15- Ayak Parmaklarının Arasını Yıkamak (Hilalleme):
16- Abdeat Fiillerini Ardı Arkasına Yapmak (Muvalât):
18- Abdest Almak Halinde Namaz Vakti Çıkacaksa:
20- Mestler Üzerine Mesh Etmek;
22- Mestin Abdestli îken Giyilmesi Gereği:
23- Belikti Mest Üzerine Meşk Etmek:
24- Çoraplar Üzerine Meşk Etmek:
25- Mestlerine Meşk Etmiş Olduğu Halde Mestlerini
Çıkarmak:
26- Cunup Olanın Temizlenmesi Gereği:
27- Umum Lafız, Çoğunlukla Görülen Âdet ile Tahsis
Edilebilir mi?
28- Kadınlara Yaklaşmak, Yakut Dokunmak:
29- Su ve Tbprak Bulamayanın Hükmü:
32- Yüce Allah'ın Tekliften Kastı Ümmete Zorluk Değil,
Ümmeti Arındırmak, Nimetini Tamamlamaktır:
1- Âyetin Önceki Âyetle Bağlantısı ve Nakîbliğin
Mahiyeti:
1- Nefsin Kötü İsteklerine Uymanın Sonucu:
2. Günahı İlk Olarak İşleyenlerin Durumu:
1- Ademoğlunun Gömmeyi Öğrenmesi:
2- Allah'ın Kargayı Gönderişindeki Hikmet ve Ölüyü
Gömmenin Hükmü:
5- Cenazeyi Kabre Koyarken Yapılacak Dualar:
4- Sürgüne Göndermenin Anlamı:
5- Nefyin (Sürgünün) Mahiyeti:
6- Hırsız île Yolkesici Arasındaki Farklar:
7- Muharibin Öldürülmesi İçin Öldürdüğü Adamın Kendisine
Denk Olması Şartı Aranmaz;
9- Muharibler île Savaşmanın Hükümleriz
10- Mukaribler Tevbe Edecek Olurlarsa:
11- Mukariblere Ceza Uygulama Yükümlülüğü İslam Devlet
Başkanının Vazifesidir:
12- Mücahidin Muharebeyi Açıklaması:
13- Yol Kesiciye ve Hırsıza Karşı Malını Savunma:
14. Muharibler İçin Öngörüleri Cezanın Hikmeti:
15- Kendilerine Güç Yetirilmeden Önce Tevbe Edenler:
1- Hırsızın Elinin Kesilmesi ve Şartlan:
2- Çalman Malın Korunmuş Olduğu Yerden Çıkartılması
Şartı:
3- Kotuma (Hirz) Yerinin Mahiyeti:
5- Hırsızlıkta Ayrı îşler Yapmak Suretiyle Ortaklaşa Çalışmanın
Hükmü;
6- Malın Bir Yerden Bir Yere Getirilmesi Suretiyle
Ortaklaşa Hırsızlık:
7. Kabirden ve Mescidlerden Hırsızlık Yapmanın Hükmü:
8- El Kesme Cezası İle Birlikte Tazminat Ödettirilir mi?
10- Elinin Kesilmesinden Sonra Aynı Malt Bir Daha Çalacak
Olursa:
11- "es-Sârik" Kelimesinin Kıraati ve Bu
Kıraatlerin Açıklaması:
12- El Kesme Cezası Hangi Şartlar Altında Uygulanır;
14- Ev ve Dükkânların Dışında Bulundurulan Malların Hirz
Altında Olmaları:
15- Otel ve Benzeri Umumun Kaldığı Yerlerden Hırsızlık:
16- Yakın Akrabaların Birbirlerinden Çalmaları:
17- Mushaf Çalanın ve Yankesicinin Hükmü:
18- Seferde Elin Kesilmesi ve Darı Harpte Hadlerin
Uygulanması:
19- El ve Ayak Nereden Kesilir:
21- Sağ Eli Kesilmesi Gerekirken, Yanlışlıkla Sol Eli
Kesmenin Hükmü:
22- Hırsızın Elinin Boynuna Asılması:
23- Hırsıza El Kesme Cezası Uygulanmadan Önce Birisini
Öldürürse:
25- Allak, Hükmüne Karşı Konulamayandır:
26- Hirsizın Tevbe Edip Halini Düzeltmesi:
1- Bu Âyeti Kerimenin Nüzul Sebebi İle İlgili Görüşler:
2- Zimmet Ehlinin Müslümanların Hakemliğine Baş
Vurmaları:
5- Bir Kıraat Farkı ve Kederlenme"nin Mahiyeti:
7- İlahi Buyrukları Tahrif Etmek:
8- Allah'ın Kalplerini Temizlemek İstemediği Kimseler ve
Cezaları:
Müslüman
Olmayanlar Arasında Hüküm Vermek:
Zimmiler Arasında
Hüküm Vermede Muhayyerlik Nash Olmuş mudur?
Allah'ın
İndirdiği ile Hukmetmeyenler;
1- Aynı Din Mensubu Olmayanlar Arasında Kısas:
5- Hata Yoluyla Gözün Çıkartılması:
6- Tek Gözü Gören Bir Kimse, Sağlıklı Birisinin Gözünü
Çıkartırsa:
7- Tek Gözü Olup O Gözü île Görmeyenin Durumu:
8- Gözbebeği Kalmakla Birlikte İki Gözün de Görmesinin
Ortadan Kaldırılması:
9- Görmenin Kısmen Giderilmesi, Göze Kısasın Nasıl Uygulanacağı
ve Göz Kapağı:
11- Burundaki Küçük Yaralamalar;
14- Vurduğu Darbe île Dişi Karartırsa:
16- Büyüğün Sökülen Dişi Yerine Diş Gelirse:
17- Sökülen Dişini Yerine Koymak:
19- Dudakların ve Dilin Diyeti:
20- Dilin Bir Bölümü Kesilecek Olursa:
21- Lâl Kimsenin Dilini Kesmek:
24- Başta ve Vücudun Diğer Bölgelerindeki Yaralamalar;
25- Baş, Yüz ve Vücudun Sair Bölgelerindeki Yaralamaların
Diyetleri:
26. Tokat ve Benzeri Cinayetlerde Kısas:
27- Kamçı Darbesi
Dolayısıyla Kısas:
28- Kadınların Yaralanmalarının Diyeti:
29- Önemli Bir Faydası Olmayıp, însan Vücudunda Güzellik
Arzeden Organlar:
30- Kısas Hakkını Bağışlamak Bir Sadakadır:
2- Her Bir Ümmefin Şerâtini ve Yolunu Belirleyen Yüce
Allah'tır;
1- Güçlü İle Zayıf Arasında Ayırım Cakiliye Hükmüdür:
2- Çocuklar Arasında Ayırım Gözetmek de Cahili Bir
Uygulamadır:
3- Hükmü Allah'tan Daha Güzel Kimse Olamaz;
1- Yahudiler ve Hıristiyanlar Birbirlerinin
Velileridirler:
2- Onları Veli Edinen Mü'minlerin Durumu;
2- Allah'ı Sevenler ve Allah'ın Sevdikleri:
4- Allah Yolunda Cihad Edenler ve Allah'tan Başkasından
Korkmayanlar:
1. Nüzul Sebebi ve Buyruğun Kapsamı:
2- Rükû Halinde İken Zekât Vermekten Kasıt:
1- Nüzul Sebebi ve Dine Karşı Olanların Veli
Edinilemeyeceği:
2- Kâfir ve Müşriklerden Yardım Almanın Hükmü:
3- Ezan ve Kamet Getirmenin Hükmü:
5- Tesvîb (es-Sâlatu Hayrun Mine'ru-nevm Demek):
7- Ezan Okuyan ile Kamet Getirenin Ayrı Kimseler
Olmaları;
çok sahih haberlerde ayaklan yıkamayı terk edenlere yapılan tehditlerle daha
da ağırhk kazanır.
Diğer taraftan baş
hakkında mesh, ayaklardan önce mef ul olmak üzere yıkanan şeyler (eller ve
ayaklar) arasına girmek suretiyle sırasını beyan etmek için girmiştir. Buna
göre ifadenin takdiri şöyle olur: Sizler yüzlerinizi, dirseklerinize kadar
ellerinizi, topuklarınıza kadar ayaklarınızı yıkayınız, başlarınıza da mesh
ediniz. Baş ayaklardan önce bir mePul olduğuna göre, tilavette de onlardan öne
gelmiştir. -Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır-. Yoksa baş, ayaklardan önce
zikredildiği için abdestin sıfatı hususunda ayaklar onunla ortak özellikte
olduklarından dolayı değildir.
Âsim b. Küleyb, Ebu
Abdurrahman es-Sülemrden şöyle dediğini rivayet e-der: Hz. Hasan ile Hz.
Hüseyin -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- bana: diye (ayaklarınızı da
mesnedin anlamına gelecek şekilde lam harfini esreli olarak) okudular. Bu
sırada davacılar arasında hüküm vereh Ali (r.a) bunu işitti ve: Ayaklarınızı da
(yıkayın anlamına gelecek şekilde "lâm" harfini üstün olarak) diye
düzeltti. İşte bu, (âmili itibariyle) mukaddem olan, söz ve söylenişi İtibari
ile mualıher olan türdendir.
Ebu İshâk,
el-Haris'ten, o, Ali"(r.a)'dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ayaklan
topuklara kadar yıkayınız. İbn Mes'ud ile îbn Abbas'tan da bu kelimenin
"lâmH harfini nasb ile;
Ayaklarınızı da (yıkayın), şeklinde okudukları rivayet edilmiştir.
"Ayaklar"
anlamındaki kelimenin "lân harfinin esreli okunuşu, ayakların kayıtlı
olarak mesh edileceklerini belirtmek için gelmiştir. Bu kayıt da ayakların
mestli olmaları halidir. Biz bu kaydı, Rasulullah (sav)'dan öğrenmiş bulunuyoruz.
Zira, ayaklarında mest bulunmaksızın ayaklarını meshettiğine dair sahih bir
rivayet gelmiş değildir. Böylelikle Peygamber (sav), fiili ile hangi durumda
ayağın yıkanacağını, hangi durumda da mesh edileceğini belirtmiş olmaktadır,
da denilmiştir. Bu da güzel bir açıklamadır.
Denilse ki: Mestler
üzerine mesh etmek el-Maide sûresi ile (bu âyet-i kerimedeki bu kelimenin
esreli okunuşu ile) nesli edilmiştir. Nitekim îbn Ab-bas böyle demiş, Ebu
Hureyre ve Aişe neshi reddetmiş, Mâlik de pndan gelen bir rivayete göre onu
reddetmiştir. Şöyle cevap verilir. Bir şeyi bir kimse reddeder, ondan bir
başkası da kabul ederse, reddedenin delili yok demektir Mestler üzerine mesh
edileceğini ise, ashabtan ve başkalarından pek çok sayıda kimse kabul etmiştir.
el-Hasen der ki:
Peygamber (sav)'ın ashabından yetmiş kişi, mestler üzerine mesh ettiklerini
bana nakletmişterdir. Hemmam'dan sahih nakil ile sabit olduğuna göre o şöyle
demiştir Cerir, önce küçük abdest bozdu, sonra abdest aldı ve mestleri üzerine
mesh etti. İbrahim en-Nehaî der ki: Rasulul-lah (sav) da önce küçük abdestini
bozdu, sonra abdest aldı ve mestleri üzerine mesh etti. İbrahim en-Nehaî
devamla der ki: Bu hadis, (ilim adamlarının) hoşlarına giderdi. Çünkü Cerir'in
İslama girmesi, e)-Maide sûresinin nüzulünden sonra olmuştu.[1] Bu
ise karşı görüşü savunup da el-Vakidînin, Abduîhamid b. Cafer'den, onun
babasından, Cerir'in Ramazan ayınm onaİ-tıncı gününde İslama girdiğini ve
el-Maide sûresinin İse Züllücce ayında, are-fe gününde nazil olduğu şeklinde
varid olan ve delil diye gösterdikleri bu rivayeti reddeden açık bir nasstır.
Çünkü onların naklettikleri bu rivayet, oldukça vâhî (gevşek ve sağlam
olmayan) bir rivayet olduğundan dolayı sabit olamayan bir hadistir. el-Maide
sûresinden, arafe gününde nazil olan daha önce de belirtildiği gibi:
"Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim..." ayetidir. Ahmerî b.
Hanbel der ki: Ben, mestler üzerine mesh hususunda Cerir'in rivayet ettiği
hadisi güzel buluyorum. Çünkü orîün İslama girişi el-Maide sûresinin nazil
oluşundan sonradır. Ebu Hureyre ve Aişe (r.anhuma)'dan gelen rivayetler ise
onlardan sahih olarak gelmiş değildir. Zira, Aişe'nin bu hususta herhangi bir
bilgisi yoktu. Bundan dolayı Hz. Aişe bu hususta kendisine .soru soran kimseyi Ali
(r.a)'a göndermiş ve ona havale ederek şöyle demiştir; Sen ona sor. Çünkü o,
Rasulullah (sav) ile birlikte yolculuğa çıkardı...[2]
İmam Mâlik'ten gelen
ve onun mestler üzerine meshi reddettiğine dair rivayet ise münk,er bir
rivayettir ve sahih değildir. Sahih ise, onun ölümü esnasında İbn Nâfi'e
söylediği şu sözlerdir: Ben, özet olarak kendim ayaklan yıkama görüşünü
alırdım. Bununla birlikte (mestler üzerine} ayaklarını mesh eden kimsenin
yerine getirmesi gerekenler hususunda kusurlu davrandığı görüşünde de
değildim. İşte Ahmed b. Hanbel de, İbn Vehb'in Mâlikten naklettiği: "Ben,
mukimken olsun, yolculukta iken olsun mesh etmem" şeklindeki sözlerim
buna göre yorumlamıştır. Ahmed der ki: Nitekim İbn Ömer'den de onun
etrafındakilere mestlerine mesh etmelerini emrettiği halde, kendisinin
mestlerini çıkartıp abdest alırken onları yıkadığını ve; "Abdest almak
bana sevdirildi" dediği rivayet edilmiştir. Buna yakın bir rivayet Ebû
Eyyub'dan da gelmiştir. Ahmed (r.a) der ki: Her kim bunu (mestler üzerine mesh
etmeyi).İbn Ömer, Ebû Eyyub ve Mâlik'in yaptığı şekilde terkedecek olursa, bu
yaptığını reddetmem. Bununla birlikte de böyle birisinin arkasında namaz kılarız
ve ayıplamayız. Ancak, bunu bir takım bid'at ehli kimselerin yaptığı gibi
mestler üzerine meshi caiz görmediği için terketmesî hali müstesnadır, böyle
birisinin arkasında namaz kılmayız. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Yüce Allah'ın: şeklindeki
üâm harfinin csreli okunuşu şeklindeki) kıraatin sadece lafza atfedilip, manaya
atfedilmemiş olduğu da söylenmiştir.
Bu da aynı şekilde
yıkamaya delâlet eder. Çünkü, gözönünde bulundurulan manadır, lafız değildir.
Onun esreli okunuşu ise, arapların yaptığı gibi, civar (yakınlık, komşuluk)
dolayısıyla bir çerdir. Bu husus, Kurân-ı Kerimde olsun, başka yerlerde olsun
varid olmuştur Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Üzerinize alevli
ateş ve erimiş bakır bırakılır" (er-Rahman, 55/35) şeklinde (ötreli olması
gerekiyorken) esreli olarak okunmuştur.[3]
Çünkü, bilindiği gibi
nühâs, duman anlamındadır. Yine yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
lakis o, çok şerefli
bir Kur'ân'dır. Levh-i mahfuzdadır" (el-Burûc, 85/21-22) şeklinde (son
kelimesi) esreli olarak okunmuştur,
[4]
Şair İmruu'1-Kays da
der ki:
"(Yağmur
kendisini tepeden tırnağa kadar ıslatmış olduğu için babamız), insanlar
arasında baştan aşağıya çizgili bir elbiseye bürünmüş yaşlı bir kimseye
benziyordu.'
Böylelikle o, mısraın
son kelimesinin i'rabı merfu' olması gerekiyorken, civar dolayısıyla esreli
okumuştur. Şair Züheyr de şöyle demektedir:
"Zaman onu
oyuncak etti ve değiştirdi onu
Benden sonra önüne
kattığı toprağı sürükleyip götüren rüzgârlar ve yağmurlar,71
Ebû Hatim der ki:
Burada (yağmur anlamına gelen) son kelimenin merfu' olması gerekirdi. Ancak o,
kendisinden önceki kelimeye civarı dolayısıyla esreli okumuştur. Nitekim
araplar şöyle der: Bu harab olmuş bir kertenkele deliğidir. Burada (harab olmuş
anlamına gelen kelimeyi) merfu' olması gerekirken esreli okumuştur. Bu,
el-Ahfeş ile Ebû Ubeyde'nin görüşüdür, en-Nehhâs ise bunu kabul etmez ve şöyle
der: Bu büyük bir yanlışlıktır. Çünkvi, civarın konuşmada kıyasa esas kabul
edilmemesi gerekir. Çünkü bir yanlışlıktır, bu yanlışlığın (şiirdeki) benzeri
ise "ikvâ"dır.[5]
Derim ki: Ayaklar
hakkında farz olanın yıkamak olduğu hususunda hükmü kesinleştiren daha önce
verdiğimiz açıklamalar ile, Hz. Peygamberin söylediği sabit olan:
"Topukların ve ayakların iç taraflarının ateşten vay hallerine"[6]
buyruğudur. Hz. Peygamber, yüce Allah'ın muradına muhalefet dolayısıyla bize
ateşi hatırlatarak bizi korkutmaktadır. Bilindiği gibi, vacibi (Farzı)
terkedenden başkası ate§ ile azab edilmez.
Yine bilindiği gibi
rnesh etmek, uzvun tamamım kaplaması anlamına gelmez. Ayakların meshedüeceğini
söyleyenler, ayakların iç taraflarının değil de, üst taraflannın mesti
edileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Bu hadis-î şerif ile ayakların mesh
edileceğini söyleyenlerin görüşlerinin batıl olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Zira, meslıi kabul edenlere göre, ayakların iç taraflarının meşinle bir ilgisi
yoktur. Ayakların iç taraflarına mesh ile değil, ancak yıkamakla ulaşılır
İcma cihetinden bîr
diğer delil de şudur: Ayaklarını yıkayan bir kimsenin üzerinde vacib olanı
yerine getirdiği ittifakla kabul edilmiş olmakla birlikte, ayaklarını mesh eden
kimse hakkında bu açıdan ihtilaf etmişlerdir. O halde yakın (kesin) olan,
hakkında ihtilaf edilen değil, icma ile kabul olunandır. Büyük bir çoğunluk,
kâfenin kâffeden (yani mütevatir şekilde), onların da peygamberlerinden şunu
naklettikleri sabittir: Hz. Peygamber abdest aldığı sırada bir iki ve üç defa
-onlan iyice temizleyinceye kadar- yıkardı. Daha önce yaptığımız açıklamalar
ile birlikte ayakların yıkanacağına dair delil olarak bu kadarı yeterli
görülmelidir. Böylelikle açıkça ortaya çıkmış oluyor ki, bu kelimenin lâmw
harfinin esreli okunuşunun da anlamı -Önceden de açıkladığımız gibi- mesh
etmek değil, yıkamaktır. Ve yüce AlUh'mz' Ayaklarınızı da (yıkayın)"
buyruğundaki amil, yüce Allah'ın; "Yıkayım'' buyruğudur. Araplar ise
fiil, birden çok şeyler arasında yalnızca birisine ait olmakla birlikte bir
diğer şeyi de o şeye atfedebılmektedir. Mesela, ekmek ye süt yedim denilir Bu
da, ekmek yedim, süt içtim demektir. Şairin şu mısraı da bu kabildendir:
"Ben ona yem
olarak saman ve soğuk su verdim. Bir başka şair de şöyle demektedir:
"Kocanı savaşta
gördüm ben
Bir kılıç kuşanmış ve
bir de mızrak.
Bir diğeri de şöyle
demektedir:
"...Ve yavruladı
İki vadinin etrafında
Ceylanları ve Deve kuşları.
Bir tiiğer şair de
şöyle demektedir:
"Sütü çokça içen
ve hurmayı ve keş'i."
Bu ifadelerin takdiri
ise (sırası ile) şöyledir: Ben ona yem olarak saman verdim ve ona su içirdim;
Kılıç kuşanmış ve mızrak taşımış olarak; vadinin iki tarafında Ceylanları
yavruladı, Deve kuşları ise yumurtladı. -Çünkü Deve kuşları yavrulamaz, olsa
olsa yumurtlar-; Süt içen ve Hurma ve keş yiyen... Bu durumda yüce Allah'ın:
"Başlarınıza mesh edin... ayaklarınızı da (yıkayın) buyruğunda, lafzen
meshe atıf olmakla birlikte, mana ciheti ile yıkamaya atıf olup, maksat
ayakların yıkanmasıdır.Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.[7]
Yüce Allah; "Her
iki topuğunuza kadar..." diye buyurmaktadır.
Buharî şunu rivayet
eder: Bana Musa anlattı, dedi ki: Bize, Vuheyb Amr'dan -îbn Yalıya- haber
verdi, Amr babasından dedi kî: Ben, Amr b. Ebî Hasen'in, Abdullah b. Zeyd'e
Peygamber (savVın abdesti hakkında soru sorduğuna tanık oldum. (Abdullah b.
Zeyd) su dolu bir kab getirilmesini istedi. Onlara Peygamber (sav)'ın abdest
alıcı gibi abdest aldı. Kaptan eline su boşalttı ve ellerini üç defa yıkadı.
Daha sonra elini su kabına sokarak üç avuç alıp ağzını çalkaladı, burnuna su
çekti ve sümkürdü. Sonra, elini (yine su kabına} sokarak üç defa yüzünü
yıkadı. Sonra yine elini (.kaba) sokarak üç defa (Buharî'de iki defadır)
dirseklerine kadar ellerini yıkadı. Daha sonra yine elini (kaba) sokarak başını
nıesh etti ve bir defa ellerini öne ve arkaya getirip götürdü. Sonra da
ayaklarını topuklara kadar yıkadı.
[8]
İşte bu hadis-i şerif,
yüce Allah'ın: "Başlarınıza mesh edin" buyruğunda yer alan
"be" harfinin zaid olduğunun delilidir. Çünkü, (hadis rivayetinde) bu
harfi kullanmaksızın "başını mesh etti" demiştir. Diğer taraftan
başın meshi bir defadır. Müslim'in Sahih'inde bu husus, Abdullah b. Zeyd yoluyla
gelen hadiste "ellerini ileri ve geri götürüp getirdi" sözünün
açıklaması şöylece gelmiştir: (Meshetmeye) başının ön tarafından başladı ve
sonra da ellerini kafasının arkasına kadar götürdü. Daha sonra da yine
ellerini başladığı yere getirinceye kadar geri getirdi.
[9]
İlim adamları,
"topuklar" hakkında ihtilaf etmişlerdir. Cumhur, ayağın her iki
tarafında tümsekçe görülen iki kemik olduğu görüşündedir. el-Esmaî ise,
insanların, topuk ayağın üst tarat'mdadır, şeklindeki sözlerini kabul etmez.
Bunu es-Sıkah'la nakletmektedir.
İbnü'l-Kasımın da
böyle dediği rivayet edildiği gibi, Muhammed b. el-Ha-sen de böyle demiştir.
İbn Atiyye de der ki: Ben, herhangi bir kimsenin abdest sınırını buraya kadar
kabul ettiğini bilmiyorum. Fakat Abdulvehhab "et-Telkin" adlı
eserinde bu hususta karışık ve insanı tereddüde düşüren ifadeler kullanmıştır.
Şafiî (Allah'ın
rahmeti üzerine olsun) da şöyle demektedir: Topukların, bacak ekleminin
(ayakla) birleştiği yerdeki iki kemik olduğu hususunda farklı kanaat bildiren
kimseyi bilmiyorum Taberî de Yûnus'tan, o, Eşheb'den, o, Mâlik'ten şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Abdestin kendilerine kadar ulaştırılması gereken
iki topuk, ayak ökçesinin karşısında bulunan ve bacağa bitişik (çıkıntı yapan)
iki kemiktir. Yoksa topuk, ayağın üst tarafındaki çıkıntı değildir.
Derim
ki: Hem dilde, hem de Hz, Peygamberin sünnetinde sahih olan da budur. Çünkü,
arapçada topuk (el-Ka'b) kelimesi, yükseklik anlamından alınmıştır. Kâ'beye bu
isim buradan verilmiştir. Memelerin tomurcuklanmasını ifade etmek için de bu
tabir kullanılır. Kanalın ka'b'i, kanal borusu demektir. Her iki boğum
arasmdak. boruya da kab denilir. Teşbih yoluyla şeref ve şan hakkında da
kullanılabilir Hadis-i şerifteki: "Allah'a andolsun ki, şan ve şerefin
devamlı yüksek kalacaktır."
[10]
Sünnetten bu lafzın
topuk anlamına geldiğine dair delile gelince, Peygamber (sav), Ebû Davud'un
en-Nu'man b Beşir'den rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Allah'a yemin
ederim, ya saflarınızı dosdoğru yaparsınız, yahut da Allah kalpleriniz arasına
ayrılık koyar" (en-Nu'man) dedi ki: Bunun üzerine baktım ki kişi, omuzunu
arkadaşının omuzuna, dizini arkadaşının dizine, topuğunu (ka'b'ını)
arkadaşının topuğuna (kab'ına) yapıştırıyor.[11] Akb
ise, ayağın arka tarafında ökçe sinirinin altındadır. Ökçe siniri (ukûb) ise bacak
ve ayağın eklem yeridir,
Hz. Peygamberin ayak
ökçesi ile bacağın arka tarafının birleştikleri kalınca (kıkırdakımsı) damarın
(ukrûb'un : ökçe sinirinin) ateşten dolayı vay haline"[12] diye
buyurmuştur. Yani buralar yıkanmayacak olursa,. Nitekim Hz. Peygamber:
"Ayak topuklarının ve ayakların iç taraflarının cehennemden dolayı vay
hallerine."[13]
İbn Vehb, Mâlikten
şöyle dediğini nakletmektedir: Abdest alırken olsun, guslederken olsun, kişinin
ayak parmaklarının arasını yıkamak yükümlülüğü yoktur. Zora koşmakta ve
aşırıya gitmekte de bir hayır yoktur. İbn Vehb der ki: Ayak parmaklarının
arasını yıkamak teşvik edilmiş bir husustur. El parmaklarının arasının
yıkanması ise kaçınılmaz bir şeydir. İbnü'l-Kasım, Mâ-lik'ten şöyle dediğini
nakletmektedir: Ayak parmaklarının arasım hilalleme-yene birşey gerekmez.
Muhammed b. Halid, İbnül-Kasım'dan, o, Mâlik'ten bir nehirde abdest alıp
ayaklarını hareket ettiren kimse hakkında şöyle dediğini nakletmektedir:
Elleriyle ayaklarını yıkamadığı sürece bu kendisi için yeterli değildir.
İbnü'l-Kasım da der ki: Ayaklarından birini diğeri ile yıkiya-bilirse, bu da
onun için yeterli olur.
Derim ki: Sahih olan,
ayağın diğer kısımlarında olduğu gibi, her iki ayağın (parmaklarının) arasını
da yıkamadıkça bunun yeterli olmayacağıdır, Çünkü, nasıl ki el parmaklan elden
ise, bunlar da ayaktandırlar. El parmaklarının birbirlerinden rahat
ayrılabilir olmalarıyla ayak parmaklarının birbirine bitişik olmalarına da
itibar edilmez. Çünkü, kişi nasıl elinin tümünü yıkamakla emrolunmuş ise,
ayağının da tümünü yıkamakla emr olunmuştur.
Peygamber
(sav)'dan rivayet olunduğuna göre, abdest aldığı vakit, serçe parmağıyla ayak
parmaklarının arasını ovalardı.
[14] Diğer
taraftan, Hz. Peygamberin ayaklarını yıkadığına dair rivayetler de sabit
olmuştur. Bu rivayetler ise umumu (parmak aralan dahil olmak üzere tamammO
yıkamayı gerektirir. Mâlik (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) ömrünün
sonlarında, ya serçe parmağıyla veya herhangi bir parmağıyla ayak
parmaklarının arasını ovalardı. Buna sebep ise, İbn Vehb'in kendisine, tbn
Lehîa'dan, el-Leys b. Sa'd'ın da Yezid b. Amr el-Gıfarî'den, o, Abdurrahman
el-Hubullîden, o, el-Müstevrid b. Şeddâd el-Kureyşî'den naklettiği şu hadisi
şerittir. el-Müstevrid dedi ki: Ben, Rasulullah (sav)'ı abdest alırken gördüm.
Serçe parmağı üe ayak parmaklarının arasını hilallerdi. İbn Vehb dedi kî:
Mâlik bana, bu gerçekten güzel bir şeydir ve ben bunu ancak şu anda işittim,
dedi[15]
îbn Vehb der ki: Ben,
Mâlik'e bundan sonra abdest alırken parmak aralarını hilalleme hakkında soru
sorulduğunu ve bunun yapılmasını emrettiğini duydum.
Huzeyfe de Peygamber
tsayVın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Parmak aralarını hilalleyin
(yıkayın) ki, onların aralarına ateş girmesin."
[16] Bu
ise, hilallemeyi terki tehdit hususunda açık bir nassUr. Böylelikle bteim
dediğimiz sabit olmaktadır.
Başarıya
ulaştıran Allah'tır.
[17]
Âyetin lafızları,
abdest azaları arasında muvalâtı (birini diğerinin ardı arkasına yıkamayı)
gerektirmektedir Muvalât; abdest alan kimsenin abdest bölümleri arasında
herhangi bir süre sokmaksızın, fiilleri ardı arkasına yapması ve abdestten
olmayan bir fiili de araya sokuşturmaması dernektir.
Bu Hususta ilim
adamlarının farklı görüşleri vardır îbn Ebi Seleme ile İbn Vehb der ki: Bu,
hatırında olsun veya olmasın abdest farzlarından bir farzdır. Her kim, kasti
olarak ya da unutarak abdest azalarını (yıkamakta) birbirinden ayırırsa, bu
onun için yeterli olmaz.
İbn Abdilhakem ise,
ister unutsun isterse de kasti olarak terketsin (mu-valâtsız olarak) aldığı
abdest onun için yeterlidir. Mâlik ise, el-Müdevvene ve Kitab-ı Mukammed'de
şöyle demektedir: Muvalât sakıttır. (Yani, muvalât mükellefiyeti yoktur).
Şafiî de böyle demiştir. Mâlik ve İbnü'l-Kasım der ki: Kasti olarak ayrı ayrı
yıkarsa, bu abdesti olmaz. Unutarak yaparsa olur.
Mâlik, İbn Habib
yoluyla gelen rivayette şöyle demiştir: Muvalâtı terket-mek, yıkanan abdest
azaları hakkında olur, fakat meshedilen aza için yeterli olmaz.
Bu hususta böylece beş
ayrı görüş ortaya çıkmaktadır ki, bunların iki asli dayanağı vardır.
Birincisi: Şanı yüce Allah mutlak bir emir vermiş bulunmaktadır. O halde sen,
bu emirleri istersen peş peşe yerine getir, istersen ay-n ayn yerine getir.
Çünkü asıl maksat, namaza kalkmak esnasında bütün azaların yıkanmış olmasıdır.
İkincisi ise, bu
organları yıkamak değişik rükünleri olan birtakım ibadetlerdir. Namazda olduğu
gibi bunların da ardı arkasına yapılması icabeder. Bu ise daha sahihtir.
Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
[18]
Yine âyet-i kerimenin
lafızları tertibi de ihtiva etmektedir. Bu hususta görüş ayrılığı vardır.
el-Ebherî der ki: Tertip (âyette zikredilen sıraya uygun abdest almak) bir
sünnettir. Mezhebin zahir görüşü, unutan kimse için sıralamayı bozarak abdest
almanın dahi yeterli olacağı şeklindedir
Kasten bu sırayı bozan
hakkında ise farklı görüşler vardır. Bu şekilde sırayı bozması onun için
yeterli olmakla birlikte, gelecekte tertibe uygun olarak abdest alır,
denilmiştir.
Kadı Ebû Bekr ve
başkaları İse, böyle bir şekildeki abdest yeterli olmaz, demektedir. Çünkü
böyle bir kişi, abes bir iş yapmaktadır. Şafiî ve diğer arkadaşları da bu
kanaattedir. Ahmed b. Hanbel, Ebû Ubeyd el-Kasim b, Sel-lâm, İshâk ve Ebû Sevr
de bu görüştedir, Mâlik'in arkadaşı Ebû Mus'ab da bu kanaattedir ve bunu
Muhtasar'ında zikretmiştir. Bunu, Medine alimlerinden nakletmektedir ki, Mâlik
de, abdest alırken ellerini (dirseklerine kadar) yüzünden önce yıkayıp âyet-i
kerimedeki tertibe riayet etmeden abdest alan kimsenin, o abdest ile kılmış
olduğu namazlan iade etmekle yükümlü olduğu hususunda Medine alimleri ile aynı
görüştedir.
Bununla beraber Mâlik,
kendisinden nakledilen rivayetlerin çoğunda ve en meşhurlarında şu kanaattedir:
"Vav" atıf edatı, arka arkaya yapmayı gerektirmediği gibi, tertibi
ve sıralamayı da ifade etmez. Ebû Hanife'nin, arkadaşlarının, es-Sevrî'nin,
Evzaî'nin, Leys b, Sa'd'ın, Müzenî'nin ve Dâvud b.
Ali'nin görüşü de
budur.
el-Kiya et-Taberî der
ki: Yüce Allah'ın: "Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın1*
buyruğu, Şafiî'nin mezhebinde sahih kabul edilen görüşe göre, ister ayrı ayrı
yıkasın, ister bir arada yıkasm, ister peş peşe yıkasın yeterli olmasını
gerektirmektedir. Aynı zamanda bu, ilim adamlarının çoğunluğunun da görüşüdür.
Ebû Ömer (b.
Abdi'1-Berr) der ki: Ancak Mâlik, daha sonra kılacağı namazlar için, sıraya
uygun şekilde yeniden abdest almasını müstehab kabul etmekle birlikte böyle
bir şeyi yapmanın vacib olduğu görüşünde değildir. Onun mezhebinden anlaşılan
budur. Ali b. Ziyad da Mâlikten şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bir kimse,
önce kollarını yıkasa, sonra yüzünü yıkasa, daha sonra da sırasını hatırlayacak
olsa, kollarını tekrar yıkar. Eğer namaz kılın-caya kadar bu sırayı
hatırlamayacak olursa, abdesüni de namazını da iade e-der. Ali (b Ziyad) dedi
ki: Bundan sonra ise şöyle dedi: Hayır namazı iade etmez, fakat daha sonra
kılacağı namazlar için abdestini tekrar eder.
Bu
husustaki görüş aynlığının sebebine gelince, yüce Allah'ın: "Yıkayın"
buyruğundaki "fa" harfinin takibi gerektirdiği hususudur. Bu harf,
bir şartın cevabı olarak geldiğinden dolayı, şart koşulanı bu şarta bağlamış
olur. Buna göre, hepsinde tertibi gerektirmektedir. Buna şu şekilde cevap verilmektedir:
Bu "fa" yüzden başlamayı gerektirmektedir. Zira, şartın cevabı budur.
Hepsinde tertibi gerektirmesi ise, şartın cevabının tek bîr mana oİma-sı
halinde sözkonusu olurdu. Hepsi ayrı cümleler halinde bir cevap teşkil ettiklerine
göre, artık hangisini yıkamaya başlarsan aldırma. Zira istenen şey, bu şartın
cevabının gerçekleştirilmesidir.
Şöyle de
denilmiştir: Tertibe riayet âyeti kerimedeki atıf için kullanılan
"vav"dan ötürüdür. Ancak durum böyle değildir. Zira, bir kimse, Zeyd
ve Amr dövüştü. Bekir ve Halid davalaştı diyecek olursa, buradaki
"vav" harfinin umü-fâale" kipi dolayısıyla kullanılması,
"vav"ın tertip (sıralama) için kullanılmasına imkârî vermez. Doğru
olan şöyle demektir: Abdest azaları ile ilgili ter-tib dört husustan
anlaşılmaktadır:
1) Hz, Peygamberin hacc esnasında: "Allah'ın kendisinden
başladığından biz de başlarız"
[19] dediği
şekilde, Allah'ın başladığı ile başlamak,
2) Selefin
icmaı. Çünkü onlar tertibe riayet ediyorlardı.
3) Abdesti
namaza benzetmek,
4)
Rasulullah (sav)'ın bu hususa devam etmesi.
Bunun
(yani tertibe riayet etmemenin) caiz olduğunu kabul edenler cü-nupluk
dolayısıyla organların yıkanması için tertibin gerekmediği hususunda icmaın
bulunduğunu delil gösterirler. İşte abdest azalarını yıkamakta da durum
böyledir. Çünkü, abdestte nazarı itibara alınan husus yıkamaktır. Sıraya göre
başlamak değildir.
Hz.
Ali'den de şöyle dediği rivayet edilmektedir: Ben, abdestimi tamam aldıktan
sonra azalarımdan hangisiyle başladığıma aldırış etmem.[20]
Abdullah b, Mes'ud'dan şöyle dediği rivayet edilmiştir: Ellerinden önce
ayaklarını yıkamaya başlamanda bir mahzur yoktur. Dârakutnî der ki: Bu, mürsel
bir rivayettir, sabit olmaz.[21] Evla
olan ise tertibin vücubudur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
[22]
Abdestle uğraşmak
halinde, eğer namaz vakti çıkacaksa, ilim adamlarının çoğunluğuna göre teyemmüm
etmez.
Mâlik; böyle bir
durumda teyemmüm etmeyi caiz kabul eder. Çünkü teyemmüm asıl itibariyle namaz
vaktini muhafaza etmek için gelmiştir Eğer böyle bir durum söz konusu
olmasaydi, namazın suyun bulunacağı zamana kadar tehir edilmesi icabederdi.
Cumhur ise, yüce
Allah'ın: "Su bulamamıssaııız o vakit... teyemmüm edin" buyruğunu
delil göstermişlerdir. Böyle bir kimse ise gerçekte su bulmaktadır.
Dolayısıyla o, teyemmümün sahih olabilmesi için gerekli şarttan mahrumdur, o
bakımdan teyemmüm edemez.
[23]
Kimi İlim adamı bu
âyet-i kerimeyi necasetin izale edilmesinin vacib olmadığına delil
göstermiştir. Çünkü yüce Allah: "Namaza kalkacağınız zaman" diye
buyurmuş ve istincadan söz etmeksizin abdest almaktan söz etmiştir. Eğer
necasetin izale edilmesi vacib olsaydı, öncelikle ondan söz edilmesi gerekirdi.
Bu, Ebû Hanife'nin, mezhebine mensup ilim adamlarının görüşüdür. Ayrıca,
'Eşheb'in Mâlik'ten yaptığı bir rivayet de böyledir.
İbn Vehb ise,
Mâlik'ten şöyle dediğini nakletmektedir; İster hatırlasın, ister unutmuş olsun
necasetin izale edilmesi vacibtir. Bu, aynı zamanda Şafiî'nin de görüşüdür.
İbnü'l-Kasım der kî:
Hatırlaması halinde izale edilmesi vacibtir. Unuttuğu takdirde ise, sakıt olur.
Ebû
Hanİfe ise der ki: Eğer Bağlı dirhem
[24] bununla
miskal şeklindeki büyükçe dirhemi kastetmektedir- miktarından fazla olursa,
necasetin izale edilmesi icabeder. Ebû Hanife bunu, af olunan ve necasetin
alışılmış çıkış yerine kıyasen söylemiştir. Sahih olan ise, İbn Velıb'in
yaptığı rivayettir. Çünkü Peygamber (sav) kabirdeki iki kişi ile ilgili olarak
şöyle buyurmuştur: "Şüphe yok ki bu iki kişiye azap edilmektedir. Bununla
birlikte büyük bir şeyden ötürü onlara azap edilmiyor. Bunlardan birisi laf
alıp götürürdü. Diğeri ise, sidiğinden gereği gibi korunmuyordu.[25]
Azap ise, ancak vadb
olan birşeyin terkedilmesi dolayısıyla sözkonusu olur. Kur'an-ı Kerimin (bu
âyetinin) zahirinde ise buna dair (aleyhte) delil olacak bir taraf yoktur. Çünkü
şanı yüce Allah, abdest ile ilgili âyet-i kerimede özel olarak abdestin
niteliklerini beyan buyurmuş ve ne necasetin izale edilmesini, ne de başka
herhangi bir şeyi sözkonusu etmiştir.
[26]
Ayeti kerime aynı
şekilde -açıkladığımız gibi- mestler üzerine meshe de delalet etmektedir. Bu
hususta îmam Mâlik'ten üç rivayet vardır:
1)
Haricilerin söylediği gibi mutlak olarak mestin üzerine meshetmeyi kabul
etmemek. Böyle bir rivayet münker bir rivayettir ve sahih değildir. Bu konudaki
açıklamalar da önceden geçmiştir.
2) Mukimken
değil de yalnızca yolculuk halinde iken meshetmek. Çünkü mesh ile ilgili
hadislerin büyük çoğunluğu, yolculuk halinde varid olmuştur.
3) Ancak,
Hz. Peygamber'in çöplükte abdest bozduğuna dair hadis-i şerif, mukimken de
meslıin caiz olduğuna delalet etmektedir. Bu hadisi Müslim Hz. Huzeyfe yoluyla
rivayet etmiştir. Huzeyfe dedi ki: Ben ve Rasulullah (sav) birlikte yürüyorduk.
Hz. Peygamber bir duvarın arka tarafında bulunan bir feavmin çöplüğüne gitti.
Sizden herhangi biriniz nasıl ayakta dikiliyorsa öylece durdu ve küçük
abdestini bozdu. Ben ondan uzaklaştım. Bana işaret edince geldim ve topuğunun
yanında işini bitirinceye kadar ayakta durdum.
[27]Bir
rivayette de şu fazlalık vardır: Sonra abdest aldı ve mestleri üzerine mesh
etti.
[28]
Bunun bir benzeri de
Şureyh b. Hâni yoluyla gelen şu hadis-i şeriftir. Şu-reyh dedi kî: Bent Aişe'ye
mestler üzerine meshe dair soru sormak üzere gittim, şöyle dedi: Sen, İbn Ebi
Talib'in yanına git. Ona sor. Çünkü, Rasulullah (sav) ile birlikte o yolculuk
yapardı. Ona sorunca şöyle dedi: Rasulullah (sav) yolcu için, geceli gündüzlü
üç gün, mukim için de bir gün ve bir gece (mesh etme süresi) tayin eni[29]Bu
ise Mâlik'ten gelen üçüncü rivayettir ve buna göre hem mukimken, hem de
yolculukta meslı ederdi. Buna dair açıklamalar da daha önceden geçmiş
bulunmaktadır.
[30]
Mâlik'e göre yolcu,
belli bir vakitle sınırlı olmasızın mestlerine mesh edebilir. Aynı zamanda bu,
el-Leys b. Sa'd'ın da görüşüdür. İbn Vehb der ki: Ben, Mâlik'i şöyle derken
dinledim: Bizim bu şehrimiz ahalisine göre bu hususta belli bir süre sözkonusu
değildir.
Ebû Dâvud da Ubey b.
Umare'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ey Allah'ın Rasulü, mestler
üzerine mesh edeyim mi? Hz. Peygamber: Evet diye buyurdu. Bir gün mü, diye
sordu, Hz. Peygamber; Evet bir gün, diye buyurdu. Yine: İki gün mü, diye
sordu, Hz. Peygamber: Evet, iki gün diye buyurdu. Peki, üç gün mesh edebilir
miyim diye sorunca, Hz. Peygamber: Evet istediğin kadar süreyle meshedebilirsin
diye buyurdu. Bir rivayette de: "Evet, mesh etmek istediğin sürece
meshedebilirsin " diye buyurdu. Ebû Dâvud der ki: Ancak bu hadisin
senedinde ihtilaf vardır. Pek kuvvetli değildir.
[31]
Şafiî, Ahmed b.
Hanbel, en-Nu'man (b. Sabit, yani, Ebû Hanife) ve Taberî der ki: Mukim kimse
bir gün bir gece, yolcu olan da geceli gündüzlü üç gün mesh eder. Bu
görüşlerini Şureyh yoluyla, ve onun benzeri yollarla hadislere binaen
belirtmişlerdir. Mâlik'ten de Harun'a veya halifelerden birisine gönderdiği
mektubunda bu görüş rivayet edilmekle birlikte, Mâlik'in mezhebine mensup ilim
adamları bunu kabul etmemektedirler.
[32]
Hepsine
göre mesh etmek, mestlerini abdestli olarak giyen kimse için mümkündür. Çünkü,
Muğire b. Şube yoluyla gelen hadiste Muğire şöyle demiştir: Bir yolculukta,
bir gece Peygamber (sav) ile birlikte idim... Bu hadiste şunlar da
zikredilmektedir: Onun mestlerini çıkarmak için eğildim, şöyle buyurdu:
"Onları bırak. Çünkü ben, mestlerimi temiz iken (abdestli iken)
giydim" dedi ve mestleri üzerine mesh etti.
[33]
Esbağ ise, Hz.
Peygamber'in burada sözünü ettiği temizliğin (taharetin) teyemmüm olduğu
görüşündedir. Bu kanaatini de, teyemmümün hadesi kaldırdığına dair görüşüne
binaen söylemiştir.
Dâvud ise İstisna
olarak şöyle demiştir: Burada taharetten kasıt, yalnızca necasetten taharettir.
Kişinin ayaklan necasetten yana temiz ise, mestleri ferine mesh etmesi de caiz
olur, Bu görüş ayrılığının sebebi ise, "taharet" isminin müşterek
bir isim oluşudur.
[34]
Mâlik'e göre, basit
bir yırtığı bulunsa dahi mestin üzerine mesh etmek caizdir. İbn Huveyzimendâd
der ki: Bunun anlamı, yırtığın ondan yararlanmaya ve onu giymeye engel
olmamasıdır. Benzeri bir yırtığı bulunan mestle yürümenin de mümkün olmasıdır.
Mâlik'in bu görüşünün bir benzerini Leys, Sevrît Şafiî ve Tabert de ifade
etmiştir. Yine Sevrî ve Taberî'den, tamamı ile yırtık mestin üzerine meshin
caiz olduğu görüşü de rivayet edilmiştir el-Ev-zaî der ki: (Yırtık olan) mest
üzerine de mesh eder, ayağın görünen kısmı üzerine de mesh eder. Bu,
Taberî'nin de görüşüdür.
Ebû Hanife ise der ki:
Eğer, ayağın görünen bölümü üç parmaktan az ise mesh edebilir. Üç parmağı
görünüyor ise mesh edemez. Ancak bu konu ile ilgili tevkife (yani delile) gerek
kılan bir sınırlandırmadır. Bilindiği gibi, as-hab-ı kiramın (Allah onlardan
ra£ı olsun) mestleri de onların dışında tabiinin mestleri de az miktardaki
yırtıklardan kurtulamryordu. Bu kadarı isef onların cumhuruna göre arTedilmiştir.
Şafiî'den de rivayet
edildiğine göre, eğer yırtık ayağın ön tarafında bulunuyor ise, mestin üzerine
mesh caiz olmaz. el-Hasen b. Hayy de der ki: Eğer mestin açılan kısmını çorap
örtmekte ise, mestin üzerine mesh edebilir. Şayet ayağın herhangi bir bölümü
açığa çıkıyor ise mesh edemez.
Ebû Ömer (b.
Abdil-Berr) der ki: Bu, kalın olmaları halinde çoraplar üzerinde meshe dair
kanaatine binaendir. Aynı zamanda bu, Sevrî, Ebû Yûsuf ve Muhammed'in de
görüşüdür ki, bu husus bir sonraki başlığın konusudur.
[35]
Ebû Hanife ve Şafiî'ye
göre, çoraplar üzerine mesh, ancak bunların deri İle kaplanmış olmaları halinde
caiz olur. Mâlik'in iki görüşünden birisi de budur. Mâlik'in bir başka
görüşüne göre ise, deri ile kaplanmış olsalar dahi çoraplar üzerine mesh caiz
değildir.
Ebû Davud'un Kitabında
ise, Muğire b, Şube'den gelen rivayete göre, Ra-sulullah (sav) abdest aldı ve
çorapları ve nalinleri üzerine mesh etti. Ebû Dâ-vud dedi ki: Abdurrahman b.
Mehdi bu hadisi nakletmezdi. Çünkü, Muği-re'den bilinen, Peygamber (sav)'ın
mestler üzerine mesh ettiğidir Bu hadis, Ebû Musa el-Eşarîden, o da Peygamber
(.sav)'dan diye de rivayet edilmekle birlikte, pek kuvvetli de değildir,
muttasıl da değildir. Ebû Dâvud der ki: Ali b, Ebi Talib, Ebû Mes'ud, ef-Berâ
b. Azİb, Enes b. Mâlik, Ebû Umame, Sehl b. Sa'd ve Amr b. Hureys, çoraplar
üzerine mesh etmişlerdir. Bu husus, aynı zamanda Ömer b. el-Hattab ve Ibn
Abbas'tan da rivayet edilmiştir.
[36] Al-iah hepsinden razı olsun.
Derim ki: Nalinlere
(ayakkabılara) meshe gelince, Ebû Muhammed ed-Dâ-rimî Müsned'inde şu rivayeti
kaydetmektedir: Bize Ebû Nuaym anlattı, bize Yûnus Ebû İshâk'tan haber verdi.
Ebû İshâk, Abdu Hayr'dan dedi ki; Ben, Ali'yi abdest ahp nalinlere mesh
ettiğini ve bunu geniş tuttuğunu gördüm. Sonra dedi ki: Şayet Rasulullah
(sav)'ı benim şu yaptığım gibi yaparken görmemiş olsaydım, şüphesiz ayakların
iç taraflarının üst taraflarından mesh edilmeye daha bir layık olduğu görüşüne
varırdım. Ebû Muhammed ed-Dârimî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Bu
hadis, yüce Allah'ın: "Başlarınıza meshedin. Her iki topuğunuza kadar
ayaklarınızı da (yıkayın)" buyruğu ile nesh olmuştur.
[37]
Derim ki: Ali
(r.a)'ın: "Ayakların iç taraflarının üst taraflarına göre mesh edilmeye
daha layık oldukları görüşüne varırdım" şeklindeki sözünün bir benzerini
mestler üzerine mesh hakkında da söylemiştir. Bunu Ebû Dâvud, Hz. Ali'den gelen
bir söz olarak şöylece kaydetmiştir: Şayet din, görüş ile tes-bit edilen bir
şey olsaydı, mestin iç taraflarım mesh etmek üst taraflarını mesh etmekten daha
evla olması gerekirdi. Ve ben, Rasulullah (savVı mestlerinin üst tarafını mesh
ederken gördüm.
[38]
Mâlik ve Şafiî, iç
taraftarına mesh etmeyip, mestlerinin üst tarafım meshe-den kimse hakkında; bu
kadarı qnun için yeterlidir, demişlerdir. Ancak Mâlik şunu da söyler: Kim bu
şekilde mesh edecek olursa, vakit çıkmadan (kıldığı namazım) iade eder. Her
kim mestlerinin iç taraflarım mesh edip, üst taraflarını mesh etmeyecek olursa
bu, yeterli olmaz. Vakit içinde de vakit çıktıktan sonra da (kıldığı namazı)
iade etmesi gerekir. Mâlik'in bütün arkadaşları da böyle demiştir.
Ancak, Eşheb'den şöyle
dediği de rivayet edilmiştir: Mestlerin iç tarafları ile dış tarafları arasında
bir fark yoktur. Her kim dış taraflarına mesh etmeyip yalnızca iç taraflarını
mesh edecek olur ise, yalnızca vakit içerisinde (kılmış olduğu namazı vakit
çıkmadıkça) iade eder.
Safirden de, dış
taraflarım mesh etmeksizin yalnızca iç taraflarını mesh etmenin yeterli
olduğunu ifade ettiği rivayet edilmiştir Ancak, mezhebinden meşhur olan şudur:
Her kim mestlerinin yalmzcalç taraflarını mesh eder ve bu kadarıyla yetinirse
bu, onun için yeterli değildir ve o kimse mestine mesh etmiş olmaz.
Ebû Hanife ve es-Sevrî
derler ki: Mestlerinin yalnızca üst taraflarını mes-heder, iç taraflarını
meshetmez. Ahmed b. Hanbel, tshâk ve bir topluluk da böyle demişlerdir.
Mâlik,
Şafiî ve arkadaşlarınca tercih edilen görüş , mestlerin hem üst, hem alt
taraflarım mesh etmektir. Bu, aynı zamanda İbn Ömer ve İbn Şihab'ın da
görüşüdür. Çünkü Ebû Dâvud ile Darakutnî, Muğire b. Şube'den şöyle dediğini
rivayet etmişlerdir: Tebûk gazvesinde Rasulullah (sav)'ın abdest almasına
yardımcı oldum. Mestinin üstünü ve altını mesh etti. Ebû Dâvud dedi ki: Sevr'in
bu hadisi, Recâ b, Hayve'den işitmediği de rivayet edilmiştir[39]
Mestlerine mesh etmiş
iken, mestlerini çıkartan kimsenin durumu hakkında tükahanın üç farklı görüşü
vardır:
1) Bunun
yerine ayaklannı yıkar, eğer gecikecek olursa yeniden abdest ahr. Bunu, Mâlik
ve Leys söylemiştir.
Şafiî,
Ebû Hanife ve arkadaşları da böyle demektedir
[40] el-Evzaîden ve en-Nehaf den de bu rivayet
gelmekle birlikte, "bunun yerine" diye birşeyden söz etmezler.
2) Yeniden abdest alır. Bunu, el-Hasen b, Hayy demiştir.
el-Evzaî ve en-Nehaî'den de böyle dedikleri rivayet edilmiştir.
3) Ona
hiçbir şey gerekmez ve bu haliyle namaz kılar. Bunu da İbn Ebi Leyla ve
Hasan-ı Basrî söylemiştir. Bu, aynı zamanda, İbrahim en-Nehaîden gelen bir
rivayettir -Allah onlardan razı olsun.[41]
Yüce Allah'ın:
"Eğer cünup iseniz, yıkanıp temizleniniz" buyruğunda geçen
"cünub"un anlamına dair açıklamalar daha önce ert-Nisâ sûresinde
{4/43. ayet, 8 baslıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Yıkanıp temizleniniz"
buyruğu ise, su ile yıkanma emrini vermektedir. Bundan dolayı Hz. Ömer ile İbn
Mes'ud (r.anhuma) cünup olan bir kimsenin hiçbir şekilde teyemmüm etmeyeceği,
aksine, suyu bulacağı vakte kadar namazım kılmayacağı görüşünde idiler.
İnsanların cumhuru ise
şöyle demişlerdir: Hayır, buradaki bu ibare, su bulan kimse içindir. Su bulan
kimseye dair hükümler açısından cünubun durumu ise, bundan sonra yüce
Allah'ın: "Ya da kadınlara yaklaşmış da su bulamazsanız" buyruğunda
zikredilmiştir. Burada geçen yaklaşmak (.mülâme-se) ise, cima demektir.
Hz.
Ömer ile îbn Mes'ud'dan ise, genel olarak kabul gören görüşü benimsedikleri ve
cünubun teyemmüm edeceğini de ifade ettikleri sahih olarak sabit olmuştur.
İmran b. Husayn hadisi ise bu hususta açık bir nasstır. O da şöyledir:
Rasulullah Csav) topluluk arasında kenarda duran ve namaz kılmayan bir kimse
gördü ve: "Ey filan, toplulukla birlikte namaz kılmaktan seni alıkoyan
nedir?" diye sorunca, adam: Ey Allah'ın Rasulü, ben cünup oldum ve su da
bulamadım dedi, Hz. Peygamber: "(Böyle bir durumda) sen, temiz toprağa
yönel. Çünkü o sana yeterlidir" diye buyurdu. Bu hadisi Buharı rivayet
etmiştir.
[42]
Yüce Allah'ın:
"Şayet hasta veya yolculukta iseniz, yahut içinizden biri
ayak yolundan
gelirse..." buyruğuna dair açıklamalar, en- Nisa sûresinde (4/43- ayet,
20. başlık ve devamında) yeteri kadar açıklanmış bulunmaktadır. Burada ise,
orada sözkonusu etmediğimiz usuK-ı fıkha dair) bir meseleyi eklemek istiyoruz.
O da umumun, galip görülen adet ile tahsis edilmesi meselesidir.
Ayet-i kerimede geçen
"el-Gâit (ayak yolu)" yine en- Nisa sûresinde açıkladığımız gibi, iki
necaset çıkış yerinden çıkan lıadeslerden kinayedir. Ve bu umumi bir ifadedir.
Şu kadar var ki, ilim adamlarımızın çoğunluğu bunu, alışılmış şekilde ve
çıkması alışılmış hadesler İle tahsis etmişlerdir. Küçük çakıl taşları ile
kurt gibi alışılmadık şeyler çıksa, yahut da alışılmış olan şey kendisini
tutamadığı için ve hastalık dolayısıyla çıkacak olursa, bunların herhangi
birisi abdest bozucu olmaz. Bu hususta lafia yönelmelerinin sebebi de şudur:
Lafız, her ne kadar medlulü için sözkonusu ise de kullanımdaki çoğunluğu bir
örf haline gelir ve örten çoğunlukla kullanılan anlam, bu lafzın mutlak olarak
kullanılması halinde o lafzı duyan tarafından anlaşılır. Bunun dışında kalan
(ve istisnai olarak anlaşılan) bununla birlikte lafzın kendisi hakkında
kullanıldığı anlamlar ise zihne gelmez, uzak kalır. Dolayısıyla bu lafız, bu
istisnai şeylere delalet etmez. Böyle bir lafız, tıpkı "dâbbe"
lafzında-kî durum gibi bir hal alır. Zira, bu kelime mutlak olarak kullanıldığı
takdirde, hatıra dört ayaklılar gelir. Bu lafzı işitenin hatırına karınca
hiçbir zaman gelmez- Dolayısıyla böyle bir lafız kullanıldı mı, karınca zahiren
bu lafzın delâletine girmez ve kastedilmiş de olmaz-
Mahalif kanaate sahip
olan (usuküler) ise derler ki: Çoğunlukla kast edilenin öncelikle hatıra
gelmesi, nadiren o lafız ile kastedilenin kastedilmemiş olmasını gerektirmez.
Çünkü, lafzın'kullanımı (vaz'ı) her ikisini de kapsamaktadır. Bu da bu lafzı
söyleyen kimsenin şuurunda, her ikisini de kası etmiş olduğuna delalettir,
Ancak birinci görüş
daha sahihtir. Konu ile ilgili tamamlayıcı diğer açıklamalar ise usuK-ı fıkıh)
kitaplarındadır.[43]
Yüce Allah'ım "Ya
da kadınlara yaklaşmış da su bulamazsanız..." buyruğunda geçen yaklaşma
(lems)" ile ilgili olarak Ebû Ubeyde, Abdullah b, Mes'ud'dan şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Öpmek, lemstendir. Çımadan daha aşağı bütün
fiiller de birer lernsdir. İbn Ömer de böyle demiştir. Muhammedi b. Yezid de
bunu tercih ederek şöyle der: Çünkü âyet-i kerimenin baş tarafında cimada
bulunan kimseye ne gerektiği yüce Allah'ın: "Eğer cünup iseniz yıkanıp
temizleniniz" buyruğu ile ifade edilmiştir.
Abdullah b. Abbas ise
der ki: Lems ile mes ve gışyân, cima demektir. Fakat, yüce Allah kinayeli
hitab eder. Yine Mücahid, yüce Allah'ın: 'Boş söz ile karşılaştıklarında da
şereflice geçerler" (el-Furkan, 25/72) buyruğu hakkında şöyle demiştir:
Yani, nikâhı sözkonusu ettiklerinde ondan kinayeli lafızlarla söz ederler, en-
Nisa sûresinde (4/43. ayet, 26. başlıkta.) geçmiş bu hususa dair yeterli
açıklamalar bulunmaktadır. Allah'a hamd olsun.[44]
Yüce Allah'ın:
"Su bulamazsanız" buyruğu ile ilgili açsklamalar en-Nisâ sûresinde
(4/43. ayet, 27. başlık ve devamında) geçtiği gibi; sağlıklı ve mukîm bir
kimsenin hapse atılmak yahut bağlanarak tutuklamak suretiyle bu durumda olacağına
dair açıklamalar da orada geçmiş bulunmaktadır. İşte hakkında: Eğer su da
toprak da bulamayacak olur, vaktin de çıkacağından korkar-sa diye sözedilen
kimsedir.
Fukaha, böyle bir
kimsenin hükmü hususunda dört farklı görüşe sahiptir:
1)
İbn
Huveyzimendâd der ki: Mâlik'in mezhebine göre sahih olan, böyle bir kimse
namaz kılmaz ve onun üzerinde herhangi bir yükümlülük de yoktur. Yine İbn
Huveyzimendâd der ki: Medineli alimler, bunu Mâlik'ten rivayet etmişlerdir.
Mezhebin sahih olan görüşü de budur.
2)
İbnü'l-Kasım der ki: Namaz kılar ve iade eder. Bu, aynı zamanda Şafiî'nin
görüşüdür.
3) Eşheb der
kî: Kılar, fakat iade etmez.
4)
Esbağ der ki: Ne kılar, ne de
kazasını yapar. Ebû Hanife de bu görüştedir.
[45]
Ebû Ömer b.
Abdi'1-Berr der ki: Ben, İbn Huveyzîmendâd'mv Mâliki mezhebinden sahih olanın,
zikrettiği husus olduğunu nasıl kabul etmeye kalkıştığını bilemiyorum? Çünkü,
selefin cumhuru da, tükahanın geneli de Mâliki-ler topluluğu da buna muhalif
kanaattedir. Zannederim, Mâlik'in de rivayet ettiği hadiste geçen: "...Ve
su kenarında da değillerdi..." hadisindeki zahir İfadeden bu neticeye
varmıştır. Bu hadiste namaz kıldıklarından söz edilmemektedir. Ancak, bu
hadiste buna daic delil olamaz. Çünkü, Hişam b. Urve babasından, o, Hz.
Aişe'den bu hadiste şunu da zikretmektedir; Abdestsiz olarak namaz kıldılar.
[46] Şu
kadar var ki, namazlarını iade ettiklerinden söz etmemiştir. Fukahadan bir
kesim de bu görüştedir. Ebû Sevr der ki: Kıyas da bunu gerektirmektedir.
Derim ki: el-Müzenî,
el-Kiyâ et-Taberî'nin belirttiğine göre, Hz. Aişe (r,an-ha)'ın gerdanlığının
kaybolması olayında sözü geçen hususları delil göstermistir. Bu hadiste
Peygamber (say)'ın, gerdanlık aramak üzere gönderdiği ashabı, teyemmümsüz ve
abdestsiz olarak namaz kıldılar ve bunu Hz, Peygambere haber verdiler. Bundan
sonra teyemmüm âyeti nazil oldu, Uz. Peygamber onların bu şekilde abdestsiz ve
teyemmümsüz olarak namaz kılmalarına da karşı çıkmadı. Teyemmüm İse, henüz
meşru kılınmamış olduğuna göre onlar, tamamiyle taharetsiz olarak namazlarını
kılmış oldular. Buradan hareketle el-Müzenî der ki: Böyle bir kimse için
namazını iade etmesi sözko-nusu değildir. Bu da gerçekleştirilmesine imkân
olmaması halinde mutlak olarak taharetin olmamasına rağmen namaz kılmanın caiz
oluşu hususunda açık bir nasstır.
Ebû Ömer der ki:
Bunun, baygın hakkında da böylece kabul edilmesi gerekmez. Çünkü, baygın bir
kimse, aklını kaybetmiştir. Ne su, ne de toprak kullanamayan kimse ise aklı
başında bir kimsedir.
İbnül-Kasım ve diğer
ilim adamları ise derler ti; Aklı başında olduğu takdirde namaz kılmak onun
için vacibtir. Bunları kullanmaya engel olan husus oltadan kalktığı takdirde
abdest alır, yahut teyemmüm eder ve namazını kılar.
Şafiî'den de iki
rivayet gelmiştir. Ondan meşhur olan rivayete göre, olduğu gibi namaz kılar.
Ancak bu, uzak bir ihtimaldir, el-Müzenî der ki: Şayet temiz toprak kullanmaya
güç yetiremeyecek şekilde mahbus bulunuyor ise, namazını kılar ve iade eder.
Bu, aynı zamanda Ebû Yûsuf, Muhammed, es-Sevrî ve Taberî'nin de görüşüdür.
Züfer b. el-Hüzeyl der
ki: Mukimken hapsedilen kişi, temiz toprak bulacak olsa dahi namaz kılmaz. Bu
ise onun kabul ettiği asıl kaideye göredir. Çünkü ona göre, -önceden de geçtiği
üzere- mukim iken teyemmüm etmek sözkonusu değildir.
Ebû Ömer der ki:
Olduğu halde namaz kılar ve taharet almaya güç yetirdiği takdirde namazını
iade eder diyen kimseler, abdestsiz olarak namaz kılmayı ihtiyaten kabul etmiş
ve şöyle demişlerdir: Hz. Peygamber: "Allah, taharetsiz olarak hiçbir
namazı kabul etmez"[47] buyururken, abdest ve taharet almaya
güç yetiren kimseleri kastetmiştir. Buna güç yetiremeyen kimsenin durumu ise
böyle değildir. Çünkü, vakit bir farzdır. Ve o, vakit içinde kıl-maya güç
yetirmektedir. Dolayısıyla vakit içinde güç yetirebildiği şekilde namazını
kılar, sonra iade eder. Böylelikle hem vakit, hem de taharet hususunda bir
arada ihtiyata uygun olanı yapmış olur.
Namaz
kılmaz diyenler ise, hadisin zahirinden hareketle bu görüşe sahip olmuşlardır.
Bu da Mâlik, İbn Nafî' ve Esbağın görüşüdür. Onlar derler ki: Su ve temiz
toprak bulamayan bir kimse, namazını da kılmaz, namaz vakti çıkacak olursa
kazasını da yapmaz. Çünkü, namazın şartlan gerçekleşmediği için kabul
edilmeyişi, şartlarını gerçekleştirme imkânım bulamadığı halde, namaz île
muhatap olmadığına delalet etmektedir. Dolayısıyla onun zimmetinde herhangi bir
yükümlülük sözkonusu olmaz, bundan dolayı da kaza yapmaz. Bu açıklamayı Ebû
Ömer'den başkaları yapmıştır. Bu görüşe göre taharet, namazın vücubunun
şartlarından olur.
[48]
Yüce Allah'ın:
"Tertemiz toprakla teyemmüm edin" buyruğu ile ilgili olarak, ilim
adamlarının tertemiz toprak (es-sa'îdye dair açıklamalar, daha önce en-Nisâ
sûresinde (4/43. ayet3 41. başlıkta) geçmiş bulumaktadır İmran b. Husayn'ın
rivayet ettiği hadis ise Mâlikin söylediğine delil olabilecek açık bir nasstır.
Çünkü, eğer sa'îd (tertemiz toprak) toprak, olsaydı, Uz. Peygamber'in o adama:
Sana toprağı tavsiye ederim, o senin için yeterlidir, demesi gerekirdi, Hz.
Peygamber, "Sana sa'îdl tavsiye ederim" demekle[49] onu,
yeryüzüne havale etmiş olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır
"Bununla
yüzlerinize ve ellerinize sürün." buyruğuna dair açıklamalar da en-Nİsâ
sûresinde (4/43. ayetin, 43- başlık ve devamında) geçmiş bulunmaktadır. Orada
konuyu takip edebilirsiniz.
[50]
Âyete dair
açıklamalanmız bu noktaya gelmişken, şunu bil ki, ilim adamları abdest ve
taharetin faziletinden de söz etmişlerdir. Bu da bu bölümün sonucunu teşkil
eder. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: "Abdest imanın yansıdır."
Bunu Müslim, Ebû Mâlik el-Eş'arî yoluyla rivayet etmiştir.
[51]
Buna dair açıklamalar
el-Bakara sûresinde daha önceden geçmiş bulunmaktadır.
İbnü'l-Arabî der kî:
Abdest, dinde aslî bir İbadettir Müslümanların temizliğidir. Alemler arasında
bu ümmete özel olarak verilmiştir. Peygamber (sav)'ın abdest alıp şöyle dediği
rivayet edilmiştir: "İşte bu, benim abdest şek-limdir. Benden önceki
peygamberlerin de abdest şeklidir, atam İbrahim'in de abdest şeklidir."
Ancak bu rivayet, sahih değildir. Ondan (İbnü'l-Arabî'den) başkaları da şöyle
demiştir: Bu, Hz. Peygamberin: "Sizin başkalarında bulunmayan bir
alametiniz vardır" buyruğu ile çatışma halinde değildir. Çünkü, öncekiler
de abdest alırlardı. Bu ümmete has olan ise, abdest değil, gurre ve tahciPdir.
CAbdest azalan olan yüz, kol ve ayaklardaki aydınlık ve parlaklıktır). Bunlar
ise yüce Allah'ın, bu ümmetin ve Peygamberinin şerefini artırmak İçin bu ümmete
tahsis edip lütfettiği şeyler arasındadır. Diğer ümmetlere göre sahip olduğu
sair üstünlükler gibi. Nitekim bu ümmetin Peygamberi de Ma-kam-ı Mahmud ve
diğer şeyler ile sair peygamberlerden üstün kılınmıştır.
Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır.
Ebû Ömer der ki:
Peygamberlerin de abdest ahp bu yolla gurre ve tahciî'i kazanmış olmaları,
Fakat onlara tabi olanların abdest almamış olmaları da mümkündür. Nitekim Hz.
Musa'dan şöyle dediği nakledilmektedir: "Rabbim, hepsi de peygamberleri
andıran bir ümmet bulmaktayım. O ümmeti benim ümmetim kıl. Yüce Allah ona:
"Hayır, o ümmet Muhammed'in ümmetidir" şeklindeki karşılıklı konuşma
uzunca bir hadiste geçmektedir.[52]
Yine Salim b. Abdullah
b. Ömer, Kâ'b el-Ahbar'dan şunu rivayet etmektedir: Kâ'b el-Ahbar3 şöylece
rüyasını anlatan bir adamı dinlemiş: İnsanlar he-sab için bir araya getirilip
toplanmış, daha sonra peygamberler -her bir peygamber ile ümmeti de birlikte
olmak üzere- davet edilmiş, her bir peygamberin aralarında yürüdüğü iki nuru
olduğunu görmüş. Ümmetinden ona tabi olanların ise, aydınlığında yürüdüğü tek
bir nuru varmış. Nihayet Mu-hammed (sav) çağrılmış. Başındaki saçın ve yüzünün
bütünüyle nur olduğunu, ona bakan herkesin bunu gördüğünü görmüş. Ümmetinden
ona tabi olanların da peygamberlerin nurları gibi ikişer nuru varmış, Kâ'b, bu
anlatılanın rüya olduğunu bilmeksizin ona şöyle demiş: Sana bu hadisi kim
nakletti ve bunu sana kim öğretti? Adam ona, bu anlattığının rüya olduğunu
bildirmiş. Kâ'b ona, kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan Allah adına yemin
verdirerek, gerçekten sen bu söylediklerini rüyanda mı gördün diye sormuş adam
Allah'a yemin ederim ki evet; ben bunu rüyamda gördüm deyince, Kâ'b şöyle
demiş: Nefsim elinde olan Allah'a -veya: Muhammed'i hak İle gönderene*- yemin
ederim ki işte buf Allah'ın kitabında Ahmed'tn ve onun ümmetinin niteliğidir
peygamberlerin niteliği de böyledir. Senin bu söylediklerin sanki Tevrat'tandır
İbn Abdi'î-Berr bunu, et-Temktd adlı kitabında senediyle kaydetmiştir.
Ebû
Ömer (b. Abdi'i-Berr) der ki: Yine sair ümmetlerin de abdest aldıkları da
söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Ancak ben bunu, sahih bir yolla
bilmiyorum.
[53]
Müslim, Ebû
Hureyre'den Rasulullah (sav)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Müslüman -veya mü'min- abdest aldığı ve yüzünü yıkadığı vakit, iki gözü
ile nazar ettiği her bir günah su ile -yahut suyun son damlası ile-birlikte
çıkar gider. Ellerini yıkadığında, elleriyle yakalamış olduğu her bir günah su
ile -yahut suyun son damlası ile- birlikte ellerinden çıkar gider. Ayaklarını
yıkadığında, ayaklan ile yürüyüp işlediği her bir günah, su ile -veya suyun
son damlası ile- birlikte ayağından çıkıp gider. Ve nihayet bütün günahlardan
arınmış olarak çıkar."
[54]
,
Mâlik'in, Abdullah
es-Sunabihî'den rivayet ettiği hadis İse, bundan daha tamamdır. Doğrusu adının
Abdullah değil, Ebû Abdullah (es-Sunâbihî) olduğudur Bu da Mâlik'in yanıldığı
hususlardan birisidir. Asıl adı ise, Abdurrah-man b. Useyle'dir. Şamlı büyük
bir tabiidir. Çünkü Hz. Ebû Bekir'in halifeliğinin ilk dönemlerine
yetişmiştir, Ebû Abdullah es-Sunâbihî der ki: Peygamber (sav)'a Yemen'den
muhacir olarak geldim. el-Cuhfe denilen yere vardığımızda, bir bineklî ile
karşılaştık, ona ne haber diye sorduk, o da; üç gün Önce Rasulullah (sav)'ı
defnettik dedi...
[55]
İşte bu hadisler ile
bu manadaki Amr b. Akabe yoluyla rivayet edilen hadis ve diğerleri bize,
bunlarla kast edilenin abdestin günahları uzaklaştırmak için meşru kılınmış bir
ibadet olduğunu ifade etmektedir. Bu ise, abdestin şer'i bir niyete de muhtaç
olmasını gerektirmektedir. Çünkü abdest, günahları silmek ve Allah nezdinde
dereceleri yükseltmek İçin meşru kılınmıştır.
[56]
Yüce Allah'ın: -Allah
size güçlük çıkarmak istemez buyruğu dinde sizin için bir darlık meydana
getirmek istemez demektir. Bunun bir delili de Yüce Allah'ın: "Dinde size
güçlük vermedi" (el-Hac, 22/78) buyruğudur.
Bu âyet-i kerimedeki,
sıladır. Yani, size güçlük çıkarmak istemedi, deme ktif.
"Ama sîzi, iyice
temizlemeyi... diler." Ebû Hureyre ile es-Sunâbihî yoluyla gelen
hadislerde zikredildiği gibi, günahlarınızı temizlemek ister. Buradaki
temizlemenin hades ve cünupluktan olduğu da söylenmiştir. Allah'a itaat
edenlerin niteliği olan temizlenmişlikle vasfedilmeye hak kazanasınız di-ye...
anlamında olduğu da söylenmiştir,
Said b. el-Müseyyeb
Sizitemizlemeyi..." buyruğunu, diye okumuştur. Mana birdir.
"Ve üzerinizdeki
nimetini tamamlamak ister." Hastalık ve yolculuk halinde size teyemmüm
yapma ruhsatını vermek sûretiyle.
Bu tamamlamanın,
şeriat hükümlerini açıklamakla olacağı söylendiği gibi, günahların
bağışlanmasıyla olacağı da söylenmiştir. "Nimetin tamamlanması, cennete
girmek ve cehennemden kurtuluştur" denildiği de haber olarak
nakledilmiştir.
"Tâ. ki,
şükredesiniz." Yani, nimetlerine şükredip O'na itaate yönelesiniz...
[57]
7- Allah'ın size
verdiği nimetini ve: "Dinledik ve itaat ettik" dediğiniz zaman sizi
andı ile bağladığı o «özünü de hatırlayın ve Allah'tan korkun. Şüphe yok ki Allah,
göğüslerde gizleneni çok iyi bilendir.
Yüce Allah'ın:
"Allah'ın size verdiği nimetini ve: Dinledik ve itaat ettik"
dediğiniz zaman sizi andı ile bağladığı o sözünü de hatırlayın..."
buyruğunda sözü geçen
"söz ve misak"ın, yüce Allah'ın: "Hani Rabbin, Adem oğullarının
sırtlarından... zürriyetlerini çıkarıp almış.- (el-A'raf, 7/172) buyruğunda
geçen söz olduğu söylenmiştir ki, bunu Mücahld ve başkalan söylemiştir. Bizler
böyle bir sözün alındığını her ne kadar hatırlamıyor isek dahi, doğru sözlü
yüce Rabbimiz bize bunu haber vermektedir. Dolayısıyla bizden alınan böyle bir
söze bağlı kalmakla emrohınmamuz mümkündür.
Bu buyruğun Tevrat'ta
kendilerinden alınan sözleri gereği gibi korumak üzere yahudilere bir lıitab
olduğu da söylenmiştir.
İbn Abbas, es-Süddî
gibi müfessirlerin çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre ise bu, (ashab-ı
kiram'ın) Râsulullalı (sav) ile yaptıkları hoşlarına giden ve gitmeyen
hususlarda onu dinleyip itaat edeceklerine dair verdikleri söz ve misaktir.
Onlar, Hz. Peygambere dinledik ve itaat ettik; demişlerdi. Nitekim, Akabe
gecesi ve ağacın altındaki bey'at de böyle cerayan etmişti. Yüce Allah da
bunu, kendi zatına izafe ederek şöyle buyurmuştur: Ancak Allah'a bey'at etmiş
olurlar..." (el-Feth, 48/10) diye buyurmuştur. Ashab-ı kiram, Rasulullah
(sav)'a Akabe yakınlarında, bizzat kendilerini, hanımlarım ve evlatlarını
korudukları gibi onu da korumak, ashabı ile birlikte kendilerine hicret etmek
üzere bey'atleştiler. Ona ilk bey'at eden el-Berâ b. Ma'rûr olmuştu.
Rasulullah (sav) lehine işi sağlama bağlamak ve bu hususta anılan akdi oldukça
sıkı tutmak hususunda ol4ukça övülmeye değer bir konumu olmuştu o gece.
"Seni hak ile gönderen adına andolsun ki, kendi çoluk çocuğumuzu ne
şekilde koruyor isek seni de o şekilde koruyacağız. Ey Allah'ın Ra-sulü, bize
bey'at et] Bizler, Allah'a yemin olsun ki, savaş erleriyiz, güzel silah
kullanan kimseleriz. Biz bunu atalarımızdan miras aldık..." Buna dair haber
oldukça meşhurdur ve İbn Ishâk Sîretî'nde yer almaktadır. Rıdvan bey'atine dair
açıklamalar da yeri gelince (el-Feth, 48/18. ayetin tefsiri) yapılacaktır.
Bu buyruk, (sûrenin
baş tarafında yer alan) yüce Allah'ın: "Akidleri yerine getirin."
(el-Mâide 5/1) buyruğu ile ilişkili bulunmaktadır. Onlar, verdikleri sözlere
bağlı kaldılar. Allah, peygamberlerine ve İslama yaptıkları hizmetlerin
mükâfatlarını versin, onlardan razı olsun ve onları razı etsin.
"Ve Allah'tan
korkun" yani, O'na muhalefet etmek hususunda ondan korkun. Çünkü O, her
şeyi bilendir.
[58]
8- Ey İman edenler,
Allah için hakkı ayakta tutanlar, adaletle şahld-
lik eden kimseler
olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Âdil olun.
Çünkü o, takvaya daha yakın olandır. Allah'tan korkun. Şüphesiz Allah, bütün
yaptıklarınızdan haberdardır.
9- Allah, iman edip de
salih ameller işleyenlere "onlar için mağfiret ve çok büyük bir mükâfat
vardır" diye va'delmiştir.
10- Kâfir olup da
âyetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar da Cahîmin sakinleridir.
Yüce Allah'ın:
"Ey iman edenler, Allah için hakki ayakta tutanlar..." âyetinin
anlamı, daha önce Nisa sûresinde (4/135- ayetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır,
Anlamı şudur: Ben, sizin üzerinizdeki nimetimi tamamladığıma göre, siz de Allah
için hakkı ayakta tutan kimseler olun. "Allah için" buyruğundan
kasıt ise, Allah'tan alacağınız sevap için O'nun hakkını yerine getirin ve
akrabalarınıza mey letmeks İzin düşmanlarınıza da haksızlık etmeksizin, hakka
uygun ve adaletli olarak şahidlik yapın. "Bir topluluğa olan kininiz"
sizi adaieti terketmeye ve düşmanlık duygularıyla hareket etmeyi de hakka
tercih etmeye itmesin.
Bu buyrukta, düşman
bir kimsenin Allah için düşmanlık yaptığı kimse aleyhindeki hükmünün ve yine
onun aleyhindeki şahidliğinin geçerli olduğuna da delil vardır. Çünkü o kimseye
buğz etmekle birlikte ona adaleti emretmektedir. Şayet ona buğz etmekle
birlikte düşmanının aleyhindeki hükmü ve şa-hidliği caiz olmamış olsaydı, onun
hakkında adaleti gözetme emrini vermenin izah edilir bir tarafı olmazdı.
Yine âyet-i kerime,
kâfirin küfrünün kendisine adaletli davranmaya engel olmadığına ve yalnızca aralarından
kendisiyle savaşılmaya ve köle edinmeye layık olan kimselere karşı çıkmakla
yetinmeye, onlara müsle yapmanın caiz olmadığına da delâlet etmektedir.
İsterse onlar, kadınlarımızı ve çocuklarımızı öldürmüş ve davranışlarıyla da
bizleri kedere boğmuş olsunlar. Bizim onları gam ve kedere boğmak için kastı
olarak müsle yaparak (azalarını keserek, ya da işkence yaparak) onları
öldürmek hakkına sahip değiliz. İşte o meşhur kıssada
[59]Abdullah
b. Revâha, söyledikleriyle buna işaret etmiştir. İşte âyet-i kerimenin anlamı
budur.
"Bir topluluğa
olan kininiz.." buyruğunun anlamı» bu sûrenin baş tarafında (5/2. ayet,
12. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. " Sizi sürüklemesin" buyruğu,
şeklinde de okunmuştur. el-Kisaîder ki: Bu iki okuyuş iki ayrı söyleyiştir. ez-Zeccâc
ise şöyle demektedir: İkinci okuyuşun anlamı, sizi suça, günaha sokmasın
şeklindedir. Nitekim, beni günaha soktu, demek isterken, demek gibi.
"Çünkü o, takvaya
daha yakındır" buyruğu sizin Allah'a karşı takvalı davranmanıza daha
yakındır, dernektir. Ateşten sakınmanız için daha uygundur, anlamında olduğu da
söylenmiştir.
"Onlar için
mağfiret ve çok büyük bir mükâfat vardır" buyruğunun
anlamına gelince: Yani
Allah, mü'minler hakkında: "Onlar için mağfiret ve çok büyük bir mükâfat
vardır" diye buyurmuştur. Bu da bu mükâfatın mahiyetini, özünü,
İnsanların kavrayışlarının bilmesine imkân yoktur demektir. Nitekim yüce Allah
bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Onlar için o işlediklerine mükâfat
olmak üzere gözleri aydınlatan neler gizlendiğini hiçbir kimse bitemez"
(es-Secde, 32/17)
Yüce Allah: "ǰk
büyük bir ecir çok şerefli bir ecir, büyük bir ecir" diye buyurduğu
takdirde, bunun ölçüsünü kim takdir edebilir ki? Allah'ın va'di, onlara
verilen bu söz "kavi: demek" kabilinden olduğu için " Onlar için
mağfiret... vardır" buyruğunun başına "lam" harfinin
getirilmesi uygun düşmüştür. Ve bu buyruk nasb mahallindedir. Çünkü, va'dohman
şey mahallindedir ve onlara kendileri için mağfiret olduğunu va-detmiştir.
Veya, onlara mağfiret va'detmiştir, anlamındadır. Ancak cümle, (i'rab
bakımından) tek bir kelime gibidir. Nitekim şair şöyle demiştir:
"Salihler için
şöyle bir mükâfat olduğunu gördük; Cennetler ve Selsebil pınarı.
Görüldüğü gibi, burada
da cümle nasb mahallindedir. işte bundan dolayı, bu-cümleye yapılan atıflar da
mansub gelmiştir.
Bu buyruğun,
va'dolunan şeyin mahzuf olmak üzere re!" mahallinde olduğu da
söylenmiştir. Takdiri de şöyledir: Onlara yaptığı vaadler içerisinde onlar için
bir mağfiret ve büyük bîr ecir vardır Bu anlamdaki bir açıklama el-Hasen!den nakledilmiştir.
"Kâfir olup
dsu..r âyeti ise, Nadiroğulları hakkında nazil olmuştur. Bütün kâfirler
hakkında nazil olduğu da söylenmiştir.
[60]
11- £y iman edenleri
Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayınız. Hani, bir topluluk size ellerini
uzatmak İstemişlerdi de, onların ellerini sizden geri çekmişti. Allah'tan
korkun. Mü'minler, ancak Allah'a güvenip dayanmalıdır.
Yüce Allah'ın: ~Hy
iman edenler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayınız. Bani, bir topluluk
size ellerini uzatmak istemişlerdi de..." buyruğu ite ilgili olarak bir
topluluk şöyle demiştir; Bu âyet-i kerime, Zâtur- Ri-kaa1 gazvesinde bir bedevi
arabın yaptığı sebebiyle nazil olmuştur. Bu bedevi, Peygamber (sav)'in
kılıcını kınından çekmiş ve: Ey Muhammed, seni benden kim koruyabilir,
demişti...en-Nisâ sûresinde (4/102. ayet, İL başlıkta) geçtiği gibi.
Buharî'de rivayet
olunduğuna göre, Peygamber (sav) beraberinde bulunanları çağırdı, onlar da (bu
bedevi arap} Peygamber (sav)'ın yanında oturuyor olduğu halde gelip toplandılar
ve Hz. Peygamber onu cezalandırmadı.[61]
el-Vakidî ve İbn Ebi
Hatim bu kişinin müslüman olduğunu zikrederler. Bir başka topluluk ise, bu
bedevinin başını bir ağacın gövdesine ölünceye kadar vurup durduğundan söz
etmektedirler.
Buharî'de Zâtu'r
Rikaa' gazvesinde,
[62] bu
kişinin adının Ğavres b. el-Ha-ris olduğu zikredilmektedir. Bazıları adının,
(ğayn harfi ötreli olarak) Ğuv-res olduğunu söylemiş olsa da, birincisi daha
sahihtir. Ebû Hatim Muhammed b. İdris er-Razi ile Ebû Abdullah Muhammed b. Ömer
el-Vakidî, bu kişinin adının Du'sûr b. el-Hâris olduğunu zikretmektedirler. Az
önce geçtiği gibi, (el-Vâkidî) bunun İslama girdiğini de sö2konusu etmiştir.
Muhammed b. İs-hâk ise, bu kişinin adının Anır b. Cilıâş olduğunu zîkretmiştir
ki bu Nadiro-ğuHanndandır. Kimisi de bu Amr b. Cihaş olayının bundan başka bir
olay olduğunu da zikretmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Katade, Mücalıid ve
başkaları da şöyle demektedir: Bu âyet-i kerime, ya-lıudilerden bir topluluk
hakkında nazil olmuştur. Peygamber (sav), (aradaki antlaşma gereği) bir
diyetin ödenmesi için kendilerinden yardım istemek üzere yanlarına gitmişti.
Onlar ise, Hz. Peygamberi Öldürmek istediler, Allah da Hz. Peygamberi onlara
karşı korudu.
el-Kuşeyrî der ki: Bir
âyet-i kerime, önce bir olay hakkında nazil olur, sonra da bir defa daha o
olaydan söz eden bir buyruk -geçmişi hatırlatmak için-nâzil olabilirdi.
"Size etlerini
uzatmak istemişlerdi." Yani size kötülük etmek istemişlerdi "de
onların ellerini sizden geri çekmişti." Yani size kötülük etmelerine engel
olmuştu.
[63]
12- Andolsun ki,
Allah, İsrail oğullarından, sal almıştı. Biz, İçlerinden on iki de nakîb
ayırmıştık. Allah buyurmuştu ki: "Ben şüphesiz sizinle beraberim.
Andolsun ki, eğer namaz kılar, zekât verir, peygamberlerime inanır ve onlara
gereği gibi yardım eder, . Allah'a güzel bir borç verirseniz, elbette
günahlarınızı örter, sizi altından ırmaklar akan cennetlere sokarım. Bundan
sonra İçinizden kim kâfir olursa, muhakkak doğru yoldan sapmış olur."
Bu buyruğun;
"Andolsun, Allah İsrail oğullarından söz almıştı. Biz, içlerinden onikl
de nakîb ayırmıştık" bölümüne dair açıklamalarımızı üç baş lık halinde
sunacağız:
[64]
İbn Atiyye der ki:
"İsrail oğullarının, yüce Allah'ın kendilerinden aldıkları sözleri
bozduklarını ihtiva eden bu âyet>î kerimeler, bir önceki âyet-i kerimede
söz konusu edilen, "ellerinin geri çekilmesi" ile ilgili âyetin
Nadiroğul-lan hakkında olduğu tezini güçlendirmektedir. Te'viİ ehli, nakîbin
kavmin ileri geleni ve onların işlerini araştırıp maslahatlarını tetkik edip
ortaya çıkartan kimse olduğunu icma île kabul etmekle birlikte, bu nakîblerin
hangi yolla ayrılıp gönderilmiş olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
(Aynı kelimeden gelen ve mübalağalı ism-i fail olan) en-Nakkâb: İnsanlar
arasında bu şekilde hareket eden büyük kişi demektir. İşte bundan dolayı Hz.
Ömer hakkında: "Şüphesiz ki o, bir nakkâb idi" denilmiştir.
NakîblerC nukabâ), teminat altına alan kimseler demektir. Bunun tekili nakîbdir.
Nakîb İse, bir topluluğun şahidi ve onların teminatçısıdır. Onlar için
nakîblik etti ve o, naki-besi güzel olan, yani hilkati güzel olan kimse
de'denilir. Nakb ve nukb ise, dağdaki yol anlamındadır. Nakîb denilmesi İse,
böyle bîr kişinin kavminin işlerinin iç yüzlerini, onların menâkibini
bilmesinden dolayıdır. Menkab ise, işlerini bilmenin yolludur. Bazıları da
şöyle demiştir: nakîbier, kavimleri hakkında emin ve güvenilir olan
kimselerdir. Bütün bunlar, birbirlerine yakın açıklamalardır, nakîb, mevki
itibari İle ariften daha yüksektir.
Ata b. Yesar der ki;
Kur'an taşıyıcıları (hafızlan), cennetliklerin arifleridir. Bunu, Darimî
Müsned'İnde zikretmiştir.[65]
Katade -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- ve başkaları da şöyle demiştir; Burada
sözü geçen nakîbler, her bir koldan Sıbt'tan ileri gelen kimseler idiler.
Bunların her birisi, kendi SıbtTnın Allah'a iman edip, Allah'tan korkmaları
hususunda garanti vermişti, İşte, Akabe gecesinde nakîb olanlar da buna benzer
bir konumda idiler. O gece, Rasulullah (Sav)'a yetmiş erkek ve iki hanım bey'at
etmiş, Rasulullah (sav) da yetmiş kişi arasından on iki erkek seçmişti. Bunlara
da Musa (sav)a uyarak "nâkîbler" diye ad vermişti. er-Rabi', es-Süddî
ve başkaları der ki: İsrailoğul-lanndan nâkîbler, güvenilir kimseler olarak
zorbaların bulunduğu şehirde zorbaları yakından görmek, onların güç ve savunma
imkânlarını tesbit etmek üzere gönderilmişlerdi. Onlar da o şehirde
bulunanların durumunu denemek üzere yoja çıktılar Dönüp Hz. Musa'ya onlara
karşı yapılacak savaşın durumunu.iyice düşünmek ve tetkik etmek için orada
gördüklerini bildirmek üzere gitmişlerdi. Orada bulunan zorbaların -ileride de
açıklanacağı üzere- büyük bir güce sahip olduklarını gördüler ve onlara karşı
koyamayacaklarını sandılar. Kendi aralarında bunu İsrailoğuHarından gizlemek ve
durumu Hz Musa'ya bildirmek üzere sözleştiler. Ancak, îsrailağullanna
vardıklarında aralanndan on kişi sözlerinde durmadı, yakınlanna ve sır
saklamakta güvendikleri kimselere durumu bildirdiler. Bu haber ise, İsraiJoğuüannın
durumunu bozacak noktaya gelecek şekilde yaygınlık kazandı ve bunun üzerine de
onlar: aGit, sen ve Rabbİn savaşın. Biz de buracıkta oturuyoruz"
(el-Mâide, 5/24) dediler.
[66]
Âyet-i
kerimede, kişinin ihtiyaç duyduğu hususlarda ve dinî ve dünyevî meseleleriyle
ilgili bilgi sahibi olmaya gerek duyduğu konularda haber-î vâhi-dîn kabul
edilebileceğine dair bir delil vardır. Bu haberi vahide binaen hükümler
oluşturulup, ona bağlı olarak helal ve haram hükümleri belirlenir. Bunun
benzeri hususlar İslamda da görülmüştür. Nitekim Peygamber (sav) Hevâzinlilere:
"Sizin arifleriniz, işlerinizi bize getirip bildirinceye kadar geri
dönünüz" diye buyurmuştur. Bunu da Buharı rivayet etmiştir.
[67]
Bu âyet-i kerimede,
casus kullanmaya dair de delil vardır. Tecessüs: Araştırmak demektir
Rasulullah (sav) da, (Bedir gazvesinde) Besbes(e'y)i casus olarak göndermişti.
Bunu Müslim rivayet etmiştir.
[68]
İleride Besbesle casusluk ile ilgili hükümler Mumtehine sûresinde (60/1.
âyetin tefsirinde) yüce Allah'ın izniyle gelecektir.
tsrailoğullarından
gönderilen nakîblerin isimlerine gelince, Muhammed b. Habib, el- Muhabbar adlı
eserinde isimlerini zikrederek şunları söylemektedir: Rubil sıbtından Şemû b.
Rekûb, Şeni'un sıbtından Şokot b. Hori, Yehu-za sıbtından Kâlib b. Yukanna,
Sahir sıbtından Yoğol b. Yusuf, Efraim b. Yusuf sıbtından Yuşa b. Nuh,
Bünyamin sıbtından Yeza b. Roko, Rebalun sıbtından Kerabil b. Soda, Menşa b.
Yusuf sıbtından Kedi b. Susa, Dan sıbtından Amail b. Kesel, Şir sıbtından
Setür b, Milıail, Neftal sıbtından Yuhanna b. Vakuşa, Kâz sıbündan Keval b.
Muhi.
[69]
Aralarından iman eden iki kişi de Yuşa ve Kâlîb'dirler. Musa (a.s) da
diğerlerine beddua etti, onlar da gazaba uğramışlar olarak helak edildiler. Bu
açıklamaları el-Maverdî yapmıştır.
Akabe gecesi
nakîblerine gelince, bunlarda İbn İshâk'ın Sireti'nde zikredilmişlerdir,
isimlerini görmek isteyenler oraya bakabilirler.
Yüce Allah'ın:
"Allah buyurmuştu ki: Ben şüphesiz sizinle beraberim. Andolsun ki, eğer
namaz kılar..." âyeti ile ilgili olarak, er-Rabî b. Enes der ki: Bu sözler
nakîblere söylenmişti. Başkası ise şöyle demektedir: Yüce Allah bunu bütün
İsrail oğullarına demişti.
" Ben
şüphesiz" buyruğundaki 'nin esreli olması, söz başlangıcı olduğundan
dolayıdır, Sizinle beraberim, zarf olduğundan dolayı nasb mahallindedir. Yani,
yardım ve desteğimle sizinle birlikteyim. Daha sonra yeni bir hitaba
başlayarak: "Andolsun ki, eğer namaz kılar diye söze başladı ve
"Elbette günahlarınızı örter." yani bunları yapacak olursanız
"sizi altından ırmaklar akan cennetlere sokarım" diye buyurdu.
"Andolsun ki,
eğer" buyruğunun başındaki "lam" te'kid içindir ve yemin
anlamındadır. Aynı şekilde "(';& Elbette... mzı Örter buyruğu ile
MSizi... sokarım" buyruğundaki "Jâm'lar da böyledir.
Buyruğun anlamının
şöyle olduğu da söylenmiştir: Andolsun ki, namazı dosdoğru kılacak olursanız,
yemin ederim ki> günahlarınızı örterim. Ayrıca, yüce Allah'ın:
"Günahlarınızı Örterim" buyruğu dolayısıyla bu, bir başka şart daha
ihtiva etmektedir. Yani, siz böyle yapacak olursanız, Ben de günahlarınızı
örterim, demektir. Yüce Allah'ın: "Andolsun ki, eğer namaz kılar... s a
nız.w buyruğunun, yüce Allah'ın: "Ben şüphesiz sizinle beraberim"
buyruğunun cevabı olduğu da söylenmiştir. Aynı zamanda bu: "Günahlarınızı
örterim" buyruğunun da şartıdır.
(Âyet-i kerimedeki)
Ta'zir: (Mealde gereği gibi yardım etmek): Ta'zim ve gereği gibi saygı duymak
demektir. Ebû Ubeyde şu beyiti nakletmektedir:
"Onların nice
keremli ve şerefli kişileri vardır Ve meclislerde ta'zim olunan nice
aralatılan,"
Ta'zir, aynı zamanda
hadden daha aşağı miktarda vurmak demektir, Geri çevirmek anlamına da gelir.
Filanı ta'zir ettim denildiğinde, onu te'dip ettim ve çirkin isterden geri
çevirdim demek istenir. Buna göre, yüce Al-lah'urOnlara gereği gibi yardım
eder...seniz" Düşmanlarım onlardan savarsanız, geri çevirirseniz,
demektir.
"Allah'a güzel
bir borç verirseniz" den kasıt ise, sadakalardır. Burada (güzel borç
terkibindeki borç anlamına gelen "karz" mastarı) şeklinde gelmemiştir.
Bu, mastarın gelmesi gereken şekilden farklı şekilde kullanıldığı yerlerden
birisidir. Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "
Ve
Allak sizi yerden bitki gibi bitirmiştir" (Nuh, 71/17); "Bunun
üzerine Rabbi onu güzel bir kabul ite kabul etti..." (Âl-i Imran, 3/37)
[70]
Nitekim buna dair
açıklamalar önceden (belirtilen âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
Diğer taraftan:
"(Borcun niteliği olarak) güzel" diye buyurulmasının, gönül hoşluğu
ile verirseniz anlamında olduğu söylendiği gibi, bununla, Allah'ın rızasını
anyarak veya helâlinden... anlamında olduğu da söylenmiştir.
Bir borç"
kelimesinin, mastar değil de isim olduğu da söylenmiştir "Bundan14 yani,
bu söz alıştan "sonra, İçinizden kim kâfir olursa, muhakkak doğru yoldan
sapmış olur." Yani, doğru yolu kaybetmiş ve şaşırmış olur.
Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır.[71]
13- Böyle iken onlar
sözlerini bozdukları için, Biz de onları lanetledik. Kalplerini katüaştırdık.
Kelimeleri yerlerinden oynatarak tahrif ederler. Onlar, kendilerine
verilenlerden bir pay almayı da unuttular, içlerinden pek azı müstesna olmak
üzere, sen onların daima hainliklerini göreceksin. Sen yine onları affet,
aldırış etme. Şüphe yok ki Allah, îyiük edenleri serer.
Yüce Allah'ın:
"Böyle İken onlar, sözlerini bozdukları için. Buyruğu, sözlerini bozmaları
sebebiyle, demektir. Buradaki) edatı, Katade ve diğer ilim ehli kimselerden
nakledildiğine göre, te'kid için fazladan gelmiştir. Çünkü bu edat, ifadenin
güzelliği ve te'kid için İfadeyi artırması bakımından ruhta iyice yer etmesi
anlamını verecek şekilde söze güç katmaktadır. Şairin şu mısraında olduğu gibi:
"Başa geçip lider
olan, herhangi bir şey dolayisı île başa geçirilir-"
Te'kid için öngörülmüş
herhangi bîr alâmet ile te'feid yapmak, tıpkı tekrarlamak suretiyle yapılan te'kid
gibidir.
"Biz de onları
lanetledik" buyruğunu İbn Abbas : Cizye ile azaplandırdık, diye
açıklamıştır. el-Hasen ve Mukatil ise: mesti etmek (yani, onları maymun ve
domuzlara dönüştürmek.) suretiyle azaplandırdık. Ata İse, onları uzaklaştırdık
diye açıklamıştır. Lanetlemek ise, rahmetten kovup uzaklaştırmak anlamındadır.
"Kalplerini
katılaştırdık* yani, hiçbir hayrı anlayamayacak ve hiçbir hayır yapmayacak
şekilde sertleştirdik: Katı ve inatçı aynı anlama gelir.
el-Kisaî ve Hamza Kati
kelffnesini, elif siz olarak ve "ye" harfini şeddeli olarak, diye
okumuşlardır, Aynı zamanda bu, İbn Mes'ud, Nehaî ve Yahya b. Vessab'ın da
kıraatidir, ise, yağmuru olmayan, zorlu» sıkıntılı yıl demektir. Bu kelimenin
bozuk ve adi dirhemler anlamına gelen den türetildiği de söylenmiştir. O halde
bu okuyuşa göre bu kelime, kalpleri halis ve samimi imana sahip olmadı
anlamına gelir. Yani kalplerinde bir miktar münafıklık vardır. en-Nelıhâs der
ki: Bu da güzel bir görüştür. Çünkü: Eğer dirhem, bakır veya bir başka şey ile karıştırılmış
ise, denilir, ise, kalp dirhem demektir. Bunu, Ebû Ubeyd zikretmekle ve
kazmaların taşlarda çıkardıkları sesleri vasfeden şu beyiti de örnek
göstermektedir:
"Onların sağır
taşlarda çıkardıkları bir sesleri vardır Sarrafların elindeki kalp dirhemlerin
çıkardıkları sesler gibi."
Esmaî ve Ebû Ubeyd
ise, tabiri "kaşî dirhem"den
arapçalaştırılmış gibidir, demektir, el-Kuşeyrî ise şöyle der: Bu uzak bir
ihtimaldir. Çünkü Kur'an-ı Kerimde arapçada olmayan bir tabir yoktur.
Aksine, tabiri de yine sertlik ve
katılıktan gelmektedir. Çünkü, oyulma (işlenme) imkânı az olan bir şey, sert
ve katı olur.
el-A'meş de bu
kelimeyi "ya" harfini şeddesiz olarak
diye okumuştur. Bu okuyuşu ise, 'dan gelir, 'den değil.
Diğerleri, bu
kelimeyi, "kâsiye" şeklinde okumuşlardır. Ebû Ubeyd'in tercih ettiği
de budur, Bu İki okuyuş ise, gibi iki ayn söyleyiştir. Ebû Cafer en-Nelıhâs
der ki: Bu hususta evlâ olan; şeklinde ve anlamında olmasıdır. Şu kadar var ki,
veznindeki kip, (v-u) kipinden daha beliğdir.
Buna göre buyruğun
anlamı göyle olur: Bizler, onların kalplerini imandan uzak ve Bana itaate
tevfîkten ırak, katı kıldık. Çünkü onlar, iman namına hiçbir sıfata sahip
değildiler ki, kalpleri -başka madenlerle karıştırılmış kalp dirhemler gibi-
bir miktar küfrün karıştığı imana sahip olmakla vasfedilebilsin. Nitekim şair
şöyle demiştir:
"Artık ben,
oldukça yaşlandım ve her tarafım kupkuru (kaskatı) kesildi- Nitekim
yaşıtlarım da öylece
kaskatı kesildiler."
"Kelimeleri
yerlerinden oynatarak tahfif ederler." yani, Allah'ın buyruklarını
olmadık şekilde te'vil ederler ve bunu avama böylece telkin ederler. Kelimelerin
harflerini değiştirdikleri anlamında olduğu da söylenmiştir,
"Tahrif
ederler" buyruğu nasb ma ha 11 indedir. Yani Biz, onların kalplerini katı
ve tahrif ediciler kıldık, demektir. es-Sülemi ve en-Nehaî
"Kelimeleri" buyruğunu, şeklinde "elif ile (ve sözü anlamına
gelecek şekilde) okumuştur. Çünkü onlar, Muhammed (sav)'ın niteliklerini ve
recm âyetini değiştirmişlerdi
"Onlar,
kendilerine verilenlerden bir pay almayı da unuttular." Yani,
peygamberlerin kendilerinden Muhammed (sav)'e iman etmeye ve niteliklerini
açıklamaya dair aldıkları Allah'ın ahdini unuttular.
İçlerinden pek azı
müstesna olmak üzere, sen onların dalma hainliklerini göreceksin." Yani,
Ey Muhammed, sen de şu anda onların hainliklerini gömmektesin.
Âyet-i kerimedeki
hainlik demektir, Katade der ki: Sözlükte böyle bir kullanım caizdir. Bu,
araplann kaylûle anlamında kaile kelimesini kullanmalarına benzer. Bunun,
hazfedilmiş bir kelimenin sıfatı olduğu da söylenmiştir. İfadenin: Hainlik
eden bir kesim (in varlığını göreceksin) takdirinde olduğu da söylenmiştir.
Tek bir kişi için de
kullanılır. Nitekim, Çok iyi ne-seb bilgini ve çok alim bir kimse denildiği
gibi. Bu açıklamaya göre ise bu
kelime, mübalağa ifade
eder. Bir kimsenin hainliğinin ileri derecede olduğunu anlatarak nitelemek
istersek, deriz. Şair der ki:
"Sen, kendi
kendine vefa göstermeyi telkin ettin ve hiç bir zaman olmadın. Ahdi bozmak için
hainlik eden ve bir parmak kadar dahi ahdinde durmayan (sın)."
îbn Abbas der ki:
"Hainlik burada masiyet anlamındadır. Bunun, yalan ve günahkârlık anlamına
geldiği de söylenmiştir. Onların hainlikleri ise, kendileri ile Rasulullah
(sav) arasındaki ahdi bozmaları ve Rasulullah (sav)'a karşı savaşmak hususunda
müşriklere yardımcı olmaları idi. Ahzab (Hendek) günü (müşriklere yardımcı
olmaları) ile bunun dışında Rasulullah (sav)'ı öldürmeye kalkışmaları ve ona
dil uzatmaları gibi.
"İçlerinden pek
aiı müstesna" onlar hainlik etmezler. Bu ise, "Onların
hainliklerini" buyruğundaki "onlar" zamirinden muttasıl bir
istisnadır.
"Sen yine onları
affet, aldırış etme." Buyruğunun anlamı ile ilgili olarak iki görüş
belirtilmiştir: Seninle onlar arasında bir antlaşma bulunup zimmet ehli
oldukları sürece onları affet, onlara aldırış etme. Diğer görüşe göre, bu
buyruk kılıç âyeti ile nesh edilmiştir. Bunun, yüce Allah'ın: "Eğer bir
kavmin hainliğinden kesin endişe edersen..." (el-Enfal, 8/58) buyruğuyla
nesh olduğu da söylenmiştir.[72]
14- Bîz
nasrânîyiz" diyenlerin de sağlam bir şekilde sözlerini alınıp tık. Onlar
da kendilerine verilen öğütlerden bir pay almayı unuttular. Biz de, kıyamet
gününe kadar aralarına kin ve düşmanlığı yerleştirdik. Allah, yakında onlara
yaptıklarını haber verecektir.
15- Ey kitab ehli,
size, kltab (iniz) dan gizlediğiniz şeylerin çoğunu açıklayıp, birçoğunu da
açıklamadan
geliveren Peygamberimiz
gelmiştir. Size, muhakkak ki Allah'tan bir nur ve apaçık bir kitap da
gelmiştir.
16- Allah, onunla
rızasına uyanları selâmet yollarına İletir. Onları, İzniyle karanlıklardan
aydınlığa çıkarır ve kendilerini dosdoğru yola iletir.
Yüce Allah'ın:
"Biz nasrânîyiz diyenlerin de» sağlam bir şekilde sözlerini
almıştık" buyruğu, hıristiyanlardan da tevhid ve Muhammed (sav)'a imana
dair söz almıştık, demektir. Çünkü bu husus İncil'de yazıtı idi.
"Onlar da... bir
pay almayı unuttular." Buyruğunda söz konusu bu pay ise, Muhammed (sav)'a
iman etmektir. Yani, emrolunduklan gereğince amel etmediler, Kendi nevaları
doğrultusunda yaptıklarını ve bu tahrifi, Muhammed (sav)'ı inkâra sebep
kıldılar.
"Sözlerini
almıştık" buyruğu ise, senin: Ben, Zeyd'den elbisesini ve dirhemini aldım
sözüne benzer. Bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır. Âyetin baş tarafının, takdiri
şöyle olmalıdır: Biz, hıristiyariız diyenlerden de sözlerini almıştık.
İfadenin Kûfelilere göre takdiri ise şöyledir: Biz hıristiyanız diyen kimseler
arasından sözlerini aldığımız kimseler vardır. Bu takdirlere sebep ise,
nahivcilerin zamirin, zahirden (zamirin ait olduğu isimden) önce zikredilmesini
kabul etmeyişleridir
Hıristiyanların:
"Biz nasrânîyiz" şeklindeki sözleri nakledilip, "biz
nasra-nÜerdeniz" denümeyişi, onların nasraniliği bidat olarak ortaya
attığına ve bu ismi böylece aldıklanna bir delil vardır. Bu anlamda bir
açıklama el-Hasen'den rivayet edilmiştir.
"Biz de...
aralarına kin ve düşmanlığı yerleştirdik." Yani» bunu körükledik. Bunu
onlara yapışık kıldık, anlamına geldiği de söylenmiştir. O takdirde bu kelime,
-tutkal anlamına gelen den alınmış olur. Bu ise zamk ve buna benzer, bir şeyi
bir şeye yapıştıran demektir. ise, adeta yapışırcasına bir şeye alışmak
anlamındadır. er-Rummânî'nîn naklettiğine göre "iğrâ" birbirlerine
musallat edilmeleri demektir. Bunun kışkırtma anlamına geldiği de söylenmiştir.
Asıl anlamı ise, yapışmak demektir.
Şair Küseyyir der ki:
"Artık yavaş ol»
dendi mi, gözler kesintisiz yaş boşaltır. Birbirine yapışık (sicim gibi)
damlalar halinde ve sağnak yaşlar onu besler durur."
Yapıştırmak için
kullanılan tutkal (el-Ğirâ) da buradan gelmektedir. Bir şeye iğrâ, üzerine
musallat kılmak cihetiyle onu o şeye yapıştırmak demektir. Köpeğin iğrâsı ise,
avlanmaya ahştırılması demektir,
"Aralarına
ifadesi, düşmanlığın zarfıdır. (Yani, düşmanlık aralarına yerleştirilmiştir).
Yüce Allah bununla,
-daha önceden sözkonusu edildiklerinden ötürü- ya-hudi ve luristiyanlara işaret
etmektedir. es-Süddî ve Katadeden; birbirlerine düşmandırlar diye açıklamada
bulundukları nakledilmektedir. Şöyle de denilmiştir: Bu buyrukla, özel olarak
hıristiyanlann fırkalara ayrılışına işaret edilmektedir. Bu açıklamayı da
er-Rabî' b. Enes yapmıştır. Çünkü, bu buyrukta kendilerine en yakın işaret
edilenler onlardır. Diğer taraftan, Hıristiyanlar, Yakubîler, Nasturîler ve
Melkânîler olmak üzere ayrı fırkalara ayrılmışlardır. Yani bunların biri ötekini
tekfir etmiştir.
en-Nehhâs der ki: Yüce
Allah'ın: "Biz de...aralarına kin ve düşmanlığı yerleştirdik'1 buyruğunun
anlamı ile ilgili olarak yapılan açıklamaların en güzellerinden birisi de
şudur: Yüce Allah, kâfirlere düşmanlık beslenilmesini ve onlara karşı kin
duyulmasını emretmiştir. O bakımdan, her bir fırka, diğer fırkaya düşmanlık
edip ona kin beslemekle -kâfir oldukları gerekçesiyle- enir olunmuştur.
Yüce Allah'ın:
"Allah, yakında onlara... haber verecektir" buyruğu, onlara yönelik
bir tehdittir. Yani, pek yakında, ahdi bozmalarının cezası ile karşılaşacaklardır.
"Ey kitab
ehli" buyruğunda kitapt "kitaplar" anlamında cins ismidir. O bakımdan,
bütün kitap ehli buna muhataptırlar.
"Size, kitabımilan
yani, kitaplarınızdan. Muhammed (sav)'a iman ve recm âyeti, maymunlara
dönüştürülen, cumartesi yasağını çiğneyenlere ait kıssa gibi -çünkü onlar
bütün bunları gizliyorlardı- "gizlediğiniz şeylerin çoğunu açıklayıp,
birçoğunu da açıklamadan geçiveren." Yani, açtklamaksızın
bırakıveren, Peygamberimiz"
Muhammed (sav) "gelmiştir." O, sadece peygamberliğine delil teşkil
eden hususları, onun doğruluğuna delalet eden ri-saletine tanıklık ihtiva eden
hususları açıklıyor ve açıklanmasına bu açıdan gerek olmayan şeyleri
bırakıyordu.
"Bir çoğunu da
açıklamadan geçiveren" buyruğu ile ilgili olarak şöyle de denilmiştir:
Yani, birçok şeyi affedip bağışlayarak size onu haber vermemektedir.
Nakledildiğine göre, hahamlarından birisi, Peygamber (savVa gelerek şöyle
sordu: Ey Filan, sen bizi affettin mi?. Rasulullah (sav) ondan yüz çevirdi ve
ona bir açıklamada bulunmadı. Yahudi ise, Hz. Peygamberin sözlerinin çelişkili
olduğunu ortaya çıkarmak istemişti. Rasulullah (sav) ona bu konuda bir
açıklamada bulunmayınca, Hz. Peygamberin huzurundan kalkıp gitti ve arkadaşlarına
şöyle dedi: Onun bu söylediklerinde doğru olduğunu zannediyorum. Çünkü o,
Kitabında Hz. Peygamberin kendisine sorduğu soruya cevap vermeyeceğine dair
bir açıklama bulmuştu.
"Size muhakkak ki
Allah'tan bir nur* yani aydınlık "gelmiştir." Bu nurun İslam olduğu
söylendiği gibi, ez-Zeccâc'dan Muhammed (sav) olduğu da söylenmiştir.
"Ve apaçık bir
kitab da" Yani, Kur'ân-ı Kerim "de gelmiştir." Çünkü Kur'ân-ı
Kerim, ahkâmı açıklamaktadır. Buna dair açıklamalar da daha önceden (en-Nisâ,
4/174'de) geçmiş bulunmaktadır.
"Allah onunla
rızasına uyanları" yani, Allah'ın razı olduğu şeyleri izleyenleri,
"selamet yollarına" yani, her türlü âfetten münezzeh, korkulacak
her-şeyden güvenliğe kavuşturucu olan selâmet yurdu olan cennete götüren esenlik
yollarına "İletir.
el-Hasen ve es-Süddî
der ki; "es-Selâm", aziz ve celil olan Allah'tır. Bunun anlamı ise,
Allah'ın dinine, yani İslama iletir demektir. Nitekim yüce Allah: "Muhakkak
Allah katında din İslâm'dır" (ÂJ-i İmran, 3/19) diye buyurmuştur.
"Onları izniyle"
yani, onları muvaffak kılmasıyla ve iradesiyle "karardıklardan aydınlığa
çıkarır." Küfrün ve cehaletlerin karanlıklarından, İslâm'ın ve hidâyet
yollarının aydınlığına çıkartır.[73]
17- Andolsun ki:
"Allah, Meryem oğlu Mesihlir" diyenler kâfir oldular. De ki:
"Şayet Meryem oğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzünde bulunanların hepsini
helak etmek isterse Allah'a karşı kim birşey yapabilir? Göklerin» yerin ve
aralarındaki her şeyin mülkü Allah'ındır. Dilediğini yaratır O. Allah her şeye
gücü yetendir.
Yüce Allah'ın:
"Andolsun ki: Allah Meryem oğlu Mesihclr diyenler kâfir oldular*
buyruğuna dair açıklamalar ve bu konu ile ilgili söylenecek sözler, en- Nisa
sûresinin sonlarında (4/171,.âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Bu
buyruğun delâletine göre, hıristiyanların küfre sapmaları, bunu dinlerinin bir
esası kabul etmek suretiyle: "Muhakkak Allah, Meryem oğlu Me-slhin
kendisidir" demeleridir. Çünkü onlar, bu sözü kabul etmemek şanıyla
sadece nakil etmek üzere söylemiş olsalardı, kâfir olmazlardı.
De ki;... Allah'a
karşı kim birşey yapabilir." Kim Allah'ın emrine karşı durabilir? Yani,
kim Allah'ın yapmak istediklerinden herhangi bir şeyi önleyebilir, ona karşı
durabilir. Böylelikle yüce Allah şunu bildirmektedir. Şayet Mesih bir ilâh
olsaydı, gerek kendisinin gerek başkasının başına gelecek şeyleri önleyebilecek
miydi. Yüce Allah, onun annesinin canını aldığı halde Of annesinin ölümünün
önüne geçememiştir. Yine onu öldürecek olsa, ondan ölümü kim geri çevirebilir
yahut kim Önleyebilir?
"Göklerin, yerin
ve aralarındaki herşeyin mülkü Allah'ındır." Mesih ve onun annesi de
göklerle yer arasında sınırlı ve İşgal ettikleri yer belli olan iki yaratıktır.
Çevresini saran sınır belli olan ve sonucu olan bir varlık ise ilâh olamaz.
Yüce Allah burada:
"İkisi arasında0 diye buyurmuş, "aralannda" diye bu-yurmamıştır.
Çünkü O, iki tür ve iki sınıfı (yer ile gökleri) kastetmek istemiştir.
Bir çobarun söylediği
şu beyitte olduğu gibi:
"işte
kederlerimin ikisi de kapımı çalıp geldiler. Ben de ikisini ağırlıyorum. Genç
devlerle ve yayı andıran hamile olan ve olmayan develerle."
Şair burada
"ikisi... çaldılar" dedikten sonra, "İşte benim kederlerim"
diye çoğul İfade kullanmıştır.
"Dilediğini
yaratır O." Kullarına bir âyet (birliğine belge ve alâmet) olmak üzere
İsa'yı babasız, anneden yaratması gibi.
[74]
18- Yahudi ve
hıristiyanlar: "Bk Allah m oğulları ve sevdikleriyiz" dediler. De ki:
"Öyleyse günahlarınız yüzünden niçin s İzi azap-landırıyor?n Hayır, siz
O'nun yarattığı insanlardansınız. O, dilediği kimseye mağfiret eder, dilediği
kimseyi de azaplandırır. Göklerin, yerin ve her ikisinin arasındaki her şeyin
mûikü Allah'ındır. Sonunda dönüş O'nadir.
Yüce Allah'ın:
"Yahudi ve Hıristiyanlar: Diz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz
dediler." buyruğu ile ilgili olarak İbn Abbas şunları söylemektedir:
Rasulullah (sav) yahudilerden bir topluluğu, Allah'ın cezalandırması ile
korkutunca şöyle dediler: Biz korkmayız. Çünkü biz, Allah'ın oğullan ve sevdikleriyiz.
Bunun üzerine bu âyet-î kerime indi. İbn İs hâk der ki: Nu'man b. Edât Bahrî b.
Amr ile Şas b. Adiy, Rasulullah (sav)1 in yanına geldiler. Aralarında
karşılıklı konuşmalar oldu. Allah Rasulü kendilerini Allah'ın yoluna çağırdı
ve Allah'ın azabından korkuttu. Bunun üzerine: Sen bizi ne diye korkutuyorsun
Ey Muhammed? Biz, Allah'ın oğullan ve sevdikleriyiz -hıris-tiyanlann dedikleri
gibi- dediler. Bunun üzerine yüce Allah da onlar hakkında; "Yahudi ve
hıristiyanlar: Biz, Allah'ın oğulları ve sevdikleriyim dediler. De ki: Öyleyse
günahlarınız yüzünden niçin sizi azaplandıriyor?"
âyeti sonuna kadar
nazil oldu. Bunun üzerine Muâz b. Cebel ile, Sa'd b. Uba-de ve Ukbe b. Vehb
onlara: Ey yahudiler topluluğu Allah'tan korkunuz dediler, Allah'a and olsun
ki sizler, onun Allah'ın Rasulü olduğunu gerçekten biliyorsunuz. Gerçekten siz,
peygamber olarak gönderilmeden önce ondan bize söz ediyordunuz ve bize onun
niteliklerini anlatıyordunuz.
Bunun
üzerine Rafı1 b. Hureymele ile Vehb b. Yehuza şöyle dediler: Hayır, biz size
böyle bir şey demedik. Allah da Musa'dan sonra herhangi bir kitap
göndermemiştir ve Musa'dan sonra uyarıcı ve müjdeci olmak üzere bir peygamber
de göndermiş değildir. Bunun üzerine yüce Allah: "Ey kitab ehli,
peygamberlerin arasının kesildiği bir zamanda size açıklayıp duran
Rasulümüzgelmiştin,. Allah her §eye gücü yetendir." (el-Maidef 5/19) âyetini
indirdi.
[75]
es-Süddî der ki:
Yahudiler, yüce Allah'ın, İsrail (Yakub) aleyhtsselama: Senin oğlun benim de
ilk oğlumdur diye vahyettiğini iddia etmişlerdir. Süddîden başkaları da der ki:
Hıristiyanlar da: Biz, Allah'ın oğullarıyız dediler. Çünkü İncil'de Hz.
İsa'dan: "İşte ben, benim de babam, sizin de babanız olana gidiyorum"
dediği nakledilmektedir.
Bu buyruğun anlamının:
Biz, Allah'ın elçilerinin oğullarıyız, şeklinde olduğu da söylenmiştir, O
takdirde bir muzafin hazf edilmesi sözkonusudür. Özetle onlar, kendilerinin bir
üstünlüğe sahip oldukları görüşünde idiler. Yüce Allah da onların bu
iddialarını reddederek: "Öyleyse günahlarınız yüzünden niçin sizi
azaplandiriyor?" diye sormaktadır. Dolayısı ile, onlar iki şıktan birisi
ile karşı karşıya bulunuyorlardı. Ya, O bize azab edecektir diyeceklerdi, o
taktirde onlara: O halde siz, ne Allah'ın oğullarısınız, ne de sevdiklerisiniz.
Çünkü seven, sevdiğine azab etmez. Siz de O'nun sizi azaplandı-racağım ikrar
etmektesiniz. Bu da sizin yalan söylediğinizin delilidir denilirdi. Bu ise,
cedelciler nezdinde "burhan-ı halef diye bilinen usuldür. Veya: O bize
azab etmeyecektir diyerek, kitaplarında bulunanı ve peygamberlerinin
getirdiklerini yalanlayacaklar, aralarından isyan edenlerin azaba uğratılacaklarını
itiraf ettikleri halde masiyet islemeyi mubah göreceklerdi. Kitaplarının-hükümlerine
bağlı kalmalarının sebebi de işte budur.
"Niçin sizi
azaplandınyof" buyruğunun, niçin sizi azaplandırdı anlamında olduğu da
söylenmiştir. O takdirde bu, mazi (geçmiş) anlamındadır. Yani, neden sizleri
maymunlara ve domuzlara dönüştürdü. Ve niçin sizden önceki yahudi ve
hıristiyanlan -onlar da sizin gibi oldukları halde- çeşitli azaplarla
azaplandırdı? Çünkü yüce Allah, henüz meydana gelmemiş herhangi bir şeyi onlara
karşı delil olarak getirmez. Zira, onlar böyle bir soruya: Yann bize azab
edilmeyecektir, diye cevap verebilirler, O bakımdan bildikleri şeylerle onlara
kargı delil getirilmiştir.
Daha sonra yüce Allah:
"Hayır siz, O'nun yarattığı insanlardansınız" diye buyurmaktadır.
Yani, sizler de O'nun diğer yaratıkları gibisiniz, ttaat ve masiyetiniz
dolayısı ile sîzi hesaba çeker ve herkese yaptığı amelin karşılığını verir.
"O, dilediği
kimseye mağfiret eder." Yani, yahudilerden tevbe eden kimselere mağfiret
eder. "Dilediği kimseyi Yahudilik üzere ölenleri de azapIandır ir."
-Göklerin, yerin ve
her ikisinin arasındaki her şeyi a mülkü Allah'ındır." O'na karşı
duracak, O'nun hiçbir ortağı yoktur "Sonunda dönüş O'nadır. Ahirette, kulların
işleri yalnız O'na dönecektik.
[76]
19- Ey kitab ehli,
peygamberlerin arasının kesildiği bir zamanda size (dini) açıklayıp duran Rasuhımüz
gelmiştir. "Bize bir müj deleyici ve bir korkutucu gelmedi"
demeyeslniz diye. İşte size gerçekten müjdeleyicl ve korkutucu bir peygamber
gelmiş bulunuyor. Allah herşeye gücü yetendir.
Yüce Allah'ın:
"Ey kitab ehli... size, Rasıüumüz gelmiştir* buyruğunda kastedilen
Muhammed (savdır, "Sfre, (dini) açıklayıp duran" yann bize bir peygamber
gelmedi diyemesinler diye, onlann ileri sürebilecekleri bir delillerinin
kalmadığını açıklayan peygamberimiz "Peygamberlerin arasının kesildiği
bir zamanda geldi."
(Arasının kesildiği
anlamı verilen) Fetret; Sükûn demektir. Bunun, iki peygamber arasındaki
kesinti süresi olduğu da söylenmiştir. Bu açıklama Ebû Ali ile ilim ehlinden
bir guruptan rivayet edilmiştir. Bunu da er-Rummanî nakletmektedir. Der ki:
Fetrette aslolan, o zamana kadar gayretle yapılan çalışmanın kesintiye
uğramasıdır. Ve bu; " İşini kesti ve onu işinden alıkoydum"
tabirlerinden alınmıştır. Suyun sıcaklığının sona erip soğumaya başlaması
(ılıması)nı anlatmak üzere kullanılan; tabiri de buradan gelmektedir. Keskin
bakışı kalmamış kadın hakkında kullanılan; tabiri de buradan gelmektedir.
Bedenin füturu da suyun füturu (.soğuması) gibidir. Fitr ise, şelıadet parmağı
ile baş parmağın açılışı halinde aradaki boşluğun adıdır.
Buyruk:
Peygamberler, ondan bir süre önce gelip geçmiştir anlamındadır, Bu fetret
süresinin ne kadar olduğu hususunda görüş ayrılığı vardır. Muhammed b. Sad,
"et-labakat" adlı kitabında İbn Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir;
îmran oğlu Musa ile Meryem oğlu İsa (ikisine de selam olsun) arasında
binyediyüz yıl geçmiştir. Her ikisi arasında fetret dönemi olmamıştır. İkisi
arasında -diğer kavimlerden gönderilen peygamberler müstesna- yalnızca İsrail
oğullarından bin peygamber gönderilmiştir. Hz. İsa'nın doğumu ile Peygamber
(sav) arasında ise, beşyuz altmış dokuz yıl geçmiştir. Bu sürenin baş
taraflarında üç peygamber gönderilmiştir ki, yüce Allah'ın şu buyruğunda
kendilerinden söz edilmektedir: "O zaman Biz onlara, iki elçi
gön-dermiştik de, onlar da ikisini de yalanlamışlardı. Biz de üçüncü birisi ile
takviye etmiştik. (Yasin, 36/14) Takviye olarak gönderilen peygamber ise
"Şem'ûn"dur, O da havarilerdendi, Allah'ın hiçbir peygamber
göndermediği fetret dönemi İse, dörtyüzotuzdört yıldır.
[77] '
el-Kelbfnin naklettiğine göre ise, Hz. îsa ile Hz. Muhammed arasında
beşyüzaltmışdokuz yıl geçmiş ve ikisi arasında dört peygamber gönderilmiştir.
Bunlardan birisi, Absoğulların-dan Halid b. Sinan adında arap bir peygamberdir.
el-Kuşeyrî der ki:
Böyle bir şey ise, ancak sadık bir haber İle bilinebilen türden şeylerdir.
Katade de der ki: Hz. îsa ile Hz. Muhammed arasında altoyuz yıl geçmiştir. Mukalil.
ed-Dahhâk ve Vehb b. Münebbih de bu görüştedir. Şu kadar var ki, Vehb buna
yirmi yıl daha ilave etmektedir. Yine ed-Dah-hâk'tan dörtyüzotuz küsur yıl
geçtiğini söylediği de nakledilmiştir.
İbn Sa'd, îkrime'den
şöyle dediğini nakletmektedir: Adem île Nuh arasında on kam (nesil) geçmiştir
ki, bunlann hepsi müsiüman idiler. Yine İbn Sa'd der ki: Bize, Muhammed b. Amr
b, Vakid el-Eslemî, birden çok kişiden şöyle dediklerini haber vermiştir: Adem
ile Nuh arasında on kam (asır) geçmiştir Bir karn ise yüzyıldır. Nuh ile
İbrahim arasında on asır geçmiştir. Yine her bir asır yüz yıldır. İbrahim ile
İmran oğlu Musa arasında on asır geçmiştir. Her bir asır yüz yıldır.[78]
İşte, Adem ile Muhammed (ikisine de selam olsun) arasında geçen asırlar ve
yıllar bunlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
"Bize, bir
müjdeleyici" müjde veren bir kimse "ve bir korkutucu" korkutup
uyaran bir kimse "gelmedi demeyesiniz diye." Böyle demeniz istenmediğinden
dolayı anlamındadır. O bakımdan bu, nasb mahallinde d ir.
İbn
Abbas der ki: Muaz b. Cebel ile Sa'd b. Ubade ve Ukbe b. Vehb, ya-hudllere: Ey
yahudiler Allah'tan korkunuz. Allah'a yemin ederiz ki, hiç şüphesiz sizler
Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğunu biliyorsunuz. Ve gerçekten sizler,
peygamber olarak gönderilmeden önce, ondan bize söz ediyor ve bu nitelikleriyle
bize onu anlatıyordunuz, dediler. Bunun üzerine yahudiler: Allah, Musa'dan
sonra ne bir kitab indirdi, ne de ondan sonra herhangi bir müjdeci ve uyarıcı
kimse gönderdi, dediler. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu.
[79]
"Allah herşeye
gücü yetendir." Yarattıklarından dilediğini peygamber olarak göndermeye
güç yetirendir. Müjdelediği ve uyarıp korkuttuğu şeyleri gerçekleştirmeye gücü
yetendir, diye de açıklanmıştır.
[80]
20- Hani Musa kavmine
demişti ki: "Ey kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün ki,
içinizden peygamberler göndermiş ve sizi hükümdarlar yapmış, âlemlerden hiç
kimseye vermediğini de size vermişti.
21- "Ey kavmim»
Allah'ın size yazdığı arz-ı mukaddese girin. Gerisin geriye dönmeyin. Yoksa
kaybedenler olarak geri dönersiniz.
22- Dediler ki:
"Ey Musa, orada zorba bir topluluk var. Doğrusu onlar oradan çıkmadıkça
biz de oraya asla girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa, biz de o zaman
gireriz."
23- (Allah'tan) korkan
kimselerden» Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki kişi dedi ki: "Onların
üzerine kapıdan girin. Oradan girdini/ mi, muhakkak siz galip gelirsiniz. Eğer
İman edenler iseniz, yalnız O'na güvenip dayanınız."
24- Onlar da dediler
ki: "Ey Musa, onlar orada bulundukça biz asla oraya girmeyiz. Git, sen ve
Rabbin savaşın. Biz de buracıkta oturuyoruz."
25- (Musa):
"Rabbim ben, kendim ve kardeşimden başkasına sahip değilim. Artık bizim
aramızla o fâsıklar topluluğunun arasım ayır" dedi.
26- (Allah) buyurdu
ki: "Artık orası onlara kırk yıl haram edildi. Onlar, o yerde şaşkın
şaşkın dolaşacaklardır. Artık sen de o fâsıklar topluluğu için tasalanma.
Yüce Ali iri! n a:
"Hani Musa kavmine demişti ki: Ey Kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini
düşünün..." buyruğu, yüce Allah tarafından onların
(Hz. Peygamberin
çağdaşı olan yahudileriiv) geçmişlerinin Hz. Musa'ya karşı direndiklerini ve
ona isyan ettiklerini beyan etmektedir. İşte bunlar da Muhammed (sav)'a karşı
aynı tavırları sürdürmektedirler. Bu, Hz. Peygambere bir tesellidir. Yani, ey
iman edenler, hem Allah'ın üzerinizdeki nimetini ha-
tırlayın, hem de
Musa'nın başından geçen olayı hatırlayın.
Abdullah b. Kesir'den;
"Ey kavmim... düşünün buyruğunu, "mim" harfini ötreli olarak
şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Benzeri buyruklar da böyledir, ifadenin
takdiri ise: Ey hitab ettiğim kavim, topluluk... anlamındadır,
"İçinizden
peygamberler göndermiş" buyruğundaki peygamberler anlamına gelen Gui)
kelimesi, munsanf değildir. Çünkü sonunda müenneslik elifi bulunmaktadır.
"Ve sizi
hükümdarlar yapmış" yani, kendi işinizin sahibi ve mâliki kılmıştır. Daha
önce Firavun'un mülkiyeti ve onun kahr u galebesi altında bulunu-yorken, şimdi
size kimse galip gel eme inektedir. O, sizi firavundan, onu suda boğmak
suretiyle kurtarmış oldu. Bu anlamda onlar, hükümdarlar idiler.
es-Süddî, el-Hasen ve
başkaları da buna yakıı* ifadelerle bu buyruğu açıklamışlardır. es-Süddî der
ki: Onların herbirisi kendisine, aile halkına ve malına mâlik idi.
Katade de der ki: Yüce
Allah, onlar hakkında: "Sizi hükümdarlar yapmış" diye buyurmuştur.
Çünkü bizler, Ademoğulları arasında kendilerine ilk hizmet edilen kimselerin
onlar olduğundan söz ederdik.
İbn Atiyye der ki:
Ancak bu açıklama zayıftır. Çünkü kiptiler, İsrailoğul-lannı kendi
hizmetlerinde kullanmakta idiler, Ademoğullannın uygulamalarından açıkça
anlaşılan şu ki, nesilleri artıp çoğaldıkları zamandan bu yana, anlarm kimisi
kimisinin emri altında çalışırdı. Ümmetlerin arasındaki farklılık sadece bu
mâlik oluşun anlamı bakımındandı.
Âyetin bu bölümü şöyle
de açıklanmıştır: O, sizi izin alınmaksızın yanınıza girilmeyecek şekilde ev
ve mesken sahibi kimseler kıldı. Bu anlamdaki bir açıklama, ilim ehlinden bir
topluluktan rivayet olunmuştur.
İbn Abbas der ki; Eğer
bir kimsenin evine, kendisinin izni olmaksızın girilmiyor ise, o bir melik
(hükümdar) dır.
Yine el-Hasen'den ve
Zeyd b. Eslem'den nakledildiğine göre, her kimin bir evi, hanımı ve hizmetçisi
varsa o kimse bir hükümdardır. Bu aynı zamanda Müslim'in Salıihi'nde
nakledildiği üzere Abdullah b, Amr'ın da görüşüdür. "
Müslim'in
Sahlhi'nde Ebû Abdurrahman el-Hubullîden şöyle dediği nakledilmektedir: Ben,
Abdullah b. Amr b. el-Âs'ı -bir adamın kendisine soru sorması üzerine- şöyle
derken dinledim: Bizler, muhacirlerin fakirlerinden değil miyiz? Abdullah ona:
Senin yanında yattığın bir hanımın var mı? O, evet dedi. Yine Abdullah; Peki
mesken olarak kullandığın bir evin var mı diye sordu, adam evet dedi.
Abdullah: O halde sen zenginlerdensin, dedi. Adam: Benim bir hizmetçim de var
deyince, Abdullah b. Amr: O halde sen hükümdarlardansın, diye cevap verdi.
[81]
Îbnü'l-Arabî der ki:
Bunun faydası şu ki, kişi üzerine bir keffaret vacib olursa o da eve ve
hizmetçiye sahip ise keffaretini yerine getirmek için bunları satıp oruç
tutması caiz olmaz. Çünkü, köle azad etmeye gücü yeten bir kimsedir
Hükümdarlar ise, oruç tutarak keffarette bulunmazlar. Köle azad etmekten aciz
olmakla da nitelendirilmezler.
İbn Abbas ve Mücahid
der ki: Allah, onları men, selva (suyun kendisinden fışkırdığı) taş ve onları
gölgelendiren bulut ile hükümdarlar yapmıştı. Yani onlar, tıpkı hükümdarlar
gibi kendilerine hizmet edilen kimselerdi.
Yine İbn Abbas'tan,
bununla hizmetçi ve evin kastedildiği nakledilmiştir. Mücahid, îkrimet
el-Hakeni b. Uyeyne de böyle demiş ve bunlar aynca hanımı da ilave etmişlerdir.
Zeyd b. Eşlem de böyle demiştir. Şu kadar var ki, onun bunu Peygamber (sav)'dan
naklettiği de bilinmektedir: "Her kimin içinde barınacağı bir evi, hanımı
ve kendisine hizmet edecek bir hizmetçisi varsa, o bir hükümdardır."
[82] Bunu
en-Nehhâs nakletmİstir.
Şöyle de
denilmektedir: Her kim, kendisinden başkasına muhtaç olmuyorsa o kimse bir
hükümdardır. Bu da Hz. Peygamberin şu buyruğunu andırmaktadır "Her kim
kafilesi (çoluk çocuğu arasında) güvenlik içerisinde, bedenî afiyette sabahı
eder ve günlük yiyeceğine de sahip bulunuyor ise, ona adeta dünya herşeyiyle
verilmiş gibidir."
[83]
Yüce Allahın:
"Alemlerden hiç kimseye vermediğini de size vermişti.
buynığundaki hitap,
müfessirlerin cumhuruna göre, Hz, Musa tarafından kavmine yapılmıştır.
İfadenin akışı da böyle olmasını gerektirir. Mücahid der ki: Burada
verilenlerle kast edilen men, selva, (suyun kaynadığı) taş ve onları gölgeleyen
buluttur. Verilenlerden kastın, aralanndaki çok peygamber ile kendilerine
gelen âyetler olduğu da söylenmiştir. Kötülük ve aldatma niyetinden uzak, selim
kalpler olduğu söylendiği gibi, ganimetlerin ve onlardan yararlanmanın helal
kılınması olduğu da söylenmiştir.
Derim ki: Bu, red
olunan bir görüştür. Çünkü ganimetler, sahih hadiste sabit olduğuna göre, bu
ümmetten başka herhangi bir kimseye helal kılınmış değildir. Yüce Allah'ın
izniyle buna dair açıklamalar ileride gelecektir.
Hz. Musa tarafından bu
sözler izzet-i nefse sahip olmalarını ve zorbala-nn topraklarına kuvvet ile
girme emrine uymalarını sağlamaya hazırlamak için söylenmiştir. Bu hususta
Allah'ın aziz kıldığı ve şanını yücelttiği kimselerin davranışı gibi oraya
girmelerine hazırlık olsun diyedır
"Alemlerden"
buyruğu, el-Hasen'den nakledildiğine göre, çağdaşınız olan alemlerden
anlamındadır. İbn Cübeyr ve Ebû Mâlik ise derler ki: Burada hitab Muhammed
(sav)'ın ümmeti nedir. Bu ise, benzeri ifadelerin güzel kaçmadığı sözün
zahirinden bir uzaklaşmadır.
Dimaşk'ın, zorbaların
oturdukları yer olduğuna dair birbirini destekleyen haberler varid olmuştur,-
"Arzı mukaddes"
demek, tertemiz kılınmış arz demektir. Mücahid ise, mübarek kılınmış arz
demektir der. Bereket ise, kıtlık, açlık ve benzeri şeylerden arındırılmak
anlamındadır, Katade der ki: Burası Şam (Suriye) memleketidir. Mücahid ise.
Tür ve çevresidir demektedir. İbn Abbas, es-Süddî ve îbn Zeyd, burası Eriha'dır
derler. ez-Zeccac der ki: Arz-ı mukaddes, Dimaşk, Filistin ve Ürdün'ün bir
bölümüdür. Katade'nin sözü ise bütün bunları kapsamaktadır.
"Allah'ın
size yazdığı* yani, içerisine girmeyi üzerinize farz kıhp, oraya girmeyi ve
orayı size yerleşeceğiniz yurt kılmayı vadettiği arz demektir İsrail oğulları,
Mısır'dan çıkınca, yüce Allah onlara, Filistin topraklarında bulunan
Erihalılar ile cihad etmeyi emretti. Onlar, biz bu ülkeyi bilmiyoruz dediler.
Bu sefer, (Hz. Musa) Allah'ın emri ile her bir koldan bir kişi olmak üzere
aralarından oniki nakîb gönderdi. Bunlar, -daha önce geçtiği gibi- haber
toplayıp tecessüs edeceklerdi. O beldenin sakinlerinin Amal ikalılardan zorba
kimseler olduklarını gördüler. Dehşet verecek iri yapıda olduklarını tes-bit
ettiler. Hatta şöyle denilmiştir: Bu kimselerden birisi, bu nakîbleri gördü,
onları alıp bahçesinden toplamış olduğu meyveler arasına elbisesinin yenine
koydu. Ve onları hükümdarın önüne getirip önüne saçtı ve dedi ki: Bunlar
bizimle savaşmak istiyorlar. Hükümdar kendilerine şöyle dedi: Haydi, adamınızın
yanına geri dönün ve ona bizim durumumuzu -az önce geçtiği gibi- haber verin,
dedi. Yine denildi ki: Geri döndüklerinde, o bölgenin üzümünden bir salkım aldılar.
Denildiğine göre bu salkımı bir kişi taşıdı, yine bu salkımı oniki nakîb'in
birlikle taşıdığı da söylenmiştir.
[84]
Derim ki: Bu doğruya
daha yakın görünmektedir. Çünkü, denildiğine göre nakfbler, zorba topluluğun
yanına varmışlar ve onlardan herhangi birisinin elbisenin yenine,
kendilerinden iki ikisinin girecek kadar iri olduklarını, onlardan birisinin
salkımını, nakîblerden ancak beş kişinin bîr tahta üzerinde taşıyabildiğini,
taneleri boşaltıldığı takdirde onlara ait bir nar kabuğunun yarısı içerisine
beş ya da dört kişi girdiğini görmüşlerdir.
Derim ki: Bununla
birincisi arasında herhangi bir çelişki yoktur Çünkü, onları elbisenin yeni
içerisine alan zorba kişi -ki, kucağına aldığı da söylenmiştir- Uc b.
Anâk'dır. Uc ise, aralarında boyu en uzun, yaratılışı en iri kimse idi, -Yüce
Allah'ın izniyle ileride anlatılacağı üzere-, diğerlerinin uzunluğu ise,
MukaüTin görüşüne göre, altıbuçuk zira idi. el-Kelbî der ki: Onlardan
herbirisinin boyu sekiz zira idî. Doğrusunu en iyi bilen Aİlahtır. Yûşa İle
Yukanna oğlu Kâlib dışında nakîbler bu haberi yayıp, İsrail oğullan cihada
çıkmayı kabul etmeyince, bu isyankârlar ölüp de çocukları yetişinceye kadar
kırk yıl süreyle Tih'de kalmakla cezalandırıldılar. Daha sonra bunların yetişen
çocukları zorbalarla savaştı ve onları yenik düşürdüler.
"Gerisingeriye
dönmeyin/1 Yani, bana itaat etmekten ve benim size emretmiş olduğum bu
zorbalarla savaşmaktan geri dönmeyin. Anlamının: Yüce Allah'a itaatten
vazgeçip O'nun masîyetine dönmeyin şeklinde olduğu da söylenmiştir ki, ikisinin
de anlamı birdir.
"Dediler ki; Ey
Musa» orada zorba bir topluluk var." Yani, iri yan, uzun boylu kimseler
var. Buna dair açıklamalar az önce geçti. Uzun boylu hurma anlamında denilir.
Cebbar, ululanan, zillet ve fakirlikten uzak kalan kimse demektir. ez-Zeccâc
der ki^ İnsanlardan cebbar kişi zorba demektir. Bu da insanları istediği şeyi
yapmaya cebreden (mecbur eden zorlayan) kimse demektir. Buna göre bu kelimenin
aslı, zorlamak (ikrah) demek olan icbardan gelmektedir. Böyle bir kişi,
başkalarını istediği şeyi yapmaya cebreder, zorlar.
Bunun, kemiğin
cebredilmesinden alındığı da söylenmiştir. Buna göre ise "cebbardın asıl
anlamı, kendi işini ıslah eden, düzelten demektir. Daha sonra ise hak veya
batıl olsun kendisine menfaat sağlayan her kimse hakkında kullanılır, olmuştur.
Şöyle de denilmiştir: Kemiğin cebredilmesi (kırık kemiğin kaynaması) da aynı
şekilde zorlama anlamı ile alakalıdır
el-Ferrâ der ki: Ben,
"fe'ârveznine vezninden sokulmuş yalnızca iki kelime biliyorum. Bunlardan birisi
Cebbar, zorba kelimesi, elan, diğeri ise Yetişen kelimesi de den gelmiştir.
Diğer taraftan şöyle
de denilmektedir: Bu zorba kimseler, Ad kavminin kalıntıları idi. Yine
denildiğine göre bunlar, İshâk oğlu İso'nun soyundandır-lar. Bunlar Rumlardan
idiler. Ûc b. el-Anek de beraberlerinde idi. Onun boyu ise, üçbin üçyüz otuzüç
zira imiş. Bunu İbn Ömer söylemiştir. Uc, elindeki bastonu ile bulutlan çeker
bulutlardan su içer, denizin dibinden balıklan alır, güneşe doğru kaldırarak
güneşin hareretinde balığı kızartır sonra da yermiş. Nuh (a.s)'ın tufanı olduğu
sırada, yükselen sular, dizkapaklannı aşmamıştı, O sırada ise, üçbin altıyüz
yaşında idi. Hz. Musa'nın askerleri kadar bir kaya parçasını üzerlerine atmak
için sökmüş, ancak yüce Allah bir kuş göndermiş bu kuş o kaya parçasını
gagasına atmış ve bu kaya parçası Ucun boynuna düşerek onu yere yıkmış. On zira
(arşın) uzunluğunda olan Hz. Musa da yine on zira uzunluğundaki sopası ile
gelmiş, ayrıca yukarı doğru on zira daha yükseltildiği balde ancak onun yere
yıkılmış haliyle topuğuna kadar yükselebilmiş ve onu öldürmüştü.
Şöyle de denilmiştin
Hz. Musa onu, topuğunun altındaki sinirine vurmuş, böylece onu yere yıkarak Ûc
ölmüştü. Ûc, Mısır'daki Nil nehrine düşmüş ve bir sene boyunca nehirde onlara
köprü vazifesini görmüştü. Bu anlamdaki rivayetleri, birtakım farklı lafızlarla
birlikte Muhammed b. İshâk, Taberî, Mekkîve başkaları zikretmiştir. el-Kelbîder
ki: Ûc, Harut İle Marutun zina ettikleri ve bunun sonucunda hamile kalmış
kadının çocuklarındandı.[85] Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.
"Doğrusu onlar,
oradan çıkmadıkça* buyruğunda kast edilenin İlya beldesi veya Eriha olduğu
söylenmiştir; yani savaşsız, olarak orayı onlar bize teslim etmedikçe
"bte de oraya asla girmeyiz."
Şöyle de denilmiştir:
Onlar, bu sözleri zorbalardan korktukları için söylemişlerdi. Yoksa, isyan
kastı ile söylememişlerdi. Çünkü onlar: "Eğer oradan çıkarlarsa, biz de o
zaman gireriz" demişlerdi.
"(Allah'tan)
korkan kimselerden.,, iki kişi dedi ki: ..." İbn Abbas ve başkaları şöyle
demiştir: Bu iki kişi, Yûşa ile Yûkanna oğlu Kâlib'dir. Babasının adının
Kâniyâ olduğu da söylenmektedir. Bunların ikisi de oniki nakîb-derı idiler.
"Korkan"
yani, zorbalardan korkan kimseler. Katade ise, Allah'tan korkan kimseler, diye
açıklamıştır. ed-Dahhâk da der ki: Burada sözü geçen iki kişi, zorbalar
şehrinde ve Musa'nın dinini kabul etmiş iki kişi idiler. Bu görüşe göre
"korkan kimselerden" olanlar, Amali kal ilardan İdiler. Ve bunlar, tabiatları
gereği imanlarından haberdar, edilip dinleri dolayısıyla işkenceye maruz
kalmaktan korkmuşlar, fakat Allah'a güvenmişlerdi. Buradaki korkmaktan, kasıt,
İsrail oğullarının zayıflık göstermesinden ve korkaklığa kapılmasından korkan
kimseler diye de açıklanmıştır,
Mücajıid ve îbn
Cübeyr:" Korkan kimseler" kelimesini "ve" harfi ötreli
olarak Korkulan kimseler dîye okumuşlardır ki, bu da bu iki kişinin Musa'nın
kavminden olmadıkları görüşünü pekiştirmektedir,
Allah'ın
kendilerine" İslam ile yahut kesin inanç (.yakin) ve salah ile "nimet
verdiği iki kişi dedi ki: Onların üzerine kapıdan girin. Oradan girdiniz mi,
muhakkak siz galip gelirsiniz." Bunlar, İsrail oğullarına şöyle dedilen
Bunların cüsselerinin büyüklüğü sizi korkutmasın. Kalpleri sizden korku ile
dolup taşmış bulunuyor. Evet, cüsseleri iridir ama kalpleri güçsüzdür.
Çünkü bunlar daha
önceden sözü geçen kapıdan üzerlerine girdikleri takdirde, girenlerin galip
geleceklerini biliyorlardı.
Bu iki kişinin bu
sözlerini, Allah'ın va'dine olan güvenleri dolayısıyla söylemiş olmaları da
muhtemeldir.
Daha sonra bü iki kişi
sözlerine şöyle devam etti: "Ejjer İman edenler iseniz* yalnız O'na
güvenip dayanınız." Eğer O'nu tasdik eden kimseler iseniz, O'na güvenip
dayanınız. Çünkü O, muhakkak size yardıma olacaktır.
Diğer taraftan birinci
görüşe göre şöyle de denilmiştir: Bu iki kişi bu sözlerini söyleyince,
İsrailoğullan onları taşa tutmak istediler ve ikinizi doğru-tayıp diğer on
kişinin söylediklerini mi bırakacağız diye çıkışmışlar dır.
Daha sonra da Hz.
Musa'ya: "Dediler ki; Ey Musa, onlar orada bulundukça biz asla oraya
girmeyiz." Bu ise, bir inatlaşma ve savaşma emrinden yan çizme, Allah'ın
yardımından da ümit kesmenin ifadesidir. Daha sonra, Şanı Yüce ve Mübarek
Rabbimizın sıfatım bilmezlikten gelerek: "Git, sen ve Rabbin savaşın"
diyerek, yüce Allah'ı -bundan yüce ve münezzeh olduğu halde- gitmek ve hareket
etmek, intikal etmekle nitelendirdiler. Bu, da onlann müsebbibe'den
olduklarının delilidir. el-Hasen'İn açıklamasının anlamı budur, Çünkü el-Hasen
şöyle demiştir Bu onların Allah'a kâfir olmalarının ifadesidir. Bu sözlerden
daha zahir olarak anlaşılan da budur.
Şöyle de denilmiştir:
Senin Rabbinin sana yardım edip zafer vermesi, bizim sana yardımcı olmamızdan
daha uygundur. Eğer sen O'nun Rasulü isen, O'nun seninle beraber savaşması,
bizim savaşmamızdan daha uygundur. Buna göre de yine onların bu sözleri kütür
olur. Çünkü Hx. Musa'nın ri-saletinden yana şüphe etmiş oluyorlardı.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir: Haydi git sen savaş ve Rabbin de sana yardım etsin.
Burada:
"Rab" kelimesi ile Harun'u kastettikleri de söylenmiştir. Çünkü Harun,
Hz. Musa'dan daha büyüktü ve Hz, Musa ona itaat ederdi. Özetle onlar, bu
sözleriyle fasıklık ettiler. (Doğru yoldan çıktılar). Çünkü yüce Allah:
"Artık sen de o fasıklar topluluğu için tasalanma." Yani, üzülme diye
buyurmuştur.
Devamla: "Biz de
buracıkta oturuyoruz" dediler. Yani, buradan ayrılmayız ve savaşa da
katılmayız. Oturuyoruat sözünün hal olarak Oturanlarız, olması da mümkündür.
Çünkü bu buyruktan önceki ifadeler tam bir anlam ifade etmektedir.
Yüce Allah'ın:
"Rahbim, ben kendimle kardeşimden başkasına sahip değillm... dedi"
buyruğuna gelince, bu sözleri söylemesinin sebebi, Hz Harun'un, Hz. Musa'ya
itaat eden bir kimse oluşudur Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: Rabbim ben,
kendimden başkasına sahip olamıyorum. Daha sonra yeni bir cümle ile,
"kardeşim de." Yani, kardeşim de aynı şekilde kendisinden başkasına
sahip olamamaktadır, dedi. Birinci görüşe göre "kardeşim" anlamındaki
kelime, "kendime11 anlamındaki kelimeye atf edilmek suretiyle nasb
mahallin dedir. İkinci görüşe göre ise, ref mahallindedir.
Bu kelime (.nin ismi
olan "ya" (ben)e de atfedilebilir. Yani, ben de kardeşim de
herbirimiz ancak kendimize sahip olabiliyoruz. Arzu edildiği takdirde
"sahip değilim" anlamındaki kelimede yer alan zamire de ati' edilebilir.
Yani, ben de kardeşim de ancak kendimize sahip olabiliyoruz, anlamında olur.
"Artık bizim
aramızla o fasıklar topluluğunun arasını ayır." Hz. Musa,
yüce Allah'tan
kendisiyle bu fasıklar topluluğunun arasını hangi yolla ayırmak istemiştir,
diye sorulacak bir soruya, birkaç türlü cevap verilebilir:
1) Onların
haktan uzak kaldıklarına ve işledikleri bu masiyet dolayısı ile doğrudan
alabildiğine uzklaştı ki arına delalet edecek bir şeyle. Bu da, Tîh'de karşı
karşıya kaldıkları zorluklarla gerçekleşmiştir.
2) Kendileri
iteiasıklar topluluğunu birbirinden ayırd etmek suretiyle. Yani, bizi onların,
genelinden ve onların cemaatinden ayırt et. Cezada bizi onlara katma.
Anlamın; bizi,
kendilerini mübtelâ ettiğin rnasiyetten korumak suretiyle bizimle onların
arasında hükmünü ver, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın şu
buyruğu da bu kabildendir: "O gecede her hikmetli bir iş bizden bir emir
ile ayırd edilir." (ed-Duhan, 44/4-5) Buradaki ayırd etmekten kasıt, hükmolunur
şeklindedir. Yüce Allah da Tih'de onları öldürmek suretiyle bunu yerine
getirmiştir. Buradaki ayırd etmenin âhirette olmasını kast ettiği de
söylenmiştir. Yani, sen bizleri cennete koy ve cehennemde onlarla birlikte bizi
bulundurma.
Bütün durumlarda uzak
kalmaya delâlet eden "ayırt etme" anlamına kullanıldığına dair tanık
da şairin şu beyitindeki ifadeleridir:
"Rabbîm, benimle
onun arasını öyle bir ayır ki,
îki kişinin arasına
ayırıp ayırt ettiğin en ileri derecede (olsun).
İbn
Uyeyne de Amr b, Dinar'dan, o, Ubeyd b. Umeyr'den "ayır anlamındaki
kelimeyi "ra" harfini esreli olarak şeklinde okuduğunu rivayet
etmektedir.
Yüce Allah'ın:
"Buyurdu ki: Altık orası onlara kırk yıl haram edildi. Onlar o yerde
şaşkın şaşkın dolaşacaklardır. buyruğunda dile getiren ! Musa'nın duasını
kabul buyurdu ve kırk yıl Tîh'de bırakmakla onları cezalandırdı.
Tlh, sözlükte asıl
anlamı itibari ile şaşkınlık ve hayret demektir. Bu anlamda olmak üzere şaşıran
kaybolan bir kimse hakkında) denilirşekillerinde "vav" ile de "ya"
ile de kullanılır ise de "ya" ile kullanımı daha çoktur. Kendisinde
şaşınlan ve doğru yolun bulunamadığı yer anlamındadır. de aynı manadadır. Şair
(eJ-Accâc) bu anlamda olmak üzere şöyle demiştir:
"Sabredemeyen ve
yol bulamayan kimseler için alabildiğine şaşırtıcı,
hayrette
bırakıcıdır"
Bîr başka şair de
şöyle demektedir:
"Kupkuru ve yol
bulunamaz bîr yerde binekler ise adeta
Yumurtasından çıkmış
yavruları bulunan, ele avuca gelmez keklikler gibiydi."
İsrailoğullan, oldukça
az miktarda fersahlar içerisinde yol alıp duruyorlardı. Bu miktarın altı
fersah olduğu söylenmiştir. Gece gündüz bu alan içerisinde yol alıyorlar,
akşamı ettikleri yerde sabah, sabahı ettikleri yerde de akşam oluyordu. Hiçbir
şekilde dur durak bilmez, devamlı yol alıyorlardı.
Beraberlerinde Hz.
Musa ile Hz. Harun'un bulunup bulunmadığı hususunda da görüş ayrılığı vardır.
Beraberlerinde olmadıkları söylenmiştir. Çünkü TüYte bulunmak bir ceza idi.
Tîh'de kaldıkları yılların sayısı, buzağıya taptıkları günlerin sayısı
kadardır. Buzağıya taptıkları her bir gün karşılığında bir yıl Tih'te kalmakla
cezalandırıldılar. Hz. Musa da: "Artık bizim aramızla o fasıklar
topluluğunun arasını ayır* diye dua etmişti. (Duası kabul edilerek onlarla
beraber bulundurulmamışlardı).
Hz. Musa ile Hz. Harun'un
İsrailoğullan ile beraber oldukları, ancak tıp-
ki yüce Allah'ın,
ateşi Hz. İbrahim için esenlikli ve serin kılışı gibi, bu Tîh'in İşini de
onlara kolaylaştırdığı da söylenmiştir.
"Haram edildi
buyruğu ise, onların oraya girmeleri engellenmiştir, demektir. Nitekim Allah
yüzünü ateşe haram etsin, denirken senin ateşe girişin haram kılınsın, (ateşe
girmeyesin) denilmek istenir Buradaki haram kılış, engelleme anlamında bir
haram kılıştır. Şer'î manada bir haram kılış değildir Nitekim şair de şöyle demiştir
"Beni yere
düşürmek için bîr dolaştı, ben ona: Vazgeç bu işten, dedim. Çünkü ben, senin
yıkman haram olan (imkânsız olan) birisiyim."
Yani, ben iyi ata
binen bir kimseyim. Sen beni kolay kolay yere yıkamazsın.
Ebû Ali de der ki:
Buradaki haram kılışın, teabbudî bir haram kılış olması da mümkündür. Şöyle
sorulabilir: Aklı başında büyük bir topluluğun az miktardaki fersahlardan
oluşan bir alan içerisinde yol alıp oradan çıkış yolunu bulamayışları nastl
mümkün olabilir? Cevap: Ebû Ali dedi ki: Bu, yüce Allah'ın, üzerinde
bulundukları toprağı, uyudukları vakit değiştirip böylelikle onları
başladıkları noktaya geri döndürmesi suretiyle mümkün olabilir. Bunun dışında,
onları şüphe ve tereddüde düşürecek başka şekil ve oradan çıkışlarım
engelleyecek çeşitli sebeplerle harikulade bir mucize olmak üzere
gerçekleştirilmesi de mümkündür.
Kırk kelimesi,
el-Hasen ve Katade'nin görüşüne göre Tîh'in zaman zarfıdır. Derler ki:
Onlardan hiçbir kimse o beldeye girmedi. Bu görüşe göre kelimesi üzerinde
vakıf yapılır. er-Rabi' b. Enes ve başlan ise "Kırk sene" kelimesi,
haram kılışın zarfıdır. Bu görüşe göre ise, vakıf üzerinde yapılır.
Birinci görüşe göre,
onların çocukları oraya girmişlerdir. Bu görüşü İbn Ab-bas ifade etmiştir.
Onlardan geriye ancak Yuşa ve Kâlib kalmıştır. Yûşa, onların soylarından gelen
çocuklarla birlikte o şehre girdi ve o şehri fethetti. İkinci görüşe göre ise,
kırk yıl sonrasında onlardan kalanlar o şehire de girmiş oldular.
İbn Abbastan rivayet
olunduğuna göre, Hz. Musa ile Hz. Harun Tflı'de vefat etmişlerdir. Başkası ise
şöyle demiştir; Allah Hz. Yûşaa peygamberlik verdi ve ona o zorbalarla
savaşmayı emretti. İşte şehre girinceye kadar güneşin batması bu esnada
olmuştu. Ganimetten çaldığını tesbit ettiği kişileri yakması da. bu sırada olmuştur,
Ganimet aldıkları vakit, semadan beyaz bir ateş iner ve ganimetleri yerdi. Bu
da ganimetlerin kabul olunduğuna delildi. Eğer ganimetlerde bir hırsızlık
yapılmışsa, bu ateş o ganimetleri yemezdi. Bunun yerine yırtıcı hayvanlarla
yabani hayvanlar gelir, o ganimetleri yerdi.
Bu sırada ateş inmekle
birlikte aldıkları ganimeti yakmadı. Bunun üzerin peygamberleri, aranızda
ganimetten çalan vardır. Şimdi, her bir kabile gelsin bana bey'at etsin. Her
bir kabile gelip ona bey'at etti. Onlardan birisinin eli, peygamberin eline
yapıştı. Ganimetten hırsızlık yapan aranırdadır, dedi. Haydi, siain aranızdaki
her bir kimse gelsin bana bey'at etsin, dedi. Nihayet onlardan birisinin eti,
onun etine yapıştı, bu sefer şöyle dedi: Ganimetten çalan sensin. da altından
inek başını andıran bir şey çıkardı. Bu sefer ateş indi ve ganimetleri yaktı.[86]
Naklettiklerine göre, bu ağaç sesini andıran bir sesi ve kuş kanadı gibi bir
kanadı bulunan, gümüş gibi beyaz bir ateşti. Yine naklettiklerine göre bu peygamber,
ganimetten bu altını çalan kişiyi ve onun beraberindeki eşyayı, bugün
"Ğavr Âciz" denilen yerde yaktı. Bu kişi, ganimet hırsızı anlamına
gelen: el-Ğâll diye tanındı. Asıl adı Aciz idi
Derim ki: Bu
rivayetten, bizden önce ganimetten hırsızlık yapanlann cezasının ne olduğu
anlaşılmaktadır. Dinimizde ise, ganimet hırsızının hükmü-ne dair açıklamalar
daha önceden (Âli-İmran, 3/161. âyet, 2 ve 3- başlıklar ile devamında) geçmiş
bulunmaktadır. Aynı şekilde, Ebû Hureyre'den gelen sahih hadiste sözü geçen ve
adı müphem bırakılan peygamber ile ganimetten hırsızlık yapanın kimlikleri de
açıklanmıştır. Söz konusu hadiste Rasulul-lah (sav) şöyle buyurmuştur:
"Peygamberlerden bir peygamber gazaya çıktı..." Bu hadisi Müslim
rivayet etmiş ve bu rivayette şöyle denilmektedir: "Peygamber gazaya
çıktı ve ikindi namazı vakti veya ona yakın bir vakitte kasabaya yaklaştı.
Güneşe: Sen de emir altındasın ben de emir altındayım, dedi. Alla hım, sen
güneşi bir süre alıkoy. Güneş bunun üzerine, yüce Allah ona zafer verinceye
kadar alıkonuldu... Nihayet aldıkları ganimeti topladılar. Ateş o ganimeti
yakmak üzere geldi, fakat onu azıcık dahi olsa yakmaya yanaşmadı. Bu sefer
peygamberleri; Aranızda ganimet hırsızlığı yapan vardır. Her kabileden bir kişi
gelsin, bana bey'at etsin. Ona gelip bey'at ettiler. Eli, iki ya da üç kişinin
eline yapıştı. Ganimetten hırsızlık yapanlar sizlersiniz, dedi...
[87] deyip
az önce geçen açıklamalara benzer şeyler zikretti.
İlim adamlarımız der
ki: Erihalılar ile savaşıp, onu, cuma akşamına doğru fethetmek üzere iken,
güneşin hareketten alık onu İma sındaki ve onun da fetihten önce güneşin
batışından korkma sındaki hikmet şudur: Eğer güneşin hareketi alıkonulmam iş
olsaydı, cumartesi günü dolayısıyla savaşması ona haram olacaktı. Böylelikle
düşmanları da bu durumu bilip kılıçlarıyla onları doğrayıp kökten imha
edecekti.
Bu ise, denildiğine
göre, Musa (a.s)'ın haber vermesiyle onun peygamberliğinin sabit oluşundan
sonra, ona özel olarak verilen bir mucize idi. Doğrusunu en iyî bilen
Allalıtır.
Sözü geçen hadis4 şerifte
H2. Peygamber aynca şöyle buyurmaktadır; Ganimetler, bizden önce hiçbir
kimseye helal kılınmış değildir. Çünkü yüce Allah bizim zayıflığımızı ve
acizliğimizi bildiğinden, ganimetleri bize helal kılmıştır. Bu da yüce
Allah'ın: "Âlemlerden hlçkimseye vermediğini de size vermişti"
(el-Maide, 5/20} buyruğu ile ilgili olarak; bu, ganimetlerin ve onlardan
yararlanmanın helal kılınışıdır, şeklindeki açıklamayı reddetmektedir.
Hz, Musa'nın Tih'te
vefat etliğini söyleyenlerden birisi de Amr b. Meymun el-Evdî'dir. Aynca o, Hz.
Harun'un da Tih'de vefat ettiğini kaydeder. Her ikisi de Tih'de bir mağaraya
çekilmiş, Hz. Harun vefat etmiş, Hz. Musa da onu defnedip İsrail oğullarına
gitmişti. Harun ne yaptı diye sormaları üzerine, ve fat etti deyince, israil
oğullan, yaîan söyledin, sen, bizim ona olan sevgimiz dolayısıyla onu öldürdün,
dediler, Hz. Harun İsrail oğullan arasında sevilen bir kimse idi. Yüce Allah da
Musa'ya; İsrail oğullarını al ve onları Harun'un kabrine götür. Ben onu, senin
onu, öldürmediğini söyleyip eceliyle öldüğünü kendilerine haber vermesi için
dirilteceğim, dedi. Hz. Musa, İsrail oğullarını alıp Hz. Harun'un kabrine
gitti. Ey Harun, diye seslendi. Kabirden başım (topraklarını) silkeleyerek
kalktı, Hz. Musa ona, seni ben mi öldürdüm diye sorunca, hayır ben öldüm, dedi.
Bu sefer Hz. Musa, haydi yattığın yere geri dön, dedi ve yanından ayrılıp
gitti.
el-Hasen der ki: Musa
Tih'de ölmedi. Ondan başkası ise: Musa, Eriha'yı fethetti, dedi, Yûşa da öncü
kuvvetler arasında idi. Erihada bulunan zorbalarla savaştı, sonradan da Hz.
Musa İsrail oğulları ile birlikte Eriha'ya girdi ve Allah'ın dilediği kadar
orada ikamet etti. Daha sonra da yüce Allah onun canını aldı. Kabrini,
insanlardan hiçbir kimse bilmemektedir, es-Sa'lebî der ki: Bu konudaki görüşlerin
en sahihi budur.
Derim ki: Müslim, Ebu
Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ölüm meleği, Musa (a.s)'a
gönderildi. Melek Hz, Musa'ya gelince, ona bir tokat vurdu, gözünü çıkardı.
Melek Rabbine geri dönüp: "Sen, ölmek istemeyen bir kula beni
gönderdin" dedi. Allah, meleğe gözünü gerisin geri iade etti ve şöyle
buyurdu: "Ona dön ve elini bir öküzün sırtına koymasını söyle. Elinin kapattığı
her bir kıl karşılığında onun için bir yıllık ömür verilecektir." (Melek
dönüp ona durumu anlatınca) Hz. Musa dedi ki: "Rabbim, sonra ne
olacak?"
Yüce
Allah: "Sonra ölüm" diye buyurunca, bu sefer Hz. Musa: "O halde
şimdi (öleyim)" dedi. Yüce Allah'tan kendisini bir taş atımlık mesafe
kadar Ârz-ı Mukaddese yaklaştırmasını diledi. Rasulullah (sav) buyurdu ki:
"Eğer orada olsaydım, şüphesiz sizlere, kırmızı (kum) tepeciğinin alt
tarafındaki yolun kenarında kabrini gösterirdim."
[88]
İşte bizim
Peygamberimiz, Hz. Musa'nın kabrinin nerede olduğunu bilmiş ve yerini onlara
tavsif etmiştir. İsra İle ilgili hadiste de, onu orada kabrinde ayakta namaz
kılarken görmüştüm,[89] Şu
kadar var ki: Yüce Allah Hz. Musa'nın kabrini, Peygamberimiz dışında diğer
insanlardan saklı tutmuş ve onun bilinmesini engellemiş olabilir. Bunun böyle
olması da ona ibadet edilmesi ihtimali ile olabilir. Doğrusunu en iyi bilen
Allahür.
Hadis-i şerifte, Hz.
Peygamberin yoldan kastettiği, Beytül- Makdise giden yoldur. Bazı rivayetlerde
ise yol tabiri yerine Tur'un yan tarafı denilmektedir.
İlim adamları, Hz.
Musa'nın, ölüm meleğinin gözünü tokatlamasının tevili ile ilgili olarak farklı
görüşler ortaya koymuşlardır. Bunlardan birisi de şudur: Bu göz, hakiki
anlamda bir göz değil, hayali bir gözdür. Ancak bu batıl bir görüştür. Çünkü
but peygamberlerin gördükleri melek suretlerinin hakikati olmayan suretler
olduğu sonucuna götürür.
Bir diğer açıklamaya
göre bu göz, manevi bir gözdü. O gözü yerinden çıkartılması delil ile olmuştu.
Bu ise, hakikati olmıyan mecazi bir anlatımdır. Bir diğer açıklama da şudur:
Hz. Musa, onu ölüm meleği olarak tanımamış, kendisinden izinsiz olarak evine
giren ve ona kastetmek isteyen bir kimse olarak görmüş, o da kendisini savunmak
isterken gözüne bir tokat indirip gözünü çıkarmıştır. Böyle bir durumda ise,
mümkün olan herbir yolla savunmaya girmek gerekir. Bu da güzel bir
açıklamadır. Çünkü hern göz, hem de göze tokat vurmak hususunda hakiki bir
anlatımı İfade etmektedir. Bu açıklamayı, İmam Ebu Bekr b. Huzeyme yapmıştır.
Şu kadar var kis hadisteki ifadelerle ona itiraz edilmiştir. O da şudur. Ölüm
meleği, yüce Allah'a dönünce şöyle demiştir: "Rabbim, ölmek istemeyen bir
kula beni gönderdin." Eğer Hz. Musa onun kimliğini bilmemiş olsaydı, ölüm
meleğinin bu sözü doğru olamazdı. Yine bir başka rivayette: Melek, Hz.
Musa'ya: "Rabbinin emrine icabet et" demiştir. Bu da meleğin
kendisini tanıttığım göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Bir diğer açıklama da
şöyledir. Hz. Musa çabuk öfkelenen birisi idi. Öfkelendiği vakit ise, başından
duman gibi bir şey çıkar, vücudundaki (sertleşen) kılları> bedeni üzerindeki
cübbesini kaldırırdı. Çabucak kızması ise, ölüm meleğine böylece tokat
vurmasına sebep teşkil etmişti. İbnü'l-Arabî der ki: Bu ise, gördüğün gibi
(kıymetsiz bir görüştür). Çünkü peygamberler ister hoşnut oldukları halde,
ister kızgınlık halinde böyle bir işi yapmaktan masumdurlar.
Bu
konudaki açıklamalardan birisi de -ki bu, görüşler arasında sahih olanıdır-
şöyledir: Hz. Musa, ölüm meleğini tanımıştı. O meleğin ruhunu kab-zetmek üzere
geldiğini de bilmişti. Fakat bu melek muhayyerlik sözkonusu olmaksızın Hz.
Musa'nın ruhunu kabzetmekle erar olunduğunu ifade ederek, kati olarak ruhunu
almakta kararlı bir eda ile gelmişti. Hz. Musa ise, Peygamberimiz Muhammed
(sav)'ın da açık bir şekilde ifade ettiği şekilde: "Şüphesiz Allah,
muhayyer bırakmadıkça hiçbir peygamberin ruhunu almaz"
[90] hususunu da biliyordu. İşte bu melek, Hz.
Musa'ya bildirilen bu şekilden başka bir üslupla varınca, güçlü ruhi yapısı ve
şehameüyle onu te'dibe kalkıştı ve ona attığı bir tokat iler ölüm meleği için
de bir imtihan olmak üzere, gözünü çıkardı. Zira bu ölüm meleği, Hz. Musa'ya
muhayyer olduğunu açıkça ifade etmemişti. Bu açıklamanın doğruluğuna delalet
eden hususlardan birisi de şudur: Ölüm meleği tekrar Hz, Musa'ya geri dönünce,
hayat ile ölüm arasında onu muhayyer bıraktı, Hz. Musa da ölümü tercih edip, bu
emre teslimiyetini gösterdi. Allah, gaybını daha doğru ve daha iyi bilendir.
Bu, Musa Ca.s)'ın
vefatı ile ilgili olarak söylenenlerin en sahih olanıdır, Mü-fessirler bu
hususta öyle bir takım kıssa ve haberler zikretmektedir ki, bunların sıhhat
derecelerini Allah bilir. Sahih rivayetler ise onlara ihtiyaç bırakmamaktadır.
Hz. Musa yüzyirmi yıl
yaşadı. Rivayet olunduğuna göre Yûşa, vefalından sonra rüyasında onu görmüş ve
ona: Ölümü nasıl buldun diye sormuş, o da: "Diri diri bir koyunun
derisinin yüzülmesi gibi" diye buyurmuştur. Bu doğru bir ifadedir. Çünkü
Hz. Peygamber, sahih hadiste "et-Tezfcîre" adlı eserimizde
açıkladığımız üzre: "Şüphesiz ölümün bir takım sekerâtı vardır" diye
buyurmuştur.
[91]
Yüce Allah'ın: -Artık
sen de o Kısıklar topluluğu İçin tasalanma" buyruğu, üzülme demektir.
Şair (îmriuu'l Kays) da bu kelimeyi bu anlamda şöylece-kullanmıştır:
"Derler ki:
Üzüntü ve kederden helak etme kendini, katlan..."
[92]
27- Bir de onlara
Âdem'in iki oğlunun kıssasını hak İle oku. Hani onlar, birer kurban sunmuşlardı
da, İkisinden blrinlnkl kabul olunmuş, öbürimünki kabul olunmamıştı. O:
"Seni mutlaka öldüreceğim" demişti. Öbürü: "Allah, ancak
takvalılardan kabul eder demişti.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağcağız.
[93]
"Bir de onlara
Âdem'in İki oğlunun kıssasını hak İle oku..." anlamındaki bu âyet-i
kerimenin, kendisinden önceki buyruklarla ilişki yönü, yüce Allah'ın,
yahudilerin zulmünün, onların söz ve ahidlerini bozmalarının Hz. Âdem'in bir
oğlunun kardeşine zulmünü andırdığına dikkat çekmektedir. Yani, Ey Muhammed,
yahudiler sana suikast yapmak istemiş olsalar bile şunu bil ki, senden Önce pek
çok peygamber öldürmüşlerdir. Kabil de Habili öldürmüştür. Kötülüğün geçmişi
çok eskilere dayanır. Yani, sen onlara bu kıs* sayı hatırlat. Çünkü bu doğru
bir kıssadır. Uydurma sözler gibi değildir Bununla İslam'a muhalefet edenler
azarlandığı gibi, Peygamber (sav)'e de bir teselli vardır.
Adem'in iki oğlu ile
ilgili olarak farklı görüşler ortaya atılmıştır. Hasan-i Bas-rî, iki oğlunun
Hz. Âdem'in sulbünden çocukları olmadığını, İsrail oğullarından iki kişi
olduğunu ve Allah'ın bunları yahudilerin kıskançlığını açıklamak üzere misal
verdiğini belirtmiştir.
Bu iki kişi arasında
bir anlaşmazlık vardı. Bunlar birer kurban sundular. Kurban sunmak ise ancak
İsrail oğullan arasında görülen bir olaydır.
îbn Atiyye ise der ki:
Bu bir yanılmadır. İsrail oğullarından bir kişi nasıl olur da ölüyü gömme
şeklini bilmeyip bu hususta kargaya uyabilir Sahih olan bu iki oğlun, Hz,
Âdem'in sulbünden çocukları olduğudur. Müfessirl erden büyük çoğunluğun görüşü
bü olduğu gibi, îbn Abbas, İbn Ömer ve başkaları da bunu ifade etmiştir. Bu iki
kişi, Kabil ve Habil idi.
Kabil'in sunduğu
kurban, bir demet başaktı. Çünkü Kabil, ekini olan bir kimse idi. Bu demet
başağı ekinleri arasında en bayağılardan seçmişti. Hatta bunlar arasında iyi
bir başak görünce, onu alıp ovalamış, tanelerini çıkartıp yemişti.
Habü'in sunduğu kurban
ise -koyun sahibi olduğundan dolayı- bir koç idi. O bunu, koyunlarının en
iyileri arasından seçmişti.
-İkisinden birininki
kabul olunmuş." Cennete kaldırılıp yükseltilmişti. Bu koç, Hz. îsmaİlJe
fidye olarak gönderilinceye kadar orada otlayıp durmuştu. Bunu, Said b. Cübeyr
ve başkaları ifade etmiştir,
Mümin olduğu için
Habil'in kurbanı kabul olunca, Kabil kendisine kıskançlıkla -çünkü o da
kâfirdi- : Sen yeryüzünde yürüyeceksin ve insanlar da senin benden daha
faziletli olduğunu görüp duracaklar ha! Bunun için: "Seni mutlaka
öldüreceğim" demişti.
Bu kurbanın sunuluş
sebebi, denildiğine göre şudur: Havva (Ona selam olsun) her batında biri erkek
ve biri dişi olmak üzere ikiz doğururdu. Bundan tek istisna Hz. Şis (a.s) idi.
O, Şis'i tek başına, ileride geleceği üzere Habil'in yerine doğurmuştu. Adı
ise, Hibetullah (Allah'ın bağışı) idi. Çünkü Hz, Cebrail, onu doğurunca Hz.
Havva'ya: Bu, Habil'in yerine Allah'ın sana bir bağışıdır (Hibetullah),
demişti. Hz. Adem de Hz. Şis'in doğduğu gün yüz otuz yaşında idi.
Hz. Adem, bir batında
doğan erkeği, diğer batındaki kız ile evlendirirdi. Hiçbir erkeğe kendisi ile
birlikte doğan ikizi helâl kılmıyordu. Hz. Havva, Kabil ile birlikte İklimiyâ
adında güzel bir kız doğurmuş, Habil ile birlikte ise, Leyuza adında pek güzel
olmayan bir kız daha doğurmuştu. Hz. Adem bunları evlendirmek isteyince,
Kabil: Benimle doğan ikiz kız kardeşimle evlenmeye ben daha layıkım deyince,
Hz. Adem ona böyle bir şey yapmamasını emrettiği halde o, bu emre uymadı. Onu
azarlayarak vazgeçirmek istediyse de yine vazgeçmedi. Bunun üzerine kurban
sunmak üzere ittifaka vardılar.
Bu açıklamayı
aralarında İbn Mesud'un da bulunduğu müfessirlerden bir topluluk ifade
etmiştir. Hz. Adem'in de kurban sunuluşu esnasında hazır bulunduğu rivayet
edilmiştir Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Yine, bu hususta
Cafer-i Sadıktan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Hz. Âdem» hiçbir zaman
kendi kız çocuğunu kendi oğlu ile evlendirmezdi. Böyle bir şey yapmış olsaydı,
Peygamber (sav) bu işten yüz çevirmezdi Âdem'in dini hiçbir zaman Peygamber
(sav)'ın dininden farklı değildi. Yüce Allah, Adem ile Havva'yı yeryüzüne
indirip onların bîr araya gelmesini sağlayınca, Hz. Havva bir kız çocuğu
doğurdu. O da buna Anâk adını verdi. Bu kız fahişelik yaptı. Yeryüzünde ilk
fahişelik yapan odur. Allah da üzerine onu öldüren birisini musallat etti.
Daha sonra Hz. Havva, Kabil'i doğurdu, sonra da Habil'i doğurdu. Kabil,
olgunlaştnca Allah ona, cinlerin çocuklarından Cemale adında bir kadını İnsan
suretinde gösterdi. Hz. Adem'e de Bunu Kabil ile evlendir, diye vahyettL O da
onunla evlendirdi. Habil yetişip olgunlaşın-ca, yüce Allah, Hz. Ademe yine
insan suretinde bir huri indirdi. Btf huriye rahim yarattı. Bunun da adı Bezle
idi. Habil onu görünce onu sevdi. Allah, Hz. Ademe, Bezle ile Habil'i evlendir
diye vahyetti, o da bunu yaptı. Bu sefer Kabil dedi ki: Babacığım, ben
kardeşimden yaşça daha büyük değil miyim? Hz, Adem: Evet dedi. Bu sefer Kabil
şöyle dedi: O halde ben, senin ona yaptığına ondan daha layık değil miydim? Hz,
Adem ona: Oğlum, bana bu gekilde davranmayı Allah emretti. Lütuf Allah'ın
elindedir, onu dilediğine verir. Kabil: Allah'a yemin ederimki hayır böyle
değil, onu sen bana tercih ettin deyince, Hz. Adem şöyle dedi: Haydi birer
kurban sununuz. Hanginizin kurbanı kabul olunursa, o fazilete daha layıktır,
dedi.
Derim ki: Hz.
Cafer'den bu kıssanın sahih olarak nakledilmiş olacağını zannetmiyorum. Bu
konudaki uygun görüş» bizim de naklettiğimiz, bir batında doğan erkeğin, diğer
batında doğan kız çocuğuyla evlendirilmesi olmalıdır. Kitab-ı Kerim'de bunun
doğruluğuna delil yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Ey insanlar, sizi tek bir
candan yaratan, ondan da eşini var eden, her ikisinden, de bir çok erkekler ve
kadınlar türeten Rabbinizden korkun..." (en-Nisa, 4/1) bu ise bu hususta
bir nass gibidir. Ancak daha sonra el-Bakara sûresinde de önceden açıklanmış
olduğu gibi- nesli olunmuştur,
Hz. Havva'dan doğan
bütün çocuklar, erkek ve dişi olmak üzere yirmi batından kırk çocuktur.
Bunların birincisi Kabil'dir. İkizi, İklîmiyâ'dır. Sonuncuları ise
Abdulmuğîsdir. Daha sonra yüce Allah, Hz. Adem'in neslini mübarek kıldı. İbn
Abbas der ki: Adem, çocukları ve torunları kırk binini bulmadan önce vefat
etmedi. Cafer es-Sadik'tan rivayet olunan: Onun bir kız çocuğu oldu ve o fuhuş
yaptı, şeklindeki sözüyle ilgili olarak: Peki, kiminle fuhuş yaptı? diye
sorulur. Ona, İnsan gibi görünen bir cinni ile mi? Böyle bir şey ise, bu konuda
ortada mazeret bırakmayacak bir şekilde sahih bir nakli gerektirmektedir.
Böyle bir nakil ise bulunmamaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[94]
Habil'in: "Allah
ancak takvâlılardan kabul eder" şeklindeki sözünün makabli hazf
edilmiştir. Çünkü Kabil kendisine: "Seni mutlaka öldüreceğim"
dediğinde, Habil onaı Ben herhangi bir suç işlememiş olduğum halde ne diye
beni öldüreceksin? Allah'ın benim kurbanımı kabul edişinde benim günahım
yoktur. Ben, O'ndan korktum ve açık hak üzere oldum. Allah da ancak takva
sahiplerinden kabul eder, demişti.
îbn Atiyye der ki:
Burada takvadan kasıt, ehli sünnetin icmaı ile şirkten sakınmaktır. Her kim
muvahhid olarak şirkten sakınırsa, samimi niyyet Üe yaptığı bütün amelleri
makbuldür. Şirk ve masiyetlerden birlikte sakınan takvâ-hya gelince, o kişi,
kabulün en yüksek derecesine sahip olur ve son nefesinde ilahî rahmete mazhar
olur. Bu husus, şanı yüce Allah'ın haber vermesiyle bilinmiştir. Yoksa bu,
Allah Ü2erine aklen vacib olan bir şey değildir. Adiy b. Sabit ile başkaları
der ki: Bu ümmetin takva sahibinin kurbanı (Allah'a yakınlaşması) namazdır.
Derim
ki: Bu ise ibadetlerden yalnız bir tür hakkında özel olarak ifade edilmiştir.
Bulıarî ise Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayei etmektedir: Rasu-lullah
(say) buyurdu ki: "Muhakkak, şanı yüce ve mübarek olan Allah şöyle
buyurmuştur: Kim benim bir dostuma düşmanlık ederse, ben ona savaş ilan etmiş
olurum. Benim kulum, kendisine farz kıldığım şeyden daha çok sevdiğim herhangi
bir şey ile bana yakınlaşmış olamaz. Kulum, nafileler ile bana yaklaşmaya
devam eder. Nihayet Ben onu severim. Onu sevdim mi, kendisiyle işittiği kulağı,
kendisiyle gördüğü gözü, kendisiyle yakaladığı eli, kendisiyle yürüdüğü ayağı
olurum. Benden bir şey İsteyecek olursa, an-dolsun ki ona veririm, Ve yine Bana
sığınacak olursa, andolsun ben de onu himayeme alırım. Kendisi ölümden
hoşlanmazken ona kötülük yapmayı hoşlanmadığım için mü'min bir kimsenin nefsini
alırken tereddüt ettiğim kadar yaptığım hiçbir işte tereddüt etmiş
değilim,"
[95]
28- (Hâbil Kabil'e
demişti ki): "Yemin ederim eğer sen beni öldürmek için bana elini uzatsan
da ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben, âlemlerin
Rabbi olan Allah'tan korkarım.
29- "Ben dilerim
ki sen, kendi günahını da benim günahımı da yüklenip cehennemliklerden olasın.
İşte zalimlerin cezası budur."
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[96]
Yemin ederim eğer sen beni öldürmek İçin bana elini uzatsan da..."
âyetinin anlamı şudur:
Sen, beni öldürmek İsteyecek olsan dahi, ben seni öldürmek istemem. Bu, onun
bir teslimiyet gösterdiğini ifade eder. Haberde ise: "Fitne başgösterdiği
takdirde Âdem'in iki oğlunun hayırlıları gibi olun" denildiği rivayet
edilmiştir. Ebu Dâvud da Sa'd b. Ebi Vakkas'dan şöyle dediğini rivayet eder:
Ey Allah'ın RasuLü dedim. (Beni öldürmek kastıyla) evime girse ve beni öldürmek
için elini uzatsa (ben ne yapayım)? Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
"Âdem'in iki oğlunun daha hayırlısı olan gibi ol."
Sonra
da şü: "Temin ederim, eğer sen beni öldürmek için bana elini
uzat-sanda..." âyetini okudu,
[97] Mücahid
der ki: O dönemlerde onların üzerindeki farz hüküm, herhangi birisinin kılıç
çekmemesi ve buna karşılık kendini öldürmek isteyene karşı da korunmaması ve
kendisini savunmaması şeklinde idi.
İlim adamlarımız der
ki: Bu, Allah'ın kendisine bu şekilde ibadet edilmesi isteğine dair buyruğun
varid olmasının caiz olduğu hususlardandır. Şu kadar var ki, bizim
şeriatimizde saldırganı defetmek icma ile cate kabul edilmiştir. Saldırgana
karşı savunmaya geçmenin vücubu hususunda ise görüş ayrılığı vardır. Daha
sahih olan bunun vacib olduğudur Çünkü böyle birşey bile münkerden
sakındırmaktır. Haşviyye arasında saldırıya uğrayan kimsenin savunmaya
geçmesini caiz kabul etmeyen kimseler vardır. Bunlar ise, Ebu Zer'in hadisini
delil diye gösterirler.
[98]
İlim adamları ise
bunu, -et-Tezkıre adlı kitabımızda da açıkladığımız üzere- fitne zamanında
çarpışmayı terk etmeye ve şüpheli hallerde kendisini başkasına el uzatmaktan
alıkoymaya yorumlamışlardır.
Abdullah b. Amr ile
insanların büyük çoğunluğu şöyle demektedir: Habii, Kabil'den daha güçlü
olmakla birlikte o, günaha girmekten kaçındı
İbn Atiyye der ki:
Daha sahih olan da budur. İşte buradan Kabilin kâfir değil de, sadece bir
isyankâr olduğu kanaati güç kazanmaktadır Çünkü, eğer Kabil kâfir bir kimse
olsaydı, böyle bir durumda onu öldürmekten çekinmenin açıklanır bir tarafı
olmazdı. Bu gibi durumlarda çekinme, çekinen kimsenin muvahhid bir kimseyi
öldürmekten kaçınması ve âhirette mükâfat görmek için de zulmedilmeye razı
olması şeklinde açıklanabilir. İşte Osman (r.a) da böyle davranmıştır.
Buyruğun anlamının
şöyle olduğu da söylenmiştir: Ben, seni öldürme kastını güdemem. Sadece
kendimi savunma kastıyla davranabilirim. Buna binaen şöyle denilmiştir: Habil
uykuda iken, Kabil gelip -ileride açıklanacağı üzere- bir taş ile kafasını
ezdi.
însanın kendisini
öldürmek isteyene karşı kendisini savunması, saldırganı öldürmek sonucunu
verse dahi caizdir.
Yine şöyle
denilmiştir: Sen, beni öldürmek için işe başlayacak olsan dahi ben, öldürmeyi
başlatan olmam. Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: O, bu sözleriyle şunu
kastetmek istemiştir: Sen, zulmen ve haksızca bana elini uzatacak olsan dahi,
andolsun ben, zulmedecek değilim. Çünkü, şüphesiz ben, âlemlerin Rabbİ olan
Allah'tan korkarım.
[99]
Yüce Allah'ın: MBen
dilerim ki sen» kendi günahını da benim günahımı da yüklenip*.."
buyruğunun anlamı ile ilgili olarak s.öyle denilmiştir: Bunun anlamı, Peygamber
(sav)'ın şu hadisinde dile getirdiği anlamın kendisidir: "İki müslüman
kılıçlarıyla karşılaşacak olurlarsa, katil de maktul de cehennemdedir".
Ey Allah'ın Rasulü, katili anladık, maktul ne diye (cehennemde olsun)?. Şöyle
buyurdu: "Çünkü o da karşısına çıkanı öldürmeye azmetmişti."[100] Adeta
Habil, bu sözleriyle şunu anlatmak istemiş gibidir: Ben seni öldürmek istemiyorum,
Eğer seni öldürmeyi istiyen birisi olsaydım, bana gelecek olan günah da, beni
öldürme günahı ile birlikte senin yüklenmeni istiyorum
Anlamın: İşlediğim kusur
ve hatalarım hususunda bana has olan günahımın da sana gelmesini İstiyorum.
Yani benim günahlarım, senin bana zulmetmen sebebiyle alınıp sana verilmesini
ve böylelikle beni öldürmen suretiyle günahımı da yüklenmeni istiyorum. Bu
yorumlamayı Hz, Peygamberin şu hadis-i şerifi desteklemektedir: *Kıyame.t
gününde zalim ve mazlum getirilir. Zalimin iyiliklerinden alınarak, mazlumun
iyiliklerine katılır. Tâ ki, ona hakkı verilinceye kadar. Eğer (zalimin)
hasenatı yoksa, (yahut kalmazsa) mazlumun günahlarından alınır, onun üzerine
bırakılır." Bu hadisi Müslim bu anlamda rivayet etmiştir.
[101]
Daha önce geçmiş bulunmaktadır. Bunu yüce Allah'ın şu buyruğu da
desteklemektedir: ''Andolsun ki onlar, hem kendi (günah) yüklerini, hem de
kendi yükleriyle birlikte de başka yükleri yükleneceklerdir."
(el-Ankebut, 29/13) Bu husus ise gayet açıktır ve bunun açıkla-namayacak bir
tarafı yoktur.
Şöyle de denilmiştir:
Bunun anlamı şudur Ben senin hem benim günahımı, hem de kendi günahını
yüklenmeni istemiyorum. Yüce Allah'ın şu buyruklarında (mahzuf bir
"enla" edatının varlığı kabul edildiği gibi); "O, sizi
çalkalayıp sallar diye yeryüzünde sabit dağlar bıraktı.* (en-Nahl, 16/15) Yani,
sallamasın diye demektir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda da böyledir: "Allah
size, yanılırsınız diye açıklıyor...* (en-Nisa, 4/176) Yani, yanılmayasınız
diye...
Derim
ki: Bu görüş zayıf bir görüştür. Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"Haksız yere bir kişi Öldürüldü mü, mutlaka onun kanından (günahından) o
kadar bir pay Adem'in (kan döken) ilk oğluna da verilir. Çünkü öldürme
çığırını ilk açan odur."
[102] Böylelikle
'(Ademin ilk oğlunun) öldürmesinin günahının tahakkuk ettiği sabit olmaktadır.
Bundan dolayı ilim adamlarının çoğunluğu şöyle demiştir: Buyruğun anlamı şudur:
Ben, beni Öldürme günahın ile beni öldürmeden önce işlemiş olduğun günahların
ile dönmeni istiyorum. es-Sa'lebî der ki; Müfessirlerin çoğunluğunun
belirttikleri görüş budur.
Bunun, soru anlamında
olduğu da söylenmiştir. Yani: Ben böyle bir şeyi ister miyim? diyerek bunu
istemediğini ifade etmek istemiştir. Nitekim yüce Allah'ın: "Ve bu nimeti
sen başıma kakıyorsun" (eş-Şuara, 26/22) buyruğu, sen bunu nimet diye
başıma mı kakıyorsun? demektir Bunun böyle olması, Öldürmek istemenin bizzat
masiyet olusundan dolayıdır. Bunu, el-Kuşeyrî nakletmektedir. -Ebu'l Hasen b,
Keysân'a da: Mü'min, kardeşinin günah kazanmasını ve cehenneme girmesini nasıl
isteyebilir? diye sorulunca: Şu cevabı vermiş: Böyle bir istek, onu öldürmek
üzere kendisine elini uzatmasından sonra gerçekleşmiştir. Buyruğun anlamı da
şöyle olur: Sen beni öldürmek için bana elini uzatacak olsan, andolsun ben,
sevap kazanmak isteği ile böyle bir şeyden uzak duracağım. Bu seter ona şöyle
soruldu: Peki nasıl olur da: Sen kendi günahım da benim günahımı da diye söylemiş
? Öldürüldüğüne göre onun hangi günahı vardır? Dedi ki: Böyle bir soruya üç
türlü cevap verilir: Bu cevapların biri şudur: Beni öldürmenin günahı ile
kendisi sebebiyle kurbanının kabul olunmasını engelleyen günahın sebebiyle. Bu
görüş, Mü-cahid'den de rivayet edilmektedir. İkincisi: Beni öldürmenin günahı
ile bana saldırma günahım yüklenmeni istiyorum. Çünkü, fiilen öldürmese dahi,
saldırmak dolayısıyla da günah kazanabilir. Üçüncü cevap: Ona, öldürmek için
elini uzatacak olsaydı günah kazanırdı. Böylelikle bu işten vazgeçtiği takdirde,
bu kazanacağı günahın kargı tarafa döneceği görüşüne sahip oldu. Bu ise kişinin
şu sözünü andırıyor: Mal, onun ile Zeyd arasında (ortaklaşadır) Yani» her
ikimizin günahını senin kazanmam İstiyorum, anlamındadır.
Aslında eve dönmek
demektir. Yüce Allah'ın: Allak'tan bir gazap ile geri döndüler* (el-Bakara,
2/61) buyruğunda olduğu gibi Bakara sûresinde buna dair açıklamalar (işaret
edilen âyetin tefsirinde) yeterince geçmiş bulunmaktadır. Şair de der ki:
"(Kısas dolayısıyla)
kana karşılık kana dönülmesin, diye birtakım hükümdarlar bize saldırmaktan
vazgeçmez, mahremlerimize dil uzatmaktan sakınmazlar,"
Cehennemliklerden
olasın... buyruğu, o dönemlerde mükellef olduklarına ve mükâfaat ve ceza
va'dlerine muhatap olduklarına delildir. HabÜ'in kardeşi Kabil'e:
"Cehennemliklerden olasın" sözü, onun kâfir olduğuna delil
gösterilmiştir. Çünkü, cehennemliklerden ifadesi, Kurân-ı Kerimde nerede
geçmişse, kâfirler hakkında varid olmuştur. Ancak, bu görüş burada daha önce
âyetin tevili ile ilgili olarak ilim ehlinden naklettiğimiz görüşlerle
red-dolunur. Buna göre, "cehennemliklerden olasın" buyruğunun anlamı,
sen orada olduğun sürece... şeklindedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[103]
30- Nihayet nefsi
kendisine kardeşini öldürmeyi kolay gösterdi. Onu öldürdü. O da hüsrana
uğrayanlardan oluverdi.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[104]
Yüce Allah'ın:
"Nihayet nefsi kendisine... kolay gösterdi" buyruğu, nefsi kendisine
işi kolay gösterdi, süsledi, buna teşvik etti, kardeşini öldürmesinin kolay ve
rahat yapılabilir birşey olduğunu canlandırdı, demektir. el-He-
revî der ki: ile
"itaat etti" aynı anlamdadır. Birşeyi isteyerek yapmayı anlatmak
üzere, denilir. Anlamının Kardeşini öldürmek hususunda nefsi kendisine itaat
etti şeklinde olduğu ve harfi cer hazf edildiği için, "öldürme"
anlamındaki kelimenin mansub geldiği de söylenmiştir.
Rivayet olunduğuna
göre, Kabil kardeşini nasıl öldüreceğini bilmiyordu. O bakımdan îblis, bir kuş
-veya bir başka hayvan- getirip, Kabil kendisine ha hususta uysun diye, başını
iki taş arasında ezdi. O da böyle yaptı. Bu açıklamayı İbn Cüreyc, Mücahid ve
başkaları yapmışlardır,
İbn Abbas ile îbn
Mes'ud da derler ki: Kardeşini uyurken buldu, bîr taş ile kafasını ezdi. Bu
olay ise, -Mekkede'ki bir dağ olan- Sevr'de olmuştu. Bunu da İbn Abbas
söylemiştir. Bunun, Hıraya yakın olan Akabe yakınlarında olduğu da
söylenmiştir. Bunu da Muhammed b. Cerjr et-Taberî nakletmiştir.
Caferes-Sadık ise der
ki: Bu öldürme olayı, Basra'da Mescid-i Azamın bulunduğu yerde cereyan
etmiştir. Habilt Kabil tarafından öldürüldüğünde yirmi yaşında idî.
Şöyle de
denilmektedir: Kabil tabiatı gereği öldürmenin mahiyetini biliyordu. Çünkü
insanoğlu öldürmeyi fülen görmemiş olsa dahi, tabiatı dolayısıyla insanın fani
olduğunu ve canını telef etmenin mümkün olduğunu bilir. Bundan dolayı aldığı
bir taş ile kardeşini Hindistan'da öldürdü. Doğrusunu en İyi bilen Allah'tır.
Kardeşini öldürdükten
sonra pişman oldu. Oturup baş ucunda ağlamaya başladı. Bu sırada iki karga
geldi, birbirleriyle kavgaya tutuştu. Kargaların biri diğerini öldürdü. Daha
sonra ona bir çukur kazıp gömdü. Katil de kardeşine aynı şeyi yaptı.
-Bir sonraki âyette
geçecek ve "ceset" diye meali verilen kelimesi ile avret kastedilir
Bu kelime ile maktulün leşinin kastedildiği de söylenmiştir.
Daha sonra Kabil,
Yemen'de Aden topraklarına kaçıp gitti. İblis yanma va-np ona dedi ki: Ateş.
senin kardeşinin kurbanını alıp götürdü. Çünkü o, ateşe ibatlet eden bir kimse
idi. Haydi sen de, hem senin, hem de soyundan geleceklerin mabudu olsun diye
bir ateş yak. O da bunun üzerine ateş evi (ateş-gede) inşa etti. Denildiğine
göre ateşe ilk lapan kişi odur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
İbn Abbastan şöyle
dediği rivayet edilmiştir; Kabil kardeşini öldürünce, Adem Mekke'de
bulunuyordu. Bu öldürmenin akabinde, ağaçlarda diken ol-dut yiyeceklerin tadı
değişti. Meyveler ekşidi, sular tuzlu oldu. Yeryüzü toz-toprağa bulandı. Bunun
üzerine Adem (a.s) şöyle dedi: Yeryüzünde önemli bir olay meydana gelmiş
olmalı. Hindistan'a gitti, Kabil'in Habil'i öldürmüş olduğunu gördü.
Yine şöyle
denilmiştir: Adem'in yanma giden Kabil'in kendisidir. Yanına varınca ona Habil
nerede diye sordu, o da: Bilemiyorum dedi. Sanki beni onu korumakla mı
görevlendirdin? Adem ona dedi ki yoksa o kararlaştırdığını mı yapan? Allah'a
yemin ederim onun kanı şöyle seslenir: Allah'ım, Habilin kanını içen bir arza
lanet et. Rivayet olunduğuna göre, o andan itibaren yer, kanı çekmez oldu.
Daha sonra Adem,
yüzyıl boyunca gülmedi. Nihayet bir melek ona gelip: "Hayyakellahu Ya Adem
ve Beyyâk" dedi. Hz. Adem: Beyyâk da ne demek oluyor, deyincet güldürsün
demektir, dedi. Bu açıklamayı da Mücahid ile Salim b, Ebi'1-Ca'd yapmıştır.
-Habil'in öldürülüşünden
beş yıl sonra- Adem yüzotuz yaşına basınca, Şi'â adındaki çocuğu dünyaya geldi.
Bunun anlamı ise Hibetullah (Allah'ın bağışı) demektir. Yani, Habil'in yerine
Allah'ın bağışladığı.
Mukatil der ki:
Kabil'in Habil'i öldürüşünden önce yırtıcı hayvanlar ve kuşlar Hz. Ademden
ürküp kaçmıyordu. Fakat Kabil, Habil'i öldürünce, hayvanlar ondan kaçtı.
Kuşlar havaya, yabani hayvanlar çöllere, yırtıcı hayvanlar da ormanlara
çekildiler. Durumun değişmesi üzerine Hz. Adem'in, es-Sa'le-bi'nin de
başkalarının da naklettiği ve şu beyitlerin de yer aldığı bir çok beyitten
oluşan bir şiir söylediği rivayet edilmektedir:
"Değişti yerler
ve üzerindekiler Yeryüzü değiştirildi çirkinleşti Tadı ve rengi olan herşey
değişti O güzel güleç yüz çok azaldı."
el-Kuşeyri ve başkaları
der ki: îbn Abbas dedi ki: Adem şiir söylememiştir Muhammed ve diğer bütün
peygamberler de şiir yasağı konusunda aynı hükümdedir Fakat, Habil öldürülünce
babası Adem, Süryanice konuştuğu için o dilde ona ağıt yaptı. O bakımdan bu,
Süryanice bir ağıt olup, o bunu, oğlu Şişe vasiyet yoluyla vermiş ve şöyle
demişti: Sen benim vasimsin. Nesilden nesile aktarılması için bu sözlerimi
belle. Onun bu mersiyesi, Ya'rub b. Kah tan dönemine kadar bazı bölümleriyle
ezberlenmiş oldu. Ya'rub bunları arapçaya tercüme edip şiir haline soktu.
[105]
Enes
yoluyla gelen bir hadiste şöyle dediği rivayet edilmektedir: Peygamber (sav)'a
sah günü hakkında soru sorulunca şöyle buyurmuş: "O gün kan günüdür. Havva
o günde ay hali oldu ve o günde Adem'in oğlu öbür kardeşini öldürdü."
[106]
Müslim'in Sahih'inde
ve başkalarında Abdullah (b. MesJud)'ın şöyle dediği sabittir: Ra sulu İlah
(sav) buyurdu ki: "Haksız yere bir kişi öldürüldü mü, mutlaka onun
kanından (günahından) o kadar bir pay, Âdem'in (kan döken) ilk oğluna da
yazılır. Çünkü öldürme çığırını ilk açan odur."
[107]
Bu ise, böyle bir
günahın ona da yazılışının illetini nass ile açıkça ortaya koymaktadır Bu
itibarla secde etmemek suretiyle Allah'a asi gelen herkesin masiyeti ve günahı
kadar İblis'e de günah verilmesi sözkonusudur. Çünkü, secde etmemekle Allah'a
ilk isyan eden odur. Aynı şekilde Allah'ın dininde caiz olmayan bir takım
bid'at ve hevalan ihdas eden herkesin durumu da böyledir. Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur; "Her kim. lalamda güzel bir çığır açarsa, o kimseye hem onun
ecri hem de Kıyamet gününe kadar onunla amel edeceklerin ecri (kadar ecir)
verilir. Kim de İslamda kötü bir çığır açacak olursa, o kişiye hem o kötü
işinin günahı, hem de Kıyamet gününe kadar onunla amel edeceklerin günahı
(kadar) günah yazılır."
[108]
Bu hadis-i şerif de
hayır ve şer hususlarında açık bir nasstır. Yine Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: 'Ümmetim için en çok korktuğum şey, saptırıcı önderlerdir."
[109]
Bütün bunlar, âyet-i
kerimenin anlamını dile getiren gayet açık ifadeler ve sahih naslardır. Bu
husus iset böyle bir günahı işleyen kimsenin o masiyet-ten tevbe etmemesi
halinde sözkonusudur, Çünkü Hz. Adem, kendisine yasak kılınan şeyi yemek
hususunda emre ilk muhalefet eden kişi oldu. Bununla birlikte ondan sonra
gelenler arasında yasak kılınmış şeyleri yediği ve içtiğinden dolayı günah
kazananların günahından Hz. Adem'e yazılmayacağı icma ile kabul edilmiştir.
Zira Adem, bu işten dolayı Allah'a tevbe etmiş, Allah da tevbesini kabul
etmişti. Böylelikle o, hiçbir suç işlememiş gibi oldu. Bir diğer açıklama da
şöyledir: Hz. Adem, bu konudaki sahih görüşe binaen unutarak yasak kılınan
şeyi yemişti. Nitekim biz bu hususu el-Bakara sûresinde (2/35. ayet 10.
başlıkta) açıklamış bulunuyoruz. Unutarak günah işleyen bir kimse ise, günahkâr
da olmaz, sorgulanmaz da.
[110]
Bu âyet-i kerime,
kıskanç kimsenin durumuna dair açıklamalar da ihtiva etmektedir. Öyle ki,
kıskançlık kişiyi bazan kendisine en yakın akrabayı, kendisiyle akrabalık bağı
en sıkı olan bir kimseyi, en çok şefkat göstermesi ve ona gelebilecek zaran
herkesten çok önlemesi gereken, kendisine en yakın bir kimseyi öldürmek
suretiyle telef etmeye kadar götürebilir.
[111]
Yüce Allah'ın: "O
da hüsrana uğrayanlardan oluverdi" sevaplarım kaybedenlerden oluverdi
demektir. Mücahid der ki: Katilin ayağı, o günden itibaren kıyamet gününe
kadar bacağından baldırına asılı kalacaktır. Yüzü güneşin doğduğu tarafa
döndürülecektir. Yazın üzerinde ateşten bir gölgelik, kışın da üzerinde kardan
bir gölgelik vardır. İbn Atiyye der ki: Eğer bu sahih ise, işte yüce Allah'ın:
"Hüsrana uğrayanlardan oluverdi* buyruğunun ihtiva ettiği hüsranın bir
kısmı budur. Aksi takdirde hüsran, esasen hem dünya hem de âhiretteki hüsranı
kapsar.
Derim ki: Belki de bu,
o kâfir değil de isyankâr bir kimse idi, diyenlerin görüşlerine göre cezasıdır.
O takdirde buyruğun anlamı: "O da" dünyada "hüsrana
uğrayanlardan oluverdi™ demek olur Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
[112]
31. Sonra Allah ona
kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermek için yeri eşeleyen bir karga
gönderdi. "Yazıklar olsun banal Şu karga kadar olup da kardeşimin
cesedini gömmekten âciz mi oldum" dedi. Artık pişmanlık duyanlardan
olmuştu.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı beş başlık halinde sunacağız:
[113]
Yüce Allah'ın:
"Sonra Allah ona... yeri eşeleyen bir karga gönderdi" buyruğu ile
ilgili olarak Mücahid şöyle demiştin Allah iki karga gönderdi. Bunlar
birbirleriyle kavga ettiler. Sonunda biri diğerini öldürdü, sonra da yeri eşeleyerek
bir çukur kazıp onu gömdü, Hz. Adem'in bu oğlu ise ilk öldürülen kişi olmuştu.
Yine şöyle
denilmiştir; Karga yeri, yiyeceğini ihtiyaç duyacağı zamana kadar gizlemek
üzere eşelemişti. Çünkü böyle yapmak kargaların adederinden-dir. Kabil de bunu
görünce kardeşini nasıl saklayıp gömeceğini anlamış oldu.
Rivayet olunduğuna
göre Kabil, Habil'i öldürdükten sonra onu bir çuvala koymuş ve omuzunda yüz
yıl süreyle durmaksızın taşıyıp yol almıştır. Bunu Mücahid söylemiştir
İbnül-Kasım ise Malikten bir sene taşıdığını rivayet etmektedir. îbn Abbas da
böyle demiştir. Onun, kardeşinin cesedini kokun-caya kadar taşıdığı da
söylenmiştir. O, -önceden de geçtiği üzere- bu hususta kargaya uyuncaya kadar
ona ne yapacağım bilemiyordu.
Rivayet
edilen haberde Enes'in şöyle dediği nakledilmektedir; Peygamber (sav)'ı şöyle
buyururken dinledim: "Allah, Ademoğlu'na üç şeyden sonra üç şeyi lütfedip
vermiştir. Nuh (un alınmasın) dan sonra kokmayı vermiştir. Eğer, Nuh'un
alınışından sonra cesed kokmayacak olsaydı» hiçbir candan dost candan sevdiği
kimseyi gömmezdi. Yine cesedde kurtlanmayı (lütfetmiştir). Eğer cesette
kurtlanma olmasaydı, kırallar bu cesedleri hazine gibi saklardı. Kendileri için
bunlar dinar ve dirhemlerden daha hayırlı olurdu. Yaşlılıktan sonra da ölümü
(lütfetmiştir). Çünkü kişi yaşlanır ve öyle bir zaman gelir ki, kendisi
kendisinden usanır, ailesi, çocukları ve yakınları dahi ondan usanır. O
bakımdan ölüm onun için daha bir setredicidir."
[114]
Bazıları da şöyle
demiştir: Kabil defnetmeyi bilirdi. Fakat kardeşini hafife almak için onu
açıkta bırakmış gömmemişti. Bunun üzerine yüce Allah, Habil'in üzerine gömmek
kastıyla toprak saçan bir karga gönderdi. Bunun üzerine kardeşi: "Yazıklar
olsun bana. Şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz mi oldum,
dedi. Artık pişmanlık duyanlardan olmuştu". O, bu sözlerini yüce Allah'ın,
Habil'e üstünü toprakla örtecek şekilde bir karga göndermek suretiyle lütufta
bulunduğunu görünce söylemişti. Bu pişmanlığı, tevbeden kaynaklanan bir
pişmanlık değildi.
Yine denildiğine göre
onun pişmanlığı, kardeşini öldürdüğü için değil, kaybettiği içindi. Böyle bir
pişmanlık duymuş olsaydı bile gerekli şartlarını taşımaktan uzak olurdu. Veya
pişmanlık duymakla birlikte bu pişmanlığı devam etmedi. İbn Abbas der ki: Eğer
onu öldürdüğü için pişmanlık duymuş olsaydı, onun bu pişmanlığı bir tevbe
olurdu,
Yine şöyle
denilmektedir: Adem ile Havva Habil'in kabrine gittiler ve günlerce onun kabri
başında ağlayıp durdular. Daha sonra Kabil bir dağın tepesinde bulunuyorken,
bir öküz gelip ona bir tos vurdu, o da aşağıya düştü ve paramparça oldu.
Şöyle de
denilmektedir: Hz. Adem ona beddua etti, bunun üzerine yerin dibine geçti* Yine
denildiğine göre, Kabil Habil'i öldürdükten sonra yabanî-leşti ve çöllere
çıktı. Ancak, yabani hayvanlardan yiyeceklerini sağlayabiliyordu. O bakımdan
yabani bir hayvan ele geçirdi mi, onu ölünceye kadar şiddetle, darbelerle
vurur, sonra da onu yerdi. îbn Abbas der ki: O bakımdan Adem'in oğlu Kabilden
bu yana darbe ile öldürülmüş hayvanı yemek haram olagelmiştir. İnsanoğullan
arasında cehenneme ilk sürülecek olan kişi de odur Bu da yüce Allah'ın şu
buyruğunda ifade edilmektedir: "Rabbimiz> cinlerden ve insanlardan bizi
saptıran o iki kişiyi bize göster." (Fussilet, 41/29) İblis cinlerden
kâfirlerin başı, Kabil de insanlar arasında günahın başıdır. Nitekim ileride
buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Fussilet sûresinde (belirtilen
âyet-i kerimenin tefsirinde) gelecektir. Şöyle de denilmiştir: O dönemde
pişmanlık tevbe sayılmıyordu. Bütün bunların gerçeğini ise yüce Allah en iyi ve
en sağlam bilendir.
Âyetin zahirine göre
Habil, Ademoğullan arasında ilk ölen kişidir. Bundan dolayı ölenlerin
gömülmesine dair İşlemler bilinmemekte idi. Taberî de İbn İshâk'tan, o, geçmişlerin
kitaplarında bulunanları bilen ilim ehli birisinden böylece nakletmiştir.
Yüce Allah'ın:"
EşeleyetTin anlamı isef gagasıyla toprağı açıp yerinden kaldıran demektir.
Bundan dolayı da Berâe (et Tevbe) sûresine (.aynı kökten gelen) el-Buhüs sûresi
adı verilmiştir. Çünkü bu sûre, münafıkları araştırıp açığa çıkarmıştır.
Şairin şu beyiti de bu
kabildendir:
"İnsanlar
örtseler beni, ben de örtünerek saklanırım onlardan Şayet beni araştırıp açığa
çıkaracak olurlarsa, onlar hakkında da
araştırmalar sözkonusııolur."
Meselde de: (İnce
şeyleri araştırmaktan kinaye olarak) Bıçağı dahi araştıran kimse gibi
olma" denilmektedir. Şair de der ki:
"Toprak altında
gömülü bir bıçağı, kalkıp ayağı ile toprağı eşeleyerek" çıkartan kötü bir
dişi keçi gibidir."
[115]
Yüce Allah,
Âdemoğlu'na gömmenin keyfiyetini göstermek hikmetine binaen karga göndermişti.
İşte şanı yüce Rabbimizin: "Sonra onu öldürüp kabre koy (dur)du* (Abese,
80/21) buyruğunun anlamı budur. Böylelikle gömme hususunda karganın yaptığı
iş, insanlar arasında kalıcı bir sünnet oldu.
Bütün insanlar üzerine
bu bir farz-ı kifayedir Onlardan bir bölümü bu işi yerine getirdiği takdirde,
diğerlerinin üzerindeki Bil farziyet sakıt olur. İnsanlar arasında özellikle
bu işi yapması gerekenler, ölene en yakın olan akrabalarıdır. Sonra komşuları
gelir, sonra diğer müslümanlar.
Kâfirleri gömmeye
gelince, Ebu Dâvud, Hz. Ali'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Peygamber
(sav)'a dedik ki, senin yaşlı ve sapık amcan ölmüş bulunuyor. Hz. Peygamber
şöyle buyurdu: "Git ve babanı toprağın altına göm. Daha sonra da yanıma
gelinceye kadar başka hiçbir iş yapma." Gittim, onu gömdüm ve Hz.
Peygamberin yanına geldiğimde bana yıkanmamı emretti ve bana dua etti.[116]
Kabrin geniş olması ve
güzel kazılması müstehabtır. Çünkü İbn Mace, Hi-şam b. Âmir (r.a)'dan şöyle
dediğini rivayet etmiştir: Rasulullah (say) buyurdu ki: "(Kabri) kazınız,
genişletiniz ve güzel yapınız."
[117]
el-Edra' es-Sülemî'den
de şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bir gece Peygamber (sav)'ı korumak üzere
geldim. Yüksek sesle Kur'ân okuyan birisini işittim. Peygamber (sav) çıkınca,
Ey Allah'ın Rasulü dedim. Bu, riyakârlık yapan birisidir. O kişi, Medine'de
vefat etti. Techizirii bitirdiler, naaşım taşıdılar, Rasulullah (sav) şöyle
buyurdu: "Allah'ın ona şefkatle davrandığı gibi siz de ona şefkatli
olunuz. Çünkü bu kişi Allah t ve Kasulünü seven bir kimse idi." Hz.
Peygamber, mezarının kazılmasında hazır bulundu ve şöyle dedi:
"Onun
için (kabrini) geniş tutunuz." Ashabından birisi, Ey Allah'ın Rasulü, onun
için üzüldün mü deyince, Hz. Peygamber; Evet, diye buyurdu. Çünkü o, Allah'ı ve
Rasulünü seven bir kimse idi," Bu hadisi İbn Mace, Ebu Bekr b. Ebi
Şeybe'den, o, Zeyd b. el-Hubâb'dan, of Musa b. Ubeyden o, Said b. Ebi Said yolu
ile... rivayet etmiştir.
[118]
Ebu
Ömer b. Abdi't-Berr der ki: Edrâ's-Sülemî, Peygamber (sav)'den tek bir hadis
rivayet etmiştir. Ondan da Said b, Ebi Said el-Makburi hadis rivayet etmiştir.
Hişam b. Âmir b. Umeyye b. el-Hashâs b. Âmir b. Ganm b. Adiy b. en~Neccâr
el-Ensarî ise, cahiliye döneminde Şihab diye bilinirdi. Peygamber (sav) onun
adını değiştirip ona Hİşam adını vermiştir. Babası Âmir, Uhud günü şehid
düşmüştü. Hişam da Basra'da yerleşmiş ve orada ölmüştür. (İbn Abdi'l-Berr)
bunu, "el-İsâbe fî-Temyizi's Sahabe" adlı kitabında zikretmiştir.
[119]
Şöyle de denilmiştir:
Lahd yapmak, yarmaktan daha faziletlidir. Çünkü Ra-sulullalı (sav) için
Allah'ın seçtiği odur. Zira Peygamber (sav) vefat ettiğinde Medine'de iki kişi
vardı. Bunlardan birisi lahd şeklinde kabir kazardı, öbürü de lahd yapmazdı,
İlgililer; Bunlardan kim daha erken gelirse o kendi bildiği şekilde kabir
kazsın, dediler, Lahd şeklinde kabir kazan kişi geldi ve Ra-sulullah (sav)'a
lahd şeklinde kabir kazdı. Bunu Malik Muvatta'ında, Hişam b- Urve'den, o
babasından rivayet ettiği gibi,
[120] İbn
Mace de Enes b. Malik ve Aişe (r.anhuma)'dan rivayet etmiştir.
[121]
Sözü geçen bu iki kişi
ise, Ebu Talha ve Ebu Ubeyde idiler. Ebu Talha lahd şeklinde kabir kazar, Ebu
Ubeyde ise yank şeklinde kabir açardı. Lahd; o toprak sert ise kabrin yan
tarafında ölünün içine bırakılacağı bir çukur kazmak şeklinde olur. Sonra bunun
üzerine taş dizilir, sonra da toprak dökülür.
Sa'd b, Ebi Vakkas,
vefatıyla neticelenen hastalığında şöyle demişti: Bana, Rasulullah (sav)a
yapıldığı şekilde uygun bir lahd yapınız, sonra üzerime taşlan dikiniz... Bunu
da Müslim rivayet etmiştir.
[122]
Yine İbn Mace ve
başkaları İbn Abbastan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rasulullah (sav)
buyurdu ki: "Lahd bizim içindir, yarmak ise bizden başkaları
içindir."
[123]
İbn Mace, Said b,
el-Müseyyeb'den şöyle dediğin rivayet etmektedir: İbn Ömer ile birlikte bir
cenazede hazır bulundum. Cenazeyi lahde koyunca şöyle dua etti: Allah'ın
adıyla, Allah yolunda ve Rasulullah (sav)'ın dini üzere." Lahd'in üzerinde
tablan düzgün bir şekilde düzeltmeye koyulunca da şöyle dedi:
Allahım, sen onu
şeytandan ve kabir azabından muhafaza buyur. Allah'ım, her iki yanından da yeri
ondan uzaklaştır kabrini genişlet. Ruhunu yücelere çıkar ve onu nezdinden bir
rıza ile karşıla."
Dedim
ki, Ey İbn Ömer» sen bunu Rasulullah (sav>'dan mı işittin, yoksa kendi
görüşüne göre mi bu sözleri söyledin. Dedi kî: Benim söz söylemeye gücüm
yetebilir (mi)? Bu, aksine Rasulullah (.savadan işitmiş olduğum bir sözdür.
[124]
Ebu Hureyre'den de
rivayet edildiğine göre Rasulullah (sav) bir cenazenin namazını kıldıktan
sonra ölenin kabrine gitti ve başı tarafından üzerine üç defa toprak attı.
[125]
İşte bunlar, âyet-i kerimenin anlamı ile ilgili bulunan hükümlerdir.
Yazıklar olsun
bana" kelimesinde aslolan şeklidir.
Daha sonra "ya" harfi "elife değiştirilmiştir, el-Hasen ise,
aslına uygun olarak "ya" ile okumuştur. Birincisi ise daha fasihtir
Çünkü, nida halinde "ya" harfinin hazf edilmesi daha çok görülür. Bu
iseT Arapların helak oluş halinde söyledikleri bir sözdür. Bu açıklama
Sibeveyh'e aittir. el-Esmaî der kir Uzaklık, demektir.
el-Hasen: "AcJz
mi oldum" anlamındaki kelimenin "cim" harfini -üstün yerine-
esreli olarak; diye okumuştur. en-Nehhâs der ki: Bu, şaz bir söyleyiştir.
Çünkü, kadının kalçaları büyük olduğu takdirde; denilir Ancak, birşeyden aciz
olunması halinde ise; şeklinde "cim" harfi üstün olarak okunur. Mastarı da: şeklinde gelir.
Doğrusunu
en iyi bilen Allah'tır.
[126]
32- Bundan dolayı,
İsrail oğullanna şunları yaddık: Kim bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde
bozgunculuğa karşılık olmaksızın öldürürse, bütün İnsanları öldürmüş gibi
olur. Kim de onu diriltirse, bütün İnsanları diriltmiş gibi olur. AndoLsım,
peygamberlerimiz onlara apaçık âyetlerle gelmişlerdi. Sonra yine de İçlerinden
birçoğu bunların arkasından yeryüzünde taşkınlık etmektedirler.
Yüce Allah'ın:
"Bundan dolayı..." yani bu katilin ve onun işlediği cürmün bir sonucu
olarak... ez-Zeccâc der ki: Onun işlediği cinayetinden dolayı demektir Nitekim
cinayet işleyen bir kimse hakkında; Ki§i, ahalisinin aleyhine bir cinayet
işledi denilir. Bab ve maştan itibariyle bu fiil; gibidir.
Şair el-Hİnnevt (veya
Havvat b, Cübeyr) der ki:
"Ve aralarında
bulunduğum kıldan çadır ahalisi
Hemen savaşa
tutuştular ve o cinayetin sebebi ben idim.
Bunun anlamının,
üzerlerine bu cinayeti çeken ben oldum şeklinde olduğu da söylenmiştir. Adiy
b. Zeyd de der ki:
"Evet, şüphesiz
Allah sizi üstün kılmıştır. Bellerine sağlamca peştemal bağlayan
herkesten."
Bunun aslı
"çekmek"dir. "Ecel" de buradan gelmektedir. Çünkü, her kişi
önceden takdir edilmiş bir vakte doğru çekilmektedir. "Ayn" harfi ile
"Âcil : çabuk, erken"in zıddı olarak; (hemze ile); "Âcil"
de buradan gelmektedir. Bu ise, önceki bir hususun kendisine doğru çektiği şey
anlamına gelir. Evet anlamına kullanılan "Ecel" de buradan
gelmektedir. Çünkü bu da kendisine doğru çekilen şeye bir bağlılığı ifade
etmektedir. Yaban öküzü sürüsü anlamına gelen * el-İcl" de buradan
gelmektedir. Çünkü, bu öküzlerin biri ötekine doğru çekilir. Bu açıklamaları
er-Rummânî yapmıştır.
Yezid b. el-Ka'kâ Ebu
Cafer de; Bundan dolaylı buyruğunu "nun" harfini esreli ve lıemze'yi
hazfederek, şeklinde okumuştur ki, bu da bir söyleyiştir. Bu kıraate göre
ifadenin asli; şeklinde olup, hemze'nin esresi "nun"a verilerek
hemze hazf edilmiştir. Diğer taraftan şöyle de denilmiştin Yüce Allah'ın:
Bundan dolayı* buyruğunun daha önce geçen "pişmanlık duyanlardan"
anlamında buyruğun taalluk etmesi de mümkündür. Bu durumda, üzerinde vakıf
yapılır. Bunun, kendisinden sonra gelen; yazdık" e taalluku da mümkündür.
Buna göre; bir söz başlangıcı olur. Bundan önce gelen, ile ifade tamamlanmış
olur. İnsanların çoğu bu görüştedir. Yani, bu musibet dolayısıyla biz bunu
yazdık, anlamındadır.
Kendilerinden önce
öldürmenin haram kılındığı bir takım ümmetler geçmiş olmakla birlikte özel
olarak İsrail oğullarının anılmasının sebebi insanların öldürülmesi
dolayısıyla azap tehdidinin yazılı olarak üzerlerine indiği ilk ümmetin
kendileri oluşudur. Bundan önce bu tehdit, mutlak olarak söz şeklinde varid
olmuştu. İsrail oğullarına bu emir, tuğyanları ve kan dökmeleri sebebiyle
yazılı emir verilmek suretiyle iş daha bir ağırlaştırılmış oldu.
"Bîr kimseye...
karşılık olmaksızın" buyruğunun anlamına gelince: Bir kimce, birisini
öldürmek suretiyle öldürülmeyi hak etmeksizin demektir. Şanf yüce Allah, şu üç
husus sebebiyle olması dışında bütün şeriatlerde öldürmeyi haram kılmıştır:
İmandan sonra küfür, mulısan oluştan sonra zina etmek ve zulmen ve haksızca
saldırarak birisini öldürmek.
"Veya yeryüzünde
bozgunculuk olmaksızın." buyruğundan kasıt, şirktir, Yolkesicilik olduğu
da söylenmiştir.
el-Hasen; Veya
bozgunculuğa" buyruğunu, şeklinde nasb ile ifadenin baş tarafının delalet
ettiği ve şu takdirde mahzuf bir fiil olduğunu var kabul ederek nasb ile
okumuştur: Veya yeryüzünde bir fesat çıkartmaya karşılık... Buna delil ise,
yüce Allah'ın: "Kim, bir kimseyi bir kimseye... karşılık olmaksızın"
buyruğudur. Zira bu, fesadın en büyü ki erindendir.
Ancak, genel olarak
diğer kurra bu kelimeyi esreli olarak; şeklinde nefs kelimesine mana yoluyla
matuf olarak, veyahut da; Bozgunculuğa karşılık olmaksızın, takdirinde
okumuşlardır.
"Bütün insanları
öldürmüş gibi olur" buyruğundaki bu benzetmenin sıralanışı hususunda
müfessirlerin ifadeleri birbirine uygun değildir. Çünkü, bütün insanları
topluca öldüren kimsenin alacağı ceza, tek bir kişiyi öldürenin alacağı cezadan
daha fazladır.
İbn Abbastan şöyle
dediği rivayet edilmiştir: Bunun anlamı şudur: Kim bir peygamberi yahut adil
bir yöneticiyi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de böyle
birisini güçlendirmek ve ona yardımcı olmak suretiyle diri tutarsa, bütün
insanları diriltmiş gibi olur. Yine İbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Anlamı gudur: Her kim, tek bir kişiyi öldürür ve onun öldürülme
yasağını çiğneyecek olursa, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de
Allah'tan korkarak bir canı öldürmeyi terkeder, onun öldürülme yasağını
çiğnemez ve hayatta kalmasına sebep teşkil ederse, bütün insanlığı diriltmiş
gibi olur.
Yine ondan başka gelen
rivayete göre buyruğun anlamı şöyledir: Öldürülmüş olana göre bütün insanları
öldürmüş gibi olur, onu hayatta bırakan ve helak olmaktan kurtaran kimse de o
kurtarılan kimseye göre bütün insanları diriltmiş gibi olur.
Mücahid de der ki:
Yani, kasti olarak mümin bir kimseyi öldüren kimseye Allah cehennemi ceza
olarak belirlemiş, ona gazab etmiş, ona lanet etmiş ve ona çok büyük bir azap
hazırlamıştır. Buyuruyor ki: Şayet bütün insanları öldürmüş olsaydı, böyle bir
azaptan daha fazla ona azap edilmeyecekti. Kim de öldürmeyip bundan uzak
durursa, onun sebebiyle de insanlar hayatta kalmış olurlar.
İbn Zeyd de der ki:
Yani, her kim birisini öldürecek oiursa ona, adeta bütün insanları öldürmesi
halinde gereken ceza gibi kısas cezası gerekir. Her kim de bir canı diriltirse,
yani kendisi lehine başkasını öldürme hükmü sabit olduğu halde o kimseyi
affederse dernektir. el-Hasen de böyle açıklamıştır. Yant bu, güç yetirdikten
sonra affetmek demektir
Şöyle de denilmiştir:
Bu şu demektir: Kim birisini öldürürse, bütün mü'min-ler onun hasmıdırlar. Zira
o, hepsini o mü'minden mahrum bırakmıştır. Kim de mü'min bir cam diriltirse, o
da bütün insanları diriltmiş gibi olur. Yani, herkesin ona teşekkür etmesi
gerekir. Şöyle de denilmiştir: Birtek katilin günahı, hepsini öldürenin günahı
gibi değerlendirilmiştir. Yüce Allah ise dilediği hükmü koyabilir.
Bir başka açıklama da
şöyledir: Bu hüküm, aleyhlerine cezanın daha da ağırlaştırılması için İsrail
oğullarına hastır.
İbn Atiyye ise der ki:
Özet olarak benzetme -söylenildiğine göre- bütünüyle vakidir. Bir kişi
hakkında bu yasağı çiğneyen bir kimse, bizzat herkes hakkında aynı yasağı
çiğnemiş gibi kabul edilir. Buna bir örnek verilecek olursa: İki kişi»
meyvelerinden hiçbir şeyin tadına bakmamak üzere iki ağaç hakkında yemin
edecek olsalar, onlardan birisi kendi yemin ettiği ağacın meyvesinden bir
miktar yese, diğeri de ağacının meyvesinin tamamını yiyecek olsa, her ikisi de
eşit olarak yeminlerini bozmuş olurlar.
Anlamın şöyle olduğu
da söylenmiştir; Bic kişinin Öldürülmesini helal kabul eden, hepsinin
öldürülmesini helal kabul etmiş demektir. Çünkü o, şeriatı inkâr etmiş olur.
Yüce Allah'ın:
"Kimde onu diriltirse..." buyruğunda mecazî bir ifade vardır. Çünkü
bu, ölümden kurtarmak ve öldürmeyi terk etmek anlamındadır. Aksi taktirde
yaratmanın kendisi olan gerçek anlamda diriltmek yalnızca Allah'a aittir.
Böyle bir diriltmek de, lanetli Nemrud'un söylediği: "Ben de diriltir ve
öldürürüm" (el-Bakara, 2/258) sözleri türündendir. O, öldürmeyi
ter-ketmeye diriltmek adını vermiştir.
Daha sonra yüce Allah
İsrail oğullarına, peygamberlerin apaçık delillerle geldiğini, onların çoğunun
haddi aşan ve Allah'ın emrini terkeden kimseler olduklarını haber vermektedir.
[127]
33- Allah'a ve
Rasûlunc karşı savaşanlarla ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası,
ancak öldürülmeleri yahut asılmaları yahut ellerinin ve ayaklarının çaprazlama
kesilmesi yahut yer derin) den sürülmeleridir. Bu onlara dünyada bir
hor-luktur. Âhirette İse onlara pek büyük bir azap vardır.
34. Yalnız,
kendilerine gücünüz yetmeden önce, tevbe edenler müstesnadırlar. Bilin ki
Allah, cok mağfiret edicidir, çok merhamet sahibidir.
Buyruklarına dair
açıklamalarımızı onbeş başlık halinde sunacağız:
[128]
İnsanlar, bu âyeti
kerimenin nüzul sebebi hususunda farklı görüşlere sahiptir. Cumhurun kabul
ettiği görüş ise, bu âyet-i kerimenin UranHer hakkında nazil olduğudur
Lafız
Ebu Davud'un olmak üzere, hadis imamlan Enes b. Malik'ten şöyle dediğini
rivayet etmektedirler: Ukl'den -veya Ureynelilerden de demiştir- bir topluluk,
Rasûlullah (sav)'ın huzuruna geldi. Medine'nin havası kendilerini rahatsız
etti. Bunun üzerine Rasûlullah (sav) onlar için süt veren bir takım develeri
tahsis etti. O develerin sidiklerinden ve sütlerinden içmelerini emretti.
Bunun üzerine onlar da kalkıp gittiler. Sağlıklarına kavuştukları vakit,
Peygamber (sav)'m çobanını öldürdüler. Davarları önlerine katıp götürdüler.
Sabah erken vakitte onların bu yaptıkları Peygamber (sav)'e ulaşınca, o da
arkalarına takipçi gönderdi. Gün yükseldiği sırada yakalanıp getirildiler. Hz.
Peygamberin verdiği emir üzerine el ve ayaklan kesildi, gözlerini çıkar-di.
Medine'nin kara taşlığına bırakıldılar. Su istiyorlar, onlara su verilmiyordu.
Ebu Kılabe (Hadisi Enes b, Malikîten rivayet edendir) dedi ki: îşte bunlar,
hırsızlık yaptılar, adam öldürdüler, iman ettikten sonra kâfir oldular, Allah'a
ve Rasûlune karşı savaş açtılar.[129]
Bir rivayette de şöyle
dinilmektedir: (Hz, Peygamber) emir vererek, çiviler kızdınlıp gözlerine mü
çekildi. Ellerini ve ayaklarını kestirdi, buna karşılık (kestirdiği
yerlerinden akan kanın kesilmesi için) onları dağlamadı.[130]
Yine bir rivayette
şöyle denilmektedir: Rasûlullah (sav) onları takib edip yakalamak üzere iz
takib etmeyi bilen bir takım kimseleri gönderdi ve onlar yakalanıp
getirildiler İşte bunun üzerine yüce Allah da: "Allah'a ve Ra-sülüne karşı
savaşanların ve yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası,
ancak...." âyeti nazil oldu.[131]
Yine bir rivayette Enes şöyle demiştir: Onlardan birisinin susuzluktan yeri
ısırdığım gördüm. Nihayet öldüler.
[132]
Buharfde de şöyle
denilmektedir-. Cerir b. Abdullah rivayet ettiği hadisinde şöyle der:
Rasulullah (sav) beni bir grup müslüman ile birlikte gönderdi. Nihayet onlara
yetiştik. Kendi topraklarına varmak üzere idiler. Onları yakalayıp Rasulullah
(sav)'ın huzuruna getirdik. Cerir der ki; Onlar su diyorlardı, Rasulullah
(sav) ise: "Âteş" diyordu.
Tarih ve Siyer
alimlerin naklettiklerine göre bunlar, çobanın el ve ayaklarını kesmişler»
gözüne de diken batırmışlardı. Nihayet çoban da ölmüştü. Medine'ye ölü olarak
getirildi. Adı Yesar idi. Aslen Nûbe'li (Sudanlı") idi.
Mürtedlerin yaptıkları
bu iş ise hicretin altıncı yılında olmuştu, Enes'ten gelen bazı rivyetlerde
ise şöyle denilmektedir: Rasulullah (sav) onları öldürdükten sonra ateşte
yakmıştı.
[133]
İbn Abbas ve
ed-Dahhâk'tan rivayet edildiğine göre, bu âyet-i kerime, kitap ehlinden olan
bir topluluk sebebiyle nazil olmuştu. Bunlarla Rasulullah (sav) arasında bîr
antlaşma vardı. Kitab ehlinden olanlar bu antlaşmayı bozdular, yol kestiler ve
yeryüzünde fesat çıkardılar.
Ebu Davud'un Musannef
inde de îbn Abbas'tan şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Allah'a ve
Rasıüüne karşı savaşanların,*. Allah çok mağfiret edicidir, çok merhamet
sahibidir" buyruğuna kadar olan iki âyet-i kerime, müşrikler hakkında
nazil olmuştur. Onlardan kendilerine güç yetirilmezden Önce, (Ebu Dâvud'da
Tevbe etmeden önce) yakalanan kimselerin bu durumu kendisine işlemiş olduğu
suçun haddinin uygulanmasına engel teşkil etmiyordu.[134]
Âyet-i kerime
müşrikler hakkında nazil olmuştur diyenler arasında İkrime ve el-Hasen de
vardır. Ancak bu, zayıf bir görüş olup, bunu yüce Allah'ın şu buyrukları
reddetmektedir: "Sen, o kâfirlere de kî: Eğer vazgeçerlerse onla-rat
geçmiş (günahları) mağfiret olunur" (el-Enfal, 8/38) Hz. Peygamber'in:
"İslâm, kendisinden önceki şeyleri yıkar" -Müslim rivayet etmiştir.[135]
hadisi de bunu reddetmektedir.
Doğru olan ise, bu
hususta sabit olan hadislerin açık ifadeleri (nassaları) dolayısıyla
birincisidir.
Malik, Şafiî, Ebu Sevr
ve rey sahipleri derler ki: Âyet-i kerime, müslüman-lardan olup yol kesmeye,
yeryüzünde fesat çıkarmaya çıkan kimseler hakkında nazil olmuştur.
İbnü'l-Münzir der ki: Malik'in görüşü sahihtir. Ebu Sevr de bu görüşün lehine
delil getirmek üzere şöyle demektedir: Âyet-i kerimenin kendisinde âyetin
müşrik olmayanlar hakkında nazil olduğuna delil vardır. Bu da yüce Allah'ın:
"Yalnız kendilerine gücünüz yetmeden önce tev-be edenler müstesnadır"
buyruğudur. İcma ile, ilim adanılan şunu kabul etmişlerdir ki, şirk ehli,
ellerinize düşüp İslama girecek olurlarsa, artık kanla-n haram olur. İşte bu,
ayeti kerimenin müsluman kimseler hakkında nazil olu-duğuna delildir,
Taberî de kimi ilim
ehlinden sunu nakletmektedir: Bu âyet-i kerime, Peygamber (sav)'ın Uranî'lere
yaptığı uygulamayı neslfetmiş ve böylece bu konudaki uygulama bu (âyetlerin
getirdiği) sınırda durmuş oldu. Muhammed b. Sîrin de şöyle demektedir: Bu
husus, hadlerin nazil oluşundan önce idi. Bununla Enes (r.a)'ın rivayet ettiği
hadisi kastetmektedir. Bunu, Ebu Oâvud zikretmektedir,
[136]
Aralarında el-Leys b.
Sa'dın da bulunduğu bir topluluk şöyle demiştir: Peygamber (sav)ın UranHer
hakkında yaptığı uygulama, sonradan nesli olunmuştur. Zira, irtidat eden bir
kimseye müsle yapmak caiz değildir. Ebu'z-Zinad der ki: Rasulullah (sav), süt
veren develeri çalan kimselerin el ve ayaklarını kesip ateşle gözlerini
dağlayınca, bu hususta yüce Allah ona sitem etti ve bununla ilgili olarak da:
"Allah'a ve Kas ulu ne karşı savaşanların ve yeryüzünde fesat çıkarmaya
çalışanların cezası, ancak öldürülmeleri» yahut asılmaları.... dır"
âyetini indirdi. Bunu da Ebu Dâvud rivayet etmiştir.
[137]
Ebu'z-Zinad der ki:
Hz. Peygambere öğüt verilip ona müsle yasak kılınınca, bir daha bu işi
yapmadı.
Bîr topluluktan
nakledildiğine göre, bu âyet-i kerime, Hz, Peygamberin sözü geçen fiilini nesh
etmiş değildir. Çünkü, onun bu uygulaması, mürted kimseler hakkında vaki
olmuştu, özellikle de Müslim'in Sahihi ile Nesafde ve başkalarında şöyle
denildiği sabittir: Peygamber (sav,)'in bu kimselerin gözlerini dağlamasının
sebebi, onların da çobanların gözlerini dağlamaları idi.[138] O halde bu bir kısastı. Bu âyet-i kerime ise,
mümin muharip (yol kesici) hakkındadır.
Derim ki, bu güzel bir
görüştür. Ayrıca Malik ve Şafiî'nin kabul ettiği görüşün manası da budur.
Bundan dolayı yüce Allah: "Yalnız kendilerine gücünüz yetmeden önce tevbe
edenler müstesnadırlar" diye buyurmaktadır. Bilindiği gibi kâfirlere güç
yetirildikten sonra, tevbe ile cezalarının kalktığı gibi güç yetirilmeden önce
de tevbe ile cezaları kalkar ve her her iki halde de hükümlerinde bir farklılık
olmaz. Mürted ise -muharebe olmasa dahi- bizzat irtidat dolayısıyla
öldürülmeyi hak eder. Fakat, sürgüne gönderilmez, eli kesilmez^ ayağı kesilmez
ve serbest bırakılmaz. Aksine, müslüman olmadığı takdirde öldürülür. Çarmıha
da gerilmez. İşte bu, âyetin ihtiva ettiği cezalarla mürtedin
kastedilmediğinin delilidir.
Yüce Allah ise
kâfirler hakkında: *Sen>.o kâfirlere de ki: Eğer vazgeçerlerse, onlara
geçmiş (günahları) mağfiret olunup,,, " (el-Enfal, 8/38) diye bu-yurken,
muharibler (yol kesiciler) hakkında: "Yalnız kendilerine... müstesnadırlar"
âyetini indirmiştir. Bu da (aradaki fark") gayet açıkça ortadadır.
Bölümün baş tarafında
yaptığımız açıklamalara göre de İçinden çıkılmıya-cak bir durum yoktur, bir
kınama, bir sitem de sözkonusu değildir. Zira o, (Hz. Peygamberin yaptıkları)
Kitab-ı Kerim'in nıuktezasıdır. Yüce Allah da: "Onun için size kim
saldırırsa, siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi karşılık verin."
(el-Bakara, 2/194) diye buyurmuştur. Bunlar da (çobanlara) müsle yaptılar. O
nedenle kendilerine de müsle yapıldı. Şu kadar var ki, eğer sitemde bulunulduğu
rivayeti sahih ise, bunun öldürme hususunda aşırıya kaçılmış olmasından dolayı
olması muhtemeldir. Zira, kızdırılmış çivilerle gözlerine mil çekilip ölünceye
kadar susuz olarak bırakıldılar ( bu onların yaptıklarına bir fazlalığı ifade
eder). Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Taberî de es-Süddîden
şöyle dediğini nakletmektedir; Peygamber (sav) Ura-nîlerin gözlerine mil
çekmedi. Ancak bunu yapmak istedi, bu âyet-i kerime de bunu yasaklamak üzere
nazil oldu. Bu ise, oldukça zayıf bir görüştür. Çünkü, bu konudaki sabit
haberler, göklerine mil çekildiği şeklinde varid olmuştur Buharî'nin Sahihinde
şöyle denilmektedir: Hz. Peygamber emir verince, çiviler kızdırıldı ve
gözlerine mil çekti.[139]
Âyet-i kerime her ne
kadar mürtedler yahut yahudiler hakkında nazil olmuş olsa dahi, bu ayetin
ifade ettiği hükmün müslüman muharibler hakkında olduğu hususunda ilim ehli
arasında görüş ayrılığı yoktur.
Yüce Allah'ın:
"Allah'a ve Rasulüne karşı savaşanların... cezası ancak..."
buyruğunda> bir
istiare ve bir mecaz vardır. Zira, yüce Allah'a karşı savaşı-lamaz ve kimse
O'nu mağlup etmeye kalkışamaz. Çünkü O, kemal sıfatlarına sahiptir. Ve O,
zıtlardan ve ortaklardan münezzehtir. But Allah'ın dostlarına karşı
savaşanlar... anlamındadır. Yüce Allah burada kendi Aziz zatını, gerçek
dostlarını anlatmak üzere ifade buyurmuştur. Böylelikle onlara yapılacak
eziyetin ne kadar büyük olduğuna dikkat çekmek istemiştir. Nitekim şu
buyruğunda kendi zatını zikrederek, fakir ve zayıf kimseleri kastettiği gibi:
"Allah'a güzel bir şekilde ödünç verecek olan kimdir." (el-Bakara,
2/245) Bununla yüce Allah fakir ve zayıflara karşı duyguları harekete geçirmek
ve teşvik etmek istemiştir. Sahih hadiste varid olan: "Ey Ademoğlu, ben
senden bana yemek yedirmeni istemiştim. Sen bana yedirmedin..." diye
Müslim'in rivayet ettiği[140]
hadis de bunun gibidir. Bu da daha önce el-Bakara sûresinde (2/245. ayet,
başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
[141]
İlim adamları,
"muharib" adının kimlere verilmesinin uygun olacağı hususunda farklı
görüşlere sahiptirler
Malik der ki: Bize
göre muhârib, ister şehirde olsun, ister meskûn olmayan mahalde olsun,
insanlara karşı silah taşıyan ve ortada bir karışıklık, bir intikam ve bir
düşmanlık sözkonusu olmaksızın insanların mal ve canlarına karşı taarruzda
bulunan kimsedir.
İbnü'l-Münzir der ki:
Bu meselede Malik'ten gelen rivayetler farklıdır. O, kimi zaman Mısırda (yani
yerleşik bölgelerde) muharebenin sözkonusu olduğunu kabul ederken, kimi
rivayetlerde bunu kabul etmemektedir.
Bir kesim de şöyle
demiştir; Bunun hükmü, şehirde (mısırda, meskûn mahallerde) yahut evlerde,
yollarda, çöllerde, göçebe olarak yaşanan yerlerde ve kasabalarda olmasının
hükmü birdir ve bu durumlarda muhariblere uygulanacak had aynıdır. Bu, Şafiî
ve Ebu Sevr'in de görüşüdür.
İbnü'l-Münzir der ki:
Böyle de olması gerekir. Çünkü, bunların hepsi hakkında muhârib tabiri
kullanılabilir. Kitab Cm ifadeleri) ise umumidir. Heriıangi bir delil
bulunmaksızın hiç bir kimse bir topluluğu ayetin genel kapsamı dışına
çıkartamaz.
Bir b,aşka kesim ise
şöyle demektedir: Mısır'da (yerleşik yerlerde) muharebe sözkonusu olmaz.
Muharebe ancak Mısır'ın dışında olur. Bu da Süfyan es-Sevrî, İshâk ve Nu'man'ın
(b, Sabit'in yani Ebu Hanife'nin) görüşüdür. Bir kimsenin malını almak kastıyla
hileli bir yolla tuzak kurup suikast yapan kimse (muğtâl) da muhârib gibidir.
Şayet silah çekmeyip, birisinin evine girip yahm bir yolculukta onunla
arkadaşlık kurup zehir verip öldürecek olursa, kısas olmak üzere değil de had
olarak Öldürülür.
[142]
Fukahâ, muharibin
hükmü hakkında da farklı görüşlere sahiptirler.
Bir kesim işlediği
fiil kadarıyla ona had uygulanır, demektedir. Bir kimse yolda korku salar ve
mal alırsa, çaprazlama olarak el ve ayağı kesilir. Eğer mal alıp adam
öldürürse, önce el ve ayağı kesilir, sonra çarmıha gerilerek ası-hr. Şayet adam
öldürmekle birlikte mal almamışsa öldürülür. Şayet bizzat kendisi mal da
almamış, kimseyi de öldürmemişse, sürgüne gönderilir. Bunu İbn Abbas söylemiştir.
Ayrıca bu, Ebu Miclez, en-Nehaî, Ata el-Horasanî ve başkalarından da rivayet
edilmiştir.
Ebu Yûsuf der ki: Eğer
mal almış ve adam öldurmüşse, önce çarmıha gerilir ve çarmıha gerildiği ağaç
üzerinde öldürülür.
el-Leys der ki:
Çarmıha gerili olduğu halde harbe ile öldürülür
Ebu Hanife der ki:
Adam öldurmüşse öldürülür. Mal almış fakat adam öldürmemişse çaprazlama olarak
el ve ayağı kesilir. Mal alıp adam öldürmüş ise, ona yapacağı uygulama
hususunda sultan (devlet yöneticisi, ya da bu cezaları uygulama yetkisine
sahip makam, otorite) ona yapacağı uygulamada muhayyerdir: Dilerse el ve ayağım
(çaprazlama) keser, dilerse el ve ayağını kesmeyip onu öldürür ve çarmıha
gererek asar.
Ebu Yûsuf der ki:
Öldürmek, her şeyin (her türlü cezanın) üstüne gelebilir,[143]
el-Evzafnin görüşü de buna yakındır,
Şafiî ise der ki: Mal
almış ise, sağ eli kesilir ve dağlanır. Sonra da sol ayağı kesilir ve
dağlanır, sonra da serbest bırakılır. Çünkü böyle bir cinayet, hi-râbe (yol
kesmek) suretiyle hırsızlıktan daha fazla bir cinayettir. Eğer öldürmüş ise
öldürülür Şayet mal alıp öldürmüşse, Öldürülür ve çarmıha gerilerek asılır.
Yine Şafiî'den şöyle dediği rivayet edilmiştir: Üçgün süre ile asılır. Eğer yol
kesicilerle hazır bulunur, onlann sayılarını artırır, giden gelenleri korkutur
ve düşmana destek destek olmuş ise, bu sefer hapsedilir.
Ahmed der ki: Adam
öldurmüşse öldürülür, eğer mal almışsa el ve ayağı kesilir. -Şafiî'nin dediği
gibi.
Bir topluluk da şöyle
demektedir: Öldürülmeden önce çarmıha gerilmek suretiyle namaz kılması, yemek
yemesi ve içmesi engellenmemelidir. Şafiî'den de şöyle dediği nakledilmiştir:
Peygamber (sav)'ın müsle'yi yasaklamış olması dolayısıyla çarmıha gerilmiş
halde öldürülmesini mekruh görmekteyim,
Ebu Sevr der ki:
Âyetin zahirine göre imam (devlet yöneticisi), muhayyerdir. Malik de böyle
demiştir. Ayrıca bu görüş İbn Abbastan da rivayet edilmiştir. Aynı zamanda bu
Said, b, el-Müseyyeb, Ömer b. Abdulaziz, Mücahid, ed-Dahhâk ve en-Nehaî'nin de
görüşüdür. Hepsi şöyle demiştir: İmam, mu-haribler hakkında hüküm vermekte
muhayyerdir. Ayetin zahirine göre, yol kesenler hakkında Allah'ın farz kılmış
olduğu öldürmek, çarmıha germek yahut kesmek ya da sürgüne göndermek
hükümlerden hangisini uygun görürse onunla hüküm verir.
îbn Abbas der ki:
Kur'ân-ı Kerim'de "veya" tabiri ile belirtilen hükümlerden, ilgili
kimse dilediğini seçmekte muhayyerdir.
Bu görüş de âyetin
zahirine daha uygun görünmektedir. Çünkü, "ev : ve-ya'nın -farklı
görüşlere sahip olsalar dahi- tertip sıralama ifade ettiğini söyleyen birinci
görüşün sahiplerinin ileri sürdükleri görüşleriyle bu suçu işleyen kimseye bir
arada iki haddi uyguladıklanru ve öldürülür ve çarmıha gerilir dediklerini,
bir diğer bölümünün ise çarmıha gerilir ve öldürülür; başkalarının, el ve
ayaklan kesilir ve sürgüne gönderilir, dediklerini görmekteyiz. Oysa, ayet-i
kerime böyle değildir. Dilde "ev : veya"nın anlamı da böyle
değildir. Bunu en-Nelıhâs söylemiştir.
Birinci görüşün
sahipleri ise, Taberî'nin Enes b. Malik'ten zikrettiği şu rivayeti delil gösterirler,
Enes dedi ki: Rasulullah (sav) Hz, Cebrail'e muharibe dair hüküm hakkında
sordu, o da şöyle dedi: "Kim yolda korku salar ve mal alırsa, mal aldığı
için elini kes, korku saldığı için de ayağını kes. Kim de öldürmüş ise, sen de
onu öldür Hepsini yapanı ise çarmıha gererek as."
İbn Atiyye der ki:
Geriye yalnızca korkutan için ceza olarak sürgüne göndermek kalmaktadır.
Korkutan kimse ise katıl hükmündedir. Bununla birlikte, Malik bu hususta,
istihsan yolu ile cezaların ve azabın daha hafif olanını kabul etmektedir.
[144]
"Yahut yer Gerin)
den sürülmeleridir buyruğunun anlamı hususunda farklı görüşler vardır. es-Süddî
der ki: Yerden sürülmenin anlamı, yakalanıp da üzerine Allah'ın haddi
uygulanıncaya kadar süvari ve piyade olarak takib edilmesi yahut kendisini
takib edenlerden kaçarken Dar-ı İslam'ın dışına çıkmasıdır. Bu açıklama, îbn
Abbas, Enes b. Malik, Malik b. Enes, el-Hasen, es-Süddî, ed-Dahhâk, Katade,
Saîd b, Cübeyr, er-Rabî b. Enes ve ez-Zührî'den nakledilmiştir. Bunu,
er-Rummânî "Kitab"ında nakletmektedir.
Şafiî'den
nakledildiğine göre, bunlar bir beldeden bir başka beldeye çıkartılıp
gönderilir ve hadlerin üzerlerine uygulanması için de takib edilirler. Bunu,
el-Leys b. Sa'd ve ez-Zülırî de ifade etmiştir. Yine Malik der ki: Bu işi
yaptığı beldeden bir başkasına sürülür ve orada -zina eden gibi- haps edilir.
Yine Malik ve Kûfeliler şöyle demektedir: Sürgüne gönderilmelerinden kasıt,
bunların haps edilmeleridir. Onlar böylelikle, dünyanın genişliğinden darlığına
sürülmüş olurlar. Hapse konulmak suretiyle yerleştirildiği yer müstesna,
yerden sürülmüş gibi olur. Onlar buna bu hususta mahpuslardan birisinin
söylediği şu beyitleri delil göstermişlerdir:
"Biz dünya
ehlinden olduğumuz halde dünyadan çıktık
Dünyada Ölüler
arasında da degilife, diriler arasında da
Bir gün hapishane
gardiyanı bîr ihtiyaç için yanımıza gelecek olursa
Hayrete düşeriz ve: Bu
adam dünyadan geldi, deriş."
Mekhûl'un de
naklettiğine göret Ömer b. Hattab (r.a) hapislerde tutuklama yapan kişidir. O,
şöyle demiştir: Ben onun tevbe edip etmediğini bilin-ceye kadar onu haps
ederim. Bir beldeden bir beldeye sürgüne göndererek onlara da eziyet vermesine
fırsat vermem.
tfadenin zahirinden
anlaşılan o ki, âyet-i kerimede sözü geçen "yer"den kasıt, olayın
meydana geldiği yerdir. İnsanlar, eskiden beri günah işledikleri yerden uzak
durmuşlardır. "Göğsü ile kutsal arza doğru kendisini yönelten kişi*nin
durumu ile ilgili hadis de bu muhtevayı ifade etmektedir.[145]
Bu muharib kişinin
eğer tekrar muharebeye tyol kesiciliğe) döneceğinden, yahut fesada
kalkışacağından korkuluyor ise, yabancı olarak sürgüne gönderileceği yerde,
İmamın bu kimseyi haps etmesi gerekir. Şayet bu şekilde davranacağından
korkulmuyor ve tekrar bir cinayete dönmeyeceği kanaati hasıl olursa, o takdirde
ele serbest bırakılır.
İbn Atiyye der ki:
Malikin mezhebinden açıkça anlaşılan şu ki: O, yabancı olacağı bir yere
sürgüne gönderilir ve haps edilir. Bu ise, böyle birilerinin çoğunlukla
tehlikeli olacağından korkulan kimseler oluşundan dolayı böyledir. BunuT
Taberî de tercih etmiştir, açıkça anlaşılan da budur. Zira, olayın
gerçekleştiği yerden sürülmesi, ayetin lafzı ile ifade edilmiştir. Bundan sonra
lıaps edilmesi ise, onun tehlikeli olacağı korkusuna göre değişir. Şayet tev-be
eder ve onun bu tevbesi halinden anlaşılırsa, serbest bırakılır.
[146]
Yüce Allah'ın:
"Yahut yeKlerirOden sürülmeleridir" buyruğunda geçen sürmek
anlamındaki nefy, aslında helak etmektir. Olumluluk (isbat) un zıddı olan nefy
de buradan gelmektedir. Bu durumda nefy, idam etmek suretiyle helak etmek
(öldürmek demektir). Kötü ve kalitesiz mala isim olarak verilen
"en-nifaye" de buradan gelmektedir. Kovadan etrafa sıçrayan su damlacıklarına
nery demek de buradan gelmektedir. Şair der ki:
"Sırtı üzerindeki
su damlacıkları sanki Kayaların üzerine düşmüş kuş pislikleri gibidir."
[147]
İbn Huveyzimendâd der
ki: Muharibin aldığı malın, hırsızda göz önünde bulundurulduğu gibi nisab
miktarına ulaşması gözönünde bulundurulmaz. Bu hususta, nisab olarak çeyrek
dinarın göz önünde bulundurulacağı da söylenmiştir,
Îbnül-Arabi der kir
Şafii ve rey sahipleri şöyle demişlerdir: Hırsızın elinin kesilmesini
gerektiren miktar kadar alanlar müstesna, yol kesicilerin elleri ve ayaklan
kesilmez.
Malik der ki: Böyle
birisi hakkında muharib hükmü verilir, sahih olan da budur. Çünkü yüce Allah,
Peygamber (say)'ı vasıtası ile hırsızlıkta çeyrek di-nan elin kesilmesi için
nisab olarak tesbit etmekle birlikte, hirâbede bunun için herhangi bir miktarı
nisab olarak tesbit etmeyip, sadece muharibin cezasını zikretmekle yetinmiştir.
Bu ise, bir habbe (buğday tanesi) dolayısıyla dahi olsa muharebelerine
karşılık olarak cezanın eksiksiz verilmesini gerektirmektedir Diğer taraftan bu,
bir aslın bir diğer asla kıyasıdır ki, bu hususta (böyle bir kıyasın yerinde
olup olmadığı hususunda) görüş ayrılığı vardır. Daha üstün olanın, daha aşağıda
olana, daha aşağıda olanın da altta olana kıyasına gelince, bu kıyasın aks
edilmesidir. Peki, muharib bir kimse nasıl olur da sadece mal çalmak isteyip
de fark edildiği zaman kaçan hırsi£a kıyas edilebilir. Hatta hırsız, silahlı
olarak mal almak kastıyla bir yere girecek olsa, almak istediği mal
engellense, yahut bağınlıp imdat istense, kendisi de bunun için kavgaya
tutuşacak olursa, böyle bir kimse artık muharib olur ve onun hakkında muharib
hükmü verilir.
Kadı Îbnü'l-Arabî der
ki: İnsanlar arasında (hakim olarak) hüküm verdiğim günlerde, bir kişi bana bir
hırsız getirdi. Bu hırsız bir bıçak ile eve girmiş, bıçağı uyumakta olan ev
sahibinin kalbine dayamış. Arkadaşları ise o adamın malını almışlardı. Ben de
onlar hakkında mulıaribler hükmü ile hüküm verdim. Şunu kavrayın ki bu, dinin
aslındandır. Ve böylelikle sizler de cahillerin bulunduğu aşağılık
mertebelerden ilmin zirvelerine yükseliniz.[148]
Hirâbede, öldüren
kimsenin, -maktul kişi katile denk olmasa dahi- öldürüleceği hususunda görüş
ayrılığı yoktur.
Şafiî'nin bu hususta
iki görüşü vardır. Birincisine göre, bu konuda denklik nazar-ı itibara alınır.
Çünkü, muharib bir başkasını öldürmüştür, o bakımdan kısasta olduğu gibi bu
hususta da denklik nazarı itibara alınır.
Ancak
bu zayıftır. Çünkü burada sözü geçen öldürme cezası, yalnızca başkasını
öldürdüğü için değildir. Bu, etrafa korku salmak ve mal almak gibi genel fesada
karşılık bir cezadır Yüce Allah ise: "Allah'a ve Rasuİiuıe karşı
savaşanların ve yer yüzünde fesat çıkarmaya çalışanların cezası, ancak öldürülmeler
i... dır" diye buyurmaktadır. Yüce Allah böylelikle, muharebe yoluyla ve
yeryüzünde fesat çıkarmaya çalışmak suretiyle, iki şeyi bir arada işlediği
takdirde muharibe hadlerin uygulanmasını emretmiş ve bu hususta üstün olan ile
olmayan, yüksek konumda olan ile sıradan konumda bulunan arasında herhangi bir
ayırım gözetmemiştir.
[149]
Muharibler, yol
kesiciliğine çıkıp, kaille ile çarpışmaya koyulup, bir kısmı öldürülürken, bir
kısmı öldürülmeyecek olursa, geri kalanların hepsi öldürülür.
Şafiî ise, ancak
öldüren kimse öldürülür demektedir, bu da zayıf bir görüştür. Çünkü, aynı
olayda hazır bulunan kimseler, hepsi fiilen öldürmeseler dahi elde edecekleri
ganimette ortak olacaktı. Şafiî, öncü kuvvetlerin öldürüleceğini bizim gibi
kabul ettiğine göre, muharibin öldürülmesi evveliyetle sözkonusudur.
[150]
Muharibler, yolda
korku salacak, yol kesecek olurlarsa, imamın (tevbeye) çağırmak sızın onlarla
çarpışması vacib olur. Müslümanların da onlara karşı savaşmak ve müslümanlara
eziyet vermelerini engellemek için yardımlaşmaları vacib olur.
Şayet muharibler
bozguna uğrayıp kaçacak olurlarsa, adam öldürmüş ve mal almış bir kimse olması
dışında geri kaçanları takib edilmez. Eğer kaçan kişi adam öldürüp mal almış
ise, yakalanması ve işlediği cinayet dolayısıyla ona uygulanması gereken
cezanın verilmesi için takıb edilir. Öldürmüş olması hali dışında
mulıariblerden yaralı olanlarının işleri bitirilmez.
Eğer yakalandıkları
takdirde muayyen olarak herhangi bir kimseye ait bir mal ellerinde bulunacak
olursa, o mal o kişiye ya da mirasçılarına geri verilir. Şayet o malın sahibi
bulunmayacak olursa beytülmale konulur.
Herhangi bir kimseye
ait olup telef ettikleri malın tazminatını öderler. Tevbe etmelerinden önce ele
geçirildikleri takdirde, öldürdükleri herhangi bir kimseye diyet vermeleri
sözkonusu değildir.
Tevbe ederek gelmeleri
hali ile ilgili hükümler ise bir sonraki başlığın konusunu teşkil etmektedir.
[151]
Tevbe eden muharibler
aleyhine imamın herhangi bir yolu yoktur. Artık, üzerlerinde bulunan Allah'a
ait hadler sakıt olur ve yalnızca insanlara ait haklardan dolayı muaheze
olunurlar. O bakımdan imam, adam öldürmüş yahut yaralanırlarsa onlara kısas
uygular. Telef ettikleri herhangi bir mal veya kanın tazminatını hak
sahiplerine ödemekle yükümlü olurlar. Hak sahiplerinin muharib olmayan diğer
cinayet işlemiş kimseler gibi bunları da affetmeleri, yahud 'da haklarını
bağışlamaları mümkündür Malik, Şafiî, Ebu Sevr ve rey sahiplerinin görüşü
budur.
Ellerinde bulunan
malların onlardan alınıp, telef ettiklerinin de kıymetinin tazminatını
ödemelerinin sebebi ise, yaptıkları bu işin bir gasb olmasından ve bu mallan
mülkiyetlerine atmalarının caiz olmayışından dolayıdır. Böyle bir mal ise, ya
sahiplerine harcanır yahut da imam, sahibi belli oluncaya kadar onu yanında
alıkoy ar.
Ashab ve tabiinden bir
gurup şöyle derler; Muharibten yanında bulunandan başka bir mal istenmez.
Telef edip tükettiğinden dolayı da sorumlu tutulmaz. Taberî bunu, el-Velid b.
Müslim'in Malik'ten yaptığı bîr rivayet olarak kaydetmektedir. AH b. Ebi Taüb
(r.a)'ın Harise b. Bedr el-Gudanî'ye yaptığı uygulamadan zahir olarak anlaşılan
da budur. Harise, önce muharib bir kimse iken, ele geçirilemeden önce tevbe
etmişti. Hz. Ali de ona, bu halinde yazıh bir belge olarak, üzerindeki mal ve
kan sorumluluklarının sakıt olduğunu bildirdi.
îbn Huveyzimendâd der
ki: Kendisine had uygulanıp kendisine ait herhangi bir mal bulunmayan muharib
hakkında İmam Malikten farklı rivayetler gelmiştir. Acaba böyle bir kimse
aldıklarına karşılık borçlu mu olur, yoksa hırsızdan bu yükümlülük
kaldırıldığı gibi ondan da kaldırılır mı?
Bu hususta ; müslüman
ile zıınmi arasında bir fark yoktur.
[152]
ÎHm adamları icma ile
şunu kabul etmişlerdir: İslam devlet başkanı muharebe yapanların velisi
(sorumluları) dır. Muharib bir kişi, herhangi bir kimsenin kardeşini, ya da
babasını muharebe halinde öldürecek olursa, onların kanını talep etmek
durumunda olan (maktullerin mirasçısı), muharibin cezası hususunda herhangi
bir yetkiye sahip değillerdir. Kanım taleb etmek hakkına sahip olan
velilerinin, muharibi affetmeleri caiz olamaz. Bu hükmü uygulamakla yükümlü
olan İmamdır. İlim adamları bunu, yüce Allah'ın hakkı olan hadlerden bir had
ayarında kabul etmişlerdir
Derim ki: İşte,
şimdiye kadar anlattıklanmız, önemli olanlarını bir araya getirip, inci misali
hükümlerini dizdiğimiz özet hükümlerdir. Muharebenin açıklaması (yorumu,
tefsiri) hakkında ileri sürülen en garib iddialardan birisini de bîr sonraki
başlıkta ele alalım:
[153]
Muharebe'ye dair en
garip açıklama, Mücahidin yaptığı açıklamadır. Mü-cahid der ki: Bu ayet-i
kerimedeki muharebeden kasıt, zina ve hırsızlıktır. Ancak bu doğru bir
açıklama değildir Çünkü yüce Allah Kitab-ı keriminde ve Peygamberi'nin vasıtası
ile hırsızın elinin kesileceğini, zina edenin de eğer evlenmemiş ise celde
vurulup sürgüne gönderileceğini, eğer muhsan ise recm edileceğini beyan
etmiştir. Bu âyet-i kertmede muharibe dair hükümler bunlardan farklıdır Şu
kadar var ki, eğer namusa tasallut etmek kastı ile üstünlük sağlamak amacıyla
silah çekmek suretiyle yolda korku uyandırmak istemesi bundan müstesnadır.
Çünkü böyle bir i§, muharebenin en çirkin ve kötü olan şeklidir. Mal almaktan
daha da kötüdür. Bu İse, şanı yüce Allah'ın: "Yeryüzünde fesat çıkarmaya
çalışanların.,," buyruğunun kapsamına girmektedir.
[154]
İlim adamlarımız
derler kî: Hırsıza, Allah adına (bu işten vazgeçmesi için) seslenilir.
Vazgeçerse ona ilişilmez. Vazgeçmeyecek olursa onunla çarpışniaya girilir.
Böyle birisini malını savunan kişi öldürecek olursa, o kişiler en kötü bir
maktuldür ve kanı da hederdir.
Nesaînin Ebu
Hureyre'den rivayetine göre bir adam Rasulullah (sav)'a gelip şöyle dedi; Ey
Allah'ın Rasulü, eğer benim malıma saldırılacak olursa ne yapayım? Hz.
Peygamber: "(Allah adına! ona vazgeçmesi için seslen." Eğer kabul
etmeyecek olurlarsa? diye sorunca Hz. Peygamber: "Allah adına seslen"
diye buyurdu. Adam yine: Şayet yine vazgeçmezlerse diye sorunca^ Hz. Peygamber
yine: "Allah adına seslen" dedi. Adam: Yine vazgeçmeyecek olurlarsa
deyince, Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Onunla çarpış. Sen Öldü-rülürsen
cennetliksin. Eğer onu öldürürsen o da cehennemdedir."
[155]
Bunu, Buharî ve Müslim
de Ebu Hureyre'den rivayet etmekte, orada Allah adına vazgeçmesini söylemekten
söz edilmemektedir. Ebu Hureyre derdi ki: Bir adam Rasulullah (sav)'a gelip
şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, bir adam gelip benim malımı almak isterse ne
yapmamı emredersin? Hz. Peygamber: "Mahnı ona verme" diye buyurdu.
Adam: Ya benimle çarpışmaya kalkışacak olursa ne emredersin? Hz. Peygamber:
"Sen de onunla çarpış" diye buyurdu. Adam: O beni öldürürse durumum
nedir diye sordu, Hz. Peygamber: "Sen şehid olursun" dîye buyurdu.
Yine adam: Peki, ya ben onu öldürürsem ne olur? Hz. Peygamber: "O da
cehennemdedir" diye buyurdu.
[156]
İbnü'l-Münzir der ki:
Biz, ilim ehlinden bir topluluktan, hırsızlar ile çarpışıp da onlara karşı
kişinin canını ve malım savunması görüşünde olduklarını rivayet etmiş
bulunuyoruz. İbn Ömer'in, Hasan-ı Basrî'nin, İbrahim en-Nehaî'nin, Katade'nin,
Malik'in, Şafiî'nin, Alımed'in, İshâk'ın ve en-Nu'man'ın (Ebu Hanife'nin) da
görüşü budur. Genel olarak ilim adamları bu görüştedir. Çünkü kişi, kendi
canını, ailesini ve malım bunlara saldırıda bulunulmak istendiği takdirde
çarpışmak suretiyle korumak hakkına sahiptir. Zira Peygamber (sav.)'den gelen
haberler, bu hususta herhangi bir zamanı tahsis etmedikleri gibi herhangi bir
hali de tahsis etmemişlerdir. Bundan tek istisna, sultan (devlet yöneticisi.)
dir
Çünkü, hadis ehli
adeta icma ile şunu kabul etmiş gibidirler: Bir kimse canını ve malını ancak
sultana karşı hurûc ile (karşı çıkmak ve ayaklanmak ile) ve ona karşı savaşma,
ile koruyabiliyor ise, o takdirde sultana karşı savaşmak ona karşı hurûc
etmez. Çünkü, yöneticilerin yaptıkları haksızlık ve zulme karşı sabrı emredip
namazı kıldıkları sürece onlarla çarpışmayı ve onlara karşı ayaklanmayı terk
etmeye delalet eden Rasulullah'tan gelen haberler bunu ifade etmektedir.
Derim ki: Bizim
mezhebimizde (Maliki mezhebinde) şu hususta farklı görüşler vardır: Elbise ve
yiyecek gibi basit bir şey istenecek olursa, haksızca istekte bulunanlara
bunlar verilir mi, yoksa_ onlarla çarpışılır mı? Bu, konu ile ilgili kabul
edilen asıl kaideye mebni bir görüş ayrılığına sebeptir. O da şudur: Onlarla
savaşmak emri bir münkeri değiştirmek olduğundan dolayı mı verilmiştir, yoksa
zararı önlemek kabilinden mi verilmiştir? Yine bu görüş ayrılığı da, onlarla
(muhariblerle) çarpışmadan önce, onları (bu işten vazgeçmeye) çağırmak
hususundaki görüş ayrılığına mebnidir.
Doğrusunu en İyi bilen
Allah'tır.
[157]
"Bu, onlara
dünyada hit hofluktur." Bu cezaları, muharebenin kötülüğü ve zararının
büyüklüğü dolayısıyladır. Muharebenin zararının büyük oluşu, insanlar aleyhine
kazanç yollarım kapatmasından ötürüdür.
Zira, kazanç yollarının
büyük çoğunluğu ve büyük ticaretler ile bu yolların temeli ve ana direği, yüce
Allah'ın şu buyruğunda ifade edildiği gibi, yeryüzünde dolaşmak, seyahat
etmektir: "Diğer bir kısmı da Allah'ın lütfundan arayarak, yeryüzünde yol
tepecekler..." (el-Müzzemmil, 73/20) Yolda korku ve dehşet saçılırsa, bu
sefer insanlar yolculuk yapmaz olurlar. Evlerinden dışan çıkmazlar. Böylelikle
aleyhlerine olmak üzere ticaret kapılan kapanır, kazanç yolları kesilir. Bu
sebepten dolayı yüce AUah, yol kesiciler hakkında ağır hadler teşri
buyurmuştur. Dünyadaki bu horluk, onların yaptıkları kötü işlerden
vazgeçmelerini sağlamak, Allah'ın dileyen kulları için mubah kıldığı ticaret
kapısını açmaktır,
Ayrıca bu suça
karşılık âhirette de büyük azap tehdidinde bulunmuştur. Böyle bir masiyet,
diğer masiyetlerin dışındadır ve Ubade b. es-Samit yoluyla geten Hz.
Peygamberin "Her kim bu günahlardan herhangi birisini işler de dünyada
onun karşılığında cezalandırılacak olursa, bu ceza onun için bir keffaret
olur"[158] hadisinde zikredilen
hükümden müstesnadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Bununla birlikte
korluğun dünyada cezalandırılan kimse için, âhiret azabının ise dünyada
cezadan yakasını kurtaran İçin sözkonusu olması ve bu günahın (bu bakımdan)
diğer günahlar gibi olması da muhtemeldir. Daha önceden de geçtiği üzere,
hiçbir mü'min için cehennemde ebediyyen kalmak sözkonusu değildir. Fakat,
günahın büyüklüğü dolayısıyla onun cezası da büyük olur. Bundan sonra ise, ya
şefaat ile veya (ilgili buyruklarda) belirtildiği gibi ilâhi af ile
cehennemden çıkar.
Diğer taraftan bu
tehdit, yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi, ilâhî me-şietin bu doğrultuda
tecelli etmesi şartına bağlıdır: "Şüphesiz Allah kendi sine e§ koşulmasını
mağfiret etmez. Ondan başkasını ise dileyeceğine mağfiret eder."
(en-Nisa, 4/48 ve 116) Bununla birlikte böyle kimseler hakkında, yapılan tehdit
ile işledikleri masiyetin büyüklüğü dolayısıyla (cehennemde azap edilmeleri)
korkusu daha baskındır.
[159]
Yüce Allah'ın:
"Yalnız, kendilerine gücünüz yetmeden önce tevbe eden Icr
müstesnadırlar"1 buyruğunda, kendilerine güç yetirilmeden önce tevbe
edenleri istisna etmekte ve: "Bilin ki Allah çok mağfiret edicidir, çok
merhamet sahibidir" buyruğunda da onlar üzerindeki hakkını kaldırdığını
haber vermektedir. Kısas ve insanların sair hakları ise, sakıt olmaz.
Güç yetirildikten
sonra (ele geçirilmesinden sonra) tevbe eden kimselere gelince, âyetin
zahirine göre tevbenin faydası yoktur. -Önceden geçtiği gibi- böylesine hadler
uygulanır, Şafiî'nin bu konuda tevbe üe hertürlü haddin kalkacağına dair bir
görüşü vardır. Ancak, mezhebinde sahih olan görüş, ister kısas olsun, ister
başkası olsun insanlara ait herhangi bir hakkın, güç yetirilmeden önce tevbe
ile sakıt olmayacağı şeklindedir.
Şöyle de denilmiştir:
Bu istisna ile yüce Allah, güç yetirilmeden önce tevbe edip iman eden müşrikin
istisna edilmesini dilemiştir. Böylesinden hadler sakıt olur. Ancak bu görüş
zayıftır. Zira, güç yetirildikten sonra iman edecek olursa, yine böyle bir
kimse icma ile öldürülmez.
Yine şöyle
denilmiştir: Kendilerine güç ye tir il meşinden sonra muharîblerden had sakıt
olmaz. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır. Çünkü imamın eline geçtikleri takdirde,
bunların tevbe hususunda yalan söylemeleri ve bunu gösteriş için yapmaları
zanni altında bulunurlar. Veya artık imam onlara güç yetirdikten
sonra'cezalandırılmak durumunda olurlar. O bakımdan tevbeleri kabul olunmaz.
Bizden önceki ümmetlere vadedilen İlahi azabın gelişinden sonra tevbeye
kalkışmaları, yahut da can çekişip de canı boğazına geldiği sırada tevbe
edenin durumuna benzerler. Şayet kendilerine güç yetîrilmeden önce tevbe
edecek olurlarsa, zan altında olmaları sözkonusu değildir ve ileride Yûnus
sûresinde (Yûnus, 10/98. ayette) açıklanacağı üzere tevbenin faydası vardır
îçkîciler, zinakârlar
ve hırsızlar ise, tevbe edip hallerini düzeltip bu durumları da çevrelerinde
bulunanlar tarafından bilinir bundan sonra imama (suçlan.karşılığında
cezalandırılmak için) götürülecek olurlarsa, imamın onlara had vurması
gerekmez. Şayet imama götürülüp de onlar Tevbe ettik, diyecek olurlarsa,
bırakılmazlar. Onlar, bu halleri ile yenik düşürülüp ele geçirilen
muhariblerin durumundadırlar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[160]
35- Ey iman edenler,
Allah'tan korkun. Ona (yaklaşmaya yol arayın. Ve yolunda cihad edin ki
kumlasınız.
36- Şüphesiz,
yeryüzünde ne varsa hepsi, hatta bir o kadarı daha kâfirlerin olsa da, Kıyamet
gönünün azabından kurtulmak için onu feda etseler, yine onlardan kabul olunmaz.
Onlar için çok acıklı bir azab da vardır.
Yüce Allah'ın:
"Ey iman edenler, Allah'tan korkun. Ona (yaklaşmaya) yol (vesilemi
arayın" buyruğunda geçen vesile, Ebu Vail, el-Hasen, Mücahid, Katade, Ata,
es-Süddî, İbn Zeyd ve Abdullah b. Kesirden gelen nakillere göre yakınlaşmak
demektir. Bu kelime, bir şeye yakınlaşmak anlamını ihtiva
eder.
"Tevessülden "faile" vezninde bir kelimedir. Mtere der ki:
"Şüphe yok ki
yiğitlerin, sana vesileleri (yakınlaşmak istekleri) vardır Seni alacak
olurlarsa, sen sürmelenirsin ve ellerine kına yakılır.
Çoğulu ise, "vesail" şeklindedir.
Şair der ki:
"Jurnalciler
gaflete daldılar mı, biz yine eskisi gibi yakın ilişkilerimize döneriz,
Aramızdaki safa da, yakınlıklar da döner."
Denildiğine göre,
İstedim, isterim kelimeleri de buradan gelmektedir.ise, biri diğerinden
istekte bulunur demektir. O halde kelimenin asıl anlamı, talep etmek, istekte
bulunmaktır.
Vesile, kendisi
vasıtası İle istenmesi gereken yakınlık demektir. Vesile aynı zamanda cennette
bir derecedir. Hz. Peygamberin zikrettiği: "Her kim benim için vesileyi
isterse, benim şefaatim de onun için hak olur"[161]
diye sahih hadiste geçen "vesile" de budur.
[162]
37. Ateşten çıkmak
isterler. Ama oradan çıkacak değillerdir. Onlar için sürekli bir azap vardır.
Yezid el-Fakir der ki:
Cabir b. Abdullah'a şöyle denildi: Ey Muhammed'in ashabı, sizler bir takım
kimselerin ateşten çıkacaklarım söylüyorsunuz Yüce Allah ise: "Ama oradan
çıkacak değillerdir" diye buyurmaktadır. Cabir dedi ki: Sizler, umumi olan
buyruğu hususi, hususi olanı da umumi gibi de gerindiriyorsunuz. Bu buyruk,
özel olarak kâfirler hakkındadır. Bunun üzerine âyetin tamamını başından sonuna
kadar okudu, gerçekten onun özel olarak kâfirler hakkında olduğunu gördüm.
Sürekli"
buyruğunun anlamı, daimi, değişmez, sonu gelmez ve değiştirilmez demektir.
Şair der ki:
"Şi'b gününe
karşılık olarak benden sizin, için Daimi ve kalıcı bir azap vardır."
[163]
38. Hırsızlık eden
erkekle, hırsızlık eden kaduu, o kazandıklarına bir karşılık ve Allah
tarafından ibret verici bir ceza olmak üzere ellerini kesin. Allah Azizdir,
Hakimdir.
39. Fakat, kim
zulmettikten sonra tevbe eder ve düzeltirse, şüphesi Allah, onun tevbesini
kabul eder. Çünkü Allah, bağışlayandır, merhamet edendir.
Bu
buyruklara dair açıklamalarımızı yirmiyedi başlık halinde sunacağız:
[164]
Yüce Allah'ın:
"Hırsızlık eden erkekle hırsızlık eden kadını ellerini kesin1 buyruğuna
gelince; yüce Allah, yeryüzünde fesat çıkarmak istemek yoluyla malların
alınmasını söz konusu ettikten sonra, ileride açıklaması geleceği üzere
çarpışma sözkonusu olmaksızın hırsızlık yapanın hükmünü zikretmektedir.
Yüce Allah, yine bu
husustaki açıklamalarımızın son bölümlerinde belirteceğimiz üzere zinanın
aksine, hırsızlık yapan kadından öncet hırsızlık yapan erkeği zikretmekle
başlamıştır.
Hırsızlık dolayısıyla
cahillye döneminde de el kesme cezası uygulanmıştır. Cahiliye döneminde bu
cezayı ilk hükme bağlayan kişi, el-Velid b. eİ-Mu-ğire'dir. Yüce Allah da
İsJamda hırsızın elinin kesilmesini emretmiştir. Rasu-lullah (savVın İslam
döneminde, elini kestiği ilk erkek hırsız, el-Hıyar b. Adiy b. Nevfel b.
AbdimenaPtır. Kadınlardan ise, MahzumoğulJarından Süfyan b. Abdi'l- Esed kızı
Mürre'dir. Hz. Ebu Bekir de, gerdanlık çalan Yemenli adamın elini kestiği
gibi, Hz. Ömer, Abdurrahman b. Semura'nın kardeşi olan İbn Semura'nın elini
kesmiştir. Bu hususta görüş ayrılığı yoktur.
Ayetin zahirinden
hırsızlık yapan herkes hakkında umumi olduğu anlaşılmaktadır. Ancak, durum
böyle değildir. Çünkü Hz. Peygamber: 'Hırsızın eli, ancak çeyrek dinar ve daha
yukarısı dolayısıyla kesilir"[165]
diye buyurmuştur. Böylelikle Hz. Peygamber, yüce Allah'ın: "Hırsızlık
eden erkekle, hırsızlık eden kadın" buyruğunda bir takım niteliklere
sahip hırsızları kastetmiş olduğunu beyan etmektedir, Dolayısı ile ancak
çeyrek dinarlık bir mal yahut da kıymeti çeyrek dinara ulaşan bir malın
çalınması halinde hırsızın eli kesilir. Ömer b. e|-Hattab( Osman b. Affan ve
Ali (r, anhum)'ın görüşleri de budur. Ömer b. Abdülaziz, el-Leys, Şafiî ve Ebu
Sevr de bu görüştedir. Malik der ki: Ya bir dinarın çeyreği veya üç dirhem
karşılığında el kesilir. Eğer fiyatların düşüklüğü dolayısıyla çeyrek dinara
tekabül eden iki dirhem çalacak olursa, bu iki dirhem sebebiyle hırsızın eli
kesilmez. Çeşitli malların çalınması dolayısı ile para fiyatları az yada çok
olsun üç dirheme ulaşmadıkça el kesilmez. Malik, altın ve gümüşün herbirisini
başlı başına asli bir kıymet kabul etmiş ve malların kıymetlendiril meşinde
dirhemleri ölçü kabul etmiştir. Ondan gelen meşhur görüş böyledir.
Ahmed ve İshâk der ki:
Eğer altın çalacak olursa, miktar çeyrek dinardır. Altın ve gümüş dışında bir
şey çalacak olur da, bunların değeri çeyrek dinar yahut üç gümüş dirheme
ulaşacak otursa (el kesilir). Bu da son görüşünde Malik'in kabul ettiği görüşe
yakındır.
Birinci görüşün
delili, îbn Ömer yoluyla rivayet edilen hadistir. Buna göre adamın birisi, bir
kalkan çalmıştı. Bu adam Peygamber (savVın huzuruna getirildi, Hz. Peygamber'in
emri üzere bu kalkanın kıymetinin üç dirhem olduğu tesbit edildi.[166]
Şafiî ise Âişe
(r.anha)'ın, çeyrek dinar hakkındaki hadisini asıl olarak kabul edip, altın ve
gümüş dışındaki paraların değerlendirilmesinde onu esas kabul etmiş ve altının
fiyatı ister yüksek, ister düşük olsun, üç dirhemi ölçü kabul etmiyerek, İbn
Ömer'in hadisini delil almamıştır. Buna sebep ise -doğrusunu en iyi bilen
ALlahtır ya- ashab-ı kiramın, RasululLah (sav)ın çalınması sebebiyle el kesme
cezasını uyguladığı kalkan hakkındaki farklı rivayetleridir. Çünkü İbn Ömer üç
dirhem derken, îbn Abbas on dirhem, Enes b. Malik beş dirhem demektedir.[167] Hz.
Aişe'nin çeyrek dinar ile ilgili olarak rivayet ettiği hadisi ise sahih ve
sabit bir hadistir. Hz. Aişe'den yapılan bu rivayette herhangi bir İhtilâf
sözkonusu değildir. Ancak, kimi raviter onu mevkuf rivayet etmiştir. Diğer
taraftan hıfz ve adaleti dolayısıyla, sözü gereğince amel etmek gereken
kimseler de onu merfu' olarak da rivayet etmişlerdir. Bu açıklamayı Ebu Ömer
Cb. Abdi'1-Berr) ve başkaları yapmıştır.
[168]
Buna göre, çahnan mala
kıymet biçildiği takdirde çeyrek dinara ulaşırsa o rnah çalanın eli kesilir.
Bu, aynı zamanda İshâk'ın da görüşüdür. O bakımdan bu iki asıl delile iyice
vakıf olmak gerekir. Çünkü bu iki hadis de bu konuda temel dayanaklardandır.
Ve bunlar, bu hususta söylenenlerin en sahihidir.
Ebu Hanife, onun iki
arkadaşı ve es-Sevrî ise derler ki: Hırsızın eli> ölçek ile ölçülen
mallardan ise on dirheme ulaşmadıkça, aynî ya da vezni olarak da bir dinarı
bulmadıkça hırsızın eli kesilmez. Ayrıca hırsız, malı sahibinin mülkiyetinden
alıp çıkarmadıkça da kesilmez. Bu konudaki delilleri İbn Abbas'ın rivayet
ettiği hadistir. O şöyle demiştir: Peygamber (sav)'ın çalınması sebebiyle
hırsızın elini kestiği kalkana on dirhem kıymet biçildi. Bunu, ayrıca Amr b,
Şuayb babasından, o, dedesinden rivayet etmiştir. Amr b. Şu-ayb'ın dedesi,
(Muhammed b. Abdullah) dedi ki: O sırada kalkanın değeri on dirhem idi. Bu iki
hadisi de Dârakutnî ve başkaları rivayet etmiştir.
[169]
Bu meselede dördüncü
bîr görüş daha vardır, o da Dârakutnî'nin kaydettiği Hz. Ömer'den gelen şu
rivayettir: "Beş (parmaklı el) ancak beş (dirhem) den dolayı
kesilir".
[170]
Süleyman b. Yesar, İbn
Ebi Leyla ve îbn Şubrume de bu görüştedir. Enes b. Malik de der ki: Ebu Bekr
-Allah'ın rahmeti üzerine olsun- beş dirhem kıymetinde bir kalkan dolayısıyla
(hırsızın elini) kesmiştir.
[171]
Beşinci bir görüş de
şudur: Dört dirhem ve daha yukarısı dolayısıyla el kesme cezası uygulanır. Bu
görüş Ebu Hureyre ve Ebu Said el-Hudrî'den rivayet edilmiştir.
Altıncı bir görüş: Bir
dirhem ve daha fazlası dolayısıyla el kesilir. Bu görüş, Osman el-Bettî'nîn
görüşüdür Taberî'nin naklettiğine göre, Abdullah b. ez-Zübeyr de bir dirhem
çalmaktan dolayı, çalanın elini kesmiştir.
Yedinci görüş: Âyetin
zahirine göre bir değer taşıyan her mal dolayısıyla el kesilir Bu, Haricilerin
görüşüdür. Hasan-ı Basrî'den de bu görüş rivayet edilmiştir. Ondan, bu hususta
gelen üç rivayetten biri budur. Ondan gelen ikinci rivayet, Hz. Ömer'den gelen
rivayet gibidir.
Üçüncüsünü ise Katade
ondan şu şekilde nakletmişür: Ziyad'ın valiliği döneminde ne kadarhk bir mal
çalma dolayısıyla elin kesileceği hususunda münakaşa ettik ve iki dirhemden
dolayı kesileceği hususu üzerinde ittifak ettik.
İşte bunlar, birbirine
denk görüşlerdir. Bunlardan sahih olan ise, daha önce sana takdim etmiş
olduğumuz görüşlerdir.
Buharî, Müslim ve
başkaları Ebu Hureyre'den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rasulullalı
(sav) buyurdu kir "Allah, bir yumurta çalıp da eli kesilen hırsıza, yine
bir ip çalıp da eli kesilen hırsıza lanet etsin."[172] Bu
da az yada çok mal karşılığında el kesme cezasının uygulanacağını belirten ayetin
zahirine uygundur denilecek olursa, cevap verilir. Bu ifadeler, az bir şey
zikredilerek çoktan sakındırmak kabilindendir Nitekim, Hz. Peygamber şu
buyruğunda azı zikrederek çok şeyler yapmaya teşvik etmektedir: "Kim bir
kekliğin yuniu it I ayacağı yer kadar dahi olsa Allah için bir mescid inşa edecek
olursa, Allah da o kimse için cennette bir ev yapar."
[173]
Şöyle de denilmiştir:
Bu, bir başka açıdan da mecazi bir ifadedir. Şöyle ki, az bîrşeyi çalmaya
alıştı mı, bu sefer çok şeyleri çalar ve sonunda eli kesilir. Bundan daha
güzel açıklama, el-A'meş'in yaptığı ve BuhârTnİn hadisi sonunda bir açıklama
gibi naklettiği şu sözleridir; Onlar, burada sözü geçen yumurtadan, demir
yumurta (miğfer) olduğu, ipten de birkaç dirheme eşit kıymette olan ip oluduğu
görüşünde idiler.[174] Derim
ki: Gemilerin halatları ve buna benzerleri buna örnektir. Doğrusunu en iyi
bilen Allah'tır.
[175]
İnsanların cumhuru, el
kesmeyi gerektiren miktar "hirz" diye bilinen ko runrna yerinden
çıkartılmadıkça el kesmenin sözkonusu olmayacağını ittifak la kabul
etmişlerdir,
el-Hasen b,
Ebi'l-Hasen der ki: Evde elbiseleri bir araya toplayacak ohar sa eli kesilir.
Yine el-Hasen b. Ebi'l-Hasen, bir başka görüşünde diğer ilin adamları gibi
görüş belirtmiştir Böylelikle bu, sahih bir ittifak olmaktadır. Al lah'a hamd
olsun.
[176]
Hirz denilen şey adet
olarak, insanların mallarını korumak için yapılan şey dir. Bu da herbir şeyde
-ileride açıklanacağı üzere- durumuna göre farklünl gö ste r mektedir.
İbnü'l-Münzir der ki:
Bu hususta ilim ehlinin hakkında ileri geri konuşmadıkları sabit bir haber
bulunmamaktadır. Ancak bu husus, ilim ehli tarafa»-dan icma ile kabul edilen
bir şey gibidir.
el-Hasen ile zahir
alimlerinden nakledildiğine göre, onlar hırsızlıkta hin altında bulunmayı şart
görmezlermiş.
Malik'in Muvatta'ında,
Abdullah b. Abdurrahman b. Ebi'l-Hüseyn b. el-Mefe kî'den Rasulullah (sav)fın
şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Ağacında asılı duran meyvede, dağda
korunan (yani henüz ağılına ulaşmamış) hayvanda (çalmaktan dolayı) el kesme
yoktur. Eğer onu (davarı) ağıl yahut (natot sulu) harman yerine getirilecek olursa,
o takdirde kıymeti kalkanın kiyme-tine ulaşan şeyler dolayısıyla el
kesilir."[177]
Ebu Ömer (îbn. Abdİ'l-Berr) der ki: Bu hadis,
manası itibari ile Abdullah b, Arnr b. el-As ve başkaları yoluyla muttasıl
olarak rivayet edilen bir hadistir.
[178] Bu
Abdullah (b. Abdurrahman b. Ebi'l-Hüseyn b. el-Mekkî) ise, herkesçe sika bir
ravi olarak kabul edilmiştir. Ahmed (b. HanbeD ondan övgüyle söz ederdi.
Abdullah b. Amr'dan
nakledildiğine göre, Rasulullah (sav.Va ağacında asılı {toplanmamış) mevye
hakkında soru sorulmuş, O da şöyle buyurmuştur: "İhtiyaç sahibi olup da
ondan birşeyler almakla beraber, cebine ya da kabına doldurmayan kimse için
birşey gerekmez. Ancak, ondan birşey alıp çıkartana ise, el kesme cezası
vardır Kim bundan daha aşağı miktarda da alacak olursa onun iki mislini
tazminat olarak öder ve ona ceza verilir."[179] Bir
başka rivayette ise "ceza verilir" in yerine "ona ibretli bîr
ceza olmak üzere bir kaç celde vurulur" denilmektedir.[180] îlim adamları der ki: Dalıa sonra bu celd
(sopa cezası) nesli olundu ve onun yerine el kesme cezası tesbit edildi.
Ebu Ömer der ki:
Hadiste geçen: "İki mislini tazminat ödemesi" nesh olmuştur.
Fukahadan bu görüşü ifade eden bir kimse olduğunu bilmiyorum. Ancak, Hz.
Ömer'den Hatıb b. Ebi Beltea'nin unu
[181] ile
ilgili ve Malik'in rivayet ettiği[182]
olay ile Ahmed b. Hanbel'den gelen bir rivayet müstesnadır İnsanların tazminat
hususunda kabul ettikleri görüş ise, tazminatın misliyle yapılacağı
şeklindedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Onun için size kim
saldırırsa, siz de tıpkı onların size saldırdıkları gibi karşılık verin," (el-Bakara,
2/194)
Ebu Dâvud da Safvan b.
Umeyye'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Mescİdde otuz dirhem kıymetinde
nakışlı bir yün elbisem üzerinde yatmış uyuyordum. Adamın birisi gelip onu benden
gizlice çaldı. Adam yakalandı, Peygamber (sav)'ın huzuruna götürüldü. Elinin
kesilmesini emr etti. Ben, Peygamber (savVın yanına varıp; Otuz dirhem için
elini mi keseceksin, dedim. Bu elbiseyi ben ona satayım ve yahut da onun değeri
onun bana borcu olsun. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Onu yanıma getirmeden
önce neden bu işi yapmadın?"[183]
Aklî bakımdan
düşünecek olursak: Mallar bütün insanlar için onlardan yararlanılsın diye
hazır olarak yaratılmışlardır. Diğer taraftan ezelî hikmet, şer'an mülk olan
hususlarda o malların sahiplerine has olmasını hükme bağlamış ve insanlar bu
mallara tama" edegelmişlerdir. Ona dair umutlar bağlanmıştır. O bakımdan,
insanların az bir bölümü arasında mürüvvet ve dindarlık bunlara karşı
saldırıda bulunmayı engellemekte, onlann çoğu hakkında ise, korumak ve hirz,
bu malları başkalarına karşı koruyabilmektedir. Bir mala malik olan kimse, onu
hirzi ile koruyacak olursa, insan için mümkün olan en ileri derecedeki koruma
ve himaye bir arada gerçekleşmiş olur. Bu koruma ve himaye (hirz) çiğnenerek
olursa, işlenen suç da ağır ve çirkin olur, o bakımdan cezası da ağırlaşır. Bu
iki korumadan birisi olan mülkiyet çiğ-nenecek olduğu takdirde ise, yalnızca
tazminat ve te'dip (cezası) gerekir.
[184]
Bîr topluluk ortaklaşa
hareket ederek nisab miktarı bir malı» ona ait hirzinden (korumasından) dışarı
çıkartmaları halinde ya onlardan birisi bu malı tek başına çıkartabilir yahut
da ancak birbirleriyle dayanaşarak çıkartabilirler.
Birinci hal sözkonusu
olduğu takdirde ilim adamlarımız, (Maliki alimleri) farklı iki görüş ortaya
koymuşlardır: Birincisine göre, bu durumda elleri kesilir. İkinci görüşe göre
ise elleri kesilmez,
Ebu Hanife ve Şafiî de
böyle demişlerdir: Ortaklasa hırsızlık yapmak halinde bu işe katılanların
ellerinin kesilmesi ancak onlardan herbirisi için nisab miktan bir pay düşmesi
halinde sözkonusu olur. Çünkü Peygamber (sav): "Hırsızın eli, ancak çeyrek
dinar ve daha yukarısında kesilir" diye buyurmuştur. Bu hırsızların
herbirisi bu nisabı bulacak bir miktarda birşey çalmadığına göre elleri
kesilmez.
İki rivayetten birisi
olan ellerin kesilmesini öngören görüş şöylece açıklanır: Bir suçta ortak
hareket etmek, öldürmekte ortak hareket etmek halinde olduğu gibi onun
cezasını kaldırmaz.
İbnü'l-Arabî der ki:
Bu İki suç birbirine ne kadar da yakındır. Çünkü bizler, haksızca dökülen kanı
önlemek kastı ile bir kişiye karşılık topluluğu öldürdüğümüze göre, -ta ki
düşmanlar o haksızca kanı dökmemek için birbirleriyle yardimlaşmasınlar-
mallarda da bu durum aynı şekilde söakonusudur Özellikte de Şafiî, bir topluluk
bir kişinin elinin kesilmesi için ortaklaşa hareket edecek olurlarsa hepsinin
elleri kesilir diyerek; bu konuda bize destek vermiştir. Ve bu ikisi arasında
bir fark yoktur.
Şayet ikinci durum sözkonusu
olursa -ki, bu da ancak yardımlaşarak dışarı çıkartılması mümkün olan
şeylerdir- ilim adamlarının ittifakıyla hepsinin elleri kesilir. Bunu da
İbnü'l-Arabî zikretmiştir.
[185]
Birisi, hirzi oymak
suretiyle, diğeri de malı dışarı çıkartmak suretiyle hırsızlıkta iki kişi
ortaklaşa hareket etseler, eğer bunlar birbirleriyle karşılıklı olarak
dayantşmış iseler, ikisinin de elleri kesilir.
Aralarında bir ittifak
olmaksızın herkes tek başına kendi içini yapmış ise ve bu, birisinin gelip malı
dtşan çıkartması şeklinde olursa, onlardan herhangi birisinin eli kesilmez.
Eğer, oymakta
birbirleriyle yardımlaşıp, fakat onlardan birisi malı dışarı çıkartırsa,
yalnızca malı çıkartanın eli kesilir.
Şafıf ise el kesme
cezası yoktur der. Çünkü, birisi oymuş çalmamış, diğeri ise, hürmeti çiğnenmiş
bir hirzden hırsızlık yapmıştır.
Ebu Hanife der ki:
Eğer, oymakta ortak hareket eder ve girip de mal çalarsa, eli kesilir Oymakta
ortak hareket etmek için aynı aleti kullanmak şart değildir. Oyarken birinin
ötekinden sonra darbe vurması ile ortaklık da gerçekleşir.
[186]
İki kişiden birisi
içeri girip malı, malın koyulduğu (hirzin) kapısına getirip çıkarsa, diğeri de
elini uzatıp onu alsa elinin kesilmesi gerekir. Birincisi ise, cezalandırılır.
Eşheb her ikisinin de eli kesilir demiştir.
Birisi malı, hirzin
dışına bırakacak olursa, o malı hirzin dışına bırakanın eli kesilir, alana el kesme
cezası yoktur Şayet oyulan yerin ortasına koyar. diğeri de onu alırken oyuktan
elleri birbirlerine kavuşursa, her ikisinin de el leri kesilir.
[187]
Kabir de Mescid de
hirzdir. O bakımdan çoğunluğun görüşüne göre, nebbâşın (kefen soyucusunun) eli
kesilir. Ebu Hanife; nebbâşın eli kesilmez der. Çünkü o, sahibi bulunmayan ve
telef olmaya maruz bir malı hirz olmayan bir yerden çalmıştır. Çünkü ölü
mülkiyet sahibi olamaz.
Kimisi de kabirde
sakin olan bir kimse olmadığından dolayı bunun hırsızlık olmadığını söyler.
Çünkü hırsızlık, görünmekten sakınılacak bir şekilde olur ve hırsızlık
yapılırken insanların görmesine karşı korunulur. Mavereaün-nehir alimleri,
bunun hırsızlık olmayacağı görüşünü esas kabul etmişlerdi,
Cumhur ise şöyle
demiştir: Böyle bir kişi hırsızdır. Zira o, geceyi elbise olarak giyinmiş ve
insanların gözünden kendisini korumuştur. Kimsenin görmediği ve yanından gidip
gelmediği bir vakitte bu işi yapmayı kast etmiştir, O bakımdan, böyle bir
kimse, insanların bayrama çıkıp, şehirde hiçbir kimsenin kalmadığı bir zamanda
hırsızlık yapmış gibi olur.
Kefen soymanın
hırsızlık olmayacağını kabul edenlerin kabir, bir hirz değildir şeklindeki
sözleri ise batıldır. Çünkü, her bir şeyin hirzi kendisi için mümkün olan
haline uygun olur. Onun için, ölü hakkında mülkiyet sahibi olmak sözkonusu
değildir, şeklindeki görüşleri de yine batıldır. Çünkü, ölünün çıplak
bırakılması caiz değildir. Dolayısı ile buna duyulan ihtiyaç, kabrin bir İıirz
olmasını gerektirmektedir. Nitekim yüce Allah da buna şu buyruğu ile dikkat
çekmektedir: "Biz yeri, dirilere de ölülere de bir toplanma yeri kılmadık
mı?1* (el-Murselat, 77/25-26) Yani, orada İnsan hayatta iken yaşasın, ölürken
de oraya defnedilsin diye kılmadık mı?
Kefenin telef olmaya
maruz olduğu şeklindeki sözlerine gelince, hayatta olan bir kimsenin de aynı
şekilde giydiği her şey, giymesi sonucu telef olmaya ve yıpranmaya mahkumdur.
Şu kadar var ki, bunlardan birisi diğerinden daha çabuk gerçekleşmektedir. Ebu
Dâvud Ebû Zerr'in şöyle dediğini rivayet eder: Rasulullah (sav) beni çağırıp
şöyle buyurdu: "İnsanların ölüm mu-sibetiyle karşı karşıya kalıp da, o
sırada bir evin (kabrin) bir hizmetçiye mukabil satın alınacağı vakit halin
nice olur." Ben: Allah ve Rasulü daha iyi bilir dedim. Hz. Peygamber:
"Sana sabrı tavsiye ederim" diye buyurdu.[188]
Hammâd b. Ebi Süleyman
dedi ki: İşte hırsızın eli (kefen çalmaktan dolayı) kesilir, diyenler buna
dayanarak demişlerdir. Çünkü bu kişi, ölünün evine girmiş olur
[189]
Mescide gelince,
mescidin hasırlarını çalan kimsenin eli kesilir. Bunu İsa» İbnü'l-Kasım'dan
rivayet etmiştir. Velev ki mescidin kapısı bulunmasın. Onun görüşüne göre bu
hasırlar hirz altındadırlar. Eğer mescidin kapılarını çalacak olursa yine eli
kesilir. Yine İbnü'l-Kasım'dan rivayet olunduğuna göre, eğer hasırları
gündüzün çalmışsa eli kesilmez. Şayet geceleyin duvarı aşarak onları çalmışsa,
eli kesilir.
Sahnûn'dan
nakledildiğine göre, eğer mescidin hasırları birbirlerine dike-lerek bağlanmış
ise eli kesilir, aksi takdirde kesilmez.
Esbağ der ki: Mescidin
hasırlarım, kandillerini ve yer döşemelerini çalan kimsenin eli kesilir. Tıpkı,
gizlice kapısını yahut çatısından kerestelerini, yada çatısından direklerini
çalan gibi. Eşheb, "Kitabu MuhammedMe der ki: Mescidin hasırlan,
kandilleri ve yer döşemelerinin çalınması dolayısıyla el kesme cezası yoktur.
[190]
El kesme cezası ile
birlikte tazminatın ödettirilip ödettirilmeyeceği hususunda ilim adamlarının
farklı görüşleri vardır.
Ebu Hanife der ki:
Hiçbir şekilde el kesme cezası ile tazminat bir arada olmaz. Çünkü şanı yüce
Allah: "Hırsızlık eden erkekle, hırsızlık-eden ka-dinın, o kazandıklarına
bir karşılık ve Allah tarafından İbret verici bir ceza olmak üzere ellerini
kesin diye buyurmakta ve herhangi bir tazminattan söz etmemektedir,
Şafiî ise der ki:
îster kolaylıkla ödeyebilecek durumda olsun, ister ödemede zorlansın, çaldığı
malın kıymetini tazminat olarak öder. Eğer ödeme zorluğu çekiyor ise,
ödeyebileceği bir zamana kadar onun borcu olur. Bu, Ah-med ve İshâk'ın da
görüşüdür.
Bizim ilim
adamlarımız, Malik ve arkadaşları ise şöyle derler: Eğer mal aynî ile mevcut
ise onu geri verir. Eğer telef olmuşsa, ödeyebiliyorsa tazminatını öder. Eğer
ödeyemiyor ise, borç olarak ödemesi istenmez ve herhangi bir-şey ödemekle
yükümlü olmaz. Malik bunun benzeri bir görüşü ez-Züh-rfden rivayet etmiştir.
Şeyh Ebu İshâk der ki:
İster ödeyebilsin, ister ödeyemesin el kesme cezası ile birlikte çaldığı malın
bedelinin borç olarak ondan isteneceği de söylenmiştir. Devamla der ki: Bu,
aynı zamanda Medine'li ilim adamlarımızdan bîr çok kişinin görüşüdür. Bu
görüşün sıhhatine ise her ikisinin (el kesme ve tazminatın) iki ayrı hak
sahibine ait birer hak olduğu delil gösterilmiştir. Onlardan birisi, diğeri
dolayısıyla sakıt olmaz. Diyet ve keffaret gibi. Daha sonra ben de bu
görüşteyim, demektedir
Kadı Ebu'l-Hasen
meşhur görüşün lehine, Hz, Peygamberin: "Hırsızlık yapana had uygulandığı
takdirde artık onun için tazminat yükümlülüğü yoktur" hadisini delil
göstermiş[191] ve Kitab'ında bunun
senedini de kaydetmiştir.
Bazıları da şöyle
demiştir: Tazminatını ödemeyi borç kabul etmek bir cezadır El kesmek de bir
cezadır. İki ceza ise bir arada verilmez. Kadı Abdül-vahhab da (kendi görüşüne)
bunu esas kabul etmiştir.
Doğru olan ise,
Şafiî'nin ve ona uygun görüş belirtenlerin kanaatidir. Şafiî der ki: Hırsız
ister ödeyebilecek durumda olsun, ister ödeyemesin, çaldığı malın tazminatını
öder Eli kesilsin yahut kesilmesin farketmez. Yol kesmesi halinde de bu
böyledir. (Yine Şafiî) der ki: Kullara ait olup telef ettiği şeyler, Allah'a
ait olan haddi düşürmez.
İlim adamlarımızın
delil olarak gösterdikleri: "Ödeme zorluğu çekiyor ise..." hadisine
gelince, Kuleli alimler bu hadisi görüşlerine delil göstermişlerdir. Taberrnin
görüşü de budur. Fakat bu hadiste onların lehine delil olacak bir şey yoktur.
Bu hadisi Nesaî ve Dârakutnî, Abdurrahman b. Avf dan rivayet etmişlerdir.[192] Ebu
Ömer (b. Abdi'1-Berr) de şöyle demiştir: Bu hadis pek kuvvetli bir hadis
değildir ve delil olmaya elverişli değildir, İbnü'1-Ara-bî ise der ki: Bu batıl
bir hadistir. Taberî ise der ki: Kıyas tükettiği (çaldığı) malın tazminatını
ödemesini gerektirir. Fakat bizler, bu husustaki rivayete uyarak kıyası terkettik.
Ebu Ömer der ki: Zayıf bir rivayet dolayısıyla kıyası ter-ketmek caiz değildir.
Çünkü zayıf bîr rivayet hüküm gerektirmez.[193]
Hırsızlık yaparak bir
mal çalmış olandan, çalanın elinin kesilmesi hususunda görüş ayrılığı vardır.
Bizim (mezhebimizin) ilim adamları eli kesilir, derler. Şafiî kesilmez
demektedir. Çünkü o, hem malik .olmayan bir kimsede, hem de hirz sayılmayan bir
yerden çalmıştır.
Yine
ilim adamlarımız der ki: O malın malikinin hürmeti (saygınlığı, ona haksızca
ilişmenin yasaklığı) yine bakidir, ondan ayrılmış değildir. Hırsızın eli
altında bulunması ise, yok hükmündedir. Tıpkı, gasıp bir kimseden gasp etmiş
olduğu malın çalınması halinde çalanın elinin kesildiği gibi. Eğer: Bunun
korumasını korumasızmış gibi kabul edin denilecek olursa, biz de şöyle deriz:
Hirz de mevcuttur, mülkiyet de mevcuttur. O mal üzerinde mülkiyet henüz sona
ermemiştir. O takdirde bize, hirzi iptal ediniz derler. (Bunu da iptale gerek
yoktur).
[194]
Aynı mal dolayısıyla
eli kesildikten sonra bir daha o malı tekrar çalacak olursaj kesme cezası
hususunda farklı görüşler vardır. Çoğunluk, yine kesilir derken, Ebu Hanife
kesme cezası yoktur, der. Kur'ân'daki umumi ifade ise, ona kesme cezasının
uygulanmasını gerektirmektedir. Bu da Ebu HanilVnin görüşünü red eder.
Yine Ebu Hanife, kesme
cezasından Önce, çalınan malın satın almak veya hibe yoluyla mülkiyetine
geçiren bir kişi hakkında elinin kesilmeyeceğini söylemiştir. Yüce Allah ise:
"Hırsızlık eden erkekle, hırsızlık eden kadının... ellerini kesin"
diye buyurmaktadır. El kesme cezası, yüce Allah'a ait bir hak olarak vacib
olduğu takdirde bunu hiçbir şey kaldırmaz.
[195]
Cumhur,
"Hırsız" kelimesini, ref ile okumuştur. Sibeveyh der ki; Buyruğun
anlamı şudur: Size farz kılınan şeyler arasında, hırsız erkek ve hırsız
kadının... şeklindedir. Her iki kelimenin de (es-Sâriku ve's-Sârikatu kelimelerinin)
merfu' olarak okunmaları, mübtedâ oldukları içindir. Haber ise: Ellerini
kesin" buyruğudur. Maksat, muayyen bir kimse değildir. Çünkü muayyen bir
kimse (hırsızlık yapan muayyen kişi) kastedilmiş olsaydı, bu kelimenin mansub
okunması icabederdi. Nitekim "Zeyd'i vur" demek gibi.
Ancak, bu buyruk
burada: "Hırsızlık yapanın elini kes" demek kabilindendir ez-Zeccâc
der ki: Bu, tercih edilen görüştür.
Bu kelime; şeklinde
mansub olarak da okunmuştur. Bunun takdiri ise: Hırsız erkek ve hırsız kadının
ellerini kesiniz şeklindedir. Sibeveyhin tercihi de budur. Çünkü burada,
fiilin emrin kipi daha uygundur. Sibeveyh -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun-
der ki: Arap dilinde uygun olanı bunun mansub okunuşudur. Nitekim Zeyd'i vur,
demek de böyledir. Şu kadar var ki, genel olarak bunun merfu1 okunması kabul
edilmiştir. Yani, kıraat alimlerinin büyük çoğunluğu ve hepsi demek istemektedir.
Sibeveyh kabul ettiği görüşüyle, hırsız türünü muayyen kişi gibi
değerlendirmiştir.
İbn Mes'ud ise:
"Hırsızlık yapan erkeklerle, hırsızlık yapan kadınların sağ ellerini
kesiniz" diye okumuştur ki, bu da çoğunluğun kıraatini güçlendirmektedir.
şeklinde
"râ" harfi esreli olarak, çalınanın adıdır.Fiilinin mastarı ise
"re" harfi üstün olarak; şeklindedir. Bu açıklamayı el-Cevherî
yapmıştır. Bu lafzın aslı, gözlerden saklı olarak bir şeyi almak anlamını
ifade eder. Hırsızlama bir şeyler dinlemek demek olan deyimi ile Çaktırmadan
baktı, deyimleri de buradan gelmektedir.
İbn Arefe der ki:
Araplara göre sârik, bir hirze gizli ve saklı bir şekilde gelip oradan
kendisine ait olmayan bir şeyi alan kimsedir.
Eğer açıktan alacak
olursa, bu kişi; Yankesici, zorla alan» talan eden ve dağda koruma altında
bulunan davar ve benzeri şeyleri çalan kimse, olur Eğer elindeki şeyle
(silahla) kendisini koruyacak olursa, o da gasıp olur.
Derim
ki: Rasulullah (sav)'dan gelen rivayette şöyle buyurulduğu nakledilmektedir:
"Hırsızlığın en kötüsü namazından çalanınkidir." Dediler ki: ki şi
namazından nasıl hırsızlık yapar? Hz. Peygamber: "Namazının rükû ve
sücudunu tamam yapmamak suretiyle" buyurdu. Bu hadisi Muvatta ve başkaları
rivayet etmiştir.
[196]
Görüldüğü gibi, Hz.
Peygamber, bu şekilde namaz kılan bir kimseyi,- kelimenin türeyişi açısından
hırsız olmadığı halde -hırsız diye adlandırmaktadır. Çünkü, böyle bir namaz kılmakta
çoğunlukla gözlerden uzak bir şey yapmak sözkonusu olmaz.
[197]
Yüce Allah'ın:
"Ellerini kesin" buyruğunda geçen "kesmek'in anlamı, ayırmak ve
izale etmektir. Kesmek ise ancak hırsızda, çalınan şeyde çalmanın gerçekleştiği
yerde ve çalmanın niteliğinde birtakım sıfatların bir arada bulunması halinde
icabeder.
Hırsızda aranan
nitelikler beş tanedir. Bunlar buluğ, akıl, kendisinden hırsızlık yaptığı
kimsenin mülkiyeti altında (kölesi, cariyesi) olmamak, o kimsenin lehinde veya
aleyhinde velayet yetkisinin bulunmamasıdır. Buna göre köle, efendisinin
malından hırsızlık yapacak olursa eli kesilmez. Aynı şekilde efendi, kölesinin
malını alacak olursa, yine el kesme cezası uygulanmaz. Çünkü köle, malı ile
birlikte efendisine aittir. Hiçbir kimsenin eli kölesine ait malı aldı diye
kesilmez. Çünkü o, kendisine ait olan bir malı almıştır, Ashabı Kiramın icrnaı
ve halifenin (Ömer b. el-Hattab'ın): Sizin köleniz, size ait olan bir malı
çalmıştır[198] ifadesinin de gösterdiği
gibi, icma ile kölenin elinin kesilme cezası düşmüştür.
Dârakutnİ, İbn
Abbas'tan şöyle dediğini nakletmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki:
"Kaçmış köle için hırsızlık yaptığı takdirde el kesme cezası yoktur, Zımmi
için de yoktur." Der ki: Bu hadisi Fehd b. Süleyman'dan başkası merfu1
olarak rivayet etmemiştir Doğrusu bu hadisin mevkut' olduğudur.[199]
İbn Mace de Ebu
Hureyre'den şöyle dediğini nakletmektedir: Rasulullah (sav) buyurdu ki:
"Köle, hırsızlık yaptığı takdirde onu, cüz'i bir şey mukabilinde olsa
dahi satınız." Bu hadisi Ebu Bekr b. Ebi Şeybe yoluyla rivayet etmiştir.
Ebu Bekr dedi ki: Bize, Ebu Usame, Ebu Avâne'den anlattı. Ebu Avâne, Ömer b.
Ebi Seleme'den, o, babasından, o da Ebu Hureyre'den...
[200]
Yine
İbn Mace der ki: Bize, Cubare b. el-Muğallis anlattı: Bize, Haccâc b. Temim
anlattı. Haccâc, Meymun b. Mehran'dan, o, İbn Abbas'tan nakletti ki, humsa
(ganimetlerin beşte biri) ait bir köle, yine humsdan bir şeyler çaldı.
Peygamber (savYın huzuruna getirildi, Hz. Peygamber elini kesmeyip: "Allah'ın
malının bir bölümü onun bir kısmını çaldı"[201] diye
buyurdu Cubâre b. el-Muğallis, Ebu Zur'a er-Razi!nin dediğine göre, metruk bir
ravidir.[202]
Çocuğun da, delinin de
eli kesilmez. Ancak, zınıminin ve İslam yurduna eman ile girmeleri halinde
muâhid ile harbinin elleri kesilir.
Çalınan malda aranan
niteliklere gelince, bunlar da dört tanedir: Bunlardan biri nisabdır, buna
dair açıklamalar daha önceden geçmiştir. Diğeri ise, mal olarak edinilen,
mülkiyet altına alınabilen ve satışı helal olan bir şey olmasıdır. Eğer mal
olarak edinilemeyen şarap ve domuz gibi satışı helal olmayan bir şey olursa,
ittifakla bundan dolayı el kesilmez.
Bundan tek istisna,
Malik ve İbnü'l-Kasıma göre (çalınan) küçük hür çocuktur. Bundan dolayı el
kesme sözkonusu olmadığı da söylenmiştir. Şafiî ve Ebu Hanife de bu görüştedir
Çünkü hür küçük çocuk mal değildir.
Bizim ilim adamlarımız
ise şöyle demektedir: Aksine o, en büyük bir maldır. Hırsızın muayyen bir mal
dolayısıyla eli kesilmez. Elinin kesiliş sebebi, insanoğlunun o şeye meyi
etmesidir. İnsan nefsinin hür bir kimseye meyletmesi ise, köleye
meyletmesinden daha fazladır.
Şayet çalınan şey,
beslenilmesine izin verilmiş köpek ve kurbanlık etleri gibi mülk edinilmesi
caiz olmakla birlikte satışı caiz olmayan şeylerden olursa, bu hususta
İbnül-Kasım ve Eşheb arasında farklı görüşler vardır. Ib-nü'1-Kasım der ki:
Köpek çalanın eli kesilmez. Eşheb ise el kesmeme, barındırılması yasak
kılınmış köpek için sözkonusudur. Edinilmesine izin verilmiş olan köpeği
çalanın ise eli kesilir. Yine Eşheb der ki: Her kim, kurbanlık etini yahut
derisini çalacak olursa, onun bu çaldığının kıymeti yüz dirhemi bulduğu
takdirde eli kesilir.
İbn Habib de der ki:
Esbağ dedi ki: Eğer kurbanlık hayvanı kesimden önce çalacak olursa eli kesilir.
Kesildikten sonra çalındığı takdirde ise eli kesilmez.
Eğer çalınan şey aslı
itibari ile edinilmesi ve satışı caiz olan şeylerden olup, ondan kullanılması
caiz olmayan bir şey yapılırsa, -tambur, zurna, ud ve buna benzer eğlence
aletleri gibi- duruma bakılır. Şayet bunların şekilleri bozulup onlardan
gözetilen maksat elde edilemeyecek hale getirilmelerinden sonra çeyrek dinarlık
ve daha fazla kıymet taşıyan bir şey kalıyorsa, el kesilir. Kullanımı cate
olmayıp kırılması emr olunan altın ve gümüş kaplarda da hüküm böyledir. Bunlar
arasında bulunan alan ve gümüşe işçilik eklenmek-sizin kıymet biçilir. Altın ya
da gümüşten yapılmış haç da böyledir. Necis olmuş zeytinyağın» şayet necis
olmakla birlikte kıymeti nîsab miktarını buluyorsa, bundan dolayı el kesilir.
(Çalınan malda aranan
üçüncü nitelik),-başkasına rehin bıraktığı veya ücretle verdiği malını çalan
kimse gibi- hırsızın çaldığı şeyde mülkiyetinin ve mülkiyet şüphesinin
sözkonusu olmaması gerekir. Bu hususta mülkiyet şüphesinin nazar-ı itibara
alınması açısından bizim mezheb ilim adamları ile diğerleri arasında görüş
ayrılığı vardır. Mesela, bir kimse, ganimetten veya bey-tülrnalden hırsızlık
yapacak olur ise, mülkiyet şüphesi bulunan bir şeyden çalmış olur. Çünkü, o
kimse için o malda bir pay vardır. Ali (r,a)'dan rivayet olunduğuna göre, ona
Hums'dan (devletin ganimetteki beşte bir payından) bir miğfer çalmış bir kişi
getirilidi. Hz, Ali, elinin kesilmeyeceği görüşünü izhar ederek: Bunun da onda
bir payı vardır, demiştir. Beytülmal hususunda da cemaatin ffukahamn büyük
çoğunluğunun) görüşü bu şekildedir. Böyle bir kimseye hırsızlık ile ilgili
âyetin lafzındaki umum İleri sürülerek el kesme cezasının uygulanacağı da
söylenmiştir.
(Çalınan malda aranan
dördüncü nitelik ise), küçük köle ile arap olmayan büyük köle gibi çalınması
sahih olan şeylerden olmasıdır. Çünkü, arapça konuşabilen köle gibi çalınması
sahih olmayan şeyler dolayısıyla el kesme cezası uygulanmaz.
Malın çalındığı yerde
aranan nitelik ise, sadece bir tanedir. O da o çalınan şeyin benzeri için o
yerin hirzi (malı koruyabilecek mekanı) Özelliğinde olmasıdır.
Bu hususta söylenecek
şeylerin özeti şudur: Her bir şey İçin bilinen belli bir yer vardır, İşte onun
o yeri, o şeyin hirzi kabul edilir. Beraberinde koruyucu (muhafaza) bulunan
her bir şeyin de koruyucusu onun hirzidir. Evler, konaklar, dükkânlar
İçlerinde bulunan şeyler için birer hirzdir Sahipleri ister bulunsunlar, ister
bulunmasınlar.
Aynı şekilde beytülmal
de müslümanlann hirzidir. Hırsız kimse ise onda herhangi bir hak sahibi
değildir İsterse hırsızlık yapmazdan önce, imamın kendisine beytülmalden
birşeyler vermesi mümkün olan bir kimse olsun. Çünkü, her müslümanın
beytülmaldeki hakkı ona Fiilen verilen atiyye ile teay-yün eder. Nitekim imamı,
beytülmahn tamamını müslümanlann menfeatine olan herhangi bir alanda harcayıp
insanlar arasında onu dağıtmayabilir. Veya bir beldede onu dağıtırken, bir
başka yerde dağıtmayabilir bir topluluğa verirken, bir başka topluluğa
vermeyebilir. Böyle bir varsayıma göre bu hırsizlik yapan kişi beytülmalde
hakkı olmayan kimselerdendir.
Ganimetler de
böyledir. Ya paylaştırmakla teayün ederler, -bu ise beytül-mal hakkında
yaptığımız açıklamalar gibidir- ya da savaşta fiilen hazır bulunan kimselerin
o malı ellerine almak suretiyle sahibi teayün eder. Böyle bir durumda
{teayünden önce) çalan kişinin çaldığı miktar göz önünde bulundurulmalıdır.
Eğer hakettiğinden fazlasını çalmışsa eli kesilir, aksi takdirde eli kesilmez.
[203]
Bineklerin sırtı,
taşıdıkları şeylerin hirzidir. Dükkânların önü, satış yerinde konulan şeyler
için bir biredir. İsterse ortada fiilen dükkan bulunmasın. O malla birlikte
sahipleri olsun ya da olmasın ve bu mal ister gece ister gündüz çalınmış olsun
farketmez.
Aynı şekilde pazarda
koyunların durdukları yer de, koyunlar ister bağlı bulunsun ister bulunmasın
hirz alandadırlar Binekler de bağlandıkları yerlerde hirz altındadırlar.
Beraberlerinde sahipleri olsun ya da olmasın farketmez.
Eğer binek, mescidin
kapısında veya pazarda ise, beraberinde koruyucu bulunması hali dışında hirz
altında kabul edilmezler. Kendi avlusuna bineğini bağlayan, ya da binekleri
için bir yeri ağıl olarak kullanan bir kimse, bu bağlaması ve o yeri ağıl
olarak kullanması binekleri için bir hirzdir.
Gemi de içinde
bulunulan şeyler için bir hirzdir. Bağlı olup olmaması arasında bir fark
yoktur. Bizzat geminin kendisi çalınacak olursa, o da binek gibi
değerlendirilir. Eğer bağlı değilse, hirz altında değit demektir. Şayet sahibi
gemiyi bir yere bağlamış yahut o yerde demirlemiş ise, gemiyi bağlaması bir
hirzdir. Gemi ile birlikte herhangi bir kimse bulunuyor ise, nerede, ne şekilde
bulunursa bulunsun, aynı şekilde gemi hirz altında demektir. Tıpkı mescidin
kapısında beraberinde koruyucusu bulunan binek gibidir. Ancak yolculuk
esnasında gemileriyle bîr yerde konaklayıp gemilerini bağlayacak olurlarsa bu
da o gemi için bir hirz kabul edilir. Gemi sahibinin gemi île birlikte olması
ile olmaması arasında bir fark yoktur.
[204]
Herkesin kendi
bağımsız odasında kaldığı otel gibi tek bir yerde sakin olan kimselerden
herhangi birisi arkadaşının odasından bir şey çalıp o çaldığı şeyler ile
otelin açık salonuna (avlusuna) çıkacak olursa, bu çaldığı malı kendi odasına
sokmasa ve onu alıp otelin dışına çıkmamış olsa dahi, böyle birisinin elinin
kesileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur.
Yine burada
kalanlardan herhangi bir kimse, otelin umuma açık salonunda bir şey çalacak
olursa, velev ki o çaldığı şeyi kendi odasına sokmuş, yahut otelin dışına
çıkartmış olsa bile elinin kesilmeyeceği hususunda da görüş ayrılığı yoktur.
Çünkü, umuma açık salon, herkes için alışverişin yapılabildiği bîr yerdir. Şu
kadar var ki, bineğin bağlandığı yerinden veya onun benzeri bir eşyanın korunma
altındaki yerinden alınmış olması hali müstesnadır.
[205]
Çocuklarının malını
çaldıklarından dolayı anne-babanın elleri kesilmez. Çünkü Hz. Peygamber:
"Sen de malın da babana aitsiniz" diye buyurmuştur.[206]
Ancak, anne-b ab
asından çalan çocuğun eli kesilir. Zira, o malın kendisine ait olması
hususunda herhangi bir şüphenin varlığı sözkomısu değildir.
Elinin kesilmeyeceği
de söylenmiştir. Bu da İbn Vehb ve Eşheb'in görüşüdür. Çünkü oğul, adeten
babasının malını alabildiğine ve rahat bir şekilde kullanabilir. Nitekim köle
efendisinin malını çaldığından dolayı eli kesilmez. Dolayısıyla oğlun
babasının malını çalmaktan dolayı elinin kesilmemesi öncelikle sözkonusudur,
Dedenin (torunundan)
çalması hususunda farklı görüşler vardır. Malik ve îbnü1-Kasım eli kesilmez
derken, Eşheb kesilir, demektedir. Malik'in görüşü daha sahihtir. Çünkü dede
de bir nevi babadır. Malik der ki: Baba ve anne tarafından dedelere nafaka
vermek icab etmiyorsa dahi ellerinin kesilmemesi daha hoşuma gider.
İbnü'l~Kasun ve Eşheb der ki: Bu ikisi dışında (dede ve baba dışında) kalan
akrabaların (çalmaları halinde) elleri kesilir,
İbnü'l'Kasım der ki:
Kendisine isabet eden açlıktan dolayı çalan kimsenin eli kesilmez.
Ebu Hanife ise der ki:
Hala, teyze, kızkardeş ve onların dışında kalan mahremlerden herhangi bir
kimse hakkında el kesme cezası uygulanmaz. Buf es-Sevrî'nin de görüşüdür.
Malik, Şafiî, Ahmed ve
İshâk der kî: Bunlardan çalan kim olursa olsun eli kesilir. Ebu Sevr de der ki:
Kim olursa olsun, el kesmeyi gerektiren bir miktar çalacak olursa, eli kesilir.
Ancak, fukaha herhangi bir husus üzerinde icma etmiş isef o icma dolayısıyla o
takdirde el kesme cezasından kurtulur.
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[207]
Mushaf çalanın hükmü
hususunda fukalıâ farklı görüşlere sahiptir Şafiî, Ebu Yûsuf ve Ebu Sevr, eğer
mushafın kıymeti el kesmeyi gerektiren miktarı buluyorsa el kesilir, derler.
Îbnü'l-Kasım da bu görüştedir. en-Nu'man (Ebu Hanife) ise mushaf çalan kimsenin
eli kesilmez, demektedir. İbnü'l-Münzir ise mushaf çalanın eli kesilir, der.
Kişinin yeninden
(cebinden) nafakasını çalan (tarrar) yankesici hakkında da fukalıâ farklı görüşlere
sahiptir. Bir kesim şöyle demektedir İster yenin içinden ister dışından çalsın,
yankesicinin eli kesilir. Bu, Malik, Evzaî, Ebu Sevr ve Yaküb (Ebu YûsuO'un
görüşüdür.
Ebu Hanife, Muhammed
b. el-Hasen ve İshâk ise şöyle demektedir: Eğer çalınan dirhemler, yeninin dış
tarafında bağlı bulunup, yan kesici de bunları gizlice ahp gitmişse eli
kesilmez. Şayet yeninin iç tarafında bağlı olup o da elini içeriye sokup
paralan çalmışsa eli kesilir. el-Hasen de eli kesilir demektedir. İbnü'l-Münzir
der ki: Hangi şekilde yankesicilik yaparsa yapsın eli kesilir.
[208]
Fukalıâ, seferde elin
kesilip, dar-ı harpte hadlerin uygulanması hususlarında farklı görüşlere
sahiptir. Malik ve el-Leys b. Sa'd der ki: Harb divan topraklarında hadler
uygulanır. Dâr-ı harp ile dâr-ı islam arasında bir fark yoktur. el-Evzaî der
ki: Bir ordu kumandanı olarak savaşa çıkan bir kimse -herhangi bir bölgenin
(.eyaletin) emirî olmasa dahi- el kesme cezası dışında askerleri arasında
hadleri uygular.
Ebu Hanife de der kî:
Asker, harp diyarı topraklarında gazada bulunsa ve başlarında emir varsa bu
emir askerleri arasında hadleri uygulamaz. Ancak, Mısır, Şam, Irak veya buna
benzer bir bölgenin de valisi ise, askerleri arasında hadleri uygular.
Evzaî ve onun gibi
görüş beyan edenler, Cünâde b. Ebi Ümeyye hadisini delil göstermişlerdir.
Cünâde dedi ki: Bizler, Busr b. Ertae ile denizde (gazada) bulunuyorduk. Buhü
diye bilinen uzun boylu bir dişi deve çalmış Mis-dar adındaki bir hırsızı ona
getirdiler. O da şöyle dedi: Ben Rasulullah (sav)'i şöyle buyururken dinledim;
"Gaza esnasında el kesme cezası uygulanmaz."
Eğer bu durum
olmasaydı, şüphesiz onun elini keserdim.[209]
Burada sözü geçen
Busr, denildiğine göre Peygamber (.sav) döneminde dünyaya gelmiş ve Hz. Alî ile
onun taraftarları arasında kötü haberleri bulunan bir kimse idi. Abdullah b.
Abbas'ın iki küçük çocuğunu kesen odur. Bundan dolayı çocukların anneleri
tamarmyle aklını kaybetmiş, ne yaptığını bilmez hale gelmişti. Ali (r.a) ona,
Allah'ın ömrünü uzatması ve aklını da başından alması için beddua etmişti. Öyle
de olmuştu. Yahya b. Maîn der ki: Busr b. Ertae kötü bir adamdı.
Bu durumda el kesme
cezasının uygulanacağını söyleyen kimseler, Kur'an-ı Kerim'in lafzının
umumiliğini delil göstermişlerdir. Yüce Allah'ın izniyle sahih olan da budur.
Harp diyarında hadlerin ve el kesme cezasının uygulanmayacağını söyleyenlerin
ileri sürebilecekleri en uygun delil, ceza uygulanan kimsenin müşriklere
katılabileceği korkusudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[210]
El ya da ayak
kesilecek olursa, nereye kadar kesilebilir? Genelde herkes elin bilekten,
ayağın da eklem yerinden kesileceğini söylemiştir Ayak, kesildiği takdirde
dağlanır. Bazıları da elin dirsekten kesileceğini söylemiştir. Omuzdan
kesileceği de söylenmiştir. Çünkü (arapçada) el (yed) bunu kapsar. Ali (r.a)
der ki: Ayak, ayağın ortasından kesilir ve topuk kısmı bırakılır. Ahmed ve Ebu
Sevr de bu görüştedir.
İbnü'l-Münzir der ki:
Biz, Peygamber (sav)'dan bir adamın elinin kesilmesini emr ettikten sonra:
"Onu dağlayınız" dediğini rivayet ediyoruz. Ancak senedi hakkında
söylenecek sözler vardır.
Aralarında Şafiî, Ebu
Sevr ve başkalarının da bulunduğu bir topluluk bunu müstehab görmüşlerdir. Bu
daha güzeldir, iyileşme ihtimali daha yüksektir, kişiyi telef olmaktan daha
bir koruyucudur.
[211]
Öncelikle kesilecek
olanın sağ el olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. İkinci bir defa çalması
halinde ise fukahânın farklı görüşleri vardır. Malik, Medine alimleri, Şafiî,
Ebu Sevr ve diğerleri der ki: Sol ayağı kesilir. Üçüncü defa çalarsa, sol eli
kesilir. Dördüncü defa çalacak olursa, sağ ayağı kesilir. Eğer beşinci defa
çalacak olursa, ta'zir edilir ve hapse konukır.
Bizim (mezhebimiz)
alimlerimizden Ebu Musab der ki: Dördüncü defa çaldıktan sonra öldürülür. Bunu
söylerken, Nesaî'nin el-Haris b. Hatıb'dan rivayet ettiği bir hadisi delil
göstermektedir, el-Haris'İn dediğine göre, Rasu-lullah (sav)'m huzuruna bir
hırsız getirildi, Hz. Peygamber: "Onu öldürünüz"
dedi.
Yanındakiler: Ey Allah'ın Rasulü, sadece hırsızlık yaptı deyince, Hz. Peygamber:
"Onu öldürünüz" dedi. Yine : Ey Allah'ın Rasulü sadece hırsızlık yaptı
dediler. Yine Hz. Peygamber: "Onun elini kesiniz" diye buyurdu. Daha
sonra bir daha hırsızlık yaptı, ayağı kesildi, sonra Ebu Bekr (r.a) döneminde
yine hırsızlık yaptı, el ve ayaklan tamamen kesildi. Sonra beşinci bir defa daha
hırsızlık yaptı, bu sefer Ebu Bekr (r.a) şöyle buyurdu: Rasulullah (sav)
"Onu öldürünüz" diye buyururken bunları daha iyi biliyordu. Daha
sonra Ebu Bekr o adamı, öldürsünler diye Kureyş'in gençlerine teslim etti.
Abdullah b. ez-Zübeyr de onlardan birisi idi. Abdullah başkan olmayı seven
birisiydi. O bakımdan: Beni başınıza emir tayin ediniz, dedi. Onlar da onu
başlarına emir tayin ettiler. Abdullah bir darbe vurdu mu, diğer gençler de o
hırsıza bir darbe indiriyorlardı. Nihayet onu öldürdüler
[212] Beşinci defa çalması halinde hırsızın
öldürüleceğini kabul edenler, ayrıca Hz Cabir'in rivayet ettiği hadisi de delil
gösterirler Buna göre Peygamber (sav) beşinci defa hırsızlık yapan bir kimse
hakkında: "Onu öldürünüz" diye emir vermiştir. Hz. Cabir der ki: Biz
de onu alıp götürdük ve sonra öldürdük. Sonra da onu sürükleyip bir kuyuya
attık, üzerine de taş attık. Bunu Ebu Dâvud rivayet etmiştir.
[213]
Nesaî de bunu rivayet eder ve şöyle der: Bu, münker bîr hadistir, ravilerinden
birisi olan Mus'ab b. Sabit pek kuvvetli bir ravi değildir. Ben, bu konuda
sahih bir hadis bilmiyorum.[214]
Îbnü'l-Münzir der ki:
Ebu Bekir ve Ömer (r. anhuma)'in bir elden sonra öbür eli ve bir ayaktan sonra
da öbür ayağı kestikleri sabittir.
Şöyle de denilmiştir:
İkinci defa hırsızlık yaptığı takdirde sol ayağı kesilir, bundan başka
hırsızlık yaptığı takdirde ise kesme cezası yoktur. Tekrar hırsızlık yapacak
olursa ta'z edilir ve haps edilir. Bu görüş Ali b. Ebi Talib (r.a)'dan rivayet
edilmiştir. ez-Zührî, Hammâd b. Ebi Süleyman ve Alımed b. Hanbel de bu
görüştedir. ez-Zührî der ki: Sünnette, bize bir ei ve bir ayak dışında kesme cezası
uygulanacağına dair bir haber ulaşmış değildir.
Ata da der ki: Sadece
sağ eli kesilir, bundan sonra da ona kesme cezası uygulanmaz. Ata'nın bu
sözünü İbnü'l-Arabî zikreder ve der ki: Ata'nın bu görüşüne gelince, sahabe-i
kiram ondan önce buna muhalif kanaatlerini belirtmişlerdir.
[215]
Hakim hırsızın sağ
elinin kesilmesini emretmekle birlikte, so] elinin kesilmesi halinde durumun ne
olacağı hususunda fukahânm farklı görüşleri vardır. Kalade der ki: Buna had
uygulanmış oldu. Ona Fazla birşey yapılmaz. Malik de, el kesen yanılıp (sağ
yerine) solunu kesecek olursa aynı görüştedir. Rey ashabı da istihsanen bu
görüşü kabul etmişlerdir,
Ebu Sevr der ki: El
kesme cezası uygulayana diyet ödemek düşer. Çünkü o, yanlışlık yapmıştır. Diğer
taraftan hırsızın da sağ eli kesilir. Ancak bu konuda kesilmeyeceğine dair
icmaun tesbit edilmesi hali müstesnadır.
İbnül-Münzir ise der
ki: Hırsızın sol elinin kesilmesi iki şekilden birisiyle olur. Ya elini kesen
bunu kasten yapmıştır O takdirde ona kısas uygulanır. Yahut da bunu hata
yoluyla yapmıştır. O taktirde kesenin âkilesine onun diyetini ödemek icabeder.
Diğer taraftan hırsızın sağ elinin kesilmesi de vacibtir. Yüce Allah'ın farz
kıldığı bir şeyin, herhangi bir kimsenin haksızca tasarrufu veya hata edenin
hatası dolayısıyla ortadan kaldırılması caiz olamaz,
es-Sevrî de sağ eline
kısas uygulanması gerekirken, sol elini uzatıp kesilen kimse hakkında sağ eli
de kesilir demiştir. İbnü'l-Münzir der ki: Bu doğrudur.
Bir kesim de şöyle
demektedir: iyileştiği takdirde sağ eli kesilir. Çünkü, bizzat kendisi sol
elini telef ettirmiştir. Rey ashabının görüşüne göre, kesene bir-şey düşmez,
Şafiî'nin görüşüne
kıyasen sol eli iyileştiği takdirde sağ eli de kesilir. Ka-tade ve Şa'bî der
ki: Bu durumda kesene birşey düşmez ve eli kesilenin sol eli ile yetinilir.
[216]
Hırsızın eli boynuna
asılır. Abdullah b. Muhayrîz der ki: Ben, Fedale'ye, hırsızın elinin boynuna
asılması sünnetten midir? diye sordum, şöyle dedi: Rasulullah (sav) 'a bir
hırsız getirildi, eli kesildi. Daha sonra emir yererek eli boynuna asıldı. Bu
hadisi Tirmizî rivayet etmiş olup, hadis, basen ve gariptir, demiştir. Bunu
Ebu Dâvud ve Nesaî de rivayet etmişlerdir.[217]
Hırsızlık cezasının
uygulanması gereken bir halde hırsız birisini öldürecek olursa, Malik der ki:
Sadece öldürülür, el kesme cezası da onun kapsamına girer. Şafiî ise der ki:
Önce eli kesilir sonra da öldürülür. Çünkü bunlar, iki hak sahibine ait iki
haktır Dolayısıyla onlardan herbirisinin hakkını alması icabeder. Yüce Allah'ın
izniyle sahih olan da budur. İbnü'l-Arabî'nin tercih ettiği görüş de budur.[218]
Yüce Allah'ın;
"İkisinin ellerini..." diye buyurup bunun yerine İkisinin (birerden)
iki elini, diye buyurmaması dolayısıyla, bu hususta dil bilginleri bazı
açıklamalarda bulunmuşlardır, İbnül-Arabî der ki; Fu-kahâ da bu dil bilginleri
hakkında hüsnü zan besledikleri için onların yaptıkları açıklamalarda izlerini
takip etmişlerdir.
Halil b. Ahmed ve
el-Ferrâ der ki: İnsanın hilkatinde bulunan o şey iki kişiye izafe edilecek
olursa çoğul yapılır. Buna göre;" Onların başlarını yardım, kannlarını
doyurdum; denilir." Nitekim yüce Allah da: "Eğer herikiniz Allah'a
tevbe ederseniz (ne âlâ). Çünkü kalpleriniz meyletmiş bulunuyor"
(et-Tahrim, 66/4) diye buyurmaktadır. İşte bundan dolayı burada da yüce Allah
ikisinin (birerden) iki elini kesiniz diye buyurmayıp; "(İkisinin)
ellerini kesişiz" diye buyurmuştur. Maksat ise bunun (erkeğin de) sağ
elini, berikinin (hırsızlık yapan kadının) da sağ elini ke-sinizdir. Dilde bu
kullanılabilir. Ancak; İkisinin (birerden) iki elini kesiniz, söyleyişi asıl
olandır. Şair işe,-bu iki türlü söyleyişi bir arada şu be-yitinde
zikretmektedir:
"Oldukça uzak,
suyu da bulunmayan korku verici iki kurak yerin ikisinin de tümsek yerleri iki
kalkanın sırt tarafı (tümsekçe olan ve rakibe karşı görünen bir bölümü.)
gibidir.
Bu hususta bir yanlış
anlama sözkonusu olmayacağından dolayı bir bir ifade kullanıldığı da
söylenilmiştir. Sibeveyh de der ki: Eğer bu organ tek bir Eane İse, sen onunla
tesntye kastedecek olursan, cetni'de yapılabilir. Arap-lar'da: Her ikisi de
yüklerini indirdiler, ifadesini kullandıkları nakledilmiştir. Bununla, her
biri kendi bineğinin sırtındaki yükü indirdiği kastedilmektedir.
İbnü'l-Arabî der ki:
İşte bu, tek başına sağ elin kesileceği görüşüne binaen doğrudur. Ancak durum
böyle değildir. Aksine etler ve ayaklar kesilebilir. Bu durumda yüce Allah'ın
"eUerini™ buyruğu, dörde raci olur. Dört ise her iki kişide bulunan
ellerin toplamıdır. Burada da eller teşriiye olarak zikredilmiştir. O bakımdan
ifade fasih olarak varid olmuştur. Eğer: Onların ellerini kesiniz demiş
olsaydı, yine de bu sahih bir ifade olurdu. Çünkü hırsız erkek ile hırsız kadın
ifadelerinden özel olarak sadece iki şahıs kast edilmemiştir. Aksine bunlar,
sayılamayacak kadar çok kişiyi kapsayan bir cins ismidir.[219]
Yüce Allah'ın:"
Kazandıklarına bir karşılık... olmak üzere" buyruğu mefulün leh'dir. Bu,
mastar (mefulü mutlak) olarak da kabul edilebilir. "Allak tarafından
İbret verici bir ceza olmak üzere" buyruğu da böyledir.
Bir kimseye, yaptığı
bir işten vazgeçip yüz çevirmesini gerektirecek bir iş yapmayı ifade etmek
üzere; "Onu ten kilittim" denilir.
"Allah
Azîzdir." Yani, yenik düşürülemeyen, mağlub edilemeyendir.
"Hakimdir"
Yaptıkları hikmetli ve sapasağlam olandır. Bu güzel isimlere dair açıklamalar
daha Önceden de geçmiş bulunmaktadır.[220]
Yüce Allah'ın:
"Fakat kim zulmettikten sonra tevbe eder re (kendisini) düzeltirse"
buyruğu şarttır. Cevabı da: "Şüphesiz Allah, onun tevbesini kabul
eder" buyruğudur.
"Zulmettikten
sonra" buyruğu hırsızlıktan sonra demektir. Allah, tevbe ettiği takdirde
onu affeder Fakat tevbe ile el kesme cezası kalkmaz. Âta ve bir topluluk şöyle
demiştir: Hırsızın ele geçirilmesinden önce el kesme cezası, tevbe ile kalkar.
Bunu bazı Şafiîler ileri sürmüş ve Şafiî'nin bir görüşü olarak ifade
etmişlerdir. Yüce Allah'ın: "Yalnız, kendilerine gücünüz yetmeden önce
tevbe edenler müstesnadır" (el-Maide, 5/34) buyruğuna yapışmışlardır. İşte
bu, uygulanması icabeden cezadan bir istisnadır. Dolayısıyla bütün hadlerin
buna göre ele alınması gerekmektedir. Bizim ilim adamlarımız da şöyle derler:
Bizzat aynı buyruk bizim de delilimizdir. Çünkü şanı yüce Allah, yol kesicinin
cezasını zikrettikten sonra: "Yalnız kendilerine gücünüz yetmeden önce
tevbe edenler müstesnadırlar diye buyurmakta, daha sonra hırsıza uygulanacak
cezayı buna atfettikten sonra hırsız hakkında da: "Fakat kim zulmettikten
sonra tevbe eder ve düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder diye
buyurmaktadır. Eğer, hüküm itibariyle hırsız da yol kesici gibi olsaydı,
haklarında farklı hükümleri zikretmezdi.
İbnü'l-Arabî der ki:
Ey Şafiîier topluluğu, nerede meselelerin kapalı taraflanndan istinbat
ettiğiniz şer'î hikmetler ve fikhî incelikler? Şuna dikkat etmez misiniz? Yol
kesen (muharib), bizzat kendisi istibdada yönelmekte, silahı iie saldırılarda
bulunmaktadır. İmam (islâm devlet başkanı) ona karşı koymak için atları ve
bineklileri üzerlerine sürmek ihtiyacını hisseder. Yüce Allah, burada tevbe
dolayısıyla böyle bir durumdan vazgeçsin diye cezasını kaldırmıştır. Nitekim
onu İslâm'a ısındırmak kastıyla, kâfirin geçmişte bütün yaptıklarının
mağfirete mazhar olacağını da ifade ettiği gibi. Hırsız ve zina edene gelince,
bunların ikisi de müslümanların avucu içinde, imamın hükmü altındadırlar.
Onlara uygulanması icabeden hükmü üzerlerinden kaldıran ne olabilir ki? Yahut,
bunlar da muharibe kıyas edilir, demek nasıl mümkün olabilir? Oysa hikmet de
durumları da bunların birbirlerinden ayrı olduklarını ortaya koymaktadır. Böyle
bir yaklaşım, -ey muhakkikler topluluğu- sizin gibilere yakışmaz. Haddin tevbe
ile sakıt olmayacağı sabit olduğuna göre, tevbe Allah tarafından makbuldür, el
kesme cezası da o kimsenin günahı için bir keffaret olur.
"Ve
düzeltirse" yani, nasıl hırsızlıktan tevbe ettiyse, her günahtan da öylece
tevbe ederse demektir. "Ve diizeltirsewnin, yani o masiyeti tamamiyle
terkederse anlamında olduğu da söylenmiştir. Zinaya yöneldiği için hırsızlığı
terkeden, hiristiyanhğa girdiği için yahudilıği terkedene gelince, böyle
birisinin bu yaptığı tevbe değildir. Allah'ın, kulunun tevbesini kabul etmesi
ise, kulunu gerçekten tevbe etmeye muvaffak kılmasıdır. Ondan tevbesinin kabul
edilmesi demektir, diye de açıklanmıştır.
[221]
Şöyle denilmektedir:
Şanı yüce Allah, bu âyet-i kerimede hırsız kadından önce hırsız erkekten
sözetmektedir. Zina ile ilgili âyette de zina eden kadını zina eden erkekten
önce zikretmiştir. Bundaki hikmet nedir? Buna şöyle cevap verilir: Mal sevgisi
erkeklerde daha baskın, cinsel şehvet ise kadınlarda daha baskın olduğundan
dolayı her yerde onlardan uygun olanı zikrederek başlanmıştır. Bu ise, ileride
en-Nûr sûresinde (24/2. âyet, 5. başlıkta) zina eden kadının zina eden
erkekten önce zikredilmesinin hikmetine dair gelecek açıklamalarda da
-inşaallah- görüleceği gibi, kadının öncelikle anılması ile ilgili
açıklamalardan bir tanesidir.
Diğer taraftan yüce
Allah, hırsızlığın cezasını malı alan el olduğu için el kesmek olarak tesbit
etmiştir. Zinanın cezasını ise, fuhşu işleyen U2uv olu-duğu halde, o uzvun
kesilmesi olarak tesbit etmemiştir.
Bunun üç sebebi
vardır: Hırsızın kesilen eli gibi bir başka eli daha vardır. Eğer eli kesildiği
için vazgeçecek olursa, onun yerine kalan ikinci elini kulanabilir. Zina edenin
ise, eğer organı kesilecek olursa ve kesilmesi dolayısıyla da bu işten
vazgeçecek olursa, onun yerine geçecek başka bir organı yoktur.
İkinci husus; had,
kendisine had uygulanana da başkasına da bir azardır ve bu işten vazgeçirmek
içindir Hırsızlıkta elin kesilmesi açıkça ortada görülür. Zinada organın
kesilmesi ise görülmez. (Dolayısıyla ibret hasıl olmaz).
Üçüncü husus; erkeklik
organının kesilmesi sonucunda nesil kesilir. Elin kesilmesinde ise neslin
kesilmesi sözkonusu değildir.
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[222]
40. Bilmez misin ki,
göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır? O, dilediğini azapiandırır, dilediğine
mağfiret eder. Allah, her şeye güç yetirendir.
Yüce Allah'ın:
"Bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır..."
âyetindeki hitab,
Peygamber (sav)'a ve başkal a rinadır. Yani, herhangi bir kimsenin: Biz,
Allah'ın oğullarıyız ve sevgilileriyiz demelerini gerektirecek ve buna bağlı
olarak iltimas geçmesini sağlayacak şekilde yüce Allah ile hiç bir yakınlık,
bir akrabağı yoktur. Hadler de haddi gerektiren bir işi işleyen herkese
uygulanır.
Anlamının şöyle olduğu
da söylenmiştir: O, dilediği hükmü vermek hakkına sahiptir. İşte bundan dolayı
yol kesici ile yolkesîci olmayıp hırsızlık yapan kimse arasında (had
bakımından) fark gözetmiştir. Bu âyet-i kerimenin benzeri âyetler de, bunlara
dair açıklamalar da daha önceden geçmiş bulunmaktadır. O bakımdan bunları
tekrarlamanın bir anlamı yoktur. Başarıya ulaştıran Allah'tır,
İşte hırsızlık âyeti
ile ilgili olarak hırsızlığa dair bir takım hükümler bunlardır.
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[223]
41. Ey Peygamber!
Kalpleriyle İman etmedikleri halde ağızlarıyla: İnandık deyip de küfür içinde
koşuşup duranlar seni kederlendirmesin. Yahudilerden durmadan yalana kulak
veren, huzuruna gelmeyen diğer bir kavim lebine dinleyen (casusluk eden) ler
vardır. Kelimeleri yerine konulduktan sonra değiştirirler ve: "Eğer size
şu verilirse onu alın, şayet o verilmezse sakının" derler. Allah'ın
fitneye düşürmek istediği kimse İçin sen, Allah'a karşı birşey yapamazsın.
Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği kimselerdir. Dünyada onlar
için zillet vardır, Âhirette de onlara pek büyük bir azap vardır.
Bu buyruğa dair açıkla
ma lanmızı sekiz başlık halinde sunacağız:
[224]
"Ey
Peygamber seni kederlendirmesin" âyetinin nüzul sebebiyle İlgili olarak
üç görüş vardır. Denildiğine göre bu âyet-i kerime, Kurayla ve Nadiroğullan hakkında
inmiştir. Kurayzalı birisi, Nadiroğullanndan birisini öldürdü. Nadiroğullan,
Kurayzal il ardan birisini öldürdükleri vakit kısas uygulamalarına fırsat
vermezlerdi. -İleride açıklanacağı üzere- onlara (Kurayza-Iiiara) sadece diyet
vermekle yetinirlerdi. Bunun üzerine Peygamber (sav)'ın hakemliğine
başvurdular. Hz. Peygamber, Kurayzalı ile Nadiroğullanna mensub iki kişi
arasında eşitlik sağlanması gerektiği hükmünü verdi. Bu ise, Nadiroğullannın
hoşuna gitmedi ve kabul etmediler.
[225]
Bîr diğer görüşe göre
bu âyet-t kerime, Peygamber (.sav)'in Ebu Lubâbe'yi Kurayzaoğullanna gönderip
kendilerine uygulanacak cezanın boğazlarının kesilmesi olduğuna işaret etmesi
dolayısıyla Ebu Lubâbe hakkında inmiştir.
[226]
Bir diğer görüşe göre
bu âyet-i kerime, yahudi erkek ve kadının zinası ile recim olayı hakkında nazil
olmuştur. Bu da konu ile ilgili görüşlerin en sahih olanıdır. Bunu, hadis
imamları, Malik, Buharı, Müslim, Tirmizî ve Ebu Dâ-vud rivayet etmişlerdir.
Ebu Dâvud, Cabir b.
Abdullah'tan rivayetine göre, Peygamber (sav) onlara (yahudilere):
"Aranızdan en bilgili iki kişiyi yanıma getiriniz" demiş, bunun
üzerine onlar da Suriya adındaki birisinin ijsi oğlunu getirmişlerdi. Hz.
Peygamber onlara yüce Allah adına yemin verdirerek: "Bu iki kişinin durumunu
Tevrat'ta nasıl bulmaktasınız" dîye sordu? İkisi de: Bizim Tevrat'ta bulduğumuz
şudur: Dört kişi erkeğin organını kadının fercinde sürmedanlıkta-ki mil gibi
görecek olurlarsa ikisi de recm olunurlar. Hz. Peygamber sordu: "Peki,
sizi bunları recmetmekten alıkoyan nedir"? İkisi de: Otoritemiz elden
gitti, o bakımdan biz de öldürmekten hoşlanmadık. Peygamber (sav) şahitleri
çağırdı. Şahidler gelip, erkeğin organının kadının fercinde sürmedanhk-taki mil
gibi gördüklerine dair şahidlik ettiler Peygamber (sav); ikisinin de recm
edilmesi emrini verdi.[227]
Buharî
ile Müslim'in dışındaki eserlerde de eş-Şa'bî'den, Cabir b. Abdullah'tan
nakledilerek Cabir'in şöyle dediği kaydedilmektedir: Fedeklilerden bir erkek
zina etti. Bunun üzerine Fedekliler, Medine'de bulunan yahudi bazı kimselere:
Muhammed'e bu hususa dair soru sorunuz. Eğer size celde vurmayı emrederse, onu
kabul ediniz. Şayet size recmedilmeleri emrini verirse onu kabul etmeyiniz.
Durumu Hz. Peygamber'e sordular, o da İbn Suriyayı çağırdı. Aralarında en
bilgin kişi oydu. Bir gözü de görmüyordu. Rasulullah (sav) ona şöyle sordu:
"Sana Allah adına yemin verdiriyorum. Kitabınızda zina edenin cezasını ne
şekilde buluyorsunuz ?" İbn Suriya ona şöyle dedi: Allah adına bana and
verdirdiğine göre, şunu söyleyeyim. Biz Tevrat'ta, bakmanın bir zina,
kucaklaşmanın bir zina, öpmenin bir zina olduğunu görüyoruz. Eğer dört kişi
erkeğin organını kadının fercinde sürmedanlıktakl mil gibi gördüklerine dair
şahidlik edecek olurlarsa, o takdirde (erkeği) recmetmek icabeder. Bunun
üzerine Peygamber (sav): "İşte bu böyledir" buyurdu.
[228]
Müslim'in Sahihinde de
el-Berâ b. Âzib'den şöyle dediği nakledilmektedir: Peygamber (sav)'in yanına
yüzü kömürle karartılmış bir yahudi getirildi. Hz. Peygamber yahudileri
çağırıp şöyle dedi: "Sizler Kitabınızda zina edenin cezasının böyie
olduğunu mu görüyorsunuz? Onlar, evet deyince, Hz. Peygamber ilim adamlarından
birisini çağırdı ve şöyle buyurdu: Tevratı Musa'ya indiren Allah adına bana
söyle. Kitabınızda zina edenin haddini böyle mi buluyorsunuz?" Kişi Hayır
dedi. Eğer bu şekilde bana yemin verdirme-seydin sana bildirmeyecektim. Biz,
cezanın recm olduğunu görüyoruz. Fakat zina, soylularımız arasında çoğaldı O
bakımdan soytu bir kimseyi yaka-iadık mı, onu bırakırdık. Zayıf birisini yakaladık
mı, ona had uygulardık. Bu sefer şöyle dedik: Gelin ortaklaşa bir ceza tesbit
edelim ve bunu, soyluya da böyle olmayana da uygulayalım. Sonunda recm yerine
yüzü kömürle karartmayı ve sopa vurmaya tesbit ettik. Bunun üzerine Rasulullah
(sav) şöyle buyurdu: "Allah'ını kendilerinin öldürdükleri bir zamanda
senin emrini ihya eden ilk kişi ben oluyorum" dedi ve recm edilmesini
emretti. Bunun üzerine yüce Allah da: "Ey Peygamberi Küfür içinde koşuşup
duranlar seni kederlendirmesin" buyruğunu: "Eğer size şu verilirse
onu alın" buyruğuna kadar indirdi. Yani, diyorlar ki: Muhammed'e gidiniz.
Eğer o sizlere yüze kömür çalmayı ve sopa vurmayı emrederse onu kabul ediniz.
Şayet size recm cezası uygulanması fetvasını verirse, ondan sakınınız. Bunun
üzerine şanı yüce Allah: "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte
onlar kâfirlerin tâ kendileridir" (el-Maide, 5/44); "Kim Allah'ın
indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar zalimlerin ta kendileridir"
(el-Maide, 5/45); "Kim Allah'ın, indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar
fasıkların tâ kendileridir" (el-Maide, 5/47) âyetlerini indirdi. Bunların
hepsi de kâfirler hakkındadır.
[229]
Bu rivayette bu
şekilde: "Peygamber (savTın yanından... geçirildi" lafzı ile
zikredilmiştir.
İbn Ömer tarafından
rivayet edilen hadiste de şöyle denilmektedir: Zina etmiş yahudi bir erkek ve
bir kadın getirildi- Rasulullah (sav) yahudilerm yanına varıncaya kadar yola
koyuldu. Dedi ki: "Tevrat'ta zina edene uygulanmak üzere bulduğunuz ceza
nedir?"[230] Bir başka rivayette de
şöyle denilmektedir: Yahudiler, Rasulullah (sav)'m yanına zina etmiş bir erkek
ve bir kadın getirdiler.
[231] Fbu
Davud'un Kitabında (Süneninde) İbn Ömer tarafından rivayet edilen hadiste şöyle
dediği kaydedilmektedir: Yahudilerden bir topluluk gelip Rasulullah (sav)'ı
el-Kuf denilen vadiye çağırdılar. Peygamber (sav) da onların yanına Beytu'l-
Midras (diye bilinen Tevrat okuyup öğrendikleri) yere gitti. Şöyle dediler: Ey
Ebe'l-Kasım, bizden bir erkek bir kadın ile zina etti. Sen aramızda hüküm
ver...
[232]
Bütün bunlarda herhangi
bir hususta tearuz (çatışma) sözkonusu değildir. Bunların hepsi de aynı olayı
nakletmektedir. Ebu Dâvud bu olayı, Ebu Hureyre yoluyla güzel bir şekilde
nakletmiş bulunuyor. Ebu Hureyre der ki: Yahudilerden bir adam bir kadın ile
zina etti. Aralarında birbirlerine şöyle dediler: Haydi şu peygambere gidelim.
Çünkü bu, hükümleri hafifletmek özelliği ile gönderilmiş bir peygamberdir.
Eğer, recmden daha aşağı bir fetva verecek olursa, onu kabul ederiz, Allah
huzurunda da onu delil gösteririz. Ve deriz ki: Bu, senin peygamberlerinden bir
peygamberin fetvasıdır. Bunun üzerine, mescidde ashabı arasında oturmakta iken
Peygamber (sav)'m yanına gelip şöyle dediler:
Ey Ebe'l-Kasım,
kendilerinden zina etmiş bir erkek ve bir kadın hakkındaki görüşün nedir?
Peygamber (sav) onlara ait Beytül- Midraslarına varıncaya kadar onlarla
konuşmadı. Kapıda durup şöyle dedi: "Musa üzerine Tev-ratı indiren Allah
adına size and verdiriyorum. Tevratta muhsan olduğu takdirde zina eden kimseye
uygulanmasını gerekli bulduğunuz ceza nedir?" Şu cevabı verdiler: Yüzü
kömür ile karartılır, zina eden İki kişi bir merkebe sırtları birbirine dönük
olarak bindirilip gezdirilir ve onlara sopa vurulur. Aralarından genç birisi
ise susuyordu. Peygamber (sav) onun susmakta olduğunu görünce, ona da ısrarla
aynı şekilde and verdirip soru sordu, o genç şu cevabı verdi: Madem bize and
verdirdin, bizim Tevrat'ta bulduğumuz ceza bil ki, recmdir... Daha sonra
hadisin geri kalan kısmını zikretti ve nihayet şöyle dedi: Peygamber (sav)
şöyle buyurdu: "O halde ben de Tevratta bulunan hüküm gereğince hüküm
veriyorum." Sonra da emir vererek ikisi de recm edildiler.[233]
Bu rivayetlerden çıkan
sunuç şudur: Yahudiler, Peygamber (savVın hükmüne başvurmuş, o da Tevrat'ta
bulunan hüküm gereğince haklarında hüküm vermiştir. Bu hususta da Suriya
denilen birisinin iki oğlunun söylediklerine dayanmıştır. Yahudilerin
şahitliklerini dinlemiş ve gereğince uygulama yapmıştır. Aynca muhsan sayılmak
için İslam da şart değildir. İşte bunlar, (bu rivayetlerden özetle anlaşılan)
dört meseledir.
Zimmet ehli, İslam
devlet başkanının huzurunda davalaşacak olurlarsa, onların getirdikleri bu
dava, öldürmek, saldırı ve gasb gibi haksızlığı ilgilendiren bir dava ise, aralarında
hüküm verir ve bu haksızlıktan onları ahkoyar. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur.
Eğer dava konusu bu
türden değilse, -İmam -Malik ve Şafiî'ye göre- aralarında hüküm vermek
hususunda muhayyerdir, Şu kadar var ki Malik, hük-metmeyip yüzçevirmeyi daha
uygun görür. Şayet hüküm verecek olursa, aralarında İslam hükmü ile hüküm
verir. Şafiî ise şöyle demektedir: Hadler ile ilgili hususlarda aralarında
hüküm vermez.
Ebu Hanife de şöyle
demektedir: Durum ne olursa olsun, aralannda hüküm verir. Bu, aynı zamanda
ez-Zührî, Ömer b. Abdulaziz ve el-Hakem'in de görüşüdür. İbn Abbas'tan da bu
görüş rivayet edilmiştir, Şafiî'nin konu ile ilgili iki görüşünden birisi de
budur. Çünkü ileride açıklanacağı üzere yüce Allah'ın: "Aralarında
Allah'ın indirdiği ile hükmet" (el-Maide, 5/49) buyruğu bunu
gerektirmektedir. Malik de yıice Allah'ın: "Eğer sana gelirlerse, aralarında
hükmet ya da onlardan yüz çevir" (el-Maide, 5/42) âyetini delil göstermiştir.
Bu da hükmetmekte muhayyerlik hususunda açık bir nasstır.
İbnü'l-Kasım der ki:
Piskoposlarla zina eden iki kişi birlikte gelecek olursa, hakim muhayyerdir.
Çünkü o hükmü yürürlüğe koymak piskoposların bir hakkıdır.
Muhalif görüşü
savunanlar da derler ki: Piskoposların gelmesine itibar etmez. İbnül-Arabî der
ki: Bu, daha sahih olan görüştür. Çünkü müslümanlar, aratannda bir kimsenin
hakemliğini kabul edecek olurlarsa hakemin hükmü geçerli olur. Ve bu hususta
hakimin rızasına itibar olunmaz. Kitab ehli hakkında bunun böyle olması
öncelikle sözkonusudur.
İsa ise İbnü'l-Kasım'dan
naklen şöyle demektedir: O vakit, bu konuda hüküm vermesi için gelenler zimmet
ehli değildiler. Harb ehliydiler. İbnü'1-Ara-bı der ki: îsanm İbnü'l-Kasım'dan
naklettiği bu görüş, Taberî ve diğerlerinin rivayet ettiği: Zina eden kişi
Hayber ya da Fedeklilerden idiler. Ve o sırada onlar, Râsulullah (sav) ile
(antlaşması bulunmayan) harbi kimseler idiler, ifadesinden çıkarılmıştır.
Zina eden o kadının
adı Busra idi. Bunlar, Medine'de bulunan yahudüere haber gönderip şöyle
demişlerdi: Muhammede buna tiair soru sorunuz. Eğer size recinden başka birşey
ile fetva verirse onu alıp kabul ediniz. Şayet recinle fetva verirse, onu
kabul etmekten sakınınız... İbnü'l-Arabî derki: İşte bu eğer sahih ise, zina
edenleri beraberlerinde getirip soru sormaları, bir ahki ve bir eman olarak
değerlendirilir. Eğer bu bir ahid bir zimmet, ve bir dâr Cda yaşamak demek)
değil ise, o takdirde haklarında hüküm vermemek ve verdiği takdirde de
haklarında adaletli hüküm vermek hakkına sahip olurdu. O bakımdan bu hususta
İsa'nın kaydettiği rivayetinin delil olacak bir tarafı yoktur. İşte yüce
Allah, onlar hakkında şöylece haber vermiştir: "Yahudiler durmadan yalana
kulak veren, huzuruna gelmeyen bir kavm lehine dinleyenlerdir." Peygamber
("say)'in hakemliğine baş vurunca, onlarm verdiği hüküm haklarında
yürürlüğe girdi ve onların geri dönme haklan kalmadı.
Buna göre çeşitli
meselelerde başkalarının hakemliğine başvurmak hususu; bir sonraki başlığın
konusudur.[234]
Aradaki
anlaşmazlıklarda bir başkasının hükmüne başvurmanın asıl delili bu âyet-l
kerimedir. Malik der ki; Bir kişi, bir başkasını hakem tayin edecek olursa,
onun hükmü geçerlidir. Bu hüküm hakime götürülecek olursa, hakim de onu
yürürlüğe koyar. Apaçık bir zulüm olması hali müstesna. Suh-nün der ki: O hükmü
doğru verecek olursa, onu yürürlüğe koyar.
İbnü'l-Arabî der ki:
Bu ise mali konularda ve hakkını taleb eden kişiyi ilgilendiren haklar ile
ilgilidir. Hadler ile ilgili ise3 ancak sultanın (hüküm vermeye yetkili
makamın) hüküm vermek yetkisi vardır İlke şudur; İki davacıya has olan her bir
hak ile ilgili hususlarda, başkasının hakem tayin edilmesi caizdir, hakem
tayin edilenin o hususta verdiği hüküm de geçerlidir. Bunun tahkikine gelince:
İnsanlar arasında hakem tayini, onlara ait bir haktır. Hakimin hakkı değildir
Şu kadar var ki, tahkim meselesini alabildiğine geniş çerçevelerde kullanmak,
velayet ilkesini delmektir, Ve bu, eşeklerin gelişi güzel davranmaları gibi,
insanların da gelişi güzel hareket etmeleri sonucunu verir. O bakımdan,
meseleyi nihai olarak kestirip atacak bir otoritenin varlığı da kaçınılmazdır.
Bundan dolayı şeriat, karmaşıklığın temelini kökten yıkmak için, veliyülemr
tayin edilmesini emr etmiş, bununla birlikte onun yükünü hafifletmek için ve
diğer taraftan anlaşmazlık halinde olanlar üzerinden de davalarını hakime
götürmek sıkıntısını kaldırmak ve böylelikle her iki maslahatı gerçekleştirip
faydayı temin etmek için de tahkime müsaade etmiştir.
Şafiî ve başkaları der
ki: Tahkim caizdir ve bunun sonucunda verilen hüküm, ancak bir fetva
hükmündedir.
Kimi ilim adamı da
şöyle demiştir: Peygamber (sav)'ın yalıudiler hakkında recm hükmünü vermesi,
onların kitaplarındaki bir hükmü uygulamaktı, Onların tahrif ettikleri,
gizledikleri ve uygulamayı terkettikleri bir hükmü uygulamaktı. Nitekim Hz.
Peygamber'in: "Allah'ım, onlann öldürdükleri bir zamanda, ben Senin
emrini ilk dirilten kişiyim" dediğine dikkat etmek gerekir. Bu ise onun
Medine'ye geldiği sırada olmuştu. Bundan dolayı Hz. Peygamber, Suriya adındaki
kişinin iki oğlundan Tevrat'taki hükmü sağlam bir şekilde öğrenmek yoluna
gitmiş ve bu hususta onlara yemin verdirmişti.
Ashnda kâfirlerin
hadler ile ilgili sözleriyle bu husustaki şahitlikleri îcma ile makbul değildir
Fakat, Hz. Peygamberin bunu yapması, onların bağlı ka-lacaklannı belirttikleri
ve gereğince amel ettikleri bir hususu kabul ettirmek üzere yapmıştı.
Diğer taraftan bu
konudaki bilginin Hz. Peygamber için vahiy yoluyla husule gelmiş olması, yahut
da yüce Allah'ın Hz. Peygamberin kalbine Suriya'nın iki oğlunun bu hususla
söylediklerinin doğru olduğuna dair bir ilham ilka etmesi yoluyla -sadece
onlar söyledi diye değil- bilgi sahibi olmuş olması da ihtimal dahilindedir.
Hz. Peygambere vahiy ya da illiâm yoluyla gelen bu bilgi, ona hükmü gereği
gibi açıklamış ve recmin meşruiyetini haber vermiş olur. Bunun başlangıcı tâ o
vakit gerçekleşmiş olur. Böylelikle Hz. Peygamber, yaptığı ile Tevrat'ın
hükmünü uygulamış ve aynı zamanda bunun şeriatinin hükmü olduğunu da beyan
etmiş olur. Zaten Tevrat da yüce Allah'ın hükmüdür. Çünkü, şöyle
buyurmaktadır: "Şüphesiz Tevrat'ı Biz indirdik ki, onda bir hidayet ve bir
nur vardır. Teslim olmuş olan peygamberler... onunla ya-kudilere
hükmederlerdi." (el-Maide, 5/44) Bu şekilde hüküm verenler de peygamberlerdendi.[235]
Ebu Hureyre de Hz.
Peygamber'den: "İşte ben de Tevrat'ta bulunan hüküm gereğince hüküm
veriyorum" dediğini rivayet etmektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[236]
Cumhur, zimmînin
şahidliğinin reddedileceği görüşündedir. Çünkü o, şa-hidlik etmek ehliyetine
sahip değildir, O bakımdan zımminin» müslüman hakkında olsun, kâfir hakkında
olsun şahidliği kabul olunmaz. Tabiînden ve onların dışından bir topluluk ise,
sûrenin son taraflarında açıklanacağı üzere, müslüman bir kimse bulunmadığı
takdirde zimmilerin şahitliğini kabul etmiştir.
Denilse ki: Hz.
Peygamber zimmilerin şahidliği gereğince hüküm vermiş ve zina edenleri
recmetmiştir. Şu cevap verilir: Hz, Peygamber Tevrat'ın hükmü olarak bildiği
şeyi onlara uygulamış ve Tevrat gereğince uygulamaya onlan mecbur etmiştir.
İsrail oğullarının bağlayıcı delil gereğince uygulamaya onları mecbur etmçk ve
tahrif ve değiştirmelerde bulunduklarını ortaya koymak suretiyle olmuştu. O
bakımdan Hz. Peygamber hakim değil de hükmü uygulayıcı bir kimse idi. Bu ise,
birinci şekildeki yoruma göredir.
Naklettiğimiz ihtimale
göre ise, o takdirde bu, o vakaya has bir durum olur. Zira, ilk asırda selef
arasında böyle bir durumda sahiciliklerini kabul eden kimsenin bulunduğu
işitilmemiştir.
[237]
Yüce Allah'ın:
"Seni kederlendirraesin" buyruğunu, Nail' "yâ" harfini
ötreli, "ze" harfini de esreli olarak okumuştur. Diğerleri ise,
"ya" harfini üstün, "ze" harfini de esreli olarak
okumuşlardır.Hüzün, sevincin zıddıdır. el-Yezidî der ki: Onu kederlendirdi,
söyleyişi Kureyş şivesi, söyleyişi ise Temimlilerin söyleyişidir. Bu iki
söyleyişe göre de kıraat vardır.
Âyet-i kerimenin
anlamı ise: Peygamber Csav)a bir tesellidir. YaniT onların küfür içerisinde
koşuşup durmaları seni kederlendirmesin. Çünkü, şüphesiz ki Allah, onlara
karşı sana zaferi va'detmiştir.
[238]
Yüce Allah'ın:
"Kalpleriyle İman etmedikleri halde ağızlarıyla inandık deyip de..."
buyruğunda kastedilenler münafıklardır. Bunlar, dillerinin açıkça ifade ettiği
gibi imanı kalplerinde bulundurmayan kimselerdir.
"Yahudilerden"
yani, Medine'deki yahu dilerden. Burada söz (cümle) tamam olmaktadır. (Buna
göre) âyetin anlamı şöyle olur: "Kalpleriyle... şuşup duranlar ve yahudilerden
olan bazı kimseler On yaptıkları) seni kederlendirmesin."
Daha sonra yüce Allah
yeni bir cümleye başlayarak şöyle buyurmaktadır: "Durmadan yalana kulak
veren" yani, onlar durmadan yalana kulak verenlerdir. Yüce Allah'ın:
Yanınıza gidip gelenlerdir" (en-Nûr, 24/58) buyruğu da fiil kipi
itibarıyla bunu andırmaktadır.
Yeni cümle başının,
yüce Allah'ın: Yahudilerden ..." olduğu da söylenmiştir. (Meal buna göre
yapılmıştır.) Yani, yahudller arasından çokça yalan dinleyen bir topluluk
vardır Yani bunlar, ele başlarının Tevrat'ı tahrif etmek suretiyle söyledikleri
yalanlarını kabul etmektedirler.
Şöyle de denilmiştir:
Ey Muhammed, bunlar sana yalan iftira etmek için, senin söylediklerini
dinlerler. Çünkü, aralarında Peygamber (sav)'ın huzurunda bulunup sonra da
yalrudiler arasında avama karşı Hz, Peygambere iftira eden ve onu gözlerinde
çirkin gösteren kimseler vardır. İşte yüce Allah'ın: "Huzuruna gelmeyen
diğer bir kavim lehine dinleyenler vardır" buyruğunun anlamı da budur.
Münafıklar arasında da bu işi yapanlar vardı.
el-Ferrâ der ki:
Burada (yani, en-Nûr, 24/58. ayet ile bu âyet-î kerimede geçen) Kulak verenler,
gidip gelenler olarak şeklinde okunması da caizdir. Nitekim yüce Allah, bir
başka yerde şöyle buyurmaktadır;
Onlar, lanete
uğramışlardır. Nerede ele geçirilirlerse..." (el-Ahzab, 33/61)
Bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: "Muhakkak takva sahipleri cennetlerde ve nimetler
içindedirler." (et-Tûrt 52/17) Daha sonra: "Neşeliler olarak"
(et-TÜr, 52/18) ile; "Atanlar olarak" (ez-Zariyât, 51/16) diye
buyurmuştur.
Süfyan b. Uyeyne der
ki: Şam yüce Allah, Kur'ân-ı Kerimde: "Huzuruna gelmeyen bir kavim lehine
dinleyenler vardır" buyruğunda casuslardan söz etmîş, fakat Peygamber
(sav) da onları bilmekle birlikte onlara (üstü kapalı dahi olsa) işaret etmemiştir.
Zira o sırada henüz ilgili hükümler gelmemiş ve İslam da tam manasıyla güç ve
iktidarı eline geçirmemişti.
Yüce Allah'ın izniyle,
casusa dair hükümler el-Mümtahine sûresinde âyetin tefsirinde) gelecektir.
[239]
Yüce Allah'ın:
-Kelimeleri yerine konulduktan sonra değiştirirler" buyruğun anlamı
şudur: Onlar, sözleri senden anlayıp kavradıktan , yüce Allah'ın murad ettiği
yerlerini bilip apaçık hükümlerini de öğrendikten sonra, onu olmadık şekilde
te'vil ederler ve şöyle derler: Onun da getirdiği şeriat, recmi terketmek
şeklindedir Muhsan olanı recmetmek yerine, yüce Allah'ın hükmünü değiştirerek
kırk celde vurmak da onların bu değiştirmelerindendir.
"Değiştirirler"
ifadesi, yüce Allah'ın: Dinleyenler" buyruğunun sıfatı mahaUindedir Ve bu
"Sana gel (mey) en" deki zamirden hal değildir. Çünkü onlar, sana
gelmeyecek olurlarsa, ne söylediğini de işitemezler. Tahrif ise, ancak bir
şeye tanık olup onu işiten kimse tarafından yapılır ve böyle bir kimse tahrif
yapabilir. Yahudiler arasından tahrif ve değişiklik yapanlar onların bir
kısmıdır. Hepsi değildir. Bundan dolayı "yahudilerden" bir topluluk
dinleyenler vardır, şeklinde anlamın anlaşılması daha uygundur.
Derler" ise,
"Değiştirirler deki zamirden hal mahalli ndedir.
"Eğer stee şu
verilirse onu alın" buyruğu Muhamined (sav) size sopa cezasını bildirirse
onu kabul edin, aksi takdirde kabul etmeyin» demektir.
[240]
"Allah'ın fitneye
düşürmek İstediği kimse" dünyada saptırmak, ahiret-te de cezalandırmak
istediği kimse "için sen, Allah'a karşı birsey yapamazsın" asla ona
fayda veremezsin. "Onlar, Allah'ın kalplerini temizlemek İstemediği
kimselerdir" buyruğuyla yüce Allah, aleyhlerine kâfir kalmak hükmünü
verdiğini açıklamaktadır.
Âyet-i kerime
saptırmanın yüce Allah'ın meşieti ile olduğuna delalet etmektedir. Bununla
daha önce geçtiği üzere buna muhalif kanaat belirtenlerin görümleri de
reddedilmektedir. Yani, yüce Allah müminlerin kalplerini onları mükâfatlandırmak
üzere temizlediği gibi, bu kâfirlerin kalplerini üzerine bastığı mühürlerden
temizlemek, arındırmak istemez.
"Dünyada onlara
zillet vardır." Bu zilletin, recm'i inkâr etmelerinden sonra Tevrat'ın
getirtilip orada recm cezasının bulunduğunun ortaya çıkması suretiyle iç
yüzlerinin açığa çıkması ve rezil olmaları olduğu, söylendiği gibi, dünyadaki
zilletlerinin, kendilerinden cizye alınıp alçaltılmalan olduğu da söylenmiştir.
Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
[241]
42. Onlar,
alabildiğine yalan dinleyenler, çokça haram yiyenlerdir. Eğer sana gelirlerse
aralarında hükmet, ya da onlardan yüz çevir. Şayet onlardan yüz çevirirsen,
sana hiçbir zarar veremezler. Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hükmet.
Çünkü Allah, adaletli olanları serer.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[242]
Yüce Allah:
""Onlar, alabildiğine yalan dinleyenler..." buyruğunu, tehdit ve
daha bir vurgulamak için tekrarlamış bulunmaktadır. Buna dair açıklamalar
önceden C41, âyet-i kerimede) geçti.
[243]
Yüce Allah'ın:
"Çokça haram yiyenlerdir" buyruğu, çokluk ifade eder: Haram kelimesi,
sözlükte aslında helak olmak ve sıkıntı anlamındadır. Yüce Allah da (aynı
kökten olmak üzere)sizi azab ile helak eder" (Tâ-Hâ, 20/ 61) diye
buyurmaktadır. el-Ferezdak da şöyle demiştir:
"Ey Mervan oğlu,
zamanın darlık ve sıkıntıları bırakmadı
Geriye maldan hiçbir
şey, ufak tefek kırıntılar ile basit şeyler dışında.
Beyit bu şekilde diye
merfu' olarak manaya atfedilmek suretiyle rivayet edilmiştir.
Kökten tıraş eden
hakkında da: Kökten kazıdı, denilir.
Haram mala (bu kökten
gelmek üzere): Suht denilmesi ise, itaatleri silip süpürmesi yani onları
giderip kökten imha etmesinden dolayıdır. el-Ferrâ der ki: Bunun anlamı,
açlıktan dolayı yemeğe saldırmaktır. deyimi, çok yemek yiyen kimse hakkında
kullanılır. Rüşvet ve haram yiyen bir kimse, kendisine verilen şeylere karşı
duyduğu aç gözlülük, aşırı istinasından dolayı midesine çokça yemek dolduran
kimseye benzetilmiş gibidir. Harama "suht" deniliş sebebinin,
insanın insanlığını kökten alıp götürdüğünden dolayı olduğu da söylenmiştir.
Derim ki: Ancak
birinci görüş daha uygundur. Çünkü dinin gitmesiyle birlikte insanlık da
gider. Dini olmayanın insanlığı da yoktur.
tbn Mes'ud ve başkaları
suht, rüşvet demektir derler. Ömer b. el-Hattab (r.a) der ki: Hakimin aldığı
rüşvet suht kabil indendir. Peygamber (sav)'ın da şöyle dediği
nakledilmektedir: "Suht yemekten dolayı insan vücudunda artan her bir et
parçasına ateş daha bir layiktır." Ey Allah'ın Rasulü, suht nedir diye
sordular, Hz. Peygamber: "Hüküm vermek için -alınan rüşvettir" diye
cevap verdi.[244]
Yine İbn Mes'ud'dan
şöyle dediği nakledilmektedir: Suht, kişinin kardeşinin bir İhtiyacını
görmesi, diğerinin de ona bir hediye verip ihtiyacı görenin de bu hediyeyi
kabul etmesidir,
İbn Huveyzimendâd da
der ki: Kişinin makam ve mevkisî dolayısıyla bir-şeyler yemesi,
"sulu" kapsamı içerisindedir. Bu da bir kimsenin sultanın nez-dinde
böyle bir yerinin olması dolayısıyla bir kimsenin ondan bir ihtiyacını
karşılamasını istemesi üzerine, bu ihtiyacını böyle bir rüşveti almaksızın görmemesi
suretiyle olur. Bir hakkı iptal etmek yahut da caiz olmayan bir şey
karşılığında rüşvet almanın suht ve haram olduğu hususunda selef arasında görüş
ayrılığı yoktur.
Ebu Hanife der ki:
Hakim rüşvet aldığı takdirde, onu tayin eden tarafından azledilmese dahi
derhal azlolur ve o andan itibaren vermiş, olduğu bütün hükümler bâtıl olur.
Derim ki: Bu hususta
iıigaallah görüş ayrılığı caiz değildir. Çünkü hakimin rüşvet alması bir
fasıkhktır. Fasikın hüküm vermesi ise caiz değildir. Doğrusunu en iyi bilen
Allahtır. Peygamber (sav) da şöyle buyurmuştur: "Allah rüşvet vereni de,
rüşvet alanı da lanetlemiştir."[245]
Ali (r.aVdan da şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Suht: Rüşvet, kâhinin aldığı ücret ve bir mesele
hakkında hüküm vermekte (gereksiz yere) acelecilik göstermektir.
Vehb b. Münebbih'den
de rivayet edildiğine göre ona: Rüşvet herşeyde mi haramdır? diye sorulmuş, o:
Hayır demiştir Senin olmayan bir hakkın sana verilmesini sağlamak, yahut yerine
getirmen gereken hakkı üzerinden kaldırmak için verdiğin rüşvet hoş
karşılanmamıştır. Dinine, kanına ve malına gelecek bir zararı önleyebilmen için
rüşvet vermen ise haram değildir. Fakih Ebu'I-Leys es-Semerkandî de der ki: Biz
de bunu kabul ediyoruz. Çünkü kişinin rüşvet vermek suretiyle canına ve malına
gelecek bir zaran önlemesinde bir mahzur yoktur. Bu ise, Abdullah b. Mesud'un
Habeşistanda iken İki dinar rüşvet verip: Bunun günahı bunu ödiyene değil, bunu
kabzedenedir dediğine dair gelen rivayeti andırmaktadır. el-Mehdevî der ki:
Hacamat yapanın kazancı ile onunla birlikte sözü edilen (benzeri helal
kazançları) suht diye adlandıranlann bu nitelendirmelerinin anlamı, bu gibi
kazançların bu işi yapanların insaf ve insanlık duygularını atıp götürmesidir.
Derim ki: Sahih olan,
hacamat yapanın kazancının helal olduğudur. Helal olan bir şeyi alan bir
kimsenin ise mürüvveti (insanlığı) sakıt olmaz ve mertebesi de düşmez.
Malik, Humeyd et-Tavîl
den, oT Enes'dert şöyle dediğini rivayet eder: Ra-sulullah (sav) hacamat
yaptırdı, Ebu Taybe adındaki birisi ona hacamat yaptı. Rasulullah (sav) ona
bir sa' lıurma verilmesini emretti ve sahiplerine ödemekte olduğu haracını
hafifletmelerini de emretti.[246]
tbn AbdTl-Berr der ki:
İşte bu, hacamat yapanın kazancının helal olduğuna delildir. Çünkü Rasulullah
(sav) batıl herhangi bir şey karşılığında ne bir bedel, ne mükâfat, ne de bir
karşılık tesbit eder. Enes (r.a)'ın rivayet ettiği bu hadis, Peygamber (savVın
daha önceki hadislerinde haram kılmış olduğu kanın bedeli ile ilgili hadisi
neshettiği gibi, hacamat yapanın aldığı ücreti hoş görmediğini ifade eden
hadisi de nesh etmektedir
Buharî ve Ebu Dâvud da
İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Rasulullah (sav) hacamat yaptırdı
ve hacamat yapana ücretini verdi. Eğer bu haram (sulu) olsaydı, bunu ona
vermezdi.
[247]
Bu kelime suht ve
suhut şeklinde kullanılır ve bu iki şekilde de okunmuştur. Ebu Amr, İbn Kesir
ve el-Kisaî "suhut" şeklinde, diğerleri ise, "suht" diye
okumuşlardır.
el-Abbas b, Ebi Fadl
da Hârice b. Mus'ab'dan, o da Nafiden bu kelimeyi "sent" şeklinde
"sin" harfini üstün "haMyı da sakin olarak okumuştur.
ez-Zec-câc, bunun azar azar gidermek, yok etmek anlamına geldiğini söylemiştir.
[248]
"Egcf sana
gelirlerse, aralarında hükmet ya da onlardan yüzçevir" anlamındaki bu
buyruk, yüce Allah tarafından bir muhayyerlik olduğunu ortaya koymaktadır.
Bunu el-Kuşeyrî söylemiştir. Daha önceden bunun manasının burada sözü
edilenlerin zimmi kimseler değil de antlasmalı (olarak İslam yurduna girmiş)
kimseler olduklarına dair açıklamalarda bulunulmuştu. Çünkü Peygamber (sav)
Medine'ye gelince yahudilerle antlaşma yapmıştı.
Zimmet ehli
olmadıkları takdirde kâfirler arasında hüküm vermek, bizim için vacip değildir.
Aksine dilediğimiz takdirde hüküm vermemiz caizdir.
Zimmet ehline gelince,
davalannı biâm hakimimize getirdikleri takdirde aralarında hüküm vermek bizim
İçin vacip midir? Bu hususta Şafiî'nin iki görüşü vardır: Eğer dava, bir
müstüman ile alakalı ise hüküm vermek vaciptir.
el-Mehdevî der ki:
ilim adamları, hakimin müslürnan ile zimmi arasında hüküm vermesi gerektiğini
icma île ifade etmişlerdir. Ancak, zimmiler arasındaki davalarda farklı
görüşlere sahiptirler. Bazıları, âyet-i kerimenin muhkem olduğunu, hakimin de
hüküm verip vermemekte muhayyer olduğunu kabul etmişlerdir. Bu görüş, Nehaî,
Şa'bî ve diğerlerinden rivayet edilmiştir. Bu, aynı zamanda Malik, Şafiî ve
diğerlerinin de görüşüdür. Zina halinde, kitap ehline had uygulamayı terk
etmeye dair Malik'ten gelen rivayet bunun dışındadır. Çünkü (ona göre),
müslüman bir erkek, kitap ehli bir kadınla zina edecek olursa, erkeğe had
uygulanır, fakat kadına had uygulanmaz. Eğer zina edenlerin her ikisi de zimmi
iseler, ikisine de had yoktur. Aynı zamanda bu, Ebu Hanife, Mühammed b.
el-Hasan ve başkalarının da görüşüdür.
Yine Ebu Hanife'den
şöyle dediği rivayet edilmiştir: Zimmilere celde uygulanır, fakat recm cezası
uygulanmaz. Şafiî, Ebu Yusuf, Ebu Sevr ve başkaları ise şöyle demiştir: Eğer
bizim hükmümüze rıza göstererek mahkememize gelecek olurlarsa, her ikisine de
had uygulanır,
İbn Huveyzimendâd der
ki: Öldürmek, evlerin talan edilmesi ve buna benzer kendileri sebebiyle
fesadın yayginlaşabildiği haksızlıklar Üe alakalı olması hali dışında imam,
onlardan birisi diğerinin aleyhine bir dava açacak olursa, onlara ne haber
gönderir, ne de hasmı meclisine getirtir. Borçlar, boşamak ve sair muamelat
ile ilgili davalarda ise, karşılıklı rıza olmadıkça aralarında hüküm vermez.
Hüküm vermemek hususunda o, muhayyerdir Hüküm vermeyecek olursa, onları kendi
hakimlerine geri gönderir Aralarında hüküm verecek olursa, İslam hükmü ile
hükmeder.
Fesadın
yaygınlaşmasına sebep teşkil edecek meselelerde, onları müslü-manlann hükmünü
kabul etmeye cebretmeye gelince, şunu bilmek gerekir ki, biz onlar ile fesat
üzere ahidleşmedik. Onlara gelecek fesadı da -ister onlar taralından ister
başkaları tarafından yapılmış olsun- kesmek vaciptir. Çünkü, bununla onlann
malları ve kanlan muhafaza altına alınabilir. Belki onların dinlerinde bu gibi
şeyler mubah görülebilir, o takdirde bundan ötürü aramızda fesat yaygınlık
kazanır. İşte bundan dolayı biz, açıktan açığa şarap satmalarına, açıktan zina
etmelerine ve buna benzer pislikleri açıkça yapmalarına mani olduk. Tâ ki,
müslümanların ayak takımı, onlar sebebiyle fesat bulmasın.
Boşama, zina ve buna
benzer dinlerinin de ilgi alanına giren meseleler hakkında hüküm vermeye
gelince, bu gibi konularda onların bizim dinimizi uygulamak zorunlulukları yoktur.
Bizim dinimize göre aralarında hüküm vermek ise, onların hakimlerine bir
zarardır ve dinlerini değiştirmektir. Borçlanmalarla muamelât ise böyle
değildir. Çünkü, bu gibi işlemlerde bir çeşit mezalim (umuma taalluk eden
haksızlıklar ve fesadın yayılması) sözkonusudur.
[249]
Âyet-Î kerime ile
ilgili olarak ikinci bir görüş daha vardır. Bu da Ömer b. Abdülaziz ve yine
en-Nehaî'den rivayet edilmiştir. Buna göre âyet-i kerimede sözü geçen muhayyer
bırakma, yüce Allah'ın: "O halde aralarında Allah'ın indirdiği ile
hükmet" (el-Maide, 5/48) buyruğu île nesli olmuş olup, hakim aralarında
hüküm vermekle mükelleftir. Bu, aynı zamanda Ata el-Horasanî'nin, Ebu Hanife ve
arkadaşlarının ve başkalarının da görüşüdür. İkrime'den de şöyle dediği
rivayet edilmiştir: "Eğer sana gelirlerse aralarında hükmet, ya da
onlardan yüzçevir" buyruğunu bir başka ayet neshetmiştir. O da; "O
halde aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" buyruğudur, el- Mücahid
de şöyle demektedir; Maide'den yalnızca iki âyet nesh olmuştur. Bunlar da, yüce
Allah'ın: "Aralarında hükmet ya da onlardan yüzçevlr™ buyruğunu: "O
halde aralarında Allah'ın indirdiği İle hükmet" ayeti neshetmiştir ''Allah'ın
şeairine... saygısızlık etmeyin" (el-Maide, 5/2) âyetini ise: "Artık
o müşrikleri nerede bulursanız öldürün* (et-Tevbe, 9/5) ayeti nesh etmiştir.
ez-Zührî der ki:
Sünnet (uygulama) şu şekilde görülegelmiştir: Kitab ehli, aralarındaki
karşılıklı haklarda ve miras konularında kendi dinlerine men-sub hakimlere geri
döndürülür. Ancak, Allah'ın hükmünü isteyerek gelecek olurlarsa, o takdirde
aralannda Allah'ın Kitabı gereğince hükmeder.
es-Semerkandî der ki:
Bu görüş, Ebu Hanife'nin, onlar bizim hükmümüze rıza göstermedikleri sürece
aralarında hüküm vermez, seklindeki görüşüne uygun düşmektedir.
en-Nehhâs, aen-Nasih
vel-Mensuh" adlı eserinde şöyle demektedir: Yüce Allah'ın; "Eğer sana
gelirlerse aralarında hükmet, ya da onlardan yüzcevir" buyruğu nesh
olmuştur. Çünkü bu buyruk, Peygamber (sav)'ın Medine'ye ilk geldiği sıralarda
nazil olmuştur. O sırada yahudiler Medine'de sayıca çoktular. Onların İslama
ıstndırılmalan için daha uygun ve daha yerinde olan davranış, kendi
hakimlerine geri gönderilmeleri şeklindeydi. İslam güç kazanınca, yüce Allah:
*O halde aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet'1 âyetini indirdi. îbn Abbas,
Mücahid, İkrime, ez-Zührî, Ömer b. Abdülaziz ve es-Süd-dî de bu görüştedir.
Şafiî den gelen sahih görüş de budur. Şafiî "Kitabu'l-Cizye"de şöyle
demektedir: Hükmüne başvurmaları halinde hakimin muhayyerliği sözkonusu
değildir. Çünkü yüce Allah: Küçülmüşler olarak kendi elleriyle cizyeyi
verinceye ftarfor,,"(et-Tevbe, 9/29) diye buyurmaktadır. en-Nehhâs der ki:
Bu ise, konu ile ilgili delil gösterme şekilleri arasında en sahih olanlardandır.
Zira, "küçülmüşler olarak" buyruğunun anlamı, İslam hükümlerinin
kendilerine uygulanması demek olduğuna göre, kendi hükümlerine geri
çe-virilmemeleri icabeder. Bu ise (aralarında hüküm vermek) vacip olduğuna göre,
o halde bu âyet-i kerime de mensuhrur. Bu aynı zamanda, Kûfeİilerden Ebu
Hanife, Züfer, Ebu Yusuf ve Muhammed'in de görüşüdür, Kitab ehli, imamın
hükmüne başvurduklan takdirde, imamın onlardan yüzçevîrmek hakkına sahip
olmadığı hususunda aralarında görüş ayrılığı yoktur. Şu kadar var ki, Ebu
Hanife şöyle demektedir: Kan-koca gelecek olurlarsa, aralarında adaletle
hükmetmekle yükümlüdür. Şayet yalnızca kadın gelip de koca buna razı değilse,
aralarında hüküm vermez. Diğerleri ise, hüküm verir demişlerdir.
Böylelikle ilim adamlarının
çoğunluğunun görüşüne göre, âyet-i kerimenin mensuh olduğu sabit olmaktadır,
Bununla birlikte, (bu ayet hakkında) îbn Abbas'ın (mensuh olduğuna dair az önce
geçen} rivayeti de sabit olmuştur. Eğer İbn Abbas'tan bu konuda rivayet
gelmemiş olsaydı bile mantıken bu ayetin mensuh olması gerekirdi. Çünkü ilim
adamları icma İle şunu kabul etmişlerdir Kitab ehli, imamın hükmüne başvuracak
olurlarsa o, aralarındaki davaya bakmak hakkına sahiptir. Aralarındaki davaya
bakacak olursa, hepsine göre isabet etmiş olur. Onlardan yüz çevirmemelidir.
Yüz çevirecek olursa, kimi ilim adamlarına göre bir farzı terketmiş ve kendisi
için helal olmayan ve yapmaması gereken bir işi yapmış olur.
en-Nehhâs {devamla)
der ki: Kûfeİilerden bu ayetin mensuh olduğunu söyleyenlerin bir diğer görüşü
daha vardır. Onlardan kimisi şöyle demektedir: îmam, kitap ehlinin, yüce
Allah'ın hadlerinden bir haddi gerektiren bir suç işlediklerini bilecek olursa,
o haddi uygulamakla yükümlüdür. İsterlerse onlar imamın hükmüne başvurmamış olsunlar.
Bu görüşün sahibi, yüce Allah'ın: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile
hükmet" buyruğunu delil göstermekte ve bu buyruğun iki anlama gelme
ihtimali vardır demektedir:
Birincisi, senin
hükmüne baş vurdukları takdirde sen aralarında hükmet anlamıdır.
Diğeri ise: Senin
hükmüne başvurmayacak olsalar dahi, sen aralarında -böyle bir hüküm vermeni
gerektiren bir olayı bildiğin takdirde- hüküm ver anlamıdır. Derler ki: Biz
yüce Allah'ın Kitabında da, Rasulünün sünnetinde de bizim hükmümüze
başvurmayacak olsalar dahi, üzerlerine hakkı uygulamayı gerektiren buyruklar
bulmaktayız. Yüce Allah'ın Kitabındaki buyruk şu: "Ey iman edenler,
adaleti titizlikle ayakta tutanlar ue Allah için şakidlik edenler olun."
(en-Nisa, 4/135) Sünneti seniyyedeki buyruk da; el-Berâ b. Azib yoluyla gelen
hadis-i şeriftir. O, şöyle demektedir: Rasulullah CsavVıo huzurunda celde
vurulmuş ve yüzü kömür ile karartılmış bir yahudi getirildi, şöyle buyurdu:
"Size göre zina edenin haddi böyle midir? Onlar: Evet deyince, Hz.
Peygamber ilim adamlarından birisini çağırarak şöyle dedi: "Allah adına
senden soruyorum, aranızda zina edenin haddi böyle midir?" Adam: Hayır
dedi.- ve hadisin geri kalan kısmını nakletti ki, daha önceden geçmiş
bulunmaktadır.[250]
en-Nehhâs (devamla)
der ki: Peygamber (sav)'ın bu hadiste görüldüğü gibi kendisinin hükmüne
başvurmadıkları halde aralarında hüküm vermiş olduğunu delil
göstermektedirler. Birisi kalkıp: Malik'in Nafi'den, onun İbn Ömer'den rivayet
ettiği hadise göre, yahudiler Peygamber (sav)a geldiler[251]; diyecek
olursa, ona şöyle denilir: Yine Malik'in naklettiği hadiste zina eden o iki
kişinin Peygamberin kendilerini recmetme hükmüne razı olduklarına dair bir
ifade yoktur. Ebu Ömer b. AbdiJl-Berr ise der ki; el-Berâ'nın hadisini delil
diye gösterenler, aynı hadis üzerinde düşünecek olurlarsa, onu hiç de delil
göstermezler. Çünkü hadisin muhtevasında yüce Allah'ın: "Eğer size şu verilirse
onu alın, şayet o verilmezse sakının" (el-Maide, 5/41) buyruğunun açıklanması
vardır. Söylemek istedikleri şudur: Şayet sizlere celde vurmak ve yüzü kömürle
karartmak şeklinde fetva verirse onu kabul edin. Eğer recmetme fetvasını
verecek olursa ondan sakının. İşte bu, yahudilerin Hz. Peygamberi hakem tayin
ettiklerine, hükmüne başvurduklarına bir delildir. Bu da gerek İbn Ömer'in
rivayet ettiği hadisten, gerekse diğerlerinden gayet açık bir şekilde
görülmektedir.
Birisi kalkıp: İbn
Ömer'in hadisinde zina eden iki kişi Rasulullah (sav)'ın hükmüne başvurmadıktan
gibi, onun hükmüne de razı olmuş değillerdir diyecek olursa, ona şöyle cevap
verilir: Zina edenin haddit hakimin uygulamakla yükümlü olduğu, yüce Allah'ın
haklarından bir haktır. Bilindiği gibi, yahudilerin aralarında hüküm veren ve
üzerlerine hadleri ikâme eden bir hakimleri vardı. İşte Rasulullah (sav)'ın hükmüne başvuran da odur.
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
Yüce.AIlalıın:
"Eğer hükmedersen, aralarında adaletle hükmet" buyruğuna gelince,
Nesâî, İbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Kuray-zaogulları ile,
Nadiroğullan diye iki yahudi kabilesi vardı. Nadiroğullan Ku-rayzaoğullarından
daha üstün kabul edilirdi. Bundan dolayı Kurayzaoğulla andan bir kişi,
Nadiroğullanndan birisini öldürecek olursa, ona karşılık Ku-rayzalı
öldürülürdü. Şayet Nadiroğullanndan birisi Kurayzaoğullaundan birisini öldürecek
olsaydı, buna karşılık yüz vesk (altmış sa1 eder) hurma diyet öderdi.
Rasulullah (sav) peygamber olarak gönderildikten sonra (Medine'ye hicretten
sonra) Nadiroğullanndan birisi, Kurayzaoğullarından birisini öldürdü. Bunun
üzerine (Kurayzaoğulları): Onu öldürelim diye bize teslim ediniz, dediler. Bu
sefer (Nadiroğullan): Bizimle sizin aranızda Peygamber (sav) hakemlik etsin
deyince, şu: "Eğer hükmedersen aralarında adaletle hükmet" yani,
cana karşılık can hükmünü ver ayeti ile: "Onlar kâlâ cahiliyye (devrinin)
hükmünü mü istiyorlar?" tel-Maidç, 5/50) ayeti nazil oldu.[252]
43- İçinde Allah'ın
hükmü bulunan Tevrat yanlarında iken nasıl olur da senin hükmüne başvuruyorlar?
Yine de bundan sonra yüz çevirirler, Onlar İnanmış kimseler degillerdü1.
Yüce Allah'ın:
"İçinde Allah'ın hükmü bulunan Tevrat yanlarında İken nasıl olur da senin
hükmüne başvuruyorlar?*1 buyruğunda, Tevratın hükmünden kasıt, el-Hasen'in
dediğine göre recm'dir. Katade ise kısastır demektedir.
Yüce Allah'ın:
"İçinde Allah'ın hükmü bulunan" buyruğu recm'in nesh olmadığına
delalet midir diye sorulursa, buna şöyle cevap verilir: Ebu Alî der ki: Evet,
çünkü nesh olmuş olsaydı nesilden sonra o Allah'ın hükmüdür, denilmezdi
Nitekim, şarabın helal olması, yahut cumartesi günü (çalışmanın) haram
kılınmasının Allah'ın hükmü olduğu söylenemez.
Yüce Allah'ın:
"Onlar inanmış kimseler değillerdir" yani senin verdiğin hükmün
Allah'tan gelen hüküm olduğunu kabul etmiyor, ona inanmıyorlar. Ebu Ali de der
ki: Ona razı olmamak suretiyle Allah'ın hükmünden başka bir hükmü istiyen kişi
kâfir olur. Yahudilerin durumu da budur.
[253]
44. Şüphesiz Tevrat'ı
Biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nur vardır. Teslim olmuş olan
peygamberler, rabbaniler ve bilginler de Allah'ın Kitabını korumaları
istendiğinden onunla yahudilere hükmederlerdi. Hepsi de onun üzerine
şahiddiler. O halde insanlardan korkmayın, Benden korkun. Benim âyetlerimi az
bir pahaya satmayın. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar
kâfirlerin tâ kendileridir.
"Şüphesiz
Tevrat'ı Biz indirdik. Onda bir hidayet ve bir nur vardır" yani, onda
açıklama, bir ziya (aydınlık) ve Muhammed (sav)'ın hak olduğuna dair bilgi
vardır.
Hidayet", mübteda
olarak ref mahallindedir. Ve nur" da ona atfedilmiş, tir.
"Teslim olmuş
olan peygamber... onunla yahudilere hükmederler-
di."buyruğun
"peygamberIer"den kastın, Muhammed (sav) olduğu ve ondan çoğul lafzı
ile söz edildiği söylendiği gibi, Hz. Musa'dan sonra Tevrat'ı uygulamak üzere
gönderilen bütün peygamberler olduğu da söylenmiştir. Yahudiler* peygamberler
yahudl idiler dedikleri gibi, hıristiyanlar da: hıristiyan İdiler dediler.
Burada yüce Allah her iki kesimin de yalan söylediklerini beyan etmektedir.
"Teslim olmuş
olan...lar" buyruğunun anlamı ise, Musa (a.sTdan, İsa (a-sVın dönemine
kadar Tevrat'ı tasdik etmiş olanlar demektir. Aralarında, bin peygamber gelip
geçmiştir. Dörtbin peygamber olduğu da söylenmiştir Bundan daha fazla geldiği
de bildirilmiştir. Bunların hepsi de Tevrat'ta bulunan hükümlerle
hükmediyorlardı. "Teslim olmuş otan-.lar" buyruğunun, kendileriyle
gönderilen hususlarda Allah'ın emirlerine boyun eğerek itaat edenler demek
olduğu da söylenmiştir. İbrahim (as)'ın dini üzere bulunan peygamberler Tevrat
ile hükmederlerdi anlamına geldiği de söylenmiştir ki, her İkisinin de anlamı
birdir.
"Yahudilere"
buyruğu ise, yahudiler hakkında, yahudiler arasında demektir Teslim olmuş olan
peygamberler, gerek yahudilerin lehine, gerekse onların aleyhine bulunan bütün
hususlarda onunla hüküm verirlerdi, anlamında, olduğu da söylenmiş ve burada
"aleyhlerine "anlamına gelen kelimesi hazf edilmiştir de denilmiştir.
"Teslim olmuş
olanlar" İfadesi burada "Bismillahirrahmanir-rahim" İfadesinde
olduğu gibi övgü anlamında bir sıfattır.ise, (mealde yahudiler) küfürden tevbe
edip dönenler, demektir.
[254]
Bu buyrukta takdim ve
tehir olduğu da söylenmiştir. İfadenin takdiri şöyledir: Biz, Tevrat'ı içinde
hidayet ve nur olduğu halde yahudilere indirdik. Peygamberler, rabbaniler ve
bilginler onunla hüküm verirlerdi, Yani, ilim ile insanları idare eden ve
onları büyük meselelerden önce ilmin küçük mesel-leleri ile terbiye edip eğiten
rabbaniler onunla hüküm verirlerdi. "Rabbânî-ler" anlamına dair bu
şekildeki açıklama, İbn Abbas ve başkalarından nakledilmiştir. Buna dair
açıklamalar daha önce Âl-i İmran sûresinde (3/79- âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
Ebu Rezin der ki:
Rabbânîlerden kasıt, bilge ilim adamları ve hahamlarıdır, îbn Abbas bunlardan
kasıt fakihleridir, demiştir, Hibr ve habr kelimesi, bilgin kişi demektir. Bu,
güzelleştirmek anlamına gelen "et-Talıbu^den alınmıştır. Onlar, ilmî
tahbîr ettikleri, yani onu açıklayıp güzel ve süslü bir şekilde sundukları
için ve bu ilim kalplerinde muhabber (güzelleştirilmiş) olduğu için bu adı
almışlardır.
Mücahid der ki; Rabbânîler
ulamadan üstündürler. Kelimenin başına gelmiş olan elif-lam ise mübalağa
içindir.
el-Cevherî der ki:
Hibr ve habr kelimesi, yahudilerin Ahbartnın birisine (tekil) verilen isimdir.
Esreli olarak (hibr şeklinde) okunuşu daha fasihtir. Çünkü, bu kelimenin
çoğulu efâl (ahbâr) vezninde gelir, (habr kelimesinin çoğulunun gelmesi
gereken şekil olan) fuûi şeklinde gelmemektedir. el-Ferrâ da der ki: Bu
kelimenin tekili hibr şeklinde olup bu, ilim adamına verilen bir isimdir.
es-Sevrîder ki: Ben,
el-Ferrâya hibre neden bu ismin verildiğini sordum, şöyle dedi: İlim adamı
kimseye hibr ve habr denilir. Bunun anlamı ise, "midâdu hibr: yazı
mürekkebi" demektir. Daha sonra "kasaba halkı" anlamında:
"Sen o kasabaya sor" (Yûsuf, 12/82) buyruğunda olduğu gibi bir kelimesi
hazf edilmiştir. Yine es-Sevrî der ki: el-Esmarye de sordum, o, bu açıklamanın
değeri yoktur dedi. Ona lıabr denilmesi etkisi dolayısıyladır, "Dişleri
üzerinde habr vardır" denildiği zaman dişleri sararmış veya kararmış
demektir. Ebu'I-Abbas da der ki: Yazıda kullanılan mürekkebe hibr denilmesinin
sebebi, onunla yazı gerçekleştirildiğinden dolayıdır,
Ebu Ubeyd de der ki:
Benim bildiğime göre ahbâr kelimesinin tekili "habr* diye gelmelidir. Bu
ise, sözü ve bilgiyi nasıl tahbir edip güzelleştireceğini iyi bilen kimse
demektir. Devamla der ki: Bütün muhaddisler bu kelimeyi fethalı olarak (habr
şeklinde) rivayet etmektedirler. Hokkada bulundurulan ve kendisi ile yazı
yazılan şey ise (mürekkeb) esreli olarak "hibr" diye söylenir. Hibr,
aynı şekilde iz ve etki anlamına da gelir. Çoğulu ise hu-bûrdur.
Bu açıklamalar
Yakub'dan nakledilmiştir
"Allah'ın
kitabını korumaları istendiğinden" yani, Allah'ın Kitabına da İr
kendilerine verilmiş bulunan emanet, bırakılan bilgiden dolayı... demektir.
deki "be"
harfi "Rabbaniler ve Ahbâr : bilginlerde taalluk etmektedir. Şöyle
denilmiş gibidir: Ve bilginler de... korumaları istendiğinden... Yahut da bu
harf, "Hükmederlerdi buyruğu ile alakalı muallak olabilir. Yani,
korumaları istendiğinden hükmederlerdi, demek olur.
"Hepsi de onun
üzerine şahittiler" yani Kitabın Allah'tan geldiğine şahtd-lik ederlerdi.
İbn Abbas der ki: Peygamber (sav)'ın verdiği hükmün Tevrat'ta bulunduğuna dair
şahidlik ederlerdi, demektir.
"O halde
insanlardan korkmayın" Muhammed (sav)'ın niteliğini ve rec-mi açıkça ifade
etmekten çekinmeyin."Benden korkun." Bunları gizlemek halinde Benden
korkunuz.
Burada hitab, buna
göre yahudi ilim adatnlarınadır. Mana itibari ile de bu buyruğun üzerine açığa
çıkarması vacib olan bir hakkı gizleyen herkes de bu buyruğun kapsamına girer.
"Âyetlerimi az
bir pahaya satmayın" buyruğunun anlamı da daha önceden (el-Bakara, 2/41.
âyetin tefsirinde) yeterince açıklanmış bulunmaktadır.
[255]
"Kim Allah'ın
indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir." Diğer
âyetlerde de "zalimlerin, fasıkların ta kendileridir" dîye
buyurulmaktadır. Bu
âyetlerin hepsi kâfirler hakkında nazil olmuştur. Bu da Müslim'in Sahih'inde
el-Berâ yoluyla gelen hadiste sabit olmuştur ki, bu hadis daha önceden geçmiş
bulunmaktadır.[256]
Büyük çoğunluk da bu görüştedir. Müslüman ise, büyük günah işleyecek olsa dahi
kâfir olmaz.
Âyet-i kerimede hazf
edilmiş ifadelerin bulunduğu da söylenmiştir. Yani, kim Kur'ânı reddetmek
suretiyle Hz. Rasulün de sözünü inkâr yoluyla Allah'ın indirdiği ile
hükmetmeyecek olursa, o kişi kâfirdir. Bunu, İbn Abbas ve Mü-cahid söylemiştir.
Bu açıklamaya göre âyet umumidir.
îbn Mes'ud ve el-Hasen
der ki: Bu âyet-i kerime ister müslüman, ister ya-hudi, ister katır olsun Allah'ın
indirdiğiyle hükmetmeyen herkes hakkında umumidir. Yani, bunun doğruluğuna
inanarak ve bu şekilde aykm hüküm vermenin helal olduğuna kanaat getirerek...
Ancak, kendisinin
haram işlediğine inanarak böyle bir iş yapan ise, müs-lümanların fasıklan arasında
yer alır. İşi de Allalı!a kalmıştır. Allah dilerse onu azaplandırır, dilerse de
ona mağfiret eder.
İbn Abbas da
kendisinden nakledilen bir rivayete göre söyle demektedir: Kim Allah'ın
indirdikleriyle hükmetmeyecek olursa o, kâfirlerin işine benzeyen bir iş
yapmıştır.
Şöyle de denilmiştir:
Yani, kim Allah'ın bütün indirdi ki eriyle hükmetmezse, o kimse kâfirdir
Ancak, tevhid İle hükmetmekle birlikte, serî bazı hükümler gereğince
hükmetmeyen kimse, bu âyetin kapsamına girmez.
Doğru olan birinci
görüştür. Şu kadar var ki Şa'bî: Bu âyet-i kerime yahu-diler hakkında has
(özel) dir. en-Nehhâs da bu görüşü tercih etmiş ve şöyle demiştir Bunun böyle
olduğuna da üç husus delâlet etmektedir. Bunlardan birisi, yahudiler bu
buyruktan önce: "Onunla yahudilere hükmederlerdi" buyruğu
zikredilmişlerdir Dolayısıyla zamir onlara aittir. Diğer bir husus, ifadelerin
akışı (siyakı) da buna delalet etmektedir. Nitekim bundan sonra: "Biz,
onda onlara şunu yazdık..." denilmektedir. Buradaki zamir de ic-ma ile
yahudilere aittir. Yine yahudiler, recmi ve kısası inkâr edenlerdir.
Birisi kalkıp:
Kim" edatı şart edatı olarak zikredilecek olursa, onun tahsis edildiğine
dair bir delilin vâki olması hali dışında umumidir, diyecek olursa, ona şöyle
cevap verilir: Burada bu edat, zikretmiş bulunduğumuz diğer delillerle
birlikte O kimse ki, anlamındadır.
İfadenin takdiri de şöyle olur: Allah'ın indirdikleri ile hükmetmeyen o
yahudiler, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir. Bu da bu hususta yapılan
açıklamaların en güzelidir.
Rivayet olunduğuna
göre, Huzeyfe'ye sorulmuş: Bu âyet-i kerimeler İsrail oğullan hakkında mıdır?
o da şöyle demiş: Evet, onlar hakkındadır. Fakat, andolsun ki, onların
yollarını iki ayakkabı tekinin birbirine benzediği ve aynı hizada olduğu gibi
izleyeceksiniz.
"Kâfirlerin tâ
kendileridir" ifadesinin müslümanlar, "zalimlerin tâ kendileridir"
ifadesinin yahudiler, "fasiklann tâ kendileridir" ifadesinin ise
hı-ristiyanJar hakkında olduğu da söylenmiştir. Ebu Bekr b. el-Arabî'nin tercih
ettiği görüş de budur. Devamla der ki: Çünkü âyetlerin zahirinden anlaşılan
budur. Ayrıca İbn Abbas'ın, Cabir b. Zeyd'in, İbn Ebi Zâide'nin ve İbn Şubrurne
ile Şa'bî'nin de tercih ettiği görüş budur.
Tavus ve başkalan da
der ki: Bu, kişiyi dinden çıkartan bir küfür değildir. Fakat, küfrün altında
kalan bir kütür çeşididir. Ancak, bunda farklı durumlar sözkonusudur. Eğer
yanındaki hükmü verirken, o hüküm Allah'ın yanından gelmiştir diye verecek
olursa bu, küfrü gerektiren, Allah'ın hükmünü bir değiştirmedir. Şayet hevası
gereği ve masiyet yoluyla başka hükümle hükmedecek olursa, elü-i sünnetin
günahkârlar için mağfiret ile ilgili kabul ettikleri asıl delillerine binaen
mağfiret sözkonusu olabilecek bir günahtır, el-Kuseyrî der ki: Haricilerin
görüşüne göre, bir kimse rüşvet alıp Allah'ın hükmünden başka bir hükümle hüküm
verecek olursa o kâfirdir. Bu görüş, ayrıca el-Hasen ve es-Süddİ'ye de izafe
edilmiştir.
Yine el-Hasen der ki:
Yüce Allah, hakimlerden nevalarına uymamayı, insanlardan korkmayıp kendisinden
korkmaları ve Allah'ın âyetlerini az bir bedele satmamaları şeklinde üç alıid
almıştır.
[257]
45- Biz onda, onlara
şunu yazdık: "Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş.
Yaralar da birbirine kısastır." Fakat kim onu sadaka olarak bağışlarsa bu
ona kefföret olur. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar
zalimlerin tâ kendileridir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı otuz başlık lı al inde sunacağız:
[258]
Yüce Allah: "Biz
onda, onlara şunu yazdık; Cana can1 buyruğu ile, Tevrat'ta canlar arasmda
eşitlik gözetmiş olduğunu, fakat onların buna muhalefet ederek sapıtmış
olduklarını beyan etmektedir. Nadiroğullarına mensub kimsenin diyeti daha fazla
idi. Üstelik, Nadiroğullanna mensub bir kişi, Ku-rayza oğullarından birisine
karşılık olarak Öldürülmüyor, ama Nadiroğulla-nndan öldürülen bir kimse
karşılığında Kurayzaoğu İla rina mensub katil öldürülüyor idî. İslam gelince,
Kurayzaoğu İlan Rasulullah (sav)'a bu hususta baş vurdular. O da aralarında
eşitlikle hüküm verdi. Nadiroğulları; sen bizim hakettiğimiz bir şeyi aşağıya
çektin dediler. Bunun üzerine de bu âyet-i kerime nazil oldu.[259]
"Yazdık", farz kıldık anlamındadır.
Önceden de açıklandığı gibi. Onların şeriatı, kısas veya affetmek şeklindeydi.
Aralarında diyet yoktu. Nitekim el -Bakara sûresinde daha önceden (2/17S. âyet,
1. başlıkta) açıklanmış bulunmaktadır.
Ebu Hanife ve
başkaları, bu âyet-i kerimeyi delil diye iteri sürerek şöyle demişlerdir: Zimmi
karşılığında müslüman öldürülür. Çünkü, bu da cana can demektir. Yine buna dair
açıklamalar daha Önceden el-Bakara sûresinde (2/178. âyet, 5- başlık ve
devamında) geçmiş bulunmaktadır.
Ebu Dâvud, Tirmizî ve
Nesaî, Ali (r.a)'a şöyle sorulduğunu rivayet etmektedirler Easulullalı (sav)
sana özel olarak bir şey tahsis etti mi? Hz. Ali :Ha-yır, şu sahifede bulunan
müstesna, dedi ve kılıcının kınında bulunan bir yazılı belge çıkardı. Onda
şunlar yazılıydı: "Mü'minlerin kanları birbirine denktir. Onlar
kendilerinin dışındakilere karşı tek bir eldir, Hiçbir müslüman bir kâfire
karşılık Öldürülmez ve ahid sahibi de ahid (eman) altında iken (öldürülmez)."[260]
Aynı şekilde âyeti
kerime, yahudilerin kabileler arasındaki üstünlük uygulamalarını ve bir
kabileden bir kişiye karşılık bir kişiyi kısas olarak kabul ederken bir diğerinden
bir kişi karşılığında iki kişiye kısas uygulamalarını reddetmektedir.
Şafiîler der ki: Bu,
bizden öncekilerin şeriatine dair bir haberdir. Bizden öncekilerin şeriati ise
bizim için şeriat değildir. Bu konuda onların görüşlerini reddetmek hususundaki
yeterli açıklamalar, el-Bakara sûresinde (2/178. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır, orada bu hususa müracaat edilebilir
Dördüncü bir açıklama
da şöyledir: Yüce Allah: "Bfcc onda, onlara şunu yazdık: Cana can»*,"
Bu, Tevrat'a iman edenler üzerine farz olarak yazılmıştı. Bunlar aynı dinin
sahibidirler. Müslümanların zimmet ehli oldukları gibi, onların zimmet ehli
yoktu. Çünkü cizye, yüce Allah'ın mü'minlere vermiş olduğu bir fey ve bir
ganimettir.
Fey ve ganimet; bu
ümmetten önce hiçbir kimseye helal kılınmış değildir. Geçmişte gönderilmiş
bütün peygamberler ancak kendi kavimlerine peygamber olarak gönderilmişlerdi.
O bakımdan bu âyet-İ kerime, İsrail oğullarına bu hükmü uygulamayı farz
kılmaktadır.
Çünkü onlann kanlan
birbirine denk idi. Bu da, bizden bir kimsenin, müs-lüman olmayan kimseler İle
ilgili cinayetlerde cana can demesi gibidir. Zira bununla muayyen bir topluluğa
işaret etmektedir. Diğer taraftan: Bu kimseler hakkındaki hüküm, onlardan bir
canın, yine onlardan bir can karşılığında olduğu şeklindedir. Bu âyetin hükmü
gereğince, Kur'ân ehli (Kur âna iman eden) ümmete vacib olana hüküm şöylece
ifade edilir: Onların aralarındaki hüküm, cana can karşılığında dır,
şeklindedir. Esasen yüce Allah'ın Kitabında, dinlerin farklılığına rağmen, canın
cana karşılık öldürüleceğine delâlet eden bir husus yoktur.
[261]
Şafiî mezhebine mensub
ilim adamları İle Ebu Hanife der ki: Önce yara-lasa, yahut kulağını veya elini
kesse, sonra da öldürse aynı şey ona da uygulanır. Zira, yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Biz onda onlara şunu yazdık: Cana can, göze göz, buruna
burun..." böylelikle onun başkasından aldığı aza, ondan da alınır ve o
başkasına ne yaptıysa, onun gibisi ona da yapılır.
Bizim (Maliki
mezhebine mensub) alimlerimiz de derler ki: Bunu yaparken, müsle kastıyla
yapmışsa ona da aynısı yapılır. Eğer böyle bir durum çarpışması ve kendisini
savunması esnasında yapılmış ise (ve ondan sonra öl-dürmüşse) kılıçla
öldürülür. Böyle bir şeyin müsle kastıyla yapılması halinde, kısasın
icabettiğini söylemelerine gelince, Peygamber (sav)'ın daha önce bu sûrede
(5/33-34 âyet; 1. başlıkta) açıklaması geçtiği üzere Uranîlerİn gözlerine
ateşte kızdırılmış çiviler ile mil çekmiştir.
[262]
Yüce Allah'ın;
"Göze göz" diye başlayan buyrukları, Nâfî',
Asım, A'meş ve Hamza,
hepsinde (,nefs:cana) atfen hep nasb İle okumuşlardır. Ancak, edatı şeddesiz okunarak hepsinin mübteda ve
atf ile merfu' okunması da mümkündür İbn Kesir, İbn Âmir, Ebu Amr ve Ebû Cafer
ise, "Yaralar" kelimesi dışındaki kelimelerin hepsini nasb ile okumuşlardır.
el-Kisaî ve Ebu Ubeyd ise, bu buyrukları: Göze göz, buruna burun, kulağa
kulak, dişe diş ve yaralar..." şeklinde, hep merfu' okurlardı.
Ebu Ubeyd der ki: Bize
Haccâc, Harun'dan nakletti, Harun Abbâd b. Ke-sir'den, o, Akîl'den, o, ez-Zührf
den, o, Enes'ten Peygamber (sav)'ın:
Biz onda, onlara şunu
yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş. Yaralar da
bir birine kısastır" diye okuduğunu rivayet etmişlerdir.[263]
Bu buyrukların merfu'
okunmaları üç bakımdan mümkündür. Evvela mübteda ve haber olmaları, diğeri ise,
Can kelimesinin, mahallen manasının merfu olması dolayısıyla. Çünkü bunun
anlamı şöyledir: Biz onlara dedik ki: Can, can karşılığıdır Üçüncü şekil ise,
ez-Zeccâc'ın açıklamasıdır, bu da "can : nefs"deki zamire atıf ile
olur. Çünkü, ondaki zamir ref mahallindedir. Zira ifadenin takdiri şöyledir:
Her bir nefs, öbür
(öldürdüğü) can karşılığında alınır." Buna göre bütün isimler zamirine
atfedil mi ştîr.
İbnü'l-Münzir der ki:
Bu kelimeleri merfu1 olarak okuyanlar, mübteda kabul ederek, müslümanlar
hakkında bir hükmün açıklaması olarak okurlar. Bu da bu husustaki iki görüşün
daha sahili olanıdır Çünkü bu,: Göze göz... şeklindeki okuyuş, Rasulullah
(.savVın okuyuşudur. Ondan sonrakiler de bu şekildedir. Hitab,
müslümanlaradır, onlar bununla emrolunmuşlardır.
Özel olarak
Yaralar" kelimesini merfu olarak okuyan kimseler ise, kendisinden önceki
buyruklardan kat' ve yeni bir cümle başlangıcı olarak bu şekilde okurlar.
Adeta müslümanlar özel olarak bununla emrolunmuş ve bundan önceki buyruklar ile
karşı karşıya bırakılmamışlar gibi bir mana ifade eder.
[264]
Bu âyet-i kerime sözü
geçen organlarda kısasın cereyan ettiğine delâlet etmektedir. İbn Şubrume,
yüce Allah'ın: "Göze göz" buyruğunu ileri sürerek, sağ gözün sol göz
karşılığında çıkartılabileceğini, bunun aksinin de mümkün olacağını
söylemiştir. Aynı şeyi, sağ el ve sol el hakkında da söyler ve şöyle der:
Öğütücü dişe karşılık, ön kesici dişr ön kesici dişe karşılık öğütücü diş
alınabilir. Çünkü yüce Allah'ın; "Dişe diş* buyruğunun umumi oluşu bunu
gerektirmektedir.
Buna muhalefet edenler
ise - ki bunlar ümmetin bütün ilim adamlarıdır-şöyle demektedirler: Eğer varsa,
sağ göze karşılık sağ göz alınır ve rıza ile -olmadıkça[265] sağ
göz bırakılıp, sol göze kısas uygulanarak alınmaz. Bu ise, bize yüce Allah'ın:
"Gözegöz buyruğu ile kast edilenin cinayeti isteyenden cinayetinin misli organının
alınacağını açıklamaktadır. Buna göre hiçbir durumda ayağa kısas uygulanması
gerekirken, ele kısas uygulanması sözkonu-5ü olmadığı gibi, bir organ bırakılıp
diğerine kısas uygulamak caiz değildir ve bu hususta hiç bir şüphe yoktur.
[266]
İlim adamları icma ile
şunu kabul etmişlerdir: Eğer gözler hata yoluyla isabet alıp çıkartılacak olur
ise, buna karşılık tam bir diyet gerekir. Tek gözde ise yarım diyet
verilmelidir. Bir gözü olmayanın diğer gözü çıkartılacak olur ise, onda da tam
diyet ödemek gerekir. Su husus, Hz. Ömer ile Hz. Osman'dan rivayet edilmiştir
Abdülmeİik b. Mervan, ez-Zührî, Katade, Malik, Leys b. Sa'd, Ahmed ve İshâk da
bu görüştedir.
Yanm diyet ödeneceği
de söylenilmiştir. Bu ise Abdullah b. el-Muğaffel, Mes'ruk ve Nehaîden de
rivayet edilmiş; es-Sevrî, Şafiî İle en-Nu'man (b. Sabit, Ebu Hanife) bu
şekilde görüş belirtmişlerdir.
Îbnü'l-Münzir der ki:
Biz de bu görüşteyiz. Çünkü, hadis-i şerifte: "Gözlerde tam bir diyet
vardır" diye buyurulmuştur. Bu böyle olduğuna göre, gözlerden birisinde
yarım diyetin sözkonusu olması ise, akla uygun olandır.
İbnü'l Arabî der ki:
Zahir (olan) kıyas da bunu gerektirmektedir. Ancak, bizim (Maliki mezhebine
mensub) ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Tek gözü olmayanın bir gözü ile
görme menfaati, sağlıklı (iki gözü olan) kimsenin gözlerinden sağladığı
menfaat gibi veya ona yakındır. İşte bundan dolayı tek gözü olan birisinin
gözünü hataen çıkartan kimsenin ona tam diyet ödemesi icabeder[267].
Tek gözü gören bir
kimsenin sağlıklı birisinin gözünü çıkarması hususunda ilim adamlarının farklı
görüşleri vardır Ömer, Osman ve Ali (r.anhum) dan böyle bir kimseye kısas
uygulanmayıp tam diyet ödeyeceği kabul edilmiştir. Ata, Said b. el-Müseyyeb ve
AUmed b. Hanbel de bu görüştedir.
Malik der ki: Dilediği
takdirde kısas uygular-ve onu kör bırakabilir. Dilediği takdirde de iki gözü
de gören bir kimsenin diyeti olarak tam bir diyet alabilir,
en-Nehaî der ki: Dilerse
kısas yapar, dilerse yarım diyet alır.
Şafiî, Ebu Hanİfe ve
es-Sevrî derler ki: Ona (yani tek gözü görmeyen caniye ) kısas uygulanır. Bu
husus, aynı zamanda Hz. Aliden de rivayet edilmiştir. Bu, Mes'rûk, İbn Sîrin
ve îbn Mâkil'in de görüşü olduğu gibi, îbnü'l-Munzir ile İbnü'l-Arabî'nin de
tercih ettiği görüş budur. Çünkü şanı yüce Allah: "Göze göz" diye
buyurmuştur. Peygamber (sav) da iki göz karşılığında diyet ödeneceğini tesbit
etmiştir. Tek gözde ise yarım diyet sozkonusudur. Gözleri sağlam olan bir kimse
ile tek gözü gören bir kimse arasında kısasta, diğer insanlar arasındaki
gibidir,
AUmed b. Hanbel'in
dayanağı şudur; Tek gözü gören bir kimseye kısas uygulanacak olursa, görmenin
bir bölümü (iki görenin çıkan tek gözü) karşılığında görmenin tamamını
almaktır. Bu ise eşitlik olmaz. Yine bu hususta Hz. Ömer, Hz, Osman ve Hz.
Ali'den gelen rivayete de dayanır.
Malik'in dayandığı
delil ise şudur: Deliller birbirleriyle çatışacak olurlarsa, cinayetten mağdur
olan kimse muhayyer bırakılır. İbnü'l-Arabî ise der ki: Ancak, Kur'ân'ın umumi
buyruklarının gereğini kabul etmek daha uygundur. Çünkü böylesi yüce Allah
nezdinde daha çok selâmete çıkartıcıdır.
[268]
Tek gözü bulunmakla
birlikte onunla da görmeyen kimsenin durumu hakkında ilim adamlarının farklı
görüşleri vardır Zeyd b. Sabit'ten rivayet olunduğuna göre böyle bir kimsenin
gözüne karşılık yüz dinar ödenir.
Ömer b. el-Hattab'dan
da şöyle dediği rivayet edilmiştir: Böyle bir göze karşılık o gözün diyetinin
üçtebirİ verilir. İshâk da bu görüştedir. Mücahid ise, o gözün diyetinin
yarısının verileceğini söylemiştir. Mesruk, ez-Zührî, Malik, Şafiî, Ebu Sevr ve
en-Nu'man (Ebu Hanife) ise, bu hususta bilir kişinin kararına başvurulur
demişlerdir. İbnü'l-Münzir de der ki: Biz de bu görüşteyiz. Çünkü bu konudaki
görüşler arasında en asgariyi İfade eden budur.
[269]
Gözbebekleri kalmakla
birlikte iki gözün de görmesinin giderilmesi halinde tam diyet sözkonusudur.
Bu konuda görmesi zayıf (A'meş) ile gündüzün görmeyip geceleyin gören (Âhfeş)
arasında bir fark yoktur.
Yine gözbebeği
kalmakla birlikte iki gözden birisinin görmesinin giderilmesinde de yarım
diyet sözkonusudur
İbnü'l-Münzir der ki:
Bu hususta ileri sürülen görüşlerin en güzeli, Ali b. Ebi Talibin şu şekildeki
uygulamasıdır: Sağlam olan gözünün örtülmesini emr etti . Sonra da bir
başkasına bir yumurta verip onu uzaklaştırmasını söyledi. Gözünü kapatan kişi
de o yumurtaya görebileceği son noktaya kadar bakmaya devam eder. Görebileceği
son noktaya geldiğinde oraya bir çizgi çizdirdi. Daha sonra diğer gözünün
örtülmesini emredip sağlıklı gözünü açtırdı. Yine bir adama bir yumurta verip,
o da o yumurtayı alıp uzaklaştırdı. Mağdur kişi de o yumurtaya bakmaya devam
etti. Görebileceği son naktaya varınca orada da bir çizgi çizdirdi- Daha sonra
bir başka yerde aynı işlemin yapılmasını emretti: Çizgilerin aynı olduğunu
tesbit edince, görme imkânından azalan miktar kadarını ötekinin malından
ödetti. Bu, Şafiî mezhebine göre de böyledir. Bizim (Maliki mezhebinin)
alimlerimizin görüşü de budur.
[270]
Görmenin kısmen
giderilmesi dolayısıyla kısas uygulanmayacağı hususunda ilim adamları arasında
görüş ayrılığı yoktur. Zira, böyle bir miktarda eşit olarak'kısası
gerçekleştirmek imkânsızdır
Göze kısas uygulama
keyfiyeti de şöyle olur: Bir ayna kızdırılır, diğer göze bir pamuk konulur.
Daha sonra ayna gözbebeği akıncaya kadar onun gözüne ya kini aştı nlır.
el-Mehdevî ve İbnü'l-Arabî, bunun Ali (r.a)'dan rivayet edildiğini
zikretmişlerdir.
Göz kapağı hususunda
görüş ayrılığı vardır. Zeyd b. Sabit, gözkapağında diyetin dörttebir olduğunu
söylemiştir ki bu, eş-Şa'bî, el-Hasen, Katade, Ebu Haşim, es-Sevrî, Şafiî ve
rey sahihlerinin görüşüdür. Yine eş Şa'bî'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Gözün üst kapağında diyetin üçtebiri, alt kapağında ise diyetin üçteikisi
vardır. Mâlik de bu görüştedir.
[271]
Yüce Allah'ın:
"Buruna burun" buyruğu ile ilgili olarak hadis-i şeritte Ra-sulûllah
(sav)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Burun kökten kesilecek
olursa, karşılığında tam bir diyet ödenir"[272]
İbnü'l-Münzir der kî:
Kendisinden ilim bellenen herkes icma ile bunu ifade etmiştir Buruna kısas
uygulanması, yüce Allah'ın Kitabına uygun olarak sair organlarda olduğu gibi,
cinayetin kastî olarak işlenmesi halinde uygulanır.
İlim adamları, burnun
kırılması hususunda farklı görüşlere sahiptir. Malik, burnun kasten kırılması
halinde kısas, hata ile kırılması halinde ise Icü'had (bilirkişi takdiri)
olacağı görüşünde idi. İbn Nafi'in rivayetine göre burun, kökten koparılmadığı
sürece diyeti yoktur. Ebu îshâk et-Tunisî ise, bu görüş şazdır. Bilinen
birinci görüştür, demektedir.
Bilinen birinci görüşü
esas alarak fert bir takım hususları sözkonusu edecek olursak: Burnun yumuşak
tarafının bir kısmı kesilecek olursa, genel bölümüne oranla tam diyetten bir
miktar verilir. İbnü'l-Münzir der ki: Burundan kesilen karşılığında, oranına
göre hesab edilerek diyetten verilir. Bu, Ömer b. Abdulaziz ve eş-Şa'bf den
rivayet edilmiş olup, Şafiî de bu görüştedir.
Ebu Ömer (b.
Abdil-Berr) der ki: Burnun yumuşak bölümü kesilir de burun kökten
kopartılmamış ise, fıkıh alimleri bu hususta farklı görüşlere sahiptir. Malik,
Şafiî, Ebu Hanife ve bunların arkadaşları bu durumda tam bir diyet ödeneceğini
kabul etmişlerdir. Bundan sonra onun bir bölümü kesilecek olursa, o takdirde
bilirkişinin takdirine başvurulur.
Malik ise der ki; Burunda
diyet ödenmesini gerektiren cinayet, yumuşağın kesilmesidir. Bu da kemiğin alt
bölümünde kalan kısımdır.
İbnü'l-Kasım der ki:
Yumuşağın kemik tarafından kesilmesi ile burnun gözlerin alt tarafından
kemikten kökten koparılması arasında bir fark yoktur, bunun için diyet ödenir.
Nitekim, haşefenin kesilmesi halinde de diyet gerektiği gibi, erkeklik
organının kökten kopartılması halinde de diyet ödemek gerekir.
[273]
Îbnü'l-Kasım der ki:
Burundan bir parça kesilir yahut kırılır da iyileşmekle birlikte eskisi gibi
düzgün bîr halde yerine oturmamışsa, bilirkişi takdiri söz-konusudur. Bu
durumda bilinen bîr diyet yoktur. Şayet eskisi gibi iyileşmiş İse herhangi bir
şey ödemek gerekmez. Yine İbrtü'l-Kasım der ki; Bunun yarılıp da eskisi gibi
düzgün bir şekilde iyileşmesi, başta kemiğe kadar varan yaranın açılıp eskisi
gibi iyileşmesi ve bunun karşılığında diyetinin ödenmesine benzemez. Çünkü,
baştaki bu tür yaralama (mudilıa) ile ilgili hüküm, sünnette rivayet varid
olmuştur. Burnun yaralanması hususunda ise herhangi bir rivayet
bulunmamaktadır. Ayrıca burun, tek başına bîr kemiktir. Onun hakkında mudiha
(sadece derisinin yaralanması) diye birşey sözkonusu değildir.
Malik, Şafiî ve
arkadaşları, burunda câife (göğüs, karın ve benzeri organlarda vücudun iç
tarafına kadar ulaşan yara) söz konusu değildir. Yine bunlara güre câife,
ancak karm bölgesinde sözkonusudur. el-Mârin; burnun yumuşak tarafına verilen
addır. el-Halil ve başkaları da böyle demiştir.
Ebu Ömer (b. Abdi'1-Berr)
der ki: Zannederim ki, burun için revse tabiri onun yumuşak tarafı, (el-mârin)
emebe tabiri ise onun yan tarafına verilen addır. Er-nebe, revse ve arteroenin
burnun yan tarafı olduğu da söylenmiştir. Malik, Şafiî ve Kûfelilerle onlara
tabi olan fukahanın kabul ettikleri görüşe göre, eğer koklama eksilir veya
tamamen giderse, bunda bilirkişi takdirine gidilir.
[274]
Yüce Allah'ın:
"Kulağa kulak" buyruğu ile ilgili olarak ilim adamlarımız (Allah'ın
rahmeti üzerlerine olsun), bir adamın iki kulağını kesen kimse hakkında,
bilirkişi takdirine gidileceğini söylemişlerdir.
Tam diyet ödenmesi
ise, işitmenin gitmesi halinde sözkonusudur İşitmenin eksilmesi halinde ise,
tıpkı görmede yapılan mukayese gibi burada da yapılır.
İşitmenin iki kulaktan
birisinde iptal edilmesi halinde yanm diyet ödenir. İsterse daha önceden
yalnızca o kulakla işiten olsun. Bu ise, daha önceden de geçtiği üzere
çıkartılması halinde tam diyet gerektiren ve gören tek göz ile ilgili hükümden
farklıdır.
Eşheb de der ki: Eğer
işitme ile ilgili olarak iki kulaktan birisi, ikisinin de işittiği kadar
işitiyor ise, bana göre gören tek göz gibidir. Şayet bu hususta şüpheye
düşülürse, değişik yerlerden ona seslenilmek suretiyle denenir ve bu husus
tesbit edilir. Eğer değişik yerlerden seslenmeleri işitmesi, eşit veya
birbirine yakın ise, işitmesinden giden miktar kadar ona diyetten hesab edilip
verilir ve bu hususta ona yemin de verdirilir.
Yine Eşheb der ki: Bu
hesaplama onun ayarındaki adamların ortalama işitmesine göre hesap edilir.
Eğer denenmekle birlikte yaptığı açıklamalar farklı olursa, o zaman ona bir
şey verilmez. İsa b. Dinar ise der ki: Eğer bu konuda söyledikleri birbirini
tutmazsa, yemini ile birlikte ona (işitmesinden giden miktarına tekabül eden)
diyetin asgarisi verilir.
[275]
Yüce Allah'ın:
"Dişe diş" buyruğu ile ilgili olarak İbnü'l-Münzir der ki:
Ra-sulullah (sav)'dan diş dolayısıyla kısas uyguladığı ve: "Allah'ın farz
yazdığı şey kısastır"[276]
dediği sabittir. Yine hadis-i şerifte Rasulullah (sav)'ın şöyle buyurduğu
rivayet edilmektedir: "Dişte de beş deve vardır."[277]
İbnü'l-Münzir der ki: Biz de bu hadisin zahirini kabul ediyoruz. Buna göre, ön
kesici dişlerin, köpek dişleri, öğütücü dişler ve diğer yan kesici dişler
üzerine herhangi bir üstünlüğü yoktur. Çünkü hepsi de hadisin zahirine
girmektedir. İlim ehlinin büyük çoğunluğu da bu görüştedir. Hadisin zahiri
gereği görüş belirtip, dişler arasında herhangi bir ayrım gözetmeyenler
arasında Urve b. ez-Zübeyr, Tavus, ez-Zührî, Katade, Malik, es-Sevrî, Şafiî,
Ahmed, İshâk, en-Nu'man ve İbnü'l-Hasan da vardır. Bu görüş aynı şekilde Ali b.
Ebi Talib, İbn Abbas ve Muaviye'den de rivayet edilmiştir.
Bu hususta ikinci bir
görüş daha vardır ki, biz bunu Ömer b. el-Hattab'dan rivayet etmekteyiz. Ömer b.
el-Hattab, ağzın ön tarafındaki dişleri için beşer "fariza" tesbit
etmiştir ki bu, toplam olarak her bir "fariza" on dinar kıymetinde
olduğundan dolayı elli dinar eder. Öğütücü dişlerin her birisi için de bir deve
verilmesini hükmetmiştir. Ata şöyle derdi: Ön kesici dişlerden köpek
dişlerinin yanında olan dişlerin her birisi ile köpek dişlerinin her birisi
için beşer deve, geri kalanların her birisi için de ikişer deve vardır. Üst çenedeki
dişler ile alt çenedeki dişler arasında bir fark yoktur. Öğütücü dişler de
aynıdır.
Ebu Ömer der ki:
Malik'in Muvatta'ında Yahya b. Said'den, o, Said b. el-Müseyyeb'den naklettiği,
Hz. Ömer'in öğütücü dişlerde birer deve diyet hükmettiğine dair naklettiği
rivayete gelince,
[278]
bunun anlamı şudur: Öğütücü dişler yirmi tanedir. Geri kalan dişler ise on iki
tanedir. Bunlardan dört tanesi en ortadaki kesici dişler, diğer dördü ise
onların yan tarafında ve köpek dişlerinin yanında bulunan diğer dişler ile,
dört tanesi de köpek dişidir. Hz. Ömer'in görüşüne göre, böylelikle diyet,
seksen deveyi bulmaktadır. Öğütücü dişlerin herbirisinde birer deve,
diğerlerinde ise beşer deve.
Muaviye'nin görüşüne
göre ise, öğütücü dişler ile diğer dişlerin her birisi için beşer deve diyet
vardır.[279] Bu durumda da diyet
yüzaltmış deve olur.
Said b. el-Müseyyeb'in
görüşüne göre ise, öğütücü dişlerde ikişer deve verilir. Öğütücü dişler ise
yirmi tanedir. Hepsi için kırk deve verilmesi gerekir. Diğer dişlerin herbiri
için beşer deve verilmelidir. Bunlar da altmış deve ed-T er. Böylelikle yüz deve
olur. İşte bu da deve türünden tam bir diyet eder. Aralarındaki görüş
ayrılıkları ise, öğütücü dişlerdedir. Diğer dişlerde değil.
Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) der ki: Sahabe ve tabiinin ilim adamlarının dişlere dair
diyetteki görüş ayrılıkları ve bunlardan birini diğerinden üstün tutmaları
oldukça çoktur. Malik, Ebu Hanife ve es-Sevrî gibi fukahanın kabul ettiği
görüşün delili ise, Rasulullah (sav)'ın: "Her bir dişte beş deve
vardır" buyruğudur. Buyruğun zahiri onların lehine delil teşkil
etmektedir. Öğütücü diş de dişlerden bir diştir.
İbn Abbas da
Rasulullah (sav)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Parmaklar
birbirine eşittir. Dişler de birbirine eşittir. Kesici diş ile öğütücü diş
birbirine eşittir, bu da buna eşittir". Bu ise açık bir nasstır ve bunu
Ebu Dâvud rivayet etmiştir.[280]
Yine Ebu Dâvud îbn Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rasulullah
(sav) ellerin ve ayakların parmaklarını eşit olarak değerlendirmiştir.
[281]
Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) der ki: İslam aleminin çeşitli bölgelerindeki fu-kaha topluluğu
ile ilim ehlinin büyük çoğunluğu bu eserlerin ifade ettiği görüşe bağlı
kalarak bütün parmaklann diyet hususunda birbirlerine eşit olduklarını,
dişlerin de diyet hususunda birbirlerine eşit olduklarını, ön dişler ile
öğütücü dişlerle köpek dişleri arasında fark olmadığını, bunlardan birinin ötekine
üstün tutulmayacağını belirtmişlerdir. Amr b. Hazm'ın Kitabı'nda kaydettiğine
göre bu böyledir.
es-Sevrî de Ezher b.
Muhâribden şöyle dediğini nakletmektedir: Kadı Şu-reyh'e iki kişi gelip
davalaştı. Onlardan birisi diğerinin ön kesici dişine bir darbe indirmiş,
diğeri de onun öğütücü dişine isabet ettirmişti. Şureyh dedi ki: Ön kesici diş
ve güzelliği, diğer tarafta ise öğütücü diş ve bunun faydası. Her bir diş
diğer dişe karşılıktır. Ebu Ömer der ki: Bugüne kadar her tarafta uygulama buna
göredir.
Doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır.
[282]
Dişine bir darbe vurup
karartırsa, Malik ve Leys b. Sa1dJın görüşüne göre tam bir diş diyeti Öder. Ebu
Hanife de bu görüştedir. Bu görüş Zeyd b. Sa-bitten de rivayet edilmiştir. Said
b. el-Müseyyeb, ez-Zührî, el-Hasen, İbn Sî-rin ve Şureyh'in de görüşü budur.
Ömer b. el-Hattab (r.a)'dan bu durumda dişin diyetinin üçtebiri verileceğini
söylediği rivayet edilmiştir. Ahmed ve İs-lıâk da bu görüştedir.
Şafiî ve Ebu Sevr der
ki; Böyle bir durumda bilirkişi takdirine gidilir.
İbnü'l-Arabî der ki:
Bana göre bu, bir noktada uzlaşması mümkün olabilen bir görüş ayrılığıdır.
Çünkü, eğer dişin kararması dişin sağladığı faydayı ortadan kaldırıp geriye
sadece çolak el ve kör göz gibi yalnızca şekli kalmış ise, diyetin gerektiği
hususunda görüş ayrılığı yoktur. Diğer taraftan eğer dişin sağladığı menfaatin
bir bölümü veya tamarry geriye kalmış ise, ancak menfaatin eksilen miktarı kadar
ve bilir kişi takdiri ile tesbit edilecek bir dişin diyetinin bir bölümünün
verilmesi gerekir. Ömer (r.a)'dan rivayet edilen diyetin üçte birinin
verileceğine dair rivayet ise, ne senet bakımından, ne de fıkhî açıdan ondan
sahih olarak gelmiş değildir.
[283]
Dökülmeden önce,
küçüğün süt dişlerinin hükmü hususunda farklı görüşler vardır. Malik, Şafiî ve
rey ashabı şöyle derler: Küçüğün süt dişi sökülür daha sonra onun yerine dişi
gelirse o dişi şokene birşey düşmez, Şu kadar var ki, Malik ile Şafiî şöyle
demişlerdir: Eğer o dişin yanındaki diğer dişten daha kısa çıkacak olur iset
eksikliği miktarınca onun için diyet alınır.
Bîr başka kesim ise
şöyle demektedir: Bu durumda bilirkişi takdirine gidilir. Bu görüş eş-Şa'bîden
de rivayet edildiği gibi, en-Nu'man (Ebu Hanife) da bu görüştedir.
Îbnü'l-Münzir der ki: Bu konuda bilgi sahibi olan kimselerin artık bu diş bir
daha gelmeyecektir diyecekleri vakte kadar beklenir. Durum böyle olursa, o
takdirde hadisin zahirine binaen o dişin tam diyeti ödenir. Daha sonra o diş
bitecek olursa, alınmış olan diyet geri ödenir. İlim ehlinden kendilerinden
görüş bellenilen kimselerin çoğunluğu ise şöyle der; Bunun için bir sene
beklenilir. Bu görüş, Ali, Zeyd, Ömer b. Abdulaziz, Şureyh, en-Nehaî, Katade,
Malik ve rey sahiplerinden rivayet edilmiştir. Şafiî ise bu hususta belli bir
süre tesbit etmiş değildir.
[284]
Büyüğün dişi sökülüp
diyetini aldıktan sonra o dişinin yerine diş gelecek olursa, Malik aldığını
geri vermez demektedir.
Küfe alimleri İse,
yerine başka bir diş gelecek olursa aldığını geri Öder, derler. Şafiî'nin ise,
geri öder ve ödemez şeklinde iki görüşü vardır, Çünkü bu adeten görülen bir şey
değildir Nadiren görülen şeyler için ise hüküm tes-bit edilemez. Bu, bizim ilim
adamlarımızın da görüşüdür. Kûfeliler ise şunu delil gösterirler: Sökülen dişin
yerini tutacak bir başka diş gelmiştir, o bakımdan aldığı diyeti geri
ödemelidir. Bu konudaki görüşlerinin asıl dayanağı ise, küçüğün dişi ile ilgili
meseledir.
Şafû der ki: O diş,
sağlıklı bir şekilde eskisinin yerine çıktıktan sonra, bir kişi ona karşı bir
cinayet İşleyecek olursa, o dişe mukabil tam bir diş diyeti ödenir.
İbnü'l-Münzir der ki: Bu, iki görüşün daha sahih olanıdır. Çünkü, mütecavizlerin
her birisi başlı başına bir diş sokmuştur. Peygamber (sav) da her bir diş için
beş deve diyet tesbit etmiştir.
[285]
Bir kişi bir diğerinin
dişini sökse, dişi sökülen de hemen onu yerine koyup diş yerine kaynayacak
olsa, bize göre herhangi bir şey ödemek gerekmez.
Şafiî ise der ki;
Necis olduğundan dolayı, sökülen dişini geriye iade edemez. İbnül-Müseyyeb ve
Ata da böyle demiştir Şayet dişini yerine iade edecek olursa, o dişi meyte
hükmünde olduğundan dolayı bu şekilde kıldığı her bir namazı İade etmelidir.
Aynı şekilde kulağı da
kesilecek ve henüz kanı sıcakken yerine koyup, kulağı yerine yapışacak olursa,
yine aynı hüküm sözkonusudur. Ata der ki: Bu durumda sultan (devlet yöneticisi
veya yetkili otorite) onu yerinden sökmeye mecbur eder Çünkü o, yerine
yapıştkrdığı bir mevtedir.
İbnü'l-Arabî der ki:
Bu bir yanlışlıktır. Çünkü bu görüşü ileri süren kişi, bunu geri çevirmenin ve
o organın eski haline gelmesinin, (necaset) hükmünün de geri dönmesini
gerektirdiğini farkedememiş, bilememiştir. Zira bu organda necaset, yerinden
ayrıldığından dolayı sözkonusudur. Fakat bilahare eski yerine bitişmiştir
Şeriatin hükümleri ise, aynî şeylerin nitelikleri değildir. Şeriatin
hükümleri, o hususta yüce Allah'ın söylediklerine ve bu konuda verdiği
haberlere göre ortaya çıkar.
Derim ki:
İbnü'l-Arabînin Ata'dan naklettiği ile, Îbnü'l-Münzir'in ondan naklettiği
arasında farklılık vardır. Îbnü'l-Münzir der ki: Kısas olmak üzere sökülen bîr
diş, daha sonra eski yerine döndürülüp bu diş yerine kaynayacak olursa, hükmün
ne olacağı hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler. Ata
el-Horasanî ile Ata b. Ebi Rabah bunda bir mahzur yoktur derken, es-Sevrî,
Ahmed ve İshâk bu diş bir daha sökülür, demişlerdir. Çünkü kısas, bu hususta
kişiyi te'dip içindir. Şafiî de der ki: Necis olduğundan dolayı onu eski haline
geri çevîremez. Çevirecek olursa, sultan onu yerinden sökmeye mecbur eder.
[286]
Fazla digi olan
birisinin o dişi sökülecek olursa, bunun diyetini bilirkişi takdir eder. İslam
aleminin çeşitli bölgelerindeki fükahâlan da bu görüştedir. Zeyd b. Sabit ise,
bir dişin üçtebir diyeti verilir, demektedir. İbnü'l-Arabi der kir Bu konuda
diyet miktarım tesbit etmek için herhangi bir delil yoktur. O bakımdan
bilirkişi takdirine gitmek daha adaletlidir. İbnü'I-Münzir de der ki: Zeyd b.
Sabit'ten gelen rivayet sahih değildir. Ali (r.a)'dan ise şöyle dediği rivayet
edilmiştir: Bir kısmı kınlan diş için, kıran kimse dişi kırılana o dişten
eksilen miktara göre diyet verir.
Bur Malik, Şafiî ve
diğerlerinin de görüşüdür.
Derim ki: Yüce
Allah'ın, âyet-i kerimenin nassı ile zikretmiş olduğu organlar burada sona.
ermektedir. Ayet-i kerimede dudaklar ve dil zikredilmemiştir ki bunlar da
sonraki başlıkların konusudur.
[287]
Cumhur der ki:
Duduklarda tam bîr diyet vardır. Her bir dudak için , yarım diyet verilir. Üst
dudağın alt dudağa üstünlüğü yoktur.
Zeyd b. Sabit, Said b,
el-Müseyyeb ve ez-Zührî'den şöyle dedikleri rivayet edilmiştin Üst dudak
karşılığında üçtebir diyet, alt dudak karşılığında ise, üç-teiki diyet verilir.
İbnü'l-Mün2ir der ki: Ben de birinci görüşteyim. Çünkü, Ra-sulullah (sav)'dan
gelen merfu' hadiste O: "İki dudakta da bir diyet vardır"[288]
diye buyurmuştur. Diğer taraftan iki elde de -sağladıkları faydalar farklı olsa
dahi- bir diyet vardır. İki dudaktan kesilen miktar ise, bütüne oranına göre
hesap edilir.
Dil ile ilgili olarak
da Peygamber (sav)'dan: "Dilde de diyet vardır"[289] hadisi
varid olmuştur. Medineli ve Kûfeli ilim ehli ile hadis ashabı ve rey ashabı
dajcma ile bu görüştedirler. Bunu da İbnü'l-Münzir ifade etmiştir.
[290]
Bir kimse, bir
başkasının dilinin bir parçasını kesecek ve konuşma yeteneğinin bir bölümü
gidecek olursa, hükmün ne olduğu hususunda farklı görüşler vardır. İlim
ehlinin çoğunluğu şöyle demiştir: (Arapçadaki) yirmi-sekiz harften kaçını
konuşamadığına bakılır. Onun konuşma imkânının gittiği miktarda diyet verir.
Şayet tamamiyle konuşamayacak İıaİe gelirse, tam bir diyet öder. Buf Malik,
Şafiî, Ahmed, İsi ki k ve rey ashabının da görüşüdür. Malik der ki: Tam bir
kısas mümkün olamadığından dolayı dilde kısas yoktur. Eğer kısas mümkün ise,
kısas uygulamak asıl olandır.
[291]
Konuşamayan lâl
kimsenin dilinin kesilmesi hususunda fukahânın farklı görüşleri vardır. Şa'bî,
Malik, Medineli alimler, Sevrî, Iraklılar, Şafiî, Ebu Sevr, Nu'man (Ebu Hanife)
ve iki arkadaşı bu durumda bilirkişi takdirine gidilir, derler.
İbnü'l-Münzir der ki:
Bu hususta şaz iki görüş de vardır. Birisi Nehaînin görüşüdür bu durumda tam
bir diyet ödenir derken, diğeri Katade'nin görüşüdür. Bu görüşe göre ise
diyetin üçtebiri verilir.
İbnü'l-Münzir der ki:
Birinci görüş daha sahihtir, çünkü bu konuda söylenenlerin asgarisi odur.
İbnü'l-Arabî der ki: Şanı yüce Allah, temel azalan nass ile zekrettikten sonra,
diğerlerini de bunlara kıyas yapılsın diye zikret-memiştif: Buna göre, kısasın
sözkonusu olduğu herbir organda eğer kısas uygulama imkânı var ve burîdan dolayı
da kişinin öleceğinden korkulmuyor ise, kısas uygulanır. Sağladığı menfaat
tamamiyle ortadan kalkıp geriye sadece şekli kalan her bir organda ise, kısas
yoktur. Bunda kısasa imkân bulunmadığından dolayı diyet ödenir.
[292]
Yüce Allah'ın:
"Yaı-alar da birbirine kısastır." yani, birbiriyle takas edilir
dernektir. Buna dair açıklamalar el-Bakara sûresinde (2/178. âyetin tefsirinde)
geçmiş bulunmaktadır.
Daha ileri boyutlara
varmasından korkulan yaralar ile kısası uygulayacak olanın hata etmeksizin
yahut daha fazlasına götürmeksizin ya da eksik yapmaksızın uygulaması mümkün
olmayacak şeylerde de kısas sözkonusu olmaz. Kısas uygulamanın mümkün olduğu
kasti yaralamalarda ise kısas yapılır. Bütün bunlar, yaralamaların kasti
olması halinde böyledir. Hata ile olması halinde ise diyet sözkonusudur. Hata
ile öldürmede diyet sözkonusu olduğu gibi, yaralamalarda da diyet
sözkonusudur.
Müslim'in Sahih'inde,
Enes'den rivayete göre, er-Rubeyy"ın kız kardeşi -Um Harise- birisini
yaralamıştı. Bunun üzerine Peygamber (sav)'ın huzurunda davalaştılar.
Rasulullah (sav): "Kısas, kısas" diye buyurdu. Um er-Rubeyy: Ey
Allah'ın Rasulü dedi, filana kısas mı uygulanacak? Allah'a yemin ederim ki, ona
kısas uygulanmayacaktır. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle bu-yurdu:
"Allah, Allah. Ey Um er-Rubeyy kısas Allah'ın Kitabı (farz kıldığı hüküm)
dır." Um er-Rubeyy hayır, Allah'a yemin ederim ebediyyen ona kısas
uygulanmayacaktır, dedi. Hak sahipleri diyeti kabul edinceye kadar o da böylece
ısrar edip durdu. Bunun üzerine Rasulullah (sav) şöyle buyurdu: "Allah'ın
kulları arasında öyleleri vardır ki, Allah adına yemin edecek olsa, mutlaka Allah
da onun yeminini gerçekleştirir."[293]
Derim ki: Bu hadiste
sözü edilen, yaralanan kişi bir cariye idi. Yarası ise ön dişinin kırılması
şeklinde idi. Bunu, Nesaî yine Enes'ten şöylece rivayet etmiştir: Enes'in anası
bir cariyenin dişini kırmıştı. Allah'ın Peygamberi (sav) kısas yapılacağı
hükmünü verdi. Kardeşi Enes b. en-Nadr ise: Filanın ön dişini mi kıracaksın?
Hayır, seni hak ile gönderene yemin ederim onun dişi kırılmayacaktır, dedi.
Bundan önce ise, yakınlarından af edip diyet almalarını istemişlerdi. Kardeşi
olan Enes'in amcası, -ki bu, Uhud günü şehid düşmüştü- yemin edince, onlar da
affetmeye razı oldular. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu:
"Şüphesiz Allah'ın kullan arasında öyleleri vardır ki, Allah adına yemin
edecek olsa, Allah onun yeminini yerine getirir. "[294]
Bunu Ebu Dâvud da rivayet etmiştir. Ebu Dâvud devamla der ki: "Ben, Ahmed
b. Hanbel'e diş dolayısıyla nasıl kısas uygulanır diye sorulurken, Onun da:
"Törpülenmesi suretiyle diye cevap verdiğini dinledim."
[295]
Derim ki: Her iki
hadis arasında her hangi bir çelişki yoktur. Çünkü, onların her birisinin ayrı
ayrı yemin etmiş olmaları, Allah'ın da bu yeminlerini gerçekleştirmiş olması
muhtemeldir. Bu olayda, ileride yüce Allah'ın izniyle, Hızır (a.s) kıssasında
açıklanacağı üzere (el-Kehf, 18/66. âyet ve devamının tefsirinde) evliyanın
kerametine de delalet vardır. Yüce Allah'tan onlann kerametlerine iman etmek
üzere bize sebat vermesini ve herhangi bir mihnet ve fitneye maruz
bırakmaksızın, bizleri de onlann arasına katmasını dileriz.
[296]
İlim adamları, yüce
Allah'ın: "Dişe diş" buyruğunda sözü geçen kısasın kasti hallerde
sözkonusu olacağını icma ile kabul etmişlerdir. Bir kişi, bir diğerinin dişini
kasti olarak kıracak olursa, Enesin hadisine göre ona kısas uygulanır.
Fakat, ilim adamları,
vücuddaki diğer kemiklerin kasti olarak kırılması ha-İinde farklı görüşlere
sahiptirler. Malik der ki: Uyluk kemiği, omurga, me'rau-me, münakkıle ve hâşime
(tanımlan biraz sonra gelecektir) gibi daha ileri derecelere ulaşacağından
korkulanlar dışında, bedendeki bütün kemiklerde kısas uygulanır. Ancak
tehlikeli olan bu gibi hallerde diyet sözkonusudur.
Küfe alimleri ise
derler ki: Diş dışında kırılan hiçbir kemikte kısas sözko-nusu olmaz. Çünkü
yüce Allah: "Dişe diş" diye buyurmuştur. Bu aynı zamanda el-Leys ve
Şafiî'nin de görüşüdür. Şafiî der ki: Hiçbir zaman bir kırık bir diğer kırık
gibi olamaz. O halde kemiklerde kısas yasaktır.
Tahavî der ki: Baş
kemiğinin kırılmasında kısas olmayacağı hususunu fa-kihler ittifakla kabul
etmişlerdir. Diğer kemiklerde de durum böyledir.
Malik'in lehine delil
ise, Enes yoluyla rivayet edilen dişte kısasa dair ha-dis-i şeriftir Diş de bir
kemiktir. O halde, ölüm ile neticelenir korkusuyla kısas uygulanması mümkün
olmayacağı icma ile kafîul edilmiş bir kemik olması dışında sair bütün
kemikler de böyledir.
İbnü'İ-Münzir der ki:
Hiçbir kemikte kısas uygulanmaz diyen kimse, ha-dis-i şerife muhalefet
etmektedir. Haberin varlığına rağmen, onu bırakıp kıyasa başvurmak ise caiz
değildir.
Derim ki: Yine yüce
Allah'ın: "Artık size kim saldırırsa, siz de tıpkı onların size
saldırdıkları gibi karşılık verin" (el-Bakara, 2/124); "Şayet bir ceza
ile karşılık verecek olursanız, ancak size yapılan saldırının benzeri ile
karşılık verin" (en-Nahl, 16/126) buyrukları da buna delalet etmektedir.
Fu-kahanın icma ile kısas uygulanamayacağını söyledikleri bu âyetin kapsamına
girmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ve başarı da Allah'tandır.
[297]
Peygamber (savVın
mûdiha ile, onun dışında kalan baş ve yüzdeki diğer yaralamalar (şicâç)Je dair
hadisi hakkında Ebu Ubeyd şöyle demektedir: el-Esmaî ve başkaları der ki:
{Dilcilerin) bu husustaki açıklamaları birbirine karışmıştır. Şicâc (baş ve
yündeki) yaralamaların birincisi, hârisa diye bilinir. Bu ise, deride az
miktarda açılan yaraya denilir. İşte elbiseyi ağartan kimse, kumaşı yardığı
zaman denmesi buradan gelmektedir. Bu tür yaralamaya el-Harsa da denilir.
"Bundan sonra
badia gelir. Bu da deriyi yardıktan sonra eti de yaralayan yaranın adıdır
Arkasından, mütelâhime
gelir. Bu da deriyi yaralamakla birlikte, et ile kemik arasındaki simhak diye
bilinen ince zara kadar ulaşmayan yaradır, el-Vakidî der ki: Bu yaralamaya biz
miltâ demekteyiz. Başkası ise bu, miltât diye bilinen yaralamadır, demektedir.
İşte hadis-i şerifte hakkında: "MiJtâtda ise kanına göre hüküm verilir
(kan akıtıldığı andaki haline göre takdire gidilir[298]"
denilen yaralamada da bu kastedilmektedir
Bundan sonra
Mûdiha gelmektedir. Bu ise, kemiğin
beyazlığı gö-rününceye kadar kemik üzerindeki ince zan sıyıran veya yaran
yaralama şeklîdir. İşte buna Mûdiha denilir, Ebu Ubeyd der ki: Baş ve yüzdeki
yaralamalar arasında özel olarak mûdiha dışında hiçbirisinde kısas sözkonusu
değildir, Çünkü, bunun dışında ulaşılabilecek, sınırı belli bir yaralama
sözkonusu değildir. Bu mûdiha dışında kalan baş ve yüzdeki diğer yaralamalarda
diyetleri neyse o verilir.
Bundan sonra kâşime
gelir. Bu ise, kemiğin kırılmasına yol açanyaralamadır.
Bundan sonra,
münakkıle gelir. El-Cevherî bunu "kaf harfinin es-relisi ile nakletmiştik
Bu da kemiği yerinden çıkartmaya neden olan yaralamadır.
Bundan sonra,âmme
gelir. Buna, me'mume de denilmektedir. Bu ise, beyine kadar ulaşan yaralamadır.
Ebu Ubeyd der ki: "Mil-tât'da da kanına göre verilir" hadisi hakkında
şöyle denilmektedir: Kişi böyle bir yara açacak olursa, o yara açanın
aleyhine, yaralanan kimsenin lehine yaraladığı anda, derhal o yaranın diyetini
ödemesi hükmü verilir ve bu hususta erteleme yapılmaz. Yine (Ebu Ubeyd) der ki:
Bize göre, baş ve yüzdeki diğer yaralamalarda işin nereye varılacağı
görülünceye kadar beklenir. İşin varacağı yer ortaya çıktıktan sonra, o vakit o
yara hakkında hüküm verilir. Ebu Ubeyd der ki: Bize göre yüz ve baştaki bütün
yaralamalar ile bedendeki sair yaralamalarda da beklenir: Bize Huşeym,
Husayn'dan naklederek dedi ki: Ömer b. Abdulaziz dedi ki: (Kemiğe kadar ulaşan
yaralama olan) Mûdiha'dan aşağısında ki yaralamalar bir takım çiziklerden
ibarettir, bunlar karşılığında sulh sözkonusudur
Hasan-ı Basrî der ki:
Mûdiha'dan aşağısındaki yaralamalarda kısas sözkonusu olmaz. Malik de der ki:
Zan ortaya çıkartan mûdiha ile dâ-miye,
bâdia ve buna benzer yaralamaların aşağısındakilerde kısas uygulanır. Kûfeliler
de böyle demişler ve bunlar buna ayrıca simhâk (kemik üstündeki zara kadar
ulaşan yaralama) da eklemişlerdir. Bunu İbnü'l-Münzir nakletmektedir.
Ebu Ubeyd der ki:
Dâmiye kan akmaksızın kanatan yaralamadır.
Dâmia ise, böyle bir
yaradan kanın akması halinde verilen isimdir. Mûdiha'dan aşağisındaki
yaralamalarda kısas yoktur.
eİ-Cevherî ise der ki:
Dâmiye, kanatan fakat kam akmayan baş ve yüzdeki yaralamadır.
Bizim (Maliki mezhebi)
alimlerimiz der ki: Dâmiye, kanın aktığı yaradır.
Mûdiha'dan derin
yaralamalarda da kısas sözkonusu değildir. Kemiği kıran (hâşime) ile munakkile
(kemiği yerinden ayıran) -özel olarak bundaki görül ayrılığı ile birlikte- ve
beyine kadar ulaşan yara olan âmme ile beyin zarını da yararak beyine kadar
ulasan dâmiğada kısas sözkonusu değildir.
Bedendeki hâşimelerde
ise kısas vardır. Ancak baldır ve buna benzer daha tehlikeli sonuçlara
ulaşacağından korkulan kemik kırmalar müstesnadır. Baştaki haşime ile ilgili
olarak İbnü'i-Kasım der ki: Bunda kısas sözkonusu olmaz. Çünkü bunun, hâşimeden
çıkıp munâkkıle'ye kadar ulaşması kaçınılmaz bir şeydir, Eşheb ise der ki:
Hâşimede kısas uygulanır. Ancak bu hâşime munakkile derecesine ulaşacak olursa
onda kısas uygulanmaz.
Azalara gelince, ölüm
tehlikesinden korkulanlar dışında bütün eklemlerde kısas uygulanır. Burnun
yumuşak bölümü, kulaklar, erkeklik organı, gözkapaklan ve dudaklar da eklem
hükmündedir. Çünkü bunlar, belli bir şekilde ölçülüp takdir edilebilirler.
Dil hususunda ise iki
rivayet vardır
Kemiklerin
kırılmasında kısas sözkonusudur Ancak, göğüs, boyun, omurga, uyluk ve buna
benzer insanı ölüme kadar götürebilecek olanları müstesnadır. Pazu kemiğinin
kırılmasında da kısas vardır. Ebu Bekr b. Muhammed b. Amr b. Hazm, bir
başkasının uyluğunu kıran kimseye7 yine uyluğunun kı-nlması hükmünü vermiş;
Abdulaziz b. Abdullah b. Halid b. Esid de Mekke'de bunu uygulamıştır. Ömer b.
Abdulaziz'den de böyle bir uygulama yaptığı rivayet edilmiştir. Daha önce
naklettiğimiz gibi Malik'in görüşü budur ve şöyle demiştir: Bu, onlar
tarafından tema ile kabul edilmiştir; bizim beldemizde bir kişiye bir darbe
vurunca, diğeri eliyle kendisini ondan korumak isterken, elini kırarsa, ona
kısas uygulanması şekHndedir.
[299]
ilim adamları der ki:
Şicâc, baştaki yaralamalar hakkında, cirâh da vücudun sair bölgelerindeki
yaralamalar hakkında kullanılan tabirlerdir.
İbnü'l-Münzir'in
naklettiğine göre, ilim adamları mûdihadan aşağıdaki baş yar alama lannda erş
(yaralama diyeti") olduğunu icma ile kabul etmekle birlikte bu diyetin
miktan hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Mûdihadan aşağıdaki yaralamalar
ise beş tane olup, bunlar; dârniye, dâmia, bâdia, mü-telahime ve simhâk diye
bilinir. CMütelâhime, badiadan dalıa çok derine varan fakat kemiğe de
yaklaşmayan yaralamanın adıdır.)
Malik, Şafiî, Ahmed,
îshâk ve rey sahipleri, dâmiye, bâdia ve müteîahime hakkında da bilirkişi
takdiri sözkonusudur derler.
Abdurrezzak ise Zeyd
b. Sabit'ten şöyle dediğini nakletmektedir; Damiye'de bir deve, bâdiada iki
deve, mütelahimede de üç deve verilir. Sirnhâkta; dört deve, mûdilıada beş
deve, hâşimede on deve, münakkılede onheş deve vardır. Me'mûmede tam diyetin
üçtebiri verilir. Bir kimseye aklım kaybedecek kadar vuran kişi, tam bir diyet
ödeyeceği gibi, bir kimseye vurduğu darbe ile sesinin burnundan çıkmasına ve
sözünün anlaşılma ması na sebep teşkil eden de tam bir diyet öder. Ya da sesi
kısılıp, söylediği söz anlaşılmayacak hale gelirse, yine tam diyet ödemesi
sözkonusudur. Göz kapağında diyetin dörttebiri vardır Memenin ucunda da tam
diyetin dörttebiri vardır,
İbnül-Münzir der ki:
Ali (r.a)'dan, simhak hakkında Zeyd'in dediği gibi bir görüş nakledilmiştir.
Hz. Ömer ile Hz. Osman'dan da şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: Simhâkda
mûdiha diyetinin yarısı verilir, Hasan-ı Basrî, Ömer b. Abdulaziz ve Nehaî ise,
simhak'da bilirkişi takdirine gidilir, derler. Malik, Şafiî ve Ahmed de böyle
demiştir. İlim adamları mûdihada Anır b. Hazm'ın rivayet ettiği hadiste
belirtildiği üzere beş deve verileceği hususunda ihtilâf etmemişlerdir. Çünkü
o hadiste Mûdihada da beş deve vardır, denilmektedir.[300]
Yine ilim ehli îcma ile mûdiha'mn başta da yüzde de olabileceğini kabul etmişlerdir
Ancak, yüzdeki mûdihanın baştaki mûdihadan daha üstün olup olmadığı hususunda
farklı görüşlere sahiptirler. Ebu Bekr ve Ömer'den ikisinin de eşit olduğuna
dair görüş rivayet edilmiştir. Tabiinden bir topluluk da onların görüşlerini
kabul ettiği gibi, Şafiî ve İshak da bu görüştedir.
Said b.
el-Müseyyeb'den ise yüzdeki mûdihanın diyetini, baştaki mûdihanın iki katı
kabul ettiğine dair rivayet gelmiştir. Ahmed de der ki: Yüzdeki mûdihanın
diyetinin artırılması daha uygundur.
Malik der ki: Me'mûme,
mûnakkıle ve mûdiha ancak baş ve yüzde olur. Me'mûme ise, yara beyine ulaşacak
olursa, yalnızca başta sözkonusu olur. Yine Malik der ki: Mûdiha, kafa tasında
olur. Ondan aşağısındaki yaralar ise boyun bölgesinde olur ve bunlarda mûdiha
yarası sözkonusu değildir. Yine Malik der ki: Burun baştan sayılmaz. Burunda
da mûdiha sözkonusu değildir. Alt çenede de aynı şekilde mûdiha olmaz.
İlim adamları, bag ve
yüzün dışında mûdilıa hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Eşheb ve
İbnül-Kasım der ki: Bedendeki mûdiha, munakkıle ve me'mûme'de, içtihad ile
diyet takdirinden başka bir yol yoktur. Bu yaralar hakkında bilinen bir diyet
(erş) sözkonusu değildir.
İbnü'l-Munzir der ki:
Malik, Sevrî, Şafiî, Ahmed ve İshâk'ıiı görüşü budur. Biz de böyle diyoruz. Ata
el-Horasânrden rivayet edildiğine göre mûdiha insanın bedeninde olursa,
yirmibeş dinar cezası vardır.
Ebu Ömer (b.
Abdi'1-Berr) der ki: Malik, Şafiî ve arkadaşları, bir kişiye iki me'mûme yahut
iki mûdiha veya üç me'mûme, yada üç mûdiha yahut bundan da fazla miktarda
yarayı tek bir darbede açacak olursa, bütün bunlarda -isterse bunlar genişleyip
tek bir yara haline gelsinler- tam bir diyet vardır. Hâşime için, bize göre
diyet sözkonusu değildir, bilirkişi takdirine gidilir.
îbnü'I-Münzir der ki:
Ben, Medinelilerin kitaplarında hâşimeden söz edildiğini tesbît edemedim.
Bunun yerine Malik, bir kişinin burnunu kıran bir kimse hakkında, eğer bu hata
yoluyla olmuşsa içtihad ile takdire gidileceğini söylemiştir. Hasan-ı Basrî
ise, hâşime hususunda herhangi bir miktar takdir etmezdi. Ebu Sevr de der ki:
Eğer bu hususta ihtilâfa düşülecek olursa, hâşimenin cezası bilirkişi
tarafından takdir edilir. İbnü'l-Münzir der ki: Kıyas da buna delalet
etmektedir. Zira bu hususta ne sünnet vardır, ne de icma. Kadı Ebu'l-Velid
el-Bâcî der ki: Hatimenin cezası, mûdihanın cezası gibidir Eğer hâşime,
münakkıleye dönüşecek olursa onbeş deve, şayet me'mûme olursa bu sefer tam bir
diyetin üçtebiri verilir. İbnü'l-Münzir der ki: îlim ehlinden karşılaştıklarımızın
ve kendisinden bize bilgi ulaşanların çoğunun hâşimede on deve takdir
ettiklerini tesbit ettik. Biz bu görüşü, Zeyd b. Sabit'ten de rivayet ettik.
Katade, Ubeydullah b. el-Hasen ve Şafiî de bu görüştedir. Sevrî ve rey
sahipleri ise; Hâşimede bin dirhem vardır demektedirler. Bundan kasıtları İse
tam bir diyetin ondabiridir.
Münakkıleye gelince,
İbnü'l-Münzir der ki; Peygamber (say)'dan gelen hadiste şöyle dediği rivayet
edilmektedir: "Munakkılede onbeş deve vardır.[301]
İlim ehli de bunu icma ile kabul etmiştir.
Îbnül-Münzir der ki:
İlim ehli arasından kendisinden ilim bellenen herkes, munattkılenin, kemiği
yerinden oynatan yara olduğunu ifade etmişlerdir. Malik, Şafîîi, Ahmed ve rey
ashabı -bu, aynı zamanda Katade ve İbn Şub-rume'nin de görüşüdür- munakkılede
kısas yoktur, demişlerdir ez-Zübeyr'den ise -ki ondan sabit olmamıştır-
munakkılede kısas uyguladığını rivayet etmiş bulunuyoruz. İbnü'l-Münzir der kî:
Fakat birinci görüş daha uygundur. Zira ben, bu hususta muhalefet eden bir
kimse olduğunu bilmiyorum.
Me'mûmeye gelince,
Îbnü'l-Münzir der ki: Peygamber (savVdan: "Me'mumede diyetin üçtebiri
vardır"[302] dediği varid olmuştur.
İlim ehli de genel olarak bu görüşü kabul etmiştir. Bu hususta Mekhul dışında
muhalefet eden bir kimse olduğunu da bilmiyoruz. Mekhul der ki: Me'mûme kasti
olarak yapılırsa cezası tam diyetin üçteikisidir. Eğer hata yoluyla yapılırsa,
tam diyetin üçtebiridir. Bu ise şaz bir görüştür, ben birinci görüşü kabul
ediyorum.
Me'mûme dolayısıyla
kısas hususunda farklı görüşler vardır, İlim ehlinin çoğunluğu şöyle
demektedir: Bunda kısas sözkonusu olmaz. İbn ez-Zübeyr'dert ise, me'mûme
dolayısıyla kısas uyguladığı rivayet edilmiş ise de insanlar bunu tepki ile
karşılamışlardır. Ata der ki: İbn ez-Zübeyr'den önce biz, me'mûme dolayısıyla
kısas uygulayan kimse olduğunu bilmiyoruz.
Câife
[303] 'ye
gelince; Amr b. Hazm yoluyla gelen hadise binaen câifede tam diyetin üçteikisi
vardır. Eğer hata yoluyla yapılmışsa, diyetin üçtebiri vardır. Câife ise, bir
iğne girecek kadar dahi olsa vücudun kann bölgesine delerek ulaşan hertürlü
yaradır. Şayet iki taraftan oraya ulaşacak olursa, fukahaya göre bu iki tane
câife olur ve herbirisinde tam diyetin üçteikisi verilir. Eşheb der ki: Ebu
Bekr es-Sıddik (r.a) vücudun öbür yan tarafından çıkan bir câife hakkında İki
câîfe kadar diyet Ödenmesi hükmünü vermiştir. Ata, Malik, Şafiî ve rey
ashabının hepsi, câifede kısas yoktur demektedirler. İbnü'l-Münzir der ki: Biz
de böyle diyoruz.
[304]
Tokat ve benzeri
cinayetlerde kısas hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler.
Buharı, Ebu Bekir, Ali, İbnüz'-Zübeyr ve Süveyd b. Mukar-rin (r.anhum)'dan
tokat ve benzerlerinden dolayı kısas uyguladıklarını zikretmektedir.
[305]
Osman ile Halid b.
el-Veiid (r. anhuma)'dan da buna benzer rivayetlerde bulunulmuştur. Bu, aynı
zamanda Şa'bî ve ilim ehlinden bir topluluğun da görüşüdür
el-Leys der ki: Şayet
tokat göze vurulmuş ise bunda kısas yoktur. Çünkü, kısas uygulanacak olan
kimsenin gözüne bir tehlike gelmesinden korkulur. Bunun yerine sultan onu
cezalandırır. Eğer tokat yanağa vurulmuşsa bunda kısas uygulanır. Bir kesim de
tokatta kısas yoktur, demektedir. Bu görüş, el-Hasen ve Katade'den rivayet
edildiği gibi, Malikin, Kûfelilerin ve Şafiî'nin de görüşüdür. Malik bu hususta
şu sözleriyle delil getirmektedir: Zayıf ve hasta bir kimsenin vuracağı tokat,
güçlü bir kimsenin tokatı gibi değildir. Belli bîr konum ve mevkii bulunan bir
kimsenin tokatı ile siyah kölenin tokatı da bir değildir. İşte bizim tokatın
miktarı hususundaki bilgisizliğimiz dolayısıyla bütün bu gibi durumlarda
içtihada gidilir.
[306]
Kamçı darbesi
dolayısıyla kısas hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. el-Leys ve
el-Hasen kamçı ile vurana kısas uygulanır ve ayrıca yaptığı saldırganlığı
dolayısıyla ona fazlası da vurulur derler. İbnü'l-Kasım ise ona sadece kısas
uygulanır, demektedir.
Kûfeliler ile
Şafiîlere göre ise, yaralaması hali dışında ona kısas uygulanmaz. Şafiî der
ki: Eğer kamçı yaralayacak olursa, bunda bilirkişi takdirine gidilir.
İbnü'l-Münzir der ki: Kamçı, sopa veya taş ile isabet alıp ölümden daha aşağı
yaralamalar sözkonusu olursa, bu kasti bir yaralamadır ve bunda kısas
sözkonusudur. Hadis ehlinin çoğunluğu bu görüştedir.
Buharî'de iser Hz.
Ömer'in eldeki asa dolayısıyla vurulan darbeden kısas uyguladığı, Ali b. Ebi
Talib (r.a)'in da üç kamçıdan dolayı kısas uyguladığı kaydedilmektedir. Kadı
Şureyh'fn de bir kamçı ve bir kaç tırmalama İzi dolayısıyla kısas uyguladığı
belirtilmiştir.[307] İbn
Battal der ki: Peygamber (sav)"ın kendisine ilaç içiren bütün hane
halkına aynı şekilde ilaç İçirilmesİni emrettiğine dair hadisi,[308]
hertürlü acıdan dolayı -yaralama sözkonusu olmasa dahi- kısas uygulanacağını
kabul eden kimseler lehine bir delildir.
[309]
Kadınların
yaralanmalarına karşılık alınacak diyet hususunda ilim adamlarının farklı
görüşleri vardır. Muvatta'da Malik'ten, onunt Yahya b. Said'den, onun, 6aid
b.el-Müseyyeb'den rivayetine göre Said şöyle dermig: Erkeğin diyetinin
üçtebirine kadar, kadın erkekten diyet alır. Kadının parmağı, erkeğin parmağı,
dişi erkeğin dişi gibidir. Kadının mûdihası erkeğin mâdihası gibi, munakkılesi
de erkeğin munakkılesi gibidir.
[310]
İbn Bukeyr der ki:
Malik dedi ki: Eğer kadının alması gereken diyet, erkeğin diyetinin üçtebirine
ulaşacak olursa, o takdirde erkeğin hakettiği diyetin yarasını alabilir.
İbnü'l-Münzir de der ki: Biz bu görüşü, Ömer ile Zeyd b. Sabitten rivayet
ettiğimiz gibi, Said b. el-Müseyyeb, Ömer b. Abdulaziz, Urve b. ez-Zübeyr,
ez-Zührî, Katade, İbn Hurmuz, Malik, Ahmed b. Hanbel ve Abdulrnelik b.
el-Macişûn da bu şekilde görüşlerini ifade etmişlerdir.
Bir başka kesim ise
şöyle demektedir: Az olsun, çok olsun her hususta kadının diyeti erkeğin
diyetinin yansıdır. Biz bunu, Ali b, Ebi Talib'den rivayet ettik. es-Sevrf,
Şafiî, Ebu Sevr, en-Nu'man (,b. Sabit, Ebu HanifeJ ve iki arkadaşı da bu
görüştedir. Delil olarak da şunu göstermişlerdir: Çok olan tam diyet hususunda
(kadının diyetinin erkeğinkinin yansı olacağı üzerinde icm'a ettiklerine göre,
ondan az olan' miktarın da böyle olması gerekmektedir. Biz de bu görüşteyiz.
[311]
Kadı Abdulvehhab der
ki: Hiçbir şekilde menfaati bulunmayıp güzelliği bulunan her şeyde hükümet
(bilirkişi takdiri) vardır. Kaşlar, sakal, saçın gitmesi, erkeğin memesi ve
kalçaları gibi. Bilirkişinin takdiri ise şöyle yapılır: Kendisine karşı suç
işlenen kişi eğer kusursuz bir köle olsaydı ne ederdi, diye ona kıymet biçilir.
Ondan sonra cinayet sonucu meydana gelen eksik durumu Üe ona kıymet biçilir.
Kıymetinden eksilen miktar onun diyetine oranlanır, miktar ne olursa olsun o
oran ödenir.
İbnül-Münzir bunu,
kendisinden ilim bellenen ilim ehli herkesten nakletmiştir. Ve şöyle demiştir:
Bu hususta ise, işi bilen güvenilir iki kişinin sözleri kabul edilir. Hatta
adaletli tek bir kişinin sözü kabul edilir de denilmiştir. Şanı yüce Allah en
iyi bilendir.
îşte bunlar, âyet-i
kerimenin anlamının ihtiva ettiği vücud ve azalardaki yaralamalara dair
hükümlerin bir özetidir. Bu kadarı ile yetinen kimseler için bu açıklamalar
yeterlidir. Lütuf ve keremiyle hidâyete ileten Allah'tır.
[312]
Yüce Allah'ın:
"Fakat kim onu sadaka olarak bağışlarsa bu ona kef-foret ohır"
buyruğu, şart ve cevaptır. Yani, kim kısas hakkıru tasadduk edip affederse buf
bu hakkını tasadduk eden kimse için bir keffaret olur. Bunun yaralayan kimse
için keffaret olacağı ve âhirette işlediği bu cinayeti sebebiyle sorumlu
tutulmayacağı anlamına geldiği de söylenmiştir. Çünkü böyle bir af, yaralayan
kimseden hakkın alınmasının yerini tutmaktadır. Ona bu hakkı bağışlayan da
ecir alır, İbn Abbas, bu iki görücü de zikretmekle birlikte, ashabın ve
onlardan sonra gelenlerin çoğunluğu birinci görüşü kabul etmişlerdir. İkinci
görüş ise, İbn Abbas ve Mücahid'den rivayet edilmiştir. İbrahim en-Nehaî ve
eş-Şa'bî'den de bu görüşle birlikte farklı rivayet de gelmiştir. Ancak
birincisi daha güçlüdür, Çünkü, birinci görüşe göre zamir zikredilmiş bir isme
racidir ki, o da; "Kim" lafzıdır. Ebu'd-Derdadan Peygamber (sav)'ın
da şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir: "Herhangi bir müslümana vücudunda
bir musibet gelip çatar, o da bunu (kendisine o zararı verene) ba-ğışhyacak
olursa, mutlaka Allah bundan dolayı onu bir dereceye yükseltir ve yine bunun
karşılığında onun bir günahını kaldırır."[313]
İbnü'l-Arabî der ki:
Yaralanan kişi yaralayanı affettiği takdirde, Allah da onu (yaralayanı) affeder
diyen kimsenin bu sözünü destekleyecek bir delil yoktur. O bakımdan bu görüşün
bir anlamı da olmaz.
[314]
46. Ardlarından da
izletince, kendinden önceki Tevratı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı
gönderdik. Biz ona, içinde hidayet ve nur bulunan İncil'i de -kendinden önce
inen Tevrat'ı doğrulayıcı, takva sahipleri için bir hidayet ve öğüt olmak
üzere-verdik.
47. İncil sahipleri de
Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsin. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse,
işte onlar, fa sıkların tâ kendileridir.
"Ardlarından da
İzletince, kendinden önceki Tevratı doğrulayıcı olarak Meryem oğlu İsa'yı
gönderdik.1* Yani Biz, İsa'yı onların izletince gönderdik. Bunlardan kasıt ise,
Allah'a teslim olmuş olan peygamberlerdir. Hz. İsa, kendisinden önce
indirilmiş bulunan Tevrat'ı tasdik etmişti. Yani, Tevrat'ı hak bir kitap olarak
kabul etmişti. Onu neshedici bir hüküm gelinceye kadar Tevrat gereğince amel
etmenin vacib olduğunu kabul etmişti.
Doğrulayıcı
olarak" kelimesi, Hz. İsa'dan hal olmak üzere man-sub'dur. "İçinde
hidayet... bulunan" kelimesi ise mübteda olmak üzere merfu'dur. "Ve
nur" kelimesi ise ona atfedilmiştir.
"Doğrulayıcı
olmak üzere" ise, iki şekilde anlaşılabilir. Bunun Hz. isa'ya ait kabul
edilerek, ilk geçen "doğrulayıcı olarak" kelimesine atfedilmesi
mümkün olduğu gibir İncil için hal olarak kabul edilmesi de mümkündür. O
takdirde ifade şöyle anlaşılmalıdır: Biz ona, içinde hidâyet ve nur bulunan ve
doğrulayıcı olmak üzere İncil'i verdik.
"Bir hidayet ve
öğüt olmak üzere" kelimeleri, daha önce geçen "doğrulayıcı"
kelimesine atfedilmiştir. Yani, hidâyete ileten ve öğüt olan (bir kitap.)
olarak.
"Takva sahipleri
için" buyruğunda özellikle zikredilmeleri öğüt ve hidâyetten
yararlananların onlar olacağından dolayıdır,
"Hidayet ve
öğüt" kelimelerinin daha önce geçen: "İçinde hidayet ve nur
bulunan" buyruğuna atfedilmiş olmaları da mümkündür. .
Yüce Allah'ın:
"İncil sahipleri de Allah'ın onda indirdiği ile hükmetsin"
buyruğundaki fiili, el-A'meş ve Hamza, baştaki "lam"
harfini,"lâm-ı key" olmak üzere mansub, diğerleri ise emir lâm'ı
olmak üzere fiili cezm ile okumuşlardır.
Birinci okuyuşa göre
buradaki "lâm", yüce Allah'ın; "ona... verdik" buyruğuna
taalluk eder ve bu durumda durak caiz olmaz. Yani, Biz ona İncili, kendisine
iman edenler, Allah'ın o İncil'de indirdikleri gereğince hükmetsinler diye
indirdik, demek olur.
Baştaki bu
"lâm" harfini emir "lâm"i olarak okuyanların kıraatine göre
ise, bu da yüce Allah'ın: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet"
(el-Maide, 5/49) buyruğunu andırmaktadır. O bakımdan bu, yeni bir cümle
(istinaf) gibi olup, bir yükümlülük ifade eder, Yani, İncii sahipleri, onunla
hükmetsinler.
Bu da, o dönemde
sözkonusu idi. Ama şimdi (yani Kur'anın nüzulünden sonra) o, nesh olmuştur.
Şöyle de denilmiştir:
Buf hıristiyanlara şu andan itibaren, Muhammed (sav)'a iman etmeleri için
verilmiş bir emirdir. Çünkü İncil'de ona iman etmeyi vacip kılan hükümler
vardır. Nesh ise, Usulü'd-DinJde (itikadı hükümlerde ), de fer'İ hususlarda
düşünülebilir.
Mekkî der ki: Tercih
edilen okuyuş, tîilin cezm ile okunmasıdır. (Yani, baştaki "lâm'ın emir
"lâm"ı olmasıdır). Çünkü cemaat (çoğunluk) bu görüştedir Diğer
taraftan ondan sonraki tehdit ifadeleri de, yüce Allah'ın tncil sahipleri için
bağlayıcı bir emir verdiğine delalet etmektedir,
en-Nehhâs der ki:
Kanaatimce doğru olan her ikisinin de güzel birer kıraat olduklarıdır. Çünkü
şanı yüce Allah, ne kadar kitap indirmiş ise, mutlaka gereğinci amel olunsun
diye indirmiş ve o kitabın içindeki hükümler gereğince amel edilmesini
emretmiştir. Dolayısıyla,'aynı anda her iki kıraat de sahihtir.
[315]
48. Biz sana Kitabı hak
ile -kendinden önce indirilen kitapları doğrulayıcı ve onlara karşı bir şahid
olmak üzere- İndirdik. O-halde, aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana
gelen hakkı bırakıp onların heveslerine uyma. Sizden herbiriniz için bir şeriat
ve bir yol tayin ettik. Eğer Allah dikseydi, elbette hepinizi bir ümmet
yapardı. Fakat O, size verdiği ile sizi imtihan etmek istedi. Öyleyse, hayırlı
işlere koşuşun. Hepinizin dönüşü Allah'adır. Ve 0, hakkında ayrılığa düştüğünüz.şeyleri
size haber verecektir.
Yüce Allah'ın:
"Biz «ana" buyruğunda hitab, Muhammed (sav)'a dır. Ki-tabı"
Kur'an-ı kerimi, "hak ile" hak emir ile "Kendinden önce
İndirilen kitapları.1 Maksat, kitapların cinsi (türü) dir.
"Doğrulayıcı" buyruğu, haldir. "Ve onlara karşı bir şahJd"
onların üstünde ve onlardan yukarda "olmak üzere indirdik." îşte bu,
sevabın çokluğu bakımından Kur'an-ı kerimin faziletinin üstünlüğüne delalet
ettiğini kabul edenlerin görüşüne delil teşkil etmektedir.
Nitekim daha önce
el-Fatiha sûresinde {faziletlerine dair bölümde) buna işaret edilmişti Bu, aynı
zamanda Îbnül-Hassar'ın "Şerkü's-Sünne adlı eserindeki tercihidir. Yine
onun bu naklettiklerini biz de "Şerhü'l-Esmai't-Hüsnâ* adlı eserimizde
zikretmiş bulunuyoruz. Allah'a hamd olsun.
Katade der ki:
el-Mülıeymin kelimesinin anlamı, şahidlîk edendir. Koruyucu demek olduğu da
söylenmiştir. el-Hasent doğrulayıcı demektir, der. Şairin şu beyiti de bu
kabildendin
"Şüphesiz ki,
Kitab Peygamberimize bir muheymin'dir {şahıd ve doğrulayıcıdır) Hakkı ise,
özlü. akıl sahipleri bilir
İbn Abbas der ki:
Burada "müheymin" kendisine güvenilen demektir. Sa-id b. Cübeyr der
ki: Kur'ân-ı kerim, kendisinden önceki kitaplar hususunda güven duyulan bir
kitaptır. İbn Abbas ve yine el-Hasen şöyle demektedir: Müheymin, güvenilir
(emin) demektir.
el-Müberred der ki: Bu
kelimenin aslı olup bunun hemzesi, "he"ye değiştirilmiştir. Nitekim,
Suyu döktüm derken, hemze yerine "he" kullanılarak, denilir.
ez-Zeccâc da böyle demiştir, Ebu Ali de böyle demiştir.
Bu kelimenin (ibdalden
sonra) çekimi şu şekilde yapılır: Îsm-i faili de şeklinde güvenilir, güven
duyulan anlamında olur.
el-Cevherî der ki: Bu
kelime, başkasına korkudan yana emniyet ve güvenlik veren kimse demektir.
Bunun aslı ise, iki hemzeli olarak; şeklindedir İkinci hemze, iki hemze
yanyana gelmesi hog olmadığından dolayı "ye" harfine dönüştürülünce;
şeklinde olmuştur. Daha sonra da birinci hemze "he"ye inkilab
etmiştir. Nitekim, Suyu döktü, denilin (Ve hemze ile "he" harfleri
biri diğerinin yerine kullanılır) Bir şeye koruyuculuk yaptığı takdirde;
denilir, ism-i faili de; şeklinde gelir. Bu açıklamalar Ebu Ubeyd'den
nakledilmiştir.
Mücahid ile İbn
Muhaysm, bu kelimeyi "müheymen" şeklinde, "mim" harfini
üstün olarak okumuşlardır. Mücahid der ki; Yani, Muhammed (sav)'a Kur'an
hususunda güven duyulur. O, bu hususta güvenilir kimse demektir.
Yüce Allah'ın: "O
halde aralarında Allah'ın İndirdiği ile hükmet" buyruğu, kitaptaki
hükümler gereğince hükmetmeyi farz kılmakladır. Bunun, yüce Allah'ın:
"Aralarında hükmet, ya da onlardan yüzçevir" (el-Maide, 5/42)
buyruğundaki muhayyerliği nesli edici olduğu da söylenmiştir.
Bu âyetteki bu
buyruğun vucub ifade etmediği de söylenmiştir. Buyruğun anlamı: Dilersen
aralarında hükmet, şeklindedir. Zira, kâfirler zimmet ehlinden olmadıkları
takdirde aralarında hükmetmek bizim İçin farz değildir. Zimmet ehli hakkında
ise, farklı görüşler vardır ki, buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş
bulunmaktadır.
Bu buyruk ile insanlar
arasında hükmetmenin kastedildiği de söylenmiştir. İşte, insanlar arasında
hükmetmek, onun üzerine bir farzdır.
Yüce Allah'ın:
"Onların heveslerine uyma" buyruğuna dair açıklamalarımızı da iki
başlık halinde sunacağız.[316]
Yüce Allah'ın:
"Onların heveslerine uyma" buyruğu şu demektir: Sana gelen hakkı
bırakıp, onların hevâ ve hevesleri gereğince, onların istekleri doğrultusunda
iş görme. Yani, yüce Allah'ın Kur'ân-ı kerim'de hakka ve ahkâma dair beyanlar
gereğince hüküm vermeyi terk etme.
Ehvâ kelimesi,
lıevânın çoğuludur. Hevâ kelimesi, ehviye şeklinde çoğul yapılmaz. Buna dair
açıklamalar daha önce el-Bakara sûresinde (2/87. âyetin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
Yüce Allah
Peygamberine, kendisini çekmek istedikleri noktalarda onlara tabi olmayı
yasaklamaktadır. Bu da şu görüşte olanların sözlerinin batıl olduğuna delalet
etmektedir: Zimmilere ait şarabı telef eden bir kimsenin o şarabın kıymetini
onlara ödemesi gerekir. Bu sözün batıl olması ise, şarabın onlar için mal
olmamasından dolayıdır. Mal olmadığı İçindir ki, şarabı telef eden kimse onun
tazminatını ödemez. Zira, telef edenin onun tazminatını ödemekle yükümlü
tutulması, yahudilerm hevaları gereğince hüküm vermek demektir. Oysa biz,
onların nevalarına uymamakla emrolunmuşuzdur.
Yüce Allah'ın:
"Sana gelen hakkı bırakıp... sana gelen hakka rağmen... demektir.
[317]
"Sizden
herbirinlz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik" buyruğu İse, öncekilerin
şeriatlerine bağlanmamak gerektiğine delâlet etmektedir, şirat ve şeriat,
kendisi vasıtasıyla kurtuluşa erişilen apaçık yol demektir. Sözlükte şeriat:
Kendisiyle suya ulaşılan yol demektir. Şeriat, Allah'ın kulları için din diye
indirdiği hükümlerdir. Onlara şeriat
yaptı, yapar demek, Sünnet, yasa yaptı, anlamındadır. Sâri' ise en büyük yol
demektir. Yine, şirat, yay kirişi demektir. Çoğulu da şeklinde gelir ise,
çoğulun da çoğuludur. Bu açıklamalar Ebu Ubeyd'den nakledilmiştir, O halde bu
kelime, müşterek bir lafızdır.
Minh&c ise, devam
eden yol demektir. Nehc ve menhec de aynı şeydir. Bunun anlamı da açık ve
seçik olmak demektir. Şair recez vezninde şöyle demiştir:
"Kimin bir
şüpheai var ki, işte bu Felç (adındaki nehirdir) Oldukça tatlı bir su ve devam
edip giden bir yol."
Ebu'l-Abbas ile
Mulıammed b. Yezid der ki: Şeriat yolun başı, rainhâc ise devam edip giden yol
demektir. İbn Abbas, el-Hasen ve diğerlerinden ise: "Bir şeriat ve bir
yol" buyruğunu, bir sünnet ve bir yol diye açıkladıkları rivayet
edilmiştir.
Âyet-i kerimenin
anlamına gelince: O, Tevrat'ı tevrat sahipleri, İncili incil sahipleri, Kur'ânı
da Kur'ân sahipleri için bir şeriat ve bir yol tayin etmiştir. Bunlar ise
şeriat ve ibadetlerde böyledir. Aslı teşkil eden tevhidde ise hiçbir ayrılık
sözkonusu değildir. Bu anlamda Katade'den de açıklamalar rivayet edilmiştir.
Mücahid ise der ki:
Şir'at ve minlıac, Muhammed (sav)'ın dinidir. O, bu din ile onun dışındaki
bütün dinleri nesh etmiştir.
Yüce Allah'ın:
"Eğer Allah dileseydi, elbette hepinizi bir ümmet yapardı" buyruğu,
sizin şeriatinizi tek bir şeriat yapar, siz de hak üzere olurdunuz demektir.
Böylelikle yüce Allah, bu ayrılık ile bir topluluğun iman etmesini, bir diğer
topluluğun da küfre sapmasını irade buyurduğunu açıklamaktadır.
Fakat O, size verdiği
ile sizi imtihan etmek istedi" ifadesinde, fiilin başındaki Mkey lâmHına
taalluk eden hazf edilmiş ifade vardır. Yani, fakat O, sizi denemek için sizin
şeriatlerinizi çeşitli çeşitli kıldı, demektir.
İmtihan etmek (ibtilâ)
ise, denemek demektir.
Yüce Allah'ın:
"Öyle ise hayırlı işlere koşuşun": İtaatleri işlemekte çabuk olun,
demektir." Bu, farz olan ibadetleri erken yapmanın onları ertelemekten
daha faziletli olduğuna delildir. Farz ibadetlerin, vaktin ilk demlerinde eda
edilmesi gerektiği hususunda, namaz müstesna bütün ibadetlerde bu bakımdan
hiçbir görüş ayrılığı yoktur
Ebu Hanife, namazın
telıir edilmesinin daha uygun olduğu görüşündedir, Ancak, âyet-i kerimenin umum
ifadesi ona karşı bir delildir. Bu açıklamayı el-Kiyâ et-Taberî yapmıştır. Yine
bu buyrukta, yolculukta oruç tutmanın oruç açmaktan daha uygun olduğuna dair de
delil vardır. Bütün bu hususlara dair açıklamalar el-Bakara sûresinde
(2/183-184. ayetler, 4, başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.
"Hepinizin dönüşü
Allah'adır ve O, hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri size haber
verecektir." Yani, hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri size haber verecek
ve böylelikle bütün şüpheler zail olacaktır.
[318]
49. Onların hevâ ve
heveslerine uymayarak aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet ve Allah'ın
sana indirdiğinin bîr kısmından seni vazgeçirirler diye sakın onlardan. Şayet
yüzçevirirlerse bil ki, bazı günahlarından dolayı Allah onları cezalandırmak
ister. Gerçekten insanların çoğu fösıktırlar.
Yüce Allah'ın:
"Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" buyruğuna ve bunun, Hz,
Peygamberi (hükmedip etmemek hususunda) muhayyer bırakan buyruğu neshedici
olduğuna dair açıklamalar, daha önceden geçmiş bulunmaktadır, Ibnü'l-Arabî der
ki: Bu, büyük bir iddiadır. Çünkü, nesh'in şartlan dört tanedir. Bunlardan
birisi de hangisinin önce, hangisinin de sonra indiğini tesbiE ederek nüzul
tarihini bilmektir. Bu iki âyet hakkında bilinmemektedir. O halde bunlardan
birisinin ötekini nesh ettiğini iddia etmeye imkân kalmamış ve böylelikle bu
emir olduğu halde kalmış bulunmaktadır.
Derim ki: Ebu Cafer
en-Nehhâs'dan bu âyet-i kerimenin nüzulünün daha sonra olduğuna dair açıklamayı
zikretmiş bulunuyoruz. Buna göre bu âyet-i kerime nâsihtir. Şu kadar var kî,
ifadede: Dilediğin takdirde "aralarında Allah'ın İndirdiği Ue hükmet"
diye bir takdire gitme hali müstesnadır. Çünkü, bundan önce Hz. Feygamber'in bu
hususta muhayyer olduğuna dair açıklamalar geçmişti. Burada muhayyerlik ifade
eden ibare, önceki buyruğun buna delâleti dolayısıyla hazfedilmiş
bulunmaktadır. Bu hazfın sebebi ise bu buyruğun öncekine atfedilmiş olmasıdır.
Buna göre muhayyerliğin hükmü, tıpkı üzerine atfedilmiş olanın hükmü gibidir.
Her ikisi de bu hususta muhayyerlikte ortaktır. Sonraki buyruk, öncekinden
kopuk değildir. Kopuk olursa bunun bir anlamı da olmaz, sahih de olmaz. O
halde, buna göre yüce Allah'ın: "Aralarında Allah'ın İndirdiği île
hükmet" buyruğunun, daha önce geçen: "Eğer hükmedersen, aralarında
adaletle hükmet" (el-Ma-ide, 5/42) buyruğu ile: "Eğer sana gelirlerse
aralarında hükmet, ya da onlardan yüzçevir" (el-Maide, 5/42) buyruklarına
atfedilmiş olması kaçınılmazdır. Buna göre> buradaki: "Aralarında
Allah'ın indirdiği üe hükmet* buyruğunun anlamı şudur: Sen, hükmedecek olursan
ve hükmetmeyi tercih edecek olursan, bu şekilde (yani adaletle) hükmet. O halde
bütün bu buyruklar muhkem olur, mensuh değildir. Zira nâsih hiçbir zaman
mensuba atfedilmek suretiyle mensûhla irtibatlı olmaz. Peygamber (savVın buna
göre bu hususta muhayyer bırakılması mensûh değil, muhkemdir. Bu açıklamayı
Mekkî rahimehullah yapmıştır
Hükmet" buyruğu,
nasb mahallinde ve: "Sana da Kitabı... indirdik" buyruğundaki Kitaba
atfedil mistir. Yani, ve Biz sana, aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet
diye hüküm indirdik. Bunun da anlamı şudur: Yani, Allah'ın Kitabında sana
indirdiği gereğince aralarında hükmet demektir.
Ve.., seni vafcgeçlrlrler
diye sakın onlardan" buyruğundaki; Sakın onlardan* buyruğunda yer alan ve
"onlar" anlamına gelen "he ile mim" zamirinden bedeldir.
Bu, ya bedet-i istimaldir, veya mefulün leh'dir. Yani, seni sakındırmak
istiyecekleri için... demektir.
İbn İshâk'dan
nakledildiğine göre o, şöyle demiştir: İbn Abbas dedi ki: Aralarında İbn
Suriya, Kâ'b b. Esed, İbn Salûbâ , Şâs b. Adyy'in de bulunduğu yahudi ilim
adamlarından bir topluluk bir araya gelerek şöyle dediler: Gelin Muhammed'e
gidelim Belki onu dininden uzaklaştırabiliriz. Çünkü, o da bir insandır. Onun
yanına gidip şöyle dediler: Ey Muhammed, sen de bilirsin ki biz, yahudilerin
bilginleriyiz. Sana uyacak olursak, yahudilerden hiçbir kimse bize muhalefet
etmez. Ancak bizimle bir topluluk arasında bir anlaşmazlık vardır. Biz, onları
da getirir senin hükmüne başvururuz. Sen de sana iman etmemiz için bizim
lehimize ve onların aleyhine hükmet. Rasulullalı (sav) bunu kabul etmeyince, bu
âyet-i kerime nazil oldu.[319]
(Burada,
"vazgeçirmek" anlamı verilen) "fitnenin asıl anlamı, önceden de
geçtiği gibi denemek, sınamak demektir. Diğer taraftan bunun farklı rnana-lan
da vardır. Burada yüce Allah'ın: "Seni vazgeçirirler buyruğunun anlamı,
seni ahkoyarlar, geri döndürürler şeklindedir. Fitne, şirk anlamına da
kullanılır. Yüce Allah'ın: "Fitne, katilden de büyüktür" (el-Bakara,
2/217) buyruğu ile: "Hiçbir fitne katmayıncaya kadar onlarla savaşınız'
(el-Enfal, S/39) buyruğunda olduğu gibi. Yine fitne, ibret anlamına da
gelebilir Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Rabbimiz, bizi
kâfirlere fitne (konusu) yapma" (el-Mümtehine, 60/5); "Rabbimiz,
bizi zalimler topluluğuna fitne (konusu) yapma."
Fitne, bu âyette de
görüldüğü gibi, doğru yoldan alıkoymak şeklinde de olabilir.
Yüce Allah'ım
"Aralarında Allah'ın indirdiği île hükmet" buyruğunun tekrarlanması
ise, ya tekid içindir veya yüce Allah'ın, herbirisinde ayrı ayrı Allah'ın
indirdiği gereğince hükmetmesini emretmiş olduğu farklı birtakım durumlar ve
hükümler ile ilgilidir.
Âyet-i kerimede
Peygamber (sav)1ın unutmasının mümkün olduğuna dair delil de vardır. Çünkü
yüce Allah: "Seni vazgeçirirler diye" diye buyurmaktadır. Bu ise,
onun ancak unutması halinde sözkonusu olabilir, kasten mümkün olamaz.
Burada hitab ona
olmakla birlikte maksat ondan bankasıdır, da denilmiştir. Buna dair
açıklamalar, yüce Allah'ın izniyle ileride el-En'âm sûresinde gelecektir.
Yüce Allah'ın:
"Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından... buyruğunun anlamı ise,
Allah'ın sana indirdiğinin tümünden.,, demektir. Çünkü bazan, bazı (bir
"kısım") kelimesi, bütün anlamında da kullanılabilir. Şairin şu mısraında
oluduğu gibi:
Veya kimi canları ölüm
vakitsiz gelip alır."
Burada Vakitsiz ahrf
yerine : Ona ulanır, şeklinde de rivayet edilmiştir. Şair "burada kimi
canlar" İle bütün canlan kastetmiştir. Yüce Allah'ın: *Ben size, ihtilaf
ettiğiniz şeylerin bazısını açıklayayım diye geldim"
(ez-Zuhruf, 43/63) buyruğunu da bu şekilde
açıklamışlardır. İbnii'i-Arabi der ki: Doğrusu, "bazı" kelimesinin bu
âyet-İ kerimede asıl anlamında kullanıldığı ve bununla maksat ise ;recm veya
onların istedikleri şekilde hüküm vermesi olduğudur!, Çünkü onlar, Hz.
Peygamberi kendisine indirilenlerin tümünden vazgeçirmek maksadında
değillerdi. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.
Yüce Allah'ın:
"Şayet yüz çevirirlerse" buyruğu: Eğer senin hükmünü kabul etmeyip
hükmünden yüz çevirecek olurlarsa, "bil ki, bazı günahlarından dolayı
Allah onları cezalandırmak ister" yani, sürgüne göndermek, cizye ve
öldürmek suretiyle onları azaplandırmak ister, demektir. Nitekim böyle de
olmuştur
Yüce Allah'ın:
"Bazı" diye buyurması ise, bazı günahları karşılığında cezalandırılmalarının,
onların mülklerinin başlarına yıkılıp geçirilmesi için yeterli oluşundan
dolayı idi.
"Gerçekten
insanların çoğu fâsıktırlar" buyruğu ile de yahudileri kastetmektedir.
[320]
50. Onlar hâlâ
cahiüyye (devrinin) hükmünü mü istiyorlar? Yakın sa-hibi (hakka kesin inanan)
bir toplum için» kimin hükmü Allah'ın hükmünden daha güzel olabilir?
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı üç başlık halinde sunacağız:
[321]
Yüce Allah'ın:
"Onlar hâlâ cahili ye (devrinin) hükmünü mü istiyorlar"
buyruğunda
"Hükmünü mü" kelimesi, "Arıyorlar" Fiili ile mansubtur.
Buyruğun anlamı da şöyledir: Cahiliye döneminde soylu olanın hükmü ile aşağı
tabakalarda olanların hükmü farklı farklı idi. Nitekim, daha önce birkaç yerde
bu açıklamalar geçmişti. Yahudiler de zayıf ve fakirlere hadleri uyguluyor,
ancak güçlü ve zenginlere uygulamıyordu. İşte bu davranışta onlar da
cahiliyeye benzemiş oluyorlardı.
[322]
Süfyân b. Uyeyne, İbn
Ebî Necih'den, o, Tâvus'dan şöyle dediğini rivayet eder: Tivus'a, çocuklarından
birisini diğerinden üstün tutan kişinin durumu hakkında soru sorduklarında, şu:
"Onlar hâlâ cahiüyye (devrinin) hükmünü mü İstiyorlar?" âyetini
okurdu. Tavus şöyle derdi: Kimse bir çocuğunu diğerinden üstün tutamaz. Böyle
bir şey yapacak olursa, onun bu uygulaması geçerli değildir ve fesh olunur
Zahirîlerde bu görüştedir. Ahmed b. Han-bel'den de buna benzer bir görüş
rivayet edilmiştir. es-Sevrî, tbnü'l-Mübârek ve İshâk ise bunu mekruh
görmüşlerdir. Buna göre bir kimse böyle bir şeyi yapacak olursa, geçerli olur
ve (mahkeme kararıyla) reddolunmaz. Malik, es-Sevrî, Leys, Şafiî ve rey
sahipleri de bunu caiz kabul etmişler ve Hz. Ebu Bekir'in diğer çocukları
arasından Hz. Âişe'ye bağışta bulunması şeklindeki uygulamasını, bir de Hz.
Peygamberin: "Onu geri çevir" hadisi ile: "Sen buna benden
başkasını şalüd tut" sözünü delil göstermişlerdir.[323]
Bunu kabul etmeyen
birinci görüşün sahipleri ise, Hz. Peygamberin şu hadisini delil gösterirler:
Hz. Peygamber, Beşir b. Sa'd'a: "Senin bundan başka çocuğun var mı?"
deyince, Beşir: Evet, var demişti."Bu sefer Hz. Peygamber: "Peki onların
hepsine bunun gibi bir bağışta bulundun mu?" diye sormuş, o da; Hayır,
deyince Hz. Peygamber şöyle buyurmuştu: "O halde sen beni şa-lıid tutma,
Çünkü ben haksızlığa şahidlik etmem." Bir başka rivayette de: "Ben
ancak hak olan bir şeye şahidlik ederim" diye buyurduğu rivayet edilmektedir.[324]
Bu görüşün sahipleri
derler ki, zulüm olup hak olmayan bir şey ise batıldır, caiz olmaz- Hz.
Peygamberin: "Buna benden başkasını şahid tut" demiş olması, şahidi i
kte bir izin değildir. Bu, ancak böyle bir şeye şahidlik etmek için bir
azardır. Zira, Hz. Peygamber buna zulüm adını vermiş ve böyle bir şeye
şahidliği kabul etmemiştir O halde, mü si umanlardan herhangi bir kimsenin
herhangi bir şekilde böyle bir şeye şahidlik etmesine imkân yoktur. Hz. Ebu
Bekir'in uygulamasına gelince, onun uygulaması Peygamber (sav)'ın buyruğuna
karşı delil diye ileri sürülemez. Bir de onun, diğer çocuklarına Hz. Aişe'ye
yaptığına denk bir takım bağışlarda bulunmuş olması da muhtemeldir.
Denilse ki- Asloîan
insanın malında mutlak tasarruf sahibi olmasıdır. Böyle diyene şu şekilde
cevap verilir: Genel asıl ile bu asla muhalif olan muayyen vakıa arasında umum
ve husus naslarda olduğu gibi, tearuz (çatışma) söz-konusu değildir- Usulde şu
kaide vardır: Sahih olan, umumu hususi olana bina etmektir. Diğer taraftan
böyle bir uygulama sonucunda anne-babaya karşı itaatsizlik ortaya çıkar ki, bu
da büyük günahların büyüğüdür, bu haramdır. Harama götüren birşey de yasaktır.
Çünkü Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah'tan korkun ve çocuklarınız
arasında adaleti gözetin." en-Nu'man b. Beşir der ki: Bunun üzerine babam
geri döndü ve o sadakayı (ba-ğışO geri çevirdi.
Baba çocuğuna verdiği
sadakayı çocuğu eğer harcamış ise, babası onu geri istemez, Hz. Peygamberin:
"Onu geri çevir" buyruğu, onu reddet anlamındadır. Red ise, fesh
hakkında zahir bir lafızdır. Nitekim Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:
"Kim bizim bu işimize uygun düşmeyen bir iş yaparsa o, mer-duttur."
Yani, fesh olunur. Bütün bunlar, gayet zahir ve güçlü delillerdir. Böyle bir
uygulamanın yasaklığı hususunda açık bir tercihi ortaya koymaktadır.
[325]
İbn Vessâb
en-Nehaî Hükmünü mü? buyruğunu, ref ile
öyle bir hükmü mü arıyorlar anlamında okumuştur. Burada "he" zamiri
Ebu'n-Necm'in şu beyitinde olduğu gibi hazf etmiştir:
"Um el-Hıyar
iddia eder oldu
Aleyhime
"bütünüyle işlemediğim bir günahı/
Bu ise, buradaki
(«Is): Bütünüyle kelimesini merru' olarak rivayet edenlere göre, îbn Vessâb
ile en-Nehaî'nin kıraatine delil olabilir. Burda ifadenin takdirinin,
Cahiliyenin hükmümüdür aradıkları o hüküm? şeklinde olması mümkündür ve burada
mevsuf olan ikinci "hüküm" kelimesi hazfedilmiş de olabilir
el-Hasen, Katade,
el-A'rec ve el-A'meş ise, Hakiminin, şeklinde "hâ, kâf ve mim"
harflerinin üstün okunuşu şeklinde de okumuştur. Bu İse, çoğunluğun okuyuşunun
anlamına racîdir Zira, burada maksat bizzat hüküm veren hakim değildir. Maksat,
hükmün kendisidir. Şöyle buyurulmuş gibidir: Yoksa onlar, cahiliye hakeminin
hükmünü mü arıyorlar?
Sözlükte hakem ve hakim
aynı anlamda olabilir. Onlar, bununla kâhinin ve buna benzer cahiliye döneminde
hüküm veren kimselerin hakimliğini aramak istiyorlar gibi bir anlam vardır. Bu
durumda, hakimden kasıt yaygınlık ve cins isimdir. Zira, bununla muayyen bir
hakim kastedilmiş olamaz.
Burada muzâfın cins
isim olması; "Mısır irdebbini (bir ölçek) artık vermiyor" ifadesinde
ve benzerlerinde olduğu gibi caizdir.
İbn Âmir Oyj) :
Arıyorsunuz şeklinde "te" harfi ile okurken, diğerleri ise,
(arıyorlar anlamını vermek üzere) "ya" harfi ile okumuşlardır.
Yüce Allah'ın:
"Yakîn sahibi bir toplum İçin kimin hükmü Allah'ın hükmünden daha güzel
olabilir?" buyruğundaki soru, inkâr içindir. Yani, hükmü ondan daha güzel
hiçbir kimse yoktur. Ve bu, mübteda ve haberdir.
Hükmü" kelimesi
ise, beyan (temyiz) olmak üzere nasb edilmiştir. Zira, yüce Allah'ın:
"Yakln sahibi bir toplum için" buyruğu, yakîn sahibi bir toplum
nezdinde, anlamındadır.
[326]
51. Ey iman edenler,
Yahudileri de hıristlyanları da veliler edinmeyiniz. Odlar birbirlerinin
dostlarıdırlar. İçinizden kim onları veli edinirse, muhakkak o da onlardandır.
Şüphesiz Allah /alimler topluluğunu hidâyete erdirmez.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[327]
Yahudileri ve
hırlstiyanlari veliler ../ buyrukları, "Edin (me) yin fiiline ait iki
mePuldür, Bu, Şer'ân onlarla velayet (dostluk, bağlılık) ilişkisini kesmenin
gerektiğine delildir. Âl-i İmran sûresinde (3/118. Âyet-in tefsirinde) buna
dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır
Bu buyrukta veli
edinilmeleri yasaklananların münafıklar olduğu söylenmiştir. Yani, ey zahiren
iman edenler... Bunlar, müşrikleri veli edinmekte ve müslümanlann sırlarını
onlara bildirmektedirler.
Âyetjn Ebû Lubâbe
hakkında nazil olduğu da İkrime'den bir görüş olarak nakledilmiştir. es-Süddî
der ki: Âyet-i kerime, müslümanlann Uhud günü korkuya kapılarak sonunda
aralarından bazılarının yahudi ve hıristiyanları veli edinmeyi içinden
kararlaştırmaları şeklinde meydana gelen olay hakkında nâzii olmuştur. Yine bu
âyet-i kerimenin Ubâde b, es-Samit ile Abdullah b. Ubeyy b. Selul hakkında
nazil olduğu da söylenmiştir. Ubâde (r.a), bunun üzerine yahudileri veli
edinmekten vazgeçmiş, buna karşılık İbn Ubeyd de onları dost edinmeye devam ederek:
Ben, zamanla birtakım musibetlerin ortaya çıkmasından korkuyorum, demişti.
"Onlar,
birbirlerinin dostlarıdırlar" buyruğu da mübtedâ ve haberdir. Bu
ise, şeriatın yahudi
ile hıristiyanların kendi aralarındaki velayet ilişkilerini kabul ettiğine; o
kadar ki, yahudi ile hıri s Uyanların birbirlerine mirasçı olacaklarına
delâlet etmektedir.
[328]
Yüce Allah'ın:
"İçinizden kim onları veli edinirse" buyruğu, kim onlara müslümanlar
aleyhine destek verirse, "muhakkak o da onlardandır "demektir. Şanı
yüce Allah bu buyrukla, böylesinin hükmünün onlann hükmü gibi olacağını beyan
etmektedir. Bu da müslümanın mürtedden miras almasına engel olması anlamına
gelir. Uz. Peygamber döneminde onları veli edinen kişi, İbn Ubeyy idi. Diğer
taraftan bu hüküm, onlarla müvâlât ilişkisini koparmak hususunda Kıyamet
gününe kadar bakidir. Nitekim Yüce Allah başka yerlerde şöyle buyurmaktadır:
"Bir de zulmedenlere meyletmeyin. Sonra size ateş dokunur." CHûd,
11/113)
Yüce Allah Âli İmran sûresinde
de şöyle buyurmaktadır: "Mü'minler, müzminleri bırakıp kâfirleri veli
edinmesin." (Âl-i İmran, 3/28) Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ey iman edenler, kendinizden başkalarım sırdaş edinmeyin..." (Âl-i
îmran, 3/118) Buna dair açıklamalar Cadı geçen ayetlerin tefsirinde) geçmiş
bulunmaktadır.
Şöyle de denilmiştir:
Yüce Allah'ın: "Onlar, birbirlerinin dostlarıdırlar" buyruğu ile
yardımlaşmak hususu kast edilmektedir. "İçinizden kim onları veli
edinirse, muhakkak o da onlardandır" buyruğu da şart ve cevabıdır. Yani,
bunun böyle olmasına sebep, onlan veli edinen kimsenin bizzat yahudi ve
hıristiyanların muhalefetleri gibi, Allah'a ve Rasuîüne muhalefet etmiş
olmasıdır. Onlara düşmanlık beslemek vacib olduğu gibi, artık ona da düşmanlık
beslemek vacib olmuştur. Onlar için cehennem nasıl vacib olduysa, böylesi için
de cehennem vacib olmuştur. Bunun sonucunda o da onlardan, yani onların
arkadaşlarından olmuştur.
[329]
52. Kalplerinde
hastalık bulunan kimselerin: "Devrin aleyhimize dönmesinden korkuyoruz"
diye aralarında koşuştuklarını görürsün. Olur ki Allah, fetih nasib eder veya
kendi katından bir emir verir de onlar da içlerinde gizlediklerine pişman
olacaklardır.
53- İman edenler de
derler ki: "Olanca güçleriyle sizinle beraber olacaklarına dair Allah
adına yemin edenler bunlar mı?" Bütün amelleri boşuna gitti ve bundan
ötürü en büyük zarara uğrayanlar oldular.
"Kalplerinde
hastalık bulunan kimselerin" buyruğundakî hastalıktan kasıt, şüphe ve
münafıklıktır. Buna dair açıklamalar el-Bakara sûresinde (2/10. âyetin
tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır. Burada kastedilenler ise, İbn Ubeyy ve
arkadaşlarıdır.
"... Devrin
aleyhimize dönmesinden" yani, ya kıtlık suretiyle zamanın aleyhimize
dönerek onlar da bize erzak vermeyip bize ihsanda bulunmamak suretiyle, ya
obryahudilerin müslümanlara karşı zafer kazanıp Muhammed (sav)'in lehine olan
bu durumun devam etmeyeceğinden "korkuyoruz diye aralarında" yani,
yahudilerî veli ve dost edinerek onlarla dayanışmak hususunda
"koşuştuklarını görürsün."
"Devrin aleyhimize
dönmesi" ifadesinin bu şekilde açıklanması, manaya daha uygun
düşmektedir. Çünkü, buradaki (ijjütl^îöf): Devrin aleyhimize dönmesinden
tabiri, "Döndü, döner"den alınmış gibidir. Yani, işin dönüvermesinden
korkarız, demektir. Bu anlamın doğruluğuna, yüce Allah'ın: "Olur ki,
Allah fetih nasibeder" buyruğu delalet etmektedir. Şair de şöyle demiştir:
"Senden takdir
edilmiş, mukadder kaderi çevirir Ve zamanın, musibetlerinin dönüp
dolaşmasını."
Burada, zamanın
musibetlerinin bir toplumdan bir diğer topluma geçmesi, değişip durması
kastedilmektedir.
"Feth"in
anlamı hususunda farklı görüşler vardır. Feth'in, hükmedip, haklı ile haksızı
ayırd etmek ve hüküm vermek anlamına geldiği söylenmiştir. Ka-tade ve
başkalarından bu açıklama nakledilmiştir. İbn Abbas da der ki: Allah, fethi
nasib etti ve Kurayzaoğu Harının savaşçıları öldürülüp, kadın ve çocukları esir
edildi, Nadiroğullan da sürgün edildi. Ebu Ali de der ki: Burada fetihden
kasıt, müşriklerin topraklarının müslü manlar a fetih İle açılmasıdır.
es-Süddî de der ki: Burada fetihten kasıt, Mekke'nin fethidir.
"Veya kendi
katından bir emir verir." es-Süddî der ki: Bundan kasıt da cizyedir,
el-Hasen de şöyle demiştir: Münafıkların gerçek durumlarının açığa
çıkartılması, isimlerinin bildirilmesi ve öldürülmelerinin emredilme sidir.
Bundan maksadın, bol mahsul gelmesiyle müslümanlann geniş maddi İmkânlara
kavuşması olduğu da söylenmiştir.
"Onlar da
içlerinde gizledikler ine pişman olacaklardır." Yani, Allah'ın müminlere
yardımını görüp, ölüm esnasında da âhiretteki yerlerini görerek azaplarının
müjdesi kendilerine verileceği vakit, kâfirleri veli edinmelerinden ötürü
pişman olacaklardır.
Yüce Allah'ın: "
İmaa edenler dejterler ki" buyruğunu, Me-dindiler ve Şamlılar, başta
"vavH harfi olmaksızın, Derler ki..." diye okumuşlardır. Ebu Amr ve
İbn Ebi îshâk ise, baş tarafta "vav" harfi ile vç na-hivdlerin
çoğunluğunun görüşüne uygun olarak Nasib eder" buyruğuna atf ederek
okumuşlardır, ifadenin takdiri ise şöyle olur: Olur ki Allah fetih nasib eder
ve iman edenlerde derler ki... Bunun, manaya atıf olduğu da söylenmiştir.
Çünkü; buyruğunun
anlamı; "Olur ki Allah fetih nasip eder şeklindedir. Zira; Umulur ki, Zeyd'in gelmesi ve Âmr'ın kalkması
demek uygun değildir. Çünkü; umulur ki Zeyd, Amr kalkar; demek uygun değildir.
Ama; Zeyd'in kalması ve Amr'ın gelmesi umulur; denilmesi halinde ifade güzel
olur.
Buna göre,"Nasib
eder" buyruğunun; Olur ki.."
yanında takdim edildiğini kabul etmemiz, güzel olur. Çünkü, o takdirde ifade;
Gelmesi umulur, kakması umulur; takdirinde olur, ve bu haliyle şairin şu
beytini andırır.
"Kocanı savaşta
gördüm
Bir kılıç kuşanmış ve
mızrak (tutunmuş) olarak."
Bu hususta üçüncü bir
görüş daha vardır ki, bu okuyuşa göre buyruğu yani 53 âyetin başındaki vav
harfi ile "feuYe atfetmektir. Şairin şu mısraında olduğu gibi:
"Şüphesiz bir aba
giyinmek ve gözümün aydın olması..."
Bununla birlikte Naslb
eder" ifadesinin, şanı yüce Allah'ın ismi celalinden bedel olması da
mümkündür. Buna göre ifadenin takdiri de şöyle olur: Umulur ki, Allah (in)
yardımı gelir ve iman edenler şöyle der...
Kûfeliler ise, birinci
âyet-i kerimeyle ilişkisi olmamak üzere meifu' olarak "... derler" ki
diye okumuşlardır,
"Olanca
güçleriyle sizinle beraber olacaklarına dair Allah adına yemin edenler" ve
yeminlerini alabildiğine pekiştirirler, "bunlar mı?" buyruğu ile
münafıklara işaret edilmektedir. Yani müminler, yahudilere onları azarlamak
yoluyla şöyle dediler: Bütün güçleriyle Muhammet'e karşı size yardımcı olacaklarına
dair yemin edenler bunlar mıdır?
Bunun, mü'minlerin
birbirlerine söyledikleri söz olması da muhtemeldir. Yani, kendilerinin mümin
olduklarına dair yemin edenler bunlar mıydı? İşte yüce Allah, bugün onların
gizlediklerini açığa çıkarmış bulunmaktadır
"Bütün amelleri
boş gitti." Münafıklıkları sebebiyle batıl oldu. "Bundan ötürü ea
büyük zarara uğrayanlar oldular." Yani, sevap kazanma imkânını
kaybettiler. Şöyle de açıklanmıştır: Yahudileri veli edinmekle zarara uğradılar.
Artık, yahudilerin öldürülüp sürgüne gönderilmelerinden sonra onlar, bunun herhangi
bir faydasını elde edemediler.
[330]
54. Ey İman edenler!
İçinizden kim dininden dönerse, Allah, mü'tnin-lere karşı alçak gönüllü,
kâfirlere karşı onurlu ve şiddetli kendisinin onları seveceği, onların da
kendisini seveceği bir topluluk getirir ki, Allah yolunda cihad ederler ve
hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın lütfudur ki, onu dilediği
kimseye verir. Allah, lütfü bol olandır, her şeyi en iyi bilendir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız:
[331]
Yüce Allah'ın:
"İçinizden kim dininden dönerse1 buyruğu, bir şarttır. Bunun cevabı ise
" : ... çektir" buyruğudur. Medineİüerle Şamlılar "
K3mirtidatederse" buyruğunu, iki "dal" harfi ile diye okumuşlardır.
Diğerleri ise, şeddeli "dal" harfi ile okumuşlardır.
Bu buyruk, Kur'an-ı
kerimin i'ca2i, Peygamber (sav)ın da mucizesidir. Zira, henüz onun döneminde
böyle bîr şey olmamışken İrtidat edeceklerini haber vermiştir. Ve bu durum, o
zaman bir gaybtı. Bir süre sonra haber verdiği şekilde ortaya çıktı. İrtidat
edenler, Peygamber (sav)ın vefatından sonra irtidat ettiler
İbn İshâk der ki:
Rasuİullah (sav) vefat ettikten sonra, üç mescid sahipleri müstesna, araplar
hep irtidat ettiler. Bunlar, Medine mescidi, Mekke mescidi ve Cuvasa
mescididir. Araplardan irtidat edenler de iki türlüdür: Bir bölümü şeriatı
bütünüyle bir kenara attı ve şeriatın dışma çıktı. Bir bölümü ise zekâtın
vücubunu kabul etmemekle birlikte, onun dışındaki yükümlülükle-rin vücubunu
ikrar etti ve dediler ki: Biz, oruç tutar namaz ktlarız fakat zekât vermeyiz.
Ebu Bekr es-Sıddık İse onların hepsiyle savaştı. Halid b. el-Velid'i üzerlerine
ordularla gönderdi ve bu hususta bilinen haberlerde de belirtildiği gibi,
onlarla savaştı ve onları esir aldı.
[332]
Yüce Allah'ın:
"Allah... kendisinin onları seveceği, onların da kendisini seveceği bir
topluluk getirir" buyruğu sıfat durumundadır.
d-Hasen, Katade ve
başkaları derler ki: Bu âyet-i kerime Ebu Bekir es-Sıd-dik ve arkadaşları
hakkında inmiştir.
es-Süddî der ki: Ensar
hakkında inmiştir. Bunun, henüz o sıralarda var olmayan bir topluluk hakkında
işaret olduğu da söylenmiştir. Ebu Bekir de mür-tedlerle âyetin nüzulü
sırasında henüz bulunmayan bir toplulukla savaşmıştır. Bunlar ise, Yemen'li
Kinde'li, Becile'li ve Eşcalı bir takım kabilelere men-sub kimselerdi. Âyet-i
kerimenin Eş'ariler hakkında nazil olduğu da söylenmiştir. Çünkü, haberde
varid olduğuna göre, bu âyet-i kerime nazil olduktan kısa bir süre sonra deniz
yoluyla Eş'arilerin gemileri geldiği gibi, Yemen kabileleri de deniz yoluyla
geldiler. Rasulullah (sav)'in döneminde İslama bağlılık noktasında güzel
sınavlar verdiler. Irak fetihleri ise genel olarak Ömer (r.a) döneminde ve
Yemen'li kabileler tarafından gerçekleştirilmiştir. Âyetin nüzulü ile ilgili
olarak ifade edilen en sahih görüş budur. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.
Hakim Ebu Abdullah da
"el-müstedrek"6tz isnadı ile şu rivâyet-i kaydetmektedir; Peygamber
(sav) bu âyet-i kerime nazil oluncat Ebu Musa el-Eşfarî'ye işaret ederek:
"İşte bunlar bunun kavmidirler" diye buyurmuştur.[333]
el-Kuşey-rî der ki:
Ebu Musa'ya tabi olanlar da onun kavmindendirler Çünkü, bir kavmin, bir
peygambere izafe edildiği her yerde maksat, ona tabı olanlardır.
[334]
Yüce Allah'ın:
"Mü'minlere karşı alçak gönüllü" buyrugundaki, "alçak gönüllü"
anlamına gelen ifadesi "topluluk"in sıfatıdır. Aynı şekilde
"onurlu ve şiddetli" de böyledir. Yani bunlar, mü'minlere karşı
şefkatli, merhamet-H ve yumuşak davranırlar. Bu kelime araplann yularından
kolaylıkla çekİİe-bilen binek hakkında kullandıkları tabirinden alınmıştır.
Zilletle herhangi bir ilgisi yoktur. İşte bu şekilde olan mü'minler, kâfirlere
karşı sert davranırlar, onlara düşmanlık beslerler. İbn Abbas der ki: Bunlar,
mü'minlere karşı, babanın çocuğuna, efendinin kölesine davrandığı gibi
davranırlar. Kâfirlere karşı sertlikleri ise, bir aslanın avına karşı durumu
gibidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kâfirlerekarşı sert, kendi
aralarında merhametlidirler." (el-Feth, 48/29)
Bu kelimenin hal
olarak nasb edilmek suretiyle şeklinde okunması da mümkündür. Yani, bu halde
Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler. Yüce AUah'ın kullarını sevmesi
ile, kullannın O'nu sevmesinin anlamına dair açıklamalar daha önceden geçmiş
bulunmaktadır. (Bk. Âl-i İmran, 3/31 âyet-in tefsiri)
[335]
Yüce Allah'ın: Allah
yolunda cthad ederler" buyruğu da aynı şekilde sıfat mahaUindedir.
"Ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar." Zamanın
musibetlerinden korkan münafıklardan farklıdırlar. îşte bu, Ebu Bekir,
Ömer, Osman ve Ali
(Allah hepsinden razı olsun )nin imametlerinin sübutu-na delalet etmektedir.
Çünkü hepsi de yüce Allah yolunda Rasulullah (sav)'ın hayatta olduğu dönemlerde
cihad ettikleri gibi, ondan sonra da mürtedler-le de savaşmışlardır. Bilindiği
gibi bu sıfatlara sahip olan, yüce Allah'ın gerçek velîsi, dostudur.
Âyet-i kerimenin kıyamet
gününe kadar kâfirlerle cihad eden herkes hakkında umumi olduğu da
söylenmiştir. Doğrusunu en İyi bilen Ailahtır.
*Bu, Allah'ın tütnuhır
ki, onu dilediği kimseye verir.*' Müpteda ve haberdir.
"Alîah
vasi'dir" yani, lütfü bol olandır, "alimdir"» kullarının
maslahatını, menfaatini çok iyi bilendir.
[336]
55. Sizin asıl veliniz
ancak Allah'tır. O'nun peygamberidir ve namazını kılan ve rükû halinde İken
zekâtını veren müzminlerdir.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı İki başlık halinde sunacağız:
[337]
Yüce Allah'ın:
"Sizin asıl veliniz ancak Allah'tır» O'nun peygamberidir"
buyruğu hakkında Cabir
b. Abdullah dedi ki; Abdullah b. Selam, Peygamber (sav)'a şöyle dedi; Kurayza
ve Nadiriilerden oîan bizim kavmimiz (müslüman olduk diye) bizden danldılar.
Bizimle oturmamak üzere yemin ettiler. Evlerin uzaklığı sebebiyle de ashabın
ile birlikte oturup kalkamıyoruz. Bunun üzerine bu âyet-i kerime nazil oldu, Ö
da şöyle dedi: Biz, veli olarak Allah'tan, Rasulünden ve mü'minlerden razıyız,
... ler, bütün
müminler hakkında umumidir. Ebu Cafer, Muham-med.b. Ali b, el-Hüseyin b. Ali b.
Ebi Talib (r.anhum)'a: "Sizin asıl veliniz ancak Allahtır, Onun
peygamberidir ve... mü'minderdir" buyruğunun anlamı hakkında burada
kastedilen Ali b. Ebi Talib midir diye sorulmuş, O da: Ali'de mü'mirilerdendir
diyerek bu buyruğun bütün mü'minler için sözkonu-su olduğu kanaatinde olduğunu
ortaya koymuştur.
en-Nehhâs der ki: Bu
görüş gayet açıktır. Çünkü ( ji-üı ):... ler, bir topluluk hakkında
kullanılır.
İbn Abbas da der ki:
Bu âyet-i kerime, Ebu Bekr (r.a) hakkında nazil olmuştur. Bir başka rivayette
de şöyle demiştir: Su âyet-İ kerime Ali b. Ebi Ta-llb (r.a) hakkında nazil
olmuştur. Mücahid ve es-Süddî de böyle demiştir. Onları bu şekilde görüş beyan
etmeye iten yüce Allah'ın: "Namazını kılan ve rükû halinde iken zekâlını
veren aıü'mirilerdir" buyruğudur. Bunu da bir sonraki başlıkta ele alalım.
[338]
Dilencinin biri,
Peygamber (sav)'m mescidinde birşeyler dilendiği halde kimse ona birşey
vermemişti. O sırada Hz. Ali namazda ve rükû halinde bulunuyordu. Sağ elinde
de bir yüzük vardı. Dilenciye eliyle işaret etti ve nihayet dilenci de o
yüzüğü aldı.[339] el-Kiya et-Taberî der
ki: İşte bu, az amelin namazı iptal etmediğine delalet etmektedir. Çünkü, rükû
halinde iken yüzüğünü sadaka olarak vermek, namazda yapılan bir iş olup,
bundan dolayı namazım iptal etmedi. Yüce Allah'ın:wVe rükû halinde İken
zekâtını veren mü'minler* buyruğu ise, nafile sadakaya da zekât adının
verileceğine delalet etmektedir. Çünkü, Hz. Ali rükû halinde iken yüzüğünü
sadaka olarak vermişti. Bu da yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmaktadır:
"Fakat, kendisi ile Allafcm rızasını istemek kastıyla verdiğiniz zekât
ise, işte onlar Mat kat artırılanlardır." (er-Rûm, 30/39) İşte burada
farz ve nafile de zekâtın kapsamına girmektedir. Buna göre zekat adı, hem
farzı hem de nafile sadakayı kapsayan bir isim olmaktadır. Tıpkı, sadaka ve
salat isimlerinin her ikisini de (farz olanı da nafile olanı da) kapsaması
gibi.
Derim ki: Buna göre,
burada zekattan kasıt, yüzüğünü sadaka olarak vermektir. Zekat lafzının, yüzüğü
sadaka olarak vermek şeklinde yorumlanması ise uzak bir ihtimaldir. Çünkü
zekât, ancak kendisi için has olan lafzı ile kullanılır. Bu da, daha önce
Bakara sûresinin baş taraflarında (2/3- ayet, 25- başlıkta) geçtiği gibi, farz
olan zekattır Aynı şekilde bundan önce geçen: "Namazını kılan"
ifadesinin anlamı da böyledir. Namazın ikâme edilmesinin anlamı ise, namazı
vakitlerinde ve bütün hukukuna riayet ederek kılmaktır, Bundan kasıt da farz
olan namazdır. Daha sonra yüce Allah: "Ve rükû halinde iken" diye
buyurmaktadır. Bundan maksat ise nafile namazdır. Şöyle de denilmiştir: Rükû'un
tek başına zikredilmesi, onun şerefline dikkat çekmek İçindir. Yine denildiğine
göre mü'minler, bu âyetin nüzulü esnasında kimileri namazım tamamlamış,
kimileri ise rükû halinde bulunuyordu.
İbn Huveyzimertdâd der
ki: Yüce Allah'ın: "Ve rükû halinde İken zekâtını veren mü'minler"
buyruğut namaz esnasında ameli yesir diye bilinen az miktardaki amelîn caiz
olduğu hükmünü ihtiva etmektedir. Çünkü, burada bu ifade övgü sadedindedir.
Övgü ile ilgili asgari hüküm ise, övülen şeyin mubah oluşudur. AH b. Ebi Talib
(r.a)'ın dilenciye kendisi namazda iken bîr-şeyler verdiği rivayet
edilmektedir. Bunun, nafile namazda iken yapılmış olması da mümkündür. Zira,
farz namazda böyle bir şey yapmak mekruh görülmüştür. Övgünün, her iki halin
bir arada olmasına yönelik olma ihtimali de vardır. Adeta namaz ve zekâtın
vücubuna inanan kimseyi nitelendirerek, namazdan rükû diye sözetmis, bunların
farz oluşuna inanmayı da bunlann fiilen yapılması diye ifade etmiştir. Nitekim
müslümanlâr namaz kılanlardır der-, ken, onlann bu halde iken namaz
kılan.kimseler olduklarını kastetmediğin gibi yalnızca namaz halinde iken
onlan övülmüş olmuyor. Bu ifade ile, bu davranışı yapıp, onun farziyetine
inanan kimseler kastedilmektedir.
[340]
56. Kim Allah'ı,
Rasulümî ve mii'nıinlori veli edinirse, şüphe yokkl hizbullah, galip
olacakların ta kendileridir.
Yüce Allah'ın:
"Kim Allahı, Kasülünü ve müzminleri veli edinirse." Yani, kim işini
Allah'a havale eder, Rasulünün emrine uyar, müslümanlan da veli edinirse, işte
o kimse hizbullahtandır.
Şöyle de denilmiştir:
Yani kim Allah'a itaati, Rasulüne ve müzminlere yar-, dimi kendisine görev
olarak bellerse, işte o, hizbullahtandır demektir. uşöp-he yok ki lıizbullah,
galip olacakların tâ kendileridir." el-Hasen der ki: lliz-bullah demek,
cundullah (Allah'ın askerlerO demektir. Başkası ise, Allah'ın (dininin) yardımcılarıdır
demektedir. Şair de şöyle demiştir:
"Ben nasıl olur
da zaynaüşürüîebuirim, Bilal benim Biin îken."
O Bana yardım
ediyorken demektir.
Mü'minler
hizbuİlahtır. Şüphesiz onlar yahudileri, kadın ve çocukları esir ederek,
savaşçılarını öldürerek, onları sürgün ederek ve onları cizyeye mahkum ederek
yenik düşürmüşlerdir. Hizb, insanlardan bir sınıf demektir. Bu
kelime, asıl
itibariyle araplarm kullandıkları deyim olan şu musibet başına geldi anlamında
musibet kelimesi ile alakalıdır. Adeta hizibleşen-ler, bir musibete uğrayan
kimselerin o musibet dolayısıyla bir araya toplanmış kimselere benzetilmiş
gibidir.[341] Bir kişinin hizbi onun
arkadaşlaradır. Hizb, aynı zamanda, vird (yapmayı İtiyat haline getirdiği
ibadet") demektir.
Her im geceleyin
hizbini geçirecek olursa..."[342]
hadi-sindeki hizb kelimesi bu manadadır. Kur'anı Iıizblere ayırdım derken de bu
kökten gelen lafız kullanılmaktadır. Hizb, bölük ve kesim demektir.
Hizibleştiler derken, toplandılar demektir/ Ahzab ise Peygamberlerle savaşmak
üzere bir araya gelen kesimler demektir.
İse, bu iş gelip ona
çattt demektir.
[343]
57. Ey iman edenler,
sizden evvel kendilerine kitab verilenlerden dininizi hir eğlence ve bir
oyuncak edinenleri ve kâfirleri veli edinmeyin. Şayet iman edenlerseniz
Allah'tan korkun.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı iki başlık halinde sunacağız:
[344]
İbn Abbas (r.a)'dan
rivayete göre, yahudiler ve müşriklerden bir topluluk, secde ettikleri sırada
müslümanlann bu hallerinden dolayı gülmeye başladılar. Bunun üzerine yüce
Allah: "Ey iman edenler... dininizi bir eğlence ve bir oyuncak edinenleri
ve kâfirleri veli edinmeyin" diye başlayan âyetleri indirdi.
"Alay
edinmenin" anlamına dair açıklamalar daha önce el-Bakara sûresinde (2/67.
âyetin tefsirinde) geçmiş bulunmaktadır.
" Sizden evvel
kendilerine kltab verilenlerden.- ve kâfirleri buyruğunu, Ebû Amr ve el-Kisaî
Kâfirler kelimesini esreli olarak okumuşlardır.[345]
el-Kisaî der ki: Ubey (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)'in Mushaf'ında bu,
şeklindedir. Burada " ...den" edatı cinsin beyanı içindir. Ancak bu
kelimenin nasb île okunması daha açıktır,
Şöyle de denilmiştir:
Bu buyruk, kendisinden önce gelen iki amilden daha yakın olanına
atfedilrniştir ki, o da yüce Allah'ın: Kendilerine kitap verilenlerden"
buyruğudur. Yüce Allah bununla onlara, yahudi ve müşrikleri veli edinmeyi
yasakladığı gibi, her iki kesimin de mü'minlerin dinlerini eğlenceye
aldıklarını, onu oyuncak edindiklerini bildirmektedir. "Kâfirler1
anlamındaki kelimeyi mansub olarak okuyanlar ise bunu, "Sizden evvel
kendilerine kitap verilenlerden dininizi bir eğlence ve bir oyuncak
edinenenleri ve kafirleri veli edinmeyin" buyruğunda yer alan; ... lere
atf etmiştir. Yani, bunları da ötekilerini de veli edinmeyiniz. Bu kıraate
göre, dini eğlence ve oyuncak edinmekle nitelendirilenler yalnızca
yahudilerdir, başkaları değildir. Veli edinilmeleri yasak kılananlar ise,
yahudiler ve müşriklerdir. Fakat, "kâfirler" anlamındaki kelimenin
esreli okunuşuna göre ise, her iki kesim de dini eğlenceye alıp oyuncak etmekle
nitelendirilmektedirler.
Mekkî der ki: Eğer
çoğunluk nasb ile kıraat üzerine ittifak etmemiş olsaydı, i'rabı, anlamı,
tefsirdeki gücü ve matufun aleyhe yakınlığı dolayısıyla esreli okuyuşu tercih
edecektim.
Şöyle de denilmiştir:
Anlamı, müşriklerle münafıktan veliler edinmeyin şeklindedir. Buna delil ise:
"Biz ancak alay edenleriz" (el-Bakara, 2/14) demeleridir.
Müşriklerin tümü ise kâfirdir. Fakat kâfir lafzı, çoğunlukla müşrikler hakkında
da kullanılır. İşte bundan dolayı, kitap ehli kâfirlerden ayn olarak
zikredilmiştir.
[346]
İbn Huveyzimendâd der
ki: Bu âyeti kerime yüce Allah'ın: "Yahudileri de hıristiyanlan da veliler
edinmeyiniz- Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar" (eh Maide, 5/51) buyruğu
ile; "Ey iman edenler, kendinizden başkalarım sırdaş edinmeyin" (Âli
İmran, 3/118) buyrukları gibidir. Bu da o âyetler gibi, müşriklerin
desteklerini almayı, onlardan yardım almayı ve benzeri hususlan yasaklamayı
ihtiva etmektedir. Cabir (r.a)'ın rivayetine göre, Peygamber (sav) Uhud'a
çıkmak istediğinde, yahudilerden bir topluluk gelip: Biz de seninle beraber
sefere gelmek istiyoruz dedikleri halde, Peygamber (sav): "Bizler,
işimizde müşriklerin yardımını almayız" diye buyurdu. ^ Şafiî mezhebinde
sahih olan görüş de budur Ebu Hanife ise, müslümanlar lehine ve müşriklere
karşı onların (kitap ehli kâfirlerinin) yardımlarını almayı caiz kabul
etmiştir. Yüce Allah'ın Kitabı ise, bu hususta sünneti senivyede varid
olanlarla beraber onların söylediklerinin aksine delalet etmektedir.
[347]
58. Namaza çağırdığın
ada onu alaya ve eğlenceye alırlar. Bu, onların akılları ermeyen bir topluluk
olmalarındandır.
Bu buyruğa dair
açıklamalarımızı onîki başlık halinde sunacağız:
[348]
el-Kelbî der ki:
Müezzin ezan okuyup da müslümanlar namaz kılmak için kalktıklarında yahudiler,
:Kalktılar, kalkmaz olasıcalar derler ve müslümanlar rükû ve secde yapüklannda
gülüp, ezan hakkında da şöyle derlerdi: Andolsun sen, geçmiş ümmetler arasında
benzerini işitmediğimiz bir şeyi uydurdun. Bu şekilde kervancıların bağırıp
çağırması gibi bağırıp çağırmayı nerden çıkardın.? Bu ne kadar çirkin bir ses
ve ne kadar kötü bir îştir.[349]
Yine denildiğine göre
yahudiler, müezzin namaz için ezan okuduğunda aralarında gülüşür, hafif ve
çirkin görmek maksadıyla birbirlerine kaş-göz işaretleri yaparlardı. Bununla
da namaz kılanlan cahil gördüklerini ifade etmek istiyor, diğer insanları
namazdan, namaza çağırandan uzaklaştırmak maksadını güdüyorlardı.
Yine denildiğine göre
yahudiler, namaz için ezan okuyan kimseyi, bu iş ite alay eden, oynayan bir
kimse da görüyorlardı. Çünkü onlar, namazın yerini bilmeyen cahillerdi. İşte
bunun üzerine bu âyet-i kerimeyle, şanı yüce Allah'ın: "Allah'a davet eden
ve salik amel işleyen kimseden daha güzel sözlü kim olabilir"(Fussilet,
41/33) buyruğu nazil oldu. Nida (çağırmak), yüksek sesle davet etmek demektir,
Bu, "nuda" şeklinde de okunabilir. Yüksek sesle birisini çağırmayı
anlatmak için; kullanılır. Biri diğerine nida eden kimseler hakkında da kipi
kullanılır. Yine bu şekliyle, nâdîde (mecliste) birbirleriyle oturdular
anlamına da gelir, da, nâ-dîde (mecliste) onunla birlikte oturdu demek, olur.
Şanı yüce Allah'ın Kitabında, bu âyet-i kerime dışında ezan sözkonusu
edilmemektedir. Cumua süresinde ise özellikle
Cuma namazı ezanı söz konusu edilmektedir.
[350]
İlim adamları derler
ki; Hicretten önce Mekke'de ezan yoktu. Namaz için: "Topluca namaza"
diye seslenirlerdi. Peygamber (sav) Medine'ye hicret edip, kıble Mescid-i
Aksa'dan Kabe'ye doğru çevrilince, ezan emri de verildi. Bu sefer (u-Ur sV-aJO:
Topluca namaza nidası, anz olan herhangi bir iş hakkında kullanılmaya
başlandı.
Peygamber (sav)'ı ezan
hususu oldukça düşündürmüştü. Nihayet ezan, Abdullah b. Zeyd ile Ömer b.
el-Hattab ve Ebu Bekr es-Siddik (r. anhum)'a rüyada gösterildi. Peygamber
(sav) da İsra gecesi semada ezanı işitmişti. Hazredi ve Ensar'a mensub
Abdullah b. Zeyd ile Ömer b. el-Hattab (r. anhuma)'ın rüyalan meşhurdur Abdullah
b. Zeyd, Peygamber (sav)a geceleyin gidip Peygamber (sav)'a rüyasında ezanı
gördüğünü haber vermişti. Ömer (r.a) ise şöyle demişti: Sabah olunca Peygamber
(savVa haber verdim. Peygamber (sav) da Hz, Bilal'e emrederek, o da bugün
insanların okudukları ezan şeklinde namaz için ezan okudu.[351]
Daha sonra Bilal (r.a)
sabah namazında "essalatû hayrun minennevmr namaz uykudan
hayırlıdır" ibaresini ekledi, Rasulullah (sav) da bunu takrir etti
(itiraz etmeyip kabul etti). Yoksa bu ibare, Abdullah b. Zeyd el-Ensarî'ye
gösterilen rüyada yoktu. Bunu, İbn Sa'd, İbn Ömer'den nakletmiştir.
Dârakutnî (Allah'ın
rahmeti üzerine olsun)'nın de zikrettiğine göre, Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a)'a da
ezan rüyasında gösterilmiş ve o da bunu Peygamber (sav)'a haber vermiş, Abdullah
b. Zeyd el-Ensarî, Hz. Peygambere bunu haber vermeden önce Peygamber Bilal'e
ezan okumasını emretmişti. Dârakutnî bunu, "el-Mudebbec" adlı
eserinde, Peygamber (sav)'ın Ebû Bekir es-Sıddîk'teri hadis nakletmesiyle Ebu
Bekir'in ondan hadis nakletmesi bölümünde zikretmiştir.
[352]
İlim adamları, ezan
okumak ve kamet getirmenin vücubu hususunda farklı görüşlere sahiptirler.
Malik ve arkadaşlarına
göre ezan, cemaat namazları için insanların toplandıkları mescicHerde
vacifetir. Malik bunu Muvâtta'ında açıkça ifade etmektedir.[353]
halikı mezhebine mensub müteahhir ilim adamlarının ise farklı iki görüşü
yardır. Birincisine göre, Mısr ($ehir) ve onun hükmünde kasabalarda ezan,
müekked bir sünnet ye kifaî bir vacibtir. Bazılan da şöyle demiştir. Ezan
farz-i kifayedir.
Şafiî mezhebine mensub
ilim adamları da bu şekilde farklı görüşlere sahiptir. Taberî, Malikten şöyle
dediğini nakletmektedir: Bir belde halkı, kas-tî olarak ezanı terkedecek
olurlarsa .namazı iade ederler.
Ebu Ömer de âer ki:
Bir şehir halkının genel olarak ezan okumalarının vacib olduğu hususunda görüş
ayrılığı bilmiyorum. Çünkü ezan, Darı îsİam ile dar-ı küfrün arasını ayırt eden
ve buna delâlet eden bir alamettir[354].
Ra-sulullah (sav) da bir seriyye gönderdiğinde onlara şöyle derdi: "Ezan
okunduğunu işitecek olursanız, onlara baskın yapmayınız ve ellerinizi onlardan
çekiniz! Şayet ezan okunduğunu işitmeyecek olursanız, o takdirde onlara baskın
yapınız." Bir diğer rivayette de: "Onlara baskın düzenleyiniz diye
buyurdu.
[355]
Müslim'in Sahilı'inde
de şöyle denilmektedir: Rasulullah (sav) tan yeri ağar-dığında baskın yapardı.
Eğer ezan sesi işitecek olursa baskınını durdurur, değilse baskınım devam
ettirirdi...[356]
Ata, Mücahid, el-Evzaî
ve Dâvud ezan farzdır, demişler ve kifaye kaydını zikretmemiçlerdir,
Taberî der ki: Ezan
bir sünnettir. Vacib (farz) değildir. Ayaca Eşheb'deh, o', Malik'tert şöyle
dediğini nakletmektedir: Yolcu, kastî olarak ezanı terkedecek olursa, namazı
iade etmesi gerekir. .
Kûfeliler ise yokunun
ez.ansız ve kametsiz namaz kılmasını mekruh kabul eder ve şöyle derler: Şehirde
bulunan kimsenin ise, ezan okuyup kamet getirmesi, müstehabtır. Şayet
başkalarının okuduğu ezan ve kamet ile yetinecek olursa, bu kadarı da onıin
için yeterli olur.
es-Sevrî der ki:
Yolculuk halinde kamet getirmesi, ezan getirmesine ihtiyaç bırakmaz. Eğer,
arzu ederse .ezan da okuyabilir, kamet de getirebilir. Ahmed b. Hanbel de der
ki: Yolcu kimse, Malik. el-Huveyris hadisine binaen ezan okur. Dâvud da der ki;
Ezan, bütün yolcular için de özel olarak kendisi hakkında vacib olduğu gibi
kamet de böyledir. Çünkü Rasuluüah (sav) Malik br el-Huveyris ve arkadaşına
şöyle demiştir: "Bîr yolculukta bulunursanız ezan okuyun, kamet getirin
ve içinizden yaşça büyük olanınız size imam olsun" Bu hadisi Buharı
rivayet etmiştir.[357] Bu,
zahirilerin de görüşüdür.
Îbnü'l-Münzir der ki:
Rasulullah (sav)'ın, Malik b. el-Huveyris ile onun bir amcası oğluna şöyle
dediği sabittin "Yolculuğa çıktığınızda ezan okuyun ve kamet getirin.
Yaşça büyük olanınız da size imam olsun" îbnü'UMünzir der ki: Gerek ikamet
halinde olsun, gerek yolculuk halinde olsun, ezan okuyup kamet getirmek, her
cemaat için vacibtir. Çünkü Peygamber (sav) ezan okunmasını emretmiştir. Onun
emri ise vücub ifacle eder.
Ebu Ömer (b.
Abdil-Berr.) der ki: Şafiî, Ebu Hanife ve ikisinin arkadaşları, Sevrî, Ahmed,
İshâk, Ebu Sevr ve Taberî, yolcu eğer kasti olarak ya da unutarak ezan okumayı
terkedecek olursa, kıldığı namazın yeterli olacağını ittifakla kabul
etmişlerdir. Onlara göre kameti terketmesi halinde de hüküm böyledir. Bununla
birlikte onlar, kameti terketmesini daha ağır bir k-râhat olarak
görmektedirler. Şafiî, ezanın namazın farzlarından bir farz olmadığına ve
vacib de olmadığına, Arefe ve Müzdelifede namazları cem eden tek kişi üzerinden
ezanın sakıt olacağını delil göstermişlerdir. Yolculukta ezan hususunda Malikin
mezhebine uygun olarak varılacak sonuç, tıpkı Şafiî'nin bu konudaki görüşü
gibidir.
[358]
Malik, Şafiî ve
arkadaşları, ezanın lafızlarının ikişer ikişer, kametin lafızlarının birer
defa söylenileceğini ittifakla kabul etmişlerdir. Ancak, Şafiî ilk tekbiri dört
defa tekrarlamaktadır. Bu ise, Ebu Mahzüre hadisi ile Abdullah b. Zeyd yoluyla
gelen hadiste sika (güvenilir) kimselerin rivayetlerinde tesbit edilmiş bir
husustur.
[359]
Şafiî der ki: Bu İse
kabul edilmesi gereken bir fazlalıktır Yine Şafii'nin iddiasına göre,
Mekkelilerin müezzinleri hâlâ Ebu Mahzûre soyundan gelenlerdir. Kendi çağına
ve dönemine kadar bu böylece devam ede gelmiştir. Şafiî mezhebine mensub
alimler ise şöyle demişlerdir: Şu anda da yine Mekke müezzinleri onun soyundan
gelenlerdir. Malik'in kabul ettiği görüş de aynı şekilde Ebu Mahzure ezanı ile
Abdullah b. Zeyd ezam ile ilgili sahih hadis rivayetlerinde mevcuttur,
Medine'de onlara göre uygulama, kendi dönemlerine kadar Sa'd el-Kurazî
soyundan gelenler arasında bu şekildeydi.
Malik ve Şafiî ezanda
terci1 yapılacağını ittifakla kabul ederler. Terci' ise, müezzinin: îki defa
"eşhed'ü enlailâhe illallah" dedikten sonra, yine iki defa:
"eşhedü enne Muhammede'r-Rasulullah" deyip, tekrar fterci' yaparak)
bütün gücü ile sesini yükselterek söylenmesedir İkamet hususunda da Malik ile
Şafiî arasında "kad kametissalah" ifadesi dışında görüş, ayrılığı
yoktur. Malik, bunu bir defa söylerken, Şafiî bunu îki defa tekrarlamaktadır.
İlim adamlarının çoğunluğu ise, Şafiî'nin dediğini kabul etmektedir.
Rivayetler de bu doğrultuda gelmiştir.
Ebu Hanife, arkadaşlan,
es-Sevrî ve el-Hasen b. Hayy derler ki: Ezan da kamet de ikişerlidir. Onlara
göre, gerek ezanın başında gerekse kametin başında "Allahuekber"
dört defa tekrarlanır. Ezanda onlara göre terci' yoktur. Bu husustaki delilleri
ise» Abdurrahman b, Ebi Leyla yoluyla rivayet edilen şu hadistin Abdurrahman
dedi ki: Bize, Muhammed (sav)'ın ashabının anlattığına göre, Abdullah b. Zeyd
Peygamber (sav)'a gelip şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, ben rüyamda, bir duvar
üzerinde durmuş, üzerinde yeşil renkli iki elbise bulunan bir adamın ayağa
kalkarak ikişerli ezan okuduğunu, yine ikişerli kamet getirdiğini, ikisi
arasında da bir süre oturduğunu gördüm. Bilal, bunu işitince kalktı, ikişerli
ezan okudu. Sonra bir miktar oturdu ve kalkıp yine ikişerli kamet getirdi.[360]
Bunu, el-A'meş ve başkalan, Amr b. Murre'den, o, îbn Ebi Leyla yoluyla rivayet
etmiştir. Aynı zamanda bu, Irak'taki tabiin ve fukaha topluluğunun da
görüşüdür.
Ebu îshâk es-Sebi'î
der ki: AH ile Abdullah'ın (b. Mes'ud'un) arkadaşları, ezan ve ikameti ikişer
defa tekrarlardı. İşte, nasıl ki Hicazlılar ezan ve kametlerini geçmişlerinden
miras olarak devr aldüarsa, Kûfeliler de bu şekildeki ezan okuyuşlarını ve buna
göre uygulamayı, aynı şekilde nesilden nesile miras olarak devr almışlardır,
onların ezanı da Mekkelilerinki gibi, tekbiri dört defa tekrarlamak
şeklindedir. Bundan sonra bir defe eşhedü enlâilahe illallah" yine bir
defa, "ve eşhedü enne Muhammede'r Basulullah" denilir, Sonra, bir
defa "hayyealesselah", yine bir defa "hayyaal el felah"
denilir. Bundan sonra müezzin, döner fterci' yapar), sesini yükselterek
"e§hedü enlaîlahe İllallah der" ve ezanın tamamını ikişer defa olmak
üzere sonuna kadar okur.
Ebu-
Ömer (b. Abdi'I-Berr) der ki: Ahmed b. Hanbel, İshâk b. Rahaveyh, Dâvud b. Ali,
Mulıammed b, Gerir et-Taberî de Rasulullah (sav)'dan rivayet edilen bütün
rivayetler doğrultusunda görüş belirtmenin caiz olduğunu ifade etmişler ve bu
farklı rivayetleri, mübahlık ve muhayyerlik şeklinde anlayarak şöyle derler:
Bütün bunlar caizdir Çünkü Rasulullah (savVdan bütün bunlar sabit olmuştur,
ashabı da bunlarla amel etmiştir. İsteyen ezanın başında iki defa, Allahuekber
der, isteyen bunu dört defa tekrarlar. İsteyen ezan okurken terci' yapar,
isteyen terci' yapmaz. İsteyen kamet getirirken de bunları ikişerli getirir,
isteyen teker teker söyler. Ancak bundan: "üâdkame-tissalah"
müstesnadır. Çünkü bu söz, herhalûkârda İki defa tekrar edilir.
[361]
İlim adamları
Tesvîb'in hükmü hususunda farklı görüşlere sahiptir. Tesvîb, ise, müezzinin
"es-salatu hayrun minen-nevm" demesidîr.
Maljk, Sevrî ve
el-Leys derler ki: Müezzin, sabah namazında iki defa Hay-ye ala'l-felâh
dedikten sonra, iki defa;:es-Salatu hayrun mine'n-nevm der. Bu, ŞafîFnin de
Irak'taki görüşüdür. Mısır'da ise: Böyle demez, demiştir.
Ebu Hanife ve
arkadaşlan derler ki: Dilediği takdirde ezanı bitirdikten sonra bunu
söyleyebilir. Onlardan bunu, ezanın içinde söyleyeceğine dair rivayet de
gelmiştir. Sabah namazında insanların uygu layagel dikleri budur
Ebu Ömer der ki:
Peygamber (sav)'dan, Ebu Mahzure hadisinde Hz. Peygamberjn Ebu Mahzûre'ye sabah
ezanında: "es-Salâtu hayrun mine'n-nevm" demesini emrettiği rivayet
edilmiştir.[362] Yine Hz. Peygamberden
bunu, Abdullah b. Zeyd yoluyla gelen hadiste söylediği de rivayet edilmiştir.[363]
Enes'ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: Sabah ezanında: "es-salâtu
hayrun mine'n-nevm" denilmesi sünnettendir. İbn Ömer'den de bunu söylediğ
rivayet edilmiştir, Malîk'in Muvattamda söylediği şu ifadesine gelince; bana
ulaştığına göre müezzin, sabah namazını haber vermek üzere Ömer b. el-Hattab'm
yanına varmış. Uyuduğunu görünce, es-Savalâtu hayrun mine'n-nevrn demig. Ömer
de sabah ezanında bunu söylemesini emretmiş.[364]
(Ebu Ömer) der ki: Ben bunun, Ömer'den delil gösterilebilecek şekilde ve
sıhhati biUnen bir yolla rivayet edilmiş olduğunu bilmiyorum, Bu hususta, Hişam
b. Urve'nin, İsmail diye anılan.ve tanımış olduğum[365] bir
kişiden bir rivayet vardır, İbn Ebi Şeybe şunu nakletmektedir: Bize, Abde b
Süleyman, Hişam b. Urve'den, o, İsmail diye anılan bir adamdan şöyle dediğini
nakletmiştir: Müezzin gelip Ömer'e sabah namazını haber vermek istedi ve
"es-sala tu hayrun mine'n-nevm" dedi, Ömer bunu beğendi ve müezzine:
"Sen bunu, ezanında söyle" dedi.
Ebu Ömer
(b-Abdi'1-Berr) der ki: Kanaatimce Ömer'in ona söylediği sözün anlamı şudur:
Bu sözün söyleneceği yer sabah ezanıdır Burası değildir. Sanki Ömer, dah*a
sonra emirlerin ihdas ettikleri gibi emirin kapısı yanında bir başka nidanın
(namaz için seslenişin) yapılmasını hoş görmemiş gibidir. Yine Ebu Ömer der ki:
Haberin zahiri her ne kadar bunun hilafına ise beni böyle bir açıklamaya iten
- de- sebep şudur: Sabah namazında tesvib, Hz. Ömer'in bu konuda Rasulullah
(sav)'ın sünnetini ve bunu Medine'deki Bilal ve Mekke'de de Ebu Mahzûre diye
bilinen müezzinlerine emretmiş olduğunu bilmediğinin sanılması sözkonusu
olmayacak kadar durum İlim adamlarınca ve avam nezdinde de yaygınlık
kazanmıştır. Çünkü bu, gerek Bilal'ın ezan okuyuşunda bilinen ve tesbit edilmiş
bir husustur, gerekse de Ebu Mah-zûre'nîn sabah namazında Peygambere ezan
okuyuşunda bilinen bir husustur. İlim adamları nezdinde de meşhurdur. Veki',
Süfyan'dan, o, İmran b. Müslim'den, o Suveyd b. Gafele'den rivÂyet-ine göre o,
(Hz. Peygamber) müezzinine: "Havyealelfeİah"'a geldiğinde:
"es-Salatu hayrun mine'n-nevm de" diye haber gönderdi. İşte bu,
Bilal'ın ezandır. Bilindiği gibi Bilal, Hz. Ömer'e hiçbir vakit ezan
okumamıştır, Hz. Ömer, Rasulullah (savVclan son-.ra da yalnızca bir defa Şam'a
girdiği vakit Biİalin ezanını işitmiştir.
[366]
İlim adamları icrna
ile şunu kabul emişlerdir: Sabah namazı dışında kalan namazlar için sünnet
olan, namaz vakti girmeden ezan okuriıamaktır Yalnız sabah namazı için, Mâlik,
Şafiî, Alırried, îsliâk ve Ebu Sevr'in görüşüne göre, tan yerinin ağarmasından
önce ezan okunabilir. Bu konudaki delilleri ise, Rasulullah (sav)!ın şu
buyruğudur: "Şüphesiz Bilâl, henüz gece iken ezan okur. O bakımdan İbn Um
Mektum ezan okuyuncaya kadar yemenize içmenize devam ediniz"[367]
Ebu Hanife, es-Sevrî
ve Muhammed b. el-Hasen ise derler ki: Vakti girmedikçe sabah namazı için ezan
okunmaz. Çünkü Rasulullah (sav), Malik b. el-Huveyris ve arkadaşına şöyle
demiştir: "Namaz vakti girdi mit ezan okuyunuz. Sonra kamet getiriniz,
sonra da yaşça büyük olanınız size imam olsun.
[368] Ayrıca
diğer namazlara sabah namazını kıyas etmek de bunu gerektirir. Hadis ehlinden
bir kesim ise şöyle demiştir: Eğer mescidin iki tane müezzini varsa, onlardan
birisi tan yeri ağarmadan önce ezan okur, diğeri ise, tan yeri ağardıktan sonra
ezan okur.
[369]
Ezan okuyan müezzinden
başkasının kamet getirmesi hususunda fukaha farklı görüşlere sahiptir. Malik,
Ebu Hanife ve arkadaşları bunda bir mahzur olmadığı görüşündedirler. Çünkü,
Muhammed b. Abdullah b, Zeyd'in, babası (Abdullah)'dan rivÂyet-ine göre
Rasulullah (sav) rüyasında gördüğü ezanı Bilâl'e öğretmesini emretmiş, bunun
üzerine Bilâl de ezan okumuştu. Daha sonra da Hz. Peygamberin, Abdullah b.
Zeyd'e emretmesi üzerine Abdullah da kamet getirdi.
[370]
es-SevrîT el-Leys ve
Şafiî ise, kim ezan okursa, o kamet getirir demişlerdir. Çünkü, Abdurrahman b.
Ziyad b. En'um, Ziyad b. Nuaymdan, onun, Ziyad b. el-Haris es-Sudâî'den
naklettiği hadiste, Ziyad şöyle demiştir: RasuLullah (savVa gittim. Sabahın ilk
vakti girince, bana emir verdi ben de ezan okudum. Sonra namaza kalkü. Kamet
getirmek üzere Bilal geldi, fakat Rasulullah (sav) şöyle buyurdu:
"Sudahlann kardeşi (yani Sudah olan) ezan okudu. Kim ezan okursa o kamet
getirir.
[371]
Ebu Ömer der ki:
Abdurrahman b, Ziyad, el-İfrıkî diye anılır. Hadis alimlerinin çoğu onu zayıf
kabul ederler. Bu hadisi de ondan başkası rivayet etmemektedir. Önceki hadis
ise, inşaallah sened bakımından daha iyidir. Eğer, el-İfnkînin hadisi sahih
ise, -şunu da belirtelim ki, ilim ehli arasından onun sika olduğunu kabul eden
ve ondan övgüyle söz edenler de vardır- o takdirde o hadis gereğince görüş
belirtmek daha uygundur. Çünkü bu hadis, gö-
[1] Hadis ve devamı için bk.: Buharı, Salât 25; Müslim,
Tahâre 72; Ebû Dâvûd, Tahâre 60; Tirmİzt, Ttıhâre 70; Nesal, Tnhâre 96; İbn
Mâce, Tahâre 84.
[2] Müslim, Tabure 85; Nesaî, Tahâre 99\ İbn Mâce, Tahâre
86; Müsned, I, 96, 100, 113.
[3] "Nuhâs : Erimiş bakır" kelimesini İbn Kesir,
tbn Muhaysm, Mücâhid ve Ebû Amr esreli okumuş!ardır. (Kurtubî, er-Rahman,
55/35- âyetin tefsiri).
[4] Aynı âyetin tefsirinde Kurmbî diyor ki; bu kelimeyi
"Kur'ân'm sıfatı olarak ref ile okumuştur. Diğerleri ise
"Levh"in sıfatı olarak cer ile okumuşlardır.
[5] İkva: Şiirin kusurlarından olup kâfiyeyi teşkil eden
kelimelerin i'râbmın birbirinden farklı olması demektir. (İbn Manzfir,
Lis&nu'l-Arab, XV, 207-20,)
[6] Bu hadis: "Ayakların iç tarafları" ibaresi
zikredilmeksizin daha önce bu başlığın bag ta-raHanncfeı geçmiş ve kaynaklan
anıda gösterilmişti. Bu şekliyle hadisin zikredlldiği yerler: Tirmizl, Tahâre
31; Müsned. IV, 191.
[7] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/99-105.
[8] Buhûrî, Vudıı 39; Müslim, Tahâre 18; Nesaî, Tnh3re 80;
Dârimİr Vudû 2$; Mûsned, IV, 39.
[9] Müslim, Tah3rc 18.
[10] Bu, Hz, Peygamberin Temiınli Mahreme kızı Kayle'ye
hitaben söylediği bir sözdür. (İbn Hacer, el-lsabe, VIII, 288).
[11] Buhârî, Ezan 76; Ebû D&vûd, Sal3l 93; Müsned, IV,
276.
[12] İbn Mâce, Tahâre 55; Müsned, II, 201, 471, III, 369,
393, VI, 40.
[13] Yirmiüçünctt başlıkta geçen bu rivayetin kaynaklan
orada gösterilmiştir.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/105-107.
[14] Ebd Davud, Tnhâre 59; Tirmizt, Tahâre 30.
[15] İbn Mûce, Tahâre 54; Müsned, IV, 229
[16] Dâraktttnt, I, 95.
[17] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/107-108.
[18] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/108-109.
[19] Müslim, Hacc 147; Ebû Dâvâd, Menâsik 56; Tirmizl,
tiacc 38, Tefsir 2. Sûre 14; JVe-sai, Hacc 168,172; îbn Mâce, Menâsik 84;
Dârimi, Mennsik,34; Muvatta, Hacc 126.
[20] Dârakutnî, I, 89
[21] Dârakutnî, I, 89. Yine aym yerde kaydedildiğine göre;
Abdullah b. Mes'ud'a; nbdesr aiıp sol azalarını sağ azitlanndnn önce yıleıyantn
nbdestinin hükmü sorulmuş, o da; aBir sakıncası yoktur" dîye cevap
vermiştir.
Dârakııtnî,
bu rivayeti de "sahili" diye nitelendirilmiştir.
[22] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/109-111.
[23] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/111.
[24] Bk. M. Necmüddîn el-Kıırdî, $er1 Ölçü Birimleri
Tercüme î. Tüfekçi, İstanbul, 1996, S. 52-53 ve S. 130 v.d.
[25] Nesai, Cenâtz 116; İbn. Mâce, Tahrire 19; ayrıca:
Bukârt, Vudû* 55, 56, Cen3iz 82, 83, Edeb 46, 49; Müslim, Tnlı3re 111; Ebû
Dâvûd, Tahâre 11; Tirmizi, Tahâre 53; Nesaî, Tahüre 27, Cenâiz 116; İbn Mûce,
Tahâre 26; Dârimİ, VtıdıT 6l; Müsned, I, 226.
[26] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/111-112.
[27] Buhârl, Vudû1 60, öl, Mezâlim 27; Müslim, Tahâre 74;
Nesaîr Tahâre 24; îbn Mâce, Tahâre 13; Dârimî, Vudû* 9; Müsned, V, 394
[28] Müslim, Tahâre 73; Ebû Dâvûd, Tahâre 12; Tirmizî,
Tahâre 9; Nesaî, Tahâre 17, 24; Mü&ned, V, 402.
[29] Müslim, Tahâre 89; Nesaî, Tatare 99; İbn Mâce, Tahâre
86; hiüsmd, I, 96, 100, 113.
[30] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/112-113.
[31] Ebû Dâvûd, Tahâre 6l.
[32] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/113.
[33] Buhârl, Vudû 49; Müslim, Tahrire 79; Ebû Dâoûd,
Tahrire 60.
[34] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
6/114.
[35] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/114-115.
[36] Ebû Dâvûd, Tnhare 62; ayrıca bk.: Tirmizî, Tahâre 74;
Ibn biâce, Tahâre 88; Müsned, IV, 252.
[37] Dârimİ, Vudû'43.
[38] Ebü Dâvûd, TabSre 63.
[39] Ebû Davüd, Tahâre 63; Darâkutnî, I, 195.
İmam Kurtubi, el-Câmiu
li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/115-116.
[40] "Ancak yeniden abdest almasına gerek
yokıur." (Dr, ez- Zuhaylı, et-Fıkhü'l-İ&tâml, i, 3391- Yani yalnız
ayaklarını yıkamakla yetinir.
[41] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/116-117.
[42] Buhâri, Teyyeanmün 6,9; Nesal, Tahflre 202; Müsned,
IV, 4$4
İmam Kurtubi, el-Câmiu
li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/117.
[43] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/117-118.
[44] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/118-119.
[45] Hanefi mezhebinde kabu] edilen görüş, boyîe bir
kimsenin niyeısiz, ve kıraatsız olarak îcına ile namaz kılıcağı, su ya da
toprnk kullanma imkânını bulduğu takdirde de namazını iîide edeceği
şeklindedir. (Dr.ez- Zuhaylî, el- Fıkhu'i-lslaml, 1, 451- 452 vhd).
[46] Buhûrî, Teyemmüm 1, 2; Müslim, Hnyz 108-109; Muvatta;
Tahâre 89.
[47] Bukârî, vudfl 2 (aynı manada); Müslim, Tahâre 1; Nesât,
Tahâre 104, Zekât 48; îbtt Afâce, Tahâre 2; Dârimî, Vudû 21; Atüsned, 11,5
[48] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/119-121.
[49] Yirmialtıncı başlığın son tarafında geçmişti. Kaynaklan için oraya bakınız.
[50] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/121.
[51] Müslim, Tahâre 1; Tirmüt, Deavat 85; Nes&t, Zekât
1; Dûrimî, Vudü 2; MüsnM, V, M2-344.
[52] îbn Abdi'1-Berr, el-îstizkâr, II, 180.
[53] İbn AbdH-Ben-, el-îstizkâr, II, 180; st-Temhîd, XX,
258-259.
[54] Müslim, TalıSre 32; Muvatta Tahâre 31ı ftfûsned, II,
303.
[55] Muvatta, Tahâre 3; Nesâî, Tahâre 85; İbn Mâce, Tnhâre
6. îınaın Buharı"nin betîrtiği-ne göre burada sözü geçen rüvi es-Sunâbihî,
Peygamber'defi bizzat hadîs dinieıne-ınigtîr. Buna güre Mâlik'in ve
diğerlerinin bu rivayetleri ınürsddir. <İbn Abdil-Berr, el-îstizkâr, II,
190).
[56] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/121-123.
[57] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/123-124.
[58] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/124-125.
[59] Arapça yayını hazırlayanların notunn göre, buraeta bazı
ibareler düşmüş olabilir. Kıssa ile de, Hz. Peygamberin kızı Hz. Zeyneb'in
Medine'ye hicreti esnasında, Hebbrir b, ri-Esved ile el-Fihrî tu rafından
korkutulması üzerine, çocuğunu düşürmesine işaret olmalıdır.
[60] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/125-127.
[61] Buhârl, Meğüzi 31; Müsned, İM, 390.
[62] Buhâr'h Meğazi31.
[63] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/128-129.
[64] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/129.
[65] Dârimî, Fedâilu'l- Kuran 33, hn; M87.
[66] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/130-131.
[67] Buhari, Itk 33, Hibe 24, Huıns 15, Ahkdın 26, Vekâlet
7, Meg^zi EbûDâvûd, Cihâd 121; Müsned, IV, 327.
İmam Kurtubi, el-Câmiu
li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/131.
[68] Müslim, İmâre 145
[69] Bk. Ahd-iAtik, Sayılar 13.
[70] Burada Ntıh, 71/17. âyetEe geçen ve "bitki
gibi" diye meali verilen mastanns kural gereği Fiiie uygun olarak
"inbdten" diye gelmesi; Âli İmrân, J/37'de akabul" diye ıneâli
verilen jıiuısfcırın da "tekabbul" şeklinde gelmesi gerektiğine
igaret etmektedjr. Merhum ınü-fessir bu hususta Âli İınrân, 3/37'de -kendisinin
de belirttiği gibi- yeterli acıkmalarda bulunmuştur.
[71] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/131-133.
[72] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/133-136.
[73] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/137-139.
[74] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/140-141.
[75] Her iki rivayeti de es-Suyûti, ed~ Durru'l Mensur, III.
44-45.
[76] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/141-143.
[77] İbn Sa'd, Tabakaat, I, 53.
[78] İbn Sa'd, nynı yer.
[79] es- Suyüıî, ed-Burru'l-Mene&r, III, 45.
[80] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/143-145.
[81] Müslim, Zühd 37.
[82] Ebu Dâvûd, el- Merâ&il, 181
[83] Tirmizî, Zühd 34; İbn Mâce, Zülld 9
[84] Bu ve benzeri rivayetler, sahih olmayan ve sahih bir
dayanağı bulunmayan asılsız rî-vayetierdir
[85] Ûc'a dair bu haberler de asılsızdır.
[86] Bk. Buharı, Hums 8; Müslim, Cihâd 32; Müsned, II, 318.
[87] Bir önceki dipnotta belirtilen yerler.
[88] Bukûrî, Cen5iz 69; Müslim Fedâil 157, 158, Nesaî,
Cenâiz 121; Mü&tıed, II, 269, 315.
[89] Müslim, Fedau 164; Nesaî, Kıyamı;1!- Leyi 15.
[90] Müsned, VI,274.
[91] Buhâri, Rikaak 42.
[92] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/146-159.
[93] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/160.
[94] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/160-162.
[95] Buhari, Rikaak 38.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/162-163.
[96] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/163-164.
[97] Ebû Dâvûd, firen 2; ayrıc:ı bk. Tirmizi, Fiten 29;
Mümed, IT 185.
[98] Bk. Ebû Dâuud, Fiten 2; İbn Mûce, Fiten 10; Müsned, V,
163
[99] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/164-165.
[100] Buhârt, İman
22, Diyât 2; Müslim, Filen 15; Nes&t Tahrirniud-Dem 29; İbn Mâce Fiten 11.
[101] Müslim, Birr 59; Tirmizi, Sıfanı'l-Kıyâme 2; Müsned,
II, 303, 334, 372.
[102] Buhârî CenSiz 33f Enbiya l;Diyât 2, t'risam 15;
Müslim, Kasaıne 27' Tirmizi, İlim 14; Wesdl Tahrimu'd-Dem \Jbn Afdce, Diyar 1;
Müsned, I, 383, 430, 433.
[103] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/165-167.
[104] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/167.
[105] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/197-170.
[106] Hadisin sahih olmadığı, müellifin, bu hususa i§aret
amacıyla kullandığı "Ruviye: Riv5-yet edildi* tabirini kullanmasından da
anlaşılmaktadır.
[107] Bu hadis, 28, 29. ayetlerin tefsiri 1, taşlıkta geçmiş
bulunmaktadır. Kaynaklan da orada gösterilmiştir.
[108] Müslim, Zekât 69, Utan 15; Nes&î, ZekSt 64; tbn
Mfce, Mukaddime 14,15; Dûrimt, Mukaddime 44; Muvatta, Kur'an 4l, Müsnedr II,
505, IV, 357, 359, 3öl, 362.
[109] Ebû Dûvud Fiten 1, Tirmizi, Fiten 51; Dariml, Rikaak
39; Mü&ned> V, 278, 284.
[110] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/170-171.
[111] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/171.
[112] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/171.
[113] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/171.
[114] Kaynağım tespit edemedik.
[115] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/172-173.
[116] Ebu Dâvûd, Cenaiz 66,
hadîs no: 3214; Nû&aî TahSre 128, Cenâiz 84; Müsned, I, 97, 103, 130
131.
İmam Kurtubi, el-Câmiu
li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/174.
[117] Tirmizî, Cihad 34; Nesaî, Cengiz 86, 87, 90-91; İbn
Mâce, Cenaiz 41; Müsned, IV, 19-20.
[118] îbnMâce, Cenâiz 41.
[119] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/174-175.
[120] Muuâtta, Cenâiz 28.
[121] İbn Mdce Cenâiz 40.
[122] Müslim, Cenâiz 90; Nesaî, Cenaiz 85; îbnMâce, Cen3iz
39.
[123] İbn Mâce, Cenâiz 39.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/175.
[124] îbnMâee Cenâiz 38.
[125] ibn Mâce, Cenâiz 44.
[126] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/176.
[127] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/177-180.
[128] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/181.
[129] Ebû Dâvüd, Hııdûd 3, Hadis no: 4364,
[130] Ebu Dâvud, Hudfld, 3, Hadis no: 4365.
[131] Ebu. Davud, Hudûd 3, Hadis no: 4366.
[132] Ebu Davud Hudftd 3, hadîs no: 4367.
[133] Merhum müfessileriınizin işaret ettiği rivayetlerle
aynı hususa dair diğer rivayetlerinin bulunduğu yerler: Buhâri Clhad 152,
Meğâzi 36, 37, Hudfld 15-18, Diyât 22; Müslim Kasame 9-14, Bbû Dâvud, Diyat 3;
Tlnnizi, Tahâre 55;-Mesaî, Talıâre 190, Tahriınu'd-Deın 7-9, İbn M&cef
Hudfld 20; M&sned, III, 107s 163,170, 177,186,198, 205, 233, 287, 290.
[134] Ebû Ddvud, Hudtid 3, hödis no: 4372; Neaât,
Tabrirnu'd-Deın 9.
[135] Müslim, tnoan 192, aynı mnnada Müsned IV, 204, 205
[136] Ebû Dâvud, Hudûd, 3, hadis no: 4371.
[137] Ebû Dûvud, Hudûd 3, hadis no 4370.
[138] Müslim, Kas3me 14; Nesât, Tahrhnu'd-Deın 9.
[139] Buhârl, Cih3d 152, Hııdûd 17; Ebû Dûvud, Hudûd J,
hadis no: 4365.
[140] Müslim, Birr 43.
[141] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/181-185.
[142] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/185-186.
[143] Bu ifade ite Ebû YusuPun el ve ayak kesine îk birlikle
gerektiğinde öldürme ve çarmıha germe cezasının da uygulanacağı seklinde
görüşü kastediliyor olmalıdır. İmam Mııhaınmed ise, öldürme ya d.ı çarmıha
germe cezası verilirse el ve ayak k«me cezasının uygulanmayacağı goril
gündedir. (Abdullah b. Mahmud b. Mevdûd, el-İhtiyar IV, US)
[144] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/186-187.
[145] Bk. Müslim, Tevbe 46.
[146] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/187-189.
[147] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/189.
[148] Burada merhum Kıırtubi'nin, merhum İbnu'ui-Arabî'nın
kullandığı "yefa':zirvder" kelimesinin sözlük anlamına dair iki
satırlık bir açıklaması, manii İtibariyle tereemeye dere edildiğinden aynen
tercümeye gerek görülmemiştir.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/189-190.
[149] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/190.
[150] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/190-191.
[151] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/191.
[152] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/191-192.
[153] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/192.
[154] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/192-193.
[155] Nesûî, Tahrimu'd-Dem 21; Müsned, II, 339,360.
[156] Müslim, İman 225, Buharfde tespit edemedik.
[157] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/193-194.
[158] Baharı, İman 11, Ahkâm 49, Hudüd 8, Tefsir 60 sûre 3,
Menâkıbu'l- Ensâr 43; Müslim, Hudûd 41; lirmizi, Hudûd 12; tbn Mâce, Hudüd 33;
Nesai, Bey'at 9.17; Dârimî, Siyer 17; Müsned; VT 314, 320.
[159] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/194-195.
[160] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/195-196.
[161] Müslim Salât 11; Ebû Dûvud, &ılât 36; Tîrmizî,
Menâkıb 1; İNfesaî, Ezan 37; Müsned, II, 168.
[162] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/196-197.
[163] Ancak görüleceği gibi başlıklar sadece y irin Şahıdır.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/197-198.
[164] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/198.
[165] Müslim, Hudûd 2-4, Nesâî, Kafu's Sânk 10; İbn Mâca,
Hurtûd 22; Müsned VI, 249,252.
[166] Buhâri Hudûd 13; Müslim, Hudûd 5,6; Aynen bk. Nesâî,
Kafu's- Sarık 10.
[167] Bu husustaki bu ve benzeri farklı rivayetleri birarada
görmek için Nesal, Katu's-Sa-rık8, 9, vd bakabilir.
[168] Bk. İbn Abdil-Berr, el- îstizkâr, XXIV, 154 v,d
[169] İbn Abbâs'tn rMyeti: Dârakulni, IH, 191-192; Aııır b
Şunyb'ın rivayeti; Dârakutni, III, 190; ayrıca bk. Nesai ve el-htinkâr,
gösterilen yerler.
[170] NisÛi, Katu's- Sünk 10'da biri Süleyman b. Yesâr'en
sözü, diğeri Peygamber <sav)e mer-fil bîr hadis olmak üzere iki
rivâyet-Dtîraıfeüfm, III 186'da biri. Süleyman b. Yesâr, diğeri Saîd b. el-
Müseyyeb, Ömer (r,a.)'den olmak üzere iki rivayet ayrıca 111, 19-4'de;
eş-Şa'bînin Abdullah b. Mesud (ra)den rivayetine göre Peygamber (sav) (beg
dirhem değerinde çalınan mal) dolayısıyla el kesme cezası uygulamıştır.
[171] Dûrakutni, III, 186
[172] Buhârî, Hudtfd 7, 13; Müslim, Hııdûd 7; Nesaî,
Katu's-Sârık l.tbnMâce, Hııdûd 22; Müsned, II, 253.
[173] İbn Mâce. Mesacid 1; Müsned, I, 241.
[174] Buhârî, Hudûd 7.
[175] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/198-201.
[176] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/202.
[177] Muvâtta-, Hıtdûd 22 (de miirsel bLr rivayet olarak);
Nesaî, Katu's-Sârîk 11 ve 12 (de mmtasıl olamk>, Ayrıca bk. D&rakutnl,
III, 194-195
[178] tbn Abdil-Berr, el-istuk&r, XXIV, 154.
[179] Ebû Düvud, Lukata 10. hadis, Hııdûd 13; Tirmizİ Büyü"
54; Nesaî "Katu's-Sârîk 12; îbn Mâce Ticârât 67; Mû&ned, II, 180, 224.
[180] Nesaî Katus- S5rik 12.
[181] Burada Arapça yaymda bir okuma halası olarak,
"köleler" manasına gelen "Rakik" kelimesi -un"
manasına gelen "dakik" olarak okunmuştur.
[182] Muvâtta, Akdiye 38'e göre olayın mahiyeti şudur:
Hâtib'in köleleri Müzeyne'li kişinin devesini çaknışlar Muzeynelînin şikayeti
üzerine Hz, Ömer önce ellerinin kesilmesine hüküm vermiştir. Daha sonra Hâtıb'a
"Galiba sen onları aç bırakıyorsun?" diyerek Hâtıb'ı Müzeyne'lîye
devesinin kıymetini ilci katını ödemekle cezalancürdı.
[183] Ebû Dâvud. Hudûd 15; Nesâî, Kntu's-Sarık 5; Itm Mâce,
Hudfld 28.
[184] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/202-204.
[185] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları:
6/204.
[186] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/204-205.
[187] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/205.
[188] Ebû Dâvud, Huriûd 20; Fiten 2; İbn Mâce, Fiten 10.
[189] Ebû Dâvud, Hudfld 20.
[190] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/205-206.
[191] Dârâkutni, îlî, 182, 183'de bu manada çeşitli hadisler
yer nSınakta ise de gerek Dnrâ-kuenînin kendi kayıtları gerek Taliklerde
bulurum Ebunt- Tâyyib'in notları, çeşitli bakımlardan zayıF olduklarını ifade
etmektedir.
[192] Nesaî, Knt'ııVSarik, 18: Dârakutnî, III, 182, 183 teki
rivayetlerdeki kayıt, ödeme zorluğu çekmiyor ise..." şeklinde değilr
"ona had uygulanmış ise" şeklinderiedir.
[193] Bk. İbn Abdil-Berr, el-lstizkâr, XXIV, 211-213.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/206-208.
[194] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/208.
[195] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/208.
[196] Muvatta, Kosnı's- Saiât 72; Dârimi, Sîilât 78; Mümedm,
56, V, 310.
[197] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/209-210.
[198] Muvatta, Hudüd 33.
[199] Dârakutnİ, IH, 86.
[200] ibn Afûce, Hudüd 25; Nesal KattıVSârik 16, Nesaî
hadisi kayd ettikten sonra f "Ömer b. Ebi Seleme hadis rivayetinde pek
kuvvetli birisi değildir." demektedir Merhum Kur-tubi'nin senedi ayrıca
kayd etmesinin sebebi de -adeti Üzere- budur.
[201] İbn Mace, Hudûd 25.
[202] Bk. İbn Hacer,
Tehzibul Tekzib, II, 50-51.
[203] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/210-213.
[204] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/213.
[205] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/213-214.
[206] Ebû Dâvud, Buyu 77, îbn Mâce, Ticârât, 64.
[207] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/214.
[208] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/215.
[209] Ebû Dâvud- HudÛd 19; Tirmizl, Hudûd 20; Nesat,
Kat'u's-Sarik 16; Dâriml, Sîyer 51; IV
181.
[210] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/215-216.
[211] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/216.
[212] Nesaî KatVs-Sârik.
[213] Ebû Dâvud, HudOd 21, Nesri, Kaüt's-Sarik 15.
[214] Nesûl, Kat'u's- Sârik 15.
[215] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/216-217.
[216] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/217-218.
[217] Tirmizl Hııdûd 17ı EbÛ Dâvud, Hudüd 22; Nesaî,
Katu's-Sârik, 18; îbn Mâca, Hudüd 23.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/218.
[218] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/218-219.
[219] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/219-220.
[220] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/220.
[221] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/220-221.
[222] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/221-222.
[223] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/222.
[224] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/223.
[225] Nesûi, Kasâıne S; D arak atı il, 111, 198; Miisned, I,
246.
[226] Siiyııtî, ed-Durru'l-Mensur, III, 78.
[227] Ebû Dâvud, Hudnd 25
[228] Suyütî, ed-Durru'İ-Mensur, 111, 78.
[229] Müslim, Hudûd 28; Ebû Dâvud, Htıdud 25. îbn Mâce,
Hudûd 10; âyetlerin nüzulünden söz eden bölüm kayd edilmeksizin»
[230] Müslim Hudud 26.
[231] Ebâ Dâvud, Hudftd 25.
[232] Eba Dâvud, Hudfid 25.
[233] Ebû Dâvud, Hudûd 25.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/223-226.
[234] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/226-228.
[235] Ebu Davud, Hudûd 25.
[236] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/228-229.
[237] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/229-230.
[238] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/230.
[239] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/230-231.
[240] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/231-232.
[241] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/232.
[242] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/232.
[243] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/233.
[244] Tirmizi, Cuına 79; Dârimi, Rikaak 60; Müsned, IH, 321,
399!da; sadece; MSuht' yemek ten dolayı insan vücudunda artan her bir et
parçasına ateş daha layıktır" kısmıyla.
[245] EbÛ Davud, Akdiye 4; Tirmizi Ahkâm 9; İbn Mâce Ahkam
2; Miisned II, 164,190,194, 212, 388 V, 279.
[246] Bıthâri Buyu 59, 95, îcâre 17, 19; Müslim, MuSlkaat64;
EbûDâuud Buyu, 38; Muvâtto; İstizan. 26; Müsned, I, 365, IH, 282. Anlaşıldığı
kadarıyla Ebû Taybe adındaki hacamat yapan bıi zat, o sıralarda ınükflreb
(belli bir bedel ödemek knrşliğın da azad edilmek üzere efendileri ile anlaşma
yapmış) bir köle İdi. Hz. Peygamber, ondan yazışma gereği istenen bedelin
düşürülmesi için iltimasta bulunmuştu, (îbn Hâcer, Fethit'l-Bari, IV, 535,
538).
[247] Buhûrî, Buyu 39, İcaıe 1& Mû$lim Mıısakaat 66; Ebu
Dâvud, Buyu 30, Jbn Mûce Ticarât 10; Müsned , I 250, 258, 292, 365 vs...
[248] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/233-235.
[249] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/235-237.
[250] Bu sûrenin 41. âyetinin 1. başlığında benzer maundaki
birknç hadis ile birîikte geçmişti kaynakları için oraya bakılabilir.
[251] Az önce işaret edilen yerde geçti.
[252] Bu rivayet ve kaynaktan da daha önce 41. ayetin baş
taraflarında geçmiş bulunmaktadır.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/237-240.
[253] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/240.
[254] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/241-242.
[255] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/242-423.
[256] Bu sûrenin 41, ayetinin 1. başlığında geçen hndisîn
kaynakları da orada gösterilmiştir.
[257] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/243-245.
[258] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/245-246.
[259] Bu sûrenin 41, ayeti 1. başhktı geçen bu rivayetin
kaynaktan oradn gösterilmiştir
[260] Ebû Dâvud, Diyât 11; tfesdî, Kasame 9,13; Müsned, I,
119, 122; ayrıca bk. Bukârlt İlin 39, Dİyâr 24, 31; Ebû Dâvud, Cihad 147;
Tirmizi, Diynt 16; Naat, Kasaıne 13; Müsned, 1, 151.
[261] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/246-247.
[262] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/247.
[263] Ebû Davud, Harfif (3976 ve 3977 no'hı hadisler);
Tirmizî, Kıraat 1. Bu kıraate göre ayetin bu bolümün meali şöyle yapılabilir:
"Biz ondu onlara canın cana karşılık kısas yapılacağını yazdık. Göz de
göze, burun da buruna., karşılıktır.." Diğer okuyuşlara gelince; Meal
Nüfi, Âsnn ve diğerlerinin okuyuşuna göredir. "Enne" edatının
şeddesiz okunuşuna göre meal: "Biz onda onlara cana can., karşılıktır,
diye yazdık. Yaraîar da birbirine kısastır." el- Kisaî, ve Ebû Ubeyd'in
kıraatlerine göre meal: LBiz onda onlara cana can karşılıktır diye yazdık. Göz
de göze.,, (karşılıktır). Yaralar (da) ise kısas (uygulanacaktır."
[264] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/248-249.
[265] Nesaî, KasÜme 46, 47,Dârimİ, Diyât 12; Dârakutnt, III,
209, 210. Ebû Dâvud, el- Merasil, sh, 212.
[266] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/249.
[267] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/249-250.
[268] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/250.
[269] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/250-251.
[270] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/251.
[271] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/251-252.
[272] Nesâî, Kasâine 46, 47; Dûrimt, Diyât 12; Dârakutnl,
III, 209, 210; Ebü Dâvud, el-Mc-saüs. 212.
[273] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/252.
[274] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/253.
[275] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/253-254.
[276] Buharı, Tefsir 2. sûre 24, 5. sûre 6, Sulh 8; Ebû
Dâvud, Diyât 28; Nesat, Kasâme 17; İbn Mâce, Diyât 16.
[277] Ebâ Dâvud Diyât 18; Nesûî, Kasâme 43; İbn Mâce, Diyât
17.
[278] Muvatta, Ukûl 7.
[279] Muvatta, Ukûl 7.
[280] Ebû Dâvud, Diyât 18; îbn Mâce Diyât 17,
[281] Ebâ Dâvud Diyât 18; Tirmizî Diyât 4; îbn Mâce Diyât
18.
[282] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/254-255.
[283] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/256.
[284] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/256.
[285] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/256-257.
[286] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/257-258.
[287] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/258.
[288] Nesâî, Kasâme 46, 47; Dâriml, Dîynt 125.
[289] Dârimî, DiySt X2; Ebû Dâvud, et Merası t, s. 214.
[290] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/258.
[291] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/258-259.
[292] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/259.
[293] Müslim, KasSıne 24;Nesal Kasâme l7;Müsned,
III,
284.
[294] Nesaî, Kasâme 18.
[295] Ebû Dâvtıdy Diyât 28. Aynı olayıa başka yerlerde de
kaydedilen diğer rivayetleri içinbk.
Buhûri, Tefsir 2. sûre 24, % sûre 6, Sulh 8;i\tesai, KasSine 17,18; îbn Mâce,
ÜiySt 16; Musned, III, 284.
[296] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/259-260.
[297] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/260-261.
[298] İbnu'l Esirt mNihâye, IV, 357.
[299] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/261-263.
[300] Amr b. Hazm'ın sözü edilen bu rivayetinin çeşitli
bölümlerine de önceden atıflarda bulunulmuştur. Bu rivayet Nesal Kasâme 46, 47;
Dârimî, Diyât 12; Dârukutnt, MI, 209-210; Ebû Dâvud, eLMerasil, s. 212"de
yer almaktadır.
[301] Nesat, Kssâme
46, 47,; Dârimî, Diyât 12; Dûrukutnî, III, 210; Müsned, II, 1\1\ Ebû
nâvııd. El Mera&il, s. 212.
[302] Nesal, Dûrimi, ei-Merasü, aynı yerler, Dârakutnl, III,
209-210.
[303] Câife; Göğüs, karın, sırt, iki böğür apış arısı, dübür
ya du boğazdan içeriye doğru açılan her bir yaradır. (Dr Vehbe ez-Zııhaylİ, el-
Fıkhu'l î&tamî, VI, 355).
[304] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/263-266.
[305] Bukâri, Diyât 21.
[306] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/266-267.
[307] Buhâri, Diyât21.
[308] Bukâri, Megâzİ, 83, Ttb 21f Diy5ı 14, 21; Müslim,
Selâm 85; Tirmizi, Tıb 32; Müsned VI, 53, 118, 438.
[309] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/267.
[310] Muvatta, Ukûl 4 (Mbu Akli'l-Mesr'a).
[311] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/267-268.
[312] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/268.
[313] Tirmiaî, Diyar % İbn Mûce, Diyüt 35.
[314] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/268-269.
[315] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/269-271.
[316] Merhum müellif, 1. başlığı belirtmiş olmakta birlikte
ikincisini belirtmemiştir. Bir de ikinci bağlığı Arapça yayını hazırlayanın
notuna binaen kaydedeceğiz.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/271-273.
[317] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/273.
[318] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/274-275.
[319] el- Vahidî, Esbâbu Nüzüli'l-Kur'ân, S,200; Suytllî,
ed-Durru'l Mensur, III, 96-97.
[320] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/275-278.
[321] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/278.
[322] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/278.
[323] Hadis bundan sonrakf paragrafın gelecek ve kaynaklan
orada gösterilecektir Görüleceği gibi hadîs -zahiri itibariyle- bunu caiz
kabul edenlerin Eehine değil, aleyhlerine delildir.
[324] BuMrİ, Hibe 12, 13; Müslim, Hib3t 9-13; Ebû Dâvud,
Buyu1 83; Nesal, Nihal 1; Müs-nedr IV, 268, 269.
[325] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/278-280.
[326] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/280-281.
[327] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/281.
[328] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/281-282.
[329] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/282.
[330] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/282-285.
[331] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/285-286.
[332] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/286.
[333] el-Hâkim, el-Müstedrek,
II, 3Î3.
[334] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/286-287.
[335] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/287.
[336] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/287-288.
[337] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/288.
[338] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/288-289.
[339] eAHeysera\,Mecmau'z-Zevaid, VII, 17. el-Heysemînirî:
"Senedinde Canuııadığmi rav-îler vardır" kaydıyla.
[340] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/289-290.
[341] Mesela tadf Rasutulbh
bir (izâ hîizebehû eınnıiit; L3 ilahe iUaJlalı... derdi..." (
Müaned, J, 20â, 268, 280); "Reisulullalı (sav)'a bir musibet gelip çatınca
(izâ hazebehû emrun), namaz kıİürdL." (Müsned, V, 388); "Rasulullah (sav),
çabuk yol almak istediğinde yahut önemli bir işle karşılaştığında (hazebehû
emrunJ akşam île yatsıyı bir arada (cem ile) kılardı." INesâi, Mevakît
46).
[342] "Herkim hizbin i-kısmen yada tanıemen- bitirmeden
uyursa... " iinlaınmda olmak üzere Müslim, Sulatü'l-Miisafirîn 142; EM
Datrnd, Tatavvu 19; TirvıiziCumuz 56; NesâiKxya-mul-Leyl 56; İbniMace,
Tkaıneıü's-SaJat 177; Darinıî Salnt 167; Muvatta, Kuran 3.
[343] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/290-291.
[344] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/291.
[345] (Buna göre,...." ve kafirleri, değil det
"...ve kafirlerden dininizi... anlamın..." olur.)
[346] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/291-292.
[347] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/292-293.
[348] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/293.
[349] el- V3hidî, Esbâbu Niizüli't-Kur'an, s. 202-203;
Suyutî. ed-Durru'l Mensur, III, 107.
[350] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/293-294.
[351] Ezan'ın başlangıç keyfiyetini dile getiren rivayetler
Buhârt Ezan 1; Müslim Salât 1, 6, 12- Ebu Dâvud, Sulat 27, 28; Tirmizî, SaLît
25; Nesat, Ezan 1, î;îbnMfa>e, Ezan 1/2; Dâriml, Sallat 3; Muuûtta Salat 1;
Müsned, IV, 42,43.
[352] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/294.
[353] Muvattn,
Salât7.
[354] îbn Abdi'1-Beir, ei-htizkâr, ,IV, 17-18.
[355] Bu manadaki hadisler için bk. Buharı, Ez3n 6, Cihâd
102 megazi 38; Müslim, 5alât 6; Ebu Davtid, Clhâd 91; Tirmizi, Siyer 48'
Dârimî, Siyer 9\ Muvattar Cihâd 48
[356] Müslim, Srilâi 9; ayrıca, Buharl, Ezan 6, Cihâd 102;
Ebu Davud, Cihâd 91; Tirmizi, Siyer 48; D&riml, Siyer Muvatta Cihad 48.
[357] Buharl, Ezan 17,18,35,49=140, Cihâd 42, Edeb 27,
Abb5ru'l-Âhad I; Müslim, Mesflcid 292, 293; Sbu Davud, Snlür 60; Tİrmizî, Sal5t
37; NesaUEzân 7,8,29, îmaıne 4; îbn Mâce,İkametiVs-Sxlât 46; Dârimi Salât 42;
Miisned, III, 436, V, 53.
[358] îbn Abdül-Berr, el-tstizkar,
IV, 81-82.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/295-296.
[359] Ebu Mahztlre yoluyla gelen hadis için bk. Müslim Saiat
6; Ebû Dâvud, Sîilâi 28; Tir-mİ2l Salât 26; Nesaî Ezan 3, 4-6; îbn Mâce Ezan 2;
Dârimî Ezan 7; Müsned, III, 40S, 409, VI, 401.Abdullah b. Zeyd yoluyta gelen
hadis için de 2. taşlıkta gösterilen kaynaklara bakılabilir.
[360] el- Zeylaîr Nasbu'r-Rdye, I, 274-275.
[361] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/296-298.
[362] Ebu. Mahzûre hadisinin yer aldığı bazı kaynaklan bir
önceki ba$hkta gösterilmiştir.
[363] AbdüHah b. Zeyd'in rivayet eniği ezana dair hadis ikinci
başlıkta, sözkonusu edilmiş, kaynaklan da orada gösterilmişti, Anaık> Ebû
Mahzflre yoluyla gelen bir kısım rivayetlerde "tesvib' sözkonusu
edihnekle birlikte, İbn Zcyd hadisinde böyle bir kayda rast-layamadık. İbn
Abdil-Berr, elîstiskar, IV, 74-77'de "Tesvib'e dair rivayetleri de alırken
ibn Zeyd'dcn böyle bir rivayetten söz cunemektedir.
[364] Mutavva, Salât 8
[365] îbn Abdil-Berr, elîstizkûr, IV, 74'te "tanımadım.
[366] İbn Abdil-Berr, el-Utizk&r,
IV, 75-76.
İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc Yayınları: 6/298-299.
[367] Buhârî, Ez3n 11-13, Savın 17, Şehâdât llf Ahbaru'JÂhâd
1; Müslim, Siyam 36-38; Tir-mizî, Salât 35; Nesaî, Ezan 9,10; Dârimt, Sılât 4;
Muvatta, Nida 14, 15; Müsned, U, 9, 57, 62, 64, 73, 79, 107, 123.
[368] Daha önce 3. başlıkta geçti. Kaynaklan için oraya
bıkınız.
[369] İmam Kurtubi, el-Câmiu li-Ahkâmil’l-Kur’an, Buruc
Yayınları: 6/299-300.
[370] Ebû Dâvud Salaı 30.
[371] Ebu Dâvud Salar 30; Tirmizl Salat 32; îbn M&ee
Ezan 3; Mü&ned, IV, 169.