Yahudi Ve Hıristiyanların Dostluğu. 4

Velayetin Mânâsı 5

Buradaki Fetihden Maksad Nedir?. 7

İslâmdan İrtidad Etmenin (Dönmenin) Hükmü. 7

Müseylemenin Mektubu. 8

Ebu Bekir Sıddik Halifeliğinde İrtidad Edenler 9

Cebele'nin Şam'a Kaçışı 9

Namazda İken Zekât Vermek. 11

Meal 15

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri Ezanın Meşruiyeti 16

Ezan Ve Kametin Hükmü. 16

Ezanın Keyfiyeti: 17

Fecirden Önce Ezan. 18

Müezzinden Başkası Kamet Okuyabilir Mi?. 18

Müezzin Nasıl Ezan Okumalıdır?. 19

Ezanda Kıbleye Yönelmek. 19

Ezanı Dinliyen Ne Demelidir?. 19

Ezan Ve Müezzinin Fazileti Hakkında Gelen Eserler 19

Ezana Karşı Alınan Ücret 20

Meal 25

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 25

Tekvanın Etkisi 25

Resülüllah Din Hususunda Hiç Kimseye Gizli Bir Şey Söylememiştir 26

Ehli Beytin Katında Kur'an'dan Başka Ne Vardı?. 27

Veda' Hutbesini Kaç Bin Sahabi Dinledi?. 27

Ayetlerden Hangisi Resulüllah'a Daha Ağır Geldî?. 27

Bütün Sırlar Kur'an'dadır 29

Ben Kimin Mevlası (Efendisi) İsem Ali Onun Mevlasıdır 32

Himyerinin Halifelik Konusundaki Bühtanı 33

Resulüllah'ın Halktan Korunmasının Anlamı 34

Tevrat Ve İncil'i İkame Etmekten Maksad Nedir?. 35

Yeniden İman Eden Mü'min Kimlerdir?. 36

Sabia Taifesi Kimlerdir?. 36

İsbailoğullabından Alınan Misak Nedir?. 37

Meal 37

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri Fitne Nedir?. 38

Bir Beşere Allah'a Mahsus Bulunan Sıfatları Vermek Küfürdür 39

Kadınlardan Peygamber Olur Mu?. 42

Meal 43

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri Dinde Aşırı Gitmek. 43

Uyarmayı Terkeden Bir Millet Helak Mı Olur?. 44

Kureyş Elçileri Ne Zaman Habeşistan'a Gittiler 48

Hıristiyanların Öğülmesi Neye Karşılıktır?. 49

Birinci Hicret 50

Meal 51

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 52

Mubah Olanları Haram Etmenin Hükmü. 52

İslâmda Aşırılık Haram Mıdır?. 54

Îslâmda Yemini Lağiv. 54

Helâldan Ne Derece İstifade Edilir?. 54

Kefaret Yeminin Cezasını Kaldırır 55

Yeminler Kaç Kısımdır?. 55

Kefaret Ne Kadardır 56

Yemini Gamus. 57

Dikkat Edilecek Bir Nokta. 58

Kur'an'la Yemin Etmek. 59

Allah'ın Zat Ve Sıfatından Başkasıyla Yemin Edîlmez. 59

Mühim Bîr Konu. 61

Yemin Keffareti Kime Gerektir?. 61

Meal 61

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 62

Satranç Kumardan Mı?. 63

Mühim Bir Konu. 64

İçki Necasetin Hangi Türündendib?. 64

İçki Tedavide Kullanılır Mı?. 65

İçki Hangi Maddeden Yapılırdı?. 67

Allah Ve Resulüne İtaat Etmek. 69

İçkinin Cezası 70

İhbamlının Avlamasındaki Ceza. 73

Bazı Hikmetler 74

Harem Arazisi 74

Medine Haremi 74

Meal 76

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 77

Denizden Ne Kasdedilir 77

Denizin Ölüsü. 77

Balığın Kesilmesi 77

Deniz Hayvanları İki Kısımdır 78

İhramlı Avın Etinden Yiyebilir Mi?. 78

Kabe'nin Ayaklanma Yeri Olmasının Manâsı 80

Habis İle Tayyîb. 80

Çok Sormanın Dindeki Hükmü. 81

Hangi Maksadla Soru Caîzdîr?. 83

Bahire, Saîbe, Vesile Ve Hâm.. 84

İbrahim (A.S.) Dinini İlk Bozan Kimdir?. 84

Meal 85

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 85

Hakkı Söylemek Ne Zaman Terkedilebiltr?. 87

Kafirin Şahidliği Kabul Mü?. 89

Ölüm Bir Musibet Midir?. 90

Hakk Îçin Hapsetmek Ve Hakların Kısımları 90

Yeminler Nasıl Verilir Ve Tağliz Ne Zaman Yapılır?. 91

Dikkat Edilecek Bir Nokta. 93

Meal 93

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri. 93

Meal 95

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri 95

Mukaddes Sofra. 95

Sofranın İnmediğini İddia Edenlerin Delilleri 98

Şayanı Dîkkat Bir Mevzu. 102

Birinci Kısım.. 102

Îkinct Kısım.. 103

En Son Înen Süre. 104

 


Yahudi Ve Hıristiyanların Dostluğu

 

Bu yasaklanan dostluğun hududu nedir? Ne gibi bir dostluk ya­saklanmıştır? Bu hususu biraz inceleyelim:

Tenvirül-Mikyas adlı tefsirde «yardım istemekte onları dost edin­meyiniz demektir» diyor. Yani yardım isteyecek şekle varacak kadar bir dostluk olmasın demek istiyor. El Medarik'te:

«Onlara yardım edeceğiniz ve onlardan yardım isteyeceğiniz şe­kilde dost edinmeyiniz. Onlarla kardeşlik yapacağınız, müminlerin birbirleriyle muaşeret ettiği gibi onlarla muaşeret edeceğiniz şekilde onları dost edinmeyiniz demektin} diyor.

El-Beyzavi:

Onlara güvenecek ve dostların muaşereti gibi onlarla muaşeret edecek şekilde onları dost edinmeyiniz demektir» diyor.

El-Alusi:

«Ahbablann safaveti gibi, onlara safavet yani içinizi döküp sırrı­nızı haber verip ahbablık göstermeyiniz ve onlardan yardım taleb et­meyiniz. Bu tarzda bir dostluk olmasın demek istiyor» dedi.

Bunlar bilindikten sonra Resulü Ekrem ile Yahudiler arasında, İslâm'ın başlangıcında cereyan eden anlaşma hususunda bir takım malûmat edinmeye çalışalım. El-Menar; bu âyetin tefsirinde şunla­rı söylüyor:

Resûlüllah'm mübarek siyretine bakan bir insana malûm olur ki, Cenab-i Peygamber Medine'ye geldiğinde Yahudilerle sulh yaptı. On­ları dinlerinin ve mallarının üzerinde bıraktı. Bunu, Muhacir ve En-sar arasında kardeşlik konusunda yazılan mektubuna dahil etti. Ka­bileler, soylar ve boyların hukuklarını belirten mektubuna yazdı. O mektupta şu vardır:

«Gerçek şudur ki, Yahudilerden bize tâbi olanlar yardım görecek­ler, zulme uğramayacaklar. Onların aleyhinde hiç kimseye yardım edilmeyecektir.»

Anlaşmalarda ve savaşlarda yardımlaşma- hususunda da mektup­ta şu vardı:

«Yahudiler bizimle beraber savaştığı müddetçe, müminlerle be­raber nafakaları verilecektir. Beni Avf Yahudileri müminlerle beraber olan bir cemaattır. Yahudilerin dini Yahudilere, Müslümanlann dini de Müslümanlara, mallar ve nefisleri de onlara aittir. Ancak zulme­der ve günah işleyen, nefsini ve aile efradını helak eder. Beni Neccar Yahudilerine de Beni Avf Yahudilerine verilen (söz) verilmiştir. Son­ra Beni Avfe verilen Benil-Harîs ve Saide Yahudilerine de verildi. Cüşem (veya cüşum) Evs ve Saleb'ye de verildi. Hafne ve Şetne de onlar­dandır.»[1]

İbni Kayyım, «EI-Hedyun Nebevi» adlı eserinde şunları söylüyor:

Resulü Ekrem Medine'ye vardığında, kâfirler Resûlüllah'a karşı üç sınıfa ayrıldılar: a) Bir sınıfı Resûlüllah ile sulh etti. Resülüllah onlarla anlaştı. Onlar Resûlüllah'a harb açmayacaklar, aleyhinde baş­kasının yardımcısı olmayacaklar. Ve küfürleri üzerinde duracaklar, kan ve mallan korunmuş olacak. B) Diğer bir sınıf Resûlüllah'a harp açtılar, düşmanlık güttüler, c) Bir kısım da Resûlüllah'ı terkettiler. Ne sulh ettiler, ne harb açtılar. Resûlüllah ile düşmanlarının neticesi­ni beklediler. Sonra bunlardan bir gurubu iç âleminde onun galib gel­mesini istiyordu. Bir gurubu da zahirde de onunla beraber oldular. Fakat batmda onun düşmanlarıyla beraber idiler. Ta ki iki guruptan (müslümanlar ve kâfirlerden) de emin olsunlar. îşte onlar münafık­lardır. Rabbisi bu gurublar hakkında ne emrettiyse Cenab-i Peygam­ber o şekilde onlarla sulh yaptı. Onlarla arasında emniyetname yazdı. Onlar üç güruhtular. Medine'nin etrafında oturuyorlardı. Beni Kay-nuka', Beni Nadiyir (veya Nadir), Beni-Kurayza. Resûlüllah'a evvelâ Beni Kaynuka Yahudileri Bedir'den sonra harp açtılar. Resûlüllah'-tan buğz ve hased ettiklerini açığa vurdular.

îbni Kayyım, ikinci bir fasılda şunları söylüyor:

Sonra Benu-Nadir kabilesi ahdini bozdu. Buharî «Bu da, Bedir'­den altı ay sonraydı» dedi. Onlar Resûlüllah'ı ansızın nasıl öldürmek istediklerine dair tafsilât daha önce geçti.

Sonra başka bir fasılda îbni Kayyım şunları söylüyor:

Beni-Kurayza kabilesi Resulü Ekrem'e bütün Yahudilerden daha fazla adavet besliyordu. Cenab-ı Peygamber, Hendek savaşına çıkınca onlar da sulhlerini bozdular. İşte ehli kitabı dost edinmenin yasaklan­masının nedeni bunlardır. Araplardan olan Hıristiyanlar ile Rumlara tabii olarak Yahudilerle beraber Peygambere karşı savaştılar.

Tefsir âlimlerinin bu âyetin sebebi nüzulünde zikrettikleri özel sebeb ise hulasaten şudur:

Tefsir-i bilmesuri rivayet edenler ve Beyhaki «Eddelail»inde, tb-ni Asakir, Ubbade bin Velid'den rivayet etti: Beni-Kaynuka' Yahudi­leri, Cenab-ı Peygambere harp açtıkları zaman münafıkların başı Ab­dullah bin Ubey b. Selul onlarla beraber oldu. Ubbade bin Samit Resû­lüllah'a geldi. Allah ve Resulünü dost edinerek Yahudilerle olan dost­luğundan vazgeçti. Ubbade hazretleri Beni-Hars bin Hazreç'ten bir kişi idi. Abdullah bin Ubeyy'in Yahudilerden dostları ve halifleri, (anlaş­malıları) olduğu gibi onun da vardı. Onların hepsini attı. Resûlüllah'ı dost edindi. Allah'a iltica etti. «Ben Allah'ı, Resulünü ve mü'minleri veli (dost) edinirim, Allah'a döndüm ve Resûlü'ne geldim bu kâfirle­rin veliliğinden, (dostluğundan) teinle ediyorum» dedi. İşte onun ve Abdullah bin Ubeyy'in hakkında bu âyet o zaman nazil oldu.

tbni Ebi-Şeybe ve İbni Cerir, Atiyye bin Saad'dan rivayet ettiler; Ubbade bin Samit, Beni Haris bin Hazreç'ten bir zat idi. Resûlüllah'a geldi:

«Ey Allah'ın Resulü! Benim Yahudilerden birçok anlaşmalılarım ve dostlarım vardır. Ben Allah'a ve Resûlü'ne, bunların dostluğundan tebri ederek dönüş yapıyorum. Allah ve Resûlü'nü dost ediniyorum.» dedi.

Abdullah bin Ubey:

«Ben, sonuçlardan ve hadiselerden korkan bir kişiyim. Onların dostluğundan el çekemem dedi.» Resulü Ekrem Abdullah bin Ubey1-ye:

— Ey Ebel Hubab! Bu Yahudilerin dostluğundan Ubbade'ye kar­şı giriştiğin yarışı sen kazanmış ol. O iftihar sadece senin olsun, onun değil, deyince, Abdullah:

«tşte o zaman kabul ediyorum» dedi. Cenab-ı Hak:

«Ey îman edenler! Sakın ha, Yahudi ve Hiristiyanlan dost edin­meyiniz» âyetini, Ta, «Allah seni insanlardan korur» âyetine kadar in­dirdi..

İbni Cerir ve İbnul-Münzir, İkrime'den, bu âyet hususunda şun­ları rivayet ettiler:

Bu âyet Beni-Kureyza hakkında nazil oldu. Onlar hainlik yaptlar, Resûlüllah ile aralarında bulunan sözü bozdular. Ebu Süfyan bin Harb'e mektub yazarak onu ve Kureyşileri Resûlüllah'ın savaşma da­vet ettiler. «Gelin kalelerimize girin, Muhammed'le mücadele ediniz» dediler. Cenab-ı Peygamber, Ebu Lubabe bin Abdul Munzlr1! onlara gönderdi. Onları kalelerinden çıkarmak istedi. İnmekle Resûlüllah'a itaat ettikleri zaman Ebu Lübabe parmağıyla boğazını işaret etti. Ya­ni inmekte Ölüm vardır kesilirsiniz» demek istedi. Bir de Medine'de bazı müslümanlar vardı. Şam'daki Hıristiyanlara Resûlüllah'ın hadi­seleri ve gelişmelerini yazarlardı. Bazıları servetlerinden istif ade etsin­ler diye Medine Yahudilerine Resûlüllah'ın haberlerini yazarlardı. Böylece yeni devletin temellerini sarsarlardı. İşte onları böyle yapmak­tan menetmek için bu âyet nazil oldu.

îbni Cerir'den rivayet edildi ki, bazı müslümanlar Uhud gününde müşriklerin galib gelmesinden korktuklarından, «Ben filân Yahudiye varıp ondan emniyet (teminat) alacağım» dedi. Diğer biri «Ben filân Hıristiyana varıp ondan teminat alacağım» dedi. İşte bahsedilen âyet te bu hususta nazil oldu. Bu sözleri söyleyenler zaif imanlılar ve mü­nafıklardı. Böylece bu âyeti celîle, yardımlaşmak tarzında ehli kitab-la dostluk edinmeyi yasaklıyor.

Bazıları «Müslümanların aleyhinde yardımlaşmak tarzında dost­luk kurmayı yasaklamaktadır» dedikten sonra bu âyeti celîle, müslü-man ferdlere ve cemaatlara bu yasağı getiriyor. Bu âyetin kapsamına gerçek müslümanlar da, diğerleri de girer. Çünkü âyet esasen kalben hasta olup İslâm'ın sönmesinden ve küfrün galip gelmesinden korkup bazı kâfirlerin yanında yağcılık yapmak suretiyle onları dost edinen­lerin hareketlerini kınamak mukaddimesidir. Müslümanlara müslü-man olmayana muhalefet etmek her halü-kârda dinî bir fariza değildir. Çünkü Peygamber hicretten sonra Medine Yahudisiyle sulh akdetmiştir.» dedi. Fakat âyetin maksadı bu değildir. Bu tefsir âyeti zorlamaktır. Ehli kitabın dostluğunu yasaklayan bu âyet tıpkı müş­riklerin dostluğunu yasaklayan şu âyet gibidir:

«Ey îman edenler! Düşmanlarımı ve düşmanlarınızı veli (dost) lar edinmeyin. Siz onlara sevgi yolluyorsunuz. Halbuki onlar Kur'an'-dan size geleni inkâr ettiler. Rab biniz olan Allah'a îman ediyorsunuz diye, sizi ve Peygamberi (yurdunuzdan) çıkarıyorlardı.» (El Mümte-hine: 1).

El-Mümtehine'nin bu âyeti, Hatip bin Ebi-Beltea hakkında/nazil olmuştur. Kureyşlilere mektub yazdı. Resûlüllah'ın onlara savaş açma niyetinde olduğunu haber verdi. Çünkü malı ve aile efradı hâlâ Mek­ke'deydi. Mekke'lilere bir iyilik yapmak istedi ki, aüe-efradını ve ma­lını korusunlar. Bunun için o mektubu yazdı.

Bir sebebten ötürü birşeyi yasaklamak o yasak aynı sebebi taşı­mayan şeyleri kapsayamaz. Bir de, o sebeb ortadan kalkarsa aynı ya­sağın kalkması da memnu değildir. Yani kalkabilir. Bunun için Ce­nab-ı Hak bu yasaktan sonra El-Mümtehine sûresinde şunları ferman etti:

«Belki Allah sizden ve onlardan kendilerine karşı düşmanlık bes­lemekte olduklarınız arasında bir sevgi bağı kılar. Allah güç yetiren-dir. Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. Allah sizinle din konusun­da savaşmayan, sizi yurtlarınızdan sürüp çıkarmayanlara iyilik yap­manızdan ve onlara adaletli davranmanızdan sizi sakındırmaz. Çün­kü Allah adalet yapanları sever. Allah ancak din konusunda sizinle savaşanları, sizi yurtlarından sürülüp çıkaranları ve sürülüp çıkanl-manız için (düşmanınıza) arka çıkanları veli (dost) edinmenizden sa­kındırır. Kim onlan veli (dost) edinirse, artık onlar zalim olanların ta kendileridir.» (El Mümtehine, 7-9).

İşte bu âyeti celîleler açık birer nassdırlar. Dostluğun düşman­lıktan öbürü yasaklanmasına delâlet ederler... Eğer savaşırlarsa, dost­lukları yasaktır. Zira dindeki ayrılık sebeb değildir. Çünkü Resulü Ekrem, Yahudilerle anlaştı ve ahidnâmesinde «Yahudilerin dini on­larındır, müslümanlarm dini de müslümanlanndır» diye madde yazdı. Bir de Cenab-ı Hak, bütün muhaliflere, «Sizin dininiz sizin, benim dinim de benimdir» (Kâfinin: 6) demesini Resûlüllah'a emretmiştir. [2]

 

Velayetin Mânâsı

 

Zemahşeri, Beyzavi ve onların yolundan giden diğer müfessirler ise; «velayet», burada «Meveddet» yani sevgi, güzel muamele ve eh­li kitabtan muhalif olanları çalıştırmak, demektir. Yani onlan ne bir vazifede çalıştırınız, ne onlarla güzel bir muamele yapınız, ne de diğer ahbablara karşı olan sevgiyi onlara gösteriniz, demektir» dediler.   Ve Resûlüllah'ın  (S.A.V.) şu hadisiyle istidlal ettiler:

«O iki gurubun ateşleri birarada görülmemelidir.»

Ve aynı zamanda bu istidlalîarmı Hz. Ömer'in, Küfe Valisi Ebu-Musa El-Eş'ari'ye Hıristiyan olan kâtibini azletmesini emretmesiyle de takviye etmişlerdir. Fakat daha önce de söylediğimiz gibi âyetin si­yakı bu mânâya manidir. Mütekaddim âlimler: «Yasaklanan dostluk, yardım dostluğudur.» dediler. «Bu âyet kimin hakkında nazil olmuşsa, özel olarak onlar içindir» demişlerdir. Mutekaddimler (selef) ile Mü-teehhirin (halefin) arasında uzak bir fark vardır.

Müfessirlerin şeyhi İbni Cerir Taberi şunu söylüyor: «Bu hususta benim katıma göre sevab olan görüş şöyle demektir: Allah ehli imana karşı Yahudi ve Hıristiyanlan yardımcı ve halif ola­rak edinmeyi mü'minler için yasaklamıştır. Ve onları yardımcı, halif ve dost edinip de Allah ve Resulünü bırakan onlardandır, haberini ver­miştir. Yani onları böylece dost edinen Allah'a, Resulüne ve mü'minle-r-e karşı tavır almakta onlardandır. Şüphesiz ki Allah ve Resulü böyle bir kimseden uzak ve beridirler.

Mümkündür ki, âyet, Ubbade bin Samit'in, Abdullah bin Ubey bin Selûl'ün ve onların halifleri olan Yahudilerin hakkında nazil ol­muş olsun. Yine mümkündür ki, âyet, Ebi Lubabe'nin Beni-Kureyza hakkında yapmış olduğu fiilinden ötürü ı;azil olmuş olsun ve müm­kündür ki, âyet, Es-Süddi'nin zikrettiği iki kişi hakkında nazil olmuş olsun. Birisi Yahudiye iltihak, diğeri de Şam'daki Hıristiyanlara ilti­hak etmek istemiş. Bu üç görüşün hiçbirisi hakkında, benzeriyle delil sabit olacak bir haber varid olmamıştır. Öyleyse bunun hakkında «De­nildiği gibi» tâbirini kullanmaktan başka çare yok. Durum bu ise, doğ­rusu, Kur'an'ın zahirine göre, genel (umumu) olduğuyla hükmetmek­tir. Katımızda hilâfına dair bir ilim olmadığı için tevil ehlinin dediği de caiz olabilir. Ancak şüphe yoktur ki âyet, Yahudi ve Hıristiyanlara dostluk gösteren bir münafık hakkında nazil oldu. O münafık gelecek hadiselerden korkuyordu. Çünkü bu âyetten sonra gelen âyet buna delâlet eder.» İbnu Cerir'in sözü burada bitti.[3]

Görüldüğü gibi Mütekaddim âlimlerle, Müteahir âlimlerin arasın­da, âyetin tefsirinde, hilaf vardır: Bazıları «Âyet umumidir.», Bazıları «özeldim demişler.

Bazıları, «Mü'minlerin aleyhinde Yahudi ve Hıristiyanlarla dost­luk kurmak hu,sus undadır». Bazıları da «umumdur» demişlerdir. Ha­kikati Cenab-ı Hak biliyor. Yalnız durum ne olursa olsun, bir mümin kalben, ,/üzdeytii doğru dosttur» diye, tslâm dininden olmayan bir kimseyi dost bilmemelidir. Fakat dünya mudaratı vardır. Nitekim Ha­fız Eş-Şirazî divanında «asayişi du gitti tefsiri in du har-fest   bâ dosıtan telettüf, bâ düşmınan mudara» «Dün­ya ve âhiretin asayişi bu iki harfin tefsiridir: Dostlara karşı lûtfet-mek.mek, düşmanlara karşı da mudarâa göstermektir.»

(51) «Onların bazısı diğerinin velisi (dostu) dir...» Bu âyetin mânâsı: Yahudilerin bir kısmı diğer Yahudinin dostu, Hıristiyanların bir kısmı diğer Hıristiyanların dostudur. Yoksa, âye­tin mânâsı Yahudi gurubu Hıristiyan gurubunun, Hıristiyan gurubu Yahudi gurubunun dostudur, demek değildir. Çünkü Yahudi ve Hıris­tiyanların arasında temelde dostluk yoktur. Fakat hepsi müslümanlara zarar vermek hususunda ittifak halindedirler. O halde sizlerle onların arasında dostluk kurmak nasıl tasavvur olunabilir?

(51) «Sizden onları dost edinen şüphesiz ki onlardandır.» Yani müslümanlardan, ehli kitabın dinlerini tasvib ederek ve gö­rüşlerini benimsiyerek Hıristiyan veya Yahudilerden dost edinen on­lardan olur. Onlarla beraber ateşte olur. Dinlerini tasvib etmekten de­ğil de sadece alış-veriş yapmak sohbetinden   veya onlarla bir iş yap­maktan ötürü dostluk kurmak, bu felâketi gerektirmez. Bu dostluk dinen caizdir. Yani Yahudi ve Hıristiyanlarla    alış-veriş yapılabilir, dünya muameleleri yapılabilir ve bu konularda ahbablık kurulabilir. Onların yemeğinden yenilebilir. Onlara yemek yedirilebilir. Nitekim daha önceki âyetlerde de bu hüküm geçti.

îbni Ebi Hatim îyad'dan rivayet ediyor: Hz. Ömer Küfe Valisi, Ebu Musa el-Eşa'ri'den bi rderide (veya bir kâğıtta) aldığını ve ver­diğini (gelir - giderini) yazıp arzetmeyi istedi. Ebu-Musâ'nın Hıristiyan bir kâtibi vardı. Onu Hz. Ömer'e arzetti. Hz. Ömer'in hoşuna gitti. «Bu kâtib, hıfzedici ve koruyucudur» dedi. Ve devamla:

«Bize Şam'dan gelen bir mektubu    mescidde okuyabilir misin?»

diye teklifde bulundu.

Ebu Musa el Eşa'ri:

«Onun gücü buna yetmez» dedi.

Hz. Ömer:

«Niçin? O cünüb müdür ki, camiye girmez?»

Ebu-Musa el-Eşa'ri:

«Hayır. Cünüp de değildir. Fakat Hıristiyandır.»

Bunun üzerine Hz. Ömer, Ebu Musa'yı kınadı ve baldırına kam­çıyla vurduktan sonra: «Onu burdan çıkarınız.» emrini verdi. Daha sonra:

«Ey iman edenler! Sakın Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyi­niz» âyetini okudu. Bu nakilleri yaptıktan sonra şöyle dedi:

Bize Muhammed bin Hasan bin Muhammed bin Sabbah, Muham-med bin Şirin tarikiyle Abdullah bin Utbe'den rivayet etti:

«Sakın herhangi biriniz bilmiyerek Yahudi ve Hıristiyan olmasın.»

Bunu dediğini işidince anladık ki bu sözüyle: «Ey îman edenler! Sakın Yahudi ve Hıristiyanları dost edinmeyiniz.» âyetini kastediyor.

Ebu Said el-Eşec, îbni Fudeyî'den, o Asım'dan, İkrime'den, o da Ibni Abbas'tan rivayet ediyor:

İbni Abbas'tan, Arap Hıristiyanlarının kestikleri yenir mi diye soruldu.

«Yenir. Çünkü Cenab-ı Hak, «sizden kim Yahudi ve Hıristiyanları dost edinirse, o onlardandır» buyurmuştur, dedi. Yani Arap Hıristi­yanları da diğer Hıristiyanlardandır demek istedi. Bunun benzeri Ebu Zennad'dan da rivayet edilmiştir.

«Sizden kim onları dost edinirse, o, onlardandır.»

Bu âyetin tefsirinde: «Kim ki mü'minleri bırakıp Yahudi ve Hı­ristiyanları dost edinirse, mü'minlerin aleyhinde onlara yardımcı olursa o, onların dininden ve milletinden sayılır. Çünkü bir kimse, başka­sını dost edinerek başkasına karşı ona arka çıkarsa, o dost edinen dost edindiğinin inancına ve dinine razı olmuştur. Yahudi, Hıristiyan ve İslâm dinine muhalefet eden milletlerden uzaklaşmak hususunda bu âyet büyük bir teşdidi ilâhi ve ta'limi Rabbanidir.

Yahudileri dost edinen Abdullah bin Ubey idi. Fakat bu hüküm, kıyamete kadar mü'minler aleyhinde Yahudi ve Hıristiyanlarla dost olmayı yasaklamakta devam edecektir. Cenab-ı Hak başka bir âyette: «Sakın zulmedenlere meyletmeyiniz ki ateş sizi yakalasın.» (Hud: 113) buyurmaktadır. Al-i İmran 28. âyetinde:

«Sakın mü'minler, mü'minleri bırakıp kâfirleri veli  (dost)  edin­mesinler» buyurulmuştur. Ve yine:

«Ey mü'minler, sizden olmayanlardan sırdaş edinmeyiniz'»   (Âli-îmran: 118) denilmiştir.

Bazı tefsirciler:

Yardımda onların bir kısmı diğerinin velisidir. «Sizden olup da onları dost edinen onlardandır», cümlesi şarttır cevabı, «çünkü on­ları dost eden Allah'a, ve onun Resûlü'ne   onların muhalefet ettiği gibi  muhalefet etmiştir! Yahudi ve Hıristiyanların düşmanlığı va­cib olduğu gibi onun düşmanlığı da vacib oluyor. Yahudi ve Hıristi-yanlara ateşe gitmek vacib olduğu gibi ona da vacib olur. O onların arkadaşlarından oluyor.

(52) «Kalblerinde hastalık olanların (Yahudilerin dostluğunda ve sevgisinde) koşuştuklarını görürsün.» Bu âyetin izahı: Yani kalblerin­de şek ve nifak olanlar, süratle Yahudilerin dostluğuna kaçarlar. Çün­kü Yahudiler zengindir. Onların zenginliklerinden istifade etmek için onların dostluğuna koşuşur ve onlara karışırlar. Münafıklar, «Yahudi­lerle dostluğumuz, savaşmamız, bir zaman aleyhimizde tecelli eder kor-kusuyladır. Yani savaş müslümanların aleyhine dönebilir. Kıtlıklar olabilir. Korkunç hadiseler başgösterebilir korkusundan bu dostluğu yapıyoruz. [4]

 

 

Buradaki Fetihden Maksad Nedir?

 

(52) «Umulur ki, Allah katından fethi veya bir emri getirir.» Tef­sir âlimleri «umulur ki» mânâsını ifade eden «ÂS» kelimesi, Allah ta­rafından kullanıldığı zaman tahkik ve vücûb (lüzumlu olma), mânâ­sını ifade eder. Çünkü Allah kerimdir. Kerim olan zat, bir insanı bir hayrın verileceğinde tamah sahibi yaparsa, va'adi ona «kesinlikle sana veririm» demek gibi oluyor. Umulur ki Allah, düşmanlarına karşı Re­sûlüllah'a fethi nasip ve müyesser kılar. Dinini diğer dinlere gâlib ge­tirmek suretiyle fethi müyesser eder. Müslümanları, Peygamber ve müslümanlarm düşmanı olan kâfir, Yahudi ve Hıristiyanlara gâlib getirmekle, dinlerini de onların dinlerine galib getirir, münafıklar da bu sayede pişman olurlar. Cenab-ı Hak, minnet ve keremiyle bu­nu yaptı.

Bazı âlimler: «Burada bahsedilen fetih, Mekke fethidir» demiştir. Bazıları: «Yahudi köylerinin, Hayber, Fedek ve benzeri memleketle­rin fethidir» demişlerdir.

Allah'ın katından olan emirden maksad, Yahudilerin kökünü Hi­caz bölgesinden kazımak, onları meşakkatsiz ve yorgunluk olmadan memleketten atmak demektir. Nitekim Cenab-ı Hak onların kalbine korkuyu soktu. Onlar Arap yarımadasını terkettüer. Elleriyle köylerini ve kentlerini yıktılar ve Şam'a hicret ettiler. [5]

 

 

İslâmdan İrtidad Etmenin (Dönmenin) Hükmü

 

(54)  «Ey îman edenler! Sizden kim dininden dönerse...»

Bu, daha meydana gelmezden önce Kur'an tarafından haber ve­rilen mucizelerden biridir. Rivayete göre İslâmdan onbir fırka irtidad etti. Üçü Resûlüllah'm devrinin sonunda idi. Birincisi: «Benu-Mudleç» kabilesinin irtidadı idi. Onların başı «Zulhimar Esved el-Anesi» idi. Kâhin bir kişiydi. Yemen'de peygamberlik iddiasında bulundu. Bu­lunduğu bölgeyi istilâ etti. Muaz bin Cebel ve Yemen'in diğer idareci­leri gibi Resûlüllah'm memurlarını oradan çıkardı. Cenab-ı Peygam­ber, Muaz bin Cebel'e ve beraberindeki müslümanlara mektup yazarak, halkı dinlerine tutunmaya teşvik etmelerini emretti, Esved'le sa­vaşa halkı teşvik etmelerini bildirdi. Esved'i «Finiz ed-Deylemi» ya­tağında öldürdü. İbni Ömer:

«Haber, gökten Allah'ın Resûlü'ne geldi.    Esved'in öldürüldüğü gecede, Cenab-ı Peygamber, müslümanlara:

«Bu gece Esved öldürüldü. Onu öldüren mübarek bîr kişidir.» dedi.

«O kişi kimdir?» diye soruldu.

«O, Firuz'dur» dedi.

Resûlü-Ekrem eshabma Esved'in öldürülmesini müjdeledi ve aynı gecenin sabahında da vefat etti. Esved el-Anesi'nin öldürülmesi ha­beri, Medine'ye Rebiülevvel ayının sonunda yetişti. Yani Cenab-ı Pey­gamberin vefatından onsekiz gün sonra. Birinci halife Ebu-Bekr Sıd-dık'a müjdesi gelen ilk fetih budur. [6]

 

 

Müseylemenin Mektubu

 

Peygamberin son döneminde irtidad eden ikinci fırka, Yemame'de Beni-Hanife kabilesidir. Reisleri Müseylemetül-Kezzab (yalancı Mü-seyleme) idi. Bu kâfir, Resulü Ekrem daha hayatta iken peygamber­lik iddiasında bulundu. Hicretin onuncu senesi sonunda, peygamber­likte Resûlüllah'a ortak kılındığını iddia etti. Cenab-ı Peygambere şu mektubu yazdı:

«Allah'ın Resulü Müseyleme'den Allah'ın Resulü Muhammed'e!

Bunlardan sonra şüphesiz ki yeryüzünün yansı benimdir, yansı senindir.»

Bu mektubu iki elçiye verip Resûlüllah'a gönderdi. Cenab-ı Pey­gamber o elçilere:

«Eğer «Elçiler öldürülmez» kaidesi olmasaydı sizin boynunuzu vururdum.»

Sonra ona cevab olarak şunu yazdı;

«Allah'ın Resulü Muhammed'den yalancı Müseyleme'ye! Bunlardan sonra, şüphesiz ki yer Allah'ındır. Kullarından dilediğine onu mi­ras olarak verir. Netice (sonuç) Allah'tan sakınan ve korkanlarındır.»

Resulü Ekrem, bu hadiseden sonra hastalanıp vefat etti. Birinci halife Ebu Bekir Sıddık, Halid bin Velid kumandasında, Müseyle-metül-Kezzab'ın üzerine büyük bir ordu gönderdi. Allah Müseyleme-tül Kezzab'ı, daha Önce Hz. Hamza'yı öldüren ve Mut'un bin Adiy'nin kölesi bulunan Hz. Vahşi'nin eliyle öldürttü. Tabii bu da, şiddetli harp­tan sonra oldu. Vahşi şunları söylüyordu;

«Ben cahÜiyet ve küfürde iken halkın hayırlısını öldürdüm. (Hamza'yı kastediyor). İslâm'da iken halkın en şerlisini (Müscylenie'-yi kastediyor) öldürdüm.»

Resûlüllah'm son zamanlarında irtidad eden üçüncü fırka «Beni-Esed» kabilesidir. Reisleri «Tuleyhâ» bin Huveylid'dir. Tuleyha Pey­gamber hayatta iken en son irtidad edip Peygamberlik iddiasında bu­lunan kimsedir. Resûlüllah'ın vefatından sonra en önce, kendisiyle sa­vaş yapılan kişidir. Ebu Bekir Sıddık, Halid bin Velid'i gönderdi. Şid­detli bir savaştan sonra Hz. Halid onları kaçırttı. Tuleyhâ kaçıp Şam'a doğru gitti. Sonra müslüman oldu ve İslâmî hali de güzelleşti. Sonra Cenab-ı Hak, Resulü Ekrem'in ruhunu kabzetti. Mekke ahalisi, Medi­ne ve Bahreyn'de bulunan Abdu Kays kabilesinden başka bütün Arap­lar irtidad ettiler. Mürtedlerin bir kısmı: «Namaza gelince, namazı kı­lacağız. Zekâta gelince, biz malımızın gasp edil meşine razı değiliz, de­diler.»

Hz. Ebu Bekir bunlara savaş açtı. Ebu Bekir'e savaşmamak için namaz kılarlar hususu arzedildi. Fakat kalbi ilhamlı yüce Halife:

«Allah'a yemin ederim, Cenab-ı Hakkın, «Namazı kılınız, zekâtı veriniz» diye ikisini bir âyette zikrettiği ibâdetleri ayırmam. Allah'a yemin ederim, Resûlüllah'a vermekte oldukları zekât devesinin boy­nundaki yulan dahi çıkarırlarsa onlarla savaşacağım» diye haykırdı. Böylece Cenab-ı Hak, Ebu Bekir'in kalbini onlarla savaşmak husu­sunda açtı. Resûlüllah niçin ve neyin üzerinde harbetmisse, o da onun üzerinde harbetmeye karar verdi. Onlar farz olan zekâtı ikrar edinceye kadar savaşa devam etti. Enes İbni Malik:

«Eshab-ı Kiram, zekâtı vermeyenlerle savaşılmasını istemiyordu.

«Bunlar ehl-i kıbledir, onları nasıl öldürürüz» diye yakınıyorlardı. Bu­nun üzerine, Ebu Bekir Sıddık kılıcını bağladı, tek başına çıkıp onla­ra doğru gidince, diğer eshab-ı kiram onun arkasını takib ettiler [7]

İbni Mes'ud:

«Biz başlangıçta bunlarla savaş etmeyi kerih görüyorduk. Fakat neticede Ebu Bekir'e teşekkür ettik.» dedi.

Bunun için denmiştir: «Peygamberlerden sonra anneler Ebu- Be­kir'den daha üstün bir çocuğu doğurmamıştır. Ehli riddet hususunda bir Peygamberin yerine kaim oldu.»

Alaeddin-Attar «Pend» adlı Farsça manzumesinde Ebu-Bekir Sıddik hakkında şunları söyledi: [8]

«Herçi Büd Ez Barigâhı-Kibriyâ: Rihti Der Sadrı Şe­rifi Mustafâ An Heme Der Sine-İ Sıddikı Riht: Lâcerem Ta Büd Ezu Tahkiki Riht.»

Mânâsı: (Barigâhı kibriyadan ne gelmişse Mustafa'nın şerefli göğsüne döküldü. İşte Mustafa onun tamamım Sıddikin göğsüne döktü. Yine şüphesiz Sıddik yaşadığı müddet ondan gerçek sadır ol­du.) demektir.

Bundan ötürü Sıddik ehli riddetle savaşta İsrar etti. [9]

Hasan:

«Eğer Sıddık'ın yaptığı olmasaydı halk kıyamete kadar zekât hu­susunda küfürde kalacaktı» diyor.[10]

 

Ebu Bekir Sıddik Halifeliğinde İrtidad Edenler

 

Hz. Ebu Bekir'in hilâfetinde yedi kabile irtidad etti:

I- Fezara kabilesi. Uyeyne bin Hasn el-Fezari'nin kabilesidir.

2- Ğatafan kabilesi. Kırre (veya Kurre) bin Seleme el Kuşey-ri'nin kabilesidir.

3- Benu-Selim. Fucaat bin Abduyaleyl kabilesidir,

4- Beni Yerbu*. Malik bin Nuveyr el-Yerbui'nin kabilesidir.

5-Temim'in bazıları. Seccah binti Munzir adlı kadının kabile­sidir. Bu kadın da Peygamberlik iddiasında bulundu. Sonra Müseyle-metül Kezzab'la evlendi. Daha sonra tekrar müslüman oldu deniliyor.

6- Kinde kabilesi. Eş/as bin Kays el Kindi'nin kabilesidir.

7- Beni-Bekr bin Vail. El Hutan bin Zeyd'in kabilesidir.

Cenab-ı Hak bunlann emrini, Ebu-Bekir Sıddik'm eliyle halletti. Yani bunlann şerri birinci Halifenin eliyle söndürüldü.

Hz. Ömer'in hilâfetinde ise, bir kabile irtidad etti: O da Ğassan kabilesidir. Cebele bin Ehyem el-Ğassani'nin kabilesidir. Cebele, kabi­lesiyle beraber Şam'a kaçtılar ve orada Hıristiyan oldular. Bugün Arap Hıristiyanlar! yani Lübnan'da, Şam'da yaşayan Hıristiyanlar bu kabiledendirler.[11]

 

Cebele'nin Şam'a Kaçışı

 

Cebele'nin Şam'a kaçışı ve mürted oluşu hakkında şunlar rivayet ediliyor:

Cebele önce müslüman oldu. Zira rivayete göre Cebele Şam'a git­tikten sonra Hz. Ömer, Şam'ın idarecilerine, şu mektubu yazdı:

«Cebele, kavminin ileri gelenleriyle bana geldi ve müslüman oldu. Ona ikram ettim. Mekke'ye gitti. Tavaf yaparken Beni Fuzara kabile­sinden bir kişi onun eteğine bastı. Cebele, Beni Fuzara'dan olana vu­rup burnunu dağıttı. Dişlerini kırdı. El-Fuzara kabilesinden olan kişi Cebele'yi bana şikâyete geldi. Ben: «Ya onu affedersin veya kendisin­den kısas alırsın» diye hükmettim. Cebele:

«Ben bir kıralım. O ise bir avam. Ondan Ötürü benden kısas nu

alıyorsun?» diye itiraz etti. Ona cevab olarak dedim ki:

«Seninle onu İslâm bir araya getirmiştir. Sen ancak akıbetle yani güzel netice (ve güzel amelle) ondan üstün olabilirsin.»

Cebele, Hz. Ömer'den, kısası ertesi güne tehir etmesini istedi. Ge­celeyin akrabalarıyla beraber irtidad ederek, Şam'a kaçtı.

Rivayetlere göre Cebele yaptıklarından dolayı pişman olmuştu ve ondan dolayı da şu şiiri söyledi:

«Haktan sonra bir yumruğun ardından Hıristiyanlaştım. Eğer sabretseydim o yumrukta benim için hiçbir zarar yoktu. O yum­ruktan ötürü cahiliyetin gayret dalgaları bana yetişti. Ondan ötü­rü de sıhhatli gözü verip kör gözü satın aldım. (Yani İslânu ve­rip Hıristiyanlığı satın aldım). Keşke annem beni doğurmasaydı. Keşke ben Ömer'in söylemiş olduğu hükme sabır gösterseydim.»

(54) «Ey îman edenler! İçinizden kim dininden dönerse şunu bil­sin ki, Allah onun yerine öyle bir kavim getirecek ki, Allah onlan on­lar da Allah'ı severler.»

Acaba bu kavim kimdir? Hz. Ali bin Ebi Talib, Hasan, ve Ka-tade:

«Bunlar Ebu Bekir ve arkadaşlarıdır. Onlar mürtedlerle ve zekâ­tı menedenlerle savaştılar. Çünkü Resulü Ekrem vefat ettiği zaman Arapların çoğu irtidad etti. Medine, Mekke, Beni Abdulkays'tan olan Bahreyn ahalisi hariç diğer kabilelerin çoğu irtidad etti. îslâm'm üze­rinde Ebu Bekir ve ordusu durdu. Allah onlarla dine yardım etti. Arap­ların ekserisi irtidad edip zekâtı menettiklerinde Ebu Bekir onlara sa­vaş açmak istedi. Resûlüllah'ın eshabı bu savaştan hoşlanmadı. Hz. Ömer, Ebu-Bekre:

— Sen halka nasıl savaş açıyorsun. Oysa Resûlüllah, «Halk, lâ Uâheillallah deyinceye kadar onlarla savaşmakla emrolundum. Kim ki bu kelimeyi söylerse, o benden malını, kanını korumuştur. Ancak hakkıyla malı alınır, kam dökülür. Onun hesabı Allah üzerindedir.» buyurmuştur.

Hz. Ebu Bekr, Ömer'e şu cevabı verdi:

«Allah'a yemin ederim, namaz ile zekâtı ayırd eden bir kimse ile savaşacağım. Şüphesiz zekât da malın hakkıdır. Allah'a yemin ederim, Resûlüllah'a vermekte oldukları bir çepici veya devenin boynundaki bir yuları menederlerse onlarla, onu menettiklerinden dolayı savaşa­cağım.»

Enes bin Malik:

Sahabeler zekâtı vermeyenlerle savaşmaktan hoşlanmıyorlardı. «Onlar Kıble ehlidirler. Biz onları nasıl öldüreceğiz?» diyorlardı. Ebu Bekir Siddik kılıcını bağladı, tek başına savaşa çıktı. Sahabeler de başka çare olmadığını görünce arkasında çıktılar» diyor.

Hz. Aişe:

«Resulü Ekrem vefat edince, Araplar irtidad etti. Nifak yayıldı. Ebu Bekr'in başına eyle hadiseler indi ki, eğer koskoca dağların üze» rine o hadiseler inseydi o dağlan yerinden kıpırdatırdı.» dedi.

Halife Ebu-Bekir Sıddik; Halid bin Velid'i büyük bir ordu ile Be-ni-Hanife kabilesinin üzerine, Yemame'ye gönderdi. Bunlar yalancı Müseyleme'nin kavmiydiler. Allah Müseyleme'yi, Mut'am bin Adiy'in köleci Vahşi*nin eliyle öldürdü. Bu Vahşi, (R.A.) daha önce Uhud sa­vaşında Hz. Hamza'yı öldürmüştü.

Bazılan «Ayette bahsi geçen o mübarek kavimden maksad, Ebu Musa el-Eşari'nin kavmi olan Eş'arili'lerdir», dedi. Bu durum İ'yad bin Ganem, el-Eş'ari'den rivayet edilmiştir: «Bu âyet nazil olduğu zaman, Genab-ı Peygamber, Ebu Musa'ya işaret ederek:

«Onlar bunun kavmidir)  buyurdu. Hadisi Hakim el-Müstedrek'in-de rivayet etmiştir.

Bazıları da «Bunlar Yemenlilerdir» dediler. Çünkü Müslim ve Bu-harî ittifakla Ebu Hureyre'den rivayet ettiler: Resulü Ekrem:

«Size Yemen ahalisi geldi. Onlar fuad bakımından daha ince, kalb-ler bakımından daha yumuşaktır. îman Yemen'Hdir. Hikmet Yemen­lidir.» buyurdu.

Süddi:

«Bu âyet," Ensar hakkında nazil oldu. Çünkü onlar Resûlüllah'a yardım ettiler. Dinin galib gelmesi hususunda var kuvvetleriyle ça­lıştılar» diyor.

Başka bir tefsir sahibi de:

«O sevimli kavimden maksad Yemen'den gelen kabilelerdir. NA-Hl* kabilesinden ikibin, Kinde ve Büceyle kabilelerinden beşbin, üç bin de sair insanlardan gelmişlerdi. Bu gelenler Allah yolunda, Hz. Ömer'in hilâfetinde, Kadısiyye savaşında savaştılar» diyor.

Bu takdire göre, bu âyet ğaybi haber veren bir âyet oluyor. Ha­berde olduğu gibi çıktı. Öyleyse bu âyet bir mucizedir.

Allah'ın sevgisinin mânâsı ne demektir? «Ben filanı sevdim», ya-, ni kalbimi ona karargâh kıldım ki onu sevsin. Muhabbet (sevgi), gör­mesini istediğin ve Hayr zannettiğin bir şeyin iradesidir. Allah'ın sev­mesi, kuluna nimet etmesi, onu muvaffak etmesi, onu taat yapmaya hidayet etmesi ve kendi rızasına uygun amelleri ona gördürmesi, Ona taatma karşılık en güzel sevabı vermesi, Onu övmesi ve ondan razı ol­ması demektir. Kulun Allah'ı sevmesi ise, onun taatına süratle koş­ması, onun rızasını taleb etmesi, Onun gazabını ve cezasını gerektire­cek fiillerde bulunmaması, ve Allah'a yaklaştırın amellerle kendisini sevdirmesi demektir.

Tantavi Cevheri «Bu hadislerde bulunan mânâ, Allah'ın sevgisi ve Allah'ın sevilmesi sadece bu zatlara mahsustur demek değildir. Bel­ki müslüman ümmetlerin birisi gidip başkası gelir. Hatta mem­leketlerinden gelip Abbasi devletinin temelini kazıyan Cengiz hân'm çocuklarıyla Tatarlar, Abbasi halifesini öldürdüler. İslâm memleketi­nin tamamını istilâ ettiler. Fakat sonunda müslüman oldular. Şu an­da Rus memleketinde Volga nehrinin kıyılarında ve başka yerlerde İslâm dinini devam ettiriyorlar ve on milyonlarca cemaatlar teşkil et­mektedirler. Hindiğin doğu adalarında müslüman olan nice ümmetler görüyorsun ki sayıları altmışiki milyonu geçer, Cava ve etrafındaki mem­leketlerde, Çin'de, Sudan'da İslâmiyet durmadan yayılmaktadır. Aca­ba Allah bunları sevmez mi? Evet, Allah bunları sever, onlar da Allah'ı severler. Bu ümmetlerden kim ki ıslah olup İslâmı neşretmeye gayret" gösterirse şüphesiz o Allah'ı sever, Allah ta onu sever. Böylece bizim zamanımızda, ingiliz büyüklerinden Lord Hegli (ismini yanlış kav-detmiş olabiliriz) müslüman oldu. Ben onunla karşılaştım. Onun İs­lâm hakkında yazmış olduğu risaleleri okuduktan sonra büyük bir in­san olduğunu gördüm. O evvelâ Hicaz bölgelerini ziyaret ederek Hac farizasını edâ etti. Ve onları yazdı. İşte bütün bunlar Allah'ın sevgisi­ne dahil olan kimselerdir.) [12]

Tantavî Cevheri, aynı sahifede şayanı dikkat diğer bir noktayı da naklediyor:

«Allah bu âyetleriyle bize şunu söylüyor. Bir millet veya bir ce­maat İslâmdan irtidad eder ve cayarsa, mutlaka İslâm'a başka üm­metler, başka milletler girecek, onu destekleyecektir. Çünkü İslâm vahydir. Allah onu devam ettirmek istemiştir. Ta ki o, yeryüzünde adalet ve yaşantının kurulmuş terazisi olsun. İşte, «Ey îman edenler, sizden kim dininden cayarsa...» âyeti bu hususta nazil olmuştur.»

îmamiler (Caferiler), «Bu âyeti celîlede bahsi geçen kavim Hz. Ali ile onun Cemel ve Sıffin vakalarında ordusunda bulunan askerler­dir» derler. Yine İmamiler, («Burada zikredilen kavim. Mehdi ve ona tabi' olacak kimselerdir» diyorlar. Fakat İmamilerin bu hususta her hangi bir senedleri yoktur. Ancak bu, kâzib rivayetlerinden birisi­dir.»[13]  

Medarik, tefsirinde:

Resûlüllah'tan soruldu: «Bunlar kimlerdir?»

Cenab-ı Peygamber, Selman'ın omuzuna elini vurarak:

«îşte bu ve bunun akrabalarıdır. Eğer iman Süreyya yıldızına ası­lı olsa dahi şüphesiz ki, ona Faris evlâtlarından bazıları yetişecektir.» diyor.

AIûsi, Medarik'in bu sözünü zaif 'sayarak dedi: «Denilmiştir ki, bunlar Farslardır. Çünkü Resulü Ekrem elini Sel mani Farisi'nin omu­zuna vurup «işte bu ve bunun akrabalarıdır.»

Hadis usulü âlimlerinden El Iraki, bu hadisin hakkında: «Bu hu­susta herhangi bir habere vakıf olmadım.» diyor. Sonra hadisin bura­da zikredilmesi vehimdir. Bu hadis ancak «Eğer siz yüz çevirirseniz Allah sizin yerinize sizden başka bir kavim getirecektir.» (Muham-med: 38) âyetinin tefsirinde zikrediliyor. Nitekim Timizi bu hususu Ebu Hureyre'den böyle rivayet etti. O halde irtldaddan bahseden bu âyette bu hadisi zikreden bir kimse vehme kapılmıştır.»

(54) «Onlar Allah'ın yolunda cihad ederler. Kınayanın kına­masından korkmazlar...» Bu âyetin tefsiri:

Yani dine yardım ettiklerinden dolayı kendilerini kınayan hiç kimsenin kınamasını ve levmetmesini kale almazlar. Fakat münafık­lar böyle değildir. Onlar, gizli dosttan olan kâfirlerin kınamasından korkarlar. Cenab-ı Hak burada belirtiyor ki: Dininde kuvvetli olan bir insan biliyor ki, herşey Allah'ın yed-İ kudretindedir. Gerek eliyle ge­rek diliyle olsun, dinine yardım ettiğinden kendisini kınayan hiç kim­senin ayıplamasına ve kınamasına, kulak asmaz ve bu işe devam eder. Bu, muhlis bir mü'minin sıfatıdır.

Müslim ve Buharı ittifakla Übbade bin Samit'ten rivayet ettiler:

«Allah'ın Resulüne ister darlıkta olsun, ister genişlikte, ister ne­şeli olalım, ister neşesiz, onu dinleyeceğimize ve itaat edeceğimize da­ir, idare hususunda idarecilerle mücadele etmeyeceğimize, onlara kar­şı çıkmayacağımıza, nerde olursak olalım hakkı söyleyeceğimize ve kı­nayan bir kimsenin kınamasından Allah'ın yolunda korkmayacağımı­za dair biat ettik.»

(54) «Bu Allah'ın faziletidir. Allah onu dilediğine verir.» Bu âye­tin izahı: Yani bu bahsi geçen mü'mînler için, şefkat göstermek, kâ­firlere karşı şiddetli olmak, Allah yolunda cihad etmek ve Allah yolur da hiç kimsenin kınamasına kulak asmamak sıfatları Allah'ın fazile­tidir. Dilediği kuluna onları ihsan eder.

(54) «Allah (in fazileti) geniştir. Allah çokça bilendir.» Yani ki­min buna müstahak olduğunu biliyor. [14]

 

Namazda İken Zekât Vermek

 

«Rükû halinde iken zekâtı verirler..»

El-Kurtubi diyor ki:

«Resûlüllah'ın meclisine bir dilenci geldi. Hiç kimse ona birşey vermedi. Hz." Ali namaz kılıyordu ve rüküde idi. Sağ elinde bir yüzük vardı. Dilenciye işaret etti. Dilenci gelerek yüzüğü parmağından çı­kardı, tşte böylece rükû halinde iken zekât (sadaka) verdi demektir.

tmam Malik'in talebelerinden El-Kiyâ Et-Taberî: «Bu âyet delâ­let eder ki, namazın içinde az bir amel   namazı iptal etmez.»   diyor.

Çünkü rüku halindeyken yüzüğünü vermesi Hz. Ali'nin namazını ip­tal etmedi.

El-Alûsi, «Habercilerin çoğu bu âyet, Hz. Ali hakkında nazil ol­muştur diyorlar» dedi.

Hakim, îbni Merduveyh ve başkaları İbni Abbas'tan muttasıl bir senedle rivayet ettiler:

İbni Selâm, kavminden iman eden birkaç   nefer ile Resûlüllah'a   |§ gelip şöyle dediler:

«Ey Allah'ın Resulü! Bizim evlerimiz, mescidden uzaktır.    Bizim özel bir meclisimiz yok. Umumu meclisten başka oturup konuşabilece-   k ğimiz başka yer de yok. Bizim kavmimiz Allah'a ve Resulüne iman ettiğimizi gördükleri zaman, bizi terkettiler. Bizimle oturmayacakları­na, bize kız verip  almayacaklarına, bizimle konuşmayacaklarına yemin ettiler. Bu bize ağır geldi. (Ne buyurursun?)»

Cenabı Peygamber:

«Sizin veliniz ancak Allah ve Resulüdür.» buyurdu.                        

Sonra Resulü Ekrem mescide çıktı. Halkın bir kısmı ayakta na­maz kılıyordu, bir kısmı da rükudaydı. Bir dilenci gördü. Kendisin­den sordu:

«Sana hiçbir kimse birşey verdi mi?»                                            

«Evet. Bir gümüş yüzük verdiler.»

Cenab-ı Peygamber:                                                   

«Onu sana kim verdi?» dedi.

Dilenci:

«îşte o ayakta olan adam» deyip Hz. Ali'ye işaret etti.

Resulü Ekrem:

«Hangi durumdayken onu sana verdi?»

Dilenci:

«Rükû halindeyken)» dedi. Peygamber tekbir getirdi, sonra bahsi geçen bu âyeti celîleyi okudu.

Şia'lar, «Bu âyetle Hz. Ali'nin «İmamet» ine istidlal etmişlerdir. İs­tidlalin vechi şudur:

«İttifak edildi ki; bu âyet Hz. Ali hakkında inmiş. Ayetin başın­daki «innema» kelimesi «hasmı (ancak) ifade eder. «Veli» kelimesi de emirleri, idare eden ve emirlerde tasarrufa    müstahak olan kişi de­mektir. Bu zahirdir ki, burada umumi ve imamete eşit   olan tasarruf kastedilmiştir. Çünkü bu âyette onun veliliği Allah'ın ve Resulünün veliliğiyle perçinleşmiştir.» Böylece onun «imamet»! sabit oldu.   Baş-kasınınki ise «Nefyedildi». Aksi takdirde hasr batıl olur. Vahidî (te­kili) çoğul ile tabir etmekte müşkilât yok. Çünkü birçok âyette tekil yerinde çoğul kullanılmıştır. Gramer âlimleri, «Tekilin yerinde çoğu­lun kullanılması iki faideden   ötürü geliyor: a) Failin tazimi içindir. Yani bu fiili yapan o kadar büyük mertebelidir ki sanki bir cemaatın işini yapmıştır. Nitekim Cenab-ı Hak: «Şüphesiz İbrahim bir ümmet (cemaat) idi» (En-Nahl: 120) buyurmuştur ki, halkı   Hz. İbrahim'in yaptığına teşvik ve tergib etsin. Böylece onun fiili her mü'minin seci­yesi olsun. Bu gizli bir nüktedir» her mekânda, o mekâna uygun bir şekilde tâbir edilir» dediler.

Ehli sünnet, bu iddiaya birçok vecihle cevap vermişlerdir:

1) Bu delil, Hz. Ali'den başka diğer imamların imametinin yok­luğuna delâlet eder dedikleri cihet, aynı zamanda Hz. Ali'den sonra gelen iki oğlu ve torunlarının da imametini selbetmiş olur. Ve sadece Hz. Ali'nin zatına kalmış olur. Bu delilleri, Ehli sünnetten çok kendi­lerine (şiaya) zarar vermiş oluyor. Nitekim   azıcık düşünene, bu du­rum gizli değildir. Bu hasır, Hz. Ali'den öncekilere nisbeten «izafi hasr-dır» denilmez. Çünkü «Bu sıfatlan nefsinde cemeden bir kimsenin ve­layetinin hasrı ancak hakiki olursa, faide verir. Belki İsticmal olma­dığından dolayı Hz. Ali'den sonra gelenlerde de hasır sıhatli olamaz» deriz, Şia'lar, ehli sünnetin bu tenkidine karşılık olarak: «Hz. Ali'nin velâyetindeki, hasrından maksad, bazı vakitlerdedir. Yani onun ima­metinin zamanındadır. Sıbteynin (iki torun Hz. Hasan ve Hz. Hüse­yin) ve sıbteynden sonra gelen dokuz   imamın zamanında değildir» demişlerse de, bu cevablan faide   vermez.   Zira biz Sünniler   onlara «Evet. Sizinle aynı şeyde beraber olalım. Bizim mezhebimizde umumi velayet Hz. Ali'nin imam olduğu zaman Hz. Ali'ye aiddir. Ondan önce değil. Zira o zaman üç halifenin zamanıdır. Ondan sonraki zaman da ondan sonra gelen halifelerin zamanıdır.»

Eğer onlar, «Hz. Ali,  Hulef a-I Raşidin  döneminde velayeti am­me sahibi olmasa onun şerefine nakise gelmiş olur. Fakat kendisinden sonra gelen çocuklarının imametleri devrinde imam olmazsa şerefine nakise gelmez. Çünkü diri değildir. Başkasının imam olması onun şe­refine nakise getiremez. Zira ölümle dünyanın bütün hükümleri orta­dan kalkar.» deseler.

2) Cevab olarak deriz ki:

«Siz gerçek delil getirmekten kaçtınız. Başka bir istidlale intikal ettiniz. Bu ikinci istidlaliniz bu âyetten anlaşılmıyor. Zira bu istidla­lin temelinde iki mukaddime yajtıyor. Birincisi, umumi velayet sahibi­nin başkasının velayetinde oluşu genel valiye bir nakisedir. İkincisi umumi velayetin sahibine herhangi bir nakise, herhangi bir vecihle herhangi bir vakitte yapışmaz. Bu iki mukaddime de bahsi geçen âyet­ten asla fehmedilemez. Nitekim bu durum, fehmi olanlara gizli de­ğildir. Bir de bu istidlal sıbteynin (yani Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin'in) Hz. Ali'nin velayeti zamanında olmalarıyla nakzedilir. Belki Hz. Ali'­nin, Resulü Ekrem zamanında olmasıyla da nakzedilir. İkincisi, biz bu âyetin Hz. Ali hakkında icmaen nazil olduğunu kabul etmiyoruz. Zi­ra tefsir âlimleri bunun sebebi nüzulünde ihtilâf etmişlerdir. Binae­naleyh meşhur tefsirin sahibi Ebu Bekr Nakkaş Muhammed-Bakü*'-den rivayet ediyor: Bu âyetin Muhacir ve Ensar hakkında nazil oldu­ğunu söylerken birisi:

«Biz dinledik ki, bu, Hz. Ali hakkında nazil olmuştur» diye sordu. Muhammed Bakir (R.A.):

«Hz. Ali onlardandır. Yani Muhacirdendir. Onların cümlesinden-dir» dedi.

Ebu Naim (Hilye)  de Abdulmelik bin Ebi Süleyman'dan:

Abd b. Humeyd, İbni Cerir, İbni Munzir ve İbni Ebi Hatim, Mu­hammed Bakir'den benzerini rivayet etmişlerdir. Bu rivayet âyette kullanılan Cem' sigasma (iman edenler tabirine) daha uygundur.

Müfessirlerden bir cemaat, İkrime'den rivayet ettiler: «Bu âyet, Ebu Bekr hakkında nazil olmuştur.»

3) Üçüncü cevab, âyetteki «veli» kelimesinin emirlerde mutevelli, genel bir tasarrufla onlarda tasarruf etmeye müstahak olan mâ­nâsında olduğunu kabul etmiyoruz. Veliden maksad, yardımcısıdır. Çünkü burada konuşma, müminlerin kalbini takviye etmek, onlara teselli vermek ve onlardan mürtedlerin korkusunu izale etmek konu­sundadır. Bu da, Velinin yardımcı mânâsında olduğuna delâlet eden en kuvvetli delillerden birisidir.

îman edenleri velilik hususunda Allah'a ve Resulüne perçinleşti-rilmesi Veli'nin yardımcı mânâsına gelmesine engel olamaz. Nitekim insaflı bir insan şu âyete bakarsa:

«Ey iman edenler! Ne sizden önce kendilerine kitab verilenlerden dininizi oyuncak ve eğlence yerinde tutanları, ne de diğer kâfirleri ve­li edinmeyin.» Veliyi en büyük imama eşit bir mânâya hamledemez. Çünkü hiç kimse Yahudiyi, Hıristiyanı, ve kâfiri imam olarak ka­bul etmez. Bir de, halk, birbirini imamet seviyesinde veli ola­rak edinmemiştir. Ancak yardımcı ve dost edinmişlerdir. «înne-ma» kelimesi, bu mânâyı da iktiza eder. Çünkü hasr, şirk, tereddüt ve niza inancını mütehammil olan şeyde de olur. İcmaen sabittir ki bu âyet nazil olduğu zaman, tereddüt ve niza, imamet (umumi tasarruf yetkisi) konusunda yoktu. Belki yardım ve muhabbet konusunda vardı.

4) Dördüncü cevab, eğer teslim edersek ki, âyetten maksad, Şia'nın söylediğidir. Fakat cem' (iman edenler) in lafzı âmmdır veya ona müsavidir. İtibar lafzın umumunadır, sebebin hususuna değildir. Sünniler ile Şia' itibarın lafzın umumuna olduğunda müttefiktirler. Ayetin ifade ettiği mânâ, bu durumda, genel velayetin çeşitli müslü-man erkeklere hasredilmesidir. Onların içine Hz. Ali de girer (R.A.). Ammın hass üzerine hamledilmesi hasrın ifade ettiği mânânın hilafı­dır. Onu zaruret olmadıkça yapmak doğru olamaz. Kaldı ki burada bir zaruret de yoktur.

Eğer Şia', zaruret burada muhakkiktir, çünkü dilenciye rükû ha­linde Hz. Ali'den başkası sadaka vermemiştir deseler, cevab olarak de­riz ki, âyet bu hususta nass değildir. Yani rüku halinde ille sadaka ve­rilmiştir diye bildirmiyor. Çünkü rüku' burada tahaşşu' ve tezellül manasınadır. Yani zillete bürünerek ve korkarak namazı edâ ederler ve zekâtı verirler demek oluyor. Bu mânâ ile «Rükû» tabiri Kur'an'ın çok âyetlerinde kullanılmıştır. Nitekim «Rüku' edenlerle beraber rü­kû' ediniz» (el-Bakara: 43) âyetinde böyle bir mânâda kullanılmıştır. Çünkü bizden önceki milletlerin namazlarında rükû' yoktu. Rüku* bu ümmetin özelliklerindendir. «O, rükû ederek secdeye kapandı» (Sad: 24) âyetinde de böyledir. «Onlara rükû ediniz, denildiğinde rükû et­mezler» (El-Murselat: 48) âyetinde de namaz kılmak mânâsına gel­miştir. Bu âyette rükû' şer'i mânâsına yorumlamamak, zekâtı tasad-duk mânâsına hamletmekten daha uzak değildir. Oysa İmamiler (Şiâ) in iddiasına göre, zekâtın tasadduk mânâsında olması lâzım geliyor.

Ehli sünnetten bazıları, rükü'u, şer'i mânâya hamletmek, cümleyi «Ye'tune»nin failine hal yapmak «Namazı ikame ederler» cümlesi­nin mefhumunda açık bir kusurun olmasını gerektirir. Zira namazda medih ve fazilet, kendisine özgü olmayan hareketlerden hali olması­dır. İsterse o hareketler az, isterse çok olsun. Fark yoktur. Ancak az ile çoğun arasındaki fark şudur: «Çok hareket, namazı iptal eder, az İptal etmez. Fakat mânâsında bir kusuru elbette meydana getirir. Öy­leyse Cenab-ı Hakkın kelâmını buna hamletmek caiz ve uygun değil­dir» demiştir.

Kulağıma geldiğine göre îbnul Cevzi'den sorulmuştur: «Hz. Ali namazda iken ve namaz onu başka şeylere iltifat etmek­ten meşgul edici olduğunda   şüphe olmadığına göre, nasıl yüzüğünü sadaka vermiştir? Îbnul-Cevzi şu şiirle cevab verdi:

«İçer, içirir. Sarhoşluğu onu dosttan meşgul etmez. Halktan da meşgul olmaz. Sarhoşluğu ona itaat eder. Öyle ki ayıkların fiilini ya­par. İşte bu insanlardan birisidir.»

Şeyh İbrahim el Kürdi (K.S.), İstidlalin aslına şu cevabı vermiş­tir: Delil, cidalin mahalli olmayajı bir yerde kaim olmuştur. Bu da, Hz. Ali (K.V.) Resûlüllah'tan sonra imamdır. Çünkü Şia gurubunun iddiasına göre, iman edenlerin velayeti hitab zamanında kastedilmez. Çünkü o zaman peygamberlik zamanıdır. İmamet Peygamberliğin na-ibliğidir. Ancak Resulü Ekrem'in ahirete intikalinden sonra düşünüle­bilir. Hitabın zamanı murat olmadığına göre, farz oldu ki, intikal za­manından sonraki zaman kasdedilsin. Burada gecikmenin herhangi fö bir hududu yoktur. Öyleyse bu, Hz. Ali'ye nisbeten üç halifenin, zama-<B nından sonra olsun. Böylece Şia gurubunun iddiası tutmadı. Acaiblerdendir ki «İzhar-ul Hak'k'm sahibi kendi iddiasına göre, istidlalin tashihinde çalışması en yüksek zirveye vardığı halde, ilk ço-M cuğu ölen ve matemli kadını dahi güldürecek birşey getirmiştir. Ölülerin dahi işitmesinden korktuğu birşey. Zira diyor ki, «Allah'ın ve \- Resulü'nün muhabbetini emretmek şüphesiz ki ancak vûcub tarikiyle g olur. Ayette bahsi geçen sıfatlarla nitelenmiş müslümanlann muhab-tf£ betini ve onlann velayetini emretmek de böyledir. Çünkü hüküm bir fö tek kelamdadır. Öyleyse, bu hükmün yeri müttehit! veya müteaddid gt veya müteatif, (birbirlerine atfedilmiş) olsun mümkün değildir ki, Jç böyle bir hükmün bir kısmı vacib bir kısmı mendub olsun. Aksi tak-% dirde lafzı iki mânâda kullanmak gerekir. Madem ki, o müminlerin 5g muhabbeti ve velayetleri Allah ve Resulünün muhabbetleri gibi vacib oldu, onlardan bütün müslümanlar ve bütün imamlar (yani devlet başkanları) kastedilemez. Çünkü kastedilmeleri içici söylenen sifatlara sahib olmaları gerekir. Çünkü onların herbirini sevmek ve dost edin­mek için müslümanlann araştırmaları mümkün olamaz. Bir de mü­minlerin düşmanlığı sebeblerden birisiyle mubah hatta farz olabilir. Öyleyse müminlerden bazılarının kastedilmesi farzdır. O da Hz. Ali (K.V.) dir.» İzhanıl-Hakk sahibinin sözü bitti.

Ona cevap olarak deriz ki; mukaddimeleri teslim etmekle beraber delil ile muddea arasındaki telazüm (birbirini istemek) nerede? Mut­laktan Hz. Ali'yi nasıl tayin ettin? Bu neticeyi nasıl ortaya çıkardın. Bir de az bir düşünceye sahib olan bir kimseye gizli değildir ki, iman yönünden müminleri dost edinmek kayıtsız, cihetsiz ve genel bir emir­dir. Hakikatta onlann imanının dost edinilmesine dönüşür. Herhangi bir sebebten Ötürü müminden buğuz etmek burada bir zarar vermez. Acaba şu gelen âyete ne diyeceklerdir? «Mümin erkekler ve mümin ka­dınlar (var ya) onlann bazısı diğerinin velisidir.» (Et-Tevbe: 7). Yine kafirlerin düşmanlıklarına dair ne cevab verecektir? Orada durum na­sıl olur? Halbuki kâfirler müslümanlardan kat kat daha fazladırlar. Madem ki icmali mülahaza, (genel düşünce), burada kâfi gelir, öyley­se müslümanlann muhabbetinde de icmali düşünce kafi gelsin. Hem

biliyorsun ki, çoğun bile vahdet (birlik) unvanıyla mülahaza edilmesi mümkün olduğu gibi vukuunda şüphe yoktur. «vazi» ilmine müra­caat etmek, insanı bu hakikata vardırır. Mahzurlu olan üç muvalatı-nın (dostluğun), yani Allah'ın, Resulünün ve müminlerin muvalatı (dostluğunun) bir mertebede olmasıdır. , Eğer bu mahzurlu değilse, öbürü de mahzurlu değildir. Çünkü birincisi (Allah'ın muvalatı) asıl­dır, ikincisi (Resûlünki) tabi'dir, üçüncüsü (Müminlerinki), tabi'in ta­bi'dir. Böylece Mahmul (Allah, Resul ve Müminler) değişiktir. Öy­leyse mevzu (Muvalat kendisine hamledilen) da, bunun gibidir. Zira muvalat, şüpheli arizler gibidir ve genel emirlerdendir. «Vav» harfiyle atıf ise, cihette değil, hükümde ortak olmayı gerektirir. Hariçde var olan, vacib, cevher ve arazdır. Halbuki herbirisine varlık nisbetinin ci­heti değişiktir. (Birisi vacib varlıktır, birisi cevher, birisi de araz var­lığıdır) . İşte bu, Cenab-ı Hakkın şu âyetinin mânâsıdır:

«De ki: Bu benim yolu m d ur. Ben basiret üzerine Allah'a çağırıyo­rum. Ben ve bana tâbi olan böyleyiz.» (Yusuf: 108). Halbuki, Allah'a çağırmak Resûlüllah'ın boynunda Vacibdir. Başkasının boynunda mendubtur. Bunun için «usul» âlimleri «Nazımdaki Kur an, hüküm­deki Kur'an'ı gerektirmez» demişlerdir. Bu tür istidlali merdut meslek­lerden saymışlardır. Sonra o, «innema» kelimesini, gereği olmakla beraber tereddüdün vuku yoktur hadisesine şu cevabı vermiştir:

«Ehli sünnetin rivayet ettikleri bazı hadislerinden anlaşılıyor ki, bazı sahabeler, Resulü-Ekrem'den halife tayin etmesini istediler. Zira Tirmizi, Huzeyfe'den:

«Sahabeler: Ey Allah'ın Resulü! Keşke (kendinden sonra) hali­fe olanı tayin etsen» diye temennide bulundular. Resûlüllah cevab olarak:

«Eğer size halife tayin ettiğim halde siz ona isyan ederseniz, he­men azaba duçar olursunuz. Fakat Huzeyfe, size ne söylerse onu tas­dik ediniz. Abdullah size neyi okursa onu okuyunuz.» buyurduğunu ri­vayet etti...

Yine Resûlüllah'tan istifsar ettiler:

«Senden sonra imam (devlet başkanı) kim olacaktır?»

Ahmed, Hz. Ali'den rivayet ediyor: Hz. Ali:

«Ey Allah'ın Resulü! Senden sonra kimi emir yapalım?»

Cenab-ı Peygamber:

«Eğer Ebu-Bekir'i emir yaparsanız, onu (her yerde), emin, dünya­da zahid, ve ahireti isteyici olarak göreceksiniz. Eğer Ömer'i emir ya­parsanız onu kuvvetli, emin, Allah hususunda hiçbir kmayıcımn kı­namasından korkmaz göreceksiniz. Eğer Ali'yi emir yaparsanız (ki bunu yapacağınızı da zannetmiyorum) onu hidayet edici, hidayet olun­muş, sizi dosdoğru yola tutup götüren olarak göreceksiniz.»

Resûlüllah'tan bu taleb ve istifsarın her birisi âyet nazil olduğu zaman Resûlüllah'ın, huzurunda tereddüdün vukuunu iktiza ederler. Öyleyse «İnnema»run medlulü iptal olunmadı.»

Bu hususta deriz ki, sual ve istifsarın mücerredi bu tereddüdün vukuunu gerektirmez. Eğer onlar istişare ettikten ve bu hususta Re­sûlüllah'tan suallerinin cevabım aldıktan sonra birbirleriyle münaka­şa etselerdi o vakit «innema»nm medlulü tahakkuk ederdi. Halbuki bu olmamıştır. Öyle ise, o da olmamıştır. Sadece sormak ve istifsar et­mek, «innema»yi iktiza etmez. Ve «İnnema»mn makamlarından da değildir. Belki «İNNE»nin makamlarmdandır. İkisinin arasındaki fark sabah ile gecenin arasındaki fark gibi apaçıktır. Bir de eğer tereddü­dün varlığını kabul edersek acaba tereddüdün âyetten sonra veya âyetten önce olduğu nerden biliniyor? Ayetle bitişik veya âyetten ay­rı olduğu nerden anlaşıldı? Nüzule sebeb olduğu veya ittifakan olmuş olduğu nerden bilinecektir?

Bir de bu âyetten öncelik meselesi, âyetle bitişik veya sebebiyet meseleleri ispat edilmelidir. Bu ispat nerden yapılacaktır? İhtimaller ise, dinlenilmez ve istidlal de kâfi değildir.

Bütün bunlardan sonra yukarıda bahsi geçen ikinci hadis, açıkça innema'dan anlaşılan hasra ters düşer. Çünkü Resulü-Ekrem, hilâfe­te müstahak olan kimdir sualin cevabında Hz. Ebu Bekir'le Hz. Ömer'i zikretmiştir. Öyle ise eğer âyet mutekeddim ise, o vakit ya Resûlül­lah'ın Kur'an'a veya Kur'an'm Resûlüllah'a muhalefeti lâzım gelir. Bu takdirde (Haşa) tekzip lâzım gelir!..

Takrir olunduğuna binaen haberlerde nesh de makul değildir. Bu­nunla beraber herbirinin diğerine tekaddumu meçhuldür. Öyleyse bu­nunla amel etmek sakıt oldu.

Eğer deseler ki, «Bahsi geçen hadis haberi vahid'dir. İmamet hu­susunda Haberi vahid ile istidlal makbul değildir.»

Cevab olarak deriz ki: «Tereddüt ve âyete yapışmak için temel teş­kil eden münazaa hususunda da Haberi vahid ile istidlal etmek mak­bul değildir». Birinci hadis, Halife tayininin terki ıslah olunduğundan-Peygamber terketmiştir. Nitekim iddialarına göre âyet te bunu anla­tır. Bundan dolayı da terketmiştir. Halbuki onlar bunu caiz görmüyor­lar. Bu hususta düşün. Et-Tıbrisi, «Mecmaul Beyan» da «İzhar ul-Hakk»m zikrettiği vecihten başka bir vecih zikretmiştir: «Burada ve­layet özeldir. Şöyle ki: Cenab-ı Hak «Sizin veliniz ancak Allah'tır» de­yince Peygamber de dahil, bütün müminler muhatab olmuşlardır. «Ancak Allah'ın Resûlü'dür» demekle Peygamber çıkmış, diğer mü­minler kalmışlar. Ne zaman ki, «iman edenlerdir» deyince bilindi ki, bu âyete muhatab olanlar veli olanın gayriyidirler. Aksi takdirde lâ-zımgelir ki muzaf, muzafiileyhin aynısı olsun. Ve lâzım gelir ki, mü­minlerin herbirisi nefsinin velisi olsun. Bu ise, muhaldir.» (Et-Tıbrisî-nin kelâmı bitti).

Malumdur ki burada ancak müminlerin bazısının diğerine veli olması kastedilmiştir. Her birisinin nefsinin velisi olması kastedilmiş değildir. Acaba, «Ey kısanlar, sakın halkın gıybetini etmeyiniz.» sözün­den insanların herbirisini nefsini gıybet etmekten nehyettiğin anlaşıl­mıyor mu?

Haberde varid olmuştur: «Halkın oruç tuttuğu gün oruç tutunuz.»

Hiç şüphe yoktur ki, bu, herkese, halkın oruç tuttuğu günde oruç tut­mak emridir. Sen oruç tuttuğun gün oruç tut demek değildir. Bunun benzeri arab kelâmında pek çoktur. Bizim daha Önce nüzul sebebi hakkında söylediklerimiz açıkdır ki, bu âyette muhatab İbni Selâm ve arkadaşlarıdır. Eğer muhatab onlar olursa, bu demek değildir ki, âye­ti celîle sadece bunlar için nazil olmuştur. Her halu-kârda âyet İma-milerin zannedip iddia ettikleri gibi özel olarak Hz. Ali'nin imametine delil değildir. Bu durum, zihnini asabiyet tozundan korumuş herkese apaçık görünmektedir. [15]

(55) «Sizin veliniz, (dostunuz) ancak Allah, onun Resulü ve iman edenlerdir...»

Bu âyetin tefsiri:

Velilik esasda Allah'ın vazifesidir diye delâlet etmesi için bu âyeti . celîlede, «veli» kelimesi mufred (tekil) olarak zikredilmiştir. Çoğulu olan «evliya» kelimesi kullanılmamıştır. Velilik vazifesi Resûlüllah'a ve Resûlüllah'tan sonra gelen idareci müminlere tebaiyyet yoluyla ve­rilmiştir.

(55) «Müminlerin velisi olan müminler, namazı kılarlar, zekâtı verirler.»

İbni Abbas: «Bu âyeti celîle Übbade bin Samit'in hakkında nazil oldu. Übbade, Yahudilerin dostluğundan teberri etti: Ben Yahudilerin dostluğundan Allah'a, onun Resulüne ve müminlere (onların dostlu­ğuna) dönüyorum. Yani onların veliliğini, dostluğunu tercih ve ihti­yar ediyorum, dedi.»

Cabir bin Abdullah: Bu âyet Abdullah bin Selâm hakkında nazil olmuştur. Bu zat, Resûlüllah'a geldi:

«Ey Allah'ın Resulü! Bizim kavmimiz Beni-Kurayza ve Beni-Nar dir İslama girdiğimiz için artık bizimle konuşmuyorlar. Bizden ayrıl­dılar ve bizimle oturmamaya yemin ettiler» diye şikâyette bulununca bu âyet o zaman nazil oldu. Bunun üzerine Allah'ın Resulü, bu âyeti Abdullah bin Selâm'a okudu. Abdullah b. Selâm:

«Biz Allah'a Rab, Resulüne Peygamber, müminlere dostlar olarak razı olduk» dedi.

Bazı tefsir âlimlerine göre; âyet geneldir. Bütün müminler hak­kında nazil olmuştur. Çünkü müminlerin bazısı diğerinin velisidir. O halde, «O, müminler ki namazı kılarlar, o müminler ki, rükû ettikleri halde zekâtı verirler» âyeti celîlesi bütün müminlerin sıfatıdır, Bu sı­fatların zikredilmesinden maksad, müminleri münafıklardan ayırd et­mektir. Çünkü münafıklar mümin olduklarım iddia ederler. Ancak onlar namazı kılmaya ve zekâtı vermeye devam etmezler. Böy­lece Cenab-ı Hak, müminleri namazın rükû ve secdesini vakitlerinde tamamlayarak edâ ederler, zekâtını verirler diye vasıflandırdı.

(56)  «Kim ki Allah'ı, Allah'ın   Resulünü ve îman edenleri veli  (dost) edinirse...» Yani Allah'a taat, Peygambere ve müminlere yar­dım ederse, bilsin, kesinlikle Allah'ın gurubu, gâlib gelecektir.»

îbni Abbas, bu âyetin tefsirinde «Müminler ibaresinden Muhacir, Ensar ve onlardan sonra gelenler kastedilir» demiştir.

Niçin bunlar mutlaka galib olacaklar? Çünkü Cenab-ı Hak düş­manlarına karşı bunlara yardım edeceğini vaadetmiştir. «Eğer siz Al­lah'a yardım ederseniz, (yani dininin vazifelerini yerine getirirseniz) o size yardım edecektir.» (Muhammed: 7) demiştir. Ayeti kerîmede «hizib» kelimesi geçiyor. Hizbin lügat mânâsı, kişinin fikrinde olan arkadaşlar (in topluluğu) demektir. O kimseler ki, kişiyi ilgilendiren mühim bir işte beraberinde olurlar. Bugünkü türkçemizde «Partisi», «Gurubu» ve «Fırkası» şeklinde tefsir edilebilir.

(57) «Ey iman edenler! Sakın, sizden Önce kendilerine kitab veri­lenlerden...» Bu âyetin tefsiri:

İbni Abbas: Bu âyeti celîle Rifaa bin Zeyd bin Tabut ve Suveyp bin Hars hakkında nazil olmuştur, diyor. Bunlar zahirde imanı kabul ettikleri halde sonradan münafıklık yaptılar. Müminlerden bazı kişi­ler bilmiyerek bunlarla dostluk kuruyorlardı. Cenab-ı Hak, bu âyeti indirmek suretiyle müminleri onların dostluğundan sakındırdı.

(57) «Dininizi alay ve oyuncak edinenler» tabirinden maksad, dil­leriyle İslâmı zahirde kabul etmelerine rağmen iç âlemlerinde küfrü gizlerler, demektir. Dini alaya almaları ve oyuncak yapmaları, onlar­dan buğzetmenin nedenidir. Durumu böyle olan bir kimseyi, dost edin­mekten daha fazla düşman edinmek daha uygundur. Hernekadar ehli kitab ta kâfirlerden ise fakat bu âyeti celîlede kâfir ile ehli kitabın ayır-dedilmesinin nedeni; müşriklerin (putlara tapanların) küfrünün, ehli kitabın küfründen daha galiz ve daha fahiş olduğudur. Ayetin mânâ­sı: Kitab ehli ve kâfirler, sizin dinînizi alay ve maskaralık konusu yapmaktadırlar. Binaenaleyh onları kendinize dost ve yardımcı edin­meye kalkışmayınız. Çünkü onlar size gerçekten dost ve yardımcı ola­mazlar.

(57) «Eğer gerçekten mümin iseniz, Allah'tan sakınınız.»

Bu âyetin tefsiri:

Allah'dan sakınmak, onun azabından sakınmak demektir. Çünkü mümin Allah'ın düşmanlarını dost edinmekten sakınır. [16]

 

Meal

 

(58) Namaza çağırdığınız zaman, namazınızı alay ve oyuncak edinirler. Bu hareketleri, akıl erdirmeyen bir kavim ol (İlıklarından dır.»

(59) (Ey Habibim!) De ki: Ey kitab ehli, ancak Allah'a, bize indirilene ve (bizden) önce indirilene İman ettiğimiz ve çoğunuzun fâ-sıklar olmanız nedeniyle mi bizden intikam almaya yelteniyorsunuz?»

(60) (Ey Habibim!) De ki: Allah katında cezaları daha kötü olanı size haber vereyim mi? O kimsedir ki, Allah ona lanet ve gazab etmiştir. Onlardan maymun ve domuzlar kılmıştır. Ve onlar tağuta (buzağıya) kulluk yapmışlardır. İşte onlar yer bakımından en şerir (ve fenâ)dırlar. Doğru yoldan sapmak yönünden en sapıktırlar.»

(61) Size geldiklerinde «Biz iman ettik» derler. Halbuki nasıl kâfir olarak girdi iseler, yine Öyle kâfir olarak çıktılar. Allah onların gizlediklerini daha iyi bilir.»

(62) Onlardan birçok kimseleri görürsün ki, günaha, saldır­ganlığa ve haram yemelerine koşarlar. Onların yaptığı ne çirkindir?»

(63) Âbidleri ve âlimleri onlan yalan söz söylemekten ve haram yemekten menetmeli değil miydi? O âbid ve âlimlerin bu umursa­mazlıkları ne çirkindir?))

(64) Yahudiler 'Allah'ın eli bağlıdır dediler. Onların elleri bağ­landı. (Tutulsun) ve dediklerinden ötürü lanetlendiler. Belki Allah'ın iki eli de açıktır. Dilediği gibi infak eder. Kesinlikle Rabbinin katan­dan sana inen onların çoğunu tuğyan ve küfür yönünden (azdırarak) artırır. Aralarında kıyamete kadar düşmanlık ve buğzu attık. Onlar ne zaman ki savaş ateşini yakmak isterlerse, Allah, o, ateşi söndürür. Yeryüzünde fesat çıkarmak için çalışırlar. Halbuki Allah fesathk çıka­ranları sevmez.» [17]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri Ezanın Meşruiyeti

 

(58) «Namaza çağırdığınız zaman onu alay ve oyuncak edinir­ler...»

Bu âyetin tefsiri:

Yani namazı oyuncak ve alay edinirler veya namazın çağrısı olan ezanı... Bu âyeti celîlede, ezanın namaz için meşru olduğu delili var­dır. Rivayete göre Medine'de bir Hıristiyan vardı. Ezanı dinlediği ve müezzin «Eşhedü enne Muhammeder-ResûlüUah» dediği zaman, o, Hı­ristiyan: «Cenab-ı Hak yalancıyı yaksın mı?» diye beddua ederdi. Bu Hıristiyanm hizmetkârı bir gece ateşi içeri getirdi. Hıristiyan aile ef­radıyla uyuyordu. O ateşten kıvılcımlar sıçrayıp hem haneyi, hem de onu ve çoluk-çocuğunu yaktı.

Tefsir âlimi «El Kelbi»; Resûlüllah'ın müezzini namaza çağırdığı (ezan okuduğu) zaman, müslümanlar namaza gitmek üzere hazırla­nıyorlardı. Bu manzarayı gören Yahudiler, «Onlar kalktılar, kalkma­sınlar, 'Namaz' kılıyorlar, kılmasınlar)) derler ve istihza ederek güler lerdi. İşte Cenab-ı Hak bu âyeti o, hususta nazil etti» dedi.

Tefsir âlimi Es-Süddi:

— Bu âyet Medine'de bulunan bir Hıristiyan hakkında nazil oldu. Daha önce söylediğimiz gibi müezzin «ve Eşhedü enne Muhammeder-Resûlüllah» dediğinde, o, «Allah yalancıyı yaksın» diyordu. Hizmetkârı bir gece ateş getirdi. O aile efradıyla uyuyordu. Ateşten sıçrayan kı­vılcımlar, evini, onu ve aile efradını yaktı.» diyor.

Bazı tefsirciler; kâfirler ve münafıklar, ezam işittikleri zaman kıskanıyorlardı. Resûlüllah'a gelip:

 Ey Muhammedî Benzeri daha önce işitilmemiş bir şey icad et­tin. Eğer peygamberlik iddia ediyorsan, daha önceki peygamberlere bu­nunla muhalefet etmiş oluyorsun. Eğer bu getirdiğin ezanda hayır ol­saydı, diğer peygamberler bunu diğer insanlardan daha iyi kavrarlar ve bu onlara daha uyardı. Devenin bağırması gibi bir bağırma nerden sana geldi? Bu ses ne çirkindir? Bu durum ne can sıkıcı ve a'sab bozucudur?» dediler. Ezan sesinden rahatsız olduklarını ifade ettiler. Bu­nun üzerine Cenab-ı Hak şu âyeti indirdi:

«Acaba Allah'a çağırandan, söz yönünden daha güzel kim olabi­lir?» (Fussilet: 33). Ve bir de «Siz namaza çağırdığınız zaman onlar namazı alay ve oyuncak edinirler» âyeti nazil oldu. Onların böyle yap­maları akılsızlıklarından gelmektedir diyor Kur'an-ı Kerim. Yani on- jj| larm namazı veya çağrıyı (ezanı) alay konusu yapmaları, sefih, cahil ve akılsızların işidir. Onlar da, böylece akılsız olduklarını itiraf etmiş olurlar.

Asrımızın tefsir âlimi el-Alusî; bu âyeti celîlede ezanın sadece rü­ya görmekle değil âyetle sabit oluşunun delili vardır. Fakat çağırdığı­nız zaman» tâbiri ezana delâlet etmez diye itiraz edilmiştir. Ancak bu, ezan sabit olduktan sonra varid olmuş ise, ona işaret ve onu takrir et­mek demektir.» dedi.

El Kesifin sahibi özet olarak şunları söylüyor:

«Namaz çağrısını alaya almak, kötülüklerdendir. Çünkü bu çağrı S İslâm sisteminin bilinen durumlarından birisidir. Bu cihetiyle bu âyet delâlet eder ki, onların (eshab-ı kiramın) o devirde üzerinde bulun­dukları çağrı, Cenab-ı Allah tarafından meşru kılınmış bir haktır. Öy­leyse «ezan» başlangıçta sünnetle (yani Abdullah bin Zeyd el-Ensa-ri'nin uzun hadisiyle) sonra nassla (takrir ve te'kid edilmiş ve) sabit olmuştur» demelerinden maksad, budur. Ezanın sabit olması Peygam­berin Medine'ye ilk gelişinde oldu. Maide sûresi de Kur'an'm en son inen süresidir yani on sene sonra nazil olmuştur, diye itiraz edilemez. Zira nassla sabit olmak âyetin gelip sünnetin getirdiği hükmü takrir etmesi demektir.»

Alimler, hicretten önce Mekke'de ezan yoktu. Orada namaza «Es­selatu camiatun» diye çağrılıyordu. Resûlü-Ekrem Medine'ye hicret et­tikten ve kıble de Kabe'ye dönüştükten sonra Ezanı emretti. «Esselatu Camiatun» Bayram namazları gibi arada bir peydan olan durumlar için bırakıldı. Ezanın emri, Resulü Ekrem'i pek fazla meşgul ediyordu. Cenab-ı Hak, ezan'ı Abdullah bin Zeyd'e, Ömer bin Hattab ve Ebu Bekir Sıddik'e rüyada gösterinceye kadar bu durum devam etti. Resû­lüllah İsrâ gecesinde gökte Ezanı işîtmişti. Abdullah bin Zeyd el Hazreci el Ensari ile Ömer bin Hattab'ın   Ezan hakkındaki   rüyaları ise, meşhurdur:

Abdullah bin Zeyd bir gece yansı Resûlüllah'm kapısını çalarak haber verdi. Hz. Ömer ise, sabahleyin Resûlüllah'a haber veririm, diye rüyasını söylemeyi sabaha erteledi. Bunun üzerine Resûlüllah Bilâl'e emir verdi. Bilâl bugün dahi müminlerin okuduğu ezanı okudu. Ancak Bilâl sabah namazında «Esselatu hayrım minennevm» (Namaz uyku­dan daha hayırlıdır) ibaresini ekledi- Resûlüllah da bunu kabul ve ikrar etti. Fakat bu, Ensarlı Abdullah'ın rüyasında yoktu. İbni Saad, îbni Ömer'den bunu rivayet etti.

Ed-Darekutni; «Ebu-Bekir Sıddik (R.A.) Ezan rüyasını gördü ve Resûlüllah'a bunu haber verdi. Resûlüllah daha Ensari gelmeden ön­ce Bilâl'e ezanı emretti.» dedi. Bakınız, «Ei-Medic» veya (El-Mudeye) adlı kitabına. Bu kitab, Peygamberin Ebu Bekir'den naklettiği ve Ebu Bekir'in Peygamberden naklettiği hadisi hususunda yazılmış bir ki-tabdır. [18]

 

Ezan Ve Kametin Hükmü

 

Alimler, ezan ve kamet'in vacip olması hususunda ihtilâf et­mişlerdir: İmam Malik ve talebeleri: «Ezan mescidlerde cemaatler için vacibtir» buyurdular. Malik Muvatta'mda bunu nass (kesin) olarak belirtmiştir. Maliki âlimleri ise, bu konuda iki kısma ayrılmıştır: a) Bir kısmına göre, vacib değildir, sünneti müekkededir. Fakat kifayet yo­luyla şehirlerde ve şehirimsi olan köylerde okunması vacibtir. b) Ba­zıları da, farzı kifayedir, dediler. İmam Şafiî ve arkadaşları da böyle ihtilâf ettiler.

Et-Taberi, Malik'ten rivayet ediyor: «Bir memleketin insanları Ezam kasten terkederlerse, namazı iade etmeleri lâzımdır.»

Ebu Ömer, «Ezanın, bir memleketin genelinde okunmasının farz olduğunda, ihtilâf edildiğini bilmiyorum, çünkü Ezan, «Darul-îslâm» la «Darul-küfrü» ayırdeden alâmeti farikadır. Yani bir İslâm memle­ketinde Ezan okunursa, orası Darul-İslâmdır, okunmazsa Darul küfür­dür.

Resulü Ekrem (S.A.V.) bir askerî birliği vazifeye gönderdiği za­man, onlara «Ezanı duyduğunuz zaman, savaşmaktan ellerinizi tutu­nuz. Ezanı dinlemediğiniz zaman, hücum ediniz» diye emir veriyordu.

Sahihi Müslim'de «Resulü Ekrem:

Şafak sökmek üzere iken hücuma hazırlanıyordu. Eğer Ezanı din­lerse, dururdu. Aksi takdirde hücum yapardı» denilmektedir.

Ata, Mucahid, Evzai ve Davud, «Ezan farzdır» dediler. «Farz-ı Ki-fayedir» demediler. Et-Taberi, «Ezan sünnettir, vacib değildim dedi. Eşhep, İmam Malik'ten naklen diyor ki: «Misafir kasten ezanı terke-derse, namazını iade etmesi lâzımgelir.»

Kûfe'li âlimler misafirin Ezansız ve Kametsiz namaz kılmasını mekruh görmüşlerdir.

Şehirde bulunan bir kimsenin tek basma namaz kıldığında oku­ması müstehabtır. Eğer umumi Ezanla kifayet ederse, yeterlidir. Es-Sevri, «Seferde kamet Ezanın yerine geçer. İsterse hem ezan okur, hem de kamet edersin» dedi. Ahmet İbni Hanbel: «Malik bin Huveylis'ten gelen hadise göre misafir Ezan okumalıdır» dedi. Davut, «Her misafire, ve beraberindekilere ikamet ettiği yerde Ezan okumak farzdır. Zira Resulü Ekrem, Malik bin Huveyıis ve arkadaşlarına:

«Siz, bir seferde olduğunuz zaman, Ezan okuyunuz, kamet getiri-niz. Sizin en büyüğünüz size imamlık yapsın» buyurmuştur» dedi. Ha­disi Buharı tahriç etmiştir. [19]

 

Ezanın Keyfiyeti:

 

Malik, Şafiî ve arkadaşları, Ezanın çift çift, kametin tek tek ol­duğunda ittifak etmişlerdir. Ancak İmam Şafiî ilk tekbiri dört defa getiriyor. Çünkü Resûlüllah'm Müezzini Semurre bin Mui'r Ebu Mah-zere'nin hadisinde sıkkaların (güvenilir hadise ilerin) rivayetinden bu tarzda hıfzedilmiştir. Bir de Abdullah bin Zeyd'in hadisinde bu var­dır. İmam Şafii «Bu bir fazlalıktır. Kabul edilmesi farzdır. Zira Mek-ke'liler tâ benim zamanıma kadar Âl-i Ebu Mahzure'den bu şekilde ezan okumayı öğrenip devam ettiriyorlardı» dedi.

îmam Şafiî'nin arkadaşları «Şu anda da- Miekke'lilerin yanında Ezan böyledir» dediler.

İmam Malik'in görüşü de Ebu-Mahzere'nin ezanı hakkında varid olan sahih hadislerde mevcuttur. Abdullah bin Zeyd'in Ezanı hakkın­da gelen hadislerde.de mevcuttur. Malikilerin nezdinde, Medine'de amel Âl-i Sad ul kurezfnin içinde bu şekilde ta İmam Malik'in zama­nına kadar devam edip gelmiştir. İmam Malik ile Şafü Ezandaki ter-ci'de  yani gizlice (Eşhedüenlâilaheillallah, eşhedüenlâilâhe illal­lah, Eşhedu enne Muhammeder-Resûlüllah, eşhedü erme Muhamme-der-Resûlüllah) deyip sonra açıkça bunu söylemekte ittifak etmiş­lerdir. Evvelâ gizli, sonra sesini yükselterek ve uzatarak açık söyleye­cektir. İmam Malik ile İmam Şafiî'nin «Kad kametusselatu» (Namaz başladı) da ancak ihtilâfları vardır. îmam Malik: «Bir defa «Katkame-tussalatu» der geçer.» dedi. İmam Şafii «iki defa denilecektir» diyor. Ekseri ulema İmam Şafiî'nin görüşündedir. Eserler böyle gelmiştir.

Ebu Hanife ve arkadaşları, Es-Sevri ve Hasan bin Huyey, «Ezan ve kamet hepsi musanna yani mükerrerdirler» derler. Onların katında Ezanın da kametin de başındaki tekbir (Allahu Ekber) dört defa de­nilir. Terci' ise Ezanda yoktur. Onların bu husustaki delilleri Abdur-rahman bin Ebi Leyla'nın hadisidir:

Bize Resûlüllah'ın eshabı söyledi. Abdullah bin Zeyd Resûlüllah'a geldi:

— Ey Allah'ın Resulü! Rüyamda gördüm ki, bir kişi kalktı. Onun sırtında iki yeşil kürk vardı. Bir duvarın temelinin üzerine çıktı. İki­şer ikişer Ezan ve yine ikişer ikişer kamet getirdi. Aralarında oturdu.» dedi. Bilâl bunu dinledi. Kalktı. İkişer ikişer defa kelimeleri okuyarak Ezanı bitirdi. Biraz oturduktan sonra kalktı, ikişer ikişer söylemek su­retiyle kamet getirdi.»

A'mes ve başkası Amr bin Mürre bin Ebi-Leyla'dan rivayet etmiş­lerdir.

Bu görüş, Irak'ta bulunan tabiin ve fâkihler gurubunun görüşü­dür. Ebu-İshak es Sebi'i, «Ali ve Abdullah bin Mesud'un arkadaşları Ezan ve kameti çift çift getirirlerdi.» Bu da Kûfe'lilerin Ezanıdır. Kû-fe'de Ezan nesilden nesile bu şekilde devam etmiş gelmiştir. Nitekim Hicaz'lılar da ezanlannı miras olarak nesilden nesile nakledip devam ettirmişlerdir. Hlcazlılann ezanı, Mekke'lilerinki gibi tekbir dört defa getirildikten sonra bir defa «Eşhedü enlâilâhe illallah ve Eşhedü erme Muhammeder-Resûlüllah'tan sonra bir defa «Hayye alelsalâh», bir de­fa «Hayyealel felah» getirilir. Sonra müezzin sesini uzatarak «Eşhe-duellailaheillallah» der. Sonuna kadar Ezanın tamamını ikişer ikişer (yeniliyerek) okur.

Ebu Amr, Ahrned binHanbel, İshak bin Rahveyh, Davud bin Ali ve Muhammed bin Cerir et Taberi, «Bütün bu şekillerde Ezan okuma­nın caiz olduğunu savunmuşlar ve bu tarzların hepsinde kişi muhay­yerdir. Hangi tarzda isterse o tarzda okur. Zira hepsi mubahtır. Çün­kü Allah'ın Resûlü'nden hepsi varid olmuştur. Eshabı kiram bütün bu şekilleri işlemiştir. İsteyen iki defa Allahu Ekber der, isteyen dört de­fa der. İsteyen ezanda terc'i yapar (yani önceki gizlice «Eşheduella-ilaheillaUah eşhedü enne Muhammeder-Resûlüllah» der sonra açık sesle söyler. İsterse terci' yapmaz. İsterse kameti ikişer ikişer getirir, isterse tek tek getirir. Ancak kadkametussala kelimesini ikişer ikişer getirmek lâzımdır» diyorlar.[20]  

Sabah namazında tasvib, yani müezzinin «Essalatu hayran mi-nennevmi-» demesi hususunda ihtilâf vardır. İmam Malik, Es-Sevri, ve Leys, «Müezzin sabah namazında «Hayyealel Felah»tan sonra «Essala-tuhayrun minennevmi» tâbirini iki defa söyleyecektir, diyor. Şafiî Irak'dayken kavlikadimde bunu savunmuştur. Mısır'da, kavli cedidde bunu savunmamaktadır. Ebu Hanife ve talebeleri «Müezzin Ezam bi­tirdikten sonra dilerse Esselatuhayrunminennevm diyecektir.» Yine, Ebu Hanife ve talebelerinden bunu Ezanın içinde söyleyecektir diye de rivayet edilmiştir. Ve icraat İmam Azam'ın bu ikinci rivayeti üzerinde bizim asrımıza (1405 Hicri - 1985 Milâdi) kadar devam edegelmiştir.

Ebu-Ömer, «Ebu-Mahzure hadisinde rivayet edildi ki, Resûlüllah, Ebi Mahzure'ye «Sabah ezanında Essalatu hayran minennevmi'yi söy­le» diye emir verdi.

Yine ondan rivayet ediliyor, Abdullah bin Zeyd'in hadisinde böy­le dedi.

Enes'ten rivayet ediliyor: «Sabah namazında Esselatu hayran mi­nennevmi demek, sünnettir.»

İbni Ömer'in de bunu söylediği rivayet edildi. İmam Malik, Muvatta'da:

«Benim kulağıma geldi ki, müezzin Hz. Ömer'in yanına geldi. Sa­bah vaktinin geldiğini ona haber vermek istiyordu. Baktı ki Ömer uyu­yor. «Esselatu hayrım minen nevm (namaz uykudan hayırlıdır)» de­di. Uyuyan Hz. Ömer, müezzine; «Bunu sabah namazında söyle.» diye emretti, sözüne gelince, bilmem ki bu delil olacak ve sıhhati bilinecek bir yönden Hz. Ömer'den rivayet edilmiş midir, edilmemiş midir? An­cak İbni Ebi Şeybe Abde bin Süleyman'dan Hişam bin Urve'den o da İsmail adlı bir zattan rivayet etti:

«Müezzin Hz. Ömer'e sabah namazını haber vermek üzere geldi. Ve «Esselatu hayran minennevm - namaz uykudan hayırlıdır» dedi. Bu söz, Hz. Ömer'in hoşuna gitti ve müezzine:

«Ben bunu Ezana sokuyorum» dedi.

Ebu Amr, (Ömer daha doğru olsa gerek) «Benim katımda bu sö­zün mânâsı şudur:

Hz. Ömer, müezzine, «Sabah ezanı bu sözün yeridir. Bu söz, yatak yerinde söylenilmez» demek istemiştir. Yani Hz. Ömer, Emirin kapısın­da ikinci bir ezanm okunmasını (sünnete ters olduğu için) kerih gör­müştür. Nitekim Hz. Ömer'den sonraki emirlerin böyle bir şey ihdas etmeleri, Hazreti Ömer'i endişesinde haklı çıkarmıştır...

Ebu Ömer, devamla her ne kadar haberden zahir, benim tevilimin hilafı ise, de beni bu tevile zorlayan şudur. Sabah namazındaki «Tas-vib», âlimler katında daha meşhurdur. Resûlüllah'tan gelen ve Resû-lüllah'ın Medine'de müezzini Bilâl'e söylenmesini emrettiği, Mekke'de de müezzini Ebu Mahzure'ye söylemesini emrettiği bir şeyi Hz. Ömer bilmemiştir diye halk tabakasının zannını bertaraf etmek için bu te­vili yaptım. Çünkü bu durum Bilâl'ın ezanında da Ebu Mahzure'nin ezanında da mahfuz ve maruftur. Alimler katında meşhur bir durum­dur. Veki', Süfyan'dan, o da İmran bin Müslim'den, o da Suveyb bin Gafeîe'den rivayet ettiler:

Suveyip, Müezzinine haber gönderdi: «Sen hayya alelfelah'a gel­diğin zaman «Essalatu hayrun minennevm» de. Çünkü bu, Bilâl'in ezanıdır.»

Malumdur ki, Bilâl Hz. Ömer zamanında hiçbir vakit Ezan oku­mamıştır. Hz. Ömer, Resûlüllah'tan sonra Bilâl'in ezanını ancak bir defa Şam'a giderken işitmiştir. [21]

 

Fecirden Önce Ezan

 

İmam Malik, İmam Şafiî, İmam Ahmed, îshak ve Ebi Sevr, «Sa­bah namazı için fecr doğmadan Önce Ezan okunur» demişlerdir. De­lilleri, Resûlüllah'ın «Şüphesiz ki Bilâl geceleyin Ezan okuyor. Siz yeyi-niz, içiniz. Ta ki İbni-tİmnü-Mektum (tkinci Müezzin Abdullah) Ezan okuyuncaya kadar» hadisidir.

İmam Azam, Es-Sevri, ve Muhammed bin Hasan, «Sabah vakti dahil olmazdan önce, sabah için ezan okunamaz» dediler. Delilleri de Resûlüllah'ın Malik bin Huveyris ve arkadaşlarına: «Namaz vakti gir­diği zaman, ezan okuyunuz, kamet ediniz, ikinizin en yaşlısı size imam­lık yapsın» demesidir. Bir de sabah namazı diğer namazlara kıyas edil­miştir.

Hadis ehlinden bir gurub, «Camiin iki müezzini varsa, birisi fe­cirden önce ezan okuyacak, diğeri de fecirden sonra ezan okuyacaktır» demişlerdir. [22]

 

Müezzinden Başkası Kamet Okuyabilir Mi?

 

Müezzin ezan okuyor, başkası kamet getiriyor. Bunun caiz olup olmaması hususunda ihtilâf vardır: İmam Malik, İmam Azam ve ar­kadaşları, «Bir zararı yoktur» demişlerdir. Çünkü bu hususta Muham­med bin Abdullah bin Zeyd babasından şu hadisi rivayet ediyor: «Ru'-yada ezanı gördüğüm zaman Resûlüllah bana «Bu gördüğün ezanı Bi-lâl'e telkin et» dedi. Ben de telkin ettim ve Bilal ezan okudu. Sonra Resûlüllah, bana (Abdullah bin Zeyd'e) emretti. Kalktım, kamet ge­tirdim.»

Es-Sevri, El-Leys ve Şaiiî, «Kim ezan okumuş ise, o kamet ede­cektir» dediler. Çünkü Abdurrahman bin Ziyad bin Enu'm Ziyad bin Nuaym'den, o da Ziyad bin El-Hars Es-Sudai'den rivayet etti:

«Resûlüllah'a geldim. Sabahın evveli olunca bana emretti. Ezan okudum. Sonra namaza kalktık. Bilâl kamet etmek için geldi, Resû­lüllah buyurdu:

ttSudae» kardeşi (yani Suda  kabilesinden olan kişi) ezan okudu. Kim ezan okumuş ise, o kamet eder» buyurdu.

Ebu Ömer, hadisin senedinde adı geçen Abdurrahman bin Ziyad el İfriki'dir. Muhaddislerin çoğu bunu zayıf saymaktadırlar. B uhadisi ondan başkası rivayet etmemektedir. Birinci hadis sened bakımından daha güzeldir. Ehli ilimden bazı kimseler «El-îfrikî» mevsukun bini1 dir» demiş ve onu övmüş ve hadisi bu bakımdan şahindir, onu tercih etmek daha evlâdır. Çünkü ihtilâf noktasında nassdır.Ve Abdullah bin Zeyd'in Bilalle beraber olan kıssasından sonra olmuştur ve Resû-lüllah'ın en son olan emri ittiba edilmek bakımından daha uygundur. Bununla beraber benim görüşüme göre, müezzin vazifeli bir kişi ise ezan okuduğu gibi, kameti de getirmesi daha müstahabtır. Buna rağ­men başkası kamet getirirse namaz geçerlidir. [23]

 

Müezzin Nasıl Ezan Okumalıdır?

 

Müezzinin hükmü, ezanında akıştır.

ni Abbas'tan, rivayet ettikleri hadiste;

a. Ezam sallatryordu. Yani kelimeleri dalgalı dalgalı

sûlü Ekrem:

«Ezan kolaydır, akıslıdı. Eğer senin ezanın kolay ve alasU olursa, ne ala. Aksi takdirde ezan okuma» buyurdu. [24]

 

Ezanda Kıbleye Yönelmek

 

Alimlerden bir cemaata göre; ezanında müezzin Kıbleye yönel­meli, «Hayyı alas-Salat ve Hayyı alal Felah» kelimelerini okuduğunda başım sağa ve sola çevirmelidir. İmamı Hanbel: «Çevirmemelidir. An­cak minarede okuyor ve halka duyurmak istiyorlarsa, çevirir» dedi.

Ezam okurken, en faziletlisi, abdestli olmasıdır. [25]

 

Ezanı Dinliyen Ne Demelidir?

 

Ezanı dinliyene, şehadetlerin sonuna kadar, müezzinin dediklerini aynen tekrarlamak müstahabdır. Eğer bütün ezanı aynen tekrarlarsa caizdir. Zira İbn-Ömer: «Müezzini dinlediğinizde, onun dediğinin ayni­sini deyiniz.»[26]   diyor.

Sahihi Müslim'de; Müezzin: «Allahu Ekber, Allahu Ekber» dediği zaman, siz de, «Allahu Ekber, Allahu Ekber» deyiniz. Müezzin, «Eşhedu-Enlâ ilahe illellah» dediğinde, siz de «Eşhedu-Enlâ ilahe illellah» de­yiniz. Müezzin «Eşhedu Enne Muhammeder-Resûlullah» dediğinde, siz de «Eşhedu Enne Muhammeder-Besûlullah» deyiniz. Sonra o «Hayyı alas-Salat».dediğinde, siz «Lâ havle velâ kuvvete illâ billah» deyiniz. O «Hayyı alal-Felah» dediğinde, siz «Lâ havle velâ kuvvete illa billah» deyiniz. O ((Allahu Ekber Allahu Ekber» dediğinde, siz de (Allahu Ek­ber, Allahu Ekber» deyiniz. O «Lâilâhe illellah» dediğinde siz de kalbi­nizden gelerek «Lâ ilahe illellah» dediğiniz takdirde Cennete girersi­niz» diye rivayet edilmiştir. Yine Müslim'de; Sad b. Ebi Vakkas'dan Re-sûlüllah'dan geldi: «Kim ki, Ezanı dinlediğinde «Eşhedu Ella ilahe il­lellah Vahdehû Lâ Şerike Lehu ve Eşhedu Enne Muhanımcdcn Abduhû ve Resulünü. Radiytu billahi Rabben ve bi-Muhammedin Resûlen ve bil-İsla mi dinem» (Allahdan başka mabud   olmadığına, bir olduğuna, ortağı olmadığına, Muhammedin Onun Kulu ve Resulü olduğuna şa-hidlik ederim. Rab olarak Allah'a, Resul olarak Muhammede ve din olarak İslama razı oldum)  dese, geçmiş günâhları, onun için af olu-[27]

 

Ezan Ve Müezzinin Fazileti Hakkında Gelen Eserler

 

Bu hususda sıhhatli olan bir çok hadis varid olmuştur:

1) Müslim Ebu-Hureyre'den rivayet ediyor. «Ezan okunduğunda, Şeytan sırtını çevirerek ezanı dinlememesi için, yaylana, yaylana uzak­lara kaçar.»

2) Müslim Muaviye'den rivayet etti: «Kıyamette müezzinler, her-kesden daha uzun boyunludurlar..»

Bu hadis, müezzinlerin kıyametin dehşetinden emin olduğuna işa­rettir. Zira boyunun uzunluğu serbest olmaktan kinayedir.

3) İmamı Mâlik Ebu-Said el-Huderî'den rivayet etti: «Ezan sesi­ni işiten Cin,   insan ve diğer varlıklar kıyamette müezzine şahid olur­lar.»

4) İbn-Mace'de «Kim ki, sadece Allah için yedi sene ezan okursa, onun için ateşten bir beraet yazılır...»

5) İbn-Ömer: «Oniki sene ezan okuyana cennet vacip olur. Her günün ezanı için altmış, Kameti için otuz hasene yazılır..» diye riva­yet etti.[28]  

 

Ezana Karşı Alınan Ücret

 

Osman bin Ebil Âs tarikiyle gelen bir hadis:

Resûlüllah'ın bana en son söylediği söz şudur: «Ezanından ötürü ücret alan bir müezzini edinmemeliyim.»

Ezan karşılığında alınan ücret hususunda ihtilâf vardır: Kasım bin Abdurrahman ve ashabı-Rey bunu mekruh görmüşlerdir. İmanı Malik «Ruhsatlıdır, zararı yoktur» demiştir. Evzai «Mekruhtur» der. Fakat Beytulmaldan (yani devlet hazinesinden) rızkı, çoluk çocuğunun nafakası olarak alırsa, beis yoktur demişler.

Şafiî, «Ancak Resûlüllah'ın payı olan Humus (beşte birin) den mü­ezzinlere rızık, (maaş) verilir» demiştir.

İbni Munzir, «Ezan karşılığında ücret almak caiz değildir» demiş­tir.

Maliki âlimleri ücretin caiz olduğuna dair Ebi Mahzure'nin hadi-siyle istidlal etmişlerdir. Hadisi Nesei, îbni Mace ve Başkaları rivayet etmişlerdir. Şöyledir:

Birkaç kişi ile beraber çıktık. Yolun bir noktasındaydık. Resû-lüllah'ın müezzini Resûlüllah'ın yanında namaz için ezan okudu. Biz de müezzinin sesini işittik. Fakat biz ezana kulak vermedik. Bağırdık ve onun ezanını taklid ederek istihza ediyorduk. Allah Resulünün kula­ğına bunlar gitti. Bize bir gurub gönderdi. Bizi tutup Resûlüllah'ın huzuruna götürdüler ve oturttular. Resûlüllah bizden sordu: «(Ezan esnasında) sesini yükselterek konuşan hangiaizdi?»

Arkadaşlarım hepsi bana işaret ettiler. Ve doğru da söylüyorlardı. Konuşan bendim. Bunun üzerine Resûlüllah onların hepsini bıraktı, beni hapsetti. Bana:

«Kalk! Ezan oku» diye emir verdi, istemiyerek kalktım. Zira o an­da Resûlüllah'ın emrinden benim kalbimde daha k&rih bir şey yoktu. Bana emrettiğinden, daha fazla buğzettiğim bir şey de yoktu. Resûlül­lah'ın huzurunda kalktım. Resûlüllah bana bizzat ezanı telkin ederek buyurdu:

«De ki: Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber. Eşhedüellailaheillallah, eşhedüenlailaheillallah. Eşhedü enne Muham-meder-Resûlüllah, Eşhedü enne Muhammeder-Resûlüllah.»

Sonra bana:

(Sesini yükselt ve uzat» dedi.

Eşhedü en lâilâheillallah, Eşhedü en lâilaheillallah. Eşhedü enne Muhammeder-Resûlüllah, Eşhedü enne Muhammeder-Resûlüllah. Hay-ye alessela, hayyealessela, hayye alelfelah, hayyealelfelah. Allahu ek­ber, Allahu ekber, Lâilâhe illallah.)) Ezanı bitirdiğimden sonra beni çağır­dı. İçinde biraz gümüş bulunan bir keseyi bana verdi. Sonra Resulü Ekrem elini benim (Ebu Mahzure'nin) nasiyeme (alnıma) koydu. Yü­zümü mübarek eliyle sıvazladıktan sonra, götsümü sıvazladı. Sonra ciğerimin üzerini sıvazladı. Ta ki Resûlüllah'ın mübarek eli benim gö­beğime kadar vardı. Sonra Resulü Ekrem:

«Allah sana bereket etsin ve senin üzerine bereket etsin» diye ba­na dua etti.

Resûlüllah bana bu duayı yaptıktan sonra şunu söyledim: «Ey Allah'ın Resûlüî Bana emret ve beni vazifelendir,   Mekke'de ezan okuyayım.»

Resulü Ekrem:

«Seni vazifelendirdim, sana emir verdim» buyurdu.

Bu sözlerden sonra Resûlüllah'a karşı duyduğum nefret ve kin kalbimden tamamen silindi. Hepsi Resûlüllah için muhabbete dönüş­tü. Ben Resûlüllah'ın Mekke'deki valisi Attab bin Esib'in kapısında durup Resûlüllah'ın emriyle onunla beraber namaz için ezan okudum.» Bu lafz İbni Mace'nin lafzıdır [29]

Alimler, ezanın sabit olması, sadece rüya (Takrir-i sünnet) ile de­ğildir. Belki ezan bahsi konusu olan bu âyetin nassıyla da sabittir. Çünkü bu âyetin mânâsı «Siz halkı namaza ezan ile çağırdığınız za­man onlar onu alaya alırlar» demektir. Ayetteki «Nida», en yüksek ses ile çağırmak demektir.

El-Kalbî «Resûlullah'ın müezzini namaza çağırdığında ve müslü-manlar namaza katıldığında, Yahudiler:

«Kalktılar. Kalkmasınlar (Bu lafız, beddua olarak kullanılmıştır). Namazı kıldılar. Kılmasınlar. (Yani Allah kabul etmesin veya bir daha kılma fırsatını vermesin demektir)» derler ve kahkaha atarlardı. Böy­lece ezan ve namazla alay ederlerdi. Bunun üzerine bu âyet indi.

Beyzavî «Rivayete göre; Medine'de bir Hıristiyan vardı. Müezzinin «Ben, Muhâmmed'in Allah'ın Resulü olduğuna şahidi ik yaparım» dedi­ğini dinlediği zaman: «Allah yalancıyı yaksın (mı)» derdi. Bir gece aile efradıyla uykuda iken hizmetçisi içeriye bir ateş getirdi. O ateşden serpintiler saçıldı. O Hıristiyan aile efradiyle yandı.» dedi.

Bu âyet, onların dinî hükümlerden birisiyle alay ettiklerini beyan etmek için getirilmiştir. Oysa daha önce bütün dinle istihza ettikleri beyan edilmişti. O halde burada, onların ne denli şekavette ileri gittik­lerini belirtmek kasdedilmiştir.

Alusî, bu âyet üzerinde «Denildi ki, bu âyette Ezanın sadece rü­ya ile değil, nass ile sabit olduğuna dair delil vardır. Fakat «Namaza çağırdığınız zaman» cümlesi, Ezana delâlet etmez. Ancak Ezanın meş­ruiyetinden sonra nazil olmuşsa, ona işaret eder: Böylece, (rü'ya ile gelen) Ezanı takrir etmiş olur.

«El-Keşif» adlı kitabın sahibi:

«Bu konuda fikrim şudur: Çağrıyı alaya almaları şer'an yasakla­nanlardandır. Öyle ise, o çağn şer'ân bilinenlerden olur. İşte bu nokta­dan anlaşıldı ki bu âyetin inişi anında müslümanlarm üzerinde bu­lundukları Çağrı, Allah'ın meşru kıldığı Çağrıdır. Başlangıçta Sünnet ve nassla sabit olduğundan maksad, budur. Böylece «Ezan, müslüman-lar Medine'ye ilk geldiğinde meşru kılındı. Maide Sûresi de, Kur'an'ın en son inen süresidir. Bu nasıl olur?» itirazı da defedilir. «Yalnız Sün­netle değildir.» Sözünde, Sünnet tek başına delil olmaz mânâsı çıkmaz. Çünkü serî deliller etkileyici ve gerektirici değil, sadece tanıtıcılar ve emarelerdir. Tanıtıcıların peşipeşine gelmeleri inkâr edilmez.» dedi.

ezan'a çağn denmiştir. Çünkü müezzin «Hayyı'alassalat (Haydi namaza) Hayyı alel Felah (Haydi kurtuluşa) diye çağırır.

(59) «De ki: Ey Kitab ehli, yalnızca Allah'a...»

Bu âyetin izahı: Bu âyetteki emir Hz. Peygamberedir. Onlara «Dinin o kâfirlerden çıkanları tashih edecek durumlardan uzak bu­lunduğu» hakikati beyan ettiği gibi o  cinayeti işlediklerinin nedenini de açıklayıp ağızlarını taşlarla dolduruyor. Onlara «Kitab ehli» denil­menin nedeni; Kitablariyle küfürlerini isbatlamaktır. Ayetin mânâsı:

«Ey Muhammed, o facirlere de ki, yalnızca Allah'a bize indirilene «ı ve daha Önce indirilene inandığımız için mi bizden hoşlanmıyorsunuz?» demektir.

Ayetteki: «İntikam almak» hoş karşılamamak ve   ayıpsamak dep,mektir.

Ragib el-İsfehânî Müfredatında «nakame» fiili, inkâr etti. Ayıp-sadı demektir.» dedi.

Daha önce indirilenden maksad, Tevrat, İncil ve diğer peygamber-

lere inen sair semavî kitaplardır.

Fâsıklardan maksad, inatçı, açıklanan hareketleriyle iman daire­sinden çıkan kimselerdir.   Zira Kur*an'i inkâr etmek, diğer kitablan „ inkâr etmeye sebeb olur.

Bazı mudakıklar; «enne ekserekum» diye başlayan cümle «tenkimun» fiilinin mefulu lehu'sidir. Mefuhu bihi'si din'dir. Aye­tin arkasından da önünden de anlaşıldığı için «din» kelimesi zikr edilmemiştir. Çünkü din'i alaya almak, onu inkâr etmektir. Açıklana­na iman etmek, inkâr ettikleri dinin tâ kendisidir. Ancak mukaberele-rini tescil etmek için, bu cümle inkârlarına neden oldu. Bu tevile bi­naen istisna nedenlerin en geneli olur. Yani dinimizi başka bir neden­den değil, «AUaha... Ve sizin Kitablannıza îman ettiğimizden ötürü in­kâr ediyorsunuz. Çünkü çoğunuz, inatçı ve iman dairesinden çıkmış­tır. Hatta Kitabımızın doğruluğunu söyleyen Kitabınıza iman etseydi-

niz Kitabımıza da îman ederdiniz...»

Bütün Yahudilerin fâsık olmalarına rağmen Cenab-ı Hak «çoğu­nuz fâsıksınız» diyor. Çünkü o çoklar fısk ve fücurda bayrağı ellerine almış, diğerleri onların arkalarından gitmekte ve onlan takib etmek­tedir. Tefsirciler «Ve inna ekserekum» (ve şübhesiz en çoğunuz) keli­mesi «âmenna» kelimesi üzerine atıftır ve mefu'lubihi olur. Sanki şöy­le denildi:                                                                                                 

«Siz, bizim Allah'a iman etmemizden, Allah'ın katından inen bü­tün kitablanna iman etmemizden bir de bizim imana girdiğimizden sizin de imandan çıktığınızdan ve size muhalefet ettiğimizden dolayı bizden hoşlanmıyorsunuz.»

«Onlardan maymunlar ve domuzlar kılmıştır» âyetinden maksad. 

(60) «De ki: Allah katında ceza bakımından bundan daha kötü­sünü sîze haber vereyim mi?...» Bu âyetin açıklaması:

Bu âyeti celîle Yahudilere cevaptır. Çünkü onlar «Sizin dininiz­den daha şerli bir din tanımıyoruz» dediklerinde Cenab-ı Hak: «Ey Muhammedi Şu sözü söyleyen Yahudilere söyle kî, sizin Allah katında ceza bakımından sizin inancınıza göre, şer olan dinimizden daha kö­tüsünü size haber vereyim mi? O kimseler ki Allah kendilerine lanet etmiş, onlan gazabına uğratmış, onlardan maymunlar, domuzlar ve putlara tapanlar yapmış var ya. İşte onlar mevki bakımından daha fe­na ve dosdoğru yoldan daha sapkındırlar.»

onların bir kısmını Hz. Davud'un bedduasıyla, onun zamanında may­mun yapmıştır. Çünkü onlar, cumartesi günü hududu aştılar ve o gün­de avlanmayı helâl kıldılar. Onların bir kısmını da Hz. îsa devrinde domuz yapmıştır, meshetmiştir. Çünkü onlar Hz. İsa'nın sofrasından yedikten ve mucizeleri gördükten sonra Hz. İsa'yı inkâra kalkıştılar.

Bazı tefsirciler «Bu iki Mesih te cumartesi günü avlananlar ve cumartesinin kudsiyetini yıkanlar içindir» dedi.

Gençleri maymun, ihtiyarlan da domuz olarak mesholundular. Bu âyeti celîle nazil olduğu zaman müslümanlar Yahudilere:

«Ey maymunlar ve domuzların kardeşleri!» diye hitab ederek on­ları alaya aldılar. Yahudiler de başlarına eğerek rezil oldular.

«Allah onlardan tağuta tapanları da kıldı.» Yani şeytana tapanla­rı da kıldı. Çünkü tağut, daha önce de geçtiği gibi, şeytan veya tapı­lan buzağı demektir. Bazı tefsirciler; kâhin ve Yahudi âlimleri demek olduğunu söylemişlerdir.

Âyetin hülâsası şu oluyor: «Allah'ın masiyetinde herhangi bir in­sana itaat eden bir kimse o insana ibadet etmiş oluyor ve o insan o kimse için tağut oluyor. İşte bu lanete ve gazaba uğrayan ve meshedi-lenler, mekân bakımından daha şerli (yani yerleri cehennem) dir. Zi­ra cehennemden daha şerli bir yer yoktur, doğru yoldan kaymak ba­kımından daha sapıktırlar.»

(61) «Onlar size geldiklerinde iman ettik diyorlar...»

Bu âyetin tefsiri:

Katade, bu âyet Resûlüllah'ın huzuruna gelip «Biz iman ettik, se­nin getirdiğine razı olduk}) diyen bir gurub Yahudi hakkında nazil ol­muştur. Halbuki bunlar küfiir ve sapıklıklanndaydılar. îmanlarını açığa vurup iç alemlerinde münafıktılar. Cenab-ı Hak onların halini ve durumlarını böylece peygamberine haber verdi

(61) «Onlar küfürle senin huzuruna girdikleri   gibi senin huzu­rundan kâfir olarak çıktılar.» Yani imandan herhangi birşey onların kalbine girmedi.    Onlar hem girdikleri zaman hem de çıktıkları za­man kâfir idiler. Allah onların gizlediklerini daha iyi biliyor.

(62) «Onlardan birçok kimseyi görürsün...» Bu âyetin tefsiri: Ya­ni Yahudi ve Hıristiyanlardan birçok kimseyi görürsün ki, günahta ve zulümde ve haram yemekte koşuşuyorlar, yanşıyorlar.   Ayetteki «gü-nah»tan maksad yalandır. Ayetteki «udvan»dan    maksad zulümdür. «Suhut»teıı maksad haramdır. Münkeratı sanki haklı imişler gibi ya­rışarak, koşuşarak yapıyorlar.

(62) «Yapmakta oldukları şey ne kötüdür?» Yaptıkları bu emirler, en kötü amelleridir. Bu âyette mazi (geçmiş zaman) fiili olan Bİ'SE ile Muzari (gelecek zaman) fiili olan ya'melun bir arada kullanıl­mıştır. Ta ki bu çirkinliğin Yahudilerde devamlı olduğuna delâlet et­sin.

(63 «Ne olurdu onların Rabbani ve ahbarları   günahı söylemde-

rindcıı...» Bu âyetin tefsiri: Hasanı Basrî «rabbanınden maksad, İn­cil âlimleri, ahbar'dan maksad ise, Tevrat âlimleridir.» dedi.

Bazılar; iki sınıf da Yahudi âlimleridir. Zira bu âyet onların bab> siyle ilgilidir. Günahlı sözlerinden maksad, yalandır. «Suht» ise rüşvet ve haram demektir. Bu âyetteki «levla» kelimesi, tahdid (teşvik) içindir. Mazi fiilinin üzerine girerse, tavbih (kınama) mânâsım ifade eder. Ayetin mânâsı «Ruhbanlar ve hahamlar neden Yahudileri yalan söylemekten ve haram yemekten menetmiyoıiar? Halbuki, onların için­de bulunduklarının çirkinliğini bilirler.»

dişledikleri ne kötüdür!» bu cümle, altmış ikinci âyetin sonunda gelen «Yaptıkları ne kötüdür!» Cümlesi gibidir. Ancak halk tabakası için bu daha mübalağalıdır. Çünkü hem lügatta hem kullanışta «fiil» canlıdan çıkan nesnenin adıdır. Eğer bu fiil, istiyerek çıkmışsa bunun adı «amel»dir. Eğer çok didinme neticesinde elde edilmişse, adı sanaatdır. Bunun için hazık bir kimseye sanî' (Sanaatcı) örülmüş ve yeni giysiyede senî (yapılmış) denir.

Ragib «Bu âyet, işaret eder ki, yasaklamayı- terketmek, suçu işle­mekten daha çirkindir. Çünkü günâhı işleyen hiç olmazsa bir lezzet alır. Sükût eden böyle birşeyden de mahrumdur. Bunun için «dey-yus»un günâhı zinacılann günahından daha büyüktür!.

Ayet, munkeratı yasaklamakta gevşek davranan âlimlerin aley­hindedir. Bunun için Dehhak «Bu âyet, beni pek fazla korkutur» dedi. İbn-Abbas «Kur'an'da bu âyetten daha şiddetli kınayan hiç bir âyet yoktur» dedi.

(64) »«Yahudiler «Allah'ın eli bağlıdır» dediler...»

Bu âyetin tefsiri: İbn-Abbas, İkrime ve Dehhak dediler: «Allah, Ya­hudilere pek geniş bir nzık vermişti. Ne zaman ki, Hz. Peygambere karşı geldiler nzıklan azaldı. İşte o zaman «Beni-Kaynuka» Yahudile­rinin başı Fenhas bin Azurâ: «Allah'ın eli bağlıdır» dedi.

İbn Abbas'dan gelen diğer bir rivayette; bu söz, Nabbaş bin Kays içindir. Kabilesinden olan diğerleri bu sözü söyleyene karşı çıkmadık­ları için, söz hepsine nisbet edildi. Onlar bundan Allah'ın (hâşâ) cim­riliğini kasdederlerdi. Çünkü elin bağlanması, cimrilikten, açılması cö­mertlikten kinayedir. Bazıları «El, nimet manasınadır. Yani Allah'ın nimeti bizden esirgendi demektir» dedi.

Hasanı Basrî «Ayetin mânâsı; Allah'ın eli bizi azabetmekten bağ­lıdır. Ancak cc d adlarımızın buzağıya taptıkları günler kadar bize azab verir demektir» dedi.

Hasan, Eli Kudret, bağlamayı da bağlantısızlıkla tefsir etmiştir. Bazı tefsirciler «Elden normal elide kasdedebilirler. Zira Yahudiler Mu-cassimedirler. Çünkü onlardan hikâye edilen şudur: «Kabbimizin saç ve sakalı bembeyazdır. Bir Kürsü üzerinde oturmuştur. Cuma günü, yer ve göklerin yaratılmasını bitirdi. Bu yaratmakdan dolayı yoruldu­ğu için sırt üstü uzanıp ayaklarını üst, üste attı. Elini göğsüne koy­du!»

Bu korkunç iftiradan Allah'a sığınıyoruz.

Bütün bu rivayetler gördüğün gibi zaifdir. Umulur ki, Hasanı Bas-rî'ye nisbet edilen rivayet sıhhatli değildir. En kuvvetli yorum ilk yo­rumdur. Zira: «Onların mabudlan olduğu gibi bize de bir mâbud kıl» diyen ve buzağıya tapan o kavimden, Allah'ı cimrilikle nitelendirmek hiç de uzak değildir.

«Cimriliklerinden ötürü elleri bağlandı...»

Bu cümlenin onların aleyhinde cimrilik ve fakirlikle beddua olma ihtimali vardır. Eğer denirse bugün dünya piyasasının Yahudilerin elin­de olduğunu görüyoruz. Acaba Yahudilerin bugünkü durumlarıyla bu tefsirler nasıl bağdaştmlabilir? Bunların aralarında uyum nasıl sağlana­bilir? Deriz ki, zillet ve meskenet tabiidirler. Bir insan zengin olur, kuv­vetli ve güçlü olur. Fakat tabiatında zillet ve meskenet de bulunur. Zillet ve meskenetin silinip çıkması, izzet, ve din, mefhumlarına yerini bırakmasıyla olur. Bugün Filistin'de müdafaasız ve silâhsız çocukları, ihtiyarları, kadınları, Sabra ve Şatilla gibi kamplarda öldüren, zehirli nın dünya Yahudilerinin elinde olduğunu görüyoruz. Acaba. Yahudile­rin bugünkü durumlarıyla bu tefsirler nasıl bağdaştınlabillr? Bunla­rın aralarında uyum nasıl sağlanabilir Deriz ki, zillet ve meskenet ta­biidirler. Bir insan zengin olur, kuvvetli ve güçlü olur. Fakat tabia­tında zillet ve meskenet de bulunur. Zillet ve meskenetin silinip çık­ması, izzet, ve din, mefhumlarına yerini bırakmasıyla olur. Bugün Fi­listin'de müdafaasız ve silâhsız çocukları, ihtiyarlan, kadınları, Sabra ve Şatilla gibi kamplarda öldürten, zehirli gaz ve bombaları bu müda­faasız kimselerin silinip gitmesi için kullananlar hakkında: Bunların artık zillet ve meskenetleri yoktur, ondan kurtulmuşlar» denilmesi için epeyce düşünmek gerekiyor.

Kur'an'ın bu haberleri, gelecek noktai nazarına göre de, olabilir­ler. Biz dinimizin, genel mefhumundan bunların tamamen silinip gi­deceklerini, dünyada canlı ve cansız herşeyin bunlara düşman olacağı­nı, —GARKAD— ağacından başka bunları koruyan hiçbir şeyin bu­lunmayacağını anlamaktayız. Bekleyelim, gelecek hadisat Kur'an'ın daha güzel tefsiri olabilirler.

(64) «Doğrusu Allah'ın iki eli de açıktır. Dilediği gibi infak (ih­san) eder...» Bu âyetin tefsiri :

Bu âyeti celîle, Yahudilere cevabtır ve onların iftiralarına bir red­diyedir. Bu cevab onların konuşmaları tarzında, onun sitilinde veril­miştir.

yed (el) hakındaki konuşma ise, âlimler bunun mânâsında iki yorum getirmişlerdir: Cumhuru selefin, sünnet âlimlerinin ve kelâm-cılardan bir kısmının görüşü şudur: «Allah'ın yed-i onun zatî sıfatla­rından bir sıfatıdır. Semi', Basar, Vecih sıfatlan gibi... Bize düşen, ona olduğu gibi iman etmek ve teslim olmaktır. Kur'an ve sünnette geldiği gibi keyfiyet, belirtmeksizin teşbih ve tatil yapmaksızın inanmaktır. Cenab-ı Hak «Ey İblis! Seni elimle yarattığım Adem için secde etmek­ten men eden nedir?» (Sadd: 75) diyor bu âyette. Resulü Ekrem, «Allah'ın iki eli de sağdır» diyor. Bunlan tevil etmeden olduğu gibi ka­bul ediyoruz, gerçek mânâsına ancak Allah bilir. İkinci görüş; «yed» (el) lügatta birçok mânâlarda kullanılır. O mânâlardan birisi malûm azadır. İkincisi nimettir. Nitekim    «Filan adamın benim katımda eli vardır. Bu elinden ötürü ona teşekkür ediyorum.» Yani nimeti vardır deniliyor.

Üçüncü görüş, yed (el), kudret mânâsında kullanılmıştır. Nite­kim Cenab-ı Hak, «El ve gözler sahibleri» (Sadd: 45) âyetinde kuvvet ve akıl mânâsında kullanmıştır. Yani kuvvet ve akıl sahibleridir, de­mektir. Deniliyor ki: «Bu emir hususunda senin elin yoktur» yani kud­retin yoktur.

Dördüncü görüş, yed mülk manasınadır. Nitekim:  «Bu benim gayrimenkulumdür, fakat filâmn elindedir» yani mülkündedir denili­yor. «O ki nikâhın akdi onun elindedir.» (el-Bakara: 237) âyeti de ay­nı mânâyı ifade eder, yani nikâhın akdini mülk edinmiştir. Bizim bil­diğimiz aza (el) ise, o Cenab-ı Hakkın sıfatında yoktur. Çünkü akıl böyle bir şeyin mümteni' olduğunu iktiza eder. Yani Allah'ın eli Özel bir cisimden ibaret değildir. Çok parçadan meydana gelen bir uzuv de­ğildir. Çünkü Cenab-ı Hak cismiyetten, keyfiyyetten ve teşbihten uzak ve yücedir. Öyleyse Allah'ın eli, insan eline benzer bir el veya insan eli gibi değildir. Diğer mânâlara gelince, el, o mânâlarla tefsir edilmiş­tir. Çünkü kelâmcılann çoğu, «yed» (el) Allah'ın hakkında kullanıldı­ğı takdirde kudretten, mülk ve nimetten ibarettir diyor. Fakat burada iki müşkülât vardır, a) Birisi, (el) kudretle tevil edilirse, Allah'ın kud­reti tekdir. Halbuki Kur'an'da «Belki onun iki eli açıktır» âyeti celîle-sinde olduğu gibi iki el zikredilmiştir. Bu müşkülün cevabı şudur: Ya­hudiler «Allah'ın eli bağlıdır» gibi sözleri cimrilikten kinaye olarak kullandıklarından onlann kelâmına uygun bir tarzda cevab verildi. Denildi ki, «Belki iki eli de açıktır.» Yani durum sizin vasıflandırdığı­nız gibi değildir. Cimrilik yok. Belki o çok cömert ve kerem sahibidir. Kemal yoluyla bunu söyledi. Çünkü iki eliyle veren, en kâmil bir şekil­de vermiş oluyor.

b) İkinci müşkülât, YED (el) nimetle tefsir edildiği takdirde Kur'an, eli tasniye (ikil) . olarak kullanmıştır. Allah'ın nimeti ise, mahsur (hududlu) ve sayılı değildir. Yani sayısızdır. Nitekim Cenab-ı Hak, Kur'an'da, «Eğer Allah'ın nimetini saymaya kalkışırsanız onu sa­yamazsınız» (İbrahim: 34 ve Nahl: 18), buyuruluyor. Bu müşkülâtın cevabı şudur: Tasniye (ikil) cins hasebiyledir. Sonra her cinsin altına kudretiyle veya nimetiyle veya mülkiyle yaratmaksa, o takdirde bunu Adem'in özelliği saymanın mânâsı anlaşılmaz. Çünkü bütün mahlû-katını Kudretiyle yaratmıştır. Hepsi O'nun mülkündedir. Hepsi ni­metlerinin içinde yüzerler. Cenab-ı Hak, sadece «İki elimle yarattığı­ma...» sözüyle Adem (a.s.) tahsis ettiğinde, anlaşıldı ki bu özellikle Adem (a.s.)'i gayrisinden üstün kılmıştır.

îmam Fahreddin er-Razî, Ebul-Hasan el-Aşa'rî'den; yedin (elin), Allah'ın zatıyla kaimdir ve Kudret sıfatından başka bir sıfattır. Seçiş yoluyle oluşturma, O'nun şanıdır» rivayet etti. Ebul-Hasan «Bu­na delâlet eden şudur ki, Adem'i seçmek ve ona bir şeref vermek yö­nünden onun yaradılışının oluşunu iki eliyle kıldı. Eğer el, kudretten ibaret olsaydı, Adem'in bununla seçilmiş olması olamazdı. Çünkü kud­retle bütün yaratıklar var olmuştur. Öyle İse kudretin ötesinde bir sı­fat lâzımdır ki, onunla seçiş üzerinde yaradılmaşı oluşsun.» dedi.

Onların «Tasniye (ikil), cinse göredir. Her cinse, bir çok çeşit gi­rer, görüşlerine şu cevab verildi:

İsim tasniye edildiği zaman arabçada ancak iki belliyi ifade eder. Cemi (çoğulu) ifade etmediği gibi, cinsi de ifade etmez.

Dediler ki: «Halkın ellerinde ammada iki dirhem çoktur.» demek ve ondan «Dirhemler halkın elinde amma da çoktur» mânâsını kas-detmek, arabça da yanlıştır. Çünkü dirhem tasniye yapıldığında, arapçada ancak iki belli Dirhemi ifade eder. Fakat tekili, cinsi için kullanılabilir.. Nitekim Arablar: «Halkm elinde amma da Dirhem çok­tur» derler ve «Halkın elinde Dirhemler amma da çoktur» mânâsını kasdederler. Çünkü tekil, çoğulun yerinde kullanılır. Bu açıklama ile «Yed Allah'ın Celâline uyar bir sıfatıdır. O bizim bildiğimiz aza değil­dir. Mucesimme taifesinin dediğinin tam tersinedir» diyenin sözü vu­zuha kavuştu.

«Dilediği tarzda infak eder.» Yani Cenab-ı Hak, irade ettiği gibi rızkı verir. Dilediğine bol, dilediğine az rızık verir. Mülkünde ona iti­raz edilmez. Yaptığında da sorumlu değildir.

Müslim ve Buharı birlikte Ebu-Hüreyre'den rivayet ettiler: «Ce­nab-ı Hak, (yolumda) harca ki, sana vereyim» dedi. Allah'ın Resulü devamla «Allah'ın eli doludur. Gece ve gündüz bolca verilen nafaka eliııdekini tüketmez. Görmez misiniz ki, gökler ve yeri yarattığı gün­den beri infak ediyor. Bu da Onun elinde bulunanı eksiltmez. Onun arşı su üzerinde idi. Mizan onun elinde idi. Yükseltir ve alçaltırdı.» buyurdu.

Hadisin bazı rivayetlerinde:

«Allah'ın sağı, daima ve bolca nimet yağdırır. Gece ve gündüzde dökülen bu nimetini hiç bir şey tüketmez..» diye varid oldu.

Bu hadis, sıfat had işlerindendir. Ona iman etmek, benzetmek ve keyfiyet yapmaksızın olduğu gibi onu geçiştirmek gerektir.

(64) «Andolsun ki, Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlığım ve küfrünü artırır...» Bu âyetin tefsiri: Yani sana bir âyet indikçe, onu yalanlıyorlar. Böylece küfürlerinde battıkça batıyorlar. Azgınlıklarına azgınlık katarlar. Onların çoğundan maksad, âlimleri­dir.

Bazı âlimler: «Onların her inen âyete rağmen küfürlerinde İsrar etmeleri, küfürlerin artması demektir.» diye âyeti tefsir ettiler. «Ara­larına kıyamete kadar düşmanlık ve kin soktuk..»

Bu cümlenin mânâsı; Yahudi ve Hıristiyanların arasına kin ve düşmanlığı attık demektir.

Bazıları; Yahudi gurubları araşma Kıyamete kadar devam edecek tarzda kin ve adavet soktuk demektir, dedi. Zira bazı Yahudiler Cebri-yeci, bazıları Kaderci, bazıları Müşebbihelerdendirler.

Hıristiyanlarda Melkaniyye, Nasturîye, Yakubiye, Maruniye diye bir çok düşman gurublara ayrıldılar. Eğer desen bu adavet Yahudi ve Hıristiyanlar arasında olduğu gibi, Müslüman fırkaları arasında da vardır. O halde bu, nasıl sadece Yahudi ve Hıristiyanlar için bir ayıp ve onların yerilmesine sebeb olur?

vet Yahudi ve' Hıristiyan]ar arasında olduğu gibi, Müslüman fırkaları arasında da vardır, O halde bu, nasıl sadece Yahudi ve Hıristiyanlar için bir ayıp olur ve onların yenilmesine sebeb olur?

Cevab olarak deniliyor ki, müslümanlar arasında oluşan bid'atlar Resûlüllah'ın, sahabe ve tabiînin asrından sonra olmuştur. İlk asırda ise, bu bidatlerden hiçbir şey yoktu. Onun için o asırda bu bidatlar sadece Yahudi ve Hıristiyanlarda bulunuyordu ve onlar için ayıp ola­rak eddedildi [30]

(64) «Onlar ne zaman harb için bir ateş tutuştururlarsa, Allah o ateşi söndürür.»

Yani Yahudilerin fitnesini Cenab-ı Hak söndürür. Ne zaman Ya­hudiler toplanır ve harbe hazırlanırlarsa Allah onların dirliğini bozar, onlara başka kullan musallat kılar. Deniliyor ki, Yahudiler yeryüzün­de fesadat yaptılar. Allah'ın kitabına (Tevrat'a) muhalefet ettiler, Ce­nab-ı Hak, Babil diktatörü Buhtunnasır'ı onlara musallat kıldı. Sonra tekraren ifsad ettiler. Cenab-ı Hak, Petros'u onlara musallat kıldı. Sonra tekraren ifsad ettiler, Cenab-ı Hak, Mecusileri (ateşperestleri), onlara musallat kıldı. Sonra tekraren ifsada yöneldiler. Cenab-ı Hak, Müslümanları onlara musallat kıldı. Yani onlar durumlarını düzeltip, insanlık âleminden intikam alma niyetine koyuldukça, Allah onlara kullarından mutlaka bir gurubu musallat eder. Veya onlar Resulü Ek­rem'in aleyhinde derledikçe, Arap müşrikleriyle Peygamberin zıddına, (aleyhine) ittifak yaptıkça, Allah onların ateşini söndürdü, onları kah­retti. Durumlarını zaif düşürdü. Mücahid «Ayetin mânâsı; Resulü Ek­rem'in harbi için onlar bir hile düşündükçe, Allah onu söndürdü de­mektir» dedi. Es-Süddî: «Ayetin mânası onlar birşey üzerinde bir ara­ya geldikçe, Resulü Ekrem'in durumunu ifsad etmek istedikçe, Ce­nab-ı Hak onları dağıttı. Onlar Resulü Ekrem'le harb hususunda ateş yaktıkça, Allah o ateşi söndürdü. Kalblerine korku akıttı. Onlan kah­retti Peygamberine ve dinine yardım etti» demektir diyor.

(64) «Daima yeryüzünde fesad yönünden koşarlar.» Bu âyetin tef­siri:

Bu âyeti ceîîle Yahudilerin daima İslâm dinini iptal etmek, onu kaldırmak için çalıştıklarını haber veriyor.

«Halbuki Allah müfsidleri (yani fesatlık çıkarmak isteyenleri) sevmez.» âyeti de, Müslümanlara bir teminattır. Yani Cenab-ı Hak, bu müfsidler fesadlıklanna yöneldikçe, onların karşısına onların fesadlığı-m durduracak bir gücü çıkartacağını ve böylece onları durduracağını vaadediyor. İnşaallah bu vaad, yakın bir zamanda Filistin'de de Allah tarafından Müslümanlar için geçerli olsun. Telza'terin acılarım din­dirsin, AFGANİSTAN dağlarında cihad edenler için de geçerli olsun.[31]

 

Meal

 

(65) Eğer kitab ehli iman edip sakınsaydılar, onların günahları­nı onlardan silip onları nimet cennetlerine gönderirdik.»

(66) Eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Bablerinden kendilerine in­dirileni ayakta tutsaydılar, (gözetseydiler) üstlerinden ve ayaklarının altından yiyebileceklerdi. Onlardan müktesıd (mutedil) bir cemaat vardır. Onların çoğu ise, ne çirkin işleri yaparlar.»

(67) Ey Resul! Rabbinden sana ineni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan, Allah'ın Peygamberliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah se­ni halktan (şerlerinden), korur. Şüphesiz ki Allah kâfir bir kavmi hi­dayet etmez.»

(68) (Ey Habibim!) De ki: Ey kitab ehli! Siz Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden sîze indirileni ayakta durdurmadıkça, (gözetip onların hükmüne tâbi olmadıkça) hiçbir şeyin üzerinde değilsiniz. Yemin ol­sun, Rabbinden sana indirilen, onlardan birçok kimseleri küfür ve tuğyan yönünden artıracaktır. Öyleyse, o kâfir kavim .için üzülme.»

(69) Şüphesiz ki müminlerden, Yahudi, sabii ve Hıristiyanlar-dan kim ki, Allah'a ve âhiret gününe iman edip salih amel işlerse, on­ların üzerinde korku yoktur ve onlar üzülmezler de.»

(70) Yemin olsun ki, İsrailoğullannın misakını (sözünü - Ah-dü peymanım) aldık. Onlara Resuller gönderdik. Onlara bir Peygam­ber nefislerinin isteğine muhalif bir şeyle geldikçe bir gurubu (o Pey­gamberi) yalanladılar. Bir gurubu da öldürdüler.» [32]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(65) «Eğer ehli kitat...» Bu âyetin tefsiri:

Bu âyeti celîle, delâlet eder ki, İslâm, kendisinden önce olan bü­tün hataları  nekadar büyük olursa olsun siler götürür. Ve yines delâlet eder ki, kitab ehli Müslüman olmadıkça cennete gitmez. Çün­kü cennete girme şartı İslâmdır... [33]

 

Tekvanın Etkisi

 

(66) «Eğer ehli kitab Tevrat ve İncil'i ve Rablerinden onlara indi­rileni ayakta tutsaydılar...» Bu âyetin mânâsı:

Tevrat ve İncil'in ayakta tutulmasından maksat, tevrat ve İncil'de vasfı bulunan Hz. Muhammed'i tasdik eden ve Kur'an'm geleceğinden haber veren âyetleri meriyete sokup onunla amel etmektir. Tevrat ve incil'de Allah'a vermiş oldukları sözleri yerine getirmektir. Eğer ki-tablannı tasdik eden ve Rablerinden indirilen Kur'an'a îman etseydi-ler, şüphesiz hem üstlerinden hem de ayaklarının altından yiyebile­ceklerdi. Yani Allah rızıklarını genişletecekti. Göklerden ve yerlerden bereketler çıkacaktı. Yani yağmur göklerden gelecekti. Bitki yerlerden çıkacaktı. Bu âyeti celîle, delâlet eder ki, ehli kitaba isabet eden sı­kıntılar, ancak cinayetlerinin meymenetsizliğinden gelmiştir. Yoksa Cenab-ı Hakkın feyzinde herhangi bir eksikliğin olduğundan ötürü de­ğildir. Sanki soruluyor:

«Acaba onların hepsi iman etmemek, takvaya bürünmemek, Tev­rat ve İncil'i ikame etmemek hususunda İsrarlı mıdırlar? Cenab-ı Hak cevab verdi. Onlardan bir cemaat vardır ki müktesid (mu'tedil) dir, ifrata da, tefrite de kaçmıyor. Yahudilerden olan Abdullah bin Selâm ve arkadaşları gibi. Hıristiyanlardan da Resûlüllah'a iman eden Ha-beşli o kırksekiz kişi gibi. «Müktesid» kelimesi iktisad kökeninden ge­liyor. Lügat mânâsı, mutedil davranmaktır. İfrat ve tefritten kaçın­maktır.

«Birçoklarının da yaptıkları ne kötü şeydir?» Bu cümlede Cenab-ı Hak onların birçoklarının yaptığından hayret ediyor. Yani inat, mukâ-bere ve hakkı tahrif etmeleri ve haktan yüz çevirmeleri ne kötü bir şeydir. Bu âyeti celîle, takvanın rızkın genişliğine sebeb olduğuna, dünya ve âhirette emrin istikametine neden olduğuna işaret ediyor.

Kıssadan hisse almak için Şeyh İsmaili Bursevi'nin tefsirinden bu âyetle ilgili şu hikâyeyi naklediyorum:

«Abdullah el-Kalanisi diyor: Seferlerimin birinde bir gemiye bin­dim. Şiddetli bir rüzgâr çıktı. Gemideki yolcular duaya daldılar, adak­lar adadılar. Bana da adamamı işaret ettiler. Ben onlara dünyalıktan mücerred bir kimseyim dedim. Buna rağmen yine ilhah ettiler. Ben de «Eğer Allah beni bu gemiden ve bu şiddetten kurtarırsa, fil etini ye-miyeceğim» diye adakta bulundum. Onlar bana itiraz ederek:

«Kim fil etini yiyor ki sen yemiyeceksiıı, diye kendine nezir edi­yorsun?» dediler.

Dedim ki:

«Böyle kalbime geldi.»

Bunun üzerine Cenab-x Hak bir cemaatla beraber beni kurtardı. Dalgalar bizi deniz sahiline attı. Birkaç gün üzerimizden geçti, yiye­cek bulamadık. Acıkmıştık. Bir fil yavrusu göründü. Arkadaşlarım onu öldürdüler, etini yediler. Fakat ben adağıma sadık kalarak etini ye­medim, îlhah ettiler. Bu ızdırar ve mecburiyet yeridir, dediler. Buna rağmen yemedim. Onlar uyudular. Ve yavrunun annesi geldi. Yavru­sunun kemiklerini görünce uyuyan cemaatı kokîadı. Kimden filin ko­kusu gelirse tek tek öldürdü. Sonra bana geldi. Bende koku görmeyin­ce sırtını bana çevirdi. Bana işaretle «Bin» dedi. Sırtına bindim. Beni aldı, o gece bir yere beni vardırdı. Bana inmemi işaret etti. İndim. Se­her vakti bir cemaat buldum. Beni bir eve götürdüler, ziyafet çektiler. Onlara tercüman diliyle meselemi söyledim. Dediler ki:

«O yerden buraya kadar sekiz günlük bir mesafe vardır. Sen bir gecede onu kestirmişsin.»

İşte bu hikâyeden belirdi ki takva tarafını gözeten, ve sözünde ve­fa gösteren bir kimsenin hem dini hem de dünyası (durumu) müstakim olur. Dünya şehvetlerinden bir şehvet için uzun bir üzüntü, büyük bir hile vardır. Hatta helak vardır. Tıpkı fil yavrusunu yiyen bu cemaatin başına geldiği gibi.[34]   

 

Resülüllah Din Hususunda Hiç Kimseye Gizli Bir Şey Söylememiştir

 

(67) «Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et...»

Bu âyetin tefsiri:

Denildi ki, bu âyetin mânâsı, «tebliği açıkça yap» demektir. Çün­kü tebliğ, îslâmın başında müşriklerin korkusundan gizlice yapılıyor­du. Sonra Resulü Ekrem bu âyetle açıkça yapma emrini aldı. Allah, Resulünü düşmanlarının şerrinden koruyacağını vaadetti. Hz. Ömer İslâmını açığa vuran ilk sahabedir. «Biz Allah'a gizlice ibadet etmeyiz» dedi. Ve bu hususta:

«Ey Allah'ın Peygamberi! Allah'ın gücü ve sana tâbi olan mü­minler sana kâfidir (el-Enfal: 24) âyeti indi. Bu âyet, Resûlüllah'a di­nin emrinden takîyye olarak bir şeyi gizledi diyenin sözünü red ve bu sö­zün batıl olduğunu ilân etmektedir. Ve böylece bunu söyleyen Rafizi-îerin ağzını kapatmaktadır. Bu âyet, delâlet eder ki, Resulü Ekrem din hususunda hiçbir kimseye gizli bir şey söylememiştir. Çünkü âye­tin mânâsı «Rabbinden sana inen (in hepsini) açıkça tebliğ et» de­mektir. Eğer âyetin mânâsı iddiaları gibi olsaydı, Allah'ın «Bunu yap­madığın takdirde Allah'ın risaletini tebliğ etmemişsin» âyetinde bir fayda kalmazdı.

Bazı tefsirciler «Eî-Esediyye kabilesinden olan validemiz Zeyneb binti Çalış hususunda Rabbinden gelen emri tebliğ et demektir» dedi­ler. Bazıları başka şekilde tefsir etmişlerdir. Fakat sahih odur ki, bu âyet sadece Özel bir mesele için değil umumi olarak gelmiştir.

îbni Abbas, bu âyetin tefsirinde: «Rabbinden sana indirilenin ta­mamını tebliğ et. Eğer ondan birşey gizlersen Rabbinİn. risaletini ka­bul etmemişsin demektir» dedi. Bu, hem Resulü Ekrem'e, hem de üm­metinden olan ilim sahiblerine ilâhi bir te'dibdir. Tâ ki Kur'an'ın em­rinden hiçbir şeyi ketmetmesinler. Buna rağmen Allah bilirdi ki Pey­gamberi onun emrinden hiçbir şeyi ketmetmeyecektir, gizlemeyecek-tir. Sahihi Müslim'de Mesruk Hz. Aişe'den rivayet ediyor:

«Kim sana Muhammed (A.S.) vahyiden birşeyi gizledi derse, o ya­lan söylemiştir. Zira Hz. Allah:

«Ey Peygamber? Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Bunu yap­madığın takdirde Rabbinin risaletini, (peygamberliğini) tebliğ etme­miş olursun» buyuruyor.»

Bu âyetin tefsirinde de el-Beyzavi «Envarut-Tenzil ve Esrar ut-Tevil» adlı meşhur tefsirinde şunları söylüyor:

«Sana indirilenin tamamını'tebliğ et. Kimseyi gözetme. Veya hiç­bir mekruhtan korkmaksızın hepsini tebliğ et.»

Hazin, Lubab it Tevil'de şunları söylüyor:

«Hasan Basri'den rivayet edildi: Allah, kulu Muhamined'i Pey­gamber olarak gönderdiği zaman Resulü Ekrem daraldı. Biliyordu ki insanların bir kısmı onu yalanlayacakdır. Bunun üzerine Cenab-ı Al­lah bu âyeti nazil etti.»

Bazı tefsirciler:

 (Bu âyet Yahudilerin ayıbı hususunda nazil olmuştur. Şöyle ki: Resulü Ekrem onları İslama   davet ettiği zaman:    «Biz senden önce mü si uman olduk» dediler ve Peygamberle istihza ettiler. «Hıristiyan-fö  larm İsa'yı «Hannan» (Allah) edindikleri gibi, seni «Hannan» edinme-M  mizi mi istiyorsun?» Resulü Ekrem onların bu itirazlarını görünce sü­kût etti. Bunun üzerine Cenab-ı Hak: «Ey kitab ehli! Siz Tevrat, İncil ve Rabbinizden size indirileni ayakta tutmadıkça hiçbir şey üzerinde değilsiniz» âyetini indirdi» derler.

Bazıları, «Bu âyeti celîle cihad hakkında inmiştir. Şöyl eki, mü­nafıklar cihadı kerih gördüler. Bundan ötürü Resulü Ekrem bazı du­rumlarda cihada teşvik etmekten çekiniyordu Çünkü münafıkların ondan hoşlanmadığını biliyordu. Bunun için Allah, bu âyeti indirdi.» dedi.

Bazıları; bu âyet recm ve kısas hakkında nazil olmuştur. Yahudi­lerin sordukları hususlarda nazil olmuştur. Ayetin mânâsı, «Ey Pey­gamber, Rabbmdan sana inenin hepsini, açık bîr şekilde, hiçbir kimse­yi gözetmeksizin ve hiçbir şeyi terketmeksizin Allah'ın, sana indirdiği­nin tamamını tebliğ et. Eğer ondan birşeyi herhangi bir vakitte giz­lersen kesinlikle sen Allah'ın risaletini, (Peygamberliğini) tebliğ et­memiş olursun.» demektir, dediler...

İbni Abbas: «Sana Rabbinden indirilenden bir tek âyeti gizlersen Allah'ın risaletinî tebliğ etmemiş olursun demektir» diyor.

Yani Cenab-ı Peygamber, bir tek âyeti dahi tebliğ etmezse hepsini tebliğ etmemiş gibi oluyor. Öyle ise, Resulü Ekrem'i kendisine vahye-dilen bir şeyi gizlemekden tenzih ediyoruz.

îbni Kesir «Cenab-ı Hak, kulu ve Resulü Muhammed'e risalet is­miyle hitab ederek Allah tarafından kendisine indirilenin tamamım tebliğ etmesini emretti. Allah'ın Resulü de tam manasıyla bu emri ye­rine getirdi» diyor.

Müslim (veya Buharı) bu âyetin tefsirinde Hz. Aişe tarikıyla şu­nu rivayet ediyor:

«Kim ki sana Muhammed Allah'tan kendisine indirilenin bir şe­vini gizlediğini söylerse, o, yalan söylemiştir. Çünkü Cenab-ı Hak:

«Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et» buyuruyor.»

Müslim ve Buharî sahihlerinde bu hadisi uzun olarak da naklet-mişlerdir. Müslim, îman kitabında bunu böyle rivayet etmiştir, yine Müslim ve Buhari'nin sahihlerinden Hz. Aişe'den gelen bir hadis şöy­ledir:

Eğer Muhammed Kur'an'dan birşeyi ketmetseydi şu gelecek âyeti ketmedecekti: «Seti halktan çekinerek Allah'ın açığa vuracağım nef­sinde tutuyordun. Oysa Allah, kendisinden korkmaya daha lâyıktır.» (el-Ahzab; 37).[35]

 

Ehli Beytin Katında Kur'an'dan Başka Ne Vardı?

 

îbni Ebi Hatim, îbni Abbas'tan rivayet ediyor: Bazı kimseler bize (Ehli-Beyte) gelip sorarlar:

«Sizin yanınızda birşey var mıdır ki Resûlüllah onu halka söyle­memiştir?» Onlara cevabımız şudur:

«Bilmez misiniz ki, Cenab-ı Hak, «Ey Peygamber! Rabbinden sa­na indirileni tebliğ; eyle» buyurmuştur. Allah'a yemin ederiz, miras ola­rak Resûlüllah'tan beyazın içinde bir siyahı alamadık.»

Ebi Cuheyfe; Vehb bin Abdullah Es-Sevari tankıyla Hz. Ali'den şu hadisi rivayet ediyor:

«Acaba siz ehli beytin katında Kur'anda bulunmayan bir vahy var mıdır?»

Hz. Ali:

«Daneyi parçalayan ve nefsi yaratan Allah'a yemin ederim, ha­yır (yoktur)! Ancak Cenab-ı Hak, Kur'an (yorumu) hususunda insa­na vermiş olduğu anlayış ve (kılıcının kabzasında bağlı bulunana işa­ret ederek), bir de bu sahifede olanlar vardır.»

Sordum:

«Bu sahifede neler yazılıdır?»

«Diyet, esirin kurtuluşu ve herhangi bir müslümanın bir kâfirden Ötürü öldürülmemesi hükümleri vardır.» [36]

 

Veda' Hutbesini Kaç Bin Sahabi Dinledi?

 

Buharî Ez-Zühri'nin şöyle dediğini rivayet ediyor:  Allah'tan (gelen) risalet (hususunda) Resulün üzerine (vacib olan) tebliğ, bize de teslim olmak düşer. Ümmet, Peygamberin risaJeti tebliğ ve emaneti edâ etmesine şahidlik etti. Peygamber, onları, en bü-   g yük cemaatta,  Haccet ul-Veda günündeki hutbesinde konuştur­du. Resulü Ekrem'in eshabmdan orada kırkbin kişi vardı. Nitekim bu durum, Sahihi Müslim'de de Cabir bin Abdullah yoluyla sabit olmuş­tur. Resûlüllah o gün hutbesinde:

«Ey nas! Şüphesiz ki, siz benden dolayı sorulacaksınız. Acaba Al­lah'a ne diyeceksiniz?»

Eshab (yani orada bulunanlar):

«Biz şehadet ederiz ki sen Kur'an'ı tebliğ ettin, emaneti yerine ge­tirdin. Nasihat yaptın.»

Cenab-ı Peygamber parmağını bir göğe doğru yükseltmeye bir de onlara doğru, uzatmaya başlayarak şunları söyledi:

«Ey Allah'ım! Acaba ben tebliğ ettim mi?»

İmam Ahmed, îkrime'den, tbni Abbas'tan rivayet etti. Resulü Ek­rem   Haccetul-Vedâ  gününde şunları söyledi:

«Ey nas! Bugün hangi gündür?» «Haram bir gündür» dediler. «Ey nas! Bu hangi memlekettir?» «Haram bir memlekettir» dediler. «Ey nas! Bu hangi aydır?» «Haram bir aydır» dediler.

Bundan sonra Resulü Ekrem:

«Şüphesiz ki, mallarınız, kanlarınız ve namusunuz bu gününüzün, bu şehrinizin, bu ayınızın haram olduğu gibi, sizin üzerinize haramdır»

dedi ve bunu birkaç defa tekrarladı. Sonra parmağını göğe doğru kal­dırarak: «Ey Allah'ım ben tebliğ ettim mm dedi ve bu sözünü birkaç defa söyledi.» (Ayın, günün ve şehrin haram olmasından maksad, muhteremdirler. Hürmetleri ihlâl edilmez demektir.)

İbni Abbas:

«Allah'a yemin ederim, bu, Resûlüllah'ın Rabbine tevdi ve teslim ettiği vasiyetidir. Resulü Ekrem daha sonra şöyle devam etti: «Dikkat edilsin! Burada bulunan bulunmayana bu dediklerimi tebliğ etsin. Sa­kın benden sonra kâfir olup bir kısmınız diğer kısmının boynunu vur­maya kalkışmasın.» [37]

 

Ayetlerden Hangisi Resulüllah'a Daha Ağır Geldî?

 

Es-Suyuti; Ed Durrul-Mensur'da şunları naklediyor:

îbnu Merduveyh ve Ziya, El Muhtara'da İbni Abbas'tan rivayet etti.

Resulü Ekrem'den soruldu:

«Gökten gelen hangi âyet sana en ağırdır? (en ağır yük getirmiş­tir)?

Cenab-ı Peygamber cevab olarak buyurdu:

— Hac mevsiminde Mina'daydım. Arap müşrikleriyle çeşitli halk tabakaları mevsimde bulunuyorlardı. O anda benim   yanıma Cebrail iniverdi: «Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Bunu yapmazsan Rabbinin risaletini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni halktan korur.» âyetini getirdi. Bunun üzerine kalktım, Akabe'nin ya­nında durdum ve çağırdım:

«Ey nas! Kim bana yardımcı olur ki, Rabbimin risaletini tebliğ edeyim? Yardımcı olduğunuz takdirde, sizin için cennet vardır. Ey nas! Deyiniz ki, Allah'tan başka mabud yoktur. Muhammed, Allah'ın size gönderilmiş Resulüdür. Kurtuluşunuz ve sizin için cennet var­dır.»

Bunları söyledikten sonra hiçbir kişi, hiçbir çocuk, hiçbir kadın kalmadı ki, bana toprak ve taş atmasın ve yüzüme doğru tükürmesin. (Bazı rivayetlerde tükürmek yoktur). Ve; «Bu yalancıdır ve dininden kaymıştır.» demesin. Bu esnada bir karaltı gözüme göründü:

«Ey Muhammed! Eğer sen Allah'ın Resulü isen, onların aleyhinde beddua etmen yaklaşmıştır. Tıpkı Nuh'un helak ile kavmine beddua ettiği gibi sen de bunlara beddua et.» diye haykırdı.

Bunun üzerine: «Ey Allah'ım! Kavmimi hidayet et. Şüphesiz ki, onlar bilmiyorlar. Beni onlara galib getir ki, sana itaat bana da ica­bet etsinler.»

Bu duaları yaparken (amcam), Abbas geldi ve beni onların elin­den kurtardı. Onları kovarak benden uzaklaştırdı.»

El A'meş; İşte Hz. Abbas'ın Resûlüllah'a karşı yapmış olduğu bu hareketiyle Abbas oğullan iftihar ederek derlerdi «Bizim hakkımızda «şüphesiz sen dilediğini hidayet etmezsin, fakat Cenab-ı Hak dilediğini hidayet eder» (el-Kasas: 56) âyeti nazil oldu. Çünkü Resûlüllah Ebu Talib'i hidayet etmek istiyordu. Cenab-ı Hak da Abdulmuttalib'in oğ­lu Abbas'ı hidayet etti!» El-Alûsi:

Bu âyetle istidlal ediliyor ki, Resulü Ekrem vahyden. hiçbir şeyi gizlememiş,tir. Fakat şiâlar «Resulü Ekrem vahyin bîr kısmını takıyye olarak gizlemiştin» derler.

Bazı sofular da «Bu tebliğ edilmesi emredilenden maksad, kulla­rın maslahatlanyla bağlı bulunan hükümlerdir. Resulü Ekrem'in özel­liklerinden olan gaybe gelince, ümmetin maslahatları onunla bağlı olmadiği için Cenab-ı Peygamber onu gizleyebilir.    Hatta gizlemesi lâ­zımdım demişlerdir.

Es-Sulemi, Cafer Sadık'tan:

«Allah o anda kuluna vahyedeceğmi vahyetti» (En Necm: 10) âyetinin tefsirinde, Allah gizlice Peygamberinin kalbine vasıtasız ola­rak vahyetti ve âhirette de Peygambere ümmeti için şefaat verildi­ğinde ondan başkası bilmeyecektir, dedi.»

«El-Vasıtî», âyeti, «kuluna ilka ettiğini ilka etti» şeklinde tefsir ettikten sonra vahyettiğini belirtmedi. Çünkü Cenab-ı Hak özel ola­rak bunu Peygamberine vermiştir. Peygamberin hakkında özel olan şey gizli kalır. O şey ki, Peygamber onunla halka gönderilmiştir o da zahirdir)) dedi.

Alûsi, bu tür nakilleri yaptıktan sonra şunları ekliyor:

Benim katımda, tahkik ve kesinleşen şudur ki:

«Resûlüllah'm katında bulunan ilâhi sırlar ve bu ilâhî sırlardan başka bulunan şer'i hükümlerin hepsi Kur'an'm içindedir. Nazil olan Kuran hepsini kapsamaktadır. Çünkü Cenab-ı Hak:

«Sana kitabı, herşeyin tibyani olarak indirdik.» (en-Nahl: 89) bu­yuruyor. Başka bir âyette:

«Kitabta hiçbir şeyi noksan bırakmadık (tesbit ettik)» (En'am: 30) buyuruyor. Cenab-ı Peygamber de, Tirmizi'nin ve başka muhaddis-lerin rivayet ettiği hadisinde:

ffGelecekte fitneler olacaktır.»

Soruldu:

«Ey Allah'ın Resulü! O fitnelerden çıkış nasıl olur?»

Buyurdu:

«Allah'ın kitabıdır çıkış yolu. Orada sizden Öncekilerin ve sizden sonra gelenlerin haberleri vardır. Sizin içinizde olanın hükmü vardır.»

İbni Cerir, İbni Ebi Hatim, İbni Mes'ud'dan rivayet ediyorlar: «Şu Kur'an'da her ilim indirildi. Bu Kur'an'da bizim için herşey beyan edildi. Fakat ilmimiz, bizim için Kur'an'da beyan edileni kap­samaktan kısadır ve yetmiyor.»

îmam Şafiî (R.A.) dedi:

«Resulü Ekrem'in hükmettiği bütün hükümlerin kaynağı onun Kur'an'dan anladığıdır. Ve bundan ileri geliyor.»

îmam Şafiî'nin bu görüşünü et Tabaranî'nin El Evset'te, Aişe va­lidemizin hadisinden rivayet ettiği desteklemektedir. Aişe validemiz Resûlüllah'ın şunları söylediğini kaydediyor:

«Şüphesiz (ben haramı) helâl etmem. Ancak Allah'ın kitabında helâl ettiğini helâl ederim. Şüphesiz ben (ben helâli) haram etmem. Ancak Allah'ın kitabında haram ettiğini haram ederim.»

El-Mersi, «Kur an geçmişlerin ve geleceklerin ilimlerini derlemek­tedir. Öyle ki Kur*an ile konuşan ancak gerçek mânâda onları bilmiş ve kapsamış oluyor. Sonra Resûlüllah, Kur'an'da Allah'ın zatına mah­sus olan kısımları olduğu gibi bıraktı. Yani açıklamadı. Resûlüllah'tan bunun en çoğunu dört halife, îbni Mesud ve îbni Abbas gibi sahabele­rin ileri gelenleri ve âlimleri miras aldılar. Hatta Îbnu-Abbas:

«Eğer devemin boynundaki yuları kaybolursa, onu Allah'ın kita­bında bulabilirim.» dedi.

Sonra sahabelerin peşinden güzelce giden tabiîler miras olarak Kur'an'ı aldılar. Sonra himmet ve gayretler kısaldı. Azimetler gevşedi. İlim ehli küçüldü. Sabah  ve tabiînin yüklendikleri ilim ve diğer fen-lerinde zaif düştüler. Onun ilimlerini çeşitlendirdiler. Her taife Kur'-an'ın tenlerinden birisini yerine getirmeye koştu.

Bazıları: «Hiçbir şey yoktur ki, Allah'ın fehm ve anlayış vermiş olduğu kul için onu Kur'an'dan çıkartmak mümkün olmasın» diyor. Hatta bazıları, Resulü Ekrem'in yaşamının (63) altmış üç sene oldu­ğunu El-Münafıkin süresindeki şu âyetten çıkarmışlardır.

«Kesinlikle Cenab-ı Hak bir nefsin eceli geldiği zaman, onu gecik­tirmez.» (El-Münafıkun: 11).

Zira bu sûre (63) altmış üçüncü sûredir. Onun arkasında Resû­lüllah'm cisminin kayıp olmasıyla meydana gelen zararı belirtsin diye zarar mânâsında olan Tegabun sûresi indi. Madem ki, bütün bunların Kur'an'da olduğu sabit oldu. O halde Kur'an'ın tebliği, bütün bunla­rın tebliğidir. Bu hususta son olarak denilebilecek şudur: [38]

 

Bütün Sırlar Kur'an'dadır

 

Bunların hepsinin tafsilâtı üzerinde sırrını (inceliğini) ve hükmü­nü çözmek şekilde durmak, herkes için ibarenin sarihiyle sabit olma­mıştır. Zira nice sır ve hikmet vardır ki, ancak işaretle ona dikkatler çekilmiştir. İbare onları açıklamamıştır. Kim ki, «Allah'ın Kur'an'in'-dan hariç olarak birtakım sırlan vardır. Sofular herhangi bir vecihle onları Rablerinden almışlardır» diye iddia ederse, o pek büyük iftira yapmıştır. Ve şüphesiz ki sapıklığın en korkuncunu getirmiştir. Bazı­larının, «Siz ilminizi bir ölüden, o da başka bir ölüden almıştır. Biz ise ilmimizi ölümsüz bir diriden aldık» sözü daha önce bahsi geçen id­diayı ispatlayamaz. Ve ona delil de olamaz. Çünkü bu sözden maksad, Cenab-ı Hakkın alıcıya vermiş olduğu kutsi bir anlayışla «Kur'an'dan aldık» olabilir. Ebu-Cuheyfe'den sıhhatli bir şekilde rivayet edilen de bunu teyid ediyor. Çünkü Ebu Cuheyfe:

Hz. Ali'den:

«Rcsûlüllah'ın Özel olarak siz (ehl-i beyte) vermiş olduğu bir risalesi (kitabı) var mıdır, katınızda?» sordum.

Hz. Ali:

«Hayır! Ancak Allah'ın kitabı vardır. Veya Müslüman bir kimse­ye Allah'ın vermiş olduğu bir anlayış bizim katımızda vardır. Veya bu sahifcdc olan vardır.» Cevabını verdi...

O sahife Hz. Ali'nin kılıcının kabzasına bağlı idi. Ebu Cuheyfe: «Bu sahifede ne vardır?»

Hz. Ali:

«Diyet (meselesi) vardır. Esirin kurtuluşu (meselesi) vardır. Bir de bir Müslüman bir kâfirden dolayı Öldürülmez hükmü vardır.» Ceva­bını verdi.

Kastalani'nin ifade buyurduğu gibi bundan anlatılıyor ki, âlim, anlayışıyla, müfessirlerden nakledilmeyen bir şeyi Kur'an'dan istihraç edebilir. Bu istihraç şeriatın aslı meselelerine muvafık olduğu zaman caizdir.^ Benim kanaatime göre; sofuların katında bulunan herşey bu kabildendir. Ancak onların bir takım kelimeleri, zahirde, şeriati garranm getirdiğine ters düşmektedir. Fakat bu kelimeler de onların ara­larında konulmuş İstılahlara binaen gelmiştir. O İstılahlardan maksa­dın ne olduğu bilindiği takdirde, toz ortadan kalkar. Acaba sofular bu ıstılahları koymaktan ötürü ve bu ıstılahlara binaen konuşmaların­dan dolayı kınanırlar mı? Veya bu ıstılahları koymayı gerektiren an­layış onların katında olduğundan dolayı kınanmazlar mı? Bu ayrı bir konudur. Bunu beyan etmek bahsinde değiliz. Yalnız Hz. Ali'nin, Sa­hihi Buhari'de sabit olan şu sözü onların kınanmasını gerektiriyor:

«Halkın bildiğiyle onlarla konuşunuz. Allah'ın ve Allah Resulü'-nün yalanlanmasını ister misiniz?»

Ebu Cuheyfe'nin haberine, İbni Ebi Hâtim'in Antara'dan rivayet ettiği şu hadis yakındır:

îbni Abbas'ın yanındaydım. Bir kişi geldi. Ve İbni Abbas'tan sor­du: «Bize bir takım kimseler geliyor. Siz ehli beytin katında, Resulü Ekrem'in halka açıklamadığı bir şeyin olduğunu söylüyorlar. Acaba böyle birşey var mıdır?»

îbni Abbas:

«Ey kişi! Bilmez misin ki, Cenab-ı Hak, «Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et» buyurmuştur. Allah'a yemin ederim ki, biz ehli beyt, Peygamberden beyazın içinden siyahı miras olarak alamadık. (Yani böyle bir şey yoktur)».

Ebu Hureyre'nin yaymadığı kabı (veya çuvalı), sırların ilmine hamledümesi zaruri değildir. (1) Çünkü ondan maksad fitnelerin ha­beri olabilir. Kıyamet alâmetlerine dair olan haberler olabilir. Resulü Ekrem'in «Din, Kureyş'ten ve Kureyş'in sefihlerinden gelen bir takım gençlerin eliyle ifsad olunacaktır» tarzındaki hadisleri olabilir. Ebu Hureyre, «Eğer onları isimleriyle isimlendirmeyi isteseydim, bunu ya­pabilirdim» diyordu. Veya Ebu Hüreyre bununla, zalim emirlerin isim­lerinin tayin eden hallerini ve yermelerini tazamnıun eden hadisleri kastediyordu. Nitekim Ebu Hüreyre «Altmışın başından Allah'a siğı-

Ebu-Hüreyre «Katımda iki kap (veya çuval) ilim vardır. Birisini aranıza saçtım. Eğer öfaürünüde yayarsam  Boğzına işaret ederek buramı kesersiniz veya keserler dedi. Sofular, bahsi geçen ikinci çuvale ESRAR ilmidir dediler.

nıyorum. Çocuklann emirliğinden Allah'a sığmıyorum» demek sure­tiyle o hadiselere işaret etmiştir. Korktuğu için açıkça söylememiştir, fakat kinaye yoluyla bunu ifade etmeye çalışmıştır. Evet Ebu-Hurey-re bu sözüyle Yezid'in saltanatına işaret ediyordu. Çünkü bu saltanat hicretin 60. senesinde olmuştu. Cenab-ı Hak, Ebu Hureyre'nin duasını kabul etti. Altmıştan bir sene önce Ebu-Hureyre vefat etti. Bir de Kas-talani der ki:

Gerçekten böyle bir ilim Ebu-Hüreyre'nin yanında olsaydı onu ketmetmezdi. Çünkü Buharı ondan şu hadisi rivayet ediyor:

«Halk Ebu Hureyre amma da çok hadis naklediyor, diyorlar. Eğer Allah'ın kitabında bulunan iki âyet olmasaydı bir tek hadisi dahi söy­lemeyecektim. Bunu söyledikten sonra şu âyetleri okudu:

«Gerçekten apaçık belgelerden indirdiklerimizi ve insanlar için kitabta açıkladığımızı gizlemekte olanlar (var ya) işte onlara hem Al­lah lanet eder, hem de lanet edebilenler lanet eder. Ancak tevbe eden­ler, düzeltenler, ve açıklayanlar müstesnadır, artık onların tevbelerini kabul ederim. Ben tevbeleri kabul edenim, esirgeyenim.» (El-Bakara: 159-160).

Evet, Ebu Hureyre'nin okuduğu bu âyetler ilmi ketmedeni yer­mektedirler. Hele o ilim SIRLAR ilmi olursa. Çünkü çok kimseler «Bu ilmin meyvesinin özüdür» demişlerdir. Bir de Ebu Hureyre, tahsis et­meksizin, «o, ilim, kabının yayılmasını, umumi olarak, nefyetti.» Yani hiç kimseye bunu söylemiyorum, dedi. O halde, o ilimden maksadın ESRAR ilmi olduğu nerden bilinmiştir? Ebu Hureyre bizim bildiğimi­ze göre, gizlediğini hiç kimseye keşfetmemiştir. Acaba «o ilim esrar il­midir» diyen bunu nerden bilmiştir? Kim ki bunu iddia ederse, beyan etmek mecburiyetindedir. Beyan olundu mu artık boynuzların hepsi kesilir,

Ebu Hureyre'nin hadisiyle kavmin (sofuların) yolunu açıklamaya çalışıp delil getirenin görüşünde olan olmuştur. (Yani ilmi metodlara uygun değildir demek istiyor Alûsi.) Zeynulabidin'den rivayet edilen de böyledir. Evet kavm için burada değil, yerinde açıklanan bir delil vardır. Fakat kim olursa olsun, hiç kimse «Sofuların ıstılahları Al­lah'ın kit   abında yoktur.» Veya «Şeriatın ötesinde bir emirdir.»   Veya «Başka yollardan onlara gelmiştir» diye iddia edemez. Ettiği takdirde iddiası, kabul edilemez İddiasıyla buna delil getiren de derin bir sa­pıklığa dalmıştır. Çünkü Şarani, «El-Ecvibetül-Merdiyye Ânil fukarai ve Sufiyye» adlı kitabında şunları söylüyor:

Efendim Ali el Mersefiden dinledim:

«Kişi, marifet ve ilim makamında kemale varamaz. Ancak haki­katin şeriata takviye (Ta kendisi) olduğuna kanaat ederse vanr. Ta­savvuf sünneti Muhamnıediyenin ötesinde bir emir değildir. O, sünne­tin tâ kendisidir.»

Efendim Ali el Havas'tan birkaç defa, şunları söylediğini dinle­dim:

«Kim ki hakikat şeriata muhaliftir veya aksidir zannederse o ce­halete yuvarlanmıştır. Çünkü muhakkıklann katında hiçbir şeriat yoktur ki hak i kata muhalefet edip gayrisi olsun. Hatta muhakkıklar; hakikatsiz şeriat muattaldır, şeriatsız hakikat batıldır. Fakat anlayı­şı kısa olan fakihler ve himmeti kasır bulunan dervişler, bunun hi­lafım iddia ederler.»

Şeriat ile hakikatin arasındaki muhalefeti Hz. Hızır ile Hz. Musa'­nın kıssasına istinad ettirenler olmuştur. Eğer Allah dilerse bu konu ileride bu iddianın sahibinin ağzım açtırmayacak şekilde müdellel ola­rak- gelecektir.

Bizim Ebu Cuheyfe'nin haberi hakkında Kastalani'den naklettiği­mizden sofulara yapılan itirazın cevabı bilinmektedir. İtiraz şöyledir: Sofuların katında bulunan eğer Kur'an ve sünnete muvafık ise, Kur1-an ve sünnet bizim elimizdedir. Eğer muhalif ise, o vakit reddedilir. «Haktan sonra ancak sapıldık vardır.» (Yunus: 32).

Birinci şıkkı kabul ediyor ve diyoruz ki, «Kitab ve sünnetin bizim elimizde olması, artık onlardan hiçbirşey istinbat edilmez demek de­ğildir. Onların içinde olanların hepsi ancak daha önceki âlimlerin bil­miş olduğunu da iktiza etmez. Mümkündür ki, Cenab-ı Hak kullarının bazılarına bir anlayışı versin ki, bu anlayışıyla Kur'an ve sünnetten daha önceki müfessirlerden, hatta dindeki Müçtehidîerden hiç kimsenin bilmediğini bilmiş olsun. Çünkü nioe şey vardır ki, öncekiler onu sona bırakmışlar. Madem ki dört imamın içtihadlan doğrulandı. Ayet ve hadislerde birbirlerine muhalefet etmelerine rağmen istinbatlan ümmetçe teslim edildi. Acaba böyle bir şey niçin sofular için de teslim edilmiyor? Niçin Allah tarafından onlara verilen anlayışla kitab ve sünnet mânâlarından, içtihadla aldıkları hükümler teslim edilmiyor? Velev ki bu hükümler bazı imamların içtihadına muhalif dahi olsa... Yeter ki bu hükümler masum ümmetten gelen sarih icmaa muhaltf düşmesin. İki gurubun arasında ayrıcalık nerden geliyor? Acaba ka­bul ve red hususunda birisini kabul etmek, diğerini kabul etmemek katıksız bir tahakküm olmuyor mu? İnsaflı bir kimseye bunun böyle olduğu gizli değildir.

Şiâlar «Sana indirilennden maksad, Hz. Ali'nin halifeliğidir» di­yorlar. Ve kendi senedleriyle Ebu Cafer ve Ebu Abdullah'tan şu hadi­si rivayet ediyorlar:

«Allah, Peygamberine, Alî'yi halife etmesini vahyettL Peygamber, eshabından bir gurubunun buna karşı çıkacağından korktu. Cenabı Hak, Peygamberi cesaretlendirmek için bu âyeti gönderdi.»

İbni Abbas: bu âyet Hz. Ali'nin hakkında nazil olmuştur. Şöyle ki, Cenab-ı Hak, Peygamberine, halka Ali'nin veliliğini yani halifeliğini söylemesini emretti. Resulü Ekrem, «Amcasının oğlunu kayırdı deme­lerinden ve buna tan etmelerinden korktu.» Cenab-ı Hak bu korku üzerine, şiâlann iddiasına göre:

«Ey Peygamber! Babbinden sana indirileni tebliğ et» âyetini in­dirdi. Böylece Resûlü-Ekrem Gediri-Hum —Mekke ile Medine arasın­da bir yerin adıdır. gününde Hz. Ali'nin valiliğini (yani velayetini) ve kendisinden sonra veli (idareci, devletin başı) olduğunu halka tebliğ etmek kabilinden Ali'nin elinden tutup:

«Ben kimin mevlâsı isem, Ali onun mevlâsıdır. Yarab! Kim Ali'yi nıevlâ kabul ederse, onun yardımcısı ol. Kim ona düşmanlık yaparsa ona düşman ol.»  [39] dedi...

Celâleddin Es-Suyuti Ed-Durrul-Mensur'da, Ebi Hatim, İbni Mer-duveyh ve îbni Asakir'in tarikiyle Ebu Said el-Hudri'den naklediyor:

«Bu âyet ğediri-Hum gününde Ebu Talib'in oğlu Ali hakkında nazil oldu.» Yani onun müminlerin dostu ve yardımcıları   olduğunu tesbit etti. Hakkındaki dedikoduları bertaraf etti. [40] îbn-i Merduveyh Îbni-Mesud'dan rivayet etmiştir: Biz asr-ı saadette «Ey Resul, Rabbinden sana ineni tebliğ et» âye­tini okuduğumuzda, şübhesiz Ali mü'minlerin velisidir ilâvesini yapı­yorduk. «Eğer bunu   yapmazsan   Allah'ın risatetini tebliğ   etmemiş olursun» diye okuyorduk.»

«Ğediri-Hum» hadisi Hz. Ali'nin hilâfeliği hususunda Şia'nın en kuvvetli delilidir. Hedeflerine varmak için, bu hadise, bir takım çir­kin eklemeler yapmışlardır. Kelimelerinin arasına uydurmasyon keli­meler sokmuşlardır. Bu hususta şiirler düzmüşlerdir. Kendi zann ve iddialarına göre Eshabı Kiram, Resulü Ekremin   nassına muhalefet ettiklerinden dolayı sapmışlardır. Bundan ötürü de sahabeleri kınayan şiirler söylemişlerdir. Şairinden Muhammed el-Himyeri'nin oğlu İsma­il, «Ahmed'e gelip, yeri olmayan bir plân sunan bir kavimden hayret edi­yorum» diye başlayan uzun şiirinde eshaba hücum etmektedir. Oysa biliyorsun ki ehli sünnetin katında Ğediri-Hum hadisinde halifelik ko­nusunda gelen fazlalık sahih değildir.   Ehli sünnetçe   bunlar teslim olunmamaktadır. Öyleyse   biz orada (Ğediyri-Hum   gününde)    olanı tafsilâtiyle açıklayalım ki, mesele hallolsun. Allah'a tevekkül eder, on­dan imdat bekleriz.

Resulü Ekrem veda haccmdan döndüğü zaman, El Cu'feye yakın, Mekke ile Medine arasında bulunan «Ğâdiyri-Hum» adlı bir yerin kena­rında bir hutbe irad etti. Orada Hz. Ali'nin faziletini ve Yemen'de ken­disinden sadır olan. bir hükümden dolayı adaletsizliğe nisbet edilmesi­nin yersiz olduğunu açıklamak ve bu konudaki dedikoduları bertaraf etmek istedi. Zaman zilhiccenin onsekizinci günüydü. Orada bulunan bir ağacın altında bu hutbe irad edilmiştir. Muhammed bin İshak, Yah­ya bin Abdullah'tan, o da Yezid bin Talha'dan rivayet ediyor:

Ali (K.V.) Yemen'den Resûlüllah'ı görmek ve hac etmek için Mek­ke'ye doğru yola çıktı. Bir an Önce Resûlüllah'a kavuşmak için beraberindekilerin başına arkadaşlarından birisini yerine kumandan tayin ederek ayrıldı. Hz, Ali'nin ayrılışından sonra yerine atadığı kumandan her askere Hz. Ali'nin beraberinde Yemen'den getirdiği kumaştan bi­rer elbiselik verdi. Hz. Ali'nin askerleri Mekke'ye yaklaştığında onlan karşılamak için yola çıktı. Sırtlanndaki elbiseleri görünce kumandan:

«Azab olasıca! Bu nedir?» diye sordu.

Kumandan:

«(Mevsimdeki huccaca) katıldıktan zaman süslü görünsünler diye askere kumaşı dağıttım» dedi. Hz. Ali:

«Haydi Resûlüllah'a varmazdan önce bu kumaşları askerlerden geri aL» emrini verdi Böylece askerlerden kumaşlar geri alındı ve ka­lan kumaşın içerisine konuldu. Askerler Hz. Ali'nin bu yaptığından şi­kâyetlerini belirttiler. Dedi-kodular alabildiğine yayıldı.

Ebu Said el-Hudri'nin hanımı Kâb'ın kızı Zeyneb kocasından ri­vayet ediyor:

Halk Hz. Ali'den şikâyet ettiler. Resûlü-Ekrem bunun üzerine ara­mızda ayağa kalkıp bir hutbe irad etti. Resûlüllah'ı dinledim, o hutbe­sinde şunları söylüyordu:

«Ey nas! Sakın Alî'den şikâyet etmeyiniz. Yemin ederim ki o Allah hususunda (dini için) en serttir.    Veya Allah'ın yolunda en serttir.»

(Yani hiç taviz vermez.) Hadisi İmam Ahmed rivayet etti

Yine tbni Abbas'atn rivayet ediliyor. O da Bureyde el-Eslemi'den rivayet etti:

Ali (R.A.) ile beraber Yemen'e gazaya (savaşa  cihada) gittik. Ali'den (R.A.) katılık gördüm. Resûlüllah'a vardığımda Ali'den (R.A.) şikâyette bulundum. Bunun üzerine Resûlüllah'ın yüzünün morardı-ğını gördüm. Bana:

«Ey Bureyde! Ben müminler için nefislerinden daha evlâ değil mi­yim?» diye sordu. Ben:

«Ey Allah'ın Resulü, öylesin.» dedim.

Resûlüllah:

«O halde ben kimin mcvlâsi isem, (sevgilisi ve dostu isem) Alide onun mevlası, (sevgilisi) dir.»

Nesei, kuvvetli ve bütün ravüeri «sıka» olan güzel bir senedle ha­disi rivayet etmiştir.

Sadece Nesei'nin yanında bulunan başka bir senedle:

«Resulü Ekrem veda haccmdan döndüğünde «Ğadiyri-Hum» deni­len yerde konakladı. Birkaç ağacı gölgelik yapmayı emretti. Sonra bir hutbe irad ederek buyurdu:

«Dikkat ediniz. Ben çağrıldım ve icabet ettim. (Yani ecelinin yak­laştığını kastediyor). Sizin içinizde iki ağırlık bırakıyorum. Birisi Al­lah'ın kitabı, öbürüsü atralımdir (ehli beytimdir). Bakınız bu iki şe­yin hususunda bana nasıl halef olacaksınız? Çünkü bu iki şey havza varıncaya kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Allah benim mev-lamdır. Ben her müminin velisiyim, dedikten sonra Ali'nin elinden tut­tu ve buyurdu:

«Ben kimin mevlası isem bu da onun velisidir. Ey Allah'ım! Onu seveni sev, ona düşmanlık yapana düşmanlık yap!»

O çadırların (yani gölgeliklerin) altında bulunan herkes gözüyle gördü, kulaklarıyla dinledi.»

İbni Cerir Berra tarikıyla rivayet ediyor:

Biz Resûlüllah ile beraber  Haccetul-vedâ da bulunduk. «Ğa-diri-Huma» vardığımızda Resûlüllah için iki ağacın altı süpürüldü. Halka «Namaz derlidir» mânâsında bulunan  es-salatu-camie  diye çağrıldı. Cenab-ı Peygamber Ali'yi (R.A.) de çağırdı. Onun elin­den tuttu ve onu sağ tarafına getirdi ve sordu:

«(Ey ashabım!) Ben her kişi için nefsinden daha evlâ değil mi­yim?

Eshabı Kiram: «Evet.» dediler. Resulü Ekrem:

«Ben kimin mevlasıysam (Ali'yi kastederek) bu da onun mevlası-dır. Ey Allah'ım- Onu seveni sev, ona düşmanlık yapana düşman ol.»

Hattab'ın oğlu Hz. Ömer (R.A.), Hz Ali'ye rastladı: «Gözün aydın olsun! Sabah ve akşamladığında (her zamanda) er-kek-kadın her müminin mevlası oldun» dedi.

Bu hadis zayıftır. Çünkü Muhaddisler, (Hadis uzmanları) Zeyd'in oğlu Ali'nin, Eba Harun'un ve Musa'nın zayıf olduklarını ve onların ri­vayetlerine güvenilmediğini söylediler. Bu hadisin senedinde Ebu-İs-hak da vardır. Ebu İshak ise şîîdir, rivayeti merdûttur (reddedilmiş­tir). [41]

Zümre seneaiyle Etau Hureyre'den rivayet etti. ResuM Ekrem Hz. Ali'nin elini tuttuğu zaman:

«Ben kimin mevlası (efendisi) isem, Ali de onun mevlasıdır» dedi. Cenab-ı Hak o zaman «işte bugün sizin için dininizi kemale erdirdim»

(Maide: 8)   âyetini indirdi. Sonra Ebu Hureyre:

«O gün, «Ğadiri-Hum» günüydü. Kim ki, zilhiccenin 18. günü oruç tutarsa Allah ona altmış ayın orucunu yazmış oluyor.» dedi.

Bu hadis, cidden münker (kabul edilmemiş) bir hadistir. İbnul Esir, El-Bidaye ven-Nihaye adlı kitabında bu hadisin «Mevzu» olduğu­nu söylüyor.

«Ğadiri-Hum» hadisi Ebu Cafer bin Ceriri Taberi tarafından iki cild halinde derlenmiştir. Bu iki cildde hadisin bütün geliş yollarını ve lafızlarını rivayet etmiştir. Gillu-ğiş (saçmasapan) hepsini bir araya derlemiştir. Doğru ve sakim (rivayeti sağlam olmayan) olan hadisle­rin hepsi orada vardır. Bu da, muhaddislerin adetidir. Onlar bir ko­nuda gördükleri bütün hadisleri derliyorlar, sahih ve zayıfı birbirle­rinden ayırd etmiyorlar. Büyük hafız «Ebu Kasım» bin Asakir, bu hutbe hakkında birçok hadis rivayet etmiştir. Onun irad ettiği ha­dislerden ancak işaret ettiklerimize güvenilir ve bir de Şia'ların iddia ettiği gibi halifelik meselesi içinde olmayanlara güvenilebilir. [42]

 

Ben Kimin Mevlası (Efendisi) İsem Ali Onun Mevlasıdır

 

Ez-Zehebi'den gelmiştir: «Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlâsıdır» hadisi mütevâtırdır. Yakinen (şüphesiz ki) Allah'ın Resulü bunu söylemiştir. Fakat; «Ey Allahım! Kim onu sever­se onu sev» ibaresi ise, senedi kuvvetli bir ziyadedir. Zilhiccenin onsekizinci   günü   orucu   ise,   sahih   değildir.   Hayır!    Allah'a   ye-

min ederim, o günde nazil olduğu iddia edilen âyet, «Ğadiri-Hum» dan birkaç gün önce, Arefe günü ancak nazil olmuştur. Müslim ve Buharı sahihlerinde «Ğadiri-Hum» hadisini rivayet etmemişler. Çünkü ikisi­nin şartına binaen onun mevcudiyetini görmemişlerdir. Şiâlar bunu Müslim ve Buharî için bir kusur sayıyorlar ve «Burada taassub göster­mişlerdir» diyorlar. Fakat Müslim ve Buharî bu ithamdan uzak ve be­ridirler.

«Ben kimin mevlası isem, Ali onun mevlâsıdır» hadisiyle şiâlar Hz. Ali'nin halifeliğine delil getirmişlerdir. Çünkü «Mevlâ» burada tasar­rufta evlâ olan demektir. Tasarrufta evlâ olmak ta imametin (yani halifeliğin) tâ kendisidir.

Dikkat bu delilde ilk yanlışlık onların «Mevlâ» kelimesini «evlâ» mânâsına almalarıdır. Gramer bilenler bu tevili yanlış saymışlardır. Çünkü  mefa'l hiçbir zaman   eva'l  mânâsına gelmemiştir. Bunu, Ebu-Zeyd el Lugavi'den başkası kabul etmemiştir. Onun da de­lili Ebu-Ubeyde'nin «Ateş sizin mevlânizdır» (El-Hadid: 5) âyetinin tefsirinde «size daha evlâdır» şeklinde yorumladı. Ve bu tefsir, lâzı­mı mânânın tefsiridir. Yani ateş sizin makarrmız ve varacağınız yer­dir, size uygun olan yerdir. îlle «Mevlâ» lâfzı «Evlâ» manasınadır de­mek istemiyor. Yani bu hususda kesin ve nass değildir.

Bir de bizim «velayet, burada muhabbet manasınadır» dediğimize dair iki delil vardır.

a) Birisi Muhammed bin İshak'tan rivayet ettiğimiz hadistir. Orada Hz. Ali ile beraber Yemen'de "bulunan Bureydetul-Eslemi, Halid bin Velid ve başkaları şikâyet ettikleri zaman, Resûlü-Ekrem bunu söy­lemiştir. Ve Resulü Ekrem (adeti üzere) sadece şikâyet edenleri bu hususta uyarmakla iktifa etmeyip Hz. Ali'nin sevgisine başka sahabe­leri de davet etmek için bunu söylemiştir. Nitekim hutbesinin başında «Ben müminlere nefislerinden daha evla değil miyim?» diye sormuş­tur.

İkinci delilimiz, bazı rivayetlerde geldiği gibi Cenab-ı Peygamberin «Ey Allah'ım! Onu seveni sev, ona düşmanlık yapana düşmanlık yap» sözüdür. Eğer «Mevla»dan mutasarrıf veya tasarrufta evla olan kaste-dilseydi, Cenab-ı Peygamber burada «Ey Allah'ım! Onun tasarrufund olanı sev, olmayanı sevme» diyecekti. Madem ki Cenab-ı Peygamber, muhabbet ve adavet (düşmanlığı) i zikretmiştir, öyleyse burada Hz. Ali'­nin muhabbetinin vacib, onun düşmanlığından ve buğzundan kaçın­manın gerekli olduğuna dikkati çekmiştir. Tasarruf veya tasarrufsuz-luğu kastetmedi. Eğer halifelik burada kastedilseydi, Cenab-ı Peygam­ber bunu açıkça söyleyecekti. Buna Ebu-Naim'in, Hasan Es-Sıbıt (To­run) tan rivayet ettiği hadis delâlet eder: Bu hadiseyi Hz. Hasan'dan sordular:

«Acaba bu, Hz. Ali'nin halife olmasına nass mıdır?»

Hz. Hasan cevap olarak:

«Eğer Resul-i Ekrem Hz. Ali'nin halifeliğim irade etseydi şöyle di­yecekti: Ey nas! Ali benim emrimin velisidir, benden sonra sizin ha-lifenizdir, dinleyiniz, itaat ediniz diyecekti»

Bunları söyledikten sonra Hz.  Hasan şöyle devam etti:

«Allah'a yemin ederim, eğer Allah ile Allah'ın Resulü bu emir için Ali'yi seçseydiler ve Hz. Ali de bunu Ebu Bekir'den, Hz. Ömer ve Hz. Osman'dan almaya kalkışmasaydı, insanların yanlışlık bakımın­dan en büyüğü olurdu (Haşa).

Şiilerden bazıları «Hadiste «Mevlâ» sevgi ve muhabbet mânâsında olursa, Hz. Ali'nin muhabbeti, «mümin erkeklerle mümin kadınlar ba­zıları diğerinin velisi, yani mahbubudur» (Tevbe: 71) âyetinde gel­miştir. Eğer bu hadis de, Hz. Ali'nin muhabbetini ifade ederse fuzuli olur,» demişlerdir. Fakat bu sözün fasit olduğu bellidir. Bu fesadatın kaynağı şudur: İstidlal eden bu şii' âlimi, bir kişinin muhabbeti, umu­mun muhabbeti zimninde istenirse o ayrı, özel bir şekilde istenirse, o da ayrı bir şey olduğunu ve ikisinin arasında güneş gibi, zahir bir far­kın bulunduğunu idrak etmemiştir. Bir de, eğer bir şahıs bütün pey­gamberlere iman ederse, fakat özel olarak bizim peygamberimizin ismini zikretmezse, onun imanı muteber sayılmaz. Bir de farzedelim ki, hem âyet hem de hadis Hz. Ali'nin sevgisini getiriyorlar; bundan ikincisinin lağvi, (fazlalığı) lâzımgelmez. Çünkü Kur'an-ı Kerim'de ni­ce mânâlar vardır ki, değişik şekillerde tekrar edilmekte ve değişik su­rette getirilmektedirler. Kur'an'in bu tekrarlaması lağıv değil takrir ve tekid sayılır. Peygamberin de vazifesi takrir ve tekiddir. [43]

 

Himyerinin Halifelik Konusundaki Bühtanı

 

El Himyeri'nin kasidesinde: «Sahabeler toplu olarak Resûlüllah'a geldiler. Ondan sonra halifenin kim olacağını tayin etmesini istediler»

şeklindeki haberi ise, ne Sünnilerin, ne de Şiilerin tarihçi ve siyretçile-ri kaydetmişlerdir. Bu bir bühtandır ve bu bühtandan Allah'a sığmı­yoruz.

Sonra Ehl-i Sünnet tarikıyla bu âyet hakkında varid olan ve bu âyetin Hz. Ali hakkında geldiğini bildiren haberlere gelince: Eğer sıh­hatli ve istidlale elverişli haberler ise, o haberlerde Hz. Ali'nin fazileti­ne ve muhabbet mânâsında müminlerin velisi olduğuna delâlet etmek­ten başka bir şey yoktur. Biz de bunu inkâr edemeyiz. Bunu inkâr eden zaten mel'undur. İbni Merduveyh'in İbni Mes'ud'dan rivayet et­tiği ve Ed-Durrul-Mensur'da yer alan haber de böyledir. Onda da Hz. Ali'nin fazileti ve muhabbet bakımından müminlerin mahbubu olma­sı hususu vardır. Özel olarak onun isminin zikredilmesi, onun hakkın­daki dedikoduları bertaraf etmek ve Yemen'e gidenleri uyarmak için­dir. Bazı sünnüeı tenezzül (bir an için hasmın fikrini kabul etmek ona göre yürümek) yoluyla eğer âyet ve hadîs İbni Mes'ud'un haberine ve «Gadiri-Hum» haberinin meşhur rivayetine binaen «Tasarrufta daha evlâdır» mânâsına delâlet etseler dahi, bu durum Hz. Ali'nin gelecekte halife olduğu döneme ait olmuş oluyor. O zaman bu tevile merhaba. Çünkü Sünniler de Hz. Ali'nin halife olduğu dönemde tasarrufa her­kesten daha evlâ olduğunu söylüyorlar. Bu takdirde ResûlüUah'ın Hz. Ali'yi isim vererek tahsis etmesinin nedeni, vahy ile onun zamanında olacak fitne ve zulmün ve onun hakkı olan halifeliğini inkâr etmenin haberi kendisine bildirilmekten ileri geliyor. Nitekim «Sanki ben çağ­rıldım ve icabet ettim» diye başlayan haber de bu hususta nasstır. Bu­nun böyle olması apaçıktır.

Şiâlann «Bu âyet, Hz. Ali'nin halifeliği hususunda nazil olmuştur»

şeklindeki iddialarını uzaklaştıran delillerden birisi de, «Allah seni halktan korur» âyetidir. Çünkü halktan maksad burada her ne kadar genel ise de fakat kâfirler kasdedilmiştir. Zira bu âyetten sonra gelen «Şüphesiz ki, Allah kâfir bir kavmi hidayet etmez» cümlesi Resûlü-Ekrem'in Allah tarafından korunmasına nedendir.  Burada ism-i zahir zamirin yerine kaim olmuştur.

Eğer Şia'lar: Siz sünnilerin katında iki emir vardır: Onlar, Ğa-diri-Hum'de tebliğ edilenin halifelik Olduğuna delâlet ederler, o emirlerin birincisi; Cenab-ı Peygamberin seri hükümleri en beliğ bir ibare ile tebliğ etmeye memur oluşudur. Çünkü Cenab-ı Hak Peygam­bere hitaben şunları söylüyor:

«Öyleyse sen emrolunduğun şeyi açıkça söyle ve müşriklere aldı­rış etme.» (El Hicr: 94).

Burada din ve dünya emrini tanzim eden ve dinin en ehemmiyetli ve en büyük parçalarından birisi olan Hilafet eğer kastedilmezse ke­lâm faddeden hali kalır. İkincisi; İbni İshak siretinde rivayet ediyor ki; Resûlüllah Haccetul-Vedâ gününde meşhur hutbesini irad ederken, Allah'a hamd ve sena ettikten sonra şunları söyledi:

«Ey nasî Sözümü dinleyiniz. Şüphesiz ki bilmem, belki de bu se­neden sonra bu mevkifte (vakfeye durulan yer), sizinle ebediyyen bir araya gelmeyeceğim. Ey nas! Şüphesiz ki kanlarınız ve inallarınız si­zin üzerinizde (sizin için) haramdır. (Bu hüküm) Rabbinize mülâki olduğunuz güne kadar devam eder. Tıpkı bu gününüzün ve bu ayını­zın haram olduğu gibi.. Şüphesiz ki, siz gelecekte Rabbinizle mülaki olacaksınız. O mülakat ânında Rabbiniz sizden amellerinizi soracaktır. Ben size tebliğ ettim.» dedikten sonra kadınlar hakkında vasiyette bu­lundu. Daha sonra şunları söyledi:

«Sözümü düşününüz anlamaya çalışınız. Şüphesiz ki, ben (size) tebliğ ettim. Şüphesiz ki sizin içinizde öyle birşey bıraktım ki ona ya­pışırsanız ebediyyen sapıtmazsınız. O da Allah'ın kitabı ve Peygambe­rinin (benim) sünnetimdir.»

Devamla şu sözleri söyledi:

«Ey Allah'ım! Ben tebliğ ettim mi?»

İbni İshak diyor ki, bana söylenildi ki, (Resulün bu sözünü tasdik etmek bakımından sahabelerin hepsi, «Ey Allah'ım! Evet.» dediler. Bu­nun üzerine Resûlüllah:

«Ey Allah'ım! Şahid ol.» dedi.

Şiâlar: İşte bu rivayet, hutbenin Arafe'de ve Haccı-Ekber günün­de irad edilmiş olduğunun belirgin delilidir. Nitekim Yahya bin Ub-bad bin Abdullah bin Zübsyr'in rivayetinde de böyle gelmiştir. «Ğa-diri-Hum» günü ise, zilhiccenin 18. günüdür. Resulü Ekrem, Menasık-ı haccı (Hacc vazifelerini) bitirdikten sonra Medine-i Münevvere'ye doğru Mekke'den ayrılmıştı. Öyleyse (Ğadiri-Hum'da) tebliğ edilmesi emredilen, Resûlüllah'ın daha önce tebliğ edip halkı tebliğ ettiğine şa­hitlik tuttuğu ve Allah'ı da halkın şahitliğine şahid kıldığı tebliğinden başka birşey değildi. Bu ise «Hilafet-i kübrâ» ve «îmamet-i uzmandan başka ne olabilir? Sanki Cenab-ı Hak, «Ey Resul! Ali'nin halifen ola­cağını ve senden sonra makamına geçeceğini tebliğ et. Bunu yapmaz­san, «Allah'ım ben tebliğ ettim mi?» demen ve halkın da «Ey Allah'ım! Evet, Peygamber tebliğ etti» demeleri Allah'ın risaletini tebliğ etmiş olduğunu gerektirmez der..» Deseler.

Onlara cevab olarak diyoruz ki: Birinci emirdeki şartlı cümlenin içinde zoraki yorumlardan göz yumsak dahi yine de memnu'dur. Çün­kü iki âyette de tebliğ olunması istenenden insanların dünya ve âhiret maslahatlanyla bağlı bulunan sert hükümler kastolunabilir. Bunlar kastolundu mu, kelâm faideden hali olmaz. Zira nice âyet vardır ki Kur'an'da tekrar edilmiştir. Nice emir ve nice yasak vardır ki, tekid ve takrir için birkaç defa söylenmiştir? Bunun böyle olmasıyle beraber bazıları emrin buradaki faidesi, «Resûlü-Ekrem takiyye yoluyla vahy-den bir şeyin tebliğini terketti veya terkedecektir (!)» vehmini orta­dan kaldırmaktır.

Şianm ikinci itirazlarının üzerine iki itiraz varid olmuştur: Bi­rinci itiraz hem sünni, hem Şii'ler teslim ediyorlar ki Ğadiri-Hum günü Arefe gününden sonradır. Fakat konumuz olan âyetin o günde nazil olduğunu teslim etmiyoruz. Böylece âyette tebliğ edilmesi emrolunan başka birşey olamaz. Belki hutbenin zahirinden tebliği istenenin tâ kendisidir, Resulü Ekrem'in o hutbede «Ey Allah'ım! Tebliğ ettim» sözü delâlet eder ki, âyet hem «Ğadiri-Hum», hem de Arefe gününden önce nazil olmuştur. Birçok eserde Maide sûresinin Mekke ile Medine arasında Haccetul-Vedâ'da nazil olduğuna dair gelen haberler ise, ne bu âyetin «Ğadiri-Hum» dan sonra nazil olmasına, ne de daha önce na­zil olmasına delildir. Çünkü o haberlerde ne gidiş ne de dönüş bahsi yoktur.

Resulü Ekrem'in o haccdaki Menasıkı-Haccı halka göstermek, Ri-bayı, (faizi) kaldırmak, cahiliyet dönemindeki kan gütme ve intikam hislerini haram ilân etmek, siyer ehlinin zikretmekte oldukları diğer hallerden maksad olan halinin görünür tarafı bizi âyetin inişi Resulü Ekrem'in dönüşünde olduğuna vakıf kılıp irşad eder. İkinci itiraz, eğer bu âyetin inişi «Ğadiri-Hum» gününde olmuştur diye teslim edersek, bu âyette tebliğ edilmesi emredilen başka bir şey olduğunu kabul et­meyiz. Başka bir şey olmasa, sadece tekrar lâzımgelir itiraz vaki olur. Tekrarın faidesini ve çokça Kur'an'da vaki olduğunu bildin. Eğer biz «Tebliğ edilmesi emredilen başka bir emirdin) desek bile onun sadece ve ancak halifelik olduğunu kabul etmiyoruz. Çünkü Resulü Ekrem ondan sonra üzerine inen nice âyetleri tebliğ etti.

Bazı rivayetlerden anlaşılan şudur: Bu âyetin inişi veda haccm-dan öncedir. Çünkü tbnu Merduveyh ve Ez-Ziyâ'nın «Muhtar» mda 1b-ni Abbas'tan naklettikleri hadis var. Bir de Ebu Şeyh ve Ed-Delail'de Ebu Naim'in îbnu Merduveyh ve İbni Asakir'in îbni Abbas'tan rivayet ettikleri hadis vardır:

«Cenab-ı Peygamber korunurdu. Amcası Ebu Talib hergün onun­la beraber onu korumak için Haşimoğullanndan birkaç kişiyi vazife­lendiriyordu. Ta ki, «Allah seni halktan korur» âyeti nazil oluncaya kadar. Bu âyetin inişinden sonra amcası yine onunla beraber onu ko­rumak için bir kimseyi göndermek istedi. Cenab-ı Peygamber:

«Ey Amcam! Allah beni korudu» dedi ve koruyucuları götürmek­ten vazgeçti. Malûmdur ki, Ebu Talib hicretten önce ölmüştür. Ve ma­lûmdur ki Haccetulvedâ'da hicretten birçok zaman sonradır. Zahire göre «Allah seni nastan korur» âyeti «Allah'ın katından sana indiri­lenleri tebliğ et» âyetiyle bitişikdir.

Bazıları «Allah seni halktan korur» âyeti geceleyin nazil oldu, de­diler. Bunu da Abd Bin Humeyd'in, Tirmizi ve Beyhaki'nin ve başka muhaddislerin Aişe validemizden rivayet ettikleri hadise dayandır­maktadırlar. Aişe validemiz der ki:

«Resulü-Ekrem korunurdu. «Allah seni halktan korur» âyeti na­zil olduğu zaman başını kubbeden çıkarıp:

— Ey nas! Gidiniz, artık Allah beni korur! diye nöbetçilere ihtar etti.»

Bunun tam kasd olunanı tesbit etmediği aşikârdır. Değişik riva­yetleri derlemek için benim meylettiğim şudur: «Bu âyet birkaç defa nazil olmuştur.» Allah daha iyisini bilir.[44]

 

Resulüllah'ın Halktan Korunmasının Anlamı

 

Halktan korunmaktan maksad, Resulü Ekrem'in ruhunu öldür­mek ve helak etmekten korumaktır. Öyleyse Resulü Ekrem'in Uhud'da mübarek yüzünün yaralanması, dörtlük dişlerinin kırılması bu âyete itiraz olarak'ileri sürülemez.

Bazıları «Ayetteki korumanın anlamı cismini korumaktır» dedi ve bu âyetin Uhud'dan sonra nazil olduğunu iddia ettiler. Fakat bu iki emirde müşküldür. Çünkü Yahudiler Resûlüllah'a zehir yedirdiler. Hatta Resulü Ekrem, «Hayber'deki (zehirli eti) yeyiş, zaman zaman bana nüksediyor (geri geliyor). İşte bu, kalb damarınım kesileceği za­mandır» diye yakınırdı.

Cevab olarak denilmiştir ki, «Vahyi tebliğ etmekten ötürü öldür­mek ve benzeri hadiselerden Cenab-ı Hak, Resûlüllah'i masum (korun­muş) kılmıştır. Fakat gerek Hz. Peygamberdin, gerekse diğer Peygam­berlerin başından geçen hadiseler, malların, memleketler ve nefislerin korunma teminatından mahrum oluşundandır. Bu cevabın da uzaklı­ğı apaçıktır.

Rağib. Peygamberlerin ma'sumiyeti, onların korunmasıdır. Bu ko­runmak da, onlara özel olarak verilen cevherin safavetinden, onlara bahşedilen ahlâk ve faziletlerinden, onların galib gelmelerinden, ci­hetlerinin sabit kılınmasından, sekine'nin onların üzerine inmesinden, kalblerinin korunmasından ve tevfıkten ileri geliyor. [45]

(68) «Ey habibim! De ki: Ey kitab ehli! Siz, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden sizi indirileni ayakta durdurmadıkça, (gözetip onların hükmüne tâbi oldukça) hiçbir şeyin üzerinde değilsiniz...»

Bu âyetin tefsiri:

Kitab ehlinden maksad, Yahudi ve Hıristiyanlardır. Bazı tefsirci- lere göre, sadece Yahudiler kastedilmiştir. Zira İbni İshak ve İbni Ce-rir, İbni Abbas'tan rivayet ettiler ki:

Yahudilerden Haris'in oğlu Refi, Meşkem'in oğlu Selam, Essayf'm oğlu Malik, Hureymel'in oğlu Raf i, Resûlüllah'a gelip:

— Ey Muhammedi Sen İbrahim'in milleti ve dini üzerinde oldu­ğunu ve bizim katımıza inen Tevrat'a îman ettiğini ve o Tevrat'ın Al­lah'tan gelen bir hak olduğunu iddia etmiyor musun? diye sordular.

Cenab-ı Peygamber:

«Evet, bunu söylüyorum. Fakat siz birşeyler ihdas etmişsiniz ora­da. Sizden alınan misala inkâr ettiniz. Halka beyan edilmesiyle emro-lunduğunuz bir takım şeyleri gizlediniz. Böylece sizin sonradan icad ettiklerinizden ben beriyim.» cevabını verince, Yahudiler:

«Biz elimizde bulunan Tevrat'ı tutarız. Biz hidayet ve hak üzerin­deyiz. Sana îman etmeyecek ve sana tâbi olmayacağız» dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, «De ki, ey kitab ehli» diye başlayan bu âyeti on­ların hakkında indirdi.

(68) «Siz hiçbir şey üzerinde değilsiniz.»

Yani kayda değer bir din, ŞEY ismini almaya lâyık bir yol üzerin­de değilsiniz. Çükü üzerinde bulunduğunuzun apaçık bir batıl ve fa-sid olduğu ortadadır. Bu tabir, Yahudiler için en büyük hakarettir. Zira darbımesellerinden birisi «LÂ ŞEY'den daha azdır» (Hiçden daha hiçtir) demektir. [46]

 

Tevrat Ve İncil'i İkame Etmekten Maksad Nedir?

 

Tevrat ve İncil'in ikamesinden maksad, onların hükümlerini gö­zetmek ve onların içinde bulunan emirleri korumaktır. O emirlerin birisi de Resulü Ekrem'in Peygamberliğine delâlet eden delillerdir. Tev­rat ve İncil'i ayakta tutmak, haklarını yerine getirmek ve ancak on­ların içinde bulunan bütün hükümlerle amel etmekle olur.

(68) «Rabbinizden size indirilen»den maksad Kur an'dır. Kur'an'ı ayakta tutmak ise, ona îman etmek demektir. Niçin burada önce Tevrat ve İncil'in sonra Kur'an'ın ayakta tutulması zikredildi. Halbuki burada maksud-u-bizzat Kur'an'ı ayakta tutmaktır. Elcevap böyle söyle­mek şehadetin hakkını gözetmek ve onları şikak (muhalefet) merte­besinden indirmek içindir.

Bazıları; «Rabbınizdan size indirilen»den maksad, İsrailoğullanna Allah katından gelen kitablardır» dediler. Bazıları da; ilâhî kitablarm tamamıdır, dediler. Çünkü bütün ilâhî kitablar, Peygamberlik davası­nı güdüp mucize izhar eden bir zata îman etmek ve ona itaatta bulun­manın farz olduğunu söylüyorlar.

(68) «Yemin olsun, Rabbinden sana indirilen, onlardan birçok kimseleri küfür ve tuğyan yönünden artırır (ve azdırır...»

Ayetin bu cümlesi, muste'nife (daha öncekinden kesik), bir cüm­ledir. İçerdiği mânâyı tekid etmek için kasem LAM'iyle başlamıştır. Ehli kitabın, şiddetli bir şekilde gemi azıya aldıklarını, mukabere ve inadda pek ileri gittiklerini, tebliğin onlara hiçbir faide vermeyeceğini açıklamaktadır. Onların Allah'ın hükmüne muhatap olmaya lâyık ol­madıklarını belirtmek için daha önceki âyette inzal onlara, bu âyette ise Resulü Ekrem'e nisbet edilmiştir.

(68)  «Sakın kâfir bir kavm üzerinde (için) üzülme...» Bu cümle­nin tefsiri:

Yani esef etme. Onların tuğyan üzerindeki artışlarından dolayı üzülme. Küfürde ileri gitmeleri seni rahatsız etmesin. Çünkü bunun gailesi onların başında patlayacaktır. Bunun mesuliyeti onlara aittir. Müminler senin için kâfidirler.

Bazı tefsir âlimleri; «Bu âyetin mânâsı: onların helak olmaları ve azab görmeleri seni üzmesin»  [47] demektir, diyorlar. [48]

 

Yeniden İman Eden Mü'min Kimlerdir?

 

(69)  «Şüphesiz ki, müminler, Yahudiler, sabiiler ve Hıristiyanlar-dan...» Bu âyetin açıklaması:

Bu âyeti celîle, mustenife (öndeki, kelâmdan ayrı ve müstakil) bir kelâmdır. İman ve salih amele insanları teşvik etmek için indirilmiş­tir. Es-Sevri, «Buradaki müminlerden maksad, dilleriyle iman edip kalbleriyle îman etmeyen münafıklardır» dedi. Ez-Zeccac da Sevri'nin bu tefsirini beğendi. El-Kadî «Müminlerden maksad, Hz. Muhammed'-in diniyle dinlenmişlerdir, ister münafık olsun, ister olmasın, hepsi dahildir» demiştir. Yahudi olanlardan maksad, Yahudilik dinine giren­lerdir. Sabiilere gelince; Hasan Çelebi ve başka âlimlerin beyan ettiği­ne göre, Yahudilik ve Hıristiyanlık dininden çıkıp meleklere tapan bir millettir. «Hüsn-ul Muhadara fî Ahban Mısır el-Kahire» adlı kitabın­da Es-Suyutî şunları kaydediyor: [49]

 

Sabia Taifesi Kimlerdir?

 

Tarih imamları; Adem (A.S.)'in oğlu Şit (A.S.)'e vasiyyet ettiğini ve Şit İle onun oğullarında Peygamberlik ve dinin bulunduğunu ve Şifin üzerine 29 sahifenin indiğini ve Şifin, Mısır arazisine geldiğini ve Mısır'a o günkü tabirle «Beylon» adı verildiğini, Şit ve yeğenlerinin orada konakladıklarını, Şit dağı denilen dağ üzerinde durduklarını, Kabil'in çocuklarının da vadinin içinde durduklarını, Şifin oğlu Enuş'u halife seçtiğini, Enuş'un da oğlu Kuman'i halife seçtiğini, Kuman da oğlu Mehlayil'i halife seçtiğini, Mehlayil de oğlu Yerk veya Yurdu ha­life seçtiğini, vasiyyeti ona verdiğini, bütün ilimleri ona öğrettiğini^ âlemde olacakları kendisine haber verdiğini, yıldızlara baktığını, Adem (A,S.)'e inen kitaba baktığını, Yerdun, Uhnuh (îdris veya Hurmuz) adlı oğlunun doğup dünyaya geldiğini o devirde Kralın Mahvil bin Kabil olduğunu, îdris (A.S.)'in kırk yaşında iken Peygamber olduğu­nu, kral kendisine kötülük dokundurmak istedikçe Allah'ın onu ko­ruduğunu, ona otuz sahife gönderdiğini, babası ona dedesinin vasiyye-tini verdiğini, yanındaki ilimleri kendisine aktardığını, Mısır'da doğ­duğunu ve oradan çıktığım, yeryüzünü gezdiğini, dönüp geldiğini, hal­kı Allah'a davet ettiğini, halkın da kendisine icabet ettiğini, böylece müslüman milleti yeryüzünü kapladığını, onun milleti (dini) Sabia ol­duğunu, Sabia'da da Allah'ın tevhidi (birlemesi) olduğunu, onun mil­letinde taharet, oruç ve ibadetlerin diğer resimleri bulunduğunu, onun doğuya seyahatında bütün kralların kendisine itaat ettiğini, en küçüğü Ruha, (Urfa) olmak üzere onun yüzkırk şehir bina ettiğini, sonra Mısır'a döndüğünü, Mısır kralının da kendisine itaat ve îman ettiğini, Celâleddini Suyuti kaydediyor ve bunu Et Tifaşi'den naklediyor. Bun­dan, daha önce Es-Sabia hakkında getirilen tefsirlerden başka bir tef­sir anlaşılıyor.

Abdulhay bin Ahmed bin İmad el Hanbeli'nin, Ebu îshak Es-Sa-bii'nin tercüme halinde, telif ettiği «Şeceretul-Zeheb»te şunları görü­yoruz: «Sabia, hakkında bazıları, İdrisoğlu Mutevaşlıh oğlu Sabia'ya nisbettir dediler. Bu Sabi'lik, ilk gelen hanefiyye (İslâm) dini üzerin­deydi. Bazıları, Sabi bin Mavî'ye nisbettir, dediler. Bu da Hz. İbra­him'in devrinde yaşıyordu. Bazıları da: Sabi, araplar katında kavmi­nin dininden çıkan insan demektir dedi.[50]..  

Bu âyeti celîlede bahsi geçen «Essabiun» kelimesi mübtedadır, ha­beri mahzufdur. Yani «sabiiler de öyledirler» mânâsını ifade ediyor. Iğrab, (yani kelimenin sonunu ötreli veya üstünlü veya esreli, vav'lı, elif'li ve ya'H okumak) bir sanattır. Onunla Arap kelâmının zaptına ve anlayışına yardım edilir. Lûgatların ispatına güvenilir şey, o lügatla-rın ehlinden dinlemektir. Zira, lügat ancak, dinlemekle sabit olur. «Es-Sabiunennin bu şekilde kullanmasının fasih olduğu dinlemekle sabit oldu. Acaba nüktesi nedir? Niçin essabiine okunmadı ve «Elleziyne hâdû, vellezine âmenû» üzerine atfedilmedi? Nüktesi (ve cevabı) şu­dur: Zihin uyarılıyor ki, sabiiler de daha önce bir kitabın ehli idiler. Salih amel ve sıhhatli îman şartıyla onların hükmü de müslüman, Yahudi ve Hıristiyanların hükmü gibidir. Yani iman ettiklerinde on­lardan kıyamet gününde kcrku ve üzüntü silinir. Fakat bu durum, âyetin muhatablarının katında malûm olmadığından dolayı sabiinlerin ehli kitab ile bu hükümde ortak olduklarını bilmiyorlardı. Böylece Ce-nab-ı Hak iğrabda değişiklikle onların dikkatini bu noktaya çekti. Böy­le bir değişiklik ancak böyle tabirlerde fasih sayılır. Fakat belagat ko­nusunda genel bir kaide vardır. Bu kaide hem konuşma belagatına hem de yazı belagatına girer. «Dinleyeni veya bakanı uyarmak için iş­lenilen kelimeler veya cümleler ya iğrabm değişmesiyle veya hitabette sesin yükseltilmesiyle, HAT (yazı)  da harfleri büyük yazmak veya renklerini değiştirmek suretiyle kullanılır.

Müslümanlar, tefsir içindeki Kur'an'ı ve şerhler içindeki metinle­ri bu noktadan ötürü kırmızı mürekkeble yazıyorlar. Matbaalarda ayırd edilmesi istenilen kelâmların üzerine çizgiler koyuyorlar.

Dinin bazı düşmanları, «Kur'an'da nahvi (gramerle ilgili) yanlış­lıklar vardır» demek cüret ve cesaretini göstermiştir. «Es Sabiûn» ke­limesinin «Essabiin» yazılması ve okunması gerekirken yanlış yazılmış ve okunmuştur demişlerdir! Fakat onların bu iddiaları hem aptallık­larına, hem de cahil olduklarına delâlet eder. Zira onlar Nahvin lü-gattan mustenbit olduğunu, lügatin nahvdan alınmadığını bilmedikle­rinden ötürü nahv kaidelerinin zahirine yapışarak bu iddiada bulun­muşlardır. Ve bitmemişlerdir ki, Araplardan sabit olan bazı kelâmlar hususunda nahvin kaideleri eksik ise, bu nahivde olan bir eksikliktir. Araplardan nakli sabit olan sahihtir ve arapçadır.

Şunu da anlamamışlardır: «Lâfızlarda Araplara galat (yanılma) nisbet edilemez, fakat yanlışlık mânâlara girebilir. Beşerin hiçbir lu-gata birden varolmamıştır. Lügat ancak gelişerek tedricen (yavaş ya­vaş) genişler. Lügatin müfred ve mürekkeblerindeki tecdid, (yenilen­me) uslûb ve müştakkatindaki tasarruf ancak fertlerin amellerinden ileri gelir. Hele hutbe ve şiir okuyan, fesahatla meşgul olan fertler söz konusu ise... Eğer bu itirazcının aklı zayıf olmasaydı veya İslâm düşmanlığı konusunda ifrat derecede taassubu bulunmasaydı bu laf­zın Hz. Muhammed'den rivayeti onu bu gibi itirazlardan alıkoyardı. Velev ki, bu lafzın Allah katından indiğine îman etmese dahi... Na­sıl alıkoymayacaktır? Halbuki bütün Araplar bu ibareyi kabul edip, savunmuşlardır. Onların bu icmai' (birleşmeleri) bugün Avrupada ve dünyadaki akademik icma (birleşme) ve ikrarlardan daha kuvvetli­dir. Belki Arap bedevilerinin herhangi birisinden nakli dahi onu böy­le bir itirazdan alıkoymalıydı. Keşke bilseydim, böyle kör bir taas-sub, Şekspir'in İngilizcede, Viktor Hugo'nun Fransızcada meydana ge­tirdikleri yanlışlar hakkında ne diyor?

Acaba sabiilerin  Hıristiyanlardan önce  zikredilmesinin  hikmeti nedir?

Eğer «Mümin» sözcüğüyle kalben kâfir, dille iman eden münafık­la, lar kastediliyorsa, o zaman burada terakki sanatı vardır. Yani tevbeye en elverişli olan Hıristiyanlar, tevbeye yakın olmakta ilk basamağı iş­gal ederler, onlardan sonra Sabiüer, sonra Yahudiler, sonra münafık­lar gelirler.

Eğer desen ki Cenab-ı Hak, âyetin başında «Şüphesiz iman eden­ler...» dedikten sonra âyetin nihayetinde «onlardan kim iman ederse» dedi. Acaba bu tekrarın faidesi nedir?

Cevab olarak deriz ki, bunun faidesi, münafıklar zahirde İslâmı belirtiyor ve mümin olduklarını iddia ediyorlar. Fakat Cenab-ı Hak, bu tekrarla onları müminler kabilinden çıkardı. Böylece âyetin mânâsı: «şüphesiz ki, dilleriyle iman edip kalbi eri yi e iman etmeyenler, Yahudi, Sabii ve Hıristiyanlardan kim iman ederse, (yani iman üzere sabit olursa, nifakından dönüş yaparsa), ve salih amelle de imanım pekiş-tirirse, (ahirette) onlar için korku ve üzüntü yoktur» demektir.

Bazı tefsirciler, «Burada ikinci bir faide vardır. O da şudur: İma­nın altına birçok kısımlar giriyor. O kısımların en şereflisi Allah'a ve ölümden sonraki dirilmeye iman etmektir. Böylece imanı tekrar et­mekle Cenab-ı Hak imanın en şerefli kısımlarından olan bu iki kışıma dikkatleri çekti. [51]

 

İsbailoğullabından Alınan Misak Nedir?

 

(70) «Yenıin olsun, İsrailoğullanmn misakını aldık...»

Bu âyetin izahı:

îsrailoğullanndan alman «Misak», (yeminli söz) Tevrat'taki mi-saktır. Şöyle ki, onlar Tevrat'ta bulunan tevhide göre, amel edecekler­di ve Tevrat'ta onlara emredilen şeylere göre harekette bulunacaklar­dı, yasaklarından kaçınacaklardı.

Cenab-ı Hak şeriat ve ahkâmı onlara beyan etmek için Peygam­berler de göndermişti. Onların hoşuna gitmeyen bir şeriatla herhangi bir Peygamber kendilerine geldiğinde onların bir gurubu o Peygambe­ri yalanladılar. Bir gurubu da Peygamberlerden hoşlarına gitmeyen­lerle savaştı ve onlan öldürdüler. Yalanladıkları Peygamberler arasında, Hz. îsa ile Hz. Muhaınmed vardır. Öldürdükleri Peygamberler ara­sında, Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya vardır. Onlar bunu Allah'a vermiş oldukları misakı bozmak için yaptılar. Allah'a karşı cüret gösterdiler. Emrine muhalefet ettiler. Cenab-ı Hak,  kâtelü  yerine   yak-tulune  (Halihazırda veya gelecekte) öldürüyorlar» kelimesini kullandı. Böylece Peygamberleri öldürmek, eskiden de, gelecekte de, halihazırda da onların adetlerinden, olduğuna dikkati çekti... [52]

 

Meal

 

(71) (İsrailoğullan) zannettiler ki, bu yaptıklarından fitne ol­mayacaktır. Böylece (hakkı görmez) kör oldular, gerçeği (işitmez) sa­ğır oldular. Sonra Allah tevbelerini kabul etti. Bundan sonra çokları tekrar kör oldu ve sağırlaşti. Allah onların, yaptıklarını görücüdür.»

(72) Şüphesiz ki, Allah, Meryem oğlu Mesih İsa'dır, diyenler kâfir oldular. Oysa Mesih İsa (şunları söyledi)

— Ey İsrailoğulları! Benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Al­lah'a kulluk ediniz. Muhakkak ki Allah'a ortak koşana Allah cenneti haram kıldı. Onun meskeni ateştir. Zalimlere yardımcılar yoktur.»

(73) Yemin ederim ki, «Allah, üçten üçüncüdür» diyenler ke­sinlikle kâfir oldular. Oysa bir tek ilâhdan başka ilâh yoktur. Eğer de­diklerinden dönüp Allah'ı birlemezseler, kesinlikle onlardan küfürde kalanlara elem verici bir azab dokunacaktır.»

(74) Acaba daha da Allah'a dönüş yapmayacaklar mı? Ondan af talebinde bulunmayacaklar mı? Allah çokça affeden ve merhamet sahibidir.»

(75) Meryem oğlu İsa Mesih ancak bir resuldür. Ondan önce Peygamberler gelmiş ve geçmişlerdir. Annesi Meryem çokça tasdik edi­cidir. İkisi, (İsa ve Annesi) yemek yerlerdi. (Ey Habibim.' Veya ey İn­sanoğlu!) Bak ki, biz onlara âyetleri nasıl açıklıyoruz. Sonra bak ki, onlar hakkı inkârda nasıl çevriliyorlar.»

(76) De ki: Allah'ın yerine ne bir zarar ne de bir menfaat ver­meye güç yetiremeyen şeylere mi ibadet ediyorsunuz? Oysa her sözü işiten ve herşeyi bilen ancak Allah'tır.» [53]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri Fitne Nedir?

 

(71) «Bir fitne olmayacağını sandılar...»

Bu âyetin tefsiri:

Yani nefislerinde yerleşen kuvvetli bir zan ile sandılar ki, yap­tıkları fesatlıktan ötürü herhangi bir fitne olmayacaktır. Fitne, kuv­vetli milletleri onların üzerine musallat kılmak gibi şiddetli hadise­lerle onları denemektir. Memleketlerini tahrib etmek, zulüm altında inim inim inletmek suretiyle imtihan etmektir.

Bazı tefsirciler, «Fitneden maksad, kıtlıktır. Yani onların veya hayvanlarının yiyecekleri hususunda sıkıntı göstermektim demişler­dir. İnsan zihnine gelen mânâ şudur: Burada mücmel olarak zikredi­len fitne, «El-îsra» (İsrailoğulları) sûresinde uzun uzadıya zikredi-~ len fitnedir. Nitekim Cenab-ı Hak orada, «îsrailoğullanna kitabta, doğ­rusu yeryüzünde iki defa bozgunculuk yapacak ve kibirlendikçe kibir­leneceksiniz diye bildirdik. Bu ikiden birincisinin vakti gelince üzeri­nize pek güçlü olan kullarımızı salacağız. Onlar memleketinizde her köşeyi kontrollerine alacaklar. Bu yerine gelecek bir vaaddır. Bunun ardından sizi onlara galib getireceğiz. Mallar ve oğullarla size yardım edecek ve sizin sayınızı artıracağız. İyilik ederseniz kendinize iyilik et­miş olursunuz. Kötülük ederseniz o da kendinizedir. İki vaaddan ikin­cisinin vakti gelince yüzünüzü üzüntüye sokmaları, kötülük yapmala­rı, önceden mescide girdikleri gibi girmeleri, ele geçirdikleri yerleri ha-rab etmeleri için onları tekrar göndereceğiz.»   (El-îsra: 4-7).

Bu âyetteki fesadın iki defa oluşuna «kör ve sağır oldular, sonra Allah tevbelerini kabul etti. Sonra tekrar çokları kör ve sağır oldu»

âyetiyle işaret edilmiştir. Allah'ın âyetlerini (yani kitablanndaki âyet­lerini) görmemezlikten geldiklerinden ötürü kör oldular. Bu âyetler zalim ve yeryüzünde adaletsizlik yapan milletlere, Cenab-ı Hakkın ce­zasının olduğunu ilân ederler. Bir de Cenab-ı Hakkın yarattıklarının hakkındaki sünnetlerini ve kanunlarını görmemezliklerinden dolayı kör­dürler. Peygamberlerin getirmiş oldukları vaz-u-nasihatları dinlemekten sağırdırlar. «Allah'a verdiği sözünde durmayana, Allah'ın cezası vardır. Allah'ın dinine ihanet edenlere, dini bırakıp nefis nevasına ta­bi* olanlara ceza vardır» diye uyarmalarına kulaklarım kapattılar. Kör ve sağır olduklarından zulüm ve fesada daldıkça daldılar. Cenab-ı Hak onların üzerine Babillüeri (Keldanılan) musallat kıldı. Babilliler, îs-railoğullanmn memleketlerini köşe be köşşe, karış be karış (istilâ) et­tiler. Mescid-i Aksa'yı yaktılar. Bütün mallarını ganimet, ve bütün ço-luk-çocuklannı da esir ettiler. Hem saltanatlarını, hem de istiklâlleri­ni ellerinden aldılar. Sonra Cenab-ı Hak tekraren onlara merhamet ederek tevbelerini kabul etti. Saltanat ve izzetlerini kendilerine geri verdi. Tekrardan kör ve sağır oldular. Zulüm ve yeryüzündeki fesada-ta tekraren döndüler. Haksız yerde Peygamberleri öldürmeye tekra­ren yeltendiler. Bu sefer Cenab-ı Hak onların üzerine Fursi yani İran­lıları, sonra Rumu yani Bizanslıları, (Romalıları) musallat kıldı. Onla­rın mülk ve istiklâllerini ellerinden aldılar. Onların böyle sanmalarına nedeni, ya «Biz Allah'ın oğullan ve dostlarıyız» demelerinden, veya Cenab-ı Hakkın onlara fitne ve fesatlıklarına rağmen uzun bir müh­let vermesinden ileri geliyordu.

Israiloğullan, ilk ifsadında (fesatlık yapmalarında), Tevrat'ın hü­kümlerine muhalefet ettiler. Haramları işlediler. «Eşiya» (A.S.)yi öl­dürdüler. «Ermiye» (A.S.) yi hapsettiler. Böylece Cenab-ı Hak, Babil Kiralı Buhtunnasır'ı onlara musallat kıldı. Hepsi esir düştü. Uzun bir zaman Babil'de esir olarak yaşadılar. Ondan sonra Cenab-ı Hak, Faris kırallanndan büyük bir kralı Beytul Makdis'e göndertti. Onun kalbi­ne merhamet etti. Beytulmakdis'i tamir etti. İsrailoğullanndan esa­rette kalanları tekrar Beytulmakdis'e çevirdi. Etrafa dağılanlar yeni­den orada toplaçtılar. İstikrar buldular. Çoğaldılar. Ve en güzel devir­lerini yaşamaya başladılar.

Bazı tefsirciler, İsfendiyar'ın oğlu Behmen, dedesi Kâşiften sal­tanatı devraldıktan sonra, Cenab-ı Hak onun kalbine İsraillilere karşı şefkat ilka eyledi. İsraillileri Şam memleketine geri gönderdi. «Danyal» (A.S.)'ı onlara idareci olarak tayin etti. Şam arazisini Buhtunnasır tarafından gelenlerin elinden kurtardılar. Buhtunnasır tarafından Şam'a yerleştirilenleri kovdular. Aralarından Peygamberler çıktığın­dan onlar, en güzel durumlarına dönüş yaptılar.

İkinci fesatlık ve fitne yapmalarından «sonra kör ve sağır oldular» âyeti işaret ediyor. Bu ikinci defa da Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya (A. S.)'yi öldürdüler. Hz. İsa'yı Öldürmek istediler.

Zemahşeri, «Birinci, kör ve sağır olmaları, buğazıya taptıklarına işarettir. İkincisi, «Cenab-ı Hakkı gözümüzle görelim» diye İsrar et­melerine işarettir» diyor.

Fakat Zemahşeri'nin bu tefsiri, âyetten uzaktır. Çünkü buzağıya tapmak her ne kadar büyük bir günah olup körlük ve sağırlığın kor­kunç durumundan neşet etmiş ise de, fakat buzağıya tapmak Hz. Mu­sa'nın dönemindeydi. Hz. Musa'dan birkaç asır sonra Peygamberlere karşı yaptıklarıyla bu hadisenin hiçbir ilgisi yoktur. İkinci körlük ve sağırlık, Allah'ı gözle görme ısrarlarına işarettir demesi de doğru de­ğildir. Çünkü bu hadise, Hz. Musa münacaata gitmek istediği zaman beraberinde gidenler tarafından işlenildi. Buzağıya tapmak da geri ka­lanlar tarafından oluştu. Öyleyse bunun- buzağıya tapmaktan daha sonra olduğu kesin değildir. Belki ikisi de aynı zamanda olmuş olabi­lir.

Bazı tefsirciler, «Birinci körlük ve sağırlık Zekeriya ve Yahya (A. S.) zamanında olan hadiseye işarettir. İkincisi Resulü Ekrem'in döne­minde İsrailoğullanndan çıkan küfür ve isyana işarettir» dediler.

Cenabı Allah, körlüğü «sağımlıktan önce zikretti. Çünkü Pey­gamberleri kabul etmeyen bir kimse, evvelâ Peygamberliği ve Allah ka­tından geleni görmemezlikten gelir. Onun mucizelerine bakmaz. Sonra onu görürse de artık konuşmasını dinlemez hale gelir. Yani körlük sa­ğırlıktan önce gelir. Böylece körlük sağırlığın temelini teşkil ediyor.

(71) «Onların yapacaklarım Allah görücüdür.» Yani, Peygamber­lerin en sonuncusuna yapmış oldukları hileyi Allah görür. Hevai nefse tâbi olmak, cnlan kör ve sağır etmiştir. Artık Peygamberin getirdiği nur ve hidayeti görmez hale gelmişlerdir. Diğer Peygamberler tarafın­dan müjdelenen sıfatların kendisinde bulunduğunu da görmemezlik­ten geliyorlar. Onlar için okuduğu âyetleri dinlememezlikten geldikleri gibi o âyetlerdeki hüccet ve beyyineleri dinlemez oldular. Allah bunun üzerine gelecekte cnlara cezayı çektirecektir.

Cenab-ı Hak Yahudilerin halini beyan ettikten sonra Hıristiyanla­rın halini beyan etmeye başlayarak buyurdu: [54]

 

Bir Beşere Allah'a Mahsus Bulunan Sıfatları Vermek Küfürdür

 

(72) «Yemin olsun, şüphesiz ki Meryenıin oğlu Mesih İsa, Allah'­tır diyenler kâfir oldular...»

Bu âyetin tefsiri:

Cenab-i Hak bu sözü söyleyenlerin kâfir olduklarını yemin etmek suretiyle bildiriyor. Çünkü Hıristiyanlar Meryem'in oğlu Mesih'i had­dinden fazla (yani bir Peygambere, bir beşere verilecek sıfatlardan fazla) sıfatlarla nitelendirdiler. «Allah'tır» dediler. «Allah'ın bir par­çasıdır» dediler. «Allah'ın oğludur» dediler. Onlann bu ifratları Yahu­dilerin İsa'yı inkâr etmek, dosdoğru olan annesi Meryem'e «zina» gibi büyük bir bühtanı isnad etmelerine denk oldu. Sonra bu akide Hıris­tiyanlar arasında yayıldı. Bu akideden Allah'ın birlemesine dönüş ya­pan, Hıristiyanlarca dinden çıkmış sayılıyor. Sebebi de şu: Hıristiyan­lar mabud, üç asıldan (uknum) mürekkeptir. Onların adı eka-nim'dir. Onlar, baba, oğul, ve ruhul-kudus'tur. Mesih oğuldur, Allah babadır, derler (Haşa). Bu üç şeyin her birisi diğer ikisinin ay-nisidir. Netice olarak onlann akidesine göre, Allah, Mesih'in, Mesih de Allah'ın tâ kendisidir. Bu tefsir, daha önce bu sûrenin 19. âyetinin açıklamasında geçti. Evet, bu âyeti celîlede Cenab-ı Hak Hıristiyanla­rın bütün gurubîannı, (Melkani, Yakubi, ve Nasturilerin hepsini) kâ­fir olarak ilân ediyor. Yani Hiristiyanlardan «Mesih Allah'ın tâ kendi­sidir» diyenler kâfirdir, diyor. Oysa daha önce Mesih'in Allah'ın kulu ve Peygamberi olduğu onlara söylenmişti. Mesih daha beşikte iken ilk konuştuğu kelime «Ben Allah'ın kuluyum» demesidir. «Ben Allah'ım» veya «Allah'ın oğluyum» demedi. Belki «Ben Allah'ın kuluyum. Allah bana kitabı verdi ve beni Peygamber kıldı. Şüphesiz Allah hem benim hem de sizin Rabbînizdir. Ona kulluk yapınız. Bu dosdoğru yoldur» de­di. Yetişkinliği (ve Peygamberliği) döneminde de onlara Rabbi olan Allah'a ibadet etmelerini emretti. Allah'ı birledi. «Onun ortağı yoktun» dedi. İşte bunun için Cenab-ı Hak bu âyette, Mesih: «Ey İsrailoğuUan! Hem benim, hem de sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk ediniz. Şüphe­siz ki, Allah'a ortak koşan, (yani Allah'la beraber başkasına kulluk ya­pan) için Cenab-ı Hak cenneti haram ve cehennemi vncib kılmıştır. Zira Allah şirk koşanları affetmez. Şirkten başka diğer günahları, diğer kullarından dilediğini affeder.»

Sahihte varid olmuştur: Resulü Ekrem bir tellâlı gönderdi. Halka şöyle sesletti:

«Şüphesiz cennete ancak müslüman (veya mü'min) bir nefis gi­rebilir.»

Ve yine Aişe validemizden gelen bir hadiste:

«Divanlar üçtür. Onlardan, bir divan vardır ki, Allah onu affet­mez. O da şirktir. Yani Allah'a şirk koşmaktır.»

Cenab-ı Hak, «Allah'a şirk koşana, Allah cenneti haranı kılmıştır.» buyurdu.

Bu hadis, İmam Ahmed'in Müsned'inde yer almaktadır.

(73) «Yemin ederim ki, «Allah üçün üçüncüsüdür» diyenler ke­sinlikle kâfir oldular...»

Bu âyetin izahı:

Sıhhatli görüş şudur ki, bu âyeti celîle özel olarak Hıristiyanlar hakkında nazil olmuştur. Fakat bu üçten maksad nedir? Tefsirinde ihtilâf vardır: Bazı tefsirciler, «ekanimi selase» yani üç asıl: (1) BABA, uknumu, 2) OĞUL, uknumu, 3) babadan oğula intikal eden «kelime» uknumudur demişler.»

İbni Cerir ve başkası:

«Hıristiyanların üç ana gurubu yani Melkaniye, Yakubiye, ve Nas-turiye gurublan, bu üç aslı yani EKANİM'i kabul ederler. Fakat aslın (ekanim)'in tafsilinde ihitlâflan uzun uzadıyadır. Her gurûb diğeri­ni tekfir ediyor. Hakikat şudur ki üç gurub ta kâfirdir.» dediler.

Essüddi ve başka tefsirciler:

Bu âyet, Hıristiyanların Mesihi ve annesini Allah'la beraber iki ilâh kabul etmeleri hakkında nazil olmuştur. Böylece onlar, Allah'ı üç­te bir kabul etmişlerdir.»

Es-Süddi diyor ki: Bu âyeti celîle tıpkı sûrenin sonunda gelen şu âyet gibidir:

«Hatırla o zamanı ki, Cenab-ı Hak: Ey Meryem'in oğlu İsa!  Sen mi nasa (halka) beni ve annemi   Allah'tan başka iki ilâh ediniz, de­din?

İsa: Sen ortaktan münezzehsin. Yetkim yoktur ki benim hakkım olmayan bir şeyi iddia edeyim» diye cevab verdi.»

teslis yani Allah'ı (haşa) üçleme inancı, putperestlikten Hıris­tiyanlığa intikal eden bir inançtır. Putperestlerden Hıristiyanlaşanlar bu inancı beraberlerinde getirmişler. Ve bu inanç, yok olup giden put­perest milletlerin hepsinde hemen hemen görülmektedirler. Meselâ: Brahmanlarda «Teramurti» akidesi görülüyor. Teramurti, hind dilin­de iki kelimeden ibaret olan bir lâfızdır. «Tera»nın mânâsı üç demek­tir. «Murtinnin mânâsı ise, asıllar, uknumlar ve heyetler demektir. Ya­ni üç asıl, (üç uknum), üç heyet. Ki onlar da «Brahma», «Fişno» ve «Sifandır.

Budûstlerin katında da teslis akidesi vardır. Onlar, «Buda» bir ilâhtır; üç uknumu, (aslı) vardır, derler. Bozyocinist gurubu da Cifa, üç uknumlu (asıllı) bir ilâhtır diyorlar. Çinliler Buzaya (veya buda-ya) taparlar. Ona «Fü» ismini verirler. Ve «O, üç uknumdan meydan na gelmiştir» derler. Nitekim Hindliler de bunu söylerler. Zira, Itindli-lerin remzi «El», «Vav», «Mim» (E.V.M.) dir. Hz. İsa'dan (604) altı-yüz dört sene önce yaşayan meşhur Çinli filozof «Yalkometza»nın Tav etbai diye bilinmekte olan etbalan da üç uknumlu bir ilâha taparlar. Onların ilâhî felsefelerinin esası şudur: «Tao», birinci akıldır ve ezeli­dir. Ondan BİR rakamı (1) çıkmıştır. Bir rakamından da üç (3) çık­mıştır. Bu üçten de herşey çıkmıştır. İşte bu akide, görüldüğü gibi, bir Teslis (üçleme) akidesidir.

Eski Mısırlılar da «teslis» akidesine sahib idiler. Onlar «Bir ra­kamı (2) yi yaratmıştır. Bir ile iki birden üçü (3) yaratmıştır. Bununla mukaddes üçlü meydana gelmiştir» diyorlar.

Fars ve diğer Asyalı milletlerin katmda da üçleme akidesi vardır. Bu hususta Hığm, «Englo-Sakson» adlı kitabının (163) yüzaltmış üçün­cü sahifesinde şunları söylüyor:

«Farslar Hindliler gibi üç uknumlu bir ilâha taparlardı. Ona «Uz-mert», «Metret», «Ehremen» derlerdi. Uzmert, yaratan; Metret, Al­lah'ın halis ve aracı olan oğlu; Ehremen melektir.

Keldani, Asuri, Fenikelilerden de kelimeye iman ettikleri nakledil­mektedir. Keldaniler, ona «Mjmrar», Asuriler «Merduk» derlerdi. Ve iddialarına göre «Merduk», Allah'ın bakir oğludur.  (Haşa).

İşte milletler böylece birbirlerinden «teslis» akidesini alagel-miştir. Berdisart, «Putperest Mısırlıların Hurafeleri» adlı kitabında (sahife, 285) şunları kaydetmektedir:

«Doğu kaynaklarından alınan bütün dinî bahislerde «teslis» akidesinin çeşitleri görülmektedir.»

Ve devamla:

«Batı kaynaklarından gelenler de böyledir» diyor. Eğer batıda, bu, daha derinlemesine görülmezse, unutulmasın ki, batılılar bu hususta doğuluların talebeleridir. Doğru, Hıristiyanlığın hakikatlarını tahrif eden Mısırlılarda bu meseleler daha da derinleşerek kökleşmiştir. Mı­sırlılar, İsrail'i tevhidden doğu hıristiyanlığın TESLİS akidesine, ve putperestliğin üçleme inancına götürdüler. Yunan ve Romalıların ka­tında da teslis akidesi vardı. «Avrupa'nın İlk Yerlileri» adlı kitabın ter­cümesinde şunu görüyoruz:

«Eski putperestler, ilâhın bir olduğuna inanırlar. Fakat bu bir olan ilâhın üç uknumu, (üç aslı) vardır diyorlardı.

«Dinî Fikirlerin Terakkisi» adlı kitabın (307) üçyüz yedinci sahi-fesinde şunlar kaydedilmektedir:

«Yunanlılar ((ilâh üç uknumludur» derlerdi. Keşişleri, kurbanları takdim etmeye başladıkları zaman, kurbanın kesileceği yeri bu üçle­meye işaret olsun diye üç defa mukaddes su ile sularlardı. Mezbaha­nın etrafında toplananlara üç defa su serperlerdi. Buhurdanlıktaki bu­huru üç parmaklarıyla alırlardı. Ve inanırlardı ki, Hükema herşeyin üçlü bir mukaddesten oluştuğunu söylemişlerdir. Bütün dinî emirle­rinde bu üçlemeye ihtimam gösterirlerdi.»

Ben de derim ki, Kostanlılar Hıristiyanlığa girdikten sonra kilise bütün bu üçleme kaidelerini almış ve onunla Hz. Meşinin şeriatı olan İncil'i tahrif etmiştir. Buna rağmen, bu putperestler kendilerine Hıris­tiyan demekte ve her şeyi Mesih İsa'nın adıyla yapmaktadırlar. Aca­ba bunların Mesih (A.S.)'e yapmış oldukları zulüm hiçbir kimse tara­fından başka bir kimseye yapılmış mıdır? Hayır, hayır!

Danvin, Yunanlıların Hz. İsa'dan birkaç asır daha önce yaşamış bir yazar ve şair olan «Orfiyos»tan şunu naklediyor:

«Her şeyi bir tek, isimleri ve uknumları üçlü olan bir ilâh (yarat­mıştır) ».

İşte bu şiirde de görülüyor ki, Yunanlılarda da Teslis akidesi var­dı.

Vist, «Hurafeler ve Onları İcad Edenler» adlı kitabının (205) iki-yüz beşinci sahifesinde, «Eski putperest Romalılar Teslise inanırlardı. Evvelâ Allah'a, sonra kelimeye, sonra ruha inanırlardı.»

Barhost, İbranice kamusunda şunları kaydediyor:

Brusya'nın şimalinde bulunan berberilerin bir ilâh vardı. Ona «Kritlaf» derlerdi O ilâhın bir tek cesedi üzerinde üç başı olan bir tim­sali halen mevcuttur.

Derim ki, «Tritlaf», üç mânâsına gelen «Tri» ile ilâh mânâsına ge­len «Tlaf» kelimesinden mürekkebtir.

Baun, kitabının (377) üçyüz yetmiş yedinci sahifesinde «İskandi-navlar üç uknumlu bir ilâha taparlardı. Ona. «Odin», «Tura», ve «Fi-ri» derlerdi. Bu üç uknumun bir ilâh olduğunu söylerlerdi. Bu mu­kaddes üçlemeyi temsil eden bir putları vardı. O put İsveç'in Opsal şehrinde bulunuyordu. İsveç, Norveç, Danimarka bu üçlemenin hey­kellerini inşa etmek hususunda yarışırlardı. Bugünkü Avrupada dahi bu görülmektedir. Heykellerin duvarları, altınlarla ve bu üçlemenin timsalleriyle nakşedilirdi. «Odin»in heykelini elinde kılıç olduğu hal­de yaparlardı. Sol tarafında başında taç, elinde baston olduğu halde «Tura»mn heykelini yaparlardı. Ve Firi de Tura'nın solunda yapılırdı. «Firi» de hem erkek, hem de kadınlık alâmetleri vardı. İddialarına gö­re «Odin» baba, «Tura», Odin babanın bakire oğlu, Siri'de, bereket, zürriyet, selâmet ve zenginlik veren ilâh olurdu.

Sorarım: Acaba Avrupalılar putperest dinlerini terkedip öyle mi gelip hıristiyanlığa girdiler. Yoksa hıristiyanlığa girmelerine rağnıen putperestliklerine devam mı ettiler? Avrupalılar bizzat Hz. İsa'dan naklederler:

«Ben Hz. Musa'nın şeriatını yıkmak için değil onu tamamlamak için geldim.»

Fakat beri tarafa bakınız ki, Hıristiyanların mukaddes saydıkları pavlos, Hz. Musa'nın şeriatını taş be taş yıktı. Ancak putlara kesilen kurban, akıtılan kan ve katlannda cezası olmayan zinayı bıraktı. Böy­lece onları rahata kavuşturdu. Onlar için yeni bir dini tesis etme yo­lunu açtı. Bu yeni din inançlarında, ahkâmında, adetlerinde Hz. İsa'­nın getirdiği dinle hiç bağdaşamaz. Hz. İsa'nın dininden en uzak olan irfsan, insanları İsa'nın adıyla Hıristiyan yapmak için milyonlarca al­tın sarf eden f renklerdir. Onların hedefleri; bütün beşeriyeti köle yap-' inaktır. Beşeriyetin mallarım ve saltanatını selbetmektir. Ta ki dün­yanın bütün servet ve lezzetleri, süs ve azametleri onların olsun. Aca­ba Mesih bunun için mi gelmişti? Bunu mu, yoksa bunun tam tersini mi emretti? Yemin olsun, beşerî gelişmelerin acaiblikleri içerisinde, hakikatlan tersyüz yapnalan içerisinde, yeryüzünde bulunan hıristf-yan dininin varlığından daha garibini görmedim. Bu din aslında ka­tıksız tevhidin esasları üzerinde bina edilmişti. Onu tam tersine çevir­diler. Putperest ve akıl almaz bir üçleme dini yaptılar. Ki bu üçlemeyi Yunanlıların, Romalıların üçlemesinden; onlar da Mısırlıların Brah-manlarm üçlemesinden aldılar. Bu din semavî (Allah'tan gelen) bir şe­riat idi. Fakat onu nesh ve iptal ettiler. Onun yerine bir takım bid'at^ lar ve dinden en uzak bulunan âdetler ve taklidler getirdiler. Zühd, tevazu, sade yaşamak, işar (ihtiyaç sahibini nefsine tercih etme) ve kulluk dini olduğu halde, onu tam tamahkârlık, oburluk, azamet tas­lamak, müreffeh yaşamak, başkasını yaşamak için ezmek, hatta öl­dürmek, beşeriyeti kul ve köle etmek dinine çevirdiler. Öyle bir din haline getirdiler ki, onun esaslarını putperestlikten alıkoyarlar. Onun akidesine (yani bugünkü Hıristiyanlığın akidesine), inancına delâlet edecek bir tek kelime îsrailoğullannın Peygamberlerinden nakledil-memiştir. Fakat Hıristiyanlara bakınız ki, onlar bütün bu üçleme aki­desini İsrailoğullannın Peygamberlerine ait kitablardan almış olduk­larını iddia ediyorlar. Evet bugünkü Hıristiyanlık dinini Mesih İsa'ya nisbet ediyorlar. Halbuki onlar «Teslis» akidelerinin hakkında İsa'nın bir tek kelimesini delil olarak gösteremezler. Ancak kesinlikle Allah'ın birlemesini, ortaktan tenzih edilmesini, üçlemeyi iptal etmeyi ve Al­lah ile herhangi bir şeyi eşit tutmayı iptal eden nasslar İsa'dan kal­mıştır. Bütün bunlarla beraber îsâ, çok zamanlar kendisini insanoğlu olarak onlara takdim ediyordu.

Eğer hıristiyanlann bu akide (inanç) lan hususunda yanlarında hiçbir nass yoksa, sadece ve ancak Yuhanna'nın İncil'inin (17.) onye-dinci faslında naklettiği şu âyeti varsa kâfi gelir. Zira şu âyette Hz. İsa (A.S.):

«îşte bu, ebedi hayatın tâ kendisidir. Burada seni tanıyacaklar. Hakiki ve biricik ilâh olduğunu bilecekler. Burada senin Peygamber olarak gönderdiğin Yesu' Mesih'i tanıyacaklar.» demektedir.

Görüldüğü gibi, Hz. İsâ burada, Allah'ın biricik mabud olduğunu ve İsa'nın da, onun elçisi bulunduğunu bildiriyor. îşts Kur'an da, in­sanları buna davet ediyor. Bu inanç esasında hıristiyanlann akidesi­nin temeli olmalıydı. Hıristiyanlığın nasslannda buna muhalefet eden­ler, tevil yoluyla dahi olsa buna dönüştürülmeliydi. Böylece makul ile menkul arasında uyum sağlanmış olurdu.

Markos, İncil'inin onikinci fasûnda şunu naklediyor:

«Kâtiblerden birisi ilk vaşiyyeti ondan sordu. Yesu' (A.S.) ona cevab vererek:

— Ey İsrail, ilk vasiyyet; Rabbi dinle. Bizim mabudumuz bir tek Rabh'dır.»

Bunu söyledikten sonra kâtib ona:

«Ey muallim! Hakla güzel söyledin. Çünkü o birdir. Ondan başka­sı yoktur.»

Yesu, kâtibin akılla cevab verdiğini görünce ona: «Sen göklerin melekûtünden uzak değilsin» dedi.

îşte bunlardan anlaşılıyor ki, tevil olmaksızın zahirden alman ma­kul (akılla idrak edilen) akide ancak tevhid-i halis ve katıksız vahda­niyet akidesi (inancı) dır.

Yuhanna, İncil'inin (1.) birinci faslında ki, şöyle dediğini «Allah'a gelince, onu hiç kimse görmemiştir.» rivayet etti.

Yuhanna'nın birinci risalesinin (4.) dördüncü faslında da bunun benzeri vardır:

«Allah'a gelince, hiç bir kimse ona bakmamıştır.»

Pavlos'un Timovâus ahalisine gönderilen birinci risalesinin altın­cı faslında:

«Onu beşerden hiç kimse görmemiştir ve onu görmeye de kudreti yoktur. Ama Mesih'i ve Ruhulkudus'u insanlar gördü.»

Markos, İncil'inin (13.) onüçüncü faslında rivayet ediyor:

«Hz. tsa, kıyamet kopması ve kıyamet günü hakkında nassen şu nu söyledi:

— O güne ve o, saate gelince, hiç kimse onu bilmemiştir. Gökler­de olan melekler de onu bilmemiştir. Oğul da onu bilmemiştir. Ancak baba bilmiştir.»

Eğer oğul, babanın aynısı olsaydı babanın her bildiğini oğulun bilmesi gerekirdi. Hz. İsa'nın kıyamet hakkındaki bu sözü Cenab-ı Hakkın, Kur'an'da, Peygamberlerin sonuncusuna hitab eden şu âyeti­ne uygundur:

«Ey Habibim! De ki, onun ilmi ancak Rabbİmin katımladır. Onun vakti geldiğinde onu açığa ondan başkası vuramaz.»  (El-Ar af: 187).

Eğer Hıristiyanlar Bernabe İncil'inin âyetlerini kabul etseydiler tevhide dair aklî ve nakli delillerle takviye edilmiş nice delilleri ora­dan nakledecektik. Orada bulunan o deliller Mesihin beşer ve Allah'ın Resulü olduğuna dairdir. Ondan evvel Peygamberlerin geçtiğini ha­ber veriyor. O ne ilk, ne son Peygamberdir.

Hıristiyanların kabul etmemesine rağmen Barnabe'nin (64.) alt-mışdördüncü faslına kulak ver. O fasılda Bernaba Hz. İsa'nın, Allah tarafından diğer Peygamberlere verilen âyetlerle beşeriyete gönderildi­ğini ve âyetlerin Allah için kulluğa munafi (yani ters) düşmediklerini istidlal ediyor. Bir de Bernaba'nın (95.) faslına kulak ver. Onunla da Hz. İsâ Tevhid hususunda Peygamberlerin sözleriyle delil getiriyor ki, Cenab-ı Hak, («OL») kelimesiyle herşeyi halketmiştir. Cenab-ı Hak gö­rür, fakat görülmez. Cenab-ı Hak cisim değildir, mürekkeb değildir. Muteğayyer (bozulan) değildir. Cenab-ı Hak yemez, içmez ve uyumaz. Sonra İsâ (A.S.) şöyle devam eder:

«Ben bakılan bir beşerim. Yeryüzünde yürüyen ve çamurdan ya­pılan bir kitleyim. Diğer beşerler gibi faniyim. Benim başlangıcım var­dır ve sonucum olacaktır. Ben kendiliğimden bir tek sineği dahi yarat­maktan acizim.»  [55]

Değerli okuyucu! Teslis akidesi akılla çözülecek bir akide (inanç) değildir. Çözülmez bir problemdir. «İzhar-ül Hak» sahibi, bu mesele­nin çözülmez bir şey olduğunu şu hikâyeyi nakletmekle ifade etmek istiyor:

«Naklolunur ki, üç şahıs hristiyanlaştılar. Keşişlerden bazıları, onlara hristiyanlığın zaruri sayılan inançlarını öğretti. Hele Teslis (üçleme) akidesini daha da mühimsedi. Onlar o keşişin hizmetinde devam ettiler. Keşişin dostlarından birisi geldi: «Yeniden hristiyan olan var mıdır?» diye sordu. Keşiş:

«Üç kişi hristiyanhk dinini kabul ettiler» deyince dostu sordu: «Zaruri inançlardan birşey öğrendiler mi?»

Keşiş:

«Evet.» dedi. Dostu:

«Öyleyse birisini çağır da dinleyelim» teklifinde bulundu.

Bunun üzerine birisi öneminin gösterilmesi için huzura getirildi. Dost, gelen kişiden Teslis akidesini sordu. Bunun açıklamasını istedi. Gelen, keşişe hitaben:

«Sen bana ilâhların üç olduğunu söyledin. Onlann birisi gökte olandır. İkincisi bakire Meryem'in rahminden doğup dünyaya gelen­dir. Üçüncüsü; ikinci ilâh otuz yaşma geldikten sonra güvercin suretin­de ikinci ilâha vahy getirendir.»

Bunları dinleyen keşiş öfkelendi. Onu huzurdan kovdu. «Bu adam canidir» dedi. Sonra ikincisini çağırdı,  ondan sordu. O da:

«Sen bana ilâhların üç olduklarını, birisinin asıldığım, diğer iki ilâhın baki kaldığım söyledin ve öğrettin.» dedi.

Keşiş buna da kızdı ve huzurundan kovdu. Üçüncüyü çağırdı. Üçüncü, birinci ve ikinciye nispeten zeki idi. Ve akideleri ezbsrlemek-te kararlı görünüyordu. Ondan üçleme akidesini sordu. O da şu ceva­bı verdi:

«Efendim, bana öğrettiğini güzel bir şekilde hıfzettim. Tam manâ­sıyla anladım. Tabii bu da Seyyid (efendimiz) Mesihin himmetiyle ol­du. Öğrettiğin şunlardır: Bir üçtür, üç birdir. Onlardan birisi asıldı ve öldü. Böylece hepsi öldü. Çünkü aralarında birleme ve ittihad vardır. Şu anda ilâh yoktur. Aksi takdirde ittihadın yok olması lâzimgelir» dedi.

İzhar-ul-Hak sahibi devamla şunu da kaydediyor: Ben derim ki, cevab verenlerin burada bir kusuru yoktur. Zira bu akide,  içinde cahillerin kıvrandığı, âlimlerin şaşkın kaldığı ve «Biz inanıyoruz, fakat anlamıyoruz» diye itirafta   bulunduğu bir akidedir. Onun tasvirinden ve açıklamasından aciz kalırlar.

(73) «Eğer söylemekte olduklarından vazgeçmezseler onlardan küfredenlere, muhakkak ki acıklı bir azab dokunacaktır...»

Bu âyetin izahı:

Bu azabın dokunması hem ahirette hem de dünyada olacaktır. Bu âyet küfrün azaba sebeb olduğunu beyan ediyor. Yine bu âyet, beyan ediyor ki, azab, üçleme inancına sahib olup küfre girenlere dokunacak­tır. Fakat tevbe edib Allah'a dönüş yapanlara değil. Çünkü âhiret aza­bı dünya milletlerinin azabı gibi değildir. Orada hem günahkârlar, hem de günahsızlar ortaklaşa azabda duramazlar.

(75) «Meryem oğlu Mesih yalnızca bir peygamberdir...»

Bu âyet, Hz. İsa'nın uluhiyetini iddia eden kişilere bir cevabtır. Yani Hz. İsa'nın elinden hernekadar mucizeler görünmüşse de o bir peygamberdir. Onun mucizeleri, diğer peygamberlerin elinden görü­len mucizeler kabilindendir. Eğer o ilâh olursa, o vakit bütün peygam­berlerin ilâh olması lâzım gelir...

(75) «İsa'nın annesi sıddıka idi.» Yani İsa'yı tasdik eder, ona iman ederdi. Bu makam, Hz. Meryem'e verilen en yüksek makamdır. Ve bu âyet delâlet eder ki, Hz. Meryem, peygamber değildir. [56]

 

Kadınlardan Peygamber Olur Mu?

 

İbni Hazm ve başka âlimler, Hz. İshak'ın annesi «Sâre», Musa'nın annesi ve İsa'nın annesi peygamberdir

demişler. Delilleri de melekle­rin Sâre ve Meryem'le konuştuklarıdır. Ve yine delilleri:

«Biz Musa'nın annesine vahyettik» (el-Kasas: 7) âyetidir. Cum­hur, Cenab-ı Hak, gönderdiği her peygamberi erkeklerden gönderdi. Nitekim Cenab-ı Hak, Resulüne:

«Senden önce ancak bir takım erkekler gönderdik. Onlara vahyet­tik.»  (Yusuf: 109) buyurulmaktadır.

Şeyh Ebul Hasan el-Eş'arı:

«Peygamberlerin tamamının erkeklerden olduğuna icma vardır»

dedi. Fakat buna rağmen Aş'arî'den Firavn'm hanımı Asya, Meryem, Musa'nın annesi, Hz. İshak'ın annesi Sara ve Hz. Yahya'nın annesinin peygamber oldukları rivayet edildi.

(75) «İsa da, annesi de yemek yerlerdi.» Yani gıdaya muhtaç idi­ler. O gıdanın turtusu, sonradan dışkı olarak onlardan çıkıyordu. Öy­leyse, onlar da diğer insanlar gibi, iki kul idiler. İlâh değildiler.

(75)  «Bak, onlar için âyetleri nasıl açıklıyoruz? Sonra onlar nasıl çevriliyorlar.» Bu âyetin izahı:

Bu açıklama ve vuzuhtan sonra acaba onlar nereye gidiyorlar? Hangi görüşe temessük ediyorlar? Sapıklığın hangi yoluna sapıyor­lar?

Cenab-ı Hak kendisinden başka putlara ve Allah'a şerik yaptıkla­rına kulluk yapanların durumunu reddederek ve kendisinden başkası­nın mabudiyete lâyık olmadığını açıklayarak buyurdu:

(76)  «Size zarar da yarar da vermiyecek ve AIKah'dan başka olana nu ibadet ediyorsunuz? de. Ancak işidici ve bilici Allah'dır.»

Bu âyetin anlamı: «Ey Muhammedi Şu benden başka varlıklara ibadet eden hıristiyanlar ve başka milletlere söyle: Size herhangi bir zarar veya herhangi bir yarar vermeye gücü yetmeyen birşeye mi iba­det ediyorsunuz? Yani sizden bir zaran defetmeye gücü yetmez ve size bir yaran getirmeye takati kâfi gelmez ve aciz bir varlığa mı kul­luk yapıyorsunuz! «Oysa Allah dinleyen ve bilenin tâ kendisidir.» Ya­ni kulların bütün sözlerini dinler ve herşeyi bilendir. O halde niçin Allah'ı bırakıp dinlemeye ve görmeye ve bilmeye gücü yetmeyen can­lı veya cansız birtakım varlıklara ibadet ediyorsunuz? Size herhangi bir yarar getirmedikleri gibi zararı da uzaklaştırmaya gücü yetmeyen varlıklara niçin ibadet ediyorsunuz? Sizi bırakınız, kendi nefislerine dahi yarar getirmeyen ve kendi nefislerinden dahi zaran defedeme-yenlere nasıl kulluk yapıyorsunuz?

Ayette «ne yarar, ne zararı mülk edinmiyen»den maksad, Hz. İsa ve Hz. İsa ile annesi de olabilir. Çünkü eğer Allah izin vermeseydi Hz. İsâ (A.S.) nefsi için dahi belâlan def ve yararlan celbetmeye, sıhhati ve genişliği getirmeye gücü yetmezdi. Onun bütün yaptıklan Allah'ın yardımı ve izniyle oluyordu. Bu âyeti celîlede, usul kaidelerinden biri­si vardır. Yani Cenab-ı Hak evvelâ şerrin defini, sonra hayrm celbini zikretmiştir. Çünkü tesir derecelerinin en azı önce şerrin defidir, son­ra haynn celbidir. [57]

 

Meal

 

(77) De ki: Ey kitab ehli! Haksız olarak dininizde aşın gitme­yiniz. Daha önce sapmış ve birçok kimseleri de saptırmış ve doğru yoldan kaymışların arzularına tâbi olmayınız.»

(78) İsrailoğullanndan kâfir olanlar, Davııd ve Meryem oğlu İsa'mn dilleriyle lanetlendiler. Bu lanetlenmeleri de isyan ettiklerin­den ve hadlerini aştıklarından ötürüdür.»

(79) Yaptıkları fenalıktan birbirlerini uyanp menetmezlerdi. Yemin olsun, yaptıkları pek çirkin şeylerdir.»

(80) Onların çoklarım kâfirleri dost edinmiş olarak görürsün. Yemin olsun ki, nefislerinin onlar için seçtiği bu davranış pek fena ve çirkindir. Çünkü Allah onlara kızdı ve onlar azabta kalıcıdırlar.»

(81) Eğer onlar Allah'a, Peygambere   ve o Peygambere  nazil olan  (Kur'an)a îman etmiş olsaydılar kâfirleri   dostlar edinmezlerdi  Fakat onların çoğu i âşıktırlar.»

(82) Yemin ederim ki, müminlere en şiddetli düşmanlık besle­yenleri, Yahudi ve putperestleri bulursun. Yemin olsun ki, îman eden­lere, sevgi bakımından en yakın olarak «Biz hristiyanız» diyenleri bu­lursun. Çünkü bunlardan papazlar ve abidler vardır. Bir de böbürlen­mezler.» [58]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri Dinde Aşırı Gitmek

 

(77)  «De ki: Ey kitab ehli! Haksız olarak dininizde aşın gitmeyi­niz...»

 Bu âyetin tefsiri:

Bu hitab, ya hem Hıristiyan hem de Yahudileredir, o halde Ce-nab-ı Hak burada hitabı renklendirmek ve çeşitlendirmek için bunu yapmıştır. Veya sadece hıristiyanlaradır. Çünkü daha önceki âyetler onlar hakkındadır. Dindeki «gülüv», hududu aşmaktır. Hıristiyanlar İsâ (A.S.)'yı peygamberlik mertebesinden, İsâ için uydurmuş oldukları uluhiyyet mertebesine götürdüler. Annesini  3ıddiklık   mertebe­sinden uydurmuş oldukları —haşa— Allah'ın kansı mertebesine kadar götürdüler. Ayet onları böyle yapmaktan meneder. Eğer Yahudiler de, hitaba dahil iseler onların da, Hz. İsa'yı yalancılıkla, annesini de zina ile itham etmelerinden Cenab-ı Hak onları menediyor.

Rağip El-îsfehani'nin tefsirine göre  gayrel hakki  keli­mesi mukadder bir mastarın sıfatı olur. Takdiri «ğuluvven ğayrel Hak­kı» yani hakkın gayrisi olan aşırılıkla dininizde aşırı gitmeyiniz demek oluyor.

«Güluv ancak haksızlıkta olur, hakta olmaz» demişler. Bazı mu-dekkikler, «ğuluvven takdir edilirse takyid için olur.» Ragıbm dediği de kabul olunmaz. Çünkü ğuluv bazan haksızlıkta, bazan da hakta olur. Bu ikinci kısım haram değildir. Kelâmcılarm kelâm konularında derinleşmeleri gibi... Keşşafta «ğuluv iki çeşittir: Hak ğuluv vardır. O, Tevhid ve adalet ehlinden olan kelâmcılann yaptıkları, kişinin haki-katlan araştırması, onların en uzak mânâlarına dalması, delillerini el­de etmek için büyük çabalar ve gayretler sarf etmesidir. İkinci kısım batıl ğuluvdur. O da hakikati aşmak, delilerden yüz çevirip batıla doğ­ru gitmektir. Şüpheler peşinde koşmaktır. Nitekim hevai nefse ve bi-datlara tâbi olanlar böyle yaparlar.

(77) «Daha önce sapıtan bir kavmin hevai nefislerine tâbi olma­yınız.» Bu âyetin izahı: Bu kavimden maksad, hıristiyan ve Yahudile­rin selef ve önderleridir. O selef ve önderler ki, iki gurubu da dalalete götürmüşlerdir. Veya o kavimden maksad, hıristiyanların Hz. Mu-hammed'in gelmesinden önceki önderleridir. Ayeti celîlede bahsi geçen   ehva  kelimesi  heva kelimesinin çoğuludur. Hevâ demek, nefse uygun ve batıl iş demektir. O halde âyetin mânâsı: «Sakın on­lara batıl mezheblerinde muvafakat etmeyiniz. O batıl mezhebler ki, şehvetin nevasından başkası ona çağrılmış değildir. Veya o batıl mez-heblere dair hiçbir delil de yoktur demektir.»

(77)  «(O önderler) kendileri dalâlete gittikleri gibi, birçok kimse­leri de delâlete götürmüşlerdi.» Bu âyetin izahı: Yani onların bidat ve dalâletlerine tâbi olan kimseler de delâlete gitmiştir.

«Onlar dalâlete gittiler» ibaresi daha önce de geçmişti. Yani aynı âyette kelime iki defa tekrar edilmiş oluyor. İkinci dalâlete gitmele­rinden maksad, Resulü Ekremin peygamber olarak gönderildiği za­mandaki delâlete gitmeleridir. Hak ortaya çıktığı zamanda, İslâmın yolları apaçık bir şekilde sergilendiği dönemde delâlete gittiler. Bi­naenaleyh birinci delâlet daha öncedir. İkinci delâlet ise, İslâm geldik­ten sonra Resûlüllah'tan kıskandıkları, onu yalanladıkları ve ona karşı saldırdıkları delâlet demektir.

Bazı mufessirler, «Birincisi akim muktezasından kaymalarından gelen delâlettir. İkincisi İslâmın getirdiğinden koyduklarından gelen de­lâlettir» demişlerdir.

Bazıları ikinci «dallu» fiilindeki zamir, kesir kelimesine raci'-dir, «yani onlar birçok kimseyi delâlete götürdüler ve o kimseler de de­lâlete gittiler demek oluyor.»

Bazıları; «delâlete gittiler» cümlesindeki ilk delâlet, İsa'yı ulu-hiyet makamına çıkardıkları veya Hz. İsa'nın peygamberliğini inkâr et­tikleri şeklindeki delâlettir derler. Delâlete götürmekten de, bu kastedili­yor. Doğru yoldan delâlete sapmak ise, dinlerinin açık delillerinden sapıp tamamen dinden çıkmaları demektir.

Ez-Zeccac; ikinci delâletten maksad, idlalin zımnındaki delâlettir. Yani bu kimseler hem nefislerinde delâlete gittiler, hem de başkasının idlaliyle (delâlete götürmeleriyle) delâlete gittiler. Hem kendiliklerin­den saptılar, hem de saptıranların sapmasına sebeb olmalarından sa­pıttılar.

«sevâ-i. sebil»den maksat, hak yoldur. İkinci tefsire göre İslâm dinidir.

(78) «İsraiioğullarmdan kâfir olanlara Davud ve Meryem'in oğlu İsa'nın dilleriyle lanet edilmiştir...» Bu âyetin tefsiri:

Yani hem İncil'de, hem Zebur'da, bu iki peygamberin dilleri üze­rinde Cenab-ı Hak onlara lanet etmiştir, îsrailoğullarından Allah'ı ve­ya Resulünü inkâr edene lanet olsun» denilmiştir.

Ez-Zeccac; «Maksad şudur: Davud ve îsa (A.S.), peygamberin (ya­ni Hz. Muhammed'in) peygamberliğini bildirdiler ve onu müjdelediler. «O gönderildiği zaman ona tâbi olunsun, Israiloğullarından onu inkâr edene lanet olsun» dediler. Fakat buna rağmen bunlar, tâbi olmadı­lar» şeklinde âyeti tefsir etmişler. Fakat birinci tefsir daha evlâdır. Çünkü İbni Abbas'tan rivayet edilen odur.

Bazıları da, îlya ahalisi, Cumartesi günü hududu aşıp av avla­dıklarından dolayı, Davud (A.S.):

«Yarab! Aba gibi, laneti onlara giydir. Boğarlar üzerindeki kemer gibi, laneti onların beline bağla!» diye beddua etti. Böylece Allah on­ları maymuna meshedip çevirdi.

Maide arkadaşları (kendilerine sofra inenler) kâfir olduklarında Hz. İsa:

«Yarab! Bu maide (sofra)dan yedikten sonra kâfir olana âlemler­den hiç kimseye vermediğin bir azabı ver. Cumartesi arkadaşlarını (yasağını çiğniyenleri) lanetlediğin gibi onlara lanet et!» diye beddua etti. Hz. İsa'nın bedduasından sonra onlar domuzlara mesh olundular. Beşbin kişiydiler. Onlar içinde bir kadın veya bir çocuk yoktu. Bu tef­sir, Hasan, Mücahid ve Katade'den rivayet edilmiştir. Bunun benzeri Muhammed el-Bakir'den de rivayet edilmiştir. Ve birçok müfessirler bu yorum ve tefsiri ihtiyar etmişlerdir. Ayetteki lisandan maksad, dil demektir. Bu lanetin sebebi isyankâr davranmaları ve mütecaviz ol­malarıdır, Yani Cenab-ı Hak isyanlarından ve daima mütecaviz hare­ket ettiklerinden dolayı onlara lanet etmiştir.

Zemahşeri'nin iddiasına bakılırsa, kelâm, sebebin hasmı ifade eder. Yani sadece onlara lanet edilmesinin tek sebebi, isyan edip mü­tecaviz hareket etmeleridir. [59]

 

Uyarmayı Terkeden Bir Millet Helak Mı Olur?

 

(79) «Yaptıktan fenalıklardan birbirlerini uyarıp nıenetmezlerdi.»

Bu âyetin tefsiri:

Yani onların bir kısmı, diğerini işlemiş olduğu çirkinden, ve yasak­tan menetmiyordu.

Bazı tefsir âlimleri, âyetin mânâsı «Onlar münkeri tekrar be tek­rar işlemekten birbirlerini menetmezlerdi. Münkerdeki ısrardan birbir­lerini alakoymaya çalışmazlardı demektir» dedi. Bazı tefsir âlimi de; âyette bahsi geçen  Münker   den maksad, Cumartesi günü balık avlamak fiilleridir.»  dedi. Bazıları da:

Hükümde rüşvet almalarıdır, demişler.

Bazıları da, faiz ve yenmesi, haram olan iç yağların parasını al­malarıdır, demişlerdir. Fakat en iyisi, münkeri genelleştirmektir. Ya­ni bütün çeşitleri dahil olmak suretiyle almaktır. Münker kelimesinde­ki tenvin şahsi birliği değil de nev'i birliği ifade eder. Yani işledikleri bir çeşit münkerden birbirlerini alıkoymuyorlar ve nehyetmiyorlardı demek oluyor.

(79) «Yemin olsun ki, yaptıkları pek çirkin şeylerdi.»

Bu âyeti celîle, onların çirkin fiilini takbih etmek ve ondan hay­reti belirtmek içindir. Ayetin başındaki yemin (kasem lamı) âyetin tekid ve pekleştirilmesi içindir. Bu âyeti celîlede «Emri bil maruf ve nehyi anilmünkemi terkeden bir insan için büyük bir azarlama var­dır.

İmam Ahmed ve Tirmizi Huzeyfe bin Yeman'dan Resulü Ekrem (S.A.V.)'den:

«Nefsimi yed-i kudretinde bulunduran Allah'a yemin ederim. Ya siz marufu emredecek, münkeri de yasaklayacaksınız. Veya yalandır ki, Allah katından sizin üzerinize bir ceza göndersin. Sonra siz Allah'a yalvarır, onu çağırırsınız. Fakat o size icabet etmiyecektir.» Hadisini rivayet ettiler. Tirmizî «Bu hadis, Hasendır dedi.»

İmam Ahmed, Adiy bin Umreyre'den rivayet etti:

Allah Resûlü'nden dinledim:

«Şüphesiz ki Allah havasın ameliyle avamı azab etmez. Ancak, avamı-halk münkeri aralarında görüp o münkere karşı çıkmaya güç­leri olduğu halde karşı çıkmayınca eder.. Evet bunu yaptıkları za­man, Cenab-ı Hak hem havası hem de avamı azaba duçar edecektir.» dedi.

Hatib, Ebi Seleme'nin tarikiyle, o da babasından, o da Allah'ın Resûlü'nden rivayet etti:

«Muhammedin nefsi yed-i kudretinde bulunan Allah'a yemin ol­sun ki, benim ümmetimden bazı insanlar   kabirlerinden maymun ve domuz suretinde çıkacaklar veya çıkartılacaklardır. Böyle olmalarının tek sebebi, günahkârlara yağcılık ve müdahene yapmaları, güçleri yettiği halde onları günah işlemekten menetmemeleridîr.»                          

Bu hususta hadisler pek çoktur. Ve bu âyet ve hadislerde   büyük bir korku vardır. Kötülükleri yasaklamaktan yüz çeviren müslüman-lann vay haline. Kötülük yapanların kötülüğüne pek önem vermeyen ve onlarla ilgilenmeyen ve onları kötülük yapmaktan alıkoymaya ça­lışmayan müslümanlann vay haline.

İmam Ahmed, Abdullah tarikiyle rivayet etti.

Allah'ın Resulü:                                                                               

«tsrailoğulları günahlara   daldıkları zaman, âlimleri onlara karşı çıkıp onları menetmeye çalıştılar. Fakat onlar bir türlü günahları bırakmadılar. Sonra âlimler onların meclislerinde oturdular. Veya onla-    ş nn çarşı-pazarlarında oturdular. Onlarla yediler, içtiler. Böylece Allah onların bir kısmının kalblerini diğer kışımın   kalbleriyle vuruşturdu. Davud ve Meryem'in oğlu İsa'nın dilleri   üzerinde onlara lanet etti.»  [60] dedi...

Ebu-Davud, Abdullah bin Mes'ud'un târikıyla rivayet ediyor: Allah'ın Resulü: «Şüphesiz ki İsrailoğullarma   ilk eksikliğin gir­mesi şöyle oldu: Bir kişi diğer kişiye rastlar:

— Ey Mşî! Allah'tan kork, yaptığın kötülüğü bırak. Sana helâl de­ğildir, diyordu. Ertesi gün onunla karşılaşır. Onunla yemekten, içmek­ten, onunla oturup sohbet etmekten çekinmiyordu. Bunu yaptıkları za­man, Cenab-ı Hak onların bir kısmının kalblerini diğerlerin kalbleriy­le vuruşturdu.» Sonra Cenab-ı Peygamber şu âyeti okudu:

«Israiloğullanndan kâfir olanlar Davud ve Meryem'in oğlu İsa'­nın dilleri üzerinde lanetlendiler.» Sonra buyurdu:                                 

«Hayır! Allah'a yemin ederim, ya siz ma'rufu  emredeceksiniz.

Münkerden halkı alakoymaya çalışacaksınız. Zalimin, elinden tutup onu zulmetmekten menetmeye çalışacaksınız. Onu mecbur olarak hak­ka getireceksiniz. Veya Allah, bazılarınızın kalblerini diğerlerin kalple­riyle vurduracak. Onlara lanet ettiği gibi, size de lanet edecek.» [61]

Hadisi bu şekilde Tirmizi ve İbni Mace de rivayet etitler. Fakat Ali bin Büzeyme'den rivayet ettiler. Tirmizi «Hadisi Hasen ve gariptir» dedi. Sonra hem Tirmizi, hem İbni Mace, Bender, İbni Mehdi, Süfyan, Ali bin Büzeyme ve Ebu-Ubeyde'den mürsel olarak hadisi rivayet etti­ler.

îbni Ebi-Hâtim, Abdullah bin Mesud târikiyla rivayet etti:

«tsrailoğullarından bir kişi diğer bir gün kardeşini günâh işlerken gördüğü zaman, onu günahtan kaçırtmak için nasihat ediyordu. Er­tesi gün olunca, daha dün gördüğü o adamla oturup yemekten ve soh­bet etmekten çekinmiyordu. Cenab-ı Hak, bunu onlardan gördükten sonra, onların bir kısmının kalblerini diğer kısmının kalbleriyle vu­ruşturdu. Onlara peygamberlerinin (yani Davud ve Meryem'in oğlu İsa'nın) dilleri üzerinde lanet etti. Bu lanet onların isyan edip hudu­du aştıklarından Ötürüydü.» [62]

Bunları söyledikten sonra Resûlüllah şöyle devam etti:

«Nefsim yed-i kudretinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki ya siz marufu (yani bilineni, şer'an ve dinen makbul olanı) emredeceksiniz. Ve münkeri (kötüyü) yasaklayacaksınız. Kötülük yapanın elini tuta­cak, yapma imkânını ona vermeyeceksiniz. Onu hakka mecbur ede­ceksiniz. Veya Allah bazılarınızın kalbini diğerinin kalbine vuracak ve­ya îsrailoğullarına lanet ettiği gibi size lanet edecektir.»

Müslim, Sahih'te el-A'meş'in tarikiyle Ebu Said el Hudri'den şu hadisi rivayet etti:

«Sizden kim bir münkeri görürse, onu eliyle bozmaya çalışsın. Eğer buna gücü yetmiyorsa diliyle bozmaya çalışsın. Eğer buna da gücü yetmiyorsa, kalbiyle bozmaya çalışsın. Kalble bozmaya çalışmak imanın en zayıf mertebesidir.» [63]

Ebu Davud, El Ars İbni Ümeyre tarikiyle Resûlüllah'tan rivayet etti:

«Yeryüzünde hata işlendiği zaman orada bulunan ondan hoşlan­mazsa veya o doğru değildir diye onu inkâra kalkışırsa, sanki orada değilmiş gibi, orada bulunmayan bir kimse gibidir. Ondan razı olursa, sanki oradaymış gibi oluyor.» [64]

İbni-Maceh, Said el Hudri'nin târikiyla:

«Resûlüllah kalkıp bir hutbe okudu. Hutbesinin bir parçası şu idi:

«Dikkat edilsin! Herhangi bir kişi halkın korkusundan bildiği hakkı söylememezlik yapmasın.»  [65]  rivayet etti.

Ebu-Said, bu hadisi rivayet ettikten sonra hem ağladı. Hem de şunlan söyledi:

«Yemin ederim Allah'a ki biz bu türden birçok şeyi gördük. Fakat korkudan, söylemedik.»

İsrail'in (bir hadis âliminin adıdır) Atiyye ve Ebu Said'den riva­yet ettiği hadisde:

«Allah'ın Resulü, cihâdın en üstün ve en e f d ali, zalim bir sulta­nın yanında söylenen hak bir kelimedir»[66] buyurdu. Hadisi Ebu Da­vud, Tirmizi ve İbni Mace rivayet etmişlerdir. Tirmizi «Hadisi Hasen ve garibtir» dedi.

İbni Mace, Ebu-Ümame tarikiyle rivayet ediyor.

Birinci Cemrenin [67] yanında bir kişi Resûlüllah'ın önüne çıkarak sordu:

«Ey Allah'ın Resulü! Cihadın hangisi daha üstündür?»

Cenab-ı Peygamber cevab vermedi. İkinci cemreye Peygamber taşattığı zaman yine adam Peygamberden aynı suali sordu. Peygamber sükût etti. Resulü Ekrem, Cemre tül Akabe'ye taşlar attıktan sonra ayağını özengiye koyup binmek üzereyken:

«Benden sual soran nerededir?» diye sordu.

Adam:

«Ey Allah'ın Resulü işte buradayım.» diye cevab verdi.

Cenab-ı Peygamber:

«Cihadın en efdali zalim bir sultanın katında söylenen hak bir kelimedir» buyurdu. [68]

İbni Mace, Ebu Said târikiyla rivayet ediyor:

Resulü Ekrem:

«Sakın ha, herhangi biriniz nefsini tahkir etmesin» deyince, Es-hab-ı kiram:

«Ey Allah'ın Resulü! Herhangi bîrimiz nefsini nasıl tahkir eder?»

diye sordular... Cenab-ı Peygamber:

«Allah'ın emrini görecektir ki, hakkında söz vardır. Sonra o sözü söylemeyecektir. Kıyamet gününde Allah bu sözü ketmedenden. sora­caktır: Falan konuda konuşmaktan seni meneden neydi?»

Cevab:

«Ey Rab! Halktan korktum!»

Allah (C.C.):

«Benden korkman daha gerekli değil miydi?» diyecektir...

Ali bin Muhammed, Ebu Said el Hudri târikiyla rivayet etmiştir.

Resûlüllah'tan dinledim:

«Allah kıyamet gününde kulundan sorar. Ta ki «Münkeri gördü­ğün zaman onu durdurmaya   yeltenmekten seni   meneden    neydi?»

diye soruncaya kadar devam eder..

Eğer Cenab-ı Hak bu kuluna hüccetini (konuşma imkânını) ve­rirse, o kul: «Ey Rabbim! Senin rahmetini ve affını ümid eder, halk­tan korkuyordum, diyecektir.» [69]

İmam Ahmed, Huzeyfe yoliyle Resûlüllah'tan rivayet ediyor: «Hiçbir müslümana nefsini zelil etmek uygun düşmez.»

Soruldu:

«Müslüman nefsini nasıl zelil eder ya Resûlellah?»

Buyurdu:

«Gücü yetmeyen belâya (çekemiyeceği yüke), nefsini maruz bıra­kır.» Bu hadis, takatinin dahilinde olmayan birşeyden sükût ederse, ruhsat vardır, demek oluyor.

Tirmizi, İbni Mace, Muhammed bin Beşar'dan, o da Amr bin Asım'dan böyle rivayet ettiler. Tirmizi «Hasen ve garib hadisdir» de­di. [70]

İbni Mace, Enes bin Malik tarikiyle şu hadisi rivayet ediyor: «Soruldu: Emri bil maruf ve nehyi anilmünker ne zaman terke-dilir?»

Resûlüllah cevap olarak:

«Sizden önceki ümmetlerde beliren, sizde belirdiği zaman terkedi-lir.» dedi.

Sorduk:

«Ey Allah'ın Resulü! Bizden önceki ümmetlerin içinde ne belir­mişti ki?»

Cevab:

«İdare, sizin küçüklerinizin eline geçtiği, fahiş hareketler sizin yaşlılarınızdan çıktığı ve ilim, sizin rezillerinizde olduğı zaman emri

(80) «Onların çoklarının kâfirleri dost edinmiş olarak görür­sün...» Bu âyetin tefsiri:

Mücahid «onların» zamiri münafıklara racidir. Yani münafıklar­dan birçok kimseyi görürsün ki, kâfirleri dost edinmişlerdir.» dedi.

El-Âlusi,  münhum  zamiri, ehli kitaba veya Beni-İsrail'e raci­dir, dedikten sonra İbni Hayyan'ın «El Bahr» da böyle dediğini de nak­lediyor.

(2)   Bkz. Îbn-Kesir Cild: 2-622-Dar. End. Beyrut

«Onların çoğunu» tabirinden Eşrefoğlu Kaab ve arkadaşları gibi Mekke müşriklerini, (putperestlerini) dost edinenler kastedilmekte­dir. Rivayete göre; Yahudilerden bir cemaat Medine'den Mekke'ye git­tiler. Mekke'lilerle ittifak etmek istiyorlardı. Birleşip Resûlüllah'a ve müminlere savaş açmak niyetinde idiler. Fakat bu hususta muvaffak olamadılar.

Muhammed el-Bakır'dan rivayet ediliyor: «Dost edinilen kâfirler­den maksad, diktatör idarecilerdir. Yani îsrailoğullanndan çok kimse­lerin (yani âlimlerinin), diktatör idarecilerce taraftar olduklarım, on­lardan dost edindiklerini, o diktatörlerin istekleri yönünden Tevrat'ı yorumladıklarını görürsün. Bunu, diktatörler ve idarecilerin dünya­lıklarından birşeyler elde etmek için yapıyorlar.»

Fakat bu tefsir, âyetten gayet uzaktır. Umulur ki, bu tefsiri Mu-hammed-Bakır'a nisbet etmek sıhhatli değildir. Şiâ muteassıplanndan birisi bunu uydurmuş olabilir. İbni Abbas ve Hasan Basri de Mücahid gibi, «Hum» zamirini münafıklara raci etmişler. Fakat Yahudi müna­fıkları kastedilmektedir, diyorlar.

Bu takdirde «kâfirlerden» maksad, «müşrikler» oluyor.

(80) «Yemin olsun ki nefislerinin onlar için seçtiği bu davranış pek fena ve çirkindir.» Bu âyetin açıklaması:

Yani dünyadaki bu davranışları, pek fena ve çirkindir. Çünkü onun âhiretteki kötü karşılığı ile karşılaşacaklardır. Yani ehli kitabın veya ehli kitab münafıklarının müşriklerden veya ehli kitabın idareci­lerinden dost edinmeleri kötü bir şeydir. Allah'ın onlar üzerine gazabını çekmiştir. Bu gazab ta kıyamete kadar devam edecektir. Bunun için Cenab-ı Hak âyetin devamında:

«Çünkü Allah onlara kızdı ve onlar azabta kalıcıdırlar» buyurmuş­tur.

tbni Ebi-Hâtim, el-Ameş'ten rivayet ediyor.

«Ey müminler cemaatı! Sakın zinâ'dan kaçınınız. Şüphesiz ki, ora­da altı kötü haslet vardır. Üçü dünyada, üçü de âhirette nisan oğluna tatbik edilir. Dünyada tatbik edilenlere gelince,

1) İnsanın yüzünden güzellik silinir.

2) İnsan fakir olur.

3) Yaşı kısalır. Âhirette olanlara gelince,

1) Zina Allah'ın gazabını gerektirir.

2) Kötü hesaplaşma ne­ticesini verir. Ve

3) Cehennemde ebedî kalmayı getirir.» Bunları söyle­dikten sonra Resulü Ekrem:

«Yemin olunsun ki, nefislerinin onlar için seçtiği bu davranış pek fena ve çirkindir. Çünkü Allah onlara kızdı ve onlar azabda kalıcıdır­lar» âyetini okudu.  [71] İbni Ebi-Hâtim böyle söylemiştir.

(81) «Eğer onlar, Allah'a, Peygambere ve Peygambere nazil olana iman etmiş olsaydılar kâfirleri dostlar edinmezlerdi.»

Bu âyetin izahı: Peygamberden maksad, o ehli kitaba gönderilen Peygamberdir. Eğer zamir «münafıklar»a raci ise, Peygamberden mak­sad, bizim Peygamberimizdir. Yani Allah'a ve Allah'tan gelen Pey­gambere ve o Peygambere Allah katından nazil olan hükümlere îman eden bir kimse, kâfirleri dost edinemez. Eğer kâfirlerin inandığı gibi inanır, onun yaptıklarına razı olarak onu dost edinirse, kendisi de kâ­fir olur. Eğer o ehli kitab veya müslümanlar arasında bulunan müna­fıklar gerçek mânâda Allah'a ve onun Peygamberine, (yani Hz. Musa ve Hz. Muhammed'e), Allah katından gönderilen Tevrat ve Kur'an'a îman etmiş, ve imanları da sıhhatli ve doğru bir îman olsaydı, müşrik­leri veya açıkça haramı işleyen Yahudileri dost edinemezlerdi. Çünkü onların dosdoğru imanı, onları bundan alıkoyardı. Fakat onlardan çok kimseyi dinden çıkmış, nifakta temerrüd ve ifrat etmiş (ısrar edip aşı­rı gitmiş) şekilde görürsün.

(82) «Yemin ederim ki müminlere en şedid düşmanlık besleyenle­ri Yahudi ve putperestleri bulursun.»

Bu âyetin tefsiri:

Evet, ehli imana en şiddetli kin ve buğzu besleyen Yahudilerdir. Bir de putlara tapanlardır. Müminlerden buğz ve hased ettiklerinden dolayı Yahudiler ehli kitab olmalarına rağmen puta tapanlar gibi, mü­minlerden buğzederlerdi. Ve de etmekteler. Tarih boyunca İslâmiyeti söndürmek, müminleri gerisin geriye küfre - fıska ve fücura çevirmek için Yahudi denilen millet elinden geldiğini arkasına koymamış ve esirgememiştir. Dünya putperestleri bu hususta onlara katılmakta veaynı fikri gütmektedirler, ISLAM'ın bütün çektikleri Siyonistlerdendir. Ve de cehalettendir.

(82) «Yemin olsun, îman edenlere sevgi bakımından en yakın ola­rak «Biz hıristiyamz» diyenleri bulursun. Çünkü bunlardan papazlar ve abidler vardır. Bir de böbürlenmezler.» [72]

 

Kureyş Elçileri Ne Zaman Habeşistan'a Gittiler

 

Bu âyeti celîle, Habeşistan imparatoru Necaşi ile arkadaşları hak­kında nazil olmuştur. Birinci hicrette müslümanlar Mekke'den Habe­şistan'a (Etopya'ya) vardılar. Putperestlerden korktukları ve fitnele­rinden kaçtıkları için yurtlarını terkedip Habeşistan'a gittiler. Orada kabarık bir sayıya vardılar. Sonra Resulü Ekrem (S.A.V.) Medine'ye hicret etti. Onlar Medine ile Habeşistan arasında müşrikler bulundu­ğu için Cenab-ı Peygambere varma güç ve kudretine sahib değildiler. Bedir savaşı olduğu zaman, orada Kureyş'in senadidlerinden (yani ileri gelenlerinden) birçok kimselerin öldürüldüğü bir dönemde Ku-reyş kâfirleri «Sizin intikam ve öc alacağınız kimseler Habeşistan ara-zismdedirler. Öyleyse Necaşi'ye hediyeler ve akıllılarımızdan da iki ki­şiyi elçi olarak gönderelim. Umulur ki, Necaşi orada bulunan, muhacir­leri bize geri verir. Biz de Mekke'ye getirip Bedir*de öldürülenlerin ye­rine onları öldürürüz» dediler. Bunun üzerine Kureyş kâfirleri daha îman etmemiş Âmr bin Âs ile Abdullah bin Ebi-Rebia'yı çeşitli hediye­lerle beraber Necaşi'ye elçi olarak gönderdiler. Bu durumu, Resûlül-lah işitti. Cenab-ı Peygamber de Âmr bin Ümeyye ed-Demri'yi elçi ola­rak Necaşi'ye bir risale ile beraber gönderdi. Âmr, Necaşi'ye vardı. Ona Allah Resûlü'nün kitabını okudu. Sonra Necaşî Ebu Talib'in oğlu Ca­fer ile muhacirleri huzuruna çağırdı. Rahibler ve keşişleri de huzuru­na çağırdı. Hepsini bir araya getirdi. Sonra Cafer'e Kur'an okumayı emretti. Cafer, Meryem sûresini okudu. Onlar gözlerinden yaşlar aka­rak kalkıp meclisten çıktılar. îşte bu âyeti celîle onların hakkında na­zil olmuştur. Hadisi Ebu Davud rivayet etti.

El Beyhaki ve İbni îshak'tan rivayet ediyorlar: Resulü Ekrem Mekke'de veya Mekke'nin   yakınında iken Hıristl-yanlardan (20) yirmi kişi Resûlüllah'a geldi. Bu da Resûlüllah'ın haberi Habeşistan'da yayıldığı bir dönemdeydi. Cenab-ı Peygamberi mes-cidde (veya mecliste) buldular. Peygamberle konuştular. Peygambere sordular.

Kureyş kâfirlerinden Kabe'nin etrafındaki toplantı yerlerinde otu­ran bazı kimseler de vardı. Onlar Cenab-ı Peygambere tevcih ettikleri soruların cevabını aldıktan sonra Resulü Ekrem onları Allah'a ve îma­na davet etti. Onların üzerinde Kur'an okudu. Onlar Kur'an'ı dinle­dikten sonra gözleri yaşlarla doldu. Sonra Cenab-ı Peygambere «Evet» dediler ve Peygambere îman edip, Peygamberi tasdik ettiler. Kitab-lannda Peygamber hakkında beyan edilen vasıfları Hz. Muhammed'de gördüler. Peygamberin katından kalkıp ayrıldıkları zaman, Ebu Cehil, beraberinde Kureyş'ten birkaç kişi olduğu halde, önlerine çıktı. Ve onlara hitaben şöyle dediler:

«Allah tarafından mahrum edilmiş bir kervansınız. Sizin dininizin ehlinden arkanızda kalanlar, sizi onlara araştırma yapıp bu kişinin haberini götürmek için gönderdiler. Sizin onun katında oturmanız an­cak dininizden ayrılıp onu tasdik etmek, bütün dediklerini kabul et­mek suretiyle oldu. Sizden daha ahmak bir kervan görmedik.»

Bu kervan ahalisi ise bu cahil ve mağrur kâfirlere şu cevabı ver­diler:

«Sizin üzerinize selâm olsun. Sizin gösterdiğiniz cehaletinize ceha­let ve cahillikle karşılık vermeyiz. Bizim amellerimiz bizimdir, sizin amelleriniz sizin olsun. Biz nefsimiz için hiçbir hayrı, hiç bir fırsatı kaçırmayız.»

Deniliyor ki, bunlar «Necran» hıristiyanlanndan idiler. Ve yine deniliyor ki:

Şu âyetler onların hakkında nazil olmuştur:

«O kimseler ki ondan önce onlara kitab vermişiz, onlar ona îman ediyorlar. Biz cahilleri aramıyor, taleb etmiyoruz..» (Kasas: 52-55) ka­dar âyetler geldi.

Denildi ki, Ebu-Talib'in oğlu Cafer (Tayyar), beraberinde sırtında yünden yapılmış elbiseler olan (70) yetmiş kişi ile Resûlüllah'a geldi. O yetmiş kişinin içinde altmış ikisi Habeşli idi.    Sekizi de Şam ahalisindendi. Şamlıların adları: Buhayra Rahib, İdris, Eşref, Ebreme-, Su-mame, Kuşam, Durayıt ve Eymen'di. Resulü Ekrem onlar için Yasin sûresini sonuna kadar okudu. Kur'an'ı dinlediklerinde ağladılar ve îman ederek:

«Bu Kur'an amma da Hz. İsa'ya inen vahye benziyor.» dediler. Bunun üzerine onların hakkında: «Yemin, olsun, muhabbet yönünden müminlere en yakın olarak «Biz h:rîstiyanlanz» diyenleri göreceksin»

âyeti nazil oldu. Bu âyet, Necaşi'den gelen heyeti kastediyor ve bunlar kilise sahibiydiler.

Said bin Cübeyr; Allah, onların hakkında:

«O kimseler ki, Peygamberden önce onlara kitab vemüşizdir. On­lar Peygambere îman ediyorlar.» (El-Kasas: 52) âyetinden, «işte on?-Iar varya, ecirlerini iki defa alırlar» cümlesine kadar olan bölümü na­zil etti.» dedi..

Mukatil ve Kelbi:

«Bu gelenlerin kırk kişisi, Beni-Hars bin Kâab kabilesinden ve Necran ahalisi idi. (32) otuz İki kişisi Habeşistanlıydı. (68) kişi de Şam'lı idi, dediler.»

Katade; «Bu âyeti celîle ehli kitabtan bazı kişiler hakkında nazil olmuştur. Bunlar Hz. İsa'nın getirdiği hak şeriat üzerinde yürüyorlar­dı. Hz. Muhammed Peygamber olarak geldikten sonra ona îman etti­ler ve Allah onları övdü, diyor.» [73]

Bü âyetin tefsirinde İbni Kesir şunları söylüyor.

Ali bin Ebi-Talha, İbni Abbas'tan; «Bu âyet Necaşi ve arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Zira, Caferi Tayyar, Habeşistan'da onlara Kur'an okuduğu zaman onlar sakalları ıslanmcaya kadar ağladılar.» diye rivayet etti.

Fakat Ali bin Ebi Talha'nın bu görüşünde nazar vardır. Çünkü bu âyet Medine döneminde nazil olmuştur. Cafer'in Necaşi ile beraber olan hadisesi ise Medine'ye hicretten öncedir.

Said bin Cübeyr ve Süddi:

Bu âyet, Necaşi'nin Resûlüllah'agönderdiği bir heyet hakkında nazil olmuştur. Bunlar, Resûlüllah'm konuşmasını dinlemek, ve sıfat­larını görmek İçin gelmişlerdi. Onu gördükleri zaman, Hz. Peygamber onlara Kur'an okudu. Hepsi Müslüman oldular, ağladı ve sızladılar. Sonra Necaşi'ye dönüp ona gördüklerini haber verdiler» diyorlar.

Es-Süddi:

«Necaşİ, Hz. Peygamberi görmek üzere, yurdundan yola çıktı. Fa­kat yolda vefat etti.» görüşünü de ileri sürüyor.

Fakat bu rivayeti, sadece Es-Süddi nakletmiştir. Çünkü Necaşi ve­fat ettiği zaman, Habeşistan imparatoruydu ve Cenab-ı Peygamber onun vefat ettiği gün onun gaib cenaze namazını kıldı ve arkadaşları­na Necaşİ'nin Habeşistan'da vefat ettiğini haber verdi.

Necaşi tarafından Peygambere gönderilen heyetin kaç kişiden iba­ret olduğu hususunda, ihtilâf vardır. Bazıları: (12) oniki kişiydiler. Ye­disi âlim, beşi abid idi, diyor. Bazısı; yedisi abid, beşi âlimdi, der. Ba­zıları; elli kişi, bazıları; altmış küsur kişi, bazıları; yatmış kişiydi di­yorlar. Fakat Allah daha iyi bilir.

Ata bin Ebi-Ribah, «Resûlüllah'a gelen bu heyet, Habeşistan aha­lisinden bir kavimdi. Habeşistan'a giden müslüman muhacirlerin yüzü suyu hürmetine îman etmişlerdi, der.»

Katade, «gelen bu kavim, Hz. îsa'mn dini üzerindeydiler. Müslü­manları görüp, Kur'an'ı dinlediklerinde hemen, müslüman oldular. Kem-küm etmeden dini kabul ettiler» diyor.

İbni Cerir, «Bu sıfatlara sahib olan bir kavim hakkında bu âyet nazil olmuştur, ister o kavim Habeşlilerden olsun, ister başka millet­lerden olsun, diyor.»

Ayette bahsi geçen «Kıssin» kelimesi Hristiyanlann hatib ve âlim­leri demektir. Mufredİ (Tekili) «kıssis» veya «kıss» gelir. Bazan cem'i «kıssıs» gelir.  ruhban  ise,   rahib   kelimesinin cemidir. Rahib, abid demektir. rahbet (korku) kökünden gelmiştir, Allah'­tan korkan insan demektir. Cenab-ı Hak, onları ilim, ibadet ve tevazu ile vasıflandırıyor. Sonra da «insaflı ve hakka başeğerdirler» diye va­sıflandırıyor.

Kur'an'ı Kerim'de gelen Kıssıs  kelimesi, muhtemeldir ki Rumca olsun. Sonra araplar onu kullanıp arap kelâmına karıştırmış olsun­lar. Zira Kur'an'da arapçadan başka bir dil yoktur kanaati daha ga-libtir.

El Hazin, «kıssıs» hıristiyanların başkan, idareci ve kumandanları­na denilir, diyor.»

El-Kutrep «El-Kıssa vel-kıssis, Rum' lügatini bilen demektir. Nite­kim arapçada da âlim mânâsında kullanılmıştır. Bu, iki lügatin ara­sında bulunan bir tevafıktır...» [74]

 

Hıristiyanların Öğülmesi Neye Karşılıktır?

 

Eğer desen ki, Allah nasıl onları burada medhediyor? Oysa başka bir âyeti celîlede onların kendiliklerinden uydurdukları bir ruhbani-yettir şeklinde onları yerip zemmetmektedir?

Cevab olarak deriz ki: Cenab-ı Hak onları mutlak değil, belki Ya­hudilerin yerilmesi karşılığında medh etmiştir. Yahudilerin mümin­ler hususunda şiddetli adavet sahibi olduklarını, bunların Yahudilere nisbeten daha yumuşak olduğunu söylemiştir. Bundan mutlak mânâ­da onları medhetmek durumu çıkmaz.

Bazı tefsirciler de «Cenab-ı Hak ancak onlardan Hz. Muhammed'e îman edenleri methetmiştir.» Onların Hz. Muhammed, Peygamber ola­rak gelinceye kadar Hz. İsa'nın dinine bağlı kaldıklarını, Hz. Mu­hammed (A.S.) geldikten sonra ona îman ettiklerini ve ona tâbi ol­duklarını beyan etmiştir» der.

Eğer hıristiyanların küfrü Yahudilerin küfründen daha şiddetli, daha galiz ve daha çirkindir. Çünkü Hıristiyanlar, Allah ile ilgili ko­nularda müslümanlarla münazaa halindedirler. Onların iddialarına göre, Allah'ın oğlu vardır. Yahudiler ise, ancak Peygamberlik husu­sunda müslümanlarla münakaşa ederler. Bazı Peygamberleri in­kâr etmekle beraber bazı Peygamberleri de kabul ederler. Ya­hudilerin hareketindense Hıristiyanların hareketi ve inançları da­ha çirkindir. O halde Allah, burada niçin Yahudileri zemmetti, Hristi-yanlan övdü?

Cevab olarak deriz ki: Bu övgü, zeminin karşılığında bir övgüdür.

Mutlak mânâda bir Övgü değildir. Nitekim Yahudilerin düşmanlığının şiddeti ile Hristiyanlarınkinin arasındaki fark daha önce zikredildi. Bunun için Allah Yahudileri zemmetti (kınadı), hristiyanlar içerisin­den îman edenleri de methetti. [75]

 

Birinci Hicret

 

«El-Hazin» devamla; birinci hicretin kıssası ve bu âyetin sebebi nûzulu diye bir başlık açarak şöyle diyor:

İbni Abbas ve diğer tefsir âlimleri bu âyette şunları söylediler:

Kureyşi'ler aralarında, mü'minleri dinlerinden caydırmak için, iş­kence ve zulüm etme kararını aldılar. Her kabile iman eden insanları­nı ezmeğe ve azab etmeye kalkıştı. Bu esnada, birçok kimseler dinin­den döndü. Bazı kimseleri de Allah korudu. Hz. Peygambere, amcası Ebu Talib koruyucu ve hami çıktı. Resulü Ekrem, ashabının başına gelenleri gördü. Onları müşriklerden koruyacak bir maddi gücü de yoktu. Cihad da emredilmemişti. Bunun üzerine ashabına Habeşis­tan'a gitmeyi emrederek «Orada salih bir imparator vardır. Ne kimse­ye zulmeder, ne de kimse onun yanında zulme uğrar, ona doğru gidi­niz. Ta ki Cenab-ı Hak müslumanlar için bir genişlik getirinceye ka­dar orada kalınız» dedi. Bunun üzerine Habeşistan'a dördü kadın ol­mak üzere onbir kişilik ilk kafile gizlice hicret etti. Onlar: Osman bin Affan, hanımı ve Resûlüllah'ın kızı Rukiye, Zubeyr bin Av-vam, Abdullah bin Mesud, Abdurrahman bin Avf, Ebu Huzeyfe bin Akabe, karısı Sehle binti Süheyl bin Âmr, Musa'b bin Umeyr, Ebu Se­leme bin Abdulesed, karısı Ümmü Seleme binti Umeyye, Osman bin Mezu'n, Âmr bin Rebia' ve karısı Leylâ binti ebi Hayseme, Hatib bin Âmr ve Süheyl bin Beyza idiler. Denize, (yani Cidde sahillerine) gitti­ler. Yanm dinarla bir gemiyi kiraladılar, Habeşistan arazisine, Pey­gamberliğin beşinci senesinin Receb ayında geçtiler. İşte bu, birinci hicrettir. Sonra onların arkasından Ebu Talib'in oğlu Cafer Habeşis­tan'a gitti. Ve müslümanlar böylece Habeşistan'a akın ettiler. Böylece kadın ve çocuklar hariç Habeşistan'a hicret eden müslümanlarm sayısı 82 kişi oldu. Kureyşi'ler, bunu bildiklerinden Âmr İbni As ile bir cemaatı   büyük hediyelerle  Necagi ve kumandanlarına gönderdiler. Ta ki, hicret edenleri geri getirsinler.Âmr, Necaşi'nin huzuruna girdi;

«Ey imparator! Bizim içimizden bir kişi çıkmış, Kureyş'in aklını, hiçe sayıyor. Onların görüşleriyle oynuyor. Peygamber olduğunu iddia ediyor. Ve kavmimizden bir cemaati sana göndermiştir. Kavmini senin aleyhinde kışkırtmak isterler. Bunun için sana gelmeyi ve bunların haberlerini iletmeyi kararlaştırdık ve kavimlerinin onları geri gönder­menizi istirham ettiklerini de size haber vermeyi uygun bulduk» dedi.

Necaşi:

«Onlardan da soralım bakalım» dedikten sonra, «Onlar da gelsin­ler» diye emretti. Muhacirler, Necaşi'nin kapısına geldiklerinde Neca­şi'nin hizmetkârları içeri girib: «Allah'ın dostları gelmiş, izin isterler» dediler. Necaşi:

«Onlara izin veriniz, gelsinler. Allah'ın dostlarına merhaba» dedi.

Onlar Necaşi'nin huzuruna girdikleri zaman, selâm verdiler. Müş­riklerden giden elçiler:

«Ey İmparator! İşte sana âdet olarak eğilmek suretiyle verilen se­lâmı vermedikleri, bizi doğrular» dediler...

Bunun üzerine Necaşi müslümanlardan sordu:

«Niçin benim mutad olan selâmımla bana selâm vermediniz?»

Müslümanlar:

«Biz cennet ehlinin ve meleklerin selâmlarıyla sana selâm ver­dik.»

Necaşi:

«Sizin arkadaşınız (yani peygamberiniz) in, Hz. tsâ ve annesi hak­kında fikri nedir?» diye sordu. Cafer bin Ebi Talib muhacirlerin tem­silcisi ve sözcüsü olarak:

«Arkadaşımız diyor ki, İsâ Allah'ın kulu ve Peygamberidir. Ve Al­lah'ın kelimesidir ve Allah'tan bir ruhtur. Allah onu bakire Meryem'in rahmine atmıştır. Meryem hakkında diyor ki, o bakire ve tahire idi. Zi­na etmemiştir.» cevabını verdi...

Ravi diyor ki:

Bu sözleri dinliyen Necaşi yerden bir çöp aldı. Ve dedi:

«Allah'a yemin ederim ki, arkadaşınız, Hz. İsa'nın dediğine bu çöp kadar dahi muhalefet etmemiştir.» Yani Hz. İsa'da öyle söyledi.

Necaşi'nin bu sözü, müşriklerin hoşuna gitmedi. Yüzleri kıpkır­mızı kesildi. Necaşi Müslümanlardan sordu:

«Arkadaşınıza, Allah tarafından inen Kur'an'dan blrşey ezbere biliyor musunuz?» Ashap:

«Evet, biliyoruz» dediler. Necaşi: «Öyleyse okuyunuz!» dedi.

Bunun üzerine Cafer, Meryem sûresini okudu. Necaşi'nin mecli­sinde Hıristiyan âlimleri ve abidler de ve diğer Hıristiyanlar vardı. Ca­fer'in okuduklarını anladılar. Gözyaşları akmaya başladı. Anladıkları hakka karşı, kendilerini zabtedemediler. îşte bunun için Cenab-ı Hak onların hakkında:

«Çünkü onlarda âlimler ve rahipler vardır. Çünkü onlar böbür­lenmezler» âyetini indirdi.

Necaşi, Cafer ve arkadaşlarına:

«Evlerinize gidiniz, (keyfinize bakınız), siz benim memleketimde eminsiniz. Kimse size dokunamaz» dedi.

Böylece Âmr b. Âs ve arkadaşları (yani müşrik heyeti) mahrum olarak Habeşistan'dan Mekke'ye geri döndüler. Muhacir Müslümanlar ise, Necaşi'nin yanında en güzel bir şekilde ve en güzel bir komşuluk saadetiyle Resûlülîah Medine'ye hicret edinceye kadar durdular. Re-sûlüllah'm Hicretinin 6. senesinde durumu Medine'de yükseldiği ve düş­manlarını kahrettiğinde Âmr bin Ümeyye ed-Demri'nin eliyle Neca-şi'ye bir mektub gönderdi. Ebu Süfyan'ın kızı Ümmü-Habibe'ye ta-libdi. (Yani onu benimlç evlendir diye mektub göndermişti.) Ümmü Habibe, kocasiyle beraber Habeşistan'a hicret etmişti. Kocası orada öl­müş ve dul kalmıştı. Resulün mektubunu alan Necaşi, Ebrehe isimli bir cariyesini, Ümmü Habibe'ye göîiaetüi ve Resûlüllah'dan gelen haberi ona duyurdu:

Ebrehe: «Resûlüllah sana taliptir» dedi.

Ümmü Habibe, bununla sevindi. Beraberinde olan bir gerdanlığını o cariyeye verdi. Kendisini Resûlüllah ile evlendirmek için Halid bin Said'e vekâlet verdi. O da onu (400) dörtyüz dinar mehir karşılığında Resûlüllah ile evlendirdi. Resûlüllah'ın sağdıcı Necaşi idi. Necaşi (400) dinarlık mihrin tamamını «Ebrehe» adlı cariyesiyle Ümmü Habibe'ye gönderdi. Cariye dinarları getirince, Ümmü Habibe ona (50) elli dinar hediye etti. Cariye almadı:

«İmparator bana senden hiçbir şey almamamı emretmiştir» de­dikten sonra devam etti;

«Ben imparatorun kokularını ve elbiselerini korumakla görevli bir cariyesiyim. Ben de Hz. Muhammed'e îman edip onu tasdik etmişim. Benim senden isteğim Hz. Muhammed'e benden selâm söylemelidir.»

Ümmü Habibe (Remle): «Evet, söylerim!» dedi.

Cariye:

«İmparator, hanımlarına emretmiştir ki, sana yanlarındaki güzel kokulu Misk ve Amber'den göndersinler» deyip onları Ümmü Habibe'­ye verdi.

Resulü Ekrem, o kokulan Ümmü Habibe'nin yanında gördü, kul­lanmasını yasakladı. Ümmü Habibe:

Habeşistan'dan Medine'ye doğru yola çıktığımızda, Resulü Ek­rem, Hayber'i muhasara etmek üzereydi. Benimle beraber Habeşis­tan'dan gelenlerden bazıları Hayber'e gitti. Ben Medine'de kal­dım. Resûlüllah Medine'ye dönünce benimle gerdeğe girdi. Resulü Ek­rem benden Necaşi'nin haberlerini soruyordu. Ona Necaşi'nin cariye­si Ebrehe'den selâm getirdim deyince, Cenab-ı Peygamber onun selâmı­na cevab verdi ve Cenab-ı Hak o zaman:

«Umulur ki, Allah sizinle düşmanlık yapanlar arasında bir me-veddet kılsm» (El Mümtehine: 7) âyetini gönderdi. Burada, Ebu Süfyan kastediliyor. Bu «meveddet» (sevgi) de Resûlüllah'm onun kızı Ümmü-Habibe ile evlenmekten ileri gelecekti. Ebu-Süfyan'ın ku­lağına «Resûlüllah'm Ümmü-Habibe ile evlendiği haberi gittiğinde:

«O fahldır, (yani koçtur.) Onun burnu kesilmez» sözleriyle Resû-lüllah'ı övdü.

Cafer ve arkadaşları Resûlüllah'a katılmak üzere Habeşistan'dan ayrıldıktan sonra Necaşi oğlu Ezha'yı altmış kişiyle beraber Peygam­bere gönderdi ve Resûlüllah'a şöyle yazdı:

«Ben şehadet ederim ki, sen Allah'ın Peygamberisin. Doğrusun ve Allah tarafından da doğrulanmışsın. Sana biat e t m işliğimle senin am­canın oğlu Cafer'e biat ettim. Âlemlerin Rabbi olan Allah için. müslü-man oldum. Oğlum Ebha'yi  veya Ezha'yı sana gönderiyorum. Eğer istersen kendim de gelirim. Selâm senin üzerine olsun, ey        lah'm Resulü.» Oğlu beraberindekilerle birlikte bir gemiye bindiler, Cafer'in arkasında Medine'ye doğru yola çıktılar. Fakat denizin ortasında boğuldu­lar. Cafer ile arkadaştan Resûlüllah'a vardıklarında Peygamber, Hayherde idi. Cafer'le beraber (70) yetmiş kişi de geldi. Sırtlarında yünden yapılmış elbiseler varda. (62) altmış ikisi Habeşli idi. Sekizi Şain'U idi. Cenab-ı Peygamber onlara sûre-i YASİN'i sonuna kadar okudu. Onlar Kur'an'ı dinlediklerinde ağladılar ve îman ettiler:

«Bu, amma da Hz. tsa'ya inene benziyor» dediler. İşte bu âyeti Allah onlar hakkında nazil etti.»  [76] Burada altıncı cüz bitti. [77]

 

Meal

 

(83) Peygambere indirileni (Kur'an'ı) işittikleri zaman, hakkı tanıdıklarından dolayı, gözlerinin dolup taştığını görürsün:

— Ey Rabbimiz! İman ettik. Bizi şahitlerle beraber yaz!»

(84) Bize ne oluyor da, Allah'a ve bize gelen hakka îman edip Rabbimiz i ıı bizi salihlerle beraber cennete göndermesini ümid etme­yelim, derler?»

(85) Böylece Allah onlara bu sözlerinden dolayı ebedi kalacak­ları ve altlarından nehirler akan cennetler verdi. Bu, iyilik yapanların mükâfatıdır.

(86) Kâfir olanlar ve âyetlerimizi yalanlayanlar var ya! Onlar cehennemlilerdir.»

(87) Ey îman edenler! Sakın, Allah'ın sizin için helâl kıldığı­nın temiz şeylerini haram kılmayın. Ve hududu aşmayın. Şüphesiz ki, Allah haddi aşanları sevmez.»

(88) Allah'ın size nzık olarak verdiğinden temiz (hoş) bir he­lâl olarak yeyin. Kendisine îman ettiğiniz o Allah'ın kahrından kor­kunuz.»

(89) Allah, sizi kasıtsız olarak ağzınızdan çıkan yeminleriniz­den Ötürü cezalandırmaz. Fakat sizin kasten ettiğiniz yeminin boz­masından ötürü muaheze eder. Bu kasten ettiğiniz yeminin keffareti; aile efradınıza yedirmekte olduğunuz yiyeceklerin ortancalarından on fakire yedirmek veya onları (on fakiri) giydirmektir. Veya bir köleyi azad etmektir. Bunları bulamayan, (yapmaya kudreti yetmeyen) in kef­fareti, üç gün oruçtur. İşte (yemin edip bozduğunuz takdirde) yemin­lerinin keffareti budur. Yeminlerinizi (uluorta etmemek suretiyle) ko­ruyunuz. Allah size âyetlerini böylece açıklar. Ta ki, şükredesiniz.» [78]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

Değerli okuyucu! «El-Maide» sûresinin (83) seksen üç numaralı âyeti, Kur'an-ı Kerim'in yedinci cüz'ünün birinci âyetidir. Bu âyeti ce-lîlede, Cenab-ı Hak, o zaman Peygamberin huzuruna elçi olarak ge­len Hristiyanlarm kalblerinin inceliğini ve Allah'tan ne denli kork­tuklarını ve hakkı ne suretle kabul ettiklerini ve haktan hiçbir zaman kaçmadıklarını vurgulamaktadır. Nitekim Necaşi'den rivayet, ediliyor ki, Ebu Talib'in oğlu Cafer'e:

«Acaba sizin kitabınızda Meryem'den bahseden bir âyet var mı­dır?» diye sordu.

Cafer:

«Bizim kitabımızda Meryem'e nisbet edilen (Yani ismi Meryem olan) bir sûre mevcuttum dedi. Ve Meryem sûresini «İşte o, Meryem'in oğlu İsa'dır» âyetine kadar okudu. Tâhâ sûresini de, «Acaba sana Mu­sa'nın hadisi geldi mi?» âyetine kadar okudu. Bunun üzerine Necaşi ve huzurunda bulunanlar ağladılar. Necaşi'nin Peygambere gelen (70) yetmiş kişilik kavmi de böyleydi. Peygamber onlara Yasin sûresini oku­duğu zaman, ağladılar. Onların ağlamaları haktan bir parçayı tanıma­larından ileri geliyordu. Acaba haklan tamamını tanımış olmasaydılar nasıl olurdu? Onlar:

(83) «Ey Rabbimiz! Biz İman ettik.» Bu âyetin tefsiri:   Yani biz bu Kur'an'a veya Hz. Muhammed'e inandık.   Bizi, bu Kur'an'ın hak olduğuna veya Hz. Muhammed'in Peygamberliğine şahidlik edenlerle beraber yaz!» Veya kıyamet gününde diğer ümmetlerin aleyhinde şa-hid olacak ümmeti Muhammed'den bizi yaz, dediler.

(84)  «Bize ne oluyor da Allah'a ve bize gelen hakka îman edip Rabbimizin bizi salihlerle beraber cennete göndermesini ümid etmeye­lim dediler.»

Bu âyeti celîledeki istifham, imanı gerektiren delil ve hüccetin bu­lunmasına rağmen iman etmemenin ne kadar çirkin ve ne kadar in­sanlık dışı bir olay olduğunu belirten inkârı bir istifhamdır. Ve böyle, bir hüccetin bulunduğu anda iman   etmemenin pek uzak bir ihtimal

olduğunu belirten bir istifham. Onlar «Bizi Allah'ı birlemekten men-edecek ne vardır?» demek istiyorlardı. Çünkü onlar daha önce «teslîs» (üçleme) akidesine kail idiler. Veya onlar «Allah'a iman etme­mekte bize ne oluyor» demekle, Allah'ın Peygamberine (Hz. Muham-med'e) ve kitabına iman etmekten bizi alakoyabilecek ne vardır?» de­mek istiyorlar. Çünkü Kur'an'a ve Hz. Muhammed'e iman etmek ger­çekte Allah'a iman etmek demektir. Çünkü onları gönderen Allah'tır. Onları tasdik eden Allah'ı tasdik etmiş oluyor.

Bu âyeti celîle, Habsşistan imparatoru Necaşi ile onun arkadaşları hakkında nazil olmuştur. Cenab-ı Peygamber, Necaşi'ye mektub gön­derdi. Mektubu okuduktan sonra Habeşistan'da muhacir olarak bulu­nan Cafer bin Ebi Talib ve diğer muhacirleri huzuruna çağırdı. Ra-hibler ve keşişleri de çağırdı. Cafer'e «Bize Kur'an oku» emrini verdi. Cafer, Meryem sûresini okuduğunda Necaşi dahil huzurunda bulunan­ların hepsi ağladı ve Kur'an'a iman ettiler.

Bazı tefsir âlimleri, «Bu âyet Necaşi'nin kavminden Besûlüllah'a elçi olarak gelen yetmiş (veya otuz) kişi hakkında nazil olmuştur. Ce­nab-ı Peygamber onlara Yasin sûresini okuduğunda, onlar ağladılar ve îman ettiler» derler.

Ayette «salih kavim» diye bahsedilen kavimden maksat, bu ümme­ti Muhammed'dir. Zira Cenab-ı Hak, ümmeti Muhammed'i kasdederek başka bir âyette:

«Biz Zebur'da zikirden sonra yazdık ki, yeryüzü salih kullarımız tarafından miras olarak elde edilecektir.»  (el-Enbiyâ: 105). [79]

 

Mubah Olanları Haram Etmenin Hükmü

 

(87) «Ey îman edenler! Sakın, Allah'ın sizin için helâl kıldığının, temiz şeylerini haram kılmayın ve hududu aşmayın...»

Bu âyetin tefsiri: İbni Abbas'm rivayetine göre; bu âyeti celîle, Resûlüllah'a gelip, «Ey Allah'ın Resulü! Ben et yediğim zaman nefsim kabanr. Şehvetim serkeşlik yapmaya yeltenir. Bunun için nefsime eti haram ettim» diye soran bir kişi hakkında nazil oldu.

Tefsir âlimlerinden" diğer bir gurubun görüşüne göre; âyetin bebi nüzulü, Resûlüllah'ın eshabmdan bir cemâattir. Onların araların­da Ebu-Bekr Sıddık, Hz. Ali, İbni Mesud. Abdullah bin Ömer, Ebu Zerel-Gifari, Salim Mevlâ Ebi Huzeyfe, Miktad bin Esved Selmani Farisi ve Ma'kil bin Mukarrin vardı. Bu zatlar Mez'un oğlu Hz. Osman'ın evinde bir araya geldiler. Bütün günleri oruçlu, bütün geceleri ibadet-li geçirip yataklarda yatmamaya, et yememeye, yağ yememeye, kadın­lara yaklaşmamaya, koku sürmemeye, yumuşak elbiseler giymemeye, dünyayı terketmeye yeryüzünde gezip ibadet etmeye inzivaya çekilme­ye ve tenasül uzuvlarını işlemez hale getirmeye dair sözleştiler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, bu âyeti celîleyi indirdi. Bu mânâda birçok hadis de varid olmuştur:

1) «Müslim, Enes'ten rivayet etti:

Eshab-ı Kiramdan bir gurub, Resulü Ekremin hanımlarından Pey­gamberinin gizli amellerini sordular. Bunun üzerine o gurubdan bir cemaat; «Ben artık kadınlarla evlenmeyeceğim» başka bir cemaat «Ben et yemeyeceğim», bazıları da «Ben yatakta yatmayacağını» dedi. Bu­nu işiten Resûlü-Ekrem, cemaatta kalkıp Allah'a hamd ve sena ettik­ten sonra buyurdu:

«Bazı kavimlere ne oluyor ki, şöyle şöyle demişlerdir. Fakat ben bazan ibadet eder, bazan uyurum, (bazen) oruç tutar, (bazan) ye­rim. Oruç tutarım, iftar ederim ve kadınlarla evlenirim. Kim ki, sünnetimden yüzünü çevirirse, o benden değildir.»

Hadisi Buhari de Enes'ten rivayet etti. Fakat Buhari'nin ibaresi şöyledir:

Üçlü bir gurub Peygamberin hanımlarına başvurdular. Pey­gamberin ibadetini sordular. Peygamberin ibadetleri söylendiği za­man, sanki Peygamberin ibadetini azımsayarak dediler:

«Biz nerede, Peygamber nerede? O Allah'ın Besûlü'dür, az ibadet etse de olur. Allah onun geçmiş ve gelecek günahını atfetmiştir.

Onlardan birisi:

«Bana gelince, artık dünyada yaşadığım son ana kadar bütün ge­ceyi namaz kılmakla geçireceğim» dedi.

Bir başkası:

«Bana gelince; bütün zamanı oruç tutacağım. İftar etmeyeceğim»

dedi.

Başka birisi:

«Bana gelince, ben kadınlardan uzaklaşacağım ve hiçbir zaman evlenmeyeceğim» dedi.

Bu hadiseden sonra evine gelen Resûlüllah'a haber verildi. Bunun üzerine Resûlüllah ashaba hitaben:

«Siz misiniz, şöyle şöyle diyenler? Dikkat edilsin! Allah'a yemin ederim ki, ben hepinizden daha fazla Allah'tan korkarım. Ve hepiniz­den daha fazla Allah'ın yasaklarından kaçınırım. Fakat ben oruç tu­tar, iftar ederim, namaz kılarım ve uyurum. Ve evlenirim. Kim ki sün­netimden yüz çevirirse, o benden değildir.» dedi.

2) Müslim ve Buharı ittifakla Sa'd bin Ebi Vakkas'tan   rivayet ettiler:

«Mez'un oğlu Osman (Resûlüllah'ın süt kardeşidir) tebettul (Yani halktan uzaklaşıp bir mağaraya kapanarak ibâdet) etmek iste­di Cenab-ı Peygamber onu böyle yapmaktan menetti. Eğer Resulü Ek­rem, Osman'a izin verseydi biz hepimiz yumurtalıklarımızı çıkaracak­tık.»

3) İmam Ahmed bin Hanbel, Müsnedin'de Ebi Ümame el-Bahilİ târikiyla şu hadisi rivayet ediyor:

Resûlüllah'ın beraberinde gazvelerinden (akınlarından) birine ka­tıldık. Kişilerden birisi içinde azıcık su bulunan bir mağara buldu. Nefsi, o mağarada durmasını o sudan istifadesini, mağaranın et­rafındaki bitkilerden gıdalanmasını böylece dünyadan uzaklaşmasını arzuladı. Kişi  kendi kendine «Keşke ben Resûlüllah'a varıp da bu durumu Resûlüllah'a söylemiş olsam! Eğer Peygamber bana izin verirse, yaparım, aksi takdirde yapmam, diye ilâve etti.»

Böylece Resûlüllah'a gelip sordu:

«Ey Allah'ın Resulü! Ben bir mağaranın yanından geçtim. Orada bana yetecek kadar su ve etraftaki baklagillerden yiyecekler vardır. Nefsim, bana orada durmamı ve dünyadan uzaklaşmamı arzuladı. (Ne buyurursun?)»

Resulü Ekrem, cevab olarak:

«Ben ne Yahudilik ne de Hıristiyanlık diniyle gönderildim. Ben apaçık ve bütün batıllardan uzak dinle gönderildim. Muhammed'in nefsini yed-i kudretinde tutan Allah'a yemim.ederim, Allah yolunda bir sabah veya bir akşam yürümek, dünyadan da dünya içinde bulunan herşeyden de daha hayırlıdır. Yine yemin-u-kasem ederim herhangi bi­rinizin (savaş) saf (in) da durması, altmış senelik namazından daha ha­yırlıdır.» buyurdu.

Bunun için âlimler; bu ve buna benzer âyetler ve bu âyetlerin mâ­nâsını takviye etmek için gelen hadisler, zahidlerden ifrata kaçanların aleyhinde oldukları gibi, sûfîlerden, tembellik eden ve iş-güç konusun­da dünyâ değmez gibi lâflar edip ifrata kaçanları da şiddetle reddedi­yorlar. Çünkü bu iki gurup ta bu âyetlerin çizmiş olduğu yoldan kay­mış ve hakikati bırakmış olurlar. Et Taberi:

«Hiçbir müslümana Allah'ın müminler için helâl kılmış olduğu ni­metlerden herhangi birisini nefsine haram etmek caiz değildir, di­yor.»  [80]

Ne helâl yemeklerden birisini, ne de helâl giymeklerden birisini, ne de evlenmelerden birisini nefsine yasaklamak caiz değildir. Bunları nefsine yasakladığı takdirde, haramların bir kısmını yapacağından korkuyorsa, o zaman haram işlemiş olur. Bunun için Resulü Ekrem, süt kardeşi Osman bin Mez'un'e tebettul'u yasaklamıştır. Böylece sabit oldu ki, Cenab-ı Hakkın kullan için helâl kıldığı herhangi bir şe­yi ibâdet maksadıyla terketmekte hiçbir fazilet yoktur. Fazilet ve hayr ancak Cenab-ı Hakkın kullarına «yapınız» dediğini ve Resûlüllah'ın yapmış ve ümmeti için sünnet kılmış olduğunu yapmaktadır. Ancak Peygamberin rahlei tedrisinde ders alan eshab-ı kiramın izinden git­mektedir. Çünkü hidayetlerin en hayırlısı Hz. Muhammed'in hidayeti­dir. O halde ketenli ve pamukluyu giymeye gücü yettiği halde, onları bırakıp kıldan ve sert yünden yapılmış elbiseleri giymek, etli yemekle­re gücü yettiği halde  şehveti kabartmasın ve kadınlara ihtiyacı ol­masın diye   kalorisiz ve katıksız yemekleri almakta hiçbir faide yok­tur.

Et Taberi:

Eğer birisi: «Sizin bu söylediklerinizin hilâfında hayır vardır ka­naatini taşıyorsa, sert elbiseler ve kıymetsiz yemekleri yemekte nefse meşakkat vermek vardır, nefse meşakkat vermek de iyidir. Bundan ar­ta kalan parayı da ihtiyaç sahihlerine sarfederiz» derse, yanlış bir ka­naate varmış olur. Çünkü insanoğluna en iyisi nefsini ıslah edip Rab-binin ibadetinde nefse yardım etmektir. Cisim için düşük yemekleri yemekten daha zararlı birşey yoktur. Aynı zamanda düşük yemekler aklın giderilmesine de sebsb olabilirler. Nefsin bütün cihazlarım zayıf düşürürler. Bu cihazlar da, nefsin Allah'ın ibadet ve taatine kuvvetli­ce girişmesi için hazırlanmışlardır, diyor  [81]

Bir kişi Hasan Basri'ye geldi ve şunu söyledi: «Benim bir komşum vardır, helvayı yemiyor.»

Hasani Basri:

«Niçin yemiyor?» diye sordu. Kişi:

«Diyor ki, ben onu yersem şükrünü edâ edemem.»

Hasan Basri:

«Acaba senin komşun soğuk su içer mi?»

Kişi: «Evet içer.»

Hasan Basri:

«O halde senin komşun cahildir. Çünkü Cenab-ı Hakkın soğuk su­daki nimeti helva yemekteki nimetinden daha fazladır.»  [82]

tbni Arabi:

Taberi'nin yukanda dediği, din hakim olduğu ve mal haramdan kazanılmadiğı bir devre için doğrudur. Halk katında dinin fesada uğ­radığı, haramın yeryüzünü kapladığı bir zamanda ise, TEBETTUL yap­mak ve lezzetleri terketmek daha evlâdır. Eğer helâl bulunursa, Pey­gamberin hali (evlenmek, yemek, içmek, uyumak, ibadet ve istirahat etmek) daha evlâ ve üstündür.

El Muallâ; «Resulü-Ekrem, kıyamet gününde ümmetlere karşı Ümmetinin çokluğu ile böbürlensin ve dünyada onlarla diğer kâfir gu-rublara karşı din müdafaa edilsin diye evlenmemeyi ve ruhbanlık ha­yatına kaymayı yasakladı. Son zamandaki DeccaTla çarpışabilmek için, çoğalsınlar diye bu durumu yasakladı. Yani Resulü Ekrem üm­metinin çoğalmasını istedi» diyor.  [83]

 

İslâmda Aşırılık Haram Mıdır?

 

(87) «Sakın hududu aşmayınız.» Yani hududu aşıp Allah'ın ha­ram ettiğini helâl etmeye kalkışmayınız. Ve Cenab-ı Hakkın ruhsatlı kılıp helâl beyan ettiğini de, haram kılmayınız. Yani iki tarafta da tefritten ve ifrattan kaçınınız demektir. Bu tefsir, Hasan Basri'dçn rivayet edilmiştir.

Bazı tefsircilere göre, «sakın hududu aşmayınız» cümlesi, «Allah'ın helâl ettiği temizini haram etmeyiniz» cümlesinin tekididir. Bu tevil, Es-Süddi, İkrime ve bazı âlimlerin tevilidir. Yani Cenab-ı Hakkın he­lâl ve meşru kıldığını, haram kılmaya kalkışmayınız, demektir. Fakat birinci tefsir, daha uygun ve daha evlâdır. Allah daha iyisini bilir.

Eğer müslüman, bir yemeği veya helâl bir meşrubatı veya cariye­sini nefsine haram ederse veya Allah'ın helâl kıldıklarından birisini nefsine yasaklarsa onunla kâfir olamaz ve herhangi bir keffaret ver­mesi de, gerekmez. Ancak ifratçı olur. Ama helâli haram veya haramı helâl bilse, o zaman dinden çıkar. Ancak cariyesini nefsine haram et­mekle onu azad etmeyi kastederse, cariyesi azad olmuş oluyor. Bu gö­rüş. İmam Malik'in görüşüdür.

Ebu Hanife: «Bir kimse, herhangi bir şeyi haram kılarsa, o şey ona haram olur. Buna rağmen onu yaparsa, Veya yerse keffaret lâzım-gelir» demiştir. [84]

 

Îslâmda Yemini Lağiv

 

Said bin Cübeyr, âyette bahsi geçen «yemini lağv, helâli haram kılmaktır» dedi. Bu görüş, İmam Şafii'nin de görüşüdür.[85]

 

Helâldan Ne Derece İstifade Edilir?

 

(88) «Allah'ın nzık olarak verdiğinden helâl ve temiz olarak ye-yiniz...»

Bu âyeti celîledeki «yemek», lezzetlenmekten kinayedir. Yani he­lâlden yeyiniz, içiniz, giyiniz, bininiz, ve helâlle yatağa giriniz v.s. de­mektir. Fakat yemek zikredilmiş, diğer fiiller zikredilmemiştir. Çün­kü insanoğlu için en büyük maksad, ve en güzel yararlanmak yemek­tir.

Lezzet veren diğer şeylerin şehvetine gelince; işte o, nesnelerden nefsin isteklerini verelim mi vermeyelim mi? Bu hususda değişik gö­rüşler vardır:

Bazıları «Nefsi, bu isteklerden uzaklaştırmak ve şehvetlerin peşine takılmaktan onu menetmek, daha uygundur. Ta ki, nefis, zelil olup dizginlenebilsin, sahibi onu zaptu-rapt altına almakta zahmet çekme­sin. Çünkü sahibi, onun her isteğini kendisine verirse, o zaman şeh­vetlerine esir olup onun gemi nefsin eline geçer ve nefse tâbi olur.» diyorlar.

Hikâye olunur ki, Ebu-Hâzim meyvelerin yamndan geçerken nef­si yemek istedi. O da nefsine:

«Sen bunları yeme, yerin cennettir.» Dedi.

Başka bir gurub âlimler, «Nefsi meşru isteklerine vardırmak daha uygundur ve daha evlâdır. Çünkü burada nefsin rahata kavuşması vardır. İradesini elde etmekle ibadete yönelişine dair neşesi vardır» demişler. Üçüncü bir gurub bu iki gurubun arasında ortanca bir yolu takib etmişler. «Böyle bir yolda gitmek daha evlâdır. Çünkü nefse ba-zan vermek bazan vermemek, hem nefsin alışmasına, hem de istek ve arzularını elde edip neşelenmesine vesile olur. Bu ise, herhangi bir ayıp ve özür almaksızın insaflı bir harekettir» demişlerdir. .[86]

 

Kefaret Yeminin Cezasını Kaldırır

 

(89) «Allah, sizi kasıtsız olarak ağzınızdan çıkan yeminlerinizden ötürü cezalandırmaz...»

Bu âyetin sebebi nüzulünde tefsirciler arasında ihtilâf vardır. îb-ni Abbas:

«Bunun sebebi nüzulü, helâl yemekler, helâl elbiseler, ve helâl ni­kahlan nefislerine haram eden bir guruptur. Bu gurub, bunları yap­mamaya yemin ettiler. Ne zaman ki, «Allah'ın size halâl kıldığı temiz şeyleri, haram etmeyiniz» âyeti nazil oldu, Peygamberden sordular:

«O halde biz yeminlerimizi ne yapacağız?»

Onlara cevab olarak bu âyeti celîle yemin keffaretini getirdi, di­yor. Bu tefsire binaen âyetin mânâsı şöyledir:

«Siz, bir yemin ettikten sonra onun ve keffaret vermek suretiyle hükmünü düşürürseniz, Cenab-ı Hak sizi o yemini ilga etmenizden ötürü cezalandırmaz. Ancak etmiş olduğunuz bir yeminin keffaretini vermeyerek aksini işlerseniz Allah sizi cezalandırır.»

Bu âyeti celîle ile anlaşıldı ki, yemin hiçbir şeyi daimi bir şekilde haram kılmaz. îmam Şafiî bu âyeti celîleye yapışarak:

«Yemin, helâli haram etmez. Helâli haram etmeye kalkışmak fu­zuli ve manasızdır. Nitekim haramı helâl etmeye kalkışmak ta fuzuli ve manasızdır. Meselâ: kişi «Ben kendime içki içmeyi haram baldım» demesi mânâsız ve lağivdir.»

Bazı tefsirciler, bu âyetin sebebi nüzulünü şöyle rivayet etmişler­dir:

Abdullah bin Revaha'mn yetim kalmış çocukları vardı. Bir de evinde bir misafir bulunuyordu. Gecenin geç saatinde işinden gelirken sordu:

«Siz, misafire yemek yedi idiniz mî?» «Hayır, seni bekledik!» cevabını alınca:

«Öyle ise, Allah'a yemin ederim ki, geceleyin yemek yemiyeceğim»

deyince, misafir:

«Ben de yemem.» Yetimler:

«Biz de yemeyiz» dediler. Abdullah bu durum karşısında, yemek yemeğe başladı. Misafir ve yetimler de beraber yediler. Sonra Resû-lüllah'a geldi ve yeminin durumunu sordu. Cenab-ı Peygamber:

«Sen, Rahmana itaat, şeytana da isyan etmişsin» dedi. Bunun üze­rine bu âyet nazil oldu. .[87]

 

Yeminler Kaç Kısımdır?

 

Şeriatta yeminler dört kısma ayrılır. İki kısmında keffaret var, ikisinde keffaret yoktur. Buna dair, Dârekutni, Sünen'inde, Alkame târikiyla Abdullah'dan şunu rivayet ediyor:

«Yeminler, dört tanedir. îkl yeminin keffaretlendirmesi vardır, iki­sinin de keffaretlendirilmesi yoktur. Keffaretlendirilen iki yemin, «filan ve filan işi yapmayacağım» diye yemin ettikten sonra o işi yapa­nın yeminiyle, «Vallahi filan ve filan işi yapacağım» diye yemin ettik­ten sonra yapmayanın yeminidir. İşte bunlar keffaretlendirilen yemin­lerdir.

Keffareti olmayan iki yemine gelince; yaptığı halde kişinin «Val­lahi ben filan ve filan işi yapmadım» demesiyle yapmadığı halde: «Val­lahi falan ve falan işi yaptım» demesidir. İşte bu iki kısımda kefaretsiz yemindir.»

İbni Abdulberr ve El Mervezi, Süfyan'dan rivayet ettiler:

Yeminler dört çeşittirler. İki çeşiti kafferatlendirilir. Onlar kişi­nin ! Allah'a yemin ederim, yapmam» demesine rağmen, yapması. Ve­ya «Allah'a yemin ederim, yapacağım» demesine rağmen yapmaması-dır. İki çeşit yemin de vardır, keffaretleri yoktur. O da, kişinin «Al­lah'a yemin ederim, ben yapmadım» demesidir. Halbuki yapmıştır. Ve­ya «Allah'a yemin ederim, ben yaptım» diyor. Halbuki yapmamıştır.

El Mervezi:

Süfyan'ın dediğine göre ilk iki yemine gelince âlimler arasında onların keffaretlendirilen yeminler olduğunda ihtilâf yoktur. Diğer iki yemine gelince, ehli ilim onlar hususunda ihtilâf etmişler. Eğer yemin eden «Falan işi yapmadığına» veya «Falan işi yaptığına» yemin eder ve gerçekten de doğru ve kendisini yemin ettiğinin üzerinde görürse, günahkâr olmaz. Keffareti de yoktur. Bu görüş, İmam Malik, Sevri, eshab-rey, İmam Ahmed ve Ebu Ubeyde'nin görüşüdür. İmam Şafiî, «Bu yemini yapan günahkâr olmaz, fakat keffareti vardır» demiştir. El Mervezi:

«İmam Şafiî'nin bu görüşü, kuvvetli değildir» dedi.

Eğer «şöyle şöyle yapmadım» diye yemin edip yalan söylerse, gü­nahkâr olur, fakat keffaret yoktur. Bu da bütün âlimlerin görüşüdür. Malik, Süfyan-ı Sevri, Eshab-ı Rey, Ahmed İbni Hanbel, Ebi Sevr ve Ebi Ubeyd böyle dediler, tmam Şafii «Keffaret verecektir» diyor. Ta­biin âlimlerinden bazıları da Şafiî'nin görüşü gibi görüşü belirtmişler­dir. El Mervezi: «Ben İmam Malik ile îmam Ahmed'in içtihadına mey­lediyorum» dedi.

lağiv (hükümsüz sayılan) yemine gelince, bütün âlimlerin itti­fakıyla o, kişinin ulu - orta: «Hayır, vallahi», «Evet, vallahi» de­mesidir. Bu tâbiri konuşma esnasında, yemini kastetmiyerek ağzın­dan kaçırıyor. îmam Şafiî:

«Bu, mücadele, öfke ve acelecilik anlarında söylenilen bir yemin­dir ve- lağivdir» dedi.

İmam Azam'a göre «yemini - lağiv, herhangi bir şeyin olduğunu zannederek yapılan yemindir. Sonra o, zannettiği gibi çıkmaz. Meselâ: Bir şeyi uzak zannediyor. Bunun için uzakdır diye yemin eder. Bilâ­hare bakılıyor ki, o, yakındır.   Böyle bir yeminde   muaheze yoktur.»

Yani ne günah, ne keffaret vardır.

yemîn-i gamus'a gelince, bu yemin, geçmiş veya hali hazırdaki bir emre dair bile bile, yalan olarak yapılan yemindir. Meselâ: kişi:

«Allah'a yemin ederim, ben şöyle yaptım» der. Oysa yapmamıştır. Veya «Allah'a yemin ederim, ben şöyle yapmadım» der, oysa yapmış­tır. Veya «Allah'a yemin ederim, falan adamın benim boynumda bor­cu yoktur.» diye yemin eder. Oysa biliyor ki, o adamın kendisinde bor­cu vardır. İşte bu yemin haram ve büyük günahlardandır. Zira Resulü Ekrem:

«Yalan olarak yemin eden bir kimseyi Allah cehenneme göndere­cektir ve böyle bir yeminin keffareti ancak tevbedir» buyurmuştur.

Yeminden sonra hemen keffaret verilirse, İmam Şafii'ye göre olur, Hanefilere göre, yemin bozulduktan sonra keffaret verilirse, mesuli­yet kalkar. Müslimin, Ebu Hureyre'den rivayet ettiği hadis:

«Kim ki, bir şey üzerine and içtikten sonra başkasının daha hayırlı olduğunu görürse, yemininin keffaretini versin, o hayırlı gördüğünü yapsın» hadisiyle îmam Şafiî istidlal etmiştir,

Hanefiler; «Ayeti celîlede yemin bozulduğu takdirde keffaretin va-cib olması tazammun edilmiştir, bozulmadan önce keffaret vacib de­ğildir, demişlerdir.» .[88]

 

Kefaret Ne Kadardır

 

Keffaret, ya aile efradımıza yedirdiğimiz yemeklerin ortancasın­dan on fakiri doyurmaktır. Bu keffaret olarak verilen ortanca yemek hususunda; İbni Humeyd, İbni Ömer'den, «Ortanca yemek, ekmekle hurma, veya ekmek ile zeytinyağı veya ekmek ile yağdır. En üstünü de, ekmek ile ettir.» diye rivayet etti.

İbni-Sirin, «Eshab-ı kiram, en üstünü, ekmek ile et, ortancası, ek­mek ile yağ, en düşüğü ekmek ile hurmadır diyorlardı.» diye rivayet etti. Keffaret olarak giydirilen kisveden maksad, bütün bedeni örten elbisedir. Bu görüş İmam Ebu-Hanife ile Ebu Yusuf'un görüşüdür. Bu iki zata göre iç gömlek kâfi değildir. Çünkü onu giyen örfen çıplak sa­yılır, îmam Muhammed'den rivayet edilene göre, kendisiyle namazın caiz olduğu bir elbisedir. Bu elbise, ortanca halli kimselerin giydiği el­biseden ve en azından üç ay istifade edilecek bir dayamklıkta olacak­tır.

İbni Abbas: «Ayetin İndiği günde bir aba kâfi gelirdi» diyor.

İbni Ömer, «Bir kain is (gömlek) veya bir abâ veya bir kisâ kâfi* dir» diyor.

Hasan Basri, «keffaret olarak verilen elbise iki beyaz elbisedir» di­yor.

îmamiyye mezhebine mensub olanlar Caferi Sadık'tan: «Bu keffa­ret elbisesi, her miskine iki elbisedir. Zaruret anında bir elbise de kâ­fi gelir» diye rivayet ederler.

Hanefilere göre; kendisine keffaret verilen fakir ya «murahik» (Buluğa - erginliğe yaklaşan). Veya murahikm üstünde baliğ olacak­tır. Murahikın altında küçük ise, âyetde bahsedilen keffareti ona ver­mek kâfi gelmez.»

Veya «keffaret olarak bir köle azad etmekdir» köleden maksad, bir insanın azad edilmesidir. İster kâfir olsun, ister müslüman... Fakat imam Şafiî'ye göre; azadedilen kölenin müslüman olması şarttır. îmam Şafiî burada mutlakı, kati (öldürmek), keffaretindeki mukayyed üze­rine hamlediyor. Çünkü orada (Rekebetün müminetün), yani mümin bir köle tabiri vardır. Hanefilere göre mutlakı mukayyedin üzerine hamletmek olamaz. Çünkü sebebler değişiktir (1). Ayetteki «ev» keli­mesi muhayyerlik ifade eder. Yani mükellef yeminin keffaretinde on fakiri yedirmek, veya onları giydirmek veya bir köle azad etmek ara­sında muhayyerdir. Yani bunların herhangi birisi kesin olarak tayin edilmemiştir. Hangisini tayin ederse, onu yapabilir. Vacib olan, Allah katında belli bulunandır. O da mükellefin yaptığıdır. Mükelleflere gö­re değişir.

Bazıları; «vacib olan bu üçten birisidir, o değişmez. Fakat başka­sı yapılırsa onunla da sakıt olur» dediler. Bunların kıymet ve sevab ba­kımından eşitsizliği muhayyerliği ortadan kaldıramaz. Çünkü bunun fazlalık ve eksikliği himmetlere veya sevabın fazlalığını kastetmeye bağlı birşeydir. Giydirmek, yedirmekten azad etmek de ikisinden da­ha büyüktür. Cenab-ı Hak kullarına kolaylaştırmak için evvelâ en ko­layı olan yedirmekle başlamıştır. Eğer hepsini birden yaparsa, yani hem giydirir, hem yedirir, hem de azad ederse, onların kıymet bakı­mından en yükseği hangisi ise, o keffaret yerine geçer. Öbürleri sevab bakımından fayda temin ederler. Hepsini terkederse, en az kıymetli-feriyle cezalandırılacaktır. Çünkü farz en azıyla da sakıt olur. Bu kef-faretlere gücü yetmeyen bir kimse üç gün oruç tutar. Keffareti budur. Süreklilik (peşi peşine tutmak) Hanefilere göre şarttır. Hayızla da ip­tal olunur. Fakat orucu bozma keffareti hayızla sürekliliği bozulmaz. İbni Abbas, Mücahid, Katade ve Nehai de, bu üç günün arka arkaya tutulmasının şart olduğunu söylemişlerdir.

îbni Merduveyh, İbni Abbas'tan rivayet ediyor: «Keffaretler âyeti nazil olduğu zaman Huzeyfe:

(lî Zira mutlak bir köleyi azad ediniz diyen ayette keffaret sebebi yemin­dir. Mümin bir köleyi azad etmeyi emreden ayette ise keffaret sebebi öldürmek­tir. Bkz. Medarik Cild: 2-339-Amire-lstanbul 1317

— Ey Allah'ın Resulü! Biz bunları yapmakta    muhayyer iniyiz?

diye sordu. Cenab-ı Peygamber:

«Sen muhayyersin. İstersen asad edersin, istersen giydirirsin, is­tersin yedirirsin. Kim ki, bun I an bulamazsa üç gün arka arkaya oruç tutar.»

İbni Ebi Şeybe, İbni Humeyd, İbni Cerir, Ebu-Davud «El Mesa-hif»ta, İbni-Munzir, hadisi tashih eden Hakim ve Beyhaki, Ubey bin Kâb'tan rivayet ettiler ki bu zat:

Ayetin sonunda (arka, arkaya gelen) mânâsını ifade eden «Mute-tabiatın» kelimesini ekliyordu.

Bunların çoğu,. aynı zamanda İbni Mes'ud'dan da bu hadisi ri­vayet ettiler. İbni Mes'ud da, bu âyeti Ubey bin Kâb gibi okuyordu.

Süfyan: «Rebiin Mushafma baktım, orada «kim ki, bu üçden hiç birini bulamazsa, onun keffareti üç gün arka arkaya oruç tutmaktır» mealinde bir ibare vardı» diyor.

İşte bütün bu rivayetler bir araya geldi mi, keffaret orucunun ar­ka arkaya tutulmasının şart olması ortaya çıkıyor. Fakat İmam Şafiî ayrı ayrı tutulmasını caiz görüyor. Hz. Osman'ın ana Mushafma mu­halif düşen şaz rivayetler ve diğer Mushaf nüshalarında bulunan faz­lalıklar hüccet olmasını geçerli saymıyor. Umulur ki, bundan başkası da İmam Şafiî katmda sabit olmamıştır. Onun için de görmemeyi «yoktur» diye ifade etmiştir.

Hanefilere göre, diğer keffaretlerden acizliği, oruç tuttuğu ilk günde mevcudsa kâfidir. Şafiî'lere göre, acizliğinin keffarete duçar ol­duğu andan itibaren orucu bitirinceye kadar devam etmesi lâzımdır.

Alimler keffareti gerektiren varlık konusunda ihtilâf etmişlerdir. Ebu Şeyh, Katade'den rivayet etti:

«Bir kişinin yanında elli dirhem varsa, o varlıklı sayılır. Yemin­de yedirmek keffareti ona farz olur. Elliden az ise o varlıklı sayılmaz, oruç tutabilir» demiştir.

Nehai'den rivayet ediliyor:

«Kişinin yanında yirmi dirhem varsa, keffaret için yedirecektir.»

Ebu-Hayyan, Şafiî, Ahmed ve Malik'ten rivayet ediyor:

«Bir insanın yanında nefsine ve nafakası   kendisine farz olanlara bîr günlük yedirecek, içirecek ve giydirecek kadar nafaka var ise, ona yemin keffaretinde yedirmek gerekiyor.»

Ebu Hanife'den rivayet ediliyor:

«Kimin yanında zekât nisabı kadar mal yok ise, o varlıklı sayıl­maz. Oruçla keffareti geçiştirir, dedi.» (89) «Yeminlerinizi koruyunuz...»

Bu âyetin tefsiri:

Yani keffaretlerini vermeyi gözetiniz. Yemini bozduğunuz zaman, keffaretlendirmek suretiyle mesuliyetten kendinizi kurtarınız. Veya bol bol, ulu-orta yeminler etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar az yemine gidiniz. Nitekim başka bir âyette Cenab-ı Hak:

«Sakın, Allah'ı yeminlerinize siper kılmayınız.» (El-Bakara: 224) buyurmuştur. Veya «yeminlerinizi koruyunuz» cümlesinin mânâsı: «Nasıl yemin ettiğinizi unutmayınız. Yeminlere önem veriniz» demek­tir. Fakat bu ikinci tefsir pek makbul bir tefsir olarak görülmemekte­dir. Çünkü yemini bozmak günahkârlık olamaz. Bozulduktan sonra keffaretlendirmemek günahkârlıktır. Zira Resulü Ekrem:

«Herhangi biriniz bir işe dair yemin ettiğinden sonra onun yap­masını yapmamasından daha hayırlı görürse, yeminini keffaretlendirsin, daha hayırlısını yapsın» buyurmuştur.

Cenab-ı Hak ta:

«Allah sizlere yeminlerinizin çözümünü farz kılmıştır» (Et-Tah-rim: 12) buyurdu. Bu âyet ve hadisle sabit oldu ki günah olmadıktan sonra yemini bozmak, yasak değildir. Öyleyse «yeminlerinizi koruyu­nuz» cümlesi, «yeminlerinizi bozmayınız» demek değildir. .[89]

 

Yemini Gamus

 

Yemini gamus hususunda acaba oluşan bir yemin midir değil mi­dir diye ihtilâf vardır:

Cumhura göre hile, aldatma ve yalan yeminidir.    Yemin olarak oluşmaz ve onda keffaret de yoktur. Ancak bu yemini eden, büyük gü­nahlardan birisini işlemiş oluyor.

îmam Şafiî, «Oluşan bir yemindir. Çünkü kalben yapılmış bir ye­mindir. Bir haberle aktedilmiş ve Allah'ın ismiyle beraber olan bir ye­mindir, onda keffaret vardır» diyor.

Sıhhatli görüş, cumhurun görüşüdür. Zira İbnul-Münzir, «Cum­hurun görüşü Malik bin Enes'in ve ona tabi olan Medine'lilerin görü­şüdür» diyor. El Evzai ve onunla uyum sağlayan Şam'lılar da bu görü­şe katılmışlardır. Bu, aynı zamanda Es-Sevrî'nin ve İrak'lıların da gö­rüşüdür. Ahmed, İshak, Ebu Sevr, Ebu Ubeyd, Muhaddis (hadisci)ler ve rey sahihleri de, buna katılmışlardır. Ebu Bekir Resûlüllah'ın «Bir şeyin üzerine yemin eden ondan daha hayırlısını gördüğünde, hayırlı­sını yapsın ve yemininin keffaretini versin» hadisi, «keffaretin gerekli olması, ancak o kişinin hakkındadır ki, gelecek fiillerden birisini işle­meye veya işlememeye dair yemin ediyor ve tersini işliyor» hükmüne delâlet eder Buharı Abdullah bin Âmr'dan rivayet ediyor:

«Resûlü-Ekrem'e bir göçebe geldi ve:

— Ey Allah'ın Resulü! Kebairler, (yani büyük günahlar) neler­dir?

Cenab-ı Peygamber: «Allah'a şirk koşmaktır.»

Soran: «Sonra ne?»

Resûlü-Ekrem;

«Anne ve babaya karşı isyan etmektir.»

Soran: «Sonra nedir?»

Resulü Ekrem:

«Yemini ğamustur.»

Ben sordum:

«Yemini ğamus ta nedir?» Cevap olarak:

«O yemindir ki, kişi onunla bir müslümanın malını elinden alıyor. Halbuki yalandan yemin ediyor.»

Müslim, Ebu Umame'den rivayet etti:

Resulü Ekrem (S.A.V.):

«Müslüman bir kişinin hakkını   yeminiyle alan bir kimseye, Ce­nab-ı Hak, ateşi vacib, cenneti de haram kılmıştır.» dedi.

Bir kişi:

Ey Allah'ın Resulü, az birşey olursa da böyle midir?   diye sordu.

Resûlüllah:

«Velevki Erak ağacından bir dalcık dahi olsa» cevabını verdi.

Abdullah bin Mes'ud'un hadisinden:

Allah'ın Resulü, (S.A.V.):

«Kim ki, zoraki (haksız olarak) bir işin üzerinde yemin edip müs-lüman bir kişinin malını o yemini ile elinden alırsa, ve aynı zamanda yemininde de yalancı ise, böyle bir kimse, Cenab-ı Hak kendisinden öfkeli olduğu halde Allah'ın huzuruna varır.»   [90] dedi.

Bunun üzerine:

«O kimseler ki Allah'ın ahdini ve yeminlerini az bir fiata satarlar, işte onlar âhirette hiç paylan yoktur.» (Âli-îmran: 177) âyeti nazil ol­du ve bu âyette keffaret zikredilmedi. Eğer bu kimseye keffaret vacib kılmsaydı bunun cürmi yani günahı düşerdi. Allah'ın huzuruna Allah kendisinden razı olduğu halde varırdı. Ve söylenen azaba müstahak olmazdı. Bu kişi, nasıl bu azaba müstahak olmayacaktır? Oysa bu ki­şi yalan ile başkasının malını helâl etmeyi bir araya getirmiştir. Allah ile yemin etmeyi hafife almıştır. Dünyayı büyütmüştür. Allah'ın ha­fife aldığını önemsemiş, Allah'ın büyüttüğünü de tahfif etmiştir. Bu onun azabına kâfidir. Bu tür yemine, daldırmak manâsına gelen   gamus  denmiştir. Çünkü o, sahibini ateşe daldırıyor. .[91]

 

Dikkat Edilecek Bir Nokta

 

Kendisiyle yemin edilen Allah'ın zatı ve Errahman, Errahim, Es-l   semi', el Alim, el Halim gibi en güzel olan isimleridir: Allah'ın en gü­zel ve en yüce isim ve sıfatlarıyla yemin edilir. Allah'ın izzetine, kudretine, ilmine, iradesine, kibriyasına, azametine, ahdine, misakma ye­min edilir. Zatî sıfatlarının diğerleriyle de yemin edilir. Çünkü bu ye­minler «mahlûk» olmayan «kadim»in zatı, sıfatları ve isimleriyle ye­min etmektir.

Tirmizi, Nesei ve başka muhaddisler rivayet ettiler: Cebrail (A.S.) cennete bakıp Allah'a (huzuruna)  döndüğünde şu­nu söyledi:

— Senin izzetine yemin ederim! «Cennetin (güzelliğini) herhan­gi bir kimse işitirse ona girecektir.» Yani onu elde etmeye çalışıp elde ettirecek amelleri yapacaktır.

Ateş hususunda da şöyle dedi:

«Senin izzetine yemin ederim. Bunu (ateşi) herhangi bir kimse işidirse ona girmez.» Yani girmemek için çabalar ve gereken ameller­de bulunur..

Yine Tirmizî ve Nesei İbni Ömer'den rivayet ettiler: «Allah Resulünün yemini «Hayır (veya evet) kalbleri evirip çevi­rene yemin ederim» şeklinde idi...»

Bir rivayette:

«Hayır, kalbi erde tasarruf edene yemin ederim»  idi.

Ehli ilim ittifak etmişlerdir ki, bir kimse «Vallahi» veya «Billahi» veya Tallahi» diye yemin ederse, ve yemininin hilafını yaparsa, onun boynuna keffaret lâzımdır. İbni Münzir, Malik Şafiî, Ebu Ubeyde, Ebu Sevr, İshak ve eshab-ı rey:

«Allah'ın isimlerinden birisiyle yemin eden yeminini bozarsa, onun boynuna keffaret vardır» dediler...

İmam Malik:

«Allah'ın hakkına, azametine, kudretine, ilmine, Allah'ın hayatına yemin etmek yemindir, keffaret gerektir» dedi.

İmam Şafiî:

«Allah'ın hakkına, celâline, azametine, kudretine yemin etmek — eğer yemini niyet ederse — yemin olur. Eğer niyet etmezse yemin olmaz» demiştir. Çünkü ibaresi başka tevilleri getirebilir. Allah'ın emanetine diye yemin etmek ise, İmam Şafiî'ye göre yemin değildir.

Allah'ın ömrüne (hayatına) yemin etmek, İmam Şafiî'ye göre ye­min değildir.

Eshabı reye göre, Allah'ın azametine, İzzetine, celâline, kibriyası­na ve emanetine yemin etmek, yemindir. Bozmak keffareti gerektirir.

El-Hasan, «Allah'ın hakkına diye yemin etmek, yemin değildir, keffareti de yoktur» demiştir. Ebu Hanife'nin de içtihadı budur. Er Razi; Ebu Hanife'den bunu hikâye etmektedir. Allah'ın andına, misa-kma, emanetine yemin etmek de yemin sayılmaz. Hanelilerden bazı­ları «Bunlar yemindir» demiştir. Et Tahavi, «yemin değildir» diye ıs­rar etmiştir. Ebu Hanife'ye göre Allah'ın ilmine yemin edilirse, yemin ol­maz. Ebu Yusuf'a göre yemin olur. Bak Fıkıh Kitablarına...

Resulü Ekrem yeminlerinde  ve eymillahî  tabirini kullan­mıştır. İshak, «Eğer bu ibareden yemin kastedilirse, yemin olur. Aksi takdirde olmazı» dedi.[92]

 

Kur'an'la Yemin Etmek

 

Kur'an ile yemin etmek hususunda âlimlerin ihtilâfı vardır. İbni Mesud:

«Kur'an ile yemin eden bir insan yemini bozarsa, her âyete karşı bir yemin etmiş sayılıyor» dedi. Hasan Basri ve İbni Mübarek de böyle söylediler. İmam Ahmed, «Bunu, defeden bir delili bilmiyorum» dedi.

Ebu Ubeyde «Bir tek yemin olur»» dedt.

Ebu Hanife, «Kur'an ile yemin edene keffaret düşmez» dedi.

Katade «Mushaf ile yemi nedilir» dedi.

Ahmed ve İshak, «Biz, bunu kerih görmüyoruz» dediler. .[93]

 

Allah'ın Zat Ve Sıfatından Başkasıyla Yemin Edîlmez

 

Allah'ın zatından, isim ve sıfatlarından başkasıyla yemin olmaz. «Oğlumun başına, oğlumun ölüsünü öpeyim, şu ekmek beni çarp­sın, şu camii hakkı için gibi yeminler, yemin değildir.»

Ahmed İbni Hanbel: «Resulü Ekrem'in zatıyla yemin ederse, ye­mini olur. Çünkü o öyle bir şeyle yemin etti ki, îman onsuz tamam ol­maz. Allah'la yemin ettiği zaman bozarsa nasıl keffaret gerekiyorsa, bu yeminin keffaretlendirmesi de lâzımdır» dedi. Fakat İmam Han-bel'in bu görüşünü Müslim ve Buharî'de ve başka sahih kitablarda sa­bit olan şu gelecek hadis reddetmektedir.

Resûl-ü Ekrem, bir kervanın içinde bulunan Hz. Ömer'e yetişti. Ömer babasıyla yemin ederdi. Bunun üzerine Resulü Ekrem onları ça­ğırıp;

«Dikkat edilsin! Şüphesiz ki, Cenab-ı Hak, babalarınızla yemin et­menizi yasaklamıştır. Kim ki, yemin ederse, Allah ile yemin etsin veya sussun.» dedi...

Resûlüllah'ın bu hadisi, «Allah'tan ve onun isim ve sıfatlarından başka hiçbir şeyle yemin edilmez» kaidesini getiriyor.

îmam-ı Hanbel'in bu görüşünü tenkid eden hadislerden birisi de, Ebu Davud, En Nesai ve başkalarının Ebu Hureyre'den rivayet ettikle­ri şu hadistir:

«Sakın ha! Aba ve ecdadınızla, anne ve ninelerinizle yemin etme­yiniz. Allah'a (haşa) ortak koşulanlarla da yemin etmeyiniz. Sakın ha! Allah'tan başkasıyla yemin etmeyiniz. Sakın ha! Ancak doğru ise­niz Allah ile yemin ediniz.»

Sonra İmam Ahmed'in aleyhinde şu söz de delildir:

«Kim ki, Adem'e ve İbrahim'e yemin ederse, onun boynunda kef­faret yok. Oysa o öyle bir şeyle yemin etmiş oluyor ki, onu tasdik et­mekle ancak îman tamam oluyor.»

Müslim'in Ebu Hureyre'den gelen lafzında imamlar rivayet ediyor­lar ki, Resulü Ekrem:

«Sizden herhangi bir kimse yemin ederken Lât'a yemin ederim derse, arkasından lâilâheillallah desin. Kim ki arkadaşına, «gel senin­le kumar oynayalım» derse sadaka versin.» buyurmuştur.

Nesei, Mus'ab bin Saad'dan, o da babasından rivayet etti.

«Biz (ashablar), bir durumu müzakere ediyorduk. Ben daha yeni nıüslüman olmuştum. Lât ve Uzza'ya yemin ettim. Resûlüllah'ın esha-bından bazıları bana dediler ki:

«Sen çok kötü birşey söyledin.»

Bunun üzerine Resûlüllah'a vardım. Hadiseyi ona arzettim. Bu­yurdular:

«Lâilâheillallah de! Allah'tan başka Allah yok. Allah birdir. Onun ortağı yok. Mülk onundur. Hamd onundur. O herseye kadirdir, de ve sol tarafına üç defa tü, de ve Cenab-ı Hakka şeytandan sığın ve bir da­ha bu söze dönüş yapma!»

Alimler, «Allah'ın Resulü bu sözü söyleyene, hemen bu sözün ar­kasından lâilâheillallah demeyi emretmiş ki, bu ona keffaret olsun ve gafletten onu kurtarıp Allah'ı ve nimeti tamam etmek için hatırlat­sın» dediler.

Hadiste «LAT» kelimesi be tahsis zikredilmiştir. Çünkü o zaman dillerde en fazla o vardı. Yoksa diğer bâtıl mabudlann isimleri de onun gibidir. Çünkü aralarında fark yoktur.

Ebu Hanife «O, Yahudi olsun, yahut Hristiyan olsun veya İslâm'­dan çıkmışım veya Peygamberden veya Kur'an'dan uzak olmuş olsun veya Allah'a şirk koşmuş olsun veya Allah'ı inkâr etmiş olsun diye ye­min eden bir kimsenin sözü hakkında: Bu yemindir ve bu yeminde kef­faret vardır. Fakat bir kimse Yahudiliğe yemin ederim, Hristiyanhğa yemin ederim, Peygambere yemin ederim, Kâ'be'ye yemin ederim dese keffaret burada lâzım gelmez» demiştir. Delili de Dârekutni'nin Ebu Rafi'den rivayet ettiği hadistir. Ebu Rafi'nin mevlati (yani azad edil­miş cariyesi veya kendisini azad eden kadın) Ebu Rafi ile hanımını ayırd etmek isterdi. Ve bunun üzerine şöyle yemin etti:

«O hanım (yani kendi nefsini kastediyor) bir gün Yahudi bir gün hıristiyan olsun. Bütün köleleri azad olsun. Bütün malı Allah yolunda sarfedilsin. Ve Kabe'ye yürüyerek gitmek kendisine nezr olsun, eğer Ebu Rafi ile hanımım ayırmazsa...»

Bu yeminden sonra gelip Hz. Aişe, Hz. Hafsa, İbni Ömer, İbnt Ab-bas ve Ümmü Seleme'den meselesini sordu. Hepsi ona:

Sen ister misin ki, Harut ve Marut gibi olasın? dediler ve kendisi-

ne yemininin keffaretini vermesini,   Ebu Rafi ile hanımını rahat bı­rakmasını emrettiler.[94]

Yine Ebu Rafi'den rivayet ediliyor:

  Mevlatim bana hitaben:

«Yemin ederim, seninle karının arasını ayıracağım. Bunu yap­mazsam bütün malım Kabe'nin Ritacında  [95] olsun. Bir gün Yahudi, bir gün Hıristiyan ve bir gün Ateşperest olayım, seninle karının arası­nı muhakkak ayırırım» dedi.

İbni Raü diyor ki:

  Bunun üzerine, mü'minlerin annesi  Ümmü Seleme'ye gittim. Mevlatim'ın benimle karımı ayırmak istediğini söyledim.

Ümmü Seleme:

«Mevlâtin'a git ve kendisine söyle! Böyle yapmak kendisi için he­lâl değildir.

Mevlâtım'a varmazdan önce İbni Ömer'e varıp ona haberi ilettim. İbni Ömer kapıya kadar geldi. Ve buyurdu: «Burada Harut ve Marut mu vardır?»

Mevlatim:

«Ben bütün malımı Kâ'be'nin Ritac'ma nezrederek yemin ettim. (Yani bu işi yapacağım demek istedim» deyince İbni Ömer:

«Öyleyse neden o maldan yiyorsun?»

Mevlatim;

«Ben bir gün Yahudi, bir gün Hıristiyan, bir gün Mecûsî olayım diye yemin ettim» dedi. İbni Ömer:

«Eğer Yahudi veya Hıristiyan veya Mecûsî olursan öldürülürsün.»

Mevlatim:

«O halde bana ne emrediyorsun?» diye sordu. İbni Ömer:

«Yeminini keffaretlendirecek, köleler ve cariyelerini bir araya ge­tireceksin.» dedi.

Bir insan, başka birisine  «Allah adına sana yemin verdiriyorum ki, filân işi ille yapacaksın» dese ve bu sözü ile ondan istemek arzu­sunda ise keffaret olmadığı gibi, yemin de olmaz. Eğer bu sözüyle ye­min etmek istiyor ve karşısındaki adam da işi yapmazsa, kendisine keffaret düşer.

Bir insan «Allah'ın yaratmış olduğuna, Allah'ın rızık olarak ver­diğine ve Allah'ın evine yemin ederim» dese bir şey lâzım gelmez. Çün­kü bunlar, caiz olmayan yemin çeşididirler. Ancak Allah'tan başkasıy­la yemin etmiş olur. Tevbe ve istiğfar etmesi gerekiyor. .[96]

 

Mühim Bîr Konu

 

Müslim, Ebu Hureyre'den rivayet etti. Resulü Ekrem: «Yemin, and veren kişinin niyeti üzerindedir.» dedi.

Alimler, bu hadisin izahında (Herhangi bir hususda bir kimse­ye yemin gerektiğinde, o da, başka bir şeyi niyet ederek yemin ederse, onun niyeti hiçbir faide vermez. O niyetle günahtan kurtulamaz. Ni­tekim Cenab-ı Peygamber başka bir hadiste:

«Yeminin, arkadaşının seni tasdik ettiği nokta üzerindedir.»

îmam Malik, «Bir hak hususunda istekli olan bir kimseyi tatmin etmek için yemin eden bir insan, yemininde istisna yaparsa, dilini ve­ya dudaklarını kıpırdatırsa, veya o istisnayı telâffuz ederse, bu ona faide vermez. Çünkü kimin tatmin edilmesi için yemin ediliyorsa, o kimsenin niyeti mu'teberdîr. Çünkü yemin verdirmek onun hakkıdır. O neyi kastediyorsa, yemin ona göre olmuştur. Yemin edenin seçene­ğine bırakılmış değildir. Çünkü ondan hak alınır, öbürüsüne verilir. Yani yeminde hile faide getirmediği gibi, mânevi mesuliyetten de in­sanı kurtaramaz» dedi. .[97]

 

Yemin Keffareti Kime Gerektir?

 

Yemin kefareti, hür ve müslüman olan bir kişinin boynuna ge­rekli olan keffarettir. Köleler ise sadece oruç keffareti ile mükelleftir­ler. Bu, Sevri, Şafiî ve eshab-ı reyin görüşüdür. İmam Malik'ten bu hususta değişik görüşler rivayet edilmiştir.

Tabiinden bazıları «yeminin keffareti, terkedilmesine dair yemin ettiği fiili işlemektir» der. İbni Mace, Sünen'inde buna bir bölüm aça­rak, «yeminin keffareti, onun terkidir, diyenin konusu» dedi.

Ali bin Muhammed bize, Âmre atrikiyle Hz. Aişe'den rivayet etti: Resulü Ekrem:

«Sılayı rahmi kesmek hususunda veya kesilmesi münasib olma­yan bir hususta yemin eden bir kimsenin keffareti o yemini kesmek, ve onu sonuna kadar götürmemektir.» dedi.

Başka bir hadiste:

«Herhangi bir şeye dair yemin eden bir kimse, o şeyin gayrisini hayırlı gördüğünde onu terketsin. Onu terketmek, yemininin keffareti-dir» buyrulmuştur.

Bu görüş, aynı zamanda Hz. Ebu Bekr Sıddik'ın kıssasıyla da tak­viye edilmektedir. Çünkü Ebu Bekir (R.A.) yemek yememeye yemin etti. Hanımı da yemin etti ki, sen yemeğini yiyinceye kadar ben de ye­mem. Misafiri veya misafirleri de o yemedikçe yememeye yemin etti­ler. Bunun üzerine Ebu Bekir Sıddik (R.A.):

— Bu yemin şeytandan idi! buyurduktan sonra yemek istedi ve yedi. Böylece Öbürleri de yediler.»

Hadisi Buharî ve Müslim rivayet ediyorlar. Müslim'in rivayetine göre sabah olduğu zaman Peygamber'e vardı:

«Ey Allah'ın Resulü! Onlar yeminlerinde doğruya vardılar, ben de keffarete çarpıldım» deyip Resûlüllah'a hadiseyi zikretti. Resulü Ek­rem:

«Hayır! Sen onlardan daha hayır sahibisin ve hayırlısın» buyur­du. Ve ravi diyor ki burada keffaret vardır, diye bir şey bizim kulağı­mıza gelmemiştir.

Allah'tan başkasıyla yemin etmekte keffaret var mı veya yok mu­dur konusunda ihtilâf vardır:

Malik, «kim ki, malının sadakasiyla yemin ederse, keffaret olarak malının üçte birisini verecektir» demiştir.

Şafiî «Sadece bir yemin keffareti verecektim demiştir. İshak ve Ebu Sevr de Şafiî gibi söylemişlerdir.

Hz. Ömer, ve Hz. Aişe'den de bu, rivayet edilmiştir. Sabi, Ata ve Tavus, «Hiçbir şey lâzım gelmez» demişlerdir.

Mekke'ye yürüyerek gitmeye dair yemin etmek ise, Malik ve Ebu Hanife'ye göre, bu yeminin yerine getirilmesi lâzımdır. İmam Şa­fiî, îmam Ahmed ve Ebu Sevr'e göre, bir yemin keffareti vermek su­retiyle bu işten kurtulur.

İbni Müseyyib ve Kasım bin Muhammed «Hiçbir şey lâzım gel­mez» demişlerdir.

İbni Abdulberr «Medine'de bulunan ilim ehlinin çoğu; Kabe'ye yürüyerek gitmek hususunda yemin etmekte, Allah'la yemin etmenin keffareti gibi bir keffareti gerektirir» demişlerdir. Bu, eshabı kiram ve tabiînden olan bir cemaatın sözü olduğu gibi Fâkihlerin cumhurunun da sözüdür. İbni Kasım, cğlu Abdussamed'e b ufetvayı vererek: «Bu Leys bin Sad'ın sözüdür» demiştir. Fakat İbni Kasım'dan nakledilen meşhur fetvaya göre; «Kabe'ye yürüyerek gitmek hususunda yemin eden bir kimseye  eğer gücü buna yetiyorsa  keffaret yoktur.» Bu, aynı zamanda İmam Malik'in de içtihadıdır. [98]

 

Meal

 

(90) Ey Allah'a îman edenler! îçki, kumar, (ibâdet için) diki­len taşlar ve kısmet okları pistirler. Şeytanın işlerindendirler. Bahsi geçenden sakınınız. Umulur ki felah bulursunuz.»

(91) Şeytan, ancak içki ve kumarda aranıza düşmanlık ve kin düşürmek istiyor. Sizi Allah'ın zikrinden ve namazdan alıkoymak is­tiyor.   Acaba siz vazgeçecek misiniz?»

92) Allah'a itaat ediniz. Peygambere de itaat ediniz. Onların muhalefetinden sakınınız. Eğer yüz çevirirseniz hemen bilmiş olunuz ki, peygamberimizin (boynundaki) vazifesi ancak açık tarzda tebliğ etmektir.»

(93) İman edip salih amel işleyenlere, (daha önce) yediklerin­den ötürü bir beis, (sorumluluk) yoktur. Haramdan sakındıkları, iman edip salih amelde bulunduktan, sonra sakındıkları ve iman ettikleri sonra sakınıp iyilik yaptıkları zaman (bu, böyledir) Allah iyilik yapan­ları sever.»

(94) Ey iman edenler! Yemin olsun ki, Allah, gaibte kendisin­den kimin korktuğunu bilmek için elleriniz ve mızraklarınızla avlaya­bileceğiniz az bir avla sizi deneyecektir. Artık kim bundan sonra had­di aşarsa, onun için acıklı bir azab vardır.»

(95) Ey îman edenler! Siz ihramda iken avı öldürmeyiniz. Siz­lerden avı kasten öldürenin cezası (evcil hayvanlardan) onun bir ben­zeri (dengi) dir. Kabe'ye ulaşmış bir kurbanlık olarak bu cezayı siz­den olan iki adaletli kişi hükm(edip tayin) edecektir. Veya (cezası) fakirlere yedirmek suretiyle kefaret vermektir. Veya onun dengi oruç­tur. Yaptığının ağırlığını tatsın diye, bu kefaret gerekli kılınmıştır. Al­lah daha önce olmuşu affetmiştir. Kim ki, bu işi yapmaya dönerse, Al­lah ondan intikam alacaktır. Allah azizdir, (galibtir) ve intikam sahi­bidir.»[99]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(90) «Ey iman edenler! Jçki, kumar, (ibâdet için) dikili taşlar, ri­sale okları ancak pistirler. Şeytanın amelindendirler. Onlardan sakını­nız. Umulur ki felaha kavuşursunuz...»

Bu âyeti celîlenin sebebi nüzulünde ihtilâf vardır: Ebu Meysere'-nin rivayetine göre Hz. Ömer elini kaldırdı:

«Ey Allah'ım! İçki ve kumar hakkında bize şifa verici bir açıkla­ma yap!» diye dua etti. Bunun üzerine «El-Bakara» sûresinde geçen:

«Senden içkiden ve kumardan soracaklar. De ki, onlarda büyük bir günah vardır.»

âyetini indirdi. Hz. Ömer, Resûlüllah'm huzuruna çağrıldı ve bu âyet ona okundu. Yine Hz. Ömer:

«Ey Allah'ım! İçki ve kumar hakkında şifa verici bir açıklama bize yap!»

diye duâ etti. Bu sefer «En-Nisa» süresindeki âyet nazil oldu:

«Ey îman edenler! Sakın sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaş­mayınız.»

Hz. Ömer huzura davet edildi. Ona bu âyet okundu. Hz. Ömer eli­ni kaldırdı:

«Ey Allah'ım! İçki ve kumar hakkında bize açıklayıcı ve şifâ verici bir hüküm beyan et» diye duâ etti. Bunun üzerine «El Maide» süresin­deki bu âyet nazil oldu. Resulü Ekrem âyeti okuyup:

«Acaba siz artık bu işten vaz geçecek misiniz?» cümlesine gelince,

Ömer:

«Biz vaz geçtik, vaz geçtik!» dedi. Hadisi Tirmizi, Ebu Davud ve

Nesei rivayet etmişlerdir

iv Mus'ab bin Said babasından rivayet ediyor.

«Ensardan birisi hazırlık yaptı ve bizi yemeğe çağırdı. İçki daha haram olmadığı için içtik. Fazla kaçırdığımızdan sarhoş olduk. Ensar-lılarla Kureyşliler birbirlerine karşı şovlarıyla böbürlenmeye, ve iftihar etmeye başladılar. Şiir söylediler. Ensar:

«Biz, sizden daha üstünüz!» dediler. Saad bin Ebi Vakkas: «Muhacirler, sizden daha hayırlıdır» diye cevab verdi. Ensardan bir kişi, devenin çene kemiğini aldı, onunla Sa'd'ın   burnuna vurarak Saad'ın burnunu yaraladı. Saad Resûlüllah'a geldi. Hadiseyi Resûlül-lah'a anlattı. Bunun üzerine bu âyeti celîle nazil oldu.

İbni Abbas:

— İççkinin haram olması, Ensar kabilelerinden iki kişi hakkında nazil oldu. Bunlar sarhoş oluncaya kadar içtiler. Birbirleriyle şakalaş-tılar. Ayılınca kişi yüzünde yara ve bereler gördüğünde «Filan karde­şim bu yara ve bereleri bende oluşturdu» diyordu. Çünkü hepsi kar­deştiler. Kalblerinde kin ve buğz yoktu. Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyette içkinin kesinlikle haram olduğunun hükmünü indirdi.

Bu âyeti celîlede, Cenab-ı Hak, bir dizi tekidleri arka arkaya, dize­rek zikretti. Evvelâ  İnnema kelimesini kullandı. Sonra  en-sab   ve   ezlam   tâbirlerini bir araya getirdi. Sonra «ricıs», (necis) tâbirini kullandı. Sonra «Şeytan, içki ve kumar hususunda si­zin aranıza düşmanlık ve buğzu ilka etmek istiyor» cümlesini getirdi. Hemen peşinde: «Sizi Allah'ın zikrinden ve namazdan menetmek isti­yor» cümlesini zikir etti. Sonra: «Acaba artık, buna nihayet vermiye-cek misiniz?» sorusunu sordu. Bunun nedeni şudur: Eshab-ı kiram, El-Bakara sûresi nazil olduktan sonra, içkinin haram edilmesi konusun­da mütereddit idiler. Bunun için Hz. Ömer:

«Ey Allah'ım! Bu hususta bize şifa verici bir açıklama getir» diye dua etti. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu. Hz. Ömer «siz artık buna son vermeyecek misiniz» cümlesini dinlediği zaman «Ey Rabbim! Biz son verdik» dedi.

Abd bin Humeyd, Ata'dah rivayet etti:

((İçkinin haramlığı hususunda ilk inen âyet «Senden içki ve ku­man sorarlar» (El-Bakara: 219) âyetidir. Bazı insanlar, bu âyetten sonra:

«Biz, içki içeceğiz. Çünkü orada bizim menfaatlanmız vardır» dediler. Bazıları:

«Onun hiçbir şeyinde hayır yok. Hepsi günahtır» dedi. Sonra:

«Ey îman edenler! Sakın sarhoş olduğunuz   zaman namaza yaklaşmaym» (En-Nisa: 43) âyeti indi. Bu âyettsn sonra bazı kimseler: «Biz içer, evimizde otururuz, ayıldıktan sonra namaza gideriz» dediler. Bazıları: «Müslümanlarla beraber namaz kılmamıza mani olan bir şeyde hayır yoktur, öyleyse içmeyeceğiz» dediler. Bunun üzerins bu âyeti celîle nazil oldu. Ve hepsi içki içmekten vazgeçti.

Katade'den rivayet edilmiştir:

Bize denildi ki, bu âyeti celîle nazil olduğu zaman Resulü Ekrem buyurdu:

«Şüphesiz ki, Allah içkiyi haram    kıldı.    Kimin yanında içkiden

birşey var ise, sakın onu içmesin ve satmasın.»

Müslümanlar, uzun bir zaman Medine'nin yollarına ve sokakları­na dökülen içkinin kokusunu duyar ve rahatsız olurlardı.

Rebi'den rivayet edilmiştir. «EI-Bakara» âyeti    nazil olduğu za­man, Resul-ü Ekrem:

«Şüphesiz Rabbimiz içkinin haram olması hususunda ilerleyecek­tir.» dedi.

Sonra «En-Nisa» sûresi nazil olduğu zaman buyurdu:

Sonra «El-Maide» sûresi nazil oldu ve içki tamamen haram edildi. [100]

 

Satranç Kumardan Mı?

 

Hz. Ali (Kerremellahu vechehu)'den varid olduğuna göre «sat­ranç kumardandır» demiştir.

îbni Ebi Hatim, Ata, Mücahid, Tavus ve Süfyan'dan rivayet edil­diğine göre, kumarın her çeşidi —MEYSİR — kelimesine dahil olur. Çocukların cevizle oynamasıdahi ona dahildir» buyurmuşlardır.

Raşid bin Saad ve Dumre bin Habib «Aşıklar, cevizler, ve yumur­talar «Meysir»e dahildir ve kumar çeşitlerindendir» dediler.

Musa bin Akabe, İbni Ömer târikıyla; «Meysir» kumar demektir, dedi.

Dahak, îbni Abbas'tan:

«Meysir kumarın ta kendisidir» dedi.

İslâm gelmezden önce cahiliyet döneminde kumar oynuyorlardı. Cenab-ı Hak İslâm'ı göndermek suretiyle bu çirkin ahlâktan insanları menetti.

Malik, Davud bin Husayn'dan rivayet ediyor. Said bin Museyyeb'-den dinledi:

«Cahiliyet dönemindeki «Meysir» (kumar), eti, bir veya iki canlı koyunla değiştirmekti.»

Zuhri, Amaş'tan rivayet etti:

«Meysir, oklarla mal ve meyveler üzerine vurmak yani oklarla tak­sim etmektir.»

Kasım bin Muhammed b. Ebi-Bekr es-Sıddik (R.A.):

«Allah'ın zikrinden insanı meşgul eden, namazdan alıkoyan her-şey Mevsimdendir, buyurdu.»

İbni Ebi-Hâtim, Ebi-Ümarne ve Ebu Musa el-Eşari târikıyla gelen bir hadiste ResûlüUah'm şöyle söylediğini rivayet ediyor:

«Şu noktalandın!iniş (nişanlandırılmış) dörtgenlerden sakınınız, çünkü onlar kumardandır.»

Hadisde bahsedilen «Dörtgenlerden» tavla zarları kastedilebilinir. Zira tavlanın hakkında Sahihi Müslimde, Bureyde bin Huseybil-Esle-mi tarikiyle şu hadis nakledilmiştir:

«Nerdeşir (tavla) ile oynayan bir kimse, sanki elini domuzun et ve kanına bulaştınnıştır.»

Malik'in Muvatta'ında, İmam Ahmed'in Müsned'inde, Ebu-Davud ve îbni Mace'nin Sünen'inde Ebu-Musa El-Eşari'den gelen bir hadiste Resûlüllah şunu söylüyor:

«Kim ki, Nard ile oynarsa, o, Allaha ve Resulüne isyan etmiştir.»

îmam Ahmed, Abdurrahman tarikiyle rivayet ediyor:

Ben babamdan O da Resûlüllah'dan dinledi:

«Nerd ile oynadıktan sonra kalkıp namaz kılanın meselesi, İrin ve domuz kanıyla abdest aldıktan sonra kalkıp namaz kılanın meselesine benzer.» [101]

Satranca gelince, Abdullah bin Ömer: «O, Nerdden daha kötüdür» demiştir. Daha önce de İbni Kesir «onu Mey şirden, (kumardan) say­dık» diyor

İmam Malik, Ebu Hanife ve İmam Ahmed, satranç oynamanın ha­ram olduğunu kesinlikle belirttiler. İmam Şafiî ise «Satranç oynamak mekruhtur» dedi. Eğer satranç oyununa dalıp namaz vakitlerini ka-çınrsa, veya satranç üzerinde yalan yemin söylerse o zaman Şafiîlere göre de haram olur.

Ayette bahsi geçen «ensab» Nusub (veya Nusb) un çoğuludur. îbni Abbas, Mücahid Ata, Said bin Cübeyr ve Hasan, «Ensab, Kabe'­nin etrafında dikilmiş taşlardır. Müşrikler kurbanlarını o taşların ya­nında keserlerdi. «ezlamna gelince, kısmet aramada kullanılan ok­lardır.» dediler. Hadisi, İbni Ebi-Hâtim rivayet etmiştir. [102]

 

Mühim Bir Konu

 

Acaba bu âyeti celîle nazil olmazdan önce içki içmsk ashab-ı ki­rama (müslümanlara) caiz miydi? Hadisler, bunun cevazına delâlet ederler. «Sarhoş olduğunuz zaman namaza yaklaşmayınız» (En-Nisa: 43) âyeti de buna delâlet eder. Fakat «Sarhoş edecek kadar içmek» ca­iz miydi? Hz. Hamza'nın hadisi bunun da o zaman caiz olduğuna de­lâlet eder. Hz. Hamza (R.A.) ( yeğeni Hz. Ali'nin devesinin bodurlarını yırttı. Ve hörgücünü parçaladı. Hz.isânına yakışmayan ve hürmetine ters düşen sözler sudur etti. Peygambere karşı her müminin boynuna farz olan, adete muhalif söz­ler çıktı. Bu sözleri, Hz. Hamza'nın sarhoşluk verici içki ile aklının gittiğine delâlet ediyordu. Bunun için Resûl-ü Ekrem onun sarhoşlu­ğunu anladı. Sonra Cenab-ı Peygamber ne o sarhoşluk halinde, ne de

ondan sonra Hz. Hamza'yı bu sözlerinden dolayı kınamadı. Bilakis Hz. Hamza, Cenab-ı Peygambere:

«Siz ancak benim babamın köleleri idiniz» dediğinde Resûl-ü Ek­rem, arkasını dönerek evini terketti.

Bu görüş, usul âlimlerinin görüşüne ters düşer. Onlar «Sarhoşluk her şeriatta haram idi. Çünkü şeriatlar kulların maslahatları içindir. Onların zararı için değildir. Maslahatların aslı akıldır. Mefsedetlerin aslının da aklın gitmesidir. Öyleyse her şeriatta aklı giderici ve karıştırıcı şeylerden menetmek vacibtir. Ancak muhtemeldir ki, Hz. Hamza'nın hadisi şöyle yorumlanabilsin: Hz. Hamza içmekle sarhoş­luğu kastetmemiştir. Fakat süratle içtiğinden dolayı sarhoşluk kendi­sinde oluşmuştur. Allah hakikati daha iyi bilir» diyorlar. [103]

İbn-i Abbas (R.A.):

«ricis» Allah'ın gazabı ve öfkesidir. Bazan pis kokan nesneler ve insan dışkısına da rics denilir. Bütün kirlilikler ricstir. «rîciz» ise azabtır. «reks» ise, ancak insanoğlunun dışkısına denir. Rics ise, bü­tün bu mânâlara gelir.

«Şeytanın amelindendir» cümlesinin mânâsı: Şeytan, insanoğlunu ona teşvik ediyor. Onu insanoğluna, süslü-püslü gösteriyor demektir.

Bazı tefsir âlimleri de; ilk içki içen ve kumar oynayan Şeytandır. Başlatan o, olduğundan dolayı kim bu işlerde bulunursa, onun ame­lini işlemiş olur demektir, dediler.

«Ondan sakınınız.» Yani onu nefsinizden uzaklaştırınız ve bir ke­nara itiniz.

Alimler arasında, El-Maide sûresinin, içkinin haram olduğunu getirdiğinde ve hicretten sonraki dönemde en son nazil olan sûre ol­duğunda ihtilâf yoktur. Bu sûre mundar, kan ve domuz etinin haram olmasını getirdi. İçki hususunda, Cenab-ı Hak, hem nehyi, hem de menetmeyi getirdi. Bu, haramin en korkunç ve en tehlikeli kısmı olu­yor. İbni Abbas'ın rivayetine göre, içkinin haram olması nazil olduğu zaman, Resûlüllah'ın sahabileri birbirlerine vardılar: «İçki haram oldu ve şirke denk kılındı. Yani şirkten olan dikili taşlar yanında kesi­len kurbanlarla beraber aynı âyette zikredildi» dediler.

Cenab-ı Hak, bunları haram ilân ettikten sonra, «Bunlardan sakı­nınız» deyip, «umulur ki, kurtulursunuz, felaha kavuşursunuz» cüm­lesini eklemek suretiyle kurtuluşu bu emre bağladı. Böylece bu emrin ne derece mühim olduğunu belirtmiş oldu. [104]

 

İçki Necasetin Hangi Türündendib?

 

Cumhur-u ulema (âlimler topluluğu); içkinin haramlığından, şe­riatın onu habis saymasından, ona Kur'an'da «rics» denildiğinden ve ondan sakınmanın emredilmesinden onun necis olduğunu çıkarmışlar­dır. Yani içilmesi haram olduğu gibi, bulaştığı nesneleri de necis et­miş oluyor.

Rebia, Leys bin Saad, İmam Şafiî'nin talebesi El Müzeni, mütee-hir âlimlerden, Bağdatlılar ve Karevİlerden bazıları «içkinin içilmesi haramdır fakat kendisi temizdir. Bulaştığı yeri necis etmez» dediler. Said bin Haddad bin Karevi, onun tahir olduğuna, Medine'nin yolla­rına dökülmesiyle istidlal etmiştir. Eğer necis olsaydı sahabeler içkileri, bu yollara dökmezlerdi ve Peygamber de bunu menederdi. Nitekim Re­sulü Ekrem, yollarda büyük ve küçük abdest bozmayı yasaklamıştır.» dedi. Cevabımız şu:

Sahabenin evlerinde yapılmış tuvaletleri ve su arkları yoktu ki iç­kiyi oraya döksünler. Zaten o, zamanki halleri yüzde yüz evlerinde tu­valetin olmamasıydı. Nitekim Ayşe validemiz, «Onlar evlerinde tuvalet bulundurmaktan tiksiniyorlardı» diyor. Medine'nin haricine götürmek de külfetli bir iş olmakla beraber acelece yapılması gereken bir şeyi tehir etmek oluyordu. Bir de, Medine'nin yollan genişti. İçki de o yol­larda göl ve deniz olacak şekilde değildi. Onu bazı yerlere dökmüşlerdi ve oralardan herkes sakınıyordu. Bir de, yollara dökülmesinde pisliği­nin teşhir etme faidssi vardır. Ta ki, onu itlaf etmek, onun haram oldu­ğuna şayi' ve yaygın bir şekilde delâlet etsin.

Eğer itiraz edilip, «Bir maddenin başka şeyleri necis etmesi şer'i bir hükümdür. Bu hususta burada nass yoktur. Bir şeyin haram olması, onun necis olmasını gerektirmez. Nice haram şeyler vardır ki, ne­cis değildirler» deseler. Cevab olarak deriz ki, Cenab-ı Hakkın  ric-sun   tâbiri ilâhisi onun necasetine delâlet eder. Çünkü — RICİS  arap dilinde necasettir. Bir de eğer herhangi şeyin hakkında üle nassm bulunmasından sonra hükmetme kaidesini getirirsek, o.vakit şeriat muattal hale gelir. Çünkü şeriattaki nasslar mahduddur. Aca­ba hangi nass sidiğin, dışkının, kanın ve mundar (leş) m necis edici olduklarına delâlet eder? Ancak bunların necasetine delâlet eden, âyetlerin zahirleri, genellilderi ve kıyaslardır. [105]

 

İçki Tedavide Kullanılır Mı?

 

Cenab-ı Hakkın «onlardan sakınınız» tabiri, mutlak şekilde sa­kınmayı gerektirir. Yani ne içilir, ne satılır, ne sirke yapılır, ne teda­vide, ne de başka yollarda kullanılır.

Bu babta varid olan hadisler, bu hükme delâlet ederler. Müslim, İbni Abbas'tan rivayet ediyor:

«Bir kişi, Resûlüllah'a bir tulum dolusu içki hediye getirdi. Ce­nab-ı Peygamber ona:

«Allah'ın içkiyi haram ettiğini bilmiyor musun?»

Adam:

«Hayır, bilmiyorum» dedi. Ravi der ki:

O içki getiren adam, başka bir kişinin kulağına birşeyler fısıldadı. Resulü Ekrem:

«Ne söyledin ona? Neyi gizlice fısıldadın?» diye sordu. Adam ce­vab olarak dedi ki:

«Ben onu satmasını emrettim.»

Resulü Ekrem:

«Şüphesiz onun içilmesini haram eden satılmasını da hatam et­miştir» buyurdu.

Ravi der ki, bunun üzerine adam, içindeki bütün içki dökülünce-ye kadar tulumu açık bıraktı. İşte bu hadis bizim söylediğimize delildir. Eğer içkide caiz olan menfaatlardan birisi olsaydı Resûl-i Ekrem mutlaka onu açıklayacaktı. Nitekim mundar olmuş koyun hakkında Cenab-ı Peygamber:

«Niçin siz onun derisini alıp tabak yapmadınız? Ve ondan fay­dalanmadınız?» dedi.

Müslümanların icmaıyla, içki ve kanın ticareti haramdır. Bu icmada diğer necasetlerin ve dışkıların ve yenilmesi haram olan her-şeyin ticaretinin haram olduğuna dair delil vardır. Bunun için İmam Malik, gübreleri satmayı mekruh görmüştür. İbni Kasım «ruhsat var­dır» demiştir. Çünkü menfaat vardır. Fakat İmam Malik'üı içtihadı «kıyas» tır ve Şafiî mezhebi de budur. Bu hadis de, İmam Malik'in iç­tihadının delilidir.[106]  

Cumhuru fukaha (Fâkihler topluluğu), içkiyi, yani şarabı sirke­ye dönüştürmenin caiz olmadığım söylemişlerdir. Eğer caiz olsaydı Re-sûl-i Ekrem bahsi geçen kişiye «şarabını sirkeye dönüştür» deyip, dö­külmesine müsaade etmeyecekti. Çünkü sirke maldır. Malı zayi et­mekten de Resûl-i Ekrem insanları menetmiştir. Hiç kimse, içkiyi dö­ken bir müslüman «Bir malı telef etmiştir» dememiştir. Osman bin Ebul-Âs, bir yetimin içkisini dökmüş ve tazmin de etmemiştir. Resûl-i Ekrem'den içkiyi sirkeye dönüştürmek izni istenmiş, «hayır» demiş ve bunu yasaklamıştır.

Ancak hadîs ve rey ehlinden bir gurub bunu caiz gördüler. Suh-nun bin Said de, buna meyletmiştir. Başkaları «şarabı sirkeye dönüş­türmekte beis yoktur. Bir insanın çalışması veya başka bir nesnenin içine atılması neticesinde şaraptan dönüşen ve sirke olup meydana ge­len sirkeden almak, onu yemek şer'an zararlı değildir. Bu, Sevri'nin, EI-Evzai* ve Küfe'lilerin görüşüdür. Ebu Hanife, «Eğer şaraba misk veya tuz atılır, şarab, şaraplık halinden dönüşüp sirke haline gelirse, alınması caiz olur» demiştir. Muhammed bin Hasan, bu hususta Ebu Hanife'ye muhalefet ederek buyurmuştur:

«Sadece şarabı sirkeye dönüştürmek ameliyesi caizdir. Başkası de­ğil.»

Ebu Amr der ki:

«Iraklılar, şarabın sirkeye dönüştürülmesi hususundaki cevazı, Ebu Derda'dan alıyorlar.»

Ebu İdris, el Huldani'den, o da Ebu Derda'dan kuvvetli olmayan bir yönden rivayet ediyor ki, Ebu Derda, şaraptan dönüşüp murabba (marmarıt) olanı yiyor ve «güneş ile tuz onu tabağ etmiştir» diyordu.

Hz. Ömer (R.A.) ve Osman b. Ebil-Âs, şarabı sirkeye dönüştür­mek hususunda Ebu Derda'ya muhalefet ettiler. Bu zatların hiçbirisi­nin reyinde hadisle beraber bir hüccet (delil), yoktur. Tevfik Allah'­tandır.

Muhtemeldir ki, îslâmm başlangıcında şarabı sirkeye dönüştürme yasağı, «Halk yeni içkiyi bırakmıştır, içki daimi bir şekilde bulundu­rulmasın ve tehlike arzetmesin» diye varid olmuştur. Bu adeti kesmek ve yırtıp atmak için olmuştur. Durum bu ise, o, zaman şarabın sirke­ye dönüştürülmesindeki yasakta ve onu dökme emrinde «sirkeye dönüş­tükten sonra yenilmez» diye bir durum yoktur.

Eşheb, İmam Malik'ten rivayet etti:

«Bir hıristiyan şarabı sirkeye dönüştürürse, onu yemekte beis yok­tur. Müslüman da, şarabı sirkeye dönüştürürse, hüküm böyledir ve Allah'tan af taleb ederim.»

Bu rivayeti İbni Abdulhakem kitabında zikretmiştir. Kuvvetli, gö­rüş, ibni Kasım ve İbni Vehb'in rivayetinde olduğu gibi Malik'in: «Müslüman, ne şarabı sirkeye dönüştürebilir, ne de satabilir. Ancak döker.» rivayetidir.

Bu âyeti celîle, Nerd ve satranç oynamanın haram olduğuna de­lâlet eder. İster kumar olsun isterse olmasın. Çünkü Cenab-ı Hak iç­kiyi haram ettiği zaman:

«Ey îman edenler! İçki ve kumar ancak necistirler. Şeytanın amel-lerindendirler» dedikten sonra devam etti:

«Şeytan sizin aranıza düşmanlık ve buğzu sokmak istiyor.» Öyley­se azı, çoğuna davet eden her lehiv, ona devam edenlerin aralarına düş­manlık ve buğzu sokar. Ona devam edenleri Allah'ın zikrinden men-eden, namazdan alıkoyan o lehiv, içki gibidir. Ve onun .gibi haram ol­ması da gerekli oluyor.

Eğer, içki içmek sarhoşluk verir, insan da sarhoş oldu mu namaz kılamaz. Ama Nerd ve satranç ile oynamakta sarhoşluk yoktur diye iti­raz edilirse cevab olarak deriz ki: Cenab-ı Hak içki ile kumarı haram-lık hükmünde bir araya getirmiştir. İkisini birden «insanların arasın­da düşmanlık ve buğzu sokarlar» diye vasıflandırmıştır. İkisini birden «Allah'ın zikrinden ve namazdan insanları menederler» diye nitelen­dirmiştir. Malûmdur ki, içki sarhoşluk verir. Fakat kumar sarhoşluk vermez. Sonra Allah'ın katında, onların bu hususta ayrılmaları ha-ramlıkta eşit tutulmalarına mani olmaz. Çünkü onların müşterek ol­dukları anlamlan vardır. Bir de, içkinin azı da sarhoşluk vermez. Oy­sa içilmesi haramdır. Bir de, inkâr edilemez ki, Nerd ve satranç oyna­mak sarhoşluk vermese de içki gibi haramdır. Çünkü oyun gafleti ge­rektirir. Gaflet te kalbi kaplar ve sarhoşluk yerine geçer. İçki eğer sar­hoşluk verir, namazdan ve zikirden insanı alıkoyar diye haram edilmiş­se, Nerd ve satranç oynamak da haram olur. Çünkü o da gaflet verir, insanı meşgul eder ve böylece namazdan ve zikirden insanı alıko­yar. [107]

İmam Ahmed'in İbni Ömer iarikiyle rivayet ettiği bir hadiste «iç­ki on vecih üzerine lanetlenmiştir: İçkinin kendisine lanet okunmuş, içenine, içirenine, satanına, satınalanma, yapanına, yaptıranına, gö­türenine, kime götürülürse ona ve içki parası yiyene.»  [108]

Hadisi, Ebu Davud ve İbni Mace de Veki'in tankıyla, (yoluyla) rivayet ettiler.

İmam Ahmed, İbni Ömer'in tarikiyle rivayet ediyor:

Resûl-i Ekrem «El-Marbed» denilen yere çıktı. Ben de beraberinde ve sağ tarafında bulunuyordum. Ebu Bekr geldi. Geri çekildim. Ebu Bekir Peygamberin sağını aldı. Soluna geçtim. Ömer (R.A.) geldi. Ge­ri çekildim. Ömer (R.A.) Resûlüllah'm solunu aldı. Resûl-i Ekrem Marbed'e vardığında orada bir tulum gördü. İçinde içki vardı. Resûl-i Ekrem benden Midye'yi (bıçağı) istedi. «Midye»nin bıçak olduğunu, ancak o gün öğrendim. Sonra emretti, tulumu parçaladım. Sonra bu­yurdu:

«İçkiyi, içenine, sakisine, satanına, satmalanına, götürenine, ken­disine götürülene, yapanına, yaptıranına ve parasını yiyene lanet (Al­lah'ın rahmetinden uzaklaşma)  vardır.» [109]  

îmam Ahmed, İbni Ömer tarikiyle rivayet ediyor:

Resulü Ekrem, kendisine bir bıçak getirmemi emretti. Getirdim, Bıçağı gönderip güzelce bilettikten sonra bıçağı bana emanet ederek «Yann bana getir» dedi. Ertesi gün bıçağı götürdüm. Eshabı ile bera­ber Medine çarşılarına çıktı. O çarşılarda içki tulumlan vardı. Şam'­dan getirilmişlerdi. Benden bıçağı aldı. O tulumlardan bulunanları yardı. Sonra bıçağı bana verdi. Esbabına benimle beraber gitmelerini ve bana yardımcı olmalannı emretti. Bana da, çarşıların hepsine var­mamı, oralarda bulduğum her içki tulumunu delip parçalamamı söy­ledi. Ben de bunu yaptım. Çarşılarda delmediğim ve parçalamadığım hiçbir tulum kalmadı.»

Abdullah bin Vehb, Zeyd el-Hulanî'den rivayet ediyor:

«İçki satan bir amcam vardı. İçkiden kazandığı parayı sadaka olarak dağıtıyordu. Onu birkaç defa bu işi yapmaktan nehyettim. Fa­kat bir türlü bu işi bırakmadı. Medine'ye vanp İbni Abbas'ı gördüm. İçki ve içkiden gelen para hususunu sordum. İbni Abbas: «O haram­dır, onun parası da haramdır» buyurduktan sonra:

«Ey Muhanımed Ümmeti! Eğer sizin kitabınızdan sonra bir kitab ve Peygamberinizden sonra bir Peygamber olsaydı, sizden Önceki üm­metler hakkında âyetler nazil olduğu gibi, sizin hakkınızda da âyetler nazil olacakta. Fakat Cenab-ı Hak bunu kıyamete tehir etmiştir. Ye­min ederim, kıyametteki durum sizin için daha şiddetlidir.» dedi.

Sabit diyor ki, bundan sonra Abdullah bin Ömer'e rastladım. İç­kinin parasını kendisinden sordum. Bana: «Sana içkiden haber vere­ceğim» dedi ve devam etti:

«Resûlüllah ile beraber mescitte bulunuyordum. Cenab-ı Peygam­ber malûm şekliyle İHTÎBA yapmıştı (yani dizlerini sırtına bir iple bağlamıştı.) O esnada:

«Şu içkiden, kimin yanında birşey varsa, buraya getirsin.»

Bu emir üzerine eshab-ı kiramdan biri Resûlüllah'a gelip: «Benim yanımda bir tulum dolusu vardır.» Başka birileri de, «Benim yanım­da bir dağarcık dolusu vardır» dediler. Bunun üzerine Resûlüllah (S.A.V.):

«Hepsini, Baki'in falan falan noktalarında yığdıktan sonra bana haber veriniz.» diye emretti.

Onlar içkileri orda yığdıktan sonra Peygambere haber verdiler. Peygamber oraya gitmek üzere kalktı. Ben de, beraberinde ve sağında oraya yürüyordum. Bana yaslanıyordu. Hz. Ebu Bekr bize yetişti. Resû­lüllah beni geriye itip soluna getirdi. Ebu Bekr'i benim yerime koydu. Sonra Hattab'ın oğlu Hz. Ömer bize yetişti. Resûl-i Ekrem beni geriye aldı. Ömer'i (R.A.) soluna geçirdi. İçkilerin bulunduğu yere gelinceye kadar Ebu Bekr ile Ömer arasında yürüdü. Halka şunları söyledi:

«Siz, şunu (içkiyi)  tanıyor musunuz?» Halk:

«Ey Allah'ın Resulü, evet bu içkidir dediler.» Sonra buyurdu:

«Şüphesiz ki, Allah içkiye, onu yapana, yaptırana, içene, dağıtana, yüklenene, kendisine götürülene, satana, müşterisine ve parasını yiye­ne lanet etmiştir.»

Sonra bir bıçak istedi. «Bıçağı bileyiniz» dedi. Bilediler. Sonra Re­sûlüllah bıçağı aldı. Onunla içki tulumlarını parçaladı. Halk: «Bu tu­lumlarda fayda vardır ya Resûlellah. Niye parçalıyorsunuz?» dediler. Resûl-i Ekrem:

«Evet, faide var. Fakat ben Allah rızası için ve bu içkide Allah'ın öfkesi olduğundan ötürü, öfkelenmiştim. Ondan dolayı bunu yapıyo­rum» dedi. Hz. Ömer:

«Ey Allah'ın Resulü! Ben senin yerine bu işi yapayım» diye tek-lifde bulundu.

Resûl-i Ekrem: «Hayır.» dedi.  [110]

İbnu Vehb: Bu hadisi rivayet edenlerin bir kısmı, bazı bölümleri fazla veya eksik olarak rivayet ettiler, dedi. [111]

 

İçki Hangi Maddeden Yapılırdı?

 

Beyhaki, hadisi rivayet etmiştir...

İmam Ahmed, Enes tarikiyle  (yoluyla)  rivayet ediyor:

Ben, Ebu Ubeyde bin Cerrah'a, Ubey İbni Kâab, Süheyl bin Bey-da ve Resûl-i Ekrem'in (diğer sahabelerinden, bazılarının misafir bu­lundukları) Ebu Talha'nın yanında şakilik yapıp içki dağıtıyordum. Nerdeyse sarhoş edecek kadar içtiler.. Bu esnada Müslümanlardan bi­risi gelip:

«Siz, içkinin haram kılındığını bilmez misiniz?» dedi. Onlar: «Bakalım ve soralım» dedikten sonra:

«Ey Enes! Kabda kalan içkiyi dök, dediler. Ben de döktüm, yemin ederim, onlar bir daha da içmediler. Halbuki onların içkisi ancak hur­madandı. O günkü içkileri öyleydi» Buharî ve Müslim Sahihlerinde rivayet ettiler.  [112]

Sabit b. Zeyd'de Enes'ten rivayet ediyor:

«İçkinin haram olduğu gün, Ebu Talha'nm evinde toplananlara şakilik yapıyordum. Onların içkisi hurmadan yapılmıştı. Tellalın ça­ğırdığını işittik. «Çık, bak! Tellal ne diyor?» dediler. Çıktım, baktım ki tellal şunları haykırıyor:

«Dikkat! İçki haram edilmiştir.» O gün Medine'nin çarşıları de­vamlı içki aktı. Ebu Talha bana: «Çık, bu içkiyi dök» dedi. İçkiyi dök­tüm. Eshab-ı kiramın hepsi veya bazıları «Filan ve filan adamlar öldüler, içki daha karınlanndadır» dediler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, «îman eden ve salih ameller işleyenlerin daha önce yediklerinde bir beis yoktur» mealindeki âyetini' indirdi.[113]  

Ibni Cerir, Enes'ten İbni Malik tarikiyle rivayet ediyor:

«Ben, Ebu Talha'ya, Ebu Ubeyde bin Cerrah, Ebu Deccane, Mu-az bin Cebel ve Süheyl bin Beyda'ya şakilik yapıyordum. Hurma koruğu ve hurmadan yapılmış bir içkiyi onlara içiriyordum. Nerdeyse sarhoş olmuşlardı. O esnada dellal: «Dikkat! İçki haram edildi.» diye

çağırdı. Bizden herhangi bir kimse çıkmadı ve herhangi bir kimse de içeri girmedi. İçkiyi tamamen döktük. İçki testilerini kırdık. Bazıları­mız abdest aldık, bazılarımız da gusul yaptı. İbni Selim'in kokusundan bedenimize sürdük. Sonra mescide vardık. Baktık ki, ResûM Ekrem:

(91) «Ey îman edenler! Ancak hamr (içki), kumar, dikili taşlar, kısmet okları necistir, şeytanın amelin dendir. Ondan sakınınız» âyeti­ni ta ki, «siz bundan artık vazgeçer misiniz?» cümlesine kadar okudu. Bir kişi:

«Ey Allah'ın Resulü, daha önce içki içtiği halde ölenler hakkında ne diyorsun?»

Buna cevap olarak Cenab-ı Hak:

(93) «İman edip salih amel işleyenlerin üzerinde daha önce ye­diklerinden dolayı herhangi bir günah yoktur.» mealindeki âyetini in­dirdi.»

Kişinin birisi Katade'den sordu: «Sen, Enes bin Malik'ten bu hadisi dinledin mi?» «Evet. Dinledim» dedi. Bir kişi Enes bin Malik'e: «Sen Resulü ilah'tan bu hadisi dinledin mi?»

«Evet, bana yalan söylemeyen söyledi. Biz (ashab), yalan sÖylemi-yorduk ve yalan nedir bilmiyorduk» dedi.

İmam Ahmed, Kuteybe tarikiyle Nafi bin Kisan'dan rivayet etti:

«.Babam Kisan, Resûlüllah'ın zamanında içki ticareti yapıyordu. Şam'dan geldi. Beraberinde tulumlar içerisinde içki vardı. Onu sat­mak istiyordu. Onları Resûlüllah'a getirdi:

«Ey Allah'ın Resulü! Ben sana güzel bir içki getirdim.» dedi.  [114] Cenab-ı Peygamber:

«Ey Kisan! Sen gittikten sonra o, haram oldu.»

«Ey Allah'ın Resulü! O halde ben bunu satayım» dedi.

Resulü Ekrem:

«O da onun parası da haram edildi» buyurdu. Bunun üzerine Ki­san tulumlara yaklaştı. Onların ayaklarından   tutup içindekini dök Kisan:

tü. [115]

İmam Ahmed, Ya'la- tarikiyle Abdurrahman bin Vahle'den rivayet etti: İbni Abbas'tan içkinin satılmasını sordum. Buyurdular:

— Resûlüllah'ın Sakıf (veya Devs) kabilesinden bir dostu vardı. Mekke fethedildiği gün Resulü Ekrem'e bir tulum dolusu içki getirip hediye etmek istedi. Cenab-ı Peygamber, ona:

«Ey filan zat! Sen, Allah'ın içkiyi haram ettiğini bilmez misin?»

dedi.

Kişi hizmetkârına yönelip: «Öyle ise, git onu sat» dedi.   Cenab-ı

Peygamber:

«Ey filan! Sen hizmetkârına ne emrettin?»

Kişi:

«İçkiyi satmasını emrettim» dedi. Cenab-ı Peygamber:

«Onun içilmesini haram kılan Allah, satışını da haram kılmıştır»

buyurduktan sonra o içkinin dereye dökülmesini emretti. Hadisi Müs­lim, İbni Veheb'in tarikiyle rivayet etmiştir.[116]

Sahihayn'da Ömer bin Hattap hutbesinde ve Resûlüllah'ın minbe­rinin üzerinde;

«Ey nas! Şüphesiz hamnn (içkinin) haram olması nazil oldu. Hamr beş şeydendir: Üzüm, hurma, bal, buğday, arpa. Ve hamr aklı örten ve karıştıran şeydir.»

Buharî bize, İbrahim'in oğlu îshak tarikiyle, İbni Ömer'den «İç­kinin haram olması nazil olduğu gün Medine'de beş içki türü vardı. Onlann içinde üzüm şarabı yoktu.»

Abdullah bin Vehb, Abdullah bin Âmr bin Âs'ın tarikiyla rivayet etti. Resulü Ekrem buyurdu:

«Sarhoş olarak bir tek defa namazı terkeden bir kimse, sanki bü­tün dünya üzerindeki servet on un muş, hepsi ondan alınmış gibi olu­yor. Sarhoş olarak dört defa namazı terkeden bir kimseye Allah üze­rine vacib kılmıştır ki ona HABAL çamurundan içirsin.»

«Habal» çamurunun ne olduğu soruldu:

«Cehennem ehlinin yaralarından akan irindir.»

Hadisi, Ahmed, Âmr bin Şuayb'ın tarikiyle rivayet etti...

Ebu Davud, İbni Abbas tarikiyle rivayet ediyor: Resulü Ekrem:

«Sarhoşluk veren ve aklı örten her şey haramdır. Sarhoşluk ve­ren her şey haramdır. Sarhoşluk veren birşeyi içen bir kimsenin na­mazı, kırk sabah zarardadır. Eğer tevbe ederse, Allah tevbesini kabul eder. Dördüncü defa yaparsa, Allah'a haktır ki, ona Habal çamurundan içirsin.» buyurduğunda, Ashap:

«Ey Allah'ın Resulü! Habal çamuru da nedir?» diye sordular. Ce-nab-ı Peygamber:

«O, ateş ehlinin irinidir. Kim ki helâlini haramından ayırd etme­yen bir çocuğa içki içilirse Allah'a haktır ki ona Habal çamurundan içirsin» buyurdu. Hadisi, Ebu Davud rivayet etmiştir.[117]  

Şafiî, Malik'ten O, Nafi'den, O, îbni Ömer'den rivayet etti:

«Dünyada içki içen bir kimse, tevbe etmeden ölürse ah i re 11 e içki ona haram kılınır.» Yani cennet içkisi, ona içirilmez. Buharı "ve Müs­lim, bu hadisi Malik'in hadisinden rivayet ettiler. [118]

Müslim Ebu Rebia tarikiyle îbni Ömer'den rivayet etti:

«Her sarhoşluk veren içkidir. Her sarhoşluk veren haramdır. Kim

ki, içki içmeye devam ettiği halde ve tevbe   etmeden ölürse, âhirette

onu içmeyecektir.» [119]

îbni Veheb, Abdullah bin Ömer tarikiyle rivayet ediyor:

«Üç sınıf vardır. Allah kıyamet gününde onlara bakmaz:

 1) Ana-babaya karşı isyan edenler,

2) İçkiye devam edenler,

3) Verdiği sadaka ile minnet edip başa kakanlar.» [120]

imam Ahmed, Abdullah bin Amr tarikiyle rivayet ediyor: «Ana ve babaya karşı âsi olan Cennete girmez. İçkiye devam ede­rek (tevbesiz) ölen girmez. Verdiğini başa kakan girmez. Zina veledi girmez [121]

Resulü Ekrem burada ana babaya karşı gelmeyi, içkiye devam et­meyi, iyiliği başa kakmayı, tshdidli ve teşdidli bir şekilde kötü bir iş olarak gösteriyor. Yoksa bunlar ebediyyen cehennemde kalacaklar, hiç cennete girmeyecekler mânâsı hadisten çıkmaz. Zina veledine gelince, o, mesul değildir. Zina edenler mesuldür. Fakat Resulü Ekrem burada zina eden veya zina etmek isteyenleri açındırıyor. Yani sizin zina mah­sulünüz olan çocuk cehennemlik olacaktır. Hem yaptığınız çok kötü birşeydir demek istiyor. Yoksa mesuliyetsiz bir insan başkasının su­çundan ebediyyen cehennemde kalacak veya cennete girmeyecek diye bir şey İslâmda bahis konusu değildir. Zira Kur'an «Hiç bir kimse baş­kasının yükünü çekmez» (El-Fatır: 18) diyor. Ana baba olsun, evlât olsun, ne olursa olsun hiç kimse başkasının yaptığından sorumlu de­ğildir.

Zuhri, Osman İbni Affan tarikiyle rivayet ediyor:

«İçkiden sakınınız. Şüphesiz ki içki kötülüklerin anasulır. Şüp­hesiz ki sizden önce geçmiş ümmetlerde bir kişi vardı. Âbidlik yapar ve halktan uzaklaşırdı. Fâsık bir kadın ona kancayı takıp kalben onu sev­diği için cariyesini gönderdi, onu bir şahitlik için çağırdı. Cariye ile kadının evine geldL O içeri girdikçe kapılar kilitleniyordu. Kadının yamna varınca kadını pırıl pırıl parlak bir halde gördü. Kadının ya­nında bir çocuk bir de İçki dolu bir kap vardı. Kadın ona:

«Yemin ederim ki, seni şahitlik için değil, benimle zina etmen için çağırdım, veya bu çocuğu Öldürmen veya bu içkiyi içmen için seni da­vet ettim. Yani bu üç şeyden birisini yapacaksın» dedi.

Bunun üzerine içki içmeyi ihtiyar etti ve kendisine bir kadeh içki içirildi. «Bana daha fazlasını veriniz» dedi. O, kadınla zina edip çocuğu öldüriinceye kadar oradan ayrılmadı. Öyleyse, içkiden sakınınız. Muhakkak ki, içki ile iman hiç bir zaman bir araya gelemezler. Ancak bir araya geldiklerinde, birisi diğerini kovar.» Hadisi Beyhaki rivayet etti. Bu isnad, sahih bir isnaddır. Ebu Bekr bin Ebi Dünya «Zemmul-Muskir» adlı kitabında bunu Muhammed bin Abdullah bin Bezi'den rivayet etmiştir. O da Fudayl bin Süleyman en-Numeryi'den, o da Ömer bin Said ez-Zuhri'den merfu olarak rivayet etmiştir. Fakat en sıhhatli görüş," hadisin mevkuf olmasıdır. Allah daha iyi bilir. Sahihaynda bahsi geçen hadisi takviye eden şu hadis vardır.[122]

«Zina etmek istiyen mümin olduğu halde zina etmez. Hırsızlık yap­mak istiyen mümin olduğu halde hırsızlık yapmaz. İçki içmek istiyen mümin olduğu halde içki içmez.»  [123]

Yani iman-ı kâmil bu durumlarda yoktur demek oluyor. Veya bu haramları helâl görürse, tamamen imandan çıkıyor demek oluyor.

Kıble Kabe'ye çevrildiği zaman, sahabilerden bazıları: «Ey Allah'ın Resulü! Beytul-makdis'e doğru namaz kılan ve ölen arkadaşlarımızın durumu ne olacaktır?»

Cenab-ı Hak:

«Allah sizin imanınızı zayi edecek değildir» (El-Bakara: 143) âye­tini indirdi.

İmam Ahmed, Esma bin Zeyd'in tarikiyle rivayet ediyor.

«îçki içen bir kimse, kırk gece Allah'ı razı etmez. Eğer (içki he­lâldir, kanaatinde ise ve bu durumda) ölürse, dinden kâfir olarak gi-Iâldir, kanaatinde ise ve bu durumda) ölürse, dinde kâfir olarak gi­der. (Veya bu cümle tağliz ve teşdiddir.) Eğer tevbe ederse, Allah, tev-besini kabul eder. Eğer yeniden içmeye dönerse, Allah'a haktır ki ona Habal çamurundan içirsin.» [124]

 

Allah Ve Resulüne İtaat Etmek

 

(92) «Ey îman edenler!) Allah'a itaat ediniz ve onun Peygamberi­ne itaat edin...»

Bu âyetteki itaat, bütün emirlerin kendisine dönüştüğü genel bir esastır Allah'ın ve Peygamberinin taati, İslama sarılmaktır. İs-lâmla beraber ancak mutlak mânâda Allah'a ve Resulüne itaat etmek kalır. Başka şeyler kalmıyor. Bu âyet, kesinlikle onlara muhalefetten sakınmanın, gerekli olduğunu getiriyor. Nitekim «Allah'a ve Peygam­bere itaattan yüz çevirirseniz bilmiş olunuz ki ancak bizim peygambe­rimizin boynunda apaçık bir tebliğ vazifesi vardır» demiştir. Peygam­ber de tebliğ vazifesini yapmış ve herşeyi açıklamıştır. Böylece bu açıklamadan sonra muhalefet edenlerin vay haline!.. Bu tehdid, düş­manların belini kıran ve iman edenlerin mafsallarım titreten bir teh-diddir. Zira onlar, isyan edip, itaat etmedikleri zaman, ancak nefisle­rine zarar verirler. Resulü Ekrem tebliği yapmış, boynundaki vazifeyi edâ etmiştir. Elini artık onların emirlerinden silkiniştir. O, mesul de­ğildir. Ve o, mesul olan bir kimseden azabı da defedemez. Bütün bun­lardan sonra onların emirleri Cenab-ı Hakkın yed-i kudretindedir. Sırt çeviren âsîleri cezalandırmaya gücü yeter. Bu Rabbani ve kalblere gi­den bir yoldur. Kalplerin kilitli kapılan kendiliğinden önünde açılan yol. Diğer meslek ve yolların yanında belirip, açığa çıkan bir yoldur İslâm... [125]

(93) «İman edenler ve salih amellerde bulunanlar için-korkup sa­kındıkları, iman ettikleri ve salih amellerde bulundukları, sonra kor­kup sakındıkları ve iman ettikleri ve sonra korkup sakındıkları ve iyi­likte bulunduktan takdirde daha önce yediklerinden dolayı bir mesuli­yet yoktur...»

Bu âyeti celîlede, görüldüğü gibi, ittika üç defa tekrar edilmiştir. îbni Cerir et-Taberi, «Birinci ittika, kabul ile Allah'ın emrini telâkki etmek, onu tasdik etmek, onunla din sahibi olmak ve amel etmek itti-kasıdır. İkincisi, tasdikin üzerinde sebat etmek ittikasıdır. Üçüncüsü, ihsan ve nafilelerle Allah'a manen yaklaşmak ittikasıdır, demiştir.

El Beyzavi; birinci ittikayı, haramdan sakınmakla, iman ve salih ameller üzerinde sebat etmekle, ikinci ittikayı, içki gibi haram olan­lardan sakınmak ve haram olduğuna iman etmekle, üçüncü ittikayı günâhlardan sakınmanın üzerinde sebat ve devam etmek ve en güzel amelleri arayıp seçmek ve onunla meşgul olmakla tefsir etmiştir.

Hazin, birinci ittikayı, «şirkten sakınırlarsa, Allah ve Resulüne îman ederlerse ve salih amelleri fazla yaparlarsa», ikinci ittikayı «Ha­ram olduktan sonra içki ve kumardan sakınırlarsa», üçüncü ittikayı, «gelecekte onlara haram olanlardan sakınırlarsa ve güzel amellerde bulunurlarsa» şeklinde tefsir ediyor. Ve bu hususta birçok tefsirleri de — denildi— tabiriyle naklediyor. Meselâ: «Denildi ki: Birinci itti-kadan maksad, takvanın yapılmasıdır. İkinci ittikadan maksad, takva üzerinde daim kalmaktır. Üçüncü ittikadan maksad, zulümden ka­çınmakla beraber ihsanda bulunmaktır.» «Denildi ki, bu takva kelime­lerinin tekrarından maksad, tekid ve mübalağadır. İman, takva ve on­lara iyilik yapmayı eklemeyi, Cenab-ı Hak teşvik ediyor.» Ve yine «Denildi ki; birinci takva, Allah'ın kendilerine haram kılmış olduğu şeyden sakınmaları demektir. İkinci takva, haramdan sonra kalan ha­ramı terkedip ondan ittika etmek ve onun haram olduğuna îman et­mektir.» tarzında devam ediyor.[126]

Medarik, birinci takva, şirkten sakınmak, ikinci takva, içki ve ku­mardan sakınmak, üçüncü takva, diğer haramlardan sakınmaktır tar­zında tefsir ediyor ve devamla «veya birincisi şirkten, ikincisi, haram­lardan, üçüncüsü, şüphelilerden kaçınmak demektir» diyor.

Tenvirul İktibas; birinci takva, küfür, şirk ve fahiş şeylerden sa­kınmak, ikinci takva, haram oluşundan sonra içkinin yeniden helâl olması için çabalamadan sakınmak, üçüncü. takva, içkinin içilmesin­den kaçınmak şeklinde tefsir ediyor.

El-Kurtubi; bu âyet hakkında şunu rivayet ediyor: Bu âyeti, Kuddame bin Mez'um el-Cumahi tevil etti. Kuddame eshabı kiramdan bir zattı. Kardeşi Abdullah ve Osman ile beraber Ha­beşistan hicretine katılmıştı. Sonra Medine'ye hicret etti. Bedir sava­şında bulundu ve uzun yaşadı. Hz. Ömer'in kayınbiraderi, Abdullah ve Hafsa validemizin dayısı idi. Hz. Ömer, onu Bahreyn'e vali tayin etti. Sonra Abdukays'ın efendisi el Carud'in şahitliğiyle onu valilikten az­letti. Abdukays'm efendisi El-Carud bunun aleyhinde içki içmiş diye şahitlik yaptı.[127]

 

İçkinin Cezası

 

Ed Darekutni, îbni Abbas tarikiyle rivayet etti: «İçki içenler, Re-sûlüllah'm zamanında, eller, papuçlar ve pastonlarla dövülürlerdi. Peygamber vefat edinceye kadar durum böyleydi. Hz. Ebu Bekir Sıd-dikin devrinde Resûlüllah'ın döneminden daha fazla içki (gizlice) içil­di. Ebu-Bekir (R.A.), ölünceye kadar onlara kırk sopa vuruyordu. Son­ra Hz. Ömer'in devrinde, onlara, kırkar sopa vuruldu. Ta ki, ilk mu­hacirlerden bir kişi Hz. Ömer'e getirildi. Bu kişi içmişti. Hz. Ömer, bu­na kırbaç vurulmasını emretti. O, Hz. Ömer'e karşı çıkıp: «Niçin be­ni kırbaçlatıyorsun? Seninle benim aramda Allah'ın kitabı hakemdir.» diye itiraz etti...

Ömer:

«Allah'ın hangi kitabında sana kırbaç vurulmamasını görüyor­sun?» diye sordu. O, Ömer'e şunu söyledi:

Cenabı Hak kitabında «İman ve salih amel edenlerin üzerinde yediklerinden dolayı bir mesuliyet yoktur» diyor Bunu dedikten sonra bu âyeti sonuna kadar okudu. «Ben, îman ve salih amel işleyenlerde­nim. Sonra ittika edip îman eden, sonra ittika edip iyilik yapanlarda­nım. Resûlüllah ile beraber Bedir, Uhud, Hudeybiye, Hendek ve bütün savaşlarda hazır bulundum.» Konuşmasını ekledi.

Ömer (R.A.), eshab-ı kirama dönüp:

«Siz, bu zatın bu âyet hakkındaki tevilini   reddedemez misiniz?»

diye sordu.

îbni Abbas şunu söyledi:

— Şu âyetler, geçmiş insanlar için özür beyan ederek ve halkın aleyhinde hüccet olarak nazil olmuşlardır. Çünkü Cenab-ı Hak:

«Ey îman edenler! İçki, kumar, dikilmiş taşlar ve kısmet okları necistir. Şeytanın amelindendir. Onlardan sakınınız.» buyuruyor, de­yip ta bu âyeti okuyuncaya kadar devam etti. Ve «Eğer bu kişi iman eden ve salih amel işleyenlerden olsaydı, Cenab-ı Hak ona içki içmeyi yasak kılmıştı. İçmemesi lâzımdı.» Dedi...

Ömer (R.A.), İbni Abbas'a:

«Doğru söyledin.» dedikten sonra: «Ey Eshab! Siz ne görüyorsu­nuz?» diye ilâve etti...

Hz. Ali:

«Bu kişi, içtiği zaman, sarhoş olmuştur. Sarhoş olduğu zaman he­zeyan etmiştir. Hezeyan ettiği zaman iftira etmiştir. İftira edenin boy­nunda (80) seksen kırbaç ceza vardır» dedi. Bunun üzerine Hz. Ömer ona seksen kırbaç vurdu.

El Humeydİ, Ebu Bekr El Berkani'den, o da İbni Abbas'tan riva­yet etti:

El Carud, Bahreyn vilâyetinden Medine'ye geldiğinde: «Ey müminlerin emiri! Mez'umun oğlu Kuddame içki içti, sarhoş oldu. Ben, Allah'ın haklarından birini gördüm. Benim boynuma farz­dır ki sana onu ileteyim.» diye şahidlikte bulundu.

Ömer:

«Senin bu dediğine başka kim şahitlik edebilir?» diye sordu. Ca­rud:

«Ebu Hureyre şahitlik eder» dedi. Hz. Ömer Ebu Hureyre'yi ça­ğırdı:

«Ey Eba Hureyre! Sen, ne üzerinde şahitlik ediyorsun?»

Ebu Hureyre:

«Onu içtiği zaman görmedim. Fakat sarhoş olduğunu ve kustuğu­nu gördüm.» dedi.

Hz. Ömer:

«Sen şahitliğe boynuz vurdun. Yani şahitliği helâldar ettin. Ona şüphe düşürdün.» dedikten sonra Hz. Ömer Bahreyn valisi Kuddame'-ye bir nâme (mektup) yazdı. Medine'ye gelmesini emretti. Kuddame Medine'ye geldiğinde Carûd da Medine'deydi. Carûd, Hz. Ömer'e bu hususta müracaat etti:

«Onun üzerinde Allah'ın kitabım tayüı kıl! Yani haddi tatbik et» dedi.

Hz. Ömer, Carûd'a:

«Sen şahit misin, yoksa hasım?» dedi.

Carûd:

«Ben şahidim» dedi. Hz. Ömer:

«O halde, sen şahidliğini yerine getirmişsin.» dedi. Böylece bir müd­det sonra tekraren Hz. Ömer'e bu hususta müracaat ederek:

«Sana Allah ile yemin veriyorum, bu işi yap» dedi. Hz. Ömer:

«Dikkat et. Allah'a yemin ederim, ya sen diline sahib olacaksın veya sana kötülük yapacağım» dedi. Carûd:

«Dikkat et! Allah'a yemin ederim, senin bu söylediğin hak değil­dir. Senin amcanın oğlu içki içecek, ben cezayı çekeceğim» diye Hz. Ömer'e karşılık verdi.

Bunun üzerine Hz. Ömer Carud'u tehdid etti. Ebu Hureyre de ora­da bulunuyordu. O da şunları söyledi:    .      .

«Ey mü'minlerin emîri! Sen bizim şahitliğimiz hususunda şüphe­de isen Kuddame'nln Velid'in kızı olan hanımından durumunu sor.»

Hz. Ömer, Velid'in kızı Hind'e haber gönderdi, ona Allah ile ye-. min verdi. Hind, kocasının aleyhinde şahitlikte bulundu. Hz. Ömer:

«Ey Kuddame! Sana kırbaç cezası tatbik edeceğim.»

Kuddame:

«Ey Ömer! Allah'a yemin ederim, onların dediği şekilde ben iç­memişim. Beni kırbaçlamaya hakkın yoktur» diye itiraz etti. Hz. Ömer:

«Ey Kuddame! Niçin hakkım yoktur?»

Kuddame:

— Çünkü Cenab-ı Hak: «İman eden ve salih amelde bulunanlar üzerinde yediklerinden dolayı herhangi bir günah yoktur» diyor. Dedi ve sonuna kadar okudu. Hz. Ömer:

«Ey Kuddame âyetin tevilinde yanlış gidiyorsun. Eğer Allah'tan korksaydın Allah'ın haram kıldığından sakınırdın» dedikten sonra mecliste bulunan sahabeye yönelip sordu:

«Kuddame'nin kırbaçlanmasına ne diyorsunuz?»

Sahabeler:

«Hasta olduğu müddetçe onu kırbaçlamanı uygun görmüyoruz.»

dediler. Hz. Ömer onu kırbaçlamaktan vazgeçti. Bir müddet sonra bir sabah arkadaşlarından:

«Kuddame'yi kırbaçlamama ne diyorsunuz?» diye sordu. Arka­daşları:

«Hasta olduğu müddetçe onu kırbaçlamanı uygun görmüyoruz.»

dediler. Hz. Ömer:

«Allah'a yemin ederim ki onun kırbaçların altında ölüp Allah'ın huzuruna gitmesi, benim katımda, o, benim boynumda olduğu halde Allah'ın huzuruna gitmemden daha sevimli olur. Allah'a yemin ederim, onu kırbaçlayacağım, bana bir kırbaç getirin» dedi. Böylece, kölesi Eş­lem gitti, ince ve küçük bir kırbaç getirdi. Hz. Ömer kırbacı eline aldı, sıvazladıktan sonra Eslem'e hitaben:

«Senin kavminin batıl ve kötü adetleri galiba seni yakaladı.» Yani küçük ve ince bir kırbaç getirmişsin diye kölesine itiraz etti, «Bana bu kırbaçtan başka bir kırbaç getirin» emrini verdi. Eşlem, bu sefer tam bir kırbaç getirdi. Hz. Ömer emretti, Kuddame getirildi ve kır­baçlandı. Kuddame, Hz. Ömer'e kızıp onu terketti. Kuddame Hz. Ömer'­den kızgın iken, Hz. Ömer hacca gitti. Hacdan dönünce —Vadiyus -safra— adlı yer ile Medine arasında bulunan es-sukya adlı yerde konakladı ve orada uyudu. Uyanınca «Acele bana Kuddame'yi getiri­niz. Allah'a yemin ederim ki, rüyada, birisi bana geldi, «Kuddame ile sulh yap, o senin kardeşindir» dedi» diye haykırdı. Bunun üzerine biri, Kuddame'ye varıp Hz. Ömer yanına gelmeni emretti deyince, o gel­mek istemedi. Fakat Hz. Ömer, Kuddame'yi zorla yanına getirmelerini emretti. Böylece Kuddame geldi, Hz. Ömer oriunla konuştu ve o da Hz. Ömer için, Hz. Ömer de onun için af talebinde bulundu. Böylece barıştılar.

Eyyub bin Ebi Tamime; «Bedir savaşçılarından Hz. Kuddame'den başka, ceza kendisine tatbik edileni bilmiyorum» dedi.

İbnu'l-Arabi; işte bu hadise sana âyetin tevilini gösterir, buyur­du. [128]

(95) «Ey îman edenler! Yemin olsun gaipte kendisinden kimin korktuğunu bilmek için elleriniz ve mızraklarınız ile avlayabileceğiniz az bir avla sizi deneyecektir...»

Bu âyeti celîle, Hudeybiye senesinde nazil oldu. Eshabtan bazıları Resûlüllah ile beraber ihrama girmişti, bazıları da girmemişti. Bir av göründüğü zaman, onun hakkında halleri ve fiilleri değişik olurdu. Bunun ahkâmı onlara gizli idi. Cenab-ı Hak, bu âyeti, durumlarının ahkâmını belirtmek, hac ve umrelerindeki mahzurları beyan etmek için indirmiştir. İhrama girmişler idi, Cenab-ı Hak, onları av hayvan­larıyla denedi. Hayvanlar o kadar çok idi ki çadırların arasına gelir­lerdi. Onlar hayvanları avlamak istediler. Cenab-ı Hak, bu âyeti, o za­man indirdi. Yani yemin ederim ki, Allah sizin taatinizi masiyetiniz-den ayırmak için, sizi deneyecektir. Yani denenmişim muamelesini size tatbik edecektir. Oysa o gaybın herşeysini bilir. Bu âyeti celîlede «Avın bir şeyi ile» tabiri kullanıldı. Ta ki, bu fitnenin, büyük ve ayak­ları kaydıran fitnelerden olmadığı bilinsin. Bu denemedeki durum, da­ha önceki denemelerde bulunan durumlardan daha kolaydı. Bu dene­me, tıpkı İsrailoğullarım cumartesi günlerinde balık avlamamakla de­nemesi gibidir. Fakat Cenab-ı Hak, fazl-u keremiyle ümmeti Muham­medi imtihanı kazanmaya muvaffak kıldı. Lâkin cumartesi arkadaş­larını (İsrailoğullarım) korumadı. Onun için onlar maymunlar ye do­muzların çirkinliğine büründürüldüler.

İmam Malik'e göre; bu âyete muhatab olanlar ihramsız kimseler­dir. İbni Abbas (R.A.) «Muhatablar ihramlı olanlardır» dedi. Fakat âyetin muhatabının, ihramlı veya ihramsız bütün insanların olması, daha uygundur. Zira Cenab-ı Hak, «Allah sizi denemek için bunu yap­tı» tabirini kullandı.

Ayette «eller» zikredilmiştir, çünkü avda yüzde doksan kullanılan ellerdir.. Diğer azalar da onlara kıyas edilir. Mızraklar tabiri kullanıl­mıştır. Çünkü o devirde, en büyük silâh mızraktı. Diğer silahlarla av­lanmak da ona kıyas edilir.

(95) «Ey îman edenler! Siz ihramlı iken av öldürmeyiniz...»

Yani hacca veya umreye ihram bağlamış iken av avlamayınız. Veya Harem hududlarına girmiş iken av avlamayınız. Çünkü «Ahreme zeydun» denildiğinde «Zeyd adlı kişi ihrama veya Harem hududuna

girmiş» demektir. İki manaya da kullanılabilir. Bazıları, âyette bü iki mânâ da kastedilmiştir^ demişlerdir. Yani hem ihramda iken, hem de Harem hududuna girdiğiniz zaman, av avlamayınız. Öyleyse hem ih­rama girene, hem de Harem hududunda olana av avlamak caiz de­ğildir. Bu âyeti celîle, Ebul Yusr'un hakkında nazil oldu. Bu zat Um-retul Hudeybiye'de ihramlı iken, vahşi bir merkebe hücum ederek, öldürdü. Cenab-ı Hak, bu âyeti onun hakkında indirdi, sonra bu hü­küm genelleşti. Öyleyse kişi ihramda iken, Harem hududlarınm için­de iken herhangi bir ava taarruz etmesi veya herhangi bir hayvanı öldürmesi caiz değildir. Avdan maksad, evcil olmayan ve eti yenilen hayvandır. İmam Şafiî'nin görüşü budur.

İmam Ebu Hanife; ister yenilsin ister yenilmesin evcil olma­yan her hayvan avdır, dedi. Binaenaleyh, bir kurtu veya diğer bir yır­tıcıyı öldüren bir ihramhya tazminat gerekir. Ancak Resul-i Ekrem, beş fâsık hayvanın Haremde ve ihramda dahi öldürülmesini caiz kıl­mıştır ve istisna etmiştir. Bu husus da Müslim ve Buharı ittifakla ibni Ömer'den rivayet ediyorlar. Resûl-i Ekrem:

«Hayvanlardan beş tane vardır, ihramda olan bir insan onları öl­dürürse herhangi bir mesuliyeti yoktur: Birincisi karga, ikincisi dü-lengeç kuşu, üçüncüsü akreb .dördüncüsü fare, beşincisi kelbi-âkûr, yani saldırgan veya yaralayan köpektir.»

Bir rivayette de «Beş şey vardır, onları Harem'de ve ihram halin­de öldürene birşcy lâzım gelmez» diye başlanır.

Müslim ve Buharı ittifakla Âişe validemizden rivayet ettiler ki, Resul-i Ekrem buyurdu:

«Bütün hayvanlardan beş tane fâsık hayvan vardır. Haremde da­hi öldürülürler. Birincisi karga, ikincisi dülengeç kuşu, üçüncüsü ak­reb, dördüncü fare, beşincisi kelbi-akurdur.»

Müslimi şerifte «Beş fâsık hayvan vardır, helâl arazide de Haram arazide de öldürülürleri) rivayeti vardır.

En-Nesei'nin rivayetinde, «Beş hayvan vardır ki, ihramda olan, on-lan  öldürür:   Yılan,  akreb,  fare,   alacakarga ve köpek.»

îbni Uyeyne;  âkur köpekten, parçalayıcı, zarar verici ve yara açıcı her köpek kastedilmektedir» der.

İmam Şafii, eti yenilmeyen bütün hayvanları bunların üzerine kı­yas etmiştir. Çünkü hadis, bazıları zarar verici yırtıcılar, bazıları da öldürücü haşarat ve bu iki sınıfın mânâsına girmeyen kuşları derle­mektedir. Bunların öldürülmeleri, etlerinin pis ve yenilmelerinin ha­ram olmasındandır. Onu nazarı itibara al, hükmü onun üzerine ter­tip et. Fakat İmam Ebu-Hanife ve talebeleri, bu beş şeyden başka eti yenilmiyen hayvanlar da ihram halinde öldürülürse, cezaları vaciptir demişlerdir.

Ebu Hanife; -fevasikı hamsa- (beş fâsık)in üzerine kurtu kıyas ederek, onda da herhangi bir keffaret gerekmez demiştir.

Mücahid, Hasan ve İbnu Zeyd «ihramını (yani ihramlı olduğu­nu) unutmakla beraber kasten ve bile bile av hayvanını öldürene ce­za düşer. İhramlı olduğunu hatırladığı halde kasten av hayvanını öl­dürene gelince, onun cezası yok. Çünkü keffaretlendirmekten daha şeni' ve daha korkunç bir harekette bulunmuştur» dediler.

îbni Abbas ve cumhur ulema ise «Eğer ihramlı olduğunu hatır­lar ve kasten av hayvanını öldürürse, cezayı verecektir» dediler. Bu, bütün fâkihlerin mezhebidir. Kasten değil de yanlışlıkla, av hayva­nını öldürürse,  yani başkasına attığı oku gider ona isabet ederse   bu fiili, cezayı gerektirmek hususunda kasten öldürmek gibidir. Tef-sircilerin cumhurunun ve fâkihlerin mezhebi budur.

Zuhri, «Kasten öldürmek hususunda Kur'an, hataen öldürmek hususunda da Sünnet varid oldu» der.

Yani yanlışlıkla öldüreni, kasten öldürene   hüküm bakımın­dan  ilhak eden hadistir.. İkisine de ceza gerekir ve vacibtir, dedi.

Said bin Cübeyr, «kasten değil, yanlışlıkla öldürmekte, herhangi bir cezayı gerekli görmüyorum» demiştir. Fakat bu görüşü, şazz (kai­de dışı) bir görüştür. Hiçbir kimseye me'haz (kaynak) olamaz.[129]  

(95) «Sizden kim, onu kasıtlı olarak öldürürse, cezası hayvandan öldürdüğünün bir benzeridir...»

İmam Şafiî ve üstadı İmamı Malik; bu benzerlik yaradılışta ve heyette olur, demişler.

İmam Ebu Hanife benzerlik kıymetledir, yani öldürülen hayvan, öldürdüğü yerde takdir edilir, eğer kıymeti, bir kurban olacak kadar ise, kişi isterse o para ile yemek alır, her miskine yarım sa' buğday ve­ya bir sa' arpa veya bir sa' hurma verir. İsterse her miskine verilen yemeğin yerine birer gün oruç tutar. Eğer kıymeti bir kurban olacak kadar değilse, isterse yemek yedirir, isterse oruç tutar, dedi.

Fakat Kur'an'ı Kerimin tabiri, İmam Malik ile İmam Şafiî'nin tevillerini daha fazla takviye etmektedir. Bir de, eshab-ı kiramın tat­bikatı, onları takviye etmektedir. Çünkü eshab-ı kiram çeşitli memle­ketlerde ve çeşitli zamanlarda «Nuame» denilen deve kuşunu öldürene bir deveyi gerektirmişlerdir. Halbuki Nuame para bakımından deveye eşit değildir. Evcil olmayan merkebi öldürene, bir sığır gerektirmişler. Halbuki onun fiyatı, sığırın fiatından daha azdır. Sırtlanı öldürene, bir koç gerektirmişlerdir. İşte onların bu tatbikatı, delâlet eder ki, benzerlik (yaradılış) bakımından neye ve hangi hayvana yakın ise, o hayvandan ceza verecektir. Böylece eshab hilkat (yaratılış) bakımm-daki benzerliği itibara almışlar, kıymete önem vermemişler. Binaena­leyh bir geyiği öldürmekte bir koyun gerekir. Bir tavşan öldürmekte bir kuzu gerektir. Keler öldürmek te bir kuzu gerekir. Yerbu' denilen hayvanı öldürmekte, bir çepiç gerekir. Güvercin, öten ve gagasıyla su içen hayvanları öldürmekte ise, kıymet lâzımdır.

Hz. Osman ve İbni Abbas'tan rivayet ediliyor: Haremin güvercin­leri hakkında bir koyunu hükmetmişlerdir. Hz. Ömer'in sırtlan hakkın­da bir koç, geyik hakkında bir keçi, tavşan hakkında bir çepiç, yerbu' hakkında bir cefra ile hükmettiği rivayet ediliyor.

Bu hüküm, kimler tarafından verilecektir? Ayeti celîle buna ce-vab olarak: «Buna da Kabe'ye ulaşmış bir kurbanlık olarak içinizden adalet sahibi iki kişi hükmedecektir» buyurdu. Yani av hayvanının öl­dürülmesinde gereken ceza, salih, adil, ve dindar olan iki kişi tarafından takdir edilecektir. Fâkih olmaları uygundur. Ta ki benzerliği iyi­ce seçip onunla hükmetsinler.

Meymun bin Mehran der: Bir göçebe Ebu Bekr-Sıddik'in yanma geldi. «Ben ihramda iken. şöyle şöyle bir av hayvanım öldürdüm» dedi. Hz. Ebu Bekir, Ubeyy bin Kaab'tan bunu sordu. Göçebe kızarak: «Ben sana geldim, senden soruyorum. Sen de başkasından soruyorsun» de­di. Bunun üzerine Hz. Ebu Bekir: «Senin bu kızdığın ve hoşuna gitmi-yen nokta hakkında Cenab-ı Hak «Sizden olan adalet sahibi iki kişi hükmetsin» buyuruyor. Ben de arkadaşımla istişare ettim. Biz her­hangi bir şeyin üzerinde ittifak edersek, sana onu vermeyi emredece­ğim» dedi.

Kefaret, Kabe'ye sevkedilecektir. Yani Harem arazisine götürülüp orada kesilecek ve fakirlere dağıtılacaktır.

Ebu Hanife; Harem arazisine gittikten sonra istediği yerde dağı­tıp fakirlere yedirebiür» buyurmuştur.

Böyle bir kimsenin keffareti fakirlere yedirmektir veya buna eşit bir şekilde oruç tutmaktır. İmam Şafiî* İmam Malik ve İmam Ebu Ha­nife âyetteki «EV» kelimesi tahyir (muhayyerlik) içindir. Yani kişi hangisini dilerse, onu yapar.

İmam Muhammed; bu muhayyerlik kişiye değil, hakemlik yapan iki hakeme aittir. Onlar hangisini kişiye yüklerlerse, onu yapar de­miştir. İmam Ahmed ve İmam Züfer; «EV» kelimesi burada teftib için­dir. Yani önce hedyi (kurban), sonra yedirmek, sonra oruç tutmak. Bu iki görüş de İbni Abbas'tan rivayet edilmiştir.

İmam Şafiî, bir av hayvanı öldürdüğü zaman, onun benzeri de var ise, kişi üç şey arasında muhayyerdir (serbesttir). İsterse benze­rini keser, miskinlere sadaka verir. İsterse, kıymetlendirir, o para ile yemek alır, harem, miskinlerine sadaka verir. İsterse her Müdd'ün (Batman nevinden bir ölçek) yerinde, bir gün oruç tutar.

Ebu Hanife (R.A.) der ki; her yarım sa' yerinde bir gün oruç tu­tar.

İmam Ahmed'den iki rivayet gelmiştir. Yani bu iki içti had da İmam Ahmed'den rivayet edilmiştir.

Meselenin esası şudur: Bir gün oruç, bir günün yemeği yerini tutar. Bu yemek, Şafiî'ye göre, bir müdd'ür, Hanefi'ye göre yarım sa'dır. Kişi orucunu dilediği yerde tutar. Çünkü oruçta fakirlere her­hangi bir yarar yoktur.

Cumhur fukaha, bu üç şeydeki muhayyerlik, av hayvanını öldü­rene aittir, der. Muhammed bin Hasan, bu muhayyerlik hakemlere aittir, diyor.

Ayetteki «EV» tertip içindir diyen zatlar, eğer hedyi (kurban) bu­lamazsa, yemek satın alacak, yedirecektir. Yemek satın almaya gücü yetmiyorsa, oruç tutacaktır, demişlerdir.

İmam Malik; eğer öldürdüğü hayvanın mislini bulmazsa, onu pa­raya tahvil eder, o parayla yemek alır, sadaka verir veya oruç tutar.

İmam Ebu-Hanife, «onun misli vacib değildir. Belki paraya tak­dir edilir. İsterse, o parayla herhangi bir hayvanı satın alır keser, is­terse yemek yedirir, isterse her yarım sa' yerine bir gün oruç tutar» dedi.

Kıymetlendirmenin hangi yerde olacağı hususunda da, ihtilâf vardır: Cumhura göre, nerde öldürülmüşse, orada kıymetlendirilecek-tir.

Eş'şabi, Mekke'de ve Mekke'nin parasıyla kıymetlendirilecektir» diyor. [130]

 

İhbamlının Avlamasındaki Ceza

 

Cenab-ı Hak, bu cezayı, ihramlı olarak av avlayana niçin gerekli kıldığının nedenini şöyle izah buyuruyor:

(95) «Böylelikle işlediğinin vebalini tatmış olsun. Allah geçmişte olanı bağışladı.»

Yani ^günahının cezasi.ni böylece çeksin, ağırlığım böylece yüklen­miş olsun. Çünkü bu cezayı tatbik etmede, malın eksikliği vardır. Ve nefse ağır gelir. Oruç olursa nefse ağır gelir. Çünkü nefsin bitab düş­mesi, oruçda bahis mevzuudur.

(95) «Kim ki, dönüp (tekrar böyle bir şeyi ikinci kez) yaparsa, Allah (âhirette) ondan intikam alacaktır.» Bu âyetin izahı: Yani şid­detli bir şekilde, onu cezalandıracaktır...

Bu- ilâhi tehdit, ikinci, üçüncü veya dördüncü kez ihramlı bir kim­seden av avlamak tekerrür ederse, ona artık ceza verilmesi yoktur di­ye birşeyi iktiza etmez. Belki bütün bu defalarda ceza verebilir. Fakat âhirette de ayrı ceza vardır. Evet Cumhur-u ulema böyle demiştir.

Ibni Abbas, En Nehai ve Davud Zahiri'den rivayet ediliyor ki, ikinci defa av hayvanını öldürdüğünde artık ceza verilmez. Çünkü Ce­nab-ı Hak, geri dönene intikamı vaadederek tehdidde bulunmuştur.

İbni Abbas, «thramlı bir kimse, av hayvanını öldürdüğünde soru­lur. Daha önce av hayvanlarından birşey öldürdün mü? Eğer evet der­se, onun üzerine herhangi birşeyle hüküm edilmez. Ona «git, Allah sen­den intikam alacaktır» denilecektir. Eğer «daha önce birşey öldürme­dim» derse, onun üzerine hükmedilir. Bu hükümden sonra ikinci kez yaparsa, hükmedilmez. Ancak onun sırtı ve göğsü vurmakla dolduru­lur. Yani vurulur» dedi.

Zira Resulü Ekrem, Taifte «Saydüç» vadisinde böyle hükmetmiş­tir.[131]

(95) «Allah aziz ve intikam sahibidir.» Bu âyetin tefsiri: Allah'a isyan edenden Cenab-ı Hak intikam alır. İhramlı bir kimse yumurta, veya küçücük bir kuş gibi benzeri olmayan bir avı telef ederse, o av kıymetlendirilecek, o kıymetle de yemek alınacak ve fakirlere verile­cektir. Veya her müd taamın yerine veya her yarım sa' yerine bir gün oruç tutacaktır. [132]

 

Bazı Hikmetler

 

Bahsi geçen âyetlerle ilgili bazı noktalar:

Alemlere-rahmet olarak gönderilen   Hz. Muhammed niçin bahsi geçen beş hayvanın öldürülmesini emrediyor? Çünkü akur köpek, saldırgan, yaralar açan ve insanlara zarar veren bir köpektir. Ondan do­layı onun öldürülmesi emredilmiştir. Bu zamanda tıbbın ilerlemesiyle anlaşılmıştır ki, kuduz hastalığı gibi korkunç hastalıkları başıboş dola­şıp saldırgan olan köpekler taşımaktadır.  Tababet   ilmini okumamış Hz. Muhammed'in bunu  (1400) bindört yüz sene önce söylemesi, eğer bir şeye delâlet ederse, onun Hak Peygamber olduğuna delâlet eder. Yılan ve akrep, öldürülmeleri emredilen hayvanlardır. Çünkü insanla­ra zararları vardır. Çünkü onlar zararlı ve zehirli iğnelere sahiptirler. Hem insanlara, hem de insanlar için yararlı olan hayvanlara zarar ve­rirler. Hatta bazen öldürürler. Farenin öldürülmesine gelince, o   çu­valları deler, yolculara zarar verir. Hatta evler gibi çok yararlı olan şeylerde bile çok zararı görülmektedir. Leş kargaları ise, leşlere kon­mak suretiyle mikroplan bir yerden bir yere nakletmektedirler. Bir de çöllerde yaşayan göçebelerin hayvanlarının sırtlarına konup o hayvan­ların sırtını yara ve bere içinde bırakmak suretiyle ölmelerine veya zayıf  düşmelerine  sebeb olurlar; Böylece  sahihlerinin  kendilerinden yararlanamayacak şekilde onları yaralarlar. Hid'e (dülengeç) kuşu da karga gibi leşçi bir kuş olduğundan dolayı Resûl-i Ekrem öldürülme­sini emretmiştir. [133]

 

Harem Arazisi

 

Yeryüzünde iki Harem vardır:

a) Medine Haremi,

b) Mekke Ha­remidir.

İmam Şafiî'ye göre, Taif Haremi de vardır. İmam Şafiî'nin ka­tında ihramda iken Taif in ağaçlarını kesmek, orada av avlamak caiz değildir. Fakat bunu yapana ceza düşmez. [134]

 

Medine Haremi

 

Medine Haremine gelince, orada hiç kimse av avlayamaz, ağaç kesemez. Tıpkı Mekke Haremi gibidir. İmam Malik, İmam Şafiî ve ar­kadaşları nezdinde, aksini yapan günahkâr olur. Fakat ceza tatbik edilmez.

îbni Ebi Zib, Medine Hareminde av avlayan ve ağaç, kesene ceza tatbik edilir diyor.

Saad b. Ebi-Vakkas: Onun cezası, almış olduğunu alandan geri al­maktır, dedi.

İmam Ebu-Hanife «Medine'nin avını avlamak ve ağaçlarını kesmek haram değildir» dedi. Ve delil olarak Saad bin Ebi Vakkas'm Resulü Ekrem'den rivayet ettiği hadisi getirdi. Hadis şöyledir:

«Herhangi bir kimseyi, Medine Hareminin hududlan dahilinde av avladığını veya Medine'nin ağaçlarını kestiğini görürseniz, onun av­ladığını ve kestiğini elinden alınız.»

Saad da bunu yapanın elinden alırdı.

Fâkihler ittifak etmişlerdir ki, Medine'de av avlayanın avı geri alınmaz. Fâkihlerin bu ittifakı, yukardakl hadisin mensuh olduğuna delâlet eder ve dolayısıyla Medine'nin Hareminin olmadığına delâlet eder.

Tahavi, Resûlüllah'ın «Nağireeik veya Nefirecik ne yaptı?» şek­lindeki hadisiyle de Hanefi görüşünü takviye etmeye çalışmıştır. Bu hadisten anlaşılıyor ki, Resûlü-Ekrem Enes'in avlanmasını ve kuş tut-masını hoşnutsuzlukla karşılamamıştır.

Kurtubi, «Bunlarda Haneliler için herhangi bir delil yoktur. Şöy­le ki: Birinci hadis kuvvetli değildir. Eğer kuvvetli farzedilse dahi, av­lananı geri almak hükmünün neshedilme meselesinde, Medine için tesbit edilen Haremin olmadığını ve düşürülmesini gerektiren bir du­rum yoktur. Nice haram işliyen insan vardır ki, dünyada onların üze­rine herhangi bir ceza terettüb etmemiştir. İkinci hadise gelince, muh­temel ki, Enes o kuşu haramın haricinde avlamıştır. Hz. Âişe'nin ha­disi de böyledir. Hz. Âişe der- ki, Resûlüllah'ın evcil olmayan bir hay-- vanı vardı. Çıktığı zaman oynardı, koşardı, gidip gelirdi. Resûlüllah'ın geldiğini hissettiği zaman dururdu. Resûlüllah'a eziyet vermekten kor­karak hareket etmezdi.

Bizim Hanefilere karşı delilimiz, Malik'in İbni Şehab'tan, Said bin Museyyeb'ten onun da Ebu Hureyre'den rivayet ettiği şu hadistir:

«Eğer geyiklerin Medine'de otladığını görürsem, onları ürkütmem. Çünkü Resulü Ekrem:

«Medine'nin iki lâbiti (Medine'yi kuşatan iki saha) arasında bu­lunan arazi, Harem arazisidir. (Yani haremdir.» demiş.»

Ebu Hureyre'nin «onu ürkütmem» sözü, Medine Hareminde bulu­nan av hayvanının ürkütülmesinin caiz olmadığına delildir. Nitekim Mekke Hareminde ürkütmenin caiz olmadığı gibi. Bir de Zeyd bin Sa­bit, Şurahbil bin Saad'm elinden avlamış olduğu bir kuşu alıp azad etti. Bu da, delâlet eder ki, sahabe, Resulü Ekrem'in Medine avının avlanmasının haram olduğunu kastettiğini anlamışlardır. Onun için Medine'nin Hareminde avlanmayı caiz görmemişler. Orada avlanan bir nesnenin de avlayanın mülkü olmadığı kanaatini taşımışlardır.

İbni Ebi Zibin güvendiği delil Resûlüllah'ın sahihteki şu hadisi­dir:

«Ey Allah'ım! Şüphesiz İbrahim, Mekke'yi Haremlendirmiştir. (Yani ona Harem hu d udi an m çizmiştir.) O, Mekke'yi ne ile Harem* lendirmiş ise, ben de onunla ve onun bir misli beraberinde olmak su­retiyle Medine'yi Haremlendiriyorum. Medine'nin bitkileri biçilmez, ağaçları ısınlmaz, avı ürkütülmez.»

Bir de İbn Ebi Zi'bi Medine bir haremdir. Orada av avlamak men-edilmiştir. Öyleyse Mekke'nin haremi gibi, ceza da buna bağlıdır, de­miş.

El Kadi Abdulvahab, «İbni Ebi Zib'in bu sözü, benim kanaatime göre, biz Maliki'lerin usul kaidelerine göre daha kıyasli görünüyor. Hele Medine, biz Maliki'lerin yanında Mekke'den daha üstündür. Me­dine'deki namaz Mescidi Haramdaki namazdan daha üstündür» dedi.

İmam Malik ve İmam Şafii'nin «Medine'de av avlayana ceza düş­mez» şeklindeki içtihadlarımn delili Resulü Ekrem'in sahihteki hadi­sinin umumudur. Hadis şöyledir:

«Medine haremdir. «A'yir» dağından «Sevr» dağına kadar düşen kısım haremdir. Binaenaleyh Medine'de herhangi bir hadiseyi oluştu­ran veya herhangi bir hadiseciye sığınak sahibliği yapan bir kimse­nin üzerinde Allah'ın, meleklerin ve bütün insanların laneti vardır. Al­lah kıyamet gününde ne onun farz ne de nafile, ibâdetlerini kabul eder.»

Böylece, Resulü Ekrem, şiddetli azabı söyledi fakat keffareti zik­retmedi.

Saad'dan zikredilene gelince; o, Saad'ın özel bir görüşüdür. Çün­kü Sahihaymda Saad'dan rivayet ediliyor ki, o binip, el-Akik'teki köş­küne giderken bir kölenin ağaç kestiğini gördü. O ağaçlan onun elin­den aldı. Saad, Medine'ye geri geldiğinde kölenin sahihleri Saad'a ge­lip Hizmetkârlarının odunlarını geri vermesini istediler. Saad «Allah'a sığınıyorum ki, Resûlüllah'ın bana ganimet olarak verdiği bir şeyi ge­ri vereyim.» deyip onlara odunları vermedi. İşte «Resûlüllah'ın bana ganimet olarak verdiği» ibaresinden anlaşılıyor ki, bu, ona mahsus bir iştir.

Hadisde bahsi geçen «a'yir» Medine'de bir dağın ismidir. «sevr» kelimesi ise, hadis ehlinin bazılarına göre, râvi tarafından seh­ven eklenmiştir. Zira «Sevr», Medine'de değil Mekke'de bir dağın is­midir. Hadisin sahihi «A'yir'dan Uhud'a kadar» şeklindedir. Bu riva­yet, az (veya şaz), bir rivayettir. Bazıları, Medine'nin Haremini «A'yir» İle «Sevr» arasında, yani Medine'deki dağ ile Mekke'deki da­ğın arasına düşen arazidir demişleridr. Bu görüş, şazz bir görüştür.

En-Nevavi'de şu vardır. «El Kadı; Buharı kitabında ravilerin ço­ğu «A*yr»i zikretmişlerdir. Sevr kelimesine gelince, bazıları onun ye­rine «Bikeza» (böylece) tabirini kullanmışlar. Bazıları onun yerini be­yaz bırakmışlardır. Çünkü onların itikadına göre, Sevr'in bu hadiste zikredilmesi yanlıştır» dedi.»

Bazı fakihler eşek arısını da akrep ve yılana ilhak etmişlerdir. Ya­ni ihramlı bir insan için onların öldürülmesi caiz olduğu gibi, onun öldürülmesi de caizdir demişlerdir. Bazıları; eğer eşek arısı saldırgan ise, onu nefsinden defedebilir. Hz. Ömer'den eşek ansının ihram ha­linde iken öldürülmesinin mubah olduğu dediği rivayet edilmiştir.

îmam Malik; eşek ansını öldüren fakirlere yemek verecektir, di­yor. Pire, sinek ve kannca öldüren de öyledir.

İmam Ebu-Hanife ve talebieri; bunlan öldürene hiçbir şey lâzım gelmez dediler. İmam Ebu-Hanife; ihramlı bir insan, yırtıcı hayvanlar­dan sadece akur köpek ile kurdu öldürebilir, ister saldırgan olsun is­ter saldırgan olmasın başka yırtıcıları öldürenler, ceza vereceklerdir.

Evzaİ, Sevri, Hasan ve Ebu-Hanife bunu söylemişlerdir. Delilleri, Resulü Ekrem'in beş hayvanı özel olarak zikretmesi ve ihramlı bir in­sanın onları öldürmesini ruhsatlı kılmasıdır. Öyle ise onlara herhan­gi birşeyi eklemek caiz olamaz. El Kurtubi, bu görüşe karşı çıkarak;

«Ebu Hanife'ye hayret ediyorum. Ölçülür illetiyle toprağı buğdaya kıyas ediyor. Fakat saldırganlık illetiyle yırtıcı hayvanları köpeğe kı­yas etmiyor. İmam Şafiî ve İmam Malik'in dediği gibi söylemiyor» di­yor.

Züfer bin Huzeyil, «Ancak kurt öldürülür, ondan başkasını ih­ramlı iken öldüren bir insana fidye lâzımdır» diyor. Fakat Züfer'in bu görüşü hadise ters düşer.

îmam Şafiî, «Eti yenilmeyen her hayvan, yırtıcı olduktan sonra, muhrim onu öldürebilir. Onun küçüğü büyüğü eşittir. Ancak «Essi-ma» (yani kurt ile sırtlan arasından doğup büyüyen yavru) öldürül­mez. Böcekler, keneler ve kenelerin küçüklerini öldürmekte herhangi bir ceza yoktur» dedi.

İmam Malik «Kedi, tilki, keler, ve benzerleri gibi saldırgan olma­yan hayvanları ihramlı öldüremez, öldürdüğü takdirde fidye verecek­tir» demiştir.

Av hayvanını öldürürse, ceza düşer. Tutulmasında herhangi bir ceza yoktur. Çünkü Cenab-ı Hak «Öldürme» tabirini kullanıyor.

Mekke'lilerden birisi îhram bağlar, kapısını güvercin yavrularının üzerine kapayıp giderse, onlar da evde bakımsızlıktan ölürlerse, her güvercine karşı bir koyunu ceza verecektir.

îmam Malik, Abdulmelık bin Kureyb'ten, o Muhammed bin Si-rin'den rivayet ediyor. Bir kişi Hz. Ömer'e geldi:

»Ey müminlerin emiri! Arkadaşlarımla atlarımızla yarıştık. Da­ğın eteğine kadar gittik. Bu esnada bir geyiği çiğnedik, İhramlı idik. Bizim ne vermemiz lâzımdır?» diye sordu,

Hz. Ömer yanında duran bir kişiye:

»Gel de seninle bu hususta ikimiz hüküm verelim» dedi. Ona bir keçiyi vermeyi hükmettiler. Kişi Hz. Ömer'in yanından ayrılırken:

«İşte bu müminlerin emîridir. Bir geyik hakkında hüküm vermeyi beceremiyor. Beraberinde hükmetsin diye başkasını çağırıyor.» dedi.

Hz. Ömer, sözünü işitti ve kendisini çağırdı: «Sen Maide sûresini okuyor musun?» diye sordu.

«Hayır» dedi. Hz. Ömer:

«Eğer bana Maide sûresini okuduğunu söyleseydin seni şiddetli bir şekilde döverdim» dedikten sonra buyurdu:

«Cenab-ı Hak kitabında sizden adalet sahibi iki kişi hükmetsin diyor. İşte bu kişi de Avfın oğlu Abdurrahman'dır. İkimiz hakkında böyle hükmettik» dedi.

Hakemlerin ikisi ihtilâf ederlerse, İmam Şa-fiî ve Hasan Basri'ye göre, başka iki hakem tayin edilir. Fakat ittifak ettikleri zaman hü­kümlerinin infazı farz oluyor.

Ebu Hanife, «cani, hakemlerden birisi olamaz» diyor. Yani ih­ramda iken cinayet işleyen bir kimse öldürdüğü av hakkında hakem olamaz. İmam Şafiî de, bir görüşünde böyle söylemiştir. Şafiî'nin di­ğer görüşünde, hakemlerden birisi cinayet işleyen kişi olabilir. Fakat îmam Şafiî'nin bu sözünün üzerinde biraz durmak gerekiyor. Çünkü âyetin zahiri cinayet işleyen bir kişi ile iki hakemin olmasını iktiza eder. Adedin bir kısmını hazfetmek, âyetin zahirini düşürmek ve mâ­nâyı ifsad etmek demektir. Bir de kişinin nefsi hakkında hükmetme­si, caiz değildir. Eğer caiz olsaydı başkasına ihtiyacı olmazdı. Çünkü kendisi ile Allah arasında hükmetmiş oluyordu. İkinci bir kişinin ge­rekli olması ise, hükmün iki kişi tarafından başlatılmasını gerektiri­yor [135]

 

Meal

 

(96) Size ve misafirlere yararı olsun diye denizin avı ve yemeği size halâl kılınmıştır. İhramda olduğunuz müddetçe karanın avı size haram kılındı. Katında haşru-cem (toplanmış) olacağınız Allah'ın aza­bındım salanınız.»

(97) Allah, beytuMıaram olan Kabe'yi, insanlar için bir hare­ket noktası kıldı. Haram olan ayı, kurban ve (boyunlardaki gerdan­lıkları) da. İşte böyle yapması, Allah'ın göklerde ve yerde olanı bildi­ğini ve her şeyi bilici olduğunu bilmeniz içindir.»

(98) Biliniz ki, kuşkusuz Allah'ın ıkabı (cezası) pek şiddetlidir. Allah çok affedici ve çok merhametlidir.»

(99) Peygamberin üzerinde ancak tebliğ etmek vardır. Allah si­zin açığa vurduğunuzu da gizli tuttuğunuzu da biliyordur.»

(100) (Ey Habibim) î De ki, fena ile iyi, helâl ile haram eşit ola­mazlar. Habisin çokluğu hoşuna gitse bile... Ey akü sahihleri, Al­lah (in azabın) dan sakınınız. Umulur ki felah bulaşınız.»

(101) Ey îman edenler! Size göründüğünde sizi üzen şeylerden sormayınız. Eğer Kur'an'ın nazil olduğu bir dönemde onları sorarsa­nız size görünür. Oysa Allah onları sizin için affetti. Allah çokça affe­dici ve çokça halimdir.»

(102) Muhakkak ki, sizden önce bir kavim bu şeyleri sorduk­tan sonra amel etmedikleri için o şeyleri inkâr edici oldular.»

(103) Allah bahire, şaibe vesile ve hamdan hiçbirini kılmamış-tır. Fakat kâfir olanlar Allah'ın kesesinden yalandan iftira uydurdu­lar. Onların çoğu akıl erdiremezler.»[136]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

Denizden avlanan herşey ihram halinde olan insana helâldir. Ta­bii bu hüküm ancak suda yaşayan hayvanlar için geçerlidir. Hem ka­rada, hem suda yaşayan hayvanların eti ise, ilerde geleceği ,gibi yenil­mez. İmam Şafiî'ye göre, denizden avlanan, denizden tutulan ve sa­dece deniz suyunda yaşayan hayvanların hepsi yenilir, hepsi helâldir. Çünkü Resûl-i Ekrem:

«Deniz suyu tertemiz ve ölüsü helâl olan bir mahlûktur» buyur­muştur. [137]

 

Denizden Ne Kasdedilir

 

Denizden maksat, bütün sulardır. İster tatlı, ister acı ve ister tuz­lu sular olsun. Ayette bahsi geçen deniz yemeğinde ihtilâf vardır.

Bazıları, «Denizin taamından (yemeğinden) maksad, denizin ke­nara atmış olduğu nesnelerdir» demiştir. Bu, Ebu Bekr, Âmr, İbni Ömer, Ebu Eyyub ve Katade'den rivayet edilmiştir.

Bazıları da «Denizin taamından maksad, ölüp de su üzerine çı­kan nesneler ve balıklardır diyor.»

Dârekutni; İbni Abbas'tan bu âyetin tefsirinde «Denizin avı, de­nizde avlanan, denizin taamı ise, deniz taralından yüze atılan nesne­lerdir» dediğini rivayet etti.

Ebu Hureyre'den de bunun benzeri rivayet edilmiştir. Sahabe ve tabiînin çoğu bu kanaattadır.

îbni Abbas'tan rivayet edilmiştir ki; denizin taamı, denizin ölüsü demektir.

îbni Abbas'tan gelen ikinci bir rivayette, «Denizin taamı, tuzla­nıp da saklanan nesneler demektir» denildi. Bunu, bir gurup tefsirei-ler de söylemiştir.

Başka bir gurup «Denizin taamından maksad, onun tuzudur, ya­ni suyundan oluşup meydana gelen tuz ve içindeki bitkilerdir» diyor.

Denizin bütün hayvanları iki guruba ayrılır: Balık ve balık olma­yanlar. Balıkların  cinsleri ne olursa olsun, çeşitleri ne olursa ol­sun   hepsi helâldir ve yenir. [138]

 

Denizin Ölüsü

 

Resûl-i Ekrem, deniz hakkında «O, suyu tertemiz ve ölüsü helâl olan bir mahlûktum buyurmuştur. Hadisi Ebu Davud, Tirmizi ve En Nesei rivayet etmişlerdir.

Balık ister bir sebebten ötürü Ölsün, ister, ölmesin onun yenmesi helâldir. Ebu Hanife'ye göre; eceliyle ölen deniz balığı (yani su üzeri­ne çıkıp ta karnı üste gelen, ters yüz olan balık) yenilmez, ondan baş­kası yenir. Yine Ebu Hanife'ye göre; denizin balıktan başka diğer hay­vanları yenilmez. Sevri ve Ebu îshak el-Fezari de bu görüşe katılmış­lardır.

Hasan Basri; eceliyle ölen deniz balıklarının yenmesini mekruh görmüştür. Hz. Ali'den de bu görüş rivayet ediliyor. Ve yine Hz. Ali'­den rivayet ediliyor ki; sırtı yüksek, ağzı geniş ve içinde kemik olma­yan ve «el-cırrî» denilen balık çeşidinin yenmesini mekruh gör­müştür. Aynı zamanda Hz. Ali'den bunların aksi de rivayet ediliyor. Yani bütün bunları yemiştir. Bu ikinci rivayet, el-Kurtubi'ye göre, da­ha sıhhatli ve daha doğrudur. [139]

 

Balığın Kesilmesi

 

Abdurrezzak, Servi'den, o Cafer bin Muhammed'den, o da Hz. Ali'­den rivayet ediyor: ftÇekirge ve balıklar kesilmiş sayılırlar.» Öyleyse Hz; Ali'nin «eceliyle ölüp su üzerine çıkmış balığın yenmesi» hakkında iki rivayeti vardır. Ama Cabir'in bunu mekruh gördüğünde ihtilâf yoktur. Bu Tavus, Muhammed bin Şirin ve Cabir bin Zeyd'in sözüdür. Onlar âyetin umumiyle istidlal etmişlerdir. Çünkü âyet: «Sizin üzeri­nizde ölü haram kılındı» (el-Maide: 3) diyor. Bu da, Ebu Davud, Dârekutni'nin Cabir bin Abdullah'tan rivayet ettiği bir hadisde var­dır. «Su çekildiğinde karada kalıp ölen, öldükten sonra su tarafından kenara atılan, su içerisinde ölü olarak bulunan veya ölmüş de su üze­rine çıkmış balıkları sakın yemeyiniz.»

Dârekutni, bu hadisi Abdulaziz bin Ubeyd, Vehb bin Keysan ve Cabir'den müfred olarak rivayet etti; Abdulaziz: «Bu hadis zayıftır, onunla hüccet getirilemez»  [140] dedi.

İmam Malik, İmanı Şafiî, îbni Ebi Leylâ, Evzai ve Sevri, El-Eş-cai'nin rivayetinde şöyle denilmiştir:

«Denizde bulunan balıklar dahil her hayvanın eti yenir. İster av­lanıp diri tutulsun, ister ölü olarak bulunsun.» Delilleri de: «Deniz su­yu tertemiz ve ölüsü helâl olan bir mahlûktur» hadisidir. Bu babta, en sıhhatli, ve sened bakımından en kuvvetli hadis, Cabir'in «el Anber» (büyük balık) hakkındaki rivayet etmiş olduğu hadistir. Bu, hadisle­rin en sabitidir, Müslim ve Buharı onu rivayet etmişlerdir. O hadiste şu vardır:

«Biz Medine'ye vardığımızda Resûlüllah'a. geldik. «El-Anber» ad­lı balığı deniz kıyısında gördüğümüzü söyledik. Cenab-ı Peygamber:

«O, bir rızıktır. Cenab-ı Hak sizin için onu denizden çıkarmıştır. Sizin beraberinizde onun etinden birşey var mıdır?    Bize yediriniz»

buyurdu. Biz de Resûlüllah'a onun etinden gönderdik ve yedi.» Bu la­fız, Müslim'indir.

Dârekutni müsned olarak İbni Abbas'tan rivayet ediyor ki, İbni Abbas, Ebu Bekr Sıddik'ın şöyle söylediğine dair şehadet getirmiştir:

«Eceliyle ölüp su üzerine çıkan balık, yemesini isteyen kimse için helâldir.»

Ve yine îbni Abbas'tan rivayet ediliyor:

«Ben Ebu-Bekr için şahitlik ederim ki, o, kendiliğinden ölüp su üzerine çıkan balığı yedi.» [141]

 

Deniz Hayvanları İki Kısımdır

 

Balık dışında kalan deniz hayvanları iki kısma ayrılır:

a) Bir kısmı kurbağa ve tosbağalar gibi, hem denizde, hem ka­fi)rada yaşıyor. Onların yenmesi haramdır. Süfyan «Tosbağanın yenme­sinde ümid ederim ki bir beis yoktur» demişse de bu görüş şaz (kaide dışı) kalmıştır.

b) Yalnız denizde yaşayanlardır. Bunların helâl olmalarında ih­tilâf vardır. İmam-ı Malik ve Şafiî yalnız denizde yaşayan her canlı helâldir, dedi. Hanefiler, balıktan başkası yenmez, dediler..

Denizden avlanan hayvandan hem mukimler hem misafirler azık-lanırlar. Rivayet ediliyor ki, birisi Resulü Ekrem'den sordu:

«Biz denize biniyoruz, (yani deniz yolculuğuna çıkıyoruz). Beraberimizde az bir su vardır. Eğer o su ile abdest alırsak sonra susuz kalabiliriz. Deniz suyu ile abdest alabilir miyiz?»

Cenab-ı Peygamber (A.S.) buyurdu:

«Deniz, suyu tertemiz ve ölüsü helâl olan bir mahlûktur.»

(96) «Size karanın avı, ihramlı olduğunuz müddet, naram kılın­dı.» Bu âyetin tefsiri: SAYD kelimesi, hem karada   avlanmanız hem de kara avının yenmesi size haram kılındı mânâsına gelebilir.   Kur-tubiye göre, ikinci mânâ daha açık ve belirgindir. Çünkü âlimler, ih­ramlı olan bir insana başkası tarafından karada avlanmış ve hibe edil-'mişi kabul edip yemesi caiz değildir. Onu satın alıp yemesi, onu avla­ması, herhangi bir yönle onun hakkında mülkiyet ihdas etmesi de ca­ra  iz değildir. Alimlerin arasında, bu hususta ihtilâf da yoktur. Çünkü Ce­nab-ı Hak, bu âyette genel olarak hüküm veriyor. Bir de Ca'd bin Çes-same hadisi bu konuda yardır.[142]  

 

İhramlı Avın Etinden Yiyebilir Mi?

 

Alimler, ihramlınm avlanan hayvanın etinden yemesinin caiz I olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Şafiî, Malik ve İmam Âhmed, Hz. Osman'dan rivayet edildiğine göre, ihramlı bir insan için av avlanmamış, ve ona mülk edinsin diye tutulmamış ise, avın etin­den yemesinde bir beis yoktur demişler. Çünkü Hrmizî, Nesei, ve Dâ­rekutni, Cabir'den, Resulü Ekrem'in: «Eğer siz onu avlamamış iseniz

Hz. Ali, İbni Abbas ve İbni Ömer'den gelen bir rivayete göre  is­ter kendisi için avlanmış olsun ister olmasın —hiçbir durumda kara avının etinden ihramlı bir insan yiyemez. Çünkü Cenab-ı Hak: «Size karanın avı, siz ihramlı oldukça haram kılınmıştır» buyurdu.

İbni Abbas, «Bu âyeti celîle, müphem (yani kapalı) gelmiştir» di­yor. Tavus, Cabir, İbni-Zeyd, Ebu Şa'sa da; böyle demişlerdir. Sevri' veya sizin için o avlanmamış ise karanın avı sizin için helâldir.» dedi­ğini rivayet ettiler.

Ebu İsa, bu hadis bu hususta en güzel hadistir, diyor. Nesai, ha­disin ravilerinden Âmr İbni Ebi Âmr, İmam Malik ondan rivayet et­miş olsa dahi, kuvvetli değildir, diyor. Eğer ihramlı kişi, kendisi için avlanan bir hayvanın etinden yerse, fidye verecektir. Hasan bin Salih ve Evzai de böyle dediler. Bir ihramlı için avlanan hayvanın etinden yenilir mi yenilmez mi. Bu hususda İmam Malik'ten iki rivayet var­dır: Mezhebinin en meşhur görüşü, ihramlı bir kişi, belli veya belli ol­mayan bir ihramlı için avlanan hayvanın etinden yemez. İmam Malik, Hz. Osman'ın ihramda iken kendisi için avlanan bir hayvanın eti ken­disine getirildiğinde arkadaşlarına «Yeyiniz, siz benim gibi değilsiniz. Çünkü bu benim için avlanmıştır. Onun için de ben yemiyorum» sö­zünü delil etmiştir.

Medinelilerden bir gurup da böyle dediler.

Ebu Hanife ve arkadaşları; avlanan hayvanın etini yemek ihram-Iıya caizdir. İster onun için avlanmış olsun ister olmasın. Yeter ki, onu avlayan ihramlı olmayan bir kişi olsun. Çünkü «Sakın ihramda oldu­ğunuz halde avı öldürmeyiniz» âyetinin zahiri bunu gerektirir. Zira âyette ihram halinde olanlara av avlama ve öldürme haram kılınmış­tır. Başkasının avladığı haram kılınmamıştır. Eshabı re'y Zeyd bin Kâb el-Bizi'nin hadisini de delil olarak getirmişlerdir. O hadiste ke­silmiş vahşi merkebin etini yedirmek için Hz. Peygamber Ebu Bekre, «kalk arkadaşlarına taksim et» diye emir verdi. Ebi-Katade'nin Resû-lüllah'tan rivayet ettiği hadisi de delil saymışlardır. O hadiste şu ibare vardır: «O ancak bir yiyecektir, Allah sîze onu yedirmiştir.» Bu gö­rüş, Hz. Ömer, Hz. Osman, Ebu Hureyre, Zübeyr bin Avam, Müca-hid, Ata ve Said bin Cübeyr'in görüşüdür.

den de bu rivayet edilmiştir. îshak da bu kanâattedir. Delil olarak Sa-ad bin Cessame el-Beysi'nin hadisini göstermişlerdir. «Bu zat, Resû-Iü Ekrem el-Ebva veya Beddan'da iken vahşi bir merkeb getirip he­diye etti, Resûl-i Ekrem hediyeyi reddetti. Saad diyor ki, Cenab-ı Pey­gamber benim yüzümün kızanp bozardığını görünce şöyle buyur­du:

«Biz ihramlı olduğumuzdan dolayı senin hediyeni geri çeviriyoruz.»

. Yani başka bir sebepten dolayı değildir. İmamlar bu hadisi rivayet et­mişler. Bu lâfız İmam Malik'in lâf izidir...

Ebu Amr, İbni-Abbas ve Said bin Cübeyr'den rivayet ediyor. Mük-sam Ata, Tavus ta ondan rivayet ediyorlar: «Saad bin Cessame Resu­lü Ekrem'e vahşi bir merkebin etini hediye etti. Said bin Cübeyr'in ha­disinde «vahşi bir merkebin budunu hediye etti» diyor. Ata, hadisin­de «Vahşi bir merkebin Ön kolunu hediye etti. Resûlüllah kabul etme­di. Fakat  «Biz ihramlıyız» dediğini naklediyor.

Süleyman bin Harb, bu hadisi şöyle tevil ediyor: «Bu hayvan, Re­sûlüllah için avlanmış idi, ondan dolayı Resûlüllah kabul etmedi. Eğer o durum olmasaydı Resûlüllah'm ondan yemesi caiz olurdu.» Ve Sü­leyman, bunun Resûlüllah için avlandığına delâlet eden delil, hadisi rivayet eden zatların «Resûlüllah, onu reddettiğinde ondan kan akı­yordu, sanki o anda avlanmış idi» şeklindeki sözleridir.

İsmail; Süleyman bin Harb, bu hadisi, açıklanmaya muhtaç ol­duğundan dolayı tevil etti. İmam Maîik'in rivayeti ise, tevile muhtaç değildir. Çünkü ihramlı olan bir insan için, ister diri olsun herhangi bir avı tutması ve onu kesmesi helâl değildir, Süleyman bin Harb'in te­vili üzerine bu husustaki merfu hadislerin hepsi ihtilaflı olmaz» de­di.[143]

İhrama girdiği zaman elinde veya evinde, aile efradının yanında bir av var ise, ne yapmalıdır?

İmam Malik; elinde ise, bırakacaktır. Aile efradının yanında ise, birşey yoktur. İmam Ebu-Hanife; Ahmed İbni Hanbel ve İmam Şafii'- nin de bir görüşü böyledir. İmamın ikinci görüşüne göre, ister elinde, ister eyinde olsun, onu bırakmak mecburiyetinde değildir.

Sevri, Mücahid'den, Abdullah bin Hars'dan bunun benzerini riva­yet etti. İbni Ebi Leylâ, Sevri ve başka bir görüşünde Şafiî ister evinde ister elinde olsun bırakması lâzımdır. Bırakmadığı takdirde zâmin olur, dedi. Yani keffaret altına girer.

İhramsız bir insan Haremin haricinde bir av avladıktan sonra onu Harem arazisine getirirse, onun onda tasarruf etmesi caizdir. Ya­ni isterse keser etini yer, isterse bırakır, isterse satar. İmam Ebu Ha-nife'ye göre, caiz değildir.

İhramlı bir kimse ihramsız bir kimseye bir avı gösterirse, o da vu­rup öldürürse birşey lâzım gelir mi? İmam Şafiî, İmam Malik ve Ebu Sevr'e göre, birşey lâzım gelmez. İbnul-Macişun da böyle demiştir.

Kûfeliler, İmam Ahmed, İshak, eshab ve tabiînden bir cemaata göre gerekir. Çünkü ihramlı bir insan ihrama girmekle taarruzu terk-etmiştir. Böylece göstermek suretiyle de zamin (kefil) olur. Nitekim, emanetçi bir insan, hırsıza emanet yerini gösterir ve çaldırırsa, zamin olduğu gibi.

İhramlı, başka bir ihramlıya avı gösterirse, o da gider vurur öl­dürürse, Kûfeliler ile İmam Malik'in talebesi Eşheb'e göre, bunların her ikisine de ceza gerekir. Malik, Şafiî ve Ebu-Sevr; ceza sadece öldürene gerekir. Çünkü Cenab-ı Hak «Sizden herhangi bir kimse kas-ten onu Öldürürse» buyuruyor ve cezayı öldürmeye bağlıyor. Binaena­leyh âyet, cezanın ancak öldürme gerçekleşince olacağına delâlet eder» dediler.

Harem hududlarının dışında bitmiş fakat dalları Hareme girmiş bir ağaç olduğu zaman, onun üzerindeki;-tm avlamakta ceza var mı­dır? Vardır. Çünkü dal Haremdedir, Harem de, onu tutmuş oluyor. Her ne kadar aslı Haremde değil ise de... Eğer kök Haremde, dal he­lâl yere çıkmış ise, onun üzerindeki avda ihtilâf vardır. Köke bakılır­sa, ceza gerekir, dala bakılırsa, gerekmez.

Cenab-ı Hak, El-Maide sûresinde ihramlı bir insana av avlama­nın haram olduğunu üç yerde zikretti. Bu sûrenin başında «İhramlı olduğunuz halde av avlamayı helâl kılmamanız» âyetinde, ikincisi «Ey îman edenler, sakın ihramh olduğunuz halde avı öldürmeyiniz» âye­tinde, üçüncüsü «ihramh olduğunuz müddetçe size karanın avı haram kılınmıştır» âyetinde. Bunun nedeni, ihramîı bir insanın avı öldürme­sinin haram olduğunu tekid etmek ve pekleştirmek içindir.

(97) «Allah beyt-i haram olan Kabe'yi nisanlar için bir ayaklan­ma kıldı...» Bu âyetin tefsir ve izahı:

«El-Kâbe» dörtgen demektir. Dörtgen prizma şeklinde bina de­mektir. Kabe'den başka Arapların diğer evlerinin ekserisi yuvarlak olduğundan dolayı bu dörtgen binaya Kabe denilmiştir. Veya Kabe denilmesinin sebebi, açık ve bariz bir şekilde olduğundan ileri geliyor­du. Beyti Şerife Kabe denilmiş, çünkü onun tavanı ve duvarları var­dır. Orada kimse durmasa dahi ev olmak hakikati vardır. Cenab-ı Hak haram ismini Kabe'ye verdi. Çünkü Cehab-ı Hak orada herhangi bir hadise çıkarmayı, av avlamayı, şamata ve gürültü yapmayı, saldırma­yı, haram kılmıştır. Resulü Ekrem, «Mekke'yi nisanlar değil Allah ha­ram kılmıştır.» buyuruyor. Allah onu büyütmek ve şereflendirmek için ona «Beytul haram» adını vermiştir. Onun hürmetini büyütmüş, onun hududları dahilinde avlanmayı, onun bitkilerini koparmayı haram kılmıştır.

beytul-haramman maksad, harem hududlarının dahilinde olan bütün yerlerdir. Çünkü sıhhatli bir şekilde ibni abbas'tan şu ha­dis gelmiştir: «resulü ekrem, mekke'yi fethettiği gün, hutbe okuya­rak buyurdu:

«şu belde, (yani mekke), var ya! Allah gökler ve yeri yaratmış ol­duğu günde, onu herkese haram kılmıştır. O Allah'ın haram kilmasiy-la kıyamete kadar haramdır. Onun dikenleri ısırümaz. Onun avı ürkü­tülmez. Onun lakitesi (yani yere düşmüş malı) alınmaz. Ancak alıp da onu tarif eden yani ilân eden bir kimse alabilir. Onun hududlarının içinde bulunan bitkiler yolunmaz ve kesilmez.»

Bazı tefsirciler «Kabe» kelimesinden sonra «el beyt el haram» ke­limelerinin getirilmesi, açıklamak içindir. Yani Kabe'den maksad han­gi Kabe olduğu bilinsin diyedir. Çünkü o devirde «Hus'am» kabilesi­nin de bir Beyti vardı. Onlar o eve «Yemen Kâbesi» diye isim verirler­di» dedi. Fakat bu görüş, zayıftır.[144]

 

Kabe'nin Ayaklanma Yeri Olmasının Manâsı

 

Kabe'nin İnsanlar için bir ayaklanma evi kılınmasının mânâsı; onların durumlarının ıslah edilmesine sebeb, din ve dünya bakımın­dan eksikliklerini giderici, boşluklarını doldurucu, onlara emniyet ye­ri ve son iltica edecekleri nokta bulunması demektir. Ticaretlerinin derlendiği noktadır. Zira her taraftan, hac mevsiminde oraya gelirler, ürettiklerini değerlendirmek istediklerinde oraya getirirler, aralarında­ki al-ver orada olur. Bunun için Said bin Cübeyr «kim ki, bu beyte gelip, dünya veya âhiret için birşey murad ederse, onu elde eder» bu­yurdu.

Bu  kıyam  tabirinden bazıları haçta ticaret yapmanın mek­ruh olmadığı hükmünü çıkarmışlardır. Bu görüş, Ebi Abdullah'tan da rivayet edilmiştir.

İbni Cerir ve İbni Ebi Hatim, İbnu Zeyd'den rivayet ettiler: Bütün insanların arasında zaifi kuvvetliden, fakiri zenginden ko­rumak için krallar ve idareciler vardı. Fakat Araplarda bu yoktu. Bu­nun için Cenab-ı Hak, Beytul-Haram'ı, Kabe'yi onlara kıyam noktası kıldı. Onunla bir kısmı diğer kısmının şerrinden emin oluyorlardı. Eğer kişi babasını veya oğlunu öldüreni Kabe'nin yanında görürse, ona do­kunamazdı. Bu tefsire göre «NAS» kelimesinden maksad, Araplardır.

Bazı tefsirciler; Kabe'nin kıyam noktası olmasının mânâsı; onun, insanları helak olmaktan korumak noktası olmasından ileri geliyor. Zira insanlar Beyt-i Şerifi ziyaret ettikçe helak olmazlar. Eğer Kabe yıkılır, hac ibadeti terkedilirse, insanlar helak olur. Bunu, Ata'dan da böyle rivayet etmişlerdir.[145]

Haram aydan maksat, «Zilhicce» ayıdır. Çünkü onda hac yapılır. Haram aylardan maksat, Muharrem, Zülhiccs, Zülka'da ve Recep ay­landır. Bunların üçü arka arkaya, Recep ise tek başına gelir. «Boyun-lanndaki gerdanlıklardan» maksad, boynu gerdanlıklı olan kurbanlar­dır. Bunu Cenâb-ı Hak özel olarak zikretti. Çünkü bunda sevab daha fazladır. Hac, bununla daha belirgin bir halde görünür.

Bazı âlimler; boyunlardaki gerdanlıklar, tevil etmeksizin ve oldu­ğu gibi kabul edilir, dedi. Çünkü Ebu Şeyh'in Ebi Meclaz'dan ettiği ri­vayete göre:    Cahiliyet dönemindeki insanlar, ihrama girdiğinde boy­nuna tüylerden yapılmış bir nişan takarlar, Öylece Kabe'ye doğru gi­derler ve kimse de onlara ilişmezdi.   Hac ibadetini bitirdikten sonra «Isğır» denilen bir bitkiden boynuna bir gerdanlık geçirirdi.   Bazıları da, devesine veya kendisine Harem ağaçlarının kabuğundan, gerdan­lık yapardı. Bu sayede kimseden enşidelenmez ve kimsenin de ona her­hangi bir kötülüğü   dokunmazdı.    Araplar, haram aylarda   birbirle­rine saldırmazdı. O aylarda kılıçlar kınlarına sokulur, mızrakların da başlıkları sokulurdu. Halk bu aylarda maişetini temin etmeye süratle yelteniyordu. Kimseden endişe etmeden ticaretini yapıyordu. Rivayete göre, bu adeti Hz. İsmail'in dininden almışlardı.

(99) «Peygamberin üzerinde, ancak tebliğ etmek vardır...»

Bu âyetin açıklaması:

Yani Peygamber emredileni size tebliğ etmekte var kuvvetiyle çalıştı. Acaba bundan sonra sizin herhangi bir özrünüz olabilir mi? Veya her hangi bir özre yapışarak yakayı kurtarabilir misiniz? Zira Re­sulü Ekrem, boynunda farz olan tebliğ vazifesini yerine getirmiştir. Sizin aleyhimizdeki hüccet artık ortadadır. Vaad size gerekli olmuştur. Tefritte artık herhangi bir mazeretiniz olamaz.[146]

 

Habis İle Tayyîb

 

(100) «Ey Habibim!    De ki, habis ile tayyib hiç Mi   zaman eşit olamazlar...» Bu âyetin tefsiri:

HABİS'ten maksad, kötü, teyyib'ten maksad da herşeyin iyisi-dir Bu genel bir hükümdür. Bu iki çeşidin arasında Allah; katınaa müsavat olmadığım beyan eder. Ve aynı zamanda insanı kötüden^alı­koymak için bir korkutmadır. Bu âyetin sebebi nüzulü şu idi: Müs­lümanlar Yemame'den gelen müşrik hacıları tuzağa düşürmek isti­yorlardı. Zira Yemamelilerin beraberinde büyük bir ticaret malı vajüi. Fakat müslümanlar böyle yapmaktan men olundular. Bazı tefsırcılere göre bu âyetin sebebi nüzulü şudur: Resûlüllah'tan bir kişi:

«Ey Allah'ın Resulü, içki benim ticaretimdir. (Yani onda ticaret ediyor ve) onu satmaktan büyük bir servet edinmişim. Eğer bu serve­ti, Allah'ın yolunda sarfedersem bana faidesi var mı?» diye sordu.

Allah'ın Resulü:

«Eğer onu hac veya cihad yolunda dahi infak edersen bir sivrisi­neğin kanadı kadar bir sevab getiremez. O kanada eşit de olamaz. Çünkü Cenab-ı Hak, ancak Tayyibi,    (güzeli veya helâli) kabul eder» bu­yurdu.

Hasan Basri'den gelen ve aynı zamanda «El Cübbai» tarafından da ihtiyar edilen bir rivayette: Ayetteki «EL-HABÎS» tabiriyle ifade edilen nesne, haram demektir. «Etteyyip» diye tabir edilen nesne ise, halal demektir.

İbni Cerir ve başka tefsirciler Süddi'den rivayet ettiler: «Habis, müşriklerdir. Tayyib müminlerdir.» Habisi tayyibten önce zikretmek, bu eşitsizliğin tayyibten değil habisten geldiğine işarettir.

İbnu-Ebi-Hâtim, Ebu Hüreyre'den rivayet ediyor: «Helal bir dirhemi sadaka vermen yüzbin haramdan daha sevimli gelir bana. İsterseniz Allah'ın kitabım okuyunuz: «De ki, habis ile tay­yib eşit olamaz.»

İbni Ebi-Hâtim, Yunus'tan, o da İbni Muhib'ten, o da Yakub bin Abdurrahman el-îskenderani'den rivayet ediyor:

Ömer bin Abdulaziz'in valilerinden birisi, «Haraç kırıldı, (yani azaldı)» diye yazdı. Ömer oha cevab olarak: «Cenab-ı Hak kitabında «Habis Ue tayyib bir olamaz. Velev ki habisin çokluğu hoşuna gitse dahi» buyuruyor. Ey Vali! Eğer adalet, İslah ve ihsan yönünden sen­den öncekilerin zulüm, fücur ve düşmanlıktaki mertebelerine varma­ya gücün yetiyorsa, bunu yap. Kuvvet ancak Allah'tandır.» diye cevap verdi...

(100) «Ey akıl sahihleri! Allah'tan sakınınız.»                                    

Yani habisi araştırıp bulmak hususunda ve Habis ne kadar çok  olursa olsun tayyibi ona tercih etmekte Allah'tan korkunuz. ÇünKü  itibann dönüş noktası, hayırhlık ise pisliktir, çoklukla   azlık değildir.       

Keza her şeyin en güzeli en azıdır işaret ediyor.

«Pisin çokluğu hoşuna gitse dahi..» Bu hitab Peygamberedir. Fa Şâir ne güzel söylemiştir:

«Eğer bir emr kastedilirse (bir hadise patlak verirse)

Halkın bin kişisi bir kişi gibi olur. (Kuvvetsiz ve zaif olur) Bir kişide bin kişi gibi olur.»  (Bir olsun pir olsun denildiği gibi)

Bu âyeti celîle, az da olsalar müslümanlarm galib geleceklerin  kat ümmeti kasdedilir. Zira pislik Resûlüllah'm hoşuna gitmez. [147].

 

Çok Sormanın Dindeki Hükmü

 

(101) «Ey îman edenler! Size açıklandığında sizi üzecek şeyleri sormayın...» Bu âyetin tefsiri::

Müslim, Buharî ve başka muhaddisler Enes'ten rivayet ettiler. «Bir kişi, ey Allah'ın Peygamberi! Benim babam kimdir» diye sordu. Cenab-ı Peygamber:

«Senin baban filan adamdır» dedi. Bunun üzerine bu âyeti celîle nazil oldu. Yine Enes'ten gelen bir hadis:

Resulü Ekrem:

«Allah'a yemin ederim, ben bu yerimde oturduğum müddetçe siz hangi şeyi benden sorarsanız onun hakkında size haber veririm» dedi. Bunun üzerine bir kişi kalktı:

«Ben neredeyim?» Yani cennette miyim, cehennemde mi? diye sordu. Resûlüllah;

«Senin yerin ateştir» buyurdu. Bunun üzerine Abdullah bin Hu-zafe, ayağa kalktı ve:

«Ey Allah'ın Resulü! Benim babam kimdir?» dedi. Cenab-ı Pey­gamber:

«Senin baban Huzafe'dir» dedi.

Abdullah bin Huzafe daha önce müslüman olmuş, Habeşistan'a ikinci kez hicret etmiş ve Bedir'de bulunmuştu. Şakacı bir sahabiydi. Resulü Ekrem onu Kisra'ya elçi olarak göndermişti. «Ey Allah'm Resûlü! Benim babam kimdir?» diye sorduğunda ve Resulü Ekrem, «Ba­ban Huzafe'dir» dediği zaman annesi kendisine:

«Annesine karşı senden daha asî bir kimseyi işitmedim. Sen, ca-hiliyet döneminde kadınların yaptığı işlerden annenin bazılarım yap­madığından emin miydin ki halkın huzurunda kalkıp Resulü İlah'tan babam soruyor, anneni rezil etmeye çalışıyorsun.»

Abdullah:

«Ey anneciğim, Allah'a yemin ederim eğer Resulü Ekrem beni si­yah bir köleye ilhak ederek, senin baban odur deseydi, onu baba ola­rak kabul edecektim» dedi.

Tirmizi ve Dârekutni, Hz. Ali'den rivayet ediyorlar:

«Yol bakımından gücü yeten herkesm boynunda Allah için Kabe'yi ziyaret etmek farzdır (Âli-İmran: 97) mealindeki âyet nazil olduğu zaman, eshab-ı kiram «Her sene mi farzdır» diye sordular. Peygamber sükût etti. Onlar «Her sene mi farzdır?» diye tekrar sordular. Pey­gamber, «Hayır» dedi ve devam etti:

«Eğer evet deseydim her sene hacc farz olacaktı.»

Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu âyeti indirdi.

Dârekutni, bu hadisi, aynı zamanda Ebi-İya'dan, o da Ebu Hürey-re'den rivayet etmiştir. Resulü Ekrem:

«Ey nasî Hac size farz olundu.» buyurdu. Bir kişi kalktı:

«Ey Allah'ın Resulü! Her sene mi?» diye sordu. Resulü Ekrem yü­zünü ondan çevirdi. Sonra tekrar etti: «Ey Allah'ın Resulü! Her sene mi?» Resulü Ekrem:

«Bu kişi kimdir?» diye sordu.

«Filan bin filandır.» cevabını alınca Resulü Ekrem:

«Nefsimi yed-ı kudretinde bulunduran Allah'a yemin ederim ki, eğer evet deseydim, hacc her sene vacib olurdu. Eğer o her sene vacib olsaydı sizin onu yerine getirmeye gücünüz yetmezdi. Gücünüz yetme­diği için bıraktığınız takdirde    (farziyetini inkâr edip)  kâfir olurdunuz.» buyurdu.   Bunun üzerine Cenab-ı Hak bu   âyeti celîleyi indir­di.  [148]

Hasan-ı Basri bu âyetin tefsirinde şunu söylüyor: Ashab-ı Kiram, Resulü Ekrem'den Cenab-ı Hak tarafından affedilen cahiliye dönemin­deki durumları sordular. Oysa Cenal>ı Hakkın affettiği bir şeyi sor­manın ihtiyacı da yoktu. Mücahid İbni Abbas'tan rivayet etti:

Bu âyet, Resulü Ekrem'den «Bahire», «Şaibe», «Vesile» ve «Ham» diye adlandırılan develerin durumunu soran bir kavim hakkında nazil oldu. Bu görüş, aynı zamanda Said bin Cübeyrin de görüşüdür. Said b. Cübeyr:

«Bakmaz mısın ki, bu âyetin sonunda Cenab-ı Hak, «Bahire, Şaibe, Vesile ve Hamı kılmamıştır» âyeti geldi.»[149]    dedi.

Alusi, «Bu sorulması yasak edilen şeyler içinde hayır olma­yan ve güç yetirilmeyen zor teklifler ve gizli sırlardır, O gizli sırlar ki açığa vuruldukları zaman insanı rezil ederler. Nasıl ki olmuş bir ha­diseyi sorarsan soru onun açığa vurulmasına sebeb oluyorsa, böylece o tekliflerden sormak da onların farz olmasına sebeb oluyor. Çünkü in-sanoğluna en uygunu araştırma yapmaksızın, keyfiyetine ve kemiyeti­ne bakmaksızın Allah'ın emrine teslim olmaktır. Bunu yapmayıp da soran bir insana sui edebte bulunduğundan dolayı ve teşdid edilmek yönüyle o zor teklifler Farz oluyor.

Sahihi Müslim'de Ebu Hüreyre'den geliyor:

Resulü Ekrem bize bir hutba okudu.

«Ey nas! Allah size haccı farz kılmıştır. Hac yapınız.»

Akra' bin Hâbıs:

«Ey Allah'ın Resulü! Her sene mi?» diye sordu. Resulü Ekrem sü­kût etti. Akra' bu suali üç defa tekrar etti. Cenab-ı Peygamber:

«Eğer ben evet deseydim hac her sene vacib olurdu. Ve buna da güç yetiremezdiniz» buyurdu. Sonra devam etti:

«Sizi bıraktığım zaman, siz de beni bırakınız. Zira sizden öncekiler ancak çok sual sorduklarından ve Peygamberleriyle ihtilâfa düş­tüklerinden dolayı helak oldular. Size bir şeyi emredersem gücünüz yettiği kadar onu yapınız. Birşeyi yasaklarsam onu bırakınız.» İşte âyet bu hadise hakkında nazil oldu, diyor.

Müslim ve başka muhaddisler rivayet ediyorlar:

Eshab-ı kiram Resûlüllab'ı, tabir caiz ise, sıkıştıracak kadar sual sordular. Bir gün Resulü Ekrem minbere çıktı:

«Sakın benden (ulu-orta) her şeyi sormayınız. Sorduğumuz takdirde size açıklarım.» diye haykırdı. Bunu dinledikleri zaman korktular, sus­tular ve sızdılar.[150] Resûlüllah'm önünde hazır olunmuş bir hadisenin olduğuna kanaat ettiler. Enes diyor ki: «Sağa-sola baktım. Gördüm ki herkes başım eğmiş ve elbisesinin içerisine almış ve ağlıyor. Bir kişi vardı. Başkasıyla kavga ettiği zaman kendisine veled-i zina deniliyor­du. O:

«Ey Allah'ın Resulü! Benim babam kimdir?» diye sordu.

«Senin baban Huzafe'dir» cevabını verdi. Bu hadiseden sonra Hz. Ömer başladı, «Rabb olarak Allah'a, din olarak İslama, Peygamber olarak Muhammed'e îman ettim. Fitneden Allah'a sığınıyoruz» dedi. Sonra Resulü Ekrem buyurdu:

«Bugün gibi hiçbir zaman hayr ve serden bir gün görmedim. Ba­na cennet ve cehennem suretlendirildi. Hatta onları bu duvarın ya­nında gördüm» buyurdu.

İbni Avn, Nafi'den bahsi geçen âyetin mânâsını sordu. Buyurdu: «Ta eskiden beri, soru daima hoşa gitmeyen şeyleri getirir.»

Müslim, Muğire bin Şube'den rivayet ediyor:

«Şüphesiz Allah sizin üzerinize annelere karşı isyan etmeyi, kız çocukları diri diri gömmeyi, edası gereken bir hakkı menetmeyi ve hakkınız olmayan bir şeyi almayı haram kılmıştır. Ve sizin için üç şe­yi de mekruh kılmıştır: Dedikoduyu, çokça sual sormayı ve malı zayi etmeyi.»

- Alimlerden çokları, «Çokça sual etmekten maksad, fıkhi mesele­lerde toslamak (çatışmak) maksadıyla sual sormaktır. Olmayan ha­diseler ve farazi meseleler hakkında sual sormaktır. Yanlışlıklar ve çeşitli meseleleri ortaya çıkarmak gayesiyle sual sormaktır. Selef, bu­nu mekruh gördüler. Ve «teklifi-Malayutak» (güç yetmiyen) tan bu­nu saydılar. Bir hadise geldiği zaman, o .hadise hakkında kimden onun hali sorulursa, Allah onu muvaffak kılacaktır» buyuruyorlar.

İmam Malik «şu şehrin  Medine'yi kastediyor.  halkından bir­çok kimseye yetiştim. Onların katında Kuran ve sünnet ilminden baş­kası yoktu. Bir hadise geldi mi, şehrin valisi hazır olan âlimleri top­lar, neyin üzerinde ittifak edilirse, onu meriyete koyardı. Siz ise, çok sual soruyorsunuz. Oysa Resulü Ekrem bunu iyi görmemiştir.» diyor­du.[151]  

Bazıları «Çok sualden maksad, halktan İsrarla dilenmek ve çokça halkı rahatsız etmektim demiştir. Bu tefsir de, îmanı Malik'ten. rivayet edilmiştir.

Bazıları: «Çok sualden maksad, kendisini ilgilendirmeyen halkın gizli durumlarını sorup onların pisliklerini, ayıp ve Özürlerini ortaya çıkarmaktır» dedi. O zaman, âyet: «Sakın tecessüs etmeyiniz. Sakın bir kısmınız diğerinin gıybetini yapmasın» (el-Hucurat: 12) âyeti gibi oluyor.

Darimi, Müsned'inde Hz. Ömer; olmayan bir hadise hakkında so­ru sorana lanet okuyordu, dedi.

Zühri'den «Bizim kulağımıza geldi ki, eshab-ı kiramdan Zeyd bin Sabitul Ensari birşey hakkında kendisinden sorulduğu zaman, soran­lardan soruyordu: «Bu şey olmuş mudur?» «Evet», deseler, o vakit onun hakkında bildiğini söylerdi. «Hayır» deseler «O halde onu bırakınız ol­duğu zaman sorunuz, diyordu.» dedi.

Ammar bin Yaser'den senetli olarak gelen bir hadiste; Ammar'-danbir hadise soruldu. «Bu, şu anda olmuş mudur?» diye istifsar etti.

«Hayır olmamıştır» dediler. «O halde bu oluncaya kadar bizi bırakınız. Olduğunda sizin için onu açıklayacağız» dedi.

Darimi; bize Abdullah bin Muhammed bin Ebl Şeybe, ona da İb-ni Fudayl, Ata vs İbni Abbas'tan rivayet ederek söylemiştir: «Resûlül-lah'ın ashabından daha hayırlı bir kavim görmedim. Onlar Cenab-ı Peygamberden ancak onüç meseleyi sordular. Bütün bu mesele Kur1-an'da vardır. Örneği «Senden şehri haram —yani haram ayı— sora­caklar.» «Senden hayzı soracaklar» gibi âyetlerdir. Onlar ancak ken­dilerine yararlı olan meseleleri sorarlardı.» [152]

 

Hangi Maksadla Soru Caîzdîr?

 

îbni Abdulberr «Vahy kesildikten sonraki günlerde, bizim zama­nımızda, bizim zamanımızdan sonra veya bizim zamanımızdan önceki zamanlarda kim ki, ilim araştırması yapar, cehaleti gidermek maksa­dıyla sorarsa, bir beis yoktur, çünkü haram ve helâlin inmesinden ar­tık korkulmuyor. Bir de cehaletin tedavisi sualdir. Ama karşısındaki adamdan bir şsy öğrenmek için değil onu susturmak ve rezil etmek için sorarsa, bu sualin azı da çoğu da haramdır.» dedi.

İbni-Arabi, «Alim bir kişi için uygun olan, delilleri bast etmek­tir. Düşünce yollarını izah etmeğe çalışmaktır. İçtihadın öncesindeki yollarını elde etmeğe gayret sarfetmektir. Kur an ve hadisten hüküm­leri çıkarmakta kendisine yardımcı olan âletleri (yani «Nahvi», «Sar-fi» Mantık, Münazara, Adab, vaz'i ve istiare ilimlerini) elde etmeye çalışmaktır. Bu takdirde Önüne herhangi bir hadise çıktığında tam kapısından o hadiseyi halletmeye gelmiş olur. Allah, sevabından (doğ­rusundan) ona kapı açar» dedi.

(101) «Allah onu atfetmiştir.» Bu âyetteki «onu» zamiri, daha ön­ceki sual sormaya racidir. Bazıları; cahiliyet emirlerinden sormakta oldukları şeylere racidir, demişlerdir. Bazıları; «AF» kelimesi burada terketmek manasınadır demiştir. Yani Allah'ın terk ettiği şeylerden sormayınız. Helâl veya haramda onu belirtmemiştir! O halde o affolur-muştur. Onu araştırmayınız, deşmeyiniz. Umulur ki, o açığa çıktığında, onun hükmü sizin hoşunuza gitmemiş olsun.»                                    

Übeyd bin Ümeyr: Allah helâl ve haramı kılmıştır. Helâl kıldığını helâl biliniz. Haram kıldığından sakınınız. Helâl ile haram arasında bir takım şeyleri belirtmemiştir. Ne helâl, ne haram kılmıştır. Onlar Allah tarafından affedilmiş şeylerdir, dedikten sonra bu âyeti oku­yordu. ..

Dârekutni, Ebi-Sa'lebe el-Huşeni'den rivayet etti. Allah'ın Re­sulü:

«Allah farzları belirtmiş. Sakın onu zayi etmeyin. Haramları ha­ram olarak ilân etmiştir. Sakın onları çiğnemeyiniz. Birtakım cezaları belirtmiştir. Sakın o hududlan aşmayınız. Unutmaksızın bir takım şeyler konusunda da susmuştur. Sakın onları deşmeyiniz.» [153]  

(102) «Sizden Önce onu bir kavim sordu. Sonra onun hakkında kâfirlerden oldular...» Bu âyetin açıklaması:

Cenab-ı Hak, bu âyette haber veriyor ki, bizden önce bir kavim, bunlar gibi bir takım âyetleri sormuşlar, onlara o âyetler verildiği ve onların boynuna farz olunduğu zaman, bu sefer onu inkâr ederek: «Bunlar Allah'ın katından gelmediler» demişlerdir.

Meselâ: Salih (A.S.)'ın taştan deve çıkarmasını istediler. Hz. İsa'­nın kavmi, Maideyi (sofrayı) istediler. Sonra bunları inkâr ettiler.

Cenab-ı Hak, burada geçmiş ümmetlerin girmiş olduğu bir hataya girmekten bizi sakındırıyor. Sakın o hataya girmeyiniz, diyor.

Eğer denilirse, buradaki sual sormanın keraheti «Eğer bilmiyor­sanız zikr ehlinden sorunuz» (En-Nahil: 43) âyetiyle çatışır. Cevab olarak deriz ki:

«Eğer bilmiyorsanız ehli zikirden sorunuz» âyeti celîlesindeki emir, Cenab-ı Hakkın kullarının boynuna farz kılmış olduğu meselele­ri bilmiyorsanız sorunuz demektir ve bunun hakkındadır. Bizim ba­his konusu olan âyetimizdeki sual ise, Cenab-ı Hakkın farz kılmadığı ve kitabında zikretmediği meseleler hakkındaki sualdir.

Müslim, Âmr bin Saad'dan o da babasından rivayet ediyor. Al­lah'ın Resulü buyurdu:

«Müslümanlar hakkında cürüm (suç) yönünden en büyük mesu­liyeti taşıyan nıüslü manlar, o kimselerdir ki, mü umanlara haram ol­mayan bir şey hakkında sual soruyor ve onun sual sormasından ötürü o şey müslümanlara haram oluyor.»

El-Kuşeyri Ebu Nasr: «Eğer el-Aclani zinadan sormasaydi lian ce­zası sabit olmazdı» dedi.

Ebul-Ferec el-Cevzi; Müslim'in bu hadisi, inad ve oynamak bakı­mından birşey soranın hakkında varid olmuştur» diyor. Bu da, kötü kastından ötürü sorduğu nesnenin haram olmasıyla cezalandırıldı. Ha­ram ise genelleşir ve herkesi kapsar.

Bu hadisi şerifte kaderi gurubunun lehinde herhangi bir delil yok­tur. Onlar; Cenab-ı Hak, bir şeyi başka bir şey için ve onun sebebiyle yaratır diyorlar. Allah bundan yüce ve münezzehtir. Çünkü Allah her-şeye kadirdir ve herşeyi biliyor. Yarattıklarını herhangi birşeyin sebe­biyle değil kaza ve kaderi sebkat etmiştir ki, sorulan şey, hakkında soru vaki olduğu zaman, haram edilecektir. Yoksa soru onun haram edilmesini gerektiren değildir, onun neden ve illeti olamaz. «Allah yap­tığından sorulmaz. Ancak insanlar yaptığından sorulurlar.» (el-Enbi­ya:[154]   

 

Bahire, Saîbe, Vesile Ve Hâm

 

(103) «Cenab-ı Hak, «Bahire», «Şaibe», «Vesile» ve «Ham»ı kıl­madı.»

Bu âyetin tefsiri: Putperestler, bazı hayvanları putları için salı-verirlerdi. Onlardan istifade etmezlerdi. İslâm dini putperestliği teme­linden söküp attığı ve bütün bu âdetleri ortadan kaldırdığı için bu hü­kümleri getiriyor. Cenab-ı Hak, ne Bahire'yi, ne Saibe'yi, ne Vesile'yi ne de Ham denilen deveyi haram kılmıştır. bahire'ye gelince; deve beş defa doğururdu. Beşinciyi doğurduğuna bakarlardı. Eğer erkek ise, keserler, erkek ve kadınlar beraberce onun etini yerlerdi. Eğer dişi ise, onun kulağını yararak putlar için salı verirlerdi. İşte buna, Bahire denir. Onun sütü ve sair menfaatları, sadece erkekler içindi, kadınlar, ondan istifade etmezlerdi, ölünceye kadar böyle devam ederdi. Öldü­ğü zaman, erkek ve kadınlar beraberce etini yerlerdi. saibe'ye gelin­ce; kişi malından dilediğini serbest bırakırdı, putların hizmetçisine ge­lip onları ona teslim ederdi. O malları, onlar teslim alırlar. O mallar­dan kadınlar müstesna yolcu (misafir) erkeklere yedirir ve içirilirdi. Ve o mallardan erkek mabudlar için yedirirler, dişi mabudlar için ye­dirmezlerdi. Ölünceye kadar böyle devam ederdi. Öldüğü zaman, er­keklerle dişiler onda ortak olurlardı. vesile'ye gelince, o, koyundu. Koyun yedi defa doğurduğunda yedinci yavrusuna bakarlardı: Erkek ise, kesip, erkek ve kadınlar beraber yerlerdi. Dişi ise ta ölünceye ka­dar kadınlar onun hiçbir şeyinden yararlanmazlardı. Öldüğü zaman, kadın ve erkek beraberce onu yerlerdi. Eğer erkek ve dişi olarak ikiz doğurursa «Bu, kardeşiyle birleşti» derlerdi ve ikisini beraberce bıra­kıp kesmezlerdi. İkisinin de sütlerinden ölünceye kadar yalnız erkek­ler için sarfiyat yapılırdı. Öldüklerinde erkek ve kadınlar onları ye­mekte müşterek olurlardı. HAlkTa gelince; o fani (erkek) devedir. Onun yavrusunun yavrusuna binildiği zaman «Artık bu, sırtını binmekten korudu» deniyor ve terkediliyordu. Hiçbir şey ona artık yükletilmiyor­du. Ve kimse ona binmezdi. Hangi suya giderse, ondan içerdi. Hangi yerde otlamak isterse, orada otlardı. Hiç kimse ona mani olmazdı. Hangi devenin içine gelirse, orada dururdu. İhtiyar olduğunda veya Öldüğünde, erkek ve kadınlar müştereken etini yerlerdi.[155]  

Said bin Müseyyeb'ten gelen şu hadis, sahihte yer alıyor: «Bahi­ri re, o devedir ki onun sütü Tağutlar için bırakılırdı. Hiç kimse onu sağ-mazdı. Şaibe ise, nıabudlanna terkettikleri deve demektir.»

Bazı tefsirciler; «Bahire, kulağı yarılmış deve demektir» diyor. İbnu Side; Bahire, çobansız olarak çöle bırakılmış deve demektir. İbni îshak; Bahire, Saibe'nin yavrusudur. Şaibe o devedir ki, on dişi yav­ruyu arka arkaya doğurur, aralarında bir erkek yavru yoksa, artık onun sırtına kimse binmez, tüyleri kimse tarafından kırkılmaz ve sü­tü ancak misafire içirilirdi. Ondan sonra hangi dişi yavrular doğurur­sa, o dişi yavruların kulakları yarılır. Serbest bırakılır. Annesiyle birlikte gider. Ona da, kimse binmez, tüylerini kimse kırkmaz. Misafir­den başka, kimse onun sütünü içmez. Tıpkı annesi gibi. Öyleyse Bahi­re, Saibe'nin dişi yavrusudur.

İmam Şafiî, «Deve beş defa doğurursa, hepsi de dişi ise, o anne­nin kulağı yarılır, artık haram edilirdi» dedi.

Şaibe, üzerinde herhangi bir kayd olmayan, çobansız bırakılan de­ve demektir. Vesile ve Ham'a gelince, İbni Vehb İmam Malik'ten: «Cahiliyet ehli, develer ve koyunları azad ederlerdi. Ham, o erkek deve­dir ki, başka develere atılması bittiğinde tavus tüylerinden onun sır­tına birşey bağlarlar ve serbest bırakırlardı. Vesile o koyuna derler ki, dişiden sonra ikinci dişiyi doğurmuştur. Onu nişanlandırıp bırakır­lardı.»

îbni Uzeyr; Vesile, o koyundur ki yedi defa doğurur. Yedinciye bakarlar. Eğer erkekse keserler, erkek ve kadınlar etini yerler. Eğer dişi ise bırakırlar. Eğer hem erkek, hem dişi yani ikizse «kardeşini ikilettirdi» derler, ve onu kesmezler. Onun eti ve sütü kadınlara haram olur. Ancak öldüğünde erkek ve kadın müştereken etini yerler. Ham ise, yavrusunun yavrusu binilmek çağına gelen devedir.»

Bazıları; HAM daha önce zikredildiği gibi, sulbünden on yavru ge­len deve demektir. O zaman Araplar, «Bu sırtını artık korudu» diyor­lardı ve ona binmezlerdi. O, Hindistan ineği gibi istediği şekilde ha­reket ederdi. Herhangi bir otlaktan ve sudan menedilmezdi.[156]

 

İbrahim (A.S.) Dinini İlk Bozan Kimdir?

 

Müslim, Ebu Hureyre'den rivayet ediyor. Resulü Ekrem buyurdu:

«Amr bin Amr el Hüzai'yi gördüm. Ateşte barsaklarım çekip do­laşıyordu. Çünkü Saibe'yi ilk icad eden odur.»

Bir rivayette: «Âmr bin Luhayy bin Kamae' bin Hındıfı gördüm. Evet şu Beni-Kaab'ın kardeşi Âmr'ı gördüm, ateşte barsaklannı çeker­di.»  [157] diye varid olmuştur..

Ebu-Hüreyre Resûlullah'tan dinledim. Eksem bin el-Cûney'e hi­taben:

«Ben, rüyamda Âmr bin Luhayy bin Kumae' bin Hındıfı gördüm ki, ateşte barsağım çekiyordu. Ona senden daha fazla benzeyen bir kimseyi görmediğim gibi, senden de ona daha fazla benzeyen bir kim­seyi görmedim.» dedi. Eksem:

«Ey Allah'ın Resulü! Korkarım ki onun benzerliği bana zarar ver­sin.»

Resulü Ekrem:

«Hayır! Sen müminsin, o kâfirdi O, Hz. İsmail'in dinini ilk bo­zandır. Bahire, Şaibe ve Hami o, icad etmiştir.» dedi.  [158]

îshak rivayet ediyor:

Putların dikilmesinin ve Hz. İbrahim dininin bozulmasının sebe­bi Âmr bin Luhayy İdi. Mekke'den Şam'a gitti. El-Belka arazisinde Meaba vardığında orada İmlik'in zürriyetinden olan Amalikalar veya Lavuz, Şam'ı ve Hz. Nuh'un torunları olan îmlaklan orada gördü. Onların putlara taptıklarını müşahede etti. Onlara «Sizin taptığınız bu putlar nelerdir?» diye sordu. Onlar, «Biz bu putlarla yağmuru isti­yoruz yağmur geliyor. Yardım istiyoruz yardım geliyor» diye cevab ver­diler. Amr onlara: «Arap arazisine götürüp Araplar tarafından kendi­sine ibadet edilecek bir tanesini bana verir misiniz?» diye teklif de bu­lundu. Onlar da, bir put verdiler. İsmi Hubel'di. Mekke'ye getirip dik­ti Halk da onun ibadetine daldı ve onu ta'zim ettiler. Hz. Muham-med, Peygamber olarak gönderildiği zaman: «Allah, Bahire, Şaibe, Ve* sile ve Ham'ı kılmadı. Fakat kâfir olanlar yalandan Allah'a iftira eder­ler.» âyetini indirdi. Kâfir olanlardan maksad, Kureyş, Huzaa ve Arap müşrikleridir. «Allah bunların haram olmasını emretmiştir» demek suretiyle, bunu Allah rızası için yapıyoruz demek suretiyle Allah'a if­tira ettiler. Çünkü Allah'ın taati ancak onun sözünden anlaşılır. Al­lah'ın bu hususta herhangi bir sözü onların yanında yoktur. Onu Al­lah'a iftira olarak yakıştırıyorlar.

(103) «Onların çoğu akıl erdiremez.» Yani helâli ve mubahı ha­ramdan, emri yasaktan ayıramaz. Ancak onlar büyüklerini körü körü­ne taklid ederler.

Bu âyeti celîleden anlaşılıyor ki, onlann içinde bunun batıl oldu­ğunu bilenler vardı. Fakat riyaset sevgisi, aba ve ecdadın taklidi, bu­nun batıl olduğunu ilân etmelerini menediyordu. Bunu itiraf etmele­rine engel oluyordu. [159]

 

Meal

 

(104) Onlara Allah'ın indirdiğine ve Resûlüllah'a geliniz denil­diği zaman, onlar; «Babalarımızı üzerinde bulduğumuz adetler, bize yeterdir» derler. Acaba babalan hiçbir şey bilmez (ve hakkı görmez) Ierse de mi?»

(105) Ey iman edenler! Nefislerinizi koruyunuz. Siz hidayette olduğunuz zaman, sapıtan sîze zarar vermez. Hepinizin dönüşü Al­lah (m katın) adır. Öyle ise, Allah, sizin işlediğinizi size haber verecek­tir.»

(106) Ey müminler! Herhangi birinize ölüm hazır olduğu za­man, vasiyet anında aranızdaki şahitlik için sizden olan iki adil kim­seyi tutunuz. Veya eğer sefere çıkar, size ölüm musibeti isabet ederse, dininizden olmayanlardan iki kişiyi şahit tutunuz. Eğer şüphe ederse­niz o iki şahidi namazdan sonraya alakoyarsınız. O iki şahit; Allah'a yemin ederler ki; biz Allah'ı hiçbir bedele satmayacağız. Velev ki, (le­hinde şahitlik ettiğimiz) yakın akrabamız olsun. Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz. Şüphesiz ki, biz o takdirde günah işleyenlerden olu­ruz.»

(107) Eğer o iki şahidin günahı gerektiren hareketlerine tesa­düf edilirse, bu takdirde haksızlığa uğrayan ve ölüye daha yakın bu­lunanlardan iki kişi, o iki şahidin yerine kaim olsun. İkisi «Muhakkak bizim şahitliğimiz olanların şahitliğinden daha doğrudur. Biz şahitlik­te haddi aşmadık. Şüphesiz ki biz onu yaptığımız takdirde, biz zalim­lerden oluruz»» diye Allah'a yemin etsinler.»

(108) Bu yemini varislere çevirmek, şahitlerin şahitliği gerçek yönüyle edâ etmelerine veya diğer yeminlerle yeminlerinin reddedil­mesinden korkmalarına daha yakın ve münasibtir. Allah'tan, (aza­bından) salanınız. Can-ü-gönülden dinleyiniz. Allah fâsık kavmi hida­yet etmez.» [160]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(104) «Onlara Allah'ın indirdiğine (kitaba) ve Peygambere gelin denildiğinde atalarımızı üzerinde bulduğumuz yol bize yeter der­ler...»

Bu âyetin tefsiri: Yani onlar, Allah'ın dinine, şeriatına, vacib ve haram kıldığının terkine çağrıldıkları zaman, «Aba ve ecdadımızın üzerinde bulundukları yollar ve meslekler bize kâfidir» derler. Yani Bahire, Şaibe, Vesile ve Ham gibi batıl nesneleri, kendiliklerinden icad eden kâfirlere «Gelin Allah'ın indirdiğine, (yani Kur'ana) Allah'ın Re­sulü Hz. Muhammed'e müracaat edelim ki Hz. Muhammet!, sizin Al­lah'a izafe ettiğinizin yalan olduğunu size açıklasın. Allah'ın şeriatlar ve hükümlerini size belirtsin. Ve sizin yaptıklarınızın birşey olmadığı­nı size söylesin» denildiği zaman, onlar «Aba ve ecdadımızın üzerinde bulunduğu bize yeter. Biz onlardan aldığımızla iktifa ederiz, onlara tabiim derler. Acaba aba ve ecdadlan hiçbir şey bilmemiş ve doğruyu buîamamışlarsa dahi, bu, onlara kâfi midir?

Yani ancak doğruyu bulmuş âlime uyulur. Onun sözüne kulak ve­rilir. Onun sözü, ancak hüccet, burhan ve delil üzerinde kaimdir. Aba ve ecdadîannda ise, böyle bir durum yoktur. Öyleyse onlara uymaları sıhhatli değildir.

Bazı kimseler; «Bu âyeti celîleyi, (inanç sahasında) taklidi zem­metmektedir» diyorlar. Yani taklid, caiz değildir diye yorumlamışlar­dır. Küfür ve masiyette taklid yapmak için bu yorumlan doğrudur. Hakikattaki taklid ise, dinin esaslarından bir esastır. İmanların koru­yucu durumlarından bir durumdur. Cahil ve ilmin inceliklerini kav­ramaktan aciz olan bir insan, ancak bu sahada yetkili olan bir zatı taklid etmek suretiyle kurtulur. Fer'i meselelerde taklidin caiz oldu­ğunda şüphe yoktur. Asli meselelerin taklidi caiz midir değilimdir or­da âlimlerin ihtilâfı vardır: Bütün âlimlerin katında taklid, herhangi bir müçtehidin kavlini hüccetsiz kabul etmek demektir. Buna binaen Resulü Ekrem'in mucizelerine bakmaksızın sözlerini kabul etmek, onu taklid etmek oluyor. Mu'cizelerine bakarak kabul etmek ise, imani tah­kiki oluyor.

Taklid, ilimlerin yolu değildir, asıllarda da ferilerde de insanı il­me vardıramaz. Akıllıların ve âlimlerin cumhuru böyle dediler.

El-Haşeviye ve es-Salebiye'nin bazı cahilleri, bunun hilafını iddia ettiler. Onlara göre, taklid, hakkın marifetine götüren yoldur. Vacib budur dediler. Düşünmek ve araştırmak, bunlara göre haramdır.   .

Hükümleri asıllarından istihraç etmekle meşgul olmayanın ehli­yeti yoktur, yeterli ilme ve dini bilgiye sahip değildir. Böyle bir kim­se zamanının en âlimini, veya memleketinin en âlimini kastedecek, dinî meselelerini ondan soracak, onun fetvasıyla hareket edecektir. Çünkü Cenab-ı Hak, «Eğer bilmiyorsanız ehli zikre (yani ehli ilme) müracaat ediniz, onlardan sorunuz»  (en-Nahl: 43) buyuruyor.

İbni Atiyye, «Akide ve inançlar meselesinde taklid etmek, ümme­tin icmaıyla batıldır. Yani inançta taklid yoktur» dedi. Fakat Kadı Ebu-Bekr bin el-Arabi ve Ebu Âmr Osman bin îsa b. Dirbas Es-Şafiî gibi bazı zatlar Akaid'de taklidin caizliğini savunmuşlardır.

İbnu-Dirbas, «el İntişar» adlı kitabında şunu söylüyor: «Bazı kimseler, tevhide de taklid caizdir dediler. Halbuki bu yan­aştır. Zira Cenab-ı Hak: «Biz aba ve ecdadımızı bir ümmet (inanç) üzerinde bulduk, onların izleri üzerinde (onlan taklid ederek doğru­ya yönelmişleriz.» (Ez-Zuhruf: 22), diyenleri yermektedir. Niçin aba ve ecdadını taklid etmişler de Peygamberlerine ittibaı terketmişler di­ye onlan yermektedir. Tıpkı Hz. Muhammed'in din yususunda ittibaı-nı terkedip büyüklerinin heva ve hevesini taklid eden ehli nevayı zemmettiği gibi... Bir de, her mükellefin boynuna tevhidin emrini öğ­renip kesinlikle bilmek farzdır. Bu da, ancak kitab ve sünnet cihetiy-le elde edilir. Nitekim bu husus, daha önce belirtildi. Allah dilediğini hidayet eder.

İşte görüldüğü gibi bazıları bu husustaki taklidi caiz görmüş, ya­ni bu icma değildir, demiştir.

İbnu-Dirbaş Zeyğ ehli (sapıklar), kitab ve sünnete mütemessik (bağlı) olanlara çokça hücum ederek onlar mukallittirler demişler. Halbuki bu görüşleri yanlıştır. Belki mukallitlik Zeyğ ehline daha uy­gun ve onların mezhebine daha münasibtir. Çünkü onlar, efendi ve büyüklerinin sözlerini, Kur"an'a, sünnete ve sahabenin icmaına muhalefet ettiği yerde bile kabul etmişlerdir. Böylece onlar, Cenab-ı Hakkın   I şu gelecek âyetle yerdiği kimselerin kategorisine giriyorlar:

«Ey Rabbimiz! Biz efendilerimiz ve    büyüklerimize itaat ettik.»

(El-Ahzap: 67). Bir de şu âyetin kapsamına da girmişler: «Şüphesiz ki biz ecdadımızı bir ümmet (inanç) üzerinde bulduk ve şüphesiz ki biz onların izlerine (taklid etmiş) uymuşlarız.» (Ez-Zuhruf: 22). Son­ra Peygamberinden hikâye ederek buyurdu:

«O dedi ki: Acaba sizin ecdadınızı üzerinde bulduğunuzdan daha hidayeti is ini, daha doğrusunu getirirsem de böyle olacaktır? Onlar: Biz, sizin kendisiyle gönderilmiş olduğunuz dini inkâr ediyoruz» dedi­ler.» (Ez-Zuhruf: 24). Sonra Cenab-ı Hak Peygamberine «Biz onlardan intikam aldık» (Ez-Zuhruf: 25) buyurdu. Böylece Cenab-ı Hak hida­yetin Peygamberlerin getirdiğinde olduğunu beyan etti.

Eser ehlinin akidelerinde, «Biz imamlarımızı, ecdadımızı ve insan­ları kitab ve sünnetten ve selefi salibinin icmaından almak hususun­da böyle gördük» demeleriyle, kâfirlerin «Biz aba ve ecdadımızı böyle gördük, biz efendi ve büyüklerimize itaat ettik» sözleri bir değildir. Çünkü eser ehli onu Kur an'a, Resulü Ekrem'in ıttıbaına nispet etmiş­lerdir. Kâfirler ise iftiralarına batıl ehline nisbet etmişlerdir, bununla sapıklıkta daha da ileri gitmişlerdir. Görmez misin, Cenab-ı Hak, Kur'-an'ı Kerimde Hz. Yusuf'u överek dedi:

«Ben Allah'a iman etmeyen, ahireti inkâr eden bir kavmin mille­tini terkettim. Aba ve ecdadımın milletine tâbi oldum. İbrahim, İshak ve Yakubun milletine tâbi oldum. Bizim için Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmak yetkisi yoktur. Bu, hem bize, hem halka Allah'ın fazi-letindendir!» (Yusuf: 38). Hz. Yusuf'un aba ve ecdadı, (onun da ve onların da üzerlerine selât ü selâm olsun) Peygamber ve Vahyin etbaı idiler. Vahy'de halis bir din idi. Allah onu seçmişti. Onun, bu hususta aba ve ecdadına tâbi olması, onun güzel sıfatlarındandır. Onun aba ve ecdadının getirdiklerinin içerisinde arazlar bahsi, arazların cevherlere bağlanması bahsi ve arazların cevherlere inkılab etmesi ve değişmesi konusu yoktu. Bu da delalet etti ki, arazlar ve cevherler konusunu deşmekte herhangi bir hidayet bahis konusu değildir.    Bunlan vazeden vazı'larda da bir doğruluk yoktur. [161]

îbni İshak, arazlar ve cevherler gibi terimlerin konuşulması, an­cak halife   Me'mun'un  [162] zamanında yani hicretin 200.senesinden sonra ortaya çıktı. O zamanda geçmiş   milletlerin   kitablan tercüme edildi. O milletlerin; âlemin «kadim» veya «hadis» olmasındaki ihti­lâfları görüldü. Cevherin ve sabitliği araz'm ve mahiyeti   hakkındaki ihtilâfları ortaya çıktı. Ehli bid'at ve kalblerinde sapıklık olanlar, he­men o ıstılahları ezberlemeye koştular. Onunla ehli sünnete karşı gariplikleri getirmeyi kastettiler. Şüpheleri müslümanların zaiflerinin kalblerine getirip sokmak istediler. Durum tâ bidat ortaya çıkıncaya kadar böylece devam etti. Bidatçılann etbalan çoğaldı. Hatta sulta­nın (Memunun) üzerinde bile durum karıştı. Me'mun Kur'an'ın mah­lûk olduğunu iddia etti. Halkı da böyle inanmaya zorladı. İmam Ah-med İbni Hanbel'i bu hususta kamçıladı. İşte o zaman ehli sünnetten Ebul Hasan el Eş'ari, Abdullah bin   Kullap,   İbni-Mücahid ve el-Mu-hasibi gibi bazı âlimler ortaya çıktılar. Bidaıçüarla beraber ıstılahla-rina dalıp o bidatları öğrendiler. Sonra o, bidatlan araç yaparak onlarla  savaştılar ve onları silâhlarıyla vurdular. Bu ümmetten kitab ve sünne­te mütemessik olarak gidenler ise, mülhidlerin şüphelerine iltifat edip de cevher ve araza bakmadılar ve selefin yolunda gittiler. Kanaatim ca şu zamanda, kelâmcılann ıstılahlarına bakıp onunla dini müdafaa etmeye kalkışan bir kimsenin mertebesi peygamberler mertebesine ya­kındır. Fakat kelamcılann gullatına tabi olup esere yapışan müminle­rin yoluna tan eden kelâm kitapları okunsun, ancak hakikat o ıstılah­lar tarafından bilinir diyenlere gelince, onlar mezmumdurlar.   Çünkü mütekaddiminin yolunu yıkıyor ve geçmiş    imamlara tân ediyorlar. Allah daha iyisini biliyor.[163]  

(105) «Ey iman edenler! Nefislerinizi koruyunuz. Siz hidayette olduğunuz zaman, sapıtan size zarar vermez...» Bu âyetin tefsiri:

Yani nefislerinizi günahlardan koruyunuz. Bu âyeti celîlenin za­hiri delâlet eder ki, Emri-Bil-Maruf ve Nehyi-Anilmünker'i yapmak, insanoğlunun boynuna vacib değildir, kendisi müstakim olduğu tak­dirde. Başkasının günahından da sorumlu değildir. Fakat bu âyeti ce­lîlenin tefsirinde varid olan hadisler, ashabı kiramın ve tabiînin bu husustaki sözleri, Emri-Bil-Maruf ve Nehyi-Anil-Münkerin vacib olduğunu ve bu âyetin zahirinden görüldüğü gibi olmadığım belirtiyorlar:

Ebu Davud, Tirmizi ve başkaları Kays'tan rivayet ettiler: «Ebu Bekr Sıddik, bize hutbe okudu ve buyurdu:

— Siz bu âyeti okur, onu tevili olmayan bir şekilde tevil ve tefsir ediyorsunuz. Ben Resulü Ekrem'den dinledim, buyuruyordu:

«İnsanlar, bir zalimi gördüklerinde, onun ellerinden tutmadıkları takdirde Allah'ın katından gönderdiği bir azabla onların hepsini azab-İandıracağı pek yakındır.»

Ebu Davud Tirmizi ve başkaları Ebu Ümeyyetel-Şa' bani' den riva­yet ettiler! Ebu Sa'lebe el-Huşeni'ye vardım. Ve «Bu âyeti nasıl yo-rumluyorsun?» diye sordum. «Hangi âyeti?» diye istifsar etti.

«Ey îman edenler! Nefislerinizi koruyunuz.» âyeti diye cevap ver­dim. El-Huşeni buyurdu:

«Dikkat et. Allah'a yemin ederim, bu âyet hususunda bilgi sahibi olan birisinden sordum. O da bana: Ben, bu âyeti Resûlüllah'tan sor­dum, buyurdu:

«Hayır! Siz marufu emrediniz, münkerden insanları sakındırınız. Tâ ki itaat edilen bir cimrilik, arkasında koşulan bir hevai nefis, dine tercih edilen bir dünya ve her rey (fikir) sahibinin fikrine meftun ol­duğu (yani fikrini benimsediği) bir zamanı görünceye ve gelinceye ka­dar... O zaman sadece nefsini koru. Halk tabakasının emrini bırak. Şüphesiz ki, sizin arkanızda günler vardır. Bu günlerde sabretmek, ateş korunu avuca almak gibidir. O günlerde amel edenin payı (ve ecri), sizin ameliniz gibi amel eden elli kişinin ecri kadardır.»

Bir rivayette de:

«Ey Allah'ın Resulü! Bizden elli kismin ecri kadar mı, yoksa on­lardan elli kişisinin ecri kadar mı -ecri vardır? diye sorulunca Cenab-ı Peygamber:

«Belki sizden elli kişinin ecri kadar ecir vardır.» dedi.

Ebu İsa, bu hadis hasen ve gariptir, der. İbni Abdilberr, «Hayır, sizden» lafzı bazı rivayetlerde yoktur, diyor.

«Siz öyle bir zamandasınız ki, sizin aranızda bir kimse kendisine emrolunanın onda birisini terkederse, helak olur. Sonra bir zaman ge­lecektir ki o zamandakilerden bir kimse emrolunduğunun onda birisi­ni yaparsa kurtulur.» Bu hadis gariptir. [164]  -

 

Hakkı Söylemek Ne Zaman Terkedilebiltr?

 

îbni Mes'ud'dan rivayet edildi: «Bu âyetin zamanı değildir. Hakk sizden kabul edildiği müddetçe söyleyiniz ve haykırınız. Sizin yüzünü­ze geri vurulduğu vakit, nefislerinizi koruyunuz.»

Fitne vakitlerinin birinde İbni Ömer'den soruldu: «Şu günlerde konuşmayı bıraksan. Emri-Bil-Maruf ve Nehyi-Anil münkeri yapmazsan olmaz mı?» Buyurdu:

«Allah'ın Resulü bize şöyle emretti: Bulunan bulunmayana tebliğ etsin. Biz bulunduk, bize tebliğ etmek düşer. Bir zaman gelecektir, o zamanda hak denildiği zaman kabul edilmeyecektir.»

İbni Ömer'den gelen bir rivayette: «Hazır bulunan, gaibe tebliğ etsin» cümlesinden sonra «Bizler hazır bulunanlar idik. Sizler gaib olanlarsınız. Fakat bu âyeti celîle, bizden sonra gelen bazı kavimler hakkındadır. Onlar söyledikleri zaman sözleri kabul edilmeyecektir.»

İbni-Mübarek «Nefislerinizi koruyunuz» âyeti hakkında şunu söy­lüyor: Bu hitab, bütün müminleredir. Yani dininizin ehlini koruyu­nuz, demektir. Nitekim Cenab-ı Hak, «Sakın nefislerinizi öldürmeyiniz» (En-Nisa: 29), buyurmuştur. Yani birbirinizi öldürmeyiniz. Bu teville bu âyeti celîle, «Emri-Bil-Maruf ve Nehyi-Anil-Münker»in farz olduğu­na delâlet eder. Ve ((Müşriklerin, münafıklar ve ehli kitabın sapıklığı size zarar vermez diyor. Niçin bize zarar vermez? Çünkü emri bil ma­ruf müslümanlar için yapılır. Müslümanlardan isyana dalanlara karşı yapılır. Bu mânâ, aynı zamanda Said bin Cübeyr'den de rivayet edil­miştir.

Said bin Museyyeb, «Ayetin mânâsı; Emri-Bil-Maruf ve Nehyi-Anil-Münker'den sonra siz hidayet bulursanız, sapıklığa gidenlerin sa­pıklığı size zarar vermez, demektir» dedi.

İbni Huveyzi - Mendâd «Bu âyeti celîle, insanoğlunun nefsinin özellikleriyle meşgul olmasını, halkın ayıplarına taarruz etmeyi ve hal­kın durumlarını araştırmayı terketmesini tazammun etmektedir. Çün­kü onlar onun halinden, o da onların halinden sorulmayacaktır. Bu âyet, tıpkı «Her nefis kesbettiğine karşılık rehindim (El-Mudessir: 38) âyeti ile: «Hiçbir günahkâr olan da başkasının yükünü yüklenmez» «El-Enam: 164) âyeti gibidir.

Resulü Ekrem'in «Evinde otur. Nefsinin haliyle meşgul ol ve onu koru» hadisi de bu kabildendir. Caizdir ki, burada, Emri-Bilmaruf ve nehyi anil münker'in mümkün olmadığı zaman kastedilsin. O zaman kalbimizle kötülükleri inkâr edeceğiz. Nefsimizin ıslahıyla meşgul ola­cağız.

İbnu Lehia', garib bir hadisi rivayet ediyor: Bekir bin Sevad el Cüzami, Akabe bin Âmr'dan rivayet etti. Allah'ın Resulü: «Hicretin (200) ikiyüzüncü yılın başı geldiğinde, ma1 rufu emretme ve münkeri yasaklama. Ancak nefsinin halleriyle meşgul ol.»

Alimlerimiz; Resulü Ekrem bunu ancak zamanın bozulmasından, hallerin fesada uğramasından ve va'zu-nasihata önem verenlerin azlı­ğından kinaye olarak söylemiştir. Yoksa Kıyamete kadar Emri-Bil'ma-ruf yapılmalıdır ve yapılacaktır.

Cabir bin Zeyd: Ayetin mânâsı: «Ey Bahire'yi ve Saibe'yi icad eden müşriklerin imanlı çocukları! Siz istikamet hususunda nefsinizi koruyunuz. Eslafınızm sapıklığı, siz hidayette olduktan sonra size za­rar vermez demektir» dedi.

Cabir bin Zeyd diyor ki; kişi müslüman olduğu zaman kâfirler ona: «Sen aba ve ecdadını akılsız saydın, onları sapık addettin. Şöyle çöyle yapün» diyorlardı.   Cenab-ı Hak bu sebebten dolayı bu âyeti in­dirdi.»

Bazıları; Bu âyet, ehli hevanın hakkında nazil olmuştur. Onlar ki vaz-u-nasihat onlara faide vermez. Binaenaleyh eğer bir kavim va'zu-nasihatı kabul etmez, va'zu nasihatla istihza ederler ve sırt çevirecek­lerini biliyorsan, onlara va'zu-nasihat etmekten vazgeç...

Bazı tefsirciler, «Bu âyet, müşrikler tarafından azaba duçar edi­lip, dininden cayan bazı esirler hakkında nazil oldu» diyorlar. Cenab-ı Hak, din üzerinde kalanlara «siz nefislerinizi koruyunuz, arkadaşları­nızdan irtidad edenlerin mürtedliği, size zarar vermez» buyurdu.

Said bin Cübsyr; bu âyet, ehli kitabın hakkında nazil olmuştur, diyor. Mücahid, «Yahudi, Hristiyan ve onlar gibi gidenler hakkında nazil olmuştur» diyor. Yani onlar cizyeyi (haracı), verdikleri zaman, onların küfrü size zarar vermez demektir.

Bazıları, «Bu âyeti celîle, Emri-BUmaruf ve nehyi anil münker ile neshedilmiştir» dediler. Bunu, El-Mehdevi söylemiştir.

İbni Âtiyye, «Bu te'vil, zaiftir. Tabiin ve sahabenin böyle söyledi­ği bilinmemektedir» diyor.

Ebu Übeyd el Kasım bin Selam: «Bu âyetten başka Allah'ın Kta-bında nâsih ile mensuhu bir arada derleyen bir âyet yoktur» der.

Bu âyetteki nâsih, «Siz hidayette olduğunuz zaman» cümlesidir. Buradaki hidayet, Emri-Bilmaruf ve nehyi anil münkerdir. Allah da­ha iyisini bilir.

«Emri-Bilmaruf ve nehyi anil münker» kabul edileceği umulduğu zaman, farz olur. Zalimin zulmünden vazgeçeceği  şiddetle dahi ol­sa  umulduğu zaman, ona nasihat etmek farzdır. Eğer emreden, kendisine isabet edilecek bir zarardan veya müslümanlann üzerine çekeceği bir fitneden, müslümanlann araşma ayrılık gireceğinden ve­ya müslümanîann bir gurubuna bir zararın dokunacağından korkmu­yorsa nasihat yapması gereklidir. Evet bunlardan korktuğunda «Ne­fislerinizi koruyunuz» hükmü cair, orada durması da vacib oluyor. «Emri-Bilmaruf»u yapanın adil olması şart değildir. Günahkâr bir müslüman da diğer müslümanlara nasihat yapabilir. İlle dörtyüz dir-

hemlik temiz olacak, peygamberler gibi  haşa  ismet sıfatına sa-hib olacak, sonra va'z edecektir şeklinde bir kaide İslâmda yoktur. Bu­nu söyleyenler, kendiliklerinden uyduruyorlar. Fakat bir va'izde, bir nasihatcıda İslâm'ın mükemmel bir şekilde olması arzu edilir.

(106) «Ey müminler! Herhangi birinize ölüm geldiğinde, vasiyet anında aranızdaki şahitlik için sizden olan iki adil kimse tutunuz... Şahidlik etsin.» Bu âyetin tefsiri:

Buha-rî ve Dârekutni gibi bazı muhaddisler İbni Abbas'tan rivayet ettiler: Temimi Dari ve Adiy bin Bedda zaman zaman Mekke'ye gelir­lerdi. Onlarla beraber «Beni Sehm» kabilesinden bir genç ticaret mak­sadıyla Mekke'ye gitti, Müslümanlann bulunmadığı bir memlekette vefat etti. Ve bu, iki Hıristiyanı şahid tutarak terekesini götürüp, eh-line teslim etmelerini vasiyet etti. Onlar da, terekesini ehline teslim ettiler. Fakat gümüşten yapılmış ve altınla sürmelenmiş bir tasını ver­mediler. Resulü Ekrem, onlara «Siz bir şeyi gizlemediniz mi? Herhan­gi bir şeye muttali değil misiniz?» diye yemin teklif etti. Sonra tas Mekke'de bulundu. Mekke'liler biz Adiy ve Temim'den satın aldık de­diler. Sehimli'nin vârislerinden iki kişi geldi. Ve o tasın Sehimli kişi­ye ait olduğuna dair yemin ettiler. «Bizim şahitliğimiz Adiy ve Te-mim'in şahitliğinden daha doğrudur ve biz zulüm de etmiyoruz» de­diler. Bunun üzerine tası alıp götürdüler. Böylece bu âyet, onlar hak­kında nazil oldu.

«Şehadet» kelimesi Kur'an'da çeşitli mânâlara gelmiştir, a) Şu âyeti celîlede «Erkeklerinizden iki şahid tutunuz.» (El-Bakara: 282). «Hazır ediniz» mânâsında kullanılmıştır, b) İkrar etti ve bildirdi mâ­nâsında da kullanılmıştır. «Allah ondan başka mabud olmadığına şa­hidlik etti» (Âl-i îmran: 18). c) İkrar etti mânâsına gelmiştir. Nite­kim «Melekler de şahitlik ederler») (En-Nisa: 166), cümlesinde de kul­lanılmıştır, d) Şehide maddesi hükmetti mânâsına da gelmiştir. «Onun ehlinden biri şahitlik etti» (Yusuf: 26), yani hükmetti, e) Lian âyetin­de yemin etti mânâsına da kullanılmış «şehide» maddesi... g) Şehide maddesi, tavsiye veya vasiyet etti mânâsına da gelmiştir. Nitekim Ce­nab-ı Hak: «Ey iman edenler! Aranızdaki şehadet yani vasiyet...» âye­tinde bu mânâda kullanılmıştır.

Bazıları; buradaki şehadet, vasiyette hazır bulunmak manasınadır dediler. Bazıları; yemin manasınadır demişler. Fakat îbni Atiyye, «Bu âyetteki şehadet korunan ve yeri geldikçe edâ edilen şehadettir. Hu­zur ve yemin mânâsına olması zaiftir» demiştir. [165]

 

Kafirin Şahidliği Kabul Mü?

 

(106) «Sizden olan iki adaletli...» Bu âyetin izahı: Yani dininiz ve milletinizden olan iki adil insan şahid olsunlar.

Bu iki şahid hakkında ihtilâf vardır: Bazıları, bu ikisi, vasiyet hu­susunda şahitlik yapanlardır. Bazıları da; bunların ikisi vâsilerdir» dedi. Çünkü âyet onların hakkında nazil olmuştur. Çünkü Cenab-ı Hak: «Allah ile yemin edeceklerdim diyor. Oysa şahide yemin lâzım gelmez. Vâsiyi iki kılmak, tekid içindir. Bu tefsire binaen şehadet mad­desi burada huzur manasınadır. Meselâ: Filan adamın vasiyetinin şa­hidi oldum demek, orada hazır bulundum demektir.

«Veya sizin gayrinizden olan iki kişi.» Yani dininiz ve milletinizin gayrisinden olan iki kişi. Bu tefsir, îbn Abbas, Ebu-Musa el Eşari, Said bin Müseyyib ve İbni Cübeyrin, Nehai, Sabi, İbni Şirin ve Şureyh'in tef­siridir.

Bazıları; âyetin mânâsı, «Sizin aşiretinizden ve kabilenizden ol­mayan iki kişi demektir» dedi. O vakit müslümanlardan olurlar. Fa­kat sizin aşiretiniz ve kabilenizden olmazlar.

Alimler, bu âyetin hükmünde ihtilâf etmişlerdir: İbrahim En-Ne-hai ve bir cemaat; bu âyet mensuhtur, dediler. Çünkü zimmilerin başlangıçta şahitliği kabul olunurdu. Sonra Cenab-ı Hakkın: «Erkek­lerinizden iki şahidi edininiz» âyetiyle neshedildi. Bir de ümmetin fâ-sık bir kimsenin şahidliği caiz değildir hususunda, icmaı vardır. Öy­leyse kâfirin ve zimminin şahitliğinin caiz olmaması daha uygundur.

Bir kavim; bu davada zimmilerin şahitliği kabuldür kaidesi var­dır, neshedilmemiştir demişler. Bu görüş, îbni Abbas'ın, Ebu Musa el E$ari'nin, Said bin Museyyeb'in, İbni Cübeyr'in, İbni Sirin'in ve Ah-med îbni Hanbel'in görüşüdür. Dediler ki, «Ölüme yaklaşan bir insan, vasiyetine dair şahitlik yapacak iki müslümanı bulmazsa ve garib bir memlekette ise, iki kâfiri veya iki zimmiyi veya hangi dinden olursa olsun iki kişiyi şahit kılsın. Çünkü bu zaruret yeridir.

Şureyh; garib bir memlekette bulunan bir .kimse vasiyetine şahit-g   lik etsin diye müslümanı görmezse, hangi din üzerinde   olurlarsa olsun, ister ehli kitabtan ister puta tapanlardan olsun, iki kâfiri şahit tutsun. Onların şahitlikleri burada geçerlidir.

Bir kâfirin müslümamn aleyhinde hiçbir cihetle şahidliği caiz de­ğildir. Ancak vasiyyeti hususunda, seferde, başka bir müslüman bu­lunmazsa, caizdir.

Şabi'den gelen rivayet, «Müslümanlardan bir kişiye Dakuka [166] adlı yerde ölüm yaklaştı. Başka bir müslüman bulamadı. Ehli kitabtan iki kişiyi vasiyetine dair şahit tayin etti. Onlar, Küfe valisi Ebu Musa el Eşari'ye vardılar. Ölenin haberini ilettiler ve onun terekesini takdim ederek vasiyetini bildirdiler. Ebu Musa:

«Bu bir durumdur ki, Resûlüllah'ın zamanında olandan sonra (şu ana kadar) olmamıştır.» dedi

Ebu Musa, ikindi namazından sonra onlara «Hainlik yapmadık, yalan söylemedik, değiştirmedik, gizlemedik ve hiç bir terslik de yap­madık. Ve bu vasiyet kişinin vasiyeti, bu tereke de onun terekesidir» diye yemin verdirdikten sonra şahitliklerini geçerli saydı. Hadisi Ebu Davud tahric etmiştir.

Hasanı-Basri, Zuhri ve İkrime «Ayetin tamamı, müslümanlar hu­susunda nazil olmuştur» derler. «Sizden olan» yani sizin aşiretinizden ve kabilenizden olan, «sizin gayrinizden olan» yani aşiretinizden vsya kabilelerinizden olmayan müslümanlar demektir. Çünkü kâfirin şahidliği hükümlerin hiçbirisinde caiz değildir. Şafiî, Mâlik, ve Ebu Hanife'nin mezhebi de budur. Ancak Ebu Hanife zimmilerin aralann- da birbirleri için şahidliklerini kabul etmiş ve caiz görmüştür  Bu âyetin, muhkem olduğunu savunan bir insan; «el Maide sûresi

Kur*an'ın en son inen süresidir, orada menşuh âyet yoktur» görüşüne

dayanmış ve delil göstermiştir.

Müslüman olmayanın şahitliğinin caiz olmasını burada savunan bir kimse şunu da delil olarak ileri sürüyor: Cenab-ı Hak âyetin başın­da «Ey îman edenler» diye hitab etmiştir. Bu hitab bütün mü'minlere-dir. Sonra «sizden iki adalet sahibi veya sizin gayrinizden iki insan» de­di. Bu sözden anlaşıldı ki, bu gayrden olan iki insan, müminlerden değildirler. Bir de, âyet, bu iki şahidin boynunda yemin etmenin farz olduğunu bildiriyor. Müslümanlar ittifakla müslüman şahidin boynu­na yeminin farz olmadığını söylüyorlar. Bir de, ölü garib bir memle­kette bulunduğu ve orada müslüman görmediği için vasiyetine gayri müslimlerden şahit tutmadığı takdirde, malı zayi olacağı gibi boynun­da borçlar, yanında emanetler varsa onlar da zayi olacaktır. Böyle olunca, zimmi veya zimmi olmayan kâfirlerden orada hazır bulunan­ları şahit tutması zaruri olur. Ta ki malı zayi olmasın, vasiyeti de ye­rine getirilsin. Bu, tıpkı mecbur kalıp ta zaruret halinde murdarın etinden yiyen, insanın durumuna benzer. Çünkü «Zaruretler mahzur­luları mubah kılar.» kaidesi vardır.

Bunu menedenin delili de, Cenab-ı Hak, «şahitleri razı olduğunuz kimselerden edininiz» (El-Bakara: 282) buyurmuştur. Kâfirler ise, müslümanlârm kendilerinden razı olacağı kimseler olmadığı gibi adil de değildirler. Öyleyse şehadetleri hiçbir durumda makbul değildir. [167]

 

Ölüm Bir Musibet Midir?

 

Bu âyeti celîlede, Cenab-ı Hak, ölümü «Musibet» olarak nitelendi­riyor. Gerçekten ölüm en büyük musibet ve en büyük felâkettir. Fa­kat ondan daha büyük musibet GAFLET'tir. Bir anlık gaflet ebedî saadeti yıkabilir. En büyük musibet Ölümü anmamaktır. Onun getir­diği ve getireceği neticeleri düşünmemektir. Ona hazırlık yapmamak­tır. Evet, ölümden ibret alanlar için ölümde ibret vardır. Düşünenler için düşünce vardır. Allah'ın Resûlü'nden rivayet ediliyor:

«Eğer sizin, ölüm hakkında bildiğinizi, hayvanlar bilmiş olsaydı, siz  hayvanlardan herhangi bir  semiz et yiyemezdiniz.»

Rivayet ediliyor ki, bir göçebe devenin sırtında seyrediyordu. De­vesi aniden düşüp öldü. Göçebe indi. Devenin etrafında dolaştı. Dü­şündü ve şunları söyledi: (Şiir)

«Niçin kalkmıyorsun? Neden inliyorsun? tşte azaların burada. Hepsi tam. Bütün azaların sapasağlam. Senin durumun nedir Seni yüklenip götüren ne idi Seni yürüten ne idi? Seni öldüren kimdir? Seni hareket etmekten men eden kimdir?»

Bunları söyledikten sonra devenin bu durumu hakkında düşünceye dalarak ve hayret ederek yanından ayrıldı. [168]

 

Hakk Îçin Hapsetmek Ve Hakların Kısımları

 

(106) «O iki şahidi namazdan sonra hapsedersiniz (alakoyacak-sınz).» Bu âyeti celîle, boynunda hak olanın hapsedilmesinin caizlili-ğini temelini getiren bir âyeti celîledir.

Haklar, iki kısma ayrılır:

1) Bir kısmı acelece yerine getirilmesi elverişli olandır.

2) Başka bir kısmı da vardır ki, ancak zaman aşamasıy-le yerine getirilebilir. Eğer boynunda hak bulunan insan serbest bırakılırsa, kaybolabilir, gizlenebilir, hak da zayi olmuş olur. Öyleyse onu bırakmak için tavsik lâzımdır. Ya şeriat dilinde «Rehn» denilen malî (nakdî) kefalet veya şahsî kefalet lâzımdır. Şahsi kefâlettense nakdi kefalet daha evlâdır. Çünkü vekil olan şahıs ta, müvekkili gibi gaib olabilir. Tutulup getirilmesi zorlaşabilir. Eğer nakdi ve de şahsi kefalet yok ise, hak alınıncaya kadar adam hapsedilir. Eğer haklar ce- zalann tatbiki ve kısas gibi bedenî ise, kefalet burada kâfi değildir. Ve  acele etmek de burada olmaz. O vakit kendisinden hak istenenin hap­sedilmesi, (durdurulması) lâzımdır. Bunun için de İslâmda hapisha­neler meşru kılınmıştır. Ebu Davud, Tirmizî ve diğer muhaddisler Behz bin Hâkim tarikiyle Resûlüllah'tan rivayet ediyorlar: «Bir itham me­selesinde bir kişiyi hapsetti.» [169]  

Ebu Davud, Âmr bin Şerid tarikiyle Resûlüllah'tan rivayet ediyor: «Zengin bir insanın hak vermemezliği ve hakkı geciktirmesi onun ırzını (şeref ve gururunu) n kırılmasını ve cezalandırılmasını helâl kılı­yor.»

İbni Mübarek «ırzını (şerefini) n kırılmasını helâl kılıyor demek, onunla galiz konuşulur ve o cezalandırılır ve hapsedilir demektir» dedi.

El Hitabı; hapis iki kısımdır:

a) Ceza hapsi var.

b) Hakkın belir­tilmesi hapsi vardır. Ceza hapsi, ancak bir vacib, veya bir farz mese­lesinde olur. İthamda ise, haps ile meselenin vuzuha kavuşturulması, perde arkasında ne vardır o bilinsin diye yapılır. Rivayet ediliyor ki; Resulü Ekrem bir itham meselesinde bir kişiyi bir saat hapsettikten sonra bırakmıştır.

Ma'mer, Eyyub'ten, o da İbni Sirin'den rivayet etti: Kadı Şureyh, bir kişinin aleyhine bir hak ile hükmettiği zaman o hak yerine gelinceye dek o kişinin mescidde hapsedilmesini emredi­yordu. Hak sahibine hakkını verince bırakılırdı. Aksi takdirde hapse gönderilirdi. [170]

(106) «Namazdan sonra...» Bu cümledeki namazdan maksad, ikin­di namazıdır. Alimlerin çoğu böyle demiştir. Çünkü diğer din sahibleri de ikindi vaktini ta'zim ediyorlar. O, vakitte yalan söylemekten, ya­landan yeminler etmekten sakınıyorlardır.

Hasanı Basri, «Bu namazdan maksad, öğle namazıdır» dedi. Bazı âlimler «Herhangi bir namazdır» dediler. Bazıları bu vasiyete şahit olan iki kişi kâfir olduklarına göre onların namazından sonra yani on­ların kendi dinlerine göre, ibadetlerinden sonra demektir, diyor. Bunu, Süddi'den rivayet ettiler.

Bazı âlimler; namazdan sonranın şart koşulmasının nedeni, vakti tazim etmek, onunla şahitleri korkutmaktır» diyor. Çünkü melekler o vakitta nazil olurlar. Sıhhatli bir hadîste varid olmuştur ki, «yalan yerde ikindi namazından sonra yemin eden bir kimse, Allah kendisin­den buğz ettiği halde Allah'ın huzuruna vanr.» [171]

 

Yeminler Nasıl Verilir Ve Tağliz Ne Zaman Yapılır?

 

Bu âyeti celîle, yeminlerde «Tağliz» (şiddetleştirmek), meselesini getiriyor. Tağliz dört şeyle olur:

1) Zamanla olur.

2) Mekânla olur. Me­selâ camide Minberin yanında.

İmam Azam ile arkadaşları bunun hilafını ileri sürüyorlar. Onlara göre, hiç kimseye Resûlüllah'ın Minberi yanında yemin verdirmek vacib değildir. Rukn ile Makam  [172] arasında yemin verdirmek vacib değildir. Kendisi için yemin verilen nesnenin azlığı ve çokluğu mese­leyi değiştirmez. Buharî de, bu görüşe, katılmıştır. Zira Sahihinde «Muddeaaleyhinin üzerinde yemin nerede vacib olursa, orada ona ye­min teklif edilir, oradan başka yere götürülmez» diye bir başlık açmış­tır.

Malik ve Şafiî: «Kasamet yeminlerinde Mekke'nin etrafında otu­ranlar Mekke'ye getirilir, Rükn ile Makam arasında onlara yemin ver­dirilir. Medine'nin etrafında oturanlar da Medine'ye getirtilir, Min-ber'in [173] yanında onlara yemin verdirilin) demişlerdir.

3) Yeminin, üçüncü tağliz şekli, hal iledir. Mutarrif ve İbni-Mâci-şûn ve Şafiîlerden bazılan: «Kişi ayakta ve yüzü Kıbleye dönük olarak yemin edecektir. Çünkü bu, kişiyi yalan   söylemekten daha men edici bir durumdur)} dediler.

İbni Kinane «Oturarak yemin eder» demiş.

İbnul-Arabi, «Benim kanaatime göre, onun üzerinde hakim tara­fından nasıl hükmedilirse, o şekilde yemin verdirilir. Eğer hakim aya­ğa kalk derse kalkar. Otur, yemin et derse oturur, yemin eder. Çünkü bu hususta ne bir eser ne de herhangi bir delil sabit olmamıştır» di­yor.

Ancak deriz ki, bazı âlimler Alkame bin Vail'in babasından riva­yet ettiği hadiste ayakta yemin etmeyi istihraç etmişlerdir. Zira o ha­diste «yemin etmek için gitti» tabiri vardır. Bundan ayakta oluşu mâ­nâsı anlaşılıp istinbat edilmiştir. Allah daha iyisini bilir. Müslim bu hadisi rivayet etmiştir.

4) Yemin tağlizinin dördüncüsü lafızla tağliz edilecektir. Bazılan sadece Allah kelimesiyle yemin verdirilecektir. Zira âyet: «onların iM-si Allah'la yemin edeceklerdir» diyor. Ve başka bir âyette «Evet, Rafo-bime yemin ederim» (Yunus: 53) denilmekte olduğu gibi şu âyette de «Allah'a yemin ederim, muhakkak sizin putlarınızı kıracağım» (El-En-biya: 57) denilmektedir. Resulü Ekrem de, «Kim ki, yemin ederse, ya Allah ile yemin etsin veya sussun.» buyurmaktadır.

îmam Malik: «Kendisinden başka mabud olmayan Allah'a yemin ederim, bu davacının benim katımda bir hakkı yoktur ve benim üze­rimde iddia ettiği batıldır diye yemin edecektin) diyor. İmam Malik'in delili, Ebu Davud'un İbni Abbas tarikiyle rivayet ettiği hadistir: «Re-sûlüllah'ın yemin etmesini isteyen bir kişiye, Cenab-ı Peygamber, «Kendisinden başka mabud bulunmayan Allah'a yemin ederim, onun benim katımda birşeyl yoktur» diye yemin etti...

Kûfeliler, «Sadece Allah lafzıyle yemin edecektir. Eğer kadı onu itham ederse, o zaman yeminini tağliz ederek ona şöyle yemin verdirecektir: Kendisinden başka mabud olmayan, gaib ve hazırın ali­mi bulunan, Rahman ve Rahim olan, açıklıkta ve gizlilikte olanı bilen, hain gözleri ve göğüslerde gizlenen şeyleri keşfeden Allah'a yemin ede­rim, diye yemin verdirecektir» dediler.

tmara Şafiî'nin arkadaşları, «Tağliz, mushaf ile yemin verdirmek yani mushaf getirilir, eli mushaf a bastırılır şeklinde de olur» dediler.

İbnul-Arabi, «Şafiî'lerin bu iddiası, bidattir. Sahabelerden hiç kimse bunu zikretmemiştir.» Ancak İmam Şafiî, San'a kadısı tbni Ma-zin'in Mushaf ile yemin verdiğini ve arkadaşlarına da böyle yemin ver­dirmeyi emrettiğini ve bunu îbni Abbas'tan rivayet ettiğini, delil ola­rak ileri sürüyordu. Fakat bu, sıhhatli değildir.[174]  

«El-Muhazzeb»te «Eğer mushaf veya içinde Kur'an yazılı bir şeyle yemin ederse, îmam Şafiî, Mutarnf'ten hikâye ediyor ki' İbni Zübeyr mushaf üzerinde yemin verdiriyordu ve ilâve ediyordu: Ben de San'a'-da Mutarrefi gördüm. Mushaf üzerine yemin verdiriyordu. İmam Şa­fiî; bu güzel bir şeydir dedi.

îbni Munzir; âlimler ittifak etmişlerdir ki; hâkim için talak üe kölelerini azad etmekle ve mushafa el bastırmakla yemin verdirmek uygun değildir. [175]

(106) «iki şahit, Allah ile yemin edeceklerdir...» Bu âyetin tefsiri: Şahidler — yemin etmek için — hapsediliyorlar. Yemin ettikten sonra serbest bırakılıyorlar.

Bazıları; yemin edecek bu iki kişi, ölenin vasileridir. Onlar şahit­lerin vasiyet hususundaki sözlerinde şüpheye düşerlerse, «Bunlar yan­lış söylüyorlar veya yanlış şahitlik yapıyorlar» diye yemin edeceklerdir. Ve şahitlerin şehadeti böylece ortadan kalkacaktır.

Bazı tefsir âlimleri de, bu yemin edenler, iki şahittir. Adil olma­dıkları zaman veya hakim sözlerinde şüpheye düştüğü zaman onlara yemin verdirir.

Hulasa: Eğer vârisler, şahitlerde şüphe ederlerse, şahitlere yemin verdirilir. Şüphe etmedikleri takdirde yemin yoktur.

îbni Atiyye, «Ebu Musa'nın daha önce naklettiğimiz icraatına ge­lince; o, yeminle şahitlik yapan iki zimminin şehadeti kemale eriyor. Vasiyet onunla infaz ediliyor kanaatında olduğu için yemin verdirir­di» dedi

«Şayet kuşkulanacak olursanız namazdan sonra alıkoy arsınız...»

Bu âyet, şunu ifade eder: Ey vârisler! İki şahidin sözünde şüphe­ye düşerseniz, onlara yemin verdiriniz. Tabii bu da, şahitler kâfir ise böyledir. Müslüman şahidlere ise, onlara yemin yoktur. Çünkü müslüman şahide yemin verdirmek, meşru değildir.

(106) «Onlar da, size, akraba dahi olsa yeminimizi hiçbir değere değiştirmeyeceğiz. Allah'ın şahitliğini gizleyemeyeceğiz. Aksi takdirde biz elbette günahkârlardan oluruz diye Allah adına yemin etsinler...»

Bu âyetin tefsiri:

Yani biz Allah'ın adını dünya malından hiçbir şeye satmayacağız. Yalan yere Allah ile yemin etmeyeceğiz. Bunun karşılığında birşey al­mak veya birşey inkâr etmek gibi bir duruma girmeyeceğiz. Bu lehin­de şahitlik ettiğimiz kişi, bize en yaktn kişi ise dahi, böyle bir şeye sapmayacağız. Allah'ın şahitliğini gizlemeyeceğiz ve ketmetmeyeceğiz. Bizler şahitliği gizlediğimiz veya şahitlikte hainlik yaptığımız takdir­de şahitlik ettiğimiz kişi, bize en yakın kişi ise dahi, böyle bir şeye ti celîle, nazil olduğu zaman, Resûlü-Ekrem ikindi namazını kıldı. Te-mim ile Adiy'i huzuruna çağırdı. Minberin yanında onlara hainlik yapmayacaklarına kendisinden başka mabud olmayan Allah ile yemin ettirdi. Kendilerine verilen herşeyi olduğu gibi, vârislere vereceklerdir. Onlar da, bunun üzerine yemin ettiler. Ve Resûlüllah onları serbest bıraktı. Sonra TAS meselesi Mekke'de başgösterdl.

Bazıları da; aradan zaman geçtikten sonra kendileri böyle birşey yaptıklarını söylediler. «Beni-Sahm» bu hadiseyi duyduktan sonra, onlara geldiler. Onlar «Biz bu tası ölenden satın aldık» dediler. Beni Salimliler, «Siz, daha önce demediniz ki ölen, eşyasından hiçbir şeyi satmadı?»

Onlar: «Bizim katımızda bir delil yoktu. Onun için size, bu tası satın aldığımızı demekten çekindik.» dediler. Böylece onları Resûlül-lah'a getirdiler.

(107) «Eğer o ikisinin aleyhinde kesin olarak günahı hakkettikle­rine ilişkin bilgi sahibi olunursa, bu durumda haksızlığa uğrayanlar­dan iki kişi...»

Bu âyetin mânâsı; eğer iki vasi'nin günahı gerektirecek bir hare­ketleri ortaya çıkarsa, hainlik yaptıklarından, yalan yeminler ettikle­rinden dolayı böyle bir hareketde bulundukları belirirse, ölünün vâ­rislerinden veya akrabalarından iki kişi, yemininde o iki vasi'nin ye­rine geçerler. Yani şahitlerin şahitliğiyle mağdur olmuş mirasçılardan iki kişi çıkıp Allah ile yemin edecekler ki; bizim şahitliğimiz daha ön­ceki şahitlerin şahitliğinden daha doğrudur. Yeminlerimiz onların ye­minlerinden daha dürüsttür. Biz yeminlerimizde hududu aşmadık. Bi­zim şahitliğimiz daha doğrudur demekte de, aşırı gitmedik. Eğer git­miş isek, o zaman zalimlerden oluruz derler.»

Bu âyeti celîle, nazil olduğu zaman Beni-Sehim kabilesinden bu­lunan Âmr ibni Âs ve El Muttalib bin Ebi Vedaa ortaya çıkıp ikindi namazından sonra yemin ettiler. Böylece tas kendilerine teslim edildi.

Yeminin, burada ölünün mirasçı ve yakınlarına dönüşmesinin ne­deni şu idi: İki vâsî, «ölü bize o tası sattı» diye iddia ettiler. Mirasçı­lar da ((Böyle bir satış yoktur» diyerek inkâr ettiler. Bunun için yemin onlara dönüştü. Eğer vâsî, ölünün malından birşey alır «Bunu bana vasiyet etti» dese vârisler de, bunu inkâr ederlerse, yine yemin vâris­lere dönüşür ve o mal vârislere geçer.

Temimi Darî, müslüman olduktan sonra şu âyeti okuduğu zaman «Allah ve onun Resulü doğru söyledi. Ben tası almıştım. (Şimdi) Al­lah'a (Fazl-u Kerimine) dönüş yapıyor ve af taleb ediyorum» diyordu..

(108) «Bu, gerektiği gibi şahitliği yapmalarına veya yeminlerin-den sonra yeminlerin reddedilmesinden korkmalarına daha yalan­dır...»

Bu âyetin tefsiri: Yani bahsi geçen hüküm (veya şahitlere yemin verdirmek) şahitliği olduğu gibi yerine getirmeye daha uygun ve da­ha yakışırdır. Gerek vâsi'lerin, gerek diğer insanların şahitlikte hain­lik yapmamalarına daha münasiptir. Yeminlerinden sonra, ölünün yakınlarına yemin dönüştürülecek, vârisler, vasilerin hainlik yaptıkla­rına (veya yalan söylediklerine) dair yemin edecekler. Böylece vâsile­rin, rezil olup cezaya çarptırılacağız, diye korkmalarına daha ya­kın ve uygundur. Bu münasebetle vâsiler, yanlış yere yemin de etmez olurlar.

«Allah'tan sakınınız», yani yalan yere yemin etmek, emanete ha­inlik yapmak suretiyle Cenab-ı Hakkın azabından sakınınız.

«Dinleyiniz». Yani Allah'ın vaz-u-nasihatlannı dinleyiniz. Veya EVET diyecek bir kimsenin dinleyişi gibi dinleyiniz.

«Allah fâsıklann kavmini hidayet etmez.» Yani masiyet üzerinde bulunan bir kimseyi Allah irşad etmez.

Bu âyeti celîlede, Allah'ın hükmüne muhalefet veya emanetine ihanet veya yalan yerde yeminler eden kimseler için tehdit ve kor­kutma vardır. [176]

 

Dikkat Edilecek Bir Nokta

 

Kur'an-ı Kerimin nazm, i'rab ve hüküm bakımından en zor âyeti, bu âyeti celîledir. Allah'ın kitabındaki sırları Allah herkesten daha iyi bilir. [177]

 

Meal

 

(109) (Hatırla) o günü ki, Allah Peygamberleri toplar, «size nasıl icabet edildi» diye sorar. Peygamberler bu hususta bilgimiz yok­tur. Kuşkusuz sen gayiblerin çok bilenisin» derler.

(110) (Hatırla) o zamanı ki, Allah: Ey Meryemin oğlu İsa! Se­nin ve validenin üzerinde bulunan nimetimi hatırla. Ve (hatırla) o zamanı ki, beşikte iken ve kemal yaşına geldiğinde halkla konuşman için seni «Ruhul Kudüs» ile teyid ettim. (Hatırla ki) sana kitabı, (ya­zıyı), hikmeti (doğru anlayışı) Tevrat'ı ve İncil'i öğrettim. (Hatırla) ki, iznimle çamurdan kuş biçimi yapıyordun. Onun içine üflüyordun. İznimle bir kuş oluyordu. Doğuştan kör ve alacayı iznimle iyileştiri-yordun. (Hatırla) ki iznimle ölüleri çıkarıyor (diriltiyor) dun. (Hatır­la) ki, İsrail oğullarına açıklayıcılarla, (mucizelerle) geldiğinde onla­rı (serlerini) senden geri püskürttüm. Onlardan küfre varanlar «Bu apaçık bir sihirden başka birşey değildir» dediler.»

(111) (Hatırla) o zamanı ki, Havarilere «Bana ve Resulüme iman ediniz» diye vahyettim. Havariler: Biz iman ettik. Bizim müslü-man olduğumuza sen de şahit ol dediler.»

(112) (Hatırla) o zamanı ki, Havariler: Ey Meryemin oğlu İsa! Rabbin bize gökten bîr sofra indirebilir mî?» demişlerdi. İsa: «Eğer mümin iseniz Allah'tan sakınınız» dedi.»

(113) Havariler «Ondan yemek    istiyoruz. Kalblerimiz   tatmin

olsun istiyoruz. Bize gerçekten doğru söylediğini bilelim Ve bunun üzerine şahitlik edenlerden olalım diye istiyoruz» dediler.[178]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri.

 

Cenaö-ı Hakkın Peygamberlerini toplayacağı günden maksad, kı­yamet günüdür. Allah, Resulüne: «O günü hatırla!» demek suretiyle bütün insanlık âlemine «O günü hatırlayınız» diyor. Yani o günün dehşetinden korkunuz. Ona göre hesaplar yapınız, ona göre davranı­nız.

Bazı tefsirciler «Yevme» Kelimesi daha önce geçen «İttekû» kelimesinin (Fiilinin) veya (İSMAÜ) Kelimesi (fiili) nin mef'ulüdür diyor. Eğer «ismeû»'nun mef'ulu (nesnesi) ise, «O günün haberini din­leyiniz» demek oluyor.

Bazı müfessirler de    «Bu âyet, daha önceki âyetlerden kesiktir.»

Yani başlı başına bir cümledir. Yevme kelimesi mukadder bir fiilin mef'ulü olur. «Hatırla» mânasına gelen «Üzkür» fiilinin mef'ulüdür demişlerdir. O gün Cenab-ı Hak Peygamberlerinden soruyor:

(109) «Ümmetleriniz, sizin davetlerinize nasıl icabet ettiler? Dün­yada on lan, benim birlememe ve taatıma davet ederken, onlar şekilde reddettiler, ne şekilde karşı çıktılar?» Bu sualin faidesi Peygam­berlere karşı çıkan ümmetlerin tevbihi (kınaması) dır. Peygamberler, Cenab-ı Hakka «Bizim bilgimiz yoktur, sen gaiblerin çokça bilenisin» dediler. Senin onlar hakkındaki bilgin gibi bizim bilgimiz yoktur, de­mektir. Çünkü sen onların iç âlemlerindekini de, açığa vurmadıklarını da biliyorsun. Biz ise, ancak açığa vurduklarını biliyoruz. Senin onlar hakkındaki ilmin, bizim ilmimizden daha nafizdir, daha belirlidir. Bu tefsire binaen Peygamberlerin hernekadar bilgileri varsa da ilmi ne­fislerinden uzaklaştırmalarının nedeni, bilgileri Allah'ın bilgisine nis-bet edilirse, bilgilerinin yokmuş gibi olmasıdır. Başka bir rivayette: «Bizim senin bizden onları daha iyi bildiğinden başka bir bilgimiz yok­tur» demektir denildi.

Bazı müfessirler de âyetin mânâsı şudur: «Senin bu sualinin hik­meti hakkında, bizim herhangi bir bilgimiz yoktur. Bizden, daha iyi bildiğin bir şeyi bizden soruyorsun. Bunun   nedenini biz bilmiyoruz»

dediler.

Bazı tefsirciler de, âyetin mânâsı; «Ümmetlerin neticesi hakkında bizim bilgimiz yoktur. Çünkü biz hayatta iken onların sözlerini ve yaptıklarını biliyorduk. Vefatımızdan sonra onlann ne yaptıklarını ve bizden sonra ne icad ettiklerini bilmiyoruz.» [179]  

Cenab-ı Hakkın Hz. İsa'dan haber verdiği şu âyet te bu kabilden­dir: «Ben, onlann içinde bulunduğum müddetçe onların aleyhinde şahittim. Beni öldürdüğün zaman onların üzerinde murakıp ancak sensin.»

Enes'ten rivayet edilen hadis de bu kabildendir: Allah'ın Resulü:

«Allah'a yemin ederim, Havzın üzerinde bana arkadaşlık yapan­lardan bazı kişiler gelecektir. Bana yaklaştıkları bir sırada geri çekilip benden kopartacaklardır. Ben, ümmetimdir diye sesleneceğim ve bar na denilecektir ki, sen bilmezsin ki, senden sonra onlar ne icad etti­ler?»

Hadisin bir rivayetinde «Benden sonra tebdil edene cehennem ol­sun diyeceğim» cümlesi vardır. Hadis, Müslim ve Buhari'de tahriç edilmiştir.

Bazı tefsirciler; kıyametin bir takım korkunç hadisleri ve sarsın­tıları vardır. Kalpler yerlerinden hopluyor ve onun dehşetinden kor­kuyorlar. Peygamberler onun dehşetinden cevab vermekten mebhut (aciz) kalırlar. Akılları kendilerine geri geldiğinde ümmetleri hak­kında onlara ilâhi emirleri tebliğ ettiklerine dair şahitlik ederler.

Fakat bu tefsirde zafiyet vardır. Burada biraz düşünmek gerekir. Çünkü Cenab-ı Hak başka bir âyette Peygamberler hakkında, «En bü­yük dehşet dahi onları üzmez» (El-Enbiya: 103) buyuruyor.

İmanı Fahreddin-i Razi; âyetin mânâsında başka bir vecih getir­miştir. O da şudur: Peygamberler Allah'ın âlim olduğunu, hiçbir şe­yin ona gizli kalmadığını, Halim olduğunu, mânâsız hiçbir şey yapma­dığını, Adil olduğunu, hiçbir zulüm yapmadığını bildiklerinden ötürü anladılar ki, sözleri ne bir hayri celp ve ne de bir şerri defeder, bu tak­dirde sükûtun edebten olduğunu ve emri Allah'a (onun adaletine) ha­vale etmenin edebten olduğunu gördüler ve «Bizim ilmimiz yok. Şüphesiz sen gaibleri çokça bilen allamesin» dediler. Yani bize karanlık olan emirlerin iç kasımlannı sen biliyorsun. Ancak biz görünür kısım­ları biliyoruz. İç âlemdeki kısımları bilmiyoruz.[180]

Fakat bazı tefsir âlimleri «Peygamberlerin en büyük dehşetten dahi üzülmemden» (El-Enbiya: 103), mutlak değil, kıyametin birçok yerlerindeki durumlarıdır. Çünkü bazı yerlerde haber şöyle varid ol­muştur: «Cehennem getirildiği zaman öyle bir kişniyor ki, hiçbir Pey­gamber ve hiçbir sıddik kalmaz ki, diz üstü yere yığılmasın.»

Yine Resulü Ekrem buyuruyor: «Cebrail beni Kıyamet Gününden o kadar korkuttu ki, beni ağlattı. Ben Cebrail'e Cenab-ı Hak benim geçmiş ve gelecek günahlarımı (zellelerimi) affetmemiş midir? diye sordum. Cebrail bana: Ey Muhammedi Yemin ederim ki sen kıyame­tin dehşetinden öyle birşey göreceksin ki affetmeyi sana unutturacak­tır.»  [181]

Bu âyetin mânâsında en doğru görüş şudur: «Gizlide ve açıkta si­ze nasıl icabet edildi?» sorulduğunda kâfirlere bir kınanma ve töhmet olsun diye Peygamberler: «Bizim bilgimiz yoktur» cevabını verdiler. Bu cümlede, Hz. İsa'yı ilâh edinenleri tekzib etmek (yalanlamak) key-. fiyeti vardır. Çünkü Hz. İsa Peygamberdir. Onun da, Allah bildirme­dikten sonra gizlileri bilmesi bahis konusu olamaz.

(110) «Hatırla o zamanı ki, Allah: Ey Meryem'in oğlu İsa! Senin ve annen (Meryem'in) üzerinde bulunan nimetimi hatırla... dedi.» Bu

âyetin izanı:

Yani ey müminler! Cenab-ı Hakkın, İsa'ya böyle dediği günü ha­tırlayınız. O gün kıyamet günüdür. Cenab-ı Hak, Hz. İsa'ya, «Sana ve annene vermiş olduğum nimetimi hatırla» demekle, onu, nimetin şük­rünü ifa etmekle mükellef kılıyor değildir. Zira teklif vakti dünyadır. Bunu, Hz. İsa çok mucizeleri izhar ettiği zaman da, küfre girenlerin aleyhinde delil olsun diye söylüyor. Evet, o zaman bir gurub Hz. İsa'yı tekzib ettiler. Onun mucizelerine, sihir dediler. Bazıları da, ifrata ka­çıp «Isa ilâhtır!» dediler. Bu söz onlar için  pişmanlık ve hasret olur.İsa'nın annesinin zikredümesindeki maksad. halk, Hz. Meryem (A.S.) hakkında çok dedikodu yaptılar. Cenab-ı Hak onu da nimete mazhar olan bir insan olarak belirtmek suretiyle onu o ithamlardan tebrie etti.

«Rûhulkudus»tan maksad, Cenab-ı Hak tarafından İsa'ya verilen ve birtakım özellikle bezenen o tertemiz ruhtur. Veya Cebrail (Aleyhisse-lâm) dır.

Cenab-ı Hak, «Seni Peygamber yaptım. Küçüklüğünde ve büyük­lüğünde insanları Allah'a davet etmeni sağladım. Sen küçük iken be­şikte annenin zâni olmadığım, ve tertemiz olduğunu halka haykırdm. Benim kulum ve Peygamberim olduğunu itiraf ettin. Ve halkı benim ibadetime davet ettin. Sana yazı yazmayı, hikmeti (kelâmımı en mü­kemmel bir şekilde anlamayı), Tevrat ve İncil'i öğrettim. Çamurdan kuşun biçimi gibi bir şekil yapıyor, ona üflüyordun ve o benim iznim­le kuş olup uçuyordu. (Yani bu mucizeyi de sana verdim) Anadan doğma körlere el sürdüğün zaman, bedeni alaca hastalığına tutulan­lara el vurduğun zaman benim iznimle hemen iyileşiyordu. Mezarlık­lara gidip ölüleri çağırıyordun, kabirlerden benim iznimle kalkıp sana icabet ediyorlardı.

îbni Ebi-Hâtim, Ebul Hüzeyl tarikiyle rivayet ediyor: İsa (A.S.), ölüleri diriltmek istediği zaman, iki rekât namaz kılıyor, birinci re­kâtta, «Elinde mülk olan Allah ortaktan münezzehtir» (el-Mülk: 1) âyetini okuyor, ikincide, secde sûresini okuyordu. Namazı bitirdikten sonra Allah'ı över, sena eder, sonra yedi ismiyle Allah'ı çağırıyordu: Ey kadim, Ey hafi, Ey daim, Ey ferd, Ey vutur, Ey ehad, Ey samed...»

Ona bir şiddet isabet ettiği zaman, başka yedi isimle Allah'ı ça­ğırıyordu: «Ey hayy, Ey kayyum, Ey Allah, Ey Rahman, Ey celâl ve ik­ram sahibi, Ey göklerin ve yerin ve aralarmdakinin nuru, Ey büyük arşın sahibi, Ey Rabb..»

îbni Ebi Hâtim'in bu eseri cidden büyük ve cidden acaib bir eser­dir.

Hz. isa'nın etbaı olan Havarilere yapılan vahy, baza tefsircilere göre ilham manasınadır. «Havarilere vahyettün» yani ilham ettim de­mektir. Onların kalbine «Bana ve benim peygamberime iman ediniz»

diye ilham ettim. Nitekim vahy, birçok âyette ilham mânâsında kul­lanılmıştır. Meselâ: «Musa'nın annesine vahyettik» (El-Kasas: 7) âye­tinde ve «Babbın bal ansına vahyctti» (En Nahl: 68) âyetinde Vahyi, ilham mânâsına gelmiştir.

Hasan Basri: «Allah bunu onlara ilham etti» demektir, diyor. Süddi, «Allah onların kalbine bunu i İka etti demektir» dedi.

Muhtemel ki, âyetin mânâsı: «Ey İsa! Senin vasıtanla, Havarilere vahyettik. Sen onları Allah'a ve Resulüne iman etmeye davet ettin. Onlar da sana icabet ettiler ve sana tabi olarak «Allah'a iman ettik. Bizim müslüman olduğumuza dair şahitlik et» dediler) [182]

 

Meal

 

(114) Meryem oğlu tsâ «Ey Allahimiz, Rabbimiz, üzerimize gök­ten bir sofra indir ki, bizim için geçmiş ve geleceklerimiz için bayram olsun. Senden bir mu'cize olsun. Bizi ranttandır. Sen rızık verenlerin en hayırlı sı sın» dedi.

(115) Allah «kuşkusuz onu sizin üzerinize indireceğim. Fakat bundan sonra sizden kim küfre giderse, âlemlerden hiçbir kimseye et­mediğim azabı ona (tatbik) edeceğim.»

(116) (Hatırla) o zamanı ki, Allah «Ey Meryem oğlu İsa, halka «Beni ve annemi Allah'tan başka iki ilâh edininiz diye sen mi dedin » dedi. tsâ «Seni tenzih ederim. Hakkım olmayan bir şeyi söylemek ba­na yakışmaz. Eğer ben sÖyleseydim, kesinlikle sen onu bilirdin.    Sen benim nefsimdekini biliyorsun. Oysa ben senin nefsinde olanı bilmem. Kuşkusuz gayiblerin çokça bileni yalnız sensin.»

(117) Ben onlara, benim ve sizin Rabbinlz olan   Allah'a kulluk ediniz diye senin bana emrettiğinden başkasını söylemedim. Ben on­ların içinde olduğum müddetçe onları kolladım.  (Kontrol ettim). Be­ni vefat ettirince, onların üzerinde gözetleyici sadece sen oldun.   Sen her şeyin üzerinde gözetleyîcism.

(118) Eğer onlara azab edersen, şüphesiz ki, onlar senin kulla­rındır. Eğer onları bağışlarsan, kuşkusuz sen (hakiki) galip ve hakim­sin.

(119) Allah «Bu doğrulara doğrulukları yarar sağladığı bir gün­dür. Onlar için altlarında nehirler akan, içinde ebedi kalacakları Cen­netler vardır.» dedi. Allah, onlardan, onlar da Ondan razı olmuştur. İşte, büyük kurtuluş budur.

(120) Göklerin, yerin ve onlarda bulunanların    mülkiyetleri Al­lah'ındır. O her şeyin üzerinde kadirdir. [183]

 

Dirayet Ve Rivayet Tefsiri

 

(114) Meryem'in oğlu tsâ: «AHahımî Rabbimizî Bize gökten bir sofra indir. Bizim için, geçmiş ve geleceklerimiz için bir bayram ve sen­den de bir mucize olsun. Bizi nzıklandır.    Sen nzık vericilerin en ha-yırhsısm (diye dua etti).

(115)  Cenab-ı Hak: «Şüphesiz ben bunu size indireceğim.   Artık sonra sizden kim küfre saparsa, ben, gerçekten âlemlerden hiç kimseyi azablandırmayacağım bir azabla onu, azablandiracağım.» dedi.

Bu âyetlerin izahı: [184]

 

Mukaddes Sofra

 

Havariler üzerine göklerden inen sofra hakkında seleflerden riva­yet edilen haberler:

Ebu Cafer bin Cerir et Taberi, İbni Abbas tarikiyle rivayet ediyor. Hz. îsa, îsrailoğullanna «Siz otuz gün oruç tutup sonra Allah'­tan istediklerinizi isteyip size verilmesini ister misiniz? Şüphesiz ki ça­lışan ücretini mal sahibinden alır.»

Israloğullan da otuz gün oruç tuttuktan sonra: Ey Hayrın Mualli­mi! Sen, kime çalışılırsa, çalışanın ücretini o verir dedin. Otuz gün oruç tutmamızı emrettin. Onu yaptık. Herhangi bir kimseye otuz gün çalışsaydık mutlaka bize çalıştıktan sonra bir yemek yedirirdi.

«Senin Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?» İsa: Allah'tan korkunuz! Eğer mümin iseniz dedi.

Onlar: Biz o sofradan yemek istiyoruz. Kalbimizin mutmain ol­masını istiyoruz. Bilmek istiyoruz İd sen bize doğru söylemişsin. Biz bunun üzerine şahidlerden olacağız.» dediler,

Bunun üzerine melekler, göklerden sofrayı alıp uçup gelmekte idi­ler. Sofranın üzerinde yedi balık vardı. Yedi tane de kete. Sofra onla­rın önüne konuldu. Halktan ilk sofraya gelen ondan yediği gibi, son gelen de yedi. İbni Cerir, böyle rivayet etti. îfcni Ebi-Hâtim de, Yunus bin Abdül-A'la, İbni Hibban, Leys, Akil ve İbni Şihab'tan benzerini ri­vayet ettiler.

îbni Ebi-Hatım; Ammar bin Yasir tarikiyla rivayet ediyor ki: «Maide (sofra) gökten indi. Üzerinde ekmek ile et vardı. İsrailoğulla­rına hainlik yapmamaları, yemekten bir şeyi ertesi güne bırakmamala­rı ve saklamamaları emredildi. Buna rağmen, onlar hainlik yaptılar. Sofradan yemekleri alıp ertesi güne sakladılar. Sofra böylece tekraren göklere yücelip gitti. Onlar da, domuz ve maymunlara dönüşüp mes-hedildiler.n

îbni Cerir, yine Said, Katade, Cellas ve Ammar'dan rivayet edi­yor: Sofra indi, üzerinde cennet meyvelerinden vardı. İsrailoğullarına hainlik yapmamaları, sofradan bir şeyi gizleyip ertesi güne saklama­maları emrolundu. Buna rağmen hainlik yaptılar, gizlediler, ertesi gü­ne sakladılar. Allah da onları maymun ve domuzlara mesnetti»

îbni Cerir, Ammar bin Yasir'in tarikiyle rivayet ediyor:

«Beni-Aclan» kabilesinden bir kişi rivayet etti: Ammar bin Ya­sir'in yanında namaz kıldım. Selâm verdikten sonra buyurdu: «tsrail-oğullanmn sofrasının durumunun ne olduğunu bilir misin?» Hayır, dedim. Buyurdu: «Onlar Meryem'in oğlu İsa'dan bir sofra istediler. Onun üzerine yemek olacak, ondan yiyecekler ve bitmeyecekti. Bu­nun üzerine onlara denildi ki; «o sofra sizin için daimi olacaktır. Ye­ter ki siz ondan gizlemeyiniz, hainlik yapmayınız. Aksi takdirde sofra tekraren göklere kaldırılacaktır. Üstelik bunu yaparsanız âlemlerden hiç kimseye tatbik etmediğim bir azab ile sizi azaba duçar ederim.» denildi. Bir gün dahi tamamen geçmeden, onlar, sofradan abp gizle­diler. Sofra da, kalktı. Böylece onlar hainlik yaptılar. Alemlerden hiç kimseye verilmeyen azab da onlara tatbik edildi. Ey Araplar cemaatı! Şüphesiz İd, siz de develerin ve koyunların peşine takılıp çöl çöl gezi­yordunuz. Göçebe halinde ve fakirdiniz. Cenab-ı Hak sizin içinizden haseb ve nesebi (söy-sopu) sizce bilinen bir Peygamber gönderdi. O, size, Acemlere galib geleceğinizi haber verdi. Altın ve gümüşü hazine etmemenizi, gizlememenizi, toplamamanızı size emretti. Allah'a yemin ederim, gece ve gündüz üzerinizden geçmeden siz, onları hazine ettiniz. Bunun için Allah size elem verici bir azabı tatbik edecektir.»

Îbnu-Kasım, Hüseyin tarikiyle îsak bin Abdullah'tan rivayet-etti: Sofra, Hz. İsa üzerine indiğinde üzerinde yedi kete, yedi balık vardı. Onlar istedikleri kadar sofradan yerlerdi. Onların bir kısmı belki ya­rın inmez diye sofradan çalıp birşeyler sakladılar. Bundan ötürü sofra göklere kaldırıldı.

El-Ufi, İbni Abbas'tan rivayet etti: «Meryem oğlu İsa'nın ve Ha­varilerin üzerine bir sofra indi. Üzerinde ekmekle balık vardı. Nerde konaklanırlarsa, oraya sofra iner, diledikleri zaman ondan yiyebilir­lerdi.»

Hasif, îkrime ve Maksim yolıyla îbni Abbas'tan rivayet etti: «Sofra, balık ve kete ile dolu idi.»

Mücahid: «Sofra bir yemekti. Onlar nerede konaklarsa, orada on­ların üzerine iniyordu» dedi.

Ebu Abdurrahman Şulemi, «Sofra, ekmek ve balık (dolu) olarak indi» dedi.

Atiyye El-Ufi, «Sofra (yemeği) balık idi. O balıkta her yiyeceğin tadı vardı» dedi.

Vehb bin Münebbih, «Allah, sofrayı gökten İsrailoğullarınm üze­rine indirdi. Her gün, o sofra içinde cennet meyvelerinden (bir mik­tar) onların üzerine iniyordu. Onlar çeşitli meyvelerden diledikleri şe­kilde yiyorlardı. O sofranın üzerinde dörtbin kişi oturuyordu. Ondan yedikleri zaman, Cenab-ı Hak, onun benzerini tekraren indiriyordu. Onlar Allah'ın dilediği zamana kadar böyle devam ettiler.» dedi.

Yine Vehb bin Münebbih dedi: «Bunların üzerine, arpadan olan ekmekle balıklar indi. Cenab-ı Hak, onların içinde bereketi kılmıştı. Bir gurup yer, çıkar. Sonra ikinci gurup gelir yer, çıkar. Hepsi yiyin-ceye kadar devam eder ve fazla da kalırdı.»

El A'meş, Müslim'den, Said bin Cübeyr'den rivayet etti: «Et hariç, Cenab-ı Hak sofranın üzerinde her şeyi bulunduruyor­du.»

Süfyan-ı Sevri, Ata bin Said yoluyla, Meysere'den rivayet ettiler: «Sofra, Israiloğıülan için yayıldığında, et hariç, eller sofradan her ye­meği alabilirdi.»

İkrime'den rivayet edildi: «Sofranın ekmeği pirinçten idi»

tbni Ebi Hatim, Selman-ı Hayr (yani Selmani Farisi) yoluyla şu hadisi rivayet ediyor: «Havariler, Meryem'in oğlu İsa'dan sofrayı iste­dikleri zaman, Hz. İsa, cidden bu istekten hoşlanmadı. «Cenabı Hak­kın yeryüzünde size rizık olarak verdiğiyle kanaat ediniz. Gökten bir sofra istemeyiniz. Çünkü o sofra sizin üzerinize indiği takdirde, Rabbi-nizden sizin aleyhinize bir âyet (mucize) olur. Semud kavmi peygam­berlerinden bir âyet istediklerinde ve o âyet de onlara verildiğinde, ona göre hareket etmediklerinden dolayı helak oldular. Yani o âyet onların helak olmasına sebeb oldu» demesine rağmen Havariler ısrarla sofrayı istediler. Bunun için Havariler: «Biz, ondan yemek İstiyoruz, ve kalb-lerinüz onunla tatmin olsun istiyoruz» dediler.

Hz. ÎSa, onların ısrarını görünce, kalktı ve sırtındaki yün elbiseyi attı. Siyah tüylerden yapılmış bir elbise giydi. Yani kıldan yapılmış bir cübbe ve tüyden yapılmış bir abaya büründü. Sonra abdest aldı ve yıkandı. Namazgahına girdi. Allah'ın dilediği kadar ibadet etti. Nama­zını bitirdikten sonra ayağa kalkıp Kıbleye yöneldi. Ayaklan eşit olun­caya kadar onlan düzeltti. Topuğunu topuğuna bitiştirdi. Parmakları­nı bir hizaya getirdi. Sağ elini sol elinin üzerine göğsünün üstünde bir araya getirdi. Gözünü yumdu. Başını Allah'ın azametinden korkarak eğdi. Sonra gözlerinden yaşlar akıtmaya başladı. Mübarek göz yaşlan yanaklarının üzerinde durmadan akıyordu. Ve mübarek lihyesi (saka­lı) nin etrafından dökülüyordu. Öyle ki, yüzünün hizasına gelen yer ıslanmışdı. Bunları görünce Cenab-ı Hakka şöyle dua etti:

«Allahımızî Rabbimiz! Bizim üzerimize gökten bir sofra indir.» Bunun üzerine Cenab-ı Hak, iki bulut arasından kızıl bir sofrayı indir­di. Onun üstünde de altmda da bir bulut vardı. Havariler, sofra hava­dan gelirken bakıyorlardı. Göğün ortasından yere doğru inişini müşa­hede ediyorlardı. Hz. îsa, Allah'ın bu sofrayı indirmek hususunda ileri sürdüğü şartlardan ötürü korkarak ağlıyordu. Allah'ın bu sofrayı in­kâr edene, indikten sonra onu takdir etmeyip nankörlük yapana âlem­lerden hiç kimseye tatbik etmediği azabı tatbik edeceğinden korkarak ağlıyordu. Durmadan Allah'a yalvararak dua ediyordu: «Ey Allah'ım! Onu, bizim üzerimize rahmet kıl. Onu, bize azab kılma. Ey Mabudum! Nice acaib şeyi senden istedim, bana verdin. Ey Mabudum! Bizi sana şükredenlerden eyle. Allah'ım! Sana bu sofrayı gazab ve azab olarak İndirmiş olmandan, sana sığmıyorum. Ey Ma'budum, onu selâmet ve afiyet kıl. Onu fitne ve ibret dersi kılma.»

îsa (A.S.), sofra gelip huzurunda yere ininceye kadar duaya de­vam etti. Havariler ve arkadaşları onun etrafındaydılar. Güzel koku hissediyorlardı. Daha önceki zamanlarda o kokuya benzer bir koku his­setmemişlerdi, tsa (A.S.) ve Havarileri beraber şükür secdesine kapandı­lar. Çünkü Cenab-ı Hak, onlann sanmadığı bir yerden onlara nzık ver­mişti. Allah (C.C.), sofra hususunda acaib ve ibret dolu büyük bir mu­cizeyi onlara göstermişti. Yahudiler de, gelip bu sofraya baktılar. Aca­ib bir durum gördüler. Bu durum, onlan üzüntüye garketti. Sonra şid­detli bir öfke ile aynldılar. İsâ ile Havariler ve arkadaşlan gelip sofra­nın etrafında oturdular. Baktılar ki, sofrayı kapatan bir bez vardır sof­ra üzerinde. Hz. îsa:

«Şu sofradan bu bezi kaldırmaya hanginiz daha cesaretlidir? Han­giniz nefsine daha güvenir. Rabbinin katında belâlandınlmak yönün­den hanginiz daha güzeldir? O, bu âyeti, bu mucizeyi açsın da göre­lim. Rabbimize hamdedelim. Onun ismini analım. Bize rmk olarak ver­diğinden yiyelim.» dedi.

Havariler:

«Ey Allah'ın ruhu ve kelimesi! Sen bu hususta hepimizden yap­maya daha elverişlisin. Onu açmağa daha müstahaksuı.» dediler.

Bunun üzerine Hz. îsa, kalktı, abdestini yeniledi. Sonra musalla­sına (namazgahına) girdi. Birkaç rekât namaz kıldıktan sonra uzun bir zaman ağladı. Cenab-ı Haktan sofrayı açmasına izin vermesini is­tedi. O sofrada kendisine ve kavmine, bereket ve nzık kılmasını iste­di. Sonra gelip sofranın yanında oturdu ve:

«Bıak vericilerin hayırlısı olan Allah'ın ismiyle» deyip bezi kaldı-np açtı. Sofranın üzerinde pişirilmiş büyük bir balığın olduğunu gör­dü. Balığın üzerinde çapaklar ve içinde de dikenleri yoktu. Ondan yağ akıyordur. Onun etrafında baklagillerden her çeşit sebze ve yeşillikler vardı. 'Başının yamnda sirke, kuyruğunun yanında tuz vardı. Bakla­gillerin etrafında beş tane kete vardı. Birinin üzerinde zeytin vardı. Başkasının üzerinde hurmalar, diğerlerinin üzerinde beş nar vardı. Havarilerin başkanı Şem'un, Hz. İsa'ya: «Ey Allah'ın Ruhu ve Kelimesi! Bu, dünya yemeğinden inidir yok­sa cennet yemeği midir?» diye sordu.

Hz. îsa:

«Size yaklaşmadı ki, gördüğünüz âyetlerden ibret almış olasınız. Soruları deşmekten sakın asınız. Bu mucizenin iniş sebebinden ötürü azaba duçar olmanız amma da beni korkutuyor.» diye cevab verdi.

Hz. İsa'ya Şem'un:

«Hayır! tsrailin mabuduna yemin ederim, ey doğru kadının oğlu! Bununla bir suali kastetmedim.» diye cevab verdi.

Bunun üzerine Hz. îsa:

«Sizin gördüğünüzde ne dünya yemeği ne de Cennet yemeği var­dır. O birşeydir ki, Cenab-ı Hak galib ve kahir kuvvetiyle onu havada icad etmiştir. Allah ona «OL» demiş, o da bir göz açıp kapamadan da­ha süratli bir zamanda oluşmuştur. Öyleyse Allah'tan dilediğinizi Al­lah'ın ismiyle yeyiniz. Rabbinize ondan Ötürü hamdediniz. Rahbiniz ondan size verecektir. Daha fazlasını gönderecektir. Rabbiniz yoktan var edicidir, Kudret sahibidir. Şükrediçidir.»

Onlar:

«Ey Allah'ın ruhu ve kelimesi! Biz severiz ve isteriz ki, bu (sofra) âyetinin içinde Rabbimiz bize bir mucize göstersin.»

Hz. İsa:

«Sübhanallah! (Yani Allah ortaktan münezzehtir)  [185] Bu âyeti gördünüz, bu size kâfi değil midir ki bunun içinde başka bir âyet is­tiyorsunuz?» dedikten sonra sofradaki balığa yönelip:

«Ey balık! Allah'ın izniyle diril ve daha önce   olduğun gibi ol!»

diye haykırdı. Bunun üzerine Allah, kudretiyle balığı diriltti. Balık sallandı. Allah'ın izniyle taptaze, dipdiri oluverdi. Aslanın ağız açıp kapatması ve ses çıkarması gibi, ağız açıp kapatıyor, ses çıkarıyordu. Gözleri fini fini çanaklarında dönüyordu. Kuyruğunu sallıyordu. Üze­rindeki dikenler yeniden oluverdiler. Bunu gören Havariler korkup kaçtılar. Hz. İsa, bu durumlarını görünce onlara:

«Size ne oluyor mucize istiyorsunuz? Cenab-ı Hak size mucize gös­terdiğinde ondan kaçıyor ve hoşlanmıyorsunuz? Sizin bu yaptıkları­nızdan dolayı cezalandırılmanızdan pek çok korkuyorum. Ey Bank! Allah'ın izniyle daha önce olduğun gibi ol.» diye seslendi.

Balık Allah'ın izniyle daha önce olduğu gibi pişirilmiş hale dönüş­tü. Bu sefer:

«Ey İsa! Ey Ruh! İlk yemeğe başlayan sen ol.   Sonra biz yeriz.»

diye İsrar ettiler...

Hz. İsa:

«Allah'a sığınıyorum, böyle birşey yapmaktan. İlk yemeğe kim is­temişse, o başlayacaktır» dedi.

Havariler ve arkadaşları Hz. İsa'nın yemekten çekindiğini görün­ce, bu sofranın onların aleyhinde felâket olduğundan onu yemekte bir ibret dersi olabilir korkusundan çekindiler. Hz. îsa, onların bu durumu­nu görünce, fakirler ve kötürümleri çağırdı. Fakirler ve kötürümler-den:

— Rabbinizin rızkından ve Peygamberinizin duasından yeyiniz. Size bunu indiren Allah'a hamdu senalar ederiz. Bu sizin için afiyet, başkası için ceza olacaktır. Yeyişinizi Allah'ın ismiyle açınız. Allah'ın hamdiyle sonuçlandırınız» dedi.

Onlar da öyle yaptılar. (1330) insan erkek ve kadın olmak üzere sofradan yediler. Herkes tok olarak ve geğirerek sofradan ayrılıyordu. Hz. İsa ve Havariler baktılar ki sofranın üzerindekiler aynen duruyor. Gökten indiğinde nasıl ise hiçbir şeyi eksilmemiştir. Sonra onlar sof­raya bakarlarken sofra göklere kaldırıldı. Sofradan yiyen her fakir zen­gin oldu. Her kötürüm şifa buldu. Onlar ölünceye dek, zenginliklerini ve sıhhatlannı devam ettirdiler. Havariler ve arkadaşları, ve sofradan yemekten çekinenler, pişman oldular. Dudakları akacak derecede, has­reti kalplerinde ölünceye kadar kalacak derecede pişman oldular.

Ravi diyor: Bundan sonra sofra nazil olduğu zaman İsrailoğullan heryerden sofraya doğru koşuşuyorlardı. Birbirlerini sıkıştırıyordu. Zengin-fakir, küçük-büyük, sıhhatli-hasta hepsi gelirlerdi. Birisi diğe­rinin sırtına atlıyordu. Hz. îsa, bunu görünce aralarında nöbetleşe işi yaptırdı. Bir gün sofra iniyor bir gün inmiyordu. Bu durum, kırk gün devam etti. Güneş biraz yükseldiği zaman, iniyor, herkes ondan yiyin-ceye kadar devam ediyordu. Onlar kaylulete daldıkları zaman sofra Allah'ın izniyle göklerin yarısına, çıkıyor, onların gözünden kaybolun-caya kadar onlar da onun yerdeki gölgesine bakıyorlardı.

Ravi diyor: Cenab-ı Hak, Peygamberi Hz. isa'ya vahyetti: «Benim sofradaki rızkımı fakirler, yetimler ve kötürümlere ver. Zenginlere de­ğil.» Hz. îsa bunu yaptığı zaman, zenginler sofra hakkında şüpheye düştüler. Bunu gizlediler. Halkı da sofra hakkında şüpheye düşürdü­ler. Sofra hakkında çirkin ve münker şeyler yaydılar. Böylece Şeytan ihtiyacını onlardan elde etti. Vesveselerini, abidlerinin kalblerine attı. Hatta abitler İsa (A.S.)fa:

«Bize sofradan, ve gökten inişinden haber ver! Hak mıdır? Çün­kü, onun hakkında ve ondan ötürü bizden birçok kimse şüpheye düş­tüler.»

İsa (A.S.)

«Mesihin mabuduna yemin ederim, siz helak oldunuz. Peygambe­rinizden sofra istediniz. İsrar ettiniz ki sizin için Rabbinizden sofrayı is­tesin. Bunu yaptığı zaman, Rabbiniz size rahmet ve nzık olarak sof­rayı indirdi. Sofra içinde, size mucizeler ve ibretler gösterdi Sofrayı yalanladınız. Onun hakkında şüpheye düştünüz. O halde azabla müj­deleniniz. Şüphesiz ki, Allah'ın sizden rahmet ettiği hariç, diğerleriniz üzerine azap inecektir..»

Bunun üzerine Cenab-ı Hak, İsa'ya vahyetti: «Benim şartımı ya­lanlayanları yakapaça yakalarım. Şüphesiz inişinden sonra sofrayı in­kâra kalkışanları âlemlerden hiç kimseye tatbik etmediğim bir azaba duçar ederim.»

Ravi diyor: Sofra hakkında şüpheye düşenler akşamladıkları za­man, yataklarına kadınlarıyla beraber emniyet içerisinde en güzel bir şekilde girdiler. Gecenin tam sonuna saatlar yaklaşmıştı, Cenab-ı Hak onları domuz olarak mesheyledi. Sabahleyin onlar mezbeleliklerde pis­likleri karıştırmaya başladılar.»

Bu eser cidden garip bir eserdir. İbni-Ebi-Hâtım, bu kıssanın bir çok yerlerinde eseri kesmiştir. Ben bunu derledim. Ta ki siyakı tam ve kâmil olsun. Allah daha iyisini bilir.[186]  

Evet bütün bu eserler delâlet ederler ki, sofra, Hz. İsa'nın günle­rinde îsrailoğullan üzerine nazil olmuştur. Cenab-ı Hak, İsa'nın bu husustaki duasım kabul etmiştir. [187]

 

Sofranın İnmediğini İddia Edenlerin Delilleri

 

Bazıları da, sofra nazil olmamıştır, dediler ve şu gelecek eserleri delil gösterdiler:

Leys bin Ebi Selim, Mücahid'den:

«Bizim üzerimize göklerden bir sofra indir» (El Maide: 114) âyeti hakkında şunu rivayet etti:

Bu, Cenab-ı Hakkın verdiği bir darb-ı meseldir. Sofra denilen hiç­bir şeyi Allah (C.C.) indirmemiştir, diye rivayet etti. Bu eseri, aynı za­manda İbni Ebi-Hâtim ve İbni-Cerir de rivayet ettiler. îbnu Cerir şun­ları ekledi:

«El Haris, El Kasım bin Selam ve Haccac bin Ebi Cüreyc, Müca­hid'den rivayet ettiler: «Cenab-ı Hak, eğer küfre girerseniz, yani inkâ­ra saparsanız, sofra hakkında size âlemlerden hiç kimseye tatbik edil­meyen bir azab tatbik edilecektir, şartını ileri koştuklarında üzerinde yemek olan sofrayı kabul etmediler. Böyle bir sofranın inmesinden ka­çındılar.»

İbni Musanna, yine Îbnu-Cerir, Katade tarikiyle rivayet ediyor: Hasan-ı Basri: «Onlara sofra indikten sonra küfre kayanlara ge­lince, şüphesiz ki âlemlerden hiç kimseye tatbik   etmediğim bir azab ile onu azablandıracağim» denildiğinde, İsrailoğullan, «Böyle bir sof­rayı biz istemiyoruz» dediler ve sofra da inmedi.

Bu senedler, Mücahid ve Hasan'a kadar giden sıhhatli senetlerdir. Hıristiyanların sofra meselesini bilmemeleri sofra meselesinin Hıristi­yan kitablannda olmaması da, bunu takviye eder. Eğer sofra olsaydı onun nakledilmesine birçok nedenler bulunacaktı. Niçin nakletmemişlerdir? Olsaydı kitablannda yazılacak ve tevatür yoluyla rivayet edi­lecekti. Veya hiç olmazsa ehadî yolla gelecekti. Allah daha iyisini bi­lir.

Lâkin cumhurun üzerinde bulundukları mânâ şudur: Sofra inmiştir. İbni Cerir de, inmiştir tarafını seçmiştir. Çünkü Cenab-ı Hak, «Şüp­hesiz ben sofrayı sizin üzerinize indireceğim» (Maide: 115) âyetinde sofrantn indirildiğini haber vermektedir. Ve İbni Cerir «Allah'ın vaadi (sözü) de, vaidi (tehdidi) de hak ve doğrudur. Allah daha iyisini bilir. Fakat kanaatımızca, sofranın inişini savunan bu söz, sevabın ta kendi­sidir. Nitekim selefin haber ve eserleri de buna delâlet ediyor.[188]  

Tarihçiler; Musa bin Nüsayir, Mağrib (Fas, Tunus, Cezayir ve Lib­ya) memleketlerini fethetmekte Beni   Ümeyye'nin vekili idi.    Musa, Mağrib memleketlerinde çeşitli mücevherat ile süslenmiş malûm sofrayı buldu. Şam'daki Mescidi Emevisinin banisi emiril-müminin Velid bin   Abdülmelik'e   sofrayı   gönderdi.   Sofra   daha yolda   iken Velid vefat etti. Onun yerine geçen kardeşi Süleyman bin Abdülmelik'e sofra geldi. Halk sofrayı gördü. Oradaki nefis mücevherat ve bulunmaz mercanlar ve lü'lü'lerden hayret ettiler. Denildi ki; Musa'nın gönder­diği bu sofra Davud oğlu Süleyman (A.S.)'m sofrasıydı.   Allah daha iyisini bilir. [189]

İmam Ahmed, İbni Abbas tarikiyla rivayet ediyor:                            |

Kureyşiler Resulü Ekrem'e:

«Madem ki, Peygambersin, Allah'tan Sefa tepesini altın yapması­nı iste. Biz de, sana îman edelim» dediler.

Resulü Ekrem: «Bunu yapar mısınız?»

«Evet, yaparız» dediler. Resulü Ekrem, dua etti. Bu esnada Ceb­rail Resûlüllah'a geldi ve dedi ki:

«Rabbin sana selâm eder ve diyor ki; istersen Safa tepesini onlar için altına çeviririm. Fakat ondan sonra kim ki küfre kayarsa âlemlerden hiç kimseye tatbik etmediğim azabı onlara tatbik edeceğim. İs­tersen onlar için tevbe ve merhamet kapısını açarım. Hangisini isti­yorsun?»

Resulü Ekrem: «Tevbe ve merhamet kapısının açılmasını istiyo­rum» dedi.

Hadisi Ahmed, İbni Merduyeh ve (Mustedrek'inde) Hakim, Süfyanı Sevri'nin hadisinden rivayet etmişlerdir.[190]  

(116) «(Hatırla) o zamanı ki, Allah, ey Meryemin oğlu İsa, sen mi insanlara; Allah'ı bırakarak beni ve annemi iki ilâh edinin diye söy­ledin?»

Bu âyetin tefsiri:

îbni Kesir'e göre, Cenab-ı Hak Hıristiyanların gözü önünde kıya­met gününde îsa (A.S.)'dan bu suali soracaktır. Süddi, «Bu sual ve ce­vabı dünyada olmuştur» dedi. îbni Cerir de Süddi'nin bu görüşünü tasvib ederek; «Cenab-ı Hak, İsa'yı göklere kaldırdığı zaman bu suali sordu ve bu cevabı aldı» dedi.

îbni Cerir; bunun böyle olduğuna dair iki mânâ ile istidlal etti: 1) Sual mazi lafzıyla «Dedi» tabiriyle olmuştur. 2) Cevab «Eğer gele­cekte onlara azab verirsen» «Eğer onları affedersen» diye gelecek (muzari') tabiriyle olmuştur. Fakat îbni Cerir'in bu iki delilinde na­zar vardır. Çünkü Kur'an'da kıyamet gününün birçok emirleri mazi (geçmiş) lafzıyla tabir edilir. Yani yüzdeyüz olacak birşey olmuş gibi gösterilir.

(118) «Eğer onlara gelecekte azab edersen, onlar senin kulların­dır.» sözünün mânâsı ise, Hz. İsa onlardan uzaklaşıyordu tebberi ederek onlar hakkındaki meşiyeti (dileği) Allah'a havale ediyor. Bunun şarta bağlanması ille olacağını gerektirmez. Nitekim bu, Kur'an'ın birçok âyetlerinde gelmiştir. Bu sual ve cevablann kıyamet gününde Hıristi­yanların gözleri önünde ve kulakları dinleyecek şekilde olacağını sa­vunan Katade'nin ve onun izinden giden tefsircilerin görüşleri daha belirgindir.

Hıristiyanların tehdid edilmesine, onları caydırıcı bir şekilde ku­laklarını çekip, kınanmasına ve alâ-meleinnasi (halkın gözleri önünde) rezil edilmesine, delâlet etsin, diye kıyamette olur. Bu durum hakkın­da merfu' bir hadis rivayet edildi. Hadisi, Hafız bin Âsakir, Ebu Mu­sa el-Eşari tarikiyle rivayet etti:

Kıyamet günü olduğunda, Peygamberler ve ümmetleri çağrıldık­tan sonra İsa (A.S.) çağrılır. Cenab-ı Hak, «Ey İsa! Sana şu, şu nimet­leri verdim» diye nimetlerini hatırlatacaktır. O da «Evet, Yarabbi» di­ye ikrar edecektir. Cenab-ı Hak: «Ey Meryem'in oğlu îsa! Senin ve an­nenin üzerindeki nimetimi hatırla» dedikten sonra: «Sen mi halka be­ni ve annemi Allah'tan başka iki ilâh edininiz dedin» sualini İsa'dan soracak. İsa da böyle söylemediğini ifade edecektir. Bu sefer Hıristi­yanlar getirilecekler ve söylediklerinden sorulacaklardır. Hıristiyanlar: «Evet, o bize bunu emretti» diyecekler. O zaman Hz. İsa'nın tüyleri uzanıp, diken diken olacaktır. Meleklerin her birisi onun başında ve cesedindeki tüylerine yapışır. Hıristiyanlan Allah'ın huzurunda, bin sene kadar bir zaman diz üzerinde hüccet aleyhlerinde belirinceye ve salıb onlar için yükselinceye kadar oturturlar. Sonra onlar ateşe doğ­ru götürülürler.» Bu hadis garib ve azizdir. [191]

(116) «Seni tenzih ederim, hakkım olmayan bir sözü söylemek ba­na yakışmaz...» Bu âyetin tefsiri:

Hz. İsa'nın bu konuşması, edebde kâmil bir cevabtır. Allah tarafın­dan muvaffak edilmesinin işaretidir. Nitekim İbni Ebi-Hâtim, Ebu Hüreyre yoluyla şöyle rivayet etmiştir: İsa (A.S.) hücceti telâkki edi­yordu. (Yani Allah'tan alıyordu). Şu âyette bahsi geçen cevabı da Al­lah'tan aldı. Yani Allah, ona telkin etti.»

Ebu Hüreyre: Resulü Ekrem'den:

«Bu cevabı, Cenab-ı Hak, İsa'ya telkin etti.» diye rivayet etti. Es-Sevri Ma'mer'den, İbni Tavus da Tavus'tan benzerini rivayet etti­ler...

(116) «Eğer ben bunu söylemişsem muhakkak sen bilirsin...» Bu âyetin izahı:

Yani Ey Rabb, böyle bir söz benden çıkmış ise, sen bunu biliyor­sun. Çünkü hiçbir şey sana gizli değildir. Ben bunu söylemediğim gibi nefsimde de irade etmemişim. Ve gizlice böyle bir kasta sahib olmamı­şım.

(116)  «Sen nefsimde olanı biliyorsun. Ben senin nefsinde olanı bil­miyorum.» Bu âyetin açıklaması:

Yani ben, onlara ancak beni Peygamber olarak tebliğ edilmesiyle görevlendirdiğin şeyleri emretmişimdir. Onları ona davet etmişimdir. O da «Rabbinı ve sizin Rabbiniz olan Allah'a kulluk yapınız» dır. Evet onlara söylediğim budur.

(117) «Onların içinde bulunduğum müddet, onların üzerinde şar hittim.» Yani aralarında olduğum   zaman amellerini kontrol ediyor­dum. Benim dünya hayatıma son verdiğin zaman üzerlerindeki gözet-leyici sendin. Sen herşeyin üzerinde şahit olansın.

Ebu Davud et-Tayalisi Şu'be'den rivayet ediyor, Şube; Süfyan-ı Sevri ile beraber el Muğire bin Numan'ın huzuruna gittik. Şu hadisi rivayet etti: Said bin Cübeyr'den dinledim, İbni Abbas'tan rivayet edi­yordu. Allah'ın Resulü aramızda iken ayağa kalkıp vaz-u-nasihatta bulundu ve:

«Ey nas! Şüphesiz ki, siz Allah'ın huzuruna çıplak, yalınayak ve bedeni porsumuş olarak haşrolunacaksınız. Şüphesiz ki, kıyamet gü­nünde ilk giysilenen nisan, İbrahim (A.S.) dir. Dikkat edilsin, şüphe­siz ki, benim ümmetimden bazı kişiler getirilir, onlar, sol tarafta dur­durulurlar veya sola doğru götürülür. Ben; bunlar, benim arkadaşla-rımdır, derim. Bana, şüphesiz ki onların senden sonra ne icad ettikle­rini bilmiyorsun, deniliyor. O zaman ben de salih kulun dediği gibi de­rim! «Onların içinde olduğum müddet onların durumlarını murakabe ediyordum. Beni dünya hayatından Öldürüp götürdüğün zaman, onla­rın üzerinde murakıp ancak sensin. Sen her şeye şahitsin. Eğer onlara azab verirsen, şüphesiz ki, onlar, senin kullarındır. Eğer onlan affe­dersen şüphesiz ki, sen galibsin ve hikmet sahibisin.» Deniliyor ki; bunlardan ayrıldığın zamandan beri topuklarının üzerinden dönüş yapmışlardır. Yani dinden ayrılmışlardır).» dedi.

Bu âyeti tefsir ederken bu hadisi Buharî, Ebu-Velid'den, o da Şu'be'den, o da Muhammed bin Kesir'den, o da Süfyanı Servi'den, onla-nn ikisi de Muğire bin Numan'dan rivayet ettiler.

(118) «Eğer onlara azab edersen, şüphesiz onlar kullarındır...»

Bu âyetin tefsiri:

Bu kelâm, meşiyet, dilemek ve seçeneğin   Allah'a ait olduğunun mânâsını içermektedir. Çünkü dilediğini sonuna» kadar yapabilecek ve    js dilediğinden sorulmayacak olan odur. İnsanlar ise sorulurlar.                

Bu âyeti celîlede Allah ve Resulüne iftira eden  Hıristiyanîardan teberri etmek (uzaklaşmak) vardır. Allah'a benzer koşan, kan ve çocuk nisbet eden Hıristiyanîardan Cenab-ı Hak bu âyette teberri ediyor.    |

Yani onlarla Allah'ın bir ilişkisi, Peygamberin bir ilgisi yoktur, diyor.    

Bu âyeti celîlenin büyük bir sânı ve çok acaip bir haberi vardır. Hadiste varid oldu ki, Resulü Ekrem bir gece sabaha kadar bu âyeti tekrar edip durdu.

imam Ahmed, Ebu-Zer tarikiyle şu hadisi rivayet ediyor: Resulü Ekrem bir gece namaza daldı. Bu âyeti celîleyi sabahlayın-    fâ caya kadar  tekrar edip durdu.   Onunla  rükû, onunla  secde ederdi, «Eğer onlara azab verirsen, şüphesiz ki onlar kullarındır. Eğer onları affedersen şüphesiz ki sen galip ve hâkimsin.» Resûlüllah sabahladığı zaman sordum:

«Ey Allah'ın Resulü! Durmadan bu âyeti, ta sabaha kadar tekrar  ettin. Onunla rükû eder, onunla secde ederdin.  (Niçin?)

Buyurdular:

«Rabbimden ümmetim için şefaat etmemi istedim. Bana onu ver­di. O şefaat Allah'a herhangi birşeyi ortak koşmayan bir kimseye  în-şaallah erişecektir.»

Başka bir tarik ile hadisi îmam Ahmed, Yahya'dan, o Kaddame  bin Abdullah'tan, o da Deccace kızı Cesre'den rivayet ediyor: Umreye gitmek üzere Rebeze kasabasına vardım. Orada sürgünde bulunan Ebu Zer'den dinledim:

«Allah'ın Resulü, yolculuk esnasında bir gece yatsı namazına kal kıp Cemaatın önünde namazı edâ ettikten sonra eshab-ı kiramdan ba­zıları durup namaz kıldılar. Onların namaz kıldığını ve namazgâhda

kaldıklarını görünce, kendi yükünün yanma gitti. Eshabm namazgahı tahliye ettiklerini bekledikten sonra ikinci kez, namazgaha gelip na­maza daldı. Ben de gelip onun arkasında namaza durdum. Bana sa­ğında durmamı işaret etti. Sağında namaza durdum. Sonra İbni Me-sud geldi. Benimle Resûlüllah'm arkasında durdu. Cenab-ı Peygam­ber, ona da solunda durmasını işaret etti. O da, solunda durdu. Üçü­müz, herkes tek başına namaz kılmaya devam ettik. Allah'ın dilediği kadarını namazımızda okuyorduk. Cenab-ı Peygamber, Kur'an'dan bir âyetli celîle' ile namaza başladı. Sabah oluncaya dek o âyeti tekrarla­dı. Sabahladığımız zaman ben, Abdullah bin Mes'ud'e işaret ettim ki, Cenab-ı Peygamberin bu gece yaptığım sorsun. İbni Mesud eliyle, Al­lah'ın Resulünden hiçbir şey sormayacağım O, kendiliğinden bana söy­lesin» diye işaret etti. Bunun üzerine ben Resûlüllah'tan sordum:

«Anam ve babam sana feda olsun. Sen bütün gece Kur'an'm bir âyetiyle iktifa ettin. Oysa Kur'an'm senin beraberindeydi. Eğer bizden birisi bunu yapsaydı ondan kırılırdın.

Cenab-ı Peygamber cevap olarak buyurdu: «Ümmetim için dua ettim.»

«Acaba duanın karşılığı olarak Cenab-ı Hak sana ne gibi bir cevab verdi veya neyi verdi?» diye sorduğumda, Resulü Ekrem:

«Duanın karşılığı olarak öyle bîrşey verdi ki, eğer ümmetimin ço­ğu bir defa onu görürse namazı terkederler.»

Ben:

«O halde izin verir misin ben halka bunu müjde olarak söyliye-yim?» Resûlüllah: «Evet» buyurdular. Bunun üzerine ben namazgâh-dan çıktım. Bir taş atımından daha fazla uzaklaşınca Hz. Ömer:

«Ey Allah'ın Resulü! Eğer sen bu müjdeyi halka gÖnderirsen ibâ­detlerden gevşerler.»

Bunun üzerine Resûlüllah beni (Ebu Zer.i) çağırdı ve geri gel­dim.

O tekrar edilen âyet: «Eğer onlara azab edersen, şüphesiz onlar senin kullarındır. Eğer onları affedersen şüphesiz sen galib ve hakim­sin.» âyetidir...

İbni Ebi Hatim, Abdullah bin Âmr bin Âs tarikiyle rivayet ediyor: Resulü Ekrem Hz. İsa'nın bu sözünü okuduğu zaman ellerini kaldırdı ve şöyle dua etti:

«Ey Allah'ım! Benim ümmetim!» dedi.

Ve ağladı. Cenab-ı Hak:

«Ey Cebrail! Muhammed'e git. Senin Babbin daha iyi biliyor. Fa­kat ondan sor, onu ağlatan nedir» diye emir verdi. Cebrail Resûlüllah'a geldi ve «Seni ağlatan nedir» diye sordu. Resulü Ekrem söylediğini Ceb­rail'e tekrar etti. Cenab-ı Hak:

«Ey Cebrail! Muhammed'e git ye de ki, seni ümmetin hakkında razı edeceğiz ve seni kırmayacağız. (Elbette Rabbin sana verecek ve ra­zı olacaksın.)» (Duha: 5).

îmam Ahmed, Said bin Museyyeb, o da Huzeyfe bin Yeman tari­kiyle rivayet ediyor: Resulü Ekrem, bir gün bizden gaib olup evinden çıkmadı. Zannettik ki artık (o gün) çıkmayacaktır. Fakat çıktı ve sec­deye kapandı. O kadar uzun bir secde yaptı ki zannettik secdede vefat etti. Başını kaldırdığı zaman buyurdu:

«Rabbim ümmetimin hakkında: Onlara ne gibi bir muamele reva göreyim diye fikrimi sordu. Dedim ki: Ey Rabbim neyi dilersen o. On­lar senin mahlukun ve kullarındır. İkinci kez benimle istişare etti. Fik­rimi sordu. Yine aynısını kendisine söyledim. Bana: Ey Muhammedi Seni ümmetin hakkında mahcub etmeyeceğim» diye buyurdu ve mü|-de verdi ki, ümmetimden benimle beraber ilk etapda cennete yetmiş bin kişi girecektir. Onların her birisinin beraberinde yetmişbin var­dır. Onların üzerinde hesap yoktur. Bunlardan sonra Cenab-ı Hak, ba­na haber vererek buyurdu: «İste, sana verilecektir. Dua et, duan ka­bul olunacaktır.» Bunun üzerine Allah'ın elçisi, Hz. Muhamnıcd Ceb­rail'den sordu: Rabbim benim istediğimi verecek midir? Cebrail: Beni sana elçi olarak göndermesi, ancak senin isteklerini vermek içindir, de­di. Yemin-u-kasem ederim, Rabbim bana istediğimi verdi. Bununla bö­bürlenmiyorum. Rabbim benim günâhımın (yani zeilcinin) geçmişini ve geleceğini affetti. Ben diri ve sıhhatli olarak diyorum ki; Rabbim benim ümmetimi açlıkla ve düşmanına mağlub olmakla helak etmeye­ceğini bana vaadetti. Rabbim bana kevseri verdi. Kevser, cennette bîr nehirdir. Benim havzuna akıyor. Rabbim bana izzeti verdi. Bana nasılı, (yardımı) vaadetti. Bana düşmanın bizden korkmasını verdi. Bu kor­ku, ümmetimin önünde ta bir aylık mesafeye kadar gider. (Yani üm­metimin bir ay sonra varacakları noktaya kadar korkulan gidiyor.) Rabbim bana ilk cennete giren peygamber olmak mertebesini ihsan et­ti. Benim ve ümmetim için ganimet malını helâl kıldı. Bizden önceki ümmetlerin çoğuna teşdid ettiği birçok şeyleri bize helâl kıldı. Din hu­susunda üzerimize herhangi bir zorluk kılmadı [192]

(119) «Allah dedi ki: Bu, doğrulara doğru söylemelerinin yarar sağladığı gündür...»

Bu âyetle Cenab-ı Hak, kulu ve Resulü Meryem'in oğlu İsa'ya (A. S.) cevab veriyor. îsa (A.S.), ilhadcı ve yalancı hıristiyanlardan te-berri edip onların hakkında azab veya bağışlanmayı Allah'ın meşiyeti-ne havale ettiği zaman, Cenab-ı Hak bu cevabı verdi. Yani ehli tevhide tevhidlerinin yarar sağladığı gündür bugün.

«Onlar için gölgelikleri altında nehirler akan cennetler vardır. On­lar o cennetlerde ebedi dururlar.»

Bu âyetin izahı: Ne oradan başka bir yere götürülürler ne de ora­dan çıkarlar. «Allah onlardan razı, onlar da, Allah (in nimetlerin) den razıdırlar.»

Bu âyetin tefsirinde îbni Ebi-Hâtim Enes'ten bir hadis rivayet edi­yor. Orada şöyle deniliyor:

«Sonra Allah, cennetliklere tecelli eder: Benden isteyiniz, benden isteyiniz size vereyim der.»

Ravi der ki; cennetlikler Allah'tan «RIZA»smı isterler. Cenab-ı Hak: «Benim rızamdır sizi bu evime getirmiş, bu keramet ve şerefime kavuşturmuştur. Benden isteyiniz vereyim, diyor.»

Cennet ehli yine de Allah'tan rızasını isterler. Cenab-ı Hak onları şahit kılar ki, kendisi onlardan razı olmuştur.»

«İşte büyük zafer budur.» Bu cümlenin izahı şöyledir: Kendisinden daha büyük olmayan en büyük zafer budur.

(120) «Göklerin ve yerin ve aralarında olanların tümünün mülkü Allah'ındır. O herşeye gücü yetendir...» Bu âyetin tefsiri:

Hıristiyanların İsa (A.Ş.) halanda mabud olduğunu iddia ettikle­rinden sonra Cenab-ı Hak, bu âyeti indirdi. Bu âyetle, göklerin ve ye­rin kendisinin mülkü olduğunu, İsa'nın ve diğer mahlûkların mülkü olmadığını haber verdi.

Muhtemel ki âyetin mânâsı; göklerin, yerin ve gök ile yer arasın­da bulunanların sahibi bulunan Allah, ancak itaatkâr kullarına bahsi geçen cennetleri verir. Allah bizi de o kullarından eylesin. Amin.

Cemaziyül evvel, 11, — 1404 — Hicri, 13 Şubat 1984 miladi Salı gü­nü - İstanbul'da bu bölümü bitirdim. [193]

 

Şayanı Dîkkat Bir Mevzu

 

El Maide, Sûresinin hülasası:

Bu sûre başlıbaşına ilim, usul ve furuu hakkında birçok meseleyi getirmiş bulunmaktadır. Ve ayriyeten bu sûrede diğer sûrelerde müc­mel ve kapalı geçen hükümler açıklanmaktadır. Bu hükümlerin çoğu ehli kitabın durumu ve onlarla delilleşme konusundadır. Biz sûreyi bi­tirirken bir hülâsasını maddeler halinde verelim: Bunu iki kısma ayı­rırız. [194]

 

Birinci Kısım

 

Birinci kısım, itikadi veya ameli kaide ve asıllar kabilindendir. Ve Otuz maddede hülâsa edilebilir:

1- Kur'an ile müminler için seçilmiş olan İslâm dininin Allah tarafından ikmal edilmiş olması ve îslâm ile müminler üzerinde Allah nimetinin tamam olması kaidesidir.

2- Ortaya çıktığı takdirde, meşakkat ve ağırlık getirdiğinden do­layı müminlerin hoşlarına gitmiyecek   meseleleri peygamberden sor­malarının yasak edilmesi kaidesidir.

Bu iki kaide konusunda gelen âyetlerden anlaşıldı ki, ister itikad, ister inanç, ister ibadet, ister helâl, ister haram olsun, her dinî hüküm ki «nass», açık bir şekilde onu ortaya koymamış, ta Resûlüllah'ın dev­rinden bugüne kadar ilmî bir sünnette bahsi geçmemiş, o hüküm, pey­gamberlerin davetini işiten herkesin üzerinde Allah'ın hücceti olan İs­lâm dininden değildir. Müminlerin dünyada yapılmasıyla mükellef ol­dukları, âhirette de yapmadıklarından sorumlu bulundukları dinin meselelerinden değildir.

Kur'ari ve sünnetin sarih olmayan bir şekilde delâlet ettiği mese­lelere gelince; müçtehidlerin ve ehli ilmin ihtilâflarının çoğu buradan geliyor. Bu hüküm, hükümden anlayanın aleyhinde hüccettir. Fakat herkes üzerinde hüccet değildir.

3-  Bu kâmil din, itikad hususunda  yakînî  ilim   yani iki ikinin dört ettiği gibi olan ilim üzerinde bina edilir. Ahlâk ve ameller hususunda hidayet üzere bina edilir. İtikadda taklid yokdur. Ve iti-kadda taklid Allah'ça kabul edilmez. Nitekim bu durum 104 nolu âyet­te «Onlara Allah'ın indirdiğine ve peygambere gelin denildiğinde ata-lanmra üzerinde bulduğumuz şey bize yeter derler. Peki ya ataları bir-şey bilmiyor ve hidayete ermiyor idilerse» beyan edilmiştir.

4- İlâhi dinin temel kaidelerinin bütün peygamberlerin diliyle ilân edilenler allaha iman meleklere peygamberlere ve kade­re iman bu esasın altına girer.  son güne iman  esasının altına cennet, cehennem, azabi' mükâfat, âhiret alemiyle   ilgili olan herşey girer.  salih amelle  esasının altına da namaz, oruç, zekât ve hac gibi bütün ibadetler girerler. Peygamberlerin emrettiği gibi, bunu ikame eden herhangi bir insan, Allah   katında   mükâfatlandırılacak, âhirette korkmayacak ve üzülmeyecektir.

5-  Din birliği ve Peygamberlerin şeriatlarının değişik olması me­selesidir.

6- Kur'an'ın diğer ilâhi kitablar hususunda   murakıp ve şahid olması meselesidir.

7- Resûlüllah'ın bütün insanlara gönderilmiş bir Peygamber ol­ması ve genel olarak bütün insanlığa dini tebliğ etmekle mükellef bu­lunması meselesidir. Resûlüllah'ın Tebliğ'den başka birşeyle mükel­lef olmadığının meselesidir.

8- Peygamberin kendisine zarar vermek isteyen insanlardan koârarunması meselesidir. Hiçbir kimse onun —Tebliğ  vazifesine en­gel olamayacağı meselesidir. Bu da Peygamberin Peygamberliğine de­lâlet eden delillerin en barizlerinden birisidir. Onlar bir çok defa Pey­gamberi öldürmek istediler. Fakat Allah onları aciz bıraktı.

9- Allah, müminlere ister ferd olsun, ister cemaat olarak  ıslâhı nefse çalışmasını farzetmiştir, meselesidir. Onlar müstakim ol­duktan sonra başkasının sapıklığı onlara zarar vermeyeceği meselesi­dir. Dünyada zarar vermeyecektir. Çünkü Cenab-ı Hak, müstakim olan kullarına başkasını musallat kılmayacaktır. Ahirette  zarar vermeye­cek, çünkü Cenab-ı Hak, onları halkı zorla hidayete    getirmekle mü­kellef kılmamıştır. Hidayeti yaratmakla onları mükellef kılmamıştır. Onlara nefislerinde Allah'ın dinini ikame etmek teklifini yapmış, fer­di (kişisel), içtimai (toplumsal), maslahatları gözetme vazifesini ver­miştir. Halkı hakka ve hayra davet etmek,   emri-Bilmaruf ve Nehyi-anilmünker yapmak da bu kategoriye girer.

10- Emri-Bilmaruf ve Nehyi-anilmünkerin vâcib oluşu ve işle­miş oldukları bir münkerden halkı alakoymadıklarmdan dolayı lanet­lenen İsrailoğullanmn küfre girmelerini ilân etmekle tekid edilmesi meselesidir.

11- Dinde zorlamanın olmadığım ilân etmek meselesidir.   Yani dinde zorluk yoktur. Gücün ve takatin yetmediği bir teklifi, Allah kim­seye yapmamıştır.

12- Dinde ifrat etmenin ve aşın gitmenin, haram olduğu mese­lesidir. Bu aşın gitmek, helâl nesneleri, nefsine haram etmek, onlardan istifade etmemek suretinde de olur. Haramlan haram bilir fakat helâl­lerde birin yerine üç harcamak suretiyle aşırı gitmekle de olur.

13- İhramda olan bir kimsenin zaruret halinde yasaklardan iş­lemesinin mubah olması meselesidir.   Fâkihler, bu meselede Ez-Zaruratu  Tubihul Mahzuratı«zaruri durumlar, mahzurlu şeyleri mubah kılar» kaidesini çıkarmışlardır.

14-  habis ile tayyîb yani haram ile helâl arasında fark var­dır. Onlar hükümde eşit olmadıkları gibi,    nefislerinde ve üzerlerine terettüp eden neticeler hususunda da eşit olmadiklannı  beyan eden kaidedir. Bu kaide, yemeklerde olsun başka şeylerde  olsun, helâl ve haram meselesinin büyük bir temel kaidesidir. Seri hükümlerin hik­metler ve maslahatlarla nedenli olduğuna delâlet eder. Ve yine delâ­let eder ki, insanlardan da güzel ve habisin cezası Allah'ın katında bir değildir. Hükümlerin Uletlendirilmesi, hikmet ve faidelerinin açıklan­ması; ancak onları sevdirmek, benimsetmek için olduğuna da delâlet eder. Meselâ: Abdestin hükümleri içkinin ve kumarın haram olması­nın ve bir takım yiyecek maddelerinin, vasiyetin, şehadetin ve şahit­lere yemin verdirmenin hükümleri bunları sevdirmek ve hazmettir­mek içindir. Fakat Kur'an'ın hikmetlerinden, sünnetin esranndan ha­berdar olmayan bir kimse, bu yüzde yüz taabbudi, (yani Cenab-ı Hak böyle demiş biz de bununla kulluk yapıyoruz) bir emirdir derler. Fii^ len abdest ile temizliğin meydana getirilmesi veya abdestlenmeyi kas­tederken bunun kastedilmesi gerektirmez diyorlar. İçkinin haram edil­mesi de taabbudidir. Her sarhoşluk verenin haram olmasına delâlet etmez diyorlar. Çünkü hamr diye tabir edilen Hamır (içki) özel olarak üzüm şirasından yapılan içkidir diyorlar. Acaba Cenab-ı Hakkın diğer hükümlerini anlamak hususunda sözleri nedir?

15- Bir kavmi sevmemek ve onlara karşı düşmanlık gütmekten ötürü, onlara saldırmanın haram olması meselesidir. Müminlere hak­tan, adaletten aynlmamak farzdır. «Herkes yaran için çarpışır» kaide­si müminler için herşeyde geçerli değildir. Başkasının zararında yara­rını gözetmek müminlere yakışmaz.

16- Doğru şahitlik yapmak, adil hüküm vermek. Hükümde müs-lümanı ve gayr-i Müslimi eşit tutmak.   Düşmanın lehinde ve dostun aleyhinde de olsa, adaletten aynlmamak farzdır, kaidesidir.

17- Âkidlere vefa göstermek kaidesidir. Bu akid, ister ferdî (ki­şisel), ister içtimai  (toplumsal) akidler olsun farketmez. Bu, îslâmın büyük kaidelerinden birisidir. Cenab-ı Hak burada müminlerin mua­melelerinde yapmış oldukları akidlerin durumunu, onların örf ve adet­lerine havale ediyor. Böyle akidler, durumların değişmesiyle değişen maslahatlardandır. Bunun için Cenab-ı Hak, daimi ve değişmez şart­larla bunu bağlamadı. Ancak dinin vacib kılmış olduğu hallerin ve adetlerin değişmesiyle değişmeyen  kaideler daimi kayıt ve şartlarla şartlanmıştır. Meselâ: Halkın mallarını haksız olarak yemek, faiz, ku­mar ve içki   haller ve durumlar ne olursa olsun   daima haramdırlar. Binaenaleyh nassı sarihla sabit olan bir haramı helâl veya bir he­lâli haram kılmayan veya böyle bir kılmayı gerektirmeyen her akid dinen caizdir.

18- Birr ve takva üzerinde yardımlaşmanın, günah ve düşmanlık konusunda yardımlaşmamanm farziyetini getiren meseledir. Hayra yö­nelik çalışmalar yapan, insanları iyiye doğru yönlendiren, ilmi çalış­malara teşvik ve teğib eden   dernekler ve cemiyetler kurmak da, bu babtandır.

19- Cenab-ı Hak  Beytü-1 haram   olan Kabe'yi hem din, hem dünya meselelerinde halka kıyam  (hareket)    noktası kılmış olduğu meselesidir.

20- Müminlerin kâfirleri veli edinmek, onlara sırlarını açmak, onlardan gerçek mânâda destek beklemenin yasak olduğu meselesidir. Surette kâfirleri veli edinmenin münafıklığın alâmetlerinden ve kalbin hastalığına delâlet eden delillerden olduğunu belirten meselesidir.

21- Abdest, gusül ve teyemmümün mufassal bir şekilde zikredil­mesi meselesidir. Bununla beraber Cenab-ı Hak, halkı temizlemek ve onlara bu hususta farz kıldiğıyla onları tertemiz yapmak istediğini be­yan etmek meselesidir.

22- Helâl, haram ve yiyecek maddelerinin ahkâmım tafsil etmek, murdar hayvanın eti gibi haddizatında pis olan haramı, onun mânâ­sında olanları, domuzun hükmünü ve putlara kesilen hayvanlar gibi, dini bir sebebten haram olanları açıklamak meselesidir.

23-  Sarhoşluk veren herşeyi   kapsayan içkinin ve kumarın ha­ram olması meselesidir.

24- İhram halinde haram olanlarla ilgili hükümler meselesidir.

25- Harem arazisinde bulunan avın avlanması hakkındaki hü­kümlerin tafsilâtı meselesidir.

26-  Yeryüzünde fesatlık yapan savaşçıların cezaları meselesidir. Meşru ve âdil yönetimlere karşı çıkanların cezaları. Hırsızın cezası ve onunla ilgili olan hükümler meselesidir.

27 - Yeminlerin hükümleri ve keffaretleri. Eminler ve şahitlerin hükümleri meselesidir.

28- Ölümden önce vasiyet durumu, vasiyet hususunda ve başka meselelerde şahitliğin hükümleri, gayr-i Müslimin, müslüman için şa­hitliği meselesidir.

29-  Birçok âyette takvayı emretmek meselesidir. Zira gerek dün­ya emirlerinin ıslahı, gerekse dini meselelerin ıslahı takvaya bürün­meye bağlıdır.

30- Ahirette cezalandırma veya  mükâfatlandırma emrinin Al­lah'a havale edilmesi, sadece onun yetkisinde bulunması meselesidir. [195]

 

Îkinct Kısım

 

Ehli kitab hakkında varid olan hükümler, deliller ve haberler hak­kındadır.

Bu hususlarda varid olan âyetlerin bazıları genel olarak bütün eh­li kitab hakkındadır. Bazıları da özel olarak yahudiler veya hristiyan-lar hakkındadır. îki gurub hakkında genel olarak gelen âyet, onları dinde ifrat etmekle vasıflandırıyor ve bu da zarar verici taassubu do-gurur diyor. Daha önceki putperesleri, hevai-Nefislerine tâbi1 olmakla vasıflandırıyor. Din hususunda gurura kapılmak, «Biz Allah'ın oğulla­rı ve dostlarıyız» demekle vasıflandırıyor. Böyle demelerine rağmen, peygamberlerin diliyle onlara bildirilen ilâhi misaklann birçoğunu nakzettiklerini, Tevrat ve İncil'i, Allah'ın istediği şekilde açıklamadık­larını getirmektedir. Allah, onlara, yaratmış olduğu beşerlerden olduk­larını, diğer beşerlerden, ne nefisleri ne de zatları bakımından üstün bir meziyetleri olmadığını beyan etti. Çünkü beşer ancak sıhatli ilimler, kerim ahlâklar ve salih amellerle birbirlerinden üstün olabilirler. Pey­gamberler ve salihlerin yolunda olmadıktan sonra, soy ve soplarından gelseler dahi bu gelmeleri, üstünlüklerini gerektirmez.

Müşterek olarak bütün kâfirlerden bahseden âyetlerde, Cenab-ı Hak, onların kötü amellerinin cezaları dünyada aralarında düşmanlık ve buğz ilka edilir, ister ferdi (kişisel) olsun ister içtimai (toplumsal) olsun, günahlarından ötürü onlara azab tatbik edilir şeklinde beyan ediyor. Ve bu azabın tatbik edilmesi de «Biz Allah'ın oğullan ve dost­larıyız» şeklindeki iddialarının kuru bir iftiradan başka birsey olmadığını ortaya çıkarıyor ve hepsini İslâm'a davet ediyor. Kendilerine ger­çek dinlerini açıklayan, şüphe ettikleri konuları delillerle vuzuha ka­vuşturan, gizlemiş veya unutmuş olduklarının bazılarını onlara en gü­zel bir şekilde açıklayan Peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'e iman etmeye davet ediyor. Kur'an, bu genel âyetlerde, Tevrat ve İn­cil'i en güzel şekilde vasıflandırdı. Tevrat'ın haberlerinden Habil ve Kabil'in hadisesini zikretti. Öldürmenin, azaların telef edilmesinin ve yaralamaların cezalarını zikretti. İncil ve İsa'nın haberlerinden iki gu­rubun haline delil olacak şeyleri söyledi. Kur"an'da da, İncil'de de, halk için nur ve hidayet indirdiğini, eğer yahudi ve hıristiyanlar Tevrat ile İncil'i hâkim kılsaydılar, en güzel durumda olacaklarım ve Tevrat ile İncil'in kökenini tasdik eden, onlara sonradan katılmışları açıklayan, bütün peygamberlerin getirdiğini, dini kemale erdiren Kur'an'a iman etmeye koşacaklarım beyan etti... Fakat onlar İslâm'ı alaya aldılar. Genel olarak îslâmla, özel olarak namazla istihza ettiler. îslâmın düş­manlarını, peygamberin ve İslâm'ın aleyhinde kışkırttılar. Bunun için Cenab-ı Hak da, onlardan dost edinilmesini müminlere yasakladı!..

Yahudiler hususunda gelen âyetler, yahudilerin kötü halini beyan ederler. Allah'a vermiş oldukları sözlerinde durmadıklarını, Peygam­berin diliyle kendilerine hatırlatılan ilâhi emirlerin çoğunu unutmuş olduklarını, kelimeleri yerlerinden tahrif etmiş olduklarını, Tevrat ile hükmetmeyi terkedip birtakım ahkâmım da gizlediklerini, Resûlül-lah'ı aralarında hakem tayin ettikten sonra verdiği hükümler Tevrat'a uygun düştüğü halde razı olmadıklarını söyledi. Kalbin katılığı, hain­lik, hile, yalan, iftira, yalanlara çokça kulak verme, haram yeme, rüş­vet alma, yeryüzünde fesatlık yapma, fitne ateşlerini yakma, harpleri (savaşları) idare etme, Peygamberleri haksız olarak öldürmek gibi kö­tü sıfatlan zikredilmektedir.

Hz. Musa'ya, mukaddes araziye girmek hususunda karşı geldikle­rini, cebbarlar (zorbalar) la savaşmaktan çekindiklerini, kırk sene gibi bir zaman Tin çölünde şaşkın şaşkın dolaşmak cezasına çarptırıldıkla­rı zikredilmektedir. Müminler için, herkesten daha şiddetli düşmanlık besledikleri, müminlere karşı putperestlerle işbirliği yaptıkları, beyan edilmektedir. Bu sıfatlan da, daha önceki ecdadlanndan kendilerine miras olarak kaldığı zikredilmektedir. Ve bütün bu pis İşleri yaptıklanndan ötürü Peygamberin diliyle lanetlendiklerini, Allah'ın gazabına uğradıklannı meshedilmiş olduklarını beyan etmektedir. Tarih kitab-lanndan da anlaşıldığı gibi bu sıfatlar, Peygamberin Allah elçileri ola­rak gönderildiği dönemde de, ve ondan önceki dönemde de, onlann ge­nel sıfatları olduğu beyan edilmektedir. Fakat her fertte böyle sıfatlar vardır denilemez. Çünkü Cenab-ı Hak, gerek bu sûrede olsun ve gerek başka sûrelerde olsun «Çoklannın vasıflan budur» diyor. Yani bu va­sıfları bazılarının vasfı değildir. Nitekim bu sûrede Cenab-ı Hak «On­lardan mutedil bir gurub vardır. Onlardan çoğu kimselerin yaptıkları ne kötüdür» buyuruyor.

Hıristiyanlar hususunda gelen âyetler, yahudiler gibi, onların da, birçok âyetleri unuttuklarını, «Mesih Allah'tır» dediklerini, «Allah üçün üçüncüsüdür» iddia ettiklerini beyan eder. Ve onlann bu çarpık akidesi, aklî delillerle reddedilir. Beyan edildi ki, Mesih, bu çarpık aki­deden de, bu akideye sahib olanlardan da kıyamet gününde teberri edecek, «Ben bunlardan beriyim» diyecektir.

Allah'ın kulu, Peygamberi ve kudretinden gelen bir ruh olan Me­sih, İsa'nın hakikati onlara belirtildi. İsa'ya verilen mucizeler belirtildi. Mesih'in Havari ve talebelerinin iman hususundaki durumlan belirtil­di. Ve belirtildi ki, sevgi bakımından müminlere en yakın olan onlar­dır. Çünkü onlann içerisinde âlimler ve abidler vardır. Çünkü onlar gurura kapılmazlar.

Ehli kitab hakkında bu sûrede inen bütün âyetler, bizim için şa-hidlik ederler ki, bu âyetler, Hz. Muhammed'in katından değil, Al­lah'ın katından gelmiştir, çünkü Hz. Muhammed, daha önce onları her­hangi bir kitabtan okumuş değildir. Bir de o âyetler, nakledildiği kay­nağa uygun düşecek tarzda gelmişlerdir ki, geçmiş kitablara ve millet-leıe tıpatıp uygun düşsün. Bilakis bu âyetler onlann lehinde ve aley­hinde hükümlerdir. Bu hükümler, onlann ve kitablannın hususunda bilen, işiten ve gören Allah'ın hükümleridirler. [196]

 

En Son Înen Süre

 

Cenab-ı Hak, en son sûre olarak el-Maide» sûresini indirmiştir. Bu hususta İmam Ahmed, Nesei, Hakim, Beyhaki ve tefsir ravile'rinin ba­zıları Cübeyr bin Nufeyl'den rivayet ettiler:

«Hacca gittiğimde, Aişe validemizin huzuruna vardım. Bana dedi ki:

«Ey Cübeyr! El Maide sûresini okuyor musun?» «Evet, okuyorum» dedim. Buyurdular:

«Dikkat etî O en son inen sûredir. Orada helâl bulduğunuzu he­lâl, haram bulduğunuzu haram biliniz.»

Ahmed, Tirmizi, Hakim ve Beyhaki, Abdullah bin Âmr'dan riya-yet ettiler:

«En son inen sûre El Maide ile Ei Fetih süresidir.»tir. [197]

 



[1] Bkz. El-Menar Cild: 6-423-Mektebetul-Kahire

[2] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/216-221.

[3] Bkz.   EL-Menar  Cild:   6-426-427-MatbaatuI-Kahire

[4] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/221-225.

[5] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/226.

[6] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/226-227.

[7] Bkz. Bursevinin Ruhul-Beyan 2-404-Amire istanbul 1389

[8] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/227-229.

[9] Bkz. Bursevinin Ruhul-Beyan 2-404-Amire İstanbul 1389

[10] Bkz. Bursevinin Ruhul-Beyan 2-404-Amire İstanbul 1389

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/229.

[11] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/229-230.

[12] Bkz. Tantavî Cevheri Cild: 3-194-Halebî baskısı 1350 Kahire

[13] Bkz.  Alusî  Cild: 6-163  Darul-thya Beyrut

[14] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/230-235.

[15] Bkz. Alusî Ruhul-Meanî  Cild:   6-169-171-Dar.-îhy. Tur. Arabî Beyiut. Ta­rihsiz

[16] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/235-246.

[17] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/248.

[18] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/249-251.

[19] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/251-252.

[20] Bkz. el-Kurtubî Cild 6-226-227-Darul-Kâtip 1368 Kahire

[21] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/252-256.

[22] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/256.

[23] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/256-257.

[24] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/257.

[25] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/258.

[26] Bkz. Müslim, Tirmizî, Neseî, Ebu-Davud ve imamı Ahmed Müsnedi EZAN bahsine

[27] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/258-259.

[28] Bkz. El-Kurtubi 6-230. Darul-Kâtip Kahire 1387-1967

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/259.

[29] Bkz. El-Kurtubî 6-225-232-Darul-Kâtip Kahire 1387-1967

[30] Bkz. Beyzavî ve Medank Cild: 2-315 Amire 1317 İstanbul baskısı

[31] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/260-273.

[32] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/275.

[33] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/275-277.

[34] Bkz. Ruhul-Beyan Cild: 6-416-417-Amire baskısı İstanbul

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/276-277.

[35] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/278-280.

[36] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/280-281.

[37] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/281-282.

[38] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/282-285.

[39] Bkz. El-Alusî Ruhul-Meani Cild: 6-191-93 Dar. İh. Tu. Arabi Beyrut

[40] Bkz. Ed-Durul-Mensur Cild: 2-398-Kahire

[41] Bkz. Alusî-Ruhul-Meani Cild: 6-194-Dar. Ih. Tu. Ara. Beynıt-Tarihsiz

[42] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/286-294.

[43] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/294-296.

[44] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/297-301.

[45] Bkz. Alusî Ruhul-Meanî Cild: 6-196- 199-Dar. İhya. Tr, Ar. Beyrut-Tarihsiz

[46] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/301-302.

[47] Bkz. Ruhul-Meani Cild: 6-200-Dar. îh. Tar. Beyrut

[48] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/302-303.

[49] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/303-304.

[50] Bkz. Ruhul-Meani Cild: 6-201-Dar. th. Tar. Beyrut

[51] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/304-307.

[52] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/307-308.

[53] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/310.

[54] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/311-313.

[55] Bkz. EI-Menar Cild: 6-90-92-Not: Metinlerde bahsi geçen yabancı kelimeler ve isimlerin yazılışları yüzde yüz doğru olmayabilir. Çünkü Arapça kaynaklardan nakledildiler. Biline

[56] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/314-323.

[57] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/324-325.

[58] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/327.

[59] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/327-330.

[60] Bkz. Îbn-Kesir Cild: 2-620-Dar. End. Beyrut

[61] Bkz. îbn Kesir Cild: 2-557-Dar. End. Beyrut

[62] Bkz. İbn-Kesir Cild: 2-557-Dar. End. Beyrut

[63] Bkz. Îbn-Kesir Cild: 2-620-Dar. End. Beyrut

[64] Bkz. İbn-Kesir Cild:  2-620-Dar. End. Beyrut

[65] Bkz. Îbn-Kesir Cild:  2-621-Dar.  End. Beyrut

[66] Bkz. Îbn-Kesir Cild:  2-621-Dar.  End. Beyrut.

[67] Cemre, esasında hacılar    tarafından Mina'da üç belli yerlere atılan taşlar­dır. Fakat zamanla taşların atıldığı o yerlerin adı olmuştur.

[68] Bkz. Îbn-Kesir Cild:  2-621-Dar.  End. Beyrut

[69] Bkz.  Îbn-Kesir Cild:  2-62İ-Dar.  End. Beyrut

[70] Bkz. İbn-Kesir Cild: 2-621-Dar. End. Beyrut

[71] Bkz. Ed-Dunıl-Mensur Cild:  2-302 Kahire tarihsiz

[72] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/330-339.

[73] Bkz. EI-Kurtubî Cild: 6-255-257-Darul-Kâtip Beyrut 1387-1968

[74] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/339-343.

[75] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/343-344.

[76] Bkz. El-Hazm Cild: 2-330-332-Âmire 1317-Istanbul

[77] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/344-348.

[78] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/350.

[79] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/351-352.

[80] Bkz. EI-Kurtubî Cild: 6-262-Darul-Kâtip 1368 Kahire

[81] Bkz. El-Kurtubî CİM: 6-262-DaruI-Kâtip 1368 Kahire

[82] Bkz. El-Kurtubî Cild:  6-262-Darul-Kâtip 1368 Kahire

[83] Bkz. El-Kurtubî  Cild: Ğ-262-Darul-Kâtip   1368   Kahire

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/352-357.

[84] Bkz.   El-Kurtubî  Cild:   6-263-Darul-Kâtip  1368 Kahire

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/357.

[85] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/357.

[86] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/358.

[87] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/358-360.

[88] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/360-362.

[89] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/362-365.

[90] Bkz.el kurtubi cild 6-268 dar katip. 1378 kahire

[91] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/365-367.

[92] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/367-369.

[93] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/369.

[94] Bkz.  El-Kurtubî Cild:  6-271   Dar.  Kâtip   1378  Kahire

[95] RlTAÇ: Depo, mahzarı veya büyük kapu demektir

[96] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/369-373.

[97] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/373.

[98] Bkz. EI-Kurtubî Cild: 6-284-Darul-Kâtİp 1317 Kahire

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/373-375.

[99] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/377.

[100] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/378-380.

[101] nerd veya nerdesîr, Sasanî kırallanndan Erdeşir'in oğlu Şahpurun icad ettiği bir oyundur. Bugün devamına Tavla derler. Bak. Nerdeşir maddesine ahtarı

[102] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/380-382.

[103] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-287 Danıl-Kâtip 1317 Kahire

[104] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/382-384.

[105] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/384-385.

[106] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-289 Dârul-Kâtip 1317 Kahire

[107] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-391 Dar. Kâtip 137fr Kahire

[108] Bkz. tbn Kesir Cild: 2-640 Dar. End. Beyrut

[109] Bkz. İbn Kesir Cild: 2-640 Dar. End. Beyrut

[110] Bkz Ibn Kesir Cild:' 2-440441 Dar. End. Beyrut

[111] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/385-390.

[112] Bkz. İbn Kesir Cild: 2.638 Dar. End. Beyrut

[113] Bkz. îbn Kesir Cild: 2-638 Dar. End. Beyrut

[114] Bu söz, sevgiden ileri geliyordu. Yoksa Cenabı Peygamber hiçbir zaman herhangi bir içkiyi içmemiştir. Ebu-Bekir'de böyle idi. Dikkat edile

[115] Bkz. Îbn-Kcsir Cild: 2-638-Dar. End. Beyrut

[116] Bkz. Îbn-Kesir Cild: 2-638-Dar. End. Beyrut

[117] Bkz. Îbn-Kesir Cild: 2-643 Dar. End. Beyrut

[118] Bkz. Îbn-Kesir Çild: 2-643 Dar. End. Beyrut

[119] Bkz. Îbn-Kesir Cild: 2-643 Dar. End. Beyrut

[120] Bkz. Îbn-Kesir Cild: 2-643 Dar. End. Beyrut

[121] Bkz. Îbn-Kesir Cild: 2-643 Dar. End. Beyrut

[122] Bkz. îbn Kesir Cild: 2-644-45 Dar. End. Beyrut

[123] Bkz. îbn Kesir Cild: 2-644-45  Dar.  End. Beyrut

[124] Bkz. îbn Kesir Cild: 2-644-45 Dar.  End. Beyrut

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/391-396.

[125] Bkz. Fizilâlul-Kur'an Seyyid Kutup Cild: 3-Dar. İhya Tur. Arabi Beyrut

[126] Bkz. Lubabut Te'vil Cild: 2-345-Amire bas. 1317 îstanbul

[127] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/396-398.

[128] Bkz. el-Kurtubî Cild: 6-299-Darul-Kâtip 1368  Kahire

[129] Bkz. El-Hazın-Lubabut-Tanzil-CİId: 2-347-348 EI-Amire 1317 İstanbul

[130] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/399-408.

[131] Bkz. H. Lubabut-Te'vil-Ciîd:  2-35O-35Π el-Amire 1317  îstanbul

[132] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/408-409.

[133] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/409-410.

[134] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/410.

[135] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-302-307 Dar. End. Tarihsiz

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/410-415.

[136] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/417.

[137] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/418.

[138] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/418-419.

[139] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/419.

[140] Bkz. El-Kurtubî Cild:  6-318 Darul-Kâtip  1387

[141] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/419-420.

[142] Bkz. el-Kurtubî Cild: 6-321-Darul-Kâtip 1378 Kahire

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/420-421.

 

[143] Bkz. el-Kurtubî Cild: 6-323 Danıl-Kâtip 1387 Kahire

[144] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/421-425.

[145] Bkz. Alusî, Ruhul-Meanî Cild: 7-34-Dar. îhy. Beyrut-tarihsiz.

[146] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/426-427.

[147] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/427-429.

[148] Ekz. cl-Kurtubî Cild: 6-331-DaruI-Kâtip 1378 Kahire

[149] Bkz. el-Kurtubî Cild: 6-331-Darul-Kâtip 1378 Kahire

[150] Bkz. Ruhul-Meanî Cild:  7-40-Dar. ihya. Turs. Ara. Beyrut

[151] Bkz.  El-Kurtubî   Cild:   6-332-Darul   Kâtip 1378 Kahire

[152] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/429-434.

[153] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-334-Darul-Kâtip 1378 Kahire

[154] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-335-Darul-Kâtip 1378 Kahire

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/434-436.

[155] Bkz. Tenviral-Mikbas Cild: 2-357 Âmire 1317 İstanbul

[156] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/436-438.

[157] Bkz. EI-Kurtubî Cild: 6-337-Darul-Kâtİp 1378 Kahire

[158] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-337-Dar. Kâ. 1378 Kahire

[159] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/438-440.

[160] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/442.

[161] araz-cevher konulan Kelam kitaplarında geçiyor. Bu bahislerin tel-sefi konular olduğunun ve hidayetle ilgisi bulunmadığını ve taklidinin zararlı ol­duğuna işaret vardır. Dikkatle oku.

[162] Ebul-Abbas Abdullah El-Me'mun bin Harun'u    Reşid'dir.    Abbas    oğul­larının yedinci halifesidir ve en büyük alimleridir. 170 de doğdu 218 de vefat etti. Kabri Tarsustadır

[163] El-Kurtubî Cild: 2-213-214 Darul Kâtip 1387 Kahire

[164] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/443-448.

[165] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/448-452.

[166] Bağdad ile Irbil araşma düşen bir kasabanın adıdır. Bkz. Kamusul-Mühit tertibi Cild: 2-197-Ad-Dakuk maddesine.

[167] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/452-454.

[168] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/454-455.

[169] Bkz. EI-Kurtubî Cild: 6-352-Daruİ-Kâtip 1378 Kahire

[170] Bkz.  El-Kurtubî Cild; 6-353 -  Darul-Kâtip 1378 Kahire

[171] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/455-456.

[172] Rukn'den maksadı,  Kâbenin-hacerul-esved'in bulunduğu  köşesi     ve Yemen tarafına düşen köşedir. mekam'dan maksad, hz. ibrahim'in mekamidir

[173] burada hz. peygamberin o tarihi mînbert kasdedilir

[174] Sıhhat olmadıöının nedenî nedir? Keşke bunu bilseydik. Kavlı-Mucar-red kafi değildir.

[175] Bkz. El-Kurtubî Cild: 6-353-Darul-Kâtip 1368 Kahire

[176] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/456-461.

[177] Bkz. Lubabut-Te'vil Cild: 2-366 Amire bas. 1317 İstanbul

Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/461.

[178] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/463.

[179] Bkz. Hazin Cild: 2-368-Amire 1317 Istanbulu

[180] Bkz. El-Kurtubî Cild: 2-360-361 Dar. Katip 1368 Kahire

[181] Bkz. El-KurtubrCild: 6-361 DanıI-Kâtİp 1368 Kahire

[182] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/464-468.

[183] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/470.

[184] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/471.

[185] Bu kelime hayret manasında kullanılır. Yani durumunuz hayret verici­dir. Dehşet getiricidir demek istiyor

[186] Bkz. tbn Kesir Cild: 2-683-685-Dar. End. Tarihsiz

[187] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/471-479.

[188] Bkz. Îbn-Kesir Cild: 2-685-Dar. End. Beyrut Tarihsiz

[189] Bkz. Îbn-Kesir Cild: 2-685-Dar. End. Beyrut Tarihsiz

[190] Bkz.  Îbn-Kesir Cild:  2-686-Dar. End.  Beyrut Tarihsiz

[191] Bkz. îbn Kesir Cild: 2, Sahife: 687-Dar. End. Beyrut

[192] Bkz. İbn-Kesir Cild; 2-689-690-Dar, End, Beyrut

[193] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/479-488.

[194] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/488.

[195] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/488-493.

[196] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/493-495.

[197] Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 4/495-496.