişti. İçki de o yollarda göl ve deniz olacak şekilde değildi. Onu bazı
yerlere dökmüşlerdi ve oralardan herkes sakınıyordu. Bir de, yollara dökülmesinde
pisliğinin teşhir etme faidssi vardır. Ta ki, onu itlaf etmek, onun haram olduğuna
şayi' ve yaygın bir şekilde delâlet etsin.
Eğer itiraz edilip,
«Bir maddenin başka şeyleri necis etmesi şer'i bir hükümdür. Bu hususta burada
nass yoktur. Bir şeyin haram olması, onun necis olmasını gerektirmez. Nice
haram şeyler vardır ki, necis değildirler» deseler. Cevab olarak deriz ki,
Cenab-ı Hakkın ric-sun tâbiri ilâhisi onun necasetine delâlet eder.
Çünkü — RICİS arap dilinde necasettir.
Bir de eğer herhangi şeyin hakkında üle nassm bulunmasından sonra hükmetme
kaidesini getirirsek, o.vakit şeriat muattal hale gelir. Çünkü şeriattaki
nasslar mahduddur. Acaba hangi nass sidiğin, dışkının, kanın ve mundar (leş) m
necis edici olduklarına delâlet eder? Ancak bunların necasetine delâlet eden,
âyetlerin zahirleri, genellilderi ve kıyaslardır.
[105]
Cenab-ı Hakkın
«onlardan sakınınız» tabiri, mutlak şekilde sakınmayı gerektirir. Yani ne
içilir, ne satılır, ne sirke yapılır, ne tedavide, ne de başka yollarda
kullanılır.
Bu babta varid olan
hadisler, bu hükme delâlet ederler. Müslim, İbni Abbas'tan rivayet ediyor:
«Bir kişi,
Resûlüllah'a bir tulum dolusu içki hediye getirdi. Cenab-ı Peygamber ona:
«Allah'ın içkiyi haram
ettiğini bilmiyor musun?»
Adam:
«Hayır, bilmiyorum»
dedi. Ravi der ki:
O içki getiren adam,
başka bir kişinin kulağına birşeyler fısıldadı. Resulü Ekrem:
«Ne söyledin ona? Neyi
gizlice fısıldadın?» diye sordu. Adam cevab olarak dedi ki:
«Ben onu satmasını
emrettim.»
Resulü Ekrem:
«Şüphesiz onun
içilmesini haram eden satılmasını da hatam etmiştir» buyurdu.
Ravi der ki, bunun
üzerine adam, içindeki bütün içki dökülünce-ye kadar tulumu açık bıraktı. İşte
bu hadis bizim söylediğimize delildir. Eğer içkide caiz olan menfaatlardan
birisi olsaydı Resûl-i Ekrem mutlaka onu açıklayacaktı. Nitekim mundar olmuş
koyun hakkında Cenab-ı Peygamber:
«Niçin siz onun
derisini alıp tabak yapmadınız? Ve ondan faydalanmadınız?» dedi.
Müslümanların
icmaıyla, içki ve kanın ticareti haramdır. Bu icmada diğer necasetlerin ve
dışkıların ve yenilmesi haram olan her-şeyin ticaretinin haram olduğuna dair
delil vardır. Bunun için İmam Malik, gübreleri satmayı mekruh görmüştür. İbni
Kasım «ruhsat vardır» demiştir. Çünkü menfaat vardır. Fakat İmam Malik'üı
içtihadı «kıyas» tır ve Şafiî mezhebi de budur. Bu hadis de, İmam Malik'in içtihadının
delilidir.[106]
Cumhuru fukaha
(Fâkihler topluluğu), içkiyi, yani şarabı sirkeye dönüştürmenin caiz olmadığım
söylemişlerdir. Eğer caiz olsaydı Re-sûl-i Ekrem bahsi geçen kişiye «şarabını
sirkeye dönüştür» deyip, dökülmesine müsaade etmeyecekti. Çünkü sirke maldır.
Malı zayi etmekten de Resûl-i Ekrem insanları menetmiştir. Hiç kimse, içkiyi
döken bir müslüman «Bir malı telef etmiştir» dememiştir. Osman bin Ebul-Âs, bir
yetimin içkisini dökmüş ve tazmin de etmemiştir. Resûl-i Ekrem'den içkiyi
sirkeye dönüştürmek izni istenmiş, «hayır» demiş ve bunu yasaklamıştır.
Ancak hadîs ve rey
ehlinden bir gurub bunu caiz gördüler. Suh-nun bin Said de, buna meyletmiştir.
Başkaları «şarabı sirkeye dönüştürmekte beis yoktur. Bir insanın çalışması
veya başka bir nesnenin içine atılması neticesinde şaraptan dönüşen ve sirke
olup meydana gelen sirkeden almak, onu yemek şer'an zararlı değildir. Bu,
Sevri'nin, EI-Evzai* ve Küfe'lilerin görüşüdür. Ebu Hanife, «Eğer şaraba misk
veya tuz atılır, şarab, şaraplık halinden dönüşüp sirke haline gelirse,
alınması caiz olur» demiştir. Muhammed bin Hasan, bu hususta Ebu Hanife'ye
muhalefet ederek buyurmuştur:
«Sadece şarabı sirkeye
dönüştürmek ameliyesi caizdir. Başkası değil.»
Ebu Amr der ki:
«Iraklılar, şarabın
sirkeye dönüştürülmesi hususundaki cevazı, Ebu Derda'dan alıyorlar.»
Ebu İdris, el
Huldani'den, o da Ebu Derda'dan kuvvetli olmayan bir yönden rivayet ediyor ki,
Ebu Derda, şaraptan dönüşüp murabba (marmarıt) olanı yiyor ve «güneş ile tuz
onu tabağ etmiştir» diyordu.
Hz. Ömer (R.A.) ve
Osman b. Ebil-Âs, şarabı sirkeye dönüştürmek hususunda Ebu Derda'ya muhalefet
ettiler. Bu zatların hiçbirisinin reyinde hadisle beraber bir hüccet (delil),
yoktur. Tevfik Allah'tandır.
Muhtemeldir ki, îslâmm
başlangıcında şarabı sirkeye dönüştürme yasağı, «Halk yeni içkiyi bırakmıştır,
içki daimi bir şekilde bulundurulmasın ve tehlike arzetmesin» diye varid
olmuştur. Bu adeti kesmek ve yırtıp atmak için olmuştur. Durum bu ise, o, zaman
şarabın sirkeye dönüştürülmesindeki yasakta ve onu dökme emrinde «sirkeye
dönüştükten sonra yenilmez» diye bir durum yoktur.
Eşheb, İmam Malik'ten
rivayet etti:
«Bir hıristiyan şarabı
sirkeye dönüştürürse, onu yemekte beis yoktur. Müslüman da, şarabı sirkeye
dönüştürürse, hüküm böyledir ve Allah'tan af taleb ederim.»
Bu rivayeti İbni
Abdulhakem kitabında zikretmiştir. Kuvvetli, görüş, ibni Kasım ve İbni Vehb'in
rivayetinde olduğu gibi Malik'in: «Müslüman, ne şarabı sirkeye dönüştürebilir,
ne de satabilir. Ancak döker.» rivayetidir.
Bu âyeti celîle, Nerd
ve satranç oynamanın haram olduğuna delâlet eder. İster kumar olsun isterse
olmasın. Çünkü Cenab-ı Hak içkiyi haram ettiği zaman:
«Ey îman edenler! İçki
ve kumar ancak necistirler. Şeytanın amel-lerindendirler» dedikten sonra devam
etti:
«Şeytan sizin aranıza
düşmanlık ve buğzu sokmak istiyor.» Öyleyse azı, çoğuna davet eden her lehiv,
ona devam edenlerin aralarına düşmanlık ve buğzu sokar. Ona devam edenleri
Allah'ın zikrinden men-eden, namazdan alıkoyan o lehiv, içki gibidir. Ve onun
.gibi haram olması da gerekli oluyor.
Eğer, içki içmek
sarhoşluk verir, insan da sarhoş oldu mu namaz kılamaz. Ama Nerd ve satranç ile
oynamakta sarhoşluk yoktur diye itiraz edilirse cevab olarak deriz ki: Cenab-ı
Hak içki ile kumarı haram-lık hükmünde bir araya getirmiştir. İkisini birden
«insanların arasında düşmanlık ve buğzu sokarlar» diye vasıflandırmıştır.
İkisini birden «Allah'ın zikrinden ve namazdan insanları menederler» diye nitelendirmiştir.
Malûmdur ki, içki sarhoşluk verir. Fakat kumar sarhoşluk vermez. Sonra Allah'ın
katında, onların bu hususta ayrılmaları ha-ramlıkta eşit tutulmalarına mani
olmaz. Çünkü onların müşterek oldukları anlamlan vardır. Bir de, içkinin azı
da sarhoşluk vermez. Oysa içilmesi haramdır. Bir de, inkâr edilemez ki, Nerd
ve satranç oynamak sarhoşluk vermese de içki gibi haramdır. Çünkü oyun gafleti
gerektirir. Gaflet te kalbi kaplar ve sarhoşluk yerine geçer. İçki eğer sarhoşluk
verir, namazdan ve zikirden insanı alıkoyar diye haram edilmişse, Nerd ve
satranç oynamak da haram olur. Çünkü o da gaflet verir, insanı meşgul eder ve
böylece namazdan ve zikirden insanı alıkoyar.
[107]
İmam Ahmed'in İbni
Ömer iarikiyle rivayet ettiği bir hadiste «içki on vecih üzerine
lanetlenmiştir: İçkinin kendisine lanet okunmuş, içenine, içirenine, satanına,
satınalanma, yapanına, yaptıranına, götürenine, kime götürülürse ona ve içki
parası yiyene.» [108]
Hadisi, Ebu Davud ve
İbni Mace de Veki'in tankıyla, (yoluyla) rivayet ettiler.
İmam Ahmed, İbni
Ömer'in tarikiyle rivayet ediyor:
Resûl-i Ekrem
«El-Marbed» denilen yere çıktı. Ben de beraberinde ve sağ tarafında
bulunuyordum. Ebu Bekr geldi. Geri çekildim. Ebu Bekir Peygamberin sağını aldı.
Soluna geçtim. Ömer (R.A.) geldi. Geri çekildim. Ömer (R.A.) Resûlüllah'm
solunu aldı. Resûl-i Ekrem Marbed'e vardığında orada bir tulum gördü. İçinde
içki vardı. Resûl-i Ekrem benden Midye'yi (bıçağı) istedi. «Midye»nin bıçak
olduğunu, ancak o gün öğrendim. Sonra emretti, tulumu parçaladım. Sonra buyurdu:
«İçkiyi, içenine,
sakisine, satanına, satmalanına, götürenine, kendisine götürülene, yapanına,
yaptıranına ve parasını yiyene lanet (Allah'ın rahmetinden uzaklaşma) vardır.»
[109]
îmam Ahmed, İbni Ömer
tarikiyle rivayet ediyor:
Resulü Ekrem,
kendisine bir bıçak getirmemi emretti. Getirdim, Bıçağı gönderip güzelce
bilettikten sonra bıçağı bana emanet ederek «Yann bana getir» dedi. Ertesi gün
bıçağı götürdüm. Eshabı ile beraber Medine çarşılarına çıktı. O çarşılarda
içki tulumlan vardı. Şam'dan getirilmişlerdi. Benden bıçağı aldı. O
tulumlardan bulunanları yardı. Sonra bıçağı bana verdi. Esbabına benimle
beraber gitmelerini ve bana yardımcı olmalannı emretti. Bana da, çarşıların
hepsine varmamı, oralarda bulduğum her içki tulumunu delip parçalamamı söyledi.
Ben de bunu yaptım. Çarşılarda delmediğim ve parçalamadığım hiçbir tulum
kalmadı.»
Abdullah bin Vehb,
Zeyd el-Hulanî'den rivayet ediyor:
«İçki satan bir amcam
vardı. İçkiden kazandığı parayı sadaka olarak dağıtıyordu. Onu birkaç defa bu
işi yapmaktan nehyettim. Fakat bir türlü bu işi bırakmadı. Medine'ye vanp İbni
Abbas'ı gördüm. İçki ve içkiden gelen para hususunu sordum. İbni Abbas: «O
haramdır, onun parası da haramdır» buyurduktan sonra:
«Ey Muhanımed Ümmeti!
Eğer sizin kitabınızdan sonra bir kitab ve Peygamberinizden sonra bir Peygamber
olsaydı, sizden Önceki ümmetler hakkında âyetler nazil olduğu gibi, sizin
hakkınızda da âyetler nazil olacakta. Fakat Cenab-ı Hak bunu kıyamete tehir
etmiştir. Yemin ederim, kıyametteki durum sizin için daha şiddetlidir.» dedi.
Sabit diyor ki, bundan
sonra Abdullah bin Ömer'e rastladım. İçkinin parasını kendisinden sordum.
Bana: «Sana içkiden haber vereceğim» dedi ve devam etti:
«Resûlüllah ile
beraber mescitte bulunuyordum. Cenab-ı Peygamber malûm şekliyle İHTÎBA
yapmıştı (yani dizlerini sırtına bir iple bağlamıştı.) O esnada:
«Şu içkiden, kimin
yanında birşey varsa, buraya getirsin.»
Bu emir üzerine
eshab-ı kiramdan biri Resûlüllah'a gelip: «Benim yanımda bir tulum dolusu
vardır.» Başka birileri de, «Benim yanımda bir dağarcık dolusu vardır»
dediler. Bunun üzerine Resûlüllah (S.A.V.):
«Hepsini, Baki'in
falan falan noktalarında yığdıktan sonra bana haber veriniz.» diye emretti.
Onlar içkileri orda
yığdıktan sonra Peygambere haber verdiler. Peygamber oraya gitmek üzere kalktı.
Ben de, beraberinde ve sağında oraya yürüyordum. Bana yaslanıyordu. Hz. Ebu
Bekr bize yetişti. Resûlüllah beni geriye itip soluna getirdi. Ebu Bekr'i
benim yerime koydu. Sonra Hattab'ın oğlu Hz. Ömer bize yetişti. Resûl-i Ekrem
beni geriye aldı. Ömer'i (R.A.) soluna geçirdi. İçkilerin bulunduğu yere
gelinceye kadar Ebu Bekr ile Ömer arasında yürüdü. Halka şunları söyledi:
«Siz, şunu
(içkiyi) tanıyor musunuz?» Halk:
«Ey Allah'ın Resulü,
evet bu içkidir dediler.» Sonra buyurdu:
«Şüphesiz ki, Allah
içkiye, onu yapana, yaptırana, içene, dağıtana, yüklenene, kendisine
götürülene, satana, müşterisine ve parasını yiyene lanet etmiştir.»
Sonra bir bıçak
istedi. «Bıçağı bileyiniz» dedi. Bilediler. Sonra Resûlüllah bıçağı aldı. Onunla
içki tulumlarını parçaladı. Halk: «Bu tulumlarda fayda vardır ya Resûlellah.
Niye parçalıyorsunuz?» dediler. Resûl-i Ekrem:
«Evet, faide var.
Fakat ben Allah rızası için ve bu içkide Allah'ın öfkesi olduğundan ötürü,
öfkelenmiştim. Ondan dolayı bunu yapıyorum» dedi. Hz. Ömer:
«Ey Allah'ın Resulü!
Ben senin yerine bu işi yapayım» diye tek-lifde bulundu.
Resûl-i Ekrem:
«Hayır.» dedi. [110]
İbnu Vehb: Bu hadisi
rivayet edenlerin bir kısmı, bazı bölümleri fazla veya eksik olarak rivayet
ettiler, dedi.
[111]
Beyhaki, hadisi
rivayet etmiştir...
İmam Ahmed, Enes
tarikiyle (yoluyla) rivayet ediyor:
Ben, Ebu Ubeyde bin
Cerrah'a, Ubey İbni Kâab, Süheyl bin Bey-da ve Resûl-i Ekrem'in (diğer
sahabelerinden, bazılarının misafir bulundukları) Ebu Talha'nın yanında
şakilik yapıp içki dağıtıyordum. Nerdeyse sarhoş edecek kadar içtiler.. Bu
esnada Müslümanlardan birisi gelip:
«Siz, içkinin haram
kılındığını bilmez misiniz?» dedi. Onlar: «Bakalım ve soralım» dedikten sonra:
«Ey Enes! Kabda kalan
içkiyi dök, dediler. Ben de döktüm, yemin ederim, onlar bir daha da içmediler.
Halbuki onların içkisi ancak hurmadandı. O günkü içkileri öyleydi» Buharî ve
Müslim Sahihlerinde rivayet ettiler.
[112]
Sabit b. Zeyd'de
Enes'ten rivayet ediyor:
«İçkinin haram olduğu
gün, Ebu Talha'nm evinde toplananlara şakilik yapıyordum. Onların içkisi
hurmadan yapılmıştı. Tellalın çağırdığını işittik. «Çık, bak! Tellal ne
diyor?» dediler. Çıktım, baktım ki tellal şunları haykırıyor:
«Dikkat! İçki haram
edilmiştir.» O gün Medine'nin çarşıları devamlı içki aktı. Ebu Talha bana:
«Çık, bu içkiyi dök» dedi. İçkiyi döktüm. Eshab-ı kiramın hepsi veya bazıları
«Filan ve filan adamlar öldüler, içki daha karınlanndadır» dediler. Bunun
üzerine Cenab-ı Hak, «îman eden ve salih ameller işleyenlerin daha önce
yediklerinde bir beis yoktur» mealindeki âyetini' indirdi.[113]
Ibni Cerir, Enes'ten
İbni Malik tarikiyle rivayet ediyor:
«Ben, Ebu Talha'ya,
Ebu Ubeyde bin Cerrah, Ebu Deccane, Mu-az bin Cebel ve Süheyl bin Beyda'ya
şakilik yapıyordum. Hurma koruğu ve hurmadan yapılmış bir içkiyi onlara
içiriyordum. Nerdeyse sarhoş olmuşlardı. O esnada dellal: «Dikkat! İçki haram
edildi.» diye
çağırdı. Bizden
herhangi bir kimse çıkmadı ve herhangi bir kimse de içeri girmedi. İçkiyi
tamamen döktük. İçki testilerini kırdık. Bazılarımız abdest aldık, bazılarımız
da gusul yaptı. İbni Selim'in kokusundan bedenimize sürdük. Sonra mescide
vardık. Baktık ki, ResûM Ekrem:
(91) «Ey
îman edenler! Ancak hamr (içki), kumar, dikili taşlar, kısmet okları necistir,
şeytanın amelin dendir. Ondan sakınınız» âyetini ta ki, «siz bundan artık
vazgeçer misiniz?» cümlesine kadar okudu. Bir kişi:
«Ey Allah'ın Resulü,
daha önce içki içtiği halde ölenler hakkında ne diyorsun?»
Buna cevap olarak
Cenab-ı Hak:
(93) «İman
edip salih amel işleyenlerin üzerinde daha önce yediklerinden dolayı herhangi
bir günah yoktur.» mealindeki âyetini indirdi.»
Kişinin birisi
Katade'den sordu: «Sen, Enes bin Malik'ten bu hadisi dinledin mi?» «Evet.
Dinledim» dedi. Bir kişi Enes bin Malik'e: «Sen Resulü ilah'tan bu hadisi
dinledin mi?»
«Evet, bana yalan
söylemeyen söyledi. Biz (ashab), yalan sÖylemi-yorduk ve yalan nedir
bilmiyorduk» dedi.
İmam Ahmed, Kuteybe
tarikiyle Nafi bin Kisan'dan rivayet etti:
«.Babam Kisan,
Resûlüllah'ın zamanında içki ticareti yapıyordu. Şam'dan geldi. Beraberinde
tulumlar içerisinde içki vardı. Onu satmak istiyordu. Onları Resûlüllah'a
getirdi:
«Ey Allah'ın Resulü!
Ben sana güzel bir içki getirdim.» dedi. [114]
Cenab-ı Peygamber:
«Ey Kisan! Sen
gittikten sonra o, haram oldu.»
«Ey Allah'ın Resulü! O
halde ben bunu satayım» dedi.
Resulü Ekrem:
«O da onun parası da
haram edildi» buyurdu. Bunun üzerine Kisan tulumlara yaklaştı. Onların
ayaklarından tutup içindekini dök Kisan:
tü.
[115]
İmam Ahmed, Ya'la-
tarikiyle Abdurrahman bin Vahle'den rivayet etti: İbni Abbas'tan içkinin
satılmasını sordum. Buyurdular:
— Resûlüllah'ın Sakıf
(veya Devs) kabilesinden bir dostu vardı. Mekke fethedildiği gün Resulü Ekrem'e
bir tulum dolusu içki getirip hediye etmek istedi. Cenab-ı Peygamber, ona:
«Ey filan zat! Sen,
Allah'ın içkiyi haram ettiğini bilmez misin?»
dedi.
Kişi hizmetkârına
yönelip: «Öyle ise, git onu sat» dedi.
Cenab-ı
Peygamber:
«Ey filan! Sen
hizmetkârına ne emrettin?»
Kişi:
«İçkiyi satmasını
emrettim» dedi. Cenab-ı Peygamber:
«Onun içilmesini haram
kılan Allah, satışını da haram kılmıştır»
buyurduktan sonra o
içkinin dereye dökülmesini emretti. Hadisi Müslim, İbni Veheb'in tarikiyle
rivayet etmiştir.[116]
Sahihayn'da Ömer bin
Hattap hutbesinde ve Resûlüllah'ın minberinin üzerinde;
«Ey nas! Şüphesiz
hamnn (içkinin) haram olması nazil oldu. Hamr beş şeydendir: Üzüm, hurma, bal,
buğday, arpa. Ve hamr aklı örten ve karıştıran şeydir.»
Buharî bize,
İbrahim'in oğlu îshak tarikiyle, İbni Ömer'den «İçkinin haram olması nazil
olduğu gün Medine'de beş içki türü vardı. Onlann içinde üzüm şarabı yoktu.»
Abdullah bin Vehb,
Abdullah bin Âmr bin Âs'ın tarikiyla rivayet etti. Resulü Ekrem buyurdu:
«Sarhoş olarak bir tek
defa namazı terkeden bir kimse, sanki bütün dünya üzerindeki servet on un muş,
hepsi ondan alınmış gibi oluyor. Sarhoş olarak dört defa namazı terkeden bir
kimseye Allah üzerine vacib kılmıştır ki ona HABAL çamurundan içirsin.»
«Habal» çamurunun ne
olduğu soruldu:
«Cehennem ehlinin
yaralarından akan irindir.»
Hadisi, Ahmed, Âmr bin
Şuayb'ın tarikiyle rivayet etti...
Ebu Davud, İbni Abbas
tarikiyle rivayet ediyor: Resulü Ekrem:
«Sarhoşluk veren ve
aklı örten her şey haramdır. Sarhoşluk veren her şey haramdır. Sarhoşluk veren
birşeyi içen bir kimsenin namazı, kırk sabah zarardadır. Eğer tevbe ederse,
Allah tevbesini kabul eder. Dördüncü defa yaparsa, Allah'a haktır ki, ona Habal
çamurundan içirsin.» buyurduğunda, Ashap:
«Ey Allah'ın Resulü!
Habal çamuru da nedir?» diye sordular. Ce-nab-ı Peygamber:
«O, ateş ehlinin
irinidir. Kim ki helâlini haramından ayırd etmeyen bir çocuğa içki içilirse
Allah'a haktır ki ona Habal çamurundan içirsin» buyurdu. Hadisi, Ebu Davud
rivayet etmiştir.[117]
Şafiî, Malik'ten O,
Nafi'den, O, îbni Ömer'den rivayet etti:
«Dünyada içki içen bir
kimse, tevbe etmeden ölürse ah i re 11 e içki ona haram kılınır.» Yani cennet
içkisi, ona içirilmez. Buharı "ve Müslim, bu hadisi Malik'in hadisinden
rivayet ettiler.
[118]
Müslim Ebu Rebia
tarikiyle îbni Ömer'den rivayet etti:
«Her sarhoşluk veren
içkidir. Her sarhoşluk veren haramdır. Kim
ki, içki içmeye devam
ettiği halde ve tevbe etmeden ölürse,
âhirette
onu içmeyecektir.»
[119]
îbni Veheb, Abdullah
bin Ömer tarikiyle rivayet ediyor:
«Üç sınıf vardır.
Allah kıyamet gününde onlara bakmaz:
1) Ana-babaya karşı isyan edenler,
2) İçkiye
devam edenler,
3) Verdiği
sadaka ile minnet edip başa kakanlar.»
[120]
imam Ahmed, Abdullah
bin Amr tarikiyle rivayet ediyor: «Ana ve babaya karşı âsi olan Cennete girmez.
İçkiye devam ederek (tevbesiz) ölen girmez. Verdiğini başa kakan girmez. Zina
veledi girmez
[121]
Resulü Ekrem burada
ana babaya karşı gelmeyi, içkiye devam etmeyi, iyiliği başa kakmayı, tshdidli
ve teşdidli bir şekilde kötü bir iş olarak gösteriyor. Yoksa bunlar ebediyyen
cehennemde kalacaklar, hiç cennete girmeyecekler mânâsı hadisten çıkmaz. Zina
veledine gelince, o, mesul değildir. Zina edenler mesuldür. Fakat Resulü Ekrem
burada zina eden veya zina etmek isteyenleri açındırıyor. Yani sizin zina mahsulünüz
olan çocuk cehennemlik olacaktır. Hem yaptığınız çok kötü birşeydir demek
istiyor. Yoksa mesuliyetsiz bir insan başkasının suçundan ebediyyen cehennemde
kalacak veya cennete girmeyecek diye bir şey İslâmda bahis konusu değildir.
Zira Kur'an «Hiç bir kimse başkasının yükünü çekmez» (El-Fatır: 18) diyor. Ana
baba olsun, evlât olsun, ne olursa olsun hiç kimse başkasının yaptığından
sorumlu değildir.
Zuhri, Osman İbni
Affan tarikiyle rivayet ediyor:
«İçkiden sakınınız.
Şüphesiz ki içki kötülüklerin anasulır. Şüphesiz ki sizden önce geçmiş
ümmetlerde bir kişi vardı. Âbidlik yapar ve halktan uzaklaşırdı. Fâsık bir
kadın ona kancayı takıp kalben onu sevdiği için cariyesini gönderdi, onu bir
şahitlik için çağırdı. Cariye ile kadının evine geldL O içeri girdikçe kapılar
kilitleniyordu. Kadının yamna varınca kadını pırıl pırıl parlak bir halde
gördü. Kadının yanında bir çocuk bir de İçki dolu bir kap vardı. Kadın ona:
«Yemin ederim ki, seni
şahitlik için değil, benimle zina etmen için çağırdım, veya bu çocuğu Öldürmen
veya bu içkiyi içmen için seni davet ettim. Yani bu üç şeyden birisini
yapacaksın» dedi.
Bunun üzerine içki
içmeyi ihtiyar etti ve kendisine bir kadeh içki içirildi. «Bana daha fazlasını
veriniz» dedi. O, kadınla zina edip çocuğu öldüriinceye kadar oradan ayrılmadı.
Öyleyse, içkiden sakınınız. Muhakkak ki, içki ile iman hiç bir zaman bir araya
gelemezler. Ancak bir araya geldiklerinde, birisi diğerini kovar.» Hadisi
Beyhaki rivayet etti. Bu isnad, sahih bir isnaddır. Ebu Bekr bin Ebi Dünya
«Zemmul-Muskir» adlı kitabında bunu Muhammed bin Abdullah bin Bezi'den rivayet
etmiştir. O da Fudayl bin Süleyman en-Numeryi'den, o da Ömer bin Said
ez-Zuhri'den merfu olarak rivayet etmiştir. Fakat en sıhhatli görüş,"
hadisin mevkuf olmasıdır. Allah daha iyi bilir. Sahihaynda bahsi geçen hadisi
takviye eden şu hadis vardır.[122]
«Zina etmek istiyen
mümin olduğu halde zina etmez. Hırsızlık yapmak istiyen mümin olduğu halde
hırsızlık yapmaz. İçki içmek istiyen mümin olduğu halde içki içmez.»
[123]
Yani iman-ı kâmil bu
durumlarda yoktur demek oluyor. Veya bu haramları helâl görürse, tamamen
imandan çıkıyor demek oluyor.
Kıble Kabe'ye
çevrildiği zaman, sahabilerden bazıları: «Ey Allah'ın Resulü! Beytul-makdis'e
doğru namaz kılan ve ölen arkadaşlarımızın durumu ne olacaktır?»
Cenab-ı Hak:
«Allah sizin imanınızı
zayi edecek değildir» (El-Bakara: 143) âyetini indirdi.
İmam Ahmed, Esma bin
Zeyd'in tarikiyle rivayet ediyor.
«îçki içen bir kimse,
kırk gece Allah'ı razı etmez. Eğer (içki helâldir, kanaatinde ise ve bu
durumda) ölürse, dinden kâfir olarak gi-Iâldir, kanaatinde ise ve bu durumda)
ölürse, dinde kâfir olarak gider. (Veya bu cümle tağliz ve teşdiddir.) Eğer
tevbe ederse, Allah, tev-besini kabul eder. Eğer yeniden içmeye dönerse,
Allah'a haktır ki ona Habal çamurundan içirsin.»
[124]
(92) «Ey
îman edenler!) Allah'a itaat ediniz ve onun Peygamberine itaat edin...»
Bu âyetteki itaat, bütün
emirlerin kendisine dönüştüğü genel bir esastır Allah'ın ve Peygamberinin
taati, İslama sarılmaktır. İs-lâmla beraber ancak mutlak mânâda Allah'a ve
Resulüne itaat etmek kalır. Başka şeyler kalmıyor. Bu âyet, kesinlikle onlara
muhalefetten sakınmanın, gerekli olduğunu getiriyor. Nitekim «Allah'a ve Peygambere
itaattan yüz çevirirseniz bilmiş olunuz ki ancak bizim peygamberimizin
boynunda apaçık bir tebliğ vazifesi vardır» demiştir. Peygamber de tebliğ
vazifesini yapmış ve herşeyi açıklamıştır. Böylece bu açıklamadan sonra
muhalefet edenlerin vay haline!.. Bu tehdid, düşmanların belini kıran ve iman
edenlerin mafsallarım titreten bir teh-diddir. Zira onlar, isyan edip, itaat etmedikleri
zaman, ancak nefislerine zarar verirler. Resulü Ekrem tebliği yapmış,
boynundaki vazifeyi edâ etmiştir. Elini artık onların emirlerinden silkiniştir.
O, mesul değildir. Ve o, mesul olan bir kimseden azabı da defedemez. Bütün bunlardan
sonra onların emirleri Cenab-ı Hakkın yed-i kudretindedir. Sırt çeviren âsîleri
cezalandırmaya gücü yeter. Bu Rabbani ve kalblere giden bir yoldur. Kalplerin
kilitli kapılan kendiliğinden önünde açılan yol. Diğer meslek ve yolların
yanında belirip, açığa çıkan bir yoldur İslâm...
[125]
(93) «İman
edenler ve salih amellerde bulunanlar için-korkup sakındıkları, iman ettikleri
ve salih amellerde bulundukları, sonra korkup sakındıkları ve iman ettikleri
ve sonra korkup sakındıkları ve iyilikte bulunduktan takdirde daha önce
yediklerinden dolayı bir mesuliyet yoktur...»
Bu âyeti celîlede,
görüldüğü gibi, ittika üç defa tekrar edilmiştir. îbni Cerir et-Taberi,
«Birinci ittika, kabul ile Allah'ın emrini telâkki etmek, onu tasdik etmek,
onunla din sahibi olmak ve amel etmek itti-kasıdır. İkincisi, tasdikin üzerinde
sebat etmek ittikasıdır. Üçüncüsü, ihsan ve nafilelerle Allah'a manen yaklaşmak
ittikasıdır, demiştir.
El Beyzavi; birinci
ittikayı, haramdan sakınmakla, iman ve salih ameller üzerinde sebat etmekle,
ikinci ittikayı, içki gibi haram olanlardan sakınmak ve haram olduğuna iman
etmekle, üçüncü ittikayı günâhlardan sakınmanın üzerinde sebat ve devam etmek
ve en güzel amelleri arayıp seçmek ve onunla meşgul olmakla tefsir etmiştir.
Hazin, birinci
ittikayı, «şirkten sakınırlarsa, Allah ve Resulüne îman ederlerse ve salih
amelleri fazla yaparlarsa», ikinci ittikayı «Haram olduktan sonra içki ve
kumardan sakınırlarsa», üçüncü ittikayı, «gelecekte onlara haram olanlardan
sakınırlarsa ve güzel amellerde bulunurlarsa» şeklinde tefsir ediyor. Ve bu
hususta birçok tefsirleri de — denildi— tabiriyle naklediyor. Meselâ: «Denildi
ki: Birinci itti-kadan maksad, takvanın yapılmasıdır. İkinci ittikadan maksad,
takva üzerinde daim kalmaktır. Üçüncü ittikadan maksad, zulümden kaçınmakla
beraber ihsanda bulunmaktır.» «Denildi ki, bu takva kelimelerinin tekrarından
maksad, tekid ve mübalağadır. İman, takva ve onlara iyilik yapmayı eklemeyi,
Cenab-ı Hak teşvik ediyor.» Ve yine «Denildi ki; birinci takva, Allah'ın
kendilerine haram kılmış olduğu şeyden sakınmaları demektir. İkinci takva,
haramdan sonra kalan haramı terkedip ondan ittika etmek ve onun haram olduğuna
îman etmektir.» tarzında devam ediyor.[126]
Medarik, birinci
takva, şirkten sakınmak, ikinci takva, içki ve kumardan sakınmak, üçüncü
takva, diğer haramlardan sakınmaktır tarzında tefsir ediyor ve devamla «veya
birincisi şirkten, ikincisi, haramlardan, üçüncüsü, şüphelilerden kaçınmak
demektir» diyor.
Tenvirul İktibas;
birinci takva, küfür, şirk ve fahiş şeylerden sakınmak, ikinci takva, haram
oluşundan sonra içkinin yeniden helâl olması için çabalamadan sakınmak, üçüncü.
takva, içkinin içilmesinden kaçınmak şeklinde tefsir ediyor.
El-Kurtubi; bu âyet
hakkında şunu rivayet ediyor: Bu âyeti, Kuddame bin Mez'um el-Cumahi tevil
etti. Kuddame eshabı kiramdan bir zattı. Kardeşi Abdullah ve Osman ile beraber
Habeşistan hicretine katılmıştı. Sonra Medine'ye hicret etti. Bedir savaşında
bulundu ve uzun yaşadı. Hz. Ömer'in kayınbiraderi, Abdullah ve Hafsa
validemizin dayısı idi. Hz. Ömer, onu Bahreyn'e vali tayin etti. Sonra
Abdukays'ın efendisi el Carud'in şahitliğiyle onu valilikten azletti.
Abdukays'm efendisi El-Carud bunun aleyhinde içki içmiş diye şahitlik yaptı.[127]
Ed Darekutni, îbni
Abbas tarikiyle rivayet etti: «İçki içenler, Re-sûlüllah'm zamanında, eller,
papuçlar ve pastonlarla dövülürlerdi. Peygamber vefat edinceye kadar durum
böyleydi. Hz. Ebu Bekir Sıd-dikin devrinde Resûlüllah'ın döneminden daha fazla
içki (gizlice) içildi. Ebu-Bekir (R.A.), ölünceye kadar onlara kırk sopa
vuruyordu. Sonra Hz. Ömer'in devrinde, onlara, kırkar sopa vuruldu. Ta ki, ilk
muhacirlerden bir kişi Hz. Ömer'e getirildi. Bu kişi içmişti. Hz. Ömer, buna
kırbaç vurulmasını emretti. O, Hz. Ömer'e karşı çıkıp: «Niçin beni kırbaçlatıyorsun?
Seninle benim aramda Allah'ın kitabı hakemdir.» diye itiraz etti...
Ömer:
«Allah'ın hangi
kitabında sana kırbaç vurulmamasını görüyorsun?» diye sordu. O, Ömer'e şunu
söyledi:
Cenabı Hak kitabında
«İman ve salih amel edenlerin üzerinde yediklerinden dolayı bir mesuliyet
yoktur» diyor Bunu dedikten sonra bu âyeti sonuna kadar okudu. «Ben, îman ve
salih amel işleyenlerdenim. Sonra ittika edip îman eden, sonra ittika edip
iyilik yapanlardanım. Resûlüllah ile beraber Bedir, Uhud, Hudeybiye, Hendek ve
bütün savaşlarda hazır bulundum.» Konuşmasını ekledi.
Ömer (R.A.), eshab-ı
kirama dönüp:
«Siz, bu zatın bu âyet
hakkındaki tevilini reddedemez
misiniz?»
diye sordu.
îbni Abbas şunu
söyledi:
— Şu âyetler, geçmiş
insanlar için özür beyan ederek ve halkın aleyhinde hüccet olarak nazil
olmuşlardır. Çünkü Cenab-ı Hak:
«Ey îman edenler!
İçki, kumar, dikilmiş taşlar ve kısmet okları necistir. Şeytanın amelindendir.
Onlardan sakınınız.» buyuruyor, deyip ta bu âyeti okuyuncaya kadar devam etti.
Ve «Eğer bu kişi iman eden ve salih amel işleyenlerden olsaydı, Cenab-ı Hak ona
içki içmeyi yasak kılmıştı. İçmemesi lâzımdı.» Dedi...
Ömer (R.A.), İbni
Abbas'a:
«Doğru söyledin.»
dedikten sonra: «Ey Eshab! Siz ne görüyorsunuz?» diye ilâve etti...
Hz. Ali:
«Bu kişi, içtiği
zaman, sarhoş olmuştur. Sarhoş olduğu zaman hezeyan etmiştir. Hezeyan ettiği
zaman iftira etmiştir. İftira edenin boynunda (80) seksen kırbaç ceza vardır»
dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer ona seksen kırbaç vurdu.
El Humeydİ, Ebu Bekr
El Berkani'den, o da İbni Abbas'tan rivayet etti:
El Carud, Bahreyn
vilâyetinden Medine'ye geldiğinde: «Ey müminlerin emiri! Mez'umun oğlu Kuddame
içki içti, sarhoş oldu. Ben, Allah'ın haklarından birini gördüm. Benim boynuma
farzdır ki sana onu ileteyim.» diye şahidlikte bulundu.
Ömer:
«Senin bu dediğine
başka kim şahitlik edebilir?» diye sordu. Carud:
«Ebu Hureyre şahitlik
eder» dedi. Hz. Ömer Ebu Hureyre'yi çağırdı:
«Ey Eba Hureyre! Sen,
ne üzerinde şahitlik ediyorsun?»
Ebu Hureyre:
«Onu içtiği zaman
görmedim. Fakat sarhoş olduğunu ve kustuğunu gördüm.» dedi.
Hz. Ömer:
«Sen şahitliğe boynuz
vurdun. Yani şahitliği helâldar ettin. Ona şüphe düşürdün.» dedikten sonra Hz.
Ömer Bahreyn valisi Kuddame'-ye bir nâme (mektup) yazdı. Medine'ye gelmesini
emretti. Kuddame Medine'ye geldiğinde Carûd da Medine'deydi. Carûd, Hz. Ömer'e
bu hususta müracaat etti:
«Onun üzerinde
Allah'ın kitabım tayüı kıl! Yani haddi tatbik et» dedi.
Hz. Ömer, Carûd'a:
«Sen şahit misin,
yoksa hasım?» dedi.
Carûd:
«Ben şahidim» dedi.
Hz. Ömer:
«O halde, sen
şahidliğini yerine getirmişsin.» dedi. Böylece bir müddet sonra tekraren Hz.
Ömer'e bu hususta müracaat ederek:
«Sana Allah ile yemin
veriyorum, bu işi yap» dedi. Hz. Ömer:
«Dikkat et. Allah'a
yemin ederim, ya sen diline sahib olacaksın veya sana kötülük yapacağım» dedi.
Carûd:
«Dikkat et! Allah'a
yemin ederim, senin bu söylediğin hak değildir. Senin amcanın oğlu içki
içecek, ben cezayı çekeceğim» diye Hz. Ömer'e karşılık verdi.
Bunun üzerine Hz. Ömer
Carud'u tehdid etti. Ebu Hureyre de orada bulunuyordu. O da şunları
söyledi: . .
«Ey mü'minlerin emîri!
Sen bizim şahitliğimiz hususunda şüphede isen Kuddame'nln Velid'in kızı olan
hanımından durumunu sor.»
Hz. Ömer, Velid'in
kızı Hind'e haber gönderdi, ona Allah ile ye-. min verdi. Hind, kocasının
aleyhinde şahitlikte bulundu. Hz. Ömer:
«Ey Kuddame! Sana
kırbaç cezası tatbik edeceğim.»
Kuddame:
«Ey Ömer! Allah'a
yemin ederim, onların dediği şekilde ben içmemişim. Beni kırbaçlamaya hakkın
yoktur» diye itiraz etti. Hz. Ömer:
«Ey Kuddame! Niçin hakkım
yoktur?»
Kuddame:
— Çünkü Cenab-ı Hak:
«İman eden ve salih amelde bulunanlar üzerinde yediklerinden dolayı herhangi
bir günah yoktur» diyor. Dedi ve sonuna kadar okudu. Hz. Ömer:
«Ey Kuddame âyetin
tevilinde yanlış gidiyorsun. Eğer Allah'tan korksaydın Allah'ın haram
kıldığından sakınırdın» dedikten sonra mecliste bulunan sahabeye yönelip sordu:
«Kuddame'nin
kırbaçlanmasına ne diyorsunuz?»
Sahabeler:
«Hasta olduğu müddetçe
onu kırbaçlamanı uygun görmüyoruz.»
dediler. Hz. Ömer onu
kırbaçlamaktan vazgeçti. Bir müddet sonra bir sabah arkadaşlarından:
«Kuddame'yi
kırbaçlamama ne diyorsunuz?» diye sordu. Arkadaşları:
«Hasta olduğu müddetçe
onu kırbaçlamanı uygun görmüyoruz.»
dediler. Hz. Ömer:
«Allah'a yemin ederim
ki onun kırbaçların altında ölüp Allah'ın huzuruna gitmesi, benim katımda, o,
benim boynumda olduğu halde Allah'ın huzuruna gitmemden daha sevimli olur.
Allah'a yemin ederim, onu kırbaçlayacağım, bana bir kırbaç getirin» dedi.
Böylece, kölesi Eşlem gitti, ince ve küçük bir kırbaç getirdi. Hz. Ömer
kırbacı eline aldı, sıvazladıktan sonra Eslem'e hitaben:
«Senin kavminin batıl
ve kötü adetleri galiba seni yakaladı.» Yani küçük ve ince bir kırbaç
getirmişsin diye kölesine itiraz etti, «Bana bu kırbaçtan başka bir kırbaç
getirin» emrini verdi. Eşlem, bu sefer tam bir kırbaç getirdi. Hz. Ömer
emretti, Kuddame getirildi ve kırbaçlandı. Kuddame, Hz. Ömer'e kızıp onu
terketti. Kuddame Hz. Ömer'den kızgın iken, Hz. Ömer hacca gitti. Hacdan
dönünce —Vadiyus -safra— adlı yer ile Medine arasında bulunan es-sukya adlı yerde
konakladı ve orada uyudu. Uyanınca «Acele bana Kuddame'yi getiriniz. Allah'a
yemin ederim ki, rüyada, birisi bana geldi, «Kuddame ile sulh yap, o senin
kardeşindir» dedi» diye haykırdı. Bunun üzerine biri, Kuddame'ye varıp Hz. Ömer
yanına gelmeni emretti deyince, o gelmek istemedi. Fakat Hz. Ömer, Kuddame'yi
zorla yanına getirmelerini emretti. Böylece Kuddame geldi, Hz. Ömer oriunla
konuştu ve o da Hz. Ömer için, Hz. Ömer de onun için af talebinde bulundu.
Böylece barıştılar.
Eyyub bin Ebi Tamime;
«Bedir savaşçılarından Hz. Kuddame'den başka, ceza kendisine tatbik edileni
bilmiyorum» dedi.
İbnu'l-Arabi; işte bu
hadise sana âyetin tevilini gösterir, buyurdu.
[128]
(95) «Ey
îman edenler! Yemin olsun gaipte kendisinden kimin korktuğunu bilmek için
elleriniz ve mızraklarınız ile avlayabileceğiniz az bir avla sizi
deneyecektir...»
Bu âyeti celîle,
Hudeybiye senesinde nazil oldu. Eshabtan bazıları Resûlüllah ile beraber ihrama
girmişti, bazıları da girmemişti. Bir av göründüğü zaman, onun hakkında halleri
ve fiilleri değişik olurdu. Bunun ahkâmı onlara gizli idi. Cenab-ı Hak, bu
âyeti, durumlarının ahkâmını belirtmek, hac ve umrelerindeki mahzurları beyan
etmek için indirmiştir. İhrama girmişler idi, Cenab-ı Hak, onları av hayvanlarıyla
denedi. Hayvanlar o kadar çok idi ki çadırların arasına gelirlerdi. Onlar
hayvanları avlamak istediler. Cenab-ı Hak, bu âyeti, o zaman indirdi. Yani
yemin ederim ki, Allah sizin taatinizi masiyetiniz-den ayırmak için, sizi
deneyecektir. Yani denenmişim muamelesini size tatbik edecektir. Oysa o gaybın
herşeysini bilir. Bu âyeti celîlede «Avın bir şeyi ile» tabiri kullanıldı. Ta
ki, bu fitnenin, büyük ve ayakları kaydıran fitnelerden olmadığı bilinsin. Bu
denemedeki durum, daha önceki denemelerde bulunan durumlardan daha kolaydı. Bu
deneme, tıpkı İsrailoğullarım cumartesi günlerinde balık avlamamakla denemesi
gibidir. Fakat Cenab-ı Hak, fazl-u keremiyle ümmeti Muhammedi imtihanı
kazanmaya muvaffak kıldı. Lâkin cumartesi arkadaşlarını (İsrailoğullarım)
korumadı. Onun için onlar maymunlar ye domuzların çirkinliğine
büründürüldüler.
İmam Malik'e göre; bu
âyete muhatab olanlar ihramsız kimselerdir. İbni Abbas (R.A.) «Muhatablar
ihramlı olanlardır» dedi. Fakat âyetin muhatabının, ihramlı veya ihramsız bütün
insanların olması, daha uygundur. Zira Cenab-ı Hak, «Allah sizi denemek için
bunu yaptı» tabirini kullandı.
Ayette «eller»
zikredilmiştir, çünkü avda yüzde doksan kullanılan ellerdir.. Diğer azalar da
onlara kıyas edilir. Mızraklar tabiri kullanılmıştır. Çünkü o devirde, en
büyük silâh mızraktı. Diğer silahlarla avlanmak da ona kıyas edilir.
(95) «Ey
îman edenler! Siz ihramlı iken av öldürmeyiniz...»
Yani hacca veya umreye
ihram bağlamış iken av avlamayınız. Veya Harem hududlarına girmiş iken av
avlamayınız. Çünkü «Ahreme zeydun» denildiğinde «Zeyd adlı kişi ihrama veya
Harem hududuna
girmiş» demektir. İki
manaya da kullanılabilir. Bazıları, âyette bü iki mânâ da kastedilmiştir^
demişlerdir. Yani hem ihramda iken, hem de Harem hududuna girdiğiniz zaman, av
avlamayınız. Öyleyse hem ihrama girene, hem de Harem hududunda olana av
avlamak caiz değildir. Bu âyeti celîle, Ebul Yusr'un hakkında nazil oldu. Bu
zat Um-retul Hudeybiye'de ihramlı iken, vahşi bir merkebe hücum ederek,
öldürdü. Cenab-ı Hak, bu âyeti onun hakkında indirdi, sonra bu hüküm
genelleşti. Öyleyse kişi ihramda iken, Harem hududlarınm içinde iken herhangi
bir ava taarruz etmesi veya herhangi bir hayvanı öldürmesi caiz değildir. Avdan
maksad, evcil olmayan ve eti yenilen hayvandır. İmam Şafiî'nin görüşü budur.
İmam Ebu Hanife; ister
yenilsin ister yenilmesin evcil olmayan her hayvan avdır, dedi. Binaenaleyh,
bir kurtu veya diğer bir yırtıcıyı öldüren bir ihramhya tazminat gerekir.
Ancak Resul-i Ekrem, beş fâsık hayvanın Haremde ve ihramda dahi öldürülmesini
caiz kılmıştır ve istisna etmiştir. Bu husus da Müslim ve Buharı ittifakla
ibni Ömer'den rivayet ediyorlar. Resûl-i Ekrem:
«Hayvanlardan beş tane
vardır, ihramda olan bir insan onları öldürürse herhangi bir mesuliyeti
yoktur: Birincisi karga, ikincisi dü-lengeç kuşu, üçüncüsü akreb .dördüncüsü
fare, beşincisi kelbi-âkûr, yani saldırgan veya yaralayan köpektir.»
Bir rivayette de «Beş
şey vardır, onları Harem'de ve ihram halinde öldürene birşcy lâzım gelmez»
diye başlanır.
Müslim ve Buharı
ittifakla Âişe validemizden rivayet ettiler ki, Resul-i Ekrem buyurdu:
«Bütün hayvanlardan
beş tane fâsık hayvan vardır. Haremde dahi öldürülürler. Birincisi karga,
ikincisi dülengeç kuşu, üçüncüsü akreb, dördüncü fare, beşincisi
kelbi-akurdur.»
Müslimi şerifte «Beş
fâsık hayvan vardır, helâl arazide de Haram arazide de öldürülürleri) rivayeti
vardır.
En-Nesei'nin
rivayetinde, «Beş hayvan vardır ki, ihramda olan, on-lan öldürür:
Yılan, akreb, fare,
alacakarga ve köpek.»
îbni Uyeyne; âkur köpekten, parçalayıcı, zarar verici ve
yara açıcı her köpek kastedilmektedir» der.
İmam Şafii, eti
yenilmeyen bütün hayvanları bunların üzerine kıyas etmiştir. Çünkü hadis,
bazıları zarar verici yırtıcılar, bazıları da öldürücü haşarat ve bu iki
sınıfın mânâsına girmeyen kuşları derlemektedir. Bunların öldürülmeleri,
etlerinin pis ve yenilmelerinin haram olmasındandır. Onu nazarı itibara al,
hükmü onun üzerine tertip et. Fakat İmam Ebu-Hanife ve talebeleri, bu beş
şeyden başka eti yenilmiyen hayvanlar da ihram halinde öldürülürse, cezaları
vaciptir demişlerdir.
Ebu Hanife; -fevasikı
hamsa- (beş fâsık)in üzerine kurtu kıyas ederek, onda da herhangi bir keffaret
gerekmez demiştir.
Mücahid, Hasan ve İbnu
Zeyd «ihramını (yani ihramlı olduğunu) unutmakla beraber kasten ve bile bile
av hayvanını öldürene ceza düşer. İhramlı olduğunu hatırladığı halde kasten av
hayvanını öldürene gelince, onun cezası yok. Çünkü keffaretlendirmekten daha
şeni' ve daha korkunç bir harekette bulunmuştur» dediler.
îbni Abbas ve cumhur
ulema ise «Eğer ihramlı olduğunu hatırlar ve kasten av hayvanını öldürürse,
cezayı verecektir» dediler. Bu, bütün fâkihlerin mezhebidir. Kasten değil de
yanlışlıkla, av hayvanını öldürürse,
yani başkasına attığı oku gider ona isabet ederse bu
fiili, cezayı gerektirmek hususunda kasten öldürmek gibidir. Tef-sircilerin
cumhurunun ve fâkihlerin mezhebi budur.
Zuhri, «Kasten
öldürmek hususunda Kur'an, hataen öldürmek hususunda da Sünnet varid oldu» der.
Yani yanlışlıkla
öldüreni, kasten öldürene hüküm bakımından ilhak eden hadistir.. İkisine de ceza gerekir
ve vacibtir, dedi.
Said bin Cübeyr,
«kasten değil, yanlışlıkla öldürmekte, herhangi bir cezayı gerekli görmüyorum»
demiştir. Fakat bu görüşü, şazz (kaide dışı) bir görüştür. Hiçbir kimseye
me'haz (kaynak) olamaz.[129]
(95) «Sizden
kim, onu kasıtlı olarak öldürürse, cezası hayvandan öldürdüğünün bir
benzeridir...»
İmam Şafiî ve üstadı
İmamı Malik; bu benzerlik yaradılışta ve heyette olur, demişler.
İmam Ebu Hanife
benzerlik kıymetledir, yani öldürülen hayvan, öldürdüğü yerde takdir edilir,
eğer kıymeti, bir kurban olacak kadar ise, kişi isterse o para ile yemek alır,
her miskine yarım sa' buğday veya bir sa' arpa veya bir sa' hurma verir.
İsterse her miskine verilen yemeğin yerine birer gün oruç tutar. Eğer kıymeti bir
kurban olacak kadar değilse, isterse yemek yedirir, isterse oruç tutar, dedi.
Fakat Kur'an'ı Kerimin
tabiri, İmam Malik ile İmam Şafiî'nin tevillerini daha fazla takviye
etmektedir. Bir de, eshab-ı kiramın tatbikatı, onları takviye etmektedir.
Çünkü eshab-ı kiram çeşitli memleketlerde ve çeşitli zamanlarda «Nuame»
denilen deve kuşunu öldürene bir deveyi gerektirmişlerdir. Halbuki Nuame para
bakımından deveye eşit değildir. Evcil olmayan merkebi öldürene, bir sığır
gerektirmişler. Halbuki onun fiyatı, sığırın fiatından daha azdır. Sırtlanı
öldürene, bir koç gerektirmişlerdir. İşte onların bu tatbikatı, delâlet eder
ki, benzerlik (yaradılış) bakımından neye ve hangi hayvana yakın ise, o
hayvandan ceza verecektir. Böylece eshab hilkat (yaratılış) bakımm-daki
benzerliği itibara almışlar, kıymete önem vermemişler. Binaenaleyh bir geyiği
öldürmekte bir koyun gerekir. Bir tavşan öldürmekte bir kuzu gerektir. Keler
öldürmek te bir kuzu gerekir. Yerbu' denilen hayvanı öldürmekte, bir çepiç
gerekir. Güvercin, öten ve gagasıyla su içen hayvanları öldürmekte ise, kıymet
lâzımdır.
Hz. Osman ve İbni
Abbas'tan rivayet ediliyor: Haremin güvercinleri hakkında bir koyunu
hükmetmişlerdir. Hz. Ömer'in sırtlan hakkında bir koç, geyik hakkında bir
keçi, tavşan hakkında bir çepiç, yerbu' hakkında bir cefra ile hükmettiği
rivayet ediliyor.
Bu hüküm, kimler
tarafından verilecektir? Ayeti celîle buna ce-vab olarak: «Buna da Kabe'ye
ulaşmış bir kurbanlık olarak içinizden adalet sahibi iki kişi hükmedecektir»
buyurdu. Yani av hayvanının öldürülmesinde gereken ceza, salih, adil, ve
dindar olan iki kişi tarafından takdir edilecektir. Fâkih olmaları uygundur. Ta
ki benzerliği iyice seçip onunla hükmetsinler.
Meymun bin Mehran der:
Bir göçebe Ebu Bekr-Sıddik'in yanma geldi. «Ben ihramda iken. şöyle şöyle bir
av hayvanım öldürdüm» dedi. Hz. Ebu Bekir, Ubeyy bin Kaab'tan bunu sordu.
Göçebe kızarak: «Ben sana geldim, senden soruyorum. Sen de başkasından
soruyorsun» dedi. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir: «Senin bu kızdığın ve hoşuna
gitmi-yen nokta hakkında Cenab-ı Hak «Sizden olan adalet sahibi iki kişi
hükmetsin» buyuruyor. Ben de arkadaşımla istişare ettim. Biz herhangi bir
şeyin üzerinde ittifak edersek, sana onu vermeyi emredeceğim» dedi.
Kefaret, Kabe'ye
sevkedilecektir. Yani Harem arazisine götürülüp orada kesilecek ve fakirlere
dağıtılacaktır.
Ebu Hanife; Harem
arazisine gittikten sonra istediği yerde dağıtıp fakirlere yedirebiür»
buyurmuştur.
Böyle bir kimsenin
keffareti fakirlere yedirmektir veya buna eşit bir şekilde oruç tutmaktır. İmam
Şafiî* İmam Malik ve İmam Ebu Hanife âyetteki «EV» kelimesi tahyir
(muhayyerlik) içindir. Yani kişi hangisini dilerse, onu yapar.
İmam Muhammed; bu
muhayyerlik kişiye değil, hakemlik yapan iki hakeme aittir. Onlar hangisini
kişiye yüklerlerse, onu yapar demiştir. İmam Ahmed ve İmam Züfer; «EV»
kelimesi burada teftib içindir. Yani önce hedyi (kurban), sonra yedirmek,
sonra oruç tutmak. Bu iki görüş de İbni Abbas'tan rivayet edilmiştir.
İmam Şafiî, bir av
hayvanı öldürdüğü zaman, onun benzeri de var ise, kişi üç şey arasında
muhayyerdir (serbesttir). İsterse benzerini keser, miskinlere sadaka verir.
İsterse, kıymetlendirir, o para ile yemek alır, harem, miskinlerine sadaka
verir. İsterse her Müdd'ün (Batman nevinden bir ölçek) yerinde, bir gün oruç
tutar.
Ebu Hanife (R.A.) der
ki; her yarım sa' yerinde bir gün oruç tutar.
İmam Ahmed'den iki
rivayet gelmiştir. Yani bu iki içti had da İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir.
Meselenin esası şudur:
Bir gün oruç, bir günün yemeği yerini tutar. Bu yemek, Şafiî'ye göre, bir
müdd'ür, Hanefi'ye göre yarım sa'dır. Kişi orucunu dilediği yerde tutar. Çünkü
oruçta fakirlere herhangi bir yarar yoktur.
Cumhur fukaha, bu üç
şeydeki muhayyerlik, av hayvanını öldürene aittir, der. Muhammed bin Hasan, bu
muhayyerlik hakemlere aittir, diyor.
Ayetteki «EV» tertip
içindir diyen zatlar, eğer hedyi (kurban) bulamazsa, yemek satın alacak,
yedirecektir. Yemek satın almaya gücü yetmiyorsa, oruç tutacaktır, demişlerdir.
İmam Malik; eğer
öldürdüğü hayvanın mislini bulmazsa, onu paraya tahvil eder, o parayla yemek
alır, sadaka verir veya oruç tutar.
İmam Ebu-Hanife, «onun
misli vacib değildir. Belki paraya takdir edilir. İsterse, o parayla herhangi
bir hayvanı satın alır keser, isterse yemek yedirir, isterse her yarım sa'
yerine bir gün oruç tutar» dedi.
Kıymetlendirmenin
hangi yerde olacağı hususunda da, ihtilâf vardır: Cumhura göre, nerde
öldürülmüşse, orada kıymetlendirilecek-tir.
Eş'şabi, Mekke'de ve
Mekke'nin parasıyla kıymetlendirilecektir» diyor.
[130]
Cenab-ı Hak, bu
cezayı, ihramlı olarak av avlayana niçin gerekli kıldığının nedenini şöyle izah
buyuruyor:
(95)
«Böylelikle işlediğinin vebalini tatmış olsun. Allah geçmişte olanı bağışladı.»
Yani ^günahının
cezasi.ni böylece çeksin, ağırlığım böylece yüklenmiş olsun. Çünkü bu cezayı
tatbik etmede, malın eksikliği vardır. Ve nefse ağır gelir. Oruç olursa nefse
ağır gelir. Çünkü nefsin bitab düşmesi, oruçda bahis mevzuudur.
(95) «Kim
ki, dönüp (tekrar böyle bir şeyi ikinci kez) yaparsa, Allah (âhirette) ondan
intikam alacaktır.» Bu âyetin izahı: Yani şiddetli bir şekilde, onu
cezalandıracaktır...
Bu- ilâhi tehdit,
ikinci, üçüncü veya dördüncü kez ihramlı bir kimseden av avlamak tekerrür
ederse, ona artık ceza verilmesi yoktur diye birşeyi iktiza etmez. Belki bütün
bu defalarda ceza verebilir. Fakat âhirette de ayrı ceza vardır. Evet Cumhur-u
ulema böyle demiştir.
Ibni Abbas, En Nehai
ve Davud Zahiri'den rivayet ediliyor ki, ikinci defa av hayvanını öldürdüğünde
artık ceza verilmez. Çünkü Cenab-ı Hak, geri dönene intikamı vaadederek
tehdidde bulunmuştur.
İbni Abbas, «thramlı
bir kimse, av hayvanını öldürdüğünde sorulur. Daha önce av hayvanlarından
birşey öldürdün mü? Eğer evet derse, onun üzerine herhangi birşeyle hüküm
edilmez. Ona «git, Allah senden intikam alacaktır» denilecektir. Eğer «daha
önce birşey öldürmedim» derse, onun üzerine hükmedilir. Bu hükümden sonra
ikinci kez yaparsa, hükmedilmez. Ancak onun sırtı ve göğsü vurmakla doldurulur.
Yani vurulur» dedi.
Zira Resulü Ekrem,
Taifte «Saydüç» vadisinde böyle hükmetmiştir.[131]
(95) «Allah
aziz ve intikam sahibidir.» Bu âyetin tefsiri: Allah'a isyan edenden Cenab-ı
Hak intikam alır. İhramlı bir kimse yumurta, veya küçücük bir kuş gibi benzeri
olmayan bir avı telef ederse, o av kıymetlendirilecek, o kıymetle de yemek
alınacak ve fakirlere verilecektir. Veya her müd taamın yerine veya her yarım
sa' yerine bir gün oruç tutacaktır.
[132]
Bahsi geçen âyetlerle
ilgili bazı noktalar:
Alemlere-rahmet olarak
gönderilen Hz. Muhammed niçin bahsi
geçen beş hayvanın öldürülmesini emrediyor? Çünkü akur köpek, saldırgan,
yaralar açan ve insanlara zarar veren bir köpektir. Ondan dolayı onun
öldürülmesi emredilmiştir. Bu zamanda tıbbın ilerlemesiyle anlaşılmıştır ki,
kuduz hastalığı gibi korkunç hastalıkları başıboş dolaşıp saldırgan olan
köpekler taşımaktadır. Tababet ilmini okumamış Hz. Muhammed'in bunu (1400) bindört yüz sene önce söylemesi, eğer
bir şeye delâlet ederse, onun Hak Peygamber olduğuna delâlet eder. Yılan ve
akrep, öldürülmeleri emredilen hayvanlardır. Çünkü insanlara zararları vardır.
Çünkü onlar zararlı ve zehirli iğnelere sahiptirler. Hem insanlara, hem de
insanlar için yararlı olan hayvanlara zarar verirler. Hatta bazen öldürürler.
Farenin öldürülmesine gelince, o çuvalları
deler, yolculara zarar verir. Hatta evler gibi çok yararlı olan şeylerde bile
çok zararı görülmektedir. Leş kargaları ise, leşlere konmak suretiyle
mikroplan bir yerden bir yere nakletmektedirler. Bir de çöllerde yaşayan
göçebelerin hayvanlarının sırtlarına konup o hayvanların sırtını yara ve bere
içinde bırakmak suretiyle ölmelerine veya zayıf
düşmelerine sebeb olurlar;
Böylece sahihlerinin kendilerinden yararlanamayacak şekilde onları
yaralarlar. Hid'e (dülengeç) kuşu da karga gibi leşçi bir kuş olduğundan dolayı
Resûl-i Ekrem öldürülmesini emretmiştir.
[133]
Yeryüzünde iki Harem
vardır:
a) Medine
Haremi,
b) Mekke Haremidir.
İmam Şafiî'ye göre,
Taif Haremi de vardır. İmam Şafiî'nin katında ihramda iken Taif in ağaçlarını
kesmek, orada av avlamak caiz değildir. Fakat bunu yapana ceza düşmez.
[134]
Medine Haremine
gelince, orada hiç kimse av avlayamaz, ağaç kesemez. Tıpkı Mekke Haremi
gibidir. İmam Malik, İmam Şafiî ve arkadaşları nezdinde, aksini yapan günahkâr
olur. Fakat ceza tatbik edilmez.
îbni Ebi Zib, Medine
Hareminde av avlayan ve ağaç, kesene ceza tatbik edilir diyor.
Saad b. Ebi-Vakkas:
Onun cezası, almış olduğunu alandan geri almaktır, dedi.
İmam Ebu-Hanife
«Medine'nin avını avlamak ve ağaçlarını kesmek haram değildir» dedi. Ve delil
olarak Saad bin Ebi Vakkas'm Resulü Ekrem'den rivayet ettiği hadisi getirdi.
Hadis şöyledir:
«Herhangi bir kimseyi,
Medine Hareminin hududlan dahilinde av avladığını veya Medine'nin ağaçlarını
kestiğini görürseniz, onun avladığını ve kestiğini elinden alınız.»
Saad da bunu yapanın
elinden alırdı.
Fâkihler ittifak
etmişlerdir ki, Medine'de av avlayanın avı geri alınmaz. Fâkihlerin bu
ittifakı, yukardakl hadisin mensuh olduğuna delâlet eder ve dolayısıyla
Medine'nin Hareminin olmadığına delâlet eder.
Tahavi, Resûlüllah'ın
«Nağireeik veya Nefirecik ne yaptı?» şeklindeki hadisiyle de Hanefi görüşünü
takviye etmeye çalışmıştır. Bu hadisten anlaşılıyor ki, Resûlü-Ekrem Enes'in
avlanmasını ve kuş tut-masını hoşnutsuzlukla karşılamamıştır.
Kurtubi, «Bunlarda
Haneliler için herhangi bir delil yoktur. Şöyle ki: Birinci hadis kuvvetli
değildir. Eğer kuvvetli farzedilse dahi, avlananı geri almak hükmünün
neshedilme meselesinde, Medine için tesbit edilen Haremin olmadığını ve
düşürülmesini gerektiren bir durum yoktur. Nice haram işliyen insan vardır ki,
dünyada onların üzerine herhangi bir ceza terettüb etmemiştir. İkinci hadise
gelince, muhtemel ki, Enes o kuşu haramın haricinde avlamıştır. Hz. Âişe'nin
hadisi de böyledir. Hz. Âişe der- ki, Resûlüllah'ın evcil olmayan bir hay--
vanı vardı. Çıktığı zaman oynardı, koşardı, gidip gelirdi. Resûlüllah'ın
geldiğini hissettiği zaman dururdu. Resûlüllah'a eziyet vermekten korkarak
hareket etmezdi.
Bizim Hanefilere karşı
delilimiz, Malik'in İbni Şehab'tan, Said bin Museyyeb'ten onun da Ebu
Hureyre'den rivayet ettiği şu hadistir:
«Eğer geyiklerin
Medine'de otladığını görürsem, onları ürkütmem. Çünkü Resulü Ekrem:
«Medine'nin iki lâbiti
(Medine'yi kuşatan iki saha) arasında bulunan arazi, Harem arazisidir. (Yani
haremdir.» demiş.»
Ebu Hureyre'nin «onu
ürkütmem» sözü, Medine Hareminde bulunan av hayvanının ürkütülmesinin caiz
olmadığına delildir. Nitekim Mekke Hareminde ürkütmenin caiz olmadığı gibi. Bir
de Zeyd bin Sabit, Şurahbil bin Saad'm elinden avlamış olduğu bir kuşu alıp
azad etti. Bu da, delâlet eder ki, sahabe, Resulü Ekrem'in Medine avının
avlanmasının haram olduğunu kastettiğini anlamışlardır. Onun için Medine'nin
Hareminde avlanmayı caiz görmemişler. Orada avlanan bir nesnenin de avlayanın
mülkü olmadığı kanaatini taşımışlardır.
İbni Ebi Zibin
güvendiği delil Resûlüllah'ın sahihteki şu hadisidir:
«Ey Allah'ım! Şüphesiz
İbrahim, Mekke'yi Haremlendirmiştir. (Yani ona Harem hu d udi an m çizmiştir.)
O, Mekke'yi ne ile Harem* lendirmiş ise, ben de onunla ve onun bir misli
beraberinde olmak suretiyle Medine'yi Haremlendiriyorum. Medine'nin bitkileri
biçilmez, ağaçları ısınlmaz, avı ürkütülmez.»
Bir de İbn Ebi Zi'bi
Medine bir haremdir. Orada av avlamak men-edilmiştir. Öyleyse Mekke'nin haremi
gibi, ceza da buna bağlıdır, demiş.
El Kadi Abdulvahab,
«İbni Ebi Zib'in bu sözü, benim kanaatime göre, biz Maliki'lerin usul
kaidelerine göre daha kıyasli görünüyor. Hele Medine, biz Maliki'lerin yanında
Mekke'den daha üstündür. Medine'deki namaz Mescidi Haramdaki namazdan daha
üstündür» dedi.
İmam Malik ve İmam
Şafii'nin «Medine'de av avlayana ceza düşmez» şeklindeki içtihadlarımn delili
Resulü Ekrem'in sahihteki hadisinin umumudur. Hadis şöyledir:
«Medine haremdir.
«A'yir» dağından «Sevr» dağına kadar düşen kısım haremdir. Binaenaleyh
Medine'de herhangi bir hadiseyi oluşturan veya herhangi bir hadiseciye sığınak
sahibliği yapan bir kimsenin üzerinde Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların
laneti vardır. Allah kıyamet gününde ne onun farz ne de nafile, ibâdetlerini
kabul eder.»
Böylece, Resulü Ekrem,
şiddetli azabı söyledi fakat keffareti zikretmedi.
Saad'dan zikredilene
gelince; o, Saad'ın özel bir görüşüdür. Çünkü Sahihaymda Saad'dan rivayet
ediliyor ki, o binip, el-Akik'teki köşküne giderken bir kölenin ağaç kestiğini
gördü. O ağaçlan onun elinden aldı. Saad, Medine'ye geri geldiğinde kölenin
sahihleri Saad'a gelip Hizmetkârlarının odunlarını geri vermesini istediler.
Saad «Allah'a sığınıyorum ki, Resûlüllah'ın bana ganimet olarak verdiği bir
şeyi geri vereyim.» deyip onlara odunları vermedi. İşte «Resûlüllah'ın bana
ganimet olarak verdiği» ibaresinden anlaşılıyor ki, bu, ona mahsus bir iştir.
Hadisde bahsi geçen
«a'yir» Medine'de bir dağın ismidir. «sevr» kelimesi ise, hadis ehlinin bazılarına
göre, râvi tarafından sehven eklenmiştir. Zira «Sevr», Medine'de değil
Mekke'de bir dağın ismidir. Hadisin sahihi «A'yir'dan Uhud'a kadar»
şeklindedir. Bu rivayet, az (veya şaz), bir rivayettir. Bazıları, Medine'nin
Haremini «A'yir» İle «Sevr» arasında, yani Medine'deki dağ ile Mekke'deki dağın
arasına düşen arazidir demişleridr. Bu görüş, şazz bir görüştür.
En-Nevavi'de şu
vardır. «El Kadı; Buharı kitabında ravilerin çoğu «A*yr»i zikretmişlerdir.
Sevr kelimesine gelince, bazıları onun yerine «Bikeza» (böylece) tabirini
kullanmışlar. Bazıları onun yerini beyaz bırakmışlardır. Çünkü onların
itikadına göre, Sevr'in bu hadiste zikredilmesi yanlıştır» dedi.»
Bazı fakihler eşek
arısını da akrep ve yılana ilhak etmişlerdir. Yani ihramlı bir insan için
onların öldürülmesi caiz olduğu gibi, onun öldürülmesi de caizdir demişlerdir.
Bazıları; eğer eşek arısı saldırgan ise, onu nefsinden defedebilir. Hz.
Ömer'den eşek ansının ihram halinde iken öldürülmesinin mubah olduğu dediği
rivayet edilmiştir.
îmam Malik; eşek
ansını öldüren fakirlere yemek verecektir, diyor. Pire, sinek ve kannca
öldüren de öyledir.
İmam Ebu-Hanife ve
talebieri; bunlan öldürene hiçbir şey lâzım gelmez dediler. İmam Ebu-Hanife;
ihramlı bir insan, yırtıcı hayvanlardan sadece akur köpek ile kurdu
öldürebilir, ister saldırgan olsun ister saldırgan olmasın başka yırtıcıları
öldürenler, ceza vereceklerdir.
Evzaİ, Sevri, Hasan ve
Ebu-Hanife bunu söylemişlerdir. Delilleri, Resulü Ekrem'in beş hayvanı özel
olarak zikretmesi ve ihramlı bir insanın onları öldürmesini ruhsatlı
kılmasıdır. Öyle ise onlara herhangi birşeyi eklemek caiz olamaz. El Kurtubi,
bu görüşe karşı çıkarak;
«Ebu Hanife'ye hayret
ediyorum. Ölçülür illetiyle toprağı buğdaya kıyas ediyor. Fakat saldırganlık
illetiyle yırtıcı hayvanları köpeğe kıyas etmiyor. İmam Şafiî ve İmam Malik'in
dediği gibi söylemiyor» diyor.
Züfer bin Huzeyil,
«Ancak kurt öldürülür, ondan başkasını ihramlı iken öldüren bir insana fidye
lâzımdır» diyor. Fakat Züfer'in bu görüşü hadise ters düşer.
îmam Şafiî, «Eti
yenilmeyen her hayvan, yırtıcı olduktan sonra, muhrim onu öldürebilir. Onun
küçüğü büyüğü eşittir. Ancak «Essi-ma» (yani kurt ile sırtlan arasından doğup
büyüyen yavru) öldürülmez. Böcekler, keneler ve kenelerin küçüklerini
öldürmekte herhangi bir ceza yoktur» dedi.
İmam Malik «Kedi,
tilki, keler, ve benzerleri gibi saldırgan olmayan hayvanları ihramlı
öldüremez, öldürdüğü takdirde fidye verecektir» demiştir.
Av hayvanını
öldürürse, ceza düşer. Tutulmasında herhangi bir ceza yoktur. Çünkü Cenab-ı Hak
«Öldürme» tabirini kullanıyor.
Mekke'lilerden birisi
îhram bağlar, kapısını güvercin yavrularının üzerine kapayıp giderse, onlar da
evde bakımsızlıktan ölürlerse, her güvercine karşı bir koyunu ceza verecektir.
îmam Malik, Abdulmelık
bin Kureyb'ten, o Muhammed bin Si-rin'den rivayet ediyor. Bir kişi Hz. Ömer'e
geldi:
»Ey müminlerin emiri!
Arkadaşlarımla atlarımızla yarıştık. Dağın eteğine kadar gittik. Bu esnada bir
geyiği çiğnedik, İhramlı idik. Bizim ne vermemiz lâzımdır?» diye sordu,
Hz. Ömer yanında duran
bir kişiye:
»Gel de seninle bu
hususta ikimiz hüküm verelim» dedi. Ona bir keçiyi vermeyi hükmettiler. Kişi
Hz. Ömer'in yanından ayrılırken:
«İşte bu müminlerin
emîridir. Bir geyik hakkında hüküm vermeyi beceremiyor. Beraberinde hükmetsin diye
başkasını çağırıyor.» dedi.
Hz. Ömer, sözünü
işitti ve kendisini çağırdı: «Sen Maide sûresini okuyor musun?» diye sordu.
«Hayır» dedi. Hz.
Ömer:
«Eğer bana Maide
sûresini okuduğunu söyleseydin seni şiddetli bir şekilde döverdim» dedikten
sonra buyurdu:
«Cenab-ı Hak kitabında
sizden adalet sahibi iki kişi hükmetsin diyor. İşte bu kişi de Avfın oğlu
Abdurrahman'dır. İkimiz hakkında böyle hükmettik» dedi.
Hakemlerin ikisi
ihtilâf ederlerse, İmam Şa-fiî ve Hasan Basri'ye göre, başka iki hakem tayin
edilir. Fakat ittifak ettikleri zaman hükümlerinin infazı farz oluyor.
Ebu Hanife, «cani,
hakemlerden birisi olamaz» diyor. Yani ihramda iken cinayet işleyen bir kimse
öldürdüğü av hakkında hakem olamaz. İmam Şafiî de, bir görüşünde böyle
söylemiştir. Şafiî'nin diğer görüşünde, hakemlerden birisi cinayet işleyen
kişi olabilir. Fakat îmam Şafiî'nin bu sözünün üzerinde biraz durmak gerekiyor.
Çünkü âyetin zahiri cinayet işleyen bir kişi ile iki hakemin olmasını iktiza
eder. Adedin bir kısmını hazfetmek, âyetin zahirini düşürmek ve mânâyı ifsad
etmek demektir. Bir de kişinin nefsi hakkında hükmetmesi, caiz değildir. Eğer
caiz olsaydı başkasına ihtiyacı olmazdı. Çünkü kendisi ile Allah arasında
hükmetmiş oluyordu. İkinci bir kişinin gerekli olması ise, hükmün iki kişi
tarafından başlatılmasını gerektiriyor
[135]
(96) Size ve
misafirlere yararı olsun diye denizin avı ve yemeği size halâl kılınmıştır.
İhramda olduğunuz müddetçe karanın avı size haram kılındı. Katında haşru-cem
(toplanmış) olacağınız Allah'ın azabındım salanınız.»
(97) Allah,
beytuMıaram olan Kabe'yi, insanlar için bir hareket noktası kıldı. Haram olan
ayı, kurban ve (boyunlardaki gerdanlıkları) da. İşte böyle yapması, Allah'ın
göklerde ve yerde olanı bildiğini ve her şeyi bilici olduğunu bilmeniz
içindir.»
(98) Biliniz
ki, kuşkusuz Allah'ın ıkabı (cezası) pek şiddetlidir. Allah çok affedici ve çok
merhametlidir.»
(99)
Peygamberin üzerinde ancak tebliğ etmek vardır. Allah sizin açığa vurduğunuzu
da gizli tuttuğunuzu da biliyordur.»
(100) (Ey Habibim)
î De ki, fena ile iyi, helâl ile haram eşit olamazlar. Habisin çokluğu hoşuna
gitse bile... Ey akü sahihleri, Allah (in azabın) dan sakınınız. Umulur ki
felah bulaşınız.»
(101) Ey
îman edenler! Size göründüğünde sizi üzen şeylerden sormayınız. Eğer Kur'an'ın
nazil olduğu bir dönemde onları sorarsanız size görünür. Oysa Allah onları
sizin için affetti. Allah çokça affedici ve çokça halimdir.»
(102)
Muhakkak ki, sizden önce bir kavim bu şeyleri sorduktan sonra amel etmedikleri
için o şeyleri inkâr edici oldular.»
(103) Allah
bahire, şaibe vesile ve hamdan hiçbirini kılmamış-tır. Fakat kâfir olanlar
Allah'ın kesesinden yalandan iftira uydurdular. Onların çoğu akıl
erdiremezler.»[136]
Denizden avlanan
herşey ihram halinde olan insana helâldir. Tabii bu hüküm ancak suda yaşayan
hayvanlar için geçerlidir. Hem karada, hem suda yaşayan hayvanların eti ise,
ilerde geleceği ,gibi yenilmez. İmam Şafiî'ye göre, denizden avlanan, denizden
tutulan ve sadece deniz suyunda yaşayan hayvanların hepsi yenilir, hepsi
helâldir. Çünkü Resûl-i Ekrem:
«Deniz suyu tertemiz
ve ölüsü helâl olan bir mahlûktur» buyurmuştur.
[137]
Denizden maksat, bütün
sulardır. İster tatlı, ister acı ve ister tuzlu sular olsun. Ayette bahsi
geçen deniz yemeğinde ihtilâf vardır.
Bazıları, «Denizin
taamından (yemeğinden) maksad, denizin kenara atmış olduğu nesnelerdir»
demiştir. Bu, Ebu Bekr, Âmr, İbni Ömer, Ebu Eyyub ve Katade'den rivayet
edilmiştir.
Bazıları da «Denizin
taamından maksad, ölüp de su üzerine çıkan nesneler ve balıklardır diyor.»
Dârekutni; İbni
Abbas'tan bu âyetin tefsirinde «Denizin avı, denizde avlanan, denizin taamı
ise, deniz taralından yüze atılan nesnelerdir» dediğini rivayet etti.
Ebu Hureyre'den de
bunun benzeri rivayet edilmiştir. Sahabe ve tabiînin çoğu bu kanaattadır.
îbni Abbas'tan rivayet
edilmiştir ki; denizin taamı, denizin ölüsü demektir.
îbni Abbas'tan gelen
ikinci bir rivayette, «Denizin taamı, tuzlanıp da saklanan nesneler demektir»
denildi. Bunu, bir gurup tefsirei-ler de söylemiştir.
Başka bir gurup
«Denizin taamından maksad, onun tuzudur, yani suyundan oluşup meydana gelen
tuz ve içindeki bitkilerdir» diyor.
Denizin bütün
hayvanları iki guruba ayrılır: Balık ve balık olmayanlar. Balıkların cinsleri ne olursa olsun, çeşitleri ne olursa
olsun hepsi helâldir ve yenir.
[138]
Resûl-i Ekrem, deniz
hakkında «O, suyu tertemiz ve ölüsü helâl olan bir mahlûktum buyurmuştur.
Hadisi Ebu Davud, Tirmizi ve En Nesei rivayet etmişlerdir.
Balık ister bir
sebebten ötürü Ölsün, ister, ölmesin onun yenmesi helâldir. Ebu Hanife'ye göre;
eceliyle ölen deniz balığı (yani su üzerine çıkıp ta karnı üste gelen, ters
yüz olan balık) yenilmez, ondan başkası yenir. Yine Ebu Hanife'ye göre;
denizin balıktan başka diğer hayvanları yenilmez. Sevri ve Ebu îshak el-Fezari
de bu görüşe katılmışlardır.
Hasan Basri; eceliyle
ölen deniz balıklarının yenmesini mekruh görmüştür. Hz. Ali'den de bu görüş
rivayet ediliyor. Ve yine Hz. Ali'den rivayet ediliyor ki; sırtı yüksek, ağzı
geniş ve içinde kemik olmayan ve «el-cırrî» denilen balık çeşidinin yenmesini
mekruh görmüştür. Aynı zamanda Hz. Ali'den bunların aksi de rivayet ediliyor.
Yani bütün bunları yemiştir. Bu ikinci rivayet, el-Kurtubi'ye göre, daha
sıhhatli ve daha doğrudur.
[139]
Abdurrezzak,
Servi'den, o Cafer bin Muhammed'den, o da Hz. Ali'den rivayet ediyor:
ftÇekirge ve balıklar kesilmiş sayılırlar.» Öyleyse Hz; Ali'nin «eceliyle ölüp
su üzerine çıkmış balığın yenmesi» hakkında iki rivayeti vardır. Ama Cabir'in
bunu mekruh gördüğünde ihtilâf yoktur. Bu Tavus, Muhammed bin Şirin ve Cabir
bin Zeyd'in sözüdür. Onlar âyetin umumiyle istidlal etmişlerdir. Çünkü âyet:
«Sizin üzerinizde ölü haram kılındı» (el-Maide: 3) diyor. Bu da, Ebu Davud,
Dârekutni'nin Cabir bin Abdullah'tan rivayet ettiği bir hadisde vardır. «Su
çekildiğinde karada kalıp ölen, öldükten sonra su tarafından kenara atılan, su
içerisinde ölü olarak bulunan veya ölmüş de su üzerine çıkmış balıkları sakın
yemeyiniz.»
Dârekutni, bu hadisi
Abdulaziz bin Ubeyd, Vehb bin Keysan ve Cabir'den müfred olarak rivayet etti;
Abdulaziz: «Bu hadis zayıftır, onunla hüccet getirilemez» [140]
dedi.
İmam Malik, İmanı
Şafiî, îbni Ebi Leylâ, Evzai ve Sevri, El-Eş-cai'nin rivayetinde şöyle
denilmiştir:
«Denizde bulunan
balıklar dahil her hayvanın eti yenir. İster avlanıp diri tutulsun, ister ölü
olarak bulunsun.» Delilleri de: «Deniz suyu tertemiz ve ölüsü helâl olan bir
mahlûktur» hadisidir. Bu babta, en sıhhatli, ve sened bakımından en kuvvetli
hadis, Cabir'in «el Anber» (büyük balık) hakkındaki rivayet etmiş olduğu
hadistir. Bu, hadislerin en sabitidir, Müslim ve Buharı onu rivayet
etmişlerdir. O hadiste şu vardır:
«Biz Medine'ye
vardığımızda Resûlüllah'a. geldik. «El-Anber» adlı balığı deniz kıyısında
gördüğümüzü söyledik. Cenab-ı Peygamber:
«O, bir rızıktır.
Cenab-ı Hak sizin için onu denizden çıkarmıştır. Sizin beraberinizde onun
etinden birşey var mıdır? Bize
yediriniz»
buyurdu. Biz de
Resûlüllah'a onun etinden gönderdik ve yedi.» Bu lafız, Müslim'indir.
Dârekutni müsned
olarak İbni Abbas'tan rivayet ediyor ki, İbni Abbas, Ebu Bekr Sıddik'ın şöyle
söylediğine dair şehadet getirmiştir:
«Eceliyle ölüp su
üzerine çıkan balık, yemesini isteyen kimse için helâldir.»
Ve yine îbni Abbas'tan
rivayet ediliyor:
«Ben Ebu-Bekr için
şahitlik ederim ki, o, kendiliğinden ölüp su üzerine çıkan balığı yedi.»
[141]
Balık dışında kalan
deniz hayvanları iki kısma ayrılır:
a) Bir kısmı
kurbağa ve tosbağalar gibi, hem denizde, hem kafi)rada yaşıyor. Onların
yenmesi haramdır. Süfyan «Tosbağanın yenmesinde ümid ederim ki bir beis
yoktur» demişse de bu görüş şaz (kaide dışı) kalmıştır.
b) Yalnız
denizde yaşayanlardır. Bunların helâl olmalarında ihtilâf vardır. İmam-ı Malik
ve Şafiî yalnız denizde yaşayan her canlı helâldir, dedi. Hanefiler, balıktan
başkası yenmez, dediler..
Denizden avlanan
hayvandan hem mukimler hem misafirler azık-lanırlar. Rivayet ediliyor ki,
birisi Resulü Ekrem'den sordu:
«Biz denize biniyoruz,
(yani deniz yolculuğuna çıkıyoruz). Beraberimizde az bir su vardır. Eğer o su
ile abdest alırsak sonra susuz kalabiliriz. Deniz suyu ile abdest alabilir
miyiz?»
Cenab-ı Peygamber
(A.S.) buyurdu:
«Deniz, suyu tertemiz
ve ölüsü helâl olan bir mahlûktur.»
(96) «Size
karanın avı, ihramlı olduğunuz müddet, naram kılındı.» Bu âyetin tefsiri: SAYD
kelimesi, hem karada avlanmanız hem de
kara avının yenmesi size haram kılındı mânâsına gelebilir. Kur-tubiye göre, ikinci mânâ daha açık ve
belirgindir. Çünkü âlimler, ihramlı olan bir insana başkası tarafından karada
avlanmış ve hibe edil-'mişi kabul edip yemesi caiz değildir. Onu satın alıp
yemesi, onu avlaması, herhangi bir yönle onun hakkında mülkiyet ihdas etmesi
de cara iz değildir. Alimlerin
arasında, bu hususta ihtilâf da yoktur. Çünkü Cenab-ı Hak, bu âyette genel
olarak hüküm veriyor. Bir de Ca'd bin Çes-same hadisi bu konuda yardır.[142]
Alimler, ihramlınm
avlanan hayvanın etinden yemesinin caiz I olup olmadığı hususunda ihtilâf
etmişlerdir. Şafiî, Malik ve İmam Âhmed, Hz. Osman'dan rivayet edildiğine göre,
ihramlı bir insan için av avlanmamış, ve ona mülk edinsin diye tutulmamış ise,
avın etinden yemesinde bir beis yoktur demişler. Çünkü Hrmizî, Nesei, ve Dârekutni,
Cabir'den, Resulü Ekrem'in: «Eğer siz onu avlamamış iseniz
Hz. Ali, İbni Abbas ve
İbni Ömer'den gelen bir rivayete göre ister
kendisi için avlanmış olsun ister olmasın —hiçbir durumda kara avının etinden
ihramlı bir insan yiyemez. Çünkü Cenab-ı Hak: «Size karanın avı, siz ihramlı
oldukça haram kılınmıştır» buyurdu.
İbni Abbas, «Bu âyeti
celîle, müphem (yani kapalı) gelmiştir» diyor. Tavus, Cabir, İbni-Zeyd, Ebu
Şa'sa da; böyle demişlerdir. Sevri' veya sizin için o avlanmamış ise karanın
avı sizin için helâldir.» dediğini rivayet ettiler.
Ebu İsa, bu hadis bu
hususta en güzel hadistir, diyor. Nesai, hadisin ravilerinden Âmr İbni Ebi
Âmr, İmam Malik ondan rivayet etmiş olsa dahi, kuvvetli değildir, diyor. Eğer
ihramlı kişi, kendisi için avlanan bir hayvanın etinden yerse, fidye verecektir.
Hasan bin Salih ve Evzai de böyle dediler. Bir ihramlı için avlanan hayvanın
etinden yenilir mi yenilmez mi. Bu hususda İmam Malik'ten iki rivayet vardır:
Mezhebinin en meşhur görüşü, ihramlı bir kişi, belli veya belli olmayan bir
ihramlı için avlanan hayvanın etinden yemez. İmam Malik, Hz. Osman'ın ihramda
iken kendisi için avlanan bir hayvanın eti kendisine getirildiğinde
arkadaşlarına «Yeyiniz, siz benim gibi değilsiniz. Çünkü bu benim için
avlanmıştır. Onun için de ben yemiyorum» sözünü delil etmiştir.
Medinelilerden bir
gurup da böyle dediler.
Ebu Hanife ve
arkadaşları; avlanan hayvanın etini yemek ihram-Iıya caizdir. İster onun için
avlanmış olsun ister olmasın. Yeter ki, onu avlayan ihramlı olmayan bir kişi
olsun. Çünkü «Sakın ihramda olduğunuz halde avı öldürmeyiniz» âyetinin zahiri
bunu gerektirir. Zira âyette ihram halinde olanlara av avlama ve öldürme haram
kılınmıştır. Başkasının avladığı haram kılınmamıştır. Eshabı re'y Zeyd bin Kâb
el-Bizi'nin hadisini de delil olarak getirmişlerdir. O hadiste kesilmiş vahşi
merkebin etini yedirmek için Hz. Peygamber Ebu Bekre, «kalk arkadaşlarına
taksim et» diye emir verdi. Ebi-Katade'nin Resû-lüllah'tan rivayet ettiği
hadisi de delil saymışlardır. O hadiste şu ibare vardır: «O ancak bir yiyecektir,
Allah sîze onu yedirmiştir.» Bu görüş, Hz. Ömer, Hz. Osman, Ebu Hureyre,
Zübeyr bin Avam, Müca-hid, Ata ve Said bin Cübeyr'in görüşüdür.
den de bu rivayet
edilmiştir. îshak da bu kanâattedir. Delil olarak Sa-ad bin Cessame
el-Beysi'nin hadisini göstermişlerdir. «Bu zat, Resû-Iü Ekrem el-Ebva veya
Beddan'da iken vahşi bir merkeb getirip hediye etti, Resûl-i Ekrem hediyeyi
reddetti. Saad diyor ki, Cenab-ı Peygamber benim yüzümün kızanp bozardığını
görünce şöyle buyurdu:
«Biz ihramlı
olduğumuzdan dolayı senin hediyeni geri çeviriyoruz.»
. Yani başka bir
sebepten dolayı değildir. İmamlar bu hadisi rivayet etmişler. Bu lâfız İmam
Malik'in lâf izidir...
Ebu Amr, İbni-Abbas ve
Said bin Cübeyr'den rivayet ediyor. Mük-sam Ata, Tavus ta ondan rivayet ediyorlar:
«Saad bin Cessame Resulü Ekrem'e vahşi bir merkebin etini hediye etti. Said
bin Cübeyr'in hadisinde «vahşi bir merkebin budunu hediye etti» diyor. Ata,
hadisinde «Vahşi bir merkebin Ön kolunu hediye etti. Resûlüllah kabul etmedi.
Fakat «Biz ihramlıyız» dediğini
naklediyor.
Süleyman bin Harb, bu
hadisi şöyle tevil ediyor: «Bu hayvan, Resûlüllah için avlanmış idi, ondan
dolayı Resûlüllah kabul etmedi. Eğer o durum olmasaydı Resûlüllah'm ondan
yemesi caiz olurdu.» Ve Süleyman, bunun Resûlüllah için avlandığına delâlet
eden delil, hadisi rivayet eden zatların «Resûlüllah, onu reddettiğinde ondan
kan akıyordu, sanki o anda avlanmış idi» şeklindeki sözleridir.
İsmail; Süleyman bin
Harb, bu hadisi, açıklanmaya muhtaç olduğundan dolayı tevil etti. İmam
Maîik'in rivayeti ise, tevile muhtaç değildir. Çünkü ihramlı olan bir insan
için, ister diri olsun herhangi bir avı tutması ve onu kesmesi helâl değildir,
Süleyman bin Harb'in tevili üzerine bu husustaki merfu hadislerin hepsi
ihtilaflı olmaz» dedi.[143]
İhrama girdiği zaman
elinde veya evinde, aile efradının yanında bir av var ise, ne yapmalıdır?
İmam Malik; elinde
ise, bırakacaktır. Aile efradının yanında ise, birşey yoktur. İmam Ebu-Hanife;
Ahmed İbni Hanbel ve İmam Şafii'- nin de bir görüşü böyledir. İmamın ikinci
görüşüne göre, ister elinde, ister eyinde olsun, onu bırakmak mecburiyetinde
değildir.
Sevri, Mücahid'den,
Abdullah bin Hars'dan bunun benzerini rivayet etti. İbni Ebi Leylâ, Sevri ve
başka bir görüşünde Şafiî ister evinde ister elinde olsun bırakması lâzımdır.
Bırakmadığı takdirde zâmin olur, dedi. Yani keffaret altına girer.
İhramsız bir insan
Haremin haricinde bir av avladıktan sonra onu Harem arazisine getirirse, onun
onda tasarruf etmesi caizdir. Yani isterse keser etini yer, isterse bırakır,
isterse satar. İmam Ebu Ha-nife'ye göre, caiz değildir.
İhramlı bir kimse
ihramsız bir kimseye bir avı gösterirse, o da vurup öldürürse birşey lâzım
gelir mi? İmam Şafiî, İmam Malik ve Ebu Sevr'e göre, birşey lâzım gelmez.
İbnul-Macişun da böyle demiştir.
Kûfeliler, İmam Ahmed,
İshak, eshab ve tabiînden bir cemaata göre gerekir. Çünkü ihramlı bir insan
ihrama girmekle taarruzu terk-etmiştir. Böylece göstermek suretiyle de zamin
(kefil) olur. Nitekim, emanetçi bir insan, hırsıza emanet yerini gösterir ve
çaldırırsa, zamin olduğu gibi.
İhramlı, başka bir
ihramlıya avı gösterirse, o da gider vurur öldürürse, Kûfeliler ile İmam
Malik'in talebesi Eşheb'e göre, bunların her ikisine de ceza gerekir. Malik,
Şafiî ve Ebu-Sevr; ceza sadece öldürene gerekir. Çünkü Cenab-ı Hak «Sizden
herhangi bir kimse kas-ten onu Öldürürse» buyuruyor ve cezayı öldürmeye
bağlıyor. Binaenaleyh âyet, cezanın ancak öldürme gerçekleşince olacağına
delâlet eder» dediler.
Harem hududlarının
dışında bitmiş fakat dalları Hareme girmiş bir ağaç olduğu zaman, onun
üzerindeki;-tm avlamakta ceza var mıdır? Vardır. Çünkü dal Haremdedir, Harem
de, onu tutmuş oluyor. Her ne kadar aslı Haremde değil ise de... Eğer kök
Haremde, dal helâl yere çıkmış ise, onun üzerindeki avda ihtilâf vardır. Köke
bakılırsa, ceza gerekir, dala bakılırsa, gerekmez.
Cenab-ı Hak, El-Maide
sûresinde ihramlı bir insana av avlamanın haram olduğunu üç yerde zikretti. Bu
sûrenin başında «İhramlı olduğunuz halde av avlamayı helâl kılmamanız»
âyetinde, ikincisi «Ey îman edenler, sakın ihramh olduğunuz halde avı
öldürmeyiniz» âyetinde, üçüncüsü «ihramh olduğunuz müddetçe size karanın avı
haram kılınmıştır» âyetinde. Bunun nedeni, ihramîı bir insanın avı öldürmesinin
haram olduğunu tekid etmek ve pekleştirmek içindir.
(97) «Allah
beyt-i haram olan Kabe'yi nisanlar için bir ayaklanma kıldı...» Bu âyetin
tefsir ve izahı:
«El-Kâbe» dörtgen
demektir. Dörtgen prizma şeklinde bina demektir. Kabe'den başka Arapların
diğer evlerinin ekserisi yuvarlak olduğundan dolayı bu dörtgen binaya Kabe
denilmiştir. Veya Kabe denilmesinin sebebi, açık ve bariz bir şekilde
olduğundan ileri geliyordu. Beyti Şerife Kabe denilmiş, çünkü onun tavanı ve
duvarları vardır. Orada kimse durmasa dahi ev olmak hakikati vardır. Cenab-ı
Hak haram ismini Kabe'ye verdi. Çünkü Cehab-ı Hak orada herhangi bir hadise
çıkarmayı, av avlamayı, şamata ve gürültü yapmayı, saldırmayı, haram
kılmıştır. Resulü Ekrem, «Mekke'yi nisanlar değil Allah haram kılmıştır.»
buyuruyor. Allah onu büyütmek ve şereflendirmek için ona «Beytul haram» adını
vermiştir. Onun hürmetini büyütmüş, onun hududları dahilinde avlanmayı, onun
bitkilerini koparmayı haram kılmıştır.
«şu belde, (yani
mekke), var ya! Allah gökler ve yeri yaratmış olduğu günde, onu herkese haram
kılmıştır. O Allah'ın haram kilmasiy-la kıyamete kadar haramdır. Onun dikenleri
ısırümaz. Onun avı ürkütülmez. Onun lakitesi (yani yere düşmüş malı) alınmaz.
Ancak alıp da onu tarif eden yani ilân eden bir kimse alabilir. Onun
hududlarının içinde bulunan bitkiler yolunmaz ve kesilmez.»
Bazı tefsirciler
«Kabe» kelimesinden sonra «el beyt el haram» kelimelerinin getirilmesi,
açıklamak içindir. Yani Kabe'den maksad hangi Kabe olduğu bilinsin diyedir.
Çünkü o devirde «Hus'am» kabilesinin de bir Beyti vardı. Onlar o eve «Yemen
Kâbesi» diye isim verirlerdi» dedi. Fakat bu görüş, zayıftır.[144]
Kabe'nin İnsanlar için
bir ayaklanma evi kılınmasının mânâsı; onların durumlarının ıslah edilmesine
sebeb, din ve dünya bakımından eksikliklerini giderici, boşluklarını
doldurucu, onlara emniyet yeri ve son iltica edecekleri nokta bulunması
demektir. Ticaretlerinin derlendiği noktadır. Zira her taraftan, hac mevsiminde
oraya gelirler, ürettiklerini değerlendirmek istediklerinde oraya getirirler,
aralarındaki al-ver orada olur. Bunun için Said bin Cübeyr «kim ki, bu beyte
gelip, dünya veya âhiret için birşey murad ederse, onu elde eder» buyurdu.
Bu kıyam tabirinden bazıları haçta ticaret yapmanın mekruh
olmadığı hükmünü çıkarmışlardır. Bu görüş, Ebi Abdullah'tan da rivayet
edilmiştir.
İbni Cerir ve İbni Ebi
Hatim, İbnu Zeyd'den rivayet ettiler: Bütün insanların arasında zaifi
kuvvetliden, fakiri zenginden korumak için krallar ve idareciler vardı. Fakat
Araplarda bu yoktu. Bunun için Cenab-ı Hak, Beytul-Haram'ı, Kabe'yi onlara
kıyam noktası kıldı. Onunla bir kısmı diğer kısmının şerrinden emin
oluyorlardı. Eğer kişi babasını veya oğlunu öldüreni Kabe'nin yanında görürse,
ona dokunamazdı. Bu tefsire göre «NAS» kelimesinden maksad, Araplardır.
Bazı tefsirciler;
Kabe'nin kıyam noktası olmasının mânâsı; onun, insanları helak olmaktan korumak
noktası olmasından ileri geliyor. Zira insanlar Beyt-i Şerifi ziyaret ettikçe
helak olmazlar. Eğer Kabe yıkılır, hac ibadeti terkedilirse, insanlar helak
olur. Bunu, Ata'dan da böyle rivayet etmişlerdir.[145]
Haram aydan maksat,
«Zilhicce» ayıdır. Çünkü onda hac yapılır. Haram aylardan maksat, Muharrem,
Zülhiccs, Zülka'da ve Recep aylandır. Bunların üçü arka arkaya, Recep ise tek
başına gelir. «Boyun-lanndaki gerdanlıklardan» maksad, boynu gerdanlıklı olan
kurbanlardır. Bunu Cenâb-ı Hak özel olarak zikretti. Çünkü bunda sevab daha
fazladır. Hac, bununla daha belirgin bir halde görünür.
Bazı âlimler;
boyunlardaki gerdanlıklar, tevil etmeksizin ve olduğu gibi kabul edilir, dedi.
Çünkü Ebu Şeyh'in Ebi Meclaz'dan ettiği rivayete göre: Cahiliyet dönemindeki insanlar, ihrama
girdiğinde boynuna tüylerden yapılmış bir nişan takarlar, Öylece Kabe'ye doğru
giderler ve kimse de onlara ilişmezdi.
Hac ibadetini bitirdikten sonra «Isğır» denilen bir bitkiden boynuna bir
gerdanlık geçirirdi. Bazıları da,
devesine veya kendisine Harem ağaçlarının kabuğundan, gerdanlık yapardı. Bu
sayede kimseden enşidelenmez ve kimsenin de ona herhangi bir kötülüğü dokunmazdı. Araplar, haram aylarda birbirlerine saldırmazdı. O aylarda
kılıçlar kınlarına sokulur, mızrakların da başlıkları sokulurdu. Halk bu
aylarda maişetini temin etmeye süratle yelteniyordu. Kimseden endişe etmeden
ticaretini yapıyordu. Rivayete göre, bu adeti Hz. İsmail'in dininden
almışlardı.
(99)
«Peygamberin üzerinde, ancak tebliğ etmek vardır...»
Bu âyetin açıklaması:
Yani Peygamber
emredileni size tebliğ etmekte var kuvvetiyle çalıştı. Acaba bundan sonra sizin
herhangi bir özrünüz olabilir mi? Veya her hangi bir özre yapışarak yakayı
kurtarabilir misiniz? Zira Resulü Ekrem, boynunda farz olan tebliğ vazifesini
yerine getirmiştir. Sizin aleyhimizdeki hüccet artık ortadadır. Vaad size
gerekli olmuştur. Tefritte artık herhangi bir mazeretiniz olamaz.[146]
(100) «Ey
Habibim! De ki, habis ile tayyib hiç
Mi zaman eşit olamazlar...» Bu âyetin
tefsiri:
HABİS'ten maksad,
kötü, teyyib'ten maksad da herşeyin iyisi-dir Bu genel bir hükümdür. Bu iki
çeşidin arasında Allah; katınaa müsavat olmadığım beyan eder. Ve aynı zamanda
insanı kötüden^alıkoymak için bir korkutmadır. Bu âyetin sebebi nüzulü şu idi:
Müslümanlar Yemame'den gelen müşrik hacıları tuzağa düşürmek istiyorlardı.
Zira Yemamelilerin beraberinde büyük bir ticaret malı vajüi. Fakat müslümanlar
böyle yapmaktan men olundular. Bazı tefsırcılere göre bu âyetin sebebi nüzulü
şudur: Resûlüllah'tan bir kişi:
«Ey Allah'ın Resulü,
içki benim ticaretimdir. (Yani onda ticaret ediyor ve) onu satmaktan büyük bir
servet edinmişim. Eğer bu serveti, Allah'ın yolunda sarfedersem bana faidesi
var mı?» diye sordu.
Allah'ın Resulü:
«Eğer onu hac veya
cihad yolunda dahi infak edersen bir sivrisineğin kanadı kadar bir sevab
getiremez. O kanada eşit de olamaz. Çünkü Cenab-ı Hak, ancak Tayyibi, (güzeli veya helâli) kabul eder» buyurdu.
Hasan Basri'den gelen
ve aynı zamanda «El Cübbai» tarafından da ihtiyar edilen bir rivayette:
Ayetteki «EL-HABÎS» tabiriyle ifade edilen nesne, haram demektir. «Etteyyip»
diye tabir edilen nesne ise, halal demektir.
İbni Cerir ve başka
tefsirciler Süddi'den rivayet ettiler: «Habis, müşriklerdir. Tayyib
müminlerdir.» Habisi tayyibten önce zikretmek, bu eşitsizliğin tayyibten değil
habisten geldiğine işarettir.
İbnu-Ebi-Hâtim, Ebu
Hüreyre'den rivayet ediyor: «Helal bir dirhemi sadaka vermen yüzbin haramdan
daha sevimli gelir bana. İsterseniz Allah'ın kitabım okuyunuz: «De ki, habis
ile tayyib eşit olamaz.»
İbni Ebi-Hâtim,
Yunus'tan, o da İbni Muhib'ten, o da Yakub bin Abdurrahman el-îskenderani'den
rivayet ediyor:
Ömer bin Abdulaziz'in
valilerinden birisi, «Haraç kırıldı, (yani azaldı)» diye yazdı. Ömer oha cevab
olarak: «Cenab-ı Hak kitabında «Habis Ue tayyib bir olamaz. Velev ki habisin
çokluğu hoşuna gitse dahi» buyuruyor. Ey Vali! Eğer adalet, İslah ve ihsan
yönünden senden öncekilerin zulüm, fücur ve düşmanlıktaki mertebelerine varmaya
gücün yetiyorsa, bunu yap. Kuvvet ancak Allah'tandır.» diye cevap verdi...
(100) «Ey
akıl sahihleri! Allah'tan sakınınız.»
Yani habisi araştırıp
bulmak hususunda ve Habis ne kadar çok
olursa olsun tayyibi ona tercih etmekte Allah'tan korkunuz. ÇünKü itibann dönüş noktası, hayırhlık ise
pisliktir, çoklukla azlık
değildir.
Keza her şeyin en
güzeli en azıdır işaret ediyor.
«Pisin çokluğu hoşuna
gitse dahi..» Bu hitab Peygamberedir. Fa Şâir ne güzel söylemiştir:
«Eğer bir emr
kastedilirse (bir hadise patlak verirse)
Halkın bin kişisi bir
kişi gibi olur. (Kuvvetsiz ve zaif olur) Bir kişide bin kişi gibi olur.» (Bir olsun pir olsun denildiği gibi)
Bu âyeti celîle, az da
olsalar müslümanlarm galib geleceklerin kat ümmeti kasdedilir. Zira pislik
Resûlüllah'm hoşuna gitmez.
[147].
(101) «Ey
îman edenler! Size açıklandığında sizi üzecek şeyleri sormayın...» Bu âyetin
tefsiri::
Müslim, Buharî ve
başka muhaddisler Enes'ten rivayet ettiler. «Bir kişi, ey Allah'ın Peygamberi!
Benim babam kimdir» diye sordu. Cenab-ı Peygamber:
«Senin baban filan
adamdır» dedi. Bunun üzerine bu âyeti celîle nazil oldu. Yine Enes'ten gelen
bir hadis:
Resulü Ekrem:
«Allah'a yemin ederim,
ben bu yerimde oturduğum müddetçe siz hangi şeyi benden sorarsanız onun
hakkında size haber veririm» dedi. Bunun üzerine bir kişi kalktı:
«Ben neredeyim?» Yani
cennette miyim, cehennemde mi? diye sordu. Resûlüllah;
«Senin yerin ateştir»
buyurdu. Bunun üzerine Abdullah bin Hu-zafe, ayağa kalktı ve:
«Ey Allah'ın Resulü!
Benim babam kimdir?» dedi. Cenab-ı Peygamber:
«Senin baban
Huzafe'dir» dedi.
Abdullah bin Huzafe
daha önce müslüman olmuş, Habeşistan'a ikinci kez hicret etmiş ve Bedir'de
bulunmuştu. Şakacı bir sahabiydi. Resulü Ekrem onu Kisra'ya elçi olarak
göndermişti. «Ey Allah'm Resûlü! Benim babam kimdir?» diye sorduğunda ve Resulü
Ekrem, «Baban Huzafe'dir» dediği zaman annesi kendisine:
«Annesine karşı senden
daha asî bir kimseyi işitmedim. Sen, ca-hiliyet döneminde kadınların yaptığı
işlerden annenin bazılarım yapmadığından emin miydin ki halkın huzurunda
kalkıp Resulü İlah'tan babam soruyor, anneni rezil etmeye çalışıyorsun.»
Abdullah:
«Ey anneciğim, Allah'a
yemin ederim eğer Resulü Ekrem beni siyah bir köleye ilhak ederek, senin baban
odur deseydi, onu baba olarak kabul edecektim» dedi.
Tirmizi ve Dârekutni,
Hz. Ali'den rivayet ediyorlar:
«Yol bakımından gücü
yeten herkesm boynunda Allah için Kabe'yi ziyaret etmek farzdır (Âli-İmran: 97)
mealindeki âyet nazil olduğu zaman, eshab-ı kiram «Her sene mi farzdır» diye
sordular. Peygamber sükût etti. Onlar «Her sene mi farzdır?» diye tekrar
sordular. Peygamber, «Hayır» dedi ve devam etti:
«Eğer evet deseydim
her sene hacc farz olacaktı.»
Bunun üzerine Cenab-ı
Hak bu âyeti indirdi.
Dârekutni, bu hadisi,
aynı zamanda Ebi-İya'dan, o da Ebu Hürey-re'den rivayet etmiştir. Resulü Ekrem:
«Ey nasî Hac size farz
olundu.» buyurdu. Bir kişi kalktı:
«Ey Allah'ın Resulü!
Her sene mi?» diye sordu. Resulü Ekrem yüzünü ondan çevirdi. Sonra tekrar
etti: «Ey Allah'ın Resulü! Her sene mi?» Resulü Ekrem:
«Bu kişi kimdir?» diye
sordu.
«Filan bin filandır.»
cevabını alınca Resulü Ekrem:
«Nefsimi yed-ı
kudretinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, eğer evet deseydim, hacc her
sene vacib olurdu. Eğer o her sene vacib olsaydı sizin onu yerine getirmeye
gücünüz yetmezdi. Gücünüz yetmediği için bıraktığınız takdirde (farziyetini inkâr edip) kâfir olurdunuz.» buyurdu. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti celîleyi indirdi. [148]
Hasan-ı Basri bu
âyetin tefsirinde şunu söylüyor: Ashab-ı Kiram, Resulü Ekrem'den Cenab-ı Hak
tarafından affedilen cahiliye dönemindeki durumları sordular. Oysa Cenal>ı
Hakkın affettiği bir şeyi sormanın ihtiyacı da yoktu. Mücahid İbni Abbas'tan
rivayet etti:
Bu âyet, Resulü Ekrem'den
«Bahire», «Şaibe», «Vesile» ve «Ham» diye adlandırılan develerin durumunu soran
bir kavim hakkında nazil oldu. Bu görüş, aynı zamanda Said bin Cübeyrin de
görüşüdür. Said b. Cübeyr:
«Bakmaz mısın ki, bu
âyetin sonunda Cenab-ı Hak, «Bahire, Şaibe, Vesile ve Hamı kılmamıştır» âyeti
geldi.»[149] dedi.
Alusi, «Bu sorulması
yasak edilen şeyler içinde hayır olmayan ve güç yetirilmeyen zor teklifler ve
gizli sırlardır, O gizli sırlar ki açığa vuruldukları zaman insanı rezil
ederler. Nasıl ki olmuş bir hadiseyi sorarsan soru onun açığa vurulmasına
sebeb oluyorsa, böylece o tekliflerden sormak da onların farz olmasına sebeb
oluyor. Çünkü in-sanoğluna en uygunu araştırma yapmaksızın, keyfiyetine ve
kemiyetine bakmaksızın Allah'ın emrine teslim olmaktır. Bunu yapmayıp da soran
bir insana sui edebte bulunduğundan dolayı ve teşdid edilmek yönüyle o zor
teklifler Farz oluyor.
Sahihi Müslim'de Ebu
Hüreyre'den geliyor:
Resulü Ekrem bize bir
hutba okudu.
«Ey nas! Allah size
haccı farz kılmıştır. Hac yapınız.»
Akra' bin Hâbıs:
«Ey Allah'ın Resulü!
Her sene mi?» diye sordu. Resulü Ekrem sükût etti. Akra' bu suali üç defa
tekrar etti. Cenab-ı Peygamber:
«Eğer ben evet
deseydim hac her sene vacib olurdu. Ve buna da güç yetiremezdiniz» buyurdu.
Sonra devam etti:
«Sizi bıraktığım
zaman, siz de beni bırakınız. Zira sizden öncekiler ancak çok sual
sorduklarından ve Peygamberleriyle ihtilâfa düştüklerinden dolayı helak
oldular. Size bir şeyi emredersem gücünüz yettiği kadar onu yapınız. Birşeyi
yasaklarsam onu bırakınız.» İşte âyet bu hadise hakkında nazil oldu, diyor.
Müslim ve başka
muhaddisler rivayet ediyorlar:
Eshab-ı kiram
Resûlüllab'ı, tabir caiz ise, sıkıştıracak kadar sual sordular. Bir gün Resulü
Ekrem minbere çıktı:
«Sakın benden
(ulu-orta) her şeyi sormayınız. Sorduğumuz takdirde size açıklarım.» diye
haykırdı. Bunu dinledikleri zaman korktular, sustular ve sızdılar.[150]
Resûlüllah'm önünde hazır olunmuş bir hadisenin olduğuna kanaat ettiler. Enes
diyor ki: «Sağa-sola baktım. Gördüm ki herkes başım eğmiş ve elbisesinin
içerisine almış ve ağlıyor. Bir kişi vardı. Başkasıyla kavga ettiği zaman
kendisine veled-i zina deniliyordu. O:
«Ey Allah'ın Resulü!
Benim babam kimdir?» diye sordu.
«Senin baban
Huzafe'dir» cevabını verdi. Bu hadiseden sonra Hz. Ömer başladı, «Rabb olarak
Allah'a, din olarak İslama, Peygamber olarak Muhammed'e îman ettim. Fitneden
Allah'a sığınıyoruz» dedi. Sonra Resulü Ekrem buyurdu:
«Bugün gibi hiçbir
zaman hayr ve serden bir gün görmedim. Bana cennet ve cehennem
suretlendirildi. Hatta onları bu duvarın yanında gördüm» buyurdu.
İbni Avn, Nafi'den
bahsi geçen âyetin mânâsını sordu. Buyurdu: «Ta eskiden beri, soru daima hoşa
gitmeyen şeyleri getirir.»
Müslim, Muğire bin
Şube'den rivayet ediyor:
«Şüphesiz Allah sizin
üzerinize annelere karşı isyan etmeyi, kız çocukları diri diri gömmeyi, edası
gereken bir hakkı menetmeyi ve hakkınız olmayan bir şeyi almayı haram
kılmıştır. Ve sizin için üç şeyi de mekruh kılmıştır: Dedikoduyu, çokça sual
sormayı ve malı zayi etmeyi.»
- Alimlerden çokları,
«Çokça sual etmekten maksad, fıkhi meselelerde toslamak (çatışmak) maksadıyla
sual sormaktır. Olmayan hadiseler ve farazi meseleler hakkında sual sormaktır.
Yanlışlıklar ve çeşitli meseleleri ortaya çıkarmak gayesiyle sual sormaktır.
Selef, bunu mekruh gördüler. Ve «teklifi-Malayutak» (güç yetmiyen) tan bunu
saydılar. Bir hadise geldiği zaman, o .hadise hakkında kimden onun hali
sorulursa, Allah onu muvaffak kılacaktır» buyuruyorlar.
İmam Malik «şu şehrin Medine'yi kastediyor. halkından birçok kimseye yetiştim. Onların
katında Kuran ve sünnet ilminden başkası yoktu. Bir hadise geldi mi, şehrin
valisi hazır olan âlimleri toplar, neyin üzerinde ittifak edilirse, onu
meriyete koyardı. Siz ise, çok sual soruyorsunuz. Oysa Resulü Ekrem bunu iyi
görmemiştir.» diyordu.[151]
Bazıları «Çok sualden
maksad, halktan İsrarla dilenmek ve çokça halkı rahatsız etmektim demiştir. Bu
tefsir de, îmanı Malik'ten. rivayet edilmiştir.
Bazıları: «Çok sualden
maksad, kendisini ilgilendirmeyen halkın gizli durumlarını sorup onların pisliklerini,
ayıp ve Özürlerini ortaya çıkarmaktır» dedi. O zaman, âyet: «Sakın tecessüs
etmeyiniz. Sakın bir kısmınız diğerinin gıybetini yapmasın» (el-Hucurat: 12)
âyeti gibi oluyor.
Darimi, Müsned'inde
Hz. Ömer; olmayan bir hadise hakkında soru sorana lanet okuyordu, dedi.
Zühri'den «Bizim
kulağımıza geldi ki, eshab-ı kiramdan Zeyd bin Sabitul Ensari birşey hakkında
kendisinden sorulduğu zaman, soranlardan soruyordu: «Bu şey olmuş mudur?»
«Evet», deseler, o vakit onun hakkında bildiğini söylerdi. «Hayır» deseler «O
halde onu bırakınız olduğu zaman sorunuz, diyordu.» dedi.
Ammar bin Yaser'den
senetli olarak gelen bir hadiste; Ammar'-danbir hadise soruldu. «Bu, şu anda
olmuş mudur?» diye istifsar etti.
«Hayır olmamıştır»
dediler. «O halde bu oluncaya kadar bizi bırakınız. Olduğunda sizin için onu
açıklayacağız» dedi.
Darimi; bize Abdullah
bin Muhammed bin Ebl Şeybe, ona da İb-ni Fudayl, Ata vs İbni Abbas'tan rivayet
ederek söylemiştir: «Resûlül-lah'ın ashabından daha hayırlı bir kavim görmedim.
Onlar Cenab-ı Peygamberden ancak onüç meseleyi sordular. Bütün bu mesele
Kur1-an'da vardır. Örneği «Senden şehri haram —yani haram ayı— soracaklar.»
«Senden hayzı soracaklar» gibi âyetlerdir. Onlar ancak kendilerine yararlı
olan meseleleri sorarlardı.»
[152]
îbni Abdulberr «Vahy
kesildikten sonraki günlerde, bizim zamanımızda, bizim zamanımızdan sonra veya
bizim zamanımızdan önceki zamanlarda kim ki, ilim araştırması yapar, cehaleti
gidermek maksadıyla sorarsa, bir beis yoktur, çünkü haram ve helâlin
inmesinden artık korkulmuyor. Bir de cehaletin tedavisi sualdir. Ama
karşısındaki adamdan bir şsy öğrenmek için değil onu susturmak ve rezil etmek
için sorarsa, bu sualin azı da çoğu da haramdır.» dedi.
İbni-Arabi, «Alim bir
kişi için uygun olan, delilleri bast etmektir. Düşünce yollarını izah etmeğe
çalışmaktır. İçtihadın öncesindeki yollarını elde etmeğe gayret sarfetmektir.
Kur an ve hadisten hükümleri çıkarmakta kendisine yardımcı olan âletleri (yani
«Nahvi», «Sar-fi» Mantık, Münazara, Adab, vaz'i ve istiare ilimlerini) elde
etmeye çalışmaktır. Bu takdirde Önüne herhangi bir hadise çıktığında tam
kapısından o hadiseyi halletmeye gelmiş olur. Allah, sevabından (doğrusundan)
ona kapı açar» dedi.
(101) «Allah
onu atfetmiştir.» Bu âyetteki «onu» zamiri, daha önceki sual sormaya racidir.
Bazıları; cahiliyet emirlerinden sormakta oldukları şeylere racidir,
demişlerdir. Bazıları; «AF» kelimesi burada terketmek manasınadır demiştir.
Yani Allah'ın terk ettiği şeylerden sormayınız. Helâl veya haramda onu
belirtmemiştir! O halde o affolur-muştur. Onu araştırmayınız, deşmeyiniz.
Umulur ki, o açığa çıktığında, onun hükmü sizin hoşunuza gitmemiş olsun.»
Übeyd bin Ümeyr: Allah
helâl ve haramı kılmıştır. Helâl kıldığını helâl biliniz. Haram kıldığından
sakınınız. Helâl ile haram arasında bir takım şeyleri belirtmemiştir. Ne helâl,
ne haram kılmıştır. Onlar Allah tarafından affedilmiş şeylerdir, dedikten sonra
bu âyeti okuyordu. ..
Dârekutni, Ebi-Sa'lebe
el-Huşeni'den rivayet etti. Allah'ın Resulü:
«Allah farzları
belirtmiş. Sakın onu zayi etmeyin. Haramları haram olarak ilân etmiştir. Sakın
onları çiğnemeyiniz. Birtakım cezaları belirtmiştir. Sakın o hududlan
aşmayınız. Unutmaksızın bir takım şeyler konusunda da susmuştur. Sakın onları
deşmeyiniz.»
[153]
(102)
«Sizden Önce onu bir kavim sordu. Sonra onun hakkında kâfirlerden oldular...»
Bu âyetin açıklaması:
Cenab-ı Hak, bu âyette
haber veriyor ki, bizden önce bir kavim, bunlar gibi bir takım âyetleri
sormuşlar, onlara o âyetler verildiği ve onların boynuna farz olunduğu zaman,
bu sefer onu inkâr ederek: «Bunlar Allah'ın katından gelmediler» demişlerdir.
Meselâ: Salih
(A.S.)'ın taştan deve çıkarmasını istediler. Hz. İsa'nın kavmi, Maideyi
(sofrayı) istediler. Sonra bunları inkâr ettiler.
Cenab-ı Hak, burada
geçmiş ümmetlerin girmiş olduğu bir hataya girmekten bizi sakındırıyor. Sakın o
hataya girmeyiniz, diyor.
Eğer denilirse,
buradaki sual sormanın keraheti «Eğer bilmiyorsanız zikr ehlinden sorunuz»
(En-Nahil: 43) âyetiyle çatışır. Cevab olarak deriz ki:
«Eğer bilmiyorsanız
ehli zikirden sorunuz» âyeti celîlesindeki emir, Cenab-ı Hakkın kullarının
boynuna farz kılmış olduğu meseleleri bilmiyorsanız sorunuz demektir ve bunun
hakkındadır. Bizim bahis konusu olan âyetimizdeki sual ise, Cenab-ı Hakkın
farz kılmadığı ve kitabında zikretmediği meseleler hakkındaki sualdir.
Müslim, Âmr bin
Saad'dan o da babasından rivayet ediyor. Allah'ın Resulü buyurdu:
«Müslümanlar hakkında
cürüm (suç) yönünden en büyük mesuliyeti taşıyan nıüslü manlar, o kimselerdir
ki, mü umanlara haram olmayan bir şey hakkında sual soruyor ve onun sual
sormasından ötürü o şey müslümanlara haram oluyor.»
El-Kuşeyri Ebu Nasr:
«Eğer el-Aclani zinadan sormasaydi lian cezası sabit olmazdı» dedi.
Ebul-Ferec el-Cevzi;
Müslim'in bu hadisi, inad ve oynamak bakımından birşey soranın hakkında varid
olmuştur» diyor. Bu da, kötü kastından ötürü sorduğu nesnenin haram olmasıyla
cezalandırıldı. Haram ise genelleşir ve herkesi kapsar.
Bu hadisi şerifte
kaderi gurubunun lehinde herhangi bir delil yoktur. Onlar; Cenab-ı Hak, bir
şeyi başka bir şey için ve onun sebebiyle yaratır diyorlar. Allah bundan yüce
ve münezzehtir. Çünkü Allah her-şeye kadirdir ve herşeyi biliyor.
Yarattıklarını herhangi birşeyin sebebiyle değil kaza ve kaderi sebkat
etmiştir ki, sorulan şey, hakkında soru vaki olduğu zaman, haram edilecektir.
Yoksa soru onun haram edilmesini gerektiren değildir, onun neden ve illeti
olamaz. «Allah yaptığından sorulmaz. Ancak insanlar yaptığından sorulurlar.»
(el-Enbiya:[154]
(103)
«Cenab-ı Hak, «Bahire», «Şaibe», «Vesile» ve «Ham»ı kılmadı.»
Bu âyetin tefsiri:
Putperestler, bazı hayvanları putları için salı-verirlerdi. Onlardan istifade
etmezlerdi. İslâm dini putperestliği temelinden söküp attığı ve bütün bu
âdetleri ortadan kaldırdığı için bu hükümleri getiriyor. Cenab-ı Hak, ne
Bahire'yi, ne Saibe'yi, ne Vesile'yi ne de Ham denilen deveyi haram kılmıştır. bahire'ye
gelince; deve beş defa doğururdu. Beşinciyi doğurduğuna bakarlardı. Eğer erkek
ise, keserler, erkek ve kadınlar beraberce onun etini yerlerdi. Eğer dişi ise,
onun kulağını yararak putlar için salı verirlerdi. İşte buna, Bahire denir.
Onun sütü ve sair menfaatları, sadece erkekler içindi, kadınlar, ondan istifade
etmezlerdi, ölünceye kadar böyle devam ederdi. Öldüğü zaman, erkek ve kadınlar
beraberce etini yerlerdi. saibe'ye gelince; kişi malından dilediğini serbest
bırakırdı, putların hizmetçisine gelip onları ona teslim ederdi. O malları,
onlar teslim alırlar. O mallardan kadınlar müstesna yolcu (misafir) erkeklere
yedirir ve içirilirdi. Ve o mallardan erkek mabudlar için yedirirler, dişi
mabudlar için yedirmezlerdi. Ölünceye kadar böyle devam ederdi. Öldüğü zaman,
erkeklerle dişiler onda ortak olurlardı. vesile'ye gelince, o, koyundu. Koyun
yedi defa doğurduğunda yedinci yavrusuna bakarlardı: Erkek ise, kesip, erkek ve
kadınlar beraber yerlerdi. Dişi ise ta ölünceye kadar kadınlar onun hiçbir
şeyinden yararlanmazlardı. Öldüğü zaman, kadın ve erkek beraberce onu yerlerdi.
Eğer erkek ve dişi olarak ikiz doğurursa «Bu, kardeşiyle birleşti» derlerdi ve
ikisini beraberce bırakıp kesmezlerdi. İkisinin de sütlerinden ölünceye kadar
yalnız erkekler için sarfiyat yapılırdı. Öldüklerinde erkek ve kadınlar onları
yemekte müşterek olurlardı. HAlkTa gelince; o fani (erkek) devedir. Onun
yavrusunun yavrusuna binildiği zaman «Artık bu, sırtını binmekten korudu»
deniyor ve terkediliyordu. Hiçbir şey ona artık yükletilmiyordu. Ve kimse ona
binmezdi. Hangi suya giderse, ondan içerdi. Hangi yerde otlamak isterse, orada
otlardı. Hiç kimse ona mani olmazdı. Hangi devenin içine gelirse, orada
dururdu. İhtiyar olduğunda veya Öldüğünde, erkek ve kadınlar müştereken etini
yerlerdi.[155]
Said bin Müseyyeb'ten
gelen şu hadis, sahihte yer alıyor: «Bahiri re, o devedir ki onun sütü
Tağutlar için bırakılırdı. Hiç kimse onu sağ-mazdı. Şaibe ise, nıabudlanna
terkettikleri deve demektir.»
Bazı tefsirciler;
«Bahire, kulağı yarılmış deve demektir» diyor. İbnu Side; Bahire, çobansız
olarak çöle bırakılmış deve demektir. İbni îshak; Bahire, Saibe'nin yavrusudur.
Şaibe o devedir ki, on dişi yavruyu arka arkaya doğurur, aralarında bir erkek
yavru yoksa, artık onun sırtına kimse binmez, tüyleri kimse tarafından
kırkılmaz ve sütü ancak misafire içirilirdi. Ondan sonra hangi dişi yavrular
doğurursa, o dişi yavruların kulakları yarılır. Serbest bırakılır. Annesiyle
birlikte gider. Ona da, kimse binmez, tüylerini kimse kırkmaz. Misafirden
başka, kimse onun sütünü içmez. Tıpkı annesi gibi. Öyleyse Bahire, Saibe'nin
dişi yavrusudur.
İmam Şafiî, «Deve beş
defa doğurursa, hepsi de dişi ise, o annenin kulağı yarılır, artık haram
edilirdi» dedi.
Şaibe, üzerinde
herhangi bir kayd olmayan, çobansız bırakılan deve demektir. Vesile ve Ham'a
gelince, İbni Vehb İmam Malik'ten: «Cahiliyet ehli, develer ve koyunları azad
ederlerdi. Ham, o erkek devedir ki, başka develere atılması bittiğinde tavus
tüylerinden onun sırtına birşey bağlarlar ve serbest bırakırlardı. Vesile o
koyuna derler ki, dişiden sonra ikinci dişiyi doğurmuştur. Onu nişanlandırıp
bırakırlardı.»
îbni Uzeyr; Vesile, o
koyundur ki yedi defa doğurur. Yedinciye bakarlar. Eğer erkekse keserler, erkek
ve kadınlar etini yerler. Eğer dişi ise bırakırlar. Eğer hem erkek, hem dişi
yani ikizse «kardeşini ikilettirdi» derler, ve onu kesmezler. Onun eti ve sütü
kadınlara haram olur. Ancak öldüğünde erkek ve kadın müştereken etini yerler.
Ham ise, yavrusunun yavrusu binilmek çağına gelen devedir.»
Bazıları; HAM daha
önce zikredildiği gibi, sulbünden on yavru gelen deve demektir. O zaman
Araplar, «Bu sırtını artık korudu» diyorlardı ve ona binmezlerdi. O, Hindistan
ineği gibi istediği şekilde hareket ederdi. Herhangi bir otlaktan ve sudan
menedilmezdi.[156]
Müslim, Ebu Hureyre'den
rivayet ediyor. Resulü Ekrem buyurdu:
«Amr bin Amr el
Hüzai'yi gördüm. Ateşte barsaklarım çekip dolaşıyordu. Çünkü Saibe'yi ilk icad
eden odur.»
Bir rivayette: «Âmr
bin Luhayy bin Kamae' bin Hındıfı gördüm. Evet şu Beni-Kaab'ın kardeşi Âmr'ı
gördüm, ateşte barsaklannı çekerdi.»
[157]
diye varid olmuştur..
Ebu-Hüreyre
Resûlullah'tan dinledim. Eksem bin el-Cûney'e hitaben:
«Ben, rüyamda Âmr bin
Luhayy bin Kumae' bin Hındıfı gördüm ki, ateşte barsağım çekiyordu. Ona senden
daha fazla benzeyen bir kimseyi görmediğim gibi, senden de ona daha fazla
benzeyen bir kimseyi görmedim.» dedi. Eksem:
«Ey Allah'ın Resulü!
Korkarım ki onun benzerliği bana zarar versin.»
Resulü Ekrem:
«Hayır! Sen müminsin,
o kâfirdi O, Hz. İsmail'in dinini ilk bozandır. Bahire, Şaibe ve Hami o, icad
etmiştir.» dedi. [158]
îshak rivayet ediyor:
Putların dikilmesinin
ve Hz. İbrahim dininin bozulmasının sebebi Âmr bin Luhayy İdi. Mekke'den Şam'a
gitti. El-Belka arazisinde Meaba vardığında orada İmlik'in zürriyetinden olan
Amalikalar veya Lavuz, Şam'ı ve Hz. Nuh'un torunları olan îmlaklan orada gördü.
Onların putlara taptıklarını müşahede etti. Onlara «Sizin taptığınız bu putlar
nelerdir?» diye sordu. Onlar, «Biz bu putlarla yağmuru istiyoruz yağmur
geliyor. Yardım istiyoruz yardım geliyor» diye cevab verdiler. Amr onlara:
«Arap arazisine götürüp Araplar tarafından kendisine ibadet edilecek bir
tanesini bana verir misiniz?» diye teklif de bulundu. Onlar da, bir put
verdiler. İsmi Hubel'di. Mekke'ye getirip dikti Halk da onun ibadetine daldı
ve onu ta'zim ettiler. Hz. Muham-med, Peygamber olarak gönderildiği zaman:
«Allah, Bahire, Şaibe, Ve* sile ve Ham'ı kılmadı. Fakat kâfir olanlar yalandan
Allah'a iftira ederler.» âyetini indirdi. Kâfir olanlardan maksad, Kureyş,
Huzaa ve Arap müşrikleridir. «Allah bunların haram olmasını emretmiştir» demek
suretiyle, bunu Allah rızası için yapıyoruz demek suretiyle Allah'a iftira
ettiler. Çünkü Allah'ın taati ancak onun sözünden anlaşılır. Allah'ın bu
hususta herhangi bir sözü onların yanında yoktur. Onu Allah'a iftira olarak
yakıştırıyorlar.
(103)
«Onların çoğu akıl erdiremez.» Yani helâli ve mubahı haramdan, emri yasaktan
ayıramaz. Ancak onlar büyüklerini körü körüne taklid ederler.
Bu âyeti celîleden
anlaşılıyor ki, onlann içinde bunun batıl olduğunu bilenler vardı. Fakat
riyaset sevgisi, aba ve ecdadın taklidi, bunun batıl olduğunu ilân etmelerini
menediyordu. Bunu itiraf etmelerine engel oluyordu.
[159]
(104) Onlara
Allah'ın indirdiğine ve Resûlüllah'a geliniz denildiği zaman, onlar; «Babalarımızı
üzerinde bulduğumuz adetler, bize yeterdir» derler. Acaba babalan hiçbir şey
bilmez (ve hakkı görmez) Ierse de mi?»
(105) Ey
iman edenler! Nefislerinizi koruyunuz. Siz hidayette olduğunuz zaman, sapıtan
sîze zarar vermez. Hepinizin dönüşü Allah (m katın) adır. Öyle ise, Allah,
sizin işlediğinizi size haber verecektir.»
(106) Ey
müminler! Herhangi birinize ölüm hazır olduğu zaman, vasiyet anında aranızdaki
şahitlik için sizden olan iki adil kimseyi tutunuz. Veya eğer sefere çıkar,
size ölüm musibeti isabet ederse, dininizden olmayanlardan iki kişiyi şahit
tutunuz. Eğer şüphe ederseniz o iki şahidi namazdan sonraya alakoyarsınız. O
iki şahit; Allah'a yemin ederler ki; biz Allah'ı hiçbir bedele satmayacağız.
Velev ki, (lehinde şahitlik ettiğimiz) yakın akrabamız olsun. Allah'ın
şahitliğini gizlemeyeceğiz. Şüphesiz ki, biz o takdirde günah işleyenlerden oluruz.»
(107) Eğer o
iki şahidin günahı gerektiren hareketlerine tesadüf edilirse, bu takdirde
haksızlığa uğrayan ve ölüye daha yakın bulunanlardan iki kişi, o iki şahidin
yerine kaim olsun. İkisi «Muhakkak bizim şahitliğimiz olanların şahitliğinden
daha doğrudur. Biz şahitlikte haddi aşmadık. Şüphesiz ki biz onu yaptığımız
takdirde, biz zalimlerden oluruz»» diye Allah'a yemin etsinler.»
(108) Bu
yemini varislere çevirmek, şahitlerin şahitliği gerçek yönüyle edâ etmelerine
veya diğer yeminlerle yeminlerinin reddedilmesinden korkmalarına daha yakın ve
münasibtir. Allah'tan, (azabından) salanınız. Can-ü-gönülden dinleyiniz. Allah
fâsık kavmi hidayet etmez.»
[160]
(104)
«Onlara Allah'ın indirdiğine (kitaba) ve Peygambere gelin denildiğinde
atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter derler...»
Bu âyetin tefsiri:
Yani onlar, Allah'ın dinine, şeriatına, vacib ve haram kıldığının terkine
çağrıldıkları zaman, «Aba ve ecdadımızın üzerinde bulundukları yollar ve
meslekler bize kâfidir» derler. Yani Bahire, Şaibe, Vesile ve Ham gibi batıl
nesneleri, kendiliklerinden icad eden kâfirlere «Gelin Allah'ın indirdiğine,
(yani Kur'ana) Allah'ın Resulü Hz. Muhammed'e müracaat edelim ki Hz.
Muhammet!, sizin Allah'a izafe ettiğinizin yalan olduğunu size açıklasın.
Allah'ın şeriatlar ve hükümlerini size belirtsin. Ve sizin yaptıklarınızın
birşey olmadığını size söylesin» denildiği zaman, onlar «Aba ve ecdadımızın
üzerinde bulunduğu bize yeter. Biz onlardan aldığımızla iktifa ederiz, onlara
tabiim derler. Acaba aba ve ecdadlan hiçbir şey bilmemiş ve doğruyu
buîamamışlarsa dahi, bu, onlara kâfi midir?
Yani ancak doğruyu
bulmuş âlime uyulur. Onun sözüne kulak verilir. Onun sözü, ancak hüccet,
burhan ve delil üzerinde kaimdir. Aba ve ecdadîannda ise, böyle bir durum
yoktur. Öyleyse onlara uymaları sıhhatli değildir.
Bazı kimseler; «Bu
âyeti celîleyi, (inanç sahasında) taklidi zemmetmektedir» diyorlar. Yani
taklid, caiz değildir diye yorumlamışlardır. Küfür ve masiyette taklid yapmak
için bu yorumlan doğrudur. Hakikattaki taklid ise, dinin esaslarından bir
esastır. İmanların koruyucu durumlarından bir durumdur. Cahil ve ilmin
inceliklerini kavramaktan aciz olan bir insan, ancak bu sahada yetkili olan
bir zatı taklid etmek suretiyle kurtulur. Fer'i meselelerde taklidin caiz olduğunda
şüphe yoktur. Asli meselelerin taklidi caiz midir değilimdir orda âlimlerin
ihtilâfı vardır: Bütün âlimlerin katında taklid, herhangi bir müçtehidin
kavlini hüccetsiz kabul etmek demektir. Buna binaen Resulü Ekrem'in
mucizelerine bakmaksızın sözlerini kabul etmek, onu taklid etmek oluyor.
Mu'cizelerine bakarak kabul etmek ise, imani tahkiki oluyor.
Taklid, ilimlerin yolu
değildir, asıllarda da ferilerde de insanı ilme vardıramaz. Akıllıların ve
âlimlerin cumhuru böyle dediler.
El-Haşeviye ve
es-Salebiye'nin bazı cahilleri, bunun hilafını iddia ettiler. Onlara göre,
taklid, hakkın marifetine götüren yoldur. Vacib budur dediler. Düşünmek ve
araştırmak, bunlara göre haramdır. .
Hükümleri asıllarından
istihraç etmekle meşgul olmayanın ehliyeti yoktur, yeterli ilme ve dini
bilgiye sahip değildir. Böyle bir kimse zamanının en âlimini, veya
memleketinin en âlimini kastedecek, dinî meselelerini ondan soracak, onun
fetvasıyla hareket edecektir. Çünkü Cenab-ı Hak, «Eğer bilmiyorsanız ehli zikre
(yani ehli ilme) müracaat ediniz, onlardan sorunuz» (en-Nahl: 43) buyuruyor.
İbni Atiyye, «Akide ve
inançlar meselesinde taklid etmek, ümmetin icmaıyla batıldır. Yani inançta
taklid yoktur» dedi. Fakat Kadı Ebu-Bekr bin el-Arabi ve Ebu Âmr Osman bin îsa
b. Dirbas Es-Şafiî gibi bazı zatlar Akaid'de taklidin caizliğini
savunmuşlardır.
İbnu-Dirbas, «el
İntişar» adlı kitabında şunu söylüyor: «Bazı kimseler, tevhide de taklid
caizdir dediler. Halbuki bu yanaştır. Zira Cenab-ı Hak: «Biz aba ve ecdadımızı
bir ümmet (inanç) üzerinde bulduk, onların izleri üzerinde (onlan taklid ederek
doğruya yönelmişleriz.» (Ez-Zuhruf: 22), diyenleri yermektedir. Niçin aba ve
ecdadını taklid etmişler de Peygamberlerine ittibaı terketmişler diye onlan
yermektedir. Tıpkı Hz. Muhammed'in din yususunda ittibaı-nı terkedip
büyüklerinin heva ve hevesini taklid eden ehli nevayı zemmettiği gibi... Bir de,
her mükellefin boynuna tevhidin emrini öğrenip kesinlikle bilmek farzdır. Bu
da, ancak kitab ve sünnet cihetiy-le elde edilir. Nitekim bu husus, daha önce
belirtildi. Allah dilediğini hidayet eder.
İşte görüldüğü gibi
bazıları bu husustaki taklidi caiz görmüş, yani bu icma değildir, demiştir.
İbnu-Dirbaş Zeyğ ehli
(sapıklar), kitab ve sünnete mütemessik (bağlı) olanlara çokça hücum ederek
onlar mukallittirler demişler. Halbuki bu görüşleri yanlıştır. Belki
mukallitlik Zeyğ ehline daha uygun ve onların mezhebine daha münasibtir. Çünkü
onlar, efendi ve büyüklerinin sözlerini, Kur"an'a, sünnete ve sahabenin
icmaına muhalefet ettiği yerde bile kabul etmişlerdir. Böylece onlar, Cenab-ı
Hakkın I şu gelecek âyetle yerdiği
kimselerin kategorisine giriyorlar:
«Ey Rabbimiz! Biz
efendilerimiz ve büyüklerimize itaat
ettik.»
(El-Ahzap: 67). Bir de
şu âyetin kapsamına da girmişler: «Şüphesiz ki biz ecdadımızı bir ümmet (inanç)
üzerinde bulduk ve şüphesiz ki biz onların izlerine (taklid etmiş) uymuşlarız.»
(Ez-Zuhruf: 22). Sonra Peygamberinden hikâye ederek buyurdu:
«O dedi ki: Acaba
sizin ecdadınızı üzerinde bulduğunuzdan daha hidayeti is ini, daha doğrusunu
getirirsem de böyle olacaktır? Onlar: Biz, sizin kendisiyle gönderilmiş
olduğunuz dini inkâr ediyoruz» dediler.» (Ez-Zuhruf: 24). Sonra Cenab-ı Hak
Peygamberine «Biz onlardan intikam aldık» (Ez-Zuhruf: 25) buyurdu. Böylece
Cenab-ı Hak hidayetin Peygamberlerin getirdiğinde olduğunu beyan etti.
Eser ehlinin
akidelerinde, «Biz imamlarımızı, ecdadımızı ve insanları kitab ve sünnetten ve
selefi salibinin icmaından almak hususunda böyle gördük» demeleriyle,
kâfirlerin «Biz aba ve ecdadımızı böyle gördük, biz efendi ve büyüklerimize
itaat ettik» sözleri bir değildir. Çünkü eser ehli onu Kur an'a, Resulü
Ekrem'in ıttıbaına nispet etmişlerdir. Kâfirler ise iftiralarına batıl ehline
nisbet etmişlerdir, bununla sapıklıkta daha da ileri gitmişlerdir. Görmez
misin, Cenab-ı Hak, Kur'-an'ı Kerimde Hz. Yusuf'u överek dedi:
«Ben Allah'a iman
etmeyen, ahireti inkâr eden bir kavmin milletini terkettim. Aba ve ecdadımın
milletine tâbi oldum. İbrahim, İshak ve Yakubun milletine tâbi oldum. Bizim
için Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmak yetkisi yoktur. Bu, hem bize, hem
halka Allah'ın fazi-letindendir!» (Yusuf: 38). Hz. Yusuf'un aba ve ecdadı,
(onun da ve onların da üzerlerine selât ü selâm olsun) Peygamber ve Vahyin
etbaı idiler. Vahy'de halis bir din idi. Allah onu seçmişti. Onun, bu hususta
aba ve ecdadına tâbi olması, onun güzel sıfatlarındandır. Onun aba ve ecdadının
getirdiklerinin içerisinde arazlar bahsi, arazların cevherlere bağlanması bahsi
ve arazların cevherlere inkılab etmesi ve değişmesi konusu yoktu. Bu da delalet
etti ki, arazlar ve cevherler konusunu deşmekte herhangi bir hidayet bahis
konusu değildir. Bunlan vazeden
vazı'larda da bir doğruluk yoktur.
[161]
îbni İshak, arazlar ve
cevherler gibi terimlerin konuşulması, ancak halife Me'mun'un [162]
zamanında yani hicretin 200.senesinden sonra ortaya çıktı. O zamanda
geçmiş milletlerin kitablan tercüme edildi. O milletlerin;
âlemin «kadim» veya «hadis» olmasındaki ihtilâfları görüldü. Cevherin ve
sabitliği araz'm ve mahiyeti hakkındaki
ihtilâfları ortaya çıktı. Ehli bid'at ve kalblerinde sapıklık olanlar, hemen o
ıstılahları ezberlemeye koştular. Onunla ehli sünnete karşı gariplikleri getirmeyi
kastettiler. Şüpheleri müslümanların zaiflerinin kalblerine getirip sokmak
istediler. Durum tâ bidat ortaya çıkıncaya kadar böylece devam etti.
Bidatçılann etbalan çoğaldı. Hatta sultanın (Memunun) üzerinde bile durum
karıştı. Me'mun Kur'an'ın mahlûk olduğunu iddia etti. Halkı da böyle inanmaya
zorladı. İmam Ah-med İbni Hanbel'i bu hususta kamçıladı. İşte o zaman ehli
sünnetten Ebul Hasan el Eş'ari, Abdullah bin
Kullap, İbni-Mücahid ve
el-Mu-hasibi gibi bazı âlimler ortaya çıktılar. Bidaıçüarla beraber
ıstılahla-rina dalıp o bidatları öğrendiler. Sonra o, bidatlan araç yaparak
onlarla savaştılar ve onları
silâhlarıyla vurdular. Bu ümmetten kitab ve sünnete mütemessik olarak gidenler
ise, mülhidlerin şüphelerine iltifat edip de cevher ve araza bakmadılar ve
selefin yolunda gittiler. Kanaatim ca şu zamanda, kelâmcılann ıstılahlarına
bakıp onunla dini müdafaa etmeye kalkışan bir kimsenin mertebesi peygamberler
mertebesine yakındır. Fakat kelamcılann gullatına tabi olup esere yapışan
müminlerin yoluna tan eden kelâm kitapları okunsun, ancak hakikat o ıstılahlar
tarafından bilinir diyenlere gelince, onlar mezmumdurlar. Çünkü mütekaddiminin yolunu yıkıyor ve
geçmiş imamlara tân ediyorlar. Allah
daha iyisini biliyor.[163]
(105) «Ey
iman edenler! Nefislerinizi koruyunuz. Siz hidayette olduğunuz zaman, sapıtan
size zarar vermez...» Bu âyetin tefsiri:
Yani nefislerinizi
günahlardan koruyunuz. Bu âyeti celîlenin zahiri delâlet eder ki,
Emri-Bil-Maruf ve Nehyi-Anilmünker'i yapmak, insanoğlunun boynuna vacib
değildir, kendisi müstakim olduğu takdirde. Başkasının günahından da sorumlu
değildir. Fakat bu âyeti celîlenin tefsirinde varid olan hadisler, ashabı
kiramın ve tabiînin bu husustaki sözleri, Emri-Bil-Maruf ve Nehyi-Anil-Münkerin
vacib olduğunu ve bu âyetin zahirinden görüldüğü gibi olmadığım belirtiyorlar:
Ebu Davud, Tirmizi ve
başkaları Kays'tan rivayet ettiler: «Ebu Bekr Sıddik, bize hutbe okudu ve
buyurdu:
— Siz bu âyeti okur,
onu tevili olmayan bir şekilde tevil ve tefsir ediyorsunuz. Ben Resulü
Ekrem'den dinledim, buyuruyordu:
«İnsanlar, bir zalimi
gördüklerinde, onun ellerinden tutmadıkları takdirde Allah'ın katından
gönderdiği bir azabla onların hepsini azab-İandıracağı pek yakındır.»
Ebu Davud Tirmizi ve
başkaları Ebu Ümeyyetel-Şa' bani' den rivayet ettiler! Ebu Sa'lebe
el-Huşeni'ye vardım. Ve «Bu âyeti nasıl yo-rumluyorsun?» diye sordum. «Hangi
âyeti?» diye istifsar etti.
«Ey îman edenler!
Nefislerinizi koruyunuz.» âyeti diye cevap verdim. El-Huşeni buyurdu:
«Dikkat et. Allah'a
yemin ederim, bu âyet hususunda bilgi sahibi olan birisinden sordum. O da bana:
Ben, bu âyeti Resûlüllah'tan sordum, buyurdu:
«Hayır! Siz marufu
emrediniz, münkerden insanları sakındırınız. Tâ ki itaat edilen bir cimrilik,
arkasında koşulan bir hevai nefis, dine tercih edilen bir dünya ve her rey
(fikir) sahibinin fikrine meftun olduğu (yani fikrini benimsediği) bir zamanı
görünceye ve gelinceye kadar... O zaman sadece nefsini koru. Halk tabakasının
emrini bırak. Şüphesiz ki, sizin arkanızda günler vardır. Bu günlerde
sabretmek, ateş korunu avuca almak gibidir. O günlerde amel edenin payı (ve
ecri), sizin ameliniz gibi amel eden elli kişinin ecri kadardır.»
Bir rivayette de:
«Ey Allah'ın Resulü!
Bizden elli kismin ecri kadar mı, yoksa onlardan elli kişisinin ecri kadar mı
-ecri vardır? diye sorulunca Cenab-ı Peygamber:
«Belki sizden elli
kişinin ecri kadar ecir vardır.» dedi.
Ebu İsa, bu hadis
hasen ve gariptir, der. İbni Abdilberr, «Hayır, sizden» lafzı bazı rivayetlerde
yoktur, diyor.
«Siz öyle bir
zamandasınız ki, sizin aranızda bir kimse kendisine emrolunanın onda birisini
terkederse, helak olur. Sonra bir zaman gelecektir ki o zamandakilerden bir
kimse emrolunduğunun onda birisini yaparsa kurtulur.» Bu hadis gariptir.
[164] -
îbni Mes'ud'dan
rivayet edildi: «Bu âyetin zamanı değildir. Hakk sizden kabul edildiği müddetçe
söyleyiniz ve haykırınız. Sizin yüzünüze geri vurulduğu vakit, nefislerinizi
koruyunuz.»
Fitne vakitlerinin
birinde İbni Ömer'den soruldu: «Şu günlerde konuşmayı bıraksan. Emri-Bil-Maruf
ve Nehyi-Anil münkeri yapmazsan olmaz mı?» Buyurdu:
«Allah'ın Resulü bize
şöyle emretti: Bulunan bulunmayana tebliğ etsin. Biz bulunduk, bize tebliğ
etmek düşer. Bir zaman gelecektir, o zamanda hak denildiği zaman kabul
edilmeyecektir.»
İbni Ömer'den gelen
bir rivayette: «Hazır bulunan, gaibe tebliğ etsin» cümlesinden sonra «Bizler
hazır bulunanlar idik. Sizler gaib olanlarsınız. Fakat bu âyeti celîle, bizden
sonra gelen bazı kavimler hakkındadır. Onlar söyledikleri zaman sözleri kabul
edilmeyecektir.»
İbni-Mübarek
«Nefislerinizi koruyunuz» âyeti hakkında şunu söylüyor: Bu hitab, bütün
müminleredir. Yani dininizin ehlini koruyunuz, demektir. Nitekim Cenab-ı Hak,
«Sakın nefislerinizi öldürmeyiniz» (En-Nisa: 29), buyurmuştur. Yani birbirinizi
öldürmeyiniz. Bu teville bu âyeti celîle, «Emri-Bil-Maruf ve
Nehyi-Anil-Münker»in farz olduğuna delâlet eder. Ve ((Müşriklerin, münafıklar
ve ehli kitabın sapıklığı size zarar vermez diyor. Niçin bize zarar vermez?
Çünkü emri bil maruf müslümanlar için yapılır. Müslümanlardan isyana dalanlara
karşı yapılır. Bu mânâ, aynı zamanda Said bin Cübeyr'den de rivayet edilmiştir.
Said bin Museyyeb,
«Ayetin mânâsı; Emri-Bil-Maruf ve Nehyi-Anil-Münker'den sonra siz hidayet
bulursanız, sapıklığa gidenlerin sapıklığı size zarar vermez, demektir» dedi.
İbni Huveyzi - Mendâd
«Bu âyeti celîle, insanoğlunun nefsinin özellikleriyle meşgul olmasını, halkın
ayıplarına taarruz etmeyi ve halkın durumlarını araştırmayı terketmesini
tazammun etmektedir. Çünkü onlar onun halinden, o da onların halinden
sorulmayacaktır. Bu âyet, tıpkı «Her nefis kesbettiğine karşılık rehindim
(El-Mudessir: 38) âyeti ile: «Hiçbir günahkâr olan da başkasının yükünü
yüklenmez» «El-Enam: 164) âyeti gibidir.
Resulü Ekrem'in
«Evinde otur. Nefsinin haliyle meşgul ol ve onu koru» hadisi de bu kabildendir.
Caizdir ki, burada, Emri-Bilmaruf ve nehyi anil münker'in mümkün olmadığı zaman
kastedilsin. O zaman kalbimizle kötülükleri inkâr edeceğiz. Nefsimizin ıslahıyla
meşgul olacağız.
İbnu Lehia', garib bir
hadisi rivayet ediyor: Bekir bin Sevad el Cüzami, Akabe bin Âmr'dan rivayet
etti. Allah'ın Resulü: «Hicretin (200) ikiyüzüncü yılın başı geldiğinde, ma1
rufu emretme ve münkeri yasaklama. Ancak nefsinin halleriyle meşgul ol.»
Alimlerimiz; Resulü
Ekrem bunu ancak zamanın bozulmasından, hallerin fesada uğramasından ve
va'zu-nasihata önem verenlerin azlığından kinaye olarak söylemiştir. Yoksa
Kıyamete kadar Emri-Bil'ma-ruf yapılmalıdır ve yapılacaktır.
Cabir bin Zeyd: Ayetin
mânâsı: «Ey Bahire'yi ve Saibe'yi icad eden müşriklerin imanlı çocukları! Siz
istikamet hususunda nefsinizi koruyunuz. Eslafınızm sapıklığı, siz hidayette
olduktan sonra size zarar vermez demektir» dedi.
Cabir bin Zeyd diyor
ki; kişi müslüman olduğu zaman kâfirler ona: «Sen aba ve ecdadını akılsız
saydın, onları sapık addettin. Şöyle çöyle yapün» diyorlardı. Cenab-ı Hak bu sebebten dolayı bu âyeti indirdi.»
Bazıları; Bu âyet,
ehli hevanın hakkında nazil olmuştur. Onlar ki vaz-u-nasihat onlara faide
vermez. Binaenaleyh eğer bir kavim va'zu-nasihatı kabul etmez, va'zu nasihatla
istihza ederler ve sırt çevireceklerini biliyorsan, onlara va'zu-nasihat
etmekten vazgeç...
Bazı tefsirciler, «Bu
âyet, müşrikler tarafından azaba duçar edilip, dininden cayan bazı esirler
hakkında nazil oldu» diyorlar. Cenab-ı Hak, din üzerinde kalanlara «siz
nefislerinizi koruyunuz, arkadaşlarınızdan irtidad edenlerin mürtedliği, size
zarar vermez» buyurdu.
Said bin Cübsyr; bu
âyet, ehli kitabın hakkında nazil olmuştur, diyor. Mücahid, «Yahudi, Hristiyan
ve onlar gibi gidenler hakkında nazil olmuştur» diyor. Yani onlar cizyeyi
(haracı), verdikleri zaman, onların küfrü size zarar vermez demektir.
Bazıları, «Bu âyeti
celîle, Emri-BUmaruf ve nehyi anil münker ile neshedilmiştir» dediler. Bunu,
El-Mehdevi söylemiştir.
İbni Âtiyye, «Bu
te'vil, zaiftir. Tabiin ve sahabenin böyle söylediği bilinmemektedir» diyor.
Ebu Übeyd el Kasım bin
Selam: «Bu âyetten başka Allah'ın Kta-bında nâsih ile mensuhu bir arada
derleyen bir âyet yoktur» der.
Bu âyetteki nâsih,
«Siz hidayette olduğunuz zaman» cümlesidir. Buradaki hidayet, Emri-Bilmaruf ve
nehyi anil münkerdir. Allah daha iyisini bilir.
«Emri-Bilmaruf ve
nehyi anil münker» kabul edileceği umulduğu zaman, farz olur. Zalimin zulmünden
vazgeçeceği şiddetle dahi olsa umulduğu zaman, ona nasihat etmek farzdır.
Eğer emreden, kendisine isabet edilecek bir zarardan veya müslümanlann üzerine
çekeceği bir fitneden, müslümanlann araşma ayrılık gireceğinden veya
müslümanîann bir gurubuna bir zararın dokunacağından korkmuyorsa nasihat
yapması gereklidir. Evet bunlardan korktuğunda «Nefislerinizi koruyunuz» hükmü
cair, orada durması da vacib oluyor. «Emri-Bilmaruf»u yapanın adil olması şart
değildir. Günahkâr bir müslüman da diğer müslümanlara nasihat yapabilir. İlle
dörtyüz dir-
hemlik temiz olacak,
peygamberler gibi haşa ismet sıfatına sa-hib olacak, sonra va'z
edecektir şeklinde bir kaide İslâmda yoktur. Bunu söyleyenler,
kendiliklerinden uyduruyorlar. Fakat bir va'izde, bir nasihatcıda İslâm'ın
mükemmel bir şekilde olması arzu edilir.
(106) «Ey
müminler! Herhangi birinize ölüm geldiğinde, vasiyet anında aranızdaki şahitlik
için sizden olan iki adil kimse tutunuz... Şahidlik etsin.» Bu âyetin tefsiri:
Buha-rî ve Dârekutni
gibi bazı muhaddisler İbni Abbas'tan rivayet ettiler: Temimi Dari ve Adiy bin
Bedda zaman zaman Mekke'ye gelirlerdi. Onlarla beraber «Beni Sehm»
kabilesinden bir genç ticaret maksadıyla Mekke'ye gitti, Müslümanlann
bulunmadığı bir memlekette vefat etti. Ve bu, iki Hıristiyanı şahid tutarak
terekesini götürüp, eh-line teslim etmelerini vasiyet etti. Onlar da,
terekesini ehline teslim ettiler. Fakat gümüşten yapılmış ve altınla
sürmelenmiş bir tasını vermediler. Resulü Ekrem, onlara «Siz bir şeyi
gizlemediniz mi? Herhangi bir şeye muttali değil misiniz?» diye yemin teklif
etti. Sonra tas Mekke'de bulundu. Mekke'liler biz Adiy ve Temim'den satın aldık
dediler. Sehimli'nin vârislerinden iki kişi geldi. Ve o tasın Sehimli kişiye
ait olduğuna dair yemin ettiler. «Bizim şahitliğimiz Adiy ve Te-mim'in
şahitliğinden daha doğrudur ve biz zulüm de etmiyoruz» dediler. Bunun üzerine
tası alıp götürdüler. Böylece bu âyet, onlar hakkında nazil oldu.
«Şehadet» kelimesi
Kur'an'da çeşitli mânâlara gelmiştir, a) Şu âyeti celîlede «Erkeklerinizden iki
şahid tutunuz.» (El-Bakara: 282). «Hazır ediniz» mânâsında kullanılmıştır, b)
İkrar etti ve bildirdi mânâsında da kullanılmıştır. «Allah ondan başka mabud
olmadığına şahidlik etti» (Âl-i îmran: 18). c) İkrar etti mânâsına gelmiştir.
Nitekim «Melekler de şahitlik ederler») (En-Nisa: 166), cümlesinde de kullanılmıştır,
d) Şehide maddesi hükmetti mânâsına da gelmiştir. «Onun ehlinden biri şahitlik
etti» (Yusuf: 26), yani hükmetti, e) Lian âyetinde yemin etti mânâsına da
kullanılmış «şehide» maddesi... g) Şehide maddesi, tavsiye veya vasiyet etti
mânâsına da gelmiştir. Nitekim Cenab-ı Hak: «Ey iman edenler! Aranızdaki
şehadet yani vasiyet...» âyetinde bu mânâda kullanılmıştır.
Bazıları; buradaki
şehadet, vasiyette hazır bulunmak manasınadır dediler. Bazıları; yemin
manasınadır demişler. Fakat îbni Atiyye, «Bu âyetteki şehadet korunan ve yeri
geldikçe edâ edilen şehadettir. Huzur ve yemin mânâsına olması zaiftir»
demiştir.
[165]
(106)
«Sizden olan iki adaletli...» Bu âyetin izahı: Yani dininiz ve milletinizden
olan iki adil insan şahid olsunlar.
Bu iki şahid hakkında
ihtilâf vardır: Bazıları, bu ikisi, vasiyet hususunda şahitlik yapanlardır.
Bazıları da; bunların ikisi vâsilerdir» dedi. Çünkü âyet onların hakkında nazil
olmuştur. Çünkü Cenab-ı Hak: «Allah ile yemin edeceklerdim diyor. Oysa şahide
yemin lâzım gelmez. Vâsiyi iki kılmak, tekid içindir. Bu tefsire binaen şehadet
maddesi burada huzur manasınadır. Meselâ: Filan adamın vasiyetinin şahidi
oldum demek, orada hazır bulundum demektir.
«Veya sizin
gayrinizden olan iki kişi.» Yani dininiz ve milletinizin gayrisinden olan iki
kişi. Bu tefsir, îbn Abbas, Ebu-Musa el Eşari, Said bin Müseyyib ve İbni
Cübeyrin, Nehai, Sabi, İbni Şirin ve Şureyh'in tefsiridir.
Bazıları; âyetin
mânâsı, «Sizin aşiretinizden ve kabilenizden olmayan iki kişi demektir» dedi.
O vakit müslümanlardan olurlar. Fakat sizin aşiretiniz ve kabilenizden
olmazlar.
Alimler, bu âyetin
hükmünde ihtilâf etmişlerdir: İbrahim En-Ne-hai ve bir cemaat; bu âyet
mensuhtur, dediler. Çünkü zimmilerin başlangıçta şahitliği kabul olunurdu.
Sonra Cenab-ı Hakkın: «Erkeklerinizden iki şahidi edininiz» âyetiyle
neshedildi. Bir de ümmetin fâ-sık bir kimsenin şahidliği caiz değildir
hususunda, icmaı vardır. Öyleyse kâfirin ve zimminin şahitliğinin caiz
olmaması daha uygundur.
Bir kavim; bu davada
zimmilerin şahitliği kabuldür kaidesi vardır, neshedilmemiştir demişler. Bu
görüş, îbni Abbas'ın, Ebu Musa el E$ari'nin, Said bin Museyyeb'in, İbni
Cübeyr'in, İbni Sirin'in ve Ah-med îbni Hanbel'in görüşüdür. Dediler ki, «Ölüme
yaklaşan bir insan, vasiyetine dair şahitlik yapacak iki müslümanı bulmazsa ve
garib bir memlekette ise, iki kâfiri veya iki zimmiyi veya hangi dinden olursa
olsun iki kişiyi şahit kılsın. Çünkü bu zaruret yeridir.
Şureyh; garib bir
memlekette bulunan bir .kimse vasiyetine şahit-g lik etsin diye müslümanı görmezse, hangi din
üzerinde olurlarsa olsun, ister ehli
kitabtan ister puta tapanlardan olsun, iki kâfiri şahit tutsun. Onların
şahitlikleri burada geçerlidir.
Bir kâfirin müslümamn
aleyhinde hiçbir cihetle şahidliği caiz değildir. Ancak vasiyyeti hususunda,
seferde, başka bir müslüman bulunmazsa, caizdir.
Şabi'den gelen
rivayet, «Müslümanlardan bir kişiye Dakuka
[166] adlı
yerde ölüm yaklaştı. Başka bir müslüman bulamadı. Ehli kitabtan iki kişiyi
vasiyetine dair şahit tayin etti. Onlar, Küfe valisi Ebu Musa el Eşari'ye
vardılar. Ölenin haberini ilettiler ve onun terekesini takdim ederek vasiyetini
bildirdiler. Ebu Musa:
«Bu bir durumdur ki, Resûlüllah'ın
zamanında olandan sonra (şu ana kadar) olmamıştır.» dedi
Ebu Musa, ikindi
namazından sonra onlara «Hainlik yapmadık, yalan söylemedik, değiştirmedik,
gizlemedik ve hiç bir terslik de yapmadık. Ve bu vasiyet kişinin vasiyeti, bu
tereke de onun terekesidir» diye yemin verdirdikten sonra şahitliklerini
geçerli saydı. Hadisi Ebu Davud tahric etmiştir.
Hasanı-Basri, Zuhri ve
İkrime «Ayetin tamamı, müslümanlar hususunda nazil olmuştur» derler. «Sizden
olan» yani sizin aşiretinizden ve kabilenizden olan, «sizin gayrinizden olan»
yani aşiretinizden vsya kabilelerinizden olmayan müslümanlar demektir. Çünkü
kâfirin şahidliği hükümlerin hiçbirisinde caiz değildir. Şafiî, Mâlik, ve Ebu
Hanife'nin mezhebi de budur. Ancak Ebu Hanife zimmilerin aralann- da birbirleri
için şahidliklerini kabul etmiş ve caiz görmüştür Bu âyetin, muhkem olduğunu savunan bir insan;
«el Maide sûresi
Kur*an'ın en son inen
süresidir, orada menşuh âyet yoktur» görüşüne
dayanmış ve delil
göstermiştir.
Müslüman olmayanın
şahitliğinin caiz olmasını burada savunan bir kimse şunu da delil olarak ileri
sürüyor: Cenab-ı Hak âyetin başında «Ey îman edenler» diye hitab etmiştir. Bu
hitab bütün mü'minlere-dir. Sonra «sizden iki adalet sahibi veya sizin
gayrinizden iki insan» dedi. Bu sözden anlaşıldı ki, bu gayrden olan iki
insan, müminlerden değildirler. Bir de, âyet, bu iki şahidin boynunda yemin
etmenin farz olduğunu bildiriyor. Müslümanlar ittifakla müslüman şahidin boynuna
yeminin farz olmadığını söylüyorlar. Bir de, ölü garib bir memlekette
bulunduğu ve orada müslüman görmediği için vasiyetine gayri müslimlerden şahit
tutmadığı takdirde, malı zayi olacağı gibi boynunda borçlar, yanında emanetler
varsa onlar da zayi olacaktır. Böyle olunca, zimmi veya zimmi olmayan
kâfirlerden orada hazır bulunanları şahit tutması zaruri olur. Ta ki malı zayi
olmasın, vasiyeti de yerine getirilsin. Bu, tıpkı mecbur kalıp ta zaruret
halinde murdarın etinden yiyen, insanın durumuna benzer. Çünkü «Zaruretler
mahzurluları mubah kılar.» kaidesi vardır.
Bunu menedenin delili
de, Cenab-ı Hak, «şahitleri razı olduğunuz kimselerden edininiz» (El-Bakara:
282) buyurmuştur. Kâfirler ise, müslümanlârm kendilerinden razı olacağı
kimseler olmadığı gibi adil de değildirler. Öyleyse şehadetleri hiçbir durumda
makbul değildir.
[167]
Bu âyeti celîlede,
Cenab-ı Hak, ölümü «Musibet» olarak nitelendiriyor. Gerçekten ölüm en büyük
musibet ve en büyük felâkettir. Fakat ondan daha büyük musibet GAFLET'tir. Bir
anlık gaflet ebedî saadeti yıkabilir. En büyük musibet Ölümü anmamaktır. Onun
getirdiği ve getireceği neticeleri düşünmemektir. Ona hazırlık yapmamaktır.
Evet, ölümden ibret alanlar için ölümde ibret vardır. Düşünenler için düşünce
vardır. Allah'ın Resûlü'nden rivayet ediliyor:
«Eğer sizin, ölüm hakkında
bildiğinizi, hayvanlar bilmiş olsaydı, siz
hayvanlardan herhangi bir semiz
et yiyemezdiniz.»
Rivayet ediliyor ki,
bir göçebe devenin sırtında seyrediyordu. Devesi aniden düşüp öldü. Göçebe
indi. Devenin etrafında dolaştı. Düşündü ve şunları söyledi: (Şiir)
«Niçin kalkmıyorsun?
Neden inliyorsun? tşte azaların burada. Hepsi tam. Bütün azaların sapasağlam.
Senin durumun nedir Seni yüklenip götüren ne idi Seni yürüten ne idi? Seni
öldüren kimdir? Seni hareket etmekten men eden kimdir?»
Bunları söyledikten
sonra devenin bu durumu hakkında düşünceye dalarak ve hayret ederek yanından
ayrıldı.
[168]
(106) «O iki
şahidi namazdan sonra hapsedersiniz (alakoyacak-sınz).» Bu âyeti celîle,
boynunda hak olanın hapsedilmesinin caizlili-ğini temelini getiren bir âyeti
celîledir.
Haklar, iki kısma
ayrılır:
1) Bir kısmı
acelece yerine getirilmesi elverişli olandır.
2) Başka bir
kısmı da vardır ki, ancak zaman aşamasıy-le yerine getirilebilir. Eğer boynunda
hak bulunan insan serbest bırakılırsa, kaybolabilir, gizlenebilir, hak da zayi
olmuş olur. Öyleyse onu bırakmak için tavsik lâzımdır. Ya şeriat dilinde «Rehn»
denilen malî (nakdî) kefalet veya şahsî kefalet lâzımdır. Şahsi kefâlettense
nakdi kefalet daha evlâdır. Çünkü vekil olan şahıs ta, müvekkili gibi gaib
olabilir. Tutulup getirilmesi zorlaşabilir. Eğer nakdi ve de şahsi kefalet yok
ise, hak alınıncaya kadar adam hapsedilir. Eğer haklar ce- zalann tatbiki ve
kısas gibi bedenî ise, kefalet burada kâfi değildir. Ve acele etmek de burada olmaz. O vakit
kendisinden hak istenenin hapsedilmesi, (durdurulması) lâzımdır. Bunun için de
İslâmda hapishaneler meşru kılınmıştır. Ebu Davud, Tirmizî ve diğer
muhaddisler Behz bin Hâkim tarikiyle Resûlüllah'tan rivayet ediyorlar: «Bir
itham meselesinde bir kişiyi hapsetti.»
[169]
Ebu Davud, Âmr bin
Şerid tarikiyle Resûlüllah'tan rivayet ediyor: «Zengin bir insanın hak
vermemezliği ve hakkı geciktirmesi onun ırzını (şeref ve gururunu) n
kırılmasını ve cezalandırılmasını helâl kılıyor.»
İbni Mübarek «ırzını
(şerefini) n kırılmasını helâl kılıyor demek, onunla galiz konuşulur ve o
cezalandırılır ve hapsedilir demektir» dedi.
El Hitabı; hapis iki
kısımdır:
a) Ceza
hapsi var.
b) Hakkın
belirtilmesi hapsi vardır. Ceza hapsi, ancak bir vacib, veya bir farz meselesinde
olur. İthamda ise, haps ile meselenin vuzuha kavuşturulması, perde arkasında ne
vardır o bilinsin diye yapılır. Rivayet ediliyor ki; Resulü Ekrem bir itham
meselesinde bir kişiyi bir saat hapsettikten sonra bırakmıştır.
Ma'mer, Eyyub'ten, o
da İbni Sirin'den rivayet etti: Kadı Şureyh, bir kişinin aleyhine bir hak ile
hükmettiği zaman o hak yerine gelinceye dek o kişinin mescidde hapsedilmesini
emrediyordu. Hak sahibine hakkını verince bırakılırdı. Aksi takdirde hapse
gönderilirdi.
[170]
(106)
«Namazdan sonra...» Bu cümledeki namazdan maksad, ikindi namazıdır. Alimlerin
çoğu böyle demiştir. Çünkü diğer din sahibleri de ikindi vaktini ta'zim
ediyorlar. O, vakitte yalan söylemekten, yalandan yeminler etmekten
sakınıyorlardır.
Hasanı Basri, «Bu
namazdan maksad, öğle namazıdır» dedi. Bazı âlimler «Herhangi bir namazdır»
dediler. Bazıları bu vasiyete şahit olan iki kişi kâfir olduklarına göre
onların namazından sonra yani onların kendi dinlerine göre, ibadetlerinden
sonra demektir, diyor. Bunu, Süddi'den rivayet ettiler.
Bazı âlimler; namazdan
sonranın şart koşulmasının nedeni, vakti tazim etmek, onunla şahitleri
korkutmaktır» diyor. Çünkü melekler o vakitta nazil olurlar. Sıhhatli bir
hadîste varid olmuştur ki, «yalan yerde ikindi namazından sonra yemin eden bir
kimse, Allah kendisinden buğz ettiği halde Allah'ın huzuruna vanr.»
[171]
Bu âyeti celîle,
yeminlerde «Tağliz» (şiddetleştirmek), meselesini getiriyor. Tağliz dört şeyle
olur:
1) Zamanla
olur.
2) Mekânla
olur. Meselâ camide Minberin yanında.
İmam Azam ile
arkadaşları bunun hilafını ileri sürüyorlar. Onlara göre, hiç kimseye
Resûlüllah'ın Minberi yanında yemin verdirmek vacib değildir. Rukn ile Makam
[172]
arasında yemin verdirmek vacib değildir. Kendisi için yemin verilen nesnenin
azlığı ve çokluğu meseleyi değiştirmez. Buharî de, bu görüşe, katılmıştır.
Zira Sahihinde «Muddeaaleyhinin üzerinde yemin nerede vacib olursa, orada ona
yemin teklif edilir, oradan başka yere götürülmez» diye bir başlık açmıştır.
Malik ve Şafiî:
«Kasamet yeminlerinde Mekke'nin etrafında oturanlar Mekke'ye getirilir, Rükn
ile Makam arasında onlara yemin verdirilir. Medine'nin etrafında oturanlar da
Medine'ye getirtilir, Min-ber'in
[173] yanında
onlara yemin verdirilin) demişlerdir.
3) Yeminin,
üçüncü tağliz şekli, hal iledir. Mutarrif ve İbni-Mâci-şûn ve Şafiîlerden
bazılan: «Kişi ayakta ve yüzü Kıbleye dönük olarak yemin edecektir. Çünkü bu,
kişiyi yalan söylemekten daha men edici
bir durumdur)} dediler.
İbni Kinane «Oturarak
yemin eder» demiş.
İbnul-Arabi, «Benim
kanaatime göre, onun üzerinde hakim tarafından nasıl hükmedilirse, o şekilde
yemin verdirilir. Eğer hakim ayağa kalk derse kalkar. Otur, yemin et derse
oturur, yemin eder. Çünkü bu hususta ne bir eser ne de herhangi bir delil sabit
olmamıştır» diyor.
Ancak deriz ki, bazı
âlimler Alkame bin Vail'in babasından rivayet ettiği hadiste ayakta yemin
etmeyi istihraç etmişlerdir. Zira o hadiste «yemin etmek için gitti» tabiri
vardır. Bundan ayakta oluşu mânâsı anlaşılıp istinbat edilmiştir. Allah daha
iyisini bilir. Müslim bu hadisi rivayet etmiştir.
4) Yemin
tağlizinin dördüncüsü lafızla tağliz edilecektir. Bazılan sadece Allah
kelimesiyle yemin verdirilecektir. Zira âyet: «onların iM-si Allah'la yemin
edeceklerdir» diyor. Ve başka bir âyette «Evet, Rafo-bime yemin ederim» (Yunus:
53) denilmekte olduğu gibi şu âyette de «Allah'a yemin ederim, muhakkak sizin
putlarınızı kıracağım» (El-En-biya: 57) denilmektedir. Resulü Ekrem de, «Kim
ki, yemin ederse, ya Allah ile yemin etsin veya sussun.» buyurmaktadır.
îmam Malik:
«Kendisinden başka mabud olmayan Allah'a yemin ederim, bu davacının benim
katımda bir hakkı yoktur ve benim üzerimde iddia ettiği batıldır diye yemin
edecektin) diyor. İmam Malik'in delili, Ebu Davud'un İbni Abbas tarikiyle
rivayet ettiği hadistir: «Re-sûlüllah'ın yemin etmesini isteyen bir kişiye,
Cenab-ı Peygamber, «Kendisinden başka mabud bulunmayan Allah'a yemin ederim,
onun benim katımda birşeyl yoktur» diye yemin etti...
Kûfeliler, «Sadece
Allah lafzıyle yemin edecektir. Eğer kadı onu itham ederse, o zaman yeminini
tağliz ederek ona şöyle yemin verdirecektir: Kendisinden başka mabud olmayan,
gaib ve hazırın alimi bulunan, Rahman ve Rahim olan, açıklıkta ve gizlilikte
olanı bilen, hain gözleri ve göğüslerde gizlenen şeyleri keşfeden Allah'a yemin
ederim, diye yemin verdirecektir» dediler.
tmara Şafiî'nin
arkadaşları, «Tağliz, mushaf ile yemin verdirmek yani mushaf getirilir, eli
mushaf a bastırılır şeklinde de olur» dediler.
İbnul-Arabi,
«Şafiî'lerin bu iddiası, bidattir. Sahabelerden hiç kimse bunu zikretmemiştir.»
Ancak İmam Şafiî, San'a kadısı tbni Ma-zin'in Mushaf ile yemin verdiğini ve
arkadaşlarına da böyle yemin verdirmeyi emrettiğini ve bunu îbni Abbas'tan
rivayet ettiğini, delil olarak ileri sürüyordu. Fakat bu, sıhhatli değildir.[174]
«El-Muhazzeb»te «Eğer
mushaf veya içinde Kur'an yazılı bir şeyle yemin ederse, îmam Şafiî,
Mutarnf'ten hikâye ediyor ki' İbni Zübeyr mushaf üzerinde yemin verdiriyordu ve
ilâve ediyordu: Ben de San'a'-da Mutarrefi gördüm. Mushaf üzerine yemin
verdiriyordu. İmam Şafiî; bu güzel bir şeydir dedi.
îbni Munzir; âlimler
ittifak etmişlerdir ki; hâkim için talak üe kölelerini azad etmekle ve mushafa
el bastırmakla yemin verdirmek uygun değildir.
[175]
(106) «iki
şahit, Allah ile yemin edeceklerdir...» Bu âyetin tefsiri: Şahidler — yemin
etmek için — hapsediliyorlar. Yemin ettikten sonra serbest bırakılıyorlar.
Bazıları; yemin edecek
bu iki kişi, ölenin vasileridir. Onlar şahitlerin vasiyet hususundaki sözlerinde
şüpheye düşerlerse, «Bunlar yanlış söylüyorlar veya yanlış şahitlik
yapıyorlar» diye yemin edeceklerdir. Ve şahitlerin şehadeti böylece ortadan
kalkacaktır.
Bazı tefsir âlimleri
de, bu yemin edenler, iki şahittir. Adil olmadıkları zaman veya hakim sözlerinde
şüpheye düştüğü zaman onlara yemin verdirir.
Hulasa: Eğer vârisler,
şahitlerde şüphe ederlerse, şahitlere yemin verdirilir. Şüphe etmedikleri
takdirde yemin yoktur.
îbni Atiyye, «Ebu
Musa'nın daha önce naklettiğimiz icraatına gelince; o, yeminle şahitlik yapan
iki zimminin şehadeti kemale eriyor. Vasiyet onunla infaz ediliyor kanaatında
olduğu için yemin verdirirdi» dedi
«Şayet kuşkulanacak
olursanız namazdan sonra alıkoy arsınız...»
Bu âyet, şunu ifade
eder: Ey vârisler! İki şahidin sözünde şüpheye düşerseniz, onlara yemin
verdiriniz. Tabii bu da, şahitler kâfir ise böyledir. Müslüman şahidlere ise,
onlara yemin yoktur. Çünkü müslüman şahide yemin verdirmek, meşru değildir.
(106) «Onlar
da, size, akraba dahi olsa yeminimizi hiçbir değere değiştirmeyeceğiz. Allah'ın
şahitliğini gizleyemeyeceğiz. Aksi takdirde biz elbette günahkârlardan oluruz
diye Allah adına yemin etsinler...»
Bu âyetin tefsiri:
Yani biz Allah'ın
adını dünya malından hiçbir şeye satmayacağız. Yalan yere Allah ile yemin
etmeyeceğiz. Bunun karşılığında birşey almak veya birşey inkâr etmek gibi bir
duruma girmeyeceğiz. Bu lehinde şahitlik ettiğimiz kişi, bize en yaktn kişi
ise dahi, böyle bir şeye sapmayacağız. Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz ve
ketmetmeyeceğiz. Bizler şahitliği gizlediğimiz veya şahitlikte hainlik
yaptığımız takdirde şahitlik ettiğimiz kişi, bize en yakın kişi ise dahi,
böyle bir şeye ti celîle, nazil olduğu zaman, Resûlü-Ekrem ikindi namazını
kıldı. Te-mim ile Adiy'i huzuruna çağırdı. Minberin yanında onlara hainlik
yapmayacaklarına kendisinden başka mabud olmayan Allah ile yemin ettirdi.
Kendilerine verilen herşeyi olduğu gibi, vârislere vereceklerdir. Onlar da,
bunun üzerine yemin ettiler. Ve Resûlüllah onları serbest bıraktı. Sonra TAS
meselesi Mekke'de başgösterdl.
Bazıları da; aradan
zaman geçtikten sonra kendileri böyle birşey yaptıklarını söylediler.
«Beni-Sahm» bu hadiseyi duyduktan sonra, onlara geldiler. Onlar «Biz bu tası
ölenden satın aldık» dediler. Beni Salimliler, «Siz, daha önce demediniz ki ölen,
eşyasından hiçbir şeyi satmadı?»
Onlar: «Bizim
katımızda bir delil yoktu. Onun için size, bu tası satın aldığımızı demekten
çekindik.» dediler. Böylece onları Resûlül-lah'a getirdiler.
(107) «Eğer
o ikisinin aleyhinde kesin olarak günahı hakkettiklerine ilişkin bilgi sahibi
olunursa, bu durumda haksızlığa uğrayanlardan iki kişi...»
Bu âyetin mânâsı; eğer
iki vasi'nin günahı gerektirecek bir hareketleri ortaya çıkarsa, hainlik
yaptıklarından, yalan yeminler ettiklerinden dolayı böyle bir hareketde bulundukları
belirirse, ölünün vârislerinden veya akrabalarından iki kişi, yemininde o iki
vasi'nin yerine geçerler. Yani şahitlerin şahitliğiyle mağdur olmuş
mirasçılardan iki kişi çıkıp Allah ile yemin edecekler ki; bizim şahitliğimiz
daha önceki şahitlerin şahitliğinden daha doğrudur. Yeminlerimiz onların yeminlerinden
daha dürüsttür. Biz yeminlerimizde hududu aşmadık. Bizim şahitliğimiz daha
doğrudur demekte de, aşırı gitmedik. Eğer gitmiş isek, o zaman zalimlerden
oluruz derler.»
Bu âyeti celîle, nazil
olduğu zaman Beni-Sehim kabilesinden bulunan Âmr ibni Âs ve El Muttalib bin
Ebi Vedaa ortaya çıkıp ikindi namazından sonra yemin ettiler. Böylece tas
kendilerine teslim edildi.
Yeminin, burada ölünün
mirasçı ve yakınlarına dönüşmesinin nedeni şu idi: İki vâsî, «ölü bize o tası
sattı» diye iddia ettiler. Mirasçılar da ((Böyle bir satış yoktur» diyerek
inkâr ettiler. Bunun için yemin onlara dönüştü. Eğer vâsî, ölünün malından
birşey alır «Bunu bana vasiyet etti» dese vârisler de, bunu inkâr ederlerse, yine
yemin vârislere dönüşür ve o mal vârislere geçer.
Temimi Darî, müslüman
olduktan sonra şu âyeti okuduğu zaman «Allah ve onun Resulü doğru söyledi. Ben
tası almıştım. (Şimdi) Allah'a (Fazl-u Kerimine) dönüş yapıyor ve af taleb
ediyorum» diyordu..
(108) «Bu, gerektiği gibi şahitliği yapmalarına veya yeminlerin-den
sonra yeminlerin reddedilmesinden korkmalarına daha yalandır...»
Bu âyetin tefsiri:
Yani bahsi geçen hüküm (veya şahitlere yemin verdirmek) şahitliği olduğu gibi
yerine getirmeye daha uygun ve daha yakışırdır. Gerek vâsi'lerin, gerek diğer
insanların şahitlikte hainlik yapmamalarına daha münasiptir. Yeminlerinden
sonra, ölünün yakınlarına yemin dönüştürülecek, vârisler, vasilerin hainlik
yaptıklarına (veya yalan söylediklerine) dair yemin edecekler. Böylece vâsilerin,
rezil olup cezaya çarptırılacağız, diye korkmalarına daha yakın ve uygundur.
Bu münasebetle vâsiler, yanlış yere yemin de etmez olurlar.
«Allah'tan sakınınız»,
yani yalan yere yemin etmek, emanete hainlik yapmak suretiyle Cenab-ı Hakkın
azabından sakınınız.
«Dinleyiniz». Yani
Allah'ın vaz-u-nasihatlannı dinleyiniz. Veya EVET diyecek bir kimsenin
dinleyişi gibi dinleyiniz.
«Allah fâsıklann
kavmini hidayet etmez.» Yani masiyet üzerinde bulunan bir kimseyi Allah irşad
etmez.
Bu âyeti celîlede,
Allah'ın hükmüne muhalefet veya emanetine ihanet veya yalan yerde yeminler eden
kimseler için tehdit ve korkutma vardır.
[176]
Kur'an-ı Kerimin nazm,
i'rab ve hüküm bakımından en zor âyeti, bu âyeti celîledir. Allah'ın
kitabındaki sırları Allah herkesten daha iyi bilir.
[177]
(109)
(Hatırla) o günü ki, Allah Peygamberleri toplar, «size nasıl icabet edildi»
diye sorar. Peygamberler bu hususta bilgimiz yoktur. Kuşkusuz sen gayiblerin
çok bilenisin» derler.
(110) (Hatırla)
o zamanı ki, Allah: Ey Meryemin oğlu İsa! Senin ve validenin üzerinde bulunan
nimetimi hatırla. Ve (hatırla) o zamanı ki, beşikte iken ve kemal yaşına
geldiğinde halkla konuşman için seni «Ruhul Kudüs» ile teyid ettim. (Hatırla
ki) sana kitabı, (yazıyı), hikmeti (doğru anlayışı) Tevrat'ı ve İncil'i
öğrettim. (Hatırla) ki, iznimle çamurdan kuş biçimi yapıyordun. Onun içine
üflüyordun. İznimle bir kuş oluyordu. Doğuştan kör ve alacayı iznimle
iyileştiri-yordun. (Hatırla) ki iznimle ölüleri çıkarıyor (diriltiyor) dun.
(Hatırla) ki, İsrail oğullarına açıklayıcılarla, (mucizelerle) geldiğinde onları
(serlerini) senden geri püskürttüm. Onlardan küfre varanlar «Bu apaçık bir
sihirden başka birşey değildir» dediler.»
(111)
(Hatırla) o zamanı ki, Havarilere «Bana ve Resulüme iman ediniz» diye
vahyettim. Havariler: Biz iman ettik. Bizim müslü-man olduğumuza sen de şahit
ol dediler.»
(112)
(Hatırla) o zamanı ki, Havariler: Ey Meryemin oğlu İsa! Rabbin bize gökten bîr
sofra indirebilir mî?» demişlerdi. İsa: «Eğer mümin iseniz Allah'tan sakınınız»
dedi.»
(113) Havariler
«Ondan yemek istiyoruz.
Kalblerimiz tatmin
olsun istiyoruz. Bize
gerçekten doğru söylediğini bilelim Ve bunun üzerine şahitlik edenlerden olalım
diye istiyoruz» dediler.[178]
Cenaö-ı Hakkın
Peygamberlerini toplayacağı günden maksad, kıyamet günüdür. Allah, Resulüne:
«O günü hatırla!» demek suretiyle bütün insanlık âlemine «O günü hatırlayınız»
diyor. Yani o günün dehşetinden korkunuz. Ona göre hesaplar yapınız, ona göre
davranınız.
Bazı tefsirciler «Yevme»
Kelimesi daha önce geçen «İttekû» kelimesinin (Fiilinin) veya (İSMAÜ) Kelimesi (fiili)
nin mef'ulüdür diyor. Eğer «ismeû»'nun mef'ulu (nesnesi) ise, «O günün haberini
dinleyiniz» demek oluyor.
Bazı müfessirler de «Bu âyet, daha önceki âyetlerden kesiktir.»
Yani başlı başına bir
cümledir. Yevme kelimesi mukadder bir fiilin mef'ulü olur. «Hatırla» mânasına
gelen «Üzkür» fiilinin mef'ulüdür demişlerdir. O gün Cenab-ı Hak
Peygamberlerinden soruyor:
(109)
«Ümmetleriniz, sizin davetlerinize nasıl icabet ettiler? Dünyada on lan, benim
birlememe ve taatıma davet ederken, onlar şekilde reddettiler, ne şekilde karşı
çıktılar?» Bu sualin faidesi Peygamberlere karşı çıkan ümmetlerin tevbihi
(kınaması) dır. Peygamberler, Cenab-ı Hakka «Bizim bilgimiz yoktur, sen
gaiblerin çokça bilenisin» dediler. Senin onlar hakkındaki bilgin gibi bizim
bilgimiz yoktur, demektir. Çünkü sen onların iç âlemlerindekini de, açığa
vurmadıklarını da biliyorsun. Biz ise, ancak açığa vurduklarını biliyoruz.
Senin onlar hakkındaki ilmin, bizim ilmimizden daha nafizdir, daha belirlidir.
Bu tefsire binaen Peygamberlerin hernekadar bilgileri varsa da ilmi nefislerinden
uzaklaştırmalarının nedeni, bilgileri Allah'ın bilgisine nis-bet edilirse,
bilgilerinin yokmuş gibi olmasıdır. Başka bir rivayette: «Bizim senin bizden
onları daha iyi bildiğinden başka bir bilgimiz yoktur» demektir denildi.
Bazı müfessirler de
âyetin mânâsı şudur: «Senin bu sualinin hikmeti hakkında, bizim herhangi bir
bilgimiz yoktur. Bizden, daha iyi bildiğin bir şeyi bizden soruyorsun.
Bunun nedenini biz bilmiyoruz»
dediler.
Bazı tefsirciler de,
âyetin mânâsı; «Ümmetlerin neticesi hakkında bizim bilgimiz yoktur. Çünkü biz
hayatta iken onların sözlerini ve yaptıklarını biliyorduk. Vefatımızdan sonra
onlann ne yaptıklarını ve bizden sonra ne icad ettiklerini bilmiyoruz.»
[179]
Cenab-ı Hakkın Hz.
İsa'dan haber verdiği şu âyet te bu kabildendir: «Ben, onlann içinde
bulunduğum müddetçe onların aleyhinde şahittim. Beni öldürdüğün zaman onların
üzerinde murakıp ancak sensin.»
Enes'ten rivayet
edilen hadis de bu kabildendir: Allah'ın Resulü:
«Allah'a yemin ederim,
Havzın üzerinde bana arkadaşlık yapanlardan bazı kişiler gelecektir. Bana
yaklaştıkları bir sırada geri çekilip benden kopartacaklardır. Ben, ümmetimdir
diye sesleneceğim ve bar na denilecektir ki, sen bilmezsin ki, senden sonra
onlar ne icad ettiler?»
Hadisin bir
rivayetinde «Benden sonra tebdil edene cehennem olsun diyeceğim» cümlesi
vardır. Hadis, Müslim ve Buhari'de tahriç edilmiştir.
Bazı tefsirciler;
kıyametin bir takım korkunç hadisleri ve sarsıntıları vardır. Kalpler
yerlerinden hopluyor ve onun dehşetinden korkuyorlar. Peygamberler onun
dehşetinden cevab vermekten mebhut (aciz) kalırlar. Akılları kendilerine geri
geldiğinde ümmetleri hakkında onlara ilâhi emirleri tebliğ ettiklerine dair
şahitlik ederler.
Fakat bu tefsirde
zafiyet vardır. Burada biraz düşünmek gerekir. Çünkü Cenab-ı Hak başka bir
âyette Peygamberler hakkında, «En büyük dehşet dahi onları üzmez» (El-Enbiya:
103) buyuruyor.
İmanı Fahreddin-i
Razi; âyetin mânâsında başka bir vecih getirmiştir. O da şudur: Peygamberler
Allah'ın âlim olduğunu, hiçbir şeyin ona gizli kalmadığını, Halim olduğunu,
mânâsız hiçbir şey yapmadığını, Adil olduğunu, hiçbir zulüm yapmadığını
bildiklerinden ötürü anladılar ki, sözleri ne bir hayri celp ve ne de bir şerri
defeder, bu takdirde sükûtun edebten olduğunu ve emri Allah'a (onun adaletine)
havale etmenin edebten olduğunu gördüler ve «Bizim ilmimiz yok. Şüphesiz sen
gaibleri çokça bilen allamesin» dediler. Yani bize karanlık olan emirlerin iç
kasımlannı sen biliyorsun. Ancak biz görünür kısımları biliyoruz. İç âlemdeki
kısımları bilmiyoruz.[180]
Fakat bazı tefsir
âlimleri «Peygamberlerin en büyük dehşetten dahi üzülmemden» (El-Enbiya: 103),
mutlak değil, kıyametin birçok yerlerindeki durumlarıdır. Çünkü bazı yerlerde
haber şöyle varid olmuştur: «Cehennem getirildiği zaman öyle bir kişniyor ki,
hiçbir Peygamber ve hiçbir sıddik kalmaz ki, diz üstü yere yığılmasın.»
Yine Resulü Ekrem
buyuruyor: «Cebrail beni Kıyamet Gününden o kadar korkuttu ki, beni ağlattı.
Ben Cebrail'e Cenab-ı Hak benim geçmiş ve gelecek günahlarımı (zellelerimi)
affetmemiş midir? diye sordum. Cebrail bana: Ey Muhammedi Yemin ederim ki sen
kıyametin dehşetinden öyle birşey göreceksin ki affetmeyi sana unutturacaktır.»
[181]
Bu âyetin mânâsında en
doğru görüş şudur: «Gizlide ve açıkta size nasıl icabet edildi?» sorulduğunda
kâfirlere bir kınanma ve töhmet olsun diye Peygamberler: «Bizim bilgimiz
yoktur» cevabını verdiler. Bu cümlede, Hz. İsa'yı ilâh edinenleri tekzib etmek
(yalanlamak) key-. fiyeti vardır. Çünkü Hz. İsa Peygamberdir. Onun da, Allah
bildirmedikten sonra gizlileri bilmesi bahis konusu olamaz.
(110)
«Hatırla o zamanı ki, Allah: Ey Meryem'in oğlu İsa! Senin ve annen (Meryem'in)
üzerinde bulunan nimetimi hatırla... dedi.» Bu
âyetin izanı:
Yani ey müminler!
Cenab-ı Hakkın, İsa'ya böyle dediği günü hatırlayınız. O gün kıyamet günüdür.
Cenab-ı Hak, Hz. İsa'ya, «Sana ve annene vermiş olduğum nimetimi hatırla»
demekle, onu, nimetin şükrünü ifa etmekle mükellef kılıyor değildir. Zira
teklif vakti dünyadır. Bunu, Hz. İsa çok mucizeleri izhar ettiği zaman da,
küfre girenlerin aleyhinde delil olsun diye söylüyor. Evet, o zaman bir gurub
Hz. İsa'yı tekzib ettiler. Onun mucizelerine, sihir dediler. Bazıları da,
ifrata kaçıp «Isa ilâhtır!» dediler. Bu söz onlar için pişmanlık ve hasret olur.İsa'nın annesinin
zikredümesindeki maksad. halk, Hz. Meryem (A.S.) hakkında çok dedikodu
yaptılar. Cenab-ı Hak onu da nimete mazhar olan bir insan olarak belirtmek
suretiyle onu o ithamlardan tebrie etti.
«Rûhulkudus»tan
maksad, Cenab-ı Hak tarafından İsa'ya verilen ve birtakım özellikle bezenen o
tertemiz ruhtur. Veya Cebrail (Aleyhisse-lâm) dır.
Cenab-ı Hak, «Seni
Peygamber yaptım. Küçüklüğünde ve büyüklüğünde insanları Allah'a davet etmeni
sağladım. Sen küçük iken beşikte annenin zâni olmadığım, ve tertemiz olduğunu
halka haykırdm. Benim kulum ve Peygamberim olduğunu itiraf ettin. Ve halkı
benim ibadetime davet ettin. Sana yazı yazmayı, hikmeti (kelâmımı en mükemmel
bir şekilde anlamayı), Tevrat ve İncil'i öğrettim. Çamurdan kuşun biçimi gibi
bir şekil yapıyor, ona üflüyordun ve o benim iznimle kuş olup uçuyordu. (Yani
bu mucizeyi de sana verdim) Anadan doğma körlere el sürdüğün zaman, bedeni
alaca hastalığına tutulanlara el vurduğun zaman benim iznimle hemen
iyileşiyordu. Mezarlıklara gidip ölüleri çağırıyordun, kabirlerden benim
iznimle kalkıp sana icabet ediyorlardı.
îbni Ebi-Hâtim, Ebul
Hüzeyl tarikiyle rivayet ediyor: İsa (A.S.), ölüleri diriltmek istediği zaman,
iki rekât namaz kılıyor, birinci rekâtta, «Elinde mülk olan Allah ortaktan
münezzehtir» (el-Mülk: 1) âyetini okuyor, ikincide, secde sûresini okuyordu.
Namazı bitirdikten sonra Allah'ı över, sena eder, sonra yedi ismiyle Allah'ı
çağırıyordu: Ey kadim, Ey hafi, Ey daim, Ey ferd, Ey vutur, Ey ehad, Ey
samed...»
Ona bir şiddet isabet
ettiği zaman, başka yedi isimle Allah'ı çağırıyordu: «Ey hayy, Ey kayyum, Ey
Allah, Ey Rahman, Ey celâl ve ikram sahibi, Ey göklerin ve yerin ve
aralarmdakinin nuru, Ey büyük arşın sahibi, Ey Rabb..»
îbni Ebi Hâtim'in bu
eseri cidden büyük ve cidden acaib bir eserdir.
Hz. isa'nın etbaı olan
Havarilere yapılan vahy, baza tefsircilere göre ilham manasınadır. «Havarilere
vahyettün» yani ilham ettim demektir. Onların kalbine «Bana ve benim
peygamberime iman ediniz»
diye ilham ettim.
Nitekim vahy, birçok âyette ilham mânâsında kullanılmıştır. Meselâ: «Musa'nın
annesine vahyettik» (El-Kasas: 7) âyetinde ve «Babbın bal ansına vahyctti» (En
Nahl: 68) âyetinde Vahyi, ilham mânâsına gelmiştir.
Hasan Basri: «Allah
bunu onlara ilham etti» demektir, diyor. Süddi, «Allah onların kalbine bunu i
İka etti demektir» dedi.
Muhtemel ki, âyetin
mânâsı: «Ey İsa! Senin vasıtanla, Havarilere vahyettik. Sen onları Allah'a ve
Resulüne iman etmeye davet ettin. Onlar da sana icabet ettiler ve sana tabi
olarak «Allah'a iman ettik. Bizim müslüman olduğumuza dair şahitlik et»
dediler)
[182]
(114) Meryem
oğlu tsâ «Ey Allahimiz, Rabbimiz, üzerimize gökten bir sofra indir ki, bizim
için geçmiş ve geleceklerimiz için bayram olsun. Senden bir mu'cize olsun. Bizi
ranttandır. Sen rızık verenlerin en hayırlı sı sın» dedi.
(115) Allah
«kuşkusuz onu sizin üzerinize indireceğim. Fakat bundan sonra sizden kim küfre
giderse, âlemlerden hiçbir kimseye etmediğim azabı ona (tatbik) edeceğim.»
(116) (Hatırla)
o zamanı ki, Allah «Ey Meryem oğlu İsa, halka «Beni ve annemi Allah'tan başka
iki ilâh edininiz diye sen mi dedin » dedi. tsâ «Seni tenzih ederim. Hakkım
olmayan bir şeyi söylemek bana yakışmaz. Eğer ben sÖyleseydim, kesinlikle sen
onu bilirdin. Sen benim nefsimdekini
biliyorsun. Oysa ben senin nefsinde olanı bilmem. Kuşkusuz gayiblerin çokça
bileni yalnız sensin.»
(117) Ben
onlara, benim ve sizin Rabbinlz olan
Allah'a kulluk ediniz diye senin bana emrettiğinden başkasını
söylemedim. Ben onların içinde olduğum müddetçe onları kolladım. (Kontrol ettim). Beni vefat ettirince,
onların üzerinde gözetleyici sadece sen oldun.
Sen her şeyin üzerinde gözetleyîcism.
(118) Eğer
onlara azab edersen, şüphesiz ki, onlar senin kullarındır. Eğer onları
bağışlarsan, kuşkusuz sen (hakiki) galip ve hakimsin.
(119) Allah
«Bu doğrulara doğrulukları yarar sağladığı bir gündür. Onlar için altlarında
nehirler akan, içinde ebedi kalacakları Cennetler vardır.» dedi. Allah,
onlardan, onlar da Ondan razı olmuştur. İşte, büyük kurtuluş budur.
(120) Göklerin,
yerin ve onlarda bulunanların
mülkiyetleri Allah'ındır. O her şeyin üzerinde kadirdir.
[183]
(114) Meryem'in
oğlu tsâ: «AHahımî Rabbimizî Bize gökten bir sofra indir. Bizim için, geçmiş ve
geleceklerimiz için bir bayram ve senden de bir mucize olsun. Bizi
nzıklandır. Sen nzık vericilerin en
ha-yırhsısm (diye dua etti).
(115) Cenab-ı Hak: «Şüphesiz ben bunu size
indireceğim. Artık sonra sizden kim
küfre saparsa, ben, gerçekten âlemlerden hiç kimseyi azablandırmayacağım bir
azabla onu, azablandiracağım.» dedi.
Bu âyetlerin izahı:
[184]
Havariler üzerine
göklerden inen sofra hakkında seleflerden rivayet edilen haberler:
Ebu Cafer bin Cerir et
Taberi, İbni Abbas tarikiyle rivayet ediyor. Hz. îsa, îsrailoğullanna «Siz otuz
gün oruç tutup sonra Allah'tan istediklerinizi isteyip size verilmesini ister
misiniz? Şüphesiz ki çalışan ücretini mal sahibinden alır.»
Israloğullan da otuz
gün oruç tuttuktan sonra: Ey Hayrın Muallimi! Sen, kime çalışılırsa, çalışanın
ücretini o verir dedin. Otuz gün oruç tutmamızı emrettin. Onu yaptık. Herhangi
bir kimseye otuz gün çalışsaydık mutlaka bize çalıştıktan sonra bir yemek
yedirirdi.
«Senin Rabbin bize
gökten bir sofra indirebilir mi?» İsa: Allah'tan korkunuz! Eğer mümin iseniz
dedi.
Onlar: Biz o sofradan
yemek istiyoruz. Kalbimizin mutmain olmasını istiyoruz. Bilmek istiyoruz İd
sen bize doğru söylemişsin. Biz bunun üzerine şahidlerden olacağız.» dediler,
Bunun üzerine
melekler, göklerden sofrayı alıp uçup gelmekte idiler. Sofranın üzerinde yedi
balık vardı. Yedi tane de kete. Sofra onların önüne konuldu. Halktan ilk
sofraya gelen ondan yediği gibi, son gelen de yedi. İbni Cerir, böyle rivayet
etti. îfcni Ebi-Hâtim de, Yunus bin Abdül-A'la, İbni Hibban, Leys, Akil ve İbni
Şihab'tan benzerini rivayet ettiler.
îbni Ebi-Hatım; Ammar
bin Yasir tarikiyla rivayet ediyor ki: «Maide (sofra) gökten indi. Üzerinde
ekmek ile et vardı. İsrailoğullarına hainlik yapmamaları, yemekten bir şeyi
ertesi güne bırakmamaları ve saklamamaları emredildi. Buna rağmen, onlar
hainlik yaptılar. Sofradan yemekleri alıp ertesi güne sakladılar. Sofra böylece
tekraren göklere yücelip gitti. Onlar da, domuz ve maymunlara dönüşüp
mes-hedildiler.n
îbni Cerir, yine Said,
Katade, Cellas ve Ammar'dan rivayet ediyor: Sofra indi, üzerinde cennet
meyvelerinden vardı. İsrailoğullarına hainlik yapmamaları, sofradan bir şeyi
gizleyip ertesi güne saklamamaları emrolundu. Buna rağmen hainlik yaptılar,
gizlediler, ertesi güne sakladılar. Allah da onları maymun ve domuzlara
mesnetti»
îbni Cerir, Ammar bin
Yasir'in tarikiyle rivayet ediyor:
«Beni-Aclan»
kabilesinden bir kişi rivayet etti: Ammar bin Yasir'in yanında namaz kıldım.
Selâm verdikten sonra buyurdu: «tsrail-oğullanmn sofrasının durumunun ne
olduğunu bilir misin?» Hayır, dedim. Buyurdu: «Onlar Meryem'in oğlu İsa'dan bir
sofra istediler. Onun üzerine yemek olacak, ondan yiyecekler ve bitmeyecekti.
Bunun üzerine onlara denildi ki; «o sofra sizin için daimi olacaktır. Yeter
ki siz ondan gizlemeyiniz, hainlik yapmayınız. Aksi takdirde sofra tekraren
göklere kaldırılacaktır. Üstelik bunu yaparsanız âlemlerden hiç kimseye tatbik
etmediğim bir azab ile sizi azaba duçar ederim.» denildi. Bir gün dahi tamamen
geçmeden, onlar, sofradan abp gizlediler. Sofra da, kalktı. Böylece onlar
hainlik yaptılar. Alemlerden hiç kimseye verilmeyen azab da onlara tatbik
edildi. Ey Araplar cemaatı! Şüphesiz İd, siz de develerin ve koyunların peşine
takılıp çöl çöl geziyordunuz. Göçebe halinde ve fakirdiniz. Cenab-ı Hak sizin
içinizden haseb ve nesebi (söy-sopu) sizce bilinen bir Peygamber gönderdi. O,
size, Acemlere galib geleceğinizi haber verdi. Altın ve gümüşü hazine
etmemenizi, gizlememenizi, toplamamanızı size emretti. Allah'a yemin ederim,
gece ve gündüz üzerinizden geçmeden siz, onları hazine ettiniz. Bunun için
Allah size elem verici bir azabı tatbik edecektir.»
Îbnu-Kasım, Hüseyin
tarikiyle îsak bin Abdullah'tan rivayet-etti: Sofra, Hz. İsa üzerine indiğinde
üzerinde yedi kete, yedi balık vardı. Onlar istedikleri kadar sofradan
yerlerdi. Onların bir kısmı belki yarın inmez diye sofradan çalıp birşeyler
sakladılar. Bundan ötürü sofra göklere kaldırıldı.
El-Ufi, İbni Abbas'tan
rivayet etti: «Meryem oğlu İsa'nın ve Havarilerin üzerine bir sofra indi.
Üzerinde ekmekle balık vardı. Nerde konaklanırlarsa, oraya sofra iner,
diledikleri zaman ondan yiyebilirlerdi.»
Hasif, îkrime ve
Maksim yolıyla îbni Abbas'tan rivayet etti: «Sofra, balık ve kete ile dolu
idi.»
Mücahid: «Sofra bir
yemekti. Onlar nerede konaklarsa, orada onların üzerine iniyordu» dedi.
Ebu Abdurrahman
Şulemi, «Sofra, ekmek ve balık (dolu) olarak indi» dedi.
Atiyye El-Ufi, «Sofra
(yemeği) balık idi. O balıkta her yiyeceğin tadı vardı» dedi.
Vehb bin Münebbih,
«Allah, sofrayı gökten İsrailoğullarınm üzerine indirdi. Her gün, o sofra
içinde cennet meyvelerinden (bir miktar) onların üzerine iniyordu. Onlar
çeşitli meyvelerden diledikleri şekilde yiyorlardı. O sofranın üzerinde
dörtbin kişi oturuyordu. Ondan yedikleri zaman, Cenab-ı Hak, onun benzerini
tekraren indiriyordu. Onlar Allah'ın dilediği zamana kadar böyle devam
ettiler.» dedi.
Yine Vehb bin Münebbih
dedi: «Bunların üzerine, arpadan olan ekmekle balıklar indi. Cenab-ı Hak,
onların içinde bereketi kılmıştı. Bir gurup yer, çıkar. Sonra ikinci gurup
gelir yer, çıkar. Hepsi yiyin-ceye kadar devam eder ve fazla da kalırdı.»
El A'meş, Müslim'den,
Said bin Cübeyr'den rivayet etti: «Et hariç, Cenab-ı Hak sofranın üzerinde her
şeyi bulunduruyordu.»
Süfyan-ı Sevri, Ata
bin Said yoluyla, Meysere'den rivayet ettiler: «Sofra, Israiloğıülan için
yayıldığında, et hariç, eller sofradan her yemeği alabilirdi.»
İkrime'den rivayet
edildi: «Sofranın ekmeği pirinçten idi»
tbni Ebi Hatim,
Selman-ı Hayr (yani Selmani Farisi) yoluyla şu hadisi rivayet ediyor:
«Havariler, Meryem'in oğlu İsa'dan sofrayı istedikleri zaman, Hz. İsa, cidden
bu istekten hoşlanmadı. «Cenabı Hakkın yeryüzünde size rizık olarak verdiğiyle
kanaat ediniz. Gökten bir sofra istemeyiniz. Çünkü o sofra sizin üzerinize
indiği takdirde, Rabbi-nizden sizin aleyhinize bir âyet (mucize) olur. Semud
kavmi peygamberlerinden bir âyet istediklerinde ve o âyet de onlara
verildiğinde, ona göre hareket etmediklerinden dolayı helak oldular. Yani o
âyet onların helak olmasına sebeb oldu» demesine rağmen Havariler ısrarla
sofrayı istediler. Bunun için Havariler: «Biz, ondan yemek İstiyoruz, ve
kalb-lerinüz onunla tatmin olsun istiyoruz» dediler.
Hz. ÎSa, onların
ısrarını görünce, kalktı ve sırtındaki yün elbiseyi attı. Siyah tüylerden
yapılmış bir elbise giydi. Yani kıldan yapılmış bir cübbe ve tüyden yapılmış
bir abaya büründü. Sonra abdest aldı ve yıkandı. Namazgahına girdi. Allah'ın
dilediği kadar ibadet etti. Namazını bitirdikten sonra ayağa kalkıp Kıbleye
yöneldi. Ayaklan eşit oluncaya kadar onlan düzeltti. Topuğunu topuğuna
bitiştirdi. Parmaklarını bir hizaya getirdi. Sağ elini sol elinin üzerine
göğsünün üstünde bir araya getirdi. Gözünü yumdu. Başını Allah'ın azametinden
korkarak eğdi. Sonra gözlerinden yaşlar akıtmaya başladı. Mübarek göz yaşlan
yanaklarının üzerinde durmadan akıyordu. Ve mübarek lihyesi (sakalı) nin
etrafından dökülüyordu. Öyle ki, yüzünün hizasına gelen yer ıslanmışdı. Bunları
görünce Cenab-ı Hakka şöyle dua etti:
«Allahımızî Rabbimiz!
Bizim üzerimize gökten bir sofra indir.» Bunun üzerine Cenab-ı Hak, iki bulut
arasından kızıl bir sofrayı indirdi. Onun üstünde de altmda da bir bulut
vardı. Havariler, sofra havadan gelirken bakıyorlardı. Göğün ortasından yere
doğru inişini müşahede ediyorlardı. Hz. îsa, Allah'ın bu sofrayı indirmek
hususunda ileri sürdüğü şartlardan ötürü korkarak ağlıyordu. Allah'ın bu
sofrayı inkâr edene, indikten sonra onu takdir etmeyip nankörlük yapana âlemlerden
hiç kimseye tatbik etmediği azabı tatbik edeceğinden korkarak ağlıyordu.
Durmadan Allah'a yalvararak dua ediyordu: «Ey Allah'ım! Onu, bizim üzerimize
rahmet kıl. Onu, bize azab kılma. Ey Mabudum! Nice acaib şeyi senden istedim,
bana verdin. Ey Mabudum! Bizi sana şükredenlerden eyle. Allah'ım! Sana bu
sofrayı gazab ve azab olarak İndirmiş olmandan, sana sığmıyorum. Ey Ma'budum,
onu selâmet ve afiyet kıl. Onu fitne ve ibret dersi kılma.»
îsa (A.S.), sofra
gelip huzurunda yere ininceye kadar duaya devam etti. Havariler ve arkadaşları
onun etrafındaydılar. Güzel koku hissediyorlardı. Daha önceki zamanlarda o
kokuya benzer bir koku hissetmemişlerdi, tsa (A.S.) ve Havarileri beraber
şükür secdesine kapandılar. Çünkü Cenab-ı Hak, onlann sanmadığı bir yerden
onlara nzık vermişti. Allah (C.C.), sofra hususunda acaib ve ibret dolu büyük
bir mucizeyi onlara göstermişti. Yahudiler de, gelip bu sofraya baktılar. Acaib
bir durum gördüler. Bu durum, onlan üzüntüye garketti. Sonra şiddetli bir öfke
ile aynldılar. İsâ ile Havariler ve arkadaşlan gelip sofranın etrafında
oturdular. Baktılar ki, sofrayı kapatan bir bez vardır sofra üzerinde. Hz.
îsa:
«Şu sofradan bu bezi
kaldırmaya hanginiz daha cesaretlidir? Hanginiz nefsine daha güvenir. Rabbinin
katında belâlandınlmak yönünden hanginiz daha güzeldir? O, bu âyeti, bu
mucizeyi açsın da görelim. Rabbimize hamdedelim. Onun ismini analım. Bize rmk
olarak verdiğinden yiyelim.» dedi.
Havariler:
«Ey Allah'ın ruhu ve
kelimesi! Sen bu hususta hepimizden yapmaya daha elverişlisin. Onu açmağa daha
müstahaksuı.» dediler.
Bunun üzerine Hz. îsa,
kalktı, abdestini yeniledi. Sonra musallasına (namazgahına) girdi. Birkaç
rekât namaz kıldıktan sonra uzun bir zaman ağladı. Cenab-ı Haktan sofrayı
açmasına izin vermesini istedi. O sofrada kendisine ve kavmine, bereket ve
nzık kılmasını istedi. Sonra gelip sofranın yanında oturdu ve:
«Bıak vericilerin
hayırlısı olan Allah'ın ismiyle» deyip bezi kaldı-np açtı. Sofranın üzerinde
pişirilmiş büyük bir balığın olduğunu gördü. Balığın üzerinde çapaklar ve
içinde de dikenleri yoktu. Ondan yağ akıyordur. Onun etrafında baklagillerden
her çeşit sebze ve yeşillikler vardı. 'Başının yamnda sirke, kuyruğunun yanında
tuz vardı. Baklagillerin etrafında beş tane kete vardı. Birinin üzerinde
zeytin vardı. Başkasının üzerinde hurmalar, diğerlerinin üzerinde beş nar
vardı. Havarilerin başkanı Şem'un, Hz. İsa'ya: «Ey Allah'ın Ruhu ve Kelimesi!
Bu, dünya yemeğinden inidir yoksa cennet yemeği midir?» diye sordu.
Hz. îsa:
«Size yaklaşmadı ki, gördüğünüz
âyetlerden ibret almış olasınız. Soruları deşmekten sakın asınız. Bu mucizenin
iniş sebebinden ötürü azaba duçar olmanız amma da beni korkutuyor.» diye cevab
verdi.
Hz. İsa'ya Şem'un:
«Hayır! tsrailin
mabuduna yemin ederim, ey doğru kadının oğlu! Bununla bir suali kastetmedim.»
diye cevab verdi.
Bunun üzerine Hz. îsa:
«Sizin gördüğünüzde ne
dünya yemeği ne de Cennet yemeği vardır. O birşeydir ki, Cenab-ı Hak galib ve
kahir kuvvetiyle onu havada icad etmiştir. Allah ona «OL» demiş, o da bir göz
açıp kapamadan daha süratli bir zamanda oluşmuştur. Öyleyse Allah'tan
dilediğinizi Allah'ın ismiyle yeyiniz. Rabbinize ondan Ötürü hamdediniz.
Rahbiniz ondan size verecektir. Daha fazlasını gönderecektir. Rabbiniz yoktan
var edicidir, Kudret sahibidir. Şükrediçidir.»
Onlar:
«Ey Allah'ın ruhu ve
kelimesi! Biz severiz ve isteriz ki, bu (sofra) âyetinin içinde Rabbimiz bize
bir mucize göstersin.»
Hz. İsa:
«Sübhanallah! (Yani
Allah ortaktan münezzehtir)
[185] Bu
âyeti gördünüz, bu size kâfi değil midir ki bunun içinde başka bir âyet istiyorsunuz?»
dedikten sonra sofradaki balığa yönelip:
«Ey balık! Allah'ın
izniyle diril ve daha önce olduğun gibi
ol!»
diye haykırdı. Bunun
üzerine Allah, kudretiyle balığı diriltti. Balık sallandı. Allah'ın izniyle
taptaze, dipdiri oluverdi. Aslanın ağız açıp kapatması ve ses çıkarması gibi,
ağız açıp kapatıyor, ses çıkarıyordu. Gözleri fini fini çanaklarında dönüyordu.
Kuyruğunu sallıyordu. Üzerindeki dikenler yeniden oluverdiler. Bunu gören
Havariler korkup kaçtılar. Hz. İsa, bu durumlarını görünce onlara:
«Size ne oluyor mucize
istiyorsunuz? Cenab-ı Hak size mucize gösterdiğinde ondan kaçıyor ve
hoşlanmıyorsunuz? Sizin bu yaptıklarınızdan dolayı cezalandırılmanızdan pek
çok korkuyorum. Ey Bank! Allah'ın izniyle daha önce olduğun gibi ol.» diye
seslendi.
Balık Allah'ın izniyle
daha önce olduğu gibi pişirilmiş hale dönüştü. Bu sefer:
«Ey İsa! Ey Ruh! İlk
yemeğe başlayan sen ol. Sonra biz
yeriz.»
diye İsrar ettiler...
Hz. İsa:
«Allah'a sığınıyorum,
böyle birşey yapmaktan. İlk yemeğe kim istemişse, o başlayacaktır» dedi.
Havariler ve
arkadaşları Hz. İsa'nın yemekten çekindiğini görünce, bu sofranın onların
aleyhinde felâket olduğundan onu yemekte bir ibret dersi olabilir korkusundan
çekindiler. Hz. îsa, onların bu durumunu görünce, fakirler ve kötürümleri
çağırdı. Fakirler ve kötürümler-den:
— Rabbinizin rızkından
ve Peygamberinizin duasından yeyiniz. Size bunu indiren Allah'a hamdu senalar
ederiz. Bu sizin için afiyet, başkası için ceza olacaktır. Yeyişinizi Allah'ın
ismiyle açınız. Allah'ın hamdiyle sonuçlandırınız» dedi.
Onlar da öyle
yaptılar. (1330) insan erkek ve kadın olmak üzere sofradan yediler. Herkes tok
olarak ve geğirerek sofradan ayrılıyordu. Hz. İsa ve Havariler baktılar ki
sofranın üzerindekiler aynen duruyor. Gökten indiğinde nasıl ise hiçbir şeyi
eksilmemiştir. Sonra onlar sofraya bakarlarken sofra göklere kaldırıldı.
Sofradan yiyen her fakir zengin oldu. Her kötürüm şifa buldu. Onlar ölünceye
dek, zenginliklerini ve sıhhatlannı devam ettirdiler. Havariler ve arkadaşları,
ve sofradan yemekten çekinenler, pişman oldular. Dudakları akacak derecede, hasreti
kalplerinde ölünceye kadar kalacak derecede pişman oldular.
Ravi diyor: Bundan
sonra sofra nazil olduğu zaman İsrailoğullan heryerden sofraya doğru koşuşuyorlardı.
Birbirlerini sıkıştırıyordu. Zengin-fakir, küçük-büyük, sıhhatli-hasta hepsi
gelirlerdi. Birisi diğerinin sırtına atlıyordu. Hz. îsa, bunu görünce
aralarında nöbetleşe işi yaptırdı. Bir gün sofra iniyor bir gün inmiyordu. Bu
durum, kırk gün devam etti. Güneş biraz yükseldiği zaman, iniyor, herkes ondan
yiyin-ceye kadar devam ediyordu. Onlar kaylulete daldıkları zaman sofra
Allah'ın izniyle göklerin yarısına, çıkıyor, onların gözünden kaybolun-caya
kadar onlar da onun yerdeki gölgesine bakıyorlardı.
Ravi diyor: Cenab-ı
Hak, Peygamberi Hz. isa'ya vahyetti: «Benim sofradaki rızkımı fakirler,
yetimler ve kötürümlere ver. Zenginlere değil.» Hz. îsa bunu yaptığı zaman,
zenginler sofra hakkında şüpheye düştüler. Bunu gizlediler. Halkı da sofra
hakkında şüpheye düşürdüler. Sofra hakkında çirkin ve münker şeyler yaydılar.
Böylece Şeytan ihtiyacını onlardan elde etti. Vesveselerini, abidlerinin
kalblerine attı. Hatta abitler İsa (A.S.)fa:
«Bize sofradan, ve
gökten inişinden haber ver! Hak mıdır? Çünkü, onun hakkında ve ondan ötürü
bizden birçok kimse şüpheye düştüler.»
İsa (A.S.)
«Mesihin mabuduna
yemin ederim, siz helak oldunuz. Peygamberinizden sofra istediniz. İsrar
ettiniz ki sizin için Rabbinizden sofrayı istesin. Bunu yaptığı zaman,
Rabbiniz size rahmet ve nzık olarak sofrayı indirdi. Sofra içinde, size
mucizeler ve ibretler gösterdi Sofrayı yalanladınız. Onun hakkında şüpheye
düştünüz. O halde azabla müjdeleniniz. Şüphesiz ki, Allah'ın sizden rahmet
ettiği hariç, diğerleriniz üzerine azap inecektir..»
Bunun üzerine Cenab-ı
Hak, İsa'ya vahyetti: «Benim şartımı yalanlayanları yakapaça yakalarım.
Şüphesiz inişinden sonra sofrayı inkâra kalkışanları âlemlerden hiç kimseye
tatbik etmediğim bir azaba duçar ederim.»
Ravi diyor: Sofra
hakkında şüpheye düşenler akşamladıkları zaman, yataklarına kadınlarıyla
beraber emniyet içerisinde en güzel bir şekilde girdiler. Gecenin tam sonuna
saatlar yaklaşmıştı, Cenab-ı Hak onları domuz olarak mesheyledi. Sabahleyin
onlar mezbeleliklerde pislikleri karıştırmaya başladılar.»
Bu eser cidden garip
bir eserdir. İbni-Ebi-Hâtım, bu kıssanın bir çok yerlerinde eseri kesmiştir.
Ben bunu derledim. Ta ki siyakı tam ve kâmil olsun. Allah daha iyisini bilir.[186]
Evet bütün bu eserler
delâlet ederler ki, sofra, Hz. İsa'nın günlerinde îsrailoğullan üzerine nazil
olmuştur. Cenab-ı Hak, İsa'nın bu husustaki duasım kabul etmiştir.
[187]
Bazıları da, sofra
nazil olmamıştır, dediler ve şu gelecek eserleri delil gösterdiler:
Leys bin Ebi Selim,
Mücahid'den:
«Bizim üzerimize
göklerden bir sofra indir» (El Maide: 114) âyeti hakkında şunu rivayet etti:
Bu, Cenab-ı Hakkın
verdiği bir darb-ı meseldir. Sofra denilen hiçbir şeyi Allah (C.C.)
indirmemiştir, diye rivayet etti. Bu eseri, aynı zamanda İbni Ebi-Hâtim ve
İbni-Cerir de rivayet ettiler. îbnu Cerir şunları ekledi:
«El Haris, El Kasım
bin Selam ve Haccac bin Ebi Cüreyc, Mücahid'den rivayet ettiler: «Cenab-ı Hak,
eğer küfre girerseniz, yani inkâra saparsanız, sofra hakkında size âlemlerden
hiç kimseye tatbik edilmeyen bir azab tatbik edilecektir, şartını ileri
koştuklarında üzerinde yemek olan sofrayı kabul etmediler. Böyle bir sofranın
inmesinden kaçındılar.»
İbni Musanna, yine
Îbnu-Cerir, Katade tarikiyle rivayet ediyor: Hasan-ı Basri: «Onlara sofra
indikten sonra küfre kayanlara gelince, şüphesiz ki âlemlerden hiç kimseye
tatbik etmediğim bir azab ile onu
azablandıracağim» denildiğinde, İsrailoğullan, «Böyle bir sofrayı biz
istemiyoruz» dediler ve sofra da inmedi.
Bu senedler, Mücahid
ve Hasan'a kadar giden sıhhatli senetlerdir. Hıristiyanların sofra meselesini
bilmemeleri sofra meselesinin Hıristiyan kitablannda olmaması da, bunu takviye
eder. Eğer sofra olsaydı onun nakledilmesine birçok nedenler bulunacaktı. Niçin
nakletmemişlerdir? Olsaydı kitablannda yazılacak ve tevatür yoluyla rivayet edilecekti.
Veya hiç olmazsa ehadî yolla gelecekti. Allah daha iyisini bilir.
Lâkin cumhurun
üzerinde bulundukları mânâ şudur: Sofra inmiştir. İbni Cerir de, inmiştir
tarafını seçmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak, «Şüphesiz ben sofrayı sizin üzerinize
indireceğim» (Maide: 115) âyetinde sofrantn indirildiğini haber vermektedir. Ve
İbni Cerir «Allah'ın vaadi (sözü) de, vaidi (tehdidi) de hak ve doğrudur. Allah
daha iyisini bilir. Fakat kanaatımızca, sofranın inişini savunan bu söz,
sevabın ta kendisidir. Nitekim selefin haber ve eserleri de buna delâlet
ediyor.[188]
Tarihçiler; Musa bin
Nüsayir, Mağrib (Fas, Tunus, Cezayir ve Libya) memleketlerini fethetmekte
Beni Ümeyye'nin vekili idi. Musa, Mağrib memleketlerinde çeşitli
mücevherat ile süslenmiş malûm sofrayı buldu. Şam'daki Mescidi Emevisinin
banisi emiril-müminin Velid bin
Abdülmelik'e sofrayı gönderdi.
Sofra daha yolda iken Velid vefat etti. Onun yerine geçen
kardeşi Süleyman bin Abdülmelik'e sofra geldi. Halk sofrayı gördü. Oradaki
nefis mücevherat ve bulunmaz mercanlar ve lü'lü'lerden hayret ettiler. Denildi
ki; Musa'nın gönderdiği bu sofra Davud oğlu Süleyman (A.S.)'m sofrasıydı. Allah daha iyisini bilir.
[189]
İmam Ahmed, İbni Abbas
tarikiyla rivayet ediyor: |
Kureyşiler Resulü
Ekrem'e:
«Madem ki,
Peygambersin, Allah'tan Sefa tepesini altın yapmasını iste. Biz de, sana îman
edelim» dediler.
Resulü Ekrem: «Bunu
yapar mısınız?»
«Evet, yaparız»
dediler. Resulü Ekrem, dua etti. Bu esnada Cebrail Resûlüllah'a geldi ve dedi
ki:
«Rabbin sana selâm
eder ve diyor ki; istersen Safa tepesini onlar için altına çeviririm. Fakat
ondan sonra kim ki küfre kayarsa âlemlerden hiç kimseye tatbik etmediğim azabı
onlara tatbik edeceğim. İstersen onlar için tevbe ve merhamet kapısını açarım.
Hangisini istiyorsun?»
Resulü Ekrem: «Tevbe
ve merhamet kapısının açılmasını istiyorum» dedi.
Hadisi Ahmed, İbni
Merduyeh ve (Mustedrek'inde) Hakim, Süfyanı Sevri'nin hadisinden rivayet etmişlerdir.[190]
(116)
«(Hatırla) o zamanı ki, Allah, ey Meryemin oğlu İsa, sen mi insanlara; Allah'ı
bırakarak beni ve annemi iki ilâh edinin diye söyledin?»
Bu âyetin tefsiri:
îbni Kesir'e göre,
Cenab-ı Hak Hıristiyanların gözü önünde kıyamet gününde îsa (A.S.)'dan bu
suali soracaktır. Süddi, «Bu sual ve cevabı dünyada olmuştur» dedi. îbni Cerir
de Süddi'nin bu görüşünü tasvib ederek; «Cenab-ı Hak, İsa'yı göklere kaldırdığı
zaman bu suali sordu ve bu cevabı aldı» dedi.
îbni Cerir; bunun
böyle olduğuna dair iki mânâ ile istidlal etti: 1) Sual mazi lafzıyla «Dedi»
tabiriyle olmuştur. 2) Cevab «Eğer gelecekte onlara azab verirsen» «Eğer
onları affedersen» diye gelecek (muzari') tabiriyle olmuştur. Fakat îbni
Cerir'in bu iki delilinde nazar vardır. Çünkü Kur'an'da kıyamet gününün birçok
emirleri mazi (geçmiş) lafzıyla tabir edilir. Yani yüzdeyüz olacak birşey olmuş
gibi gösterilir.
(118) «Eğer
onlara gelecekte azab edersen, onlar senin kullarındır.» sözünün mânâsı ise,
Hz. İsa onlardan uzaklaşıyordu tebberi ederek onlar hakkındaki meşiyeti
(dileği) Allah'a havale ediyor. Bunun şarta bağlanması ille olacağını
gerektirmez. Nitekim bu, Kur'an'ın birçok âyetlerinde gelmiştir. Bu sual ve
cevablann kıyamet gününde Hıristiyanların gözleri önünde ve kulakları dinleyecek
şekilde olacağını savunan Katade'nin ve onun izinden giden tefsircilerin
görüşleri daha belirgindir.
Hıristiyanların tehdid
edilmesine, onları caydırıcı bir şekilde kulaklarını çekip, kınanmasına ve
alâ-meleinnasi (halkın gözleri önünde) rezil edilmesine, delâlet etsin, diye
kıyamette olur. Bu durum hakkında merfu' bir hadis rivayet edildi. Hadisi,
Hafız bin Âsakir, Ebu Musa el-Eşari tarikiyle rivayet etti:
Kıyamet günü
olduğunda, Peygamberler ve ümmetleri çağrıldıktan sonra İsa (A.S.) çağrılır.
Cenab-ı Hak, «Ey İsa! Sana şu, şu nimetleri verdim» diye nimetlerini
hatırlatacaktır. O da «Evet, Yarabbi» diye ikrar edecektir. Cenab-ı Hak: «Ey
Meryem'in oğlu îsa! Senin ve annenin üzerindeki nimetimi hatırla» dedikten
sonra: «Sen mi halka beni ve annemi Allah'tan başka iki ilâh edininiz dedin»
sualini İsa'dan soracak. İsa da böyle söylemediğini ifade edecektir. Bu sefer
Hıristiyanlar getirilecekler ve söylediklerinden sorulacaklardır.
Hıristiyanlar: «Evet, o bize bunu emretti» diyecekler. O zaman Hz. İsa'nın
tüyleri uzanıp, diken diken olacaktır. Meleklerin her birisi onun başında ve
cesedindeki tüylerine yapışır. Hıristiyanlan Allah'ın huzurunda, bin sene kadar
bir zaman diz üzerinde hüccet aleyhlerinde belirinceye ve salıb onlar için
yükselinceye kadar oturturlar. Sonra onlar ateşe doğru götürülürler.» Bu hadis
garib ve azizdir.
[191]
(116) «Seni
tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek bana yakışmaz...» Bu âyetin
tefsiri:
Hz. İsa'nın bu
konuşması, edebde kâmil bir cevabtır. Allah tarafından muvaffak edilmesinin
işaretidir. Nitekim İbni Ebi-Hâtim, Ebu Hüreyre yoluyla şöyle rivayet etmiştir:
İsa (A.S.) hücceti telâkki ediyordu. (Yani Allah'tan alıyordu). Şu âyette
bahsi geçen cevabı da Allah'tan aldı. Yani Allah, ona telkin etti.»
Ebu Hüreyre: Resulü
Ekrem'den:
«Bu cevabı, Cenab-ı
Hak, İsa'ya telkin etti.» diye rivayet etti. Es-Sevri Ma'mer'den, İbni Tavus da
Tavus'tan benzerini rivayet ettiler...
(116) «Eğer
ben bunu söylemişsem muhakkak sen bilirsin...» Bu âyetin izahı:
Yani Ey Rabb, böyle
bir söz benden çıkmış ise, sen bunu biliyorsun. Çünkü hiçbir şey sana gizli
değildir. Ben bunu söylemediğim gibi nefsimde de irade etmemişim. Ve gizlice
böyle bir kasta sahib olmamışım.
(116) «Sen nefsimde olanı biliyorsun. Ben senin
nefsinde olanı bilmiyorum.» Bu âyetin açıklaması:
Yani ben, onlara ancak
beni Peygamber olarak tebliğ edilmesiyle görevlendirdiğin şeyleri
emretmişimdir. Onları ona davet etmişimdir. O da «Rabbinı ve sizin Rabbiniz
olan Allah'a kulluk yapınız» dır. Evet onlara söylediğim budur.
(117) «Onların
içinde bulunduğum müddet, onların üzerinde şar hittim.» Yani aralarında
olduğum zaman amellerini kontrol ediyordum.
Benim dünya hayatıma son verdiğin zaman üzerlerindeki gözet-leyici sendin. Sen
herşeyin üzerinde şahit olansın.
Ebu Davud et-Tayalisi
Şu'be'den rivayet ediyor, Şube; Süfyan-ı Sevri ile beraber el Muğire bin
Numan'ın huzuruna gittik. Şu hadisi rivayet etti: Said bin Cübeyr'den dinledim,
İbni Abbas'tan rivayet ediyordu. Allah'ın Resulü aramızda iken ayağa kalkıp
vaz-u-nasihatta bulundu ve:
«Ey nas! Şüphesiz ki,
siz Allah'ın huzuruna çıplak, yalınayak ve bedeni porsumuş olarak
haşrolunacaksınız. Şüphesiz ki, kıyamet gününde ilk giysilenen nisan, İbrahim
(A.S.) dir. Dikkat edilsin, şüphesiz ki, benim ümmetimden bazı kişiler getirilir,
onlar, sol tarafta durdurulurlar veya sola doğru götürülür. Ben; bunlar, benim
arkadaşla-rımdır, derim. Bana, şüphesiz ki onların senden sonra ne icad ettiklerini
bilmiyorsun, deniliyor. O zaman ben de salih kulun dediği gibi derim! «Onların
içinde olduğum müddet onların durumlarını murakabe ediyordum. Beni dünya
hayatından Öldürüp götürdüğün zaman, onların üzerinde murakıp ancak sensin.
Sen her şeye şahitsin. Eğer onlara azab verirsen, şüphesiz ki, onlar, senin
kullarındır. Eğer onlan affedersen şüphesiz ki, sen galibsin ve hikmet
sahibisin.» Deniliyor ki; bunlardan ayrıldığın zamandan beri topuklarının
üzerinden dönüş yapmışlardır. Yani dinden ayrılmışlardır).» dedi.
Bu âyeti tefsir
ederken bu hadisi Buharî, Ebu-Velid'den, o da Şu'be'den, o da Muhammed bin
Kesir'den, o da Süfyanı Servi'den, onla-nn ikisi de Muğire bin Numan'dan
rivayet ettiler.
(118) «Eğer
onlara azab edersen, şüphesiz onlar kullarındır...»
Bu âyetin tefsiri:
Bu kelâm, meşiyet,
dilemek ve seçeneğin Allah'a ait
olduğunun mânâsını içermektedir. Çünkü dilediğini sonuna» kadar yapabilecek
ve js dilediğinden sorulmayacak olan
odur. İnsanlar ise sorulurlar.
Bu âyeti celîlede Allah
ve Resulüne iftira eden Hıristiyanîardan
teberri etmek (uzaklaşmak) vardır. Allah'a benzer koşan, kan ve çocuk nisbet
eden Hıristiyanîardan Cenab-ı Hak bu âyette teberri ediyor. |
Yani onlarla Allah'ın
bir ilişkisi, Peygamberin bir ilgisi yoktur, diyor.
Bu âyeti celîlenin
büyük bir sânı ve çok acaip bir haberi vardır. Hadiste varid oldu ki, Resulü
Ekrem bir gece sabaha kadar bu âyeti tekrar edip durdu.
imam Ahmed, Ebu-Zer
tarikiyle şu hadisi rivayet ediyor: Resulü Ekrem bir gece namaza daldı. Bu
âyeti celîleyi sabahlayın- fâ caya
kadar tekrar edip durdu. Onunla
rükû, onunla secde ederdi, «Eğer
onlara azab verirsen, şüphesiz ki onlar kullarındır. Eğer onları affedersen
şüphesiz ki sen galip ve hâkimsin.» Resûlüllah sabahladığı zaman sordum:
«Ey Allah'ın Resulü!
Durmadan bu âyeti, ta sabaha kadar tekrar
ettin. Onunla rükû eder, onunla secde ederdin. (Niçin?)
Buyurdular:
«Rabbimden ümmetim
için şefaat etmemi istedim. Bana onu verdi. O şefaat Allah'a herhangi birşeyi
ortak koşmayan bir kimseye în-şaallah
erişecektir.»
Başka bir tarik ile
hadisi îmam Ahmed, Yahya'dan, o Kaddame bin
Abdullah'tan, o da Deccace kızı Cesre'den rivayet ediyor: Umreye gitmek üzere
Rebeze kasabasına vardım. Orada sürgünde bulunan Ebu Zer'den dinledim:
«Allah'ın Resulü,
yolculuk esnasında bir gece yatsı namazına kal kıp Cemaatın önünde namazı edâ ettikten
sonra eshab-ı kiramdan bazıları durup namaz kıldılar. Onların namaz kıldığını
ve namazgâhda
kaldıklarını görünce,
kendi yükünün yanma gitti. Eshabm namazgahı tahliye ettiklerini bekledikten
sonra ikinci kez, namazgaha gelip namaza daldı. Ben de gelip onun arkasında
namaza durdum. Bana sağında durmamı işaret etti. Sağında namaza durdum. Sonra
İbni Me-sud geldi. Benimle Resûlüllah'm arkasında durdu. Cenab-ı Peygamber,
ona da solunda durmasını işaret etti. O da, solunda durdu. Üçümüz, herkes tek başına
namaz kılmaya devam ettik. Allah'ın dilediği kadarını namazımızda okuyorduk.
Cenab-ı Peygamber, Kur'an'dan bir âyetli celîle' ile namaza başladı. Sabah
oluncaya dek o âyeti tekrarladı. Sabahladığımız zaman ben, Abdullah bin
Mes'ud'e işaret ettim ki, Cenab-ı Peygamberin bu gece yaptığım sorsun. İbni
Mesud eliyle, Allah'ın Resulünden hiçbir şey sormayacağım O, kendiliğinden
bana söylesin» diye işaret etti. Bunun üzerine ben Resûlüllah'tan sordum:
«Anam ve babam sana
feda olsun. Sen bütün gece Kur'an'm bir âyetiyle iktifa ettin. Oysa Kur'an'm
senin beraberindeydi. Eğer bizden birisi bunu yapsaydı ondan kırılırdın.
Cenab-ı Peygamber
cevap olarak buyurdu: «Ümmetim için dua ettim.»
«Acaba duanın
karşılığı olarak Cenab-ı Hak sana ne gibi bir cevab verdi veya neyi verdi?»
diye sorduğumda, Resulü Ekrem:
«Duanın karşılığı
olarak öyle bîrşey verdi ki, eğer ümmetimin çoğu bir defa onu görürse namazı
terkederler.»
Ben:
«O halde izin verir
misin ben halka bunu müjde olarak söyliye-yim?» Resûlüllah: «Evet» buyurdular.
Bunun üzerine ben namazgâh-dan çıktım. Bir taş atımından daha fazla uzaklaşınca
Hz. Ömer:
«Ey Allah'ın Resulü!
Eğer sen bu müjdeyi halka gÖnderirsen ibâdetlerden gevşerler.»
Bunun üzerine
Resûlüllah beni (Ebu Zer.i) çağırdı ve geri geldim.
O tekrar edilen âyet:
«Eğer onlara azab edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları
affedersen şüphesiz sen galib ve hakimsin.» âyetidir...
İbni Ebi Hatim,
Abdullah bin Âmr bin Âs tarikiyle rivayet ediyor: Resulü Ekrem Hz. İsa'nın bu
sözünü okuduğu zaman ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti:
«Ey Allah'ım! Benim
ümmetim!» dedi.
Ve ağladı. Cenab-ı
Hak:
«Ey Cebrail!
Muhammed'e git. Senin Babbin daha iyi biliyor. Fakat ondan sor, onu ağlatan
nedir» diye emir verdi. Cebrail Resûlüllah'a geldi ve «Seni ağlatan nedir» diye
sordu. Resulü Ekrem söylediğini Cebrail'e tekrar etti. Cenab-ı Hak:
«Ey Cebrail!
Muhammed'e git ye de ki, seni ümmetin hakkında razı edeceğiz ve seni
kırmayacağız. (Elbette Rabbin sana verecek ve razı olacaksın.)» (Duha: 5).
îmam Ahmed, Said bin
Museyyeb, o da Huzeyfe bin Yeman tarikiyle rivayet ediyor: Resulü Ekrem, bir
gün bizden gaib olup evinden çıkmadı. Zannettik ki artık (o gün) çıkmayacaktır.
Fakat çıktı ve secdeye kapandı. O kadar uzun bir secde yaptı ki zannettik
secdede vefat etti. Başını kaldırdığı zaman buyurdu:
«Rabbim ümmetimin
hakkında: Onlara ne gibi bir muamele reva göreyim diye fikrimi sordu. Dedim ki:
Ey Rabbim neyi dilersen o. Onlar senin mahlukun ve kullarındır. İkinci kez
benimle istişare etti. Fikrimi sordu. Yine aynısını kendisine söyledim. Bana:
Ey Muhammedi Seni ümmetin hakkında mahcub etmeyeceğim» diye buyurdu ve mü|-de
verdi ki, ümmetimden benimle beraber ilk etapda cennete yetmiş bin kişi
girecektir. Onların her birisinin beraberinde yetmişbin vardır. Onların üzerinde
hesap yoktur. Bunlardan sonra Cenab-ı Hak, bana haber vererek buyurdu: «İste,
sana verilecektir. Dua et, duan kabul olunacaktır.» Bunun üzerine Allah'ın
elçisi, Hz. Muhamnıcd Cebrail'den sordu: Rabbim benim istediğimi verecek
midir? Cebrail: Beni sana elçi olarak göndermesi, ancak senin isteklerini
vermek içindir, dedi. Yemin-u-kasem ederim, Rabbim bana istediğimi verdi.
Bununla böbürlenmiyorum. Rabbim benim günâhımın (yani zeilcinin) geçmişini ve
geleceğini affetti. Ben diri ve sıhhatli olarak diyorum ki; Rabbim benim
ümmetimi açlıkla ve düşmanına mağlub olmakla helak etmeyeceğini bana vaadetti.
Rabbim bana kevseri verdi. Kevser, cennette bîr nehirdir. Benim havzuna akıyor.
Rabbim bana izzeti verdi. Bana nasılı, (yardımı) vaadetti. Bana düşmanın bizden
korkmasını verdi. Bu korku, ümmetimin önünde ta bir aylık mesafeye kadar
gider. (Yani ümmetimin bir ay sonra varacakları noktaya kadar korkulan
gidiyor.) Rabbim bana ilk cennete giren peygamber olmak mertebesini ihsan etti.
Benim ve ümmetim için ganimet malını helâl kıldı. Bizden önceki ümmetlerin
çoğuna teşdid ettiği birçok şeyleri bize helâl kıldı. Din hususunda üzerimize
herhangi bir zorluk kılmadı
[192]
(119) «Allah
dedi ki: Bu, doğrulara doğru söylemelerinin yarar sağladığı gündür...»
Bu âyetle Cenab-ı Hak,
kulu ve Resulü Meryem'in oğlu İsa'ya (A. S.) cevab veriyor. îsa (A.S.), ilhadcı
ve yalancı hıristiyanlardan te-berri edip onların hakkında azab veya
bağışlanmayı Allah'ın meşiyeti-ne havale ettiği zaman, Cenab-ı Hak bu cevabı
verdi. Yani ehli tevhide tevhidlerinin yarar sağladığı gündür bugün.
«Onlar için
gölgelikleri altında nehirler akan cennetler vardır. Onlar o cennetlerde ebedi
dururlar.»
Bu âyetin izahı: Ne
oradan başka bir yere götürülürler ne de oradan çıkarlar. «Allah onlardan razı,
onlar da, Allah (in nimetlerin) den razıdırlar.»
Bu âyetin tefsirinde
îbni Ebi-Hâtim Enes'ten bir hadis rivayet ediyor. Orada şöyle deniliyor:
«Sonra Allah,
cennetliklere tecelli eder: Benden isteyiniz, benden isteyiniz size vereyim
der.»
Ravi der ki;
cennetlikler Allah'tan «RIZA»smı isterler. Cenab-ı Hak: «Benim rızamdır sizi bu
evime getirmiş, bu keramet ve şerefime kavuşturmuştur. Benden isteyiniz
vereyim, diyor.»
Cennet ehli yine de
Allah'tan rızasını isterler. Cenab-ı Hak onları şahit kılar ki, kendisi
onlardan razı olmuştur.»
«İşte büyük zafer
budur.» Bu cümlenin izahı şöyledir: Kendisinden daha büyük olmayan en büyük
zafer budur.
(120)
«Göklerin ve yerin ve aralarında olanların tümünün mülkü Allah'ındır. O herşeye
gücü yetendir...» Bu âyetin tefsiri:
Hıristiyanların İsa
(A.Ş.) halanda mabud olduğunu iddia ettiklerinden sonra Cenab-ı Hak, bu âyeti
indirdi. Bu âyetle, göklerin ve yerin kendisinin mülkü olduğunu, İsa'nın ve
diğer mahlûkların mülkü olmadığını haber verdi.
Muhtemel ki âyetin
mânâsı; göklerin, yerin ve gök ile yer arasında bulunanların sahibi bulunan
Allah, ancak itaatkâr kullarına bahsi geçen cennetleri verir. Allah bizi de o
kullarından eylesin. Amin.
Cemaziyül evvel, 11, —
1404 — Hicri, 13 Şubat 1984 miladi Salı günü - İstanbul'da bu bölümü bitirdim.
[193]
El Maide, Sûresinin
hülasası:
Bu sûre başlıbaşına
ilim, usul ve furuu hakkında birçok meseleyi getirmiş bulunmaktadır. Ve
ayriyeten bu sûrede diğer sûrelerde mücmel ve kapalı geçen hükümler
açıklanmaktadır. Bu hükümlerin çoğu ehli kitabın durumu ve onlarla delilleşme
konusundadır. Biz sûreyi bitirirken bir hülâsasını maddeler halinde verelim:
Bunu iki kısma ayırırız.
[194]
Birinci kısım, itikadi
veya ameli kaide ve asıllar kabilindendir. Ve Otuz maddede hülâsa edilebilir:
1- Kur'an
ile müminler için seçilmiş olan İslâm dininin Allah tarafından ikmal edilmiş
olması ve îslâm ile müminler üzerinde Allah nimetinin tamam olması kaidesidir.
2- Ortaya
çıktığı takdirde, meşakkat ve ağırlık getirdiğinden dolayı müminlerin
hoşlarına gitmiyecek meseleleri
peygamberden sormalarının yasak edilmesi kaidesidir.
Bu iki kaide konusunda
gelen âyetlerden anlaşıldı ki, ister itikad, ister inanç, ister ibadet, ister
helâl, ister haram olsun, her dinî hüküm ki «nass», açık bir şekilde onu ortaya
koymamış, ta Resûlüllah'ın devrinden bugüne kadar ilmî bir sünnette bahsi
geçmemiş, o hüküm, peygamberlerin davetini işiten herkesin üzerinde Allah'ın
hücceti olan İslâm dininden değildir. Müminlerin dünyada yapılmasıyla mükellef
oldukları, âhirette de yapmadıklarından sorumlu bulundukları dinin
meselelerinden değildir.
Kur'ari ve sünnetin
sarih olmayan bir şekilde delâlet ettiği meselelere gelince; müçtehidlerin ve
ehli ilmin ihtilâflarının çoğu buradan geliyor. Bu hüküm, hükümden anlayanın
aleyhinde hüccettir. Fakat herkes üzerinde hüccet değildir.
3- Bu kâmil din, itikad hususunda yakînî
ilim yani iki ikinin dört ettiği
gibi olan ilim üzerinde bina edilir. Ahlâk ve ameller hususunda hidayet üzere
bina edilir. İtikadda taklid yokdur. Ve iti-kadda taklid Allah'ça kabul
edilmez. Nitekim bu durum 104 nolu âyette «Onlara Allah'ın indirdiğine ve
peygambere gelin denildiğinde ata-lanmra üzerinde bulduğumuz şey bize yeter
derler. Peki ya ataları bir-şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse» beyan
edilmiştir.
4- İlâhi
dinin temel kaidelerinin bütün peygamberlerin diliyle ilân edilenler allaha
iman meleklere peygamberlere ve kadere iman bu esasın altına girer. son güne iman esasının altına cennet, cehennem, azabi' mükâfat,
âhiret alemiyle ilgili olan herşey
girer. salih amelle esasının altına da namaz, oruç, zekât ve hac
gibi bütün ibadetler girerler. Peygamberlerin emrettiği gibi, bunu ikame eden
herhangi bir insan, Allah katında mükâfatlandırılacak, âhirette korkmayacak ve
üzülmeyecektir.
5- Din birliği ve Peygamberlerin şeriatlarının
değişik olması meselesidir.
6- Kur'an'ın
diğer ilâhi kitablar hususunda murakıp
ve şahid olması meselesidir.
7- Resûlüllah'ın
bütün insanlara gönderilmiş bir Peygamber olması ve genel olarak bütün
insanlığa dini tebliğ etmekle mükellef bulunması meselesidir. Resûlüllah'ın
Tebliğ'den başka birşeyle mükellef olmadığının meselesidir.
8- Peygamberin
kendisine zarar vermek isteyen insanlardan koârarunması meselesidir. Hiçbir
kimse onun —Tebliğ vazifesine engel
olamayacağı meselesidir. Bu da Peygamberin Peygamberliğine delâlet eden
delillerin en barizlerinden birisidir. Onlar bir çok defa Peygamberi öldürmek
istediler. Fakat Allah onları aciz bıraktı.
9- Allah,
müminlere ister ferd olsun, ister cemaat olarak ıslâhı nefse çalışmasını farzetmiştir,
meselesidir. Onlar müstakim olduktan sonra başkasının sapıklığı onlara zarar
vermeyeceği meselesidir. Dünyada zarar vermeyecektir. Çünkü Cenab-ı Hak,
müstakim olan kullarına başkasını musallat kılmayacaktır. Ahirette zarar vermeyecek, çünkü Cenab-ı Hak, onları
halkı zorla hidayete getirmekle mükellef
kılmamıştır. Hidayeti yaratmakla onları mükellef kılmamıştır. Onlara
nefislerinde Allah'ın dinini ikame etmek teklifini yapmış, ferdi (kişisel),
içtimai (toplumsal), maslahatları gözetme vazifesini vermiştir. Halkı hakka ve
hayra davet etmek, emri-Bilmaruf ve
Nehyi-anilmünker yapmak da bu kategoriye girer.
10- Emri-Bilmaruf
ve Nehyi-anilmünkerin vâcib oluşu ve işlemiş oldukları bir münkerden halkı
alakoymadıklarmdan dolayı lanetlenen İsrailoğullanmn küfre girmelerini ilân
etmekle tekid edilmesi meselesidir.
11- Dinde
zorlamanın olmadığım ilân etmek meselesidir.
Yani dinde zorluk yoktur. Gücün ve takatin yetmediği bir teklifi, Allah
kimseye yapmamıştır.
12- Dinde
ifrat etmenin ve aşın gitmenin, haram olduğu meselesidir. Bu aşın gitmek,
helâl nesneleri, nefsine haram etmek, onlardan istifade etmemek suretinde de
olur. Haramlan haram bilir fakat helâllerde birin yerine üç harcamak suretiyle
aşırı gitmekle de olur.
13- İhramda
olan bir kimsenin zaruret halinde yasaklardan işlemesinin mubah olması
meselesidir. Fâkihler, bu meselede
Ez-Zaruratu Tubihul Mahzuratı«zaruri
durumlar, mahzurlu şeyleri mubah kılar» kaidesini çıkarmışlardır.
14- habis ile tayyîb yani haram ile helâl
arasında fark vardır. Onlar hükümde eşit olmadıkları gibi, nefislerinde ve üzerlerine terettüp eden
neticeler hususunda da eşit olmadiklannı beyan eden kaidedir. Bu kaide, yemeklerde
olsun başka şeylerde olsun, helâl ve haram
meselesinin büyük bir temel kaidesidir. Seri hükümlerin hikmetler ve
maslahatlarla nedenli olduğuna delâlet eder. Ve yine delâlet eder ki,
insanlardan da güzel ve habisin cezası Allah'ın katında bir değildir.
Hükümlerin Uletlendirilmesi, hikmet ve faidelerinin açıklanması; ancak onları
sevdirmek, benimsetmek için olduğuna da delâlet eder. Meselâ: Abdestin
hükümleri içkinin ve kumarın haram olmasının ve bir takım yiyecek
maddelerinin, vasiyetin, şehadetin ve şahitlere yemin verdirmenin hükümleri
bunları sevdirmek ve hazmettirmek içindir. Fakat Kur'an'ın hikmetlerinden,
sünnetin esranndan haberdar olmayan bir kimse, bu yüzde yüz taabbudi, (yani
Cenab-ı Hak böyle demiş biz de bununla kulluk yapıyoruz) bir emirdir derler.
Fii^ len abdest ile temizliğin meydana getirilmesi veya abdestlenmeyi kastederken
bunun kastedilmesi gerektirmez diyorlar. İçkinin haram edilmesi de
taabbudidir. Her sarhoşluk verenin haram olmasına delâlet etmez diyorlar. Çünkü
hamr diye tabir edilen Hamır (içki) özel olarak üzüm şirasından yapılan içkidir
diyorlar. Acaba Cenab-ı Hakkın diğer hükümlerini anlamak hususunda sözleri
nedir?
15- Bir
kavmi sevmemek ve onlara karşı düşmanlık gütmekten ötürü, onlara saldırmanın
haram olması meselesidir. Müminlere haktan, adaletten aynlmamak farzdır.
«Herkes yaran için çarpışır» kaidesi müminler için herşeyde geçerli değildir.
Başkasının zararında yararını gözetmek müminlere yakışmaz.
16- Doğru
şahitlik yapmak, adil hüküm vermek. Hükümde müs-lümanı ve gayr-i Müslimi eşit
tutmak. Düşmanın lehinde ve dostun
aleyhinde de olsa, adaletten aynlmamak farzdır, kaidesidir.
17- Âkidlere
vefa göstermek kaidesidir. Bu akid, ister ferdî (kişisel), ister içtimai (toplumsal) akidler olsun farketmez. Bu,
îslâmın büyük kaidelerinden birisidir. Cenab-ı Hak burada müminlerin muamelelerinde
yapmış oldukları akidlerin durumunu, onların örf ve adetlerine havale ediyor.
Böyle akidler, durumların değişmesiyle değişen maslahatlardandır. Bunun için
Cenab-ı Hak, daimi ve değişmez şartlarla bunu bağlamadı. Ancak dinin vacib
kılmış olduğu hallerin ve adetlerin değişmesiyle değişmeyen kaideler daimi kayıt ve şartlarla
şartlanmıştır. Meselâ: Halkın mallarını haksız olarak yemek, faiz, kumar ve
içki haller ve durumlar ne olursa olsun daima haramdırlar.
Binaenaleyh nassı sarihla sabit olan bir haramı helâl veya bir helâli haram
kılmayan veya böyle bir kılmayı gerektirmeyen her akid dinen caizdir.
18-
Birr ve
takva üzerinde yardımlaşmanın, günah ve düşmanlık konusunda yardımlaşmamanm
farziyetini getiren meseledir. Hayra yönelik çalışmalar yapan, insanları iyiye
doğru yönlendiren, ilmi çalışmalara teşvik ve teğib eden dernekler ve cemiyetler kurmak da, bu
babtandır.
19- Cenab-ı
Hak Beytü-1 haram olan
Kabe'yi hem din, hem dünya meselelerinde halka kıyam (hareket)
noktası kılmış olduğu meselesidir.
20- Müminlerin
kâfirleri veli edinmek, onlara sırlarını açmak, onlardan gerçek mânâda destek
beklemenin yasak olduğu meselesidir. Surette kâfirleri veli edinmenin
münafıklığın alâmetlerinden ve kalbin hastalığına delâlet eden delillerden
olduğunu belirten meselesidir.
21- Abdest,
gusül ve teyemmümün mufassal bir şekilde zikredilmesi meselesidir. Bununla
beraber Cenab-ı Hak, halkı temizlemek ve onlara bu hususta farz kıldiğıyla
onları tertemiz yapmak istediğini beyan etmek meselesidir.
22- Helâl,
haram ve yiyecek maddelerinin ahkâmım tafsil etmek, murdar hayvanın eti gibi
haddizatında pis olan haramı, onun mânâsında olanları, domuzun hükmünü ve
putlara kesilen hayvanlar gibi, dini bir sebebten haram olanları açıklamak
meselesidir.
23- Sarhoşluk veren herşeyi kapsayan içkinin ve kumarın haram olması
meselesidir.
24- İhram
halinde haram olanlarla ilgili hükümler meselesidir.
25- Harem
arazisinde bulunan avın avlanması hakkındaki hükümlerin tafsilâtı meselesidir.
26-
Yeryüzünde fesatlık yapan savaşçıların
cezaları meselesidir. Meşru ve âdil yönetimlere karşı çıkanların cezaları.
Hırsızın cezası ve onunla ilgili olan hükümler meselesidir.
27 - Yeminlerin
hükümleri ve keffaretleri. Eminler ve şahitlerin hükümleri meselesidir.
28- Ölümden
önce vasiyet durumu, vasiyet hususunda ve başka meselelerde şahitliğin
hükümleri, gayr-i Müslimin, müslüman için şahitliği meselesidir.
29- Birçok âyette takvayı emretmek meselesidir.
Zira gerek dünya emirlerinin ıslahı, gerekse dini meselelerin ıslahı takvaya
bürünmeye bağlıdır.
30- Ahirette
cezalandırma veya mükâfatlandırma
emrinin Allah'a havale edilmesi, sadece onun yetkisinde bulunması meselesidir.
[195]
Ehli kitab hakkında
varid olan hükümler, deliller ve haberler hakkındadır.
Bu hususlarda varid
olan âyetlerin bazıları genel olarak bütün ehli kitab hakkındadır. Bazıları da
özel olarak yahudiler veya hristiyan-lar hakkındadır. îki gurub hakkında genel
olarak gelen âyet, onları dinde ifrat etmekle vasıflandırıyor ve bu da zarar
verici taassubu do-gurur diyor. Daha önceki putperesleri, hevai-Nefislerine
tâbi1 olmakla vasıflandırıyor. Din hususunda gurura kapılmak, «Biz Allah'ın
oğulları ve dostlarıyız» demekle vasıflandırıyor. Böyle demelerine rağmen,
peygamberlerin diliyle onlara bildirilen ilâhi misaklann birçoğunu
nakzettiklerini, Tevrat ve İncil'i, Allah'ın istediği şekilde açıklamadıklarını
getirmektedir. Allah, onlara, yaratmış olduğu beşerlerden olduklarını, diğer
beşerlerden, ne nefisleri ne de zatları bakımından üstün bir meziyetleri
olmadığını beyan etti. Çünkü beşer ancak sıhatli ilimler, kerim ahlâklar ve
salih amellerle birbirlerinden üstün olabilirler. Peygamberler ve salihlerin
yolunda olmadıktan sonra, soy ve soplarından gelseler dahi bu gelmeleri,
üstünlüklerini gerektirmez.
Müşterek olarak bütün
kâfirlerden bahseden âyetlerde, Cenab-ı Hak, onların kötü amellerinin cezaları
dünyada aralarında düşmanlık ve buğz ilka edilir, ister ferdi (kişisel) olsun
ister içtimai (toplumsal) olsun, günahlarından ötürü onlara azab tatbik edilir
şeklinde beyan ediyor. Ve bu azabın tatbik edilmesi de «Biz Allah'ın oğullan ve
dostlarıyız» şeklindeki iddialarının kuru bir iftiradan başka birsey
olmadığını ortaya çıkarıyor ve hepsini İslâm'a davet ediyor. Kendilerine gerçek
dinlerini açıklayan, şüphe ettikleri konuları delillerle vuzuha kavuşturan,
gizlemiş veya unutmuş olduklarının bazılarını onlara en güzel bir şekilde
açıklayan Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'e iman etmeye davet ediyor.
Kur'an, bu genel âyetlerde, Tevrat ve İncil'i en güzel şekilde vasıflandırdı.
Tevrat'ın haberlerinden Habil ve Kabil'in hadisesini zikretti. Öldürmenin,
azaların telef edilmesinin ve yaralamaların cezalarını zikretti. İncil ve
İsa'nın haberlerinden iki gurubun haline delil olacak şeyleri söyledi.
Kur"an'da da, İncil'de de, halk için nur ve hidayet indirdiğini, eğer
yahudi ve hıristiyanlar Tevrat ile İncil'i hâkim kılsaydılar, en güzel durumda
olacaklarım ve Tevrat ile İncil'in kökenini tasdik eden, onlara sonradan
katılmışları açıklayan, bütün peygamberlerin getirdiğini, dini kemale erdiren
Kur'an'a iman etmeye koşacaklarım beyan etti... Fakat onlar İslâm'ı alaya
aldılar. Genel olarak îslâmla, özel olarak namazla istihza ettiler. îslâmın düşmanlarını,
peygamberin ve İslâm'ın aleyhinde kışkırttılar. Bunun için Cenab-ı Hak da,
onlardan dost edinilmesini müminlere yasakladı!..
Yahudiler hususunda
gelen âyetler, yahudilerin kötü halini beyan ederler. Allah'a vermiş oldukları
sözlerinde durmadıklarını, Peygamberin diliyle kendilerine hatırlatılan ilâhi
emirlerin çoğunu unutmuş olduklarını, kelimeleri yerlerinden tahrif etmiş
olduklarını, Tevrat ile hükmetmeyi terkedip birtakım ahkâmım da gizlediklerini,
Resûlül-lah'ı aralarında hakem tayin ettikten sonra verdiği hükümler Tevrat'a
uygun düştüğü halde razı olmadıklarını söyledi. Kalbin katılığı, hainlik,
hile, yalan, iftira, yalanlara çokça kulak verme, haram yeme, rüşvet alma,
yeryüzünde fesatlık yapma, fitne ateşlerini yakma, harpleri (savaşları) idare
etme, Peygamberleri haksız olarak öldürmek gibi kötü sıfatlan
zikredilmektedir.
Hz. Musa'ya, mukaddes
araziye girmek hususunda karşı geldiklerini, cebbarlar (zorbalar) la
savaşmaktan çekindiklerini, kırk sene gibi bir zaman Tin çölünde şaşkın şaşkın
dolaşmak cezasına çarptırıldıkları zikredilmektedir. Müminler için, herkesten
daha şiddetli düşmanlık besledikleri, müminlere karşı putperestlerle işbirliği
yaptıkları, beyan edilmektedir. Bu sıfatlan da, daha önceki ecdadlanndan
kendilerine miras olarak kaldığı zikredilmektedir. Ve bütün bu pis İşleri
yaptıklanndan ötürü Peygamberin diliyle lanetlendiklerini, Allah'ın gazabına
uğradıklannı meshedilmiş olduklarını beyan etmektedir. Tarih kitab-lanndan da
anlaşıldığı gibi bu sıfatlar, Peygamberin Allah elçileri olarak gönderildiği
dönemde de, ve ondan önceki dönemde de, onlann genel sıfatları olduğu beyan
edilmektedir. Fakat her fertte böyle sıfatlar vardır denilemez. Çünkü Cenab-ı
Hak, gerek bu sûrede olsun ve gerek başka sûrelerde olsun «Çoklannın vasıflan
budur» diyor. Yani bu vasıfları bazılarının vasfı değildir. Nitekim bu sûrede
Cenab-ı Hak «Onlardan mutedil bir gurub vardır. Onlardan çoğu kimselerin
yaptıkları ne kötüdür» buyuruyor.
Hıristiyanlar
hususunda gelen âyetler, yahudiler gibi, onların da, birçok âyetleri
unuttuklarını, «Mesih Allah'tır» dediklerini, «Allah üçün üçüncüsüdür» iddia
ettiklerini beyan eder. Ve onlann bu çarpık akidesi, aklî delillerle
reddedilir. Beyan edildi ki, Mesih, bu çarpık akideden de, bu akideye sahib
olanlardan da kıyamet gününde teberri edecek, «Ben bunlardan beriyim»
diyecektir.
Allah'ın kulu,
Peygamberi ve kudretinden gelen bir ruh olan Mesih, İsa'nın hakikati onlara
belirtildi. İsa'ya verilen mucizeler belirtildi. Mesih'in Havari ve
talebelerinin iman hususundaki durumlan belirtildi. Ve belirtildi ki, sevgi
bakımından müminlere en yakın olan onlardır. Çünkü onlann içerisinde âlimler
ve abidler vardır. Çünkü onlar gurura kapılmazlar.
Ehli kitab hakkında bu
sûrede inen bütün âyetler, bizim için şa-hidlik ederler ki, bu âyetler, Hz.
Muhammed'in katından değil, Allah'ın katından gelmiştir, çünkü Hz. Muhammed,
daha önce onları herhangi bir kitabtan okumuş değildir. Bir de o âyetler,
nakledildiği kaynağa uygun düşecek tarzda gelmişlerdir ki, geçmiş kitablara ve
millet-leıe tıpatıp uygun düşsün. Bilakis bu âyetler onlann lehinde ve aleyhinde
hükümlerdir. Bu hükümler, onlann ve kitablannın hususunda bilen, işiten ve
gören Allah'ın hükümleridirler.
[196]
Cenab-ı Hak, en son
sûre olarak el-Maide» sûresini indirmiştir. Bu hususta İmam Ahmed, Nesei,
Hakim, Beyhaki ve tefsir ravile'rinin bazıları Cübeyr bin Nufeyl'den rivayet
ettiler:
«Hacca gittiğimde,
Aişe validemizin huzuruna vardım. Bana dedi ki:
«Ey Cübeyr! El Maide
sûresini okuyor musun?» «Evet, okuyorum» dedim. Buyurdular:
«Dikkat etî O en son
inen sûredir. Orada helâl bulduğunuzu helâl, haram bulduğunuzu haram biliniz.»
Ahmed, Tirmizi, Hakim
ve Beyhaki, Abdullah bin Âmr'dan riya-yet ettiler:
«En son inen sûre El
Maide ile Ei Fetih süresidir.»tir.
[197]
[1] Bkz. El-Menar Cild: 6-423-Mektebetul-Kahire
[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/216-221.
[3] Bkz.
EL-Menar Cild: 6-426-427-MatbaatuI-Kahire
[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/221-225.
[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/226.
[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/226-227.
[7] Bkz. Bursevinin Ruhul-Beyan 2-404-Amire istanbul 1389
[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/227-229.
[9] Bkz. Bursevinin Ruhul-Beyan 2-404-Amire İstanbul 1389
[10] Bkz. Bursevinin Ruhul-Beyan 2-404-Amire İstanbul 1389
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/229.
[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/229-230.
[12] Bkz. Tantavî Cevheri Cild: 3-194-Halebî baskısı 1350
Kahire
[13] Bkz. Alusî Cild: 6-163
Darul-thya Beyrut
[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/230-235.
[15] Bkz. Alusî Ruhul-Meanî
Cild: 6-169-171-Dar.-îhy. Tur.
Arabî Beyiut. Tarihsiz
[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/235-246.
[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/248.
[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/249-251.
[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/251-252.
[20] Bkz. el-Kurtubî Cild 6-226-227-Darul-Kâtip 1368 Kahire
[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/252-256.
[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/256.
[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/256-257.
[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/257.
[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/258.
[26] Bkz. Müslim, Tirmizî, Neseî, Ebu-Davud ve imamı Ahmed
Müsnedi EZAN bahsine
[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/258-259.
[28] Bkz. El-Kurtubi 6-230. Darul-Kâtip Kahire 1387-1967
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/259.
[29] Bkz. El-Kurtubî 6-225-232-Darul-Kâtip Kahire 1387-1967
[30] Bkz. Beyzavî ve Medank Cild: 2-315 Amire 1317 İstanbul
baskısı
[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/260-273.
[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/275.
[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/275-277.
[34] Bkz. Ruhul-Beyan Cild: 6-416-417-Amire baskısı
İstanbul
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/276-277.
[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/278-280.
[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/280-281.
[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/281-282.
[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/282-285.
[39] Bkz. El-Alusî Ruhul-Meani Cild: 6-191-93 Dar. İh. Tu.
Arabi Beyrut
[40] Bkz. Ed-Durul-Mensur Cild: 2-398-Kahire
[41] Bkz. Alusî-Ruhul-Meani Cild: 6-194-Dar. Ih. Tu. Ara.
Beynıt-Tarihsiz
[42] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/286-294.
[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/294-296.
[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/297-301.
[45] Bkz. Alusî Ruhul-Meanî Cild: 6-196- 199-Dar. İhya. Tr,
Ar. Beyrut-Tarihsiz
[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/301-302.
[47] Bkz. Ruhul-Meani Cild: 6-200-Dar. îh. Tar. Beyrut
[48] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/302-303.
[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/303-304.
[50] Bkz. Ruhul-Meani Cild: 6-201-Dar. th. Tar. Beyrut
[51] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/304-307.
[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/307-308.
[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/310.
[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/311-313.
[55] Bkz. EI-Menar Cild: 6-90-92-Not: Metinlerde bahsi
geçen yabancı kelimeler ve isimlerin yazılışları yüzde yüz doğru olmayabilir.
Çünkü Arapça kaynaklardan nakledildiler. Biline
[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/314-323.
[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/324-325.
[58] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/327.
[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/327-330.
[60] Bkz. Îbn-Kesir Cild: 2-620-Dar. End. Beyrut
[61] Bkz. îbn Kesir Cild: 2-557-Dar. End. Beyrut
[62] Bkz. İbn-Kesir Cild: 2-557-Dar. End. Beyrut
[63] Bkz. Îbn-Kesir Cild: 2-620-Dar. End. Beyrut
[64] Bkz. İbn-Kesir Cild:
2-620-Dar. End. Beyrut
[65] Bkz. Îbn-Kesir Cild:
2-621-Dar. End. Beyrut
[66] Bkz. Îbn-Kesir Cild:
2-621-Dar. End. Beyrut.
[67] Cemre, esasında hacılar tarafından Mina'da üç belli yerlere atılan
taşlardır. Fakat zamanla taşların atıldığı o yerlerin adı olmuştur.
[68] Bkz. Îbn-Kesir Cild:
2-621-Dar. End. Beyrut
[69] Bkz. Îbn-Kesir
Cild: 2-62İ-Dar. End. Beyrut
[70] Bkz. İbn-Kesir Cild: 2-621-Dar. End. Beyrut
[71] Bkz. Ed-Dunıl-Mensur Cild: 2-302 Kahire tarihsiz
[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/330-339.
[73] Bkz. EI-Kurtubî Cild: 6-255-257-Darul-Kâtip Beyrut
1387-1968
[74] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/339-343.
[75] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/343-344.
[76] Bkz. El-Hazm Cild: 2-330-332-Âmire 1317-Istanbul
[77] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/344-348.
[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/350.
[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/351-352.
[80] Bkz. EI-Kurtubî Cild: 6-262-Darul-Kâtip 1368 Kahire
[81] Bkz. El-Kurtubî CİM: 6-262-DaruI-Kâtip 1368 Kahire
[82] Bkz. El-Kurtubî Cild:
6-262-Darul-Kâtip 1368 Kahire
[83] Bkz. El-Kurtubî
Cild: Ğ-262-Darul-Kâtip
1368 Kahire
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/352-357.
[84] Bkz.
El-Kurtubî Cild: 6-263-Darul-Kâtip 1368 Kahire
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/357.
[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/357.
[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/358.
[87] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/358-360.
[88] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/360-362.
[89] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/362-365.
[90] Bkz.el kurtubi cild 6-268 dar katip. 1378 kahire
[91] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/365-367.
[92] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/367-369.
[93] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/369.
[94] Bkz. El-Kurtubî
Cild: 6-271 Dar. Kâtip
1378 Kahire
[95] RlTAÇ: Depo, mahzarı veya büyük kapu demektir
[96] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/369-373.
[97] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/373.
[98] Bkz. EI-Kurtubî Cild: 6-284-Darul-Kâtİp 1317 Kahire
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/373-375.
[99] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/377.
[100] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/378-380.
[101] nerd veya nerdesîr, Sasanî kırallanndan Erdeşir'in
oğlu Şahpurun icad ettiği bir oyundur. Bugün devamına Tavla derler. Bak.
Nerdeşir maddesine ahtarı
[102] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/380-382.
[103] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-287 Danıl-Kâtip 1317 Kahire
[104] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/382-384.
[105] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/384-385.
[106] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-289 Dârul-Kâtip 1317 Kahire
[107] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-391 Dar. Kâtip 137fr Kahire
[108] Bkz. tbn Kesir Cild: 2-640 Dar. End. Beyrut
[109] Bkz. İbn Kesir Cild: 2-640 Dar. End. Beyrut
[110] Bkz Ibn Kesir Cild:' 2-440441 Dar. End. Beyrut
[111] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/385-390.
[112] Bkz. İbn Kesir Cild: 2.638 Dar. End. Beyrut
[113] Bkz. îbn Kesir Cild: 2-638 Dar. End. Beyrut
[114] Bu söz, sevgiden ileri geliyordu. Yoksa Cenabı
Peygamber hiçbir zaman herhangi bir içkiyi içmemiştir. Ebu-Bekir'de böyle idi.
Dikkat edile
[115] Bkz. Îbn-Kcsir Cild: 2-638-Dar. End. Beyrut
[116] Bkz. Îbn-Kesir Cild: 2-638-Dar. End. Beyrut
[117] Bkz. Îbn-Kesir Cild: 2-643 Dar. End. Beyrut
[118] Bkz. Îbn-Kesir Çild: 2-643 Dar. End. Beyrut
[119] Bkz. Îbn-Kesir Cild: 2-643 Dar. End. Beyrut
[120] Bkz. Îbn-Kesir Cild: 2-643 Dar. End. Beyrut
[121] Bkz. Îbn-Kesir Cild: 2-643 Dar. End. Beyrut
[122] Bkz. îbn Kesir Cild: 2-644-45 Dar. End. Beyrut
[123] Bkz. îbn Kesir Cild: 2-644-45 Dar.
End. Beyrut
[124] Bkz. îbn Kesir Cild: 2-644-45 Dar. End. Beyrut
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/391-396.
[125] Bkz. Fizilâlul-Kur'an Seyyid Kutup Cild: 3-Dar. İhya
Tur. Arabi Beyrut
[126] Bkz. Lubabut Te'vil Cild: 2-345-Amire bas. 1317 îstanbul
[127] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/396-398.
[128] Bkz. el-Kurtubî Cild: 6-299-Darul-Kâtip 1368 Kahire
[129] Bkz. El-Hazın-Lubabut-Tanzil-CİId: 2-347-348 EI-Amire
1317 İstanbul
[130] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/399-408.
[131] Bkz. H. Lubabut-Te'vil-Ciîd: 2-35O-35Î
el-Amire 1317 îstanbul
[132] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/408-409.
[133] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/409-410.
[134] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/410.
[135] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-302-307 Dar. End. Tarihsiz
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/410-415.
[136] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/417.
[137] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/418.
[138] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/418-419.
[139] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/419.
[140] Bkz. El-Kurtubî Cild:
6-318 Darul-Kâtip 1387
[141] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/419-420.
[142] Bkz. el-Kurtubî Cild: 6-321-Darul-Kâtip 1378 Kahire
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/420-421.
[143] Bkz. el-Kurtubî Cild: 6-323 Danıl-Kâtip 1387 Kahire
[144] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/421-425.
[145] Bkz. Alusî, Ruhul-Meanî Cild: 7-34-Dar. îhy.
Beyrut-tarihsiz.
[146] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/426-427.
[147] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/427-429.
[148] Ekz. cl-Kurtubî Cild: 6-331-DaruI-Kâtip 1378 Kahire
[149] Bkz. el-Kurtubî Cild: 6-331-Darul-Kâtip 1378 Kahire
[150] Bkz. Ruhul-Meanî Cild:
7-40-Dar. ihya. Turs. Ara. Beyrut
[151] Bkz.
El-Kurtubî Cild: 6-332-Darul
Kâtip 1378 Kahire
[152] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/429-434.
[153] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-334-Darul-Kâtip 1378 Kahire
[154] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-335-Darul-Kâtip 1378 Kahire
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/434-436.
[155] Bkz. Tenviral-Mikbas Cild: 2-357 Âmire 1317 İstanbul
[156] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/436-438.
[157] Bkz. EI-Kurtubî Cild: 6-337-Darul-Kâtİp 1378 Kahire
[158] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-337-Dar. Kâ. 1378 Kahire
[159] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/438-440.
[160] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/442.
[161] araz-cevher konulan Kelam kitaplarında geçiyor. Bu
bahislerin tel-sefi konular olduğunun ve hidayetle ilgisi bulunmadığını ve
taklidinin zararlı olduğuna işaret vardır. Dikkatle oku.
[162] Ebul-Abbas Abdullah El-Me'mun bin Harun'u Reşid'dir. Abbas
oğullarının yedinci halifesidir ve en büyük alimleridir. 170 de doğdu
218 de vefat etti. Kabri Tarsustadır
[163] El-Kurtubî Cild: 2-213-214 Darul Kâtip 1387 Kahire
[164] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/443-448.
[165] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/448-452.
[166] Bağdad ile Irbil araşma düşen bir kasabanın adıdır.
Bkz. Kamusul-Mühit tertibi Cild: 2-197-Ad-Dakuk maddesine.
[167] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/452-454.
[168] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/454-455.
[169] Bkz. EI-Kurtubî Cild: 6-352-Daruİ-Kâtip 1378 Kahire
[170] Bkz. El-Kurtubî
Cild; 6-353 - Darul-Kâtip 1378 Kahire
[171] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/455-456.
[172] Rukn'den maksadı,
Kâbenin-hacerul-esved'in bulunduğu
köşesi ve Yemen tarafına düşen
köşedir. mekam'dan maksad, hz. ibrahim'in mekamidir
[173] burada hz. peygamberin o tarihi mînbert kasdedilir
[174] Sıhhat olmadıöının nedenî nedir? Keşke bunu bilseydik.
Kavlı-Mucar-red kafi değildir.
[175] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-353-Darul-Kâtip 1368 Kahire
[176] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/456-461.
[177] Bkz. Lubabut-Te'vil Cild: 2-366 Amire bas. 1317
İstanbul
Ali Arslan, Büyük Kur’an
Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/461.
[178] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/463.
[179] Bkz. Hazin Cild: 2-368-Amire 1317 Istanbulu
[180] Bkz. El-Kurtubî Cild: 2-360-361 Dar. Katip 1368 Kahire
[181] Bkz. El-KurtubrCild: 6-361 DanıI-Kâtİp 1368 Kahire
[182] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/464-468.
[183] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/470.
[184] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/471.
[185] Bu kelime hayret manasında kullanılır. Yani durumunuz
hayret vericidir. Dehşet getiricidir demek istiyor
[186] Bkz. tbn Kesir Cild: 2-683-685-Dar. End. Tarihsiz
[187] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/471-479.
[188] Bkz. Îbn-Kesir Cild: 2-685-Dar. End. Beyrut Tarihsiz
[189] Bkz. Îbn-Kesir Cild: 2-685-Dar. End. Beyrut Tarihsiz
[190] Bkz. Îbn-Kesir
Cild: 2-686-Dar. End. Beyrut Tarihsiz
[191] Bkz. îbn Kesir Cild: 2, Sahife: 687-Dar. End. Beyrut
[192] Bkz. İbn-Kesir Cild; 2-689-690-Dar, End, Beyrut
[193] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/479-488.
[194] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/488.
[195] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/488-493.
[196] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/493-495.
[197] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları:
4/495-496.