Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Haram Kılınan Yiyecekler, Dinin Kemale Erdirilmesi,
Zaruret Hali
4- Allah'tan Başkasının Adı Anılarak Kesilenler:
9- Yırtıcı Hayvan Tarafından Parçalananlar:
10- Dikili Taşlara Kesilenler:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Helal Yiyecekler Ve Kitap Ehli'nden Olan Kadınlarla
Evlilik
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Abdestin, Cünüplükten Yıkanmanın (Guslün) Ve Teyemmümün
Farz Oluşu İle Allah'ın Nimetinin Anılması
Dirseklere Kadar Ellerin Yıkanması:
Topuklara kadar ayakları yıkamak:
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Yahudilerle Hıristiyanların Ahitlerini Bozmaları
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Yahudi Ve Hıristiyanların İnançlarını Red
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kabil Ve Habil Kıssası, Yeryüzündeki İlk Cinayet
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Hirabe (Yol Kesicilik) Haddi Veya Yol Kesicilerin Hükmü
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Yahudi Ve Hıristiyanları Dost (Veli) Edinmek
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Mürtedler Ve Müslümanlara Düşmanlıkları
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Kafirleri Veli Edinmenin Yasaklanması Ve Sebepleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:
Yahudilerin Peygamberlerini Yalanlamaları Ve Onları
Öldürmeleri
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Hıristiyanların Hz. Mesih'i İlâhlaştırmaları
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler
Rahman ve Rahîm Olan
Allah'ın Adıyla
Kur'ân-ı Kerim'in 5.
süresidir.
Bu sure havarilere Hz.
İsa'nın peygamberliğinin doğruluğuna delâlet etmesi ve kendilerine bir bayram
olması için gökten bir maide (sofra) indirilmesi kıssasını ihtiva ettiğinden
dolayı Maide suresi diye adlandırılır. Buna aynı zamanda Suretu'1-Ukûd
(Akidler Suresi) ile Sureti'l-Munkiza (Kurtarıcı Sure) adı da verilmektedir.
Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Maide suresi Allah'ın melekûtunda
el-Munkize (kurtarıcı) diye bilinir. Bu sure, sahibini azap meleklerinin
elinden kurtarır."
[1]
Bu sure bazı
bölümleriyle Hudeybiye'den ayrılmadan sonra Mekke'de nazil olmuş olsa da esas
olarak hicretten sonra nazil olan Medenî bir suredir. Bu-harî ile Müslim'de Hz.
Ömer'den şu rivayet sabittir: "Yüce Allah'ın, "Bugün size dininizi
tamamladım." ayeti cuma günü Veda haccında ve Arafede öğleden sonra nazil
olmuştur."
Resulullah (s.a.)'m
Veda Haccında Mâide suresini okuyup şöyle dediği rivayet edilmektedir:
"Ey insanlar! Şüphesiz ki Mâide suresi en son nazil olan buyruklardandır.
O bakımdan o surede helâl kılınmış şeyleri helâl, haram kılınmış şeyleri de
haram biliniz." Ahmed, Tirmizî, Hâkim ve Beyhakî de Abdullah b. Ömer'in
şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Son nazil olan sureler Mâide ve Feth
sureleridir." Yine Ahmed, Nesaî ve sahih olduğunu belirterek Beyhakî Hz.
Aişe'nin şöyle dediğini rivayet ederler: "Maide son nazil olan suredir. O
bakımdan o surede helâl bulduğunuz şeyi helâl diye kabul ediniz, haram bulduğunuzu
da haram biliniz."
[2]
Bu sure ile Nisa
suresi arasında çeşitli benzerlik yönleri bulunmaktadır. Çünkü bu surelerin her
birisi bir çok ahit ve akdi, çeşitli hükümleri, Kitap Ehli ile müşrik ve
münafıklarla münakaşaları ihtiva etmektedir. Nisa suresinde evlilik, eman,
hilf (himaye antlaşması) ve çeşitli antlaşmalar ile vasiyetler, emanetler
vekâletler ve icare gibi bir takım akitlerden söz edilmekte, Mâide suresi ise
genel olarak bütün akitlere bağlı kalma emri ile başlamaktadır. Nisa suresi
içkinin haram kılınışı hükmüne hazırlıklarda bulunurken Mâide suresi de kesin
bir surette içkiyi haram kılmıştır. Her iki sure de gerek itikadlarında gerekse
de Muhammedi risalete karşı takındıkları tavırlarında Kitap Ehli, müşrik ve
münafıklarla tartışmaları ihtiva etmektedir.
[3]
Mâide suresi teşriî
(hukukî) bir takım hükümler ile üç kıssa ihtiva etmektedir. Bu suredeki
hükümler akitlerin hükümleri, Kitap Ehli kadınlar ile nikahlanma, ölüm
esnasında vasiyet, boğazlanarak kesilen ve avlanılan hayvanların yenilmesi, ihramda
iken avlanma ve bunun cezası, abdest, gusül ve teyemmüm gibi yollarla taharet,
içki ve kumarın haram kılmışı ile irtidadın cezası, hırsızlığın cezası, yol
kesiciliğin cezası, yemin kefareti, bahira, şaibe, vasile ve hami gibi
davarların haram kılınması ile ilgili cahilî töreler, Allah'ın indirdikleri
ile ameli terkedenin hükmü ve Hristiyanlar, Yahudiler, müşrik ve münafıklarla
yapılan tartışma ve münakaşa esnasında yer alan benzeri hükümlerdir.
İlim adamları bu
surede başka surelerde yer almayan on sekiz fariza yer aldığını söylerler ki,
bunlar "... boğularak, vurularak, yuvarlanarak, süsülerek ölen hayvanlar
ile yırtıcı hayvanlar tarafından parçalananlar." ve yine aynı ayette yer
alan: "dikili taşlar (putlar) üzerine kesilenler ve fal oklarıyla kısmet
aramanız size haram kılınmıştır." (Mâide, 5/3); "Allah'ın size
öğrettiği ile alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanların..." (Mâide, 5/4);
"Kitap Ehlinin yemeği" ile yine aynı ayette: "Ve sizden önce
kitap verilenlerden iffetli kadınlar" (Mâide, 5/5). hakkındaki hükümlerle
abdest için temizlenmenin tamamı ile ilgili hükümler: "Namaza kalktığınız
zaman..." (Maide, 5/6) diye başlayan ayet "Hırsız erkek ile hırsız
kadının..." (Mâide, 5/38); "İhramda iken avı öldürmeyiniz..."
buyruğundn itibaren "Allah mutlak galiptir, intikam sahibidir."
(Mâide, 5/95) ayeti, "Allah bahire, şaibe, vasile ve hâm diye bir şey
kılmamıştır."(M&ide, 5/103) ile "Sizden birinize ölüm gelip
çattığınızda... iki kişiyi şahit tutun" (Mâide, 5/106) ayetindeki
hükümlerdir.
Kurtubî bundan ayrı
olarak 19. bir farzdan daha söz eder ki, bu da Yüce Allah'ın "Ve namaz
için seslendiğinizde..." (Mâide, 5/58) buyruğudur. Kur'an-ı Kerim'de bu
sureden başkasında ezandan söz edilmemektedir. Cuma suresinde söz konusu edilen
ezan ise Cuma gününe has ezandır. Bu surede ise bütün namazları kapsayan umumî
bir ezan söz konusu edilmiştir.
Özetle Mâide suresi
İslâm'da oldukça önemli bir takım esas hükümleri açıklamakla diğer surelerden
ayrılmaktadır. Bunlar da şöyle sıralanabilir:
1- Dinin
tamamlanmış olması, Allah'ın dininin -peygamberlerin şeriatleri ve yollan
farklı olsa dahi- bir olduğu;
2- Peygamber
(s.a.)'in peygamberliğinin umumi oluşu ile onun herkese tebliğ ile emrolunmuş olması,
görevinin yalnızca tebliğden ibaret olması;
3- Yüce
Allah müminlere kendilerini ıslah etmelerini farz kılmış, kendileri doğru yolda
oldukları takdirde başkalarının sapıklığının kendilerine zarar veremeyeceğini
belirtmiştir. Islahın yolu ise akitlere tamı tamına bağlı kalmak, başkalarına
haksızlığı haram kılmak; iyilik ve takva üzere yardımlaşmak, günah ve düşmanlık
üzere yardımlaşmayı, kâfirleri veli (dost) edinmeyi haram kılmak, adaletle
şahitliği farz kılmaktır. Müslümanlar arasında da diğerleri arasında da eşitlik
ve adalet ölçüleriyle hükmetmektir.
4- Yenecek
şeylerin hükümlerine dair açıklamalar ile içki, kumar, dikili taşlar ve fal
oklarının haram kılınması;
5- Ahirette
amellere karşılık vermenin yalnızca Allah'a ait olduğunun bildirilmesi ve
böyle bir günde fayda verecek olan tek şeyin doğruluk ve samimiyet olduğunun
vurgulanması.
İbret ve öğüt için
anlatılan üç kıssaya gelince: Bunların birincisi İsrailo-ğulları ile Hz.
Musa'nın kıssasıdır. Bu kıssa onların: "Haydi sen ve Rabbin gidiniz,
savaşınız, işte biz burada oturuyoruz." (Mâide, 5/24) dedikleri bildirilen
kıssa; ikincisi Kabil'in Hâbil'i öldürmesi ile sonuçlanan Hz. Adem'in iki oğlunun
kıssası -ki yeryüzünde işlenen ilk cinayettir; üçüncüsü ise, Hz. İsa'nın arkadaşları
olan havariler önünde harikulade bir mucizesi olan Mâide (sofra) kıssası.
[4]
İmam Ahmed, Abdullah
b. Amr b. el-Âs (r.anhuma) dan şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Mâide
suresi Resulullah (s.a.)'a devesi üzerinde binmiş vaziyette iken nazil oldu da
devesi onu taşıyamadı. Bundan dolayı devesinin sırtından indi."
[5]
1- Ey iman
edenler! Akitleri yerine getirin. Siz ihramlı iken avlanmayı helâl görmeksizin
size bildirilecekler müstesna, davarlar size helâl kılınmıştır. Muhakkak ki,
Allah dilediği ile hükmeder.
2- Ey iman
edenler! Allah'ın şeâirine, haram olan aya, hediye olan kurbanlığa,
gerdanlıklara ve Rablerinden lütuf ve rıza talep ederek Beytülharem'e gelenlere
hürmetsizlik etmeyin, ihramdan çıkınca avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haramdan
alıkoydukları için bir kavme olan kininiz sizi haddi aşmaya sürüklemesin.
İyilik ve takva üzerinde yardımlasın. Günah işlemek ve aşırı gitmekte
yardımlaşmaym. Allah'tan sakının. Muhakkak ki, Allah cezası şiddetli olandır.
"Allah'ın
şeâiri" tabiri istiaredir. Burada kulların kendisi ile Allah'a taab-büd
(kulluğunu ifa) ettiği helâl ve haram gibi ibadetlere alâmet teşkil eden
"şa-îre (şeâirin tekili)" kelimesi istiare yoluyla kullanılmıştır.
"Gerdanlıklılar",
yani gerdanlığı bulunanlar. Bu da özel bir ismin genele atfedilmesi
kabilindendir.
"İyilik ve takva
üzerinde yardımlasın, günah işlemek ve aşırı gitmekte yardımlaşmaym."
buyruğunda bedi' ilminde mukabele diye adlandırılan sanat vardır.
[6]
"Akitleri"
sizlerle Allah- ve insanla arasında bulunan yeminlerle pekiştirilip
sağlamlaştırılmış ahidleri "yerine getirin." Hiç'bir eksiklik söz
konusu olmaksızın onun gereğini tam olarak yapın, yaptığımız himaye ve benzeri
akitlere riayetedin. Bu tabir hem" helâl, haram ve farz kılınan hususlara
dair şeriatın akitlerini, hem de alım, satım, evlilik ve insanların bunlardan
başka birbirleriyle yaptıkları akitleri kapsamaktadır, "...size
bildirilecekler müstesna": "Ölü, kan..."
ayetinde haram oldukları size bildirilenler müstesna. "Siz ihramlı
iken" Hac veya umre için ihrama girmiş iken "avlanmayı helal
görmeksizin... davarlar size helal kılınmıştır." Bunu ifade etmek üzere
kullanılan birinci kelime olan el-Behîme aklı bulunmayan canlı demektir. Örf ile
kara ve deniz hayvanları arasında dört ayaklı hayvanlar hakkında
özelleşmiştir. Diğer kelime olan el-En'âm ise deve, sığır ve koyun türü ile
bunlara katılan camış, keçi ve ceylanı kapsar. İşte bu davarlar boğazlandıktan
sonra size helâl kılınmıştır.
"Şeâir"
kelimesi şaîrenin çoğuludur. Dininin alâmetleri anlamındadır, özel olarak da
hac menasiki hakkında kullanılmıştır. "Allah'ın şeâirine... hürmetsizlik
etmeyin" buyruğu, ihramlı iken avlanmak suretiyle bu haramı işlemeyin
manasmdadır. Ayrıca onda savaşmak suretiyle "haram olan ay"a da
hürmetsizlik etmeyin. "Hediye olan kurbanlık": Harem bölgesine
hediye olarak gönderilen davarlar olup bunlar o bölgede fakirler için
kesilirler. Bu da nüsük (kurban) tü-ründendir. "Gerdanlıklılar"
Gerdanlık (kılâde) boyna asılan şey demektir. Bu kelime aynı zamanda harem
ağaçlarına güvenlik altında kalması, yani kimsenin onlara el uzatmayıp
sahiplerine de dokunmaması için Harem bölgesi içindeki ağaçlara asılan şeylere
denilirdi. "Rablerinden bir lütuf rızık yahut ticarette bulunmak suretiyle
Rablerinden kâr "ve rıza" O'nun rızasını kastetmek suretiyle razı
olmasını "talep ederek Beytülharama gelenlere" Onları öldürmek
suretiyle, Beyt-i Harama gitmek isteyenlere de "hürmetsizlik
etmeyin.": Onlar kendi bozuk kanaatlerince böyle düşünüyorlardı. Yani bu
şekilde davranmakla Allah'ın kendileriyle dünyada çekecekleri azap arasında
engel teşkil edecek şekilde rızasına ulaşacaklarını kabul ediyorlardı. Bu
hüküm Tevbe süresindeki ayet-i kerime ile nesh olunmuştur. eş-Şa'bî şöyle der:
Bu sureden "haram olan aya hediye olan kurbanlığa..." buyruğu dışında
nesh olmuş bir şey yoktur.
"İhramdan çıkınca
avlanabilirsiniz." Bu, vacip (farz) kılan bir emir değil, mubah kılan bir
emirdir. "Bir kavme olan kininiz" bir kavme karşı duyduğunuz kin,
yani sizi Mescid-i Haramdan alıkoydular diye onlara karşı duyduğunuz kin
sebebiyle öldürmeye ve başka herhangi bir surette onlara karşı saldırmaya
"haddi aşmaya sürüklemesin" itmesin.
"İyilik=el
birr": Bütün hayırları kuşatan kapsamlı bir kelime olup şeriatın emretmiş
olduğu, kalbin de kendisinden yana huzur bulduğu her şeyi kapsamına alır.
"Takva" Bu da emrolunan şeyleri yerine getirmek, yasak kılınan şeylerden
uzak durmak demektir. "Günah": İsyan ve günahı gerektiren şeyler
demek olup müminin kalbine rahatsızlık veren ve insanların görüp haberdar
olmaları istenmeyen şeylerdir. "Aşırı gitmek": Allah'ın sınırlarını
aşmak. "Allah'tan sakının." Ona itaat etmek suretiyle azabından
korunun, korkun. "Muhakkak ki Allah" emrine muhalefet edenler için
"cezası şiddetli olandır."
[7]
İkinci ayetin inişi
ile ilgili olarak İbni Cerîr et-Taberî, İkrime'nin şöyle dediğini rivayet
etmektedir: el-Hutam b. Hind el-Bekrî Medine'ye beraberinde yiyecek yüklü bir
kervan ile geldi, yiyecekleri orada sattı. Daha sonra Resulullah (s.a.)'ın
huzuruna girip ona bey'at etti ve İslâm'a girdi. Geri dönüp çıktığında Hz.
Peygamber ona baktı ve yanında bulunanlara şöyle dedi: "Bu kişi yanıma
günahkâr birisinin yüzüyle girdi ve ahdini bozmak isteyen bir şekilde geri
döndü." Gerçekten Yemâme'ye varınca İslâm'dan irtidad etti. Yine Zülkade
ayında Mekke'ye gitmek kasdıyla yiyecek yüklü bir kervan ile yola koyuldu.
Resulullah (s.a.)'ın ashabı onun bu durumunu haber alınca muhacir ve ensardan
bir grup kervanı ile birlikte onu yakalayıp zelil düşürmek kasdıyla yola
çıkmaya hazırlandı. Bunun üzerine Yüce Allah: "Ey iman edenler! Allah'ın
şeairine... hürmetsizlik etmeyin" ayetini indirdi. Bunun üzerine yapmak
istedikleri bu işten vazgeçtiler." es-Süddî'den de buna benzer bir rivayet
kaydedilmiştir.
Yüce Allah'ın,
"... sizi haddi aşmaya sürüklemesin." buyruğunun inişiyle ilgili
olarak İbni Ebî Hatim, Zeyd b. Eslem'in şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Resulullah (s.a.) müşrikler kendilerini Beyt-i Harama varmaktan alıkoydukları
sırada ashabı ile birlikte Hudeybiye'de bulundular. Bu durum onlara çok ağır
gelmişti. Doğu tarafından müşriklerden bir grup, umre yapmak üzere yanlarından
geçti. Peygamber (s.a.)'in ashabı da: Diğer müşrikler bizim arkadaşları umre
yapmaktan alıkoydukları gibi biz de bunları engelleyelim, dediler. Bunun
üzerine Yüce Allah, "Bir kavme olan kininiz sizi haddi aşmaya sürüklemesin."
buyruğunu indirdi."
[8]
Yüce Allah müminlere,
kendilerini mükellef tutacağı emirlere sarılmalarını teşvik için, iman
nitelikleriyle nida etmektedir. Çünkü müminler Rablerinin kendilerini mükellef
kıldığı şeylere sıkı sıkıya bağlı kalırlar.
Ey iman vasfına sahip
olup şeytanın davet ettiği her şeyi bir kenara itenler! Akitlere, yani kendi
aranızda, sizinle Allah arasında yahut kendinizle sair insanlar arasında
akdetmiş olduğunuz ahitlere, yani akitlere eksiksiz bağlı kaim. Çünkü bu
akitler Allah'ın sizleri yerine getirmekle mükellef tuttuğu yükümlülükler ile
sizin kendinizin yerine getirmeyi üstlendiğiniz hususlardır. Bunlar Allah'ın
helâl veya haram kıldığı şeyler ile Allah'ın peygambere ve Kitab'a iman ettiğini
ikrar eden kimselerden almış olduğu, bunların farzları, helâl ve haram hükümlerini
ihtiva eden buyrukları yerine getireceklerine dair verdikleri sözlerdir. Bu
yükümlülüklerin bir kısmı insanların kendi aralarında yapmış oldukları karşılıklı
ilişkilere dair akitlerdir. Sözü geçen akitler altı gruptur: Allah'a olan ahit,
himaye akdi, ortaklık akdi, alışveriş akdi, nikâh akdi ve yemin akdi.
Resulullah (s.a.): "Müslümanlar şartlarına riayet ederler.";
"Allah'ın Kitab'ında bulunmayan her bir şart yüz tane şart dahi olsa
batıldır."; "Her kim bizim bu işimize uymayan bir amelde bulunursa o
ameli merduddur."
[9]
buyurmuştur. O halde şeriate aykırı düşmediği sürece ittifakla kabul edilen
şartlara uygun akitlere bağlı kalmak gerekmektedir. Haram şeyler üzere yapılan
akitlere bağlı kalmak icabetmez. Ca-hiliye döneminde batıl üzere yapılan
yeminler bu türdendir. Cahiliye döneminde insanların ahitleştiği zaman bir
diğerine: "Benim kanım senin kanm, benim bozduğum şey senin de bozduğun
şey demektir, sen de bana mirasçı olursun, ben de sana mirasçı olurum"
diyerek yaptıkları yardımlaşma ve miras andlaşmaları da bu tür haram şeyler
üzere yapılan akitlerdendir.
Daha sonra Yüce Allah,
helâlini helâl, haramını da haram bilmekten ibaret dininde insanlar üzerinde
akitleri genişçe açıklamakta ve ihramlıyken haram kılınan bazı hususları
yasaklamak için bizleri akitlere eksiksiz bağlı kalmaya iten nimetlerini
sayarak bu haram hükümleri arzetmek için bir hazırlıkta bulunmaktadır.
Allah'ın üzerimizdeki nimetlerinin en büyüklerinden birisi de sert usule göre
boğazlamak suretiyle davarların yenilmesinin helâl kılınmış olmasıdır. Davarlar
(En'âm); deve, sığır, koyun, keçi ve bunlara benzer yaban keçisi gibi
hayvanlardır. el-Behîme tabiri ise aslında temyiz gücüne sahip olmayan her bir
canlı demek olduğundan, ister dört ayaklı olsunlar ister olmasınlar davarları
(en'am) ı da kapsamına alır. Ayet-i kerimede bu "Behime" kelimesi
"En'am" kaydıyla zikredilmiştir. Burada izafet (behîmetu'l-en'âm
tamlaması), beyan içindir. Yani en'amın kendisi olan behîme anlamındadır. O
bakımdan en'âm dışında kalan hayvanlar bu tabirin kapsamına girmemektedir:
İster at, katır ve eşek gibi tırnaklılardan, isterse de arslan, pars, kurt ve
buna benzer azı dişi bulunan yırtıcılardan, isterse de kartal, tavşancıl kuşu,
karga ve doğan gibi pençeli kuşlardan olsunlar.
İfadede ibareye uygun
bir fiilin takdiri kaçınılmazdır. Çünkü helâl kılmak ancak fiillere taalluk
eder. Bu fiil de yararlanmaktan alman bir fiildir. Buna göre Yüce Allah'ın,
"Davarlar size helâl kılınmıştır." buyruğu, davarlardan yararlanmak
size helâl kılınmıştır, anlamındadır. Bu yararlanma da davarlarm eti, derisi,
kemiği ve yünleri ile yararlanmayı kapsamına alır. Böyle bir takdiri, Yüce
Allah'ın şu buyruğundaki fiili takdirine benzer: "Davarları da yarattı ki,
bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu maddeler ve bir çok menfaatler vardır.
Hem onlardan yersiniz de." (Nahl, 16/5) Bu, ısınmak ve başka hususlarda
kendileriyle yararlanmanız için yarattı, anlamındadır.
Daha sonra Yüce Allah
davarlardan haram kılınmış on şeyi istisna ederek: "Size bildirilecekler
müstesna" buyurmaktadır. Yani ileride gelecek ve Ki-tab-ı kerimin
buyrukları arasında sizlere okunacak haramlar, size helâl kılınan davarlar
cümlesinden istisna edilmiştir. Ayrıca sizler ihramda bulunduğunuz sırada da
avlanmayı helâl görmemelisiniz. Buna göre hac veya umre için ihramda
bulunulduğu sırada avlanmak haram olduğu gibi, ihram halinde olunmasa dahi
Mekke ve Medine'nin Harem bölgelerinde de avlanmak haramdır.
"Hurum"
kelimesi haramın çoğuludur. Bu da hac veya umre için ihramlı olan kimse
demektir. Sünnet-i seniyye Haremeynin avının haram kılındığına delâlet
etmektedir. "Muhakkak ki, Allah dilediği ile hükmeder." Allah,
dilediği hükümleri koyar ve o koyduğu bu hükümlerin hikmetli ve maslahatlı
olduğunu da bilir.
"Ey iman edenler!
Allah'ın şeâirine... hürmetsizlik etmeyin." Ey iman edenler! Allah'ın şeairine,
yani haccm menasikine hürmetsizlik etmeyin. Şeaire hürmetsizlik ise bu
şeairdeki haramları, yasaklan mubah görüp bunların saygınlıklarını hafife
almak, hükümlerini ihlâl etmek, bu şeairi yerine getirmek suretiyle Allah'a
ibadet etmek isteyenleri engellemektir. O halde Allah'ın sınırlarım aşmayınız.
Haram ayların da
saygınlıklarını çiğnemeyiniz. Bu haram aylar da Zülkade, Zilhicce, Muharrem ve
Receb aylarıdır. Bu aylarda müşriklerle savaşmayınız. Arapların cahiliye
döneminde yaptıkları ve haram ayın bir diğer aya ertelenmesi demek olan
"nesi" uygulaması gibi bir uygulamayla bu ayları başka aylara değiştirmeyin,
hac aylarında insanları haccetmekten alıkoyacak işleri yapmayın.
"Hediye olan
kurbanlığa..." yani Harem bölgesine hediye olarak gönderilmiş
kurbanlıklara gasp yahut alıp yakalamak veya Kâbeye ulaşmasını engellemek
suretiyle saldırıda bulunmayınız. Haram aya "haram" sıfatının
verilmesi o ayda savaşmanın haram kılınmış olmasındandır. Bu hüküm daha önce de
açıklandığı üzere Tevbe süresindeki ayet-i kerime ile nesholunmuştur. Bu da
Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Artık haram aylar çıktı mı o müşrikleri
nerede bulursanız öldürünüz." (Tevbe, 9/5) Hedy (hediye kurbanı), kişinin
Harem bölgesinde kesilmek üzere kurban olarak gönderdiği davar demektir.
Davarlardan
"gerdanlıklılar"\n da saygınlıklarını çiğnemeyiniz. Bundan kasıt ise
gerdanlık takılmış olan davarlardır. "el-Kalâid" kelimesi, kilâde'nin
çoğuludur. Bu da deve veya başka bir davarın boynuna asılan ayakkabı, yahut ibrik
kulpu, deri parçası, ağaç kabuğu ve buna benzer şeylerdir. Bunlardan maksat bu
hayvanın hediye kurbanı olduğunun bilinmesi ve böylelikle ona saldırılmasının
önlenmesidir. Hediye kurbanı gerdanlıklıları kapsamakla birlikte, özellikle
açıklanması onların şereflerine dikkat çekmek, daha çok itina edilmesi gerektiğini
açıklamak ve özel olarak ona dair daha ileri derecede tavsiyede bulunmaktır.
Çünkü "gerdanhkhlar" hediye gönderilen kurbanların en şereflileridir.
"Rablerinden
lütuf ve rıza talep ederek Beytu'l-Harama gelenler" Yüce Allah'tan lütuf
(rızık ve sevap) ile rıza (yani Allah'ın kendilerinden razı olmasını) isteyerek
Mescid-i Harama gitmek isteyen bir topluluğa karşı çıkmayın ve onlara
ilişmeyin. Mescidül-Harama gidenleri tazim etmek üzere ve böylelerine
saldırmanın, onlara engel olmanın tepkiyle karşılandığını açıklamak üzere bu
emirler indirilmiştir. Çünkü Beyt-i Harama giren kimse, güvenlik altında demektir.
Buna göre Allah'ın lütfunu isteyerek, onun rızasını umarak o Beyte doğur giden
de aynı durumda olmalıdır.
Sözü geçen hususların
saygınlıklarını gereği gibi korumaktan kasıt, insanların hac döneminde ve hac
mahallinde güvenlik ve huzur içerisinde olmalarını sağlamaktır. Hacının can ve
malından yana güvenlik altında olmasını sağlamak üzere korku ve huzursuzluk
verecek şeylere maruz kalmasını önlemektir.
"İhramdan çıkınca
avlanabilirsiniz." Sizler Harem bölgesi dışında bulunup da ihramdan
çıkacak olursanız, artık ihramlı halde iken sizin için haram bulunan avlanmayı size mubah kıldık. Dilediğiniz gibi
avlanabilirsiniz; bu durumda avlanıp av etini yemekten dolayı günah söz konusu
değildir. Bu, yasaktan sonra verilen bir emirdir. Doğru (sahih) olan görüşe
göre, böyle bir emrin hükmü yasaktan önceki hali geri döndürmektir. Eğer bu
yasaktan önceki hüküm vacip ise vacip, müstehap ise müstehap, mubah ise mubah
olur.
"Sizi Mescid-i
Haram'dan... sürüklemesin.", yani Mescid-i Haram'a ulaşmaktan sizleri
alıkoymuş bir kavme olan kininiz -ki bu, Hudeybiye senesi olmuştu- Allah'ın
hükmünü çiğneyerek, zulüm ve haksızlık yaparak onlara kısas uygulamaya itmesin.
Bunun yerine herkes hakkında Allah'ın size riayet etmeyi emretmiş olduğu
adaletle hükmedin
[10]
"İyilik ve takva
üzerinde yardımlasın." İyilik (el-birr) şeriatın emrettiği her bir hayır
yahut her bir yasağı veya kalbin kendisiyle huzur bulduğu şeydir. Günah
(el-ism) üzere yardımlaşmayın. Bu da günah ve masiyet demek olup şeriatın
yasakladığı her bir şey yahut kalbi huzursuz edip insanların bilmesinden
hoşlanılmayan şeydir. Başkalarının haklarına tecavüz etmek konusunda
birbirinizle yardımlaşmayın. Günah işlemek ve haddi aşmak ifadeleri ile, işleyeni
günaha sokan her türlü suç kastedilmektedir. Bir topluluğa haksızlık etmek
suretiyle Allah'ın sınırlarının aşılması demektir. İşte sizler Allah'ın size
vermiş olduğu emirleri yerine getirmek, size yasakladıklarından da sakınmak
suretiyle Allah'tan korkun.
"Muhakkak ki
Allah cezası şiddetli olandır." İsyan edip muhalefet edenlere. Burada
zamir olarak kullanılması gerekirken İsm-i celâlin açıkça zikredilmesi, kalbe
korkuyu yerleştirmek ve ilâhi heybeti geliştirmek içindir.
İşte bu da her türlü
hayır, şer, maruf ve münkeri kapsayan oldukça geniş kapsamlı bir ifadedir.
Bununla birlikte gizli ve açık bütün hallerde Allah'ın gözetimi de
hatırlatılmaktadır.
[11]
Bu iki ayet-i kerime,
toplumsal ilişkiler hususunda İslâm'ın esaslarını ihtiva etmekle birlikte,
lafızlarının azlığına rağmen, herkesin gayet açıkça göreceği gibi oldukça da
geniş anlamlan içine almaktadır.
Birinci ayet-i kerime
beş hüküm içermektedir:
1-
İnsanların karşılıklı olarak yaptıkları akitlere tamamıyla bağlı kalma emri ile
İslâmî yükümlülükleri eksiksiz yerine getirmenin gereği. O bakımdan satışlarda
bedellerin, hanımların mehirlerinin ve nafakalarının ödenmesi gerektiği gibi
emanet, ariyet, rehin bırakılan eşyanın gereği gibi korunması ve bunların sağ salim sahiplerine geri ödenmesi ile eman
istemiş (müste'men) birisinin malının ve canının korunması, muahid (antlaşmak)
olanın kendisinin, aile ve malının saygınlığının korunması gerekmektedir.
Yüce Allah'ın,
"Akitleri yerine getirin." buyruğu akdin lüzum (bağlayıcılık) ve
sabit oluşuna delil olmakla birlikte, meclis muhayyerliğinin söz konusu
olmaması gerektiğini ortaya koymaktadır. Ebu Hanife ve Malik'in görüşü budur.
Ancak Şafiî ve Ahmed akit meclisinde bulundukları sürece akit tarafları için
bu muhayyerliğin söz konusu olacağını kabul etmişlerdir. Mecliste kaldıkları
sürece akdi geçerli kabul edebilecekleri gibi bozabilirler de. Çünkü Buharî ile
Müslim'de İbni Ömer'in şöyle dediği sabittir: "Alışverişte bulunanlar
birbirlerinden ayrılmadıkları sürece muhayyerdirler." Buharî'nin bir diğer
lafzında da şöyle denilmektedir: "İki kişi alışveriş yaptıkları takdirde
onların her biri birbirlerinden ayrılmadıkları sürece muhayyerdir." İşte
bu satış akdi akabinde akit tarafları mecliste bulundukları sürece meclis
muhayyerliğinin söz konusu olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Ayrıca bu akdin
lüzumuna (bağlayıcılığına) da aykırı değildir, aksine bu şer'an gerekleri
arasında yer alır. Akdin bağlayıcı olması akitleri yerine getirmenin
tamamlayıcı bir unsurudur.
Yerine getirilmesi
gereken adak da hac, oruç, itikaf, namaz kılmak ve bunlara benzer itaat
mahiyeti bulunan adaklardır. Mubah olan adaklar ise ümmetin icması ile
bağlayıcı değildir.
2- Serî
usule uygun olarak kesilmek yoluyla davarların yenilmesinin helâl kılınması.
3- Bundan
sonra gelecek üç ayette ve benzeri diğer ayetlerde anılacak haram kılınan
şeylerin istisna edilmesi. Aynı şekilde sünnet-i seniyyede sabit olan yasaklar
da böyledir. Meselâ Hz. Peygamberin: "Yırtıcı hayvanlardan azı dişli olan
her birisinin, uçan kuşlardan da pençeli olanların" yenilmesini yasaklaması
gibi. Bu hadisi Buharî ve Tirmizî müstesna diğer Kütüb-i Sitte sahipleri ile
İmam Ahmed, İbni Abbas'tan rivayet etmişlerdir.
4- Avlanmada
ihramlı olma halinin istisna edilmesi. Haremeyn bölgesindeki avlanma da bunun
gibidir.
5- Harem bölgeleri dışında ve ihramlı olmayan
kimseler için avlanmanın mubah olması.
Daha sonra Yüce Allah,
"Muhakkak ki Allah dilediği ile hükmeder." buyurarak Arapların
alışılagelmiş hükümlerine aykırı olan bu şer"î hükümleri daha bir
pekiştirmektedir. Çünkü Yüce Allah meşietine uygun gördüğü, hikmet ve mashalata
binaen dilediği hükmü koyar ve "Onun hükmüne kimsenin itirazı olamaz"
(Ra'd, 13/41) O, dilediği hükmü dilediği gibi teşrî buyurur.
İkinci ayet-i kerime
ise hac menasikine taarruzda bulunmanın, Allah'ın teşrî buyurmuş olduğu
hususlarda Allah'ın hadlerini aşmanın haram kılındığını göstermektedir.
Allah'ın dininin alâmeti durumunda olan hususları aşmak, caiz değildir.
Bu alâmetler Allah'ın
şeairidir. Yani Hareme gönderilen develerdir. Bunların iş'arı
(alâmetlendirilmeleri) ise, kan akıncaya kadar hörgüçlerinden bir parça
kesmektir. Böylelikle bu develerin hediye kurban oldukları bilinirdi. Atâ şöyle
der: "Allah'ın şeairi, Allah'ın bütün emir ve yasaklarıdır." Hasan-ı
Basrî de şöyle der: "Allah'ın dininin tamamıdır. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "Bu böyledir. Kim Allah'ın şeairini tazim ederse şüphesiz
ki o kalplerin takvasındandır." (Hacc, 22/32) Burada "Allah'ın
şeairi" Allah'ın dini demektir.
Cumhur, iş'arı
(alâmetlendirmeyi) caiz kabul etmiştir. Şafiî, Ahmed ve Ebu Sevr'in görüşüne
göre bu şekilde bir alâmetlendirme sağ tarafta yapılır. Çünkü İbni Abbas'tan
sabit olduğuna göre Resulullah (s.a.) devesinin hörgücü-nü sağ tarafından
işaretlemişti. Malik: "Sol taraf da olur." demiştir. Mücahid ise
şöyle der: "Dilediği taraflardan herhangi birisinde bu alâmetleri
koyabilir."
Ebu Hanife ise bu
şekilde bir alâmet koymayı uygun görmeyip bunun hayvana azap olacağını söyler.
Yani Hanefîlerin açıkça ifade ettikleri gibi böyle bir şey mekruhtur. Hadis-i
şerif ise bu şekilde bir alâmetlendirmenin (iş'arın) mülkiyetin kendisi
vasıtasıyla bilindiği damga ve benzeri işaretler hükmünde olduğu şeklinde
tevil edilir. Ebu Yusuf ve Muhammed böyle bir şey mekruh da , sünnet de olmayıp
mubah olduğunu söylemişlerdir.
Haram ayların
saygınlığı da alâmetler arasında yer alır. Bu aylar da birisi tek başına, diğer
üçü de ardı ardına gelen dört aydır. Bunlar Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve
Receb aylarıdır. Bu aylarda savaşmak, talan ve baskın helâl olmadığı gibi,
bunların yerlerinin değiştirilmesi de helâl değildir. Çünkü bunların yerlerini
değiştirmek haram ayları helâl görmektir. İşte Arapların İslâm'dan önce
yaptıkları "nesî" uygulaması buydu. Daha sonra Yüce Allah'ın şu
buyruğu ile bu aylarda savaşmanın haram kılınma hükmü neshedilmiştir:
"Haram aylar geçti mi müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz." Bundan
kasıt ise Allah'ın müşriklerle savaşmayı haram kılıp yeryüzünde diledikleri
gibi dolaşmak üzere onlara belirlediği vadedir. Bu süre içerisinde onlar
İslama girme hususunda düşüneceklerdi. Yoksa buradaki Haram aylardan kasıt hac
ayları yahut daha önce geçen anlamıyla haram aylar değildir.
Hediye kurbanlıklar ve
gerdanlıklılar da bu alâmetlerdendir. O bakımdan Allah'a yakınlaşmak kastıyla
Harem bölgesinde kesilmek için gönderilen davarları helâl bilmeyin. Bunların
helâl bilinmesi, gönderildikleri maksadın dışında onlardan yararlanmaya kalkışmak
yahut onları gasbetmek ve onlara el uzatmaktır. Hediye kurbanlık da Beytullah'a
hediye olarak gönderilen deve, inek yahut koyundur. Cumhurun görüşüne göre bu,
aynı zamanda Allah'a yakınlık için sunulan kurbanlık hayvanlar ile sadakaların
tümünü de kapsar. İlim adamları buradan hareketle Haremde kesilmek üzere
sunulan hediye kurbanlıklardan yemenin caiz olmadığını söylemişlerdir. Bundan
tek istisna ise tatavvu, kıran haccı ve temettü haccı için kesilen
kurbanlardır. Bunlardan, kesen kişinin de varlıklıların da yemeleri caizdir.
Çünkü bu gibi kurbanlar, Yüce Allah'a, ibadet muvaffakiyetini ihsan ettiği için
nimetine şükür olmak üzere takdim edilen kurbanlardır. Bunlardan yemek caizdir.
Diğer taraftan Resulullah (s.a.)'tan
sahih rivayetle sabit olduğuna göre, o kıran ve temettü haccı dolayısıyla
kesilen kurbanlıkların etlerinden yemiş ve bu etlerin suyunu içmiştir. Buna
göre bunların dışında kalan hediye kurbanlıklardan yemek caiz değildir. Çünkü
bu gibi kurbanlıklar bir takım emirlere aykırı davranışlar, ceza ve kefaretler
dolayısıyla kesilir. O halde bunlardan herhangi bir şekilde yararlanmak
(bunların sahipleri ve varlıklılar için) caiz değildir.
Gerdanlıklılardan
kasıt ise gerdanlık takılan hediye kurbanlıklardır. Bunlar da tatavvu, adak,
kıran veya temettü haccı dolayısıyla kesilen kurbanlıklardır. Hacda işlenen
hacca aykırı davranışlar (cinayetler) dolayısıyla kesilmesi gereken
kurbanlıkların ise, gerdanlıklı olmaları söz konusu değildir. Kurbanlıkların
hörgüçlerine ve boyunlarına takılan her şeye kalâid (gerdanlık anlamına gelen
kilâde'nin çoğulu) adı verilir ve bunlar o kurbanlıkların Allah için olduklarının
anlaşılması amacıyla takılırdı.
Taklid, yani gerdanlık
takma işi İslâm'ın benimsediği Hz. İbrahim'den kalma bir sünnettir. İmam Şafiî
ve Ahmed'e göre inek ve koyun türünde sünnettir. Hz. Aişe şöyle der:
"Resulullah (s.a.) bir seferinde Beytullah'a bir takım koyunları hediye
olarak gönderdi de bunlara gerdanlık taktı."
[12]
Malik ve Ha-nefîler bunu kabul etmezler. Muhtemelen onlara koyunlara gerdanlık
takmaya dair bu hadis-i şerif ulaşmamış yahut da ulaşmakla birlikte
el-Esved'in, Hz. Aişe'den yalnız başına bunu rivayet etmesi dolayısıyla
rivayeti reddetmiş olmaların yüzünden kabul etmemişlerdir.
İhram niyetiyle deve
yahut ineğe gerdanlık takıp onu beraberinde götürenin bununla ihrama girmiş
olacağı da ittifakla kabul edilmiştir. Yüce Allah: "Allah'ın
şeairine..." diye buyurmakta ve: "İhramdan çıkınca
avlanabilirsiniz." diye ifadeyi sürdürmekte ve ihrama girmekten söz
etmemektedir. Fakat gerdanlık takmaktan söz edilince bunun ihram hükmünde
olduğu da anlaşılmaktadır.
Hediye kurbanlığı
gönderip kendisi gitmeyecek olursa ihrama girmiş olmaz. Cumhurun görüşü budur.
Çünkü Buharî Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Resulullah
(s.a.)'m gönderdiği hediye kurbanlıkların gerdanlıklarını ben kendi ellerimle
büktüm. Daha sonra bu gerdanlıkları elleriyle kurbanlıklara taktı. Sonra
bunları babamla gönderdi ve Resulullah (s.a.)'a, bu hediye kurbanlıklar
kesüinceye kadar Allah'ın kendisi için helâl kıldığı herhangi bir şey haram
olmadı."
Hanefîler ise şöyle
derler: Her kim bir hediye kurbanı gönderecek olursa bu hediye kurbanı
kesüinceye kadar hac için ihrama girmiş olana haram her şey haram olur. Bu da
Buharî'nin rivayetine göre İbni Abbas'm görüşüdür.
Hediye kurbanlığın
gerdanlığı takıldıktan yahut ona alâmet konulduktan sonra satışı da hibe
edilmesi de caiz değildir. Çünkü artık onun hediye olarak gönderilmesi vacip
olmuştur. Eğer bunu gönderen kişi ölecek olursa, bu kurbanlık ondan miras
alınmaz ve Harem içerisinde kesilir. Normal kurbanlık ise böyle değildir. Çünkü
Malik'e göre böyle bir kurbanlık özel olarak kesilmek suretiyle vacip olur.
Ancak sahibinin sözlü olarak bunu kendisine vacip kılması hali müstesnadır.
Eğer kesimden önce o kurbanın kesilmesini vacip kılmak üzere: "Ben bu
koyunu kurbanlık olarak tayin ediyorum" diyerek tayin edecek olursa,
muayyen olarak onun kurban kesilmesi gerekir. Buna göre böyle bir kurbanlık
telef (kayıp) olur, sonra onu bulacak olursa onu bizzat kesmesi gerekir. Şafiî
ise şöyle der: Kaybolur yahut çalmırsa onun bedelini kesmesi gerekmez, çünkü
onu değiştirmek vacip olan kurban hakkında söz konusudur.
Ayrıca Beyt-i Harama
gitmek amacında olan bir topluluğa saldırmayı da kendinize helâl kabul etmeyin,
yani ibadet etmek ve yakınlaşmak kasdıyla Beyt-i Haram'a gitmek isteyen
kâfirlere engel olmayın, emri "kılıç ayeti" diye bilinen ayetle
"Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün." (Tevbe, 9/5) ve "Artık bu
yıllardan sonra Mescid-i Harama yaklaşmasınlar." (Tevbe, 9/28) ayetleri
ile neshedilmiştir. O bakımdan müşrike haccetme imkânı verilmez, haram aylarda
ona eman verilmez, isterse hediye kurbanlığı göndersin, kurbanlığına gerdanlık
taksın ve haccetmeye kalkışmış olsun.
Yüce Allah'ın:
"Rablerinden lütuf ve rıza talep ederek" buyruğu, Allah'tan lütuf
aramanın, yani ticarette bulunmak suretiyle kâr sağlamaya çalışmanın caiz
olduğunu göstermektedir. Yine Yüce Allah'ın, "İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz."
buyruğu da hac işlerinin sona ermesinden sonra Harem bölgesi dışında
avlanmanın mubah olduğunu göstermektedir. Herkesin icması ile bu, mü-bahlık
ifade eden bir emirdir. Çünkü daha önce ihram dolayısıyla yasak olan bir hükmün
kaldırılması için varid olmuştur. Malikîler şöyle der: Emir aslı itibariyle
vücup ifade eder. Fakat mübahlığm anlaşılması, mana üzerinde düşünmekten ve
icmadan anlaşılmaktadır; yoksa emir sigasından değil. Özellikle avın söz konusu
edilmesi, büyük küçük hepsinin ava çokça rağbet etmelerinden dolayıdır.
Yüce Allah'ın,
"Bir kavme olan kininiz... sürüklemesin" buyruğu batıl yollarla
haksızlıkta bulunmanın haram oluşunu göstermektedir. Çünkü ifadenin anlamı
şudur: Bir kavme karşı olan kininiz, hakkı aşarak batıla, adaleti bırakarak
zulme yönelmenize sebep olmasın. Hz. Peygamber de Ebu Davud, Tirmi-zî ve
Hâkim'in Ebu Hureyre yoluyla rivayetlerine göre şöyle buyurmuştur: "Sana
emanet bırakanın emanetini eksiksiz geri ver, fakat sana hainlik edene sen
hainlik etme." Yüce Allah'ın, "İyilik ve takva üzerinde
yardımlasın..." buyruğu da insanlar arasında iyilik ve takva üzere
yardımlaşmanın, Allah'ın yasakladıklarından vazgeçmenin vacip oluşuna, günah
ve masiyetler üzere dayanışmanın haram oluşuna delildir. Hz. Peygamberin şu
hadisi de bunu pekiştirmektedir: "Hayra delâlet eden, onu işlemiş kimse
gibidir." Bunu Taberanî, Sehl b. Sad ve İbni Mes'ud'dan rivayet etmiş olup
sahih bir hadistir.
[13]
3- Ölü, kan, domuz
eti, Allah'tan başkasının adı anılarak boğazlananlar, boğularak, vurularak,
yuvarlanarak veya süsülerek ölen, yırtıcı hayvan tarafından parçalananlar
-canları çıkmadan evvel kestiğiniz müstesna- size haram kılınmıştır. Dikili
tfişlar üzerine kesilenler ve fal oklarıyla kısmet aramanız da (size haram
kılınmıştır). Bunlar fa-sıklıktır. Bu gün kafirler dininizden ümitlerini
kesmişlerdir. Öyleyse onlardan korkmayın da benden korkun. Bugün dininizi
kemâle erdirdim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmı
beğendim. Her kim açlıktan darda kalıp günaha kaymak-sızm mecbur olursa
muhakkak ki, Allah Rahîm'dir, Ğafûr'dur.
"Ve fal oklarıyla
kısmet aramanız...", bu Yüce Allah'ın: "Ölü..." buyruğuna
atfedilmiş olup bunun takdirî ifadesi şöyledir: Üzerinize ölü ve fal oklarıyla
kısmet aramanız haram kılınmıştır. Onların bu şekilde kısmet aramaları,
cahi-liye döneminde kestikleri develeri on paya bölmeleri şeklinde idi.
[14]
"Ölü", Ölü
eti yemek, "kan" akmış kan. "Allah'tan başkasının adı anılarak
boğazlananlar", Allah'tan başkası adına kesilenler,
"boğazlananlar", boğazlanarak ölen hayvanlar,
"vurulanlar", vurularak öldürülenler, "yuvarlanarak",
yukardan aşağı düşerek ölenler "veya süsülerek", başka birisinin
boynuzlama-sıyla. "ölen... size haram kılınmıştır. Canları çıkmadan evvel
kestiğiniz müstesna." Bunlardan olup da henüz canı çıkmadan yetişip
kestikleriniz müstesnadır. "Dikili taşlar üzerine kesilenler", Put
demek olan dikili taşların adına kesilenler, "ve fal oklarıyla kısmet
aramanız", fal okları ile kısmetinizin ne olduğunu tespit etmek istemeniz
ve onlar gereğince bir takım hükümlere varmanız da size haram kılınmıştır. Fal
okları (el-ezlâm), "zelem" veya "zülem" kelimesinin çoğulu olup bu da tüyü ve demir ucu bulunmayan küçük
bir ok demektir. Bunlar Kâbenin hizmetkârı yanında bulunan, üzerinde bir takım
işaretler bulunan yedi oktu. Cahiliye Arapları bunlardan çıkartılan hükümlere
göre hareket ederlerdi. Eğer bu oklar gereğince kendilerine bir emir verilirse
o emri yerine getirirler; bir husus yasaklanırsa ona riayet ederlerdi. "Bunlar
faşıklıktır", yani itaatin dışına çıkmaktır.
"Bu gün kâfirler
dininizden ümitlerini kesmişlerdir." Onlar daha önce bunu umarlarken,
şimdi sizin dininizden vazgeçip irtidat edeceğinizden ümitlerini kesmişlerdir.
Çünkü dininizin güçlenmekte olduğunu müşahade ettiler. "Bu gün dininizi
kemâle erdirdim." Onun hüküm ve farzlarını tamamladım. Bu buyruktan sonra
helâl ve harama dair bir hüküm inmedi. "Üzerinize olan nimetimi
tamamladım." Bu dini tamamlamak suretiyle nimetim de tamamlanmış oldu.
Güvenlik içerisinde Mekke'ye girmek suretiyle bu nimetin tamamlanmış olduğu da
söylenmiştir. "Ve din olarak İslâmı beğendim", onu seçtim.
"Açlıktan darda
kalıp" açlık sebebiyle kendisine haram kılınan şeylerden yemeye mecbur
kalıp "günaha kaymaksızın" masiyete meyletmeksizin "mecbur
olursa muhakkak ki Allah" yediğinden dolayı onu bağışlayan;
"Gâfûr'dur", böyle bir şeyden yemeyi kendisine mubah kılmak suretiyle
ona merhamet buyuran; "Rahîm'dir." Günaha kayan, meyledenin durumu
ise böyle değildir. Meselâ yol kesen eşkiya meşru halife ve otoritesine karşı
çıkan isyankarın bunlardan yemesi helâl değildir.
[15]
"Ölü, kan... size
haram kılınmıştır." buyruğunun nüzul sebebi ile ilgili olarak, İbni Mende
Kitâbu's-Sahâbe' de Abdullah b. Cebele b. Hibbân b. Hucr"dan, o babasından
o da dedesi Hibbân'dan, şöyle rivayet etmektedir: "Resulullah (s.a.) ile
birlikte iken ben de içinde ölü eti bulunan bir tencerenin altına ateş yakmaya
uğraşırken ölünün haram kılmışına dair ayet indirildi; bunun üzerine tencereyi
tersyüz edip döktüm.
[16]
Yüce Allah kullarına
yasağı da ihtiva eden bir şekilde bu haram kılman şeylere dair bize haber
vermektedir. Bunların bir bölümüne de (surenin baş tarafında) "Size
bildirilecekler müstesna" buyruğuyla işaret edilmişti. Toplu olarak haram
kılınanlar Bakara ve Nahl suresinde söz konusu edilen dört husustur:
"Size ancak ölü, kan, domuz eti ve Allah'tan başkasının adı anılarak kesilenler
haram kılındı." (Bakara, 2/173) ve Nahl, 16/115). Bu ayet-i kerimede de bu
haram kılınanlar geniş açıklamayla on tür olarak zikredilmektedir:
[17]
Herhangi bir kimsenin
kesmek yahut avlamak gibi fiili bir müdahalesi olmaksızın kendiliğinden ölen
hayvan demektir. Şer'an bundan kastedilen ise sert boğazlama söz konusu olmadan ölen hayvandır. Bunun haram kılmış sebebi
pis ve murdar olması, ya hastalık sebebiyle ölmesi yahut kanın içinde kalması
yüzünden vücudunda zararlı bir takım maddelerin oluşmasıdır. Hayvan normal
olarak kesildiği takdirde ondaki zararlı kan akıp gider. Diğer taraftan selim
tabiat kendiliğinden ölen hayvandan tiksinir, canı çekmez ve onu yemeyi
arzulamaz. O bakımdan böyle bir hayvan hem dini bakımdan hem bedeni bakımdan
zararlıdır.
Böyle bir hayvanın
yenilmesinin haram olduğu ittifakla kabul edilmiştir. Bu hayvanın tüyü, kılı ve
kemiği hakkında Hanefîler şöyle der: Bunlar temizdir, kullanılmaları caizdir.
İmam Şafiî ise şöyle der: İkisi de necistir, kullanılmaları caiz olmaz.
Ölülerden iki tür
istisna edilmiştir. Bunlar balık ve çekirgelerdir. Çünkü Ahmed, Dârakutnî,
Beyhakî ve İbni Mâce tarafından İbni Ömer yoluyla gelen rivayete göre
Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bize iki ölü ve iki kan helâl
kılınmıştır: İki ölü balık ve çekirgedir, kan ise karaciğer ve dalaktır."
Diğer taraftan İmam Malik Muvatta'mda, Şafiî ve Ahmed Müsnedlerinde; Ebu
Dâvûd, Tirmizî, Nesaî ve İbni Mâce Sünenlerinde; İbni Huzeyme ve İbni Hibban Sahih'
lerinde Ebu Hureyre'den, Resulullah (s.a.)'a deniz suyu hakkında soru sorulması
üzerine şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "O (deniz) suyu temiz, mey-tesi
(ölüsü) helâl olandır."
[18]
Bundan kasıt akmış
kandır. Yani hayvandan akıtılarak dökülen sıvı kandır. Yoksa karaciğer ve
dalak gibi donuk olan kan ile âdeten kesimden sonra etin içerisinde kalan kan
değildir. Buna delil de Yüce Allah'ın bir başka ayet-i kerimede: "Yahut
akmış kan olması" (En'âm, 6/145) ifadesidir. İbni Abbâs'a da dalak
hakkında soru sorulmuş o da: "Yiyebilirsiniz." demiştir. Bunun bir
kan olduğu söylenince şu cevabı vermiştir: "Size haram kılman akmış olan
kandır.", yani kesim esnasında az yahut çok olsun hayvandan akan kandır.
Akmış kanın haram
kılınış sebebi, onun mikropların ve çeşitli zehirlerin yuvası olmasıdır. Diğer
taraftan insan, tabiatı itibariyle onu pis kabul eder, hazmedilmesi oldukça
güçtür ve bu kan dışkı gibi vücudun zararlı atıkların-dandır. Ayrıca kan
grupları farklı farklıdır. Biri ötekine uygun değildir. O bakımdan kan vücuda
zarar veren bir necis bir maddedir. Cahiliye dönemi Arap-larının el-İlhiz adını
verdikleri ve tüylere karıştırılmış kan ile barsaklara kan doldurup sonra bunu
kızartıp yeme âdetleri hoş görülmemiştir.
[19]
Bu yasak yağ ve deri
dahil olmak üzere domuzun bütün cüzlerini kapsar. Özellikle etin anılmasının
sebebi ise ondan gözetilen en önemli maksadın et oluşudur. Şeriat, Yüce
Allah'ın şu buyruğunda domuzun bütün cüzlerinden yararlanmayı yasaklamıştır:
"Yahut domuz eti, çünkü o bir pisliktir." (En'âm, 6/145) Resulullah
(s.a.)'ın da Müslim'in Sahîh'inde Büreyde b. el-Husayb el-Es-lemî'den
rivayetine göre şöyle buyurduğu sabittir: "Her kim zar ile oynayacak olursa o elini domuz etine ve kanına bandırmış
gibidir." Bu, sırf ona dokunmaktan bizi bir uzaklaşmadır. Dolayısıyla
onun yenilmesi ve onunla beslenmek tehdidi daha ağır olur. Buharî ile Müslim'de
Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Şüphe yok ki,
Allah şarabın, ölünün, domuzun ve putların alınıp satılmasını haram
kılmıştır." "Ey Allah'ın rasulü! Ölünün yağları hakkında ne dersin?
Çünkü bu yağlarla gemiler yağlanır, deriler yağlanır ve insanlar bunu
kandillerde aydınlanmak için kullanırlar", denilince, Hz. Peygamber:
"Hayır, o da haramdır." diye buyurmuştur.
Bazıları zaruret
dolayısıyla ayakkabı dikiminde domuz kılının kullanılmasını caiz görmüşlerdir.
Zaruret ise mikdarınca takdir olunur. Günümüzde sanayinin ilerlemesi sebebiyle
bu ihtiyaç kalmamıştır.
Domuz etinin haram
kılmış sebebi domuzun pislikle beslenmesi ve çoğunlukla tenya ve kıl kurdu
gibi parazitleri ihtiva etmesi, kas liflerindeki yağ ve yağ maddelerinin
çokluğu dolayısıyla sindirilmesinin zorluğu gibi hususlardır. Diğer taraftan
dişisini kıskanmamak gibi kötü bir tabiatı da vardır. Bu tür karakterler ise
et ve yemek yoluyla intikal eder. Modern ağıllar domuzları sıhhi bir şekilde
yetiştirip beslemesine ve etleri tıbbî kontrol atında bulunmasına rağmen bu
herkes için kolay ve mümkün olamamaktadır. Diğer taraftan manevi zararlardan
sakınmaya da imkân yoktur. Durum her ne olursa olsun, Müslüman haram kılınmış
olması hükmüne bağlı kalır. Çağımızda haram kılmış illeti bulunsun yahut
bulunmasın, farketmez. Çünkü; şer"an esas alman husus muayyen bir takım
fertlerin değil, bütün insanların maslahatlarının gereği gibi gözetilmesi ve
korunmasıdır.
[20]
Kesilirken Allah'tan
başkasının adı anılarak kesilmiş olanların hükmü de böyledir. Bundan kasıt,
kesim esnasında Allah'tan başkasının adının anılması-dır. İster bu esnada
sadece Allah'tan başkası adı anılmakla yetinilmiş olsun; -kesim esnasında
"Mesih adına" veya "filan adına" demek gibi- isterse de
Allah adı ile haşasının adı birlikte atıf ile (bağlacı ile) anılmış olsun;
"Allah'ın ve filânın adı ile", demek gibi. Şayet "Allah'ın
adıyla, Mesih Allah'ın peygamberidir" yahut "Allah'ın adıyla,
Muhammed Allah'ın rasulüdür" demek suretiyle, ve "Ve" bağlacı
olmaksızın söylenirse Hanefilerin görüşüne göre hayvanın yenilmesi helâldir.
Bununla birlikte şeklen bunları bitişik zikretmek mekruhtur.
Bunun haram kılınış
sebebi ise Allah'tan başkasının tazim edilmesi ve Allah'tan başkasına ibadet
hususunda ve kesim suretiyle ilâhlarına yakınlaşmak hususunda kâfirler ile
benzerlik arzetmektir. Cahiliye dönemi insanları putlarının önünde hayvan
boğazladıklarında "Lat ve Uzza adına!" yahut "Hubel adına!"
diyerek seslerini yükseltirlerdi.
İşte bundan dolayı
İslâm bunu haram kılmıştır. Çünkü Yüce Allah hayvanların, kendisinin yüce adı
anılarak kesilmesini farz kılmıştır. Şer'an belirlenen bu husustan
uzaklaşıldığı ve Allah'ın dışında put, tağut, heykel veya diğer yaratıklardan
herhangi bir varlığın adı anıldığı takdirde kesilen hayvan icma ile haram olur. Fakat ilim adamları, En'âm suresinde
geleceği üzere, kasten veya unutarak Allah'ın adının anılması terkedilerek
kesilmiş hayvanın hükmü[21]
Kasten veya boynundaki
ipine dolanmak suretiyle yahut ağla veya başka bir suretle boğularak ölmüş
hayvanların durumu böyledir. Bunlar şer'an kesilmemiş bir meyte (ölü, leş)
hükmündedir. Bu da tıpkı meyte gibi zararlıdır. Meyte tabirinin kapsamına
girmesine rağmen, Kur'ân-ı Kerîm'in özel olarak bunu anması, herhangi bir
kimsenin boğazlamayı andıran bir sebep yahut bir fiille öldüğünü sanmaması,
kendiliğinden ölmemiş olduğunu zannetmemesidir. Halbuki önemli olan şer'an
boğazlamaktır, boğulmak halinde ise bu gerçekleşmemektedir.
[22]
Tahta, taş, çakıl gibi
sivriltilmemiş ve ağır bir şeyle ölünceye kadar vurularak ve şer'i boğazlama
olmaksızın ölen hayvandır. İster el ile, ister sapan ile ve benzeri şeyle
vurulmuş olsun. Bu hayvan yine meytedir. Cahiliye döneminde bu gibi hayvanları
yerlerdi.
İslâmda bu şekilde
vurup öldürmek haramdır. Çünkü bu hayvana bir işkencedir; ayrıca bunda
boğazlama da söz konusu değildir. Ahmed, Müslim ve Sünen sahipleri Ebu Yala,
Şeddâd b. Evs (r.a.)dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet ederler:
"Muhakkak Allah her şeye güzelliği yazmıştır. O bakımdan öldürdüğünüz
zaman güzel bir surette öldürünüz boğazladığınız zaman güzel bir şekilde
boğazlayınız. Sizden boğazlayacak kişi bıçağını hileylesin ve keseceği hayvanı
rahatlasın."
Tüfek gibi aletlerle
atılan kurşun gibi sivriltilmiş şeylerle öldürülenler ise şer'an yenilir. Çünkü
Ahmed, Buharî ve Müslim, Adiyy b. Hatim'den şöyle dediğini rivayet ederler:
"Ey Allah'ın Rasulü! Ben tüysüz kısa oklarla ava atıyor ve isabet
ettiriyorum." Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Sen bu şekilde okunu atıp
bu attığın ok hayvanı deler ve kanını akıtırsa ondan ye. Şayet sivri olmayan
yanıyla hayvana isabet edecek olursa o takdirde o hayvan vurularak ölmüş bir
hayvan demektir, ondan yeme." Böylelikle Hz. Peygamber okun yahut mızrağın
veya benzeri bir silahın sivri tarafıyla isabet etmesi ile sivri olmayan tarafıyla
isabet etmesi arasında fark gözetmiş ve birincisinin helâl olduğunu ikincisinin
ise vurularak öldürülmüş bir hayvan olup helâl olmayacağını bildirmiştir.
Fıkıh âlimleri arasında ise bu hususta icma vardır.
Şu hususta farklı
kanaatler vardır: Avcı hayvan, ava çarpıp yaralanmaksı-zın ağırlığı ile ölümüne
sebep olursa fıkıh âlimlerninin iki görüşü vardır. Bunların ikisi de İmam
Şafiî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) ye ait olup birincisine göre okun
çarpmasında olduğu gibi helâl değildir; çünkü her iki halde de yara-lanmaksızm
hayvan ölmüştür; bu durumda o vurulmuş ve ölmüş (meyte) gibidir. İkinci görüşe
göre ise helâldir, çünkü köpeğin avladığı hayvanın hükmünün mubah olduğu ifade
edilmiştir. Bu konuda da herhangi bir tafsilâta gidilmemiştir; bu ise sözü
geçen hayvanın mübahlığının delilidir.
[23]
Yüksekçe bir tepeden
yahut yüksekçe bir yerden -dağ veya çatı gibi- düşen yahut bir kuyuya
yuvarlanan ve bundan dolayı ölen hayvana denilir. Bu da meyte gibi, helâl
değildir. Bunun da kesilmeksizin yenilmesi helâl olmaz. Kuyuda herhangi bir
yerde kanı akacak olursa, zaruret dolayısıyla helâl olur.
[24]
Başka bir hayvanın
süsmesi sonucu ölen hayvan, boynuz onu yaralamış ve kanı akmış dahi olsa, meyte
gibi haramdır, şer'an yenilmez.
[25]
Arslan, kurt, pars
v.b. yırtıcı bir hayvanın saldırısıyla ölen veya kısmen yenildiği yahut
yaralandığı için ölen hayvandır. İcma ile, bunların yenilmesi helâl değildir;
isterse kesim yerinden kan akmış dahi olsun. Cahiliye dönemi Arapları arasında
yırtıcı hayvanların artıklarını yiyenler vardı. Ancak selim bir tabiat bundan
hoşlanmaz. Dikkat edilecek olursa ifadede takdirî bir ibare de vardır. Yani
yırtıcı hayvanın kısmen yiyip parçaladıkları. Çünkü yırtıcı hayvanların
yedikleri artık ortadan kalkmış olur.
Daha sonra Yüce Allah
ölü, kan ve domuz dışında kalan ve sözü geçen bütün bu haram kılınanlardan
şer'an boğazlanmış olanları istisna etmektedir. Yani ölüm sebebiyle birlikte
tekrar ona varılıp ve henüz canlı iken şer'î bir boğazlama ile kesilebilmesi
mümkün olanları istisna ederek: "Canları çıkmadan evvel kestiğiniz
müstesna" buyurmaktadır. Bu da Yüce Allah'ın: "Boğularak, vurularak,
yuvarlanarak veya süsülerek ölen yırtıcı hayvan tarafından parçalananlar"
emrine racidir. Allah'tan başkasının adı anılarak kesilenlerin durumu da
böyledir. Bunlardan henüz hayatta iken yetişilip kesilenler yenilebilir. Hayatta
olup olmamak ise gözünü kırpmak yahut kuyruğunu sallamakla bilinir. Ali (k.v.)
şöyle demiştir: "Ağır şeyle vurulmuş, yüksek yerden yuvarlanmış ve
susulmuş olan hayvanlardan ön ya da arka ayağını kıpırdatabiliyorken yetişip de
boğazlayabildiğim ye." Mâlik'in konu ile ilgili sahih olan Muvatta' daki
görüşüne göre ise, eğer hayvan nefes alıp vermekte ve çırpınmakta ikenyetişip
kesebilirse o hayvandan yiyebilir.
Ölü, kan ve domuz eti
ise kesilmek suretiyle dahi olsa asla helâl olamaz.
Özetle söyleyecek
olursak, eğer hayvanın karşı karşıya kaldığı durumla birlikte yaşadığı kuvvetle
zannediliyorsa kesilmesi o hayvanı helâl kılar. Şayet meydana gelen durum
dolayısıyla öldüğü zannı ağır basıyorsa bu durumda fa-kihler, farklı görüşlere
sahiptir. Hanefîler ve mezhebin meşhur görüşlerinde Şafiîlerin kanaatine göre
gözünü kırpması, kuyruğunu yahut ayağını hareket ettirmesi gibi hayat emaresi
bulunduğu sürece onu kesmenin hükmü değiştirici özelliği vardır. Aralarında
bir rivayete göre Mâlik'in de bulunduğu başka bir takım fakihler ise bu
durumdaki hayvana kesmenin bir etkisi olmaz, derler.
Konu ile ilgili görüş
ayrılığının menşei ise ayet-i kerimedeki istisnanın muttasıl mı munkatı'mı
olduğu hususudur. Cumhurun görüşüne göre bu istisna muttasıl olup haram
kılınanların cinsinden lafzın kapsamına aldığı bazı şeyler kapsamın dışında bırakılarak istisna
edilmiştir. İstisnadan önce anılanlar haramdır. Ondan sonra gelenler ise
haramın dışında kalır ve helâldir. İstisnanın muttasıl oluşunu ise ilim
adamlarının şerl usule uygun kesimin, kuvvetli zan ile yaşayacağı kabul
edilenleri helâl kılacağını icma ile kabul etmiş olmalarıdır. İstisnanın
munkatı' olarak kabul edilebilmesi ancak sağlam bir delilin varlığı halinde
mümkündür. İstisnanın munkatı olduğunu kabul edenler istisnanın önceki cümlede
herhangi bir etkisi olmadığı görüşündedirler. Bunlara göre ifade şöyle gibidir:
Sözü geçen hayvanların dışında kalıp şer"î usule uygun olarak
kestikleriniz ise helâldir. Çünkü haram kılma bu tür hayvanlara ölümden sonra
taalluk eder. Bir hayvanın ölümünden sonra ise şer*î usule göre kesilmesi söz
konusu değildir. O halde burada istisna munkatı'dır. Buna şu şekilde cevap
verilmiştir. İstisna helâl hükmün zahir olduğu nazarı itibara alınarak
muttasıldır. Çünkü bu hayvanlar zahiren kendilerine isabet eden bu gibi durumlar
dolayısıyla ölürler ve zahiren bunlar haram olur. Ancak hayatta iken yetişilip
şer"î usule uygun olarak kesilenler bunlardan müstesnadır ve bunlar o
takdirde helâl olurlar.
[26]
Bu dikili taşlar
Kabe'nin etrafında bulunurlardı. Bunlar 360 tane idi. Ca-hiliye döneminde
Araplar tazim ettikleri putlara yakınlaşmak maksadıyla bu putların yakınlarında
hayvanlarını keserler ve bunların kanlarını Beyt'in herhangi bir yerine
sürerlerdi. Böylelikle onlar bu kesim işinin putlara bir yakınlık olduğunu
kabul etmişlerdi. Daha sonra eti parçalar ve bu dikili taşların üzerine
bırakırlardı. Dikili taşlar putların kendileri değildi. Çünkü dikili taşlar
yontulmamıştı. Putlar ise yontulmuş taşlar şeklindeydi. Yüce Allah müminlere bu
şekilde davranmayı yasakladı ve dikili taşların yakınlarında kesilen bu
hayvanların yenilmesini haram kıldı. İsterse kesim esnasında Allah'ın adı
üzerlerine anılmış olsun. Böylelikle Allah ve rasulünün haram kıldığı şirkten
uzak kalınmış olur.
Kur"ân-ı Kerîm
bundan başka şunlann da haram olduğunu ilâve etmektedir:
[27]
Kendisine neyin kısmet
olarak verileceğini yahut yapacağı işte hayır veya şer neyin takdir edilmiş
olduğunu fal oklarıyla bilmeye çabalamak. Fal okları (el-Ezlâm) zelem veya
zulem kelimesinin çoğuludur. Bu da avı yaralayan sivri ucu bulunmayan, ok
şeklindeki bir tahta parçasıdır. Bu işlemin iki anlamı vardır: Birincisi
taabbüdî ve manevî yahut itikadî, diğeri ise maddî.
Ruhî ve taabbüdî anlamı
itibariyle, âdeten kuşların uçuşlarından uğurlu-luk yahut uğursuzluk
araştırmayı (tetayyur) andırmaktaydı. Herhangi bir kimse bir iş yapmak yahut
bir yolculuğa çıkmak istedi mi Kabe'ye gider ve putların yanında bulunan fal
oklarına danışırdı. Bir kuyu başında dikilmiş bulunan Hubel'in yakınında yedi
tane ok vardı. Bu okların üzerinde kendileri için içinden çıkılmaz bir mahiyet
arzeden hususlarda hükmüne başvuracakları şeyler yazılı bulunurdu. Bunlardan
ne çıkarsa ona göre hareket ederlerdi.
İbni Cerîr et-Taberî
şöyle der: Fal oklan, birinin üzerinde "yap" diğerinin üzerinde
"yapma" yazan; diğeri de boş bulunan üç tane oktu. Bu okları
karıştırıp "yap" emrini ihtiva eden ok çıktı mı o işi yapar,
"yapma" çıktı mı terkederlerdi. Boş olan çıktı mı, çekme işini bir
daha tekrarlarlardı.[28] Bu
işi bir yolculuğa çıkmak, bir savaşa gitmek, evlenmek, alışveriş ve buna
benzer bir iş yapmak istediklerinde yaparlardı. Maddi anlamına gelince: Bu da
bu gün bir çeşit kumar olan bir piyango idi. Bu okların sayısı on tane olup
bunların yedisinde pay nisbet-leri yazılı olmakla birlikte diğerlerinde pay
yoktu. Bu fal okları, cahiliye döneminde kumar türünden bir oyun mesabesinde
idi. Bunlar vadeli olarak deve satın alır ve oyuna geçmeden önce bu develeri
keser, bunları da 28 yahut 20 paya bölerlerdi. Bu oklardan birisi bir adamın
adına çekilir, okun üzerinde yazılı miktar kadar pay kazanır; üzerinde pay
yazılı olmayan oku çeken kişi ise ödemeyi yapardı.
Şu halde, fal
oklarının üç türü vardı: Bunların birincisi yalnızca kişiyi ilgilendiren tür
olup bu okların sayısı üçtü. Bunlardan birisinin üzerinde "yap" diğerinin
üzerinde "yapma" yazısı bulunuyordu; üçüncüsü ise boştu. İkinci tür
ise yedi ok olup bunlar da Kabe'nin üst tarafında Hubel'in yanında idiler.
Bunlar üzerinde de çeşitli olaylarla karşı karşıya kalındığı takdirde
insanların nasıl davranacağına dair bir takım hükümler yazılıydı. Üçüncü tür
ise on adet kumar oku olup bunların yedisi üzerinde pay miktarları yazılı olup
diğer üçü boştu.
Bu iki anlamı ile de
fal oklarıyla kısmet aramak, bir çeşit hurafe ve vehimden ibarettir. Aynı
zamanda ümmetin ilerlemesini engelleyen, hidayet ve basiret olmaksızın yol
almaya davet eden aklî bir geriliktir. Teşbih, mushaf, oyun kağıdı, boncuk veya
fincan gibi şeylerle kısmetini bilmeye çalışması da böyledir. Bütün bunlar
şer'an haram ve münker işlerdir; bunlara başvurmak caiz değildir. İslâm bunun
yerine meşru bir alternatif öngörmüştür ki, bu da iki rekât istihare namazı
kılıp, namaz akabinde rivayet edilen duayı okuyup kendisi için istihare
yapılan işi zikretmek ve bu konuda kalbe ferahlık dolması yahut sıkılması gibi
sonucu beklemekte ve eğer durum açıklık kazanmazsa namazı birkaç defa
tekrarlamaktır.
Ahmet ve Kütüb-i Sitte
sahiplerinin rivayet ettikleri istihare hadisi Câbir b. Abdullah'tan rivayete
göre şöyledir: "Câbir dedi ki: Resulullah (s.a.) Kur"ân-ı Kerîm'den
bize bir sure öğretiyormuş gibi istihareyi bize öğretir ve şöyle derdi:
"Sizden bir kimse bir iş yapmak isterse farzın dışında önce iki rekât
namaz kılsın, sonra da şöylece dua etsin:
"Allah'ım ilmin
ile senden hayırlı olanı istiyorum, Kudretinle bana güç vermeni diliyorum. O
büyük lütfunla senden dilerim; çünkü sen. güç yetirensin, benim ise gücüm
yetmez. Sen bilirsin ben bilmem. Sen bütün gizlilikleri en iyi bilensin.
Allahım eğer bu işim (ihtiyaç duyduğu şeyi zikreder) benim için dünyamda,
hayatım boyunca, işimin âcilinde (dünya hayatında) ve sonrasında (ahirette)
hayırlı ise onu bana takdir buyur, onu bana kölaylaştır, sonra da onu bana
mübarek kıl. Bu işim (adını zikreder) benim için dinimde, hayatımda, işimin
âcil olanında (dünyamda) ve geleceğimde (ahirette) benim için kötü ise onu
benden uzaklaştır, beni de ondan uzak tut. Nerede ise, benim için hayrı takdir
buyur, sonra da beni ona razı kıl." Câbir dedi ki: "Ve ihtiyacını
belirtir."
"Bunlar
faşıklıktır", yani sözü geçen bütün bu haramlar bir fasıklıktır, din
yolundan bir çıkıştır, Allah'ın şeriatından yüz çeviip masiyetine yöneliştir,
hikmet ve akla uygun olan alışılmış şeyleri terketmektir.
Yüce Allah müminleri
sözü geçen bu haramları işlemekten sakındırdıktan sonra onlara teşrî buyurduğu
şeylere sımsıkı yapışmayı teşvik etti. Onların kararlılıklarını güçlendirecek,
bu konuda onlara cesaret vererek zaferle müjdeledi. Arafe gününde Veda Haccı
yılı şu ilâhî buyruklar nazil olmuştur: "Bu gün kâfirler dininizden
ümitlerini kesmişlerdir. Öyleyse onlardan korkmayın da Benden korkun..."
Bu gün, yani hicretin onuncu yılı Veda Haccı Arefe günü -ki bu cuma günü idi ve
bu ayetin indiği gündü- kâfirler dininizi ortadan kaldırmaktan, sizi yenik
düşürmekten ve sizin kendi dinlerine dönmenizden ümitlerini kestikleri gibi,
şeytan da artık sizin bu arzınızda kendisine ibadet olunmaktan yana ümidini
kesmiştir.
Beyhakî, Şuabu'l-İman'
da İbni Abbâs'tan bu ayet-i kerime ile ilgili olarak şöyle dediğini nakleder:
Mekkeliler sizin kendi dinlerine geri dönmenizden -ki bu da putlara tapmaktır-
ebediyyen ümitlerini kesmişlerdir.
Sahih hadiste
Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğu sabittir: "Şüphesiz şeytan artık Arap
yarım adasında namaz kılanların kendisine ibadet etmelerinden ümidini
kesmiştir, fakat namaz kılanlar arasında kötülüğü kışkırtmaktan değil (ümidini
kesmemiştir)"
"Öyleyse onlardan
korkmayın da benden korkun." Muhalefet etmekten yana onlardan korkunuz
olmasın. Benden korkun. Onlara karşı ben size yardım ederim, sizi desteklerim.
Dünya ve ahirette sizleri onlara üstün kılarım.
"Bu gün dininizi
kemale erdirdim..." Bu gün dininiz olan İslâmı sizin için kemale erdirdim.
Onda helâl ve haramı, gerek duyduğunuz bütün hükümleri sizlere açıkladım. Artık
her şey herhangi bir kapalılık ve karışıklık söz konusu olmaksızın açık seçik
bir hal almıştır, eksiksiz ve mükemmeldir. "Üzerinize olan nimetimi
tamamladım.", yani size olan nimet ve lütfumu tamamladım. Ebediyyen sizinle
birlikte bir müşrik haccetmeyecektir. Mekke'yi fethetmenizi sağladım, size olan
vaadim gerçekleşti. İnsanlar Allah'ın dinine bölük bölük girdiler ve zaferiniz
tahakkuk etti.
"Ve size din
olarak İslâmı beğendim." O razı olunacak bir konumdadır. Kıyamet gününe
kadar insanların hükmüne başvuracakları bir dindir; O günde o dinde sorumlu
tutularak muhakeme olunacaklardır. "Her kim İslâm'dan başka bir din
arayacak olursa asla ondan kabul olunmaz ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan
olacaktır." (Âl-i İmran, 3/85).
İşte bunlar bu ayet-i
kerime ile tahakkuk etmiş üç tane müjdedir. Peygamber bu ayet-i kerimeden
sonra seksen bir gün yaşadı, sonra da ruh-ı şerifi kabzolundu.
İbni Abbas: "Bu
gün dininizi kemale erdirdim.." ayetini okuyunca bir Yahudi şöyle dedi:
Bu ayet üzerimize inmiş olsaydı indiği günü bayram edinirdik.' İbni Abbâs
şöyle dedi: "Bu ayet-i kerime iki bayramın yapıldığı günde nazil
olmuştur. Bayram günü ve Cuma gününde indi. Müslim ve diğer hadis imamları
Târik b. Şihâb'ın şöyle dediğini rivayet ederler: Yahudilerden birisi Hz.
Ömer'e gelip şöyle dedi: Ey müminlerin emiri! Kitabınızda bulunup okumakta
olduğunuz bir ayet vardır ki, biz Yahudiler topluluğu olarak üzerimize inmiş
olsaydı o indiği günü bayram edinirdik. Hz. Ömer bunun hangi ayet olduğunu
sorunca: "Bu gün dininizi kemâle erdirdim..." ayetidir, dedi. Hz.
Ömer şöyle dedi: Ben bu ayetin indirildiği günü çok iyi biliyorum, indirildiği
yeri de çok iyi biliyorum. Bu ayet Resulullah (s.a.)'a cuma günü Arafede iken
inmiştir.
Dinin tamamlanmasından
kasıt, o günde eksikti de sonradan tamamlandı, demek değildir. Aksine bundan
maksat artık hükümler neshi kabil olmayacak bir noktaya gelmiş ve bütün zaman
ve mekânlar için elverişli ebedî bir hal almış demektir. Tamamlanmasından
kasıt da bizatihi üstün ve galip gelmesiyle tamamlanması demektir. Bizatihi
tamamlanması onun farz, helâl ve haramları kapsamasıdır. Akaid esaslarını,
teşrî'in esaslarını, içtihadın kanunlarını açık açık ifade etmesi, naslara
bağlamasıdır. Meselâ: "De ki: O Allah'tır, birdir ve tektir." (İhlâs,
112/1); "Onun benzeri, gibisi dahi yoktur." (Şûra, 42/11); "O
gizliyi de açığı da bilendir." (En'âm, 6/83 ve başka yerler);
"Muhakkak Allah adaleti ve iyiliği emreder..." (Nahl, 16/90);
"Ve ahitleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini tastamam yerine getirin."
(Nahl, 16/91); "İş hususunda onlarla müşavere et." (Al-i İmran,
3/159); "Bir kötülüğün cezası onun benzeri bir kötülüktür." (Şûra,
42/40); "Hiç bir kimse bir diğerinin kötülüğünü yüklenmez." (En'âm,
6/164 ve başka yerler); "İyilik ve takva üzerinde yardımlasın, günah
işlemek ve aşırı gitmekte yardımlaşmayın." (Mâide, 5/2).
Üstünlük sağlamasında
tamamlanmasına gelince: Bu da İslâm'ın kelimesinin yüceltilmesi, diğer bütün
dinlereüstün gelmesi, genel olarak bütün maslahatlara uygun düşmesi,
gelişmelerle birlikte insicamlı olması, bu dindeki özel ve genel maslahatların
dengeli olup vasat durumda olmasıdır.
Daha sonra Yüce Allah
genel hükümlerden istisnaî bir hal teşkil eden zaruret halini hükme bağlamakta
ve sözü geçen bu haram kılınan şeylerin bütün hallerde, bütün Müslümanlar için
haram olduğunu, bundan tek istisnanın zaruret hali olduğunu ifade etmektedir.
Zaruret halinde bulunan kişi ise haram kılman yahut zararlı olan bir şeyi alıp
kullanmaya mecbur kalan kimsedir. İleri derecedeki açlık halinde sözü geçen
haram şeylerden herhangi bir günaha yani bizatihi haram olan bir şeye
meyletmeksizin günahı gerektiren şeyden yararlanma arzusunu da taşımaksızın
bir şeyler yemek zorunda kalırsa, onun bu zorunluluğu bu zararı giderebilecek
miktarda kullanabilme hakkı vardır. AnY cak bunu lezzet ve zevk almamak,
ölümden kurtulmak için ihtiyaç duyulan sınırı aşmamak şartıyla kullanabilir.
Bu şekilde hareket eden kimseye Allah mağfiret eder. Bu durumda olup da haramı
kullananı bağışlar. Allah kullarına çok
merhametlidir. Çünkü haram bir şeyle kendilerini bu zaruretten kurtarabilecek
bir şeyi kullanmayı mubah kılmıştır.
Yüce Allah'ın:
"Günaha kaymaksızın" buyruğu Bakara suresinde yer alan:
"Saldırmaksızın ve haddi aşmaksızın..." (Bakara, 2/173) buyruğuna
benzemektedir.
[29]
Bu ayet-i kerimeden
aşağıdaki hükümleri çıkarmaktayız:
1- Meyte ve
meyte hükmünde olan (boğulmuş, ağır bir şeyle vurulmuş, yuvarlanmış, susulmuş,
yırtıcı hayvanın artığı, eskiden Kabe etrafında bulunan dikili taşlar adına
kesilmiş, kesim esnasında Allah'tan başkasının adı anılarak kesilmiş meyte
hayvanlar)ın haram kılınması.
2- Kanın ve
domuz etinin haram kılınması.
3- Sert
usule göre kesilmiş hayvanın ve henüz hayatta iken yetişilip şer'î usûle göre kesilen;boğulmuş, ağır bir
şeyle vurulmuş, yuvarlanmış, susulmuş ve yırtıcı hayvanın kendisinden bir
miktar yediği hayvan ile Allah'tan başkasının adı anılarak kesilmiş ama henüz
canı çıkmamış hayvanlardan kesilenin mubah kılınması.
4- Zararı
önlemek için zaruret halinde sözü geçen haramların mubah kılınması.
5- Zaruret
hali için iki kayıt söz konusudur. Birincisi yalnızca zaruret halini önlemek
kasdıyla bu haramı kullanmak; ikincisi ise kendisini zaruret halinden
kurtaracak miktarı aşmamak. Çünkü "zaruret, miktarıyla takdir
olunur." Eğer haram olan hayvanı yerken lezzet almayı yahut zaruret
miktarını aşmayı kastedecek olursa harama düşer.
Şer'î kesim hem sağlam
hem de hasta olan hayvanı mubah kılar. Hasta hayvanın kesilmesi caizdir;
isterse ölüme yakınlaşmış olsun.
Cumhurun görüşüne göre
annenin kesimi cenin hakkında da etkilidir. Çünkü Dârakutnî, Ebu Said el-Hudrî
ile Ebu Hureyre, Ali ve Abdullah b. Mes'ûd (r. anhum) Resulullah (s.a.)'m şöyle
buyurduğunu rivayet etmektedirler: "Ceninin kesilmesi annesinin kesilmesiyledir."
Bir diğer rivayette de şöyledir: "Ceninin kesilmesi annesinin
kesilmesiyledir, tüyleri ister bitmiş olsun, ister bitmemiş olsun."
Ebu Hanife'nin
görüşüne göre ise, cenin annesinin karnından ölü çıkacak olursa, yenilmesi
helâl değildir. Çünkü tek bir canın kesimi iki can için kesim olmaz.
Eğer cenin canlı
olarak çıkacak olursa, annesinin kesiminin cenin için kesim olmayacağını da
icma ile kabul etmişlerdir.
Cumhurun görüşüne göre
kesme aleti damarları kesen ve kan akıtan herhangi bir araçtır. Bu şekilde
olan her bir araç kesim aletidir. Ancak diş ve kemik bundan müstesnadır. Bu da
konu ile ilgili tevatür ile gelen rivayetlere göre böyledir. Ayrıca kesimde yasaklanmış diş ve kemik
yerlerinden çıkartılmamış olanlardır. Çünkü bu durumda bunlarla yapılacak kesim
boğmak demektir. Yerlerinden ayrılmış olanlara gelince: Eğer bunlar damarları
kesecek türden olurlarsa bunlarla kesim caiz olur. İbrahim en-Nehaî, Hasan-ı
Basrî, Leys b. Sa'd ve Şafiî diş, tırnak ve kemiğin her halükârda kesim için
kullanılmalarının haram olduğunu söylemişlerdir.
Kesim esnasında
koparılması gerekenler hakkında ise farklı görüşler vardır.
İmam Mâlik şöyle der:
Boğaz ve yan taraflardaki iki kalın damar kopartıl-madıkça kesim sahih olmaz.
İmam Şafiî şöyle der:
Soluk ve yemek borusunun kopartılması ile kesim sahihtir, ayrıca sağ ve sol
taraftaki kalın damarların kopartılmasına gerek yoktur. Çünkü bu iki yer
kendileri olmaksızın hayatta kalmanın söz konusu olmayacağı organlardır.
Ölümden maksat da budur, yani bunların kesilmesidir.
İmam Mâlik ve Ebu
Hanife gibi başkaları, ölümü, etin hoş ve temiz olmasını ve damarların
kesilmesi ile haram olan şeyin helâl olan şeyden (kanın etten) ayrılmasını
sağlayacak bir işlem olarak nazar-ı itibara almışlardır. Nitekim Ahmed ve
diğer Kütüb-i Sitte sahiplerinin rivayet edip sıhhati ittifakla kabul edilmiş
bulunan Râfi' b. Hadîc'den rivayet edilen hadis de buna delâlet etmektedir:
"Kanı akıtan..." Bu görüş daha uygun ve yerinde bir görüştür.
Kesimin boğaz
çıkıntısının üstünden olması ve bu çıkıntının beden ile birlikte kalması
halinde hükümde fakihler arasında görüş ayrılığı vardır. Şafiî bu durumda
havvanın yenileceğini, çünkü maksadın hasıl olduğunu söylerken Mâlik,
yenilmeyeceğini söylemektedir.
Yine kesim
tamamlanmadan önce elini kaldırıp sonra derhal kesime devam edip kesimi
tamamlayanın durumu hakkında da farklı görüşlere sahiptirler. Bu kesimin
geçerli olacağı söylendiği gibi, olmadığı da söylenmiştir; ancak birinci görüş
daha sahihtir. Çünkü önce onu yaralamış, sonra da henüz hayatta iken onun
kesimini tamamlamıştır.
Müstehap olan, kesen
kişinin hali beğenilen ve kesime gücü yeten bir kimse olmasıdır. Erkek yahut
dişi olması, baliğ olup olmaması, Müslüman veya Kitap Ehli olması arasında
fark yoktur. Bununla birlikte Müslümanın kesmesi Kitap Ehli olan birisinin
kesmesinden daha efdaldir.
Evcil olup da
yabanileşen yahut kuyuya düşen bir hayvanın kesimi Mâli-kîlerin görüşüne göre
ancak boğaz ile çene arasında kesimde sünnet olana göre olabilir. Ebu Hanife ve
Şafiî ise böyle bir hayvanın kesilmesini yahut vücudun herhangi bir yerinden
vurulup delik açılmasını caiz kabul ederler. Çünkü Hz. Peygamber, İmam Ahmed
ile Kütüb-i Sitte sahiplerinin Râfi' b. Hadîc'ten rivayetlerine göre, şöyle
buyurmuştur: "Şu insanlardan ürküp kaçan develerin yabani hayvanların
ürküp kaçmaları gibi bir ürkmeleri vardır. Bunlardan herhangi birisi elinizden
kurtulacak olursa ona böylece yapınız." Bir rivayette ise "onu
yiyiniz" buyurmuştur.
Kesim esnasında güzel
hareket etmek, aranan bir husustur. Çünkü daha önce kaydedilen ve Ahmed,
Müslim, Nesaî ve İbni Mâce'nin Ebu Yala yoluyla rivayet ettikleri hadis-i
şerifte şöyle buyurulmuştur: "Muhakkak Allah her şey üzerine ihsanı
(güzelliği, iyiliği) yazmıştır." Mâlikîler şöyle demiştir: Hayvanlarda
kesimin güzel yapılması onlara yumuşak davranmak suretiyle olur. Şiddetle
hayvanı yere yıkmaz, onu bir yerden bir yere çekip sürüklemez. Kesim aletini
keskinleştirir, kesimle yenilmesinin mubah olması ve bununla Allah'a yaklaşmak
niyeti hatırda tutulur, hayvan kıbleye döndürülür ve işinin çabucak
bitirilmesine çalışılır. Boğazın etrafındaki iki kalın damar ile boğaz kesilir,
rahatlatılır ve soğuyuncaya kadar terkedilir. Allah'ın bunlarla bize lütufta
bulunduğu itiraf edilir, bu nimete karşı Allah'a şükredilir ve dilediği
takdirde bize musallat kılacağı şeyleri bize müsahhar kıldığı, dilediği
takdirde bize haram kılacağı şeyleri mubah kıldığı için ona şükredilir.
Çeşitli türleriyle fal
oklarıyla kısmet aramak haramdır. Eğer bundan maksat paylaştırmak ve payları
ortaya çıkarmak gibi bir şey olursa, bu da malın batıl yolla yenilmesi
kabilindendir. Mücâhid şöyle der: Ayet-i kerimede geçen el-ezlam dan kasıt,
İranlılarla Bizanslıların kendileriyle kumar oynadıkları zarlardır.
[30]
4- Sana kendilerine
neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: "Size bütün iyi ve teiniz
şeyler helâl kılındı. Allah'ın size öğrettiği ile alıştırıp öğrettiğiniz avcı
hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın ve
Allah'tan sakının. Muhakkak ki, Allah hesabı çabuk görendir."
5- Bugün size iyi ve
temiz olanlar helâl kılındı. Kitap Ehli'nin yemeği size helâldir, sizin
yemeğiniz de onlara helâldir. Mümin kadınlardan iffetli olanlar ve sizden önce
kitap verilenlerden iffetli kadınlar, siz iffetinizi koruyarak zina
etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve onlara mehirlerini vermeniz halinde size
helâldir. Kim de imanı inkâr ederse yaptıkları boşa gitmiştir ve o, ahirette
hüsrana uğrayanlardandır.
"Kitap Ehli'nin
yemeği". Burada ifade umumi kullanılmakla birlikte özel olarak kesilen
hayvanlar kastedilmiştir.
"İffetinizi
koruyarak zina etmeksizin" ifadesinde tıbâk vardır. Çünkü burada ihsan,
iffeti korumak, iffetli olmak anlamında; sifah ise zina etmek anlamındadır.
[31]
Ey Muhammedi
"sana" yiyeceklerden "kendilerine neyin helâl kılındığını
soruyorlar... iyi ve temiz şeyler helâl kılındı." Pis ve murdar şeylerin
dışında kalan ve kendilerinden zevk alınan şeyler helâl kılındı. Bunlar ise
Kitap, Sünnet ve bir müçtehidin kıyası ile haram olduğu söz konusu olmayan her
şeydir. "Avcı hayvanlar": Yırtıcı hayvanlar ve kuşlar. Köpek, pars,
arslan, kartal, şahin, çaylak gibi hayvanlar olup bu kelimenin tekili olan
"câriha" kazanmak anlamına gelen "el-curh" tan
gelmektedir. Bu kelime aynı anlamda şu ayette de geçmektedir. "Ve o gündüzün ne kazandığınızı bilir." (En'ânı,
6/60) Allah'ın size avlanma adabı ile ilgili olarak "öğrettiği ile
alıştırıp" eğitip, "öğrettiğiniz avcı hayvanların..." Teklib,
yani alıştırıp öğretmek, avcı köpeklere avlanmayı öğretip avın üzerine
salmaktır. Daha sonra bu kelime mutlak olarak av hayvanlarının eğitilmesi
hakkında kullanılır olmuştur. Avcı hayvanları eğitene mükellib denilir,
"sizin için tuttuklarını" kendileri o avdan yememiş olmak şartıyla öldürmek
suretiyle tuttuklarını "yiyin." Ancak eğitilmemiş olanlar böyle
değildir; onların avı helâl olmaz. Eğitilmiş olmanın belirtisi ise, hayvanın
salındığı zaman gitmesi gitmekten alıkonulduğu zaman da gitmemesi, avı yakalayıp
ondan bir şey yememesidir. Bunun anlaşılabilmesi için asgari olarak bu işin üç
defa tekrarlanması gerekir. Eğer o avdan yemiş ise bu av hayvanı sahibi adına
yakalanmış olmaz. O bakımdan yenilmesi helâl değildir. Nitekim Buharî ile
Müslim'de yer alan hadiste de böyledir. Yine aynı hadiste şu da vardır:
"Atıldığı zaman Allah'ın adı anılarak atılan okun isabet ettiği av
eğitilmiş avcı hayvanın avı gibidir." "Ve üzerine" Av hayvanını
saldığınız vakit, "Allah'ın adını anın."
"Kitap Ehli'nin
yemeği size helâldir.", Yahudi ve Hristiyanm kestikleri size helâldir.
"Kitap verilenlerden iffetli kadınlar" Burada hür kadınlar demektir;
zinadan kendilerini koruyanlar oldukları da söylenmiştir, "siz iffetinizi
koruyarak" zinadan uzak durarak, "zina etmeksizin" onlarla
açıktan açığa zina etmeksizin yahut açıkça zina işlemeksizin, "gizli dost
tutmaksızın" Gizlice de zinaya kalkışmaksızın. "...size
helâldir" Dost (el-hidn), erkek yahut kadın olsun dost ve arkadaş
demektir. "Kim de imanı inkâr ederse", irtidad ederse "yaptıkları
boşa gitmiştir." Bundan önceki salih amelleri boşa gitmiş olup bunların
hiç bir kıymeti olmaz; bundan dolayı ona ecir verilmez, yani amelinin sevabı
artık batıl olur. "ve o ahirette hüsrana uğrayanlardandır." Bu
haliyle öldüğü takdirde, onlar, hüsrana uğrayanlardan olurlar.
[32]
İbni Cerir
et-Taberî'nin, eş-Şa'bî yoluyla rivayetine göre Adiyy b. Hatim et-Tâî şöyle
demiştir: Adamın biri Resulullah (s.a.)'m yanma gelerek köpeklerin avı
hakkında soru sormuş. Hz. Peygamber şu: "Allah'ın size öğrettiği ile
alıştırıp öğrettiğiniz..." ayeti nazil oluncaya kadar ona bir cevap
vermemişti.
İbni Ebi- Hatim de
Said b. Cübeyr'den şunu rivayet eder: Ebi Hatim ile Zeyd b. el-Mühelhil,
Resulullah (s.a.)'a şöyle sordular: "Ey Allah'ın Rasulü! Biz köpek ve
doğanlarla avlanan bir topluluğuz Züreyhlilerin köpekleri, inekleri, eşekleri
ve ceylanları dahi avlar. Allah ise meyteyi (ölü hayvanı) haram kılmıştır.
Bunlardan bize helâl olan nedir?" Bunun üzerine: "Sana kendilerine
neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: Size bütün iyi ve temiz şeyler helâl
kılındı..." ayeti nazil oldu.
İbni Cerîr,
İbnü'l-Münzir, Taberânî ve Beyhakî'nin rivayetine göre de Resulullah (s.a.),
Ebu Rafi'a Medine'deki köpekleri öldürmeyi emredince bir takim insanlar gelip
şöyle dediler: "Ey Allah'ın Rasulü! Şu öldürülmelerini emrettiğin bu
hayvanlardan bize helâl olan nedir?" Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i
kerimeyi indirdi, Hz. Peygamber de ayeti onlara okudu.
[33]
Yüce Allah, kullanan
için zararlı olan -ki bu ya vücuda ya din veya her ikisine birlikte zararlıdır
- bir takım murdar şeyleri bundan önceki ayette haram kılıp zaruret halinde de
istisna ettiklerini de belirleyerek burada: "Sana kendilerine neyin helâl
kılındığını soruyorlar. De ki: Size bütün iyi ve temiz şeyler helâl
kılındı" buyurmaktadır. Bu da A'râf suresinde Hz. Muhammed (s.a.)'in niteliğine
dair şu ayet-i kerimeyi hatırlatmaktadır: "Onlara hoş ve temiz olan
şeyleri helâl kılar, pis ve murdar şeyleri de haram kılar." (A'râf,
7/157).
[34]
Ey Muhammed! Müminler
sana kendilerine yiyecek ve etlerden nelerin helâl kılındığını sormaktadırlar.
Onlara, pis ve murdar olan şeylerin (el-habâ-is) dışında kalan hoş ve temiz
şeylerin, yani fıtratı bozulmamış, selim tabiatlıların hoşuna giden şeylerin
kendilerine helâl kılındığını söyle. Ayrıca eğitilmiş avcı hayvanların
avladıkları da helâldir. Hoş ve temiz şeyler "et-tayyıbât" ise
Kur"ân-ı Kerim'de haram kılındıkları nass ile belirtilen ve bunlara daha
önce geçen haram kılınmış on tür yiyecek ile sünnet-i nebeviyyede eklenen
yiyeceklerin dışında kalan şeylerdir. Ahmed, Müslim ve Sünen sahipleri İbni
Ab-bâs'tan şöyle dediğini rivayet ederler: "Resulullah (s.a.) yırtıcı
hayvanlardan azı dişli her bir hayvanın, kuşlardan da pençeli olan her bir
hayvanın yenilmesini yasakladı." Yine Ebu Sa'lebe el-Hişnî'nin şöyle
dediğini rivayet etmektedirler: "Azı dişli her bir yırtıcı hayvanın
yenilmesi haramdır." Buna göre hakkında nassın varid olmadığı şey iki
türlüdür; bunlar helâl ve hoş olan şeyler ile haram ve pis olan şeylerdir. Bir
şeyin hoş ve pis olmasında nazarı itibara alınacak ölçü ise Hicaz bölgesindeki
Arapların zevkidir.
Ebu Hanife'ye göre
yırtıcı hayvan et yiyen her bir hayvandır. Şafiî'ye göre ise insana ve hayvana
saldıranlardır.
Buna göre bütün deniz
hayvanları ister ot yesin ister et yesin, helâl ve hoştur. Kara hayvanlarından
ise yırtıcı ve yabani olan hayvanlar ile bu türden olan kuşlar dışında kalanlar
avlanır ve etleri yenilir. Ancak kurbağa, timsah, yılan ve kaplumbağa gibi karada
ve denizde yaşayanların yenilmesi helâl değildir. Bunun sebebi, bunların hoş
görülmemeleri, yılanların da zehirli olmalarıdır.
Diğer taraftan
eğitilmiş avcı hayvanları besleyip barındırmanız, bunları satıp hibe etmeniz
helâl olduğu gibi, bunların sizin için avladıkları da helâldir. Çünkü Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Avcı hayvanların sizin için tuttuklarını
yiyin." Yüce Allah'ın "alıştırıp öğrettiğiniz" buyruğu,
alıştırıp öğretmiş olmanız halinde, demektir. "Allah'ın size öğrettiği
ile alıştırıp öğrettiğiniz", yani Allah'ın
size öğrettiklerinden siz de onlara öğretip alıştırmanız halinde, anlamındadır.
Bundan, hayvanların
eğitilmesinde şu üç hususun kaçınılmaz olduğu anlaşılmaktadır:
1- Avlayacak
hayvanların öğretilmiş olması.
2- Bu konuda
hayvanlara öğretecek olan kimsenin öğretmekte beceri sahibi ve bu konuda
kendisinin de gerekli eğitime sahip olmuş olması.
3- Allah'ın
kendisine öğrettiğinden onun da bu avlayıcı hayvanlara öğretmesi. Yani bu avcı
hayvanlar sahipleri tarafından salınmak suretiyle ava doğru gitmeli,
sahiplerinin engellemesiyle vazgeçmeli; öğretilen hayvan köpek olduğu takdirde
avı yakalamakla birlikte ondan yememeli, sahibi tarafından çağırıldığı
takdirde sahibine geri dönmelidir. Köpeğin eğitilmiş olması avdan yemeyi üç
defa terketmesiyle anlaşılır. Doğan kuşunun eğitilmiş oluşu da çağırıldığı takdirde
sahibine dönmesiyle anlaşılır. Aradaki fark da şudur: Köpeğin eğitilmesi, onun
alıştığı ve yapageldiği şeyi terketmesi suretiyle olur. Köpek âdeten bulduğunu
alır, götürür. Üç defa yemeyi terkettiği takdirde onun eğitildiği anlaşılmış
olur. Doğanın âdeti ise kaçıp gitmektir.
Sahibi onu çağırdığı takdirde geri dönecek olursa onun da artık
eğitilmiş olduğu bilinir.
"Avcı hayvanların
sizin için tuttuklarını yiyin." Yani bu avcı hayvanların kendileri avdan
yemeksizin sizin için tuttukları avdan siz de yiyin. Eğer avlardan yiyecek
olurlarsa, cumhurun görüşüne göre, ondan artanı yemek helâl değildir. Çünkü
Ahmet, Buhari ve Müslim tarafından rivayet edilen Adiyy b. Hâ-tim'den gelen hadise
göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Öğretilmiş köpeklerini
Allah'ın adını anarak saldığın takdirde senin için tuttuklarından yiyebilirsin;
ancak köpek (avdan) yiyecek olursa sen yeme. Çünkü ben köpeğin o avı kendisi
için yakalamış olacağından korkarım." Bir başka rivayette de şöyle
denilmektedir: "Eğitilmiş köpeğini saldığında Allah'ın adını an. Senin
için avı yakalayacak olup henüz hayatta iken ona yetişecek olursan o avı kes.
Eğer öldürülmüş olduğu halde ve köpek ondan yemeksizin ava yetişecek olursa,
sen de o avdan yiyebilirsin." Çünkü köpeğin yakalaması bir kesme
işlemidir.
Köpeği saldığınız
vakit Allah'ın adını anınız. Bunu ayrıca daha önce kaydettiğimiz Adiyy b.
Hatim hadisi desteklemektedir: "Eğitilmiş köpeğini salıp üzerine Allah'ın
adını andığın takdirde senin için yakaladığından yiyebilirsin." Allah'ın
adını anmak cumhura göre vacip, Şafiî'ye göre müstehaptır.
İşte bu sınırlara
riayet hususunda Allah'tan korkunuz. Allah'ın size göstermiş olduğu bu
hususlarda O'nun emrine muhalefetten sakınınız ve size verdiği emirlerini
yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak suretiyle azabından kendinizi
koruyunuz. Şüphesiz Allah hesabı pek çabuk görendir. O gecikmeksizin ve
oyalanmaksızın amellerinizden dolayı sizi hesaba çeker. Amellerinizden hiç bir
şeyi de zayi etmez. Siz amellerinizden dolayı hesaba çekileceksiniz, dünyada da
ahirette de amelerinizin karşılığını göreceksiniz. Allah kıyamet gününde bütün
insanları aynı anda hesaba çeker. Allah'ın hesabı pek çabuk olacaktır.
Bunun kendisinden önceki
buyruklarla ilişkisine gelince: Yüce Allah haram ve helâl kılınan şeyleri
zikredip helâl ve haramı beyan ettikten sonra, amelde bulunanları amelleri
dolayısıyla hesap günü geldiğinde herhangi bir mühlet vermeksizin hesaba
çekeceğine dikkatleri çekmektedir. Rivayet edildiğine göre o bütün insanları
yarım gün kadarlık bir süre içerisinde hesaba çekecektir.
Bugün Allah'tan size
bir lütuf olmak üzere bütün temiz şeyler, yani Tayyi-bât helâl kılınmıştır.
Tayyibât, nefisleri pak ve temiz kimselerin hoşlandığı ve canlarının çektiği
şeylerdir.
Ayrıca sizlere Kitap
Ehli'nin yiyecekleri de helâl kılınmıştır, Cumhura göre burada kasıt
"kestikleri" olup, ekmek, meyve vb. yiyecekler değildir. Çünkü
onların fiilleriyle yenecek hale gelen şeyler bizzat kesilen hayvanlardır.
Diğer yiyecekler ise zaten bütün insanlar için mubahtır. O bakımdan onların
Kitap Ehli'ne tahsis edilmesinin bir manası olmaz. Kitap Ehli, mensup oldukları
peygambere Allah'ın, Tevrat ve İncil'i indirdiği Yahudi ve Hristiyanlardır.
Put ve heykellere
tapman müşriklerin kestikleri helâl değildir. İbni Cerîr, Ebu'd-Derdâ ve İbni
Zeyd'den rivayete göre bu ikisine kiliselere kesilen hayvanlardan yemek
hakkında soru sorulmuş, her ikisi de bunların yenilebileceğine dair fetva
vermişlerdir. İbni Zeyd şöyle demiştir: Allah onların yiyeceklerini helâl
kılmış ve ondan herhangi bir şeyi istisna etmemiştir. Ebu'd-Derdâ'ya da Cercîş
diye adlandırılan bir kilise için kesilmiş bir koçun yenilmesi hakkında:
"Onu bize hediye ettiler, ondan yiyelim mi?" diye sorulmuş o da şöye
cevap vermişti: Allahım affını dilerim. Bunlar Kitap Ehli'dirler, onların
yiyecekleri bize helâldir; bizim yiyecelerimiz de onlara helâldir.
Mecusîlerin kestikleri
ise helâl değildir, bunların kadınlarıyla evlenmek de helâl değildir. Çünkü bu
konuda rivayet edilmiş hadis-i şerifler vardır.
Sizin yiyecekleriniz
de onlara, yani sizin kestikleriniz de Kitap Ehli'ne helâldir. Siz bu
yiyeceklerinizden onlara yedirebilirsiniz yahut satabilirsiniz. Ce-nab-ı
Allah'ın bunu ayrıca buyurmuş olması kesilen hayvan ile evlilik hususundaki
hükmün farklı olduğuna dikkat çekmek içindir. Kesilen hayvanların mübahlığı her
iki taraf için söz konusudur. Halbuki evliliğin mübahlığı böyle değildir; bu
tek taraflıdır. Aradaki fark da gayet açıktır: Zira her iki taraftan yiyeceğin
mübahlığı herhangi bir mahzurlu durumu gerektirmemektedir. Ancak Kitap Ehli'ne
Müslüman kadınlarla evlenmek mubah kılınacak olur ise Kitap Ehli erkeklerinin
kendi hanımları üzerinde serî bir velayetlerinin olması gerekir. Şanı Yüce
Allah ise kâfirler lehine müminler aleyhine şer"î bir yol bırakmamıştır.
Ey müminler! Sizlere
hür olan mümin kadınlarla evlenmek helâl kılındığı gibi, Yahudi ve
Hristiyanlardan olan Kitap Ehli kadınlarla evlenmek de helâldir. İster zımmi
ister harbî olsunlar, bu evliliğin onların mehirlerini vermek kaydıyla söz
konusu olması, vücubun tekidi içindir; yoksa helâl olmaları için mehrin
ödenmesinin şart olduğundan dolayı değildir. Hür kadınların özel olarak
anılmalarının sebebi ise, kendileriyle evlenilecek kadınların evlâ olanına
teşvik içindir; yoksa hür olmayan kadınların helâl olmayacağı anlamına değildir;
zira ittifakla Müslüman cariyelerin nikâhlanmalarmm sahih olduğu kabul
edilmiştir. Ebu Hanife'ye göre de böyle bir nikâh sahihtir. Hür kadınlarla
evliliğin size helâl olması sizin zinadan uzak, iffetli bir hayat sürmeniz,
onlarla evlenmek suretiyle iffetinizi koruyacak olmanız, açıktan açığa zina
işlememeniz ve yine gizlice zina etmek için dost edinmemeniz şartıyladır. Mubah
olan, zina etmeyen iffetli hür kadınlarla evlenmektir ve bu, iffetini korumak
kasdıyla me-hirlerini vermek şartıyladır. Yoksa açıktan açığa zina etmek yahut
da gizlice dost edinmek yoluyla zina etmek suretiyle olmamalıdır.
Daha sonra Yüce Allah,
aykırı hareketlerden sakmdırmakta ve az önce geçen helâl hükümleri teşvik
ederek şöyle buyurmaktadır: "Kim de imanı inkâr ederse yaptıkları boşa
gitmiştir." Yani kim İslâmın şefi hükümlerini ve yükümlülüklerini inkâr
eder, imanın esas ve feri hükümlerini reddederse, artık o amelinin sevabını
iptal etmiş, dünya ve ahirette zarara uğramış olur. Dünyadaki zararı
amellerinin zayi olması, onlardan faydalanmaması bakımındandır. Ahiretteki
zararı ise hüsrana uğrayıp cehennem ateşinde helak olmasından dolayıdır.
Burada
"iman" kelimesi mutlak olarak zikredilip mecazen mümin kastedilmiştir.
İman ise şerl hükümler ve mükellefiyetlerdir. Maksadın imanın sahibi olan yüce
Rabbi inkâr etmek olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu hazf ile bir mecazdır.
Şu: "Kim de imanı inkâr ederse..." ayetinden kasıt ise Yüce Allah'ın
helâl ve haram kıldığı şeylerin ne kadar büyük önem taşıdığına ve buna aykırı
hareket edenin işinin oldukça zor olduğuna dikkat çekmektir.
[35]
"Sana kendilerine
neyin helâl kılındığını soruyorlar..." ayet-i kerimesi aşağıdaki
hususlara delildir:
1- Tayyibât
(hoş ve temiz şeyler)ın, yani üstün nefislerin hoş gördüğü yiyeceklerin
-şeriatın haram kıldığı murdar şeyler müstesna olmak üzere- mubah kılınması.
2- Eğitilmiş
olmaları şartıyla yırtıcı hayvan ve kuşlar arasından avlayıcı hayvanlarla avın
mübahlığı. Ayrıca bu hayvanları eğitenin de bu konuda beceri sahibi bir eğitici
olması, bu hayvanlara Allah'ın kendisine öğrettiklerinden öğretmiş olması
şartı vardır. Hayvanın salmdığı vakit gidecek,
avı yakaladıktan sonra da geri gelmesi istendiğinde geri dönecek hale
gelmiş olması, avladığından da herhangi bir şey yememesi eğitilmişliği için
bir şarttır. Bu şartlardan birisi bulunmadığı takdirde görüş ayrılıkları söz
konusudur.
3- Avlayıcı
hayvanların yaralayıp öldürdüklerinin ve avcının da ölmüş haliyle yetiştiği
avların helâl kılınmış olması. Çünkü Yüce Allah'ın: "Avcı hayvanların
sizin için tuttuklarını yiyin" buyruğu mutlaktır. Yani avladığından yemeksizin
sizin için yakaladıklarından yiyiniz. Eğer köpek ve benzeri avcı hayvan avdan
yiyecek olursa, cumhura göre, geri kalan yenilmez. Çünkü bu durumda avcı
hayvan kendisi için yakalamış, sahibi için yakalamamış olur. Ancak kuşlarda bu
şart söz konusu değildir. Kuşların avladıklarından yemeleri halinde onların geri
bıraktıkları da yenir. Malikîler ise küçük bir parça dahi kalmış olsa, avdan
geri kalanın yenilmesini ve avcı hayvan ister köpek, ister pars isterse bir kuş
ölsün, ondan yemiş olsa dahi, kalanın yenilmesinin mubah olduğunu söylerler.
Av yara almaksızın köpeğin
ağzında ölecek olursa yenilmez. Çünkü av böylelikle boğularak ölmüş olur. Bu
durumda hiç bir şekilde kesmeyen kör bıçakla kesilmiş ve boğazı kesilmeden
Önce kesim esnasında ölmüş hayvana benzer.
İlim adamlarının
cumhuruna göre avcı hayvan avın kanından içecek olursa, av hayvanı yenilir.
ŞsJhî ve es-Sevrî böyle bir avın yenilmesini mekruh kabul ederler. Şayet avcı
köpeği ile birlikte bir başka köpek bulacak olursa, bu köpeğin bir başka avcı
tarafından gönderilmemiş olduğu ve avın peşine tabiatı gereği kendiliğinden
düşmüş olduğu kanaati hasıl olursa o avdan yenilmez. Çünkü Hz. Peygamber, Ahmed
ile Buharî ve Müslim'de yer alan Adiyy b. Hatim yoluyla gelen hadiste şöyle
buyurmuştur: "Eğer onunla birlikte başka köpekler de karışacak olursa
ondan yeme." Bir diğer rivayette ise şöyle denilmektedir: "Çünkü sen
ancak kendi köpeğin için besmele getirdin, başkası için besmele
getirmedin." O halde iki avcı iki ayrı köpeği ortaklaşa gönderecek olurlarsa,
avladıkları da aralarında ortaktır.
Aynı şekilde okla
vurularak bir dağdan yuvarlanan yahut bir suya düşen veya üç gün süreyle avcı
tarafından görülemeyen ve kendisi görmeksizin ölen av da yenilmez. Çünkü
Resulullah (s.a.) yine Ahmed ve Buharî ile Müslim tarafından ittifaktla
rivayet edilen ve Adiyy b. Hatim yoluyla gelen hadis-i şerifte şöyle
buyurmuştur: "Okunu attığın zaman Allah'ın adını an. Bir gün süreyle avını
kaybedip de avında okunun izinden başka bir şey bulamayacak olursan
yiyebilirsin. Şayet onu suya düşmüş bulursan ondan yeme; çünkü onu öldüren su
mudur yoksa okun mudur bilemezsin." Ebu Dâvûd da Ebu Sa'lebe el-Hışnî
yoluyla gelen hadiste şunu rivayet etmektedir: "Bir gün süreyle onu
bulamaz ve avda okunun izinden başka bir şey bulamayacak olursan
yiyebilirsin." Ayrıca şunu da eklemektedir: "Üç gün sonra kokmamış
ise yiyebilirsin."
Ebu Hanife ve Şafiî,
avcı Müslüman olduğu takdirde Yahudi ve Hristiyan-lara ait köpeklerle avlanmayı
caiz kabul ederler. İmam Malik'in dışında kalan ümmetin cumhuru ise Kitap
Ehli'ne mensup avcının avının da caiz olduğunu kabul ederler.
4- Yüce
Allah'ın şu buyruğunun delaletiyle av için köpek edinmek ve besleyip
barındırmak caizdir: "Alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanların..."
bunu Müslim'in İbni Ömer yoluyla rivayet ettiği Hz. Peygamberin şu buyruğu da
desteklemektedir: "Av yahut davar için alıkonulan köpek dışında her kim
bir köpek barındıracak olursa her gün onun ecrinden iki kırat eksilir."
5-
"Alıştırıp öğrettiğiniz..." ayeti aynı şekilde âlimin cahilden daha
faziletli olduğunu göstermektedir. Çünkü eğitilmiş köpeğin diğer köpeklere bir
üstünlüğü olur. Âlim de bildiği ile amel ettiği takdirde daha faziletli olur.
Zira Hz. Ali şöyle buyurmuştur: "Her şeyin bir değeri vardır. Kişinin
değeri ise güzelce yaptığı şeye bağlıdır."
6- Avcı
hayvanın salınması halinde Allah'ın adının anılmasını vacip oluşu. Çünkü Yüce
Allah: "Ve üzerine Allah'ın adını anın." buyurmaktadır. Şafiî'ye göre,
cumhurun görüşü de budur. Bunu Hz. Peygamberin az önce geçen Adiyy b. Hatim
yoluyla gelen şu buyruğu da desteklemektedir: "Köpeğini salıp Allah'ın
adını andığın takdirde yiyebilirsin."
Canlı iken ava
yetişilmesi halinde ise, kesilmesi sırasında besmele çekmek icabeder. Şafiî
şöyle der: Böyle bir besmele müstehaptır.
"Bu gün size iyi
ve temiz olanlar helâl kılındı." ayet-i kerimesinden de aşağıdaki hususlar
anlaşılmaktadır:
1- İyi ve
temiz rızıkların mübahlığı. Bunlar ise iyi nefislerin hoşuna giden şeylerdir.
2- Kitap
Ehli (Yahudi ve Hristiyanjnin kestiklerini yemenin mübahlığı. Meyve ve buğday
gibi kesimi gerektirmeyen şeylerin yenilmesinin caiz olduğu hususunda ilim
adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü herhangi bir kimsenin bunları
mülk edinmesinde bunlara bir zarar gelmez.
Undan ekmek yapmak,
yağın bitkilerden çıkarılması ve benzeri bir takım işlemleri gerektiren ve
ayrıca din ve niyeti gerektiren şerl kesime gelince: Bu hususta Yüce Allah
zimmet ehlinin kalbini ısındırmak, İslama girmelerini teşvik etmek üzere
ruhsat vermiştir, hatta Hristiyan kesim esnasında "Mesih adına!"
Yahudi de "Üzeyr adına!" demiş olsa dahi. Çünkü onlar dinlerine göre
keserler.
Cumhurun görüşüne göre
Kitap Ehli'nin kestiği hayvanın helâl olmasında esas olan kesimdir. Kitap Ehli
için o kesilen hayvandan helâl olan ile onun için haram olan nazar-ı itibara
alınmaz, çünkü hayvan şer"î usule göre kesilmiştir. Bir grup ilim adamı
ise şöyle demiştir: Kitap Ehli'nin kestiklerinden bizim için helâl olan, onlar
için helâl olan şeylerdir. Zira onlar için helâl olmayan şeylerde onların
kesimlerinin bir etkisi olmaz. O halde Kitap Ehli'nin kestiklerinden sırf yağ
olan yerler de helâl olmaz. Böylelikle onlar "yiyecek" lafzını bir
bölümü hakkında münhasıran kabul ederler. Cumhur ise hasretmeksizin bütün yenilen
şeyler hakkında umumu kapsayacak şekilde anlamışlardır.
Oldukça küçük bir
istisna dışında ilim adamları icma ile kâfirlerin kestiklerinin
yenilmeyeceğini ve onların kadınları ile evlenilmeyeceğim kabul etmişlerdir.
Çünkü bunlar ilim adamlarınca meşhur kabul edilen görüşe göre Kitap Ehli
değildirler.
Bütün kâfirlerin
kaplarından -altın, gümüş yahut domuz derisinden olmadığı sürece- yemek ve
içmekte ve bunlarda yemek pişirmekte -kapların yıkanılıp kaynatılmasından
sonra- bir mahzur yoktur. Çünkü kâfirler necasetlerden sakınmaz ve ölü hayvanları yerler. Bu gibi kaplarda
yemek pişirdikleri takdirde bunlar necis olur. O bakımdan yıkanmalıdırlar.
Müslim'in Sahîh'inde alan bir hadiste Ebu Sa'lebe el-Hışnî şöyle der:
Resulullah (s.a.)'m huzuruna varıp şöyle dedim: "Ey Allah'ın rasulü! Ben
Kitap Ehli bir kavmin yaşadığı yerde bulunuyorum. Onların kaplarından yiyoruz.
Orası ayrıca av yapılan bir yerdir. Yayımla ve eğitilmiş köpeğimle avlanıyorum.
Bizlere bunlardan nelerin helâl olduğunu bana bildir." Resulullah (s.a.)
şöyle buyurdu: "Sizlerin Kitap Ehli bir topluluğun topraklarında yaşayıp
onların kaplarında yemek yediğinden söz ettim. Eğer kaplarından başka kap
bulacak olursanız onların kaplarında yemeyiniz. Şayet başka kap bulamayacak
olursanız o kapları yıkayın, sonra o kaplarda yemek yiyin."
3- Kitap
Ehli'ne Müslümanların kestiklerinden yedirmenin mübahlığı. Bizden et satın
alacak olurlarsa o etten yemeleri helâldir, bizim de onlardan bu etin bedelini
almamız helâldir.
4- İffetli
mümin kadınlarla iffetli Kitap Ehli kadınların nikâhlanmalarmm meşru oluşu.
İffetli kadınlar (Muhsanât), Mücâhid ve cumhurun görüşüne göre hür kadınlardır.
İbni Abbâs'ın görüşüne göre ise iffetli ve aklı eren kadınlardır.
5-
Bir amelde bulunan eğer Allah'ın hüküm ve
şeriatlerini inkâr eden, imanın usul ve füruunu reddeden bir kâfir ise,
amelinin sevabı boşa çıkar. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim de
imanı", yani Allah'ın Muham-med'e indirdiklerini "inkâr eder"
yahut da imanı reddederse "yaptıkları boşa gitmiştir", yani artık
onun amelinin sevabı boşa gider, amelinin uhrevî hiç bir faydası kalmaz.
[36]
6- Ey iman edenler!
Namaza kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın,
başlarınızı da meshedin ve topuklarınıza kadar ayaklarınızı da (yıkayın). Eğer
cünüp iseniz hemen temizlenin. Şayet hasta olmuşsanız veya seferde iseniz yahut
heladan gelmişseniz ya da kadınlara yaklaşmış da su bulamamışsanız temiz bir
topraktan teyemmüm edin. Yüzlerinizi ve ellerinizi onunla meshedin. Allah
size zorluk göstermek istemez, ama sizi temizlemek, üzerinize olan nimetini
tamamlamak ister ki, şükredesiniz.
7- Bir de Allah'ın
üzerinizdeki nimetini "işittik, itaat ettik" dediğinizde sizi onunla
bağlamış, olduğu mîsâkını anın. Allah'tan korkun, muhakkak ki, Allah
kalplerdekini çok iyi bilir.
"(ercüleküm) =
ayaklarınızı da" kelimesi "(ve eydiyeküm) = ellerinizi" kelimesi
üzerine atfedilmiştir. İfadenin takdiri ise şöyledir: Yüzlerinizi, ellerinizi
ve ayaklarınızı yıkayın. Bu kelime "(rü'ûsiküm) = başlarınızı"
kelimesine atfedilerek esreli de okunmuştur. Birinci okuyuşta ayakları yıkamayı
gerektiren bir fiil takdir edilmiş ve şöyle buyurulmuş gibidir:
"ayaklarınızı da yıkayınız." Güvenilir (sika) hadis ravilerinden,
dil bilginlerinden olan ve aynı zamanda kendilerini ehlul'-adl olarak
adlandıran Mutezile ve Şîaya mensup Ebu Zeyd el-Ensâri (vefatı: h. 215) şöyle
der: Meshetmek, yıkamanın biraz daha hafif şeklidir. Sünnet-i seniyye de ayak
hakkında meshetmekten kasdm, yıkama olduğunu beyan etmiştir.
[37]
"Namaza kalktığınız
zaman." Namaza kalkmak istediğiniz zaman. Fiil zikredilerek fiilin
yapılmak istenmesi tabir edilmiş ve müsebbep sebep yerine ikame edilmiştir. Çünkü bunlar biribirleriyle iç
içedir. Nitekim ez-Zemahşerî de böyle demiştir.
Ayet-i kerimede aynı
zamanda hazf ile icaz da vardır. Yani sizler hadesli (abdestsiz) iken namaza
kalktığınız takdirde, demektir.
[38]
"Namaza
kalktığınız zaman", abdestsiz olup da namaza kalkmak isterseniz
"yüzlerinizi" : Yüz, karşımızda kalan şeye denir. Yüzün uzunlamasına
sınırı başın üst tarafından tüy bitimi ile çenelerin sonu yahut çenenin altı.
En itibariyle ise iki kulak arası olan yerdir, "dirseklerinize kadar
ellerinizi yıkayın": Dirsek, kolun üst taraftaki eklemi yahut pazunun alt
taraftaki eklemidir. "Başlarınıza da mesh edin." buyruğundaki
"be" harfi ilsak 'bitiştirme' anlamını ifade etmektedir. Yani suyun
akmasına gerek olmaksızın başlarınıza bitiştirerek, yapıştırarak meshedin. Bu
da bir cins ismi olup Şafiî'ye göre meshin kullanılabileceği asgari mikdarla
yapılması yeterlidir, bu da saçın az bir kısmına mes-hetmekle gerçekleşir.
"Topuklarınıza": Bunlar bacağın her iki taraftan ayağa bitiştiği
yerdeki çıkıntı halindeki kemikleridir. "Cünüp iseniz", cima yahut meni
boşalması sebebiyle cünüp olmuşsanız "hemen temizlenin". Gusledin.
[39]
Buharî, Âişe (r.
anhâ)'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Medine'ye dönüşümüz esnasında
el-Beydâ denilen yerde gerdanlığım düştü. Resulullah (s.a.) devesini çöktürüp
indi. Başını kucağıma koyarak uyudu. Bu sefer (babam) Ebu Bekir geldi ve
göğsüme şiddetli bir yumruk vurup dedi ki: Bir gerdanlık yüzünden insanları
yoldan alıkoydun. Daha sonra Resulullah (s.a.) uyandı. Sabah namazı vakti
girdi, su aradı, fakat bulamadı. Bunun üzerine "Ey iman edenler! Namaza
kalktığınız zaman... ister ki şükredesiniz." buyruğu nazil oldu. Bu
el-Müreysi gazvesinde olmuştu. Useyd b. Hudayr dedi ki: Ey Ebu Bekir ailesi,
gerçekten Allah insanlar lehine sizleri mübarek kılmıştır.
Taberânî, Hz. Âişe'den
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Gerdanlığım ile ilgili olanlar olup da ifk
(bana iftira) olayına karışanlar da söylediklerini söyledikten sonra bir başka
gazada yine Resulullah (s.a.) ile birlikte çıkarıldım. Yine gerdanlığım düştü.
Sonunda arayıp bulmak üzere insanlar yoldan alıkoyuldu. Ebu Bekir bana dedi
ki: Kızcağızım sen her yolculukta insanlara bir sıkıntı ve bir belâ
kesiliyorsun. Bu sefer Yüce Allah teyemmüm hakkında ruhsatı indirdi. Bunun
üzerine Ebu Bekir: Gerçekten sen çok mübareksin, dedi.
Suyûtî bundan sonra
iki hususa dikkat çekmektedir ki, özetle şöyledirler:
Birinci husus: Acaba
teyemmüm ayetinden kasıt, Mâide süresindeki bu altıncı ayet-i kerime midir
yoksa aynı ifadelerin yerde aldığı Nisa süresindeki şu ayet-i kerime
midir?:"5fa da kadınlara yaklaşmış da su bulamamışsanız temiz bir
topraktan teyemmüm edin." (Nisa, 4/43) Buharî'nin meyleder gibi olduğu
bunun Mâide süresindeki ayet olduğudur. Suyutî ise şöyle der: Doğrusu da budur:
Çünkü Buharî'nin Hz. Âişe'den rivayet ettiği sözü geçen hadiste bu husus açıkça ifade edilmiştir. Bununla beraber şunu
bilelim ki, el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzul adlı eserinde bu hadisi Nisa süresindeki
ayeti zikrederken kaydetmiştir.
İkinci husus:
Buharî'nin rivayet ettiği hadis, abdestin ayetin nüzulünden önce de onlara
vacip olduğunun delilidir. Bundan dolayı zaten su bulunmayan bir yerde
konaklamayı büyük bir iş olarak gördüler. Sîrette sabit olan da Hz. Peygamberin
üzerine namaz farz kılındığından itibaren abdestsiz namaz kılmadığı
şeklindedir. İbni Abdil Berr şöyle der: Abdest ile ilgili uygulamalar önceden
olmakla birlikte abdest ayetinin nüzulündeki hikmet, abdest farizasının
Kur'ân-ı Kerîm'de okunan bir buyruk olmasıdır. Başkası da şöyle demektedir:
Abdestin farz kılınışıyla birlikte ayetin ilk bölümlerinin önceden nazil olmuş
olması, sonradan teyemmümün söz konusu edildiği diğer bölümlerinin nazil olmuş
olması da muhtemeldir. Suyutî şöyle der: Ancak birinci görüş daha doğrudur.
Çünkü abdestin farz kılınması Mekke'de, namazın farz kılınışı ile birlikte
olmuştur, ayet-i kerime de Medine'de inmiştir.
[40]
Kul ile Rabbi arasında
iki türlü ahit vardır. Rububiyet ahdi ve itaat ahdi. Yüce Allah kuluna olan
birinci ahdini eksiksiz yerine getirdikten sonra, ona yiyecek ve evlenmek
hususlarında helâl ve haramı açıkladı ve kullarından da ikinci ahit olan itaat
ahdini yerine getirmelerini istedi. İmandan sonra en büyük itaat ise namazdır.
Namaz da taharetsiz sahih olmaz. O bakımdan abdestin farzları söz konusu
edilmiş, sonra da bizlere bu ahit ve misaka bağlı kalmamızın gerekliliği
hatırlatılmıştır ki, bu da Allah'ı ve rasulünü dinleyip itaat etmektir. Ebu
Dâvûd et-Tayalisî, Ahmed ve Beyhakî'nin Câbir'den rivayetlerine göre Resulullah
(s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cennetin anahtarı namaz, namazın anahtarı da
taharet (abdest)dir."
Bir diğer ifadeyle
insanın yemek ve evlenmeye münhasır fıtrî bir takım istekleri vardır. Düzenli
bir şekilde bunlardan yararlanma hakkına sahiptir. Aynı şekilde yerine
getirilmesi gerekli görevleri de vardır. Yüce Allah yiyecek ihtiyacı ile cinsî
ihtiyaçlarını karşılamak hususunda insana helâl ve haram olan şeyleri
açıkladıktan sonra, Allah'ın kendisine vermiş olduğu nilmetlere karşı şükür
olmak üzere insanın Allah'a karşı yerine getirmekle görevli olduğu hususları
açıklamaktadır. Bu ayet-i kerimenin muhtevası da yerine getirilmesini emretmiş
olduğu akitlere bağlı kalma, şer"î hükümleri ifa etmenin ve sözünü ettiği
nimetin tamamlanmasının kapsamı içerisindedir. İşte bu nimetin tamamlanmasını
sağlayan hususlardan birisi de teyemmüm edebilme ruhsatıdır.
[41]
Ey iman edenler!
Sizler hadesli (taharetsiz) iken -ki bu kayıt Sünnet-i Ne-beviyye'de sabit
olmuştur- namaza kalkmak isteyecek olursanız abdest almalısınız. Çünkü Yüce
Allah abdestsiz namazı kabul etmez. Buna göre namaz kılmak isteyen bir
kimsenin, abdestsiz ise abdest alması icabeder. Abdestli bulunuyorsa tekrar
abdest alması menduptur. Çünkü Hz. Peygamber İbni Rezîn'in rivayetine göre
şöyle buyurmuştur: "Abdestli iken tekrar abdest almak nur üstüne
nurdur." Ahmed, Buharî ve Müslim'in de Ebu Hureyre yoluyla rivayetlerine
göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi biriniz
abdesti-ni bozduğu takdirde abdest almadıkça Allah ondan hiç bir namazı kabul
etmez." Buharî ve Sünen sahipleri de Amr b. Âmir el-Ensârî'nin şöyle
dediğini rivayet ederler: Enes b. Mâlik'in şöyle derken dinledim:
"Resulullah (s.a.) namaz kılmak istediği her seferinde abdest
alırdı." Ben ona: Peki siz nasıl yapıyorsunuz? diye sordum, şöyle dedi:
"Biz abdestimiz bozulmadığı sürece tek bir abdestle bir çok namaz
kılardık." Ahmed'in Müsned' inde Resulullah (s.a.)'m çoğunlukla her bir
namaz için abdest aldığı rivayet edilmektedir. Mekke'nin Fethi gününde ise
abdest aldı, meshleri üzerine mesh etti ve tek bir abdest ile -insanların önünde
bunun caiz olduğunu açıklamak üzere- bir çok namaz kıldı.
Ayet-i kerimede
belirtildiğine göre abdestin farzları dörttür. Bunlar yüzü yıkamak, elleri
dirseklere kadar yıkamak, başı meshetmek ve topuklara kadar ayaklan yıkamaktır.
Yıkamak ise bir şeyin üzerindeki kir ve benzeri şeyleri izale etmek için
üzerinden su akıtmaktır. Meshetmek ise mesh edilen şeye suyun ıslaklığını
değdirmektir. Şimdi bu farzları kısaca açıklayalım:
[42]
Yüzün üst taraftan
sınırı, saçların bittiği yer olup aşağıdan, çenenin altına kadar devam eder,
enine sınırı ise iki kulak arasıdır. Seyrek sakallı kimsenin hem sakalının üst
tarafını hem de onun altındaki teni yıkaması icabeder. Sık sakallı kimse sakalı
arasına parmakları ile suyu girdirmeye çalışır (hilâlleme); suyun göze
ulaştırılması gerekmemektedir. Mazmaza ve istinşak (ağıza ve burna su
çekmek)ın hükmü ise sünnet ile sabittir.
[43]
Abdest organı olarak
el parmak uçlarından dirseğe kadardır. Dirsek ise kolun üst tarafı ile pazunun
alt tarafıdır.
Yüce Allah'ın:
"Dirseklere kadar" buyruğu ile "Topuklarınıza kadar" buyruğunda
yer alan "...e kadar" ibaresi, ondan sonra gelen bölümün yalnızca kendisinden
önceki bölümün gayesi (nihaî noktası) olduğunu göstermektedir. Bu son noktanın
hükmün kapsamına girmesi yahut dışında kalması ise haricî (bunun dışında
kalan) bir delil ile bilinir. Yüce Allah'ın: "Mescid-i Haramdan
Mes-cid-iAksaya kadar" (İsra, 17/1) buyruğunda: "...a kadar"
makablinin hükmüne dahildir. Çünkü İsrâ'nm manası, Mescid-i Aksâ'ya girip orada
taabbüd etmedikçe tahakkuk etmez, tıpkı İsrâ'nm Mescid-i Haram'dan başlaması
gibi.
Buna karşılık Yüce
Allah'ın: "kolaylıkla ödeyebileceği bir zamana kadar" (Bakara, 2/280)
buyruğu ile: "sonra geceye kadar orucunuzu tamamlayınız." (Bakara,
2/187) yer alan: "...a kadar" dan sonrası makablinin hükmüne dahil
değildir. Çünkü birinci ayet-i kerimede ödeme zorluğu borcun ertelenmesinin,
mühlet tanımanın illetidir. Ödeme kolaylığı ortaya çıkmakla birlikte bu illet ortadan kalkar ve borcun ödenmesi istenir.
Bununla birlikte ayrıca bir mühleti vermeyi gerektiren bir durum yoktur. Diğer
taraftan ikinci ayet-i kerimede eğer gece oruç hükmünün kapsamı içerisine
girecek olursa o takdirde bu oruç visal orucu olur. Visal orucu ise bizim
hakkımızda meşru değildir.
Yüce Allah'ın:
"Dirseklerinize kadar" ile "topuklarınıza kadar" buyruklarında
bu iki husustan herhangi birisine dair bir delil bulunmamaktadır. Bununla
birlikte cumhur, dirseklerin ve topukların yıkanmasının vacip olduğunu -ibadetlerde
ihtiyat olmak üzere- söylemişlerdir. Diğer taraftan kendisi olmaksızın vacibin
tamam olmadığı bir şeyin vacip olması da buna gerekçe gösterilmişteir.
[44]
Mesh edilecek miktar
hususunda görüş ayrılığı vardır. Şafiî şöyle der: Hakkında mesh denilebilecek
asgari miktar -başın sınırları içerisinde bulunan tek bir kıl dahi olsa-
yeterlidir. Mâlik ve Ahmet ise şöyle derler: İhtiyata riayet olmak üzere başın
tamamen meshedilmesi icabeder. Ebu Hanife şöyle der: Vacip olan, başın dörtte
birini mesh etmektir. Çünkü mesh, ancak el ile olur. Elin kapladığı alan ise
çoğunlukla başın dörtte biri kadarıyla takdir edilir. Diğer taraftan
Resulullah (s.a.) da abdest almış ve başının tepesini meshetmiştir. Şu kadar
var ki, sünnet-i seniyyede diğer imamların da görüşlerini destekleyecek
rivayetler sabit olmuştur. Zahir olan ise "başlarınıza" kelimesinin
baş tarafına gelen "be" harfinin ilsak için olmasıdır. Bunun teb'îd
(kısmîlik ifade etmek) için olduğu da söylenmiştir. Doğrusu da bu buyruk mücmeldir.
Bu mücmelin beyanı hususunda sünnete müracaat edilir.
Mâlikîlerle Hanbelîler
şöyle derler: Burada yer alan "be" harfi zaiddir. Çünkü ifadenin
terkibi başın tamamen meshedilmesinin vacip olduğuna delâlet etmektedir. O
bakımdan ihtiyat olmak üzere başın tamamı meshedilir. Ha-nefîlerle Şâfiîler ise
şöyle derler: Buradaki "be" harfi teb'îd içindir. Nitekim biz
"ellerimi duvara sürdüm" derken, elimi duvarın bir bölümüne sürdüm
demek isteriz. O halde "başlarınıza mesh ediniz." buyruğundaki ibare
"be" harfinin delâleti ile amel etmek üzere başın az bir bölümü
hakkında anlaşılmalıdır. Fakat Hanefîler bu az bölümü üç parmak yahut başın
dörtte biri olarak takdir etmiş iken, Şâfiîler ise bunu, hakkında mesh tabiri
kullanılabilecek asgarî miktar olarak takdir etmişlerdir.
Cumhur bir defa
meshetmenin yeterli olacağı görüşündedir. Şafiî ise başın üç defa meshedilmesi
gerektiğini söyler. Hadis-i şerifler de abdest fiillerinin üçer defa
tekrarlanacağına delildir. Mesh hususunda herhangi bir adet zikredilmemektedir.
Mesh, cumhura göre, başın ön tarafından başlar, sonra ellerini geriye doğru
götürür, daha sonra tekrar öne doğru geri getirir.
[45]
Topuklar, bacak ile
ayağın her iki taraftan eklem yerlerindeki çıkıntı halindeki kemiklerdir. Yani
bu topuklara kadar ayaklarınızı yıkayınız. Peygamber (s.a.)'in ashabının ve
tabiînin uygulamalarının delaletiyle vacip olan ayakların yıkanmasıdır.
Ümmetin icması da bu hususta tahakkuk etmiştir.
Buharî ile Müslim'de
Mâlik yoluyla Amr b. Yahya el-Mâzinî'den, onun babasından rivayetine göre
adamın birisi Ömer b. Yahya'nın dedesi olan Abdullah b. Zeyd b. Asım'a -ki bu
Resulullah (s.a.)'m ashabmdandı- dedi ki: "Resulullah (s.a.)'ın nasıl
abdest aldığını bana gösterebilir misin?" Abdullah b. Zeyd:
"Tabii!" dedi ve abdest almak üzere su istedi. Ellerine ikişer defa
su boşalttı. Daha sonra üçer defa mazmaza ve inşinşâk yaptı, üç defa yüzünü
yıkadı, sonra ellerini dirseklerine kadar ikişer defa yıkadı. Sonra elleriyle
başını mesh etti, onları ileri ve geri götürüp getirdi. Başının ön tarafından
başladı, sonra ellerini arka tarafına doğru götürdü. Daha sonra tekrar
ellerini başladığı yere geri getirdi, sonra da ayaklarını yıkadı.
Hz. Ali ile
Muâviye'den, el-Mikdâd b. Madîkerib'den de Resulullah (s.a.)'ın abdest alma şekli
hususunda buna benzer rivayet gelmiştir. Müslim de Ebu Hureyre yoluyla gelen şu
hadisi kaydeder: "O abdest aldı, yüzünü yıkadı. Abdest alırken kuru
kalmayacak şekilde iyice yıkadı. Sonra pazusuna varıncaya kadar da sağ elini
yıkadı. Daha sonra yine pazusuna varıncaya kadar sol elini yıkadı. Sonra başını
mesh etti. Sonra bacağına varıncaya kadar sağ ayağını yıkadı. Sonra yine
bacağına varıncaya kadar sol ayağını yıkadı. Daha sonra: "Ben Resulullah
(s.a.)'ı bu şekilde abdest alırken gördüm" dedi."
Yine Müslim'in Ebu
Hureyre'den rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) ayaklarının ökçelerini
yıkamamış bir adam görünce şöyle buyurdu: "Ateşten çekeceklerinden dolayı
vay bu ökçelerin haline!"
Buharî ve Müslim, İbni
Ömer'in şöyle dediğini rivayet ederler: Bir yolculukta Resulullah (s.a.)
bizden geride kaldı. Sonra ikindi vakti bayağı daralmışken arkamızdan bize
yetişti. Bizler de abdest alıp ayaklarımıza mesh etmeye koyulduk. Bunun üzerine
sesinin çıkabildiği kadar iki veya üç defa: "Ateşten çekecekleri dolayısıyla
vay o topukların haline!" diye nida etti.
Peygamber (s.a.)'in
abdest alırken abdest azalarını birer ve ikişer defa yıkadığı sahih olarak
sabit olmakla birlikte, uygulama azaları üçer defa yıkama şeklinde cereyan
edegelmiştir.
Bütün bu açıklamalar:
"ayaklarınızı da (yıkayın)" anlamını verecek şekilde Lam harfinin
nasb ile okunması halinde söz konusudur. Bu kelimedeki Lam harfinin mecrur
olarak okunuşu ise civar (kelimenin komşuluğu) dolayısıyla mecrur okunduğuna
hamledilir. Yüce Allah'ın Hûd suresinde yer alan: "Ben sizin acıklı bir
günün azabından korkarım." (Hûd, 11/26) buyruğunda "bir gün"
kelimesine komşu olması dolayısıyla (elimin) kelimesinin "mîm"
harfinin cer ile okunması böyledir. Oysa bu kelimenin mansub olan azap kelimesinin
sıfatı olduğundan dolayı mansub olarak: "(elîmen) = çok acıklı" şeklinde
okunması gerekirdi. (Buna göre konunun daha iyi anlaşılması için buradaki
ibarenin tercümesini de: "Bir günün oldukça can yakıcı azabından..."
şeklinde ifade edebiliriz. -Çeviren-) Yüce Allah'ın: "Ayaklarınızı
da" buyruğunda cerr-i civârî'nin faydası ise suyun ayaklara dökülmesi
esnasında mümkün mertebe iktisatlı kullanılması gerektiğine dikkat çekmektir.
Özellikle ayakların söz konusu edilmesi ise, ayakların pisliklere bulaşma,
ihtimalinden dolayı suyun fazlaca
kullanılarak israf edilmesinin mümkün olmasından dolayıdır.
Taharet üzere
giyilmelerinden sonra ayakların yıkanması yerine mestler üzerine mesh etmek
caizdir. Bu şekilde mestlerin giyilmesinden sonra abdestin bozulmasından
itibaren mesh süresi mukim için geceli gündüzlü bir gün, yolcu için ise geceli
gündüzlü üç gündür. Mest üzerine meshin meşruluğu ise müte-vatir sünnetle
sabittir. Hasan-ı Basrî şöyle der: Resulullah (s.a.)'m ashabından yetmiş
kişinin bana naklettiğine göre Resulullah (s.a.) mestleri üzerine mesh ederdi.
Hafız İbni Hacer de şöyle der: Hadis hafızlarından önemli bir topluluk, mestler
üzerine mesh etme ile ilgili rivayetlerin mütevatir olduklarını açıkça ifade
etmişlerdir. Bu hususta delil itibariyle hadisler arasında en güçlü olanları
Cerîr yoluyla gelen hadistir. Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Dâvûd ve Tirmi-zî'nin
rivayetlerine göre Cerîr, önce küçük abdestini bozdu, sonra abdest aldı ve
mestleri üzerine meshetti. Ona: "Sen bu şekilde mi yapıyorsun?" diye
sorulunca, o: "Evet" dedi. "Çünkü ben Resulullah'ın (s.a.)'ı
küçük abdest bozduktan sonra abdest aldığını ve mestleri üzerine meshettiğini
gördüm." dedi.
Hanefîlerin dışında
kalan cumhur, abdest farzlarına niyet farzını da eklemişlerdir. Çünkü
Resulullah (s.a.), Buharî ile Müslim'in Hz. Ömer'den rivayet ettiklerine göre:
"Ameller ancak niyetler iledir" buyurmuştur. Şâfiîlerle Hanbe-lîler
ayrıca tertibin de vacip olduğunu buna eklemişlerdir. Namaz kılmak üzere
kalkılacak olursa, önce yüzü yıkamakla işe başlar. Zira başa sıralamayı gerektiren
"takip fe"si getirilerek bu emir verilmiştir. Bundan sonrası ise
ayetteki sıraya göre yerine getirilir. Her ne kadar vav tertibi gerektirmese
bile bu böyledir. Çünkü Resulullah (s.a.) Dârakutnî'nin Hz. Câbir'den
rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Allah'ın kendisiyle başladı şeyden siz
de başlayınız." Başın mesh edilmesi ise ellerin yıkanması ile ayakların
yıkanması arasında zfkrolun-muştur. İşte bu da tertibe delâlet etmektedir.
Mâlikîlerle Hanbelîler
ayrıca muvâlâtı da (yani azalardan birisi kurumadan diğerini yıkamayı) vacip
olarak eklemişlerdir., Çünkü Resulullah (s.a.) abdest fiillerinde muvalâta
ısrarla devam ederdi. O muvalâtsız olarak abdest almış değildir. Muvâlâtı
terkeden kimseye de abdestini tekrar almasını emretmiştir.
Malikîler ayrıca elin
dış tarafıyla değil de el ayasının iç tarafıyla azaları ovalamayı da vacip
görürler. Çünkü abdest ayetinde "yüzlerinizi... yıkayın" buyruğunda
emrolunan yıkamanın anlamı böyle bir ovalama olmaksızın tahakkuk etmez. Suyun
organa mücerred değmesi yıkama olarak değerlendirele-mez. Ancak bu suyun
değmesiyle birlikte başka bir şey vücut üzerinde geçirilirse yıkamak olur.
İşte ovalamanın manası da budur.
Hanbelîler mazmaza ve
istinşakı da vacip kabul ederler. Çünkü Ebu Dâvûd ve başkaları: "Abdest
aldığın vakit mazmaza yap." diye rivayet etmiştir. Tirmizî de Seleme
yoluyla gelen hadiste Hz. Peygamberin: "Abdest aldığın takdirde burnuna
su alıp onu nefesle dışarı çıkart." buyurduğunu rivayet etmiştir. Buharî
ile Müslim'de Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'m: "Sizden herhangi bir kimse abdest alacak olursa burnuna önce su
versin sonra o suyu dışarı nefesle çıkarsın." buyurduğu rivayet
edilmektedir.
Yine Hanbelîler
abdeste başlarken besmele çekmeyi vacip kabul ederler. Çünkü Resulullah (s.a.)
Ahmed, Ebu Dâvûd, İbni Mâce ve Hâkim'in Ebu Hu-reyre'den rivayetlerine göre,
şöyle buyurmuştur: "Abdestsiz olanın namazı olmaz. Üzerinde Allah'ın
adını anmayan kimsenin de abdesti olmaz."
Abdestin pek çok
sünneti vardır. Bunlar hadis kitapları ile fıkıh kitaplarından öğrenilebilir.
Abdesti bozan bir
takım sebepler vardır. Bunların bir kısmı şöyledir: Ön ve arka avret yerlerinin
birisinden bir şey çıkması, kişinin makadmın yere iyice yerleşmemiş bir
surette uyuması, Şâfîîlere göre erkeğin teninin kadına değmesi ve bunun aksi.
Maliki ile Hanbelîlere göre ise yalnızca şehvetli dokunma halinde abdest
bozulur. Hanefîlere göre ise tenlerin değmesi dolayısıyla abdest bozulmaz.
Hanefîlerin dışında kalan cumhura göre el ayasının iç tarafıyla kendi fercine
dokunmak. Zira bu konuda Ahmed ile Sünen sahiplerinin rivayet ettikleri şöyle
bir hadis vardır: "Her kim kendi erkeklik uzvuna dokunursa abdest
almadıkça namaz kılmasın." Hanefîler ise yine Ahmed ve Sünen sahipleri ile
Dârakutnî'nin rivayet ettiği rnerfû bir hadisi delil almışlardır: "Kişi
erkeklik organına dokunsa abdest almakla mükellef midir?" Resulullah
(s.a.) buyurdu ki: "O ancak senden bir parçadır, yahut senden bir lokmacık
bir şeydir."
[46]
"Eğer cünüp
iseniz hemen temizlenin", yani bütün bedeninizi su ile yıkayın. Çünkü
temizlenme emri özel bir uzva taalluk etmediğine göre bedenin tümünde
temizlenmenin gerçekleştirilmesi için emir verilmiş demektir. Temizlenmenin su
ile yapılmasının anlaşılması temizlikte suyun asıl oluşundan dolayıdır. Nitekim
Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna delildir: "Ve gökten üzerinize sizi
onunla temizlemek üzere bir su indirir..." (Enfâl, 8/11).
Cünüp kelimesi müfred,
tesniye, çoğul, müennes ve müzekker için kullanılan müşterek bir lafızdır.
Cenabet ise şer"î bir anlam olup bu halde namazdan, Kur"ân okumaktan,
mushafa el değdirmekten, mescide girmekten, cünüp olan kimsenin yıkanacağı
zamana kadar uzak durmayı gerektiren sert bir manadır. Cünüplüğün iki sebebi
vardır:
Biri meninin
inmesidir. Çünkü Resulullah (s.a.) Müslim'in rivayetine göre şöyle buyurmuştur:
"Su ancak sudan dolayıdır." Yani gusül için suyun kullanılması ancak
ihtilam veya cima ile, yani meninin akması dolayısıyla ortaya çıkan sudan
dolayıdır.
İkincisi ise iki
sünnet yerinin birbirine kavuşmasıdır. Zira Peygamber (s.a.) İbni Mâce'nin Hz.
Âişe ve İbni Amr yoluyla yaptığı rivayete göre şöyle buyurmuştur: "İki
sünnet yeri birbirine kavuştuğu takdirde gusletmek icabeder."
Aynı şekilde âdet ve
lohusalık kanlarının kesilmesinden sonra da gusletmek icabeder. Çünkü Yüce
Allah âdet hali hakkında şöyle buyurmaktadır: "Ve o kadınlar
temizleninceye kadar onlara yaklaşmayınız. Temizlendikleri takdirde ise
Allah'ın size emrettiği yerden onlara varınız." (Bakara, 2/222) Diğer taraftan
lohusalığın âdet hali gibi olduğu hususunda da icma vardır.
Abdest ve guslün
hikmetine gelince: Temizlik ile kulun Rabbi katında huzurlu bir kalp, arınmış
bir ruh ile durması için gerekli şevki meydana getirmektir. Cünüplükten gusül
ise vücutta baş gösteren gevşeklik ve sarsıklığı, tembelliği giderir.
Yüce Allah namaz
kılınmak istendiği takdirde abdest ve gusül halinde suyun kullanılmasının
icabettiğini açıkladıktan sonra, bir günde bir yahut daha fazla abdest
alınması, guslün de haftada bir veya daha fazla olması öngörüldükten sonra,
suyun kullanılma vücubunun iki kayda bağlı olduğunu izah etmektedir: Birincisi
suyun varlığı, ikincisi ise zarar söz konusu olmamak üzere suyun
kullanılabilmesi. Şayet namaz kılmak isteyen kimse hasta veya suyu bulamayan
bir yolcu ise şeriat ona küçük hadesten olsun büyük hadesten olsun teyemmüm
etme ruhsatı vermiştir. İşte: "Şayet hasta olmuşsanız veya seferde
iseniz..." buyruğunun açıkladığı durum budur.
Eğer sizler suyu
kullanmanın zararlı olduğu humma, çiçek, uyuz vb. gibi yüksek ateşe ve irinli
yaralara sebep olan hastalıklarınız sebebiyle su kullanamıyor yahut da uzun ya
da kısa bir yolculukta olup su bulamıyor iseniz teyemmüm ediniz. Yolculuktan
kasıt mamur beldelerin dışında yol almaktır ki, bu da namazın kasredilebileceği
yolculuktan başka bir yolculuktur. Burada yolculukta suyun bulunmaması hali
anlatılmaktadır. Çünkü çoğunlukla yolculuk halinde su bulunmaz.
Aynı şekilde heladan
gelmek diye tabir edilen küçük hadeste bulunarak abdestiniz bozulmuş ise abdest
almanız gekekir. el-Gâit (heladan gelmek) aslında yerin alçak tarafı demektir.
Bu ise küçük ya da büyük defi hacetten kinayedir. Ön ve arka yollardan çıkan
her bir şey de def-i hacete mülhaktır. Burada "veya" ifadesi
"ve" anlamındadır.
Aynı şekilde erkek ile
kadınlar arasında ortak bir mübaşeret, yani kadınlara dokunmuş olma, yaklaşmak
söz konusu olmuşsa, hüküm budur. Bu, büyük hades, yani cimadır. Nitekim ayet-i
Hz. Ali, İbni Abbas ve başkaları böyle anlamışlardır; bu zatlar elle kadına
dokunmaktan dolayı abdest almayı gerekli görmüyorlardı.
Hz. Ömer ve İbni
Mes'ud ise ayet-i kerimeyi el ile dokunmak diye anlamışlardır. Bunlar el ile
kadına dokunan kimsenin abdest almasını gerekli görüyorlardı. Ancak tercihe
şayan olan birinci görüştür.
"Hülâsa, sizler
sözü geçen bu dört halden herhangi birisi üzere iseniz (yani hasta, yolcu,
küçük ya da büyük hades sahibi iseniz) ve su bulamıyorsanız, yani suyunuz
yoksa, temiz bir toprağa ellerinizle vurunuz, yüz ve ellerinizi mesh
ediniz." Ellerin meshedilmesi Hanefîlerle Şâfiîlerin görüşüne göre ab-destteki
gibi olur. Teyemmüm abdestin bedelidir. Çünkü Dârakutnî'nin İbni Ömer'den
naklettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Teyemmüm iki
vuruştur: Bir vuruş yüz için bir vuruş ise eller içindir." Teyemmüm
esnasında yüz ve ellerin tamamının mesh ile kaplanması zorunludur. Çünkü
Resulullah (s.a.) böyle yapmıştır. Ayrıca teyemmüm abdestin bedelidir.
Abdest-te ise azanın tamamen kaplanması vaciptir. O halde bedelin de böyle
olması -bunun hilâfına delil olmadığı sürece- gerekmektedir.
Malikîlerin görüşüne
göre teyemmümü meşru kılan suyun bulunamama hali, suyun hükmî olarak
bulunmaması halidir. Yani bir kimsenin şer"an o suyu zararsız olarak yani
o zarar söz konusu olmaksızın kullanma imkânını bulamaması halidir.
Hanefîlerin görüşüne göre ise maddî olarak var olmaması halidir.
Bu görüş ayrılığına
göre: Bir kimse namazda iken (teyemmümle kıldığı namazında) su görecek olursa
Mâlikîlere göre namazını tamamlar ve kesmez. Çünkü o namazını iptal etmeden
şer"an o suyu kullanmak imanını bulamaz, namazı iptal etmek ise caiz
değildir. Hanefîlere göre ise suyu görmekle teyemmümü batıl olur. Teyemmümün
batıl olmasıyla da namaz batıl olur ve bu durumda suyun kullanılması icabeder.
Ayetteki maksat şudur:
"Eğer sizler abdest yahut gusül için yeteri kadar su bulamayacak
olursanız..." Buna göre bir kişi abdest veya guslün bir bölümüne yetecek
kadar su bulursa Hanefîlerle Mâlikîlere göre teyemmüm eder ve azalarından
herhangi birisi için de suyu kullanmaz. Şafiîlerle Hanbelîlere göre ise o suyu
azalarının bir kısmı için kullanır, sonra teyemmüm eder. Çünkü bu kadarcık bir
miktarın varlığı ile birlikte, kişinin su bulamamış sayılması söz konusu
değildir.
Ayet-i kerimedeki
"saîd"den kasıt, zahir ve tercih edilen görüşe göre toprağın
kendisidir.
Fakihler toprağı yüz ve
ellere ulaştırmanın gerekip gerekmediği hususunda farklı görüşlere sahiptir.
Hanefîlerle Mâlikîler gerekmez, derken Şâfiîler gerektiğini söylerler. Konuyla
ilgili görüş ayrılığına sebep ise "be" harfinin anlamının müşterek
oluşu dolayısıyla yapılan farklı yorumlardır. Çünkü bu harf kimi zaman teb'iz
(kısmîlik ifade etmek) için, kimi zaman ibtida için, kimi zaman da cinsi temyiz
etmek için gelir. Şâfiîler teyemmümü abdeste kıyasen bu harfin de bunrada
teb'îz için yorumlanması görüşünü tercih etmişlerdir. Abdest alırken suyun
kısmen kullanılması icabettiğine göre teyemmüm halinde de toprağın kısmen
kullanılması icabetmektedir.
Hanefîlerle Mâlikîler
ise bu harfin ibtida ve cinsi temyiz için olduğu görüşünü tercih etmişlerdir.
Çünkü teyemmüm eden kimse toprağın dağılması için ellerini silkeler. Sonra
onları toprağa bulaştırmaksızm yüz ve ellerine sürer. Diğer taraftan Hz.
Peygamberin duvar üzerinde iki vuruş ile teyemmüm ettiğine dair rivayet varid
olmuştur. Bunlardan birisini yüzü, birisini de elleri için vurmuştu. Zahire
göre ellerine herhangi bir toprak bulaşmamıştır.
Daha sonra Yüce Allah
teyemmümün meşru kılmış hikmetini söz konusu etmektedir: Bu ise, insanlara
kolaylık sağlamak, zorluklarını bertaraf etmektir. Yüce Allah bu ayet-i
kerimede olsun, diğerlerinde olsun teşri buyurmuş olduğu abdest, gusül ve
teyemmüme dair hükümlerde insanlara herhangi bir zorluk, yani asgari bir zorluk, asgari bir darlık takdir etmek
istemediğini beyan etmektedir. Çünkü Yüce Allah'ın size ihtiyacı yoktur, size
karşı çok merhametlidir. O bakımdan ancak sizin için hayırlı ve faydalı olanı
teşri buyurur. Ama O sizi pislikleri izale etmek suretiyle maddî pislik ve
kirliliklerden, cü-nüplüğün akabinde meydana gelen tembelliği, uyuşukluğu
uzaklaştırarak sizi gayrete, çalışkanlığa itmek suretiyle de manevî
pisliklerden temizlemek ister. Ta ki, nefis Rabbine seslenirken rahatlamış ve
arınmış bir seviyeye gelmiş olsun. Aynı zamanda O, beden temizliği ile ruh
temizliğini bir arada gerçekleştirmek suretiyle üzerinizde olan nimetini de
tamamlamak, en faziletli ibadet yolunu size açıklamak ister ki, üzerinizde
farz olan şükrü eda edesiniz ve Allah'ın size ihsan etmiş olduğu nimetlere
şükrünüzü sürdüresiniz.
Daha sonra Yüce Allah
bu vesile ile bize ihsan etmiş olduğu pek çok nimetini hatırlatmaktadır. O
halde ey müminler! Sizi İslama muvaffak kılmış olması, bu yüce dini size teşri
buyurması, bu şerefli Rasulü size göndermiş olması sebebiyle bir taraftan
Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın, diğer taraftan onun İslama girmeniz
sırasında hoşunuza gitsin gitmesin, zorluk ve kolaylık halinde dinleyip itaat
etmek üzere peygamberine bey'atta bulunduğunuz vakit sizinle olan ahdini ve
sizden alınan sözü hatırlayın. Ona tabi olmak, onu desteklemek, dininin
gereklerini yerine getirmek, ondan öğrendiğiniz dini tebliğ etmek ve onun
dinini kabul etmek üzere verdiğiniz sözleri hatırlayınız. Burada sözü geçen
bey'at ise Akabe bey'ati, Rıdvan bey'ati ve diğerleridir.
Aynı şekilde sizler
henüz ruhlar âleminde bulunuyorken Allah'a ve Peygambere iman etmek üzere
vermiş olduğunuz mîsâkı da hatırlayın: "İşittik, itaat ettik"
dediğiniz zamanı hatırlayınız. Yanı iman çağrısını işittik, çağrı yapana itaat
ettik, çağrısını kabullendik ve bu çağrı gereğince hareket etmeyi kabul ettik.
Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Peygamber sizi
Rabbinize iman edesiniz diye çağırıyorken ve sizden ahdinizi almış bulunuyorken
size ne oluyor ki, Allah'a iman etmezsiniz? Eğer gerçekten iman eden kimseler
seniz..." (Hadîd, 57/8).
"Allah'tan korkun"
her hususta ve her durumda vermiş olduğunuz ahit ve sözlerinizi bozmayın
"muhakkak ki Allah kalplerdekini çok iyi bilir." Kalplerde yer eden
ve hiç bir şekilde dışarıya da açılmamış gizli hususların her türlü gizliliğini
çok iyi bilir. Açığa vurulmuş olanları da aynı şekilde bilir. İnsan ahdine
bağlanmak veya bağlı kalmamak ile ilgili ne açıklar ve neyi gizlerse, ruhunda
saklı bulunan ihlâs veya riyayı Allah mutlaka bilir; bunların hiç birisi
Allah'a gizli kalmaz.
[47]
Abdest ve teyemmüm ile
ilgili ayet-i kerimeden aşağıdaki hususlar öğrenilmektedir:
1- Taharet
(abdestli olmak) namazın sıhhati için bir şarttır. Çünkü Yüce Allah namaz
kılınmak istendiğinde su ile taharet almayı farz kıldığı gibi su olmadiği
takdirde de teyemmümü farz kılmıştır. O halde bu, emrolunan hususun taharet ile
birlikte namazın edası olduğunu ve taharetsiz namaz eda etmenin ise isteneni
gerçekleştirmeyeceğini yahut emrolunanın edasını sağlamayacağını
göstermektedir.
Şafiîlerin dışında
kalan cumhura göre kulaklar başın kapsamı içerisindedir. Fakat Sevrî ve Ebu
Hanife'nin görüşüne göre kulaklar başla beraber aynı sudan mesh olunurlar.
Mâlik, Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre ise kulaklar için yeni bir su alınır.
Cumhurun görüşüne göre
ayaklarda farz olan mesh değil yıkanmalarıdır. Resulullah (s.a.)'m fiili ile
varit olan ve birden çok hadis-i şerifte onun buyruklarının gereği de budur.
Ayet-i kerimedeki
"ayaklarınızı da" kelimesinin cer ile okunuşu eğer mest giyilmiş ise
ayaklara mesh etmenin meşruluğuna delâlet etmektedir. Mestler üzerine mesh
etmek ashab-ı kiramdan ve başkalarından pek çok kimseden sabit olmuştur.
Hasan-ı Basrî şöyle der: Resulullah (s.a.)'m ashabından yetmiş kişi bana Hz.
Peygamberin mestler üzerine meshettiğini nakletmiştir.
2- Teyemmüm
ittifakla küçük hadeste abdestin bedelidir. Büyük hades halinde guslün bedeli
oluşu hakkında selef âlimleri arasında görüş ayrılığı vardır. Hz. Ali, İbni
Abbas ve fakihlerin dediklerini göre bu aynı zaman da guslün de bedelidir. O
bakımdan teyemmüm büyük hadesin giderilmesi için de caizdir. Hz. Ömer ve İbni
Mes'ud ise guslün bedeli olmadığını söylemişlerdir. Buna göre büyük hadesin
kaldırılması için kişinin teyemmüm yapması caiz olmaz.
Eğer abdest ile
uğraşmak halinde namazın vakti geçecek ise, ilim adamlarının çoğunluğuna göre
teyemmüm olmaz. Çünkü Yüce Allah: "Su bulamamış-sanız teyemmüm edin"
diye buyurmaktadır. Böyle bir durumda olan kişi ise su bulmaktadır. O halde
teyemmümün sıhhat şartı söz konusu değildir, o bakımdan teyemmüm edemez. İmam
Mâlik ise böyle bir durumda olan kişinin teyemmüm etmesini caiz kabul
etmektedir. Çünkü teyemmüm asıl itibariyle namaz vaktini muhafaza etmek için
gelmiştir. Böyle bir durum söz konusu olmasaydı namazın suyun bulunacağı vakte
kadar tehir edilmesi icabederdi.
3- Taharet
ancak hades esnasında vacip olur. Çünkü taharetin muhtevasında teyemmümün
abdest ve guslün bedeli olduğu da vardır. Yüce Allah def-i hacetten gelen yahut
kadınlara dokunmuş olmakla birlikte namaz kılmak isteyip de su bulamayana teyemmümü
farz kılmıştır.
Hadis-i şerifler
yellenmenin de tıpkı küçük ve büyük def-i hacet gibi ab-desti bozduğuna delâlet
etmektedir.
4- Bazı ilim
adamları bu ayet-i kerimeyi pisliği gidermenin vacip olmadığına delil
göstermişlerdir. Çünkü Yüce Allah: "Namaza kalktığınız zaman" diye
buyurmakta, istincayı söz konusu etmeyip abdesti söz konusu etmektedir. Eğer
pisliğin giderilmesi vacip olsaydı, öncelikle onun söz konusu edilmesi
gerekirdi. Bu Ebu Hanife'nin arkadaşlarının ve Eşheb'in yaptığı rivayete göre
Mâlik'in bir görüşüdür. İbni Vehb ise İmam Malik'ten naklen şö3'le der:
Hatırlama ve unutma halinde bile pisliğin
giderilmesi icabeder. Aynı zamanda bu, Şafiî'nin de görüşüdür. (Mâliki
mezhebinde) sahih olan ise İbni Vehb'in görüşüdür. Çünkü Resulullah (s.a.)
Buharî ile Müslim'de yer alan ve mezardaki iki ölünün durumunu haber veren
hadis-i şerifinde onlardan birisinin: "Sidiğinden gereği gibi
sakınmadığından azap gördüğünü" ifade etmiştir. Azap ise ancak vacibin
terkedilmesi dolayısıyla söz konusu olur. Ebu Hanife ise şöyle der: Necasetin
ancak Bağlî diye bilinen dirhem miktarından fazla olması halinde izale edilmesi
icabeder. Bağlî dirhem ise miskal şeklinde büyükçe bir dirhemdir. O bu görüşünü
affedilmesi mutad olan (hadesin) çıkış yerine kıyasen söylemiştir.
Ebu Hanîfe ve Şafiî'ye
göre çoraplar üzerine mesh etmek, ancak bunların üzerlerine deri geçirilmiş
olması halinde caizdir. Malik'in iki görüşünden birisi de budur. Ashab-ı
kiramdan küçük bir topluluk (Ali, İbni Mes'ud, el-Berâ, Enes, Ebu Umâme, Sehl
b. Sa'd ve Amr b. Hureys) çoraplara meshi caiz görmüşlerdir.
"Bir de Allah'ın
üzerinizdeki nimetini... anın" ayetinden de aşağıdaki hususlar
anlaşılmaktadır:
1- İnsanın kendileriyle yararlandığı Allah'ın
nimetlerini hatırlamasının vücubu;
2- Yerine getirilmeleri
toplumun hayrına olan ahit ve sözlere tamı tamına bağlı kalmanın vücubu;
3- Allah'ın emredip yasakladığı hususlarda
Allah'tan korkmanın (takva) vücubu.
Ayet-i kerimeden
maksat, Rasulallah (s.a.) ile birlikte ashab-ı kiramın hoşlarına gitsin gitmesin,
her hususta dinleyip itaat edeceklerini bildirdikleri ahit ve mîsâktır. Onlar
dinleyip itaat edeceklerini söylemişlerdi: Akabe gecesinde ve ağacın altında
yapılan Rıdvan bey'atinde olduğu gibi.
4- İslâm
kolaylık ve hoşgörü dinidir. Çünkü bu din, Kur'ân-ı Kerim'in nas-sı gereğince
zorluğun kaldırılması esası üzerinde yükselmektedir.
[48]
8- Ey iman edenler! Allah
için adaleti dimdik ayakta tutan şahitler olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi
adaletsizliğe sürüklemesin. Adil olun, o takvaya
yakındır. Allah'tan
korkun. Mu-ki, Allah işlediklerinizden haberdardır.
9- Allah iman edip
salih amel işleyenlere şöyle vaadetti: Onlar için mağfiret ve büyük bir
mükâfat vardır.
10- Kâfir olup
ayetlerimizi yalanlayanlar, işte onlar cehennemliklerdir.
11- Ey iman edenler!
Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani bir kavim size ellerini
uzatmaya kalkmıştı da onların ellerini üzerinizden geri çekmişti. Allah'tan
korkun ve müminler Allah'a güvenip dayansın.
"Adil olun !
O..." Buradaki "o" zamiri adaleti kastetmektedir. Çünkü daha
önce geçen "âdil olun" buyruğu buna delâlet etmektedir. Tıpkı Yüce
Allah'ın: "Size geri dönün denilince geri dönün, o sizin için daha
temizdir." (Nur, 24/28) buyruğunda olduğu gibi.
Takva kelimesi müennes
(dişil) bir kelimedir. Sonundaki elif ise sekra ve atsa (sarhoşlar ve susuzlar)
kelimelerinin sonundaki elif gibi tenis (dişilik bildirmek) içindir.
[49]
"Size ellerini
uzatmaya kalkmıştı..." Ellerin uzatılması, şiddetle yakalayıp büyük
zararlar vermekten kinayedir. "Geri çekilmeleri"de alıkonulup
engellenmelerinden kinayedir.
[50]
"Allah için"
Allah'ın haklarını gözeterek, "adaleti dimdik ayakta tutan" onu
gereği gibi yerine getiren, "şahitler olun. Bir topluluğa karşı olan
kininiz" kâfirlere karşı duyduğunuz
düşmanlık ve buğz, nefret, "sizi adaletsizliğe sürüklemesin."
Adaletsizlik yapmaya itmesin, adaletsizce davranmanıza sebep olmasın.
"Adil olun" Düşman hakkında da dost hakkında da. "Allah
işlediklerinizden haberdardır" O her şeyi bütün incelikleriyle bilir, her
şey onda tespit edilmiş ve ayrıca deneme unsuru ile de teyit edilmiştir.
"Büyük bir mükâfat" Maksat cennettir. "Cehennem" Ayet-i
kerimede Cahîm, büyük ateş demektir. Bu da azap yurdudur.
"Hani bir
kavim", yani Kureyşliler sizi yakalamak, size büyük zarar ve zayiatlar
verdirmek için "size ellerini uzatmaya kalkmıştı da onların ellerini üzerinizden
çekmişti." Allah onlara engel olmuş ve size yapmak istediklerine karşı
sizleri korumuştu. "Allah'tan korkun" O'nun cezalandırmasından, O'nun
gazabından, masiyetlerini terketmek suretiyle sakının, uzak durun.
[51]
8. ayet-i kerimenin nüzul
sebebi, denildiğine göre şöyledir: Bu ayet-i kerime Yahudilerden Nadir oğulları
hakkında nazil olmuştur. Resulullah (s.a.)'ı öldürmek için kendi aralarında
komplo kurduklarında, Yüce Allah bu hususu ona vahiy yoluyla bildirmiş, o da
onların bu tuzaklarından kurtulmuştu. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) onlara
Medine civarından göçmelerini emretmek üzere haber gönderdi. Bunu kabul
etmediler, kalelerine sığındılar. Hz. Peygamber ashabından bir topluluk ile
üzerlerine yürüdü, altı gün süreyle onları muhasara etti. Bu zaman zarfında
muhasara onlara oldukça ağır geldi. Resulullah (s.a.)'tan kendilerini sürmekle
yetinmesini ve kanlarını dökmemesini istediler. Ayrıca develerin taşıyabileceği
kadar yükün de kendilerine verilmesini istemişlerdi. Müminlerden bazı kimseler
ise Resulullah (s.a.)'ın onları ibretli bir şekilde cezalandırarak azalarını
kesmesini ve onlardan pek çok kişiyi öldürmesini arzu ediyordu. Bu ayet-i
kerime onlara bu şekilde davranmakta aşırı gitmelerini yasaklamak üzere nazil
oldu. Resulullah (s.a.) da Yahudilerin tekliflerini kabul etti.
Bu ayet-i kerimenin
Müslümanları Hudeybiye yılı Mescid-i Haram'dan alıkoyan müşrikler hakkında
indiği de söylenmiştir. Adeta Yüce Allah burada Müslümanların sertliklerini ve
müşriklerden intikam alma isteklerini hafifletmek için bu yasağı tekrarlamış
gibidir.
11. ayet olan,
"Ey iman edenler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın..."
ayetinin nüzulü ile ilgili olarak İbni Cerir et-Taberî, İkrime ile Yezid b. Ebi
Ziyâd'dan -ki lafız onundur- şunu rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) beraberinde
Ebu Bekir, Osman, Ali, Talha ve Abdurrahman b. Avf ile yola koyuldular.
Sonunda Ka'b b. el-Eşrefin ve Nadir oğulları Yahudilerinin yanına vardılar.
Onlardan ödemek durumunda oldukları bir diyet için yardım istiyordu. Bunlar:
Peki dediler, otur da hem sana yemek yedirelim, hem de bizden istediğinizi
verelim. Hz. Peygamber oturunca Huyey b. Ahtab ashabında şöyle dedi: Siz onu şu
andan daha yakın göremezsiniz. Haydi üzerine taş atarak öldürünüz. Bundan
sonra da ebediyyen bir kötülük görmezsiniz.
Üzerine yukardan
yuvarlamak üzere büyük bir değirmen taşına yaklaştılar. Ancak Allah ellerinin
ona varmasını engelledi. Sonra ona Cibril geldi ve bulunduğu yerden kalkmasını
sağladı. Bunun üzerine Yüce Allah da, "Ey iman edenler Allah'ın
üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani bir kavim..." ayetini indirdi.
İbni Cerir buna benzer bir rivayeti de Abdullah b. Ebu Bekr ile Asım b. Umeyr
b. Katâde'den, Mücahid'den, Abdullah b. Kesir"den ve Ebu Malik'ten de
rivayet etmiştir.
Katâde'den de şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Bize zikrolunduğuna göre bu ayet-i kerime,
Resulullah (s.a.) Batn-ı Nahl denilen yerde bulunuyorken nazil olmuştur. Bu da
yedinci gazvede (Zatu'1-Rikâ' gazvesinde) olmuştu. Salebe oğulları ile Muharrib
oğulları Resulullah (s.a.)'ı öldürmek istediler. Bunun için, bedevi bir Arabi
görevlendirdiler. Bedevi, Hz. Peygamber konaklama yerlerinden birisinde uykuda
iken yanına yaklaştı ve Resulullah (s.a.)'in silahını alıp şöyle dedi:
"Seni bana karşı kim koruyabilir?" Resulullah (s.a.):
"Allah" dedi. Daha sonra kılıcını kınına koydu ve Resulullah (s.a.)
onu cezalandırmadı.
Ebu Nuaym'm,
Delâilü'n-Nübüvve'de el-Hasen'den, onun da Câbir b. Abdullah'tan naklettiğine
göre, Muharib oğullarından Gayres b. el-Hâris adında birisi kavmine: "Size
Muhammedi öldüreyim mi?" dedi ve Resulullah (s.a.)'ın bulunduğu yere doğru
gitti. Hz. Peygamber o sırada kılıcı yanında oturmakta idi. "Ey Muhammedi
Şu kılıcına bakabilir miyim?" deyince Hz. Peygamber: "Olur"
dedi. O da Hz. Peygamberin kılıcını aldı kınından sıyırdı. Kılıcını sallamaya
başlayarak Hz. Peygambere vurmak istediyse de Yüce Allah onu alıkoyuyordu.
"Ey Muhammedi Benden korkmaz mısın?" deyince Resulullah (s.a.):
"Hayır" dedi. Adam yine: "Kılıç elimde olduğu halde benden korkmuyor
musun?" diye sordu; Resulullah yine: "Hayır, Allah sana karşı beni
korur" dedi. Adam daha sonra kılıcını kınına koydu ve Resulullah (s.a.)'a
geri verdi Allah da bu ayet-i kerimeyi indirdi. el-Kuşeyrî şöyle der: Bir
ayet-i kerime bazan bir kıssa hakkında nazil olur, ondan sonra o kıssadan
ikinci bir defa daha geçmişi hatırlatmak üzere söz eden bir başka buyruk nazil
olabilir.
[52]
Yüce Allah bundan
önceki ayet-i kerimede müminlere onun emir ve yasaklarına sıkı sıkıya
bağlanmalarını gerektiren hususları hatırlattıktan sonra, burada da kendisini
veya kullarını ilgilendiren yükümlülüklerine bağlanmalarını istemektedir.
[53]
Ey iman edenler!
İnsanlar için ve desinler diye değil, Aziz ve Celil olan Allah için hakkı
dimdik ayakta tutan kimseler olunuz. Yani din ve dünyaya dair hususlarda bütün
yaptıklarınızı Allah için ihlâsla yapmaya bakın.
Kimseye iltimas
etmeden, kimseye haksızlık etmeden hakkın ve adaletin şahitliğini yapın. Leh ya da aleyhine şahitlikte
bulunacağınız kimse arasında fark gözetmeyin. Adil bir şekilde şahitlik yapın,
çünkü adalet hakların terazisi-dir. Zira bir ümmette zulüm meydana geldi mi,
artık ümmet arasında her türlü fesat yaygınlık kazanır. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Kendi aleyhinize olsa dahi Allah için şahitler
olarak adaleti dimdik ayakta tutanlar olunuz." (Nisa, 4/135) Şahitlik ise
gereğince hüküm vermek üzere hakim önünde, olanı bildirmek ve hakkı
açıklamaktır.
Bir topluluğa olan kin
ve düşmanlığınız sizi onlar hakkında adaleti terket-meye itmesin. Aksine dost
veya düşman olsun herkese karşı davranışlarınızda adaletli davranınız.
Sizin adaletli
davranmanız onu terketmekten daha çok takvaya yakındır, yani düşmanlara karşı
davranışlarınızda âdil olmak genel olarak masiyetler-den korunup sakınmaya daha
yakındır. Yüce Allah'ın: "Takvaya daha yakındır. " buyruğundaki daha
yakın olmak, karşı tarafta takva namına bir şey olmaması anlamındadır. Bu
konuda farklı iki şeyin hangisinin daha üstün olduğunu ifade etmek maksadı
güdülmemiştir. O bakımdan ilk anda hatırımıza gelen mana anlaşılmamalıdır.
Nitekim Yüce Allah'ın buyruğunda da böyledir: "Cennetlikler o gün
yerleştikleri yer bakımından da daha hayırlıdır dinlenecekleri yer bakımından
da daha iyidirler." (Furkan, 25/24)
Allah'tan korkun. Yani
bütün amellerinizde onun azabından sizi koruyacak şeyler edinin. Şüphesiz Yüce
Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Yaptıklarınızdan hiç bir şey ona gizli
kalmaz. Yaptığınız bütün fiillerinizin karşılığını verecektir; hayır
yaptıysanız hayır, şer yaptıysanız şer.
Daha sonra her iki
kesimin de göreceği karşılıklar açıklanmaktadır. Bu kesimlerden biri, iman edip
salih amel işleyen kesimdir. Bunlar yaptıkları işlerle hem bizzat insanların
kendileriyle olan ilişkilerini, hem de başkalarıyla olan ilişkilerini
düzeltirler. Bu işlerin en önemlisi adalettir. Bunların görecekleri karşılık
günahlarının mağfiret edilmesi, yani örtülmesidir. Çünkü büyük bir ecir olan
cennete yerleştirileceklerdir. Allah'tan bir lütuf ve bir rahmet olmak üzere
iman ve salih amellerine karşılık sevapları kat kat verilecektir.
Bunun tam karşısında
yeralan diğer kesim ise Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenlerdir. İster
hepsini, ister onların bazısını inkâr etmiş olsunlar, far-ketmez. Ayrıca bunlar
Allah'ın birliğine, kudretinin kemaline delâlet eden en-füsi ve kâinatta koymuş
olduğu kevnî ayetlerini yalanladıkları gibi, peygamberlerine indirmiş olduğu
ayetlerini de yalanlayanlardır. Bunların cezası ise içinden asla
çıkamayacakları o büyük ateşin arkadaşları olmaktır. Buna sebep ise özlerindekv
fesat ve amellerinin kötü oluşudur. İşte bu da Yüce Allah'ın adaletinin,
hikmetinin ve asla zulüm söz konusu olmayan hükmünün tecellile-rindendir.
Daha sonra Yüce Allah
müminlere Allah'ın onlar üzerindeki nimetini, peygamberlerinden şerri ve hoşlanılmayan
şeyleri defetmesini ve Müslümanların zayıflıklarına ve azlıklarına,
düşmanlarının çokluklarına ve güçlerine rağmen hile ve tuzaklarını önlemiş olmasını hatırlatmaktadır. Yüce Allah bu
önlemeyi düşmanlarının kendilerini tutup yakalama karar ve gayretlerinden sonra
gerçekleştirmişti. Buna rağmen Yüce Allah rasulünü desteklemiş, dinine yardım
etmiş, nurunu tamamlamıştı; kâfirlerin hoşuna gitmese de.
Az önce geçen Muharib
kabilesine mensup kişiyle ilgili olay gerçekten dikkat çekici ve üzerinde önemle
durulması gereken bir olaydır. Bu olay nüzul sebebinde zikredilenin dışında pek
çok rivayetle gelmiştir. Burada hatırlatılması güzel olan bir diğer rivayeti
daha şöyledir: Hâkim, Câbirın şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.)'ın
tepesine dikilip dedi ki: "Seni kim koruyacak?" Hz. Peygamber:
"Allah" diye buyurdu. Bu sefer kılıç elinden düştü, Resulullah (s.a.)
o kılıcı aldı ve: "Seni kim koruyacak1?" diye sordu. Adam: "Sen
sorgulayanların en hayırlısısın!" dedi. Hz. Peygamber: "Allah'tan
başka ilâh olmadığına ve benim Allah'ın Rasulü olduğuma şahitlik eder
misin?" Adam şöyle dedi: "Seninle savaşmamak ve sana karşı savaşacak
bir toplulukla birlikte olmamak üzere sana söz veryorum." Hz. Peygamber
onu serbest bıraktı, kavmine geri dönüp: "Ben insanların en hayırlısının
yanından size geliyorum" dedi.
Bedevî Arabm başından
geçen bu olay Zatü'r-Rikâ' gazvesinde geçmişti; adamın adı da Gavres b.
el-Hâris idi.
Sayıp dökülmesine
imkân bulunmayan Allah'ın nimetlerinin hatırlatılması, takvaya sıkı sıkı bağlanmayı
da beraberinde getirir. Bundan dolayı Yüce Allah takvalı olma, Allah'a tevekkül
etme emrini vererek şöyle buyurmaktadır:: "Allah'tan korkun ve müminler
Allah'a güvenip dayansın." Yani sizler Allah'ın azabından sizi koruyacak,
size fayda sağlayacak bir gereç olmak üzere Allah'tan korkun. Allah'a gereken
şekilde tevekkül edin. Her kim gerekli sebepleri yerine getirdikten sonra
Allah'a tevekkül edecek olursa onu sıkıntıya düşünren hususlarda Allah ona
yeter. İnsanların kötülüklerine karşı onu korur, onu himaye eder.
[54]
Ayet-i kerimeler
aşağıdaki hususları göstermektedir:
1- Yüce
Allah'ın bizleri yükümlü tuttuğu bütün yükümlülükleri ona karşı tam bir ihlâsla
yerine getirmenin gereği.
2.- Allah
için düşmanlık beslenen kimseye karşı düşmanın vereceği hükmün ve onun
aleyhindeki şahitliğin geçerli olması. Çünkü Yüce Allah "Allah için
adaleti dimdik ayakta tutan şahitler olun" buyruğu ile bir kimseden
hoş-lanmasa, kin duysa dahi ona karşı âdil davranmayı da emretmektedir. Eğer
böyle birisi hakkında verilecek hüküm ve hakkında yapılacak şehadet -ona kin
duymakla birlikte- caiz olmayacak olsaydı, bu konuda onun hakkında adaletle
davranma emrine gerek kalmazdı.
3- Kâfirin
küfrü ona yapılacak muamelede adalete engel değildir. Adalet ve takvayı emreden
ayet-i kerimede aynı şekilde savaş esnasında kendisiyle çarpışılmayı hak eden kimseleri cezalandırmada haddi
aşmamak gerektiğine delâlet vardır. Bu, düşmana müsle yapmanın (azalarını
kesmenin) caiz olmadığını göstermektedir. İsterse onlar bizim kadınlarımızı,
çocuklarımızı öldürmüş ve bu konuda bize eziyet vermiş olsunlar. Bizim onları
acı çektirmek gayesiyle müsle yaparak (azalarını keserek) öldürme hakkımız
yoktur.
4-
Şahitliğin iltimas ve zulüm söz konusu olmaksızın gereği gibi eda edilmesinin
vücubu. Bu ayet-i kerime ile daha önce geçen Nisa suresinde yer alan ayet-i
kerime (Nisa, 4/135) en büyük günahlardan birisi olan oldukça önemli bir
hastalığı tedavi etmektedir; bu da şahitlikten kaçınmak ve yalan şahitlik
etmektir.
5- Bütün
insanlara karşı gösterilecek davranışlarda ister dost, ister düşman olsunlar
adaleti gözetmenin gereği. Çünkü Yüce Allah "Bir topluluğa karşı olan
kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin..." buyurmaktadır.
6- Allah'ın,
müminlere karşı düşmanların giriştiği hile ve tuzaklarını hem kendilerinden hem
peygamberlerinden savıp önlemesi şeklindeki nimetlerini hatırlamanın gereği ve
bu konuda O'nun iyilik ve lütfunun itiraf edilmesi.
7- Genel
olarak insanın bütün hallerinde Allah'tan korkmanın (takvanın) gereği ile
gerekli sebepleri yerine getirdikten sonra Allah'a tam bir tevekkülün vücubu.
Dünya ve ahiret mutluluğunu elde etmek için bunlar yapılmalıdır.
8- Salih
amel işleyen, kendileri için de kardeşleri için de hayırlı davranışlarda
bulunan müminlerin mükâfatı, günahlarının bağışlanması ve ebedi cennete
kavuşmaktır. Allah'ı ve peygamberlerini inkâr eden, onun ayetlerini yalanlayan
kâfirlerin cezası ise cehennem ateşinden ayrılmamaktır. Bu ise en kötü bir
barınak, en kötü bir dönüş yeridir.
Her iki kesime
verilecek olan karşılık da kesinlikle gerçekleşecktir ve bunların
gerçekleşeceği pekiştirici ifadelerle bildirilmiştir. Çünkü bu hususların
başında, bunların Allah'ın vaadi oldukları belirtilmektedir. Allah'ın vaadi ise
en güçlü bir vaaddir. Çünkü Yüce Allah her şeyi bilendir ve hiç bir şeye muhtaç
olmayandır.
9-
"İşte onlar cehennemliklerdir." ayet-i kerimesi cehennemde ebedî
kalmanın ancak kâfirler için söz konusu olduğu hususunda kesin bir nastır.
Çünkü bu söz, söz konusu cezanın münhasıran onlar hakkında olacağını ifade
etmektedir. Cehennemlik (ashab-ı cahim) olmak ise oradan ayrılmamayı
gerektirir. Nitekim sahradan ayrılmayan, devamlı çölde bulunan kimseler
hakkında as-habu's-sahra (çöldekiler, çölde yaşayanlar) tabiri kullanılır.
[55]
12- Andolsun ki, Allah
İsrailoğulları'n-dan bir söz almıştı. Biz onlardan on iki temsilci gönderdik.
Allah demişti ki: Şüphesiz ben sizinle beraberim. Andolsun eğer namaz kılar,
zekât verir, peygamberlerime inanır, onlara kuvvetle yardım ederseniz, Allah'a
güzel bir surette borç verirseniz kötülüklerinizi örterim. Sizi altlarından
ırmaklar akan cennetlere koyarım. Bundan sonra sizden kim de inkâr ederse
şüphesiz doğru yoldan sapmış olur."
13- Sözlerini bozmalarından ötürü onlara lanet
ettik, kalplerini de katılaş-tırdık. Onlar kelimeleri yerlerinden
değiştiriyorlar. Kendilerine belletilen öğütlerin bir kısmını unuttular. İçlerinden
pek azı müstesna, daima hainliklerini görürsün. Sen onları affet ve bağışla! Muhakkak
ki, Allah ihsan edenleri sever.
14- "Biz Hristiyanız" diyenlerden de
sözlerini aldık. Onlar da kendilerine belletilen öğütlerden bir kısmını unuttular.
Bu bakımdan Kıyamete kadar aralarına kin ve düşmanlık saldık. Allah yapmakta
olduklarını kendilerine haber verecektir.
"Biz onlardan on
iki temsilci gönderdik." Her bir koldan (sıbt), kavmine verilen söze bağlı
kalmak üzere ahitlerini daha bir pekiştirmek için birer temsilci tayin ettik.
Temsilci (nakîb), kavminin işlerini koruyup gözeten büyük şahsiyet demektir.
"Şüphesiz ben" yardım ve desteğim ile "sizinle beraberim."
"Onlara kuvvetle
yardım ederseniz", yardımcı olursanız "Allah'a güzel bir surette borç
verirseniz" Allah yolunda malınızı
farz olan miktardan da fazla olarak
harcamak ve infak etmek suretiyle. Güzel şekilde borç vermek gönül hoşluğu ile
verilen borçtur, "kötülüklerinizi örterim" "Bundan sonra"
bu sözden sonra "kim inkâr ederse şüphesiz doğru yoldan sapmış olur."
Doğru, hak ve gerçek yolu şaşırmış olur.
"Onlara lanet
ettik" Rahmetimizden kovup uzaklaştırdık, "kalplerini de
katılaştırdık" Hakkı, hayır ve imanı kabule yumuşamayan, donuk ve katı
kalpler haline getirdik. "Onlar kelimeleri yerlerinden
değiştiriyorlar": Değiştirmek (tahrîf), bir şeyi yerinden alıp başka bir
yere kaydırmak demektir. Yahudiler Tevrat'ta yer alan Muhammed (s.a.)'in
niteliğine ve başka hususlara dair sözleri değiştiriyorlardı.
"Kendilerine belletilen öğütlerin bir kısmını unuttular." Tevrat'ta
kendilerine emrolunan Muhammed (s.a.)'e tabi olmayı ihtiva eden bölümü
terkettiler.
İslâm'ı kabul eden
"içlerinden pek azı müstesna" ahitlerini bozmak suretiyle ve başka
yollarla "daima hainliklerini görürsün."
"Biz Hristiyanız,
diyenlerden de sözlerini aldık." Yani İsrailoğulları Yahudilerden
aldığımız gibi Hristiyanlardan da söz aldık. "Onlar da kendilerine belletilen
öğütlerden bir kısmını unuttular." İncil'de imana ve diğer hususlara dair
belirtilenleri unuttular ve sözlerini bozdular, "...aralarına düşmanlık
saldık" Tefrikaya düşmeleri, arzularının farklı farklı olmaları suretiyle
arlarına düşmanlık ve kin saldık. Her bir kesim diğerini tekfir eder oldu.
"Allah yapmakta olduklarını kendilerine" ahirette "haber
verecektir" ve yaptıklarının karşılığını onlara verecektir.
[56]
Ayetlerin konusu
bunlardan öncekiler gibi söz ve ahitleri hatırlatmaktır. Yüce Allah, Resulullah
(s.a.)'ı dinleyip itaat etmeye dair ahdi hatırlattıktan sonra bu ahde bağlı
kalmamızı emretmektedir. Bu da onun helâlini helâl, haramını haram bilmekle
olur. Yine bizlere bu ahitlere bağlı kalmamızı gerektiren nimetlerini de
hatırlattı. Daha sonra bu ayet-i kerimelerde Yahudi ve Hristiyanlardan söz
almış olduğunu, onların bu sözlerini bozduklarını bundan dolayı da dünya ve
ahiretteki cezalarını bize açıklamakta, böylelikle Müslümanların kendilerinden
önceki ümmetlerin halinden ibret almaları sağlanmış olmaktadır.
[57]
Yüce Allah
İsrailoğulları'ndan peygamberleri Mûsâ (a.s.) aracılığı ile Allah'ın kendileri
için seçmiş bulunduğu şeriatlerinin yer aldığı Tevrat gereğince mutlaka amel
edeceklerine ve onu tam bir ciddiyet ve gayret ile kabullenip tutacaklarına
dair söz ve ahit almıştı: "Size verdiğimizi tam bir kuvvetle alın (demişti)."
(Bakara, 2/63 ve 93). Bu ahit hâlâ elde bulunan Tevrat'ta yer almaktadır. Biz
ayrıca ona aralarından 12 temsilci seçmesini de emrettik ki, bunlar
-Araplardaki kabileler durumunda olan- Esbât'm işlerini üstlenecek, onları
gözeteceklerdi. Temsilciler (nakîbler) 12 Sıbtm önderleri yahut onların
temsilcileri idi. "Nakîb" bir topluluğun büyüğü ve işlerinin
durumlarını araştırıp onları üstlenen, bu işlerdeki maslahatlarını tetkik eden
kimse demektir. Gönderilmeleri ise Beytülmakdis'deki zorbalarla çarpışmak
üzeredir.
Bunun hangi tarihte
cereyan ettiğine gelince: İbni İshâk ve başkalarının İbni Abbas'tan
rivayetlerine göre İsrailoğulları Firavun ve beraberindekilerden kurtulunca
Allah onlara, o sıralarda zorba Kenanîlerin yerleşik bulunduğu Bey-tülmakdis'in
üzerine yürümelerini emredip dedi ki: "Orasını ben sizin için vatan
kıldım. Haydi oraya gidiniz ve orada bulunan kimselere karşı cihat ediniz. Size
şüphesiz ben yardım edeceğim." Mûsâ (a.s.) zorbalarla çarpışmaya
yönelince, Allah kendisine 12 sıbtı temsil edecek ve Allah'ın kendilerine
vermiş olduğu emirleri yerine getirmenin taahhüdünü verecek bir nakib almasını
emretmişti. Hz. Mûsâ Arz-ı Mukaddese doğru yaklaşınca haber toplamak üzere
nakibleri gönderdi. Orada oldukça güçlü surlar, büyük güç ve kuvvet sahibi
kimseler gördüler. Onlardan korkup çekindiler, geri dönüp kavimlerine
gördüklerini anlattılar. Oysa Hz. Mûsâ böyle bir şey yapmalarını kendilerine
yasaklamıştı. İki nakib dışındakiler ahitlerini bozdular. Bunlar ise Yüce
Allah'ın haklarında: "Allah'ın kendilerine nimet vermiş olduğu
(Allah'tan) korkanlardan iki kişi: Haydi onların üzerine kapılardan girin...
dediler."
[58] (Mâide, 5/23) dediği
kimselerdir.
"Ve Allah demişti
ki, şüphesiz ben sizinle beraberim." Yüce Allah İsrailo-ğulları'na vahyi
bildiren Mûsâ (a.s.)'ya: Şüphesiz ki, ben sizinle beraberim, yani sizin
koruyucunuz, yardımcınız, destekçiniz ben olacağım; durumunuzu görüp
gözetiyorum, amellerinizin karşılığını da size vereceğim, demişti.
Allah onlarla şu ilâhî
ahdi yaptı: Andolsun, eğer namazı dosdoğru kılar, onu en mükemmel şekliyle eda
eder, nefislerinizi arındırıp temizler, mallarınızın zekâtını verir, Musa'dan
sonra sizlere gönderilecek peygamberlerime iman ederseniz, yani onları -Dâvûd,
Süleyman, Zekeriyya, Yahya, İsâ ve Muhammed (hepsine selâm olsun) gibi
peygamberleri- sizlere getirecekleri vahiylerinde tasdik edip doğrulayacak,
tasdik edecek olursanız, onlara yardımcı olup hak üzere yanlarında yer alır,
düşmanlarına karşı onları himaye eder, Yüce Allah'a da güzel bir şekilde borç
verirseniz, yani onun yolunda ve onun rızasını aramak maksadıyla infak
ederseniz ve bunları Allah'ın size farz kılmış olduğu zekâttan ayrı olarak
yaparsanız, evet, andolsun bütün bunları yaptığınız takdirde, şüphesiz ben de
sizin günahlarınızı affedip bağışlayacağım. Günahlarınızı örteceğim,
sileceğim; günahlarınız dolayısıyla sizleri sorgulamayacağım ve andolsun
sizleri altından ırmakların aktığı cennetlere sokacağım. Yani sakındığınız şeyleri
sizden uzaklaştıracak ve arzuladığınız maksatlarınızı gerçekleştireceğim.
Aranızdan kendisine
vermiş olduğum emirlerden herhangi bir şeyi inkâr edip, sağlamca
pekiştirilmesinden sonra bu ahde kim muhalefet ederse, artık o Allah'ın sizin
için şeriat olarak belirlemiş olduğu din olan apaçık ve dosdoğru yoldan şaşmış,
o dosdoğru yolu, hidayeti bırakıp sapıklığa yönelmiş olacaktır.
Daha sonra Yüce Allah
onların bu ahdi bozmuş olduklarını, bundan ötürü de yaptıklarına karşılık olmak
üzere onları cezalandırdığını beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Sözlerini
bozmalarından ötürü onlara lanet ettik, kalplerini de katılaştırdık."
Kendilerinden alınmış olan sözü bozmaları sebebiyle biz de onları haktan
uzaklaştırdık, hidayet ve rahmetimizden kovduk. Üzerlerine gazabı, öfkeyi ve
kızgınlığı indirdik. Kalplerini hakkı kabul etmeyecek, hiç bir öğüt almayacak
şekilde alabildiğine sert, kaba, katı, haşin kıldık. "Allah kalplerine,
kulaklarına mühür vurdu. Gözleri üzerinde de perde vardır onların."
(Bakara, 2/7).
"Onlar kelimeleri
yerlerinden değiştiriyorlar." Anlayışları fesada boğuldu; Allah'ın
ayetlerindeki tasarrufları alabildiğine kötüleşti. Allah'ın Kitabını, indirdiği
şekilden başka türlü tevil ettiler. Onun maksadına aykırı manalara yorumladılar,
değiştirdiler. Bunların Kitabı tahrif etmeleri iki türlü olmuştu:
Birincisi, takdim,
te'hir, fazlalık ve eksiklik ile lafızların tahrif edilmesi; ikincisi,
lafızları asıl maksatlarından başka manalara yorumlayarak anlamların tahrif
edilmesi.
Yüce Allah onların
Kitabı tahrif edip yanlış şekilde yorumlamalarına dair haberi bir çok yerde
vermektedir. Bunlardan birisinde şöyle buyurulmaktadır: "Dillerini eğerek,
bükerek dine de saldırarak: "İşittik, (ama) isyan ettik. İşit, işitmez
olası, râinâ derlerdi." (Nisa, 4/46) Tarihen ve bizzat Yahudi ve
Hristi-yanlann kendi itiraflarıyla şu durum bilinmektedir: Mûsâ (a.s.)'ya
indirilen, yazılı olarak kendilerine verilip korunmasını emrettiği Tevrat tek
bir nüsha idi. Yahudi ve Hristiyan tarihçilerin ittifakıyla bu nüsha,
İsrailoğulları Babilli-ler tarafından esir alınıp onlara baskın yaptıkları
sırada kaybolmuştu. Yanlarında da başka bir nüsha bulunmuyordu ve onu
ezberlememişlerdi. Bu nüsha ise Babillilerin onların kutsal heykellerini yakıp
başkentlerini tahrib etmeleri, hayatta kalanlarını da esir almaları sebebiyle
kaybolmuştu.
Hz. Musa'ya nispet
olunan ve içlerinde onun ölümüne ve hayatına dair haberlerin yer aldığı, ondan
sonra onun benzeri kimsenin gelmediği ifadelerinin bulunduğu beş bölümlü kitaba
(Tevrat'a) gelince: Bu bölümler ondan oldukça uzun bir süre sonra, birkaç asır
sonra yazılmıştır. Bunları kâhin Azra, esaret ve öldürülmelerden arta kalan yaşlılarının
bildiklerinden derleyerek ve İsrailo-ğulları'na kendi topraklarına dönüş izni
verilmesinden sonra yazmıştı. İncil de aynı şekilde bizzat Hristiyanlarm
itirafı ile Hz. İsa'dan bir ve daha fazla asır sonra yazılmıştır.
"Kendilerine
belletilen öğütlerin bir kısmını unuttular." Yani ondan yüz çevirerek
gereğince ameli bıraktılar, Allah'ın peygamberlerden almış olduğu Mu-hammed
(s.a.)'e iman edileceğine dair ahdi unuttular. İbni Abbas der ki: Onların
Kitabı unutmalarının anlamı Kitabın aslından bir bölümü unutmaları ve
kitaplarında kendilerine verilen emirlerin bir kısmını terketmeleridir. Bu da
Muhammed (s.a.)'e iman etmekti. Hasan-ı Basrî şöyle der: Dinlerinin yapışmaları
gereken kulplarını ve kendileri olmaksızın Allah'ın ameli asla kabul etmeyeceği
Allah'ın onlara yüklemiş olduğu vazifeleri terkettiler. Başkası da şöyle demektedir: Onlar Allah'ın emri üzere ameli
terkettiler, o bakımdan oldukça aşağılık bir hale düştüler. Ne kalplerinde
doğruluk ve esenlik kaldı, ne doğru fıtratları ne de doğru amelleri kaldı.
Bütün bunların
nakledilmeleri ise, Muhammed (s.a.)'in doğruluğuna delâlet eden Kur'an-ı Kerim
mucizesinin baki kalıp devam etmesi içindir. İşte Yüce Allah Mûsâ (a.s.)'nın
ölümünden asırlarca sonra bunlardan bize haber vermektedir.
"İçlerinden pek
azı müstesna daima hainliklerini görürsün." Sana ve ashabına karşı
girişecekleri hile ve tuzakları, gaddarlıklarını, sözlerinde durmayış-lannı
hainliklerini görüp duracaksın. Mücahid ve başkaları şöyle demiştir: Bununla
Resulullah (s.a.)'ı suikast ile öldürmek üzere anlaşmaları kastedilmektedir.
Bazıları da bunun anlamının şu olduğunu söylerler: Sen onlardan hainlik edecek
kimseleri görüp duracaksın
[59]
Taberî şöyle der: Bu
konuda sözün doğrusu şu ki, şanı Yüce Allah bu ayet-i kerime ile Resulullah (s.a.)'ı
ve ashabını öldürmeyi kasteden Nadir oğulları Yahudilerin kastetmektedir.
Resulullah (s.a.) Amirlilerin diyetini ödemek hususunda onlardan yardım
istemek üzere gittiği vakit, Allah onların kararlaştırdıkları komplolardan
kendisini haberdar etmişti
[60]
"İçlerinden pek
azı müstesna", yani sen pek azı müstesna olmak üzere onlardan sadır
olacak ve defalarca ortaya çıkacak hainliklerini görüp duracaksın. Bu müstesna
kimseler ise Abdullah b. Selâm ve onunla iman eden, güzel bir şekilde de
imanına bağlanan arkadaşlarıdır. Bunlardan korkma.
Artık onların
yaptıklarını affet. Aralarından kötülük işleyenleri bağışla, bunlara karşı
iyilikle davran. Şüphesiz Allah güzel bir şekilde affeden, kötülük yapanları
bağışlayan, ihsan edici kimseleri sever; bu ihsanlarının karşılığında onları
mükâfatlandırır. İşte bizzat yardım ve zafer de budur. Nitekim seleften
bazıları şöyle demişti: "Senin hakkında Allah'a asi olan kimseye karşı
senin onun hakkında Allah'a itaat etmek kadar güzel bir davranışın
olamaz." İşte bu yolla onların kalbi sana ısındırılır ve hak üzere bir
araya gelmeleri umulur, belki de Allah onları hidayete iletilir
[61]
Peygamber (s.a.)'in
Medine etrafında bulunan üç Yahudi kabilesine (Kay-nuka, Nadîr ve Kurayza
oğullarına) işin başında da, ortasında da, sonunda da en güzel şekilde
davranmış olduğu sabittir. Medine'ye hicretten sonra önce onlarla "Medine
Vesikası" diye bilinen bir barış akdi yapmış, onlarla barış içinde yaşamak
üzere sözleşmişti. Onlar da ona karşı savaşmayacak, düşmanlarına destek
vermeyeceklerdi. Bu şekilde davrandıkları takdirde canları ve malları emniyet
altında bulunacak, tam bir hürriyetten yararlanacaklardı. Ancak Yahudiler
sonradan ahitlerini bozdular, peygambere hainlik ettiler. Kureyş kampına
katıldılar ve Müslümanlara karşı savaşta müşrik Araplarla ortak hareket
ettiler. Peygamber (s.a.) de onları Medine civarından kovup uzaklaştırmakla yetindi. İşin neticesinde ise Resulullah (s.a.)
hainliklerine, antlaşmaları bozmalarına karşılık onları cezalandırmadı. Bunun
yerine onların Arap yarımadasından -ve bu arada Hicaz'dan- sürülmelerini
vasiyet etmekle yetindi.
Daha sonra Yüce Allah
Hristiyanlardan alınan ahdi hatırlatarak şöyle buyurmaktadır: "Biz
Hristiyanız diyenlerden de sözlerini aldık..." Yani aynı şekilde
Hristiyanlardan da son peygambere tabi olup ona yardımcı olacaklarına, onu
destekleyeceklerine, onun izinden gideceklerine ve Allah'ın insanlara göndereceği
bütün peygamberlere iman edeceklerine dair söz ve ahit aldık. Fakat onlar da
Yahudilerdin yaptığı gibi yaptılar; dinlerini tahrif ettiler, sözlere muhalefet
ettiler, ahitleri bozdular. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlar da
kendilerine belletilen öğütlerden bir kısmını unuttular. Bu yüzden kıyamete
kadar aralarına kin ve düşmanlık saldık..." Yani onlar da dinlerinden yüz
çevirerek dinlerinin esasları gereğince ameli terkettiler. Bundan ötürü biz de
aralarına birbirlerine karşı düşmanlık ve kin saldık. Kıyamete kadar böyle
devam edip gideceklerdir. Hristiyan kavimler bütün çeşit ve türleriyle
birbirlerine düşmandırlar, birbirlerine kin beslerler. Biri ötekini tekfir
eder, biri diğerine lanet eder. Kıyamet gününde Allah dünyada yaptıklarını
kendilerine bildirecektir. Bu ise Allah'a ve Rasulüne yaptıkları iftiralar
dolayısıyla onlara büyük bir tehdittir. Yüce Allah'a nispet ettikleri eş
edinmek, çocuk sahibi olmak, ortağı bulunmak gibi iftiralara karşı bir
tehdittir. Ahirette ise hak ettikleri şekilde cezalandırılacakları
muhakkaktır.
Bizzat Hristiyanlar
tarafından da tarihî bir gerçek olarak şu husus kabul edilmektedir: Hz. İsa
kendi öğüt ve direktiflerini yazmamıştır. Bu yüzden o, Allah'ın emri ile
aralarından ayrıldığında ortada yazılı bir İncil yoktu. Yahudiler, ona tabi
olanlara ağır baskılar uygulamış, onları her tarafta kovalamış, bir çoklarını
öldürmüştü. Özellikle de avcılık yapan havarilerin peşine takılmışlardı. Kral
Konstantin Hristiyanlığı kabul edip onlara karşı girişilen takibat sona erince,
İncilleri yazmaya koyuldular. İnciller ise pek çok, birbirinden farklı ve
çelişkili idi. Günümüzde kullanılan dört İncil ise ancak Hz. Mesih'ten üç asır
sonra ortaya çıkmıştır. Bu da Roma kralı Konstantin'in Hristiyanlığa girmesi
üzerine Hristiyanlarm devlet kademelerine yükselmelerinden sonra olmuştur.
Hristiyanlık da, Konstantin'den itibaren yeni bir döneme girmişti ki, bu yeni
dönemde putperestlik ve Grek felsefesinin yoğun etkisi söz konusudur.
Aslı ve tarihi
bilinmemekle birlikte kendilerine Yeni Ahit adı verilen, birbirleriyle
çelişkili ve birbirini tutmayan bu İndilerde Hristiyanlığın esası Eski Ahit
diye bilinen Yahudilerin kitapları üzerine kuruldu ki, zaten bu Eski Ahi-din de
bilindiği gibi sabit ve sağlam bir esası, dayanağı yoktur.
[62]
Ayet-i kerimelerden
aşağıdaki hususları öğreniyoruz:
1-
Yahudilerin sözlerini, ahitlerini bozdukları bize bildirilmekte, bu bozmanın
cezasının lanet ve Yüce Allah'ın rahmetinden kovulmak olduğu anlatılmaktadır.
2- Önceden
de açıklandığı gibi ya lafızlarını ya da manalarını tahrif etmek suretiyle
Yahudilerin Allah'ın Tevrat'ta indirdiği kelâmını tahrif ettikleri bildirilmektedir.
3- Af ve
bağışlama cezalandırma, savaş, öldürme ve eziyete tercih edilmektedir.
4-
Nakiplerin (temsilcilerin) alınması, kişinin ihtiyaç duyduğu, dinî ve dünyevî
ihtiyaçları arasından bilmesi gereken hususlarda haber-i vahidin (bir kişinin
ya da tevatür derecesine ulaşmayan kalabalığın verdiği haberin) kabul
olunacağına delildir. Ayrıca bu, İslâmda Sünnet-i Nebeviyye ile de desteklenmiştir.
Resulullah (s.a.) Hevâzinlilere şöyle demişti: "Siz geri dönünüz, sizin
arifleriniz (temsilcileriniz) size ait işleri bize getirsin."
5- Yine
temsilci (nakip) edinmek, casus kullanmanın caiz olduğuna delildir.
6- Namazın
kılınması, zekâtın verilmesi, Allah'a ve peygamberlere iman edilmesi, Allah
yolunda infakta bulunulması, günahların bağışlanmasına, kötülüklerin
örtülmesine ve cennete girilmesine sebeptir. Kim bunlardan sapar, uzaklaşırsa
hak ve hayır yolunu da terketmiş, hidayeti bırakıp sapıklığa yönelmiş olur.
7- Yine
Hristiyanlarm söz ve ahitlerini bozdukları haber verilmektedir. Onların da
kitaplarının ve dinlerinin kendilerine vermiş olduğu emirleri ihmal ettikleri,
onlara getirdiği yasaklara riayet etmedikleri bildirilmektedir. İncil ve ondan
önce de Tevrat'ın müjdelediği peygambere iman etmedikleri bildirilmektedir.
Yüce Allah yaptıklarına karşılık onları acıklı bir azap ile tehdit etmektedir.
Özetle söylenecek olursa, Allah'ın almış olduğu söz ve ahitleri bozmak hususunda
Hristiyanlarm tuttukları yol da Yahudilerin yolunun aynısıdır.
Son olarak Fahrüddin er-Râzî'nin
bu ayet-i kerime ile ilgili olarak ortaya atmış olduğu şu üç soruyu kaydetmek
güzel olacaktır[63]:
Birinci soru:
Peygamberlere iman neden namaz ve zekâttan sonraya -iman bunlardan öncelikli
olduğu halde- tehir edildi?
Cevap: Yahudiler
kurtuluşun gerçekleşmesi için namaz kılıp zekât vermenin kaçınılmaz olduğunu
kabul ediyorlardı. Ne var ki, onlar bazı peygamberleri yalanlamakta da ısrar
ediyorlardı. Bundan dolayı namazın kılınıp zekâtın verilmesinden sonra
maksadın gerçekleşebilmesi için bütün peygamberlere imanın kaçınılmaz olduğu
zikredilmiştir; aksi takdirde namaz kılıp zekât vermenin bütün peygamberlere
iman olmaksızın kurtuluşu gerçekleştirmekte hiç bir etkisi olmaz.
İkinci soru:
Peygamberlere kuvvetle yardımcı olmanın manası nedir?
Cevap: Zeccâc şöyle
der: Sözlükte "ta'zîr" reddetmek demektir. "Ben filânı ta'zir
ettim" demek "ona kendisini çirkin şeylerden döndürecek ve ondan
alıkoyacak bir iş yaptım" demektir. Bundan dolayı çoğunluk şöyle demiştir:
"Onları tazîr ederseniz." sözü onlara kuvvetle yardım ederseniz,
anlamındadır. Çünkü bir kimseye yardımcı olan bir kişi onun düşmanlarını
kendisinden uzaklaştır-mış demektir. Eğer buradaki "ta'zir" ona saygı
duymak anlamında olsaydı, Yüce Allah'ın: "Onu ta'zir edersiniz ve ona
saygı duyarsınız." (Feth, 48/9) buyruğunda tekrar söz konusu olurdu.
Üçüncü soru: Yüce
Allah'ın: "Allah'a güzel bir suretle borç verirseniz." buyruğu
zekâtın kapsamı içerisine girmektedir. Bunun tekrar zikredilmesinin faydası
nedir?
Cevap: Zekâtın
verilmesinden kasıt, farz olan zekâttır. Burada ödünç vermekten kasıt ise
nafile, mendup sadakalardır. Özellikle anılmaları ise bu tür sadakaların şeref
ve mertebesinin yüksekliğine dikkat çekmek içindir.
[64]
15- Ey Kitap Ehli!
Kitaptan gizlediğiniz şeylerin çoğunu size açıkça anlatan ve birçoğunu da
geçiveren peygamberiniz sizlere gelmiştir. Gerçekten Allah'tan size bir nur ve
apaçık bir kitap gelmiştir.
16- Allah onunla
rızasını gözetenleri selâmet yollarına iletir, izniyle onları karanlıklardan
aydınlığa çıkartıp dosdoğru bir yola iletir.
"Onları
karanlıklardan aydınlığa çıkarıp..." buyruğunda istiare vardır. Burada
karanlıklar küfür hakkında, aydınlık da iman hakkında istiare yoluyla
kullanılmıştır.
[65]
"Kitaptan"
Tevrat ve İncil'den "gizlediğiniz" saklayıp durduğunuz. Recim ayetini
ve Resulullah (s.a.)'m niteliklerini gizlemek gibi "şeylerin çoğunu size
anlatan, bir çoğunu da geçiveren" bunların bir çoğunu affediveren; eğer
sizin iç yüzünüzü açıklamanın dışında hiç bir maslahatı yoksa, açıklamayan
"peygamberiniz size gelmiştir."
"Gerçekten
Allah'tan size bir nur"; Resulullah (s.a.), "ve apaçık bir
kitap" açık seçik Kur'an "gelmiştir." "Allah onunla"
Kitab-ı Kerimi ile, "...selâmet yollarına" esenlik yollarına
"iletir" "izniyle" ilahi iradesiyle "onları
karanlıklardan"küfürden "aydınlığa" imana "çıkartıp
dosdoğru bir yola" İslam'a "iletir."
[66]
"Ey Kitap
Ehli..." buyruğu ile ilgili olarak İbni Cerîr et-Taberî, İkrime'nin şöyle
dediğini nakletmektedir: Allah'ın peygamberinin yanına Yahudiler girip recme
dair soru sordular. O da: "Hanginiz daha bilgilidir?" diye sordu.
İbni Sû-riyâ denilen birisine işaret ettiler. Hz. Peygamber, Tevrat'ı Musa'ya
indiren adına, Tur'u kaldıran aşkına and verdirip kendilerinden alınan sözler
adına diye yemin ettirdi. Adam korkudan titremeye başladı ve şöyle dedi:
"Zina aramızda çoğalınca yüz sopa vurmakla, başları tıraş etmekle
yetindik." Hz. Peygamber de onlar hakkında (sorularına cevap olarak)
recin hükmünü bildirdi. Yüce Allah da: "Ey Kitap Ehli..." buyruğundan
itibaren "dosdoğru bir yola iletir" buyruğuna kadar olan iki ayeti
indirdi.[67]
Yüce Allah Yahudi ve
Hristiyanlann durumunu, onların ahdi bozup emro-lundukları şeyleri
terkettiklerini bize anlattıktan sonra, bunun akabinde onları artık.
Muhammed'e (s.a.) iman etmeye çağırdı. Bu da Resulullah (s.a.)'ın peygamberliğinin
delillerindendir. Kur'an-ı Kerim'in değişik yerlerinde yer alan bir çok
mucizelerinden bir mucizedir.
[68]
"Ey Kitap Ehli!"
diye nida edilenler, Yahudiler ve Hristiyanlardır. Kitabın teklik olarak
zikredilmesi, cins isim oluşundan dolayıdır. Hz. Muhammed (s.a.) hidayeti ve
hak dini yeryüzündeki bütün insanlara getirmiş bulunmaktadır. Allah onu apaçık
belgelerle, hak ile batılı birbirinden ayırdedici ölçü ile göndermiştir.
Burada Hz. Peygamber iki vasıf ile anılmaktadır:
Birincisi, Hz.
Peygamber onlara gizleyip sakladıkları pek çok şeyi açıklamaktadır. İbni Abbas
şöyle der: "Muhammed (s.a.)'in sıfatını gizlediler, recm hükmünü
bildirdiler. Bununla birlikte Allah onların saklayıp gizledikleri daha pek çok
şeyden söz etmedi. Sakladıkları diğer şeyleri de açıklamak suretiyle onları
rezil etmedi." Daha sonra Allah rasulü bu sakladıklarını onlara açıkladı.
İşte bu bir mucizedir. Çünkü Resulullah (s.a.) herhangi bir kitap okumuş değildir,
kimseden herhangi bir bilgi öğrenmemiştir. Onlara kitaplarındaki gizli saklı
sırları haber vermesi bir çeşit gaybı haber vermek olup, bir mucize idi.
İkinci sıfatı ise pek
çok şeyi affetmesidir. Yani bizzat sizin sakladığınız pek çok şeyi açığa
çıkarmamaktadır. Bunları açığa çıkarmayışı din açısından açıklanmalarına
ihtiyaç olmayışındandır. Bu da onların rezil olmamaları için gizleyip
saklamayı terketmeye onları iten bir durumdur. Kur'an-ı Kerim'in onların
sakladıklarını beyan etmesi aralarındaki bir çok haham ve bilginin İslama girmesine
sebep teşkil etmiştir.
Birinci sıfatı gereği
o, tahrif ettikleri, yanlış yorumladıkları ve hakkında Allah'a iftirada
bulundukları şeyleri açıklıyor, ikinci sıfatının gereği de onların
değiştirdikleri daha pek çok şey hakkında ses çıkarmıyor ve bunların açıklanmasında
fayda bulunmuyordu. Hâkim, İbni Abbas (r.a.)'tan şöyle dediğini rivayet
etmektedir: "Her kim recmi inkâr edecek olursa umulmadık bir noktadan
Kur'an-ı Kerim'i de inkâr etmiş olur." Yüce Allah'ın: "Ey Kitap Ehli!
Kitaptan gizlediğiniz şeylerin çoğunu
size açıkça anlatan... peygamberiniz gelmiştir." buyruğunun sözünü ettiği
ve onların gizledikleri şeylerden birisi de recmdir. Daha sonra Hâkim şunları söylemektedir:
Bu hadisin senedi sahihtir. Bununla birlikte Buharî ile Müslim bunu
kitaplarında nakletmemişlerdir.
Daha sonra Yüce Allah
şerefli peygamberine indirmiş olduğu Kur'an-ı Ke-rim'in apaçık bir kitap
olduğunu, Muhammed'in bir nur yahut İslâmm bir nur olduğunu bildirmiştir.
Nur'dan kasıt Muhammed'dir. Kitap'tan kasıt da Kur'an-ı Kerim'dir. Nur'dan
kastın İslâm olduğu, Kitap'tan kasdın Kur'an-ı Kerim olduğu da söylenmiştir.
Kur'an-ı Kerim bizatihi apaçıktır. Aynı şekilde insanların hidayet bulmak için
gerek duydukları şeyleri de açıklayıcıdır.
Sonra Yüce Allah şu
anlamda buyurmaktadır: O Kitabı ile Allah, kendini razı kılan, dine tabi olan
kimseleri kurtuluş, esenlik ve doğruluğun yollarına iletir. Onları izniyle,
yani tevfikiyle helak edici kötülüklerden kurtarır. Küfrün karanlıklarından
imanın nuruna çıkartır, en açık yollara iletir. Bu da hak dindir. Çünkü hak,
özü itibariyle birdir, yolu da dosdoğrudur ve tektir. Batılın ise bir çok
şubeleri, kolları vardır; hepsi de eğri büğrüdür.
Yüce Allah, Kur'an-ı
Kerim'in üç faydasını ya da maksadını şöylece zikretmektedir:
1- Allah'ı
razı edecek şeylere tabi olanları Allah bedbahtlıktan, dünya ve ahirette
azaptan kurtuluşa, esenliğe götüren yola iletir. Bu yol hak dindir; adalet,
ihlâs ve eşitliğin düzenidir.
2- O kendisine iman eden müminleri küfrün,
şirkin, putperestliğin, vehmin ve hurafelerin karanlığından katıksız tevhidin
nuruna iletir.
3- O dinden
gözetilen sağlıklı hedefe ulaştıran yola, dünya ve ahiretin hayırlarına
ulaştırır.
[69]
Peygamber Muhammed
(s.a.), Allah'ın kendisi vasıtasıyla diğer din mensuplarının çürüklük ve
gülünçlüklerini açığa çıkarttığı bir nurdur. O Kitap Ehli'ne (Yahudi ve
Hristiyanlara) kitaplarından saklayıp gizledikleri, kendisine imana ve recme
dair ayetleri, Cumartesi yasağını çiğnedikleri için maymuna dönüştürülenlerin
kıssaları gibi hususları açıklamaktadır. Yahudiler bunları saklıyorlardı.
Bununla birlikte peygamber pek çok şeyi affetmektedir. Yani onları açığa
çıkarmaksızın oldukları gibi bırakmaktadır. Sadece peygamberliğine delil olacak
hususları; doğruluğuna, risaletine dair tanıklıkta bulunacak halleri
açıklamakta, açıklamaya gerek bulunmayan şeyleri de bırakıvermektedir. Çünkü o
faydasız şeylere tenezzül etmez.
Kur'an-ı Kerim,
gerekli hükümleri, Allah'ın razı olduğu ve her türlü afetten münezzeh,
korkulardan emniyete kavuşturan esenlik yurdu olan cennete götüren kurtuluş
yollarını beyan eder. Onun vasıtasıyla müminleri küfrün ve cehaletlerin
karanlıklarından İslâm'ın ve hidayetin aydınlığına, ilâhî tevfik ve irade ile
çıkartır, hak dine iletir.[70]
17- Andolsun ki:
"Allah Meryemoğlu Mesih'tir." diyenler kâfir olmuşlardır. De ki:
"Eğer Meryemoğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzünde olanların tümünü helak
etmek isterse kim Allah'a karşı koyabilir. Göklerle yerin ve arasında-kilerin
mülkü Allah'ındır. Allah her şeye Kâdir'dir."
18- Yahudiler ve
Hristiyanlar dediler ki: "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz."
De ki: "Öyleyse günahınızdan dolayı neden size azap ediyor? Hayır, siz
onun yarattığı insanlarsınız." Dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder.
Göklerin, yerin ve arasındaki her şeyin mülkü Allah'ındır, dönüş yine O'nadır.
19- Ey Kitap Ehli!
Peygamberlerin arasının kesildiği bir dönemde gerçekten size peygamberimiz
gelmiştir. Gerçekleri açıklıyor ki: "Bize bir müjdeci de gelmedi, bir
uyarıcı da gelmedi" deme-yesiniz. İşte size gerçekten müjdeci ve uyarıcı
gelmiştir. Allah her şeye Kâdir'dir.
"Bağışlar... Azap
eder." buyrukları arasında tıbak vardır.
[71]
"Andolsun ki,
Allah, Meryemoğlu Mesih'tir, diyenler kâfir olmuşlardır." Çünkü onu ilâh
kabul ettiler. Bunlar ise Hristiyanlarm Ya'kubiyye koludur. Daha sonra bunların
mezhepleri bütün Hristiyanlar arasında yayıldı/'E^er Meryemoğlu Mesih'i,
anasını ve yeryüzünde bulunanların tümünü helak etmek isterse kim Allah'a karşı
koyabilir?" Allah'ın azabını kim önleyebilir, ona karşı kim savunma
yapabilir? Hiç bir kimse! Eğer Mesih bir ilâh olsaydı, buna güç yetirirdi.
Helak etmek ise, öldürmek ve yok etmek demektir.
"Peygamberlerin
arasının kesildiği bir dönemde" ayetinde geçen fetret, vahyin kesilip bir
süre peygamberlerin gelmediği döneme denir.
[72]
"Yahudiler ve
Hristiyanlar dediler ki..." diye başlayan 18. ayetin nüzul sebebi ile
ilgili olarak İbni İshâk, İbnü'l-Münzir ve Beyhakî, Delâilü'n-Nübüv-ve'de İbni
Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: İbni Ubeyy, Nu'mân b. Kusay,
Bahrî b. amr ve Şâs b. Adiyy adındaki Yahudiler Resulullah (s.a.)'ın yanma
geldiler. Onunla konuştular, o da onlarla konuştu. Kendilerine Allah'a davet
etti, Allah'ın intikamından onları sakındırdı. Bu sefer: "Bizi ne diye korkutuyorsun,
ey Muhammed?" dediler. "Şüphesiz biz Allah'ın çocukları ve sevgilileriyiz"
diye Hristiyanlarm söyledikleri gibi sözler söylediler. Bunun üzerine onlar
hakkında, 'Yahudiler ve Hristiyanlar dediler ki: Biz Allah'ın oğulları ve
sevgilileriyiz." ayeti nazil oldu
[73]
"Ey Kitap
Ehli.." diye başlayan 19. ayet-i kerime ile ilgili olarak da İbni İshâk,
İbni Cerîr, İbniü'l-münzir ve Delâilü'l-Nübüvve adlı eserinde Beyhakî İbni
Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.) Yahudileri, İslâm'a
davet etti. İslama girmek için onları teşvik etti, onları sakındırdı; fakat
onlar kabul etmediler. Muaz b. Cebel, Sa'd b. Ubâde ile Ukbe b. Vehb onlara
şöyle dedi: "Ey Yahudiler! Allah'tan korkun. Allah'a yemin ederim ki, siz
de hiç şüphesiz onun Allah'ın rasulü olduğunu biliyorsunuz. Çünkü peygamber
olarak gönderilmeden önce ondan bize söz ediyor ve bize onun niteliklerini
anlatıyordunuz." Bunun üzerine Râfi' b. Hureyme ile Vehb b. Yahudâ şöyle
dediler: "Hayır, biz size öyle bir şey söylemedik. Allah da Musa'dan sonra
herhangi bir kitap indirmiş değildir. Ondan sonra müjdeleyici, uyarıcı olmak
üzere kimseyi de göndermedi." Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi
indirdi
[74]
Yüce Allah genel
olarak Kitap Ehli'ne karşı delilini ortaya koymaktadır. Onların İslâm
risaletine iman etmedikleri için haktan yüz çeviren ve bu bakımdan kusurlu
olan kimseler olduklarını açıkladıktan sonra, özel olarak Hris-tiyanların neden
kâfir olduklarını beyan buyurmaktadır.
[75]
Hz. Mesih'in
ulûhiyyetini iddia eden kesim, Hristiyanlann YaTcubiyye kolu idi. Daha sonra
onların bu mezhepleri Hıristiyanlığın ünlü üç kesimi arasında egemen bir
kanaat halini aldı. Bu üç kesim ise Katoliklik, Ortodoksluk ve Protestanlıktır.
Bu sonuncularının mezhebi ise dört asır önce reformist rahip
Martin Luther'in
ortaya koyduğu bir mezheptir. Bu mezhebi ile o, Hristiyanları bir çok gelenek
ve hurafelerden kurtarabilmiştir. Mezhebi Amerika, İngiltere ve Almanya'da
yayılmıştır. Bununla birlikte teslisi kabul ederek ve Allah'ın birliğini kabul
edenleri de Hristiyan saymamaya devam etti. Fakat mesele sonunda Mesih'in rab
ve ilâh olarak nitelendirilmesine tekrar ulaşmaktadır. Nitekim İncil'in ilk
sahifesinde şöyle yazılıdır: "Rabbimiz ve kurtarıcımız İsa Mesih'in yeni
Ahid Kitabı"
Bugün bütün Hristiyan
fırkaları: "Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisidir, Mesih Allah'ın
kendisidir" demektedirler. Onların dayanakları ise Yuhanna İn-cil'indeki
şu ibaredir: "Başlangıçta söz vardı ve söz Allah'ın nezdindeydi; Allah ise
sözün kendisidir." Onların yorumlamalarına göre "söz" bizzat
Mesih'tir.
İşte Kur"an-ı
Kerim'in kendilerini nitelendirmesi böyledir. Kur'an'da onların Hz. Mesih'i
ilâhlaştırdıkları ifade edilmektedir. Bundan dolayı Allah'ın, Mesih'in kendisi
olduğunu söyleyenler kâfir olmuşlardır. Allah bu batıl iddialarını reddetmekte
ve şöyle buyurmaktadır: Ey Peygamber! Şu Hristiyanlara de ki: Allah kendilerini
helak etmek dilediği takdirde, helaki ve ölümü Mesih'in ve anasının hatta diğer
bütün insanların üzerinden kim kaldırabilir? Elbette buna kimsenin gücü
yetmez. Allah istisnasız bütün insanları öldürmeye kadirdir. Kimse onun hükmünü
geri çeviremez, kimse onun hükmüne karşı çıkamaz. Hiç bir kimsenin onun meşiet
ve iradesi üzerinde bir otoritesi yoktur. Eğer Mesih kendisini de annesini de
helak ve ölüme karşı savunamıyor, bunları önleye-miyor ise, nasıl olur da Allah
olabilir?
Hakikatte Allah
göklerde, yerde, ikisi arasında bulunan insanlar ve cinler âlemleri üzerinde
mutlak egemenlik ve tasarruf sahibidir. Bütün varlık âlemi onun mülkü ve onun
yaratığıdır. Eşyayı yoktan, dilediği gibi, hikmet ve iradesine uygun olarak
yaratan Allah'tır. O dilediği takdirde topraktan babasız ve annesiz yaratır:
Atamız Adem'i ve bütün canlıların ilklerini yarattığı gibi. Kimi zaman yalnızca
babadan ve annesiz yaratır: Havva'yı yarattığı gibi. Kimi zaman da babasız bir
anneden yaratır: Hz. İsa'yı yarattığı gibi. İşte bu Mesih'in hem bir insan, hem
bir ilâh olduğunu; onun bir taraftan beşerî bir tabiatı, diğer taraftan da
baskın gelen nasûtî, ilâhî bir tabiatı olduğunu iddia eden Hris-tiyanların
iddialarına bir cevaptır. Onların bu şüpheye sahip oluşlarının sebebi Hz.
İsa'nın alışılmadık bir şekilde yalnızca bir anneden yaratılmış olması, onun
çamurdan kuşa benzer bir şey yapması, ondan bir insandan sadır olmayan hayret
verici işlerin sadır olması gibi hallerdir. Gerçekte ise bunlar Allah'ın bütün
peygamberler eliyle ortaya koyduğu harikulade mucizelerden ibaretti. Bu gibi
mucizeler mutlak olarak Allah'ın izni ve iradesi ile meydana gelir. Ta ki,
bunlar peygamberlerin doğruluğunu destekleyen deliller olsun. Hz. İsa'dan ve
başkalarından bu tür meziyetlerin sadır olması hiç bir zaman yaratılmışı
Yaratan yapamaz. Çünkü bunlar Yaratanın meşietiyle, iradesiyle olan şeylerdir.
Yüce Allah Hz. Musa'yı
asa ve beyaz el mucizeleriyle desteklemişti. Çünkü onun döneminde sihirbazlık
yaygındı. Hz. İsa'yı ise anadan doğma körü, alacalıyı iyileştirmek; ölüleri
diriltmek mucizeleriyle desteklemişti. Çünkü tıp onun döneminde ileri
seviyedeydi. Muhammed (s.a.)'i ise ayın yarılması gibi bir çok mucizelerle
desteklediği gibi, onun ebedî mucizesi olan Kur'an-ı Kerim, fesahat ve
belagatın en ileri ve üst seviyesindendir. Çünkü o, nesir, hitabet ve şiir türleriyle
fasih söz söyleme imtiyazına sahip Araplar arasında tebliğde bulunmuştu. Hz.
İsa'nın ölüleri diriltmesi -ki bu sayılı ve ferdî bir takım olaylardan ibaretti-
ilâhlaştırılması için bir sebep değildir. Bizzat kendisi Allah'ın kulu ve
ra-sulü olduğunu tekrar etmiştir. Ölüleri Allah'ın izniyle ve onun tevfik,
irade ve hikmeti gereğince dirilttiğini ifade etmiştir.
Her şeye gücü yeten
ise Allah'tır. O her şeyin yaratıcısıdır. Yerde olsun gökte olsun hiç bir şey
onu âciz bırakamaz.
Daha sonra Yüce Allah
şu sözleri söyleyen Yahudi ve Hristiyanların iddialarını reddetmektedir:
Bizler Allah'ın çocukları ve sevgilileriyiz, yani bizler onun peygamberlerine
müntesibiz. Peygamberler ise Allah'ın çocuklarıdırlar. Onlara özel bir şekilde
inayet gösterir. O bizi sever. Kendi kitaplarından Yüce Allah'ın kulu İsraile
şöyle dediğini de naklettiler: "Sen benim ilk oğlumsun." Hz. İsa ise
İncil'de güya Hristiyanlara şöyle demiş: "İşte ben, benim de sizin de
babamız olanın yanma gidiyorum." Yani benim de sizin de Rabbim olanın yanına.
Matta İncil'inde Hz. Mesih'in dağ üstünde verdiği vaazında melekleri ve sa-lih
müminleri nitelendirirken şöyle dediği zikredilmektedir: "Barışı yapanlara
ne mutlu! Çünkü onlar Allah'ın çocukları diye anılırlar." Pavlos da
Romalılara yazdığı mektubunda şöyle demektedir: "Çünkü Allah'ın ruhu
izinden gidenlerin hepsi, işte onlar Allah'ın çocuklarıdır." Onların
kitaplarında Allah'ın oğlu, Allah'ın sevgilisi anlamındadır. Fakat onlar bunu
olmadık şekilde tevil ettiler, tahrif ettiler. Aralarından aklı başında olup
İslama girenler ise bu tabirin muhatabın şerefini yükseltmek ve ona ikramda
bulunmak için kullanıldığını ifade etmişlerdir.
Bilindiği gibi onlar
bu sözleriyle Hz. İsa hakkında iddia ettikleri şekilde kendilerinin de Allah'ın
çocuğu oldukları iddiasında bulunmadılar. Onlar sadece bu ifadeleriyle Allah
nezdinde ne kadar değerli olduklarını, Allah'ın katında yüksek bir mertebeye sahip
olduklarını anlatmak istediler ve: "Biz Allah'ın çocukları ve
sevgilileriyiz" dediler.
Yüce Allah ise dikkat
çekici bir yolla onlara şöylece cevap vermektedir: De ki onlara: Eğer durum
sizin ileri sürdüğünüz gibiyse niçin günahlarınız sebebiyle dünya hayatında
sizleri azaplandırıyor? Meselâ, putperestlerin en büyük mescidinizi ve
beldenizi, Beytulmakdis'i tahrib etmesi, yeryüzünde hakimiyetinize son
vermeleri, ahirette de küfür, yalanlama ve iftiranıza karşılık size cehennem
ateşinin hazırlanmış olması nedendir? Halbuki baba oğluna azap vermez, seven
sevdiğini azaplandırmaz. O halde sizler ne Allah'ın çocuklarısınız, ne de onun
sevdikleri! Aksine sizler onun yarattıkları cümlesinden bir takım
kimselersiniz. O, kullarından hiç bir kimseye iltimasta bulunmaz. O, ancak
mağfirete lâyık olanlar arasından dilediği kimselere -ki bunlar ona itaatkâr
olanlardır- mağfiret eder. Azaba lâyık olanlardan dilediği kimselere -ki bunlar
da isyankârlardır- azap eder. O dilediğini yapar. Kimse onun hükmünü
kovuşturamaz. O hesabı pek süratli görendir. Haydi artık kendiniz, geçmişleriniz,
kitaplarınız hakkındaki aldatıcı kanaatlerinizden vazgeçiniz, gururunuzu
terkediniz. Bunların size faydası yoktur. Aksine size faydalı olacak olan,
İslâm risaletine imanın bir bölümünü teşkil ettiği sahih iman ile salih
ameldir.
Allah göklerde, yerde
ve ikisinin arasında bulunan her şeyin mutlak maliki, egemeni ve mutlak
mutasarrıfıdır. Bütün yaratıklar onun kuludur. Onun mülkü ve saltanatı
altındadır: "Göklerde ve yerde bulunan herkes mutlaka Rahman (olan
Allah)'a kul olarak gelecektir." (Meryem, 19/93). Yüce Allah'ın gökleri ve
yeri söz konusu ettikten sonra tesniye zamiri kullanarak "ikisi arasındaki
her şeyin" diye buyurması, çoğul zamir kullanmayıp aralarındaki şeylerin
dememesi, iki türe (yani gökleri bir tür, yeri de bir tür olarak değerlendirdiğine)
bir işarettir. Dönüş O'nadır, yani sonunda Allah'ın huzuruna varılacaktır.
Kulları arasında dilediği şekilde hükmünü verecektir. O, asla zulmetmeyen
mutlak âdildir. Bu ise kâfirlere, onları ahirette küfürleri ve batıl iddiaları
dolayısıyla azaplandıracağına dair bir uyarıdır.
"Göklerin ve
yerin mülkü Allah'ındır." buyruğu Hz. Mesih'in ulûhiyyetini iddia eden
Hristiyanlara ve yine hem Hristiyanlara hem de Yahudilere red olmak üzere
tekrarlanmıştır. Çünkü Allah Hz. Mesih'in maliki ve onu helak etmeye kadir
olandır. Göklerin ve yerin Allah'ın mülkiyetinde olduğunun tekrar edilmesi ise
dilediğine mağfiret etmeye dilediğini azaplandırmaya kadir olduğunu açıklamak,
onların Allah nezdinde yakın olma, üstün bir mertebeye sahip olma iddialarını
iptal etmek içindir. Çünkü Allah'a yakın olmanın ölçüsü, iman ve salih ameldir.
Miras yoluyla devralman şeyler yahut kavmî veya unsurî ayrıcalıklar değildir.
Yahudilerin Allah'ın seçilmiş milleti olduğu iddiası doğru değildir ve hiç bir
kavmin, milletin başka bir millete üstünlüğü yoktur.
Daha sonra Yüce Allah
Yahudi ve Hristiyanlara şöylece hitap etmektedir: Kendilerine rasulü,
kendisinden sonra rasul ve peygamber gelmeyecek peygamberlerin sonuncusu
Muhammed (s.a.)'i gönderen O'dur. Hatta onların beraberlerinde bulunanları
doğrulayan ve onların hepsini takip eden O'dur. Kitaplarında size müjdesi
verilen peygamber, peygamberlerinizin geleceğini haber verdiği peygamber,
Muhammed'dir. İşte o peygamber, peygamberlerin ardının arkasının kesildiği bir
dönemde gelmiş, size açıklamalarda bulunmaktadır. Yani vahyin kesilmesi
üzerinden, onun peygamberliği ile Meryem oğlu İsa'nın peygamberliği arasında
uzun bir zaman geçtikten sonra gelmiş ve sizlere ihtiyaç duyduğunuz din ve
dünyanıza dair hükümleri, putperestliğin ifsad ettiği inançları, maddi alanda
aşırılıklarla bozulmuş ahlâkı, muhtevasını boşalttığınız ve yalnızca anlamsız
ve ruhsuz bir takım merasimlere dönüştürmüş olduğunuz ibadetleri açıklamakta;
yine sizlere sizin için içinden çıkılamaz bir hal almış olan dini hususları
beyan etmektedir. Bilindiği gibi Hz. Adem ile Hz. Nuh arasında on asır; Hz. Nuh
ve Hz. İbrahim arasında on asır; Hz. İbrahim ile İmran oğlu Hz. Mûsâ arasında
on asır geçmiştir. Bir asır ise yüz yıldır. Hz. Mûsâ ile Hz. İsâ arasında ise 1700 yıl vardır. Hz. İsa'nın doğumu ile
Hz. Mu-hammed (s.a.)'in doğumu arasında ise 569 yıl geçmiştir.
"Bize bir müjdeci
de gelmedi, bir uyarıcı da gelmedi demeyesiniz." Siz böyle bir delil ileri
sürüp böyle bir söz söylemeyesiniz diye. Ey dinlerini değiştirip tahrifata
uğratanlar! Bize hayır ile müjdeleyen, kötülükten korkutan bir rasul gelmedi
mi diyorsunuz? İşte size müjdeleyen ve uyaran bir peygamber gelmiştir.
Kendisine itaat edenleri cennet ile müjdeliyor. Kendisine itaat eden kimse ise
Allah'a iman eden, emrolunduğu şeyleri yerine getiren ve onun
yasakladıklarından uzak duran kimsedir. Kendisine isyan eden, Allah'ın emrine
muhalefet edenleri de cehennemle korkutuyor. Yani sizlere Muhammed (s.a.)
gelmiş bulunmaktadır.
'Ye Allah her şeye
Kâdir'dir." Taberî şöyle der: Bunun anlamı şudur: Ben sana isyan edeni
cezalandırmaya, bana itaat edeni mükafatlandırmaya kadirim
[76] Yüce
Allah'ın kudretinin belgelerinden birisi de peygamberi Muhammed (s.a.)'e
yardım etmiş olması, dünyada onun kelimesini ahirette de mevkisi-ni yükseltmiş
bulunmasıdır.
[77]
"Andolsun ki...
kâfir olmuşlardır." diye başlayan birinci ayet-i kerime, "Allah
Meryem oğlu Mesih'in kendisidir." diyen, yani ona ibadet eden
Hristiyanla-rın bu sözleri söylemekle kâfir olduklarını ispatlamaktadır. Allah
kendilerine şunu bildirmektedir: Eğer Mesih ilâh olsaydı kendisine yahut da
başkasına isabet eden belâlaları, zararları önleyebilirdi. Halbuki Allah onun
annesini öldürdü, o annesinden ölümü uzaklaştıramadı. Yine Allah onu da helak
edecek olsa, bunu ondan geri çevirecek yahut savacak kimdir? Mesih de onun
annesi de yaratılmıştır, sınırlıdırlar ve her şeyleriyle münhasırdırlar.
Sınırlı ve sonlu olmakla çevrelenen bir varlık ise ilâh olamaz. Göklerin ve
yerin, ikisi arasında bulunan iki tür ve sınıfın mutlak maliki Allah'tır. O
dilediğini yaratır: İsa'yı bir anneden ve babasız olarak kullarına bir mucize
olmak üzere yarattığı gibi. Allah her şeye Kadir olandır.
"Yahudiler ve
Hristiyanlar dediler ki..." diye başlayan ikinci ayet-i kerime ise, Yahudi
ve Hristiyanlarm Allah nezdinde değerli olduklarını ve onların ayrıcalık
iddialarını iptal etmekte, Allah'ın oğulları ve sevgilileri oldukları iddiasını
çürütmektedir. Şayet onların bu iddiaları doğru ise Allah ne diye dünyada
onları azaplandırdı, bozguna uğrattı, yurtlan tahrip edildi, yıkıldı, yerlerinden
sürüldüler? Küfür ve masiyetleri sebebiyle de cehennem azabı hazırlanmıştır
onlara. O halde onlar Allah'ın çocukları da değildir, sevgilileri de. Çünkü
seven sevdiğine azap etmez. Sizler ise aranızdan isyan edenlerin azaba uğratıldıklarını
kabul ediyorsunuz. İşte bu sizin yalan söylediğinizin delilidir.
Gerçekteyse onlar
diğer insanlar gibidirler. İtaat ve masiyet dolayısıyla Allah onları hesaba
çekecektir.
Üçüncü ayet-i kerime
olan: "Ey Kitap Ehli! Peygamberlerin... size peygamberimiz
gelmiştir." ayeti de Peygamber (s.a.)'in ebedî kurtuluş ve mutluluk alanındaki
açıklama (tebliğ) görev ve fonksiyonunu izah etmektedir. Bu mutluluk ve
kurtuluşu ise iman ve salih amele bağlamaktadır. Cennet, hayata dair hükümlerini,
toplum için öngördüğü yasalarını kabul etmek hususlarında Allah'a ve rasulüne
itaat edenlere; cehennem ise bu hususlarda Allah'a ve rasulüne isyan
edenleredir. Onun bu peygamberi göndermesinin sebebi ise, sizlerin: "Bize
bir müjdeleyici ve bir uyarıcı gelmedi!" dememeniz içindir. Hz. İsa'nın
doğumu ile Peygamberimiz (s.a.) arasında 569 yıl geçmişti.
[78]
20- Hani Mûsâ kavmine
demişti ki: "Kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani
sizden peygamberler göndermiş ve sizi hükümdarlar yapmıştı. Dünyada kimselere
vermediğini size vermişti.
21- "Kavmim!
Allah'ın size yazdığı mukaddes arza girin ve arkanıza dönmeyin, yoksa hüsrana
uğrayanlar olursunuz."
22- Demişlerdi ki:
"Ey Mûsâ! Orada gerçekten zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz
oraya girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de gireriz."
23- Korkanlar arasında
bulunanlardan Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki adam demişlerdi ki:
"Onların üstlerine kapıdan yürüyün, oraya girerseniz muhakkak siz
galiplersiniz ve şayet mü-minlerseniz, Allah'a dayanıp güvenin."
24- Demişlerdi ki:
"Ey Mûsâ, onlar orada oldukça ebediyyen oraya girmeyiz. Git, sen ve
Rabbin savaşın, biz burada oturanlarız.''
25- Demişti ki: "Rabbim, ben ancak kendime
ve kardeşime sahibim. Artık bizim aramızla fasıklar topluluğunun arasını
ayır."
26- Buyurdu ki:
"Orası onlara haram edildi. Kırk yıl süreyle... Yeryüzünde şaşkın
dolaşacaklar. Artık sen fasıklar güruhu için tasalanma."
"Rabbim, ben
ancak kendime ve kardeşime sahibim." buyruğunun şu takdirî ifadede olması
da muhtemeldir: Rabbim ben ancak kendime sahibim, kardeşim de ancak kendisine
sahiptir...
[79]
"Sizi hükümdarlar
yapmıştı." buyruğu beliğ bir teşbihtir. Yani rahat yaşayış, huzur
bakımından sizi hükümdarlar gibi kılmıştı. Burada benzetme edatı ile benzetme
yönü hazfedilmiştir.
"Allah'ın
kendilerine nimet verdiği iki adam" cümlesi, Allah'ın salihlere olan
lütfunun beyanı için bir ara cümlesidir.
[80]
"Hani sizden
peygamberler göndermiş ve sizi hükümdarlar yapmıştı." Bizzat kendi kendinizin
hakimi, kendi mallarınızın, kendi çoluk çocuğunuzun hakimi, hür kimselerdiniz.
Bundan önce ise Kıptilerin hakimiyeti altında idiniz. Bu halden kurtulup
hizmetçileriniz oldu, güç ve imkâna sahip kılındınız. "Dünyada kimselere
vermediğini size vermişti." Men, selva, denizin yarılması ve başka
şeyleri. "Allah'ın size yazdığı", yani girmenizi emrettiği
"mukaddes" tertemiz "arza", Şam topraklarına "girin
ve arkanıza" düşman korkusuyla geri "dönmeyin" bozguna
uğramayın. "Yoksa hüsrana uğrayanlardan" yaptıklarından zarar
görenlerden "olursunuz."
"Korkanlar
arasında bulunanlardan" Allah'ın emrine muhalefet etmekten korkan
"Allah'ın kendilerine nimet verdiği", kendilerini korumak suretiyle
ni-metlendirdiği "iki kişi." Bunlar ise Yûşâ ile Kalib adındaki iki
kişi olup Hz. Musa'nın o zorbaların durumlarını anlamak üzere göndermiş olduğu
on iki na-kipten idiler. Bu iki kişi diğer nakiblerden farklı olarak
gördüklerini Hz. Mûsâ dışında diğerlerinden gizlemişlerdi. Diğer nakipler ise
işin iç yüzünü açıklamışlardı. O bakımdan kavimleri korkmuştu.
"Onların
üstlerine kapıdan yürüyün." Şehrin kapısından girin, onlardan korkmayın,
çünkü onlar kalpsiz cesetler gibidirler. "Oraya girerseniz muhakkak siz
galiplersiniz." Onlar bu sözleri Allah'ın yardımına, onun sözünü gerçekleştireceğine
inanarak söylemişlerdi.
"Demişlerdi ki:
...biz burada oturanlarız." savaşmayacağız, burada kalacağız. Bunun
üzerine Hz. Mûsâ: "demişti ki! Rabbim ben ancak kendime ve kardeşime
sahibim." Başka kimseye sözüm geçmez ki, onları itaate mecbur kılayım.
"Artık bizim aramızla fasıklar topluluğunun arasını ayır. "Ayırdedici
hüküm ver. "Orası" yani Arz-ı Mukaddes, "onlara kırk yıl haram
edildi" Oraya
lemeyecekler.
[81]
"Hani Mûsâ
kavmine demişti ki" buyruğunun başındaki "vâv" harfi atıf
edatıdır. Bu, Yüce Allah'ın: "Andolsun ki, Allah İsraiiloğulları'ndan söz
almıştı..." (Mâide, 5/12) buyruğuna muttasıldır. Şöyle denilmiş gibidir:
Allah onlardan söz almış ve Mûsâ (a.s.) kendilerine Yüce Allah'ın nimetlerini
hatırlatarak zorbalarla savaşmalarını
emretmişti de onlar söyledikleri sözlerle daha önce verdikleri sözlerine
muhalefet ettiler. Aynı zamanda zorbalarla savaşmak hususunda da Hz. Musa'ya
davranışlarıyla muhalefet ettiler.
Yüce Allah, Muhammed
(s.a.)'in peygamberliğinin doğruluğuna dair delili ortaya koyup bu hususta
Kitap Ehli ile münakaşa ettikten sonra, Yahudilerin inatlarını ortaya koyan
iki hususu bizlere hatırlatmaktadır. Bunlardan birisi onların Allah'ın,
üzerlerindeki pek çok nimetlerini inkâr etmeleri; ikincisi ise Filistin
topraklarına girip zorbalarla savaşma hususunda Hz. Musa'nın emirlerine karşı
gelmeleridir. Bunların anlatılmasının hikmetlerinden birisi de bunun Resulullah
(s.a.)'a bir teselli olması ve ona onların haktan yüz çevirip onu engellemelerinin
kendilerinde köklü bir huy halinde olduğunun öğre-tilmesidir.
[82]
Yüce Allah, bize
kelimi İmrân oğlu Mûsâ (a.s.)'nm kavmine Allah'ın nimetlerini hatırlatmasını
haber vermektedir. Hz. Mûsâ onlara eğer doğru yol üzerinde yürüyecek olurlarsa Allah'ın
kendilerine dünya ve ahiret hayrını birlikte vereceğini söylemişti. Yüce Allah
burada şöyle buyurmaktadır: Ey Muhammed! Sen İsrailoğullarma ve senin
davetinin ulaşacağı diğer insanlara şunu hatırlat: Hani bir zamanlar Mûsâ
kavmine onları Firavun'un ve onun kavminin zulmünden kurtardıktan sonra şu üç
nimeti hatırlatmıştı:
1- Atanız
İbrahim'den itibaren -sonuncuları İsa (a.s.)'ya kadar- aranızda peygamberlerin
ardı arkasına gönderilmiş olması nimetini hatırlayın. Sonra Yüce Allah
İbrahim'in oğlu İsmail'in soyundan gelen peygamberlerin sonuncusuna vahiy
gönderdi. İsrailoğulları ise Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İshak'ın oğlu Hz.
Ya'kub'un soyundandırlar. Hz. Musa'dan sonra kendilerine gelen bütün
peygamberler Tevrat ile hüküm veriyorlardı.
Bilindiği gibi
peygamberlik (nübüvvet), Yüce Allah'tan gelen vahiy yahut ilham ile gelecekte
meydana gelecek gaybî bir takım hususları haber vermek demektir. Özetle,
İsrailoğulları'nda gönderildiği kadar hiç bir ümmete peygamber gönderilmiş
değildir.
2- Ayrıca o
sizi hükümdarlar yaptı. Yani daha önce Kıptîlerin elinde, onların mülkiyetinde
iken sizleri özgürlüğünüze kavuşturdu. Allah sizi kurtardı. Sizin
kurtarılmanıza da "mülk=hükümdarlık" adını verdi. Melik, evi ve
hizmetçisi olan kimseye denir. Bir diğer görüşe göre melik (hükümdar), çalışma
külfetine ve zorluklara katlanmaya gerek duymayacak kadar malı ve serveti olan
kimse demektir. Özetle onlar hür kimselerdi. Kendilerine yetecek kadar eş,
hizmetçi ve evleri vardı. Buna delil ise Ebu Davud'un Ebu Said el-Hudrî'den Hz.
Peygambere merfu olarak rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir:
"İsrailoğulların-dan herhangi birisinin hizmetçisi, bineği ve hanımı oldu
mu o melik diye yazılırdı." Yine Ebu Davud, Zeyd b. Eslem'den şöyle
dediğini rivayet etmektedir: "Evi ve hizmetçisi olan kişi meliktir."
Günümüzün örfü de bunu teyit etmektedir. Hizmetçisi bulunan, evine sahip ve
rahat geçinen kimseye: "Zamanın hükümdarı, meliki" adı
verilmektedir.
3- Onlara
dünyalardan (âlemlerden), yani kendi çağdaşları olan âlemlerden kimseye vermediği
denizin yarılması, düşmanlarının suda boğulması, bu-VatV-öL
^\çe.\exvd\t\bxvelet\ metv ve selvanın üzerlerine indirilmesi ve buna benzer
çok büyük şeyler vermişti.
Daha sonra Hz. Mûsâ,
Filistin'e girerek düşmanlarla cihat etmelerini emredip şöyle dedi: Kavmim!
Arz-ı Mukaddes'e (temiz topraklara), yani Beytulmakdis yahut Filistin
topraklarına -orayı mülk edinmek için değil de- orada yerleşmek için giriniz.
Çünkü Beytulmakdis peygamberlerin karar yeri, müminlerin meskenidir.
"Allah'ın size yazdığı yere" Allah'ın sizin için kısmet kılıp
belirlediği yere. Allah Hz. İbrahim'e o mukaddes topraklarda yerleşme hakkını
verme vaadinde bulunmuştu. Yoksa onlara mülk olmak anlamında değil. Çünkü böyle
bir şey vakıaya muhalif olurdu. Yahudilerin bu vaadden onların mutlaka bu mülk
edindikleri yerlere döneceklerine dair bir sonuç çıkarmaları doğru değildir.
Çünkü Yüce Allah, hemen ondan sonra: "Orası onlara kırk yıl haram
edildi..." buyurmaktadır. İbni Abbas şöyle der: O topraklar onlara
önceleri hibe edildi, sonra uğursuzlukları ve isyankârlıkları sebebiyle haram
kılındı. Diğer taraftan Yüce Allah'ın: "Allah'ın size yazdığı"
buyruğundaki bu "yaziŞ" itaat kaydı şartına bağlıdır.' Bu şart yerine
getirilmediğinden dolayı vaad de söz konusu olmaz.
"Arkanıza dönmeyin,
yoksa hüsrana uğrayanlar olursunuz." Zorbalardan korkarak geri dönmeyin.
Arkanızı dönüp kaçmayın, cihattan yüz çevirmeyin. Öyle yapacak olursanız dünya
ve ahiret mükâfaatmı kaybeden, ziyana uğrayanlar olursunuz.
Bundan maksadın, doğru
dinden dönüp Mûsâ (a.s.)'nın peygamberliğinden şüphe etmeye, putperestliğe ve
yeryüzünde fesada dönmek olduğu da söylenmiştir.
Hz. Mûsâ'nm Arz-ı
Mukaddeste durumu araştırmak için göndermiş olduğu nakipler geri dönüp şöyle
dediler: Orada zorba bir topluluk vardır. Yani insanları istediklerine mecbur
eden, boylu poslu, eşkiya tipinde kimseler vardır (Bunlar Kenanlılardandılar.).
İşte o kimseler oradan çıkmadıkları sürece biz ebediyyen oraya girmeyiz. Şayet
oradan çıkacak olurlarsa biz de oraya gireriz. Onlar bu sözleri Yüce Allah'ın
şu buyruğunda olduğu gibi çıkmalarım çok uzak bir ihtimal görerek
söylemişlerdi: "Ve onlar deve iğne deliğinden girmedikçe cennete giremezler."
(A'râf, 7/40). Bunların oraya girmeyi kabul etmediklerine ve tertemiz Filistin
topraklarından hiç bir şeyi hak etmediklerine bir başka delildir.
Yüce Allah'tan korkan
ve Allah'ın kendilerine hidayet, iman, itaat, razı olacağı şeylere
muvaffakiyet, Allah'ın yardımına güven gibi nimetler vermiş olduğu Hz.
Musa'nın kavmine mensub Yûşâ' b. Nûn ile Kâlib b. Yûfenna adlı, Allah'tan
korkan nakipler dediler ki: Bunların üzerine şehrin kapısından girin. Siz bunu
yaptığınız takdirde Allah sizi zafere kavuşturacak, askerleriyle sizin
yardımınıza koşacak ve siz galipler olacaksınız.
Eğer siz Allah'a
tevekkül eder, onun emrine tabi olur, rasulüne muvafakat ederseniz o da
düşmanlarınıza karşı size yardımcı olur. Sizi destekler, Allah'ın sizin için
yazmış olduğu beldeye girersiniz. Esasen Allah'a tevekkül etmek, müminlerin
niteliklerindendir.
Bununla birlikte
Yahudiler tekrar şehre girişi reddettiler, inat ve isyanda ısrar ettiler. Bu
iki salih kimsenin onlara verdikleri öğüdün hiç bir faydası olmadı. "Ey
Mûsâ!" dediler, "Onlar orada bulundukları sürece ebediyyen biz de o
şehre girmeyiz." "Ebediyyen" diyerek uzun zaman boyunca bu
girmeyişlerini tekit ettiler. Ayrıca: "Onlar orada oldukça" ifadesi
de bu ebediyyen giremeyişi beyan etmektedir. O halde artık sen ve sana
Mısır'dan çıkıp buralara kadar gelmeyi, cihatı emreden Rabbinle birlikte
gidiniz, o zorbalarla sizler savaşınız, biz de cihada gelmeyip burada oturup
bekleyeceğiz.
Bu ise Hz. Musa'ya
karşı alabildiğine büyük bir had bilmezlik, ona karşı büyük bir saygısızlıktı.
Hz. Mûsâ kızgın,
üzüntülü, kederli, şikâyet ve teessürünü Yüce Allah'a ar-zeden, kavminin
isyanından özür beyan eden bir üslûpla: "Rabbim, ben ancak kendime ve
kardeşime sahibim." dedi. Yani bunlardan kimse bana itaat etmiyor. Davet
ettiğim şeye olumlu cevap vermiyorlar. Bu işi benden ve kardeşim Harun'dan
başkası yapmıyor. Bu ifade ayrıca itaat edeceklerin sayılarının az olduğu bu
vaziyette Yûşâ ve Kâlib'in de sebat göstereceklerine güven duymadığını ima
etmektedir.
"Artık Rabbim
benimle şu itaatinin dışında çıkan fasıklar arasında hükmünü ver, aramızı
ayır, hak ettiğimiz hükmünü ver, onlar hakkında da hak ettikleri hükmü
ver." Bu onlara beddua anlamındadır. Bundan dolayı hemen akabinde:
"Orası onlara kırk yıl haram edildi." buyruğu sebebin bir çeşit
sonucu olarak zikredilmiş olmaktadır.
Bu duanın anlamının
şöyle olması da mümkündür: "Bizimle onların arasını uzaklaştır, bizi
onlarla birlikte olmaktan kurtar." Yüce Allah'ın: "Ve beni zalimler
topluluğundan kurtar." (Tahrîm, 66/11) buyruğunda olduğu gibi.
Yüce Allah, cihattan
yüz çevirdikleri vakit Hz. Musa'nın onlara beddua etmesi üzerine şöyle buyurdu:"Orası
onlara kırk yıl haram edildi. Yeryüzünde şaşkın dolaşacaklar." Yani kırk
yıl süreyle Arz-ı Mukaddes'e girişleri onlara yasak kılındı ve kupkuru bir
çölde şaşkın şaşkın dolaşıp durdular. Yani yolun nerede olduğunu bilmeksizin
yol alıp durdular.
Tih, "dağ arası
geçit yahut geniş çöllük ya da kişinin yolunu kaybettiği düz yer"
demektir. Onlar bu süre zarfında nereye gideceklerini bilemiyorlardı. Rivayet
olunduğuna göre kırk yıl süreyle altı fersahlık bir mesafe içinde kalıp durdular.
(İbni Abbas ise dokuz fersah olduğunu söylemektedir). Her gün tam bir gayretle
yol alıyorlar, nihayet gayretleri, çabaları bitip yol almaktan usanıp akşam
olunca yola koyuldukları yerde olduklarını görüveriyorlardı. Umumiyetle geceleyin
yol alıyorlar, kimi zaman da yola gündüz devam ediyorlardı. Geceleyin önlerini
aydınlatan direk şeklinde bir ışık duruyordu. Gündüzün de güneşin sıcağından
onları bulut gölgelendiriyor, üzerlerine Men ve Selva iniyordu. Nihayet bu,
yirmi yaşına kadar olanlar dışında hepsi ölüp gidene kadar böylece devam etti.
Rivayete göre altı yüz
bin kişi idiler. Hz. Hârûn Tîh'de vefat etti. Hz. Mûsâ da bir yıl sonra orada
vefat etti. Tîh'deki bu durum Hz. Mûsâ ile Hz. Harun'a bir rahmet, diğerleri
için bir azaptı. Hz. Mûsâ Rabbinden kendisini Arz-ı Mu-kaddes'e bir taş
atımlığı bir mesafeye kadar yaklaştırmasını dilemişti, Allah da onun bu duasını
kabul ederek onu yaklaştırmıştı.
Hz.Yûşâ, kırk yaşından
sonra peygamber oldu, zorbalarla savaşmakla em-rolündü. O da beraberinde
kalanlarla zorbaların üzerine yürüdü, onlarla savaştı. Savaştığı gün Cuma
günüydü. Onlarla savaşı bitirinceye kadar güneş onun için bir süre durduruldu.
İmam Ahmed Müsned'inde şöyle bir hadis rivayet etmektedir: "Güneş Yûşâ
dışında hiç bir kimse için alıkonulmuş değildir. O âa bunun Beytülmakdise doğru
yürüdüğü günlere rastlar."
Bundan sonra Yüce
Allah'ın kelâmı, Hz. Musa'ya kavminin başına gelenlerden dolayı bir teselli
mahiyetindedir: "Artık sen fasıklar güruhu için tasalanma", yani
emrine karşı gelen o topluluklar için haklarında verdiğim hükümden dolayı
üzülme. Çünkü onlar bunu hak etmişlerdi.
Zemahşerî ve başkaları
şöyle bir soru ortaya atmaktadır: Yüce Allah'ın: "Orası onlara kırk yıl
haram edildi" buyruğu ile: "Allah'ın size yazdığı Mukaddes Arz'a
girin" buyruğunu bir arada nasıl anlayabiliriz? Bu soruya iki şekilde
cevap verirler:
Birincisine göre;
burada Allah'ın yazdığı arzın ora halkıyla cihat etme şartına bağlı olarak
yazılmş olmasıdır. Onlar cihat etmeyi kabul etmeyince: "Orası onlara kırk
yıl haram edildi." buyuruldu.
İkincisi bu arazi
onlara kırk yıl süreyle haram kılınacak, fakat bu kırk yıl geçtikten sonra
onlar için yazılan şey gerçekleşecek.[83]
Bu kıssa Yahudilerin
azarlanmalarını onların çirkinliklerini açıklanmasını, Allah'a ve rasulüne
muhalefetlerini, her birisinin emrolundukları cihat emrine itaatten yüz
çevirişlerini, böylelikle düşmanlara karşı savaşamayacak şekilde ruhî zaaf
gösterişlerini ihtiva etmektedir. Oysa onlarla beraber Allah'ın kelîmi Hz. Mûsâ
vardı. Onlara düşmanlarına karşı yardım ve zaferi vaadedi-yordu. Onlar Allah'ın
düşmanı olan Firavun'u askerleri ile birlikte, gözlerinin aydın olması için
sularda boğmasını görmüş olmalarına rağmen böyle davrandılar.
Bu Yahudilerin
geçmişleri Hz. Musa'ya karşı durup isyan ettikleri gibi, işte onların
torunları da Muhammed (s.a.)'e karşı direnmektedirler. İşte bu, onun için bir
tesellidir.
Bu anlatılanlar
Yahudilerin çirkin karakterlerine, Yüce Allah'ın emirlerine aşın
muhalefetlerine delâlet etmektedir. Hz. Musa'nın onlara Allah'ın üzerlerindeki
pek çok nimeti hatırlatmış olmasına rağmen onlar böyle davrandılar. Bu
nimetlerin en önemlisi ise şu üçüdür:
1-
İsrailoğulları arasına pek çok peygamberin gönderilmesi,
2-
Hükümdarlar kılınmaları, yani kendi işlerinin sahiplerinin kendileri olması;
bu konuda kimsenin onları tahakkümleri altına alamaması. Halbuki bundan önce
Firavun'un mülkiyeti tahakkümü altındaydılar. Allah onları kurtardı,
düşmanlarını ise suda boğdu.
3-
Çağdaşları olan âlemlerden hiç bir kimseye vermemiş olduğu şeyleri onlara
vermiş olması.
Hz. Mûsâ onlara
Filistin'de bulunan zorba Kenanlı düşmanlarıyla cihat etmelerini, Arz-ı
Mukaddes'e girmelerini emretmişti. Onlar ise karşı geldiler, dönmeyi kabul
etmediler. Oysa nakiplerden salih iki kişi (Yûşâ ile Kâli) onlara zafer,
galibiyet ve fetih müjdesini vermiş ve şöyle demişlerdi: Bunların bedenen iri
ve cüsseli olmaları sizleri dehşete düşürmesin. Kalpleri sizin korkunuzla dolup
taşmaktadır. Evet! Bedenen iri yarıdırlar, fakat kalpleri güçsüz ve zayıftır.
Yahudiler Allah'a
karşı inat ve aşırılıklarını sürdürdüler. Arz-ı Mukaddes'e girmeyi kabul
etmediler, buna karşılık Hz. Musa'ya: "Git, sen ve Rabbin savaşın, biz
burada oturanlarız." dediler. Bu ise bir küfürdü. Çünkü Hz. Mûsâ'nın
risaletinde şüpheye düşmüşlerdi. Hz. Mûsâ onlara beddua etti, kendisiyle onlar
arasında hükmün verilmesini istedi. Allah duasını kabul buyurdu. Onları kırk
yıl süreyle Tîh'te kalmakla cezalandırdı. Hz. Mûsâ ile Hz. Hârûn Tîh'te vefat
etti. Müslim, Sahih 'inde Ebû Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Ölüm meleği Mûsâ (a.s.)'ya gönderildi. Melek Hz. Musa'ya gelince, Hz.
Mûsâ ona bir tokat indirdi, gözünü çıkardı. Melek, Rabbine geri döndü ve şöyle
dedi: "Ölmek istemeyen bir kula beni gönderdin." Allah gözünü yerine
iade etti ve dedi ki: "Yanma dön ve ona de ki: Elini bir öküzün sırtına
koysun. Elinin örttüğü her bir kıla- karşılık ona bir yıllık ömür
veriyorum." Bu sefer (Mûsâ): "Peki, Rabbim bundan sonra ne
olacak?" diye sorunca: "Sonra yine ölüm" buyurdu. Bu sefer Mûsâ
"O halde şimdi (öleyim)" dedi. Sonra Mûsâ Allah'tan kendisini Arz-ı
Mukaddes'e bir taş atımlık mesafeye kadar yaklaştırmasını diledi. Resulullah
(s.a.) buyurdu ki: "Eğer orada olsaydım, hiç şüphesiz kırmızı kum
tepeciğinin altında ve yolun kenarındaki kabrini size gösterirdim."
Hz. Musa'nın meleğe bu
yaptığı onu tanıyamayışından ve kendisinden izinsiz, kötü niyetle evine giren
bir adam zannetmesindendi. Hz. Musa bu yüzden kendisini savunmak amacıyla onun
gözüne bir tokat indirip gözünü çıkarmıştı.
İtaate karşı direnen
İsrailoğulları'na ilâhî ceza, onların tasfiye edilmesi ve toplumun bünyesini
yenilemesi şeklinde olmuş, sonunda sorumlulukları yüklenebilecek genç bir
nesil ortaya çıkmıştı. Bunlar cihada ehil, zorbalara karşı direnebilecek
türden kimselerdi. Böylelikle Allah da onları mirasçı önderler kıldı.
[84]
27- Bir de onlara
Adem'in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat. Hani ikisi birer kurban
sunmuşlardı da birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. O:
"Andolsun seni öldüreceğim!" deyince (kardeşi): "Allah ancak
muttakîlerden kabul eder." demişti.
28- "Beni
öldürmek için bana elini uzatırsan, andolsun ben seni öldürmek için elimi sana
uzatmam. Muhakkak ki, ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.
29- Dilerim ki, sen
benim günahımı da kendi günahını da yüklenerek cehennemliklerden olasın.
Zalimlerin cezası da budur."
30- Bunun üzerine
nefsi kendisine kardeşini öldürmeyi güzel gösterdi ve onu öldürdü de hüsrana
uğrayanlardan oldu.
31- Sonra Allah
kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek için ona yeri eşeleyen bir karga
gönderdi. "Yazıklar olsun bana! Bu karga gibi olmaktan aciz kaldım da
kardeşimin ölüsünü örtemedim." dedi. Artık o pişmanlık duyanlardan
olmuştu.
32- Bundan dolayı
İsrailoğulları'nın üzerine şunu yazdık: "Kim bir kimseyi bir kimseye veya
yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan öldürürse, bütün insanları öldürmüş
gibi olur. Kim de onu diri bırakırsa sanki bütün insanları diriltmiş
gibidir." Andolsun ki, onlara peygamberlerimiz apaçık delillerle
geldiler, bundan sonra da onlardan bir çoğu gerçekten yeryüzünde taşkınlık
edenlerdir.
"Öldürürse...
diri bırakırsa" kelimeleri arasında tıbâk vardır.
"Kim de onu diri
bırakırsa" buyruğunda istiare vardır, onu hayatta bırakırsa demektir.
Çünkü gerçek anlamıyla bir kişiyi diriltmek, yalnızca Yüce Allah'ın kudretinde
olan bir şeydir.
"Elini bana
uzatırsan... ben elimi sana uzatmam." buyrukları arasında da olumsuz yönde
tıbâk vardır.
[85]
Ey Muhammed! "Bir
de onlara" kavmine "Âdem'in iki oğlunun" Habü ile Kabil'in
"kıssasını doğru olarak anlat. Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı"
Kurban, kendisi ile Allah'a yaklaşılan kesilecek hayvan ve başka şeylerdir. Asıl
itibariyle kelime masdardır. Tekil olması ile çoğul olması arasında fark
yoktur. Habil'in sunduğu kurban koç, Kabil'inki ise ekinden ibaretti, "da
birininki kabul edilmiş" Kurbanı kabul edilen Habü'di. Bu da gökten inen
bir ateşin onun kurbanını yemesi suretiyle olmuştu, "diğerininki kabul
edilmemişti." Bu da Kabil'di. Bundan dolayı öfkelenmiş, Âdem hacca
gidinceye kadar kıskançlığını içinde saklı tutmuştu.
"...elini bana
uzatırsan andolsun..." Sen beni öldürmek için bana elini uzatacak olsan
bile andolsun ki "ben... elimi sana uzatmam".
"Dilerim ki sen
benim günahımı da... yüklenip", günaha denk düşecek bir ceza ile dönüp
böyle bir cezaya uğrayıp "cehennemliklerden olasın." "Bunun
üzerine nefsi kendisine kardeşini öldürmeyi güzel gösterdi." Güzel
gösterip bu işe teşvik etti, onu öldürmek suretiyle "hüsrana uğrayanlardan
oldu." Ve öldürdüğü kardeşini ne yapacağını bilemedi. Çünkü yeryüzünde
Âdemoğullarm-dan ölen ilk kişi o oluyordu. Kardeşini sırtına koyup taşımaya
koyuldu. "Sonra Allah kardeşinin ölüsünü..." Burada (ölü anlamına
kullanılan:) "sev'e" kelimesi, "açığa çıkması kişinin hoşuna
gitmeyen şey" demektir. Avret anlamındadır. Burada kasıt ölmüş cesettir,
"nasıl gömeceğini" onu nasıl örteceğini "göstermek için
ona" gagasıyla ve ayaklarıyla "yeri" toprağı, "eşeleyen"
ve onu beraberinde bulunan ölmüş diğer karga üzerine saçan "bir karga
gönderdi." Bu karga öbür kargayı toprakla örtünceye kadar bu işe devam
etti. "Yazıklar olsun bana" Benim bu işim ne kadar büyük bir musibet,
ne kadar büyük bir rezalettir! Yani benim yaptığım bu rezilce davranışın
görülmesi halinde vay başıma geleceklere! Benim bu durumum ne kadar da kötü!
"dedi."
"Bundan
dolayı", yani Kabil'in yaptığı bu iş sebebiyle. "İsrailoğulları'nın
üzerine şunu yazdık: Kim bir kimseyi... yeryüzünde bozgunculuğa karşılık olmadan"
yani küfür, zina, yol kesme yahut buna benzer işlenen herhangi bir suç
karşılığı olmaksızın "öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur."
"Kim de onu diri bırakırsa" onu öldürmekten uzak durursa "sanki
bütün insanları diriltmiş gibidir" "Onlardan bir çoğu taşkınlık
edenlerdir." Küfür, öldürmek ve buna benzer bir işle haddi, sınırı
aşanlardır. İsraf mutedil sınırdan uzak durmak demektir.
[86]
Yüce Allah bu kıssayı
kin, kıskançlık ve egoizmin etkisini açıklamak üzere irad etmekte, bu hallerin
kişiyi bir çok tehlike, helak ve çirkinliklere götüreceğini anlatmaktadır. Bu
kin ve kıskançlık iki kardeşi birleştiren kardeşlik bağını ortadan kaldırmış,
kan dökülmesi sonucuna götürmüştür. Bunun örnekleri pek çoktur. Yüce Allah
Yahudilerin Peygamber (s.a.)'e olan kıskançlıklarının, onu arkadaşlarıyla
birlikte öldürme kararını verecek noktaya kadar geldiğini zikrettikten sonra,
burada da bir kardeşin bir diğer kardeşini kıskanmasını ifade eden Adem'in iki
oğlunun kıssasını zikretmektedir. Dolayısıyla bu ayetlerin önceki ayetlerle
ilişki yolu, Yahudilerin zulmünün, onların sözlerini ve ahit-lerini
bozmalarının Hz. Âdem'in bir oğlunun diğer kardeşine zulmünü andırdığına
dikkati çekmektedir.
[87]
Yüce Allah Kabil ve
Habil diye bilinen Hz. Adem'in iki oğlunun kıssasında kıskançlığın kötü
sonucunu haber vermekte, (Kabil'in) diğer kardeşini kıskanarak, ona haksızlık
ederek nasıl öldürdüğünü bildirmektedir. Bu kıskançlığın sebebi ise Allah'ın
kardeşine vermiş olduğu nimet ve, ihlâsla Allah'a takdim ettiği kurbanının
kabul edilmesiydi. Öldürülen, ilâhî mağfirete nail oldu, cennete girmek
nimetine erdi. Katil ise dünyada da ahirette de büyük zararla karşılaştı. Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: Oku ey Muhammed ve anlat! Şu maymun ve domuzların
torunları olan, şu haddi aşan kıskanç Yahudilere ve benzerlerine Adem'in iki
oğlunun haberini anlat.(Bunlar selef ve haleften bir grubun görüşüne göre
Kabil ve Habil adındaydılar.) İşte sen bunu onlara hak olarak oku. Yani yalanı,
vehmi, fazlalığı ve eksikliği bulunmayan, açık, gerçek ve doğru beyan ile
anlat. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz
ki bu, gerçeğin anlatılmasıdır." (Al-i İmrân, 3/62); "Biz sana
onların haberlerini hak ile okuyoruz." (Kehf, 18/13); "İşte Meryem
oğlu İsa, hak söze göre budur." (Meryem, 19/34).
Kıssanın sebebine
gelince: Yüce Allah, Hz. Âdem'e durumun zorunlu kılması sebebiyle kendi kız
çocuklarını erkek çocuklarıyla evlendirmeyi meşru kılmıştı. Hz. Adem'in
hanımından her bir batında biri erkek, biri dişi olmak üzere ikiz çocuğu
oluyordu. Bir batnın kız çocuğunu diğer batında doğan erkek çocuğuyla
evlendiriyordu. Habil'in ikizi çirkin, Kabil'inki ise güzeldi. O bakımdan
Kabil bunu kendisi almak istedi. Hz. Adem ise böyle bir şeyi bir kurban
sunmadıkları sürece kabul etmedi. Kimin kurbanı kabul olunursa o kız, onun
olacaktı. Habil'in kurbanı kabul olundu, Kabil'inki kabul olunmadı. Habil'in
sunduğu kurban semiz bir koçtu. Kurbanının kabul edilişinin sebebi ise takvası
ve ihlâsı idi. Kabil'in kurbanı ise kabul olunmadı. Onun sunduğu kurban az
miktarda buğday başağından ibaretti; buna sebep takva ve ihlâsmm azlığı idi.
İbni Abbâs, İbni Ömer
ve diğerlerinden rivayet edildiğine göre kardeşlerden birisi ziraat ile
uğraşıyordu. O sahip olduğu ekinin en kötü ve en bayağısını içinden gelmeye
gelmeye sunmuştu. Diğerinin ise koyunları vardı. Koyunlarının en
değerlilerini, en semiz, en güzel olanını bütün gönül hoşluğu ile kurban
olarak sundu. Bazılarının naklettiklerine göre kabul olunan kurbanı gökten bir
ateş geliyor ve yiyordu. Makbul olmayanı yemezdi. Her iki kardeş babalarıyla
birlikte dağa çıktılar, kurbanlarını bıraktılar. Daha sonra üçü de oturup
kurbanları seyretmeye başladılar. Allah bir ateş gönderdi. Bu ateş kurbanların
üzerine geldi, ateşten bir parça yaklaştı, Habil'in kurbanını alıp götürdü,
Kabil'in kurbanını olduğu gibi bıraktı. Kabil dedi ki: "Ey Habil! Kurbanın
kabul olundu, benimki ise reddolundu. Andolsun ki, seni öldüreceğim."
Habil ise şöyle dedi: "Ben malımın en iyisini kurban olarak sundum; sen
ise malının en kötüsünü kurban olarak sundun. Şüphesiz Allah iyiden başkasını
kabul etmez. Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder." Yani şirkten ve
riya, cimrilik, he-vaya uyma gibi sair masiyetlerden sakınmak suretiyle Allah'ın
cezasından korkanlardan kabul buyurur. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:
"Sevdiğiniz şeylerden infak etmediğiniz sürece birre ulaşamazsınız."
(Âl-i İmrân, 3/92). Resulullah (s.a.) da Müslim'in rivayetine göre:
"Şüphesiz Yüce Allah hoş ve temizdir, o ancak hoş olanı kabul eder."
buyurmaktadır.
Habil bu sözleri
söyleyince Kabil kızdı, bir demir kaldırıp onunla kardeşini vurdu. Habil:
"Yazıklar olsun sana Kabil, sen Allah'ın huzurunda ne yapacaksın? Bu
ameline karşılık seni nasıl cezalandıracaktır!" dedi. Kabil kardeşini öldürdü
ve onu yerdeki bir çukura attı ve üzerine toprakları örtmeye başladı.
Salih insan Habil dedi
ki: "Beni öldürmek için sen bana el uzatacak olsan dahi, bu kötü işine
benzeriyle sana karşılık vermeyeceğim. O takdirde ben de sen de aynı günahı
paylaşmış oluruz." Daha sonra kardeşini öldürmekten uzak durmasının
sebebini de şöylece açıkladı: "Muhakkak ki ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan
korkarım." Yani ben senin yapmak istediğin şeyi yapmam halinde Allah'ın
cezasından, azabından korkarım. O bakımdan sana misliyle mukabele edecek yerde
sabrederim, ecrimi de Allah'tan beklerim. Çünkü cana kastetmek en büyük
günahlardandır. Öldürme suçunu işlemeye kalkışmamanın bu şekilde açıkça ifade
edilmesi Ahmed, Buharî, Müslim ve diğerlerinin rivayet ettikleri şu hadis-i şerifte
varid olan durum ile aynı değildir. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır:
"İki Müslüman kılıçlarıyla karşılaştıkları takdirde katil de maktul de
cehennemdedir." "Ey Allah'ın rasulü!" denildi, "Katili
anladık, maktulün durumu niye böyle?" Hz. Peygamber şöyle buyurdu:
"Çünkü o da arkadaşını öldürmeye haris idi."
Sonra öldürülecek olan
Habil ahiret azabını hatırlatan etkileyici ve oldukça beliğ öğüdünü sürdürdü.
Belki kardeşini kendisini öldürmekten bununla alıkoyabilir diye: "Dilerim
ki, sen benim günahımı da kendi günahını yüklenip..." Beni öldürmek hem
beni öldürme günahını hem de önceki günahlarını taşıyarak cehennemliklerden
olursun. Cehennem ise her zalimin cezasıdır. Ahmed, Ebû Davud ve İbni Hibbân'ın
Ebû Mûsâ el-Eş'arî'den rivayetlerine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur:
"Adem'in iki oğlunun en hayırlı olanı gibi ol."
İşte bundan Habil'in
kardeşine üç hususu hatırlatıp öğüt verdiğini, kendisinin öldürmekten
uzaklaştırıp sakındırmaya çalıştığını görüyoruz: Allah'tan korkmak, hem öldürmek hem de kendisinin günahını
yüklenmek suretiyle iki günahı yüklenmek, hem de kendisini cehennemliklerden ve
zalimlerden olmakla tehdit etmek.
Daha sonra Yüce Allah,
Kabil'in verilen bütün bu öğütlerden etkilenmediğini, isteğinden
vazgeçmediğini haber vermektedir. Nefsi yapacağı işi kendisine güzel
göstermiş, kardeşini öldürmeye teşvik etmiştir. Sonunda kardeşini öldüren
Kabil, dünyada da ahirette de kendisini zarara sokanlardan oluverdi. Böyle bir
günah işlemekten daha büyük zarar ne olabilir ki?
Sonra katil şaşkınlığa
düştü, dünya kendisine dar geldi. Kardeşinin cesedini ne yapacağını bilemedi.
Kendisinden başka bir varlığın karganın tecrübesinden yararlandı. Bu ise onun
ne kadar cahil, ne kadar seviyesiz ve ne kadar bilgisiz olduğunu
göstermektedir.
Allah, kardeş iki
kargayı gönderdi, bu iki karga birbirleriyle kavga ettiler. Biri diğerini
öldürdü, öldüren öldürdüğüne bir çukur kazdı, sonra üzerini toprakla örttü.
Karganın bu durumunu görünce Kabil şöyle dedi: "Vay! Benim karşı karşıya
kaldığım bu rezalet nedir?" Bu, kendisinin azabı hak ettiğini itirafıdır.
Ben böyle bir karga gibi olmaktan dahi aciz oldum ha! Yani ben acizliğim,
zaafım ve bilgisizliğim, bilgi ve davranışım itibarıyla şu kargadan daha mı aşağılardayım?
Daha sonra kardeşini gömdü, cesedini toprakla örttü. Yaptığına pişman oldu. Bu,
yanlışlık yapan herkesin durumudur. Önce günah işler, sonra yaptığına pişman
olur.
Şu kadar var ki,
Resulullah (s.a.)'m: "Pişmanlık bir tövbedir."
[88]
buyruğu ile bilinen bu ilkeye rağmen tövbesi kabul olunmadı. Çünkü onun
pişmanlığı ve tövbesi günahı dolayısıyla, masiyeti dolayısıyla değildi. O
kardeşini öldürdüğünden dolayı pişmanlık duymuştu. Çünkü onu öldürmenin bir
faydasını görmediği gibi annesi, babası ve kardeşleri de bundan ötürü kendisine
kızmışlardı.[89] Bundan dolayı o kötü bir
çığır açanlardan oldu. Kıyamet gününe kadar hem işlediği o günahın hem de ondan
sonra gelecek ve aynı günahı işleyecek herkesin günahını alacaktır. Buhârî ve
Müslim, İbni Mes'ûd (r.a.)'un şöyle dediğini rivayet etmektedirler:
"Zulmen ne kadar kişi öldürülürse mutlaka o öldürenin kanı dolayısıyla
bir pay da Adem'in ilk oğlu üzerine yüklenir; çünkü öldürme yolunu açan ilk
kişi odur."
Bu korkunç cinayet,
iki kardeşten birinin ötekine haksızca ve zalimce yaptığı bu çirkin fiil
sebebiyle ve bu öldürmenin bir sonucu olarak, kısas teşrî edildi ve kısas
hükmü İsrailoğullanna farz kılındı. Çünkü Tevrat öldürmenin haram kılındığı
hükmünün yazılı olduğu ilk kitaptır. Bu hüküm de şöyledir: Her kim bir başkasına
karşılık olmaksızın, yani Yüce Allah'ın: "Ve Biz onlara onda (yani
Tevrat'ta) ve cana karşılık candır... diye yazdık." (Mâide, 5/45) buyruğunda
teşrî buyurduğu kısası gerektiren bir sebep olmaksızın yahut da güven ve huzuru
ihlâl eden -yol kesiciler, hırsızlık çeteleri gibi- yeryüzünde fesat çıkartıp
sebepsiz ve öldürülmeyi gerektirecek bir cinayet işlenmeksizin, yeryüzünde
fesat çıkartma sebebi olmadan öldürecek olursa, bütün insanlığı öldürmüş gibidir.
Çünkü Allah nezdinde canlar arasında bir fark yoktur. Bir cana saldırı bütün
insan topluluğuna saldırı gibidir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Her kim kasten bir mümini öldürürse onun cezası orada ebediyyen kalmak
üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, ona lanet etmiştir. Ona oldukça
büyük bir azap da hazırlamıştır." (Nisa, 4/93).
Her kim de bir canı
hayatta tutarsa, yani onun öldürülmesini haram bulup öldürmekten uzak durursa
bütün insanları hayatta bırakmış gibidir. Bu da onların güvenlerini sağlamak,
huzurlarını bozmamak, rahatsızlıklarını, tedirginliklerini ve endişelerini
gidermek suretiyle olur.
İşte bu, kişinin
canının kendi mülkü olmadığının da delilidir. Bu can, içinde yaşadığı toplumun
malıdır.[90] Buna göre bir kimse
intihar suretiyle dahi olsa herhangi bir cana kastedecek olursa, Kıyamet güni
ide oldukça ağır azabı hak etmiş olur. Hangi sebeple olursa olsun, kim de
herhangi bir canın hayatta kalmasına sebep olursa, bütün insanları hayata
kavuşturmuş gibidir.
Daha sonra Yüce
Allah", bunu bilmelerine rağmen haramları işlemeleri, öldürmekte aşırıya
gitmeleri, geçmişte de, Peygamber efendimizin döneminde de kalplerinin
katılıkları dolayısıyla İsrailoğullarını azarlamakta, yaptıklarını yüzlerine
vurmaktadır. Medine etrafına bulunan Yahudi Kurayza oğulları, Nadir oğulları,
Kaynuka oğullarının yaptıkları bu işlere bir örnektir. Bunlar cahiliye dönemi
savaşları sırasında Evs ve Hacrezliler tarafında savaşa katıldıkları gibi,
hicretten sonra da Müslümanlara karşı müşriklerin yanında savaşıyorlardı.
Bu azarlamanın
muhtevası da şudur: Allah'ın şerefli rasulleri kendilerine apaçık belgeleri,
yani ruhlarını arındırmayı, ahlâklarını temizlemeyi hedef alan ve onlar
hakkında öngörülen hükümlere delâlet eden apaçık kesin belge ve delilleri
getirmişlerdir. Bununla birlikte onların büyük bir çoğunluğu öldürmekte,
haksızlık ve saldırganlık suçlarını işlemekte aşırıya giden kimselerdi. Her ne
kadar bu Yahudilerin geçmişte önceki atalarından sadır olmuş ise de, sonra
gelenlerin geçmişlerin yaptıklarına tamamıyla razı olduklarından dolayı, aynı
zamanda ümmetin tümüne nisbet edilmiştir. Çünkü ümmet tıpkı bir ceset gibi
kendi arasında dayanışma içerisinde ve birbirinin destekçisi durumundadır.
[91]
Hz. Âdem'in iki
oğlunun kıssasından alınacak ibret şudur: Kıskançlık insanlar arasında görülen
ilk cinayetin sebebi olmuştur. Aynı zamanda kıskançlık, toplumdaki her türlü
fitne ve fesadın kaynağını teşkil etmektedir. Fertleri birbirini kıskanan bir
toplum darmadağınık olur, birbirine düşman kesilir, birbirine buğzeder, hayır
üzere asla bir araya gelmez, bir fazilet üzerinde birleşmez. Herhangi bir
iyilik, doğruluk ve kendisini ileriye götürecek bir husus üzerinde dayanışmaz.
Bu ise o toplumun zayıf ve zelil düşmesine, başkaları tarafından
köleleştirilmesine yol açar.
Ayet-i kerimeden
anlaşılacak hususlardan biri de şudur: Yahudilerin Hz. Muhammed (s.a.)'i
öldürmeye kalkışmaları onlar için yeni bir davranış şekli değildir. Ondan önce
de pek çok peygamber öldürmüşlerdir. Kabil, Habil'i öldürmüştür. Kötülük eskiden
beri vardır. Böyle bir kıssanın hatırlatılması ise faydalıdır, çünkü doğru bir
kıssadır. Hayal ürünü bir söz değildir. Yine bu kıssanın muhtevasında İslama
muhalefet edenlerin bu işlerden vazgeçmeleri istenmekte, Resulullah (s.a.)'a
da teselli verilmektedir.
Müfessirlerin cumhuru
burada sözü geçen Adem'in iki oğlunun bizzat onun sulbünden gelen çocukları
olduğunu ve bunların Kabil ile Habil olduklarını kabul ederler. Onlara göre
Kabil'in takdim ettiği kurban bir demet başaktı. Çünkü o çiftçi idi. Ekinlerinin
en adilerini seçip takdim etmişti. Hatta aralarında iyi bir başak görünce onu
alıp buğdayını çıkarmış ve yemişti. Habil'in kurbanı ise bir koçtu. Çünkü Habil
koyunları olan bir kimse idi. Kurban olarak sunduğu bu koç, davarlarının en
iyisi idi. O bakımdan kurbanı kabul olundu. Kurtubî şöyle der: Onun bu kurbanı
cennete kaldırıldı ve Hz. İsmail'e fidye olarak verildiği vakte kadar o kurban
cennette otlamaya devam etti. Bu, Saîd b. Cübeyr ve başkalarının görüşüdür.
Kıssanın sebebine
gelince: Kabil'in kendisiyle birlikte doğan ikiz kız kardeşi ile evlenme
hususunda anlaşmazlık doğmuştur. Hz. Âdem bir batında doğan erkek ile diğer
batında doğan kız çocuğu birbirleriyle evlendirirdi. Erkeklere beraberinde
doğan ikizi helâl değildi. Hz. Havva, Kabil ile birlikte "İklimiyâ"
adında güzel bir kız doğurmuştu. Habil ile birlikte ise Leyûza adında pek güzel
olmayan bir kız doğurmuştu. Âdem bunları evlendirmek isteyince Kabil:
Kız-kardeşimle evlenmeye ben daha bir hak sahibiyim, dedi. Hz. Âdem ona böyle
yapmamasını emrettiyse de kabul etmedi. Bunun üzerine bir kurban sunmak
teklifini ittifakla kabul ettiler.[92]
Sonuç ise, salâhı
dolayısıyla Habil'in kurbanının kabul edilmesi şeklindeydi. Buna delil ise
onun kardeşine söylediği Yüce Allah'ın bize naklettiği; "Allah ancak
muttakilerden kabul eder." sözleridir. İbni Atıyye şöyle der: Burada takvadan
kasıt, Ehli Sünnetin icması ile şirkten sakınmaktır. Her kim şirkten sakınırsa
o muvahhid bir kimsedir. Niyetini tasdik eden amelleri makbuldür. Hem şirkten
hem de masiyetlerden sakınan muttaki ise, üstün bir derece ile kabule mazhar olur ve son nefesini ilâhî rahmet ile
verir.
Habil'in kardeşi
Kabil'in kasten onu öldürme tehdidine teslimiyet göstermesinin üç temel
dayanağı vardır: Yüce Allah'tan gerçek anlamda korkmak, bir canı öldürme günahı
ve öldürmeden önce öldürülenin işlediği fiillerin günahı olmak üzere iki türlü
günah yüklenme korkusu ve bir de cehennemliklerle zalimlerden olmaktan uzak
olma arzusu. İşte bu temel ilkeler kişiyi öldürme ve buna benzer suçlara
kalkışmaktan uzaklaştıran temel öğütlerdendir.
Yüce Allah'ın:
"... cehennemliklerden olasın" buyruğu şunu göstermektedir: O
dönemde bunlar mükellef kimselerdi ve ilâhî vaad ve tehditlere muhatap
bulunuyorlardı. Bazıları da bu sözü Kabil'in kâfir oluşuna delil
göstermişlerdir. Çünkü "Cehennemliklerden olmak" Kur'ân-ı Kerîm'de
nerede zikredilmişse, kâfirler hakkında varit olmuştur. Kurtubî şöyle der:
"Bu, ilim ehlinden bu ayetin teviline dair zikrettiğimiz görüşlerle
reddolunur. "Cehennemliklerden olasın" buyruğunun anlamı, senin
orada kalacağın süre... demektir."[93]
Kabil'in kardeşini
öldürmeye kalkışması, onu dünyada da ahirette de hüsrana uğrayanlardan kıldı.
Ayet-i kerime kıskancın halini de açıklamaktadır. Öyle ki, kıskançlık bazan
kişiyi insanlar arasında kendisine en yakın kimseyi, en yakın akrabayı, şefkat
göstermeye herkesten daha lâyık olan birisini öldürmeye kastettirmek suretiyle
helake kadar götürebilir.
"Sonra... Allah
bir karga gönderdi" ayet-i kerimesi, başkalarının deneyimlerinden yararlanmanın
delilidir.
Her ne kadar Kabil
pişmanlık duyanlardan olduysa da onun bu pişmanlığı kendisini tövbe edenlerden
kılmamıştı. Çünkü bu duyduğu pişmanlık öldürme dolayısıyla değil, kardeşini bir
sene boyunca sırtında taşıdığından yahut da onu öldürmekten bir fayda elde
edemediğinden dolayı ve babasının, annesinin ve diğer kardeşlerinin kendisine
kızgınlığı sebebiyle idi. Yahut da onu öldürdükten sonra ehemmiyet vermediği
için kardeşini açıkça terkettiğinden dolayı olmuştu. Karganın bir diğer kargayı
gömme işini görünce kalbinin bu derece katılığına pişmanlık duymuştu.
[94]
"Bundan
dolayı..." ayet-i kerimesi ise, katile kısas uygulanacağı şeklindeki
şer"î hükmün İsrailoğulları hakkında söz konusu olduğunun delilidir. Yine
"bundan dolayı" buyruğundaki bu işaret, Kabil ve Habil kıssasına
işaret değildir. Bununla kıssada sözü geçen haram öldürme sebebiyle ortaya
çıkan çeşitli fesatlara işaret edilmektedir. Sözü geçen haram öldürme ise
haksızca ve kasdî öldürmedir. Ölüm sonucu ortaya çıkan çeşitli fesatlardan birisine,
Yüce Allah'ın: "Hüsrana uğrayanlardan oldu" ve "Artık o
pişmanlık duyanlardan olmuştu." buyruğu ile işaret edilmektedir.
Öldürmenin haram oluşu
ile kısasın bütün dinler ve şeriatler hakkında umumi olmasına rağmen, özellikle
İsrailoğulları'nın anılmasının sebebi ise şudur: İsrailoğulları başkalarını
öldürmeye dair ilâhî azap tehdidinin yazılı olarak üzerlerine indiği ilk
ümmettir. Bundan önce ise bu sadece bir söz ile yasaklanmıştı.
İsrailoğulları'na ise tuğyanları ve kan dökücülükleri sebebiyle bu emir kitapta
yazılı olarak zikredilmek suretiyle ağırlaştırılmış oldu. Onlar öldürmenin ne
kadar çirkin bir iş olduğunu bilmelerine rağmen peygamberleri, rasulleri
öldürmeye çalıştılar. Bu ise onların kalplerinin ne derece katı olduğunun,
Yüce Allah'a itaatten son derece uzak olduklarının delilidir. O bakımdan
İsrailoğulları'nın özellikle söz konusu edilmesi, aynı şekilde Allah rasulünü
ve onun ileri gelen ashabını suikast ile öldürmeyi kararlaştırmalarına da uygun
düşmektedir.
[95]
Bütün şeriatlerde
öldürmek haramdır. Şu üç sebep müstesna: İmandan sonra küfre dönüş, evlilikten
sonra zina ve haksızca ve saldırganlıkla başkasını öldürmek.
Yüce Allah'ın:
"Veya yeryüzünde bir bozgunculuğa karşılık olmadan..." buyruğundan
kasıt ise, şirktir. Bunun yol kesicilik olduğu da söylenmiştir. Birisini
haksızca öldürmek ise bütün insanları öldürmek gibidir. Birisinin hayatta
kalmasına sebep olmak da bütün insanları hayatta tutmak seviyesindedir.
Yine ayet-i kerime
Yüce Allah'ın hükümlerinin bazan gerekçelendirilmiş olarak zikredileceğine de
delil teşkil etmektedir. Çünkü Yüce Allah: "Bundan dolayı İsTttiloğulltmmn
mgrvn.B şutoi ^oadvk..." ^öş% VüysrsraJ&fc&ÎM. X"&siı
V& hükümlerin teşrî edilmesinin gerekçesi (illeti), sözü geçen bu hususlar,
bu anlamlardır.
[96]
Allah ve rasulü ile
savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanların cezası ancak öldürülmek yahut asılmak yahut çaprazlama el ve
ayakları kesil- mek veya yerlerinden sürülmektir. Bu onlara dünyadaki rüsvalıktır. Onlara ahirette de büyük bir azap vardır.
34- Yalnız ele
geçirmenizden önce töv- be edenler müstesnadır. Biliniz ki, Al- Gafûr'dur'
"Yahut
asılmak" buyruğu ve bundan sonraki ibareler, bazılarının görüşlerine göre
muhayyerlik bildirmek içindir. Yani bu konuda hüküm vermek imama (İslâm devlet
başkanına) bırakılmıştır, içtihadına göre hüküm verir. Bir başka görüşe göre
ise buradaki "yahut=ev" çeşitlilik bildirmek içindir.
[97]
"Allah... ile
savaşanlar" buyruğunda bir muzafın hazfı ile mecaz yapılmıştır, Allah'ın
kulları ile savaşanlar, demektir. Çünkü Yüce Allah'a karşı savaşı-lamaz ve onu
yenik düşürmeye kalkışılamaz.
[98]
"Allah ve rasulü
ile savaşanların" Dâr-ı İslâmda Müslümanlara ve diğerlerine karşı
harbedenlerin... Savaşmak (muharebe) kelimesi barışın, can ve mal emniyetinin
zıddıdır. Harb kelimesinin asıl anlamı saldırmak ve malı talan etmek demektir,
"ve fesada koşanların" Fesat salâhın zıddıdır. Burada fe-sat'dan
kasıt, korkutmak ve cana, mala, ırza saldırmak suretiyle gidip geleni
korkutarak yol kesmektir, "cezası öldürülmek" (taktîl) kelimesi
fesatçıları korkutmak üzere öldürmekte mübalağa-etmek demektir, "yahut
asılmak" (taslîb) de salbde (asmak'ta) mübalağa etmek demektir. Salb ise,
Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre öldürmekten sonra üç gün süre ile yapılır ve
bu da elleri uzatılmış boyuna dikilmiş bir tahta (çarmıh) ve benzeri bir şey
üzerine bağlı tutulması suretiyle olur. "yahut çaprazlama el ve ayakları
kesilmek" sağ elleriyle sol ayakları kesilmek suretiyle "veya
yerlerinden sürülmektir" Mâliküere göre sürgün'ün Einlamı, Müslüman iseler
İslâm diyarından bir başka beldeye nakledilmeleridir. Kâfir iseler onları bir
İslâm beldesine veya dar-ı darbde herhangi bir yere sürmek de caizdir.
Hanbelîlere göre ise sürgün onların evsiz barksız bırakılmaları, herhangi bir
yerde barınmalarına fırsat verilmemesidir. Hanefîlerle Şâfiîlere göre ise,
sürgün hapsetmektir. "Yahut, veya" anlamına gelen "ev" edatı
cumhura göre, çeşitlilik ve durumun tertibi için kullanılır. Öldürmek yalnız-ce
öldürmüş olanlar hakkında; asmak, öldürüp de mal alanlar hakkında; çaprazlama
kesmek, mal alıp öldürmemiş kimseler hakkında; sürgün ise yalnızca korkutan
kimseler hakkındadır. Nitekim İbni Abbâs da böyle demiştir. Mâlikî-lere göre
ise bu muhayyerlik ifade etmek içindir. İmam onlar hakkında uygun gördüğü
cezayı tercih eder.
"Onların
dünyadaki rüsvalık" alçaklık ve rezilliktir. "Ahirette de büyük bir
azap" Cehennem azabı "vardır."
"Yalnız ele
geçirmenizden önce", Onlara ceza verme imkânını bulmanızdan önce
"tövbe edenler" yol kesici ve muharipler arasından tövbe edenler
"müstesnadır. Biliniz ki Allah" tövbelerini bağışlayan
"Gafûr'dur"; onlara karşı merhametli olan "Rahîm'dir." Bu
şekilde mağfiret ve rahmetin ifade edilmesi, tövbenin Allah'ın haklarını ve
hadlerini düşürmekle birlikte, insanların haklarını düşürmediğine delâlet etmek
içindir. Nitekim Suyûtî de böyle belirtmiştir. Buna göre yol kesici, birisini
öldürmüş ve malını almış sonra da tövbe etmişse öldürülür, eli ayakları kesilir,
fakat asılmaz. Şafiî'nin iki görüşünden daha sahih olan budur. Ele
geçirildikten sonra tövbe etmesinin ise, ona hiç bir faydası olmaz, bu da yine
Şafiî'nin konu ile ilgili iki görüşünden daha sahih olanıdır.
[99]
Bu ayet-i kerime yol
kesiciler hakkında inmiştir, müşriklerle mürtedler hakkında değil. Ancak
bunların hepsi hakkında indiği de söylenmiştir. Şu kadar var ki, müşrikler
olsun, mürtedler olsun tövbe ettikleri takdirde tövbeleri kabul olunur. Bu
tövbeleri ister ele geçirilmelerinden önce ister sonra olsun, farketmez. Yol
kesiciler ise ele geçirilmeden önce tövbe ettikleri takdirde üzerlerinden had
düşer, fakat ele geçirilmelerinden sonra tövbe edecek olurlarsa hadleri düşmez.
Buhârî ve Müslim,
Enes'ten şunu rivayet etmektedirler: Ukl ve Urayneli-lerden bazı kimseler
Resulullah (s.a.)'m yanına geldiler. Müslüman olduklarını ifade ettiler. Medine
havası kendilerine ağır geldi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) onlara bir kaç
deve ve bir çoban verilmesini emretti. Böylece çöle çıkmalarını ve develerin
sütlerini içmelerini emretti. Bunun üzerine onlar da Medine'nin dışına
çıktılar. (Medine yakınlarında) el-Harre diye bilinen yere yakın bir yere kadar
gittiler. İslâm'dan sonra kâfir oldular, çobanı öldürdüler -bir rivayete göre
ise ona müsle yaptılar (azalarını kestiler)- beraberlerindeki develeri de alıp
gittiler. Buna dair haber Resulullah (s.a.)'a ulaşınca o da arkalarından
onları yakalayacak kimseler gönderdi. Bunlar getirildi, Hz. Peygamberin emri üzere gözlerine kızdırılmış çivilerle mil
çekildi, el ve ayakları çaprazlama kesildi, ölünceye kadar da bırakıldılar.
Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.
Bir görüşe göre de bu
ayet-i kerime, Eslem'li Hilâl b. Uveymir'in kavmi hakkında nazil olmuştur.
Hilâl ile Resulullah (s.a.) arasında peygambere yardımcı olmamak fakat ona
karşı da kimseye yardım etmemek üzere bir antlaşma vardı. Eğer Müslümanlardan
bir kimse onun yanına gidecek yahut da Peygamber (s.a.)'in yanına gitmek
isteyecek bir kimse yanından geçerse ona kötü herhangi bir maksatla
ilişmeyecekti. Kinâne oğullarından İslama girmek isteyen bir topluluk, Hilâl
oğullarından bir grup kimsenin yanından geçtiler. Hilâl orada bulunmuyordu.
Hilâl'in kavmine mensup kimseler Kinânelilerin yollarını kestiler, onlardan
bazılarını öldürdüler, mallarını aldılar.
Yine denildiğine göre
bu ayet-i kerimeler kendileriyle Resulullah (s.a.) arasında antlaşma bulunan
Kitap Ehli'nden bir topluluk hakkında nazil olmuştur. Bu topluluk
antlaşmalarını bozdular, Müslümanların yollarını kestiler.
Bununla birlikte nüzul
sebebinin birden çok olmasına mani yoktur. Çünkü bu ayet-i kerime muharebe
vasfına sahip olan herkesi kapsamına alır; ister kâfir olsun, ister Müslüman.
Ayet kâfirler hakkında nazil olmuş olsa dahi, asıl muteber olan sebebin
hususîliği değil, lafzın umumîliğidir.
[100]
Yüce Allah öldürme
suçunun ağırlığını ve bir kimseyi öldürenin bütün insanları öldürmüş gibi
olacağını beyan edip buna dair kısası teşrî buyurduğunu ifade ettikten sonra,
burada yeryüzünde fesat çıkartan ve çoğunlukla da başkalarını öldüren
muhariplerin (yol kesicilerin) cezasını zikretmektedir. Ta ki herhangi bir
kimse bu şekilde muharebeye kalkışmak cesaretini göstermesin.
[101]
Bu ayet (33. ayet),
muharebe ayetidir. Muharebe ise küfür, yol kesicilik, yolda korku salmak ve
yeryüzünde fesat çıkartmak cürümlerini kapsayan, zıt çıkmak, ve muhalefet etmek
demektir. Böyle bir suç bütün toplumun güvenliğini etkilediği, yapısını
sarstığı, güvenlik içerisinde yaşayan insanlar arasında korku, huzursuzluk ve
kaosu yaygınlaştırdığı için, Yüce Allah muhariplerin cezasını oldukça
ağırlaşmıştır. Muharip denilen kimseler güçleri, kendilerini koruyabilecek
imkânları ve silâhları bulunan kimselerdir. Bunlar yoldan geçen Müslüman ve
zimmet ehline hücum ederek canlara, mallara ve ırzlara saldırırlar.
Bunların cezalan ise
onların cinayetlerine uygun bir şekilde ayet-i kerimedeki tertip ve suçlarına
göre cezaların tevzii şeklindedir. Buna göre "yahut, veya" çeşitlilik
içindir. Öldüren ve mal alan öldürülür ve asılır, yalnızca mal alanın el ve
ayakları çaprazlama kesilir, yolda korku salıp da öldürmeyen ve mal almayan ise sürgün edilir. İlim adamlarının ve
mezhep imamlarının çoğunluğunun görüşü budur.
Mâlikîler şöyle der:
Ayet-i kerime "yahut, veya" edatının gereği olarak, bu cezalar
arasında muhayyer olunduğuna delâlet etmektedir. Buna göre imam göreceği
maslahata uygun olarak bu cezalardan herhangi birisini uygulanmakta muhayyer
bırakılır. İsterse muharipler herhangi bir mal almamış ve kimseyi öldürmemiş
olsunlar. Yani imam, muharipler hakkında hüküm vermekte muhayyerdir. Onlar
hakkında öldürmekle, asmakla, el ve ayaklarını çaprazlama kesmekle veya
sürmekle hüküm verebilir. Ayet-i kerimenin zahirî anlamı ile amel ederek bunu
yapabilir.
İmâm Ebû Hanîfe ise,
muhayyerliği münhasıran özel bir muharip hakkında kabul etmiştir. Bu da
yalnızca başkasını öldürmüş ve mal almış kimsedir. İşte imam böyle birisine
karşı bu dört cezadan birisini seçmekte muhayyerdir. Böylesinin dilediği
takdirde el ve ayaklarını çaprazlama keser ve öldürür; dilediği takdirde el ve
ayaklarını çaprazlama keser ve asar; dilerse de yalnızca asar ve öldürür. Ancak
böyle bir durumda yalnızca çaprazlama el ve ayaklarını kesmekle yetinemez. Buna
öldürme yahut asmayı da eklemesi kaçınılmazdır. Çünkü böylesinin işlediği
cinayet, öldürmek ve mal almak suçudur. İmam Ebû Yûsuf ile Muhammed ise böyle
bir durumda uygulamanın şöyle olacağını söylerler: Böyle bir kimse asılır,
öldürülür, fakat el ve ayaklan çaprazlama kesilmez. Ebû Hanîfe iki arkadaşı
ile birlikte muhariplerin (yol kesicilerin) sadece öldürme suçunu işlemiş
olmaları halinde öldürüleceklerini ittifakla kabul eder. Eğer yalnızca mal
almış iseler, sadece el ve ayakları çaprazlama kesilir. Şayet yolda korku
salmış iseler, o zaman sürgüne gönderilirler.
Mâlikîlerin delili:
"Yahut, veya = ev" kelimesi yemin kefaretinde, ihramlı olanın avlanma
cezası kefaretinde olduğu gibi muhayyerlik için kullanılır. O bakımdan bu
edatın gerçek manası ne ise ona göre uygulama yapılır. Ona muhalif delil
ortaya atılmadıkça bu böyledir. Burada da böyle bir delil yoktur; o halde
geriye muhayyerlik kalmaktadır.
Cumhurun deliline
gelince:
1- Akıl,
cinayetin büyük ya da küçük olmasına göre, cezanın da ona uygun olmasını
gerektirir. Buna delil de ümmetin, yol kesicilerin mal alıp öldürmeleri halinde
sadece sürgüne gönderilmelerinin yeterli olmayacağını icma ile kabul etmiş
olmalarıdır.
2- Eğer
vücubunun sebebi -yemin kefareti ve ihramlmın avlanma cezası kefaretinde olduğu
gibi- tek bir sebep ise, muhayyerlikle amel olunur; fakat sebep farklı olursa
muhayyerliğin zahiri gereğince amel olunmaz. O takdirde maksat, her bir işin
bizzat kendisi için öngörülen hükmü beyan etmek demektir.
Bu da Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibidir: "Dedi ki: Ey Zulkar-neyn! Ya onları azaplandırırsın
ya da onlar hakkında iyilikle muamele edersin. " (Kehf, 18/86). Yani ya
inkâr edip zalimlik edeni azaplandırırsın yahut da iman edip salih amelde
bulunana iyi davranırsın; yoksa burada maksat onun muhayyer bırakılması değildir. Çünkü sebebin farklı
olması her bir tür için de hükmün farklı olmasını gerektirmektedir.
Ebû Hanîfe'nin
deliline gelince: Ayet-i kerimenin mutlak muharip hakkında muhayyerliğin ifade
ettiği zahirî anlamıyla anlaşılmasına imkân yoktur. O bakımdan ayetin ya
hükümlerin tertibine göre ele alınıp yorumlanması ve her bir hüküm hakkında
suça uygun düşecek bir kelimenin hazfedildiğinin kabul edilmesi gerekir ki, bu
takdirde muhayyerlik bildiren harfin anlamı tahyir değil lağiv olur (yani onun
manasına itibar edilmez) yahut da üç ceza arasında zahiren muhayyerlik
manasının gereği ile amel edilir. Bu da mutlak muharip hakkında değil de, özel
bir muharip türü hakkında söz konusu olur. Özel muharip türü ise başkasını
öldürmüş ve mal almış kişidir. Bu daha uygun ve kastedilmiş olma ihtimali daha
yüksektir. Çünkü böyle bir uygulamayı öngörmek suretiyle hem muhayyerlik
bildiren harfin hakikati gereğince amel edilmiş olur, hem de makul olana göre
davranılmış olur.
Muhariplerin
giriştikleri işe Allah'a ve rasulüne karşı muharebe adının veriliş sebebi,
bunun ne kadar dehşetli ve ne kadar çirkin bir iş olduğunu anlatmak, böyle bir
suçun Allah'ın, rasulüne indirmiş olduğu hak ve adalete karşı ne kadar büyük
bir suç olduğunu açıklamaktır. Nitekim Yüce Allah faiz yiyenler hakkında da:
"Allah'tan ve rasulünden size savaş açıldığını bilin." (Bakara,
2/279) buyurmaktadır. Burada Allah'a ve rasulüne karşı gerçek anlamıyla savaş
söz konusu değildir. Çünkü Yüce Allah herhangi bir cihet ve herhangi bir yerde
olmaktan münezzehtir. Savaşmak ise savaşanlardan her birinin yönünün ötekinin
karşısında olmasını gerektirmektedir. Buradaki ifade Allah'a muhalefet etmek
ve Allah'ı gazaplandırmaktan mecazdır. Yahut da bunun anlamı, Allah dostlarına
ve peygamberine karşı savaşanlar, demektir. O takdirde bu Yüce Allah'ın şu
buyruğunu andırmış olur: "Muhakkak Allah'a ve rasulüne eziyet
edenler..." (Ahzâb, 33/57)
Muhariplerde (yol
kesicilerde) üç şart aranır:
1-
Hırsızlardan farklı olup gidip gelene silâhla yahut silâh dışında sopa, taş,
tahta ve benzeri şeylerle saldırmaları; bunun için güçlerinin, kendilerini
koruyabilecek araçlarının ve gereçlerinin bulunması. İster toplu olsunlar ister
bir kişi olsunlar; ister Müslümandan ister zimmîden mal almış olsunlar,
far-ketmez.
2- Yol
kesmenin dar-ı İslâmda olması. Ebû Hanife'nin görüşüne göre ise yerleşik
bulunulan şehrin dışında sınır aralarında yahut da sahrada olması gerekir.
Çünkü şehir içinde kendisine saldırılan bir kimsenin başkalarından yardım alma
imkânı vardır. Cumhur ise bunun şehir içinde veya dışında olması arasında fark
gözetmezler. Zira onlara göre şehir içinde olsun, dışında olsun muharebe
suçunun işlenmesi mümkündür. Vakıa da bu görüşün doğruluğunu ispatlamış
bulunmaktadır. Çünkü bu gibi suç çeteleri herkesin gidip geldiği yerlerde ve
mahalleler arasında gece yarısından sonra insanlara saldırabilmektedir.
3- Açıktan
açığa mal almaları. Eğer bu malı gizlice alacak olurlarsa, bunlara hırsız
denir ve hırsızlık cezası uygulanır. Bu ceza ise yalnızca el kesmekten
ibarettir. Şayet bir kişiyi alıp kaçırırlarsa bunlar talancıdırlar. Onlar için
el kesme cezası yoktur. Eğer bir kafileden bir şeyi zorla alır veya gasbedecek
olurlarsa onlara ne hırsızlık, ne de hirabe cezası uygulanır.
Yeryüzünde fesada
koşmak, silâh taşımak ve insanları tedirgin etmek suretiyle yolda korku
salmaktır. Bunun yanında öldürme ve mal alma ister olsun, ister olmasın,
farketmez.
Muhariplerin (yol
kesicilerin) cezalarına gelince: Ayet-i kerimede bu ceza dünyevî ve uhrevî
olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.
Dünyevî cezalar dört
tanedir:
1- Şayet
yalnızca insan öldürmüş iseler asılmaksızm ve had cezası olmak üzere
öldürülmeleri. Velilerin (yani maktulün yakın akrabalarının) affetmesi ile bu
öldürme cezası sakıt olmaz. Ayet-i kerimede öldürülmeyi ifade etmek için
"tefîl" kipinin kullanılması, buradaki öldürmede sakıt olmayacak
şekilde kesin olması nazar-ı itibara alınarak, bunun fazla bir özelliğinin
olduğunun anlatılması içindir. Bu ceza, veliler affedecek olsa dahi sakıt
olmaz. O bakımdan yöneticinin bu cezayı mutlaka muhariplere vermesi gerekmektedir.
Bunu kendisi de affedemez yahut ıskat edemez. Müslümanların da muhariplerle
savaşmak ve onların Müslümanlara eziyet vermelerini önlemek için ona yardımcı
olmaları görevleridir.
2- Asmakla
beraber öldürmek: Bu ceza öldürüp mal almaları halinde verilir.
3-
Çaprazlama el ve ayakların kesilmesi. Sadece mal almış olmaları halinde sağ el
ile birlikte sol ayağın kesilmesi cezasıdır.
4- Sadece
yolda korku uyandırmış olup kimseyi öldürmemiş ve mal da almamış iseler sürgün
edilmeleri.
Asmak (çarmıha
germek), yere dikilen bir tahta kazık üzerinde olur. Kişi bütünüyle bu kazığa
bağlanır. Ayakları enlice bir tahta üzerine alt taraftan konulduktan sonra
elleri de üst taraftan bir diğer enli tahta üzerinde bağlanır. Hanefî
mezhebindeki daha sahih, Mâlikîlerce de tercih edilen görüşe göre bu, hayatta
iken üç gün süreyle yapılır; ondan sonra bir harbe ile vurularak öldürülür.
Çünkü bu şekilde asma, cezanın ağırlaştırılması için meşru kılınmıştır. Hayatta
olmayan kimse ise cezalandırılamaz. Ölmüş bir kimse hiç bir zaman ceza
ehliyetine sahip kişi değildir. Onun bu şekilde asılması ise, yasaklanmış
bulunan müsle kabilinden değildir; çünkü müsle, organların kesilmesidir.
Şafi-îlerle Hanbelîler ise şöyle der: Asma öldürmeden sonra söz konusudur.
Çünkü Yüce Allah lafız olarak öldürmeyi asmadan önce zikretmektedir. Hayatta
iken asılması ise ona bir azap (işkence)tır ve ona bir müsle uygulamaktır.
Peygamber (s.a.) ise hem müsleyi yasaklamıştır, hem de canlıya işkence
edilmesini. Kütüb-i Süte sahipleri ile Ahmed b. Hanbel'in Şeddâd b.Evs'den
rivayetlerine göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Öldürdüğünüz
zaman güzelce öldürünüz, boğazladığınız zaman da güzelce boğazlayınız."
Öldürülmesinden sonra asılmasından maksat başkasının ibret almasını sağlamaktır.
Sürgüne gelince:
Hanefîlere göre bunun anlamı hapsetmektir. Çünkü hapsetmek âdeten insanların
hürriyyet ve huzur içerisinde hayatları sürdürdükleri yeryüzünden onu
sürmektir. Yabancı bir yere göndermek ise, bir başka beldeye zarar vermektir;
hatta küfre maruz bırakmaktır, dâr-ı harbe kaçma imkânını ona hazırlamaktır.
Mâlikîlerin görüşüne
göre ise sürgün, onun bulunduğu şehirden namazın kasredileceği (kısaltılacağı)
bir uzaklık kadar (89 km) bir başka şehre göndermektir. Orada da tövbe ettiği
açıkça anlaşıhncaya kadar hapsedilir. Buna göre cumhurun görüşüne göre sürgün,
hapsetmek anlamında olur.
Hanbelîler ise
sürgünün, bunların yerlerinde rahat bırakümayıp tedirgin edilmeleri anlamına
geldiği görüşündedirler. Onlar herhangi bir yerde barınmak üzere bırakılmazlar.
Böylelikle el-Hasen ve ez-Zührî'den gelen bir rivayete göre amel edilmiş olur.
Muhariplerin uhrevî
cezalarına gelince: Bu Yüce Allah'ın: "Bu onlara dünyadaki rüsvalıktır,
onlara ahirette de büyük bir azap vardır." buyruğunda zikredilmektedir.
Yani sözü edilen bu ceza, dünyada onlar için bir zilet ve bir rezilliktir.
Çünkü muharebe gerçekten çirkin ve topluma zararlı bir suçtur. Böylelikle bu
ceza başkalarına bir ibret teşkil etsin. Ahirette de onlar için toplumun
esaslarını sarsan ve ticaretin işlemez hale getirilmesi sonucunu veren büyük
bir suç işlediklerinden dolayı, oldukça büyük bir ceza vardır.
Daha sonra Yüce Allah
tövbe edenleri istisna ederek şöyle buyurmaktadır: "Yalnız ele
geçirmenizden önce tövbe edenler müstesnadır." Yani her kim yönetimin
eline geçmeden yahut yönetici onu yakalama imkânını bulmadan önce tövbe edecek
olursa, ceza ondan düşer. Şu kadar var ki, tövbesinin yüce Allah için halis ve
samimi olması gerekir. Yoksa cezadan kaçmak için bir hile ve bir çare olarak
görülmemelidir. Çünkü hedef gerçekleşmiştir. O da fesat çıkartmayı terketmek,
Allah ve rasulünün dostlarına karşı savaşmayı (muharebeyi) bırakmaktır. Buna
delil de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Biliniz ki, Allah Gafur'dur,
Rahîm'dir." Yani muhakkak Allah günahlarını bağışlar ve onların üzerinden
cezayı düşürmek suretiyle onlara karşı merhametlidir. Zira böyle bir durumda
(tövbe halinde) itham edilmeleri söz konusu değildir ve tövbe fayda verir.
Böyle bir tövbe ise
yalnızca Yüce Allah'ın haklarından olan haklan iskat eder (kaldırır) ki, bu da
haddir. Kul hakkı olan kısas ve malların tazmini ise olduğu gibi kalır.
Velilerin ise, katilden kısas isteme hakları, alman malın geri verilmesini
isteme hakları vardır. Öldürülmüş kimsenin velisi kısas, diyet ve affetmekten
birisini seçmekte muhayyerdir. Tövbe ise ancak zorla alınan malların
sahiplerine verilmesi ile sahih olur. Hakim (yönetici) eğer malî bir haktan onu
muaf tutacak olur ise, o takdirde Beytülmalden (İslâm devlet hazinesinden)
bunun tazminatının ödenmesi icabeder. Ele geçirildikten sonra tövbe edene
gelince; ayetin zahirine göre tövbenin ona faydası olmaz ve ona had uygulanır.
Çünkü böyle bir kimse tövbesinde yalancı olmak ithamı altındadır.
İçki içenler, zina
edenler ve hırsızlara gelince: Bunlar tövbe edip hallerini düzeltir ve
gerçekten bu tövbeli halleri artık onların bilinen durumları olursa, bundan
sonra da cezalandırılmak üzere imama götürülecek olurlarsa, imamın onlara had
uygulamaması gerekir. Eğer imama cezalandırılmak üzere götürüldüklerinde; biz
tövbe ettik, diyecek olurlarsa o zaman cezasız terkedilmezler. Çünkü böyle bir
durumda tıpkı yenik düşürülmüş muharipler gibidirler.
[102]
Muhariplere (yol
kesicilerin) dair ayet-i kerime iki hüküm ihtiva etmektedir: Muhariplerin
cezaları ve tövbe edenlerin hükmü.
Muhariplerin dünyadaki
cezaları öldürülmek, asılmak, el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, sürgün
edilmeleri yani hapsedilmeleri ya da en azından 89 km olarak takdir edilen,
namazın kasredildiği uzaklıkta bir başka şehire uzaklaştırılmalarıdır.
Hirabe halinde
öldürenin öldürüleceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Velev ki, öldürülen
öldürene denk olmasın.
Ayet-i kerime ayrıca
uhrevî cezayı da açıkça ifade etmektedir. Bu ise cehennemde azabı hak ediştir.
Çünkü işlenen suç büyüktür. Dünyadaki cezayı rüsvalıkla, yani zillet ve rezil
olmakla nitelendirmekle yetinmiştir. Halbuki bununla beraber ahirette de bir
cezaları vardır. Ahiret cezası ise büyük azap olarak nitelendirilmiştir. Oysa
bununla beraber ahirette onlar için bir rüsvaylık da vardır. Çünkü dünyadaki
rüsvalık, azabından büyüktür, ahiretteki azap ise rüsvalığından büyüktür.
Muharipler hakkında sözü edilen iki cezanın bir arada zikredilmesinden şu
anlaşılmaktadır: Hadler ahiretteki ukubeti kaldırmaz. Çünkü hadler zecredicidir
(alıkoyucu, engelleyicidir); cebredici (telâfi edici, önleyici) değildir. Bu,
Hanefîlerin görüşüdür. Cumhur ise şöyle demektedir: Hadler aynı zamanda
cebredicidir, yani günahları düzeltir ve örterler. Çünkü Müslim'in Sahih' inde
Ubâde b. es-Samit'den naklen Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu nakledilmektedir:
"Her kim bu masiyetlerden herhangi birisini işler, ona karşılık
cezalandırılacak olursa bu, onun için bir kefaret olur. Her kim bu masiyetlerden
bir şey işler de Allah onu örterse işi Allah'a kalmıştır; dilerse onu affeder,
dilerse azaplandırır."
Ele geçirilmelerinden
önce tövbe edenlerin hükmü diğer normal suçluların hükmü gibidir. Öldüren,
öldürülür, yani ona kısas uygulanır; yaralayan yaralanır yahut da bunun
diyetini (erş'ini) öder. (Erş ise şer'an miktarı belli malî tazminattır).
Hırsızlık yapmış olanın eli kesilir herhangi bir mal gasbetmiş olan aldığı o
malı geri verir. Böyle bir durumda ise kısas velilerinin onları affetmeleri de
mümkündür.
[103]
35- Ey iman edenler!
Allah'tan korkun, ona yaklaşmak için yol arayın ve onun yolunda cihat edin ki,
felaha eresiniz.
36- Muhakkak ki,
yeryüzündeki bütün nesneler ve onlarla birlikte onların bir katı daha kâfirlerin olsa da Kıyamet gününün azabına
karşılık onu fidye olarak verseler, onlardan kabul olunmaz ve onlara elîm bir
azap vardır.
37- Ateşten çıkmak
isterler, ama oradan çıkacak değillerdir ve onlar için kalıcı bir azap vardır.
"Yeryüzündeki
bütün şeyler ve onlarla birlikte onların bir katı daha kâfirlerin olsa da...
onu fidye olarak verseler." Kendilerini kurtarmak üzere onu fidye olarak
ödemek isteseler anlamındadır. Zemahşerî (I, 458) şöyle der: Bu, azabın
onların yakasını bırakmayacağına ve hiçbir şekilde azaptan kurtulma yolunu
bulamayacaklarına dair temsilî bir ifadedir. Peygamber (s.a.)'den şöyle buyurduğu
nakledilmektedir: "Kıyamet gününde kâfire denilecek ki: "Ne dersin,
eğer yeryüzü dolusu altının olsa idi, onu kurtulmak üzere fidye olarak verir
miydin?" O: "Evet" diyecek o'na: Senden bundan daha kolay bir
şey istenmişti..." denilecek.
[104]
"Allah'tan
korkun." Emirlerine itaat etmek, yasaklarından sakınmak suretiyle
cezasından korkun. "Ona yaklaşmak için yol arayın." Allah'ın rızasına
götüren yahut sizi ona itaate yaklaştıran yolları bulun. Vesile (yol): Kişinin
kendisiyle yakınlaşmayı istemesi gereken şeydir. Vesile aynı zamanda
cennetteki en yüksek bir makam yahut bir derece hakkında da kullanılır.
Onun dinini yüceltmek
için de "onun yolunda cihat edin ki felaha eresiniz"; umduğunuzu
elde edebileseniz.
[105]
Yüce Allah Yahudilerin
kıskançlıklarını, hile ve tuzaklarını, Allah rasulü-nü öldürme isteklerini,
peygamberleri öldürmelerini bize açıkladıktan ve kendilerinin Allah'ın
çocukları ve sevgilileri oldukları iddiasını çürüttükten sonra, müminlere
takvayı ve salih amelle Allah'a yaklaşmayı emretmekte, Kitap Eh-li'nin
iddialarına benzer iddialara bel bağlamamalarını istemektedir. İşte bu,
Kur'ân-a Kerîm'in fonksiyonları arasında aslî bir maksattır.[106]
Yüce Allah, mümin
kullarına kendisinden korkmalarını (takva sahibi olmalarını) emretmektedir.
Allah'a itaat ile birlikte söz konusu edildiği takdirde, takvadan maksat,
haramlardan uzak durup yasak kılman şeyleri terkettnek olur.
O halde ey müminler!
Allah'ın emirlerine bağlanmak, yasaklarından kaçınmak suretiyle Allah'ın
gazabından, cezasından korkun. Ona yakınlaşmanın yollarını gereken şekilde arayın.
Bu ise sizi onun rızasına ulaştıracak, ona yakınlaştıracak, cennette onun
mükâfatını elde etmenizi sağlayacak olan yoldur.
el-Vesile (yol, araç),
cennetteki bir derecenin adıdır. Ahmed ve Müslim, Abdullah b. Ömer'den
Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinlediğini rivayet etmektedirler:
"Müezzini (ezan okurken) işittiğinizde siz de onun söylediği gibi
söyleyiniz, sonra bana salât ve selâm getiriniz. Çünkü kim bir defa bana salat
ve selâm getirirse ona karşılık Allah kişiye on defa salât (rahmet) eder. Sonra
benim için el-Vesîle'yi isteyiniz. Çünkü o cennette bir makamın adıdır ve ancak
Allah'ın kullarından bir kula verilecektir. O kişinin ben olacağımı ümid
ederim. Her kim benim için Vesileyi isteyecek olursa benim de şefaatim onu
bulur." O halde el-Vesile cennetteki en yüksek mevkinin adıdır ve o
Resulullah (s.a.)'m mevkii, cennetteki yurdudur. Cennette Rahman'ın Arşı'na en
yakın olan yerdir.
Yüce Allah müminlere,
haramları terkedip itaatleri işlemeyi emrettikten sonra dosdoğru yolun dışına
çıkmış, dosdoğru dini terketmiş bulunan kâfir ve müşriklerden oluşan
düşmanlarla savaşmalarını emrederek şöyle buyurmaktadır: "Ve onun yolunda
cihat edin." Cihat kelimesi, cehd'den gelmektedir. Bu da "meşakkat ve
yorgunluk" demektir. Allah'ın yolu ise hakkın, hayrın, faziletin ve
ümmetin özgürlüğünün yoludur. Allah yolunda cihat ise hem nefsi nevalarından
alıkoymak, bütün hallerde de adaleti gerçekleştirmeye mecbur etmek suretiyle nefse
karşı cihadı, hem de İslâm çağrısına karşı direnen düşmanlarla savaşı
kapsamaktadır.
Yüce Allah kıyamet
gününde kendi uğrunda cihat edenler için hazırlamış olduğu kurtuluş ve büyük
ebedî mutluluğa teşvik ederek: "... ki felaha eresiniz"
buyurmaktadır. Yani siz Allah'a itaat ile yaklaşırsanız o takdirde gerçekten
umduğunuzu elde edersiniz, kurtulursunuz; dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşursunuz.
Müslümanlardan her zaman için çeşitli türleriyle cihat etmeleri istenmiştir.
Çünkü iyiliklerin yapılıp kötülüklerin terkedilmesi nefse ağır gelir.
Yüce Allah müminlere
takvayı, nefsi tezkiye edip arındırmayı emrettikten sonra Kıyamet gününde
düşmanı olan kâfirler için hazırladığı azap ve ibretli cezayı haber vererek:
"Muhakkak ki... kâfirlerin olsa da" buyurmaktadır. Yani hak
rablerinin rububiyetini inkâr eden, onun varlığına, birliğine delâlet eden
ayetleri reddeden, peygamberlerini yalanlayan, onun dışında türlü putlara,
inek yahut insan gibi varlıklara tapan, tövbe etmeksizin bu halleri üzere ölen
kimselerden herhangi birisi, Kıyamet gününde yeryüzü dolusu kadar altın getirip
gelse, hatta onun bir katı kadar yahut onunla birlikte bir kat daha getirse,
bunu da kendisini dört bir yandan kuşatan Allah'ın azabından kurtulmak için
feda edecek olsa, böyle bir noktaya ulaşacağını bilse, yine de böyle bir şey
ondan kabul olunmaz. Hatta o azaptan kurtulmaya çare yoktur; o azaptan hiçbir
şekilde kurtuluş mümkün değildir. İşte bundan dolayı:"^ onlara elim btr
azap vardır", yani acı ve ızdırap verici bir azap. Bu da bizzat
kendilerinin işledikleri sebebiyledir. Tıpkı felah ve mutluluğun yine insanın
kendisinden ortaya çıkan itaat ve istikâmet dolayısıyla söz konusu olması
gibi. "Ve nefsini arındırıp temizleyen felaha ermiştir, onu kötülüklerle
alabildiğine örten ise ziyana uğramıştır." (Şems, 91/9-10).
Daha sonra Yüce Allah
bu azabı daimi ve sürekli, cehennemlikleri de orada ebedi kalıcılar olmakla
nitelendirerek şöyle buyurmaktadır: "Ateşten çıkmak isterler..." Yani
içinde bulundukları o azabın şiddetinden çıkmayı temenni ederler; halbuki
onlar, oradan çıkacak değillerdir, onlar için daimî ve kalıcı bir azap vardır,
oradan kurtuluşları mümkün değildir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle
buyurmaktadır: "Oradan (oranın) gamından kurtulmak istedikleri her
seferinde oraya geri döndürülürler." (Hacc, 22/22) Yüce Allah'ın:
"Kalıcı" buyruğunun anlamı daimi, sabit, sonu gelmez ve değişmez bir
azap demektir.
Buhârî, Müslim ve
Nesaî, Enes b. Mâlik'in şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.)
buyurdu ki: "Cehennem ehlinden bir kişi getirilir, ona: 'Ey Âdem oğlu!
Yanın üzere yaslanacağın yeri nasıl buldun?' denilir. O: "En kötü
yaslanılacak bir yer!' diye cevap verir. Bu sefer ona: Yeryüzü dolusu kadar bir
altını fidye olarak verir misin?' diye sorulur. O: 'Evet, Rabbim.' der. Yüce
Allah der ki: Yalan söylüyorsun. Ben senden bundan daha azını istemiştim, yapmadın.
' Bunun üzerine onun cehenneme atılması için emir verilir."
[107]
Ayet-i kerimeler
insanların iki kesim olduğunu göstermektedir: İlki itaatkâr müminler, dünya ve
ahirette kurtuluşa erenler, felaha erenlerdir. Diğerleri ise Allah'ın rububiyet
ve vahdaniyetini inkâr eden, peygamberlerini yalanlayan inkarcı kâfirler olup
gerçek anlamıyla dünyada da ahirette de hüsrana uğrayanlardır. Bunların
cehennem ateşinde kalışları da ebedidir.
İşte İslâm ile diğer
dinler arasındaki fark budur. Yahudiler aslı astarı olmayan temennilere, batıl
iddialara bel bağlarlar. Kendilerinin Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduklarını, Allah'ın seçkin kavmi
olduklarını ileri sürerler. Hris-tiyanlar ise Hz. Mesih'in kendisini günah ve
masiyetler dolayısıyla kendileri için feda ettiğine inanırlar. Müslümanlar ise
ahirette kurtuluş ve felahı elde etmenin esasının, faziletlerle ve salih amel
ile nefsi arındırmak olduğuna inanırlar, buna güvenirler.
Her iki kesim için de
ebedilik söz konusudur. Müminler cennette ebedî kalacaklardır. Kâfirler ise
cehennemde ebedi kalacaklardır. Yezîd el-Fakîr şöyle der: Câbir b. Abdullah (r.
a.)'a şöyle denildi: "Siz Muhammed (s.a.)'in ashabı olan kimseler:
Cehennemden bir topluluk çıkarılacaktır, diyorsunuz. Yüce Allah ise: "Ama
oradan çıkacak değillerdir." diye buyurmaktadır? Hz. Câbir şöyle dedi:
Sizler umumi buyruğu hususi, hususi buyruğu da umumi kabul edip değerlendiriyorsunuz.
Bu özel olarak kâfirler hakkındadır. Bunun üzerine ayetin tamamını başından
sonuna kadar okudum; baktım ki, bu ayet-i kerime özel olarak kâfirler hakkında
imiş[108]
Râzî: "Ey iman
edenler! Allah'tan korkun, ona yaklaşmak için yol arayın." ayeti hakkında
şunları söylemektedir: Bu ayet-i kerime oldukça şerefi yüksek, ruhanî bir çok
sırlan kapsayan bir ayet-i kerimedir. Bizler burada bu sırlardan birisine
işaret edeceğiz; o da şudur: Yüce Allah'a ibadet edenler iki kesimdir: Bir
kesim Allah'a ancak Allah için ibadet ederler, başka bir maksat gözetmezler.
Bir kesim ise Allah'a bir başka maksat gözeterek ibadet eder.
İşte birinci makam
üstün ve şerefli olan makamdır. Yüce Allah'ın: "Ve onun yolunda cihat
edin" buyruğu ile buna işaret edilmektedir. Yani O'nun kulluk ve O'nu
bilip tanımak, onun yoluna hizmet etmek uğrunda, ihlâs yolunda cihat edin.
İkinci makam ise
birincisinden daha aşağı bir derecede olup buna da: "... ki felaha
eresiniz" buyruğu ile işaret edilmektedir. Felah ise, hoşa gitmeyen şeyden
kurtulup sevilip arzu edilen şeyi elde etmeyi kapsayan bir isimdir[109]
Yüce Allah'ın:
"Ona yaklaşmak için yol (vesile) arayın" buyruğunu bazı kimseler
salih kimseleri yardıma çağırmanın (istigâse) yahut tevessülün ve onları Allah
ile kullar arasında bir vesile yapmanın meşru olduğuna delil göstermişlerdir.
Tevessül hususunda
söylenecek sözlerin tahkiki Alûsî Tefsiri 'nde kaydedilenlere dayanarak şöyle
özetlenebili[110]:
Evvelâ, Yüce Allah'a
itaat, onu razı edecek şeyleri işlemek suretiyle yaklaşmak anlamında tevessül:
"Ona yaklaşmak için yol (vesile) arayın" ayetinde kastedilendir.
Dinin esası ve İslâmm farzı budur.
Bir mağaraya sığınıp
mağaranın ağzını kapatan bir kayanın mağara kapısından çekilmesi için yapılan
dua ve tevessüller buna hamledilir. Onlar salih amelleri Allah'a vesile kıldılar. Yani salih amelleri ile kurtuluşu
istediler. Şüphe yok ki, salih ameller Yüce Allah'ın bize sevap vermesi için
bir sebeptir. Bu kişiler şahısları öne sürerek tevessüle kalkışmadılar.
İkinci olarak, ondan
dua istemek anlamında mahlûk ile tevessül ve ondan yardım istemenin -eğer
kendisinden istekte bulunulan kimse hayatta ise- caiz olduğu hususunda şüphe
yoktur. Peygamber (s.a.)'in Ömer (r.a.)'e umre hususunda kendisinden izin
isteyince şöyle dediği sahih rivayetle sabittir: "Kardeş-cağızım!
Dualarında bizi unutma." Yine ona Uveys el-Kareni (Allah'ın rahmeti
üzerine olsun)'den kendisi için mağfiret istemesini söylediği gibi ümmetinden
de -daha önce geçtiği üzere-Allah'm kendisine Vesileyi vermesi için dua istemiş
ve şöyle buyurmuştur: "Her kim benim için Vesileyi isterse benim şefaatim
de onun için hak olur."
Yine Ömer (r.a.)'in
istiska (yağmur duasında) şöyle dediği sabittir: "Alla-hım! Bizler daha
önceden kuraklıkla karşı karşıya kaldığımızda peygamberimizi sana vesile
kılar, sen de bize yağmur yağdırırdın. Şimdi biz seninle peygamberimizin
amcası ile tevessül ediyoruz, bize yağmur yağdır." Yani onun duası ve
şefaatiyle; yoksa bizzat onun sebebi ve şahsı dolayısıyla değil.
Kendisinden dua
istenen kişi ölü yahut gaib ise bu caiz değildir. Alûsî şöyle der: Bunun caiz
olmadığı hususunda ilim sahibi hiç bir kimsenin en ufak bir şüphesi olmaz. Yine
seleften hiç bir kimsenin yapmadığı bir bidat olduğu hususunda da şüphesi
olmaz. Ölmüşlere, kabirde bulunanlara selam vermek, onlara hitap etmek
caizdir. Çünkü Resulullah (s.a.)'ın ashabına kabirleri ziyaret ettikleri
sırada şöyle demelerini öğrettiği sahih rivayetle sabittir:
Ey bu diyarların mümin
sakinleri! Selâm sizlere. Allah'ın izniyle biz de si-zere kavuşacağız. Allah
bizden de sizden de öne geçenlere de geride kalanlara da rahmet buyursun.
Kendimiz için de sizin için de Allah'tan afiyet dileriz. Al-lahım bizleri
onların ecirlerinden mahrum kılma, onlardan sonra bizleri fitneye düşürme,
bize de onlara da mağfiret buyur."
Bununla birlikte bütün
insanlar arasında hayra en tutkun kimseler olan ashab-ı kiramdan herhangi bir
kimsenin ölmüş bir kimseden bir şeyler istediğine dair hiç bir rivayet varit
olmuş değildir.
Üçüncü husus: Yüce
Allah'a meselâ: "Allahım! Filânın hakkı için sana yemin ediyorum yahut
senden diliyorum ki, mutlaka benim bu ihtiyacımı gör!" demek gibi,
Allah'ın yaratıklarından herhangi bir kimseyi ileri sürerek Yüce Allah'a and
vermeye gelince: el-İzz b. Abdüsselam, Peygamber hakkında bunu caiz görmüştür.
Çünkü o, Âdemoğullannın efendisidir. Onun dışındaki herhangi bir peygamber,
melek yahut veliyi zikrederek Allah'a and vermek caiz değildir. Çünkü bunların
hiç birisi onun derecesinde değildir. Delili ise Tirmizî'nin rivayet edip
"hasen, sahih bir hadistir" dediği şu rivayettir: Osman b. Huney
(r.a.) dedi ki: Gözü görmeyen bir adam Resulullah (s.a.)'m yanma gelip şöyle
dedi: Yüce Allah'a bana afiyet vermesi için dua buyur. Resulullah (s.a.) şöyle
buyurdu: "Arzu edersen dua ederim, dilersen sabredersin, bu da senin için
hayırh olur. "Adam: Dua buyur, deyince Hz. Peygamber ona güzelce abdest
almasını ve şu duayı okumasını emretti:
Allahım, senden
dilerim. Rahmet peygamberi Peygamberin (s.a.) ile sana yönelirim. Ey Allah'ın
Rasulü! Seninle şu ihtiyacım olan hususta Rabbime yö-neliyorum ki, bu ihtiyacım
karşılansın. Allah'ım onu hakımda şefaatçi kıl." Ah-med b. Hanbel'den de
bunun bir benzeri nakledilmiştir.
Gerçekte bu hadis-i
şerifte Resulullah (s.a.)'m zatı ve şahsıyla tevessüle delâlet edecek bir
tarafı yoktur. Bu ancak Resulullah (s.a.)'m duası ve şefaatiyle bir tevessülü
ifade eder.
Ebû Hanife ve Ebû
Yusuf (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) bir kişinin zatıyla tevessülü ve
mahlukatmdan herhangi bir kimsenin adı ile de Allah'a and vermeyi caiz
görmemişlerdir. Bu, İbni Teymiyye (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)nin de
görüşüdür. Sözü geçen hadis-i şerif ise bir muzafm hazfı söz konusudur. O da:
Resulullah (s.a.)'m dua ve şefaatiyle demektedir. Böylelikle dua vesile
olmaktadır, bu da caizdir, hatta menduptur. Bunun takdir edileceğinin delili
ise, hadisin sonundaki şu ifadedir: "Allahım, onu hakkımda şefaatçi
kıl." hatta hadisin baş taraflarında da buna delâlet eden hususlar vardır.
Temiz Ehl-i Beyt'ten
olsun, onların dışında kalan diğer imamlardan olsun, bize nakledilmiş bulunan
dualarda Resulullah (s.a.) ile tevessüle dair bir şey yoktur. Zahiren bunu
ifade eden bir buyruğun mevcut olduğunu var saysak dahi, bu bir muzaf veya
buna benzer bir şeyin takdiri ile tevil edilmelidir.
Ebû Yezîd el-Bistâmi
(Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle der: Mahlûkun mahlûktan yardım dilemesi
(istiğâse) tıpkı hapisteki tutuklunun bir başka tutukludan yardım dilemesi
gibidir.
İlim adamları
"mahlukatm hakkı için" diyerek dua etmeyi mekruh görmüşlerdir. Çünkü
hiç bir yaratığın yaratan üzerinde bir hakkı yoktur.
Özetle: Yüce Allah'a
dua dolaysız olmalıdır, vasıtasız olmalıdır. Çünkü Kur'ânî nass ile ifade
edildiği gibi Allah'ın aracıya ihtiyacı yoktur: "Rabbiniz dedi ki: Bana
dua ediniz; ben de duanızı kabul edeyim." (Mü'min, 40/60); "Kullarım
sana beni soracak olurlarsa gerçek şu ki, ben pek yakınım. Dua edenin dua
ettiğinde duasını kabul ederim." (Bakara, 2/186); 'Yalnız sana ibadet eder
ve yalnız senden yardım dileriz." (Fatiha, 1/5).
Tirmizî ise: Hasen,
sahih bir hadistir, diyerek İbni Abbas (r.a.)'tan Hz. Peygamberin kendisine
şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Allah'ı(n hududunu) koru ki, Allah da
seni korusun. Allah(ın hududunu) koru ki, onu daima karşında bulasın. İstekte
bulunduğun takdirde Allah'tan iste, yardım dileyeceğin vakit Allah'tan yardım
dile." Bu ayet-i kerimelerden sonra bu hadis-i şerif gayet açık bir nastır
ki; bu da başka hiç bir kimse söz konusu olmaksızın yalnızca Yüce Allah'tan
yardım dilemenin gerekli olduğunu ve muayyen olarak ondan yardım isteneceğini
ortaya koymaktadır.
36-37. ayet-i
kerimeler ise iki tür tehdidi söz konusu etmektedir:
Birincisi, Kıyamet
gününde kâfirlerden fidyenin kabul edilmesinin imkânsızlığı ve onların acıklı
bir azabı hak ettiklerinin sabit olduğu;
İkincisi ise, cehennem
azabından kurtulmayı temenni edecekleri ve kalıcı, yani asla zeval bulmayan,
değiştirilmeyen, sabit ve daimi azaptan kurtulamayacakları. Cehennem ateşinin
alevi onları yukarı doğru yükselttiği her seferinde Zebaniler demir
tokmaklarla onlara vuracak ve yine cehennemin dibine onları geri
göndereceklerdir.
Bazıları bu ayet-i
kerimeyi, Yüce Allah'ın cehennemden ihlâsh bir şekilde "lâ ilahe
illallah"ı diyenleri çıkartacağına delil görmüşlerdir. Çünkü Yüce Allah
cehennemde ebedî kalışı kâfirleri kendisiyle korkuttuğu son derece ağır tehdit
çeşitlerinden birisi olarak zikretmektedir. Şayet bu husus kâfirlere has olmasaydı,
böyle bir şeyin kâfirlere tahsis edilmesinin bir anlamı olmazdı
[111]
38- Hırsız erkek ve
hırsız kadının yaptıklarına karşılık, Allah tarafından ibret verici bir ceza
olarak ellerini kesin. Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.
39- Kim de
zulmettikten sonra tövbe
eder, ıslâh ederse
muhakkak ki Allah, onun tövbesini kabul eder. Gerçekten Allah Gafûr'dur,
Rahîm'dir.
40- Bilmez inisin ki,
göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır? Dilediğine azap eder, dilediğini bağışlar
ve Allah her şeye Kadir'dir.
"Hırsız
erkek" kelimesi müptedadır. Haberi ile ilgili olarak iki görüş vardır.
Birincisine göre bunun haberi mukadderdir ve takdiri şöyledir: Size okunanlar
arasında hırsız erkek ve kadının cezası (da vardır veya budur). Bu Sîbeveyh'in
görüşüdür. İkinci görüş ise, Ahfeş, Müberred ve Kûfelilerin görüşü olup haber:
"Ellerini kesin" buyruğudur. Burada "fe" harfini haberin
başına geliş sebebi, muayyen bir hırsızın kastedilmemiş oluşundan dolayıdır.
Bunun yerine hırsızlık yapan herkesin elini kesin maksadı güdülmüştür. Bu, şart
ve ceza manasını da ihtiva etmekte olduğundan böyle bir mübtedanın haberinin
başına "fe" harfi gelir.
[112]
"Hırsız";
Bir malı, muhafaza altında olduğu kabul.edilen bir yerden gizlice alan kimse
demektir, "erkek ve kadının yaptıklarına karşılık, Allah tarafından ibret
verici bir ceza": İnsanları hırsızlığı yapmaktan alıkoyacak ibretli bir ceza
"olarak ellerini kesin": Elin kesilme yeri, bilektir. Kesilmesine
sebep ise Hanefî-lerin dışında kalan cumhurun görüşüne göre, çeyrek dinar ve
yukarısı miktardır. "Allah Azîz'dir": Emrinde galiptir.
"Hakîm'dir": Yaratışı hikmetlidir.
"Kim de
zulmettikten sonra tövbe eder" hırsızlıktan vazgeçerse "ıslâh ederse"
amelini düzeltirse "muhakkak ki Allah, onun tövbesini kabul eder, gerçekten
Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir." Tövbe, Allah'ın hakkını ıskat eder, fakat insanların
hırsızın elinin kesilmesi ve malın geri alınması şeklindeki hakkını is-kat
etmez. Ancak Sünnet-i Seniyye şunu beyan etmektedir: Eğer mesele İmama
götürülmeden önce malı çalman kişi affedecek olursa, el kesme cezası düşer. Bu
Şafiî, Mâlik ve Ebû Yûsufun görüşüdür. Aynı şekilde malı çalınan kişi, meselenin
imama götürülmesinden sonra çalınan malı hırsıza hibe edecek olursa Ebû Hanîfe
ve Muhammed'in görüşüne göre yine had sakıt olur.
[113]
Bu ayet-i kerime Tu'me
b. Ubeyrik'in Katâde b. en-Nu'man diye bilinen bir kişinin komşusuna ait bir
zırhı, delik bir un çuvalı içerisine koyarak çalması üzerine nazil olmuştur.
Tu'me çaldığı bu zırhı Yahudi Zeyd b. es-Semî'nin yanında saklamıştı. Ancak
delik olan çuvalın unu, Katâde'nin evinden Zeyd'in evine kadar yol boyunca
dökülmüştü. Katâde zırhının çalındığını farkedince, bunun Tu'me'nin yanında
olup olmadığını araştırdı, ancak bulamadı. Tu'me zırhı almadığına, bu konuda
bir bilgisinin olmadığına dair yemin etti. Daha sonra yol boyunca dökülmüş unun
farkına vardılar. İzini takip ettiler, nihayet unun Zeyd'in evine ulaştığını
gördüler, zırhı ondan aldılarsa da Zeyd: "Bunu bana Tu'me vermişti."
dedi. Yahudilerden bir grup da buna dair şahitlik ettiler. Rasululah (s.a.)
ise Tu'me adına savunmaya geçmek istedi. Çünkü zırh Tu'me'den başkasının yanında
bulunmuştu. Bu sefer Yüce Allah'ın: "Nefislerine hainlik eden kimseler
lehine mücadele etme..." (Nisa, 4/107) mealindeki daha önce geçen ayet-i
kerime nazil oldu. Bundan sonra da bu ayet-i kerime hırsızlığın hükmünü
açıklamak üzere indi.[114]
Ahmed ve başkaları da
Abdulah b. Amr'dan şunu rivayet ederler: Resulullah (s.a.) döneminde bir kadın
hırsızlık yaptı. Sağ eli kesildi. Kadın: "Benim tövbem kabul olur mu, ey
Allah'ın Rasulü?" deyince bu sefer Yüce Allah, Mâide suresinde yer alan:
"Kim de zulmettikten sonra tövbe eder, ıslâh ederse muhakkak ki Allah,
onun tövbesini kabul eder. Gerçekten Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir."
buyruğunu indirdi.
[115]
Hırsızlığın hükmü ile
hirabenin hükmü arasında açık bir ilişki vardır. Hi-rabe (yol kesicilik), Hanefîlerin
dediği gibi, büyük bir hırsızlıktır; diğeri ise küçük hırsızlıktır. Yüce
Allah, yeryüzünde fesat çıkartan muharipleri (yol kesicileri) açıklayıp
insanlara haram ve masiyetlerden uzak durmaları için Allah'tan korkmalarını
(takvayı) emrettikten sonra, gizlice başkalarının malını alan hırsızların
cezasını söz konusu etmektedir. Hirabe'ye dair ayet-i kerimede muhariplerin
ceza şekillerinden birisi de, çaprazlama el ve ayakların kesilmesidir.
Hırsızlığın cezası ise sadece elin kesilmesidir.
[116]
Yüce Allah
yöneticilere hırsız erkek ve kadının ellerini kesmelerini emretmekte ve
hırsızlık yapanlar hakkında bu hükmü vermektedir: Hırsızlık yapan erkek veya kadının eli bilekten kesilir. İlk defa hırsızlık
yaptığı takdirde sağ eli kesilir. Tekrar hırsızlık yapacak olursa, ayak
bileğinden sol ayağı kesilir, sonra sol el, sonra da sağ ayak kesiJir. Daha
sonra da yine hırsızlık yapacak olursa bu sefer tazir edilir, hapsedilir. Çünkü
Dârakutnî, Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Hırsız çaldığı takdirde onun elini kesiniz. Tekrar hırsızlık yaparsa bu
sefer sol ayağını kesiniz." Bu, Malikîlerle Şafiîlerin görüşüdür.
Hanefîlerle Hanbe-lîler ise: Sağ eli ile sol ayağından sonra hiç bir azası
kesilmez, demektedirler.
Kur'ân-ı Kerîm, hırsız
kadının hükmünü gayet açıkça ifade etmektedir. Çünkü kadınlar da tıpkı erkekler
gibi hırsızlık yaparlar. Bu ise onların bu işten vazgeçirilmelerini
gerektirmektedir. Her ne kadar ahkâmın teşriinde çoğunlukla görülen,
kadınların da erkeklerin hükmü kapsamında dercedilmeleri ise de, burada bu
özellik dolayısıyla böyle olmuştur.
Hırsızlık (sirkat),
malın, benzeri bir malın koruma altında olduğu bir yerden gizlice
alınnmasıdır. Korunma (hirz) iki türlüdür: Bizatihi koruma, ev ve sandık gibi
bir mekânda olur. Dolaylı koruma ise koruyucu vasıtasıyla olur: Bekçi
aracılığıyla korunan kamu yerleri veya sahibinin yanında bulunan mal gibi.
Koruma (hirz), âdeten insanların mallarının korunması için söz konusu olan şey
demektir.
Hırsız âkil ve baliğ
değilse eli kesilmez. Nitekim bütün şei^î mükellefiyetlerde bu şart aranır.
Had cezaları da bu şei^î mükellefiyetlerden birisidir. Bu konuda cemaat
(topluluk) ile fert arasında da bir fark yoktur. Diğer taraftan mahrem
akrabaların birbirinden, misafirin misafirden çalması hallerinde olduğu gibi,
herhangi bir şüphenin de olmaması gerekir. Çünkü İbni Adiyy, İbni Ab-bâs'tan şu
hadisi rivayet etmektedir: "Hadleri şüphelerle bertaraf ediniz." Ayrıca
mal ya bizzat korunan yahut da dolaylı olarak korunan bir yerden alınmış
olmalıdır. Çünkü Ebû Dâvûd, Nesaî ve İbni Mâce, Abdullah b. Amr'dan şunu
rivayet ederler: Resulullah (s.a.)'a dalında asılı bulunan meyva hakkında soru
soruldu da şöyle buyurdu: "... her kim bu meyveden (hurmadan) kurutma
yerine konulduktan sonra bir şey çalacak olur da çaldığı miktar bir kalkan
değerine ulaşacak olursa, onun elinin kesilmesi gerekir."
Çalınan şeyin sert
nisab miktarına da ulaşması gerekir.
Hırsızlık nisabını
belirlemek hususunda fukahanm iki veya üç görüşü vardır. Hasan-ı Basrî ve Dâvûd
ez-Zâhirî şöyle der: Az çok, ne çalımrsa çalınsın elin kesilmesi gerekir. Çünkü
ayetin zahiri bunu gerektirmektedir. Ayrıca Bu-harî ile Müslim'in Ebû
Hureyre'den naklettikleri hadis de bunu gerektirmektedir: "Bir yumurtayı
çaldığı için eli kesilen ve deveyi
[117]
çaldığı için eli kesilen hırsıza Allah lanet eylesin."
Cumhur ise şöyle der:
Hırsızın eli çeyrek dinar yahut üç dirhem ve yukarısı dolayısıyla kesilir.
Çünkü Ahmed, Buharî, Müslim ve Sünen sahiplerinin Hz. Âişe yoluyla rivayet
ettikleri hadiste şöyle denilmektedir: "Resulullah (s.a.) hırsızın elini
çeyrek dinar ve yukarısı dolayısıyla keserdi." Yine Buharî ve Müslim'de
İbni Ömer'in şöyle dediği nakledilmektedir: "Resulullah (s.a.) üç dirhem
değerindeki bir kalkanın çalınması dolayısıyla el kesmiştir." Bu, aynı zamanda
hulefa-yı râşidînin de görüşüdür.
Hanefîlerin görüşüne
göre ise, hırsızlıkta el kesmenin nisabı bir dinar yahut on dirhemdir. On
dirhemden daha aşağısında el kesilmez. Çünkü İmam Ahmed, Abdullah b. Amr'ın
şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "On
dirhem aşağısında el kesme cezası yoktur." Eğer bu hadis-i şerif zayıf
olmasaydı veya peygamber (s.a.)'in çalınmış olması dolayısıyla el kestiği
kalkanın değerinde 3, 4, 5 yahut 10 dirhem diye değer biçilmek suretiyle ihtilâf
bulunmasaydı, şüpheyi bertaraf etmek için hadler hususunda fazla olan miktarı
esas almak daha uygun olduğundan, ihtiyat kabilinden Hanefîlerin görüşünü
tercih etmek mümkün olurdu.
Hırsızlık ya ikrar
yahut beyyine (iki şahit) ile sabit olur. Meselenin hüküm verecek olan imama
götürülmesinden önce hırsızın affedilmesi yahut tövbe ile had sakıt olur. Yine
çalınan malın hibe veya benzeri bir yolla hırsızın mülkiyetine geçirilmesiyle
de had sakıt olur. Ebû Hanîfe ile Muhammed'in görüşüne göre meselenin mahkemeye
intikalinden sonra da olsa, durum böyledir. Ancak cumhurun görüşüne göre mesele
mahkemeye intikal etmeden önce mülkiyete geçirilmiş olması şarttır. Zira Sünen
sahipleri İbni Abbâs'tan şunu rivayet etmektedirler: Hırsızın biri Safvân b.
Ümeyye'nin ridasını Mescid-i Haram'da uyurken başının altına yastık gibi koymuş
olduğu bir sırada çalmıştı. Safvân da uyanıp hırsızı Resulullah (s.a.)'m
huzuruna getirdi. Hz. Peygamber de elinin kesilmesini emretti. Bu sefer
Safvân: Ben böyle bir şey istememiştim. Bu rida ona sadaka olsun dedi. Bu sefer
Resulullah (s.a.): "Onu yanıma getirmeden önce böyle yapsaydın ya!"
buyurdu.
Hanefî ve Şâfiîlere
göre çalınan malın mevcut olması halinde aynen geri ödenmesi icabeder. Şâfiîler
tüketilmiş olması halinde de kıymetinin ödeneceğini söylerler. Çünkü Ahmed ve
Sünen sahipleri ile Hâkim, Semura (b. Cundub) dan şunu rivayet ederler:
"Bir şeyi ele geçiren kimse onu eda etmekle mükelleftir." Ancak
Hanefîler tüketilmiş olması halinde kıymetin ödenmesinin gerekmediğini
söylerler. Çünkü bir arada hem had, hem tazminat olmaz. Zira Ne-sâî,
Abdurrahmân b. Avfdan Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Hırsız üzerine had ikame olunduğu takdirde tazminat ödemez." Şu
kadar var ki, bu mürsel bir hadistir. Mâlikîler ise orta bir yol tutarak şöyle
derler: Eğer hırsız had uygulandığı sırada ödeme genişliğine sahip ise, hem elinin
kesilmesi icabeder, hem tazminatını öder; bu onun cezasını ağırlaştırmak
içindir. Eğer ödeme zorluğu çeken bir kimse ise kıymetini ödemesi istenmez,
yalnızca elinin kesilmesi gerekir. Cezasını hafifletmek üzere tazminat sakıt
olur. Buna sebep ise fakir ve muhtaç olduğundan mazur görülmesi gereğidir.
Daha sonra Yüce Allah,
hırsızlık haddinin illetini zikrederek şöyle buyurmaktadır: "Yaptıklarına
karşılık Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak..." Yani hırsız
erkek ve kadının ellerinin kesilmesi, onların işledikleri, kazandıkları kötü
işin bir cezasıdır. Tekrar hırsızlığa geri dönmeyi önlemek üzere ve onları
hakir ve küçük düşürecek; başkalarına da ibret olacak bir cezadır.
Böyle bir cezayı her
ne kadar bazı kimseler kabul etmek istemiyorsa da hırsızlığı önlemeye ve bu
konuda etkin olmaya en lâyık, en uygun ceza budur. Bu, insanların can ve mal
emniyetlerini sağlamanın yoludur. Hırsızlığın manevî zararlarını bu olayın
ruhta meydana getirdiği dehşet ve huzursuzluk etkilerini, özellikle karanlık
gecelerdeki bu tür etkilerini hırsızlığa maruz kalanlardan başkası takdir
edemez. Hırsızlık çok ezici bir ziyan olmanın yanında, kişiyi yoksuluk içinde
umutsuz ve sefil bırakır. Kendisinin ve ailesinin yiyeceğini, temel
ihtiyaçlarını temin etmek için borçlanmak zorunda bırakır. Hırsızı
öldüre-bilmek için kalbinde şiddetli intikam duygusunun doğmasına sebep olur.
Bu ise huzursuzluğu, tedirginliği körükleyen bir olaydır. Böylelikle hırsızlığa
maruz kalan kişinin bulunduğu mahalle bütünüyle tehlikelerle tehdit edilir bir
hale getirir. Hemen hemen hiç bir kimse huzur içinde uyuyamaz. Hırsız gece ve
gündüz bir eve girdiği takdirde o evde bulunanları dehşete sokar. Kimi zaman
öldürme ve yaralama olayları görülür. Bu ise büyük bir zarar, büyük bir eziyettir.
Bunun sınırlarını kontrol altına almaya yahut sonuçlarının ne olacağını
kestirmeye imkân yoktur. Böyle bir olay dolayısıyla nice gencin saçları ağarmış,
nice kadın ve çocuk aklını kaybetmiş, nice hadiseler bizzat evlerinde insanların
ölümleriyle sonuçlanmıştır. Hatta benim görüşüme göre cinayet, adam öldürme bir
açıdan hırsızlık kadar büyük bir suç değildir. Çünkü öldürme ferdî bir olaydır
ve maktulün ailesi dışındakiler açısından bunun etkisi derhal sona erer.
Öldürme katil ile maktul arasında özel bir ilişki türüdür ve buna münhasırdır.
Hırsızlığın tesiri ise toplumadır ve süreklidir. Sürekli olarak mal sahibi,
ticaret sahibi, ekin ve tarlası olanları, atölye sahiplerini huzursuz ve
endişeli eder, servetlerini zayi olma tehdidi altında bırakır.
Daha sonra Yüce Allah,
hırsızlık haddinin zorunlu olduğunu tekid ederek: "Allah Azîz'dir,
Hakim'dir." diye buyurmaktadır. Yani emirlerini yerine getirip uygulamakta
galip olandır. Emirlerini dilediği şekilde gerçekleştirir. Hırsızlardan
intikam alışında güçlüdür. Teşriinde hikmeti sonsuz olandır. Ancak bir maslahat
ve hikmeti olan hususları teşrî buyurur. Cezaları ve hadleri uygun gördüğü
şekilde, suçun kökünü en ileri derecede kazıyacak, suçluların sonunu getirecek
ve onlar gibilerinin benzer bir suçu işlemekten alıkoyacak şekilde belirler.
Şöyle buyurmuş gibidir: Hırsızların durumu hakkında işi gevşek tutmayınız.
Onlara hadleri uygulamakta sıkı ve tavizsiz davranınız. Çünkü hayır bütünüyle
bundadır ve bu, bizatihi hayırdır; isterse kindarlar bundan hoşlanmasın,
cahiller akılları sıra tenkit etsin.
Daha sonra Yüce Allah
yaptıklarına pişman olup durumlarını ıslâh eden tövbekarların hükmünü şöylece
beyan etmektedir: "Kim de zulmettikten sonra tövbe eder, ıslâh
ederse..." yani her kim hırsızlığından sonra tövbe eder, Allah'a döner, hırsızlıktan vazgeçer, insanların mallarını
yahut o malların bedelini kendilerine geri verir, nefsini ıslâh edip takva ve
iyilik amelleriyle arındırıp temizlerse, bu tövbesi bir daha dönmemek
kararıyla samimi bir niyetle olursa, şüphesiz ki Allah, tövbesini kabul eder,
ahirette onu azaplandırmaz.
Elin kesilmesine
gelince: Fakihlerin cumhuruna göre tövbe, bu cezayı kaldırmaz. Hanbelîlerin
görüşüne göre ise tövbe, bu cezayı kaldırır ve evlâ. olan da bu görüştür. Çünkü
Allah'ın Gafur ve Rahîm olduğunun zikredilmesi el kesmeden ibaret olan cezanın
sakıt olmasına delâlet etmektedir.
Yüce Allah hırsızlık
cezasının adaletli olduğunu ve bunun ilâhî hikmet, adalet ve rahmete uygun
olarak belirlenmiş olduğunu bir daha vurgulayarak şöyle buyurmaktadır:
"Bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır..." Ey
peygamber ve ey Allah'ın hükmünü tebliğ eden her kişi! Göklerde ve yerde
bulunan her şeyin malikinin Allah olduğunu, onları düzenleyen ve yönetenin,
çekip çevirenin o olduğunu, bunlarda mutlak hüküm veren ve egemenin kendisi
olup hükmüne kimsenin karşı çıkamadığını bilmez misin? O dilediğini yapandır.
Ancak hikmetli, adaletli ve rahmetli olanı yapar: Fert ve toplumun güvenliği
tahakkuk etsin ve nefisler mallarından yana huzura kavuşsun; insanlar evinden,
ailesinden iş yerinden emin olarak işlerine gidip gelsin, diye. Yeryüzünde
fesat çıkartan yol kesiciler ile insanın mal saygınlığını ve insanın
özgürlüğünü tehdit eden hırsızlara ceza belirlemiş olması ve ayrıca her iki
kesimden de tövbe edenlere mağfiret etmesi Onun hikmetindendir. Yeter ki,
tövbelerinde samimi olsunlar, amellerini düzeltsinler. Çünkü ceza bizatihi bir hedef
değildir. Aksine asıl maksat, salâhın tahakkuku, güvenliğin, huzurun yaygınlık
kazanmasıdır. Terbiye etmek için, hem onlar hem de benzerlerine bir azar ve
önleyici bir tedbir olmak üzere, kulların menfaatini de gerçekleştirmek
kasdıyla isyankârları azaplandırmak onun hikmet ve adaletinin bir tecellisidir.
Tövbe edenlere merhamet buyurup cezalarını kaldırması da onun rahmetinin bir
tecellisidir. O azap etmeye de, rahmet etmeye de, her şeye kadir olandır. Allah
kullarına bizzat kendilerinden daha merhametlidir. Annenin çocuğuna olan
merhametinden daha da ileridir bu merhameti. İster yol kesicilik için ister
hırsızlık için olsun, öngörülen bu cezalar, hem bizzat bu işi yapanların hem de
toplum içerisindeki kardeşlerinin maslahatmadır. O bakımdan herhangi bir
kimsenin günahkâr bir ele yalancı göz yaşı dökmemesi, yine toplumda böyle bir
ferde şefkat göstermemesi gerekir. Çünkü böyle bir organ bozuk bir organdır,
zararlıdır, yıkıcıdır, tahripkârdır. Eğer halini düzeltmeyecek olursa, ondan
asla hayır umulamaz.
[118]
Ceza, tedipten başka
hiç bir tedavisi bulunmayan, yoldan sapan herkesin bir tedavisidir. Toplumda
suçun yaygınlaşıp insanların anarşik bir ortamda çalkantı içerisinde,
huzursuzluk ve nefretle dolu olarak yaşayıp suçun yaygınlaşması adalet de
değildir, rahmet de değildir; hikmet de değildir, menfaat de değildir.
Kendisi ve ümmeti için
mutluluğu arayan herkese ilâhî teşride her türlü hayır saklıdır. İnsanlar
tarafından ortaya koyulmuş cezaî müeyyidelerin başarısızlığını ortaya koyan en
büyük delil, bu yasaların egemen olduğu ülkelerle suç oranlarının her geçen gün
artıp yükselmesi, suçluların suç türlerinde bir çok teknikler
geliştirmeleridir. Buna sebep ise suçu kökten kazıyan yahut varlığını oldukça
azaltan etkin, önleyici cezaların bulunmayışıdır.
İslâm ceza hukukunun
uygulandığı ülkeler ise, dünyada can ve mal güvenliğinin yaygınlık kazanması
açısından gayet açık bir örnektir. Hiç bir kimse sanmasın ki, bu ülkeler
elleri, ayaklan kesilmiş insanlarla dolup taşıyor. Aksine cezaların
uygulanması hemen hemen nadiren görülen bir olaydır. Çünkü pek çok şart
bulunmadıkça hiç bir had uygulanmaz. Bu şartların sayısı ise onu geçmektedir.
Bu da şüphe sebebiyle ve şartlardan yahut belirleyici ölçülerden herhangi
birisinin bulunmaması sebebiyle haddin uygulanma alanını oldukça daraltmıştır.
Milyonlarca insanın yaşadığı bir ülkede bir yahut iki elden fazlası da
kesilmez. Meselâ hırsızlıkta, hırsızda ve çalınan şeyde, çalınan yerde ve niteliğinde
belli bir takım nitelikler bir arada bulunmadığı sürece el kesme cezası vacip
olmaz.
Hırsızda gerekli olan
beş nitelik vardır: Bulûğ, akıl, hırsızlık yaptığı kimsenin mâliki olmaması ve
onun hırsız üzerinde velayetinin bulunmaması. Buna göre birinin diğerinden mal
alması dolayısıyla efendi ile kölesi arasında el kesme cezası söz konusu olmaz.
Hırsızdan çalmak ise
Mâlikîlere göre el kesmeyi gerektirir. Gasp edenden çalmak gibi. Çünkü malikin
hürmeti (saygınlığı) üzerinde varlığını devam ettirmektedir, ondan ayrılmış
değildir. Şafiî ise eli kesilmez demektedir. Çünkü o mala malik olmayan bir
kimseden ve himaye (hArz, koruma) altında bulunmayan bir yerden almıştır.
Çalınan şeyde gerekli
olan şartlar ise dört tanedir: Az önce geçtiği üzre nisap miktarı, mal
edinilen bir şey olması, mülk edinilen türden olması ve satışı helâl olan
şeylerden olması. Mal edinilemeyen ve satışı helâl olmayan şarap ve domuz gibi
şeylerin çalınması dolayısıyla, ittifakla, herhangi bir kimsenin eli kesilmez.
Ancak İmâm Mâlik ile İbnü'l-Kâsım'a göre hür ve küçük çocukların çalınması,
müstesnadır. Böyle birisinin çalınması dolayısıyla elin kesilmeyeceği de
söylenmiştir. Bu Şafiî ve Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür. Çünkü küçük ve hür bir
çocuk mal değildir. Mâlikîler ise şöyle cevap verirler: Aksine böylesi malın en
büyüğüdür. Esasen hırsızın eli bizatihi mal dolayısıyla kesilmez; bu kesme
ancak nefsin bir şeye taaluk etmesi dolayısıyladır. Hür bir kimseye nefsin
taalluku ise, köleye taallukundan daha fazladır.
Mülk edinilmesi caiz,
fakat satışı caiz olmayan; beslenilmesine, edinilmesine izin verilmiş köpek
ile kurban etleri gibi şeyler çalınması hakkında, Eşheb şöyle der: Edinilmesi
hakkında izin bulunan şeyleri çalan ile kurban etini yahut derisini çalan bir
kimsenin eli -çaldığı bu şeyin kıymeti üç dirhem değerinde olursa- kesilir.
İbnü'l-Kasım'a göre köpek çalanın eli kesilmez. Malikilerin mezhebi budur. Buna
göre av için eğitilmiş yahut koruyuculuk için bulundurulan bir köpeği çalan
kimsenin eli kesilmez, çünkü Resulullah (s.a.) böyle bir köpeğin satışını yasaklamıştır.
Çalgı aletlerine
gelince: Eğer bunların şekillerinin bozulup maksat olarak gözetilen menfaatleri
giderildikten sonra geriye kalan kıymetleri çeyrek dinar ve daha fazla kıymette
olursa el kesilir.
Kullanılması caiz
olmayan ve kırılmaları emrolunan altın ve gümüşlerde de hüküm böyledir.
Sanatsız olarak altın ve gümüş kıymetleri biçilir. Nisap miktarını bulursa el
kesilir. Altın yahut gümüş haç da aynı hükümdedir.
Üçüncü niteliğe
gelince: Hırsızlığın o çalman malda bir mülkiyetinin olmaması gerekir. Bir
kimsenin, rehin bıraktığı bir şeyi yahut ücretle kiraladığı bir şeyi çalması
gibi. Yine ganimetten yahut beytülmalden çalanın durumunda olduğu gibi, o
çalman şeyde çalanın mülkiyet şüphesi de bulunmamalıdır. Çünkü hırsızın bu
gibi yerlerde belli bir payı vardır. Ancak İmam Malik'in görüşüne göre sirkat
(hırsızlık) lafzının genelliği dolayısıyla beytülmalden çalanın eli kesilir.
Dördüncü nitelik ise,
mal ve küçük köle gibi çalınması sahih olan şeylerden olması gerekir. Çünkü
yaşça büyük kölenin çalınması gibi alınması sahih olmayan şeylerde el kesme
yoktur.
Çalınan yerde muteber
olan şarta gelince: Bu da çalınan şeyin çalındığı yerin, benzeri için hirz
olabilecek özellikte olmasıdır. Bu hususta söylenecek şeyler özetle şöyledir:
Her bir şeyin bilinen bir yeri vardır. İşte onun o yeri onun hirzi yani
muhafaza altında bulundurulduğu yerdir. Beraberinde koruyucu bulunan her şey
koruyucusu onun hirzidir. Meselâ, evler ve meskenler içlerinde bulunan
şeylerin hirzi kabul edilirler; orada ev halkı bulunsun yahut bulunmasın
farketmez. Yine beytülmal de Müslümanların bir hirzidir. Hırsızın onda herhangi
bir hakkı yoktur. -Mâliküerin görüşüne göre-. Paylaştırmak suretiyle hakların
belli olmasından sonra ganimetten çalanın eli kesilir. Paylaştırmadan önce ancak
kendi hakkından fazla çalarsa eli kesilir, aksi takdirde kesilmez. Kabir ve
mescit hirzdir. Buna göre çoğunluğun görüşüne göre nebbâ-şm (kefen soyucunun)
eli kesilir. Ebû Hanîfe şöyle der: Eli kesilmez. Çünkü böyle bir kimse telef
olmaya maruz kalmış ve maliki bulunmayan ve hirz de bulunmayan bir mal
çalmıştır. Çünkü ölü, bir şeye malik olamaz.
Bineklerin sırtları
taşıdıkları şeylerin hirzidir. Dükkânların alanları, aynı şekilde satış yerinde
dükkânların içine bırakılan şeylerin hirzidir. Dükkânlarda sahipleri bulunsun
yahut bulunmasın, farketmez. Çalman şeylerin gece yahut gündüz alınmış olması
da farketmez. Yine çarşı pazarlarda koyunların bağlı veya bağlanmamış olarak
durdukları yer ve aynı şekilde bineklerin bağlandıkları yerler de, arabaların
yollarda bulunmaları da onlar için bir hirzdir. Sahiplerinin beraberlerinde
olup olmaması ise bir şey değiştirmez. Gemi, içinde bulunanların hirzidir.
İster bağlı olsun, ister olmasın. Bizzat geminin kendisi çalınacak olursa
-bineğin çalınması gibi- şayet bağlı değil ise hirz altında bulundurulmuş
sayılmaz, eğer bağlı ise hirz altında demektir. Beraberlerinde bir kimse varsa o kimse dolayısıyla hirz altında kabul
edilirler. Mescit kapısında veya pazarda bulunan binek, beraberinde bir
koruyucu olmadığı sürece hirz altında değildir. Mescidin avlusuna bineğini
bağlayan yahut belli bir yeri hayvanları için ağıl edinen bir kimsenin, o
bağlaması ve ağıl edinmesi o hayvanlar için birer hirzdir.
Herkesin kendi
odasında ayrı ayrı kaldığı otel ve benzeri bir yerde bulunanlardan herhangi
birisi ötekinin odasından bir şey çaldığı takdirde, onu alıp salona çıkacak
olursa, o çaldığı şeyi kendi odasına götürmese ve bizzat kalınan otel gibi
yerin dışına çıkarmasa dahi yine de eli kesilir; bunda görüş ayrılığı yoktur.
Çocuklarının malını
çaldıkları için anne babanın elleri kesilmez. Çünkü Resulullah (s.a.) İbni
Mâce'nin Hz. Câbir'den rivayetine göre şöyle demiştir: "Sen de malın da
babana aitsiniz." Mâlikîlerin cumhurunun görüşüne göre ise, anne babasının
malını çaldığı için çocuğun eli kesilir. Çünkü bu hususta herhangi bir şüphe
söz konusu değildir. Hanefî'ler ile Mâliküerden İbni Vehb ve Eşheb ise elinin
kesilmeyeceğini söylerler. Çünkü çocuk âdeten babasının malından genişçe
yararlanabilir. Mâlik de şöyle der: Dedenin de eli kesilmez, çünkü o da bir
babadır.
Ebû Hanife ile Ebû
Sevr şöyle derler: Hala, teyze, kız kardeş vb. mahrem olanlardan herhangi bir
kimsenin de eli kesilmez.
Mâlik, Şafiî, Ahmed ve
İshâk ise bu gibi kimselerin elinin kesileceğini söylemiştir.
Mushaf çalana gelince:
Eğer çaldığı mushafm kıymeti el kesmeyi gerektiren miktarda ise eli kesilir.
Şafiî, Ebû Yûsuf, Ebû Sevr ve İbnü'l-Kasım'm görüşü budur. Ebû Hanife ise
kesilmeyeceğini söylemiştir.
Mâlik, Evzâî ve
Şafiî'ye göre yankesicinin eli kesilir. Ebû Hanîfe, Muham-med b. Hasan ve İshâk
ise şöyle demektedir: Şayet dirhemler kişinin elbisesinin yeninin dış
tarafında bağlanmış olup o da bunları çalmışsa eli kesilmez. Eğer elbisesinin
yeninin iç tarafına bağlı olup elini içeriye sokarak bunları çalmışsa eli
kesilir.
Yolculukta ve dar-ı
harpte hadlerin uygulanmasına gelince: Mâlik ve Leys b. Sa'd, dar-ı harbde de
hadler uygulanacağını, bu konuda dar-ı harb ile dar-ı İslâm arasında -Kur'ân
ifadesinin umumîliği dolayısıyla- bir fark olmadığını söylemektedirler. Sahih
olan da budur.
Ebû Hanife ise şöyle
der: Ordu dar-ı harbe girip başlarında da komutan bulunuyor ise Mısır, Şam,
Irak veya benzeri bir yerin imamı (kumandanı) olmadıkça hadleri uygulamaz.
Böyle bir yerin emiri ise hadleri karargahında uygular. Çünkü Tirmizî
tarafından rivayet edilen Cünâde b. Ümeyye hadisinde şöyle denmektedir: Bizler
denizde Busr b. Ertea ile birlikteydik. Ona boynu uzun cins bir dişi deve
çalmış Mistar adında bir hırsız getirildi. Şöyle dedi: Ra-sulallah (s.a.)'ı
şöyle buyururken dinlemiştim: "Gazada iken eller kesilmez." Şayet bu
olmasaydı hiç şüphesiz onun elini keserdim.
İlim adamları
ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Bir topluluk bir arada hırsızlık yapacak
olursa, onların her birisine nisap miktarı düştüğü takdirde, hepsinin eli
kesilir; eğer çalınanın tümü ancak bir nisap ediyorsa, Ebû Hanife ile Şafiî'nin
görüşüne göre, kimsenin eli kesilmez. Çünkü onlardan her birisi ayrı ayrı birer
nisap çalmış değildir. Mâlikîler ise şöyle der: Eğer onların her birisi onu tek
başına taşıyabilecek kadar ise kimsenin eli kesilmez. Eğer o çalınan malı
dışarı çıkarmak için birinin ötekine yardımcı olmasına gerek duyarlarsa
hepsinin de eli kesilir. Hanbelîler ise: Hepsinin eli kesilir, çünkü malın
korunması zaruridir, derler.
İki kişi bir duvarın
delinmesinde ortaklaşa hareket eder ve bu hususta birbirlerine yardımcı
olurlarsa Mâlikîlerle Hanbelîlere göre elleri kesilir. Onlardan birisinin malı
dışarıya çıkartması halinde ise sadece o kişinin eli kesilir. Ebû Hanife ise,
delmeye katılır, içeri girer ve mal alırsa eli kesilir, aksi takdirde
kesilmez, der. Şafiî şöyle der: Delmekle birlikte çalmayanın eli kesilmez.
Başkasının deldiği yerden çalana gelince: Böyle bir kimse, hürmeti çiğnenmiş
bir hirzden çalmış olur. Onlardan birisi içeri girip malı hirzin kapısına
çıkartacak, diğeri ise elini sokup oradan bir şeyler alacak olursa cumhura
göre eli kesilir, ancak Ebû Hanîfe'ye göre kesilmez.
Hakim yanılarak
hırsızın sağ elini kesecek yerde sol elini kesecek olursa, artık bundan fazla
bir ceza -ilim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre is-tihsanen- verilmez.
Elinin kesilmesine karar verilen bir hırsız aynı zamanda katil de olursa, İmam
Mâlik'e göre öldürülür ve bu durumda el kesme cezası onun kapsamı içerisine
girer. Şafiî ise şöyle der: Önce eli kesilir, daha sonra öldürülür. Çünkü
bunlar iki hak sahibine ait iki haktır, o bakımdan onlardan her birisinin
hakkını alması gerekir. Sahih olan da budur, İbnü'l-Arabî ve Kurtu-bî'nin
tercih ettikleri gibi.
Bu ayet-i kerimede
hırsız kadından önce hırsız erkekten, zina ile ilgili ayet-i kerimede ise
erkekten önce zina eden kadından söz edilmesinin hikmeti şudur: Erkeklerde mal
sevgisi daha baskındır. Cinsî bakımdan yararlanma arzusu ise kadınlarda daha
baskındır. O bakımdan böyle bir suçun işlenmesine iten sebep kimde daha fazla
ise öncelikle o zikredilmiştir.
Yüce Allah'ın:
"Bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır." buyruğundan
da anlaşılan şudur: Şanı Yüce Allah'ın herhangi bir kimseye iltiması gerektiren
herhangi bir hususi yakınlığı yoktur. Dolayısıyla bir kimse: Bizler Allah'ın
oğulları ve sevgilileriyiz, diyemez. Hadler herhangi bir suçu işleyen ve haddi
gerektiren herkese uygulanır. Daha önce Yahudi ve Hristiyanlarm iddialarını
reddetmek üzere bu buyruğa benzer bir cümle de geçmiş bulunmaktadır.
[119]
41- Ey peygamber! Ağızlarıyla "inandık"
dedikleri halde kalpleriyle inanmayan ve küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin.
Yahudilerden de yalana kulak verenler, sana gelmeyen, bir başka kavmin lehine
senin sözünü dinleyenler vardır. Sözleri yerlerine konulduktan sonra
değiştirirler de: "Size bu verilirse alın, size bu verilmezse
kaçının" derler. Kimin de Allah fitneye düşmesini isterse, onun için
senin Allah'a karşı hiç bir şey yapmaya
gücün yetmez. İşte onlar Allah'ın kalplerini temizlemek istemediği
kimselerdir. Dünyada onlara rüsvalık ve ahirette de onlar için büyük bir azap
vardır.
42- Yalana kulak
verici olanlar, alabildiğine yalan dinleyenlerdir onlar. Haram ve rüşveti
boyuna yerler. Sana gelirlerse ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz
çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen sana hiç bir zarar veremezler. Şayet
hükmedersen de aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah âdil olanları sever.
43- Hem nasıl olur da
seni hakem yapıyorlar? Halbuki Tevrat yanlanndadır, onda Allah'ın hükmü
vardır. Yine de bundan sonra yüz çevirirler; onlar mümin kimseler değillerdir.
"Yalana kulak
verenler" buyruğu ya mübtedadır ve: "Yahudilerden de ... vardır"
onun haberidir veya "bir kesim de..." takdirinde hazfedilmiş bir
mev-sufun sıfatıdır yahut: "Onlar yalana kulak verenlerdir"
takdirinde hazfedilmiş bir mübtedanın haberidir.
[120]
"Ey
Peygamber!" Hz. Peygambere, şerefine ve Allah katındaki değerine dikkat
çekmek ve yükseltmek için "risâlet" ile hitab edilmiştir. "
küfür içinde koşuşanlar" buyruğunda (fî) = içinde, ...de, edatının, (ilâ)
= e, a yerine tercih edilmesi, onların küfür içinde karar kılmış olduklarına
işaret içindir.
"Kulak verici
olanlar..." anlamındaki kelime mübalağa kipi ile gelmiştir. Yani bunlar
yalanı dinlemekte alabildiğine aşırı giden ve bu işi çokça yapan kimselerdir.
"Rüsvalık" kelimesinin belirtisiz gelmesi, işin büyüklüğüne delâlet
içindir. "Ve ahirette de onlar için" buyruğunun tekrarlanması ise,
bunun daha pekiştiriri bir şekilde ifade edilmesi içindir.
"dünyada...
ahirette" kelimeleri arasında tıbak vardır.
"Hem nasıl olur
da seni hakem yapıyorlar?" buyruğu peygambere ve onun Kitabına iman etmedikleri
halde, onu anlaşmazlıklarında hakem kılmalarının hayret edilecek bir iş
olduğunu ifade etmektedir.
"Onlar mümin
kimseler değillerdir." Burada "onlar" anlamına gelen (ülâike) ve
uzak için kullanılan işaret edatının zikredilmesi, onların azgınlık ve hakkı
bile bile inkâr derecelerinde ne kadar aşırı gittiklerine, haktan ne kadar
uzağa düştüklerine işaret içindir.
[121]
"Ağızlarıyla:
İnandık, dedikleri halde" dilleriyle inandıklarını söyledikleri halde
"kalpleriyle inanmayan" Bunlar münafıklardır, "ve küfür içinde
koşuşanlar" hızlıca küfrün içerisine düşenler, yani fırsat buldukları
takdirde küfürlerini açığa vuranlar "seni üzmesin" Böylelerinin
yaptıkları işler seni kederlendirmesin. "Yalana kulak verenler"
hahamlarının kabul ettikleri ve kendilerine anlattıkları yalanları kabul ile
karşılayarak dinleyenler, "bir başka kavmin lehine" Yahudilerden bir
başka kavme söz götürmek için "senin sözünü dinleyenler vardır."
Bunlar Hayber Yahudileri idi. "Yerlerine konulduktan sonra" Allah'ın
"sözlerini" yerleştirildikleri yerden "değiştirirler"
:Tevrat'ta bulunan sözleri -recm ayeti gibi- değiştirirler. "Size bu
verilirse" muharref olan hüküm bildirilirse "alın". Yani
Muhammed size, muhsan kimselere sopa vurulacağını bildirirse onu kabul ediniz;
"size bu verilmezse", yani buna muhalif fetva verirse "kaçının
derler."
"Kimin de Allah
fitneye düşmesini" onu deneyip saptırmayı, "isterse..."
"Haram ve
rüşveti": Rüşvet, köpek, şarap ve domuz bedeli gibi haram kazançları
"yerler." Haram mala "suht" adının veriliş sebebi, onun her
türlü itaat ve bereketi giderecek özellikte oluşundan dolayıdır.
"İster aralarında
hükmet, ister onlardan yüz çevir." Böyle bir muhayyer bırakma, Yüce
Allah'ın: "Aralarında Allah'ın indirdikleriyle hükmet" (Maide, 5/49) buyruğu
ile neshedilmiştir. O bakımdan Müslüman ile davalı olmaları halinde ve
davalarını İslâm mahkemelerine götürdükleri takdirde, aralarında hükmetmek
icabeder. Bu, Şafiî'nin konu ile ilgili iki görüşünden daha sahih olanıdır.
"Allah âdil olanları sever": Hüküm verirken adaletli davrananları sever,
yani onlara ecir ve sevap verir.
"Onda Allah'ın
hükmü vardır." Onda recme dair hüküm vardır. Yüce Allah'ın: "Hem
nasıl olur da seni hakem yapıyorlar?" buyruğundan kasıt da, yaptıkları
işin hayret edilecek bir iş olduğunu soru kipiyle anlatmaktır. Yani onlar senin
hükmüne başvurmakla hakkı bilme gayesini gütmüyorlar. Bilhassa hak onlar için
oldukça önemsizdir. 'Yine de bundan sonra yüz çevirirler." Kitaplarına
uygun olarak vermiş olduğun recm hükmünden, senin hakemliğine başvurmalarından
sonra dahi yüz çevirmektedirler.
[122]
"Ey peygamber...
(diye başlayan 41.) ayetin nüzulü ile ilgili olarak Ahmed ve Ebu Davud, İbni
Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Yüce Allah bunu Yahudilerden iki
kesim hakkında indirmiştir. Bunlardan birisi diğerini ca-hiliye döneminde yenik
düşürmüştü. Nihayet karşılıklı olarak razı oldular ve güçlü kabilenin yenik
düşen kabileden öldürdüğü her bir kişinin diyetinin elli vesk (bir vesk: 2751
gr.) olması, buna karşılık güçsüz kabilenin güçlü kabileden öldürdüğü her bir
kişinin diyetinin de 100 vesk olması üzerinde anlaşıp barış yaptılar. Onların
bu durumları Resulullah (s.a.) Medine'ye gelinceye kadar böylece devam etti.
Bir seferinde güçsüz olan kabile güçlü olandan birisini öldürdü. Güçlü kabile
haydi bize 100 vesk gönderin, diye haber saldı. Bu sefer güçsüz olan kabile:
Peki dinleri bir, nispetleri bir, yaşadıkları toprak bir olan iki kabilede hiç
böyle bir şey görülmüş müdür? Hiç bu durumda olanlardan birisinin diyeti
ötekinin yarısı kadar olur mu? Biz vaktiyle bunu sizden çekindiğimiz, korktuğumuz
için vermiştik. Şimdi ise Muhammed buraya gelmiş bulunuyor. Artık böyle bir
şeyi size vermiyoruz, dediler. Az kalsın aralarında savaş alevi parlayacaktı.
Daha sonra Resulullah (s.a.)'ı aralarında hakem kılmak üzere anlaştılar.
Görüşünü almak için münafıklardan bazılarını gönderdiler. Bunun üzerine Yüce
Allah da: "Ey Peygamber! Ağızlarıyla: İnandık, dedikleri halde kalpleriyle
inanmayan ve küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin." ayetini indirdi.
Bu ayet-i kerime
Kurayza oğulları ile Nadîr oğulları hakkında nazil olmuştur. Bunlar Resulullah
(s.a.)'ın hükmüne başvurmuşlardı. Hz. Peygamber de Kurayza oğullarından olan
kimse ile Nadîr oğullarından olan kimse arasında (diyette) eşitlik hükmünü
verdi.
Yine denildiğine göre
bu ayet-i kerime, Resulullah (s.a.)'m Ebu Lübâbe'yi Kurayza oğullarına
gönderip, onun da boğazlanacaklarını işaret ederek Pey-gamber'e hainlik etmesi
üzerine nazil olmuştur.[123]
Bir diğer görüşe göre
bu ayet-i kerime, zina eden iki Yahudi ile recm olayı hakkında nazil olmuştur.
Kurtubî bunun konu ile ilgili görüşlerin en sahih olanı olduğunu söyler.[124]
Burada kastedilen olay da şudur:
Hadis imamları Malik,
Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî ve Ebu Davud, el-Berâ b. Azib'in şöyle dediğini
rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.)'m yanından yüzüne siyahlar çalınmış ve
sopa vurulmuş bir Yahudi geçirildi. Resulullah (s.a.) Onları çağırıp dedi ki:
"Kitabınızda zina haddinin böyle olduğunu mu görüyorsunuz?" Onlar:
Evet, dediler. Bu sefer Resulullah (s.a.) onların ilim adamlarından birisini
çağırdı ve dedi ki: "Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah hakkı için sana and
veriyorum, Kitabınızda zina edenin cezasının böyle olduğunu mu
görüyorsunuz?" O: "Allah'a yemin ederim ki hayır" dedi.
"Eğer bana bu şekilde yemin verdirme-seydin sana gerçeği bildirmeyecektim.
Bizler Kitabımızda zina edenin cezasının recm olduğunu görüyoruz. Fakat bu zina
soylularımız arasında çoğaldı, o bakımdan soylu olan bir kimseyi yakaladığımız
zaman cezasız bırakıyor, güçsüz bir kimseyi yakaladığımız zaman ise ona had
uyguluyorduk. Kendi aramızda soylu olana da güçsüz olana da uygulayacağımız bir
ceza üzerinde ortak bir karara vardık ve recm yerine yüze kara çalmayı ve sopa
vurmayı ceza olarak belirledik." Bu sefer Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu:
"Allahım, onların öldürdükleri bir zamanda senin emrini dirilten ilk kişi
ben oluyorum." dedi ve verdiği emir ile o kişi recmedildi. Bunun üzerine
Yüce Allah: "Ey peygamber! Ağızlarıyla inandık dedikleri halde... küfür
içinde koşuşanlar seni üzmesin." buyruğundan itibaren "...size bu
verilirse alın..." buyruğuna kadar olan bölüm nazil oldu.
Ahmed, Buharî ve
Müslimde Hz. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilmektedir: Yahudiler Resulullah
(s.a.)'m yanına zina etmiş bir kadın ve bir erkek getirdiler. Resulullah
(s.a.): "Kitabınızda bu hususta neyi buluyorsunuz?" deyince onlar:
"Bizler yüzlerine kara çalıyoruz ve rezil edilmelerini sağlıyoruz"
dediler. Hz. Peygamber: "Yalan söylüyorsunuz, Tevrat'ta recm vardır. Eğer doğru
söylüyor iseniz Tevrat'ı getirin ve okuyun." buyuranca Tevrat'ı
getirdiler. İbni Suriya diye anılan bir gözü görmeyen bir okuyucu da
getirdiler. Bu kişi bir yere gelinceye kadar okudu, oraya gelince de elini
üzerine koydu. Ona: Ordan elini kaldır, denildi, elini kaldırınca bir de
baktılar ki, recmi emreden ayet açıkça orada yazılı bulunmaktadır. "Ey
Muhammedi" dediler. "Orada recm yazılıdır, fakat biz bunu aramızda
gizliyorduk." Bunun üzerine Resulullah (s.a.) emir verdi ve her ikisi de
recm edildi. Recm esnasında erkek kadın üzerine abanıyor ve böylelikle
kendisini siper ederek kadını gelecek taşlardan korumaya çalışıyordu.
"Yalana kulak
verici olanlar, alabildiğine yalan dinleyenlerdir, onlar. Haram ve rüşveti
boyuna yerler." anlamındaki 43. ayet de Yahudiler hakkında nazil olmuştur.
Yahudi bir hakime birisi gelip de davasında haksız ise hakime rüşvet verir, o
da onun söylediği sözü dinler ve hükmünü verirken onu esas alırdı. Buna
karşılık diğer tarafa iltifat etmezdi. Böylelikle rüşveti yer ve yalanı
dinlerdi. Aralarından fakir olanlar ise, bağlı bulundukları Yahudilik dini
üzere devam etmek için zenginlerden belli bir mal alıyorlar ve onlardan Yahudiliğin
propagandasını yapan İslâmı tenkide yönelik yalanlarını da dinliyorlardı. İşte
zenginlerden aldıkları haramı yiyenler ve yalanı dinleyip kulak verenler fakir Yahüdilerdi. Yüce Allah'ın:
"Alabildiğine yalan dinleyenlerdir onlar, haram ve rüşveti boyuna
yerler." buyruğunda işaret olunan da budur. Yine denildiğine göre bu,
onlar Tevrat'a nispet ettikleri yalanlara kulak verirler, faizi yerlerdi,
anlamındadır. Nitekim Yüce Allah'ın: "Kendilerine yasak kılınmış olduğu
halde faizi alıp yemeleri..." (Nisa, 4/161) buyruğu da buna işarettir.
[125]
Yüce Allah bir takım
şer1! mükellefiyet ve hükümleri beyan edip, küfürde süratle koşuşan bir takım
kimseler ondan yüz çevirince, rasulüne buna katlanmak için sabrı öğütledi ve
bundan dolayı üzülmemesini emrederek: "Ey peygamber... seni
üzmesin." diye hitap etti.
Yüce Allah peygamberi
Muhammed'e: "Ey nebi" diye bir çok yerde hitap etmekle birlikte
"Ey rasul" buyruğu ile sadece iki yerde hitap etmiştir. Bunlardan
birisi buradaki ayet-i kerimedir, ikincisi ise, "Ey Peygamber (rasul),
Rab-binden sana indirileni tebliğ et." (Mâide, 5/67) ayetidir. Bu ise Hz.
Peygamberin şerefini ve şanını yükseltmeye yönelik bir hitaptır.
[126]
Bu ayet-i kerimeler
küfürde yarışanlar, Allah ve Rasulüne itaatin dışına çıkanlar, kendi görüş ve
nevalarını Yüce Allah'ın şeriatinin önüne geçiren münafıklarla Yahudiler
hakkında nazil olmuştur.
Yüce Allah: Ey
Peygamber (rasul)! buyurmaktadır. Bu Hz. Peygamber'e, onu şereflendirmek, tazim
etmek ve müminlere de ona sıfatıyla hitap etmeyi öğretmek üzere yapılmış bir
hitaptır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Aranızda rasulün duasını (onu çağırmayı) birbirinizin duası (kiminizin
kiminizi çağırması) gibi kılmayın." (Nûr, 24/63) Bunun üzerine As-hab-ı
Kiram ona: "Ey Allah'ın rasulü" diye hitap etmeye başladılar. Halbuki
daha önce ona "Ya Muhammed" diye sesleniyorlardı.
Münafıkların her
fırsat buldukça küfrü açığa vurmaları ve düşman saflarına geçmeleri hususunda
ellerini çabuk tutmaları, bu hususta yarışa girmeleri seni üzmesin, yani bunu
önemseme, aldırış etme. Onlara karşı ben sana yardım edeceğim, onların
kötülüklerine karşı ben sana yeterim.
Burada maksat bizatihi
üzülmeyi yasaklamak değildir. Çünkü üzülmek insanın ihtiyarı dışında tabiatı
gereği ortaya çıkan bir durumdur ve bu hususta herhangi bir mükellefiyet söz
konusu değildir. Asıl maksat bu üzüntünün gerekleri olan önceki halleri ve
sonuçları yasaklamaktır. Böylelikle üzüntünün büyüklüğüne ağır sorumluluğuna ve
üzüntü sebeplerini ortaya çıkarmanın ağız sorumluluğuna dikkat çekilmektedir.
Daha sonra bunların
kim olduklarını beyan etmektedir. Bunlar ise dilleriyle iman ettiklerini açığa
vurmakla birlikte, kalpten iman etmeyen kimseler, yani münafıklardır. Yahudiler ise İslâmın ve
Müslümanların düşmanıdır. Onlar kendi hahamlarının yalanlarına kulak verirler.
Bu yalanlar ister Peygamber (s.a.) ile ilgili olsun, ister dinlerinin
hükümleri ile ilgili olsun. Ey Muham-med! Onların hepsi de senin meclisine
gelmeyen başka bir takım Yahudi topluluklar lehine dinlemektedirler. Yani
münafıklar Hz. Muhammed'den işittiklerini bu meclise gelmeyen Yahudiler
topluluğuna bildirmek üzere orada bulunan casuslardır. Yüce Allah'ın,
"Başka bir kavmin lehine..." buyruğunun anlamı, "başka bir kavim
adına, başka bir kavim için"dir.
İşte bu Yahudiler,
Allah'ın Tevrat'taki sözlerini, kelimeler yerlerini bulduktan sonra tahrif
eder, değiştirirler. Yani Allah farzlarını farz, helâlini helâl, haramını
haram kıldıktan sonra onlar bunu değiştirirler. Onlar ya kelimelerin yerine
başka kelimeler koymak suretiyle lafzî bir takım değişikliğe giderler yahut
onda bir takım fazlalıklar yapmak veya eksiltmekle bu tahrifi yaparlardı. Yahut
da bu kelimeleri gerçek anlamından başka türlü yorumlamak, başka bir anlama
tevil etmek suretiyle manevi olarak tahrife uğratırlardı. Onların bu
değiştirmeleri ise, ısrarla ve gerçekleri bilerek yapılan bir değiştirmedir.
Allah Rasulünün yanma
muhsan zanilerin hükmünü sormak üzere gönderdikleri kimselere de şöyle
derlerdi: "Eğer o sizlere yüzlerine siyah çalmak ve sopa vurmak şeklinde
fetva verirse, onun bu fetvasını kabul edin ve buna razı olun. Eğer size
recmedilecekleri fetvasını verirse, onu kabulden çekinin ve buna da razı
olmayın."
Oysa Allah'ın dininde
denemeye tabi tutmak istediği kimsenin, bu deneme sonucu küfür ve sapıklığı
ortaya çıkacaksa, herhangi bir kimse bu sonucu önleyemez. Ey Peygamber! Sen de
Allah'a karşı bunu önleyecek bir şey yapamazsın. Böyle birisini hidayete
iletemezsin hakka ulaştıramazsın.
Bu münafıklar ve
Yahudilerin fesatlarının boyutu ise deneme sonucu ortaya çıkmıştır. Çünkü
bunlar yalanı kabul ediyorlar, dinlerinin hükümlerini tahrif ediyorlar,
nevalarına uyarak bunu yapıyorlardı. O bakımdan sen de onlar için üzülme ve
artık bundan sonra iman edeceklerine dair ümit besleme.
Allah kendilerini bu
şekilde denediği o kimselerin artık bundan sonra kalplerini küfür ve nifaktan
temizlemek istememektedir. Çünkü batıl üzere kalmayı alışkanlık haline
getirmiş, kötülük ve serde alabildiğine ilerilere gitmiş kimselerin hayır
umutları kalmamış demektir. Artık onların nura kavuşma hakkı, görmelerinin
yolu bitmiş demektir.
Yahudi ve
münafıklardan oluşan bu iki kesimin de cezası dünyada rezillik, ahirette ise
büyük azap ve büyük dehşet olacaktır. Münafıkların dünya hayatındaki
rezillikleri gerçek yüzlerinin ortaya çıkması, peygamber (s.a.)'e yalan
söylediklerinin anlaşılması ve ölümden korkup durmalarıdır. Yahudilerin akıbetleri
de aynı şekilde muhsan zinakârlann recmedilmesi gereğini ortaya koyan
kitaplarının nassmı gizlemek suretiyle, yalan söylediklerinin ortaya çıkması
sonucu rezil olmalarıdır.
Daha sonra Yüce Allah
pekiştirmek ve bu hususun iyice yer etmesini sağlamak üzere onların
niteliklerini tekrarlamaktadır. Bu nitelikleri ise yalanı dinlemeleri ve çokça
haram yemeleri, yani rüşvet olarak çokça haram mal alıp yemeleri; zina eden
kadının ücretini; erkek hayvanların dişi hayvanlara aşırılmasının ücretini;
şarap, meyte ücretini; kâhine verilen parayı masiyetlerin işlenmesi için
ücretli çalıştırmayı mubah görmeleridir. Nitekim Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali,
İbni Abbas, Ebu Hureyre ve Mücahid'den de böylece rivayet edilmiştir. Bunların
aslı ise hiç bir bereketi bulunmayan insanın kendisi sebebiyle ayıplandığı,
değersiz haramı kabul etmektir.
[127]
Daha sonra Yüce Allah
rasulünü Yahudiler arasında hüküm vermek ile hüküm vermekten yüz çevirmek
arasında muhayyer bırakarak şu anlamda ona ferman, buyurmaktadır: Şayet onlar
senin hükmüne başvurmak üzere yanma gelecek olurlarsa sen de onlar arasında
hüküm vermek yahut onları muhakeme etmek ile onlardan yüz çevirip kendi başkan
ve ilim adamlarına terketmek arasında muhayyersin. Böyle bir muhayyerlik ise,
zimmet ehlinden ayrı zimmet akitleri bulunmayan muahidlere has bir durumdu.
Çünkü zimmet ehli arasında bizim mahkememize başvurdukları takdirde hüküm
vermek icabeder. Zira kendileriyle birlikte zimmet akdi yapılan kimseler suç,
ceza ve karşılıklı ilişkilerde İslâm'ın ahkâmına bağlı kalmayı kabul etmişler
demektir. Bundan tek istisna şarap ve domuz satımıdır. Onların bu
uygulamalarına müsaade edilir. Ebu Hanife ve Mâlik'in görüşüne göre; zina
etmeleri halinde muhsan olanlarının recmedilmeleri söz konusu değildir. Çünkü
Müslüman olmak recmin şartlan arasındadır. Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre ise
recm olunurlar. Bu da Resulullah (s.a.)'ın zina eden iki Yahudiyi recmetmiş
olması uygulamasının bir gereğidir ve bunlara göre İslâm muhsan olmak için şart
değildir.
Böyle bir açıklama ile
bu ve: "Ve aralarında Allah'ın indirdikleriyle hükmet" (Bu surenin
49. ayeti arası) ayetlerinin arası telif edilmiş olmaktadır. Bu da Şafiî'nin
görüşüdür. Bir görüşe göre birinci ayet-i kerime ikinci ayet-i kerime ile
nes-holmuştur. Bu da İbni Abbas, Hasan-ı Basri, Mücâhid ve İkrime'nin
görüşüdür.
Şayet aralarında hüküm
vermekten yüz çevirecek olursan zarar ve düşmanlıklarının sana bir kötülüğü
dokunmaz. Seni koruyan, insanlara karşı seni muhafaza edecek olan Allah'tır. Bu
cümleden maksat ise, Hz. Peygamberin birinden birini tercih etmekte muhayyer
kılındığı iki hususun durumunu açıklamaktır. Onlar ise ancak recm yerine sopa
vurmak gibi daha hafif ve daha kolay olana talip olduklarından dolayı onun
hükmüne başvuruyorlardı. Onlardan yüz çevirmesi halinde ise kızarlar, hatta ona
eziyet vermeye çalıştıkları da olurdu. Böylelikle Yüce Allah onların Hz.
Peygambere düşmanlıklarının herhangi bir zararının dokunmayacağını beyan
etmektedir.
Eğer aralarında hükmedecek
olursan emrolunduğun adaletle hükmet. Çünkü Allah adil olanları sever. Adalet,
Kur'an-ı Kerim ve İslâm'ın yoludur: İster Müslümanlar arasında olsun, ister
düşmanlar arasında.
Hem zina edenlerin
durumunda olduğu gibi onlar nasıl senin hükmüne başvuruyorlar ki? Zira
yanlarında Tevrat vardır ve o Tevrat'ta Allah'ın şeriati; bulunmaktadır. Sonra
da bunun ardından senin hükmünden yüz çeviriyor, bırakıp gidiyorlar. Bunlar
katiyyen müminlerden olamazlar veya onlar iddia ettikleri gibi kendi kitaplarına
iman eden kimseler değildirler.
Bu ayet-i kerime kendi
kitaplarının hükmünden yüz çevirip batıl olduğuna inandıkları kimsenin hükmüne
başvurdukları halde onun hükmünden de yüz çevirmelerinin hayret edilecek bir
hal olduğunu ifade etmektedir.[128]
Bu ayet-i kerimeler
Yahudilerin Resulullah (s.a.)'m hükmüne başvurduklarını, onun da aralarında
Tevrat gereğince hüküm verdiğini, bu hususta da İb-ni Suriyâ denilen kişinin
sözüne dayandığını, Yahudilerin şahitliklerini dinleyip ona göre uygulama
yaptığını, muhsan olmak için Müslüman olmanın şart olmadığını göstermektedir.
Zimmet ehli olan
kimseler imama (İslâm devlet başkanına) davalarını getirecek olurlarsa, şayet
hakkında başvuruda bulundukları dava öldürmek, haksızlık, gasp ve buna benzer
suçlara dair bir haksızlığı ilgilendiriyor ise aralarında hükmeder ve böyle bir
zulümden onları alıkoyardı. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Eğer hakkında
başvuruda bulundukları dava bu kabilden değilse imam aralarında hüküm vermekle
vermemek arasında -Malik ve Şafiî'ye göre- muhayyerdir. Çünkü Yüce Allah:
"Sana gelirlerse ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir."
buyurmaktadır. Bu da muhayyerlik hususunda açık bir nastır. Şu kadar var ki,
İmam Mâlik, onlardan yüz çevirmenin evlâ olduğu görüşündedir. Şayet aralarında
hüküm verecek olursa İslâmın hükmüyle hükmeder. Şafiî, hadler hususunda
aralarında hüküm vermez, derken Ebu Hanife, durum ne olursa olsun aralarında
hüküm verir, demektedir. Çünkü Yüce Allah:"\& aralarında Allah'ın
indirdiği ile hükmet" (Maide, 5/49) buyurmaktadır.
Yine ayet-i kerime,
başkasının hükmüne başvurmanın (tahkim) caiz olduğunun delilidir. Malik şöyle
der: Bir kimse bir diğerinin hükmüne başvuracak olursa, o hükmü verenin hükmü
geçerlidir. Eğer o hüküm bir hakime götürülecek olursa, o da o hükmü geçerli
kabul eder, bunun zulüm olması hali ise bundan müstesnadır. Sahnûn ise, onun
doğru olduğunu görürse geçerli kabul eder, der. İbnül-Arabî şöyle der: Bu hak
talebinde bulunanı ilgilendiren malî haklara dair konularda böyledir. Hadleri
ilgilendiren hususlarda ise sultandan başkasının hükmüne başvurulamaz. Bu
konudaki kıstas da şudur: Karşılıklı olarak iki hasmın birbirinden hak talep
ettiği her bir davada başkasının hükmünü istemek (tahkim) caizdir ve bu
hususta hükmüne başvurulanın (tahkîm edilenin) verdiği hüküm geçerlidir.
[129]
Şafiî şöyle der:
Tahkim caiz olmakla birlikte, verilen hüküm bağlayıcı değildir, o bir
fetvadır. Çünkü herhangi bir insan vali ve hakimlerin önüne geçi-rilemez.
Herhangi bir insan da bu hakkı (velayeti) böylelerinin elinden alamaz.
Ayet-i kerimenin
zahiri ise, hükmüne başvurulan kimsenin hüküm verdiği hususta hükmünün geçerli
olacağını göstermektedir. Yahudiler Resulullah (s.a.)'m hükmüne başvurmuş ve
onun hükmü de o kimseler hakkında geçerli olmuştu.
[130]
İlâhî hükümleri tahrif
edenlerin cezası ise, recmi inkâr ettikleri vakit rezil edilmeleriyle dünya
hayatında bir rüsvalık, ahirette ise zelil kılınıp oldukça büyük bir azaba
uğratılmaktır.
"Yalana kulak
verici olanlar... haram ve rüşveti boyuna yerler." ayet-i kerimesi
Yahudilerin yalana çokça kulak verdiklerini, haram malları çokça yediklerini
göstermektedir. Hüküm verirken rüşvet almak, kâhinin ücreti, fahişenin aldığı
ücret ve buna benzer zikrolunan başka şeyler, haram ücretlerdendir.
Rüşvet her şeyde
haramdır. Rüşvet bazan hüküm vermekte yahut mahkemeleşmek halinde de söz
konusu olur. Rüşvet, veren için de alan için de haramdır. Hz. Peygamber şöyle
buyurmaktadır: "Allah rüşvet verene de rüşvet alana da ikisi arasında
aracılık yapana da lanet buyurmuştur."
[131]
Çünkü hakim eğer onun hakkı olan şeyi lehine hükme bağlayacak olursa fasık
olur. Çünkü onun lehine dilediği şekilde hüküm vermek karşılığında rüşveti
kabul etmiştir. Eğer batıl ile hüküm verecek olursa yine fasık olur; bu da hem
rüşveti alıp hem de batıl ile hüküm verdiğinden dolayıdır.
Rüşvet bazan hüküm
veya yargı dışındaki alanlarda da olabilir. Meselâ, hakime üzerindeki zulmü
kaldırması için verilebilir. Böyle bir rüşvet, veren için haram olmamakla
birlikte, alan için haramdır. Nitekim el-Hasen şöyle demiştir: "Kişinin
kendi ırzını koruyacağı kadarıyla malından bir şeyler ödemesinde bir beis
yoktur." İbni Mes'ud da Habeşistan'da bulunduğu sırada iki dinar kadar
rüşvet vermiş ve: "Günah ödeyene değil, alanadır." demiştir.
"Sana gelirlerse
ister aralarında hükmet..." ayet-i kerimesi, zimmet ehli arasında değil de
andlaşmalı kimseler arasında hüküm vermekteki muhayyerliği göstermektedir.
Resulullah (s.a.), Medine'ye geldiğinde Yahudilerle andlaş-ma yapmıştı.
Kâfirler eğer zimmet ehli değillerse bizim aralarında hüküm vermemiz vacip
değildir. Aksine dilediğimiz takdirde aralarında hüküm vermemiz caiz olur.
Zimmet ehli ise davalarını bizim mahkemelere getirdikleri takdirde aralarında
hüküm vermemiz icap eder mi?
Bu konuda el-Mehdevî
şöyle der: İlim adamları hakimin Müslüman ve zimmî arasında hüküm vermekle
mükellef olduğunu icma ile kabul ederlerken, iki zimmî arasında hüküm vermesi
hakkında farklı kanaatlere sahiptirler.
Resulullah (s.a.)
Yahudiler arasında Hz. Musa'nın şeriatıyla hüküm vermiştir. Şu kadar var ki
bu, ona bu hususta hadlerin indirilmesinden önce olmuştu. Yüce Allah'ın dinini
kemale erdirdirdiği ve şeriatın son şeklini aldığı bu dönemde ise, hükmüne
başvurulan herhangi bir kimsenin İslâm hükümlerinden başkasıyla hüküm vermesi
caiz değildir.
Dikkat edilecek
olursa, kâfirlerin hadlere dair sözleri ile bu husustaki şahitlikleri icma ile
makbul değildir; fakat Resulullah (s.a.) bunu onları bağlı bulundukları
gereğince amel ettikleri hususta bağlamak üzere, bağlayıcı hükmü ifade etmek
üzere yapmıştır.
Cumhur, zimmînin
şahitliğinin reddedileceği kanaatindedir. Çünkü o şahitliğe ehil bir kimse
değildir. Zimminin Müslüman hakkında da kâfir hakkında da şahitliği kabul
olunmaz. Tabiînden ve başkalarından bir topluluk ise Müslüman bulunmadığı
takdirde zimmîlerin şahitliğini kabul etmiştir.
"Resulullah
(s.a.) onların şahitliği gereğince hükmetmiş ve zina edenleri
recmetmiştir?" denilecek olursa buna şöyle cevap verilir: O haklarında
İsrailo-ğullarının uygulama yaptığı şekle göre, Tevrat'ın hükmü olduğunu
bildiği bir şeyi uygulamaya geçirmiş, onun gereğince amel etmeye mecbur
etmiştir. Bu da onlara karşı delili ortaya koyup bu delilin bağlayıcı olmasını
sağlamak, onların tahrif ve tağyirlerini açıkça ortaya koymak içindi. Bu
durumda Hz. Peygamber onlar hakkında bir hakim değil, bir uygulayıcıydı.
Aynı şekilde ayet-i
kerime, başka bir takım ayet-i kerimelerde de belirtildiği gibi, bir kısım
Yahudilerin -hepsinin değil- Tevrat'taki ifadeleri hakikat olmayan bir şekilde
tahrif ettiklerini ortaya koymaktadır. Yani onlar Tevrat'ı anlayıp Allah'ın o
kelimeleri nereye koyduğunu bildikten sonra, uygun olmadık şekilde tevil
ettiler. Allah hükümlerini açıkladıktan sonra tevilleriyle bunu değiştirdiler.
Meselâ muhsan bir kimsenin zina etmesi halinde recmedileceği yerde, Allah'ın
hükmü değiştirilerek kırk sopa vurulması gibi.
"Allah kimin
fitneye düşmesini isterse..." ayeti de şunu ifade eder: Allah kimin
dünyada sapıtmasını, ahirette de cezalandırılmasını dilerse. Şu kadar var ki
sapmak da Allah'ın meşieti ile olur ve Yüce Allah kâfirin İslama girmesini
irade etmemiştir. Onun kalbini şirk ve şüpheden anndırmamıştır. Eğer Allah bunu
yapsaydı, o kişi de iman ederdi. Yine Allah, müminlerin kalplerini onlara sevap
olmak üzere temizlediği gibi, kâfirlerin kalplerini de üzerlerindeki küfür
mühründen temizlemeyi irade buyurmamıştır
[132]
Malik, Şafiî ve
başkaları ayet-i kerimenin sair hükümlerde muhkem ve sabit olduğunu, mensuh
olmadığnı, hakimin muhayyer olduğunu ve Müslümanlarla belirli bir süre
antlaşması bulunan muahidlere hakkında olduğu görüşündedirler. Hakimin
aralarında hükmetmesi vacip değildir. Aksine o, bu hususta muhayyerdir.
Müslüman hakimin, kendisine başvurmaları halinde zimmet ehli aralarında
hükmetmesi icabeder. Fakat Malik, Ebu Hanife ve Muhammed b. el-Hasen'in
görüşüne göre zimmîlere zina haddi uygulanmaz. Şafiî ve Ebu Yusuf un görüşüne
göre ise eğer bizim hükümlerimize razı olarak gelecek olurlarsa, onlara had
uygulanır.
Ebu Hanife, Nehaî ve
Ömer b. Abdulaziz de ayet-i kerimede sözü geçen muhayyerliğin Yüce Allah'ın:
"Aralarında Allah'ın indirdikleri ile hükmet" buyruğu ile nesh
olduğunu ve Hakim'in zimmet ehli arasında hükmetmekle yükümlü olduğunu kabul
ederler. Bu, aynı zamanda İbni Abbas, el-Hasen ve İkrime'nin de görüşüdür.
Mücahid şöyle der: Maide suresinde sadece iki ayet-i kerime nesh olmuştur:
"İster aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir." buyruğunu:
"Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" buyruğu, "Allah'ın
şeairini helâl kılmayın..." (Maide, 5/2) buyruğunu ise, "Müşrikleri
bulduğunuz yerde öldürünüz." (Tevbe, 9/5) ayeti nesh etmiştir.
Fahrüddin er-Razî
şöyle der: Hanefîlerden bir kesim şu: "Nasıl olur da seni hakem
yapıyorlar..." ayetini Tevrat'ın hükmü ile bizden öncekilerin şeriati-nin
nesh olunmadığı sürece bizim için de bağlayıcı olduğuna delil göstermişlerdir.
Ancak bu zayıf bir görüştür. Durum böyle olsaydı ondan hüküm verme talebinin
vücubu hususunda Tevrat'ın hükmünün Kur'an'm hükmü gibi olması gerekirdi. Fakat
şeriat ona (Tevrat'a) bakmayı yasaklamıştır. Aksine bu özel emirden maksat
recmdir, çünkü onlar Hz. Peygamber'in hükmüne başvurmakla bu hususta ruhsat
yoluna gitmek istemişlerdi.
[133]
44- Doğrusu Tevrat'ı
Biz indirdik. Onda hidayet ve nur vardır. Kendilerini Allah'a teslim etmiş
peygamberler, Rabbanilerle bilginler de Allah'ın Kitabını korumaları
istendiğinden Yahudilere onunla hükmederlerdi. Hepsi de ona şahit idiler.
Artık insanlardan kor-kamayın da Ben'den korkun ve ayetlerimi az bir değerle
değiştirmeyin. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta
kendileridir.
45- Orada onlara
yazdık ki: Muhakkak can cana, göz göze, burun buruna, kulak kulağa, diş dişe
karşılıktır. Yaralamalara da kısas vardır. Kim onu bağışlarsa artık o,
kendisi için bir kefaret olur. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte
onlar zalimlerin ta kendileridir.
46- Onların izinden
Meryem oğlu İsa'yı kendinden önce indirdiğimiz Tevrat'ı doğrulayıcı olarak
gönderdik ve ona İncil'i verdik. Onda hidayet ve nur vardır. Kendinden önceki
Tevrat'ı doğrulayıcı, hidayet ve takva sahipleri için bir öğüt olarak.
47- İncil ehli,
Allah'ın onda indirdikle-riyle hükmetsinler. Kim de Allah'ın indirdiği ile
hükmetmezse işte onlar fa-sıkların ta kendileridir.
"Kendilerini
Allah'a teslim etmiş Peygamberler."'buyruğunda "kendilerini... teslim
etmiş" ifadesi peygamberlere övgü olmak üzere bir sıfattır. Yoksa vasfe-dilen
ile başkası arasındaki farkı belirtmek için gelen bir sıfat değildir. Çünkü
peygamberlerin kendilerini Allah'a teslim etmemiş olmaları ihtimali yoktur.
[134]
"Artık
insanlardan korkmayın..." buyruğu gaib zamirden muhatab zamire iltifat
yoluyla Yahudi âlimlerine bir hitaptır.
[135]
"Teurat"-.
Hz. Musa'ya indirilen "kitaMır. "Onda hidayet" "hüküm, ve
müİK.eue-fiyetlerin açıklanması suretiyle sapıklıktan doğruya bir iletme
"ve nur vardır." Bundan kasıt da Allah'ın tevhidinin esaslarıyla
nübüvvete dair hususların açık-lanmasıdır. "Kendilerini Allah'a teslim
etmiş" Allah'ın buyruklarına bağlanmış "peygamberler"
İsrailoğulları arasından peygamber olanlar, "Rabbaniler" Bunlardan
kasıt ise insanların ve hayatın durumlarını basiretle bilen, hikmetle takdir
eden ilim adamları olup rabbani, Rabbe mensup olan kimse demektir. Rab ise,
mülkiyeti altında bulunan her şeyin işlerini çekip çeviren yaratıcı, insanları
ilim ile terbiye eden demektir, 'bilginler' demek olan ahbar kelimesi salih,
muttaki ve fakih kimse demektir. Habr kelimesinin çoğuludur. Bu da sözü
güzelleştirme ve güzel ifade etme yolunu iyi bilen bilgin demektir.
"Allah'ın Kitabını korumaları istendiğinden" Allah'ın Kitabını
değiştirilmeye karşı korumaları istendiğinde "Yahudilere onunla
hükmederlerdi."
Ey Yahudiler! Sizin
bildiğiniz Muhammed (s.a.)'in nitelikleri ile recm ve buna benzer şeyleri
açıklamak hususunda "insanlardan korkmayın da" bunları gizlemek
hususunda "benden korkun. Ve ayetlerimi az bir değerle değiştirmeyin"
Onları gizleme karşılığında alacağınız dünyalıktan az bir değer karşılığında
değiştirmeyin.
"Onlara
orada" Tevrat'ta "yazdık ki" farz kıldık ki. Üzerlerine yazılan
ise kısastır. Bu hüküm her ne kadar onlara farz olarak yazılmış idiyse de, bizim
şeriatimizde de kabul edilmiştir. "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse"
kısas ve diğer hükümlerde "işte onlar kâfirlerin ta kendileridir" Onu
inkâr eden kâfirdir. "Zalimlerin ta kendileridir": Allah'ın şeriatine
muhalefet dolayısıyla zulüm ve haksızlıkta aşırıya gitmiş olanlardır.
"Fasıkların ta kendileridir. ": İman ve Allah'a itaatin dışına
çıkan, dinin hükümlerini çiğneyen kimselerdir.
"Onların izinden
Meryemoğlu İsa'yı... gönderdik": İsa'yı onların izinden giden, onlara
tabi olan bir peygamber kıldık. Yüce Allah'ın, "Ve ondan sonra onun
ardınca peygamberler gönderdik." (Bakara, 2/87) buyruğunda olduğu gibi.
[136]
"Doğrusu Tevrat'ı
Biz indirdik." Ayet-i kerimesi recme dair Tevrat'ın hükmünü değiştiren
Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Onlar daha önceden de geçtiği gibi recm
yerine sopa vurmayı ve yüze kara çalmayı uydurmuşlardı.
Müslim, el-Berâ b.
Azib'den Resulullah (s.a.)'ın Yahudi bir erkek ve kadını recmettiğini sonra da
şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Kim Allah'ın indirdiği ile
hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir; kim Allah'ın indirdikleriyle
hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir; kim Allah'ın
indir-dikleriyle hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir."
el-Berâ "Bu ayetlerin hepsi de kâfirler hakkında nazil olmuştur."
[137]
demiştir.
[138]
Yüce Allah,
Yahudilerin, Tevrat'ın recme dair hükmünden yüz çevirip Peygamberden (s.a.) de
daha hafif ve daha kolay olan hükmü istemelerini tenkit ettikten sonra, burada
Tevrat'ın ihtiva ettiği İsrailoğulları'nı hidayete iletmesi ve dinin
hükümlerini yeterince açıklaması hususunu söz konusu etmektedir. Bu ayet-i
kerimede Yüce Allah, kitaplarında bulunan recm gibi hükümleri inkâr
ettiklerine dikkat çekmekte, onları da daha önce geçmiş ilim adamlarına ve
kendilerine gönderilmiş peygamberlere muhalefetleri dolayısıyla azarlamaktadır.
[139]
Bizler Tevrat'ı
Kelimullah olan Musa'ya, hidayeti kapsayan bir şekilde indirdik. Yani gerekli
hükümleri ve mükellefiyetleri açıklayan o kitap, bir nurdu; Allah'ın birliğini
nübüvvet ve ahirete dair inançların esaslarını açıklayan bir nur. İşte biz
Tevrat'ı kendilerini Allah'a teslim etmiş, ona dinlerini halis kılmış ve
İsrailoğulları arasında gönderilmiş olan peygamberlerin kendisiyle hükmettiği
bir şeriat ve bir kanun olmak üzere indirdik.
İbnül Enbârî şöyle
der: Burada geçen "kendilerini Allah'a teslim etmiş" sıfatı
peygamberlere övgü olmak üzere bir sıfattır. Yoksa vasfedileni başkasından
ayırdetmek üzere zikredilmiş sıfat anlamında değildir. Zira "peygamberlerin
Müslüman olmayan kimseler, Allah'a teslim olmamış kimseler olmaları ihtimali
yoktur. Bu Yahudi ve Hristiyanlara bir red; peygamberlerin, ileri sürdükleri
gibi Yahudi ya da Hristiyan olmakla nitelendirilen kimseler olmayıp aksine
Allah'a teslim olmuş, onun hükümlerine bağlanmış kimseler olduklarını
vurgulayan bir ifadedir.
"Yahudilere",
yani peygamberler, Tevrat ile Yahudiler için ve onlar arasında hüküm
veriyorlardı. Tevrat onlara has bir şeriattı, umumi değildi. Davud, Süleyman ve
İsa (aleyhimusselâm) Tevrat ile hüküm ediyorlardı.
Yine Tevrat'la
Rabbaniler ve büyük âlimler -bunlar ise Hz. Harun soyundan gelen salih
kimselerdir- hüküm veriyorlardı. Rabbanilerden kasıt, insanların yönetim;
işlerinin idaresi ve menfaatlerinin çekip çevrilmesi hususlarında bilgili,
hikmet sahibi, basiret sahibi kimselerdir. Ahbar'dan kasıt ise, takva ve salih
ilim adamlarıdır[140].
İşte bunlar peygamberlerin bulunmadığı zamanlarda yahut da peygamberlerin var olmaları halinde
peygamberlerin izniyle Tevrat'la hükmediyorlardı. Çünkü Allah'ın Kitab'ından
bellemiş oldukları bunu gerektirmekteydi. Yani Allah'ın Kitab'ından elde
ettikleri, kendilerine emanet olunan bilgiler sebebiyle böyle yapmalıydılar.
Ayrıca Yüce Allah ilim adamlarından kitabını iki bakımdan korumalarına dair
söz almıştır: Kitabı kalplerinde ezberlemek, dilleriyle tedris etmek (okumak),
hükümlerini zayi etmemek ve sert hükümlerini de ihmal etmemek.
Taberî şöyle der:
Rabbaniler, ilim adamları, insanların siyasetini basiret ve hikmetle bilen,
işlerinin nasıl tedbir edileceğini, çekip çevirileceğini, menfaatlerinin nasıl
ayakta tutulacağını bilen kimseler demektir. Ahbâr ise "habr"ın
çoğulu olup "ilim adamları" demektir. Habr ise bir şeyi oldukça
sağlam bir şekilde bilen kimse anlamındadır.
[141]
"Hepsi de ona
şahit idiler." Yani salih ilim adamları Yüce Allah'ın Kitab'ını her türlü
değişiklik ve tahriften koruyan şahitler, gözetleyicüer idiler. Onun
Rablerinden gelen hak olduğuna tanıklık ederlerdi. Tevrat'ta recm hükmünün
varlığına ve Resulullah (s.a.)'m nitelikleri ile geleceği müjdesinin
gizlendiğine şahitlikte bulunan Abdullah b. Selâm gibi.
Daha sonra Yüce Allah,
Yahudilerden Kur"an-ı Kerim'in nüzul çağında yaşayıp da Tevrat'ın
hükümlerini gizleyen ve değişikliklerde bulunan Yahudi liderlerine, bizzat
kendileri arasından kendilerine karşı şahitler getirdikten sonra, şöylece
hitap etmektedir: "Artık insanlardan korkmayın da benden korkun."
Yani durum belirtilen şekilde olduğuna göre, ey Kur'an'a çağdaş olan Yahudi
âlimleri! İnsanlardan korkup peygamberin niteliği ve geleceği müjdesi kabilinden
olan hakkı gizlemeye kalkışmayın. Çabucak gelip geçecek dünyevî menfaate umut
bağlayarak böyle bir şey yapmayın. Allah'tan korkun da benim Kitabımı tahrife
kalkışmayın. Bu tahrif sonucu onlar hakkında uygulanması gereken hadleri ıskat
etmeyin. Korku umuttan daha etkileyici olduğundan dolayı Yüce Allah önce onu
zikrederek: "Artık insanlardan korkmayın..." buyurmaktadır.
Daha sonra fayda elde
etme yolundaki umut ve beklentilerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır:
"Ve ayetlerimi az bir değerle değiştirmeyin." Benim ayet ve
hükümlerimi insanlardan alacağınız rüşvet, mal yahut mevkiye, liderliğe vs.
tamah etmek veya başkalarının rızasını elde etmek gibi oldukça değersiz, gelip
geçici bir menfaat karşılığında değiştirmeyin. Çünkü dünya metaı pek az ve
geçicidir. Aldığınız rüşvet kalıcılığı olmayan haram bir yiyecektir. O bakımdan
onu alıp dininizi, ebedi sevabı kaybetmeyin. Zira nasıl olur da sizler gelip
geçen azıcık bir şeyi, ebedi ve çok şey karşılığında kabul edebilirsiniz?
Recm yerine sopa
vurmayı ve yüze kara çalmayı kabul etmek, Peygamber (s.a.)'in niteliklerini
gizleyip bu nitelikleri başka bir kimse hakkında açıklayıp yorumlamak,
öldürülmüş bazı kimseler hakkında tam bir diyet, diğer bazıları hakkında da
yarım bir diyet hükmünü vermek ve kısası terketmek yoluyla Allah'ın
indirdiğinden başkasıyla hükmedenler var ya, işte onlar, hakkı gizleyen kâfirler, haksızlık yapan zalimler, Allah'ın hududu
dışına çıkan fasıklardır. Onların nitelikleri bunlardır. Yüce Allah onları
aşağılayarak, Allah'ın ayetlerine zulmedip ondan başkasıyla da hükmeden isyanda
ve küfürde aşırıya gidenler olarak nitelendirdi. İbni Abbas (r.a.)'tan
kâfirlerin, zalimlerin ve fasıklarm Kitap Ehli olduklarını söylediğine dair
rivayet gelmiştir. İşte bu, muhsan kimsenin zinası ve saldırgan katile kısas
uygulanması gibi Tevrat'ın hükümlerini tahrif eden Yahudilerin tehdit edilmesi
maksadına yönelik, oldukça ağır bir nitelendirmedir. Onlar böyle yaptıkları
için Tevrat'a da Kur'an'a da iman etmeyen kâfirler oldular.
İbni Cerîr et-Taberî,
Salih'in şöyle dediğini nakletmektedir: "Maide süresindeki: "Kim
Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse..." şeklindeki üç ayet-i kerimede
Müslümanlarla alâkalı bir taraf yoktur. Bunlar kâfirler hakkındadır"
[142]
er-Razî şöyle der: Ancak böyle bir görüş zayıftır. Çünkü muteber olan lafzın
umumiliğidir, sebebin hususi oluşu değildir. Daha sonra İkrime'den: "Kim
Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse...''den bu buyruklarla ilgili şöyle
söylediğini nakletmektedir: Bu buyruklar kalbiyle inkâr edip diliyle
reddedenleri kapsar. Kalbiyle bunun Allah'ın hükmü olduğunu bilip diliyle de
Allah'ın hükmü olduğunu ikrar etmekle beraber, bunun zıddını yaparsa böyle bir
kimse Allah'ın indirdiği ile hükmeden, ama bu hükmü terkeden bir kişidir.
Dolayısıyla böyle birisinin bu ayet-i kerimenin kapsamına girmesi gerekmez.
Daha sonra er-Razî: "İşte doğru cevap budur, doğrusunu en iyi bilen
Allah'tır."
[143]
der.
Özetle, Allah'ın
indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi helâl kılan ile kalbiyle Allah'ın hükmünü
kabul edip diliyle de onu reddeden kimse hakkında tekfir söz konusudur. Kâfir
olan böyle birisidir. Ancak Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen ve bu konuda
hata edip günah işleyen kimse kusurlu hareket eden fasık bir kimsedir. Allah'ın
indirdiğinden başkasıyla hükmedilmesini rıza ile karşıladığından dolayı sorumlu
olacaktır.
Yahudiler, Nadir
oğulları'na mensup bir kimsenin diyetini, Kurayza oğul-ları'na mensup olanm
diyetinden daha fazla miktarda belirleyip Nadir oğulla-rı'ndan olanın Kurayza
oğulları'ndan olana karşılık öldürülmesini, yani ona kısas uygulanmasını kabul
etmeyerek, hem Tevrat'ın hükmüne hem de bu konuda kendisine soru sormaları
üzerine Allah Rasulünün verdiği hükme muhalefet etmeleri dolayısıyla bu ayet-i
kerime kısası teşrî etmek gayesiyle nazil oldu: "Orada onlara yazdık
ki..."
Yani biz Tevrat'ta
kısasta eşitliği ve misillemeyi farz kıldık. Cana karşılık can öldürülür, göze
karşılık göz çıkartılır, buruna karşılık burun kesilir, kulağa karşılık kulak
kesilir, dişe karşılık diş sökülür; yaralamalarda kısas cereyan eder. Yani bu
yaralamalarda güç yettiği miktarda eşitliğe itibar edilir.
O halde ayet-i kerime
kısasın sözü geçen bütün bu hususlarda cereyan ettiğine delâlet etmektedir.
Ebu Hanife Müslümanm zimmîye karşı öldürüleceği görüşünü kabul ederken, cumhur Müslümanm zimmîye karşı öldürülmeyeceğini
söylemektedir. Çünkü ayet-i kerime bizden öncekilerin şeriatidir. Bu ise
Şa-fiîlere göre bize şeriat olmaz. Zira Resulullah (s.a.) Ahmed, Tirmizî ve
İbni Ma-ce'nin Abdullah b. Amr'dan yaptıkları rivayete göre şöyle buyurmuştur:
"Müslüman kâfire karşılık öldürülmez." Yüce Allah'ın: "Göz
göze... karşılıktır" buyruğundan kasıt, herhangi bir haksızlık ve haddi
aşmak söz konusu olmaksızın, caninin fiiline benzer bir fiili ona uygulamaktır.
Eğer caninin sağ gözü varsa, mağdurun çıkardığı sağ gözüne karşılık o gözü
alınır, fakat sağ göze karşılık sol göz çıkartılmaz. İsterse kendisinde kısas
uygulanacak kimse buna razı olsun. Bu hüküm, kasdi olması halinde böyledir.
Hata halinde ise tek bir gözün çıkartılmasında yarım diyet, iki gözün
çıkartılmasında ise tam bir diyet vardır. Bir gözü görmeyen bir kimse sağlıklı
bir kişinin gözünü çıkartacak olursa, Ebu Hanife ile Şafiî: Yüce Allah'ın:
"Göz göze... karşılıktır" buyruğundaki umumi ifadeyi esas alarak ona
kısas uygulanacağı görüşündedirler. İbnü'l-Arabî der ki: Kur'an-ı Kerim'in
umumi ifadesini kabul etmek evlâdır ve Yüce Allah nezdinde bu daha bir
eşlemdir. Mâlik ise şöyle der: Dilerse kısas uygulanmasını ister, dilerse de
(bir gözü görmeyenden) tam bir diyet alır. Çünkü deliller tearuz ettiği
(birbiriyle çatıştığı) takdirde kendisine karşı suç işlenen kişi muhayyer
bırakılır.
Ahmed şöyle der: Bu
durumda tek gözü görmeyene kısas uygulanmaz, ona tam bir diyet ödemek düşer.
Çünkü bir gözü görmeyene kısas uygulanacak olursa, görmenin belli bir bölümü
karşılığında bir diğerinin bütün görmesi alınmış olur, bu ise eşitlik değildir.
Aynı şekilde burun,
kulak ve dişte de kasıt olması halinde, diğer azalara kısas uygulandığı gibi
kısas uygulanır. Dil hakkında ilim adamlarının çoğunluğu yirmi sekiz harften
konuşamadığı miktar kadar diyet alacağını söylemişlerdir. Eğer tamamen
konuşamayacak hale gelirse, diyetin tamamını öder. Dilsizin dilinin kesilmesi
halinde ise hükümet-i adi (âdil bilir kişilerin takdiri) söz konusudur.
Yaralamalar konusunda,
eşitlik sağlamanın mümkün olduğu eller, ayaklar ve meselâ, kafada kemiği ortaya
çıkartan ve murdiha diye bilinen miktarları tespit edilebilen yaralarda kısas
uygulanır; et ve kaslardaki bir zedelenme yahut göğüs kafesinde bir kemiğin
kırılması gibi kısasın mümkün olmadığı hallerde ise, hükümet-i adlin takdiri
söz konusudur. Yani bunda hakimin bilir kişiler aracılığı ile takdir edeceği
tazminatın ödenmesi gerekir.
Bütün bunlar
saldırganlık ve kasıt halinde böyledir. Hata yoluyla suç işlenmesi halinde ise
ya diyetin tamamı ya bir bölümü yahut da mahkemece takdir edilecek tazminat
ödenir.
Daha sonra Yüce Allah,
insanî faktöre işaret etmektedir ki, bu da af, bağışlama ve hoşgörüdür. Yüce
Allah, "Kim onu bağışlarsa artık o kendisi için kefaret olur."
buyurmaktadır. Yani kim kısastaki hakkını sadaka olarak bağışlar ve suç
işleyeni affederse, onun bu sadaka olarak bağışlaması ona bir kefaret olur.
Allah ona karşılık günahlarını örter ve onu affeder: "Affetmeniz takvaya
daha yakın olandır." (Bakara, 2/237) Taberânî, Ubâde b. es-Sâmit (r.a)'den
Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu
rivayet eder: "Her kim cesedinden herhangi bir şeyi tasadduk edecek
olursa, ona tasadduk ettiği kadarı verilir." Bu hasen bir hadistir.
Her kim insanlar
arasında adalet ve eşitlik esası üzere yükselen kısasa dair Allah'ın
indirdiklerinden yüz çevirecek olursa, o kendilerine de başkalarına da
zulmeden, haddi aşan, Allah'ın hadlerini çiğneyen ve herhangi bir şeyi olması
gereken yere koymayan zalimlerden olur.
Burada şöyle bir soru
sorulabilir: Küfür zulümden daha büyük, zulüm de ondan daha az önemli olduğu
halde küfürden sonra zulmün söz konusu edilmesinin faydası nedir? Cevap:
Küfür, Yüce Yaratıcıya karşı bir kusurdur. Zulüm ise kişinin kendisine karşı
bir kusurdur.[144]
Daha sonra Yüce Allah
Tevrat'ın İsrailoğulları'nm şeriatı olduğunu beyan ederek buyurmaktadır ki: Biz
İsraioğulları peygamberlerinin ardından Meryemoğlu İsa'yı gönderdik. O,
Yahudilere gönderilmiş son peygamberdir. Kendisinden önce gönderilmiş olan
Tevrat'ı sözüyle, ameliyle tasdik eden bir peygamberdi. Yani Tevrat'ın Allah
tarafından gönderilmiş bir kitap olduğunu ikrar ettiği gibi, Tevrat gereğince
amel etmenin gerekli ve hak olduğunu ifade ederdi. İncil'e aykırı olmayan bütün
hususlarda Tevrat gereğince amel ederdi. Hz. İsa (a.s.) demiştir ki: "Ben
namusu (Tevrat şeriatını) nakzetmek için gelmedim, fakat tamamlamak yahut
eksikliğini gidermek için geldim." Yani ona bazı hüküm ve öğütleri ilave
etmek için gönderildim.
Bundan dolayı Yüce
Allah Hristiyanlara şunu emretmektedir: "İncil ehli Allah'ın onda
indirdikleriyle hükmetsinler." (Maide, 5/47) Bu ayet-i kerimede ise şöyle
demektedir: "Ve ona İncil'i verdik, onda hidayet ve nur vardır." Yani
biz ona İncil'i verdik, İncil'de amelî hükümlere ileten bir hidayet, akidenin
esaslarını gösteren bir aydınlık vardır: Tevhid gibi, şirk ve putperestliğin
reddedilmesi gibi. İncil'de, Kur'an-ı Kerim gibi Tevrat'ı doğrulayan bir
kitaptır. Yüce Allah İncil'i hidayete götüren, takva sahipleri için öğüt veren
bir kitap kılmıştır. Çünkü ondan yararlanabilecek kimseler bunlardır.
Dikkat edilecek
olursa: "Kendinden önceki., ni doğrulayıcı" cümlesinin birbirinden
farklı iki anlam için tekrar edildiği görülecektir. Birincisi Hz. Mesih'in Tevrat'ı
doğrulaması, ikincisi ise İncil'in Tevrat'ı doğrulamasıdır.
"Hidayet"
kelimesinin tekrarından kasıt, birincisinde şer'î hüküm, şeriat ve
mükellefiyetlerin açıklanması; nurdan kasıt da tevhid, nübüvvet ve meadın
(öldükten sonra dirilişin, ahiretin) açıklanmasıdır. İkinci olarak ondan gözetilen
maksat ise şudur: İncil gayet açık bir şekilde Hz. Muhammed (s.a.)'in peygamberliğine
delâlet etmektedir. O bakımdan o, insanların İslâm risaletine hidayet
bulmalarının sebebidir. Zira İncil, son peygamber, "en büyük
Fariklit" olan Muhammed (s.a.)'in gelişinin müjdesini de ihtiva
etmektedir.
İncil'in takva
sahiplerine öğüt olma özelliğine gelince: İncil oldukça vurgulayıcı ve beliğ
bir takım öğütleri ihtiva etmektedir. Bunların takva sahiplerine has olması ise, bunlardan yararlanacak kimselerin
bunlar oluşundan dolayıdır. Yüce Allah'ın Kur"an-ı Kerim'e dair: "O
takva sahipleri için bir hidayettir." (Bakara, 2/2) buyruğunda olduğu
gibi
[145]
İncil'in
özelliklerinin açıklanmasından sonra Yüce Allah, İncil ile amel etmeyi:
"İncil ehli Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler." diye
emretmektedir. Hristiyanlar Allah'ın İncil'de indirmiş olduğu hükümler
gereğince amel etsinler. Nitekim Yüce Allah, Tevrat ehli hakkında: "Orada
onlara yazdık ki" buyurmaktadır. Kur'an-ı Kerim'in nüzulünden sonra
İncil'de bulunanlar gereğince hükmedilmesi emrinin verilmesinden maksat,
onların İncil'de bulunan hükümleri tahrif etmekten, değişikliğe uğratmaktan
uzak durmalarının istenmesi, Yahudilerin Tevrat'ın hükümlerini gizlemek suretiyle
yaptıklarının benzerini yapmamalarıdır.
"Kim Allah'ın
indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir." Yani
Allah'ın hüküm ve şeriatının dışına çıkan inatçı kimselerdir.
"Kâfirler,
zalimler ve fasıklar"ın vasıfları aynı mıdır, yoksa birbirinden farklı
mıdır? Kimi müfessirler bu üç sıfatı da aynı mevsufa ait kabul ederken, İbni
Abbas bunları Kitap Ehli (Yahudi ve Hristiyanlar) hakkında özelleştirmektedir.
Evlâ olan ise şöyle demektir: Kim Allah'ın hükmünü red ve inkâr ederse, o kimse
kâfirdir. Bununla birlikte kim o hüküm gereğince hükmetme-yip bununla birlikte
Allah'ın hükmünü terkettiğini ikrar ediyor, onun hükmü olduğunu kabul ederek
bunu yapıyorsa o kişi de zalim ve fasıktır.
[146]
Ayet-i kerimeler
aşağıdaki hususlara delildir:
1- Tahrif
edilmemiş, aslî şekliyle Tevrat'ta Yahudiler için bir hidayet ve bir nur
vardır. O Tevrat ile Peygamberler (İsrailoğulları'nm peygamberleri) ile
Rabbaniler ve ilim adamları hükmederdi. Rabbaniler, insanları ilme dayalı olarak
idare edip yöneten ve onları terbiye eden kimselerdir. Alimler (ahbâr) ise,
herhangi bir şeyi gerek kavrayış gerek anlayışları itibariyle sapasağlam idrak
eden ve bunu insanlara gayet güzel şekilde açıklayan ilim adamlarıdır.
2- Asıl İncil'de
de bir hidayet ve bir nur vardır. Tevrat'ı doğrulayıcıdır. Takva sahipleri için
hidayet ve öğüttür.
3- Tevrat ve
İncil'in söz konusu edilmesinden maksat, Yahudi ve Hristi-yanların değişiklik
ve tahriften uzak durmalarını sağlamaktır. Bunlarda yer almış olan hükümler
hususunda kusurlu hareketlerden sakındırmak ve her iki Kitabın da usul ve temel
hükümler noktasında Kur'an ile birleştiklerini açıklamaktır. Bunlar ise
Kur'an-ı Kerim'e ve son peygamber Muhammed (s.a.)'e, bütün semavî risaletlerin
sonuncusunu teşkil eden onun risaletine iman etmeyi gerektirir.
4- Kısas
hükmü Hz. Musa'nın şeriatında sabit olduğu gibi, Muhammed (s.a.)'in şeriatında
da sabittir ve kabul edilmiştir. Ebu Hanife ve Şafiîler şöyle der: Burun veya
el yaralanır ya da kesilir, sonra da bu kişi öldürülecek olursa bunu yapana
aynı şey yapılır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Orada onlara
yazdık ki: Muhakkak can cana, göz göze... karşılıktır." O halde, o kimseden
suç yoluyla aldığı şeylerin aynısı alınır ve ona yaptığı şeylerin aynısı yapılır.
Malikîler ise şöyle der: Eğer bunu yaparken maksadı ona müsle yapmaksa, ona
aynısı yapılır. Şayet bu onunla dövüşmesi yahut itişmesi esnasında olmuşsa
kılıçla öldürülür.
5-
Şafiîlerin dışında kalan cumhur: "Doğrusu Tevrat'ı biz indirdik. Onda
hidayet ve nur vardır." ayetini bizden öncekilerin şeriatinin bizim için
de bağlayıcı olduğuna delil göstermişlerdir. Ancak önceki şeriatın neshedilmiş
olduğuna dair delilin ortaya konulması hali müstesnadır. Çünkü Yüce Allah,
"Onda hidayet ve nur vardır." buyurmaktadır. Maksat ise şeriatın usul
ve füruunu açıklamaktır. Eğer Tevrat neshedilmiş ve hükmü bütünüyle gayri
muteber olmuş olsaydı, onda hidayet ve nur bulunmazdı.
6- Haricîler
Yüce Allah'ın, "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar
kâfirlerin ta kendileridir." buyruğunu şu görüşlerine delil
göstermişlerdir: Allah'a asi olan herkes kâfirdir. Haricîler devamla derler ki:
İşte bu ayet-i kerime, Allah'ın indirdiklerinden başkasıyla hükmeden herkesin
kâfir olacağına dair gayet açık bir ifade taşımaktadır. Günah işleyen herkes de
aynı şekilde Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hüküm vermiş demektir.
Ehl-i sünnetin cumhuru
da buna şöylece cevap vermektedir: Bu ayet-i kerime kalp ve diliyle inkâr eden
kimseleri kapsamaktadır. Kalbiyle tanıyıp diliyle onun Allah'ın hükmü olduğunu
ikrar eden kimse ise, ona zıd düşecek bir şey yapması halinde Yüce Allah'ın
indirdikleriyle hükmeden bir kimsedir, fakat bu hükmü terkeden bir kimsedir.
7- Yüce
Allah'ın, "Kim onu bağışlarsa artık o kendisi için bir kefaret olur."
buyruğunda af, bağışlama ve müsamahaya bir teşvik vardır. Çünkü bu şekilde
davranmak öfkeyi gidermeyi insan canını imkânlar ölçüsünde korumayı sağlar.
Peygamber (s.a.)'in Ahmed, Müslim ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den naklen yaptıkları
rivayete göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah affetmekten dolayı
kulun izzetinden başka bir şeyini artırmaz."
8- Allah'ın
indirdiklerini inkâr eden bir kimse kâfir olur. Allah'ın indirdiğini ikrar
etmekle birlikte gereğince hükmetmeyen bir kimse zalim ve fasıktır. İbni Cerîr
et-Taberî ise ayet-i kerime ile kastolunanlarm Kitap Ehli olduğunu yahut da
Allah'ın Kitab'ında indirilmiş olan hükmünü red ve inkâr edenler olduğu
görüşünü tercih etmiştir.[147]
48- Sana da kendinden
önceki kitapları doğrulayıcı ve üzerlerine şahit olarak bu Kitabı hak ile
indirdik. O halde aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Sana gelmiş olan
hakkı bırakıp onların hevalarına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve
bir yol tayin ettik. Şayet Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı. Lâkin
sizi verdiği ile denemek istedi. Öyleyse hayırlarda yarışın. Hepinizin dönüşü
Allah'adır; size ayrılığa düştüğünüz şeyleri bildirecektir.
49- Ve aralarında
Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların hevalarına uyma! Allah'ın sana
indirdiğinin bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın. Eğer yüz çevirirlerse
bil ki, bir kısım günahları yüzünden Allah onları cezalandırmak istiyor.
Gerçekten insanların bir çoğu fasıklardır.
50- Onlar cahiliye hükmünü mü istiyorlar? Ama
yakîne sahip bir kavim için Allah'tan daha iyi kim hüküm verebilir!
"Öyleyse
hayırlarda yarışın", yani hayır işleri yapmakta elinizi çabuk tutun.
Burada kendilerini hayrı izhar etmek için birbiriyle yarışanlara benzettiğinden
dolayı istiare vardır. Çünkü onların her birisi maksat olan gayeye ulaşabilmek
için yarışta diğer arkadaşını geçmek ister.
"Onlar Cahiliye
hükmünü mü istiyorlar?" buyruğundaki istifham (soru), inkârîdir.
[148]
"Üzerlerine şahit
(müheymin) olarak bu Kitabı indirdik.": Kendisinden önce inmiş diğer
kitapları gözetleyici ve koruyucu, ayrıca o kitapların leh ya da aleyhine sıhhat ve sebatları bakımından şahitlik
edicidir. "Sizden": Ey ümmetler! "her biriniz için bir
şeriat" Şeriat, Allah'ın kulları için teşri buyurduğu din, nizam ve
hükümlerinin adıdır, "ve bir yol", yani insanların dinde
izleyecekleri devamlı ve açık bir yol "tayin ettik". Bunun bizlerin,
bizden öncekilerin şeriatle-ri ile ibadet etmemizin istenmediğine delil olduğu
da söylenmiştir. "Şayet dile-seydi sizi bir tek ümmet yapardı." Tek
bir şeriat üzerinde ittifak eden bir cemaat yahut herhangi bir farklılığı
bulunmayan aynı din ve aynı ümmet mensubu yapardı: "Lakin sizi verdiği ile
denemek istedi." Fakat O, her çağa göre farklı şeriatlerle yükümlü tuttu
ve bu hususta sizi denemek istedi. Böylelikle sizin bunların durum ve zamanlara
göre farklılık gösteren bir takım maslahatlar olduğuna inanıp itaatle boyun
eğen, Yüce Allah'ın bunların farklı oluşlarından yalnızca hikmetin gereğini
gözettiğini kabul eden ve itaatle bu şeriatler gereğince amel eden kimseler mi
olacaksınız yoksa şüphelere tabi olup davranışlarınızda aşırılığa kaçan
kimseler mi olacaksınız, ortaya çıkarsın diye böyle yapmıştır.
"Öyleyse
hayırlarda yarışın." Elinizi hayır işlemekte çabuk tutun, birbiri-nizle
yansın. "Hepinizin dönüşü Allah'adır." Bu hayırlarda yarışmanın gerekçesini
belirtmek anlamında yeni bir cümledir. "Size ayrılığa düştüğünüz şeyleri
bildirecektir." Din ile ilgili anlaşmazlığa düştüğünüz hususları
bildirecek ve sizden her birinize ameliyle karşılık verecektir.
"Allah'ın sana
indirdiğinin bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın" ki, ondan seni
saptırmasınlar yahut seni haktan batıla doğru çekmesinler. "Eğer yüz
çevirirlerse" Allah'ın indirilmiş olan hükümlerinden yüz çevirip başka
bir hükmü isteyecek olurlarsa " bil ki bir kısım günahları yüzünden Allah
onları cezalandırmak istiyor." Dünyada Allah'ın hükmünden yüz çevirip ona
muhalif olan hükmü istemek şeklindeki günahları sebebiyle dünyada onları cezalandırmak
istiyor. Böylelikle Yüce Allah onların günahlarının bir bölümünü,
cezalandırılmalarına sebep olan günahları olarak zikretmiştir. Ayrıca onların
sayıca pek çok günahlarının olduğunu kastetmiştir. Bu günah ise büyüklüğüne
rağmen onların bir kısmı ve bir tanesidir. Bu şekilde müphem bırakması ise,
Allah'ın hükmünden yüz çevirmenin ne kadar büyük olduğunu ortaya koymak ve bu
günahı işlemekte aşırılıklarını ifade etmek içindir.
"Gerçekten
insanların çoğu fasıklardır." Küfürde aşırı giden ve alabildiğine isyankâr
davrananlardır. Yani Allah'ın hükmünden yüz çevirmek büyük bir isyankârlık ve
küfürde haddi aşmaktır. "Yakîne sahip bir kavim için Allah'tan daha iyi
kim hüküm verebilir." Onlar, Allah'tan daha adil ve hükmü Allah'tan daha
güzel kimse olmadığına kesin olarak inanırlar.
[149]
"Ve aralarında
Allah'ın indirdiği ile hükmet" ayetinin nüzulü ile ilgili olarak İbni
İshâk, İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ka'b b. Esid, Abdullah
b. Suriye ve Şâs b. Kays: "Haydi Muhammed'e gidelim, belki onu dininden
çevirebiliriz" deyip yanına vardılar ve: "Ey Muhammed!" dediler.
"Sen de biliyorsun ki bizler Yahudilerin ileri gelen ilim adamları, eşrafı
ve efendileriyiz. Bizler sana tabi olacak olursak, Yahudiler de bize tabi
olurlar, bize muhalefet etmezler. Fakat bizimle kavmimiz arasında bir
anlaşmazlık vardır. O bakımdan onlarla senin huzurunda mahkemeleşmek istiyoruz.
Sen de onlar aleyhine ve bizim lehimize hüküm vereceksin. O vakit biz de sana
iman ederiz." Hz. Peygamber ise bunu kabul etmedi, onlar hakkında:
"Ve aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, onların nevalarına
uyma!" buyruğundan itibaren "... daha iyi kim hüküm verebilir?"
buyruğuna kadar olan ayetler nazil oldu.
"Onlar cahiliye
hükmünü mü istiyorlar?" buyruğunda Zemahşerî'nin de dediği gibi iki vecih
vardır:
1- Kurayza
oğulları ile Nadîr oğulları Hz. Peygamberden cahiliye ehlinin hükmettikleri
şekilde maktuller arasında üstünlüğü esas alacak şekilde hüküm vermesini
istediler. Resulullah (s.a.)'ın onlara: "Maktuller arasında fark
yoktur" dediği rivayet edilmektedir. Bunun üzerine Nadîr oğulları:
"Biz buna razı olmayız" deyince bu ayet-i kerime nazil olmuştur.
2- İkincisi
ise bu Yahudilere Kitab Ehli ve ilim ehli oldukları halde heva olup kitaptan
sadır olmayan bir cehil yani Yüce Allah'tan bir vahye raci olmayan, bir heva
olan cahiliye dininin hükmünü aradıkları için bir ayıplamadır.
el-Hasen'den
nakledildiğine göre bu buyruklar, Allah'ın hükmünden başkasını arayan herkes
hakkında umumidir. Hüküm ise iki türlüdür: Birisi bilerek hüküm vermektir ki,
bu da Allah'ın hükmüdür, diğeri ise bilgisizce hüküm vermektir; bu da şeytanın
hükmüdür.
Tavus'a çocuklarından
birisini diğerine üstün tutan bir kişi hakkında soru sormaları üzerine o da bu
ayet-i kerimeyi okumuştu.
[150]
Yüce Allah, kelimi Hz.
Musa'ya indirmiş olduğu Tevrat'ı, kelimesi Hz. İsa'ya indirmiş olduğu İncil'i
söz konusu ettikten ve onlarda bulunan hidayet ve nuru zikredip uyulmaya
elverişli oldukları dönemde onlara tabi olmayı emrettikten sonra, kulu ve
kerim Rasulüne indirmiş olduğu Kur'an-ı Kerim'i söz konusu etmeye başladı; onun
kendisinden önceki kitaplar arasındaki mevkiini açıkladı. Ayrıca burada ilâhi
hikmetin, zamana ve duruma göre insanlığı hidayete ulaştırmak için indirilen
şeriatlerin ve yolların birden çok olmasını gerektirdiğini açıklamaktadır.
[151]
Ey peygamber! Biz sana
kendisiyle dini tamamladığımız, Allah tarafından geldiği hususunda hiç bir
şüphe bulunmayan, hakkı ve doğruyu kapsayan Kur'an-ı Kerim'i indirdik:
"Ona batıl önünden de ardından da gelmez." (Fussilet, 41/42) Ku/an'ı
kendisinden önce indirilmiş bulunan Tevrat ve İncil gibi kitapları doğrulayıcı
ve destekleyici olmak üzere indirdik. Ayrıca kendisinden önceki kitaplar da
Kur'an-ı Kerim'den söz etmekte, onu övmekte, bu Kitabın Allah tarafından kulu
ve Rasulü Muhammed (s.a.)'e indirileceğini bildirmekte; bütün bu kitapların
Allah tarafından geldiğini, Musa'nın ve İsa'nın Allah'ın gönderdiği iki
peygamber olduğunu, Allah'a karşı yalan iftira edip uydurmadıklarını
bildirmektedir. Asıl sizler ve atalarınız kitabı tahrif ettiniz ve size verilenlerin
bir çoğunu unuttunuz.
Kur'an-ı Kerim aynı
zamanda kendisinden önce indirilmiş kitaplara karşı bir hakim, onlarda nazil
olan buyruklar hakkında bir şahittir. Yine önceki kitapların aslî hallerinde
doğru ve sabit hallerinde doğru ve sabit olduklarına tanıklık etmekte,
bunların gerçek durumlarını ve sonradan karşı karşıya kaldıkları unutma,
tahrif ve tebdili de açıklamaktadır.
İbni Abbas, İbni
Cüreyc ve başkaları: "Şahit olarak" buyruğu hakkında şöyle
demişlerdir: Kur'an-ı Kerim kendisinden önceki kitaplara karşı hem emin hem de
mutemen (kendisine güvenilen)dir. Kitap Ehli kendi kitaplarında yer alan
herhangi bir hususu size haber verdiklerinde eğer Kur'an-ı Kerim'de varsa onu
tasdik ediniz, yoksa yalanlayınız.
[152]
Kur'an-ı Kerim'in
durumu ve konumu bu olduğuna göre, o halde ey Muhammed ve aynı şekilde hüküm
verecek olan her bir kişi, gerek Kitap Ehli arasında gerekse bütün insanlar
arasında Allah'ın sana bu kitapta indirmiş bulunduğu hükümlerle hükmet. Kitap
Ehli'ne indirilenlerle değil. Çünkü senin şeriatın onların şeriatlerini
neshetmiştir.
Sen bu Kitab-ı Azimde
bulunan hükümlerle ve senden önceki peygamberlere indirilmiş bulunup senin
şeriatinde de nesholunmamış ve senin için de geçerli kıldığı hükümlerle
hükmet. Onların nevalarına, kendi aralarında anlaşarak belirledikleri
görüşlerine tabi olma! Allah'ın sana emretmiş bulunduğu haktan saparak başka
tarafa yönelerek bu cahil ve bedbahtların nevalarına doğru gitme. Onların recm,
kısas, Muhammed (s.a.)'in müjdesi ve benzeri hususlardaki tahrif ve
değişikliklerine iltifat etme.
Daha sonra Yüce Allah,
konuyu bir daha ele alarak şöyle buyurmaktadır: "Sizden her biriniz için
bir şeriat ve bir yol tayin ettik." Yani biz her bir ümmet için
hükümlerini uygulamayı farz kıldığımız bir şeriat ile izlemelerini aynı şekilde
farz kıldığımız, açık ve seçik bir yol tayin ettik. Her ne kadar bütün bu
şeriatler dinin esaslarını teşkil eden Allah'ın tevhidi ve yalnızca ona ibadet
edilmesi, ahlâk ve faziletlere dair esas noktalarda ittifak halinde iseler de
bu toplumların durumlarının, insan karakterinin, istidatlarının ve gelişen zamanın
gereklerine göredir.
Alûsî: "Sizden
her biriniz için bir şeriat... tayin ettik." buyruğu hakkında şöyle
demektedir: Bu, Kitap Ehli'nden Hz. Peygamberin çağdaşı olan kimseleri, onun Allah'ın üzerine indirmiş olduğu hak gereğince
verdiği hükme tabi olmaya itmek için yeniden ele alınmış bir cümledir. Bu da
onun tabi olduğu hakkın bizzat kendilerinin yerine getirmekle yükümlü
bulundukları ve kitaplarında yer alan hakkın aynısı olduğunu açıklamak
suretiyle beyan etmektedir. Çünkü onların yerine getirmekle yükümlü oldukları
şey, neshten önce geçmiş bulunan hükümlerdir. Bu buyruktaki hitap ise -müfessirlerden
bir topluluğun da belirttikleri gibi- bütün insanlara yöneliktir. Bu hem hitap
esnasında varolan, hem de -tağlib yoluyla- geçmişteki insanlara yöneliktir.
Bizler gerek
halihazırdaki ümmetler, gerek geçmiş ümmetlerin her birisi için o ümmete has
bir şeriat ve bir yol belirlemişizdir. Hemen hemen hiç bir ümmet kendine ait
bir şeriat gönderilmeden bırakılmamıştır. Hz. Musa'nın peygamber olarak
gönderilişinden, Hz. İsa'nın gönderilişine kadar bulunan ümmetin şeriatı ise
Tevrat'ta bulunan hükümlerdir. Hz. İsa'nın peygamber olarak gönderilişinden
Hz. Muhammed'in gönderildiği zamana kadarki ümmetin şeriatı ise İncil'de
bulunan hükümlerdir. Muhammed (s.a.)'in gönderilişi anından Kıyamet gününe
kadar bütün yeryüzündeki ümmetlerin Allah nezdinde makbul olacak biricik
şeriatleri ise, yalnızca Kur*an-ı Kerim'de bulunanlardır, başkası değildir. O
halde siz de ona iman ediniz ve onda bulunanlar gereğince amel ediniz.[153]
Çünkü Muhammed peygamberlerin sonuncusudur, o Allah'ın bütün insanlara
gönderdiği rasulüdür. Onun şeriatı bütün şeriatlerin en kâmili ve en yeterli
olanıdır. Getirdiği Kur'an-ı Kerim, insanlık için herhangi bir değişiklik ve
herhangi bir tebdil söz konusu olmaksızın kalmış biricik kitaptır. Bu Kitap
kafî bir şekilde sabit olmuş ve sübutunda en ufak bir şüphe ve tereddüt olmayan
bir kitaptır. Örfe göre şeriat, peygamberlerin farklılığı ile farklılık
gösteren amelî hükümlerdir. Sonradan gelen her bir şeriat, önceki şeriatı nesh
eder. Din ise peygamberlerin değişmesi ile değişikliğe uğramayan sabit esasları
ifade eder.
Daha sonra Yüce Allah,
bütün ümmetlere hitap etmekte ve üstün kudretini haber vermektedir: Şayet o
dileseydi bütün insanları tek bir din ve tek bir şeriat etrafında toplardı.
Bunun hiç bir bölümünü nesh etmezdi. Fakat Yüce Allah her bir rasule başlı
başına bir şeriat teslim etmiştir. Zira tek bir şeriat bütün çağlara ve
insanlara elverişli olmayabilir. Bu da onların ilerilik ve aklî olgunluk
bakımından farklı farklı oluşları dolayısıyladır. Ne zaman ki insanlık, artık
bu farklılıkların azalıp birbirlerine yaklaştıkları bir vakte geldi, o vakit
onlara tek bir şeriat indirdi. Onun değişik şeriatleri indirmesindeki hedef
ise, kullarını kendileri için gönderdiği şeriatler ile denemektir. Ta ki,
itaatkârı ortaya çıkartıp ona sevap ve mükâfat versin; yaptıkları veya yapmayı
kararlaştırdıkları ile de isyankâr olanı cezalandırsın.
Daha sonra Yüce Allah,
bütün insanları hayırlarda yarışmaya ve hayır işlemek için ellerini çabuk
tutmaya teşvik ederek şöyle buyurmaktadır: "Öyleyse hayırlardı yarışın..."
yani itaatlere doğru birbirinizle yansın ve bu hususta elinizi çabuk tutunuz.
Allah'a itaat ve kendisinden önceki şeriatleri neshedici kılmış olduğu
şeriatine ittiba hususunda birbirinizle yarışın. İndirdiği son kitap olan
Kur"an-ı Kerim adındaki kitabını da kesin bir şekilde tasdik edin,
doğrula-yın. Bütün bunlar ise, sizin hasrınıza ve sizin faydanızadır. İlâhî
lütuf ve rızayı elde etmek içindir. Ey insanlar! Sizin dönüşünüz Allah'ın
huzurunadır. Kıyamet gününde onun huzuruna döneceksiniz. Allah, size hakkında
anlaşmazlığa düştüğünüz gerçeği haber verecek, hakkı inkâr eden, yalanlayan,
herhangi bir delil ve belgeye dayalı olmaksızın onu bırakıp başkasına yönelen
kâfirleri de azaplandıracaktır.
Sonra Yüce Allah, daha
önce geçen Allah'ın indirdikleriyle hükmetme emrini pekiştirerek şöyle
buyurmaktadır: "Ve aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet...", yani
biz seni sana indirilen hükme uymakla yükümlü tuttuk. Sakın inatçıların
nevalarına uyma. Düşmanın olan Yahudilerin seni haktan saptırmalarına, sana
bildirdikleri hususlarda hakkı örtüp gizlemelerine karşı dikkatli ol: Onlara
aldanma, çünkü onlar çok yalancı ve çok haindirler. Yüce Allah'ın,
"Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından..." buyruğunun anlamı ise,
Allah'ın sana indirdiklerinin tamamından seni vazgeçirmelerinden sakın, demektir.
Çünkü Arapçada bazan "bir kısım" kelimesi tamamı anlamına kullanılır.
İbnül-Arabî der ki: Doğrusu buradaki "bazı=bir kısmı" tabiri bu
ayet-i kerimede bu anlamı ile kullanıldığı ve bununla kastedilenin recm olduğudur.
Şayet onlar aralarında
hüküm verdiğin haktan yüz çevirip Allah'ın şeriatına muhalefet ederlerse,
aldırma onlara. Şunu da bil ki, böyle bir şey Yüce Allah'ın kudretiyle
olmaktadır. Bu hususta onların bu davranışlanndaki hikmeti ise, onları hidayetten
uzaklaştırmaktır. Buna sebep de saptırılmalarını, ibretli bir şekilde
cezalandırılmalarını gerektiren geçmişteki günahlarıdır. Allah onları,
ahiretten önce bir takım günahları sebebiyle dünyada azaplandır-mayı
dilemektedir. Bu günahları ise Allah'ın hüküm ve şeriatından ve senin verdiğin
hükümlerden yüz çevirmektir. Yahudilerin sözlerinde durmamaları sebebiyle bu
azap tahakkuk etmiştir. O bakımdan Peygamber (s.a.) Nadir oğullarını
Medine'den sürmüş, Kurayza oğullarım da öldürmüştür.
Bunlar geri kalan pek
çok günahları dolayısıyla ahiret yurdunda oldukça acıklı bir azap ile
cezalandırılacaklardır.
Ve şüphesiz insanların
bir çoğu fasıklardır, yani küfürde ayak diretenler ve hakka muhalefet eden,
ondan uzaklaşan, şeriatin, dinin ve akim sınırlarının dışına çıkanlardır.
Bununla Resulullah (s.a.)'ın -onlara getirmiş olduğu hakkı kabul etmeyişlerine
karşı- teselli ve gönlünün hoş edilmesi söz konusudur.
Daha sonra Yüce Allah,
kabilelerinin farklılığına göre maktuller arasında ayırım gözetilmesini isteyen,
Kitab Ehli olmalarına rağmen cahiliye dönemindeki arzularının hakim
kılınmasını isteyen Yahudileri tenkit ederek, onlara ve benzerlerine şu inkâri
(yani davranışlarını reddetmek anlamına yönelik) soruyu yöneltmektedir:
"Onlar cahiliye hükmünü mü istiyorlar..." Gerçek, adaletli ve doğru
olmakla birlikte, Allah'ın indirmiş olduğuna uygun olarak verdiği hükmünü kabul
etmekten yüz çevirip bundan sonra da zulüm, haksızlık ve hevaya dayalı cahiliye
hükmünü mü istiyorlar? Böyle bir soru, hem bir azardır, hem durumlarının hayret
edilecek bir hal olduğunu ifade etmektedir; ayrıca her türlü hayrı kapsayan
Allah'ın hükmünün dışına çıkıp onun dışında kalan görüş ve hevalara yönelen
kimselerin bu durumlarını red ve inkârdır. Nitekim cahiliye mensupları da kendi
sapık görüş ve serserice hevalarına dayanarak ortaya koydukları sapıklık ve
bilgisizliklere dayalı olarak hüküm veriyorlardı. İşte onlar gibi
davrananların tutumları da bu soru ile reddedilmektedir.
Ayet-i kerimedeki bu
hitap ile bu soru, bu taaccüb ve bu inkâr, dinin hakikatine kesin olarak
inanan, Allah'ın şeriatına itaatle boyun eğen ve Allah'tan daha adil, hükmü
ondan daha güzel bir kimse bulunmadığını idrak eden bir kavme yöneliktir.
Kurtubî bunu tefsir
ederken şöyle demektedir: Kesin olarak inanan bir topluluğa göre ise hükmü
Allah'tan başka güzel hiç bir kimse olamaz.
[154]
Ayet-i kerimeler
aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1- Kur'an-ı
Kerim ile ondan önce indirilmiş bulunan Tevrat ve İncil gibi kitaplar arasında
gayet açık bir şekilde ortak noktalarda birleştiren bir takım köprüler vardır.
Çünkü bu kitapların hepsi hidayet ve nur olmakla vasfedilmiş-tir. Bu kitapların
bir araya geldikleri yönler ise Allah'ın tevhidi, rububiyeti, peygamberlik ve
meadın (öldükten sonra dirilişin) ispatı gibi itikadı esaslar ile, Yüce Allah'a
ibadet, oruç, namaz ve zekât gibi teşriî hükümlerin esaslarında, emanet,
doğruluk, zinanın, hırsızlığın ve namus ile alâkalı suçların haram kılınması
gibi ahlâk ve faziletlerin temel esaslarındadır. Bütün bunlar ise Hz. Musa ve
İsa'ya indirilmiş asıl Tevrat ve İncil'de vardı.
Şu kadar var ki,
Kur'an-ı Kerim, her ne kadar sözü geçen şeriat ve dinin esaslarında bu
kitapları doğrulayan ve destekleyen bir kitap ise de, onlar üzerinde bir hakim
ve o kitaplarda bulunanlar konusunda bir şahittir. Onlarda yer alıp Kur'an-ı
Kerim ile çatışan herhangi bir hüküm ile amel edilemez.
2- Zimmet
ehli olan kimseler, İslâm mahkemelerine başvuracak olurlarsa, aralarında İslâm
şeriatıyla hükmetmek icabeder; geçmiş herhangi bir şeriate göre değil. Çünkü:
"Vfe aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" buyruğu bunu
gerektirmektedir. Denildiğine göre bu daha önce gelen: "Aralarında ister
hükme, ister onlardan yüz çevir." (Maide, 5/4) şeklindeki muhayyer
bırakmayı nesh etmektedir. Cumhurun görüşü budur. Şafiîler ise şöyle derler:
İki ayet-i kerime arasında bir tearuz (çatışma) söz konusu değildir, neshe
gitmeye gerek yoktur; çünkü birinci ayet-i kerime antlaşmalılar hakkında,
ikincisi ise zimmî-ler hakkındadır.
3- Resulullah
(s.a.) ve her bir Müslüman için Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de açıklamış
olduğu hakkı ve hükümleri beyanı gereğince hükmetmeyi terketmek, haramdır ve
yasaklanmıştır.
4- Allah
bütün halkları, ümmetleri ve cemaatleri tek bir ümmet yapmaya, onları tek bir
din üzre tutmaya, tek bir akideye ve tek bir şeriate sahip kılmaya kadirdir.
Nitekim önceleri hak üzere idiler. Fakat ilâhî hikmet, denemek için şeriatlerin
farklı olmasını gerektirmiştir.
5- İtaatlere
çabucak yönelmek, hayır işlerinde yarışmak, salih ve muttaki kimselerin
alâmetidir. Yüce Allah'ın, "Öyleyse hayırlarda yarışın." buyruğu farz
amellerin öncelikle ve erken işlenmesinin onları sonraya bırakmaktan daha
faziletli olduğuna delildir. Bütün ibadetlerde bunun böyle olduğu hususunda
görüş ayrılığı yoktur. Tek ayrılığın olduğu husus, namazın ilk vaktinde kılınması
ile ilgilidir. Ebu Hanife evlâ olanın namazı vakti içerisinde fakat sonraya
bırakmak olduğu görüşündedir. Ancak ayetin genel mahiyeti onun aleyhine bir
delildir.
Yine bu buyrukta yolculukta
oruç tutmanın açmaktan daha uygun olduğuna da delil vardır.
6- Yüce
Allah'ın: "Seni vazgeçirmelerinden sakın." buyruğu da Resulullah
(s.a.)'m unutmasının mümkün olduğuna delildir. Çünkü Yüce Allah:
"vazgeçirmelerinden, fitneye düşürmelerinden" diye buyurmaktadır ki,
böyle bir şey kasdî olarak değil de unutkanlıkla söz konusu olabilir.
7- Peygamber
(s.a.)'in hükmünden yüz çevirmek, ondan başka tarafa yönelmek, dünya hayatında
bir takım musibetlere sebeptir. Çünkü Yüce Allah Yahudiler hakkında: "Eğer
yüz çevirirlerse belki bir kısım günahları yüzünden Allah onları cezalandırmak
istiyor." diye buyurmaktadır. Yani onları sürgün edilmek, öldürülmek ve
cizyeye mahkûm etmek suretiyle dünyada azaplandır-mak istemektedir. Yüce
Allah'ın, "Bir kısım" diye buyurmuş olması, sadece bir kısım günahlar
dolayısıyla cezalandırılmalarının, düzenlerinin aleyhlerine tahrip edilmesi
için yeterli oluşundan dolayıdır.
8- Araplar
cahiliye döneminde şerefli kabul ettikleri hakkındaki hükmü alt tabakadan kabul
ettikleri kimse hakkındaki hükümden farklı tespit ediyorlardı. Yahudiler de
onlar gibi yapıyorlar ve hadleri fakir ve zayıflara uygularken güçlü ve
zenginlere uygulamıyorlardı. Bundan dolayı Yüce Allah, "Onlar cahiliye
hükmünü mü istiyorlar..." buyruğu ile bu davranışlarını reddetmişir.
Cahiliye
uygumalarından birisi de hibe veya bağış hususlarında çocukların kimisini
kimisine üstün tutmaktır. Baba böyle bir şey yapacak olursa, onun bu fiili
geçerli olmaz, fesh edilir. Bu ise Hanbelîlerle Zahirîlerin görüşüdür. Buna gerekçe
ise biraz sonra yer aldığı kaynakların da belirtileceği en-Nu'mân b. Beşîr
yoluyla rivayet edilen hadis-i şerifte Hz. Peygamberin, (onun babası)
Be-şîr"e söylediği şu sözlerdir: "Senin bundan başka çocuğun var
mı?" Beşîr Evet, deyince Hz. Peygamber: "Onların hepsine de bunun
gibi bir hibede bulundun mu?" diye sorunca, hayır, dedi. Bu sefer Hz.
Peygamber: "O halde beni şahit tutma. Ben haksızlığa şahitlik etmem."
buyurdu. Bir diğer rivayette ise şöyle buyurmuştur: "Ben hak olmayan bir
şeye şahitlik etmem." Hanbelîlerle Zahirîler şöyle derler: Zulüm ve
haksızlık olan bir şey batıldır, caiz değildir. Hz. Peygamberin bir başka
hadiste: "Sen buna benden başkasını şahit tut." demiş olması ise,
şahitlikte izin vermesi anlamında değildir. Aksine bu ifade böyle bir
şahitlikten alıkoymak içindir. Çünkü Hz. Peygamber bunu önce zulüm diye adlandırmış
ve bu hususta bizzat şahitlik etmeyi kabul etmemiştir. Ebu Bekir (r.a.)'in
uygulaması ise Peygamber (s.a.)'in sözü ile çatışmamaktadır. Aslolan insanın
kendi malında mutlak manada tasarrufta hür olduğu görüşü de hadis ile
çatışmamaktadır. Bundan dolayı Hz. Peygamber, Buharî, Müslim, Muvatta, Ebu
Davud, Tirmizî ve Nesaî'nin en-Nu'mân b. Beşîr'den rivayet ettikleri hadiste
şöyle buyurmak («dır: "Allah'tan korkunuz ve çocuklarınız arasında adaletli
davranınız." Şu kadar var ki, Malik, Rey sahipleri, Şafiî es-Sevrî ve
Leys, Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk'in diğer çocukları arasında yalnızca Hz. Aişe'ye
hediye ve bağışta bulunup Hz. Peygamberin de en-Nu'mân b. Beşîr'den, Nesaî'nin
rivayetine göre: Nu'man'm babası Beşîr b. Sa'd, oğlu Numan'ı getirip şöyle
dedi: "Ey Allah'ın Rasulü, ben bu oğluma bir kölemi bağışlamış
bulunuyorum, Resulullah (s.a.): "Peki bütün oğullarına böyle bir bağış
verdin mi?" diye sorunca; "Hayır" dedi. Bu sefer Hz. Peygamber:
"Onu geri çevir" dedi. Bir rivayete göre de: "Sen buna benden
başkasını şahit tut." demiştir. İşte bunu caiz görenler buna dayandılar.
9- Allah'tan
daha âdil, hükmü Allah'ın hükmünden daha güzel, hiç bir kimse olamaz.
[155]
51- Ey iman edenler!
Yahudi ve Hristi-yanları veli edinmeyin. Onlar birbirlerinin velisidirler.
Sizden her kim onları veli edinirse o da onlardandır. Şüphesiz ki, Allah
zalimler topluluğuna hidayet vermez.
52- Kalplerinde
hastalık olanların onlara koşuştuklarını görürsün. Derler ki: "Bize bir
felâket gelmesinden korkuyoruz." Olur ki Allah fetih verir veya katından
bir emir getirir de onlar içlerinde gizlediklerinden dolayı pişman olurlar.
53- İman edenler
derler ki: "Sizinle beraber olduklarına bütün güçleriyle Allah'a yemin
edenler bunlar mıdır?" Amelleri boşa gitmiş ve hüsrana uğrayanlardan
olmuşlardır.
"Onlara
koşuştuklarını", yani onları azdırmak ve ifsad etmek için koşuştuklarını.
Burada muzaf hazf edilmiş, muzâfun ileyh onun yerine ikame edilmiştir.
"Olur ki
Allah" buyruğunda yer alan (asâ) edatı Allah hakkında kullanıldığında
vücûb (gereklilik) ifade eder. Çünkü zat-ı kerimden bu şekilde bir ifade
insanın bunu umut etmesi, arzulaması dolayısıyla vaadetmek makamındadır.
[156]
"Yahudi ve
Hristiyanları veliler", yardımcılar, kendilerine sevgi ve dostluk
beslediğiniz antlaşmaklar "edinmeyin... onlar birbirlerinin
velisidirler." Çünkü küfürde birdirler. "Sizden kim onları veli edinirse
o da onlardandır." Onlar arasından bir fert gibidir. "Şüphesiz ki
Allah" kâfirleri veli edinmek suretiyle "zalimler topluluğuna
hidayet vermez. Kalplerinde hastalık olanların" Şüphe ve nifak sebebiyle
imanları zayıf, hastalıklı ve sahih olmayanların, "onlara koşuştuklarını"
onları veli ve dost edinmekte ellerini çabuk tuttuklarını "görürsün.
Derler ki...":
Onları veli edinmeleri dolayısıyla özür beyan etmek üzere derler ki. "Bize
bir felaket" zamanla başımıza gelecek kuraklık, bozgun, mağlûbiyet gibi
bir musibet "gelmesinden korkuyoruz". "Olur ki Allah
fetih": Dinini üstün kılmak, ülkelerin fethedilmesini müyesser kılmak ve
benzeri hususlarla peygamberine yardım "verir veya katından bir
emir" münafıkları rezil ve rüsva edecek bir durum "getirir de içlerinde
gizlediklerinden dolayı pişman oluverirler." İçlerinde gizledikleri şüphe
ve kâfirleri veli edinmelerinden ötürü bir pişmanlık duyarlar.
"Amelleri boşa
gitmiş" salih amelleri batıl olmuş "ve hüsrana uğrayanlardan
olmuşlardır." Dünyada rezil olmakla ahirette de oldukça acıklı azap ile.
[157]
İbni İshâk, İbni Ebi
Şeybe, İbni Cerîr, İbni Ebi Hatim ve Beyhakî, Ubâde b. es-Sâmit'in şöyle
dediğini rivayet etmektedirler: Kaynuka oğulları savaşınca Abdullah b. Ubeyy b.
Selûl onların işleriyle ilgilendi ve onları savunmaya koyuldu. Ubâde b.
es-Samit de Resulullah (s.a.)'m huzuruna vardı ve onlarla antlaşmasından
Allah'a ve rasulüne karşı beri olduğunu bildirdi. Ubâde b. es-Sâ-mit, Hazrec
kabilesinden bir kişi îdi. Onun da Kaynuka oğullarıyla tıpkı Abdullah b. Ubeyy
gibi antlaşması vardı. Ubâde, Resulullah (s.a.)'ın huzurunda onlarla olan
antlaşmasını bozdu
[158] ve
kâfirlerle antlaşmasından ve onları veli edinmekten beri olduğunu ifade etti.
İşte bu sebeple onun ve Abdullah b. Ubeyy'in hakkında Maide suresinde yer alan:
"Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları veli
edinmeyin..."buyrukları nazil olmuştur.
Atıyye b. Sa'd'dan
gelen bir başka rivayette de Atiyye şöyle demektedir: Hazrec oğullarından Ubâde
b. es-Sâmit Resulullah (s.a.)'m yanına gelip şöyle dedi: "Ey Allah'ın
Rasulü! Benim Yahudilerden sayıları pek çok velim vardır. Yahudileri veli
edinmekten vazgeçiyor, Allah'ı ve Rasulünü veli ediniyorum." Abdullah b.
Ubeyy dedi ki: "Ben musibetlerden korkan bir adamım. O bakımdan
velilerimi veli edinmekten vazgeçmiyorum." Bunun üzerine Resulullah
(s.a.), Abdullah b. Ubeyy'e şöyle dedi: "Habbâb'ın babası! Ubâde b.
es-Sâmit'e karşı cimrilik ettiğin vazgeçmek istemediğin o şey varsın sana ait
olsun. Ama onun (Ubâde) için bu olmaz." O da: O halde kabul ediyorum,
dedi. Bunun üzerine Yüce Allah: "Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları
veli edinmeyin..." buyruğundan itibaren "Allah seni insanlardan
korur." (Maide, 5/67) buyruğuna kadar olan ayetleri indirdi.
Sîre'de İbni İshâk,
şunu zikretmektedir: Resulullah (s.a.) Medine'ye geldiğinde ona karşı kâfirler
üç gruba ayrılmıştı: Bir kesim ile onunla savaşmamak, ona karşı kimseye
yardımcı olmamak, onun aleyhine düşmanlarıyla dost olmamak üzere sulh yaptı.
Bununla birlikte onlar küfürleri üzere kalacakları ancak kanlan ve mallarından
yana emniyet içerisinde olacaklardı.
Diğer bir kısım ise
onunla savaştı ve ona düşmanlık etti.
Bir kısım da tarafsız
olarak durdular. Onunla barış da yapmadılar, savaşmadılar da. Bunun yerine
işin nereye varacağını düşmanının sonunun ne olacağını beklemeye koyuldular.
Hakikatte ve içten içe Hz. Peygambere düşmanlık eden bu kimseler münafıklardı.
Hz. Peygamber, her bir kesime karşı Allah'ın kendisine emrettiği şekilde
davranışta bulundu. Medine'deki Yahudiler ile barış yaptı, kendisi ile onlar
arasında bir eman kitabı (güvenlik belgesi) yazdı. Bunlar Medine çevresinde üç
taife idiler: Kaynuka oğulları, Nadir oğullan ve Kurayza oğulları. Kaynuka
oğulları Bedir"den sonra ona karşı savaş açtılar. Nadir oğulları da
bundan altı ay sonra ahitlerini bozdular. Sonra da Hendek gazasına çıktığı
vakit Kurayza oğulları ahitlerini bozdular. Yahudiler arasında Peygamber
(s.a.)'e en aşırı düşmanlık yapanlar bunlardı. Hz. Peygamber bunlann her bir
taifesi ile ayrı ayrı savaştı ve Allah onlara karşı kendisine zafer nasip etti.
Arap ve Bizans Hristiyanları da Yahudiler gibi, Hz. Peygambere karşı savaş
içindeydiler.
[159]
Ayet-i kerimelerin
muhtevası şudur: Yüce Allah mümin kullanna İslâmın ve Müslümanlann düşmanı olan
Yahudi ve Hristiyanları veli edinmeyi yasaklamakta, birbirlerinin velileri
olduklannı haber vermekte, sonra da onları veli edinenleri tehdit edip
korkutmaktadır.
Ey Allah'a ve
peygamberine iman edenler! İslâm'ın düşmanı olan Yahudi ve Hristiyanları veli
edinmeyiniz. Yani onlan Allah'a ve Rasulüne iman edenlere karşı yardımcılar,
dost ve antlaşmalılar edinmeyiniz. Sırlannızı onlara bildirip onların
dostluklarından, sevgi yahut muhabbetlerinden yana emin olmayınız. Çünkü onlar
asla size karşı samimi olmazlar. Gerçekte onlar birbirlerinin dostudurlar. Yani
Yahudiler birbirlerinin dostu, Hıristiyanlar da birbirlerinin dostudurlar.
Yahudiler size verdikleri ahitlerini bozdular. Hepsi size düşmanlık etmekte,
size kin beslemekte ittifak halindedirler.
Daha sonra Yüce Allah
onları veli edinenleri tehdit ederek: "Sizden her kim onları veli edinirse
o da onlardandır."buyurmaktadır. Yani kim onlara yardım eder yahut
onlardan yardım alırsa şüphe yok ki, gerçekte o onlardandır; yani onlar
arasında sayılır, sanki onlar gibidir. Samimi Müslümanlar safında yer alan bir
kimse değildir. Bu ise Yüce Allah'ın dinde muhalif kanadı temsil eden Yahudi ve
Hristiyanlarla samimi dostluk kuran münafıklar aleyhine işi ağırlaştırması ve
sıkı tutmasıdır. Çünkü Yahudi ve Hristiyanları veli edinmek beraberinde onların
dinlerine razı olmayı getirir. Bu da şuna işaret etmektedir: Müslümanlarla
Müslüman olmayanlar arasında dünyevî bir takım menfaatler için ilişki ve
antlaşmalar, ayet-i kerimede yasaklanmamıştır.
Bu tehdidin sebebi ise
şudur: Dinî hususlarda, dini ilgilendiren meselelerde İslâm davasının ve
faaliyetinin gerekleri hususunda bu gibi kimseleri veli edinip onlara yardımcı olan yahut onlardan yardım alan
bir kimse, olmaması gereken yerde olup veli edinmemesi gerekenleri veli
edindiğinden dolayı, kendi kendisine zulmeden bir kimsedir. Yüce Allah ise
küfrü ve kâfirleri veli edinmekten dolayı böylelerini hayra veya hakka
iletmez.
Gerçek şu ki,
kalplerinde şüphe, tereddüt ve münafıklık bulunan kimseler onlara süratle
koşuşurlar. Yani içten içe ve zahiren de onları veli edinmek, onlara sevgi
beslemek hususunda ellerini çabuk tutarlar. Burada sözü edilenler ise Abdullah
b. Ubeyy ile onun münafık cemaatidir.
Bu münafıkların İslâm
düşmanlarına karşı bu şekilde dostluk beslemeleri, kâfirlerin Müslümanlara
karşı zafer elde etmelerinden korkmaları dolayısıyladır. O takdirde bunların
Yahudi ve Hristiyanlar yanında kendilerini himaye etmelerine sebep teşkil
edecek bir ortamı kaybetmemiş olur ve bu durumun faydalarını görmüş olurlar.
Evet, her zaman ve mekânda kendilerini zayıf gören münafıkların durumu budur.
Onlar kendilerini desteklesinler, sıkıntılı zamanlarda onlara yardımcı
olsunlar diye küfrün ileri gelenleri nezdinde dostluklar ve samimiyetler
kurmaya çalışırlar. Vakıa şunu ispatlamıştır: Sıkıntılı zamanlarda onları
yardımsız bıraktıkları gibi, dostluklarını da basit bedellere satmışlardır.
(Biz çağımızda meselâ, Amerika'nın, bütün ömrü boyunca Amerika'ya dost olarak
yaşamış birisini nasıl yüz üstü bıraktığını gördük. Oysa bu devlet başkanı
sürekli olarak Amerika'nın maksatlarını gerçekleştirmiş, Amerika'nın çizdiği
plan doğrultusunda yol almıştı. Onu kullanan da Amerika, tüketip bitiren de
Amerika oldu. Sıkıntılı ve zor durumlarda da onu yüz üstü bırakan yine
Amerika'dır.) Allah'tan ve Allah'ın dinine mensup olanlardan başkasından
yardım alan herkes ziyana duçar olmuştur.
Bundan dolayı Yüce
Allah bu gibi kimselerin iddia ve yorumlarını reddederek şöyle buyurmaktadır:
Olur ki, Yüce Allah müminlere fetih ve yardım nasip eder. Müminlerle
kâfirlerin arasını ayırır: Mekke fethinde ve diğerlerinde görüldüğü gibi. Yahut
da Yüce Allah kendi nezdinden bir emir getirir de bu kâfirler hakkında
insanların yapabilecekleri bir şeyleri olmaz. Nadir oğulları Yahudilerinin
kalbine korkuyu salması ve buna benzer müminlerin kâfirlere karşı muzaffer
kılınmaları olayı gibi. Bunun sonucunda Yahudi ve Hristiyanlan veli edinen
münafıklar yaptıklarına, kendilerine hiç bir fayda sağlamadığı için, pişman
oluverirler. Yaptıkları kendilerine fayda sağlayacak yerde zararın kendisi
olmuştur. Onlar daha önce gizli oldukları halde müminlerin huzurunda rezil
edilmişlerdir. Müfessirler der ki: "olur ki" buyruğu Allah hakkında
kullanıldığında vücup ifade eder. Çünkü kerim olan bir zat bir hayır hususunda
başkasını ümitlendirecek olursa onu yerine getirir. O bakımdan bu nefsin ona
taalluku ve onu umması dolayısıyla Allah'tan bir vaad konumundadır
[160]
Böylelikle fetihten
maksadın şu olduğu ortaya çıkmaktadır: Mekke'de ve diğer Arap topraklarında
fetihler tahakkuk edecek, Yahudiler Hicaz, Hayber ve diğer böylgelerden
sürüleceklerdir. Allah'tan gelecek olan emir ise Allah'ın düşinanlara karşı
gizli bir tebliğ; Yahudilerin yerlerinden sürülmeleri yahut da Kurayza oğulları
gibilerinin kahredilmeleri yahut da Nadir oğullarının başına geldiği şekilde
kalplerine korku salınması ya da Yahudi ve Hristiyanlann cizyeye tabi
kılınmaları suretiyle İslâmm hükümlerine, İslâm devletinin otoritesine boyun
eğdirilmeleridir.
İşte o vakit
münafıkların her türlü yorumlan boşa çıkar, darmadağın olur. Yalancılıkları,
iftiraları ortaya çıkar. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İman edenler derler ki..." yani bazı müminler bazılarına yahut da
Yahudilere derler ki: "Bunlar mıdır, muhakkak sizinle beraber olduklarına,
mutlaka size, Yahudi düşmanlarına karşı size yardımcı olacaklarına dair Allah
adına yemin edenler?" Sonra onların gerçek mahiyetlerini, iç yüzlerini
anladılar ve onların düşmanlıkları ortaya çıktı. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Ve onlar muhakkak sizdendirler." diye Allah adına yemin
ederler; halbuki onlar sizden değildir, fakat onlar korkan bir
toplulukturlar." (Tevbe, 9/56) Yani onlar kendilerini korumak için yahut
gerçeği olmayan siyasi bir manevra olmak üzere Müslüman olduklarını izhar eden
korkak bir topluluktur. Müminler hemen akabinde şöyle derler: "Şu
münafıkların münafıkça eda ettikleri namaz, oruç, hac ve cihat gibi amelleri
boşa çıkmıştır. Böylelikle bunlar dünyalarını ahirette de alacakları sevabı
kaybetmiş ziyana uğramışlardır."
Müfessirler, bu ayet-i
kerimelerin nüzul sebebi hususunda farklı kanaatlere sahiptirler: es-Süddî
şöyle der: Bu ayet-i kerime biri diğerine Uhud vakasından sonra iki kişi
hakkında nazil olmuştur. Bunlardan biri şöyle demişti: "Ben artık filân
Yahudiye gideceğim ve ona sığınacağım, onunla beraber Yahudi olacağım. Belki
herhangi bir iş veya herhangi bir olay meydana gelecek olursa bunun bana
faydası olur." Diğeri ise şöyle demişti: "Bana da Şam'da bulunan filân
Hristiyanın yanına gidiyorum, ona sığınacağım ve onunla birlikte Hristi-yanlığa
gireceğim." Bunun üzerine Yüce Allah "Ey iman edenler! Yahudi ve
Hristiyanları veli edinmeyin..." buyruğunu ve diğer ayetleri indirdi.
İkrime, İbni Cerîr'in
rivayetine göre şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime, Ebu Lübâbe b. Abdülmünzir
hakkında nazil olmuştur. Resulullah (s.a.) onu Kurayza oğullarına gönderdiği
sırada ona: "Peygamber bize ne yapacak?" diye sormaları üzerine
kesilecekleri anlamında eliyle boğazına işaret etmişti. Denildiğine göre bu
ayet-i kerime İbni Cerîr'in belirttiği ve nüzul sebebinde de nakledildiği gibi,
Abdullah b. Ubeyy b. Selul hakkında nazil olmuştur.
[161]
Ayet-i kerimeler
aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:
1-
Şer"an müminlerle kâfirler arasında dinî meselelerde ve onun büyük temel
problemlerinde dostluk, sevgi ve veli edinmek caiz değildir. Bununla birlikte
zorunlu hallerin gerektirdiği dünyevî maslahatlar sebebiyle bir takım ilişkilerin
varlığına da engel yoktur. Buna delil ise Taberî'nin Yüce Allah'ın,"Sizden
her kim onları veli edinirse o da onlardandır." buyruğu hakkında söylediği
şu sözlerdir: Yani kim müminleri bırakıp
Yahudi ve Hristiyanları veli edinirse, şüphesiz ki, o da onlardandır. Her kim
de bu Yahudi ve Hristiyanları sever, müminlere karşı onlara yardımcı olursa, o
da onların dinine mensup ve onların dininden bir kimse olur. Hiç bir kimse bir
başkasını onun durumuna, onun dinine, üzerinde bulunduğu hale razı olmadığı
sürece veli edinmez. Onu ve dinini beğenecek, ona razı olacak olursa bu sefer
ona muhalefet eden ve onu kızdıran şeye de düşmanlık eder, böylelikle onun
hükmü veli edindiği kimsenin hükmüyle aynı olur.
[162]
Yüce Allah'ın, "O
da onlardandır." buyruğu şunu göstermektedir: Böyle birisinin hükmü de
onların hükmü ile aynıdır. Bu ise mürtedden Müslümana miras geçmesini engellemektedir.
Veli edinmenin
yasaklığı ile ilgili bu hüküm, Kıyamete kadar bakidir. Nitekim Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Zulmedenlere meyletmeyiniz o takdirde ateş size
dokunur." (Hûd, 121/113). Başka yerde de şöyle buyurmaktadır:
"Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri veli edinmesinler." (Al-i
İmrân, 3/118).
Şanı Yüce Allah
kâfirleri veli edinen kimselerin, müminler cemaatinden ayrılmış olacağını ilân
etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Sizden her kim onları veli edinirse o da
onlardandır." Çünkü o veli edindiği kimseler, Allah'a ve rasu-lüne nasıl
muhalefet ettiyse, o da onlara öylece muhalefet etmiştir. Onlara düşmanlık
etmek vacip olduğu gibi, böyle birisine de düşmanlık etmek vaciptir. Onlara
cehennem atılmak vacip olduğu gibi, onları veli edinenlere de bu vacip
olmuştur. Böylelikle o da onlardan, yani onların arkadaşlarından demektir.
2-
Münafıkların taşıdıkları korkularının, kendilerini nihayette kâfirleri veli
edinmeye kadar götürmesinin, Yüce Allah'ın tedbiri, desteklemesi, yardımı,
düşmanları darmadağın etmesi, planlarını boşa çıkarması ve zelil etmesi
karşısında hiçbir değeri kalmaz.
3-
Müminlerin görecekleri bir şekilde münafıkların hakikatinin ortaya çıkması.
Onlar böylelikle müminlerin durumuna hayret ederler, birbirlerine şöyle diyerek:
Alabildiğine sağlamlaştırılmış yeminlerle bize yardım edecekleri iddiasında
bulunanlar bunlar mıdır? Yahut da azarlamak üzere Yahudilere şöyle
diyeceklerdir: Bütün kuvvetleriyle Allah'a yemin edip Muhammed'e karşı size
yardım edeceklerini söyleyenler bunlar mıdır? Buna göre ayet-i kerime hem
müminlerin birbirlerine bu sözü söylemiş olmaları hem de Yahudiler hakkında
bunu söylemiş olmaları ihtimalini vermektedir.
[163]
54- Ey iman edenler!
İçinizden her kim dininden dönerse, Allah öyle bir kavim getirir ki, hem O
onları sever hem onlar da O'nu severler. Müminlere karşı alçakgönüllü,
kâfirlere karşı azizdirler. Allah yolunda cihat ederler. Hiç bir kınayanın
kınamasından korkmazlar. Bu, Allah'ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir,
Allah Vasi'dir, Alîm'dir.
55- Sizin veliniz
yalnız Allah, onun ra-sulü ve namaz kılan, zekât veren, rükû eden müminlerdir.
56- Her kim Allah'ı, peygamberi, müminleri veli
edinirse muhakkak ki, galip gelecek olanlar Allah'ın Hizbidir.
"Müminlere karşı
alçakgönüllü, kâfirlere karşı azizdirler." ifadeleri arasında tıbak
vardır.
"Kınayanın
kınamasından" anlamına gelen kelimelerdeki nekirelik (belir-tisizlik),
mübalağa ifade etmek içindir.[164]
"İçinizden her
kim dininden dönerse" İslâmdan dönerse. Dinden dönmek (irtidâd), İslâmdan
küfre yahut başka herhangi bir dine dönmek yahut zekât gibi İslâm
rükünlerinden bir rüknü açıktan açığa ve inat olmak üzere terketmek demektir.
"Allah öyle bir kavim getirir ki hem O onları sever, hem onlar da O'nu
severler." Hem o onlara amellerine karşılık sevap verir, hem de onlar ona
karşı amellerini ihlâsla yaparlar; her bir emir ve nehiyde ona itaat ederler.
"Müminlere karşı alçakgönüllü" yani Şefkat ve atıfet göstermek demek
olan zilletten alınmış bir kelime olup müminlere karşı zillet ve
alçakgönüllülük gösterecek şekilde atıfet izhar ederler, "kâfirlere karşı
azizdirler" Onlara karşı sert ve üstünlük gösteren kimselerdirler.
"Hiç bir kınayanın kınamasından korkmazlar." Bir münkere karşı tepki
göstermek, bir marufu emretmek veya Allah yolunda cihat etmek gibi dinin
emirlerinden herhangi bir işe koyuldukları takdirde, dinlerinde sapasağlam ve
salâbetlidirler. Herhangi bir kimsenin söyleyeceği söze aldırış etmezler.
Herhangi bir kimsenin itirazına bakmazlar. Kendilerini tenkit edecek ve
kınayacak olan bir kimsenin kınamasını da hesaba katmazlar. Oysa kâfirlerin
kınamasından korkan ve çekinen münafıklar, böyle değildir. "Bu" sözü
geçen bu nitelikler, "Allah'ın bir lütfudur". "Allah": Lütfü
pek çok ve geniş olan "Vâsi'dir" Bu lütfa kimin ehil olduğunu çok iyi
bilen "Alîm"dir.
"Sizin veliniz
yalnız Allah...tır." Sizin yardımcınız ve asıl destekleyiciniz Yüce Allah’tır.
Onun dışındakilerin veli oluşu ise buna bağlıdır ve zahiren velidirler.
"Her kim Allah'ı,
peygamberi ve müminleri veli edinirse" kim bunlara yardımcı olur ve
dinlerini desteklerse "muhakkak ki galip gelecek olanlar, Allah'ın
Hizb'idir." Hizb belirli bir iş ve belirli bir istikamet üzere toplanmış
olan cemaat demektir. Hizbullah ise Allah'ın yoluna tabi olanlar, o yola
uyanlar demektir. Galip gelecek olanlar ise, Allah'ın kendilerine yardım etmesi
dolayısıyla zafere kavuşacak olanlar demektir.
[165]
Bu ayet-i kerimeler
Resulullah (s.a.) döneminde irtidad eden kabileler hakkında nazil olmuştur.
Bunlar şu üç kabile idi:
1- Yemen'de
Müdlic oğullan ve onların yalancı peygamberlik iddiasında bulunan başkanları
Esved el-Ansî. Esved, kâhin idi. Deylemli Fîruz tarafından öldürüldü.
2- Yemâme'de
yalancı peygamberlik iddiasında bulunan Müseylime el-Kezzâb (yalancı
Müseylime)ın kavmi olan Hanîfe oğulları. Müseylime, Resulullah (s.a.)'a bir
mektup göndermiş ve o mektubunda Hz. Peygambere ortak olduğunu belirtip
toprakların kendisi ile Hz. Muhammed arasında ortak olarak iki kısma
ayrıldığından söz etmişti. Peygamber (s.a.) de ona şöyle cevap yazmıştı:
"Allah Rasulü
Muhammed'den yalancı Müseylime'ye. Selâm hidayete tabi olanlara. İmdi, şunu bil
ki, arz Allah'ındır. O, orayı kullarından dilediğine miras verir. Akıbet ise
takva sahiplerinindir."
Ebu Bekr (r.a.) onunla
savaşmak üzere ordu göndermişti. Esved'i, Hz. Hamza'yı öldürmüş olan Vahşî
öldürdü. Vahşî şöyle derdi: "Cahiliye dönemimde insanların hayırlısını,
Müslüman olduktan sonra da insanların en kötüsünü öldürdüm."
3- Tulayha
b. Huveylid komutasında Esed oğulları. Tulayha, Resulullah (s.a.)'ın hayatta
olduğu sıralarda irtidad etmiş, Hz. Ebu Bekir de halifeliği sırasında onunla
savaşmak üzere asker göndermişti. Bunun üzerine Tulayha, Şam'a kaçmış, daha
sonra tekrar İslâm'a girmiş ve güzel bir şekilde İslâm'a bağlanmıştı.
Hz. Ebu Bekir
döneminde de yedi kabile irtidad etmişti. Söz konusu kabileler şunlardır:
1- Kurrâ b.
Seleme komutasında Gatafân kabilesi,
2- Uyeyne b.
Hısn'm kavmi olan Fezâreliler,
3- el-Fucâe
Abd Yalîl'in kavmi olan Süleym oğulları,
4- Mâlik b.
Nuveyre'nin kavmi Yarbû' oğulları
5- Müseylime'nin karısı ve kâhin olan Münzir'in
kızı Secâh komutasında Temim oğulları kabilesinden bir kısmı,
6- eş-Eş'as
b. Kays'm kavmi olan Kindeliler,
7- Bekr b.
Vâil el-Hutam b. Zeyd oğulları.
Hz. Ömer döneminde de
Gassânlı Cebele b. el-Eyhem irtidad etmiş, Hristi-yanlığa girip Şam'a kaçmıştı.
Buna sebep ise şu olmuştu: Kabe'nin etrafında tavaf ettiği sırada
Fezarelilerden bir kişi onun elbisesine basmıştı. Cebele ona bir tokat vurdu ve
burnunu kırdı. Fezareli Cebele'yi müminlerin emiri Ömer (r.a.)'e şikayet
edince, Hz. Ömer ya Fezâreli'nin affetmesi gerektiğini veya da kısas
uygulayacağını bildirdi. Bunun üzerine Cebele şöyle dedi: "Ben bir kral, o
ise sıradan bir insan olduğu halde bana kısas mı uygulayacaksın?" Hz. Ömer
şöyle buyurdu: "İslâm aranızdaki bu farkı gidermiş, sizi birbirinize eşit
yapmıştır." Daha sonra Cebele ertesi gün için mühlet istedi ve sonra
kaçıp gitti.
Böylelikle irtidad
edenlerin toplamı on bir fırka veya grup olmaktadır
[166]
Allah'ın kendilerini
sevdiği, kendilerinin de Allah'ı sevdiği bir kavmi getirmesine gelince: Bunlar
Hz. Ebu Bekir ve onun arkadaşlarıdır. Bunların Yemenlilerden bir topluluk
olduğu söylendiği gibi, Ebu Mûsâ el-Eş'arî'nin kabilesi olduğu da
söylenmiştir. Taberî ise ayet-i kerimenin Yemenli Ebu Mûsâ el-Eş'arî'nin kavmi
hakkında nazil olduğu görüşünü tercih etmiştir. Çünkü Resu-lullah (s.a.)'m bu
ayet-i kerimeyi okuduğu sırada: "İşte bunlar Ebu Musa'nın
kavmidirler." diye buyurmuştu.
[167]
"Sizin veliniz
yalnız Allah..." ayetinin nüzul sebebine gelince: Birbirini pekiştiren
rivayetlerin naklettiğine göre, bu ayet-i kerime, nafile namaz kıldığı bir
sırada rükûda iken kendisinden bir şeyler isteyen dilenciye parmağındaki yüzüğü
sadaka olarak veren Ali b. Ebî Tâlib hakkında nazil olmuştur. er-Râzî ise, bu
ayet-i kerimenin Hz. Ebu Bekir'e has olduğunu tespit etmiştir.
[168]
Yüce Allah'ın:
"Her kim Allah'ı, peygamberi... veli edinirse" buyruğu da Yüce
Allah'ın bütün kullarına Allah'ın rasulünün ve müminlerin dostluğuna razı olup
Yahudilerden ve onlarla yapılan antlaşmalardan uzak kalan bütün kullarına
bildirdiği bir müjdesidir.
[169]
Yüce Allah kâfirleri
veli edinmeyi yasakladıktan ve onları veli edinme hususunda geri durmayıp ileri
geçenlerin mürted olduklarını beyan ettikten sonra, mürtedlere muhtaç
olmadığını, onun kendilerini sevdiği, kendilerinin de onu hakkı ikame etmek ve
adaleti uygulamak gibi sevdiği şeyleri, diğer sevdikleri mal, meta ve
çocuklara tercih eden samimi müminleri kabule mazhar kıldığını zikretmektedir.
[170]
Ayet-i kerimeler Yüce
Allah'ın mürted olanların yerine kendisinin dini ve şeriatının uygulanması için
daha hayırlı olanları getirmeye kadir olduğunu beyan etmektir. Bunların dine
bağlılıkları mürtedlerden daha sağlam, daha güçlü ve gittikleri yol itibariyle
daha doğrudurlar. Nitekim Yüce Allah başka yerlerde şöyle buyurmaktadır:
"Eğer yüz çevirirseniz, sizin yerinize sizden başka bir kavmi getirir ve
sonra onlar sizin gibi olmazlar." (Muhammed, 47/38); "Ey insanlar!
Eğer o dilerse sizi yok eder ve başkalarını getirir." (Nisa, 4/133);
"Eğer dilerse sizi yok eder ve (yerinize) yepyeni bir halk getirir (başka
bir kavim yaratır). Bu da Allah'a göre zor bir iş değildir." (İbrahim,
14/19-20)
Ey müminler! Sizden
her kim hakkı bırakıp batıla döner ve gelecekte dinini terkedecek olursa, şunu
bilsin ki, Allah onların yerine, Kur'ân-ı Kerîm'in altı sıfat ile
nitelendirdiği bir başka kavim getirecektir:
1- Allah
bunları sever. Yani itaatlerine karşılık en güzel şekilde mükâfat ve sevap
verir, onların kadrini yüceltir, onlardan övgüyle söz eder, onlardan razı
olur.
2- Onun
emrine tabi olmak, yasaklarından kaçınmak, ona itaat etmek, rızasını aramak,
onun gazap ve cezasını gerektiren şeylerden uzak kalmak suretiyle;
3,4-
Müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı da aziz (zorlu ve onur-lu)dirler.
Yani müminlere karşı atifetli ve alçakgönüllüdürler, tevazu ile davranırlar.
Kendilerine düşmanlık eden kâfirlere karşı ise sert ve zorludurlar. Bu iki nitelik,
Yüce Allah'ın şu buyruklarında dile getirdiği nitelikleri andırmaktadır:
"Kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler." (Feth,
48/29). Yine Yüce Allah'ın, iman izzeti hakkındaki şu buyruğu da bunu
andırmaktadır: "İzzet, ancak Allah'ın rasulünün ve müminlerindir."
(Münafikun, 63/8)
5- Allah
yolunda cihat ederler. Yani Allah'ın dinini ve kelimesini yükseltmek uğrunda
savaşırlar. Allah yolu ise Yüce Allah'ın rızasına götüren hakkın, hayrın,
faziletin ve tevhidin, İslâm vatanının, Müslümanların ve İslâm yurdunun,
savunulması yoludur.
6- Kınayanın
kınamasından çekinmezler: Herhangi bir kimsenin kınamasından, itiraz ve
tenkidinden korkmazlar. Çünkü onlar dinlerinde salâbetlidirler.
Sapasağlamdırlar. Zira onlar hakkı yerleştirmek, batılı da ortadan kaldırmak
için çalışırlar. Bu özellikleriyle de antlaşmakları olan Yahudilerden korkan
münafıkların tam zıddıdırlar.
Daha sonra Yüce Allah
şöyle buyurmaktadır: "Bu Allah'ın bir lütfudur. Onu dilediğine
verir." Sözü geçen bu nitelikleri Allah dilediğine verir. Bunlar Allah'ın
onları sevmesi, onların da Allah'ı sevmeleri; müminlere karşı alçakgönüllü,
kâfirlere karşı aziz olmak; cihat etmek; kınanmaktan korkmamak vs.dir. Bütün
bunlar Allah'ın lütfundandır ve Allah lütfunu dilediği kimselere verir, dilediği
kimseleri bu lütfa muvaffak kılar. Allah vasidir yani lütufları pek çoktur.
Alîm'dir, yani bu lütfa kimlerin ehil ve lâyık olduğunu çok iyi bilendir. O
yüce Allah, lütfü geniş ve bol olandır; kimin bunları hak etitğini ve kimin bundan
mahrum edilmesi gerektiğini de çok iyi bilendir.
Yüce Allah, kâfirlerin
veli edinilmesini yasakladıktan sonra Allah'ı, rasu-lünü ve müminleri veli
edinmeyi emrederek "Sizin veliniz yalnız Allah, onun rasulü ve...
müminlerdir." buyurmaktadır. Yani Yahudiler sizin velileriniz ve
yardımcılarınız olamaz. Sizin veliniz ve gerçek yardımcınız ancak Allah'tır. Ayrıca
onun rasulü ve namazı dosdoğru kılan müminlerdir. Yani namazı erkân ve şartları
itibariyle eksiksiz ve tam olarak eda eden, zekâtı ihlâs ve gönül hoşluğu ile
hak edenlere veren kimselerdir. Bunlar Allah'ın emirlerine itaatle boyun
eğerler. Hiç bir şekilde sarsılmaz, sağa sola meyletmez, bundan dolayı usanmaz
ve riyakârlık da göstermezler.
Allah'a iman etmek,
O'na tevekkül etmek suretiyle Allah'ın dinine yardım eden, Allah'ın rasulüne ve
müminlere de düşmanlarına karşı destek veren kimseler, işte onlar gerçek
kurtuluşa erenlerdir. Gerçekten zafere ve üstünlüğe erişenler onlardır. İşte o
vakit de Allah'ın Hizbi'nin zaferi, yani müminler topluluğunun zaferi ve üstünlüğü
tahakkuk eder. Galip gelecek olanlar müminlerdir. Çünkü onlar Allah'ın
Hizbidirler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah: Andolsun ben
ve peygamberlerim her halde galip geleceğim' diye yazmıştır. Muhakkak ki Allah
yegane güç sahibidir, mutlak galiptir... İşte bunlar Allah'ın Hizbidir.
Haberiniz olsun muhakkak Allah'ın Hizbi felah bulanların ta kendileridir."
(Mücâdele, 58/21-22) Buna göre her kim Allah'ı, Rasulünü ve müminleri veli
edinmeye razı olursa işte o kişi dünyada da ahirette de felah bulur (yani
umduklarına nail, korktuklarından emin olur) ve her ikisinde de Allah'ın
yardımına mazhar olur.
[171]
1- Ayet-i
kerimeler Allah'ın ezelî ilminde Peygamber (s.a.)'in vefatından sonra irtidad
edeceği belli olan kimselere ilâhî bir tehdit ihtiva etmekte ve gaybî olarak
insanlardan bir topluluğun irtidad edeceklerini haber vermektedir.
Aynı şekilde bu ayet-i
kerimeler, Yüce Allah'ın ezelî ilminde dinini değiştirmeyip irtidad etmeyeceği
bilinen kimselere de vaadler ihtiva etmektedir.
Yüce Allah
peygamberinin ruhunu kabz edince çeşitli kabilelerden topluluklar irtidad
ettiler. Allah da onlardan daha hayırlı olan kimseleri onların yerine getirdi,
müminlere olan vaadini gerçekleştirip irtidad eden kimseler hakkında da tehdit
ettiği şeyleri gerçekleştirdi.
[172]
İbni Cerîr et-Taberî,
Katâde'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Yüce Allah bu ayet-i
kerimeyi insanlardan bir takım kimselerin irtidad edeceğini bilerek
indirmiştir. Allah, peygamberi Muhammed (s.a.)'in ruhunu kabzedince üç mescit
sahibi olan insanlar dışında bütün Araplar irtidad ettiler. İrtidad etmeyenler
Medineliler, Mekkeliler ve Abdulkays oğullarından olan Bahreynlilerdi.
İrtidad edenler
"Biz namaz kılarız fakat zekât vermeyiz. Allah'a yemin ederiz ki,
mallarımız gasbolunmayacaktır" demişlerdi. Bu hususta Hz. Ebu Bekir ile
konuşuldu ve ona: Eğer onlar bunun anlamının ne olduğunu bilirlerse zekâtı
verirler, hatta daha da fazla verirler, denildi. Kendisi ise şu cevabı verdi:
"Allah'a yemin ederim ki, hayır! Allah'ın bir arada ziktrettiği şeyleri
arasında ben fark gözetmem. Şayet Allah ve Rasulünün farz kıldıklarından bir
deve yularını dahi bana vermeyecek olurlarsa, mutlaka ona karşılık onlarla
savaşacağız." Yüce Allah Hz. Ebu Bekir ile birlikte bir topluluk gönderdi
ve bu topluluk dda Allah'ın peygamberi ne için savaştıysa aynı şekilde savaştı.
O kadar ki, zekâtı vermeyen ve İslâmdan irtidad eden bir takım kimselerin
çoluk çocuklarını esir aldı, kimisini öldürdü, bazılarını da ateşler arasında
yaktı. Zekâtı küçülmüşler olarak, güçlerini kaybetmiş, zelil olmuşlar olarak
kabul edinceye kadar onlarla savaşlarını sürdürdü.
Daha sonra Arapların
heyetleri yanma geldi. O da onları ya kendilerini küçük düşürecek bir programı
kabul etmek yahut da onları yerlerinden sürecek bir savaşla karşı karşıya
kalmaktan birisini tercih etmek arasında muhayyer bıraktı. Kendilerini küçük
düşürecek programı tercih ettiler, çünkü bu, onlar için daha ehvendi. Bu ise
onların arasından öldürülenlerin cehennemde olacaklarını, müminlerden
öldürülenlerin ise cennette olacaklarını ikrar edip Müslümanlardan aldıkları
malları tekrar onları geri vermeleri, buna karşılık Müslümanların kendilerinden
aldıkları malların Müslümanlara helâl olacağı şeklinde idi."
[173]
Özetle bu, Kur'ân-ı Kerîm'in
i'cazı ve peygamberin mucizeleri arasındadır. Zira Kur'ân-ı Kerîm Arapların
irtidad edeceklerini haber vermektedir. Oysa bunlar Hz. Peygamberin döneminde
olmamıştı ve bu, o zaman için gaybî bir durumdu. Bir süre sonra ise haber
verilen husus gerçekleşti. Açıklamış olduğumuz gibi riddet ehlinin irtidadı
Peygamber (s.a.)'in vefatından sonra olmuştu. İbni İshak şöyle der: Resulullah
(s.a.)'ın ruhu kabz edildikten sonra üç mescit Medine Mescidi, Mekke Mescidi
ve Cuvâsa
[174] Mescidi idi. İrtidad
edenler de iki kısımdılar: Bunların bir 1s.\stû\ şeriata. taö\anv\y\a bir
ketvara atmış, ve şeriatın dışına çıkmışlardı. Diğer bir kısmı ise zekâtın
vücubunu bir kenara atmış, fakat diğer emirleri kabul etmiş kimselerdi. Bunlar:
"Biz namaz kılarız, oruç tutarız, fakat zekât vermeyiz:" diyorlardı.
Ebu Bekir es-Sıddîk ise bunların hepsiyle savaştı. Hâlid b. el-Velid'i
ordularla üzerlerine gönderdi. O da bu konudaki haberlerden anlaşıldığı ve bilindiği
gibi, onlarla savaştı ve çoluk çocuklarını esir aldı.
2- Yüce
Allah'ın: "Allah'ın öyle bir kavim getirir ki, hem O onları sever, hem de
onlar O'nu severler." buyruğunun nüzulü ile ilgili olarak belirtilen en
sahih görüş bunun Eş'arîler hakında nazil olduğudur. Gelen rivayette bu ayet-i
kerime nazil olduktan kısa bir süre sonra, Eş'arîlerin gemileri ile Yemen kabileleri,
deniz yolundan geldiler. Resulullah (s.a.)'m döneminde İslâm uğrunda ciddi
imtihanlar vermişlerdi. Ömer (r.a.)'in döneminde gerçekleştirilen bütün Irak
fetihleri de yine Yemenli kabileler vasıtasıyla gerçekleşmişti.[175]
el-Hâkim, Müstedrek' in de senedini kaydederek şunu rivayet etmektedir:
Resulullah (s.a.) ayet-i kerime nazil olunca, Ebu Mûsâ el-Eş'ari'ye işaret
edip: "Burada sözü edilenler şunun kavmidirler." buyurmuştur.
3- Müminler
birbirlerine karşı alçakgönüllü, kendi aralarında merhametlidirler. Müminler
müminlere şefkat gösterir, merhamet eder, onlara yumuşak davranırlar. Buna
karşı kâfirlere karşı aziz ve serttirler, güçlüdürler. İbni Ab-bâs şöyle der:
Müminler müminlere babanın oğluna, efendinin kölesine gösterdiği şefkat gibi
şefkat gösterirler. Kâfirlere karşı sertliklerinde ise avı üzerine giden bir
arslan gibidirler.
4- Yüce
Allah'ın: "Allah yolunda cihat edenler" buyruğu ile "hiç bir
kınayanın kınamasından korkmazlar" buyruğu münafıkların zıddına Hz. Ebu
Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin imamlıklarının sabit oluşuna
delildir. Çünkü bunlar hem Allah rasulünün hayatında Allah yolunda cihat
etmişler, hem de onun vefatından sonra mürtedlerle savaşmışlardı. Bilindiği
gibi bu niteliğe sahip olan kimse Yüce Allah'ın gerçek velisi ve dostudur.
Ayet-i kerimenin Kıyamet gününe kadar kâfirlerle cihat edecek her kişi
hakkında umumi bir ayet olduğu da söylenmiştir.
5- Allah,
iman edenlerin velisidir. Yüce Allah burada: "Sizin veliniz yalnız Allah,
onun Rasulü..." buyurmaktadır. İbni Abbâs şöyle der: Bu ayet-i kerime Ebu
Bekr (r.a.) hakkında nazil olmuştur. Bir başka rivayette ve nüzul sebebinde de
zikrolunduğu gibi Mücaid ve Süddî'den de şöyle dedikleri nakledilmektedir: Bu
ayet-i kerime Ali b. Ebî Tâlib (r.a.) hakkında nazil olmuştur. Daha sahih olan
ise ayet-i kerimenin bütün müminler hakkında umumi olduğudur. Çünkü: "o
kimseler ki" tabiri topluluk hakkındadır. Bu ayet-i kerimenin umumu
kapsamı içine giren hususlardan bazıları da aşağıda zikredilmiştir:
Câbir b. Abdullah
şöyle demiştir: Abdullah b. Selâm Resulullah (s.a.)'a şöyle dedi: "Kurayza
ve Nadîr oğullarından olan kavmimiz bizden uzaklaştılar, bizimle konuşmuyorlar.
Bizimle birlikte oturmayacaklarına dair de yemin ettiler. Oturduğumuz yerlerin
uzaklığı dolayısıyla ashabımla da oturup sohbet edemiyoruz." Bunun üzerine
bu ayet-i kerime nazil olunca, Abdullah b. Selâm şöyle dedi: "Bizler veli olarak Allah'ın, rasulünün ve müminlerin
veliliğine razıyız."
Allah'ın velileri ise
ayet-i kerimede nitelikleri belirtilenlerdir, başkaları değildir: Onları namazı
dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Yüce Allah'ın önünde saygı ile eğilip itaat
ederler. Yani farz namazı bütün hukukuna riayet ederek vakitlerinde edâ
ederler, farz olan zekâtı da gönül hoşluğu ile ifa ederler.
6- Her kim
işini Allah'a havale eder, rasulünün emirlerine bağlanır, Müslümanları veli
edinirse işte o Allah'ın hizbindendir. Allah'ın hizbi ise Allah'ın askeri,
dininin yardımcıları, onun emirlerinin uygulayıcıları, yasaklarından da kaçınan
kimselerdir. İşte bu niteliklere sahip olanlar galip gelecek olanlardır:
"Şüphesiz ki bizim askerlerimiz, elbette onlar galip gelenlerdir."
(Sâffât 37/173)
[176]
57- Ey iman edenler!
Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve eğlenceye
alanları ve kâfirleri veli edinmeyin. Eğer müminler iseniz Allah'tan korkun.
58- Namaza
çağırdığınızda onu alay ve eğlenceye alırlar. Bu, onların gerçekten akıllarını
kullanmaz bir topluluk olmalarındandır.
59- De ki: "Ey
Kitap Ehli! Bizi ayıplayı-şınızın Allah'a, bize indirilene ve daha önce
indirilenlere inanmamızdan ve sizin bir çoğunuzun da fasık kimseler olmanızdan
başka bir sebebi mi var?"
60- De ki: "Allah
katında bundan daha kötü bir cezanın bulunduğunu size haber vereyim mi? O
kimseler ki, Allah onlara lanet etmiş, aleyhlerine gazap etmiş ve onlardan
maymunlar, domuzlar ve tâğûta ibadet edenler kılmıştır; işte onlar yer
bakımından en kötü ve doğru yoldan en sapmış olanlardır."
61- Size geldiklerinde: "İman ettik" l&n gizlemekte olduklarını daha iyi bilir.
62- Onlardan bir çoğunun günaha, haksızlığa ve
haram yemeye koşuştuğunu görürsün. İşledikleri şey gerçekten ne kötüdür!
63- Rabbaniler ve
bilginler onları günah söylemelerinden ve haram yemelerinden vazgeçirmeye
çalışmalı değil miydi? Yapmakta oldukları şey gerçekten ne kötüdür!
"Ve sizin bir
çoğunuzun da fasık kimseler olmanızdan..." buyruğu, "Allah'a...
inanmamızdan" buyruğuna atfedilmiştir ki, takdiri şöyle olur: Allah'a
inanmamızdan ve sizin bir çoğunuzun fasıklar olduğunuzu kabul etmemizden.
"Halbuki onlar
küfür ile gelmişler ve yine küfür ile dönmüşler." yani kâfir olarak
geldikleri gibi kâfir olarak çıkmışlar.
[177]
"Eğer müminler
iseniz" buyruğu, teşvik ve galeyana getirmek içindir.
"Bizi
ayıplayışınızın Allah'a inanmamızdan... başka bir sebebi mi var?" Bu
yergiye benzeyen surette övgüyü tekid etmek kabilindendir. Onlarsa tam aksine
imana sımsıkı yapışmayı, tepki gösterilmeyi gerektiren bir şey olarak değerlendirmişlerdi.
"Allah katında...
bir ceza" Buradaki ifade istihza kabilindendir. Çünkü burada (ecir ve
mükâfat anlamına gelen) "el-mesûbe" kelimesi "ceza" anlamında
kullanılmıştır.
"İşte onlar yer
bakımından en kötü..." Burada kötü oluş, mekâna nispet edilmiştir. Oysa
bu, o mekânın ehlinin niteliğidir. Bu da onları yermekte mübalâğa içindir.
[178]
"Dininizi alay ve
eğlenceye alanları" onunla alay edip ciddiye almayanları. "ve
kâfirleri" müşrikleri "veli edinmeyin, eğer müminler iseniz" İmanınızda
samimi kimseler iseniz, onları veli edinmeyi terketmek suretiyle,
"Allah'tan korkun."
"Namaza
çağırdığınızda" ezan ve ikamet ile namaza çağırdığınızda o kimseler
"onu" namazı "alay ve eğlenceye alırlar." Namazla alay
etmek ve gülüşmek suretiyle. "Bu" Onların alay edilmeleri
"onların... olmalarındandır." Buna sebep onların akıllarını
kullanmayan kimseler oluşlarıdır.
"Bizi
ayıplamanızın... başka bir sebebi mi var?" Söz veya davranışlarınızla
ayıplayıp reddedişinizin başka bir sebebi mi var? Buyruğun anlamı şudur: Bizim
imanımızı inkâr edip tepkiyle karşılamanızın onu kabul etmemek hususunda bize
muhalefet edişinizin başka bir sebebi mi var? Burada ondan böyle bir davranışın
bir gereği olan fasıklık ile söz edilmektedir. Halbuki bu şekilde iman etmek,
aklen de örfen de reddedilmesi, tepki gösterilmesi gereken bir şey değildir.
"Kötü bir
cezanın": Mesûbe' kelimesi aslında sevap ve karşılık demektir. Bu kelime
dönüş anlamını ifade eder. Bir işe verilen karşılık da o işi yapana ra-ci
olduğundan bu tabir kullanılmıştır.
"Tâğût":
Allah'tan başka ibadet olunan her şeye tâğût denilir; şeytan ve putlar gibi.
Tağuta ibadet ise ona itaatten mecazdır. Bunlar ise Yahudilerdir. "İşte
onlar yer bakımından en kötü" çünkü varacakları yer cehennemdir, "ve
doğru yoldan en çok sapmış olanlardır" Hak yoldan en çok uzaklaşmış
olanlardır. Doğru yol (es-Sevâ) yolun en ortası demektir. "En kötü ve en
çok sapmış" kelimelerinin birlikte
zikredilmesi Hz. İsa söz edildiği zaman Peygamber (s.a.)'e: "Sizin
dininizden daha kötü bir şey bilmiyoruz" diyen Yahudilerin sözlerine
karşı bir cevaptır. "Ve sizin bir çoğunuzun da fasık kimseler
olmanızdan" buyruğu "inanmanızdan" buyruğuna atfedilmiştir.
"Size
geldiklerinde" kastedilenler Yahudi münafıklardır, "küfür ile
gelmişler" onlar yanınıza geldiklerinde küfür ile iç içe olarak gelmişler
"ve yine küfür ile dönmüşlerdir" Yanınızdan çıktıklarında da küfür
ile hemhal idiler, iman etmediler. "Allah gizlemekte olduklarını"
Gizledikleri münafıklıklarını "daha iyi bilir."
"Onlardan",
yani Yahudilerden "bir çoğunun günaha" yalan söylemeye "ve
haksızlığa" zulme "ve haram yemeye" yargıda rüşvet, faiz ve buna
benzer aşağılık olan haram malı yemeye "koşuştuklarını" bu günahlara
düştüklerini "görürsün."
"Yapmakta
oldukları şey gerçekten ne kötüdür!" Bütün bunlara dair yasaklara riayeti
terkedip yaptıkları bütün bu işler ne kötüdür!
[179]
"Ey iman
edenler..." diye başlayan 57. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak
Ebu'ş-Şeyh b. Hayyân el-Ensârî el-Isfahânî İbni Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet
etmektedir: Rifâa b. Zeyd b. et-Tâbût ile Suveyd b. el-Hâris Müslüman
olduklarını açığa vurmakla birlikte münafıklık ediyorlardı. Müslümanlardan bir
kimse de bu ikisine oldukça sevgi besliyordu. Bunun üzerine Yüce Allah:
"Ey iman edenler! Sizden önce... dininizi alay ve eğlenceye alanları ve
kâfirleri veli edinmeyin." buyruğundan itibaren "Allah gizlemekte
olduklarını daha iyi bilir." buyruğuna kadar olan buyrukları indirdi.
Yine dedi ki:
Aralarında Ebu Yâsir b. el-Hattâb, Nâfi' b. Ebi Nâfı'nin bulunduğu bir grup
Yahudi Peygamber (s.a.)'e gelip: "Biz peygamberlerden kime iman
edeceğiz?" diye sordular. O da şu cevabı verdi: "Ben Allah'a,
"İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Ya'kûb'a ve Esbâta indirilenlere Musa'ya ve
İsa'ya verilenlere, bütün peygamberlere Rablerinden verilenlere (iman ettim).
Onlardan herhangi birisi arasında fark gözetmeyiz, biz ona teslim
olmuşlarız." (Al-i İmran, 3/84). Fakat Hz. İsa anılınca peygamberliğini
inkâr ettiler ve biz İsa'ya da iman etmeyiz, ona iman edene de iman etmeyiz.
Bunun üzerine Yüce Allah haklarında: "De ki: Ey Kitab Ehli! Bizi
ayıplamanızın Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilene inanmamızdan ve
sizin bir çoğunuzun da fasık kimseler olmanızdan başka bir sebebi mi
var?" ayetini indirdi.
Bir rivayette de şöyle
denilmektedir: Hz. İsa anılınca şöyle dediler: "Biz sizin dininizden daha
kötü bir din tanımıyoruz. İbni Abbâs'tan gelen bir rivayette de şöyle
denmektedir: Yahudilerle müşriklerden bir topluluk secdeye vardıkları sırada
Müslümanların bu durumlarına güldüler. Bunun üzerine Yüce Allah: "Ey iman
edenler... kitap verilenlerden dininizi alay ve eğlenceye alanları ve kâfirleri
veli edinmeyin." buyruğunu indirdi.[180]
Yüce Allah bundan
önceki ayet-i kerimelerde Yahudileri ve Hristiyanları veliler (antlaşmak dost
ve yardımcı) edinmeyi yasakladı. Çünkü onlar birbirilerinin velisidirler.
Burada ise genel olarak bütün kâfirleri veli edinmeyi, konu ile ilgili yasağı
tekid etmek için bir daha tekrarlamaktadır. Bunun sebebi ise müminlere eziyet
vermeleri ve onların dinlerine karşı direnmeleridir.
[181]
Bu ayetlerin konusu
İslama ve Müslümanlara düşmanlık besleyen, İslâ-mm tertemiz sert hükümleriyle
alay eden ve onları bir çeşit oyuncak edinen Kitap Ehli ve müşrikleri veli
edinmekten nefret ettirmek, uzaklaştırmaktır.
Ey iman edenler!
Dininizle alay eden, dininizin şeâirini, şerı hükümlerini bir çeşit oyuncak
edinen Yahudi, Hristiyan, müşrik ve münafıklardan oluşan bütün kâfirleri hiç
bir şekilde veliler, yani antlaşmaklar, dost ve yardımcılar edinmeyiniz. Çünkü
bir şey ile alay eden kimse ona karşı inat eden, onu küçümseyen, ona iman
etmeyen, ona ve o şeye sahip olanlara düşmanlık besleyen bir kimsedir. İsterse
bunlar size sevgi gösterisinde bulunsunlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İman edenlerle karşılaştıklarında: İman ettik, derler. Kendi
şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ise: Şüphesiz ki, biz sizinle beraberiz.
Biz ancak alay edenleriz, derler." (Bakara, 2/14).
Ey iman edenler! Eğer
gerçekten siz imanınızda samimi, imanınızın hükümlerine saygı gösteren, onun
sınırları çerçevesinde ona bağlı kalan kimseler iseniz yakut eğer sizler şu
sefillerinden alay ve oyuncak edindikleri Allah'ın şeriatına iman eden
müminler iseniz, Allah'ın azabından ve tekdidinden korkunuz.
Aynı şekilde sizler
ezan ile namaza çağırdığınız vakit, namazı bir oyun ve eğlence edindiler. Çünkü
onlar Allak'a ibadetin ve Allak'm şeriatının manasına akıl erdiremiyorlar. İşte
bunlar ezanı duyduğunda ezan sesini işitemeyeceği yere kadar kaçan şeytana
tabi olanların nitelikleridir.
Daba sonra Yüce Allak
onlarla tartışarak şöyle demektedir: Ey Muhammed! Şu dininizi eğlenceye alıp
oyuncak edinen Kitap Ekli'ne de ki: Bizim Allak'a ve peygamberlerine
sapasağlam ve sarsılmaz olan imanımız ile bize indirilenlere, daka önceki
peygamberlere indirilen kitaplara iman etmekten başka neyimizi ayıplıyor veya
reddediyorsunuz? Bunlar ayıp şeyler değildir ve bunlarda kınanacak bir taraf
da yoktur. Bu durumda bu istisna, munkatı' bir istisnadır: Yüce Allak'm şu buyruğunda
olduğu gibi: "Onların berikilerden intikam alışlarının tek sebebi, Aziz ve
Hamîd olan Allah'a iman etmeleriydi." (Bürûc, 85/8); "Halbuki
onlardan intikam almaya kalkışmalarının tek sebebi, Allah'ın ve peygamberinin
kendilerini lütfuyla zenginleştirmiş olmasıydı." (Tevbe, 9/74)
Bir diğer sebep ise
sizin çoğunuzun fasık kimseler oluşudur. Yani dinin hakikatinin dışına çıkan ve
inat eden kimseler olmanızdan başka bir sebep yoktur. Siz din namına taassup
ve boş taklitlerden başka bir şeye sahip değilsiniz.
Yüce Allah'ın:
"Ve sizin bir çoğunuzun da fasık kimseler olmanızdan başka" buyruğu
daha önce geçen "inanmamızdan"a. atfedilmiştir. Yani: Bizi ayıplamanızın
tek sebebi, bir taraftan iman edişimiz, diğer taraftan ve aynı zamanda sizin
hakkınızda, isyan edip imanın dışına çıkışınıza dair hüküm vermemiz-dir. Şöyle
denilmiş gibidir: Siz ancak İslâm'ın dışına çıkmış olduğunuz halde, bizim İslâm
dinine girmemiz suretiyle size muhalefet edişimizi reddediyor, tepkiyle
karşılıyoruz.
Hazfedilmiş bir
muzafın takdiri de mümkündür. Yani sizin bizi ayıplamanızın sebebi, sizin
fasıklar olduğunuza inanışımızdır.
Bir mecrura atfedilmiş
olması da mümkündür: Sizler ancak Allah'a ve bize indirilenlere iman
ettiğimizden dolayı, bir de sizin çoğunluğunuzun fasıklar oluşunuzdan ötürü
bizi ayıplıyorsunuz.
Burada
"çoğunuz" tabirinin kullanılış sebebi kimi Kitap Ehli kimselerin hâlâ
tevhid, ibadet, hak ve adalete bağlılık, hayrı sevmek gibi dinin esaslarına
sıkı sıkıya bağlı kalmaya devam etmeleriydi.
Daha sonra Yüce Allah
onların alay etmelerine şu buyruğu ile cevap vermektedir: Ey Muhammed! Onlara
de ki: Ey "dininizden daha kötü bir şey bilmiyoruz" diyerek,
dinimizle alay edenler! Ben sizlere bu din sahibi kimselerden daha kötü yahut
da Allah'ın lanetlediği kimsenin dininden daha kötü bir kimseyi haber vereyim
mi?
Bu ise onların, bu
daha kötünün mahiyeti ile ilgili bir diğer soru sormalarını gerektirdiğinden
Yüce Allah şöylece cevap vermektedir:
Bundan daha kötü olan
ise: "O kimseler ki, Allah onlara lanet etmiş, aleyhlerine gazap etmiş,
onlardan maymunlar, domuzlar ve tâğûta ibadet edenler kılmıştır." Yani
söylediklerinizden ve hakkımızda zannettiklerinizden daha kötü olani size
haber vereyim mi? Bu, Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemektedir: "De ki:
Ben size bundan daha kötüsünü haber vereyim mi? O ateştir." (Hacc, 22/72).
Böylelikle alay edilip oyunlarına karşı delil getirmek suretiyle
azarlanışlarından daha ağır bir azar ve bir ayıplamaya geçilmektedir. Bu ise
geçmişlerinin peygamberlerine karşı kötü durumlarını Allahu Teâlâ'nm da
fa-sıklıklarına karşı onları cezalandırmalarını hatırlatmaktır.
"Allah'ın
lanetlediği", rahmetinden kovup uzaklaştırdığı kimse demektir. Lanet,
ilâhî gazabı, ilâhî gazap da laneti gerektirir. Çünkü lanet, Allah'ın gazabına
uğrayan kimseler için sorgulanmanın nihâî noktasıdır.
Allah'ın kendisine
gazap ettiği kimse, bir daha kendisinden ebediyyen razı olmamak üzere gazap
ettiği kimse demektir.
Onlara olan gazap ve
öfkesi dolayısıyla aralarından domuz ve maymunlar kıldığı kimseler. İşte Allah
böylelikle dünya hayatında onları rezil etmiş, ibretli bir şekilde
cezalandırmıştır. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktır:
"Andolsun ki, aranızda Cumartesi de haddi aşanları bilmişsinizdir. Biz de
onlara haydi aşağılık maymunlar olun, demiştik." (el-Bakara, 2/65) Daha
sonra gelecek şu buyruğu da andırmaktadır: 'Ne zaman ki onlar kendilerine
kılınan yasağa karşı baş kaldırdılar, biz
de onlara: Aşağılık maymunlar olunuz! dedik." (A'râf, 7/166) Cumhur
onların hakikaten mesholunduklarına (hilkatlerinin değiştirildiğine) kanidir.
Onlar maymun ve domuzlara döndürüldüler, sonra da yok olup gittiler.
Maymunlara dönüştürülenler cumartesi yasağını çiğneyenler, domuzlara
dönüştürülenler ise Hz. İsa'ya indirilen sofrayı inkâr ederek kâfir olanlardı.
Yine rivayet edildiğine göre, her iki mesh de cumartesi yasağını çiğneyenler
hakkında olmuş ve onların gençleri maymunlara, yaşlıları da domuzlara
dönüştürülmüştü. Nesillerinin yok olduğunun delili ise Müslim ve başkalarının
İbni Mes'ûd'dan yaptığı şu rivayettir: "Resulullah (s.a.)'a maymunlar ve
domuzlar hakkında: Bunlar Allah'ın mesh ettiği kimselerden midir? diye sorulmuş
o da şöyle buyurmuştu: "Allah helak ettiği -yahut mesh ettiği diye
buyurmuştur- bir kavme bir nesil ve arkalarından gelecek bir zürriyet takdir
etmemiştir. Şüphesiz ki, maymunlar da domuzlar da bundan önce de var idiler."
Taberî de Mücahid ve
başkalarından Yüce Allah'ın: "Aşağılık maymunlar olunuz." buyruğu
hakkında, yani zelil ve küçülmüş maymunlar olunuz, açıklamasını yaptıklarını
nakletmektedir.[182]
Tâğût'a ibadet
edenler, yani aralarından Allah'ı bırakıp tâğûtu mabud edinen kimseler kıldığı
kesim ve topluluklar, demektir. Tâğût ise Allah'tan başka kendisine ibadet
olunan put, şeytan, buzağı gibi şeylerdir. Onların buzağıya tapınmaları ise
şeytanın kendilerine güzel gösterdiği şeylerdendi. Böylelikle onların o
buzağıya ibadetleri gerçekte şeytana yapılmış bir ibadetti.
İşte sözü geçen bu
gülünç ve ayıp niteliklere, kusurlara sahip olanlar, sizin hakkımızdaki
kanaatlerinden daha kötü bir durumdadırlar. Zira böylelerinin ahirette
cehennemden başka gidecek yerleri yoktur ve böyleleri mutedil ve orta yol olan
doğru yoldan sapmış kimselerdir. "Kötü... ve sapık" tabirlerinin
birlikte kullanılması üstünlük ifade etmek için değildir. Çünkü bu din,
katıksız bir hayırdır. Bu, karşı tarafta bulunmayan şeyler hakkında is-m-i
tafdilleri kullanmak kabilindendir. Böyle bir ifade onların lafızlarına
müşakele (kullandıkları lafızlara benzer lafızlar kullanmak) ve kendi kanaatlerini
doğru farz ederek onlara cevap vermek kabilindendir. Yüce Allah'ın şu
buyruğunda olduğu gibi: "O günde cennetlikler hem yerleştikleri yer bakımından
daha hayırlıdır, hem de dinlenecekleri yerleri daha güzeldir." (Furkân,
25/24)
Daha sonra Yüce Allah,
münafıkların durumlarını açıklayacak: "Size geldiklerinde..." diye
buyurmaktadır. Yani Yahudi münafıklar size geldikleri vakit, biz peygambere ve
ona indirilene iman ettik, derler. Oysa onlar küfür ile beraberdirler ve
kalplerinde küfür üzere karar kılmışlardır. Ey Muhammedi Yanına veya yanınıza
girdiklerinde yahut yanınızdan çıkıp gittiklerinde durumları aynıdır onların:
Asla küfürlerinden vazgeçmemişlerdir. Bu ise Yahudi münafıkların bilinen bir
niteliğidir. Zahiren müminlere karşı iyi görünürler.
Kalplerinde ise küfür
gizlidir. Onların bütün işleri aldatmak, hile ve tuzak kurmaktır. Yüce
Allah'ın buyruğunda olduğu gibi: "İman edenlerle karşılaştıklarında: İman
ettik, derler, fakat biribirleriyle başbaşa kaldıklarında ise: Allah'ın size
açtığını Rabbinizin huzurunda aleyhinize delil getirsinler diye mi haber veriyorsunuz,
derler." (Bakara, 2/76) Onların tümü ahmaktırlar. Çünkü Yüce Allah
gizlediklerini daha iyi bilir. Yani onların kalplerinde sakladıklarım, gizlediklerini
O çok iyi bilendir. İsterse insanlara gerçeğe muhalif olanı izhar etsinler.
Şüphesiz ki, Allah gizli olanı da aşikar olanı da bilir. Onları kendilerinden
daha iyi bilir. Bu hallerine karşılık olarak da onları tam anlamıyla
cezalandıracaktır. Peygamber (s.a.)'in olsun, müminlerin olsun yanına
girdiklerinde ve yanlarından çıkıp gittiklerinde, içlerinde sakladıkları kin,
hile, desise, kötü niyetler, yalan ve hainlik olduğu gibi kalmıştır. Asla
değişiklik göstermemiştir: "Yahudilerden yana alabildiğine kulak veren ve
başka bir kavim için dinleyenler vardır." (Mâide, 5/41).
Onlar, bu
özellikleriyle sapık, eşine ender rastlanır şaşkın kimselerdir. Çünkü Allah
rasulü ile birlikte uyanık bir kalp ve edep ile birlikte oturup kalkan
kimsenin kalbine -belki de aynı kişi, onu görür görmez ve sözünü işitir işitmez,
onu öldürme kastında dahi bulunacak bir kimse olabilirdi- Allah fazla geçmeden
imanın nurunu bırakırdı.
Daha sonra Kur'an-ı
Kerîm sözü geçenlerden daha da kötü bir takım niteliklerini de zikretmekte ve
şöyle buyurmaktadır: "Onlardan bir çoğunun... görürsün." Yani ey
Peygamber! Sen, dininle alay eden bu Yahudilerin bir çoğunun günahı işlemeye,
zulüm ve masiyetlere, insanlara haksızlık yapmayı, batıl yollarla mallarını
yemeye koşuştuklarını, bütün bunları yapmakta ellerini çabuk tuttuklarını
görürsün. Onların yaptıkları bu iş ne kadar kötü, bu haksızlıkları ne kadar
çirkin; davranışları ne kadar da berbattı!
Sonra Yüce Allah
onların ilim adamlarını günahı gerektirecek sözler söylemekten ve yalandan
kaçınmaya teşvik ederek: "Rabbaniler ve bilginler onları... vazgeçirmeye
çalışmalı değiller miydi?" buyurmaktadır. Kadı Beydâvî der ki: "Bu,
teşvik içindir. Çünkü "değiller miydi?" anlamını ifade eden (lev-lâ)
edatı mazi (di'li geçmiş) fiilin başına geldiği takdirde, azar ifade eder.
Gelecek zaman (muzâri) ifade eden fiilin başına geldiği takdirde ise teşvik
ifade eder. Yani Rabbaniler onları teşvik etmeli değil miydi? Rabbanilerden
kasıt ise üzerlerinde yetki sahibi, yönetici olan ilim adamlarıdır. Bilginler
(el-Ahbâr) den kasıt ise, yönetici olmayıp sadece ilim adamı olan kimselerdir.[183]
İşte onların Rabbanileri ve ilim adamları, kendilerine bunları işlemekten
ahkoymalı değil miydi? Bunu terkedip münkere razı oluşları dolayısıyla
yaptıkları bu iş ne kadar da kötüdür! Adeta onlar bizzat münkerleri işleyenlerden
daha büyük günah sahibi gibi sunulmaktadırlar. Çünkü her bir iş yapan kimseye
"yapan (sâni')" adı verilmez ve her bir işe de sinâ'a denilmez. Kişi,
bu hususta ileri dereceye varıp gereken eğitimi alıp ona nispet olunmadıkça bu
tabirler kullanılmaz. Nitekim ez-Zemahşerî
de böyle demektedir.[184]
Kurtubî de şöyle der: Sun' "işlemek (amel etmek)" anlamındadır. Şu
kadar var ki, yapılan işin iyi ve güzel yapılmasını gerektirmektedir.
[185]
İbni Abbâs (r.a.)'tan
şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bu, Kur'ân-ı Ke-rîm'deki en ağır ayet-i
kerimedir. Yani Kur'ân-ı Kerîm'de ilim adamlarını bu ayet-i kerimeden daha ağır
bir şekilde azarlayan başka bir ayet-i kerime yoktur. ed-Dahhâk şöyle der:
Bana göre Kur'ân-ı Kerîm'de bu ayetten daha çok korkutan bir başka ayet yoktur.
Yani bu ayet-i kerime insanları doğruya iletmek, hidayet yolunu göstermek
hususunda kusurlu davranıp ferdin de toplumun da hayat düzenini ifsad eden
kötülük ve günahları yasaklamayı terketme-leri halinde, ilim adamlarına karşı
ağır bir delildir.
[186]
Ayet-i kerime daha
önce geçen genel olarak bütün kâfirlerle muvalâtı (dostluk ilişkisini)
koparmayı açıkça tekid etmektedir. Bunun sebebi ise İslâ-mın hükümleri ile,
özel olarak da ezan ile alay etmeleridir.
el-Kelbî şöyle der:
Müezzin ezan okuyup Müslümanlar namaza kalktıklarında Yahudiler: "Bunlar
kalktılar, kalkmaz olasıcalar" deyip Müslümanlar rükû ve secdeye
vardıklarında gülerler, ezan hakkında da: "Sen geçmiş ümmetlerde
işitmediğimiz, yepyeni bir şeyi ortaya çıkardın. Kervancıların bağırmaları
gibi bu bağırmayı nereden çıkardın, bu ne kadar çirkin bir sestir ve bu ne kadar
gülünç bir iştir?" derlerdi.
Ezanın meşruluğu
hakkında ilim adamları şöyle demişlerdir: Hicretten önce Mekke'de ezan yoktu.
Bunun yerine Müslümanlar "es-Salâtu camiaten= topluca namaza geliniz"
diye seslenirlerdi. Peygamber (s.a.) hicret edip kıble Kabe'ye döndürülünce
ezan ile emrolundu ve "es-salâtu camiaten" ibaresi ise cenaze namazı,
bayram namazı, ay ve güneş tutulmaları dolayısıyla kılınan namaz gibi arizî bir
takım işler için kullanılmaya başlandı. Resulullah (s.a.) ezan meselesi
üzerinde oldukça durmuş ve buna ihtimam göstermişti. Nihayet Abdullah b. Zeyd
ile Ömer b. el-Hattâb ve Ebu Bekir es-Sıddîk (Allah hepsinden razı olsun)'e
ezan (rüyada) gösterildi. Resulullah (s.a.) da İsrâ gecesi semada ezanı
işitmişti.
Daha sonra Resulullah
(s.a.), Hz. Bilâl'e bu gün insanların okumakta olduğu ezanı okumasını emretti.
Ayrıca Hz. Bilâl, sabah namazında "es-salâtu hayrun minen nevm = namaz uykudan
hayırlıdır" ibaresini ekledi, Resulullah (s.a.) da bunu aynen kabul etti
(takrîrî sünnet).
Ezan İslâmın
şeairindendir. Dar-ı İslâm ile dar-ı küfrü birbirinden ayır-detmek için delil
olarak kullanılabilecek bir alâmettir. Resulullah (s.a.), bir se-riyye
gönderdiğinde onlara şöyle derdi: "Ezan okunduğunu işitecek olursanız, onlara ilişmeyiniz, uzak durunuz. Eğer ezan
sesini işitmez iseniz onlara baskın yapınız."
Bundan dolayı Atâ,
Mücâhid, el-Evzaî ve Dâvûd: Ezan farzdır, derler ve bunun ayrıca farz-ı kifaye
olduğunu belirtmezlerdi. Mâlik şöyle der: İnsanların toplu olarak bulundukları
yerlerde cemaatle namaz kılmak için mescitlerde ezan okumak icabeder. Daha
sonra Mâlik'in arkadaşları bu konuda farklı iki görüş belirtmişlerdi: Bunlardan
birisine göre ezan şehirlerde müekked bir sünnet ve kifaye yoluyla vaciptir.
Kasaba ve köylerde de böyledir. İkinci görüşe göre ise ezan kifaye yoluyla
farzdır. Taberî, Mâlik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Şehir halkı kasdî
olarak ezanı terkedecek olurlarsa namazı iade ederler.
Şafiî ile Ebu Hanife
ve ikisinin arkadaşları ile es-Sevrî, Ahmed, İshâk, Ebu Sevr ve Taberî
ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Yolcu, kasdi olarak ya da unutarak ezan
okumayı terkedecek olursa namazı yeterlidir. Aynı şekilde ikameti de terkedecek
olursa, onlara göre hüküm yine böyledir. Şu kadar var ki, kameti terketmesini
daha ağır bir şekilde mekruh görmüşlerdir. Yani her ikisi de sünnet-i
müekkededir.
Mâlik, Şafiî ve
arkadaşları, ezanın ikişerli (lafızlarının ikişer defa tekrarlanacağı), ikametin
ise tek tek söyleneceğini ittifakla kabul etmişlerdir. Şu kadar var ki, Şafiî,
"Ebu Mahzûre hadisi" diye bilinen hadis gereğince birinci tekbiri
dört defa getirmektedir. Aynı şekilde Mâlik ve Şafiî ezanda tercî yapılacağını
ittifakla kabul etmişlerdir. Bu da müezzinin: "İkişer defa "eşhedü en
lâ ilahe illAllah" ve "eşhedü enne Muhammeden Resulullah"
sözlerini söyledikten sonra iki defa daha bu sözleri tekrar edip var gücüyle
sesini uzatması şeklinde olur. Hanefîler der ki: Ezan da ikamet de bütün lafızlarıyla
ikişerlidir. Onlara göre ezanın başında da kametin başında da tekbir yani
"Allahu Ekber" demek, dört defa tekrar edilir. Hanefîlere göre ezanda
tercî yoktur. Onlar bu görüşlerini Abdullah b. Zeyd'in gördüğü rüya gereğince
ileri sürerler. Bununla ilgili hadisinde ise: "Ezanı da ikişerli okudu,
ikameti de ikişerli getirdi." denilmektedir.
İmam Ahmed'in görüşüne
göre ise ezanın başında tekbirin dört defa yapılması da iki defa yapılması da
caizdir. Tercî yapmak da terketmek de caizdir. İkametin ikişerli yapılması da
caizdir, tekerli yapılması da caizdir. Bundan tek istisna kamet getirenin
"kad kameti's-salâh" sözüdür. Durum ne olursa olsun, bunu iki defa
tekrar eder, diğer bütün şekilleri de caizdir. Çünkü Hz. Peygamberden bütün
bunlar sabit olmuş ve ashabı da bunlarla amel etmiştir.
Sabah namazı için
tesvîb diye bilinen müezzinin: "es-Salatu hayrun-mi-nen nevm = namaz
uykudan hayırlıdır" demenin hükmü hakkında fakihlerin farklı görüşleri
vardır. Mâlikîlerle Şâfiîler şöyle derler: Sabah namazında bunu iki defa
söylemek sünnettir. Çünkü Ahmed ve Sünen sahiplerinin rivayet ettikleri Ebu
Mahzûre hadisi bunu ifade etmektedir. Hanefi ve Hanbelîlere göre ise bu, sünnet
değildir.
İlim ehli icma ile
şunu kabul etmişlerdir: Sabah namazı dışında bütün namazlar için vakti
girmedikçe ezan okumamak sünnetin bir gereğidir. Ancak sabah namazı için
Mâlik, Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre fecrin doğuşundan önce ezan okur. Çünkü
Resulullah (s.a.), Buhârî ve Müslim'in İbni Ömer ve Hz. Âişe'den rivayetlerine
göre şöyle buyurmuştur:"Şü/>/ıesiz Bilâl henüz gece iken ezan okur. O
bakımdan İbni Ümmü Mektûm ezan okuyuncaya kadar yemenize, içmenize devam
ediniz." Hanefîler sabah namazı için dahi vakti girmeden ezan okumaz,
derler. Çünkü Kütüb-i Sitte sahipleri ile Ahmed b. Hanbel'in rivayetlerine
göre Hz. Peygamberin, Mâlik b. el-Huveyris ve arkadaşına şöyle dediği rivayet
edilmektedir: "Namaz girdi mi ezan okuyunuz sonra kamet getiriniz ve
sizden büyük olanınız size imamlık yapsın." Diğer taraftan sabah namazını
sair namazlara kıyas da bunu gerektirmektedir.
Mâlik, Ebu Hanîfe ve
arkadaşları müezzinin ezan okuyup bir başkasının da kamet getirmesini caiz
kabul ederler. Çünkü Hz. Bilâl ezan okumuş, Abdullah b. Zeyd de kamet
getirmiştir.
Şafiî, Kim ezan okursa
o kamet getirir, der. Çünkü Ziyad b. el-Hâris'in hadisi bunu gerektirmektedir:
"Sudakların kardeşi (onlara mensup olan kişi) ezan okudu. Kim de ezan
okursa o kamet getirir."
Müezzin ezanını ağır
ağır okur. Bir çok cahilin yaptığı şekilde de ezanını neşeli nağmelerle okumaz.
Ezanı duyan bir
kimsenin iki teşehhüdün sonuna kadar onun söylediklerini tekrarlaması
müstehaptır. Ezanı tamamlayıncaya kadar dediklerini tekrarlayacak olsa bu da
caizdir. Bu Mâliki mezhebinin görüşüdür. Çünkü Ahmed b. Hanbel ile Kütüb-i
Sitte' de Ebu Saîd el-Hudrî'den Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu rivayet
edilmiştir: "Ezanı işittiğiniz takdirde müezzinin dediği gibi deyiniz."
Cumhura göre ise ezanı duyan kimsenin müezzinin dediği gibi demesi müstehaptır.
Ancak müezzin "hayye ale's-salâh" ile "hayye ale'l-felah"
dediğinde ezanı duyan kimse: "lâ havle velâ kuvvete illa billah"
der. Çünkü Müslim'in Sahîh' inde Hz. Ömer yoluyla gelen hadiste böyle
denilmektedir.
Yüce Allah'ın:
"De ki: Ey Kitap Ehli! Bizi ayıplamanızın... başka bir sebebi mi
var?" buyruğu, Kitap Ehli'nin reddedilmesi, kınanması ve ayıplanması gerekmeyen
herhangi bir şey dolayısıyla Müslümanları ayıplamalarından ötürü
azarlandıklarını göstermektedir.
Yüce Allah'ın:
"Rabbaniler ve bilginler onları... vazgeçirmeye çalışmalı değiller miydi1?"
buyruğu da iyiliği emredip kötülükten alıkoymak hususunda görevlerini yerine
getirmekte işi gevşek tutmaları halinde, ilim adamlarının kötü bir duruma,
düşeceklerini göstermektedir. Çünkü Yüce Allah kötü olanı yasaklamayı
terketmeleri hususunda Yahudi ilim adamlarını azarlamış bulunmaktadır. Yine
ayet-i kerime kötülüğün işlenmesini yasaklamayı terkedenin, bizzat o kötülüğü
işleyen gibi olduğunu göstermektedir. O halde ayet-i kerime genel olarak
iyiliği emredip kötülüğü terketme işini terkten dolayı ilim adamlarına bir azar
ihtiva etmektedir. Müslim'in Sahih' inde de şöyle denmektedir:
"Şüphesiz
insanlar zalimi görüp de onun elini yakalayıp zulümde alıkoymayacak olurlarsa,
aradan fazla zaman geçmez, Allah kendi nezdinden bir ceza ile hepsini toptan
cezalandırır."
[187]
64- Yahudiler:
"Allah'ın eli bağlıdır" dediler.
Böyle dediklerinden ötürü kendi elleri
bağlansın ve lanet olsun onlara. Hayır,
onun iki eli de açıktır, nasıl dilerse
öyle infak eder. Andolsun ki, Rabbinden sana indirilen onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü artıraçaktır. Onların
aralarına Kıyamet gününe kadar kin ve nefreti saldık. Savaş için ne zaman bir
ateşi körükleseler Allah onu söndürür. Üstelik Allah yolunda fesada da
koşarlar. Allah ise fesatçıları sevmez.
65- Eğer Kitap Ehli
iman edip de sakın-salardı kötülüklerini örter ve onları Naîm cennetlerine
koyardık.
66- Eğer onlar
Tevrat'ı İncil'i ve kendilerine Rablerinden indirilmiş olanı dosdoğru
uygulamış olsalardı, muhakkak ki hem üstlerinden hem de ayaklarının altından
rızıklandırıldıkları nimetleri yiyeceklerdi. İçlerinden orta yolu tutan bir
ümmet vardır. Onlardan bir çoğunun yapmakta oldukları şey ise pek kötüdür.
"Allah'ın eli
bağlıdır." Elin bağlı olması cimrilikten kinayedir. Açık olmaları ise
cömertlikten kinayedir, "bağlıdır" ile "açıktır" buyrukları
arasında ise lafız bakımından tıbak vardır.
"Savaş için ne
zaman bir ateşi körükleseler" buyruğunda bir istiare vardır. Çünkü savaşın
ateşi yoktur, fakat ateşe benzetilmiştir. Çünkü ateş kendisine atılan odunu
yediği gibi savaş da savaşanları yer bitirir.
"Muhakkak ki, hem
üstlerinden hem de ayaklarının altından... yiyeceklerdi" buyruğunda da istiare vardır. Bu da onların
rızıklarının genişletileceğini istiare
yoluyla anlatmaktadır. Nitekim, tepesinden tırnağına kadar rızık her tarafını
kuşattı, demek de bu kabildendir.
[188]
"Allah'ın
eli": El gerçekte parmaklardan kola yahut bileklere kadar olan bilinen
organın adıdır. Mecazen nimet hakkında da kullanılır. "Filânın bende bir
eli vardır" demek "Filân bence tanınan birisidir ve benim üzerimde
nimeti vardır" demektir. Bağış ve harcama hakkında da kullanılır. Meselâ:
"Onun elinin bağışı ne kadar da yaygın ve geniştir" denilirken
"Onun bağışı ve ihsanı ne kadar da çoktur." manası kastedilir. Kudret
ve güç yetirmek manasına da kullanılır. Yüce Allah'ın: "Eller ve gözler
sahibi..." (Sâd, 38/45) buyruğu güç ve akıl sahibi kimseler demektir.
Yahudiler: "Allah'ın eli bağlıdır" sözleri ile, onun eli bize bağış,
infak ve bol nzık vermek noktasında cimrilik etmektedir, demek istemektedirler.
Böylelikle onlar kinaye yoluyla Allah'ın cimriliğini ifade etmek
istemişlerdir. Yüce Allah bundan münezzehtir.
"Kendi elleri
bağlansın." Hayır işlemekten kendi elleri alıkonulsun. Bu onlara cimri
olmaları için bir bedduadır. "Onun iki eli de açıktır." Bağışı pek
çok olandır. Cömertliğini nitelendirmek üzere kullanılan mübalağa yollu bir
ifadedir. Elin tesniye (ikili) olarak gelmesi ise çokluğu ifade etsin diyedir.
Çünkü cömert bir kimse malından son derece bağışta bulunacak olursa iki eliyle
verir. "Nasıl dilerse öyle infak eder." Dilerse daraltır, dilerse
genişletir. Ona itiraz söz konusu değildir.
"Rabbinden sana
indirilen", Kur'ân-ı Kerîm'den sana indirilenler "onların azgınlığını
ve küfrünü artıracaktır." Buna sebep ise Kur'ân-ı Kerîm'i inkârlarıdır.
"Savaş için ne zaman" savaşmak, güvenliği ve barışı ihlâl etmek,
başkalarının mallarını talan etmek -öldürme suretiyle olmasa dahi- ve fitneyi
körüklemek için "bir ateşi körükleseler" Allah onu söndürür. Yani
onlar böyle bir şeyi yapmak istediklerinde Allah bu imkânı vermeksizin geri
çevirir. "Üstelik yeryüzünde fesada da koşarlar." Masiyetlerle fesat
çıkartarak koşarlar. "Allah ise fesatçıları sevmez;" onları
cezalandırır.
"Eğer kitap
ehli" Muhammed (s.a.)'e "iman edip de" küfürden
"sakınsa-lardı... eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve kendilerine Rablerinden
indirilmiş olanı" kitaplarını "uygulamış olsalardı..." Tevrat ve
İncil'de bulunan buyrukları en mükemmel şekilde -ister bir bölümünü peygambere
imanın teşkil ettiği- sahih iman ile olsun isterse de salih amel ile olsun, en
mükemmel şekilde uygulamış olsalardı, "muhakkak ki hem üstlerinden hem de
ayaklarının altından rızıklan-dırıldıkları nimetleri yiyeceklerdi." Her
yönden nzıklan genişletilir ve onlara bol bol nzık ihsan edilirdi.
"İçlerinden orta yolu tutan", din hususunda itidal üzere olan
"bir ümmet" bir topluluk "vardır". Bunlar da Abdullah b.
Selâm ve arkadaşları gibi Resulullah (s.a.)'a iman eden kimselerdir.
"Onlardan bir çoğunun yapmakta oldukları şey ise pek kötüdür."
Onların pek çoğunun yaptıkları şey çok kötüdür.
[189]
Taberânî ve İbni
İshâk, İbni Abbâs'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: en-Nebbâş b. Kays
diye bilinen Yahudilerden bir kişi: "Şüphe yok ki senin Rabbin cimridir,
infakta bulunmaz" dedi. Bunun üzerine Yüce Allah: "Yahudiler
Allah'ın eli bağlıdır, dediler" buyruğunu indirdi. Ebu'ş-Şeyh b. Hayyân da
bir başka yoldan İbni Abbâs'm şöyle dediğini rivayet etmektedir:
"Yahudiler Allah'ın eli bağlıdır, dediler." ayet-i kerimesi Kaynukâ
oğullarının başı Fenhas hakkında nazil olmuştur. İkrime'nin dediği de budur.
[190]
Yüce Allah Yahudilerin
çirkin işlerini ve günahta haddi aşmakta, haram yemekte ve buna benzer helâl
haram demeksizin mal toplamak hususlarında biribirleriyle yarışmaları türünden
olan gülünç hallerini söz konusu ettikten sonra, burada da onların en çirkin
hallerini, niteliklerini ve günahlarını zikretmektedir. Bu da onların
Rablerine karşı cüretkârca davranarak aklı başında hiç bir kimsenin
söyleyemeyeceği türden bir sözle O'nu cimrilikle vasfetmeleri-dir. Yüce Allah
onların söylediklerinden alabildiğine yücedir, münezzehtir.
[191]
Yahudiler, Yüce
Allah'ı fakir, kendilerini de zengin olmakla nitelendirdiler. Onlar
"Allah'ın eli bağlıdır" diyerek Yüce Allah'ı cimrilikle suçladılar.
Yani Resulullah (s.a.)'ı yalanlaması sebebiyle malî bir sıkıntı ile karşı
karşıya kalan Yahudilerden birisi böyle dedi, demektir. Bunun bütün ümmete
nispet edilmesi ise, bir ümmetin kendi arasındaki dayanışması dolayısıyladır.
İşte bu kimse: Allah cimridir, dedi. "Elin bağlı olması" mecazî
olarak cimriliği ifade etmektedir. Allah'ın elinin açık olması ise, cömertlik
ve bol ihsanından, lütuf ve kereminden kinayedir.
Onlar bu sözleriyle
Allah'ın elinin bağlı olduğunu kastetmiyorlar. Onlar bununla cimri olduğunu,
yani cimrilik ederek yanındaki rızık kaynaklarını alıkoyup vermediğini anlatmak
istemektedirler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Elini boynuna bağlı
tutma! Onu büsbütün de açma! O takdirde kınanmış ve yaptığına pişman
olursun." (İsrâ, 17/29) Yani Yüce Allah hem cimrilik etmeyi, hem de.
savurganlığı yasaklamaktadır. Savurganlık (tebzîr), olmadık yerde fazla
harcamada bulunmaktır. Yüce Allah söylediklerini kendilerine olduğu gibi iade
etti ve uydurup iftira ettikleri sözleri ile kendilerine mukabelede bulundu.
Onlara cimrilikle, rahmetinden kovulmakla beddua etti ve şöyle buyurdu:
"Böyle"dediklerinden ötürü kendi elleri bağlansın ve lanet olsun
onlara." Bu cimrilik etmek, sıkıntı içerisinde bulunmak ve hayra karşı eli
sıkılık etmek anlamını ifade eden bir bedduadır. Bundan dolayı onlar Allah'ın
yarattıklarının en cimrileri ve en sıkıntılıları, dar geçimlileri olmuştur.
Bunun gerçek anlamıyla ellerinin bağlanması için bir beddua olması da
mümkündür. Dünya hayatında esir alınarak ellerinin bağlanması, ahirette de
cehennemin zincirleriyle bağlanmak suretiyle azaplandırılmaları anlamında bir
beddua olabilir.
Şanı Yüce Allah onlara
verdiği cevabında söylediklerinin aksini ispat ederek şöyle buyurmaktadır:
"Hayır, onun iki eli
[192] de
açıktır. Nasıl dilerse öyle in-fak eder." Bilakis o lütfü geniş ve cömert
olandır. Bağış ve ihsanı pek çoktur. Her ne varsa mutlaka her şeyin bütün
hazineleri O'nun nezdindedir. Mahlûka-tı üzerindeki her bir nimet yalnızca
ondandır, onun hiç bir ortağı yoktur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O size kendisinden istediğiniz her şeyden verdi. Allah'ın nimetlerini
asla sayıp bitiremezsiniz. Şüphesiz ki insan çok zalim ve nankördür."
(İbrahim, 14/34)
İmam Ahmed, Buhârî ve
Müslim, Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.)
buyurdu ki: "Şüphesiz Allah'ın sağı dopdolu-dur. Hiç bir harcama onu
eksiltmez. O gece ve gündüz durmadan sağnak sağ-nak rahmetini yağdırır. Gökleri
ve yeri yarattığı günden beri bütün infak ettikleri var ya, şüphesiz bunlar
onun sağındakinden bir şey eksiltmiş değildir." Yine buyurdu ki:
"Arşı da su üzerindedir. Onun diğer elinde ise feyz -veya kabz-vardır.
Yüksektir ve alçaltın" Yine buyurdu ki: "Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"(Ey Ademoğlu) İnfak et, ben de sana infak edeyim."
Burada, cömertlik,
ellerin açık olması ile ifade edilmiştir. Çünkü cömert olan bir kimse iki
eliyle verir.
Bazı insanların
rızıklarmın az ve dar olması ise Yüce Allah'ın ihsanının bolluğuna aykırı
değildir. Çünkü Allah'ın rızık bakımından insanlardan kimisini kimisine üstün
kılmasında bir hikmeti, bir iradesi ve bir meşieti vardır. Nitekim şanı Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah kullarına rızkı yaysaydı, yeryüzünde
elbette azgınlık ederlerdi. Fakat dilediği bir miktar ile indirir. Muhakkak ki
O, kullarından haberdardır, (onları) çok iyi görendir." (Şûra, 42/27);
"Allah dilediği kimseye rızkı yayar ve (dilediğine de) daraltır."
(Ra'd, 13/26)
Daha sonra Yüce Allah
Kur'ân-ı Kerîm'in onlar üzerindeki etki boyutunu beyan ederek şöyle
buyurmaktadır: "Andolsun ki Rabbinden sana indirilen onlardan çoğunun
azgınlığını ve küfürünü artıracaktır." Yani Allah'a yemin olsun ki, sana
apaçık indirilen ayetler onların tuğyanlarını, azgınlıklarını artıracaktır.
Tuğyan ise küfür ya da yalanlamak bakımından eşyada haddi aşmak ve aşırıya
gitmektir. Ey Muhammed! Allah'ın sana vermiş olduğu nimet, senin düşmanların
olan Yahudiler ve benzerleri hakkında bir nikmet (azap sebebi) olmaktadır.
Allah'ın sana indirdikleriyle müminlerin tasdikleri, salih amelleri, faydalı
bilgileri arttığı gibi, seni ve ümmetini kıskanan kâfirlerin de azgınlıklarını
ve küfürlerini artırmaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De
ki: O iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır. İman etmeyenlerin ise kulaklarında
ağırlık vardır ve o, onlara karşı (kalplerinde) bir körlüktür. İşte onlar
kendilerine uzak bir yerden seslenilenler (gibi) dirler." (Fussilet,
41144); "Biz Kur'ân'dan müminlere şifa ve rahmet olanı indiriyoruz.
Zalimlerin ise ancak hüsranlarını artırırız." (İsrâ, 17/82)
Taberî de Katâde'nin:
"Andolsun ki Rabbinden sana indirilen..." ayeti hakkında şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Muhammed (s.a.)'i ve Arapları kıskanmaları
onları, Muhammed'i inkâr etmeye itti. Halbuki onlar ellerindeki kitaplarında
Hz. Peygamberin sıfatlarının yazılı olduğunu görüp biliyorlardı.
[193]
Yüce Allah'ın onların
bu olumsuz hallerine karşı verdiği cezalarından birisi de buyurduğu şekliyle:
"Aralarına Kıyamet gününe kadar kin ve nefret saldık" diye
belirttiği cezadır. Yani biz bütün Yahudi ve Hristiyan kesimleri arasında
düşmanlık ve nefreti saldık. Onların her bir fırkası, kesimi, diğerine
muhalefet etmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sen onları
toplu ve birlikte sanırsın, halbuki onların kalpleri darmadağınıktır."
(Haşr, 59/14)
Tarihte sık sık
meydana gelen kavmiyetçi çatışmalar, dinî ihtilâflar ve sömürgeci menfaatler
için ortaya çıkan değişik savaşlar bunu ispat etmektedir. Herhangi bir kimse
Yahudilerin Filistin'deki oyunlarına aldanmasın; bu geçici bir durumdur.
Bunlar Allah'ın
Rasulüne ve samimi müminlere tuzak hazırlamak, toplumlar arasında fitne ve
savaşları körüklemek istedikleri her seferinde Allah onları başarısızlığa
uğratmış, hile ve tuzaklarını başlarına geçirmiştir. Ya onların çabaları
boşuna çıkar veya müminlere, onlara karşı zafer ihsan eder.
Yahudiler bütün
yaptıklarıyla yeryüzünde fesada koşarlar. Yani yeryüzünde fesat çıkartıp ıslâh
etmemek, onların her zamanki seciyyelerinin bir parçasıdır. Yüce Allah ise bu
nitelikte olanları sevmez. Aksine buğzeder, cezalandırır ve azap eder.
Daha sonra Yüce Allah
yine de umut ve tövbe kapılarını önlerinde açık tutarak şöye buyurmaktadır:
"Eğer Kitap Ehli iman edip de sakınsalardı..." yani onlar Allah'a ve
rasulüne iman edip işlemekte oldukları günah ve haramlardan sakınacak olsalar,
şüphesiz işlemiş oldukları kötülüklerini örterdik, onları nimete garkolacaklan
Naîm Cennetlerine koyardık. Yani şu hoşlarına gitmeyen hallerini üzerlerinden
kaldırır ve maksatlarına nail olmalarını sağlardık. Şayet onlar asıl olarak
tevhidi bildiren ve İsmail soyundan gelecek son peygamberi müjdeleyen Tevrat ve
İncil'de bulunanlar gereğince -herhangi bir tahrif, değişiklik ve değiştirme
(tebdil ve tağyîr) söz konusu olmaksızın amel edip Muhammed (s.a.)'e indirilen
Kur'an-ı Kerîm gereğince amel etselerdi, şüphesiz ki Allah rızıklarmı
genişletir, semavî hayırları üzerlerine indirir, yeryüzü bereketlerinden
onlara ihsan ederdi. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:
"Şayet ülkeler ahalisi iman edip takva sahibi olsalardı, biz de üzerlerine
semadan ve arzdan bereketlerin kapılarını) açardık." (A'râf, 7/96) İbni
Abbâs da şöyle demektedir: "Hem üstlerinden hem de ayaklarının altından...
yiyeceklerdi." buyruğu, üzerlerine gökten bol bol yağmur yağdırır ve yeryüzü
bereketlerinden bol bol ihsan ederdi, demektir.
Daha sonra Yüce Allah
itikatlarında olsun davranışlarında olsun Kitap Ehli'nin birbirlerine eşit
olmadıklarını söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "içlerinden orta
yolu tutan bir ümmet vardır. Onlardan bir çoğunun yapmakta oldukları şey ise
pek kötüdür." Yani Yahudilerden Abdullah b. Selâm ve arkadaşları,
Hristiyanlardan da Necâşî ve benzerleri din hususunda mutedil olan bir topluluk
vardır. Bunlar dışındaki büyük çoğunluğu ise dinin esaslarının dışına çıkan
fasık kimselerdir. Onların yaptıkları iş ne kadar kötüdür!
Bazı Kitap Ehli'nin mutedil
olduklarına tanıklık eden bu ayete benzer başka bir takım ayetler de vardır.
Yüce Allah'ın kimi Yahudiler hakkındaki şu buyruğunda olduğu gibi:
"Musa'nın kavminden hak ile hidayet bulan ve onunla adaletli olan bir
topluluk vardır." (A'râf, 7/159). Hz. İsa'ya uyanlar hakkındaki buyruğu da
bu kabildendir: "Aralarından iman edenlere ecirlerini verdik; onların pek
çoğu ise fasıklardır." (Hadîd, 57/27).
[194]
Yahudilerin durumları
ve karakterleri oldukça gariptir. Onlar işlemedik hiç bir hayasızlık veya
münker bırakmadılar. Peygamberler dahi ellerinden kurtulamadı; kimilerini
öldürdüler. Hatta Yüce Allah'a karşı dahi hayasızlıkta ve çirkin işlerde
bulundular, olmadıklar şeyler söylediler. Onların kimileri: Şüphesiz Allah cimridir;
Bize bağışında Allah'ın eli sıkıdır, dediler.
Ancak ahirette onların
elleri bağlı olacaktır. Allah, şu buyruğundaki bed-duasıyla bu dünyada da
onları hayırdan ve iyilikten alıkoymuş, onlara lanet etmiş, onları rahmetinden
kovmuştur: "Kendi elleri bağlansın ve lanet olsun onlara." Yüce Allah
onların söylediklerinden pek yüce ve münezzehtir. O, lütfü pek geniş olandır,
bağışı pek çoktur ve bunu dilediği şekilde irade ve hikmetine uygun olarak
yapar. Yüce Allah'ın nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. Allah'a andolsun ki,
bu çirkin işleri, bu kötülükleri dolayısıyla o Yahudilerin azgınlıklarını
(tuğyanlarını) ve küfürlerini daha da artıracaktır. Yani Peygamber (s.a.)'e
olan nefret ve düşmanlıklarında haddi aşmalarını, getirdiklerini inkâr
etmelerini daha bir artıracaktır. Kur'ân-ı Kerîm'den herhangi bir şey nazil
oldu mu, hemen onu inkâr edip kâfir oluyorlar ve böylelikle küfürleri artmış
oluyordu.
Yüce Allah çeşitli
Yahudi kesimleri arasında düşmanlık, kin ve nefret duyguları saldı. Nitekim
şöyle buyurmaktadır: "Onları toplu sanırsın da halbuki kalpleri
darmadağınıktır." Onlar birbirleri arasında ittifak halinde bulunmaksızın
birbirlerine buğzetmektedirler. Onlar insanlar arasında Allah'ın en nefret
edilen yaratıklarıdır.
Fitne salıp, bu uğurda
bir araya toplanıp hazırlıklarını yaptıkları her seferinde Allah onların
topluluklarını darmadağın etmiş, birlikteliklerini yok etmiştir. Filistin'deki
toplanmaları da geçici bir durumdur. Bizim dinimize dönmemiz için, saflarımızı
birleştirmemiz için bir uyarıdır. Onların ardında hiç bir eser bırakmayacak
şekilde görülmedik bir bozguna uğramaları şeklindeki Allah'm planının
tamamlanması içindir. Şüphesiz ki, onlar er veya geç zeval bulacaklardır.
Denildiğine göre Yahudiler fesat çıkartıp Allah'ın Kitabına, yani Tevrat'a
muhalefet etmeleri üzerine Allah üzerlerine Buhtnassar'ı göndermiş, daha sonra
yine fesat çıkartınca bu sefer onlara Romalı Petrus'u göndermiştir. Bir başka
sefer üzerlerine ateşperestleri göndermiş, bir başka sefer üzerlerine
Müslümanları salmıştır. Böylelikle işlerinin yoluna koyulacağı her bir seferinde
Allah onları darmadağın ve perişan etmiştir. Bir ateş yaktıkları, yani bir kötülük
alevlendirdikleri ve Peygamber (s.a.)'e karşı savaşmak üzere birleştikleri her
seferinde Allah bu ateşlerini söndürmüş, onları kahru perişan etmiş; işlerini
bozmuş, birlikteliklerini de gevşetmiştir. Ayrıca onlar yeryüzünde fesat için,
yani İslâmı ortadan kaldırmak için koşuşurlar; bu ise fesadın en büyüğüdür.
Bütün bu gülünçlüklere
ve bu kusurlara rağmen Yüce Allah yine de Kitap Ehli'nin önünde bozduklarını
düzeltme fırsatını yakalayabilmeleri için tövbe kapısını, açık tutmuştur.
Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer Kitap Ehli iman edip
sakınsalardı kötülüklerini örter ve onları Naîm cennetlerine koyardık."
Bu da Yahudi ve Hristiyanların masiyetlerinin büyüklüklerine, işledikleri
kötülüklerinin çokluğuna bir delildir.
Şayet onlar Tevrat ve
İncil'i dosdoğru uygulayıp her iki kitapta bulunan öğretileri, hükümleri İslâm
risaletine imana daveti uygulasalar, yerine getirselerdi, şüphesiz ki Allah
rızıklarını alabildiğine genişletir, üzerlerindeki nimetlerini artırır,
çeşitli hayırları bol bol ihsan ederdi. Bu ayetin benzeri başka bir takım
ayetler daha vardır: "Her kim Allah'tan korkarsa Allah onun için bir çıkış
peyda eder ve ummadığı yerden onu rızıklandırır." (Talâk, 65/2-3) "Ve
eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler, elbette biz de onlara bol bol su
içiririz." (Cinn, 72/16); "Eğer ülkeler halkı iman edip takva sahibi
olsalardı, elbette üzerlerine gökten ve yerden bereketler (in kapılarını)
açardık." (A'râf, 7/96) Böylelikle şanı Yüce Allah, takvalı olmayı -bu
ayet-i kertmelerde görüldüğü- rızkın sebepleri arasında saymaktadır.
Şükredenlerin rızkını daha da artıracağını va-adederek: "Andolsun, şükrederseniz
hiç şüphesiz ben de size (olan nimet ve ihsanımı) artırırım." (İbrahim,
14/7) buyurmaktadır.
İşte bu buyruklarda,
onlara isabet eden darlık ve sıkıntıların yalnızca onların işledikleri
cinayetler sebebiyle olduğuna, Yüce Allah'ın bol ihsanlarmdaki bir kusurdan
kaynaklanmadığına gayet açık bir delâlet vardır.
Yüce Allah şunu da
haber vermektedir: Onlardan kendilerine ve peygamberine bütün indirilenlere
iman eden, itidal üzere orta yolda giden bir topluluk vardır. Bunlar ise Kitap
Ehli arasından iman eden Necâşî, Selmân, Abdullah b. Selâm gibileridirler.
Bunlar orta yolda gittiler, ne İsa ne de Muhammed hakkında onlara yakışmayan
bir şey söylemediler. "İktisat" orta yol üzere olmak orta yol üzere
olan; "muktesit" ise amelde itidal sahibi olan demektir.
Dinlerde muteber olan,
o din gereğince amel etmek, onların gösterdikleri hidayet yolunu bulmaktır;
yoksa bu dinlere ırk ve benzeri hususlar dolayısıyla taassupla bğlanmak veya
bunun zıddına yaklaşımlar göstermek, din müntesip-leri arasında oldukça sert
çatışmalar ortaya çıkarmak değildir. Her kim bir dine gerçek anlamıya iman
ederse dolaysız olarak Allah'ın indirip kulları için razı olduğu bütün dinlere
de iman etmiş olur. Çünkü Allah tarafından peygamberlere bildirilen bütün
dinler Allah'ın dinidir ve bu din hiç bir kimsenin tekelinde değildir.
İnsanların ortaya koydukları bir din değildir.
İşte bundan dolayı
insanların halleri, dinin gerçek mahiyetine uzak ve yabancı idi. Onların bir
çoğu da din sınırlarının dışına çıkmıştı. "Onların bir çoğunun yapmakta
oldukları şey ise pek kötüdür." Yani onların yaptıkları iş ne kadar
kötüydü! Peygamberleri yalanladılar, kitapları tahrif ettiler ve her türlü
haramı yediler.
İşte bu şekilde itidal
üzere olanların bulunmadığı bir ümmet ve bir zaman söz konusu olmamıştır.
Fasıklar onu bastırmak, onu boğmak için ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar
hakkın sesi asla dinmez ve dinmeyecektir. Ama kötülük işleyenler çoğalıp
salihler azalacak olursa, o takdirde ümmetler helak olur, giderler.
[195]
67- Ey Peygamber!
Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer yapmazsan onun risaletini tebliğ
etmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Muhakkak ki Allah, kâfirler
güruhunu hidayete erdirmez.
68- De ki: "Ey
Kitap Ehli! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni dosdoğru tatbik
etmedikçe hiç bir şey üzerinde değilsiniz." Andolsun ki Rabbinden sana
indirilen, onlardan çoğunun azgınlık ve küfrünü artıracaktır. Öyleyse o
kâfirler güruhu için üzülme.
69- Doğrusu iman edenler, Yahudiler, Sâbiîler ve
Hristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe iman edip salih amel işleyenlere hiç
korku yoktur. Onlar üzülecek de değillerdir.
"Hiç bir şey üzerinde
değilsiniz." Bu son derece tahkir edici ve küçültücü bir tabirdir.
"Rabbinizden size
indirileni" buyruğunda "Rab" kelimesinin kendilerine izafe
edilmesi, davette onlara karşı yumuşak söyleyişin bir gereğidir.
"Öyleyse o
kâfirler güruhu için üzülme." Burada "onlar için" şeklinde zamir
kullanılacak yerde "kâfirler" şeklinde zahir ismin kullanılması,
onların küfürde ne kadar kök saldıklarını ortaya çıkarmak içindir.
[196]
"Ey peygamber...
tebliğ et!" Sana indirilenlerin tamamını, bu konuda herhangi bir kimsenin
hesaba katmaksızın, bundan dolayı da başına hoşlanmadığın bir işin gelmesinden
korkmaksızm tebliğ et! Tebliğ İslâm davetini açıktan açığa yapmak ve bu davetin
ihtiva ettiği bütün hüküm ve haberleri insanlara bildirmek demektir.
"Allah seni insanlardan korur."
Yüce Allah, düşmanlarına karşı seni koruyup himaye etmeyi, muhafaza
etmeyi garantilemektedir. Yani senin öldürülmene engel olacağının teminatını
vermektedir. O bakımdan sen onlara aldırma, onları hesaba katmak hususunda
ileri sürebilecek bir mazeretin de yoktur. Bu, Yüce Allah'ın Hz. Peygamberi
koruyup muhafaza edeceğine dair vaadidir. Allah'ın vaadi ise mutlaka yerini
bulur. "Muhakkak ki Allah kâfirler güruhunu hidayete erdirmez." Seni
öldürmek maksatlarını gerçekleştirme fırsatını onlara vermez.
"Tevrat'ı,
İncil'i ve Rabbinizden size indirilenleri" içinde bulunanlarla amel etmek
suretiyle "tatbik etmedikçe hiç bir şey" gerçek din namına değer
biçilecek herhangi bir şeye yahut değeri olan bir dine sahip "değilsiniz."
Allah'a iman etmek, peygamberlerin sonuncusu rasulüne inanmak da onlara
indirilenleri tam anlamıyla uygulamanın kapsamı içerisine girer.
"Andolsun ki Rabbin-den sana indirilen" Kur"ân-ı Kerîm
"onlardan çoğunun" Kufan'ı inkârları dolayısıyla "azgınlık ve
küfrünü artıracaktır. Öyleyse o kâfirler güruhu için üzülme!" Sana iman
etmiyorlar diye kederlenme, yani onların bu tavırlarına aldırma!
'Yahudiler,
Sâbüler" Zemahşerî'nin dediği gibi bütün dinlerin dışına çıkanlar.
Mücâhid de şöyle der: Sâbiîler Hristiyanlardan bir taifedir. Mecusîlerin ise
bir dini yoktur. Mücahid ve el-Hasan'dan gelen rivayete göre Sâbiîler, Mecusilerden
ve Yahudilerden bir taife olup bunların kestikleri yenilmez, kadınları da
nikâh edilmez.
Katâde de şöyle der:
Onlar meleklere tapınan ve günde beş defa güneşe namaz kılan (dua eden) bir
toplulukturlar.[197]
67. ayet-i kerime
olan: "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et." ayetinin
nüzulü ile ilgili olarak Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân, Hasan-ı Basrî'den şöyle
dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Muhakkak
Allah benimle bir risalet göndermiştir. Ben bu risaleti gereğince yerine getirmek
takatini kendimde bulamadım. İnsanların beni yalanlayacaklarını da iyi bildim.
(Rabbim) Bana ya tebliğimi yaparım veya azaplandırıhrım diye tehdidde bulundu
ve: "Ey peygamber Rabbinden sana indirileni tebliğ et." buyruğu nazil
oldu.
İbni Ebî Hatim de
Mücâhid'den şöyle dediğini nakletmektedir: "Ey Peygamber! Rabbinden sana
indirileni tebliğ et!" ayet-i kerimesi nazil olunca şöyle buyurdu:
"Rabbim ben yapayalnızım, onlar da hepsi benim aleyhime bir araya
geleceklerdir, bunu nasıl yapabilirim?" Bu sefer: "Eğer yapmazsan
onun risale-tini tebliğ etmemiş olursun." buyruğu nazil oldu.
Hâkim ve Tirmizî de
Aişe (r.a.) den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Peygamber (s.a.) şu:
"Allah seni insanlardan korur." buyruğu nazil oluncaya kadar muhafız ile korunurdu. Bu buyruk nazil olunca
başını çadırdan çıkartıp şöyle dedi: "Ey insanlar! Haydi gidiniz, Allah
beni korumasına almış bulunuyor." Suyutî, hadis-i şerifteki ayet-i
kerimenin geceleyin nazil olmuş leylî ve Hz. Peygamber yatakta yatıyorken
üzerine nazil olmuş firaşî bir ayet olduğuna delil olduğunu söyler.
İbni Hibbân, Sahîh'
inde Ebu Hureyre'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)
yolculukta iken sabahı edecek olursak, en büyük ve en geniş gölgeli ağacı ona
bırakırdık. O da o ağacın altında konaklardı. Bir gün bir ağacın altında
konakladı, kılıcını da o ağaca astı. Adamın birisi gelip kılıcını aldı ve: "Ey
Muhammedi Bana karşı seni kim koruyabilir?" dedi. Resulullah (s.a.) da:
"Beni sana karşı Allah koruyacaktır. Kılıcı koy" dedi, o da kılıcını
yerine koydu. Bu sefer: "Allah seni insanlardan korur." buyruğu
nazil oldu.
İbni Merdûveyh de İbni
Abbâs'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.)'a:
"Semadan üzerine inmiş en ağır ayet hangisidir?" diye soruldu. O da
şöyle buyurdu: "Hac mevsiminde Minâ'da bulunuyordum. Arap müşrikleri ile
kim oldukları bilinmeyen insanlar etrafıma toplandı. Cebrail üzerime inerek:
"Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et." ayetini indirdi.
Ben de Akabe'nin yanında ayağa kalkıp: "Ey insanlar, dedim, Rabbimin
risaletini tebliğ etmek için size cennetin verilmesi karşılığında bana kim
yardımcı olur? Ey insanlar, lâilâheillallah deyin ve benim Allah'ın size
gönderdiği rasulü olduğumu kabul edin, felah bulursunuz. Size cennet
verilecektir." Hz. Peygamber buyurdu ki: "Ne kadar erkek, kadın ve
çocuk varsa hepsi toprak ve taş atmaya başladılar." Bu dinini terketmiş
bir yalancıdır" dediler. Birisi bana görünüp ["Şöyle dedi: Ey
Muhammed, eğer sen Allah'ın Rasulü isen bunlara beddua etmek zamanın
gelmiştir. Tıpkı Nuh'un kavminin helaki için beddua ettiği gibi."
[198]
Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'ım! Kavmimi hidayete
ilet. Çünkü onlar bilmeyen bir topluluktur. Sana itaat konusunda beni tasdik
etmeleri için onlara karşı bana yardım et. Bu sefer amcası Hz. Abbâs geldi ve
onu ellerinden kurtarıp uzaklaştırdı.
Süyutî, anlatılanın bu
ayet-i kerimenin Mekkî olmasını gerektirse de, zahirin bunun böyle olmadığını
gösterdiğini söyler.
Râzî şöyle der: Şunu
bil ki, bu gibi rivayetler her ne kadar çok olsa dahi, evlâ olan bunları Yüce
Allah'ın Hz. Peygambere Yahudi ve Hristiyanların hile ve tuzaklarına karşı güvenlik
ve teminat verdiği şeklinde yorumlanması, ona onlara hiç bir şekilde
aldırmadan, açıktan açığa tebliğini yapmak emrini vermiş olduğu şekilde
anlaşılmasıdır.
[199]
"De ki: Ey Kitap
Ehli... hiç bir şey üzerinde değilsiniz." mealindeki 68. ayetin nüzulüne gelince:
İbni Cerîr et-Taberî, İbn Ebî Hatim, İbni Abbâs'm şöyle dediğini rivayet
ederler: Râfî b. Harise, Sellâm b. Miskin, Mâlik b. es-Sayf ile Râfi' b.
Harmele, Resulullah (s.a.)'a gelip: "Ey Muhammedi" dediler. "Sen
İbrahim'in şeriatı ve dini üzere olduğunu, elimizde bulunan Tevrat'a iman
ettiğini, bu Tevrat'ın Allah'tan gelmiş hak kitap olduğuna tanıklık ettiğini
iddia etmiyor musun?" Resulullah (s.a.): "Evet, öyle diyorum."
dedi. "Fakat sizler olmadık şeyler ortaya attınız ve Tevrat'ta bulunan
sizden alınmış akitleri inkâr ettiniz. Orada insanlara açıklamakla
emrolunduğunuz şeyleri o kitaptan gizlediniz. Ben sizin sonradan yaptığınız bu
işlerden uzağım." Bu sefer şöyle dediler: "Bizler elimizde bulunanın
gereğini yerine getiririz. Biz hak ve hidayet üzereyiz. Sana iman etmiyoruz,
sana uymuyoruz. Bunun üzerine Yüce Allah: "De ki: Ey Kitap Ehli! Tevrat'ı,
İncil'i ve Rabbinizden size indirileni dosdoğru tasdik etmedikçe hiç bir şey
üzerinde değilsiniz." buyruğundan itibaren: "Öyleyse o kâfirler
güruhu için üzülme!" buyruğuna kadar olan ayet-i kerimeyi inzal buyurdu.
[200]
İbni Abbas şöyle der:
Yahudilerden bir topluluk Resulullah (s.a.)'m yanına gelerek şöyle dediler:
"Sen Tevrat'ın Allah'tan gelmiş hak kitap olduğunu kabul etmiyor
musun?" O: "Ediyorum", deyince şöyle dediler: "Bizler ise
yalnızca o Tevrat'a iman ediyoruz, onun dışında olan kitaplara iman
etmiyoruz." Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Yani sizler her iki
kitapta yer alan Mu-hammed (s.a.)'e iman ve bunların gerektirdikleri ameli yerine
getirmedikçe dinden hak namına bir şey üzere olamazsınız.
[201]
Cenab-ı Allah, Hz.
Peygambere itidal üzre olan orta yolda gidenlerin azlığına, buna karşılık
Kitap Ehli'nin fasıklarınm çokluğuna bakmayıp onların kötülüklerinden korkmamasını
emredip ona "Tebliğ et" buyruğunu verdi. Yani sana indirmiş olduğum
onların sırlarını ve çirkin fiillerini açığa vurmaya dair şeyleri tebliğe
sabret, sebat göster! Şüphesiz Allah onların hile ve tuzaklarından seni
koruyacaktır, onların desiselerine karşı seni himaye edecektir.
[202]
Yüce Allah rasulü
Muhammed (s.a.)'e risalet sıfatıyla hitap ederek Allah'ın üzerine
indirdiklerinin tümünü tebliğ etmesini emretmektedir. O da bu görevini en
mükemmel şekliyle ifa etti. Risaleti tebliğ etti, emaneti tamamıyla yerine
getirdi. Ümmete samimi olarak nasihat etti. Allah ona verilebilecek mükâfatın
en hayırlısını versin. Buhârî bu ayet-i kerimeyi tefsir sadedinde Hz. Âi-şe'nin
rivayet ettiği şu hadisini nakletmektedir: "Sana bir kimse Muhammed'in Allah'ın
indirdiğinden herhangi bir şey gizlediğini söyleyecek olursa, kesinlikle yalan
söylemiş olduğunu bil. Çünkü Yüce Allah: "Ey peygamber, Rabbinden sana
indirileni tebliğ et." buyurmaktadır." Bunu Müslim, Tirmizî ve Nesaî
de böylece rivayet etmiştir. Buhârî ve Müslim'de de yine Hz. Âişe'den şöyle
dediği nakledilmektedir: "Kur'ân-ı Kerîm'den eğer Muhammed herhangi bir
şey gizleyecek olsaydı şu: "Allah'ın açığa çıkartacağı şeyi içinde
gizliyordun. İnsanlardan çekmiyordun. Halbuki Allah'tan korkman daha yerinde
idi." (Ahzab, 33/37) ayetini gizlerdi."
Ayet-i kerimenin
anlamı şudur: Ey Rabbinden bütün insanlara bir risaleti tebliğ etmek üzere
gönderilmiş rasul! Rabbinden sana indirilenlerin tamamını tebliğ et. Bu konuda
hiç kimseden korkma, sana hoşlanmayacağın bir şeyin gelip erişmesinden de
çekinme.
Eğer sana indirileni
derhal tebliğ etmeyecek ve seninle gönderileni insanlara eksiksiz
ulaştırmayacak olursan -belli bir süreye kadar onu gizlemek şeklinde dahi-
olsa sen insanlara tebliğ görevini yerine getirmemiş olursun. Nitekim Yüce
Allah: "Peygambere tebliğ etmekten başka bir şey düşmez." (Mâide,
5/99) buyurmaktadır.
Peygamberler Allah'ın
kendilerine indirilenlerden herhangi bir şeyi gizlemekten masum olmalarına
rağmen, risaletin bir kısmını gizlemenin tamamını gizlemek gibi
değerlendirilerek, ona verilen tebliğde bulunma emrinin: "Eğer
yapmazsan..." buyruğu ile tekid edilmesindeki hikmet; tebliğ edilmesi
gereken herhangi bir şeyi ertelemeyi içtihadı ile tespit etmesinin caiz
olmaksızın tebliğin kesin ve kaçınılmaz bir şey olduğunu Hz. Peygambere
bildirmektir.
İnsanlar açısından
bunun hikmeti ise, bu gerçeği nass ile bilmeleri ve bu hususta herhangi bir
anlaşmazlığa düşmemeleridir.
Resulullah (s.a.) da
üzerine Kur"ân'dan ne indirildiyse derhal bütünüyle tebliğ etmiştir.
Buhârî şöyle der: "ez-Zuhrî dedi ki: Risâlet Allah'tandır. Tebliğ ise
rasulün görevidir, öylece kabul etmek de bize düşen görevdir. Onun ümmeti
risaleti tebliğ ettiğine, emaneti eksiksiz yerine getirdiğine şahitlik
etmiştir. Veda haccı gününde irad ettiği hutbesinde çok büyük bir kalabalık
arasında bu konuda onların şahitliklerini de almıştır. Orada ashabından
yaklaşık kırk bin kişi vardı." Müslim'in Sahîh' inde Câbir b. Abdullah'dan
sabit olduğu gibi: Resulullah (s.a.) o günkü hutbesinde şöyle buyurmuştur:
"Ey insanlar! Şüphesiz ki sizlere benim hakkımda soru sorulacaktır. Ne
diyeceksiniz?" Hazır bulunanlar: "Senin gerçekten tebliğ ettiğine,
emaneti eksiksiz ödediğine, ümmete nasihat ettiğine şahitlik edeceğiz."
Hz. Peygamber de parmağını semaya doğru kaldırıp onların üzerine indiriyor ve
bu arada: "Allahım, tebliğ ettim mi?"
diyordu.
İmam Ahmet, İbni
Abbâs'm şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) Veda haccmda şöyle
buyurdu: "Ey insanlar! Bu gün ne günüdür?" Onlar: "Bu gün haram
(saygıdeğer) bir gündür" dediler. Hz. Peygamber: "Bu belde ne
beldesidir?" diye sordu. Onlar: "Bu belde haram bir beldedir."
dediler, yine Hz. Peygamber: "Bu belde ne beldesidir?" diye sordu.
Onlar: "Bu belde haram bir beldedir." dediler. Hz. Peygamber şöyle
buyurdu: "Şüphesiz mallarınız, kanlarınız ve ırzlarınız bu gününüzün
hürmeti gibi, bu beldenizdeki ve bu ayınızdaki hürmet gibi birbirinize
haramdır."
Sonra bunu birkaç defa
tekrarladı, arkasından parmağını semaya kaldırarak: "Allahım tebliğ ettim
mi?" sözünü de birkaç defa tekrarladı. Ahmed şöyle der: İbni Abbas der ki:
Allah'a andolsun, o bunu aziz ve celil Rabbine vasiyyet olmak üzere
(söylüyordu). Sonra (Peygamber -s.a.-) buyurdu ki: "Dikkat edin, hazır
bulunan hazır bulunmayana tebliğde bulunsun. Benden sonra birbirinizin boynunu
vuran kâfirler olarak geri dönüş yapmayınız."
Daha sonra Yüce Allah,
peygamberine onu insanlara karşı koruyup himaye edeceğine dair teminatını
açıkça ilân etmektedir. Yani ona suikast yapılmasına, öldürülmesine karşı
koruyup, düşmanlarına istediklerini gerçekleştirme imkânı vermeyeceğine dair
teminat vermektedir. Ebu Talib'in ölümünden sonra müşrikler Dârul-Nedve'de Hz.
Muhammed (s.a.)'i öldürmeyi kararlaştırmışlar ve buna teşebbüs etmişlerdi.
Yüce Allah ise onu korumuş ve o Medine'ye hicret etmişti. Hicretten sonra
Yahudiler de bir suikast teşebbüsünde bulundu. Onun korunacağından maksat,
ölüme karşı korunacağıdır. O bakımdan Mekke'de, Taifte müşriklerin
eziyetlerine, hicretten sonra Uhud günü de yüzünün yaralanıp ön küçük azı
dişinin tanVmaaına bakılarak., tuna itiraz ©«üieme^.
Tirmizî, Ebu'ş-Şeyh
İbni Hayyân, Hâkim, Ebu Nuaym ve Beyhakî, birkaç sahabe-i kiramdan şunu rivayet
etmektedirler: Resulullah (s.a.) bu ayetin nüzulünden önce Mekke'de bekçiler
tarafından korunuyordu. Hz. Abbâs da onu koruyan kimseler arasında idi. Bu
ayet-i kerime nazil olunca Resulullah (s.a.) koruyucu edinmeyi terketti. Yine
rivayet edildiğine göre Ebu Tâlib, Resulullah (s.a.) ile birlikte dışarı
çıktığı takdirde onu koruyacak kimseleri gönderirdi. Bu: "Allah seni
insanlardan korur." buyruğu nazil oluncaya kadar böyle devam etti. Bu
buyruktan sonra yine birisini koruyucu olarak göndermek isteyince:
"Amcacığım , muhakkak Allah beni korumaya almıştır, senin göndereceğin kimselere
ihtiyacım yoktur." dedi.
Enes (r.a.)'ten şöyle
dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.)'ı Sa'd ve Huzeyfe bu ayet-i
kerime nazil oluncaya kadar koruyorlardı. Bu ayet nazil olunca başını deriden
yapılmış çadırından dışarı çıkartarak: "Ey insanlar! Artık
gidebilirsiniz, Allah beni insanlara karşı korumuştur." buyurdu.
Mekke'de inmiş bulunan
bu ayet-i kerimenin Medine'de kendilerine tebliğde bulunmakla yükümlü
kılındığı Kitap Ehli'ne tebliği ihtiva eden buyruklar arasında korunmuş olması,
Resulullah (s.a.)'ın müşriklerin eziyetlerine maruz kaldığı gibi Kitap Ehli'nin
eziyetlerine de maruz kaldığına delâlet etmesi içindir, Allah da onu her iki
kesimden de korumuştur.
Denildiğine göre bu
ayet-i kerime Uhud vakasından sonra nazil olmuştur. Buna delil de Yüce
Allah'ın: "Muhakkak ki, Allah kâfirler güruhunu hidayete erdirmez."
buyruğudur. Yani Allah, onlara gerçekleştirmek istedikleri suikast için imkân
vermeyecektir.
Vakıada ise ayet-i
kerimenin daha genel bir anlamı vardır; o da şudur: Sen tebliğ et, dilediğini
hidayete iletecek ve saptıracak olan da Allah'tır. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Onları hidayete iletmek, sana düşen bir iş değildir, fakat Allah dilediğini hidayete
iletir." (Bakara, 2/272); "Şüphesiz sana ancak tebliğ düşer,
hesap(lannı görmek) ise Bize aittir." (Ra'd, 13/40).
Daha sonra Yüce Allah,
bütün insanlara oldukça önemli bir gerçeği açıklamaktadır. O da şudur: Bir
dine mensup oluş, onun gereğince amel edilmedikçe bir fayda sağlamaz. "De
ki: Ey kitap ehli... dosdoğru tatbik etmedikçe hiç bir şey üzerinde
değilsiniz." Yani ey Muhammedi Kitap Ehli'ne (Yahudi ve Hristiyan-lara) de
ki: Sizler Tevrat'ı ve İncil'i emrolunduğunuz katıksız tevhid ve salih amel
gibi hususlarıyla onlarda yer alan Muhammed (s.a.)'e ve onun şeriatına iman
gibi hususların gereğini yerine getirmedikçe Rabbinizden size indirilene, yani
Allahü Teâlâ'nın kendisiyle dini tamamladığı Kur'ân-ı Azim'e ve risaletiy-le
bütün peygamberlerin risaletlerini sona erdirdiği Muhammed'in risaleti gereğince
amel etmediğiniz sürece, siz din adına bir şeye sahip olamazsınız.
Daha sonra Yüce Allah
önceki ayet-i kerimede «64. ayet) sözünü ettiği bir hususu tekrarlamaktadır: O
da Yüce Allah'ın Kurân-ı Kerimin Kitap Ehli'n-den pek çok kimsenin, ancak
onların yalanlamakta aşırıya gitmelerini ve küfürlerine küfür katmalarından
başka bir şeylerini artınnadığına dair yemin etmesidir. Buna sebep ise
atalarından miras olarak aldıklar, taassupları, kin ve kıskançlıklarıdır:
"İçlerinden kıskanarak..." (Bakara. 2109 bunu yapmalarıdır. İnsafla
ve her türlü etkiden soyutlanarak düşüniney: ınnt.al etmeleridir. O halde sen
kâfirler topluluğuna üzülme! Yani ey Mufaarmnei Tuğyanlarının, azgınlıklarının
ve küfürlerinin artmasından dolayı onlar :;ır. urulne. kederlenme. Çünkü bunun
zararı kendilerine aittir, sana değil Sana inan edenlerin varlığı ise, onlara
ayrıca gerek bırakmaz.
Hiç bir ortağı
bulunmayan bir ve tek Allah'a, kitapîanna ve peygamberlerine iman eden, onlar
arasındaki bir azınlığa gelince: Kur'ân-ı Kerim boyleler.-nin hidayetlerini,
doğru yol üzere sebatlarını ve mutluluklarını artırır.
Bu önemli gerçeğin
açığa çıkartılmasından sonra Kur'ân-ı Kerîm bütün insanlar için genel bir
kanun koymaktadır ki o da: "Doğrusu iman edenler..." yani Allah'ı ve
rasulünü tasdik eden Müslümanlar ile Mûsâ (a.s.)'ya tabi olan, Tevrat'a sahip
olan Yahudiler, bütün dinlerin dışında kalan Sâbiîler ve Mesih (a.s.)'e uyan
Hristiyanlar arasından kim Allah'a, peygamberlerine ve ahiret gününe sahih ve
samimi bir şekilde iman eder, salih bir amel işlerse işte onlar için Kıyamet
günü azabından yana ebediyyen bir korku yoktur ve onlar hiç bir zaman bizatihi
dünya ve nimetleri dolayısıyla, ahirette de kendilerine isabet edecek herhangi
bir şeyden dolayı kederlenmeyecek, üzülmeyecekler. Aksine bunlar nimetlerle
dolu olan Naîm cennetlerinde olacaklardır.
[203]
Tebliğ ayeti:
Peygamber takiyye olmak üzere dine dair bazı hususları gizlemiştir, diyenlerin
görüşlerinin reddolunduğuna ve bu iddiada bulunan Rafızî-lerin kanaatlerinin
batıl olduğuna delil olduğu gibi, Hz. Peygamberin din ile ilgili herhangi bir
hususu gizlice ve sır olmak üzere tevdi etmesinin de söz konusu olmadığına
delildir. Çünkü buyruğun anlamı zahiren: "Sana indirilenlerin tümünü
tebliğ et"' şeklindedir.
İbni Abbâs şöyle der:
Buyruğun anlamı; Rabbinden sana indirilenlerin tümünü tebliğ et; eğer ondan
herhangi bir şey gizleyecek olursan sen onun risale-tini tebliğ etmemiş
olursun, şeklindedir.
İşte bu Peygamber
(s.a.)'e de bir edebi öğretmek olduğu gibi onun ümmetinden ilim taşıyıcılarına
da şeriatinden herhangi bir şeyi gizlememeleri gerektiği hususunda bir
tehdiddir. Şanı Yüce Allah peygamberinin, vahyinden herhangi bir şeyi
gizlemeyeceğini de zaten biliyordu.
"Allah seni
insanlardan korur." ayet-i kerimesi, Hz. Peygamberin peygamberliğine
delâlet etmektedir. Çünkü Yüce Allah onun masum (korunmuş) olduğunu haber
vermektedir. Allah'ın masumiyetini teminat altına aldığı kimsenin, Allah'ın
kendisine vermiş olduğu emirlerden herhangi bir şeyi terketme-si düşünülemez.
"Muhakkak ki
Allah kâfirler güruhunu hidayete erdirmez." buyruğu da şunu
göstermektedir. Kâfirlerin hayra muvaffak olması, mutluluğu elde etmesi, Allah
tarafından engellenmiştir. Onlar kâfir olduklarından ötürü Allah'ın rahmeti de
kendilerinden engellenmiştir.
"De ki: Ey Kitap
Ehli!" ayeti de Yahudi ve Hristiyanların hakikatte Tevrat, İncil ve
Kur"ân-ı Kerîm'de bulunan hükümler gereğince amel etmedikleri sürece din
adına gerçek bir şeye sahip olmadıklarının delilidir. Onlar bu kitaplarda
bulunanlar gereğince amel edip Muhammed (s.a.)'e iman etmedikçe ve bu iki
kitabın (yani Tevrat ve İncil'in) kendilerine farz kıldığı ameli ifa etmedikçe,
dinden herhangi bir paya sahip değildirler.
Allah kâfir olanın
küfrüne küfür; tuğyanına tuğyan katar. Yani onun haddi aşmasını, ileri gidip
aşırıya gitmesini daha da artırır.
Bu ayet-i kerimeden
Müslümanın alacağı ibret şudur: Müslüman Kufân-ı Kerîm'in gereklerini yerine
getirip onun hidayetiyle hidayet bulmadıkça, çizdiği sınırlara bağlı
kalmadıkça, din adına kayda değer herhangi bir şeye sahip olamaz.
"Doğrusu iman
edenler, Yahudiler ve Sâbiîler..." ayet-i kerimesi de Kitap Ehli'nin
Allah'ın dinini gereği gibi uygulamadıklarına işaret etmektedir. Çünkü onlar
Allah tarafından indirilmiş kitapların naslarmı korumadıkları gibi, sahip
oldukları kitap bilgisini de zahiri üzere bırakmadılar. Aksine onları tutarsız
bir şekilde tevil ettiler. Allah'a ve ahiret gününe iman etmediler, salih
ameller işlemediler.
[204]
70- Andolsun ki Biz,
İsrailogulları'ndan sapasağlam bir teminat almış ve onlara peygamberler
göndermişizdir. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin hoşlanmadığı bir
şeyi getirmişse bir kısmını yalanlamışlar, bir kısmını da öldürmüşlerdi.
71- Bir fitne
olmayacağını sandılar da görmez ve işitmez oldular. Sonra Allah kendilerine
tövbe nasib etti. Sonra içlerinden, yine bir çoğu körleşti, sağır-laştı. Allah
yaptıklarını hakkıyla görendir.
"Allah
yaptıklarını hakkıyla görendir." Yüce Allah geçmiş hali muzari fiil ile
tabir ederek, onların çirkin hallerini hatırlatmakta ve ayet-i kerimelerin
sonlarına riayet etmek için, bu şekilde muzari fiil ile ayet nihayete
ermektedir.
"Körleşti,
sağırlaştı." Burada körleşmek ve sağırlaşmak hidayet ve imandan yüz
çevirmeyi ifade etmek için istiare yoluyla kullanılmıştır.
[205]
"Andolsun ki, Biz
îsrailoğullarından", Allah'a ve peygamberlerine iman edeceklerine dair
"sapasağlam bir teminat almış ve onlara peygamberler göndermişizdir";
"Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin hoşlanmadığı" Hak olan
"bir şeyi getirmişse bir kısmını", yani onlardan kimisini
"yalanlamışlar" onlardan "bir kısmını da" Zekeriyyâ ve
Yahya gibilerini de "öldürmüşlerdi." Burada maziyi anlatmak için
muzari fiilin kullanılmış olması, ayetlerin fasılalarına riayet etmek içindir.
Maksat bir kısmını geçmişte yalanlamış oldukları ve yine geçmişte bir kısmını
öldürmüş olduklarıdır.
"Bir fitne"
Peygamberleri yalanlayıp öldürmelerine karşılık onlara bir azap
"olmayacağını" gerçekleşmeyeceğini, vaki olmayacağını "sandılar
da" hakka karşı "görmez ve işitmez oldular." Hakkı görmediler ve
onu işitemediler. "Allah yaptıklarını hakkıyla görendir." Onları
yaptıklarına göre cezalandıracaktır.
[206]
Kitap Ehli ve onların
çirkinliklerinin sayımına devam edilmektedir. Şanı Yüce Allah Yahudilerden
kesin bir söz ve teminat aldığını beyan ettikten sonra, ikinci bir defa daha
bunu hatırlatmaktadır.
[207]
Yüce Allah
İsrailoğulları'ndan Allah'ın buyruklarını dinleyip itaat edeceklerine, O'nun
peygamberine itaatle bağlı kalacaklarına dair ahit ve misaklar almış olduğunu
hatırlatmaktadır. Fakat onlar bu ahitleri ve misakları bozdular. Görüş ve
nevalarına tabi oldular, görüş ve nevalarını ilâhî şeriatın önüne geçirdiler.
İlâhî şeriattan nevalarına uyanı kabul ettiler, ona aykırı düşeni de
reddettiler.
Misak, pekiştirilmiş
ahit demektir. Allah Tevrat'ta Yahudilerden Allah'ı tev-hid edip Allah'ın
şeriatının hükümlerine tabi olacaklarına dair ahit almıştı. Fakat onlar verdikleri
bu sözü bozdular; peygamberlere karşı da ya yüz çevirmeyi gerektiriri özellikte
olan yalanlamakla veya onları öldürmekle karşılık verdiler.
Bu yaptıklarına
karşılık herhangi bir kötülüğün söz konusu olmayacağını, herhangi bir azap ile
cezalandırılmayacaklarını yani işledikleri fesada karşılık denenmeyeceklerini
sandılar. Çünkü onlar Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduklarını iddia
ediyorlardı. Fakat onların bu fesatları bir kötülüğü doğurmuştur. Bu da
onların hakka karşı kör kulaklarının hakkı işitmeyecek kadar sağır olmaları,
Allah'ın ayetleri üzerinde düşünemeyişleridir. Onlar hak namına bir şey
işitmedikleri gibi hakka doğru yol da bulamıyorlardı. Bundan dolayı Babil-liler
onlara musallat olup Mescid-i Aksâ'yı yaktılar, mallarını talan ettiler, çocuklarını
ve kadınlarını esir aldılar. İçinde bulundukları fesattan tövbe edip fesadı
terketmeleri üzerine de Allah tövbelerini kabul etti, Pers krallarından bir
kral vasıtasıyla tekrar hükümdarlıklarını kendilerine iade etti, Beytülmakdis'i
onlar için yeniden inşa etti, Buhtnassar tarafından esir alınanları tekrar vatanlarına
geri döndürdü.
Sonra bir defa daha
hakka karşı kör ve sağır kesildiler. Bu da Allah'ı görmeyi istedikleri zaman
olmuştu. Hz. Zekeriyyâ ve Yahya gibi peygamberleri öldürdüler. Meryemoğlu
İsa'yı öldürmeye kalkıştılar. Allah'ın ve peygamberinin emirlerine asi oldular.
Bu yüzden Allah üzerlerine önce Persleri, sonra da Romalıları musallat etti.
Onlar da mülklerini sona erdirdi ve bağımsızlıklarını ellerinden aldı.
Yüce Allah'ın:
"Yine bir çoğu" buyruğu ise onların çoğunluğunun isyankâr
olduklarına, az miktarda kimselerin de mümin ve salih kimseler olduklarına
işarettir.
"Allah
yaptıklarını hakkıyla görendir" Yaptıklarına muttali olandır. Kimin
hidayeti hak ettiğini, kimin de saptırılmaya lâyık olduğunu çok iyi bilendir.
Yine onların, peygamberlerin ve rasullerin sonuncusu Allah Rasulü Muhammed
(s.a.)'e karşı kurdukları hile ve tuzakları da çok iyi bilmektedir.
[208]
Allah'tan başkasına
ibadet etmemek ve buna bağlı diğer hususlar ile ilgili olarak İsrailoğulları
ile ahitleşmeler, sözleşmeler bikkaç defa tekrarlanmıştır. İşte bütün bunlar
Mâide suresinin başlangıcını teşkil eden: "Akitlere tamamen bağlı
kalınız" buyruğu ile tam bir uyum halindedir.
Fakat Allah'ın ve
insanlığın düşmanı olan Yahudiler bütün ahitlerini ve sözlerini bozmuşlardır.
Peygamberlere ise ya onları yalanlayarak, yollarını engelleyerek ve onlardan
yüz çevirerek karşılık vermişler ya da öldürmüşlerdir. Hz. Zekeriyyâ ve Yahya gibi
ve onlardan başka bir takım peygamberleri öldürdükleri gibi, Hz. İsa'yı da
öldürmeye çalışmışlardır.
Kendilerinden bu
şekilde söz ve ahit alman bu kimseler, Allah tarafından çeşitli sıkıntılar ile
müptelâ olup denenmeyeceklerini zannettiler. Çünkü onlar: "Biz Allah'ın
oğulları ve sevgilileriyiz." (Mâide, 5/28) şeklindeki kanaatlerine
aldanmışlar ve boş bir gurura kapılmışlardı. Ayrıca kendilerine uzun süre
mühlet verilmesi de onları aldatmıştır. O bakımdan hidayete karşı kör, hakkı
dinlemeye karşı sağır kesilmişlerdi. Çünkü onlar ne gördüklerinden ne de işittiklerinden
yararlanabildiler. Daha sonra Yüce Allah denenmelerinin ardından tövbelerini
kabul etti, sıkıntı ve kederlerini giderdi, köleleştirilmiş ve esir alınmış
kimseler iken onları hürriyetlerine kavuşturdu. Ama sonra yine fesat çıkardılar,
isyan ettiler. Onların bir çoğu yine Muhammed (s.a.) vasıtasıyla hak
kendilerine açık seçik gösterildikten sonra körleşti ve sağır kesildi.
Ebediyyen hiç bir öğütle öğüt alamadı, delil ve belgeleri dinlemekten yüz
çevirdiler. Yani doğruya ve gerçeğe delâlet eden mucize ve burhanlara (kat'î
delillere) iltifat etmeyip yüz çevirdiler.
İşte bu şekilde
Yahudiler tövbe ve isyankârlık arasında bocalarlar. Kurtulmakla yok olma,
helak olma arasında gidip gelirler. Onların çoğunluğu fasıktır, az bir kısmı da
itaatkârdır. Tarihte hiç bir kimse Yahudilerden daha kompleksli, daha kötü
tabiatlı, daha bunalımlı ve huzursuz bir halk ve toplum asla bulamaz. Bundan
dolayı her zaman için korku ve çekingenlikle karşı karşıya kaldıklarını
görüyoruz. Hiç bir zaman rahat olamamaktadırlar. Zaman boyunca huzur ve
istikrar nimetini tadamayacaklardır. Devletlerini kurmuş olmalarına rağmen
Filistin'deki örnek, herkese karşı gayet açık bir örnektir.
[209]
72- "Meryem oğlu
Mesih gerçekten Allah'ın kendisidir" diyenler, andolsun ki kâfir
olmuşlardır. Halbuki Mesîh demişti ki: "Ey İsrailoğulları! Benim de Rabbim
sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Zira her kim Allah'a şirk koşarsa
muhakkak Allah ona cenneti haram eder ve onun varacağı yer ateştir. Zalimlerin
hiç bir yardımcıları yoktur."
73- "Allah gerçekten üçün üçüncüsü-dür"
diyenler, andolsun ki kâfir olmuşlardır. Halbuki bir tek ilâhtan başka ilâh
yoktur. Söylediklerinden vazgeçmezlerse andolsun ki, onlardan kâfir olanlara
acıklı bir azap dokunacaktır.
74- Hâlâ Allah'a tövbe
edip ondan mağfiret dilemezler mi? Halbuki Allah Ga-fûr'dur, Rahîm'dir.
75- Meryemoğlu Mesih bir rasulden başka bir şey
değildi. Ondan önce de rasuller gelip geçmişti. Annesi de dosdoğru bir
kadındı. İkisi de yemek yerlerdi. Bir bizim ayetleri nasıl açıkladığımıza,
sonra da onların nasıl yüz çevirdiğine bak!
"Allah ona
cenneti haram eder." Burada zamir olarak kullanılması gerekirken ism-i
celâlin açıktan zikredilmesi, durumun dehşetini ortaya koymak ve dinleyenin
kalbine heybeti yerleştirmek içindir.
"Hâlâ Allah'a
tövbe edip..." buyruğundaki soru, azar içindir.
"Bizim onlara...
nasıl açıkladığımıza bak" ile "sonra da onların nasıl yüz çevirdiklerine
bir bak" buyruğunda bakma emrinin tekrarlanması, işlerinin hayret verici
bir iş olduğunu, mübalağa yoluyla anlatmak içindir, "sonra" lafzı ise
hayreti gerektiren iki husus arasındaki farklılığı açıkça ortaya koymak içindir. Yani bizim ayetlerimizi açıklayışımız son
derece açık ve seçiktir, onların buna rağmen bu ayetlerden yüz çevirmeleri ise
daha çok hayret vericidir.
[210]
"... Andolsun ki
kâfir olmuşlardır.": Küfür, imanın zıddıdır. Yine küfür, nimeti inkâr
etmek anlamındadır. Kefr ise bir şeyi örtmek, gizlemek demektir. "Çiftçi
tohumu yere kefretti" derken, ekmek suretiyle onu toprağın altına örttü
demek olur. "Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk
edin." Kulluk (ibadet), boyun eğmek ve zilletini arzetmek demektir. Bu
ifadenin anlamı şudur: Şüphesiz ki, ben diğer kullar gibi Allah'ın bir
kuluyum, bir ilâh değilim. "Zira her kim Allah'a" ibadette Allah'tan
başkasını ortak koşmak suretiyle "şirk koşarsa muhakkak Allah ona cenneti
haram eder." Onun cennete girmesine mani olur. "Zalimlerin ise"
kendilerini Allah'ın azabından koruyacak "hiç bir yardımcıları
yoktur."
"Allah gerçekten
üçün üçüncüsüdür." Yani üç ilâhtan birisidir. Diğer ikisi ise İsâ ve
annesidir, diyenler Hristiyanlardır. "andolsun ki kâfir olmuşlardır...
söylediklerinden", teslisten, "vazgeçmezlerse" ve tevhide
yönelmezlerse "andolsun onlardan kâfir olanlara", küfür üzere sebat
gösterenlere "acıklı bir azap" Can yakıcı bir azap olan ateş azabı
"dokunacaktır... halbuki Allah" tövbe edenleri bağışlayan
"Gafûr'dur", böylelerine merhamet gösteren "Rahim'dir."
"Ondan önce de
rasuller gelip geçmiştir." O da onlar gibi gelip geçecektir ve iddia
ettikleri gibi bir ilâh değildir. Yoksa gelip geçmez ve varlığı zeval bulmazdı.
"Annesi de dosdoğru bir kadındır" Dosdoğru anlamı verilen sıddîka,
doğrulukta, sıdk'ta ileri derecede olan demektir. "İkisi de yemek
yerlerdi." Kendilerinden başka diğer insanlar gibi bu şekilde olan ise
yapısında terkip ve zafiyeti dolayısıyla asla ilâh olamaz. "Bir bizim
onlara ayetleri" vahdaniyetinize dair kat'î delilleri "nasıl
açıkladığımıza bak, sonra da onların nasıl yüz çevirdiklerine" kesin
delillerin ortada olmasma rağmen haktan yüz çevirdiklerine "bir bak!"
[211]
es-Süddî ve başkaları
şöyle der: Bu buyruklar Hristiyanların Hz. Mesîh ile onun annesini Allah ile
birlikte ilâh kabul etmeleri ve böylelikle Yüce Allah'ı üç ilâhın üçüncüsü
olarak benimsemeleri hakkında nazil olmuştur.
[212]
Şanı Yüce Allah
Yahudilere dair açıklamaları genişçe ortaya koyup delillerini tek tek
çürüttükten, yaptıkları çirkinlikleri sayıp döktükten sonra burada da
Hristiyanlardan söz etmeye koyuldu. Onların Hz. Mesih'in ulûhiyyet iddiası ve
onun ilâh olarak doğduğu, yani Yüce Allah'ın Hz. İsa'nın zatına hulul edip
onunla bir olduğu şeklindeki akidelerinin yanlışlık ve bozukluğunu açıklamaktadır.
Aslında bu iddia Hristiyanlardan YaTcûbîlerin görüşüdür. Daha sonra bu bütün
Hristiyanlar arasında yaygınlık kazanmıştır. Ardından da Yüce Allah ona tabi olduğunu ileri sürenlerin sözlerinin
bozukluğunu kesin delille ispatlamak üzere Hz. Mesih'in de söylediği sözleri
nakletmektedir.
[213]
Yüce Allah
Hristiyanlığm eski fırkalarından olan Melikiyye (Melkâniyye), Ya'kûbiyye ve
Nastûriyye fırkalarının ve daha sonra ortaya çıkan Katolik, Ortodoks ve
Protestanların kâfir olduklarına hüküm vererek şöyle buyurmaktadır: Allah'a
yemin olsun ki, Meryemoğlu Mesih'in bizzat Allah olduğunu iddia edenler, kâfir
olmuşlardır ve bunlar haktan alabildiğine uzak bir sapıklıkta sapmışlardır.
Bunlar şöyle diyorlar: Şüphesiz ki Allah üç asıldan (veya uknumdan) mürekkeptir.
Bunlarsa baba, oğul ve Ruhu'l-kudüstür. Baba Allah'tır, Mesih oğuldur ve baba
olan Allah oğul olan Mesih'e hulul edip onunla tekleşmiştir. Böylelikle
Ruhu'l-Kudüs'ü de oluşturmuştur. Bunların her birisi ötekinin bizzat kendisidir.
Bu konuda görüşlerinin özü ise: Allah Mesih'in ta kendisidir, şeklindedir.
Beşikte henüz küçük
bir bebek iken Mesih'in ilk söylediği söz: "Şüphesiz ben Allah'ın
kuluyum" olmakla birlikte, daha sonra da insanları risaletini kabule
çağırıp ey İsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a
ibadet edin, yani ibadetlerinizle yalnızca bir ve tek olarak Allah'a yönelin,
demiş olmakla birlikte, bu iddiada bulundular. Hz. İsa'nın bu sözde ise
Hristiyan-ların onun hakkındaki iddialarının tutarsızlığına dair kesin bir
delildir. Çünkü o, sonradan yaratılmış olmak ve meydana getirilmiş olmaya dair
delilleriyle kendisinin dışındaki insanların böyle olduklarına dair deliller
arasında herhangi bir fark gözetmemektedir.
Hz. İsa davetinde
şirkten de sakındırmış ve şirkte bulunacaklara tehditte bulunmuş, şöyle
demiştir: "Zira her kim Allah'a şirk koşarsa..." yani melek, insan,
yıldız, put veya bunun dışında herhangi bir varlığı kim Allah'a ortak koşarsa
şüphesiz ki Allah, ezelî ilminde de rasullerine göndermiş olduğu şeriatin-de de
böylelerine cenneti haram kılmıştır. Yani onu cennete girmekten mahrum
bırakmış, cennete girmesine engel olmuştur. Ahirette böylesinin kalacağı yer
cehennem ateşidir. Allah'a ortak edinmek suretiyle kendilerine zulmedenlerin
kendilerine yardımcı olacak hiç bir kimseleri olmayacaktır. Yani Hz. İsa
hakkında uydurup söyledikleri şeyler hususunda kimse onlara yardımcı olmayacak,
kimse onlara destek vermeyecektir. Çünkü böyle bir iddianın doğru olmasına
imkân yoktur ve böyle bir iddia akıldan alabildiğine uzaktır. Allah'ın azabına
karşı ahirette de onlara kimse yardımcı olamayacaktır.
Aynı şekilde gökleri,
yeri ve ikisinin arasında bulunanları yaratan Allah, üç ilâhın üçüncüsüdür,
diyenler de kâfir olmuşlardır. Bu da Hristiyanlann: Mesih Allah'ın oğludur,
yahut Allah, Allah'ın kendisi olan baba, Mesih olan oğul ve Meryem diye bilinen
zevceden ibaret üç uknumdan birisidir, diyen Hristiyanlann görüşüdür. Bunun da
anlamı şudur: Şüphesiz bütün Hristiyan fırkaları küfre sapmışlardır. İster
Mesih üçün üçüncüsüdür, diyenler olsun; ister Mesih Allah'ın oğludur diyenler
olsun, isterse de Allah Meryem oğlu Mesih'in kendisidir, diyenler olsun. Sonra
gelen Hristiyanlar teslisi kabul etmektedirler.
Yani üç ilâhın
varlığını ve aynı şekilde tevhidi de kabul ederler. Yani onlara göre bu üç
uknumdan her birisi ötekinin bizzat kendisidir.
Yüce Allah ise onların
hepsinin bu uydurmalarını: "Halbuki bir tek ilâhtan başka ilâh
yoktur." diye reddetmektedir. Yani varlık âleminde ibadete lâyık hiç bir
ortağı bulunmayan, bir ve tek ilâhtan başka ilâh yoktur. O bütün varlıkların
ve sair mevcudatın ilâhıdır. Vahdaniyet onun sıfatıdır. İnsanlara ait hiç bir
sıfat onda yoktur. Ne onun zatında, ne de sıfatında herhangi bir terkip (bileşim)
söz konusu değildir. Zatların veya aynlarm birden çok olması mümkün değildir.
Türlerin ve cüzlerin de taaddüdü (birden çokluğu) düşünülemez: "Onun
benzeri gibi hiç bir şey yoktur. O her şeyi işitendir, her şeyi görendir."
(Şûra, 42/11) Bu ayet-i kerime, surenin sonlarında yer alan şu ayet-i kerimeyi
andırmaktadır: "Hatırla ki, Allah şöyle diyecek: "Ey Meryem oğlu İsâ!
Sen mi insanlara Allah'tan başka beni ve annemi iki ilâh edinin diye söyledin?"
(İsâ) diyecek ki: "Seni tenzih ederim..." (Mâide, 5/116) Yani her iki
ayet-i kerime de birden çok ilâhın varlığını reddetmek sadedindedir.
Daha sonra Yüce Allah
bu iddiaları dolayısıyla onları tehdid edip uyarmak üzere şöyle buyurmaktadır:
"Söylediklerinden vazgeçmezlerse...", yani bu iftira, yalan ve teslis
iddiasından uzaklaşıp bunu terketmeyecek ve tevhide dönmeyecek olurlarsa, bu
küfürleri sebebiyle hiç şüphesiz ahirette onları son derece çetin ve can
yakıcı bir azap gelip bulacaktır. İşte bunda, azabın özel olarak kâfir olanlara
gelip çatacağına, teslis akidesinden tövbe edip vazgeçenler hakkında bu azabın
söz konusu olmayacağına delâlet vardır.
Bu yalan ve
iftiralarına rağmen şirklerinden vazgeçmek suretiyle tövbeye, teslis
akidelerinden dolayı Allah'tan mağfiret dilemeye onları çağırmış olması Yüce
Allah'ın kerem, lütuf, rahmet ve cömertliğinin bir tecellisidir. Zaten Allah
tövbe edenlere mağfiret edendir, onlara rahmet buyurandır.
Mesih ise hakikatte
kendisinden önce gelip geçmiş bulunan benzeri peygamberler gibi bir peygamberden
başka bir şey değildir ve o, Allah'ın kullarından bir kuldur. Nitekim Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır: "O, ancak kendisine nimet ihsan ettiğimiz bir
kulumuzdur ve biz onu İsrailoğullarına bir misal kıldık." (Zuhruf, 43/59)
Yani o da diğer peygamberler gibi olağanüstü mucizelerle desteklenmiş
peygamberlerden bir peygamberdir: "Meryemoğlu İsâ Mesih, ancak Allah'ın
bir rasulü ve O'nun Meryem'e ilka ettiği bir kelimesi ve kendinden (tarafından
emriyle yaratılmış) bir ruhtur." (Nisa, 4/171)
Annesi de sıddîka
(yani her şeyiyle doğru) bir kadındı. Hz. İsa'ya iman eden, onu tasdik eden bir
kadındı. Onun mertebesi peygamber ve rasullerden sonra gelen bir mertebedir;
yoksa o bir kadın peygamber olmadığı gibi
[214]
ulûhiyyet sıfatına sahip birisi de değildir. Nitekim Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: '"Ve o (Meryem) Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik
etmişti. O itaat edenlerdendi." (Tahrîm, 66/12)
Mesih de annesi de
diğer insanlarla aynı cins ve türdendi. Bunun delili ise her ikisinin de
hayatta kalabilmek için yemek yemeleri, küçük büyük abdest gibi ihtiyaçlarını
karşılamalarıdır. Kendisinden bu gibi şeylerin sadır olup cisimleri değişik
şeylerden mürekkep olmak, zayıf olmak, yemeye, içmeye muhtaç olmak, uykuya,
def-i hacete gerek duymak gibi ihtiyaçları olanın ilâh olmasına imkân olmadığı
gibi, ulûhiyyet ve rububiyyetin herhangi bir sıfatına sahip olmasına da imkân
yoktur.
Şimdi ey aklı başında
olan her muhatap! Şu cahil Hristiyanlara iddialarının batıl olduğuna dair son
derece kesin ve açık delilleri nasıl açıkladığımıza bir bak! Sonra da bütün bu
açıklamalara rağmen onların bu deliller üzerinde düşünmekten nasıl
vazgeçtiklerine, nerelere gittiklerine ve hangi sözlere yapıştıklarına bir
bakın!
[215]
Ayet-i kerimeler
Hristiyanlığın bütün fırka, taife ve mezheplerinin kâfir olduklarına delâlet
etmektedir; bunlar ister "Mesih üç ilâhın üçüncüsüdür." desinler,
ister Mesih Allah'ın oğludur." desinler; isterse de "Allah Meryem
oğlu Mesih'in ta kendisidir," desinler. Çünkü bunların hepsi üç ayrı ilâh
vardır, de-meseler bile sonuçta baba, oğul ve Ruhu'l-Kudüs bir tek ilâhtır
demektedirler. Hepsinin söyledikleri iddiaların anlamı budur. Bunlar teslis
ifadesini kullanmaktan uzak durmaya çalışır ve lafzan bunu açıkça ifade etmezler.
Halbuki üç ilâhın varlığını kabul etmek, onların iddialarının kaçınılmaz bir
sonucudur. Zira onlar yine oğul da bir ilâhtır, baba da bir ilâhtır ve
Ruhul-Kudüs de bir ilâhtır, demektedirler.
Yüce Allah ise onların
iddialarını, mutlak ilâhın birden çok olmayacağını söylemekle reddetmektedir.
Eğer bu teslisi kabul etmekten ve ileri sürmekten vazgeçmeyecek olurlarsa, hiç
şüphesiz dünyada da ahirette de can yakıcı bir azap gelip onları bulacaktır. O
halde Allah'a tövbe etsinler ve ondan günahlarını örtüp bağışlamasını
istesinler. Kasıt ise onlardan kâfir olanlardır. Çünkü birden çok ilâhın
varlığını söyleyenler onlardır, aralarından iman edenler değildir.
Hz. Mesih diğer
peygamberlerin yaptığı gibi, mucizeler ve harikulade olaylar gösterse bile,
hakikati itibariyle Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber ve Allah'ın bir
kulu olmaktan başka bir şey değildir. Eğer bir ilâh ise, o takdirde bütün
peygamberlerin de birer ilâh olması gerekir. İşte bu, onların sözlerini kat'î olarak reddetmekte ve onlara karşı bir
delil olarak ortaya konulmaktadır.
Onlara karşı getirilen
delilin tamamlayıcı bir unsuru da şudur: Mesih de, onun dosdoğru annesi de
yemek yiyen bir insandı. Yani Hz. İsa bir anneden doğmuştur. Onun bir Rabbi
vardır. Bir anneden doğan ve yemek yiyen bir varlık diğer yaratıklar gibi
yaratılmıştır, sonradan var edilmiştir. Rabbi olan bir varlığın Rab olması
nasıl mümkün olabilir? İşte bu her ikisinin de birer insan olduklarına açık bir
delildir.
Hristiyanlarm: İsa
beşerî ve insanî sıfatıyla yemek yerdi; lâhutî, yani ilâhî sıfatıyla değil,
şeklindeki sözlerine gelince: Bu, onların ilâh olan ile ilâh olmayanı
birbirlerine karıştırmalarının bir sonucudur. Eğer kadîm olanın sonradan
yaratılmış olana karışımı caiz (mümkün) olsaydı, bu takdirde kadim olanın da
sonradan yaratılmış olması caiz olurdu. Eğer bu Hz. İsa hakkında doğru
olabi-liyorsa, başkası hakkında da doğru olmalıdır ki, o takdirde Lâhût bütün
yaratıklara karışmıştır, denilebilir.
Yüce Allah
Hristiyanların inancı ile ilgili olarak şunu da eklemektedir: Şimdi gerçek
ulûhiyyete ve vahdaniyete dair bu delilleri bizim nasıl açıkladığımıza bir
bak, sonra da bu açıklamalara rağmen onların haktan nasıl yüz çevirdiklerine
bir bak!
[216]
76- De ki:
"Allah'ı bırakıp da size ne bir zarar ne de bir fayda veremeyen bir şeye
mi ibadet ediyorsunuz? Halbuki Allah Semî' ve Alîm olandır."
77- De ki: "Ey
Kitap Ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önce hem kendileri
sapmış, hem de birçoğunu saptırarak doğru yoldan ayrılmış topluluğun
nevalarına uymayın."
78- İsrailoğullan'ndan
kâfir olanlar, Davud'un da Meryem oğlu İsa'nın da diliyle lanetlenmişlerdir.
Bu, isyan etmeleri ve haddi aşmalarından dolayıdır.
79- Onlar yaptıkları fenalıklardan birbirlerini
vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta oldukları ne kötü şeydi!
80- Görürsün ki,
onlardan çoğu kâfirleri veli edinmektedirler. Nefislerinin kendileri için öne
sürdüğü ne kötüdür! Allah onlara gazap etmiştir ve azapta kalıcıdırlar.
81- Şayet Allah'a,
peygambere ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları veli edinmezlerdi,
fakat onların bir çoğu fasıklardır.
"De ki... şeye mi
ibadet ediyorsunuz" buyruğundaki soru, yaptıklarını red ve inkâr içindir
(istifhâm-ı inkârî).
"Yapmakta
oldukları ne kötü şeydi!" Bu, tekid ve yemin, hile yaptıkları işlerin
kötü ve çirkin olduğunu ifade etmekte ve yaptıklarının hayret edilecek bir şey
olduğunu anlatmaktadır.
[217]
"Semi":
Sözlerinizi işiten, "Alım": durumlarınızı çok iyi bilen. "Ey
Kitap Ehli" Yahudiler ve Hristiyanlar. "Dininizden haksız yere haddi
aşmayın": İsa'yı gerçek mevkiinden daha aşağıya indirmek suretiyle veya
hak ettiği mevkiin üstüne çıkarmak suretiyle haddi aşmayınız. Haddi aşmak
(el-Guluv) ise taksirin (yani sınıra yaklaşmamanın), gerçekten uzak durmanın
zıddıdır. Buna ifrat da, haddi aşmak da denilir. "Daha önce hem kendileri
sapmış" aşırılıkla-rıyla sapıtmış. Bunlar onların geçmişleridir, "hem
de bir çoğunu" insanların çoğunu "saptırarak doğru yoldan ayrılmış
bir topluluğun hevalarına" bir kavmin kaynağı delil ve belge değil de
heva ve şehvet olan görüşlerine "uymayın."
"İsrailoğullarından
kâfir olanlar... lanetlenmişlerdir." Lanet etmek rahmetten ve ilâhî
lütuftan kovmak demektir. "Davud'un ve Meryemoğlu İsa'nın diliyle"
Hz. Davud'un kendilerine beddua edip maymunlara dönüştürülmele-riyle -ki bunlar
Eyle'lilerdi- Hz. İsa'nın da diğer bir bölümüne beddua edip domuzlara
dönüştürülmeleriyle -bunlar da gökten bir sofra indirilmesini isteyip iman
etmeyenlerdi- "bu isyan etmeleri", yani bu şekilde lanete
uğramalarının sebebi isyan etmeleri idi. "ve haddi aşmalarından
dolayıdır."
'Yaptıkları fenalıklardan
birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı." Biri diğerini kötülükten
vazgeçirmezdi. "Kâfirleri veli edinmektedirler." Onları dost
edinmekte, onları desteklemektedirler. Veli edindikleri bu kâfirler ise, Mekke
halkı idi. Bunu da (ey Muhammed), sana olan kin ve nefretlerinden dolayı yapıyorlardı.
"Nefislerin
kendileri için öne sürdüğü ne kötüdür!" Ahiretleri için dünyada iken
yaptıkları bu ameleri ne kötüdür!
[218]
Yüce Allah Yahudilerin
batıl iddialarını reddettikten sonra, Hristiyanlarm da batıl iddialarını
reddetti ve bunların batıl olduklarına, tutarsız olduklarına dair karşı
konulmaz delilleri de ortaya koyup Allah'tan başka putlara, ona eş koşulan
ortaklara ve heykellere ibadet eden herkesin bu durumunu reddedip bunların hiç
bir şekilde ulûhiyyete lâyık olmadıklarını beyan etmiştir. Daha sonra
Yahudilere de Hristiyanlara da bir arada hitap ederek: "Ey Kitap Ehli,
dininizde haksız yere haddi aşmayın" diye emretmektedir.
[219]
Ey Muhammed! İster
Kitap Ehli'nden olsunlar, ister putlara tapan müşriklerden olsunlar, Allah'tan
başkasına ibadet eden şu kimselere de ki: Sizler size gelebilecek herhangi bir
zararı önlemeye ve sizin için herhangi bir faydayı sağlamaya gücü yetmeyen
Allah'tan başka şeylere mi tapmıyorsunuz? Halbuki Allah kullarının sözlerini
işitendir, her şeyi çok iyi bilendir. Bize fayda sağlayan ve sizin gerçek
ilâhınız olan o yüce Rabbe ibadetten niye yüz çeviriyor da bir insana yahut da
işitmez ve görmez bir cansıza, hiç bir şey bilmeyen bir cansıza ibadet
ediyorsunuz. Üstelik insan da taş da onların dışındaki diğer bir mahlûk da
kendisinden başkasına da kendisine de ne zarar verebilir, ne de fayda
sağlayabilir.
Hz. Mesih'e düşmanlık
eden Yahudiler şunu bilsinler ki, Mesih onlara bir zarar vermek gücüne sahip
olamadı. Hatta bunlar Hz. İsa'yı asmak ve öldürmek istediler. Mesih'in kendisi
onların kendisine vermek istedikleri bu zararı kendisinden bertaraf etmek
imkânını bulamadı. Aynı şekilde kendisine tabi olanlarına yardımcılarına,
arkadaşlarına dünyevi bir fayda sağlamak gücünü de elde edemedi. Çünkü bunlar
kovalanmışlar ve işkencelere maruz kalmışlardı. O halde Mesih'in ilâh olmasını
akıl nasıl kabul edebilir?
Daha sonra Yüce Allah
peygamberine, yine Kitap Ehli'ne (Yahudi ve Hris-tiyanlara) şöyle demesini
emretmektedir: Ey Kitap Ehli! Hakka tabi olmakta haddi de aşmayınız, Uzeyr'i
tazim etmekte de aşırıya gitmeyiniz, İsa'yı tazim etmekte de aşırıya
gitmeyiniz. Bunlardan herhangi birisini ilâhlaştırarak İsa'yı peygamberlik
makamından çıkartıp ulûhiyyet makamına oturtmayınız; Uzeyr'in de Allah'ın oğlu
olduğunu söylemeyiniz. Aynı şekilde siz de ey Yahudiler! İsa'yı ve annesini
küçük görmekte aşırıya gitmeyin. Annesinin fuhuş işlediğini söylemeye
kalkışmayın.
Bizzat arzularından
kaynaklanan görüşlere sahip olan bir kavmin nevalarına uymayın. Çünkü bunlar
eskiden beri sapıklığın önderleridir. İnsanların bir çoğunu da doğru yoldan
çıkarmışlardır. Ayrıca doğruluk ve itidal yolunu bırakarak sapıklık ve
azgınlık yolunu izlemişlerdir.
Daha sonra Yüce Allah
bunun sebebini beyan etmektedir: O da iyiliği emretmeyi, kötülü de
sakındırmayı terketmeleridir: "İsrailoğullarından kâfir olanlar...
lânetlemişlerdir." diye buyurmaktadır. Yani şanı Yüce Allah uzun dönemden
beri peygamberi Davud'a indirdikleri buyruklarda da Meryem oğlu İsa'nın
vasıtası ile de İsrailoğulları'ndan küfre sapanlara lanet etmiştir. Bunun
sebebi ise Allah'a asi olmaları, onun yarattıklarına karşı haddi aşmaları, saldırmalarıdır.
Hz. Dâvûd onlardan cumartesi günü haddi aşanlar ile Allah'a isyan edenleri
lanetlediği gibi Hz. İsa da, Allah'ın emirlerine karşı direnip onlara muhalefet
etmeleri sebebiyle İsrailoğullarına lanet etmiştir. İbni Abbâs şöyle der:
Bunlar Tevrat'ta da İncil'de de Zebur'da da Furkân'da da (Kur"ân-a Kerîm)
lânetlemişlerdir. Onlardan bilgili olan bir kimse, herhangi bir kimsenin günah
ve haram işler işlemesini yasaklamıyor, vazgeçirmeye çalışmıyordu. Yaptıkları
bu iş ne kötüydü! Bu onların yaptıkları işin çirkiniğini ortaya koymakta ve
yaptıklarının bir benzerini yapmaktan sakmdırmaktadır. Çünkü kötülüğün
yaygınlık kazanması ümmete ileri derecede zarar verir. İyiliği emredip
mün-kerden alıkoymak ise toplumu bayağılıklardan korur, fazilet ve ahlâkı
hatırlatır, hayra iletir ve mutluluğunu gerçekleştirir.
İmam Ahmed, İbni
Mes'ud'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki:
"îsrailoğulları masiyetlere dalınca ilim adamları onlara (bunları
işlemeyi) yasakladı, fakat onlar vazgeçmediler. Bu sefer meclislerinde onlarla
birlikte oturmaya başladılar."
Ebu Dâvûd, Tirmizî ve
İbni Mâce de Abdullah b. Mes'ûd'un şöyle dediğini naklederler: Resulullah
(s.a.) buyurdu ki: "îsrailoğullarının karşı karşıya kaldıkları ilk
eksiklik şu oldu: Onlardan birisi bir diğeri ile karşılaşır ve: "Ey filan!
Allah'tan kork ve yaptığın bu işi terket. Bunu yapmak senin için helâl
değildir." derdi. Daha sonra ertesi günü o kişiyi aynı hal üzere halde
onunla karşılaşır, fakat yine de bu durumu onun o kişi ile beraber oturup yiyip
içmesine engel teşkil etmezdi. Onlar bunu yapınca bu sefer Allah kalplerini
birbirlerine çarptı. Sonra da: "İsrailoğulları'ndan kâfir olanlar...
lanetlenmişlerdi; fakat onların bir çoğu fasıklardır." diye
buyurdu." Sonra Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, böyle değil,
Allah'a yemin olsun ki, ya iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsınız sonra da
zalimin elini yakalar ve onu hakka mecbur eder, hakkın dışına çıkartmazsınız,
ister istemez onu hakkın çerçevesi içerisinde tutarsınız yahut da Allah sizin
de kalplerinizi birbirine çarpar; sonra da tıpkı onları lanetlediği gibi size
de lanetler."
Tirmizî de Huzeyfe b.
el-Yemân'dan Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:
"Nefsim elinde olana yemin ederim, ya iyiliği emreder kötülükten
alıkoyarsınız yahut da aradan fazla bir zaman geçmeden Allah üzerinize kendi
katından bir azap gönderir, sonra da ona dua edersiniz, o da sizin duanızı
kabul etmez."
Daha sonra Yüce Allah
vahyin nüzulü çağında bulunan Kitap Ehli'nin hallerini söz konusu ederek şöyle
buyurmaktadır: "Görürsün ki onlardan çoğu...", yani ey Muhammed, sen
Yahudilerin bir çoğunun Mekkeli müşrikleri dost ve veli edindiklerini, onlarla
antlaşmalar yaptıklarını, seninle savaşmalarını teşvik ettiklerini, müminleri
veli edinmeyi terkettiklerini görürsün.
Rivayet olunduğuna
göre Ka"b b. el-Eşref ve arkadaşları Mekke'ye giderek Resulullah (s.a)'a
karşı müşrikleri kışkırtmışlardı. Fakat müşrikler onların bu isteklerini kabule
yanaşmamışlar ve böylelikle çabaları boşa çıkmış, isteklerini
gerçekleştirememişlerdi.
İşte onların cezası,
yaptıklarının çirkinliğinin ortaya konulması, üzerlerine ilâhî gazabın
indirilip ebediyyen azapta bırakılmaları oldu. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Nefislerinin kendileri için öne sürdüğü ne kötüdür!" Yani
kendilerine Allah'ın gazap etmesini, üzerlerine acıklı azabın indirilmesini, cehennem
ateşinde ebediyyen kalmaları hükmüne mahkûm olunmalarını gerektiren amelleri
işlemek suretiyle âhiretleri için nefislerinin önden gönderdiği şey gerçekten
kötüdür.
Halbuki onlar Allah'a,
peygambere ve Kur*ân-ı Kerîm'e gerçekten iman etmiş olsalardı, gizli olarak ve
içten içe kâfirleri veli edinmezler; Allah'a, peygamberine ve peygamberine
indirilenlere iman edenlerle düşmanlık etmezlerdi. Ama onların bir çoğu
fasıklardır. Yani dinin sınırlarının dışına çıkmış, Allah ve Rasulüne itaatin
dışın çıkmış, münafıklıkta alabildiğine ilerlemiş kimselerdir. Her türlü dine
düşmanlık eden kimselere karşı müminleri veli edinmek ve onlara yardımcı olmak
şeklindeki Allah'ın hükmüne muhalefet etmiş kimselerdir. Bu ise ya onların
dinlerini tahrif etmelerinden yahut da münafıklıklarından ötürüdür.
[220]
Ayet-i kerimeler
aşağıdaki hususları göstermektedir:
Allah'tan başkasına
ibadet, aklın dışına çıkılmış olduğunun, çok seviyesiz bir görüşün, zayıf
düşünüşün ve insanın beyinsizliğinin göstergesidir. Çünkü kendisine ibadet
olunan, kendisinden fayda umulan, -hakkına riayet edilmemesi, emrine muhalefet
edilmesi halinde de- azabından korkulan bir varlık olmalıdır. Allah'ın dışında
bulunan yıldız, gezegen, melekler, putlar, peygamberler, insanların liderleri,
muzaffer komutanlar gibi bütün varlıklardan insan bir faydanın gerçekleşmesini
umsa, bunlar aracılığıyla bir zararın ve bir kötülüğün bertaraf edilmesini
beklese dahi, şüphesiz ki böyle bir umut, bir çeşit vehim ve bir çeşit
seviyesiz bir düşünüştür. İnsan fıtratının alçalışıdır, makul olan kanaatlerin
laf ebeliği ile ihmal edilmesidir, sağlıklı düşünüşün bir kenara itilmesidir.
İşte Allah'ın izniyle
bir çok mucizenin vasıtasıyla gerçekleşmiş olduğu îsa (a.s.), hiç bir şekilde
Allah'ın vasıtasıyla gerçekleştirmiş olduğu olağanüstü halleri aşamaz. Bizzat
kendisine herhangi bir zarar ve bir fayda sağlayamaz. Sizler İsa'nın annesinin
karnında bir cenin olarak yaratıldığını ve bir zamanlar işitemeyeceği,
göremeyeceği, bilgi sahibi olamayacağı bir zarar veremeyeceği bir durumda
bulunduğunu kabul ettiğinize göre nasıl onu ilâh edindiniz?
Peki, o doğmadan önce
kâinatı kim idare ediyordu? Onun vefatından sonra da kâinatı idare eden
kimdir?
Ey Kitap Ehli!
Gerçekten siz doğru ve mutedil yolu izleyip ona bağlanmalısınız. Hevalarınıza,
taassuba, atalardan miras alınan kör taklide bağlı olmamalısınız. Eskiden beri
fitnenin sapıklığın ileri gelenlerinin ve maddi menfaat sahiplerinin görüşleri
sizi aldatmamalıdır.
İsrailoğulları âlimlerinin
iyiliği emredip münkerden alıkoymak görevini ihmal etmeleri, Tevrat'ta,
İncil'de, Zebur'da ve Kur'ân-ı Kerîm'de üzerlerine ilâhî lanet yağması
sonucunu vermiştir. Acaba bundan daha ağır bir ceza olabilir mi?
İşte Müslümanlar da
Allah'ın rahmetinden kovulup lanete uğramayı hak edenleri takit etmekten
sakınmalıdırlar. İbni Atıyye der ki: Gücü yeten, kendisine ve Müslümanlara
zarar gelmesinden emin olan bir kimsenin kötülüğü yasaklayıp alıkoymasının
farz olduğu icma ile kabul edilmiştir. Eğer bundan korkacak olursa, kalbiyle
buna karşı çıkmalı, münker işleyenden uzak durmalı, onunla birlikte
bulunmamalıdır.
İlim adamları şöyle
der: Münkeri yasaklayacak olan kimsenin her türlü masiyetten uzak duran bir
kimse olması şartı yoktur. Aksine isyan edenler de birbirlerine kötülüğü
yasaklamalıdırlar.
Yüce Allah'ın:
"Onlar yaptıkları fenalıklardan birbirlerini vazgeçirmeye
çalışmazlardı." buyruğu bu fiillerde onların ortak olmalarını ve
birbirlerine kötülüğü yasaklamayı terketmeleri dolayısıyla yerilmiş olmalarını
gerektirmektedir. Ayet-i kerime suç ve günah işleyenlerle oturup kalkmanın
yasaklığına ve onları terkedip uzak durmanın emredildiğine delâlet etmektedir.
Yüce Allah bunu Yahudilerin yaptıklarını reddeden bir üslûp taşıyan şu buyruğu
ile daha da pekiştirmektedir: "Görürsün ki onlardan çoğu kâfirleri veli
edinmektedirler." Dinleri üzere bulunmayan müşrikleri dost ve yardımcı
edinmektedirler. Nefislerinin kendilerine süslü ve güzel gösterdiği bu şey ne
kadar kötüdür!
Yüce Allah'ın:
"Şayet Allah'a, peygambere... iman etmiş olsalardı" buyruğu da kâfir
olan bir kimseyi veli (dost ve yardımcı) edinen kişinin, veli edindiği o kimse
gibi inanıp yaptıklarına razı olması halinde, mümin olamayacağını
göstermektedir.
[221]
[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/347.
[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/347.
[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/347-348.
[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/348-349.
[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/349.
[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/350.
[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/350-351.
[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/351-352.
[9] Birinci hadisi Hakim, Enes ve Aişe'den, ikincisini
el-Bezzâr ve Taberânî, İbni Abbas'tan, üçüncüsünü de Ahmed ile Müslim Hz.
Aişe'den rivayet etmişlerdir.
[10] Buna benzer bir ifade bir başka ayet-i kerimede
şöylece varid olmuştur: "Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe
sürüklemesin. Adaletli olunuz, o takvaya daha yakın olandır." (Mâide, 5/8)
Yani bir kavme olan kininiz sizi adaleti terketmeye itmesin. Çünkü adalet
herkese, herkes hakkında, her durumda farzdır. Adalet ile gökler ve yer ayakta
durur ve şüphesiz adalet takvaya en yakın olandır.
[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/352-355.
[12] Hadisi Buharî ve Müslim rivayet etmiştir.
[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/355-359.
[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/360.
[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/360-361.
[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/361.
[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/361.
[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/361-362.
[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/362.
[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/362-363.
[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/363-364
[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/364.
[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/364.
[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/365.
[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/365.
[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/365-366.
[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/366.
[28] Taberî, VI/49.
[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/366-370.
[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/370-372.
[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/373.
[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/373-374.
[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/374-375.
[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/375.
[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/375-378.
[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/378-381.
[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/382.
[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/382-383.
[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/383.
[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/383-384.
[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/384.
[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/384-385.
[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/385.
[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/385-386.
[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/386.
[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/386-389.
[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/389-392.
[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/392-394.
[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/395.
[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/395.
[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/395-396.
[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/396-397.
[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/397.
[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/397-399.
[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/399-400.
[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/401-402.
[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/402.
[58] Râzî, XI/184; İbni Kesîr, 11/32.
[59] Taberî, VI/101.
[60] Taberî, VI/101.
[61] İbni Kesîr, 11/33.
[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/402-406.
[63] Râzî, XI/185 vd.
[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/406-408.
[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/409.
[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/409.
[67] Taberî, VI/103-104.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/409-410.
[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/410.
[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/410-411.
[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/411.
[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/412.
[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/412-413.
[73] Taberî, VT/105; Kurtubî, VT/120.
[74] Taberî, VI/107.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/413.
[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/413.
[76] Taberî, VI/108.
[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/413-417.
[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/417-418.
[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/419.
[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/420.
[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/420.
[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/420-421.
[83] Zemahşerî, 1/454 vd.; Râzî, XI/197-199.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/421-424.
[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/424-425.
[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/427.
[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/427.
[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/428.
[88] Bu hadisi Ahmed, Buhârî, Hâkim ve Beyhakî rivayet
etmiştir.
[89] Râzî,XI/210.
[90] Kişinin canının kendi öz mülkü olmadığı doğru olmakla
birlikte, onun içinde yaşadığı toplumun mülkü olduğunu söylemek de uygun değildir.
Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in bir çok ayetinde de belirtildiği gibi göklerde ve yerde
bulunan her şey, kişinin kendi öz canı da dahil olmak üzere Allah'ın mülküdür.
Nitekim: "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn" ifadesi de bunu
göstermektedir. Yani biz elbette Allah'ın mülküyüz ve elbette ona döneceğiz.
Burada müellifin, toplumun da kişinin üzerinde bir takım haklarının bulunduğunu
kastetmiş olması kuvvetle muhtemeldir. (Çeviren).
[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/428-431.
[92] Kurtubî, VI/134.
[93] Kurtubî, VI/138.
[94] Râzî, XI/210.
[95] Râzî, XI/211; Kurtubî, VI/146
[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/432-434.
[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/435.
[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/435.
[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/435-436.
[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/436-437.
[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/437.
[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/437-442.
[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/442.
[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/443.
[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/443.
[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/444.
[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/444-445.
[108] Kurtubî, VI/159.
[109] Râzî, XI/220.
[110] Âlûsî Tefsiri, VI/124-128
[111] Râzî, XI/22.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/445-449.
[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/450.
[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/450-451.
[114] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 111.
[115] Süyutî, Esbâbu'n-Nüzûl.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/451.
[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/451.
[117] Tercümeye esas aldığımız metinde geçen kelime el-Cemel
"deve" (kaim ip, kendir anlamına da gelir) şeklindedir. Ancak hadis
kitaplarında bu kelime ip anlamına gelen "el-Habl" şeklindedir, bkz.
Müslim, Hudud, 7; Nesai, Sarık, 1; Buhârî, Hudud, 7 vb. Bazıları bu hadis-i
şerifte geçen "yumurta"yı demir yumurta (miğfer) diye, ipi de gemi
halatı diye tefsir etmişlerdir, bkz. Nesai, Suyutî şerhi ile Müslim'de aynı
hadis ile ilgili açıklamalar (Çeviren).
[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/451-455.
[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/455-459.
[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/460.
[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/461.
[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/461-462.
[123] Bu olay Kurayza oğullarının muhasara olundukları
sırada olmuştu. Onlar, Ebu Lüba-be'ye: "Durum nedir ve biz hangi hükmü
kabul ederek inelim?" diye sormuşlardı. O da verilecek hüküm kesilmektir,
anlamında boğazına işaret etmişti.
[124] Kurtubî, XI/179.
[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/462464.
[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/464.
[127] Râzî, XI/235.
[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/464-467.
[129] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/619.
[130] Burada hükmüne başvurulacak kimselerin İslâm'a ters
hükümlerle hükmetmeyecek kimseler olmaları ve böyle bilinmeleri şarttır.
Nitekim biraz sonra müellif de buna değinecektir. Çünkü hak olmayan ve hakka
dayanmayan hükümler esasen merduddur, geçersizdir, hiç bir değerleri yoktur.
(Meselâ bkz. Nisa, 60, 61 ve 65 vs.) [Çeviren]
[131] Bu hadisi Ahmed Müsned'inde Sevbân'dan rivayet
etmiştir, sahih bir hadistir.
[132] Râzî, XI/233; Kurtubî, VI/182.
[133] Râzî, XI/236.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/467-470.
[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/471.
[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/472.
[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/472.
[137] en-Neysâbûrî, Esbabu'n-Nüzûl, s. 112.
[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/472-473.
[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/473.
[140] Hz. Ali hakkında da Rabbani lakabı kullanılmıştır.
Çünkü o: "Ben bu ümmetin Rabbanî-siyim." demiştir. Yine İbni Abbas
hakkında da "bu ümmetin habri" (büyük ilim adamı) lakabı
kullanılmıştır.
[141] Taberî, VT/161.
[142] Taberî, VI/163.
[143] Râzî, XII/6.
[144] Râzî, XII/7.
[145] Râzî, XII/9.
[146] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/473-478.
[147] Taberî, VI/166.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/478-479.
[148] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/480.
[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/480-481.
[150] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/481-482
[151] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/482.
[152] Taberî, VI/172.
[153] Âlûsî,W153.
[154] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/482-486.
[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/486-488.
[156] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/489.
[157] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/489-490.
[158] Burada: "( fe-hâlefehüm )=onlarla antlaşma
yaptı" anlamında bir kelime vardır ki, bu cümle içerisinde bunun bir
anlamı yoktur. Bu tercümeyi ibni Kesir, III/126'ya göre düzelterek yaptık.
[159] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/490-491.
[160] Râzî, XII/16.
[161] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/491-493.
[162] Taberî, VI/179.
[163] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/493-494.
[164] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/495.
[165] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/495-496.
[166] Zemahşerî, 1/466; Râzî, XII/18 vd.; İbni Hişâm,
Sîre, 11/576, 621; İbni Kesir,
el-Bidâye ven-Nihâye, V/48-52; Suyutî,
Tarîhu'l-Hulefâ, 76; Tantavîler, Sîretu
Ömer b. el-Hattab, 360.
[167] Taberî, VI/183
[168] Taberî, VI/186; Süyutt, Esbâbu'n-Nüzûl; Kurtubî,
VT/221; Râzî, XII/20-23.
[169] Taberî, VT/187
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/496-497.
[170] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/497.
[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/498-499.
[172] Taberî, VI/182
[173] Taberî, VI/183
[174] Cüvâsa, Bahreyn'de bir kalenin adıdır. Hadis-i şerifte
de şöyle buyrulmaktadır: "Medine'den sonra ilk cuma namazı kılınan yer
Cuvâsa (Mescidi)dır.
[175] Kurtubî, VT/220
[176] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/499-502.
[177] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/504.
[178] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/504.
[179] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/504-505.
[180] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/505.
[181] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/506.
[182] Taberî, 1/264
[183] İbni Kesîr, 11/74; Beydâvî, 156.
[184] Zemahşerî, 1/471
[185] Kurtubî, VI/237
[186] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/506-510.
[187] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/510-512.
[188] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/513-514.
[189] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/514.
[190] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/515.
[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/515.
[192] Bizler herhangi bir teşbîh ve tecsîme gitmeksizin
"el"e iman ederiz. Burada zahir olan, bununla herkese nimet ihsan
etmenin kastedildiğidir (Ibni Atıyye, 4/509, 512).
[193] Taberî, VI/195
[194] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/515-518.
[195] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/518-520.
[196] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/521.
[197] Râzî, III/105; İbni Kesir, 11/80
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/521-522.
[198] Köşeli parantez ile tırnak içerisindeki bu ibare, asıl
metinde atlanmıştır. Bu ibare [«.....»]
olmadan hadisin anlaşılması mümkün değildir. Bu bölümü es-Suyutî,
ed-Dürrü'l-Mensûr, III/117'den aktardık (Çeviren).
[199] Râzî, XII/50.
[200] Taberî, VI/200; Süyutî, Esbâbu'n-Nüzûl.
[201] Kurtubî, VI/245.
Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/522-524.
[202] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/524.
[203] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/524-527.
[204] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/527-528.
[205] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/529.
[206] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/529.
[207] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/530.
[208] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/530.
[209] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/531.
[210] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/531-532.
[211] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/533.
[212] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/533.
[213] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/533-534.
[214] Meleklerin Hz. Sara ile Hz. Meryem'e hitap etmelerini
ve Yüce Allah'ın: "Ve biz Musa'nın annesine onu emzir diye
vahyettik." (Kasas, 28/7) buyruğunu delil göstererek Hz. İshak'ın annesi
Sâra'mn, Hz. Musa'nın annesinin ve Hz. İsa'nın annesinin peygamber olduğu görüşünü
kabul eden İbni Hazm ve diğerlerinin iddia ettiği gibi Hz. Meryem bir kadın
peygamber değildir. Onlara göre zaten peygamberliğin anlamı budur (yani
meleklerin hitabına mazhar olmaktır), ancak cumhurun kabul ettiği görüş şudur:
Şanı Yüce Allah erkeklerden başkasından peygamber göndermiş değildir. Çünkü
Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Senden önce gönderdiğimiz peygamberler
ancak kendilerine vahyettiğimiz şehirli erkeklerden ibaretti." (Yûsuf, 12/109) (Ayrıca bkz. Nahl, 16/43 ile
Enbiya, 21/7. -Çeviren-).
[215] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/534-535.
[216] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/536-537.
[217] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/538.
[218] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/539.
[219] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/539.
[220] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/539-541
[221] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları:
3/542-543