MAİDE SURESİ 5

Surenin Adı: 5

Nüzul Tarihi: 5

Önceki Sure İle İlişkisi: 5

Surenin Muhtevası: 5

Surenin Fazileti: 6

Akitlere Bağlılık, Haksızlığın Yasaklanışı, İyilik Üzere Dayanışma Ve Allah'ın Şeâirine Gereken Tazimi Göstermek   6

Belagat 6

Kelime ve İbareler: 6

Nüzul Sebebi 7

Açıklaması 7

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 9

Haram Kılınan Yiyecekler, Dinin Kemale Erdirilmesi, Zaruret Hali 11

I'rab: 11

Kelime ve İbareler: 11

Nüzul Sebebi 12

Açıklaması 12

1- Ölü (meyte): 12

2- Kan: 12

3- Domuz Eti: 13

4- Allah'tan Başkasının Adı Anılarak Kesilenler: 13

5- Boğulmuş: 13

6- Vurularak Ölen: 14

7- Yuvarlanmış: 14

8- Süsülerek Ölen: 14

9- Yırtıcı Hayvan Tarafından Parçalananlar: 14

10- Dikili Taşlara Kesilenler: 15

Fal Oklarıyla Kısmet Aramak: 15

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 17

Helal Yiyecekler Ve Kitap Ehli'nden Olan Kadınlarla Evlilik.. 18

Belagat: 18

Kelime ve İbareler: 18

Nüzul Sebebi 19

Ayetler Arası İlişki 19

Açıklaması 19

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 21

Abdestin, Cünüplükten Yıkanmanın (Guslün) Ve Teyemmümün Farz Oluşu İle Allah'ın Nimetinin Anılması 23

I'râb: 23

Belagat: 23

Kelime ve İbareler: 23

Nüzul Sebebi 23

Ayetler Arası İlişki 24

Açıklaması 24

Yüzü Yıkamak: 25

Dirseklere Kadar Ellerin Yıkanması: 25

Başa Mesh Etmek: 25

Topuklara kadar ayakları yıkamak: 25

Gusül: 27

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 29

Adaletle Şahitlik Etmek, Adaletle Hükmetmek, Müminlere Vaadedilen Mükâfat, Kâfirlere Yapılan Tehditler Ve Allah'ın Nimetlerinin Hatırlatılması 30

İ'râb: 30

Belagat: 30

Kelime ve İbareler: 30

Nüzul Sebebi 30

Ayetler Arası İlişki 31

Açıklaması 31

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 32

Yahudilerle Hıristiyanların Ahitlerini Bozmaları 33

Kelime ve İbareler: 33

Ayetler Arası İlişki 33

Açıklaması 33

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 36

Kur'an-ı Kerım'ın Amacı 36

Belagat: 37

Kelime ve İbareler: 37

Nüzul Sebebi 37

Ayetler Arası İlişki 37

Açıklaması 37

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 38

Yahudi Ve Hıristiyanların İnançlarını Red. 38

Belagat: 38

Kelime ve İbareler: 38

Nüzul Sebebi 39

Ayetler Arası İlişki 39

Açıklaması 39

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 41

Hz. Musa'nın, Kavmine Allah'ın Nimetlerini Hatırlatması Ve Mukaddes Arz'a Girmelerinin İstenmesi, Buna Karşılık Reddedici Tavırları 41

İ'râb: 42

Belagat: 42

Kelime ve İbareler: 42

Ayetler Arası İlişki 42

Açıklaması 42

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 44

Kabil Ve Habil Kıssası, Yeryüzündeki İlk Cinayet 45

Belagat: 45

Kelime ve İbareler: 45

Ayetler Arası İlişki 46

Açıklaması 46

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 48

Hirabe (Yol Kesicilik) Haddi Veya Yol Kesicilerin Hükmü. 49

İ'râb: 49

Belagat: 50

Kelime ve İbareler: 50

Nüzul Sebebi 50

Ayetler Arası İlişki 51

Açıklaması 51

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 53

Takva Ve Cihat, Ahirette Kurtuluşun Esasıdır; Dünya Zenginlikleri Kâfirleri Kurtarmak İçin Yeterli Olmayacaktır  54

Belagat: 54

Kelime ve İbareler: 54

Ayetler Arası İlişki 54

Açıklaması 54

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 55

Hırsızlık Haddi (Cezası) 57

I'râb: 57

Kelime ve İbareler: 57

Nüzul Sebebi 58

Ayetler Arası İlişki 58

Açıklaması 58

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 60

Münafıklarla Yahudilerin Küfre Doğru Koşuşmaları İle Yahudilerin Tevrat'ın Hükümlerine Karşı Tutumları 62

İ'râb: 63

Belagat: 63

Kelime ve İbareler: 63

Nüzul Sebebi 63

Ayetler Arası İlişki 64

Açıklaması 65

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 66

Tevrat Bir Hidayet Ve Bir Nurdur; Kısas Şer'ı Bir Hüküm Olarak Tevrat'ta Vardı Ve Hıristiyanlar Da Onun Hükmüyle Hükmetmekle Mükellefti 68

İ'râb: 68

Belagat: 68

Kelime ve İbareler: 68

Nüzul Sebebi 69

Ayetler Arası İlişki 69

Açıklaması 69

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 72

Kur'an Şeriatî İle Hükmetmek.. 73

Belagat: 73

Kelime ve İbareler: 73

Nüzul Sebebi 73

Ayetler Arası İlişki 74

Açıklaması 74

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 76

Yahudi Ve Hıristiyanları Dost (Veli) Edinmek.. 77

İ'râb: 77

Kelime ve İbareler: 77

Nüzul Sebebi 78

Açıklaması 78

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 79

Mürtedler Ve Müslümanlara Düşmanlıkları 80

Belagat: 80

Kelime ve İbareler: 80

Nüzul Sebebi 81

Ayetler Arası İlişki 82

Açıklaması 82

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 83

Kafirleri Veli Edinmenin Yasaklanması Ve Sebepleri 84

İ'râb: 84

Belagat: 84

Kelime ve İbareler: 85

Nüzul Sebebi 85

Ayetler Arası İlişki 86

Açıklaması 86

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 88

Yahudilerin En Çirkin Sözlerinden Birisi, Aralarında Düşmanlık Ve Nefretin Yerleştirilmesi İle Kitap Ehli'nin İmanlarının Mükâfatı 89

Belagat: 90

Kelime ve İbareler: 90

Nüzul Sebebi 90

Ayetler Arası İlişki 90

Açıklaması 91

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 92

Hz. Peygambere Vahyi Tebliğ Emri, İnsanlardan Korunması Ve Kitap Ehli'nin Onun Peygamberliğine İmana Davet Edilmeleri 93

Belagat: 93

Kelime ve İbareler: 93

Nüzul Sebebi 94

Ayetler Arası İlişki 95

Açıklaması 95

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler: 97

Yahudilerin Peygamberlerini Yalanlamaları Ve Onları Öldürmeleri 97

Belagat: 97

Kelime ve İbareler: 98

Ayetler Arası İlişki 98

Açıklaması 98

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 98

Hıristiyanların Hz. Mesih'i İlâhlaştırmaları 99

Belagat: 99

Kelime ve İbareler: 99

Nüzul Sebebi 100

Ayetler Arası İlişki 100

Açıklaması 100

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 101

Hz. İsa'yı İlahlaştıran Hıristiyanlarla Tartışma, Kitap Ehlinden Dinde Aşırıya Gitmemelerinin İstenmesi Ve Kötülükten Sakındırmamaları Dolayısıyla İsrailoğullarının Lanete Uğramaları 102

Belagat: 102

Kelime ve İbareler: 102

Ayetler Arası İlişki 102

Açıklaması 103

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler. 104

 


Rahman ve Rahîm Olan Allah'ın Adıyla

 

MAİDE SURESİ

 

Kur'ân-ı Kerim'in 5. süresidir.

 

Surenin Adı:

 

Bu sure havarilere Hz. İsa'nın peygamberliğinin doğruluğuna delâlet et­mesi ve kendilerine bir bayram olması için gökten bir maide (sofra) indirilmesi kıssasını ihtiva ettiğinden dolayı Maide suresi diye adlandırılır. Buna aynı za­manda Suretu'1-Ukûd (Akidler Suresi) ile Sureti'l-Munkiza (Kurtarıcı Sure) adı da verilmektedir. Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Maide suresi Allah'ın melekûtunda el-Munkize (kurtarıcı) diye bilinir. Bu sure, sahibini azap melekle­rinin elinden kurtarır." [1]

 

Nüzul Tarihi:

 

Bu sure bazı bölümleriyle Hudeybiye'den ayrılmadan sonra Mekke'de na­zil olmuş olsa da esas olarak hicretten sonra nazil olan Medenî bir suredir. Bu-harî ile Müslim'de Hz. Ömer'den şu rivayet sabittir: "Yüce Allah'ın, "Bugün si­ze dininizi tamamladım." ayeti cuma günü Veda haccında ve Arafede öğleden sonra nazil olmuştur."

Resulullah (s.a.)'m Veda Haccında Mâide suresini okuyup şöyle dediği ri­vayet edilmektedir: "Ey insanlar! Şüphesiz ki Mâide suresi en son nazil olan buyruklardandır. O bakımdan o surede helâl kılınmış şeyleri helâl, haram kı­lınmış şeyleri de haram biliniz." Ahmed, Tirmizî, Hâkim ve Beyhakî de Abdul­lah b. Ömer'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Son nazil olan sureler Mâide ve Feth sureleridir." Yine Ahmed, Nesaî ve sahih olduğunu belirterek Beyhakî Hz. Aişe'nin şöyle dediğini rivayet ederler: "Maide son nazil olan suredir. O ba­kımdan o surede helâl bulduğunuz şeyi helâl diye kabul ediniz, haram buldu­ğunuzu da haram biliniz." [2]

 

Önceki Sure İle İlişkisi:

 

Bu sure ile Nisa suresi arasında çeşitli benzerlik yönleri bulunmaktadır. Çünkü bu surelerin her birisi bir çok ahit ve akdi, çeşitli hükümleri, Kitap Ehli ile müşrik ve münafıklarla münakaşaları ihtiva etmektedir. Nisa suresinde ev­lilik, eman, hilf (himaye antlaşması) ve çeşitli antlaşmalar ile vasiyetler, ema­netler vekâletler ve icare gibi bir takım akitlerden söz edilmekte, Mâide suresi ise genel olarak bütün akitlere bağlı kalma emri ile başlamaktadır. Nisa suresi içkinin haram kılınışı hükmüne hazırlıklarda bulunurken Mâide suresi de ke­sin bir surette içkiyi haram kılmıştır. Her iki sure de gerek itikadlarında gerekse de Muhammedi risalete karşı takındıkları tavırlarında Kitap Ehli, müş­rik ve münafıklarla tartışmaları ihtiva etmektedir. [3]

 

Surenin Muhtevası:

 

Mâide suresi teşriî (hukukî) bir takım hükümler ile üç kıssa ihtiva etmek­tedir. Bu suredeki hükümler akitlerin hükümleri, Kitap Ehli kadınlar ile ni­kahlanma, ölüm esnasında vasiyet, boğazlanarak kesilen ve avlanılan hayvan­ların yenilmesi, ihramda iken avlanma ve bunun cezası, abdest, gusül ve te­yemmüm gibi yollarla taharet, içki ve kumarın haram kılmışı ile irtidadın ce­zası, hırsızlığın cezası, yol kesiciliğin cezası, yemin kefareti, bahira, şaibe, vasi­le ve hami gibi davarların haram kılınması ile ilgili cahilî töreler, Allah'ın in­dirdikleri ile ameli terkedenin hükmü ve Hristiyanlar, Yahudiler, müşrik ve münafıklarla yapılan tartışma ve münakaşa esnasında yer alan benzeri hü­kümlerdir.

İlim adamları bu surede başka surelerde yer almayan on sekiz fariza yer aldığını söylerler ki, bunlar "... boğularak, vurularak, yuvarlanarak, süsülerek ölen hayvanlar ile yırtıcı hayvanlar tarafından parçalananlar." ve yine aynı ayette yer alan: "dikili taşlar (putlar) üzerine kesilenler ve fal oklarıyla kısmet aramanız size haram kılınmıştır." (Mâide, 5/3); "Allah'ın size öğrettiği ile alıştı­rıp öğrettiğiniz avcı hayvanların..." (Mâide, 5/4); "Kitap Ehlinin yemeği" ile yi­ne aynı ayette: "Ve sizden önce kitap verilenlerden iffetli kadınlar" (Mâide, 5/5). hakkındaki hükümlerle abdest için temizlenmenin tamamı ile ilgili hükümler: "Namaza kalktığınız zaman..." (Maide, 5/6) diye başlayan ayet "Hırsız erkek ile hırsız kadının..." (Mâide, 5/38); "İhramda iken avı öldürmeyiniz..." buyruğundn itibaren "Allah mutlak galiptir, intikam sahibidir." (Mâide, 5/95) ayeti, "Allah bahire, şaibe, vasile ve hâm diye bir şey kılmamıştır."(M&ide, 5/103) ile "Sizden birinize ölüm gelip çattığınızda... iki kişiyi şahit tutun" (Mâide, 5/106) ayetindeki hükümlerdir.

Kurtubî bundan ayrı olarak 19. bir farzdan daha söz eder ki, bu da Yüce Allah'ın "Ve namaz için seslendiğinizde..." (Mâide, 5/58) buyruğudur. Kur'an-ı Kerim'de bu sureden başkasında ezandan söz edilmemektedir. Cuma suresinde söz konusu edilen ezan ise Cuma gününe has ezandır. Bu surede ise bütün na­mazları kapsayan umumî bir ezan söz konusu edilmiştir.

Özetle Mâide suresi İslâm'da oldukça önemli bir takım esas hükümleri açıklamakla diğer surelerden ayrılmaktadır. Bunlar da şöyle sıralanabilir:

1- Dinin tamamlanmış olması, Allah'ın dininin -peygamberlerin şeriatleri ve yollan farklı olsa dahi- bir olduğu;

2- Peygamber (s.a.)'in peygamberliğinin umumi oluşu ile onun   herkese tebliğ ile emrolunmuş olması, görevinin yalnızca tebliğden ibaret olması;

3- Yüce Allah müminlere kendilerini ıslah etmelerini farz kılmış, kendileri doğru yolda oldukları takdirde başkalarının sapıklığının kendilerine zarar ve­remeyeceğini belirtmiştir. Islahın yolu ise akitlere tamı tamına bağlı kalmak, başkalarına haksızlığı haram kılmak; iyilik ve takva üzere yardımlaşmak, günah ve düşmanlık üzere yardımlaşmayı, kâfirleri veli (dost) edinmeyi haram kılmak, adaletle şahitliği farz kılmaktır. Müslümanlar arasında da diğerleri arasında da eşitlik ve adalet ölçüleriyle hükmetmektir.

4- Yenecek şeylerin hükümlerine dair açıklamalar ile içki, kumar, dikili taşlar ve fal oklarının haram kılınması;

5- Ahirette amellere karşılık vermenin yalnızca Allah'a ait olduğunun bil­dirilmesi ve böyle bir günde fayda verecek olan tek şeyin doğruluk ve samimi­yet olduğunun vurgulanması.

İbret ve öğüt için anlatılan üç kıssaya gelince: Bunların birincisi İsrailo-ğulları ile Hz. Musa'nın kıssasıdır. Bu kıssa onların: "Haydi sen ve Rabbin gidi­niz, savaşınız, işte biz burada oturuyoruz." (Mâide, 5/24) dedikleri bildirilen kıssa; ikincisi Kabil'in Hâbil'i öldürmesi ile sonuçlanan Hz. Adem'in iki oğlu­nun kıssası -ki yeryüzünde işlenen ilk cinayettir; üçüncüsü ise, Hz. İsa'nın ar­kadaşları olan havariler önünde harikulade bir mucizesi olan Mâide (sofra) kıs­sası. [4]

 

Surenin Fazileti:

 

İmam Ahmed, Abdullah b. Amr b. el-Âs (r.anhuma) dan şöyle dediğini ri­vayet etmektedir: "Mâide suresi Resulullah (s.a.)'a devesi üzerinde binmiş vazi­yette iken nazil oldu da devesi onu taşıyamadı. Bundan dolayı devesinin sırtın­dan indi." [5]

 

Akitlere Bağlılık, Haksızlığın Yasaklanışı, İyilik Üzere Dayanışma Ve Allah'ın Şeâirine Gereken Tazimi Göstermek

 

1- Ey iman edenler! Akitleri yerine geti­rin. Siz ihramlı iken avlanmayı helâl görmeksizin size bildirilecekler müstes­na, davarlar size helâl kılınmıştır. Mu­hakkak ki, Allah dilediği ile hükmeder.

2- Ey iman edenler! Allah'ın şeâirine, haram olan aya, hediye olan kurbanlı­ğa, gerdanlıklara ve Rablerinden lütuf ve rıza talep ederek Beytülharem'e ge­lenlere hürmetsizlik etmeyin, ihramdan çıkınca avlanabilirsiniz. Sizi Mescid-i Haramdan alıkoydukları için bir kavme olan kininiz sizi haddi aşmaya sürükle­mesin. İyilik ve takva üzerinde yardım­lasın. Günah işlemek ve aşırı gitmekte yardımlaşmaym. Allah'tan sakının. Mu­hakkak ki, Allah cezası şiddetli olandır.

 

Belagat

 

"Allah'ın şeâiri" tabiri istiaredir. Burada kulların kendisi ile Allah'a taab-büd (kulluğunu ifa) ettiği helâl ve haram gibi ibadetlere alâmet teşkil eden "şa-îre (şeâirin tekili)" kelimesi istiare yoluyla kullanılmıştır.

"Gerdanlıklılar", yani gerdanlığı bulunanlar. Bu da özel bir ismin genele atfedilmesi kabilindendir.

"İyilik ve takva üzerinde yardımlasın, günah işlemek ve aşırı gitmekte yar­dımlaşmaym." buyruğunda bedi' ilminde mukabele diye adlandırılan sanat vardır. [6]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Akitleri" sizlerle Allah- ve insanla arasında bulunan yeminlerle pekiştiri­lip sağlamlaştırılmış ahidleri "yerine getirin." Hiç'bir eksiklik söz konusu ol­maksızın onun gereğini tam olarak yapın, yaptığımız himaye ve benzeri akitle­re riayetedin. Bu tabir hem" helâl, haram ve farz kılınan hususlara dair şeriatın akitlerini, hem de alım, satım, evlilik ve insanların bunlardan başka birbirle­riyle yaptıkları akitleri kapsamaktadır, "...size bildirilecekler müstesna": "Ölü, kan..." ayetinde haram oldukları size bildirilenler müstesna. "Siz ihramlı iken" Hac veya umre için ihrama girmiş iken "avlanmayı helal görmeksizin... davar­lar size helal kılınmıştır." Bunu ifade etmek üzere kullanılan birinci kelime olan el-Behîme aklı bulunmayan canlı demektir. Örf ile kara ve deniz hayvan­ları arasında dört ayaklı hayvanlar hakkında özelleşmiştir. Diğer kelime olan el-En'âm ise deve, sığır ve koyun türü ile bunlara katılan camış, keçi ve ceylanı kapsar. İşte bu davarlar boğazlandıktan sonra size helâl kılınmıştır.

"Şeâir" kelimesi şaîrenin çoğuludur. Dininin alâmetleri anlamındadır, özel olarak da hac menasiki hakkında kullanılmıştır. "Allah'ın şeâirine... hürmetsiz­lik etmeyin" buyruğu, ihramlı iken avlanmak suretiyle bu haramı işlemeyin manasmdadır. Ayrıca onda savaşmak suretiyle "haram olan ay"a da hürmetsiz­lik etmeyin. "Hediye olan kurbanlık": Harem bölgesine hediye olarak gönderilen davarlar olup bunlar o bölgede fakirler için kesilirler. Bu da nüsük (kurban) tü-ründendir. "Gerdanlıklılar" Gerdanlık (kılâde) boyna asılan şey demektir. Bu kelime aynı zamanda harem ağaçlarına güvenlik altında kalması, yani kimse­nin onlara el uzatmayıp sahiplerine de dokunmaması için Harem bölgesi içinde­ki ağaçlara asılan şeylere denilirdi. "Rablerinden bir lütuf rızık yahut ticarette bulunmak suretiyle Rablerinden kâr "ve rıza" O'nun rızasını kastetmek suretiy­le razı olmasını "talep ederek Beytülharama gelenlere" Onları öldürmek suretiy­le, Beyt-i Harama gitmek isteyenlere de "hürmetsizlik etmeyin.": Onlar kendi bozuk kanaatlerince böyle düşünüyorlardı. Yani bu şekilde davranmakla Al­lah'ın kendileriyle dünyada çekecekleri azap arasında engel teşkil edecek şekil­de rızasına ulaşacaklarını kabul ediyorlardı. Bu hüküm Tevbe süresindeki ayet-i kerime ile nesh olunmuştur. eş-Şa'bî şöyle der: Bu sureden "haram olan aya hediye olan kurbanlığa..." buyruğu dışında nesh olmuş bir şey yoktur.

"İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz." Bu, vacip (farz) kılan bir emir değil, mubah kılan bir emirdir. "Bir kavme olan kininiz" bir kavme karşı duyduğunuz kin, yani sizi Mescid-i Haramdan alıkoydular diye onlara karşı duyduğunuz kin sebebiyle öldürmeye ve başka herhangi bir surette onlara karşı saldırmaya "haddi aşmaya sürüklemesin" itmesin.

"İyilik=el birr": Bütün hayırları kuşatan kapsamlı bir kelime olup şeriatın emretmiş olduğu, kalbin de kendisinden yana huzur bulduğu her şeyi kapsamı­na alır. "Takva" Bu da emrolunan şeyleri yerine getirmek, yasak kılınan şeyler­den uzak durmak demektir. "Günah": İsyan ve günahı gerektiren şeyler demek olup müminin kalbine rahatsızlık veren ve insanların görüp haberdar olmaları istenmeyen şeylerdir. "Aşırı gitmek": Allah'ın sınırlarını aşmak. "Allah'tan sa­kının." Ona itaat etmek suretiyle azabından korunun, korkun. "Muhakkak ki Allah" emrine muhalefet edenler için "cezası şiddetli olandır." [7]

 

Nüzul Sebebi

 

İkinci ayetin inişi ile ilgili olarak İbni Cerîr et-Taberî, İkrime'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: el-Hutam b. Hind el-Bekrî Medine'ye beraberinde yiyecek yüklü bir kervan ile geldi, yiyecekleri orada sattı. Daha sonra Resulullah (s.a.)'ın huzuruna girip ona bey'at etti ve İslâm'a girdi. Geri dönüp çıktığında Hz. Peygamber ona baktı ve yanında bulunanlara şöyle dedi: "Bu kişi yanıma günahkâr birisinin yüzüyle girdi ve ahdini bozmak isteyen bir şe­kilde geri döndü." Gerçekten Yemâme'ye varınca İslâm'dan irtidad etti. Yine Zülkade ayında Mekke'ye gitmek kasdıyla yiyecek yüklü bir kervan ile yola koyuldu. Resulullah (s.a.)'ın ashabı onun bu durumunu haber alınca muhacir ve ensardan bir grup kervanı ile birlikte onu yakalayıp zelil düşürmek kas­dıyla yola çıkmaya hazırlandı. Bunun üzerine Yüce Allah: "Ey iman edenler! Allah'ın şeairine... hürmetsizlik etmeyin" ayetini indirdi. Bunun üzerine yap­mak istedikleri bu işten vazgeçtiler." es-Süddî'den de buna benzer bir rivayet kaydedilmiştir.                                   

Yüce Allah'ın, "... sizi haddi aşmaya sürüklemesin." buyruğunun inişiyle ilgili olarak İbni Ebî Hatim, Zeyd b. Eslem'in şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Resulullah (s.a.) müşrikler kendilerini Beyt-i Harama varmaktan alıkoyduk­ları sırada ashabı ile birlikte Hudeybiye'de bulundular. Bu durum onlara çok ağır gelmişti. Doğu tarafından müşriklerden bir grup, umre yapmak üzere yan­larından geçti. Peygamber (s.a.)'in ashabı da: Diğer müşrikler bizim arkadaşla­rı umre yapmaktan alıkoydukları gibi biz de bunları engelleyelim, dediler. Bu­nun üzerine Yüce Allah, "Bir kavme olan kininiz sizi haddi aşmaya sürükleme­sin." buyruğunu indirdi." [8]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah müminlere, kendilerini mükellef tutacağı emirlere sarılmaları­nı teşvik için, iman nitelikleriyle nida etmektedir. Çünkü müminler Rablerinin kendilerini mükellef kıldığı şeylere sıkı sıkıya bağlı kalırlar.

Ey iman vasfına sahip olup şeytanın davet ettiği her şeyi bir kenara itenler! Akitlere, yani kendi aranızda, sizinle Allah arasında yahut kendinizle sair in­sanlar arasında akdetmiş olduğunuz ahitlere, yani akitlere eksiksiz bağlı kaim. Çünkü bu akitler Allah'ın sizleri yerine getirmekle mükellef tuttuğu yükümlü­lükler ile sizin kendinizin yerine getirmeyi üstlendiğiniz hususlardır. Bunlar Al­lah'ın helâl veya haram kıldığı şeyler ile Allah'ın peygambere ve Kitab'a iman et­tiğini ikrar eden kimselerden almış olduğu, bunların farzları, helâl ve haram hü­kümlerini ihtiva eden buyrukları yerine getireceklerine dair verdikleri sözlerdir. Bu yükümlülüklerin bir kısmı insanların kendi aralarında yapmış oldukları kar­şılıklı ilişkilere dair akitlerdir. Sözü geçen akitler altı gruptur: Allah'a olan ahit, himaye akdi, ortaklık akdi, alışveriş akdi, nikâh akdi ve yemin akdi. Resulullah (s.a.): "Müslümanlar şartlarına riayet ederler."; "Allah'ın Kitab'ında bulunmayan her bir şart yüz tane şart dahi olsa batıldır."; "Her kim bizim bu işimize uymayan bir amelde bulunursa o ameli merduddur." [9] buyurmuştur. O halde şeriate aykırı düşmediği sürece ittifakla kabul edilen şartlara uygun akitlere bağlı kalmak gerekmektedir. Haram şeyler üzere yapılan akitlere bağlı kalmak icabetmez. Ca-hiliye döneminde batıl üzere yapılan yeminler bu türdendir. Cahiliye döneminde insanların ahitleştiği zaman bir diğerine: "Benim kanım senin kanm, benim boz­duğum şey senin de bozduğun şey demektir, sen de bana mirasçı olursun, ben de sana mirasçı olurum" diyerek yaptıkları yardımlaşma ve miras andlaşmaları da bu tür haram şeyler üzere yapılan akitlerdendir.

Daha sonra Yüce Allah, helâlini helâl, haramını da haram bilmekten iba­ret dininde insanlar üzerinde akitleri genişçe açıklamakta ve ihramlıyken ha­ram kılınan bazı hususları yasaklamak için bizleri akitlere eksiksiz bağlı kal­maya iten nimetlerini sayarak bu haram hükümleri arzetmek için bir hazırlık­ta bulunmaktadır. Allah'ın üzerimizdeki nimetlerinin en büyüklerinden birisi de sert usule göre boğazlamak suretiyle davarların yenilmesinin helâl kılınmış olmasıdır. Davarlar (En'âm); deve, sığır, koyun, keçi ve bunlara benzer yaban keçisi gibi hayvanlardır. el-Behîme tabiri ise aslında temyiz gücüne sahip ol­mayan her bir canlı demek olduğundan, ister dört ayaklı olsunlar ister olma­sınlar davarları (en'am) ı da kapsamına alır. Ayet-i kerimede bu "Behime" keli­mesi "En'am" kaydıyla zikredilmiştir. Burada izafet (behîmetu'l-en'âm tamla­ması), beyan içindir. Yani en'amın kendisi olan behîme anlamındadır. O bakım­dan en'âm dışında kalan hayvanlar bu tabirin kapsamına girmemektedir: İster at, katır ve eşek gibi tırnaklılardan, isterse de arslan, pars, kurt ve buna ben­zer azı dişi bulunan yırtıcılardan, isterse de kartal, tavşancıl kuşu, karga ve doğan gibi pençeli kuşlardan olsunlar.

İfadede ibareye uygun bir fiilin takdiri kaçınılmazdır. Çünkü helâl kılmak ancak fiillere taalluk eder. Bu fiil de yararlanmaktan alman bir fiildir. Buna göre Yüce Allah'ın, "Davarlar size helâl kılınmıştır." buyruğu, davarlardan ya­rarlanmak size helâl kılınmıştır, anlamındadır. Bu yararlanma da davarlarm eti, derisi, kemiği ve yünleri ile yararlanmayı kapsamına alır. Böyle bir takdiri, Yüce Allah'ın şu buyruğundaki fiili takdirine benzer: "Davarları da yarattı ki, bunlarda sizin için ısıtıcı ve koruyucu maddeler ve bir çok menfaatler vardır. Hem onlardan yersiniz de." (Nahl, 16/5) Bu, ısınmak ve başka hususlarda ken­dileriyle yararlanmanız için yarattı, anlamındadır.

Daha sonra Yüce Allah davarlardan haram kılınmış on şeyi istisna ede­rek: "Size bildirilecekler müstesna" buyurmaktadır. Yani ileride gelecek ve Ki-tab-ı kerimin buyrukları arasında sizlere okunacak haramlar, size helâl kılı­nan davarlar cümlesinden istisna edilmiştir. Ayrıca sizler ihramda bulunduğu­nuz sırada da avlanmayı helâl görmemelisiniz. Buna göre hac veya umre için ihramda bulunulduğu sırada avlanmak haram olduğu gibi, ihram halinde olun­masa dahi Mekke ve Medine'nin Harem bölgelerinde de avlanmak haramdır.

"Hurum" kelimesi haramın çoğuludur. Bu da hac veya umre için ihramlı olan kimse demektir. Sünnet-i seniyye Haremeynin avının haram kılındığına delâlet etmektedir. "Muhakkak ki, Allah dilediği ile hükmeder." Allah, dilediği hükümleri koyar ve o koyduğu bu hükümlerin hikmetli ve maslahatlı olduğunu da bilir.

"Ey iman edenler! Allah'ın şeâirine... hürmetsizlik etmeyin." Ey iman eden­ler! Allah'ın şeairine, yani haccm menasikine hürmetsizlik etmeyin. Şeaire hürmetsizlik ise bu şeairdeki haramları, yasaklan mubah görüp bunların say­gınlıklarını hafife almak, hükümlerini ihlâl etmek, bu şeairi yerine getirmek suretiyle Allah'a ibadet etmek isteyenleri engellemektir. O halde Allah'ın sınır­larım aşmayınız.

Haram ayların da saygınlıklarını çiğnemeyiniz. Bu haram aylar da Zülkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarıdır. Bu aylarda müşriklerle savaşmayınız. Arapların cahiliye döneminde yaptıkları ve haram ayın bir diğer aya ertelenmesi demek olan "nesi" uygulaması gibi bir uygulamayla bu ayları başka aylara değiş­tirmeyin, hac aylarında insanları haccetmekten alıkoyacak işleri yapmayın.

"Hediye olan kurbanlığa..." yani Harem bölgesine hediye olarak gönderil­miş kurbanlıklara gasp yahut alıp yakalamak veya Kâbeye ulaşmasını engelle­mek suretiyle saldırıda bulunmayınız. Haram aya "haram" sıfatının verilmesi o ayda savaşmanın haram kılınmış olmasındandır. Bu hüküm daha önce de açıklandığı üzere Tevbe süresindeki ayet-i kerime ile nesholunmuştur. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Artık haram aylar çıktı mı o müşrikleri nerede bulursanız öldürünüz." (Tevbe, 9/5) Hedy (hediye kurbanı), kişinin Harem böl­gesinde kesilmek üzere kurban olarak gönderdiği davar demektir.

Davarlardan "gerdanlıklılar"\n da saygınlıklarını çiğnemeyiniz. Bundan kasıt ise gerdanlık takılmış olan davarlardır. "el-Kalâid" kelimesi, kilâde'nin ço­ğuludur. Bu da deve veya başka bir davarın boynuna asılan ayakkabı, yahut ib­rik kulpu, deri parçası, ağaç kabuğu ve buna benzer şeylerdir. Bunlardan mak­sat bu hayvanın hediye kurbanı olduğunun bilinmesi ve böylelikle ona saldırıl­masının önlenmesidir. Hediye kurbanı gerdanlıklıları kapsamakla birlikte, özel­likle açıklanması onların şereflerine dikkat çekmek, daha çok itina edilmesi ge­rektiğini açıklamak ve özel olarak ona dair daha ileri derecede tavsiyede bulun­maktır. Çünkü "gerdanhkhlar" hediye gönderilen kurbanların en şereflileridir.

"Rablerinden lütuf ve rıza talep ederek Beytu'l-Harama gelenler" Yüce Al­lah'tan lütuf (rızık ve sevap) ile rıza (yani Allah'ın kendilerinden razı olmasını) isteyerek Mescid-i Harama gitmek isteyen bir topluluğa karşı çıkmayın ve on­lara ilişmeyin. Mescidül-Harama gidenleri tazim etmek üzere ve böylelerine saldırmanın, onlara engel olmanın tepkiyle karşılandığını açıklamak üzere bu emirler indirilmiştir. Çünkü Beyt-i Harama giren kimse, güvenlik altında de­mektir. Buna göre Allah'ın lütfunu isteyerek, onun rızasını umarak o Beyte do­ğur giden de aynı durumda olmalıdır.

Sözü geçen hususların saygınlıklarını gereği gibi korumaktan kasıt, insan­ların hac döneminde ve hac mahallinde güvenlik ve huzur içerisinde olmalarını sağlamaktır. Hacının can ve malından yana güvenlik altında olmasını sağla­mak üzere korku ve huzursuzluk verecek şeylere maruz kalmasını önlemektir.

"İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz." Sizler Harem bölgesi dışında bulu­nup da ihramdan çıkacak olursanız, artık ihramlı halde iken sizin için haram bulunan avlanmayı size mubah kıldık. Dilediğiniz gibi avlanabilirsiniz; bu du­rumda avlanıp av etini yemekten dolayı günah söz konusu değildir. Bu, yasak­tan sonra verilen bir emirdir. Doğru (sahih) olan görüşe göre, böyle bir emrin hükmü yasaktan önceki hali geri döndürmektir. Eğer bu yasaktan önceki hü­küm vacip ise vacip, müstehap ise müstehap, mubah ise mubah olur.

"Sizi Mescid-i Haram'dan... sürüklemesin.", yani Mescid-i Haram'a ulaş­maktan sizleri alıkoymuş bir kavme olan kininiz -ki bu, Hudeybiye senesi ol­muştu- Allah'ın hükmünü çiğneyerek, zulüm ve haksızlık yaparak onlara kısas uygulamaya itmesin. Bunun yerine herkes hakkında Allah'ın size riayet etme­yi emretmiş olduğu adaletle hükmedin [10]

"İyilik ve takva üzerinde yardımlasın." İyilik (el-birr) şeriatın emrettiği her bir hayır yahut her bir yasağı veya kalbin kendisiyle huzur bulduğu şeydir. Günah (el-ism) üzere yardımlaşmayın. Bu da günah ve masiyet demek olup şe­riatın yasakladığı her bir şey yahut kalbi huzursuz edip insanların bilmesin­den hoşlanılmayan şeydir. Başkalarının haklarına tecavüz etmek konusunda birbirinizle yardımlaşmayın. Günah işlemek ve haddi aşmak ifadeleri ile, işle­yeni günaha sokan her türlü suç kastedilmektedir. Bir topluluğa haksızlık et­mek suretiyle Allah'ın sınırlarının aşılması demektir. İşte sizler Allah'ın size vermiş olduğu emirleri yerine getirmek, size yasakladıklarından da sakınmak suretiyle Allah'tan korkun.

"Muhakkak ki Allah cezası şiddetli olandır." İsyan edip muhalefet edenle­re. Burada zamir olarak kullanılması gerekirken İsm-i celâlin açıkça zikredil­mesi, kalbe korkuyu yerleştirmek ve ilâhi heybeti geliştirmek içindir.

İşte bu da her türlü hayır, şer, maruf ve münkeri kapsayan oldukça geniş kapsamlı bir ifadedir. Bununla birlikte gizli ve açık bütün hallerde Allah'ın gö­zetimi de hatırlatılmaktadır. [11]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu iki ayet-i kerime, toplumsal ilişkiler hususunda İslâm'ın esaslarını ih­tiva etmekle birlikte, lafızlarının azlığına rağmen, herkesin gayet açıkça göre­ceği gibi oldukça da geniş anlamlan içine almaktadır.

Birinci ayet-i kerime beş hüküm içermektedir:

1- İnsanların karşılıklı olarak yaptıkları akitlere tamamıyla bağlı kalma emri ile İslâmî yükümlülükleri eksiksiz yerine getirmenin gereği. O bakımdan satışlarda bedellerin, hanımların mehirlerinin ve nafakalarının ödenmesi ge­rektiği gibi emanet, ariyet, rehin bırakılan eşyanın gereği gibi korunması ve bunların sağ salim sahiplerine geri ödenmesi ile eman istemiş (müste'men) bi­risinin malının ve canının korunması, muahid (antlaşmak) olanın kendisinin, aile ve malının saygınlığının korunması gerekmektedir.

Yüce Allah'ın, "Akitleri yerine getirin." buyruğu akdin lüzum (bağlayıcı­lık) ve sabit oluşuna delil olmakla birlikte, meclis muhayyerliğinin söz konu­su olmaması gerektiğini ortaya koymaktadır. Ebu Hanife ve Malik'in görüşü budur. Ancak Şafiî ve Ahmed akit meclisinde bulundukları sürece akit taraf­ları için bu muhayyerliğin söz konusu olacağını kabul etmişlerdir. Mecliste kaldıkları sürece akdi geçerli kabul edebilecekleri gibi bozabilirler de. Çünkü Buharî ile Müslim'de İbni Ömer'in şöyle dediği sabittir: "Alışverişte bulunan­lar birbirlerinden ayrılmadıkları sürece muhayyerdirler." Buharî'nin bir diğer lafzında da şöyle denilmektedir: "İki kişi alışveriş yaptıkları takdirde onların her biri birbirlerinden ayrılmadıkları sürece muhayyerdir." İşte bu satış akdi akabinde akit tarafları mecliste bulundukları sürece meclis muhayyerliğinin söz konusu olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Ayrıca bu akdin lüzumuna (bağlayıcılığına) da aykırı değildir, aksine bu şer'an gerekleri arasında yer alır. Akdin bağlayıcı olması akitleri yerine getirmenin tamamlayıcı bir unsu­rudur.

Yerine getirilmesi gereken adak da hac, oruç, itikaf, namaz kılmak ve bun­lara benzer itaat mahiyeti bulunan adaklardır. Mubah olan adaklar ise ümme­tin icması ile bağlayıcı değildir.

2- Serî usule uygun olarak kesilmek yoluyla davarların yenilmesinin helâl kılınması.

3- Bundan sonra gelecek üç ayette ve benzeri diğer ayetlerde anılacak ha­ram kılınan şeylerin istisna edilmesi. Aynı şekilde sünnet-i seniyyede sabit olan yasaklar da böyledir. Meselâ Hz. Peygamberin: "Yırtıcı hayvanlardan azı dişli olan her birisinin, uçan kuşlardan da pençeli olanların" yenilmesini ya­saklaması gibi. Bu hadisi Buharî ve Tirmizî müstesna diğer Kütüb-i Sitte sa­hipleri ile İmam Ahmed, İbni Abbas'tan rivayet etmişlerdir.

4- Avlanmada ihramlı olma halinin istisna edilmesi. Haremeyn bölgesin­deki avlanma da bunun gibidir.

5-  Harem bölgeleri dışında ve ihramlı olmayan kimseler için avlanmanın mubah olması.

Daha sonra Yüce Allah, "Muhakkak ki Allah dilediği ile hükmeder." buyu­rarak Arapların alışılagelmiş hükümlerine aykırı olan bu şer"î hükümleri daha bir pekiştirmektedir. Çünkü Yüce Allah meşietine uygun gördüğü, hikmet ve mashalata binaen dilediği hükmü koyar ve "Onun hükmüne kimsenin itirazı olamaz" (Ra'd, 13/41) O, dilediği hükmü dilediği gibi teşrî buyurur.

İkinci ayet-i kerime ise hac menasikine taarruzda bulunmanın, Allah'ın teşrî buyurmuş olduğu hususlarda Allah'ın hadlerini aşmanın haram kılındığı­nı göstermektedir. Allah'ın dininin alâmeti durumunda olan hususları aşmak, caiz değildir.

Bu alâmetler Allah'ın şeairidir. Yani Hareme gönderilen develerdir. Bunla­rın iş'arı (alâmetlendirilmeleri) ise, kan akıncaya kadar hörgüçlerinden bir parça kesmektir. Böylelikle bu develerin hediye kurban oldukları bilinirdi. Atâ şöyle der: "Allah'ın şeairi, Allah'ın bütün emir ve yasaklarıdır." Hasan-ı Basrî de şöyle der: "Allah'ın dininin tamamıdır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "Bu böyledir. Kim Allah'ın şeairini tazim ederse şüphesiz ki o kalplerin takvasındandır." (Hacc, 22/32) Burada "Allah'ın şeairi" Allah'ın dini demektir.

Cumhur, iş'arı (alâmetlendirmeyi) caiz kabul etmiştir. Şafiî, Ahmed ve Ebu Sevr'in görüşüne göre bu şekilde bir alâmetlendirme sağ tarafta yapılır. Çünkü İbni Abbas'tan sabit olduğuna göre Resulullah (s.a.) devesinin hörgücü-nü sağ tarafından işaretlemişti. Malik: "Sol taraf da olur." demiştir. Mücahid ise şöyle der: "Dilediği taraflardan herhangi birisinde bu alâmetleri koyabilir."

Ebu Hanife ise bu şekilde bir alâmet koymayı uygun görmeyip bunun hay­vana azap olacağını söyler. Yani Hanefîlerin açıkça ifade ettikleri gibi böyle bir şey mekruhtur. Hadis-i şerif ise bu şekilde bir alâmetlendirmenin (iş'arın) mül­kiyetin kendisi vasıtasıyla bilindiği damga ve benzeri işaretler hükmünde ol­duğu şeklinde tevil edilir. Ebu Yusuf ve Muhammed böyle bir şey mekruh da , sünnet de olmayıp mubah olduğunu söylemişlerdir.

Haram ayların saygınlığı da alâmetler arasında yer alır. Bu aylar da birisi tek başına, diğer üçü de ardı ardına gelen dört aydır. Bunlar Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Receb aylarıdır. Bu aylarda savaşmak, talan ve baskın helâl ol­madığı gibi, bunların yerlerinin değiştirilmesi de helâl değildir. Çünkü bunla­rın yerlerini değiştirmek haram ayları helâl görmektir. İşte Arapların İs­lâm'dan önce yaptıkları "nesî" uygulaması buydu. Daha sonra Yüce Allah'ın şu buyruğu ile bu aylarda savaşmanın haram kılınma hükmü neshedilmiştir: "Haram aylar geçti mi müşrikleri bulduğunuz yerde öldürünüz." Bundan kasıt ise Allah'ın müşriklerle savaşmayı haram kılıp yeryüzünde diledikleri gibi do­laşmak üzere onlara belirlediği vadedir. Bu süre içerisinde onlar İslama girme hususunda düşüneceklerdi. Yoksa buradaki Haram aylardan kasıt hac ayları yahut daha önce geçen anlamıyla haram aylar değildir.

Hediye kurbanlıklar ve gerdanlıklılar da bu alâmetlerdendir. O bakımdan Allah'a yakınlaşmak kastıyla Harem bölgesinde kesilmek için gönderilen da­varları helâl bilmeyin. Bunların helâl bilinmesi, gönderildikleri maksadın dı­şında onlardan yararlanmaya kalkışmak yahut onları gasbetmek ve onlara el uzatmaktır. Hediye kurbanlık da Beytullah'a hediye olarak gönderilen deve, inek yahut koyundur. Cumhurun görüşüne göre bu, aynı zamanda Allah'a ya­kınlık için sunulan kurbanlık hayvanlar ile sadakaların tümünü de kapsar. İlim adamları buradan hareketle Haremde kesilmek üzere sunulan hediye kur­banlıklardan yemenin caiz olmadığını söylemişlerdir. Bundan tek istisna ise tatavvu, kıran haccı ve temettü haccı için kesilen kurbanlardır. Bunlardan, ke­sen kişinin de varlıklıların da yemeleri caizdir. Çünkü bu gibi kurbanlar, Yüce Allah'a, ibadet muvaffakiyetini ihsan ettiği için nimetine şükür olmak üzere takdim edilen kurbanlardır. Bunlardan yemek caizdir. Diğer taraftan Resulullah (s.a.)'tan sahih rivayetle sabit olduğuna göre, o kıran ve temettü haccı dolayısıyla kesilen kurbanlıkların etlerinden yemiş ve bu etlerin suyunu içmiştir. Buna göre bunların dışında kalan hediye kurbanlıklardan yemek caiz değildir. Çünkü bu gibi kurbanlıklar bir takım emirlere aykırı davranışlar, ceza ve kefaretler dolayısıyla kesilir. O halde bunlardan herhangi bir şekilde yarar­lanmak (bunların sahipleri ve varlıklılar için) caiz değildir.

Gerdanlıklılardan kasıt ise gerdanlık takılan hediye kurbanlıklardır. Bun­lar da tatavvu, adak, kıran veya temettü haccı dolayısıyla kesilen kurbanlık­lardır. Hacda işlenen hacca aykırı davranışlar (cinayetler) dolayısıyla kesilmesi gereken kurbanlıkların ise, gerdanlıklı olmaları söz konusu değildir. Kurban­lıkların hörgüçlerine ve boyunlarına takılan her şeye kalâid (gerdanlık anlamı­na gelen kilâde'nin çoğulu) adı verilir ve bunlar o kurbanlıkların Allah için ol­duklarının anlaşılması amacıyla takılırdı.

Taklid, yani gerdanlık takma işi İslâm'ın benimsediği Hz. İbrahim'den kalma bir sünnettir. İmam Şafiî ve Ahmed'e göre inek ve koyun türünde sün­nettir. Hz. Aişe şöyle der: "Resulullah (s.a.) bir seferinde Beytullah'a bir takım koyunları hediye olarak gönderdi de bunlara gerdanlık taktı." [12] Malik ve Ha-nefîler bunu kabul etmezler. Muhtemelen onlara koyunlara gerdanlık takmaya dair bu hadis-i şerif ulaşmamış yahut da ulaşmakla birlikte el-Esved'in, Hz. Aişe'den yalnız başına bunu rivayet etmesi dolayısıyla rivayeti reddetmiş ol­maların yüzünden kabul etmemişlerdir.

İhram niyetiyle deve yahut ineğe gerdanlık takıp onu beraberinde götüre­nin bununla ihrama girmiş olacağı da ittifakla kabul edilmiştir. Yüce Allah: "Allah'ın şeairine..." diye buyurmakta ve: "İhramdan çıkınca avlanabilirsiniz." diye ifadeyi sürdürmekte ve ihrama girmekten söz etmemektedir. Fakat ger­danlık takmaktan söz edilince bunun ihram hükmünde olduğu da anlaşılmak­tadır.

Hediye kurbanlığı gönderip kendisi gitmeyecek olursa ihrama girmiş ol­maz. Cumhurun görüşü budur. Çünkü Buharî Hz. Aişe'nin şöyle dediğini riva­yet etmektedir: "Resulullah (s.a.)'m gönderdiği hediye kurbanlıkların gerdan­lıklarını ben kendi ellerimle büktüm. Daha sonra bu gerdanlıkları elleriyle kurbanlıklara taktı. Sonra bunları babamla gönderdi ve Resulullah (s.a.)'a, bu hediye kurbanlıklar kesüinceye kadar Allah'ın kendisi için helâl kıldığı her­hangi bir şey haram olmadı."

Hanefîler ise şöyle derler: Her kim bir hediye kurbanı gönderecek olursa bu hediye kurbanı kesüinceye kadar hac için ihrama girmiş olana haram her şey haram olur. Bu da Buharî'nin rivayetine göre İbni Abbas'm görüşüdür.

Hediye kurbanlığın gerdanlığı takıldıktan yahut ona alâmet konulduktan sonra satışı da hibe edilmesi de caiz değildir. Çünkü artık onun hediye olarak gönderilmesi vacip olmuştur. Eğer bunu gönderen kişi ölecek olursa, bu kurbanlık ondan miras alınmaz ve Harem içerisinde kesilir. Normal kurbanlık ise böyle değildir. Çünkü Malik'e göre böyle bir kurbanlık özel olarak kesilmek su­retiyle vacip olur. Ancak sahibinin sözlü olarak bunu kendisine vacip kılması hali müstesnadır. Eğer kesimden önce o kurbanın kesilmesini vacip kılmak üzere: "Ben bu koyunu kurbanlık olarak tayin ediyorum" diyerek tayin edecek olursa, muayyen olarak onun kurban kesilmesi gerekir. Buna göre böyle bir kurbanlık telef (kayıp) olur, sonra onu bulacak olursa onu bizzat kesmesi gere­kir. Şafiî ise şöyle der: Kaybolur yahut çalmırsa onun bedelini kesmesi gerek­mez, çünkü onu değiştirmek vacip olan kurban hakkında söz konusudur.

Ayrıca Beyt-i Harama gitmek amacında olan bir topluluğa saldırmayı da kendinize helâl kabul etmeyin, yani ibadet etmek ve yakınlaşmak kasdıyla Beyt-i Haram'a gitmek isteyen kâfirlere engel olmayın, emri "kılıç ayeti" diye bilinen ayetle "Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün." (Tevbe, 9/5) ve "Artık bu yıllardan sonra Mescid-i Harama yaklaşmasınlar." (Tevbe, 9/28) ayetleri ile neshedilmiştir. O bakımdan müşrike haccetme imkânı verilmez, haram aylar­da ona eman verilmez, isterse hediye kurbanlığı göndersin, kurbanlığına ger­danlık taksın ve haccetmeye kalkışmış olsun.

Yüce Allah'ın: "Rablerinden lütuf ve rıza talep ederek" buyruğu, Allah'tan lütuf aramanın, yani ticarette bulunmak suretiyle kâr sağlamaya çalışmanın caiz olduğunu göstermektedir. Yine Yüce Allah'ın, "İhramdan çıkınca avlanabi­lirsiniz." buyruğu da hac işlerinin sona ermesinden sonra Harem bölgesi dışın­da avlanmanın mubah olduğunu göstermektedir. Herkesin icması ile bu, mü-bahlık ifade eden bir emirdir. Çünkü daha önce ihram dolayısıyla yasak olan bir hükmün kaldırılması için varid olmuştur. Malikîler şöyle der: Emir aslı iti­bariyle vücup ifade eder. Fakat mübahlığm anlaşılması, mana üzerinde düşün­mekten ve icmadan anlaşılmaktadır; yoksa emir sigasından değil. Özellikle avın söz konusu edilmesi, büyük küçük hepsinin ava çokça rağbet etmelerin­den dolayıdır.

Yüce Allah'ın, "Bir kavme olan kininiz... sürüklemesin" buyruğu batıl yol­larla haksızlıkta bulunmanın haram oluşunu göstermektedir. Çünkü ifadenin anlamı şudur: Bir kavme karşı olan kininiz, hakkı aşarak batıla, adaleti bıra­karak zulme yönelmenize sebep olmasın. Hz. Peygamber de Ebu Davud, Tirmi-zî ve Hâkim'in Ebu Hureyre yoluyla rivayetlerine göre şöyle buyurmuştur: "Sa­na emanet bırakanın emanetini eksiksiz geri ver, fakat sana hainlik edene sen hainlik etme." Yüce Allah'ın, "İyilik ve takva üzerinde yardımlasın..." buyruğu da insanlar arasında iyilik ve takva üzere yardımlaşmanın, Allah'ın yasakla­dıklarından vazgeçmenin vacip oluşuna, günah ve masiyetler üzere dayanış­manın haram oluşuna delildir. Hz. Peygamberin şu hadisi de bunu pekiştir­mektedir: "Hayra delâlet eden, onu işlemiş kimse gibidir." Bunu Taberanî, Sehl b. Sad ve İbni Mes'ud'dan rivayet etmiş olup sahih bir hadistir. [13]

 

Haram Kılınan Yiyecekler, Dinin Kemale Erdirilmesi, Zaruret Hali

 

3- Ölü, kan, domuz eti, Allah'tan başka­sının adı anılarak boğazlananlar, bo­ğularak, vurularak, yuvarlanarak veya süsülerek ölen, yırtıcı hayvan tarafın­dan parçalananlar -canları çıkmadan evvel kestiğiniz müstesna- size haram kılınmıştır. Dikili tfişlar üzerine kesi­lenler ve fal oklarıyla kısmet aramanız da (size haram kılınmıştır). Bunlar fa-sıklıktır. Bu gün kafirler dininizden ümitlerini kesmişlerdir. Öyleyse onlar­dan korkmayın da benden korkun. Bu­gün dininizi kemâle erdirdim. Üzeri­nize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmı beğendim. Her kim açlıktan darda kalıp günaha kaymak-sızm mecbur olursa muhakkak ki, Al­lah Rahîm'dir, Ğafûr'dur.

 

I'rab:

 

"Ve fal oklarıyla kısmet aramanız...", bu Yüce Allah'ın: "Ölü..." buyruğuna atfedilmiş olup bunun takdirî ifadesi şöyledir: Üzerinize ölü ve fal oklarıyla kısmet aramanız haram kılınmıştır. Onların bu şekilde kısmet aramaları, cahi-liye döneminde kestikleri develeri on paya bölmeleri şeklinde idi. [14]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ölü", Ölü eti yemek, "kan" akmış kan. "Allah'tan başkasının adı anılarak boğazlananlar", Allah'tan başkası adına kesilenler, "boğazlananlar", boğazla­narak ölen hayvanlar, "vurulanlar", vurularak öldürülenler, "yuvarlanarak", yukardan aşağı düşerek ölenler "veya süsülerek", başka birisinin boynuzlama-sıyla. "ölen... size haram kılınmıştır. Canları çıkmadan evvel kestiğiniz müstes­na." Bunlardan olup da henüz canı çıkmadan yetişip kestikleriniz müstesna­dır. "Dikili taşlar üzerine kesilenler", Put demek olan dikili taşların adına kesi­lenler, "ve fal oklarıyla kısmet aramanız", fal okları ile kısmetinizin ne olduğu­nu tespit etmek istemeniz ve onlar gereğince bir takım hükümlere varmanız da size haram kılınmıştır. Fal okları (el-ezlâm), "zelem" veya "zülem" kelimesinin çoğulu olup bu da tüyü ve demir ucu bulunmayan küçük bir ok demektir. Bun­lar Kâbenin hizmetkârı yanında bulunan, üzerinde bir takım işaretler bulunan yedi oktu. Cahiliye Arapları bunlardan çıkartılan hükümlere göre hareket ederlerdi. Eğer bu oklar gereğince kendilerine bir emir verilirse o emri yerine getirirler; bir husus yasaklanırsa ona riayet ederlerdi. "Bunlar faşıklıktır", yani itaatin dışına çıkmaktır.

"Bu gün kâfirler dininizden ümitlerini kesmişlerdir." Onlar daha önce bu­nu umarlarken, şimdi sizin dininizden vazgeçip irtidat edeceğinizden ümitleri­ni kesmişlerdir. Çünkü dininizin güçlenmekte olduğunu müşahade ettiler. "Bu gün dininizi kemâle erdirdim." Onun hüküm ve farzlarını tamamladım. Bu buyruktan sonra helâl ve harama dair bir hüküm inmedi. "Üzerinize olan ni­metimi tamamladım." Bu dini tamamlamak suretiyle nimetim de tamamlan­mış oldu. Güvenlik içerisinde Mekke'ye girmek suretiyle bu nimetin tamamlan­mış olduğu da söylenmiştir. "Ve din olarak İslâmı beğendim", onu seçtim.

"Açlıktan darda kalıp" açlık sebebiyle kendisine haram kılınan şeylerden yemeye mecbur kalıp "günaha kaymaksızın" masiyete meyletmeksizin "mecbur olursa muhakkak ki Allah" yediğinden dolayı onu bağışlayan; "Gâfûr'dur", böyle bir şeyden yemeyi kendisine mubah kılmak suretiyle ona merhamet bu­yuran; "Rahîm'dir." Günaha kayan, meyledenin durumu ise böyle değildir. Me­selâ yol kesen eşkiya meşru halife ve otoritesine karşı çıkan isyankarın bunlar­dan yemesi helâl değildir. [15]

 

Nüzul Sebebi

 

"Ölü, kan... size haram kılınmıştır." buyruğunun nüzul sebebi ile ilgili ola­rak, İbni Mende Kitâbu's-Sahâbe' de Abdullah b. Cebele b. Hibbân b. Hucr"dan, o babasından o da dedesi Hibbân'dan, şöyle rivayet etmektedir: "Resulullah (s.a.) ile birlikte iken ben de içinde ölü eti bulunan bir tencerenin altına ateş yakmaya uğraşırken ölünün haram kılmışına dair ayet indirildi; bunun üzeri­ne tencereyi tersyüz edip döktüm. [16]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah kullarına yasağı da ihtiva eden bir şekilde bu haram kılman şeylere dair bize haber vermektedir. Bunların bir bölümüne de (surenin baş ta­rafında) "Size bildirilecekler müstesna" buyruğuyla işaret edilmişti. Toplu ola­rak haram kılınanlar Bakara ve Nahl suresinde söz konusu edilen dört husus­tur: "Size ancak ölü, kan, domuz eti ve Allah'tan başkasının adı anılarak kesi­lenler haram kılındı." (Bakara, 2/173) ve Nahl, 16/115). Bu ayet-i kerimede de bu haram kılınanlar geniş açıklamayla on tür olarak zikredilmektedir: [17]

 

1- Ölü (meyte):

 

Herhangi bir kimsenin kesmek yahut avlamak gibi fiili bir müdahalesi ol­maksızın kendiliğinden ölen hayvan demektir. Şer'an bundan kastedilen ise sert boğazlama söz konusu olmadan ölen hayvandır. Bunun haram kılmış se­bebi pis ve murdar olması, ya hastalık sebebiyle ölmesi yahut kanın içinde kal­ması yüzünden vücudunda zararlı bir takım maddelerin oluşmasıdır. Hayvan normal olarak kesildiği takdirde ondaki zararlı kan akıp gider. Diğer taraftan selim tabiat kendiliğinden ölen hayvandan tiksinir, canı çekmez ve onu yemeyi arzulamaz. O bakımdan böyle bir hayvan hem dini bakımdan hem bedeni ba­kımdan zararlıdır.

Böyle bir hayvanın yenilmesinin haram olduğu ittifakla kabul edilmiştir. Bu hayvanın tüyü, kılı ve kemiği hakkında Hanefîler şöyle der: Bunlar temiz­dir, kullanılmaları caizdir. İmam Şafiî ise şöyle der: İkisi de necistir, kullanıl­maları caiz olmaz.

Ölülerden iki tür istisna edilmiştir. Bunlar balık ve çekirgelerdir. Çünkü Ahmed, Dârakutnî, Beyhakî ve İbni Mâce tarafından İbni Ömer yoluyla gelen rivayete göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Bize iki ölü ve iki kan helâl kılınmıştır: İki ölü balık ve çekirgedir, kan ise karaciğer ve dalaktır." Diğer ta­raftan İmam Malik Muvatta'mda, Şafiî ve Ahmed Müsnedlerinde; Ebu Dâvûd, Tirmizî, Nesaî ve İbni Mâce Sünenlerinde; İbni Huzeyme ve İbni Hibban Sa­hih' lerinde Ebu Hureyre'den, Resulullah (s.a.)'a deniz suyu hakkında soru so­rulması üzerine şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "O (deniz) suyu temiz, mey-tesi (ölüsü) helâl olandır." [18]

 

2- Kan:

 

Bundan kasıt akmış kandır. Yani hayvandan akıtılarak dökülen sıvı kan­dır. Yoksa karaciğer ve dalak gibi donuk olan kan ile âdeten kesimden sonra etin içerisinde kalan kan değildir. Buna delil de Yüce Allah'ın bir başka ayet-i kerimede: "Yahut akmış kan olması" (En'âm, 6/145) ifadesidir. İbni Abbâs'a da dalak hakkında soru sorulmuş o da: "Yiyebilirsiniz." demiştir. Bunun bir kan olduğu söylenince şu cevabı vermiştir: "Size haram kılman akmış olan kandır.", yani kesim esnasında az yahut çok olsun hayvandan akan kandır.

Akmış kanın haram kılınış sebebi, onun mikropların ve çeşitli zehirlerin yuvası olmasıdır. Diğer taraftan insan, tabiatı itibariyle onu pis kabul eder, hazmedilmesi oldukça güçtür ve bu kan dışkı gibi vücudun zararlı atıkların-dandır. Ayrıca kan grupları farklı farklıdır. Biri ötekine uygun değildir. O ba­kımdan kan vücuda zarar veren bir necis bir maddedir. Cahiliye dönemi Arap-larının el-İlhiz adını verdikleri ve tüylere karıştırılmış kan ile barsaklara kan doldurup sonra bunu kızartıp yeme âdetleri hoş görülmemiştir. [19]

 

3- Domuz Eti:

 

Bu yasak yağ ve deri dahil olmak üzere domuzun bütün cüzlerini kapsar. Özellikle etin anılmasının sebebi ise ondan gözetilen en önemli maksadın et oluşudur. Şeriat, Yüce Allah'ın şu buyruğunda domuzun bütün cüzlerinden ya­rarlanmayı yasaklamıştır: "Yahut domuz eti, çünkü o bir pisliktir." (En'âm, 6/145) Resulullah (s.a.)'ın da Müslim'in Sahîh'inde Büreyde b. el-Husayb el-Es-lemî'den rivayetine göre şöyle buyurduğu sabittir: "Her kim zar ile oynayacak olursa o elini domuz etine ve kanına bandırmış gibidir." Bu, sırf ona dokun­maktan bizi bir uzaklaşmadır. Dolayısıyla onun yenilmesi ve onunla beslenmek tehdidi daha ağır olur. Buharî ile Müslim'de Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurdu­ğu rivayet edilmiştir: "Şüphe yok ki, Allah şarabın, ölünün, domuzun ve putla­rın alınıp satılmasını haram kılmıştır." "Ey Allah'ın rasulü! Ölünün yağları hakkında ne dersin? Çünkü bu yağlarla gemiler yağlanır, deriler yağlanır ve insanlar bunu kandillerde aydınlanmak için kullanırlar", denilince, Hz. Pey­gamber: "Hayır, o da haramdır." diye buyurmuştur.

Bazıları zaruret dolayısıyla ayakkabı dikiminde domuz kılının kullanılma­sını caiz görmüşlerdir. Zaruret ise mikdarınca takdir olunur. Günümüzde sana­yinin ilerlemesi sebebiyle bu ihtiyaç kalmamıştır.

Domuz etinin haram kılmış sebebi domuzun pislikle beslenmesi ve çoğun­lukla tenya ve kıl kurdu gibi parazitleri ihtiva etmesi, kas liflerindeki yağ ve yağ maddelerinin çokluğu dolayısıyla sindirilmesinin zorluğu gibi hususlardır. Diğer taraftan dişisini kıskanmamak gibi kötü bir tabiatı da vardır. Bu tür ka­rakterler ise et ve yemek yoluyla intikal eder. Modern ağıllar domuzları sıhhi bir şekilde yetiştirip beslemesine ve etleri tıbbî kontrol atında bulunmasına rağmen bu herkes için kolay ve mümkün olamamaktadır. Diğer taraftan mane­vi zararlardan sakınmaya da imkân yoktur. Durum her ne olursa olsun, Müs­lüman haram kılınmış olması hükmüne bağlı kalır. Çağımızda haram kılmış il­leti bulunsun yahut bulunmasın, farketmez. Çünkü; şer"an esas alman husus muayyen bir takım fertlerin değil, bütün insanların maslahatlarının gereği gibi gözetilmesi ve korunmasıdır. [20]

 

4- Allah'tan Başkasının Adı Anılarak Kesilenler:

 

Kesilirken Allah'tan başkasının adı anılarak kesilmiş olanların hükmü de böyledir. Bundan kasıt, kesim esnasında Allah'tan başkasının adının anılması-dır. İster bu esnada sadece Allah'tan başkası adı anılmakla yetinilmiş olsun; -kesim esnasında "Mesih adına" veya "filan adına" demek gibi- isterse de Allah adı ile haşasının adı birlikte atıf ile (bağlacı ile) anılmış olsun; "Allah'ın ve filâ­nın adı ile", demek gibi. Şayet "Allah'ın adıyla, Mesih Allah'ın peygamberidir" yahut "Allah'ın adıyla, Muhammed Allah'ın rasulüdür" demek suretiyle, ve "Ve" bağlacı olmaksızın söylenirse Hanefilerin görüşüne göre hayvanın yenil­mesi helâldir. Bununla birlikte şeklen bunları bitişik zikretmek mekruhtur.

Bunun haram kılınış sebebi ise Allah'tan başkasının tazim edilmesi ve Al­lah'tan başkasına ibadet hususunda ve kesim suretiyle ilâhlarına yakınlaşmak hususunda kâfirler ile benzerlik arzetmektir. Cahiliye dönemi insanları putla­rının önünde hayvan boğazladıklarında "Lat ve Uzza adına!" yahut "Hubel adı­na!" diyerek seslerini yükseltirlerdi.

İşte bundan dolayı İslâm bunu haram kılmıştır. Çünkü Yüce Allah hay­vanların, kendisinin yüce adı anılarak kesilmesini farz kılmıştır. Şer'an belirle­nen bu husustan uzaklaşıldığı ve Allah'ın dışında put, tağut, heykel veya diğer yaratıklardan herhangi bir varlığın adı anıldığı takdirde kesilen hayvan icma ile haram olur. Fakat ilim adamları, En'âm suresinde geleceği üzere, kasten veya unutarak Allah'ın adının anılması terkedilerek kesilmiş hayvanın hükmü[21]

 

5- Boğulmuş:

 

Kasten veya boynundaki ipine dolanmak suretiyle yahut ağla veya başka bir suretle boğularak ölmüş hayvanların durumu böyledir. Bunlar şer'an kesil­memiş bir meyte (ölü, leş) hükmündedir. Bu da tıpkı meyte gibi zararlıdır. Meyte tabirinin kapsamına girmesine rağmen, Kur'ân-ı Kerîm'in özel olarak bunu an­ması, herhangi bir kimsenin boğazlamayı andıran bir sebep yahut bir fiille öldü­ğünü sanmaması, kendiliğinden ölmemiş olduğunu zannetmemesidir. Halbuki önemli olan şer'an boğazlamaktır, boğulmak halinde ise bu gerçekleşmemektedir. [22]

 

6- Vurularak Ölen:

 

Tahta, taş, çakıl gibi sivriltilmemiş ve ağır bir şeyle ölünceye kadar vuru­larak ve şer'i boğazlama olmaksızın ölen hayvandır. İster el ile, ister sapan ile ve benzeri şeyle vurulmuş olsun. Bu hayvan yine meytedir. Cahiliye döneminde bu gibi hayvanları yerlerdi.

İslâmda bu şekilde vurup öldürmek haramdır. Çünkü bu hayvana bir iş­kencedir; ayrıca bunda boğazlama da söz konusu değildir. Ahmed, Müslim ve Sünen sahipleri Ebu Yala, Şeddâd b. Evs (r.a.)dan Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet ederler: "Muhakkak Allah her şeye güzelliği yazmıştır. O bakımdan öldürdüğünüz zaman güzel bir surette öldürünüz boğazladığınız za­man güzel bir şekilde boğazlayınız. Sizden boğazlayacak kişi bıçağını hileylesin ve keseceği hayvanı rahatlasın."

Tüfek gibi aletlerle atılan kurşun gibi sivriltilmiş şeylerle öldürülenler ise şer'an yenilir. Çünkü Ahmed, Buharî ve Müslim, Adiyy b. Hatim'den şöyle de­diğini rivayet ederler: "Ey Allah'ın Rasulü! Ben tüysüz kısa oklarla ava atıyor ve isabet ettiriyorum." Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Sen bu şekilde okunu atıp bu attığın ok hayvanı deler ve kanını akıtırsa ondan ye. Şayet sivri olma­yan yanıyla hayvana isabet edecek olursa o takdirde o hayvan vurularak ölmüş bir hayvan demektir, ondan yeme." Böylelikle Hz. Peygamber okun yahut mız­rağın veya benzeri bir silahın sivri tarafıyla isabet etmesi ile sivri olmayan ta­rafıyla isabet etmesi arasında fark gözetmiş ve birincisinin helâl olduğunu ikincisinin ise vurularak öldürülmüş bir hayvan olup helâl olmayacağını bildir­miştir. Fıkıh âlimleri arasında ise bu hususta icma vardır.

Şu hususta farklı kanaatler vardır: Avcı hayvan, ava çarpıp yaralanmaksı-zın ağırlığı ile ölümüne sebep olursa fıkıh âlimlerninin iki görüşü vardır. Bun­ların ikisi de İmam Şafiî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) ye ait olup birincisine göre okun çarpmasında olduğu gibi helâl değildir; çünkü her iki halde de yara-lanmaksızm hayvan ölmüştür; bu durumda o vurulmuş ve ölmüş (meyte) gibi­dir. İkinci görüşe göre ise helâldir, çünkü köpeğin avladığı hayvanın hükmü­nün mubah olduğu ifade edilmiştir. Bu konuda da herhangi bir tafsilâta gidil­memiştir; bu ise sözü geçen hayvanın mübahlığının delilidir. [23]

 

7- Yuvarlanmış:

 

Yüksekçe bir tepeden yahut yüksekçe bir yerden -dağ veya çatı gibi- düşen yahut bir kuyuya yuvarlanan ve bundan dolayı ölen hayvana denilir. Bu da meyte gibi, helâl değildir. Bunun da kesilmeksizin yenilmesi helâl olmaz. Ku­yuda herhangi bir yerde kanı akacak olursa, zaruret dolayısıyla helâl olur. [24]

 

8- Süsülerek Ölen:

 

Başka bir hayvanın süsmesi sonucu ölen hayvan, boynuz onu yaralamış ve kanı akmış dahi olsa, meyte gibi haramdır, şer'an yenilmez. [25]

 

9- Yırtıcı Hayvan Tarafından Parçalananlar:

 

Arslan, kurt, pars v.b. yırtıcı bir hayvanın saldırısıyla ölen veya kısmen yenildiği yahut yaralandığı için ölen hayvandır. İcma ile, bunların yenilmesi helâl değildir; isterse kesim yerinden kan akmış dahi olsun. Cahiliye dönemi Arapları arasında yırtıcı hayvanların artıklarını yiyenler vardı. Ancak selim bir tabiat bundan hoşlanmaz. Dikkat edilecek olursa ifadede takdirî bir ibare de vardır. Yani yırtıcı hayvanın kısmen yiyip parçaladıkları. Çünkü yırtıcı hay­vanların yedikleri artık ortadan kalkmış olur.

Daha sonra Yüce Allah ölü, kan ve domuz dışında kalan ve sözü geçen bü­tün bu haram kılınanlardan şer'an boğazlanmış olanları istisna etmektedir. Ya­ni ölüm sebebiyle birlikte tekrar ona varılıp ve henüz canlı iken şer'î bir boğaz­lama ile kesilebilmesi mümkün olanları istisna ederek: "Canları çıkmadan ev­vel kestiğiniz müstesna" buyurmaktadır. Bu da Yüce Allah'ın: "Boğularak, vu­rularak, yuvarlanarak veya süsülerek ölen yırtıcı hayvan tarafından parçala­nanlar" emrine racidir. Allah'tan başkasının adı anılarak kesilenlerin durumu da böyledir. Bunlardan henüz hayatta iken yetişilip kesilenler yenilebilir. Ha­yatta olup olmamak ise gözünü kırpmak yahut kuyruğunu sallamakla bilinir. Ali (k.v.) şöyle demiştir: "Ağır şeyle vurulmuş, yüksek yerden yuvarlanmış ve susulmuş olan hayvanlardan ön ya da arka ayağını kıpırdatabiliyorken yetişip de boğazlayabildiğim ye." Mâlik'in konu ile ilgili sahih olan Muvatta' daki gö­rüşüne göre ise, eğer hayvan nefes alıp vermekte ve çırpınmakta ikenyetişip kesebilirse o hayvandan yiyebilir.

Ölü, kan ve domuz eti ise kesilmek suretiyle dahi olsa asla helâl olamaz.

Özetle söyleyecek olursak, eğer hayvanın karşı karşıya kaldığı durumla birlikte yaşadığı kuvvetle zannediliyorsa kesilmesi o hayvanı helâl kılar. Şayet meydana gelen durum dolayısıyla öldüğü zannı ağır basıyorsa bu durumda fa-kihler, farklı görüşlere sahiptir. Hanefîler ve mezhebin meşhur görüşlerinde Şafiîlerin kanaatine göre gözünü kırpması, kuyruğunu yahut ayağını hareket ettirmesi gibi hayat emaresi bulunduğu sürece onu kesmenin hükmü değiştiri­ci özelliği vardır. Aralarında bir rivayete göre Mâlik'in de bulunduğu başka bir takım fakihler ise bu durumdaki hayvana kesmenin bir etkisi olmaz, derler.

Konu ile ilgili görüş ayrılığının menşei ise ayet-i kerimedeki istisnanın muttasıl mı munkatı'mı olduğu hususudur. Cumhurun görüşüne göre bu istis­na muttasıl olup haram kılınanların cinsinden lafzın kapsamına aldığı bazı şeyler kapsamın dışında bırakılarak istisna edilmiştir. İstisnadan önce anılan­lar haramdır. Ondan sonra gelenler ise haramın dışında kalır ve helâldir. İstis­nanın muttasıl oluşunu ise ilim adamlarının şerl usule uygun kesimin, kuvvet­li zan ile yaşayacağı kabul edilenleri helâl kılacağını icma ile kabul etmiş olma­larıdır. İstisnanın munkatı' olarak kabul edilebilmesi ancak sağlam bir delilin varlığı halinde mümkündür. İstisnanın munkatı olduğunu kabul edenler istis­nanın önceki cümlede herhangi bir etkisi olmadığı görüşündedirler. Bunlara göre ifade şöyle gibidir: Sözü geçen hayvanların dışında kalıp şer"î usule uygun olarak kestikleriniz ise helâldir. Çünkü haram kılma bu tür hayvanlara ölüm­den sonra taalluk eder. Bir hayvanın ölümünden sonra ise şer*î usule göre ke­silmesi söz konusu değildir. O halde burada istisna munkatı'dır. Buna şu şekil­de cevap verilmiştir. İstisna helâl hükmün zahir olduğu nazarı itibara alınarak muttasıldır. Çünkü bu hayvanlar zahiren kendilerine isabet eden bu gibi du­rumlar dolayısıyla ölürler ve zahiren bunlar haram olur. Ancak hayatta iken yetişilip şer"î usule uygun olarak kesilenler bunlardan müstesnadır ve bunlar o takdirde helâl olurlar. [26]

 

10- Dikili Taşlara Kesilenler:

 

Bu dikili taşlar Kabe'nin etrafında bulunurlardı. Bunlar 360 tane idi. Ca-hiliye döneminde Araplar tazim ettikleri putlara yakınlaşmak maksadıyla bu putların yakınlarında hayvanlarını keserler ve bunların kanlarını Beyt'in her­hangi bir yerine sürerlerdi. Böylelikle onlar bu kesim işinin putlara bir yakın­lık olduğunu kabul etmişlerdi. Daha sonra eti parçalar ve bu dikili taşların üzerine bırakırlardı. Dikili taşlar putların kendileri değildi. Çünkü dikili taşlar yontulmamıştı. Putlar ise yontulmuş taşlar şeklindeydi. Yüce Allah müminlere bu şekilde davranmayı yasakladı ve dikili taşların yakınlarında kesilen bu hayvanların yenilmesini haram kıldı. İsterse kesim esnasında Allah'ın adı üzerlerine anılmış olsun. Böylelikle Allah ve rasulünün haram kıldığı şirkten uzak kalınmış olur.

Kur"ân-ı Kerîm bundan başka şunlann da haram olduğunu ilâve etmekte­dir: [27]

 

Fal Oklarıyla Kısmet Aramak:

 

Kendisine neyin kısmet olarak verileceğini yahut yapacağı işte hayır veya şer neyin takdir edilmiş olduğunu fal oklarıyla bilmeye çabalamak. Fal okları (el-Ezlâm) zelem veya zulem kelimesinin çoğulu­dur. Bu da avı yaralayan sivri ucu bulunmayan, ok şeklindeki bir tahta parça­sıdır. Bu işlemin iki anlamı vardır: Birincisi taabbüdî ve manevî yahut itikadî, diğeri ise maddî.

Ruhî ve taabbüdî anlamı itibariyle, âdeten kuşların uçuşlarından uğurlu-luk yahut uğursuzluk araştırmayı (tetayyur) andırmaktaydı. Herhangi bir kimse bir iş yapmak yahut bir yolculuğa çıkmak istedi mi Kabe'ye gider ve put­ların yanında bulunan fal oklarına danışırdı. Bir kuyu başında dikilmiş bulu­nan Hubel'in yakınında yedi tane ok vardı. Bu okların üzerinde kendileri için içinden çıkılmaz bir mahiyet arzeden hususlarda hükmüne başvuracakları şey­ler yazılı bulunurdu. Bunlardan ne çıkarsa ona göre hareket ederlerdi.

İbni Cerîr et-Taberî şöyle der: Fal oklan, birinin üzerinde "yap" diğerinin üzerinde "yapma" yazan; diğeri de boş bulunan üç tane oktu. Bu okları karıştırıp "yap" emrini ihtiva eden ok çıktı mı o işi yapar, "yapma" çıktı mı terkederlerdi. Boş olan çıktı mı, çekme işini bir daha tekrarlarlardı.[28] Bu işi bir yolculuğa çık­mak, bir savaşa gitmek, evlenmek, alışveriş ve buna benzer bir iş yapmak iste­diklerinde yaparlardı. Maddi anlamına gelince: Bu da bu gün bir çeşit kumar olan bir piyango idi. Bu okların sayısı on tane olup bunların yedisinde pay nisbet-leri yazılı olmakla birlikte diğerlerinde pay yoktu. Bu fal okları, cahiliye döne­minde kumar türünden bir oyun mesabesinde idi. Bunlar vadeli olarak deve satın alır ve oyuna geçmeden önce bu develeri keser, bunları da 28 yahut 20 paya böler­lerdi. Bu oklardan birisi bir adamın adına çekilir, okun üzerinde yazılı miktar ka­dar pay kazanır; üzerinde pay yazılı olmayan oku çeken kişi ise ödemeyi yapardı.

Şu halde, fal oklarının üç türü vardı: Bunların birincisi yalnızca kişiyi ilgi­lendiren tür olup bu okların sayısı üçtü. Bunlardan birisinin üzerinde "yap" di­ğerinin üzerinde "yapma" yazısı bulunuyordu; üçüncüsü ise boştu. İkinci tür ise yedi ok olup bunlar da Kabe'nin üst tarafında Hubel'in yanında idiler. Bunlar üzerinde de çeşitli olaylarla karşı karşıya kalındığı takdirde insanların nasıl davranacağına dair bir takım hükümler yazılıydı. Üçüncü tür ise on adet kumar oku olup bunların yedisi üzerinde pay miktarları yazılı olup diğer üçü boştu.

Bu iki anlamı ile de fal oklarıyla kısmet aramak, bir çeşit hurafe ve ve­himden ibarettir. Aynı zamanda ümmetin ilerlemesini engelleyen, hidayet ve basiret olmaksızın yol almaya davet eden aklî bir geriliktir. Teşbih, mushaf, oyun kağıdı, boncuk veya fincan gibi şeylerle kısmetini bilmeye çalışması da böyledir. Bütün bunlar şer'an haram ve münker işlerdir; bunlara başvurmak caiz değildir. İslâm bunun yerine meşru bir alternatif öngörmüştür ki, bu da iki rekât istihare namazı kılıp, namaz akabinde rivayet edilen duayı okuyup ken­disi için istihare yapılan işi zikretmek ve bu konuda kalbe ferahlık dolması ya­hut sıkılması gibi sonucu beklemekte ve eğer durum açıklık kazanmazsa na­mazı birkaç defa tekrarlamaktır.

Ahmet ve Kütüb-i Sitte sahiplerinin rivayet ettikleri istihare hadisi Câbir b. Abdullah'tan rivayete göre şöyledir: "Câbir dedi ki: Resulullah (s.a.) Kur"ân-ı Kerîm'den bize bir sure öğretiyormuş gibi istihareyi bize öğretir ve şöyle derdi: "Sizden bir kimse bir iş yapmak isterse farzın dışında önce iki rekât namaz kıl­sın, sonra da şöylece dua etsin:

"Allah'ım ilmin ile senden hayırlı olanı istiyorum, Kudretinle bana güç vermeni diliyorum. O büyük lütfunla senden dilerim; çünkü sen. güç yetirensin, benim ise gücüm yetmez. Sen bilirsin ben bilmem. Sen bütün gizlilikleri en iyi bilensin. Allahım eğer bu işim (ihtiyaç duyduğu şeyi zikreder) benim için dün­yamda, hayatım boyunca, işimin âcilinde (dünya hayatında) ve sonrasında (ahirette) hayırlı ise onu bana takdir buyur, onu bana kölaylaştır, sonra da onu bana mübarek kıl. Bu işim (adını zikreder) benim için dinimde, hayatımda, işimin âcil olanında (dünyamda) ve geleceğimde (ahirette) benim için kötü ise onu benden uzaklaştır, beni de ondan uzak tut. Nerede ise, benim için hayrı takdir buyur, sonra da beni ona razı kıl." Câbir dedi ki: "Ve ihtiyacını belirtir."

"Bunlar faşıklıktır", yani sözü geçen bütün bu haramlar bir fasıklıktır, din yolundan bir çıkıştır, Allah'ın şeriatından yüz çeviip masiyetine yöneliştir, hik­met ve akla uygun olan alışılmış şeyleri terketmektir.

Yüce Allah müminleri sözü geçen bu haramları işlemekten sakındırdıktan sonra onlara teşrî buyurduğu şeylere sımsıkı yapışmayı teşvik etti. Onların ka­rarlılıklarını güçlendirecek, bu konuda onlara cesaret vererek zaferle müjdele­di. Arafe gününde Veda Haccı yılı şu ilâhî buyruklar nazil olmuştur: "Bu gün kâfirler dininizden ümitlerini kesmişlerdir. Öyleyse onlardan korkmayın da Benden korkun..." Bu gün, yani hicretin onuncu yılı Veda Haccı Arefe günü -ki bu cuma günü idi ve bu ayetin indiği gündü- kâfirler dininizi ortadan kaldır­maktan, sizi yenik düşürmekten ve sizin kendi dinlerine dönmenizden ümitle­rini kestikleri gibi, şeytan da artık sizin bu arzınızda kendisine ibadet olun­maktan yana ümidini kesmiştir.

Beyhakî, Şuabu'l-İman' da İbni Abbâs'tan bu ayet-i kerime ile ilgili olarak şöyle dediğini nakleder: Mekkeliler sizin kendi dinlerine geri dönmenizden -ki bu da putlara tapmaktır- ebediyyen ümitlerini kesmişlerdir.

Sahih hadiste Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğu sabittir: "Şüphesiz şey­tan artık Arap yarım adasında namaz kılanların kendisine ibadet etmelerinden ümidini kesmiştir, fakat namaz kılanlar arasında kötülüğü kışkırtmaktan değil (ümidini kesmemiştir)"

"Öyleyse onlardan korkmayın da benden korkun." Muhalefet etmekten ya­na onlardan korkunuz olmasın. Benden korkun. Onlara karşı ben size yardım ederim, sizi desteklerim. Dünya ve ahirette sizleri onlara üstün kılarım.

"Bu gün dininizi kemale erdirdim..." Bu gün dininiz olan İslâmı sizin için kemale erdirdim. Onda helâl ve haramı, gerek duyduğunuz bütün hükümleri sizlere açıkladım. Artık her şey herhangi bir kapalılık ve karışıklık söz konusu olmaksızın açık seçik bir hal almıştır, eksiksiz ve mükemmeldir. "Üzerinize olan nimetimi tamamladım.", yani size olan nimet ve lütfumu tamamladım. Ebediyyen sizinle birlikte bir müşrik haccetmeyecektir. Mekke'yi fethetmenizi sağladım, size olan vaadim gerçekleşti. İnsanlar Allah'ın dinine bölük bölük girdiler ve zaferiniz tahakkuk etti.

"Ve size din olarak İslâmı beğendim." O razı olunacak bir konumdadır. Kı­yamet gününe kadar insanların hükmüne başvuracakları bir dindir; O günde o dinde sorumlu tutularak muhakeme olunacaklardır. "Her kim İslâm'dan başka bir din arayacak olursa asla ondan kabul olunmaz ve o ahirette hüsrana uğra­yanlardan olacaktır." (Âl-i İmran, 3/85).

İşte bunlar bu ayet-i kerime ile tahakkuk etmiş üç tane müjdedir. Pey­gamber bu ayet-i kerimeden sonra seksen bir gün yaşadı, sonra da ruh-ı şerifi kabzolundu.

İbni Abbas: "Bu gün dininizi kemale erdirdim.." ayetini okuyunca bir Ya­hudi şöyle dedi: Bu ayet üzerimize inmiş olsaydı indiği günü bayram edinir­dik.' İbni Abbâs şöyle dedi: "Bu ayet-i kerime iki bayramın yapıldığı günde na­zil olmuştur. Bayram günü ve Cuma gününde indi. Müslim ve diğer hadis imamları Târik b. Şihâb'ın şöyle dediğini rivayet ederler: Yahudilerden birisi Hz. Ömer'e gelip şöyle dedi: Ey müminlerin emiri! Kitabınızda bulunup oku­makta olduğunuz bir ayet vardır ki, biz Yahudiler topluluğu olarak üzerimize inmiş olsaydı o indiği günü bayram edinirdik. Hz. Ömer bunun hangi ayet ol­duğunu sorunca: "Bu gün dininizi kemâle erdirdim..." ayetidir, dedi. Hz. Ömer şöyle dedi: Ben bu ayetin indirildiği günü çok iyi biliyorum, indirildiği yeri de çok iyi biliyorum. Bu ayet Resulullah (s.a.)'a cuma günü Arafede iken inmiştir.

Dinin tamamlanmasından kasıt, o günde eksikti de sonradan tamamlandı, demek değildir. Aksine bundan maksat artık hükümler neshi kabil olmayacak bir noktaya gelmiş ve bütün zaman ve mekânlar için elverişli ebedî bir hal al­mış demektir. Tamamlanmasından kasıt da bizatihi üstün ve galip gelmesiyle tamamlanması demektir. Bizatihi tamamlanması onun farz, helâl ve haramları kapsamasıdır. Akaid esaslarını, teşrî'in esaslarını, içtihadın kanunlarını açık açık ifade etmesi, naslara bağlamasıdır. Meselâ: "De ki: O Allah'tır, birdir ve tektir." (İhlâs, 112/1); "Onun benzeri, gibisi dahi yoktur." (Şûra, 42/11); "O gizli­yi de açığı da bilendir." (En'âm, 6/83 ve başka yerler); "Muhakkak Allah adale­ti ve iyiliği emreder..." (Nahl, 16/90); "Ve ahitleştiğiniz zaman Allah'ın ahdini tastamam yerine getirin." (Nahl, 16/91); "İş hususunda onlarla müşavere et." (Al-i İmran, 3/159); "Bir kötülüğün cezası onun benzeri bir kötülüktür." (Şûra, 42/40); "Hiç bir kimse bir diğerinin kötülüğünü yüklenmez." (En'âm, 6/164 ve başka yerler); "İyilik ve takva üzerinde yardımlasın, günah işlemek ve aşırı git­mekte yardımlaşmayın." (Mâide, 5/2).

Üstünlük sağlamasında tamamlanmasına gelince: Bu da İslâm'ın kelime­sinin yüceltilmesi, diğer bütün dinlereüstün gelmesi, genel olarak bütün mas­lahatlara uygun düşmesi, gelişmelerle birlikte insicamlı olması, bu dindeki özel ve genel maslahatların dengeli olup vasat durumda olmasıdır.

Daha sonra Yüce Allah genel hükümlerden istisnaî bir hal teşkil eden za­ruret halini hükme bağlamakta ve sözü geçen bu haram kılınan şeylerin bütün hallerde, bütün Müslümanlar için haram olduğunu, bundan tek istisnanın za­ruret hali olduğunu ifade etmektedir. Zaruret halinde bulunan kişi ise haram kılman yahut zararlı olan bir şeyi alıp kullanmaya mecbur kalan kimsedir. İle­ri derecedeki açlık halinde sözü geçen haram şeylerden herhangi bir günaha yani bizatihi haram olan bir şeye meyletmeksizin günahı gerektiren şeyden ya­rarlanma arzusunu da taşımaksızın bir şeyler yemek zorunda kalırsa, onun bu zorunluluğu bu zararı giderebilecek miktarda kullanabilme hakkı vardır. AnY cak bunu lezzet ve zevk almamak, ölümden kurtulmak için ihtiyaç duyulan sı­nırı aşmamak şartıyla kullanabilir. Bu şekilde hareket eden kimseye Allah mağfiret eder. Bu durumda olup da haramı kullananı bağışlar. Allah kullarına çok merhametlidir. Çünkü haram bir şeyle kendilerini bu zaruretten kurtarabi­lecek bir şeyi kullanmayı mubah kılmıştır.

Yüce Allah'ın: "Günaha kaymaksızın" buyruğu Bakara suresinde yer alan: "Saldırmaksızın ve haddi aşmaksızın..." (Bakara, 2/173) buyruğuna benzemek­tedir. [29]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeden aşağıdaki hükümleri çıkarmaktayız:

1- Meyte ve meyte hükmünde olan (boğulmuş, ağır bir şeyle vurulmuş, yu­varlanmış, susulmuş, yırtıcı hayvanın artığı, eskiden Kabe etrafında bulunan dikili taşlar adına kesilmiş, kesim esnasında Allah'tan başkasının adı anılarak kesilmiş meyte hayvanlar)ın haram kılınması.

2- Kanın ve domuz etinin haram kılınması.

3- Sert usule göre kesilmiş hayvanın ve henüz hayatta iken yetişilip  şer'î usûle göre kesilen;boğulmuş, ağır bir şeyle vurulmuş, yuvarlanmış, susulmuş ve yırtıcı hayvanın kendisinden bir miktar yediği hayvan ile Allah'tan başkası­nın adı anılarak kesilmiş ama henüz canı çıkmamış hayvanlardan kesilenin mubah kılınması.

4- Zararı önlemek için zaruret halinde sözü geçen haramların mubah kı­lınması.

5- Zaruret hali için iki kayıt söz konusudur. Birincisi yalnızca zaruret hali­ni önlemek kasdıyla bu haramı kullanmak; ikincisi ise kendisini zaruret halin­den kurtaracak miktarı aşmamak. Çünkü "zaruret, miktarıyla takdir olunur." Eğer haram olan hayvanı yerken lezzet almayı yahut zaruret miktarını aşmayı kastedecek olursa harama düşer.

Şer'î kesim hem sağlam hem de hasta olan hayvanı mubah kılar. Hasta hayvanın kesilmesi caizdir; isterse ölüme yakınlaşmış olsun.

Cumhurun görüşüne göre annenin kesimi cenin hakkında da etkilidir. Çünkü Dârakutnî, Ebu Said el-Hudrî ile Ebu Hureyre, Ali ve Abdullah b. Mes'ûd (r. anhum) Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir­ler: "Ceninin kesilmesi annesinin kesilmesiyledir." Bir diğer rivayette de şöyle­dir: "Ceninin kesilmesi annesinin kesilmesiyledir, tüyleri ister bitmiş olsun, ister bitmemiş olsun."

Ebu Hanife'nin görüşüne göre ise, cenin annesinin karnından ölü çıkacak olursa, yenilmesi helâl değildir. Çünkü tek bir canın kesimi iki can için kesim olmaz.

Eğer cenin canlı olarak çıkacak olursa, annesinin kesiminin cenin için ke­sim olmayacağını da icma ile kabul etmişlerdir.

Cumhurun görüşüne göre kesme aleti damarları kesen ve kan akıtan her­hangi bir araçtır. Bu şekilde olan her bir araç kesim aletidir. Ancak diş ve ke­mik bundan müstesnadır. Bu da konu ile ilgili tevatür ile gelen rivayetlere göre böyledir. Ayrıca kesimde yasaklanmış diş ve kemik yerlerinden çıkartılmamış olanlardır. Çünkü bu durumda bunlarla yapılacak kesim boğmak demektir. Yerlerinden ayrılmış olanlara gelince: Eğer bunlar damarları kesecek türden olurlarsa bunlarla kesim caiz olur. İbrahim en-Nehaî, Hasan-ı Basrî, Leys b. Sa'd ve Şafiî diş, tırnak ve kemiğin her halükârda kesim için kullanılmalarının haram olduğunu söylemişlerdir.

Kesim esnasında koparılması gerekenler hakkında ise farklı görüşler var­dır.

İmam Mâlik şöyle der: Boğaz ve yan taraflardaki iki kalın damar kopartıl-madıkça kesim sahih olmaz.

İmam Şafiî şöyle der: Soluk ve yemek borusunun kopartılması ile kesim sahihtir, ayrıca sağ ve sol taraftaki kalın damarların kopartılmasına gerek yoktur. Çünkü bu iki yer kendileri olmaksızın hayatta kalmanın söz konusu ol­mayacağı organlardır. Ölümden maksat da budur, yani bunların kesilmesidir.

İmam Mâlik ve Ebu Hanife gibi başkaları, ölümü, etin hoş ve temiz olma­sını ve damarların kesilmesi ile haram olan şeyin helâl olan şeyden (kanın et­ten) ayrılmasını sağlayacak bir işlem olarak nazar-ı itibara almışlardır. Nite­kim Ahmed ve diğer Kütüb-i Sitte sahiplerinin rivayet edip sıhhati ittifakla kabul edilmiş bulunan Râfi' b. Hadîc'den rivayet edilen hadis de buna delâlet etmektedir: "Kanı akıtan..." Bu görüş daha uygun ve yerinde bir görüştür.

Kesimin boğaz çıkıntısının üstünden olması ve bu çıkıntının beden ile bir­likte kalması halinde hükümde fakihler arasında görüş ayrılığı vardır. Şafiî bu durumda havvanın yenileceğini, çünkü maksadın hasıl olduğunu söylerken Mâlik, yenilmeyeceğini söylemektedir.

Yine kesim tamamlanmadan önce elini kaldırıp sonra derhal kesime de­vam edip kesimi tamamlayanın durumu hakkında da farklı görüşlere sahiptir­ler. Bu kesimin geçerli olacağı söylendiği gibi, olmadığı da söylenmiştir; ancak birinci görüş daha sahihtir. Çünkü önce onu yaralamış, sonra da henüz hayatta iken onun kesimini tamamlamıştır.

Müstehap olan, kesen kişinin hali beğenilen ve kesime gücü yeten bir kim­se olmasıdır. Erkek yahut dişi olması, baliğ olup olmaması, Müslüman veya Ki­tap Ehli olması arasında fark yoktur. Bununla birlikte Müslümanın kesmesi Kitap Ehli olan birisinin kesmesinden daha efdaldir.

Evcil olup da yabanileşen yahut kuyuya düşen bir hayvanın kesimi Mâli-kîlerin görüşüne göre ancak boğaz ile çene arasında kesimde sünnet olana göre olabilir. Ebu Hanife ve Şafiî ise böyle bir hayvanın kesilmesini yahut vücudun herhangi bir yerinden vurulup delik açılmasını caiz kabul ederler. Çünkü Hz. Peygamber, İmam Ahmed ile Kütüb-i Sitte sahiplerinin Râfi' b. Hadîc'ten riva­yetlerine göre, şöyle buyurmuştur: "Şu insanlardan ürküp kaçan develerin ya­bani hayvanların ürküp kaçmaları gibi bir ürkmeleri vardır. Bunlardan her­hangi birisi elinizden kurtulacak olursa ona böylece yapınız." Bir rivayette ise "onu yiyiniz" buyurmuştur.

Kesim esnasında güzel hareket etmek, aranan bir husustur. Çünkü daha önce kaydedilen ve Ahmed, Müslim, Nesaî ve İbni Mâce'nin Ebu Yala yoluyla rivayet ettikleri hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Muhakkak Allah her şey üzerine ihsanı (güzelliği, iyiliği) yazmıştır." Mâlikîler şöyle demiştir: Hayvan­larda kesimin güzel yapılması onlara yumuşak davranmak suretiyle olur. Şid­detle hayvanı yere yıkmaz, onu bir yerden bir yere çekip sürüklemez. Kesim aletini keskinleştirir, kesimle yenilmesinin mubah olması ve bununla Allah'a yaklaşmak niyeti hatırda tutulur, hayvan kıbleye döndürülür ve işinin çabucak bitirilmesine çalışılır. Boğazın etrafındaki iki kalın damar ile boğaz kesilir, ra­hatlatılır ve soğuyuncaya kadar terkedilir. Allah'ın bunlarla bize lütufta bulun­duğu itiraf edilir, bu nimete karşı Allah'a şükredilir ve dilediği takdirde bize musallat kılacağı şeyleri bize müsahhar kıldığı, dilediği takdirde bize haram kılacağı şeyleri mubah kıldığı için ona şükredilir.

Çeşitli türleriyle fal oklarıyla kısmet aramak haramdır. Eğer bundan maksat paylaştırmak ve payları ortaya çıkarmak gibi bir şey olursa, bu da ma­lın batıl yolla yenilmesi kabilindendir. Mücâhid şöyle der: Ayet-i kerimede ge­çen el-ezlam dan kasıt, İranlılarla Bizanslıların kendileriyle kumar oynadıkları zarlardır. [30]

 

Helal Yiyecekler Ve Kitap Ehli'nden Olan Kadınlarla Evlilik

 

4- Sana kendilerine neyin helâl kılındı­ğını soruyorlar. De ki: "Size bütün iyi ve teiniz şeyler helâl kılındı. Allah'ın size öğrettiği ile alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin ve üzerine Allah'ın adını anın ve Allah'tan sakının. Muhakkak ki, Allah hesabı çabuk görendir."

5- Bugün size iyi ve temiz olanlar helâl kılındı. Kitap Ehli'nin yemeği size he­lâldir, sizin yemeğiniz de onlara helâl­dir. Mümin kadınlardan iffetli olanlar ve sizden önce kitap verilenlerden if­fetli kadınlar, siz iffetinizi koruyarak zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın ve onlara mehirlerini vermeniz halin­de size helâldir. Kim de imanı inkâr ederse yaptıkları boşa gitmiştir ve o, ahirette hüsrana uğrayanlardandır.

 

Belagat:

 

"Kitap Ehli'nin yemeği". Burada ifade umumi kullanılmakla birlikte özel olarak kesilen hayvanlar kastedilmiştir.

"İffetinizi koruyarak zina etmeksizin" ifadesinde tıbâk vardır. Çünkü bu­rada ihsan, iffeti korumak, iffetli olmak anlamında; sifah ise zina etmek anla­mındadır. [31]

 

Kelime ve İbareler:

 

Ey Muhammedi "sana" yiyeceklerden "kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar... iyi ve temiz şeyler helâl kılındı." Pis ve murdar şeylerin dışında kalan ve kendilerinden zevk alınan şeyler helâl kılındı. Bunlar ise Kitap, Sün­net ve bir müçtehidin kıyası ile haram olduğu söz konusu olmayan her şeydir. "Avcı hayvanlar": Yırtıcı hayvanlar ve kuşlar. Köpek, pars, arslan, kartal, şa­hin, çaylak gibi hayvanlar olup bu kelimenin tekili olan "câriha" kazanmak an­lamına gelen "el-curh" tan gelmektedir. Bu kelime aynı anlamda şu ayette de geçmektedir. "Ve o gündüzün ne kazandığınızı bilir." (En'ânı, 6/60) Allah'ın size avlanma adabı ile ilgili olarak "öğrettiği ile alıştırıp" eğitip, "öğrettiğiniz avcı hayvanların..." Teklib, yani alıştırıp öğretmek, avcı köpeklere avlanmayı öğre­tip avın üzerine salmaktır. Daha sonra bu kelime mutlak olarak av hayvanları­nın eğitilmesi hakkında kullanılır olmuştur. Avcı hayvanları eğitene mükellib denilir, "sizin için tuttuklarını" kendileri o avdan yememiş olmak şartıyla öl­dürmek suretiyle tuttuklarını "yiyin." Ancak eğitilmemiş olanlar böyle değildir; onların avı helâl olmaz. Eğitilmiş olmanın belirtisi ise, hayvanın salındığı za­man gitmesi gitmekten alıkonulduğu zaman da gitmemesi, avı yakalayıp on­dan bir şey yememesidir. Bunun anlaşılabilmesi için asgari olarak bu işin üç defa tekrarlanması gerekir. Eğer o avdan yemiş ise bu av hayvanı sahibi adına yakalanmış olmaz. O bakımdan yenilmesi helâl değildir. Nitekim Buharî ile Müslim'de yer alan hadiste de böyledir. Yine aynı hadiste şu da vardır: "Atıldı­ğı zaman Allah'ın adı anılarak atılan okun isabet ettiği av eğitilmiş avcı hayva­nın avı gibidir." "Ve üzerine" Av hayvanını saldığınız vakit, "Allah'ın adını anın."

"Kitap Ehli'nin yemeği size helâldir.", Yahudi ve Hristiyanm kestikleri si­ze helâldir. "Kitap verilenlerden iffetli kadınlar" Burada hür kadınlar demek­tir; zinadan kendilerini koruyanlar oldukları da söylenmiştir, "siz iffetinizi ko­ruyarak" zinadan uzak durarak, "zina etmeksizin" onlarla açıktan açığa zina etmeksizin yahut açıkça zina işlemeksizin, "gizli dost tutmaksızın" Gizlice de zinaya kalkışmaksızın. "...size helâldir" Dost (el-hidn), erkek yahut kadın ol­sun dost ve arkadaş demektir. "Kim de imanı inkâr ederse", irtidad ederse "yaptıkları boşa gitmiştir." Bundan önceki salih amelleri boşa gitmiş olup bun­ların hiç bir kıymeti olmaz; bundan dolayı ona ecir verilmez, yani amelinin se­vabı artık batıl olur. "ve o ahirette hüsrana uğrayanlardandır." Bu haliyle öldü­ğü takdirde, onlar, hüsrana uğrayanlardan olurlar. [32]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni Cerir et-Taberî'nin, eş-Şa'bî yoluyla rivayetine göre Adiyy b. Hatim et-Tâî şöyle demiştir: Adamın biri Resulullah (s.a.)'m yanma gelerek köpekle­rin avı hakkında soru sormuş. Hz. Peygamber şu: "Allah'ın size öğrettiği ile alıştırıp öğrettiğiniz..." ayeti nazil oluncaya kadar ona bir cevap vermemişti.

İbni Ebi- Hatim de Said b. Cübeyr'den şunu rivayet eder: Ebi Hatim ile Zeyd b. el-Mühelhil, Resulullah (s.a.)'a şöyle sordular: "Ey Allah'ın Rasulü! Biz köpek ve doğanlarla avlanan bir topluluğuz Züreyhlilerin köpekleri, inekleri, eşekleri ve ceylanları dahi avlar. Allah ise meyteyi (ölü hayvanı) haram kılmış­tır. Bunlardan bize helâl olan nedir?" Bunun üzerine: "Sana kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: Size bütün iyi ve temiz şeyler helâl kılındı..." ayeti nazil oldu.

İbni Cerîr, İbnü'l-Münzir, Taberânî ve Beyhakî'nin rivayetine göre de Resulullah (s.a.), Ebu Rafi'a Medine'deki köpekleri öldürmeyi emredince bir takim insanlar gelip şöyle dediler: "Ey Allah'ın Rasulü! Şu öldürülmelerini em­rettiğin bu hayvanlardan bize helâl olan nedir?" Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi, Hz. Peygamber de ayeti onlara okudu. [33]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah, kullanan için zararlı olan -ki bu ya vücuda ya din veya her iki­sine birlikte zararlıdır - bir takım murdar şeyleri bundan önceki ayette haram kılıp zaruret halinde de istisna ettiklerini de belirleyerek burada: "Sana kendi­lerine neyin helâl kılındığını soruyorlar. De ki: Size bütün iyi ve temiz şeyler he­lâl kılındı" buyurmaktadır. Bu da A'râf suresinde Hz. Muhammed (s.a.)'in ni­teliğine dair şu ayet-i kerimeyi hatırlatmaktadır: "Onlara hoş ve temiz olan şeyleri helâl kılar, pis ve murdar şeyleri de haram kılar." (A'râf, 7/157). [34]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammed! Müminler sana kendilerine yiyecek ve etlerden nelerin helâl kılındığını sormaktadırlar. Onlara, pis ve murdar olan şeylerin (el-habâ-is) dışında kalan hoş ve temiz şeylerin, yani fıtratı bozulmamış, selim tabiatlı­ların hoşuna giden şeylerin kendilerine helâl kılındığını söyle. Ayrıca eğitilmiş avcı hayvanların avladıkları da helâldir. Hoş ve temiz şeyler "et-tayyıbât" ise Kur"ân-ı Kerim'de haram kılındıkları nass ile belirtilen ve bunlara daha önce geçen haram kılınmış on tür yiyecek ile sünnet-i nebeviyyede eklenen yiyecek­lerin dışında kalan şeylerdir. Ahmed, Müslim ve Sünen sahipleri İbni Ab-bâs'tan şöyle dediğini rivayet ederler: "Resulullah (s.a.) yırtıcı hayvanlardan azı dişli her bir hayvanın, kuşlardan da pençeli olan her bir hayvanın yenilme­sini yasakladı." Yine Ebu Sa'lebe el-Hişnî'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir­ler: "Azı dişli her bir yırtıcı hayvanın yenilmesi haramdır." Buna göre hakkında nassın varid olmadığı şey iki türlüdür; bunlar helâl ve hoş olan şeyler ile ha­ram ve pis olan şeylerdir. Bir şeyin hoş ve pis olmasında nazarı itibara alına­cak ölçü ise Hicaz bölgesindeki Arapların zevkidir.

Ebu Hanife'ye göre yırtıcı hayvan et yiyen her bir hayvandır. Şafiî'ye göre ise insana ve hayvana saldıranlardır.

Buna göre bütün deniz hayvanları ister ot yesin ister et yesin, helâl ve hoştur. Kara hayvanlarından ise yırtıcı ve yabani olan hayvanlar ile bu türden olan kuşlar dışında kalanlar avlanır ve etleri yenilir. Ancak kurbağa, timsah, yılan ve kaplumbağa gibi karada ve denizde yaşayanların yenilmesi helâl de­ğildir. Bunun sebebi, bunların hoş görülmemeleri, yılanların da zehirli olmala­rıdır.

Diğer taraftan eğitilmiş avcı hayvanları besleyip barındırmanız, bunları satıp hibe etmeniz helâl olduğu gibi, bunların sizin için avladıkları da helâldir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Avcı hayvanların sizin için tuttukla­rını yiyin." Yüce Allah'ın "alıştırıp öğrettiğiniz" buyruğu, alıştırıp öğretmiş ol­manız halinde, demektir. "Allah'ın size öğrettiği ile alıştırıp öğrettiğiniz", yani Allah'ın size öğrettiklerinden siz de onlara öğretip alıştırmanız halinde, anla­mındadır.

Bundan, hayvanların eğitilmesinde şu üç hususun kaçınılmaz olduğu an­laşılmaktadır:

1- Avlayacak hayvanların öğretilmiş olması.

2- Bu konuda hayvanlara öğretecek olan kimsenin öğretmekte beceri sahi­bi ve bu konuda kendisinin de gerekli eğitime sahip olmuş olması.

3- Allah'ın kendisine öğrettiğinden onun da bu avlayıcı hayvanlara öğret­mesi. Yani bu avcı hayvanlar sahipleri tarafından salınmak suretiyle ava doğru gitmeli, sahiplerinin engellemesiyle vazgeçmeli; öğretilen hayvan köpek olduğu takdirde avı yakalamakla birlikte ondan yememeli, sahibi tarafından çağırıldı­ğı takdirde sahibine geri dönmelidir. Köpeğin eğitilmiş olması avdan yemeyi üç defa terketmesiyle anlaşılır. Doğan kuşunun eğitilmiş oluşu da çağırıldığı tak­dirde sahibine dönmesiyle anlaşılır. Aradaki fark da şudur: Köpeğin eğitilmesi, onun alıştığı ve yapageldiği şeyi terketmesi suretiyle olur. Köpek âdeten buldu­ğunu alır, götürür. Üç defa yemeyi terkettiği takdirde onun eğitildiği anlaşılmış olur. Doğanın âdeti ise kaçıp gitmektir.  Sahibi onu çağırdığı takdirde geri dö­necek olursa onun da artık eğitilmiş olduğu bilinir.

"Avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin." Yani bu avcı hayvanların kendileri avdan yemeksizin sizin için tuttukları avdan siz de yiyin. Eğer avlar­dan yiyecek olurlarsa, cumhurun görüşüne göre, ondan artanı yemek helâl de­ğildir. Çünkü Ahmet, Buhari ve Müslim tarafından rivayet edilen Adiyy b. Hâ-tim'den gelen hadise göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Öğretilmiş kö­peklerini Allah'ın adını anarak saldığın takdirde senin için tuttuklarından yi­yebilirsin; ancak köpek (avdan) yiyecek olursa sen yeme. Çünkü ben köpeğin o avı kendisi için yakalamış olacağından korkarım." Bir başka rivayette de şöyle denilmektedir: "Eğitilmiş köpeğini saldığında Allah'ın adını an. Senin için avı yakalayacak olup henüz hayatta iken ona yetişecek olursan o avı kes. Eğer öldü­rülmüş olduğu halde ve köpek ondan yemeksizin ava yetişecek olursa, sen de o avdan yiyebilirsin." Çünkü köpeğin yakalaması bir kesme işlemidir.

Köpeği saldığınız vakit Allah'ın adını anınız. Bunu ayrıca daha önce kay­dettiğimiz Adiyy b. Hatim hadisi desteklemektedir: "Eğitilmiş köpeğini salıp üzerine Allah'ın adını andığın takdirde senin için yakaladığından yiyebilirsin." Allah'ın adını anmak cumhura göre vacip, Şafiî'ye göre müstehaptır.

İşte bu sınırlara riayet hususunda Allah'tan korkunuz. Allah'ın size göster­miş olduğu bu hususlarda O'nun emrine muhalefetten sakınınız ve size verdiği emirlerini yerine getirmek, yasaklarından kaçınmak suretiyle azabından kendi­nizi koruyunuz. Şüphesiz Allah hesabı pek çabuk görendir. O gecikmeksizin ve oyalanmaksızın amellerinizden dolayı sizi hesaba çeker. Amellerinizden hiç bir şeyi de zayi etmez. Siz amellerinizden dolayı hesaba çekileceksiniz, dünyada da ahirette de amelerinizin karşılığını göreceksiniz. Allah kıyamet gününde bütün insanları aynı anda hesaba çeker. Allah'ın hesabı pek çabuk olacaktır.

Bunun kendisinden önceki buyruklarla ilişkisine gelince: Yüce Allah ha­ram ve helâl kılınan şeyleri zikredip helâl ve haramı beyan ettikten sonra, amelde bulunanları amelleri dolayısıyla hesap günü geldiğinde herhangi bir mühlet vermeksizin hesaba çekeceğine dikkatleri çekmektedir. Rivayet edildi­ğine göre o bütün insanları yarım gün kadarlık bir süre içerisinde hesaba çeke­cektir.

Bugün Allah'tan size bir lütuf olmak üzere bütün temiz şeyler, yani Tayyi-bât helâl kılınmıştır. Tayyibât, nefisleri pak ve temiz kimselerin hoşlandığı ve canlarının çektiği şeylerdir.

Ayrıca sizlere Kitap Ehli'nin yiyecekleri de helâl kılınmıştır, Cumhura gö­re burada kasıt "kestikleri" olup, ekmek, meyve vb. yiyecekler değildir. Çünkü onların fiilleriyle yenecek hale gelen şeyler bizzat kesilen hayvanlardır. Diğer yiyecekler ise zaten bütün insanlar için mubahtır. O bakımdan onların Kitap Ehli'ne tahsis edilmesinin bir manası olmaz. Kitap Ehli, mensup oldukları pey­gambere Allah'ın, Tevrat ve İncil'i indirdiği Yahudi ve Hristiyanlardır.

Put ve heykellere tapman müşriklerin kestikleri helâl değildir. İbni Cerîr, Ebu'd-Derdâ ve İbni Zeyd'den rivayete göre bu ikisine kiliselere kesilen hay­vanlardan yemek hakkında soru sorulmuş, her ikisi de bunların yenilebileceği­ne dair fetva vermişlerdir. İbni Zeyd şöyle demiştir: Allah onların yiyeceklerini helâl kılmış ve ondan herhangi bir şeyi istisna etmemiştir. Ebu'd-Derdâ'ya da Cercîş diye adlandırılan bir kilise için kesilmiş bir koçun yenilmesi hakkında: "Onu bize hediye ettiler, ondan yiyelim mi?" diye sorulmuş o da şöye cevap ver­mişti: Allahım affını dilerim. Bunlar Kitap Ehli'dirler, onların yiyecekleri bize helâldir; bizim yiyecelerimiz de onlara helâldir.

Mecusîlerin kestikleri ise helâl değildir, bunların kadınlarıyla evlenmek de helâl değildir. Çünkü bu konuda rivayet edilmiş hadis-i şerifler vardır.

Sizin yiyecekleriniz de onlara, yani sizin kestikleriniz de Kitap Ehli'ne he­lâldir. Siz bu yiyeceklerinizden onlara yedirebilirsiniz yahut satabilirsiniz. Ce-nab-ı Allah'ın bunu ayrıca buyurmuş olması kesilen hayvan ile evlilik husu­sundaki hükmün farklı olduğuna dikkat çekmek içindir. Kesilen hayvanların mübahlığı her iki taraf için söz konusudur. Halbuki evliliğin mübahlığı böyle değildir; bu tek taraflıdır. Aradaki fark da gayet açıktır: Zira her iki taraftan yiyeceğin mübahlığı herhangi bir mahzurlu durumu gerektirmemektedir. An­cak Kitap Ehli'ne Müslüman kadınlarla evlenmek mubah kılınacak olur ise Ki­tap Ehli erkeklerinin kendi hanımları üzerinde serî bir velayetlerinin olması gerekir. Şanı Yüce Allah ise kâfirler lehine müminler aleyhine şer"î bir yol bı­rakmamıştır.

Ey müminler! Sizlere hür olan mümin kadınlarla evlenmek helâl kılındığı gibi, Yahudi ve Hristiyanlardan olan Kitap Ehli kadınlarla evlenmek de helâl­dir. İster zımmi ister harbî olsunlar, bu evliliğin onların mehirlerini vermek kaydıyla söz konusu olması, vücubun tekidi içindir; yoksa helâl olmaları için mehrin ödenmesinin şart olduğundan dolayı değildir. Hür kadınların özel olarak anılmalarının sebebi ise, kendileriyle evlenilecek kadınların evlâ olanına teşvik içindir; yoksa hür olmayan kadınların helâl olmayacağı anlamına değil­dir; zira ittifakla Müslüman cariyelerin nikâhlanmalarmm sahih olduğu kabul edilmiştir. Ebu Hanife'ye göre de böyle bir nikâh sahihtir. Hür kadınlarla evlili­ğin size helâl olması sizin zinadan uzak, iffetli bir hayat sürmeniz, onlarla ev­lenmek suretiyle iffetinizi koruyacak olmanız, açıktan açığa zina işlememeniz ve yine gizlice zina etmek için dost edinmemeniz şartıyladır. Mubah olan, zina etmeyen iffetli hür kadınlarla evlenmektir ve bu, iffetini korumak kasdıyla me-hirlerini vermek şartıyladır. Yoksa açıktan açığa zina etmek yahut da gizlice dost edinmek yoluyla zina etmek suretiyle olmamalıdır.

Daha sonra Yüce Allah, aykırı hareketlerden sakmdırmakta ve az önce ge­çen helâl hükümleri teşvik ederek şöyle buyurmaktadır: "Kim de imanı inkâr ederse yaptıkları boşa gitmiştir." Yani kim İslâmın şefi hükümlerini ve yüküm­lülüklerini inkâr eder, imanın esas ve feri hükümlerini reddederse, artık o amelinin sevabını iptal etmiş, dünya ve ahirette zarara uğramış olur. Dünya­daki zararı amellerinin zayi olması, onlardan faydalanmaması bakımındandır. Ahiretteki zararı ise hüsrana uğrayıp cehennem ateşinde helak olmasından do­layıdır.

Burada "iman" kelimesi mutlak olarak zikredilip mecazen mümin kaste­dilmiştir. İman ise şerl hükümler ve mükellefiyetlerdir. Maksadın imanın sahi­bi olan yüce Rabbi inkâr etmek olduğu da söylenmiştir. O takdirde bu hazf ile bir mecazdır. Şu: "Kim de imanı inkâr ederse..." ayetinden kasıt ise Yüce Al­lah'ın helâl ve haram kıldığı şeylerin ne kadar büyük önem taşıdığına ve buna aykırı hareket edenin işinin oldukça zor olduğuna dikkat çekmektir. [35]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

"Sana kendilerine neyin helâl kılındığını soruyorlar..." ayet-i kerimesi aşa­ğıdaki hususlara delildir:

1- Tayyibât (hoş ve temiz şeyler)ın, yani üstün nefislerin hoş gördüğü yiye­ceklerin -şeriatın haram kıldığı murdar şeyler müstesna olmak üzere- mubah kılınması.

2- Eğitilmiş olmaları şartıyla yırtıcı hayvan ve kuşlar arasından avlayıcı hayvanlarla avın mübahlığı. Ayrıca bu hayvanları eğitenin de bu konuda beceri sahibi bir eğitici olması, bu hayvanlara Allah'ın kendisine öğrettiklerinden öğ­retmiş olması şartı vardır. Hayvanın salmdığı vakit gidecek,  avı yakaladıktan sonra da geri gelmesi istendiğinde geri dönecek hale gelmiş olması, avladığın­dan da herhangi bir şey yememesi eğitilmişliği için bir şarttır. Bu şartlardan birisi bulunmadığı takdirde görüş ayrılıkları söz konusudur.

3- Avlayıcı hayvanların yaralayıp öldürdüklerinin ve avcının da ölmüş ha­liyle yetiştiği avların helâl kılınmış olması. Çünkü Yüce Allah'ın: "Avcı hayvan­ların sizin için tuttuklarını yiyin" buyruğu mutlaktır. Yani avladığından ye­meksizin sizin için yakaladıklarından yiyiniz. Eğer köpek ve benzeri avcı hayvan avdan yiyecek olursa, cumhura göre, geri kalan yenilmez. Çünkü bu du­rumda avcı hayvan kendisi için yakalamış, sahibi için yakalamamış olur. An­cak kuşlarda bu şart söz konusu değildir. Kuşların avladıklarından yemeleri halinde onların geri bıraktıkları da yenir. Malikîler ise küçük bir parça dahi kalmış olsa, avdan geri kalanın yenilmesini ve avcı hayvan ister köpek, ister pars isterse bir kuş ölsün, ondan yemiş olsa dahi, kalanın yenilmesinin mubah olduğunu söylerler.

Av yara almaksızın köpeğin ağzında ölecek olursa yenilmez. Çünkü av böylelikle boğularak ölmüş olur. Bu durumda hiç bir şekilde kesmeyen kör bı­çakla kesilmiş ve boğazı kesilmeden Önce kesim esnasında ölmüş hayvana ben­zer.

İlim adamlarının cumhuruna göre avcı hayvan avın kanından içecek olur­sa, av hayvanı yenilir. ŞsJhî ve es-Sevrî böyle bir avın yenilmesini mekruh ka­bul ederler. Şayet avcı köpeği ile birlikte bir başka köpek bulacak olursa, bu köpeğin bir başka avcı tarafından gönderilmemiş olduğu ve avın peşine tabiatı gereği kendiliğinden düşmüş olduğu kanaati hasıl olursa o avdan yenilmez. Çünkü Hz. Peygamber, Ahmed ile Buharî ve Müslim'de yer alan Adiyy b. Ha­tim yoluyla gelen hadiste şöyle buyurmuştur: "Eğer onunla birlikte başka kö­pekler de karışacak olursa ondan yeme." Bir diğer rivayette ise şöyle denilmek­tedir: "Çünkü sen ancak kendi köpeğin için besmele getirdin, başkası için bes­mele getirmedin." O halde iki avcı iki ayrı köpeği ortaklaşa gönderecek olurlar­sa, avladıkları da aralarında ortaktır.

Aynı şekilde okla vurularak bir dağdan yuvarlanan yahut bir suya düşen veya üç gün süreyle avcı tarafından görülemeyen ve kendisi görmeksizin ölen av da yenilmez. Çünkü Resulullah (s.a.) yine Ahmed ve Buharî ile Müslim ta­rafından ittifaktla rivayet edilen ve Adiyy b. Hatim yoluyla gelen hadis-i şerifte şöyle buyurmuştur: "Okunu attığın zaman Allah'ın adını an. Bir gün süreyle avını kaybedip de avında okunun izinden başka bir şey bulamayacak olursan yiyebilirsin. Şayet onu suya düşmüş bulursan ondan yeme; çünkü onu öldüren su mudur yoksa okun mudur bilemezsin." Ebu Dâvûd da Ebu Sa'lebe el-Hışnî yoluyla gelen hadiste şunu rivayet etmektedir: "Bir gün süreyle onu bulamaz ve avda okunun izinden başka bir şey bulamayacak olursan yiyebilirsin." Ayrıca şunu da eklemektedir: "Üç gün sonra kokmamış ise yiyebilirsin."

Ebu Hanife ve Şafiî, avcı Müslüman olduğu takdirde Yahudi ve Hristiyan-lara ait köpeklerle avlanmayı caiz kabul ederler. İmam Malik'in dışında kalan ümmetin cumhuru ise Kitap Ehli'ne mensup avcının avının da caiz olduğunu kabul ederler.

4- Yüce Allah'ın şu buyruğunun delaletiyle av için köpek edinmek ve bes­leyip barındırmak caizdir: "Alıştırıp öğrettiğiniz avcı hayvanların..." bunu Müslim'in İbni Ömer yoluyla rivayet ettiği Hz. Peygamberin şu buyruğu da desteklemektedir: "Av yahut davar için alıkonulan köpek dışında her kim bir köpek barındıracak olursa her gün onun ecrinden iki kırat eksilir."

5- "Alıştırıp öğrettiğiniz..." ayeti aynı şekilde âlimin cahilden daha faziletli olduğunu göstermektedir. Çünkü eğitilmiş köpeğin diğer köpeklere bir üstünlü­ğü olur. Âlim de bildiği ile amel ettiği takdirde daha faziletli olur. Zira Hz. Ali şöyle buyurmuştur: "Her şeyin bir değeri vardır. Kişinin değeri ise güzelce yap­tığı şeye bağlıdır."

6- Avcı hayvanın salınması halinde Allah'ın adının anılmasını vacip oluşu. Çünkü Yüce Allah: "Ve üzerine Allah'ın adını anın." buyurmaktadır. Şafiî'ye gö­re, cumhurun görüşü de budur. Bunu Hz. Peygamberin az önce geçen Adiyy b. Hatim yoluyla gelen şu buyruğu da desteklemektedir: "Köpeğini salıp Allah'ın adını andığın takdirde yiyebilirsin."

Canlı iken ava yetişilmesi halinde ise, kesilmesi sırasında besmele çekmek icabeder. Şafiî şöyle der: Böyle bir besmele müstehaptır.

"Bu gün size iyi ve temiz olanlar helâl kılındı." ayet-i kerimesinden de aşağıdaki hususlar anlaşılmaktadır:

1- İyi ve temiz rızıkların mübahlığı. Bunlar ise iyi nefislerin hoşuna giden şeylerdir.

2- Kitap Ehli (Yahudi ve Hristiyanjnin kestiklerini yemenin mübahlığı. Meyve ve buğday gibi kesimi gerektirmeyen şeylerin yenilmesinin caiz olduğu hususunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Çünkü herhangi bir kimsenin bunları mülk edinmesinde bunlara bir zarar gelmez.

Undan ekmek yapmak, yağın bitkilerden çıkarılması ve benzeri bir takım işlemleri gerektiren ve ayrıca din ve niyeti gerektiren şerl kesime gelince: Bu hususta Yüce Allah zimmet ehlinin kalbini ısındırmak, İslama girmelerini teş­vik etmek üzere ruhsat vermiştir, hatta Hristiyan kesim esnasında "Mesih adı­na!" Yahudi de "Üzeyr adına!" demiş olsa dahi. Çünkü onlar dinlerine göre ke­serler.

Cumhurun görüşüne göre Kitap Ehli'nin kestiği hayvanın helâl olmasında esas olan kesimdir. Kitap Ehli için o kesilen hayvandan helâl olan ile onun için haram olan nazar-ı itibara alınmaz, çünkü hayvan şer"î usule göre kesilmiştir. Bir grup ilim adamı ise şöyle demiştir: Kitap Ehli'nin kestiklerinden bizim için helâl olan, onlar için helâl olan şeylerdir. Zira onlar için helâl olmayan şeylerde onların kesimlerinin bir etkisi olmaz. O halde Kitap Ehli'nin kestiklerinden sırf yağ olan yerler de helâl olmaz. Böylelikle onlar "yiyecek" lafzını bir bölü­mü hakkında münhasıran kabul ederler. Cumhur ise hasretmeksizin bütün ye­nilen şeyler hakkında umumu kapsayacak şekilde anlamışlardır.

Oldukça küçük bir istisna dışında ilim adamları icma ile kâfirlerin kestik­lerinin yenilmeyeceğini ve onların kadınları ile evlenilmeyeceğim kabul etmiş­lerdir. Çünkü bunlar ilim adamlarınca meşhur kabul edilen görüşe göre Kitap Ehli değildirler.

Bütün kâfirlerin kaplarından -altın, gümüş yahut domuz derisinden olma­dığı sürece- yemek ve içmekte ve bunlarda yemek pişirmekte -kapların yıkanı­lıp kaynatılmasından sonra- bir mahzur yoktur. Çünkü kâfirler necasetlerden sakınmaz ve ölü hayvanları yerler. Bu gibi kaplarda yemek pişirdikleri takdir­de bunlar necis olur. O bakımdan yıkanmalıdırlar. Müslim'in Sahîh'inde alan bir hadiste Ebu Sa'lebe el-Hışnî şöyle der: Resulullah (s.a.)'m huzuruna varıp şöyle dedim: "Ey Allah'ın rasulü! Ben Kitap Ehli bir kavmin yaşadığı yerde bu­lunuyorum. Onların kaplarından yiyoruz. Orası ayrıca av yapılan bir yerdir. Yayımla ve eğitilmiş köpeğimle avlanıyorum. Bizlere bunlardan nelerin helâl olduğunu bana bildir." Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Sizlerin Kitap Ehli bir topluluğun topraklarında yaşayıp onların kaplarında yemek yediğinden söz et­tim. Eğer kaplarından başka kap bulacak olursanız onların kaplarında yemeyi­niz. Şayet başka kap bulamayacak olursanız o kapları yıkayın, sonra o kaplar­da yemek yiyin."

3- Kitap Ehli'ne Müslümanların kestiklerinden yedirmenin mübahlığı. Bizden et satın alacak olurlarsa o etten yemeleri helâldir, bizim de onlardan bu etin bedelini almamız helâldir.

4- İffetli mümin kadınlarla iffetli Kitap Ehli kadınların nikâhlanmalarmm meşru oluşu. İffetli kadınlar (Muhsanât), Mücâhid ve cumhurun görüşüne göre hür kadınlardır. İbni Abbâs'ın görüşüne göre ise iffetli ve aklı eren kadınlardır.

5-  Bir amelde bulunan eğer Allah'ın hüküm ve şeriatlerini inkâr eden, imanın usul ve füruunu reddeden bir kâfir ise, amelinin sevabı boşa çıkar. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim de imanı", yani Allah'ın Muham-med'e indirdiklerini "inkâr eder" yahut da imanı reddederse "yaptıkları boşa gitmiştir", yani artık onun amelinin sevabı boşa gider, amelinin uhrevî hiç bir faydası kalmaz. [36]

 

Abdestin, Cünüplükten Yıkanmanın (Guslün) Ve Teyemmümün Farz Oluşu İle Allah'ın Nimetinin Anılması

 

6- Ey iman edenler! Namaza kalktığı­nız zaman yüzlerinizi, dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın, başlarınızı da meshedin ve topuklarınıza kadar ayaklarınızı da (yıkayın). Eğer cünüp iseniz hemen temizlenin. Şayet hasta olmuşsanız veya seferde iseniz yahut heladan gelmişseniz ya da kadınlara yaklaşmış da su bulamamışsanız temiz bir topraktan teyemmüm edin. Yüzleri­nizi ve ellerinizi onunla meshedin. Al­lah size zorluk göstermek istemez, ama sizi temizlemek, üzerinize olan nimeti­ni tamamlamak ister ki, şükredesiniz.

7- Bir de Allah'ın üzerinizdeki nimetini "işittik, itaat ettik" dediğinizde sizi onunla bağlamış, olduğu mîsâkını anın. Allah'tan korkun, muhakkak ki, Allah kalplerdekini çok iyi bilir.

 

I'râb:

 

"(ercüleküm) = ayaklarınızı da" kelimesi "(ve eydiyeküm) = ellerinizi" keli­mesi üzerine atfedilmiştir. İfadenin takdiri ise şöyledir: Yüzlerinizi, ellerinizi ve ayaklarınızı yıkayın. Bu kelime "(rü'ûsiküm) = başlarınızı" kelimesine atfedilerek esreli de okunmuştur. Birinci okuyuşta ayakları yıkamayı gerektiren bir fiil tak­dir edilmiş ve şöyle buyurulmuş gibidir: "ayaklarınızı da yıkayınız." Güvenilir (si­ka) hadis ravilerinden, dil bilginlerinden olan ve aynı zamanda kendilerini ehlul'-adl olarak adlandıran Mutezile ve Şîaya mensup Ebu Zeyd el-Ensâri (vefatı: h. 215) şöyle der: Meshetmek, yıkamanın biraz daha hafif şeklidir. Sünnet-i seniyye de ayak hakkında meshetmekten kasdm, yıkama olduğunu beyan etmiştir. [37]

 

Belagat:

 

"Namaza kalktığınız zaman." Namaza kalkmak istediğiniz zaman. Fiil zikredilerek fiilin yapılmak istenmesi tabir edilmiş ve müsebbep sebep yerine ikame edilmiştir. Çünkü bunlar biribirleriyle iç içedir. Nitekim ez-Zemahşerî de böyle demiştir.

Ayet-i kerimede aynı zamanda hazf ile icaz da vardır. Yani sizler hadesli (abdestsiz) iken namaza kalktığınız takdirde, demektir. [38]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Namaza kalktığınız zaman", abdestsiz olup da namaza kalkmak isterse­niz "yüzlerinizi" : Yüz, karşımızda kalan şeye denir. Yüzün uzunlamasına sınırı başın üst tarafından tüy bitimi ile çenelerin sonu yahut çenenin altı. En itiba­riyle ise iki kulak arası olan yerdir, "dirseklerinize kadar ellerinizi yıkayın": Dirsek, kolun üst taraftaki eklemi yahut pazunun alt taraftaki eklemidir. "Baş­larınıza da mesh edin." buyruğundaki "be" harfi ilsak 'bitiştirme' anlamını ifa­de etmektedir. Yani suyun akmasına gerek olmaksızın başlarınıza bitiştirerek, yapıştırarak meshedin. Bu da bir cins ismi olup Şafiî'ye göre meshin kullanıla­bileceği asgari mikdarla yapılması yeterlidir, bu da saçın az bir kısmına mes-hetmekle gerçekleşir. "Topuklarınıza": Bunlar bacağın her iki taraftan ayağa bitiştiği yerdeki çıkıntı halindeki kemikleridir. "Cünüp iseniz", cima yahut me­ni boşalması sebebiyle cünüp olmuşsanız "hemen temizlenin". Gusledin. [39]

 

Nüzul Sebebi

 

Buharî, Âişe (r. anhâ)'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Medine'ye dö­nüşümüz esnasında el-Beydâ denilen yerde gerdanlığım düştü. Resulullah (s.a.) devesini çöktürüp indi. Başını kucağıma koyarak uyudu. Bu sefer (ba­bam) Ebu Bekir geldi ve göğsüme şiddetli bir yumruk vurup dedi ki: Bir ger­danlık yüzünden insanları yoldan alıkoydun. Daha sonra Resulullah (s.a.) uyandı. Sabah namazı vakti girdi, su aradı, fakat bulamadı. Bunun üzerine "Ey iman edenler! Namaza kalktığınız zaman... ister ki şükredesiniz." buyruğu nazil oldu. Bu el-Müreysi gazvesinde olmuştu. Useyd b. Hudayr dedi ki: Ey Ebu Bekir ailesi, gerçekten Allah insanlar lehine sizleri mübarek kılmıştır.

Taberânî, Hz. Âişe'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Gerdanlığım ile ilgili olanlar olup da ifk (bana iftira) olayına karışanlar da söylediklerini söyle­dikten sonra bir başka gazada yine Resulullah (s.a.) ile birlikte çıkarıldım. Yi­ne gerdanlığım düştü. Sonunda arayıp bulmak üzere insanlar yoldan alıkoyul­du. Ebu Bekir bana dedi ki: Kızcağızım sen her yolculukta insanlara bir sıkıntı ve bir belâ kesiliyorsun. Bu sefer Yüce Allah teyemmüm hakkında ruhsatı in­dirdi. Bunun üzerine Ebu Bekir: Gerçekten sen çok mübareksin, dedi.

Suyûtî bundan sonra iki hususa dikkat çekmektedir ki, özetle şöyledirler:

Birinci husus: Acaba teyemmüm ayetinden kasıt, Mâide süresindeki bu al­tıncı ayet-i kerime midir yoksa aynı ifadelerin yerde aldığı Nisa süresindeki şu ayet-i kerime midir?:"5fa da kadınlara yaklaşmış da su bulamamışsanız temiz bir topraktan teyemmüm edin." (Nisa, 4/43) Buharî'nin meyleder gibi olduğu bunun Mâide süresindeki ayet olduğudur. Suyutî ise şöyle der: Doğrusu da bu­dur: Çünkü Buharî'nin Hz. Âişe'den rivayet ettiği sözü geçen hadiste bu husus açıkça ifade edilmiştir. Bununla beraber şunu bilelim ki, el-Vâhidî, Esbâbu'n-Nüzul adlı eserinde bu hadisi Nisa süresindeki ayeti zikrederken kaydetmiş­tir.

İkinci husus: Buharî'nin rivayet ettiği hadis, abdestin ayetin nüzulünden önce de onlara vacip olduğunun delilidir. Bundan dolayı zaten su bulunmayan bir yerde konaklamayı büyük bir iş olarak gördüler. Sîrette sabit olan da Hz. Peygamberin üzerine namaz farz kılındığından itibaren abdestsiz namaz kıl­madığı şeklindedir. İbni Abdil Berr şöyle der: Abdest ile ilgili uygulamalar ön­ceden olmakla birlikte abdest ayetinin nüzulündeki hikmet, abdest farizasının Kur'ân-ı Kerîm'de okunan bir buyruk olmasıdır. Başkası da şöyle demektedir: Abdestin farz kılınışıyla birlikte ayetin ilk bölümlerinin önceden nazil olmuş olması, sonradan teyemmümün söz konusu edildiği diğer bölümlerinin nazil ol­muş olması da muhtemeldir. Suyutî şöyle der: Ancak birinci görüş daha doğru­dur. Çünkü abdestin farz kılınması Mekke'de, namazın farz kılınışı ile birlikte olmuştur, ayet-i kerime de Medine'de inmiştir. [40]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Kul ile Rabbi arasında iki türlü ahit vardır. Rububiyet ahdi ve itaat ahdi. Yüce Allah kuluna olan birinci ahdini eksiksiz yerine getirdikten sonra, ona yi­yecek ve evlenmek hususlarında helâl ve haramı açıkladı ve kullarından da ikinci ahit olan itaat ahdini yerine getirmelerini istedi. İmandan sonra en bü­yük itaat ise namazdır. Namaz da taharetsiz sahih olmaz. O bakımdan abdes­tin farzları söz konusu edilmiş, sonra da bizlere bu ahit ve misaka bağlı kalma­mızın gerekliliği hatırlatılmıştır ki, bu da Allah'ı ve rasulünü dinleyip itaat et­mektir. Ebu Dâvûd et-Tayalisî, Ahmed ve Beyhakî'nin Câbir'den rivayetlerine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Cennetin anahtarı namaz, namazın anahtarı da taharet (abdest)dir."

Bir diğer ifadeyle insanın yemek ve evlenmeye münhasır fıtrî bir takım is­tekleri vardır. Düzenli bir şekilde bunlardan yararlanma hakkına sahiptir. Ay­nı şekilde yerine getirilmesi gerekli görevleri de vardır. Yüce Allah yiyecek ihti­yacı ile cinsî ihtiyaçlarını karşılamak hususunda insana helâl ve haram olan şeyleri açıkladıktan sonra, Allah'ın kendisine vermiş olduğu nilmetlere karşı şükür olmak üzere insanın Allah'a karşı yerine getirmekle görevli olduğu hu­susları açıklamaktadır. Bu ayet-i kerimenin muhtevası da yerine getirilmesini emretmiş olduğu akitlere bağlı kalma, şer"î hükümleri ifa etmenin ve sözünü ettiği nimetin tamamlanmasının kapsamı içerisindedir. İşte bu nimetin ta­mamlanmasını sağlayan hususlardan birisi de teyemmüm edebilme ruhsatıdır. [41]

 

Açıklaması

 

Ey iman edenler! Sizler hadesli (taharetsiz) iken -ki bu kayıt Sünnet-i Ne-beviyye'de sabit olmuştur- namaza kalkmak isteyecek olursanız abdest almalı­sınız. Çünkü Yüce Allah abdestsiz namazı kabul etmez. Buna göre namaz kılmak isteyen bir kimsenin, abdestsiz ise abdest alması icabeder. Abdestli bulu­nuyorsa tekrar abdest alması menduptur. Çünkü Hz. Peygamber İbni Rezîn'in rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Abdestli iken tekrar abdest almak nur üs­tüne nurdur." Ahmed, Buharî ve Müslim'in de Ebu Hureyre yoluyla rivayetle­rine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi biriniz abdesti-ni bozduğu takdirde abdest almadıkça Allah ondan hiç bir namazı kabul et­mez." Buharî ve Sünen sahipleri de Amr b. Âmir el-Ensârî'nin şöyle dediğini rivayet ederler: Enes b. Mâlik'in şöyle derken dinledim: "Resulullah (s.a.) na­maz kılmak istediği her seferinde abdest alırdı." Ben ona: Peki siz nasıl yapı­yorsunuz? diye sordum, şöyle dedi: "Biz abdestimiz bozulmadığı sürece tek bir abdestle bir çok namaz kılardık." Ahmed'in Müsned' inde Resulullah (s.a.)'m çoğunlukla her bir namaz için abdest aldığı rivayet edilmektedir. Mekke'nin Fethi gününde ise abdest aldı, meshleri üzerine mesh etti ve tek bir abdest ile -insanların önünde bunun caiz olduğunu açıklamak üzere- bir çok namaz kıldı.

Ayet-i kerimede belirtildiğine göre abdestin farzları dörttür. Bunlar yüzü yıkamak, elleri dirseklere kadar yıkamak, başı meshetmek ve topuklara kadar ayaklan yıkamaktır. Yıkamak ise bir şeyin üzerindeki kir ve benzeri şeyleri izale etmek için üzerinden su akıtmaktır. Meshetmek ise mesh edilen şeye su­yun ıslaklığını değdirmektir. Şimdi bu farzları kısaca açıklayalım: [42]

 

Yüzü Yıkamak:

 

Yüzün üst taraftan sınırı, saçların bittiği yer olup aşağıdan, çenenin altına kadar devam eder, enine sınırı ise iki kulak arasıdır. Seyrek sakallı kimsenin hem sakalının üst tarafını hem de onun altındaki teni yıkaması icabeder. Sık sakallı kimse sakalı arasına parmakları ile suyu girdirmeye çalışır (hilâlleme); suyun göze ulaştırılması gerekmemektedir. Mazmaza ve istinşak (ağıza ve bur­na su çekmek)ın hükmü ise sünnet ile sabittir. [43]

 

Dirseklere Kadar Ellerin Yıkanması:

 

Abdest organı olarak el parmak uçlarından dirseğe kadardır. Dirsek ise kolun üst tarafı ile pazunun alt tarafıdır.

Yüce Allah'ın: "Dirseklere kadar" buyruğu ile "Topuklarınıza kadar" buy­ruğunda yer alan "...e kadar" ibaresi, ondan sonra gelen bölümün yalnızca ken­disinden önceki bölümün gayesi (nihaî noktası) olduğunu göstermektedir. Bu son noktanın hükmün kapsamına girmesi yahut dışında kalması ise haricî (bu­nun dışında kalan) bir delil ile bilinir. Yüce Allah'ın: "Mescid-i Haramdan Mes-cid-iAksaya kadar" (İsra, 17/1) buyruğunda: "...a kadar" makablinin hükmüne dahildir. Çünkü İsrâ'nm manası, Mescid-i Aksâ'ya girip orada taabbüd etme­dikçe tahakkuk etmez, tıpkı İsrâ'nm Mescid-i Haram'dan başlaması gibi.

Buna karşılık Yüce Allah'ın: "kolaylıkla ödeyebileceği bir zamana kadar" (Bakara, 2/280) buyruğu ile: "sonra geceye kadar orucunuzu tamamlayınız." (Bakara, 2/187) yer alan: "...a kadar" dan sonrası makablinin hükmüne dahil değildir. Çünkü birinci ayet-i kerimede ödeme zorluğu borcun ertelenmesinin, mühlet tanımanın illetidir. Ödeme kolaylığı ortaya çıkmakla birlikte bu illet ortadan kalkar ve borcun ödenmesi istenir. Bununla birlikte ayrıca bir mühleti vermeyi gerektiren bir durum yoktur. Diğer taraftan ikinci ayet-i kerimede eğer gece oruç hükmünün kapsamı içerisine girecek olursa o takdirde bu oruç visal orucu olur. Visal orucu ise bizim hakkımızda meşru değildir.

Yüce Allah'ın: "Dirseklerinize kadar" ile "topuklarınıza kadar" buyrukla­rında bu iki husustan herhangi birisine dair bir delil bulunmamaktadır. Bunun­la birlikte cumhur, dirseklerin ve topukların yıkanmasının vacip olduğunu -iba­detlerde ihtiyat olmak üzere- söylemişlerdir. Diğer taraftan kendisi olmaksızın vacibin tamam olmadığı bir şeyin vacip olması da buna gerekçe gösterilmişteir. [44]

 

Başa Mesh Etmek:

 

Mesh edilecek miktar hususunda görüş ayrılığı vardır. Şafiî şöyle der: Hakkında mesh denilebilecek asgari miktar -başın sınırları içerisinde bulunan tek bir kıl dahi olsa- yeterlidir. Mâlik ve Ahmet ise şöyle derler: İhtiyata riayet olmak üzere başın tamamen meshedilmesi icabeder. Ebu Hanife şöyle der: Va­cip olan, başın dörtte birini mesh etmektir. Çünkü mesh, ancak el ile olur. Elin kapladığı alan ise çoğunlukla başın dörtte biri kadarıyla takdir edilir. Diğer ta­raftan Resulullah (s.a.) da abdest almış ve başının tepesini meshetmiştir. Şu kadar var ki, sünnet-i seniyyede diğer imamların da görüşlerini destekleyecek rivayetler sabit olmuştur. Zahir olan ise "başlarınıza" kelimesinin baş tarafına gelen "be" harfinin ilsak için olmasıdır. Bunun teb'îd (kısmîlik ifade etmek) için olduğu da söylenmiştir. Doğrusu da bu buyruk mücmeldir. Bu mücmelin beyanı hususunda sünnete müracaat edilir.

Mâlikîlerle Hanbelîler şöyle derler: Burada yer alan "be" harfi zaiddir. Çünkü ifadenin terkibi başın tamamen meshedilmesinin vacip olduğuna delâ­let etmektedir. O bakımdan ihtiyat olmak üzere başın tamamı meshedilir. Ha-nefîlerle Şâfiîler ise şöyle derler: Buradaki "be" harfi teb'îd içindir. Nitekim biz "ellerimi duvara sürdüm" derken, elimi duvarın bir bölümüne sürdüm demek isteriz. O halde "başlarınıza mesh ediniz." buyruğundaki ibare "be" harfinin de­lâleti ile amel etmek üzere başın az bir bölümü hakkında anlaşılmalıdır. Fakat Hanefîler bu az bölümü üç parmak yahut başın dörtte biri olarak takdir etmiş iken, Şâfiîler ise bunu, hakkında mesh tabiri kullanılabilecek asgarî miktar olarak takdir etmişlerdir.

Cumhur bir defa meshetmenin yeterli olacağı görüşündedir. Şafiî ise başın üç defa meshedilmesi gerektiğini söyler. Hadis-i şerifler de abdest fiillerinin üçer defa tekrarlanacağına delildir. Mesh hususunda herhangi bir adet zikre­dilmemektedir. Mesh, cumhura göre, başın ön tarafından başlar, sonra ellerini geriye doğru götürür, daha sonra tekrar öne doğru geri getirir. [45]

 

Topuklara kadar ayakları yıkamak:

 

Topuklar, bacak ile ayağın her iki taraftan eklem yerlerindeki çıkıntı ha­lindeki kemiklerdir. Yani bu topuklara kadar ayaklarınızı yıkayınız. Peygam­ber (s.a.)'in ashabının ve tabiînin uygulamalarının delaletiyle vacip olan ayak­ların yıkanmasıdır. Ümmetin icması da bu hususta tahakkuk etmiştir.

Buharî ile Müslim'de Mâlik yoluyla Amr b. Yahya el-Mâzinî'den, onun ba­basından rivayetine göre adamın birisi Ömer b. Yahya'nın dedesi olan Abdul­lah b. Zeyd b. Asım'a -ki bu Resulullah (s.a.)'m ashabmdandı- dedi ki: "Resulullah (s.a.)'ın nasıl abdest aldığını bana gösterebilir misin?" Abdullah b. Zeyd: "Tabii!" dedi ve abdest almak üzere su istedi. Ellerine ikişer defa su bo­şalttı. Daha sonra üçer defa mazmaza ve inşinşâk yaptı, üç defa yüzünü yıkadı, sonra ellerini dirseklerine kadar ikişer defa yıkadı. Sonra elleriyle başını mesh etti, onları ileri ve geri götürüp getirdi. Başının ön tarafından başladı, sonra el­lerini arka tarafına doğru götürdü. Daha sonra tekrar ellerini başladığı yere geri getirdi, sonra da ayaklarını yıkadı.

Hz. Ali ile Muâviye'den, el-Mikdâd b. Madîkerib'den de Resulullah (s.a.)'ın abdest alma şekli hususunda buna benzer rivayet gelmiştir. Müslim de Ebu Hureyre yoluyla gelen şu hadisi kaydeder: "O abdest aldı, yüzünü yıkadı. Ab­dest alırken kuru kalmayacak şekilde iyice yıkadı. Sonra pazusuna varıncaya kadar da sağ elini yıkadı. Daha sonra yine pazusuna varıncaya kadar sol elini yıkadı. Sonra başını mesh etti. Sonra bacağına varıncaya kadar sağ ayağını yı­kadı. Sonra yine bacağına varıncaya kadar sol ayağını yıkadı. Daha sonra: "Ben Resulullah (s.a.)'ı bu şekilde abdest alırken gördüm" dedi."

Yine Müslim'in Ebu Hureyre'den rivayet ettiğine göre Resulullah (s.a.) ayaklarının ökçelerini yıkamamış bir adam görünce şöyle buyurdu: "Ateşten çe­keceklerinden dolayı vay bu ökçelerin haline!"

Buharî ve Müslim, İbni Ömer'in şöyle dediğini rivayet ederler: Bir yolcu­lukta Resulullah (s.a.) bizden geride kaldı. Sonra ikindi vakti bayağı daralmış­ken arkamızdan bize yetişti. Bizler de abdest alıp ayaklarımıza mesh etmeye koyulduk. Bunun üzerine sesinin çıkabildiği kadar iki veya üç defa: "Ateşten çe­kecekleri dolayısıyla vay o topukların haline!" diye nida etti.

Peygamber (s.a.)'in abdest alırken abdest azalarını birer ve ikişer defa yı­kadığı sahih olarak sabit olmakla birlikte, uygulama azaları üçer defa yıkama şeklinde cereyan edegelmiştir.

Bütün bu açıklamalar: "ayaklarınızı da (yıkayın)" anlamını verecek şe­kilde Lam harfinin nasb ile okunması halinde söz konusudur. Bu kelimedeki Lam harfinin mecrur olarak okunuşu ise civar (kelimenin komşuluğu) dolayı­sıyla mecrur okunduğuna hamledilir. Yüce Allah'ın Hûd suresinde yer alan: "Ben sizin acıklı bir günün azabından korkarım." (Hûd, 11/26) buyruğunda "bir gün" kelimesine komşu olması dolayısıyla (elimin) kelimesinin "mîm" harfinin cer ile okunması böyledir. Oysa bu kelimenin mansub olan azap keli­mesinin sıfatı olduğundan dolayı mansub olarak: "(elîmen) = çok acıklı" şek­linde okunması gerekirdi. (Buna göre konunun daha iyi anlaşılması için bu­radaki ibarenin tercümesini de: "Bir günün oldukça can yakıcı azabından..." şeklinde ifade edebiliriz. -Çeviren-) Yüce Allah'ın: "Ayaklarınızı da" buyru­ğunda cerr-i civârî'nin faydası ise suyun ayaklara dökülmesi esnasında müm­kün mertebe iktisatlı kullanılması gerektiğine dikkat çekmektir. Özellikle ayakların söz konusu edilmesi ise, ayakların pisliklere bulaşma, ihtimalinden dolayı suyun fazlaca kullanılarak israf edilmesinin mümkün olmasından do­layıdır.

Taharet üzere giyilmelerinden sonra ayakların yıkanması yerine mestler üzerine mesh etmek caizdir. Bu şekilde mestlerin giyilmesinden sonra abdestin bozulmasından itibaren mesh süresi mukim için geceli gündüzlü bir gün, yolcu için ise geceli gündüzlü üç gündür. Mest üzerine meshin meşruluğu ise müte-vatir sünnetle sabittir. Hasan-ı Basrî şöyle der: Resulullah (s.a.)'m ashabından yetmiş kişinin bana naklettiğine göre Resulullah (s.a.) mestleri üzerine mesh ederdi. Hafız İbni Hacer de şöyle der: Hadis hafızlarından önemli bir topluluk, mestler üzerine mesh etme ile ilgili rivayetlerin mütevatir olduklarını açıkça ifade etmişlerdir. Bu hususta delil itibariyle hadisler arasında en güçlü olanları Cerîr yoluyla gelen hadistir. Ahmed, Buharî, Müslim, Ebu Dâvûd ve Tirmi-zî'nin rivayetlerine göre Cerîr, önce küçük abdestini bozdu, sonra abdest aldı ve mestleri üzerine meshetti. Ona: "Sen bu şekilde mi yapıyorsun?" diye sorulun­ca, o: "Evet" dedi. "Çünkü ben Resulullah'ın (s.a.)'ı küçük abdest bozduktan sonra abdest aldığını ve mestleri üzerine meshettiğini gördüm." dedi.

Hanefîlerin dışında kalan cumhur, abdest farzlarına niyet farzını da ekle­mişlerdir. Çünkü Resulullah (s.a.), Buharî ile Müslim'in Hz. Ömer'den rivayet ettiklerine göre: "Ameller ancak niyetler iledir" buyurmuştur. Şâfiîlerle Hanbe-lîler ayrıca tertibin de vacip olduğunu buna eklemişlerdir. Namaz kılmak üzere kalkılacak olursa, önce yüzü yıkamakla işe başlar. Zira başa sıralamayı gerek­tiren "takip fe"si getirilerek bu emir verilmiştir. Bundan sonrası ise ayetteki sı­raya göre yerine getirilir. Her ne kadar vav tertibi gerektirmese bile bu böyle­dir. Çünkü Resulullah (s.a.) Dârakutnî'nin Hz. Câbir'den rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Allah'ın kendisiyle başladı şeyden siz de başlayınız." Başın mesh edilmesi ise ellerin yıkanması ile ayakların yıkanması arasında zfkrolun-muştur. İşte bu da tertibe delâlet etmektedir.

Mâlikîlerle Hanbelîler ayrıca muvâlâtı da (yani azalardan birisi kuruma­dan diğerini yıkamayı) vacip olarak eklemişlerdir., Çünkü Resulullah (s.a.) ab­dest fiillerinde muvalâta ısrarla devam ederdi. O muvalâtsız olarak abdest al­mış değildir. Muvâlâtı terkeden kimseye de abdestini tekrar almasını emret­miştir.

Malikîler ayrıca elin dış tarafıyla değil de el ayasının iç tarafıyla azaları ovalamayı da vacip görürler. Çünkü abdest ayetinde "yüzlerinizi... yıkayın" buyruğunda emrolunan yıkamanın anlamı böyle bir ovalama olmaksızın ta­hakkuk etmez. Suyun organa mücerred değmesi yıkama olarak değerlendirele-mez. Ancak bu suyun değmesiyle birlikte başka bir şey vücut üzerinde geçiri­lirse yıkamak olur. İşte ovalamanın manası da budur.

Hanbelîler mazmaza ve istinşakı da vacip kabul ederler. Çünkü Ebu Dâ­vûd ve başkaları: "Abdest aldığın vakit mazmaza yap." diye rivayet etmiştir. Tirmizî de Seleme yoluyla gelen hadiste Hz. Peygamberin: "Abdest aldığın tak­dirde burnuna su alıp onu nefesle dışarı çıkart." buyurduğunu rivayet etmiştir. Buharî ile Müslim'de Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.)'m: "Sizden herhangi bir kimse abdest alacak olursa burnuna önce su versin sonra o suyu dışarı ne­fesle çıkarsın." buyurduğu rivayet edilmektedir.

Yine Hanbelîler abdeste başlarken besmele çekmeyi vacip kabul ederler. Çünkü Resulullah (s.a.) Ahmed, Ebu Dâvûd, İbni Mâce ve Hâkim'in Ebu Hu-reyre'den rivayetlerine göre, şöyle buyurmuştur: "Abdestsiz olanın namazı ol­maz. Üzerinde Allah'ın adını anmayan kimsenin de abdesti olmaz."

Abdestin pek çok sünneti vardır. Bunlar hadis kitapları ile fıkıh kitapla­rından öğrenilebilir.

Abdesti bozan bir takım sebepler vardır. Bunların bir kısmı şöyledir: Ön ve arka avret yerlerinin birisinden bir şey çıkması, kişinin makadmın yere iyi­ce yerleşmemiş bir surette uyuması, Şâfîîlere göre erkeğin teninin kadına değ­mesi ve bunun aksi. Maliki ile Hanbelîlere göre ise yalnızca şehvetli dokunma halinde abdest bozulur. Hanefîlere göre ise tenlerin değmesi dolayısıyla abdest bozulmaz. Hanefîlerin dışında kalan cumhura göre el ayasının iç tarafıyla ken­di fercine dokunmak. Zira bu konuda Ahmed ile Sünen sahiplerinin rivayet et­tikleri şöyle bir hadis vardır: "Her kim kendi erkeklik uzvuna dokunursa abdest almadıkça namaz kılmasın." Hanefîler ise yine Ahmed ve Sünen sahipleri ile Dârakutnî'nin rivayet ettiği rnerfû bir hadisi delil almışlardır: "Kişi erkeklik organına dokunsa abdest almakla mükellef midir?" Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "O ancak senden bir parçadır, yahut senden bir lokmacık bir şeydir." [46]

 

Gusül:

 

"Eğer cünüp iseniz hemen temizlenin", yani bütün bedeninizi su ile yıka­yın. Çünkü temizlenme emri özel bir uzva taalluk etmediğine göre bedenin tü­münde temizlenmenin gerçekleştirilmesi için emir verilmiş demektir. Temiz­lenmenin su ile yapılmasının anlaşılması temizlikte suyun asıl oluşundan dola­yıdır. Nitekim Yüce Allah'ın şu buyruğu da buna delildir: "Ve gökten üzerinize sizi onunla temizlemek üzere bir su indirir..."   (Enfâl, 8/11).

Cünüp kelimesi müfred, tesniye, çoğul, müennes ve müzekker için kullanı­lan müşterek bir lafızdır. Cenabet ise şer"î bir anlam olup bu halde namazdan, Kur"ân okumaktan, mushafa el değdirmekten, mescide girmekten, cünüp olan kimsenin yıkanacağı zamana kadar uzak durmayı gerektiren sert bir manadır. Cünüplüğün iki sebebi vardır:

Biri meninin inmesidir. Çünkü Resulullah (s.a.) Müslim'in rivayetine göre şöyle buyurmuştur: "Su ancak sudan dolayıdır." Yani gusül için suyun kulla­nılması ancak ihtilam veya cima ile, yani meninin akması dolayısıyla ortaya çı­kan sudan dolayıdır.

İkincisi ise iki sünnet yerinin birbirine kavuşmasıdır. Zira Peygamber (s.a.) İbni Mâce'nin Hz. Âişe ve İbni Amr yoluyla yaptığı rivayete göre şöyle bu­yurmuştur: "İki sünnet yeri birbirine kavuştuğu takdirde gusletmek icabeder."

Aynı şekilde âdet ve lohusalık kanlarının kesilmesinden sonra da guslet­mek icabeder. Çünkü Yüce Allah âdet hali hakkında şöyle buyurmaktadır: "Ve o kadınlar temizleninceye kadar onlara yaklaşmayınız. Temizlendikleri takdirde ise Allah'ın size emrettiği yerden onlara varınız." (Bakara, 2/222) Diğer ta­raftan lohusalığın âdet hali gibi olduğu hususunda da icma vardır.

Abdest ve guslün hikmetine gelince: Temizlik ile kulun Rabbi katında hu­zurlu bir kalp, arınmış bir ruh ile durması için gerekli şevki meydana getir­mektir. Cünüplükten gusül ise vücutta baş gösteren gevşeklik ve sarsıklığı, tembelliği giderir.

Yüce Allah namaz kılınmak istendiği takdirde abdest ve gusül halinde su­yun kullanılmasının icabettiğini açıkladıktan sonra, bir günde bir yahut daha fazla abdest alınması, guslün de haftada bir veya daha fazla olması öngörül­dükten sonra, suyun kullanılma vücubunun iki kayda bağlı olduğunu izah et­mektedir: Birincisi suyun varlığı, ikincisi ise zarar söz konusu olmamak üzere suyun kullanılabilmesi. Şayet namaz kılmak isteyen kimse hasta veya suyu bulamayan bir yolcu ise şeriat ona küçük hadesten olsun büyük hadesten olsun teyemmüm etme ruhsatı vermiştir. İşte: "Şayet hasta olmuşsanız veya seferde iseniz..." buyruğunun açıkladığı durum budur.

Eğer sizler suyu kullanmanın zararlı olduğu humma, çiçek, uyuz vb. gibi yüksek ateşe ve irinli yaralara sebep olan hastalıklarınız sebebiyle su kullana­mıyor yahut da uzun ya da kısa bir yolculukta olup su bulamıyor iseniz teyem­müm ediniz. Yolculuktan kasıt mamur beldelerin dışında yol almaktır ki, bu da namazın kasredilebileceği yolculuktan başka bir yolculuktur. Burada yolculuk­ta suyun bulunmaması hali anlatılmaktadır. Çünkü çoğunlukla yolculuk halin­de su bulunmaz.

Aynı şekilde heladan gelmek diye tabir edilen küçük hadeste bulunarak abdestiniz bozulmuş ise abdest almanız gekekir. el-Gâit (heladan gelmek) as­lında yerin alçak tarafı demektir. Bu ise küçük ya da büyük defi hacetten kina­yedir. Ön ve arka yollardan çıkan her bir şey de def-i hacete mülhaktır. Burada "veya" ifadesi "ve" anlamındadır.

Aynı şekilde erkek ile kadınlar arasında ortak bir mübaşeret, yani kadın­lara dokunmuş olma, yaklaşmak söz konusu olmuşsa, hüküm budur. Bu, bü­yük hades, yani cimadır. Nitekim ayet-i Hz. Ali, İbni Abbas ve başkaları böyle anlamışlardır; bu zatlar elle kadına dokunmaktan dolayı abdest almayı gerekli görmüyorlardı.

Hz. Ömer ve İbni Mes'ud ise ayet-i kerimeyi el ile dokunmak diye anlamış­lardır. Bunlar el ile kadına dokunan kimsenin abdest almasını gerekli görüyor­lardı. Ancak tercihe şayan olan birinci görüştür.

"Hülâsa, sizler sözü geçen bu dört halden herhangi birisi üzere iseniz (ya­ni hasta, yolcu, küçük ya da büyük hades sahibi iseniz) ve su bulamıyorsanız, yani suyunuz yoksa, temiz bir toprağa ellerinizle vurunuz, yüz ve ellerinizi mesh ediniz." Ellerin meshedilmesi Hanefîlerle Şâfiîlerin görüşüne göre ab-destteki gibi olur. Teyemmüm abdestin bedelidir. Çünkü Dârakutnî'nin İbni Ömer'den naklettiğine göre Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Teyemmüm iki vuruştur: Bir vuruş yüz için bir vuruş ise eller içindir." Teyemmüm esnasında yüz ve ellerin tamamının mesh ile kaplanması zorunludur. Çünkü Resulullah (s.a.) böyle yapmıştır. Ayrıca teyemmüm abdestin bedelidir. Abdest-te ise azanın tamamen kaplanması vaciptir. O halde bedelin de böyle olması -bunun hilâfına delil olmadığı sürece- gerekmektedir.

Malikîlerin görüşüne göre teyemmümü meşru kılan suyun bulunamama hali, suyun hükmî olarak bulunmaması halidir. Yani bir kimsenin şer"an o suyu zararsız olarak yani o zarar söz konusu olmaksızın kullanma imkânını bulama­ması halidir. Hanefîlerin görüşüne göre ise maddî olarak var olmaması halidir.

Bu görüş ayrılığına göre: Bir kimse namazda iken (teyemmümle kıldığı namazında) su görecek olursa Mâlikîlere göre namazını tamamlar ve kesmez. Çünkü o namazını iptal etmeden şer"an o suyu kullanmak imanını bulamaz, namazı iptal etmek ise caiz değildir. Hanefîlere göre ise suyu görmekle teyem­mümü batıl olur. Teyemmümün batıl olmasıyla da namaz batıl olur ve bu du­rumda suyun kullanılması icabeder.

Ayetteki maksat şudur: "Eğer sizler abdest yahut gusül için yeteri kadar su bulamayacak olursanız..." Buna göre bir kişi abdest veya guslün bir bölümü­ne yetecek kadar su bulursa Hanefîlerle Mâlikîlere göre teyemmüm eder ve azalarından herhangi birisi için de suyu kullanmaz. Şafiîlerle Hanbelîlere göre ise o suyu azalarının bir kısmı için kullanır, sonra teyemmüm eder. Çünkü bu kadarcık bir miktarın varlığı ile birlikte, kişinin su bulamamış sayılması söz konusu değildir.

Ayet-i kerimedeki "saîd"den kasıt, zahir ve tercih edilen görüşe göre topra­ğın kendisidir.

Fakihler toprağı yüz ve ellere ulaştırmanın gerekip gerekmediği hususun­da farklı görüşlere sahiptir. Hanefîlerle Mâlikîler gerekmez, derken Şâfiîler ge­rektiğini söylerler. Konuyla ilgili görüş ayrılığına sebep ise "be" harfinin anla­mının müşterek oluşu dolayısıyla yapılan farklı yorumlardır. Çünkü bu harf ki­mi zaman teb'iz (kısmîlik ifade etmek) için, kimi zaman ibtida için, kimi zaman da cinsi temyiz etmek için gelir. Şâfiîler teyemmümü abdeste kıyasen bu harfin de bunrada teb'îz için yorumlanması görüşünü tercih etmişlerdir. Abdest alır­ken suyun kısmen kullanılması icabettiğine göre teyemmüm halinde de topra­ğın kısmen kullanılması icabetmektedir.

Hanefîlerle Mâlikîler ise bu harfin ibtida ve cinsi temyiz için olduğu görü­şünü tercih etmişlerdir. Çünkü teyemmüm eden kimse toprağın dağılması için ellerini silkeler. Sonra onları toprağa bulaştırmaksızm yüz ve ellerine sürer. Diğer taraftan Hz. Peygamberin duvar üzerinde iki vuruş ile teyemmüm ettiği­ne dair rivayet varid olmuştur. Bunlardan birisini yüzü, birisini de elleri için vurmuştu. Zahire göre ellerine herhangi bir toprak bulaşmamıştır.

Daha sonra Yüce Allah teyemmümün meşru kılmış hikmetini söz konusu etmektedir: Bu ise, insanlara kolaylık sağlamak, zorluklarını bertaraf etmek­tir. Yüce Allah bu ayet-i kerimede olsun, diğerlerinde olsun teşri buyurmuş ol­duğu abdest, gusül ve teyemmüme dair hükümlerde insanlara herhangi bir zorluk, yani asgari bir zorluk, asgari bir darlık takdir etmek istemediğini be­yan etmektedir. Çünkü Yüce Allah'ın size ihtiyacı yoktur, size karşı çok merha­metlidir. O bakımdan ancak sizin için hayırlı ve faydalı olanı teşri buyurur. Ama O sizi pislikleri izale etmek suretiyle maddî pislik ve kirliliklerden, cü-nüplüğün akabinde meydana gelen tembelliği, uyuşukluğu uzaklaştırarak sizi gayrete, çalışkanlığa itmek suretiyle de manevî pisliklerden temizlemek ister. Ta ki, nefis Rabbine seslenirken rahatlamış ve arınmış bir seviyeye gelmiş ol­sun. Aynı zamanda O, beden temizliği ile ruh temizliğini bir arada gerçekleştir­mek suretiyle üzerinizde olan nimetini de tamamlamak, en faziletli ibadet yo­lunu size açıklamak ister ki, üzerinizde farz olan şükrü eda edesiniz ve Allah'ın size ihsan etmiş olduğu nimetlere şükrünüzü sürdüresiniz.

Daha sonra Yüce Allah bu vesile ile bize ihsan etmiş olduğu pek çok nime­tini hatırlatmaktadır. O halde ey müminler! Sizi İslama muvaffak kılmış olma­sı, bu yüce dini size teşri buyurması, bu şerefli Rasulü size göndermiş olması sebebiyle bir taraftan Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın, diğer taraftan onun İslama girmeniz sırasında hoşunuza gitsin gitmesin, zorluk ve kolaylık halinde dinleyip itaat etmek üzere peygamberine bey'atta bulunduğunuz vakit sizinle olan ahdini ve sizden alınan sözü hatırlayın. Ona tabi olmak, onu des­teklemek, dininin gereklerini yerine getirmek, ondan öğrendiğiniz dini tebliğ etmek ve onun dinini kabul etmek üzere verdiğiniz sözleri hatırlayınız. Burada sözü geçen bey'at ise Akabe bey'ati, Rıdvan bey'ati ve diğerleridir.

Aynı şekilde sizler henüz ruhlar âleminde bulunuyorken Allah'a ve Pey­gambere iman etmek üzere vermiş olduğunuz mîsâkı da hatırlayın: "İşittik, itaat ettik" dediğiniz zamanı hatırlayınız. Yanı iman çağrısını işittik, çağrı ya­pana itaat ettik, çağrısını kabullendik ve bu çağrı gereğince hareket etmeyi ka­bul ettik. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Peygam­ber sizi Rabbinize iman edesiniz diye çağırıyorken ve sizden ahdinizi almış bu­lunuyorken size ne oluyor ki, Allah'a iman etmezsiniz? Eğer gerçekten iman eden kimseler seniz..." (Hadîd, 57/8).

"Allah'tan korkun" her hususta ve her durumda vermiş olduğunuz ahit ve sözlerinizi bozmayın "muhakkak ki Allah kalplerdekini çok iyi bilir." Kalplerde yer eden ve hiç bir şekilde dışarıya da açılmamış gizli hususların her türlü giz­liliğini çok iyi bilir. Açığa vurulmuş olanları da aynı şekilde bilir. İnsan ahdine bağlanmak veya bağlı kalmamak ile ilgili ne açıklar ve neyi gizlerse, ruhunda saklı bulunan ihlâs veya riyayı Allah mutlaka bilir; bunların hiç birisi Allah'a gizli kalmaz. [47]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Abdest ve teyemmüm ile ilgili ayet-i kerimeden aşağıdaki hususlar öğre­nilmektedir:

1- Taharet (abdestli olmak) namazın sıhhati için bir şarttır. Çünkü Yüce Allah namaz kılınmak istendiğinde su ile taharet almayı farz kıldığı gibi su olmadiği takdirde de teyemmümü farz kılmıştır. O halde bu, emrolunan hususun taharet ile birlikte namazın edası olduğunu ve taharetsiz namaz eda etmenin ise isteneni gerçekleştirmeyeceğini yahut emrolunanın edasını sağlamayacağı­nı göstermektedir.

Şafiîlerin dışında kalan cumhura göre kulaklar başın kapsamı içerisinde­dir. Fakat Sevrî ve Ebu Hanife'nin görüşüne göre kulaklar başla beraber aynı sudan mesh olunurlar. Mâlik, Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre ise kulaklar için yeni bir su alınır.

Cumhurun görüşüne göre ayaklarda farz olan mesh değil yıkanmalarıdır. Resulullah (s.a.)'m fiili ile varit olan ve birden çok hadis-i şerifte onun buyruk­larının gereği de budur.

Ayet-i kerimedeki "ayaklarınızı da" kelimesinin cer ile okunuşu eğer mest giyilmiş ise ayaklara mesh etmenin meşruluğuna delâlet etmektedir. Mestler üzerine mesh etmek ashab-ı kiramdan ve başkalarından pek çok kimseden sa­bit olmuştur. Hasan-ı Basrî şöyle der: Resulullah (s.a.)'m ashabından yetmiş kişi bana Hz. Peygamberin mestler üzerine meshettiğini nakletmiştir.

2- Teyemmüm ittifakla küçük hadeste abdestin bedelidir. Büyük hades ha­linde guslün bedeli oluşu hakkında selef âlimleri arasında görüş ayrılığı vardır. Hz. Ali, İbni Abbas ve fakihlerin dediklerini göre bu aynı zaman da guslün de bedelidir. O bakımdan teyemmüm büyük hadesin giderilmesi için de caizdir. Hz. Ömer ve İbni Mes'ud ise guslün bedeli olmadığını söylemişlerdir. Buna gö­re büyük hadesin kaldırılması için kişinin teyemmüm yapması caiz olmaz.

Eğer abdest ile uğraşmak halinde namazın vakti geçecek ise, ilim adamla­rının çoğunluğuna göre teyemmüm olmaz. Çünkü Yüce Allah: "Su bulamamış-sanız teyemmüm edin" diye buyurmaktadır. Böyle bir durumda olan kişi ise su bulmaktadır. O halde teyemmümün sıhhat şartı söz konusu değildir, o bakım­dan teyemmüm edemez. İmam Mâlik ise böyle bir durumda olan kişinin te­yemmüm etmesini caiz kabul etmektedir. Çünkü teyemmüm asıl itibariyle na­maz vaktini muhafaza etmek için gelmiştir. Böyle bir durum söz konusu olma­saydı namazın suyun bulunacağı vakte kadar tehir edilmesi icabederdi.

3- Taharet ancak hades esnasında vacip olur. Çünkü taharetin muhteva­sında teyemmümün abdest ve guslün bedeli olduğu da vardır. Yüce Allah def-i hacetten gelen yahut kadınlara dokunmuş olmakla birlikte namaz kılmak iste­yip de su bulamayana teyemmümü farz kılmıştır.

Hadis-i şerifler yellenmenin de tıpkı küçük ve büyük def-i hacet gibi ab-desti bozduğuna delâlet etmektedir.

4- Bazı ilim adamları bu ayet-i kerimeyi pisliği gidermenin vacip olmadığı­na delil göstermişlerdir. Çünkü Yüce Allah: "Namaza kalktığınız zaman" diye buyurmakta, istincayı söz konusu etmeyip abdesti söz konusu etmektedir. Eğer pisliğin giderilmesi vacip olsaydı, öncelikle onun söz konusu edilmesi gerekirdi. Bu Ebu Hanife'nin arkadaşlarının ve Eşheb'in yaptığı rivayete göre Mâlik'in bir görüşüdür. İbni Vehb ise İmam Malik'ten naklen şö3'le der: Hatırlama ve unutma halinde bile pisliğin giderilmesi icabeder. Aynı zamanda bu, Şafiî'nin de görüşüdür. (Mâliki mezhebinde) sahih olan ise İbni Vehb'in görüşüdür. Çün­kü Resulullah (s.a.) Buharî ile Müslim'de yer alan ve mezardaki iki ölünün du­rumunu haber veren hadis-i şerifinde onlardan birisinin: "Sidiğinden gereği gi­bi sakınmadığından azap gördüğünü" ifade etmiştir. Azap ise ancak vacibin terkedilmesi dolayısıyla söz konusu olur. Ebu Hanife ise şöyle der: Necasetin ancak Bağlî diye bilinen dirhem miktarından fazla olması halinde izale edilme­si icabeder. Bağlî dirhem ise miskal şeklinde büyükçe bir dirhemdir. O bu görü­şünü affedilmesi mutad olan (hadesin) çıkış yerine kıyasen söylemiştir.

Ebu Hanîfe ve Şafiî'ye göre çoraplar üzerine mesh etmek, ancak bunların üzerlerine deri geçirilmiş olması halinde caizdir. Malik'in iki görüşünden birisi de budur. Ashab-ı kiramdan küçük bir topluluk (Ali, İbni Mes'ud, el-Berâ, Enes, Ebu Umâme, Sehl b. Sa'd ve Amr b. Hureys) çoraplara meshi caiz gör­müşlerdir.

"Bir de Allah'ın üzerinizdeki nimetini... anın" ayetinden de aşağıdaki hu­suslar anlaşılmaktadır:

1-  İnsanın kendileriyle yararlandığı Allah'ın nimetlerini hatırlamasının vücubu;

2- Yerine getirilmeleri toplumun hayrına olan ahit ve sözlere tamı tamına bağlı kalmanın vücubu;

3-  Allah'ın emredip yasakladığı hususlarda Allah'tan korkmanın (takva) vücubu.

Ayet-i kerimeden maksat, Rasulallah (s.a.) ile birlikte ashab-ı kiramın hoşlarına gitsin gitmesin, her hususta dinleyip itaat edeceklerini bildirdikleri ahit ve mîsâktır. Onlar dinleyip itaat edeceklerini söylemişlerdi: Akabe gece­sinde ve ağacın altında yapılan Rıdvan bey'atinde olduğu gibi.

4- İslâm kolaylık ve hoşgörü dinidir. Çünkü bu din, Kur'ân-ı Kerim'in nas-sı gereğince zorluğun kaldırılması esası üzerinde yükselmektedir. [48]

 

Adaletle Şahitlik Etmek, Adaletle Hükmetmek, Müminlere Vaadedilen Mükâfat, Kâfirlere Yapılan Tehditler Ve Allah'ın Nimetlerinin Hatırlatılması

 

8- Ey iman edenler! Allah için adaleti dimdik ayakta tutan şahitler olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizli­ğe sürüklemesin. Adil olun, o takvaya

yakındır. Allah'tan korkun. Mu-ki, Allah işlediklerinizden ha­berdardır.

9- Allah iman edip salih amel işleyenle­re şöyle vaadetti: Onlar için mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.

10- Kâfir olup ayetlerimizi yalanlayan­lar, işte onlar cehennemliklerdir.

11- Ey iman edenler! Allah'ın üzeriniz­deki nimetini hatırlayın. Hani bir ka­vim size ellerini uzatmaya kalkmıştı da onların ellerini üzerinizden geri çekmişti. Allah'tan korkun ve mümin­ler Allah'a güvenip dayansın.

 

İ'râb:

 

"Adil olun ! O..." Buradaki "o" zamiri adaleti kastetmektedir. Çünkü daha önce geçen "âdil olun" buyruğu buna delâlet etmektedir. Tıpkı Yüce Allah'ın: "Size geri dönün denilince geri dönün, o sizin için daha temizdir." (Nur, 24/28) buyruğunda olduğu gibi.

Takva kelimesi müennes (dişil) bir kelimedir. Sonundaki elif ise sekra ve atsa (sarhoşlar ve susuzlar) kelimelerinin sonundaki elif gibi tenis (dişilik bil­dirmek) içindir. [49]

 

Belagat:

 

"Size ellerini uzatmaya kalkmıştı..." Ellerin uzatılması, şiddetle yakalayıp büyük zararlar vermekten kinayedir. "Geri çekilmeleri"de alıkonulup engellen­melerinden kinayedir. [50]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah için" Allah'ın haklarını gözeterek, "adaleti dimdik ayakta tutan" onu gereği gibi yerine getiren, "şahitler olun. Bir topluluğa karşı olan kininiz" kâfirlere karşı duyduğunuz düşmanlık ve buğz, nefret, "sizi adaletsizliğe sü­rüklemesin." Adaletsizlik yapmaya itmesin, adaletsizce davranmanıza sebep ol­masın. "Adil olun" Düşman hakkında da dost hakkında da. "Allah işledikleri­nizden haberdardır" O her şeyi bütün incelikleriyle bilir, her şey onda tespit edilmiş ve ayrıca deneme unsuru ile de teyit edilmiştir. "Büyük bir mükâfat" Maksat cennettir. "Cehennem" Ayet-i kerimede Cahîm, büyük ateş demektir. Bu da azap yurdudur.

"Hani bir kavim", yani Kureyşliler sizi yakalamak, size büyük zarar ve za­yiatlar verdirmek için "size ellerini uzatmaya kalkmıştı da onların ellerini üze­rinizden çekmişti." Allah onlara engel olmuş ve size yapmak istediklerine karşı sizleri korumuştu. "Allah'tan korkun" O'nun cezalandırmasından, O'nun gaza­bından, masiyetlerini terketmek suretiyle sakının, uzak durun. [51]

 

Nüzul Sebebi

 

8. ayet-i kerimenin nüzul sebebi, denildiğine göre şöyledir: Bu ayet-i kerime Yahudilerden Nadir oğulları hakkında nazil olmuştur. Resulullah (s.a.)'ı öldür­mek için kendi aralarında komplo kurduklarında, Yüce Allah bu hususu ona va­hiy yoluyla bildirmiş, o da onların bu tuzaklarından kurtulmuştu. Bunun üzeri­ne Resulullah (s.a.) onlara Medine civarından göçmelerini emretmek üzere haber gönderdi. Bunu kabul etmediler, kalelerine sığındılar. Hz. Peygamber ashabın­dan bir topluluk ile üzerlerine yürüdü, altı gün süreyle onları muhasara etti. Bu zaman zarfında muhasara onlara oldukça ağır geldi. Resulullah (s.a.)'tan kendi­lerini sürmekle yetinmesini ve kanlarını dökmemesini istediler. Ayrıca develerin taşıyabileceği kadar yükün de kendilerine verilmesini istemişlerdi. Müminler­den bazı kimseler ise Resulullah (s.a.)'ın onları ibretli bir şekilde cezalandırarak azalarını kesmesini ve onlardan pek çok kişiyi öldürmesini arzu ediyordu. Bu ayet-i kerime onlara bu şekilde davranmakta aşırı gitmelerini yasaklamak üzere nazil oldu. Resulullah (s.a.) da Yahudilerin tekliflerini kabul etti.

Bu ayet-i kerimenin Müslümanları Hudeybiye yılı Mescid-i Haram'dan alıkoyan müşrikler hakkında indiği de söylenmiştir. Adeta Yüce Allah burada Müslümanların sertliklerini ve müşriklerden intikam alma isteklerini hafiflet­mek için bu yasağı tekrarlamış gibidir.

11. ayet olan, "Ey iman edenler! Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırla­yın..." ayetinin nüzulü ile ilgili olarak İbni Cerir et-Taberî, İkrime ile Yezid b. Ebi Ziyâd'dan -ki lafız onundur- şunu rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) be­raberinde Ebu Bekir, Osman, Ali, Talha ve Abdurrahman b. Avf ile yola koyul­dular. Sonunda Ka'b b. el-Eşrefin ve Nadir oğulları Yahudilerinin yanına vardı­lar. Onlardan ödemek durumunda oldukları bir diyet için yardım istiyordu. Bunlar: Peki dediler, otur da hem sana yemek yedirelim, hem de bizden istedi­ğinizi verelim. Hz. Peygamber oturunca Huyey b. Ahtab ashabında şöyle dedi: Siz onu şu andan daha yakın göremezsiniz. Haydi üzerine taş atarak öldürü­nüz. Bundan sonra da ebediyyen bir kötülük görmezsiniz.

Üzerine yukardan yuvarlamak üzere büyük bir değirmen taşına yaklaştı­lar. Ancak Allah ellerinin ona varmasını engelledi. Sonra ona Cibril geldi ve bulunduğu yerden kalkmasını sağladı. Bunun üzerine Yüce Allah da, "Ey iman edenler Allah'ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani bir kavim..." ayetini in­dirdi. İbni Cerir buna benzer bir rivayeti de Abdullah b. Ebu Bekr ile Asım b. Umeyr b. Katâde'den, Mücahid'den, Abdullah b. Kesir"den ve Ebu Malik'ten de rivayet etmiştir.

Katâde'den de şöyle dediğini rivayet etmektedir: Bize zikrolunduğuna göre bu ayet-i kerime, Resulullah (s.a.) Batn-ı Nahl denilen yerde bulunuyorken na­zil olmuştur. Bu da yedinci gazvede (Zatu'1-Rikâ' gazvesinde) olmuştu. Salebe oğulları ile Muharrib oğulları Resulullah (s.a.)'ı öldürmek istediler. Bunun için, bedevi bir Arabi görevlendirdiler. Bedevi, Hz. Peygamber konaklama yerlerin­den birisinde uykuda iken yanına yaklaştı ve Resulullah (s.a.)'in silahını alıp şöyle dedi: "Seni bana karşı kim koruyabilir?" Resulullah (s.a.): "Allah" dedi. Daha sonra kılıcını kınına koydu ve Resulullah (s.a.) onu cezalandırmadı.

Ebu Nuaym'm, Delâilü'n-Nübüvve'de el-Hasen'den, onun da Câbir b. Ab­dullah'tan naklettiğine göre, Muharib oğullarından Gayres b. el-Hâris adında birisi kavmine: "Size Muhammedi öldüreyim mi?" dedi ve Resulullah (s.a.)'ın bulunduğu yere doğru gitti. Hz. Peygamber o sırada kılıcı yanında oturmakta idi. "Ey Muhammedi Şu kılıcına bakabilir miyim?" deyince Hz. Peygamber: "Olur" dedi. O da Hz. Peygamberin kılıcını aldı kınından sıyırdı. Kılıcını salla­maya başlayarak Hz. Peygambere vurmak istediyse de Yüce Allah onu alıkoyu­yordu. "Ey Muhammedi Benden korkmaz mısın?" deyince Resulullah (s.a.): "Hayır" dedi. Adam yine: "Kılıç elimde olduğu halde benden korkmuyor mu­sun?" diye sordu; Resulullah yine: "Hayır, Allah sana karşı beni korur" dedi. Adam daha sonra kılıcını kınına koydu ve Resulullah (s.a.)'a geri verdi Allah da bu ayet-i kerimeyi indirdi. el-Kuşeyrî şöyle der: Bir ayet-i kerime bazan bir kıssa hakkında nazil olur, ondan sonra o kıssadan ikinci bir defa daha geçmişi hatırlatmak üzere söz eden bir başka buyruk nazil olabilir. [52]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimede müminlere onun emir ve yasak­larına sıkı sıkıya bağlanmalarını gerektiren hususları hatırlattıktan sonra, bu­rada da kendisini veya kullarını ilgilendiren yükümlülüklerine bağlanmalarını istemektedir. [53]

 

Açıklaması

 

Ey iman edenler! İnsanlar için ve desinler diye değil, Aziz ve Celil olan Al­lah için hakkı dimdik ayakta tutan kimseler olunuz. Yani din ve dünyaya dair hususlarda bütün yaptıklarınızı Allah için ihlâsla yapmaya bakın.

Kimseye iltimas etmeden, kimseye haksızlık etmeden hakkın ve adaletin şahitliğini yapın. Leh ya da aleyhine şahitlikte bulunacağınız kimse arasında fark gözetmeyin. Adil bir şekilde şahitlik yapın, çünkü adalet hakların terazisi-dir. Zira bir ümmette zulüm meydana geldi mi, artık ümmet arasında her türlü fesat yaygınlık kazanır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kendi aley­hinize olsa dahi Allah için şahitler olarak adaleti dimdik ayakta tutanlar olu­nuz." (Nisa, 4/135) Şahitlik ise gereğince hüküm vermek üzere hakim önünde, olanı bildirmek ve hakkı açıklamaktır.

Bir topluluğa olan kin ve düşmanlığınız sizi onlar hakkında adaleti terket-meye itmesin. Aksine dost veya düşman olsun herkese karşı davranışlarınızda adaletli davranınız.

Sizin adaletli davranmanız onu terketmekten daha çok takvaya yakındır, yani düşmanlara karşı davranışlarınızda âdil olmak genel olarak masiyetler-den korunup sakınmaya daha yakındır. Yüce Allah'ın: "Takvaya daha yakın­dır. " buyruğundaki daha yakın olmak, karşı tarafta takva namına bir şey olma­ması anlamındadır. Bu konuda farklı iki şeyin hangisinin daha üstün olduğunu ifade etmek maksadı güdülmemiştir. O bakımdan ilk anda hatırımıza gelen mana anlaşılmamalıdır. Nitekim Yüce Allah'ın buyruğunda da böyledir: "Cen­netlikler o gün yerleştikleri yer bakımından da daha hayırlıdır dinlenecekleri yer bakımından da daha iyidirler." (Furkan, 25/24)

Allah'tan korkun. Yani bütün amellerinizde onun azabından sizi koruya­cak şeyler edinin. Şüphesiz Yüce Allah yaptıklarınızdan haberdardır. Yaptıkla­rınızdan hiç bir şey ona gizli kalmaz. Yaptığınız bütün fiillerinizin karşılığını verecektir; hayır yaptıysanız hayır, şer yaptıysanız şer.

Daha sonra her iki kesimin de göreceği karşılıklar açıklanmaktadır. Bu kesimlerden biri, iman edip salih amel işleyen kesimdir. Bunlar yaptıkları iş­lerle hem bizzat insanların kendileriyle olan ilişkilerini, hem de başkalarıyla olan ilişkilerini düzeltirler. Bu işlerin en önemlisi adalettir. Bunların görecekle­ri karşılık günahlarının mağfiret edilmesi, yani örtülmesidir. Çünkü büyük bir ecir olan cennete yerleştirileceklerdir. Allah'tan bir lütuf ve bir rahmet olmak üzere iman ve salih amellerine karşılık sevapları kat kat verilecektir.

Bunun tam karşısında yeralan diğer kesim ise Allah'ı ve peygamberlerini inkâr edenlerdir. İster hepsini, ister onların bazısını inkâr etmiş olsunlar, far-ketmez. Ayrıca bunlar Allah'ın birliğine, kudretinin kemaline delâlet eden en-füsi ve kâinatta koymuş olduğu kevnî ayetlerini yalanladıkları gibi, peygam­berlerine indirmiş olduğu ayetlerini de yalanlayanlardır. Bunların cezası ise içinden asla çıkamayacakları o büyük ateşin arkadaşları olmaktır. Buna sebep ise özlerindekv fesat ve amellerinin kötü oluşudur. İşte bu da Yüce Allah'ın adaletinin, hikmetinin ve asla zulüm söz konusu olmayan hükmünün tecellile-rindendir.

Daha sonra Yüce Allah müminlere Allah'ın onlar üzerindeki nimetini, pey­gamberlerinden şerri ve hoşlanılmayan şeyleri defetmesini ve Müslümanların zayıflıklarına ve azlıklarına, düşmanlarının çokluklarına ve güçlerine rağmen hile ve tuzaklarını önlemiş olmasını hatırlatmaktadır. Yüce Allah bu önlemeyi düşmanlarının kendilerini tutup yakalama karar ve gayretlerinden sonra ger­çekleştirmişti. Buna rağmen Yüce Allah rasulünü desteklemiş, dinine yardım etmiş, nurunu tamamlamıştı; kâfirlerin hoşuna gitmese de.

Az önce geçen Muharib kabilesine mensup kişiyle ilgili olay gerçekten dikkat çekici ve üzerinde önemle durulması gereken bir olaydır. Bu olay nüzul sebebinde zikredilenin dışında pek çok rivayetle gelmiştir. Burada hatırlatıl­ması güzel olan bir diğer rivayeti daha şöyledir: Hâkim, Câbirın şöyle dediğini rivayet eder: Resulullah (s.a.)'ın tepesine dikilip dedi ki: "Seni kim koruya­cak?" Hz. Peygamber: "Allah" diye buyurdu. Bu sefer kılıç elinden düştü, Resulullah (s.a.) o kılıcı aldı ve: "Seni kim koruyacak1?" diye sordu. Adam: "Sen sorgulayanların en hayırlısısın!" dedi. Hz. Peygamber: "Allah'tan başka ilâh olmadığına ve benim Allah'ın Rasulü olduğuma şahitlik eder misin?" Adam şöyle dedi: "Seninle savaşmamak ve sana karşı savaşacak bir toplulukla birlikte olmamak üzere sana söz veryorum." Hz. Peygamber onu serbest bırak­tı, kavmine geri dönüp: "Ben insanların en hayırlısının yanından size geliyo­rum" dedi.

Bedevî Arabm başından geçen bu olay Zatü'r-Rikâ' gazvesinde geçmişti; adamın adı da Gavres b. el-Hâris idi.

Sayıp dökülmesine imkân bulunmayan Allah'ın nimetlerinin hatırlatılması, takvaya sıkı sıkı bağlanmayı da beraberinde getirir. Bundan dolayı Yüce Allah takvalı olma, Allah'a tevekkül etme emrini vererek şöyle buyurmaktadır:: "Al­lah'tan korkun ve müminler Allah'a güvenip dayansın." Yani sizler Allah'ın aza­bından sizi koruyacak, size fayda sağlayacak bir gereç olmak üzere Allah'tan kor­kun. Allah'a gereken şekilde tevekkül edin. Her kim gerekli sebepleri yerine ge­tirdikten sonra Allah'a tevekkül edecek olursa onu sıkıntıya düşünren hususlar­da Allah ona yeter. İnsanların kötülüklerine karşı onu korur, onu himaye eder. [54]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:

1- Yüce Allah'ın bizleri yükümlü tuttuğu bütün yükümlülükleri ona karşı tam bir ihlâsla yerine getirmenin gereği.

2.- Allah için düşmanlık beslenen kimseye karşı düşmanın vereceği hük­mün ve onun aleyhindeki şahitliğin geçerli olması. Çünkü Yüce Allah "Allah için adaleti dimdik ayakta tutan şahitler olun" buyruğu ile bir kimseden hoş-lanmasa, kin duysa dahi ona karşı âdil davranmayı da emretmektedir. Eğer böyle birisi hakkında verilecek hüküm ve hakkında yapılacak şehadet -ona kin duymakla birlikte- caiz olmayacak olsaydı, bu konuda onun hakkında adaletle davranma emrine gerek kalmazdı.

3- Kâfirin küfrü ona yapılacak muamelede adalete engel değildir. Adalet ve takvayı emreden ayet-i kerimede aynı şekilde savaş esnasında kendisiyle çarpışılmayı hak eden kimseleri cezalandırmada haddi aşmamak gerektiğine delâlet vardır. Bu, düşmana müsle yapmanın (azalarını kesmenin) caiz olmadı­ğını göstermektedir. İsterse onlar bizim kadınlarımızı, çocuklarımızı öldürmüş ve bu konuda bize eziyet vermiş olsunlar. Bizim onları acı çektirmek gayesiyle müsle yaparak (azalarını keserek) öldürme hakkımız yoktur.

4- Şahitliğin iltimas ve zulüm söz konusu olmaksızın gereği gibi eda edil­mesinin vücubu. Bu ayet-i kerime ile daha önce geçen Nisa suresinde yer alan ayet-i kerime (Nisa, 4/135) en büyük günahlardan birisi olan oldukça önemli bir hastalığı tedavi etmektedir; bu da şahitlikten kaçınmak ve yalan şahitlik etmektir.

5- Bütün insanlara karşı gösterilecek davranışlarda ister dost, ister düş­man olsunlar adaleti gözetmenin gereği. Çünkü Yüce Allah "Bir topluluğa kar­şı olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin..." buyurmaktadır.

6- Allah'ın, müminlere karşı düşmanların giriştiği hile ve tuzaklarını hem kendilerinden hem peygamberlerinden savıp önlemesi şeklindeki nimetlerini hatırlamanın gereği ve bu konuda O'nun iyilik ve lütfunun itiraf edilmesi.

7- Genel olarak insanın bütün hallerinde Allah'tan korkmanın (takvanın) gereği ile gerekli sebepleri yerine getirdikten sonra Allah'a tam bir tevekkülün vücubu. Dünya ve ahiret mutluluğunu elde etmek için bunlar yapılmalıdır.

8- Salih amel işleyen, kendileri için de kardeşleri için de hayırlı davranış­larda bulunan müminlerin mükâfatı, günahlarının bağışlanması ve ebedi cen­nete kavuşmaktır. Allah'ı ve peygamberlerini inkâr eden, onun ayetlerini ya­lanlayan kâfirlerin cezası ise cehennem ateşinden ayrılmamaktır. Bu ise en kö­tü bir barınak, en kötü bir dönüş yeridir.

Her iki kesime verilecek olan karşılık da kesinlikle gerçekleşecktir ve bun­ların gerçekleşeceği pekiştirici ifadelerle bildirilmiştir. Çünkü bu hususların başında, bunların Allah'ın vaadi oldukları belirtilmektedir. Allah'ın vaadi ise en güçlü bir vaaddir. Çünkü Yüce Allah her şeyi bilendir ve hiç bir şeye muhtaç olmayandır.

9- "İşte onlar cehennemliklerdir." ayet-i kerimesi cehennemde ebedî kalma­nın ancak kâfirler için söz konusu olduğu hususunda kesin bir nastır. Çünkü bu söz, söz konusu cezanın münhasıran onlar hakkında olacağını ifade etmek­tedir. Cehennemlik (ashab-ı cahim) olmak ise oradan ayrılmamayı gerektirir. Nitekim sahradan ayrılmayan, devamlı çölde bulunan kimseler hakkında as-habu's-sahra (çöldekiler, çölde yaşayanlar) tabiri kullanılır. [55]

 

Yahudilerle Hıristiyanların Ahitlerini Bozmaları

 

12- Andolsun ki, Allah İsrailoğulları'n-dan bir söz almıştı. Biz onlardan on iki temsilci gönderdik. Allah demişti ki: Şüphesiz ben sizinle beraberim. Andol­sun eğer namaz kılar, zekât verir, pey­gamberlerime inanır, onlara kuvvetle yardım ederseniz, Allah'a güzel bir su­rette borç verirseniz kötülüklerinizi örterim. Sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere koyarım. Bundan son­ra sizden kim de inkâr ederse şüphesiz doğru yoldan sapmış olur."

13-  Sözlerini bozmalarından ötürü on­lara lanet ettik, kalplerini de katılaş-tırdık. Onlar kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar. Kendilerine belletilen öğütlerin bir kısmını unuttular. İçle­rinden pek azı müstesna, daima hain­liklerini görürsün. Sen onları affet ve bağışla! Muhakkak ki, Allah ihsan edenleri sever.

14-  "Biz Hristiyanız" diyenlerden de sözlerini aldık. Onlar da kendilerine belletilen öğütlerden bir kısmını unut­tular. Bu bakımdan Kıyamete kadar aralarına kin ve düşmanlık saldık. Al­lah yapmakta olduklarını kendilerine haber verecektir.

 

Kelime ve İbareler:

 

"Biz onlardan on iki temsilci gönderdik." Her bir koldan (sıbt), kavmine verilen söze bağlı kalmak üzere ahitlerini daha bir pekiştirmek için birer tem­silci tayin ettik. Temsilci (nakîb), kavminin işlerini koruyup gözeten büyük şahsiyet demektir. "Şüphesiz ben" yardım ve desteğim ile "sizinle beraberim."

"Onlara kuvvetle yardım ederseniz", yardımcı olursanız "Allah'a güzel bir surette borç verirseniz"  Allah yolunda malınızı farz olan miktardan da fazla olarak harcamak ve infak etmek suretiyle. Güzel şekilde borç vermek gönül hoşluğu ile verilen borçtur, "kötülüklerinizi örterim" "Bundan sonra" bu sözden sonra "kim inkâr ederse şüphesiz doğru yoldan sapmış olur." Doğru, hak ve ger­çek yolu şaşırmış olur.

"Onlara lanet ettik" Rahmetimizden kovup uzaklaştırdık, "kalplerini de katılaştırdık" Hakkı, hayır ve imanı kabule yumuşamayan, donuk ve katı kalp­ler haline getirdik. "Onlar kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar": Değiştirmek (tahrîf), bir şeyi yerinden alıp başka bir yere kaydırmak demektir. Yahudiler Tevrat'ta yer alan Muhammed (s.a.)'in niteliğine ve başka hususlara dair sözle­ri değiştiriyorlardı. "Kendilerine belletilen öğütlerin bir kısmını unuttular." Tev­rat'ta kendilerine emrolunan Muhammed (s.a.)'e tabi olmayı ihtiva eden bölü­mü terkettiler.

İslâm'ı kabul eden "içlerinden pek azı müstesna" ahitlerini bozmak sure­tiyle ve başka yollarla "daima hainliklerini görürsün."

"Biz Hristiyanız, diyenlerden de sözlerini aldık." Yani İsrailoğulları Yahu­dilerden aldığımız gibi Hristiyanlardan da söz aldık. "Onlar da kendilerine bel­letilen öğütlerden bir kısmını unuttular." İncil'de imana ve diğer hususlara dair belirtilenleri unuttular ve sözlerini bozdular, "...aralarına düşmanlık saldık" Tefrikaya düşmeleri, arzularının farklı farklı olmaları suretiyle arlarına düş­manlık ve kin saldık. Her bir kesim diğerini tekfir eder oldu. "Allah yapmakta olduklarını kendilerine" ahirette "haber verecektir" ve yaptıklarının karşılığını onlara verecektir. [56]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Ayetlerin konusu bunlardan öncekiler gibi söz ve ahitleri hatırlatmaktır. Yüce Allah, Resulullah (s.a.)'ı dinleyip itaat etmeye dair ahdi hatırlattıktan son­ra bu ahde bağlı kalmamızı emretmektedir. Bu da onun helâlini helâl, haramını haram bilmekle olur. Yine bizlere bu ahitlere bağlı kalmamızı gerektiren nimet­lerini de hatırlattı. Daha sonra bu ayet-i kerimelerde Yahudi ve Hristiyanlardan söz almış olduğunu, onların bu sözlerini bozduklarını bundan dolayı da dünya ve ahiretteki cezalarını bize açıklamakta, böylelikle Müslümanların kendilerin­den önceki ümmetlerin halinden ibret almaları sağlanmış olmaktadır. [57]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah İsrailoğulları'ndan peygamberleri Mûsâ (a.s.) aracılığı ile Al­lah'ın kendileri için seçmiş bulunduğu şeriatlerinin yer aldığı Tevrat gereğince mutlaka amel edeceklerine ve onu tam bir ciddiyet ve gayret ile kabullenip tu­tacaklarına dair söz ve ahit almıştı: "Size verdiğimizi tam bir kuvvetle alın (de­mişti)." (Bakara, 2/63 ve 93). Bu ahit hâlâ elde bulunan Tevrat'ta yer almakta­dır. Biz ayrıca ona aralarından 12 temsilci seçmesini de emrettik ki, bunlar -Araplardaki kabileler durumunda olan- Esbât'm işlerini üstlenecek, onları gözeteceklerdi. Temsilciler (nakîbler) 12 Sıbtm önderleri yahut onların temsilcile­ri idi. "Nakîb" bir topluluğun büyüğü ve işlerinin durumlarını araştırıp onları üstlenen, bu işlerdeki maslahatlarını tetkik eden kimse demektir. Gönderilme­leri ise Beytülmakdis'deki zorbalarla çarpışmak üzeredir.

Bunun hangi tarihte cereyan ettiğine gelince: İbni İshâk ve başkalarının İbni Abbas'tan rivayetlerine göre İsrailoğulları Firavun ve beraberindekilerden kurtulunca Allah onlara, o sıralarda zorba Kenanîlerin yerleşik bulunduğu Bey-tülmakdis'in üzerine yürümelerini emredip dedi ki: "Orasını ben sizin için vatan kıldım. Haydi oraya gidiniz ve orada bulunan kimselere karşı cihat ediniz. Size şüphesiz ben yardım edeceğim." Mûsâ (a.s.) zorbalarla çarpışmaya yönelince, Allah kendisine 12 sıbtı temsil edecek ve Allah'ın kendilerine vermiş olduğu emirleri yerine getirmenin taahhüdünü verecek bir nakib almasını emretmişti. Hz. Mûsâ Arz-ı Mukaddese doğru yaklaşınca haber toplamak üzere nakibleri gönderdi. Orada oldukça güçlü surlar, büyük güç ve kuvvet sahibi kimseler gör­düler. Onlardan korkup çekindiler, geri dönüp kavimlerine gördüklerini anlattı­lar. Oysa Hz. Mûsâ böyle bir şey yapmalarını kendilerine yasaklamıştı. İki na­kib dışındakiler ahitlerini bozdular. Bunlar ise Yüce Allah'ın haklarında: "Al­lah'ın kendilerine nimet vermiş olduğu (Allah'tan) korkanlardan iki kişi: Haydi onların üzerine kapılardan girin... dediler." [58] (Mâide, 5/23) dediği kimselerdir.

"Ve Allah demişti ki, şüphesiz ben sizinle beraberim." Yüce Allah İsrailo-ğulları'na vahyi bildiren Mûsâ (a.s.)'ya: Şüphesiz ki, ben sizinle beraberim, ya­ni sizin koruyucunuz, yardımcınız, destekçiniz ben olacağım; durumunuzu gö­rüp gözetiyorum, amellerinizin karşılığını da size vereceğim, demişti.

Allah onlarla şu ilâhî ahdi yaptı: Andolsun, eğer namazı dosdoğru kılar, onu en mükemmel şekliyle eda eder, nefislerinizi arındırıp temizler, mallarını­zın zekâtını verir, Musa'dan sonra sizlere gönderilecek peygamberlerime iman ederseniz, yani onları -Dâvûd, Süleyman, Zekeriyya, Yahya, İsâ ve Muhammed (hepsine selâm olsun) gibi peygamberleri- sizlere getirecekleri vahiylerinde tas­dik edip doğrulayacak, tasdik edecek olursanız, onlara yardımcı olup hak üzere yanlarında yer alır, düşmanlarına karşı onları himaye eder, Yüce Allah'a da güzel bir şekilde borç verirseniz, yani onun yolunda ve onun rızasını aramak maksadıyla infak ederseniz ve bunları Allah'ın size farz kılmış olduğu zekâttan ayrı olarak yaparsanız, evet, andolsun bütün bunları yaptığınız takdirde, şüp­hesiz ben de sizin günahlarınızı affedip bağışlayacağım. Günahlarınızı örtece­ğim, sileceğim; günahlarınız dolayısıyla sizleri sorgulamayacağım ve andolsun sizleri altından ırmakların aktığı cennetlere sokacağım. Yani sakındığınız şey­leri sizden uzaklaştıracak ve arzuladığınız maksatlarınızı gerçekleştireceğim.

Aranızdan kendisine vermiş olduğum emirlerden herhangi bir şeyi inkâr edip, sağlamca pekiştirilmesinden sonra bu ahde kim muhalefet ederse, artık o Allah'ın sizin için şeriat olarak belirlemiş olduğu din olan apaçık ve dosdoğru yoldan şaşmış, o dosdoğru yolu, hidayeti bırakıp sapıklığa yönelmiş olacaktır.

Daha sonra Yüce Allah onların bu ahdi bozmuş olduklarını, bundan ötürü de yaptıklarına karşılık olmak üzere onları cezalandırdığını beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Sözlerini bozmalarından ötürü onlara lanet ettik, kalplerini de katılaştırdık." Kendilerinden alınmış olan sözü bozmaları sebebiyle biz de onları haktan uzaklaştırdık, hidayet ve rahmetimizden kovduk. Üzerlerine ga­zabı, öfkeyi ve kızgınlığı indirdik. Kalplerini hakkı kabul etmeyecek, hiç bir öğüt almayacak şekilde alabildiğine sert, kaba, katı, haşin kıldık. "Allah kalp­lerine, kulaklarına mühür vurdu. Gözleri üzerinde de perde vardır onların." (Bakara, 2/7).

"Onlar kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar." Anlayışları fesada boğuldu; Allah'ın ayetlerindeki tasarrufları alabildiğine kötüleşti. Allah'ın Kitabını, in­dirdiği şekilden başka türlü tevil ettiler. Onun maksadına aykırı manalara yo­rumladılar, değiştirdiler. Bunların Kitabı tahrif etmeleri iki türlü olmuştu:

Birincisi, takdim, te'hir, fazlalık ve eksiklik ile lafızların tahrif edilmesi; ikincisi, lafızları asıl maksatlarından başka manalara yorumlayarak anlamla­rın tahrif edilmesi.

Yüce Allah onların Kitabı tahrif edip yanlış şekilde yorumlamalarına dair haberi bir çok yerde vermektedir. Bunlardan birisinde şöyle buyurulmaktadır: "Dillerini eğerek, bükerek dine de saldırarak: "İşittik, (ama) isyan ettik. İşit, işitmez olası, râinâ derlerdi." (Nisa, 4/46) Tarihen ve bizzat Yahudi ve Hristi-yanlann kendi itiraflarıyla şu durum bilinmektedir: Mûsâ (a.s.)'ya indirilen, yazılı olarak kendilerine verilip korunmasını emrettiği Tevrat tek bir nüsha idi. Yahudi ve Hristiyan tarihçilerin ittifakıyla bu nüsha, İsrailoğulları Babilli-ler tarafından esir alınıp onlara baskın yaptıkları sırada kaybolmuştu. Yanla­rında da başka bir nüsha bulunmuyordu ve onu ezberlememişlerdi. Bu nüsha ise Babillilerin onların kutsal heykellerini yakıp başkentlerini tahrib etmeleri, hayatta kalanlarını da esir almaları sebebiyle kaybolmuştu.

Hz. Musa'ya nispet olunan ve içlerinde onun ölümüne ve hayatına dair ha­berlerin yer aldığı, ondan sonra onun benzeri kimsenin gelmediği ifadelerinin bulunduğu beş bölümlü kitaba (Tevrat'a) gelince: Bu bölümler ondan oldukça uzun bir süre sonra, birkaç asır sonra yazılmıştır. Bunları kâhin Azra, esaret ve öldürülmelerden arta kalan yaşlılarının bildiklerinden derleyerek ve İsrailo-ğulları'na kendi topraklarına dönüş izni verilmesinden sonra yazmıştı. İncil de aynı şekilde bizzat Hristiyanlarm itirafı ile Hz. İsa'dan bir ve daha fazla asır sonra yazılmıştır.

"Kendilerine belletilen öğütlerin bir kısmını unuttular." Yani ondan yüz çe­virerek gereğince ameli bıraktılar, Allah'ın peygamberlerden almış olduğu Mu-hammed (s.a.)'e iman edileceğine dair ahdi unuttular. İbni Abbas der ki: Onla­rın Kitabı unutmalarının anlamı Kitabın aslından bir bölümü unutmaları ve kitaplarında kendilerine verilen emirlerin bir kısmını terketmeleridir. Bu da Muhammed (s.a.)'e iman etmekti. Hasan-ı Basrî şöyle der: Dinlerinin yapışma­ları gereken kulplarını ve kendileri olmaksızın Allah'ın ameli asla kabul etme­yeceği Allah'ın onlara yüklemiş olduğu vazifeleri terkettiler. Başkası da şöyle demektedir: Onlar Allah'ın emri üzere ameli terkettiler, o bakımdan oldukça aşağılık bir hale düştüler. Ne kalplerinde doğruluk ve esenlik kaldı, ne doğru fıtratları ne de doğru amelleri kaldı.

Bütün bunların nakledilmeleri ise, Muhammed (s.a.)'in doğruluğuna delâlet eden Kur'an-ı Kerim mucizesinin baki kalıp devam etmesi içindir. İşte Yüce Allah Mûsâ (a.s.)'nın ölümünden asırlarca sonra bunlardan bize haber vermektedir.

"İçlerinden pek azı müstesna daima hainliklerini görürsün." Sana ve asha­bına karşı girişecekleri hile ve tuzakları, gaddarlıklarını, sözlerinde durmayış-lannı hainliklerini görüp duracaksın. Mücahid ve başkaları şöyle demiştir: Bu­nunla Resulullah (s.a.)'ı suikast ile öldürmek üzere anlaşmaları kastedilmekte­dir. Bazıları da bunun anlamının şu olduğunu söylerler: Sen onlardan hainlik edecek kimseleri görüp duracaksın [59]

Taberî şöyle der: Bu konuda sözün doğrusu şu ki, şanı Yüce Allah bu ayet-i kerime ile Resulullah (s.a.)'ı ve ashabını öldürmeyi kasteden Nadir oğulları Yahudilerin kastetmektedir. Resulullah (s.a.) Amirlilerin diyetini ödemek hu­susunda onlardan yardım istemek üzere gittiği vakit, Allah onların kararlaştır­dıkları komplolardan kendisini haberdar etmişti [60]

"İçlerinden pek azı müstesna", yani sen pek azı müstesna olmak üzere on­lardan sadır olacak ve defalarca ortaya çıkacak hainliklerini görüp duracaksın. Bu müstesna kimseler ise Abdullah b. Selâm ve onunla iman eden, güzel bir şekilde de imanına bağlanan arkadaşlarıdır. Bunlardan korkma.

Artık onların yaptıklarını affet. Aralarından kötülük işleyenleri bağışla, bunlara karşı iyilikle davran. Şüphesiz Allah güzel bir şekilde affeden, kötülük yapanları bağışlayan, ihsan edici kimseleri sever; bu ihsanlarının karşılığında onları mükâfatlandırır. İşte bizzat yardım ve zafer de budur. Nitekim seleften bazıları şöyle demişti: "Senin hakkında Allah'a asi olan kimseye karşı senin onun hakkında Allah'a itaat etmek kadar güzel bir davranışın olamaz." İşte bu yolla onların kalbi sana ısındırılır ve hak üzere bir araya gelmeleri umulur, belki de Allah onları hidayete iletilir [61]

Peygamber (s.a.)'in Medine etrafında bulunan üç Yahudi kabilesine (Kay-nuka, Nadîr ve Kurayza oğullarına) işin başında da, ortasında da, sonunda da en güzel şekilde davranmış olduğu sabittir. Medine'ye hicretten sonra önce on­larla "Medine Vesikası" diye bilinen bir barış akdi yapmış, onlarla barış içinde yaşamak üzere sözleşmişti. Onlar da ona karşı savaşmayacak, düşmanlarına destek vermeyeceklerdi. Bu şekilde davrandıkları takdirde canları ve malları emniyet altında bulunacak, tam bir hürriyetten yararlanacaklardı. Ancak Ya­hudiler sonradan ahitlerini bozdular, peygambere hainlik ettiler. Kureyş kam­pına katıldılar ve Müslümanlara karşı savaşta müşrik Araplarla ortak hareket ettiler. Peygamber (s.a.) de onları Medine civarından kovup uzaklaştırmakla yetindi. İşin neticesinde ise Resulullah (s.a.) hainliklerine, antlaşmaları boz­malarına karşılık onları cezalandırmadı. Bunun yerine onların Arap yarımada­sından -ve bu arada Hicaz'dan- sürülmelerini vasiyet etmekle yetindi.

Daha sonra Yüce Allah Hristiyanlardan alınan ahdi hatırlatarak şöyle bu­yurmaktadır: "Biz Hristiyanız diyenlerden de sözlerini aldık..." Yani aynı şekilde Hristiyanlardan da son peygambere tabi olup ona yardımcı olacaklarına, onu destekleyeceklerine, onun izinden gideceklerine ve Allah'ın insanlara göndere­ceği bütün peygamberlere iman edeceklerine dair söz ve ahit aldık. Fakat onlar da Yahudilerdin yaptığı gibi yaptılar; dinlerini tahrif ettiler, sözlere muhalefet ettiler, ahitleri bozdular. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onlar da kendilerine belletilen öğütlerden bir kısmını unuttular. Bu yüz­den kıyamete kadar aralarına kin ve düşmanlık saldık..." Yani onlar da dinle­rinden yüz çevirerek dinlerinin esasları gereğince ameli terkettiler. Bundan ötürü biz de aralarına birbirlerine karşı düşmanlık ve kin saldık. Kıyamete ka­dar böyle devam edip gideceklerdir. Hristiyan kavimler bütün çeşit ve türleriy­le birbirlerine düşmandırlar, birbirlerine kin beslerler. Biri ötekini tekfir eder, biri diğerine lanet eder. Kıyamet gününde Allah dünyada yaptıklarını kendile­rine bildirecektir. Bu ise Allah'a ve Rasulüne yaptıkları iftiralar dolayısıyla on­lara büyük bir tehdittir. Yüce Allah'a nispet ettikleri eş edinmek, çocuk sahibi olmak, ortağı bulunmak gibi iftiralara karşı bir tehdittir. Ahirette ise hak et­tikleri şekilde cezalandırılacakları muhakkaktır.

Bizzat Hristiyanlar tarafından da tarihî bir gerçek olarak şu husus kabul edilmektedir: Hz. İsa kendi öğüt ve direktiflerini yazmamıştır. Bu yüzden o, Al­lah'ın emri ile aralarından ayrıldığında ortada yazılı bir İncil yoktu. Yahudiler, ona tabi olanlara ağır baskılar uygulamış, onları her tarafta kovalamış, bir çoklarını öldürmüştü. Özellikle de avcılık yapan havarilerin peşine takılmışlar­dı. Kral Konstantin Hristiyanlığı kabul edip onlara karşı girişilen takibat sona erince, İncilleri yazmaya koyuldular. İnciller ise pek çok, birbirinden farklı ve çelişkili idi. Günümüzde kullanılan dört İncil ise ancak Hz. Mesih'ten üç asır sonra ortaya çıkmıştır. Bu da Roma kralı Konstantin'in Hristiyanlığa girmesi üzerine Hristiyanlarm devlet kademelerine yükselmelerinden sonra olmuştur. Hristiyanlık da, Konstantin'den itibaren yeni bir döneme girmişti ki, bu yeni dönemde putperestlik ve Grek felsefesinin yoğun etkisi söz konusudur.

Aslı ve tarihi bilinmemekle birlikte kendilerine Yeni Ahit adı verilen, bir­birleriyle çelişkili ve birbirini tutmayan bu İndilerde Hristiyanlığın esası Eski Ahit diye bilinen Yahudilerin kitapları üzerine kuruldu ki, zaten bu Eski Ahi-din de bilindiği gibi sabit ve sağlam bir esası, dayanağı yoktur. [62]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimelerden aşağıdaki hususları öğreniyoruz:

1- Yahudilerin sözlerini, ahitlerini bozdukları bize bildirilmekte, bu bozmanın cezasının lanet ve Yüce Allah'ın rahmetinden kovulmak olduğu anlatılmaktadır.

2- Önceden de açıklandığı gibi ya lafızlarını ya da manalarını tahrif etmek suretiyle Yahudilerin Allah'ın Tevrat'ta indirdiği kelâmını tahrif ettikleri bildi­rilmektedir.

3- Af ve bağışlama cezalandırma, savaş, öldürme ve eziyete tercih edil­mektedir.

4- Nakiplerin (temsilcilerin) alınması, kişinin ihtiyaç duyduğu, dinî ve dünyevî ihtiyaçları arasından bilmesi gereken hususlarda haber-i vahidin (bir kişinin ya da tevatür derecesine ulaşmayan kalabalığın verdiği haberin) kabul olunacağına delildir. Ayrıca bu, İslâmda Sünnet-i Nebeviyye ile de desteklen­miştir. Resulullah (s.a.) Hevâzinlilere şöyle demişti: "Siz geri dönünüz, sizin arifleriniz (temsilcileriniz) size ait işleri bize getirsin."

5- Yine temsilci (nakip) edinmek, casus kullanmanın caiz olduğuna delil­dir.

6- Namazın kılınması, zekâtın verilmesi, Allah'a ve peygamberlere iman edilmesi, Allah yolunda infakta bulunulması, günahların bağışlanmasına, kö­tülüklerin örtülmesine ve cennete girilmesine sebeptir. Kim bunlardan sapar, uzaklaşırsa hak ve hayır yolunu da terketmiş, hidayeti bırakıp sapıklığa yönel­miş olur.

7- Yine Hristiyanlarm söz ve ahitlerini bozdukları haber verilmektedir. Onların da kitaplarının ve dinlerinin kendilerine vermiş olduğu emirleri ihmal ettikleri, onlara getirdiği yasaklara riayet etmedikleri bildirilmektedir. İncil ve ondan önce de Tevrat'ın müjdelediği peygambere iman etmedikleri bildirilmek­tedir. Yüce Allah yaptıklarına karşılık onları acıklı bir azap ile tehdit etmekte­dir. Özetle söylenecek olursa, Allah'ın almış olduğu söz ve ahitleri bozmak hu­susunda Hristiyanlarm tuttukları yol da Yahudilerin yolunun aynısıdır.

Son olarak Fahrüddin er-Râzî'nin bu ayet-i kerime ile ilgili olarak ortaya atmış olduğu şu üç soruyu kaydetmek güzel olacaktır[63]:

Birinci soru: Peygamberlere iman neden namaz ve zekâttan sonraya -iman bunlardan öncelikli olduğu halde- tehir edildi?

Cevap: Yahudiler kurtuluşun gerçekleşmesi için namaz kılıp zekât verme­nin kaçınılmaz olduğunu kabul ediyorlardı. Ne var ki, onlar bazı peygamberleri yalanlamakta da ısrar ediyorlardı. Bundan dolayı namazın kılınıp zekâtın ve­rilmesinden sonra maksadın gerçekleşebilmesi için bütün peygamberlere ima­nın kaçınılmaz olduğu zikredilmiştir; aksi takdirde namaz kılıp zekât verme­nin bütün peygamberlere iman olmaksızın kurtuluşu gerçekleştirmekte hiç bir etkisi olmaz.

İkinci soru: Peygamberlere kuvvetle yardımcı olmanın manası nedir?

Cevap: Zeccâc şöyle der: Sözlükte "ta'zîr" reddetmek demektir. "Ben filânı ta'zir ettim" demek "ona kendisini çirkin şeylerden döndürecek ve ondan alıkoyacak bir iş yaptım" demektir. Bundan dolayı çoğunluk şöyle demiştir: "Onları tazîr ederseniz." sözü onlara kuvvetle yardım ederseniz, anlamındadır. Çünkü bir kimseye yardımcı olan bir kişi onun düşmanlarını kendisinden uzaklaştır-mış demektir. Eğer buradaki "ta'zir" ona saygı duymak anlamında olsaydı, Yü­ce Allah'ın: "Onu ta'zir edersiniz ve ona saygı duyarsınız." (Feth, 48/9) buyru­ğunda tekrar söz konusu olurdu.

Üçüncü soru: Yüce Allah'ın: "Allah'a güzel bir suretle borç verirseniz." buy­ruğu zekâtın kapsamı içerisine girmektedir. Bunun tekrar zikredilmesinin fay­dası nedir?

Cevap: Zekâtın verilmesinden kasıt, farz olan zekâttır. Burada ödünç ver­mekten kasıt ise nafile, mendup sadakalardır. Özellikle anılmaları ise bu tür sadakaların şeref ve mertebesinin yüksekliğine dikkat çekmek içindir. [64]

 

Kur'an-ı Kerım'ın Amacı

 

15- Ey Kitap Ehli! Kitaptan gizlediğiniz şeylerin çoğunu size açıkça anlatan ve birçoğunu da geçiveren peygamberiniz sizlere gelmiştir. Gerçekten Allah'tan size bir nur ve apaçık bir kitap gelmiş­tir.

16- Allah onunla rızasını gözetenleri selâmet yollarına iletir, izniyle onları karanlıklardan aydınlığa çıkartıp dos­doğru bir yola iletir.

 

Belagat:

 

"Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarıp..." buyruğunda istiare vardır. Burada karanlıklar küfür hakkında, aydınlık da iman hakkında istiare yoluyla kullanılmıştır. [65]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Kitaptan" Tevrat ve İncil'den "gizlediğiniz" saklayıp durduğunuz. Recim ayetini ve Resulullah (s.a.)'m niteliklerini gizlemek gibi "şeylerin çoğunu size anlatan, bir çoğunu da geçiveren" bunların bir çoğunu affediveren; eğer sizin iç yüzünüzü açıklamanın dışında hiç bir maslahatı yoksa, açıklamayan "peygam­beriniz size gelmiştir."

"Gerçekten Allah'tan size bir nur"; Resulullah (s.a.), "ve apaçık bir kitap" açık seçik Kur'an "gelmiştir." "Allah onunla" Kitab-ı Kerimi ile, "...selâmet yol­larına" esenlik yollarına "iletir" "izniyle" ilahi iradesiyle "onları karanlıklar­dan"küfürden "aydınlığa" imana "çıkartıp dosdoğru bir yola" İslam'a "iletir." [66]

 

Nüzul Sebebi

 

"Ey Kitap Ehli..." buyruğu ile ilgili olarak İbni Cerîr et-Taberî, İkrime'nin şöyle dediğini nakletmektedir: Allah'ın peygamberinin yanına Yahudiler girip recme dair soru sordular. O da: "Hanginiz daha bilgilidir?" diye sordu. İbni Sû-riyâ denilen birisine işaret ettiler. Hz. Peygamber, Tevrat'ı Musa'ya indiren adına, Tur'u kaldıran aşkına and verdirip kendilerinden alınan sözler adına diye yemin ettirdi. Adam korkudan titremeye başladı ve şöyle dedi: "Zina ara­mızda çoğalınca yüz sopa vurmakla, başları tıraş etmekle yetindik." Hz. Pey­gamber de onlar hakkında (sorularına cevap olarak) recin hükmünü bildirdi. Yüce Allah da: "Ey Kitap Ehli..." buyruğundan itibaren "dosdoğru bir yola ile­tir" buyruğuna kadar olan iki ayeti indirdi.[67]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah Yahudi ve Hristiyanlann durumunu, onların ahdi bozup emro-lundukları şeyleri terkettiklerini bize anlattıktan sonra, bunun akabinde onla­rı artık. Muhammed'e (s.a.) iman etmeye çağırdı. Bu da Resulullah (s.a.)'ın pey­gamberliğinin delillerindendir. Kur'an-ı Kerim'in değişik yerlerinde yer alan bir çok mucizelerinden bir mucizedir. [68]

 

Açıklaması

 

"Ey Kitap Ehli!" diye nida edilenler, Yahudiler ve Hristiyanlardır. Kitabın teklik olarak zikredilmesi, cins isim oluşundan dolayıdır. Hz. Muhammed (s.a.) hidayeti ve hak dini yeryüzündeki bütün insanlara getirmiş bulunmaktadır. Allah onu apaçık belgelerle, hak ile batılı birbirinden ayırdedici ölçü ile gönder­miştir. Burada Hz. Peygamber iki vasıf ile anılmaktadır:

Birincisi, Hz. Peygamber onlara gizleyip sakladıkları pek çok şeyi açıkla­maktadır. İbni Abbas şöyle der: "Muhammed (s.a.)'in sıfatını gizlediler, recm hükmünü bildirdiler. Bununla birlikte Allah onların saklayıp gizledikleri daha pek çok şeyden söz etmedi. Sakladıkları diğer şeyleri de açıklamak suretiyle onları rezil etmedi." Daha sonra Allah rasulü bu sakladıklarını onlara açıkladı. İşte bu bir mucizedir. Çünkü Resulullah (s.a.) herhangi bir kitap okumuş değil­dir, kimseden herhangi bir bilgi öğrenmemiştir. Onlara kitaplarındaki gizli saklı sırları haber vermesi bir çeşit gaybı haber vermek olup, bir mucize idi.

İkinci sıfatı ise pek çok şeyi affetmesidir. Yani bizzat sizin sakladığınız pek çok şeyi açığa çıkarmamaktadır. Bunları açığa çıkarmayışı din açısından açık­lanmalarına ihtiyaç olmayışındandır. Bu da onların rezil olmamaları için gizle­yip saklamayı terketmeye onları iten bir durumdur. Kur'an-ı Kerim'in onların sakladıklarını beyan etmesi aralarındaki bir çok haham ve bilginin İslama gir­mesine sebep teşkil etmiştir.

Birinci sıfatı gereği o, tahrif ettikleri, yanlış yorumladıkları ve hakkında Allah'a iftirada bulundukları şeyleri açıklıyor, ikinci sıfatının gereği de onların değiştirdikleri daha pek çok şey hakkında ses çıkarmıyor ve bunların açıklan­masında fayda bulunmuyordu. Hâkim, İbni Abbas (r.a.)'tan şöyle dediğini riva­yet etmektedir: "Her kim recmi inkâr edecek olursa umulmadık bir noktadan Kur'an-ı Kerim'i de inkâr etmiş olur." Yüce Allah'ın: "Ey Kitap Ehli! Kitaptan gizlediğiniz şeylerin çoğunu size açıkça anlatan... peygamberiniz gelmiştir." buyruğunun sözünü ettiği ve onların gizledikleri şeylerden birisi de recmdir. Daha sonra Hâkim şunları söylemektedir: Bu hadisin senedi sahihtir. Bununla birlikte Buharî ile Müslim bunu kitaplarında nakletmemişlerdir.

Daha sonra Yüce Allah şerefli peygamberine indirmiş olduğu Kur'an-ı Ke-rim'in apaçık bir kitap olduğunu, Muhammed'in bir nur yahut İslâmm bir nur olduğunu bildirmiştir. Nur'dan kasıt Muhammed'dir. Kitap'tan kasıt da Kur'an-ı Kerim'dir. Nur'dan kastın İslâm olduğu, Kitap'tan kasdın Kur'an-ı Ke­rim olduğu da söylenmiştir. Kur'an-ı Kerim bizatihi apaçıktır. Aynı şekilde in­sanların hidayet bulmak için gerek duydukları şeyleri de açıklayıcıdır.

Sonra Yüce Allah şu anlamda buyurmaktadır: O Kitabı ile Allah, kendini razı kılan, dine tabi olan kimseleri kurtuluş, esenlik ve doğruluğun yollarına iletir. Onları izniyle, yani tevfikiyle helak edici kötülüklerden kurtarır. Küfrün karanlıklarından imanın nuruna çıkartır, en açık yollara iletir. Bu da hak din­dir. Çünkü hak, özü itibariyle birdir, yolu da dosdoğrudur ve tektir. Batılın ise bir çok şubeleri, kolları vardır; hepsi de eğri büğrüdür.

Yüce Allah, Kur'an-ı Kerim'in üç faydasını ya da maksadını şöylece zikret­mektedir:

1- Allah'ı razı edecek şeylere tabi olanları Allah bedbahtlıktan, dünya ve ahirette azaptan kurtuluşa, esenliğe götüren yola iletir. Bu yol hak dindir; ada­let, ihlâs ve eşitliğin düzenidir.

2-  O kendisine iman eden müminleri küfrün, şirkin, putperestliğin, veh­min ve hurafelerin karanlığından katıksız tevhidin nuruna iletir.

3- O dinden gözetilen sağlıklı hedefe ulaştıran yola, dünya ve ahiretin ha­yırlarına ulaştırır. [69]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Peygamber Muhammed (s.a.), Allah'ın kendisi vasıtasıyla diğer din men­suplarının çürüklük ve gülünçlüklerini açığa çıkarttığı bir nurdur. O Kitap Ehli'ne (Yahudi ve Hristiyanlara) kitaplarından saklayıp gizledikleri, kendisine imana ve recme dair ayetleri, Cumartesi yasağını çiğnedikleri için maymuna dönüştürülenlerin kıssaları gibi hususları açıklamaktadır. Yahudiler bunları saklıyorlardı. Bununla birlikte peygamber pek çok şeyi affetmektedir. Yani on­ları açığa çıkarmaksızın oldukları gibi bırakmaktadır. Sadece peygamberliğine delil olacak hususları; doğruluğuna, risaletine dair tanıklıkta bulunacak halle­ri açıklamakta, açıklamaya gerek bulunmayan şeyleri de bırakıvermektedir. Çünkü o faydasız şeylere tenezzül etmez.

Kur'an-ı Kerim, gerekli hükümleri, Allah'ın razı olduğu ve her türlü afet­ten münezzeh, korkulardan emniyete kavuşturan esenlik yurdu olan cennete götüren kurtuluş yollarını beyan eder. Onun vasıtasıyla müminleri küfrün ve cehaletlerin karanlıklarından İslâm'ın ve hidayetin aydınlığına, ilâhî tevfik ve irade ile çıkartır, hak dine iletir.[70]

 

Yahudi Ve Hıristiyanların İnançlarını Red

 

17- Andolsun ki: "Allah Meryemoğlu Mesih'tir." diyenler kâfir olmuşlardır. De ki: "Eğer Meryemoğlu Mesih'i, ana­sını ve yeryüzünde olanların tümünü helak etmek isterse kim Allah'a karşı koyabilir. Göklerle yerin ve arasında-kilerin mülkü Allah'ındır. Allah her şe­ye Kâdir'dir."

18- Yahudiler ve Hristiyanlar dediler ki: "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileri­yiz." De ki: "Öyleyse günahınızdan do­layı neden size azap ediyor? Hayır, siz onun yarattığı insanlarsınız." Dilediği­ni bağışlar, dilediğine azap eder. Gök­lerin, yerin ve arasındaki her şeyin mülkü Allah'ındır, dönüş yine O'nadır.

19- Ey Kitap Ehli! Peygamberlerin ara­sının kesildiği bir dönemde gerçekten size peygamberimiz gelmiştir. Gerçek­leri açıklıyor ki: "Bize bir müjdeci de gelmedi, bir uyarıcı da gelmedi" deme-yesiniz. İşte size gerçekten müjdeci ve uyarıcı gelmiştir. Allah her şeye Kâ­dir'dir.

 

Belagat:

 

"Bağışlar... Azap eder." buyrukları arasında tıbak vardır. [71]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Andolsun ki, Allah, Meryemoğlu Mesih'tir, diyenler kâfir olmuşlardır." Çünkü onu ilâh kabul ettiler. Bunlar ise Hristiyanlarm Ya'kubiyye koludur. Daha sonra bunların mezhepleri bütün Hristiyanlar arasında yayıldı/'E^er Meryemoğlu Mesih'i, anasını ve yeryüzünde bulunanların tümünü helak etmek isterse kim Allah'a karşı koyabilir?" Allah'ın azabını kim önleyebilir, ona karşı kim savunma yapabilir? Hiç bir kimse! Eğer Mesih bir ilâh olsaydı, buna güç yetirirdi. Helak etmek ise, öldürmek ve yok etmek demektir.

"Peygamberlerin arasının kesildiği bir dönemde" ayetinde geçen fetret, vahyin kesilip bir süre peygamberlerin gelmediği döneme denir. [72]

 

Nüzul Sebebi

 

"Yahudiler ve Hristiyanlar dediler ki..." diye başlayan 18. ayetin nüzul se­bebi ile ilgili olarak İbni İshâk, İbnü'l-Münzir ve Beyhakî, Delâilü'n-Nübüv-ve'de İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet etmektedirler: İbni Ubeyy, Nu'mân b. Kusay, Bahrî b. amr ve Şâs b. Adiyy adındaki Yahudiler Resulullah (s.a.)'ın yanma geldiler. Onunla konuştular, o da onlarla konuştu. Kendilerine Allah'a davet etti, Allah'ın intikamından onları sakındırdı. Bu sefer: "Bizi ne diye kor­kutuyorsun, ey Muhammed?" dediler. "Şüphesiz biz Allah'ın çocukları ve sevgi­lileriyiz" diye Hristiyanlarm söyledikleri gibi sözler söylediler. Bunun üzerine onlar hakkında, 'Yahudiler ve Hristiyanlar dediler ki: Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz." ayeti nazil oldu [73]

"Ey Kitap Ehli.." diye başlayan 19. ayet-i kerime ile ilgili olarak da İbni İs­hâk, İbni Cerîr, İbniü'l-münzir ve Delâilü'l-Nübüvve adlı eserinde Beyhakî İbni Abbas'tan şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.) Yahudileri, İslâm'a davet etti. İslama girmek için onları teşvik etti, onları sakındırdı; fakat onlar kabul etmediler. Muaz b. Cebel, Sa'd b. Ubâde ile Ukbe b. Vehb onlara şöyle de­di: "Ey Yahudiler! Allah'tan korkun. Allah'a yemin ederim ki, siz de hiç şüphe­siz onun Allah'ın rasulü olduğunu biliyorsunuz. Çünkü peygamber olarak gön­derilmeden önce ondan bize söz ediyor ve bize onun niteliklerini anlatıyordu­nuz." Bunun üzerine Râfi' b. Hureyme ile Vehb b. Yahudâ şöyle dediler: "Hayır, biz size öyle bir şey söylemedik. Allah da Musa'dan sonra herhangi bir kitap in­dirmiş değildir. Ondan sonra müjdeleyici, uyarıcı olmak üzere kimseyi de gön­dermedi." Bunun üzerine Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi indirdi [74]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah genel olarak Kitap Ehli'ne karşı delilini ortaya koymaktadır. Onların İslâm risaletine iman etmedikleri için haktan yüz çeviren ve bu ba­kımdan kusurlu olan kimseler olduklarını açıkladıktan sonra, özel olarak Hris-tiyanların neden kâfir olduklarını beyan buyurmaktadır. [75]

 

Açıklaması

 

Hz. Mesih'in ulûhiyyetini iddia eden kesim, Hristiyanlann YaTcubiyye ko­lu idi. Daha sonra onların bu mezhepleri Hıristiyanlığın ünlü üç kesimi arasın­da egemen bir kanaat halini aldı. Bu üç kesim ise Katoliklik, Ortodoksluk ve Protestanlıktır. Bu sonuncularının mezhebi ise dört asır önce reformist rahip

Martin Luther'in ortaya koyduğu bir mezheptir. Bu mezhebi ile o, Hristiyanları bir çok gelenek ve hurafelerden kurtarabilmiştir. Mezhebi Amerika, İngiltere ve Almanya'da yayılmıştır. Bununla birlikte teslisi kabul ederek ve Allah'ın birliğini kabul edenleri de Hristiyan saymamaya devam etti. Fakat mesele so­nunda Mesih'in rab ve ilâh olarak nitelendirilmesine tekrar ulaşmaktadır. Ni­tekim İncil'in ilk sahifesinde şöyle yazılıdır: "Rabbimiz ve kurtarıcımız İsa Me­sih'in yeni Ahid Kitabı"

Bugün bütün Hristiyan fırkaları: "Allah, Meryem oğlu Mesih'in kendisidir, Mesih Allah'ın kendisidir" demektedirler. Onların dayanakları ise Yuhanna İn-cil'indeki şu ibaredir: "Başlangıçta söz vardı ve söz Allah'ın nezdindeydi; Allah ise sözün kendisidir." Onların yorumlamalarına göre "söz" bizzat Mesih'tir.

İşte Kur"an-ı Kerim'in kendilerini nitelendirmesi böyledir. Kur'an'da onla­rın Hz. Mesih'i ilâhlaştırdıkları ifade edilmektedir. Bundan dolayı Allah'ın, Me­sih'in kendisi olduğunu söyleyenler kâfir olmuşlardır. Allah bu batıl iddialarını reddetmekte ve şöyle buyurmaktadır: Ey Peygamber! Şu Hristiyanlara de ki: Allah kendilerini helak etmek dilediği takdirde, helaki ve ölümü Mesih'in ve anasının hatta diğer bütün insanların üzerinden kim kaldırabilir? Elbette bu­na kimsenin gücü yetmez. Allah istisnasız bütün insanları öldürmeye kadirdir. Kimse onun hükmünü geri çeviremez, kimse onun hükmüne karşı çıkamaz. Hiç bir kimsenin onun meşiet ve iradesi üzerinde bir otoritesi yoktur. Eğer Me­sih kendisini de annesini de helak ve ölüme karşı savunamıyor, bunları önleye-miyor ise, nasıl olur da Allah olabilir?

Hakikatte Allah göklerde, yerde, ikisi arasında bulunan insanlar ve cinler âlemleri üzerinde mutlak egemenlik ve tasarruf sahibidir. Bütün varlık âlemi onun mülkü ve onun yaratığıdır. Eşyayı yoktan, dilediği gibi, hikmet ve irade­sine uygun olarak yaratan Allah'tır. O dilediği takdirde topraktan babasız ve annesiz yaratır: Atamız Adem'i ve bütün canlıların ilklerini yarattığı gibi. Kimi zaman yalnızca babadan ve annesiz yaratır: Havva'yı yarattığı gibi. Kimi za­man da babasız bir anneden yaratır: Hz. İsa'yı yarattığı gibi. İşte bu Mesih'in hem bir insan, hem bir ilâh olduğunu; onun bir taraftan beşerî bir tabiatı, di­ğer taraftan da baskın gelen nasûtî, ilâhî bir tabiatı olduğunu iddia eden Hris-tiyanların iddialarına bir cevaptır. Onların bu şüpheye sahip oluşlarının sebebi Hz. İsa'nın alışılmadık bir şekilde yalnızca bir anneden yaratılmış olması, onun çamurdan kuşa benzer bir şey yapması, ondan bir insandan sadır olma­yan hayret verici işlerin sadır olması gibi hallerdir. Gerçekte ise bunlar Al­lah'ın bütün peygamberler eliyle ortaya koyduğu harikulade mucizelerden iba­retti. Bu gibi mucizeler mutlak olarak Allah'ın izni ve iradesi ile meydana gelir. Ta ki, bunlar peygamberlerin doğruluğunu destekleyen deliller olsun. Hz. İsa'dan ve başkalarından bu tür meziyetlerin sadır olması hiç bir zaman yara­tılmışı Yaratan yapamaz. Çünkü bunlar Yaratanın meşietiyle, iradesiyle olan şeylerdir.

Yüce Allah Hz. Musa'yı asa ve beyaz el mucizeleriyle desteklemişti. Çünkü onun döneminde sihirbazlık yaygındı. Hz. İsa'yı ise anadan doğma körü, alacalıyı iyileştirmek; ölüleri diriltmek mucizeleriyle desteklemişti. Çünkü tıp onun döneminde ileri seviyedeydi. Muhammed (s.a.)'i ise ayın yarılması gibi bir çok mucizelerle desteklediği gibi, onun ebedî mucizesi olan Kur'an-ı Kerim, fesahat ve belagatın en ileri ve üst seviyesindendir. Çünkü o, nesir, hitabet ve şiir tür­leriyle fasih söz söyleme imtiyazına sahip Araplar arasında tebliğde bulunmuş­tu. Hz. İsa'nın ölüleri diriltmesi -ki bu sayılı ve ferdî bir takım olaylardan iba­retti- ilâhlaştırılması için bir sebep değildir. Bizzat kendisi Allah'ın kulu ve ra-sulü olduğunu tekrar etmiştir. Ölüleri Allah'ın izniyle ve onun tevfik, irade ve hikmeti gereğince dirilttiğini ifade etmiştir.

Her şeye gücü yeten ise Allah'tır. O her şeyin yaratıcısıdır. Yerde olsun gökte olsun hiç bir şey onu âciz bırakamaz.

Daha sonra Yüce Allah şu sözleri söyleyen Yahudi ve Hristiyanların iddi­alarını reddetmektedir: Bizler Allah'ın çocukları ve sevgilileriyiz, yani bizler onun peygamberlerine müntesibiz. Peygamberler ise Allah'ın çocuklarıdırlar. Onlara özel bir şekilde inayet gösterir. O bizi sever. Kendi kitaplarından Yüce Allah'ın kulu İsraile şöyle dediğini de naklettiler: "Sen benim ilk oğlumsun." Hz. İsa ise İncil'de güya Hristiyanlara şöyle demiş: "İşte ben, benim de sizin de babamız olanın yanma gidiyorum." Yani benim de sizin de Rabbim olanın yanı­na. Matta İncil'inde Hz. Mesih'in dağ üstünde verdiği vaazında melekleri ve sa-lih müminleri nitelendirirken şöyle dediği zikredilmektedir: "Barışı yapanlara ne mutlu! Çünkü onlar Allah'ın çocukları diye anılırlar." Pavlos da Romalılara yazdığı mektubunda şöyle demektedir: "Çünkü Allah'ın ruhu izinden gidenle­rin hepsi, işte onlar Allah'ın çocuklarıdır." Onların kitaplarında Allah'ın oğlu, Allah'ın sevgilisi anlamındadır. Fakat onlar bunu olmadık şekilde tevil ettiler, tahrif ettiler. Aralarından aklı başında olup İslama girenler ise bu tabirin mu­hatabın şerefini yükseltmek ve ona ikramda bulunmak için kullanıldığını ifade etmişlerdir.

Bilindiği gibi onlar bu sözleriyle Hz. İsa hakkında iddia ettikleri şekilde kendilerinin de Allah'ın çocuğu oldukları iddiasında bulunmadılar. Onlar sade­ce bu ifadeleriyle Allah nezdinde ne kadar değerli olduklarını, Allah'ın katında yüksek bir mertebeye sahip olduklarını anlatmak istediler ve: "Biz Allah'ın ço­cukları ve sevgilileriyiz" dediler.

Yüce Allah ise dikkat çekici bir yolla onlara şöylece cevap vermektedir: De ki onlara: Eğer durum sizin ileri sürdüğünüz gibiyse niçin günahlarınız se­bebiyle dünya hayatında sizleri azaplandırıyor? Meselâ, putperestlerin en bü­yük mescidinizi ve beldenizi, Beytulmakdis'i tahrib etmesi, yeryüzünde haki­miyetinize son vermeleri, ahirette de küfür, yalanlama ve iftiranıza karşılık size cehennem ateşinin hazırlanmış olması nedendir? Halbuki baba oğluna azap vermez, seven sevdiğini azaplandırmaz. O halde sizler ne Allah'ın çocuk­larısınız, ne de onun sevdikleri! Aksine sizler onun yarattıkları cümlesinden bir takım kimselersiniz. O, kullarından hiç bir kimseye iltimasta bulunmaz. O, ancak mağfirete lâyık olanlar arasından dilediği kimselere -ki bunlar ona itaatkâr olanlardır- mağfiret eder. Azaba lâyık olanlardan dilediği kimselere -ki bunlar da isyankârlardır- azap eder. O dilediğini yapar. Kimse onun hük­münü kovuşturamaz. O hesabı pek süratli görendir. Haydi artık kendiniz, geç­mişleriniz, kitaplarınız hakkındaki aldatıcı kanaatlerinizden vazgeçiniz, guru­runuzu terkediniz. Bunların size faydası yoktur. Aksine size faydalı olacak olan, İslâm risaletine imanın bir bölümünü teşkil ettiği sahih iman ile salih ameldir.

Allah göklerde, yerde ve ikisinin arasında bulunan her şeyin mutlak mali­ki, egemeni ve mutlak mutasarrıfıdır. Bütün yaratıklar onun kuludur. Onun mülkü ve saltanatı altındadır: "Göklerde ve yerde bulunan herkes mutlaka Rahman (olan Allah)'a kul olarak gelecektir." (Meryem, 19/93). Yüce Allah'ın gökleri ve yeri söz konusu ettikten sonra tesniye zamiri kullanarak "ikisi ara­sındaki her şeyin" diye buyurması, çoğul zamir kullanmayıp aralarındaki şey­lerin dememesi, iki türe (yani gökleri bir tür, yeri de bir tür olarak değerlendir­diğine) bir işarettir. Dönüş O'nadır, yani sonunda Allah'ın huzuruna varılacak­tır. Kulları arasında dilediği şekilde hükmünü verecektir. O, asla zulmetmeyen mutlak âdildir. Bu ise kâfirlere, onları ahirette küfürleri ve batıl iddiaları dola­yısıyla azaplandıracağına dair bir uyarıdır.

"Göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır." buyruğu Hz. Mesih'in ulûhiyyetini iddia eden Hristiyanlara ve yine hem Hristiyanlara hem de Yahudilere red ol­mak üzere tekrarlanmıştır. Çünkü Allah Hz. Mesih'in maliki ve onu helak et­meye kadir olandır. Göklerin ve yerin Allah'ın mülkiyetinde olduğunun tekrar edilmesi ise dilediğine mağfiret etmeye dilediğini azaplandırmaya kadir oldu­ğunu açıklamak, onların Allah nezdinde yakın olma, üstün bir mertebeye sahip olma iddialarını iptal etmek içindir. Çünkü Allah'a yakın olmanın ölçüsü, iman ve salih ameldir. Miras yoluyla devralman şeyler yahut kavmî veya unsurî ay­rıcalıklar değildir. Yahudilerin Allah'ın seçilmiş milleti olduğu iddiası doğru de­ğildir ve hiç bir kavmin, milletin başka bir millete üstünlüğü yoktur.

Daha sonra Yüce Allah Yahudi ve Hristiyanlara şöylece hitap etmektedir: Kendilerine rasulü, kendisinden sonra rasul ve peygamber gelmeyecek pey­gamberlerin sonuncusu Muhammed (s.a.)'i gönderen O'dur. Hatta onların bera­berlerinde bulunanları doğrulayan ve onların hepsini takip eden O'dur. Kitap­larında size müjdesi verilen peygamber, peygamberlerinizin geleceğini haber verdiği peygamber, Muhammed'dir. İşte o peygamber, peygamberlerin ardının arkasının kesildiği bir dönemde gelmiş, size açıklamalarda bulunmaktadır. Ya­ni vahyin kesilmesi üzerinden, onun peygamberliği ile Meryem oğlu İsa'nın peygamberliği arasında uzun bir zaman geçtikten sonra gelmiş ve sizlere ihti­yaç duyduğunuz din ve dünyanıza dair hükümleri, putperestliğin ifsad ettiği inançları, maddi alanda aşırılıklarla bozulmuş ahlâkı, muhtevasını boşalttığı­nız ve yalnızca anlamsız ve ruhsuz bir takım merasimlere dönüştürmüş oldu­ğunuz ibadetleri açıklamakta; yine sizlere sizin için içinden çıkılamaz bir hal almış olan dini hususları beyan etmektedir. Bilindiği gibi Hz. Adem ile Hz. Nuh arasında on asır; Hz. Nuh ve Hz. İbrahim arasında on asır; Hz. İbrahim ile İmran oğlu Hz. Mûsâ arasında on asır geçmiştir. Bir asır ise yüz yıldır. Hz. Mûsâ ile Hz. İsâ arasında ise 1700 yıl vardır. Hz. İsa'nın doğumu ile Hz. Mu-hammed (s.a.)'in doğumu arasında ise 569 yıl geçmiştir.

"Bize bir müjdeci de gelmedi, bir uyarıcı da gelmedi demeyesiniz." Siz böyle bir delil ileri sürüp böyle bir söz söylemeyesiniz diye. Ey dinlerini değiştirip tah­rifata uğratanlar! Bize hayır ile müjdeleyen, kötülükten korkutan bir rasul gel­medi mi diyorsunuz? İşte size müjdeleyen ve uyaran bir peygamber gelmiştir. Kendisine itaat edenleri cennet ile müjdeliyor. Kendisine itaat eden kimse ise Al­lah'a iman eden, emrolunduğu şeyleri yerine getiren ve onun yasakladıklarından uzak duran kimsedir. Kendisine isyan eden, Allah'ın emrine muhalefet edenleri de cehennemle korkutuyor. Yani sizlere Muhammed (s.a.) gelmiş bulunmaktadır.

'Ye Allah her şeye Kâdir'dir." Taberî şöyle der: Bunun anlamı şudur: Ben sana isyan edeni cezalandırmaya, bana itaat edeni mükafatlandırmaya kadi­rim [76] Yüce Allah'ın kudretinin belgelerinden birisi de peygamberi Muham­med (s.a.)'e yardım etmiş olması, dünyada onun kelimesini ahirette de mevkisi-ni yükseltmiş bulunmasıdır. [77]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

"Andolsun ki... kâfir olmuşlardır." diye başlayan birinci ayet-i kerime, "Al­lah Meryem oğlu Mesih'in kendisidir." diyen, yani ona ibadet eden Hristiyanla-rın bu sözleri söylemekle kâfir olduklarını ispatlamaktadır. Allah kendilerine şunu bildirmektedir: Eğer Mesih ilâh olsaydı kendisine yahut da başkasına isabet eden belâlaları, zararları önleyebilirdi. Halbuki Allah onun annesini öl­dürdü, o annesinden ölümü uzaklaştıramadı. Yine Allah onu da helak edecek olsa, bunu ondan geri çevirecek yahut savacak kimdir? Mesih de onun annesi de yaratılmıştır, sınırlıdırlar ve her şeyleriyle münhasırdırlar. Sınırlı ve sonlu olmakla çevrelenen bir varlık ise ilâh olamaz. Göklerin ve yerin, ikisi arasında bulunan iki tür ve sınıfın mutlak maliki Allah'tır. O dilediğini yaratır: İsa'yı bir anneden ve babasız olarak kullarına bir mucize olmak üzere yarattığı gibi. Al­lah her şeye Kadir olandır.

"Yahudiler ve Hristiyanlar dediler ki..." diye başlayan ikinci ayet-i kerime ise, Yahudi ve Hristiyanlarm Allah nezdinde değerli olduklarını ve onların ay­rıcalık iddialarını iptal etmekte, Allah'ın oğulları ve sevgilileri oldukları iddi­asını çürütmektedir. Şayet onların bu iddiaları doğru ise Allah ne diye dünya­da onları azaplandırdı, bozguna uğrattı, yurtlan tahrip edildi, yıkıldı, yerlerin­den sürüldüler? Küfür ve masiyetleri sebebiyle de cehennem azabı hazırlan­mıştır onlara. O halde onlar Allah'ın çocukları da değildir, sevgilileri de. Çünkü seven sevdiğine azap etmez. Sizler ise aranızdan isyan edenlerin azaba uğratıl­dıklarını kabul ediyorsunuz. İşte bu sizin yalan söylediğinizin delilidir.

Gerçekteyse onlar diğer insanlar gibidirler. İtaat ve masiyet dolayısıyla Allah onları hesaba çekecektir.

Üçüncü ayet-i kerime olan: "Ey Kitap Ehli! Peygamberlerin... size peygam­berimiz gelmiştir." ayeti de Peygamber (s.a.)'in ebedî kurtuluş ve mutluluk ala­nındaki açıklama (tebliğ) görev ve fonksiyonunu izah etmektedir. Bu mutluluk ve kurtuluşu ise iman ve salih amele bağlamaktadır. Cennet, hayata dair hü­kümlerini, toplum için öngördüğü yasalarını kabul etmek hususlarında Allah'a ve rasulüne itaat edenlere; cehennem ise bu hususlarda Allah'a ve rasulüne is­yan edenleredir. Onun bu peygamberi göndermesinin sebebi ise, sizlerin: "Bize bir müjdeleyici ve bir uyarıcı gelmedi!" dememeniz içindir. Hz. İsa'nın doğumu ile Peygamberimiz (s.a.) arasında 569 yıl geçmişti. [78]

 

Hz. Musa'nın, Kavmine Allah'ın Nimetlerini Hatırlatması Ve Mukaddes Arz'a Girmelerinin İstenmesi, Buna Karşılık Reddedici Tavırları

 

20- Hani Mûsâ kavmine demişti ki: "Kavmim, Allah'ın üzerinizdeki nimeti­ni hatırlayın. Hani sizden peygamber­ler göndermiş ve sizi hükümdarlar yapmıştı. Dünyada kimselere vermedi­ğini size vermişti.

21- "Kavmim! Allah'ın size yazdığı mu­kaddes arza girin ve arkanıza dönme­yin, yoksa hüsrana uğrayanlar olursu­nuz."

22- Demişlerdi ki: "Ey Mûsâ! Orada gerçekten zorba bir kavim var. Onlar oradan çıkmadıkça biz oraya girmeyiz. Eğer oradan çıkarlarsa biz de gireriz."

23- Korkanlar arasında bulunanlardan Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki adam demişlerdi ki: "Onların üstlerine kapıdan yürüyün, oraya girerseniz mu­hakkak siz galiplersiniz ve şayet mü-minlerseniz, Allah'a dayanıp güvenin."

24- Demişlerdi ki: "Ey Mûsâ, onlar ora­da oldukça ebediyyen oraya girmeyiz. Git, sen ve Rabbin savaşın, biz burada oturanlarız.''

25-  Demişti ki: "Rabbim, ben ancak kendime ve kardeşime sahibim. Artık bizim aramızla fasıklar topluluğunun arasını ayır."

26- Buyurdu ki: "Orası onlara haram edildi. Kırk yıl süreyle... Yeryüzünde şaşkın dolaşacaklar. Artık sen fasıklar güruhu için tasalanma."

 

İ'râb:

 

"Rabbim, ben ancak kendime ve kardeşime sahibim." buyruğunun şu tak­dirî ifadede olması da muhtemeldir: Rabbim ben ancak kendime sahibim, kar­deşim de ancak kendisine sahiptir... [79]

 

Belagat:

 

"Sizi hükümdarlar yapmıştı." buyruğu beliğ bir teşbihtir. Yani rahat yaşa­yış, huzur bakımından sizi hükümdarlar gibi kılmıştı. Burada benzetme edatı ile benzetme yönü hazfedilmiştir.

"Allah'ın kendilerine nimet verdiği iki adam" cümlesi, Allah'ın salihlere olan lütfunun beyanı için bir ara cümlesidir. [80]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hani sizden peygamberler göndermiş ve sizi hükümdarlar yapmıştı." Biz­zat kendi kendinizin hakimi, kendi mallarınızın, kendi çoluk çocuğunuzun ha­kimi, hür kimselerdiniz. Bundan önce ise Kıptilerin hakimiyeti altında idiniz. Bu halden kurtulup hizmetçileriniz oldu, güç ve imkâna sahip kılındınız. "Dün­yada kimselere vermediğini size vermişti." Men, selva, denizin yarılması ve baş­ka şeyleri. "Allah'ın size yazdığı", yani girmenizi emrettiği "mukaddes" terte­miz "arza", Şam topraklarına "girin ve arkanıza" düşman korkusuyla geri "dön­meyin" bozguna uğramayın. "Yoksa hüsrana uğrayanlardan" yaptıklarından zarar görenlerden "olursunuz."

"Korkanlar arasında bulunanlardan" Allah'ın emrine muhalefet etmekten korkan "Allah'ın kendilerine nimet verdiği", kendilerini korumak suretiyle ni-metlendirdiği "iki kişi." Bunlar ise Yûşâ ile Kalib adındaki iki kişi olup Hz. Musa'nın o zorbaların durumlarını anlamak üzere göndermiş olduğu on iki na-kipten idiler. Bu iki kişi diğer nakiblerden farklı olarak gördüklerini Hz. Mûsâ dışında diğerlerinden gizlemişlerdi. Diğer nakipler ise işin iç yüzünü açıkla­mışlardı. O bakımdan kavimleri korkmuştu.

"Onların üstlerine kapıdan yürüyün." Şehrin kapısından girin, onlardan korkmayın, çünkü onlar kalpsiz cesetler gibidirler. "Oraya girerseniz muhak­kak siz galiplersiniz." Onlar bu sözleri Allah'ın yardımına, onun sözünü gerçek­leştireceğine inanarak söylemişlerdi.

"Demişlerdi ki: ...biz burada oturanlarız." savaşmayacağız, burada kalaca­ğız. Bunun üzerine Hz. Mûsâ: "demişti ki! Rabbim ben ancak kendime ve kar­deşime sahibim." Başka kimseye sözüm geçmez ki, onları itaate mecbur kıla­yım. "Artık bizim aramızla fasıklar topluluğunun arasını ayır. "Ayırdedici hü­küm ver. "Orası" yani Arz-ı Mukaddes, "onlara kırk yıl haram edildi" Oraya

lemeyecekler. [81]

 

Ayetler Arası İlişki

 

"Hani Mûsâ kavmine demişti ki" buyruğunun başındaki "vâv" harfi atıf edatıdır. Bu, Yüce Allah'ın: "Andolsun ki, Allah İsraiiloğulları'ndan söz almış­tı..." (Mâide, 5/12) buyruğuna muttasıldır. Şöyle denilmiş gibidir: Allah onlar­dan söz almış ve Mûsâ (a.s.) kendilerine Yüce Allah'ın nimetlerini hatırlatarak zorbalarla savaşmalarını emretmişti de onlar söyledikleri sözlerle daha önce verdikleri sözlerine muhalefet ettiler. Aynı zamanda zorbalarla savaşmak hu­susunda da Hz. Musa'ya davranışlarıyla muhalefet ettiler.

Yüce Allah, Muhammed (s.a.)'in peygamberliğinin doğruluğuna dair deli­li ortaya koyup bu hususta Kitap Ehli ile münakaşa ettikten sonra, Yahudile­rin inatlarını ortaya koyan iki hususu bizlere hatırlatmaktadır. Bunlardan bi­risi onların Allah'ın, üzerlerindeki pek çok nimetlerini inkâr etmeleri; ikincisi ise Filistin topraklarına girip zorbalarla savaşma hususunda Hz. Musa'nın emirlerine karşı gelmeleridir. Bunların anlatılmasının hikmetlerinden birisi de bunun Resulullah (s.a.)'a bir teselli olması ve ona onların haktan yüz çevi­rip onu engellemelerinin kendilerinde köklü bir huy halinde olduğunun öğre-tilmesidir. [82]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah, bize kelimi İmrân oğlu Mûsâ (a.s.)'nm kavmine Allah'ın ni­metlerini hatırlatmasını haber vermektedir. Hz. Mûsâ onlara eğer doğru yol üzerinde yürüyecek olurlarsa Allah'ın kendilerine dünya ve ahiret hayrını bir­likte vereceğini söylemişti. Yüce Allah burada şöyle buyurmaktadır: Ey Mu­hammed! Sen İsrailoğullarma ve senin davetinin ulaşacağı diğer insanlara şu­nu hatırlat: Hani bir zamanlar Mûsâ kavmine onları Firavun'un ve onun kav­minin zulmünden kurtardıktan sonra şu üç nimeti hatırlatmıştı:

1- Atanız İbrahim'den itibaren -sonuncuları İsa (a.s.)'ya kadar- aranızda peygamberlerin ardı arkasına gönderilmiş olması nimetini hatırlayın. Sonra Yüce Allah İbrahim'in oğlu İsmail'in soyundan gelen peygamberlerin sonuncu­suna vahiy gönderdi. İsrailoğulları ise Hz. İbrahim'in oğlu Hz. İshak'ın oğlu Hz. Ya'kub'un soyundandırlar. Hz. Musa'dan sonra kendilerine gelen bütün peygamberler Tevrat ile hüküm veriyorlardı.

Bilindiği gibi peygamberlik (nübüvvet), Yüce Allah'tan gelen vahiy yahut ilham ile gelecekte meydana gelecek gaybî bir takım hususları haber vermek demektir. Özetle, İsrailoğulları'nda gönderildiği kadar hiç bir ümmete peygam­ber gönderilmiş değildir.

2- Ayrıca o sizi hükümdarlar yaptı. Yani daha önce Kıptîlerin elinde, onla­rın mülkiyetinde iken sizleri özgürlüğünüze kavuşturdu. Allah sizi kurtardı. Sizin kurtarılmanıza da "mülk=hükümdarlık" adını verdi. Melik, evi ve hizmet­çisi olan kimseye denir. Bir diğer görüşe göre melik (hükümdar), çalışma külfe­tine ve zorluklara katlanmaya gerek duymayacak kadar malı ve serveti olan kimse demektir. Özetle onlar hür kimselerdi. Kendilerine yetecek kadar eş, hizmetçi ve evleri vardı. Buna delil ise Ebu Davud'un Ebu Said el-Hudrî'den Hz. Peygambere merfu olarak rivayet ettiği şu hadis-i şeriftir: "İsrailoğulların-dan herhangi birisinin hizmetçisi, bineği ve hanımı oldu mu o melik diye yazı­lırdı." Yine Ebu Davud, Zeyd b. Eslem'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Evi ve hizmetçisi olan kişi meliktir." Günümüzün örfü de bunu teyit etmektedir. Hizmetçisi bulunan, evine sahip ve rahat geçinen kimseye: "Zamanın hü­kümdarı, meliki" adı verilmektedir.

3- Onlara dünyalardan (âlemlerden), yani kendi çağdaşları olan âlemler­den kimseye vermediği denizin yarılması, düşmanlarının suda boğulması, bu-VatV-öL ^\çe.\exvd\t\bxvelet\ metv ve selvanın üzerlerine indirilmesi ve buna benzer çok büyük şeyler vermişti.

Daha sonra Hz. Mûsâ, Filistin'e girerek düşmanlarla cihat etmelerini emre­dip şöyle dedi: Kavmim! Arz-ı Mukaddes'e (temiz topraklara), yani Beytulmakdis yahut Filistin topraklarına -orayı mülk edinmek için değil de- orada yerleşmek için giriniz. Çünkü Beytulmakdis peygamberlerin karar yeri, müminlerin meske­nidir. "Allah'ın size yazdığı yere" Allah'ın sizin için kısmet kılıp belirlediği yere. Allah Hz. İbrahim'e o mukaddes topraklarda yerleşme hakkını verme vaadinde bulunmuştu. Yoksa onlara mülk olmak anlamında değil. Çünkü böyle bir şey va­kıaya muhalif olurdu. Yahudilerin bu vaadden onların mutlaka bu mülk edindik­leri yerlere döneceklerine dair bir sonuç çıkarmaları doğru değildir. Çünkü Yüce Allah, hemen ondan sonra: "Orası onlara kırk yıl haram edildi..." buyurmakta­dır. İbni Abbas şöyle der: O topraklar onlara önceleri hibe edildi, sonra uğursuz­lukları ve isyankârlıkları sebebiyle haram kılındı. Diğer taraftan Yüce Allah'ın: "Allah'ın size yazdığı" buyruğundaki bu "yaziŞ" itaat kaydı şartına bağlıdır.' Bu şart yerine getirilmediğinden dolayı vaad de söz konusu olmaz.

"Arkanıza dönmeyin, yoksa hüsrana uğrayanlar olursunuz." Zorbalardan korkarak geri dönmeyin. Arkanızı dönüp kaçmayın, cihattan yüz çevirmeyin. Öyle yapacak olursanız dünya ve ahiret mükâfaatmı kaybeden, ziyana uğra­yanlar olursunuz.

Bundan maksadın, doğru dinden dönüp Mûsâ (a.s.)'nın peygamberliğinden şüphe etmeye, putperestliğe ve yeryüzünde fesada dönmek olduğu da söylen­miştir.

Hz. Mûsâ'nm Arz-ı Mukaddeste durumu araştırmak için göndermiş olduğu nakipler geri dönüp şöyle dediler: Orada zorba bir topluluk vardır. Yani insanları istediklerine mecbur eden, boylu poslu, eşkiya tipinde kimseler vardır (Bunlar Kenanlılardandılar.). İşte o kimseler oradan çıkmadıkları sürece biz ebediyyen oraya girmeyiz. Şayet oradan çıkacak olurlarsa biz de oraya gireriz. Onlar bu sözleri Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi çıkmalarım çok uzak bir ihtimal görerek söylemişlerdi: "Ve onlar deve iğne deliğinden girmedikçe cennete giremez­ler." (A'râf, 7/40). Bunların oraya girmeyi kabul etmediklerine ve tertemiz Filis­tin topraklarından hiç bir şeyi hak etmediklerine bir başka delildir.

Yüce Allah'tan korkan ve Allah'ın kendilerine hidayet, iman, itaat, razı olacağı şeylere muvaffakiyet, Allah'ın yardımına güven gibi nimetler vermiş ol­duğu Hz. Musa'nın kavmine mensub Yûşâ' b. Nûn ile Kâlib b. Yûfenna adlı, Al­lah'tan korkan nakipler dediler ki: Bunların üzerine şehrin kapısından girin. Siz bunu yaptığınız takdirde Allah sizi zafere kavuşturacak, askerleriyle sizin yardımınıza koşacak ve siz galipler olacaksınız.

Eğer siz Allah'a tevekkül eder, onun emrine tabi olur, rasulüne muvafakat ederseniz o da düşmanlarınıza karşı size yardımcı olur. Sizi destekler, Allah'ın sizin için yazmış olduğu beldeye girersiniz. Esasen Allah'a tevekkül etmek, müminlerin niteliklerindendir.

Bununla birlikte Yahudiler tekrar şehre girişi reddettiler, inat ve isyanda ısrar ettiler. Bu iki salih kimsenin onlara verdikleri öğüdün hiç bir faydası ol­madı. "Ey Mûsâ!" dediler, "Onlar orada bulundukları sürece ebediyyen biz de o şehre girmeyiz." "Ebediyyen" diyerek uzun zaman boyunca bu girmeyişlerini tekit ettiler. Ayrıca: "Onlar orada oldukça" ifadesi de bu ebediyyen giremeyişi beyan etmektedir. O halde artık sen ve sana Mısır'dan çıkıp buralara kadar gelmeyi, cihatı emreden Rabbinle birlikte gidiniz, o zorbalarla sizler savaşınız, biz de cihada gelmeyip burada oturup bekleyeceğiz.

Bu ise Hz. Musa'ya karşı alabildiğine büyük bir had bilmezlik, ona karşı büyük bir saygısızlıktı.

Hz. Mûsâ kızgın, üzüntülü, kederli, şikâyet ve teessürünü Yüce Allah'a ar-zeden, kavminin isyanından özür beyan eden bir üslûpla: "Rabbim, ben ancak kendime ve kardeşime sahibim." dedi. Yani bunlardan kimse bana itaat etmi­yor. Davet ettiğim şeye olumlu cevap vermiyorlar. Bu işi benden ve kardeşim Harun'dan başkası yapmıyor. Bu ifade ayrıca itaat edeceklerin sayılarının az olduğu bu vaziyette Yûşâ ve Kâlib'in de sebat göstereceklerine güven duymadı­ğını ima etmektedir.

"Artık Rabbim benimle şu itaatinin dışında çıkan fasıklar arasında hük­münü ver, aramızı ayır, hak ettiğimiz hükmünü ver, onlar hakkında da hak et­tikleri hükmü ver." Bu onlara beddua anlamındadır. Bundan dolayı hemen aka­binde: "Orası onlara kırk yıl haram edildi." buyruğu sebebin bir çeşit sonucu olarak zikredilmiş olmaktadır.

Bu duanın anlamının şöyle olması da mümkündür: "Bizimle onların arası­nı uzaklaştır, bizi onlarla birlikte olmaktan kurtar." Yüce Allah'ın: "Ve beni za­limler topluluğundan kurtar." (Tahrîm, 66/11) buyruğunda olduğu gibi.

Yüce Allah, cihattan yüz çevirdikleri vakit Hz. Musa'nın onlara beddua et­mesi üzerine şöyle buyurdu:"Orası onlara kırk yıl haram edildi. Yeryüzünde şaşkın dolaşacaklar." Yani kırk yıl süreyle Arz-ı Mukaddes'e girişleri onlara ya­sak kılındı ve kupkuru bir çölde şaşkın şaşkın dolaşıp durdular. Yani yolun ne­rede olduğunu bilmeksizin yol alıp durdular.

Tih, "dağ arası geçit yahut geniş çöllük ya da kişinin yolunu kaybettiği düz yer" demektir. Onlar bu süre zarfında nereye gideceklerini bilemiyorlardı. Riva­yet olunduğuna göre kırk yıl süreyle altı fersahlık bir mesafe içinde kalıp durdu­lar. (İbni Abbas ise dokuz fersah olduğunu söylemektedir). Her gün tam bir gay­retle yol alıyorlar, nihayet gayretleri, çabaları bitip yol almaktan usanıp akşam olunca yola koyuldukları yerde olduklarını görüveriyorlardı. Umumiyetle gecele­yin yol alıyorlar, kimi zaman da yola gündüz devam ediyorlardı. Geceleyin önle­rini aydınlatan direk şeklinde bir ışık duruyordu. Gündüzün de güneşin sıcağından onları bulut gölgelendiriyor, üzerlerine Men ve Selva iniyordu. Nihayet bu, yirmi yaşına kadar olanlar dışında hepsi ölüp gidene kadar böylece devam etti.

Rivayete göre altı yüz bin kişi idiler. Hz. Hârûn Tîh'de vefat etti. Hz. Mûsâ da bir yıl sonra orada vefat etti. Tîh'deki bu durum Hz. Mûsâ ile Hz. Harun'a bir rahmet, diğerleri için bir azaptı. Hz. Mûsâ Rabbinden kendisini Arz-ı Mu-kaddes'e bir taş atımlığı bir mesafeye kadar yaklaştırmasını dilemişti, Allah da onun bu duasını kabul ederek onu yaklaştırmıştı.

Hz.Yûşâ, kırk yaşından sonra peygamber oldu, zorbalarla savaşmakla em-rolündü. O da beraberinde kalanlarla zorbaların üzerine yürüdü, onlarla sa­vaştı. Savaştığı gün Cuma günüydü. Onlarla savaşı bitirinceye kadar güneş onun için bir süre durduruldu. İmam Ahmed Müsned'inde şöyle bir hadis riva­yet etmektedir: "Güneş Yûşâ dışında hiç bir kimse için alıkonulmuş değildir. O âa bunun Beytülmakdise doğru yürüdüğü günlere rastlar."

Bundan sonra Yüce Allah'ın kelâmı, Hz. Musa'ya kavminin başına gelen­lerden dolayı bir teselli mahiyetindedir: "Artık sen fasıklar güruhu için tasa­lanma", yani emrine karşı gelen o topluluklar için haklarında verdiğim hü­kümden dolayı üzülme. Çünkü onlar bunu hak etmişlerdi.

Zemahşerî ve başkaları şöyle bir soru ortaya atmaktadır: Yüce Allah'ın: "Orası onlara kırk yıl haram edildi" buyruğu ile: "Allah'ın size yazdığı Mukad­des Arz'a girin" buyruğunu bir arada nasıl anlayabiliriz? Bu soruya iki şekilde cevap verirler:

Birincisine göre; burada Allah'ın yazdığı arzın ora halkıyla cihat etme şar­tına bağlı olarak yazılmş olmasıdır. Onlar cihat etmeyi kabul etmeyince: "Orası onlara kırk yıl haram edildi." buyuruldu.

İkincisi bu arazi onlara kırk yıl süreyle haram kılınacak, fakat bu kırk yıl geçtikten sonra onlar için yazılan şey gerçekleşecek.[83]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu kıssa Yahudilerin azarlanmalarını onların çirkinliklerini açıklanması­nı, Allah'a ve rasulüne muhalefetlerini, her birisinin emrolundukları cihat em­rine itaatten yüz çevirişlerini, böylelikle düşmanlara karşı savaşamayacak şe­kilde ruhî zaaf gösterişlerini ihtiva etmektedir. Oysa onlarla beraber Allah'ın kelîmi Hz. Mûsâ vardı. Onlara düşmanlarına karşı yardım ve zaferi vaadedi-yordu. Onlar Allah'ın düşmanı olan Firavun'u askerleri ile birlikte, gözlerinin aydın olması için sularda boğmasını görmüş olmalarına rağmen böyle davran­dılar.

Bu Yahudilerin geçmişleri Hz. Musa'ya karşı durup isyan ettikleri gibi, iş­te onların torunları da Muhammed (s.a.)'e karşı direnmektedirler. İşte bu, onun için bir tesellidir.

Bu anlatılanlar Yahudilerin çirkin karakterlerine, Yüce Allah'ın emirleri­ne aşın muhalefetlerine delâlet etmektedir. Hz. Musa'nın onlara Allah'ın üzer­lerindeki pek çok nimeti hatırlatmış olmasına rağmen onlar böyle davrandılar. Bu nimetlerin en önemlisi ise şu üçüdür:

1- İsrailoğulları arasına pek çok peygamberin gönderilmesi,

2- Hükümdarlar kılınmaları, yani kendi işlerinin sahiplerinin kendileri ol­ması; bu konuda kimsenin onları tahakkümleri altına alamaması. Halbuki bundan önce Firavun'un mülkiyeti tahakkümü altındaydılar. Allah onları kur­tardı, düşmanlarını ise suda boğdu.

3- Çağdaşları olan âlemlerden hiç bir kimseye vermemiş olduğu şeyleri on­lara vermiş olması.

Hz. Mûsâ onlara Filistin'de bulunan zorba Kenanlı düşmanlarıyla cihat etmelerini, Arz-ı Mukaddes'e girmelerini emretmişti. Onlar ise karşı geldiler, dönmeyi kabul etmediler. Oysa nakiplerden salih iki kişi (Yûşâ ile Kâli) onlara zafer, galibiyet ve fetih müjdesini vermiş ve şöyle demişlerdi: Bunların bedenen iri ve cüsseli olmaları sizleri dehşete düşürmesin. Kalpleri sizin korkunuzla do­lup taşmaktadır. Evet! Bedenen iri yarıdırlar, fakat kalpleri güçsüz ve zayıftır.

Yahudiler Allah'a karşı inat ve aşırılıklarını sürdürdüler. Arz-ı Mukad­des'e girmeyi kabul etmediler, buna karşılık Hz. Musa'ya: "Git, sen ve Rabbin savaşın, biz burada oturanlarız." dediler. Bu ise bir küfürdü. Çünkü Hz. Mûsâ'nın risaletinde şüpheye düşmüşlerdi. Hz. Mûsâ onlara beddua etti, kendisiy­le onlar arasında hükmün verilmesini istedi. Allah duasını kabul buyurdu. On­ları kırk yıl süreyle Tîh'te kalmakla cezalandırdı. Hz. Mûsâ ile Hz. Hârûn Tîh'te vefat etti. Müslim, Sahih 'inde Ebû Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Ölüm meleği Mûsâ (a.s.)'ya gönderildi. Melek Hz. Musa'ya gelince, Hz. Mûsâ ona bir tokat indirdi, gözünü çıkardı. Melek, Rabbine geri döndü ve şöyle dedi: "Ölmek istemeyen bir kula beni gönderdin." Allah gözünü yerine ia­de etti ve dedi ki: "Yanma dön ve ona de ki: Elini bir öküzün sırtına koysun. Elinin örttüğü her bir kıla- karşılık ona bir yıllık ömür veriyorum." Bu sefer (Mûsâ): "Peki, Rabbim bundan sonra ne olacak?" diye sorunca: "Sonra yine ölüm" buyurdu. Bu sefer Mûsâ "O halde şimdi (öleyim)" dedi. Sonra Mûsâ Al­lah'tan kendisini Arz-ı Mukaddes'e bir taş atımlık mesafeye kadar yaklaştır­masını diledi. Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Eğer orada olsaydım, hiç şüphesiz kırmızı kum tepeciğinin altında ve yolun kenarındaki kabrini size gösterirdim."

Hz. Musa'nın meleğe bu yaptığı onu tanıyamayışından ve kendisinden izinsiz, kötü niyetle evine giren bir adam zannetmesindendi. Hz. Musa bu yüz­den kendisini savunmak amacıyla onun gözüne bir tokat indirip gözünü çıkar­mıştı.

İtaate karşı direnen İsrailoğulları'na ilâhî ceza, onların tasfiye edilmesi ve toplumun bünyesini yenilemesi şeklinde olmuş, sonunda sorumlulukları yükle­nebilecek genç bir nesil ortaya çıkmıştı. Bunlar cihada ehil, zorbalara karşı di­renebilecek türden kimselerdi. Böylelikle Allah da onları mirasçı önderler kıldı. [84]

 

Kabil Ve Habil Kıssası, Yeryüzündeki İlk Cinayet

 

27- Bir de onlara Adem'in iki oğlunun kıssasını doğru olarak anlat. Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı da birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edil­memişti. O: "Andolsun seni öldürece­ğim!" deyince (kardeşi): "Allah ancak muttakîlerden kabul eder." demişti.

28- "Beni öldürmek için bana elini uza­tırsan, andolsun ben seni öldürmek için elimi sana uzatmam. Muhakkak ki, ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım.

29- Dilerim ki, sen benim günahımı da kendi günahını da yüklenerek cehen­nemliklerden olasın. Zalimlerin cezası da budur."

30- Bunun üzerine nefsi kendisine kar­deşini öldürmeyi güzel gösterdi ve onu öldürdü de hüsrana uğrayanlardan ol­du.

31- Sonra Allah kardeşinin ölüsünü na­sıl gömeceğini göstermek için ona yeri eşeleyen bir karga gönderdi. "Yazıklar olsun bana! Bu karga gibi olmaktan aciz kaldım da kardeşimin ölüsünü ör­temedim." dedi. Artık o pişmanlık du­yanlardan olmuştu.

32- Bundan dolayı İsrailoğulları'nın üzerine şunu yazdık: "Kim bir kimseyi bir kimseye veya yeryüzünde bozgun­culuğa karşılık olmadan öldürürse, bü­tün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu diri bırakırsa sanki bütün in­sanları diriltmiş gibidir." Andolsun ki, onlara peygamberlerimiz apaçık delil­lerle geldiler, bundan sonra da onlar­dan bir çoğu gerçekten yeryüzünde taşkınlık edenlerdir.

 

Belagat:

 

"Öldürürse... diri bırakırsa" kelimeleri arasında tıbâk vardır.

"Kim de onu diri bırakırsa" buyruğunda istiare vardır, onu hayatta bıra­kırsa demektir. Çünkü gerçek anlamıyla bir kişiyi diriltmek, yalnızca Yüce Al­lah'ın kudretinde olan bir şeydir.

"Elini bana uzatırsan... ben elimi sana uzatmam." buyrukları arasında da olumsuz yönde tıbâk vardır. [85]

 

Kelime ve İbareler:

 

Ey Muhammed! "Bir de onlara" kavmine "Âdem'in iki oğlunun" Habü ile Kabil'in "kıssasını doğru olarak anlat. Hani ikisi birer kurban sunmuşlardı" Kurban, kendisi ile Allah'a yaklaşılan kesilecek hayvan ve başka şeylerdir. Asıl itibariyle kelime masdardır. Tekil olması ile çoğul olması arasında fark yoktur. Habil'in sunduğu kurban koç, Kabil'inki ise ekinden ibaretti, "da birininki ka­bul edilmiş" Kurbanı kabul edilen Habü'di. Bu da gökten inen bir ateşin onun kurbanını yemesi suretiyle olmuştu, "diğerininki kabul edilmemişti." Bu da Kabil'di. Bundan dolayı öfkelenmiş, Âdem hacca gidinceye kadar kıskançlığını içinde saklı tutmuştu.

"...elini bana uzatırsan andolsun..." Sen beni öldürmek için bana elini uzatacak olsan bile andolsun ki "ben... elimi sana uzatmam".

"Dilerim ki sen benim günahımı da... yüklenip", günaha denk düşecek bir ceza ile dönüp böyle bir cezaya uğrayıp "cehennemliklerden olasın." "Bunun üzerine nefsi kendisine kardeşini öldürmeyi güzel gösterdi." Güzel gösterip bu işe teşvik etti, onu öldürmek suretiyle "hüsrana uğrayanlardan oldu." Ve öl­dürdüğü kardeşini ne yapacağını bilemedi. Çünkü yeryüzünde Âdemoğullarm-dan ölen ilk kişi o oluyordu. Kardeşini sırtına koyup taşımaya koyuldu. "Sonra Allah kardeşinin ölüsünü..." Burada (ölü anlamına kullanılan:) "sev'e" kelime­si, "açığa çıkması kişinin hoşuna gitmeyen şey" demektir. Avret anlamındadır. Burada kasıt ölmüş cesettir, "nasıl gömeceğini" onu nasıl örteceğini "göstermek için ona" gagasıyla ve ayaklarıyla "yeri" toprağı, "eşeleyen" ve onu beraberin­de bulunan ölmüş diğer karga üzerine saçan "bir karga gönderdi." Bu karga öbür kargayı toprakla örtünceye kadar bu işe devam etti. "Yazıklar olsun bana" Benim bu işim ne kadar büyük bir musibet, ne kadar büyük bir rezalettir! Yani benim yaptığım bu rezilce davranışın görülmesi halinde vay başıma gelecekle­re! Benim bu durumum ne kadar da kötü! "dedi."

"Bundan dolayı", yani Kabil'in yaptığı bu iş sebebiyle. "İsrailoğulları'nın üzerine şunu yazdık: Kim bir kimseyi... yeryüzünde bozgunculuğa karşılık ol­madan" yani küfür, zina, yol kesme yahut buna benzer işlenen herhangi bir suç karşılığı olmaksızın "öldürürse bütün insanları öldürmüş gibi olur." "Kim de onu diri bırakırsa" onu öldürmekten uzak durursa "sanki bütün insanları diriltmiş gibidir" "Onlardan bir çoğu taşkınlık edenlerdir." Küfür, öldürmek ve buna benzer bir işle haddi, sınırı aşanlardır. İsraf mutedil sınırdan uzak durmak demektir. [86]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah bu kıssayı kin, kıskançlık ve egoizmin etkisini açıklamak üzere irad etmekte, bu hallerin kişiyi bir çok tehlike, helak ve çirkinliklere götürece­ğini anlatmaktadır. Bu kin ve kıskançlık iki kardeşi birleştiren kardeşlik bağı­nı ortadan kaldırmış, kan dökülmesi sonucuna götürmüştür. Bunun örnekleri pek çoktur. Yüce Allah Yahudilerin Peygamber (s.a.)'e olan kıskançlıklarının, onu arkadaşlarıyla birlikte öldürme kararını verecek noktaya kadar geldiğini zikrettikten sonra, burada da bir kardeşin bir diğer kardeşini kıskanmasını ifade eden Adem'in iki oğlunun kıssasını zikretmektedir. Dolayısıyla bu ayetle­rin önceki ayetlerle ilişki yolu, Yahudilerin zulmünün, onların sözlerini ve ahit-lerini bozmalarının Hz. Âdem'in bir oğlunun diğer kardeşine zulmünü andırdı­ğına dikkati çekmektedir. [87]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah Kabil ve Habil diye bilinen Hz. Adem'in iki oğlunun kıssasında kıskançlığın kötü sonucunu haber vermekte, (Kabil'in) diğer kardeşini kıska­narak, ona haksızlık ederek nasıl öldürdüğünü bildirmektedir. Bu kıskançlığın sebebi ise Allah'ın kardeşine vermiş olduğu nimet ve, ihlâsla Allah'a takdim et­tiği kurbanının kabul edilmesiydi. Öldürülen, ilâhî mağfirete nail oldu, cennete girmek nimetine erdi. Katil ise dünyada da ahirette de büyük zararla karşılaş­tı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: Oku ey Muhammed ve anlat! Şu maymun ve domuzların torunları olan, şu haddi aşan kıskanç Yahudilere ve benzerleri­ne Adem'in iki oğlunun haberini anlat.(Bunlar selef ve haleften bir grubun gö­rüşüne göre Kabil ve Habil adındaydılar.) İşte sen bunu onlara hak olarak oku. Yani yalanı, vehmi, fazlalığı ve eksikliği bulunmayan, açık, gerçek ve doğru be­yan ile anlat. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Şüp­hesiz ki bu, gerçeğin anlatılmasıdır." (Al-i İmrân, 3/62); "Biz sana onların ha­berlerini hak ile okuyoruz." (Kehf, 18/13); "İşte Meryem oğlu İsa, hak söze göre budur." (Meryem, 19/34).

Kıssanın sebebine gelince: Yüce Allah, Hz. Âdem'e durumun zorunlu kıl­ması sebebiyle kendi kız çocuklarını erkek çocuklarıyla evlendirmeyi meşru kılmıştı. Hz. Adem'in hanımından her bir batında biri erkek, biri dişi olmak üzere ikiz çocuğu oluyordu. Bir batnın kız çocuğunu diğer batında doğan erkek çocuğuyla evlendiriyordu. Habil'in ikizi çirkin, Kabil'inki ise güzeldi. O bakım­dan Kabil bunu kendisi almak istedi. Hz. Adem ise böyle bir şeyi bir kurban sunmadıkları sürece kabul etmedi. Kimin kurbanı kabul olunursa o kız, onun olacaktı. Habil'in kurbanı kabul olundu, Kabil'inki kabul olunmadı. Habil'in sunduğu kurban semiz bir koçtu. Kurbanının kabul edilişinin sebebi ise takva­sı ve ihlâsı idi. Kabil'in kurbanı ise kabul olunmadı. Onun sunduğu kurban az miktarda buğday başağından ibaretti; buna sebep takva ve ihlâsmm azlığı idi.

İbni Abbâs, İbni Ömer ve diğerlerinden rivayet edildiğine göre kardeşler­den birisi ziraat ile uğraşıyordu. O sahip olduğu ekinin en kötü ve en bayağısını içinden gelmeye gelmeye sunmuştu. Diğerinin ise koyunları vardı. Koyunla­rının en değerlilerini, en semiz, en güzel olanını bütün gönül hoşluğu ile kur­ban olarak sundu. Bazılarının naklettiklerine göre kabul olunan kurbanı gök­ten bir ateş geliyor ve yiyordu. Makbul olmayanı yemezdi. Her iki kardeş ba­balarıyla birlikte dağa çıktılar, kurbanlarını bıraktılar. Daha sonra üçü de otu­rup kurbanları seyretmeye başladılar. Allah bir ateş gönderdi. Bu ateş kurban­ların üzerine geldi, ateşten bir parça yaklaştı, Habil'in kurbanını alıp götürdü, Kabil'in kurbanını olduğu gibi bıraktı. Kabil dedi ki: "Ey Habil! Kurbanın ka­bul olundu, benimki ise reddolundu. Andolsun ki, seni öldüreceğim." Habil ise şöyle dedi: "Ben malımın en iyisini kurban olarak sundum; sen ise malının en kötüsünü kurban olarak sundun. Şüphesiz Allah iyiden başkasını kabul etmez. Allah ancak takva sahiplerinden kabul eder." Yani şirkten ve riya, cimrilik, he-vaya uyma gibi sair masiyetlerden sakınmak suretiyle Allah'ın cezasından kor­kanlardan kabul buyurur. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Sevdiğiniz şey­lerden infak etmediğiniz sürece birre ulaşamazsınız." (Âl-i İmrân, 3/92). Resulullah (s.a.) da Müslim'in rivayetine göre: "Şüphesiz Yüce Allah hoş ve te­mizdir, o ancak hoş olanı kabul eder." buyurmaktadır.

Habil bu sözleri söyleyince Kabil kızdı, bir demir kaldırıp onunla kardeşini vurdu. Habil: "Yazıklar olsun sana Kabil, sen Allah'ın huzurunda ne yapacak­sın? Bu ameline karşılık seni nasıl cezalandıracaktır!" dedi. Kabil kardeşini öl­dürdü ve onu yerdeki bir çukura attı ve üzerine toprakları örtmeye başladı.

Salih insan Habil dedi ki: "Beni öldürmek için sen bana el uzatacak olsan dahi, bu kötü işine benzeriyle sana karşılık vermeyeceğim. O takdirde ben de sen de aynı günahı paylaşmış oluruz." Daha sonra kardeşini öldürmekten uzak dur­masının sebebini de şöylece açıkladı: "Muhakkak ki ben âlemlerin Rabbi olan Al­lah'tan korkarım." Yani ben senin yapmak istediğin şeyi yapmam halinde Allah'ın cezasından, azabından korkarım. O bakımdan sana misliyle mukabele edecek yerde sabrederim, ecrimi de Allah'tan beklerim. Çünkü cana kastetmek en büyük günahlardandır. Öldürme suçunu işlemeye kalkışmamanın bu şekilde açıkça ifa­de edilmesi Ahmed, Buharî, Müslim ve diğerlerinin rivayet ettikleri şu hadis-i şe­rifte varid olan durum ile aynı değildir. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "İki Müslüman kılıçlarıyla karşılaştıkları takdirde katil de maktul de cehennemde­dir." "Ey Allah'ın rasulü!" denildi, "Katili anladık, maktulün durumu niye böyle?" Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Çünkü o da arkadaşını öldürmeye haris idi."

Sonra öldürülecek olan Habil ahiret azabını hatırlatan etkileyici ve olduk­ça beliğ öğüdünü sürdürdü. Belki kardeşini kendisini öldürmekten bununla alı­koyabilir diye: "Dilerim ki, sen benim günahımı da kendi günahını yüklenip..." Beni öldürmek hem beni öldürme günahını hem de önceki günahlarını taşıya­rak cehennemliklerden olursun. Cehennem ise her zalimin cezasıdır. Ahmed, Ebû Davud ve İbni Hibbân'ın Ebû Mûsâ el-Eş'arî'den rivayetlerine göre Resu­lullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Adem'in iki oğlunun en hayırlı olanı gibi ol."

İşte bundan Habil'in kardeşine üç hususu hatırlatıp öğüt verdiğini, kendi­sinin öldürmekten uzaklaştırıp sakındırmaya çalıştığını görüyoruz: Allah'tan korkmak, hem öldürmek hem de kendisinin günahını yüklenmek suretiyle iki günahı yüklenmek, hem de kendisini cehennemliklerden ve zalimlerden ol­makla tehdit etmek.

Daha sonra Yüce Allah, Kabil'in verilen bütün bu öğütlerden etkilenmedi­ğini, isteğinden vazgeçmediğini haber vermektedir. Nefsi yapacağı işi kendisi­ne güzel göstermiş, kardeşini öldürmeye teşvik etmiştir. Sonunda kardeşini öl­düren Kabil, dünyada da ahirette de kendisini zarara sokanlardan oluverdi. Böyle bir günah işlemekten daha büyük zarar ne olabilir ki?

Sonra katil şaşkınlığa düştü, dünya kendisine dar geldi. Kardeşinin cese­dini ne yapacağını bilemedi. Kendisinden başka bir varlığın karganın tecrübe­sinden yararlandı. Bu ise onun ne kadar cahil, ne kadar seviyesiz ve ne kadar bilgisiz olduğunu göstermektedir.

Allah, kardeş iki kargayı gönderdi, bu iki karga birbirleriyle kavga ettiler. Biri diğerini öldürdü, öldüren öldürdüğüne bir çukur kazdı, sonra üzerini top­rakla örttü. Karganın bu durumunu görünce Kabil şöyle dedi: "Vay! Benim kar­şı karşıya kaldığım bu rezalet nedir?" Bu, kendisinin azabı hak ettiğini itirafı­dır. Ben böyle bir karga gibi olmaktan dahi aciz oldum ha! Yani ben acizliğim, zaafım ve bilgisizliğim, bilgi ve davranışım itibarıyla şu kargadan daha mı aşa­ğılardayım? Daha sonra kardeşini gömdü, cesedini toprakla örttü. Yaptığına pişman oldu. Bu, yanlışlık yapan herkesin durumudur. Önce günah işler, sonra yaptığına pişman olur.

Şu kadar var ki, Resulullah (s.a.)'m: "Pişmanlık bir tövbedir." [88] buyruğu ile bilinen bu ilkeye rağmen tövbesi kabul olunmadı. Çünkü onun pişmanlığı ve tövbesi günahı dolayısıyla, masiyeti dolayısıyla değildi. O kardeşini öldürdü­ğünden dolayı pişmanlık duymuştu. Çünkü onu öldürmenin bir faydasını gör­mediği gibi annesi, babası ve kardeşleri de bundan ötürü kendisine kızmışlar­dı.[89] Bundan dolayı o kötü bir çığır açanlardan oldu. Kıyamet gününe kadar hem işlediği o günahın hem de ondan sonra gelecek ve aynı günahı işleyecek herkesin günahını alacaktır. Buhârî ve Müslim, İbni Mes'ûd (r.a.)'un şöyle de­diğini rivayet etmektedirler: "Zulmen ne kadar kişi öldürülürse mutlaka o öl­dürenin kanı dolayısıyla bir pay da Adem'in ilk oğlu üzerine yüklenir; çünkü öldürme yolunu açan ilk kişi odur."

Bu korkunç cinayet, iki kardeşten birinin ötekine haksızca ve zalimce yap­tığı bu çirkin fiil sebebiyle ve bu öldürmenin bir sonucu olarak, kısas teşrî edil­di ve kısas hükmü İsrailoğullanna farz kılındı. Çünkü Tevrat öldürmenin ha­ram kılındığı hükmünün yazılı olduğu ilk kitaptır. Bu hüküm de şöyledir: Her kim bir başkasına karşılık olmaksızın, yani Yüce Allah'ın: "Ve Biz onlara onda (yani Tevrat'ta) ve cana karşılık candır... diye yazdık." (Mâide, 5/45) buyruğun­da teşrî buyurduğu kısası gerektiren bir sebep olmaksızın yahut da güven ve huzuru ihlâl eden -yol kesiciler, hırsızlık çeteleri gibi- yeryüzünde fesat çıkartıp sebepsiz ve öldürülmeyi gerektirecek bir cinayet işlenmeksizin, yeryüzünde fesat çıkartma sebebi olmadan öldürecek olursa, bütün insanlığı öldürmüş gibi­dir. Çünkü Allah nezdinde canlar arasında bir fark yoktur. Bir cana saldırı bü­tün insan topluluğuna saldırı gibidir. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "Her kim kasten bir mümini öldürürse onun cezası orada ebediyyen kalmak üzere cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, ona lanet etmiştir. Ona ol­dukça büyük bir azap da hazırlamıştır." (Nisa, 4/93).

Her kim de bir canı hayatta tutarsa, yani onun öldürülmesini haram bu­lup öldürmekten uzak durursa bütün insanları hayatta bırakmış gibidir. Bu da onların güvenlerini sağlamak, huzurlarını bozmamak, rahatsızlıklarını, tedir­ginliklerini ve endişelerini gidermek suretiyle olur.

İşte bu, kişinin canının kendi mülkü olmadığının da delilidir. Bu can, için­de yaşadığı toplumun malıdır.[90] Buna göre bir kimse intihar suretiyle dahi ol­sa herhangi bir cana kastedecek olursa, Kıyamet güni ide oldukça ağır azabı hak etmiş olur. Hangi sebeple olursa olsun, kim de herhangi bir canın hayatta kalmasına sebep olursa, bütün insanları hayata kavuşturmuş gibidir.

Daha sonra Yüce Allah", bunu bilmelerine rağmen haramları işlemeleri, öl­dürmekte aşırıya gitmeleri, geçmişte de, Peygamber efendimizin döneminde de kalplerinin katılıkları dolayısıyla İsrailoğullarını azarlamakta, yaptıklarını yüzlerine vurmaktadır. Medine etrafına bulunan Yahudi Kurayza oğulları, Na­dir oğulları, Kaynuka oğullarının yaptıkları bu işlere bir örnektir. Bunlar cahiliye dönemi savaşları sırasında Evs ve Hacrezliler tarafında savaşa katıldıkları gibi, hicretten sonra da Müslümanlara karşı müşriklerin yanında savaşıyorlar­dı.

Bu azarlamanın muhtevası da şudur: Allah'ın şerefli rasulleri kendilerine apaçık belgeleri, yani ruhlarını arındırmayı, ahlâklarını temizlemeyi hedef alan ve onlar hakkında öngörülen hükümlere delâlet eden apaçık kesin belge ve delilleri getirmişlerdir. Bununla birlikte onların büyük bir çoğunluğu öldür­mekte, haksızlık ve saldırganlık suçlarını işlemekte aşırıya giden kimselerdi. Her ne kadar bu Yahudilerin geçmişte önceki atalarından sadır olmuş ise de, sonra gelenlerin geçmişlerin yaptıklarına tamamıyla razı olduklarından dolayı, aynı zamanda ümmetin tümüne nisbet edilmiştir. Çünkü ümmet tıpkı bir ceset gibi kendi arasında dayanışma içerisinde ve birbirinin destekçisi durumunda­dır. [91]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Hz. Âdem'in iki oğlunun kıssasından alınacak ibret şudur: Kıskançlık in­sanlar arasında görülen ilk cinayetin sebebi olmuştur. Aynı zamanda kıskanç­lık, toplumdaki her türlü fitne ve fesadın kaynağını teşkil etmektedir. Fertleri birbirini kıskanan bir toplum darmadağınık olur, birbirine düşman kesilir, bir­birine buğzeder, hayır üzere asla bir araya gelmez, bir fazilet üzerinde birleş­mez. Herhangi bir iyilik, doğruluk ve kendisini ileriye götürecek bir husus üze­rinde dayanışmaz. Bu ise o toplumun zayıf ve zelil düşmesine, başkaları tara­fından köleleştirilmesine yol açar.

Ayet-i kerimeden anlaşılacak hususlardan biri de şudur: Yahudilerin Hz. Muhammed (s.a.)'i öldürmeye kalkışmaları onlar için yeni bir davranış şekli değildir. Ondan önce de pek çok peygamber öldürmüşlerdir. Kabil, Habil'i öl­dürmüştür. Kötülük eskiden beri vardır. Böyle bir kıssanın hatırlatılması ise faydalıdır, çünkü doğru bir kıssadır. Hayal ürünü bir söz değildir. Yine bu kıs­sanın muhtevasında İslama muhalefet edenlerin bu işlerden vazgeçmeleri is­tenmekte, Resulullah (s.a.)'a da teselli verilmektedir.

Müfessirlerin cumhuru burada sözü geçen Adem'in iki oğlunun bizzat onun sulbünden gelen çocukları olduğunu ve bunların Kabil ile Habil oldukla­rını kabul ederler. Onlara göre Kabil'in takdim ettiği kurban bir demet başaktı. Çünkü o çiftçi idi. Ekinlerinin en adilerini seçip takdim etmişti. Hatta arala­rında iyi bir başak görünce onu alıp buğdayını çıkarmış ve yemişti. Habil'in kurbanı ise bir koçtu. Çünkü Habil koyunları olan bir kimse idi. Kurban olarak sunduğu bu koç, davarlarının en iyisi idi. O bakımdan kurbanı kabul olundu. Kurtubî şöyle der: Onun bu kurbanı cennete kaldırıldı ve Hz. İsmail'e fidye ola­rak verildiği vakte kadar o kurban cennette otlamaya devam etti. Bu, Saîd b. Cübeyr ve başkalarının görüşüdür.

Kıssanın sebebine gelince: Kabil'in kendisiyle birlikte doğan ikiz kız kar­deşi ile evlenme hususunda anlaşmazlık doğmuştur. Hz. Âdem bir batında do­ğan erkek ile diğer batında doğan kız çocuğu birbirleriyle evlendirirdi. Erkekle­re beraberinde doğan ikizi helâl değildi. Hz. Havva, Kabil ile birlikte "İklimiyâ" adında güzel bir kız doğurmuştu. Habil ile birlikte ise Leyûza adında pek güzel olmayan bir kız doğurmuştu. Âdem bunları evlendirmek isteyince Kabil: Kız-kardeşimle evlenmeye ben daha bir hak sahibiyim, dedi. Hz. Âdem ona böyle yapmamasını emrettiyse de kabul etmedi. Bunun üzerine bir kurban sunmak teklifini ittifakla kabul ettiler.[92]

Sonuç ise, salâhı dolayısıyla Habil'in kurbanının kabul edilmesi şeklindey­di. Buna delil ise onun kardeşine söylediği Yüce Allah'ın bize naklettiği; "Allah ancak muttakilerden kabul eder." sözleridir. İbni Atıyye şöyle der: Burada tak­vadan kasıt, Ehli Sünnetin icması ile şirkten sakınmaktır. Her kim şirkten sa­kınırsa o muvahhid bir kimsedir. Niyetini tasdik eden amelleri makbuldür. Hem şirkten hem de masiyetlerden sakınan muttaki ise, üstün bir derece ile kabule mazhar olur ve son nefesini ilâhî rahmet ile verir.

Habil'in kardeşi Kabil'in kasten onu öldürme tehdidine teslimiyet göster­mesinin üç temel dayanağı vardır: Yüce Allah'tan gerçek anlamda korkmak, bir canı öldürme günahı ve öldürmeden önce öldürülenin işlediği fiillerin güna­hı olmak üzere iki türlü günah yüklenme korkusu ve bir de cehennemliklerle zalimlerden olmaktan uzak olma arzusu. İşte bu temel ilkeler kişiyi öldürme ve buna benzer suçlara kalkışmaktan uzaklaştıran temel öğütlerdendir.

Yüce Allah'ın: "... cehennemliklerden olasın" buyruğu şunu göstermekte­dir: O dönemde bunlar mükellef kimselerdi ve ilâhî vaad ve tehditlere muhatap bulunuyorlardı. Bazıları da bu sözü Kabil'in kâfir oluşuna delil göstermişlerdir. Çünkü "Cehennemliklerden olmak" Kur'ân-ı Kerîm'de nerede zikredilmişse, kâfirler hakkında varit olmuştur. Kurtubî şöyle der: "Bu, ilim ehlinden bu aye­tin teviline dair zikrettiğimiz görüşlerle reddolunur. "Cehennemliklerden ola­sın" buyruğunun anlamı, senin orada kalacağın süre... demektir."[93]

Kabil'in kardeşini öldürmeye kalkışması, onu dünyada da ahirette de hüs­rana uğrayanlardan kıldı. Ayet-i kerime kıskancın halini de açıklamaktadır. Öyle ki, kıskançlık bazan kişiyi insanlar arasında kendisine en yakın kimseyi, en yakın akrabayı, şefkat göstermeye herkesten daha lâyık olan birisini öldür­meye kastettirmek suretiyle helake kadar götürebilir.

"Sonra... Allah bir karga gönderdi" ayet-i kerimesi, başkalarının dene­yimlerinden yararlanmanın delilidir.

Her ne kadar Kabil pişmanlık duyanlardan olduysa da onun bu pişmanlığı kendisini tövbe edenlerden kılmamıştı. Çünkü bu duyduğu pişmanlık öldürme dolayısıyla değil, kardeşini bir sene boyunca sırtında taşıdığından yahut da onu öldürmekten bir fayda elde edemediğinden dolayı ve babasının, annesinin ve diğer kardeşlerinin kendisine kızgınlığı sebebiyle idi. Yahut da onu öldür­dükten sonra ehemmiyet vermediği için kardeşini açıkça terkettiğinden dolayı olmuştu. Karganın bir diğer kargayı gömme işini görünce kalbinin bu derece katılığına pişmanlık duymuştu. [94]

"Bundan dolayı..." ayet-i kerimesi ise, katile kısas uygulanacağı şeklinde­ki şer"î hükmün İsrailoğulları hakkında söz konusu olduğunun delilidir. Yine "bundan dolayı" buyruğundaki bu işaret, Kabil ve Habil kıssasına işaret değil­dir. Bununla kıssada sözü geçen haram öldürme sebebiyle ortaya çıkan çeşitli fesatlara işaret edilmektedir. Sözü geçen haram öldürme ise haksızca ve kasdî öldürmedir. Ölüm sonucu ortaya çıkan çeşitli fesatlardan birisine, Yüce Al­lah'ın: "Hüsrana uğrayanlardan oldu" ve "Artık o pişmanlık duyanlardan ol­muştu." buyruğu ile işaret edilmektedir.

Öldürmenin haram oluşu ile kısasın bütün dinler ve şeriatler hakkında umumi olmasına rağmen, özellikle İsrailoğulları'nın anılmasının sebebi ise şudur: İsrailoğulları başkalarını öldürmeye dair ilâhî azap tehdidinin yazılı ola­rak üzerlerine indiği ilk ümmettir. Bundan önce ise bu sadece bir söz ile yasak­lanmıştı. İsrailoğulları'na ise tuğyanları ve kan dökücülükleri sebebiyle bu emir kitapta yazılı olarak zikredilmek suretiyle ağırlaştırılmış oldu. Onlar öl­dürmenin ne kadar çirkin bir iş olduğunu bilmelerine rağmen peygamberleri, rasulleri öldürmeye çalıştılar. Bu ise onların kalplerinin ne derece katı olduğu­nun, Yüce Allah'a itaatten son derece uzak olduklarının delilidir. O bakımdan İsrailoğulları'nın özellikle söz konusu edilmesi, aynı şekilde Allah rasulünü ve onun ileri gelen ashabını suikast ile öldürmeyi kararlaştırmalarına da uygun düşmektedir. [95]

Bütün şeriatlerde öldürmek haramdır. Şu üç sebep müstesna: İmandan sonra küfre dönüş, evlilikten sonra zina ve haksızca ve saldırganlıkla başkasını öldürmek.

Yüce Allah'ın: "Veya yeryüzünde bir bozgunculuğa karşılık olmadan..." buyruğundan kasıt ise, şirktir. Bunun yol kesicilik olduğu da söylenmiştir. Biri­sini haksızca öldürmek ise bütün insanları öldürmek gibidir. Birisinin hayatta kalmasına sebep olmak da bütün insanları hayatta tutmak seviyesindedir.

Yine ayet-i kerime Yüce Allah'ın hükümlerinin bazan gerekçelendirilmiş olarak zikredileceğine de delil teşkil etmektedir. Çünkü Yüce Allah: "Bundan dolayı İsTttiloğulltmmn mgrvn.B şutoi ^oadvk..." ^öş% VüysrsraJ&fc&ÎM. X"&siı V& hükümlerin teşrî edilmesinin gerekçesi (illeti), sözü geçen bu hususlar, bu an­lamlardır. [96]

 

Hirabe (Yol Kesicilik) Haddi Veya Yol Kesicilerin Hükmü

 

Allah ve rasulü ile savaşanların ve yeryüzünde fesada koşanların cezası ancak öldürülmek yahut asılmak yahut çaprazlama el ve ayakları kesil- mek veya yerlerinden sürülmektir. Bu  onlara dünyadaki rüsvalıktır. Onlara  ahirette de büyük bir azap vardır.

34- Yalnız ele geçirmenizden önce töv- be edenler müstesnadır. Biliniz ki, Al- Gafûr'dur'

 

İ'râb:

 

"Yahut asılmak" buyruğu ve bundan sonraki ibareler, bazılarının görüşle­rine göre muhayyerlik bildirmek içindir. Yani bu konuda hüküm vermek ima­ma (İslâm devlet başkanına) bırakılmıştır, içtihadına göre hüküm verir. Bir başka görüşe göre ise buradaki "yahut=ev" çeşitlilik bildirmek içindir. [97]

 

Belagat:

 

"Allah... ile savaşanlar" buyruğunda bir muzafın hazfı ile mecaz yapılmış­tır, Allah'ın kulları ile savaşanlar, demektir. Çünkü Yüce Allah'a karşı savaşı-lamaz ve onu yenik düşürmeye kalkışılamaz. [98]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah ve rasulü ile savaşanların" Dâr-ı İslâmda Müslümanlara ve diğer­lerine karşı harbedenlerin... Savaşmak (muharebe) kelimesi barışın, can ve mal emniyetinin zıddıdır. Harb kelimesinin asıl anlamı saldırmak ve malı ta­lan etmek demektir, "ve fesada koşanların" Fesat salâhın zıddıdır. Burada fe-sat'dan kasıt, korkutmak ve cana, mala, ırza saldırmak suretiyle gidip geleni korkutarak yol kesmektir, "cezası öldürülmek" (taktîl) kelimesi fesatçıları kor­kutmak üzere öldürmekte mübalağa-etmek demektir, "yahut asılmak" (taslîb) de salbde (asmak'ta) mübalağa etmek demektir. Salb ise, Şafiî ve Ahmed'in gö­rüşüne göre öldürmekten sonra üç gün süre ile yapılır ve bu da elleri uzatılmış boyuna dikilmiş bir tahta (çarmıh) ve benzeri bir şey üzerine bağlı tutulması suretiyle olur. "yahut çaprazlama el ve ayakları kesilmek" sağ elleriyle sol ayakları kesilmek suretiyle "veya yerlerinden sürülmektir" Mâliküere göre sürgün'ün Einlamı, Müslüman iseler İslâm diyarından bir başka beldeye nakledil­meleridir. Kâfir iseler onları bir İslâm beldesine veya dar-ı darbde herhangi bir yere sürmek de caizdir. Hanbelîlere göre ise sürgün onların evsiz barksız bıra­kılmaları, herhangi bir yerde barınmalarına fırsat verilmemesidir. Hanefîlerle Şâfiîlere göre ise, sürgün hapsetmektir. "Yahut, veya" anlamına gelen "ev" eda­tı cumhura göre, çeşitlilik ve durumun tertibi için kullanılır. Öldürmek yalnız-ce öldürmüş olanlar hakkında; asmak, öldürüp de mal alanlar hakkında; çap­razlama kesmek, mal alıp öldürmemiş kimseler hakkında; sürgün ise yalnızca korkutan kimseler hakkındadır. Nitekim İbni Abbâs da böyle demiştir. Mâlikî-lere göre ise bu muhayyerlik ifade etmek içindir. İmam onlar hakkında uygun gördüğü cezayı tercih eder.

"Onların dünyadaki rüsvalık" alçaklık ve rezilliktir. "Ahirette de büyük bir azap" Cehennem azabı "vardır."

"Yalnız ele geçirmenizden önce", Onlara ceza verme imkânını bulmanızdan önce "tövbe edenler" yol kesici ve muharipler arasından tövbe edenler "müstes­nadır. Biliniz ki Allah" tövbelerini bağışlayan "Gafûr'dur"; onlara karşı mer­hametli olan "Rahîm'dir." Bu şekilde mağfiret ve rahmetin ifade edilmesi, töv­benin Allah'ın haklarını ve hadlerini düşürmekle birlikte, insanların haklarını düşürmediğine delâlet etmek içindir. Nitekim Suyûtî de böyle belirtmiştir. Bu­na göre yol kesici, birisini öldürmüş ve malını almış sonra da tövbe etmişse öl­dürülür, eli ayakları kesilir, fakat asılmaz. Şafiî'nin iki görüşünden daha sahih olan budur. Ele geçirildikten sonra tövbe etmesinin ise, ona hiç bir faydası ol­maz, bu da yine Şafiî'nin konu ile ilgili iki görüşünden daha sahih olanıdır. [99]

 

Nüzul Sebebi

 

Bu ayet-i kerime yol kesiciler hakkında inmiştir, müşriklerle mürtedler hakkında değil. Ancak bunların hepsi hakkında indiği de söylenmiştir. Şu ka­dar var ki, müşrikler olsun, mürtedler olsun tövbe ettikleri takdirde tövbeleri kabul olunur. Bu tövbeleri ister ele geçirilmelerinden önce ister sonra olsun, farketmez. Yol kesiciler ise ele geçirilmeden önce tövbe ettikleri takdirde üzer­lerinden had düşer, fakat ele geçirilmelerinden sonra tövbe edecek olurlarsa hadleri düşmez.

Buhârî ve Müslim, Enes'ten şunu rivayet etmektedirler: Ukl ve Urayneli-lerden bazı kimseler Resulullah (s.a.)'m yanına geldiler. Müslüman olduklarını ifade ettiler. Medine havası kendilerine ağır geldi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.) onlara bir kaç deve ve bir çoban verilmesini emretti. Böylece çöle çıkmala­rını ve develerin sütlerini içmelerini emretti. Bunun üzerine onlar da Medi­ne'nin dışına çıktılar. (Medine yakınlarında) el-Harre diye bilinen yere yakın bir yere kadar gittiler. İslâm'dan sonra kâfir oldular, çobanı öldürdüler -bir ri­vayete göre ise ona müsle yaptılar (azalarını kestiler)- beraberlerindeki devele­ri de alıp gittiler. Buna dair haber Resulullah (s.a.)'a ulaşınca o da arkaların­dan onları yakalayacak kimseler gönderdi. Bunlar getirildi, Hz. Peygamberin emri üzere gözlerine kızdırılmış çivilerle mil çekildi, el ve ayakları çaprazlama kesildi, ölünceye kadar da bırakıldılar. Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu.

Bir görüşe göre de bu ayet-i kerime, Eslem'li Hilâl b. Uveymir'in kavmi hakkında nazil olmuştur. Hilâl ile Resulullah (s.a.) arasında peygambere yar­dımcı olmamak fakat ona karşı da kimseye yardım etmemek üzere bir antlaş­ma vardı. Eğer Müslümanlardan bir kimse onun yanına gidecek yahut da Pey­gamber (s.a.)'in yanına gitmek isteyecek bir kimse yanından geçerse ona kötü herhangi bir maksatla ilişmeyecekti. Kinâne oğullarından İslama girmek iste­yen bir topluluk, Hilâl oğullarından bir grup kimsenin yanından geçtiler. Hilâl orada bulunmuyordu. Hilâl'in kavmine mensup kimseler Kinânelilerin yolları­nı kestiler, onlardan bazılarını öldürdüler, mallarını aldılar.

Yine denildiğine göre bu ayet-i kerimeler kendileriyle Resulullah (s.a.) arasında antlaşma bulunan Kitap Ehli'nden bir topluluk hakkında nazil ol­muştur. Bu topluluk antlaşmalarını bozdular, Müslümanların yollarını kestiler.

Bununla birlikte nüzul sebebinin birden çok olmasına mani yoktur. Çünkü bu ayet-i kerime muharebe vasfına sahip olan herkesi kapsamına alır; ister kâ­fir olsun, ister Müslüman. Ayet kâfirler hakkında nazil olmuş olsa dahi, asıl muteber olan sebebin hususîliği değil, lafzın umumîliğidir. [100]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah öldürme suçunun ağırlığını ve bir kimseyi öldürenin bütün in­sanları öldürmüş gibi olacağını beyan edip buna dair kısası teşrî buyurduğunu ifade ettikten sonra, burada yeryüzünde fesat çıkartan ve çoğunlukla da başka­larını öldüren muhariplerin (yol kesicilerin) cezasını zikretmektedir. Ta ki her­hangi bir kimse bu şekilde muharebeye kalkışmak cesaretini göstermesin. [101]

 

Açıklaması

 

Bu ayet (33. ayet), muharebe ayetidir. Muharebe ise küfür, yol kesicilik, yolda korku salmak ve yeryüzünde fesat çıkartmak cürümlerini kapsayan, zıt çıkmak, ve muhalefet etmek demektir. Böyle bir suç bütün toplumun güvenliği­ni etkilediği, yapısını sarstığı, güvenlik içerisinde yaşayan insanlar arasında korku, huzursuzluk ve kaosu yaygınlaştırdığı için, Yüce Allah muhariplerin ce­zasını oldukça ağırlaşmıştır. Muharip denilen kimseler güçleri, kendilerini ko­ruyabilecek imkânları ve silâhları bulunan kimselerdir. Bunlar yoldan geçen Müslüman ve zimmet ehline hücum ederek canlara, mallara ve ırzlara saldırır­lar.

Bunların cezalan ise onların cinayetlerine uygun bir şekilde ayet-i keri­medeki tertip ve suçlarına göre cezaların tevzii şeklindedir. Buna göre "yahut, veya" çeşitlilik içindir. Öldüren ve mal alan öldürülür ve asılır, yalnızca mal alanın el ve ayakları çaprazlama kesilir, yolda korku salıp da öldürmeyen ve mal almayan ise sürgün edilir. İlim adamlarının ve mezhep imamlarının ço­ğunluğunun görüşü budur.

Mâlikîler şöyle der: Ayet-i kerime "yahut, veya" edatının gereği olarak, bu cezalar arasında muhayyer olunduğuna delâlet etmektedir. Buna göre imam göreceği maslahata uygun olarak bu cezalardan herhangi birisini uygulanmak­ta muhayyer bırakılır. İsterse muharipler herhangi bir mal almamış ve kimseyi öldürmemiş olsunlar. Yani imam, muharipler hakkında hüküm vermekte mu­hayyerdir. Onlar hakkında öldürmekle, asmakla, el ve ayaklarını çaprazlama kesmekle veya sürmekle hüküm verebilir. Ayet-i kerimenin zahirî anlamı ile amel ederek bunu yapabilir.

İmâm Ebû Hanîfe ise, muhayyerliği münhasıran özel bir muharip hakkın­da kabul etmiştir. Bu da yalnızca başkasını öldürmüş ve mal almış kimsedir. İşte imam böyle birisine karşı bu dört cezadan birisini seçmekte muhayyerdir. Böylesinin dilediği takdirde el ve ayaklarını çaprazlama keser ve öldürür; dile­diği takdirde el ve ayaklarını çaprazlama keser ve asar; dilerse de yalnızca asar ve öldürür. Ancak böyle bir durumda yalnızca çaprazlama el ve ayaklarını kesmekle yetinemez. Buna öldürme yahut asmayı da eklemesi kaçınılmazdır. Çünkü böylesinin işlediği cinayet, öldürmek ve mal almak suçudur. İmam Ebû Yûsuf ile Muhammed ise böyle bir durumda uygulamanın şöyle olacağını söy­lerler: Böyle bir kimse asılır, öldürülür, fakat el ve ayaklan çaprazlama kesil­mez. Ebû Hanîfe iki arkadaşı ile birlikte muhariplerin (yol kesicilerin) sadece öldürme suçunu işlemiş olmaları halinde öldürüleceklerini ittifakla kabul eder. Eğer yalnızca mal almış iseler, sadece el ve ayakları çaprazlama kesilir. Şayet yolda korku salmış iseler, o zaman sürgüne gönderilirler.

Mâlikîlerin delili: "Yahut, veya = ev" kelimesi yemin kefaretinde, ihramlı olanın avlanma cezası kefaretinde olduğu gibi muhayyerlik için kullanılır. O bakımdan bu edatın gerçek manası ne ise ona göre uygulama yapılır. Ona mu­halif delil ortaya atılmadıkça bu böyledir. Burada da böyle bir delil yoktur; o halde geriye muhayyerlik kalmaktadır.

Cumhurun deliline gelince:

1- Akıl, cinayetin büyük ya da küçük olmasına göre, cezanın da ona uygun olmasını gerektirir. Buna delil de ümmetin, yol kesicilerin mal alıp öldürmeleri halinde sadece sürgüne gönderilmelerinin yeterli olmayacağını icma ile kabul etmiş olmalarıdır.

2- Eğer vücubunun sebebi -yemin kefareti ve ihramlmın avlanma cezası kefaretinde olduğu gibi- tek bir sebep ise, muhayyerlikle amel olunur; fakat se­bep farklı olursa muhayyerliğin zahiri gereğince amel olunmaz. O takdirde maksat, her bir işin bizzat kendisi için öngörülen hükmü beyan etmek demektir.

Bu da Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibidir: "Dedi ki: Ey Zulkar-neyn! Ya onları azaplandırırsın ya da onlar hakkında iyilikle muamele eder­sin. " (Kehf, 18/86). Yani ya inkâr edip zalimlik edeni azaplandırırsın yahut da iman edip salih amelde bulunana iyi davranırsın; yoksa burada maksat onun muhayyer bırakılması değildir. Çünkü sebebin farklı olması her bir tür için de hükmün farklı olmasını gerektirmektedir.

Ebû Hanîfe'nin deliline gelince: Ayet-i kerimenin mutlak muharip hakkın­da muhayyerliğin ifade ettiği zahirî anlamıyla anlaşılmasına imkân yoktur. O bakımdan ayetin ya hükümlerin tertibine göre ele alınıp yorumlanması ve her bir hüküm hakkında suça uygun düşecek bir kelimenin hazfedildiğinin kabul edilmesi gerekir ki, bu takdirde muhayyerlik bildiren harfin anlamı tahyir de­ğil lağiv olur (yani onun manasına itibar edilmez) yahut da üç ceza arasında zahiren muhayyerlik manasının gereği ile amel edilir. Bu da mutlak muharip hakkında değil de, özel bir muharip türü hakkında söz konusu olur. Özel mu­harip türü ise başkasını öldürmüş ve mal almış kişidir. Bu daha uygun ve kas­tedilmiş olma ihtimali daha yüksektir. Çünkü böyle bir uygulamayı öngörmek suretiyle hem muhayyerlik bildiren harfin hakikati gereğince amel edilmiş olur, hem de makul olana göre davranılmış olur.

Muhariplerin giriştikleri işe Allah'a ve rasulüne karşı muharebe adının veriliş sebebi, bunun ne kadar dehşetli ve ne kadar çirkin bir iş olduğunu an­latmak, böyle bir suçun Allah'ın, rasulüne indirmiş olduğu hak ve adalete karşı ne kadar büyük bir suç olduğunu açıklamaktır. Nitekim Yüce Allah faiz yiyen­ler hakkında da: "Allah'tan ve rasulünden size savaş açıldığını bilin." (Bakara, 2/279) buyurmaktadır. Burada Allah'a ve rasulüne karşı gerçek anlamıyla sa­vaş söz konusu değildir. Çünkü Yüce Allah herhangi bir cihet ve herhangi bir yerde olmaktan münezzehtir. Savaşmak ise savaşanlardan her birinin yönü­nün ötekinin karşısında olmasını gerektirmektedir. Buradaki ifade Allah'a mu­halefet etmek ve Allah'ı gazaplandırmaktan mecazdır. Yahut da bunun anlamı, Allah dostlarına ve peygamberine karşı savaşanlar, demektir. O takdirde bu Yüce Allah'ın şu buyruğunu andırmış olur: "Muhakkak Allah'a ve rasulüne ezi­yet edenler..." (Ahzâb, 33/57)

Muhariplerde (yol kesicilerde) üç şart aranır:

1- Hırsızlardan farklı olup gidip gelene silâhla yahut silâh dışında sopa, taş, tahta ve benzeri şeylerle saldırmaları; bunun için güçlerinin, kendilerini koruyabilecek araçlarının ve gereçlerinin bulunması. İster toplu olsunlar ister bir kişi olsunlar; ister Müslümandan ister zimmîden mal almış olsunlar, far-ketmez.

2- Yol kesmenin dar-ı İslâmda olması. Ebû Hanife'nin görüşüne göre ise yerleşik bulunulan şehrin dışında sınır aralarında yahut da sahrada olması ge­rekir. Çünkü şehir içinde kendisine saldırılan bir kimsenin başkalarından yar­dım alma imkânı vardır. Cumhur ise bunun şehir içinde veya dışında olması arasında fark gözetmezler. Zira onlara göre şehir içinde olsun, dışında olsun muharebe suçunun işlenmesi mümkündür. Vakıa da bu görüşün doğruluğunu ispatlamış bulunmaktadır. Çünkü bu gibi suç çeteleri herkesin gidip geldiği yerlerde ve mahalleler arasında gece yarısından sonra insanlara saldırabil­mektedir.

3- Açıktan açığa mal almaları. Eğer bu malı gizlice alacak olurlarsa, bun­lara hırsız denir ve hırsızlık cezası uygulanır. Bu ceza ise yalnızca el kesmek­ten ibarettir. Şayet bir kişiyi alıp kaçırırlarsa bunlar talancıdırlar. Onlar için el kesme cezası yoktur. Eğer bir kafileden bir şeyi zorla alır veya gasbedecek olur­larsa onlara ne hırsızlık, ne de hirabe cezası uygulanır.

Yeryüzünde fesada koşmak, silâh taşımak ve insanları tedirgin etmek su­retiyle yolda korku salmaktır. Bunun yanında öldürme ve mal alma ister olsun, ister olmasın, farketmez.

Muhariplerin (yol kesicilerin) cezalarına gelince: Ayet-i kerimede bu ceza dünyevî ve uhrevî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.

Dünyevî cezalar dört tanedir:

1- Şayet yalnızca insan öldürmüş iseler asılmaksızm ve had cezası olmak üzere öldürülmeleri. Velilerin (yani maktulün yakın akrabalarının) affetmesi ile bu öldürme cezası sakıt olmaz. Ayet-i kerimede öldürülmeyi ifade etmek için "tefîl" kipinin kullanılması, buradaki öldürmede sakıt olmayacak şekilde kesin olması nazar-ı itibara alınarak, bunun fazla bir özelliğinin olduğunun anlatıl­ması içindir. Bu ceza, veliler affedecek olsa dahi sakıt olmaz. O bakımdan yöne­ticinin bu cezayı mutlaka muhariplere vermesi gerekmektedir. Bunu kendisi de affedemez yahut ıskat edemez. Müslümanların da muhariplerle savaşmak ve onların Müslümanlara eziyet vermelerini önlemek için ona yardımcı olmaları görevleridir.

2- Asmakla beraber öldürmek: Bu ceza öldürüp mal almaları halinde veri­lir.

3- Çaprazlama el ve ayakların kesilmesi. Sadece mal almış olmaları halin­de sağ el ile birlikte sol ayağın kesilmesi cezasıdır.

4- Sadece yolda korku uyandırmış olup kimseyi öldürmemiş ve mal da al­mamış iseler sürgün edilmeleri.

Asmak (çarmıha germek), yere dikilen bir tahta kazık üzerinde olur. Kişi bütünüyle bu kazığa bağlanır. Ayakları enlice bir tahta üzerine alt taraftan ko­nulduktan sonra elleri de üst taraftan bir diğer enli tahta üzerinde bağlanır. Hanefî mezhebindeki daha sahih, Mâlikîlerce de tercih edilen görüşe göre bu, hayatta iken üç gün süreyle yapılır; ondan sonra bir harbe ile vurularak öldü­rülür. Çünkü bu şekilde asma, cezanın ağırlaştırılması için meşru kılınmıştır. Hayatta olmayan kimse ise cezalandırılamaz. Ölmüş bir kimse hiç bir zaman ceza ehliyetine sahip kişi değildir. Onun bu şekilde asılması ise, yasaklanmış bulunan müsle kabilinden değildir; çünkü müsle, organların kesilmesidir. Şafi-îlerle Hanbelîler ise şöyle der: Asma öldürmeden sonra söz konusudur. Çünkü Yüce Allah lafız olarak öldürmeyi asmadan önce zikretmektedir. Hayatta iken asılması ise ona bir azap (işkence)tır ve ona bir müsle uygulamaktır. Peygam­ber (s.a.) ise hem müsleyi yasaklamıştır, hem de canlıya işkence edilmesini. Kütüb-i Süte sahipleri ile Ahmed b. Hanbel'in Şeddâd b.Evs'den rivayetlerine göre, Resulullah (s.a.) şöyle buyurmuştur: "Öldürdüğünüz zaman güzelce öldürünüz, boğazladığınız zaman da güzelce boğazlayınız." Öldürülmesinden sonra asılmasından maksat başkasının ibret almasını sağlamaktır.

Sürgüne gelince: Hanefîlere göre bunun anlamı hapsetmektir. Çünkü hap­setmek âdeten insanların hürriyyet ve huzur içerisinde hayatları sürdürdükle­ri yeryüzünden onu sürmektir. Yabancı bir yere göndermek ise, bir başka bel­deye zarar vermektir; hatta küfre maruz bırakmaktır, dâr-ı harbe kaçma imkâ­nını ona hazırlamaktır.

Mâlikîlerin görüşüne göre ise sürgün, onun bulunduğu şehirden namazın kasredileceği (kısaltılacağı) bir uzaklık kadar (89 km) bir başka şehre gönder­mektir. Orada da tövbe ettiği açıkça anlaşıhncaya kadar hapsedilir. Buna göre cumhurun görüşüne göre sürgün, hapsetmek anlamında olur.

Hanbelîler ise sürgünün, bunların yerlerinde rahat bırakümayıp tedirgin edilmeleri anlamına geldiği görüşündedirler. Onlar herhangi bir yerde barın­mak üzere bırakılmazlar. Böylelikle el-Hasen ve ez-Zührî'den gelen bir rivayete göre amel edilmiş olur.

Muhariplerin uhrevî cezalarına gelince: Bu Yüce Allah'ın: "Bu onlara dün­yadaki rüsvalıktır, onlara ahirette de büyük bir azap vardır." buyruğunda zik­redilmektedir. Yani sözü edilen bu ceza, dünyada onlar için bir zilet ve bir rezil­liktir. Çünkü muharebe gerçekten çirkin ve topluma zararlı bir suçtur. Böyle­likle bu ceza başkalarına bir ibret teşkil etsin. Ahirette de onlar için toplumun esaslarını sarsan ve ticaretin işlemez hale getirilmesi sonucunu veren büyük bir suç işlediklerinden dolayı, oldukça büyük bir ceza vardır.

Daha sonra Yüce Allah tövbe edenleri istisna ederek şöyle buyurmaktadır: "Yalnız ele geçirmenizden önce tövbe edenler müstesnadır." Yani her kim yönetimin eline geçmeden yahut yönetici onu yakalama imkânını bulmadan önce tövbe edecek olursa, ceza ondan düşer. Şu kadar var ki, tövbesinin yüce Allah için halis ve samimi olması gerekir. Yoksa cezadan kaçmak için bir hile ve bir çare olarak görülmemelidir. Çünkü hedef gerçekleşmiştir. O da fesat çı­kartmayı terketmek, Allah ve rasulünün dostlarına karşı savaşmayı (muhare­beyi) bırakmaktır. Buna delil de Yüce Allah'ın şu buyruğudur: "Biliniz ki, Allah Gafur'dur, Rahîm'dir." Yani muhakkak Allah günahlarını bağışlar ve onların üzerinden cezayı düşürmek suretiyle onlara karşı merhametlidir. Zira böyle bir durumda (tövbe halinde) itham edilmeleri söz konusu değildir ve tövbe fayda verir.

Böyle bir tövbe ise yalnızca Yüce Allah'ın haklarından olan haklan iskat eder (kaldırır) ki, bu da haddir. Kul hakkı olan kısas ve malların tazmini ise ol­duğu gibi kalır. Velilerin ise, katilden kısas isteme hakları, alman malın geri verilmesini isteme hakları vardır. Öldürülmüş kimsenin velisi kısas, diyet ve affetmekten birisini seçmekte muhayyerdir. Tövbe ise ancak zorla alınan mal­ların sahiplerine verilmesi ile sahih olur. Hakim (yönetici) eğer malî bir haktan onu muaf tutacak olur ise, o takdirde Beytülmalden (İslâm devlet hazinesin­den) bunun tazminatının ödenmesi icabeder. Ele geçirildikten sonra tövbe edene gelince; ayetin zahirine göre tövbenin ona faydası olmaz ve ona had uygula­nır. Çünkü böyle bir kimse tövbesinde yalancı olmak ithamı altındadır.

İçki içenler, zina edenler ve hırsızlara gelince: Bunlar tövbe edip hallerini düzeltir ve gerçekten bu tövbeli halleri artık onların bilinen durumları olursa, bundan sonra da cezalandırılmak üzere imama götürülecek olurlarsa, imamın onlara had uygulamaması gerekir. Eğer imama cezalandırılmak üzere götürül­düklerinde; biz tövbe ettik, diyecek olurlarsa o zaman cezasız terkedilmezler. Çünkü böyle bir durumda tıpkı yenik düşürülmüş muharipler gibidirler. [102]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Muhariplere (yol kesicilerin) dair ayet-i kerime iki hüküm ihtiva etmekte­dir: Muhariplerin cezaları ve tövbe edenlerin hükmü.

Muhariplerin dünyadaki cezaları öldürülmek, asılmak, el ve ayaklarının çaprazlama kesilmesi, sürgün edilmeleri yani hapsedilmeleri ya da en azından 89 km olarak takdir edilen, namazın kasredildiği uzaklıkta bir başka şehire uzaklaştırılmalarıdır.

Hirabe halinde öldürenin öldürüleceği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Velev ki, öldürülen öldürene denk olmasın.

Ayet-i kerime ayrıca uhrevî cezayı da açıkça ifade etmektedir. Bu ise ce­hennemde azabı hak ediştir. Çünkü işlenen suç büyüktür. Dünyadaki cezayı rüsvalıkla, yani zillet ve rezil olmakla nitelendirmekle yetinmiştir. Halbuki bu­nunla beraber ahirette de bir cezaları vardır. Ahiret cezası ise büyük azap ola­rak nitelendirilmiştir. Oysa bununla beraber ahirette onlar için bir rüsvaylık da vardır. Çünkü dünyadaki rüsvalık, azabından büyüktür, ahiretteki azap ise rüsvalığından büyüktür. Muharipler hakkında sözü edilen iki cezanın bir ara­da zikredilmesinden şu anlaşılmaktadır: Hadler ahiretteki ukubeti kaldırmaz. Çünkü hadler zecredicidir (alıkoyucu, engelleyicidir); cebredici (telâfi edici, ön­leyici) değildir. Bu, Hanefîlerin görüşüdür. Cumhur ise şöyle demektedir: Had­ler aynı zamanda cebredicidir, yani günahları düzeltir ve örterler. Çünkü Müs­lim'in Sahih' inde Ubâde b. es-Samit'den naklen Hz. Peygamberin şöyle buyur­duğu nakledilmektedir: "Her kim bu masiyetlerden herhangi birisini işler, ona karşılık cezalandırılacak olursa bu, onun için bir kefaret olur. Her kim bu masi­yetlerden bir şey işler de Allah onu örterse işi Allah'a kalmıştır; dilerse onu affe­der, dilerse azaplandırır."

Ele geçirilmelerinden önce tövbe edenlerin hükmü diğer normal suçluların hükmü gibidir. Öldüren, öldürülür, yani ona kısas uygulanır; yaralayan yarala­nır yahut da bunun diyetini (erş'ini) öder. (Erş ise şer'an miktarı belli malî taz­minattır). Hırsızlık yapmış olanın eli kesilir herhangi bir mal gasbetmiş olan aldığı o malı geri verir. Böyle bir durumda ise kısas velilerinin onları affetmele­ri de mümkündür. [103]

 

Takva Ve Cihat, Ahirette Kurtuluşun Esasıdır; Dünya Zenginlikleri Kâfirleri Kurtarmak İçin Yeterli Olmayacaktır

 

35- Ey iman edenler! Allah'tan korkun, ona yaklaşmak için yol arayın ve onun yolunda cihat edin ki, felaha eresiniz.

36- Muhakkak ki, yeryüzündeki bütün nesneler ve onlarla birlikte onların bir katı daha kâfirlerin olsa da Kıyamet gününün azabına karşılık onu fidye olarak verseler, onlardan kabul olun­maz ve onlara elîm bir azap vardır.

37- Ateşten çıkmak isterler, ama ora­dan çıkacak değillerdir ve onlar için kalıcı bir azap vardır.

 

Belagat:

 

"Yeryüzündeki bütün şeyler ve onlarla birlikte onların bir katı daha kâfir­lerin olsa da... onu fidye olarak verseler." Kendilerini kurtarmak üzere onu fid­ye olarak ödemek isteseler anlamındadır. Zemahşerî (I, 458) şöyle der: Bu, aza­bın onların yakasını bırakmayacağına ve hiçbir şekilde azaptan kurtulma yolu­nu bulamayacaklarına dair temsilî bir ifadedir. Peygamber (s.a.)'den şöyle bu­yurduğu nakledilmektedir: "Kıyamet gününde kâfire denilecek ki: "Ne dersin, eğer yeryüzü dolusu altının olsa idi, onu kurtulmak üzere fidye olarak verir miydin?" O: "Evet" diyecek o'na: Senden bundan daha kolay bir şey istenmiş­ti..." denilecek. [104]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'tan korkun." Emirlerine itaat etmek, yasaklarından sakınmak sure­tiyle cezasından korkun. "Ona yaklaşmak için yol arayın." Allah'ın rızasına gö­türen yahut sizi ona itaate yaklaştıran yolları bulun. Vesile (yol): Kişinin ken­disiyle yakınlaşmayı istemesi gereken şeydir. Vesile aynı zamanda cennetteki en yüksek bir makam yahut bir derece hakkında da kullanılır.

Onun dinini yüceltmek için de "onun yolunda cihat edin ki felaha eresi­niz"; umduğunuzu elde edebileseniz. [105]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah Yahudilerin kıskançlıklarını, hile ve tuzaklarını, Allah rasulü-nü öldürme isteklerini, peygamberleri öldürmelerini bize açıkladıktan ve ken­dilerinin Allah'ın çocukları ve sevgilileri oldukları iddiasını çürüttükten sonra, müminlere takvayı ve salih amelle Allah'a yaklaşmayı emretmekte, Kitap Eh-li'nin iddialarına benzer iddialara bel bağlamamalarını istemektedir. İşte bu, Kur'ân-a Kerîm'in fonksiyonları arasında aslî bir maksattır.[106]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah, mümin kullarına kendisinden korkmalarını (takva sahibi ol­malarını) emretmektedir. Allah'a itaat ile birlikte söz konusu edildiği takdirde, takvadan maksat, haramlardan uzak durup yasak kılman şeyleri terkettnek olur.

O halde ey müminler! Allah'ın emirlerine bağlanmak, yasaklarından ka­çınmak suretiyle Allah'ın gazabından, cezasından korkun. Ona yakınlaşmanın yollarını gereken şekilde arayın. Bu ise sizi onun rızasına ulaştıracak, ona ya­kınlaştıracak, cennette onun mükâfatını elde etmenizi sağlayacak olan yoldur.

el-Vesile (yol, araç), cennetteki bir derecenin adıdır. Ahmed ve Müslim, Ab­dullah b. Ömer'den Resulullah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinlediğini rivayet et­mektedirler: "Müezzini (ezan okurken) işittiğinizde siz de onun söylediği gibi söyleyiniz, sonra bana salât ve selâm getiriniz. Çünkü kim bir defa bana salat ve selâm getirirse ona karşılık Allah kişiye on defa salât (rahmet) eder. Sonra benim için el-Vesîle'yi isteyiniz. Çünkü o cennette bir makamın adıdır ve ancak Allah'ın kullarından bir kula verilecektir. O kişinin ben olacağımı ümid ederim. Her kim benim için Vesileyi isteyecek olursa benim de şefaatim onu bulur." O halde el-Vesile cennetteki en yüksek mevkinin adıdır ve o Resulullah (s.a.)'m mevkii, cennetteki yurdudur. Cennette Rahman'ın Arşı'na en yakın olan yerdir.

Yüce Allah müminlere, haramları terkedip itaatleri işlemeyi emrettikten sonra dosdoğru yolun dışına çıkmış, dosdoğru dini terketmiş bulunan kâfir ve müşriklerden oluşan düşmanlarla savaşmalarını emrederek şöyle buyurmakta­dır: "Ve onun yolunda cihat edin." Cihat kelimesi, cehd'den gelmektedir. Bu da "meşakkat ve yorgunluk" demektir. Allah'ın yolu ise hakkın, hayrın, faziletin ve ümmetin özgürlüğünün yoludur. Allah yolunda cihat ise hem nefsi nevala­rından alıkoymak, bütün hallerde de adaleti gerçekleştirmeye mecbur etmek suretiyle nefse karşı cihadı, hem de İslâm çağrısına karşı direnen düşmanlarla savaşı kapsamaktadır.

Yüce Allah kıyamet gününde kendi uğrunda cihat edenler için hazırlamış olduğu kurtuluş ve büyük ebedî mutluluğa teşvik ederek: "... ki felaha eresiniz" buyurmaktadır. Yani siz Allah'a itaat ile yaklaşırsanız o takdirde gerçekten umduğunuzu elde edersiniz, kurtulursunuz; dünya ve ahiret mutluluğuna ka­vuşursunuz. Müslümanlardan her zaman için çeşitli türleriyle cihat etmeleri istenmiştir. Çünkü iyiliklerin yapılıp kötülüklerin terkedilmesi nefse ağır gelir.

Yüce Allah müminlere takvayı, nefsi tezkiye edip arındırmayı emrettikten sonra Kıyamet gününde düşmanı olan kâfirler için hazırladığı azap ve ibretli cezayı haber vererek: "Muhakkak ki... kâfirlerin olsa da" buyurmaktadır. Ya­ni hak rablerinin rububiyetini inkâr eden, onun varlığına, birliğine delâlet eden ayetleri reddeden, peygamberlerini yalanlayan, onun dışında türlü putla­ra, inek yahut insan gibi varlıklara tapan, tövbe etmeksizin bu halleri üzere ölen kimselerden herhangi birisi, Kıyamet gününde yeryüzü dolusu kadar altın getirip gelse, hatta onun bir katı kadar yahut onunla birlikte bir kat daha ge­tirse, bunu da kendisini dört bir yandan kuşatan Allah'ın azabından kurtul­mak için feda edecek olsa, böyle bir noktaya ulaşacağını bilse, yine de böyle bir şey ondan kabul olunmaz. Hatta o azaptan kurtulmaya çare yoktur; o azaptan hiçbir şekilde kurtuluş mümkün değildir. İşte bundan dolayı:"^ onlara elim btr azap vardır", yani acı ve ızdırap verici bir azap. Bu da bizzat kendilerinin işledikleri sebebiyledir. Tıpkı felah ve mutluluğun yine insanın kendisinden or­taya çıkan itaat ve istikâmet dolayısıyla söz konusu olması gibi. "Ve nefsini arındırıp temizleyen felaha ermiştir, onu kötülüklerle alabildiğine örten ise zi­yana uğramıştır." (Şems, 91/9-10).

Daha sonra Yüce Allah bu azabı daimi ve sürekli, cehennemlikleri de ora­da ebedi kalıcılar olmakla nitelendirerek şöyle buyurmaktadır: "Ateşten çıkmak isterler..." Yani içinde bulundukları o azabın şiddetinden çıkmayı temenni ederler; halbuki onlar, oradan çıkacak değillerdir, onlar için daimî ve kalıcı bir azap vardır, oradan kurtuluşları mümkün değildir. Nitekim Yüce Allah bir baş­ka yerde şöyle buyurmaktadır: "Oradan (oranın) gamından kurtulmak istedik­leri her seferinde oraya geri döndürülürler." (Hacc, 22/22) Yüce Allah'ın: "Kalı­cı" buyruğunun anlamı daimi, sabit, sonu gelmez ve değişmez bir azap demek­tir.

Buhârî, Müslim ve Nesaî, Enes b. Mâlik'in şöyle dediğini rivayet ederler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Cehennem ehlinden bir kişi getirilir, ona: 'Ey Âdem oğlu! Yanın üzere yaslanacağın yeri nasıl buldun?' denilir. O: "En kötü yaslanılacak bir yer!' diye cevap verir. Bu sefer ona: Yeryüzü dolusu kadar bir altını fidye olarak verir misin?' diye sorulur. O: 'Evet, Rabbim.' der. Yüce Allah der ki: Yalan söylüyorsun. Ben senden bundan daha azını istemiştim, yapma­dın. ' Bunun üzerine onun cehenneme atılması için emir verilir." [107]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler insanların iki kesim olduğunu göstermektedir: İlki itaat­kâr müminler, dünya ve ahirette kurtuluşa erenler, felaha erenlerdir. Diğerleri ise Allah'ın rububiyet ve vahdaniyetini inkâr eden, peygamberlerini yalanla­yan inkarcı kâfirler olup gerçek anlamıyla dünyada da ahirette de hüsrana uğ­rayanlardır. Bunların cehennem ateşinde kalışları da ebedidir.

İşte İslâm ile diğer dinler arasındaki fark budur. Yahudiler aslı astarı ol­mayan temennilere, batıl iddialara bel bağlarlar. Kendilerinin Allah'ın oğulları ve sevgilileri olduklarını, Allah'ın seçkin kavmi olduklarını ileri sürerler. Hris-tiyanlar ise Hz. Mesih'in kendisini günah ve masiyetler dolayısıyla kendileri için feda ettiğine inanırlar. Müslümanlar ise ahirette kurtuluş ve felahı elde et­menin esasının, faziletlerle ve salih amel ile nefsi arındırmak olduğuna inanır­lar, buna güvenirler.

Her iki kesim için de ebedilik söz konusudur. Müminler cennette ebedî ka­lacaklardır. Kâfirler ise cehennemde ebedi kalacaklardır. Yezîd el-Fakîr şöyle der: Câbir b. Abdullah (r. a.)'a şöyle denildi: "Siz Muhammed (s.a.)'in ashabı olan kimseler: Cehennemden bir topluluk çıkarılacaktır, diyorsunuz. Yüce Al­lah ise: "Ama oradan çıkacak değillerdir." diye buyurmaktadır? Hz. Câbir şöyle dedi: Sizler umumi buyruğu hususi, hususi buyruğu da umumi kabul edip de­ğerlendiriyorsunuz. Bu özel olarak kâfirler hakkındadır. Bunun üzerine ayetin tamamını başından sonuna kadar okudum; baktım ki, bu ayet-i kerime özel olarak kâfirler hakkında imiş[108]

Râzî: "Ey iman edenler! Allah'tan korkun, ona yaklaşmak için yol arayın." ayeti hakkında şunları söylemektedir: Bu ayet-i kerime oldukça şerefi yüksek, ruhanî bir çok sırlan kapsayan bir ayet-i kerimedir. Bizler burada bu sırlardan birisine işaret edeceğiz; o da şudur: Yüce Allah'a ibadet edenler iki kesimdir: Bir kesim Allah'a ancak Allah için ibadet ederler, başka bir maksat gözetmez­ler. Bir kesim ise Allah'a bir başka maksat gözeterek ibadet eder.

İşte birinci makam üstün ve şerefli olan makamdır. Yüce Allah'ın: "Ve onun yolunda cihat edin" buyruğu ile buna işaret edilmektedir. Yani O'nun kul­luk ve O'nu bilip tanımak, onun yoluna hizmet etmek uğrunda, ihlâs yolunda cihat edin.

İkinci makam ise birincisinden daha aşağı bir derecede olup buna da: "... ki felaha eresiniz" buyruğu ile işaret edilmektedir. Felah ise, hoşa gitmeyen şeyden kurtulup sevilip arzu edilen şeyi elde etmeyi kapsayan bir isimdir[109]

Yüce Allah'ın: "Ona yaklaşmak için yol (vesile) arayın" buyruğunu bazı kimseler salih kimseleri yardıma çağırmanın (istigâse) yahut tevessülün ve on­ları Allah ile kullar arasında bir vesile yapmanın meşru olduğuna delil göster­mişlerdir.

Tevessül hususunda söylenecek sözlerin tahkiki Alûsî Tefsiri 'nde kaydedi­lenlere dayanarak şöyle özetlenebili[110]:

Evvelâ, Yüce Allah'a itaat, onu razı edecek şeyleri işlemek suretiyle yak­laşmak anlamında tevessül: "Ona yaklaşmak için yol (vesile) arayın" ayetinde kastedilendir. Dinin esası ve İslâmm farzı budur.

Bir mağaraya sığınıp mağaranın ağzını kapatan bir kayanın mağara kapı­sından çekilmesi için yapılan dua ve tevessüller buna hamledilir. Onlar salih amelleri Allah'a vesile kıldılar. Yani salih amelleri ile kurtuluşu istediler. Şüp­he yok ki, salih ameller Yüce Allah'ın bize sevap vermesi için bir sebeptir. Bu kişiler şahısları öne sürerek tevessüle kalkışmadılar.

İkinci olarak, ondan dua istemek anlamında mahlûk ile tevessül ve ondan yardım istemenin -eğer kendisinden istekte bulunulan kimse hayatta ise- caiz olduğu hususunda şüphe yoktur. Peygamber (s.a.)'in Ömer (r.a.)'e umre husu­sunda kendisinden izin isteyince şöyle dediği sahih rivayetle sabittir: "Kardeş-cağızım! Dualarında bizi unutma." Yine ona Uveys el-Kareni (Allah'ın rahmeti üzerine olsun)'den kendisi için mağfiret istemesini söylediği gibi ümmetinden de -daha önce geçtiği üzere-Allah'm kendisine Vesileyi vermesi için dua istemiş ve şöyle buyurmuştur: "Her kim benim için Vesileyi isterse benim şefaatim de onun için hak olur."

Yine Ömer (r.a.)'in istiska (yağmur duasında) şöyle dediği sabittir: "Alla-hım! Bizler daha önceden kuraklıkla karşı karşıya kaldığımızda peygamberi­mizi sana vesile kılar, sen de bize yağmur yağdırırdın. Şimdi biz seninle pey­gamberimizin amcası ile tevessül ediyoruz, bize yağmur yağdır." Yani onun du­ası ve şefaatiyle; yoksa bizzat onun sebebi ve şahsı dolayısıyla değil.

Kendisinden dua istenen kişi ölü yahut gaib ise bu caiz değildir. Alûsî şöy­le der: Bunun caiz olmadığı hususunda ilim sahibi hiç bir kimsenin en ufak bir şüphesi olmaz. Yine seleften hiç bir kimsenin yapmadığı bir bidat olduğu husu­sunda da şüphesi olmaz. Ölmüşlere, kabirde bulunanlara selam vermek, onla­ra hitap etmek caizdir. Çünkü Resulullah (s.a.)'ın ashabına kabirleri ziyaret et­tikleri sırada şöyle demelerini öğrettiği sahih rivayetle sabittir:

Ey bu diyarların mümin sakinleri! Selâm sizlere. Allah'ın izniyle biz de si-zere kavuşacağız. Allah bizden de sizden de öne geçenlere de geride kalanlara da rahmet buyursun. Kendimiz için de sizin için de Allah'tan afiyet dileriz. Al-lahım bizleri onların ecirlerinden mahrum kılma, onlardan sonra bizleri fitne­ye düşürme, bize de onlara da mağfiret buyur."

Bununla birlikte bütün insanlar arasında hayra en tutkun kimseler olan ashab-ı kiramdan herhangi bir kimsenin ölmüş bir kimseden bir şeyler istedi­ğine dair hiç bir rivayet varit olmuş değildir.

Üçüncü husus: Yüce Allah'a meselâ: "Allahım! Filânın hakkı için sana ye­min ediyorum yahut senden diliyorum ki, mutlaka benim bu ihtiyacımı gör!" demek gibi, Allah'ın yaratıklarından herhangi bir kimseyi ileri sürerek Yüce Allah'a and vermeye gelince: el-İzz b. Abdüsselam, Peygamber hakkında bunu caiz görmüştür. Çünkü o, Âdemoğullannın efendisidir. Onun dışındaki herhan­gi bir peygamber, melek yahut veliyi zikrederek Allah'a and vermek caiz değil­dir. Çünkü bunların hiç birisi onun derecesinde değildir. Delili ise Tirmizî'nin rivayet edip "hasen, sahih bir hadistir" dediği şu rivayettir: Osman b. Huney (r.a.) dedi ki: Gözü görmeyen bir adam Resulullah (s.a.)'m yanma gelip şöyle dedi: Yüce Allah'a bana afiyet vermesi için dua buyur. Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Arzu edersen dua ederim, dilersen sabredersin, bu da senin için hayırh olur. "Adam: Dua buyur, deyince Hz. Peygamber ona güzelce abdest alma­sını ve şu duayı okumasını emretti:

Allahım, senden dilerim. Rahmet peygamberi Peygamberin (s.a.) ile sana yönelirim. Ey Allah'ın Rasulü! Seninle şu ihtiyacım olan hususta Rabbime yö-neliyorum ki, bu ihtiyacım karşılansın. Allah'ım onu hakımda şefaatçi kıl." Ah-med b. Hanbel'den de bunun bir benzeri nakledilmiştir.

Gerçekte bu hadis-i şerifte Resulullah (s.a.)'m zatı ve şahsıyla tevessüle delâlet edecek bir tarafı yoktur. Bu ancak Resulullah (s.a.)'m duası ve şefaatiy­le bir tevessülü ifade eder.

Ebû Hanife ve Ebû Yusuf (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) bir kişinin zatıyla tevessülü ve mahlukatmdan herhangi bir kimsenin adı ile de Allah'a and vermeyi caiz görmemişlerdir. Bu, İbni Teymiyye (Allah'ın rahmeti üzeri­ne olsun)nin de görüşüdür. Sözü geçen hadis-i şerif ise bir muzafm hazfı söz konusudur. O da: Resulullah (s.a.)'m dua ve şefaatiyle demektedir. Böylelikle dua vesile olmaktadır, bu da caizdir, hatta menduptur. Bunun takdir edilece­ğinin delili ise, hadisin sonundaki şu ifadedir: "Allahım, onu hakkımda şefa­atçi kıl." hatta hadisin baş taraflarında da buna delâlet eden hususlar var­dır.

Temiz Ehl-i Beyt'ten olsun, onların dışında kalan diğer imamlardan olsun, bize nakledilmiş bulunan dualarda Resulullah (s.a.) ile tevessüle dair bir şey yoktur. Zahiren bunu ifade eden bir buyruğun mevcut olduğunu var saysak da­hi, bu bir muzaf veya buna benzer bir şeyin takdiri ile tevil edilmelidir.

Ebû Yezîd el-Bistâmi (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle der: Mahlûkun mahlûktan yardım dilemesi (istiğâse) tıpkı hapisteki tutuklunun bir başka tu­tukludan yardım dilemesi gibidir.

İlim adamları "mahlukatm hakkı için" diyerek dua etmeyi mekruh gör­müşlerdir. Çünkü hiç bir yaratığın yaratan üzerinde bir hakkı yoktur.

Özetle: Yüce Allah'a dua dolaysız olmalıdır, vasıtasız olmalıdır. Çünkü Kur'ânî nass ile ifade edildiği gibi Allah'ın aracıya ihtiyacı yoktur: "Rabbiniz dedi ki: Bana dua ediniz; ben de duanızı kabul edeyim." (Mü'min, 40/60); "Kul­larım sana beni soracak olurlarsa gerçek şu ki, ben pek yakınım. Dua edenin dua ettiğinde duasını kabul ederim." (Bakara, 2/186); 'Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz." (Fatiha, 1/5).

Tirmizî ise: Hasen, sahih bir hadistir, diyerek İbni Abbas (r.a.)'tan Hz. Peygamberin kendisine şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Allah'ı(n hududu­nu) koru ki, Allah da seni korusun. Allah(ın hududunu) koru ki, onu daima karşında bulasın. İstekte bulunduğun takdirde Allah'tan iste, yardım dileyece­ğin vakit Allah'tan yardım dile." Bu ayet-i kerimelerden sonra bu hadis-i şerif gayet açık bir nastır ki; bu da başka hiç bir kimse söz konusu olmaksızın yal­nızca Yüce Allah'tan yardım dilemenin gerekli olduğunu ve muayyen olarak ondan yardım isteneceğini ortaya koymaktadır.

36-37. ayet-i kerimeler ise iki tür tehdidi söz konusu etmektedir:

Birincisi, Kıyamet gününde kâfirlerden fidyenin kabul edilmesinin imkân­sızlığı ve onların acıklı bir azabı hak ettiklerinin sabit olduğu;

İkincisi ise, cehennem azabından kurtulmayı temenni edecekleri ve kalıcı, yani asla zeval bulmayan, değiştirilmeyen, sabit ve daimi azaptan kurtulama­yacakları. Cehennem ateşinin alevi onları yukarı doğru yükselttiği her seferin­de Zebaniler demir tokmaklarla onlara vuracak ve yine cehennemin dibine on­ları geri göndereceklerdir.

Bazıları bu ayet-i kerimeyi, Yüce Allah'ın cehennemden ihlâsh bir şekilde "lâ ilahe illallah"ı diyenleri çıkartacağına delil görmüşlerdir. Çünkü Yüce Allah cehennemde ebedî kalışı kâfirleri kendisiyle korkuttuğu son derece ağır tehdit çeşitlerinden birisi olarak zikretmektedir. Şayet bu husus kâfirlere has olma­saydı, böyle bir şeyin kâfirlere tahsis edilmesinin bir anlamı olmazdı [111]

 

Hırsızlık Haddi (Cezası)

 

38- Hırsız erkek ve hırsız kadının yap­tıklarına karşılık, Allah tarafından ib­ret verici bir ceza olarak ellerini kesin. Allah Azîz'dir, Hakîm'dir.

39- Kim de zulmettikten sonra tövbe

eder, ıslâh ederse muhakkak ki Allah, onun tövbesini kabul eder. Gerçekten Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir.

40- Bilmez inisin ki, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır? Dilediğine azap eder, dilediğini bağışlar ve Allah her şeye Kadir'dir.

 

I'râb:

 

"Hırsız erkek" kelimesi müptedadır. Haberi ile ilgili olarak iki görüş vardır. Birincisine göre bunun haberi mukadderdir ve takdiri şöyledir: Size okunanlar arasında hırsız erkek ve kadının cezası (da vardır veya budur). Bu Sîbeveyh'in gö­rüşüdür. İkinci görüş ise, Ahfeş, Müberred ve Kûfelilerin görüşü olup haber: "El­lerini kesin" buyruğudur. Burada "fe" harfini haberin başına geliş sebebi, muay­yen bir hırsızın kastedilmemiş oluşundan dolayıdır. Bunun yerine hırsızlık yapan herkesin elini kesin maksadı güdülmüştür. Bu, şart ve ceza manasını da ihtiva etmekte olduğundan böyle bir mübtedanın haberinin başına "fe" harfi gelir. [112]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Hırsız"; Bir malı, muhafaza altında olduğu kabul.edilen bir yerden gizlice alan kimse demektir, "erkek ve kadının yaptıklarına karşılık, Allah tarafından ibret verici bir ceza": İnsanları hırsızlığı yapmaktan alıkoyacak ibretli bir ceza "olarak ellerini kesin": Elin kesilme yeri, bilektir. Kesilmesine sebep ise Hanefî-lerin dışında kalan cumhurun görüşüne göre, çeyrek dinar ve yukarısı miktar­dır. "Allah Azîz'dir": Emrinde galiptir. "Hakîm'dir": Yaratışı hikmetlidir.

"Kim de zulmettikten sonra tövbe eder" hırsızlıktan vazgeçerse "ıslâh eder­se" amelini düzeltirse "muhakkak ki Allah, onun tövbesini kabul eder, gerçek­ten Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir." Tövbe, Allah'ın hakkını ıskat eder, fakat in­sanların hırsızın elinin kesilmesi ve malın geri alınması şeklindeki hakkını is-kat etmez. Ancak Sünnet-i Seniyye şunu beyan etmektedir: Eğer mesele İma­ma götürülmeden önce malı çalman kişi affedecek olursa, el kesme cezası düşer. Bu Şafiî, Mâlik ve Ebû Yûsufun görüşüdür. Aynı şekilde malı çalınan kişi, meselenin imama götürülmesinden sonra çalınan malı hırsıza hibe edecek olursa Ebû Hanîfe ve Muhammed'in görüşüne göre yine had sakıt olur. [113]

 

Nüzul Sebebi

 

Bu ayet-i kerime Tu'me b. Ubeyrik'in Katâde b. en-Nu'man diye bilinen bir ki­şinin komşusuna ait bir zırhı, delik bir un çuvalı içerisine koyarak çalması üzerine nazil olmuştur. Tu'me çaldığı bu zırhı Yahudi Zeyd b. es-Semî'nin yanında sakla­mıştı. Ancak delik olan çuvalın unu, Katâde'nin evinden Zeyd'in evine kadar yol boyunca dökülmüştü. Katâde zırhının çalındığını farkedince, bunun Tu'me'nin ya­nında olup olmadığını araştırdı, ancak bulamadı. Tu'me zırhı almadığına, bu ko­nuda bir bilgisinin olmadığına dair yemin etti. Daha sonra yol boyunca dökülmüş unun farkına vardılar. İzini takip ettiler, nihayet unun Zeyd'in evine ulaştığını gördüler, zırhı ondan aldılarsa da Zeyd: "Bunu bana Tu'me vermişti." dedi. Yahudi­lerden bir grup da buna dair şahitlik ettiler. Rasululah (s.a.) ise Tu'me adına sa­vunmaya geçmek istedi. Çünkü zırh Tu'me'den başkasının yanında bulunmuştu. Bu sefer Yüce Allah'ın: "Nefislerine hainlik eden kimseler lehine mücadele etme..." (Nisa, 4/107) mealindeki daha önce geçen ayet-i kerime nazil oldu. Bundan sonra da bu ayet-i kerime hırsızlığın hükmünü açıklamak üzere indi.[114]

Ahmed ve başkaları da Abdulah b. Amr'dan şunu rivayet ederler: Resulullah (s.a.) döneminde bir kadın hırsızlık yaptı. Sağ eli kesildi. Kadın: "Benim tövbem ka­bul olur mu, ey Allah'ın Rasulü?" deyince bu sefer Yüce Allah, Mâide suresinde yer alan: "Kim de zulmettikten sonra tövbe eder, ıslâh ederse muhakkak ki Allah, onun tövbesini kabul eder. Gerçekten Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir." buyruğunu indirdi. [115]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Hırsızlığın hükmü ile hirabenin hükmü arasında açık bir ilişki vardır. Hi-rabe (yol kesicilik), Hanefîlerin dediği gibi, büyük bir hırsızlıktır; diğeri ise kü­çük hırsızlıktır. Yüce Allah, yeryüzünde fesat çıkartan muharipleri (yol kesici­leri) açıklayıp insanlara haram ve masiyetlerden uzak durmaları için Allah'tan korkmalarını (takvayı) emrettikten sonra, gizlice başkalarının malını alan hır­sızların cezasını söz konusu etmektedir. Hirabe'ye dair ayet-i kerimede muha­riplerin ceza şekillerinden birisi de, çaprazlama el ve ayakların kesilmesidir. Hırsızlığın cezası ise sadece elin kesilmesidir. [116]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah yöneticilere hırsız erkek ve kadının ellerini kesmelerini emretmek­te ve hırsızlık yapanlar hakkında bu hükmü vermektedir: Hırsızlık yapan erkek veya kadının eli bilekten kesilir. İlk defa hırsızlık yaptığı takdirde sağ eli kesilir. Tekrar hırsızlık yapacak olursa, ayak bileğinden sol ayağı kesilir, sonra sol el, son­ra da sağ ayak kesiJir. Daha sonra da yine hırsızlık yapacak olursa bu sefer tazir edilir, hapsedilir. Çünkü Dârakutnî, Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Hırsız çaldığı takdirde onun elini kesiniz. Tekrar hırsızlık yaparsa bu sefer sol ayağını kesiniz." Bu, Malikîlerle Şafiîlerin görüşüdür. Hanefîlerle Hanbe-lîler ise: Sağ eli ile sol ayağından sonra hiç bir azası kesilmez, demektedirler.

Kur'ân-ı Kerîm, hırsız kadının hükmünü gayet açıkça ifade etmektedir. Çünkü kadınlar da tıpkı erkekler gibi hırsızlık yaparlar. Bu ise onların bu iş­ten vazgeçirilmelerini gerektirmektedir. Her ne kadar ahkâmın teşriinde ço­ğunlukla görülen, kadınların da erkeklerin hükmü kapsamında dercedilmeleri ise de, burada bu özellik dolayısıyla böyle olmuştur.

Hırsızlık (sirkat), malın, benzeri bir malın koruma altında olduğu bir yer­den gizlice alınnmasıdır. Korunma (hirz) iki türlüdür: Bizatihi koruma, ev ve sandık gibi bir mekânda olur. Dolaylı koruma ise koruyucu vasıtasıyla olur: Bekçi aracılığıyla korunan kamu yerleri veya sahibinin yanında bulunan mal gibi. Koruma (hirz), âdeten insanların mallarının korunması için söz konusu olan şey demektir.

Hırsız âkil ve baliğ değilse eli kesilmez. Nitekim bütün şei^î mükellefiyet­lerde bu şart aranır. Had cezaları da bu şei^î mükellefiyetlerden birisidir. Bu konuda cemaat (topluluk) ile fert arasında da bir fark yoktur. Diğer taraftan mahrem akrabaların birbirinden, misafirin misafirden çalması hallerinde oldu­ğu gibi, herhangi bir şüphenin de olmaması gerekir. Çünkü İbni Adiyy, İbni Ab-bâs'tan şu hadisi rivayet etmektedir: "Hadleri şüphelerle bertaraf ediniz." Ayrı­ca mal ya bizzat korunan yahut da dolaylı olarak korunan bir yerden alınmış olmalıdır. Çünkü Ebû Dâvûd, Nesaî ve İbni Mâce, Abdullah b. Amr'dan şunu rivayet ederler: Resulullah (s.a.)'a dalında asılı bulunan meyva hakkında soru soruldu da şöyle buyurdu: "... her kim bu meyveden (hurmadan) kurutma yerine konulduktan sonra bir şey çalacak olur da çaldığı miktar bir kalkan değerine ulaşacak olursa, onun elinin kesilmesi gerekir."

Çalınan şeyin sert nisab miktarına da ulaşması gerekir.

Hırsızlık nisabını belirlemek hususunda fukahanm iki veya üç görüşü var­dır. Hasan-ı Basrî ve Dâvûd ez-Zâhirî şöyle der: Az çok, ne çalımrsa çalınsın elin kesilmesi gerekir. Çünkü ayetin zahiri bunu gerektirmektedir. Ayrıca Bu-harî ile Müslim'in Ebû Hureyre'den naklettikleri hadis de bunu gerektirmekte­dir: "Bir yumurtayı çaldığı için eli kesilen ve deveyi [117] çaldığı için eli kesilen hırsıza Allah lanet eylesin."

Cumhur ise şöyle der: Hırsızın eli çeyrek dinar yahut üç dirhem ve yukarı­sı dolayısıyla kesilir. Çünkü Ahmed, Buharî, Müslim ve Sünen sahiplerinin Hz. Âişe yoluyla rivayet ettikleri hadiste şöyle denilmektedir: "Resulullah (s.a.) hırsızın elini çeyrek dinar ve yukarısı dolayısıyla keserdi." Yine Buharî ve Müslim'de İbni Ömer'in şöyle dediği nakledilmektedir: "Resulullah (s.a.) üç dir­hem değerindeki bir kalkanın çalınması dolayısıyla el kesmiştir." Bu, aynı za­manda hulefa-yı râşidînin de görüşüdür.

Hanefîlerin görüşüne göre ise, hırsızlıkta el kesmenin nisabı bir dinar ya­hut on dirhemdir. On dirhemden daha aşağısında el kesilmez. Çünkü İmam Ahmed, Abdullah b. Amr'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "On dirhem aşağısında el kesme cezası yoktur." Eğer bu hadis-i şe­rif zayıf olmasaydı veya peygamber (s.a.)'in çalınmış olması dolayısıyla el kesti­ği kalkanın değerinde 3, 4, 5 yahut 10 dirhem diye değer biçilmek suretiyle ih­tilâf bulunmasaydı, şüpheyi bertaraf etmek için hadler hususunda fazla olan miktarı esas almak daha uygun olduğundan, ihtiyat kabilinden Hanefîlerin gö­rüşünü tercih etmek mümkün olurdu.

Hırsızlık ya ikrar yahut beyyine (iki şahit) ile sabit olur. Meselenin hüküm verecek olan imama götürülmesinden önce hırsızın affedilmesi yahut tövbe ile had sakıt olur. Yine çalınan malın hibe veya benzeri bir yolla hırsızın mülkiye­tine geçirilmesiyle de had sakıt olur. Ebû Hanîfe ile Muhammed'in görüşüne göre meselenin mahkemeye intikalinden sonra da olsa, durum böyledir. Ancak cumhurun görüşüne göre mesele mahkemeye intikal etmeden önce mülkiyete geçirilmiş olması şarttır. Zira Sünen sahipleri İbni Abbâs'tan şunu rivayet et­mektedirler: Hırsızın biri Safvân b. Ümeyye'nin ridasını Mescid-i Haram'da uyurken başının altına yastık gibi koymuş olduğu bir sırada çalmıştı. Safvân da uyanıp hırsızı Resulullah (s.a.)'m huzuruna getirdi. Hz. Peygamber de eli­nin kesilmesini emretti. Bu sefer Safvân: Ben böyle bir şey istememiştim. Bu rida ona sadaka olsun dedi. Bu sefer Resulullah (s.a.): "Onu yanıma getirmeden önce böyle yapsaydın ya!" buyurdu.

Hanefî ve Şâfiîlere göre çalınan malın mevcut olması halinde aynen geri ödenmesi icabeder. Şâfiîler tüketilmiş olması halinde de kıymetinin ödeneceği­ni söylerler. Çünkü Ahmed ve Sünen sahipleri ile Hâkim, Semura (b. Cundub) dan şunu rivayet ederler: "Bir şeyi ele geçiren kimse onu eda etmekle mükellef­tir." Ancak Hanefîler tüketilmiş olması halinde kıymetin ödenmesinin gerek­mediğini söylerler. Çünkü bir arada hem had, hem tazminat olmaz. Zira Ne-sâî, Abdurrahmân b. Avfdan Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet et­mektedir: "Hırsız üzerine had ikame olunduğu takdirde tazminat ödemez." Şu kadar var ki, bu mürsel bir hadistir. Mâlikîler ise orta bir yol tutarak şöyle derler: Eğer hırsız had uygulandığı sırada ödeme genişliğine sahip ise, hem eli­nin kesilmesi icabeder, hem tazminatını öder; bu onun cezasını ağırlaştırmak içindir. Eğer ödeme zorluğu çeken bir kimse ise kıymetini ödemesi istenmez, yalnızca elinin kesilmesi gerekir. Cezasını hafifletmek üzere tazminat sakıt olur. Buna sebep ise fakir ve muhtaç olduğundan mazur görülmesi gereğidir.

Daha sonra Yüce Allah, hırsızlık haddinin illetini zikrederek şöyle buyur­maktadır: "Yaptıklarına karşılık Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak..." Yani hırsız erkek ve kadının ellerinin kesilmesi, onların işledikleri, kazandıkla­rı kötü işin bir cezasıdır. Tekrar hırsızlığa geri dönmeyi önlemek üzere ve onla­rı hakir ve küçük düşürecek; başkalarına da ibret olacak bir cezadır.

Böyle bir cezayı her ne kadar bazı kimseler kabul etmek istemiyorsa da hırsızlığı önlemeye ve bu konuda etkin olmaya en lâyık, en uygun ceza budur. Bu, insanların can ve mal emniyetlerini sağlamanın yoludur. Hırsızlığın mane­vî zararlarını bu olayın ruhta meydana getirdiği dehşet ve huzursuzluk etkile­rini, özellikle karanlık gecelerdeki bu tür etkilerini hırsızlığa maruz kalanlar­dan başkası takdir edemez. Hırsızlık çok ezici bir ziyan olmanın yanında, kişiyi yoksuluk içinde umutsuz ve sefil bırakır. Kendisinin ve ailesinin yiyeceğini, te­mel ihtiyaçlarını temin etmek için borçlanmak zorunda bırakır. Hırsızı öldüre-bilmek için kalbinde şiddetli intikam duygusunun doğmasına sebep olur. Bu ise huzursuzluğu, tedirginliği körükleyen bir olaydır. Böylelikle hırsızlığa ma­ruz kalan kişinin bulunduğu mahalle bütünüyle tehlikelerle tehdit edilir bir hale getirir. Hemen hemen hiç bir kimse huzur içinde uyuyamaz. Hırsız gece ve gündüz bir eve girdiği takdirde o evde bulunanları dehşete sokar. Kimi zaman öldürme ve yaralama olayları görülür. Bu ise büyük bir zarar, büyük bir eziyet­tir. Bunun sınırlarını kontrol altına almaya yahut sonuçlarının ne olacağını kestirmeye imkân yoktur. Böyle bir olay dolayısıyla nice gencin saçları ağar­mış, nice kadın ve çocuk aklını kaybetmiş, nice hadiseler bizzat evlerinde in­sanların ölümleriyle sonuçlanmıştır. Hatta benim görüşüme göre cinayet, adam öldürme bir açıdan hırsızlık kadar büyük bir suç değildir. Çünkü öldürme ferdî bir olaydır ve maktulün ailesi dışındakiler açısından bunun etkisi derhal sona erer. Öldürme katil ile maktul arasında özel bir ilişki türüdür ve buna münha­sırdır. Hırsızlığın tesiri ise toplumadır ve süreklidir. Sürekli olarak mal sahibi, ticaret sahibi, ekin ve tarlası olanları, atölye sahiplerini huzursuz ve endişeli eder, servetlerini zayi olma tehdidi altında bırakır.

Daha sonra Yüce Allah, hırsızlık haddinin zorunlu olduğunu tekid ederek: "Allah Azîz'dir, Hakim'dir." diye buyurmaktadır. Yani emirlerini yerine getirip uygulamakta galip olandır. Emirlerini dilediği şekilde gerçekleştirir. Hırsızlar­dan intikam alışında güçlüdür. Teşriinde hikmeti sonsuz olandır. Ancak bir maslahat ve hikmeti olan hususları teşrî buyurur. Cezaları ve hadleri uygun gördüğü şekilde, suçun kökünü en ileri derecede kazıyacak, suçluların sonunu getirecek ve onlar gibilerinin benzer bir suçu işlemekten alıkoyacak şekilde be­lirler. Şöyle buyurmuş gibidir: Hırsızların durumu hakkında işi gevşek tutma­yınız. Onlara hadleri uygulamakta sıkı ve tavizsiz davranınız. Çünkü hayır bü­tünüyle bundadır ve bu, bizatihi hayırdır; isterse kindarlar bundan hoşlanma­sın, cahiller akılları sıra tenkit etsin.

Daha sonra Yüce Allah yaptıklarına pişman olup durumlarını ıslâh eden tövbekarların hükmünü şöylece beyan etmektedir: "Kim de zulmettikten sonra tövbe eder, ıslâh ederse..." yani her kim hırsızlığından sonra tövbe eder, Allah'a döner, hırsızlıktan vazgeçer, insanların mallarını yahut o malların bedelini kendilerine geri verir, nefsini ıslâh edip takva ve iyilik amelleriyle arındırıp te­mizlerse, bu tövbesi bir daha dönmemek kararıyla samimi bir niyetle olursa, şüphesiz ki Allah, tövbesini kabul eder, ahirette onu azaplandırmaz.

Elin kesilmesine gelince: Fakihlerin cumhuruna göre tövbe, bu cezayı kal­dırmaz. Hanbelîlerin görüşüne göre ise tövbe, bu cezayı kaldırır ve evlâ. olan da bu görüştür. Çünkü Allah'ın Gafur ve Rahîm olduğunun zikredilmesi el kesme­den ibaret olan cezanın sakıt olmasına delâlet etmektedir.

Yüce Allah hırsızlık cezasının adaletli olduğunu ve bunun ilâhî hikmet, adalet ve rahmete uygun olarak belirlenmiş olduğunu bir daha vurgulayarak şöyle buyurmaktadır: "Bilmez misin ki, göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır..." Ey peygamber ve ey Allah'ın hükmünü tebliğ eden her kişi! Göklerde ve yerde bulunan her şeyin malikinin Allah olduğunu, onları düzenleyen ve yönetenin, çekip çevirenin o olduğunu, bunlarda mutlak hüküm veren ve egemenin kendisi olup hükmüne kimsenin karşı çıkamadığını bilmez misin? O dilediğini yapan­dır. Ancak hikmetli, adaletli ve rahmetli olanı yapar: Fert ve toplumun güvenli­ği tahakkuk etsin ve nefisler mallarından yana huzura kavuşsun; insanlar evin­den, ailesinden iş yerinden emin olarak işlerine gidip gelsin, diye. Yeryüzünde fesat çıkartan yol kesiciler ile insanın mal saygınlığını ve insanın özgürlüğünü tehdit eden hırsızlara ceza belirlemiş olması ve ayrıca her iki kesimden de tövbe edenlere mağfiret etmesi Onun hikmetindendir. Yeter ki, tövbelerinde samimi olsunlar, amellerini düzeltsinler. Çünkü ceza bizatihi bir hedef değildir. Aksine asıl maksat, salâhın tahakkuku, güvenliğin, huzurun yaygınlık kazanmasıdır. Terbiye etmek için, hem onlar hem de benzerlerine bir azar ve önleyici bir tedbir olmak üzere, kulların menfaatini de gerçekleştirmek kasdıyla isyankârları azaplandırmak onun hikmet ve adaletinin bir tecellisidir. Tövbe edenlere mer­hamet buyurup cezalarını kaldırması da onun rahmetinin bir tecellisidir. O azap etmeye de, rahmet etmeye de, her şeye kadir olandır. Allah kullarına biz­zat kendilerinden daha merhametlidir. Annenin çocuğuna olan merhametinden daha da ileridir bu merhameti. İster yol kesicilik için ister hırsızlık için olsun, öngörülen bu cezalar, hem bizzat bu işi yapanların hem de toplum içerisindeki kardeşlerinin maslahatmadır. O bakımdan herhangi bir kimsenin günahkâr bir ele yalancı göz yaşı dökmemesi, yine toplumda böyle bir ferde şefkat gösterme­mesi gerekir. Çünkü böyle bir organ bozuk bir organdır, zararlıdır, yıkıcıdır, tah­ripkârdır. Eğer halini düzeltmeyecek olursa, ondan asla hayır umulamaz. [118]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ceza, tedipten başka hiç bir tedavisi bulunmayan, yoldan sapan herkesin bir tedavisidir. Toplumda suçun yaygınlaşıp insanların anarşik bir ortamda çalkantı içerisinde, huzursuzluk ve nefretle dolu olarak yaşayıp suçun yaygın­laşması adalet de değildir, rahmet de değildir; hikmet de değildir, menfaat de değildir.

Kendisi ve ümmeti için mutluluğu arayan herkese ilâhî teşride her türlü hayır saklıdır. İnsanlar tarafından ortaya koyulmuş cezaî müeyyidelerin başa­rısızlığını ortaya koyan en büyük delil, bu yasaların egemen olduğu ülkelerle suç oranlarının her geçen gün artıp yükselmesi, suçluların suç türlerinde bir çok teknikler geliştirmeleridir. Buna sebep ise suçu kökten kazıyan yahut var­lığını oldukça azaltan etkin, önleyici cezaların bulunmayışıdır.

İslâm ceza hukukunun uygulandığı ülkeler ise, dünyada can ve mal gü­venliğinin yaygınlık kazanması açısından gayet açık bir örnektir. Hiç bir kimse sanmasın ki, bu ülkeler elleri, ayaklan kesilmiş insanlarla dolup taşıyor. Aksi­ne cezaların uygulanması hemen hemen nadiren görülen bir olaydır. Çünkü pek çok şart bulunmadıkça hiç bir had uygulanmaz. Bu şartların sayısı ise onu geçmektedir. Bu da şüphe sebebiyle ve şartlardan yahut belirleyici ölçülerden herhangi birisinin bulunmaması sebebiyle haddin uygulanma alanını oldukça daraltmıştır. Milyonlarca insanın yaşadığı bir ülkede bir yahut iki elden fazlası da kesilmez. Meselâ hırsızlıkta, hırsızda ve çalınan şeyde, çalınan yerde ve ni­teliğinde belli bir takım nitelikler bir arada bulunmadığı sürece el kesme ceza­sı vacip olmaz.

Hırsızda gerekli olan beş nitelik vardır: Bulûğ, akıl, hırsızlık yaptığı kim­senin mâliki olmaması ve onun hırsız üzerinde velayetinin bulunmaması. Bu­na göre birinin diğerinden mal alması dolayısıyla efendi ile kölesi arasında el kesme cezası söz konusu olmaz.

Hırsızdan çalmak ise Mâlikîlere göre el kesmeyi gerektirir. Gasp edenden çalmak gibi. Çünkü malikin hürmeti (saygınlığı) üzerinde varlığını devam et­tirmektedir, ondan ayrılmış değildir. Şafiî ise eli kesilmez demektedir. Çünkü o mala malik olmayan bir kimseden ve himaye (hArz, koruma) altında bulunma­yan bir yerden almıştır.

Çalınan şeyde gerekli olan şartlar ise dört tanedir: Az önce geçtiği üzre ni­sap miktarı, mal edinilen bir şey olması, mülk edinilen türden olması ve satışı helâl olan şeylerden olması. Mal edinilemeyen ve satışı helâl olmayan şarap ve domuz gibi şeylerin çalınması dolayısıyla, ittifakla, herhangi bir kimsenin eli kesilmez. Ancak İmâm Mâlik ile İbnü'l-Kâsım'a göre hür ve küçük çocukların çalınması, müstesnadır. Böyle birisinin çalınması dolayısıyla elin kesilmeyece­ği de söylenmiştir. Bu Şafiî ve Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür. Çünkü küçük ve hür bir çocuk mal değildir. Mâlikîler ise şöyle cevap verirler: Aksine böylesi malın en büyüğüdür. Esasen hırsızın eli bizatihi mal dolayısıyla kesilmez; bu kesme ancak nefsin bir şeye taaluk etmesi dolayısıyladır. Hür bir kimseye nef­sin taalluku ise, köleye taallukundan daha fazladır.

Mülk edinilmesi caiz, fakat satışı caiz olmayan; beslenilmesine, edinilme­sine izin verilmiş köpek ile kurban etleri gibi şeyler çalınması hakkında, Eşheb şöyle der: Edinilmesi hakkında izin bulunan şeyleri çalan ile kurban etini ya­hut derisini çalan bir kimsenin eli -çaldığı bu şeyin kıymeti üç dirhem değerin­de olursa- kesilir. İbnü'l-Kasım'a göre köpek çalanın eli kesilmez. Malikilerin mezhebi budur. Buna göre av için eğitilmiş yahut koruyuculuk için bulundurulan bir köpeği çalan kimsenin eli kesilmez, çünkü Resulullah (s.a.) böyle bir kö­peğin satışını yasaklamıştır.

Çalgı aletlerine gelince: Eğer bunların şekillerinin bozulup maksat olarak gözetilen menfaatleri giderildikten sonra geriye kalan kıymetleri çeyrek dinar ve daha fazla kıymette olursa el kesilir.

Kullanılması caiz olmayan ve kırılmaları emrolunan altın ve gümüşlerde de hüküm böyledir. Sanatsız olarak altın ve gümüş kıymetleri biçilir. Nisap miktarını bulursa el kesilir. Altın yahut gümüş haç da aynı hükümdedir.

Üçüncü niteliğe gelince: Hırsızlığın o çalman malda bir mülkiyetinin ol­maması gerekir. Bir kimsenin, rehin bıraktığı bir şeyi yahut ücretle kiraladığı bir şeyi çalması gibi. Yine ganimetten yahut beytülmalden çalanın durumunda olduğu gibi, o çalman şeyde çalanın mülkiyet şüphesi de bulunmamalıdır. Çün­kü hırsızın bu gibi yerlerde belli bir payı vardır. Ancak İmam Malik'in görüşü­ne göre sirkat (hırsızlık) lafzının genelliği dolayısıyla beytülmalden çalanın eli kesilir.

Dördüncü nitelik ise, mal ve küçük köle gibi çalınması sahih olan şeyler­den olması gerekir. Çünkü yaşça büyük kölenin çalınması gibi alınması sahih olmayan şeylerde el kesme yoktur.

Çalınan yerde muteber olan şarta gelince: Bu da çalınan şeyin çalındığı yerin, benzeri için hirz olabilecek özellikte olmasıdır. Bu hususta söylenecek şeyler özetle şöyledir: Her bir şeyin bilinen bir yeri vardır. İşte onun o yeri onun hirzi yani muhafaza altında bulundurulduğu yerdir. Beraberinde koruyu­cu bulunan her şey koruyucusu onun hirzidir. Meselâ, evler ve meskenler içle­rinde bulunan şeylerin hirzi kabul edilirler; orada ev halkı bulunsun yahut bu­lunmasın farketmez. Yine beytülmal de Müslümanların bir hirzidir. Hırsızın onda herhangi bir hakkı yoktur. -Mâliküerin görüşüne göre-. Paylaştırmak su­retiyle hakların belli olmasından sonra ganimetten çalanın eli kesilir. Paylaş­tırmadan önce ancak kendi hakkından fazla çalarsa eli kesilir, aksi takdirde kesilmez. Kabir ve mescit hirzdir. Buna göre çoğunluğun görüşüne göre nebbâ-şm (kefen soyucunun) eli kesilir. Ebû Hanîfe şöyle der: Eli kesilmez. Çünkü böyle bir kimse telef olmaya maruz kalmış ve maliki bulunmayan ve hirz de bulunmayan bir mal çalmıştır. Çünkü ölü, bir şeye malik olamaz.

Bineklerin sırtları taşıdıkları şeylerin hirzidir. Dükkânların alanları, aynı şekilde satış yerinde dükkânların içine bırakılan şeylerin hirzidir. Dükkânlar­da sahipleri bulunsun yahut bulunmasın, farketmez. Çalman şeylerin gece ya­hut gündüz alınmış olması da farketmez. Yine çarşı pazarlarda koyunların bağlı veya bağlanmamış olarak durdukları yer ve aynı şekilde bineklerin bağ­landıkları yerler de, arabaların yollarda bulunmaları da onlar için bir hirzdir. Sahiplerinin beraberlerinde olup olmaması ise bir şey değiştirmez. Gemi, için­de bulunanların hirzidir. İster bağlı olsun, ister olmasın. Bizzat geminin kendi­si çalınacak olursa -bineğin çalınması gibi- şayet bağlı değil ise hirz altında bu­lundurulmuş sayılmaz, eğer bağlı ise hirz altında demektir. Beraberlerinde bir kimse varsa o kimse dolayısıyla hirz altında kabul edilirler. Mescit kapısında veya pazarda bulunan binek, beraberinde bir koruyucu olmadığı sürece hirz al­tında değildir. Mescidin avlusuna bineğini bağlayan yahut belli bir yeri hay­vanları için ağıl edinen bir kimsenin, o bağlaması ve ağıl edinmesi o hayvanlar için birer hirzdir.

Herkesin kendi odasında ayrı ayrı kaldığı otel ve benzeri bir yerde bulu­nanlardan herhangi birisi ötekinin odasından bir şey çaldığı takdirde, onu alıp salona çıkacak olursa, o çaldığı şeyi kendi odasına götürmese ve bizzat kalınan otel gibi yerin dışına çıkarmasa dahi yine de eli kesilir; bunda görüş ayrılığı yoktur.

Çocuklarının malını çaldıkları için anne babanın elleri kesilmez. Çünkü Resulullah (s.a.) İbni Mâce'nin Hz. Câbir'den rivayetine göre şöyle demiştir: "Sen de malın da babana aitsiniz." Mâlikîlerin cumhurunun görüşüne göre ise, anne babasının malını çaldığı için çocuğun eli kesilir. Çünkü bu hususta her­hangi bir şüphe söz konusu değildir. Hanefî'ler ile Mâliküerden İbni Vehb ve Eşheb ise elinin kesilmeyeceğini söylerler. Çünkü çocuk âdeten babasının ma­lından genişçe yararlanabilir. Mâlik de şöyle der: Dedenin de eli kesilmez, çün­kü o da bir babadır.

Ebû Hanife ile Ebû Sevr şöyle derler: Hala, teyze, kız kardeş vb. mahrem olanlardan herhangi bir kimsenin de eli kesilmez.

Mâlik, Şafiî, Ahmed ve İshâk ise bu gibi kimselerin elinin kesileceğini söy­lemiştir.

Mushaf çalana gelince: Eğer çaldığı mushafm kıymeti el kesmeyi gerekti­ren miktarda ise eli kesilir. Şafiî, Ebû Yûsuf, Ebû Sevr ve İbnü'l-Kasım'm görü­şü budur. Ebû Hanife ise kesilmeyeceğini söylemiştir.

Mâlik, Evzâî ve Şafiî'ye göre yankesicinin eli kesilir. Ebû Hanîfe, Muham-med b. Hasan ve İshâk ise şöyle demektedir: Şayet dirhemler kişinin elbisesi­nin yeninin dış tarafında bağlanmış olup o da bunları çalmışsa eli kesilmez. Eğer elbisesinin yeninin iç tarafına bağlı olup elini içeriye sokarak bunları çal­mışsa eli kesilir.

Yolculukta ve dar-ı harpte hadlerin uygulanmasına gelince: Mâlik ve Leys b. Sa'd, dar-ı harbde de hadler uygulanacağını, bu konuda dar-ı harb ile dar-ı İslâm arasında -Kur'ân ifadesinin umumîliği dolayısıyla- bir fark olmadığını söylemektedirler. Sahih olan da budur.

Ebû Hanife ise şöyle der: Ordu dar-ı harbe girip başlarında da komutan bulunuyor ise Mısır, Şam, Irak veya benzeri bir yerin imamı (kumandanı) ol­madıkça hadleri uygulamaz. Böyle bir yerin emiri ise hadleri karargahında uy­gular. Çünkü Tirmizî tarafından rivayet edilen Cünâde b. Ümeyye hadisinde şöyle denmektedir: Bizler denizde Busr b. Ertea ile birlikteydik. Ona boynu uzun cins bir dişi deve çalmış Mistar adında bir hırsız getirildi. Şöyle dedi: Ra-sulallah (s.a.)'ı şöyle buyururken dinlemiştim: "Gazada iken eller kesilmez." Şayet bu olmasaydı hiç şüphesiz onun elini keserdim.

İlim adamları ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Bir topluluk bir arada hır­sızlık yapacak olursa, onların her birisine nisap miktarı düştüğü takdirde, hep­sinin eli kesilir; eğer çalınanın tümü ancak bir nisap ediyorsa, Ebû Hanife ile Şafiî'nin görüşüne göre, kimsenin eli kesilmez. Çünkü onlardan her birisi ayrı ayrı birer nisap çalmış değildir. Mâlikîler ise şöyle der: Eğer onların her birisi onu tek başına taşıyabilecek kadar ise kimsenin eli kesilmez. Eğer o çalınan malı dışarı çıkarmak için birinin ötekine yardımcı olmasına gerek duyarlarsa hepsinin de eli kesilir. Hanbelîler ise: Hepsinin eli kesilir, çünkü malın korun­ması zaruridir, derler.

İki kişi bir duvarın delinmesinde ortaklaşa hareket eder ve bu hususta birbirlerine yardımcı olurlarsa Mâlikîlerle Hanbelîlere göre elleri kesilir. On­lardan birisinin malı dışarıya çıkartması halinde ise sadece o kişinin eli kesilir. Ebû Hanife ise, delmeye katılır, içeri girer ve mal alırsa eli kesilir, aksi takdir­de kesilmez, der. Şafiî şöyle der: Delmekle birlikte çalmayanın eli kesilmez. Başkasının deldiği yerden çalana gelince: Böyle bir kimse, hürmeti çiğnenmiş bir hirzden çalmış olur. Onlardan birisi içeri girip malı hirzin kapısına çıkarta­cak, diğeri ise elini sokup oradan bir şeyler alacak olursa cumhura göre eli ke­silir, ancak Ebû Hanîfe'ye göre kesilmez.

Hakim yanılarak hırsızın sağ elini kesecek yerde sol elini kesecek olursa, artık bundan fazla bir ceza -ilim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre is-tihsanen- verilmez. Elinin kesilmesine karar verilen bir hırsız aynı zamanda katil de olursa, İmam Mâlik'e göre öldürülür ve bu durumda el kesme cezası onun kapsamı içerisine girer. Şafiî ise şöyle der: Önce eli kesilir, daha sonra öl­dürülür. Çünkü bunlar iki hak sahibine ait iki haktır, o bakımdan onlardan her birisinin hakkını alması gerekir. Sahih olan da budur, İbnü'l-Arabî ve Kurtu-bî'nin tercih ettikleri gibi.

Bu ayet-i kerimede hırsız kadından önce hırsız erkekten, zina ile ilgili ayet-i kerimede ise erkekten önce zina eden kadından söz edilmesinin hikmeti şudur: Erkeklerde mal sevgisi daha baskındır. Cinsî bakımdan yararlanma ar­zusu ise kadınlarda daha baskındır. O bakımdan böyle bir suçun işlenmesine iten sebep kimde daha fazla ise öncelikle o zikredilmiştir.

Yüce Allah'ın: "Bilmez misin ki göklerin ve yerin mülkü Allah'ındır." buy­ruğundan da anlaşılan şudur: Şanı Yüce Allah'ın herhangi bir kimseye iltiması gerektiren herhangi bir hususi yakınlığı yoktur. Dolayısıyla bir kimse: Bizler Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz, diyemez. Hadler herhangi bir suçu işleyen ve haddi gerektiren herkese uygulanır. Daha önce Yahudi ve Hristiyanlarm iddi­alarını reddetmek üzere bu buyruğa benzer bir cümle de geçmiş bulunmakta­dır. [119]

 

Münafıklarla Yahudilerin Küfre Doğru Koşuşmaları İle Yahudilerin Tevrat'ın Hükümlerine Karşı Tutumları

 

41-  Ey peygamber! Ağızlarıyla "inan­dık" dedikleri halde kalpleriyle inan­mayan ve küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin. Yahudilerden de yalana ku­lak verenler, sana gelmeyen, bir başka kavmin lehine senin sözünü dinleyen­ler vardır. Sözleri yerlerine konulduk­tan sonra değiştirirler de: "Size bu ve­rilirse alın, size bu verilmezse kaçının" derler. Kimin de Allah fitneye düşme­sini isterse, onun için senin Allah'a karşı   hiç bir şey yapmaya gücün yet­mez. İşte onlar Allah'ın kalplerini te­mizlemek istemediği kimselerdir. Dün­yada onlara rüsvalık ve ahirette de on­lar için büyük bir azap vardır.

42- Yalana kulak verici olanlar, alabil­diğine yalan dinleyenlerdir onlar. Ha­ram ve rüşveti boyuna yerler. Sana ge­lirlerse ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir. Eğer onlardan yüz çevirirsen sana hiç bir zarar veremez­ler. Şayet hükmedersen de aralarında adaletle hükmet. Çünkü Allah âdil olanları sever.

43- Hem nasıl olur da seni hakem yapı­yorlar? Halbuki Tevrat yanlanndadır, onda Allah'ın hükmü vardır. Yine de bundan sonra yüz çevirirler; onlar mü­min kimseler değillerdir.

 

İ'râb:

 

"Yalana kulak verenler" buyruğu ya mübtedadır ve: "Yahudilerden de ... vardır" onun haberidir veya "bir kesim de..." takdirinde hazfedilmiş bir mev-sufun sıfatıdır yahut: "Onlar yalana kulak verenlerdir" takdirinde hazfedilmiş bir mübtedanın haberidir. [120]

 

Belagat:

 

"Ey Peygamber!" Hz. Peygambere, şerefine ve Allah katındaki değerine dikkat çekmek ve yükseltmek için "risâlet" ile hitab edilmiştir. " küfür içinde koşuşanlar" buyruğunda (fî) = içinde, ...de, edatının, (ilâ) = e, a yerine tercih edilmesi, onların küfür içinde karar kılmış olduklarına işaret içindir.

"Kulak verici olanlar..." anlamındaki kelime mübalağa kipi ile gelmiştir. Yani bunlar yalanı dinlemekte alabildiğine aşırı giden ve bu işi çokça yapan kimselerdir. "Rüsvalık" kelimesinin belirtisiz gelmesi, işin büyüklüğüne delâlet içindir. "Ve ahirette de onlar için" buyruğunun tekrarlanması ise, bunun daha pekiştiriri bir şekilde ifade edilmesi içindir.

"dünyada... ahirette" kelimeleri arasında tıbak vardır.

"Hem nasıl olur da seni hakem yapıyorlar?" buyruğu peygambere ve onun Kitabına iman etmedikleri halde, onu anlaşmazlıklarında hakem kılmalarının hayret edilecek bir iş olduğunu ifade etmektedir.

"Onlar mümin kimseler değillerdir." Burada "onlar" anlamına gelen (ülâike) ve uzak için kullanılan işaret edatının zikredilmesi, onların azgınlık ve hakkı bile bile inkâr derecelerinde ne kadar aşırı gittiklerine, haktan ne kadar uzağa düştüklerine işaret içindir. [121]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ağızlarıyla: İnandık, dedikleri halde" dilleriyle inandıklarını söyledikleri halde "kalpleriyle inanmayan" Bunlar münafıklardır, "ve küfür içinde koşuşan­lar" hızlıca küfrün içerisine düşenler, yani fırsat buldukları takdirde küfürlerini açığa vuranlar "seni üzmesin" Böylelerinin yaptıkları işler seni kederlendirme­sin. "Yalana kulak verenler" hahamlarının kabul ettikleri ve kendilerine anlat­tıkları yalanları kabul ile karşılayarak dinleyenler, "bir başka kavmin lehine" Yahudilerden bir başka kavme söz götürmek için "senin sözünü dinleyenler var­dır." Bunlar Hayber Yahudileri idi. "Yerlerine konulduktan sonra" Allah'ın "sözle­rini" yerleştirildikleri yerden "değiştirirler" :Tevrat'ta bulunan sözleri -recm aye­ti gibi- değiştirirler. "Size bu verilirse" muharref olan hüküm bildirilirse "alın". Yani Muhammed size, muhsan kimselere sopa vurulacağını bildirirse onu kabul ediniz; "size bu verilmezse", yani buna muhalif fetva verirse "kaçının derler."

"Kimin de Allah fitneye düşmesini" onu deneyip saptırmayı, "isterse..."

"Haram ve rüşveti": Rüşvet, köpek, şarap ve domuz bedeli gibi haram ka­zançları "yerler." Haram mala "suht" adının veriliş sebebi, onun her türlü itaat ve bereketi giderecek özellikte oluşundan dolayıdır.

"İster aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir." Böyle bir muhayyer bı­rakma, Yüce Allah'ın: "Aralarında Allah'ın indirdikleriyle hükmet" (Maide, 5/49) buyruğu ile neshedilmiştir. O bakımdan Müslüman ile davalı olmaları halinde ve davalarını İslâm mahkemelerine götürdükleri takdirde, aralarında hükmetmek icabeder. Bu, Şafiî'nin konu ile ilgili iki görüşünden daha sahih olanıdır. "Allah âdil olanları sever": Hüküm verirken adaletli davrananları se­ver, yani onlara ecir ve sevap verir.

"Onda Allah'ın hükmü vardır." Onda recme dair hüküm vardır. Yüce Al­lah'ın: "Hem nasıl olur da seni hakem yapıyorlar?" buyruğundan kasıt da, yap­tıkları işin hayret edilecek bir iş olduğunu soru kipiyle anlatmaktır. Yani onlar senin hükmüne başvurmakla hakkı bilme gayesini gütmüyorlar. Bilhassa hak onlar için oldukça önemsizdir. 'Yine de bundan sonra yüz çevirirler." Kitapları­na uygun olarak vermiş olduğun recm hükmünden, senin hakemliğine başvur­malarından sonra dahi yüz çevirmektedirler. [122]

 

Nüzul Sebebi

 

"Ey peygamber... (diye başlayan 41.) ayetin nüzulü ile ilgili olarak Ahmed ve Ebu Davud, İbni Abbas'm şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Yüce Allah bunu Yahudilerden iki kesim hakkında indirmiştir. Bunlardan birisi diğerini ca-hiliye döneminde yenik düşürmüştü. Nihayet karşılıklı olarak razı oldular ve güçlü kabilenin yenik düşen kabileden öldürdüğü her bir kişinin diyetinin elli vesk (bir vesk: 2751 gr.) olması, buna karşılık güçsüz kabilenin güçlü kabileden öldürdüğü her bir kişinin diyetinin de 100 vesk olması üzerinde anlaşıp barış yaptılar. Onların bu durumları Resulullah (s.a.) Medine'ye gelinceye kadar böy­lece devam etti. Bir seferinde güçsüz olan kabile güçlü olandan birisini öldürdü. Güçlü kabile haydi bize 100 vesk gönderin, diye haber saldı. Bu sefer güçsüz olan kabile: Peki dinleri bir, nispetleri bir, yaşadıkları toprak bir olan iki kabile­de hiç böyle bir şey görülmüş müdür? Hiç bu durumda olanlardan birisinin di­yeti ötekinin yarısı kadar olur mu? Biz vaktiyle bunu sizden çekindiğimiz, kork­tuğumuz için vermiştik. Şimdi ise Muhammed buraya gelmiş bulunuyor. Artık böyle bir şeyi size vermiyoruz, dediler. Az kalsın aralarında savaş alevi parlaya­caktı. Daha sonra Resulullah (s.a.)'ı aralarında hakem kılmak üzere anlaştılar. Görüşünü almak için münafıklardan bazılarını gönderdiler. Bunun üzerine Yü­ce Allah da: "Ey Peygamber! Ağızlarıyla: İnandık, dedikleri halde kalpleriyle inanmayan ve küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin." ayetini indirdi.

Bu ayet-i kerime Kurayza oğulları ile Nadîr oğulları hakkında nazil ol­muştur. Bunlar Resulullah (s.a.)'ın hükmüne başvurmuşlardı. Hz. Peygamber de Kurayza oğullarından olan kimse ile Nadîr oğullarından olan kimse arasın­da (diyette) eşitlik hükmünü verdi.

Yine denildiğine göre bu ayet-i kerime, Resulullah (s.a.)'m Ebu Lübâbe'yi Kurayza oğullarına gönderip, onun da boğazlanacaklarını işaret ederek Pey-gamber'e hainlik etmesi üzerine nazil olmuştur.[123]

Bir diğer görüşe göre bu ayet-i kerime, zina eden iki Yahudi ile recm olayı hakkında nazil olmuştur. Kurtubî bunun konu ile ilgili görüşlerin en sahih ola­nı olduğunu söyler.[124] Burada kastedilen olay da şudur:

Hadis imamları Malik, Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizî ve Ebu Davud, el-Berâ b. Azib'in şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.)'m yanından yüzüne siyahlar çalınmış ve sopa vurulmuş bir Yahudi geçirildi. Resulullah (s.a.) Onları çağırıp dedi ki: "Kitabınızda zina haddinin böyle olduğunu mu görüyorsu­nuz?" Onlar: Evet, dediler. Bu sefer Resulullah (s.a.) onların ilim adamlarından birisini çağırdı ve dedi ki: "Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah hakkı için sana and veriyorum, Kitabınızda zina edenin cezasının böyle olduğunu mu görüyorsunuz?" O: "Allah'a yemin ederim ki hayır" dedi. "Eğer bana bu şekilde yemin verdirme-seydin sana gerçeği bildirmeyecektim. Bizler Kitabımızda zina edenin cezasının recm olduğunu görüyoruz. Fakat bu zina soylularımız arasında çoğaldı, o ba­kımdan soylu olan bir kimseyi yakaladığımız zaman cezasız bırakıyor, güçsüz bir kimseyi yakaladığımız zaman ise ona had uyguluyorduk. Kendi aramızda soylu olana da güçsüz olana da uygulayacağımız bir ceza üzerinde ortak bir karara vardık ve recm yerine yüze kara çalmayı ve sopa vurmayı ceza olarak belirledik." Bu sefer Resulullah (s.a.) şöyle buyurdu: "Allahım, onların öldürdükleri bir za­manda senin emrini dirilten ilk kişi ben oluyorum." dedi ve verdiği emir ile o kişi recmedildi. Bunun üzerine Yüce Allah: "Ey peygamber! Ağızlarıyla inandık de­dikleri halde... küfür içinde koşuşanlar seni üzmesin." buyruğundan itibaren "...size bu verilirse alın..." buyruğuna kadar olan bölüm nazil oldu.

Ahmed, Buharî ve Müslimde Hz. Ömer'in şöyle dediği rivayet edilmekte­dir: Yahudiler Resulullah (s.a.)'m yanına zina etmiş bir kadın ve bir erkek ge­tirdiler. Resulullah (s.a.): "Kitabınızda bu hususta neyi buluyorsunuz?" deyince onlar: "Bizler yüzlerine kara çalıyoruz ve rezil edilmelerini sağlıyoruz" dediler. Hz. Peygamber: "Yalan söylüyorsunuz, Tevrat'ta recm vardır. Eğer doğru söylü­yor iseniz Tevrat'ı getirin ve okuyun." buyuranca Tevrat'ı getirdiler. İbni Suriya diye anılan bir gözü görmeyen bir okuyucu da getirdiler. Bu kişi bir yere gelin­ceye kadar okudu, oraya gelince de elini üzerine koydu. Ona: Ordan elini kal­dır, denildi, elini kaldırınca bir de baktılar ki, recmi emreden ayet açıkça orada yazılı bulunmaktadır. "Ey Muhammedi" dediler. "Orada recm yazılıdır, fakat biz bunu aramızda gizliyorduk." Bunun üzerine Resulullah (s.a.) emir verdi ve her ikisi de recm edildi. Recm esnasında erkek kadın üzerine abanıyor ve böy­lelikle kendisini siper ederek kadını gelecek taşlardan korumaya çalışıyordu.

"Yalana kulak verici olanlar, alabildiğine yalan dinleyenlerdir, onlar. Ha­ram ve rüşveti boyuna yerler." anlamındaki 43. ayet de Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Yahudi bir hakime birisi gelip de davasında haksız ise hakime rüşvet verir, o da onun söylediği sözü dinler ve hükmünü verirken onu esas alırdı. Buna karşılık diğer tarafa iltifat etmezdi. Böylelikle rüşveti yer ve ya­lanı dinlerdi. Aralarından fakir olanlar ise, bağlı bulundukları Yahudilik dini üzere devam etmek için zenginlerden belli bir mal alıyorlar ve onlardan Ya­hudiliğin propagandasını yapan İslâmı tenkide yönelik yalanlarını da dinli­yorlardı. İşte zenginlerden aldıkları haramı yiyenler ve yalanı dinleyip kulak verenler fakir Yahüdilerdi. Yüce Allah'ın: "Alabildiğine yalan dinleyenlerdir onlar, haram ve rüşveti boyuna yerler." buyruğunda işaret olunan da budur. Yine denildiğine göre bu, onlar Tevrat'a nispet ettikleri yalanlara kulak verir­ler, faizi yerlerdi, anlamındadır. Nitekim Yüce Allah'ın: "Kendilerine yasak kı­lınmış olduğu halde faizi alıp yemeleri..." (Nisa, 4/161) buyruğu da buna işa­rettir. [125]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah bir takım şer1! mükellefiyet ve hükümleri beyan edip, küfürde süratle koşuşan bir takım kimseler ondan yüz çevirince, rasulüne buna katlan­mak için sabrı öğütledi ve bundan dolayı üzülmemesini emrederek: "Ey pey­gamber... seni üzmesin." diye hitap etti.

Yüce Allah peygamberi Muhammed'e: "Ey nebi" diye bir çok yerde hitap etmekle birlikte "Ey rasul" buyruğu ile sadece iki yerde hitap etmiştir. Bunlar­dan birisi buradaki ayet-i kerimedir, ikincisi ise, "Ey Peygamber (rasul), Rab-binden sana indirileni tebliğ et." (Mâide, 5/67) ayetidir. Bu ise Hz. Peygamberin şerefini ve şanını yükseltmeye yönelik bir hitaptır. [126]

 

Açıklaması

 

Bu ayet-i kerimeler küfürde yarışanlar, Allah ve Rasulüne itaatin dışına çıkanlar, kendi görüş ve nevalarını Yüce Allah'ın şeriatinin önüne geçiren mü­nafıklarla Yahudiler hakkında nazil olmuştur.

Yüce Allah: Ey Peygamber (rasul)! buyurmaktadır. Bu Hz. Peygamber'e, onu şereflendirmek, tazim etmek ve müminlere de ona sıfatıyla hitap etmeyi öğretmek üzere yapılmış bir hitaptır. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır: "Aranızda rasulün duasını (onu çağırmayı) birbirinizin duası (kiminizin kiminizi çağırması) gibi kılmayın." (Nûr, 24/63) Bunun üzerine As-hab-ı Kiram ona: "Ey Allah'ın rasulü" diye hitap etmeye başladılar. Halbuki daha önce ona "Ya Muhammed" diye sesleniyorlardı.

Münafıkların her fırsat buldukça küfrü açığa vurmaları ve düşman safla­rına geçmeleri hususunda ellerini çabuk tutmaları, bu hususta yarışa girmeleri seni üzmesin, yani bunu önemseme, aldırış etme. Onlara karşı ben sana yar­dım edeceğim, onların kötülüklerine karşı ben sana yeterim.

Burada maksat bizatihi üzülmeyi yasaklamak değildir. Çünkü üzülmek insanın ihtiyarı dışında tabiatı gereği ortaya çıkan bir durumdur ve bu husus­ta herhangi bir mükellefiyet söz konusu değildir. Asıl maksat bu üzüntünün gerekleri olan önceki halleri ve sonuçları yasaklamaktır. Böylelikle üzüntünün büyüklüğüne ağır sorumluluğuna ve üzüntü sebeplerini ortaya çıkarmanın ağız sorumluluğuna dikkat çekilmektedir.

Daha sonra bunların kim olduklarını beyan etmektedir. Bunlar ise dille­riyle iman ettiklerini açığa vurmakla birlikte, kalpten iman etmeyen kimseler, yani münafıklardır. Yahudiler ise İslâmın ve Müslümanların düşmanıdır. On­lar kendi hahamlarının yalanlarına kulak verirler. Bu yalanlar ister Peygam­ber (s.a.) ile ilgili olsun, ister dinlerinin hükümleri ile ilgili olsun. Ey Muham-med! Onların hepsi de senin meclisine gelmeyen başka bir takım Yahudi toplu­luklar lehine dinlemektedirler. Yani münafıklar Hz. Muhammed'den işittikleri­ni bu meclise gelmeyen Yahudiler topluluğuna bildirmek üzere orada bulunan casuslardır. Yüce Allah'ın, "Başka bir kavmin lehine..." buyruğunun anlamı, "başka bir kavim adına, başka bir kavim için"dir.

İşte bu Yahudiler, Allah'ın Tevrat'taki sözlerini, kelimeler yerlerini bul­duktan sonra tahrif eder, değiştirirler. Yani Allah farzlarını farz, helâlini he­lâl, haramını haram kıldıktan sonra onlar bunu değiştirirler. Onlar ya keli­melerin yerine başka kelimeler koymak suretiyle lafzî bir takım değişikliğe giderler yahut onda bir takım fazlalıklar yapmak veya eksiltmekle bu tahrifi yaparlardı. Yahut da bu kelimeleri gerçek anlamından başka türlü yorumla­mak, başka bir anlama tevil etmek suretiyle manevi olarak tahrife uğratır­lardı. Onların bu değiştirmeleri ise, ısrarla ve gerçekleri bilerek yapılan bir değiştirmedir.

Allah Rasulünün yanma muhsan zanilerin hükmünü sormak üzere gön­derdikleri kimselere de şöyle derlerdi: "Eğer o sizlere yüzlerine siyah çalmak ve sopa vurmak şeklinde fetva verirse, onun bu fetvasını kabul edin ve buna razı olun. Eğer size recmedilecekleri fetvasını verirse, onu kabulden çekinin ve bu­na da razı olmayın."

Oysa Allah'ın dininde denemeye tabi tutmak istediği kimsenin, bu deneme sonucu küfür ve sapıklığı ortaya çıkacaksa, herhangi bir kimse bu sonucu önle­yemez. Ey Peygamber! Sen de Allah'a karşı bunu önleyecek bir şey yapamaz­sın. Böyle birisini hidayete iletemezsin hakka ulaştıramazsın.

Bu münafıklar ve Yahudilerin fesatlarının boyutu ise deneme sonucu orta­ya çıkmıştır. Çünkü bunlar yalanı kabul ediyorlar, dinlerinin hükümlerini tah­rif ediyorlar, nevalarına uyarak bunu yapıyorlardı. O bakımdan sen de onlar için üzülme ve artık bundan sonra iman edeceklerine dair ümit besleme.

Allah kendilerini bu şekilde denediği o kimselerin artık bundan sonra kalplerini küfür ve nifaktan temizlemek istememektedir. Çünkü batıl üzere kalmayı alışkanlık haline getirmiş, kötülük ve serde alabildiğine ilerilere git­miş kimselerin hayır umutları kalmamış demektir. Artık onların nura kavuş­ma hakkı, görmelerinin yolu bitmiş demektir.

Yahudi ve münafıklardan oluşan bu iki kesimin de cezası dünyada rezillik, ahirette ise büyük azap ve büyük dehşet olacaktır. Münafıkların dünya haya­tındaki rezillikleri gerçek yüzlerinin ortaya çıkması, peygamber (s.a.)'e yalan söylediklerinin anlaşılması ve ölümden korkup durmalarıdır. Yahudilerin akı­betleri de aynı şekilde muhsan zinakârlann recmedilmesi gereğini ortaya ko­yan kitaplarının nassmı gizlemek suretiyle, yalan söylediklerinin ortaya çık­ması sonucu rezil olmalarıdır.

Daha sonra Yüce Allah pekiştirmek ve bu hususun iyice yer etmesini sağ­lamak üzere onların niteliklerini tekrarlamaktadır. Bu nitelikleri ise yalanı dinlemeleri ve çokça haram yemeleri, yani rüşvet olarak çokça haram mal alıp yemeleri; zina eden kadının ücretini; erkek hayvanların dişi hayvanlara aşırıl­masının ücretini; şarap, meyte ücretini; kâhine verilen parayı masiyetlerin iş­lenmesi için ücretli çalıştırmayı mubah görmeleridir. Nitekim Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, İbni Abbas, Ebu Hureyre ve Mücahid'den de böylece rivayet edilmiştir. Bunların aslı ise hiç bir bereketi bulunmayan insanın kendisi sebe­biyle ayıplandığı, değersiz haramı kabul etmektir. [127]

Daha sonra Yüce Allah rasulünü Yahudiler arasında hüküm vermek ile hüküm vermekten yüz çevirmek arasında muhayyer bırakarak şu anlamda ona ferman, buyurmaktadır: Şayet onlar senin hükmüne başvurmak üzere yanma gelecek olurlarsa sen de onlar arasında hüküm vermek yahut onları muhake­me etmek ile onlardan yüz çevirip kendi başkan ve ilim adamlarına terketmek arasında muhayyersin. Böyle bir muhayyerlik ise, zimmet ehlinden ayrı zim­met akitleri bulunmayan muahidlere has bir durumdu. Çünkü zimmet ehli arasında bizim mahkememize başvurdukları takdirde hüküm vermek icabeder. Zira kendileriyle birlikte zimmet akdi yapılan kimseler suç, ceza ve karşılıklı ilişkilerde İslâm'ın ahkâmına bağlı kalmayı kabul etmişler demektir. Bundan tek istisna şarap ve domuz satımıdır. Onların bu uygulamalarına müsaade edi­lir. Ebu Hanife ve Mâlik'in görüşüne göre; zina etmeleri halinde muhsan olan­larının recmedilmeleri söz konusu değildir. Çünkü Müslüman olmak recmin şartlan arasındadır. Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre ise recm olunurlar. Bu da Resulullah (s.a.)'ın zina eden iki Yahudiyi recmetmiş olması uygulamasının bir gereğidir ve bunlara göre İslâm muhsan olmak için şart değildir.

Böyle bir açıklama ile bu ve: "Ve aralarında Allah'ın indirdikleriyle hükmet" (Bu surenin 49. ayeti arası) ayetlerinin arası telif edilmiş olmaktadır. Bu da Şa­fiî'nin görüşüdür. Bir görüşe göre birinci ayet-i kerime ikinci ayet-i kerime ile nes-holmuştur. Bu da İbni Abbas, Hasan-ı Basri, Mücâhid ve İkrime'nin görüşüdür.

Şayet aralarında hüküm vermekten yüz çevirecek olursan zarar ve düş­manlıklarının sana bir kötülüğü dokunmaz. Seni koruyan, insanlara karşı seni muhafaza edecek olan Allah'tır. Bu cümleden maksat ise, Hz. Peygamberin bi­rinden birini tercih etmekte muhayyer kılındığı iki hususun durumunu açıkla­maktır. Onlar ise ancak recm yerine sopa vurmak gibi daha hafif ve daha kolay olana talip olduklarından dolayı onun hükmüne başvuruyorlardı. Onlardan yüz çevirmesi halinde ise kızarlar, hatta ona eziyet vermeye çalıştıkları da olurdu. Böylelikle Yüce Allah onların Hz. Peygambere düşmanlıklarının her­hangi bir zararının dokunmayacağını beyan etmektedir.

Eğer aralarında hükmedecek olursan emrolunduğun adaletle hükmet. Çünkü Allah adil olanları sever. Adalet, Kur'an-ı Kerim ve İslâm'ın yoludur: İs­ter Müslümanlar arasında olsun, ister düşmanlar arasında.

Hem zina edenlerin durumunda olduğu gibi onlar nasıl senin hükmüne başvuruyorlar ki? Zira yanlarında Tevrat vardır ve o Tevrat'ta Allah'ın şeriati; bulunmaktadır. Sonra da bunun ardından senin hükmünden yüz çeviriyor, bı­rakıp gidiyorlar. Bunlar katiyyen müminlerden olamazlar veya onlar iddia et­tikleri gibi kendi kitaplarına iman eden kimseler değildirler.

Bu ayet-i kerime kendi kitaplarının hükmünden yüz çevirip batıl olduğu­na inandıkları kimsenin hükmüne başvurdukları halde onun hükmünden de yüz çevirmelerinin hayret edilecek bir hal olduğunu ifade etmektedir.[128]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Bu ayet-i kerimeler Yahudilerin Resulullah (s.a.)'m hükmüne başvurduk­larını, onun da aralarında Tevrat gereğince hüküm verdiğini, bu hususta da İb-ni Suriyâ denilen kişinin sözüne dayandığını, Yahudilerin şahitliklerini dinle­yip ona göre uygulama yaptığını, muhsan olmak için Müslüman olmanın şart olmadığını göstermektedir.

Zimmet ehli olan kimseler imama (İslâm devlet başkanına) davalarını ge­tirecek olurlarsa, şayet hakkında başvuruda bulundukları dava öldürmek, haksızlık, gasp ve buna benzer suçlara dair bir haksızlığı ilgilendiriyor ise aralarında hükmeder ve böyle bir zulümden onları alıkoyardı. Bu konuda gö­rüş ayrılığı yoktur. Eğer hakkında başvuruda bulundukları dava bu kabilden değilse imam aralarında hüküm vermekle vermemek arasında -Malik ve Şa­fiî'ye göre- muhayyerdir. Çünkü Yüce Allah: "Sana gelirlerse ister aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir." buyurmaktadır. Bu da muhayyerlik husu­sunda açık bir nastır. Şu kadar var ki, İmam Mâlik, onlardan yüz çevirmenin evlâ olduğu görüşündedir. Şayet aralarında hüküm verecek olursa İslâmın hükmüyle hükmeder. Şafiî, hadler hususunda aralarında hüküm vermez, der­ken Ebu Hanife, durum ne olursa olsun aralarında hüküm verir, demektedir. Çünkü Yüce Allah:"\& aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" (Maide, 5/49) buyurmaktadır.

Yine ayet-i kerime, başkasının hükmüne başvurmanın (tahkim) caiz oldu­ğunun delilidir. Malik şöyle der: Bir kimse bir diğerinin hükmüne başvuracak olursa, o hükmü verenin hükmü geçerlidir. Eğer o hüküm bir hakime götürüle­cek olursa, o da o hükmü geçerli kabul eder, bunun zulüm olması hali ise bun­dan müstesnadır. Sahnûn ise, onun doğru olduğunu görürse geçerli kabul eder, der. İbnül-Arabî şöyle der: Bu hak talebinde bulunanı ilgilendiren malî hakla­ra dair konularda böyledir. Hadleri ilgilendiren hususlarda ise sultandan baş­kasının hükmüne başvurulamaz. Bu konudaki kıstas da şudur: Karşılıklı ola­rak iki hasmın birbirinden hak talep ettiği her bir davada başkasının hükmü­nü istemek (tahkim) caizdir ve bu hususta hükmüne başvurulanın (tahkîm edi­lenin) verdiği hüküm geçerlidir. [129]

Şafiî şöyle der: Tahkim caiz olmakla birlikte, verilen hüküm bağlayıcı de­ğildir, o bir fetvadır. Çünkü herhangi bir insan vali ve hakimlerin önüne geçi-rilemez. Herhangi bir insan da bu hakkı (velayeti) böylelerinin elinden ala­maz.

Ayet-i kerimenin zahiri ise, hükmüne başvurulan kimsenin hüküm verdiği hususta hükmünün geçerli olacağını göstermektedir. Yahudiler Resulullah (s.a.)'m hükmüne başvurmuş ve onun hükmü de o kimseler hakkında geçerli olmuştu. [130]

İlâhî hükümleri tahrif edenlerin cezası ise, recmi inkâr ettikleri vakit rezil edilmeleriyle dünya hayatında bir rüsvalık, ahirette ise zelil kılınıp oldukça büyük bir azaba uğratılmaktır.

"Yalana kulak verici olanlar... haram ve rüşveti boyuna yerler." ayet-i ke­rimesi Yahudilerin yalana çokça kulak verdiklerini, haram malları çokça ye­diklerini göstermektedir. Hüküm verirken rüşvet almak, kâhinin ücreti, fahi­şenin aldığı ücret ve buna benzer zikrolunan başka şeyler, haram ücretler­dendir.

Rüşvet her şeyde haramdır. Rüşvet bazan hüküm vermekte yahut mahke­meleşmek halinde de söz konusu olur. Rüşvet, veren için de alan için de haram­dır. Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Allah rüşvet verene de rüşvet alana da ikisi arasında aracılık yapana da lanet buyurmuştur." [131] Çünkü hakim eğer onun hakkı olan şeyi lehine hükme bağlayacak olursa fasık olur. Çünkü onun lehine dilediği şekilde hüküm vermek karşılığında rüşveti kabul etmiştir. Eğer batıl ile hüküm verecek olursa yine fasık olur; bu da hem rüşveti alıp hem de batıl ile hüküm verdiğinden dolayıdır.

Rüşvet bazan hüküm veya yargı dışındaki alanlarda da olabilir. Meselâ, hakime üzerindeki zulmü kaldırması için verilebilir. Böyle bir rüşvet, veren için haram olmamakla birlikte, alan için haramdır. Nitekim el-Hasen şöyle de­miştir: "Kişinin kendi ırzını koruyacağı kadarıyla malından bir şeyler ödeme­sinde bir beis yoktur." İbni Mes'ud da Habeşistan'da bulunduğu sırada iki di­nar kadar rüşvet vermiş ve: "Günah ödeyene değil, alanadır." demiştir.

"Sana gelirlerse ister aralarında hükmet..." ayet-i kerimesi, zimmet ehli arasında değil de andlaşmalı kimseler arasında hüküm vermekteki muhayyer­liği göstermektedir. Resulullah (s.a.), Medine'ye geldiğinde Yahudilerle andlaş-ma yapmıştı. Kâfirler eğer zimmet ehli değillerse bizim aralarında hüküm ver­memiz vacip değildir. Aksine dilediğimiz takdirde aralarında hüküm vermemiz caiz olur. Zimmet ehli ise davalarını bizim mahkemelere getirdikleri takdirde aralarında hüküm vermemiz icap eder mi?

Bu konuda el-Mehdevî şöyle der: İlim adamları hakimin Müslüman ve zimmî arasında hüküm vermekle mükellef olduğunu icma ile kabul ederlerken, iki zimmî arasında hüküm vermesi hakkında farklı kanaatlere sahiptirler.

Resulullah (s.a.) Yahudiler arasında Hz. Musa'nın şeriatıyla hüküm ver­miştir. Şu kadar var ki bu, ona bu hususta hadlerin indirilmesinden önce ol­muştu. Yüce Allah'ın dinini kemale erdirdirdiği ve şeriatın son şeklini aldığı bu dönemde ise, hükmüne başvurulan herhangi bir kimsenin İslâm hükümlerin­den başkasıyla hüküm vermesi caiz değildir.

Dikkat edilecek olursa, kâfirlerin hadlere dair sözleri ile bu husustaki şa­hitlikleri icma ile makbul değildir; fakat Resulullah (s.a.) bunu onları bağlı bu­lundukları gereğince amel ettikleri hususta bağlamak üzere, bağlayıcı hükmü ifade etmek üzere yapmıştır.

Cumhur, zimmînin şahitliğinin reddedileceği kanaatindedir. Çünkü o şa­hitliğe ehil bir kimse değildir. Zimminin Müslüman hakkında da kâfir hakkın­da da şahitliği kabul olunmaz. Tabiînden ve başkalarından bir topluluk ise Müslüman bulunmadığı takdirde zimmîlerin şahitliğini kabul etmiştir.

"Resulullah (s.a.) onların şahitliği gereğince hükmetmiş ve zina edenleri recmetmiştir?" denilecek olursa buna şöyle cevap verilir: O haklarında İsrailo-ğullarının uygulama yaptığı şekle göre, Tevrat'ın hükmü olduğunu bildiği bir şeyi uygulamaya geçirmiş, onun gereğince amel etmeye mecbur etmiştir. Bu da onlara karşı delili ortaya koyup bu delilin bağlayıcı olmasını sağlamak, onların tahrif ve tağyirlerini açıkça ortaya koymak içindi. Bu durumda Hz. Peygamber onlar hakkında bir hakim değil, bir uygulayıcıydı.

Aynı şekilde ayet-i kerime, başka bir takım ayet-i kerimelerde de belirtil­diği gibi, bir kısım Yahudilerin -hepsinin değil- Tevrat'taki ifadeleri hakikat ol­mayan bir şekilde tahrif ettiklerini ortaya koymaktadır. Yani onlar Tevrat'ı an­layıp Allah'ın o kelimeleri nereye koyduğunu bildikten sonra, uygun olmadık şekilde tevil ettiler. Allah hükümlerini açıkladıktan sonra tevilleriyle bunu de­ğiştirdiler. Meselâ muhsan bir kimsenin zina etmesi halinde recmedileceği yer­de, Allah'ın hükmü değiştirilerek kırk sopa vurulması gibi.

"Allah kimin fitneye düşmesini isterse..." ayeti de şunu ifade eder: Allah ki­min dünyada sapıtmasını, ahirette de cezalandırılmasını dilerse. Şu kadar var ki sapmak da Allah'ın meşieti ile olur ve Yüce Allah kâfirin İslama girmesini irade etmemiştir. Onun kalbini şirk ve şüpheden anndırmamıştır. Eğer Allah bunu yapsaydı, o kişi de iman ederdi. Yine Allah, müminlerin kalplerini onlara sevap olmak üzere temizlediği gibi, kâfirlerin kalplerini de üzerlerindeki küfür mühründen temizlemeyi irade buyurmamıştır [132]

Malik, Şafiî ve başkaları ayet-i kerimenin sair hükümlerde muhkem ve sa­bit olduğunu, mensuh olmadığnı, hakimin muhayyer olduğunu ve Müslüman­larla belirli bir süre antlaşması bulunan muahidlere hakkında olduğu görüşündedirler. Hakimin aralarında hükmetmesi vacip değildir. Aksine o, bu hususta muhayyerdir. Müslüman hakimin, kendisine başvurmaları halinde zimmet ehli aralarında hükmetmesi icabeder. Fakat Malik, Ebu Hanife ve Muhammed b. el-Hasen'in görüşüne göre zimmîlere zina haddi uygulanmaz. Şafiî ve Ebu Yu­suf un görüşüne göre ise eğer bizim hükümlerimize razı olarak gelecek olurlar­sa, onlara had uygulanır.

Ebu Hanife, Nehaî ve Ömer b. Abdulaziz de ayet-i kerimede sözü geçen muhayyerliğin Yüce Allah'ın: "Aralarında Allah'ın indirdikleri ile hükmet" buyruğu ile nesh olduğunu ve Hakim'in zimmet ehli arasında hükmetmekle yükümlü olduğunu kabul ederler. Bu, aynı zamanda İbni Abbas, el-Hasen ve İkrime'nin de görüşüdür. Mücahid şöyle der: Maide suresinde sadece iki ayet-i kerime nesh olmuştur: "İster aralarında hükmet, ister onlardan yüz çevir." buy­ruğunu: "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" buyruğu, "Allah'ın şeairini helâl kılmayın..." (Maide, 5/2) buyruğunu ise, "Müşrikleri bulduğunuz yerde öl­dürünüz." (Tevbe, 9/5) ayeti nesh etmiştir.

Fahrüddin er-Razî şöyle der: Hanefîlerden bir kesim şu: "Nasıl olur da se­ni hakem yapıyorlar..." ayetini Tevrat'ın hükmü ile bizden öncekilerin şeriati-nin nesh olunmadığı sürece bizim için de bağlayıcı olduğuna delil göstermişler­dir. Ancak bu zayıf bir görüştür. Durum böyle olsaydı ondan hüküm verme ta­lebinin vücubu hususunda Tevrat'ın hükmünün Kur'an'm hükmü gibi olması gerekirdi. Fakat şeriat ona (Tevrat'a) bakmayı yasaklamıştır. Aksine bu özel emirden maksat recmdir, çünkü onlar Hz. Peygamber'in hükmüne başvurmak­la bu hususta ruhsat yoluna gitmek istemişlerdi. [133]

 

Tevrat Bir Hidayet Ve Bir Nurdur; Kısas Şer'ı Bir Hüküm Olarak Tevrat'ta Vardı Ve Hıristiyanlar Da Onun Hükmüyle Hükmetmekle Mükellefti

 

44- Doğrusu Tevrat'ı Biz indirdik. On­da hidayet ve nur vardır. Kendilerini Allah'a teslim etmiş peygamberler, Rabbanilerle bilginler de Allah'ın Kita­bını korumaları istendiğinden Yahudi­lere onunla hükmederlerdi. Hepsi de ona şahit idiler. Artık insanlardan kor-kamayın da Ben'den korkun ve ayetle­rimi az bir değerle değiştirmeyin. Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.

45- Orada onlara yazdık ki: Muhakkak can cana, göz göze, burun buruna, ku­lak kulağa, diş dişe karşılıktır. Yarala­malara da kısas vardır. Kim onu bağış­larsa artık o, kendisi için bir kefaret olur. Kim Allah'ın indirdiği ile hük­metmezse işte onlar zalimlerin ta ken­dileridir.

46- Onların izinden Meryem oğlu İsa'yı kendinden önce indirdiğimiz Tevrat'ı doğrulayıcı olarak gönderdik ve ona İncil'i verdik. Onda hidayet ve nur var­dır. Kendinden önceki Tevrat'ı doğru­layıcı, hidayet ve takva sahipleri için bir öğüt olarak.

47- İncil ehli, Allah'ın onda indirdikle-riyle hükmetsinler. Kim de Allah'ın in­dirdiği ile hükmetmezse işte onlar fa-sıkların ta kendileridir.

 

İ'râb:

 

"Kendilerini Allah'a teslim etmiş Peygamberler."'buyruğunda "kendilerini... teslim etmiş" ifadesi peygamberlere övgü olmak üzere bir sıfattır. Yoksa vasfe-dilen ile başkası arasındaki farkı belirtmek için gelen bir sıfat değildir. Çünkü peygamberlerin kendilerini Allah'a teslim etmemiş olmaları ihtimali yoktur. [134]

 

Belagat:

 

"Artık insanlardan korkmayın..." buyruğu gaib zamirden muhatab zamire iltifat yoluyla Yahudi âlimlerine bir hitaptır. [135]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Teurat"-. Hz. Musa'ya indirilen "kitaMır. "Onda hidayet" "hüküm, ve müİK.eue-fiyetlerin açıklanması suretiyle sapıklıktan doğruya bir iletme "ve nur vardır." Bundan kasıt da Allah'ın tevhidinin esaslarıyla nübüvvete dair hususların açık-lanmasıdır. "Kendilerini Allah'a teslim etmiş" Allah'ın buyruklarına bağlanmış "peygamberler" İsrailoğulları arasından peygamber olanlar, "Rabbaniler" Bun­lardan kasıt ise insanların ve hayatın durumlarını basiretle bilen, hikmetle tak­dir eden ilim adamları olup rabbani, Rabbe mensup olan kimse demektir. Rab ise, mülkiyeti altında bulunan her şeyin işlerini çekip çeviren yaratıcı, insanları ilim ile terbiye eden demektir, 'bilginler' demek olan ahbar kelimesi salih, mutta­ki ve fakih kimse demektir. Habr kelimesinin çoğuludur. Bu da sözü güzelleştir­me ve güzel ifade etme yolunu iyi bilen bilgin demektir. "Allah'ın Kitabını koru­maları istendiğinden" Allah'ın Kitabını değiştirilmeye karşı korumaları istendi­ğinde "Yahudilere onunla hükmederlerdi."

Ey Yahudiler! Sizin bildiğiniz Muhammed (s.a.)'in nitelikleri ile recm ve buna benzer şeyleri açıklamak hususunda "insanlardan korkmayın da" bunları gizlemek hususunda "benden korkun. Ve ayetlerimi az bir değerle değiştirme­yin" Onları gizleme karşılığında alacağınız dünyalıktan az bir değer karşılığın­da değiştirmeyin.

"Onlara orada" Tevrat'ta "yazdık ki" farz kıldık ki. Üzerlerine yazılan ise kısastır. Bu hüküm her ne kadar onlara farz olarak yazılmış idiyse de, bi­zim şeriatimizde de kabul edilmiştir. "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmez­se" kısas ve diğer hükümlerde "işte onlar kâfirlerin ta kendileridir" Onu inkâr eden kâfirdir. "Zalimlerin ta kendileridir": Allah'ın şeriatine muhalefet dola­yısıyla zulüm ve haksızlıkta aşırıya gitmiş olanlardır. "Fasıkların ta kendile­ridir. ": İman ve Allah'a itaatin dışına çıkan, dinin hükümlerini çiğneyen kim­selerdir.

"Onların izinden Meryemoğlu İsa'yı... gönderdik": İsa'yı onların izinden gi­den, onlara tabi olan bir peygamber kıldık. Yüce Allah'ın, "Ve ondan sonra onun ardınca peygamberler gönderdik." (Bakara, 2/87) buyruğunda olduğu gibi. [136]

 

Nüzul Sebebi

 

"Doğrusu Tevrat'ı Biz indirdik." Ayet-i kerimesi recme dair Tevrat'ın hük­münü değiştiren Yahudiler hakkında nazil olmuştur. Onlar daha önceden de geçtiği gibi recm yerine sopa vurmayı ve yüze kara çalmayı uydurmuşlardı.

Müslim, el-Berâ b. Azib'den Resulullah (s.a.)'ın Yahudi bir erkek ve kadını recmettiğini sonra da şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Kim Allah'ın in­dirdiği ile hükmetmezse işte onlar kâfirlerin ta kendileridir; kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar zalimlerin ta kendileridir; kim Allah'ın indir-dikleriyle hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir." el-Berâ "Bu ayet­lerin hepsi de kâfirler hakkında nazil olmuştur." [137] demiştir. [138]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah, Yahudilerin, Tevrat'ın recme dair hükmünden yüz çevirip Pey­gamberden (s.a.) de daha hafif ve daha kolay olan hükmü istemelerini tenkit ettikten sonra, burada Tevrat'ın ihtiva ettiği İsrailoğulları'nı hidayete iletmesi ve dinin hükümlerini yeterince açıklaması hususunu söz konusu etmektedir. Bu ayet-i kerimede Yüce Allah, kitaplarında bulunan recm gibi hükümleri in­kâr ettiklerine dikkat çekmekte, onları da daha önce geçmiş ilim adamlarına ve kendilerine gönderilmiş peygamberlere muhalefetleri dolayısıyla azarla­maktadır. [139]

 

Açıklaması

 

Bizler Tevrat'ı Kelimullah olan Musa'ya, hidayeti kapsayan bir şekilde in­dirdik. Yani gerekli hükümleri ve mükellefiyetleri açıklayan o kitap, bir nurdu; Allah'ın birliğini nübüvvet ve ahirete dair inançların esaslarını açıklayan bir nur. İşte biz Tevrat'ı kendilerini Allah'a teslim etmiş, ona dinlerini halis kılmış ve İsrailoğulları arasında gönderilmiş olan peygamberlerin kendisiyle hükmet­tiği bir şeriat ve bir kanun olmak üzere indirdik.

İbnül Enbârî şöyle der: Burada geçen "kendilerini Allah'a teslim etmiş" sı­fatı peygamberlere övgü olmak üzere bir sıfattır. Yoksa vasfedileni başkasın­dan ayırdetmek üzere zikredilmiş sıfat anlamında değildir. Zira "peygamber­lerin Müslüman olmayan kimseler, Allah'a teslim olmamış kimseler olmaları ihtimali yoktur. Bu Yahudi ve Hristiyanlara bir red; peygamberlerin, ileri sür­dükleri gibi Yahudi ya da Hristiyan olmakla nitelendirilen kimseler olmayıp aksine Allah'a teslim olmuş, onun hükümlerine bağlanmış kimseler olduklarını vurgulayan bir ifadedir.

"Yahudilere", yani peygamberler, Tevrat ile Yahudiler için ve onlar arasın­da hüküm veriyorlardı. Tevrat onlara has bir şeriattı, umumi değildi. Davud, Süleyman ve İsa (aleyhimusselâm) Tevrat ile hüküm ediyorlardı.

Yine Tevrat'la Rabbaniler ve büyük âlimler -bunlar ise Hz. Harun soyun­dan gelen salih kimselerdir- hüküm veriyorlardı. Rabbanilerden kasıt, insanla­rın yönetim; işlerinin idaresi ve menfaatlerinin çekip çevrilmesi hususlarında bilgili, hikmet sahibi, basiret sahibi kimselerdir. Ahbar'dan kasıt ise, takva ve salih ilim adamlarıdır[140]. İşte bunlar peygamberlerin bulunmadığı zamanlarda yahut da peygamberlerin var olmaları halinde peygamberlerin izniyle Tevrat'la hükmediyorlardı. Çünkü Allah'ın Kitab'ından bellemiş oldukları bunu gerektir­mekteydi. Yani Allah'ın Kitab'ından elde ettikleri, kendilerine emanet olunan bilgiler sebebiyle böyle yapmalıydılar. Ayrıca Yüce Allah ilim adamlarından ki­tabını iki bakımdan korumalarına dair söz almıştır: Kitabı kalplerinde ezberle­mek, dilleriyle tedris etmek (okumak), hükümlerini zayi etmemek ve sert hü­kümlerini de ihmal etmemek.

Taberî şöyle der: Rabbaniler, ilim adamları, insanların siyasetini basiret ve hikmetle bilen, işlerinin nasıl tedbir edileceğini, çekip çevirileceğini, menfa­atlerinin nasıl ayakta tutulacağını bilen kimseler demektir. Ahbâr ise "habr"ın çoğulu olup "ilim adamları" demektir. Habr ise bir şeyi oldukça sağlam bir şe­kilde bilen kimse anlamındadır. [141]

"Hepsi de ona şahit idiler." Yani salih ilim adamları Yüce Allah'ın Kitab'ını her türlü değişiklik ve tahriften koruyan şahitler, gözetleyicüer idiler. Onun Rablerinden gelen hak olduğuna tanıklık ederlerdi. Tevrat'ta recm hükmünün varlığına ve Resulullah (s.a.)'m nitelikleri ile geleceği müjdesinin gizlendiğine şahitlikte bulunan Abdullah b. Selâm gibi.

Daha sonra Yüce Allah, Yahudilerden Kur"an-ı Kerim'in nüzul çağında ya­şayıp da Tevrat'ın hükümlerini gizleyen ve değişikliklerde bulunan Yahudi li­derlerine, bizzat kendileri arasından kendilerine karşı şahitler getirdikten son­ra, şöylece hitap etmektedir: "Artık insanlardan korkmayın da benden korkun." Yani durum belirtilen şekilde olduğuna göre, ey Kur'an'a çağdaş olan Yahudi âlimleri! İnsanlardan korkup peygamberin niteliği ve geleceği müjdesi kabilin­den olan hakkı gizlemeye kalkışmayın. Çabucak gelip geçecek dünyevî menfa­ate umut bağlayarak böyle bir şey yapmayın. Allah'tan korkun da benim Kitabı­mı tahrife kalkışmayın. Bu tahrif sonucu onlar hakkında uygulanması gereken hadleri ıskat etmeyin. Korku umuttan daha etkileyici olduğundan dolayı Yüce Allah önce onu zikrederek: "Artık insanlardan korkmayın..." buyurmaktadır.

Daha sonra fayda elde etme yolundaki umut ve beklentilerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Ve ayetlerimi az bir değerle değiştirmeyin." Be­nim ayet ve hükümlerimi insanlardan alacağınız rüşvet, mal yahut mevkiye, li­derliğe vs. tamah etmek veya başkalarının rızasını elde etmek gibi oldukça de­ğersiz, gelip geçici bir menfaat karşılığında değiştirmeyin. Çünkü dünya metaı pek az ve geçicidir. Aldığınız rüşvet kalıcılığı olmayan haram bir yiyecektir. O bakımdan onu alıp dininizi, ebedi sevabı kaybetmeyin. Zira nasıl olur da sizler gelip geçen azıcık bir şeyi, ebedi ve çok şey karşılığında kabul edebilirsiniz?

Recm yerine sopa vurmayı ve yüze kara çalmayı kabul etmek, Peygamber (s.a.)'in niteliklerini gizleyip bu nitelikleri başka bir kimse hakkında açıklayıp yorumlamak, öldürülmüş bazı kimseler hakkında tam bir diyet, diğer bazıları hakkında da yarım bir diyet hükmünü vermek ve kısası terketmek yoluyla Al­lah'ın indirdiğinden başkasıyla hükmedenler var ya, işte onlar, hakkı gizleyen kâfirler, haksızlık yapan zalimler, Allah'ın hududu dışına çıkan fasıklardır. On­ların nitelikleri bunlardır. Yüce Allah onları aşağılayarak, Allah'ın ayetlerine zulmedip ondan başkasıyla da hükmeden isyanda ve küfürde aşırıya gidenler olarak nitelendirdi. İbni Abbas (r.a.)'tan kâfirlerin, zalimlerin ve fasıklarm Ki­tap Ehli olduklarını söylediğine dair rivayet gelmiştir. İşte bu, muhsan kimse­nin zinası ve saldırgan katile kısas uygulanması gibi Tevrat'ın hükümlerini tahrif eden Yahudilerin tehdit edilmesi maksadına yönelik, oldukça ağır bir ni­telendirmedir. Onlar böyle yaptıkları için Tevrat'a da Kur'an'a da iman etme­yen kâfirler oldular.

İbni Cerîr et-Taberî, Salih'in şöyle dediğini nakletmektedir: "Maide süre­sindeki: "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse..." şeklindeki üç ayet-i keri­mede Müslümanlarla alâkalı bir taraf yoktur. Bunlar kâfirler hakkındadır" [142] er-Razî şöyle der: Ancak böyle bir görüş zayıftır. Çünkü muteber olan lafzın umumiliğidir, sebebin hususi oluşu değildir. Daha sonra İkrime'den: "Kim Al­lah'ın indirdiği ile hükmetmezse...''den bu buyruklarla ilgili şöyle söylediğini nakletmektedir: Bu buyruklar kalbiyle inkâr edip diliyle reddedenleri kapsar. Kalbiyle bunun Allah'ın hükmü olduğunu bilip diliyle de Allah'ın hükmü oldu­ğunu ikrar etmekle beraber, bunun zıddını yaparsa böyle bir kimse Allah'ın in­dirdiği ile hükmeden, ama bu hükmü terkeden bir kişidir. Dolayısıyla böyle bi­risinin bu ayet-i kerimenin kapsamına girmesi gerekmez. Daha sonra er-Razî: "İşte doğru cevap budur, doğrusunu en iyi bilen Allah'tır." [143] der.

Özetle, Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hükmetmeyi helâl kılan ile kal­biyle Allah'ın hükmünü kabul edip diliyle de onu reddeden kimse hakkında tekfir söz konusudur. Kâfir olan böyle birisidir. Ancak Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyen ve bu konuda hata edip günah işleyen kimse kusurlu hareket eden fasık bir kimsedir. Allah'ın indirdiğinden başkasıyla hükmedilmesini rıza ile karşıladığından dolayı sorumlu olacaktır.

Yahudiler, Nadir oğulları'na mensup bir kimsenin diyetini, Kurayza oğul-ları'na mensup olanm diyetinden daha fazla miktarda belirleyip Nadir oğulla-rı'ndan olanın Kurayza oğulları'ndan olana karşılık öldürülmesini, yani ona kı­sas uygulanmasını kabul etmeyerek, hem Tevrat'ın hükmüne hem de bu konu­da kendisine soru sormaları üzerine Allah Rasulünün verdiği hükme muhale­fet etmeleri dolayısıyla bu ayet-i kerime kısası teşrî etmek gayesiyle nazil oldu: "Orada onlara yazdık ki..."

Yani biz Tevrat'ta kısasta eşitliği ve misillemeyi farz kıldık. Cana karşılık can öldürülür, göze karşılık göz çıkartılır, buruna karşılık burun kesilir, kulağa karşılık kulak kesilir, dişe karşılık diş sökülür; yaralamalarda kısas cereyan eder. Yani bu yaralamalarda güç yettiği miktarda eşitliğe itibar edilir.

O halde ayet-i kerime kısasın sözü geçen bütün bu hususlarda cereyan et­tiğine delâlet etmektedir. Ebu Hanife Müslümanm zimmîye karşı öldürüleceği görüşünü kabul ederken, cumhur Müslümanm zimmîye karşı öldürülmeyeceği­ni söylemektedir. Çünkü ayet-i kerime bizden öncekilerin şeriatidir. Bu ise Şa-fiîlere göre bize şeriat olmaz. Zira Resulullah (s.a.) Ahmed, Tirmizî ve İbni Ma-ce'nin Abdullah b. Amr'dan yaptıkları rivayete göre şöyle buyurmuştur: "Müs­lüman kâfire karşılık öldürülmez." Yüce Allah'ın: "Göz göze... karşılıktır" buy­ruğundan kasıt, herhangi bir haksızlık ve haddi aşmak söz konusu olmaksızın, caninin fiiline benzer bir fiili ona uygulamaktır. Eğer caninin sağ gözü varsa, mağdurun çıkardığı sağ gözüne karşılık o gözü alınır, fakat sağ göze karşılık sol göz çıkartılmaz. İsterse kendisinde kısas uygulanacak kimse buna razı ol­sun. Bu hüküm, kasdi olması halinde böyledir. Hata halinde ise tek bir gözün çıkartılmasında yarım diyet, iki gözün çıkartılmasında ise tam bir diyet vardır. Bir gözü görmeyen bir kimse sağlıklı bir kişinin gözünü çıkartacak olursa, Ebu Hanife ile Şafiî: Yüce Allah'ın: "Göz göze... karşılıktır" buyruğundaki umumi ifadeyi esas alarak ona kısas uygulanacağı görüşündedirler. İbnü'l-Arabî der ki: Kur'an-ı Kerim'in umumi ifadesini kabul etmek evlâdır ve Yüce Allah nezdinde bu daha bir eşlemdir. Mâlik ise şöyle der: Dilerse kısas uygulanmasını ister, dilerse de (bir gözü görmeyenden) tam bir diyet alır. Çünkü deliller tearuz ettiği (birbiriy­le çatıştığı) takdirde kendisine karşı suç işlenen kişi muhayyer bırakılır.

Ahmed şöyle der: Bu durumda tek gözü görmeyene kısas uygulanmaz, ona tam bir diyet ödemek düşer. Çünkü bir gözü görmeyene kısas uygulanacak olursa, görmenin belli bir bölümü karşılığında bir diğerinin bütün görmesi alınmış olur, bu ise eşitlik değildir.

Aynı şekilde burun, kulak ve dişte de kasıt olması halinde, diğer azalara kı­sas uygulandığı gibi kısas uygulanır. Dil hakkında ilim adamlarının çoğunluğu yirmi sekiz harften konuşamadığı miktar kadar diyet alacağını söylemişlerdir. Eğer tamamen konuşamayacak hale gelirse, diyetin tamamını öder. Dilsizin dili­nin kesilmesi halinde ise hükümet-i adi (âdil bilir kişilerin takdiri) söz konusudur.

Yaralamalar konusunda, eşitlik sağlamanın mümkün olduğu eller, ayaklar ve meselâ, kafada kemiği ortaya çıkartan ve murdiha diye bilinen miktarları tespit edilebilen yaralarda kısas uygulanır; et ve kaslardaki bir zedelenme ya­hut göğüs kafesinde bir kemiğin kırılması gibi kısasın mümkün olmadığı hal­lerde ise, hükümet-i adlin takdiri söz konusudur. Yani bunda hakimin bilir ki­şiler aracılığı ile takdir edeceği tazminatın ödenmesi gerekir.

Bütün bunlar saldırganlık ve kasıt halinde böyledir. Hata yoluyla suç iş­lenmesi halinde ise ya diyetin tamamı ya bir bölümü yahut da mahkemece tak­dir edilecek tazminat ödenir.

Daha sonra Yüce Allah, insanî faktöre işaret etmektedir ki, bu da af, bağışla­ma ve hoşgörüdür. Yüce Allah, "Kim onu bağışlarsa artık o kendisi için kefaret olur." buyurmaktadır. Yani kim kısastaki hakkını sadaka olarak bağışlar ve suç işleyeni affederse, onun bu sadaka olarak bağışlaması ona bir kefaret olur. Allah ona karşılık günahlarını örter ve onu affeder: "Affetmeniz takvaya daha yakın olandır." (Bakara, 2/237) Taberânî, Ubâde b. es-Sâmit (r.a)'den Resulullah (s.a.)'ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Her kim cesedinden herhangi bir şeyi tasadduk edecek olursa, ona tasadduk ettiği kadarı verilir." Bu hasen bir hadistir.

Her kim insanlar arasında adalet ve eşitlik esası üzere yükselen kısasa dair Allah'ın indirdiklerinden yüz çevirecek olursa, o kendilerine de başkaları­na da zulmeden, haddi aşan, Allah'ın hadlerini çiğneyen ve herhangi bir şeyi olması gereken yere koymayan zalimlerden olur.

Burada şöyle bir soru sorulabilir: Küfür zulümden daha büyük, zulüm de ondan daha az önemli olduğu halde küfürden sonra zulmün söz konusu edil­mesinin faydası nedir? Cevap: Küfür, Yüce Yaratıcıya karşı bir kusurdur. Zu­lüm ise kişinin kendisine karşı bir kusurdur.[144]

Daha sonra Yüce Allah Tevrat'ın İsrailoğulları'nm şeriatı olduğunu beyan ederek buyurmaktadır ki: Biz İsraioğulları peygamberlerinin ardından Meryemoğlu İsa'yı gönderdik. O, Yahudilere gönderilmiş son peygamberdir. Kendisin­den önce gönderilmiş olan Tevrat'ı sözüyle, ameliyle tasdik eden bir peygam­berdi. Yani Tevrat'ın Allah tarafından gönderilmiş bir kitap olduğunu ikrar et­tiği gibi, Tevrat gereğince amel etmenin gerekli ve hak olduğunu ifade ederdi. İncil'e aykırı olmayan bütün hususlarda Tevrat gereğince amel ederdi. Hz. İsa (a.s.) demiştir ki: "Ben namusu (Tevrat şeriatını) nakzetmek için gelmedim, fa­kat tamamlamak yahut eksikliğini gidermek için geldim." Yani ona bazı hüküm ve öğütleri ilave etmek için gönderildim.

Bundan dolayı Yüce Allah Hristiyanlara şunu emretmektedir: "İncil ehli Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler." (Maide, 5/47) Bu ayet-i kerimede ise şöyle demektedir: "Ve ona İncil'i verdik, onda hidayet ve nur vardır." Yani biz ona İncil'i verdik, İncil'de amelî hükümlere ileten bir hidayet, akidenin esaslarını gösteren bir aydınlık vardır: Tevhid gibi, şirk ve putperestliğin red­dedilmesi gibi. İncil'de, Kur'an-ı Kerim gibi Tevrat'ı doğrulayan bir kitaptır. Yüce Allah İncil'i hidayete götüren, takva sahipleri için öğüt veren bir kitap kılmıştır. Çünkü ondan yararlanabilecek kimseler bunlardır.

Dikkat edilecek olursa: "Kendinden önceki., ni doğrulayıcı" cümlesinin bir­birinden farklı iki anlam için tekrar edildiği görülecektir. Birincisi Hz. Mesih'in Tevrat'ı doğrulaması, ikincisi ise İncil'in Tevrat'ı doğrulamasıdır.

"Hidayet" kelimesinin tekrarından kasıt, birincisinde şer'î hüküm, şeriat ve mükellefiyetlerin açıklanması; nurdan kasıt da tevhid, nübüvvet ve meadın (öldükten sonra dirilişin, ahiretin) açıklanmasıdır. İkinci olarak ondan gözeti­len maksat ise şudur: İncil gayet açık bir şekilde Hz. Muhammed (s.a.)'in pey­gamberliğine delâlet etmektedir. O bakımdan o, insanların İslâm risaletine hi­dayet bulmalarının sebebidir. Zira İncil, son peygamber, "en büyük Fariklit" olan Muhammed (s.a.)'in gelişinin müjdesini de ihtiva etmektedir.

İncil'in takva sahiplerine öğüt olma özelliğine gelince: İncil oldukça vurgu­layıcı ve beliğ bir takım öğütleri ihtiva etmektedir. Bunların takva sahiplerine has olması ise, bunlardan yararlanacak kimselerin bunlar oluşundan dolayıdır. Yüce Allah'ın Kur"an-ı Kerim'e dair: "O takva sahipleri için bir hidayettir." (Ba­kara, 2/2) buyruğunda olduğu gibi [145]

İncil'in özelliklerinin açıklanmasından sonra Yüce Allah, İncil ile amel et­meyi: "İncil ehli Allah'ın onda indirdikleriyle hükmetsinler." diye emretmekte­dir. Hristiyanlar Allah'ın İncil'de indirmiş olduğu hükümler gereğince amel et­sinler. Nitekim Yüce Allah, Tevrat ehli hakkında: "Orada onlara yazdık ki" bu­yurmaktadır. Kur'an-ı Kerim'in nüzulünden sonra İncil'de bulunanlar gereğin­ce hükmedilmesi emrinin verilmesinden maksat, onların İncil'de bulunan hü­kümleri tahrif etmekten, değişikliğe uğratmaktan uzak durmalarının istenme­si, Yahudilerin Tevrat'ın hükümlerini gizlemek suretiyle yaptıklarının benzeri­ni yapmamalarıdır.

"Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendile­ridir." Yani Allah'ın hüküm ve şeriatının dışına çıkan inatçı kimselerdir.

"Kâfirler, zalimler ve fasıklar"ın vasıfları aynı mıdır, yoksa birbirinden farklı mıdır? Kimi müfessirler bu üç sıfatı da aynı mevsufa ait kabul ederken, İbni Abbas bunları Kitap Ehli (Yahudi ve Hristiyanlar) hakkında özelleştir­mektedir. Evlâ olan ise şöyle demektir: Kim Allah'ın hükmünü red ve inkâr ederse, o kimse kâfirdir. Bununla birlikte kim o hüküm gereğince hükmetme-yip bununla birlikte Allah'ın hükmünü terkettiğini ikrar ediyor, onun hükmü olduğunu kabul ederek bunu yapıyorsa o kişi de zalim ve fasıktır. [146]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususlara delildir:

1- Tahrif edilmemiş, aslî şekliyle Tevrat'ta Yahudiler için bir hidayet ve bir nur vardır. O Tevrat ile Peygamberler (İsrailoğulları'nm peygamberleri) ile Rabbaniler ve ilim adamları hükmederdi. Rabbaniler, insanları ilme dayalı ola­rak idare edip yöneten ve onları terbiye eden kimselerdir. Alimler (ahbâr) ise, herhangi bir şeyi gerek kavrayış gerek anlayışları itibariyle sapasağlam idrak eden ve bunu insanlara gayet güzel şekilde açıklayan ilim adamlarıdır.

2- Asıl İncil'de de bir hidayet ve bir nur vardır. Tevrat'ı doğrulayıcıdır. Takva sahipleri için hidayet ve öğüttür.

3- Tevrat ve İncil'in söz konusu edilmesinden maksat, Yahudi ve Hristi-yanların değişiklik ve tahriften uzak durmalarını sağlamaktır. Bunlarda yer almış olan hükümler hususunda kusurlu hareketlerden sakındırmak ve her iki Kitabın da usul ve temel hükümler noktasında Kur'an ile birleştiklerini açıkla­maktır. Bunlar ise Kur'an-ı Kerim'e ve son peygamber Muhammed (s.a.)'e, bü­tün semavî risaletlerin sonuncusunu teşkil eden onun risaletine iman etmeyi gerektirir.

4- Kısas hükmü Hz. Musa'nın şeriatında sabit olduğu gibi, Muhammed (s.a.)'in şeriatında da sabittir ve kabul edilmiştir. Ebu Hanife ve Şafiîler şöyle der: Burun veya el yaralanır ya da kesilir, sonra da bu kişi öldürülecek olursa bunu yapana aynı şey yapılır. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Orada onlara yazdık ki: Muhakkak can cana, göz göze... karşılıktır." O halde, o kimse­den suç yoluyla aldığı şeylerin aynısı alınır ve ona yaptığı şeylerin aynısı yapı­lır. Malikîler ise şöyle der: Eğer bunu yaparken maksadı ona müsle yapmaksa, ona aynısı yapılır. Şayet bu onunla dövüşmesi yahut itişmesi esnasında olmuş­sa kılıçla öldürülür.

5- Şafiîlerin dışında kalan cumhur: "Doğrusu Tevrat'ı biz indirdik. Onda hidayet ve nur vardır." ayetini bizden öncekilerin şeriatinin bizim için de bağla­yıcı olduğuna delil göstermişlerdir. Ancak önceki şeriatın neshedilmiş olduğu­na dair delilin ortaya konulması hali müstesnadır. Çünkü Yüce Allah, "Onda hidayet ve nur vardır." buyurmaktadır. Maksat ise şeriatın usul ve füruunu açıklamaktır. Eğer Tevrat neshedilmiş ve hükmü bütünüyle gayri muteber ol­muş olsaydı, onda hidayet ve nur bulunmazdı.

6- Haricîler Yüce Allah'ın, "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse işte on­lar kâfirlerin ta kendileridir." buyruğunu şu görüşlerine delil göstermişlerdir: Allah'a asi olan herkes kâfirdir. Haricîler devamla derler ki: İşte bu ayet-i keri­me, Allah'ın indirdiklerinden başkasıyla hükmeden herkesin kâfir olacağına dair gayet açık bir ifade taşımaktadır. Günah işleyen herkes de aynı şekilde Al­lah'ın indirdiğinden başkasıyla hüküm vermiş demektir.

Ehl-i sünnetin cumhuru da buna şöylece cevap vermektedir: Bu ayet-i ke­rime kalp ve diliyle inkâr eden kimseleri kapsamaktadır. Kalbiyle tanıyıp diliy­le onun Allah'ın hükmü olduğunu ikrar eden kimse ise, ona zıd düşecek bir şey yapması halinde Yüce Allah'ın indirdikleriyle hükmeden bir kimsedir, fakat bu hükmü terkeden bir kimsedir.

7- Yüce Allah'ın, "Kim onu bağışlarsa artık o kendisi için bir kefaret olur." buyruğunda af, bağışlama ve müsamahaya bir teşvik vardır. Çünkü bu şekilde davranmak öfkeyi gidermeyi insan canını imkânlar ölçüsünde korumayı sağlar. Peygamber (s.a.)'in Ahmed, Müslim ve Tirmizî'nin Ebu Hureyre'den naklen yaptıkları rivayete göre, Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "Allah affetmekten dolayı kulun izzetinden başka bir şeyini artırmaz."

8- Allah'ın indirdiklerini inkâr eden bir kimse kâfir olur. Allah'ın indirdiği­ni ikrar etmekle birlikte gereğince hükmetmeyen bir kimse zalim ve fasıktır. İbni Cerîr et-Taberî ise ayet-i kerime ile kastolunanlarm Kitap Ehli olduğunu yahut da Allah'ın Kitab'ında indirilmiş olan hükmünü red ve inkâr edenler ol­duğu görüşünü tercih etmiştir.[147]

 

Kur'an Şeriatî İle Hükmetmek

 

48- Sana da kendinden önceki kitapla­rı doğrulayıcı ve üzerlerine şahit ola­rak bu Kitabı hak ile indirdik. O halde aralarında Allah'ın indirdiği ile hük­met. Sana gelmiş olan hakkı bırakıp onların hevalarına uyma. Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik. Şayet Allah dileseydi sizi bir tek ümmet yapardı. Lâkin sizi verdiği ile denemek istedi. Öyleyse hayırlarda ya­rışın. Hepinizin dönüşü Allah'adır; size ayrılığa düştüğünüz şeyleri bildirecek­tir.

49- Ve aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet. Onların hevalarına uyma! Al­lah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın. Eğer yüz çevirirlerse bil ki, bir kısım günah­ları yüzünden Allah onları cezalandır­mak istiyor. Gerçekten insanların bir çoğu fasıklardır.

50-  Onlar cahiliye hükmünü mü isti­yorlar? Ama yakîne sahip bir kavim için Allah'tan daha iyi kim hüküm ve­rebilir!

 

Belagat:

 

"Öyleyse hayırlarda yarışın", yani hayır işleri yapmakta elinizi çabuk tu­tun. Burada kendilerini hayrı izhar etmek için birbiriyle yarışanlara benzetti­ğinden dolayı istiare vardır. Çünkü onların her birisi maksat olan gayeye ula­şabilmek için yarışta diğer arkadaşını geçmek ister.

"Onlar Cahiliye hükmünü mü istiyorlar?" buyruğundaki istifham (soru), inkârîdir. [148]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Üzerlerine şahit (müheymin) olarak bu Kitabı indirdik.": Kendisinden ön­ce inmiş diğer kitapları gözetleyici ve koruyucu, ayrıca o kitapların leh ya da aleyhine sıhhat ve sebatları bakımından şahitlik edicidir. "Sizden": Ey ümmet­ler! "her biriniz için bir şeriat" Şeriat, Allah'ın kulları için teşri buyurduğu din, nizam ve hükümlerinin adıdır, "ve bir yol", yani insanların dinde izleyecekleri devamlı ve açık bir yol "tayin ettik". Bunun bizlerin, bizden öncekilerin şeriatle-ri ile ibadet etmemizin istenmediğine delil olduğu da söylenmiştir. "Şayet dile-seydi sizi bir tek ümmet yapardı." Tek bir şeriat üzerinde ittifak eden bir cema­at yahut herhangi bir farklılığı bulunmayan aynı din ve aynı ümmet mensubu yapardı: "Lakin sizi verdiği ile denemek istedi." Fakat O, her çağa göre farklı şeriatlerle yükümlü tuttu ve bu hususta sizi denemek istedi. Böylelikle sizin bunların durum ve zamanlara göre farklılık gösteren bir takım maslahatlar ol­duğuna inanıp itaatle boyun eğen, Yüce Allah'ın bunların farklı oluşlarından yalnızca hikmetin gereğini gözettiğini kabul eden ve itaatle bu şeriatler gere­ğince amel eden kimseler mi olacaksınız yoksa şüphelere tabi olup davranışla­rınızda aşırılığa kaçan kimseler mi olacaksınız, ortaya çıkarsın diye böyle yap­mıştır.

"Öyleyse hayırlarda yarışın." Elinizi hayır işlemekte çabuk tutun, birbiri-nizle yansın. "Hepinizin dönüşü Allah'adır." Bu hayırlarda yarışmanın gerek­çesini belirtmek anlamında yeni bir cümledir. "Size ayrılığa düştüğünüz şeyleri bildirecektir." Din ile ilgili anlaşmazlığa düştüğünüz hususları bildirecek ve sizden her birinize ameliyle karşılık verecektir.

"Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni vazgeçirmelerinden sakın" ki, ondan seni saptırmasınlar yahut seni haktan batıla doğru çekmesinler. "Eğer yüz çevirirlerse" Allah'ın indirilmiş olan hükümlerinden yüz çevirip baş­ka bir hükmü isteyecek olurlarsa " bil ki bir kısım günahları yüzünden Allah onları cezalandırmak istiyor." Dünyada Allah'ın hükmünden yüz çevirip ona muhalif olan hükmü istemek şeklindeki günahları sebebiyle dünyada onları ce­zalandırmak istiyor. Böylelikle Yüce Allah onların günahlarının bir bölümünü, cezalandırılmalarına sebep olan günahları olarak zikretmiştir. Ayrıca onların sayıca pek çok günahlarının olduğunu kastetmiştir. Bu günah ise büyüklüğüne rağmen onların bir kısmı ve bir tanesidir. Bu şekilde müphem bırakması ise, Allah'ın hükmünden yüz çevirmenin ne kadar büyük olduğunu ortaya koymak ve bu günahı işlemekte aşırılıklarını ifade etmek içindir.

"Gerçekten insanların çoğu fasıklardır." Küfürde aşırı giden ve alabildiğine isyankâr davrananlardır. Yani Allah'ın hükmünden yüz çevirmek büyük bir is­yankârlık ve küfürde haddi aşmaktır. "Yakîne sahip bir kavim için Allah'tan daha iyi kim hüküm verebilir." Onlar, Allah'tan daha adil ve hükmü Allah'tan daha güzel kimse olmadığına kesin olarak inanırlar. [149]

 

Nüzul Sebebi

 

"Ve aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" ayetinin nüzulü ile ilgili ola­rak İbni İshâk, İbni Abbas'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Ka'b b. Esid, Abdullah b. Suriye ve Şâs b. Kays: "Haydi Muhammed'e gidelim, belki onu dininden çevirebiliriz" deyip yanına vardılar ve: "Ey Muhammed!" dediler. "Sen de biliyorsun ki bizler Yahudilerin ileri gelen ilim adamları, eşrafı ve efendile­riyiz. Bizler sana tabi olacak olursak, Yahudiler de bize tabi olurlar, bize mu­halefet etmezler. Fakat bizimle kavmimiz arasında bir anlaşmazlık vardır. O bakımdan onlarla senin huzurunda mahkemeleşmek istiyoruz. Sen de onlar aleyhine ve bizim lehimize hüküm vereceksin. O vakit biz de sana iman ede­riz." Hz. Peygamber ise bunu kabul etmedi, onlar hakkında: "Ve aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, onların nevalarına uyma!" buyruğundan itiba­ren "... daha iyi kim hüküm verebilir?" buyruğuna kadar olan ayetler nazil ol­du.

"Onlar cahiliye hükmünü mü istiyorlar?" buyruğunda Zemahşerî'nin de dediği gibi iki vecih vardır:

1- Kurayza oğulları ile Nadîr oğulları Hz. Peygamberden cahiliye ehlinin hükmettikleri şekilde maktuller arasında üstünlüğü esas alacak şekilde hü­küm vermesini istediler. Resulullah (s.a.)'ın onlara: "Maktuller arasında fark yoktur" dediği rivayet edilmektedir. Bunun üzerine Nadîr oğulları: "Biz buna razı olmayız" deyince bu ayet-i kerime nazil olmuştur.

2- İkincisi ise bu Yahudilere Kitab Ehli ve ilim ehli oldukları halde heva olup kitaptan sadır olmayan bir cehil yani Yüce Allah'tan bir vahye raci olma­yan, bir heva olan cahiliye dininin hükmünü aradıkları için bir ayıplamadır.

el-Hasen'den nakledildiğine göre bu buyruklar, Allah'ın hükmünden baş­kasını arayan herkes hakkında umumidir. Hüküm ise iki türlüdür: Birisi bile­rek hüküm vermektir ki, bu da Allah'ın hükmüdür, diğeri ise bilgisizce hüküm vermektir; bu da şeytanın hükmüdür.

Tavus'a çocuklarından birisini diğerine üstün tutan bir kişi hakkında soru sormaları üzerine o da bu ayet-i kerimeyi okumuştu. [150]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah, kelimi Hz. Musa'ya indirmiş olduğu Tevrat'ı, kelimesi Hz. İsa'ya indirmiş olduğu İncil'i söz konusu ettikten ve onlarda bulunan hidayet ve nuru zikredip uyulmaya elverişli oldukları dönemde onlara tabi olmayı em­rettikten sonra, kulu ve kerim Rasulüne indirmiş olduğu Kur'an-ı Kerim'i söz konusu etmeye başladı; onun kendisinden önceki kitaplar arasındaki mevkiini açıkladı. Ayrıca burada ilâhi hikmetin, zamana ve duruma göre insanlığı hida­yete ulaştırmak için indirilen şeriatlerin ve yolların birden çok olmasını gerek­tirdiğini açıklamaktadır. [151]

 

Açıklaması

 

Ey peygamber! Biz sana kendisiyle dini tamamladığımız, Allah tarafından geldiği hususunda hiç bir şüphe bulunmayan, hakkı ve doğruyu kapsayan Kur'an-ı Kerim'i indirdik: "Ona batıl önünden de ardından da gelmez." (Fussilet, 41/42) Ku/an'ı kendisinden önce indirilmiş bulunan Tevrat ve İncil gibi ki­tapları doğrulayıcı ve destekleyici olmak üzere indirdik. Ayrıca kendisinden ön­ceki kitaplar da Kur'an-ı Kerim'den söz etmekte, onu övmekte, bu Kitabın Al­lah tarafından kulu ve Rasulü Muhammed (s.a.)'e indirileceğini bildirmekte; bütün bu kitapların Allah tarafından geldiğini, Musa'nın ve İsa'nın Allah'ın gönderdiği iki peygamber olduğunu, Allah'a karşı yalan iftira edip uydurma­dıklarını bildirmektedir. Asıl sizler ve atalarınız kitabı tahrif ettiniz ve size ve­rilenlerin bir çoğunu unuttunuz.

Kur'an-ı Kerim aynı zamanda kendisinden önce indirilmiş kitaplara karşı bir hakim, onlarda nazil olan buyruklar hakkında bir şahittir. Yine önceki ki­tapların aslî hallerinde doğru ve sabit hallerinde doğru ve sabit olduklarına ta­nıklık etmekte, bunların gerçek durumlarını ve sonradan karşı karşıya kaldık­ları unutma, tahrif ve tebdili de açıklamaktadır.

İbni Abbas, İbni Cüreyc ve başkaları: "Şahit olarak" buyruğu hakkında şöyle demişlerdir: Kur'an-ı Kerim kendisinden önceki kitaplara karşı hem emin hem de mutemen (kendisine güvenilen)dir. Kitap Ehli kendi kitaplarında yer alan herhangi bir hususu size haber verdiklerinde eğer Kur'an-ı Kerim'de var­sa onu tasdik ediniz, yoksa yalanlayınız. [152]

Kur'an-ı Kerim'in durumu ve konumu bu olduğuna göre, o halde ey Mu­hammed ve aynı şekilde hüküm verecek olan her bir kişi, gerek Kitap Ehli ara­sında gerekse bütün insanlar arasında Allah'ın sana bu kitapta indirmiş bu­lunduğu hükümlerle hükmet. Kitap Ehli'ne indirilenlerle değil. Çünkü senin şeriatın onların şeriatlerini neshetmiştir.

Sen bu Kitab-ı Azimde bulunan hükümlerle ve senden önceki peygamber­lere indirilmiş bulunup senin şeriatinde de nesholunmamış ve senin için de ge­çerli kıldığı hükümlerle hükmet. Onların nevalarına, kendi aralarında anlaşa­rak belirledikleri görüşlerine tabi olma! Allah'ın sana emretmiş bulunduğu haktan saparak başka tarafa yönelerek bu cahil ve bedbahtların nevalarına doğru gitme. Onların recm, kısas, Muhammed (s.a.)'in müjdesi ve benzeri hu­suslardaki tahrif ve değişikliklerine iltifat etme.

Daha sonra Yüce Allah, konuyu bir daha ele alarak şöyle buyurmaktadır: "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik." Yani biz her bir ümmet için hükümlerini uygulamayı farz kıldığımız bir şeriat ile izlemelerini aynı şe­kilde farz kıldığımız, açık ve seçik bir yol tayin ettik. Her ne kadar bütün bu şeriatler dinin esaslarını teşkil eden Allah'ın tevhidi ve yalnızca ona ibadet edilmesi, ahlâk ve faziletlere dair esas noktalarda ittifak halinde iseler de bu toplumların durumlarının, insan karakterinin, istidatlarının ve gelişen zama­nın gereklerine göredir.

Alûsî: "Sizden her biriniz için bir şeriat... tayin ettik." buyruğu hakkında şöyle demektedir: Bu, Kitap Ehli'nden Hz. Peygamberin çağdaşı olan kimseleri, onun Allah'ın üzerine indirmiş olduğu hak gereğince verdiği hükme tabi olma­ya itmek için yeniden ele alınmış bir cümledir. Bu da onun tabi olduğu hakkın bizzat kendilerinin yerine getirmekle yükümlü bulundukları ve kitaplarında yer alan hakkın aynısı olduğunu açıklamak suretiyle beyan etmektedir. Çünkü onların yerine getirmekle yükümlü oldukları şey, neshten önce geçmiş bulunan hükümlerdir. Bu buyruktaki hitap ise -müfessirlerden bir topluluğun da belirt­tikleri gibi- bütün insanlara yöneliktir. Bu hem hitap esnasında varolan, hem de -tağlib yoluyla- geçmişteki insanlara yöneliktir.

Bizler gerek halihazırdaki ümmetler, gerek geçmiş ümmetlerin her birisi için o ümmete has bir şeriat ve bir yol belirlemişizdir. Hemen hemen hiç bir ümmet kendine ait bir şeriat gönderilmeden bırakılmamıştır. Hz. Musa'nın peygamber olarak gönderilişinden, Hz. İsa'nın gönderilişine kadar bulunan ümmetin şeriatı ise Tevrat'ta bulunan hükümlerdir. Hz. İsa'nın peygamber ola­rak gönderilişinden Hz. Muhammed'in gönderildiği zamana kadarki ümmetin şeriatı ise İncil'de bulunan hükümlerdir. Muhammed (s.a.)'in gönderilişi anın­dan Kıyamet gününe kadar bütün yeryüzündeki ümmetlerin Allah nezdinde makbul olacak biricik şeriatleri ise, yalnızca Kur*an-ı Kerim'de bulunanlardır, başkası değildir. O halde siz de ona iman ediniz ve onda bulunanlar gereğince amel ediniz.[153] Çünkü Muhammed peygamberlerin sonuncusudur, o Allah'ın bütün insanlara gönderdiği rasulüdür. Onun şeriatı bütün şeriatlerin en kâmili ve en yeterli olanıdır. Getirdiği Kur'an-ı Kerim, insanlık için herhangi bir deği­şiklik ve herhangi bir tebdil söz konusu olmaksızın kalmış biricik kitaptır. Bu Kitap kafî bir şekilde sabit olmuş ve sübutunda en ufak bir şüphe ve tereddüt olmayan bir kitaptır. Örfe göre şeriat, peygamberlerin farklılığı ile farklılık gösteren amelî hükümlerdir. Sonradan gelen her bir şeriat, önceki şeriatı nesh eder. Din ise peygamberlerin değişmesi ile değişikliğe uğramayan sabit esasla­rı ifade eder.

Daha sonra Yüce Allah, bütün ümmetlere hitap etmekte ve üstün kudreti­ni haber vermektedir: Şayet o dileseydi bütün insanları tek bir din ve tek bir şeriat etrafında toplardı. Bunun hiç bir bölümünü nesh etmezdi. Fakat Yüce Allah her bir rasule başlı başına bir şeriat teslim etmiştir. Zira tek bir şeriat bütün çağlara ve insanlara elverişli olmayabilir. Bu da onların ilerilik ve aklî olgunluk bakımından farklı farklı oluşları dolayısıyladır. Ne zaman ki insanlık, artık bu farklılıkların azalıp birbirlerine yaklaştıkları bir vakte geldi, o vakit onlara tek bir şeriat indirdi. Onun değişik şeriatleri indirmesindeki hedef ise, kullarını kendileri için gönderdiği şeriatler ile denemektir. Ta ki, itaatkârı or­taya çıkartıp ona sevap ve mükâfat versin; yaptıkları veya yapmayı kararlaş­tırdıkları ile de isyankâr olanı cezalandırsın.

Daha sonra Yüce Allah, bütün insanları hayırlarda yarışmaya ve hayır iş­lemek için ellerini çabuk tutmaya teşvik ederek şöyle buyurmaktadır: "Öyleyse hayırlardı yarışın..." yani itaatlere doğru birbirinizle yansın ve bu hususta elinizi çabuk tutunuz. Allah'a itaat ve kendisinden önceki şeriatleri neshedici kıl­mış olduğu şeriatine ittiba hususunda birbirinizle yarışın. İndirdiği son kitap olan Kur"an-ı Kerim adındaki kitabını da kesin bir şekilde tasdik edin, doğrula-yın. Bütün bunlar ise, sizin hasrınıza ve sizin faydanızadır. İlâhî lütuf ve rızayı elde etmek içindir. Ey insanlar! Sizin dönüşünüz Allah'ın huzurunadır. Kıya­met gününde onun huzuruna döneceksiniz. Allah, size hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz gerçeği haber verecek, hakkı inkâr eden, yalanlayan, herhangi bir delil ve belgeye dayalı olmaksızın onu bırakıp başkasına yönelen kâfirleri de azaplandıracaktır.

Sonra Yüce Allah, daha önce geçen Allah'ın indirdikleriyle hükmetme em­rini pekiştirerek şöyle buyurmaktadır: "Ve aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet...", yani biz seni sana indirilen hükme uymakla yükümlü tuttuk. Sakın inatçıların nevalarına uyma. Düşmanın olan Yahudilerin seni haktan saptır­malarına, sana bildirdikleri hususlarda hakkı örtüp gizlemelerine karşı dik­katli ol: Onlara aldanma, çünkü onlar çok yalancı ve çok haindirler. Yüce Al­lah'ın, "Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından..." buyruğunun anlamı ise, Allah'ın sana indirdiklerinin tamamından seni vazgeçirmelerinden sakın, de­mektir. Çünkü Arapçada bazan "bir kısım" kelimesi tamamı anlamına kullanı­lır. İbnül-Arabî der ki: Doğrusu buradaki "bazı=bir kısmı" tabiri bu ayet-i keri­mede bu anlamı ile kullanıldığı ve bununla kastedilenin recm olduğudur.

Şayet onlar aralarında hüküm verdiğin haktan yüz çevirip Allah'ın şeri­atına muhalefet ederlerse, aldırma onlara. Şunu da bil ki, böyle bir şey Yüce Allah'ın kudretiyle olmaktadır. Bu hususta onların bu davranışlanndaki hik­meti ise, onları hidayetten uzaklaştırmaktır. Buna sebep de saptırılmalarını, ibretli bir şekilde cezalandırılmalarını gerektiren geçmişteki günahlarıdır. Al­lah onları, ahiretten önce bir takım günahları sebebiyle dünyada azaplandır-mayı dilemektedir. Bu günahları ise Allah'ın hüküm ve şeriatından ve senin verdiğin hükümlerden yüz çevirmektir. Yahudilerin sözlerinde durmamaları sebebiyle bu azap tahakkuk etmiştir. O bakımdan Peygamber (s.a.) Nadir oğul­larını Medine'den sürmüş, Kurayza oğullarım da öldürmüştür.

Bunlar geri kalan pek çok günahları dolayısıyla ahiret yurdunda oldukça acıklı bir azap ile cezalandırılacaklardır.

Ve şüphesiz insanların bir çoğu fasıklardır, yani küfürde ayak diretenler ve hakka muhalefet eden, ondan uzaklaşan, şeriatin, dinin ve akim sınırlarının dı­şına çıkanlardır. Bununla Resulullah (s.a.)'ın -onlara getirmiş olduğu hakkı ka­bul etmeyişlerine karşı- teselli ve gönlünün hoş edilmesi söz konusudur.

Daha sonra Yüce Allah, kabilelerinin farklılığına göre maktuller arasında ayırım gözetilmesini isteyen, Kitab Ehli olmalarına rağmen cahiliye dönemin­deki arzularının hakim kılınmasını isteyen Yahudileri tenkit ederek, onlara ve benzerlerine şu inkâri (yani davranışlarını reddetmek anlamına yönelik) soru­yu yöneltmektedir: "Onlar cahiliye hükmünü mü istiyorlar..." Gerçek, adaletli ve doğru olmakla birlikte, Allah'ın indirmiş olduğuna uygun olarak verdiği hükmünü kabul etmekten yüz çevirip bundan sonra da zulüm, haksızlık ve hevaya dayalı cahiliye hükmünü mü istiyorlar? Böyle bir soru, hem bir azardır, hem durumlarının hayret edilecek bir hal olduğunu ifade etmektedir; ayrıca her türlü hayrı kapsayan Allah'ın hükmünün dışına çıkıp onun dışında kalan görüş ve hevalara yönelen kimselerin bu durumlarını red ve inkârdır. Nitekim cahiliye mensupları da kendi sapık görüş ve serserice hevalarına dayanarak or­taya koydukları sapıklık ve bilgisizliklere dayalı olarak hüküm veriyorlardı. İş­te onlar gibi davrananların tutumları da bu soru ile reddedilmektedir.

Ayet-i kerimedeki bu hitap ile bu soru, bu taaccüb ve bu inkâr, dinin haki­katine kesin olarak inanan, Allah'ın şeriatına itaatle boyun eğen ve Allah'tan daha adil, hükmü ondan daha güzel bir kimse bulunmadığını idrak eden bir kavme yöneliktir.

Kurtubî bunu tefsir ederken şöyle demektedir: Kesin olarak inanan bir topluluğa göre ise hükmü Allah'tan başka güzel hiç bir kimse olamaz. [154]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- Kur'an-ı Kerim ile ondan önce indirilmiş bulunan Tevrat ve İncil gibi ki­taplar arasında gayet açık bir şekilde ortak noktalarda birleştiren bir takım köprüler vardır. Çünkü bu kitapların hepsi hidayet ve nur olmakla vasfedilmiş-tir. Bu kitapların bir araya geldikleri yönler ise Allah'ın tevhidi, rububiyeti, peygamberlik ve meadın (öldükten sonra dirilişin) ispatı gibi itikadı esaslar ile, Yüce Allah'a ibadet, oruç, namaz ve zekât gibi teşriî hükümlerin esaslarında, emanet, doğruluk, zinanın, hırsızlığın ve namus ile alâkalı suçların haram kı­lınması gibi ahlâk ve faziletlerin temel esaslarındadır. Bütün bunlar ise Hz. Musa ve İsa'ya indirilmiş asıl Tevrat ve İncil'de vardı.

Şu kadar var ki, Kur'an-ı Kerim, her ne kadar sözü geçen şeriat ve dinin esaslarında bu kitapları doğrulayan ve destekleyen bir kitap ise de, onlar üze­rinde bir hakim ve o kitaplarda bulunanlar konusunda bir şahittir. Onlarda yer alıp Kur'an-ı Kerim ile çatışan herhangi bir hüküm ile amel edilemez.

2- Zimmet ehli olan kimseler, İslâm mahkemelerine başvuracak olurlarsa, aralarında İslâm şeriatıyla hükmetmek icabeder; geçmiş herhangi bir şeriate göre değil. Çünkü: "Vfe aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet" buyruğu bunu gerektirmektedir. Denildiğine göre bu daha önce gelen: "Aralarında ister hük­me, ister onlardan yüz çevir." (Maide, 5/4) şeklindeki muhayyer bırakmayı nesh etmektedir. Cumhurun görüşü budur. Şafiîler ise şöyle derler: İki ayet-i kerime arasında bir tearuz (çatışma) söz konusu değildir, neshe gitmeye gerek yoktur; çünkü birinci ayet-i kerime antlaşmalılar hakkında, ikincisi ise zimmî-ler hakkındadır.

3- Resulullah (s.a.) ve her bir Müslüman için Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de açıklamış olduğu hakkı ve hükümleri beyanı gereğince hükmetmeyi terketmek, haramdır ve yasaklanmıştır.

4- Allah bütün halkları, ümmetleri ve cemaatleri tek bir ümmet yapmaya, onları tek bir din üzre tutmaya, tek bir akideye ve tek bir şeriate sahip kılma­ya kadirdir. Nitekim önceleri hak üzere idiler. Fakat ilâhî hikmet, denemek için şeriatlerin farklı olmasını gerektirmiştir.

5- İtaatlere çabucak yönelmek, hayır işlerinde yarışmak, salih ve muttaki kimselerin alâmetidir. Yüce Allah'ın, "Öyleyse hayırlarda yarışın." buyruğu farz amellerin öncelikle ve erken işlenmesinin onları sonraya bırakmaktan da­ha faziletli olduğuna delildir. Bütün ibadetlerde bunun böyle olduğu hususun­da görüş ayrılığı yoktur. Tek ayrılığın olduğu husus, namazın ilk vaktinde kı­lınması ile ilgilidir. Ebu Hanife evlâ olanın namazı vakti içerisinde fakat sonra­ya bırakmak olduğu görüşündedir. Ancak ayetin genel mahiyeti onun aleyhine bir delildir.

Yine bu buyrukta yolculukta oruç tutmanın açmaktan daha uygun olduğu­na da delil vardır.

6- Yüce Allah'ın: "Seni vazgeçirmelerinden sakın." buyruğu da Resulullah (s.a.)'m unutmasının mümkün olduğuna delildir. Çünkü Yüce Allah: "vazgeçirmelerinden, fitneye düşürmelerinden" diye buyurmaktadır ki, böyle bir şey kasdî olarak değil de unutkanlıkla söz konusu olabilir.

7- Peygamber (s.a.)'in hükmünden yüz çevirmek, ondan başka tarafa yö­nelmek, dünya hayatında bir takım musibetlere sebeptir. Çünkü Yüce Allah Yahudiler hakkında: "Eğer yüz çevirirlerse belki bir kısım günahları yüzünden Allah onları cezalandırmak istiyor." diye buyurmaktadır. Yani onları sürgün edilmek, öldürülmek ve cizyeye mahkûm etmek suretiyle dünyada azaplandır-mak istemektedir. Yüce Allah'ın, "Bir kısım" diye buyurmuş olması, sadece bir kısım günahlar dolayısıyla cezalandırılmalarının, düzenlerinin aleyhlerine tah­rip edilmesi için yeterli oluşundan dolayıdır.

8- Araplar cahiliye döneminde şerefli kabul ettikleri hakkındaki hükmü alt tabakadan kabul ettikleri kimse hakkındaki hükümden farklı tespit ediyor­lardı. Yahudiler de onlar gibi yapıyorlar ve hadleri fakir ve zayıflara uygular­ken güçlü ve zenginlere uygulamıyorlardı. Bundan dolayı Yüce Allah, "Onlar cahiliye hükmünü mü istiyorlar..." buyruğu ile bu davranışlarını reddetmişir.

Cahiliye uygumalarından birisi de hibe veya bağış hususlarında çocukla­rın kimisini kimisine üstün tutmaktır. Baba böyle bir şey yapacak olursa, onun bu fiili geçerli olmaz, fesh edilir. Bu ise Hanbelîlerle Zahirîlerin görüşüdür. Bu­na gerekçe ise biraz sonra yer aldığı kaynakların da belirtileceği en-Nu'mân b. Beşîr yoluyla rivayet edilen hadis-i şerifte Hz. Peygamberin, (onun babası) Be-şîr"e söylediği şu sözlerdir: "Senin bundan başka çocuğun var mı?" Beşîr Evet, deyince Hz. Peygamber: "Onların hepsine de bunun gibi bir hibede bulundun mu?" diye sorunca, hayır, dedi. Bu sefer Hz. Peygamber: "O halde beni şahit tutma. Ben haksızlığa şahitlik etmem." buyurdu. Bir diğer rivayette ise şöyle buyurmuştur: "Ben hak olmayan bir şeye şahitlik etmem." Hanbelîlerle Zahirî­ler şöyle derler: Zulüm ve haksızlık olan bir şey batıldır, caiz değildir. Hz. Peygamberin bir başka hadiste: "Sen buna benden başkasını şahit tut." demiş ol­ması ise, şahitlikte izin vermesi anlamında değildir. Aksine bu ifade böyle bir şahitlikten alıkoymak içindir. Çünkü Hz. Peygamber bunu önce zulüm diye ad­landırmış ve bu hususta bizzat şahitlik etmeyi kabul etmemiştir. Ebu Bekir (r.a.)'in uygulaması ise Peygamber (s.a.)'in sözü ile çatışmamaktadır. Aslolan insanın kendi malında mutlak manada tasarrufta hür olduğu görüşü de hadis ile çatışmamaktadır. Bundan dolayı Hz. Peygamber, Buharî, Müslim, Muvatta, Ebu Davud, Tirmizî ve Nesaî'nin en-Nu'mân b. Beşîr'den rivayet ettikleri ha­diste şöyle buyurmak («dır: "Allah'tan korkunuz ve çocuklarınız arasında ada­letli davranınız." Şu kadar var ki, Malik, Rey sahipleri, Şafiî es-Sevrî ve Leys, Hz. Ebu Bekir es-Sıddîk'in diğer çocukları arasında yalnızca Hz. Aişe'ye hediye ve bağışta bulunup Hz. Peygamberin de en-Nu'mân b. Beşîr'den, Nesaî'nin ri­vayetine göre: Nu'man'm babası Beşîr b. Sa'd, oğlu Numan'ı getirip şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasulü, ben bu oğluma bir kölemi bağışlamış bulunuyorum, Resulullah (s.a.): "Peki bütün oğullarına böyle bir bağış verdin mi?" diye so­runca; "Hayır" dedi. Bu sefer Hz. Peygamber: "Onu geri çevir" dedi. Bir rivaye­te göre de: "Sen buna benden başkasını şahit tut." demiştir. İşte bunu caiz gö­renler buna dayandılar.

9- Allah'tan daha âdil, hükmü Allah'ın hükmünden daha güzel, hiç bir kimse olamaz. [155]

 

Yahudi Ve Hıristiyanları Dost (Veli) Edinmek

 

51- Ey iman edenler! Yahudi ve Hristi-yanları veli edinmeyin. Onlar birbirle­rinin velisidirler. Sizden her kim onla­rı veli edinirse o da onlardandır. Şüp­hesiz ki, Allah zalimler topluluğuna hi­dayet vermez.

52- Kalplerinde hastalık olanların on­lara koşuştuklarını görürsün. Derler ki: "Bize bir felâket gelmesinden kor­kuyoruz." Olur ki Allah fetih verir ve­ya katından bir emir getirir de onlar içlerinde gizlediklerinden dolayı piş­man olurlar.

53- İman edenler derler ki: "Sizinle be­raber olduklarına bütün güçleriyle Al­lah'a yemin edenler bunlar mıdır?" Amelleri boşa gitmiş ve hüsrana uğra­yanlardan olmuşlardır.

 

İ'râb:

 

"Onlara koşuştuklarını", yani onları azdırmak ve ifsad etmek için koşuş­tuklarını. Burada muzaf hazf edilmiş, muzâfun ileyh onun yerine ikame edil­miştir.

"Olur ki Allah" buyruğunda yer alan (asâ) edatı Allah hakkında kullanıl­dığında vücûb (gereklilik) ifade eder. Çünkü zat-ı kerimden bu şekilde bir ifade insanın bunu umut etmesi, arzulaması dolayısıyla vaadetmek makamındadır. [156]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Yahudi ve Hristiyanları veliler", yardımcılar, kendilerine sevgi ve dostluk beslediğiniz antlaşmaklar "edinmeyin... onlar birbirlerinin velisidirler." Çünkü küfürde birdirler. "Sizden kim onları veli edinirse o da onlardandır." Onlar ara­sından bir fert gibidir. "Şüphesiz ki Allah" kâfirleri veli edinmek suretiyle "za­limler topluluğuna hidayet vermez. Kalplerinde hastalık olanların" Şüphe ve nifak sebebiyle imanları zayıf, hastalıklı ve sahih olmayanların, "onlara koşuş­tuklarını" onları veli ve dost edinmekte ellerini çabuk tuttuklarını "görürsün.

Derler ki...": Onları veli edinmeleri dolayısıyla özür beyan etmek üzere derler ki. "Bize bir felaket" zamanla başımıza gelecek kuraklık, bozgun, mağlûbiyet gibi bir musibet "gelmesinden korkuyoruz". "Olur ki Allah fetih": Dinini üstün kılmak, ülkelerin fethedilmesini müyesser kılmak ve benzeri hususlarla pey­gamberine yardım "verir veya katından bir emir" münafıkları rezil ve rüsva edecek bir durum "getirir de içlerinde gizlediklerinden dolayı pişman oluverir­ler." İçlerinde gizledikleri şüphe ve kâfirleri veli edinmelerinden ötürü bir piş­manlık duyarlar.

"Amelleri boşa gitmiş" salih amelleri batıl olmuş "ve hüsrana uğrayanlar­dan olmuşlardır." Dünyada rezil olmakla ahirette de oldukça acıklı azap ile. [157]

 

Nüzul Sebebi

 

İbni İshâk, İbni Ebi Şeybe, İbni Cerîr, İbni Ebi Hatim ve Beyhakî, Ubâde b. es-Sâmit'in şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Kaynuka oğulları savaşınca Abdullah b. Ubeyy b. Selûl onların işleriyle ilgilendi ve onları savunmaya ko­yuldu. Ubâde b. es-Samit de Resulullah (s.a.)'m huzuruna vardı ve onlarla ant­laşmasından Allah'a ve rasulüne karşı beri olduğunu bildirdi. Ubâde b. es-Sâ-mit, Hazrec kabilesinden bir kişi îdi. Onun da Kaynuka oğullarıyla tıpkı Ab­dullah b. Ubeyy gibi antlaşması vardı. Ubâde, Resulullah (s.a.)'ın huzurunda onlarla olan antlaşmasını bozdu [158] ve kâfirlerle antlaşmasından ve onları veli edinmekten beri olduğunu ifade etti. İşte bu sebeple onun ve Abdullah b. Ubeyy'in hakkında Maide suresinde yer alan: "Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları veli edinmeyin..."buyrukları nazil olmuştur.

Atıyye b. Sa'd'dan gelen bir başka rivayette de Atiyye şöyle demektedir: Hazrec oğullarından Ubâde b. es-Sâmit Resulullah (s.a.)'m yanına gelip şöyle dedi: "Ey Allah'ın Rasulü! Benim Yahudilerden sayıları pek çok velim vardır. Yahudileri veli edinmekten vazgeçiyor, Allah'ı ve Rasulünü veli ediniyorum." Abdullah b. Ubeyy dedi ki: "Ben musibetlerden korkan bir adamım. O bakım­dan velilerimi veli edinmekten vazgeçmiyorum." Bunun üzerine Resulullah (s.a.), Abdullah b. Ubeyy'e şöyle dedi: "Habbâb'ın babası! Ubâde b. es-Sâmit'e karşı cimrilik ettiğin vazgeçmek istemediğin o şey varsın sana ait olsun. Ama onun (Ubâde) için bu olmaz." O da: O halde kabul ediyorum, dedi. Bunun üze­rine Yüce Allah: "Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları veli edinmeyin..." buyruğundan itibaren "Allah seni insanlardan korur." (Maide, 5/67) buyruğuna kadar olan ayetleri indirdi.

Sîre'de İbni İshâk, şunu zikretmektedir: Resulullah (s.a.) Medine'ye geldi­ğinde ona karşı kâfirler üç gruba ayrılmıştı: Bir kesim ile onunla savaşmamak, ona karşı kimseye yardımcı olmamak, onun aleyhine düşmanlarıyla dost olmamak üzere sulh yaptı. Bununla birlikte onlar küfürleri üzere kalacakları ancak kanlan ve mallarından yana emniyet içerisinde olacaklardı.

Diğer bir kısım ise onunla savaştı ve ona düşmanlık etti.

Bir kısım da tarafsız olarak durdular. Onunla barış da yapmadılar, savaş­madılar da. Bunun yerine işin nereye varacağını düşmanının sonunun ne olaca­ğını beklemeye koyuldular. Hakikatte ve içten içe Hz. Peygambere düşmanlık eden bu kimseler münafıklardı. Hz. Peygamber, her bir kesime karşı Allah'ın kendisine emrettiği şekilde davranışta bulundu. Medine'deki Yahudiler ile barış yaptı, kendisi ile onlar arasında bir eman kitabı (güvenlik belgesi) yazdı. Bunlar Medine çevresinde üç taife idiler: Kaynuka oğulları, Nadir oğullan ve Kurayza oğulları. Kaynuka oğulları Bedir"den sonra ona karşı savaş açtılar. Nadir oğulla­rı da bundan altı ay sonra ahitlerini bozdular. Sonra da Hendek gazasına çıktığı vakit Kurayza oğulları ahitlerini bozdular. Yahudiler arasında Peygamber (s.a.)'e en aşırı düşmanlık yapanlar bunlardı. Hz. Peygamber bunlann her bir taifesi ile ayrı ayrı savaştı ve Allah onlara karşı kendisine zafer nasip etti. Arap ve Bizans Hristiyanları da Yahudiler gibi, Hz. Peygambere karşı savaş içindeydiler. [159]

 

Açıklaması

 

Ayet-i kerimelerin muhtevası şudur: Yüce Allah mümin kullanna İslâmın ve Müslümanlann düşmanı olan Yahudi ve Hristiyanları veli edinmeyi yasak­lamakta, birbirlerinin velileri olduklannı haber vermekte, sonra da onları veli edinenleri tehdit edip korkutmaktadır.

Ey Allah'a ve peygamberine iman edenler! İslâm'ın düşmanı olan Yahudi ve Hristiyanları veli edinmeyiniz. Yani onlan Allah'a ve Rasulüne iman edenle­re karşı yardımcılar, dost ve antlaşmalılar edinmeyiniz. Sırlannızı onlara bildi­rip onların dostluklarından, sevgi yahut muhabbetlerinden yana emin olmayı­nız. Çünkü onlar asla size karşı samimi olmazlar. Gerçekte onlar birbirlerinin dostudurlar. Yani Yahudiler birbirlerinin dostu, Hıristiyanlar da birbirlerinin dostudurlar. Yahudiler size verdikleri ahitlerini bozdular. Hepsi size düşmanlık etmekte, size kin beslemekte ittifak halindedirler.

Daha sonra Yüce Allah onları veli edinenleri tehdit ederek: "Sizden her kim onları veli edinirse o da onlardandır."buyurmaktadır. Yani kim onlara yar­dım eder yahut onlardan yardım alırsa şüphe yok ki, gerçekte o onlardandır; yani onlar arasında sayılır, sanki onlar gibidir. Samimi Müslümanlar safında yer alan bir kimse değildir. Bu ise Yüce Allah'ın dinde muhalif kanadı temsil eden Yahudi ve Hristiyanlarla samimi dostluk kuran münafıklar aleyhine işi ağırlaştırması ve sıkı tutmasıdır. Çünkü Yahudi ve Hristiyanları veli edinmek beraberinde onların dinlerine razı olmayı getirir. Bu da şuna işaret etmektedir: Müslümanlarla Müslüman olmayanlar arasında dünyevî bir takım menfaatler için ilişki ve antlaşmalar, ayet-i kerimede yasaklanmamıştır.

Bu tehdidin sebebi ise şudur: Dinî hususlarda, dini ilgilendiren meseleler­de İslâm davasının ve faaliyetinin gerekleri hususunda bu gibi kimseleri veli edinip onlara yardımcı olan yahut onlardan yardım alan bir kimse, olmaması gereken yerde olup veli edinmemesi gerekenleri veli edindiğinden dolayı, kendi kendisine zulmeden bir kimsedir. Yüce Allah ise küfrü ve kâfirleri veli edin­mekten dolayı böylelerini hayra veya hakka iletmez.

Gerçek şu ki, kalplerinde şüphe, tereddüt ve münafıklık bulunan kimseler onlara süratle koşuşurlar. Yani içten içe ve zahiren de onları veli edinmek, on­lara sevgi beslemek hususunda ellerini çabuk tutarlar. Burada sözü edilenler ise Abdullah b. Ubeyy ile onun münafık cemaatidir.

Bu münafıkların İslâm düşmanlarına karşı bu şekilde dostluk beslemele­ri, kâfirlerin Müslümanlara karşı zafer elde etmelerinden korkmaları dolayısıyladır. O takdirde bunların Yahudi ve Hristiyanlar yanında kendilerini himaye etmelerine sebep teşkil edecek bir ortamı kaybetmemiş olur ve bu du­rumun faydalarını görmüş olurlar. Evet, her zaman ve mekânda kendilerini za­yıf gören münafıkların durumu budur. Onlar kendilerini desteklesinler, sıkıntı­lı zamanlarda onlara yardımcı olsunlar diye küfrün ileri gelenleri nezdinde dostluklar ve samimiyetler kurmaya çalışırlar. Vakıa şunu ispatlamıştır: Sıkın­tılı zamanlarda onları yardımsız bıraktıkları gibi, dostluklarını da basit bedel­lere satmışlardır. (Biz çağımızda meselâ, Amerika'nın, bütün ömrü boyunca Amerika'ya dost olarak yaşamış birisini nasıl yüz üstü bıraktığını gördük. Oy­sa bu devlet başkanı sürekli olarak Amerika'nın maksatlarını gerçekleştirmiş, Amerika'nın çizdiği plan doğrultusunda yol almıştı. Onu kullanan da Amerika, tüketip bitiren de Amerika oldu. Sıkıntılı ve zor durumlarda da onu yüz üstü bırakan yine Amerika'dır.) Allah'tan ve Allah'ın dinine mensup olanlardan baş­kasından yardım alan herkes ziyana duçar olmuştur.

Bundan dolayı Yüce Allah bu gibi kimselerin iddia ve yorumlarını redde­derek şöyle buyurmaktadır: Olur ki, Yüce Allah müminlere fetih ve yardım na­sip eder. Müminlerle kâfirlerin arasını ayırır: Mekke fethinde ve diğerlerinde görüldüğü gibi. Yahut da Yüce Allah kendi nezdinden bir emir getirir de bu kâ­firler hakkında insanların yapabilecekleri bir şeyleri olmaz. Nadir oğulları Ya­hudilerinin kalbine korkuyu salması ve buna benzer müminlerin kâfirlere kar­şı muzaffer kılınmaları olayı gibi. Bunun sonucunda Yahudi ve Hristiyanlan veli edinen münafıklar yaptıklarına, kendilerine hiç bir fayda sağlamadığı için, pişman oluverirler. Yaptıkları kendilerine fayda sağlayacak yerde zararın ken­disi olmuştur. Onlar daha önce gizli oldukları halde müminlerin huzurunda re­zil edilmişlerdir. Müfessirler der ki: "olur ki" buyruğu Allah hakkında kullanıl­dığında vücup ifade eder. Çünkü kerim olan bir zat bir hayır hususunda başka­sını ümitlendirecek olursa onu yerine getirir. O bakımdan bu nefsin ona taallu­ku ve onu umması dolayısıyla Allah'tan bir vaad konumundadır [160]

Böylelikle fetihten maksadın şu olduğu ortaya çıkmaktadır: Mekke'de ve diğer Arap topraklarında fetihler tahakkuk edecek, Yahudiler Hicaz, Hayber ve diğer böylgelerden sürüleceklerdir. Allah'tan gelecek olan emir ise Allah'ın düşinanlara karşı gizli bir tebliğ; Yahudilerin yerlerinden sürülmeleri yahut da Kurayza oğulları gibilerinin kahredilmeleri yahut da Nadir oğullarının başına geldiği şekilde kalplerine korku salınması ya da Yahudi ve Hristiyanlann ciz­yeye tabi kılınmaları suretiyle İslâmm hükümlerine, İslâm devletinin otoritesi­ne boyun eğdirilmeleridir.

İşte o vakit münafıkların her türlü yorumlan boşa çıkar, darmadağın olur. Yalancılıkları, iftiraları ortaya çıkar. Bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyur­maktadır: "İman edenler derler ki..." yani bazı müminler bazılarına yahut da Yahudilere derler ki: "Bunlar mıdır, muhakkak sizinle beraber olduklarına, mutlaka size, Yahudi düşmanlarına karşı size yardımcı olacaklarına dair Allah adına yemin edenler?" Sonra onların gerçek mahiyetlerini, iç yüzlerini anladı­lar ve onların düşmanlıkları ortaya çıktı. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmak­tadır: "Ve onlar muhakkak sizdendirler." diye Allah adına yemin ederler; halbu­ki onlar sizden değildir, fakat onlar korkan bir toplulukturlar." (Tevbe, 9/56) Ya­ni onlar kendilerini korumak için yahut gerçeği olmayan siyasi bir manevra ol­mak üzere Müslüman olduklarını izhar eden korkak bir topluluktur. Müminler hemen akabinde şöyle derler: "Şu münafıkların münafıkça eda ettikleri namaz, oruç, hac ve cihat gibi amelleri boşa çıkmıştır. Böylelikle bunlar dünyalarını ahirette de alacakları sevabı kaybetmiş ziyana uğramışlardır."

Müfessirler, bu ayet-i kerimelerin nüzul sebebi hususunda farklı kanaatle­re sahiptirler: es-Süddî şöyle der: Bu ayet-i kerime biri diğerine Uhud vakasın­dan sonra iki kişi hakkında nazil olmuştur. Bunlardan biri şöyle demişti: "Ben artık filân Yahudiye gideceğim ve ona sığınacağım, onunla beraber Yahudi ola­cağım. Belki herhangi bir iş veya herhangi bir olay meydana gelecek olursa bu­nun bana faydası olur." Diğeri ise şöyle demişti: "Bana da Şam'da bulunan fi­lân Hristiyanın yanına gidiyorum, ona sığınacağım ve onunla birlikte Hristi-yanlığa gireceğim." Bunun üzerine Yüce Allah "Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları veli edinmeyin..." buyruğunu ve diğer ayetleri indirdi.

İkrime, İbni Cerîr'in rivayetine göre şöyle demiştir: Bu ayet-i kerime, Ebu Lübâbe b. Abdülmünzir hakkında nazil olmuştur. Resulullah (s.a.) onu Kuray­za oğullarına gönderdiği sırada ona: "Peygamber bize ne yapacak?" diye sorma­ları üzerine kesilecekleri anlamında eliyle boğazına işaret etmişti. Denildiğine göre bu ayet-i kerime İbni Cerîr'in belirttiği ve nüzul sebebinde de nakledildiği gibi, Abdullah b. Ubeyy b. Selul hakkında nazil olmuştur. [161]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususlara delâlet etmektedir:

1- Şer"an müminlerle kâfirler arasında dinî meselelerde ve onun büyük te­mel problemlerinde dostluk, sevgi ve veli edinmek caiz değildir. Bununla birlik­te zorunlu hallerin gerektirdiği dünyevî maslahatlar sebebiyle bir takım ilişki­lerin varlığına da engel yoktur. Buna delil ise Taberî'nin Yüce Allah'ın,"Sizden her kim onları veli edinirse o da onlardandır." buyruğu hakkında söylediği şu sözlerdir: Yani kim müminleri bırakıp Yahudi ve Hristiyanları veli edinirse, şüphesiz ki, o da onlardandır. Her kim de bu Yahudi ve Hristiyanları sever, müminlere karşı onlara yardımcı olursa, o da onların dinine mensup ve onların dininden bir kimse olur. Hiç bir kimse bir başkasını onun durumuna, onun di­nine, üzerinde bulunduğu hale razı olmadığı sürece veli edinmez. Onu ve dinini beğenecek, ona razı olacak olursa bu sefer ona muhalefet eden ve onu kızdıran şeye de düşmanlık eder, böylelikle onun hükmü veli edindiği kimsenin hük­müyle aynı olur. [162]

Yüce Allah'ın, "O da onlardandır." buyruğu şunu göstermektedir: Böyle bi­risinin hükmü de onların hükmü ile aynıdır. Bu ise mürtedden Müslümana mi­ras geçmesini engellemektedir.

Veli edinmenin yasaklığı ile ilgili bu hüküm, Kıyamete kadar bakidir. Ni­tekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Zulmedenlere meyletmeyiniz o takdir­de ateş size dokunur." (Hûd, 121/113). Başka yerde de şöyle buyurmaktadır: "Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri veli edinmesinler." (Al-i İmrân, 3/118).

Şanı Yüce Allah kâfirleri veli edinen kimselerin, müminler cemaatinden ayrılmış olacağını ilân etmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Sizden her kim onları veli edinirse o da onlardandır." Çünkü o veli edindiği kimseler, Allah'a ve rasu-lüne nasıl muhalefet ettiyse, o da onlara öylece muhalefet etmiştir. Onlara düş­manlık etmek vacip olduğu gibi, böyle birisine de düşmanlık etmek vaciptir. Onlara cehennem atılmak vacip olduğu gibi, onları veli edinenlere de bu vacip olmuştur. Böylelikle o da onlardan, yani onların arkadaşlarından demektir.

2- Münafıkların taşıdıkları korkularının, kendilerini nihayette kâfirleri veli edinmeye kadar götürmesinin, Yüce Allah'ın tedbiri, desteklemesi, yardı­mı, düşmanları darmadağın etmesi, planlarını boşa çıkarması ve zelil etmesi karşısında hiçbir değeri kalmaz.

3- Müminlerin görecekleri bir şekilde münafıkların hakikatinin ortaya çık­ması. Onlar böylelikle müminlerin durumuna hayret ederler, birbirlerine şöyle diyerek: Alabildiğine sağlamlaştırılmış yeminlerle bize yardım edecekleri iddi­asında bulunanlar bunlar mıdır? Yahut da azarlamak üzere Yahudilere şöyle diyeceklerdir: Bütün kuvvetleriyle Allah'a yemin edip Muhammed'e karşı size yardım edeceklerini söyleyenler bunlar mıdır? Buna göre ayet-i kerime hem müminlerin birbirlerine bu sözü söylemiş olmaları hem de Yahudiler hakkında bunu söylemiş olmaları ihtimalini vermektedir. [163]

 

Mürtedler Ve Müslümanlara Düşmanlıkları

 

54- Ey iman edenler! İçinizden her kim dininden dönerse, Allah öyle bir kavim getirir ki, hem O onları sever hem on­lar da O'nu severler. Müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı azizdir­ler. Allah yolunda cihat ederler. Hiç bir kınayanın kınamasından korkmaz­lar. Bu, Allah'ın bir lütfudur. Onu dile­diğine verir, Allah Vasi'dir, Alîm'dir.

55- Sizin veliniz yalnız Allah, onun ra-sulü ve namaz kılan, zekât veren, rükû eden müminlerdir.

56-  Her kim Allah'ı, peygamberi, mü­minleri veli edinirse muhakkak ki, ga­lip gelecek olanlar Allah'ın Hizbidir.

 

Belagat:

 

"Müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı azizdirler." ifadeleri arasın­da tıbak vardır.

"Kınayanın kınamasından" anlamına gelen kelimelerdeki nekirelik (belir-tisizlik), mübalağa ifade etmek içindir.[164]

 

Kelime ve İbareler:

 

"İçinizden her kim dininden dönerse" İslâmdan dönerse. Dinden dönmek (irtidâd), İslâmdan küfre yahut başka herhangi bir dine dönmek yahut zekât gi­bi İslâm rükünlerinden bir rüknü açıktan açığa ve inat olmak üzere terketmek demektir. "Allah öyle bir kavim getirir ki hem O onları sever, hem onlar da O'nu severler." Hem o onlara amellerine karşılık sevap verir, hem de onlar ona karşı amellerini ihlâsla yaparlar; her bir emir ve nehiyde ona itaat ederler. "Müminle­re karşı alçakgönüllü" yani Şefkat ve atıfet göstermek demek olan zilletten alın­mış bir kelime olup müminlere karşı zillet ve alçakgönüllülük gösterecek şekil­de atıfet izhar ederler, "kâfirlere karşı azizdirler" Onlara karşı sert ve üstünlük gösteren kimselerdirler. "Hiç bir kınayanın kınamasından korkmazlar." Bir münkere karşı tepki göstermek, bir marufu emretmek veya Allah yolunda cihat etmek gibi dinin emirlerinden herhangi bir işe koyuldukları takdirde, dinlerinde sapasağlam ve salâbetlidirler. Herhangi bir kimsenin söyleyeceği söze aldırış etmezler. Herhangi bir kimsenin itirazına bakmazlar. Kendilerini tenkit edecek ve kınayacak olan bir kimsenin kınamasını da hesaba katmazlar. Oysa kâfirle­rin kınamasından korkan ve çekinen münafıklar, böyle değildir. "Bu" sözü geçen bu nitelikler, "Allah'ın bir lütfudur". "Allah": Lütfü pek çok ve geniş olan "Vâsi'dir" Bu lütfa kimin ehil olduğunu çok iyi bilen "Alîm"dir.

"Sizin veliniz yalnız Allah...tır." Sizin yardımcınız ve asıl destekleyiciniz Yüce Allah’tır. Onun dışındakilerin veli oluşu ise buna bağlıdır ve zahiren veli­dirler.

"Her kim Allah'ı, peygamberi ve müminleri veli edinirse" kim bunlara yar­dımcı olur ve dinlerini desteklerse "muhakkak ki galip gelecek olanlar, Allah'ın Hizb'idir." Hizb belirli bir iş ve belirli bir istikamet üzere toplanmış olan cemaat demektir. Hizbullah ise Allah'ın yoluna tabi olanlar, o yola uyanlar demektir. Galip gelecek olanlar ise, Allah'ın kendilerine yardım etmesi dolayısıyla zafere kavuşacak olanlar demektir. [165]

 

Nüzul Sebebi

 

Bu ayet-i kerimeler Resulullah (s.a.) döneminde irtidad eden kabileler hakkında nazil olmuştur. Bunlar şu üç kabile idi:

1- Yemen'de Müdlic oğullan ve onların yalancı peygamberlik iddiasında bulunan başkanları Esved el-Ansî. Esved, kâhin idi. Deylemli Fîruz tarafından öldürüldü.

2- Yemâme'de yalancı peygamberlik iddiasında bulunan Müseylime el-Kezzâb (yalancı Müseylime)ın kavmi olan Hanîfe oğulları. Müseylime, Resulul­lah (s.a.)'a bir mektup göndermiş ve o mektubunda Hz. Peygambere ortak oldu­ğunu belirtip toprakların kendisi ile Hz. Muhammed arasında ortak olarak iki kısma ayrıldığından söz etmişti. Peygamber (s.a.) de ona şöyle cevap yazmıştı:

"Allah Rasulü Muhammed'den yalancı Müseylime'ye. Selâm hidayete tabi olanlara. İmdi, şunu bil ki, arz Allah'ındır. O, orayı kullarından dilediğine mi­ras verir. Akıbet ise takva sahiplerinindir."

Ebu Bekr (r.a.) onunla savaşmak üzere ordu göndermişti. Esved'i, Hz. Hamza'yı öldürmüş olan Vahşî öldürdü. Vahşî şöyle derdi: "Cahiliye dönemim­de insanların hayırlısını, Müslüman olduktan sonra da insanların en kötüsünü öldürdüm."

3- Tulayha b. Huveylid komutasında Esed oğulları. Tulayha, Resulullah (s.a.)'ın hayatta olduğu sıralarda irtidad etmiş, Hz. Ebu Bekir de halifeliği sıra­sında onunla savaşmak üzere asker göndermişti. Bunun üzerine Tulayha, Şam'a kaçmış, daha sonra tekrar İslâm'a girmiş ve güzel bir şekilde İslâm'a bağlanmıştı.

Hz. Ebu Bekir döneminde de yedi kabile irtidad etmişti. Söz konusu kabi­leler şunlardır:

1- Kurrâ b. Seleme komutasında Gatafân kabilesi,

2- Uyeyne b. Hısn'm kavmi olan Fezâreliler,

3- el-Fucâe Abd Yalîl'in kavmi olan Süleym oğulları,

4- Mâlik b. Nuveyre'nin kavmi Yarbû' oğulları

5-  Müseylime'nin karısı ve kâhin olan Münzir'in kızı Secâh komutasında Temim oğulları kabilesinden bir kısmı,

6- eş-Eş'as b. Kays'm kavmi olan Kindeliler,

7- Bekr b. Vâil el-Hutam b. Zeyd oğulları.

Hz. Ömer döneminde de Gassânlı Cebele b. el-Eyhem irtidad etmiş, Hristi-yanlığa girip Şam'a kaçmıştı. Buna sebep ise şu olmuştu: Kabe'nin etrafında tavaf ettiği sırada Fezarelilerden bir kişi onun elbisesine basmıştı. Cebele ona bir tokat vurdu ve burnunu kırdı. Fezareli Cebele'yi müminlerin emiri Ömer (r.a.)'e şikayet edince, Hz. Ömer ya Fezâreli'nin affetmesi gerektiğini veya da kısas uygulayacağını bildirdi. Bunun üzerine Cebele şöyle dedi: "Ben bir kral, o ise sıradan bir insan olduğu halde bana kısas mı uygulayacaksın?" Hz. Ömer şöyle buyurdu: "İslâm aranızdaki bu farkı gidermiş, sizi birbirinize eşit yap­mıştır." Daha sonra Cebele ertesi gün için mühlet istedi ve sonra kaçıp gitti.

Böylelikle irtidad edenlerin toplamı on bir fırka veya grup olmaktadır [166]

Allah'ın kendilerini sevdiği, kendilerinin de Allah'ı sevdiği bir kavmi getir­mesine gelince: Bunlar Hz. Ebu Bekir ve onun arkadaşlarıdır. Bunların Yemen­lilerden bir topluluk olduğu söylendiği gibi, Ebu Mûsâ el-Eş'arî'nin kabilesi ol­duğu da söylenmiştir. Taberî ise ayet-i kerimenin Yemenli Ebu Mûsâ el-Eş'arî'nin kavmi hakkında nazil olduğu görüşünü tercih etmiştir. Çünkü Resu-lullah (s.a.)'m bu ayet-i kerimeyi okuduğu sırada: "İşte bunlar Ebu Musa'nın kavmidirler." diye buyurmuştu. [167]

"Sizin veliniz yalnız Allah..." ayetinin nüzul sebebine gelince: Birbirini pe­kiştiren rivayetlerin naklettiğine göre, bu ayet-i kerime, nafile namaz kıldığı bir sırada rükûda iken kendisinden bir şeyler isteyen dilenciye parmağındaki yüzüğü sadaka olarak veren Ali b. Ebî Tâlib hakkında nazil olmuştur. er-Râzî ise, bu ayet-i kerimenin Hz. Ebu Bekir'e has olduğunu tespit etmiştir. [168]

Yüce Allah'ın: "Her kim Allah'ı, peygamberi... veli edinirse" buyruğu da Yüce Allah'ın bütün kullarına Allah'ın rasulünün ve müminlerin dostluğuna razı olup Yahudilerden ve onlarla yapılan antlaşmalardan uzak kalan bütün kullarına bildirdiği bir müjdesidir. [169]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah kâfirleri veli edinmeyi yasakladıktan ve onları veli edinme hu­susunda geri durmayıp ileri geçenlerin mürted olduklarını beyan ettikten son­ra, mürtedlere muhtaç olmadığını, onun kendilerini sevdiği, kendilerinin de onu hakkı ikame etmek ve adaleti uygulamak gibi sevdiği şeyleri, diğer sevdik­leri mal, meta ve çocuklara tercih eden samimi müminleri kabule mazhar kıl­dığını zikretmektedir. [170]

 

Açıklaması

 

Ayet-i kerimeler Yüce Allah'ın mürted olanların yerine kendisinin dini ve şeriatının uygulanması için daha hayırlı olanları getirmeye kadir olduğunu be­yan etmektir. Bunların dine bağlılıkları mürtedlerden daha sağlam, daha güç­lü ve gittikleri yol itibariyle daha doğrudurlar. Nitekim Yüce Allah başka yer­lerde şöyle buyurmaktadır: "Eğer yüz çevirirseniz, sizin yerinize sizden başka bir kavmi getirir ve sonra onlar sizin gibi olmazlar." (Muhammed, 47/38); "Ey insanlar! Eğer o dilerse sizi yok eder ve başkalarını getirir." (Nisa, 4/133); "Eğer dilerse sizi yok eder ve (yerinize) yepyeni bir halk getirir (başka bir kavim yara­tır). Bu da Allah'a göre zor bir iş değildir." (İbrahim, 14/19-20)

Ey müminler! Sizden her kim hakkı bırakıp batıla döner ve gelecekte dini­ni terkedecek olursa, şunu bilsin ki, Allah onların yerine, Kur'ân-ı Kerîm'in altı sıfat ile nitelendirdiği bir başka kavim getirecektir:

1- Allah bunları sever. Yani itaatlerine karşılık en güzel şekilde mükâfat ve sevap verir, onların kadrini yüceltir, onlardan övgüyle söz eder, onlardan ra­zı olur.

2- Onun emrine tabi olmak, yasaklarından kaçınmak, ona itaat etmek, rı­zasını aramak, onun gazap ve cezasını gerektiren şeylerden uzak kalmak sure­tiyle;

3,4- Müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı da aziz (zorlu ve onur-lu)dirler. Yani müminlere karşı atifetli ve alçakgönüllüdürler, tevazu ile davra­nırlar. Kendilerine düşmanlık eden kâfirlere karşı ise sert ve zorludurlar. Bu iki nitelik, Yüce Allah'ın şu buyruklarında dile getirdiği nitelikleri andırmaktadır: "Kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler." (Feth, 48/29). Yine Yüce Allah'ın, iman izzeti hakkındaki şu buyruğu da bunu andırmaktadır: "İz­zet, ancak Allah'ın rasulünün ve müminlerindir." (Münafikun, 63/8)

5- Allah yolunda cihat ederler. Yani Allah'ın dinini ve kelimesini yükselt­mek uğrunda savaşırlar. Allah yolu ise Yüce Allah'ın rızasına götüren hakkın, hayrın, faziletin ve tevhidin, İslâm vatanının, Müslümanların ve İslâm yurdu­nun, savunulması yoludur.

6- Kınayanın kınamasından çekinmezler: Herhangi bir kimsenin kınama­sından, itiraz ve tenkidinden korkmazlar. Çünkü onlar dinlerinde salâbetlidirler. Sapasağlamdırlar. Zira onlar hakkı yerleştirmek, batılı da ortadan kaldırmak için çalışırlar. Bu özellikleriyle de antlaşmakları olan Yahudilerden kor­kan münafıkların tam zıddıdırlar.

Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bu Allah'ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir." Sözü geçen bu nitelikleri Allah dilediğine verir. Bunlar Allah'ın onları sevmesi, onların da Allah'ı sevmeleri; müminlere karşı alçakgö­nüllü, kâfirlere karşı aziz olmak; cihat etmek; kınanmaktan korkmamak vs.dir. Bütün bunlar Allah'ın lütfundandır ve Allah lütfunu dilediği kimselere verir, dilediği kimseleri bu lütfa muvaffak kılar. Allah vasidir yani lütufları pek çok­tur. Alîm'dir, yani bu lütfa kimlerin ehil ve lâyık olduğunu çok iyi bilendir. O yüce Allah, lütfü geniş ve bol olandır; kimin bunları hak etitğini ve kimin bun­dan mahrum edilmesi gerektiğini de çok iyi bilendir.

Yüce Allah, kâfirlerin veli edinilmesini yasakladıktan sonra Allah'ı, rasu-lünü ve müminleri veli edinmeyi emrederek "Sizin veliniz yalnız Allah, onun rasulü ve... müminlerdir." buyurmaktadır. Yani Yahudiler sizin velileriniz ve yardımcılarınız olamaz. Sizin veliniz ve gerçek yardımcınız ancak Allah'tır. Ay­rıca onun rasulü ve namazı dosdoğru kılan müminlerdir. Yani namazı erkân ve şartları itibariyle eksiksiz ve tam olarak eda eden, zekâtı ihlâs ve gönül hoşlu­ğu ile hak edenlere veren kimselerdir. Bunlar Allah'ın emirlerine itaatle boyun eğerler. Hiç bir şekilde sarsılmaz, sağa sola meyletmez, bundan dolayı usan­maz ve riyakârlık da göstermezler.

Allah'a iman etmek, O'na tevekkül etmek suretiyle Allah'ın dinine yardım eden, Allah'ın rasulüne ve müminlere de düşmanlarına karşı destek veren kim­seler, işte onlar gerçek kurtuluşa erenlerdir. Gerçekten zafere ve üstünlüğe eri­şenler onlardır. İşte o vakit de Allah'ın Hizbi'nin zaferi, yani müminler toplulu­ğunun zaferi ve üstünlüğü tahakkuk eder. Galip gelecek olanlar müminlerdir. Çünkü onlar Allah'ın Hizbidirler. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah: Andolsun ben ve peygamberlerim her halde galip geleceğim' diye yaz­mıştır. Muhakkak ki Allah yegane güç sahibidir, mutlak galiptir... İşte bunlar Allah'ın Hizbidir. Haberiniz olsun muhakkak Allah'ın Hizbi felah bulanların ta kendileridir." (Mücâdele, 58/21-22) Buna göre her kim Allah'ı, Rasulünü ve mü­minleri veli edinmeye razı olursa işte o kişi dünyada da ahirette de felah bulur (yani umduklarına nail, korktuklarından emin olur) ve her ikisinde de Allah'ın yardımına mazhar olur. [171]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

1- Ayet-i kerimeler Allah'ın ezelî ilminde Peygamber (s.a.)'in vefatından sonra irtidad edeceği belli olan kimselere ilâhî bir tehdit ihtiva etmekte ve gaybî olarak insanlardan bir topluluğun irtidad edeceklerini haber vermektedir.

Aynı şekilde bu ayet-i kerimeler, Yüce Allah'ın ezelî ilminde dinini değiş­tirmeyip irtidad etmeyeceği bilinen kimselere de vaadler ihtiva etmektedir.

Yüce Allah peygamberinin ruhunu kabz edince çeşitli kabilelerden toplu­luklar irtidad ettiler. Allah da onlardan daha hayırlı olan kimseleri onların yerine getirdi, müminlere olan vaadini gerçekleştirip irtidad eden kimseler hak­kında da tehdit ettiği şeyleri gerçekleştirdi. [172]

İbni Cerîr et-Taberî, Katâde'nin şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Yüce Allah bu ayet-i kerimeyi insanlardan bir takım kimselerin irtidad edeceğini bi­lerek indirmiştir. Allah, peygamberi Muhammed (s.a.)'in ruhunu kabzedince üç mescit sahibi olan insanlar dışında bütün Araplar irtidad ettiler. İrtidad etme­yenler Medineliler, Mekkeliler ve Abdulkays oğullarından olan Bahreynlilerdi.

İrtidad edenler "Biz namaz kılarız fakat zekât vermeyiz. Allah'a yemin ederiz ki, mallarımız gasbolunmayacaktır" demişlerdi. Bu hususta Hz. Ebu Be­kir ile konuşuldu ve ona: Eğer onlar bunun anlamının ne olduğunu bilirlerse zekâtı verirler, hatta daha da fazla verirler, denildi. Kendisi ise şu cevabı verdi: "Allah'a yemin ederim ki, hayır! Allah'ın bir arada ziktrettiği şeyleri arasında ben fark gözetmem. Şayet Allah ve Rasulünün farz kıldıklarından bir deve yu­larını dahi bana vermeyecek olurlarsa, mutlaka ona karşılık onlarla savaşaca­ğız." Yüce Allah Hz. Ebu Bekir ile birlikte bir topluluk gönderdi ve bu topluluk dda Allah'ın peygamberi ne için savaştıysa aynı şekilde savaştı. O kadar ki, ze­kâtı vermeyen ve İslâmdan irtidad eden bir takım kimselerin çoluk çocuklarını esir aldı, kimisini öldürdü, bazılarını da ateşler arasında yaktı. Zekâtı küçül­müşler olarak, güçlerini kaybetmiş, zelil olmuşlar olarak kabul edinceye kadar onlarla savaşlarını sürdürdü.

Daha sonra Arapların heyetleri yanma geldi. O da onları ya kendilerini kü­çük düşürecek bir programı kabul etmek yahut da onları yerlerinden sürecek bir savaşla karşı karşıya kalmaktan birisini tercih etmek arasında muhayyer bırak­tı. Kendilerini küçük düşürecek programı tercih ettiler, çünkü bu, onlar için da­ha ehvendi. Bu ise onların arasından öldürülenlerin cehennemde olacaklarını, müminlerden öldürülenlerin ise cennette olacaklarını ikrar edip Müslümanlar­dan aldıkları malları tekrar onları geri vermeleri, buna karşılık Müslümanların kendilerinden aldıkları malların Müslümanlara helâl olacağı şeklinde idi." [173]

Özetle bu, Kur'ân-ı Kerîm'in i'cazı ve peygamberin mucizeleri arasındadır. Zira Kur'ân-ı Kerîm Arapların irtidad edeceklerini haber vermektedir. Oysa bunlar Hz. Peygamberin döneminde olmamıştı ve bu, o zaman için gaybî bir durumdu. Bir süre sonra ise haber verilen husus gerçekleşti. Açıklamış olduğu­muz gibi riddet ehlinin irtidadı Peygamber (s.a.)'in vefatından sonra olmuştu. İbni İshak şöyle der: Resulullah (s.a.)'ın ruhu kabz edildikten sonra üç mescit Medine Mescidi, Mekke Mes­cidi ve Cuvâsa [174] Mescidi idi. İrtidad edenler de iki kısımdılar: Bunların bir 1s.\stû\ şeriata. taö\anv\y\a bir ketvara atmış, ve şeriatın dışına çıkmışlardı. Diğer bir kısmı ise zekâtın vücubunu bir kenara atmış, fakat diğer emirleri kabul etmiş kimselerdi. Bunlar: "Biz namaz kılarız, oruç tutarız, fakat zekât vermeyiz:" diyorlardı. Ebu Bekir es-Sıddîk ise bunların hepsiyle savaştı. Hâlid b. el-Velid'i ordularla üzerlerine gönderdi. O da bu konudaki haberlerden anlaşıldığı ve bi­lindiği gibi, onlarla savaştı ve çoluk çocuklarını esir aldı.

2- Yüce Allah'ın: "Allah'ın öyle bir kavim getirir ki, hem O onları sever, hem de onlar O'nu severler." buyruğunun nüzulü ile ilgili olarak belirtilen en sahih görüş bunun Eş'arîler hakında nazil olduğudur. Gelen rivayette bu ayet-i kerime nazil olduktan kısa bir süre sonra, Eş'arîlerin gemileri ile Yemen kabi­leleri, deniz yolundan geldiler. Resulullah (s.a.)'m döneminde İslâm uğrunda ciddi imtihanlar vermişlerdi. Ömer (r.a.)'in döneminde gerçekleştirilen bütün Irak fetihleri de yine Yemenli kabileler vasıtasıyla gerçekleşmişti.[175] el-Hâkim, Müstedrek' in de senedini kaydederek şunu rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) ayet-i kerime nazil olunca, Ebu Mûsâ el-Eş'ari'ye işaret edip: "Burada sö­zü edilenler şunun kavmidirler." buyurmuştur.

3- Müminler birbirlerine karşı alçakgönüllü, kendi aralarında merhamet­lidirler. Müminler müminlere şefkat gösterir, merhamet eder, onlara yumuşak davranırlar. Buna karşı kâfirlere karşı aziz ve serttirler, güçlüdürler. İbni Ab-bâs şöyle der: Müminler müminlere babanın oğluna, efendinin kölesine göster­diği şefkat gibi şefkat gösterirler. Kâfirlere karşı sertliklerinde ise avı üzerine giden bir arslan gibidirler.

4- Yüce Allah'ın: "Allah yolunda cihat edenler" buyruğu ile "hiç bir kına­yanın kınamasından korkmazlar" buyruğu münafıkların zıddına Hz. Ebu Be­kir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali'nin imamlıklarının sabit oluşuna delildir. Çünkü bunlar hem Allah rasulünün hayatında Allah yolunda cihat etmişler, hem de onun vefatından sonra mürtedlerle savaşmışlardı. Bilindiği gibi bu ni­teliğe sahip olan kimse Yüce Allah'ın gerçek velisi ve dostudur. Ayet-i kerime­nin Kıyamet gününe kadar kâfirlerle cihat edecek her kişi hakkında umumi bir ayet olduğu da söylenmiştir.

5- Allah, iman edenlerin velisidir. Yüce Allah burada: "Sizin veliniz yalnız Allah, onun Rasulü..." buyurmaktadır. İbni Abbâs şöyle der: Bu ayet-i kerime Ebu Bekr (r.a.) hakkında nazil olmuştur. Bir başka rivayette ve nüzul sebebin­de de zikrolunduğu gibi Mücaid ve Süddî'den de şöyle dedikleri nakledilmekte­dir: Bu ayet-i kerime Ali b. Ebî Tâlib (r.a.) hakkında nazil olmuştur. Daha sa­hih olan ise ayet-i kerimenin bütün müminler hakkında umumi olduğudur. Çünkü: "o kimseler ki" tabiri topluluk hakkındadır. Bu ayet-i kerimenin umu­mu kapsamı içine giren hususlardan bazıları da aşağıda zikredilmiştir:

Câbir b. Abdullah şöyle demiştir: Abdullah b. Selâm Resulullah (s.a.)'a şöyle dedi: "Kurayza ve Nadîr oğullarından olan kavmimiz bizden uzaklaştılar, bizimle konuşmuyorlar. Bizimle birlikte oturmayacaklarına dair de yemin etti­ler. Oturduğumuz yerlerin uzaklığı dolayısıyla ashabımla da oturup sohbet edemiyoruz." Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil olunca, Abdullah b. Selâm şöyle dedi: "Bizler veli olarak Allah'ın, rasulünün ve müminlerin veliliğine ra­zıyız."

Allah'ın velileri ise ayet-i kerimede nitelikleri belirtilenlerdir, başkaları değildir: Onları namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Yüce Allah'ın önünde saygı ile eğilip itaat ederler. Yani farz namazı bütün hukukuna riayet ederek vakitlerinde edâ ederler, farz olan zekâtı da gönül hoşluğu ile ifa ederler.

6- Her kim işini Allah'a havale eder, rasulünün emirlerine bağlanır, Müs­lümanları veli edinirse işte o Allah'ın hizbindendir. Allah'ın hizbi ise Allah'ın askeri, dininin yardımcıları, onun emirlerinin uygulayıcıları, yasaklarından da kaçınan kimselerdir. İşte bu niteliklere sahip olanlar galip gelecek olanlardır: "Şüphesiz ki bizim askerlerimiz, elbette onlar galip gelenlerdir." (Sâffât 37/173) [176]

 

Kafirleri Veli Edinmenin Yasaklanması Ve Sebepleri

 

57- Ey iman edenler! Sizden önce ken­dilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve eğlenceye alanları ve kâfirleri veli edinmeyin. Eğer müminler iseniz Allah'tan korkun.

58- Namaza çağırdığınızda onu alay ve eğlenceye alırlar. Bu, onların gerçek­ten akıllarını kullanmaz bir topluluk olmalarındandır.

59- De ki: "Ey Kitap Ehli! Bizi ayıplayı-şınızın Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilenlere inanmamızdan ve si­zin bir çoğunuzun da fasık kimseler ol­manızdan başka bir sebebi mi var?"

60- De ki: "Allah katında bundan daha kötü bir cezanın bulunduğunu size ha­ber vereyim mi? O kimseler ki, Allah onlara lanet etmiş, aleyhlerine gazap etmiş ve onlardan maymunlar, domuz­lar ve tâğûta ibadet edenler kılmıştır; işte onlar yer bakımından en kötü ve doğru yoldan en sapmış olanlardır."

61-  Size geldiklerinde: "İman ettik" l&n gizlemekte olduklarını daha iyi bilir.

62-  Onlardan bir çoğunun günaha, haksızlığa ve haram yemeye koşuştu­ğunu görürsün. İşledikleri şey gerçek­ten ne kötüdür!

63- Rabbaniler ve bilginler onları gü­nah söylemelerinden ve haram yemele­rinden vazgeçirmeye çalışmalı değil miydi? Yapmakta oldukları şey gerçek­ten ne kötüdür!

 

İ'râb:

 

"Ve sizin bir çoğunuzun da fasık kimseler olmanızdan..." buyruğu, "Al­lah'a... inanmamızdan" buyruğuna atfedilmiştir ki, takdiri şöyle olur: Allah'a inanmamızdan ve sizin bir çoğunuzun fasıklar olduğunuzu kabul etmemizden.

"Halbuki onlar küfür ile gelmişler ve yine küfür ile dönmüşler." yani kâfir olarak geldikleri gibi kâfir olarak çıkmışlar. [177]

 

Belagat:

 

"Eğer müminler iseniz" buyruğu, teşvik ve galeyana getirmek içindir.

"Bizi ayıplayışınızın Allah'a inanmamızdan... başka bir sebebi mi var?" Bu yergiye benzeyen surette övgüyü tekid etmek kabilindendir. Onlarsa tam aksine imana sımsıkı yapışmayı, tepki gösterilmeyi gerektiren bir şey olarak değerlendirmişlerdi.

"Allah katında... bir ceza" Buradaki ifade istihza kabilindendir. Çünkü burada (ecir ve mükâfat anlamına gelen) "el-mesûbe" kelimesi "ceza" anlamın­da kullanılmıştır.

"İşte onlar yer bakımından en kötü..." Burada kötü oluş, mekâna nispet edilmiştir. Oysa bu, o mekânın ehlinin niteliğidir. Bu da onları yermekte müba­lâğa içindir. [178]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Dininizi alay ve eğlenceye alanları" onunla alay edip ciddiye almayanları. "ve kâfirleri" müşrikleri "veli edinmeyin, eğer müminler iseniz" İmanınızda sa­mimi kimseler iseniz, onları veli edinmeyi terketmek suretiyle, "Allah'tan kor­kun."

"Namaza çağırdığınızda" ezan ve ikamet ile namaza çağırdığınızda o kim­seler "onu" namazı "alay ve eğlenceye alırlar." Namazla alay etmek ve gülüş­mek suretiyle. "Bu" Onların alay edilmeleri "onların... olmalarındandır." Bu­na sebep onların akıllarını kullanmayan kimseler oluşlarıdır.

"Bizi ayıplamanızın... başka bir sebebi mi var?" Söz veya davranışlarınızla ayıplayıp reddedişinizin başka bir sebebi mi var? Buyruğun anlamı şudur: Bizim imanımızı inkâr edip tepkiyle karşılamanızın onu kabul etmemek hususunda bi­ze muhalefet edişinizin başka bir sebebi mi var? Burada ondan böyle bir davra­nışın bir gereği olan fasıklık ile söz edilmektedir. Halbuki bu şekilde iman et­mek, aklen de örfen de reddedilmesi, tepki gösterilmesi gereken bir şey değildir.

"Kötü bir cezanın": Mesûbe' kelimesi aslında sevap ve karşılık demektir. Bu kelime dönüş anlamını ifade eder. Bir işe verilen karşılık da o işi yapana ra-ci olduğundan bu tabir kullanılmıştır.

"Tâğût": Allah'tan başka ibadet olunan her şeye tâğût denilir; şeytan ve putlar gibi. Tağuta ibadet ise ona itaatten mecazdır. Bunlar ise Yahudilerdir. "İşte onlar yer bakımından en kötü" çünkü varacakları yer cehennemdir, "ve doğru yoldan en çok sapmış olanlardır" Hak yoldan en çok uzaklaşmış olanlar­dır. Doğru yol (es-Sevâ) yolun en ortası demektir. "En kötü ve en çok sapmış" kelimelerinin birlikte zikredilmesi Hz. İsa söz edildiği zaman Peygamber (s.a.)'e: "Sizin dininizden daha kötü bir şey bilmiyoruz" diyen Yahudilerin sözle­rine karşı bir cevaptır. "Ve sizin bir çoğunuzun da fasık kimseler olmanızdan" buyruğu "inanmanızdan" buyruğuna atfedilmiştir.

"Size geldiklerinde" kastedilenler Yahudi münafıklardır, "küfür ile gelmişler" onlar yanınıza geldiklerinde küfür ile iç içe olarak gelmişler "ve yine küfür ile dön­müşlerdir" Yanınızdan çıktıklarında da küfür ile hemhal idiler, iman etmediler. "Allah gizlemekte olduklarını" Gizledikleri münafıklıklarını "daha iyi bilir."

"Onlardan", yani Yahudilerden "bir çoğunun günaha" yalan söylemeye "ve haksızlığa" zulme "ve haram yemeye" yargıda rüşvet, faiz ve buna benzer aşağılık olan haram malı yemeye "koşuştuklarını" bu günahlara düştüklerini "görürsün."

"Yapmakta oldukları şey gerçekten ne kötüdür!" Bütün bunlara dair yasak­lara riayeti terkedip yaptıkları bütün bu işler ne kötüdür! [179]

 

Nüzul Sebebi

 

"Ey iman edenler..." diye başlayan 57. ayet-i kerimenin nüzulü ile ilgili olarak Ebu'ş-Şeyh b. Hayyân el-Ensârî el-Isfahânî İbni Abbâs'ın şöyle dediğini rivayet etmektedir: Rifâa b. Zeyd b. et-Tâbût ile Suveyd b. el-Hâris Müslüman olduklarını açığa vurmakla birlikte münafıklık ediyorlardı. Müslümanlardan bir kimse de bu ikisine oldukça sevgi besliyordu. Bunun üzerine Yüce Allah: "Ey iman edenler! Sizden önce... dininizi alay ve eğlenceye alanları ve kâfirleri veli edinmeyin." buyruğundan itibaren "Allah gizlemekte olduklarını daha iyi bilir." buyruğuna kadar olan buyrukları indirdi.

Yine dedi ki: Aralarında Ebu Yâsir b. el-Hattâb, Nâfi' b. Ebi Nâfı'nin bu­lunduğu bir grup Yahudi Peygamber (s.a.)'e gelip: "Biz peygamberlerden kime iman edeceğiz?" diye sordular. O da şu cevabı verdi: "Ben Allah'a, "İbrahim'e, İsmail'e, İshâk'a, Ya'kûb'a ve Esbâta indirilenlere Musa'ya ve İsa'ya verilenlere, bütün peygamberlere Rablerinden verilenlere (iman ettim). Onlardan herhangi birisi arasında fark gözetmeyiz, biz ona teslim olmuşlarız." (Al-i İmran, 3/84). Fakat Hz. İsa anılınca peygamberliğini inkâr ettiler ve biz İsa'ya da iman et­meyiz, ona iman edene de iman etmeyiz. Bunun üzerine Yüce Allah hakların­da: "De ki: Ey Kitab Ehli! Bizi ayıplamanızın Allah'a, bize indirilene ve daha önce indirilene inanmamızdan ve sizin bir çoğunuzun da fasık kimseler olma­nızdan başka bir sebebi mi var?" ayetini indirdi.

Bir rivayette de şöyle denilmektedir: Hz. İsa anılınca şöyle dediler: "Biz si­zin dininizden daha kötü bir din tanımıyoruz. İbni Abbâs'tan gelen bir rivayet­te de şöyle denmektedir: Yahudilerle müşriklerden bir topluluk secdeye vardık­ları sırada Müslümanların bu durumlarına güldüler. Bunun üzerine Yüce Al­lah: "Ey iman edenler... kitap verilenlerden dininizi alay ve eğlenceye alanları ve kâfirleri veli edinmeyin." buyruğunu indirdi.[180]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah bundan önceki ayet-i kerimelerde Yahudileri ve Hristiyanları veliler (antlaşmak dost ve yardımcı) edinmeyi yasakladı. Çünkü onlar birbirilerinin velisidirler. Burada ise genel olarak bütün kâfirleri veli edinmeyi, konu ile ilgili yasağı tekid etmek için bir daha tekrarlamaktadır. Bunun sebebi ise müminlere eziyet vermeleri ve onların dinlerine karşı direnmeleridir. [181]

 

Açıklaması

 

Bu ayetlerin konusu İslama ve Müslümanlara düşmanlık besleyen, İslâ-mm tertemiz sert hükümleriyle alay eden ve onları bir çeşit oyuncak edinen Kitap Ehli ve müşrikleri veli edinmekten nefret ettirmek, uzaklaştırmaktır.

Ey iman edenler! Dininizle alay eden, dininizin şeâirini, şerı hükümlerini bir çeşit oyuncak edinen Yahudi, Hristiyan, müşrik ve münafıklardan oluşan bütün kâfirleri hiç bir şekilde veliler, yani antlaşmaklar, dost ve yardımcılar edinmeyiniz. Çünkü bir şey ile alay eden kimse ona karşı inat eden, onu kü­çümseyen, ona iman etmeyen, ona ve o şeye sahip olanlara düşmanlık besleyen bir kimsedir. İsterse bunlar size sevgi gösterisinde bulunsunlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "İman edenlerle karşılaştıklarında: İman ettik, der­ler. Kendi şeytanlarıyla başbaşa kaldıklarında ise: Şüphesiz ki, biz sizinle bera­beriz. Biz ancak alay edenleriz, derler." (Bakara, 2/14).

Ey iman edenler! Eğer gerçekten siz imanınızda samimi, imanınızın hü­kümlerine saygı gösteren, onun sınırları çerçevesinde ona bağlı kalan kimseler iseniz yakut eğer sizler şu sefillerinden alay ve oyuncak edindikleri Allah'ın şe­riatına iman eden müminler iseniz, Allah'ın azabından ve tekdidinden korku­nuz.

Aynı şekilde sizler ezan ile namaza çağırdığınız vakit, namazı bir oyun ve eğlence edindiler. Çünkü onlar Allak'a ibadetin ve Allak'm şeriatının manasına akıl erdiremiyorlar. İşte bunlar ezanı duyduğunda ezan sesini işitemeyeceği ye­re kadar kaçan şeytana tabi olanların nitelikleridir.

Daba sonra Yüce Allak onlarla tartışarak şöyle demektedir: Ey Muhammed! Şu dininizi eğlenceye alıp oyuncak edinen Kitap Ekli'ne de ki: Bizim Al­lak'a ve peygamberlerine sapasağlam ve sarsılmaz olan imanımız ile bize indi­rilenlere, daka önceki peygamberlere indirilen kitaplara iman etmekten başka neyimizi ayıplıyor veya reddediyorsunuz? Bunlar ayıp şeyler değildir ve bun­larda kınanacak bir taraf da yoktur. Bu durumda bu istisna, munkatı' bir istis­nadır: Yüce Allak'm şu buyruğunda olduğu gibi: "Onların berikilerden intikam alışlarının tek sebebi, Aziz ve Hamîd olan Allah'a iman etmeleriydi." (Bürûc, 85/8); "Halbuki onlardan intikam almaya kalkışmalarının tek sebebi, Allah'ın ve peygamberinin kendilerini lütfuyla zenginleştirmiş olmasıydı." (Tevbe, 9/74)

Bir diğer sebep ise sizin çoğunuzun fasık kimseler oluşudur. Yani dinin hakikatinin dışına çıkan ve inat eden kimseler olmanızdan başka bir sebep yok­tur. Siz din namına taassup ve boş taklitlerden başka bir şeye sahip değilsiniz.

Yüce Allah'ın: "Ve sizin bir çoğunuzun da fasık kimseler olmanızdan baş­ka" buyruğu daha önce geçen "inanmamızdan"a. atfedilmiştir. Yani: Bizi ayıp­lamanızın tek sebebi, bir taraftan iman edişimiz, diğer taraftan ve aynı zaman­da sizin hakkınızda, isyan edip imanın dışına çıkışınıza dair hüküm vermemiz-dir. Şöyle denilmiş gibidir: Siz ancak İslâm'ın dışına çıkmış olduğunuz halde, bizim İslâm dinine girmemiz suretiyle size muhalefet edişimizi reddediyor, tep­kiyle karşılıyoruz.

Hazfedilmiş bir muzafın takdiri de mümkündür. Yani sizin bizi ayıplama­nızın sebebi, sizin fasıklar olduğunuza inanışımızdır.

Bir mecrura atfedilmiş olması da mümkündür: Sizler ancak Allah'a ve bi­ze indirilenlere iman ettiğimizden dolayı, bir de sizin çoğunluğunuzun fasıklar oluşunuzdan ötürü bizi ayıplıyorsunuz.

Burada "çoğunuz" tabirinin kullanılış sebebi kimi Kitap Ehli kimselerin hâlâ tevhid, ibadet, hak ve adalete bağlılık, hayrı sevmek gibi dinin esaslarına sıkı sıkıya bağlı kalmaya devam etmeleriydi.

Daha sonra Yüce Allah onların alay etmelerine şu buyruğu ile cevap ver­mektedir: Ey Muhammed! Onlara de ki: Ey "dininizden daha kötü bir şey bil­miyoruz" diyerek, dinimizle alay edenler! Ben sizlere bu din sahibi kimselerden daha kötü yahut da Allah'ın lanetlediği kimsenin dininden daha kötü bir kim­seyi haber vereyim mi?

Bu ise onların, bu daha kötünün mahiyeti ile ilgili bir diğer soru sormala­rını gerektirdiğinden Yüce Allah şöylece cevap vermektedir:

Bundan daha kötü olan ise: "O kimseler ki, Allah onlara lanet etmiş, aleyh­lerine gazap etmiş, onlardan maymunlar, domuzlar ve tâğûta ibadet edenler kılmıştır." Yani söylediklerinizden ve hakkımızda zannettiklerinizden daha kö­tü olani size haber vereyim mi? Bu, Yüce Allah'ın şu buyruğuna benzemekte­dir: "De ki: Ben size bundan daha kötüsünü haber vereyim mi? O ateştir." (Hacc, 22/72). Böylelikle alay edilip oyunlarına karşı delil getirmek suretiyle azarlanışlarından daha ağır bir azar ve bir ayıplamaya geçilmektedir. Bu ise geçmişlerinin peygamberlerine karşı kötü durumlarını Allahu Teâlâ'nm da fa-sıklıklarına karşı onları cezalandırmalarını hatırlatmaktır.

"Allah'ın lanetlediği", rahmetinden kovup uzaklaştırdığı kimse demektir. Lanet, ilâhî gazabı, ilâhî gazap da laneti gerektirir. Çünkü lanet, Allah'ın gaza­bına uğrayan kimseler için sorgulanmanın nihâî noktasıdır.

Allah'ın kendisine gazap ettiği kimse, bir daha kendisinden ebediyyen razı olmamak üzere gazap ettiği kimse demektir.

Onlara olan gazap ve öfkesi dolayısıyla aralarından domuz ve maymunlar kıldığı kimseler. İşte Allah böylelikle dünya hayatında onları rezil etmiş, ibretli bir şekilde cezalandırmıştır. Bu da Yüce Allah'ın şu buyruklarını andırmaktır: "Andolsun ki, aranızda Cumartesi de haddi aşanları bilmişsinizdir. Biz de on­lara haydi aşağılık maymunlar olun, demiştik." (el-Bakara, 2/65) Daha sonra gelecek şu buyruğu da andırmaktadır: 'Ne zaman ki onlar kendilerine kılınan yasağa karşı baş kaldırdılar, biz de onlara: Aşağılık maymunlar olunuz! de­dik." (A'râf, 7/166) Cumhur onların hakikaten mesholunduklarına (hilkatleri­nin değiştirildiğine) kanidir. Onlar maymun ve domuzlara döndürüldüler, son­ra da yok olup gittiler. Maymunlara dönüştürülenler cumartesi yasağını çiğne­yenler, domuzlara dönüştürülenler ise Hz. İsa'ya indirilen sofrayı inkâr ederek kâfir olanlardı. Yine rivayet edildiğine göre, her iki mesh de cumartesi yasağını çiğneyenler hakkında olmuş ve onların gençleri maymunlara, yaşlıları da do­muzlara dönüştürülmüştü. Nesillerinin yok olduğunun delili ise Müslim ve başkalarının İbni Mes'ûd'dan yaptığı şu rivayettir: "Resulullah (s.a.)'a may­munlar ve domuzlar hakkında: Bunlar Allah'ın mesh ettiği kimselerden midir? diye sorulmuş o da şöyle buyurmuştu: "Allah helak ettiği -yahut mesh ettiği di­ye buyurmuştur- bir kavme bir nesil ve arkalarından gelecek bir zürriyet takdir etmemiştir. Şüphesiz ki, maymunlar da domuzlar da bundan önce de var idi­ler."

Taberî de Mücahid ve başkalarından Yüce Allah'ın: "Aşağılık maymunlar olunuz." buyruğu hakkında, yani zelil ve küçülmüş maymunlar olunuz, açıkla­masını yaptıklarını nakletmektedir.[182]

Tâğût'a ibadet edenler, yani aralarından Allah'ı bırakıp tâğûtu mabud edi­nen kimseler kıldığı kesim ve topluluklar, demektir. Tâğût ise Allah'tan başka kendisine ibadet olunan put, şeytan, buzağı gibi şeylerdir. Onların buzağıya ta­pınmaları ise şeytanın kendilerine güzel gösterdiği şeylerdendi. Böylelikle on­ların o buzağıya ibadetleri gerçekte şeytana yapılmış bir ibadetti.

İşte sözü geçen bu gülünç ve ayıp niteliklere, kusurlara sahip olanlar, si­zin hakkımızdaki kanaatlerinden daha kötü bir durumdadırlar. Zira böylelerinin ahirette cehennemden başka gidecek yerleri yoktur ve böyleleri mute­dil ve orta yol olan doğru yoldan sapmış kimselerdir. "Kötü... ve sapık" tabir­lerinin birlikte kullanılması üstünlük ifade etmek için değildir. Çünkü bu din, katıksız bir hayırdır. Bu, karşı tarafta bulunmayan şeyler hakkında is-m-i tafdilleri kullanmak kabilindendir. Böyle bir ifade onların lafızlarına müşakele (kullandıkları lafızlara benzer lafızlar kullanmak) ve kendi kana­atlerini doğru farz ederek onlara cevap vermek kabilindendir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi: "O günde cennetlikler hem yerleştikleri yer bakı­mından daha hayırlıdır, hem de dinlenecekleri yerleri daha güzeldir." (Furkân, 25/24)

Daha sonra Yüce Allah, münafıkların durumlarını açıklayacak: "Size gel­diklerinde..." diye buyurmaktadır. Yani Yahudi münafıklar size geldikleri va­kit, biz peygambere ve ona indirilene iman ettik, derler. Oysa onlar küfür ile beraberdirler ve kalplerinde küfür üzere karar kılmışlardır. Ey Muhammedi Yanına veya yanınıza girdiklerinde yahut yanınızdan çıkıp gittiklerinde du­rumları aynıdır onların: Asla küfürlerinden vazgeçmemişlerdir. Bu ise Yahudi münafıkların bilinen bir niteliğidir. Zahiren müminlere karşı iyi görünürler.

Kalplerinde ise küfür gizlidir. Onların bütün işleri aldatmak, hile ve tuzak kur­maktır. Yüce Allah'ın buyruğunda olduğu gibi: "İman edenlerle karşılaştıkla­rında: İman ettik, derler, fakat biribirleriyle başbaşa kaldıklarında ise: Allah'ın size açtığını Rabbinizin huzurunda aleyhinize delil getirsinler diye mi haber ve­riyorsunuz, derler." (Bakara, 2/76) Onların tümü ahmaktırlar. Çünkü Yüce Al­lah gizlediklerini daha iyi bilir. Yani onların kalplerinde sakladıklarım, gizle­diklerini O çok iyi bilendir. İsterse insanlara gerçeğe muhalif olanı izhar etsin­ler. Şüphesiz ki, Allah gizli olanı da aşikar olanı da bilir. Onları kendilerinden daha iyi bilir. Bu hallerine karşılık olarak da onları tam anlamıyla cezalandıra­caktır. Peygamber (s.a.)'in olsun, müminlerin olsun yanına girdiklerinde ve yanlarından çıkıp gittiklerinde, içlerinde sakladıkları kin, hile, desise, kötü ni­yetler, yalan ve hainlik olduğu gibi kalmıştır. Asla değişiklik göstermemiştir: "Yahudilerden yana alabildiğine kulak veren ve başka bir kavim için dinleyen­ler vardır." (Mâide, 5/41).

Onlar, bu özellikleriyle sapık, eşine ender rastlanır şaşkın kimselerdir. Çünkü Allah rasulü ile birlikte uyanık bir kalp ve edep ile birlikte oturup kal­kan kimsenin kalbine -belki de aynı kişi, onu görür görmez ve sözünü işitir işit­mez, onu öldürme kastında dahi bulunacak bir kimse olabilirdi- Allah fazla geçmeden imanın nurunu bırakırdı.

Daha sonra Kur'an-ı Kerîm sözü geçenlerden daha da kötü bir takım nite­liklerini de zikretmekte ve şöyle buyurmaktadır: "Onlardan bir çoğunun... gö­rürsün." Yani ey Peygamber! Sen, dininle alay eden bu Yahudilerin bir çoğu­nun günahı işlemeye, zulüm ve masiyetlere, insanlara haksızlık yapmayı, batıl yollarla mallarını yemeye koşuştuklarını, bütün bunları yapmakta ellerini ça­buk tuttuklarını görürsün. Onların yaptıkları bu iş ne kadar kötü, bu haksız­lıkları ne kadar çirkin; davranışları ne kadar da berbattı!

Sonra Yüce Allah onların ilim adamlarını günahı gerektirecek sözler söy­lemekten ve yalandan kaçınmaya teşvik ederek: "Rabbaniler ve bilginler onla­rı... vazgeçirmeye çalışmalı değiller miydi?" buyurmaktadır. Kadı Beydâvî der ki: "Bu, teşvik içindir. Çünkü "değiller miydi?" anlamını ifade eden (lev-lâ) eda­tı mazi (di'li geçmiş) fiilin başına geldiği takdirde, azar ifade eder. Gelecek za­man (muzâri) ifade eden fiilin başına geldiği takdirde ise teşvik ifade eder. Yani Rabbaniler onları teşvik etmeli değil miydi? Rabbanilerden kasıt ise üzerlerin­de yetki sahibi, yönetici olan ilim adamlarıdır. Bilginler (el-Ahbâr) den kasıt ise, yönetici olmayıp sadece ilim adamı olan kimselerdir.[183] İşte onların Rabba­nileri ve ilim adamları, kendilerine bunları işlemekten ahkoymalı değil miydi? Bunu terkedip münkere razı oluşları dolayısıyla yaptıkları bu iş ne kadar da kötüdür! Adeta onlar bizzat münkerleri işleyenlerden daha büyük günah sahi­bi gibi sunulmaktadırlar. Çünkü her bir iş yapan kimseye "yapan (sâni')" adı verilmez ve her bir işe de sinâ'a denilmez. Kişi, bu hususta ileri dereceye varıp gereken eğitimi alıp ona nispet olunmadıkça bu tabirler kullanılmaz. Nitekim ez-Zemahşerî de böyle demektedir.[184] Kurtubî de şöyle der: Sun' "işlemek (amel etmek)" anlamındadır. Şu kadar var ki, yapılan işin iyi ve güzel yapılmasını ge­rektirmektedir. [185]

İbni Abbâs (r.a.)'tan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Bu, Kur'ân-ı Ke-rîm'deki en ağır ayet-i kerimedir. Yani Kur'ân-ı Kerîm'de ilim adamlarını bu ayet-i kerimeden daha ağır bir şekilde azarlayan başka bir ayet-i kerime yok­tur. ed-Dahhâk şöyle der: Bana göre Kur'ân-ı Kerîm'de bu ayetten daha çok korkutan bir başka ayet yoktur. Yani bu ayet-i kerime insanları doğruya ilet­mek, hidayet yolunu göstermek hususunda kusurlu davranıp ferdin de toplu­mun da hayat düzenini ifsad eden kötülük ve günahları yasaklamayı terketme-leri halinde, ilim adamlarına karşı ağır bir delildir. [186]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerime daha önce geçen genel olarak bütün kâfirlerle muvalâtı (dostluk ilişkisini) koparmayı açıkça tekid etmektedir. Bunun sebebi ise İslâ-mın hükümleri ile, özel olarak da ezan ile alay etmeleridir.

el-Kelbî şöyle der: Müezzin ezan okuyup Müslümanlar namaza kalktıkla­rında Yahudiler: "Bunlar kalktılar, kalkmaz olasıcalar" deyip Müslümanlar rü­kû ve secdeye vardıklarında gülerler, ezan hakkında da: "Sen geçmiş ümmet­lerde işitmediğimiz, yepyeni bir şeyi ortaya çıkardın. Kervancıların bağırmala­rı gibi bu bağırmayı nereden çıkardın, bu ne kadar çirkin bir sestir ve bu ne ka­dar gülünç bir iştir?" derlerdi.

Ezanın meşruluğu hakkında ilim adamları şöyle demişlerdir: Hicretten önce Mekke'de ezan yoktu. Bunun yerine Müslümanlar "es-Salâtu camiaten= topluca namaza geliniz" diye seslenirlerdi. Peygamber (s.a.) hicret edip kıble Kabe'ye döndürülünce ezan ile emrolundu ve "es-salâtu camiaten" ibaresi ise cenaze namazı, bayram namazı, ay ve güneş tutulmaları dolayısıyla kılınan namaz gibi arizî bir takım işler için kullanılmaya başlandı. Resulullah (s.a.) ezan meselesi üzerinde oldukça durmuş ve buna ihtimam göstermişti. Nihayet Abdullah b. Zeyd ile Ömer b. el-Hattâb ve Ebu Bekir es-Sıddîk (Allah hepsin­den razı olsun)'e ezan (rüyada) gösterildi. Resulullah (s.a.) da İsrâ gecesi sema­da ezanı işitmişti.

Daha sonra Resulullah (s.a.), Hz. Bilâl'e bu gün insanların okumakta ol­duğu ezanı okumasını emretti. Ayrıca Hz. Bilâl, sabah namazında "es-salâtu hayrun minen nevm = namaz uykudan hayırlıdır" ibaresini ekledi, Resulullah (s.a.) da bunu aynen kabul etti (takrîrî sünnet).

Ezan İslâmın şeairindendir. Dar-ı İslâm ile dar-ı küfrü birbirinden ayır-detmek için delil olarak kullanılabilecek bir alâmettir. Resulullah (s.a.), bir se-riyye gönderdiğinde onlara şöyle derdi: "Ezan okunduğunu işitecek olursanız, onlara ilişmeyiniz, uzak durunuz. Eğer ezan sesini işitmez iseniz onlara baskın yapınız."

Bundan dolayı Atâ, Mücâhid, el-Evzaî ve Dâvûd: Ezan farzdır, derler ve bunun ayrıca farz-ı kifaye olduğunu belirtmezlerdi. Mâlik şöyle der: İnsanların toplu olarak bulundukları yerlerde cemaatle namaz kılmak için mescitlerde ezan okumak icabeder. Daha sonra Mâlik'in arkadaşları bu konuda farklı iki görüş belirtmişlerdi: Bunlardan birisine göre ezan şehirlerde müekked bir sün­net ve kifaye yoluyla vaciptir. Kasaba ve köylerde de böyledir. İkinci görüşe gö­re ise ezan kifaye yoluyla farzdır. Taberî, Mâlik'ten şöyle dediğini nakletmekte­dir: Şehir halkı kasdî olarak ezanı terkedecek olurlarsa namazı iade ederler.

Şafiî ile Ebu Hanife ve ikisinin arkadaşları ile es-Sevrî, Ahmed, İshâk, Ebu Sevr ve Taberî ittifakla şunu kabul etmişlerdir: Yolcu, kasdi olarak ya da unutarak ezan okumayı terkedecek olursa namazı yeterlidir. Aynı şekilde ika­meti de terkedecek olursa, onlara göre hüküm yine böyledir. Şu kadar var ki, kameti terketmesini daha ağır bir şekilde mekruh görmüşlerdir. Yani her ikisi de sünnet-i müekkededir.

Mâlik, Şafiî ve arkadaşları, ezanın ikişerli (lafızlarının ikişer defa tekrar­lanacağı), ikametin ise tek tek söyleneceğini ittifakla kabul etmişlerdir. Şu ka­dar var ki, Şafiî, "Ebu Mahzûre hadisi" diye bilinen hadis gereğince birinci tekbiri dört defa getirmektedir. Aynı şekilde Mâlik ve Şafiî ezanda tercî yapıla­cağını ittifakla kabul etmişlerdir. Bu da müezzinin: "İkişer defa "eşhedü en lâ ilahe illAllah" ve "eşhedü enne Muhammeden Resulullah" sözlerini söyledikten sonra iki defa daha bu sözleri tekrar edip var gücüyle sesini uzatması şeklinde olur. Hanefîler der ki: Ezan da ikamet de bütün lafızlarıyla ikişerlidir. Onlara göre ezanın başında da kametin başında da tekbir yani "Allahu Ekber" demek, dört defa tekrar edilir. Hanefîlere göre ezanda tercî yoktur. Onlar bu görüşleri­ni Abdullah b. Zeyd'in gördüğü rüya gereğince ileri sürerler. Bununla ilgili ha­disinde ise: "Ezanı da ikişerli okudu, ikameti de ikişerli getirdi." denilmektedir.

İmam Ahmed'in görüşüne göre ise ezanın başında tekbirin dört defa yapıl­ması da iki defa yapılması da caizdir. Tercî yapmak da terketmek de caizdir. İkametin ikişerli yapılması da caizdir, tekerli yapılması da caizdir. Bundan tek istisna kamet getirenin "kad kameti's-salâh" sözüdür. Durum ne olursa olsun, bunu iki defa tekrar eder, diğer bütün şekilleri de caizdir. Çünkü Hz. Peygam­berden bütün bunlar sabit olmuş ve ashabı da bunlarla amel etmiştir.

Sabah namazı için tesvîb diye bilinen müezzinin: "es-Salatu hayrun-mi-nen nevm = namaz uykudan hayırlıdır" demenin hükmü hakkında fakihlerin farklı görüşleri vardır. Mâlikîlerle Şâfiîler şöyle derler: Sabah namazında bunu iki defa söylemek sünnettir. Çünkü Ahmed ve Sünen sahiplerinin rivayet et­tikleri Ebu Mahzûre hadisi bunu ifade etmektedir. Hanefi ve Hanbelîlere göre ise bu, sünnet değildir.

İlim ehli icma ile şunu kabul etmişlerdir: Sabah namazı dışında bütün na­mazlar için vakti girmedikçe ezan okumamak sünnetin bir gereğidir. Ancak sa­bah namazı için Mâlik, Şafiî ve Ahmed'in görüşüne göre fecrin doğuşundan önce ezan okur. Çünkü Resulullah (s.a.), Buhârî ve Müslim'in İbni Ömer ve Hz. Âişe'den rivayetlerine göre şöyle buyurmuştur:"Şü/>/ıesiz Bilâl henüz gece iken ezan okur. O bakımdan İbni Ümmü Mektûm ezan okuyuncaya kadar yemenize, içmenize devam ediniz." Hanefîler sabah namazı için dahi vakti girmeden ezan okumaz, derler. Çünkü Kütüb-i Sitte sahipleri ile Ahmed b. Hanbel'in rivayet­lerine göre Hz. Peygamberin, Mâlik b. el-Huveyris ve arkadaşına şöyle dediği rivayet edilmektedir: "Namaz girdi mi ezan okuyunuz sonra kamet getiriniz ve sizden büyük olanınız size imamlık yapsın." Diğer taraftan sabah namazını sa­ir namazlara kıyas da bunu gerektirmektedir.

Mâlik, Ebu Hanîfe ve arkadaşları müezzinin ezan okuyup bir başkasının da kamet getirmesini caiz kabul ederler. Çünkü Hz. Bilâl ezan okumuş, Abdul­lah b. Zeyd de kamet getirmiştir.

Şafiî, Kim ezan okursa o kamet getirir, der. Çünkü Ziyad b. el-Hâris'in ha­disi bunu gerektirmektedir: "Sudakların kardeşi (onlara mensup olan kişi) ezan okudu. Kim de ezan okursa o kamet getirir."

Müezzin ezanını ağır ağır okur. Bir çok cahilin yaptığı şekilde de ezanını neşeli nağmelerle okumaz.

Ezanı duyan bir kimsenin iki teşehhüdün sonuna kadar onun söyledikleri­ni tekrarlaması müstehaptır. Ezanı tamamlayıncaya kadar dediklerini tekrar­layacak olsa bu da caizdir. Bu Mâliki mezhebinin görüşüdür. Çünkü Ahmed b. Hanbel ile Kütüb-i Sitte' de Ebu Saîd el-Hudrî'den Hz. Peygamberin şöyle bu­yurduğu rivayet edilmiştir: "Ezanı işittiğiniz takdirde müezzinin dediği gibi de­yiniz." Cumhura göre ise ezanı duyan kimsenin müezzinin dediği gibi demesi müstehaptır. Ancak müezzin "hayye ale's-salâh" ile "hayye ale'l-felah" dediğin­de ezanı duyan kimse: "lâ havle velâ kuvvete illa billah" der. Çünkü Müslim'in Sahîh' inde Hz. Ömer yoluyla gelen hadiste böyle denilmektedir.

Yüce Allah'ın: "De ki: Ey Kitap Ehli! Bizi ayıplamanızın... başka bir sebebi mi var?" buyruğu, Kitap Ehli'nin reddedilmesi, kınanması ve ayıplanması ge­rekmeyen herhangi bir şey dolayısıyla Müslümanları ayıplamalarından ötürü azarlandıklarını göstermektedir.

Yüce Allah'ın: "Rabbaniler ve bilginler onları... vazgeçirmeye çalışmalı de­ğiller miydi1?" buyruğu da iyiliği emredip kötülükten alıkoymak hususunda gö­revlerini yerine getirmekte işi gevşek tutmaları halinde, ilim adamlarının kötü bir duruma, düşeceklerini göstermektedir. Çünkü Yüce Allah kötü olanı yasak­lamayı terketmeleri hususunda Yahudi ilim adamlarını azarlamış bulunmak­tadır. Yine ayet-i kerime kötülüğün işlenmesini yasaklamayı terkedenin, bizzat o kötülüğü işleyen gibi olduğunu göstermektedir. O halde ayet-i kerime genel olarak iyiliği emredip kötülüğü terketme işini terkten dolayı ilim adamlarına bir azar ihtiva etmektedir. Müslim'in Sahih' inde de şöyle denmektedir:

"Şüphesiz insanlar zalimi görüp de onun elini yakalayıp zulümde alıkoy­mayacak olurlarsa, aradan fazla zaman geçmez, Allah kendi nezdinden bir ce­za ile hepsini toptan cezalandırır." [187]

 

Yahudilerin En Çirkin Sözlerinden Birisi, Aralarında Düşmanlık Ve Nefretin Yerleştirilmesi İle Kitap Ehli'nin İmanlarının Mükâfatı

 

64- Yahudiler: "Allah'ın eli bağlıdır" dediler. Böyle dediklerinden ötürü kendi elleri bağlansın ve lanet olsun onlara. Hayır, onun iki eli de açıktır, nasıl dilerse öyle infak eder. Andolsun ki, Rabbinden sana indirilen onlardan çoğunun azgınlığını ve küfrünü artıraçaktır. Onların aralarına Kıyamet gününe kadar kin ve nefreti saldık. Savaş için ne zaman bir ateşi körükleseler Allah onu söndürür. Üstelik Allah yo­lunda fesada da koşarlar. Allah ise fe­satçıları sevmez.

65- Eğer Kitap Ehli iman edip de sakın-salardı kötülüklerini örter ve onları Naîm cennetlerine koyardık.

66- Eğer onlar Tevrat'ı İncil'i ve kendi­lerine Rablerinden indirilmiş olanı dosdoğru uygulamış olsalardı, muhak­kak ki hem üstlerinden hem de ayakla­rının altından rızıklandırıldıkları ni­metleri yiyeceklerdi. İçlerinden orta yolu tutan bir ümmet vardır. Onlardan bir çoğunun yapmakta oldukları şey ise pek kötüdür.

 

Belagat:

 

"Allah'ın eli bağlıdır." Elin bağlı olması cimrilikten kinayedir. Açık olma­ları ise cömertlikten kinayedir, "bağlıdır" ile "açıktır" buyrukları arasında ise lafız bakımından tıbak vardır.

"Savaş için ne zaman bir ateşi körükleseler" buyruğunda bir istiare vardır. Çünkü savaşın ateşi yoktur, fakat ateşe benzetilmiştir. Çünkü ateş kendisine atılan odunu yediği gibi savaş da savaşanları yer bitirir.

"Muhakkak ki, hem üstlerinden hem de ayaklarının altından... yiyecekler­di"  buyruğunda da istiare vardır. Bu da onların rızıklarının genişletileceğini istiare yoluyla anlatmaktadır. Nitekim, tepesinden tırnağına kadar rızık her tarafını kuşattı, demek de bu kabildendir. [188]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Allah'ın eli": El gerçekte parmaklardan kola yahut bileklere kadar olan bilinen organın adıdır. Mecazen nimet hakkında da kullanılır. "Filânın bende bir eli vardır" demek "Filân bence tanınan birisidir ve benim üzerimde nimeti vardır" demektir. Bağış ve harcama hakkında da kullanılır. Meselâ: "Onun eli­nin bağışı ne kadar da yaygın ve geniştir" denilirken "Onun bağışı ve ihsanı ne kadar da çoktur." manası kastedilir. Kudret ve güç yetirmek manasına da kul­lanılır. Yüce Allah'ın: "Eller ve gözler sahibi..." (Sâd, 38/45) buyruğu güç ve akıl sahibi kimseler demektir. Yahudiler: "Allah'ın eli bağlıdır" sözleri ile, onun eli bize bağış, infak ve bol nzık vermek noktasında cimrilik etmektedir, demek istemektedirler. Böylelikle onlar kinaye yoluyla Allah'ın cimriliğini ifa­de etmek istemişlerdir. Yüce Allah bundan münezzehtir.

"Kendi elleri bağlansın." Hayır işlemekten kendi elleri alıkonulsun. Bu on­lara cimri olmaları için bir bedduadır. "Onun iki eli de açıktır." Bağışı pek çok olandır. Cömertliğini nitelendirmek üzere kullanılan mübalağa yollu bir ifade­dir. Elin tesniye (ikili) olarak gelmesi ise çokluğu ifade etsin diyedir. Çünkü cö­mert bir kimse malından son derece bağışta bulunacak olursa iki eliyle verir. "Nasıl dilerse öyle infak eder." Dilerse daraltır, dilerse genişletir. Ona itiraz söz konusu değildir.

"Rabbinden sana indirilen", Kur'ân-ı Kerîm'den sana indirilenler "onların azgınlığını ve küfrünü artıracaktır." Buna sebep ise Kur'ân-ı Kerîm'i inkârları­dır. "Savaş için ne zaman" savaşmak, güvenliği ve barışı ihlâl etmek, başkala­rının mallarını talan etmek -öldürme suretiyle olmasa dahi- ve fitneyi körükle­mek için "bir ateşi körükleseler" Allah onu söndürür. Yani onlar böyle bir şeyi yapmak istediklerinde Allah bu imkânı vermeksizin geri çevirir. "Üstelik yeryü­zünde fesada da koşarlar." Masiyetlerle fesat çıkartarak koşarlar. "Allah ise fe­satçıları sevmez;" onları cezalandırır.

"Eğer kitap ehli" Muhammed (s.a.)'e "iman edip de" küfürden "sakınsa-lardı... eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve kendilerine Rablerinden indirilmiş olanı" kitaplarını "uygulamış olsalardı..." Tevrat ve İncil'de bulunan buyrukları en mükemmel şekilde -ister bir bölümünü peygambere imanın teşkil ettiği- sahih iman ile olsun isterse de salih amel ile olsun, en mükemmel şekilde uygulamış olsalardı, "muhakkak ki hem üstlerinden hem de ayaklarının altından rızıklan-dırıldıkları nimetleri yiyeceklerdi." Her yönden nzıklan genişletilir ve onlara bol bol nzık ihsan edilirdi. "İçlerinden orta yolu tutan", din hususunda itidal üzere olan "bir ümmet" bir topluluk "vardır". Bunlar da Abdullah b. Selâm ve arkadaşları gibi Resulullah (s.a.)'a iman eden kimselerdir. "Onlardan bir çoğu­nun yapmakta oldukları şey ise pek kötüdür." Onların pek çoğunun yaptıkları şey çok kötüdür. [189]

 

Nüzul Sebebi

 

Taberânî ve İbni İshâk, İbni Abbâs'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir­ler: en-Nebbâş b. Kays diye bilinen Yahudilerden bir kişi: "Şüphe yok ki senin Rabbin cimridir, infakta bulunmaz" dedi. Bunun üzerine Yüce Allah: "Yahudi­ler Allah'ın eli bağlıdır, dediler" buyruğunu indirdi. Ebu'ş-Şeyh b. Hayyân da bir başka yoldan İbni Abbâs'm şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Yahudiler Al­lah'ın eli bağlıdır, dediler." ayet-i kerimesi Kaynukâ oğullarının başı Fenhas hakkında nazil olmuştur. İkrime'nin dediği de budur. [190]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah Yahudilerin çirkin işlerini ve günahta haddi aşmakta, haram yemekte ve buna benzer helâl haram demeksizin mal toplamak hususlarında biribirleriyle yarışmaları türünden olan gülünç hallerini söz konusu ettikten sonra, burada da onların en çirkin hallerini, niteliklerini ve günahlarını zikret­mektedir. Bu da onların Rablerine karşı cüretkârca davranarak aklı başında hiç bir kimsenin söyleyemeyeceği türden bir sözle O'nu cimrilikle vasfetmeleri-dir. Yüce Allah onların söylediklerinden alabildiğine yücedir, münezzehtir. [191]

 

Açıklaması

 

Yahudiler, Yüce Allah'ı fakir, kendilerini de zengin olmakla nitelendirdiler. Onlar "Allah'ın eli bağlıdır" diyerek Yüce Allah'ı cimrilikle suçladılar. Yani Resulullah (s.a.)'ı yalanlaması sebebiyle malî bir sıkıntı ile karşı karşıya kalan Yahudi­lerden birisi böyle dedi, demektir. Bunun bütün ümmete nispet edilmesi ise, bir ümmetin kendi arasındaki dayanışması dolayısıyladır. İşte bu kimse: Allah cimri­dir, dedi. "Elin bağlı olması" mecazî olarak cimriliği ifade etmektedir. Allah'ın eli­nin açık olması ise, cömertlik ve bol ihsanından, lütuf ve kereminden kinayedir.

Onlar bu sözleriyle Allah'ın elinin bağlı olduğunu kastetmiyorlar. Onlar bununla cimri olduğunu, yani cimrilik ederek yanındaki rızık kaynaklarını alı­koyup vermediğini anlatmak istemektedirler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Elini boynuna bağlı tutma! Onu büsbütün de açma! O takdirde kınanmış ve yaptığına pişman olursun." (İsrâ, 17/29) Yani Yüce Allah hem cimrilik etmeyi, hem de. savurganlığı yasaklamaktadır. Savurganlık (tebzîr), olmadık yerde faz­la harcamada bulunmaktır. Yüce Allah söylediklerini kendilerine olduğu gibi iade etti ve uydurup iftira ettikleri sözleri ile kendilerine mukabelede bulundu. Onlara cimrilikle, rahmetinden kovulmakla beddua etti ve şöyle buyurdu: "Böyle"dediklerinden ötürü kendi elleri bağlansın ve lanet olsun onlara." Bu cimrilik etmek, sıkıntı içerisinde bulunmak ve hayra karşı eli sıkılık etmek an­lamını ifade eden bir bedduadır. Bundan dolayı onlar Allah'ın yarattıklarının en cimrileri ve en sıkıntılıları, dar geçimlileri olmuştur. Bunun gerçek anlamıy­la ellerinin bağlanması için bir beddua olması da mümkündür. Dünya hayatın­da esir alınarak ellerinin bağlanması, ahirette de cehennemin zincirleriyle bağ­lanmak suretiyle azaplandırılmaları anlamında bir beddua olabilir.

Şanı Yüce Allah onlara verdiği cevabında söylediklerinin aksini ispat ede­rek şöyle buyurmaktadır: "Hayır, onun iki eli [192] de açıktır. Nasıl dilerse öyle in-fak eder." Bilakis o lütfü geniş ve cömert olandır. Bağış ve ihsanı pek çoktur. Her ne varsa mutlaka her şeyin bütün hazineleri O'nun nezdindedir. Mahlûka-tı üzerindeki her bir nimet yalnızca ondandır, onun hiç bir ortağı yoktur. Nite­kim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O size kendisinden istediğiniz her şey­den verdi. Allah'ın nimetlerini asla sayıp bitiremezsiniz. Şüphesiz ki insan çok zalim ve nankördür." (İbrahim, 14/34)

İmam Ahmed, Buhârî ve Müslim, Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Şüphesiz Allah'ın sağı dopdolu-dur. Hiç bir harcama onu eksiltmez. O gece ve gündüz durmadan sağnak sağ-nak rahmetini yağdırır. Gökleri ve yeri yarattığı günden beri bütün infak ettik­leri var ya, şüphesiz bunlar onun sağındakinden bir şey eksiltmiş değildir." Yi­ne buyurdu ki: "Arşı da su üzerindedir. Onun diğer elinde ise feyz -veya kabz-vardır. Yüksektir ve alçaltın" Yine buyurdu ki: "Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: "(Ey Ademoğlu) İnfak et, ben de sana infak edeyim."

Burada, cömertlik, ellerin açık olması ile ifade edilmiştir. Çünkü cömert olan bir kimse iki eliyle verir.

Bazı insanların rızıklarmın az ve dar olması ise Yüce Allah'ın ihsanının bol­luğuna aykırı değildir. Çünkü Allah'ın rızık bakımından insanlardan kimisini ki­misine üstün kılmasında bir hikmeti, bir iradesi ve bir meşieti vardır. Nitekim şanı Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer Allah kullarına rızkı yaysaydı, yer­yüzünde elbette azgınlık ederlerdi. Fakat dilediği bir miktar ile indirir. Muhak­kak ki O, kullarından haberdardır, (onları) çok iyi görendir." (Şûra, 42/27); "Al­lah dilediği kimseye rızkı yayar ve (dilediğine de) daraltır." (Ra'd, 13/26)

Daha sonra Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'in onlar üzerindeki etki boyutunu beyan ederek şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Rabbinden sana indirilen on­lardan çoğunun azgınlığını ve küfürünü artıracaktır." Yani Allah'a yemin ol­sun ki, sana apaçık indirilen ayetler onların tuğyanlarını, azgınlıklarını artıra­caktır. Tuğyan ise küfür ya da yalanlamak bakımından eşyada haddi aşmak ve aşırıya gitmektir. Ey Muhammed! Allah'ın sana vermiş olduğu nimet, senin düşmanların olan Yahudiler ve benzerleri hakkında bir nikmet (azap sebebi) olmaktadır. Allah'ın sana indirdikleriyle müminlerin tasdikleri, salih amelleri, faydalı bilgileri arttığı gibi, seni ve ümmetini kıskanan kâfirlerin de azgınlıkla­rını ve küfürlerini artırmaktadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: O iman edenler için bir hidayet ve bir şifadır. İman etmeyenlerin ise ku­laklarında ağırlık vardır ve o, onlara karşı (kalplerinde) bir körlüktür. İşte on­lar kendilerine uzak bir yerden seslenilenler (gibi) dirler." (Fussilet, 41144); "Biz Kur'ân'dan müminlere şifa ve rahmet olanı indiriyoruz. Zalimlerin ise ancak hüsranlarını artırırız." (İsrâ, 17/82)

Taberî de Katâde'nin: "Andolsun ki Rabbinden sana indirilen..." ayeti hakkında şöyle dediğini rivayet etmektedir: Muhammed (s.a.)'i ve Arapları kıs­kanmaları onları, Muhammed'i inkâr etmeye itti. Halbuki onlar ellerindeki ki­taplarında Hz. Peygamberin sıfatlarının yazılı olduğunu görüp biliyorlardı. [193]

Yüce Allah'ın onların bu olumsuz hallerine karşı verdiği cezalarından bi­risi de buyurduğu şekliyle: "Aralarına Kıyamet gününe kadar kin ve nefret sal­dık" diye belirttiği cezadır. Yani biz bütün Yahudi ve Hristiyan kesimleri ara­sında düşmanlık ve nefreti saldık. Onların her bir fırkası, kesimi, diğerine muhalefet etmektedir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Sen onları toplu ve birlikte sanırsın, halbuki onların kalpleri darmadağınıktır." (Haşr, 59/14)

Tarihte sık sık meydana gelen kavmiyetçi çatışmalar, dinî ihtilâflar ve sö­mürgeci menfaatler için ortaya çıkan değişik savaşlar bunu ispat etmektedir. Herhangi bir kimse Yahudilerin Filistin'deki oyunlarına aldanmasın; bu geçici bir durumdur.

Bunlar Allah'ın Rasulüne ve samimi müminlere tuzak hazırlamak, top­lumlar arasında fitne ve savaşları körüklemek istedikleri her seferinde Allah onları başarısızlığa uğratmış, hile ve tuzaklarını başlarına geçirmiştir. Ya onla­rın çabaları boşuna çıkar veya müminlere, onlara karşı zafer ihsan eder.

Yahudiler bütün yaptıklarıyla yeryüzünde fesada koşarlar. Yani yeryüzün­de fesat çıkartıp ıslâh etmemek, onların her zamanki seciyyelerinin bir parça­sıdır. Yüce Allah ise bu nitelikte olanları sevmez. Aksine buğzeder, cezalandırır ve azap eder.

Daha sonra Yüce Allah yine de umut ve tövbe kapılarını önlerinde açık tu­tarak şöye buyurmaktadır: "Eğer Kitap Ehli iman edip de sakınsalardı..." yani onlar Allah'a ve rasulüne iman edip işlemekte oldukları günah ve haramlardan sakınacak olsalar, şüphesiz işlemiş oldukları kötülüklerini örterdik, onları ni­mete garkolacaklan Naîm Cennetlerine koyardık. Yani şu hoşlarına gitmeyen hallerini üzerlerinden kaldırır ve maksatlarına nail olmalarını sağlardık. Şa­yet onlar asıl olarak tevhidi bildiren ve İsmail soyundan gelecek son peygambe­ri müjdeleyen Tevrat ve İncil'de bulunanlar gereğince -herhangi bir tahrif, de­ğişiklik ve değiştirme (tebdil ve tağyîr) söz konusu olmaksızın amel edip Mu­hammed (s.a.)'e indirilen Kur'an-ı Kerîm gereğince amel etselerdi, şüphesiz ki Allah rızıklarmı genişletir, semavî hayırları üzerlerine indirir, yeryüzü bere­ketlerinden onlara ihsan ederdi. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle bu­yurmaktadır: "Şayet ülkeler ahalisi iman edip takva sahibi olsalardı, biz de üzerlerine semadan ve arzdan bereketlerin kapılarını) açardık." (A'râf, 7/96) İbni Abbâs da şöyle demektedir: "Hem üstlerinden hem de ayaklarının altın­dan... yiyeceklerdi." buyruğu, üzerlerine gökten bol bol yağmur yağdırır ve yer­yüzü bereketlerinden bol bol ihsan ederdi, demektir.

Daha sonra Yüce Allah itikatlarında olsun davranışlarında olsun Kitap Ehli'nin birbirlerine eşit olmadıklarını söz konusu ederek şöyle buyurmakta­dır: "içlerinden orta yolu tutan bir ümmet vardır. Onlardan bir çoğunun yap­makta oldukları şey ise pek kötüdür." Yani Yahudilerden Abdullah b. Selâm ve arkadaşları, Hristiyanlardan da Necâşî ve benzerleri din hususunda mutedil olan bir topluluk vardır. Bunlar dışındaki büyük çoğunluğu ise dinin esasları­nın dışına çıkan fasık kimselerdir. Onların yaptıkları iş ne kadar kötüdür!

Bazı Kitap Ehli'nin mutedil olduklarına tanıklık eden bu ayete benzer başka bir takım ayetler de vardır. Yüce Allah'ın kimi Yahudiler hakkındaki şu buyruğunda olduğu gibi: "Musa'nın kavminden hak ile hidayet bulan ve onunla adaletli olan bir topluluk vardır." (A'râf, 7/159). Hz. İsa'ya uyanlar hakkındaki buyruğu da bu kabildendir: "Aralarından iman edenlere ecirlerini verdik; onla­rın pek çoğu ise fasıklardır." (Hadîd, 57/27). [194]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Yahudilerin durumları ve karakterleri oldukça gariptir. Onlar işlemedik hiç bir hayasızlık veya münker bırakmadılar. Peygamberler dahi ellerinden kurtulamadı; kimilerini öldürdüler. Hatta Yüce Allah'a karşı dahi hayasızlıkta ve çirkin işlerde bulundular, olmadıklar şeyler söylediler. Onların kimileri: Şüphesiz Allah cimridir; Bize bağışında Allah'ın eli sıkıdır, dediler.

Ancak ahirette onların elleri bağlı olacaktır. Allah, şu buyruğundaki bed-duasıyla bu dünyada da onları hayırdan ve iyilikten alıkoymuş, onlara lanet etmiş, onları rahmetinden kovmuştur: "Kendi elleri bağlansın ve lanet olsun onlara." Yüce Allah onların söylediklerinden pek yüce ve münezzehtir. O, lütfü pek geniş olandır, bağışı pek çoktur ve bunu dilediği şekilde irade ve hikmeti­ne uygun olarak yapar. Yüce Allah'ın nimetleri sayılamayacak kadar çoktur. Allah'a andolsun ki, bu çirkin işleri, bu kötülükleri dolayısıyla o Yahudilerin azgınlıklarını (tuğyanlarını) ve küfürlerini daha da artıracaktır. Yani Peygam­ber (s.a.)'e olan nefret ve düşmanlıklarında haddi aşmalarını, getirdiklerini in­kâr etmelerini daha bir artıracaktır. Kur'ân-ı Kerîm'den herhangi bir şey nazil oldu mu, hemen onu inkâr edip kâfir oluyorlar ve böylelikle küfürleri artmış oluyordu.

Yüce Allah çeşitli Yahudi kesimleri arasında düşmanlık, kin ve nefret duy­guları saldı. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Onları toplu sanırsın da halbuki kalpleri darmadağınıktır." Onlar birbirleri arasında ittifak halinde bulunmak­sızın birbirlerine buğzetmektedirler. Onlar insanlar arasında Allah'ın en nefret edilen yaratıklarıdır.

Fitne salıp, bu uğurda bir araya toplanıp hazırlıklarını yaptıkları her sefe­rinde Allah onların topluluklarını darmadağın etmiş, birlikteliklerini yok et­miştir. Filistin'deki toplanmaları da geçici bir durumdur. Bizim dinimize dön­memiz için, saflarımızı birleştirmemiz için bir uyarıdır. Onların ardında hiç bir eser bırakmayacak şekilde görülmedik bir bozguna uğramaları şeklindeki Allah'm planının tamamlanması içindir. Şüphesiz ki, onlar er veya geç zeval bu­lacaklardır. Denildiğine göre Yahudiler fesat çıkartıp Allah'ın Kitabına, yani Tevrat'a muhalefet etmeleri üzerine Allah üzerlerine Buhtnassar'ı göndermiş, daha sonra yine fesat çıkartınca bu sefer onlara Romalı Petrus'u göndermiştir. Bir başka sefer üzerlerine ateşperestleri göndermiş, bir başka sefer üzerlerine Müslümanları salmıştır. Böylelikle işlerinin yoluna koyulacağı her bir seferin­de Allah onları darmadağın ve perişan etmiştir. Bir ateş yaktıkları, yani bir kö­tülük alevlendirdikleri ve Peygamber (s.a.)'e karşı savaşmak üzere birleştikleri her seferinde Allah bu ateşlerini söndürmüş, onları kahru perişan etmiş; işleri­ni bozmuş, birlikteliklerini de gevşetmiştir. Ayrıca onlar yeryüzünde fesat için, yani İslâmı ortadan kaldırmak için koşuşurlar; bu ise fesadın en büyüğüdür.

Bütün bu gülünçlüklere ve bu kusurlara rağmen Yüce Allah yine de Kitap Ehli'nin önünde bozduklarını düzeltme fırsatını yakalayabilmeleri için tövbe kapısını, açık tutmuştur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer Kitap Ehli iman edip sakınsalardı kötülüklerini örter ve onları Naîm cennetlerine ko­yardık." Bu da Yahudi ve Hristiyanların masiyetlerinin büyüklüklerine, işle­dikleri kötülüklerinin çokluğuna bir delildir.

Şayet onlar Tevrat ve İncil'i dosdoğru uygulayıp her iki kitapta bulunan öğretileri, hükümleri İslâm risaletine imana daveti uygulasalar, yerine getirse­lerdi, şüphesiz ki Allah rızıklarını alabildiğine genişletir, üzerlerindeki nimet­lerini artırır, çeşitli hayırları bol bol ihsan ederdi. Bu ayetin benzeri başka bir takım ayetler daha vardır: "Her kim Allah'tan korkarsa Allah onun için bir çı­kış peyda eder ve ummadığı yerden onu rızıklandırır." (Talâk, 65/2-3) "Ve eğer onlar o yol üzere dosdoğru gitseler, elbette biz de onlara bol bol su içiririz." (Cinn, 72/16); "Eğer ülkeler halkı iman edip takva sahibi olsalardı, elbette üzer­lerine gökten ve yerden bereketler (in kapılarını) açardık." (A'râf, 7/96) Böyle­likle şanı Yüce Allah, takvalı olmayı -bu ayet-i kertmelerde görüldüğü- rızkın sebepleri arasında saymaktadır. Şükredenlerin rızkını daha da artıracağını va-adederek: "Andolsun, şükrederseniz hiç şüphesiz ben de size (olan nimet ve ih­sanımı) artırırım." (İbrahim, 14/7) buyurmaktadır.

İşte bu buyruklarda, onlara isabet eden darlık ve sıkıntıların yalnızca on­ların işledikleri cinayetler sebebiyle olduğuna, Yüce Allah'ın bol ihsanlarmdaki bir kusurdan kaynaklanmadığına gayet açık bir delâlet vardır.

Yüce Allah şunu da haber vermektedir: Onlardan kendilerine ve peygam­berine bütün indirilenlere iman eden, itidal üzere orta yolda giden bir topluluk vardır. Bunlar ise Kitap Ehli arasından iman eden Necâşî, Selmân, Abdullah b. Selâm gibileridirler. Bunlar orta yolda gittiler, ne İsa ne de Muhammed hak­kında onlara yakışmayan bir şey söylemediler. "İktisat" orta yol üzere olmak orta yol üzere olan; "muktesit" ise amelde itidal sahibi olan demektir.

Dinlerde muteber olan, o din gereğince amel etmek, onların gösterdikleri hidayet yolunu bulmaktır; yoksa bu dinlere ırk ve benzeri hususlar dolayısıyla taassupla bğlanmak veya bunun zıddına yaklaşımlar göstermek, din müntesip-leri arasında oldukça sert çatışmalar ortaya çıkarmak değildir. Her kim bir dine gerçek anlamıya iman ederse dolaysız olarak Allah'ın indirip kulları için ra­zı olduğu bütün dinlere de iman etmiş olur. Çünkü Allah tarafından peygam­berlere bildirilen bütün dinler Allah'ın dinidir ve bu din hiç bir kimsenin teke­linde değildir. İnsanların ortaya koydukları bir din değildir.

İşte bundan dolayı insanların halleri, dinin gerçek mahiyetine uzak ve ya­bancı idi. Onların bir çoğu da din sınırlarının dışına çıkmıştı. "Onların bir ço­ğunun yapmakta oldukları şey ise pek kötüdür." Yani onların yaptıkları iş ne kadar kötüydü! Peygamberleri yalanladılar, kitapları tahrif ettiler ve her türlü haramı yediler.

İşte bu şekilde itidal üzere olanların bulunmadığı bir ümmet ve bir zaman söz konusu olmamıştır. Fasıklar onu bastırmak, onu boğmak için ne kadar çalı­şırlarsa çalışsınlar hakkın sesi asla dinmez ve dinmeyecektir. Ama kötülük iş­leyenler çoğalıp salihler azalacak olursa, o takdirde ümmetler helak olur, gi­derler. [195]

 

Hz. Peygambere Vahyi Tebliğ Emri, İnsanlardan Korunması Ve Kitap Ehli'nin Onun Peygamberliğine İmana Davet Edilmeleri

 

67- Ey Peygamber! Rabbinden sana in­dirileni tebliğ et! Eğer yapmazsan onun risaletini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan korur. Muhak­kak ki Allah, kâfirler güruhunu hida­yete erdirmez.

68- De ki: "Ey Kitap Ehli! Tevrat'ı, İn­cil'i ve Rabbinizden size indirileni dos­doğru tatbik etmedikçe hiç bir şey üze­rinde değilsiniz." Andolsun ki Rabbin­den sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlık ve küfrünü artıracaktır. Öy­leyse o kâfirler güruhu için üzülme.

69-  Doğrusu iman edenler, Yahudiler, Sâbiîler ve Hristiyanlardan Allah'a ve ahiret gününe iman edip salih amel iş­leyenlere hiç korku yoktur. Onlar üzü­lecek de değillerdir.

 

Belagat:

 

"Hiç bir şey üzerinde değilsiniz." Bu son derece tahkir edici ve küçültücü bir tabirdir.

"Rabbinizden size indirileni" buyruğunda "Rab" kelimesinin kendilerine izafe edilmesi, davette onlara karşı yumuşak söyleyişin bir gereğidir.

"Öyleyse o kâfirler güruhu için üzülme." Burada "onlar için" şeklinde za­mir kullanılacak yerde "kâfirler" şeklinde zahir ismin kullanılması, onların kü­fürde ne kadar kök saldıklarını ortaya çıkarmak içindir. [196]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Ey peygamber... tebliğ et!" Sana indirilenlerin tamamını, bu konuda her­hangi bir kimsenin hesaba katmaksızın, bundan dolayı da başına hoşlanmadı­ğın bir işin gelmesinden korkmaksızm tebliğ et! Tebliğ İslâm davetini açıktan açığa yapmak ve bu davetin ihtiva ettiği bütün hüküm ve haberleri insanlara bildirmek demektir. "Allah seni insanlardan korur."   Yüce Allah, düşmanlarına karşı seni koruyup himaye etmeyi, muhafaza etmeyi garantilemektedir. Ya­ni senin öldürülmene engel olacağının teminatını vermektedir. O bakımdan sen onlara aldırma, onları hesaba katmak hususunda ileri sürebilecek bir mazere­tin de yoktur. Bu, Yüce Allah'ın Hz. Peygamberi koruyup muhafaza edeceğine dair vaadidir. Allah'ın vaadi ise mutlaka yerini bulur. "Muhakkak ki Allah kâ­firler güruhunu hidayete erdirmez." Seni öldürmek maksatlarını gerçekleştir­me fırsatını onlara vermez.

"Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirilenleri" içinde bulunanlarla amel etmek suretiyle "tatbik etmedikçe hiç bir şey" gerçek din namına değer biçile­cek herhangi bir şeye yahut değeri olan bir dine sahip "değilsiniz." Allah'a iman etmek, peygamberlerin sonuncusu rasulüne inanmak da onlara indirilen­leri tam anlamıyla uygulamanın kapsamı içerisine girer. "Andolsun ki Rabbin-den sana indirilen" Kur"ân-ı Kerîm "onlardan çoğunun" Kufan'ı inkârları do­layısıyla "azgınlık ve küfrünü artıracaktır. Öyleyse o kâfirler güruhu için üzül­me!" Sana iman etmiyorlar diye kederlenme, yani onların bu tavırlarına aldır­ma!

'Yahudiler, Sâbüler" Zemahşerî'nin dediği gibi bütün dinlerin dışına çı­kanlar. Mücâhid de şöyle der: Sâbiîler Hristiyanlardan bir taifedir. Mecusîlerin ise bir dini yoktur. Mücahid ve el-Hasan'dan gelen rivayete göre Sâbiîler, Mecusilerden ve Yahudilerden bir taife olup bunların kestikleri yenilmez, kadınla­rı da nikâh edilmez.

Katâde de şöyle der: Onlar meleklere tapınan ve günde beş defa güneşe namaz kılan (dua eden) bir toplulukturlar.[197]

 

Nüzul Sebebi

 

67. ayet-i kerime olan: "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et." ayetinin nüzulü ile ilgili olarak Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân, Hasan-ı Basrî'den şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "Muhak­kak Allah benimle bir risalet göndermiştir. Ben bu risaleti gereğince yerine ge­tirmek takatini kendimde bulamadım. İnsanların beni yalanlayacaklarını da iyi bildim. (Rabbim) Bana ya tebliğimi yaparım veya azaplandırıhrım diye tehdidde bulundu ve: "Ey peygamber Rabbinden sana indirileni tebliğ et." buyruğu nazil oldu.

İbni Ebî Hatim de Mücâhid'den şöyle dediğini nakletmektedir: "Ey Pey­gamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et!" ayet-i kerimesi nazil olunca şöyle buyurdu: "Rabbim ben yapayalnızım, onlar da hepsi benim aleyhime bir araya geleceklerdir, bunu nasıl yapabilirim?" Bu sefer: "Eğer yapmazsan onun risale-tini tebliğ etmemiş olursun." buyruğu nazil oldu.

Hâkim ve Tirmizî de Aişe (r.a.) den şöyle dediğini rivayet etmektedirler: Peygamber (s.a.) şu: "Allah seni insanlardan korur." buyruğu nazil oluncaya kadar muhafız ile korunurdu. Bu buyruk nazil olunca başını çadırdan çıkartıp şöyle dedi: "Ey insanlar! Haydi gidiniz, Allah beni korumasına almış bulunu­yor." Suyutî, hadis-i şerifteki ayet-i kerimenin geceleyin nazil olmuş leylî ve Hz. Peygamber yatakta yatıyorken üzerine nazil olmuş firaşî bir ayet olduğuna delil olduğunu söyler.

İbni Hibbân, Sahîh' inde Ebu Hureyre'in şöyle dediğini rivayet etmekte­dir: Resulullah (s.a.) yolculukta iken sabahı edecek olursak, en büyük ve en ge­niş gölgeli ağacı ona bırakırdık. O da o ağacın altında konaklardı. Bir gün bir ağacın altında konakladı, kılıcını da o ağaca astı. Adamın birisi gelip kılıcını aldı ve: "Ey Muhammedi Bana karşı seni kim koruyabilir?" dedi. Resulullah (s.a.) da: "Beni sana karşı Allah koruyacaktır. Kılıcı koy" dedi, o da kılıcını ye­rine koydu. Bu sefer: "Allah seni insanlardan korur." buyruğu nazil oldu.

İbni Merdûveyh de İbni Abbâs'tan şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resu­lullah (s.a.)'a: "Semadan üzerine inmiş en ağır ayet hangisidir?" diye soruldu. O da şöyle buyurdu: "Hac mevsiminde Minâ'da bulunuyordum. Arap müşrikleri ile kim oldukları bilinmeyen insanlar etrafıma toplandı. Cebrail üzerime inerek: "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et." ayetini indirdi. Ben de Akabe'nin yanında ayağa kalkıp: "Ey insanlar, dedim, Rabbimin risaletini tebliğ etmek için size cennetin verilmesi karşılığında bana kim yardımcı olur? Ey in­sanlar, lâilâheillallah deyin ve benim Allah'ın size gönderdiği rasulü olduğumu kabul edin, felah bulursunuz. Size cennet verilecektir." Hz. Peygamber buyurdu ki: "Ne kadar erkek, kadın ve çocuk varsa hepsi toprak ve taş atmaya başladı­lar." Bu dinini terketmiş bir yalancıdır" dediler. Birisi bana görünüp ["Şöyle de­di: Ey Muhammed, eğer sen Allah'ın Rasulü isen bunlara beddua etmek zama­nın gelmiştir. Tıpkı Nuh'un kavminin helaki için beddua ettiği gibi." [198] Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'ım! Kavmimi hidayete ilet. Çünkü onlar bilmeyen bir topluluktur. Sana itaat konusunda beni tasdik etmeleri için onlara karşı bana yardım et. Bu sefer amcası Hz. Abbâs geldi ve onu ellerinden kurtarıp uzaklaştırdı.

Süyutî, anlatılanın bu ayet-i kerimenin Mekkî olmasını gerektirse de, za­hirin bunun böyle olmadığını gösterdiğini söyler.

Râzî şöyle der: Şunu bil ki, bu gibi rivayetler her ne kadar çok olsa dahi, evlâ olan bunları Yüce Allah'ın Hz. Peygambere Yahudi ve Hristiyanların hile ve tuzaklarına karşı güvenlik ve teminat verdiği şeklinde yorumlanması, ona onlara hiç bir şekilde aldırmadan, açıktan açığa tebliğini yapmak emrini ver­miş olduğu şekilde anlaşılmasıdır. [199]

"De ki: Ey Kitap Ehli... hiç bir şey üzerinde değilsiniz." mealindeki 68. ayetin nüzulüne gelince: İbni Cerîr et-Taberî, İbn Ebî Hatim, İbni Abbâs'm şöyle dediğini rivayet ederler: Râfî b. Harise, Sellâm b. Miskin, Mâlik b. es-Sayf ile Râfi' b. Harmele, Resulullah (s.a.)'a gelip: "Ey Muhammedi" dediler. "Sen İbra­him'in şeriatı ve dini üzere olduğunu, elimizde bulunan Tevrat'a iman ettiğini, bu Tevrat'ın Allah'tan gelmiş hak kitap olduğuna tanıklık ettiğini iddia etmi­yor musun?" Resulullah (s.a.): "Evet, öyle diyorum." dedi. "Fakat sizler olmadık şeyler ortaya attınız ve Tevrat'ta bulunan sizden alınmış akitleri inkâr ettiniz. Orada insanlara açıklamakla emrolunduğunuz şeyleri o kitaptan gizlediniz. Ben sizin sonradan yaptığınız bu işlerden uzağım." Bu sefer şöyle dediler: "Bizler elimizde bulunanın gereğini yerine getiririz. Biz hak ve hidayet üzere­yiz. Sana iman etmiyoruz, sana uymuyoruz. Bunun üzerine Yüce Allah: "De ki: Ey Kitap Ehli! Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbinizden size indirileni dosdoğru tasdik et­medikçe hiç bir şey üzerinde değilsiniz." buyruğundan itibaren: "Öyleyse o kâ­firler güruhu için üzülme!" buyruğuna kadar olan ayet-i kerimeyi inzal buyur­du. [200]

İbni Abbas şöyle der: Yahudilerden bir topluluk Resulullah (s.a.)'m yanına gelerek şöyle dediler: "Sen Tevrat'ın Allah'tan gelmiş hak kitap olduğunu kabul etmiyor musun?" O: "Ediyorum", deyince şöyle dediler: "Bizler ise yalnızca o Tevrat'a iman ediyoruz, onun dışında olan kitaplara iman etmiyoruz." Bunun üzerine bu ayet-i kerime nazil oldu. Yani sizler her iki kitapta yer alan Mu-hammed (s.a.)'e iman ve bunların gerektirdikleri ameli yerine getirmedikçe dinden hak namına bir şey üzere olamazsınız. [201]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Cenab-ı Allah, Hz. Peygambere itidal üzre olan orta yolda gidenlerin azlı­ğına, buna karşılık Kitap Ehli'nin fasıklarınm çokluğuna bakmayıp onların kö­tülüklerinden korkmamasını emredip ona "Tebliğ et" buyruğunu verdi. Yani sa­na indirmiş olduğum onların sırlarını ve çirkin fiillerini açığa vurmaya dair şeyleri tebliğe sabret, sebat göster! Şüphesiz Allah onların hile ve tuzakların­dan seni koruyacaktır, onların desiselerine karşı seni himaye edecektir. [202]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah rasulü Muhammed (s.a.)'e risalet sıfatıyla hitap ederek Al­lah'ın üzerine indirdiklerinin tümünü tebliğ etmesini emretmektedir. O da bu görevini en mükemmel şekliyle ifa etti. Risaleti tebliğ etti, emaneti tamamıyla yerine getirdi. Ümmete samimi olarak nasihat etti. Allah ona verilebilecek mü­kâfatın en hayırlısını versin. Buhârî bu ayet-i kerimeyi tefsir sadedinde Hz. Âi-şe'nin rivayet ettiği şu hadisini nakletmektedir: "Sana bir kimse Muhammed'in Allah'ın indirdiğinden herhangi bir şey gizlediğini söyleyecek olursa, kesinlikle yalan söylemiş olduğunu bil. Çünkü Yüce Allah: "Ey peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et." buyurmaktadır." Bunu Müslim, Tirmizî ve Nesaî de böylece rivayet etmiştir. Buhârî ve Müslim'de de yine Hz. Âişe'den şöyle dediği nakledilmektedir: "Kur'ân-ı Kerîm'den eğer Muhammed herhangi bir şey gizle­yecek olsaydı şu: "Allah'ın açığa çıkartacağı şeyi içinde gizliyordun. İnsanlar­dan çekmiyordun. Halbuki Allah'tan korkman daha yerinde idi." (Ahzab, 33/37) ayetini gizlerdi."

Ayet-i kerimenin anlamı şudur: Ey Rabbinden bütün insanlara bir risaleti tebliğ etmek üzere gönderilmiş rasul! Rabbinden sana indirilenlerin tamamını tebliğ et. Bu konuda hiç kimseden korkma, sana hoşlanmayacağın bir şeyin ge­lip erişmesinden de çekinme.

Eğer sana indirileni derhal tebliğ etmeyecek ve seninle gönderileni insan­lara eksiksiz ulaştırmayacak olursan -belli bir süreye kadar onu gizlemek şek­linde dahi- olsa sen insanlara tebliğ görevini yerine getirmemiş olursun. Nite­kim Yüce Allah: "Peygambere tebliğ etmekten başka bir şey düşmez." (Mâide, 5/99) buyurmaktadır.

Peygamberler Allah'ın kendilerine indirilenlerden herhangi bir şeyi gizle­mekten masum olmalarına rağmen, risaletin bir kısmını gizlemenin tamamını gizlemek gibi değerlendirilerek, ona verilen tebliğde bulunma emrinin: "Eğer yapmazsan..." buyruğu ile tekid edilmesindeki hikmet; tebliğ edilmesi gereken herhangi bir şeyi ertelemeyi içtihadı ile tespit etmesinin caiz olmaksızın tebli­ğin kesin ve kaçınılmaz bir şey olduğunu Hz. Peygambere bildirmektir.

İnsanlar açısından bunun hikmeti ise, bu gerçeği nass ile bilmeleri ve bu hususta herhangi bir anlaşmazlığa düşmemeleridir.

Resulullah (s.a.) da üzerine Kur"ân'dan ne indirildiyse derhal bütünüyle tebliğ etmiştir. Buhârî şöyle der: "ez-Zuhrî dedi ki: Risâlet Allah'tandır. Tebliğ ise rasulün görevidir, öylece kabul etmek de bize düşen görevdir. Onun ümmeti risaleti tebliğ ettiğine, emaneti eksiksiz yerine getirdiğine şahitlik etmiştir. Ve­da haccı gününde irad ettiği hutbesinde çok büyük bir kalabalık arasında bu ko­nuda onların şahitliklerini de almıştır. Orada ashabından yaklaşık kırk bin kişi vardı." Müslim'in Sahîh' inde Câbir b. Abdullah'dan sabit olduğu gibi: Resulul­lah (s.a.) o günkü hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar! Şüphesiz ki siz­lere benim hakkımda soru sorulacaktır. Ne diyeceksiniz?" Hazır bulunanlar: "Senin gerçekten tebliğ ettiğine, emaneti eksiksiz ödediğine, ümmete nasihat ettiğine şahitlik edeceğiz." Hz. Peygamber de parmağını semaya doğru kaldırıp onların üzerine indiriyor ve bu arada: "Allahım, tebliğ ettim mi?"  diyordu.

İmam Ahmet, İbni Abbâs'm şöyle dediğini rivayet etmektedir: Resulullah (s.a.) Veda haccmda şöyle buyurdu: "Ey insanlar! Bu gün ne günüdür?" Onlar: "Bu gün haram (saygıdeğer) bir gündür" dediler. Hz. Peygamber: "Bu belde ne beldesidir?" diye sordu. Onlar: "Bu belde haram bir beldedir." dediler, yine Hz. Peygamber: "Bu belde ne beldesidir?" diye sordu. Onlar: "Bu belde haram bir beldedir." dediler. Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Şüphesiz mallarınız, kanları­nız ve ırzlarınız bu gününüzün hürmeti gibi, bu beldenizdeki ve bu ayınızdaki hürmet gibi birbirinize haramdır."

Sonra bunu birkaç defa tekrarladı, arkasından parmağını semaya kaldıra­rak: "Allahım tebliğ ettim mi?" sözünü de birkaç defa tekrarladı. Ahmed şöyle der: İbni Abbas der ki: Allah'a andolsun, o bunu aziz ve celil Rabbine vasiyyet olmak üzere (söylüyordu). Sonra (Peygamber -s.a.-) buyurdu ki: "Dikkat edin, hazır bulunan hazır bulunmayana tebliğde bulunsun. Benden sonra birbirini­zin boynunu vuran kâfirler olarak geri dönüş yapmayınız."

Daha sonra Yüce Allah, peygamberine onu insanlara karşı koruyup hima­ye edeceğine dair teminatını açıkça ilân etmektedir. Yani ona suikast yapılma­sına, öldürülmesine karşı koruyup, düşmanlarına istediklerini gerçekleştirme imkânı vermeyeceğine dair teminat vermektedir. Ebu Talib'in ölümünden son­ra müşrikler Dârul-Nedve'de Hz. Muhammed (s.a.)'i öldürmeyi kararlaştırmış­lar ve buna teşebbüs etmişlerdi. Yüce Allah ise onu korumuş ve o Medine'ye hicret etmişti. Hicretten sonra Yahudiler de bir suikast teşebbüsünde bulundu. Onun korunacağından maksat, ölüme karşı korunacağıdır. O bakımdan Mek­ke'de, Taifte müşriklerin eziyetlerine, hicretten sonra Uhud günü de yüzünün yaralanıp ön küçük azı dişinin tanVmaaına bakılarak., tuna itiraz ©«üieme^.

Tirmizî, Ebu'ş-Şeyh İbni Hayyân, Hâkim, Ebu Nuaym ve Beyhakî, birkaç sahabe-i kiramdan şunu rivayet etmektedirler: Resulullah (s.a.) bu ayetin nü­zulünden önce Mekke'de bekçiler tarafından korunuyordu. Hz. Abbâs da onu koruyan kimseler arasında idi. Bu ayet-i kerime nazil olunca Resulullah (s.a.) koruyucu edinmeyi terketti. Yine rivayet edildiğine göre Ebu Tâlib, Resulullah (s.a.) ile birlikte dışarı çıktığı takdirde onu koruyacak kimseleri gönderirdi. Bu: "Allah seni insanlardan korur." buyruğu nazil oluncaya kadar böyle devam et­ti. Bu buyruktan sonra yine birisini koruyucu olarak göndermek isteyince: "Amcacığım , muhakkak Allah beni korumaya almıştır, senin göndereceğin kim­selere ihtiyacım yoktur." dedi.

Enes (r.a.)'ten şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resulullah (s.a.)'ı Sa'd ve Huzeyfe bu ayet-i kerime nazil oluncaya kadar koruyorlardı. Bu ayet nazil olunca başını deriden yapılmış çadırından dışarı çıkartarak: "Ey insanlar! Ar­tık gidebilirsiniz, Allah beni insanlara karşı korumuştur." buyurdu.

Mekke'de inmiş bulunan bu ayet-i kerimenin Medine'de kendilerine tebliğ­de bulunmakla yükümlü kılındığı Kitap Ehli'ne tebliği ihtiva eden buyruklar arasında korunmuş olması, Resulullah (s.a.)'ın müşriklerin eziyetlerine maruz kaldığı gibi Kitap Ehli'nin eziyetlerine de maruz kaldığına delâlet etmesi için­dir, Allah da onu her iki kesimden de korumuştur.

Denildiğine göre bu ayet-i kerime Uhud vakasından sonra nazil olmuştur. Buna delil de Yüce Allah'ın: "Muhakkak ki, Allah kâfirler güruhunu hidayete erdirmez." buyruğudur. Yani Allah, onlara gerçekleştirmek istedikleri suikast için imkân vermeyecektir.

Vakıada ise ayet-i kerimenin daha genel bir anlamı vardır; o da şudur: Sen tebliğ et, dilediğini hidayete iletecek ve saptıracak olan da Allah'tır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onları hidayete iletmek, sana düşen bir iş değildir, fakat Allah dilediğini hidayete iletir." (Bakara, 2/272); "Şüphesiz sana ancak tebliğ düşer, hesap(lannı görmek) ise Bize aittir." (Ra'd, 13/40).

Daha sonra Yüce Allah, bütün insanlara oldukça önemli bir gerçeği açıkla­maktadır. O da şudur: Bir dine mensup oluş, onun gereğince amel edilmedikçe bir fayda sağlamaz. "De ki: Ey kitap ehli... dosdoğru tatbik etmedikçe hiç bir şey üzerinde değilsiniz." Yani ey Muhammedi Kitap Ehli'ne (Yahudi ve Hristiyan-lara) de ki: Sizler Tevrat'ı ve İncil'i emrolunduğunuz katıksız tevhid ve salih amel gibi hususlarıyla onlarda yer alan Muhammed (s.a.)'e ve onun şeriatına iman gibi hususların gereğini yerine getirmedikçe Rabbinizden size indirilene, yani Allahü Teâlâ'nın kendisiyle dini tamamladığı Kur'ân-ı Azim'e ve risaletiy-le bütün peygamberlerin risaletlerini sona erdirdiği Muhammed'in risaleti ge­reğince amel etmediğiniz sürece, siz din adına bir şeye sahip olamazsınız.

Daha sonra Yüce Allah önceki ayet-i kerimede «64. ayet) sözünü ettiği bir hususu tekrarlamaktadır: O da Yüce Allah'ın Kurân-ı Kerimin Kitap Ehli'n-den pek çok kimsenin, ancak onların yalanlamakta aşırıya gitmelerini ve kü­fürlerine küfür katmalarından başka bir şeylerini artınnadığına dair yemin et­mesidir. Buna sebep ise atalarından miras olarak aldıklar, taassupları, kin ve kıskançlıklarıdır: "İçlerinden kıskanarak..." (Bakara. 2109 bunu yapmaları­dır. İnsafla ve her türlü etkiden soyutlanarak düşüniney: ınnt.al etmeleridir. O halde sen kâfirler topluluğuna üzülme! Yani ey Mufaarmnei Tuğyanlarının, az­gınlıklarının ve küfürlerinin artmasından dolayı onlar :;ır. urulne. kederlen­me. Çünkü bunun zararı kendilerine aittir, sana değil Sana inan edenlerin varlığı ise, onlara ayrıca gerek bırakmaz.

Hiç bir ortağı bulunmayan bir ve tek Allah'a, kitapîanna ve peygamberle­rine iman eden, onlar arasındaki bir azınlığa gelince: Kur'ân-ı Kerim boyleler.-nin hidayetlerini, doğru yol üzere sebatlarını ve mutluluklarını artırır.

Bu önemli gerçeğin açığa çıkartılmasından sonra Kur'ân-ı Kerîm bütün in­sanlar için genel bir kanun koymaktadır ki o da: "Doğrusu iman edenler..." ya­ni Allah'ı ve rasulünü tasdik eden Müslümanlar ile Mûsâ (a.s.)'ya tabi olan, Tevrat'a sahip olan Yahudiler, bütün dinlerin dışında kalan Sâbiîler ve Mesih (a.s.)'e uyan Hristiyanlar arasından kim Allah'a, peygamberlerine ve ahiret gü­nüne sahih ve samimi bir şekilde iman eder, salih bir amel işlerse işte onlar için Kıyamet günü azabından yana ebediyyen bir korku yoktur ve onlar hiç bir zaman bizatihi dünya ve nimetleri dolayısıyla, ahirette de kendilerine isabet edecek herhangi bir şeyden dolayı kederlenmeyecek, üzülmeyecekler. Aksine bunlar nimetlerle dolu olan Naîm cennetlerinde olacaklardır. [203]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler:

 

Tebliğ ayeti: Peygamber takiyye olmak üzere dine dair bazı hususları giz­lemiştir, diyenlerin görüşlerinin reddolunduğuna ve bu iddiada bulunan Rafızî-lerin kanaatlerinin batıl olduğuna delil olduğu gibi, Hz. Peygamberin din ile il­gili herhangi bir hususu gizlice ve sır olmak üzere tevdi etmesinin de söz konusu olmadığına delildir. Çünkü buyruğun anlamı zahiren: "Sana indirilenlerin tümünü tebliğ et"' şeklindedir.

İbni Abbâs şöyle der: Buyruğun anlamı; Rabbinden sana indirilenlerin tü­münü tebliğ et; eğer ondan herhangi bir şey gizleyecek olursan sen onun risale-tini tebliğ etmemiş olursun, şeklindedir.

İşte bu Peygamber (s.a.)'e de bir edebi öğretmek olduğu gibi onun ümme­tinden ilim taşıyıcılarına da şeriatinden herhangi bir şeyi gizlememeleri gerek­tiği hususunda bir tehdiddir. Şanı Yüce Allah peygamberinin, vahyinden her­hangi bir şeyi gizlemeyeceğini de zaten biliyordu.

"Allah seni insanlardan korur." ayet-i kerimesi, Hz. Peygamberin pey­gamberliğine delâlet etmektedir. Çünkü Yüce Allah onun masum (korunmuş) olduğunu haber vermektedir. Allah'ın masumiyetini teminat altına aldığı kim­senin, Allah'ın kendisine vermiş olduğu emirlerden herhangi bir şeyi terketme-si düşünülemez.

"Muhakkak ki Allah kâfirler güruhunu hidayete erdirmez." buyruğu da şunu göstermektedir. Kâfirlerin hayra muvaffak olması, mutluluğu elde etme­si, Allah tarafından engellenmiştir. Onlar kâfir olduklarından ötürü Allah'ın rahmeti de kendilerinden engellenmiştir.

"De ki: Ey Kitap Ehli!" ayeti de Yahudi ve Hristiyanların hakikatte Tev­rat, İncil ve Kur"ân-ı Kerîm'de bulunan hükümler gereğince amel etmedikleri sürece din adına gerçek bir şeye sahip olmadıklarının delilidir. Onlar bu kitap­larda bulunanlar gereğince amel edip Muhammed (s.a.)'e iman etmedikçe ve bu iki kitabın (yani Tevrat ve İncil'in) kendilerine farz kıldığı ameli ifa etme­dikçe, dinden herhangi bir paya sahip değildirler.

Allah kâfir olanın küfrüne küfür; tuğyanına tuğyan katar. Yani onun had­di aşmasını, ileri gidip aşırıya gitmesini daha da artırır.

Bu ayet-i kerimeden Müslümanın alacağı ibret şudur: Müslüman Kufân-ı Kerîm'in gereklerini yerine getirip onun hidayetiyle hidayet bulmadıkça, çizdi­ği sınırlara bağlı kalmadıkça, din adına kayda değer herhangi bir şeye sahip olamaz.

"Doğrusu iman edenler, Yahudiler ve Sâbiîler..." ayet-i kerimesi de Kitap Ehli'nin Allah'ın dinini gereği gibi uygulamadıklarına işaret etmektedir. Çün­kü onlar Allah tarafından indirilmiş kitapların naslarmı korumadıkları gibi, sahip oldukları kitap bilgisini de zahiri üzere bırakmadılar. Aksine onları tu­tarsız bir şekilde tevil ettiler. Allah'a ve ahiret gününe iman etmediler, salih ameller işlemediler. [204]

 

Yahudilerin Peygamberlerini Yalanlamaları Ve Onları Öldürmeleri

 

70- Andolsun ki Biz, İsrailogulları'ndan sapasağlam bir teminat almış ve onla­ra peygamberler göndermişizdir. Ne zaman bir peygamber onlara nefisleri­nin hoşlanmadığı bir şeyi getirmişse bir kısmını yalanlamışlar, bir kısmını da öldürmüşlerdi.

71- Bir fitne olmayacağını sandılar da görmez ve işitmez oldular. Sonra Allah kendilerine tövbe nasib etti. Sonra iç­lerinden, yine bir çoğu körleşti, sağır-laştı. Allah yaptıklarını hakkıyla gö­rendir.

 

Belagat:

 

"Allah yaptıklarını hakkıyla görendir." Yüce Allah geçmiş hali muzari fiil ile tabir ederek, onların çirkin hallerini hatırlatmakta ve ayet-i kerimelerin sonlarına riayet etmek için, bu şekilde muzari fiil ile ayet nihayete ermektedir.

"Körleşti, sağırlaştı." Burada körleşmek ve sağırlaşmak hidayet ve iman­dan yüz çevirmeyi ifade etmek için istiare yoluyla kullanılmıştır. [205]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Andolsun ki, Biz îsrailoğullarından", Allah'a ve peygamberlerine iman edeceklerine dair "sapasağlam bir teminat almış ve onlara peygamberler gön­dermişizdir"; "Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin hoşlanmadığı" Hak olan "bir şeyi getirmişse bir kısmını", yani onlardan kimisini "yalanlamış­lar" onlardan "bir kısmını da" Zekeriyyâ ve Yahya gibilerini de "öldürmüşler­di." Burada maziyi anlatmak için muzari fiilin kullanılmış olması, ayetlerin fasılalarına riayet etmek içindir. Maksat bir kısmını geçmişte yalanlamış ol­dukları ve yine geçmişte bir kısmını öldürmüş olduklarıdır.

"Bir fitne" Peygamberleri yalanlayıp öldürmelerine karşılık onlara bir azap "olmayacağını" gerçekleşmeyeceğini, vaki olmayacağını "sandılar da" hakka karşı "görmez ve işitmez oldular." Hakkı görmediler ve onu işitemediler. "Allah yaptıklarını hakkıyla görendir." Onları yaptıklarına göre cezalandıracaktır. [206]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Kitap Ehli ve onların çirkinliklerinin sayımına devam edilmektedir. Şanı Yüce Allah Yahudilerden kesin bir söz ve teminat aldığını beyan ettikten son­ra, ikinci bir defa daha bunu hatırlatmaktadır. [207]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah İsrailoğulları'ndan Allah'ın buyruklarını dinleyip itaat edecek­lerine, O'nun peygamberine itaatle bağlı kalacaklarına dair ahit ve misaklar almış olduğunu hatırlatmaktadır. Fakat onlar bu ahitleri ve misakları bozdu­lar. Görüş ve nevalarına tabi oldular, görüş ve nevalarını ilâhî şeriatın önüne geçirdiler. İlâhî şeriattan nevalarına uyanı kabul ettiler, ona aykırı düşeni de reddettiler.

Misak, pekiştirilmiş ahit demektir. Allah Tevrat'ta Yahudilerden Allah'ı tev-hid edip Allah'ın şeriatının hükümlerine tabi olacaklarına dair ahit almıştı. Fa­kat onlar verdikleri bu sözü bozdular; peygamberlere karşı da ya yüz çevirmeyi gerektiriri özellikte olan yalanlamakla veya onları öldürmekle karşılık verdiler.

Bu yaptıklarına karşılık herhangi bir kötülüğün söz konusu olmayacağını, herhangi bir azap ile cezalandırılmayacaklarını yani işledikleri fesada karşılık denenmeyeceklerini sandılar. Çünkü onlar Allah'ın oğulları ve sevgilileri ol­duklarını iddia ediyorlardı. Fakat onların bu fesatları bir kötülüğü doğurmuş­tur. Bu da onların hakka karşı kör kulaklarının hakkı işitmeyecek kadar sağır olmaları, Allah'ın ayetleri üzerinde düşünemeyişleridir. Onlar hak namına bir şey işitmedikleri gibi hakka doğru yol da bulamıyorlardı. Bundan dolayı Babil-liler onlara musallat olup Mescid-i Aksâ'yı yaktılar, mallarını talan ettiler, ço­cuklarını ve kadınlarını esir aldılar. İçinde bulundukları fesattan tövbe edip fe­sadı terketmeleri üzerine de Allah tövbelerini kabul etti, Pers krallarından bir kral vasıtasıyla tekrar hükümdarlıklarını kendilerine iade etti, Beytülmakdis'i onlar için yeniden inşa etti, Buhtnassar tarafından esir alınanları tekrar va­tanlarına geri döndürdü.

Sonra bir defa daha hakka karşı kör ve sağır kesildiler. Bu da Allah'ı gör­meyi istedikleri zaman olmuştu. Hz. Zekeriyyâ ve Yahya gibi peygamberleri öl­dürdüler. Meryemoğlu İsa'yı öldürmeye kalkıştılar. Allah'ın ve peygamberinin emirlerine asi oldular. Bu yüzden Allah üzerlerine önce Persleri, sonra da Ro­malıları musallat etti. Onlar da mülklerini sona erdirdi ve bağımsızlıklarını el­lerinden aldı.

Yüce Allah'ın: "Yine bir çoğu" buyruğu ise onların çoğunluğunun isyankâr olduklarına, az miktarda kimselerin de mümin ve salih kimseler olduklarına işarettir.

"Allah yaptıklarını hakkıyla görendir" Yaptıklarına muttali olandır. Ki­min hidayeti hak ettiğini, kimin de saptırılmaya lâyık olduğunu çok iyi bilen­dir. Yine onların, peygamberlerin ve rasullerin sonuncusu Allah Rasulü Muhammed (s.a.)'e karşı kurdukları hile ve tuzakları da çok iyi bilmektedir. [208]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Allah'tan başkasına ibadet etmemek ve buna bağlı diğer hususlar ile ilgili olarak İsrailoğulları ile ahitleşmeler, sözleşmeler bikkaç defa tekrarlanmıştır. İşte bütün bunlar Mâide suresinin başlangıcını teşkil eden: "Akitlere tamamen bağlı kalınız" buyruğu ile tam bir uyum halindedir.

Fakat Allah'ın ve insanlığın düşmanı olan Yahudiler bütün ahitlerini ve sözlerini bozmuşlardır. Peygamberlere ise ya onları yalanlayarak, yollarını en­gelleyerek ve onlardan yüz çevirerek karşılık vermişler ya da öldürmüşlerdir. Hz. Zekeriyyâ ve Yahya gibi ve onlardan başka bir takım peygamberleri öldür­dükleri gibi, Hz. İsa'yı da öldürmeye çalışmışlardır.

Kendilerinden bu şekilde söz ve ahit alman bu kimseler, Allah tarafından çeşitli sıkıntılar ile müptelâ olup denenmeyeceklerini zannettiler. Çünkü onlar: "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz." (Mâide, 5/28) şeklindeki kanaatlerine aldanmışlar ve boş bir gurura kapılmışlardı. Ayrıca kendilerine uzun süre mühlet verilmesi de onları aldatmıştır. O bakımdan hidayete karşı kör, hakkı dinlemeye karşı sağır kesilmişlerdi. Çünkü onlar ne gördüklerinden ne de işit­tiklerinden yararlanabildiler. Daha sonra Yüce Allah denenmelerinin ardından tövbelerini kabul etti, sıkıntı ve kederlerini giderdi, köleleştirilmiş ve esir alın­mış kimseler iken onları hürriyetlerine kavuşturdu. Ama sonra yine fesat çı­kardılar, isyan ettiler. Onların bir çoğu yine Muhammed (s.a.) vasıtasıyla hak kendilerine açık seçik gösterildikten sonra körleşti ve sağır kesildi. Ebediyyen hiç bir öğütle öğüt alamadı, delil ve belgeleri dinlemekten yüz çevirdiler. Yani doğruya ve gerçeğe delâlet eden mucize ve burhanlara (kat'î delillere) iltifat et­meyip yüz çevirdiler.

İşte bu şekilde Yahudiler tövbe ve isyankârlık arasında bocalarlar. Kurtul­makla yok olma, helak olma arasında gidip gelirler. Onların çoğunluğu fasıktır, az bir kısmı da itaatkârdır. Tarihte hiç bir kimse Yahudilerden daha kompleks­li, daha kötü tabiatlı, daha bunalımlı ve huzursuz bir halk ve toplum asla bula­maz. Bundan dolayı her zaman için korku ve çekingenlikle karşı karşıya kal­dıklarını görüyoruz. Hiç bir zaman rahat olamamaktadırlar. Zaman boyunca huzur ve istikrar nimetini tadamayacaklardır. Devletlerini kurmuş olmalarına rağmen Filistin'deki örnek, herkese karşı gayet açık bir örnektir. [209]

 

Hıristiyanların Hz. Mesih'i İlâhlaştırmaları

 

72- "Meryem oğlu Mesih gerçekten Al­lah'ın kendisidir" diyenler, andolsun ki kâfir olmuşlardır. Halbuki Mesîh demişti ki: "Ey İsrailoğulları! Benim de Rabbim sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin. Zira her kim Allah'a şirk koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder ve onun varacağı yer ateş­tir. Zalimlerin hiç bir yardımcıları yoktur."

73-  "Allah gerçekten üçün üçüncüsü-dür" diyenler, andolsun ki kâfir olmuş­lardır. Halbuki bir tek ilâhtan başka ilâh yoktur. Söylediklerinden vazgeç­mezlerse andolsun ki, onlardan kâfir olanlara acıklı bir azap dokunacaktır.

74- Hâlâ Allah'a tövbe edip ondan mağ­firet dilemezler mi? Halbuki Allah Ga-fûr'dur, Rahîm'dir.

75-  Meryemoğlu Mesih bir rasulden başka bir şey değildi. Ondan önce de rasuller gelip geçmişti. Annesi de dos­doğru bir kadındı. İkisi de yemek yer­lerdi. Bir bizim ayetleri nasıl açıkladı­ğımıza, sonra da onların nasıl yüz çe­virdiğine bak!

 

Belagat:

 

"Allah ona cenneti haram eder." Burada zamir olarak kullanılması gere­kirken ism-i celâlin açıktan zikredilmesi, durumun dehşetini ortaya koymak ve dinleyenin kalbine heybeti yerleştirmek içindir.

"Hâlâ Allah'a tövbe edip..." buyruğundaki soru, azar içindir.

"Bizim onlara... nasıl açıkladığımıza bak" ile "sonra da onların nasıl yüz çevirdiklerine bir bak" buyruğunda bakma emrinin tekrarlanması, işlerinin hayret verici bir iş olduğunu, mübalağa yoluyla anlatmak içindir, "sonra" lafzı ise hayreti gerektiren iki husus arasındaki farklılığı açıkça ortaya koymak içindir. Yani bizim ayetlerimizi açıklayışımız son derece açık ve seçiktir, onların buna rağmen bu ayetlerden yüz çevirmeleri ise daha çok hayret vericidir. [210]

 

Kelime ve İbareler:

 

"... Andolsun ki kâfir olmuşlardır.": Küfür, imanın zıddıdır. Yine küfür, ni­meti inkâr etmek anlamındadır. Kefr ise bir şeyi örtmek, gizlemek demektir. "Çiftçi tohumu yere kefretti" derken, ekmek suretiyle onu toprağın altına ört­tü demek olur. "Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin." Kulluk (ibadet), boyun eğmek ve zilletini arzetmek demektir. Bu ifadenin an­lamı şudur: Şüphesiz ki, ben diğer kullar gibi Allah'ın bir kuluyum, bir ilâh de­ğilim. "Zira her kim Allah'a" ibadette Allah'tan başkasını ortak koşmak sure­tiyle "şirk koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram eder." Onun cennete girmesine mani olur. "Zalimlerin ise" kendilerini Allah'ın azabından koruyacak "hiç bir yardımcıları yoktur."

"Allah gerçekten üçün üçüncüsüdür." Yani üç ilâhtan birisidir. Diğer ikisi ise İsâ ve annesidir, diyenler Hristiyanlardır. "andolsun ki kâfir olmuşlardır... söylediklerinden", teslisten, "vazgeçmezlerse" ve tevhide yönelmezlerse "andol­sun onlardan kâfir olanlara", küfür üzere sebat gösterenlere "acıklı bir azap" Can yakıcı bir azap olan ateş azabı "dokunacaktır... halbuki Allah" tövbe eden­leri bağışlayan "Gafûr'dur", böylelerine merhamet gösteren "Rahim'dir."

"Ondan önce de rasuller gelip geçmiştir." O da onlar gibi gelip geçecektir ve iddia ettikleri gibi bir ilâh değildir. Yoksa gelip geçmez ve varlığı zeval bul­mazdı. "Annesi de dosdoğru bir kadındır" Dosdoğru anlamı verilen sıddîka, doğrulukta, sıdk'ta ileri derecede olan demektir. "İkisi de yemek yerlerdi." Ken­dilerinden başka diğer insanlar gibi bu şekilde olan ise yapısında terkip ve za­fiyeti dolayısıyla asla ilâh olamaz. "Bir bizim onlara ayetleri" vahdaniyetinize dair kat'î delilleri "nasıl açıkladığımıza bak, sonra da onların nasıl yüz çevir­diklerine" kesin delillerin ortada olmasma rağmen haktan yüz çevirdiklerine "bir bak!" [211]

 

Nüzul Sebebi

 

es-Süddî ve başkaları şöyle der: Bu buyruklar Hristiyanların Hz. Mesîh ile onun annesini Allah ile birlikte ilâh kabul etmeleri ve böylelikle Yüce Allah'ı üç ilâhın üçüncüsü olarak benimsemeleri hakkında nazil olmuştur. [212]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Şanı Yüce Allah Yahudilere dair açıklamaları genişçe ortaya koyup delille­rini tek tek çürüttükten, yaptıkları çirkinlikleri sayıp döktükten sonra burada da Hristiyanlardan söz etmeye koyuldu. Onların Hz. Mesih'in ulûhiyyet iddiası ve onun ilâh olarak doğduğu, yani Yüce Allah'ın Hz. İsa'nın zatına hulul edip onunla bir olduğu şeklindeki akidelerinin yanlışlık ve bozukluğunu açıklamak­tadır. Aslında bu iddia Hristiyanlardan YaTcûbîlerin görüşüdür. Daha sonra bu bütün Hristiyanlar arasında yaygınlık kazanmıştır. Ardından da Yüce Allah ona tabi olduğunu ileri sürenlerin sözlerinin bozukluğunu kesin delille ispatla­mak üzere Hz. Mesih'in de söylediği sözleri nakletmektedir. [213]

 

Açıklaması

 

Yüce Allah Hristiyanlığm eski fırkalarından olan Melikiyye (Melkâniyye), Ya'kûbiyye ve Nastûriyye fırkalarının ve daha sonra ortaya çıkan Katolik, Orto­doks ve Protestanların kâfir olduklarına hüküm vererek şöyle buyurmaktadır: Allah'a yemin olsun ki, Meryemoğlu Mesih'in bizzat Allah olduğunu iddia eden­ler, kâfir olmuşlardır ve bunlar haktan alabildiğine uzak bir sapıklıkta sapmış­lardır. Bunlar şöyle diyorlar: Şüphesiz ki Allah üç asıldan (veya uknumdan) mü­rekkeptir. Bunlarsa baba, oğul ve Ruhu'l-kudüstür. Baba Allah'tır, Mesih oğul­dur ve baba olan Allah oğul olan Mesih'e hulul edip onunla tekleşmiştir. Böyle­likle Ruhu'l-Kudüs'ü de oluşturmuştur. Bunların her birisi ötekinin bizzat kendi­sidir. Bu konuda görüşlerinin özü ise: Allah Mesih'in ta kendisidir, şeklindedir.

Beşikte henüz küçük bir bebek iken Mesih'in ilk söylediği söz: "Şüphesiz ben Allah'ın kuluyum" olmakla birlikte, daha sonra da insanları risaletini ka­bule çağırıp ey İsrailoğulları, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah'a ibadet edin, yani ibadetlerinizle yalnızca bir ve tek olarak Allah'a yönelin, de­miş olmakla birlikte, bu iddiada bulundular. Hz. İsa'nın bu sözde ise Hristiyan-ların onun hakkındaki iddialarının tutarsızlığına dair kesin bir delildir. Çünkü o, sonradan yaratılmış olmak ve meydana getirilmiş olmaya dair delilleriyle kendisinin dışındaki insanların böyle olduklarına dair deliller arasında her­hangi bir fark gözetmemektedir.

Hz. İsa davetinde şirkten de sakındırmış ve şirkte bulunacaklara tehditte bulunmuş, şöyle demiştir: "Zira her kim Allah'a şirk koşarsa..." yani melek, in­san, yıldız, put veya bunun dışında herhangi bir varlığı kim Allah'a ortak ko­şarsa şüphesiz ki Allah, ezelî ilminde de rasullerine göndermiş olduğu şeriatin-de de böylelerine cenneti haram kılmıştır. Yani onu cennete girmekten mah­rum bırakmış, cennete girmesine engel olmuştur. Ahirette böylesinin kalacağı yer cehennem ateşidir. Allah'a ortak edinmek suretiyle kendilerine zulmeden­lerin kendilerine yardımcı olacak hiç bir kimseleri olmayacaktır. Yani Hz. İsa hakkında uydurup söyledikleri şeyler hususunda kimse onlara yardımcı olma­yacak, kimse onlara destek vermeyecektir. Çünkü böyle bir iddianın doğru ol­masına imkân yoktur ve böyle bir iddia akıldan alabildiğine uzaktır. Allah'ın azabına karşı ahirette de onlara kimse yardımcı olamayacaktır.

Aynı şekilde gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları yaratan Allah, üç ilâhın üçüncüsüdür, diyenler de kâfir olmuşlardır. Bu da Hristiyanlann: Me­sih Allah'ın oğludur, yahut Allah, Allah'ın kendisi olan baba, Mesih olan oğul ve Meryem diye bilinen zevceden ibaret üç uknumdan birisidir, diyen Hristi­yanlann görüşüdür. Bunun da anlamı şudur: Şüphesiz bütün Hristiyan fırka­ları küfre sapmışlardır. İster Mesih üçün üçüncüsüdür, diyenler olsun; ister Mesih Allah'ın oğludur diyenler olsun, isterse de Allah Meryem oğlu Mesih'in kendisidir, diyenler olsun. Sonra gelen Hristiyanlar teslisi kabul etmektedirler.

Yani üç ilâhın varlığını ve aynı şekilde tevhidi de kabul ederler. Yani onlara gö­re bu üç uknumdan her birisi ötekinin bizzat kendisidir.

Yüce Allah ise onların hepsinin bu uydurmalarını: "Halbuki bir tek ilâh­tan başka ilâh yoktur." diye reddetmektedir. Yani varlık âleminde ibadete lâyık hiç bir ortağı bulunmayan, bir ve tek ilâhtan başka ilâh yoktur. O bütün var­lıkların ve sair mevcudatın ilâhıdır. Vahdaniyet onun sıfatıdır. İnsanlara ait hiç bir sıfat onda yoktur. Ne onun zatında, ne de sıfatında herhangi bir terkip (bi­leşim) söz konusu değildir. Zatların veya aynlarm birden çok olması mümkün değildir. Türlerin ve cüzlerin de taaddüdü (birden çokluğu) düşünülemez: "Onun benzeri gibi hiç bir şey yoktur. O her şeyi işitendir, her şeyi görendir." (Şûra, 42/11) Bu ayet-i kerime, surenin sonlarında yer alan şu ayet-i kerimeyi andırmaktadır: "Hatırla ki, Allah şöyle diyecek: "Ey Meryem oğlu İsâ! Sen mi insanlara Allah'tan başka beni ve annemi iki ilâh edinin diye söyledin?" (İsâ) diyecek ki: "Seni tenzih ederim..." (Mâide, 5/116) Yani her iki ayet-i kerime de birden çok ilâhın varlığını reddetmek sadedindedir.

Daha sonra Yüce Allah bu iddiaları dolayısıyla onları tehdid edip uyarmak üzere şöyle buyurmaktadır: "Söylediklerinden vazgeçmezlerse...", yani bu iftira, yalan ve teslis iddiasından uzaklaşıp bunu terketmeyecek ve tevhide dönmeye­cek olurlarsa, bu küfürleri sebebiyle hiç şüphesiz ahirette onları son derece çe­tin ve can yakıcı bir azap gelip bulacaktır. İşte bunda, azabın özel olarak kâfir olanlara gelip çatacağına, teslis akidesinden tövbe edip vazgeçenler hakkında bu azabın söz konusu olmayacağına delâlet vardır.

Bu yalan ve iftiralarına rağmen şirklerinden vazgeçmek suretiyle tövbeye, teslis akidelerinden dolayı Allah'tan mağfiret dilemeye onları çağırmış olması Yüce Allah'ın kerem, lütuf, rahmet ve cömertliğinin bir tecellisidir. Zaten Allah tövbe edenlere mağfiret edendir, onlara rahmet buyurandır.

Mesih ise hakikatte kendisinden önce gelip geçmiş bulunan benzeri pey­gamberler gibi bir peygamberden başka bir şey değildir ve o, Allah'ın kulların­dan bir kuldur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O, ancak kendisine nimet ihsan ettiğimiz bir kulumuzdur ve biz onu İsrailoğullarına bir misal kıl­dık." (Zuhruf, 43/59) Yani o da diğer peygamberler gibi olağanüstü mucizelerle desteklenmiş peygamberlerden bir peygamberdir: "Meryemoğlu İsâ Mesih, an­cak Allah'ın bir rasulü ve O'nun Meryem'e ilka ettiği bir kelimesi ve kendinden (tarafından emriyle yaratılmış) bir ruhtur." (Nisa, 4/171)

Annesi de sıddîka (yani her şeyiyle doğru) bir kadındı. Hz. İsa'ya iman eden, onu tasdik eden bir kadındı. Onun mertebesi peygamber ve rasullerden sonra gelen bir mertebedir; yoksa o bir kadın peygamber olmadığı gibi [214] ulûhiyyet sıfatına sahip birisi de değildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmakta­dır: '"Ve o (Meryem) Rabbinin sözlerini ve kitaplarını tasdik etmişti. O itaat edenlerdendi." (Tahrîm, 66/12)

Mesih de annesi de diğer insanlarla aynı cins ve türdendi. Bunun delili ise her ikisinin de hayatta kalabilmek için yemek yemeleri, küçük büyük abdest gibi ihtiyaçlarını karşılamalarıdır. Kendisinden bu gibi şeylerin sadır olup ci­simleri değişik şeylerden mürekkep olmak, zayıf olmak, yemeye, içmeye muh­taç olmak, uykuya, def-i hacete gerek duymak gibi ihtiyaçları olanın ilâh olma­sına imkân olmadığı gibi, ulûhiyyet ve rububiyyetin herhangi bir sıfatına sahip olmasına da imkân yoktur.

Şimdi ey aklı başında olan her muhatap! Şu cahil Hristiyanlara iddiaları­nın batıl olduğuna dair son derece kesin ve açık delilleri nasıl açıkladığımıza bir bak! Sonra da bütün bu açıklamalara rağmen onların bu deliller üzerinde düşünmekten nasıl vazgeçtiklerine, nerelere gittiklerine ve hangi sözlere ya­pıştıklarına bir bakın! [215]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler Hristiyanlığın bütün fırka, taife ve mezheplerinin kâfir olduklarına delâlet etmektedir; bunlar ister "Mesih üç ilâhın üçüncüsüdür." de­sinler, ister Mesih Allah'ın oğludur." desinler; isterse de "Allah Meryem oğlu Mesih'in ta kendisidir," desinler. Çünkü bunların hepsi üç ayrı ilâh vardır, de-meseler bile sonuçta baba, oğul ve Ruhu'l-Kudüs bir tek ilâhtır demektedirler. Hepsinin söyledikleri iddiaların anlamı budur. Bunlar teslis ifadesini kullan­maktan uzak durmaya çalışır ve lafzan bunu açıkça ifade etmezler. Halbuki üç ilâhın varlığını kabul etmek, onların iddialarının kaçınılmaz bir sonucudur. Zi­ra onlar yine oğul da bir ilâhtır, baba da bir ilâhtır ve Ruhul-Kudüs de bir ilâh­tır, demektedirler.

Yüce Allah ise onların iddialarını, mutlak ilâhın birden çok olmayacağını söylemekle reddetmektedir. Eğer bu teslisi kabul etmekten ve ileri sürmekten vazgeçmeyecek olurlarsa, hiç şüphesiz dünyada da ahirette de can yakıcı bir azap gelip onları bulacaktır. O halde Allah'a tövbe etsinler ve ondan günahları­nı örtüp bağışlamasını istesinler. Kasıt ise onlardan kâfir olanlardır. Çünkü birden çok ilâhın varlığını söyleyenler onlardır, aralarından iman edenler de­ğildir.

Hz. Mesih diğer peygamberlerin yaptığı gibi, mucizeler ve harikulade olaylar gösterse bile, hakikati itibariyle Allah tarafından gönderilmiş bir pey­gamber ve Allah'ın bir kulu olmaktan başka bir şey değildir. Eğer bir ilâh ise, o takdirde bütün peygamberlerin de birer ilâh olması gerekir. İşte bu, onların sözlerini kat'î olarak reddetmekte ve onlara karşı bir delil olarak ortaya konul­maktadır.

Onlara karşı getirilen delilin tamamlayıcı bir unsuru da şudur: Mesih de, onun dosdoğru annesi de yemek yiyen bir insandı. Yani Hz. İsa bir anneden doğmuştur. Onun bir Rabbi vardır. Bir anneden doğan ve yemek yiyen bir var­lık diğer yaratıklar gibi yaratılmıştır, sonradan var edilmiştir. Rabbi olan bir varlığın Rab olması nasıl mümkün olabilir? İşte bu her ikisinin de birer insan olduklarına açık bir delildir.

Hristiyanlarm: İsa beşerî ve insanî sıfatıyla yemek yerdi; lâhutî, yani ilâhî sıfatıyla değil, şeklindeki sözlerine gelince: Bu, onların ilâh olan ile ilâh olma­yanı birbirlerine karıştırmalarının bir sonucudur. Eğer kadîm olanın sonradan yaratılmış olana karışımı caiz (mümkün) olsaydı, bu takdirde kadim olanın da sonradan yaratılmış olması caiz olurdu. Eğer bu Hz. İsa hakkında doğru olabi-liyorsa, başkası hakkında da doğru olmalıdır ki, o takdirde Lâhût bütün yara­tıklara karışmıştır, denilebilir.

Yüce Allah Hristiyanların inancı ile ilgili olarak şunu da eklemektedir: Şimdi gerçek ulûhiyyete ve vahdaniyete dair bu delilleri bizim nasıl açıkladığı­mıza bir bak, sonra da bu açıklamalara rağmen onların haktan nasıl yüz çevir­diklerine bir bak! [216]

 

Hz. İsa'yı İlahlaştıran Hıristiyanlarla Tartışma, Kitap Ehlinden Dinde Aşırıya Gitmemelerinin İstenmesi Ve Kötülükten Sakındırmamaları Dolayısıyla İsrailoğullarının Lanete Uğramaları

 

76- De ki: "Allah'ı bırakıp da size ne bir zarar ne de bir fayda veremeyen bir şeye mi ibadet ediyorsunuz? Halbuki Allah Semî' ve Alîm olandır."

77- De ki: "Ey Kitap Ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önce hem kendileri sapmış, hem de birçoğu­nu saptırarak doğru yoldan ayrılmış topluluğun nevalarına uymayın."

78- İsrailoğullan'ndan kâfir olanlar, Da­vud'un da Meryem oğlu İsa'nın da diliy­le lanetlenmişlerdir. Bu, isyan etmeleri ve haddi aşmalarından dolayıdır.

79-  Onlar yaptıkları fenalıklardan bir­birlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı. Yapmakta oldukları ne kötü şeydi!

80- Görürsün ki, onlardan çoğu kâfirle­ri veli edinmektedirler. Nefislerinin kendileri için öne sürdüğü ne kötüdür! Allah onlara gazap etmiştir ve azapta kalıcıdırlar.

81- Şayet Allah'a, peygambere ve ona indirilene iman etmiş olsalardı, onları veli edinmezlerdi, fakat onların bir ço­ğu fasıklardır.

 

Belagat:

 

"De ki... şeye mi ibadet ediyorsunuz" buyruğundaki soru, yaptıklarını red ve inkâr içindir (istifhâm-ı inkârî).

"Yapmakta oldukları ne kötü şeydi!" Bu, tekid ve yemin, hile yaptıkları iş­lerin kötü ve çirkin olduğunu ifade etmekte ve yaptıklarının hayret edilecek bir şey olduğunu anlatmaktadır. [217]

 

Kelime ve İbareler:

 

"Semi": Sözlerinizi işiten, "Alım": durumlarınızı çok iyi bilen. "Ey Kitap Ehli" Yahudiler ve Hristiyanlar. "Dininizden haksız yere haddi aşmayın": İsa'yı gerçek mevkiinden daha aşağıya indirmek suretiyle veya hak ettiği mev­kiin üstüne çıkarmak suretiyle haddi aşmayınız. Haddi aşmak (el-Guluv) ise taksirin (yani sınıra yaklaşmamanın), gerçekten uzak durmanın zıddıdır. Buna ifrat da, haddi aşmak da denilir. "Daha önce hem kendileri sapmış" aşırılıkla-rıyla sapıtmış. Bunlar onların geçmişleridir, "hem de bir çoğunu" insanların çoğunu "saptırarak doğru yoldan ayrılmış bir topluluğun hevalarına" bir kav­min kaynağı delil ve belge değil de heva ve şehvet olan görüşlerine "uymayın."

"İsrailoğullarından kâfir olanlar... lanetlenmişlerdir." Lanet etmek rah­metten ve ilâhî lütuftan kovmak demektir. "Davud'un ve Meryemoğlu İsa'nın diliyle" Hz. Davud'un kendilerine beddua edip maymunlara dönüştürülmele-riyle -ki bunlar Eyle'lilerdi- Hz. İsa'nın da diğer bir bölümüne beddua edip do­muzlara dönüştürülmeleriyle -bunlar da gökten bir sofra indirilmesini isteyip iman etmeyenlerdi- "bu isyan etmeleri", yani bu şekilde lanete uğramalarının sebebi isyan etmeleri idi. "ve haddi aşmalarından dolayıdır."

'Yaptıkları fenalıklardan birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı." Biri di­ğerini kötülükten vazgeçirmezdi. "Kâfirleri veli edinmektedirler." Onları dost edinmekte, onları desteklemektedirler. Veli edindikleri bu kâfirler ise, Mekke halkı idi. Bunu da (ey Muhammed), sana olan kin ve nefretlerinden dolayı ya­pıyorlardı.

"Nefislerin kendileri için öne sürdüğü ne kötüdür!" Ahiretleri için dünya­da iken yaptıkları bu ameleri ne kötüdür! [218]

 

Ayetler Arası İlişki

 

Yüce Allah Yahudilerin batıl iddialarını reddettikten sonra, Hristiyanlarm da batıl iddialarını reddetti ve bunların batıl olduklarına, tutarsız olduklarına dair karşı konulmaz delilleri de ortaya koyup Allah'tan başka putlara, ona eş koşulan ortaklara ve heykellere ibadet eden herkesin bu durumunu reddedip bunların hiç bir şekilde ulûhiyyete lâyık olmadıklarını beyan etmiştir. Daha sonra Yahudilere de Hristiyanlara da bir arada hitap ederek: "Ey Kitap Ehli, dininizde haksız yere haddi aşmayın" diye emretmektedir. [219]

 

Açıklaması

 

Ey Muhammed! İster Kitap Ehli'nden olsunlar, ister putlara tapan müş­riklerden olsunlar, Allah'tan başkasına ibadet eden şu kimselere de ki: Sizler size gelebilecek herhangi bir zararı önlemeye ve sizin için herhangi bir faydayı sağlamaya gücü yetmeyen Allah'tan başka şeylere mi tapmıyorsunuz? Halbuki Allah kullarının sözlerini işitendir, her şeyi çok iyi bilendir. Bize fayda sağla­yan ve sizin gerçek ilâhınız olan o yüce Rabbe ibadetten niye yüz çeviriyor da bir insana yahut da işitmez ve görmez bir cansıza, hiç bir şey bilmeyen bir cansıza ibadet ediyorsunuz. Üstelik insan da taş da onların dışındaki diğer bir mahlûk da kendisinden başkasına da kendisine de ne zarar verebilir, ne de fay­da sağlayabilir.

Hz. Mesih'e düşmanlık eden Yahudiler şunu bilsinler ki, Mesih onlara bir zarar vermek gücüne sahip olamadı. Hatta bunlar Hz. İsa'yı asmak ve öldür­mek istediler. Mesih'in kendisi onların kendisine vermek istedikleri bu zararı kendisinden bertaraf etmek imkânını bulamadı. Aynı şekilde kendisine tabi olanlarına yardımcılarına, arkadaşlarına dünyevi bir fayda sağlamak gücünü de elde edemedi. Çünkü bunlar kovalanmışlar ve işkencelere maruz kalmışlar­dı. O halde Mesih'in ilâh olmasını akıl nasıl kabul edebilir?

Daha sonra Yüce Allah peygamberine, yine Kitap Ehli'ne (Yahudi ve Hris-tiyanlara) şöyle demesini emretmektedir: Ey Kitap Ehli! Hakka tabi olmakta haddi de aşmayınız, Uzeyr'i tazim etmekte de aşırıya gitmeyiniz, İsa'yı tazim etmekte de aşırıya gitmeyiniz. Bunlardan herhangi birisini ilâhlaştırarak İsa'yı peygamberlik makamından çıkartıp ulûhiyyet makamına oturtmayınız; Uzeyr'in de Allah'ın oğlu olduğunu söylemeyiniz. Aynı şekilde siz de ey Yahudi­ler! İsa'yı ve annesini küçük görmekte aşırıya gitmeyin. Annesinin fuhuş işledi­ğini söylemeye kalkışmayın.

Bizzat arzularından kaynaklanan görüşlere sahip olan bir kavmin nevala­rına uymayın. Çünkü bunlar eskiden beri sapıklığın önderleridir. İnsanların bir çoğunu da doğru yoldan çıkarmışlardır. Ayrıca doğruluk ve itidal yolunu bı­rakarak sapıklık ve azgınlık yolunu izlemişlerdir.

Daha sonra Yüce Allah bunun sebebini beyan etmektedir: O da iyiliği em­retmeyi, kötülü de sakındırmayı terketmeleridir: "İsrailoğullarından kâfir olanlar... lânetlemişlerdir." diye buyurmaktadır. Yani şanı Yüce Allah uzun dö­nemden beri peygamberi Davud'a indirdikleri buyruklarda da Meryem oğlu İsa'nın vasıtası ile de İsrailoğulları'ndan küfre sapanlara lanet etmiştir. Bunun sebebi ise Allah'a asi olmaları, onun yarattıklarına karşı haddi aşmaları, sal­dırmalarıdır. Hz. Dâvûd onlardan cumartesi günü haddi aşanlar ile Allah'a is­yan edenleri lanetlediği gibi Hz. İsa da, Allah'ın emirlerine karşı direnip onlara muhalefet etmeleri sebebiyle İsrailoğullarına lanet etmiştir. İbni Abbâs şöyle der: Bunlar Tevrat'ta da İncil'de de Zebur'da da Furkân'da da (Kur"ân-a Kerîm) lânetlemişlerdir. Onlardan bilgili olan bir kimse, herhangi bir kimsenin günah ve haram işler işlemesini yasaklamıyor, vazgeçirmeye çalışmıyordu. Yaptıkları bu iş ne kötüydü! Bu onların yaptıkları işin çirkiniğini ortaya koymakta ve yaptıklarının bir benzerini yapmaktan sakmdırmaktadır. Çünkü kötülüğün yaygınlık kazanması ümmete ileri derecede zarar verir. İyiliği emredip mün-kerden alıkoymak ise toplumu bayağılıklardan korur, fazilet ve ahlâkı hatırla­tır, hayra iletir ve mutluluğunu gerçekleştirir.

İmam Ahmed, İbni Mes'ud'dan şöyle dediğini nakletmektedir: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "îsrailoğulları masiyetlere dalınca ilim adamları onlara (bunları işlemeyi) yasakladı, fakat onlar vazgeçmediler. Bu sefer meclislerinde onlarla birlikte oturmaya başladılar."

Ebu Dâvûd, Tirmizî ve İbni Mâce de Abdullah b. Mes'ûd'un şöyle dediğini naklederler: Resulullah (s.a.) buyurdu ki: "îsrailoğullarının karşı karşıya kaldık­ları ilk eksiklik şu oldu: Onlardan birisi bir diğeri ile karşılaşır ve: "Ey filan! Al­lah'tan kork ve yaptığın bu işi terket. Bunu yapmak senin için helâl değildir." der­di. Daha sonra ertesi günü o kişiyi aynı hal üzere halde onunla karşılaşır, fakat yine de bu durumu onun o kişi ile beraber oturup yiyip içmesine engel teşkil et­mezdi. Onlar bunu yapınca bu sefer Allah kalplerini birbirlerine çarptı. Sonra da: "İsrailoğulları'ndan kâfir olanlar... lanetlenmişlerdi; fakat onların bir çoğu fasık­lardır." diye buyurdu." Sonra Hz. Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, böyle değil, Allah'a yemin olsun ki, ya iyiliği emreder, kötülükten alıkoyarsınız sonra da zali­min elini yakalar ve onu hakka mecbur eder, hakkın dışına çıkartmazsınız, ister istemez onu hakkın çerçevesi içerisinde tutarsınız yahut da Allah sizin de kalple­rinizi birbirine çarpar; sonra da tıpkı onları lanetlediği gibi size de lanetler."

Tirmizî de Huzeyfe b. el-Yemân'dan Resulullah (s.a.)'m şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Nefsim elinde olana yemin ederim, ya iyiliği emreder kötü­lükten alıkoyarsınız yahut da aradan fazla bir zaman geçmeden Allah üzerinize kendi katından bir azap gönderir, sonra da ona dua edersiniz, o da sizin duanı­zı kabul etmez."

Daha sonra Yüce Allah vahyin nüzulü çağında bulunan Kitap Ehli'nin hal­lerini söz konusu ederek şöyle buyurmaktadır: "Görürsün ki onlardan çoğu...", yani ey Muhammed, sen Yahudilerin bir çoğunun Mekkeli müşrikleri dost ve veli edindiklerini, onlarla antlaşmalar yaptıklarını, seninle savaşmalarını teş­vik ettiklerini, müminleri veli edinmeyi terkettiklerini görürsün.

Rivayet olunduğuna göre Ka"b b. el-Eşref ve arkadaşları Mekke'ye giderek Resulullah (s.a)'a karşı müşrikleri kışkırtmışlardı. Fakat müşrikler onların bu isteklerini kabule yanaşmamışlar ve böylelikle çabaları boşa çıkmış, isteklerini gerçekleştirememişlerdi.

İşte onların cezası, yaptıklarının çirkinliğinin ortaya konulması, üzerleri­ne ilâhî gazabın indirilip ebediyyen azapta bırakılmaları oldu. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Nefislerinin kendileri için öne sürdüğü ne kötüdür!" Yani kendilerine Allah'ın gazap etmesini, üzerlerine acıklı azabın indirilmesini, ce­hennem ateşinde ebediyyen kalmaları hükmüne mahkûm olunmalarını gerek­tiren amelleri işlemek suretiyle âhiretleri için nefislerinin önden gönderdiği şey gerçekten kötüdür.

Halbuki onlar Allah'a, peygambere ve Kur*ân-ı Kerîm'e gerçekten iman et­miş olsalardı, gizli olarak ve içten içe kâfirleri veli edinmezler; Allah'a, pey­gamberine ve peygamberine indirilenlere iman edenlerle düşmanlık etmezler­di. Ama onların bir çoğu fasıklardır. Yani dinin sınırlarının dışına çıkmış, Allah ve Rasulüne itaatin dışın çıkmış, münafıklıkta alabildiğine ilerlemiş kimseler­dir. Her türlü dine düşmanlık eden kimselere karşı müminleri veli edinmek ve onlara yardımcı olmak şeklindeki Allah'ın hükmüne muhalefet etmiş kimseler­dir. Bu ise ya onların dinlerini tahrif etmelerinden yahut da münafıklıkların­dan ötürüdür. [220]

 

Ayetlerden Çıkan Hüküm Ve Hikmetler

 

Ayet-i kerimeler aşağıdaki hususları göstermektedir:

Allah'tan başkasına ibadet, aklın dışına çıkılmış olduğunun, çok seviyesiz bir görüşün, zayıf düşünüşün ve insanın beyinsizliğinin göstergesidir. Çünkü kendisine ibadet olunan, kendisinden fayda umulan, -hakkına riayet edilme­mesi, emrine muhalefet edilmesi halinde de- azabından korkulan bir varlık ol­malıdır. Allah'ın dışında bulunan yıldız, gezegen, melekler, putlar, peygamber­ler, insanların liderleri, muzaffer komutanlar gibi bütün varlıklardan insan bir faydanın gerçekleşmesini umsa, bunlar aracılığıyla bir zararın ve bir kötülü­ğün bertaraf edilmesini beklese dahi, şüphesiz ki böyle bir umut, bir çeşit ve­him ve bir çeşit seviyesiz bir düşünüştür. İnsan fıtratının alçalışıdır, makul olan kanaatlerin laf ebeliği ile ihmal edilmesidir, sağlıklı düşünüşün bir kena­ra itilmesidir.

İşte Allah'ın izniyle bir çok mucizenin vasıtasıyla gerçekleşmiş olduğu îsa (a.s.), hiç bir şekilde Allah'ın vasıtasıyla gerçekleştirmiş olduğu olağanüstü halleri aşamaz. Bizzat kendisine herhangi bir zarar ve bir fayda sağlayamaz. Sizler İsa'nın annesinin karnında bir cenin olarak yaratıldığını ve bir zamanlar işitemeyeceği, göremeyeceği, bilgi sahibi olamayacağı bir zarar veremeyeceği bir durumda bulunduğunu kabul ettiğinize göre nasıl onu ilâh edindiniz?

Peki, o doğmadan önce kâinatı kim idare ediyordu? Onun vefatından son­ra da kâinatı idare eden kimdir?

Ey Kitap Ehli! Gerçekten siz doğru ve mutedil yolu izleyip ona bağlanma­lısınız. Hevalarınıza, taassuba, atalardan miras alınan kör taklide bağlı olma­malısınız. Eskiden beri fitnenin sapıklığın ileri gelenlerinin ve maddi menfaat sahiplerinin görüşleri sizi aldatmamalıdır.

İsrailoğulları âlimlerinin iyiliği emredip münkerden alıkoymak görevini ihmal etmeleri, Tevrat'ta, İncil'de, Zebur'da ve Kur'ân-ı Kerîm'de üzerlerine ilâ­hî lanet yağması sonucunu vermiştir. Acaba bundan daha ağır bir ceza olabilir mi?

İşte Müslümanlar da Allah'ın rahmetinden kovulup lanete uğramayı hak edenleri takit etmekten sakınmalıdırlar. İbni Atıyye der ki: Gücü yeten, kendi­sine ve Müslümanlara zarar gelmesinden emin olan bir kimsenin kötülüğü ya­saklayıp alıkoymasının farz olduğu icma ile kabul edilmiştir. Eğer bundan kor­kacak olursa, kalbiyle buna karşı çıkmalı, münker işleyenden uzak durmalı, onunla birlikte bulunmamalıdır.

İlim adamları şöyle der: Münkeri yasaklayacak olan kimsenin her türlü masiyetten uzak duran bir kimse olması şartı yoktur. Aksine isyan edenler de birbirlerine kötülüğü yasaklamalıdırlar.

Yüce Allah'ın: "Onlar yaptıkları fenalıklardan birbirlerini vazgeçirmeye çalışmazlardı." buyruğu bu fiillerde onların ortak olmalarını ve birbirlerine kötülüğü yasaklamayı terketmeleri dolayısıyla yerilmiş olmalarını gerektir­mektedir. Ayet-i kerime suç ve günah işleyenlerle oturup kalkmanın yasaklığına ve onları terkedip uzak durmanın emredildiğine delâlet etmektedir. Yüce Allah bunu Yahudilerin yaptıklarını reddeden bir üslûp taşıyan şu buyruğu ile daha da pekiştirmektedir: "Görürsün ki onlardan çoğu kâfirleri veli edinmekte­dirler." Dinleri üzere bulunmayan müşrikleri dost ve yardımcı edinmektedir­ler. Nefislerinin kendilerine süslü ve güzel gösterdiği bu şey ne kadar kötüdür!

Yüce Allah'ın: "Şayet Allah'a, peygambere... iman etmiş olsalardı" buyru­ğu da kâfir olan bir kimseyi veli (dost ve yardımcı) edinen kişinin, veli edindiği o kimse gibi inanıp yaptıklarına razı olması halinde, mümin olamayacağını göstermektedir. [221]

 



[1] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/347.

[2] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/347.

[3] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/347-348.

[4] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/348-349.

[5] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/349.

[6] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/350.

[7] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/350-351.

[8] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/351-352.

[9] Birinci hadisi Hakim, Enes ve Aişe'den, ikincisini el-Bezzâr ve Taberânî, İbni Abbas'tan, üçüncüsünü de Ahmed ile Müslim Hz. Aişe'den rivayet etmişlerdir.

[10] Buna benzer bir ifade bir başka ayet-i kerimede şöylece varid olmuştur: "Bir kavme olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin. Adaletli olunuz, o takvaya daha yakın olandır." (Mâide, 5/8) Yani bir kavme olan kininiz sizi adaleti terketmeye itmesin. Çünkü adalet herkese, herkes hakkında, her durumda farzdır. Adalet ile gökler ve yer ayakta durur ve şüphesiz adalet takvaya en yakın olandır.

[11] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/352-355.

[12] Hadisi Buharî ve Müslim rivayet etmiştir.

[13] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/355-359.

[14] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/360.

[15] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/360-361.

[16] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/361.

[17] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/361.

[18] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/361-362.

[19] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/362.

[20] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/362-363.

[21] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/363-364

[22] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/364.

[23] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/364.

[24] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/365.

[25] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/365.

[26] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/365-366.

[27] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/366.

[28] Taberî, VI/49.

[29] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/366-370.

[30] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/370-372.

[31] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/373.

[32] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/373-374.

[33] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/374-375.

[34] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/375.

[35] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/375-378.

[36] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/378-381.

[37] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/382.

[38] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/382-383.

[39] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/383.

[40] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/383-384.

[41] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/384.

[42] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/384-385.

[43] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/385.

[44] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/385-386.

[45] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/386.

[46] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/386-389.

[47] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/389-392.

[48] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/392-394.

[49] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/395.

[50] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/395.

[51] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/395-396.

[52] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/396-397.

[53] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/397.

[54] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/397-399.

[55] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/399-400.

[56] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/401-402.

[57] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/402.

[58] Râzî, XI/184; İbni Kesîr, 11/32.

[59] Taberî, VI/101.

[60] Taberî, VI/101.

[61] İbni Kesîr, 11/33.

[62] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/402-406.

[63] Râzî, XI/185 vd.

[64] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/406-408.

[65] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/409.

[66] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/409.

[67] Taberî, VI/103-104.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/409-410.

[68] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/410.

[69] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/410-411.

[70] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/411.

[71] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/412.

[72] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/412-413.

[73] Taberî, VT/105; Kurtubî, VT/120.

[74] Taberî, VI/107.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/413.

[75] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/413.

[76] Taberî, VI/108.

[77] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/413-417.

[78] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/417-418.

[79] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/419.

[80] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/420.

[81] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/420.

[82] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/420-421.

[83] Zemahşerî, 1/454 vd.; Râzî, XI/197-199.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/421-424.

[84] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/424-425.

[85] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/427.

[86] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/427.

[87] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/428.

[88] Bu hadisi Ahmed, Buhârî, Hâkim ve Beyhakî rivayet etmiştir.

[89] Râzî,XI/210.

[90] Kişinin canının kendi öz mülkü olmadığı doğru olmakla birlikte, onun içinde yaşadığı top­lumun mülkü olduğunu söylemek de uygun değildir. Çünkü Kur'ân-ı Kerim'in bir çok ayetinde de belirtildiği gibi göklerde ve yerde bulunan her şey, kişinin kendi öz canı da dahil olmak üzere Allah'ın mülküdür. Nitekim: "İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn" ifadesi de bunu göstermektedir. Yani biz elbette Allah'ın mülküyüz ve elbette ona döneceğiz. Burada müellifin, toplumun da kişinin üzerinde bir takım haklarının bulunduğunu kas­tetmiş olması kuvvetle muhtemeldir. (Çeviren).

[91] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/428-431.

[92] Kurtubî, VI/134.

[93] Kurtubî, VI/138.

[94] Râzî, XI/210.

[95] Râzî, XI/211; Kurtubî, VI/146

[96] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/432-434.

[97] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/435.

[98] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/435.

[99] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/435-436.

[100] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/436-437.

[101] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/437.

[102] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/437-442.

[103] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/442.

[104] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/443.

[105] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/443.

[106] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/444.

[107] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/444-445.

[108] Kurtubî, VI/159.

[109] Râzî, XI/220.

[110] Âlûsî Tefsiri, VI/124-128

[111] Râzî, XI/22.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/445-449.

[112] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/450.

[113] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/450-451.

[114] Vahidî, Esbâbu'n-Nüzûl, 111.

[115] Süyutî, Esbâbu'n-Nüzûl.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/451.

[116] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/451.

[117] Tercümeye esas aldığımız metinde geçen kelime el-Cemel "deve" (kaim ip, kendir anlamına da gelir) şeklindedir. Ancak hadis kitaplarında bu kelime ip anlamına gelen "el-Habl" şek­lindedir, bkz. Müslim, Hudud, 7; Nesai, Sarık, 1; Buhârî, Hudud, 7 vb. Bazıları bu hadis-i şerifte geçen "yumurta"yı demir yumurta (miğfer) diye, ipi de gemi halatı diye tefsir etmiş­lerdir, bkz. Nesai, Suyutî şerhi ile Müslim'de aynı hadis ile ilgili açıklamalar (Çeviren).

[118] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/451-455.

[119] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/455-459.

[120] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/460.

[121] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/461.

[122] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/461-462.

[123] Bu olay Kurayza oğullarının muhasara olundukları sırada olmuştu. Onlar, Ebu Lüba-be'ye: "Durum nedir ve biz hangi hükmü kabul ederek inelim?" diye sormuşlardı. O da ve­rilecek hüküm kesilmektir, anlamında boğazına işaret etmişti.

[124] Kurtubî, XI/179.

[125] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/462464.

[126] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/464.

[127] Râzî, XI/235.

[128] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/464-467.

[129] İbnü'l-Arabî, Ahkâmu'l-Kur'an, 11/619.

[130] Burada hükmüne başvurulacak kimselerin İslâm'a ters hükümlerle hükmetmeyecek kim­seler olmaları ve böyle bilinmeleri şarttır. Nitekim biraz sonra müellif de buna değinecek­tir. Çünkü hak olmayan ve hakka dayanmayan hükümler esasen merduddur, geçersizdir, hiç bir değerleri yoktur. (Meselâ bkz. Nisa, 60, 61 ve 65 vs.) [Çeviren]

[131] Bu hadisi Ahmed Müsned'inde Sevbân'dan rivayet etmiştir, sahih bir hadistir.

[132] Râzî, XI/233; Kurtubî, VI/182.

[133] Râzî, XI/236.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/467-470.

[134] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/471.

[135] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/472.

[136] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/472.

[137] en-Neysâbûrî, Esbabu'n-Nüzûl, s. 112.

[138] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/472-473.

[139] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/473.

[140] Hz. Ali hakkında da Rabbani lakabı kullanılmıştır. Çünkü o: "Ben bu ümmetin Rabbanî-siyim." demiştir. Yine İbni Abbas hakkında da "bu ümmetin habri" (büyük ilim adamı) la­kabı kullanılmıştır.

[141] Taberî, VT/161.

[142] Taberî, VI/163.

[143] Râzî, XII/6.

[144] Râzî, XII/7.

[145] Râzî, XII/9.

[146] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/473-478.

[147] Taberî, VI/166.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/478-479.

[148] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/480.

[149] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/480-481.

[150] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/481-482

[151] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/482.

[152] Taberî, VI/172.

[153] Âlûsî,W153.

[154] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/482-486.

[155] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/486-488.

[156] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/489.

[157] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/489-490.

[158] Burada: "( fe-hâlefehüm )=onlarla antlaşma yaptı" anlamında bir kelime vardır ki, bu cümle içerisinde bunun bir anlamı yoktur. Bu tercümeyi ibni Kesir, III/126'ya göre düzel­terek yaptık.

[159] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/490-491.

[160] Râzî, XII/16.

[161] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/491-493.

[162] Taberî, VI/179.

[163] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/493-494.

[164] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/495.

[165] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/495-496.

[166] Zemahşerî, 1/466; Râzî, XII/18 vd.; İbni Hişâm, Sîre,   11/576, 621; İbni Kesir, el-Bidâye ven-Nihâye,   V/48-52; Suyutî, Tarîhu'l-Hulefâ,   76; Tantavîler, Sîretu Ömer b. el-Hattab, 360.

[167] Taberî, VI/183

[168] Taberî, VI/186; Süyutt, Esbâbu'n-Nüzûl; Kurtubî, VT/221; Râzî, XII/20-23.

[169] Taberî, VT/187

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/496-497.

[170] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/497.

[171] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/498-499.

[172] Taberî, VI/182

[173] Taberî, VI/183

[174] Cüvâsa, Bahreyn'de bir kalenin adıdır. Hadis-i şerifte de şöyle buyrulmaktadır: "Medi­ne'den sonra ilk cuma namazı kılınan yer Cuvâsa (Mescidi)dır.

[175] Kurtubî, VT/220

[176] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/499-502.

[177] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/504.

[178] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/504.

[179] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/504-505.

[180] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/505.

[181] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/506.

[182] Taberî, 1/264

[183] İbni Kesîr, 11/74; Beydâvî, 156.

[184] Zemahşerî, 1/471

[185] Kurtubî, VI/237

[186] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/506-510.

[187] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/510-512.

[188] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/513-514.

[189] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/514.

[190] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/515.

[191] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/515.

[192] Bizler herhangi bir teşbîh ve tecsîme gitmeksizin "el"e iman ederiz. Burada zahir olan, bununla herkese nimet ihsan etmenin kastedildiğidir (Ibni Atıyye, 4/509, 512).

[193] Taberî, VI/195

[194] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/515-518.

[195] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/518-520.

[196] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/521.

[197] Râzî, III/105; İbni Kesir, 11/80

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/521-522.

[198] Köşeli parantez ile tırnak içerisindeki bu ibare, asıl metinde atlanmıştır. Bu ibare [«.....»]

olmadan hadisin anlaşılması mümkün değildir. Bu bölümü es-Suyutî, ed-Dürrü'l-Mensûr, III/117'den aktardık (Çeviren).

[199] Râzî, XII/50.

[200] Taberî, VI/200; Süyutî, Esbâbu'n-Nüzûl.

[201] Kurtubî, VI/245.

Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/522-524.

[202] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/524.

[203] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/524-527.

[204] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/527-528.

[205] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/529.

[206] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/529.

[207] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/530.

[208] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/530.

[209] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/531.

[210] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/531-532.

[211] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/533.

[212] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/533.

[213] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/533-534.

[214] Meleklerin Hz. Sara ile Hz. Meryem'e hitap etmelerini ve Yüce Allah'ın: "Ve biz Musa'nın annesine onu emzir diye vahyettik." (Kasas, 28/7) buyruğunu delil göstererek Hz. İshak'ın annesi Sâra'mn, Hz. Musa'nın annesinin ve Hz. İsa'nın annesinin peygamber olduğu görü­şünü kabul eden İbni Hazm ve diğerlerinin iddia ettiği gibi Hz. Meryem bir kadın peygam­ber değildir. Onlara göre zaten peygamberliğin anlamı budur (yani meleklerin hitabına mazhar olmaktır), ancak cumhurun kabul ettiği görüş şudur: Şanı Yüce Allah erkeklerden başkasından peygamber göndermiş değildir. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Sen­den önce gönderdiğimiz peygamberler ancak kendilerine vahyettiğimiz şehirli erkeklerden ibaretti."  (Yûsuf, 12/109) (Ayrıca bkz. Nahl, 16/43 ile Enbiya, 21/7. -Çeviren-).

[215] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/534-535.

[216] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/536-537.

[217] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/538.

[218] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/539.

[219] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/539.

[220] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/539-541

[221] Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 3/542-543