"(Habibim) sana da hak olarak kitabı, kendinden evvelki kitaptan tasdik edici ve ona karşı bir şahid olmak üzere, gönderdik. O halde, (ehl-t kitap) arasında Allah'ın indirdiği ile hükmet, sana gelen hakikatten dönüp, onların hevâlanna uyma. Sizden herbiriniz için bir şeriat, bir yol tayin ettik. Eğer Allah düeseydt, (topunuzu) bir tek ümmet yapardı. Fakat O, size verdiği şeyde sizi imtihan etmek için (böyle ayırdı). Öyle ise hayırlı işlerde birbirinizle yarışın. Zaten hepinizin en son dönüp gelişi Allah'adır. Artık O, hakkında ihtilaf etmekte olduğunuz şeyleri size haber verecektir" (Mâıde. 46).
Allah Teâiâ, 'sana da hak olarak kitabı, kendinden evvelki kitapları tasdik edici olarak gönderdik" buyurmuştur. Bu. hitap |Hz. Peygamber (s.a.s)'edir. Binâenaleyh, âyetteki "kitap", Kur'ân-ı Kerim'dir; "kendinden evvelki kitapları tasdik edici olarak" ifâdesi ile, Kur'ân'ın dışındaki bütün semavî kitaplar kastedilmiştir. [1]
Âyetteki, "Ona karşı bir şâhid olmak üzere..." ifadesiyle ilgili birkaç mesele var:
"Müheymin"
kelimesi ile ilgili şu iki açıklama yapılmıştır:
1) Halîl ve Ebû Ubeyde şöyle demişlerdir: "Bir kimse, birşeyi gözetip, ona bakıp muhafaza ettiğinde, denilir. Nitekim Şâir Hassan (r.a) da, "Hiç şüphesiz kitap (Kur'An), peygamberimizi görüp gözetir, hakkı da akü sahipleri anlar" demiştir.
2) (Dilciler) şöyle derler: Bizim, (iman etti) sözümüzün asit, iki hemzeli olarak, şeklindedir. Birinci hemze, he harfine çevrilmiştir. Bu tıpkı, (akıttım) kelimesinin şekline; (sadece sana) kelimesinin de, il£» şekline dönüşmesi gibidir. İkinci hemze de yâ harfine çevrilmiş ve kelime "müheymin" şeklini almıştır. İşte bundan ötürü müfessirler, tabirine "kendinden önceki kitaplara emîn (yani muhafız)" mânasını vermişlerdir. [2]
Kur'ân kendinden önceki kitaplara bir "müheymin"dir. Zira bu Kur'ân, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Zikri biz indirdik ve onu biz muhafaza edeceğiz" (Hicr, 9) buyurduğu gibi, kesinlikle neshedilmeyen ve değiştirilemeyecek olan bir kitaptır. Bu böyle olunca Kur'ân'ın, Tevrat, İncil ve Zebur hakkındaki şehâdeti, doğru, hak ve ebedî olmuş olur. Böylece de o kitapların özü ve hakikati, iletebed bilinmiş olur. [3]
Keşşaf sahibi, bu kelimenin, mîm'in fethası ile şeklinde de şazz olarak okunduğunu, zira Kur'ân'ın, hem daha önce belirttiğimiz âyetlerden hem de, "Ne Önünden, ne ardından o (Kur'ân'a) hiçbir batıl ona yol bulamaz" (Fumhm. 42) âyetinden ötürü, tahrif ve tebdilden korunacağı hususunda, Allah katından şahadet edilmiş bir kitap olduğunu, "müheymin aleyhi" (Ona şahadet edenin), Allah Teâiâ olduğunu söylemiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "O halde (ehl-i kitap) arasında, Allah'ın İndirdiği ile hükmet" buyurmuştur. Bu, "Yahudiler arasında, Kur'ân ile ve Allah'ın sana indirdiği vahiy ile hükmet" demektir.
Âyetteki, "Sana gelen hakikatten dönüp, onların hevâlanna uyma" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: [4]
"Uyma" ifâdesi ile, "Hak'dan sapma" mânasını kastetmiştir. Bundan dolayı fiil, harf-i cerri ile kullanılmıştır. Sanki "onların hevâlanna uyarak, sana gelen hak'dan sapma'1 denilmektedir. [5]
Rivayete göre bir grup yahûdî "Haydi Muhammed'e gidelim. Belki onu dininden saptırırız" dediler ve yanına giderek, '-'Ey-Muhammed, sen bizim yahûdilerin âlimleri ve eşrafı olduğumuzu biliyorsun. Biz sana uyarsak, bütün yahûdilerin de sana uyacağını anlarsın. Bizim, hasımlarımızla bir davamız var. Onlarla birlikte seni hakem yapacağız. Bizim lehimize hüküm ver, biz sana iman edelim" demişler, bunun üzerine hu âveti indirmişti. [6]
Peygamberlerin ismetini {günahlardan uzak olduklarını) kabul etmeyenler, bu âyete sarılarak, "Peygamberlerin günah işlemesi caiz olmasaydı, Allah "Sana gelen hakikatten dönüp onların nevalarına uyma" demezdi" demişlerdir.
Buna şöyle cevap verilir Günah işleme işi, peygamberlerin kudreti dahilindedir. Fakat onlar, nehyolundukları için bunu yapmazlar. Âyetteki hitabın, Hz. Peygamber (s.a.s)'e olduğu, fakat bununla O'nun değil, ümmetinin murad edildiği de söylenmiştir. [7]
Daha sonra yüce Allah "Sizden herbtriniz için bir şeriat bir yol ta'yîn ettik" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: [8]
Âyetteki *pj~* kelimesinin iştikakı hususunda şu iki izah yapılmıştır:
a) Bunun fiili olan "açıkladı ve izah etti" manasınadır. Nitekim İbnü s-Sikkit şöyle demektedir: lafzı masdardır ve Arapların hayvanı kesip, derisini soyduktan zaman söyledikleri "Deriyi soydum" ifadesinden alınmıştır.
b) Bunun aslı olan £ J£ fiili, "birşeye başlamak, işin içine girmek" manasına gelen masdarındandır. Arapça'da "şeriat", insanların su içmek üzere girdikleri yol manasınadır. Buna göre "şeri'at", "fa'îietün" vezninde bir kelime olup, ism-i mef'ûl mânasındadır. Binâenaleyh "şerî'at", Cenâb-ı Hakk'ın, mükelleflerin girmelerini emrettiği şeyler demektir. "Minhâc" ise, açık ve geniş yol demektir. Nitekim, "Sana yol açtım" denilir. Fiilin bu iki şekli de kulanılmaktadır.
Alimlerin ekserisi bu âyeti delil getirerek bizden önceki ümmetlerin şeriatlarının, bizim için geçerli olmadığını söylemişlerdir.Çünkü ayetteki “sizden herbiriniz için bir şeri'at ve bir yol ta'yîn ettik" buyruğu, her peygamberin kendisine ait müstakil bir şeriatının olduğunu göstermektedir ki bu da, bir peygamberin ümmetinin, diğer bir peygamberin şeriatı ile mükellef olmadıklarını gösterir. [9]
Kur'ân-ı Kerim'de bütün peygamber ve resullerin yollarının hem bir olduğuna, hem de bunların yollarında farklılıklar bulunduğuna delâlet eden âyetler gelmiştir. Birinci durumla ilgili olan âyetler, Cenâb-ı Hakk'ın, "O, 'Dini doğru tutun, onda tefrikaya düşmeyin'' diye, dinden hem Nuh 'a tavsiye ettiğini hem sana vahy'ettiğimizi, hem İbrahim 'e, Musa 'ya, İsa ya tavsiye ettiğimizi sizin için de şeriat yaptık" şûra. ve "Onlar, Allah'ın hidayet etti kimselerdir. O halde sen de onlann gittiği doğru yolu tutup ona uy" (Enam, ) âyetleridir.
İkinci durumla ilgili olansa, bu âyettir. Bu âyetlerin arasını, şöyle diyerek cem etmemiz mümkündür: Birinci durumla ilgili olan âyetler, dinin asılları, itikad ile ilgili olan âyetlerdir. İkinci durumla ilgili olan bu âyet ise, dinin fürûu ile ilgili olan hükümlere hamledilmiştir. [10]
Hak Teâlâ'nın, "Sizden herbiriniz için bir şeriat ve bir yol tayin ettik" ifâdesindeki hitap, bu üçünün, daha önce
geçen, "Şüphesiz ki Tevrat'ı biz indirdik ki, O'nda hidâyet ve nür vardır" (Mâîde.44)ve "Arkadan da (bu peygamberlerin) izlerince Meryem oğlu İsa'yı gönderdik" (Mâide. 46) ve "Sana da kitabı gönderdik" (Mâide. 48) ifâdelerinde zikredilmiş olmaları delaletiyle Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed'in ümmetinedir.
Daha sonra Allah, "Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yo! tayin ettik" buyurmuştur. Yani, "Her birinin (fürû bakımından) farklı farklı şeriatları vardır. Tevrat'ın kendisine ait, İncil'in kendisine ait ve Kur'ân'ın da kendisine has (fürû hükümleri), şeriatı vardır..." demektir. [11]
Alimlerden bir kısmı, bu ifâdede geçen ve lafızlarının aynı mânaya geldiklerini, ama te'kid için tekrarlanmış olup bunlardan maksadın "dîn" olduğunu söylerler.
Bazıları ise bu ikisi arasında fark bulunduğunu; buna göre kelimesinin "mutlak mânada şeriat (yol)" anlamına gelip; kelimesinden kastedilen "yol"un ise, "şeriatın güzelliklerinin bütünü" demek olduğunu; buna göre de şeriatın "yol"un başı, tarikatın da devamı ve sonu olduğunu söylemişlerdir. Müberrid, "Şeriat yolun başlangıcı, tarikat ise devam eden yoldur" demiştir ki bu da bizim söylediğimizi ifâde eder. Allah kendi sözünün sırlarının izahını en iyi bilendir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer Allah dileseydl (topunuzu) tek bir ümmet yapardı" buyurmuştur. Yani, "Allah isteseydi sizi, aynı şeriat üzerinde ittifak eden veyahut da aynı dinde muvafakat eden ve de hiç ihtilâfa düşmeyen bir cemaat, bir topluluk haline getirirdi" demektir. Alimlerimiz, bu ifâdenin, her şeyin Allah'ın meşietiyle olduğuna delâlet ettiğini belirtirlerken, Mutezile bunu, Allah'ın "mecbur etme meşieti"ne hamletmiştir.
Daha sonra Allah, "Fakat size verdiği şeyde sizi imtihan etmek içinr (böyle ayırdı)" buyurmuştur. Yani, "Sizi muhtelif şeriatlarla imtihan etmiştir. Böylece sizler, o şeriatlarla amel edip, Allah'a inkıyâd ederek tekliflerine boyun eğiyor musunuz; yoksa şüphelere tâbi olup amellerinizde kusur mu ediyorsunuz diye..." demektir. O halde, "Öyle İse, hayırlı işierde birbirinizle yanşm" , yani, "Hayırlı amellere doğru koşup, onlara doğru yansınız... Çünkü, "Zaten hepinizin en son dönüp vanşı Allah'adır.." Bu ifâde, hayırlara koşmanın sebebi olması anlamında, "müste'nef" bir cümledir. Böylece de "Artık O, hakkında ihtilâf etmekte olduğunuz şeyleri size haber verecektir." Bu, "O size, bulunması halinde şüpheye düşmeyeceğiniz; haktan yana olanla olmayanı; amellerini tam yapan ile onlarda kusur edeni birbirinden ayıracak olan cezayı size haber vermektedir.. Bundan maksad şudur: "İş, kendisiyle beraber hiçbir şüphenin kalmayıp kat'î bir bilginin tahakkuk edeceği bir noktaya ve hale varır." Bu da Cenâb-ı Hakkın, itaatkar olanlara itaatlarımn
karşılığını; isyankâr olanlara da isyanlarının karşılığını verdiği an tahakkuk edecektir. [12]
"(Ve şu emri indirdik): Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet onların keyiflerine uyma; Allah'ın sana indirdiğinin bir kısmından seni sapıtacaklar diye kaçın onlardan. Eğer onlar yüz çevirirlerse, bil ki Allah, bazı günahları sebebiyle kendilerini mutlaka musibete uğratmak istiyordur. İnsanlardan birçoğu muhakkak ki Allah'ın emrinden dışarı çıkarlar..." (Mâide, 49).
Daha sonra Allah "(Ve şu emri indirdik:) Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, onların keyiflerine uyma..." buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır: [13]
Şayet ifâdesi neye atfedilmiştir?" denilirse, biz deriz ki bu, "(Habibim) sana da Kitabı gönderdik..."
(Mâide, 48) ifâdesindeki lafzına atıftır. Buna göre Sanki, "Ve Biz sana... hükmedesin diye ... indirdik" denilmek stenmiştir. Emir fiilleri de, diğer fiiller gibi bir fiil olduğu için, başına edatı gelebilir. Bu sözün (Maide. 48) kelimesine atfedilmesi de caizdir. Buna göre kelamın takdiri "Biz onu sana hak ile ve ...hükmedesin diye indirdik" şeklindedir. Cenâb-ı Hak "Onların keyfilerine uyma..." buyurmuştur. Biz daha önce, yahudilerin bir araya gelerek, Hz. Peygamber (s.a.s)'i dinini tahrif etmeye sevketmek istediklerini; Allah Teâlâ'nın da, O'nu bundan koruyup muhafaza ettiğini söylemiştik. [14]
Alimler bu âyetin, İster aralarında hükmet İster onlardan yüz çevir" (mam, 42) buyruğundaki muhayyerliği neshettiğini söylemişlerdir. [15]
Önceki âyette zikredilmesine rağmen, burada da "hükmetmek..." emrinin tekrar zikredilmesi, ya te'kid
içindir; ya da bunlar, Hz. Peygamber'in her ikisiyle de hükmetmekle emrolunduğu ayrı iki hükümdür. Çünkü o yahudtler, Hz. Peygamber (s.a.s)'in hükmüne, hem zina eden evli hakkında; hem de aralarında öldürülmüş dan bir maktul hususunda başvurmuşlardı. [16]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah m sana indirdiğinin bir kısmından seni sapıtacaklar diye, kaçın onlardan" buyurmuştur. İbn Abbas şöyle der: "Cenâb-ı Hak bu buyruğuyla, "Onlar seni kendi hevâ ve arzularına döndürmek istiyorlar..." mânasını kastetmiştir. Çünkü, haktan bâtıla dönen herkes, fitneye düşürülmüş demektir. Hak Teâlâ'nın, "...nerdeysesenl bile nerdeyse fitneye düşüreceklerdi..." M. 73) ifâdesi de bu anlamdadır. Buradaki fitne, onların, haktan saptıran ve batıla düşüren sözlerinde bulunan fitnedir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Allahım, hayatın (hayatta karşılaşılan şeylerin) fitnesinden sana sığınırım"[17] buyurmuştur. Bu, doğru ve hak yoldan sapmak, saptırmak demektir." İlim erbabı şöyle demiştir: Bu âyet, peygamberlerin de hata edip unutmalarının caiz olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ, ' Allah in sana İndirdiğinin bir kısmından seni sapıtacaklar diye, kaçın onlardan..." buyurmuştur. Peygamberin bu gibi şeyleri kasten yapması ise caiz değildir; binâenaleyh geriye, sadece hatâ etme ve unutma hali kalır.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer onlar yüz çevirirler, yani senin hükmünü kabul etmezlerse, bil ki Allah, bazı günahları sebebiyle kendilerini mutlaka musibete uğratmak istiyordur" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır: [18]
Bu sözden maksat, "Cenâb-ı Hak, onları dünyada iken, bazılarının işlemiş olduğu günahların cezası ile onları
imtihan eder. Ki bu da O'nun seni, onlara hükümran kılıp onları öldürmek ve sürgün etmek suretiyle, onlara azap etmesidir" şeklindedir. Allah bu âyette, "bazı günahları sebebiyle..." buyurmuştur. Çünkü yahudiler, dünyada iken günahlarının bir kısmıyla cezalandırılmışlar ve onların, günahların bir kısmıyla cezalandırılmaları, helak (olup yok) olmalarına kâfi gelmiştir. Allah en iyi bilendir. [19]
Bu âyet, her şeyin Allah'ın iradesiyle olduğunu göstermektedir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, onları bazı günahları sebebiyle musibete uğratmayı dilemesi, murad etmesi, ancak onların günah işlemelerini murad etmiş olmasıyla mümkündür. Bu da Cenâb-ı Hakk'ın, hem hayrı hem de şerri irade ettiğine delâlet eder.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İnsanlardan birçoğu muhakkak kf, Allah'ın emrinden dışarı çıkarlar" buyurmuştur. Yani, "İnsanların pekçoğu küfürde diretip bu hususta haddi aşmışlardır. Zira Allah Teâlâ'nın hükmünden yüz çevirmek, büyük bir isyan olup küfürde çok ileri gitmektir." [20]
"Onlar hâla, câhüiYyentn hükmünü mü arıyorlar? Şüphesiz ve kafi bir kanaate sahip olacak bir kavm İçin hükmü Allah'tan daha güzel olan kim bulunabilir ki!" (Mâide. 50).
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Onlar hâlâ, câhüiyyenin hükmünü mü arıyorlar?" buyurmuştur. Bu cümleyle ilgili birkaç mesele vardır: [21]
İbn Âmir, tâ harfiyle ve muhâtab sîgasıyla, "arıyorsunuz"; diğer imamlar ise, yâ harfiyle ve gâib sîgasıyla şeklinde okumuşlardır. Sülemî, mübtedâ yaparak ifâdesini merfû olarak okumuş, kelimesini de haber vermiştir. Haber tarafından mübtedâya râci olacak otan aid zamirini, açık olduğu için düsürmüştür. Katâde ise, şeklinde okumuştur. Ki, bu okunuşa göre ifâdenin mânası şudur: "Onlar talep edip peşine düştükleri bu hükümle, ancak câhiliyye hakimleri gibi hükmederler..." Bu kimseler, kendi arzularına uyarak, Hâtemu'n-nebiyyîn olan Hz. Muhammed'in de, o hakimler gibi bir hakim olmasını istemişlerdir. [22]
Âyetle ilgili şu iki izah yapılmıştır:
1) Mukâtil şöyle demiştir: "Allah, Hz. Muhammed (s.a.s)'i peygamber olarak göndermeden önce, Kurayza ile Nadir arasında bir kan davası bulunmaktaydı. Cenâb-ı Hak Hz. Muhammed'i peygamber olarak gönderince, bunlar Hz. Muhammed'in hakemliğine başvurdular. Bunlardan Kurayzaoğultan şöyle demişti: "Nadîroğullan bizim kardeşlerimizdir. Babamız, dinimiz ve kitabımız tektir.. Binâenaleyh, şayet Nadîroğullan bizden birisini öldürürse bize yetmiş "vesak" (ölçek) hurma verirler. Eğer biz onlardan birisini (öldürürsek, o zaman onlar bizden, yüzkırk "vesak" hurma alırlar.. Bizi yaraladıkları zaman verecekleri diyet (erş), onların yaralanmalarına mukabil verilecek olan diyetin yarısıdır.. Binâenaleyh sen, bizimle onlar arasında hükmet.." Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s): "Ben, Kurayzah olan birisinin kanının, Nadiri! olan birisinin kanma; Nadirli birisinin kanının, Kurayzah birisinin kanma denk ve müsavi olduğuna hükmediyorum.. Bunlardan birisinin diğerine nekan, nedtyet, nede "erş" (yaralama diyeti) hususunda bir üstünlüğü yoktur" dedi. Bunun üzerine Nadiroğulları kızarak, "Biz senin hükmüne razı olmuyoruz; çünkü sen bizim düşmanımızsın..." dediler de, işte bunun üzerine de Cenâb-ı Hak, "Onlar hâlâ, câhiliyye hükmünü mü, yani câhiliyyedeki ilk hükümlerini mi arıyorlar?" âyetini indirdi."
Şu da ileri sürülmüştür: Onların zayıflarına, güçsüz ve arkasız kimselerine bir hüküm vacip olduğu zaman, onlar bu kimseleri, o hükmü yerine getirmeye mecbur tutuyorlardı. Ama onların güçlü ve arkalı olanlarına, kodamanlarına ise bir hüküm vacip olduğunda, o zaman onlar o kimseyi bundan sorumlu tutmazlar ve cezanın uygulanmasını istemezlerdi. İşte Cenâb-ı Hak bu âyet ile, onları böylesi davranıştan men etmiştir.
2) Bu âyetle, yahudilerin ehl-i kitap ve ilim sahibi olmalarına rağmen, sırf cehalet ve apaçık bir hevâ ve arzu demek olan câhiliyye hükmünü arayıp peşine düştükleri için, onları ayıplamak mânası kastedilmiştir.
Daha sonra Allah, "Şüphesiz ve katî bir kanâate sahip olacak bir kavm için, hükmü Aüah 'tan daha güzel kim olabilir ki!" buyurmuştur.
kelimesinin başındaki lâm, tıpkı "daha ne duruyorsun, geliver" (Yusuf, 23) tabirinde olduğu gibi, beyân içindir. Yani bu hitap,ve bu soru, yakînen inanan kimseler içindir. Çünkü, hüküm bakımından Allah'tan daha âdil ve beyân bakımından daha güzel olan hiç kimsenin bulunmadığını, ancak bunlar bilirler, anlarlar. [23]
"Ey iman edenler, ne yahudilert ne de hristiyanlan kendinize dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır. Şüphesiz Allah, o zalimler topluluğuna hidâyet vermez" (Mâide. 51).
Cenâb-ı Hak "Ey iman edenler, yahudileri de, hristiyanlan da kendinize dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar" buyurmuştur.
Bil ki bu ifâdede söz, "dostlar..." kelimesiyle tamamlanmıştır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, söze yeniden başlayarak "Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar" buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre Ubâde İbnu's-Samit (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'e gelmiş ve O'nun yanında yahudilerin dostluğundan teberrî etmiş (yani ilişkisini kestiğini açıklamıştı). Bunun üzerine münafık Abdullah İbn Übey, 'Ama ben o yahudilerden uzaklaşmıyorum. Çünkü o zaman başıma belalar gelmesinden korkuyorum" demişti. İşte bu âyet, bu sebeple nazil olmuştur. Âyetteki, "Ne yahudileri, ne de hristiyanlan kendinize dost edinmeyin" buyruğu, "Onlardan yardım istemeye yönelmeyiniz ve onlara karşı sevgi, dostluk göstermeyiniz" demektir.
Cenâb-ı Allah daha sonra, "İçinizden kim onlan dost edinirse, o da onlardandır" buyurmuştur. İbn Abbas(r.a): "Hak Teâlâ, bununla sanki o, onlar gibidir" manasını murad etmiştir" der. Bu ifade, din konusunda muhalif m farklı olan kimseden mutlaka uzaklaşılması hususunda, Hak Teâlâ'nın te'kidli ve bir açıklamasıdır. Bunun bir benzeri de, "Kim onu tatmaz ise, o bendendir" a 249) âyetidir.
Sonra Allah Teâlâ, "Şüphesiz Allah, o zâlimler topluluğuna hidayet vermez" buyurmuştur. Ebû Musa el-Eş'ârî (r.a)'nin şöyle elediği rivayet edilmiştir: "Hz. Ömer (r.a)'e, "Benim hristiyan bir kâtibim var" dedim. O da, "Hay Allah canını atasıca! Sana ne oluyor? Bir mü'mini kâtip edinsene. Allah'ın, "Ey İman edenler, ne yahudileri ne de hristtyanlan kendinize dost edinmeyin" âyetini hiç duymadın mı?" dedi. Ben de: "Onun dini kendine âit, bana lazım olan onun yazısıdır1' dedim. Bunun üzerine; "Madem ki Allah onları hor ve hakir kılmıştır, ben onlara ikram etmem. Madem ki Allah onları zelil kılmıştır, ben onları azîz kıtmam. Madem ki Allah onları rahmetinden uzaklaştırmıştır, ben onları yaklaştırmam" dedi. Ben de: "Basra işi (yani işim), ancak onunla halloluyor" dedim. Hz. Ömer: "Haydi hristiyan öldü, yani farzet ki o kâtip öldü, o zaman ne yapacaksın. Onu öldükten sonra da çalıştıracak değilsin. O halde, şimdilik onu çalıştır ama, yerine mutlaka birisini bul" dedi." [24]
"İşte kalplerinde bir hastalık bulunan kimselerin, "Basımıza bir felâket gelmesinden korkuyoruz" diyerek, aralarında koşuştuklarını görürsün. Belki Allah fethi veya kendi katından bir emri getirecek ve onlar, İçlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olacaklar" (Mâide, 52).
Bil ki bu âyetteki, "Kalplerinde bir hastalık bulunan kimseler" tabiri ile Abdullah İbn Übeyy ve arkadaşları gibi münafıklar kastedilmiştir. Âyetteki "aralarında koşuşurlar" ifâdesinin mânası ise, "Onlar, yahudileri ve Necran hristiyanlarını sevme hususunda adetâ yarışırlar. Çünkü o yahudi ve hristiyanlar zengin idiler ve bu münafıklara, işleri hususunda yardımcı olup, borç para veriyorlardı. Bundan dolayı münafıklar da, "Biz, başımıza bir felâket gelmesinden korktuğumuz için, onlarlaiçli-dışlı oluyoruz" diyorlardı. Vahidî(r.h), "dâire" kelimesinin, "devlet" kelimesi gibi, "devâirü'd-dehri" (zamanın belâları) tabirinden alındığını, "dâire" (dönen şey) lafzının, bir kavimden, diğer bir kavme dönüp dolaşan belâ, bozguna uğrama, korkunç hadiseler gibi, kendisinden korkulan bir musibet mânasında olduğunu, devletin (saltanat ve şansın, insanlar arasında) dönüp dolaşması gibi, devâirin (belâların) da dönüp dolaştığını söylemiştir.
Zeccâc: "Bunun, "Biz, Peygamber (s.a.s)'in işinin, tam yerine oturmadığından endişeleniyoruz ve işin tersine dönerek başlangıçtaki (mağlup) halini alabileceğini hesaba katıyoruz" mânasında olduğunu söylemiştir.
Daha sonra Allah "Belki Allah, fethi veya kendi katından bir emri getirecek ve onlar, içlerinde gizledikleri şeyden dolayı pişman olacaklar" buyurmuştur.
Müfessirter, Allah'ın kendisi için kullandığı (belki) lafzının, mutlaka manasına geldiğini, çünkü kerîm olan Allah, yapacağı hayırlı bir İş hususunda, insanlara ümid verince, bu insanların kendisine iyice bağlandığı ve olmasını ümit ettiği vaad-i ilâhî mesabesindedir. Buna göre âyetin mânası: "Allah mutlaka, Resûlullah'ı ve müslümanları düşmanlarına galip getirmek suretiyle, fethi müyesser edecek yahut da yahudilerin kökünü kurutacak veyahut da onları beldelerinden çıkaracak, böylece de münafıkları vesveselerinden dolayı bin pişman edecek, katından olan bir işi mutlaka verecektir" seklinde olur. Çünkü o münafıklar, Resûlullah'ın başarısının devamından şüphelenerek, "Biz onun bu işinin tamamlanacağını ve süreceğini sanmıyoruz. Görünen o ki, saltanat ve galibiyet şansı, düşmanlarının olacak" diyorlardı. Denildi ki, âyetteki "veya kendi katından bir emir (iş)" ifâdesinden murad, "Hz. Peygamber (s.a.s)'e, münafıkların sırlarını açıklaması ve onları Öldürmesi emredilir de, onlar yaptıklarına bin pişman olurlar" demektir.
İmdi şayet, "Birşeyi doğru bir şekilde taksim etmenin şartı, o şeyin birbirine zıd, iki tarafının bulunmasıdır. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, "Belki Allah fethi veya kendi katından bir emri getirecek..." buyruğu böyle değildir. Çünkü fethi getirme (nasip etme) hususu, "kendi katından bir emir" ifâdesine dahildir" denilir ise, biz deriz ki: Bu sözün mânası, "veya insanların kesinlikle katkısı bulunmadığı bir emri (işi) getirir" şeklindedir. Bu tıpkı, kalplerine Allah'ın korku saldığı ve bu yüzden de, hiç savaşmaksızın kendi elleri ile teslim olan Benî Nadîr vah udilerinin hâdisesinde olduğu gibidir. [25]
"iman edenler de, "Her halükârda sizinle beraber olacakları hususunda, var güçleriyle Allah'a yemin edenler bunlar mı? Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Böylece onlar hüsrana uğrayanlardan oldular" derler" (Mâide, 53).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [26]
İbn Kesir, Nâfî ve İbn Amir, âyetin başını "vâv"sız olarak okumuşlardır. Bu, Hicaz ve Şam mushaflarında da böyledir. Diğer kıraat imamları ise vâv ile okumuşlardır. Bu da, Irak mushafına uygundur.
Vahidî (r.h) şöyle demiştir: "Burada vâv harfinin hazfedilmesinin ve getirilmesinin bir farkı yoktur. Çünkü (vâvın getirilmesi halinde), bu cümlenin, üzerine atfedildiği cümle ile ilgili bir irtibatı vardır. Zira bir önceki âyetteki, "aralarında koşuşurlar" ifâdesi ile anlatılan kimseler haklarında mü'minlerin, "...Allah'a yemin edenler bunlar mı?" dediği kimselerdir. Binâenaleyh her iki cümlede de, diğeri ile ilgili bir husus bulunduğu için, bunları birbiri üzerine vâv ile veya yâvsız atfetmekpüzel ye yerinde olur. Bunun bir benzeri de "(Ashab-ı Kehfin sayısı) üçtür, dördüncüleri köpekleridir ' diyecekler; "Beştir, altıncıları köpekleridir" diyecekler'"(Kanı. 22) âyetidir. Bu âyetteki her bir cümlede de, atıf vâvının zikredilmesine ihtiyaç bırakmayan müşterek bir hususdan bahsedilmektedir. Bundan sonra Cenâb-ı Hak, "ve "Yedidir, sekizincileri köpekleridir" diyecekler" (KeM, 22) buyurmuş ve başına atıf vâvı getirmiştir. İşte bu âyet, vâvın getirilmesinin de, getirilmemesinin de caiz olduğunu göstermektedir. Keşşaf sahibi: "Vâv'ın hazfı, "mü'minler o zaman ne derler?" diye soran birisine cevap olarak düşünülmesine göredir. Bu soruya şöyle cevap verilmiş olur: "İman edenler, "Yemin edenler bunlar mı?" derler" der.
Bu âyetin kıraati hususunda daha bir başka yönden de kıraat farkı vardır. Buna göre Ebû Amr, âyeti "iman edenlerin şöyle şöyle demeleri beklenir" manasında, şeklinde nasb ile okumuştur. Bu fiili merfû olarak okuyan kimse ise, başındaki vâv harfini, iki cümleyi birbirine atfeden vavı atıf saymıştır. Vâv harfini hazfeden kimsenin kıraati de bu merfû okuyuşa delalet etmektedir. [27]
Mü'minlerin bu sözü söylemelerindeki fayda şudur: Mü'minler, yahudi ve hristiyanlara dostluk gösterdikleri için
münafıkların haline şaşmakta ve şöyle demektedirler: "O (münafıklar), bizimle beraber ve bizim yardımcılarımız oldukları hususunda, var güçleri ile yemin etmektedirler. O halde nasıl olur da, bizim düşmanlarımızın dostu olur, onlarla birarada bulunmaktan ve onlarla yardımlaşmaktan hoşlanırlar!" [28]
Âyetteki "bütün yaptıkları boşa gitmiştir" buyruğunun, mü'minlerin sözünün devamı olması muhtemel olduğu gibi, Allah'ın kendi sözü olması da muhtemeldir. Buna göre mâna, "Şu anda yahudi ve hristiyanlara dostluk gösterdikleri için, iddia ettikleri imanları gitmiş ve yaptıkları bütün hayırlar boşa gitmiştir. Böylece o münafıklar hem dünyada, hem de âhirette hüsrana (zarara) uğramışlardır. Çünkü yaptıkları ameller boşa gidince, bu işleri yaparken çektikleri sıkıntı ve zorluklar ise yanlarına kalmış, o amellerin hiçbir semeresini görememişler, aksine dünyada lanete, âhirette ikâba müstehak olmuşlardır" şeklindedir. [29]
"Ey iman edenler, içinizden kim dininden dönerse (dönsün), Allah, mü'minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve çetin, kendisinin seveceği ve kendisini seven bir kavim getirir ki onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir kınayanın kınamasından çekinip korkmazlar. Bu, Allah'ın bir lütfudur. Onu, dilediğine verir. Allah (ihsanı) geniş ve alimdir" (Mâide, 54).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [30]
İbn Âmir ve Nftfî, âyetteki kelimesini, iki dal harfi ile, şeklinde; diğer kıraat imamları ise, şeddeli tek bir
dâl ile, şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraat şekli bu fiilin muza'af (sonu şeddeli) olduğunu göstermek İçindir, ikincisi de idğamdan ötürüdür. Zeccâc şöyle demiştir: İki dâl harfini belirterek okumak asıldır. Çünkü muza'af harflerden İkincisi sakin olduğu zaman, her iki harf de açıkça gösterilir. Bunun bir benzeri "Eğer size bir yara değmişse..." (hu imran.w)âyetidir. Dil bakımından bunu, şeklinde söylemek de caizdir. [31]
Keşşaf sahibi, "irtidâd eden (dinden dÖnen)lerin, onbir kabile olduğunu" söylemiştir. Bunlardan üçü, daha Hz. Peygamber (s.a.s) hayatta iken irtidâd etmişlerdir:
a) Benû Müdliç Kabilesi: Bunların liderleri, kendisine
Zü'l-hımâr da denilen Esvedül-Ansî'dir Bu bir kâhin idi. Yemen'de peygamberlik iddiasında bulunmuş ve Yemen'in bazı bölgelerini istilâ ederek, Hz. Peygamber (s.a.s)'in zekat memurlarını oralardan çıkarmıştı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), Yemen valisi Mu'az İbn Cebel (r.a)'e ve iteri gelenlerine mektup yazmıştı. Hak Teâlâ, Esved ül-Ansî'yi, Feyrûz ed-Deylemî'nin eliyle öldürmüştü. Şöyle ki Feyrûz ona bir gece baskını yapmış ve onu öldürmüştü. Resûlullah (s.a.s), onun öldürülüşünü, öldürüldüğü gece haber vermiş ve müslümantar buna sevinmişlerdi. Ertesi gün Hz. Peygamber (s.a.s) vefat etmişti. Esved'in öldürüldüğüne dâir haber ise, ancak Rebîü'l-evvel ayının sonunda Medine'ye ulaşmıştı.
b) Müseylimetül-Kezzâb'ın kavmi Benû Hanîfe Müseylime, peygamberlik iddiasında bulunmuş ve Hz. Peygamber (s.a.s)'e söyle bir mektup yazmıştı: "Allah'ın resulü Müseylime'den, Allah'ın resulü Muhammed'e! Şunu bilesin ki yeryüzünün yarısı benim, yansı da senin..." Hz. Peygamber (s.a.s) ona, "Allah'ın Resulü Muhammed'den, Müseylimetü't-Kezzâb'a (yalancı Müseylime'ye)! Şunu bil ki, yeryüzü Allah'ındır. O, onu, dilediği kuluna miras yapar. İyi âkibet muttekîlerindir" diye cevap vermiştir. Sonra Hz. Ebû Bekir (r.a), (halifeliği döneminde) İslam ordusunu üzerine gönderip onunla savaşmış ve Müseylime, Hz. Hamza (r.a)'yı (Uhud'da) öldürmüş olan Hz. Vahşî (r.a) tarafından öldürülmüştür. Hz. Vahşî (r.a), bundan sonra şöyle derdi:"Câhiliyye(küfür)dönemimde insanların en hayırlısını,İslâm dönemimde de insanların en şerlisini öldürdüm."
c) Tuleyha İbn Huveyttd'in kabilesi olan Benû Esed. Tuleyha, peygamberlik iddiasında bulunmuş, bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), Halid İbn V«IW (r.a)'i ordusu ile onun üzerine göndermişti. Tuleyha, savaşta hezimete uğramış ve $am'a kaçmıştı. Daha sonra müslüman olmuş ve İslam'ın gereğini çok güzel yerine getirmişti. [32]
Diğer yedi kabile de, Hz. Ebû Bekir (r.h)'in halifeliği döneminde irtidâd etmişlerdir ki bunlar şu kabilelerdir:
d) Uyeyne İbn Hısn'ın kavmi olan Fezâre kabilesi;
e) Kurre İbn Selemeti'l-Kuşeyrî'nin kavmi olan Katafân kabilesi;
f) Fücâe İbn Abdi Yâleyl'in kavmi olan Selîmoğulları kabilesi;
g) Mâlik İbn Nuveyre'nin kavmi olan Benû Yerbû' kabilesi;
h) Secah bintü'l-Münzir'in kavmi olan Temîmoğutlarının bir kısmı ki Secâh isimli bu kadın da peygamberlik iddiasında bulunmuş ve Müseylimetü'l-Kezzab ile evlenmişti.
i) Eş 'as fbn Kays'ın kavmi olan Kinde kabilesi ve;
k) Hutân İbn Zeyd'İn kavmi olan Bahreyn'deki Benû Bekr İbn Vâil kabilesi...
Allah Teâlâ, Hz. Ebû Bekir (r.a)'in eli ile, bütün bu kabilelerin hakkından gelmişti.
Bir kabile de, Hz. Ömer zamanında irtidâd etmişti. Bu da Cebele b. el-Eyhem'in kavmi olan Gassan kabilesi idi. Bu Cebele, Hz. Ömer'in zamanında müslüman olmuştu. O, elbisesinin eteklerini yerlerde sürüyerek bir gün Kabe'yi tavaf ediyordu. Derken bir adam, onun elbisesinin eteğine bastı. Buna kızan Cebele, ona bir tokad vurdu. O adam, Hz. Ömer'e şikayette bulununca Hz. Ömer (r.a), o adam için Cebele'ye kısas uygulanmasına hükmetti. Fakat adam isterse onu affedebilecekti. Bunun üzerine Cebele: "Bin dinar verip, o hakkını satın alayım" dedi. Ama adam kısastan vazgeçmeyince, Cebele, teklif ettiği fidyeyi on bin dinara kadar arttırdı. Adam kısasta diretince, Cebele, Hz. Ömer (r.a)'den mühlet istedi. Hz. Ömer de ona bir mühlet verdi. O da Bizans'a kaçıp irtidâd etti. [33]
Âyetin mânası şudur: "Ey iman edenler, sizden kim kâfirleri dost edinir de, dininden irtidâd ederse, bilsin ki Allah Teâlâ, bu dine en güzel bir şekilde yardım edecek olan başka kavimler getirir."
Hasan el-Basri (r.a) şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'in vefatından sonra bir kavmin İslam'dan döneceğini bildiği için, müslümanlara, kendisini seven ve kendilerini sevdiği bir kavim getireceğini haber vermiştir." Buna göre bu âyet, bir gaybi haberdir. Bu, haber verildiği gibi tahakkuk etmiş ve böylece bir mucize olmuştur. [34]
Alimler, bu kavmin kimler olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Hz. Ali, Hasan el-Basrî, Katftde, Dahhâk ve İbnu Cüreyc, "bunların, Hz. Ebû Bekir (r.a) ve onun askerleri olduğunu; çünkü mürted kabilelerle bunların savaştıklarını" söylemişlerdir.
Hz. Âişe (r.anha) ise, "Hz. Peygamber (s.a.s) vefat edince birçok Arap kabilesi irtidâd etmiş ve münafıklık yayılmıştı. Babam (Hz. Ebû Bekir'in) başına ise, koca koca dağların başına gelse onları darmadağınık edecek büyük gaileler gelmişti" demiştir.
Süddî: "Bu âyet, Ensâr hakkında nazil olmuştu. Çünkü Allah'ın Resulüne yardım edip, İslam'ın muzaffer olması için, O'nu destekleyen ve takviye edenler onların tâ kendileridir" demiştir.
Mücâhid de: "Bu âyet Yemenliler hakkında nazil olmuştur" demiştir.
Merfû olarak rivayet edilen bir hadise göre, Hz. Peygamber (s.a.s), bu âyet nazil olduğu zaman, Ebû Mûsâ el-Eşârî'yi göstererek, "Âyette bahsedilenler, şunun kavmidir" demiştir.
Diğer âlimler ise bu kavmin, Farslılar (İranlılar) olduğunu söylemişlerdir. Çünkü rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s)'e bu âyet sorulduğu zaman o, eliyle Selmân-ı Fârisî (r.aj'nin^omuzuna vurmuş ve "Bu kavim bu ve bunun arkadaştandır" diyerek, "Eğerdin, Süreyya yıldızına asılı olsa ûahi, Fârisilerden bazı yiğitler onu alacaklardır"[35] buyurmuştur.
Diğer birkısım âlim ise, bu âyetin Hz. Ali hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bunlara göre, şu iki husus buna delâlet etmektedir:
a) Hz. Peygamber (s.a.s), Hayber günü sancağı Hz. Ali'ye verdiği zaman "Andolsun ki yarın sancağı öyle birine vereceğim ki or Allah 'ı ve peygamberi sever, Allah ve Resulü de onu sever" demiştir. Âyette zikredilen sıfat, işte budur.
b) Allah Teâlâ bundan sonra, "Sizin yâriniz ancak Allah'dır, O'nun peygamberidir. Allah m emirlerine boyun eğici olarak, namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren o mü'minlerdir" (Mâide, 55) buyurmuştur. Bu âyet Hz. Ali hakkındadır. Binâenaleyh bundan Önceki âyetin de onun hakkında olması daha uygundur. İşte âyet hakkında söylenen sözlerin tamamı bundan ibarettir.
Bizim de bu âyetle ilgili söyleyeceğimiz şeyler vardır: [36]
Birinci Makam: Bu âyet, Râfizîlerden İmâmiyye mezhebinin bozukluğunu gösteren en kuvvetli delillerden biridir. Çünkü onlara göre, Hz. Ebû Bekir (r.a)'in halifeliğini ve imametini (devlet başkanlığını) kabul eden herkes kâfir ve mürted olmuştur. Çünkü onlara göre bu kimseler, Hz. Ali (r.a)'nin imam (devlet başkanı) olacağına dâir açık nassı inkâr etmişlerdir. Biz de deriz ki: Şayet durum böyle olsaydı, 'İçinizden kim dininden dönerse, Allah mü'mtnlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve çetin, kendisinin seveceği ve kendisini seven bir kavim getirir..." (Mâide, 54)âyetinin de delâlet ettiği gibi, Cenâb-ı Hak, onlarla muharebe edip perişan eden ve onları hak dine çeviren bir topluluk getirirdi. Çünkü âyette geçen jâ (kim) kelimesi, şart sadedinde gelmiş olup, umûm ifâde eder. Böylece bu âyet, Allah'ın İslam'dan dönen herkesi perişan edip püskürtecek, saltanatlarını yıkacak olan bir topluluk getireceğine delâlet eder. Binâenaleyh, Hz. Ebû Bekri hilâfete getirenler şayet böyle olsaydı, o zaman bu âyetin hükmüne göre, Allah-u Teâlâ'nın onları ezecek ve mezhepleri, bu dinlerini iptal edecek bir topluluğu getirmesi gerekirdi... Halbuki durum böyle olmayıp, tam aksi ortaya çıkmıştır. Zira mezheplerinin bâtıl olduğunu bildiğimizden itibaren, sıkıştırılıp perişan edilen ve bâtıl iddialarını yaymaktan men edilenler Rafızîlerdir... İşte bu görüş, insaflı olan herkes için çok açık ve net bir görüştür. [37]
İkinci Makam: Biz bu âyetin, Hz. Ebû Bekir (r.a) hakkında nazil olduğunun söylenmesinin vacip olduğunu iddia ediyoruz. Bunun delili şu iki şeydir:
a) Bu âyet, dinden dönenlerden bahsetmektedir. Yukarıda da izah ettiğimiz gibi, mürtedlerle savaşmayı üstlenmiş olan zât, Ebu Bekir'dir. Bu âyetle, Hz. Muhammed (s.a.s)'in kastedilmiş olması da mümkün değildir. Çünkü Hz. Muhammed'in mürtedlerle savaştığı vaki değildir. Bir de âyette "Allah getirecektir..." buyurmuştur ki bu ifâde, hâle değil, istikbâle ait bir ifâdedir. Binâenaleyh bu toplulukların, bu hitabın vaki olduğu sırada mevcut olmamaları gerekir.
Buna göre şayet, "Bu sizin aleyhinize de bir sözdür. Çünkü, Ebü Bekr (r.a), o zaman mevcut idi" denilirse, biz deriz ki:
Buna şu iki bakımdan cevap veririz:
1) Ebû Bekr in, kendileriyle (ordu kurup da) mürted olanlara karşı savaşmış olduğu kimseler, o anda mevcut değillerdi...
2) Âyetin manası şöyledir: "Allah Teâlâ, "Bu harbi yapabilecek, güçlü ve muktedir bir kavim getireceğini" söylemiştir. Binâenaleyh, Ebû Bekir o anda mevcut ve bulunuyor ise de, o anda kendi başına harbetme, emretme ve yasaklar koyma yetkisine sahip değildi. Böylece soru kendiliğinden ortadan kalkar ve bundan maksadın, Hz. Peygamber (s.a.s) olmasının mümkün olmadığı ortaya çıkar.
Yine, bundan muradın Hz. Ali olması da mümkün değildir. Çünkü Hz. Ali'nin 'ehl-i Ridde" ile savaşması vaki olmamıştır. O halde bu âyeti nasıl ona hamledebiliriz?
İmdi şayet onlar; "Aksine, Hz. Ali'nin savaşı mürtedlerle olmuştur; Zira Hz. Ali'ye, imamet hususunda karşı gelen herkes, mürted olmuştur" denilirse, biz deriz ki:
Bu iddia şu iki bakımdan bâtıldır:
1) "Mürted" sözü, sadece ve sadece İslamî kanunları terkeden kimselere şamildir. Halbuki, Hz. Ali'ye karşı çıkanlardan hiçbiri, zahiren böyle değillerdi. Ve yine hiç kimse, "Hz. Ali'nin İslâm'dan çıktıkları için onlarla savaştığım" söylememiştir. Ve Hz. AH (aleyhi's-selam) da[38] onları katiyyen mürted olarak adi andırmam ıştır. Binâenaleyh, -Allah kendilerine lanet etsin- şu Rafizîlerin söylemiş oldukları bu söz var ya, hem bütün müslümanlara, hem de Hz. Ali'ye atılmış bir iftiradır.
2) Şayet, imamet konusunda Hz. Ali'ye karşı çıkan herkes mürted olsaydı, o zaman hem Hz. Ebû Bekr'in hem de onun taraftarlarının mürted olduklarını söylemek gerekirdi. Eğer bu da böyle olsaydı, bu âyetin açık hükmüne göre, Allah'ın onları (Hz. Ebû Bekr ve taraftarları) ezen ve onları sahih olan dine yeniden döndüren bir topluluk getirmesi gerekirdi. Bunun böyle olduğu kesinlikle görülmediğine göre, biz, imâm konusunda Hz. Ali'ye karşı gelmenin irtidâd olmayacağını anlamış oluruz. Bu bir irtidâd olmadığına göre, âyetin Hz. Ali hakkında olduğunu söylemek mümkün olmaz. Çünkü âyet dinden dönenlerle savaşan kimselerden bahsetmektedir.
Bu âyetin, Yemenliler ve Farslılar hakkında nazil olduğunun söylenmesi de mümkün değildir. Çünkü bunların da, mürtedlerle savaştığı vaki olmamıştır. Onların böyle bir savaş yaptıklarını söylesek bile, onlar böyle bir savaşta ancak teba'a, idare edilen ve geriden gelen kimseler olarak bulunmuşlardır. Halbuki o hadisede, reîs olan ve emrine itaat edilen şahıs, Hz. Ebû Bekir'dir. Âyetin böyle bir ibâdette (mürtedlerle savaşta) aslolan, temel olan reis ve emrine uyulan kimse hakkında olduğunu söylemek, onun teba'a, idare edilen ve geriden gelen kimseler hakkında olduğunu söylemekten daha uygun olduğu herkesçe malumdur. Böylece zikrettiğimiz bu açık delillerle de, âyetin Hz. Ebû Bekr hakkında olduğu ortaya çıkmış olur.
b) Biz şöyle de diyebiliriz: Farzedelim ki, Hz. AH mürtedlerle savaşmıştır.. Ancak ne var ki Hz. Ebû Bekr'in mürtedlerle yapmış olduğu savaşın İslâm'daki nam ve ehemmiyeti Hz. Ali'nin imamet konusunda kendisine karşı gelenlerle yapmış olduğu savaştan daha büyük ve daha yücedir.. Bu böyledir, zira Hz. Peygamber (s.a.s) irtihâl edince, Arapların harekete geçip isyan ettikleri; Hz. Ebû Bekr'in de Tuleyha ve Müseylime'yi kahreden kişi olduğu, mütevâtir olarak bilinmektedir... Çünkü, irtidâd eden o yedi fırka ile savaşan, Ebû Bekr (r.a)'dir. Ve yine, zekât vermeyenlerle savaşan da O'dur. Hz. Ebû Bekir bunları yapınca, İslâmiyet yeniden rayına oturmuş, ihtişamı büyümüş ve devleti güçlenip, kuvvetlenip genişlemişti... Ama, iş (halifelik) Hz. Ali'ye geçtiği sırada İslâm, şarkta ve garbta kuvvet bulmuş, dünyanın krallarının boyunları kırılmış, İslâm bütün din ve milletlere hükümran olmuştu. Böylece İslâm'ın güç bulup kuvvetlenmesinde Hz. Ebû Bekir'in yaptığı savaşların, Hz. Ali'nin yapmış olduğu savaşlardan daha tesirli okluğu kesinleşmiştir. Bu âyetten kastedilenin de, dini takviye edip İslâm'a yardımda gayret gösteren kimseleri tebcil etmek, yüceltmek olduğu malumdur. Bu işi üstlenen, ona komuta eden Hz. Ebû Bekir olunca, bu âyetle de, Hz. Ebû Bekr'in kastedilmiş olması gerekir.
Üçüncü Makam: Biz, bu âyetin Hz. Ebû Bekr'in imametinin sahih ve yerinde olduğuna delâlet ettiğini iddia ediyoruz. Bu böyledir, zira yukarıda anlattıklarımızla, âyetin Hz. Ebû Bekir'i te'yid ettiği sabit olunca, biz deriz ki: Allah Teâlâ, bu âyetle murad ettiği kimseleri birtakım vasıflarla nitelemiştir. Şöyle ki:
a) "Allah'ın onları, onların da Allah'ı sevmesi..."
Bu âyetten maksadın Hz. Ebû Bekir olduğu sabit olunca, Allah'ın, "Kendisinin seveceği ve kendisini seven" ifâdesinin de, Hz. Ebû Bekir hakkında bir vasıf olduğu sabit olur. Cenâb-ı Hakk'ın, kendisini bu şekilde vasfettiği bir kimsenin de zâlim olması imkânsızdır. Bu da Hz. Ebû Bekr'in, imametinde haktan yana olup, haksız olmadığına delâlet etmektedir.
b) Cenâb-ı Hakk'ın, "müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu.. tavsifi.. Bu da Hz. Ebû Bekr'in sıfatı olup, daha önce zikretmiş olduğumuz delildir. Bunu, rivayet edilmiş olan şu meşhur (müstefîz) hadis de te'kid etmektedir: "Ümmetimin ümmetime en merhametlisi Ebû Bekir'dir"[39] Böylece Ebû Bekir, mü'minlere karşı şefkatli ve merhametli; kâfirlere karşı da şiddetli, sert olmakla vasfedilmiştir. Bakmaz mısın ki, İslâmiyet'in başlangıcında Hz. Peygamber Mekke'de ve de çok sıkıntı ve zahmetler içinde bulunuyorken, Hz. Ebû Bekir Hz. Peygamber (s.a.s)'i nasıl müdâfaa ediyor, O'ndan hiç ayrılmıyor, O'na hizmet ediyor, zorba kâfirlerin ve onların şeytanlarının hiçbirisine aldırmıyordu... İşin, yani hilâfetinin sonunda, aynı şekilde hiç kimsenin sözüne iltifat etmemiş, zekâtı vermeyenlerle savaşması gerektiği kararından vazgeçmemişti.. İş o hale gelmişti ki, o kimselerle savaşmak üzere tek başına çıkmıştı.. Hatta sahabenin büyükleri ona gelmişler, yalvarıp yakararak gitmesine manî olmuşlardır. Sonra üzerlerine asker gönderildiği haberi o mürtedlere ulaşınca, bozguna uğramışlar ve Allah Teâlâ bunu, İslam devleti için bir başlangıç kılmıştır. Bundan dolayı, âyetteki, "müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve çetin" tavsîfi, ancak ona [Hz. Ebû Bekir (r.a)J'e uygundur.
c) Ayetteki, "onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir kınayanın kınamasından çekinip korkmazlar" vasfı Hz. Ebû Bekir (r.a) ile Hz. Ali (k.v)'nin ortak olduğu bir vasıftır. Fakat Hz. Ebû Bekir (r.a)'in, bu vasıftaki payı daha tam ve mükemmeldir. Çünkü Hz. Ebû Bekir'in kâfirlere karşı savaşması, Hz. Peygamber (s.a.s)'in peygamberliğinin başlangıcından itibaren idi. O zamanlar İslâm son derece zayıf, küfür ise alabildiğine güçlü idi. Hz. Ebû Bekir, olanca gücü ile kâfirlere karşı savaşmış ve Hz. Peygamber (s.a.s)'i bütün kuvveti ile savunmuştu. Hz. Ali (r.a)'ye gelince O cihada Bedir ve Uhud'da başlamıştı. O zamanlar ise, İslam kuvvet bulmuş ve İslam ordusu teşekkül etmişti. Binâenaleyh şu iki bakımdan Hz. Ebû Bekir (r.a)'in cihâdının, Hz. Ali'nin cihadından daha mükemmel olduğu ortaya çıkar:
1) Hz. Ebû Bekir {r.a}, zaman bakımından Hz. Ali (r.a)'den öncedir. Binâenaleyh Hz. Ebû Bekir (r.a), "Sizden (Mekke'nin) fethinden önce infâk edip savaşanlar (diğerleri ile) denk değildir" (Hadid, 10) âyetinden ötürü, daha efdal olur.
2) Hz. Ebû Bekir (r.a)'in cihadı, Hz. Peygamber (s.a.s)'in zayıf olduğu bir dönemde başlamışıV Hz. Ali (r.a)'nin cihad; ise, Hz. Peygamber (s.a.s)'in kuvvet bulduğu bir döneme rastlar.
d) Âyette, "Bu, Allah'ın bir lütfiıdur. Onu dilediğine verir" buyurulması... Bu ifâde, Hz. Ebû fi'ekir (r.a)'e daha uygun düşer. Çünkü bu, Hak Teâlâ'nın "Sizden fazilet ve servet sat, vbiolanlar, akrabasına, yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermede kusur etmı "sinler..." {uût, 22) âyeti ilete'kid edilmiştir. Biz bu âyetin de, Hz. Ebû Bekir (r.a) hakktr ıda olduğunu açıklamıştık. Bu âyetin kesin olarak Hz. Ebû Bekir (r.a) hakkında oluşu, b ütün bu sıfatların da Hz. Ebû Bekir (r.a) hakkında olduğuna delâlet eden şeylerden birisidir Durum böyle olduğuna göre, bütün bu sıfatların Hz. Ebû Bekir (r.a) hakkımla olması gerekir- Bu sabit olunca, Hz. Ebû Bekir (r.a)'in imametinin (devlet başkanının)sanin ve yerinde olduğunu kesin söylemek gerekir. Çünkü eğer onun imâmeı ve hilafeti bâttl olsavo:'' bu sayılan sıfatlar ona uygun düşmezdi.
İmdi şayet "Hz. Ebû Bekir Hz Peygamber (s.a.s) hayatta iken, bu sıfatlara sahipti. Resûlullah (s.a s)'ın vefaı indan SOnra halifeliğe baSlay|nca- bu sıfatları kaybetmiştir" denilmesi niçin caiz olmasın?" denilirse, biz deriz ki: Bu, kesinlikle yanlış ve asılsızdır. Zira Hak Teâlâ, "Allah... kendisinin seveceği ve kendisini seven bir kavim getirir (getirecek)..." buyurmuş ve böylece, âyette bahsedilenlerin bu sıfatlarla mevsûf oluşlarını, ileride getirilmelerine bağlamıştır ki bu da, Allah'ın Hz. Ebû Bekir (r.a)'in, mürtedferle savaşırken de bu sıfatlarla mevsûf olduğuna şâhidlik ettiğini gösterir. Mürtedlerle savaştığı bu zaman ise, onun halife ve imam olduğu zamandır. Böylece söylediğimiz delillerle, bu âyetin Hz. Ebû Bekir (r.a)'in hilâfet ve imametinin sahih ve yerinde olduğuna delâlet ettiği sabit olur.
Râfızîlerin (Allah onlara lanet etsin), Hz. Peygamber (s.a.s)'in Hayber günü "Yarın sancağı, Allah'ı ve
Resulünü seven ve Allah'ın ve Resulünün de kendisini sevdiği bir yiğide vereceğim[40] hadîs-i şerifine dayanarak, "bu âyetin Hz. Ali (k.v) hakkında olduğu ve hadîs-i şerifte de bahsedilenin Hz. Ali olduğu" şeklindeki görüşlerine gelince, biz deriz ki: Bu, âhad hadislerdendir ve Râftzîlere göre, âhad hadisleri amelde delil getirmek caiz değildir. Öyle ise bu haberi, ilim hususunda delil getirmek nasıl caiz olur. Hem âyetteki sıfatların Hz. Ali'de bulunduğunu söylemek, Hz. Ebû Bekir (r.a)'de bulunmamasını gerektirmez. Farzedelim ki bunu söylemek bunu gerektirir. Fakat bu söz, o sıfatların hepsinin Hz. Ebû Bekir'de olmadığını göstermez. Bu sıfatlardan biri de, Hz. Ali'nin atılgan, firar etmeyen cesur birisi oluşudur. Bu sıfat Hz. Ebû Bekir (r.a)'de olmayınca, sayılan sıfatların hepsi birden, Hz. Ebû Bekir'de bulunmuş olmaz. Binâenaleyh "hitap" delili ile amel etmek için yeterlidir.
Ama bütün sıfatların Hz. Ebû Bekir'de mevcut olmadığı iddiasına gelince, âyetin lafzında buna delâlet eden birşey yoktur. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, âyette geçen bu sıfatı, Hz. Ebû Bekir (r.a)'in daha sonra mürtedlerle savaşması durumuna nisbet etmiştir. Farzet ki bu sıfat, daha önce mevcut değildi. Yine de bu, o atılganlık sıfatının, Hz. Ebû Bekir'de ileride meydana gelmesine manî değildir. Bir de bizim söylediğimiz şeyler, Kur'an'ın zahirine tutunmaktır. Onların söyledikleri şeyler ise, âhad olarak gelen, yukarıdaki hadîse tutunmaktır. Hem sonra bu hadis, Hz. Ebû Bekir (r.a)'in, Allah'ı ve Resulünü seven ve Allah'ın sevdiği ve razı olduğu bir kimse oluşuna delâlet eden hadislerle çelişir. Nitekim Allah, Hz. Ebû Bekir (r.a) hakkında "O, ondan râp olacaktır" (Leyi. 21) buyurmuştur, Hz. Peygamber (s.a.s) "Allah Teâlâ, (cennette), insanlara umûmi olarak tecelli edecek. Ebû Bekir'e ise husûsî olarak tecelli edecek (görünecek)"[41] ve "Allah, benim gönlüme ne btrakmışsa, mutlaka Ebû Bekir'in kalbine de bırakmıştır " demiştir. Bütün bunlar Hz. Ebû Bekir (r.a)'in, Allah ve Resulünü seven ve Allah ve Resulü tarafından sevilen bir kimse olduğuna delâlet eder.
Râfızîlerin bu husustaki ikinci iddiaları şudur: "Bu âyetten sonra gelen âyet, Hz. Ali'nin imamet ve hilâfetine delâlet eder. Binâenaleyh bu âyetin de onun hakkında olması gerekir."
Bu görüşe şu şekilde cevap veririz: "Biz, bu âyetten sonra gelen âyetin, Hz. Ali'nin hilâfetine (yani Hz. Peygamber'den hemen sonra halife olmasına) delâlet ettiğini kabul etmiyoruz. İnşaallah bu konuyu ileride açıklayacağız." İşte bu âyetle ilgili açıklama bunlardan ibarettir. Allah en iyi bilendir.
Cenâb-ı Hak, "Kendisinin seveceği ve kendisim seven" buyurmuştur. Sevgi hususunu, Bakara sûresinde, (Bakara, 165) âyetinin tefsirinde açıklamıştık. Binâenaleyh onu burada tekrar etmede fayda yok. Burada şöyle bir incelik bulunmaktadır: Allah Teâlâ, kendisinin bu kimseleri sevmesini, onların kendisini sevmesinden önce zikretmiştir. Bu böyledir, çünkü eğer Allah onları sevmeseydi, onları kendisini sevmeye muvaffak kılmazdı. [42]
Daha sonra Cenâb-ı Hak "Müminlere karşı alçakgönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve çetin" buyurmuştur. Bu tıpkı, "(onlar) kâfirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler" (Fetın, 29) âyeti gibidir.
Keşşaf sahibi şöyle der: kelimesi "zelil"in cemidir. "Zelûi" kelimesinin cem'i ise "zülel" şeklindedir. Onların zelil olmalarından murad, hor ve hakîr olmaları değil, aksine alabildiğine şefkatli ve yumuşak olduklarını belirtmektir. Çünkü birisi yanında zelîl olan kimse, şüphesiz ki hiçbir büyüklenme ve kibir göstermez. Aksine yumuşaklık ve şefkat gösterir. Burada da böyledir. Buna göre, tabiri, "Kâfirlere karşı katılık ve üstünlük ortaya korlar" demektir." Arapların, ifâdesinin, "Onlar, onlara galip oluyorlar" mânasına geldiği söylenmiştir. Bu, Arapların bir kimse birisine galip ve üstün geldiğinde söylediği tabirlerinden alınmıştır. Buna göre sanki o müslümanlar, kâfirlere karşı kahretme ve üstün gelmede çok şiddetlidirler.
Buna göre şayet," denilmeli değil miydi?" denilirse biz deriz ki:
Bu hususta şu iki izah yapılabilir:
a)(zillet, hakirlik) kelimesi rahmet ve şefkat mânasını tazammun edebilir."Tezellül ve tevazu göstererek, mü'minlere karşı merhametli ve şefkatli..." makamlarının, faziletlerinin ve şereflerinin çok yüce olduğuna delâlet eder. Bu da onların, aslında zelil olduklarından dolayı değil, aksine bu tezellülün kendi makamlarının yüceliğine, bir de tevazu faziletini katmak istemelerinden dolayıdtr. Bu kelimeler, hal olarak «jf* ... Sii' şeklinde nasb ile de okunmuşlardır.
Daha sonra Cenâb-ı Hak "Onlar, Allah'ın dinine yardım etmek Içfn Allah yolunda savaşırlar ve hiç bir kınayanın kınamasından çekinmezler" buyurmuştur. Bu hususta da şu iki izah yapılabilir:
a) Bu cümlenin başındaki vâv harfi, hâl anlamını ifâde etmektedir. Çünkü münafıklar kâfirleri murakabe ediyor ve onların kınamaemdan daima-çekiniyor, korkuyorlardı. Böylece Allah bu âyette, dinî bakımdan kuvvetli olanların, Allah'ın dinine eliyle, diliyle yardım etme hususunda, herhangi bir kınayanın kınamasından korknıa/o-qğım beyân buyurmuştur.
b) Bu vâv atf ifâde edebilir. mâna "O mü'minterin, başka bir maksatla değil, sırf Allah rızası için cihâd etmeleri ve Allah in uwn« yardım hususunda kınayanların kınamasına aldırmaksızın kararlı ve tavizsiz olmaları, onların şanıdır, vasfıdır" şeklinde olur. üjîll kelimesi, kelimesinden "masdar-ı binâ-i merre"dir. Hem bu kelimenin hem de kelimesinin nekire (belirsiz) getîrftrrraşK mübalağa mânasını ifâde etmeleri içindir. Buna göre sanki "Onlar, kınayanlardan hiç birinin kınamasından kesinlik ve katiyyetle korkmazlar" demektir.
Daha sonra Allah, "Bu, Allah'ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir" buyurmuştur. Buna göre "bu" kelimesi, mü'minlerin daha önce muhabbet, zillet, izzet, mücâhede ve hiç kimsenin kınamasından korkmama gibi niteliklerle vasfed il meleri ne işarettir. Böylece Cenâb-ı Hak, bütün bunların kendi fazlı ve insanıyla meydana gelmiş bir vasıf olduğunu beyan buyurmuştur. İşte bu ifâde de, kulların taatlarım Allah'ın yarattığı hususunda sarîh bir ifâdedir. Mutezile bu ifâdeyi, "lütuf fiilleri" mânasına hamletmiştir ki, bu uzak bir ihtimaldir. Zira, lütuf fiilleri herkes hakkında umûmîdir. Binâenaleyh, buradaki tahsisin yeni bir mâna ifâde etmesi gerekir.
Daha sonra Allah "Allah (ihsanı)geniş ve alimdir" buyurmuştur ki, bu ifâdedeki vâsi' kelimesi, O'nun kudretinin mükemmel oluşuna; alîm tabiri de ilminin mükemmel oluşuna bir işarettir. Cenâb-ı Hak, "vasıfları şöyle şöyle olan bir topluluk getireceğini..." haber verince, bunu, kudretinin mükemmelliği İle ve dolayısıyla, bu vaadini yerine getirmekten aciz olmayacağı; ilminin mükemmelliği ile ve böylece de haberlerine ve vaadlerine bir hulfün girmesinin imkânsız olduğı gerçeği ile te'yid etmiştir. [43]
"Sizin velîniz ancak Allah'tır, Onun peygamberidir, Allah'ın emirlerine boyun eğici olarak namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren o mü'minlerdir" (Mâıde. 55).
Âyetin, daha önceki
âyetlerle münasebeti şudur: Allah Teâlâ, geçen âyetlerde, kâfirleri velî
edinmeyi yasaklayınca, bu âyette de, dost edinmeleri vacip olan kimseleri dost
edinmeyi emrederek, Sizin veliniz ancak
Allah'tır, Onun peygamberidir ve o müminlerdir buyurmuştur. Yani, Bu mezkûr sıfatlarla tavsif edj
îttnferdemektir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:
[44]
Cenâb-ı Hakk'ın, "Ve...o müminler" ifadesiyle ilgili şu iki görüş ileri sürülmüştür: [45]
Birinci Görüş: Bu sözle bütün mü'minler kastedilmiştir. Bu böyledir, zira Ubâde İbnu's-Samit yahudilerden ayrılıp, "Ben, Kurayza ve Nadîr'in müttefiği olmaktan çıkıyor, Allah ve Resulüne dönerek, Allah ve Resulünü velî ediniyorum" deyince, işte bu âyet, O'nun sözüne uygun ve muvafık olarak nazil olmuştur.
Yine rivayet olunduğuna göre Abdullah İbn Selâm, "Ya Resûlullah, kavmimiz bizi terketti ve bizimle oturup kalkmamaya yemin ettiler. Biz ise, yerleri uzak olduğu için, senin ashabınla bir arada bulunup, onlarla oturup kalkamıyoruz" deyince, işte bu âyet nazil olmuştur. Böylece Abdullah İbn Selâm: "Biz Allah'ı, resûlullah'ı ve müminleri dost edinmeye razı olduk, bundan hoşnutluk duyduk" demiştir. Buna göre de âyet, bütün müminler hakkında umumidir. Binâenaleyh, mümin olan herkes bütün mü'minlerin dostudur. Bunun bir benzeri de, "Mümin erkekler de mümin kadınlar daherbirinin velîsidirler" (Tevbe.71)âyetidir Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "namazı dosdoğru Kılan, zekâtı veren..." buyruğu, bütün müminlerin sıfatıdır. Bu sıfatların burada zikredilmesinden maksat, müminleri münafıklardan ayırmaktır. Çünkü o münafıklar da iman ettiklerini iddia ediyorlar ve fakat namaz kılmaya ve zekât vermeye devam etmiyorlardı.. Cenâb-ı Hak, onların namazlarını tavsif ederken, "Namaza ancak iişene üşene gelirler..." (Tevbe. mj ve "Onlar namaza kalktıkları vakit üşene üşene kalkarlar, insanlara gösteriş yaparlar" |nu, 142)buyurmuş; zekâtlarını tavsif ederken de, "... hayra, (mala) karşı pek düşkün adamlar tavrtyle..." (Ahzâp, 19) demiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'ın emirlerine boyun eğici oldukları halde" ifadesine gelince, bu görüşe göre, bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
1) Ebu Müslim şöyle demiştir: Burada geçen rukûdan maksat, hudû yani, boyun eğmedir. Yani, "Onlar, Allah'ın bütün emir ve yasaklarına boyun eğip hudû içinde olarak namazlarını kılar, zekâtlarını verirler..." demektir.
2) Bu tabirden maksat, "Namaz kılmak onların şiarıdır ve şanındandır..." demektir. Burada "rükû" böyle olanları teşrif için, "rüku edenlerle birlikte rükû edin..." {Bakara. 44) buyruğu gibidir.
3) Bazı kimseler de şöyle demiştir: "Bu âyet indiği zaman, Hz. Peygamber'in ashabı, âyette bahsedilen sıfatlar hususunda farklı durumlarda idiler.. Meselâ onlardan bir kısmı namazını bitirmişti; bir kısmı malını fakire vermişti.. Bir kısmı da, henüz namazda ve rükû halindeydi... İşte onlar bu sıfatlar konusunda farklı farklı olunca, şüphesiz Allah-u Teâlâ da bu sıfatları zikretmiştir. [46]
İkinci Görüş: Bu âyet ile muayyen bir şahıs kastedilmiştir. Buna göre bu hususta şu görüşler ileri sürülmüştür:
a) İkrime bu âyetin Hz. Ebû Bekr (r.a) hakkında nazil olduğunu söylemiştir.
b) Atâ, îbn Abbas'dan, bu âyetin Ali İbn Ebî Talip (r.a) hakkında nazil olduğunu söylemiştir. Rivayet olunduğuna göre Abdullah İbn Selâm şöyle demiştir: "Bu âyet nazil olunca, "Ya Resûlallah, ben Ali'yi, rükûda iken, yüzüğünü bir fakire tasadduk ederken gördüm.. Onun için onu biz dost ediniriz.." dedim.. Ebu Zerr (r.a)'den de şöyle dediği rivayet edilmiştir: Bir gün, Allah'ın Resûlüyle beraber öğlen namazını kılıyordum. Derken bir dilenci, mescidde bir şeyler istedi. Ama ona hiç kimse bir şey vermedi. Bunun üzerine dilenci elini göğe doğru kaldırarak, "Allah'ım şahid ol! Ben Resûlullah'ın mescidinde bir şeyler istedim de, hiç kimse bana bir şey vermedi.." dedi. Hz. Ali de, rükû halindeydi. Bunun üzerine o dilenciye, serçe parmağını gösterdi. O parmağında bir yüzük vardı.. Bunun üzerine dilenci Hz. Ali'ye doğru yönelerek, Hz. Peygamber'in gözü önünde yüzüğü aldı. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Allah'ım, kardeşim Musa, senden dilekte bulunarak "Rabbim, benim göğsüme genişlik ver.. ... onu işimde ortak kıl.." dedi" rrahâ. 2532) demişti; sen de. "Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve size öyle bir satvet vereceğiz ki..." (kmm. 35)buyuran âyetini indirmiştin... Allah'ım senin nebin ve saffyyfn, seçkin kulun olan Muhammed, diyorum ki: 'Benim göğsüme genişlik ver. İşimi kolaylaştır. Bana, ehlimden Ali'yi vezir yap.. Onunla sırtımı kuvvetlendir!.." demiştir. Ebû Zerr şöyle demektedir: Allah'ın Resulü, sözünü henüz tamamlamamıştı ki, Cibril inerek, "Ey Muhammedr "Sizin dostunuz, ancak Allah'tır âyetini oku!." dedi. İşte bu meselede rivayetlerle ilgili hususun tamamı bundan ibarettir. [47]
Şiâ şöyle demektedir: "Bu âyet, Allah'ın Resulünden sonra halife olacak şahsın, Ali İbn Ebi Talip olduğuna delâlet etmektedir. Bunu şu şekilde izah edebiliriz: Bu âyet, burada işaret bahsedilenlerle muradın, bir İmam olduğunu göstermektedir. Her ne zaman durum böyle olursa bu imamın, halifenin Ali İbn Ebl Talip olması gerekir."
Birinci makamın (mukaddimenin) beyânı şudur: Arapça'da, velî kelimesi, bazan "yardımcı" ve muhib, "seven" anlamına gelir. Bu, tıpkı "mümin erkeklerde, mümin kadınlar da birbirinin dostlarıdır " (Tevt», 71} âyetinde olduğu gibidir. Bazan da bu j "tasarruf eden" anlamına gelir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s), "Hangi kadın velisinin İzni olmaksızın evlenirse (nikâhı bâtıldır)[48] buyurmuştur. Buna göre biz deriz ki, burada şu iki açıklama yapılabilir:
a) "Velî" lafzı bu iki mânaya gelmektedir. Halbuki, Allah hangi mânayı rnurad ettiğini belirlememiştir. Bu iki mâna arasında bir zıdlık da yoktur. Öyleyse, lafa bu iki mânaya da hamletmek gerekir. Bu sebeple âyetin delâleti, bu âyette zikredilen mü'minlerin ümmet hakkında tasarruf sahibi olduklarını gösterir.
b) Şöyle de diyebiliriz: Bu âyette geçen "velî" lafzının, "nasîr-yardımcı" mânasında olması caiz değildir. Binâenaleyh bunun, "mutasarrıf" mânasında olması gerekir. Biz, bu kelimenin "nasır" mânasında olmasının caiz olmadığını söyledik. Çünkü, bu âyette zikredilen "velayet", Ufl kelimesinin zikredilmiş olmasının delaletiyle, bütün mü'minleri içine alan ârnm bir lafız değildir. Çünkü Urf kelimesi "hasr" için kullanılır. Bu, tıpkı "Allah, ancak bir tek Tanrıdır" [nm, 171) ayeti gibidir. Haibuki, "nustet", "yardım etmek" anlamına gelen "velayet" kelimesi umumîdir; zira Allah "mümin erkeklerde, mü'min kadınlarda birbirinin velileridir" (Tevbe, 71) buyurmuştur. Bu da, bu âyette zikredilen "velâyef'in "nusret" -yardım etmek- mânasında olmadığına kesin olarak hükmetmeyi gerektirir. Buradaki velayet, dostluk, "nusret" -yardım etmek- mânasında olmayınca, tasarruf etmek mânasında olur. Çünkü "velâyef'in bu iki mânadan başka bir mânası yoktur. Buna göre âyetin takdiri, "Ey mü'minler, sizde tasarruf sahibi olan ancak Allah, Resûlutlah ve şu şu sıfatlarla vasfedilmiş mü'minlerdir" şeklinde olur. Bu da, bu âyette zikredilen sıfatlarla mevsuf olan mü'minlerin, bütün ümmet hakkında tasarruf sahibi olmalarını gerektirir. Halbuki imamın, (halifenin) bütün ümmet hakkında tasarruf sahibi olan bir İnsan olmaktan başka bir anlamı yoktur. Binâenaleyh şu zikrettiklerimizle, bu âyetin içinde zikredilen şahsın ümmetin imamı olması gerektiğine delâleti kesinleşir."
İkinci makamın (mukaddimenin) beyânı: Zikrettiğimiz şeyler sabit olunca, bu insanın, Ali İbn Ebî Talip olması gerekir. Bunu şu bakımlardan izah edebiliriz:
1) Bu âyetle bir şahsın imamlığını, halifeliğini kabul eden herkes, bu şahsın Hz. Ali olduğunu söyler. Daha Önce de belirttiğimiz hususlarla, âyetin bir şahsın halifeliğine delâlet ettiği sabit olmuştur. Binâenaleyh, bir farkın bulunduğunu söyleyen kimsenin bulunmaması sebebiyle, o şahsın Hz. Ali olması gerekir.
2)Bu âyetin, Hz. Ati hakkında nazil olduğu hususunda, birbirini teyid eden rivayetler bulunmaktadır. Binâenaleyh, bu âyetin Hz. Ebû Bekir (r.a) hakkında nazil olduğunu söyleyen görüşü benimsemek mümkün değildir. Çünkü bu âyet, Hz. Ebû Bekir hakkında nazil olmuş olsaydı, bu onun imametine delâlet ederdi. Halbuki ümmet-i Muhammed, bu âyetin onun imametine delâlet etmediği hususunda ittifak etmişlerdir. Böylece de bu görüş bâtıl olmuş olur.
3) Cenab-ı Hakk'ın tabirini önce geçmiş olana atfetmek caiz değildir. Çünkü, namazdan daha önce bahsedilmişti.. Namaz ise, rükûyu da içine alan bir ibâdettir. Böylece rükûun yeniden zikredilmiş olması bir tekrar olur. Bu sebeple, bu cümleyi hâl olarak kabul etmek vacip olur. Yani, "Onlar rükû ederken de zekâtlarını verirler..." demektir. Halbuki ulemâ, rükû halinde iken zekât vermenin, ancak Hz. Ali hakkında söz konusu olduğunda ittifak etmişlerdir. Öyleyse, bu âyet ona has olmuş ve izah ettiğimiz şekilde de, onun imametine delâlet etmiş olur. İşte Şia'nın, Hz. AH (r.a)'nin halifeliği hususunda bu âyetle istidlal ederken söylediklerinin tamamı bundan ibarettir.. [49]
Cevap: "Velî" lafzını, aynı anda, hem "yardımda", hem de "tasarrufta bulunan" kimse anlamına almak caiz değildir. Zira usûl-i fıkıhta, müşterek bir lafzı aynı anda iki mânasına birden hamletmenin caiz olmayacağı kaidesi bulunmaktadır. İkinci makamın cevâbına gelince biz deriz ki, bu âyette geçen "velî" lafzından "yardımcı" ve "seven" mânasının murad edilmesi niçin caiz olmasın? Halbuki biz, velî lafzının bu mânaya alınmasının, mutasarrıf mânasına alınmasından daha münasip olduğuna dair deliller getirip, daha sonra da onların söylediklerine cevap vererek şöyle diyoruz: "Velî" lafzının, nasır "yardımcı" mânasına hamledilmesin in daha münasip ve yerinde olduğuna şu hususlar da delâlet etmektedir:
1) Âyetin, hem öncesine hem de sonrasına ancak bu mâna uygun düşmektedir. Bu mânanın, âyetin öncesine uygun düşmesi şu şekildedir: Cenâb-ı Hak, "Ey iman edenler, yahudlleri de hristiyanlan da dost edinmeyin../' (Mâide,51)buyurmuştur. Bu âyet ile O, "Yahudi ve hristiyanlan, gerek canlarınız gerekse mallarınız hususunda tasarrufta bulunan imamlar edinmeyin..." mânasını kastetmemiştir. Çünkü böyle bir mânanın bâtıl oluşu, neredeyse zarurî olarak bilinen bir husustur. Aksine bu âyetle "Yahudi ve hristiyanları birer dost ve yardımcı edinmeyiniz.. Onlarla içli dışlı olmayınız ve onlarla, birbirinize destek ve yardim sağlamayınız" mânasını murad etmiştir. Sonra Allah bunu iyice yasaklamak üzere "Sizin dostunuz ancak Allah'tır, Onun peygamberidir, şöyle şöyle vasfedilen mû'minîerdir..." buyurmuştur. Görünen odur ki, bu âyette emredilen "velayet", önceki âyette nehyedilen "velayet"in aynısıdır. Önceki âyette yasaklanan velayet, nusret (yardım) mânasmdaki velayet olunca, bu âyette emredilenin de yine nusret mânasındaki velayet olur.
Bu mânanın âyetin sonrasına uygun düşmesi ise şöyledir: Hak Teâlâ, "Ey iman edenler, sizden evvel kendilerine kitap verilenlerle kâfirlerden dininizi bir eğlence ve bir oyun tutanları, veliler, dostlar edinmeyin. Allah'dan ittikâ edin eğer inanmış kimselerseniz" (Mâıde. 57) buyurmuş ve böylece yahudî, hristiyan ve kâfirleri dost edinme yasağını tekrar etmiştir. Hiç şüphesiz burada nehyedilen "velayet" (dostluk) de, yardım etme (nusret) manasınadır. Şu halde âyetteki, "sizin dostunuz ancak AUah'dır" ifâdesindeki dostluğun (velayetin) de, nusret mânasına olması gerekir. Taassubu bırakıp âyetin önünü, sonunu hesaba katıp, insafla düşünen herkes, bu âyetteki "velayetin" (dostluğun), sadece yardımcı olan ve seven mânasında bir dostluk olduğunu, "imamet" mânasına gelmesinin mümkün olmadığını açıkça anlar. Çünkü bu, aynı maksad için söylenmiş iki söz arasına farklı bir sözü sokma olur. Böyle olması ise son derece tutuk ve düşük bir ifâde olur. Halbuki Allah'ın kelamını böylesi şeyden tenzîh etmek vaciptir.
2) Şayet biz, velayeti tasarruf ve imamet mânasına alırsak, âyette bahsedilen mü'minlerin, bu âyet nazil olurken, Allah'ın dostları (velileri) olarak tavsif edilmemiş olmaları gerekir. Çünkü Hz. Ali (k.v)'nin, Hz. Peygamber (s.a.s) hayatta iken tasarrufu (imameti) geçerli değildi. Halbuki âyet, mü'minlerin o anda da Allah'ın dostları (velîleri) olduklarını göstermektedir. Ama biz bu velayeti (dostluğu) sevgi ve yardım etme mânasına alırsak, âyette bahsedilen velayet, o anda da mevcut olmuş olur. Böylece velayeti sevgi ve yardım mânasına almanın tasarruf (imamet) mânasına almaktan daha münasip olduğu kesinleşir. Söyleyeceğimiz şu husus da bunu kuvvetlendirir: Allah Teâlâ, mü'minlerin, yahûd? ve hristiyanlan dost (velî) edinmelerini yasaklamış, sonra da mü'minlere yine mü'minleri dost edinmelerini emretmiştir. Binâenaleyh olumlu («mir) ve olumsuz (nehiy) cümlelerinin, aynı şey hakkında olabilmeleri için, mutlaka mü'minleri dost edinmenin o anda mevcut olması gerekir. "Tasarruf" mânasına otan velayet, o anda imkânsız olduğuna göre, âyeti de bu mânaya hamletmek imkânsızdır
3) Allah Teâiâ, bu âyette bansediteruniJ^minleri. âyette yedi yerde cemî olarak getirmiştir: Cemî lâfızları, her ne kadar îa'zim (yüceltme) üslûbu ile tek kişi hakkında kullanılabilir ise de, böyle bir kullanış hakîkat değil, mecaz olur. Halbuki sözde aslolan, sözü hakîkî mânasına hamletmektir.
4) Biz, çok açık ve net delillerle, Hak Teâlâ'nın 'Ey imân edenler, içinizden kim dininden dönerse..." (Maide, 54) âyetinin, Hz. Ebû SeMr (r.a)'in imametinin sahîh olduğunu gösteren en güçlüdelillerden biri olduğunu açıklamıştık. Binâenaleyh eğer bu âyetdeTHzTPeygamber(s.a,s)'dsn sonra Ükolarak Hz. Ali'nin imametinin sahîh olduğuna delâlet eder ise, iki âyet arasında bir tezad olur ki, bu yanlıştır. Dolayısıyla bu âyette Hz. Peygamber (s.a.s)'den sonra ilk olarak halife olacak olanın Hz. Ali (r.a) olacağına bir delâletin bulunmadığına kesinkes hükmetmek gerekir.
5) Hz. Ali (k.v), Kur'ân'ın tefsirini, şu Râfizîlerden (Şia'dan) daha iyi biliyordu. Binâenaleyh eğer bu âyet, kendisinin Hz. Peygamber (s.a.s)'den sonra ilk halife olacağına delâlet etseydi, o bunu her toplulukta delil olarak getirirdi. Şia, "Hz. Ali, bunu takiyye yaptığı için söylememiştir" de diyemez. Çünkü onlar, Hz. Ali'nin, (Hz. Ebû Bekir'in seçildiği) şûranın yapıldığı gün, "Gadir hadîsi[50] "mübâhale hadisi"[51] ve bütün fazilet ve menkıbeleri ile istidlal ettiğini naktetmişlerdir. Halbuki o, imametini isbat için bu âyete kesinlikle tutunmamışttr. İşte bu da, (Allah'ın laneti üzerlerine olasıca) Râfizîlerin bu görüşlerinin düştüğünü kesin olarak söylemeye götürür.
6) Farzet ki bu âyet, Hz. Ali'nin hilâfetine delâlet ediyor. Fakat biz, bu âyet indiği esnada, Hz. Ali için böyle bir imametin söz konusu olmadığı noktasında anlaşıyoruz. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s) hayatta iken, Hz. Ali (k.v)'nin ümmet üzerinde tasarrufta bulunması geçerli olamazdı. Binâenaleyh geriye, âyetin Hz. Ali'nin daha sonra imam (devlet başkanı) olacağına delâlet etmesi ihtimali kalır. Râfizîler ne zaman bunu savunup ileri sürerler ise, biz de bunu kabul eder ve bunu, Hz. Ali'nin halifeliğinin Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman (r.a)'ın halifeliklerinden sonra olacağı mânasına alırız. Çünkü âyette, Hz. Ali'nin halifeliğinin zamanını gösteren bir ifade yoktur.
İmdi eğer onlar, "Ümmet, bu âyet hakkında iki görüş belirtmiştir. Bir kısmı, bu âyetin Hz. Alî'nin halifeliğine delâlet etmediğini söylerlerken; bir kısmı da bunun, onun halifeliğine delâlet ettiği"' söylemişlerdir. Bunun Hz. Ali'nin halifeliğine delâlet ettiğini söyleyen herkes, "Bu, Hz. Ali'nin, Hz. Peygamber (s.as)'in hemen peşisıra halife olması gerekdiğine delâlet ediyor" demiş olur. Dolayısıyla âyetin, bunun dışında bir şekilde Hz. Ali'nin halifeliğine delâlet ettiğini söylemek, âyet hakkında söylenmiş üçüncü bir görüş olur" derlerse, biz deriz ki: "Bu, yanlıştır. Çünkü buna karşı şöyle diyerek cevap veririz: "Ümmet İçinde böyle birşey söyleyen hiç kimsenin olmadığını size kim söyledi? Çünkü mâna muhtemeldir, hatta açık bir mânadır En bu âyeti, Hz. Ali'nin imametin» (hilâfetine) birileri delil getirdiğinden beri. birisi bu istidlal karşısında geçen soruyu devamlı olarak soran kimse eksik oirnomtvttr B*n fren aleyh bu muhtemel (mâna ile, bu soru, bu istidlalin yapıldığı günden bert Mrüirinden ayrılmamışlardır.
7)Âyetteki, "Sizin dostunuz ancak Allah'tır, Onan peygamberidir•" ifâdesi, hiç şüphesiz ömmet-i İslam'a bir hitaptır. Ümmet-i Muhammed, kendileri üzerinde tasarruf sahibinin Allah ve Resûlullah olduğunu kesin olarak kabul etmişlerdir. Cenâb-ı Allah bu ifâdeyi, mü'minlerin gönüllerini hoşnud etmek ve kâfirleri ne dost ne de yardımcı edinmeye ihtiyaçları olmadığını bildirmek için zikretmiştir. Zira, yardımcısı Allah ve Resulü olanın, yahudî ve hristiyanları sevmeye ve onlardan yardım istemeye ne ihtiyacı olabilir? Durum böyle olunca, "Sizin dostunuz ancak Allah'tır, Onun peygamberidir" âyeti ile, nusret ve sevgi mânasına gelen velayet (dostluk) kastedilmiş olur. Şüphesiz ki "velî(dost)" kelimesi âyette bir defa geçmiştir.Binaenaleyh bununla burada, nusret (yardım etme) mânası kastedilince, bir de tasarruf mânasının kastedilmiş olması imkânsızdır. Zira birden çok mânaya gelen (müşterek) bir lafzın, aynı anda iki değişik mânasında kullanılmasının caiz olmayacağı sabittir.
8) Allah Teâlâ bir önceki âyette, "Kendisinin seveceği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı onurlu ve çetin bir kavim " <Mâıde 54) diye, mü'minleri medh-ü sena etmiştir. Binâenaleyh eğer biz, "Sizin dostunuz (veliniz) ancak Allah'tır..." âyetindeki dostluğu (velayeti), sevgi ve yardım mânasına hamledersek, bu âyet, geçen âyetin mânasını ifâde etmiş olur ve geçen âyetteki "Allah yolunda savaşırlar" buyruğu da, bu âyetteki, "namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren..." kısmının îfâ ettiği işlevi yerine getirir. Dolayısıyla bu âyet, bir önceki âyetin mânasını te'kid eden ve ona mutabık olan bir âyet olup daha uygun olur. Böylece bütün bu vecihlerle, (izahlarla), bu âyette bahsedilen velayetin, tasarruf (imamet) mânasına değil, yardım (nusret) mânasına olması gerektiği sübût bulur. [52]
Onların, "âyette zikredilen velayet (dostluk) umumî değildir, nusret (yardım) mânasındaki velayet umumîdir" şeklinde dayandıkları izah şekline gelince, buna da iki şekilde cevap verilir:
a) Biz, âyette zikredilen velayetin umumi olmadığını ve buradaki edatının hasr için olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun delili Dünya hayatının hali, gökten indirdiğimiz bir su gibidir..." (Yunus,24)âyetidir. Şüphe yok ki, dünya hayatıyla itgiü, bundan başka daha pek çok meseleler bulunmaktadır. Nitekim Allah, "Dünya hayatı ancak bir oyundur, bir eğlencedir" (Muhammed, 36) buyurmuştur. Halbuki oyun ve eğlence, dünyanın dışındaki başka şeylerde de bulunur.
b) Nusret (yardım) mânasına olan velayetin, bütün mü'minler hakkında umumî olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun izahı şudur: Allah Teâlâ, mü'minlerı iki kısma ayırmıştır:
1) Kendisine velayet edilenler ki, işte bunlar Cenâb-ı Hakk'ın "Sizin dostunuz ancak Allah'tır" sözüne muhatap olanlardır.
2) Velîler ki bunlar da, Allah'ın emirlerine boyun eğici olarak namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren mü'minlerdir. Biz buradaki velayeti nusret mânasına alırsak, mâna, "Allah bu iki kısımdan birini diğeri için yardımcılar kıldı" şeklinde olur. Halbuki, diğer kısmın yardımı, bütün mü'minler için söz konusu değildir. Eğer bu böyle olsaydı, o zaman, yardım gören tarafın kendi kendilerine yardım etmiş olmaları gerekirdi ki, bu imkânsızdır. Böylece, ümmetin iki kısmından birinin yardımının, bütün ümmet için söz konusu olmayıp, aksine bunun ümmetin diğer kısmına has olduğu kesinleşmiş olur. Binâenaleyh, bu âyette zikredilen velayetin hususi olmasından, onun nusret mânasına gelmemesi gerekmez. Bu, hakkında mutlaka düşünülmesi gereken, güzel ve ince bir cevaptır.
Şiânın, bu âyetin Hz. Ali hakkında nazil olduğuna dair istidlalleri de kabul edilemez. Zira biz, müfessırlenn ekserisinin bu âyetin bütün ümmet hakkında olduğunu belirttiklerini beyân etmiştik. Buna göre bu âyetten maksat, "Allah Teâlâ'nın müslümanlara, müslümanlardan başka hiç kimseyi dost ve yardımcı edinmemelerini" emretmesıdir. Müfessirlerden, bu âyetin Hz. Ebû Bekr hakkında olduğunu söyleyenler de vardır.
Onların, bu âyetin rükû halindeyken zekâtını veren kimseye mahsus olup o şahsın da Ali İbn Ebî Talip olduğu şeklindeki istidlallerine gelince, biz deriz ki, bu da birkaç yönden zayıftır:
a) Zekât, nûfite olanın değif, farz o/an matı ibâdetin adtdır. Bunun delili "ve zekâtı veriniz..." (Bakara, 43) âyetidir. Binâenaleyh şayet Hz. Ali, farz olan zekâtını rükû halindeyken vermiş olsa, o zaman mutlaka o, farz olan zekâtını, vacip olduğu ilk vakitten sonraya bırakmış olurdu ki, böyle bir durum ulemânın ekserisine göre masiyet kabul edilmiş olup, bunun ise Hz. Ali'ye isnâd edilmesi caiz değildir. Zekâtı, nafile olan sadaka mânasına hamletmek de, aslolanın hitâfınadır. Zira biz, "zekâtı veriniz" (Bakara, 43) buyruğunun zahirinin, zekât dan herşeyin farz olduğuna delâlet ettiğini beyân etmiştik.
b) Hz. Ali (r.a)'ye layık olan, namazda iken sadece, bütün kalbiyle Allah'ı zikre gark olmuş olmasıdır. Böyle olan kimsenin zahirî durumu onun, başkasının sözünü dinlemeye ve onu anlamaya yönelmemesini iktiza eder.. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "On/ar ayakta iken, otururken, yanlan üstünde iken Allah'ı hatırlayıp anarlar göklerin ve yerin yaratılışı hakkında inceden İnceye düşünürler" (An imran. 19i) buyurmuştur. Kalbi bu denli tefekküre dalan kimse, başkasının sözünü dinlemeye nasıl vakit bulabilir?.
c) Namazda iken, fakire yüzüğünü vermek, "amel-i kesir"dir. Halbuki, Hz. Ali (r.a)'nin şanına yakışan, böyle yapmamasıdır.
d) Meşhur ve yaygın olan,Hz. Ali (r.a)nin fakir oluşu ve kendisinin, zekât farz olacak kadar malının olmadığıdır. İşte bundan dolayı âlimler, "Hz. Ali üç çörek verdiğinde, hakkında Dehr sûresinin nazil olduğunu" söylemişlerdir. Bu ise, ancak Hz. Ali'nin fakir olması halinde söz konusu olabilir. Ama kendisinde zekâtın farz olacağı kadar bir malı bulunan kimsenin, üç çörek vermesinden dolayı, o sûrede zikredilen bu büyük övgüye müstehak olması imkânsız olur. Onun kendisinde zekâtın farz olacağı kadar bir malı olmadığına göre, Hak Teâlâ'nın, "Allah'ın emirlerine boyun eğici olarak... zekâtı veren..." ifâdesinin, Hz. Ali hakkında olduğunu söylemek imkânsız olur.
e) Farzedelim ki, bu âyetle Hz. AH İbn Ebi Talip murad edilmiş olsun.. Ancak ne var ki bu âyetle istidlal, âyette geçen "velî" kelimesiyle murad "yardım eden", "seven" mânası değil, tasarrufta bulunan mânası olduğu zaman ancak tamam olur.. Bu husustaki sözümüz ise, daha önce geçmişti. [53]
Bil ki, HakTeâiâ'nın "Allah’ın emirlerine boyun eğici olarak... zekâtı veren..." ifâdesinden kastedilenlerin, "rükû halinde iken zekâtlarını veren kimseler olduğunu" söyleyenler, bu âyetle amel-i kalîlin namazı bozmayacağı hususunda istidlal etmişlerdir. Çünkü bu kimse, namazda iken zekâtını dilenciye vermiştir. Şüphesiz ki bu kimse, namazda iken zekât vermeye niyet etmiştir. Böylece bu, bu tür amellerin namazı bozmayacağına delâlet etmiş olur. Geriye, âyette ilgili şu iki soru kalmıştır:
Birinci Soru: Âyette zikredilenler, Allah, Resûlullah ve müminlerdir. O hâlde daha niçin Cenâb-ı Hak, (i^3j UİI "sizin dostunuz ancak..." yerine, "sizin dostlarınız ancak..." dememiştir?
Cevap: Sözün aslı, "Sizin dostunuz ancak Allah'tır" şeklindedir. Böylece Allah'ın dostluğu asıl kılınmış oldu. Sonra da, Allah'ın bu dostluğu ipine ikinci derecede olarak Resûlullah'ın ve mü'minlerin dostluğu da dizilmiştir. Şayet "Sizin dostlarınız ancak Allah, Resulü ve iman etmiş olanlardır.." denilmiş olsaydı o zaman bu ifâdede astolan ve asla tâbi olanlar belirtilmemiş olurdu. Abdullah İbn Mesûd, bu ifâdeyi "Sizin mevlanız ancak..." şeklinde okumuştur.
İkinci Soru: "ki onlar namazı ikâme ederler..." ifâdesinin i'râb-taki mahalli nedir?
Cevap: Bu, sözünden bedel olarak, mahallen merfûdur. Veyahut da kelâmın takdirinin "Onlar, namazı ikame edenlerdir.." şeklinde olması da söylenebilir. Veya bu ifâde, medh üzerine mansûbtur. Burada, bu ifâdenin getirilmesinden maksat ise, samimi ve ihlaslı olan mü'minleri, iman ettiğini iddia edip de münafık olan kimselerden ayırdetmektir. Çünkü bu ihlas, o kimsenin ancak rükû halinde iken, yani hudû ve huşu ile yalnız Allah'a yönelme halindeyken namazına devam etmiş olmasıyla bilinir. [54]
Daha sonra Cenâb-ı Hak:
Kim Allah'ı, Peygamberi ve iman edenleri velî edinir (ve yardımcıları olursa) hiç şüphe yok ki, galip gelecek olanlar, Allah'ın cemaatinin ta kendileridir" (Mâıde, 56) buyurmuştur.
Bu âyet-i kerime ile ilgili iki mesele vardır: [55]
Arapça'da hizb kelimesi, kişinin kendi görüşünde olan arkadaşlarının meydana getirdiği topluluktur. Bunlar, kendilerine zor gelen bir işten dolayı, bir araya gelmiş topluluktur. Müfessirler bu tabiri çeşitli şekillerde tefsir etmişlerdir. Meselâ Hatan el-Basri, "Allah'ın ordusu"; Ebu Revk, "Allah'ın vefîteri"; Ebû'l-Allye, "Allah'ın taraftarları" mânalarını vermişlerdir. Bazıları da bu tabire, "Allah'ın yardımcıları" anlamını vermişlerdir. Ahfeş, "Hizbullah, "Allah'ın dinini din olarak benimseyen, O'na itaat eden ve Allah'ın da kendilerine yardım etmiş okluğu kimselerdir" demiştir. [56]
Allah'ın buyruğu haber yerinde kullanılmış bir cümledir. Mübtedâya ait rabıta zamiri de,
malum olduğu için
zikredilmem iştir. Haberin takdiri ise, "Allah'ın ordusundan ve
yardımcılarından olduğu için, o kimseler galiptirler" şeklindedir.
[57]
"Ey iman edenler, sizden önce kendilerine kitap vertlenletie, kâfirlerden dininizi bir eğlence ve oyun tutanları dostlar edinmeyin. Allah'tan korkun, eğer inanmış kimselerseniz..." (Mtkto, 57).
Bil ki Allah Teala, önceki âyette yahudi ve hristiyanlan dost edinmeyi yasaklamış ve bu sözü de, bunu izah için sevketmiştir. Daha sonra da burada, bütün kâfirleri dost edinmeyi yasaklayan umumî bir nehy zikretmiştir ki, işte bu da bu âyettir. Bu hitapta ilgili birkaç mesele vardır: [58]
Ebû Amr ve Kisaî, "kâfirler" lafzını, Cenâb-ı Hakk'ın "kendilerine kitap verilenlerden.... ' ifâdesine atfederek cerr ile okumuşlardır ki, kelamın takdiri jü&l jaj şeklindedir... Diğer kıraat imamları da, ifadesine atfederek, nasb ile okumuşlardır ki, bu kıraate göre kelâmın takdiri ise,"kâfirleri de (dost edinmeyin)" şeklinde olur. [59]
Denildiğine göre, Rtfae Ibn Zeyd ile Süveyd İbnu'l-Hare, önce iman izhar etmişler, sonra da münafık olmuşlardı.
Müslümanlardan bir grup kimse de onları seviyor, onlara muhabbet besliyordu. İste, onlan seven müslümanlar hakkında Allah bu âyeti indirdi. [60]
Bu âyet, ehl-i kitabın, kâfirlerden ayrı tutulmasını iktizâ eder. Çünkü atıf, başkalığı (muğayerek)1 i gerektirir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendilerine kitap verilen kâfirler... " (Beyyine, ıj ifâdesi, ehl-i kitabın kâfir oldukları hususunda açık bir ifâdedir. Bu iki sözü uzlaştırmanın yolu ise şudur: Müşriklerin küfrü daha şiddetli ve daha büyüktür. İşte bundan dolayı biz, "küfür" ismini hasseten müşriklere tahsis ediyoruz.. Allah en iyi bilendir. [61]
Onların, din ile oynamalarının ve istihza etmelerinin mânası, kalben küfürde ısrar ettikleri halde, dilleriyle İslâm olmuş görünmeleridir.. Bunun bir benzeri de, Bakara süresindeki,
"Onlar iman edenlere rastladıkları zaman, "İnandık" derler. Şeytanlanyla baş başa kalınca ise, "Emin olun, biz sizinle beraberiz. Biz ancak istihza edicileriz" derler" (Bakara, 14) âyetidir. Buna göre ifâdenin mânası, "Âyette bahsedilenler, sizin dininizi alay ve eğlenceye alınca, sizin onları birer dost, yardımcı ve ahbap edinmemeniz gerekir. Çünkü böyle bir durum, aklın almadığı ve kişiliğin kabul etmeyeceği bir iştir" şeklinde olur. [62]
"Birbirinizi namaza çağırdığınız zaman, (onlar) onu bir eğlence ve bir oyun edinirler. Bu, kendilerinin hakikaten akıllarını kullanmayan bir kavim olmalarındandır" , 58).
Cenâb-ı Allah, bir önceki âyette onların, müslümanların dinini oyun ve eğlence edindiklerinden bahsedince, bu âyette de, onların bu dini oyun ve eğlence edinmelerinin bir şeklini zikrederek, "Birbirinizi namaza çağırdığınız zaman, (onlar) onu, bir eğlence ve bir oyun edinirler" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [63]
Âyette gecen kelimesindeki mef'ûl zamiri, ya daha önce geçen salât'a (namaza), ya da "çağırdığınız zaman" fiilinin masdarı olan, "münâdâ" (çağırma) kelimesine râcidir (Yani namaza çağrı olan ezanla ilgilidir).
Rivayet edildiğine göre, Medine'deki hristiyanlardan birisi, müezzinin "Eşhedü enne Muhammeden Resulullah"(Şehadet ederim ki, Muhammed Allah'ın Resulüdür dediğini duyduğunda, "Ben bu yalancıyı yakacağım" derdi. Derken bir gece hizmetçisi elinde yanan birşeyle onun evine girdi ve o ateşten bir kıvılcım eve sıçradı. O adam böylece evi ve ailesi ile birlikte yanıp kül oldu.
Yine rivayet edildiğine göre, Resûlullah (s.a.s)'in müezzini, namaz için ezan okuyunca, müslümanlar kalkar namaza giderlerdi. Bunun üzerine yahûdîler, "kalktılar kalkmaz olasıcalar; kıldılar, kılmaz olasıcalar!" diyerek alay ederlerdi.
Şu da rivayet edilmiştir: Müslümanlar namaz kılmaya kalktıklarında münafıklar halkı namazdan soğutmak için gülerlerdi.
Yine şu da rivayet edilmiştir: Onlar, "Ey Muhammed, daha öncekilerde duyulup görülmeyen bir bid'at çıkardın. Eğer sen peygamber isen, şüphesiz ki icâd ettiğin bu işte, bütün peygamberlere muhalefet ettin. Binâenaleyh, kervandakilerin nida etmesi gibi, böyle nida etmen sana nerden geliyor?" dediler. İşte bunun üzerine Allah bu âyeti indirdi. [64]
Âlimler, bu âyetin, ezanın sırf rüya ile değil, Kur'ân'ın nassı ile de sabit olduğunu gösterdiğini söylemişlerdir. [65]
Âyetteki "hüzüv" ve "la'b" (eğlence ve oyun) kelimeleri, iki ayrı şeydir. Çünkü müslümanlar namaza kalktıklarında, münafıklar,"Bizim yaptığımız bu amelleri, Müslümanlarla alay ve istihza etmek için yapıyoruz. Çünkü onla*, biz böyle olmadığımız halde, kendi dinlerinde olduğumuzu sanıyorlar" diyorlardı. Münafıklar bunda ne dinî, ne dünyevî bir fayda ve menfaatin olmadığına inandıkları için, "Bu, bir oyundur" derlerdi.
Daha sonra Hak Teâlâ, 'Bu, kendilerinin hakikaten akıllarını kullanmayan bir kavim olmalarındandır" buyurmuştur. Yani, "Eğer onların akılları tam olsaydı, yaratan ve nimet verene ta'zim etmenin, O'na son derece hizmetin oyun ve eğlence olamayacağını, aksine kutların en güzel amelleri ve en şerefli fiilleri olduğunu bilirlerdi" demektir. İşte bundan ötürü bazı hakim kimseler, "Hareketlerin en şereflisi namaz, hareketsizliklerin en faydalısı da oruçtur" demişlerdir. [66]
"De ki: "Ey ehl-1 kitap, sizin bizden hoşlanmayışmız, ancak Allah'a, bize indirilene ve daha evvel indirilmiş olanlara imân etmemizden dolayıdır ve sizin birçoğunuz fâsıksınız" (MAide, 59).
Bil ki âyetin, kendinden öncekilerle münasebeti şu bakımdandır: Allah Teâlâ, ehl-i kitab'ın ve kâfirlerin, İslam dinini alay ve eğlenceye aldıklarını nakledince, onlara, "Sizin, bu dinden hoşlanmamanızın sebebi nedir? O dinde, alay ve eğlenceye almayı gerektiren hangi şeyi buluyorsunuz?" demiştir.
Ayetle ilgili birkaç mesele vardır: [67]
Hasan el-Basrî, kâfin fethası ile kelimeyi, şeklinde okumuştur ki fasîh olan, bu kelimenin kâfinkesresi ile okunmasıdır. Nitekim sen, birşeyden hoşlanmadığında, kâfin kesresi veya fethası ile, veya dersin. Müfessirler âyetteki bu ifâdeye, "Sizler ayıplamıyorsunuz", "sizler yadırgamıyorsunuz", "sizler hoşlanmıyorsunuz" mânalarını vermişlerdir. Bazı âlimler, "ikâb"a (yani cezalandırmaya) da bazan, bu kökten olan 4*âi kelimesinin kullanıldığını, çünkü ikâbın, hoş olmayan fiillere karşı uygulandığını söylemişlerdir. Diğer bazıları ise, birşeyi hoş karşılamayan kimsece, hoşlanmadığı o şeye karşı gösterdiği gazabın "nikme" diye adlandırıldığını, çünkü hoşlanılmayan şeye karşı gösterilen gazabın da azap mânasına geldiğini söylemişlerdir. Binâenaleyh birinci görüşe göre, "nikme" kelimesi, önce hoşlanılmayan şey mânasına vaz'edilmiş (icâd edilmiş), sonra da, hoşlanılmayan bir şey olduğu için "azap" mânasında da kullanılmıştır. İkinci görüşe göre ise, "nikme" kelimesi, önce "azap" mânasına vaz' edilmiş, sonra da, peşisıra azap geldiği için hoş karşılanmayan şeye de "nikme" denilmiştir. [68]
Âyetin mânası şöyledir: "Allah Teâlâ, ehl-i kitaba, "Niçin bu dini bir oyun ve eğlence ediniyorsunuz?" diyor, sonra da adetâ taaccüp ederek, "Siz bu dinde, sadece Allah'a, Hz. Muhammed'e indirilen kitaba ve Hz. Muhammed'den önce gelm.9 bütün peygamberlere iman etmeyi yadırgıyorsunuz. Fakat böyle bir iman, yadırganacak birşey değildir. Mesela Allah'a iman, bütün ibadetlerin başıdır. Hz. Muhammed'e ve diğer bütün peygamberlere iman ise haktır, doğrudur. Zira risâlet ve nübüvvet iddiasında, bir peygamberi tasdîke götüren yol mucizedir. Sonra mucizenin Hz. Muhammed (s.a.s)'in elinde de tahakkuk ettiğini görünce, onun bir resul olduğunu ikrar etmek gerekir. Bazı peygamberleri kabul edip, bazılarını kabul etmeme hususu ise, bir tezâd teşkil edip yanlış bir yoldur. Binâenaleyh üzerind»? olduğumuz şeyin bir hak dîn ve müstakim yol olduğu sabit olur. O halde siz, niçin bizim bu imanımızı yadırgıyorsunuz."
İbn Abbas (r.a) şöyle demiştir: "Bir kısım yahûdî, Allah'ın Resul (s.a.s)'üne gelip O'na, hangi peygamberlere iman ettiğini sordular. Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah'a bize indirilene ve Hz. İbrahim ile Hz. İsmail'e indirilene... inandık" deyip "Biz, Allah'a teslim olmuş olanlarız" diye sonuna kadar âyeti okudu. O, sözünde Hz. İsa (a.s)'yı da iman ettiği peygamberler arasında zikredince, onlar Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetini de inkâr ederek, "Dünya ve âhirette, sizden daha nasibsiz bir dinin müntesibi ve dininizden daha şerli bir din görmedik" dediler de, bunun üzerine Cenâb-ı Allah, bu ve bundan sonraki âyeti indirdi.
Cenâb-ı Hakk'ın "ve sizin birçoğunuz fasıksmız" ifadesinde, bütün kıraat imamları ifâdenin başını elifin fethası ile şeklinde okumuşlar, Nu'aym İbn Meysere ise, elifin kesresi ile, şeklinde okumuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç soru vardır:
Birinci Soru: Yahudilerin ekserisi fâsık ojduğu halde, müslümanlardan nasıl (niçin) hoşlanmazlar?
Buna birkaç bakımdan cevap verilir:
1) Âyetteki, "Sizin birçoğunuz fâsiksmiz" ifâdesi, fâsıklığı onlara has kılmaktır. Binâenaleyh bu söz de ta'riz yolu ile müslümana, onların fâsık oldukları için tabî olmadıklarını gösterir. Buna göre mâna, "Siz, imân ettiğimiz ve sizin gibi fasık olmadığımız için bizden hoşlanmıyorsunuz" şeklinde olur.
2) Allah Teâlâ, yahûdilerin, peygambeherin hepsine iman etmeyi yadırgadıklarını, halbuki bu imanın, kendilerinin fası ki ı klan n in yanında yadırganacak bir şey olmadığını, aksine fâsıklığın yadırganması gereken şeylerden olduğunu söylemiştir. Bu gibi ifâdeler, eşleştirme (terazileme, izdivaç) hususunda güzeldir. Nitekim birisi, "Sen, benim ancak iffetli, kendinin fâcir, benim zengin, kendinin fakir oluşundan hoşlanmıyorsun" der. İşte bu, mukabele (zıtları birbiriyle karşılaştırma) yoluyla, mânayı tamamladığı için güzel ve yerinde bir ifâdedir.
3) Bu ifâdenin başındaki "vâv", vâv-ı ma'iyyedir. Yani, "Sizler, birçoğunuz fasık olmanızla birlikte, (fasık olduğunuz halde), bizlerin Allah'a iman etmemizi yadırgıyorsunuz" demektir. Zira, iki hasımdan biri kötü sıfatlarla mevsuf olup, diğeri de pek çok güzel sıfat sahibi olunca, hasmının kötü sıfatlarının yanında, berikinin güzel sıfatlara sahip oluşu, hasmın kalbinde, daha çok buğz ve hasede sebebiyet verir.
4) Bu ifâdede mahzûf bir muzaf vardır ve takdiri "ve sizin, fâsık olduğunuza inanmamızdan hoşlanmıyorsunuz" şeklindedir.
5) Kelâmın takdiri "Siz, bizden ancak Allah'a... ve sizlerin çoğunuzun fâsıklar olduğunuza inanmamızdan hoşlanmıyorsunuz" şeklindedir. Yani, "Fasık olduğunuz için, bizim imanımızdan hoşlanmıyorsunuz" demektir.
6) Bunun mahzûf bir ta'lîle (sebebe) atfedilen bir ta'lilojması da caizdir. Buna göre sanki, "Siz, insafınız (vicdanınız) az olduğu için ve birçoğunuz fâsık olduğunuz için, Allah'a... imanımızı yadırgıyorsunuz" denilmiştir.
İkinci Soru: Yahudilerin hepsi fâsık ve kâfir olduğu halde, Cenâb-ı Hak niçin, onların çoğunun fâsık olduğunu söylemiştir? Buna şu iki bakımdan cevap verilir:
1) Bu, "sizin bir çoğunuz, reislik, makam, mansıb elde etmek, rüşvet almak ve krallara (idarecilere) yaklaşmak için onların yaptıklarını yapıyor ve onların dediklerini diyorsunuz. O halde sizler kendi dininizde âdil değil, fâsıksınız. Çünkü kâfir ve bid'atçılar da bazan dininden döner, bazan dininin fasıkı olur" demektir. Yahûdilerin hepsinin böyle olmadığı malumdur. İşte Cenâb-ı Hak bundan ötürü fâsıklık sıfatını onların çoğuna mahsus kılmıştır
2) Allah Teâlâ, onlardan iman edecek olanların da bu fâsıklığa dahil olacağı zannedilmesin diye, hepsinin değil, ekserisinin fâsık olduğunu söylemiştir. [69]
"De ki "Allah katında bir mükâfaat olarak, bundan daha şerlisini size haber vereyim mi; Allah'ın lanet ve gazap ettiği ve içlerinden maymunlar ve domuzlar yaptığı kimseler ve tâguta tapanlar var ya, işte onlar mevkice daha şerli ve dümdüz yoldan daha çok sapmış kimselerdir" (Mâkte, 60).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [70]
Âyetteki (bundan) ifâdesi, bir önceki âyette geçen o hoşlanmayan kimselere işarettir. Binâenaleyh burada mutlaka mahzûf bir muzaf vardır ve takdiri, "Bu, hoşlanmaytş işinin sahiplerinden daha şerli" şeklindedir. Çünkü Cenâb-ı Allah, "Allah'ın lanet ve gazap ettiği... kimseler" buyurmuştur. Binâenaleyh, "Lanet edilmiş olanlar bu dinden daha şerlidir" denilmez. Aksine, "Lanet edilen kimseler, bu dine müntesip olanlardan daha şerlidir" denilir.
Eğer; "Bu ifâde bu dine girmiş olanların da şerli oldukları mânasına gelir. Halbuki durum böyle değildir?" denilir ise, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak bu ifâdeyi, onların görüşlerine ve inançlarına göre getirmiştir. Çünkü onlar, İslam dinine inanmanın şer olduğunu iddia ediyorlardı. Böyle olunca, onlara deniliyor ki: "Farzedin ki iş sizin dediğiniz gibidir. Fakat Allah'ın size laneti, gazabı ve şekillerini maymun ve domuz suretine çevirmesi, bundan daha şerlidir" denilmiştir. [71]
kelimesi, temyiz olarak mansuptur. Bu, "mef'ûle" veznindedir. Tıpkı "mekbule" ve mecvûze" kelimeleri gibidir. Bu, masdar mânasına bir kelimedir. Masdarlar bazan kelimelerinde olduğu gibi "mef'ûl" vezninde gelir.
Buna göre şayet, "Mükâfaat, iyilik etmeye mahsustur. Binâenaleyh, kötülük yapmanın karşılığı olarak nasıl kullanılmıştır?" denilirse, biz deriz ki:
Bu, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı Onları elem verici bir azapla müjdele" (Âj-iimran,2i)âyetiyle, şairin "Aralarındaki selamlaşma, (sanki) acı ve elem veren bir darptır, vuruştur" ifâdesinde olduğu gibidir. [72]
Cenâb-ı Hakk'ın ifadesindeki edatının, terkib bakımından şu iki durumda bulunması muhtemeldir:
a) Bu ifade, mahzuf bir mübtedanın haberi olmak üzere,
mahallen merfûdur. Çünkü Allah: "De ki: "Allah katında bir miikâfaat olarak, bundan daha şerlisini size haber vereyim mi?" buyurunca, sanki birisi, "kimdir bu?" diye sormuş, bunun üzerine de ÜN **J j* ^ "Bu, Allah'ın kendisine lanet ettiği kimsedir" diye cevap verilmiştir. Bunun bir benzeri de, j#İ ^mj j* r* f&fâ j* "Ve ki: "Şimdi bundan daha çok kötü olanı size haber vereyim mi? Ateştir" (Hacc, 72) âyetidir. Buna göre Allah, sanki j#l j* "O, ateştir" demiştir,
b) Bunu kelimesinden bedel olmak üzere, cerr mahallinde olmast caizdir. Manası da, "...Allah'ın, kendisine lanet ettiği kimseyi haber vereyim mi?" şeklindedir. [73]
Bil ki Allah Teâlâ, onların burada çeşitli birçok sıfatlarını zikretmiştir:
a) Allah-u Teâlâ onları lanetlemiştir.
b) O, onlara gazap etmiştir.
c) O, onlardan bazılannı maymunlar, hınzırlar ve tâgûtperestler haline getirmiştir.. Tefsirciler, "Âyetteki "maymunlar" ifadesiyle, Ashâb-ı Sebt (cumartesi yasağını ihlâl edenler); "domuzlar" ifadesiyle, Hz. İsa'nın mucizesi olan sofrayı (mâide) inkâr edenler kastedilmiştir" demişlerdir.
Yine rivayet edildiğine göre, domuz ve maymunlar haline getirilenler, Ashâb-ı Sebt'ten idiler. Çünkü Ashab-ı Sebt'in gençleri maymun, ihtiyarları da domuz haline çevrilmişlerdi... [74]
Keşşaf sahibi, âyetteki tirildi ifadesiyle ilgili birçok kıraat zikretmiştir: .
1) Übeyy (r.a), bunu "Tâğutâ ibâdet eden kimseler" şeklinde okumuştur.
2) Abdullah İbn Mes'ud (r.a), "ve kim tâğuta ibadet ederse..." şeklinde okumuştur.
3) Kelime, İ'i'/b kelimesine atfedilerek, "Tağ ut pe rest" şeklinde okunmuştur.
4) Yine ifâde, şeklinde de okunmuştur.
5) Bu, (kulları) şeklinde;
6) (kullar) şeklinde;
7) vezni üzere şeklinde;
8) şeklinde;
9) "Abîd" kelimesinin çoğulu olarak, iki zamme ile yine şeklinde;
10) "Kefere" vezninde âi-p şeklinde;
11) Aslı olmak üzere şeklinde okunmuştur. Bu sonuncusunda tâ harfi, izafetten dolayı hazfedilmiştir. Yahut da bu, "hadim" kelimesinin şeklinde çoğul oluşu gibi, kelimesinin şeklinde bir çoğuludur.
12) Yine bu kelime şeklinde;
13) şeklinde;
14) şeklinde;
15) Meçhul olarak, şeklinde okunmuştur ki bu, ve "Aralarında tağuta tapılan" manasındadır ve zamir hazfedilmiştir.
16) Yani Allah bırakılıp, tâğut ma'bud edinilerek manasında okunmuştur. Bu tıpkı senin, birisi reis olduğu zaman söylediğin, "O, emir yapıldı" sözün gibidir.
17) Hamza bu kelimeyi, ayn'ın fethası, bâ harfinin zammesi, dal'ın nasbi ve "tâgut" kelimesinin cerri şeklinde okumuştur. Bazi âlimler Hamza'nın bu okuyuşunu tenkid etmiş ve bunu bir kıraat hatası sayarak rivayet edilmesi doğru olmayan bir şeyi zikreden biri olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Bazı âlimler ise bunun bir iahin (gramer hatası) ve bir Kıraat hatası olmadığını söylemişler, bununla ilgili şu izahları yapmışlardır:
a) (abud) kelimesi, aslında abd (kul) demektir. Araplar, mübalağa ifâde etsin diye kelimenin bâ harfini ötürelemişlerdir. Bu tıpkı Arapların, "iyice sakınan ve çok zeki olan" mânasına demeleri gibidir. Buna göre ifâdesi, "Tâgut'a ibâdette zirveye ulaşan" demektir. İşte bu, en güzel izahtır.
b) kelimeleri tıpkı, ve (yırtıcı hayvan) kelimeleri gibi, aynı manada iki kullanıştır.
c) kelimesinin çoğulu, kelimesi; kelimesinin çoğulu da şeklidir. Bu tıpkı, kelimesinin, kelimesinin çoğulu olması gibidir. Araplar, iki zammenin peşpeşe gelişini ağır bulmuş ve böylece, bu kelimedeki birinci zamme fethaya çevrilmiştir.
d) Muhtemelen Hamza bu kıraati ile manasını kastetmiştir. Bu durumda bu ketime, ı[rii' yerine kullanılan ^JÂ (paralar) kelimesi gibi olmuştur. Sonra baştaki hemze hazfedilmiş ve harekesi sonra gelen harfe verilmiştir.
e) Muhtemelen Hamza, bununla mânasını kastetmiştir. Sonra fiil-i maziye benzemesin diye, sonundaki tâ harfi hazfedilmiş, bâ harfi ötürelenmiştir. [75]
Cenâb-ı Hak, "Tağut'a tapanlar..." buyurmuştur. Ferrâ, ou kelimenin tefsirinin, "Allah onlardan, maymunlar ile, Tâğut'a tapanlar halketti" şeklinde olduğunu söylemiştir. Mananın böyle olması halinde ism-i mevsû1(2r kelimesi) hazfedilmiş olur. [76]
Âlimlerimiz bu âyete dayanarak, küfrün de Allah'ın kaza ve kaderiyle meydana geldiğini söyleyerek, şöyle demişlerdir: "Zira âyetin takdiri, "Allah, onlardan Tâgût'a tapanlar
yarattı" şeklindedir. Bu "yaratma, kılma" işi ancak, Allah onlarda bu ibâdeti yarattığı zaman düşünülebilir. Çünkü, şayet bu ibâdet onlar tarafından meydana getirilmiş olsaydı, Allah Teâlâ onları, puta tapanlar kılmış olmaz; tam aksine onlar kendi kendilerini böyle yapmış olurlardı.. Böyle bir mâna ise, âyetin mânasının hilâfınadır. Mutezile ise bunun mânasının, "Allah Teâlâ onlar hakkında bu şekilde hüküm verip, onları bu şekilde vasfetti. Bu tıpkı, Allah'ın Onlar O Rahmanın bizzat kullan olan melekleri de dişiler yaptılar" (Zuhrui, 19) âyeti gibidir..." şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Bu hususla alâkalı görüşümüz, daha önce birkaç defa geçmişti.. [77]
Âyette bahsedilen "Tâğuf'un, İsrailoğullarının taptığı buzağı olduğu ileri sürüldüğü gibi, bunun İsrailoğullarının
âlimleri mânasına geldiği de söylenmiştir. Yine bunun, Allah'a isyan hususunda herhangi bir kimseye boyun eğen, itaat eden kimsenin de Tâgût'a ibâdet etmiş olduğu da söylenmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İşte onlar mevkke daha şerlidirler" buyurmuştur. Yani, "Kendilerine lanet edilip, maymun ve domuzlar haline getirilenler mekân ve mevki bakımından mü'minlerden daha şerlidirler" demektir. Bu ifâdede lafzının getirilmesi hususunda da şu iki izah yapılmıştır:
a) İbn Abbas (r.a), "Çünkü onların mekânları, "sekar" (cehennemin bir tabakasızdır. "Sekar" tabakasından da daha şerli ve afet bir yer yoktur" demiştir.
b) Hakikatte ehline ait olduğu halde, âyette şer kelimesi lafız bakımından "mekân"a nisbet edilmiştir ki, böyle bir ifâde kinaye babından olur. Bu, Arapların "Falancanın kılıç bağı uzun, külü de çoktur" demesi gibidir. Bunun neticesi, bir şeyin "levazımı ve tevâbii"ni (genellikle, ayrılmayan unsurlarını) zikretmek suretiyle o şeyin kendisine işaret etmekten ibarettir.
Daha sonra Allah "Ve dümdüz yoldan daha çok sapmış olan..." buyurmuştur. Yani, "Doğru ve mutedil yoldan, hak dinden daha çok sapmış olan..." demektir. Müfessirler, "Bu âyet nazil olunca, müslümanlar ehl-i kitabı ayıplayarak, "Ey maymunların ve domuzların kardeşleri..." demiş, bunun üzerine de onlar rezil rüsvay olarak başlarını Önlerine eğmişlerdir" demişlerdir. [78]
"Sîze geldikleri zaman "iman ettik" derler. Halbuki onlar muhakkak küfür ile girmişler, yine muhakkak onunla çıkmışlardır. Allah onların ne/er gizlemekte olduklarını çok iyi bilendir" {Mâide. 61).
Bu âyet-i kerime ile ilgili birkaç mesele vardır: [79]
Âlimler şöyle demişlerdir: Bu âyet, Hz. Peygamber (s.a.s)'in yanına girip münafıkça, O'na iman ettiklerini söyleyen bir grup yahudi hakkında nazil olmuştur. Böylece yüce Allah, Hz. Peygambere onların durumlarını ve Hz. Peygamber'in bildirdiği delillerden O'nun takvirlerinden, nasihatlarından ve hatırlatmalarından hiçbir şey kalplerine nüfuz etmeden, tıpkı ilk başta girdikleri gibi, aynen öylece onun meclisinden çıktıklarını haber vermiştir. [80]
Cenâb-ı Hakk'ın, 'Halbuki onlar muhakkak küftir ile girmişler, yine muhakkak onunla çıkmışlardır" buyruğundaki bâ harf-i cerri, onların girerken de çıkarken de, kesinlikle hiçbir değişme ve eksilme olmadan, küfürlerinin kendileriyle beraber devam ettiğini ifâde eder. Bu, senin tıpkı "Zeyd elbisesiyle girdi ve onunla çıktı" demen gibidir. Yani, "onun elbisesi, girerken olduğu gibi çıkarken de aynıydı" demektir. [81]
Allah, onların içeri girdiklerini bildirirken, js kelimesini getirerek, "Halbuki onlar, muhakkak küfür ile girmişler" buyurmuş; çıkışlarını ifâde ederken de kelimesini getirerek, "yine muhakkak onunla çıkmışlardır" buyurmuştur. Alimler bu hususta şöyle demektedirler; kelimesinin getirilmesinin faydası maziyi hâle yaklaştırmak; kelimesinin getirilmesinin faydası ise küfrün onlara nisbet edilmesi ve bu hususta Hz. Peygamber (s.a.s)'den herhangi bir fiilin sadır olmadığını tekid etmektir.. Yani, "Ey Muhammed, onlar senden, seninle beraber oturdukları müddetçe, küfrü icâp ettirecek herhangi bir şey dinlemediler ki, böylece sen onları küfre düşürmüş olasın!.. Aksine onlar, kendi iradeleriyle küfrü tercih ederek, senin meclisinden çıkan kimselerdir..." demektir. [82]
Mu'tezİle, "Allah Teâlâ, zemmetme yoluyla giriş ve çıkış hallerinde küfrü onlara nisbet etmiş ve, "yine muhakkak onunla çıkmışlardır" buyurarak, bu nisbeti iyice belirtmiştir. Böylece bu ifâde, küfrün Allah'dan değil, kul tarafından olduğunu gösterir" demiştir.
Mu'tezile'nin bu görüşüne, "Sizin bu söylediğiniz şey, "ilim ve dâî" meseleleriyle çelişir" diyerek cevap veririz.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, öyle "Allah onların neler gizlemekte olduklarını çok iyi bilendir" buyurmuştur. Bundan maksat, müslümanlara tuzak kurmak, onlara hileler düzmek, buğz ve düşmanlıkta bulunmak hususunda onların kalplerinde ne denli gayret ve çaba bulunduğunu iyice ortaya koymak, göstermektir. [83]
Sonra Cenâb-ı Hak, "Onlardan birçoğunu görürsün ki günahda, düşmanlıkta ve haram yemede birbirleriyle sürat koşusu yaparlar. Yapmakta oldukları şey elbette ne kadar kötü!.." (M aide, 62). buyurmuştur.
Bir şeyde yarışmak, o şeye hızlıca girip onun içine dalmak, düşmek demektir. Âyette geçen ism kelimesinin "yatan"; udvân kelimesinin de "zulüm" mânasına geldiği söylendiği gibi, ism kelimesinin, kişinin kendisiyle ilgili günahlar; udvan kelimesinin de başkasıyla alâkalı günahlar olduğu da söylenmiştir. Âyette geçen tabirine gelince, bu da rüşvet almak demek olup, bu husustaki tafsilâtlı ve derin incelememiz, Mâide 42 âyetindeki süht kelimesinin izahında geçmişti. [84]
Âyette, söylenmesi gereken bazı faydalı noktalar bulunmaktadır. Şöyle ki:
Birinci Fayda: Allah Teâlâ, "insanlardan birçoğunu görürsün..." buyurmuştur. Bunun sebebi, onların hepsinin böyle olmadığıdır. Aksine onların bir kısmı utanarak, bu işi terketmişlerdir.
İkinci Fayda: lafzı genel olarak, hayır ve iyi işler hakkında kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Hayır işlerinde de birbirleriyle yarış yaparlar" (ân imran. 114) ve "Bizim, kendileri için hayırlara koştuğumuzu mu zannediyorlar?..."(Müminlerin, 56) buyurmuştur. Binâenaleyh, buraya uygun düşen, "acele" lafzının kullanılmasıydı. Ancak ne var ki yüce Allah bir incelikten ötürü, burada "müsâraat" lafzını zikretmiştir. O nükte de şudur: "Onlar, sanki bu konuda doğru bir iş yaparcasına o kötü işlere girişiyorlardı" denilmek istenmiştir.
Üçüncü Fayda: İsm lafzı, bütün isyanları ve menhiyyatı kapsamaktadır. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, bu kelimeyi zikrettikten sonra, düşmanlık yapmak ve haram yemek tabirlerini getirince, bu durum, bu iki nevi günahın, masiyet ve günah nevilerînin en büyüğü olduklarına delâlet etmiştir. [85]
Daha sonra Cenâb-ı Hak,
"Bari bilginleri, fakihleri onları günah söylemelerinden ve haram yemelerinden vaz geçirmeye çalışsalardı ya.. Her halde yapmakta oldukları bu şey, ne kadar kötü!.. (Mâide. 63). buyurmuştur.
Bu âyetin bışındaki edatı, teşvik ve tevbîh (kınama) mânalarını ifâde eder. Bu kelime burada mânasında kullanılmıştır. Rabbaniyyûn ve ahbar kelimelerinin ne anlama geldiği daha önce geçmişti. Hasan el-Basrî: "Rabbaniyyûn, İncil'e inananların âlimleri; "ahbâr" ise, Tevrat'a inananların âlimleridir" demiştir. Hasan el-Basrî'nin dışındaki âlimler ise, bu tabirlerin yahudiler hakkında olup ve bu âyetin, onlarla ilgili bulunduğunu söylemişlerdir.
Buna göre âyetin mânası, "Allah, ehl-i kitabın âlimlerinin, kendilerinin .ayak takımını ve avamını günahtan nehyetmediklerini yadırgamış ve akıl almaz bir şey addetmiştir..." şeklindedir. Bu da, nehy-i münkeri terkeden kimsenin, o münkeri yapan kimse gibi olduğuna delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, her iki kısmı da, bu iki âyette aynı lafızla "yapmakta oldukları bu şey ne kötü!" diye zemmetmiştir. Aksine biz deriz ki, nehy-i münkeri bırakan, terkeden kimseyi ayıplaması daha kuvvetlidir. Çünkü Allah, günah işleyenler, düşmanlık yapanlar ve rüşvet yiyenler hakkında, "Yapmakta oldukları şey elbette ne kadar kötü.. (Mâide, 62) ; nehy-i münker yapmayan âlimler hakkında ise, Her halde... yapmakta oldukları şey elbette ne kadar kötü!'' (Mâide, B3) buyurmuştur. "Sun' " kelimesinin ifâde ettiği mâna, "amel" kelimesinin ifâde ettiği mânadan daha kuvvetlidir. Çünkü "amel", ancak iyice yerleşmiş, kökleşmiş ve sağlamlaşmış olduğu zaman, "sun' " diye isimlendirilir. Böylece Cenâb-ı Hak önceki âyette lafzıyla o günahları işleyen kimselerin günahını, kökleşmemiş bir günah; nehy-i münkeri terkeden kimselerin günahını da, lafzıyla kökleşmiş ve iyice yerleşmiş bir günah olarak ifâde etmiştir. Hakikatte durum böyledir. Çünkü masiyet ve günah ruhun hastalığıdır. Bunun ilacı ise, Allah'ı, O'nun sıfatlarını ve ahkâmını bilmektir. Bu bilgi meydana geldiği halde, günah ortadan kalkmaz ise, işte bu, sahibi ilaç kullandığı halde iyileşmeyen bir hastalık gibi olmuş olur. Nasıl burada, hastalığın zail olmayacak kadar iteri ve çetin olduğu hususunda bir bilgi meydana gelmiş ise, aynı şekilde âlim olan bir kimse de bir günaha yöneldiğinde bu durum, onun kalbinin hastalığının son derece ileri ve çetin olduğuna delâlet etmiştir. İbn Abbas (r.a)'dan, "Bu âyet, Kur'an'daki en ağır âyetlerden birisidir" ve Dahhâk'tan da, "Bana göre, Kur'ân-ı Kerim'de bundan daha korkutucu bir âyet yoktur" sözü nakledilmiştir. Allah en iyi bilendir.[86]
"Yahudiler, "Allah'ın eli bağlı" dediler. Hay kendi elleri bağlanasıcalar! Ve onlar söylediklerinden dolayı lanetlendiler. Hayır, (Allah'ın) İki eli de açıktır. Nasıl dilerse Öyle infâk eder O. Rabbinden sana indirilen (âyetler), andolsun ki onlardan birçoğunun azgınlığını ve küfrünü artıracak. Biz onların arasına Kıyamet gününe kadar, düşmanlık ve kin bıraktık. Onlar her ne zaman harp için bir ateş tutuşturdu/arsa, Allah onu söndürdü. Onlar yeryüzünde hep fesatçılığa koşarlar. Allah ise fesadçilan sevmez" (Mâide. 64).
Bil ki bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [87]
Burada bir müşkil bulunmaktadır, bu da şudur: Allah Teâlâ, yahudilerin böyle söylediklerini nakletmiştir. Allah'ın haber verdiği her hususta doğru söylediğinde hiç şüphe yoktur. Halbuki biz, yahudilerin, böyle bir sözü kesin olarak söylemedikleri ve böyle bir şeye inanmadıkları hususunda ittifak halinde olduklarını görüyoruz. Yine ontarın akıllılarından nakledilen görüş de, bu iddianın bâtıl olduğunun aklen zarurî olarak bilindiği şeklindedir. Çünkü Allah'ın elinin bağlı olduğunu söylemek, aklın açıkça bâtıllığını gösterdiği bir sözdür. Zira bizim, "Allah" sözümüz, kadim, âlemin yaratılışına ve var edilmesine kadir olan bir varlığın ismidir. Böyle bir varlığın elinin bağlı, kudretinin sınırlı ve noksan olması imkânsızdır. Aksi halde, kudreti eksik olması durumunda, âlemi muhafazası ve tedbiri (evirip-çevirmesi) nasıl mümkün olabilir?
Bu sabit olunca biz diyoruz ki: Bu nakil ve rivayetin doğruluğunu tesbit hususunda son derece zor ve çetin bir müşkil bulunmaktadır. Biz diyoruz ki: Bizce bu hususta birkaç izah şekli vardır:
1) Muhtemelen yahudiler bu sözü, "ilzam" üslûbu ile söylemişlerdir. Çünkü onlar, "Allah'a kim güzel bir borç verirse..." (Bakara, 245) âyetini duydukları zaman, "Eğer Allah borca muhtaç ise, fakîr ve âcizdir" dediler. Onlar, kullarından borç isteyen İlah'ın fakir ve elleri bağlı (cimri) olduğu neticesine varınca, Cenâb-ı Hak onlardan böyle söylediklerini nakletmiştir.
2) Yahudiler, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ashabının son derece sıkıntı, fakirlik ve ihtiyaç içinde olduklarını görünce, alay ve istihza yoluyla şöyle dediler: "Muhammed'in Tanrısı fakir ve elleri bağlı (cimri)dir." Onlar bu sözü söyledikleri için, Hak Teâlâ böyle söylediklerini nakletmiştir.
3) Müfessirler, "Yahudiler, insanlar içinde malı ve serveti en çok olanlar idiler. Cenâb-ı Allah, Hz. Muhammed (s.a.s)'i peygamber olarak gönderip de, onlar da onu yalanladıklarında, Allah, onların geçimlerini darlaştırdı. O zaman yahudiler, (Allah'ın eli bağlı) dediler. Yani Allah'ı cimrilikle tavsif ederek, "O'nun elleri, bağış ve ihsanda bulunmaktan uzaktır" dediler. Ancak câhil bir kimse, sıkıntı, meşakkat ve belâlara dûçâr olduğu zaman, işte böylesi sözler söyler.
4) Belki de onlar içerisinde, fHozoflarm görüşlerini benimseyen kimseler vardı. Filozoflara göre, Allah mucip liz-zât (zatından dolayı bir şeyi gerekli kılan)dtr. Binâenaleyh sonradan meydana gelen varlıkların meydana gelişi ancak tek bir tarz ve tek bir şekilde mümkün olur. Allah Teâlâ, ö şeyleri meydana geldikleri şeklin dışında başka bir şekilde meydana getirmeye kadir değildir. Binâenaleyh filozofların görüşünü benimseyenler, Allah'ın işte değişik bir şekilde yaratmaya muktedir olmamasını, "elinin bağlı olması" olarak ifâde etmişlerdir.
5) Bazı âlimler şöyle demişlerdir: "Bundan maksad, yahûdilerin: "Allah bize ancak, buzağıya tapmış olduğumuz günler miktarınca azap edecektir" sözüdür. Fakat yahudiler, Hak Teâlâ'nın, kendilerine ancak bu kadarcık bir süre azap edeceği hususunu, bu yanlış ibare (cümle) ile belirtmek istemişler, böylece sözün bozukluğu ve edebe uygun omayışı sebebi ile de lanete müstehak olmuşlardır. Bu, Hasan el-Basrî'nin görüşüdür. Bütün bu izahlarla, âyetteki naklin, doğru ve yerinde olduğu sabit olur. Allah en iyi bilendir. [88]
Elin bağlı ve açık olması, cimrilik ve cömertliği ifâde için kullanılan meşhur bir mecazdır. Nitekim, 'Elini boynuna bağlı olarak asma, onu büsbütün de açıp saçma" (isrâ, 29) âyeti de bu mânadadır. Alimler şöyle demişlerdir: "Bunun sebebi şudur: El, işlerin çoğunun, bilhassa mal verip, infâk etmenin yapıldığı bir vasıta ve araçtır. Bundan ötürü, sebebin (aracın) ismini Araplar, müsebbebe (neticeye) vermişler, böylece de cömertlik ve cimriliği, (sebep olan) el, parmaklar, avuç içi veya parmak uçlarına jsnâd etmişlerdir. Binâenaleyh cömert olan bir kimseye avucu feyizli; eli açık; parmaklan açık, ve "parmak uçları (çöl gibi) engin" denilir. Cimri olan kimseye de, "Parmakları dar"; "avuç içi dar"; "parmak uçları zayıf, etsiz" denilir. [89]
Eğer, "Âyetteki, "Allah'ın eli bağlı" ifâdesinden murad, cimrilik olduğuna göre, yine âyetteki, "Hay kendi elleri baglanasıcalar!" tabirinden muradın da, bu iki cümlenin biribirine mutabakatının doğru olabilmesi için, cimrilik olması gerekir. Halbuki cimrilik, Cenâb-ı Allah'ın nehyettiği mezmûm (kötü) sıfatlardan biridir. O halde Allah'ın onlara, böyle olmaları için beddua etmesi nasıl caiz olabilir?" denilir ise, biz deriz ki: "Âyetteki "Allah'ın eli bağlı" sözü, "vermeye ve harcamaya kadir değil" mânasındadır. Hem sonra vermeye kadir olamama, bazan cimrilikten, bazan fakirlikten, bazan da acziyyetten ötürü olur. İşte aynı şekilde âyetteki, "Hay kendi elleri bağianasıcalar!." sözü de, "ister acziyyet ve fakirlik, isterse cimrilik sebebiyle meydana gelmiş olsun, harcamaya imkân ve kudret bulamamaları için, onlara yapılan bir bedduadır." Bu açıklama ile müşkil ortadan kalkar. [90]
Âyetteki, "Hay kendi elleri bağlanasıcalar ve onlar söylediklerinden dolayı lanetlendiler" ifâdesi hakkında iki izah şekli bulunmaktadır:
a) Bu, onlara yapılmış bir bedduadır. Buna göre mâna şudur: Allah bize, bu şekilde onlara beddua etmemizi öğretiyor.. Nitekim Cenâb-ı Hak bize, "İnşaattan, korkusuzca mutlaka Mesdd-t Haramca gireceksiniz..." (Fetih.27)âyetinde istisna yapmayı, yani "İnşaallah demeyi";"Allah da hastalıklarını arttırdı" (Bakara, 10) âyetinde münafıklara beddua etmeyi; "Ebû Leheb'tn elleri kurusun!" (Lhet.i) âyetinde de, Ebû Leheb'e beddua etmeyi öğretmiştir.
b) Bu, bir haber vermedir. Hasan el-Basrî, "Onların elleri, cehennemde hakikaten bağlanacaktır" demiştir. Yani bu görüşe göre, onlara bir ceza olsun diye, elleri boyunlarına bağlanmıştır.
İmdi şayet; "Eğer bu bağlanma işi, bu görüşe göre, yaptıklarına karşılık, Cenâb-ı Hakk'ın onlara hükmettiği bir ceza olsaydı, o zaman "Böylece de onların "elleri bağlandı" denilmesi daha uygun düşerdi" denilirse, biz deriz ki:
Mukadder de olsa, atfın hazfedilmesi bir faydaya mebni olup, bu da şudur: Allah Teâlâ, atfı hazfedince, O'nun "Hay kendi tileri bağlanasıcalar..." ifadesi, yeni başlanılan bir söz gibi olur. Söze yeni başlanılmış olması da, ona daha bir kuvvet ve daha bir güven verir. Çünkü bir şeye yeniden başlamak, o şeye iyice itina gösterilip ona ehemmiyet verildiğine delâlet eder. "Fâ-i ta'kibiyye"nin hazfedilmesi meselesinde, buranın benzen olan bir ifâde de, "Hani Musa, kavmine: "Allah size muhakkakki bir inek boğazlamanızı emrediyor" demişti. Onlar: "Bizi eğlence mi ediniyorsun?" demişti" (Bakara, 67) âyetidir. Allah bu âyette "Onlar da,"Bizi eğlence mi ediniyorsun..." demişlerdi" dememiştir.
Âyetteki "ve onlar, söylediklerinden dolayı lanetlendiler" buyruğuna gelince Hasan el-Basrî: "Bu, "Onlar dünyada cizye vermek; âhirette de cehennem ile azap olundular" manastndadır" demiştir. [91]
Allah Teâlâ sonra, Hayır, (Allah'ın) iki eli de açıktır" buyurmuştur. Bil ki, bu âyetten bahsetmek mühim konulardan birisidir. Çünkü Kur'ân'da birçok âyet, Allah'ın eli olduğunu ifâde etmektedir. Bazan zikredilen, sayı belirtilmeksizin "el"dir. Nitekim Cenâb-ı Hak "Allah'ın eli onların elleri üstündedir" (Fetih. ıo) buyurmuştur. Bazan, Allah'ın iki eli olduğu ifâde edilir.. Nitekim bu âyette böyledir. Yine bu mânadaki ifâdelerden birisi de, Allah'ın, melun iblise söylemiş olduğu, "Ey iblis, iki elimle yarattığıma secde etmenden seni hangi şey men etti?" <sad, 76) şeklindeki sözdür. Bazan da Allah'ın "ellerinin" olduğu belirtilmiştir. Nitekim Allah Teâlâ, "Ellerimizin işleyip yaptıklarından, kendileri için bunca davarlar yarattığımızı görmediler mi?" (Yasin. 71) buyurmuştur.
Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki: Ümmet-i Muhammed, "Allah'ın eli" ifâdesinin tefsiri hususunda ihtilaf etmişlerdir. Meselâ Mücessime: "Bu, her insanda olduğu gibi, maddî bir organdır" demiş ve görüşüne, Hak Teâlâ'nın, "O putların, yürüyecekleri ayaklan mı, yoksa tutacakları elleri mi yahut görecekleri gözleri mi. yoksa işitecekleri kulakları mı var?" (Arat, 195) âyetini delil getirmişlerdir. Mücessime bu âyetle şu şekilde istidlal etmişlerdir: "Allah Teâlâ, putların ulûhiyyetini, bu uzuvları olmadığı için tenkid etmiştir. Binâenaleyh eğer bu uzuvlar Altah'da da bulunmaz ise, o zaman Allah'ın da ulûhiyyeti tenkid edilir. Allah'ın ulûhiyyetini tenkid etmek bâtıl olunca, O'nun bu uzuvlarının bulunduğunu kabul etmek gerekir. Hem sonra "el" kelimesi, bilinen belli uzvun adı olarak konmuştur. Binâenaleyh bu ismi, başka mânaya hamletmek, onun konulduğu mânayı terketme olur ki bu caiz değildir."
Bili ki, K'ücessime'nin bu görüşünün yanlışlığını ortaya koyma, Allah'ın, bir cisim olmadığı meselesine dayanır. Allah'ın, bir cisim olmayışının delili şudur: Cisim, hareket ve sükûn (hareketsizlik) halinden ayrı düşünülemez. Halbuki hareket ve sükûn halleri muhdes (sonradan olma)dırlar. Muhdesten ayrı düşünülemeyen şey de muhdestir. Bir de her cisim sınırlıdır. Miktarı sınırlı olan herşey de muhdestir. Yine her cisim, parçalardan meydana gelir. Böyle olan herşey, bir araya gelme ve çözülme halini kabul eder. Bu durumda olan şey de, kendisini meydana getiren her parçaya •nuhtaçtır ve başkasına muhtaç olan herşey muhdestir. Binaenaleyh bütün bu izahlar ile, Allah'ın bir cisim olmasının imkânsızlığı sabit olmuş olur Böylece O'nun elinin, cismânî bir uzuv olması da imkânsız olur.
Ehl-i tevhîd'in cumhuru (ehl-i sünnet ve'l-cemaat), "Allah'ın eli" tabiri ile ilgili şu iki görüşü vardır:
a) Bu, "Kur'ân, Allah'ın eli olduğuna delalet ettiğine göre, biz buna inanıyoruz. Akıl da, Allah'ın elinin, belli bir cisimden veya parçalardan meydana gelmiş mürekkeb bir uzuv olmasının imkânsızlığını gösterince, buna da bu şekilde inandık. Fakat "Allah'ın eti nedir, onun hakikati nedir?" hususuna gelince, bunu bilmeyi Allah'a havale ettik" diyenlerin görüşüdür. İşte bu, Selefin görüşüdür.
b)
Kelamcılar ise şöyle demişlerdir: "Arapçada, "yed" (el) birçok
manaya gelir:
1) Uzuv manasına ki bu bellidir.
2) "Nimet" manasına... Nitekim sen, "Yanımda, falancanın teşekkür ettiğim bir "eli" (nimeti) var" dersin.
3) "Kuvvet" manasına... Nitekim HakTeâlâ, "O (peygamberler), eller ve basiretler sahibidirler" (su, 45) buyurmuştur. Müfessirler bunu, 1 Kuvvet ve akıl sahibidirler" manasında tefsir etmişlerdir. Sibeveyh, Arapların, dediklerini nakletmiştir ki bu, "Senin bunda elin, yani kudretin yok" demektir.
4) "Mülk" yani hakimiyet ve yetki manasına... Nitekim, "Şu mal falancanın elinde yani mülkiyetindedir" denilir. Cenâb-ı Hak da, "nikah düğümü elinde bulunan kimse.." (Bakara, 237)yani "nikah yetkisine malik olan kimse..." buyurmuştur.
5) "Alabildiğine dikkat ve itina gösterme" manasına... Nitekim Allah Teâlâ, "İki elimle yarattığıma...'" <sâd, 75) buyurmuştur ki bundan maksad Hz. Adem (a.s)'in bu şerefe nail olduğunu beyân etmektir. Çünkü Allah astında, yalnız Hz. Adem'in değil bütün mahlûkatın yaratıcısıdır. Yine birisi, bir diğerine bir şeyi taahhüd ettiğinde "elim senin nezdinde rehindir" denir.
Bunu iyice anladığında biz deriz ki: Yed (el) kelimesinin Allah hakkında, bizim bildiğimiz organ (uzuv) manasına gelmesi imkânsızdır. Ama diğer bütün manalar, Allah için söz konusu olabilir.
Burada, bir diğer görüş de şöyledir: Ebu'l-Hasen el-Eş'ârî fr.h), bir görüşüne göre, âyetteki "yed" (el) kelimesinin, Allah'ın zâtı ile kâim bir sıfat olduğunu, busıfattn, kudret sıfatından başka, istifa' (seçme) yolu ile yaratma ve var etme işlevi bulunan bir sıfat olduğunu iddia ederek şöyle demiştir: "Bunun delili şudur: Hak Teâlâ, Hz. Adem (a.s)'e şeref ve mevkiinin yüksekliğine sebep olarak onu "iki eli ile" yaratmasını bildirmiştir. Binaenaleyh eğer "yed" (el) kelimesi, kudret manasına ofsaydı, bu iki el ile yaratma işinin, o istifanın (seçmenin) illeti olması imkânsız oturdu. Çünkü kudret manasında "yed" ile yaratma, bütün mahlûkat için söz konusudur. Binaenaleyh, istifa (seçme) yolu ile yaratma ve var etme işinin yapıldığı ve kudret sıfatının dışında bir sıfat-ı ilâhiyenin olduğunu söylemek gerekir."
Alimlerin çoğu Allah hakkında kullanılan "yed" (el) tabirinin, Allah'ın kudret veya nimeti manasına geldiğini söylemişlerdir.
Eğer, "Allah hakkında kullanılan "yed" (el) kelimesini, "kudret" manasına alırsanız, bu bir müşkil (problem) doğurur. Zira Allah'ın kudreti tektir. Halbuki Kur'ân'ın âyetleri, bazan Allah'ın "iki eli", bazan da "elleri" olduğunu ifade etmektedir. Yok eğer bu kelimeyi, Allah'ın nimetleri manasına alırsanız, Kur'ân âyetleri bazan Allah'ın "iki eli" olduğunu belirtir. Halbuki Allah'ın nimetleri sayısızdır. Nitekim O, "Allah'ın nimetini saymaya kalkarsanız, sayamazsınız" buyurmuştur?" denilir ise, buna şöyle cevap verilir: "Biz, "yed" (el) kelimesini, "kudret" manasına tefsir etme yolunu tercih edersek, bahsedilen bu müşkile şu şekilde cevap verilir: Yahudiler, âyette nakledilen "Allah'ın eli bağlı" sözlerini Allah'ın cimri oluşundan kinaye yapmışlardır. Böylece onlara, kendi sözlerine uygun şekilde cevap verilerek, "hayır, (Allah'ın) iki eli de açıktır" denilmiştir. Bu, "Sizin vasfettiğiniz gibi durum, Allah'ın cimri oluşu şeklinde değil, aksine O'nun en mükemmel bir biçimde cömert oluşudur. Çünkü eli veren, en mükemmel şekilde vermiş olur" demektir.
Ama biz "yed" (el) kelimesini, "nimet" manasına alırsak, zikredilen müşkile şu iki şekilde cevap verilir:
a) Bu, cinse göre bir "el" nisbetidir. Sonra bu iki cinsten (yani Allah'ın ve insanın nimetlerinin) herbirinin cinsinin içine, sınırsız nimet türleri girer. Buna göre, "Allah'ın iki nimeti, dinî ve dünyevî veya açık ve gizli veya faydayı temin etme ve zararı giderme, veyahut da sıkıntı anındaki ve bolluk anındaki nimetidir" denilmiştir.
b) Bu tabirden maksad, nimetin vasfında mübalağa yapmaktır. Baksana, Arapların "Lebbeyke" demelerinin manası, "Sana var gücümle tâatte devam ederim" demektir. Yine, "Sa'deyke"nin manası, "Sana var gücümle yardımcı olurum!" demektir. Bu tabirlerle, ne iki tâat, ne de iki saadet kastedilmem iştir. İşte bu âyet de böyledir. Buna göre mana, "Nimetler ardarda gelmekte ve birbirini takip etmektedir; yoksa iddia edildiği gibi, nimetler tutulmuş, men edilmemiş demek değildir" şeklindedir. [92]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Nasıl dilerse Öyle infak eder" buyurmuştur. Yani, "Nasıl dilerse öylece rızık verir ve yaratır. Dilerse daraltır, kıt verir; isterse bol bol verir" demektir. Nitekim Allah, "Eğer Allah, kullarına bol nzık verseydi, yeryüzünde muhakkak ki taşkınlık ederler, azarlardı. Fakat O, (nzıkları) dilediği bir miktar ile indirir" (Sûra, 27); "De ki: "Şüphesiz Rabbim dilediğinin rızkını genişletir, dilediği kîmseninkini daraltır" (Sebe. 36) ve "De ki: "Ey mülkün sahibi Allah, sen mülkü kime dilersen ona verirsin, mülkü kimden dilersen ondan alırsın. Kimi dilersen onun kadrini yükseltir, kimi dilersen onu alçaltırsın. Hayr, yalnız senin elindedir" (aı-i bran. 26) buyurmuştur.
Bil ki bu âyet, Mu'tezile aleyhinde bir reddiyedir. Çünkü onlar şöyle demektedirler; İtaat eden kimseye, Allah'ın sevab vermesi O'na vacib olduğu gibi, ona azâb etmemesi de vacibtir. Yine Allah'a isyan eden kimseyi cennete sokmaması vacib olduğu gibi, onlardan bazılarına göre ona azab etmesi de vacibtir. İşte bu men etmek, bu yasaklama ve bu kayıt, Allah'ın elinin bağlanması yerine geçer. Binaenaleyh, Mu'tezilî olanlar da, gerçekte Allah'ın elinin bağlı olduğunu söylemiş olurlar. Ehl-i sünnete gelince, onlar, mülkün Allah'ın mülkü olduğunu; hiç kimsenin Allah'da bir alacağı olmadığını, aynı şekilde hiç kimsenin Allah'a itiraz edemiyeceğini söylemektedirler. Nitekim Cenâb-ı Hak, "De ki: "O halde Allah, Meryem oğlu Mesih'i anası (Meryem)i ve yeryüzünde bulunanların hepsini imha etmek isterse kim Allah 'a karşı br şey yapabilir?" (Maide. 17) buyurmuştur. Buna göre, "Hayır, (Allah'ın) iki eli de açıktır. Nasıl dilerse öyle infâk eder" buyruğunun manası, ancak bu mezheb ve görüşe göre doğru olur. Dosdoğru bir din ve sırat-ı müstakim üzere bulunmaktan dolayı Allah'a hamdolsun.. [93]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Rabb'inden sana indirilen (âyetler), andolsun ki onlardan birçoğunun azgınlığını ve küfrünü arttıracak" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili iki mesele bulunmaktadır: [94]
Buradaki "birçoğu..." ifadesinden murad edilen, yahudilerin âlimleridir. Yani, "Rabb'in katından olmak üzere sana Kur'ân'dan âyetler ve deliller nazil olduğu zaman, onların küfürdeki katılıkları ve inkârdaki aşırılıkları arttı..." demektir. Nitekim Arapça'da, "Benim öğütüm, ancak senin şerrini artırdı" denilir. Yine, "onların küfür üzere kalmaları, "küfürlerinin artması manastna gelir" de denilmiştir. [95]
Alimlerimiz şöyle demişlerdir: "Bu âyet, Hak Teâlâ'nın, dinî ve dünyevî maslahatları gözetmek (zorunda) olmadığına delâlet eder. Çünkü Allah bu âyetleri indirmekle o kâfirlerin küfür ve dalâletlerinin artacağını bilince, eğer O'nun fiilleri kullarının maslahatına riayet etme şartına ve illetine bağlı olsaydı, bu âyetleri indirmesi imkânsız olurdu. Allah Teâlâ bu âyetleri indirdiğine göre, anlıyoruz ki O, kullarının maslahatlarına riayet etmek zorunda değildir. Bunun bir benzeri de, "(Bu âyetler), onların pisliklerine (küfürlerine) pislik (küfür) katıp artırdı" (Tevbe, 125) âyetidir.
Eğer Mutezile, "Allah Teâlâ, onların halinden, bu âyetleri indirse de, indirmese de o kâfirlerin aynı durumda olacaklarını, çünkü onların küfürlerinin artacağını biliyordu. İşte bundan dolayı Allah'ın bu âyetleri indirmesi güzel ve yerinde olmuştur" derlerse, biz (ehl-i sünnet) de deriz ki: "Buna göre, onların küfürlerinin artması bu âyetlerin indirilmesi sebebiyle olmamıştır. Bu, onların küfrünün artışının, bu âyetlerin indirilmesine bağlanmasının yanlış olmasını gerektirir ki, bu da Kur'ân'm ifâde ettiği şeyi yalanlamaktır." [96]
Sonra Hak Teâlâ, "Biz onların arasına Kıyamet gününe kadar düşmanlık ve kin bıraktık" buyurmuştur.
Bil ki bu kısmın daha önceki kısımla ilgisi şu şekildedir: Allah Teâlâ, o yahudilerin, doğruluğunun delilleri ayan beyan ortaya çıktıktan sonra, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini, sırf hasedleri, makam-mevkî sevgileri, mal ve liderlik düşkünlükleri sebebi ile inkâr ettiklerini açıklamıştır. Sonra Hak Teâlâ, onlar dünyayı âhirete tercih edince, kendisinin de onlara din (âhiret) saadetini haram kılmış olduğunu beyân etmiştir. Aynı şekilde Allah, onlara dünya saadetini de haram kılmıştır. Çünkü onların herbir fırkası, kendi görüşü ve inancında ısrar etmiş, kendi görüşünü desteklemede aşın gitmiş, kendisini büyük göstermek ve mezhebini daha cazib hale getirmek için, diğer mezheb ve görüşleri tenkid etmiştir. Bu ise, onların fırka ve grupları arasında şiddetli bir düşmanlığın meydana gelmesine sebeb olmuştur. Bu düşmanlık o dereceye varmıştır ki, birbirlerini tekfir etmiş ve birbirleriyle savaşmışlardır.
Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz onların arasına Kıyamet gününe kadar düşmanlık ve kin bıraktık" ifadesi hakkında iki görüş vardır:
a) Bu ifadeden murad, yahudiler ile hristiyanlar arasındaki düşmanlıktır. Çünkü yahudi ve hristiyanların zikri, daha önce "Eyiman edenler, yahudüeride, hristtyanlan da kendinize yâr edinmeyin" (MakJe sd âyetinde geçmişti. Bu, Hasan el-Basri ile Mücahidin görüşüdür.
b) Bundan murad, yahudi fırkaları arasında düşmanlık meydana gelmesidir. Çünkü onların bir kısmı Cebriyye, bir kısmı Kaderiyye, bir kısmı ehl-i Tevnîd, bir kısmı da Müşebbihe idi (yani bu inançlara sahib İdi). Hristiyan fırkaları arasındaki durum da böyledir: Bunların da bir kısmı Melkânt, bir kısmı Nasturî, bir kısmı Ya'kubî idi.
Buna göre eğer, "Bu husus, aynı şekilde müslümanlarm fırkaları arasında da mevcuttur. Binaenaleyh bunu sadece yahudilerin ve hristiyanların bir kusuru kabul etmek nasıl mümkün olur?" denilir ise, deriz ki: "(Müslümanlar arasındaki) bu bid'atlar ancak Sahabe ve Tabiîn devirlerinden sonra meydana çıkmıştır. Fakat o zaman böyle bir şey mevcut değildi. Bu sebeple, Hz. Peygamber ve O'nun ashabının, bunu yahudiler ve hristiyanlar hakkında bir ayıp ve kusur saymaları gerçekten uygun ve yerinde olmuştur." [97]
Daha sonra Allah "Onlar her ne zaman harb için bir ateş tutuşturdularsa, Allah onu söndürdü" buyurmuştur.
Bu yahudilerin katlanmış oldukları mihnet ve çile nevilerinden, bir başka nevi açıklamadır. Bu da şudur: Onlar, her ne zaman bir işe niyetlenmişlerse, haybet-i emel içinde, hüsrana uğramış, ezilmiş ve lanetlenmiş olarak geri dönmüşler, elleri boşa çıkmıştır- Nitekim bununla ilgili olarak Cenâb-ı Hak, "Onlar nerede bulunurlarsa bulunsunlar, üzerlerine zillet damgası vurulmuştur" (am imran, 112) buyurmaktadır. Katâde şöyle demiştir: "Hangi ülkede yahudilerle karşılaşırsan, onların insanların en zelil ve en aşağılanmış olanlarından olduklarını görürsün." [98]
Yüce Allah daha sonra, "Onlar yeryüzünde hep fesat- çılığa koşarlar" buyurmuştur. Yani, "Onların işlerinde, izzet ve sağlamlık nevinden hiçbir güç ve kuvvet hasıl olmaz, bulunmaz... Ancak ne varki onlar, yeryüzünde fesatçılığa koşarlar.. Bu da, zayıf olanları aldatmaları ve gizlice, hile ve tuzak çeşitlerine başvurmaları şeklinde olur..." demektir. Yine şu da söylenmiştir: "Onlar, Tevrat'ın hükmüne muhalefet edince, Allah onlara Buhtunnasr'ı musallat kılmıştır. Daha sonra tekrar fesatçılık yapınca, Bizans komutanı Butros'u; sonra, yine fesatçılık yapınca, Mecusîleri; ve nihayet yine fesat çıkarmaktan geri durmayınca, bu sefer de onlara müslümanları musallat etmiştir.'
Cenâb-ı Hak daha sonraysa "Allah tse, fesadcılan sevmez" buyurmuştur. Bu beyan yeryüzünde fesat peşinde koşan kimselerin, Allah katında gazaba uğramış olduğuna delâlet etmektedir. [99]
"Eğer, ehl-i kttab iman edip de müttakîlerden olsalardı, onların günahlarını elbette örter ve elbette onları nimeti bol cennetlere sokardık. Bir de, eğer onlar Tevrat'ı İncil'i ve Rab'lerinden kendilerine indirileni dosdoğru tutsalar, (tatbîk ve icra etseler)di, muhakkak ki hem üstlerinden, hem ayaklarının altından yiyeceklerdi. İçlerinde, orta yolu tutan bir zümre de bulunmaktadır. Onlardan birçoğunun yapmakta oldukları tse ne kadar kötüdür" (Maide 6546).
Bil ki Cenâb-ı Hak, onları zemmetme ve tuttukları yolun çirkinliğini ortaya koyma hususunu pek etkili bir şekilde beyan edince, daha sonra da, onların iman edip de müttakilerden olmaları halinde hem dünya hem de âhiret saadetlerini bulacaklarını bildirmiştir.
Âhiret saadetlerine gelince, bunlar iki kısma hasredilmiştir:
a) Cezanın kaldırılması;
b) Kendilerine sevabın ulaştırılması...
Cezanın kaldırılmasına gelince bu, "Onların günahlarını
elbette örterdik...." ifadesiyle murad edilen; mükâfaatın, sevabın ulaştırılmasına gelince bu da, "ve elbette onları nimeti bol cennetlere sokardık" ifadesiyle murad edilendir.
Şayet, "Başlıbaşına İman, hem günahların örtülmesini hem de hasenatın, sevabların verilmesini iktiza eder; o halde daha niye buna, bir de "takva" şartı eklenmiştir?" denilirse, deriz ki:
Bundan murad, onun sırf takva ve itaat maksadıyla iman etmiş olmasıdır; yoksa münafıkların yaptığı gibi, dünyevî herhangi bir maksat ve gaye için değil... [100]
Daha sonra Allah, "Birde, eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i ve Rab'lehnden kendilerine indirileni doğru tutsalar, (tatbik ve icra etseler)dl muhakkak ki hem üstlerinden, hem ayaklarının altından yiyeceklerdi" buyurmuştur.
Bil ki, Cenâb-ı Hak bundan önceki âyette (Maide. 66) onların, iman etmeleri halinde âhiret saadetlerini elde etmiş olacaklarını beyan edince, bu âyette de, aynı şekilde, iman etmeleri halinde onların, dünya saadetlerini, onun güzellik ve hayırlarını bulacaklarını beyan etmiştir. "Bir de, eğer onlar Tevrat'ı, İncil'i... doğru tutsalardı..." buyruğu hakkında üç izah şekli bulunmaktadır:
a) Bu, onların Tevrat ve İncil'de bulunan Allah'ın âhidlerine vefa göstermek ve Tevrat ve İncil'in, Hz. Muhammed (s.a.s)'in nübüvvetine delâlet eden delilleri ihtiva ettiğini ikrar etmek gibi... hükümlerle amel etmeleridir.
b) Tevrat'ı dosdoğru tutmak demek, onun hüküm ve cezalarını tatbik edip uygulamalarıdır. Nitekim, "Bir kimse, namazı bütün erkanıyla yerine getirdiğinde, kıldığında" da, denilir. Bu sebeple, namazın bütün şartlarına riayet etmeyen kimse için, o namazı ikâme etti denilmez...
c) Bu, "O'nun hükümlerinden hiç birisinde yanılmamaları için, Tevrat ve İncil'i tam karşılarına koydular, diktiler" demektir. Bütün bu izah şekilleri güzeldir, ama birincisi daha güzeldir. "ve Rablerinden kendilerine İndirileni...." buyruğuna gelince, bunun hakkında da iki görüş bulunmaktadır:
a) Bu, Kur'ân'dır.
b) Bu, diğer peygamberlerin kitabıdır. İş'iya'nın kitabı, Habakkuk'un kitabı, Danyâl'ın kitabı gibi... Çünkü bu kitaplar, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamber olarak gönderileceği müjdesiyle doludurlar.
Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhakkak ki hem üstlerinden, hem ayaklarının altından yiyeceklerdi" buyruğuna gelince.. Bil ki yahudiler, Hz. Peygamber' yalanlama hususunda ısrar edince, kıtlık ve sıkıntılara uğramışlar ve "Allah'ın eli bağlanmıştır..." diyecek dereceye varmışlardır. İşte bunun üzerine de Allah küfürden vazgeçmeleri halinde, durumlarının tersine döneceğini; bolluk ve genişliğe kavuşacaklarını beyân etmiştir. [101]
"Muhakkak ki hem üstlerinden, hem ayaklarının altından yiyeceklerdi'" buyruğunda birkaç izah şekli vardır:
a) Bundan murad, bolluk ve bereketin açıklanmasında mübalağa yapmaktır... Yoksa burada, bir "üst" veya "alt" manası murad olunmamıştır. Buna göre mana, "O zaman onlar, ardı arası kesilmeyen, çok bol bir yeyişle yerlerdi..." şeklindedir. Nitekim sen, "falanca, başından ayağına kadar hayra gömülmüştür" der, bununla, o kimse yanında hayrın ne kadar çok ve yoğun olduğunu kastedersin.
b) Üstten yemek, yağmurun inmesidir; ayakların altından yemek ise, bitki bitmesidir... Nitekim Allah A'râf sûresinde, 'Eğer o memleketler halkı iman edip der sakınmış olsalardı elbette üzerlerine gökten ve yerden nice bereketler açardık" (A'rtf. 96) buyurmuştur.
c)Üstten yemek, meyve veren ağaçların çokluğudur; ayaklarının aklından yemek ise, sulu tarla, tarla ve ekinlerdir...
d) Bundan murad, Cenâb-ı Hakk'ın onları, meyveleri olgunlaşmış bahçelerle rızıklandırmasıdır. Öyle ki onlar, dalların uçlarından sarkanları devşirir, toplarlar; yere düşmüş olanları da, ayaklarının altından alırlar, toplarlar...
e) Bu, yahudi kabilelerinden Benû Nadir ve Benû Kurayza'nın hurma ağaçlarının kesilmesi, ekinlerinin bozulması ve vatanlarından sürülmelerine bir işarete de benzemektedir. [102]
Sonra Cenâb-ı Hak, "içlerinde orta yolu tutan bir zümre de bulunmaktadır" buyurmuştur. (İktisad) kelimesinin Arapça'daki anlamı, aşın gitmeksizin ve kusurlu davran m aks izin, eksik yapmaksızın, bir işte itidali gözetmek, mu'tedil olmaktır. Kelimenin aslı, kasd, "kastedip dosdoğru yönelmek" kelimesidir. Bu böyledir, çünkü aradığı şeyi iyi bilen kimse, hiçbir tarafa sapmadan ve de hiç tereddüt göstermeden, dosdoğru bir yol üzere, doğruca ona yönelir.. Aradığı şeyin nerede olduğunu bilmeyen ise, şaşırmış durumdadır; bazan sağa gider, bazan da sola.. İşte bu manasından dolayı "iktisad" kelimesi, "hedefe götüren amel"in bir ifadesi olmuştur.
Sonra, buradaki "orta yolu tutan ümmet" hakkında İki görüş bulunmaktadır:
a) Bundan murad, ehl-i kitaptan iman eden kimselerdir. Yahudilerden Abdullah Ibn Selam, hristiyanlardan da Necaşî gibi... Çünkü onlar, dinlerinde, tam itidal ve dosdoğru bir yol üzere bulunuyorlar, ne ifrata ne de tefrite meyletmiyorlardı...
b) Bundan murad, ehl-i kitaptan olup da, dinlerinde âdil olan, kendilerinde katı bir inad ve tam bir sertlik ve katılık bulunmayan kâfirlerdir. Nitekim yüce Allah, "Ehl-i kitaptan öyle kimse vardır ki kendisine bir kantar (altın) emanet etsen, onu sana eksiksiz öder" (aı-i imran. 75) buyurmuştur.
Sonra Cenâb-ı Hak, "Onlardan birçoğunun yapmakta oldukları ise, ne kadar kötüdür!" buyurmuştur. Bu ifâdede, taaccüb manası bulunmaktadır. Sanki şöyle denilmiştir "Onlardan birçoğunun ameli de ne kadar kötüdür!" Bundan murad ise, "Onların içinde, kendilerine delilin tesir etmediği, sözün de etkili olmadığı, gazaba duçar olmuş ve kınanmış aptallar da bulunmaktadır" manasıdır. [103]
"Ey peygamber, Rabb'inden sana indirileni tebliğ et. Eğer yapmazsan, elçiliğini tebliğ etmiş olmazsın. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz ki Allah, kâür olan toplumları hidâyete ulaştırmaz" (Makle. 67).
Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey Peygamber, Rabb-fnden sana indirileni tebliğ et" emri, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, doğru yolu tutanların az olup, (asıkların çok oluşuna aldırış etmemesi ve onların hileleri ile kötü niyetlerinden korkmaması hususunda bir emirdir. İşte bundan ötürü Hak Teâlâ, "Tebliğ et" yani, "Onların sırlarını ve işlerinin ne derece rezil-rüsvay olduğunu ortaya koymak için, sana indirdiğim şeyleri tebliğ etmeye sabret. Çünkü Allah seni, onların tuzaklarından ve hilelerinden korur" buyurmuştur. Hasan el-Basrî, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:“Allah beni peygamberlik vazifesi ile gönderdi. Ben ise, buna güç yetiremiyece0mden korktum. Biliyordum ki insanlar beni yalanlayacaklar, yahudüer, hristlyanlar ve Kureyşltler bent korkutacaklar. Fakat Allah Teâlâ bu âyeti indirince bütün korkularım yok oldu. "[104]
Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s), Mekke döneminde Kur'ân'ın bir kısmını açıkça okuyor, bir kısmını da, müşriklerin kendisine ve ashabına aşmasından korktuğu için gizli okuyordu. Allah, İslâm'ı kuvvetlendirip, onu mü'minler ile te'yîd edince, Resulüne, "Ey Peygamber, Rabb'İnden sana indirileni
tebliğ et" buyurmuştur. Bu, "Onlardan hiçbirini hesaba katma ve başına arzu
etmediğin birşey gelecek korkusu ile sana indirilen âyetlerden hiçbirini geri bırakma,
mutlaka söyle" demektir.
Sonra Allah Teâlâ, "Eğer yapmazsan, elçiliğini tebliğ etmiş olmazsın" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: [105]
Nâfî bu âyet ile, En'am süresindeki(Enam. 124) âyetindeki "risâlet" kelimelerini cemî olarak (risâlâtihi) şeklinde; A'râf süresindeki (birisâleti) (Arat, 144)kelimesini de müfred olarak okumuştur. Âsım'dan gelen rivayete göre ise İmam Hafs bunun aksine olarak, (En âm, 124) ile (Maide, 67) âyetlerinde bu kelimeyi müfred; (Araf, 144)âyetindekini de cemî olarak okumuştur. İbn Kesîr ise, bu üç yerde de kelimeyi müfred olarak okumuştur. İbn Amir ile Âsım'dan olan rivayetine göre, Ebu Bekir, bu üç yerde de kelimeyi cemî olarak okumuştur.
Bu kelimeyi cemî okuyanların hücceti şudur; Peygamberler, şeriat hususunda birçok mesajlar ve muhtelif hükümler ile gönderilirler. Allah Teâlâ'nın, Resulüne (s.a.s) indirdiği her âyet, bir risâlet (mesâj)dir. Binaenaleyh bu kelimeyi cemî olarak okumak güzel ve yerindedir. Bu kelimeyi müfred olarak okumanın hücceti de şudur: "Kur'ân'ın bütünü tek bir risalet (mesaj)dır. Yine müfred lafız, cemi olmasa da bazan, cemî manasına delâlet eder. Nitekim, "çok helaki çağırın" (Furkan, «) âyetinde olduğu gibi. Bu âyette, müfred olan "sübûr" (helak) kelimesi, cemî manası üzere gelmiştir. İşte "risâlet" kelimesi de böyledir. Çünkü bu kelime de her ne kadar müfred ise de, onunla cemî manası kastedilmiştir." [106]
Bir kimse, buyruğunun mânası, "Eğer sen O'nun risâletini tebliğ etmezsen, risâletini tebliğ etmemiş olursun" şeklindedir. Binâenaleyh bu sözün faydası nedir?" diyebilir. Müfessirlerin çoğu buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Bundan murad, "Muhakkak ki sen, eğer bu risaletten tek bir şeyi dahi tebliğ etmezsen, o zaman ondan hiç bir şeyi tebliğ etmemiş gibi olursun" mânâsıdır. Bana göre bu cevap zayıftır. Çünkü bir işin bir kısmını yapıp, bir kısmını yapmamış olan kimse hakkında, "o, onun hepsini yapmadı" denilse, bu söz bir yalan olur. Yine, "Bir şeyin bir kısmır; yapmamadan doğacak suçun miktarı, hepsini yapmamadan doğacak suçun miktarı kadardır" denilmesi de imkânsız ve muhaldir. Binâenaleyh müfessirlerin bu cevabı, düşer. Bence en doğrusu şöyle diyerek (cevap vermektir): Bu, şâirin şu şiirinin usulünce söylenmiş bir sözdür: "Ben, Ebu'n-Necm'im ve şiirim de şiirdir." Bu şiirin mânası "Benim şiirim, olgunluk ve fesâhatta öyle bir dereceye ulaşmıştır ki, onun hakkında, "o şiirdir" denilse, o daha fazlası yapılamıyacak şekilde iyice medhedilmiş olur" şeklindedir. Binâenaleyh bu söz, bu bakımdan tam bir mübalağa ifâde etmektedir. Âyetteki bu ifâde de aynı şekilde, "Eğer, onun risâletini (mesajını) tebliğ etmez isen, O'nun risâletini tebliğ etmemiş olursun" demektir. Yani tebliği terketmek öyle bir vebaldir ki, onun hakkında yapılabilecek en müthiş tehdid, ancak onun "tebliği terketme" olduğunu söylemektir. Böylece bu ifâde, tehdidin en ileri derecesini teşkil etmektedir, Vallahu a'lem. [107]
Müfessirler, âyetin sebeb-i nüzulü hakkında birkaç rivayet zikretmişlerdir:
1) Bu âyet, yahûdilerte ilgili olarak yukarıda (daha önce) geçmiş olan, recm (zina cezası) ve kısas hâdisesi hakkında nazil olmuştur.
2) Bu âyet, yahudilerin dini ayıplamaları, din ile istihza etmeleri ve Hz. Peygamber (s.a.s)'in onlara karşı sükût etmesi üzerine nazil olmuştur:
3) Tahyîr (iki şeyden birini seçme hususunda serbest bırakma) âyeti, yani "Ey Peygamber, zevcelerine de ki: "Eğer siz dünya hayatim ve onun zinetini arzu ediyorsanız, gelin size boşanma bedellerini vereyim ve sizin hepinizi güzellikle salıvereyim. Eğer Allah'ı peygamberini ve âhiret yurdunu diliyorsanız, ..." (Ahzâb, 26-29) âyeti nazil olduğu zaman, Hz. Peygamber (s.a.s), hanımlarının dünyayı seçmelerinden korkarak bu âyeti onlara bildirmedi. Bunun üzerine, bu âyet nazil oldu.
4) Bu âyet, Zeyd İbn Harise (r.a) ile Zeynep binti Cahş (r.a)'.in işi (durumu) hakkında nazil olmuştur. Hz. Âişe (r.anha): "Kim Hz. Peygamber (s.a.s)'in, vahiyden (Kur'ân'dan) birşey gizlediğini iddia ederse, Allah'a büyük bir iftira etmiş olur. Çünkü Allah Teâlâ, "Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et" buyuruyor. Eğer Resûlullah, vahiyden birşeyi gizleyecek olsaydı, "Allah'ın açığa çıkaracağı şeyi, içinde saklıyordun..." («ızâb. 37) âyetini gizlerdi" demiştir.
5) Bu âyet, cihad hakkında nazil olmuştur. Çünkü münafıklar cihaddan hoşlanmıyorlar ve Hz. Peygamber (s.a.s), onları zaman zaman cihada teşvik etmiyordu.
6) Cenâb-ı Hakk'ın, "AUah'dan başkasına ibâdet edenlere sövmeyiniz. Sonra onlar da haddi aşarak, bilmeksizin Allah'a söverler" (Enam, ıos) âyeti nazil olduğu zaman, Hz. Peygamber (s.a.s), müşriklerin ilahlarını ayıplamaktan vazgeçer. Bunun üzerine bu âyet nazil olur ve Allah, "...Tebliğet..."yani, "Onların ilahlarının ayıplarını söylemeye devam et ve bunları onlardan gizleme. Çünkü Allah seni onlardan mutlaka korur" demiştir.
7) Bu âyet, müslümanların haklan hususunda nâzit olmuştur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s), Veda haccında, çeşitli hükümleri ve haccın menâsikini beyân ederken, "Tebliğettim mi?" demiş müstümanlar da, "Evet (tebliğ ettin)" demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s) de, "Allah'ım sâhid ol!" demişti.
8) Rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.s), bir yolculuğunda bir ağacın altına konakladı ve kılıcını ağaca astı. Derken o uyurken, bir bedevi geldi ve Hz. Peygamberin (asılı) kılıcını alıp, kınından çıkardı ve: "Ey Muhammed, seni elimden kim kurtaracak?" dedi. Hz. Peygamber, "Allah" dedi. Bunun üzerine bedevî Arabın eli titredi, elinden kılıç düştü ve başını ağaca çarptı, öyle ki beyni dışarı fırladı. İşte bunun üzerine, Allah Teâlâ bu âyeti indirip, O'nu insanlardan koruduğunu beyân buyurdu.
9) Hz. Peygamber (s.a.s), Kureyşlilerden, yahûdilerden ve hristiyanlardan çekiniyordu. İşte bundan ötürü, Allah bu âyet ile, O'nun kalbindeki korkuyu giderdi.
10) Âyet, Hz. Alî (k.v)'nin fazileti hakkında nazil olmuştur. Bu nazil olduğu zaman, Hz. Peygamber (s.a.s), Hz. Ali (r.a)'nin elini tuttu ve "Ben, kimin dostu isem, AH de onun dostudur. Allah'ım ona dost olana sen de dost ol ona düşman olana, sen de düşman ol’[108] buyurdu.
Derken Hz. Ömer (r.a), Hz. Ali (r.a) ile karşılaştı ve "Ey İbn Ebl Tâlib, ne mutlu sana! Gözün aydın! Benim dostum ve bütün mü'minlerin ve mü'minelerin dostu oldun" dedi. Bu İbn Abbas (r.a) Berâ İbn Âzib (r.a) ve Muhammed İbn Ali'nin görüşüdür. Bil ki bu rivayetler çok iseler de, evlâ olan bu âyeti "Allah'ın, Hz. Muhammed (s.a.s)'i yahûdî ve hristiyanlann hile ve tuzaklarından emin kılıp, onlara hiç aldırmadan tebliğini yapmasını emrettiği" mânasına hamletmektir. Çünkü bu âyetten önceki birçok âyet, ve yine bundan sonraki birçok âyet yahudî ve hristiyanlarla ilgili olduğuna göre, aradaki bu tek âyeti, öncesine ve sonrasına uygun düşmeyen bir mânaya hamletmek imkânsız olur. [109]
Âyetteki, "Allah seni insanlardan koruyacaktır" beyanı ile ilgili şöyle bir soru bulunmaktadır: "Bu İfâde ile, Uhud günü Hz. Peygamber (s.a.s)'in yüzünün yarılıp, dişinin kırılması ile ilgili rivayet nasıl birleştirilebilir?"
Bu soruya iki şekilde cevap verilir:
a) "Bu korumadan murad, öldürülmekten korumadır. Bu mânaya göre, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, öldürülme dışındaki diğer bütün belâ ve sıkıntılara katlanması gerektiği hususunda bir uyarı bulunmaktadır. Zaten peygamberlerin mes'uliyetinden daha ağır ve meşakkatli bir sorumluluk yoktur.
b) Bu âyet, Uhud savaşından sonra nazil olmuştur.
Bil ki "insanlar" kelimesinden burada kâfirler kasdedilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, (bundan sonra), "Şüphesiz ki Allah, kâfir olan toplumları hidâyete ulaştırmaz" buyurmaktadır. Bu buyruk, "Allah o kâfirleri, istediklerini yapmaya muvaffak kılmaz" demektir. Enes (r.a)'den rivayet edildiğine göre, bu âyet nazil oluncaya kadar, Sa'd ve Huzeyfe (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'e muhafızlık yaparlardı. Bu âyet gelince, o, deri çadırından başını uzatarak, "Ey insanlar artık gidin. Çünkü Allah beni İnsanlardan (kâfirlerden) korudu (koruyacak)" dedi. [110]
"De ki: "Ey ehl-i kitap, Tevrat'ı, İncil'i ve Rabbtnizden size indirileni dosdoğru tatbik ve icra edinceye kadar, siz hiçbir esasa dayanmış olmazsınız. Andolsunsana Rabbinden indirilen (Kuran), onlardan birçoğunun taşkınlığını ve küfrünü artıracaktır. O halde kâfirler güruhuna karşı gam yeme" (Mâide, 68).
Bit ki Allah Teâlâ, Hz. Peygamber (s.a.s)'e, dinleyenin ister hoşuna gitsin, ister ağırına gitsin, tebliği yapmasını emredince, ehl-i kitaba da, her ne kadar gerçekten onların zoruna gidecek şeylerden olsa da, bu sözü söylemesini emretti ve: "De ki: "Ey yahûdi ve hrtstiyanlardan olan ehl-i kitap, siz hiçbir din üzere değilsiniz ve elinizde hiç doğru ve gerçek btrşey yok" buyurdu. Sen, birşeyin değersizliğini ve durumunun küçüklüğünü anlatmak istediğinde aynı şekilde, "Bu, bir şey değil" dersin.
Âyetteki, "Tevrat'ı incil'i ve Rabbtnizden size indirileni dosdoğru tatbik ve icra edinceye kadar, siz hiçbir şey üzerinde değilsiniz. Andolsun sana indirilen (Kuran), onlardan birçoğunun taşkınlığını ve küfrünü artıracaktır" buyruğu, daha önce de geçmişti. Burada tekrar edilmesi te'kid içindir.
Sonra Cenâb-ı Allah "O halde kâfirler güruhuna karşı gam yeme" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki izah vardır:
1) "Küfür ve azgınlıklarının artması sebebi ile, onlara esef etme. Çünkü bunun zararı ne sana, ne mü'minlere gelir, sadece onlara gelir."
2) "Onlara lanetin ve azabın inmesi sebebiyle üzülme. Çünkü onlar buna müstehak olun kâfirlerdendir." Ibn Abbas (r.a) şunu rivayet etmiştir: "Bir grup yahûdi gelerek, "Ey Muhammed, Tevrat'ın Allah tarafından gönderilmiş hak bir kitap olduğunu ikrar etmiyor musun?" dediler. Hz. Peygamber (s.a.s), "Evet" deyince de, "O halde biz sadece Tevrat'a inanır, başkasına inanmayız", dediler. İşte bunun üzerine bu âyet nazil oldu. [111]
"Şüphe yok ki iman edenlerden, yahûdî olanlardan, sabitlerden ve hristiyanlardan, kim Allah'a ve âhiret gününe iman edip salth ameller işlerlerse, artık onlar üzerine hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değiller" (Mâide. 69).
Bu âyetin tefsiri Bakara sûresinde (62 ayeti geçmişti. Burada geriye birkaç mesele kalmıştır: [112]
İ'rabın zahiri, denilmesini gerektirir. Nitekim Ubeyy İbn Ka'b, İbn Mes'ud (r.a) ve İbn Kesir de bu şekilde okumuşlar. Nahivciler meşhur kıraatin sebebi hususunda şu izahtan yapmışlardır:
1) Halil ve Sibeveyh'in görüşüne göre, kelimesi, "tehir" niyeti ile, mübteda olmak üzere merfû kılınmıştır. Sanki, "Şüphe yok ki iman edenlerden, yahûdi olanlardan ve hristiyanlardan, kim Allah'a ve âhiret gününe iman edip sâlih ameller işleyenlerse, artık onhr üzerine hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değiller. Sâbiîter de böyledir" denilmiştir. Binâenaleyh bu kelimenin haberi mahzûftur. Bu kelimenin daha önceki kelimelere atfedilmemesinin hikmeti şudur: Sâbiîler, bu âyette zikredilen ümmetler içerisinde en sapık olanlardır. Buna göre sanki, "Bu fırkaların hepsi, amel-i saiıhte bulunarak İman ederlerse, Allah onların tevbelerini kabul eder ve günahlarını bağışlar. Sâbiîler bile, böyle iman ederlerse, onları da aynı şekilde bağışlar" denilmektedir. [113]
2) Ferrâ'nın
görüşüne göre. Âyetin başındaki lâfzı
ame etme bakımından zayıftır. Bunun izahı birkaç şekildedir:
a) kelimesi fiile benzediği için âmil olur. Halbuki fiil ile harf arasındaki benzerliğin zayıf olduğu malumdur.
b) harfi, âmil olsa bile, sadece ismi üzerinde âmildir. Haberine gelince, haber, mübtedâ'nın haberi olarak ref üzere kalmıştır. Bu harfin, haberin merfû olmasında herhangi bir tesiri yoktur. Bu şörüş, Küfetilerin mezhebi olup, biz bunu Bakara sûresinde (Bakara. 6) âyetini tefsir ederken, delilleri ile izah etmiştik.
c) lafzının amelinin tesiri ancak bazı İsimlerde görülür. Âmilleri değiştiği , durumları (harekeleri) değişmeyen isimlerde ise, bu lafzın tesiri görülmez. İşte bu âyette de böyledir. Çünkü âyette, harfinin ismi, lâfzıdır. Bu lâfızda ise, ne ref, ne nasb, ne de cerr alâmeti görülmez. Bunun böyle olduğu sabit olunca biz deriz ki: 'nin ismi, i'rab alametleri görünmeyen bir kelime olursa, o kelime üzerine atfedilecek kelimeye bu harfin amel ettirilmesine göre nasb, ettirilmemesine çjöre de ref hali caizdir. Binâenaleyh denilmez. Çünkü burada ö\ kejimesinin ismi olan "Zeyd" kelimesi üzerinde i'rab alameti görülüyor. Fakat, "şüphesiz şunlar ve kardeşlerin, bize ikram ederler"; "şüphesiz şunun kendisi cesurdur" ve "Muhakkak ki Katâme ve Hind bizim yanımızdadırlar" denilmesi caizdir. Bunun caiz oluşunun sebebi şudur: " kelimesinin ameli aslında zayıftır. Bunun amelinin tesiri ismi üzerinde görülemeyecek kadar zayıf olursa, bu durumda amelinin tesiri iyice zayıf demektir. Böylece üzerine bu edatın dâhil olmasından önce sabit olan hüküm gereğince, isminin merfû olması caiz olur. O gelmezden önceki hüküm ise, o ismin mübtedâ oluşudur." İşte Ferrâ'nın görüşünün izahı bundan ibarettir. Bu, güzel bir izah olup, Basralilann görüşünden daha evlâdır. Çünkü Basralıların görüşleri, ilahî kelâmın, mevcud tertibinin doğru olmadığı neticesini gerektirir. Onlara göre tertibin doğruluğu, âyetin nazmının bozulmasıyla temin edilir. Ferrâ'nm görüşüne göre, böyle birşeye ihtiyaç voktur. Şu halde bu daha uygun olur. [114]
Bazı nahivciler, "Hiç şüphesin at kelimesi, mübtedâ haber cümlesi üzerine dahil olan bir edattır. Mübtodfirrn mübtedâ, haberin de haber olması, bu harf dahil olduktan sonra da, dahil olmazdan önce de mevcut olan, gerçek bu vasıftır. Mübtedânın mübtedâ olması, merfû olmasını peraktirir" demişlerdir.
Bu sabit olunca biz deriz ki: lâfzının ismi üzerint atfedilen kelimenin, bu harfin amel ettirilmesi ile mansub olması caiz olduğu gibi, gerçekte kendisinden bahsedilen ve haber verilen bir mübtedâ olduğu için merfû kılınması da câizcir.
Keşşaf sahibi bu görüşü tenkîd ederek, şöyle demiştir: " lâfzının isminin mahalline atfedilen kelimenin merfû olması, ancak haber zikredildikten sonra sözkonusu olur. Nitekim sen, lafzına göre mansub; 'nin isminin mahalline göre ise merfu olarak, "Zeyd ve Amr gidiyorlar" diyebilirsin. Çünkü burada atıftan önce haber zikredilmiştir. Fakat bu, haber zikredilmeden önce olsaydı caiz olmazdı. Çünkü biz bu kelimeyi, 'nin isminin mahalline bakarak merfû okuduğumuzda, 'nin ismi üzerinde âmil olan şey. m'tedâ olmuş olur. Böyle olunca da, 'nin haberinde âmil olan da, yine mübtedâ olur. Çünkü mübtedâ ye haberde müessir olan, "ibtidâ" lafzıdır. Bu durumda, sonra gelen haberin, hem harfi, hem de, "ibtidâ" lafzı sebebi ile merfü olması gerekir. Bu durumda da, tek bir merfû üzprinde, farklı iki ref edici âmil birleşmiş olur kt bu imkânsızdır."
Bil ki Keşşaf sahibi'nin bu görüşü zayıftır. Bu zayıflığın izahı, birkaç şekilde yapılabilir:
a) Nahivcilerin, "râfi'a" (ref edici) ve "nâsıba" (nasbedici) diye ifâde ettikleri şeyler, zatları ve mahiyetleri icabı böyle değillerdir. Çünkü bunun böyta olduğunu hiçbir akıllı söyleyemez. Aksine bundan murad, bu gibi şeylerin, ad ve ıstılah hasebi ile, bu hareketler için birer muarrif (işaretçi) olarak tanınmalarıdır. Birçok muarriîin aynı şeye işaret etmesi imkânsız değildir. Baksana sonradan var öten varlıkların herbir parçası, Allah'ın varlığına delâlet etmektedir.
b) Keşşaf sahibi bu görüşünü, kelimesinin, hem ismini nasb, hem de haberini ref etmede, tesir sahibi olma özelliğine dayandırmıştır. Kûfeliler ise bunu kabul etmeyerek, "Bu harfin, haberini ref etmede kesinlikle tesiri voktur" demişlerdir. Biz bu meseleyi Bakara sûresinde iyice anlattık.
c) Birçok şeyin birbirleri üzerine affedilmeleri halinde, tek bir haber, hepsinin birden haberi olmaz. Çünkü birşeyin haberi, o şeyin halini anlatma ve durumunu ortaya koymaktan ibarettir. Halbuki bir şeyin halinin ve durumunun, diğer bir şeyin hali ve durumunun aynısı olması imkânsızdır. Çünkü, tek bir sıfat, çeşitli varlıklarla kâim olamaz. Bu sabit olunca, haberin her ne kadar lafız itibari ile tek olsa da, aslında birkaç tane olduğu ortaya çıkmış olur. Bunun da takdir ve niyyete göre olacağında hiç şüphe yoktur. Hakikatte haberin birkaç tane olması ve bazısının û* harfi ile, bazısının da "ibtidâ" lafzı ile merfû olması imkânsız olmaz. Böyle olması halinde de, tek bir merfû üzerinde, iki değişik ref edici âmil birleşmiş olmaz. Bunu, şu husus da ortaya koyar: Keşşaf sahibi, haberin ve ismin zikredilmesinden sonra, isim üzerine atfedilen kelimenin hem merfu olmasının, hem de mansub olmasının caiz olduğunu kabul etmiştir. Hiç şüphesiz ki bu atıf o kelime için bir haber takdir ettiğimiz için caiz olmuştur. Biz bu takdir edilen haberin de, "ibtidâ" lafzı ile merfû kılındığına hükmediyoruz. Bu sabit olunca, biz deriz ki: "Haberden önce bir ismi, isme (mübtedâ üzerine) atfettiğimiz zaman, akıl, mutlak haberin takdir edilmesi gerektiği hükmünü verir. Bu ise ancak, birden çok haber takdir edildiğinde olur. Böyle olmast halinde de, Keşşaf sahibi'nin ileri sürdüğü gereklilik sakıt olur. Allah en iyi bilendir. [115]
Cenâb-ı Allah, ehl-i kitabın, imân etmedikleri müddetçe, bir hiç olduklarını beyân edince, bu hükmü herkese teşmil etmiş ve Allah ile âhiret gününe iman edip, sâlih amel işlemediği müddetçe, hiçbir insanın, herhangi bir fazilet ve şerefi olamayacağını açıklamıştır. Bu böyledir, çünkü insanın biri nazarî (teorik) diğeri de amelî (pratik) olmak üzere iki kuvveti vardır. İnsanın nazarî kuvvetinin (teori ve düşünce kuvvetinin) mükemmelliği, ancak Hakk'ı bilip tanıması; ameli kuvvetinin mükemmelliği İse, ancak hayırlı (iyi) amel ve işlerde bulunması ile olur. Şeref bakımından bilgilerin en üstün olanı, varlıkların en şereflisini bilmektir ki o da Allah Teâlâ'dır. O'nu en güzel şekilde tanımak ise, O'nun haşr'a ve neşre (yeniden diriltmeye ve hesaba) kadir olduğunu bilmekle olur. Binaenaleyh hiç şüphe yok ki bilgilerin en üstü nü,Allah'a veâhirete iman etmektir. Amellerin en hayırlısı ve en efdali ise, şu iki şeydir:
a) Ma'bûd'a saygıyı ifâde eden amellere (ibadetlere) devam etmek, ve
b) Mahlûkat'a faydalı olmak için sa'y-ü gayret göstermektir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) "Allah'ın emrine saygı ve Allah'ın mahlûkahna şefkat göstermek" buyurmuştur.
Daha sonra Allah, böyle bir imân ve amele sahip olan kimsenin, Kıyamete korkusuz ve kedersiz olarak varacağını beyân buyurmuştur. Bu iki ifâdenin, (yani korku ve hüzün kelimelerinin) peşpeşe getirilmesinin hikmeti şudur: Korku istikbâli, keder ise geçmişi alâkadar eden şeydir. Binâenaleyh Cenâb-ı Allah, böyle kimselerin Kıyametin dehşetini görmeleri sebebi ile, üzerlerine hiçbir korkunun gelmeyeceğini; dünyanın lezzetlerini ve hoş şeylerini kaybetmiş olmaları sebebi ile de mahzun olmayacaklarını söylemiştir. Çünkü böylesi insanlar, kendileri için dünyada mevcut olan şeylerden daha büyük daha şerefli ve daha güzelini, orada, âhirette bulacaklardır. Bu durumda olan kimse ise, elinden çıkardığı dünyevî lezzetler ve hoş şeyler yüzünden mahzun olmaz. [116]
Bu durumda, eğer, "masum (günahsız) olmayan mükellet, naşı! KıyamRtin dehşetinden uzak ve korkusuz olabilir?" denilir ise, buna şu iki şekilde cevap verilir:
1) Allah Teâlâ, bunu amel-i sâlih işlemiş olma şartına bağladı. Halbuki insan, günahların hepsini terkettiği ve hiçbirini İşlemediği zaman, amel-i sâlih yapmış olur.
2) Böyle bir korku bulunsa bile, bu geçici bir korku olup, hesaba alınmayacak kadar küçük bir korkudur. [117]
Mu'tezile şöyle demektedir: Allah Teâlâ, bu kimseler için orada korku ve kederin olmamasını, iman ve şartına bağlamıştır. Bir şarta bağlı olan şey, o şart bulunmadığı zaman bulunmaz. Binâenaleyh bundan, iman edip
de amel-i salih işlemeyen kimseler için korku ve ederin bulunacağı neticesi çıkar. Bu da büyük günah sahibinin affedilmesine mani olur.
Cevap: Allah'ın, büyük günah sahibini atfedeceğine dair kesin bir hüküm verilemez.. Binâenaleyh, affedildikleri açıkça belirtilmezden önce, bu korku ve keder mevcut demektir. [118]
Cenâb-ı Hak, âyetin başında "Şüphe yok ki iman edenler..."; âyetin sonunda da, *UU ja\ j* "..Allah'a iman edenler..." buyurmuştur. Bu tekrarın şu iki faydası bulunmaktadır:
a) Münafıklar, kendilerinin mü'min olduklarını iddia ediyorlardı. Binâenaleyh bu tekrarın faydası, münafıkları, korku ve kederin bulunmaması vaadinin dışında tutmaktır.
b) Allah
Teâlâ "İman" lafzını mutlak zikretmiştir. İman sözünün içine, pekçok
kısım girer ki, bunların en kıymetlisi, Allah'a ve âhiret gününe iman etmektir.
Binâenaleyh, bu tekrarın faydası bu iki kısmın, imanın kısımlarının en
şereflisi olduğuna dikkat çekmek olur. Biz, "Ey iman edenler... "
ifadesinin tefsirinde, pek çok açıklamada
bulunmuştuk ki, bunların hepsi de buraya uygundur.
[119]
nin ismine râcî olacak zamir hazfedilmiş olup
takdiri, "Onlardan da iman eden kimse..."
şeklindedir. Ama, karîne kaim olduğu için bu zamirin hazfe-dilmesi güzel ve
yerinde olmuştur.
[120]
"Celâlim hakkı için, biz İsrailoğullanndan sapasağlam teminat almış, onlara peygamber göndermişizdir. Ne zaman bir peygamber, kendilerine hoşlanmayacağı bir şeyi getirdiyse birtakımını yalana çıkardılar, btrtakımmı da öldürdüler" (Maide, 70).
Bil ki, Allah'ın bu buyruğundan maksadı, İs'railoğullannın isyanlarını ve Allah'ın ahdini yerine getirme konusunda ne denli direttiklerini beyân etmektir. Bu ifâde, O'n:.. bu sûreye başlamış olduğu "bağlandığınız ahidleri yerine getirin" (Mâide. d konusuyla alâkalıdır. Bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Andolsun ki biz İsrailoğullanndan sapasağlam teminat almıştık..." buyurmuştur. Yani, "Biz, hem delilleri, hem de o delillerden istidlale götüren aklı yarattık ve onlara, şer'i kanunları ve hükümleri tarif edip anlatan peygamberler gönderdik" demektir.
HakTeâlâ'nın, "Ne zaman bir peygamber, kendilerine canlarının hoşlanmayacağı bir şeyi getirdiyse..." buyruğu, âyette geçen "peygamber" kelimesinin sıfatı olan bir şart cümlesidir. Mevşûfa râci olacak olan zamir ise hazfedilmiş olup kelamın takdiri, "Her ne zaman onlardan bir peygamber, onlara, hoşlanmayacakları bir şeyi getirdiyse.." şeklindedir. Yani, "Onların arzularına uymayan, isteklerine ters düşen güç mükellefiyetlerden bir şey getirdiği zaman..." demektir. Bu ifâdeyle ilgili birkaç soru vardır:
a) Ayetteki şartın cevâbı nerededir? Çünkü tijüı "Birtakımını yalana çıkardüarfbtrtakımım da öldürdüler"ifâdesi, şartın cevâbı olmaya elverişli değildir. Çünkü bir tek peygamber iki fırka olamaz..
Cevap: Şartın cevâbı mahzûftur. Bunun hazfedilmesi caizdir. Çünkü zikredilen şeyler, cevabın hazfedildiğine delil olup, kelâmın takdiri, "Her ne zaman bir peygamber onlara geldiyse, onlar savaş ilan edip onun karşısına dikildiler" şeklindedir. Daha sonra da, "Onlar onun karşısına nasıl dikildiler?" denilince de, "Bir kısmını yalanlayıp bir kısmını da yalanlayarak..." şeklinde cevap verilmiştir. Soru soranın, "Tek bir peygamber iki fırka olamaz" şeklindeki sözüne gelince, biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın "Ne zaman bir peygamber onlara..." ifâdesi, peygamberlerin çok olduğuna delâlet etmektedir. Binâenaleyh şüphesiz, o peygamberleri iki gruba ayırmıştır. [121]
b) Cenâb-ı Hak, niçin iki fiilden birisini mazi, diğerini de muzari getirmiştir?
Cevap: Allah Teâlâ, o ehl-i kitabın her durumda ve her vesilede, Hz. İsa'yı ve Musa'yı nasıl tekzib ettiklerini; onların, Allah'ın emirlerine ve mükellefiyetlerine karşı nasıl karşı koyup direttiklerini açıklamıştır. Nitekim âlimlerin bazısına göre, Hz. Musa zorba kavimle savaşma hususundaki emrini kabul .jfr leyip direten ümmetinin verdiği uğursuzluk ve ıstırapla çölde vefat etmiştir.
Öldürme işine gelince bu, onların, Hz. Zekeriya ve Hz. Yahya (a.s)'ya yaptıkları şeydir. Yine onlar, şayet Allah onları dileklerinden men etmeseydi, Hz. İsa'yı da öldürmeye kastetmişlerdi. Hatta onlar, Hz. İsa'yı öldürdüklerini iddia ediyorlardı. Böylece Cenâb-ı Hak "yalanlama" işini, onların Hz. Musa'ya karşı yapmış oldukları muamelelerine bir işaret olsun diye mazi siğasıyla getirmiştir. Çünkü o günden bu güne pek çok zaman geçmiştir., öldürme işi de onların Hz. Zekeriyya, Yahya ve Isa (a.s)'ya yapmış oldukları muamelelerine bir işaret olsun diye, muzari (şimdiki zaman) lafzıyla getirmiştir. Çünkü bu zaman, yakın bir zamandır. Böylece bu adeta, hazır İçinde yaşadığımız zaman gibi olmuş olur.
c) ifâdelerinde, mefûl olan kelimenin öne alın- manasının faydası nedir?
Cevap: Öne almanın, o şeye gösterilen ihtimam ve ilginin fazlalığından dolayı olduğunu biliyorsun.. Binâenaleyh, yalanlamak ve öldürmek her ne kadar kötü şeyler ise de, peygamberleri yalanlayıp onları Öldürmek çok daha fazla çirkin şeylerdir, işte âyetteki bu takdim, böyle bir mânadan dolayı olmuştur. [122]
"Ve öyle sandılar ki bir belâ olmayacaktır. Kör kesildiler, sağır kesildiler onlar. Sonra Allah onlara tevbe nasip etti. Sonra yine içlerinden birçoğu kör ve sağır oldular. Allah, ne yaparlarsa hakkıyla görücüdür" (Mâlda, 71).
Sonra Allah, "Ve öyle sandılar ki bir belâ olmayacak... buyurmuştur. Bu cümle ile ilgili birkaç mese'e vardır: [123]
Hamza, Kisaî ve Ebû Amr, nün harfinin refiyle diğer kıraat imamlarıysa, nün harfinin nasbiyle şeklinde okumuşlardır. [124]
Vahidî bu mesele hakkında güzel bir izahta bulunarak şöyle der: Fiiller üçe ayrılır:
1) İlim, kati olarak bilmek (teyakkun) ve iyice araştırmak, ortaya çıkarmak (tebeyyün) gibi, bir şeyin sübut bulup karar kıldığına delâlet eden fiiller. Böylesi fiillerden sonra fiili nasbeden sakin değil, şeddeli bulunur. Bu böyledir, çünkü şeddeli bir şeyin sebat bulup karar kılmış olduğuna delâlet eder. Binâenaleyh, ilim, istikrar ve sebata delâlet edip, şeddeli olan de, bu manayı ifade edince, aralarında bir uyum ve benzerlik meydana gelmiş olur. Söylediğimiz bu şeyin Kur'ân'daki misâli Hak Teâlâ'nın "Şüphesiz onlar da Allah'ın apâşi-faHakk'm ta kendisi olduğunu bileceklerdir''(Mta.25) "Onlar bümediler mi ki şüphesiz Allah, kullarından tevbeyt kabul edecek... "rrebv*. 104) "Allah'ın gördüğünü hiç bilmedi mi?" (AiAk, 14) âyetleridir. Bu son âyette Ot nin başında bulunan bâ harfi zaidedir.
2) Sebat ve istikrarın aksine delâlet eden fiiller. Meselâ "arzu ediyorum" tamah ediyorum" "korkuyorum" ve, "umuyorum,ümklediyonjm"vb.fiiller gibi. İşte bu fiillerle ancak, fiili nasbeden sakin Oİ kullanılır. Nitekim Allah, "Ceza gününde kusurlarımı bağışlayacağını umduğum O'dur" (SuArfl, 82),"İnsanların sizi tutup kapmasından corcuyordunuz..."(Entâi,26)ve "Biz de, o çocuğun onları azgınlığa ve küfre sürüklemesinden endişe ettik de..." (K^ıt, eo) buyurmuştur.
3) "zannetti" ve kardeşleri gibi, bazan birinci, bazan da ikinci mânaya gelen fiiller. Binâenaleyh, fiili bazan sübut bulmayan ve karar kılmayan şeyler hakkında mânasına; bazan da, sübût bulup karar kılan şeyler hakkında kullanılan "ilim" anlamında ele alınır.
Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki: Âyette geçen lâfzını, "sübût bulup karar kılan" mânasına hamletmek mümkündür. Çünkü, İsraîloğulları bu yalanlama ve öldürmeleri sebebiyle bir fitneye ve azaba düşmeyeceklerine kesinkes inanıyorlardı.. Yine bu fiili, sübut bulup karar kılmak mânasına hamletmemek de mümkündür. Çünkü onlar bu yalanlama ve adam öldürme işini, makamlarını korumak ve kendilerine yandaş bulmak İçin yapıyorlardı. Böylece onlar kalbleriyle, bunun bir hata ve isyan olduğunu biliyorlardı. Laftz, söylediğimiz bu iki mânadan her birine muhtemel olunca, hiç şüphesiz bu iki kıraatten her birinin sahih olacağı ortaya çıkmış olur. Binâenaleyh, kelimesini merfû okuyan kimseye göre mana şeklinde olmuş olur ki, daha sonra şeddeli olan deki nunun birisi kaldırılıp, böylece de hazfedilen zamirin yerine bir lâ getirilmiş olur. Binaenaleyh şayet sen, hazfedilen zamirin yerine,"sîn", "sevfe" ve "kad" gibi edatları getirmediğin müddetçe merfû okuyarak demen güzel olmaz.
Bu edatlardan birinin getirildiğine misâl, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah muhakkak bilmiştir ki... "(Müzzemmiı, 20) âyetidir.Mansûb okunmasının sebebi ise açıktır.
Vahidî, sözüne devamla şöyle der: "Kur'ân-ı Kerım'de her ikisiyle alâkalı olarak da âyet bulunmaktadır. Meselâ: "Mansûb okuyup da, bundan sonra sakin OÎ'in geldiğini söyleyenlere misâl,"Voksa kötülük yapanlar bizim elimizden kasıp kurtulacaklarını mı sandılar?" (Ankebut, 4); "Yoksa kötülükleri kazananlar kendilerini iman edip sajih ameller işleyenler gibi yapacağımızı mı sandılar?" (Casiye. 21) ve "E/ff-tâm-mfm insanlar bırakûtvereceklerini mi sandılar.." (Ankebut. 1-2) âyetleridir.
Merfû okuyanların âyetten misali ise: "Yahut biz onların içlerinde gizlediklerini ve aralarındaki Ûsıltılarını işitmiyoruz mu sanıyorlar?" (zutnA ao); "Onlar kendilerine imdâd ettiğimiz (verdiğimiz)... We..."(Müminûn,55) ve "İnsanzanneder mi ki biz onun kemiklerini toplayıp bir araya getirmeyeceğiz?..." (Kıyâme, 3) âyetleridir. İşte burada geçen ler, ol den tahfif edilen dır. Çünkü fiil-i muzariyi nasbedan 'den sonra edatı gelmez.
fiili hakkındaki iki görüşün misallerine gelince bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın "Anlar ki bel kemikleri kırılacak.." (Kyame,25), "Ayakta tutacaklarını zannederlerse.." (Bakara,230)âyetleriyle, "Gerpefc biz de insan (olsun), cin (olsun) Allah'a karşı (hiçbiri) asla yalan söylemez, sanmıştık" (an, 5) ve "Hakikaten onlar da, sizin zannettiğiniz gibi, Allah'ın hiçbir kimseyi kat'tyyen diriltemeyeceğini sanmışlar " (Cin. 7) âyetleridir. Bu son iki âyette bulunan tıpkı,"Muhakkak bilmiştir ki..." (Mûzzemmiı, 20) âyetinde olduğu gibi, şeddeli olan Of den hafifletilmiş 01 dir. Çünkü fiil-i muzariyi nasbeden edâtıyla beraber kullanılmaz. Zira edatı te'kid bildirir. Fiil-i muzariyi nasbeden 01 ise, izah ettiğimiz gibi, istikrar ve sübûtun bulunmayışını ifade eder. [125]
fiili, iki mef'ûl alması gereken fiillerdendir. Ancak ne var ki âyetteki "bir belâ olmayacak... "ifadesi, maddesinin iki mef'ûlünün yerini tutan bir cümledir. Çünkü bunun mânası, "Onlar fitne ve belânın, başlarına gelmeyeceğini zannettiler" şeklindedir. [126]
Müfessirler kelimesi hakkında birkaç izah zikretmişlerdir. Bu kelimenin mânası, dünya ve âhiret azabına hasredilmiştir. Dünya azâbıysa birkaç çeşittir: Kıtlık, veba, öldürülme, düşmanlık, insanlar arasında olan buğz ve kin, bir de talihin ters gitmesi ve uğursuzluk... bunlardandır. Bütün bunlar ise, onların başına gelmiştir. Müfessirlerden her biri, isi kelimesini bu manalardan birisine hamlet mistir:
Bil ki, onların başlarına fitne gelmeyeceğini zannetmeleri iki mânaya gelebilir:
a) Onlar, Musa (a.s)'nın şeriatının neshedilmesinin imkânsız olduğuna inanıyorlardı. Ve yine onlar, kendilerine başka bir şeriat getiren her peygamberi yalanlamalarının ve öldürmelerinin kendilerine vacip olduğuna inanıyorlardı.
b) Onlar her ne kadar, içlerinden, bu yalanlama ve öldürme hususunda hatalı olduklarına inanıyor iseler de: "Biz Allah'ın evlatları ve dostlarıyız" diyorlar ve atalarının, dedelerinin peygamber oluşunun, bu öldürme ve yalanlama sebebiyle müstehak oldukları cezayı, kendilerinden uzaklaştıracağına inanıyorlardı.
Sonra Cenâb-ı Hak, "Kör kesildiler, sağır kesildiler onlar. Sonra Allah onlara tevbe nasip etti. Sonra yine içlerinden birçoğu kör ve sağır oldular. Allah ne yaparlarsa hakkıyla görücüdür" buyurmuştur. Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [127]
Âyet-i kerime, Hakk'a ulaşma hususundaki körlük ve sağırlıklarının iki defa hasıl olduğuna delâlet etmektedir. Müfessirler, bu iki defa ile ne murad edildiği hususunda ihtilaf ederek, şunları ileri sürmüşlerdir:
1) Bundan murad şudur: Onlar, Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya
ve Hz. İsa (a.s) zamanlarında hidâyete karşı kör ve sağır oldular da, sonra Allah onlardan bir kısmına imanı nasîb ederek, tövbelerini kabul etti. Daha sonra bunların pek çoğu, Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini inkâr etmek sureti ile, O'nun zamanında (ikinci defa) kör ve sağır oldular. Cenâb-ı Hak, "İçlerinden bir çoğu,..' buyurmuştur. Çünkü yahûdilerin ekserisi, Hz. Peygamber (s.a.s)'i inkâr hususunda ısrar etmişlerse de, Abdullah İbn Selâm (r.a) ve arkadaşları gibi, içlerinden bir grup ona imân etmişlerdir.
2) Onlar buzağıya ibadet ettikleri esnada kör ve sağır olmuşlar, sonra bu şirklerinden tevbe etmişler, Allah Teâlâ da onların tevbelerini kabul etmiştir. Sonra bunlardan pek çoğu, işi sarpa sardırarak, kör ve sağır olmuşlardır ki bu da onların, Allah'ı açıkça görmeyi istemeleri ve meleklerin inmesini talep etmeleridir.
3) Kaffâl (r.h) şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hak, İsrâ (Benî İsrail) sûresinde, bu âyetin tefsiri mahiyetindeki birçok âyet getirerek, "Biz kitapta, İsrâftogullanna şu haberi verdik: "Siz yeryüzünde muhakkak iki kere fesad çıkaracaksınız ve muhakkak büyük bir serkeşlik yapıp azacaksınız. İşte o ikiden birincisinin vakti gelince, çok çetin bir kuvvete sahip kullarımızı ijzerintze musallat kıldık ve onlar evlerin(izin) aralarına kadar girip, (sizi) aradılar. (Bu), yerine getirilmiş bir vaad idi. Sonra bunlara karşı size tekrar devlet ve galebe (üstünlük) verdik. Mallarla ve oğullarla sizin imdadınıza yetiştik ve sizi sayıca çoğalttık..." (isrâ, 4-6) buyurmuştur ki bu onların (hidayete karşı) birinci körlük ve sağırlıklarıdır. Sonra Hak Teâlâ, "Artık diğer (fesadın) vakti gelince, yüzlerinizi (korkudan) karartsınlar, mescidlerinize, birinci defa girdikleri gibi girsinler, galebe ve istilâ ettiklerini alabildiğine mahvetsinler diye (yine size düşmanlarınızı musallat ettik)" M, 7) buyurmuştur ki bu da, "sonra yine içlerinden bir çoğunun (ikinci defa) kör ve sağır olmalarıdır."
4) Âyetteki, "Kör kesildiler, sağır kesildiler onlar" tabirinin mânası, Hz. Oâvûd ile Hz. Süleyman ve diğer peygamberlerini, Cenâb-ı Hak onlara peygamber olarak gönderdiğinde tahakkuk etmiştir. Sonra onlar Allah'a imân etmişler ve Allah tövbelerini kabul etmiş, daha sonra araya bir fetret (peygambersizlik) devri girince, yeniden kör ve sağır olmuşlardır. [128]
"Onları Allah kör ve sağır etti" mânasında olmak üzere, bu ifade şeklinde okunmuştur. Bu, "körlüğü ve sağırlığı, onlara Allah verdi ve damga gibi vurdu" demektir.
(Bu tıpkı senin, bir kimseye, kısa bir mızrakla yani (nezk) ile vurduğun zaman dizinle yani "rukbe"nle vurduğun zaman demen gibidir. [129]
Âyetteki, "Sonra yine içlerinden birçoğu, kör ve sağır oldular" ifâdesi ile ilgili olarak şu izahlar yapılmıştır:
a) Bu, Araplardan "Onlar, yani pireler beni yedi" diyenlerin kullanışına göre bir ifâdedir.
b) Âyetteki, "içlerinden birçoğu" ifâdesi, "Sonra., kör ve sağır oldular" ifâdesindeki fiillerin fail zamiri olan "vâv"dan bedeldir. Kur'ân-ı Kerim'de, bedel olarak getirilen ifâdeler çoktur. Nitekim Cenâb-ı Hak, herşeyt güzel yapan, yani yaratandır" (Secde, 7) ve "Beytullaha haccetmek, insanlar, yani ona yol bulabilenler üzerinde, Allah'ın bir farzıdır" (Ah imran, 97) buyurmuştur. Âyet-i kerimede ifâdesini "bedel" kabul etmek, son derece güzel ve yerindedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu ifâdeyi kullanmaksızın sadece"Sonra, kor ve sağır oldular" demiş olsaydı, bu, onların hepsinin böyle olduğu zannını uyandırırdı. Ama "içlerinden birçoğu" deyince, bu ifâde onların hepsi için olmayıp, ekserisi için bu durumun tahakkuk ettiğini gösterir.
c) Âyetteki "içlerinden birçoğa" ifadesi, mahzûf bir mübtedantn haberi olup, takdiri, "Onlar, içlerinden birçoğudur" şeklindedir. [130]
Hiç şüphesiz âyetteki "kör ve sağırlık"tan maksad, onların cehalet ve küfürleridir. Buna göre biz deriz ki, onlardaki bu cehaletin ve küfrün yaratıcısı ya Allah'tır ya kendileridir. Birinci ihtimal Mu'tezile'nin görüşünü iptal eder. İkinci ihtimal de bâtıldır, zira insan, kendisi için cehaletin ve küfrün tahakkuk etmesini kesinlikle tercih etmez. Buna göre Mu'tezile, "Onlar bunu, cehalet değil, bîr ilim olduğunu zannettikleri için tercih etmişlerdir" der ise, biz de deriz ki: "Bunun neticesi de, onların, bu cehaleti tercih edişleri, bunun dayandığı bir başka cehaletten ötürüdür. Ancak cehaletler teselsül etmez, mutlaka bir ilk cehalette kesilir. Binâenaleyh zikrettiğimiz sebepten ötürü, bu ilk cehaletin failinin kul olması caiz değildir. Bundan dolayı, bunun fail ve yaratıcısının Allah Teâla olması gerekir.
Sonra Allah Teâlâ "Allah, onların, peygamberleri öldürme ve yalanlama gibi, yaptıkları herşeyi hakkıyla görendir" buyurmuştur ki bundan maksad ilâhî bir tehdiddir. [131]
"Meryem oğlu Mesih, gerçekten Allah'ın kendisidir" diyenler, andotsun ki kâfir olmuş(lar)dır. Halbuki (bizzat) Mesih, "Ey İsrâüoğullan benim de Rabbtm, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin" demişti. Ztrâ kim Allah'a eş katarsa hiç şüphesiz Allah ona cenneti haram kılar. Onun varacağı yer ateştir. Zalimlerin hiçbir yardımcıları da yoktur"
Bil ki Allah Teâlâ yahûdilerden çokça bahsedince, burada da hristiyanlardan bahsetmeye başladı ve onlardan bir güruhun "Allah, Meryem'in oğlu Mesih'in (İsa'nın) kendisidir" dediklerini nakletti. Bu, Ya'kûbiyye fırkasının sözüdür. Çünkü onlar, "Meryem bir ilah doğurdu" diyorlardı. Belki bu mezhebin görüşü, onların "Allah Teâlâ, İsa'nın zatına (kendisine) hulul etti ve İsa'nın zatı ile birleşti" demeleridir.
Daha sonra Allah Teâlâ, Mesih (İsa) (a.s)'dan, onun, "Ey isrâtloğuttan, benim, de Rabbim, sizin de Habbiniz olan Allah'a kulluk edin.." dediğini nakletmiştir. Bu ifâde, hristiyanların sözünün yanlış olduğuna dâir, kat 7 ve kesin hüccetin ne olduğuna, bir dikkat çekmedir. Bu böyledir. Çünkü Hz. İsa (a.s), sonradan meydana gelmenin (hadis olmanın) delillerinin kendi üzerinde açık ve belli olduğu hususunda, kendisi ile diğer insanlar arasında bir ayırım yapmamıştır.
Sonra Cenâb-ı Hak, "Zira kim Allah'a eş katarsa hiç şüphesiz Allah Ona cenneti haram kûar. Onun varacağı yer ateştir. Zâlimlerin hiçbir yaratmaları da yoktur " buyurmuştur ki bunun mânası açıktır. Bizim âlimlerimiz, fasıkların (günahkârların) cezasının ebedî olmayacağı hususunda şöyle istidlal etmişlerdir: "Çünkü Cenâb-ı Hak, müşriklerle ilgili vaîd ve tehdid çeşitlerinin en büyüğünün onlara cennetin haram kılınması, varacakları yerin cehennem olması; onlara yardım edecek hiçbir yardımcı ve şefaat edecek hiçbir şefaatçinin bulunmayışı olduğunu belirtmiştir. Eğer mü'min fasıkların (günahkârların) hâli de böyle olsaydı, müşriklerin, şirklerinden ötürü böyle bir vaîd ile tehdid edilmelerinin bir mânası kalmazdı. [132]
"Allah hakîkaten üçün, üfüncüsüdür" diyenler andolsun, kâfir olmuştur. Halbuki bir tek tanrıdan başka hiçbir tanrı yoktur. Eğer demekte oldukları bu sözden vazgeçmezlerse, içlerinden o kâfir olanlara, mutlaka elim bir azap dokunacaktır" (Mâide. 73).
Cenâb-ı Hak "Allah hakikaten Üçün, üçüncüsüdür" diyenler andolsun kâfir olmuştur" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır: [133]
Bu âyetteki çili kelimesi izafetten dolayı meksûr kılınmıştır. Bu kelimeyi", mansûb okumak caiz değildir. Çünkü bu çilî Vlj "üçünün biri" şeklindedir Ama sen bu "üçünün biri" şeklindedir. Ama sen dediğin zaman, sonu hem mansûb hem de meksûr okumak câizdir.Çünkü bunun mânası, O "Kendilerine katılmak sureti ile üçü dörde çıkaran" şeklindedir. [134]
Hristiyanların, "O, üçün üçüncüsüdür" sözü hakkında iki izah vardır:
1) Bu, bazı müfesstrlerin görüşüdür. Bu görüşe göre, hristiyanlar bu sözleri ile, Allah, Meryem ve Hz. İsa'nın üç
ayrı ilâh olduğunu kasdetmişlerdir. Bunu te'kid eden bir şey de, Cenâb-ı Allah'ın, Hz. İsa (a.s)'ya "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara "Ailah'dan başka, bent ve anamı iki tanrı edininiz" diyen sen misin?" (MAMe, H6)demesidir. Buna göre, "üçün üçüncüsü" ifâdesi, "üç ilâhın birisi" veya, "üç ilahtan birincisi" mânasındadır. Bunun mânasının böyle olduğunun delili ise, Allah'ın, onları reddederken, "Halbuki bir tek tanrıdan başka hiçbir tanrı yoktur" buyurmasıdır. Buna göre âyette bir hazif bulunmaktadır. Fakat bu ifâdede "ilahlar" kelimesi zikredilmemiştir. Çünkü bunun, onların inançlarından olduğu malumdur. Vahidî şöyle demiştir: "Allah'ın, üç ilahın üçüncüsü oJduğu manasını kasdetmeksizin, "Allah üçün üçüncüsüdür" diyen kimse tekfir edilemez. Çünkü iki şeyin üçüncüsü, ilmi sebebi ile, Allah'tır. Nitekim Hak Teâlâ, "Herhangfbir üç kişiden bir fisıldaşma olsa, muhakkak o (Allah), bunların dördüncüsüdür. Bir beş kişiden bu vukua gelse, mutlaka o (Allah), bunların altıncısıdır" (Mücâdiie. 7) buyurmuştur.
2) Kelâmcılar, hristiyanlarm şöyle dediklerini nakletmişlerdir: "Cevher tek, unsurları (uknumları) ise üçtür: Baba, oğul ve Ruhu'l-Kudüs... Bu üçü, tek bir ilahtır. Nitekim "güneş", hem "kurs"u (dâire), hem ışığı hem de ısıyı kapsamaktadır." Buna göre hristiyanlar, "Baba" kelimesi ile, Tanrının zâtını; "Oğul" ile, kelimesini; "Ruh" ile de hayatını kastetmişler ve zat, kelime ve hayatın varlığını söyleyerek şöyle demişlerdir: "Hak Teâlâ'nın sözü olan "kelime", suyun içki ve süte karışması gibi, Hz. İsa'nın bedenine karışmıştır." Yine onlar, "Baba"nın bir ilah, "Oğul"un bir ilah ve "Ruh"un bir ilah ve hepsinin birlikte tek bir ilah olduğunu iddia etmişlerdir.
Bil ki bu görüşün bâtıl olduğu, aklın bedaheti ile malumdur. Çünkü üç, bir olmaz; bir de üç olmaz. Yeryüzünde hristiyanların sözü kadar bâtıl ve bozuk başka bir söz görülmemiştir.
Sonra Allah "Halbuki bir tek tanrıdan başka hiçbir tanrı yoktur" buyurmuştur. Buradaki (...dan) hart-i cerri hakkında İki görüş vardır:
1) Bu, bir bağlaç olup, zâidctir. İfâdenin takdiri, "Ancak tek bir tanrı vardır" şeklindedir.
2) Bu kelime, istiğrak (kapsamlılık) ifâde eder. Âyetin takdiri, "Varlık âleminde, tanrılık hakîkati hususunda sadece tek bir ferd vardır" şeklindedir.
Sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer demekte oldukları bu sözden vazgeçmezlerse, içlerinden o kâfir olanlara, mutlaka elim bir azap dokunacaktır" buyurmuştur.
Zeccâc şöyle der: "Bu ifâde, "Bu din üzere devam edenlere, elîm bir azap dokunacaktır" demektir. Çünkü onlardan pek çoğu hristiyanlıktan dönmüşler, tevbe etmişlerdir. [135]
"Hâlâ Allah'a tevbe edip, O'nun mağfiretini istemeyecekler mi onlar? Allah gafur ve rahimdir. Meryem oğlu Mesîh, ancak bir peygamberdir. Ondan evvel de peygamberler gelip geçmiştir. Onun anası bir sıddîkadır. İkisi de yemek yerlerdiBak, biz âyetleri onlara nasıl apaçık bildiriyoruz. Sonra yine bak, onlar nasû (hak'tan) çevriliyorlar!"(Mâide, 74-75).
Cenâb-ı Hak, "Hala Allah'a tevbe edipr Onun mağfiretini istemeyecekler mi onlar" buyurmuştur. Ferrâ, bu üslup hakkında, "Bu, Allah Teâlâ'nın, içkinin haram kılınması ile ilgili olarak gelmiş olan, "Artık vaz geçtiniz değil mi?" (Maide. 9i) buyruğunda olduğu gibi İstifham şeklipde bir emirdir" demiştir. [136]
Daha sonra Allah "Meryem oğlu Mesih, ancak bir peygamberdir. Ondan evvel de peygamberler gelip geçmiştir. Onun anası da bir sıddîkadır" buyurmuştur. Bu, "O, ancak, kendisinden önce gelip geçmiş peygamberler gibi bir peygamberdir; O, diğer peygamberlerin getirdiği gibi, Allah katından mucizeler getirmiştir. Eğer Allah, O'nun eliyle anadan kör doğanı ve alacalı (abraş) olanı iyileştirmiş ve ölüleri diriltmiş ise, aynı şekilde Hz. Musa (a.s)'nın eliyle de bir asaya can vermiş, onu hızla giden bir yılan haline getirmiş ve Kızıldeniz'i varmıştı. Allah onu babasız yarattığı gibi, daha önce de Hz. Âdem (a.s)'i babasız ve annesiz yaratmıştır" demektir. [137]
Âyetteki, "Onun anası da bir sıddikadır" tabirinin tefsiri ile ilgili birkaç görüş vardır
a) Hz. Meryem, Rabbisini n âyetlerini ve oğlunun, Rabbisi hakkında haber verdiği şeyleri tasdik etmiştir. Nitekim Cenâb-ı Allah, O'nu tavsif ederken, "O (Meryem), Rabbintn kelimelerini ve kitaplarını tasdik etti" çvatvun, 12) buyurmuştur.
b) Hak Teâlâ, "Derken biz ona ruhumuzu göndermiştik ve O, kendisine hilkati tam bir insan şeklinde görünmüştü..." (Meryem. 18) buyurmuştur. Hz. Cebrail, Meryem ile konuşup, Meryem de O'nu tasdik ettiği için, O'na "sıddîka" denilmiştir.
c) Onun "sıddîka" olmasından maksat, günahlardan tamamen uzak durup, kulluk görevlerini yerine getirmede son derece gayret içinde olmasıdır. Çünkü, bu vasıfların kendisinde mükemmel olarak bulunduğu kimse, "sıddîk" diye isimlendirilir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "İşte onlar, Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddfklarla, şehidlerle, iyi adamlarla beraberdirler" (nişi 69) buyurmuştur. [138]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "İkisi de yemek yerlerdi" buyurmuştur.
Bil ki bundan maksat, hristiyanların görüşünün yanlışlığına istidlal etmektir. Bu birkaç yönden izah edilebilir:
a) Annesi olan herkes, yok iken meydana gelmiş demektir. Böyle olan herkes ise, ilâh değil, mahlûk olur.
b) Bunlar, muhtaç varlıklardır.. Çünkü, onların yiyip içmeye son derece fazla ihtiyaçları vardır. Halbuki ilah, bütün bu şeylerden müstağni olan zât demektir. Binâenaleyh, Hz. İsa'nın bir ilah olması nasıl düşünülebilir? [139]
c) Bazı alimler, Hak Teâlâ'nın "İkisi de yemek yerlerdi" buyruğunun abdest bozmaktan kinaye olduğunu, zira yiyip içen herkesin, mutlaka abdest bozması gerektiğini söylemişlerdir ki, bu şekildeki bir görüş, bana göre birkaç sebepten dolayı zayıftır:
1) Yiyip içen herkes, abdest bozacak diye bir kaide yoktur. Çünkü cennetlikler de yiyip içerler, ama abdest bozmazlar.
2) Yiyip içmek, taâm'a, yemeye-içmeye olan ihtiyaçtan dolayıdır. İşte böyle bir ihtiyaç, O'nun (Hz. İsa) ilâh olmadığına delâlet eden en güçlü delillerdendir. Binâenaleyh bizim, bu ifâdeyi başka bir şeyden kinaye kılmamıza gerek yoktur.
3) İlâh, yaratmaya ve îcad etmeye kadir olandır. Şayet, Hz. İsa ilâh olsaydı, yiyip içmeksizin de kendisinden açlığın tesirini def etmeye kadir olurdu. Hz. İsa, kendisinden zararı gideremediğine göre, O'nun alemlerin ilâhı olması nasıl düşünülebilir? Özet olarak diyebiliriz ki, hristiyanların görüşünün bozukluğu, bu hususta herhangi bir delile ihtiyaç hissettirmeyecek kadar açıktır.
Daha sonra Allah, "Bak, biz âyetleri onlara nasıl apaçık bildiriyoruz. Sonra yine bak, onlar nasıl (haktan) çevriliyorlar!" buyurmuştur.
Bir kimse birisini bir şeyden çevirip vazgeçirdiğinde, denilir. "İfk" yalan söylemek demektir. Çünkü yalan da, haktan dönmek ve yüz-çevirmektir. O halde, bir şeyden çevrilmiş olmak, ondan dönmek, vazgeçmek
demektir. Yağmur, kendisinden vazgeçip yağmadığında denilir. Buna göre buyruğunun mânası, "Hak'tan nasıl da çevrilirler?" şeklindedir.
Âlimlerimiz âyetin, onların hakkı düşünmekten dönderilmiş olduklarına delâlet ettiğini; zira insanın, kendisini hak ve doğrudan bâtıla, cehalete döndürmesinin imkânsız olduğunu, çünkü insanın, kendisi için bunu tercih edemeyeceğini söylemişlerdir... Böylece biz, onları bundan çevirenin, Allah-u Teâlâ (c.c) olduğunu anlamış olduk. [140]
"De ki: "Allah'ı bırakıp da, size ne bir zarar, ne de bir fayda yapmaya gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz? Halbuki işiten ve bilen, Allah'ın ta kendisidir" (Mâide, 76).
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "De ki: "Allah ı bırakıp da, size ne bir zarar, ne de bir fayda yapmaya gücü yetmeyen şeylere mi tapıyorsunuz?" buyurmuştur. Bu da, hristiyanların görüşünün yanlış olduğuna bir başka delil olup çeşitli deliller ihtiva eden bir ifâdedir.
a) Yahudiler, Hz. İsa'ya düşmanca davranıyor ve ona, kötülük yapmaya yönetiyorlardı. Buna karşılıksa, Hz. İsa onlara hiç bir zarar veremiyordu; yine O'nun havarileri, arkadaşları ve dostları, O'nu seviyorlardı ama buna rağmen Hz. İsa, onlara hiçbir dünyevî fayda temin edemiyordu. Binâenaleyh zarar vermekten ve fayda temin etmekten aciz olan kimsenin, bir ilâh olması nasıl düşünülebilir?
b) Hristiyanlara göre yahudıler Hz. İsa'yı çarmıha germişler ve O'nun kaburgalarını paramparça etmişlerdi. Hz. İsa susayıp, onlardan su isteyince de, onlar O'nun burun deliklerine sirke dökmüşlerdi. İşte bu derece zayıf olan bir kimsenin, bir ilâh olması nasıl makul ve akla uygun olabilir?
c) Âlemlerin ilâhı olanın, kendisi dışındaki her şeyden müstağni; kendisi dışındaki her şeyin de O'na muhtaç olması gerekir. Şayet Hz. İsa böyte olsaydı, O'nun Allah'a ibâdetle meşgul olması imkânsız olurdu. Çünkü ilâh olan başka bir şeye tapmaz. İlâha ibâdet edense, ancak kuldur. Hz. İsa'nın ibâdetlere ve taâtlere devam etmiş olduğu tevatür yoluyla bilinince, biz, O'nun bunları, faydaları temin, zararı da def etme hususunda başkasına muhtaç olduğu için yapmış olduğunu anlamış oluruz. Bu durumda olan kimse, nasıl kullara fayda ulaştırmaya ve onlardan zararları savuşturmaya kadir olabilir? Bu durumda olduğuna göre, O da, diğer kullar gibi bir kuldur. İşte bu, Cenâb-ı Allah'ın naklettiği gibi, Hz. İbrahim (a.s)'in babasına, "Niçin duymayan, görmeyen ve senin hiçbir ihtiyacına cevap vermeyen (putlara) ibadet ediyorsun?" (Meryem, 43) diyerek getirdiği delilin aynısıdır.
Sonra Cenâb-ı Allah, "işiten ve bilen, Allah'ın tâ kendisidir" buyurmuştur. Bundan murad, bir tehdid-i ilahîdir. Bu, "Allah sizin inkârınızı hakkıyla duyan ve kalblerinizdeki şeyleri bihakkın bilendir" demektir. [141]
"De ki: "Ey ehl-f kitap, dininizde haksız yere haddi aşmayın. Bundan evvel gerçekten hem kendileri sapmış hem de birçok (insanı) saptırmış ve dümdüz yoldan sapmış bir kavmin hevâ ve hevesine uymayın" (Mâide, 77).
Bil ki Allah Teâlâ, ilk önce yahudilerin, ikinci olarak da hristiyaniarın bâtılları ile ilgili beyanatta bulunup bunların yanlış ve asılsız olduğu hususunda pek kesin ve kuvvetli deliller getirince, daha sonra, her iki güruha da şöyle hitap edip, "Ey ehl-i kitap dininizde haksız yere haddi aşmayın" buyurmuştur. Bu hitaptaki "gulüv", ihmal etmenin zıddı olup, "haddi aşmak" mânasındadır. Bu böyledir, çünkü hak (gerçek) ifrat ve tefrit aşırılıklarının tam ortasında bulunur. Allah'ın dini de, ya haddi aşma ya da ihmal etme aşırılıkları ortasındadır. Âyetteki, "haksız yere" tabiri, mef'ûl-i mutlak olan mahzûf bir kelimenin sıfatıdır. Buna göre kelâmın takdiri, "Dininizde, haksız bir haddi aşma ile, haddi aşmayın" yani, "bâtıl bir haddi aşma ile haddi aşmayın" şeklindedir. Çünkü din hususunda haddi aşma, iki türlü olur:
1) Hak hususunda haddi aşıp, ileri gitmek ki bu hakkı yerleştirip te'kid etmede ileri gitmektir.
2) Bâtıl hususunda haddi aşıp, ileri gitmek ki, bu da, ortaya şüpheler atıp delilleri gizleme hususunda külfete girmek, zorlanmaktır. Âyette bahsedilen bu haddi aşış.
Allah'ın laneti üzerlerine olasıca yahûdüerin, Hz. İsa (a.s)'nın (hâşâ) veled-i zina olup yalan söylediğini ileri sürmeleri; hristiyanların ise, Hz. İsa (a.s)'nın bir ilah olduğunu iddia etmeleridir. [142]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Bundan evvel gerçekten hem kendileri sapmış, hem de birçok (İnsanı) saptırmış ve dümdüz yoldan sapmış bir kavmin hevâ ve hevesine uymayın buyurmuştur.
Bu âyetle ilgili iki mesele vardır: [143]
"Ehvâ" kelimesi burada, delil ve hüccetlerin değil de, şehvet ve arzunun sevkedip götürdüğü görüşler demektir.
Şa'bî, "Allah Teâlâ Kur'ân'da, "hevâ" kelimesini getirdiği her yerde, "hevâ"yı tenkid edip, kınamıştır. Nitekim, "Hevâ'ya tâbi olma ki o, seni Allah yolundan saptırır" <sad. 26>; "Hevâsma uyan kimseler sakın seni bundan alıkoymasın. Sonra helak olursun" "Kendi hevâ-vü hevesinden söylemez O" (Necm, 3) ve "Hevâsmı tanrı edinmiş kimseyi gördün mü?.." (Câsiye, 23) buyurmuştur" der.
Ebû Ubeyde şöyle demiştir: "Biz, "heyâ"kelimesinin hep kötü mânalara kullanıldığını görüyoruz. Mesela "Falanca hayra heves ediyor" denilmeyip, aksine, "Falanca hayır ister ve sever denilir."
Bazı âlimler de: "Hevâ, Allah'ın dışında, ibâdet olunan bir "ilah (put)" manasınadır" demişlerdir.
Sahibini ateşe götürüp uçurduğu için, arzu ve hevese, "hevâ" denildiği de ileri sürülmüştür.
Hevâ-ü hevesi zemmetme
hususunda şu beyit söylenmiştir:
'Şüphesiz hevâ, bizatihi horluk ve haktrliktir. Bundan dolayı hevâ ve hevesine uyduğun zaman, horluk ve hakirlikle yüzyüze gelirsin."
Yine birisi, İbn Abbas (r.a)'a: "Ben hevâ-vü hevesimi, senin hevâ-vü hevesinin üzerinde kılan Allah'a hamdederim" demiş. Bunun üzerine İbn Abbas (r.a): "Her hevâ, sapıklıktır" demiştir. [144]
Allah Teâlâ onları, sapıklık hususunda üç kademe ile tavsif etmiş ve hepsinin de, daha önce sapıtmış olduklarını anlatmış, sonra başkalarını da saptırdıklarını belirtmiş ve daha önceki gibi, şu anda da sapıklıkta devam ettiklerini beyân etmiştir. Biz, bu halden, Allah'a daha uzak ve Allah'ın ikabına daha yakın, başka bir hal göremiyoruz. Bundan Allah'a sığınırız. Bu âyetin şu mânaya gelmesi de muhtemeldir: "Onlar saptılar, saptırdılar ve daha sonra da saptırmalarını bir nevî hakka iletme olarak inandıkları için saptılar." Yine âyette bahsedilen birinci sapma (delâlet) ile, dinden sapma; ikincisi ile de, cennete götüren yoldan sapma mânasının kastedilmiş olması da muhtemeldir. [145]
Bil ki Allah Teâlâ, ehl-i kitaba bu şekilde hitap edince, onların alalarının durumunu anlatmak için şöyle buyurmuştur:
"israiloğullanndan kâfir olanlar, Davud'un ve Meryem oğlu İsa'nın diliyle lanetlendiler. Bunun sebebi isyan etmeleri ve ifrata sapmaları idi. Onlar,yaptıkları herhangi bir fenalıktan, birbirini nehyetmezlerdi. Hakîkaten yapmakta oldukları şey ne kötü idi. İçlerinden bir çoğunu görürsün ki, kâfirlere dostluk ederler. Kendilerinin, irtikâb ettikleri şeyler, andolsun ki ne çirkin şeylerdir. (Bu da^ Allah'ın kendilerine gazap etmesi ve onların o azap içinde ebedî kalıcı olmalarıdır. Eğer Allah'a, peygambere ve O'na indirilene iman etmtş olsalardı, onları dostlar edinmezlerdi. Fakat onlardan birçoğu fasık kimselerdir" (Mâide, 78-61).
Müfessirlerin ekserisi, yüce Allah'ın, bu âyet ile Ashab-ı sebt (cumartesi yasağına uymayanlar) ile, Mâide (Gökten inen sofra) ashabını kastetmiştir, demişlerdir. Cumartesi yasağına uymayanlar, Dâvud (a.s)'un kavmi olup, bunlar, Eyle halkıdır. Bunlar, Allah'ın A'râf sûresinde de bahsettiği gibi, cumartesi günü balık tutmak suretiyle haddi aşınca, Dâvud (a.s): "Allah'ım, onlara lanet et ve onlan bir ibret vesilesi kıl..' dedi. Böylece onlar da maymunlar haline geldiler. Mâide ashabına gelince, bunlar da, o sofradan yeyip içip de, buna rağmen iman etmeyince Hz. İsa: "Allah'ım, onlara, Ashab-ı Sebt'e lanet ettiğin gibi, lanet et!" dedi. Böylece bunlar da domuzlar haline geldiler. Bunlar, içlerinde hiçbir kadın ve hiçbir çocuk bulunmayan beşbin kişi idiler. Alimlerden bazıları şöyle demişlerdir: Yahudiler: "Biz peygamber evlatlarıyız" diye övünüyorlardı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, onların, peygamberlerin lisanlarıyla da lanetlenmiş olduklarına delâlet etsin diye, bu âyeti zikretmiştir.
Şu da denilmiştir: Hz. Dâvûd ile Mz. İsa (a.s), Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliğini müjdelemişler, O'nu tekzib edenleri de lanetlemişlerdi. Bu, Esamm'ın görüşüdür.
Müteakiben Allah, buyurmuştur ki bu, "bu lanet, onların Allah'a isyan edip bu isyanda ileri gitmeleri sebebiyle olmuştur" demektir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu ma'siyet ve haddi aşmayı, "Onlar, yaptıkları herhangi bir fenalıktan, birbirini vazgeçilmiyorlardı" buyruğuyla belirtmiştir. Bu ifâdede geçen "Birbirini vazgeçirme tabirinin şu iki anlamı vardır:
a) Cumhurun benimsediği görüşe göre bu fiil, nehy (nehyetmek) masdarının "tefâül" babıdır. (Tenahî) yani, "Onlar birbirlerini kötülükten nehyetmiyorlardf" demektir. İbn Mesûd (r.a), Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Kim bir topluluğun amelinden hoşnut olursa, o kimse onlardan olmuş olur. Her kim de, bir grubun sayısını, (kalabalığını) çoğaltırsa, o da onlardan olmuş olur."
b) Bu kelime, (vazgeçmek, bitirmek) anlamındadır. Nitekim bir kimse bir şeyden vazgeçip kaçındığı zaman, denilir.
Daha sonra Hak Teâlâ, "Hakikaten yapmakta oldukları şey, ne kötü idi!" buyurmuştur. tabirinin başındaki lâm harfi, kasem lamıdır. Buna göre sanki Allah, "Zâtıma yemin ederim ki, hakikaten onların yapmakta oldukları şey ne kötü idi!" demiştir. Onların yaptıkları şey ise, günahlar irtikâb edip haddi aşarak düşmanlık yapmak ve emr-i maruf ve nehy-i münker yapmamaktır.
Buna göre şayet, "Bir şey olup bittikten sonra, o şeyden vazgeçmek mümkün değildir. O halde Cenâb-ı Hak, ne diye onları bundan dolayı kınamıştır?" denilirse, biz deriz ki:
Buna birkaç yönden cevap verilebilir:
a) Bundan murad, "Onlar, yapmış oldukları bir kötülüğü tekrar yapmaktan, birbirlerini nehyetmiyorlardı" anlamıdır.
b) "Onlar, yapmayı istedikleri, alet ve edavatını hazırladıkları bir kötülükten birbirlerini vazgeçirmiyorlardı."
c) "Onlar, yapmış oldukları kötülükte ısrar etmekten birbirlerini vazgeçirmiyorlardı."
Daha sonra Allah "İçlerinden birçoğunu görürsün ki, kâfirlerle dostluk ederler" buyurmuştur,
Bil ki Allah-u Teâlâ, ehl-i kitabın atalarını, yukardaki âyetlerde yer alan tabirlerle vasfedince, onlardan, Kur'ân'ın nüzul zamanında mevcut olanları da, kâfirleri ve putperestleri dost edinmeleri vasfıyla nitelemiştir ki, bundan murad Ka'b Ibn Eşref ve arkadaşlarıdır. Çünkü bunlar müşrikleri Hz. Peygamber'in aleyhine kışkırtmış ve onlara yardımda bulunmuşlardı. Biz bu hususu, "...diğer küfredenler için de, "Bunlar iman edenlerden daha doğru bir yoldadır" diyorlar" (Nisa, 51) âyetinin tefsirinde anlatmıştık.
Daha sonra Allah, "Kendilerinin, yapıp gönderdiği şeyler, andolsun ki ne çtrkin şeylerdir" buyurmuştur ki bu, "onların, âhiret yurdunda, âhiretleri için takdim etmiş oldukları şey ne kötüdür" demektir.
Allah, "Bu da, Allah'ın kendilerine gazap etmesi ve onların o azap İçinde ebedi kalıcı olmalarıdır" buyurmuştur. edatının başına geldiği cümle, mahallen merfûdur. Bu, senin tıpkı "Zeyd, adam olmak bakımından ne kötüdür!" demen gibidir. Bu cümlenin merfû oluşu, tıpkı misâlimizde ki Zeyd kelimesinin merfû oluşu gibidir. Misalimizdeki "Zeyd" kelimesinin merfu oluşu hususunda şu izah yapılmıştır.
a) Zeyd kelimesi mübtedâ, J-4 ve kendisinde amel etmiş olduğu şey ise, kelimesinin haberidir.
b) Zeyd kelimesinin, mahzûf bir mübtedânın haberi olmasıdır. Sanki o, deyince, ona, "Kimdir o?" denilmiş de, o da Zeyd, yani demiştir.
Daha sonra, Allah: "Eğer Allah'a, peygambere ve ona indirilene İman etmiş olsalardı, onları dostlar edinmezlerdi. Fakafc onlardan birçoğu fasık kimselerdir" buyurmuştur ki bu, "Onlar, iddia ettikleri gibi eğer Allah'a, peygamberlerine, yani Musa'ya ve Tevrat'a, o Musa'ya indirilene inanmış olsalardı, müşrikleri dost edinmezlerdi" demektir. Çünkü müşrikleri dost edinmenin haram edilmesi hem Tevrat'ta, hem de Musa'nın şeriatında te'kid edilmişti. Şu halde, buna rağmen onlar bunu yapınca, onların maksatlarının Hz. Musa'nın dinini takrir etmek, yürürlüğe koymak olmayıp, bilakis onların maksatlarının riyaset ve makam olduğu ortaya çıkmış olur. Böylece onlar, bu riyaset ve makamı, güçlerinin yettiği her türlü yolla elde etme gayreti içine girmişlerdir. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak onları, "fasıklıkta" tavsif ederek, "Fakat onlardan birçoğu fasık kimselerdir" buyurmuştur.
Bu hususta başka bir açıklama da, Kaffal'in yapmış olduğu şu izahtır: "Şayet, müşrikleri dost edinen o yahudiler, Allah ve Muhammed (s.a.s)'e iman etmiş olsalardı, o yahudiler o müşrikleri dost edinmezlerdi." Bu izah da güzel ve yerinde bir izah olup, âyette buna mâni olabilecek herhangi bir husus bulunmamaktadır. [146]
"İnsanların, iman edenlere düşmanlık bakımından en şiddetlisi, andolsun ki Yahudilerle, Allah'a eş koşanları bulacaksın. Onların, iman edenlere sevgi bakımından daha yakınını da, andolsun, "Biz nasranîleriz" diyenleri bulacaksın. Bunun sebebi şudur: Çünkü onlann içinde keşişler, rahipler vardır ve onlar, büyüklenmek istemezler" (Maide, 82).
Bil ki Allah, ehl-i kitap olan yahudi ve hristiyanlarla ilgili olarak zikretmiş olduğu şeyleri zikredince, bu âyette de, yahudilerin müsiümanlara daha fazla düşman olduklarını belirtmiştir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak yahudileri, düşmanlık hususunda, müşriklerle eş tutmuş, hatta onların, düşmanlık konusunda müşriklerden de katı olduğuna dikkat çekmiştir. İşte bu sebepten dolayı da yahudileri müşriklerden önce getirmiştir. Yemin ederim ki, onlar gerçekten böyledirler. Hz. Peygamber (s.a.s)'den de 'Iki Yahudi bir müsUimarılabaşbaşa kalmaya görsünler; onlar mutlaka o müslümara öldürmeye kastederler"[147] dediği rivayet edilmiştir. [148]
Allah Teâlâ bu âyette, hristiyanlann, yahudilerden daha yumuşak huylu okluğunu ve bu sebeple de müsiümanlara daha yakın olduğunu belirtmiştir. Burada iki mesele vardır: [149]
İbn Abbas, Said İbn Cübeyr, Ata ve Süddî: "Bu âyetle Necaşî ve Habeşistan'dan Hz. Peygamber'e gelerek O'na iman eden kavmi murad edilmiştir. Müslümanlara düşmanlıkları apaçık iken bütün hristiyanlar murad edilmemiştir" demişlerdir.
Diğerleri ise şöyle demişlerdir: "Yahudilerin inançlarına göre, dinî bakımdan kendilerinden olmayan kimselere, hangi yol ve şartla olursa olsun, kötülük yapmak kendilerine farzdır.. Eğer, öldürmeye güçleri yeterse, öldürürler; yapamazlarsa, mallan gasbetmek, hırsızlık yapmak veyahut da çeşitli hile, tuzak ve desiseler kurarak bunu yapmaya çalışırlar.. Ama hristiyanlara gelince, onların inançları böyle değildir. Aksine onların dinine göre başkalarına eziyyet etmek haramdır. İşte bu iki millet arasındaki fark budur." [150]
Bu iki millet arasındaki farkı izah etmekten maksat, Hz. Peygamber (s.a.s) nezdinde yahudilerin durumunu, (p'na
vermiş oldukları keder ve üzüntüyü) hafifletmektir. O.kcJ kelimesinin başındaki lâm harfi, kasem lamı olup, mâna: "Yemin ederim ki, yahudî ve müşrikleri, mü'minlere düşman olmak bakımından insanların en katı ve şiddetli olanı bulursun... Biz sana, bu diretmenin ve bu isyanın, onların eskiden beri devam ettirdikleri örfleri olduğunu açıklayıp izah ettik.. O hâlde gönlünü onlara karşı serbest tut, onların hile ve tuzaklarına aldırış etme" demektir. [151]
Daha sonra Allah, bu iki millet arasındaki farklılığın sebebini izah etmek üzere: "Bunun sebebi şudur: Çünkü orûann içinde keşişler, rahipler vardır ve on/ar, büyüklenmek istemezler" buyurmuştur. Bu tabirle ilgili olarak da şu iki mesele vardır. [152]
Bu farklılığın sebebi şudur: Yahudiler, dünyaya karşı çok şiddetli bir hırs ve tutku içindedirler. Bunun detili ise,
Cenâb-ı Hakk'ın, "Celalim hakkı için, sen onları (yahudüert) İnsanlardan (hatta) müşriklerden daha fazla (dünya) hayatına düşkün bulacaksın" (Bakara, 96) âyetidir. Allah, bu âyetinde yahudileri, dünyaya düşkün olma hususunda, âhireti inkâr eden müşriklere eş tutmuştur. Hırs, kötü ahlâkın kaynağı ve merkezidir. Çünkü dünyaya düşkün olan herkes, dünyayı elde etmek uğruna dinini terkeder ve her türlü haramı ve kötülüğü yapmaya yeltenir. Binâenaleyh muhakkak onun, bir mal veya bir makam elde eden herkese karşı düşmanlığı artar.. Hristiyanlara gelince onlar, pek çok işte dünyadan yüz çevirip ibâdete; riyaset tutkusunu, tekebbürü ve kendini yüksek görmeyi terketmeye yönelirler. Böyle olan herkes hiç şüphesiz ki, başkalarına haset etmez, onlara eziyyet vermez ve onlara düşmanlıkta bulunmaz.. Aksine Hakk'ı talep etmek hususunda yumuşak huylu olur ve o Hakk'a hemen boyun eğer. İşte bu konuda bu iki millet arasındaki fark budur ki, bu da Allah'ın: "Bunun sebebi şudur: Çünkü onların içinde keşişler, rahipler vardır ve onlar, büyüklenmek istemezler" buyruğu ile kasdedilendir.
Burada, dini talep etme hususunda faydalı olan bir incelik vardır ki o da şudur: Hristiyanlann küfrü, yah udilerin kinden daha katı ve serttir. Zira, hristiyanlar ulûhiyyette ve nübüvvet hususunda çekişirlerken, yahudiler sadece nübüvvet hususunda münakaşa etmişlerdir. Birinci durumun daha tehlikeli olduğunda bir şüphe yoktur. Hristiyanların, bu kadar katı küfürlerine rağmen, dünyayı talep etme konusundaki hırs ve tutkuları daha fazla olmayıp, aksine onların kalplerinde âhirete yönelik bir meyil ve arzu bulunduğu için, Allah Teâlâ onları, "onların, iman edenlere sevgi bakımından daha yakınını da, andölsun, "Biz nasranileriz" diyenleri bulacaksın tabiriyle onlara bir mevki vermiştir. Yahudilere gelince, onların küfürleri hristiyanlanr küfürlerinin yanında daha hafif olmasına rağmen, Allah onları rahmetinden kovmuş ve lanetin daha büyüğünü onlara göndermiştir. Bu ise sırf onların, dünyaya aşır düşkünlükleri sebebiyle olmuştur. İşte bu durum senin dikkatini, Hz. Peygambe (s.a.s)'in "Dünya sevgisi her günahın başıdır"[153] sözünüı ne kadar doğru olduğu hakikatine çekmektedir. [154]
kelimeleri, hristiyanlann başkanlarına verilen addır. Bu kelimelerin çoğulu.Urve İbnu'z Zübeyr şöyle demektedir: "Hristiyanlar, İncil'e yapacaklarını yaptılar ve ona, ondan olmayan şeyleri de soktular. Geriye onların âlimlerinden, hak ve din hususunda tek bir kişi kalmıştır ki, onun da adı "Kıssîs" idi. Binâenaleyh, onun yolu ve dini üzere olan herkes"kıssis'dir. Kutrub da şöyle demektedir: kelimeleri Rûmcada "âlim" mânasına gelir. İşte bu da, her iki dil arasında vaki olan bir muvafakattan ileri gelmektedir. Ruhban kelimesine gelince, bu tıpkı, râkib kelimesinin çoğulunun rûkban (binicler); fâris kelimesinin çoğulunun fursân (süvariler) olması gibi, râhib kelimesinin çoğuludur. Bazıları da ruhban kelimesinin müfred olup, cemisinin ise rehâbîn şeklinde geldiğini ve bunun tıpkı kurban (karabîn) (kurban-kurbanlar) kelimeleri gibi olduğunu; aslının ise, "korku" mânasına gelen kelimesi olduğunu söylemişlerdir.
İmdi şayet, Cenâb-ı Allah 'onlar hakkında onların ihdas ettikleri ruhbanlığa..." [Hadid,27)buyurduğu, Hz. Peygamberde, "İslam'da ruhbanlık yoktur"[155] dediği halde Allah onları nasıl medhetmiş, övmüştür?" denilirse, biz deriz ki:
Bu, yahudilerin son derece sert ve katı olan tavırları, yolları mukabilinde olarak (nisbî) bir övgü ve medh olmuştur. Bu kadar bir övgüden, onun her halükârda bir övgü olması mânası çıkmaz.. [156]
"Peygambere indirileni dinledikleri vakit de Hakk'ı taradıklarından dolayı gözlerinin yaşta dolup taştığını görürsün onların. (Şöyle) derler: "Ey Rabbtmtz, iman ettik. Artık bizi (hakka) şahid olanlarla beraber yaz. Zaten biz, Rabbtmtzin bizi de salih kimseler arasına koymasını umup dururken ne diye Allah'a ve bize gelen hakikate iman etmeyelim?" İşte Allah, onların söylediklerinden dolayı alandan ırmaklar akan cennetleri kendileri oralarda ebedî kaim olmak üzere onlara mükâfaat olarak İhsan etti. Bu, iyi hareket edenlerin mükâfatıdır. O inanmayıp kâfir olanlara, Allah'ın âyetlerini Yalanlayanlara (gelince), onlar da o çılgın ateş ehlidirler" (Mâide. 83-86).
Daha sonra yüce Allah, Peygambere indirileni dinledikleri vakit de, gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün" buyurmuştur, "dinlediler" fiilinde fail olan vâv zamiri, onlardan man eden kıssîs ite ruhbanlara; ifadesindeki gizli zamiri Kur'ân'a râci olup, "peygambere" ifadesiyle de Hz. Peygamber kastedilmiştir.
İbn Ab bas şöyle demektedir: Allah bu âyet ile Necaşî ve arkadaşlarını kastetmiştir. Bu böyledir, zira Cafer et-Tayyar, Necaşî ve arkadaşlarına Meryem sûresini okumuş; bunun üzerine Necaşî, yerden bir saman çöpü alarak, "Allah'a yemin olsun ki, o, Allah'ın İncil'de buyurduğuna, (saman çöpünü göstererek) şu kadarctk bir ilâvede bulunmadı!" demiştir. Cafer et-Tayyar, okumayı bitirinceye kadar ağlamalarını sürdürmüşlerdir.
Cenâb-ı Hakk'ın, "gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün" buyruğu ile ilgili olarak şu iki izah yapılmıştır:
a) "Onların gözleri, taşıncaya kadar yaşlarla doldu" demektir. Çünkü kelimesi, kabın veya benzeri şeylerin içindeki, etrafından görülünceye kadar dolup taşmasıdır.
b) Bu tabirle, onların iyice ağlamaları murad edilmiş, böylece de onların gözleri, âdeta dolup taşmış olarak tasvir edilmiştir.
Cenâb-ı Hakk'ın "hakkı tanıdıklarından dolayı..."buyruğunun mânası, "Hz. Muhammed'e indirilen hakkı tanımalarından dolayı..." demektir.
Buna göre eğer kelimesindeki ile Hak Teâlâ'nın ifadesindeki arasında ne fark bulunmaktadır? denilirse, deriz ki: Birinci harf-i cerri "ibtidâ-i gaye" içindir. Buna göre ifâdenin mânası, "Göz yaşlarının dolup taşması, önce Hakk'ı tanımaktan neşet etmiş ve bundan ötürü, bu sebeple olmuş..." demektir. İkinci ise, "teb'îz" içindir. Yani, "onlar Hakk'ın yani Kur'ân'ın bir kısmını tanımalarıyla yüce Allah onları ağlattt, artık onlar Hakk'ın tamamını tanısalardı kim bilir durum nasıl olurdu!.." demektir. [157]
Allah Teâlâ'nın, "Onlar, "Ey Rabbtmiz, biz duyduğumuza iman ettik ve onun hak olduğuna şehâdet ettik.. O halde bizi de şahitlerle bareber yaz!" sözüne gelince, bu hususta şu iki izah yapılmıştır:
a)
Allah Teâl? bu ifâdeyle, Hz. Muhammed
(s.a.s)'in Hakk'a şehâdet eden ümmetini kastetmiştir. Bu, "Böylece sizi
vasat (orta) bir ümmet yapmışızdır; insanlara karşı şahidler olasınız.,
diye.." (Bakara. ii3) âyetinden anlaşılmaktadır.
b) "Peygamberlerinden ve kullarının mü'minlerinden, "senin dışında ilâh olmadığına şehâdet edenlerle birlikte yaz!" demektir.
"Zaten biz, Habbİmizin bizi de salib kimseler arasına koymasını umup dunıken ne diye Allah a ve bize gelen hakikate iman etmeyelim?'' buyruğu ile ilgili şu iki mesele vardır: [158]
Keşşaf sahibi ifadesi manasında olarak, hal olması itibariyle mahallen mansubtur. Bu tıpkı senin, "ayakta olarak.." demen gibidir. ifâdesinin başındaki vâv harfi de, haliyye vâvıdır" demiştir.
Buna göre şayet, "Birinci ve ikinci hâlin âmili olan kelime nedir?" denilirse, biz deriz ki: Birincisinin âmili, ifâdesindeki fiil manasına gelen lâm harfidir. Buna göre sanki, "Biz mü'min olmadığımız halde, eğer mü'min olmazsak, elimize ne geçer?" denilmek istenmiştir. İkincisinin âmili ise, bu fiilin mânâsıdır. Ancak ne var ki ikinci hal de birincisiyle mukayyettir. Çünkü sen, birinci hali aradan çıkarıp da dersen, bu tam bir söz olmaz. Yine kelimesinin kelimesinden hal olması da caizdir.. Şu anlamda ki; Onlar, kendilerinin Allah'ı birlememelerini, bununla beraber, salib kimselerle birlikte olmalarını yadırgamışlar, bunu yakıştıramamıslardır. Bu ifâdenin, "Bize ne oluyor ki, teslîs akidesiyte, salih kimselerle birlikte bulunma arzusunu birleştiriyoruz!" mânasında olarak ifadesine atfedilmiş olması da caizdir. [159]
Âyetin takdiri, "Rabbimizin, bizi sâlih kavimlerle birlikte cennetine Rıdvan yurduna sokacağını umuyoruz"şeklinde ve ihsan Erttfmn Amelle™ Karşdığı dedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O (Allah), mutlaka onlan, razı olacakları bir yere sokacaktır" (Hacc. 59) buyurmuştur. Fakat âyette bu hususun, malum olduğu için hazfedilmesi güzel ve yerinde olmuştur.
Sonra Allahu Teâlâ, Allah onların söylediklerinden dolayı, altından ırmaklar akan cennetleri, kendileri için ebedi kalıcı olmak üzere, onlara mükâfaat olarak ihsan etti. Bu, iyi hareket edenlerin mükâfaatıdır. O inanmayıp kâfir olanlara, Allah'ın âyetlerini yalanlayanlara (gelince), onlarda o çılgın ateşin ehildirler" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [160]
Âyetin zahiri, onların bu sevabı, sırf sözlerinden dolayı hakettiklerine delâlet etmektedir. Çünkü Allah Teâlâ, "Söylediklerinden dolayı... mükâfaat olarak ihsan etti" buyurmuştur. Bu ise mümkün değildir. Çünkü sırf söz,
sevabı gerektirmez.
Alimler buna şu iki şekilde cevap vermişlerdir: .
a) Daha önce, onların vasfı olarak, "söylediklerinde ihlaslt oldukları" hususu geçmişti ki bu, "marifet" (bilme)dir. Bu da, Allah'ın "Hakk'ı tanıdıklarından (bildiklerinden)dolayı..." ifâdesi ile anlatılan husustur. Ma'rifet, ihlâs ile mükemmel bir bağlılık bulunup, sonra da bunlara söz eklenince, şüphesiz ki iman kemâle ermiş olur.
b) Atâ'nın rivayetine göre, İbn Abbas(r.a): "âyetteki "söylediklerinden dolayı..." ifâdesi ile, "istedikleri şeyden dolayı..." manası kastedilmiştir İstedikleri şey ise, onların, "Artık bizi (hakka) şâhtd olanlarla beraber yaz" şeklinde istekleridir. [161]
Âyet, fâsık mü'minin
cehennemde ebedî kalmayacağ delâlet etmektedir. Bunu şu iki şekilde izah
ederiz:
1) Hak Teâlâ, "Bu, muhsinlerin (iyi hareket edenleri mükâfaatıdır" buyurmuştur. Bu muhsin oluşun, mutlaJ-daha önce geçen marifet (hakkı tanıma) olması gere!
Bu marifet de, âyetteki "hakkı tanıdıklarından (marifetlerinden) dolayı" ifâdesi i "hakkı ikrar etme" mânasına gelen, "Allah, onların söylediklerinden dolayı... onlv mükâfaat olarak ihsan etti" ifâdesinden çıkartılmıştır. Durum böyle olunca işte I âyet, bu marifet ve ikrarın, o mükafâatı gerektirdiğini gösterir. Büyük günah sahibi
olan mü'minin de bu marifet ve ikrarı vardır. Binâenaleyh bu mükafaatın, onun için de söz konusu olması gerekir. Büyük günah sahibinin, cennetten cehenneme gönderilmesinin söz konusu olmadığında icmâ vardır. Geriye, "Büyük günah sahibi, günahı nisbetinde cezalandırılır, sonra cennete gönderilir" demek kalır ki, ulaşılmak istenen netice de budur.
2) Allah Teâlâ, "O İnanmayıp kâfir olanlara, Allah'ın âyetlerini yalanlayanlara (gelince), onlar da o çılgın ateşin ehlidirler" buyurmuştur. Bu âyetteki, "onlar da o çılgın ateşin ehlidirler" sözü, hasr mânası İfâde eder. Yani, "cehennemlikler başkaları değil, sadece bunlardır" mânasına gelir. Birşeyin ehli, eşi-dostu ve yârânı, ondan hiç aynlmayıp, hep onunla birlikte olan demektir. Binâenaleyh cehennem ehli olup, onunla devamlı birlikte olma halinin, kâfirlere has olmasını gerektirir. Bu sebeple bu âyet, cehennemde ebedî kalışın, günahkâr mü'minler için söz konusu olmadığına, işte bu iki bakımdan delâlet eden en güçlü delillerden olur. [162]
"Ey iman edenler, Allah'ın size helâl kıldığı tayyibâtı (temiz ve güzel şeyleri), haram kılmayın ve haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez" (MAide. 87).
Bil ki Allah Teâlâ, yahudi ve hristiyanlara karşı fazlasıyla deliller zikrederek onlarla iyice münazara ettikten sonra tekrar ilahî hükümlerini açıklamaya dönerek onlardan bir kısmını şöylece bildirmiştir: [163]
Birinci çeşit, yeme-içme ve tayyibat (hoş ve leziz şeylerle) ilgili olan ahkâmdır. İşte bununla alakalı olarak "Ey iman edenler, Allah'ın size helal kıldığı tayyibâtı haram kılmayın" buyurmuştur. Bu hitapla ilgili birkaç mesele vardır: [164]
"Tayytbât". "nefislerin arzu duyduğu, kalplerin kendisine meylettiği leziz ve hoş şeyler" demektir. Bu âyetin sebeb-i nüzulü ile ilgili iki görüş vardır:
1) Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber (s.a.s), Osman ten Maz'Ûn (r.a)'un evinde, ashabına uzun uzun Kıyameti anlatmış, onları inzar ve sakındırma hususunda çok söz söylemişti. Bunun üzerine ashab, dünyayı önemsememeye, güzel ve hoş yiyecek ve içecekleri kendilerine haram saymaya, gündüzleri hep oruç tutup, geceleri çokça namaz kılmaya, hiç yatmamaya ve uyumamaya, kendilerini hadım etmeye, eski püskü elbiseler giymeye ve yeryüzünde dolaşmaya niyetlenmişlerdi. 8u durum, Hz. Peygamber (s.a.s)'e ulaştığında O, onlara,
' Ben, böyle bir şeyle emrolunmadım. Şüphe yok ki sizde nefislerinizin hakkı vardır. Binâenaleyh hem oruç tutun, hem İftar edin. Hem gece namazı kılın, hem uyuyun. Çünkü ben de hem namaz kılar, hem uyurum; hem oruç tutar, hem İftar ederim. Et ve et (iç) yağı yerim, hanımlarımın yanlarına vannm. Artık kim benim sünnetimden (yolumdan) yüz çevirir ise, o ben(im ümmetim)den değildir" buyurdu.
İşte bu görüşe göre, bu âyet ile daha önceki âyetler arasındaki münasebetin şu şekilde olduğu ortaya çıkar: Allah Teâlâ, hristiyanları "Çünkü onların içinde keşişler, rahipler vardır" (mam, 82) diyerek medhetmiştir. Halbuki, dünyanın hoş ve leziz şeylerinden sakınmak, bu keşiş ve rahiplerin âdeti idi. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak onları medhedince, bu medih, müslümanlara aynı şekilde hareket etme isteği vermişti. İşte bundan dolayı Allah Teâlâ, bunun peşisıra, müslümanlann kendilerinin aynı şey ile emrolunmadıklan anlaşılsın diye, bu isteği ve vehmi silecek olan bu âyeti getirmiştir. [165]
İmdi eğer, "Bu nehyin hikmeti nedir? Zira dünya sevgisi, insanların tabiatlarına ve kalelerine hâkimdir. Binâenaleyh insan lezzetli ve hoş şeylere dalınca, insanların o şeylere karşı meyli artar, arzusu büyür. Nimetler ne zaman böyle çok ve devamlı olur ise, insanın onlara karşı meyli ve arzusu da o nisbette kuvvetli ve büyük olur. Meylin kuvvet ve rağbeti artınca da, insanın dünyayı isteme hırsı artar ve dünyevî şeyleri elde etmeye iyice dalar. Bu ise, insanın marifetullah'a ve Allah'a itaata dalmasına, âhiret saadetlerini istemesine mâni olur.
Fakat dünyanın leziz ve hoş şeylerinden yüz çevirmeye gelince; bu yüz çeviriş ne kadar mükemmel ve devamlı olur ise, insanın dünyaya meyli de o nisbette zayıflar ve azalır. Bu durumda da nefis, marifetullah peşinde koşmaya ve Allah'a hizmete zaman ve imkân bulur. Bu hususların, bu şekilde olduğu herkesçe malumdur. Durum böyle olduğuna göre Cenâb-ı Hakk'ın, mü'minleri (ruhbâniyyetten, dünyadan uzaklaşmaktan) nehyetmesindeki hikmet nedir?" denilir ise, buna şu şekillerde cevap verilir:
a) Aşın ruhbanlık, hoş ve mubah lezzetlerden tamamen sakınma, uzuvların reisi durumunda olan kalbin ve beynin zayıflamasına sebep olur. Bu ikisi zayıflayınca da, tefekkür kabiliyeti zarar görür ve akıl karışır. En büyük mutluluğun ve Allah'a kurbiyyetin (yakınlığın) en büyüğünün, marifetullah olduğunda şüphe yoktur. Aşırı ruhbanlık, anlattığımız şekilde, böyle bir zarara sebebiyet verince, Cenâb-ı Hak bunu yasaklamıştır.
b) Sizin zikretmiş olduğunuz şeyin neticesi şudur: Nefsin maddî ve leziz olan şeyleri elde etmekle meşgul olması, onun manevî mutluluklarla tam ve mükemmel olmasına mâni olur. Bu, zayıf olan nefisler hakkında kabul edilen bir husustur. Ama, alî ve kâmil nefislere gelince, bunların maddî işlerle meşgul olmaları, manevî mutluluklarla tam ve mükemmel olmalarına mani olmaz. Çünkü biz, nefislerin bazen zayıf olduğunu müşahede etmekteyiz. Şöyle ki bu nefis, her ne zaman bir işle meşgul olursa, o nefsin başka bir işle meşgul olması imkânsız olur. Nefis ne kadar güçlü olursa, bu durum da o nisbette mükemmel olur. Bu böyle olunca, işi sadece ruhbanlığa dökmek, bir tür zayıflığın ve kusurun delili olur. Mükemmellik, her iki tarafı da (dünyevî ve uhrevî tarafı) bihakkın yerine getirmede ve insanlar arasında bulunmadadır.
c) Maddî lezzetleri bihakkın yerine getirmek isteyen kimsenin bundan maksadı, manevî lezzetleri bihakkın yerine getirmede yardım sağlamaktır. Çünkü bu kimsenin riyazeti ve mücâhedesi, bütün maddî lezzetlerden yüz çevirenin riyazetinden daha mükemmeldir. Çünkü nefsi kısmen tâate yöneltmek, onun (dünyadaki) pay ve hisselerinden yüz çevirmeden daha güç ve daha zordur. Binâenaleyh, böyle davranmadaki mükemmellik daha tam olmuş olur.
d) Tamamen ruhbanlık, dünyanın harap olmasına, neslin inkıtâya uğramasına yol açar. Ama marifetullah'a, muhabbetullah'a ve tâate devam etmekle beraber, ruhbanlığı terkedip bırakmak ise, hem dünyanın hem de âhiretin mamur olmasını ifade eder. Böylece bu durum daha mükemmel olmuş olur. İşte bu konuda söylenecek sözün tamamı budur.
2) Kaffâl'ın zikretmiş olduğu şu husustur: Allah Teâlâ bu sûrenin başında "ahtâleri yerine getirin" (Mftkie. i) buyurmuş, böylece de haram kılınmış şeylerin helâl olmasını talep etmek caiz olmayacağı gibi, helâl kılınmış şeylerin de haram kılınmasının caiz olmayacağını beyan buyurmuştur. Araplar, Allah'ın haram kılmadığı hoş ve leziz şeyleri haram sayıyorlardı ki bunlar, "Bahire, Sâibe, Vasile ve Hâm" «tatlan verilen develerdir. Yüce Allah bu hususu hem bu sûrede, hem de En'âm sûresinde anlatmıştır. Zira onlar meyteyi, kanı ve bu ikisi dışında kalan şeyleri helâl addediyorlardı. Böylece Cenab-ı Hak, "Allah'ın helal kıldığını haram kılmamalarını; haram kıldığı şeyi de helal addetmemelerini" emretmiştir. Bu nedenle onlar, Allah'ın "Ey iman edenler, ahidlert yetine getirin" (mim», t) buyruğunun hükmüne dahil olmuşlardır. [166]
"Allah'ın size helâl kıldığı tayytbâtı (temiz ve güzel şeyleri) " buyruğunun şu mânalara gelmesi muhtemeldir:
1) "Allah'ın size helâl kılmış olduğu şeyleri haram kılmayı ttikâd, inanç haline getirmeyiniz.."
2) "Allah'ın size helâl kılmış olduğu şeyleri haram kılmayı lisânınızla ortaya koymayın."
3) "Allah'ın helâl kıldığı şeylerden, haram kıldığı şeylerden kaçmanız gibi bir kaçışla kaçmayınız.." Bu üç mâna, itikad, söz ve amel manasına hamledil m iştir.
4) "Fetvalarınızla, helâlleri başkalarına haram kılmayınız..''
5) "Yemin veya nezretmek suretiyle, helâl olanları haram kılmayı iltizâm etmeyiniz.. (Bu mânada olmak üzere) bu âyetin bir benzeri de "Ey peygamber, Allah'ın sana helâl kıldığı şeyi., niçin haram ediyorsun?" frahrim. i» âyetidir.
6) "Gasbedilen şeyleri, mülkünüze ayırdedilmesi mümkün olmayacak bir şekilde karıştırmayınız. Böyle olması halinde, hepsi de haram olur. Binâenaleyh bu karıştırmak, helâl olan şeyleri haram haline getirmenin sebebidir. Pis olan şeylerin temiz olan şeylere karışması halinde de hüküm aynıdır."
Âyet bütün bu mânalara muhtemeldir. Âyeti bu mânaların hepsine birden hamletmek de uzak bir ihtimal sayılmaz. Allah en iyi bilendir. [167]
Allah "ve haddi
aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez" buyurmuştur. Bu buyrukla ilgili olarak şu izahlar
yapılmıştır:
a) Allah Teâlâ, hoş ve temiz olan şeyleri haram kılmayı, bir haddi aşma ve bir zulüm kabul etmiştir. Böylece hükmüne, helâl ve hoş olan şeyleri haram kılmadan nehyetmek de dahil olsun diye, haddi aşmadan nehyetmiştir.
b) Allah, hoş ve leziz şeyleri mubah kılınca, bunlardaki israfı da, "ve haddi aşmayın" hitabıyla haram kılmıştır. Bunun bir benzeri de Cenâb-ı Hakk'ın "Yeytn, İçin, İsraf etmeyin" (Artı. 31) âyetidir.
c) Bu, "Allah size hoş ve leziz olan şeyleri helâl kılınca, sizler bu helâl kılınanlarla iktifa edip, bunları size haram kılınanların sınırına vardırıp da haddi aşmayın" demektir. [168]
Daha sonra Cenâb-ı Hak,
"Allah'ın size rızık olmak üzere verdiği şeylerden helâl ve temiz olarak yeyin. Siz, kendisine iman etmiş olduğunuz Allah'dan korkun" (Mftıde, 88) buyurmuştur.
Bu hitapla ilgili birkaç mesele vardır: [169]
Allah'ın "yeyin" sözü bîr emir sîgası olup, bu emrin zahiri vücûb ifâde etmektedir. Burada, bununla mübahlık ve helâl olmak mânası murad edilmemiştir. Şafiî'nin arkadaşları, nafile ibâdetlere başlamakla onları kaza etmenin farz olmayacağı hususunda bu âyetle istidlal ederek şöyle demişlerdir: Âyetin zahiri, mutlak anlamda yemenin mubah olmasını iktizâ eder. Binâenaleyh bu ifâde, oruca başladıktan sonraki zamana da şamildir. Hülâsa bu yeme emri, sadece bazı durumlar ile sınırlanmış genel (âmm) kavramdır. Âmm sınırlandığı (tahsis edildiği) yerin dışında bir delil ve bir hüccettir. [170]
Cenâb-ı Hakk'ın, 'helâl ve temiz olarak..." ifâdesinin yeme ile ilgili bir ifâde olması muhtemel olduğu gibi, yenilen şey ile de ilgili bir ifâde olması muhtemeldir. Bu sebeple birinci ihtimalin olması halinde, ifâdenin takdiri, "Allah'ın size rızık olarak vermiş olduğu şeylerden temiz ve helâl (bir yeyişle) yeyin" şeklinde; ikinci ihtimalin olması halinde ifadenin takdiri, "Helal ve hoş olan rızıktan yeyiniz.." şeklinde olur. Birinci takdire göre bu, Mu'tezHe'nin "Rızık ancak helâl olandır" şeklindeki görüşüne bir delildir. Bu böyledir, çünkü âyet bu takdire göre, Allah'ın rızık olarak verdiği her şeyi yemek hususundaki iznine, müsaadesine delâlet etmektedir. Allah ise, sadece helâl olanları yemeye müsaade eder. Binâenaleyh, rızık olan her şeyin helâl olması gerekir.
İkinci ihtimale göre ise bu âyet, âlimlerimizin "Rızık bazan haram olabilir" şeklindeki görüşlerinin delilidir. Çünkü Allah Teâlâ, yeme iznini helâl ve hoş olan nzka tahsis etmiştir. Şayet rızık bazan helâlin gayrinden olmasaydı, böyle bir tahsis ve takyidin bir manası olmazdı. [171]
Allah "Allah'ın size rızık olarak verdiği şeyleri yeyiniz" dememiş, ama "Allah'ın size nzık olmak üzere verdiği şeylerden yeyin" buyurmuştur. Buradaki harf-i cerri teb'îz ifâde eder. Buna göre, Cenâb-ı Hak sanki, "size verilenlerin bazısını yemekle iktifa edin; diğer kısımları da sadaka ve hayır yerlerine harcayın" demek istemiştir. Çünkü bu ifâde, israfı bırakmaya bir irşâd ve teşviktir. Bu, O'nun tıpkı, "...ve israf etmeyiniz" (Arat. 31) buyurması gibidir. [172]
"Allah'ın size
rızık olmak üzere verdiği şeylerden yeyin" buyruğu, Allah Teâlâ'nın
herkesin rızkını tekeffül ettiğine delildir. Zira O, herkesin rızkını tekeffül
etmemiş olsaydı, 'Allah'ın size rızık olmak üzere verdiği şeylerden yeyin"
buyurmazdı.. Kişinin rızkını Allah tekeffül ettiğine göre, onu talep etmek hususunda
aşırı davranmaması ve Allah'ın vaadine ve ihsanına güvenmesi gerekir. Çünkü
Allah, vaadinden dönmeyecek derecede kerem sahibidir. İşte bundan dolayı Hz.
Peygamber (s.a.s), "Dikkat ediniz! Allah'a saygılı olun ve (rızkınızı)
talep etme hususunda güzel davranın (meşru yollardan sapmayın)"[173]
buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın, "Allah'a saygılı olun" emri ise bu emri
yerine getirme tavsiyesini pekiştirmektedir. Bunun peşinden gelen,
"Kendisine iman etmiş olduğunuz" vasfı ise bu te'kidi daha da
artırmaktadır. Çünkü Allah'a iman, O'nun insana çizdiği emirler ve yasaklar
çerçevesi içinde kalıp, O'nu saymasını gerektirir.
[174]
Burada zikredilen hükümlerden İkincisi şu âyette yer alır: "Allah, sizi yeminlerinizdeki iağvden dolayı sorumlu tutmaz. Fakat kalbleriiüztn azmettiği yeminler yüzünden muaheze eder. Bunun da kefl&rett, ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derece)sinden on yoksulu doyurmak veya onları giydirmek, yahud bir köle azad etmektir. Fakat kim de bulamazsa, üç gün oruç tutması (lâzımdır). İşte bu, ahdettiğiniz vakit yeminlerinizin kef&retidtr. Yeminlerinizi muhafaza edin. Allah âyetlerini size böylece açıklıyor. Ta ki şükredesiniz" (MAide. 89).
Biz, Allah Teâlâ'nın burada, kanun ve hükümlerinden birkaç nevi beyân ettiğini söylemiştik. Geriye, "Bu hükümle bundan önceki hüküm arasında hangi münasebet var da, böylece bu ikincisinin onun peşinden zikredilmesi güzel ve yerinde olmuştur?" diye sorulması kalmıştır.
Buna göre biz deriz ki: Biz, önceki âyetin (Mâide. st, sebebi nüzulünün şöyle olduğundan bahsetmiştik: Sahabeden bazıları, yemeyi İçmeyi ve giymeyi kendilerine haram kılıp, ruhbanlığı tercih etmiş ve buna da yemin etmişlerdi. Allah onların bu tutumlarını yasaklayınca onlar: "Ya Resûlallah, biz yeminlerimizi ne yapalım?" dediler. Bunun üzerine Allah bu âyeti gönderdi.
Bil ki yemin-i lağvin ne olduğu hususundaki sözümüz Bakara süresindeki "Allah, yeminlerinizdeki iağvden dolayı sizi sorumlu tutmaz. Fakat kalbleriniztn azmettiği yeminler yüzünden muaheze eder" (Bakara, 225) âyetinin tefsirinde iyice açıklanmıştı. Dolayısıyla, bunu tekrarlamanın bir mânası yoktur.
Sonra yüce Allah "Fakat kalblerinlzin azmettiği yeminler yüzünden muaheze eder" buyurmuştur. Bu cümle ile ilgili birkaç mesele vardır: [175]
Nâfi, İbn Kesir, Ebû Amr ve Asımın ravisi Hafs, elifsiz olarak kâf harfinin şeddesiyle Hamza, Kisaî ve Asım 'm ravist Ebû Bekr, elifsiz olarak kâf harfini de şeddelemeksizin , İbn Amir ise, şeddesiz olarak elif ile şeklinde okumuşlardır.
Vahidî şöyle demiştir:'Bir kimse, onu iyice kuvvetlendirip te'kid ettiğinde "Falanca yeminini (veya ahdini veya bağını) iyice kuvvetlendirip sağlamlaştırdı" denilir. ile kelimeleri aynı manadadır."
Bunu iyice anladığın zaman biz deriz ki, -üt şeklinde okuyanların kıraati, aza da çoğa da elverişlidir. Nitekim "Zeyd. yeminini akdetti; onlar, yeminlerini akdettiler" denilir.
Şeddeli okuyanlara gelince, bil ki Ebû Ubeyde, bu şekilde okumayı zayıf görmüş ve "Şeddeli okumak, tekrar ifâde eder. Bu sebeple şeddeli okumak, bir defa yapılan yeminden keffâretin sakıt olmasını gerektirir. Zira yemin tekrar etmemiştir" demiştir.
Vahidi (r.h), buna şu iki şekilde cevap vermiştir:
a) Alimlerden bazıları, şeddeli veya şeddesiz olan bu fiilin aynı manaya geldiğini söylemişlerdir.
b) Farzet ki, bu tıpkı v'jm1 "kapılan sımsıkı kapadı" (Yusuf, 23) âyetinde okluğu gibi tekrar ifâde etsin!.. Ancak ne var ki bu tekrar, kişinin o yemini, hem kalbi hem de lisanıyla akdetmesiyle teşekkül etmiştir. Her ne zaman kalp ile lisânın arası birleştirilirse, tekrar mânası meydana gelmiş olur. Ama, yemini birisiyle akdedip, diğeriyle akdetmediği zaman ise, o kimse yeminini akdetmiş olmaz.
Bu fiili "mufâele" babından elif ile okuyanlara gelince, bu, tıpkı "Allah ona afiyet verdi"; 'Nalinİ kırdım" ve "Hırsızı cezalandırdım" fiillerinde olduğu gibi, müşareket mânasını ifâde etmez. Böylece bu şekilde okumak da, fiili şeddesiz olarak okuma gibi olmuş olur. [176]
Fiille beraber u masdar durumundadır (te'vîl-i müfrede çıkar). Buna göre kelâmın takdiri, şeklindedir. [177]
Âyet-i kerimede bir hazf bulunup, kelâmın takdiri, ya "Fakat Allah sizi, onları, o yeminleri bozduğunuz zaman, akdettiğiniz yeminler sebebiyle muaheze eder" şeklindedir. Böylece, onlar tarafından bilindiği için, muaheze etme zamanı {yani hazf edilmiştir. Veyahut da, "Fakat Allah sizi akdettiğinizi bozmanız sebebiyle muaheze eder" demektir. Bu takdire göre de bir muzâfın hazf! söz konusudur.
Şafiî'nin, yemin-i gamûs'un ketfâreti icap ettirdiğine dair bu âyetle ne şekilde istidlal ettiğini, Bakara sûresinde zikretmiştik. [178]
Daha sonra Allah Teâlâ "Bunun da fceffîlreff, ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derece)sinden on yoksulu doyurmak veya onları giydirmek yahut bir köle azâd etmektir" buyurmuştur.
Bil ki âyet, keffaret-i yeminde farz olanın, herhangi birini seçmek serbest olmak kaydı ile, şu üç şeyden biri olduğuna delâlet eder. Eğer insan, bu üç şeyden birini yerine getirmekten âciz olursa, o zaman başka birşey farz olur ki bu da oruç tutmaktır, Bu Âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [179]
Kendisinde seçme (muhayyerlik) imkânı bulunan farz şudur: "İnsanın o üç şeyden herbirini tek tek ayrı ayrı yerine getirmesi farz olmadığı gibi, hepsini birden terketmesi de caiz değildir. Bu üç şeyden hangisini yerine getirirse, o mükellefiyetini yerine getirmiş olur." İşte bu üç kayıt bir araya geldiğinde, kendisinde seçme imkânı bulunan farz teşekkül etmiş olur. Fakihlerden, "Farz olan bunlardan biridir ama, belli biri değildir" diyenler vardır. Bu görüş şu iki manaya gelir:
a) "Kişiye farz olan, bu üç şeyden birisini yapmasıdır, ama belli birisini değil." Bunun olması, aklen mümkün değildir. Çünkü aslında belli olmayan birşeyin, zâtı gereği var olması imkânsız olur. Böyle olan birşey ile de insan mükellef tutulmaz.
b) "Kişiye farz olan, hem haddizatında, hem de Allah'ın ilminde belli olan bir şeydir. Ancak bu, onu yapana göre meçhuldür." Böyle olması da imkânsızdır. Çünkü birşeyin, bizzat kendisi Allah'ın ilminde farz olunca, onun terkedilmesi hiç bir şekilde caiz olmaz. Halbuki ümmet, başkasını yapması halinde, o işin terkedilebileceği noktasında ittifak etmişlerdir. Bu iki görüşü bağdaştırmak menfî ve müsbeti birleştirmek gibi olur ki bu, imkânsızdır. Bu hususta, sözün tamamı "usûl-ü fıkıh"ta zikredilmiştir. [180]
Şafiî (r.h): "Her fakirin hissesinin, bir "müdd"[181] olduğunu ve bunun bir "menn"[182] üçte ikisi miktarınca olduğunu söylemiştir ki bu, İbn Abbas (r.a), Zeyd İbn Sabit (r.a), Sâ'îd İbn Müseyyeb, Hasan el-Basrî ve Kasımın görüşüdür.
Ebü Hanîfe (r.h) ise, her fakire verilmesi gerekenin, buğdaydan yarım "sa"', diğer şeylerden ise bir "sa' " olduğunu söylemiştir.
Şafiî'nin delili şudur: Allah Teâlâ, fakiri doyurma hususunda, sadece "ailenize yedirmekte olduğunuz orta (derece)sinden..." tabirini kullanmıştır. "Orta (derece)sinden..." tabiri de, ya örf bakımından orta (normal) olan, ya da şer'î bakımdan orta olanı kastetmektedir. Bu durumda eğer örf bakımından orta olan şey kastedilmiş ise, bir "menn"in üçte-ikisi miktarınca buğday, öğütülüp un haline getirildiğinde veya ondan ekmek yapıldığında, bu yaklaşık bir "menn" kadar olur. Bu da, bir İnsanın bir günlük azığı olarak çok açık ve net yeter. Yok eğer, bu ifâde ile şer'İ bakımdan bir "orta" nisbet kastedil m işse, bu hususta şeri'atta şu söyleyeceğimiz tek şeyin dışında, belli bir miktar belirtilmemiştir: Rivayet olunduğuna göre, Ramazan'da gündüz orucunu bozan kimseye, Hz. Peygamber (s.a.s), hiç bir miktar belirtmeksızin altmış miskini doyurmasını emretmiştir. Bunun üzerine o adam, "Ben, bu kadar şeyi bulamam" demiş. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a.s)'e içinde onbeş sa1 yiyecek bulunan bir zembil getirdi. Hz. Peygamber (s.a.s), "Bunu yedir" dedi. İşte bu hâdise de, bir fakirin yiyeceği miktarın, bir "sa"ın dörtte biri olarak belirtildiğini gösterir ki bu, bir "müdd"dür. Bu kimseye, yemin kefareti "ailenize yedirmekte olduğunuz../' ifâdesi ile takyîd edilmemiş (sınırlandırılmamış), mutlak "tasadduk etme" ifâdesi ile emredilmiştir. Binâenaleyh yemin keffâretinin miktarı, sadaka-i fıtra göre hesaplanır. Sadaka-i fıtrin miktarı ise, nass ile, bir müdd olarak değil, bir "sa' " olarak belirlenmiştir.
Ebû Hanîfe (r.h)'nin delili ise şudur: "Allah Teâlâ, "Ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derece)sinden" buyurmuştur. "Orta", "normal" demektir. İmâm Şafiî (r.h)'nin söylediği husus ise, yeterli olan miktarın en düşüğüdür. Normal olan, katık ile olan yiyecektir. İbn Abbas (r.h)'dan da, "Bu, katığı ile birlikte bir müdd (yiyecektir)" dediği rivayet edilmiştir. Halbuki katığın kıymeti, ikinci bir müddün kıymeti kadar, hatta genellikle ondan daha fazla olur.
Şafiî (r.h) bu görüşe şu şekilde cevap vermiştir: Âyetteki, "ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derecesin)den" ifâdesi ile, muhtemelen miktar bakımından bir "orta" oluş kastedilmiştir. Çünkü bazı insanlar, gerçekten çok az yerler, bu gibilere tek bir ekmek yeter. Bazı insanlar da çok fazla yer, bu gibilere iki "menn" ekmek de kifayet etmez. Fakat genelde bir insana, bir "menn"e yakın miktardaki ekmek yeter. Âyetteki bu ifâde ile, kıymet bakımından bir "orta" oluş da kastedilmiş olabilir. Bu, ne şeker gibi pahalı, ne de kepek ve mısır gibi ucuz olmamalıdır. Normal (orta) olan, buğday, hurma, kuru üzüm ve ekmektir. Yine âyetteki bu ifâdeden maksadın, lezzet ve hoşa gidiş bakımından "orta olan birşey" olması da muhtemeldir. Lafız, bu iki şeyden herbirine muhtemel olunca, biz deriz ki: Şu iki sebepten ötürü, bu lafzı daha önce söylediğimiz mânaya halmetmek gerekir:
1) Keffâret için yedirmede, katık, icmâya göre farz değildir. Bu durumda geriye, lafzı, yemeğin miktarı bakımından bir orta oluş mânasına hamletmek kalır.
2) Bu miktar, yakîn (kesin) olarak farzdır. Bundan fazlası ise, şüphelidir Çünkü bu ifâdede, o fazlalığa delâlet eden birşey yoktur. Bundan dolayı biz kesin olanı farz saydık, şüpheli olanı bıraktık. Allah en iyi bilendir. [183]
Şafiî (r.h): "Bu hususta farz olan, o yiyeceği fakirin kendisine verip, onun matı haline getirmektir'1 dediği halde; Ebû Hanîfe (r.h): "O kimse, sabah veya akşam on fakiri doyurur ise, bu caizdir" der.
Şafiî (r.h)'nin delili şudur: "Keffârette farz olan, yedirmek, giydirmek ve köle azâd etmekten birisidir. Sonra biz "giydirme"de, temlikin (yani giydirilecek şeyin verilip, fakirin mülkü haline getirilmesi) hususunda ittifak halindeyiz. Binâenaleyh, "yedirmede" de temlikin vacip olması gerekir."
Ebû Hanîfe (r h)'nin delili ise şöyledir: "Âyet, bu hususta "doyurma"nın farz olduğuna delâlet eder. Fakirleri sabah veya akşam yedirmeye de "doyurma" denir. Bunun delili, "(Onlar, yemeğe olan) sevgilerine rağmen, yoksulu, yetimi ve esîri doyururlar" (insan, e) âyeti ile, bu âyetteki, "ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derece)sinden on yoksulu doyurmak" ifadesidir. Halbuki aileyi yedirmek, "temlik" (yani onları yiyeceğe mâlik kılmak) sureti ile değil, yene imkânı sağlamak suretiyledir. Yineörfte, birisi fakirlere yiyecek verip, onlara yeme imkânı sağladığında, "Falan fakirleri doyuruyor" denilir. Cenâb-ı Hakk'ın "doyurma"yı emrettiği sabit olduğuna göre, bunun (yani yeme fırsatı sağlamanın) yeterli olması gerekir."
Şafiî (r.h) bu görüşe şöyle cevap vermiştir: "Bu keffârette farz olan, ya bir müdd miktarınca yiyecektir veya daha fazlasıdır. Sabah veya akşam fakirlere yedirilen şey, bazan bu miktardan az olabilir. Binâenaleyh bu durumda kişi, bu mükellefiyetten yakını (kesin) olarak kurtulmuş olmaz. Allah en iyi bilendir. [184]
Şafiî (r.h): "Bu hususta, ancak on ayrı fakiri doyurmak yeterli olur" demiş; Ebû Hanîfe (r.h) ise: "Bir kimse aynı fakiri, on gün (övün) yedirse, bu yeterli olur" demiştir. Şafiî (r.h)'nin delili şudur: Bu gibi konular mânası akılla anlaşılamayan "ta'abbüd" (kulluk) esasına dayanır. Böyle olan herşeyde, nassın (âyetin) gelişine dayanmak gerekir. [185]
"Kisve" Arapça'da, "libâs" (elbise) demektir. Libâs ise, giyilen herşeydtr. "Keffâret" için yeterli olan kisve, kendisine "kisve" denilebilecek şeyin en azıdır. Bu en az miktar da, izâr (gibi belden aşağıyı örten elbiseler) veya cübbe (manto-palto) veya gömlek veya pantalon veya sarık veyahut da bir başörtüsüdür. Bunların her biri, bir fakir için bir kisve (giydirmedir. Bu, İbn Abbas (r.a), Hasan el-Basrî ve Mücâhld'in görüşü olup, İmâm Şafiî (r.h)'nin de mezhebidir. [186]
Âyette bahsedilen, "bir rakabe (boyun) âzad etmek" tabirinden maksad, kölenin tamamını âzad etmektir. Rivayete göre bu mecazî kullanışın dayanağı şudur: Araplar, ellerindeki esirlerin ellerini bir iple esirin boynuna bağlarlardı. Bu sebeple, esir salıverilmek istendiğinde bu ip çözülürdü. Bundan dolayı, o ipi çözmek, "fekkü rakabe" (boynu çözmek) diye ifâde edilmiştir. Daha sonra da bu tâbir, kölenin azadı mânasında, mecazen kullanılmıştır. Zahirîlere göre, keffâreti yerine getirmek için, her türlü köle azad edilebilir. Şâffı (r.h)'ye göre ise, keffâret için yeterfi olabilecek kölenin, mü'min olması şartı ile, iş yapmasına manî olacak kusurlardan salim olması gerekir. Bu kölenin, küçük veya büyük, erkek veya kadın olması farketmez. Yine Şafiî'ye göre hiçbir keffârette, kâfir olan kölenin ve mükâteb[187] olan kölenin âzâd edilmesi ve insanın kendi yakını olan bir köleyi satın alıp âzâd etmesi caiz olmaz. Biz bu meseleleri, Zihâr âyetinin (Mucâd.ie. 1 -4) tefsirinde zikrettik. [188]
Birisi şöyle diyebilir: "Hiç şüphesiz köle âzad etmek daha faziletli iken, âyet-i kerimede "fakirleri doyurma"nın daha önce zikredilmesinin hikmeti nedir?" Buna karşı biz deriz ki: Bunun şu sebepleri olabilir:
a) Böyle olmasından maksad, keffâretin, bir sıraya göre
değil, muhayyerlik (herhangi birini seçmeye) göre vacip olduğuna dikkat çekmektir. Çünkü eğer keffâret, bir tertip (sıra) üzere vacip olsaydı, bunlardan en ağırından başlanması gerekirdi.
b) Yedirilecek şey, elde edilme bakımından en kolay olandır. İşte bundan dolayı, önce "doyurma" işi zikredilmiştir. Yine bundan maksad, Allah'ın tekliflerinde, kullarına kolay ve hafif olant gözettiğine dikkat çekmektir.
c) Doyurmak, daha faziletlidir. Çünkü fakir hür, bazan yiyecek bulamayabilir ve orada kendisine yiyecek verecek bir kimseyi elde edemeyebilir. Böylece de bir darlığa düşebilir. Fakat köleye gelince, onu doyurmak ve giydirmek, efendisine farzdır. [189]
Daha sonra Allah Teâlâ "Fakat kfm de bulamazsa, üç gün oruç tutması (lâzımdır)" buyurmuştur. Bu hüküm ile ilgili birkaç mesele vardır: [190]
Şafiî (r.h): "Yanında (elinde) bir günlük ve gecelik çoluk-çocuğunun ve kendisinin yiyeceği ite, on fakiri doyuracak kadar fazla yiyeceği bulunan kimsenin, kefâretini "fakirleri doyurmak" suretiyle yerine getirmesi gerekir. Eğer o kimsenin elinde bu kadar yiyeceği yoksa, ancak o zaman keffâretini oruçla yerine getirmesi caiz olur" demiştir. Ebû Hanîfe (r.h) ise: "Elinde, kendisine zekât düşmeyecek kadar bir malı bulunan kimsenin, keffaret için oruç tutması caizdir" demiş ve böylece kendisine zekât farz olmayan kimseyi, "mal bulamayan kimse" saymıştır.
Şafiî (r.h)'nin delili şudur: Allah Teâlâ, oruç tutabilmeyi, âyette bahsedilen üç şeyin bulunmaması şartına bağlamıştır. Şarta bağlı olan şey, şart bulunmadığı zaman bulunmaz. Binâenaleyh bu üç şey bulunduğunda, kişinin oruç tutmasının caiz olmaması gerekir. Biz, kişinin bir gün ve bir gecelik olmak üzere, hem kendi hem de çoluk çocuğunun yiyeceğini bulması halinde, bu esasla amel etmedik. Çünkü bir kimsenin yanında bu kadar miktar malın bulunması, âdeta kendisine zarurî olarak ihtiyaç duyulan bir şey gibidir. Yine biz, şeriatta, kişinin kendisiyle başkasına ait olan hak hususunda bir çelişki meydana geldiğinde, kişinin kendisinin hakkının ön plana alınmasının vacip olduğunu görmekteyiz. Binâenaleyh âyetle, bu durumun dışında amel edilmesi gerekir. [191]
Şafiî (r.h), iki görüşünün en sahih olanında, "bu kimsenin ister ard arda, isterse ayrı ayrı günlerde olmak üzere, üç gün oruç tutması gerektiğini" söylerken, Ebû Hanîfe (r.h), "bu kimsenin peşpeşe üç gün oruç tutmasının farz olduğunu" söylemiştir.
Şafiî'nin delili şudur: Allah Teâlâ, üç gün oruç tutmayı farz kılmıştır. Ayrı ayrı üç gün oruç tutan kimse, üç gün oruç tutmuş demektir. Binâenaleyh, bu kimsenin borcunu edâ etmiş olması gerekir. Ebû Hanîfe (r.h)'nin delili ise şudur: Gerek Übeyy İbn Ka'b'tn gerekse İbn Mesudun, âyetin bu kısmını "Peşpeşe üç gün oruç tutması (lâzımdır)" şeklinde okudukları nakledilmiştir. Onların kıraatleri, kendilerinden yaptlan rivayetlerden gerilkalmaz,farklı değildir.
Buna şöyle cevap verilir: Şazz kıraat kabul edilmez. Çünkü, eğer şazz kıraat Kur'ân olsaydı, mütevâtir olarak nakledilirdi. Zira biz, Kur'ân hakkında, O'nun müteva-tir olarak nakledilmemiş olmasını caiz görürsek, Rafızîlerin ve mülhidlerin Kur'ân hakkındaki ta'n ve tenkidlerini bir nevi benimsemiş oluruz.. Bu ise bâtıldır. Binâenaleyh biz, şazz kıraatin merdud olduğunu anlamaktayız. Dolayısıyla bu kıraat hüccet olmaya elverişli değildir. Bir de ramazan orucunun kazasında peşpeşe tutmak gerekmediği halde, Übeyy İbn KAb'tn, âyetin o kısmını (Bakara im) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Hanefîler buna şöyle cevap vermişlerdir: Hz. Peygamberden rivayet edildiğine göre, bir atJam Ona. Üzerimde, ramazandan tutmadığım günler, oruçlarım var; onları ayrı ayrı günlerde kaza edeyim mi?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s): "Söyte bakayım; E#er ö/r borcun olsa ve sen de kısım kısım ödeşen. O verdiğin para, borcunu ödemene yeterli olmaz mı?" dedi. Adam da, Evet, cevabını verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s), "Allah, insanlardan daha çok atfeden ve kolaylık gösterendir" dedi.
Biz deriz ki, bu hadis her ne kadar ramazan orucuyla ilgili bir soruya cevap olarak vaki olmuş ise de, bunun lafzı umumîdir; bunun bir illet oluşu da bütün oruçlar hakkında umumîdir. Usûl-i fıkıhta, "sebebin hususiliğine değil, lafzın umumîliğine itibar edilir" şeklinde bir kaide bulunmaktadır. Binâenaleyh bu, mevzûmuzla ilgili olarak da, bu orucun ayrı ayrı günlerde tutulabileceğine delâlet eden delillerin en kuvvetlilerinden birisi olmuş olur. [192]
Bir kimse yaptığı iki yeminden dolayı altı gün oruç tutsa, ister bu iki üçten birini yaptığı iki yeminden biri için tayin etsin, isterse etmesin; tuttuğu bu oruç keffâret için yeterli olur. Bunun delili şudurAllah Teâlâ o kimseye üç gün oruç tutmasını farz kılmıştır. O kimse de bunu yapmıştır. Binâenaleyh, sorumluluktan kurtulmuş olması gerekir.
Daha sonra Allah Teâlâ, "işte bu, ahdettiğiniz vakit yeminlerinizin kefaretidir" buyurmuştur. Cenâb-ı Hakk'ın 18) "Bu" ifadesi,-âyette bahsedilen doyurma, giydirme ve köle azad etme gibi hususlara işarettir. Yani, "Yukarda bahsedilen bu şeyler, yemin edip de yemininizi bozduğunuz zaman, yeminlerinizin keffâretidir." Çünkü keffâret, sırf yemin etmekle vacip olmaz. Ancak ne var ki, "yemini bozmak" tabiri, kelâmın ona delâleti sebebiyle âyet-i kerimede zikredilmemiştir. Bu tıpkı, "Artık sizden kim hasta, yahud sefer üzerinde olursa, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (tutar)" (Bakara, 184) âyetinde olduğu gibidir. Yani, takdirinde olup, "...yolcu olup orucunu da yerse" kısmı, sözün delâleti ile anlaşılmaktadır.
Şâfi bu âyete tutunarak yemini bozmadan önce keffâret vermenin caiz olduğunu belirtmiş ve şöyle demiştir: "Âyet, sayılan bu üç şeyden her birinin, yemin edildiği zaman, yeminin keffâreti olduğuna delâlet etmektedir. Binâenaleyh bir kimse yemin edip de yeminini bozmadan önce bu üç şeyden birini yerine getirdiğinde, o kimse yeminin keffâretini yerine getirmiş olur. Durum böyle olunca da, o kimsenin sorumluluktan kurtulmuş olması gerekir." Şafiî sözüne devamla şöyle demiştir: "Yüce Allah'ın sözünde bir nükte vardır ki o da, yemin etmeden önce keffâret vermenin caiz olmayacağına, ama yemin edip de yeminini bozmadan önce bunun caiz olacağına dikkat çekmektir."
Daha sonra Allah Teâlâ, "yeminlerinizi muhafaza edin" buyurmuştur. Bu hususta şu iki izah yapılmıştır:
a) Bundan murad, "Az yemin ediniz; çok yemin etmeyiniz" mânâsıdır. Nitekim şair Kuseyyir şöyle demiştir:
"O, az yemin eden, yemininde duran ve kendisinden daha önce bir yemin sadır olmuşsa, onu yerine getirendir..."
Binaenaleyh şairin kendisinden daha önce yemin sadır olmuşsa" ifadesi, onun "yemininde duran" sözünün, kendisi tarafından kendisini yemin etmemekle vasfettiğine delâlet etmektedir.
b) "Yemin ettiğiniz zaman keffâret vermeye ihtiyaç duymayasınız diye, yeminlerinizi bozmayınız, onları muhafaza ediniz" demektir. Bu ifâde her iki mânaya da muhtemeldir. Ancak ne var ki ikinci ihtimal Hz. Peygamber'in "Kim bir şeye yemin eder de, yeminine aykırı davranmanın daha hayırlı olduğunu görürse, bu daha hayırli olanı yapsın, sonra da yeminini (bozmuş olmasından dolayı) kefaretini versin[193] hadisiyle tahsis edilmiştir.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Allah âyetlerin size böylecre afik/iyor. Tâ ki şükredesiniz.." buyurmuştur ki, bunun manası gayet açık olup, bu cümlede geçen ile alakalı sözümüz de birkaç defa geçmişti. [194]
"Ey İman edenler, içki, kumar, (tapmaya mahsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer pisliktir. Onun İçin bundan kaçının ki kurtuluşa eresiniz" (MAtcto. 90).
Bil ki bu, burada zikredilen hükümlerin üçüncü çeşididir. Bu âyetin, kendinden önceki ifâdelerle münasebeti şu şekildedir: Allah daha önce, "Ey iman edenler, AUah'm size helâl kıldığı o en temiz ve güzel şeyleri (kendinize) haram kılmayın. Haddi aşmayın. Çünkü Allah haddi aşanları sevmez. Allah 'm size rızık olmak Üzere verdiği şeylerden helâl ve tertemiz olarak yeyin" (Mâide, 87-88) buyurmuştur. Daha sonra, nefse hoş gelen şeylerden birisi de içki ve kumar olunca, pek yerinde olarak bu ikisinin, helal olanlar sınıfından olmayıp, aksine haram kılınmış şeyler cümlesinden olduklarını beyan etmiştir.
Bil ki biz, Bakara sûresinde hamr ve meysir kelimelerinin ne demek olduğunu anlatmıştık. Bu sûrenin başında "dikili taşlar üzerinde boğazlanan (hayvanlar), fal oklanyla kısmet aramanız..." (Mâkte. 3) âyetini tefsir ederken ensâb ve ezlâm kelimelerinin ne demek olduklarını da zikretmiştik. Binâenaleyh, meseleye iyice vâkıf olmak isteyen herkes buralara müracaat edebilir.
Hamr kelimesinin neden
iştikak ettiği hususunda şu iki açıklama yapılmıştır:
a) İçki, aklı bürüyüp, ona karışarak onu örtüp gizlediği için hamr adını almıştır.
b) İbnu'l-A'râbî, bu tabirin "kokusu değişti" anlamını ifâde eden "Terkedildi de, böylece de kokusu değişti" deyiminden alındığını söylemiştir.
Meysir kelimesi, "Arapların, kesilecek develer hakkında oynamış oldukları kumarları idi. Ansab kelimesi, onların dikip de ibâdet ettikleri ilâhlarıdır. Ezlam kelimesi ise, üzerinde "hayır" ve "şer" kelimelerinin yazılı olduğu fai oklarıdır.
Bil ki Allah Teâlâ bu dört kısmı şu iki sıfatla nitelemiştir:
a) Rics (pislik, murdar) ifadesiyle. Arapça'da rics kelimesi, pis ve çirkin sayılan amellere verilen isimdir. Nitekim bir kimse bir kötü iş yaptığında, denilir. Bu kelimenin aslı, râ harfinin fethasıyla olan recs kel i meşindendir ki, bu da "şiddetli ses" anlamına gelir. Nitekim, gök gürültüsünün sesi çok şiddetli olduğu zaman, denilir. Binâenaleyh rics çirkinlikte doruk noktaya ulaşmış ve derecesi çok kuvvetli olan "amel" anlamına gelmiş olur.
b) "şeytanın amelinden" sıfatı. Bu da onun, bir rics (pislik) olmasını tamamlamaktadır. Çünkü şeytan, kâfir olduğu için necıs ve pistir; kâfir de necistir. Zira Allah "Müşrikler ancak bir nedstfr " {Tevbe, 28) buyurmuştur. Pis olan, ancak pis olan şeylere davet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Kötüler (kadınlar veya sözler) kötüleredir" (Nur, 26) buyurmuştur.
Yine, şeytana izafe edilen her şeyin bu izafe edilişi, o şeyin çok aşırı derecede çirkin olduğuna delâlet eder. Nitekim Allah, "Bunun üzerine (Musa) onu bir yumruk vurup öldürdü. "Bu, dedi, şeytanın İşindendir" (Kasas, 15) buyurmuştur.
Daha sonra Cenâb-ı Hak bu dört şeyi, belirttiğimiz bu iki sıfat ite vasfedince, i^î»rti 'ondan kaçının" buyurmuştur. Yani, "...ondan uzak olunuz, bir taraf olunuz" demektir.
Hak Teâlâ'nın emrindeki hâ zamirinin, neye râci olduğu hususunda da şu iki izah yapılmıştır:
a) Bu rics (pislik, murdar) kelimesine râcidir. Bu kelime de, zikredilen dört şeye şamildir. Binâenaleyh, "kaçının" emir, hepsini kapsamış olur.
b) Bu zamir, mahzûf bir muzâfa râcidir. Buna göre sanki, "içki ve kumarın durumu veya bunların alınıp kullanılmaları veyahut da buna benzer haller ancak..." denilmek istenmiştir. Bundan dolayı da Allah "şeytanın amelinden birer pisliktir" buyurmuştur. [195]
"Şeytan içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak İster. Artık siz vazgeçtiniz değil mi?" (Mâlda, 91).
Bil ki Cenâb-ı Hak, bu şeylerden kaçınılmasını emredince, bunlarda iki türlü kötülüğün olduğunu zikretmiştir:
a) Dünyevî kötülük olup şöylece beyan buyurulmuştur: "Şeytan İçkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek ister."
Bil ki düşmanlık ve kinin ne şekilde olacağını önce içki, sonra da kumar yönünden açıklayacağız.
İçkiye Gelince: Bil ki, içki içen kimse hakkında görünen şudur ki, o içkiyi bir grupla birlikte içmektedir ve içmedeki maksadı ise, arkadaşları ile eğlenmek ve onlarla sohbet edip konuşarak neşelenmektir. Binâenaleyh onun bu beraberlikten gayesi, dostluk ve ülfeti kuvvetlendirmektir. Ancak ne var ki çoğu kez bu durum, tersine döner. Zira içki aklı alır. Akıl zail olup gittiğinde ise, aklın hiçbir direnmesi olmaksızın, şehvet ve gazap insanı hakimiyetine alır. Bunların insana hâkim olması ile de, bu dostlar arasında çekişme ve tartışma meydana gelir. Bu çekişmeler çoğu zaman döğüşe, katilliğe ve çirkin sözler söylemeye sebebiyet verir. Bu da, en şiddetli bir düşmanlık ve kin doğurur. Bundan ötürü şeytan (devamlı olarak), içki içmek için biraraya gelmenin, ülfet ve muhabbeti kuvvetlendireceği düşüncesini teşvik eder ve güzel gösterir. Durum âhirette de tersine döner ve orada da düşmanlık ve kinin en şiddetlisi meydana gelir. [196]
Kumara Gelince: Bunda, muhtaç kimseler için bir genişlik ve zenginlik söz konusu olmasına karşılık, mal sahibi (zengin) kimseler için de mallarını yitirme ve fakirliğe düşme söz konusudur. Çünkü insan kumarda bir defa yenildiği zaman, bu durum onu, artık bundan sonra çoğu kez kazanırım ümidi ile, kumar oynamayı sürdürmeye davet eder. Bazan umduğuna ulaşamaz, öyle olur ki elinde hiç bir şeyi kalmaz ve artık sakalı[197], ailesi ve çocukları üzerine kumar oynamaya başlar. Şüphe yok ki bundan sonra o kimse fakir ve muhtaç bir hale düşer, kendisini yenenlerin en şiddetli düşmanlarından birisi olur. İşte bu bakımdan, içki ve kumarın, insanlar arasında düşmanlık ve kinin tahrik edilip kızıştırmasının, iki büyük sebebi olduğu ortaya çıkar. Hiç şüphe yok ki düşmanlık ve kinip çok şiddetli olması, bazan karışıklık ve fitne gibi çok kötü durumlara sebebiyet verebilir. Bütün bunlar ise, cemiyetin menfaatlerine aykırı olan şeylerdir.
Eğer, "içki ve kumar kelimeleri niçin, daha önceki âyette "dikili taşlar" ve "fal okları" ile HrHfcte zikreditdiği halde, bu âyette, sadece bu ikisi zikredilmiştir?" denilir İM, biz deriz ki: "Bu Ayet, "Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları..." de delâlet ettiği gibi, mü'minlere hitapdır. Bundan maksad ise, onları İçki ve kumardan nehyetmek ve bu dört şeyin çirkinlik ve kötülük bakımından birbirine yakın olduğunu ortaya koymaktır. İşte bu âyetten maksad, içki ve kumardan nehyetmek olup, içki ve kumarın çirkinliğini iyice belirtmek için, Hak Teâlâ bu kelimeleri, "dikili taşlar (putlar)" ve "fal okları" kelimeleri ile birlikte zikredince, bu âyette sadece içki ve kuman zikretmiştir.[198]
b) İçki ve kumarda bulunan iki
çeşit kötülük, dinî bakımdan olanlardır ki bu da,
Ayette "sizi Allah'ı
anmaktan ve namazdan
alıkoymak
ister"
buyruğu ile anlatılmıştır. Biz deriz ki: İçki içmenin, insanı Allah'ı
zikretmekten alıkoyması hususu
oldukça açıktır. Çünkü içki içmek bir neş'e ve bedenî
bir haz doğurur. Nefis bedenî
lezzetlere ve nazlara daldığı zaman, Allah'ı anmayı
unutur. Kumarın, Allah'ı
zikirden ve namazdan alıkoyucu olması da böyledir. Çünkü
kişi kumarda kazandığı zaman,
kazanma neş'esine iyice dalrnas», aklına başka bir şeyin gelmesine mâni olur.
Şüphe yok ki bu durum, insanı Allah'ı anmaktan ve
namazdan alıkoyan şeylerdendir.
Şayet, "Âyet-i kerîme, içkinin haram oluşunun illet
ve sebebinin, bu hususlar
olduğunu sarih olarak ifâde eder. Amma, haram kılma henüz söz konusu
değil iken de bu
illet ve sebepler içkide mevcud idi, fakat haram kılınmamıştı. Bu ise, bu
ta'lîtin (haramlığın
bu sebebe bağlanmasının) sahîh olmasını zedeleyen bir şeydir" denilir
ise, biz deriz ki: Bu, hükmün
açık illetten (nass ile belirtilen illetten) sonra gelmesinin
o şeyin illet olmasını zedelemeyeceğine dâir
delillerden birisidir.
Cenâb-ı Hak, içki İçme ve kumar oynamanın, dinî bakımdan
böylesi büyük kötülükleri ihtiva ettiğini
beyân ettikten sonra, "Artık siz vazgeçtiniz
değil mi?"
demiştir.
Rivayet edildiğine göre,
"Ey iman edenler, siz
sarhoşken.,, namaza
yaklaşmayın”
(Nisa, 43) ayeti nazil olduğu zaman, Hz. Ömer ibn ül-Hattâb
(r.a) şöyle demiştir:
"Allah'ım, içki hakkında tam yeterli bir açıklamada bulun." İşte bu
âyet-i kerîm*nâzii olduğu zaman da yine
O: "Vazgeçtik ey Rabbim" demişti.
Bil ki bu ifâde, soru (istifham) üslûbu olmakla birlikte
gerçekte bundan maksad
kesin olarak yasaklamadır. Bu şekilde bir mecaz yerinde ve güzeldir.
Çünkü Allah Teâiâ bu
fiilleri kınamış ve muhataba bunların kötü olduğunu göstermiştir. Bundan
sonra ise bu şeyleri terk
hususunda böyle soru sorulunca, muhatap ancak o fiilleri terkettiğini
söyleyebilir. Buna göre sanki muhataba, "Bu şeylerin böylesine çirkin
ve kötü olduğu ortaya çıktıktan
sonra, sen onu yine de yapacak mısın?" denilmiştir.
Binâenaleyh âyetteki, 'Artık
siz vazgeçtiniz değil, mi?" ifâdesi, birşeyden
vazgeçmenin, mükellefin, ondan
vazgeçmenin faiz olduğunu ikrar etmesiyle birlikte
olması hususunda, açık bir ilâhî
beyan yerine, geçer.[199]
Bil ki bu âyet, birçok yönden içki içmenin haram
kılındığına delâlet eder:
a) “İnnemâ” (ancak) edatı ite başlamıştır.
Bu kelime haftr (sadece, ancak) manası ifâde
eder. Buna göre Hak Teâlâ sanki şöyle demiştir: "Bu dört şeyden başka,
şeytanın ameli olan başka bir şey ve pislik yoktur."
b) Hak Teâlâ, içki ve kuman putlara
(dikili taşlara) tapmakla birlikte zikretmiştir.
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s)'in
"İçki
içen, pata tapan kimse gibidir"
[200]
hadisi de bu manadadır.
c)
Allah Teâlâ, bunlardan kaçınmayı
ve uzaklaşmayı emretmiştir. Emrin zahiri,
vücûb (farziyyet) ifâde eder.
d) Cenâb-ı Allah, (bir önceki
âyette), "kurtuluşa eresMz" buyurmuş ve bunlardan uzaklaşmayı,
kurtuluşa ermek saymıştır. Uzaklaşma, bir felah olunca; bunları işlemek
de, bir hüsran ve bir umduğunu
bulamama olur.
e) Allah Teâlâ, dinî
ve dünyevî bakımdan, bu şeylerden doğan çeşitli kötülükleri beyân etmiştir. Bunlar.insantar arasında,
düşmanlık, kin ve nefretin meydana gelmesi
ve Allah'ı zikretmekten ve namazdan yüz çevirmenin hasıl olmasıdır.
f) Allah "Artık vazgeçtiniz
değil nü?" buyurmuştur. Bu ifâde yasaklama üslupları içinde en beliği, en etkitisidir. Sanki şöyle
denilmektedir. "Muhakkak ki size, içkinin çok çeşitli kötülüklerini ve
zararlarını içeren âyetler okunmuştur. Şimdi siz, bu men edici sebepler karşısında artık vazgeçecek
misiniz? Yoksa bu öğütlerden ders almayıp
da, aynı hat üzer» devam mı edeceksiniz?"
g) Bu, Cenâb-t Hakk'ın müteakiben gelen âyetidir.
[201]
"Allah ve Resulüne itaat edin ve sakmın. tgeryûz
çevirirseniz bilte ki
peygamberimize düşen, ancak apaçık bir tebliğdir"(Maide, 92).
Cenâb-ı Hakk'ın "Allah ve hesûlüne itaat edin ve
sakmm" buyruğunun
zahirinden murad şudur: "Daha önce zikredilmiş olan içki ve
kumardan uzaklaşmaya
h) Allah'ın şu buyruğu: "Eğer yüz çevirirseniz, bilin ki peygamberimize düşen, ancak apaçık bir tebliğdir." Bu cümle o mükellefiyetler hususunda muhalefet eden ve bunlar hususunda Allah'ın hükmü ile beyânından yüz çeviren kimseler hakkında gelen, büyük bir ilâhî tehdid ve ikâzdır. Yani, "Eğer sizler yüzçevirirseniz, biliniz ki aleyhinize delil kâim olmuştur. Hz. Peygamber (s.a.s) ise, tebliğ etmek, mazeret kapılarını kapatmak ve uyarılarda bulunmak mes'ûliyyetinden kurtulmuştur. Bu mükellefiyetlere muhalefet edip, emirlerden yüz çeviren kimseye verilecek cezaya gelince, bu Allah'a kalmıştır" demektir. Şüphe yok ki bu, son derece şiddetti bir tehdiddir
Böylece bu sekiz sebepten herbiri, içkinin haram kılınması hususunda pek kesin bir delil ve apaçık bir bürhân olmuştur.
Bil ki insaflı olan ve yanlış yolda gitmeyi bırakan, bu âyet-i kerimenin, sarhoşluk veren herşeyin haram olduğu hususunda açık bir nass olduğunu bilir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Şeytan, içkide ve kumarda, ancak aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister" tnMkto,9i)buyurduktan sonra, "Artık siz vazgeçtiniz değil mi?" buyurmuştur. Böylece o, içki içmekten nehyetme hususunu, içkinin bu kötülüklere sebep oluşuna bağlamıştır. Aklın bedaheti ile malumdur ki, bu kötülükler, içkinin sarhoşluk vermesinden doğmuştur. Bu durum da, kesin olarak Cenâb-ı Hakk'ın, "Artık siz vazgeçtiniz değil mi?" sözünün illetinin, içkinin sarhoşluk vermede müessir oluşu olduğunu gösterir. Bu sabit olunca, sarhoşluk veren her şeyin kesin haram olduğunu söylemek gerekir. İşte her kimin aklı, bu izahları iyice anladığı halde yine de kendi iddiasında ısrar ederse, artık onun inadının devası ve ilacı yoktur. Allah en iyi bilendir. [202]
"İman edip, sâlih amellerde bulunanlara, tttîkâ ettikleri, iman edip, sâlth ameller yaptıktan, sonra iyice müttakilerden olup iman ettikleri; y/ne itikada devam edip güzel işler yaptıkları takdirde, tattıklarından dolayı onlara hiçbir günah yoktur, Allah, iyi hareket edenleri sever" (Mâıde. 93).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [203]
Rivayet edildiğine göre, içkiyi haram kılan âyet nazil olunca, sahabe, "Bizim Kardeşlerimiz Uhud gününde içki içtiler, Aydının sonra da öldürüldüler (şehid düştüler). Binâenaleyh, onların durumları nasıl olacak?" dedi. İşte bunun üzerine bu âyet-i kertme nazil oldu ki, bunun mânası, "Bl hususta onlara bir günah yoktur. Çünkü onlar içkiyi, helâl olduğu bir sırada içmişlerdi" şeklindedir. Bu âyet, kıblenin Beyt-i Makdis'ten Kabe'ye döndürülmesi ile ilgili olarak indirilen, Allah İmanınızı zayi edecek değildir" (Bakara, 143) âyetine benzemektedir. Yani, "Sizler, Beyt-i Makdis'e yöneldiğiniz zaman, siz oraya ancak benim emrimle /öneldiniz. Binâenaleyh ben bunu (daha önce Beyt-i Makdis'e müteveccihen kılman namazları) boşa çıkarmam, zayi etmem" demektir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Nihayet rabtan onlara icabet etti: "İçinizden gerek erkek, gerek kadm olsun, bir işi yapanın amelini ben elbette boşa çıkanrıayacağım" (âh imran, 195) buyurmuştur. [204]
Genel olarak Arapça'da taam, yiyecek, içecekten başka bir şeydir. Binâenaleyh, âyette bahsedilen "taddtkları şey"ifâdesinin, içecek şeylerden başka bir şeye işaret etmesi gerekir. Ama, yiyecek (taam) kelimesi, bazan meşrubat, içecek şeyler hakkında da kullanılır. Nitekim âyette "...Kim onu tadmazsa (içmezse), artık o bendendir" (Bakara. 249) buyurulmuştur. Buna göre, âyetteki "taddıklanndan dolayı ...günah yoktur" tabirinin "içtikleri içkilerden dolayı" anlamında olması caizdir. Yine buradaki tadma (yeme) mânasının, yenilen ve içilen şeylerden duyulan lezzet ve hazza raci olması, bu manaya cjelmesı de caizdir. Araplar bazan, "Tad ki, lezzet alasın!" manasında olmak üzere derler. Böylece bu kelime tad alma mânasına gelince, hem yenilen hem de içilen şeyler için kullanılmaya elverişli olur. [205]
Bazı câhiller, şunu
iddia etmişlerdir: "Allah Teâlâ. içkinin, düşmanlık ve kin meydana
getirip, Allah'ı zikirden ve
namazdan alıkoyucu olması durumunda haram kılınmış olduğunu beyân edince, bu âyet-i kerimede de bu zararlardan hiçbirisine sebebiyet vermediği zaman, onu (içen) kimse için bir günahın söz konusu olmadığını; hatta, içki içilirken bile taat, takva ve insanlara iyilik yapmak gibi birçok faydaların bulunduğunu beyân etmiştir.. Binâenaleyh bu âyeti, içkinin haram olduğunu ifâde eden âyetten önce içki içen kimsenin durumlarıyla alâkalı görüp bu mânaya hamletmek mümkün değildir.. Çünkü maksat bu olsaydı, Allah Teâlâ "Tadanlara bir günah yoktur.." derdi.. Nitekim, kıblenin tahvili ile ilgili âyette, "Allah imanınızı zayi edecek değildir" (Batcvm, 143) buyurmuştur. Fakat Allah böyle dememiş, aksine oln"/man ed/p, salih amellerde bulunanlara, sakındıkları. İman ettikleri... takdirde onlara hiçbir günah yoktur" buyurmuştur. Şüphe yok ki edatı, mazi için değil, gelecek zaman mânasını ifâde İçin kullanılır."
Bil ki bu iddia, bütün ümmetin icmâı ile merduttur. Bu görüşte olanların," edatı, mazî için değil, gelecek zaman mânasını ifâde için kullanılır" şeklindeki sözlerinin cevabı, Ebû Bekir el-Esamın'ın rivayet ettiği şu haberdir: "İçkinin haramlığını ifâde eden âyet nazil olduğu zaman, Hz. Ebû Bekir (r.a), "Ya Resûlallah, daha önce içki içtiği ve kumar oynadığı halde ölmüş olan kardeşlerimizin (mü'minlerin) durumu ne olacak ve yine şu anda bizden uzak beldelerde bulunup, Allah'ın içkiyi haram kıldığını bilmeyen ve içkiyi tatmaya devam edenlerin durumu ne olacak?" demişti de, işte bu âyetler nazil olmuştu"'[206]. Buna göre içkinin, bu âyetin nüzulünden sonra, gelecek zamanda helâl oluşu, henüz bu nass kendilerine ulaşmamış olan, uzak beldelerdeki mü'minler hakkındadır. [207]
Allah Teâlâ bu durumda günahın söz konusu olmayışını, iki kere takva ve imanın, üçüncü defasında da takva ve
ihsanın bulunması şartına bağlamıştır. Müfessirler, bu üç mertebenin tefsiri hususunda, değişik izahlar yaparak ihtilaf etmişlerdir:
1) Ekseri müfessirler şöyle demişlerdir: "Birincisi, ittikâ etme işidir; ikincisi, ittikaya devam ve ittikada sebattır; üçüncüsü de, kullara zulümden ittikâ edip, buna bir de insanlara ihsanı (iyiliği) katmaktır."
2) "Birincisi, bu âyetin nüzulünden Önce bütün günahlardan İttikâ etmek; ikincisi, içki, kumar ve âyette zikredilen diğer şeylerden ittikâ adip sakınmak; üçüncüsü de, bu âyetin nüzulünden sonra haram kılınacak olan şeylerden ittikâ etmektir." Bu, el-E*amm'ın görüşüdür.
3) "Küfürden, sonra büyük günahlardan, sonra da küçük günahlardan ittikâ etmek."
4) Kaffftl (r.h)'ın görüşüdür. O şöyle der: "Birinci takva, "nesh"in doğruluğunu tenkidden ittikâ etmektir. Bu böyledir, çünkü yahûdiler, "Nesh, bedâ'ya (yani Allah'ın bir bilgiye sonradan sahip olması mânasına) delâlet eder" diyorlar Binâenaleyh mü'minlere, önce mubah iken, içkinin haram olduğunu duydukları zaman, yahûdilerin bu fesatçı şüphelerinden ittikâ edip sakınmaları gerekir. İkinci takva, âyette anlatılana uygun amel etmektir ki, bu da içki içmekten sakınma amelidir. Üçüncü takva da, birinci ve ikincide anlatılan takvaya devam edip, sonra buna, insanlara ihsan (iyilik) hususunu katmaktan ibarettir.
5) Bu tekrardan maksad, te'kid ve iman ile takvaya iyice teşviktir. Bu durumda denilse ki: "Öyle ise niçin, tadılan şeylerde günahın söz konusu olmaması, iman ve takvanın olması şartına bağlandı? Çünkü iman ve ittikâ etmeyen ve sonra helâl olan birşeyi yiyen kimse için, bu yemesinden dolayı bir günahın olmayacağı, aksine İman etmeyişinden ve ittikâ etmemesinden dolayı bir günahın söz konusu otduğu malumdur. Fakat bu günahın, o helal şeyi yemesiyle bir alakası yoktur. Binâenaleyh bu şartın, buna bağlanması caiz değildir." Buna mukabil biz deriz ki: Bu, şarta bağla mânasında değil, aksine haklarında bu âyet nazil olan o kimselerin, iman, takva ve ihsan hususundaki hallerini medh-ü sena edip, b sıfatlar üzere olduklarını beyan etmek içindir. Bunun bir misâli sana, "Zeyd'e, yaptığı şeyden dolayı bir günah var mı?" denilmesi gibidir. Sen, Zeyd'in yaptığı işin mubah olduğunu biliyorsun. Binâenaleyh "İnsan haramlardan ittikâ ettiği, bir mü'min ve muhsin olduğu zaman, mubah birşeyi yapmasında günah yoktur" dersin. Bu sözünle sen, Zeyd'in mü'min ve muhsin kaldığı müddetçe, yaptığı şeyden dolayı hesaba çekilmeyeceğini kastetmiş olursun.
Sonra Cenab-t Allah "Allah tyi hareket edenleri (muhstnleri) sever" buyurmuştur. Bunun mânası şudur: "Allah Teâlâ, günahın olmamasını "ihsan" (iyilik yapma) şartına bağlayınca, ihsanın sadece günah olmaması hususunda değil, Allah'ın o kimseyi sevmesi hususunda da tesiri olduğunu beyan etmiştir." Hiç şüphe yok ki bu derece, derecelerin en şereflisi ve makamların en yükseğidir. Allah'ın kutlarını sevmesinin ne mânaya geldiğinin izahı daha önce geçmişti. [208]
"Ey iman edenler, Allah gayb'ta kendisinden korkanları bilmek /f/n, ellerinizin
ve mızraklarınızın erişebileceği avlardan btrşey ile mutlaka sizi imtihan edecektir. Kim bundan sonra aşın giderse, ona pek acıklı bir azap vardır" (Makta, 94).
Bil ki bu da, Allah'ın hükümlerinden bir diğeridir. Bu âyetin, önceki âyetlerle irtibatı şu bakımdandır: Ailen Teâlâ "Ey iman edenler, Allah'ın size helal kıldığı tayyibâtı haram kılmayın..." (Makie, 87) buyurduğu gibi, sonra bunlardan, içki ve kumarı istisna etmiştir. Aynı şekilde, bu çeşit avı da, helal şeylerden istisna etmiş ve bunun haramlara dahil olduğunu beyan buyurmuştur. Burada birkaç mesele bulunmaktadır: [209]
"mutlaka sizi imtihan edecektir" büyruğundaki lâm, kasem lamıdır. Çünkü, lâm ile nün (şeddeli te'kid nûnu) bazan kasemin cevâbı olurlar. Kasem zikredilmedi-ğinde, o ifâde kasemin bulunduğuna delil olsun diye, bu iki harf getirilir. [210]
kelimesindeki vâv harfi, iki sakinin bir araya gelmeşinden dolayı, fetha ile harekelenmiştir. [211]
kelimesinin mânası, "O, sizin tâatinizi masiyetinizden ayırır. Yani size, imtihan yapan kimsenin muamelesi gibi muamele eder" şeklindedir. [212]
Mukatil İbn Hayyfln şöyle demiştir: "Allah Sahabeyi, Hudeybiye senesinde ihramlı oldukları bir sırada, av ile imtihan etti. Öyle ki, vahşî hayvanlar ve kuşlar onların kafilelerini sarmış bürümüştü. Böylece onlar, o av hayvanlarını elleriyle tutmaya ve mızraklarıyla, oklarıyla avlamaya muktedir olabilirlerdi. Onlar böyle bir şeyi hiç görmemişlerdi. Ama Allah Teâlâ, bir imtihan olmak üzere, onlara bunları avlamayı yasaklamıştır." Vfthkfî: "Onların, elleriyle yakalayabildikleri avlar, yavrular, yumurtalar ve yabani hayvanların küçükleri idi.. Mızraklarının ulaştığı av hayvanı ise, bunların büyükleriydi" demiştir. Bazıları bunun caiz olmadığını, zira sayd (av) kelimesinin (avlanması) imkânsız değil de diretebilen vahşi hayvanın adı olduğunu söylemişlerdir. [213]
"Avlardan bir şey ile..." şeklinde âyette geçen azlık ve küçüklüğün mânası, Cenâb-ı Hakk'ın, bunun meselâ canları ve mallan almakla yapmış olduğu bir imtihan gibi teklif edilmesinde çok güçlük ve zorluk bulunan büyük belâ ve fitnelerden birisi olmayıp aksine bunun kolay bir imtihan olduğunu bitmesidir. Çünkü Allah, İsrailoğullarını, deniz avı, yani balık avlamakta imtihan edip denediği gibi, Hz. Muhammed (s.a.s)'in ümmetini de kara avıyla imtihan edip denemiştir. [214]
Hak Teâlâ'nın jfadesindeki harf-i cerri, şu iki bakımdan teb'îz ifâde eder:
a) Bundan murad. deniz değil de kara avıdır.
b) İhrama girmeyenin avı değil de, ihramlının avıdır. Zeccac: "Bu harfinin, tıpkı, o halde murdardan, putlardan kaçının" (Hacc, 30) âyetinde olduğu gibi tebyîn için (min-i beyâniyye) olması da muhtemeldir" demiştir. [215]
Âyette geçen "avdan" sözüyle Hak Teâlâ'nın "ellerinizin ve mızraklarınızın erişebileceği" ifâdesinin
delaletiyle, mef'ûl mânasını (yani "avlanmış", "avlanabilen") kastetmiştir. Sayd kelimesi masdar mânasına olursa, hades (oluş, yani avlanmak) manasına gelir. Halbuki, elin ve mızrağın ulaşmast ile ancak 'ayn, zât olan bir şey vasfedilebilir. [216]
Daha sonra Cenâb-ı Hak "Allah, gayb'ta kendisinden korkanlan bilmek İçin.." buyurmuştur. Bu cümle ile ilgili birkaç mesele vardır: [217]
Bu, mecazî bir
ifâdedir. Çünkü, Allah Teâlâ her zaman âlimdir. Âlimler bu ifâdenin ne mânaya
geldiği hususunda ihtilaf etmişlerdir: Bunun, "Size, bilmek isteyen
kimsenin muamelesi gibi muamele eder" mânasına geldiği ileri sürüldüğü
gibi; bunun, "malum olan şeyi ortaya koymak için" mânasına geldiği de
ileri sürülmüştür. Bu malum olan şey de, korkan kimsenin korkusudur.. Bu
ifâdeden, muzâfın hazfedildiği ve takdirinin, "Allah'ın dostları, gaybta
O'ndan korkanları bitmek için, bilmesi için..." seklinde olduğu da ileri
sürülmüştür.
[218]
Hak Teâlâ'nın bu
âyetteki ifadesi hakkında şu iki izah yapılmıştır
a) "Gayba iman etmiş olarak kendisinden korkanlan..." demektir. Nitekim yüce Allah bu hususu kitabının başında zikretmiştir ki, bu da O'nun (Bakara. 3) sözüdür.
b) "Durumu insanların görüp görmemesine göre ayarlamama, yani kendisinden tam bir ihlâs ve gerçek anlamda korkanları ve iman edenlerle karşılaştıklarında "iman ettik" diyen; reisleriyle başbaşa kaldıklarında da "biz sizinle beraberiz" diyen münafıklar gibi, bir kimsenin yanında bulunup bulunmamasına göre durumu değişmeyen kimseleri bilmek için..." demektir. [219]
tabiri, hal olduğu için nasb mahal I indedir. Buna göre mâna, "kendisini kimsecikler görmediği halde de, O'ndan korkan kimseleri... "demektir, "Rahman'a gıyabî saygı gösteren" (Kf. 33) ve "Ki onlar tenhada da Hablerine candan saygı gösterirler' '(Enbiya, 49) âyetten ûe totytaftr Nma, tinafilta "goyb" kelimesinin manasını, (Bakara, a) âyetinin tefsirinde zikretmiştik.
Daha sonra Allah "Kim bundan sonra aşın giderse, ona pek acıklı bir azap vardır" buyurmuştur ki bundan murad, hem âhiret azabı, hem de dünyadaki ta'zırdır. İbn Abbas: "Bu azap, o kimsenin karnına ve sırtına, acıtıcı bir şekilde vurup, elbiselerinin çıkarılmasıdır" demiştir. Kaffal: "Bu caizdir; çünkü "azap" kelimesi, tıpkı zina edenlere vurulan değneğe (celd) isim olarak verilip, "mü'minlerden zümre de bunların azabına şahld olsun" <Nûr. zj; "...on/ara hür kadınlar üzerindeki cezanın yarısı..." <Nisa.25)ve Cenâb-ı Hakk'ın, Süleyman (a.s)'-dan Hûdhûd hakkında nakledip "Onu muhakkak çetin bir azaba uğratacağım" (Nemi. 21) buyurduğu gibi, bazan dövme işine de isim olarak verilmiş, buna da "azap" denilmiştir. [220]
"Ey iman edenler, siz ihramlı bulunurken, av öldürmeyin. İçinizden kim onu bilerek öldürürse, öldürdüğü o hayvanın benzeri bir ceza vardır ki Kabe'ye ulaşacak bir kurbanlık olmak üzere, buna içinizden adalet sahibi İki adam hükmedecektir. Yâhud bir keff&ret vardır ki, (bu da) yoksulu doyurmak, yahud bunun dengi bir oruç tutmaktır. Ta ki bu suretle o, ettfgfnin vebâlfnf tatmış olsun., Allah geçmişi bağışladı. Kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikamını ahr. Allah mutlak galiptir, intikam sahibidir" (Maide, 95).
"Ey iman edenler, siz ihvandı bulunurken, av öldürmeyin" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: [221]
Bu âyette geçen "sayd" (av) kelimesi ile ne murad edildiği hususunda iki görüş vardır: [222]
Birinci Görüş: Bu, ister eti yenilen cinsten ister yenilmeyen cinsten olsun, yabanî hayvan mânasına gelir. Buna göre, ihramlı kimse, eti yenilmeyen bir yırtıcı hayvanı öldürdüğünde, bu hayvanın kıymetini tazmin eder (tasadduk eder). Fakat bu hayvanın kıymeti, bir koyunun kıymetinden daha fazla olmaz. Bu, Ebû Hantte (r.h)'nin görüşüdür. İmam Züfar ise: "Bu hayvanın kıymetinin, çıkabileceği yere kadar çıkması gerekir" demiştir.
İkinci Görüş: "Sayd" (av), "eti yenilen cinsten hayvan" demektir. Bu görüşe göre, ihramlıya, yırtıcı hayvanları avladığı zaman bir tazmin gerekmez. Bu da, İmâm Şafiî (r.h)'nin İçtihadıdır. Ebû Hanîfe (r.h), "beş zararlı hayvan ile kurdun öldürülmesinden dolayı, bir tazminin gerekmediğini" kabul etmiştir.
Şâfü (r.h)'nin Kur'ân ve Hadis'den delili vardır, Kur'ân'dan delili şudur: Yenilmesi haram olanlar av değildir, binâenaleyh bunların tazmin edilmemesi gerekir. Biz eti haram olanların "av" (sayd) sayılmayacağını söylüyoruz. Çünkü sayd (av), eti yenilen hayvan demektir. Zira Cenâb-ı Hak, bu âyetin hemen sonrasında, "Deniz avı yapmak ve onu yemek, kendinize de, yolcuya da fötde olmak üzere, sizin için helal kılındı, İhramlı bulunduğunuz müddetçe ise kara avı haram kılındı" <Maide, 96) buyurmuştur. Bu âyet, deniz avının her zaman (ihramlı iken ve ihramsız iken), kara avının ise ihramlı olunmadığı zaman helal olduğunu gösterir. Böylece avın, eti yenilmesi helal olan hayvan mânasına olduğu sabit olur. Yırtıcı hayvanın yenilmesi ise helal değildir. Binâenaleyh yırtıcı hayvanın av (sayd) sayılmaması gerekir. Bu hayvanların bir av sayılmadığı sabit olunca, kıymetinin tazmin edilmemesi gerekir. Çünkü asıl olan, tazmin etmemektir. Biz, asıl olana göre, bu âyetin hükmünden ötürü, av sayılan hayvanların kıymetinin tazmin edilmemesi hususunda amel etmedik. Binâenaleyh asıl olan bu durum, av olmayan hayvanlar hususunda asıl olarak kalır. İmam Şafiî'nin hadisden delili ise, Hz. Peygamber (s.a.s)'in şu meşhur hadîs-i şerifidir: "Beş zararlı hayvanı, thramlı kimsenin, Hül bölgesinde ve Harem bölgesinde öldürmesinde bir vebal yoktur. Bunlar, karga, çaylak, yılan, akrep ve "ısıran köpek"tir.[223] Bir diğer rivayette ise, "ete düşkün yırtıcı hayvanlar" ilâvesi vardır.
Bu hadis ile birkaç yönden istidlal edilir:
a) Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "efe düşkün yırtıcı hayvanlar" ifadesi, bu meselede birjnasstır.
b) Hz. Peygamber (s.a.s), bu hayvanları "zararlı" diye tavsif etmiş, sonra da öldürülmelerinin mubah olduğunu söylemiştir. Uygun bir vasfın peşinde zikredilen hüküm, o vasfın, hükmün sebebi olduğunu ihsas ettirir. İşte bu durum da, bu hayvanların zararlı olmasının, onların öldürülmesinin helal oluşunun illeti olduğunu gösterir. Bu hayvanların "fevâsık" (zararlı) olmalarının mânası, onların eziyyet edici olmaları demektir. Halbuki eziyyet verme sıfatı, yırtıcı hayvanlarda daha kuvvetlidir. Binaenaleyh, onların da öldürülmelerinin caiz olması gerekir.
c) Şârî (kanun koyucu), öldürülmenin mubah oluşunu bu hayvanlara has kılmıştır. Sâri bu hükmü bu hayvanlara, eziyyet vermelerinin fazlalığından dolayı tahsis etmiştir. Halbuki yırtıcı hayvanlarda eziyyet verme vasfı daha fazladır. Binâenaleyh, bunların öldürülmelerinin caiz olduğuna hükmetmek gerekir. Bunların öldürülmesinin caiz olduğu sabit olunca, birinci delilde de beyân ettiğimiz gibi, tazmin edilmemeleri de gerekir.
Ebu Hanîfe (r.h)'nin delili de şudur: "Yırtıcı hayvanlara da av denir. Böylaoe bunlar da,"siz ihramlı bulunurken av öldürmeyin" yasağına girerler. Biz, yırtıcıların bir av olduğunu, hem şâirin; "Kendisine, üstü örtülü bir tuzak kurulup da, avlanılan arşlan..."; hem de Hz. Ali (r.a)'nin "Kralların avı, tavşanlar ve tilkilerdir. Ama ben (binitime) bindiğim zamansa, avım kahramanlardır" şeklindeki sözlerinden dolayı söylüyoruz."
Ebü Hanîfe'nin bu görüşüne şu şekilde cevap verebiliriz: Biz, âyetin delâletine dayanarak, yenilmesi haram olanların bir av olmadığını beyan ettik.. Buna, kime ait olduğu belli olmayan bir şiir beyti karşı koyamaz.. Hz. Ali (r.a)'nin şiiri ise, varid değildir. Çünkü bize (Şafiîlere) göre, tilki helâldir. [224]
Âyette geçen lâfzı f kelimesinin çoğuludur. Bu hususta üç görüş vardır:
a) kelimesinin manası, "Hacc için ihrama girmiş kimselerken..." şeklindedir.
b) "Harem'e girmiş kimselerken..." Âyet ile, bu iki mana da murad edilmiştir.
Bu ifadenin hükmüne umre için ihrama girenler dahil olur mu olmaz mı hususundaysa ihtilâf vardır. [225]
Cenâb-ı Hakk'ın "öldürmeyin" buyruğu, hem doğrudan hem de sebebiyyet verme bakımından öldürmeyi yasaklamayı ifade eder. Binaenaleyh kişinin, ihramlı olduğu sürece ne silah ile ne de eğitilmiş köpek ve kuşlar ile, -av ister Hıll, isterse Harem bölgesine ait olsun,- ava sataşması caiz değildir. Ama, ihrama girmemiş olan kimsenin "Hıll" bölgesinde avlanabilme selâhiyeti olduğu halde, Harem'de avlanması caiz değildir. Biz, "Siz ihramlı bulunurken" ifadesinin, her iki durumu, yani ihrama giren kimse ile Harem'de olan kimseyi içine aldığını söyleyip kabul ettiğimiz zaman, âyet bu hükümlerin hepsine delâlet etmiş olur. [226]
"İçinizden kim onu bilerek Öldürürlerse, öldürdüğü o hayvanın benzeri bir ceza vardır.," buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: [227]
Âsim, Hamza ve Kisâî, j£? »tj* kelimesini, tenvinle ve merfû olarak cezâun mislü şeklinde okumuşlardır ki,buna
göre mana: "O kimseye, öldürmüş olduğu ava mümasil bir ceza gerekir" şeklindedir. Binaenaleyh mislü kelimesi, cezaun kelimesinin sıfatı okluğu için merfûdur. Kisaî şöyle demiştir: Cezâun kelimesinin mislü kelimesine izafe edilmesi uygun düşmez. Görmüyor musun, mâna, "Ona gerçekte, öldürdüğü şeyin mislinin cezası gerekmez. Aksine ona gereken, Öldürdüğü şeyin cezasıdır; yoksa öldürmediği şeyin (maktulün) cezası değildir" şeklindedir, yûti j* sözünün, nekire olan cezâun kelimesinin sıfatı olması caizdir. Buna göre mana, "ne'am (deve, sığır, davar)dan olan cezası, öldürdüğü şeyin mislidir" şeklindedir.
Diğer kıraat imamları ise, ceza kelimesini misi kelimesine muzâf kılarak, şeklinde okuyup şöyle demişlerdir: "O kimseye gereken, her nekadar öldürdüğü şeyin mislinin cezası değil de öldürdüğünün cezası ise de, Araçlar "Ben de, senin gibisine ikram ediyorum" derler, bununla da "Sana ikram ediyorum" manasını kastederler. Bunun bir benzeri de, "O'nun benzeri gibisi yoktur" (Sürt, n) âyetidir ki, bu ifadenin takdiri hiçbir şey gibi değildir" şeklindedir. Ve yine Cenâb-ı Hak, "Bir ölü iken kendisini dirilttiğimiz, ona insanların arasında kendisiyle yürüyeceği bir nûr verdiğimiz kimse; içinden çıkamaz halde karanlıklarda kalan kişi gibi olur mu hiç?" (Enâm, 122) buyurmuştur ki, bu ifadenin takdiri de, "karanlıklarda olan gibi.." şeklindedir.
Burada bir başka izah daha vardır ki, o da cümlesinin manasının, tıpkı senin &tf fi* demen gibi olmasıdır ki, bu tabir &i j "gümüşten bir yüzük" anlamındadır. [228]
Said Ibn Cübtyr: "İhramlı kimse, hataen bir av öldürdüğü zaman, kendisine hiçbir şey gerekmez" demiştir ki, bu
DâvÛd ez-Zahlrî'nin de görüşüdür. Fukahânın ekserisi ise, "O kimseye, ister kasden isterse hataen öldürsün, tazmin gerekir" demişlerdir. Dâvûd ez-Zahlrî'nin delili şudur: Hak Teâlâ'nın, "İçinizden ktm onu bilerek öldürürse..." kaydı, şart sadedinde zikredilmiştir. Şart olmadığı zaman, meşrut da olamaz. Binaenaleyh, kasıt olmadığı zaman bir cezanın vacip olmaması gerekir. Bu hususu, aynı âyetin sonundaki, "Kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikamını alır" ifadesi de te'kid etmektedir. İntikam ise, hataen olanda değil, sadece kasten olanda olur. Hem "Kim bir daha böyle yaparsa..." şartından "Kim, bahsi yukarıda geçen şeylere tekrar dönerse" manası kastedilmiştir. Bu ifade de, daha önce zikredilen ve cezayı gerektiren öldürmenin hataen değil, kasten öldürme olmasını gerektirir.
Cumhûr-u fukahanın delili şudur: Allah, "İhramda bulunduğunuz müddetçe ise kara avı size haram kılındı" (MaK*. 96) buyurmuştur. Kara avı, ihram sebebiyle haram olunca, o av fiili de, ihram sebebiyle yasak kılınmış olur. Binaenaleyh, bu yasağın hükmü, hatâ ve cehalet sebebiyle sakıt olmaz. Bu tıpkı, başı tıraş etme ve müslüman malını tazmin etme hususları gibidir. Zira, mâlikin hakkı sebebiyle bir haramlık sabit olunca, bu onun hataen veya kasten olmasıyla değişmez. İşte burada da böyledir. Yine cumhur-u fukaha, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, "İhramlı kimse sırtlanı öldürdüğünde, onun cezası bir koçtur" hadisi ve sahabenin, "Ceylânın öldürülmesinde, ceza olarak bir koyun verilir" şeklindeki ifadeleriyle istidlal etmişlerdir ki, bu ifâdelerde kasten öldürme hususu yer almamıştır.
OAvûd buna: "Kur'ân'ın nassı, haber-i vâhidden, sahâbi sözünden ve kıyastan daha hayırlıdır" diyerek cevap vermiştir. [229]
Âyetin zahiri, avın cezasının, maktulün (öldürülenin) misli olması gerektiğine delâlet etmektedir. Ancak ne var ki müçtehid imamlar, "misl"in ne olduğu hususunda İhtilaf etmişlerdir. Meselâ Şafiî ve Muhammed eş-Ş«ybâni: "Av, misli olanlar ve misli olmayanlar diye iki çeşittir" demişlerdir. "Misli olanlar, "ne'am" (deve, sığır ve davar)'dan misli ile tazmin olunur. Misli olmayanlar ise, kıymeti ile tazmin olunurlar" diye eklemişlerdir. Ebû Hantfe ve Ebû Yusuf ise, "vacip olan mislin, öldürülenin kıymeti olduğunu" söylemişlerdir.
Şafiî'nin delili, Kur'ân, Hadis, İcmâ ve Kıyastır. Kur'ân'dan deliline gelince bu, "İçinizden kim onu büerek Öldürürse, öldürdüğü o hayvanın benzeri btr ceza vardır.." mealindeki âyettir (M*ide, 95). Bu âyetle şu dört yönden istidlal edilmiştir:
a) Bir grup kıraat imamı, tenvîn ile şeklinde okumuşlardır kî, bu okuyuşa göre âyetin mânası, "(ona), "ne'am" (deve, sığır ve davar)dan öldürdüğü şeye mümasil, denk bir ceza gerekir" şeklindedir. Binâenaleyh, "bu ceza, onun kıymeti itibariyle misli" diyenler, Kur'ân'ın nassına muhalefet etmiş olurlar.
b) Diğer bir grup kıraat imamı da, kelimesini kelimesine izafetle okumuşlardır ki, bu okuyuşun takdiri ve mânası, "Ona, Öldürdüğü şeyin "ne'am "dan cezası vardır" şeklindedir. Yani, "Öldürdüğü şeyin mislinin cezasının, "ne'am "dan olması gerekir. Binâenaleyh, bunu farz görmeyenler Kur'ân'ın nassına muhalefet etmiş olur.
c) Ibn Mesudun kıraati, "Onun cezası, öldürdüğü şeyin "ne'am"dan misti ve dengidir" şeklindedir ki, bu da bizim söylediğimiz şey hususunda açık bir ifâdedir.
d) Hak Teâlâ'nın, "..Kabe'ye ulaşacak bir kurbanlık olmak üzere, İçinizden adalet sahibi iki adamın hükmü bunu (tayin) edecektir'' buyruğu, onlardan iki âdil kimsenin hükmettiği o cezanın, Kabe'ye ulaşacak bir kurbanlık olması gerektiği hususunda sarîh bir ifâdedir.
Buna göre şayet, "O kıymet ile bu kurbanlık hayvan satın alınabilir" denilirse, biz deriz ki:
Nass, iki âdil kimsenin hükmettiği o şeyin, bir kurbanlık hayvan olması gerektiği hususunda sarih bir hüküm ifâde etmektedir. Halbuki siz, vacip ve farz olanın, öldürülen o şeyin kıymeti olduğunu, sonra da bu kimsenin, isterse bu kıymet ile Kabe'ye ulaşan bir kurbanlık hayvan satın alıp almamada muhayyer olduğunu söylüyorsunuz ki işte bu durum nassın hilâfına olur.
Şafiî'nin hadisten delili ise şudur: Câbir İbn Abdlllâh, Allah'ın Resulü Hz. Peygamber'e, "sırtlan bir av mıdır?" diye sormuş, Hz. Peygamber de: "Evet; ihramlı kimse onu yakalarsa, bunun cezası bir koç gerekir" demiştir ki, bu da sarîh bir nasstır.
İcmâ'dan delili şudur: Şafiî fr.h) şöyle demektedir: "Hz. Ali, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Abdurrahman İbn Avf, Ibn Abbas ve İbn Ömer'in (r.a) muhtelif beldelerde ve muhtelif zamanlarda, avın cezasıyla alâkalı olarak, "ne'am "dan olan "misliyyet" ile hükmettikleri rivayetleri birbirini desteklemektedir.Meselâ onlar, "ne'am"dan bir ceza olarak deve kuşunda deveyle; yabanî eşekte, sığır ile; sırtlanda, koç ile; ceylânda, dişi keçi; erkek ceylanda koyun; tavşanda, keçinin dişi yavrusu, bir rivayette de "anâk" (keçinin dişi yavrusu); kelerde, kuzu; tarla faresinde keçinin dişi yavrusu ile hükmetmişlerdir ki bu da, onların avın kıymetine değil de, "ne'am"dan avın en yakın benzerlerine dikkat ettiklerini göstermektedir. Şayet onlar öldürülenin kıymetine göre hüküm vermiş olsalardı, bu kıymet, bu değeri takdir edenlerin farklılığı nisbetinde farklı olurdu. ^j&Jj büyük erkek ceylân; J'jiN dişi ceylân; sahrada olan büyük fare; Syur keçinin annesinden ayrılan dişi yavrusu demektir. Bunun erkeğine cufr; dişisine ise denilir. Bunlara bu isim, bir yıl tamamlanmadan önce güçlü kuvvetli olduklarında verilir.
Şafiî'nin kıyastan delili de şudur: "Tazmin, telef edilenin cezasıdır. Binâenaleyh, benzerlik her ne zaman daha mükemmel ve daha güzel olursa, ceza da o nisbette tam ve mükemmel olur. Böylece mislini vacip kılmak daha evlâ olmuş olur."
Ebû Hanîfe (r.h)'nin delili ise şudur: "Öldürülen avın misli birşey bulunmadığı zaman, bunun kıymetinin tazmin edileceği hususunda aramızda bir ihtilaf yoktur. Binâenaleyh âyetteki, "öldürdüğü o hayvanın benzeri (misli) bir ceza vardır" ifâdesindeki, "misli" kelimesi ile kastedilen, işte bu durumda tazmin edilen kıymettir. Diğer durumlarda da böyle olması gerekir. Çünkü bir lafzı, ancak bir mânaya hamletmek caizdir."
Buna şöyle cevap verilir: Mümâsele"nin (birşeyin benzeri ve misli olmanın) hakiki manası, bilinen bir husustur. Şeriat koyucu olan Allah Teâlâ, mümâseleye riayet etmeyi farz kılmıştır. Bundan dolayı mümkün olduğu nisbette buna riayet etmek gerekir. Binaenaleyh bu mümâselete, şekil bakımından riayet etmek mümkün olur ise bunu yapmak; eğer kıymet bakımından riayet etmek mümkün olur ise, o zaman da mecburen bununla yetinmek gerekir. [230]
İhramlt bir cemaatın bir tek avı birlikte öldürmeleri konusunda, Şafiî (r.h): "Onların hepsine tek bir ceza gerekir" demiştir ki bu aynı zamanda Ahmed İbn Hanbel ve
İshâk İbn Râhûye'nin görüşüdür.
Ebu Hanîfe, İmâm Mâlik ve Sevri (rahimehümullah) ise: "Bunların herbirine, ayrı ayrı birer ceza ödemesi gerekir" demişlerdir.
Şafiî (r.h)'nin delili şöyledir: "Bu âyet, öldürülen hayvanın mislinin ödenmesinin vacib olduğuna delâlet etmektedir. Bir hayvanın misli bir hayvandır. 8u husus, Hz. Ömer (r.a)'den de, bizim dediğimiz gibi hükmettiği rivayeti ile te'kîd edilmiştir."
Ebu Hanîfe (r.h)'nin delili ise şöyledir: "O ihramiılardan herbiri, o hayvanın katilidir. Binaenaleyh herbirine, tam bir cezanın farz olması gerekir." Bu delilin, birinci mukaddimesinin (cümlesinin) izahı şu şekildedir: Bir grup insandan herbiri, bir hayvan . öldürmeyeceğine yemin etseler ve sonra hep bjrlikte bir tek av öldürseler, her birinin bir keffaret ödemesi gerekir. Adam öldürme ile ilgili kısas da böyledir. Yani bir tek kişiyi birlikte öldüren bir grubun hepsine kısas uygulanması gerekir. Bunlardan herbirinin katil olacağı sabit olunca, âyetteki, "İçinizden kim, onu bilerek öldürürse, öldürdüğü o hayvanın benzeri bir ceza vardır..." ifadesinden ötürü, bu insanlardan her birinin tam bir ceza ödemesi gerekir. Çünkü buradaki, "içinizden kim, onu bilerek öldürürse..." cümlesi umûmî bir ifade olup, bütün öldürenleri kapsar."
Şafii (r.h) buna şu şekilde cevap vermiştir: "Öldürme tek bir şeydir. Binaenaleyh öldürme işinin tam olarak gerçekleşmesi, tek bir failden daha fazlası ile olamaz. Bundan dolayı bu grup, bir araya geldiklerinde, hepsinin fiillerinin toplamından, tek bir öldürme meydana gelmiş olur. Durum böyle olunca, onlardan herbirinin gerçekte katil olması imkânsız olur. Bunlardan herbirinin katil olmadığı sabit olunca, bu grup âyetin hükmüne girmez. Bir grup insanın, tek bir adamı öldürmesi meselesine gelince, bu "ta'abbudî" (hikmetini anlayamadığımız ama kul olarak uymaya mecbur olduğumuz ilâhî bir emir) olarak sabit olmuştur. Birden fazla keffaretin vacib kılınması (yani herbirine keffaretin vacib kılınması) da böyledir." [231]
Şafiî (r.h) şöyle der: "İhramlı kimse, bir başkasına avı gösterse, o adam da, gösterilen avı öldürse, bu ihramlı
gösterdiği avın cezasını tazmin etmez." Ebu Hanlfe(r.h) ise: "Bu kimse, o avın mislini tazmin eder" demiştir.
Şafiî'nin delili şudur: "Bu âyette, cezanın vacib oluşu, öldürme fiiline bağlanmıştır. Halbuki bir hayvanı, avlayacak kimseye göstermek, "öldürme" değildir. Binaenaleyh bu ıhramlının o hayvanın mislini tazmin etmemesi gerekir. Bir de tazmin, öldürülen hayvanın bedelidir. Binaenaleyh katil keffâretinde, diyette ve bir müslümanın malına işaret etme meselesinde olduğu gibi, gösterme yüzünden, bu tazmin farz olmaz."
Ebu Hanife (r.h)'nin delili ise şudur: "Bu mesele, Hz. Ömer'e soruldu ve o, Abdurrahman İbn Avf (r.a) ile istişarede bulundu. İkisi av hayvanına işaret edip gösteren ihramlıya, cezanın gerekeceği hususunda ittifak ettiler. İbn Abbas (r.a)'dan da, av hayvanına işaret eden ihramlıya cezanın vacib olduğu rivayeti gelmiştir."
Şafiî (r.h), Ebu Hanİfe'nin bu deliline, "Kur'ân'ın nassı, bir sahabînin sözünden daha hayırlıdır" diyerek cevap vermiştir. [232]
İmam Şafiî (r.h) şöyle demiştir: "Bir kimse erkek ceylanı yaralasa ve o ceylanın kıymeti onda bir nisbetinde düşse, bu kimsenin, bir koyunun kıymetinin onda biri kadar tazmin etmesi gerekir."
Dâvûd ez-Zâhiri, "öldürmenin dışında, kesinlikle bir tazmin söz konusu değildir" derken, Müzeni, "bu kimseye bir tam koyun tazmîn etmesi gerektiğini" söylemiştir.
Dâvûd ez-Zahirî'nin delili şudur: "Âyet, bu cezanın vacib oluşunun, öldürme şartına bağlı olduğunu gösterir. Binaenaleyh ortada öldürme işi bulunmadığına göre, bu kimseye kesinlikle, herhangibir cezanın vacib olmaması gerekir."
Davud'un bu görüşüne cevaben şöyle deriz: Öldürme işine bağlanan, öldürülenin mislinin vacib olması hükmüdür. Bizce bu, öldürme işi olmadığı zaman vacib olmaz. Binaenaleyh Davûd ez-Zahfrl'nin görüşü düşer. [233]
Bir kimse, Hill (Harem'in dışı) bölgesinden, yine Hill bölgesinde bulunan bir ava ok atsa, bu ok da, Harem bölgesindeki bir grup hayvana gitse, İmam Şafiî (r.h)'ye göre bu hayvanın eti haram olduğu gibi, o kimsenin bu hayvanın cezasını da ödemesi gerekir. Ebu Hanffe (r.h) ise, "bu hayvanın etinin haram olmayacağını" söylemiştir.
Şafiî'nin delili şudur: "Hayvanı kesmenin sebebi, birkaç cüzden meydana gelmiştir ve bu cüzlerden bazısı mubah, bazısı haram işlerdendir. Haram olan, Harem bölgesine geçiştir. Bir işte hem helal, hem haram bulundu mu, mutlaka haram helâla baskın çıkar. Özellikle aslı haramlık olan kesme işinde.."
Ebu Hanlfe(r.h)'nin delili ise şudur: "Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz ihramlı bulunurken, av öldürmeyin" buyruğu, bu kimseleri, Harem bölgesinde olmaları hâlinde, avlanmaktan nehiydir. Bundan dolayı, bu iki şarttan biri bulunmadığı zaman, haramlığın söz konusu olmaması gerekir." [234]
İhramlı olmayan bir kimse, bir hayvan yakalayıp onu Harem bölgesine getirse, o hayvanı salıvermesi gerekir. Eğer onu keserse, bu hayvan haram olur ve o hayvanın bedelini tazmîn etmesi gerekir. Bu, Ebu Hanİfe (r.h)'nin görüşüdür.
İmam Şafiî ise, "bu hayvanın helâl olduğunu ve bu kimsenin onu tazmîn etmesinin gerekmediğini" söylemiştir.
Şafiî'nin delili: "ihramlı olduğunuz halde avlanmayı helâl saymamak ve size (aşağıda) okunacak olanlar hâriç kalmak şartıyla, davarların etleri) size helâl kılındı" . i) âyetidir.
Ebu Hanİfe'nin delili de: "Siz fhramlı bulunurken, av öldürmeyin" (Matde. 96) âyetidir. Bu âyette Cenâb-ı Hak, ihramlı iken insanın avlanmasını yasaklamıştır. Bu âyet, kişinin hem Hill, hem de Harem bölgesinde avlanmasını kapsamaktadır. [235]
İhramh bir kimse, bir hayvan avlasa ve bundan dolayı gereken cezayı ödese, sonra yeniden bir hayvan avtasa,
tekrar ceza Ödemesi gerekir.
Dâvud ez-Zâhirî ise, "bu kimseye yeni bir cezanın gerekmeyeceğini" söylemiştir.
Cumhurun delili şudur: Hak Teâlâ'nın, "içinizden kim onu bilerek öldürürse, öldürdüğü o hayvanın benzeri bir ceza vardır" ifâdesinin zahiri, bu cezanın vacib oluşunun sebebinin, öldürme işi olduğunu gösterir. Binaenaleyh sebeb tekerrür ettiğinde, hükmün (cezanın) de tekerrür etmesi gerekir.
Eğer, "bir kimse hanımlarına, "Hanginiz eve girerse, o boştur" dese ve onlardan biri, iki kere eve girse, bundan dolayı tek bir talak gerekir" denir ise, biz deriz ki: "Bu iki mesele arasında şöyle bir fark vardır: Avı öldürme işi, bu cezanın vacib oluşunun sebebidir. Binaenaleyh, sebep tekerrür ettiğinde, hükmün (cezanın) da tekerrür etmesi gerekir. Ama bu meselede, eve girme işi talâkın meydana gelmesinin şartıdır. Binaenaleyh şartın tekerrürü, hükmün tekerrürünü gerektirmez."
Dâvûd ez-Zâhirî'nin delili ise şudur: "Cenâb-ı Hak, "Kim birdaha böyle yaparsa, Allah ondan intikamını alır" buyurmuş ve böylece, bu işi tekrar yapmanın cezasının, keffâret değil, Allah'ın ondan intikam alması olduğunu göstermiştir." [236]
Şafiî (r.h): "İnsan şaşı, kolu, ayağı kırık bir hayvanı avladığında, onun mislini fidye olarak verir. Bunun karşılığında sağlam bir hayvanı fidye olarak vermesi bana daha sevimli geliyor. Buna göre o hayvanın misli olanın büyüğünü vermek, küçük olanını vermekten daha evlâdır. Binaenaleyh kişi, erkek hayvanı erkek hayvana, dişiyi de dişiye karşılık fidye verebilir. Evlâ olan, bunun tersini yapmamasıdır. Çünkü Kur'ân'ın nassı, o hayvanın mislini vermeyi farz kılmaktadır. Dişi, doğurabilmesi bakımından her ne kadar erkek hayvandan efdal ise de, erkek de dişiden efdaldir. Zira erkek hayvanın eti daha iyi, şekli daha güzeldir" demiştir. [237]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Buna, içinizden adalet sahibi iki adam hükmedecektir" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: [238]
İbn Abbas şöyle demektedir: "Allah Teâtâ bu ifadeyle, "sizden, yani sizin dininizde ve şeriatınızda olan kimselerden iki sâlih, âdil ve fakîh kişi, o avın cezası hususunda
hüküm verir ve böylece o öldürülen hayvana, ne'amdan (deve, sığır ve davardan) en fazla benzerini araştırıp, buna hükmedecekler" manasını kasdetmiştir."
O hayvanın kıymetinin verilmesinin farz olduğu hususunda, Ebu Hanîfe'nin görüşünü destekleyenler, bu âyetle istidlal ederek: "Araştırmaya ve içtihad etmeye ihtiyaç duyulan nokta, değerlendirmedir. Fakat hayvanın hilkatine ve şekline gelince, bu zaten açık olup, bu hususta içtihâd etmeye ihtiyaç yoktur" demişlerdir.
Buna şu şekilde cevap verebiliriz: "Ne'am ile o av hayvanı arasındaki benzerlikler, çeşitli yönlerden olup çoktur. Binaenaleyh o hayvana en fazla benzeyeni, daha az benzeyenden ayırdetmek için mutlaka ictihad etmek gerekir. Meymûn Ibn Mİhran'ın şu ifadesi de bizim söylediğimizin doğruluğunu göstermektedir: "Bir bedevi Arap, Hz. Ebu Bekir (r.a)'e gelerek, "Ben, şu şu hayvanları avladım" dedi. Ebu Bekir (r.a) de, Übeyy fbn Ka'b (r.a)'a bunu sordu. Bedevi Arap, "Ben, sana sormaya geldim, sen ise başkasına soruyorsun" deyince, Hz. Ebu Bekir (r.a), "Bilmediğim için sormuyorum. cakat Cenâb-ı Hak, "Buna, içinizden adalet sahibi iki adam hükmedecektir" buyurmuştur. İşte bundan dolayı ben, arkadaşımla istişare ettim. Binaenaleyh eğer ikimiz bir hususta ittifak edersek, sana onu yapmanı emrederiz" dedi.
Kubeysa İbn Câbir'den rivayet edildiğine göre o, ihramlı iken bir erkek ceylanı vurup öldürmüştü. Durumu Hz. Ömer(r.a)'e sormuştu. Hz. Ömer (r.a)'in yanında da Abdurrahman İbn Avf (r.a) vardı. Hz. Ömer, Abdurrahman Ibn Avf'a, "Bu hususta ne dersin?" deyince, o: "Ona, ceza olarak bir koyun ödemesi gerekir" dedi. Hz. Ömer de: "Ben de aynı kanaatteyim" buyurdu. Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a), Kubeysa'ya: "Git ve Ka'be'ye bir koyun kurbanlık gönder" dedi. Kubeysâ sonra şöyle anlatır: "Arkadaşımın yanına gittim ve ona "Emirü'l-Mü'minîn ne diyeceğini bilemedi de, başkasına sordu" dedim. Derken birgün Hz. Ömer karşıma çıkıverdi ve beni kamçısı ile döverek, "Harem'de hem hayvan öldürür, hem de hükmünü bilmezsin. Allah Teâlâ, "Buna, içinizden adalet sahibi iki adam hükmedecektir" buyurmuştur. İki adamdan biri ben Ömer, diğeri de Abdurrahman İbn Avf'tır" dedi." [239]
Şafiî (r.h): "O
hayvanın misli olan, iki çeşittir:
a) Hakkında sahabenin, başkasına dönülemeyecek şekilde hüküm verdikleri çeşit... Bundan, başka hükme dönülemez. Çünkü sahabe, Kur'ân'ın nüzulüne şâhid olmuşlar ve Hz. Peygamber (s.a.s) tarafından yapılan tefsirinde hazır bulunmuşlardır.
b) Hakkında sahabenin hükmü olmayanlar... Bu durumda, iki âdil kimsenin içtihadına müracaat edilir. Bu iki adil kimse en'am'ın üç çeşidine (davar, sığır ve deve'ye) bakarlar ve avlanan hayvana bunlardan en çok benzeyenini, ceza olarak farz kılarlar" demiştir.
İmam Mâlik ise: "Hakkında sahabe ister hüküm vermiş olsun, ister vermemiş olsun, iki adil kimsenin buna karar ve hüküm vermesi gerekir" demiştir.
Şafiî (r.h)'nin delili şudur: "Âyet, bu hususa, iki âdil kimsenin karar vermesinin gerekli olduğunu bildirmektedir. Binaenaleyh buna, iki sahabe karar vermiş olduğu zaman, bu da âyetin hükmüne girmiş olur. Hem sonra sahabenin hükmü daha evladır. Zira biz onların, âyetlerin inişine şahîd olduklarını ve tefsirinde hazır bulunduklarını söylemiştik." [240]
Şafii (r.h): "Hatâen bir hayvanı öldürdüğü zaman, bu öldüren kimse, iki âdil kişiden birisi olabilir. Eğer o, hayvanı kasten avlamış ise, onun o iki âdil kişiden birisi olması caiz değildir. Çünkü o, bu şekilde avlanmakla fâsık (günahkâr) olmuştur" der.
İmam Mâlik ise, bunun tıpkı telef edilen şeylerin kıymetinin takdir edilmesi meselesinde olduğu gibi, caiz olmayacağını söylemiştir.
Şafiî (r.h)'nin delili şudur: "Allah Teâlâ, buna iki âdil kimsenin karar vermesini vacib kılmıştır. Bir kimse, av hayvanını hatâen öldürür ise, bu kimse âdil olmaktan çıkmaz. Binaenaleyh bu hususa, hem bu kimse, hem de bir diğer insan karar verdiğinde, iki âdil kimse karar vermiş otur. Yine rivayet edildiğine göre bir sahâbtnin atı, bir erkek ceylanı çiğnemişti. O, bu meseleyi Hz. Ömer (r.a)'e sordu. Hz. Ömer (r.a): "Sen kendin buna bir hüküm ver" deyince o: "Ey mü'minlerin emiri, sen daha âdilsin, sen hükmet" dedi. Hz. Ömer (r.a): "Ben sana, hükmetmeni emrettim, beni tezkiye etmeni değil.." dedi. Bunun üzerine sahabî: "Bu hususta sulu ve ağaçlı-yerde beslenmiş bir oğlak ödenmesi gerekir kanaatindeyim" dedi. Hz. Ömer (r.a) de: "Kanaatini yerine getir" dedi." Bu rivayete göre âlimlerimiz "Bilirkişi olacak iki âdil zatın, av hayvanını öldüren kimseler olması caizdir" demişlerdir. [241]
İki âdil kimse, misil olacak bir hayvana, diğer iki âdil kimse de, misil olacak başka bir hayvana karar verseler, bu
durumda şu iki görüş söz konusudur:
a) Kişi bu hususta muhayyerdir, istediğini tercih eder.
b) Bu iki hükümden, daha ağır olanını tercih eder. [242]
Kıyâsı delil olarak kabul eden âlimlerden bir kısmı "Âyet, kıyas ve içtihadla amel etmemizin caiz olduğunu göstermektedir. Çünkü Cenâb-ı Hak, avlanan hayvanın mislini ve benzerini belirleme işini insanların içtihadına ve kanaatine havale etmiştir" derler. Bu görüş zayıftır. Zira şüphesiz ki şeriat koyucu Cenâb-ı Allah, şu gibi pekçok meselede, zannımıza göre amel ederek, kulluk yapmamızı emretti.
a) Kıble yönünü belirleme hususunda içtihad etmemiz..
b) İki şahidin şahadetine göre amel etme...
c) Telef olunan malların kıymetleri ve uzuvların diyetleri hususunda değer biçenlerin, biçtikleri değere göre amel etme...
d) Öldürülen av hayvanının mislini ta'yin hususunda, bu âyette olduğu gibi, hüküm verenlerin hükmüne göre amel etme...
e) Avam halkın, aldıkları fetvaya göre amel etmeleri...
f) Dünyevî menfaatler hususunda, zann-ı galibimize göre amel etmemiz...
Fakat biz diyoruz ki: "Eğer siz, şer'î bir hükümde, şer'î bir meselenin, şer'î bir diğer meseleye benzetilmesinin şu saydığımız şeylerin aynısı olduğunu iddia ediyorsanız, bu, aklın da açıkça gösterdiği gibi, bâtıldır. Eğer bunların birbirinden başka olduğunu kabul ediyorsanız, zannın, bir meselede hüccet olması onun kıyas meselesinde hüccet olmasını gerektirmez. Ancak biz bu meseleyi, o meselelere kıyas edersek, bu müstesna... İşte bu, kıyâsın yine kıyâs ile isbât edilmesini gerektirir ki bu da bâtıldır. Hem sonra bu iki husus arasındaki fark son derece açıktır. Zira sayılan bütün bu misallerde hüküm, ancak tek bir hadise, tek bir zaman ve tek bir şahıs hakkında sabit olmuştur. Ama kıyas ile sabit olan hüküm ise, her zaman için devamlı olup, bütün mükellefler hakkında umumî şer'î bir hükümdür. Ferdî ve şahsî hükümler hakkında nass koymak imkansızdır. Ama küllî ve her zaman devam edecek umûmî hükümler hakkında nass koymak imkânsız değildir. Bu iki durum arasındaki fark açıktır. Allah en iyi bilendir. [243]
Soma AlLahu Teâlâ, "Ka'be'ye u/aşacak bir kurbanlık olmak üzere..." buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: [244]
Âyette ifgili şu iki
izah vardır:
1) Bu, "buna, Ka'be'ye gönderilip, orada kesilecek bir kurban olarak, o iki âdil kimse hükmeder" demektir. Bu
mana, yaratılış bakımından avlanılan hayvanın mislinin ödenmesini vacib görenlerin görüşünü destekler. Zira Cenâb-ı Hak, "O ikisi buna, bedeli ile bir kurbanlık satın alınabilecek bir miktar olarak hükmederler" buyurmamış, aksine, "bir kurban olarak hükmederler" buyurmuştur ki bu, o iki âdil kişinin ancak bir kurbana hükmedecekleri hususunda açık bir ifadedir.
2) Bu, "O iki âdil kişi, bununla hedy (kurban) olabilecek birşeyi satın alması gerektiğine hükmederler" manasındadır ki, bu âyetin zahirî manasından uzaktır. Doğru olan, birinci mânadır.
Ayetteki, "hedy" kelimesi, (buna) zamirinin hâli olarak mansubtur. Buna göre kelamın takdiri, "O iki âdil kişi, o Öldürülenin misli olarak, bir koyun veya bir sığır veya bir deve hükmünü verirler" şeklindedir. Binaenaleyh ** ifadesindeki zamir, "misi" kelimesine râcîolup, "hedy" kelimesi de, zamirden haldir. Bu iki husus iyice anlaşıldığında, artık kim, vacib olanın hilkat (yaratılış) bakımından bir misil olduğu hususunda şüpheye düşebilir? Allah en iyi bilendir. [245]
Ayetteki ifadesi, Cenâb-ı Hakk'ın kelimesinin sıfatıdır. Zira lâfzının kelimesine izafeti, hakîkî (manevi) olmayıp, lâfzîdir. İfâdenin takdiri ise, şeklindedir. Ancak ne var ki tenvîn, hafiflik otsun diye, hazfedil mistir. Bunun bir benzeri de "Bu, bize yağmur verici bir buluttur" (Ahkaı, 24) âyetidir. [246]
Ka'be'ye, yüksek ve kare şeklinde olduğu için Ka'be' adı verilmiştir Araplar, kare şeklinde olan her evi, Ka'be diye adlandırırlar. Ka'be lafzıyla, Harem'in tamamı kastedilmiştir. Çünkü kesme ve boğazlama işi ne Ka'be'nin içinde, ne de ona bitişik olarak yapılır.. Bunun bir benzeri ifâde de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra, varacakları yer Beyt-İ Atîk'e müntehidir" (Hacc. 33) âyetidir. [247]
Kurbanın Ka'be'ye ulaşmasının manası, O'nun Harem'de kesilmesidir. Binaenaleyh, öldürülen avın misli, şayet diri olarak fakirlere verilirse, bu caiz olmaz... Aksine, o kimseye bunu, Harem-i Şerifte kesmesi vacib olur. Onu, Harem-i Şerifte kesmesi halinde de Şafiî (r.h): "O kimsenin bunu, Harem-i Şerifte tasadduk etmesi gerekir" dediği halde, Ebu Hanffe (r.h): "O kimse bunu istediği yerde tasadduk eder" demiştir.
Şafiî bu kimsenin istediği yerde oruç tutabileceğini kabul etmiştir. Zira bu kimsenin tutmuş olduğu oruçta! Harem-i Şerif in fakirleri için bir menfaat sözkonusu değildir.
Şafiî'nin delili şöyledir: Kesmek bizzat, elem ve acı vermektir. Binaenaleyh, bunun bir ibâdet sayılması caiz değildir. Aksine ibâdet, tâat, o hayvanın etinin fakirlere ulaştınlmasıdır. Binaenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "Kabe'ye ulaşmış bir kurbanlık olmak üzere..." ifadesi, bu kurbanlığın Harem ve Ka'be'nin ehline ulaştırılmasını gerektirir.
Ebu Hanffe (r.h)'nin delili şudur: Kurban, Ka'be'ye ulaşınca, bu Ka'be'ye ulaşan bir kurbanlık hayvan olur. Binaenaleyh, böyle yapan kimsenin sorumluluktan kurtulmuş olması gerekir. [248]
Daha sonra yüce Allah, "Vaud bir keflSrer vardır ki, (bu da) yoksulu doyurmak, yahud bunun dengi bfr oruç tutmaktır'' buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: [249]
Nâfi ve İbn Amir, lâfzını lâfzına muzaf kılarak şeklinde; diğer kıraat imamları ise, lafzını, hem ref hem de tenvîn ile; lâfzını ise tenvinsiz olarak merfu ile, şeklinde okumuşlardır. Birinci kıraatin izahı şudur: Allah Teâlâ mükellefi, kurban, oruç tutmak ve fakirleri doyurmak gibi şu üç şey arasında muhayyer bırakınca, bu izafe yerinde ve güzel olmuştur. Buna göre sanki, "Bu, "hedy" ve oruç tutma keffâreti değil, fakirleri doyurma keffaretidir" denilmiştir. Böylece de keffâret, bu şeyler cinsinden olduğu için, izafet yerinde ve güzel olmuştur.
Ama bu kelimeyi tenvîn ile şeklinde okuyanlara göreyse, bu kelime Hak Teâlâ'nın, kelimesine atfedilmiş olup, fut ifadesi de atf-ı beyan olarak kabul edilmiştir. Çünkü yedirme işi, keffâret demektir. Bu kıraate göre »jûs kelimesi lâfzına izafe edilmemiştir. Çünkü keffâret, doyurmak için değil ancak avı öldürmeden dolayı vacib kılınmıştır. [250]
Şafiî, İmam Mâlik ve Ebu Hanife (r.h), bu âyetteki (veya) kelimesinin tahyîr için olduğunu söylerlerken, Ahmed İbn Hanbel ve Züfer, bunun tertîb için olduğunu söylemişlerdir.
Birincilerin delili, "ev" edatı, asıl bakımından tahyîr ifâde eder. Bunun tertîb için olduğunu söylemek, ifâdenin zahirini terketmektir" şeklindedir.
Diğerlerinin delili de şöyledir: "Ev" lâfzı, bazan tahyîrmanası ifade etmeyebilir. Nitekim bu, 'öldürülmeleri, ya
asılmaları, yahud elleriyle ayaklarının çaprazvarikesilmesi..."{Maide, 33)âyetinde de böyledir. Zira bundan maksat, bu hükümlerden her birine, muayyen bir durumu tahsis etmektir. Böylece bu lâfzın, tertîb manasını ifade edebileceği de sabit olmuş olur.
Buna göre biz diyoruz ki, burada tertibin murad edildiğine, evet, delil delâlet etmiştir. Zira burada vâcib olan, Hak Teâlâ'nın, "Ta ki bu sûretie o, ettiğinin vebalini tatmış olsun... Kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikamını alır" ifadelerinin delaletiyle de bunlann, en ağırından en hafifine doğru meşru kılınmış olmasıdır. Tahyîr ise, bu sıralamaya ters düşer.
Bu görüşe şu şekilde cevap verebiliriz: Öldürülen avın mislini vermek, ceza bakımından, fakirleri doyurmaktan daha ağır değildir. Binaenaleyh, muhayyer bırakmak, mislinin vacib kılınması hususunda meydana gelen cezanın miktarı hususuna zarar vermez. [251]
Bir kimse, misli olan bir hayvanı öldürdüğü zaman, Şafiî (r.h), "bu kimsenin şu üç şey arasında muhayyer olduğunu" söylemiştir. Bu kimse isterse, ceza olarak mislini verir; isterse, para bakımından o mislin değerini tesbit eder, bu parayla yiyecek satın alıp, o yiyeceği tasadduk eder. İsterse de oruç tutar. Ama, misli olmayan ava gelince, bu kimse, şu iki şeyde, yani para bakımından o avın kıymetini tesbit edip, o parayla yiyecek alarak o yiyeceği tasadduk etmesi, veyahut da oruç tutması hususunda muhayyerdir. Bu anlatmış olduğumuz şeye göre, misli olmayan avın mislinin kıymetiyle, ancak yiyecek satın alınır. Ebu Hanife ve İmam Mâlik (r.h) ise, "Onun kıymetiyle yiyeceğin satın alınacağını" söylemişlerdir.
Şafiî'nin delili şudur: "Ne'am"dan olan misi, cezadır. Taam ise, bu cezaya bina edilmiştir. Binaenaleyh, fakirleri doyurma ile oruç tutmaya gerek kalmadığı gibi; doyurma ile, ceza olarak mislini ödemeye de gerek kalmaz. Hem, avın misline değer biçmek, avın bizzat kendisine değer biçmekten akla daha yatkın ve kolay gelir.
Ebu Hanife (r.h)'nin delili ise şudur: Telef olunanın mislini tazmin etmek vacib olduğu zaman, mümkün olduğu nisbette, başkasına değil, telef olunana itibar edilir. Fakirleri doyurmak ise, telef olunana bir misil olmak üzere vacib kılınmıştır. Binaenaleyh bu doyurmanın, telef olana göre takdir edilmesi gerekir. [252]
Âlimler, bu kıymet biçmenin nerede yapılacağı hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak fakihlerin çoğu, bu kıymet biçmenin, avın öldürüldüğü yerde yapılacağı kanaatindedirler. Şabî ise, bu kıymet biçmenin Mekke'de, hem de Mekke'nin parasına göre olacağını söylemiştir. Çünkü bu, orada, Mekke'de keffâret olarak ödenecektir. [253]
Ferrâ: " bir şeyin, cinsinden olmayan bir şeye denk olmasına; ise manasına gelir. Nitekim sen, yanında, başka bir köleye denk olan bir köle; veyahut da, başka bir koyuna denk olan bir koyun bulunduğu zaman, dersin; ama, sen onun cinsinden kıymetni murad ettiğinde, ayın harfini meftuh kılarak ......dersin" demiştir. Ebu'l-Heysem ise, idi kelimesinin misi manasına, adi kelimesinin de "kıymet" manasına; adel kelimesinin ise, başka bir yüke denk ve ona eşit olan bir yük manasına olduğunu söylemiştir. Adi kelimesi, senin bir şeyi, cinsinden olmayan başka bir şey ile değerlendirmende. Zeccâc ve İbnu'l-Arâbî, adi ve idi kelimelerinin aynı manaya geldiklerini söylemişlerdir.
Hak Teâlâ'nın, "oruç olarak..." kelimesi, temyiz olduğu için mansubtur. Nitekim sen, "Benim yanımda iki batman bal vardır""Benim yanımda, bir ev dolusu yonca vardır" dersin.. Bu ifadelerde aslolan ve kelimelerinin başına bir harf-i cerrinin getirilmesidir. Eğer kelimesi zikredilmezse, sen bu kelimeyi mansub okursun, harf-i cerrinin getirilmesi halinde sen, dersin... [254]
Şafiî (r.h)'ye göre, bu kimse, her "müdd"e karşılık bir gün oruç tutar. Bu, Atâ'nın görüşüdür. Ebu Hanife (r.h)'nin
mezhebi ise, "Bu kimse, her yarım "sâ"ya mukabil bir
gün oruç tutar" şeklindedir. Bu meselede aslolan, Ebu Hanife ile Şafiî'nin, orucun, bir günlük taam ile takdir edilmiş olduğu hususunda anlaşmış olmalarıdır. Ancak ne var ki, Şafiî'ye göre bir günlük taam bir "müdd" ile; Ebu Hanife (r.h)'ye göre ise, yarım "sâ" ile takdir edilmiştir. Biz bu hususu yemin keffâretinde de ele almıştık. [255]
Fukahanın ekserisi, bu üç şeyden birini tayin etmek hususundaki muhayyerliğin, av hayvanını öldüren kimseye
ait olduğunu iddia ederken, Muhammed İbn Hasen eş-Şeybânt (r.h) ise bunun, iki hakeme ait olduğunu söylemiştir. Cumhûr'un delili şudur: Allah Teâlâ bu avı öldüren kimseye üç şeyden birini, muhayyer olarak vacib kılmıştır. Binaenaleyh, avı öldüren kimsenin, bunlardan dilediğini seçme hususunda muhayyer olması gerekir. İmam Muhammed (r.h)'in delili ise şudur: Allah, bu muhayyerliği iki hakeme vererek, "buna İçinizden adalet sahibi iki adam, şu veya bu şekilde hükmeder" buyurmuştur.
İmam Muhammed'in bu görüşüne şöyle cevap veririz: Âyetin takdiri, "...Öldürdüğü o hayvanın benzeri bir ceza veya yoksulları doyurmaktan ibaret olan bir keffâret, yahut da bunun dengi bir oruç tutmak..." şeklindedir. Adalet sahibi iki kişinin hükmettiği hususa gelince bu, ya kıymet ya da hilkat, yaratılış bakımından o hayvanın mislini belirlemektir.
Cenâb-ı Hak daha sonra, "Ta ki bu suretle o, ettiğinin vebalini tatmış olsun..." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır: [256]
Vebal kelimesi Arapça'da, kendisinde bir ağırlık ve hoşlanılmayan bir durum bulunan şeyijfade etmektedir. Bir
otjak elverişsiz olduğu zaman, denilir; su devamlı akmadığı zaman, mideye ağır gelen ve hazmedilemeyen yemeğe de, denilir. Nitekim Allah Teâlâ da, biz, onu ağır (sert) btr yakalayışla yakaladık" (Müzzenmıi. 16) buyurmuştur. [257]
Allah Teâlâ, bunu bir "vebal" diye ifade etmiştir. Çünkü O, bu kimseyi üç şey arasında muhayyer bırakmıştır. Bunlardan ikisi, matın noksanlaştınlmasını icab ettirir ki bu, insanın tabiatına ağırdır. Bu iki ceza, ya o hayvanın mislini ödemek ya da fakirleri doyurmaktır. Üçüncüsü ise, insanın bedenine eziyet vermeyi gerektirir. Bu, oruç tutmaktır. Yine bu da, insanın tabiatına ağır gelir. Buna göre, bu ifadenin manası, "Allah Teâlâ, avı öldüren kimseye, Harem-i Şerifte ve ihramlı iken av öldürmeden sakınsın diye, insanın tabiatına hepsi de ağır gelen bu üç şeyden birisini yapmayı vacib kılmıştır" şeklinde olur.
Daha sonra Cenâb-ı Allah "Allah geçmişi bağışladı. (Fakat) kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikamını ahr. Allah azizdir, intikam sahibidir" buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili iki mesele vardır: [258]
Bu âyet hakkında iki görüş vardır:
1) Allah câhiliyye döneminde işlenmiş şeyleri ve İslamiyyet döneminde haram kılınmazdan önce işlenmiş şeyleri affeder.
2) Bu, ancak birinci Öldürmede cezayı gerekli görüp ikinci defada cezayı vacib kılmayanların görüşüdür. Bunlar, "Onun bunu ikinci defa işlemesi, tasadduk ederek keffaret ödemesinden daha büyük bir suçtur. Binaenaleyh bu ifadeden murad şudur: "Allah ilk defada, cezayı yerine getirdiği için, o kimsenin geçen suçunu atfetmiştir. Ama o, bu suçu ikinci defa işlerse, onun bu günahının keffareti yoktur, aksine Allah ondan intikam alır" derler. Bu görüşün delili şudur: "Ayetteki, ifadesinin başındaki "fâ" harfi, fâ-i cezadır. Ceza da yeterli olan şey demektir. Binaenaleyh bu, bu intikamın, o günaha yeterli bir ceza olmasını gerektirir. Bunun yeterli oluşu ise, başka bir cezanın gerekli sayılmasına manidir. Bu durumda, o kimseye bir cezanın (keffaretin) vacib olmamasını gerektirir. [259]
Sibeveyh, âyetteki "(Fakat) kim bir daha böyle yaparsa, Allah ondan intikamını alır" ifadesi ile "Kâfir olanı da, az bir zaman faydalandıracağım" (Bakara, 126) ve "kim, Babb'ine imân ederse, o korkmaz" (Cm, 13) âyetlerinde bir hazfin bulunduğunu ve bunun takdirini takdirinin şeklinde olduğunu söylemiştir. Netice olarak deriz ki: "Burada, fiilin, kendisinin haber olacağı bir mübtedanın takdir edilmesi gerekir. Bunun delili ise şudur: Fiitin bizzat kendisi ceza (cevab) olabilir. Bu durumda cevabın başına gelen harfi (fâ-i cezayı), o filin başına getirmeye ihtiyaç yoktur. Dolayısı ile fâ harfinin, o fiilin başına getirilmesi, lağiv (hata) olur. Ama bu fiilden önce, mukadder (mahzûf) bir mübtedanın olduğunu söylersek, o zaman ceza (cevab) otan cümleyi şart cümlesine bağlaması için, onun başına bir fâ harfini getirme ihtiyacı duyarız. Binaenaleyh burada fâ'nın gelmesi bir lağiv olmaz." Allah en iyi bilendir. [260]
"Deniz avı ve yiyeceği siz ve yolcular için bir fayda olmak üzere, sizlere helâl kılındı. İhramda bulunduğunuz müddetçe ise, kara avı size haram kılındı. Huzuruna vanp toplanacağınız Allah'tan ittikâ edin, korkun" (Maide. 96).
Cenâb-ı Allah, "Deniz avı ve onu yemek, sizin için ve yolcu İçin bir fayda olmak üzere, sizlere helâl kılındı" buyurmuştur ki bu ifade ile ilgili birkaç mesele vardır: [261]
Buradaki "av"dan murad, avlanılan şeydir. Denizden avlanılan hayvanların hepsi üç cinstir:
a) Balık olup onun bütün çeşitleri helâldir.
b) Kurbağalar olup onun her çeşidi haramdır.
c) Alimler bu iki cinsin dışında kalanlar hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bu babdan olarak, Ebu Hantfe (r.h), bu kısmın haram olduğunu; İbn Ebî Leyla ve ekseri âlimler helâl olduğunu söylemişler ve bu hususta, bu âyetin umûmî olan manasına sarılmışlardır. Âyette geçen, "deniz" kelimesinden murad, bütün sular ve nehirlerdir. [262]
Allah Teâlâ, deniz yiyeceğini deniz avına atfetmiştir. Atıf, matuf ile ma'tufun aleyhin ayrı ayrı şeyler olmasını gerektirir. Alimler bu hususta şu izahları yapmışlardır:
1) Ebu Bekir es-Sıddîk (r.a)'in zikrettiği izah olup en güzeli de budur. Buna göre, "av", diri iken bir tuzak ile avlanılan hayvanlar; yiyecek ise, yakalamak için herhangi bir çareye başvurmaksızın, denizin dışarı attığı veya suyun çekilmesi ile ortada kalan hayvanlardır. İşte bu konuda söylenenlerin en doğrusu budur.
2) "Deniz avı", taze olan "yiyeceği" ise, tuzlu olan (yani salamura yapılaradır. Çünkü denizin yiyeceği, bayatlayınca ona artık "av" denemez. Bu, Sa'îd Ibn Cübeyr, Sa'td Ibn eMMüseyyeb, Mukâtll ve en-Nehai'nin görüşü olup zayıftır. Çünkü tuzlu olan şey, işin başlangıcında hem taze olmuş olur, hem de "av" otur. O zaman da âyetteki atıf, lüzumsuz bir tekrar olmuş olur.
3) Avlanma, bazan yemek için, bazan da yeme dışında, meselâ inci elde etmek için istiridye, kemikleri ve dişlerinden istifâde etmek için bazı deniz hayvanlarının avlanması gibi, başka bir gaye için olur. Dolayısıyla, deniz avı ile denizin yiyeceğinden yeme, birbirinden farklı şeyler olmuş olur. Allah en iyi bilendir. [263]
Şafiî (r.h), denizde ölüp de suyun yüzüne çıkan balıkların helâl olduğunu; Ebû Hanîfe (r.h) ise haram olduğunu söylemiştir.
Şafli’nin delili hem Kur’an, hem de hadistir.Kur’an’dan delili şudur: Yenilebilecek her şeye “ta’am” (yiyecek) denir.Binaenaleyh bu balıkların da, ayetteki “Denizin avı ve yiyeceği…sizlere helal kılındı” ifâdesinden dolayı helâl olması gerekir. Şafiî'nin hadisten delili de, Hz. Peygamber (s.a.s)'in, deniz hakkındaki Şafiî'nin delili hem Kur'ân, hem de hadistir. Kur'ân'dan delili şudur: Yenilebtlecek herşeye "ta'âm" (yiyecek) denir. Binâenaleyh bu balıkların da, âyetteki "Denizin avı ve yiyeceği... sizlere helâl kılındı hadisden delili de, Hz. Peygamber "onan suyu temiz ve meytesi (ölüsü)de helâldir"[264] şeklindeki sözüdür. [265]
Âyetteki "yolcular için.." tabiri, "Deniz avı, sizin mukîm ve yolcu olanınız için helâl kılındı. Binâenaleyh
taze olanı mukîm, tuzlu (salamura) olanı ise yolcu içindir" mânasına gelir. [266]
Âyetteki l£& kelimesinin mansub oluşu hususunda, şu iki izah yapılmıştır:
a) Zeccac: "Bu kelime, te'kid için olan mef'ûl-ü mutlak oluşundan dolayı mansub kılınmıştır. Fakat başta (sizin için helâl kılındı) denilince, bu fiil, ifadesinin, in'am edilen bir şey olduğuna delil olur. Bu tıpkı, "Size, anneleriniz haram kümdı" (Nisa, 23)denilince, bu ifâdenin, bu hükmün onlara yazılmış olduğuna bir delil olması gibidir. Binâenaleyh Allah Teâlâ burada, "Allah'ın üzerinizde bir farzı olarak..." (nu. 24) buyurmuştur" demiştir.
b) Keşşaf sahibi ise: "Bu kelime, mefûl-ü leh olduğu için mansubtur, yani "Size, sizi faydalandırmak için bunlar helal kılındı" demektir" demiştir.
Sonra Cenâb-ı Hak, "İhramda bulunduğunuz müddetçe ise. Hara avı size haram kılındı" buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: [267]
Yüce Allah, ihramlı kimsenin avlanmasının haram olduğunu bu surede üç yerde zikretmiştir
1) "İhramlı olduğunuz halde avlanmayı helal saymamak şartı ile... İhramdan çıktığınız vakit, avlanın" (Maide, 1-2);
2) "İhramh bulunurken av öldürmeyin" (M«de. 95) ve
3) "İhramda bulunduğunuz müddetçe iser kara avı size haram kılındı" 96) âyetleridir. [268]
Deniz avı, sadece suda yaşayandır. Ama, sadece karada yaşayan ile, bazan karada bazan denizde yaşaması mümkün olanlara gelince, bütün bunların hepsi kara avıdır. Buna göra kaplumbağa, yengeç, kurbağa ve su kuşu, işte bütün bunlar kara avı sayılır. Dolayısıyla ihramlı iken bunları öldürene, âyette bahsedilen ceza gerekir. [269]
Müslümanlar ihramlı kimsenin av avlamasının haram olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ama, ihramlı olmayan kimsenin avladığı avın ihramlı kimseye helal olup olmadığı hususunda ihtilâf etmişlerdir. Bu hususta dört görüş ileri sürülmüştür:
a) Hz. AH, Ibn Abbas, İbn Ömer, Saîd İbn Cübeyr ve Tavusun görüşüdür. Bunu Sevrî ve İshâk zikretmiş olup, buna göre o kimseye her halükârda bu haramdır. Onlar bu hususta Cenâb-ı Hakk'ın "İhramlı bulunduğunuz müddetçe ise, kara avı size haram kılındı" âyetine dayanmışlardır. Bu böyledir, zira "kara avı" ifâdesine, ihramlı olanın da olmayanın da avladığı avlar dahildir. İşte bütün bunlar da kara avı demektir. Ebû Dâvûd, Sünen'inde Humeyd et-TavIt'den, onun da İshâk İbn Abdullah İbn el-Hars'den, onun da babasından rivayet ettiğine göre babası söyle demiştir: "Abdullah İbnu'l-Hars, Hz. Osman'ın Taif'deki temsilcisi idi.. Böylece el-Hars. Hz. Osman'a bir yemek hazırlattı ve o yemeğe bıldırcın, keklik ve diğer yabani kuşların etinden koydu... (Yemek hazır olunca) Hz. Osman, Ali İbn Ebf Tâlib (r.a)'e haber yolladı. Haberci Hz. Ali'nin yanına gelip daveti ona ulaştırdı. O da gelince, Hz. Ali'ye: "Ye!" dediler. Bunun üzerine Hz. Ali, "Bize, helal olan bir azık, yiyecek yedirin; zira biz ihramlıyız" der. Sonra yine Hz. AH (r.a), içinizden Eşça Kabilesi'ne mensub kimse varsa Allah için söylesin; "Biliyor musunuz ki bir adam, Resûlullah ihramlı iken Resûlullah'a yabani eşek eti hediye etmiş fakat o bunu yemekten geri durmuştu" der. Bunun üzerine de orada bulunanlar, "Evet haklısın.." dediler.
b) "Avın eti, ihramlının kendisinin onu avlamamış olması ve kendisi İçin avlanmamış olması şartıyla, ihramlıya helâldir." Bu, Şâtlî (r.h)'nin görüşüdür. Onun bu husustaki delili Ebû Davud'un Sünen'inde CAMr (r.a)'den rivayet ettiği şu hadistir: CAMr (r.a) demiştir ki: "Hz. Peygamber (s.a.s)'in şöyle dediğini duydum: "Onu siz avlamadıkça veya sizin için avlanmadıkça, kata avt(nm eti) size helâldir"[270]
c) "Eğer bir av onun yardımı ve göstermesi olmaksızın, ihramlı için avlanırsa, bu avın eti ona helâldir." Bu Ebû Hanrfe (r.h)'nin görüşüdür. Ebû Katade'den rivayet edildiğine göre o, ihramlı arkadaşları arasında ihramsız iken, bir yabanî eşek avlar. Bunun üzerine arkadaşları, Hz. Peygamber (s.a.s)'e bunu sorunca, Hz. Peygamber (s.a.s), "Siz ona, bu avı gösterdiniz mif ona avında yardım ettiniz mi?" dedi. Onlar, "Hayır" deyince, "o avın erinden daha birşey kaldı mı?" demiştir ve böylece, ihramlı işaret etmediği ve yardım etmediği zaman, o avın ihramlıya mubah olması gerektiğini veciz bir şekilde ifâde etmiştir.
Bil ki bu iki görüş, Kur'ân'ın umûmî hükmünün, haber-i vâhid ile tahsis edilmesine dayanıp ondan dallanır. Hele ikinci görüş son derece zayıftır.
Sonra Cenâb-ı Hak, 'Huzurunavanptoplanacağınız Allah'dan İttikâ edin, korkun" buyurmuştur. Bundan maksad, "insan taata devam etsin, günahtan da kaçınsın" diye bir tehdid ifâde etmektir. [271]
"Allah Kabe'yi, o Beyt-i Haram'ı, o haram ayı, kurbanı ve (onların) boyunlanndakt gerdanlıkları, İnsanlar için kendisi ile ayakta durulan btrşey yaptı. Bu da Allah'ın, göklerde ve yerde olan şeyleri bildiğini ve Allah'ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bilmeniz içindir" (Mftıde. 97).
Bil ki bu âyetin, daha önceki âyetlerle münasebeti şu şekildedir: Allah Teâlâ, önceki âyette, ihrama girmiş olan kimseye avlanmayı haram kılmıştı. Bundan dolayı Harem-i Şerîf bölgesinin, vahşî hayvanların ve kuşların emniyeti için bir vesile olduğu gibi, insanların âfetlerden ve korku verici şeylerden emin olmalarının; dünya ve âhirette, hayırlar ile mutlulukların meydana gelmesinin sebebi olduğunu beyân etmiştir. Bu ifâde hakkında birkaç mesele vardır: [272]
İbn Âmir kelimesini elifsiz olarak şeklinde okumuştur. Bu kıraatin mânası, onun insanların işlerini son
derece mükemmel bir şekilde ıslah edici okluğunu ifâde etmektir. Bu, "Dimdik ayakta duran bir din... "(Enam, ıei) âyetinde olduğu gibidir. Diğer kıraat imamları ise, bu kelimeyi elifli olarak okumuşlardır. Biz bu meseleyi, Nisa sûresinde uzunca anlatmıştık. [273]
fiili hakkında iki
görüş vardır:
1) Bu, "Beyan etti, hükmetti" mânasındadır.
2) Bu, "kıldı, oldurdu, ..haline getirdi" mânasındadır.
Birincisi, emretmek ve tarif edip anlatmak yoluyla otur.
İkincisi de ona saygı duyup, yaklaşmaları için, insanların kalblerinde, bunun sebeplerini yaratmakla olur. [274]
Kabe, yüksek olduğu için "Kabe" diye isimlendirilmiştir. Nitekim genç kızın, memesi tomurcuklanıp biraz büyüdüğü zaman o kıza, vedenilir. İnsanın topuğuna da,bacaktan dışarı taştığı için Çm\ diye isimlendirilir. İşte
adı dünyada yücelip, şanı-şöhreti arttığı için, Kabe bu isimle isimlendirilmiştir. Bundan ötürü Araplar, işi büyüyen, şanı artan kimse için, "falancanın topuğu yükseldi" derler. [275]
Âyetteki "İnsanlar lçlnr kendisi ile ayakta durulan birşey.." tabirine gelince, bunun aslı fiji'dur. Çünkü bu (kalktı) fiilindendir. Bu kelimenin mânası, kendisi sayesinde işlerin düzeldiği şeydir. Sonra müfessirler, "Kâbe"nin, insanlar için bir "kıyam" (işlerin düzelme sebebi) olması hususunda birkaç izah zikretmişlerdir:
1) Mekkeliler, bütün yıl boyunca ihtiyaç duyacakları şeyin satın alabilmeleri için, diğer beldelerin insanlarının kendilerine gelmelerine muhtaç idiler. Çünkü Mekke ne hayvancılık, ne de ziraat yapılabilecek, küçük bir belde idi. İnsanların ihtiyaç duydukları şeyler, orada pek az bulunurdu. İşte tjundan Ötürü, Cenâb-ı Hak, insanların kalbinde, Kabe'ye karşı bir saygı ve sevgi yaratmış, bundan dolayı diğer insanlar Kabe'yi ziyaret etme arzusunu duymuşlardır. Bu sebeple, ticaret için uzak ülkelerden, oraya seyahat etmişler, arzu duyulan ve istenilen herşeyi oraya getirmişlerdir. Binâenaleyh bu durum, çeşitli nimetlerin Mekkelilere akmasına bir vesile ve sebep olmuştur.
2) Araplar, birbirleri ile savaşıyor ve birbirlerine baskınlar yapıyorlardı, ancak Harem Bölgesinde bunu yapmıyorlardı. Çünkü Harem'de bulunanlar, hem canlan, hem de malları hususunda emniyette bulunuyorlardı. Hatta öyle ki bir kimse babasının veya oğlunun katili ile Harem Bölgesinde karşılaşsa, ona ilişmezdi. Hatta birisi en büyük suçu işleyip, Harem Bölgesine iltica etse, ona da ilişilmezdi. İşte bundan ötürü Cenâb-ı Allah, "Çevrelerinde İnsanların zorla (yakalanıp) kapılmakta olmasına rağmen, (Mekke'yi) korkusuz (bir yer) yaptığımızı onlar görmediler mi?" (Ankebût, 67) buyurmuştur.
3) Mekkeliler, Kabe (Beytullah) sebebi ile, Allah'ın halkı, has dostları ve Kıyamete kadar bütün insanların efendileri olmuşlardır. Öyle ki herkes onlara yaklaşmak ister ve onlara saygı duyar.
Allah Teâlâ, Kabe'yi, dinî bakımdan da insanlar için bir "kıyam" kılmıştır. Çünkü orada büyük ibadetler ve şerefli taatlar yapılmaktadır. Hak Teâlâ işte bu ibadetleri, günahların bağışlanması, manevî derecelerin artması ve şerefin çoğalması için bir sebep ve vesile kılmıştır.
Bil ki âyet-i kerîmenin bu mânaların hepsine birden hamledilmesi uzak bir ihtimal değildir. Çünkü hayatın kıvamı, ya menfaatların çokluğu ile olur, ki bu bizim zikrettiğimiz ilk izah şeklidir, ya zararları defetme ile olur ki bu da ikinci izahdır; yahut makam ve mevkiler elde etmekle olur, bu üçüncü izahdır; yahut da dinî faydalar elde etme ile olur ki, bu da dördüncü izah şeklidir. İşte Kabe, bu dört şeyin hepsinin de meydana gelmesi için bir sebep olup, hayatın kıvamının (ayakta kalabilmesinin) de ancak bu dört şeyle olduğu sabit olunca, Kabe'nin insanların ayakta kalabilmelerinin (hayatlarını sürdürebilmelerinin) bir sebebi olduğu sübût bulur. [276]
Âyetteki "İnsanlar için, kendisi ile ayakta durulan " ifâdesindeki, "insanlar"dan maksad, bazı insanlardır
ki, bunlar da Araplardır. Bu mecazî ifâde güzel ve yerinde
olmuştur. Çünkü her belde halkı, "insanlar şunu yapıyorlar, şöyle şöyle ediyorlar" dedikleri zaman, bununla sadece kendi beldelerinin halkını kastederler. İşte bu sebepten ötürü Araplara, ifâde tarzlarına uygun olarak, bu şekilde hitap edilmiştir. [277]
Bil ki bu âyet-İ Kerime, Allah Teâlâ'nın şu dört şeyi, insanların "kıvamı" ve "kıyamı" için bir sebep kıldığını göstermekledir:
a) Kabe ki, biz onun, insanların "kıyam"ı için sebep oluşunun mânasını anlatmıştık.
b)Haram Aylar: Bunların, insanların "kıyam"ının sebebi olmasının mânası şudur: Araplar diğer aylarda biribirierini öldürüyorlar ve biribirlerine baskınlar düzenliyorlardı. Haram aylar girdiği zaman ise, korku ortamı kayboluyor ve rahatça yolculuk ve ticaret yapabiliyorlar, hem canları, hem de malları hususunda emin oluyorlardı. Böylece de, haram ayfarda, öûtün bir yrf boyunca kendilerine yet&c&k kadar erzak v& yiy&cek tedârik ediyorlardı. Buna göre eğer, haram aylara hürmetleri olmasaydı, hepsi açlık ve kıtlıktan helak olur, ölürlerdi. İşte böylece haram aylar, onların dünyevî geçim ve hayatları için bir "kıyam" (ayakta durma ve devam etme) sebebi olmuş olur. Bu yine, haccın menasikini yerine getirebilme suretiyle, büyük bir ecir elde etmeye de vesiledir.
Bil ki Hak Teâlâ bu âyette, "Haram Ay" ifâdesi ile, haram olan dört ayı kastetmiştir. Fakat bu haram ayları müfred lafız ile ifâde etmiştir. Çünkü burada, kelime cins isim olarak kullanılmıştır.
c) Kurban ki bu da insanların "kıyâm"ı için bir vesile olmuştur. Çünkü hedy (kurban), Kabe'ye hediye gönderilen, orada kesilen ve eti fakirlere dağıtılan şeydir. Böylece bu, onu kesip hediyye eden için bir ibadet, fakirlerin hayatının devam etmesine de bir vesile olmuştur.
d) (O kurbanların) boyunlarındakl gerdanlıklar (kurban olduğunu gösteren süsler): Bunların insanlar için bir "kıyam" olmasının izahı şöyledir: Haram aylarda Kabe'ye yönelen insana, hiç kimse ilişmezdi. Ama bir kimse beraberinde, bir kurban olduğu halde Kabe'ye yönelse, hem onu hem de kendisini Harem'in ağaçlarının kabuğu ve dalı ile süslese, kılâdelendirse, yine ona hiç kimse sataşmazdı.. Öyle ki Araplardan biri, boynuna bu emarelerden biri takılmış olan bir kurbana rastlasa, o kimse acından ölse dahi, o hayvana kesinlikle dokunmazdı.. Bu kurbanın sahibine de sataşılmaz, ilişilmezdi. Bütün bunlar Allah'ın onların kalbine, Beyt-i Haram'a karşı bir saygı ve sevgi hissini koymasından dolayı olmaktadır.. Binâenaleyh, Kabe'ye yönelmek ve ona yaklaşmak isteyen herkes, bütün afet ve korkulardan berî ve emin olmuş olur. Demek ki Cenâb-ı Hak, Kabe'yi, insanlar için bir kıyam yeri, hayatın devamı için bir vesile kılınca bundan sonra şu üç şeyi, yani haram ayı, kurbanı ve gerdanlıkları zikretmiştir. Çünkü bu üç şey, Beyt-i Haram'a nisbetleri sebebiyle, insanların maişetlerinin temin edilmesinin sebebi olmaktadırlar. Böylece bu, Kabe'nin ululuğuna, büyüklüğüne ve son derece şerefli,olduğuna bir delil olmuş olur.
Daha sonra C£nâb-ı Hak, "Bu da, Allah'ın, göklerde ve yerde olan şeyleri büdfğtni ve Allah'ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu sizin de bümenlz içindir" buyurmuştur.
Bu ifâdenin mânası şudur: Allah Teâlâ, ezelde, Arapların tabiatının gereğinin, öldürmeye ve baskınlar yapmaya ihtiras ve şiddetli tutku olduğunu; şayet, onlardaki bu hal devam ederse, ihtiyaç hissettikleri geçimlerini temin etmekten aciz olacaklarını ve bu durumun, onların tamamıyla yok olmasına, köklerinin kesilmesine sebep olacağını bildiği için, işte bu hususta çok güzel bir tedbir almıştır ki, bu da şudur: Allah onların kalblerine Kabe'ye ve orayla ilgili emirlere ve menâsike saygı duyma konusunda, çok güçlü bir duygu ve inanç yerleştirmiştir. Böylece de bu, Haram beldede ve haram ayda, emniyetin meydana gelmesine bir vesile olmuştur. Binâenaleyh, bu beldede ve bu ayda emniyet meydana gelince onlar, bu ayda ve bu yerde, kendisine ihtiyaç duydukları şeyleri elde edebilmişler ve geçimleri de böylece istikrar bularak yerine oturmuştur. Böyle bir tedbirin, ancak Allah Teâlâ'nın, ezelde bütün malûmatı, onların küllî olanını, cüzî olanını bitmesiyle mümkün olacağı malûmdur. Öyle ki Allah, şerrin, Arapların karakterlerine baskın çıktığını, bunun onların yok olmasına, nesillerinin tükenmesine sebebiyet vereceğini, bunu savuşturmanın da ancak şu latif yolla mümkün olacağını bilmiştir. Bu yol da, onların kalplerine, Kabe'ye karşı sevgi ve saygı hissini atmak, yerleştirmektir. Böylece bu, bazı yerlerde ve bazı zamanlarda emniyetin tahakkuk etmesine bir sebep oluvermiştir. Keza, onların maişet ve hayatları, bu yerde ve bu zamanda istikrarlı olup rayına oturmuştur.
İşte bu, kelâmcıların, Allah Teâlâ'nın âlim olduğu hususunda kendisine tutundukları delilin aynısıdır. Zira kelâmcılar şöyle demektedirler: Cenâb-ı Hakk'ın fiilleri, iyice muhkem, alabildiğine sağlam ve bütün varlıkların maslahat ve faydasına da elverişlidir. Böyle olan herkes ise, âlimdir. Bazı zamanlarda ve bazı yerlerde, emniyetin meydana gelmesine sebep olsun ve böylece de hayatlarını kazanıp sürdürebilsinler diye, Arapların kalplerine Kabe'ye karşı saygı hissini atmanın, son derece sağlam ve muhkem bir fiil olduğu malûmdur. Böylece bu husus, âlemin yaratıcısı olan Hak Subhânehu ve Teâlâ'nın, bütün malûmatın âlimi ve bilicisi olduğu hususunda kahir, ezici bir delil ve apaçık bir hüccet olmuş otur. İşte bu nedenle Cenab-ı Hak, "bilmeniziçindir...' demiştir. Yani, bu latîf tedbir "Hakkındatefekkür edip, böylece de bunun çok hoş bir tedbir, sağlam ve muhkem bir fiil olduğunu bilmeniz İçindir." Böylece sizler, işte Allah'ın, göklerde ve yerde olan şeyleri bildiğini anlamış olursunuz. Sonra siz bunu anladığınız zaman, Allah Teâlâ (c.c)'nın ilminin, kadîm, ezelî ve vacibu'l-vücûd bir ilim olduğunu da anlamış olursunuz. Böyle olan bir ilmin ise, sadece bazı şeylere mahsus olması imkânsız olur. Bu sebeple de, O'nun ilminin bütün malûmata taalluk etmesi gerekir. İlim böyle olunca da, Allah-u Teâlâ bütün malûmatın alimi olmuş olur. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Ve Allah'ın her şeyi hakkıyla bilici olduğunu..." buyurmuştur. Öyleyse bu durumda, bu tertip ne kadar güzeldir! Hamdolsun Allah'a ki, bizi hidâyetiyle buna iletti. Eğer Allah bize hidâyet etmeseydi, kendiliğimizden bunun yolunu bulamazdık. [278]
"Allah'ın azabının çok şiddetli (bununla beraber) Onun, hakikaten çok bağışlayıcı ve merhamet edici olduğunu biliniz" (Mâide. 98).
Altah-u Teâlâ, kullarına olan çeşitli rahmetlerinden bahsedince, bundan sonra kendisinin, "cezası çok çetin olan" birisi olduğunu belirtmiştir. Çünkü insan, ancak ümidte ve korkuyla tamam olabilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) "Mü'minin korkusuyla ümidi tartılacak olsa, mutlaka bunlar denk olurlar"[279] buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, böyle olduğunu belirtmesinin hemen peşinden rahmetine delâlet eden şeyi getirmiştir ki, bu da O'nun "Gafur ve Rahîm" olmasıdır. Bunun böyle olması da, rahmet tarafının daha galip geldiğine delâlet eder. Çünkü Cenâb-ı Hak, biraz önce, çeşitli rahmet ve kereminden bahsetmiş, bunun peşinden azabının çetin olduğunu belirtmiş, bunun akabinden de rahmet ile ilgili vasıflardan ikisini zikretmiştir ki, bu da O'nun Gafur ve Rahîm olmasıdır. Bu da, şu önemli inceliğe dikkat çekmek içindir: İlk yaratma ve îcad, Cenâb-ı Hakk'ın rahmetinden dolayıdır.. Görünen odur ki akibet, sonuç da yine O'nun rahmetine göre olacaktır. [280]
"Peygamberin üzerinde tebliğden başka (hiçbir vazife) yoktur. Allah, neyi açıklar
ve neyi gizlerseniz bilir" (Maide, 99).
Bil ki, Cenâb-ı Hak "Allah, cezası pek çetin olandır... ve Allah, Gafur ve Rahim'dir" (Mâide, ») ifadesiyle korkutma ve sevindirmeyi önce zikredince, bunun peşinden de, "Peygamberin üzerinde tebliğden başka (hiçbir vazife) yoktur" ifâdesini getirmiştir. Yani, "O, tebliğ ile mükelleftir; tebliği yerine getirdi mi mesuliyetten kurtulur ve gerisi size kalmış olur. Ben, sizin açıkladıklarınızı da gizlediklerinizi de biliyorum. Eğer muhalefet ederseniz, biliniz ki, Allah'ın cezası şiddetlidir; ama itaat ederseniz, yine şunu da biliniz ki, Allah Gafur ve Rahîm'dir. [281]
"De ki: "Murdarla -temiz murdarın çokluğu hoşunuza gitse de- bir olmaz..Onun için ey selim akü sahipleri, Allah'dan korkun. Olur ki kurtuluşa erersiniz" (Maide, 100).
Bil ki Allah Teâlâ, "Allah'ın azabının çok şiddetli (bununla beraber). Onun hakîkaten çok bağışlayıcı ve merhamet edici olduğunu bitiniz" (Mâide. 9e) sözü ile, günahdan alıkoyup taata teşvik edince, bunun peşisıra, "Peygamberin üzerinde tebliğden başka (hiçbir vazife) yoktur" (Maide. 99) buyurmuş, daha sonra da taata teşvik ve günahdan uzaklaştırma için, "Allah, neyi açıklar ve neyi gizlerseniz bilir" 'MAide 99) buyurmuştur. Müteakiben de, bir başka çeşid taata teşvik ve günahdan uzaklaştırma getirmiş ve "De ki: "Murdar (pis) ile temiz bir olmaz" buyurmuştur. Bu böyledir. Çünkü pis veya temiz olan şey iki çeşittir:
1) Maddî olan... Bu, herkesin görebildiği ve belli olan çeşittir.
2) Manevî olan... Manevî pisliklerin en habîsı, cahillik ve günah; manevî temizlerin en temizi de, Allah'ı bilmek (marifetullah) ve O'na itaattir. Çünkü kendisine necaset (pislik) bulaşmış olan cisim, fıtrat-ı selime sahibi insanlara göre "pis" olur. Aymşekilde "Allah'ı bilmeme" ve "Allah'a taattan yûz çevirme" sıfattan alan ruhlar da, kâmil ruhlara göre "pis"tir. Ama Allah'ı bilen ve Allah'ın hizmetine ibâdetine devam eden ruhlar, ilâhî marifet nurtarı ile aydınlanırlar ve temiz mukaddes ruhlara yakınlık ile neşelenirler.
Aynı şekilde cisimler alemindeki pis ile temiz de bir değildir. Yine aynı şekilde ruhani (manevi) âlemdeki pisler ile temizler de aynı değildir. Hatta bu ikisinin birbirinden ayrı oluşu ruhanî âlemde daha şiddetlidir. Çünkü maddeten pis olanın pisliğinin zararı, az ve Önemsizdir. Yine maddeten temiz olanın temizliğinin faydası da sınırlıdır. Fakat manen pis olanın pisliğinin zararı, son derece büyük ve ebedîdir. Yine manen temiz olanın temizliğinin faydası, büyük ve ebedîdir ki bu da, âlemlerin Rabbi Allah'a yaklaşıp, mukarreb meleklerin zümresine katılmak; peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerle arkadaş olmaktır. Böylece bu âyet, taata teşvik ve günahdan uzaklaştırmanın en kuvvetli ifâdelerinden birisi olur.
Sonra Cenâb-ı Allah, "Murdarın (pis olanın) çokluğu hoşunuza gitse de..." buyurmuştur. Yani, "Rûhânî (manevi) âlemde pis olan şey, maddî âlemde bazan temiz, kıymetli ve lezzetli görünebilir. Fakat onun kıymetli görünmesi, lezzetli olması ve elde edilmesi, Yüce Allah'ın "Baki olan iyi ameller, Sabbinin nezdtnde sevapça daha hayırlıdır" (Mwyem, rr) buyruğu ile işaret ettiği ebedî, devam!) ve bakî saadetlerden mahrum olmaya sebep olur. Durum böyle olunca, pis olanın çok olması, fazlalığı seni hayrete düşürse bile, marifet, muhabbet, taat, ruhanî mutluluk ve rabbânî kerametlerle (ikramlarla) sevinmek demek olan tayyibâta (temiz-güzel şeylere) denk olması imkânsızdır.
Cenâb-ı Allah taata teşvik eden ve günahdan sakındıran birçok şey söyleyince, peşisıra bunları te'kîd eden bir hususu ekleyerek "Onun için, ey selim akıl sahipleri, Allah'dan korkun, olur ki kurtuluşa erersiniz" buyurmuştur. Bu, "Bunca açık seçik izahlardan, kuvvetli tariflerden sonra, artık Allah'dan korkun, O'na muhalefet etmeye yeltenmeyin. Böylece, hiç şüphesiz dünyevî ve dini gayelerinizi elde edersiniz" demektir. [282]
"Ey iman edenler, eğer size açıklanırsa ve siz onları Kur'ân nazil olurken sorup da hükmü kendinize açıklandığında fenanıza gidecek şeyleri sormayın. Allah o şeyleri atfetmiştir. Allah gafur ve halimdir"(Mâiöe, 101).
Allah, "Ey İman edenler, eğer size açıklanırsa... fenanıza gidecek şeyleri sormayın" buyurmuştur. Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [283]
Bu âyetin, daha önceki âyetlerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılmıştır:
a) Allah Teâlâ, "Peygamberin üzerinde tebliğden başka (hiçbir vazife) yoktur" buyurunca sanki şöyle demiştir: "Resulün size tebliğ ettiği şeyi alınız ve O'na uyunuz. Resulün size tebliğ etmediği şeye gelince, o hususları sormayın ve o tarafa girmeyin. Çünkü eğer mükellef tutulmadığınız bir şeye dalar ve sorarsanız, bu yersiz davranışınız yüzünden, çoğu kez size ağır ve güç gelecek olan şeyler (hükümler) ile mükellef tutulursunuz."
b) Yüce Allah "Peygamberin üzerinde tebliğden başka (hiçbir vazife) yoktur" buyurmuştur ki bu tebliğden murad, O'nun peygamber olduğunu söylemesidir. Şüphesiz ki kâfirler işi sarpa sardırmak maksadıyla, birtakım mucizelerin zuhur etmesinden sonra, Hz. Muhammed (s.a.s)'den daha başka mucizeler göstermesini istiyorlardı. Nitekim Allah Teâlâ bu hususu, "Onlar dediler ki: "Biz sana, bizim için şu yerden bir pınar akıtmadıkça, yahut hurmalıklardan, üzümlüklerden bir bahçen olup, aralarından şanl şarıl ırmaklarakıtmadıkça... sana İnanmayız.." De ki: "Fe sübhaneüahl. Ben, Allah'ın resulü bir İnsandan başkası mıyım ki" (Isrâ, 90-93) diye anlatmıştır. Buna göre mâna, "Ben, risâleti, ilâhî kanun ve hükümleri size ulaştırmakla emrolunmuş bir peygamberim. Allah Teâlâ, peygamberliğimin doğruluğunu gösteren pek çok mucize ortaya koyarak, deliller ikâme etmiştir. Artık bundan sonra fazlasını istemek, artık tehakküm babından olup hükümde haddini bilmemek olur. Bu da benim gücüm dâhilinde değildir. Olur ki onları izhar etmek sizin canınızı sıkar. Meselâ keyfi olarak istedikleri o mucizeler izhar edilseydi, bundan böyle Resule muhalefet eden herkes dünyada hemen peşin cezayı hakederdi. Sonra mü'minler de, kâfirlerin Resûlullah'dan öyle birtakım şeyler istediklerini işitince, belki de kalplerinden "keşke bunlar gösterilse" diye bir meyil duyarlardı. Onlar bu âyetten, bunu arzu etmenin uygun olmadığını anladılar. Zira çoğu kez bu tür mucizelerin zuhur etmesi, onları üzen bir duruma yol açabilirdi.
c) Bu âyet, Hak Teâlâ'nın "Allah neyi açıklar, neyi gizlerseniz bitir" (maka», 99) âyetine bağlıdır. Buna göre mâna, "işleri oldukları hal üzere (zahirine göre) bırakınız ve onların gizli, açıklanmamış hallerini soruşturmayınız. Zira şayet o hususlar size açıklanırsa sizi üzer” şeklindedir. [284]
kelimesi, kelimesinin çoğuludur. Ve bu kelime gayr-i munsanftır. Nahivcilerin, bu kelimenin gayr-i munsarıf oluşu hususunda şu tür izahları vardır:
a) Halîl ve Sİbeveyh şöyle demişlerdir: kelimesinin çoğulu aslında vezninde olmak üzere, 'dür. Nahivciler, kelimenin sonunda iki hemzenin bir araya gelmesini ağır görmüşler. Böylece kelimenin lâm-u fiili olan herşeyi kelimenin başına nakletmişler, böylece de vezin, şeklinde olmuştur. Bu da, şu üç sebepten dolayı kelimenin gayr-i munsarif olmasını gerektirir. Bunlardan birisi, kitaplarda zikredilen husustur. İkisi ise, benim hatırıma gelen şeylerdir.
Birincisi ki bu, kitaplarda zikredilen husustur. Buna göre kelime, aslında, tıpkı hamra (kırmızı) lafzı gibi fa'lâ vezninde olunca, hiç şüphesiz hamra lafzı munsarıf kılınmadığı gibi eşya kelimesi de munsarıf kılınmaz.
Kelime, aslında î£i şeklinde olup, sonra da şekline dönüşünce, bu tıpkı "udûl" eden kelimelere benzemiş olur. Meselâ, kelimesinin kelimesinin de kelimesinden udûl etmesi, dönüşmesi gibi.. Udüllük de, gayr-i münsariflik sebeplerinden birisidir.
Biz, bu kelimenin son harfini oradan koparıp, onun baş tarafına getirdik. Böylece kelime, son harfinin koparılmış olması bakımından kelimenin yarısı gibi olmuş olur. Halbuki, kelimenin yarısı ise, i'râb kabul etmez. Kendisinden kopardığımız bu harfi ondan tamamtyle hazfetmeyip aksine kelimenin başına getirmiş olmamız bakımından da, kelime âdeta tamamıyla eksiksiz olarak kalmış oldu.. İşte bu sebepten dolayt, pek yerinde olarak, biz bu kelimeyi, işte bu haline dikkat çekmek için, bütün yönleri bakımından değil, bazı yönlerden i'râb almaktan men ettik. İşte, bu makamda benim hatırıma gelen bu (son iki açıklama)dır.
İkincisi: Ahfeş ve Ferra'nın zikretmiş olduğu şu husustur: Eşya kelimesinin vezni tıpkı (dostlar)ve seçkin zevat) kelimeleri gibi, veznidir. Daha sonra onlar yâ harfi ile iki hemzenin bir araya gelmesini ağır bulmuşlar, böylece hemzeyi kelimenin başına almışlardır.kelimesi aslında, vezninde, şeklinde olup, bu vezin de gayr-i munsarif vezinlerinden olunca, işte bu sebeple de eşya kelimesi de gayr-i munsarıf olmuştur.
Üçüncüsü: Kisaî'nin zikretmiş olduğu husustur: Eşya kelimesi, veznindedir. Ancak ne var ki Araplar, bu vezni gayr-i munsarif kabul etmişlerdir. Çünkü bu vezin zahiren hamrâ (kırmızı) ve safra (sarı) kelimelerine benzemektedir. Zeccflc, Kisâî'yi (aynı vezinde olmasına rağmen) esma (isimler) ve ebnâ (oğullar) kelimelerini gayr-i munsarif kabul etmemekle ilzam etmiştir. Bana göre Zeccac'tn bu sorusu, pek mühim değildir. Çünkü Kisâi şöyle diyebilir: Kaide, ebnâ ve esma kelimelerinin böyle olmasını (gayr-i munsarif) gerektirmiştir. Ancak ne var ki, âyetin nassından dolayı, bu kaide ile amel edilmemiştir. Çünkü nass, kıyastan daha kuvvetlidir. Halbuki eşya kelimesinin (munsarif olduğu) hususunda herhangi bir nass yoktur. Binâenaleyh, bu hususta kıyâsa göre hareket edilmesi gerekir. Muhakkak nahiv âlimleri, nahvî kaide ve kuralların, aynilik ve süreklilik arzetmedikleri hususunda ittifak etmişlerdir. Baksana, biz, "kelimenin fail olması (fâiliyyet) merfû olmayı icap ettirir" dediğimizde, bizim, bütün her yerde, meselâ: "onlar bana geldiler" "Beni falanca dövdü" gibi cümlelerimizde, ref'in bulunduğuna hükmetmemiz gerekirdi. Aksine biz diyoruz ki, kaide budur ve bununla amel edilir, meğer ki buna aykırı bir nass bulunsun (o takdirde kıyasın hükmü katmaz). İşte Zeccâc'ın Kisâi aleyhinde ileri sürdüğüne böylece karşı konulur. [285]
Enes şunu rivayet etmiştir: Ashap, Hz. Peygamber'e soru sordular ve soruyu da iyice çoğalttıIar. Bun un üzerine Hz. Peygamber minbere çıktı ve: "Bana sorunuz. Allah'a yemin ederim ki şurada olduğum müddetçe, bana soracağınız her şey hakkında size konuşacağım" dedi. Bunun üzerine Abdullah İbn Hüzâfe es-Sehmî ayağa kalkarak, -ki bu kimse nesebsiz olarak ta'n ediliyordu-, "Ey Allah'ın nebîsi, babam kimdir?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber, "Baban, Hüzâfe İbn Kays'dır" dedi.[286] Yine Sürâka İbn Mâlik, bir rivayete göre de Ukâşe İbn Mihsan, "Ey Allah'ın Resulü, hacc her yıl mı bize farzdır?" dedi. Hz. Peygamber cevap vermek istemedi. Ta ki, bu sorusunu iki veya üç kere tekrar edince, Hz. Peygamber (s.a.s):
"Sana yazıklar olsun! "Evet" demem hususunda seni emin kılan nedir?Allah 'a yemin ederim ki şayet "evet" demiş olsaydım, hacc her sene farz olurdu. Şayet farz olsaydı terkederdiniz. Şayet terketseydinizf kâür olurdunuz. Sizi terkettiğfm sürece beni terkedin (size bfr şey sormadığım sürece bana bir şey sormayın). Sizden öncekiler, ancak ve ancak çok soru sormaları sebebiyle helak oldular. Size bir şeyi emrettiğim zaman, gücünüz yettiğince onu yapınız. Sizi bir şeyden nehyetriğim zaman da, ondan kaçmmu... "[287] buyurmuştur. Bir başkası ayağa kalkarak, "Babam nerede?" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber de, "Cehennemde..." cevabını verdi.. Hz. Peygamberin kızgınlığı artınca, Hz. Ömer ayağa kalktı: "Allah'ı Rab; İslâm'ı din; Muhammed'ı de nebîolarak kabul ettik.." dedi. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak bu âyeti indirdi.
Bil ki, bazı meseleleri sormak, çoğu kez, ortaya çıkması hoş olmayan gizli birtakım hallerin zuhur etmesi neticesine götürür. Ve çoğu kez buna da, zor ve güç mükellefiyetler terettüp eder. Binâenaleyh, akıllı olana yakışan, kendisine bir mükellefiyet düşmeyen hususlarda susmasıdır.. Baksana, babasını soran kimse, Hz. Peygamber'in. kendisini babasından daha başka birinin nesebine ilhak etmek suretiyle rüsvay etmeyeceğini nasıl garanti edebilirdi?.. Hacchakkında soru soran . kimse de nerdeyse, Hz. Peygamber'in haklarında "Müslümanlardan, müslümanlara karşı en büyük suçu işleyen, bir helâlin haram olmasına sebep olan kimsedir"[288]dediği kimselerden olacaktı. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s)'in, (bu kişinin sorusundan dolayı), haccın her sene için farz olduğunu söylemesinden emin olunamazdı.
Ubeyd İbn Umeyr de şöyle der: "Allah helâl kıldı, haram kıldı.. Binâenaleyh, Allah'ın helâl kıldığını helâl sayınız; haram kıldığından da kaçınınız. Allah bu arada birtakım şeyleri meskût bıraktı ki, onları ne helâl ne de haram kılmıştır.. İşte bu, Allah tarafından bir afdır." Daha sonra da bu âyeti okudu.
Ebû Sa'lebe el-Huşenî de: "Allah birtakım farzları farz kıldı. Binâenaleyh, onları zayi etmeyiniz. O, birtakım şeyleri yasakladı; binâenaleyh, o şeylere saygısızlık edip hududu, sınırı aşmayınız.. Ve birtakım kanunlar koydu, sakın siz onları ihlâl eîrrieyi Uncftmakstzm, birtakım şeyleri de bağışladı; binâenaleyh, o şeyleri kurcalamayınız.." demiştir. [289]
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ve siz onları Kuran nazil olurken sorup da hükmü kendinize açıklandığında..." buyurmuştur. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
a) Allah Teâlâ âyetin ilk kısmıyla, onların suâl ettiği o şeylerin, kendilerine açıklanması halinde onları üzeceğini; bu ifadesiyle de, şayet onlar onları sorarlarsa, bunların onlara açıklanacağını beyan buyurmuştur. Binâenaleyh, sözün neticesi şu olur: Eğer onlar bunlardan suâl ederlerse, bunlar onlara açıklanır. Eğer onlara açıklanırsa, bunlar onları üzer... Demek ki, bu iki mukaddimenin toplamından şu ortaya çıkar: Şayet onlar, o meseleleri soracak olurlarsa, onlara, onları mesrur edecek şey değil, üzecek şeyler ortaya çıkar...
b) İki şekilde soru vardır:
1) Ne kitapta, ne de sünnette hiçbir şekilde bahsi geçmeyen şeylerden suâl etmektir ki, böyle bir soru, "Ey iman edenler, size açıklanırsa ... fenanıza gidecek şeyleri sormayın" buyruğuyla nehyedilmiştir.
2) Kur'ân'ın getirdiği bir şey hakkında soru sormak.. Ancak ne var ki dinleyen kimse, bu şeyi gerektiği gibi anlayamamıştır. İşte bu durumda soru sormak vaciptir. Ki, bu da, "ve siz onları Kur'ân nazil olurken sorarsanız onlar size açıklanır" buyruğundan maksad budur. Bu kısmın zikredilmesinin faydası şudur: Cenâb-ı Hak ilk ifâdede soru sormayı yasaklayınca, işte bu yasaklama hususu, her türlü soru sormanın yasak olduğu zanntnı uyandırmıştır. Böylece Allah, bu kısmı öbüründen ayırmak için, bu ikinci ifâdeyi zikretmiştir.
İmdi şayet: buyruğundaki zamiri, buyruğun-daki eşya kelimesine râcidir. Binâenaleyh, âyette bahsedilen bizzat o "şeyler" hakkında soru sormanın hem caiz, hem de yasak olması nasıl düşünülebilir?" denilirse, biz deriz ki:
Buna şu iki şekilde cevap verilebilir:
a) Soru sormanın yasak olmasının, Kur'ân nazil olmazdan önce olması; soru sormanın emredilmiş olması ise, o şeyler hakkında Kur'ân-ı Kerim'in nazil olmasından sonra olmuş olması caizdir.
b) Bu iki şey, her ne kadar farklı iki nevi ise de, bunlardan her birinin suale konu ıeşkıl etmesi itibariyle aynı şey sayılırlar. İşte bu sebepten ötürü, bunlar hakikatte teldi iki şey iseler de, zamirin her ikisini içine alacak şekilde getirilmesi güzel ve »•rinde olmuştur.
c) "...şeylerisormayın" buyruğu, onların o şeyleri sorduklarını göstermektedir. 3-naenaleyh Cenâb-ı Hakk'ın, "vesizonlansorduğunuzda.." ifâdesi, "Eğer sizler, Kur'ân nazit olurken o sorulan sorarsanız, o soruların sorulmasının caiz olup olmaması - -susu, size açıklanır..." anlamına gelir. Sonuç olarak, bu âyetten kastedilen, ilk rce soru sormanın vacip oluşu ile, şunu... şunu sormanın caiz olup olmadığı hususudur.
Daha sonra Allah, "Allah o şeyleri atfetmiştir.." buyurmuştur, iki izah şekli vardır:
a) "Allah, sizin daha evvet soru sormanızı ve bu sorunuz sebebiyle Hz. Peygamber'i kızdırmanızı affetti... Binâenaleyh, aynı şeylere bir daha dönmeyiniz..."
b) Allah Teâlâ, "Onların kendisinden sordukları o şeylerin onlara açıklanması hâlinde, onları üzeceğinden bahsetmiş, bunun peşinden de, "Allah o şeyleri atfetmişti" buyurmuştur. Yani, "Allah, o sorular esnasında, sizi üzecek ve size teklif edilmesi halinde zor ve güç gelecek şeyleri affetti..." demektir.
c) Ayette bir takdim ve tehir bulunup, bunun takdiri, "Allah'ın bağışladığı ve size açıklanması halinde sizi üzecek şeyleri sormayın" şeklindedir. Bu görüş zayıftır. Çünkü, nazm değiştirilmeksizin mâna doğru olursa, takdim ve tehire gidilmesi caiz olmaz. Bu görüşe göre buyruğunun mânası, "onları tuttu, zikretmekten vazgeçti ve bu hususta herhangi bir şekilde mükellef tutmadı..." demektir. Bu tıpkı, Hz. Peygamber'in "Sizi atların ve kölelerin zekâtından muaf tuttum "[290] yani, "o zekâtı kaldırmak suretiyle, sizin yükünüzü hafiflettim" buyurması gibidir.
Daha sonra Allah, "Allah Gafur ve Halîm 'dir" buyurmuştur. Bu âyet, Hak Teâlâ'nın, "Allah o şeyleri atfetmiştir" buyruğundan muradın, bizim bu âyetin tefsirinde birinci şıkta zikrettiğimiz mâna olduğuna delâlet etmektedir. [291]
Daha sonra Cenâb-ı Hak,
"Sizden evvel de bir kavim onları sordu da, sonra o yüzden kâfirler oldular" (Mâıde. 102). buyurmuştur.
Müfessirler şöyle demişlerdir:
a) Bunlar, Salih Peygamberin kavmidir ki, mucize olarak kendilerine bir devenin verilmesini istemişler, sonra da deveyi boğazlamışlardı.
b) Bunlar Musa'nın kavmidir ki, onlar "Bize, Allah'ı ayan beyân göster" demişlerdi. Böylece de bu, onların üzerinde bir vebal olmuştu.
c) Bunlar peygamberine, 'Bize bir hükümdar gönder de, Allah yolunda savaşalım.." (Bakara,246)diyen İsraifoğulları'dır. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak da şöyle buyurmuştur: "Fakat, ne zaman ki onlara savaş yazıldı içlerinden birazı müstesna olmak üzere yüz çevirdiler" (Bakara. 246) ve, 'Biz hükümdarlığa ondan daha lâyık iken... nasıl olur da bizim başımızda hükümdarlık onun olabilir?" (Bakara, 247) demişlerdi. Böylece, İsrailoğullan da önce bunu istemiş, sonra da onu inkâr etmişlerdi.
d) Bunlar, Hz. İsa'nın kavmidir ki, O'ndan bir sofra getirmesini istemişler, sonra da sofrayı inkâr etmişlerdi. Böylece Allah, sanki: "İşte bunlar, istediler.. İstedikleri kendilerine verilince de bu, onları üzdü. Binâenaleyh, siz de birtakım şeyleri isteyip durmayınız. Belki de size, istediğiniz verilecek olsa, o sizi üzer" demek istemiştir.
İmdi şayet, "Allah Teâlâ önceki âyette, "..şeylerisormayın" buyurmuş; bu âyette ise, "... bir kavim onları sordu" demiştir. Halbuki evlâ olan, demesiydi.. Öyleyse bunun sebebi nedir?" denilirse, biz deriz ki:
Buna şu iki şekilde cevap verilebilir:
Birinci şekil: "Bir şeyden sormak", o şeyin hallerinden bir halini, sıfatlarından bir sıfatını sormaktan ibarettir. "Bir şeyi sormak..." ise, o şeyin bizzat kendisjni istemekten ibarettir. Nitekim "ondan bir dirhem istedim"; yine "ona dirhemden sordum" yani, "Dirhemin vasfından ve niteliğinden suâl ettim" denilir. Öncekiler Allah'dan, kaya parçasından deveyi çıkarmasını; gökten sofra indirmesini istemişlerdi. Bu sebeple onlar, bir şeyin kendisini istemişler demektir. Halbuki Hz. Muhammed'in ashabı, bunu istememişler, onlar ancak ve ancak eşyanın hallerini ve sıfatlarını sormuşlardı. Binâenaleyh, çeşit olarak bu iki soru farklı olunca, ifâde de, ister istemez farklı olmuştur. Ancak ne var ki her iki kısım da, tek bir vasıfta müştereklik arzediyorlar ki bu da, fuzûlî şeylere dalmak, gerek duyulmayan şeylere girmektir. Halbuki böyle şeylerde fesada düşme tehlikesi bulunmaktadır. Kendisine ihtiyaç duyulmayan ve kendisinde mefsedet tehlikesi bulunan şeylerden insanın kaçınması gerekir. Böylece Cenâb-ı Hak bu şeylerden suâl etme hususunda, Hz. Muhammed (s.a.s)'in kavminin, her birisinin gereksiz olma, kendisine girmede herhangi bir fayda bulunmaması hususunda, o suâlleri soran öncekilere benzemiş olduklarını beyân buyurmuştur.
İkinci şekil: sözündeki zamiri, cümlesindeki zamirinin râci olduğu eşya' kelimesine râci değildir. Aksine bu, "Onların o şeyleri sormalarına râcidir. Buna göre kelâmın takdiri, "Sizin zikretmiş olduğunuz o fasit suâlleri, sizden önceki bir kavim de sormuştu... Onların bu istekleri yerine getirilince de, onlar nankörlük etmiş bunu inkâr etmişlerdi" şeklindedir. [292]
"Allah ne "bahire"den, ne "sâibe"den, ne "vasile"den, ne de "hâm"dan, hiç birini (meşru) tutmamıştır. Fakat o küfredenler, Allah'a karşı yalan düzerler. Onların çoğunun akıllan ermez" (Mâide, 103).
Allah Teâlâ "Allah ne "bahîre"den ne "sâlbe'den, ne "vasîle'den, ne de "hâm"dan, hiçbirini (meşru) kılmamıştır" buyurmuştur. Bu âyet ile ilgili birkaç mesele vardır: [293]
Bil ki Cenâb-ı Hak, insanları, mükellef tutulmadıkları şeyleri araştırmaktan menedince, iltizâm etme mecburiyetinde olmadıkları şeyleri, kendilerine lüzumlu görmekten onları meneîmiştir. Kâfirler, yararlanmaya fazlasıyla muhtaç oldukları hayvanlardan istifade etmeyi kendilerine haram kılınca, Cenâb-ı Hak, bunun yanlış ve bâtıl olduğunu belirtmek üzere: "Allah ne "bâhîre'den, ne "sâtbe'den, ne "vasile"den, ne de "hâm"dan, hiçbirini (meşru) kıimamtşhr" buyurmuştur. [294]
Bil ki Arapça'da, (yaptı, işledi); (başladı); (kıldı, yaptı); (inşa etti, yaptı) ve (yöneldi, yapmaya yöneldi) fiilleri kullanılır. Bu fiillerin bir kısmı, diğerlerinden daha âmm (umûmî mânada)dırlar. Bunların en umûmî olanı JÜ fiilidir. Çünkü bu fiil, hem uzuvların işlerini, hem de kalbin (aklın) işlerini ifâde için kullanılır. Bunun, uzuvların işlerini ifâde etmek için kullanılması hususu açıktır. Kalplerin fiillerini ifâde etmek için kullanılmasına gelince bunun delili: "(Allah'a) şirk koşanlar dediler ki: "Eğer Allah dtieseydi ne biz, ne de atalarımız, kendisinden başkahiçbirşeye tapmazdık... " Onlardan öncekiler âe böyle yaptı (Nam, 35) âyetidir. fiiline gelince, bu, wW fiilinden daha husûsidir. Çünkü bu fiil sadece uzuvların fiillerini ifâde etmede kullanılır; düşünme, azmetme, niyetlenme mânalarında kullanılmaz. Bunun delili, Hz. Peygamber (s.a.s)'in "Mü'mİnin niyeti, amelinden daha hayırlıdır'[295] hadîs-i şerifidir. Hz. Peygamber (s.a.s), burada niyetin amelden daha hayırlı olduğunu bildirmiştir. Eğer niyet, "bir amel" olmuş olsaydı, niyyetin yine niyyetten daha hayırlı olmuş olması gerekirdi.
fiiline gelince, bunun birkaç mânası vardır:
a) "Hükmetmek..." "Onlar, Rahmanın kullan olan melekleri dişiler kıldılar (yani böyle hükmettiler)" (Zutıruf, 19) âyetindeki J«r bu manadadır.
b) "Yaratmak" "(o Allah), zulmetleri ve nuru kıldı, yani yarattı" (Enim, 1) âyetinde olduğu gibi...
c) "Kılmak, ...haline getirmek" mânası... "Gerçekten biz onu, anlayasımz diye Arapça bir Kur'ân yaptık" ızuhruf, 3) âyetinde olduğu gibi...
Bunu iyice anladığın zaman deriz ki, âyetteki sözü, "Allah buna hükmetmedi, bunu meşru kılmadı ve bunu emretmedi" demektir. [296]
Allah Teâlâ burada dört şeyden bahsetmiştir: Bunlardan birincisi, "bahîre"dir. Bu, yarmak, dilmek mânasına gelen masdarından, "fa'îletün" vezninde bir kelimedir.
Nitekim birisi devesinin kulağını kesip dildiğinde, denilir. Fa'île vezninde olan bu kelime ism-i mefûl (dilinmiş) mânasındadır. Ebû Ubevde ve Zeccâc şöyle demişlerdir-. "Deve beş batın (kere) yavrulayıp, en sonuncu yavrusu erkek olunca, o devenin kulağını dilerler, ona binmeyi ve onu kesmeyi kendilerine yasaklarlar ve onu putları için salıp âzâd ederlerdi. Bundan dolayı onun tüyleri kırkılmaz, sırtına binilmez, su içmesine mâni olunmaz, mer'âdan kovulmaz, kendisinden istifâde edilemez, yürüyemeyecek kadar âciz bir insan bile ona rastlasa, haram saydığı için ona binmez."
İkincisi "sftibe"dir. Bu, yeryüzünde akıp, giden mânasına gelen fiilinin ism-i failidir. Nitekim, (su aktı) ve "Yılan aktı (hızla gitti)" denilir. O halde "sâibe", istediği yere gidip dolaşsın diye salıverilen (hayvan) demektir. Bu kelime de, "salıverilmiş" mânasında ism-i mefûl karşılığında kullanılmıştır. Bu tıpkı, (Kari'a, 7) âyetindeki "râdiye" kelimesinin, "razı olunmuş" mânasında, ism-i mef'ul karşılığı kullanılması gibidir. Alimler "sâibe"nin ne olduğu hususunda, birkaç izah yapmışlardır:
1) Ebû Ubeyde der ki: "Bu, şudur: Bir kimse hastalansa veya yolculuktan dönse veya nezretse veyahut da bir nimete şükretmek istese, bunun için bir deve salıverirdi. Böylece bu da, câhiliyye Araplarının "bahire" hayvanı için kabul ettikleri her hususta, aynen bahîre gibi olurdu."
2) Ferrâ şöyle demiştir: "Deve, on batın doğursa ve doğurdukları hep dişi olsa, sahibi onu salıverirdi. Bu deveye binilmez, sütü sağılmaz, tüyü kırkılmazdı, çocuklar ve yolculardan başkası onun sütünü içmezdi."
3) İbn Abbas (r.a) şöyle der: "Sâibe, Putlar adına âzâd edilip salıverilen hayvan demektir. Adam, malından istediği kadar hayvanı âzâd eder ve onları putların hizmetçilerine getirirdi. O hizmetçiler de, bu hayvanların sütünü yolculara içirirlerdi."
4) "Sâibe, üzerinde bir velâ (mülkiyet), bir diyet ve bir miras olmamak üzere-salıverilen köle demektir." [297]
Üçüncüsü vasîte'dir: Müfessirler şöyle derler: "Koyun, dişi doğurursa, bu sahibinin olurdu. Eğer erkek doğurur ise, doğan bu yavru da putlarının olurdu. Eğer erkek ve dişi karışık doğurur ise, "onlar, "Bu kardeşine ulaştı" derler ve erkek yavruyu, putlarına kurban etmezlerdi. Buna göre "vasile", başkasına ulaştırılmış ve bitiştirilmiş mânasında, "mevsûle" karşılığıdır. Bu kelimenin, o yavru, kardeşine bitiştiği için ism-i fail mânasına olması da caizdir. [298]
Dördüncüsü, "hâm"dır. Bir insan, bir başkasını himaye ettiğinde, denilir. Bunun da ne mânada olduğu hususunda şu İzahlar yapılmıştır:
1) Tohumluk (damızlık) deve, yavrusunun yavrusuna döllemek için atladığında, "sırtını binilmekten himaye edip korudu" mânasında, denilir. Dolayısıyla bundan sonra artık ölünceye kadar ona binilmez, onunla yük taşınmaz ve sudan, mer'âdan men edilmezdi. Ölünce de etini hem erkekler, hem kadınlar yerlerdi.
2) "Deve, on batın doğurduğunda, Araplar, "sırtını korudu (kurtardı)" derlerdi." Bu görüşü, Ebû Müslim nakletmiştir.
3) "Bu, on sene, tohumluk için kullanılan ve on seneden sonra salıverilen deve demektir. Bu da, sırtına binilmesi haram olan develerdendir." Bu görüş, Süddî'nin görüşüdür.
İmdi eğer, "Kölelerin ve cariyelerin âzâd edilmesi caiz olduğuna göre, bu hayvanların da kesilmekten, yorulmaktan ve acı çektirilmekten âzâd edilip salıverilmeleri niçin caiz olmasın?" denilir ise biz deriz ki: İnsan, Allah'a hizmet ve kulluk için yaratılmıştır. Binâenaleyh insan Allah'a taattan yüz çevirip direttiği zaman, ona kölelik verilerek cezalandırılır. Bu kimselerden kölelik kaldırılınca da, bunlar tekrar Allah'a ibâdet etme fırsatı bulurlar. Binâenaleyh köle azadı, güzel ve hoş bir ibadet olur. Fakat bu hayvanlar insanların menfaati için yaratılmıştır. Binâenaleyh bunları salıvermek, karşılığında hiçbir fayda elde etmeksizin, sahibinin elinde olan bazı menfaatlerini elden çıkarmasını ifâde eder. Böylece bu iki şey arasındaki fark ortaya çıkar. Yine insan köle olup da âzâd edildiğinde, kendisinin faydasına olan şeyleri elde edebilir. Ama hayvanlar, salıverildiklerinde, faydalarına olan şeyleri gözetemezler. Böylece de bir insanın mülkü iken içinde bulundukları halden daha zor ve daha çetin çeşitli sıkıntılara düşerler. İşte bu bakımdan da, aradaki fark ortadadır.
Sonra Cenâb-ı Hak, "Fakat o küfredenler, Allah a karşı yalan düzerler. Onların çoğunun akıllan ermez'' buyurmuştur. Müfessirler şöyle derler: Amr İbn Lühay el-Huzâî, Mekke'ye melik olmuştu. Bu, Hz. İsmail (a.s)'den gelen dini değiştiren ilk kimsedir. O, bazı putlar yaptırmış ve diktirmişti. Bahire, sâibe, vasile ve hâm'ı, bu şahıs meşru saymıştı. Hz. Peygamber (s.a.s), "Onu cehennemde gördüm. O, cehennemliklere bağırsağının (kötü) kokusu ile eztyyet veriyordu" demiştir. Buradaki kelimesi, bağırsak demek olup, cem'i vUâit şeklindedir. Bir başka rivayete göre de, "o, cehennemde bağırsaklarını sürüyüp geziyordu." İbn Abbas (r.a): "Yüce Allah, "Fakat o küfredenler..." sözü ile, Amr İbn Lühay ve arkadaşlarını kastetmiştir ki onlar Allah'a "o hayvanları haram kıldı* diye iftira ediyorlardı" demiştir. Buna göre bunun mânası, "Onların reisleri, Allah'a yalan isnâd ediyordu. Fakat avam halkın çoğunun aklı ermiyordu. Dolayısıyla onlar, reislerinden alarak bu yalanları Allah'a isnad ediyorlardı" şeklindedir. [299]
"Onlara, "Allah'ın indirdiğine ve o peygambere gelin" denildiği zaman, "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyler bize yeter" dediler. Atatan hiç bir şey bilmiyor ve hidayete ermemiş olsalar da mı onlara uyacaklar?" (Mâide. 104).
Bu âyetin mânası malum olup, atalarını taklid edenlere bir reddiyedir. Biz, bu hususta pek çok yerde uzun uzun söz ettik. Bil ki, ifadesindeki vây, başına hemze-j inkârı gelen vâv-ı haliyye olup, takdiri, "Eğer onların ataları hiç bir şey bilmeyen ve hidayete ermemiş kimseler olsaydılar da mı, o onlara kâfi gelecekti!" şeklindedir.
Bil ki uyma (taklid), ancak hakkı ve hakikati bulmuş âlime olursa, caizdir. Alim, sözünü hüccete ve delile dayandırdığı zaman, hakkı ve hakikati bulmuş bir alim olur. Ama böyle olmadığı zaman, o hakkı ve hakikati bulmuş bir âlim olmaz ve ona iktida (uyma) ve onu taklid caiz olamaz. [300]
"Ey iman edenler, siz kendinizi (ıslâh etmeye) bakın. Siz hidayete erince, sapanlar size zarar vermez. Hepinizin dönüp vanşı Allah'adır. Artık O, yapmış olduğunuz şeyleri size haber verecektir" (Maide, 105).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele bulunmaktadır: [301]
Allah Teâlâ çeşitli mükellefiyetleri, şer'î hükümleri ve hususları beyan ettikten sonra "Peygamberin üzerinde
tebliğden başka (hiç bir vazife) yoktur" (mide, 99)... "...Onlara "Allah'ın indirdiğine ve o peygambere gelin" denildiği zaman, "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyler bize yeter" dedüer"{MUde, ıo4) buyurmuştur. Yöce Allah sanki şöyle demiştir: "İşte bu câhiller, daha önce geçen, bunca özür yollarını kapatan âyetlere, uyarmalara ve teşviklere rağmen, bunların hiçbirinden istifâde etmemiş ve cahilliklerinde ayak diretip sapıklık ve cahilliklerinde devam edip gitmişlerdir. Binâenaleyh ey mü'minler onların cehalet ve delâletlerine aldırmayın, Allah'ın mükellef tuttuğu şeylere boyun eğin, O'nun emir ve yasaklarına uyunuz. Böylece onların cehaletleri ve dalâletleri size zarar vermez!' İşte bu mânadan ötürü Hak Teâlâ, "Ey iman edenler, siz kendinizi (ıslah etmeye) bakın. Siz hidayete erince, sapanlar size zarar vermez" buyurmuştur. [302]
Âyetteki, "Siz kendinize bakın" ifadesi, "kendinizi, isyan elbisesini giymekten ve günahta ısrar etmekten koruyunuz" demektir. Nahivciler, ve kelimelerini isim fiil kabul etmişlerdir. Meselâ Araplar bu kelimeleri fiil makamında kabul eder, bunlarla mef'ullerini nasbederler ve meselâ Yani, "Zeyd'i tut, çünkü o sana yaklaştı" yani, "Zeyd sana geldi, onu tut" ve yani, "Zeyd sana yaklaştı, onu tut" denilir. Bu üç kelime ile, kendilerinden sonra gelen bir ismi mansûb kılmanın caiz olduğu hususunda, nahivciler arasında bir ihtilaf yoktur. Keşşaf sahibi, bu kelimeyi, Nâfî'nin merfû olarak şeklinde Okuduğunu nakletmiştir. [303]
Alimler, bu âyetin sebeb-i nüzulü olarak şunları söylemişlerdir:
1) Kelbî'nin Ebû Salih'den rivayetine göre, İbn Abbas (r.a) şunu söylemiştir: Hz. Peygamber (s.a.s), ehl-i kitaptan cizyeyi kabul edip, Araplar'dan da ya müslüman olmalarını ya da kılıcı kabul etmelerini isteyince münafıklar, mü'minlerin, kâfirlerin bir kısmından değil de, diğer bir kısmından cizye kabul etmesini ayıplayınca, bu âyet nazil oldu. Yani, "Siz hidâyet üzere olduğunuz sürece, kınayanların kınaması size zarar veremez" demektir.
2) Mü'minlere kâfirlerin küfür ve dalâletlerinde devam etmeleri ağır geliyordu. İşte bundan dolayı mü'minlere, "siz kendinizi ve nefsinizi hidâyet yolunda ıslâh edip, orada yürümekle mükellef oluşunuza bakınız. Size, ne sapıtanların sapıtması, ne de câhillerin cehaleti zarar vermeyecektir" denilmiştir.
3) Mü'minler, yakınlarının küfür üzere ölmelerinden dolayı kederleniyorlardı. Bunun üzerine bu, onlara yasaklandı. Bana göre bu konuda doğruya en yakın olan husus şudur: Allah, onların bir kısmının, kendilerine "Allah'ın indirdiğine ve Resûl'e geliniz!" denildiğinde, onların "Atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeyler bize yeter" (MAıde. 104) dediklerini nakledince, peşinden bu âyeti zikretmiştir. Bundan maksadı şudur: Mü'minlere, bu fasit, bozuk yolda kâfirlere benzemeleri yakışmaz. Aksine uygun olanı, gerekeni, mü'minlerin kendi dinleri üzere devam edip, dinleri hususunda kökleşip sabit kadem oldukları sürece, o cahillerin cehaletinin kendilerine zarar veremiyeceğini bilmeleridir. [304]
İmdi şayet, "Bu âyetin zahiri, smr-i maruf ve nehy-i münkerin vacip olmadığı zannını uyandırmaktadır" denilirse, biz deriz ki: Biz bu soruya birkaç yönden cevap verebiliriz:
a) Ekseri ulemânın benimsediği görüşe göre âyet, buna delâlet etmeyip, tam aksine Rabbine itaat eden kimsenin, isyankârların günahlarından sorgulanmayacağını göstermektedir. Emr-i maruf ve nehy-i münkerin vacip olması ise, delillerle sabittir. Hz. Ebû Bekr es-Sıddîk (r.a) bir hutbe îrad ederek: "Sizler, "Ey iman edenler, siz kendinizi (ıslâh etmeye) bakm" âyetini okuyor ve bunu, gerektiği gibi anlayamıyorsunuz. Zira ben, Allah'ın Resulünden (s.a.s),"İnsanlar münkeri görüp de, onu reddetmezlerse, Allah'ın, cezasını bütün insanlara teşmil etmesi yakındır..''[305] dediğini duydum" demiştir.
b) İbn Mesûd ve İbn Ömer'in şöyle dedikleri rivayet edilmiştir: 'Ey iman edenler, siz kendinizi (ıslâh etmeye) bakm" âyetinin gereği, âhir zamanda tecelli edecektir. İbn Mesuda bu âyet okununca o, "Bu vakit, O'nun ifâde ettiği zaman değildir. Kalbleriniz bir olup birbirinize girmeyip, birbirinize de azabınızı tattırmadığınız sürece emredin, nehyedin.. Ama, kalpler ve düşünceler farklı farklı olur, birbirinize girer, bölünür parçalanır ve herkes nefsiyle başbaşa kaldığı zaman, işte o vakit bu âyetin sırrı ve mânası ortaya çıkar" demiştir. Bana göre bu görüş zayıftır. Zira Cenâb-ı Hakk'ın, "Ey iman edenler..." ifâdesi umumî bir hitaptır. Bir de bu ifâde, o anda mevcut olanlara hitaptır. Binâenaleyh daha nasıl, o anda mevcut olanlar âyetin hükmünden istisna edilip, bu hüküm o anda mevcut olmayanlara has krlınabilir?
c) Abdullah İbnu'l-Mübarek'in görüşüdür. Buna göre o, "Bu, emr-i maruf ve nehy-i münkerin vacip olduğu hususunda, en kuvvetli âyettir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "siz kendinize bakın" buyurmuştur; yani "siz, kendi dininizin müntesiblerine bakınız.. Size, sapıtan kâfirler zarar veremez.. Bu, tıpkı "...nefislerinizi Öldürün.." (Bakara, w) âyeti gibidir; yani, "Kendi dininize mensup olanları öldürünüz..." demektir. Buna göre Cenâb-ı Hakk'ın, "Siz kendinize bakınız" ifâdesi, "Birbirinize va'zu nasihat edip, hayırlar konusunda birbirinizi teşvik edip, kötülüklerden ve günahlardan nefret ettirmeniz, uzaklaştırmanız suretiyle..." mânasındadır" demiştir. Biz, 'Siz kendinize bakm" ifâdesinin mânasının, "kendinizi muhafaza ediniz" şeklinde olduğunu söylemiştik ki, işte bu mâna da onu tekid etmektedir. Böylece bu, kendi nefsimizi muhafaza etmemizle alakalı bir emir olmuş olur. Bu muhafaza da, sadece emr-i maruf nehy-i münker yoluyla otursa, işte o zaman emr-i maruf nehy-i münker de vacip olmuş olur.
d) Âyet, kendilerine va'z-ü nasihatin fayda vermeyeceği ve emr-i maruf ile küfürlerini terketmeyecekleri bilinen kâfirlere mahsustur. Bu durumda insana, onlara marufu emretmesi vacip olmaz. Bu âyetin sebeb-i nüzulü olarak zikrettiğimiz şu husus da bu görüşü desteklemektedir: Âyet, müşriklerden değil de ehl-i kitaptan cizye alan mü si uman tan tenkid eden münafıklar hakkında nazil olmuştur.
e) Âyet, insanın, emr-i maruf ve nehy-i münker yapması durumunda, kendisi veya namusu veyahut da malı hususunda endişe duyması haline mahsustur. İşte bu durumda kişi kendisine bakar; ona, sapıtanın sapıklığı, câhilin de cehaleti zarar veremez. İbn Şibrime: "İki kişiden kaçan, kaçmış kabul edifir. Ama, üç kişiden kaçan firar etmiş sayılmaz..." dermiş...
f) "Siz hidâyette olup, emr-i maruf ve nehy-i münker yaptığınızda, sapıtanın ve emr-i marufunuzu kabul etmeyen kimsenin sapıklığı size zarar veremez." demektir.
g) Bu cümlenin mânası, "Siz, vâcibleri ve farzları yerine getirme hususunda kendinize bakınız.. Yapabildiğinizde, emr-i maruf yapmanız da bu vacipler cümlesindendir. Eğer onlar bunu kabul etmezlerse, sizin bundan ürkmemeniz gerekir. Çünkü siz böylece, sorumluluktan kurtulmuş olursunuz... Bu sebeple de, sizden başkalarının sapıklğı size zarar veremez" şeklindedir.
h) Cenâb-ı Hak, Resulüne: 'Artık Allah yolunda savaş.. Sen kendinden başkasıyla mükellef (sorumlu) tutulmayacaksın" (nişi. M) demiştir. Bu da, Peygamberden
emr-i marufun sakıt olmayacağını gösterir. İşte burada da böyledir. [306]
"Size zarar vermez" ifâdesi, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinin cevabı olarak meczum olup, râ harfinin fethasıyla okunmuştur. Bu ifâde, râ harfinin zammesiyle de okunmuştur. Bu hususta şu iki izah yaorlmıştır:
a) Bu, cümle-i haberiyye olarak bu şekilde okunmuştur. Yani, takdirindedir.
b) Bu kelimenin hakkı, cevap olduğu için sonunun meftun okunmasıdır. Ancak ne var ki, dâd harfinin (muzarinin aynelfiiline ittibâen) dammesinden dolayı, râ harfi mazmum kılınmıştır.
Daha sonra Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki bu, "Sizin ve size muhalefet edenlerin dönüşü Allah'adır; böylece O size, yaptıklarınızı haber verecek; yani amellerinize göre size karşılık verecektir" anlamındadır. [307]
"Ey iman edenler. Ölüm herhangi birinizin karşısına gelip çattığı zaman, vastyyet zamanında, aranızda ya İçinizden adalet sahibi iki şahid (bulundurun), yahud yeryüzünde sefer ettiğinizde başınıza ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan diğer İki kişiyi (şahid yapın). Onları, şüpheye düşmüşseniz, namazdan sonra ahkoyarsmız da Allah'a şu suretle yemin ederler: "Akraba dahi olsa, buna mukabil hiçbir pahayı (menfeâti) satın almayacağız.. Allah'ın şahitliğini gizlemiyeceğiz. Bu takdirde muhakkak ki, günahkârlardanızdır" (Mâide, 106).
Bil ki Cenâb-ı Hak, "siz kendinize bakın" (Mâide. 105)emriyle nefisleri korumayı emredince, peşinden buyruğu ile de malı muhafaza etmeyi emretmiştir. Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır: [308]
Alimler, bu âyetin sebeb-i nüzulünün şöyle olduğu hususunda ittifak etmişlerdir: "Hristiyan olan Temîm ed-Dari ile kardeşi Adiyy, beraberlerinde Amr İbnu'l-Âs'ın, müslüman ve muhacir olan kölesi Büdeyl olduğu halde, ticaret maksadıyla Şam'a gitmişlerdi. Şam'a varınca, Büdeyl hastalandı ve yanında bulunanların tamamını ihtiva eden bir mektup yazarak, arkadaşlarına haber vermeksizin kumaşların arasına koydu. Sonra da onlara, ailesinin yanına vardıklarında bu eşyayı ona vermesini emredip vasiyyette bulundu.. Derken, Büdeyl öldü. Bu iki
hristiyan, onun eşyasının arasından üçyüz mıskal altın ile, süslenmiş bir gümüş kabı alıp, geriye kalanı da, döndükleri zaman Büdeyl'in ailesine teslim ettiler. Bunun üzerine Büdeyl'in ailesi eşyayı karıştırırken mektubu buldular ve o mektupta böyle bir kaptan da bahsedildiğini gördüler. Bu sebeple de onlar, Temim ve Adlyye: "Bu kap nerede?" dediklerinde, bunlar: "Biz bilmiyoruz.. Bize teslim edileni size verdik." cevabını verdiler.. Bunun üzerine hadiseyi Allah'ın Resulü (s.a.s)'ne intikal ettirdiklerinde, Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerimeyi indirdi. [309]
Cenâb-ı Hakk'ın, "aranızda (şahid yapın" ifâdesi "Aranızdaki şeyin şehâdeti" takdirindedir. tabiri, çekişme ve anlaşmazlıktan kinayedir. İnsanlar çekişme esnasında şahitliğe ihtiyaç duydukları için, âyette "şehâdet" kelimesi, "çekişme"ye muzaf kılınmıştır, buyruğundaki 'nın hazfi ise, bilinip açık olduğu için caizdir. Bunun bir benzeri de, (k«m, 78) âyeti ile ki bunun takdiri şeklindedir. Mansub okuyanlara göre, (En'âm. 94) âyetidir.
Cenâb-ı Hak "Ölüm herhangi birinizin karşısına gelip çattığı zaman, vasiyyet zamanında..." buyurmuştur. Yani, "Ölüm gelip çattığında, kendisine ihtiyaç hissedilen şehâdet..." demektir. "vastyyet zamanında "tabiri, O'nun, "herhangi birinizin karşısına gelip çattığı zaman" cümlesinden bedeldir. Çünkü, ölümün gelip çatma zamanı, vasiyyet etmenin gelip çattığı zamandır. Böylece bu zaman, kişide beliren bu iki şey ile bilinmiş olur. Bu tıpkı, "Güneş (hadd-i istivadan) batıya meyledince, öğlen namazı vakti bana gel" denilmesi gibidir. Ölümün hazır olmasından maksad, onun yaklaşması ve onun vuku bulmasının emarelerinin görülmesidir. Bu tıpkı, "Sizden birinize ölüm gelip çattığı vakit, eğer mal bırakacaksa, vasiyyette bulunmak size farz edildi" (Bakara, iMjâyeti gibidir. Alimler, âyet-i kerimedeki, "Ölüm herhangi birinizin karşısına gelip çattığı zaman, vasiyyet zamanında.." tabirinin, vasiyyetin vacip oluşunun delili olduğunu söylemişlerdir. Zira Allah ölümün gelip çatma zamanını vasiyyet zamanından başka göstermiştir. Bunun ise, bu iki şeyin birbiriyle çok sıkı bir münasebet arzetmeleri halinde olabileceğini, bu sıkı münasebetin de, ancak vasiyyetin vacip olması halinde söz konusu olabileceğini söylemişlerdir. [310]
Daha sonra Cenâb-ı Hak "içinizden adalet sahibi iki (şahid). buyurmuştur. Bu tabirle ilgili iki mesele vardır: [311]
Âyette bir hazif
bulunup, bu tabirden maksat: "Sizden, âdil iki kimsenin şehâdet
etmesidir.." manasıdır. Buna göre âyetin takdiri: "Yukarda
nitelikleri belirtilen ölüm gelip çattığında, aranızdaki şeylerin şehâdeti,
sizden adil iki kimsenin şehâdet etmesidir" şeklindedir. Malum olduğu
için, işte bu hazf son derece yerinde ve güzel olmuştur.
[312]
Müfessirler, âyetteki, "içinizden (sizden)" kelimesi hakkında şu iki görüşü belirterek ihtilaf etmişlerdir:
1) Çoğu müfessirlerin görüşüne göre, bundan maksad, "Ey mü'minler cemaati sizden, sizin dininizden, topluluğunuzdan, adalet sahibi iki (şahid) şehâdet eder" mânâsıdır. Binâenaleyh âyetteki, "yahut yeryüzünde sefer ettiğinizde ...sizden olmayan diğer iki kişiyi (şâhfd tutun)..." tabiri, "yahut yeryüzünde yolculukta iken, sizin dininizden ve ümmetinizden olmayan diğer iki kişiyi (şahid tutun)" demektir. Buna göre iki âdil müslüman, hem yolculukta, hem de mukîm iken şehâdet etmeye elverişli iki kimse demektir. Bu, İbn Abbas (r.a), Ebû Musa el-Eş'ârî (r.a), Sa'îd İbn Cübeyr, Sa'id İbn el-Müseyyeb, Şureyh, Mücâhid, İbn Şîrîn ve İbn Cüreyc'in görüşüdür. Bunlar şöyle demişlerdir: "İnsan gurbette (yabancı diyarlarda) olur ve vasiyyetine şehâdet edecek bir müslüman bulamazsa, bu kimse için yahudî veya hristiyan veya mecûsî veya putperest veyahut da her bir çeşit kâfir şâhid olabilir ve bunların şâhidlikleri geçerlidir. Bu durum dışında kâfirin, müslüman hakkında şahidliği caiz değildir.
Şa'bî (r.h) şunu nakletmistir: "Bir müslüman, gurbette hastalanmış ve vasiyyetine şâhid olacak hiçbir müslüman bulamamıştı. Binâenaleyh bu adam, ehl-i kitapdan iki kişiyi şâhid tuttu. Bu iki adam Kûfe'ye vardıklarında, Küfe valisi EbÛ Mûsa'l-Eş'ârî'nin yanına gittiler ve durumu ona haber vererek, adamın terikesini ve vasiyyetini ona sundular. Bunun üzerine Ebû Mûsâ (r.a): "Bu, Hz. Peygamber (s.a.s) zamanında olan hadiseden sonra, şimdiye kadar hiç olmamış bir iştir" dedi. Sonra onlara, ikindi namazının peşine Küfe mescidinde, yalan söylemedikleri ve ifâdeleri değiştirmediklerine dâir Allah adına yemin ettirdi ve bu şâhidliklerini geçerli saydı." Bu görüşte olanların bir kısmı: Âyetin bu hükmünün muhkem (değiştirilmemiş) olduğunu, bir kısmı da mensûh (değiştirilmiş) olduğunu söylemişlerdir.
2) Hasan el-Basrî, Zührı ve cumhur-u fukahânın görüşüne göre âyetteki, "içinizden adalet sahibi iki şahid.." tabiri, akrabanızdan âdil iki şahid; "sizden olmayan diğer iki kişiyi.." tabiri de, "yabancılardan, akrabanız olmayanlardan iki kişi.." manasınadır. Bu, "Siz yeryüzünde yolculuğa çıkar, yolculukta iken Ölüm size gelip çatarsa ve yanınızda da akrabalarınızdan hiç kimse bulunmaz ise, o zaman bu vasiyyetinize akrabanız olmayan yabancı iki kimseyi şahid tutun" demektir. Cenâb-ı Allah, ölen kimsenin durumlarını daha iyi bildikleri, ona daha şefkatli oldukları ve onun vârislerine daha çok merhamet ve şefkatle davranacaklarını bildiği için, şahidin öncelikle akrabalardan olmasını emretmiştir. [313]
Birinci görüşün sahipleri, görüşlerinin doğruluğuna şu şekillerde istidlal etmişlerdir:
1) Allah Teâlâ, âyetin başında "Ey iman edenler.." buyurmuş ve bu hitabı bütün mü'minlere teşmîl etmiştir. Binâenaleyh bu hitabından sonra da, 'yahut sizden olmayan diğer iki kişiyi (şahld tutun)..." buyurunca bu, hiç şüphe yok ki, "bütün mü'minlerden başka diğer iki kişiyi..." mânasına olur.
2) Cenâb-ı Hak: "Yahut yeryüzünde sefer ettiğinizde... sizden olmayan diğer iki kişiyi (şâhid yapm)" buyurmuştur. Bu, diğer iki kişinin şahid tutulabilmesinin, bu şahidlik işinin yolculukta olması şartına bağlı olduğunu gösterir. Binâenaleyh eğer bu ifâdeden maksad, diğer iki müslüman kişinin şâhid tutulması olsaydı, bu yotcutuk şartına bağlanmazdı. Çünkü müslümanın şâhidliğine başvurmak, hem seferde, hem de mukîm iken caizdir.
3) Âyet, bu iki şahide, namazdan sonra yemin ettirmenin vacip olduğuna delâlet eder. Halbuki müslümanlar, müslüman olan şahidin yemin etmesinin vacip olmadığı hususunda ittifak etmişlerdir. Böylece, bu iki şahidin müslümanlardan olmadıklarını anlıyoruz.
4) Bu âyetin sebeb-i nüzulü, yukarıda da belirttiğimiz gibi müslüman olan Büdeyl hakkında, iki hristiyantn şahidlik etmesidir.
5) Biz, Ebû Musa el-Eş'arî (r.a)'nin, kendilerine yemin ettirdikten sonra, iki yahudinin şâhidliğine göre hüküm verdiğini rivayet etmiştik. Hiçbir sahabî, Ebû Mûsâ (r.a)'nın bu hareketini reddetmemiştir. Binâenaleyh bu bir icmâ olmuştur.
6) Biz, iki kâfiri şâhid tutmayı, ancak müslümanlardan şâhid tutacak hiç kimse bulamadığımız zaman caiz görüyoruz. Halbuki zaruretler, bazan mahzurlu şeyleri mubah kılar. Baksana yüce Allah, namaz için teyemmümü, namazı kısaltmayı, ramazanda oruç bozmayı ve meyte etinden yemeyi, zaruretler bulunması halinde caiz kılmıştır. Bu durumda da bir zaruret söz konusudur. Çünkü müslüman gurbette öleceğini anlar ve kendisine şahidlik edecek bir müslüman bulamaz ise, kâfirlerin şâhidliği de makbul sayılmaz ise bu müslümanın pek çok işi zâyî olur, ortada kalır. Çünkü çoğu kez bu kimseye zekât ve keffâret farz olmuştur, ama yerine getirememiştir. Yine onun elinin altında birtakım emânetler veya üzerinde bazı borçlar vardır. Erkeklerin vâkıf olmaları mümkün olmadığı için, hayız, hamilelik, doğum ve doğarken çocuğun (canlı olduğunun delili olmak üzere) ağlayıp ağlamadığı gibi, kadınlarla ilgili hallerde zaruret sebebiyle kadınların sahiciliği ile yetiniyoruz. Biz bu hususlarda, zaruretten ötürü, kadınların şehâdeti ile yetindiğimize göre, burada da böyle olmalıdır. [314]
Bu hükmün mensûh olduğunu söyleyenlerin görüşü, gerçekten uzak bir ihtimaldir. Zira ümmetin çoğu, Mâide sûresinin, Kur'ân'ın son nazil olan sûresi olup bu sûrede hiçbir mensûh âyet bulunmadığı hususunda ittifak etmişlerdir.
İkinci görüşün sahipleri de, "fçtnfzden adalet sahibi ikikişiyi şâhid yapın" (TaiaK, 2) âyetini, görüşlerine delil getirmiş ve kâfirin âdil olmayacağını söylemişlerdir.
Birinci görüş sahipleri buna şu şekilde cevap vermişlerdir: "Bu âyette bahsedilen adaletten maksadın, din ve îtikâd bakımından âdil olma değil de, yalandan sakınma bakımından âdH olma mânası olması niçin caiz olmasın?"Bunun delili şudur:Biz, kendi mezhep ve inançlarında âdil olmadıkları halde hevâ-vü heveslerine uyanların ve bid'atçilerin şahadetlerinin makbul olduğu noktasında ittifak ettik. Bu kimseler yafandan sakınma hususunda âdil oldukları müddetçe bunların şâhidliklerini kabul ederiz. İşte bu meselede de böyledir: Biz, kâfirin âdil olmadığını kabul ediyoruz. Ancak, "içinizden adalet sahibi iki kişiyi şâhid yapın" (Taiâk, 2) âyeti umûmî bir ifâde olup bu âyetteki, "Ya içinizden adalet sahibi iki şâhid, yahud yeryüzünde sefer ettiğinizde,., sizden olmayan diğer iki kişiyi (şahid yapın)" ifâdesi ise, husûsî bir ifâdedir. Zira Allah, bizden olan âdil kimsenin şâhidliğini, mukim iken farz kılmış, seferde ise bizden olmayan kimsenin şahadetini yeterli bulmuştur. Binâenaleyh bu âyet (sefer durumuna) hastır. Sizin zikrettiğiniz âyet ise, umûmîdir. Hâs (özel hüküm bildiren), âmm (genel hüküm bildiren) âyetten önce nazar-ı itibara alınır. Bilhassa hâs olan âyet, nüzul bakımından daha sonra olursa... Hiç şüphesiz ki Mâide sûresi daha sonra nazil olmuştur. Binâenaleyh hâs olan bu âyetin, sizin zikrettiğiniz genel mânadaki âyetten önce göz önüne alınması ittifakta vacip olmuş olur. Allah en iyi bilendir. [315]
Daha sonra gelen "yahut yeryüzünde sefer ettiğinize başınıza Ölüm musibeti gelmişse, sizden olmayan diğer iki kişiyi (şâhid yapın)..." buyruğu ile ilgili iki mesele bulunmaktadır: [316]
Âyetteki (yahut diğer iki kişi) tabiri (iki şâhid) lâfzı üzerine atfedil mistir. Buna göre âyetin takdiri, "sizi aranızdaki şâhidlik, sizden iki kişinin veya sizin dışınızdakilerden diğer iki kişinin şâhidlik yapmasıdır" şeklindedir. [317]
Âyetteki,' yeryüzünde sefer edip de başınıza ölüm musibeti gelmişse..." ifâdesinin maksadı, "Müslümanların dışında diğer iki kişinin şâhidliğinin istenmesinin, bu şâhidliği isteyen kimsenin yeryüzünde yolcu olması ve kendisine ölüm emarelerinin gelmesi şartlarına bağlı olduğunu beyan etmektir. [318]
Daha sonra "Onları namazdan sonra alıkoyarsınız" buyurulmuş olup bununla ilgili birkaç mesele vardır: [319]
"O, iki şahidi ahkor hapsedersiniz" cümlesi, onları durdurursunuz manasınadır. Nitekim bir adam, Asili "Falanca bana atı üzerinde uğradı, (bir süre) atını alıkoydu, yani durdurdu" der. Yine, "Konuşayım diye adamı yolda hapsettim" yani "durdurdum" denilir. Eğer, "Ayetteki bu ifâdenin, sözdeki yeri nedir?" denilir ise, biz deriz ki: Bu, müste'nef (yeni) bir sözdür. Buna göre sanki, "Eğer onlar hakkında bir şüphe bulunur ise, ne yapalım" diye sorulmuş da, cevaben "Sizler onları alıkorsunuz" denilmiştir. [320]
Âyetteki "namazdan sonra" ifâdesi hakkında şu görüşler ileri sürülmüştür:
Birinci Görüş: İbn Abbas (r.a): "Bu, o iki şahidin, mensubu oldukları dindaşlarının namazlarından (ibadetlerinden) sonra manasınadır" demiştir.
İkinci Görüş: Müfessirlerin çoğu, buna, "ikindi namazından sonra..." mânasını vermişlerdir. Buna göre eğer, "Âyette mutlak olarak "namaz" zikredildiği halde, bundan "ikindi namazının" kastedildiği nasıl anlaşılmıştır?" denilir ise, biz deriz ki: Bu, şu sebeplere binâen bilinmiştir:
a) Bu vakit, sahabece, yemin ettirme vakti olarak bilinir. Bundan dolayı bilinen ve meşhur olan bir şeyle takyîd etmek, lafızla takyîd etmeye ihtiyaç bırakmamıştır.
b) Rivayet olunduğuna göre bu âyet nazil olunca, Hz. Peygamber (s.a.s), ikindi namazını kıldırmış ve daha sonra Adiyy ile Temîm'i çağırtmış ve onlardan minbere çıkıp yemin etmelerini istemiştir. Binâenaleyh Hz. Peygamber (s.a.s)'in bu tatbikatı, bu "namaz'ın "ikindi namazı" diye kayıtlanmasına bir delil olmuştur.
c) Her dinin mensupları, bu vakte saygı duyar, bu vakitte tanrıyı anar ve bu esnada yalan yere yemin etmekten sakınırlar. Ehl-i kitap da, güneş doğarken ve batarken namaz kılar (ibadet eder).
Üçüncü Görüş: Hasan ef-Basrî: "Âyette bahsedilen namaz kelimesi ile, öğle veya ikindi namazı kastedilmiştir. Çünkü Hicazlılar, muhakeme için, bu iki vakitten sonra otururlardı" demiştir.
Dördüncü Görüş: Bundan murad, hangi namaz olursa olsun, namazın kılınmasından sonra bu işin yapılmasıdır. Yemini, namazın kılınmasından sonra yaptırmanın gayesi şudur: Namaz, fuhşiyyâttan ve münkerâttan (kötü şeylerden) insanı alıkor. Binâenaleyh yemin edecek kimsenin, namazdan sonra, yalan yere yeminden kaçınması ihtimali daha çok ve mükemmeldir. Allah en iyi bilendir. [321]
Şâflî (r.h) şöyle demiştir: "Yeminler, kan davaları, talâk ve köle azadı, ikiyüz dirheme baliğ olduğu zaman mal
hususlarındaki yeminler, gerek zaman gerek mekân itibariyle önemli yerlerde ve şiddet ve mehabet ifâde eden lafızlarla yapılır. Böylece, Mekke'de İkindiden sonra, Rükn ile Makam-ı İbrahim arasında; Medine'de (Mescid-i Nıebevî'de) minber üzerinde, Beyt-i Makdis'te Sahra (Hz. Peygamber'in, üzerine basarak Mirac'a başladığı kayanın) yanında; diğer beldelerde ise, en kıymetli mescidlerde yapılır."
Ebû Hanîfe (r.h): "Yemin, bir zamana veya bir mekâna tahsis edilmeksizin yapılır" demiştir ki, bu görüş âyetin hilâfınadır. Bir de yemin ettirmenin maksadı, korkutmak ve tazim hissini uyandırmaktır. Şafiî (r.h)'nin bahsetmiş olduğu görüşün daha kuvvetli olduğunda herhangi bir şüphe yoktur.
Daha sonra, "Onları, şüpheye düşmüşsentz, namazdan sonra alıkoyarsmız da, Allah'a şu suretle yemin ederler "Akraba dahi olsa, buna mukabil hiçbir pahayı (menfaati) satın almayacağız..." buyurulmuştur. Bu hususta birkaç mesele vardır: [322]
sözünün başındaki fâ harfi, "ceza" mânasını ifâde eder. Yani, "Sizler o iki şahidi tutarsınız da onlar, bu tutmanız sebebiyle, yemin etmeye yönelirler" demektir. [323]
Âyetteki, "şüpheye düşmüşseniz" ifâdesi, yemin ile yemin edilen konu arasına girmiş, bir itirazî (parantez içi) cümledir. Bunun mânası şudur: "Onların durumundan şüphe edip, onları itham ederseniz, onlara yemin ettiriniz." Âyetin, kâfirleri şahid tutma hakkında nazil olduğunu söyleyen kimse, bu görüşle, bu fnânayla ihticâc etmiştir. Çünkü ona göre, müslüman şahide yemin ettirmek caiz değildir. Âyetin müslümanlar hakkında nazil olduğunu söyleyenler de, "Bu, mensûhtur" demişlerdir. Hz. AH (r.a)'den rivayet edildiğine göre o, töhmet ve şüphe söz konusu olduğu zaman, şahide ve rivayette bulunana yemin ettirirdi. [324]
Âyetteki ifâdesi, "O iki şahid, "onu hiçbir paha ve bedel mukabilinde satmayız" diyerek, "Biz Allah'ın ahdini, dünyevî hiçbir şey mukabilinde satmayız" diye, yemin ederler" manasındadır. Bu, "Gerçekten Allah'a olan ahidlerini ve yeminlerini az bir bedel karşılığında satanlar..." (âı-ı imran. 77)âyeti gibidir. Yani, biz ne bir şey alır, ne de değiştiririz. Bir şeyi satan kimse, mutlaka karşılığında bir bedeli satın afmış olur.
Âyetteki, "Akraba dahi olsa... "ifâdesi, "biz, Allah'a olan ahdi, dünyevî birşey karşılığında satmayız. İsterse bu şey akrabaların bağışladığı şey olsun, isterse o malın kendisi olsun.." manasınadır. Âyette özellikle "akraba" zikredilmiştir, zira insanların, akrabalarına temayülü daha çok ve onlar sebebi ile yağcılık yapması daha ileri derecede olur. Bu tıpkı, "Ey imân edenler, adaleti titizlikle ayakta tutanlar ve Alİah İçin şâhidlik edenler olun. (Şahidtiğlniz), isterse kendinizin, ana-babanızm ve akrabalarınızın aleyhinde olsun..." (Nisa. 135) âyeti gibidir.
Sonra Allah Teâlâ "Allah'ın şâhidliğtni gizlemeyeceğiz ".buyurmuştur. Bu ifâde ile ilgili iki mesele vardır: [325]
Bu ifâde, "Buna mukabil hiçbir pahayı (menfaati) satın almayacağız" ifâdesi üzerine atıftır. Yani o iki şahid, "Biz buna mukabil hiçbir pahayı (menfaati) satın almayacağız ve Allah'ın şâhidliğini, yani Allah'ın korunmasını ve yapılmasını emrettiği şâhidliği gizlemiveceğiz" diye yemin ederler. [326]
Şa'bî'den rivayet edildiğine göre o, âyetteki ifâ kelimesi üzerinde vakıf yapmış, sonra kasem harfinin mahzûf olduğunu ye onun yerine istifham harfinin getirildiğini belirtmek için, şeklinde başlamıştır. Yine onun, Sîbeveyh in de
bahsettiği gibi, "Allah" lafzının hemzesini medsiz okuduğu da rivayet edilmiştir. Sîbeveyh şöyle elemiştir: "Bazı Araplar, (Allah'a yemin olsun ki) manasında, "Allah'a yemin olsun ki, şu şöyle oldu" derler."
Daha sonra Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki bu, "Biz, bu şâhidliği gizler isek, günahkârlardan oluruz" demektir. [327]
"Eğer o iki şahid aleyhine, onların muhakkak bir günahı hak ettiklerine muttali olunur ise o zaman, kendilerine hak terettüp edenlerden iki kişi, ki onlar buna daha layıktır, öbürlerinin yerine geçerler ve "vallahi bizim şâhidliğlmiz, o ikisinin şâhidliğfnden daha doğrudur. Biz (haddi) aşmadık. Çünkü o takdirde zâlimlerden oluruz" diye Allah'a yemin ederler. Bu, şâhtdliği usûlüne uygun (dosdoğru) İfâ etmelerine yahut onların yeminlerinden sonra yeminlerin reddedileceğinden korkup çekinmelerine daha uygundur. Allah'dan ittikâ edin, (O'nun emirlerini) dinleyin. Allah fBsıkiar güruhuna hidayet etmez (doğruyu buldurmaz)" (Mâide, 107-108).
Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Eğer o İki şahld aleyhine, onlann muhakkak bir günahı hakettiklertne muttali olunur ise..." buyurmuştur. Leys (r.h) şöyle demektedir: Bir kimse, başka bir kimsenin üzerine girip muttali olmadığı bir duruma muttali olduğu zaman bir kimse, bir kimseyi kendi durumuna muttali kıldığında, ve bir kimse, bir şeye takılıp düştüğünde denilir.
Dilciler söyle demişlerdir: ifadesinin aslı tökezlemek ve düşmek demek olan ijfiült tabirinden olup manasındadır. Bu böyledir, çünkü tökezleyen kimse ancak, görmediği bir şey sebebiyle tökezlemiş olur. O şey sebebiyle tökezleyince de, ona muttali olur ve onun böylece ne olduğuna bakar... İşte bundan dolayı, kendisine kapalı, gizli ve saktı olan bir şeye muttali olan herkese, "Ona muttali oldu"; başkasını o şeye muttali kıldığında da, "Başkasını muttali kıldı" denilmektedir. Hak Teâlâ'nın, "Böylece, onlara muttali kıldık..." (k»w. 21) âyeti de bu mânadadır. Yani, "Biz muttali kıldık demektir. Buna göre âyetin mânası, "Eğer bir tökezleme ve onların hiyânette bulunduklarına, böylece de yalan yeminleri sebebiyle bir günaha müstahak olduktan öğrenilirse" şeklinde olur.
Daha sonraO zaman, kendilerine hak terettüp edenlerden iki kişi, ki bunlar buna daha layıktır, öbürlerinin yerine geçerler.." buyurul muştur. Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır: [328]
Bil ki Ayetin mânası şöyledir: "Şayet, kendilerine vasiyyet edilen o iki kişinin yemin etmelerinden sonra, onların bir günaha müstehak olduklarına, yani sözdeki yalanları veya maldaki hiyanetleri sebebiyle, yeminlerini bozduklarına muttali olunursa, o zaman yemin etmek üzere, yemin hususunda o iki kişinin yerine geçecek, Ölen kimsenin yakınlarından iki adam kalkar ve: "Hiç şüphesiz andolsun ki biz, bu iki zımmî'nin hiyânetine, yalanlarına, tebdil ve tahriflerine muttali olduk.. Biz bu hususta haddi aşmıyor, yalan da söylemiyoruz.." diyerek, Allah adına yemin ederler..
Rivayet olunduğuna göre bu âyet nazil olunca, Allah'ın Resulü (s.a.s), ikindi namazını kıldırdı, müteakiben de Temim ile Adlyy'i çağırarak, onlardan minber üzerinde, kendisinden başka ilah olmayan Allah adına, "Bu mal hususunda, bizden herhangi bir hainlik çıkmadı.." diye yemin etmelerini istedi. Onlar yemin edince de, Allah'ın Resulü (s.a.s), onları salıverdi: Onlar bir süre, bu kabı sakladılar. Daha sonra kab, bulundu...
Alimler bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Buna göre bu kabın Mekke'de bulunduğu söylendiği gibi, şu da ileri sürülmüştür: Aradan uzun müddet geçince, onlar bu nakışlı kabı ortaya çıkardılar.. Bu iş, Sehmoğullan'nın kulağına vardı.. Müteakiben Sehmoğullan, bu iki kişiyi arayıp buldular.. Bunun üzerine bu iki kişi de: "Biz bunu, ondan satın aldık.." dediler. Sehmoğullan da: "Biz size, arkadaşımız herhangi bir şey sattı mı demedik mi?" Bunun üzerine siz de, "Hayır!"demediniz mi?''dediklerinde o ikisi: "Bizim bu hususta bir delilimiz yoktu.. Bu sebeple kötülenmekten hoşlanmadık da, bu durumu sakladık..." diye cevap verdiler. Bunun üzerineonlar hadiseyi, Allah'ın Resulü (s.a.s)'ne intikal ettirdiler. Bunun üzerine Allah "muttaliolunursa" âyetini indirdi. Bunun üzerine Amr İbnu'l-Âs ile Sehmîolan Muttalip İbn Ebf Rlfâ'a. ayağa kalkarak, ikindi namazından sonra Allah'ın adtna yemin ettiler. Bu sebeple Allah'ın Resulü {s.a.s), bu kabı, bu kimselere ve ölünün velilerine teslim etti. Müslüman olduktan sonra Temim ed-Darf şu sözleri söylüyordu: "Allah ve ResÛlullah, doğru sözlüdürler. Kabı ben aldım. Allah'a tevbe ediyorum.."
İbn AbbM'tan şu rivayet edilmiştir: Bu hadise, Temîm ed-Darî, Müslüman oluncaya dek saklı kalmıştı. O müslüman olunca, bunu haber vererek: "Ben ve arkadaşım, yalan yere yemin ettik.. Biz kabı, bin dirheme sattık ve parayı aramızda bölüştük" demiştir. Daha sonra da, kendisi beşyüz dirhem verdiği gibi, arkadaşından da beşyüz dirhem çekip almış; böylece bu bin dirhemi meyyitin sahiplerine vermiştir. [329]
Âyetteki "diğer iki kişi, .. Öbürlerinin yerine geçerler" ifâdesi, "Kendi dinleri ve cemaatlerinden olmayan o iki
şahidin yerine geçerler" mânasmdadır. "Kendilerine hak terettüp edenlerden..., ki onlar buna daha layıktır" sözünden de maksad, ölünün sahipleridir. Alimler, ölünün sahiplerinin niçin bu vasıfla vasıflandırıldıktan hususunda çok söz söylemişlerdir: Bana göre bu hususta en doğru izah bir tane olup o da şudur: Onlar, onların malını alınca, böylece onlara, onların malı hususunda onlar namına bir hak terettüp ettiği için bu vasıfla vasıflandırılmışlardır. Çünkü başkasının malını alan kimse, bu mal ile olan ilgisinin, malın esas sahibinin o mal ile olan ilgisinden daha üstün olması için çaba sarfeder. Böylece de mâlikin, "o bu mala, onun namına müstehak oldu..." diye vasfedilmesi yerinde olmuştur. [330]
kelimesi hakkında şu
izahlar yapılmıştır:
a) Bu kelimenin, mahzûf mübtedânın haberi olmasıdır. Buna göre kelâmın takdiri, şeklindedir, Bu böyledir, zira Cenâb-ı Hak "diğer iki kişi ...öbürlerinin yerinemgeçerler" buyurunca, sanki, "kimdir bu iki kişi?" denilmiş buna cevaben de, "kendilerine hak te-rettüb eden iki kişidir" denilmiştir.
Bu kelimenin, ifadesindeki fail elifinden bedel olmasıdır. Buna göre takdir, şeklinde olur.
c) Ahfeş kelimesinin kelimesinin sıfatı olmasını uygun görmüştür. Bu böyledir, zira "nekire" kelime daha önce geçip sonra da, aynı kelime tekrar zikredilince, marife olarak getirilir. Bu tıpkı, "İçinde bir çerağ bulunan bir hücredir..." (Nûr, 35) âyeti gibidir. Bu âyette, kelimesi nekîre olarak getirilmiş, daha sonra da, "O çerağ bir sırça İçindedir..,." denilmiştir. kelimesinde de durum aynıdır. Bu kelime önce nekîre olarak getirilmiş, daha sonra da marife olarak, (Nûr. 35) denilmiştir. Bu, senin tıpkı "Bir adam gördüm" deyip de, sonra da bir kimsenin "kimdir o adam?" demesi gibidir. Böylece bu kelime, ikinci kez tekrarlanınca, marife olarak, şeklinde getirilmiştir.
d) kelimesinin kelimesinden bedel olması da caizdir. Marife kelimenin nekîre bir kelimeden bedel addolunması çoktur. [331]
Yüce Allah bu iki kimseyi, şu iki sebepten dolayı evleyân diye nitelemiştir:
a) Evleyân kelimesinin mânası, "ötenin en yaktn iki kimsesi" demektir.
b) Mânanın, "Yemin etmeye en yakın iki kimse" şeklinde olması da caizdir. Bunun sebebi şudur: Kendilerine vasiyyet edilen o iki kişi, ölen kimsenin gümüş kabı sattığını iddia edince, yemin etme işi ölünün sahiplerine intikal eder. Çünkü kendilerine vasiyyette bulunulan bu iki kişi, ölen kimsenin o kabı sattığını iddia edip, ölünün en yakını olan o kişi de bunu kabul etmeyince, böylece yemin etme işi, ölüye en yakın olan bu iki kişinin hakkı olur.. Bu tıpkı şuna benzer: Bir kimse bir başkasına borcu olduğunu kabul edip sonra da o borcunu ödediğini iddia ederse, daha önce borcu olduğunu iddia eden bu kimsenin yemin etmesi gerektiğine hükmedilir. Çünkü bu kimse, "o borcu ödedim.." diye, "müddeâ ateyh" (aleyhine dava açılan kimse) durumuna geçmiş olur. [332]
Cumhurun meşhur
kıraati, tâ harfinin dammesi, hâ harfinin de kesresiyle şeklindedir. El-evleyân
kelimesi ise,
el-evlâ kelimesinin tesnıyesidır. Biz bunun hangi
manaya geldiğini biraz önce izah ettik. Hamza ile
Asımın ravlsl Ebû Bekr'in kıraati ise,
cemî sığasında şeklinde olup, "kendilerine hak terettüp eden,
edenler" ifâdesinde bahsedilen bütün vereselerin sıfatıdır/Buna göre
kelamın takdiri "Onlar namına , kendilerine mallarından bir hak terettüp
eden ilk kimselerden..." şeklinde olur. Onlar, ilk önce zikredilmiş
oldukları için, "evvelkiler" diye tavsif edilmişlerdir. Baksana daha
önce Allah'ın "Ey iman edenler... aranızdaki şâhidltk..." (Mâu*. 106)
âyeti geçmişti. ifadesi de aynı şekilde, okunuş bakımından, (Makie, ıoe)ifâdesinden önce geçmişlerdir.
Sadece Hafs, kelimesini, tâ ve hâ harflerinin fethası ile müfred olarak;
kelimesini ise tesniye olarak okumuştur. Bu kıraatin izahı şu şekildedir:
"Hainlikleri ortaya çıkan o ilk iki vasî, ölen kimse onları vasiliğe tayin
ettiği için, buna, kendileri dışındakilerden daha yakın ve uygundurlar. Fakat
onlar vârislerin mallarında hainlik yapınca, o ilk iki kimsenin vârisler
aleyhine müstehak olduklarının, yani o iki kimsenin, vârislerin mallarında
hainlik yapmış olduklarının söylenmesi caiz olmuştur."
Hasan el-Basrî ise,
kelimeyi (ilk iki kişi) şeklinde
okumuştur ki, bunun manası, geçen izahlardan da anlaşılacağı gibi, açıktır.
Müteakiben, "ve
"vallahi bizim şâhidliğimiz, o ikisinin şâhidiiğinden daha doğrudur. Biz
(haddi) aşmadık. Çünkü o takdirde zâlimlerden oluruz" diye Allah'a yemin
ederler"
[333]
buyurulmuştur. Bu kısmın mânası açıktır. Yani "Biz,
bu mal» isteme ve o ilk iki kişiye
hainlik isnad etme hususunda haddi aşmadık"
demektir. Âyetteki
cümlesi
ise, "Eğer biz, yalan olduğunu bile bile ve yalan-yanlış şeye inanarak
yemin edersek, o
zaman zâlimlerden oluruz" mânasındadtr.
Daha sonra Hak Teâlâ,
"Bu, şâhitliği usûlüne uygun (dosdoğru) İfa etmelerine, yahut
onların yeminlerinden sonra yeminlerin
reddedileceğinden korkup çekinmelerini daha çok temin eder"
buyurmuştur. Bu ifâdenin mânası şudur:
"Zikrettiğimiz bu hüküm ve
koyduğumuz bu usûl, onların şahadeti usûlüne uygun bir
şekilde yapmalarım ve en güzel bir
şekilde ifâ etmelerim daha çok temin edicidir. Fakat onlar, kendi yeminlerinden sonra, vârislere de yemin havale
edileceği, bu sebeple de yalanlannın
ortaya
çıkarak, insanlar arasında rezil ve rüsvay olacakları korkusu ile, söyledikleri
şeyler hususunda yemin etmekten
çekiniyorlar."
"Allah'dan
ittlkâ edin, (O'nun emirlerini) dinleyin.
Allah fasıklar güruhuna hidayet etmez. Doğruyu buldurmaz"
buyruğu: "Emânetlere hainlik etme hususunda
Allah'dan korkun ve Allah'ın öğütlerini dinleyin, yani bu öğütlerle amel edip, bu
hususlarda Allah'a itaat edin. Muhakkak
ki Allah fâsık olan bir topluluğu hidayete erdirmez" mânasındadır.
Bu, Allah'ın hükmüne ve emirlerine muhalefet edenler
hakkında bir tehdid ve uyarı ifâde etmektedir. İşte. müfessirlerin i'rab, nazım
ve hüküm batanımdan son
derece zor olduğu hususunda ittifak etmiş oldukları bu âyetin tefsiri
hakkında söylenecek
şeyler bundan ibarettir.
Vahidî (r.h) "el-Basît" adlı eserinde, Hz.
Ömer İbn el-Hattâb (r.a)'in şöyle
dediğini nakletmiştir: "Bu âyet bu sürede bulunan
hükümlerin en çetin ve en zor olanıdır." Bu âyetle ilgili olarak
zikrettiğimiz hüküm, fakihlerin ekserisine göre mensuhtür. Allah, kelâmının
sırlarını en iyi bilendir.[334]
"O gün, Allah bütün peygamberleri toplayıp
da,
"Size, nasıl karşılık verildi?"
diyecek. Onlar da, "Bizim hiç btr bügimiz yok.
Şüphesiz gayblan hakkıyla bilen sensin" diyecekler"
(Maide, 109).
Bil
ki Hak Teâlâ'mn Kur'ân-ı Kerim'dekî âdeti şu şekilde cereyan eder: O, çeşit çeşit sert hüküm ve mükellefiyetler zikrettiği
zaman, bunun peşinden, daha önce zikrettiği
mükellefiyetleri ve ahkâmı te'kîd edici olsun diye, ya ulûhiyyetle Ugili meseteteri,
ya geçmiş peygamberlerin hallerinin izahını, yahut da Kıyamet hallerinin beyanını getirir. İşte bundan dolayıdır ki, Allah
daha önce birçok şer'î hükümleri zikredince, bunların peşinden önce Kıyametin
hallerini, sonra da Hz. İsa (a,s)'nın halterini anlatmıştır. Kıyametin
hallerini anlatışı, "O gün Allah bütün peygamberleri toplar..." âyeti olup, bu ifâde ile ilgili birkaç mesele
vardır:
[335]
Bu âyet hakkında iki görüş bulunmaktadır:
Birincisi: Bu âyet-i kerîme, daha önceki
ifâdelere bağlıdır.
Buna
göre .de, bu âyet hakkında iki izah şekli vardır:
a) Zeccâc, kelâmın takdirinin; "Allah'ın bütün peygamberleri toplayacağı gün Allah'dan
korkun" şeklinde olduğunu ve
kelimesinin,
fiilin zarfı olarak değil; mef'ûl otarak mansûb olduğunu, çünkü insanların,
sadece btt gün (Kıyamet günü) İçin
takva ite emredilmemiş olduklarını söylemiştir.
b) Kaffal (r.h)
şöyle demiştir: "Bunun takdirinin, "Allah'ın bütün peygamberleri topladığı o günde, Allah fastk kavimleri hidayete
erdirmez^ yani onları cennetin yollarına
hidayet etmez" şeklinde olması caizdir. Nitekim "(Allah) o
kâfirleri, cehennemin yolundan
başka bir yola hidayet edecek değildir” (Nisa 168) buyurulmuştur"
demiştir.
...
İkincisi: Bu âyet-i kerîmenin, daha önceki
ifâdelerle bir münasebeli yoktur. Buna
göre de âyetin iki mânası vardır:
a)
Bunun takdiri,
"Allah'ın bütün peygamberleri toplayacağı o günü (an)"
şeklindedir.
b) Takdir,
"Allah'ın bütün peygamberleri toplayacağı o gönde, şu şu şu olur"
şeklindedir.
[336]
Keşşaf sahibi: "Âyetteki (ne, nâsıl) ifadesi,(karşılık verildiniz) fiilinin
mef'ûl-ü muttakmın mansub öüısu
çeşidindefvolarak
mansubtur. Bunun rnârmsu "Size, nasıl
bir icabet ile icabet olundu; İnkâr yollu
bir icabet (karşılık) ile mi,
ikrar yollu bir icabet ile mi..?" şeklindedir. Şayet burada
"cevap" murad edilmiş olsaydı
denilirdi" demiştir. Buna göre eğer, "Bu, sorunun ne faydası
var?" denilir ise, deriz ki: "Bu, o peygamberlerin kavimlerini
azarlamak içindir. Nitekim "Diri diri gömülen kıza, hangi suçtan dolayı
öldürüldüğü sorulduğu zaman..." (Tekvîr, s-e) buyruğundan maksad da, bu
işi yapan insanı azarlayıp kınamaktır."
[337]
Âyetteki, "Onlarda: "Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz gayblan hakkıyla bilen sensin" diyecekler" sözünün zahiri, peygamberlerin ümmetlerine şehâdette bulunmayacaklarınla, delâlet etmektedir. Bu âyet ile, "Her ümmetten birer şâhid, onların üzerine de (ey habîbim) sent bir şâhid olarak getirdiğimiz zaman, (onların hali) nice olur?" (nisa,4i) âyetini birleştirmek son derece müşkildir. "Böylece sizi insanlara karşı şâhidler olasınız, bu peygamber de sizin üzerinize bir şâhid olsun diye, vasat (örnek, âdil) bir Ümmet yapmışızdır" (N«a, 143) âyeti de böyledir. Çünkü bizim ümmetimiz, diğer insanlara şâhidlik edince, bundan ötürü, peygamberlerin de kendi ümmetlerine şâhidlikte bulunmaları öncelikle gerekir?" Buna, birkaç şekilde cevap verilebilir:
a) Müfessirlerden bir topluluk şöyle demiştir: "Onu müşahede etmeleri sebebi ile, insanların kalpleri adetâ yerinden sökülüp kopacağı için, Kıyametin zelzeleleri ve dehşetli korkulan vardır. İşte bu sebeple, Peygamberler (a.s), bu dehşetengiz korkulan müşahede ettikleri zaman, birçok şeyi unuturlar da: "Bizim hiçbir bilgimiz yok" derler. Akılları başlarına gelip, korkuları zail olunca, ümmetleri hakkında şahadette bulunurlar." Büyük âlimlerden birçoğu bu görüşü benimsemiş ise de, bu cevap bence zayıftır. Çünkü Allah Teâlâ, sevaba nail olanları vasfederken, "O en büyük korku bunları asla tasaya düşürmez" (Enbiya, 103)buyurmuştur. Yine O: "Ogün yüzler vardır, parıl parıl parlayıcıdır; gülücüdür, sevinicidir" (Abese, 3«9); hatta Hak Teâlâ, "Şüphe yok ki iman edenler, yahudiler, nasrani ve sabtîlerfden) kim Allah'a ve âhiretgününe inanır ve salih amel de işlerse, elbette onların Rabb'f katında ecir ve mükâfaatlan vardır.... Hem onlara bir korku da yoktur, onlar mahzun da olacak değillerdir" (Bakara, 62) buyurmuştur. Enbiyâ ve resullerin halleri ya nasıl bundan daha az olabilir? Şayet onlar korkmuş olsalardı, o zaman onların Cenâb-ı Hakk'ın korkmayacaklarını haber vermiş olduğu o kimselerden daha aşağı mertebede olacakları malumdur.
b) Bundan murad, onların (ümmetlerin) rezil ve rüsvay olacaklarını ortaya koymada mübalağa yapmaktır. Bu tıpkı bir başkasına, "Falanca hakkında ne dersin?" deyip de, o başkasının, "Bunu, sen benden daha iyi bilirsin..." demesi gibidir. Buna göre sanki şöyle denilmek istenmiştir: "Bu açık ve seçik olduğu için, hakkında şehâdette bulunmaya İhtiyaç hissedilmez..." Bjj görüş de kuvvetli değildir; çünkü bu soru, bütün Ümmete sorulan bir sorudur. Halbuki ümmetin tamamı kâfir değildir ki, peygamberler ("Bizim hiçbir bilgimiz yok " demek suretiyle) onların kınanmalarını ve rezil rüsvay edilmelerini istesinler.
c) En doğru olan görüş, Ibn Abbas'ın şu görüşü olup buna göre, onlar: "Bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Zira onların gizlediklerini de, açıkça yaptıklarını da sen bilirsin. Biz ise, ancak onların açığa vurduklarını biliriz. Binaenaleyh senin onlar hakkındaki ilmin, bizim onlar hakkındaki ilmimizden daha geçerli ve tamdır" demek istemişlerdir. İşte bu sebepten ötürü, peygamberler kendilerinin hiçbir şey bilmediklerini söylemişlerdir. Çünkü Allah'ın ilmine göre, onların ilimleri sanki ilim değil gibidir
d) Onlar şöyle demek istemişlerdir "Bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Bizim bildiğimiz, ancak onların bize, biz hayatta iker vermiş oldukları cevaplardır. Biz, vefat ettikten sonra, onların ne yaptıklarını bilemiyoruz. Ceza ve mükâfaat, insanın hatimesine (son anına) göredir. Onların hatimesi ise, bizce malum değildir." İşte bundan dolayı peygamberler, "Bizim hiçbir bilgimiz yok. Şüphesiz gaybları hakkıyla bllensensln" demişlerdir. Âyetteki bu son ifade de, son iki cevabın doğru olduğuna şehâdet etmektedir.
e) Bu, buraları yazarken aklıma gelen bir izahtır: Usûl'de sabittir ki, ilim başka, zan başka birşeydir. Başka insanın hâli ile ilgili olarak, her insanda mevcut olan bilgi ilim değil, zarıdır. İşte bundan ötürü, Hz. Peygamber (s.a.s): "Biz, zahire göre hüküm veririz. Kalplerdeki gizli şeyleri ise Allah bitir" ye
"Siz, benim huzurumda mahkemeleşirsiniz de, belki biriniz delilini daha iyi savunur. Binaenaleyh ben, hakkı olmadığı halde kimin lehine hükmedersem, (bilsin ki), sanki onun için cehennem ateşinden bir parça kesmişim gibidir"[338] buyurmuştur. Veya bu manaya gelen bir söz söylemiştir. Bundan dolayı peygamberler de: "Onların (ümmetlerimizin) gerçek durumları hakkında bizim ilmimiz yoktur. Bizde, onların durumları hakkında bilinen şey, ilim değil, zarıdır. Zann ise, dünyada nazar-ı itibara alınan bir şeydir. Çünkü dünyevî hükümler, zann üzere bina edilir. Âhirette ise, zanlara itibâr edilmez. Çünkü âhirette hükümler, hakikatlere ve işlerin asıllarına bina edilir" demişlerdir. İşte bundan dolayı peygamberler, "Bizim, senin bize öğrettiğinden başka bir ilmimiz yok" (Bakara, 32) demişler ve kendilerinde bulunan zannı hiç anmamışlardır. Çünkü Kıyamette, zanna bakılmaz.
f) Onlar, Allah Teâlâ'nm, cahil olmayan bir âlim, sefîh olmayan bir hakîm, zâlim olmayan bir âdil olduğunu bildikleri için, kendi sözlerinin hiçbir hayrı temin etmeyeceğini ve hiçbir şerri savuşturmayacağını anlamışlardı. Bundan dolayı susmanın ve işi ölmeyen, hep hayy-u kayyûm olanın adaletine havale etmenin, edebe uygun olduğunu görmüşlerdir. [339]
Ayetteki, vasfı nasb ile de okunmuştur. Keşşaf sahibi şöyle demiştir: Kelamın takdiri şudur: Söz, kelimesi ile tamamlanmaktadır. Yani, "Sen, ilim ve benzeri meşhur vasıflarla mevsûfsun" demektir, tabiri ya "ihtisâs"dan, ya "nidâ"dan, ya da, edatının isminin sıfatt olmasından dolayı mansûb kılınmıştır." [340]
Âyet, Allah Teâlâ hakkında, "Hallâk" (çok yaratan) denilebileceği gibi, "Allah" (çok bilen) de denilebileceğine
delâlet etmektedir. Ama, "Allâme" kelimesinin Allah hakkında kullanılamayacağı hususunda âlimler ittifak etmişlerdir. Belki de bunun sebebi, bu kelimenin sonunda müenneslik tâ'sı bulunmasıdır. [341]
"Allah o zaman şöyle diyecek: "Ey Meryemoğlu İsa, hem senin üzerindeki hem de ananın üzerindeki nimetimi hatırla: Hani ben seni Ruhu'l-Hudüs ile desteklemiştim. Beşikte iken de, yetişkin ikeç de sen insanlara konuşuyordun. Hani sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı, ve İncil'i öğretmiştim. Hant benim iznim ile. çamurdan bir kuş suretinin benzerini yapıyordun ve içine üfiüyordun da, benim iznim ile o, bir kuş oluveriyordu. Anadan doğma kör olanı ve abraşı yine benim iznimle İyi ediyordun. Hani ölüleri benim iznimle (hayata) çıkarıyordun, hant İsrailoğullannm (elini) senden çekmiştim. Kendilerine apaçık mu'clzeler getirdiğin zaman, onlardan kâfir olanlar, "Bu, apaçık bir sihirden başka birşey değil"demişlerdi. Hani Havarilere: "Bana ve resulüme iman edin" diye ilhametmiştim. "İman ettik. Hakiki müslümanlar olduğumuza sen de şahid ol"demişlerdi" (Maide, 110-111).
Allah Teâlâ'nın, "Allah o zaman şöyle diyecek: ' 'Ey Meryemoğlu İsa, hem senin üzerindeki, hem de ananın üzerindeki nimetimi hatırla" ifadesi ile ilgili birkaç mesele vardır: [342]
Bil ki biz, Hak Teâlâ'nın, peygamberlere "Size nasıl karşılık verildi?" (Maide. 109) demesinden maksadının, onların ümmetlerinden isyan edip, küfürde diretenleri azarlamak olduğunu
beyân etmiştik. Kınanmaya ve azarlanmaya en fazla müstehak olan ümmet, kendilerinin Hz. İsa'nın tabiîleri olduğunu iddia eden hristiyanlardır. Çünkü diğer ümmetler sadece peygamberlerini tenkîd ve ta'n etmişlerdir. Bu mel'ûn ümmet ise, Allah'ın celâl ve kibriyasını tenkid edecek kadar ileri gitmişlerdir. Çünkü bunlar ilahı, hiçbir akıllının tavsif etmeyeceği sıfatlarla tavsif etmişlerdir ki bu da, onlarca, Allah'ın eş ve çocuk edinmiş olması iddiasıdır: İşte bundan ötürü Aliah peygamberlerinin huzurunda, Hz. İsa (a.s)'ya verdiği nimetleri tek tek saymıştır. Bu şekilde saymanın gayesi, hristiyantarı azarlamak ve bu kötü sözlerinden ötürü ayıplamaktır. Çünkü Hz. İsa (a.s)'ya verilen nimetlerin her biri, Hz. İsa'nın bir ilah değil, bir kul olduğuna delâlet etmektedir. Kur'ân-t Kerim'de Hz. İsa (a.s) hakkında böyle bir naklJn yeralmış olmasının faydası, bu âyet indiği esnada mevcut olan hristiyanların dikkatlerini, sözlerinin çirkinliğine, mezheblerinin ve itikadlarıntn bozukluğuna çekmektir. [343]
Âyette geçen ît (o zaman) edatının, takdirin "Sana diyorum, bu Allah'ın şöyle şöyle dediği zamandır"
şeklinde olmasına göre, mübtedanın haberi olarak, mahallen merfû olabileceği gibi, "Allah'ın şöyle şöyle dediği zamanı hatırla..." takdirinde de olabilir. [344]
Âyetteki ifadesi, muzârî değil de, mâzî sîgası ile gelmiştir. Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:
a) Kıyametin olmuş, bitmiş ve gerçekleşmiş gibi, yakın olduğunu göstermek için böyle gelmiştir. Zira her gelecek, yakındır. Yine gelme zamanı yaklaştığında "Ordu geldi" denilir. Nitekim, "Allah'ın emri geldi" (Nahi, 1) buyurulmuştur.
b) Bu şimdiki zamanın hikâyesi üslûbu ile gelmiştir. Bunun bir benzeri, insanın arkadaşına, "Sanki, sen bizimle idin. Biz falanca beldeye girdik. Orada şu işi yaptık. Derken birisi bağırdı, sen de beni bırakıp, ona icabet ettin"'demesi gibidir. Bunun Kur'ân'da benzeri misaller de: "Onları can kaygısına düştükleri vakit görmelisin. Artık onların kaçacak yerleri de yoktur" (Seöep. sıj; "Melekler o kâfirlerin yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını alırken görmeliydin" (Enw,so)ve "O zalimler Bablerinin divanında mevkuf dururlarken, sen bir görmelisin..." (set, ut) âyetleridir. Bütün bu âyetlerde, ifade, bizim de belirttiğimiz gibi, şimdiki zamanın hikâyesi olarak getirilmiştir. [345]
Âyetteki hitabındaki
"İsâ" kelimesinin, bir muzaf ile tavsif edilmiş, müfred bir münâdâ
olduğu için
"ref" mahallinde olması veya izafet niyeti ile "nasb" mahallinde olması caizdir. Buna göre kelimesi te'kîd için getirilmiştir. Böyle olan her yerde, her iki vecih de caizdir. Meselâ, münâdâlarında olduğu gibi. Nahivciler, birinci ismin merfû ve mansûb olması şekli üzere misalini söylemişlerdir. [346]
Âyetteki ifâdesi ile, cem'i (nimetler) manası murad edilmiştir. Bu tıpkı, "Allah'ın nimetini, (yaninimetlerint) saymak isteseniz sayamazsınız" (Nahi, 18) âyetindeolduğu gibidir. Bu, cins isim manasına elverişli bir izafet terkibi olduğu için caiz olmuştur. [347]
Bil ki Allah Teâlâ, Hz. İsa'ya olan nimetini şu şeylerle açıklamıştır:
1) "Hant ben seni Ruhu'l-Kudüs ile desteklemiştim" âyetinin ifade ettiği nimet... Bu ifade ile ilgili şu iki izah yapılmıştır:
a) Ruhu'l-Kudüs, Cebrail (a.s)'dir. Rûh, Cebrail; Kudüs ise Allah Teâlâ'dır. (Yani Allah'ın Cebrail'i demektir.) Yüce Allah, sanki Cebrail (a.s)'in şanını yüceltmek için onu kendisine muzaf kılmıştır.
b) Ruhlar, mahiyetleri bakımından farklıdırlar. Bazıları, temiz ve nurânîdirler. Bazıları pis ve zulmânidirler. Bazıları, aydınlık; bazıları bozuk ve bulanık; bazıları seçkin; bazıları da değersiz ve ehemmiyetsizdirler? İşte bundan ötürü Hz. Peygamber (s.a.s), "Ruhlar, bir araya getirilmiş ordulardır (çeşit çeşit gruplardır)"[348] buyurmuştur. Hak Teâlâ temiz, nurânî, aydınlık, yüce ve seçkin bir ruhu Hz. İsa'ya vermiştir. Birisi: "Bu âyet, Hz. İsa'nın, Cebrail veyahut da Allah'tan olan bir rûh ile desteklendiğine delâlet ettiğine göre, bu husus mu'cizelerin, peygamberlerin doğruluğuna delâlet etmesi hususunu zedeler. Çünkü biz, Cebrail (a.s)'in ismetini (günahsız olduğunu) bilmezden önce, onun halkı iğvası ve saptırması karşısında, Hz. İsa (a.s)'ya yardımcı olduğunu mümkün görüyoruz. Binaenaleyh Cebrail (a.s)'in ismeti bilinmediği müddetçe, bu soru zail olmaz. Hz. İsa (a.s)'nın peygamberliği iyice bilinemeyince de, Cebrail (a.s)'in ismet sıfatı ile muttasıf olduğu bilinmez. Bu, bir devr-i fasidi gerektirir?" diyebilir.
Buna şu şekilde cevap verilir: "Bizim prensiplerimizde sabittir ki, yaratıcı sadece Allah'tır. İşte bu asıl prensip ile, böyle bir soru zail olur." [349]
2) "Beşikte iken de, yetişkin iken de sen insanlara konuşuyordun" âyetinin ifade ettiği nimet.. Hz. İsa (a.s)'nın beşikte iken konuşması, Cenâb-ı Hakk'ın, "(Onlar) dediler ki "Biz, henüz beşikte bulunan bir sabi ile nasıl konuşuruz?" (İsa) dedi ki: "Ben gerçekten Allah 'm kuluyum. O, bana kitabı (İncil'i) verdi Beni peygamber yaptı" (Meryem, 30-31) âyetlerinde anlatılmıştır. Hz. İsa'nın yetişkin iken konuşmasını da, tefsir etmekte olduğumuz âyet anlatmaktadır; Buna göre bu ifâdenin mânası, "Hz. İsa, onlara bu iki vakitte de, sözünü değiştirmeksizin, hem bebek iken, hem de yetişkin bir insan iken konuştu" şeklindedir. İşte bu, Hz. İsa (a.s)'ya has olan şerefli bir özelliktir. Ne ondan Önce, ne de ondan sonra hiçbir peygambere bu nasîb olmamıştır. [350]
3) "hani sana kitabı, hikmeti, Tevrat'ı ve İncil'i Öğretmiştim..." âyetinin ifade ettiği nimet... Âyetteki "Kıtab" kelimesi ile ilgili şu iki izah yapılmıştır:
a) Bundan murad, kitabet, yani yazı yazmadır.
b) Bundan kastedilen, cins olarak kitaplardır. Çünkü insan tik önce kolay ve kısa kitapları öğrenir. Daha sonra bunlardan daha yüksek ve zor kitaplara yükselir. "Hikmet" ise, nazarî ve amelî ilimler demektir.
Allah bundan sonra Tevrat ve İncil'i zikretmiştir. Bu hususla ilgili olarak şu iki açıklama yapılmıştır.*
a) Allah Teâlâ, bu iki kitabı, "kitab" kelimesinden sonra, son derece kıymetli olduklarını belirtmek için ayrıca zikretmiştir. Bu tıpkı, "Namazlara ve orta namaza devam edin" (Bakara, 238) ve "hatırla o zamanı ki biz peygamberlerden mfsaklanm atmıştık. Senden de, Nûh'dan da..." (AHzao, 7)âyetlerinde olduğu gibidir.
b) Bu, en kuvvetli olan görüştür. Bu görüşe göre, semavî kitapların sırlarına muttali olmak, ancak çeşitli şer'î ilimler ile, âlimlerin anlattıkları zahirî ve aklî ilimlere dalmış olanlar için mümkündür. Binaenaleyh burada "Tevrat'ı ve İncil'i" ifâdesinin yer alması, ancak büyük peygamberlerin muttali olabileceği sırlara bir işarettir. [351]
"hani benim iznim ile, çamurdan bir kuş suretinin benzerini yaratıyordun (yapıyordun) ve içine üfiüyordun da, benim iznim İle o bir kuş oluveriyordu" âyetinin ifade ettiği nimet... Bu ifâde ile ilgili birkaç mesele vardır: [352]
Nâfi, kelimeyi diğerleri İse ıjlt şeklinde okumuşlardır. kelimesi, (koyunlar) (koyun) ve (süvariler), (süvari) kelimelerinde olduğu gibi, (kuş) kelimesinin çoğuludur. [353]
Allah Teâlâ burada, "Onun içine üüüyordun..." buyurmuş, Al-i İmran'da ise Hz. İsa (a.s)'nın ağzından "(ve ona üflüyorum" (ah imran, 49) buyurmuştur. (Niçin?)
Cevap: Âyetteki ifadesi, "bir kuş suretinin benzeri bir suret yapıyordun" manasınadır. Buna göre, ifadesindeki müennes zamir, kâf edatına râcîdir. Çünkü bu kâf, Hz. İsa'nın yaptığı ve içine üflediği kuş suretinin (heyetinin) sıfatıdır. Bu zamir, tayr kelimesine muzaf olan "hey'et" kelimesine râcî değildir. Çünkü bu, Hz. İsa'nın yapıp üflediği "hey'et" değildir. Bunu iyice kavradığın zaman biz deriz ki. "Kâf, bu kuş suretinin (hey'etinin) benzeri olan (mahzûf) bir "hey'et" kelimesine delâlet ettiği için mana bakımından müennes, zahirine de müzekkerdir. Durum böyle olunca, bazan müzekker bazan müennes olarak kâf a, zamirin râcî olması caizdir. [354]
Allah Teâlâ, çamurun, kuş suretine sokulması meselesi île, bu suretin canlı bir kuşa dönüşmesi meselesinde kendinin izni olmasına dikkat çekti. Âyetteki, jiiIj "Benim İznim ile..." kelimesini, meydana gelen bu işin Hz. İsa'nın kudreti ve yaratması ile değil, kendisinin kudreti ve yaratması ile olduğunu te'kid etmek için iki kere getirdi. [355]
5) "Anadan doğma kör olanı ve abraşı yine benim iznimle iyi ediyordun" âyetinin ifade ettiği nimet... Anadan doğma kör olanın ve abraş olanın iyileştirilmesi meselesi bilinen bir husustur.
Halil: " anasından kör olarak doğan, ise, sonradan kör olan manasınadır" demiştir. [356]
6) "Hani ölüleri benim iznimle (hayata) çıkarıyordun" âyetinin ifade ettiği nimet... Bu, "ölüleri kabirlerinden, benim iznim ile, yani sen dua ederken ve ölüye "Allah'ın izni ile kabrinden çık (diril)" derken, bunu benim gerçekleştirmem ile, diri olarak çıkarıyordun" demektir. Hz. İsa (a.s)'nın bu fiilleri hakkında, "Allah'ın izni"nin zikredilmesi, fiillerin aslının Allah'a izafe edilmesi manasındadır. Bu tıpkı, "Allah'ın izni olmadıkça, hiçbir can ölemez" (ah imran. 14S) âyetinde ifade edildiği gibidir. Bu, "O nefsin (canın) ölümü, ancak Allah'ın, onun için ölümü yaratması He olabilir" demektir. [357]
7) "Hani İsraÜoğullarınm (elint)r senden çekmiştim, kendilerine apaçık mu'cizelergetirdiğin zaman..." âyetinin ifade ettiği nimet... Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır: [358]
"Kendilerine
apaçık mu'cizeler getirdiğin zaman..." ifadesi ile, yukarıda geçen (sayılan) mu'cizelerin
kastedilmiş olması muhtemeldir. Buna
göre, "el-Beyyinât" kelimesinin başındaki eliMâm,
"ahd" (malum mânası) ifade eder. Bunun, beyyinat cinsini ifade eden,
(yani cins için olan) elif-lâm olması da muhtemeldir.
[359]
Rivayet olunduğuna
göre, Hz. İsa (a.s), akıllara durgunluk veren bu mu'cizeleri gösterince,
yahudiler O'nu öldürmeye niyetlendiler de, Cenâb-ı Hak, göğe çekmek suretiyle
O'nu onlardan kurtardı.
Daha sonra "Onlardan kafir olanlar, "Bu apaçık bir sihirden başka birşey değildir" demişlerdi" buyurulmuştur. Bu ifade ile ilgili iki mesele vardır: [360]
Hamza ve Kisâî, gerek bu âyette, gerekse Yunus, Hûd ve Saff sûrelerinde geçen "sihir" kelimelerini, elifli olarak Sâhir (sihirbaz) şeklinde; İbn Âmir ile Âsim, sadece Yunus sûresindekini elifli olarak; diğer kıraat imamları ise hepsin de elifsiz olarak sihr (sihir) şeklinde okumuşlardır. Bunu. "sâhir" şeklinde okuyanlar, Peygamber'e; "sihir" şeklinde okuyanlar ise peygamberin getirdiği şeylere işaret etmek istemişlerdir. Her iki şekildeki kıraat da güzeldir. Çünkü bunlardan her ikisi de, daha önce zikredilmektedir.
Vahidî (r.h) şöyle der: "Benim tercihim, sihr şeklindeki kıraattir. Zira "sihr' kelimesi, hem hadise, hem de şahıs için kullanılabilir. Bunun bir hadise için kullanılması hususu açıktır. Şahıs için kullanılmasına gelince, mesela sen, büyü sahibi (büyücü) manasını murad ederek, "Bu adam sihirdir" diyebilirsin Bu tıpkı, "Fakat birr (yani bârr, iyi kimse), Allah'a iman edendir..." (Bakara, 177-âyetinde olduğu gibidir. Nitekim şair de, JlfSl j Jl3| ^ Uîli "Dünya hayatı bazan bir yüzegülme, "ikbal"; hazanda bir arka çevirme, "idbâr"dır. (Yani, "hazan insanın yüzüne güler, bazan da ona sırt çevirir" demiştir. [361]
İmdi şayet, "Allah Teâlâ, Hz. İsa'ya olan nimetlerini saymıştır. Halbuki kâfirlerin, Hz. İsa (a.s) hakkındaki
"Bu apaçık bir sihirden başka birşey değildir" sözleri. nimetlerden biri değildir. O halde, Allah Teâlâ ne hikmetle bunu burada zikretmiştir?" denilir ise şöyle cevap verilir: "Her nimet verilene haset edilmiştir" sözü, meşhur darb-ı mesellerdendir. Kâfirlerin, Hz. İsâ (a.s)'yı bu sözle tenkid etmeleri, Allah'ın O'na verdiği nimetlerin çok büyük olduğuna delâlet eder. Binaenaleyh işte zikrettiğimiz bu sebepten ötürü, nimetlerin sayıldığı sırada, kâfirlerin (hasedlerinden dolayı söyledikleri) bu sözün zikredilmesi de yerinde ve güzel olmuştur.
8) Havarilere, "Bana ve Husulüme iman edin" diye vahyetmiştim. "İmanettik, hakikfki müslümanlar olduğumuza sen de şahfd ol" demişlerdi" {m&öq, frtj âyetinin ifade ettiği nimet,. Vahyin ne mânaya geldiği daha önce anlatılmıştı. Binaenaleyh âyette bahsedilen "Havariler"in peygamber olduğunu söyleyenler bunun peygamberlere yapılan çeşitten bir vahiy olduğunu; onların peygamber olmadıklarını söyleyenler ise, bunun, "ilham ve kalbe ilkâ edilen şey" manasına olduğunu söylemişlerdir. Bu tıpkı, "Musa'nın annesine, "Onu emztr..." diye vahyettik" (Kasas, d ve "Rabbin bal ansına vahyettiki..."(Nam,eatâyetlerinde geçen "vahiy" gibidir. Cenâb-ı Hak, bu hususu, nimetleri sayma sadedinde getirmiştir. Çünkü insanın, diğer insanlar nezdinde sözünün kabul edilmesi ve kalblerinde sevgi kazanması, Allah'ın insana en büyük nimetlerinden biridir. Allah Teâtâ, bunu Havarilerin kalbine ilham ettiğinde, onların iman edip müslüman olduklarını bildirmiştir. Bu âyette "iman"ı, "İslam'dan önce zikretmiştir. Çünkü iman, kalbe âit bir vasıftır, islâm ise zahiren boyun eğip itaat etmekten ibarettir. Yani, "onlar hem kalbleri ile iman ettiler, hem de zahiren inkiyâd ettiler" demektir.
İmdi eğer, "Hak Teâlâ, (110.) âyetin başında, "Hem senin üzerindeki hem de ananın üzerindeki nimetimi hatırla" buyurmuştur. Sonra, Hak Teâlâ'ntn zikretmiş olduğu bütün nimetler Hz. İsa'ya tahsis edilmiş olup, bunlardan hiçbirinin Hz. İsa'nın annesiyle alâkası yoktur" denilirse, biz deriz ki: Çocuk için meydana gelen, tahakkuk eden bu yüce nimetler ve kıymetli derecelerin hepsi, zımnen ve ikinci derecede olarak, anne için de söz konusudr. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Allah, "Meryem'in oğlunu da, anasını da bir âyet kıldık..." (Mu'minun, soj buyurmuştur. Böylece, bu ikisinden herbirınin diğerleriyle çok sıkı münasebeti olduğu için, Allah onların ikisini birden tek bir âyet kabul etmiştir. Rivayet olunduğuna göre Allah Teâlâ Hz. İsa'ya, "üzerindeki nimetimi hatırla'' dediğinde, Hz. Isa, kıldan yapılmış elbise giyiniyordu, bitki yiyordu, ertesi gün için herhangi bir şey biriktirmiyor ve "her günün rızkı, o günle beraberdir; harâb olacak evi, ölecek çocuğu olmayan herkes için, nerde akşam orda sabah..." diyordu. [362]
"Hani havariler: "Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin bizim üstümüze gökten bir sofra indirebilir mi?" demiş, o (da): "Eğer inanmış kimselerseniz, Allah'dan korkun"demişti" (Mâide, 112).
'Hani havariler: "Ey Meryem oğlu İsa, Rabbin bizim üstümüze gökten bir sofra indirebilir mi?" demiş..." buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: [363]
HakTeâlâ'nın, Jö âUfadesinin terkîbteki yeri hususunda şu iki takdir yapılmıştır:
a) "havariler.. dediğinde, ben havarilere itham ettim..." şeklinde...
b) "Havarilerin... dediği vakti hatırla.." şeklinde... [364]
Kisâî, kelimesini, tâ harfiyle; kelimesini de nasb ile, lâm harfini tâ'ya idğam ederek, "(Ey İsa), Rabbinden... isteyebilir misin?" şeklinde okumuştur. Bu idğâmın sebebi şudur: Lâm ile tâ harflerinin mahreçleri birbirine yakındır. Çünkü bu iki harf de dilin ucundan ve "senâyâ" dişlerinin kökünden çıkarlar. Bu harflerin, mahreçlerinin birbirlerine yakın olması sebebiyle, idğâm edilmesi yerinde ve güzeldir. Bu kıraat, Hz. Ali ve İbn Abbas'tan rivayet edilmiştir. Hz. Aişe (r.anha)'nin de, "Onlar (havariler), "Rabbin muktedir olabilir mi?" mânasını kastetmeyecek kadar Allah'ı tanıyorlardı. Havariler (böyle değil de), "Sen Rabbinden isteyebilir misin?" demişlerdir" dediği rivayet edilmiştir. Muaz İbn Cebelden de, Allah'ın Resulü, fiili tâ ile; diîj kelimesini de mansub olarak şeklinde okuttuğu rivayet edilmiştir.
Diğer kıraat imamları ise, fiili yâ harfiyle; kelimesini bâ harfini merfû ve de idğam yapmaksızın, şeklinde okumuşlardır.
Birinci kıraate göre bu ifâdenin mânası, "Rabbinden isteyebilir misin?" şeklinde olur. Bu şekilde okuyanlar, bu kıraatin ikinci kıraatten daha evlâ olduğunu söylemişlerdir. Zira bu kıraat, onların, Hz. İsa'nın gücü ve kudreti hususunda şüphe etmiş olmalarını gerektirir. İkinci kıraat ise, onların, Allah'ın kudreti hususunda şüphe etmiş olmalarını gerektirir.. Şüphesiz ki birinci kıraat ikincisinden daha uygundur. [365]
İkinci kıraate gelince, böyle okunması halinde, ortaya şöyle bir problem çıkar: Allah Teâlâ, o havarilerin, "İman ettik. Hakîki müslümanlardan olduğumuza sen de şahid ol" demişlerdi" (Maide, 112} dediklerini nakletrniştir. Halbuki, onların iman etmiş olmalarından sonra, onların, Allah'ın buna gücünün yeteceği hususunda şüphe etmiş kimseler olduklarının söylenmesi nasıl caiz olabilir?
Buna birkaç yönden cevap verebiliriz:
1) Allah, onları iman edip müslüman olmakla tavsif etmemiş, aksine onların bu iki şeyi (imanı ve İslâm'ı) iddia edip öne sürdüklerini nakletmiş, sonra da buna, yine onlardan bir nakil olarak, "Rabbin bizim üstümüze gökten bir softa indirebilir mi?" dediklerini ilâve etmiştir. Bu da, onların, şekke düşüp bu hususta tereddüd ettiklerini gösterir. Çünkü böyle bir söz, imanı mükemmel olan bir kimseden sadır olmaz.. Hem onlar, "ve senin, bize hakikaten doğru söylediğini bilelim..." (Mâide, H3) demişterdir ki bu da, onların kalblerinde bir hastalığın bulunduğuna delâlet eder. Hz. İsa'nın onlara, "Eğer inanmış kimselersentz, Allah'dan korkun" demesi de, onların iman hususunda kâmil olmadıklarına delâlet eder.
2) Onlar mü'min idiler, ancak ne var ki bu mucizeyi, kalbleri iyice mutmaîn olsun diye talep etmişlerdir. Bu tıpkı Hz. İbrahim (a.s)'in "Fakat kalbim mutmain olsun diye..." (Bakara. 260) demesi gibidir. Zira, bu nevi mucizeleri görüp müşahede etmek, hiç şüphe yok ki, gönüllerde bir itminan meydana getirir. İşte bu sebepten dolayı havariler, "kalblerimiz yatışsın..." (Mâide, m) demişlerdir.
3) Bu sözden maksad, bunun, hikmet açısından caiz olup olmadığını sormaktır. Bu böyledir, zira Allah'ın fiilleri çeşitli hikmet vecihlerini görüp gözetmeye dayanınca, bu çeşitli hikmet vecihlerinden herhangi birisinin tahakkuk etmediği yerde, fiil imkânsız olur. Çünkü, hikmet bakımından ters olan birşey, kudret bakımından da ters gibi olur. Bu cevap, Mutezilenin görüşüne göredir.
Ama bizim görüşümüze göre bu, "Allah Teâlâ, buna hükmeder mi? Bunun vuku olacağını bilir mi? Zira, eğer o buna hükmetmez, vukuunu da bilmezse, bu şey Allah'ın gücü dahilinde olmayıp muhal, imkânsız olur. Çünkü, malum olmayan şey "makdûr" da değildir" mânasına hamledilmiştir.
4) Süddî, ifadesinin, "Şayet, ondan bunu istersen, Rabbin sana itaat eder mi?" mânasına geldiğini söylemiştir. Bu, fiilinin, (itaat etti) mânasına kullanılıp, sîn harfinin de zâid kabul edilmesi görüşüne dayanır.
5) Âyet-i kerîmede geçen kelimesiyle murad edilen, belki de Cebrail'dir. Çünkü Cebrail (a.s) de, Hz. İsa'yı eğitmiş ve ona çeşitli yardımlarda bulunmuştur. İşte bu sebepten dolayı Cenâb-ı Hak, Mâide 110 âyetinin baş kısımlarında, "Hani ben seni Cebrail ile desteklemiştim" buyurmuştur. Yani, "Sen, Cebrail'in seni eğitip, sana çeşitli ikramlarda bulunduğunu iddia ediyorsun. Binâenaleyh o, sana gökten bir sofra indirebilir mi?" demektir.
b) Onların bu sorudan maksatları, bu hususta şüphe etmiş olmalarından ileri gelmemiştir. Aksine onların bundan maksatları, Allah Teâlâ'nın bunu yapabilmesinin son derece açık ve net olduğunu takrir edip ortaya koymaktır. Bu tıpkı, bir kimsenin, bir fakirin, âcizın elinden tutup da, "Hükümdar bu gibileri doyurmaya muktedir değil midir?" demesine benzer.. Onun bu sorudan maksadı, bunun çok açık ve sarih olduğunu; aklı olan hiç kimsenin bu hususta şüphe etmesinin caiz olmayacağını ortaya koymaktır. [366]
Zeccâc, kelimesi, "hareket etti" manasına gelen fiilinden, kalıbında bir kelimedir. Binaenaleyh sofra, üzerinde olan ile sallandığı için, adını almıştır" demiştir.
İbnu'l-Enbari ise şu izahı yapmıştır: "Sofraya maide adı verilmiştir; zira bu sofra bir bağıştır. Bu, Arapların, bir kimse bir kimseye iyilik yaptığında, demelerinden iştikak etmiştir. Bu görüşe göre mâide, atıyye, bağış mânasına gelen meyd masdarından, "faile" kalıbında bir kelimedir."
Ebû Ubeyde de şöyle demiştir: Mâide kelimesi, ism-i fail kalıbında olup, ism-i mefûl mânasındadır. Bu tıpkı, "hoşnut bir yaşayış..." (Karia, 7) âyetinde olduğu gibidir. Kelimenin aslı, olup, sahibine verilmiş bir bağıştır. Yani "O, onu ona verdi ve onunla ona ihsanda bulundu" demektir. Araplar, bir kimse bir kimseye iyilikte bulunduğunda, derler...
Daha sonra gelen, "Eğer inanmış kimselersentz, Allah'dan korkan" buyruğu hakkında şu iki izah yapılmıştır:
a) Hz. İsa, "Mucizeyi tayin etme hususunda Allah'dan korkun. Zira sizin bu yaptığınız, işi yokuşa sürme ve tahakkümdür; bu ise, Rabbın huzurunda kul tarafından yapılmış büyük bir suçtur. Hem bu, daha önce gösterilen birçok mucizeden sonra yeniden bir mucize talep etmek demektir ki, bu da büyük bir suçtur" demiştir.
b) Allah Teâlâ onlara, bu gayelerinin gerçekleşmesine vesile olsun diye, takva ile emretmiştir. Bu, "Kim Allah'dan korkarsa, (Allah) ona bir çıkış yeri ihsan eder ve onu, hatırına gelmeyecek bir cihetten nzıklandmr" (Taiâk. 2-3) ve: "Ey iman edenler, Allah'dan korkun, O'na vesile arayın..." m«ie,35)âyetlerinde olduğu gibidir. "Eğer inanmış kimselerseniz.." buyruğuna gelince bu, "Eğer Cenâb-ı Hakk (c.c)'ın sofrayı indirmeye muktedir olduğuna inanıyorsanız, takvanız bu gayenizin gerçekleşmesine vesile olsun diye, Allah'tan korkunuz..." demektir. [367]
Bu âyetle İlgili
birkaç mesele vardır:
"Dediler ki: "İstiyoruz ki biz de ondan
yiyelim, kalbletlmlz mutmain olsan, senin bize gerçekten doğru söylediğini
bilelim ve biz de bunun üzerine şâhldlerden
olalım" (Mâide, 119).
Bir âyetin mânası sudun O havariler bunu talep edince,
sanki Isâ (a.s) onlara:
"Daha önce birçok mucize geldi. Binâenaleyh artık o kesin
mucizelerden sonra, böyle
bir mucize isteme hususunda Altah'dan ittikâ edin" demiş de, onlar
dâ cevaben: "Biz,
bu sofrayı sırf bir mucize olsun diye değil, şu sebeplerin hepsinden dolayı
istiyoruz:
1) Biz, bu sofradan yemek istiyoruz. Çünkü iyice acıktık ve yiyecek
birşey elde edemedik.
2) Biz, Allah'ın kudretini
oefflteri He biliyor isek de, böyle bir sofranın gökten inişini
bizzat gördüğümüzde yakînî
imânımız artar ve itminanımız o nisbette kuvvetlenir.
3) Biz, her ne kadar diğer
mucizelerle, senin doğru olduğunu biliyor isek de,
bu mucizeyi de görüp müşahede
ettiğimizde yakînimiz ve irfanımız artar, kalbî
mutmainiiğîmiz kuvvet bulur.
4) Senin getirdiğin bütün
mucizeler, yeryüzü ile ilgilidir. Bu ise, semavî bir mucize
olup, hem hayrette bırakıcı, hem
de büyük bir mucizedir, diz bunu gördüğümüzde,
bunun şâhktteri oluruz ve bu mucize hususunda,
onu görmeyen İsrâitoğuttan yaranda şahadette
bulunuruz ve bu mucize iter Aiteh'm kudretinin mükemmetfiğirte ve senin peygamberliğine şâhidler oluruz" dediler.
[369]
"Meryem
oghthâ dedi kt: "Ey Allah'ım, By Rabbipıiz, üstümüze gökten bir sofra indir ki
piztmhem evvelkfierimtz hem şoumkBerimtz Içtnbtr bayram ve senden bir $yet (mucize) olsun. fi& ruaklanda. Sen nzık verenlerin
en hayıtitsısm"
(Maide, 114).
lafzı ile ilgili açıklama, Al-i İmran sûresinde "Eymülkün sahibi Allah'ım, sen mülkü kime ditersen ona verfrsfri"
(âı-i imran. 26) âyetinin tefsirinde geçmişti. Şuna göre tabiri nidadır. (Ey Rabbimiz) ifâdesi de ikinci bir nidadır, "bizim ...için olan..." kelimesi, (bir sofra) kelimesinin sıfatıdır emrin cevabı değildir. Abdullah İbn Mes'ûd (r.a), bunu emrin cevabı kılarak (olsun) şeklinde okumuştur.
Ferrâ şöyle demektedir: Başında emir fiil olan her nekire kelimeden sonra gelen fiil, hem meczûm, hem de merfû okunabilir. Meselâ, "Binâenaleyh bana taraftndan bir velî (bir oğul) ihsan et ki bana mirasçı olsun" (Meryem, 5-6) ve "onu da benimle beraber, bent tasdik eden bir yardımcı olarak gönder" (Kasas, 34) âyetlerinde olduğu gibi... Âyetteki, "hem evvelkilerimiz, hem sonrakilerimiz için bir bayram.." ifâdesi, "sofranın indiği o günü hem biz, hem de bizden sonrakiler, kendisine saygı gösterdiğimiz bir bayram sayalım" demektir. Sofra pazar günü inmişti. Bundan dolayı pazar günlerini bir bayram (tatil) edindiler. kelimesi Arapça'da, belli bir vakitte tekrar sana gelen şeye denir. Bu kelime, (döndü) fiilinden alınmıştır. Her sene yeni bir sevinçle dönüp geldiği için, bayrama denilmiştir. Âyette geçen, "Senden bir mucize (âyet) olsun" ifâdesi, "Senin tevhidine (birliğine) ve peygamberinin nübüvvetinin sıhhatine bir delil olsun" demektir. O'nun "Bizi nzıklandır" duası ise, "Bize, yiyebileceğimiz bir rızık ver. Sen, rızık verenlerin en hayırlısısın" demektir. [370]
Âyetteki bu tertip hakkında bir düşün. Zira havariler, gökten gelecek bir sofra isterlerken, onu isteme hususunda birçok sebep zikretmişler, bunun başında da önce "yeme" sebebini getirerek, "istiyoruz ki biz de ondan yiyelim" (Maide, 113)demişler, dinî ve manevî sebepleri geriye bırakmışlardır. Ama Hz. İsâ (a.s), bu sofrayı isteyip, sebeplerini sıralarken, önce dinî sebepleri söyleyip, yeme sebebini sonraya almıştır. Çünkü O, sözünün sonunda "Bizi nzıklandır" demiştir. İşte bunu iyice düşündüğünde, bir kısmının ruhanî, bir kısmının da maddeye mütemayil olmaları bakımından ruhların derece derece oluşları gözünün önüne serilir. Sonra Hz. İsâ (a.s)'nın, dini son derece saf, ruhu da alabildiğine aydınlık olduğu için, "Bizi nzıklandır" diyerek, rızıktan bahsedince, o sözle kalmamış, rızıktan rtzık verene geçerek "Sen rızık verenlerin en hayırlısısın" demiştir. Buna göre âyetteki (Ey Rabbimiz) ifâdesi, Hak Subhâ-nehû ve Teâlâ'nın adı ile başlama; "üstümüzegökten bir sofra indir" ifâdesi, zat'tan sıfatlara geçiş; "Bizim hem evvelkilerimiz, hem Sonrakilerimiz İçin bir bayram olsun" ifâdesi, birer nimet olmaları bakımından değil, nimeti veren Allah'dan sudur etmeleri bakımından, ruhun nimetlerden dolayı sevinmesine bir işaret; "senden bir âyet (mucize) olsun" ifâdesi, bu sofranın, istidlal ve tefekkür edebilecek kimselere bir delil olmasına bir işaret; "Bizi nzıklandır" ifâdesi de, nefse düşen paya bir işarettir. Bunların hepsi, Hazret-i Allah'dan inen şeylerdir. O halde bir bak, Hz. İsa (a.s), önce en şerefti olandan başlayıp nasıl kademe kademe daha aşağı doğru inmiştir. Oaha sonra O, "Sen nzık verenlerin en hayırlısısm" demiştir ki bu da, yaratılmıştan Yaratan'a, Allah olmayandan, Allah'a; daha aşağıda olandan, daha yukarıda şerefli olana doğru yeniden bir yükseliştir. İşte bunu düşündüğünde, nurânî, ilahî ve aydınlık ruhların nasıl çıkıp indikleri hususunda bir işaret belirir. "Allah'ım, sen bizi böylesi olanlardan kıl." [371]
Zeyd (İbn Sabit) (r.a) âyeti, şeklinde okumuştur. Bunun Jjft şeklinde okunuşu, "âyet" lafzının mânasındaki müenneslikten ötürüdür. [372]
"Allah dedi ki: "Ben onu sizin üzerinize elbette İndireceğim. Artık (bundan) sonra içinizden kim nankörlük ederse, ben onu muhakkak ki âlemlerden hiç kimseyi azaplandırmadtgım bir azap ile azaplandınnm" (MâıCe, 115).
Bu âyetle ilgili birkaç mesele vardır: [373]
İbn Âmir, Âsim ve Nâfi, kelimeyi şeddeli olarak seklinde; diğer kıraat imamları ise şeddesiz olarak typ şeklinde okumuşlardır. Her iki şekil de, ve fiillerine dayanan iki kullanıştır. Bunlardan şeddeli fiil, "tekrar tekrar indirme" mânasına, şeddesiz olanının da, "toptan bir defada indirme" mânasına geldiği söylenmiştir. [374]
"Artık, (bundan) sonra içinizden kim nankörlük ederse.." ifâdesi, "Artık o sofranın indirilmesinden sonra içinizden kim nankörlük ederse, ben onu muhakkak ki kâinatta hiç kimseyi azaplandırmadığım bir azap ile azaplandırırım" demektir. İbn Abbas (r.a), âyette bahsedilen azaptan maksadın, Allah'ın onları domuzlar hâline çevirmesi olduğunu söylerken; bu azabın onların maymunlara dönüşmesi olduğu veyahut da başka hiç kimsenin azab edilmediği bir çeşit azab olduğu da söylenmiştir. Zeccac: "Bu azap, dünyevî peşin bir azap olabileceği gibi, âhirete bırakılmış bir azap olması da mümkündür" demiştir. Âyetteki "âlemlerden" tabiri, "Onların yaşadıkları zamanki âlemlerden" demektir. [375]
Denildiğine göre onlar, Hz. İsa'dan bu sofrayı, su ve yiyecek bulunmayan bir çöle geldikleri zaman istemişlerdir.
İşte bundan ötürü o havârîler, "istiyoruz ki biz de ondan yiyelim" (Maide, 113)demişlerdir. [376]
Âlimler, Hz. İsâ (a.s)'nın, bu sofrayı kendisi için mi, yoksa, her ne kadar zahiren bunu kendisine nisbet ediyorsa da, kavmi için mi istediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Her ikisi de ihtimal dahilindedir. Allah en iyi bilendir. [377]
Alimler, bu sofranın İnip inmediği hususunda ihtilaf etmişlerdir. Meselâ Hasan el-Basrî ve Mücâhid, sofranın inmediğini söylemişler ve bu görüşlerine şu iki yönden istidlal etmişlerdir:
1) Bunlar, "Ben onu muhakkak ki âlemlerden hiç kimseyi azaplandırmadığım bir azap ile azaplandırırım" kavl-i ilâhisini duyunca, Allah'dan bağışlanmalarını talep etmişler ve "Biz bu sofrayı istemiyoruz" demişlerdir.
2) Sofranın, onların hem evvelkileri, hem de sonrakileri için bir bayram olacağı bildirilmiştir. Binâenaleyh eğer böyle bir sofra inmiş olsaydı, bu bayramın Kıyamete kadar hep devam etmesi gerekirdi.
Müfessirlerin büyük bir çoğunluğu ise bu sofranın indiğini söylemişlerdir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Ben onu sizin üzerinize elbette indireceğim" buyurmuştur. İşte bu ifâde, herhangi bir şarta bağlı olmaksızın o sofranın mutlaka indirileceği hususunda ilahî bir vaaddir. Binâenaleyh bu sofranın indirilmiş olması gerekir.
Hasan el-Basrî ile Mücahidin birinci delillerine şöyle cevap verilir: "Âyetteki "Artık, (ondan) sonra içinizden kim nankörlük ederse, ben onu muhakkak ki... azaplandırırım" ifâdesi, "Ben onu sizin üzerinize elbette İndireceğim" ifâdesi ile ilgisi olmayan müstakil bir şart-ceza cümlesidir."
Onların ikinci delillerine de şu şekilde cevap verilir: "O sofranın indiği gün, onların şeriatları üzere olan hem o günkü, hem de sonraki kimseler için bir bayramdır." [378]
Rivayet edildiğine göre, Hz. İsa (a.s) bu sofrayı Allah Teâlâ'dan istemek için duaya hazırlandığında, yünden (sûf'tan) yapılmış bir elbise giyindi ve sonra da: "Allah'ım bize indir..." diye duâ etti. Bunun üzerine, biri altta biri üstte iki bulut arasında, havarilerin gözleri önünde, kırmızı bir sofra indi ve onların önüne geldi. Bunun üzerine Hz. Isa (a.s) ağlayarak, "Allah'ım, beni şükredenlerden kıl! Allah'ım, o sofrayı bir rahmet kıl ve başkalarına örnek olacak bir ceza vesilesi kılma!" dedi ve onlara "ibadetçe en iyiniz kalksın, o sofrayı açsın, Allah'ın ismini anarak (besmele ile) ondan yesin." Bunun üzerine havarilerin ileri geleni olan Sem'ûn, "Sen bunu yapmaya daha lâyıksın" dedi. Bunun üzerine Hz. İsa (a.s) kalktı, abdest alıp namaz kıldı ve ağlayarak sofrayı açtı, "Rızık verenlerin en hayırlısı Allah'ın adı ile..." dedi. Ne görsünler, kılçıksız, pulsuz, kendinden yağ damlayan kızarmış bir balık... Baş tarafında tuz, kuyruk tarafında sirke... etrafında pırasa hariç her türlü sebze ve beraberinde beş yufka.. Bunlardan birinin içinde zeytin, birinde bal, üçüncüsünde tereyağı, dördüncüsünde peynir ve beşincisinde pastırma bulunuyordu. Sem'un, "Ey Allah'ın Ruhu (İsâ), bunlar dünya yiyeceklerinden mi, yoksa âhiret yiyeceklerinden mi?" deyince, Hz. İsa (a.s): "Bu, ikisinden de değil, fakat Allah'ın yüce kudretiyle yarattığı bir şeydir. Haydi istediğinizi yeyiniz ve Allah'a şükrediniz ki, Allah nimetini devam ettirsin ve fazlından artırsın" dedi. Havariler de: "Ey Rûhu'llah, sen bize, bundan bir mucize daha göstersen ya..." dediler. Bunun üzerine Hz. İsa (a.s): "Ey balık, Allah'ın izni ile diril" deyince, balık canlandı., sonra da, "Eski haline dön!" deyince, o da kızarmış bir balık haline döndü. Sonra, sofra uçup gitti. Bundan sonraysa onlar, tekrar isyan ettiler; böylece de maymunlara ve domuzlara dönüştüler. [379]
"Allah: "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara Allah'dan başka beni ve anamı iki tanrı edininiz diyen sen misin?" dediği zaman O, (şöyle) söyledi: "Seni tenzih ederim, hakkım olmadık bir sözü söylemem bana yakışmaz. Eğer onu
söyledimse elbet bunu bttmişsindir. Benim İçimde olan şeyi sen bilirsin. Ben ise senin zâtında olanı bilmem. Şüphesiz kigayblan hakkıyla bilen sensin sen..." (Mâide. 116).
"Allah: "Ey Meryem oğlu İsa, insanlara Allah'dan başka beni ve anamı iki tanrı edininiz diyen sen misin?" dediği zaman" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: [380]
Bu âyet, Hak Teâlâ'nın ' 'Allah o zaman şöyle diyecek: 'Ey Meryem oğlu İsar hem senin üzerindeki, hem ananın üzerindeki nimetimi hatırla..." (Mâide, no) ifâdesine atfedilmiştir. Buna göre, Allah bu sözü, Hz. İsa (a.s)'ya Kıyamet gününde söyleyecektir. Alimlerin bir kısmına göre de Cenâb-ı sHak bu sözü, Hz. İsa'yı göğe kaldırırken söylemiştir. Bunlar, Cenâb-ı Hakk'ın ifadesine tutunmuşlar ve kelimesinin mazi hakkında kullanıldığını söylemişlerdir. Birinci görüş daha doğrudur; çünkü yüce Allah bu hadisenin peşinden, "Bu (gün) doğru söyleyenlerin sadâkatlan kendilerine fayda vereceği bir gündür" (Mâide, 119) âyetini getirmiştir ki, bu günle Kıyamet günü murad edilmiştir.
Bunların edatına tutunmalarına gelince, bununla ilgili cevap daha önce geçmişti. [381]
Hak Teâlâ'nın "İnsanlara, "Allah'dan başka beni ve anamı iki tanrı edininiz" diyen sen misin?" ifâdesi hakkında şu iki soru bulunmaktadır:
a) Allâmu'l-guyûb (gayblerin bilicisi) olan Cenâb-ı Hakk'ın soru sorması nasıl uygun düşebilir?
b) Allah, Hz. İsa'nın bunu söylemediğini biliyordu; o halde daha niçin O'na bu şekilde hitap etmiştir?
Eğer, "O'nun bundan maksadı hristiyanları azarlamak ve onları kınamaktır" derseniz biz deriz ki: Nasâra'dan hiç kimse, Allah'ın ulûhiyyetini kabul etmeyerek, Hz. İsa ve Meryem'in ilâh olduklarını söylememiştir. O halde, onlardan hiçbiri bunu söylememişken, bu sözün onlara nisbet edilmesi nasıl caiz olabilir?
Bu sorunun birinci şıkkına şöyle cevap veririz: Bu, inkârı mânada bir istifhamdır {"..demedin değil mi?" mânasında).
İkinci şıkka şu şekilde cevap verilir: İlâh, yaratandır.'Halbuki nasârâ, Hz. İsa ve Meryem'in elinde zuhur eden mucizelerin yaratıcısının Hz. İsa ve Meryem olduğunu; Allah Teâlâ'nın ise, kesinlikle bunları yaratmadığına itikâd ederler. Durum böyle olunca, nasârâ şüphesiz "Bu mucizelerin yaratıcısının, Hz. İsa ve Meryem olduğunu; Allah Teâlâ'nın ise bunları yaratmadığını" söylüyorlardı. Bu sebeple onların, bazı şeyler hakkında Allah'ın o şeyin ilâhı olmadığı halde, Hz. İsa ve Meryem'in o şeyin ilâhları olduğunu kabul etmiş olmaları doğru olabilir. Böyle bir tefsir ve mânaya göre de, bu nakil ve rivayet, yerinde ve sahih olmuş olur.
Daha sonra "O (şöyle) söyledi: "Seni tenzih ederim, hakkım olmadık bir sözü söylemem bana yakışmaz" buyurul-m ustur.
"seni tenzih ederim" ifadesiyle ilgili gerekli açıklamayı, (Bakara, 32) âyetinin tefsirinde yapmıştık.
Bil ki Allah, Hz. İsa'ya: "Sen bunu dedin mi?" diye sorduğunda, Hz. İsa, "Dedim" veya "demedim" şeklinde cevap vermemiş, aksine o, "hakkım olmadık bir sözü söylemem bana yakışmaz" demiştir. Halbuki böyle söylemek, hak değildir. O halde bu, "Benim bu sözü söylememin, bana yakışmayacağı.." neticesini verir.." demiştir. Cenâb-ı Hak, Hz. İsa'nın bu sözü söylemediğini beyan buyurunca, bu sözün ondan sadır olup olmadığı hususunu beyan etmeye başlamıştır. Hz. İsa, "Ben bunu demedim, söylemedim..." diyerek cevap vermemiştir. Çünkü böyle bir söz, kendisini tezkiye etme ve temize çıkarma yerine geçmiş olur, bu mânaya gelirdi.. Halbuki bu makam, huşu ve tevazu makamıdır. Yine Hz. İsa: "Ben onu söyledim..." diye de cevap vermemiş; aksine bunu, Cenâb-ı Hakk'ın her şeyi kuşatan ilmine havale etmiştir.
İşte bu sebeple de Hz. İsa, "Eğer onu söyledimse, elbet bunu bilmişsindir" demiştir ki bu ifâde, gerek edep, gerekse Allah Teâlâ'nın huzurunda tevazu ve alçak gönüllülüğünü, zilletini ortaya koyma ve bütün işleri Hak Subhânehu ve Teâlâ'ya havale etme hususunda mübalağa ifâde eden bir sözdür.
"Benim içimde olan şeyi sen bilirsin. Ben ise senin zâtında olanı bilmem" buyurmuştur. [382]
Müfessirler bu âyetin tefsirinde çok çeşitli ifâdeler kullanmışlardır:
a) "Sen benim gizlediğimi bilirsin, ben ise senin gizlediğini bilmem."
b) "Sen benim yanımda olanı bilirsin, ben ise senin katında olanı bilmem."
c) "Sen, benim gaybımda olanı bilirsin, bense senin gaybında olanı bilmem."
d) "Sen, dünyadayken benim tarafımdan yapılanı bilirsin; bense âhirette senden sadır olacak şeyleri bilemem.."
e) "Sen, benim söylediğimi, yaptığımı bilirsin; bense senin söylediğini ve yaptığını bilemem..." [383]
Mücessime bu ayette tutunarak, "Nefs, şahıs anlamına gelir. Bu ise, Allah'ın bir cisim olmasını gerektirir" demişlerdir.
Mücessimenin bu görüşüne şu iki bakımdan cevap verebiliriz:
a) "Nefs", "zât" demektir. Nitekim aynı mânaya olarak, "Bir şeyin kendisi; şeyin zâtı..." denilir.
b) Bu tabirden maksat, "Sen benim malûmatımı bilirsin, bense senin malûmatını bilemem" demektir. Ancak ne var ki Cenâb-ı Hak bu sözü "tıbâk" ve "müşâkele" yoluyla zikretmiştir ki, bu şekilde bir ifâde de sözün fasihinden olan bir ifâdedir.
Daha sonra Allah Teâlâ "Şüphesiz ki gayblan hakkıyla bilen sensin sen" buyurmuştur ki bu ifâde de, daha önce geçen iki cümleyi, yani "Eğer onu söyledimse. elbet bunu bflmişsindir" ve "Benim içimde olan şeyi sen bilirsin. Ben ise senin zâtında olanı bilmem" cümlelerini tekîd etmektedir. [384]
"Ben onlara senin bana emrettiğinden başkasını söylemedim, (dediğim hep şu İdi:) "Benim de Rabbfm, sizin de Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin." Ben içlerinde bulunduğum müddetçe üzerlerinde bir kontrolcü idim. Fakat vaktâ ki sen beni aldın, üstlerinde gözcü yalnız sen" oldun. Sen her şeye hakkıyla şahidstn. Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, mutlak galip, yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan da, hakikaten sensin sen.." (Mâlda, 117-118).
Daha sonra Cenâb-ı Hak, Hz. İsa'dan naklen, "Ben onlara, senin bana emrettiğinden başkasını söylemedim, (dediğim hep şu idi:) ' 'Benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah a kulluk edin'' buyurmuştur.
Bu âyette geçen, lafzı, "en-i müfessire"dir. Müfesser olan ise, emredjjen söze raci olan lâfzındaki hâ zamiridir. Buna göre kelamın takdiri, "Ben onlara ancak, bana emrettiğin sözü söyledim" şeklinde olur. Emredilen söz de, "Benim (Hz. İsa'nın) onlara, "Allah'a, benim ve sizin Rabbinize ibâdet edin" dememdir.." şeklinde takdir edilir. Bil ki aslolan, Hz. İsa'nın, "Ben onlara, ancak senin bana emrettiğin şeyi emrettim.." demesiydi.. Ancak ne var ki O, hem kendisini hem de Rabbini, aynı anda âmir (emreden) yapmamak için, güzel terbiye kaidelerine göre, "emretme" sözü yerine, "söyleme, deme.." ifâdesini tercih etmiştir. Aslolanın böyle olduğuna "en-i müfessire"nin zikredilmiş olması da delâlet etmektedir.
"Ben, içlerinde bulunduğum müddetçe, üzerlerinde birkontrolcü idim" buyurmuştur. Yani, "onların içinde bulunduğum sürece, onların yaptıklarına şehâdet ediyordum."
» "Fakat vakta ki sen beni aldın, üstlerinde gözcü yalnız sen oldun."
Bu âyetin başında bulunan kelimesinden maksad Hz. İsa'nın göğe çekilmesi, alınmasıdır. Burada"Ey İsa, şüphesiz ki seni öldürecek olan benim, sent kendi nezdime yükseltip kaldıracağım..." (âı-i imrân, 55)
âyetindeki mâna söz konusudur.
Zeccâc: ifâdesinin
mânası hakkında, "Onları muhafaza eden,
onların hal ve hareketlerini görüp gözeten sendin" demiştir. "Sen her
şeye hakkıyla şahidsin." Yani, "Ben onların içinde bulunduğum sürece,
benim şahidim sensin. Ben onlardan ayrıldıktan sonra da, onların şahidi de
sensin.." demektir. Mânanın böyle olması halinde, âyette geçen şehîd
lafzı, şâhid mânasındadır. Bu kelimeyi görme, bilme ve şehâdet mânasında olan
"söylemek" mânalarına hamletmek de caizdir. Bütün bu takdirlere göre şehîd
lafzı, hakîkî sıfatların isimlerindendir.
[385]
"Eğer onlara azâb
edersen, şüphe yok ki onlar
senin kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, mutlak galip,
yegâne hüküm
ve hikmet sahibi olanda
hakikaten sensin sen!.." buyruğu ile ilgili
birkaç mesele vardır:
Âyetin mânası açıktır. Ama, bu ifâdeyle ilgili şöyle bir
soru vardır: Allah
Teâlâ şirki bağışlamadığı halde, Hz. İsa'nın
"eğer onları bağışlarsan"
demesi nasıl caiz olabilir?
Buna birkaç yönden cevap verilebilir:
a) Cenâb-ı Allah Hz. İsa 'ya,;". .Allah 'ı bırakıp da bent ve
anamı iki tanrı edininiz dtyen sen
misin?" (Mâko, îi6)
deyince, anlaşılmıştır ki, hristiyanlardan bazıları bu sözü ondan
nakletmişlerdir. Bu küfrü ondan naklederi kimse kâfir değil, aksine bu nakilde
yalan söylediği için günahkâr olmuş olur.
Günahların affı ise caizdir. İşte bundan dolayı, Allah'ın onu affetmesi,
bağışlaması istenmiştir.
b) Bizim itikadımıza göre, Allah-u
Teâlâ'nın kâfirleri cennete; zâhtd ve abidferi
de cehenneme sokması caizdir. Çünkü mülk, O'nun mülküdür; hiç kimse
O'na itiraz edemez. Bundan dolayı Hz. İsa,
bu sözü söylemiştir. Bundan maksadı da, bütün işleri Allah'a havale etmek; tecâvüz, haddi aşma ve itirazı da tamamen
terketmektir.
işte bundan dolayı sözünü, "Mutlak galip, yegâne hüküm ve hikmet
sahibi olan da, hakikaten sensin sen.."
diye bitirdi. Bu söz şu anlama
gelmektedir:''Sen, istediğini yapmaya kadir ve her yaptığında hakîm
olansın.. Hiç kimse sana itiraz edemez. Ben
nerde,
Rubûbiyyet hallerine dalmak nerde!.."
Âyette
geçen "Şüphesiz Allah, kendisine eş koşulmasını bağışlamaz.."
(Nisa, 48) buyruğu hakkında deriz ki: Bize
ve Mu'tezito'den Basralılann cumhuruna göre, Allah'ın şirki de bağışlaması
mümkündür. Onlar şöyle demişlerdir "Çünkü azab etmek, Allah'ın
günahkar üzerinde birhakkıdır. Azabı düşürmelf (bağışlama) ise, Aljah için bir
zarar olmadığı halde, günahkâr için bir faydadır. Binâenaleyh bunun
"hasen" , (güzel) olması gerekir.
Fakat şeriatımızda naklîdeKI, böyle bir affın vâkî olmayacağına delâlet etmektedir. Belki de Hz. İsâ (a.s)'nın
şeriatında böyle bir delil (âyet) mevcut değildi."
c) Hristiyanlann bu
kesimi, küfür (inkâr) olan bu sözü söyleyince, Hz. isi (a.s), onların bir kısmının bundan tevbe edebileceklerini
farzedip, "Eğer onlara azap edersen..." deyince,
"(Allah'ım) sen o azap otunacaklarıri, küfür üzere öldüklerini biliyorsun.
Binâenaleyh senin kulların olduklar» için onlara azap edebilirsin. Çünkü sen kullarından kâfir olan herkese azap edeceğini
bfldirdin. Yok eğer sen onları bağışlarsan,
sen onlann küfürlerinden tevfce öttikferfrti bildiğin için, onları bağışlamışsındır.
Çünkü sen kâfirliğinden tevbe edip dönenlere mağfiret edeceğini bildirdin"
demek istemiştir.
d) Bazı âlimlerin şöyle dediklerini zikrettik: "Allah Teâlâ, "İnsanlara, "AUah'dan başka beni ve anamı iki tanrı edininiz" diyen sen misin?" şeklindeki sözünü, Hz. İsa'ya Kıyamet günü değil, onu göğe çekerken söylemiştir. Buna göre, sorunun cevabı kolaydır. Zira, Hz. İsâ (a.s)'nın "Eğer onlara azâb edersen, şüphe yok ki on/ar senin kullarındır" sözünün mânası, "Eğer onları bu küfürleri üzere öldürür ve bundan dolayı azap edersen, onlar senin kullarındır ve bu senin hakkındır. Yok eğer, onları tevfikinle küfrün karanlığından imanın aydınlığına çıkarıp, geçmiş günahlarını bağışladı isen, bu da senin hakkındır" şeklindedir. Bu mânaya göre, ortada bir müşkil yoktur.[386]
Bazı âlimlerimiz, bu âyete dayanarak, Hz. Muhammed (s.a.s)'in, fasıklara (günahkârlara) şefaat edeceğine şöyle
diyerek delil getirmişlerdir: "Hz. İsâ (a.s)'nın, "Eğer onlara azap edersen, şüphe yok ki onlar senin kullarındır" şeklindeki sözü, mükafaatı ve sevabı haketmiş kimseler hakkında değildir. Çünkü onlara azap etmek uygun düşmez. Bu söz kâfirler hakkında da söylenmiş olamaz. Çünkü Hz. İsâ (a.s)'nın, "Eğer onları bağışlarsan, mutlak galip, yegâne hüküm ve hikmet sahibi olan da, hakîkaten sensin sen..." sözü, kâfirler hakkında olamaz. Binâenaleyh bu âyet, bu sözün iman ehli kimselerden fâsık olanlar hakkında olduğuna delâlet eder." Hz. İsâ (a.s)'nın, fâsık (günahkâr) kimselere şefaat edeceği sabit olunca, Hz. Muhammed (s.a.s) hakkında bu, öncelikle sabit olur. Çünkü bu ikisi arasında bir fark olduğunu söyleyen yoktur." [387]
Vahidî (r.h), Abdullah İbn Mes'ud (r.a)'un mushafında, bu cümlenin, "Eğer onları bağışlarsan, muhakkak ki sen, gafur ve rahîmsin"şeklinde olduğunu rivayet etmiştir. Aynı zamanda hocam olan merhum babamın şöyle dediğini işitmiştim: "Burada âyetin sonunda "azîz ve hakîm" sıfatlarının yer alışı, "gafur ve rahîm" sıfatlarının yer almasından daha uygundur. Çünkü Allah Teâlâ'nın gafur ve rahîm olması, muhtaç olan herkes için rahmeti ve mağfireti gerektiren bir mânayı ifâde eder. Ama O'nun azîz ve hakîm oluşu, mağfireti icâb ettirmez. Çünkü O'nun azîz oluşu, dilediğini yapıp istediğine hükmetmesini ve O'na karşı hiç kimsenin itirazda bulunamayacağını gösterir. Binâenaleyh Hak Teâlâ, azîz ve kulların kendisi üzerinde hak sahibi olmalarından münezzeh olup da, buna rağmen affettiğini bildirince, bu aftaki kerem; bağışlayıp rahmet etmesini gerektiren gafur ve rahîm oluşundaki keremden daha mükemmel ve büyüktür." İşte bundan dolayı, babam (r.h) sözünü "Allah herşeyden azîz yani müstağni olup, buna rahmeti ile hükmedince, bu daha mükemmel olur" şeklinde söylemişti. Diğer bir kısım âlim de: "Eğer Hz. İsâ (a.s), "Sen gafur ve rahîmsm1 demiş olsaydı, bu "Hz. İsa'nın onlara şefaatçi olabileceğini ihsas ettirirdi. Ama o böyte demeyip, "mutlak galip (aziz), yegâne hüküm ve hikmet sahibi (hakîm) olan da hakikaten sensin sen..." deyince, bu söz, Hz. İsa'nın maksadının, her şeyi Allah'a havale edip, bu konulara hiçbir bakımdan değinmeme olduğuna delâlet eder. [388]
"Allah dedi ki: "Bu, doğru söyleyenlerin doğruluklarının kendilerine fayda vereceği bir gündür. Altından ırmaklar akan cennetler onlarındır ki onlar orada ebedi ve daimî kalıcıdırlar. Allah kendilerinden râzî olmuştur, kendileri de O'ndan râzi olmuşlardır. İşte bu, en büyük kurtuluştur. Göklerin yerin ve içlerinde ne varsa hepsinin mülkü Allah'ındır. O, her şeye hakkıyla kadirdir" (Mâide, 119-120).
''Allah dedi ki: "Bu, doğru söyleyenlerin doğruluklarının kendilerine fayda vereceği bir gündür" buyruğu ile ilgili birkaç mesele vardır: [389]
Alimlerimiz, burada geçen gün lafzı ile, Kıyamet gününün kastedildiği hususunda ittifak etmişlerdir. Buna göre mâna. "Onların dünyada iken sâdık (özü-sözü doğru) olmaları. kendilerine Kıyamet günü fayda verir" şeklindedir. Âyetten maksadın bu olduğuna delilimiz şudur: Kâfirlerin doğrulukları, Kıyamette kendilerine fayda vermeyecektir. Baksana iblis, "Şüphesiz Allah gerçek vaadde bulundu. Ben de size vaadettim, ama caydım" (ibrahim, 22) diyecektir. Fakat onun bu doğru sözü, kendisine fayda vermeyecektir. Bu âyet, Allah Teâlâ tarafından Hz. İsâ (a.s)'yı, "Ben, onlara senin bana emrettiğinden başkasını söylemedim" imik», ht>şeklindeki sözü hususunda bir tasdiktir. [390]
Kıraat imamlarının cumhuru, yevm kelimesini ref ile; İmam Nâfi ise nasb ile okumuştur. Ebû Ubeyde de bunu tercih etmiştir. Ref ile okuyuş hakkında, Zeccâc söyle demiştir: Bu ifâdenin takdiri, "Bu gün, doğru kimselerin menfaatlendiği gündür" şeklindedir. [391]
Nasb ile okunuşa gelince, bunun birkaç izah şekli bulunmaktadır.
a) Bu kelime Jli fiilinin zarfı olmak üzere.. Buna göre ifadenin takdiri şöyledir: gö£ fji J~gl JJÎJl I.U ÜJi Jti "Cenâb-ı Hak bu sözü İsa'ya ...fayda verdiği gün söyledi..."
b) Bu kelâmın takdirinin şu şekilde olmasıdır: "Bu sıdk ve doğruluk, doğruluklarının doğrulara fayda verdiği günde vaki olmuştur." Bu manaya göre zaman zarflarının, hadiselerden haber veren ifadeler kabul edilmesi de caizdir. Nitekim senin, "Cumartesi günü olan savaş..." "Arefe günü olan hacc.." sözlerinde olduğu gibi.
c) Ferrâ şöyle demiştir: "İsim olmayan bir kelimeye izafe edilen yevm kelimesi, iiji kelimesinde olduğu gibi, feth üzere mebni olur."
Basralılar: "Bu yanlıştır, çünkü zarf ancak.mebnî bir kelimeye izafe edildiğinde mebnî kılınır. Nitekim Nâbiğa, "Tutku ve meyiller hususunda (sebebiyle) yaşlılığı azarladığım zaman..." demiş ve kelimesini, mebnî olan cJSl* kelimesine muzaf olduğu için mebnî kılmıştır. Nitekim "O gün hiçbir kimse malik olamaz..." (fontu, 19) âyetinde de kelimesi mebnî olan edatına muzaf olduğu için mebnî kılınmıştır. Ama burada ise, yevm kelimesi mu'reb olan bir kelimeye muzaftır. Çünkü muzaridir; fiil-i muzari de mu'rebtir. Binaenaleyh, yevm kelimesinin ^î fiiline muzaf olması, onun mebnî olmasını gerektirmez..." demişlerdir. Allah en iyi bilendir.
Sonra "Altından ırmaklar akan cennetler onlarındır ki onlar orada ebedî ve daimi kalıcıdırlar. Allah kendilerinden razı olmuştur, kendileri de O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, en büyük kurtuluştur" buyurulmuştur.
Bil ki Allah Teâlâ, sâdık kimselerin dünyadaki doğruluklarının Kıyamet günü onlara fayda vereceğini haber verince, bu faydanın sevap olduğunu açıklamıştır. Sevabın hakikati şudur: Sevap halis, daimî ve tazimle karışık bir menfaattir. Binâenaleyh, âyetteki "Altından ırmaklar akan cennetler onlarındır..." cümlesi, gam ve kederlerden uzak, saf bir menfaate; "onlar orada ebedî ve daimî kalıcıdirlar" ifâdesi de, bu menfaatin daimî olduğuna bir işarettir. Sen bu inceliği iyice düşün; çünkü Allah, mükâfaattan (sevap) bahsettiği her yerde, "Onlar orada ebedî ve daimî kakadırlar" demiş; ehl-i imanın günahkârlarının cezasından bahsettiği her yerdeyse, "hulûd" (çok uzun süre kalış) lafzını, ifâdesini zikretmiş, ama onunla beraber "te'bîd" ifâde eden Ü?l (ebedî ve sonsuz kalış) lafzını zikretmemiştir. Âyetteki, "Allah kendilerinden razı olmuştur, kendileri de O'ndan razı olmuşlardır. İşte bu, en büyük kurtuluştur" ifâdesine gelince bu da, ta'zîme işarettir. İşte kelâmcıların sözünün zahiri budur.
Fakat, Allah'ın celâl nûrlarıyla aydınlanmış ruhlara sahip kimselere göre, âyetteki, "Allah kendilerinden razı olmuştur, kendileri de O'ndan razı olmuşlardır" buyruğunun içinde, kelimelerin ifâde edemiyeceği harikulade sırfar bulunmaktadır. Allah bizi, bu sırlara muttali olmuş kimselerden eylesin.
Alimlerin çoğu cümlesindeki Üb "İşte bu.."lâfzını "...cennetler onlarındır" sözünden, "...kendileri de O'ndan razı olmuşlardır" sözüne kadar geçen ifâdelerin tamamına racidir. Bana göre bunun, sadece "Allah kendilerinden razı olmuştur, kendileri de O'ndan razı olmuşlardır" ifâdesine has olması da muhtemeldir. Akıl erbabı kimseler nezdinde sabittir ki, Allah'ın rızasına nisbetle, içindeki bütün şeylerle cennet, varlığa nisbetle adeta yokluk gibidir. Nasıl böyle olmasın ki!. Çünkü cennet, insanın nefsinin arzuladığı bir şey; rıdvân ise, Hakk'ın sıfatıdır. Aralarında hangi münasebet bulunur ki!.. Bu, zahire tutunan mütekellimin, kelâmcının tabiatının hoşlanmayacağı bir sözdür; fakat herkese, ne için yaratılmışsa o kolaylaştırılır...
Allah-u Teâlâ sonra "Göklerin, yerin ve içlerinde ne varsa hepsinin mülkü Allah'ındır. O, her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Denildi ki bu, mukadder bir suâlin cevâbıdır. Sanki, "Bu büyük kurtuluşu onlara kim bahşedecek?" diye sorulmuş da, buna "Göklerin ve yerin mülkü kendisinin olan Allah..." diye cevap verilmiştir. [392]
Mâide Sûresinin böylece, şerefli bir biçimde hitama ermesinde birçok sırlar bulunmaktadır. Biz bu sırlardan pek azını zikredeceğiz:
1) Allah,
"Göklerin, yerin ve içlerinde ne varsa hepsinin mülkü Allah'ındır"
buyurmuş, ama "içlerinde kim varsa..." buyurmamış, yani âkil olmayan
varlıkları âkil olanlara tağlîb etmiştir. Bunun sebebi, yaratılmış bütün
varlıkların, Hak Teâlâ'nın hakimiyet, kudret, kaza ve kader elinde müsahhar,
zelil ve aciz olduklarına bir dikkat çekmedir.. Buna göre, bu teshîr içinde
sanki kudreti olmayan cansız varlıklar, aklı olmayan hayvanlar (behâim)
gibidirler.. Allah'ın ilmine nisbetle, hepsinin ilmi bir ilimsizlik; yine,
Allah'ın kudretine nisbetle hepsinin kudreti, bit kudretsizliktir..
2) Sûrenin başı, rubûbiyyet ile ubûbiyyet (Rablık ile kulluk) arasında yapılmış otan bir ahdi hatırlatma ile ilgiliydi. Binâenaleyh Allah, "Ey iman edenler, bağlandığınız ahidleri yerine getirin.." (Mflioe, d buyurmuştur. Mü'minin halinin kemâli de, kulluğa girmesi, nefsinden tamamen vazgeçerek sırf fena haline ulaşmasındadır.. Bunlardan birincisi şeriattır; ki bu, başlangıçtır.. Diğeri de hakikattir; ki bu da nihaî gayedir. Binâenaleyh, sûrenin başlangıcı şeriattan bahsetmiş, sonu da, Allah'ın kibriyasının, celâlinin, izzetinin, kudretinin ve yüceliğinin zikredilmesiyle bitmiştir. İşte bu hal, hakikat makamına vasıl olmadır; binâenaleyh, bu başlangıç ile bu bitiş arasında ne güzel bir münasebet bulunmaktadır!..
3) Bu sûre, çok çeşitli ilimleri kapsamaktadır...
a) Şer'î kanunların, hükümlerin ve mükellefiyetlerin beyân edilmesi...
b) Hz. Muhammed (s.a.s)'in şeriatını inkâr hususunda, yahudîlerle yapılan münazara...
c) Hristiyanlarla, teslis konusunda yapılan münazara.. Böylece bu sûre, bütün bu gayeleri tastamam isbatlayan ve tahakkuk ettiren bir nükte ile son bulmuştur ki, bu nükte de şudur: Allah Teâlâ, "Göklerin, yerin ve içlerinde ne varsa hepsinin mülkü Allah'ındır" buyurmuştur ki bu, "Hak Subhanehû'nun dışında kalan her şey, lizâtihî (zâtı gereği) mümkün olup, Allah-u Teâiâ'nın yaratmasıyla var olmuşlardır" mânasındadır. Durum böyle olunca, Cenâb-ı Hak, bütün mümkinâtın ve kâinatın mâliki, ruhların ve bedenlerin mucidi, var edeni olmuş olur. Bunun böyle olduğu sabit olunca bundan, bu sûrede bahsedilen her gayenin ve matlûbun sübût bulmuş olduğu neticesi elde edilir. Cenâb-ı Hakk'ın dilediği ve istediği biçimde mükellef tutmasının güzel oluşu da sabit ve haktır, gerçektir. Zira Allah Subhanehû, her şeyin mâliki olunca, o her şeyde emretmek, nehyetmek, mükâfaat vermek ve cezalandırmak suretiyle dilediği ve istediği biçimde tasarrufta bulunabilir.. Böylece, Hak Subhânehu ve Teâlâ, "Dilediği ve istediği herhangi bir biçimde mükellef tutar.." demek doğru ve yerinde olur.
Yahudilere reddiyede bulunması da şöyledir: Allah mülkün mâliki olunca, mâlikiyyet (sahip ve mâlik oluş) hükmüne göre, Musa'nın şeriatını neshedip, Muhammed (s.a.s)'in şeriatını vaz' etmek hakkı var demektir..
Hristiyanlara reddiyede bulunması da şöyledir: Hz. İsa ve Meryem, Allah'ın dışında bulunanlar zümresine dahildirler. Çünkü biz, "Mûcid (Yaratan), ya Allah'dır veya başkasıdır. İsa ve Meryem'in bu ikinci kısma dahil olduklarında şüphe yoktur. Biz, Allah'ın dışında kalan her şeyin, zâtı gereği mümkin; Allah'ın îcad etmesiyle mevcut ve O'nun yaratmasıyla var olan varlıklar olduğuna dair delil getirince, Hz. İsa ve Meryem'in de böyle olduklarını; ubüdiyyettn de bundan başka bir manasının olmadığım" beyân etmiştik. Böylece bu ikisinin de, yaratılmış birer kul oldukları sabit olmuş olur. Ve bu sebeple de, bahsettiğimiz izahla, Cenâb-ı Hakk'ın bu sûrenin hatimesi kıldığı; yaptığı bu âyetin, bu sürenin ihtiva ettiği bütün ilimlerin sıhhati hususunda, kati bir delil ve burhan olduğu ortaya çıkmış olur. Allah, kelâmının sırlarını en iyi bilendir.
Bu sûrenin tefsiri, Allah'a hamd ile tamamlandı. O'nun salât ve selâmı, Efendimiz, mahlûkatın en hayırlısı, ümmînebîHz. Muhammed ile O'nun âline, ashabına olsun... Ve Allah ona, çok çok selâm etsin.. [393]
[1] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/95
[2] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/95-96
[3] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/96
[4] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/96
[5] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/96
[6] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/96
[7] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/97
[8] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/97
[9] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/97
[10] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/97-98
[11] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/98
[12] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/98-99
[13] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/99
[14] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/99-100
[15] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/100
[16] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/100
[17] Müslim, MMActd, 132 (1/413).
[18] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/100
[19] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/101
[20] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/101
[21] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/101
[22] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/101-102
[23] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/102-103
[24] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/103-104
[25] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/104-105
[26] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/106
[27] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/106
[28] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/107
[29] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/107
[30] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/107
[31] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/108
[32] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/108
[33] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/109
[34] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/109
[35] Buhâri, Tefsir-i Sûrett'l-Cum'a.
[36] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/110
[37] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/111
[38] Sünnî gelenekte, Hz. Ali hakkında az kullanılan bu
tabir, tefsirde geçmektedir (Ç).
[39] Keşfu'l-Hafâ, 1/108 (Tirmizî ve Darekutnî'den); ibn
Mâce. Mukaddime, II.
[40] Buhâri. Cihâd, 102; Tirmizi, Menâkıb, 21 (5/638). (251
Ke?fu'l-Hafâ, 1/245.)
[41] Keşfu’l-Hafa, 1/245.
[42] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/111-116
[43] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/116-117
[44] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/118
[45] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/118
[46] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/118-19
[47] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/119-120
[48] Ebu Dâvûd, Nikah, 19 (2/229); Darimî. Nikah, 11
(2/137).
[49] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/120-121
[50] Bu, biz ehi-i sünnetçe sahih Kabul edilmeyen, daha
ziyade şia kaynaklarında bulunan ve şia ta 'atından ileri sürülen iddialardan
biridir. Buna göre: Veda haccından Medine'ye dönerken, Hz. Peygamber (s a
s), Gadîrhum" denen bir yerde
konaklamış ve orada, kendinden sonra Hz. Ali'nin halife olmasını
söylemiştir (Mecma'ul-Beyân,
et-Tabressî, 3/159 (Şia tefsiri).
[51] Mübâhele hadisi ile ilgili olarak, Âl-i İmrân 61.
ayetin tefsirine bakınız.
[52] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/121-124
[53] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/125-126
[54] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/126-127
[55] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/127
[56] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/128
[57] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/128
[58] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/128
[59] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/129
[60] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/129
[61] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/129
[62] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/129
[63] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/129-130
[64] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/130
[65] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/130
[66] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/130-131
[67] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/131
[68] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/131-132
[69] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/132-134
[70] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/134
[71] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/134
[72] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/135
[73] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/135
[74] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/135
[75] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/136-137
[76] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/137
[77] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/137
[78] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/138
[79] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/138
[80] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/139
[81] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/139
[82] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/139
[83] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/139
[84] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/140
[85] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/140
[86] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/414-142
[87] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/142
[88] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/142-143
[89] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/144
[90] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/144
[91] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/144-145
[92] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/145-148
[93] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/148
[94] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/149
[95] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/149
[96] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/149
[97] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/149-150
[98] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/150
[99] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 9/150-151
[100] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/151-152
[101] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/152-153
[102] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/153
[103] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/153-154
[104] Müsned, 1/309. (Benzeri bir hadis).
[105] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/154-155
[106] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 9/155-156
[107] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/156
[108] Keşfu'l-Hafâ, 2/274.
[109] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/156-158
[110] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/158
[111] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/158-159
[112] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/160
[113] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/160
[114] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/160-161
[115] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/161-162
[116] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/162-163
[117] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/163
[118] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/163-164
[119] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/164
[120] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/164
[121] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/164-165
[122] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/165-166
[123] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/166
[124] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/166
[125] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/167-168
[126] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/168
[127] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/169
[128] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/169-170
[129] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/170
[130] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/170-171
[131] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/171
[132] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/171-172
[133] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/172-173
[134] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/173
[135] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/173-174
[136] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/174
[137] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/175
[138] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/175
[139] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/175-176
[140] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/176
[141] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/177-178
[142] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/178-179
[143] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/179
[144] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/179
[145] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/180
[146] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/180-183
[147] Keşfu’l-Hafa, 2/187.
[148] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/183-184
[149] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/184
[150] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/184
[151] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/184
[152] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/185
[153] El-Câmiu's-Sağir, 1/146.
[154] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/185
[155] Benzeri bir hadis için bkz. Müsned, 6/226; Dârimî,
Nikah, 3 (2/133).
[156] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/186
[157] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/186-188
[158] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/188
[159] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/188
[160] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/189
[161] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/189
[162] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/189-190
[163] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/190
[164] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/190
[165] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/190-191
[166] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/191-193
[167] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/193
[168] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/193-194
[169] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/194
[170] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/194
[171] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/194-195
[172] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/195
[173] İbn Mâce, Ticârât. 2 (2/725).
[174] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/195
[175] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/195-196
[176] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/196-197
[177] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/197
[178] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/197
[179] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/197-198
[180] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/198
[181]Müdd: Iraklılara göre, iki rıtıl mukabili bir ölçü
birimi (takriben 832 gr.)
[182] Menn: Şer'an 180 miskâl, örten ise 280 miskâl
karşılığı bir ölçü birimidir (Bir miskâl: 4,5 gr.).
[183] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/198-199
[184] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/200
[185] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/200
[186] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/200
[187] Mükateb; Hür olabilmek için, sahibi ile, belli bir
miktar para üzerinde o miktarı kazanıp getirmek zere anlaşma yapmış olan köte
demektir.
[188] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/201
[189] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/201
[190] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/201
[191] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/202
[192] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/202-203
[193] EI-Câmıu's-SağTr, M/170.
[194] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/203-204
[195] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/204-206
[196] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/206-207
[197] Metinde Bu şekilde diye yazılı. Mecazi öanasını
bulamadık.“sakalına oynamak” pek anlaşılmıyor (ç).
[198] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/207
[199] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/208.
[200] El-Câmiu's-Sağir,
II/39.
[201] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/208-209.
[202] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/210
[203] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/211
[204] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/211
[205] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/211
[206] Benzeri hadis Bera Ibn Azib'den Tirmizî, Tefsir
(tyaide Suresi); keza İbn Abbas taralından rivayet edilmiştir (Müsned-ı Ahmed,
1, 295).
[207] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/211-212
[208] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/212-213
[209] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/213-214
[210] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 9/214
[211] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/214
[212] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/214
[213] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/214
[214] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/214-215
[215] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/215
[216] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/215
[217] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/215
[218] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/215
[219] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/215
[220] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/216
[221] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/216-217
[222] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/217
[223] Müslim. Hacc, 66-69 (11/856-857). Hadisteki kelimesi,
aynı zamanda arslan, kaptan, kurd, vb. parçalayıcı hayvanları da ifade eder
(İbnu'l-Esir, En-Nihâye, 111/275).
[224] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/217-218
[225] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/218
[226] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/219
[227] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/219
[228] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/219-220
[229] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/220
[230] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/220-222
[231] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/222-223
[232] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/223
[233] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/223-224
[234] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/224
[235] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/224
[236] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/225
[237] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/225
[238] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/225
[239] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/225-226
[240] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/226-227
[241] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/227
[242] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 9/227
[243] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/227-228
[244] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/228
[245] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/228-229
[246] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/229
[247] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/299
[248] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/299
[249] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/230
[250] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/230
[251] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/230-231
[252] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/231
[253] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/231
[254] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/231-232
[255] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/232
[256] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/232
[257] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/232
[258] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/233
[259] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/233
[260] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/233-234
[261] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/234
[262] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/234
[263] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/234-235
[264] Ebu Davûd, Tchuvt, 41 (t/21).
[265] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/235
[266] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/235
[267] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/235-236
[268] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/236
[269] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/236
[270] Ebu Davûd. Mendsık, 41 (11/171).
[271] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/236-237
[272] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/237-138
[273] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/238
[274] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/238
[275] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/238
[276] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/238-239
[277] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/239
[278] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/240-242
[279] Keşfu'l-Hafâ, 11/166.
[280] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/242
[281] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/243
[282] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/243-244
[283] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/244-245
[284] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/245-246
[285] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/246-247
[286] Müslim, FezAil, 136 (4/1832-1833).
[287] Nesâi, Hacc, 1 (5/110) (Kısmen).
[288] Müslim, Fezâil. 133 (4/1831).
[289] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/247-248
[290] İbn Mâce, Zekât. 4 (1/570).
[291] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/248-250
[292] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/250-252
[293] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/252
[294] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/252
[295] El-Mekasıdu'i-Hasene. S.450 (İsnadı zaîf olmakla
birlikte, farklı tariklerle kuvvetlendirdiği bildirilir).
[296] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/252-253
[297] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/253-254
[298] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/254
[299] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/254-255
[300] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/255-256
[301] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/256
[302] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/256-257
[303] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/257
[304] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/257-258
[305] İbn Mâce, Fiten, 20 (2/1327).
[306] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/258-259
[307] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/259-260
[308] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/260
[309] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/260-261
[310] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/261
[311] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/261
[312] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/262
[313] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/262-263
[314] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/263-264
[315] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/264
[316] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/264
[317] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/264-265
[318] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/265
[319] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/265
[320] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/265
[321] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/265-266
[322] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/266
[323] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/266
[324] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/266-267
[325] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/267
[326] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/267
[327] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/267
[328] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/268-269
[329] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/269-270
[330] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/270
[331] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/270
[332] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ
Yayınları: 9/271
[333] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/271
[334] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/272.
[335] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/273.
[336] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/273.
[337] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/274
[338] Müslim, Akdrye, 4 (111/1337).
[339] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/274-276
[340] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/276
[341] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/276
[342] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/276-277
[343] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/277
[344] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/277
[345] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/277-278
[346] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/278
[347] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/278
[348] Müslim, Birr, 159-160 (IV/2031-2032).
[349] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/278-279
[350] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/279
[351] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/279-280
[352] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/280
[353] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/280
[354] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/280
[355] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/280-281
[356] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/281
[357] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/281
[358] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/281
[359] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/281
[360] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/281
[361] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/282
[362] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/282-283
[363] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/283
[364] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/284
[365] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/284
[366] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/284-286
[367] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/286
[368] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/286
[369] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/287.
[370] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/288
[371] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/288-289
[372] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/289
[373] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/289
[374] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/289
[375] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/290
[376] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/290
[377] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/290
[378] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/290-291
[379] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/291
[380] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/291-292
[381] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/292
[382] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/292-293
[383] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/293-294
[384] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/294
[385] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/294-295
[386] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/296-297
[387] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/297
[388] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/297-298
[389] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/298
[390] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/298
[391] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/299
[392] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/299-300
[393] Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb,
Akçağ Yayınları: 9/300-302