Mushaftaki sıralamada
6, iniş sırasına göre 55. sûredir. Hicr sûresinden sonra Sâffât sûresinden
önce Mekke'de nazil olmuştur. Tamamına yakınının Mekke'de indiği hususunda
ittifak vardır. Abdullah b. Ömer'e ulaşan bir rivayete göre Hz. Peygamber şöyle
buyurmuştur: "En'âm sûresi bana toplu olarak indi. 70.000 melek teşbih ve
hamd sözleriyle bu sûrenin inişine eşlik etti.[1] Abdullah b. Abbas'tan aktarılan bir rivayette
de Mekke'de "birdefada" indiği teyit edilmiştir. [2]Ancak
birkaç âyetinin Medine'de İndiğine dair görüşler de vardır. [3]
Hz. Peygamber
zamanından beri sadece "el-En'âm" adıyla anılmıştır. Ayrıca Hz.
Ömer, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ûd ve diğer bazı sahâbîlerin de aynı
isimle andıkları bilinmektedir. Bu sebeple bütün mushaflarda, tefsir, hadis kitapları
ve diğer İslâmî kaynaklarda hep bu isimle kaydedilmiştir. [4] Sözlükte
en'âm "deve" anlamına gelen, ayrıca sığır, koyun gibi bazı evcil
hayvanlarla ceylan, geyik ve benzeri yabani hayvanlar ve -Gâfir (Mü'min) sûresinde
(40/79) geçen "Kimine binesiniz, kiminden yiyecek elde edesiniz diye sizin
için hayvanları (en'âm) yaratan Allah'tır" mealindeki âyetten
anlaşıldığına göre-bazı binek hayvanları için de kullanılan neam kelimesinin
çoğulu olup[5] bu sûrenin 136,138, 139 ve
142. âyetlerinde altı defa tekrar edilmiştir. Söz konusu âyetlerde Araplar'in
hayvanlarla ilgili bazı uygulamaları ve telakkileri anlatıldığı için sûreye bu
isim verilmiştir.[6]
Ağırlıklı olarak
Allah'ın birliği (tevhid), ilim, İrade, kudret, adalet gibi sıfatlan;
peygamberlik, vahiy, yeniden dirilme, müşrik ve inkarcı zümrelerin bâtıl
inançlarının reddi, doğru inanca ulaşmanın yolları vb. itikadı konulardır.
Sûrede ayrıca Hz. Peygamber'in şahsına ve risâletine yapılan itirazlar
cevaplandırılmış, uğradıkları sıkıntılar yüzünden kaygıya ve üzüntüye kapılan
Hz. Peygamber ile arkadaşlarına teselli ve ümit verilmiştir. Hz. İbrahim'in,
aklıyla ve gözlemleriyle Allah'ın varlığı ve birliği hakkında kesin bilgi ve
inanca ulaşmasını anlatan âyetler özellikle İslâm âlimlerinin ilgisini
çekmiştir. Ayrıca 151-153. âyetleri İslâm ahlâkının başta gelen kurallarını
ihtiva etmektedir. [7]
Faziletine ilişkin
bazı rivayetler nakledilmiştir. 70.000 meleğin inişine eşlik ettiğini bildiren
yukarıdaki hadis bunlardan biridir. Başka bir rivayette Hz. Ömer'in,
"En'âm sûresi Kur'an'ın seçkin sûrelerinden biridir" dediği[8] ve
faziletini önemle vurguladığı; Hz. Ali'nin de okuyan kimsenin Allah'ın rızâsını
kazanacağını ifade ettiği yolunda rivayetler vardır. [9]
Rahman ve rahîm olan
Allah'ın adıyla...
1. Hanıd, gökleri ve
yeri yaratan, karanlıkları ve ışığı var eden Allah'a mahsustur. Ama yine de
kâfir olanlar (putları) rablerine eş tutuyorlar. 2. Sizi bir çamurdan yaratan,
sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O'dur. O'nun katında bir ecel daha
vardır. Siz hâlâ şüphe ediyorsunuz. 3. O, göklerde ve yerde tek Allah'tır.
Gizimizi açığınızı bilir, ne kazandığınızı da bilir. [10]
1. Sûre, her
yönden övgüye lâyık bulunanın sadece Allah olduğunu insanlara bildirmekle
başlıyor. Çünkü O, bütün varlıklar âleminin yaratıcısıdır ve bundan dolayı
ulûhiyyet vasfı yalnızca O'na aittir. Sûrenin ilk âyeti özel olarak, sözde kendilerine
yardım ettiğini hayal ettikleri putlara inanan, onlara ulûhiyyet vasfı yükleyen
ve darda kaldıklarında onlardan yardım dileyen müşriklere karşı bir reddiyedir.
Nitekim Uhud Savaşı'nda kısmî bir başarı sağlayan müşriklerin kumandanı Ebû
Süfyân, bu başarıyı putlarından bilerek müslümanlara karşı "Şanın yüce
olsun Hiibet! (müslümanlara seslenerek) Bizim Uzzâmız var, sizin Uzzânız
yok" diyerek övünmüştü[11]
Ayrıca nimet ve yardım kimden gelirse gelsin, asıl nimet sahibinin Allah Teâlâ
olduğunu düşünerek öncelikle O'na hamd ve teşekkür etmek gerektiğine de işaret
edilmiştir.
Yüce Allah bütün
mevcudatın, başka bir deyişle, var olan her bir şeyin yaratıcısı olduğu halde
âyette O'nun, yer ve gökleri, karanlıklarla ve ışığı yaratan olduğu
hatırlatılmakla yetinilmiştir. Çünkü "yer" ve "gökler",
diğer yaratılmışları da kapsayan es kuşaba kavran)arâ? Aynca mahteter jDİnm pek
pek e)Meri bulunmakla birlikte, bunlar içinde bütün insanların en kolay ve
yakından algılayabildikleri, genel olarak varlık kavramından sonra İnsan
zihninin en temel gerçekler olarak farkına vardığı durumlar ışık ve
karanlıktır. Nitekim ışık ve karanlığın varlık alemiyle yakın ilgisinden dolayı
bazı eski felsefî akımlarda ışık varlığın ilkesi, karanlık da yokluğun İlkesi
sayılmış; yine bazı eski Doğu dinlerinde, özellikle Maniheizm'de biri
"ışık tanrısı", diğeri "karanlıklar tanrısı" olmak üzere,
iki tanrı kabul edilmiştir ki, söz konusu âyette ışığı da karanlıkları da
yaratanın sadece Allah olduğu belirtilerek bu iki tanrı inancı reddedilmektedir.
Öte yandan Hz. îsâ ve Rûhulkudüs'e ulûhiyyet isnat eden Hıristiyanlık'la
birlikte, insanlık tarihinde önemli bir yer tutmuş olan yıldız-gezegen kültüne
dayalı paganist inançlar da çürütülmüş; böylece her ne suretle olursa olsun,
rablerine eş koşan, başka varlıkları O'nun ulûhiyyetine denk tutarak fâni
şeylere tanrı gibi sarılıp bunlara kul olan bütün zümreler tevhid ilkesinden
saptıkları için "kâfirler" diye nitelenmiştir. Bu arada karanlıklar
kelimesiyle inkâr çeşitlerine, ışıkla da imana işaret bulunduğu belirtilir.
Nitekim birtek doğru inanç yolu bulunduğu için âyette ışık tekille (nur),
birçok bâtıl inanç bulunduğu için de karanlık çoğulla (zulümât) ifade
edilmiştir. [12]
2.
Varlığının başlangıcından sonuna kadar insanın da yüce Allah'ın yaratma, takdir
ve tasarrufunda bulunduğu ifade edilmek üzere "Sizi bir çamurdan yaratan
O'dur" buyurulduktan sonra iki ayrı "ecel"den söz edilmektedir.
Müfessirler insanın
"çamurdan" yaratılmasına iki değişik yorum getirmişlerdir:
a) Bütün
insanların atası olan Hz. Âdem çamurdan yani topraktan yaratıldığına göre onun
soyu da esas itibariyle topraktan gelmektedir.
b) Her
insanın oluşumu, alman besinler yoluyla toprağa dayanır. Çünkü hayatın temel
öğesi olan kan besinlerden, besinler de doğrudan veya dolaylı yollarla
topraktan gelmektedir.
İnsanın yaratılmasına
dikkat çekilmesinin sebebi, ba'si (yeniden dirilme) inkâr eden müşriklere,
insanı topraktan yaratan yüce kudretin onu ölümünden sonra tekrar döndüğü bu
aslî varlığından yeniden yaratmaya da muktedir olduğunu bildirmektir. Âyetin
diğer bir önemli yönü de topraktan canlıların en mükemmeli olan İnsanın
yaratılmasındaki harikulade olaya işaret edilmesidir. Arz yaratıldığı zaman
üzerinde "hayaf'tan eser yoktu. Yok kendi kendini var edemez. Toprakta
canı var eden ve onu "insan" yapan; insanda ruhu, aklı, irfanı
yaratan yüce Allah'tır. Çünkü gelişmenin her safhasında o alîm, hakim ve rahîm
olan Allah'ın yaratma fiili bulunmaktadır. Bu sebeple yoktan varlığın,
basitten bileşiğin, cansızdan canlının, şuursuz tabiattan zekânın kendiliğinden
ortaya çıktığına inanmaktan daha bâtıl bir inanç olamaz.
Gerek bu gerek diğer
ilgili âyetlerde Allah'ın varlığını ve birliğini, eşsiz kudret ve hikmetli
yaratışını ispatlamak için insanın yaratılışına dikkat çekilmesi son derece
önemlidir. Zira bütün evrenin bilebildiğimiz en büyük olayı hayatın ortaya
çıkışıdır. Bütün varlıklar içinde en zeki canlı insan olduğu için o, evrenin
göz bebeğidir. Eğer bilim kâinatta dünyadakinden başka bir canlı ve zeki
varlık keşfederse, hiç kuşkusuz ki bu, bütün keşiflerin en muhteşemi
olacaktır. Halen bilinen gezegenlerin hiçbirinde canlı ve zeki varlığa
rastlanmadığı için dünyamız değerini ve eşsizliğini korumaktadır. Bu değer,
canlılardan özellikle de İnsandan gelmektedir. Fakat bu canlılar ve insan nasıl
oluştu? Neden dünyaya en yakın olan ve -Kur'ân-ı Kerîm'de de işaret buyurulduğu
gibi[13] bir
zamanlar dünyamızla bitişikken sonradan ayrılan diğer semavî kürelerde hayat
yok da dünyada var? Bunlara verilebilecek her ilmî cevap yeni sorularla karşılaşır.
İlletsiz hiçbir hadise meydana gelemeyeceğine göre, jenerasyon spontane (kendi
kendine üreme, oluşma) imkânsız bulunduğuna göre yaratılış illetinin, tabiatın
dışında ve üstünde bir güç olması gerektiği, yine yaratılış eşsiz bîr düzen ve
anlam taşıdığına göre onu yaratanın da mükemmel, sonsuz, ilim ve hikmet sahibi
olması gerektiği, mutlak bir gerçektir ve bütün yaratılmışlar, özellikle de
hayat, akıl ve zekâ sahibi insanın varlığı, her bir insanın baştan sona
yaratılışı, gelişmesi bunun en kesin ve açık delilidir. Diğer canlılar gibi
insan da çamurdan, yanı topraktan meydana gelmiştir. Bunun nasıl olduğunu,
hangi gücün tesiriyle meydana geldiğini deneysel olarak bilemiyorsak da kutsal
kitabımız bunun hakiki failini, yapıp yaratanım bize bildirmekte; aklımız da
bâtıllardan arındığında bu gerçeği açık seçik kavrayabilmektedir. 2. âyette iki
defa zikredilen ecel kelimesi sözlükte "bir sürenin sonu" anlamına
gelir. Âyetteki iki ecelden nelerin kastedildiği hususunda müfessirler farklı
görüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan bazıları şöyledir:
a) İlk ecel
ölüm vakti, ikinci ecel kıyamet vakti.
b) İlk ecel yaratılışla ölüm arası, ikinci ecel
ölümle ba's (yeniden dirilme) arasındaki süre (berzah) veya bu sürenin sonu.
c) İlk ecel
ömrünün süresi kesin olanların ve bu sürenin sonunda ölenlerin eceli, ikinci
ecel sıla-i rahim (akraba ziyaretleri), sadaka gibi bazı hayırlı işler yaptıkları
için ömürleri uzatılacak olanların eceli.
d) İlk ecel
insanın normal olarak yaşayıp ömrünün dolmasıyla hayatının sona ermesi (tabii
ecel), ikincisi vücut fonksiyonlarının tamamı henüz sağlıklı ve yaşamaya
elverişli iken boğulma, yangın gibi kazalar ve dış sebeplerle hayatın son
bulması (ihtiramı ecel).
Fahreddin er-Râzî'nin
filozoflara nispet ettiği (XII, 153-154) bu son görüş, M, Haindi Yazır'ın da
belirttiği gibi, sağlığa önem vermeyi, gerektiğinde tedavi olmayı,
tehlikelerden korunmayı Öngörmesi açısından yararlı olmakla birlikte, buradan,
bir insanın ölümüyle ilgili ilci farklı ecel bulunduğu sonucunu çıkarmak doğru
değildir. Olsa olsa bir insanın, ya tabii veya ihtiramı olmak üzere bir tek
ecelinin olduğu söylenebilir. Bunlardan hangisi vuku bulmuşsa Allah'ın takdir
ettiği ecel odur; dolayısıyla diğerinin vuku bulması imkânsızdır.
Zemahşerî (E, 3),
yukarıda sıralanan ecelle İlgili görüşlerden ilkini; Şevkânî (II, 114), İbn
Âşûr (IV, 130-131), M. Hamdı Yazır (III, 1874-1877) gibi bazı mü-fessİrler de
İkincisini tercih etmişlerdir. İbn Âşûr, bunun gerekçesini âyette, ikinci
ecelle ilgili olarak, bu ecelin "Allah katında belirlenmiş" olduğu,
yani insanlar tarafından bilinemeyeceği şeklindeki kayda dayandırır. Buna göre
ilk ecel her bir insanın ömrüdür; çünkü kişi öldüğünde insanlar onun ne kadar
süre yaşadığını bilirler. İkinci ecel, yani İnsanların ölümüyle ba's arasında
geçen sürenin miktarını ne dünyada ne de kıyamet gününde Allah'tan başka
bilebilir.
2. âyetin sonunda
"Siz hâlâ şüphe ediyorsunuz" ifadesiyle müşriklere hitap edilmiştir.
Çünkü bu ifadede bir tenkit ve tehdit vardır; müminler âyetlerde bildirilen
gerçeklere inandıklarından böyle bir itham ve tehdide mâruz kalmaları düşünülemez.
Burada insanın
yaratılışının semâvat ve arzın yaratılışiyla ilgili ifadelerden sonra
zikredilmesi, önce İslâm düşünürlerinin deyimiyle "büyük âlem"in,
ardından da "küçük âlem"in yaratıldığını belirtmek içindir. Bu
şekilde insanın yaratılışına dikkat çekilmesinin sebebi, kâfirlerin ba'si
inkâr etmeleri, onlara, müşahede ettikleri, bildikleri bu gerçeği göz önüne
alarak ba'sin mümkün olduğunu ispatlamaktır. İbn Âşûr, ilk yaratılışa inanan
müşriklerin ikinci yaratılışa da (ba's) inanmalarının aklen gerekli olduğunu
hatırlatmaktadır. Âyette "Sizi çamurdan yaratan yalnız O'dur"
buyurulmakla Allah'ın yaratmada hiçbir ortağı bulunmadığı vurgulanmıştır.
Burada insanların "çamurdan" yaratıldığı özellikle belirtilmiş ve
böylece "İnsan toprak olduktan sonra tekrar insan olarak yaratılması
İmkânsızdır" şeklinde ileri sürdükleri delil çürütülmek istenmiştir. Zira
müşrikler insanın öldükten sonra toprağa düştüğünü kabul ediyorlar; ayrıca
topraktan yaratıldığını da benimsiyorlar; şu halde ikinci defa yine topraktan
yaratılması neden imkânsız olsun? [14]
3. Allah,
göklerin de yerin de mutlak hâkimi, yaratıcısı ve yöneticisidir. O, hem ilâhtır
hem de rabdır; yani her şeyi yapıp yönettiği gibi bütün evren ve evren-dekiler
O'nun yasalarına boyun eğer, bu suretle farkında olarak veya olmayarak O'na
kulluk ve itaat eder; aslında inkâr edenler bile O'nun yasalarının dışına çıkamazlar.
Îlm-İ ilâhîsi ile de O her şeyi kuşattığı gibi, -bilmeli ve dikkatli olmalıyız
ki- bizim gizlimizi açığımızı, ne yapıp ne ettiğimizi de hep bilmektedir. [15]
4. Rablerinin
âyetlerinden onlara bir âyet gelmeye görsün, o âyetlerden ille de yüz
çevirirler. 5. Gerçekten onlar, kendilerine hak geldiğinde onu yalanlamışlardır.
Fakat yakında onlara alay ettikleri şeyin haberleri gelecektir! [16]
4-5. Burada
geçen âyet, bilhassa Allah'ın tek tanrı olduğuna delâlet eden kanıtlar, Hz.
Peygamber'İn verdiği haberlerin, özellikle vahdaniyetle (Allah'ın birliği) ilgili
bilgilerin doğruluğunu gösteren ve müşrikleri, fesahat ve belagatta bir örneğini
ortaya koymaktan âciz bırakan Kur'an âyetleri veya Resûlullah'ın Kur'an
dışındaki mucizeleri şeklinde tefsir edilmiş; "âyetlerden yüz
çevirme" ise Mekke putperestlerinin göze hitap eden mucizeleri
reddetmeleri, Kur'ân-ı Kerîm'i dinlemeye tahammül edemeyip ona kulak vermekten
veya onu dinledikleri halde sırf inat ve kibirlerinden ötürü onun bir mucize ve
gerçek olduğunu itiraftan kaçınmaları şeklinde açıklanmıştır. "Alay
ettikleri şeyin haberleri" ise, kıyametin vukuu ve âhiret azabı veya
İslâm'ın doğması ve isminin yükselmesi sırasında şirkin ve küfrün çöküşü ya da
inkarcıların müslümanlar karşısındaki hezimetleriyle ilgili olarak Kur'an'ın
verdiği haberlerdir. Bu bilgiler ışığında bu âyetler şu şekilde açıklanmıştır:
O müşriklere ve
inkarcılara, üzerinde düşünüp taşınmaları gereken bir âyet, bir delil veya
mucize geldiğinde muhakkak surette rablerinden gelen bu türlü âyetlerden yüz
çevirirler; onların doğru olup olmadığı hususunda ciddi ve samimi olarak zihin
yormadan, akıllanın kullanarak düşünüp taşınmadan hemen red ve inkâr ederler.
İşte böylece onlar bütün âyetlerin, delil ve mucizelerin en yücesi ve en şereflisi
olan hak yani Kur'an kendilerine geldiği zaman onu da yalanlayıp inkâr etmişlerdir.
Ancak böyle yalanladıkları, üstelik bir de alaya aldıkları Kur'an'ın bildirdiği
haberler, yani kıyamet ve âhiret azabını ya da İslâm'ın doğuşu ve onun adının
yükselişi sırasında inkarcıların başlarına gelecek azap ve yıkımı, müslümanlar
karşısında uğrayacakları hezimeti görünce ne ile alay ettiklerinin farkına
varacaklardır! [17]
6. Görmediler mi ki,
onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz onca imkânı kendilerine Yerdiğimiz,
gökten üzerlerine bol bol yağmur indirip (evlerinin) altlarından ırmaklar
akıttığımız nice nesilleri helak ettik. Biz onları günahları sebebiyle helak
ettik ve onların ardından başka nesiller meydana getirdik. [18]
6. Başka
âyetlerde de geçen ve "nesiller" diye çevirdiğimiz karn kelimesinin
iki anlamı vardır: a) Bir dönemde yaşamış millet, kavim, nesil, kuşak, b) Uzun
bir süreyi kapsayan dönem, asır, yüzyıl. Kelime bu âyette ilk anlamıyla
kullanılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber'in "Nesillerin (kurun) en hayırlısı
benim neslim (karn), sonra bunları izleyenler, sonra da bu sonuncuları izleyen
nesildir" mâna-srndaki hadisinde de karn bu İlk anlamında geçmektedir. [19]Bazı
tefsirlerde gök anlamındaki sema kelimesinin bu âyette "yağmur"
mânasına geldiği belirtilmiştir. [20]
Bu âyette özel olarak
müşrik Araplar'a hitap edilmekle birlikte umumiyetle bâtıl inançlara sapan
kötülüklere dalan ve bu suretle topyekün helake müstahak olan her millet için
bir tehdit ve uyan olmak üzere şöyle buyurulmuş olmaktadır: O kendi güçlerine
güvenerek inkarcılıkta, haksızlık ve bâtılda direnenler, geçmiş milletlerin
kalıntılarını, tarihî izlerini inceleyip öğrenerek, bizim (sonsuz kudret sahibi
yüce Allah) nice nesilleri helak ettiğimizi görmediler mi? Biz onlara, yeryüzünde
size verdiğimizden daha fazlasını vermiş; onları, bol yağmuruyla, bolluk ve
bereketiyle cennet gibi ülkelere sahip kılmıştık; onlar bu ülkeleri vatan tutup
medeniyetler kurmuşlardı. Sonra da günahları yüzünden onları helak ettik ve onların
ardından başka nesiller, nice milletler meydana getirdik. Şimdi, sizden daha
güçlü olan bu milletleri tarihten silen yüce kudretin sizi helak etmeyeceğini
mi düşünüyorsunuz?
Ayet-i kerîme
güçlerine, servetlerine, sahip oldukları diğer bedenî ve maddî imkânlara
aklanarak Allah'a âsi olan, şımaran, ellerindeki her şeyi kendisine borçlu
bulunduğu rablerini unutarak dalâlete sapıp azgınlaşan, günahlara boğulan toplumlara
karşı genel bir tehdit ve uyandır.
Kur'ân-ı Kerîm'de bu
tarihî tecrübeye büyük önem verilmiş; çeşitli vesilelerle eski milletlerin
hayatları ve akıbetleri anlatılırken özellikle kötülük ve zulümleri,
azgınlaşıp İsyan etmeleri yüzünden helak edildikleri ve böylece tarih sahnesinden
silindikleri anlatılarak insanların bu tarihî gerçekten ibret alıp sünnetullahı
daima göz önünde tutmaları, şimdi sahip oldukları imkânların kendilerini
felâketlerden koruyamayacağını iyi bilmeleri ve hayatlarını buna göre
düzenlemeleri istenmiştir. Ad, Semûd gibi çok eski dönemlerde yaşamış kavimler
yanında, daha yakın çağlardaki birçok devletin, imparatorluğun çöküşü veya
tarihten silinişinin temelinde de aynı olumsuz sebeplerin yattığında kuşku
yoktur. Buna karşılık, inançta, ahlâk ve fazilette, idare ve siyasette doğru
yoldan gittiği, hak ve adalet üzere bulunduğu halde helak olmuş tek bir millet
yoktur. [21]
7. Eğer sana kâğıt
üzerine yazılmış bir kitap indir şeydik de onlar elleriyle onu tutmuş
olsalardı, yine de o inkarcılar, "Bu apaçık bir büyüden başka bir şey
değil" derlerdi. 8. "Ona bir melek indirilseydi ya!" dediler.
Eğer biz bir melek indirsej dik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine
mühlet verilmezdi. 9. Eğer Peygamber'i bir melek kılsaydık muhakkak ki onu
(yine) bir adam suretine sokar, onları yine halen içinde bulundukları kuşkuya
düşürürdük. 10, Senden önceki peygamberlerle de alay edilmiş, sonunda onlarla
alay edenleri, alaya aldıkları şey (azap) kuşatıvermişti. 11. De ki: Yeryüzünde
dolaşın, sonra (hakikati) yalan sayanların sonunun nasıl olduğuna bakın! [22]
7. Kur'ân-ı
Kerîm'in başka yerlerinde de belirtildiği üzere müşrikler, Hz. Peygamber'in
ilâhî kelâmı kendilerine okuyup duyurmasını yeterli bulmamış, gökten
kendilerine okuyacakları bir kitap[23] veya "açılmış sahîfeler" [24] İndirilmesini
istemişlerdi. Aslında onlar bu istekleriyle güya Hz. Peygamber'i zor durumda
bırakmayı amaçladıklarından, âyette, onların bu tür istekleri yerine getirilse
ve kendilerini kâğıt üzerine yazılmış bir kitap indirilse bile, yine de
inanmayacakları, bunun apaçık bir büyü olduğunu iddia edecekleri açıklanarak
gerçek niyetleri yüzlerine vurulmaktadır. Zira Hz. Hatice, Ebû Bekir, Ömer ve
diğer samimi insanlar Resûlullah'ın dürüstlüğünü, Kur'an âyetlerinin ihtiva
ettiği açık seçik gerçekleri dikkate alarak iman etmişler; buna karşılık
nefislerinin gururuna kapılan, Kur'an'ın getirdiği ilkelerin, kendilerinin
veya kabilelerinin çıkarlarını zedeleyeceğini düşünen ve Câhiliye taassubunda
direnen İnatçı kimseler ise çeşitli bahaneler ileri sürerek, sonunda hiçbir
mantıkî gerekçe bulamadıkları İçin Kur'an'm "bir büyü"[25]Hz.
Peygamber'in de "bir kâhin veya mecnun"[26] olduğu
yönünde hakikatten uzak ithamlarda bulunmuşlardır. [27]
8. Müşrikler
görünüşte ilâhî vahyin geliş tarzını inandırıcı bulmadıkları için, hakikatte
ise sırf inat ve taassuplarından dolayı başka bir istekte bulunmuşlar, Hz.
Muhammed'i kastederek, "Ona bir melek İnseydi ya!" demişlerdir.
Aslında Hz. Peygamber'e melek inmekle birlikte, müşrikler onun hakiki suretinde
gelip Hz. Peygamber'le dolaşmasını ve bunu gözleriyle görmeyi istiyorlardı.
Âyetin devamında yüce Allah "Eğer biz (istedikleri şekilde) bir melek
indirseydîk elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine mühlet
verilmezdi" buyurarak onların bu talebini de reddetmiştir. Tefsirlerde
âyetin bu kısmıyla ilgili olarak çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Şöyle ki:
a) Zemahşerî
"iş bitirilirdi" ifadesini "Onlar helak edilirlerdi"
şeklinde yorumlamakta ve bunu da şu gerekçeye bağlamaktadır: Meleği
görmelerinden sonra -âyette de belirtildiği gibi- artık onlara mühlet
verilmezdi; ya meleğin kendi suretinde Resûlullah'a geldiğini ayan beyan gördükleri
halde yine de iman etmeyecekleri için veya melek gelip de artık her şey apaçık
kesinlik kazanınca yükümlülüğün esası olan ihtiyar (seçme özgürlüğü) ortadan
kalkacağı için helak edilmeleri gerekli olurdu; ya da meleği kendi suretinde
gördükleri anda, gördüklerinin verdiği dehşetten dolayı ruhları bedenlerinden
ayrılır, yani oluverirlerdi. Çünkü "şiddetin aniden zuhuru, şiddetin
kendisinden daha dehşet vericidir" (II, 4-5).
b)
Şevkânî'ye göre müşrikler "Ona bir melek indİrilseydi ya!" derken meleğin
aslî suretiyle gelerek kendileriyle konuşur, Hz. Muhammed'in hak peygamber
olduğunu kendilerine bildirirse ona inanıp tâbi olacaklarını açıklıyorlardı.
Oysa Allah biliyordu ki, onlara böyle bir melek gelmiş olsa yine de iman
etmeyecekler ve bunun sonucunda derhal helak edilmeye müstahak olacaklardı (II,
117).
c) Elmalılı
M. Hamdi'ye göre eğer melek kendi suretinde gelip de hakikat itiraza mahal
kalmayacak şekilde apaçık ortaya çıksaydı, artık Hz. Peygamber'in haber
verdiği azap hemen uygulanırdı. Özellikle vahiy meleği Cebrail'i, sıradan insanlar
şöyle dursun, peygamberlerden bile pek azı asıl varlığıyla görebilmiştir. [28]
Ayrıca Hz. Muhammed'in dahi vahiy esnasında büyük bir dehşet ve sıkıntı hali
yaşadığına ilişkin hadisler vardır. [29]
Hz. Peygamber'in
özellikle ilk vahyi aldığı sırada yaşadığı olağan üstü sarsıntıya Kur'ân-ı
Kerîm de işaret etmektedir. [30]
d) İbn Âşûr
ise "İş bitirilmiş olurdu" ifadesini "Tehdit edildikleri azap
gerçekleştirilirdi" anlamında açıklamıştır. Zira Allah'ın gazabına uğrayan
bir topluma melekler ancak azap getirmek için inerler. Nitekim Lût kavminin
durumu bunu göstermektedir. Muhtemelen Allah Teâlâ melekleri hak uğruna
müsamahasız bir sertlik ve öfke tabiatında yaratmıştır (IV, 145). Aynı müfessir
ayrıca Cenâb-ı Hakk'ın müşriklerin, aslında mahvolmalarına yol açacak olan bu
taleplerini karşılıksız bırakmasını, O'nun İnkarcılara karşı bir rahmeti
şeklinde yorumlamamak gerektiğini savunuyorsa da bu görüşün isabetli olduğu
kanaatinde değiliz. Zira âyette de dolaylı olarak belirtildiği gibi Allah
onlara mühlet vermiş ve bu sayede daha sonra bazıları İslâm'ı kabul etme
şerefine ermişlerdir ki, bunlar arasında bu sûrenin 7, âyetinin İnmesine sebep
olduğu rivayet edilen Abdullah b. Ebû Ümeyye de vardır. Hatta bu zat daha sonra
Tâif te şehid düşmüştür. [31]
9. Eğer
Allah onlara gönderdiği elçiyi bir melek yapsaydı ya da beşer yerine bir meleği
elçi gönderseydi yine onu melek suretinde değil İnsan görünümünde, hem de
-müşriklerin, meleklerin dişi olduğu şeklindeki bâtıl inançlarının aksine-onu
"adam suretinde" göndereceği, bunun sonucu olarak yine onları, bu
gelenin gerçekten melek mi yoksa insan mı olduğu hususunda şaşkınlığa
düşüreceği bildirilmektedir. Nitekim başka bir âyette ifade edildiği üzere,
onlar Kur'ân-ı Kerîm için "Bu, bildiğiniz insan sözünden başka bir şey
değildir"[32] demişlerdi. Halbuki
tamamen ruhanî varlıklar olan meleklerin İnsanlara görünmesi ve onlara hitap
edebilmesi, ancak cismanî bir görünüme bürünmeleriyle mümkündür. Bu durumda
vahyin doğruluğunu, ihtiva ettiği yüksek hakikatlere göre değerlendirmek
yerine, onu kendilerine tebliğ edenin melek olmasında arayanlar, bu cismanî
görünümlü varlığın insan olduğunu ileri sürerek yine inkâra sapacaklar, şimdi
olduğu gibi yine şüphe edeceklerdi. [33]
10-11.
Müşrikler, gerçeği daha yakından kavramak gibi iyi niyete dayalı sebeplerle
değil, sırf Hz. Peygamber'e karşı çıkmak, onunla alay etmek, acze düşürüp
İtibarım yıkmak maksadıyla bu tür teklifler ileri sürdükleri için 10. âyette
Re-sûlullah'a, kendisinden önceki peygamberlerin de böyle alayla
karşılandıkları hatırlatılmakta, fakat onların, başlarına gelen felaketler
sonunda alay ettikleri haberlerin ne kadar kesin gerçekler olduğunu acı
şekilde anladıkları bildirilmekte; 11. âyette Mekke müşriklerine, dolayısıyla
peygamberlik ve vahiy gerçeğinden kuşkuya düşüp İnkâr eden, alaya alan
herkese, dünyayı gezip dolaşmaları, eskilerin izlerini, kalıntılarını
inceleyerek İlâhî hakikatleri yalanlayanların akıbetlerinin ne olduğunu
görmeleri tavsiye edilmektedir. [34]
12. "Göklerde ve
yerde olanlar kimindir" diye sor. De ki: "Allah'ındır. O, kendi
üzerine rahmeti yazmıştır. Sizi, varlığında şüphe olmayan kıyamet gününde
elbette toplayacaktır." Kendilerine zarar verenler var ya işte onlar
inanmazlar. 13. Gece ve gündüzde barınan her şey O'nundur. O, her şeyi işitendir,
bilendir. [35]
12. Bu
sûrenin ilk âyetinde gökleri ve yeri Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı, 3. âyetinde
göklerde ve yerde tek Tanrı'nın O olduğu belirtilmişti. Burada İse göklerde ve
yerde bulunanların yalnızca O'nun mülkü olduğu, dolayısıyla rubûbiyyette olduğu
gibi ubûdiyyette de O'nur ortağı bulunmadığı, yalnız O'nun rab olarak bilinmesi
ve yalnız O'na ibadet edilmesi gerektiği soru-cevap şeklinde bir üslûpla
vurgulanmaktadır. Sorunun tek ve kesin bir cevabı olduğu için hemen arkasından
kısa ve net bir şekilde "Allah'ındır" şeklinde cevap verilmesi
istenmiştir. Bütün varlıkların yaratıcısı, mâlik ve sahibi Allah olduğuna ve
esasen müşrikler de buna inandıklarına göre, bu varlıklar içinde yükümlü tutulanları
yani insanları hesaba çekme yetkisi de O'na ait bulunduğu için âyette, kesin
olarak vuku bulacak olan kıyamet gününde Allah'ın muhakkak surette insanları
hesaba çekmek üzere bir araya toplayacağı bildirilmiştir. Burada ayrıca, bir
bakıma varlıkların mebdei (başlangıcı) ve meâdıyla (akıbeti) ilgili iki
bölümün arasına "O kendi üzerine (kullan için) rahmeti yazmıştır"
şeklinde bîr kayıt konulması özellikle ilgi çekicidir. Bu suretle sanki
insanlara şöyle bir uyanda bulunulmuştur: Diğer bütün varlıklar gibi sizi de
Allah yarattı; kıyamet vuku bulup da O'nun huzurunda hesap vermek için
toplanmadan önce, hayatta iken Allah'ın kesin olan rahmetinden yararlanmaya bakınız;
inanıp hayırlı işler yapınız; bu geniş rahmete nail olmak için günahlannız-dan
tövbe ediniz. Açık seçik delillere rağmen, müşriklerin yaptığı gibi, Hz.
Pey-gamber'in tebliğlerini yalanlamak için türlü bahaneler İleri sürmek yerine,
Allah'ın rahmetinin üzerinizdeki eserlerinden olan aklınızı kullanarak Hz.
Peygam-ber'in doğruluğunu tasdik ediniz. Bunun aksine, geçici menfaatlerine,
mânâsız inatlarına ve benlik iddialarına kapılarak gerçeği kabule
yanaşmayanlar, böylece kendilerini ziyana sokanlar artık iman etmekten de
mahrum kalırlar ve sonuçta Allah'ın çok geniş olan rahmetinden yararlanma
fırsatını kaçırmış, kendi kendilerine yazık etmiş olurlar. [36]
13. Bu
âyette de Allah'ın hükümranlığı teyit edilerek göklerde ve yerde bulunanlar
gibi gece ile gündüzde sakın olan, barınan her şeyin yani bütün zamanlı
varlıklann da Allah'ın mülkünden olduğu; Allah'ın, ister gecenin karanlığında,
ister gündüzün aydınlığında olsun, her varlığı, her olup biteni kesin olarak
duyup bildiği İfade edilmiştir. [37]
14. De ki:
"Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilme-yen Allah'tan
başkasını mı dost edineceğim!" De ki: "Bana müslüman olanların ilki
olmam emredildi ve sakın müşriklerden olma (denildi)". 15. De ki:
"Ben rabbime isyan edersem gerçekten büyük günün azabına uğrayacağımdan
korkarım." 16.0 gün kim azaptan kurtarıbrsa gerçekten Allah onu esirgemiştir.
İşte apaçık kurtuluş budur. 17. Eğer Allah seni bir zarara uğratırsa onu
kendisinden başka giderecek yoktur; ve eğer sana bir hayır verirse bilesin ki
O her şeye kadirdir. 18.0, kullarının üstünde tam bir tasarrufa sahiptir, O
hakimdir, her şeyden haberdardır. [38]
14.
"Dost" diye çevirdiğimiz velî ve "yoktan var eden" diye
çevirdiğimiz fâ-tır, esmâ-i hüsnâdan olup ilki Allah'ın yönetici, yardımcı ve
dost olduğunu; ikincisi de yapıp yaratan, yokluktan varlık sahnesine çıkaran
olduğunu ifade eder. Bu âyette yüce Allah bsaca "yedirip
yedirilmeyen" şeklinde tavsif edilerek bütün varlıkların azıklarını,
ihtiyaçlarını karşılarken kendisinin yedirilmekten, ihtiyaçtan münezzeh olduğu
ifade buyurulmuştur. Çünkü bütün uydurma tanrılar aslında birer hiç olup kendi
bağlılannca beslendikleri, desteklendikleri, büyültüldükleri, ululandıkları
halde beslenmeye muhtaç olmayan, her şeye kendisi değer kazandırıp hiçbir
kimsenin ve hiçbir şeyin kendisine değer katmasına, destek vermesine muhtaç
olmayan, dolayısıyla gerçek anlamıyla ulûhiyyete lâyık olan tek varlık O'dur. [39]
15.
"Büyük gün"den maksat âhiret günüdür. Âyete göre Hz. Peygamber bile
tebliğ ettiği dinin hükümlerinden istisna edilmiş değildir. Aksine günah
İşleyen -farzımuhal- bizzat peygamber bile olsa, o da âhirette günahının
cezasını çekecektir. [40]
16. Âhirette
azaptan kurtulan kimse rahmet-i ilâhiyyeye olacaktır. Kuşkusuz insan için
bundan daha büyük bir kurtuluş yoktur; çünkü ebedî hayattaki mutluluğu bu
şekildeki bir kurtuluşa bağlıdır. [41]
17-18. Hayır
ve şerrin Allah'tan olduğu şeklindeki Ehl-İ sünnet itikadını destekleyen bu
âyetlere göre hastalık, yoksulluk gibi insanlara elem veren ve istenmeyen
durumlar da, sağlık ve zenginlik gibi arzu edilen durumlar da Allah'ın kudret
elinde olup Allah bir kimseye bunlardan birini veya ötekini takdir ederse bunu
önleyecek, takdire kargı koyabilecek hiçbir güç yoktur. Allah'tan gelebilecek
zararı da faydayı da ancak dilerse yine kendisi önler. İnsanlar ne dilerse
dilesin, sonunda yine O'nun dilediği olur. O'nun her şeye gücü yeter ve O
kullan üzerinde tam bir hâkimiyete, karşı konulamaz bir kudrete sahiptir.
Ayrıca O, tam bir hikmet sahibi ve her şeyden haberdar olduğu için kimlerin
fayda veya zarara müstahak olduğunu bilir; herkesin her halinden haberi olur
ve hakîm olmasının bir sonucu olarak herkese, haline münasip ne ise onu verir,
dolayısıyla hiç kimseye haksızlık etmez. [42]
19. De ki: "Hangi
şahidin şahitliği daha güvenilirdir?" De ki: "Benimle sizin aranızda
Allah şahittir. Bu Kur'an bana, hem sizi hem de ulaştığı herkesi onunla
uyarmam için vahyedildi. Yoksa siz Allah ile beraber başka tanrılar olduğuna
şahitlik mi ediyorsunuz?" De ki: "Ben buna şahittik etmem."
"O, ancak bir tek Allah'tır; ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden
kesinlikle uzağım" de. [43]
19. İlk
cümlenin harfî tercümesi "Şahitlik bakımından hangi şey daha büyüktür?"
şeklindedir. Ancak biz, Zemahşerî'nin getirdiği yorumu (II, 7) esas alarak
anlamayı kolaylaştırmak için söz konusu cümleyi "Hangi şahidin şahitliği
daha güvenilirdir?" şeklinde çevirmeyi uygun bulduk. Bundan önceki
âyetlerde ağırlıklı olarak Allah Teâlâ'nın zât ve sıfatlarıyla ilgili deliller
üzerinde durulmuştu. Bu âyette ise Hz. Muhammed'in risâletinin ispatına
geçilerek bu hususta en büyük şahidin kim olduğu sorusuna -cevabın
açıklığından dolayı- hemen "Benimle sizin aranızda Allah şahittir"
cevabı verilmiştir. Vahidî'nin, bu âyetin inmesine sebep olduğunu kaydettiği
bir rivayete göre[44] Mekke ileri gelenleri Resûlullab'a hitaben
"Ey Muhammed, söylediklerinle ilgili olarak hiç kimsenin seni tasdik
ettiğini görmedik. Hatta yahudilere ve hıristiyan-lara sorduk; onlar, senin
ismin veya niteliklerinle ilgili olarak kendi kitaplarında ve dinlerinde
herhangi bir bilgi olmadığını söylüyorlar. Bize, senin Allah'ın elçisi olduğuna
şahitlik edecek birini göster" demişler; bunun üzerine yukarıdaki âyet
nazil olmuştur.
"Bu Kur'an bana,
hem sizi hem de ulaştığı herkesi onunla uyarmam için vah-yedildİ"
mealindeki ifade, Hz. Peygamberin ve Kur'ân-ı Kerîm'in bütün insanlığa
gönderildiğini, dolayısıyla İslâm'ın evrensel bir din olduğunu göstermektedir.
Bu âyet, insanları hem Allah'ın birliğine hem de Hz. Muhammed'in peygamberliğine
şahadet etmeye çağırdığından, kelime-i şehâdeti anlam olarak ihtiva etmektedir. [45]
20. Kendilerine kitap
verdiklerimiz, onu kendi oğullarını tanıdıktan gibi tanırlar. Kendilerine
zarar verenlere gelince, işte onlar inanmazlar. 21. Yalan sözlerle Allah'a
iftira edenden veya O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir? Şüphe yok
ki zalimler kurtuluşa ermezler. [46]
20.
Zemahşerî ve diğer birçok müfessir, âyette Ehl-i kitabın tanıdıkları ifade
edilenin Hz Muhammed olduğunu belirtmişler, bazıları da bunun Kur'ân-ı Kerîm
olduğunu söylemişlerdir. [47] İlk anlayışa göre Ehl-i kitap, özellikle
hıristiyanlar kendi kutsal kitaplarında Hz. Muhammed'in peygamberliğine ilişkin
bazı işaretler bulunduğunu biliyorlardı. [48]İkinci
anlayışın daha isabetli olduğunu düşünen İbn Âşûr'a göre Ehl-i kitap âlimleri
Kur'an'm Allah katından geldiğini biliyorlardı. Çünkü Kur'an, onların
kitaplarında da haber verilmiş olan bilgiler ihtiva etmekteydi. Ayrıca onların
kitaplarında, son peygamberle ilgili bilgiler bulunduğundan, Kur'an'ı
bildireni de bu bakımdan tanıyorlardı. [49]
21. Allah'ın
Kur'an'da tevhid inancını açık açık bildirmesine rağmen, O'nun putlan kendisine
ortak edindiğini savunan, aynı şekilde, kendi kitaplarında Allah'ın Kur'an ve
Hz. Muhammed hakkında bilgi vermediğini iddîa eden Ehl-i ki-tap'tan daha zalim
ve haksız kim vardır! Âyetten şöyle bir anlam da çıkarılabileceği
söylenmiştir: Eğer -farzımuhal- Hz. Muhammed, müşriklerin iddia ettiği gibi,
kendisi bazı sözler uydurarak bunları Allah'a isnat etseydi zalimlerin, haksızların
en fenası olmaz mıydı? Oysa o, Allah'a olan saygısı ve dürüstlüğü ile tanınan
bir kişi olduğuna göre bildirdikleri de kesinlikle Allah kelâmıdır. [50]
22. Unutma o günü ki
onları hep birden toplayacağız; sonra da Allah'a ortak koşanlara "Nerede
boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?" diyeceğiz. 23. Sonra onların
mazeretleri "Rabbimiz Allah'a andolsun ki biz ortak koşanlar olmadık"
demekten başka bir şey olmadı. 24, Gör ki kendi aleyhlerinde nasıl yalan
söylediler ve (tanrı diye) uydurdukları şeyler kendilerinden nasıl kaybolup
gitti! [51]
22-24.
İnsanlar ölüp ruhlar bedenlerden ayrıldıktan veya insanlar yeniden diriltildikten
sonra Allah Teâlâ kendisine putları ortak koşmak ve bu suretle İslâm'ın tevhid
akidesine karşı mücadele bayrağını açmak gibi büyük bir suçun vebalini
yüklenmiş olan müşriklere, dünyadaki alelade varlıklara yahut kişilere tanrı
gibi taparcasına bağlanarak hakikî mâbudlarmı inkâr edenlere "Hani o bana
ortak koştuğunuz putlarınız; sözde tanrılarınız nerede?" anlamında olmak
üzere "Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?" diye
soracaktır. Sonra onlar bu fitnelerinin, bu inkârlarının neticesi olarak,
Allah'ın her hallerine vâkıf olduğunu bile bile, "Rabbimiz Allah'a
andolsun ki biz ortak koşanlar olmadık" diyerek şaşkınlık ve çaresizlik
yüzünden yalan söyleyecekler; böylece kendi kendilerine karşı, yani
söylediklerinin asılsız olduğunu bizzat kendileri de bile bile yalan söyleme
gereğini duyacaklardır. Üstelik dünyadayken, uydurma bir inançla, akıllı ve
güçlü olduğunu, kendilerine şefaat edeceğini sandıklan putları -sözde
tanrıları- kendilerinden uzaklaşmıştır. [52]
25. Onlardan seni
(okuduğun Kur'an'ı) dinleyenler de vardır. Fakat onu anlamalarına engel olmak
için kalplerinin üstüne örtüler, kulaklarına da ağırlık verdik. Onlar her türlü
mucizeyi görseler bile yine de ona inanmazlar. Hatta o kâfirler sana
geldiklerinde "Bu Kur'an eskilerin masallarından başka bir şey
değildir" diyerek seninle tartışırlar. 26. Onlar hem insanları Hz.
Peygamber'den uzaklaştırmaya çalışırlar hem de kendileri ondan uzak dururlar.
Oysa onlar farkında obuadan ancak kendilerini mahvederler. [53]
25-26. Bu
âyetler İslâm'a karşı ilk düşmanlık ve engelleme hareketini başlatan
müşriklerin tutumlarını ve bu tutumlarının doğuracağı sonuçlan anlatmaktadır.
Buna göre müşriklerin bazıları Kur'an'ı dinliyorlardı; ancak Kur'an'm neler bildirdiğini,
bunların doğru olup olmadığını merak ettikleri, samimiyetle öğrenmek, anlamak
ve eğer doğru bulurlarsa onu tasdik etmek niyetiyle değil; itiraz etmek, karşı
çıkmak alay ve hakaret etmek için bahaneler bulmak amacıyla dinliyorlardı.
Gurur, kibir, bencillik, ihtiras gibi kötü huylarla, sihir, hurafe, şirk gibi
bâtıl inançlarla ruhları kirlenmiş; fıtrî tabiatlarının istikran bozulmuştu.
Bu şekilde ruhları kararmış insanların, zihin disiplinlerini, doğruyu
yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma yeteneklerini de kaybetmeleri ilâhî bir
kanundur. Bu sebepledir ki 25. âyette onlardan bir kısmının Resûlullah'ı
dinlediği, fakat kalpleri üzerinde Kur'an anlamalarını engelleyen örtüler,
kulaklarında da sağırlık meydana getirildiği İçin ondan istifade edemedikleri
ifade buyurulmuştur. Ehl-i sünnet âlimleri bu vb. âyetlerden hareketle prensip
olarak Allah'ın, dilediği kimselerin iman etmelerini engelleyeceğini
savunmuşlar; Mu'tezile ulemâsı İse bu görüşe karşı çıkarak söz konusu âyetleri
kendi adalet ve hürriyet anlayışları İstikametinde te'vil etmişlerdir. Bu
teorik tartışmalar bir yana, yaratılış itibariyle insan fıtratı, gerçeği kabule
elverişli olmakla birlikte, bazı iç ve dış etkenler insanın psikolojisini,
akıl ve düşünme melekelerini etkilemektedir. Müşrikler de gerek atalarından ve
çevrelerinden aldıkları telkinler, gerekse çeşitli olumsuz duygu ve
davranışlarının tesiriyle inanmaya yatkın olmaktan çıktıkları için kalpleri perdelenmiş,
kulakları ağırlaşmış, yani gerçek karşısından duyarsız kalmışlardır. Şu halde
onların inkârları, ilâhî kanun uyarınca kalplerinin perdelenmesi kendi tutum ve
davranışlarının, bencil duygularının, ön yargılarının, taassup ve inatlarının
bir sonucudur; bundan dolayı da yanlış inançlarından ve kötü fillerinden
sorumludurlar.
25. âyette geçen
esatir kelimesinin tekili olan ustûre, büyük ihtimalle "hikâye, kıssa,
tarih" anlamına gelen Grekçe historia kelimesinden Arapçal aştırılmış olup
Arapça'da daha çok eğlence ve şenliklerde hoşça vakit geçirmek için anlatılan,
eski dönemlere ait abartılı veya asılsız hikâyeler, masallar için kullanılır.
Müşrikler Kur'ân-ı Kerîm'in inanılırliğına gölge düşürmek için sık sık onun
eskilerin masalları olduğunu ileri sürerlerdi. Vâhidî'nin İbn Abbas'tan
naklettiği bir rivayete göre [54] Ebû
Süfyân, Ebû Cehil, Utbe b. Rebî' ve kardeşi Şeybe, Velîd b. Mugîre, Nadr b.
Haris gibi müşriklerin önde gelenlerinden bazıları birlikte Hz. Peygamber'in
yanma giderek bir müddet Kur'an'ı dinledikten sonra, Kureyştiler'e Acem
kıssaları anlatmakla tanınan Nadr b. Haris'e Resûlullah hakkındaki fikrini
sormuşlar; o da "Söylediklerinden bir şey anlamıyorum; sadece dudaklarını
hareket ettirdiğini görüyorum. Söylediği sözler, tıpkı benim size geçmiş
devirlerle ilgili olarak anlattıklarım gibi eskilerin masallarından başka bir
şey değildir" demiştir. Müşrikler bu tür sözleriyle hem başkalarını
Kur'an'dan uzaklaştırırlar hem de bizzat kendileri ondan uzak dururlar ve bu
suretle ebedî geleceklerini mahvederlerdi; üstelik bunun farkında da
değillerdi. Allah Teâlâ, inkarcıların Hz. Peygamber ve Kur'an karşısındaki bu
tavırlarından dolayı âhİrette duyacakları pişmanlıklarını aşağıda
bildirmektedir. [55]
27. Onların ateşin
karşısında durdurulup "Ah, keşke dünyaya geri gön-dcrilsek de bir daha
rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak" dediklerini bir
görsen! 28. Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) kendilerine
göründü. Eğer geri gönderilseler yine kendilerine yasak edilen şeylere
döneceklerdir. Zira onlar gerçekten yalancıdırlar. [56]
27.
İnkarcılar âhirette cehenneme götürülüp ateşle karşı karşıya geldiklerinde,
daha önce inanmaya yanaşmadıkları âkıbetleriyle yüz yüze gelince büyük bir
ıstırap içinde hissettikleri pişmanlığı "Ne olur, dünyaya geri gönderildim
de rab-bimizin âyetlerini bir daha yalanlamayalım; biz de inananlardan
olalım!" şeklindeki temennileriyle ifade edeceklerdir. [57]
28, Bu
temenniye bir cevap olmak üzere âyette, onlar için artık kurtuluş fırsatı ve
ümidi kalmadığı, çünkü bu fırsata dünyada sahip oldukları halde bunun kıymetini
bilemedikleri bildiriliyor. "Daha önce gizlemekte oldukları şeyler kendilerine
göründü" mealindeki cümlede geçen "gizledikleri" ifadesiyle ne
kastedildiği hakkında farklı yorumlar yapılmıştır. Bazı müfessirler bunu
"amel defterlerindeki kötülükleri, çirkin halleri, inkârları veya
gizledikleri münafıklıkları" şeklinde açıklarken, bazıları "Ehl-i
kitabın Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğuna dair gizli tuttukları
bilgiler" olarak yorumlamıştır. [58] Bizce de isabetli olan İbn Âşûr'un görüşüne
göre müşrikler inanmayı icap ettiren delilleri veya müminlerin başarılarını
gördükçe gizliden gizliye İslâm inancının gerçek olabileceğini düşünüyor,
fakat hâkimiyet ve güçlerini devam ettirmekteki ısrar ve inatlarından dolayı
Hz. Peygamber'in üstünlüğünü ve müminlerin hayırlarda, faziletlerde
kendilerinden daha ileride olduklarını itiraftan kaçınıyorlardı. Çünkü
müslümanlar arasında onların köleleri ve toplumun en zayıf kesimleri
bulunmaktaydı. Nitekim onlar Hz. Peygamber'e bu zayıf insanları yanından
uzaklaştırması şartıyla kendisiyle görüşebileceklerini söylemişler ve bu
sûrenin 52. âyetinde Hz. Peygamber'e bu teklifi reddetmesi emredilmişti.
İnkarcıların dünyada iken gizledikleri bu düşünceleri veya inkâr ve kötülükleri
o zaman açık seçik önlerine serilecektir. Fakat eğer onların temennileri kabul
edilip de tekrar dünyaya gönderilseler, yine nehyedİldikleri fenalıklara
döneceklerdi. Çünkü onlar yalancıdırlar; yalancılık onlarda karakter halini
almıştır. [59]
29. Onlar "Hayat
ancak bu dünyada yaşadığımızdan ibarettir; biz bir daha diriltilecek
değiliz" demişlerdi. 30. Rablerinin huzuruna getirilirken sen onları bir
görsen! Allah "Bu (yeniden dirilme haberi) hak değil miymiş?" diyecek.
Onlar da "Rabbimize andolsun ki evet, öyleymiş" diyecekler. Allah da
"inkâr ettiğinizden dolayı tadın azabı!" diyecek. 31. Allah'ın
huzuruna çıkmayı yalanlayanlar gerçekten ziyana uğramışlardır. Nihayet onlara
kıyamet vakti ansızın gelip çatınca, onlar günahlarını sırtlarına yüklenmiş bir
halde diyecekler ki: "Dünyada iyi amelleri terketmemizden dolayı vah
halimize!" Dikkat edin, yüklendikleri şeyler ne kötüdür! 32. Dünya hayatı
bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Muttaki olanlar için şüphesiz ki
âhiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz? [60]
29.
Müşriklerin, genel olarak da inkarcıların ve materyalistlerin özelliklerinden
birine işaret edilmektedir. Onlar "Dünyada yaşadığımızdan başka bir hayat
-yani öldükten sonra geri dirilme ve âhiret hayatı- yoktur; biz bir daha
diriltilecek değiliz" dediler. Bu âyet Câhiliye dönemi Araplan'nın
genellikle âhirete inanmadıklarını göstermektedir. Bu, onların şirkten sonraki
en büyük günahlarıdır. Zira Kur'ân-ı Kerîm'de sık sık "Allah ve âhiret
gününe iman"[61]birlikte
zikredilmek suretiyle bu inancın önemi ve âhireti inkâr etmenin başlıca küfür
alâmetlerinden biri olduğu gösterilmiştir. [62]
30-31.
İnkarcıların öldükten sonraki durumlarıyla ilgili gelişmeler geçmiş zaman
fiilleriyle anlatılmaktadır. Müfessirler, bu ifadelerde, ba's ve âhiret
olaylarının sanki vuku bulmuş kadar kesin olduğunu vurgulamak için geçmiş
zaman fiillerinin kullanıldığını belirtirler. Bununla birlikte âyetlerin,
yalnız kıyamete hasredilmesi yerine, her inkarcının ölümünden yani ruhunun
bedeninden ayrılmasından sonraki durumunu anlattığını düşünmek de mümkündür.
Buna göre, ölen her insan gibi müşriklerin ruhları da bedenlerinden ayrıldıktan
sonra ölümün ardından ikinci bir hayat daha olduğunu apaçık görmüş,
dünyadayken bu hayata inanmamakla yanıldıklarını anlamış ve hu yanılgılarını
yüce Allah'ın huzurunda itiraf etmişlerdir. Şimdiye kadar ölmüş olanlar bu
hali yaşamış olduğu gibi şimdiden sonra ölecek olanlar da yaşayacaklardır.
İnsanlardan Allah'ın huzuruna çıkarılacaklarına inanmayanlar, bunu
yalanlayanlar hüsrana uğramışlardır. Sonunda o belli saat yani ölüm ansızın
gelip de dünyadan ayrıldıklarında yahut yeniden diriltilip Allah'ın huzuruna
çıkarıldıklarında, sırtlarına günahlarını yüklenmiş bir halde "Dünyadaki
kusurlarımız, terkettiklerimiz yüzünden vah başımıza gelenlere!"
diyeceklerdir. [63]
32.
İnkarcılar dünya hayatından başka bir hayat tanımadıklarını belirtirler. Kur'an
İse onlara şu gerçeği hatırlatarak cevap yermektedir: Âhiret kaygısı taşımadan
sırf dünya ile meşgul olanlar için "Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden
başka bir şey değildir." Hayata anlam ve değer katan şeyler, Allah'ın
hoşnutluğunu ve O'na yakınlaşmayı umarak yapılan hayırlı işlerdir. Böyle bir düşünce
ve niyet taşımadan yaşanılan hayat boş, manasız ve faydasız geçirilen,
tüketilen bir süreden ibarettir. Buna mukabil muttaki olanlar yani dünyada
yaptıkları her işin hesabını Allah'ın huzurunda vereceklerini düşünerek
yaşayan; Onun buyruklarına âsi olmaktan, yasaklarını çiğnemekten sakınanlar,
kanunlarına tam bir saygı şuuruyla bağlananlar, bu tutumlarıyla dünyada
kendilerine tanınan fırsatı hakkıyla değerlendirdikleri için bunlar hakkında
âhiret yurdu dünyadan daha hayırlı, daha güzel olacaktır. [64]
33. Onların
söylediklerinin gerçekten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni
yalanlamıyorlar; fakat o zalimler açıkça Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar.
34. Andolsun ki senden önceki peygamberler de yalanlan-mıştı. Fakat onlar,
yalancılıkla itham edilmelerine ve eziyete uğramalarına rağmen sabrettiler;
sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah'ın kelimelerini (kanunlarını)
değiştirebilecek hiç kimse yoktur. Muhakkak ki peygamberlerin haberlerinden
bazısı sana da geldi. 35. Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldi ise,
yapabilirsen, yerin içine inebileceğin bir tünel ya da göğe çıkabileceğin bir
merdiven ara ki, onlara bir mucize getiresin! Allah dikseydi elbette onları
hidayet üzerinde toplayıp birleştirirdi. O halde sakın cahillerden obua! 36.
Ancak (samimiyetle) dinleyenler daveti kabul eder. Ölülere gelince, Allah
onları diriltecek, sonra da O'na döndürülecekler. [65]
33. Hz.
Muhammed, müşriklerin kendisi hakkında sarfettikleri sihirbaz, mecnun, şair,
yalancı gibi sözlerden, Kur'an'ın asılsız, İslâmiyet'in gerçek dışı olduğunu
söylemelerinden dolayı son derece müteessir oluyordu. Nitekim başka bir âyette [66] İman
etmiyorlar diye neredeyse kendini helak edeceksin!" buyurularak onun
hissettiği bu derin üzüntüye işaret edilmiştir. Bu sebeple Allah Teâlâ burada
peygamberini teselli etmekte, ayrıca o "zalimler"in, yani Hz. Peygamber'in
bildirdiği hakikatleri haksız yere reddedenlerin gerçekte Hz. Peygam-ber'i
yalanlamadıklarını, Allah'ın âyetlerini inkâr ettiklerini bildirmektedir. Âyetin
bu kısmıyla ilgili olarak müfessirler farklı açıklamalara yer vermişlerdir:
a) Hz. Muhammed'in bildirdikleri aslında
Allah'ın âyetleridir; dolayısıyla onu yalanlayanlar Allah'ın âyetlerini
yalanlamış ve inkâr etmiş olurlar. Çünkü Hz, Peygamber'in yaptığı Allah'tan
kendisine gelenleri insanlara duyurmaktan İbarettir. O, bir elçi ve
temsilcidir. Elçiyi yalanlayan, temsil ettiği kimseyi yalanlamış; tersine onu
tasdik eden de yine mesajın asıl sahibini tasdik etmiş olur. Nitekim bu husus
başka âyetlerde de belirtilmiştir. Meselâ Nisa sûresinde (4/80)
"Resûlullah'a itaat eden Allah'a itaat etmiş olur"; Feth sûresinde de
(48/10) "Sana yeminle bağlılık sözü verenler gerçekte bu sözü Allah'a
vermiş oluyorlar" buyurulmuştur.
b) Bütün
Mekkeliler Hz, Muhammed'i çocukluğundan beri dürüst olarak tanırlar, bu yüzden
de onun için "el-emîn" sıfatım kullanırlardı. [67] Peygamber olduktan sonra, kendisine inananlar
gibi inanmayanların da bu husustaki kanaatleri değişmemişti. Ancak tebliğ
ettiği şeyleri inkâr ettiler; yani Hz. Peygamber'in kendisi, duyurduğu
şeylerin doğruluğuna inansa da bunun bir yanılgı olduğunu, bildirdiklerinin
doğru olamayacağını iddia ettiler. Nitekim Sünen-i Tir-mizî'de yer alan[68] ve hemen bütün müfessİrlerin kaydettiği bir
rivayete göre Ebû Cehil, Hz. Peygamber'e "Bİz seni değil, bildirdiklerini
yalanlıyoruz" demiştir. Buna benzer iddialar sonraları bazı Batılı
yazarlarca da ileri sürülmüştür. [69]
c) Başka bir
yoruma göre müşriklerin Resûlullah'ın tebliğlerine inanmamaları, onun yalan
söylediğini, gerçekten bildirdiklerinin asılsız olduğunu düşünmelerinden
kaynaklanmıyordu. Onlar İslâm'ın hükümlerini çıkarlarına aykm buldukları,
itibarlarını zedelemesinden kaygı duydukları için olumsuz tavır takınmışlardı.
Nitekim yine Ebû Cehil, Hz. Muhammed'in mensup olduğu Abdi Menâf oğullarının
zaten Mekke'de itibar kazandıran birçok görevi uhdesinde bulundurduğunu,
bunların yanında bir de içlerinden bir peygamber çıkmasının kendi kabileleri
İçin tamamen onur
kinci olacağını, bu yüzden onun dinini tanımayacaklarım belirtmiştir. [70]
Hz. Muhammed'in
mesajını tarafsız olarak, kişisel haz ve menfaatler yerine insanlığın
yararlarını dikkate alarak, iyi niyetle, aklî ve ilmî ölçülere göre değerlendireceklerine,
kendi İdeolojilerinin, zihniyetlerinin, mensubu bulundukları zümrelerin
hegemonyası için tehlikeli bularak reddetme anlayışının bugün de mevcut olduğu
görülmektedir. [71]
34. Hz.
Muhammed'e, daha önceki peygamberlerin de yalancılıkla itham edildikleri, fakat
onların, Allah'ın yardımıyla zafere ulaşıncaya kadar bu yalanlamalara, hatta
uğradıkları eziyetlere sabırla göğüs gerdikleri haber verilmekte, böylece
Resûlullah hem teselli edilmekte hem de dolaylı olarak geçmiş peygamberlerin
bu olumlu tutumlarım Örnek alması istenmektedir. Âyetin "Allah'uı kelimelerini
değiştirebilecek hiç kimse yoktur" mealindeki kısmında geçen
"kelimeler"den maksat, inkarcıların menfi ve haksız tutumlarına
rağmen görevlerini sabır ve metanetle yerine getirmeye çalışan peygamberlere,
sonunda Allah'ın "zafer" vereceği yönündeki vaadidir. Âyette bunun
Allah'ın değişmeyen kanunu olduğuna işaret edilmiştir. [72]
35-36. İlk
âyete göre Hz. Peygamber, bir kısım insanların doğru yolu kabul etmemelerinden
dolayı ne kadar üzülse de onun bu husustaki gücü sınırlıdır. O, Allah'ın İzni
olmadan insanları hidayete kavuşturamayacağı gibi yine Allah murat etmedikçe
mucize de gösteremez. Bütün insanları hidayette toplama kudreti yalnız Allah'a
aittir. Bununla birlikte O, insanları hidayette toplanıp birleşmeye
zor-lamamış; doğru yolu kendi afal ve iradeleriyle bulmalarını tercih etmiştir.
Nitekim 36. âyette "Ancak (samimiyetle) dinleyenler daveti kabul eder.
Ölülere gelince, Allah onları diriltecek, sonra da O'na döndürülecekler"
buyurularak hakikat karşısında kulakları ve kalpleri açık olanların, afal ve
iradeleriyle doğru yolu bulacakları belirtilirken, İslâm'ın sesine kulaklarım
ve gönüllerini kapatanlardan "ölüler" diye söz edilmiş; bunların
işinin âhirete kaldığına işaret edilmiştir. [73]
37. "Ona
rabbinden bir mucize indirilseydi ya" dediler. De ki: Şüphesiz Allah
mucize indirmeye kadirdir. Fakat onların çoğu bilmezler. 38. Yeryüzünde
yürüyen hayvanlar ve gökyüzünde iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi
sizin gibi topluluklardır. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet
(hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirileceklerdir, 39. Âyetlerimizi
yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağırlar ve dilsizlerdir. Allah kimi
dilerse onu şaşırtır; dilediği kimseyi de doğru yola iletir. [74]
37. Aslında
Hz. Muhammed'e birçok âyet indiği ve vahiy başlı başına bir mucize olduğu halde
müşrikler inatlarından dolayı bu indirilenlere inanmayıp ye-nİ âyetler
İndirilmesini veya ResûLullah'tan Safa tepesinin altına çevrilmesi[75]
Mekke arazisinin genişletilmesi ve bu topraklar içinden nehirler akıtılması ya
da 8. âyette işaret edildiği tarzda melekler gönderilmesi gibi kendi istedikleri
şekilde mucizeler gösterilmesini istiyorlardı[76]Yüce
Allah onların bu sözlerine, istedikleri şekilde bir mucize ve âyet indirmeye de
kadir olduğunu, ancak onların çoğunun bunu da doğru dürüst
değerlendirmeyeceklerini belirterek, bazılarının ise âyetleri bilip
anladıkları halde inatlarından dolayı inanmayacaklarına işaret ederek cevap
veriyor. Zira âyet ve mucize indirmekten maksat, insanların bunu doğru olarak
anlayıp hakka teslim olmalarıdır. Ayrıca Allah Resulü kendisine indirilen
âyetleri onlara eksiksiz bildirmiştir ve doğru düşünenlerin inanmaları için bu
âyetler yeterlidir. Şu halde müşrikler, daha önce indirilen âyetlere ve
mucizelere karşı nasıl davrandılarsa bu istedikleri gerçekleştiri-lince de öyle
davranacaklardı, [77]
38.
Görenler, düşünenler için yeryüzünde ve insanları kuşatan tabiatta da birçok
âyet, mucize, Allah'ın kudretini apaçık gösteren deliller vardır. Âyette bu delillerden
birkaçına işaret edilmektedir. Buna göre yeryüzünde yürüyüp dolaşan bütün
canlılar, gökyüzünde kanat çırpıp uçan bütün kuşlar da insanlar gibi birer
"ümmet", düzenli birer topluluktur; İnsanlar gibi onlar da birer
canlı sınıfıdır. Hepsi de Allah'ın kudretinin eseri olup O'nun verdiği nzıkla
beslenmekte, O'nun verdiği canla yaşamakta ve üremekte, ilâhî kudretin birer
nişanesi olarak cinsler, türler oluşturmaktadır. Bütün bunları düzenleyen
kanunlar Allah tarafından konulmuş olup O'nun varlığına, ilmine ve kudretine
delâlet etmektedir.
Âyette "Biz
kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık" buyuruluyor. Buradaki kitap birkaç
şekilde anlaşılmıştır. Bir görüşe göre bu kitap levh-i mahfuzdur. Yüce
Allah,alemde olmuş ve olacak şeyi her varlığı ve her olayı ,ilm-İ ezelîsinin bir
ifadesi olarak, levh-i mahfuzda bütün ayrıntı ve kanunlarıyla tespit ve tayin
etmiştir. Âlemde vuku bulan her şey O'nun ilmi, O'nun kurduğu düzen içinde gerçekleşmekte,
İlmine ve kudretine şahadet etmektedir. Daha zayıf olan diğer bir görüşe göre
bu kitap, Kur'ân-ı Kerîm'dir. Çünkü Kur'an'da insanların muhtaç olduğu pek çok
bilgi, Allah'ın varlığına ve birliğine inanmayı gerekli kılan yeteri kadar
delil mevcuttur. Buna rağmen inanmayanlar, Kur'an'da eksik bilgi verildiğinden
değil, İnatlarından veya İslâm'ın getirdiği hükümleri kendi menfaatlerine aykırı
bulduklarından dolayı inanmamaktadırlar. Fakat sonunda onlar rablerinin huzurunda
haşrolunacaklar ve birbirlerinden gördükleri zarar, ziyan ve acıların karşılığını
bulacaklardır. [78]
39. Yüce
Allah, insanlara muhtaç oldukları her bilgiyi, her uyarıyı bildirdiği halde
yine de inanmamakta direnenler hakkında şöyle buyuruyor: "Âyetlerimizi
yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağırlar ve dilsizlerdir." Tıpkı
karanlıkta kalanın nereye gittiğinin farkında olmaması, bastığı yeri görememesi
gibi bunlar da hak ite bâtılı ayıramaz, hayatın anlamının ve hakikatinin ne
olduğundan habersiz olarak yaşarlar; bundan dolayı ne hakka kulak verirler ne
de hakkı konuşurlar. Bu yüzden Allah onları dalâlete düşürmüş yani dalâleti
böyleleri için yaratmıştır. "Allah kimi dilerse onu şaşırtır." Diğer
bir görüşe göre ise "Gerçek şu ki Allah insanlara zerrece kötülük etmez,
fakat insanlar kendilerine kötülük ediyorlar. [79]
Böyle olunca Allah, yalnızca hakka karşı direnenlerin dalâlete düşmesini
ister. Bu, O'nun kötülüğü istemesinden değil, adaleti istemesinden ileri gelir.
Buna karşılık, "O, dilediği kimseyi de doğru yola iletir"; sirât-ı
müstakim üzere yaşatır. Her kim inattan, peşin hükümlerden ve kötü niyetlerden
arınmış olarak kulağını hakkı dinlemeye açık tutar, dilini hakkı söylemeye
âmâde kılarsa yüce Allah böylelerinin de hidayette olmalarını ister ve onları
doğru yolda yaşatır. Bu da Allah'ın adalet ve lütfunun bir sonucudur. Bu ve
benzeri âyetlerden anlaşılması gereken, Cebriyye mezhebi mensuplarının ileri
sürdükleri gibi, Allah'ın -hâşâ- bir zalim ve gaddarın keyfi tutumuna benzer
şekilde, adaletsiz, hikmetsiz ve nizamsız olarak insanları rastgele iyilik veya
kötülük yapmaya mecbur ettiği değil; O'nun irade ve kudretinin hiçbir kayıt ve
şartla sınırlanamayacağı, O'nun mutlak hükümran olduğudur. Hükümranlık, ancak
kötüler tarafından zalimce kullanılır. Allah ise mutlak iyidir; zulüm ve
haksızlık yapmaktan münezzehtir. Bu sebeple hükümranlığını kendi adaletiyle
uyum halinde kullanır ve sonuçta, tamamen hür ve sınırsız olan iradesiyle
kötüleri dalâlete, iyileri hidayete yöneltir. Mu'tezile mezhebi, Allah'ın bu
şekilde adaletli iş yapmasını hikmet olarak adlandırmış ve hikmete uy-mavı
Allah için "eerekli" sormuştur. İmam Mâtürîdî bu görüsü eleştirirken
özetle şöyle der: Allah'ın fiillerinin hikmete uygun olması O'nun için bir
mecburiyet değildir. Nasıl ki tecrübî âlemde adalet ve hikmete uygun iş yapan
insanlar bunun aksini yapmaya kadirseler, aynı şekilde Allah da hikmetin
zıddına kadirdir. Ancak, insanların hikmetten sapmalarının sebepleri ya
"ihtiyaç" veya "bilgisizlik"tir. Yüce Allah bu nevi
kusurlardan münezzeh olduğu için adalet ve hikmetin dışına çıkması
düşünülemez; dolayısıyla hiçbir insanı, hak etmediği halde dalâlete düşür-mez [80]
40. De ki: "Ne
dersiniz, size Allah'ın azabı gelse yahut o vakit gelip çat* sa size, Allah'tan
başkasına im yalvarırsınız? Doğru sözlü iseniz (söyleyin bakalım)!" 41.
Aksine, yalnız Allah'a yalvarırsınız. O da yalvarmanıza konu olan belâyı
dilerse kaldırır, siz de ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz. [81]
40-41.
İnsanlar çeşitli sıkıntılara mâruz kalmakla birlikte, yine Allah'ın mümkün
kıldığı bazı tedbirlere, yarattığı bazı çarelere başvurarak bu sıkıntılardan
kurtulabilmektedirler. Ancak Allah'ın, tedbir ve çarelerini yaratmadığı,
giderme imkânlarını yalnız kendisinde saklı tuttuğu belâ ve musibetler de
vardır ki, insanlar böyle durumlarla karşılaştıklarında genellikle,
inançlısıyla inançsızıyla, kurtuluş
için yalnız Allah'a yalvarır; Allah'ı unutanlar bile taptıkları putlarını,
uydurma tanrılarını, taparcasına bağlandıkları servetlerini, makamlarını,
liderlerini unutarak, Allah'ın vicdanlarına yerleştirdiği fıtrî bir eğilimle
Allah'a yönelir, O'ndan başka kurtarıcı ulu kudret bulunmadığının farkına
vararak kurtuluşu yalnız O'ndan dilerler. Allah Teâlâ bu âyetlerde, belirtilen
duruma işaret ederek inkarcılara, Allah'ın azabının kendilerine gelmesi, ölüm
veya kıyamet vaktinin gelip çatması halinde ne yapacaklarını sormakta,
inatlarından veya bizzat kendi fıtratları hakkında cahil olduklarından bu
soruya doğru dürüst cevap veremeyecekleri için, sorunun doğru cevabını yine
kendisi vermekte ve onların böyle durumlarda yalnız kendi yüce zâtına yönelip
kendisine yalvaracaklarını açıklamaktadır. Böylece 38, âyette Allah'ın
varlığının ve kudretinin dış dünyadaki bazı delillerinden söz edildikten sonra
burada da bir kısım insanların bazı şeylere tanrılık isnat etmelerinin bizzat
asılsızlığının ortava konduğu belirtilmekte ve Allah'tan başka dayanılıp
güvenilecek gerçek ilâh bulunmadığı bizzat insanın kendi fıtratından
gösterilen aklî delil ite kanıtlanmaktadır. [82]
42. Andolsun ki senden
önceki ümmetlere de elçiler gönderdik. Ardından, belki yalvarıp yakarırlar
diye onları darlık ve hastalıklara uğrattık. 43. Hiç olmazsa kendilerine bu
şekilde azabımız geldiğinde boyun eğselerdi! Fakat kalpleri iyice katılaşti;
şeytan da onlara yaptıklarını şirin gösterdi. 44. Kendilerine yapılan uyarıları
unuttuklarında her şeyin kapılarını onlara açtık. Nihayet kendilerine
verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansızın yakaladık! Böylece onlar
birden bire bütün ümitlerini yitirdiler. 45. Sonunda zulmeden kavmin kökü
kesildi. Her türlü övgü, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. [83]
42. Bundan
önceki iki âyette inkarcılar, Allah'ın azabı ve ölümle (veya kıyamet) tehdit
edilerek uyarılmışlardı. Bu âyette ise onlara daha önce bu şekilde cezalandırılmış
olan âsi kavimlerden söz edilerek bundan ibret almaları amaçlanmıştır. Ayrıca
burada müşriklerin inat ve İnkârlarından dolayı üzüntü duyan Hz. Peygamber
için de bir teselli vardır. Çünkü kendilerine bildirilen ilâhî hakikatleri reddedenler
sadece Arap müşrikleri değildir. Bu âyette verilen bilgilere göre Hz.
Mu-hammed'den önceki milletlere de peygamberler gönderilmiş; yüce Allah, bunlar
arasında inkarcı olanların, akıllarını başlarına toplayıp doğru yolu seçmeleri
için peygamberlerini tasdik ederek kendisine niyazda bulunmaları, yalvararak af
dilemeleri için onları geçim sıkıntısı, hastalık gibi sıkıntılara mâruz
bırakmıştı. [84]
43. Bu
milletlerin, musibet gibi görünen bu fırsatlardan yararlanarak Allah'a tazarru
ve niyazda bulunmaları gerekirdi. Çünkü az çok basireti olanların, olaylardan
İbret almaya yatkınlığı bulunanların, bunun bir uyan olduğunu fark etmeleri gerekirdi.
Nitekim ba2i âyetlerde insanların genellikle, hiç olmazsa zor durumda
kaldıklarında, Allah'ın dinini tanıyarak ihlâsla O'na yalvardıkları
bildirilmektedir. [85] Ancak burada ifade
bu-yurulduğuna göre söz konusu eski milletlerin "kalpleri iyice
katılaşmış, şeytan da onlara yaptıklarını (tuttukları bâtıl yolu) şirin
göstermiş" ve bu yüzden onlar kötüyü iyi görmüşlerdi. Sonuçta terbiye
olmaları için uğratıldıkları musibetler de kâr etmedi. [86]
44-45.
İnsanlar, kıtlıktan bolluğa, hastalıktan sağlığa, sıkıntıdan esenliğe kavuştukları
zaman, bunda kendileri için bir imtihan bulunduğunu düşünmeli ve her
zamankinden daha dikkatli, daha sorumlu hareket etmeli, bu nimet ve imkânları
veren Allah'a minnet ve şükran hissi duymalıdırlar. Âyette söz konusu edilen kavimler,
bu imkânların bir imtihan olduğunu düşünerek uyanlara önem verecekleri yerde,
kendileri için bir istidrâc [87] bir İmtihan olan bu bolluk ve rahatlığa
aldandılar; "sonunda kendilerine verilenler yüzünden şımardıktan
sırada" Allah Teâlâ onları ansızın yakaladı. "Bir anda bütün
ümitlerini yitirdiler; böylece artık zulmeden -yani şükretmeleri gerekirken
küfredip başkaldıran- kavmin kökü kesildi." Bu şekilde ıslah olma ümidi
kalmamış olan kötülerin Allah tarafından yok edilmesi iyiler hakkında bir
rahmet olduğu için, bu gelişmeleri anlatan âyetlerin sonunda "Her türlü
övgü, âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur" buyurulmuştur. Rivayete göre
Hz. Peygamber, "Bir topluluk günah işlemekte ısrar ederken yine de
Allah'ın onlara istedikleri şeyleri verdiğini görürseniz bilin ki bu bir
istidrâc-dır" buyurmuşlar, ardından da bu âyeti okumuşlardır. [88]
46. De ki: "Ne
dersiniz; eğer Allah kulaklarınızı sağır, gözlerinizi kör eder, kalplerinizi de
mühürlerse bunları size Allah'tan başka hangi tanrı geri verebilir!" Bak,
delilleri nasıl açıklıyoruz. Onlar hâlâ yüz çeviriyorlar! 47. De ki:
"Söyler misiniz; size Allah'ın azabı ansızın veya açıkça gelirse, zalim
toplumdan başkası mı helak olur?" 48. Biz peygamberleri ancak müjdeciler
ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim iman eder ve halini düzeltirse onlara
korku yoktur, onlar üzüntü de çekmeyecekler. 49. Âyetlerimizi yalanlayanlara
gelince, yoldan çıkmalarından dolayı onlar azap çekeceklerdir. 50. De ki:
"Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da
bilmem. Size, ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana
uyarım." De ki: "Hiç kör ile gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez
misiniz?" [89]
46-47. Muhatabın
ve özellikle müşriklerin akıl ve iz'anlanna hitap eden âyetlerde Allah'ın
sınırsız kudretine dikkat çekilmektedir. 46. âyette bu kudretle, insanın en
dikkat çekici yeteneklerinden olan işitme ve görme duyulanyla akıl gücünün yok
edilmesi halinde, Allah'tan başka, onu bu imkânlara yeniden kavuşturacak bir
kudret bulunmadığı vurgulanmaktadır. Âyette geçen "Bunları size Allah'tan
başka hangi tann geri verebilir?" sorusundan da anlaşılacağı üzere müşrikler,
putları Allah'a ortak koşsalar da, yaratanın yalnızca Allah olduğuna inanıyorlardı.
Nitekim başka âyetlerde benzer sorulara, dünyanın, göklerin ve bunlardaki bütün
varlıkların gerçek sahip ve mâlikinin Allah olduğu cevabını verecekleri belirtilmiştir. [90] Onların
asıl suçu, put denilen nesneleri Allah'a eş tutmaları, bunlara kulluk
etmeleri, putların kendilerine yardım ve şefaat edeceklerine İnanmaları ve
genel olarak İslâm dininin itikadı ve amelî hükümlerini reddetmeleridir.
Hz. Peygamber'in
çeşitli vesilelerle belirttiği üzere Allah Teâlâ, engin merhametinden dolayı,
kullarının tövbe edip bağış dileyerek yanlışlardan dönmesini ister; O'nun bu
müsbet davranıştan duyduğu memnuniyet, Resûlullah'ın teşbihiy-le ağır bir savaş sırasında kaybettiği çocuğu
için çırpınan annenin, onu bulduğu andaki sevincinden daha büyüktür. [91] Bu
sebeple sonsuz merhamet sahibi olan Allah, gerek burada gerekse daha pek çok
âyette yanlış inançlıları, kötü yaşayışlıları ikna yoluyla düzeltmek, doğru
yolu bulmalarını sağlamak için birçok delil göstermiştir. [92]
48. Peygamberler
yalnız "müjdeciler ve uyarıcılar olarak" gönderilmiş olup onlara
samimiyetle kulak vererek "iman eden ve (böylece) halini düzelten"
yani gerek kendilerini gerekse başkalarını ıslah edenler için artık korku
kalmayacaktır. "Onlar üzüntü de çekmeyecekler"; çünkü gerçek anlamda
güven de sevinç ve mutluluk da Allah yolundadır. Âhirette böyle olacağı gibi,
bazı maddî ve geçici sıkıntılara rağmen dünyada da müminler inanmanın, ibadet
ve faziletin verdiği sükûn ve güvenle huzur bulurlar. Bu sebeple Allah'ın azabı
ancak "zalim toplunTu kapsayacaktır. Dünyadaki herhangi bir musibet
müminleri de etkİlese bile, onların âhiretteki hayatları imanlarının ve iyi
amellerinin kazandıracağı mutluluk ve nimetlerle bezenecektir. [93]
49. Allah'ın
âyetlerini yalanlayanlar, bu suretle O'nun merhamet ve kereminden yararlanma
İmkânım reddedenler, işledikleri fısku fücur yüzünden azaba çarptırılacaklardır. [94]
50. Hz.
Peygamber gerek kendi kavmine gerekse bütün insanlara yalnızca "Allah'ın
âyetlerf'ni, akıl ve kalplere, vicdanlara hitap eden delillerini duyuruyordu.
Kureyş müşrikleri ise öteden beri kâhin, sâhir, arrâf gibi isimlerle andıkları
kişilerde olağan üstü güçlerin mevcut olduğuna inanıyor; peygamber olduğunu ve
Allah katından bilgiler getirdiğini söyleyen Hz. Muhammed'de de bu şekilde güçler
bulunması gerektiğini düşündükleri için ondan meselâ bir dağı altın kütlesi haline
getirmesini[95] kayıp şeyleri bulmasını,
şifasız hastalan iyileştirmesini [96]gökten
melekler indirmesini ve kendileriyle konuşturmasını... [97] istiyorlardı.
Âyet, Hz. Peygamber 'in bu cahilce taleplere vermesi istenen çarpıcı cevabı
içermektedir. Aslında zihni ve gönlü hakikate açık, önyargılardan uzak, ruhu
ihtiraslarla kirlenmemiş, kalbi inkâr ve isyan duygularıyla körleşmemiş
insanlar için, Allah'tan vahiy aldığı birçok kanıtla anlaşılan bir kimsenin,
hiçbir komplekse kapılmadan, engin bir tevazu halt sergileyerek böylesine
gerçekçi ve samimi beyanlarda bulunması, dağları altına çevirmekten daha güçlü
ve ikna edici bir delildir. Fakat "Hiç kör ile gören bir olur mu?"
Onun için âyetin sonunda "Hiç düşünmez misiniz?" buyunılmuştur. [98]
51.
Kendileri için rablerinden başka bir koruyucu ve bir aracı bulunmaksızın O'nun
huzurunda toplanmanın kaygısını duyan insanları onunla (Kur'an'la) uyar ki günahlardan
sakınsınlar. 52. Rablerinin rızâsını isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları
kovma! Onların hesaplarından sana sorumluluk yoktur, senin hesabından da
onlara sorumluluk yoktur ki onları yanından uzaklaştırıp da zalimlerden
olasın. 53. "Aramızda Allah'ın kendilerine lütufta bulunduğu kimseler de
bunlar mı?" demeleri için onların bir kısmım diğerleriyle işte böyle
imtihan ettik. Allah şükredenleri bilmez mi! [99]
51. Uyarı ve
sakındırma ancak öldükten sonra ba's (yeniden dirilme) ve haşir (mahşerde
toplanma) gibi âhiret hallerinin vuku bulacağına inanan veya en azından böyle
bir ihtimali göz önüne alan, bunun kaygı ve korkusunu hisseden kimseler
üzerinde etkili olabileceği için âyette özellikle bunların uyarılması emredilmiş
ve bu suretle tamamen inkâra saplanan muannit kâfirleri, ateistleri vb. inkarcıları
uyarmak için çaba harcamanın yararsız olacağına işaret edilmiştir. Ze-mahşerî,
uyarıdan yararlanması umulan zümreleri şöyle sıralamıştır: a) Müslüman
oldukları halde yanlış işler yapanlar, b) Âhirete inanan Ehl-i kitap
mensupları, c) Ba's ite ilgili haberleri duyup da bunların doğru olabileceğini
düşünerek kaygılanan müşrikler (II, 16). Aynı müfessir, âyetin "Kendileri
için rablerinden başka bir koruyucu ve bir aracı bulunmaksızın" mealindeki
bölümünü, mensubu bulunduğu Mû'tezile mezhebinin görüşü doğrultusunda, âhirette
Allah'tan başka hiçbir kimsenin şefaat edemeyeceği şeklinde yorumlamışsa da,
Ehl-i sünnet mensubu müfes-sirler, özellikte Bakara süresindeki
"Âyetü'l-kürsî" diye bilinen 255. âyeti göz önüne alarak, Allah'ın
iznine bağlı olmak üzere, peygamberler ve diğer Allah dostlarının şefaat
ermesinin câİz olduğunu düşünmüşlerdir. [100]
52. Bu
âyetin işaret ettiği bir olayla ilgili olarak Müslim'in Sahîh'i[101] ve diğer bazı hadis kaynaklarında yer alan bir
rivayete göre Hz. Peygamber'in, Abdullah b. Mes'ûd, Bilâl-i Habeşî, Ammâr b.
Yâsir gibi bazı yoksul ve kimsesiz sahâbîlerin de bulunduğu bir toplulukla
birlikte olduğu bir sırada müşriklerin ileri gelenleri Hz. Muhammed'le
görüşmek istediklerini, ancak bunun için yanındaki müslümanlan oradan
uzaklaştırması gerektiğini, zira kölelerle ve yoksullarla bir arada bulunmayı
kendilerine yakıştıramadıklarını bildirmişlerdi. Resûlullah "Ben
müminleri kovamam" cevabını verince, hiç olmazsa kendileri geldiğinde
onların ayakta durmasını istemişler; Hz. Peygamber, belki onlara İslâm'ı kabul
ettirebileceği ümidiyle bu son teklifi kabul etmeyi düşünürken kendisini ikaz
edip bu düşüncesinden vazgeçiren 52. âyet inmiştir. Ancak müfes-sirlerin çoğu
bu sûrenin, parça parça değil, tamamının bir defada indiğini bildiren haberleri
de dikkate alarak, bu âyetin söz konusu olayla İlişkisi olamayacağını ifade
etmişlerdir. Âyetin böyle bir olay üzerine indiği kabul edilse bile, bu olayın
sadece âyetteki evrensel ahlâkî öğretinin ortaya konması için bir vesile
oluşturduğu düşünülmelidir,
"Onların
hesaplarından sana sorumluluk yoktur..." cümlesindeki "onlar"
za-miriyle müşriklere işaret edildiğini düşünenler olmuşsa da ağırlıklı görüş,
bununla yukarıda anılan müslümanların kastedildiği yönündedir. Rivayete göre
müşrikler, Hz. Peygamber'in çevresinde toplanan söz konusu kişilerin, aslında
-samimi dindarlıklarından değil- barınma İmkânı buldukları, yiyip içtikleri
için orada toplandıklarını ileri sürmüşlerdi. İşte -bir görüşe göreâyet-i
kerîmede, öyle olsa bile, Resûlullah ile o yoksul müslümanların
sorumluluklarının ayrı olduğu, herkesin kendi yapıp ettiklerinin sorumluluğunu
yine kendisinin taşıdığı bildirilerek Resûl-i Ekrem'in onlara olan ilgisini
sürdürmesi istenmiş, aksi halde haksızlık yapmış olacağı ifade edilmiştir.
Başka bir yoruma göre bu insanlar sabah akşam ibadet ve ta-atle meşgul
oldukları için maişetlerini temin edemeyecekler kaygısıyla Hz. Pey-gamber'in
onları -işlerine güçlerine baksınlar diye- meclisinden ayrılmaya zorla-maması
istenmiş; onların geçimleriyle ilgili hesabın kendisine ait olmadığına yani ne
yiyip ne içeceklerini hesap etmesi gerekmediğine, çünkü herkesin rızkım verenin
Allah Teâlâ olduğuna İşaret buyurulmuştur. [102]
Hangi şekilde yorumlanırsa
yorumlansın bu âyet, İslâm dininde insanın, mevki, zenginlik ve soyuna göre
değil iman zenginliğine, Allah'a saygı ve ruh yüceliğine göre değer taşıdığını
ortaya koyması, aynca Hz. Peygamber'in yüce ahlâkının Kur'an ilkelerine göre
şekillendiğini göstermesi bakımından büyük önem taşımaktadır. Âyetin sonunda
Resûlullah'a sorumluluğu hatırlatıldıktan sonra, kâfirlerin gözünde değersiz
olsalar bile, iman ve yaşayışlarıyla Allah nezdinde değerli olan insanlara
karşı küçültücü davranışlarda bulunan bir kimsenin, -farzımuhal bu kimse
peygamber bile olsa- zalim olarak gösterilmesi son derece ilgi çekicidir.
Muhtemelen yukarıda sözü edilen altı kişiden biri olan Habbâb'ın anlattığına göre
bu âyetin inmesinden sonra Hz. Peygamber'le yoksul ve kimsesiz müslümanlar
arasındaki yakınlık o kadar artmıştır ki meclislerde diz dize oturur olmuşlar;
Hz. Peygamber daha önce, bir aradayken yanındakilerin kalkmasını beklemeden kendisi
kalkarken bu âyet geldikten sonra incitici olmasın diye daima onların kalkmasını
beklemiştir. [103]
53. Yüce
Allah, İnsanların kimine türlü nimetler, kimine de sıkıntılar vermek suretiyle
birbirlerine karşı nasıl tutum takınacakları hususunda onları sınamaktadır.
İnsanların soy sop, makam ve mal gibi fâni ve aldatıcı durumlara göre değer
taşıdıklarını zanneden inkarcıların ileri gelenleri "Aramızda Allah'ın
kendilerine lütufta bulunduğu kimseler de bunlar mı?"; yani "Biz
büyükler ve soylu önderler varken Allah'ın gerçeğe ulaştırdığı, hidayete
kavuşturduğu kimseler bunlar olamaz!" şeklindeki alaylı ifadelerle onları
küçümsemişler; sahip oldukları imkânlar kendileri için birer fitne olmuş;
küstahça davranışlarıyla Allah'a karşı kötü bir imtihan vermişlerdir. [104]
54. Âyetlerimize
inananlar sana geldiğinde onlara de ki: Selâm size! Rabbiniz merhamet etmeyi
kendisine yazdı. Gerçek şu ki: Sizden kim bilmeyerek bir kötülük yapar da
ardından tövbe edip kendisini düzeltirse, bilsin ki Allah çok bağışlayan, çok
esirgeyendir. 55. Böylece suçluların yolu belli olsun diye âyetlerimizi iyice
açıklıyoruz. [105]
54. Her ne
kadar -İbn Atıyye'nin kaydettiği gibi (III, 296) müfessirlerin çoğunluğu
âyetin ilk cümlesindeki "inananlarda bilhassa Hz. Peygamber'in yanındaki
yoksul müslümanlar olduğunu söylemişlerse de aynı müfessire göre âyet, herhangi
bir zümre kastetmeksizîn bütün müslümanlan içermektedir. Âyetteki cehalet
kelimesi "günah olduğunu bile bile sefihlere ve hoyratlara özgü bir
şekilde" veya -mealinde gösterildiği gibi- "(günah olduğunu)
bilmeyerek" şeklinde açıklanmıştır. [106]Yüce
Allah'ın, daha önce bilerek veya bilmeyerek bazı kötülükler işledikleri halde,
sonradan tövbe edip inanç ve yaşayışlarım düzeltenlere merhamet edeceğini bu
şekilde kesin bir ifadeyle vaad etmesi, O'nun iyi kullan için eşsiz bir lütuf
ve keremidir. Ayrıca burada, ilâhî rahmete mazhar olabilmek için yalnızca
tövbe edip hakka ve hayra yönelmenin şart koşulduğu, dolayısıyla insanların
makam, servet, cinsiyet veya milliyet gibi durumlarına bakıhna-yacağı, böylece
İslâm'ın -kelimenin en doğru anlamıyla- adaletçi ve eşitlikçi bir din olduğuna
işaret edildiği görülmektedir. Yine bu âyette İslâm dininin en güzel ve köklü
şiarlarından olan selamlaşmanın önemine dikkat çekildiğini görüyoruz. Mealinde
"selâm size!" diye çevrilen cümlenin âyetteki karşılığı "selâmünaley-küm"dür.
Diğer bazı âyetlerde ise bu ifade "esselâmüaleyküm" şeklindedir. [107]
55. Bazı
tefsirlerde, "suçlular" diye çevirdiğimiz âyetteki
"inücrimler"den, özellikle Hz. Peygamber ve çevresindeki masum
müslümanlara karşı haksız tutumlarıyla cürüm (suç) işleyen, türlü şekillerde
hakarete yeltenen müşriklerin kastedildiği belirtilmektedir. [108]
56. De ki:
"Allah'ın dışında taptığınız şeylere tapmak bana yasak edildi." De
ki: "Ben sizin arzularınıza uymam; aksi halde sapıtırım da hidayete
erenlerden olmam." 57. De ki: "Şüphesiz ben, rabbimden gelen apaçık
bir delile dayanıyorum. Siz ise onu yalanladınız. Çabucak gelmesini
istediğiniz (azap) benim yanımda değildir. Hüküm ancak Allah'ındır ve Allah
hakkı anlatır; O, doğru hüküm yerenlerin en hayırlısıdır". 58. De ki:
"Acele istediğiniz şey (azap) benim elimde olsaydı, elbette benimle sizin
aranızda iş bitirilmişti, Allah zalimleri daha iyi bilir." 59. Gaybın
anahtarları Allah'ın yanındadır; onlan O'ndan başkası bilmez. O, karada ve
denizde ne varsa bilir; O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin
karanhklarındaki tek bir taneyi bile bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık
bir kitaptadır. [109]
56. Hz.
Peygamber'e, inançsızlar istiyor diye onların taptıklarına tapmaktan, böylece
tebliğinin birinci esası olan tevhid İlkesini ihlâl etmekten menedildiğini
açıklaması emrolunmaktadır. Bu, onun şahsında bütün müslümanlara yöneltilen ve
imanlarından tâviz vermelerini yasaklayan bir talimattır. 56-57. âyetler, Hz.
Peygamber'in, tebliğ ettiği din ve ondaki esasların doğruluğu hakkında en küçük
bir tereddüdü bulunmadığının güzel bir örneğidir. Zira, burada açıkça ifade
edildiği gibi, Hz. Muhammed, Allah'tan gelmiş bulunan bir "deüt'e, yani
kesin bilgiye (veya başka bir yoruma göre Kur'an'a) dayanmakta, imanının
gücünü, gerek kendisi gerekse sağlıklı düşünen her insan için apaçık olan bu
gerçeklerden almaktadır. Hak peygamberi yaiatıcıiardan, sahte önderlerden
ayiran en belirgin özeilik-lerden biri de onun, savunduğu inanç ve fikirlerin
doğruluğuna, önerdiği hayat tarzının güzelliğine öncelikle kendisinin kuşkusuz
olarak inanması ve yaşamasıdır. Bu açıdan hiçbir gerçek peygamber, kendisinin
yükümlülük ve sorumlulukların dışında, kural ve kanunların üstünde görmemiştir.
Bu âyette, Hz. Muhammed'in de -farzımuhal- tevhidden sapması halinde
"dalâlete düşmüş ve hidayete erenlerden ayrılmış" olacağı açıkça
İfade edilmiştir. [110]
57-59. İlk
âyet, bir bakıma, inkarcıların Resûlullah'ı "şair, sihirbaz, mecnun"
gibi hiçbir gerçeklik taşımayan ifadelerle itham etmelerine karşı bir cevap
teşkil etmekte; onun tebliğlerinin kesin ve apaçık delile (beyyine) dayandığını
haber vermektedir, 57-59. âyetlerde, müşriklerin, güya Hz. Peygamber'i zor
durumda bırakmak ve âciz olduğunu göstermek için "Eğer iddialarında
doğruysan, hadi şu bizi tehdit ettiğin azap ve musibetleri başımıza getir de
görelim!" gibi sözler sarfetme-lerine karşılık, Resûlullah'ta tanrısal bir
güç bulunmadığı, onun böyle bir iddia da taşımadığı, azap ve musibet gibi
hususlardaki hükmün yalnız Allah'a ait olduğu bildirilmiştir. Hz. Peygamber'in,
Kur'an'daki bu açıklamaları, yani Allah'ın kendisine tanıdığı yetki ve görevin
ötesinde ilâhî güçler taşımadığım, gaybı da bilmediğini kendilerini olduğundan
daha kudretli göstermeye çalışan sahte önderlerin aksine- hiçbir komplekse
kapılmadan tam bir dürüstlük ve içtenlikle insanlara bildirmesi, onun
nübüvvetinin en belirgin delillerinden biridir.
59. âyet, yüce
Allah'ın ilminin ne kadar geniş, ne kadar kapsamlı olduğunun çok veciz ve eşsiz
ifadelerindendir: Gaybın anahtarları (başka bir kıraate göre gay-bm hazineleri)
Allah'ın yanındadır. [111] Burada Allah'ın
ilminin, karalar ve denizler gibi en geniş varlık ve olaylardan, düşen bir yaprağa,
yerin karanlıklanndaki bir bitki tanesine, kuruluk, yaşlılık vb. keyfiyetler
gi-hi pıı hncit varlık w n1 avlara kadar her sevi loısatiD kaDsadığı.
dolayısıyla bütün bunların en yüce, en ince bilgi ve kudretle yaratılıp
düzenlendiği ifade buyurul-muştur. Bundan dolayı kelâm bilginleri tarafından
söz konusu âyet, bazı düşünürlerin, ilm-İ İlâhînin ciiz'iyyâtı (değişken
varlık ve olayları) kapsamadığı yolundaki iddialarım çürüten en kesin
delillerden biri olarak gösterilmiştir. "Apaçık bir kitap" diye
çevirdiğimiz "kitabin mübîn" tamlaması, "hafaza melekleri
tarafından tutulan amel defteri", "levh-i mahfuz" veya
"Allah'ın her şeyi kuşatan ilmi" olarak açıklanmıştır. [112]
60. Geceleyin sizi
öldüren, gündüzün de işlerinizi bilen; sonra belirlenmiş eceliniz tamamlansın
diye gündüzün sizi dirilten O'dur. Sonra dönüşünüz yine O'nadır. Sonunda O,
yaptıklarınızı size haber verecektir. 61.0, kullarının üstünde yegâne kudret
ve tasarruf sahibidir. Size koruyucular gönderir. Nihayet birinize ölüm geldi
mi elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar vazifede kusur
etmezler, 62-. Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler.
Bilesiniz ki hüküm yalnız O'nundur ve O, hesap görenlerin en çabuğudur. [113]
60. Bu ve
bundan sonraki âyetler, sûrenin genel muhtevasına uygun olarak özellikle inkarcılar
ve müşriklere karşı yüce Allah'ın varlığını ve birliğini, kudret ve ilminin
mükemmelliğini gösteren yeni deliller ve örnekler ortaya koymaktadır.
"Geceleyin
öldürme"den maksat, insanın uykuya daldırılması, "diriltme"den
maksat da uykudan uyandmlmasıdır. Uyku ve uyanma için vefat ve ba's kökünden
fiillerin kullanılması, uyku ile ölüm, uyanma ile de yeniden dirilme arasında,
bir ölçüde ruhî ve fizyolojik bir benzerlik olmasından dolayıdır. Uyku
sırasında organizmanın faalivetlerinin bir kısmı tamamen durmakta, bir kısmı da
yavaşlamaktadır. Özellikle görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyulanyla
hareket, konuşma gibi faaliyetlerin; ayrıca birçok duygusal tepkilerin durması
yahut yavaşlaması, uykunun ölümü hatırlatan bir olay olduğunu gösterir. Uyanma
ise çeşitli bedenî ve psikolojik faaliyetlerin yeniden normale dönmesini
sağladığından, bir bakıma yeniden hayata dönüştür. Âyette dikkati çeken önemli
bir husus da öldürme (uyutma) ve diriltme (uyandırma) fiillerinin Allah'a
nispet edilmesi, böylece insanın uyuması ve uyanmasının kendi İradesine bağlı
olmadığının gösterilmesidir. Uyuma, bedenin ve ruhun dinlenmesi için bir
ihtiyaç olarak görülmektedir. Allah'ın değişmez kanunları uyarınca beden ve
ruh, uyku yoluyla dinlenme ihtiyacı hissettiği zaman normal şartlarda ve
zorunlu olarak uyku olayı meydana gelir. Hiçbir insan bu zorunluluğu ortadan
kaldırma gücüne sahip değildir.
"Sizi öldüren ...sizi
dirilten O'dur" şeklindeki vurgulu ifadeler, yüce Allah'ın hem kudretini
hem de lütfunu göstermektedir. Zİra bu ifadeler "O istemeseydi siz
uyuyamazdınız; uyuduğunuz takdirde de uyanamazdıntz" anlamını taşıyor.
Âyetteki "ceraha" fiili genellikle "işleme, yapma"
mânasında kullanılmakla birlikte, kök anlamı (delme, yırtma, yaralama)
itibariyle öncelikle kötülük işlemeyi İfade eder ve Allah'ın belirtilen
lütfuna karşı kulun nankörlüğüne işaret eder. Yine de Allah her insanı
"belirlenmiş ecel "ine kadar yaşatmak suretiyle rahmetini tecelli
ettirir. Ancak eninde sonunda herkes O'na dönecek ve O, bütün insanlara neler
yaptıklarını haber verecektir.
Tefsirlerde uyku
sırasında ruhun durumunun ne olduğu konusunda farklı görüşler ileri
sürülmüştür. Şevkânî âyetin "yeteveffâküm bi'1-leyli" kısmını şöyle
açıklamıştır: "Allah sizi uyutunca, kendileriyle temyiz sahibi olduğunuz
nefislerinizi (ruhlarınızı) kabzeder. Ancak bu hakiki ölüm değildir. Bir
görüşe göre uyku sırasında ruh bedenden çıkmakla birlikte hayat bedende kalmaya
devam eder. Başka bir görüşe göre ruh bedenden çıkmaz; fakat sadece zihin
çıkar (şuur faaliyetleri durur). Ancak, doğrusu şudur ki, bu olayın mahiyetini
yüce Allah'tan başkası bilemez. [114]
61.
"Koruyucular" dîye tercüme edilen hafaza kelimesi, eski tefsirlerde
genellikle "Kirâmen Kâtibin" (değerli yazıcılar) adı verilen ve
insanların bütün amellerini kaydetmekle görevlendirilen melekler şeklinde
yorumlanmıştır. Şevkânî , daha ihtiyatlı bir ifade İle, hafazayı "sizi
koruyan melekler" şeklinde açıklamıştır. Ayrıca "Oysa sizi
gözetleyen muhafızlar, değerli yazıcılar var[115]
mealindeki âyeti de zikrederek, bunların insanları "âfetlerden
koruyan" ve "amelleri tespit eden kimseler" (melekler)
olduklarını belirtir. [116] Bazı vp.ni tefsirlerde
hafaza kelimesinin vukarıdaki anlamı yanında, canlıların bedenî ve ruhî
varlığını koruyan çeşitli psikolojik güçler, yetenekler ve organlar olabileceği
yönünde görüşler de yer alır. [117]
Şüphesiz -59. âyette
açık olarak belirtildiği üzere- yüce Allah'ın ilmi, böyle yazıcı meleklerin
tuttukları amel defterlerine gerek kalmayacak şekilde, insanların bütün
yaptıklarım kuşatmaktadır. Bu durumda meleklerin amelleri yazmalarının hikmeti,
"insanların, yapmakta oldukları işlerin anında yazıldığını ve âhirette yazıcı
meleklerin şahitliğiyle amel defterlerine kaydedilmiş olan işlerinin kendilerine
tek tek okunacağını düşünerek daha dikkatli davranmalarım sağlama" gibi mânalarla
açıklanmıştır. [118]
Yine 61. âyette geçen
"elçiler"den maksat, müfessirlerin çoğunluğuna göre,Azrail ismiyle
bilinen "ölüm meleği" ile onun yardımcıları olan başka meleklerdir.
Bu melekler insanların amellerini kaydetmekte veya ömrü bitenlerin ruhunu;
kabzetmekte asla kusur etmezler[119] Sonunda insanlar "gerçek mevlâlanna
döndürüleceklerdir". Hüküm yalnız O'na aittir ve O İnsanların hesabını çok
çabuk görecektir, [120]
62. Bazı
müfessirler, âyetteki hak kelimesini "adaletli" diye açıklamışlarsa da[121] bu
âyetlerin genellikle müşriklere hitap ettiği, onların da Allah'tan başka
tanrılar, mevlâlar tanıdıkları göz önüne alınarak, âyetin ilgili kısmı "Sonra
insanlar gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler" şeklinde tercüme edilmiştir. [122]
Meali
63. De ki:
"Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?" O'na gizli
gizli yalvararak "Eğer bizi bundan kurtarırsan andolsun şükre-denlerden
olacağız" diye dua edersiniz. 64. De ki: "Ondan ve bütün
sıkıntılardan Allah kurtarır; "Sonra siz yine O’na ortak koşarsınız.65. De
ki;"Size üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azap göndermeye ya da
sizi muhalif gruplara ayırıp birbirinize karşı şiddet uygulatmaya Allah'ın gücü
yeter." Bak, anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz! 66.0 hak olduğu
halde kavmin onu yalanladı. De ki: "Ben size kefil değilim." 67. Her
haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında siz de gerçeği bileceksiniz. [123]
63-64.
Müfessirlere göre 63. âyette geçen "karanın ve denizin karanlıklarından
maksat, insanların buralarda karşılaştıkları tehlikeler, acılar, felâketlerdir.
Bu suretle müşrikler, inkârları ve günahları sebebiyle, benzer durumdaki eski
kavimler gibi, türlü felâketlere mâruz bırakılmakla tehdit edilmekte ve bu
durumlardan kendilerini ancak Allah'ın kurtarabileceği hatırlatılmaktadır.
Âyette "Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?" diye
sorulması, müşriklerin Allah'a inandıklarını gösterir. Nitekim cevap müsbet olacağı
için zikredilmeye gerek görülmemiştir. Şevkânî'nin de belirttiği gibi,
Allah'ın kurtarıcılığının soru şeklinde İfade buyurulması, müşrikler hakkında
bir kınama anlamı da taşımaktadır (II, 145). Buna göre 63-64. âyetlerin
anlamını şöylece açmak mümkündür: Sizi kararım ve denizin tehlikelerinden
ancak Allah'ın koruduğunu bildiğiniz, üstelik O'na gizli gizli yalvararak
"Eğer bizi bundan kurtarırsan andolsun şükredenlerden olacağız" diye
söz de verdiğiniz halde, nasıl olur da daha sonra tekrar eski halinize dönerek
birer cansız ve âciz nesneler olan putlarınızı Allah'a ortak koşarsınız!"
Bu iki âyet
insanoğlunun önemli bir zaafına işaret etmektedir: İnsanlar çoğunlukla sağlık,
güvenlik, bolluk ve rahatlık gibi imkânlar içinde yaşarken; özellikle ihtiraslarının,
hevâ ve heveslerinin peşinde koşarken manevî hayatlarını, halika ve mahlûka
karşı ödevlerini ihmal eder, bunları düşünmek istemezler. Açıktan veya dolaylı
bir şekilde Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr veya göz ardı ederek başka
nesnelere ya da insanlara tapar yahut taparcasına bağlanır, boyun eğerler;
yalnız Allah'tan beklemeleri gereken şeyleri fânilerden bekler; onları önder,
rehber, hatta rab edinirler. Buna karşılık, genellikle Allah'tan başkasının
gideremeyeceği türlü felâketlerin insanlar üzerinde bir uyancılık ve onları kendine getirme, sağlıklı
düşünmelerini, değerlendirme yapmalarını ve sonuçta Allah'ı hatırlayıp O'na
yönelmelerini sağlama gibi olumlu tesirleri sayesinde insanlar Allah'a yönelip
kurtuluş için O'na yalvarır, hatta bundan böyle iyi birer kul olarak ödevlerini
yerine getireceklerine söz verirler. Geçmişte ve günümüzde felâket anlarında
Allah'ı anıp O'na sığınmayan pek az insan vardır. Ancak, birçok insan, sıkıntıdan
kurtulup da her şey tekrar yoluna girince yeniden eski yanlış ve isyankâr tutumlarına
döner. Söz konusu âyetler insanları bu zaafları hususunda uyarmakta,kendilerini
dert ve kederlerden kurtaranın Allah olduğunu, dolayısıyla zor zamanlarda
olduğu gibi rahata kavuştuklarında da O'nu tanımaları, O'ndan yüz çevirmemeleri
gerektiğini hatırlatmaktadır. [124]
65.
İnsanları bir belâdan kurtaran Allah, başka bir veya birçok belâya uğratmaya;
onlara "üstlerinden veya ayaklarının altından" yani gökten ve yerden
türlü felâketler göndermeye; hatta onların ihtiraslarını birbiriyle
çatıştırarak, değişik mezhep, fırka ve parti gibi gruplara ayırarak
birbirleriyle çarpışmalarım, savaşmalarını sağlamaya da kadirdir. Geçmişte
insanoğlu beklemediği, ummadığı birçok semavî ve dünyevî felâketlerle
karşılaşmış, şimdi de karşılaşmaktadır. İnsanoğlu, Allah'ın koyduğu kanunlardan
sapmanın bedeli olarak, tabii âfetler denilenlerin yanında, bizzat kendi eliyle
ortaya çıkardığı umulmadık belâlara da duçar olmaktadır. Nükleer felâketler,
çevre kirlenmesi, tabiat düzeninin bozulması; ihtiraslardan veya ideoloji
ayrılıklarından, din ve mezhep ayrılıklarından, ırkçılıktan ve bölgesel çıkar
hesaplarından kaynaklanan ve kısa sürelerde yüz binlerce insanın ölümüne ve
yaralanmasına, sakat düşmesine, aç ve açık kalmasına, ülkelerin harap olmasına
yol açan savaşlar bu belâlardan bazılarıdır.
Âyetin, bölünüp
parçalanmayı bir felâket olarak gösteren kısmı özellikle manidardır.
Gerçekten, Allah'ı tanıyıp O'nun buyruk ve kanunları uyarınca hayatlarını
düzenlemekten uzaklaşan toplumlar genellikle ortak inanç ve fikirlerden, istek
ve ideallerden uzaklaşmakta, sonuçta bu farklı fikir ve isteklerin çatışması
insanları fiilî çatışmalara, fitne ve fesada, nihayet savaşlara kadar
götürmektedir ki, âyet-i kerîmede bu durum, insanların Allah'tan yüz
çevirmelerinin, O'nu unutarak fâni şeyleri birer tanrı gibi kabul edip onların
peşine takılmalarının, nihayet onları Allah'a eş ve ortak tutmalarının bir
sonucu olarak gösterilmiştir. Öyle görülüyor ki, insanoğlu malın mülkün, şan ve
şöhretin, ihtiras ve şehvetin ve nihayet hak yoldan saptıran sahte önderlerin
esiri olmaktan, onlara tapmaktan kurtularak yalnız Allah'ı rab bilip sadece
O'ndan yardım dilemediği, O'nun buyruklarım kesin kanunlar olarak tanıyıp
bunları hayata hâkim kılmadığı sürece âyetlerde işaret edilen bu tehlikelere de
müstahak olacak, bilinen ve bilinmeyen birçok felâkete, âyetteki deyimiyle
azaba mânız kalacak ve Allah'tan başka hiçbir güç, hiçbir zekâ, hatta Allah'ın
kitabında yer alan "hikmet"ten nasipsiz olan bilim ve teknoloji de bu
felâketleri önleyemeyecek; aksine hikmetten mahrum kaldığı sürece bilim ve
teknoloji yeni felâketlere yol açacaktır. Bu bakımdan yukarıdaki âyetler bütün
insanlara, insanlığın selâmeti için mutlaka dikkate alınması gereken bir
uyandır. Dolayısıyla 65. âyetin sonunda "anlasınlar diye..."
buyurulmuştur. [125]
66. Bu âyete
göre Hz. Peygamber'in kavmi (Mekke müşrikleri) onun peygamberliğinin ve
bildirdiklerinin gerçek olduğunu gereğince anlayıp kavramadıkları gibi onu
yalanlamışlardır. Bazı müfessirter burada "hak" (gerçek) olduğu belirtilenden
maksadın Hz. Muhammed'in peygamberliği, bazıları da Kur'ân-ı Kerîm olduğunu
ifade etmişlerdir. Ancak 63-66. âyetler topluca dikkate alındığında bu gerçeğin
söz konusu âyetlerde yer alan azap uyarısı olduğu görüşü ağır basar. Müşrikler
gerçeği yani Hak kelâmı olan Kur'an'i veya hak peygamber olan Hz. Muhammed'in
risâletini ya da Allah'ın, aslında kendileri ve bütün insanlık için hayatî
önem taşıyan uyarılarını gerektiği gibi anlamamışlar ve bu yüzden yalanlayıp reddetmişlerdir.
Artık onlar helake müstehak olmuşlardır. Bu sebeple 66. âyette Resûlullah'a
"Ben size kefil değilim" demesi emredilmiştir, "vekil"
olarak çevirdiğimiz vekil kelimesi Kur'an dilinde "koruyan, kollayan,
savunan, esirgemeye çalışan" gibi anlamlara gelir. Hz. Peygamber'İn
inkarcılara karşı aslî görevi davet, tebliğ ve uyarıdır; onların kalplerindeki
bâtıl İnançları zorla değiştirmek onun elinde değildir; dolayısıyla onlar
adına bir kefalet yükümlülüğü de yoktur. [126]
67. Hz.
Peygamber, tebliğ ettiği Kur'an vasıtasıyla müşrikleri ve genel olarak
dünyadaki bütün İnkarcıları açık açık uyardığına göre, artık inkarcılık ve kötülüklerde
direnenlerin müstehak oldukları felâketlerin vuku bulması kaçınılmazdır.
"Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında siz de gerçeği
bileceksiniz" mealindeki tehdit, esasta özellikle müşriklere ve hakkı
tekzip eden bütün inkarcılaradır; ancak, İslâm'ın hakikatlerinden, Kur'an'ın
hikmetlerinden uzaklaşacak derecede fikir ayrılıklarına düşen; hakkı bir yana bırakarak
fırkalara, mezheplere, partilere bölünüp gurur, kibir, bencillik, menfaat ve
ihtiraslar uğruna birbiriyle çarpışan müslümanlar için de âyetten alınacak
dersler olduğunda kuşku yoktur. [127]
68. Âyetlerimiz
hakkında ileri-geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze
geçinceye kadar kendilerinden uzak dur. Eğer şeytan sana ıı nutturursa,
hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma. 69. Takva
sahiplerine, onların hesabından bir sorumluluk yoktur. Fakat, belki korunurlar
diye hatırlatmak gerekir. 70. Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlence edinen,
dünya hayatının aldattığı kimseleri bir tarafa bırak. Hiçbir kimsenin
yaptıkları sebebiyle bir felâket yaşamaması için Kur'an ile nasihat et. O kimse
için, Allah'tan başka ne koruyucu vardır ne de şefaatçi. O, bütün varını fidye
olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar, yapıp ettikleri yüzünden
felâkete sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar
sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır. [128]
68.
"Allah'ın âyetleri hakkında ileri-geri konuşmaya dalmak"tan maksat,
Kur'ân-ı Kerîm'i alaya almak veya eleştirmeye kalkışmaktır. Âyet, bu şekilde
davrananların -eğer engel olmak mümkün değilse- başka bir konuya geçinceye kadar
yanlarından ayrılmayı emretmektedir. Aynı buyruk, daha sonra gelen bir başka
âyette de tekrar edilmiştir. [129]
Fahreddin er-Râzî'nin naklettiğine göre âyetin asıl mâna ve maksadını dikkate
alan bazı âlimler, inançsızların Kur'an'la ilgili kötü sözlerine karşı,
yanlarından uzaklaşmanın dışında başka tepkiler de gösterilebileceğini
belirtmişlerdir (XIII, 25). Aynı müfessİr bu âyetteki havd kelimesini
açıklarken -haklı olarak- "Havd, sözlükte eğlence tarzında ve aşırı
derecede dalmayı ifade eder... Binaenaleyh, bazı Haşviyye'nİn zannettiğinin
aksine bundan, ilâhiyyât meselelerini derinlemesine inceleyip araştırmanın,
istidlal ve münazaranın, Allah'ın âyetlerine dalmaktır diye, haram olduğu
sonucunu çıkarmaya kalkı-şılmamalıdır" der.
Bazı müfessirler,
âyette sadece Hz. Peygamber'e hitap edildiğini, dolayısıyla buyruğun da yalnız
ona yönelik olduğunu ileri siirmüşlerse de yaygın kanaate göre âyetin asıl
muhatabı hem Resûlullah hem ümmetidir. [130] Muhatabın
Hz. Peygamber dışındaki müslümanlar olduğu da söylenmiştir. Ancak, beşer
olması itibariyle Hz. Peygamber'in de bazı şeyleri unutabileceğin!, bunu bizzat
kendisinin kabul ettiğini bildiren hadisler de vardır. Bu hadislerin birinde
Resûlulİah şöyle buyurmuştur: "Ben, ancak bir beşerim; sizin gibi ben de
unutabilirim.. [131]
Âyette bu talimatın
unutulması halinde oturmaktan ötürü günahkâr olunmayacağı (zira unutma meşru
bir mazerettir), ancak hatırlayınca artık "zalimler"le oturmamak
gerektiği ifade ediliyor. Kur'an aleyhinde konuşanlara "zalimler" denilmesi,
onların konuşmalarının iyi niyetli, adaletli, gerçeklere dayalı olmadığını;
aksine tahkir, tezyif ve iptal amacı taşıyan asılsız ve gerçek dışı konuşmalar
olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu âyet bize, Allah'ın
âyetlerine dil uzatmadıktan, İslâmî değerlere karşı saygısızca sözler
sarfetmedikleri sürece, yanlış inanç ve görüşteki insanlarla bir arada oturulup
konuşulabileceğini göstermektedir. Kanaatimizce "Allah'ın âyetleri
hakkında ileri-geri konuşmaya dalma", onlarla eğlenme ya da onları
reddetme, bu birlikteliği ortadan kaldıran en temel sebepse de, bu bir örnek
olup, düşmanlık duygularına dayalı daha başka kötü ve yanlış söz veya
davranışta bulunan kimseleri de terketmek gerekir. Nitekim gıybet eden
kimselerin meclislerini terketmeyi emreden hadisler de vardır. [132] Esasen
"Hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma"
İfadesindeki "zalimler" nitelemesi de bunu gösteriyor. Çünkü
"zulüm", başta inkarcılık olmak üzere her türlü haksızlık ve
adaletsizliği, kasıtlı kötülükleri kapsamaktadır. [133]
69. Takva
sahibi müminler yani Allah'a ve Onun kanunlarına saygı duyup bunları ihlâl
etmekten sakınan müslümanlar, şayet Allah'ın âyetlerine dil uzatan zalimlerin
yanında bulunmak zorunda kalırlarsa, belki sakınırlar ve vazgeçerler diye
onları uyarmalıdırlar. Bu durumda kendileri de sorumluluktan kurtulurlar, Abdullah
b. Abbas'ın belirttiğine göre bazı sahâbîler, inkarcıların her tarafta Kur'an'a
dil uzattıklarım söyleyerek, bu durum karşısında onlardan uzaklaşmaları mecbur
kılınırsa Harem-i şerifte bulunmalarının bile imkânsız hale geleceğinden
endişe ettiklerini belirtmişler, bunun üzerine ruhsat mahiyetindeki 69. âyet
nâ-zİl olmuştur[134]
Âyette herkesin
hesabının (sorumluluk) kendisine ait olduğu belirtilerek, bir bakıma,
müslümanlann görevinin, ne pahasına olursa olsun, diğerlerinden gelen saçma
itirazlara, haksız tenkitlere cevap yetiştirmek, böylece faydasız, hatta daha
da inatlaşmaya yol açabilecek polemiklere girmek olmadığı, sadece işin doğrusunu
edip uyarmanın yeterli bulunduğu anlatılmak istenmiştir. Nitekim 70. âyetin
başlangıcı da bunu göstermektedir. [135]
70. Kuşkusuz
her konu gibi din hususunda da ilmî ve fikrî değerlendirmeler önemli olmakla
birlikte; insanların maddî ve manevî, ferdî ve sosyal, dünyevî ve uhrevî
yönleriyle bütün hayatlarım çok yakından ilgilendiren, tarihin bütün dönemlerinde
insanlığı derinden etkileyen din müessesesini önemsiz gibi telakki ederek oyun
ve eğlence haline getiren insanlar artık kendileriyle konuşup tartışmaya bile
değmeyecek kadar bayağılaşmış olurlar. Bu tür insanlar dünya hayatını yegâne
ilgi konusu yaparak dünyanın geçici zevklerine kapıldıkları, onları her şeyin
üstünde tuttukları için dini bir tür eğlence gibi düşünerek putları veya buna
benzer şeyleri tannlaştınrlar; yahut ferdin ve toplumun manevî ruhî, zihnî,
bedenî ve dünyevî hayatını şekillendirecek olan hak dini, üzerinde ciddiyetle
düşünüp benimseyecekleri yerde, alaya alırlar.
Fahreddİn er-Râzî'ye
göre (XIII, 27-28) çeşitli âyetlerde geçen ve dünya hayatının gerçekte bir
oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu bildiren açıklamalar[136] dikkate
alındığında bu âyetteki "dini bir oyuncak ve bir eğlence edinme"
ifadesinin mânası daha iyi anlaşılır. Buna göre asıl oyun ve eğlence sayılması
gereken şey dünya hayatıyla ilgili geçici arzu ve tutkularıdır. Hakiki
dindarlar, gerçeklik ve doğruluğu delillerle İspatlanmış olan hak dine
bağlanıp destek olan kimselerdir. Buna karşılık dini, mevki ve mansıp kazanmak,
rakiplerini yenilgiye uğratmak ve servete ulaşmak için araç haline getirenler
dine sadece dünya menfaatleri için bağlanır ve bu suretle aslında dünya
hayatını değil de dini oyun ve eğlence haline getirmiş olurlar. Râzî'nİn getirdiği
bu yorumun, âyetin maksadını aştığı söylenebilirse de sahte dindarlığı çok iyi
tanımlaması bakımından önemli sayılabilir. [137]
71. De kî:
"Allah'ı bırakıp da bize fayda da zarar da veremeyecek olan şeylere mi
tapalım? Allah bizi doğru yola ilettikten sonra şeytanların saptırıp şaşkın
olarak çöle düşürmek istedikleri, arkadaşlarının ise 'Bize gel!' diye doğru
yola çağırdıktan şaşkın kimse gibi gerisin geri (küfre) mi döndürülecegiz?"
De ki: "Allah'ın hidayeti doğru yolun ta kendisidir. Bize âlemlerin
rab-bine teslim obuamız emredilmiştir." 72. "Namazı dosdoğru kılın ve
Allah'tan korkun" diye de (emrolundu). O, huzuruna varıp toplanacağınız
Allah'tır. 73. O, gökleri ve yeri hak (ve hikmet) ile yaratandır.
"Ol!" dediği gün her şey oluverir. O'nun sözü gerçektir. Sûra
üflendiği gün de hükümranlık O'nundur. Gizliyi ve açığı bilendir ve O, hikmet
sahibidir, her şeyden haberdardır. [138]
71.
Müslümanlar, kendilerini eski bâtıl dinlerine döndürmeye çalışan müşriklerin
kötü emellerine karşı uyarılmaktadır. Nitekim müşrikler kendi akraba ve
dostları olan müslümanlan İslâm'dan dönmeleri için ikna etmeye çalışmışlar; hatta
giderek onlara bu yönde şiddetli baskılar uygulamışlardır. Kur'an başka yerlerde
bu sözlü ve fiilî baskıyı veya bu baskı sebebiyle dinden dönmeyi ölmekten daha
büyük ve daha şiddetli bir fitne olarak nitelemiştir. [139] Bu
âyette, güzel bir teşbihle, müslümanlan inkâr ve irtidada çağıran müşrikler,
insanların aklını çelip yolunu şaşırtan şeytanlara; onların bu çağasına
aldananlann durumu, şeytanların veya cinlerin aldatması ya da büyüsüyle aklî
dengesi bozulduğu için yolunu kaybedip ne yapacağını bilemez bir halde
ortalıkta şaşkın kalan kimsenin durumuna; Allah'ın insanları hak dine ve imana
davet etmesi de bir kimseyi gerçek dostlarının doğru yola çağırmasına
benzetilmiştir. [140]
Ayette "... Bize
fayda da zarar da veremeyecek olan şeylere mi tapalım?" ifadesinden
putlar kastedilmiştir. Bununla birlikte âyetin maksadı göz önüne alındığında
burada her dönemdeki müslümanlann, gerek sapık inançlı ve kötü fikirli İnsanlar,
gerekse akıllan karıştırıp zihinleri bulandıran çevreler, kurumlar tarafından
gelebilecek ve kendilerini dinlerinden döndürecek veya dinlerinin gereklerini
yerine getirmekten alıkoyacak olan bütün menfi teşebbüslere karşı bir uyan
olduğunda kuşku yoktur. Böyle durumlarda müslüman, "Allah'ın hidayeti,
doğru yolun ta kendisidir. Bize âlemlerin rabbine teslim olmamız
emredilmiştir" demeyi bilmelidir. [141]
73.
"Üflendiğinde ses çıkaran boynuz biçiminde bir boru" diye tanımlanan
sûr'un benzer açıklamaları hadislerde de geçmektedir. Geleneksel İslâmî İnanca
göre dört büyük melekten biri olan İsrafil, sûr adı verilen ve çok güçlü ses
çıkaran boruyu iki defa üfleyecek, ilk üflemede kâinattaki bütün canlılar
ölecek ikinci üflemede ise canlılar tekrar dirilecektir. Âhiretle ilgili diğer
haberler gibi sûr hakkındaki bilgiler de insan aklının kapasitesini aşan,
naslarda nasıl bildirilmişse öylece inanılması gereken hususlardır. Ancak sûru,
sûret'in çoğulu olarak suver şeklinde okuyanlar da vardır. Buna göre âyetin
mânası şöyledir: Suretlere (ölülerin bedenlerine ruhları veya hayatları)
lifleyeceği günde hükümranlık Allah'ındır. [142]
74. İbrahim, babası
Âzer'e, "Putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de
apaçık bir sapıldık içinde görüyorum" demişti. 75. Aynı şekilde biz
İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu görüp kavrama imkânı veriyorduk ki kesin
inananlardan olsun. 76. Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü.
"Rabbim budur" dedi. Yıldız batınca, "Batanları sevmem" dedi.
77. Ayı doğarken görünce, Rabbim budur" dedi. O da batınca, "Rabbim
bana doğru yolu göstermezse elbette yolunu şaşırmış topluluklardan
olurum" dedi. 78. Güneşi doğarken görünce de, "Rabbim budur; zira bu
daha büyük" dedi. O da batınca dedi ki: "Ey kavmim! ben, sizin
(Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. 79. Ben, hanîf olarak, yüzümü,
gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden
değilim." [143]
74. Kur'ân-ı
Kerîm'de sadece bu âyette Hz. İbrahim'in babasının ismi olarak geçen Âzer
kelimesinin menşeî ve söz konusu kişinin asıl ismi olup olmadığı tartışmalıdır.
Bu ismin, "işini sağlam yapan, güçlü" anlamındaki İbrânîce âzûr kelimesinden
Arapçalaştınldığı veya yine İbrânîce elizer kelimesinin galat-ı meşhuru olduğu
gibi çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.
Tevrat'ta ve diğer
İbrânîce kaynaklarda Hz. İbrahim'in babasının ismi Terah şeklinde geçmektedir.
Nitekim Zemahşerî de buna işaret eder (II, 23). Batılı bazı araştırmacılara
göre eski bir kaynaktaki Therra isminin değiştirilmiş şekli olan At-har, İslâm
dünyasına Âzer olarak geçmiştir. Müslüman tarihçiler ve miifessirler bu kişiyi
hem Âzer hem de Târih (veya Târah) b. Nahor diye anarlar ve bu isim farklılığını
değişik şekillerde açıklarlar. Gerek eski dönemlerde gerekse zamanımızda bir
dilden başka bir dile geçen isimlerin çeşitli değişikliklere uğradığı görülür,
Hz. İbrahim'in babasının ismi de Araplar'a Âzer olarak geçmiş Kur'an'da da bu
ismi zikredilmiştir. Çünkü eğer Kur'an'da bu kişi Terah diye anılsaydı, her
konuda Hz. Peygamber'in açığım arayan müşrikler Resûlullah'ın sözünü ettiği
kişinin ismini bile yanlış bildiğini söyleyerek itibarını sarsmaya
kalkışacaklardı.
Âzer'in hayatı
hakkında fazla bilgi yoktur. Ahd-i Atîk'te Nahor'un oğlu olduğu, putlara
taptığı, 205 yaşında Harran'da öldüğü söylenir[144] Tevrat tefsirlerinde put ustası olduğu,
sonraları tövbe ettiği ileri sü-rülmüşse de Kur'ân-ı Kerîm'e göre[145] o,
oğlu İbrahim'in bütün ısrar ve ikazlarına rağmen putperestlikten vazgeçmemiş
ve bu yüzden İbrahim'in, onun affedilmesi için yaptığı dua kabul edilmemiştir. [146]
75. Melekût
aslında milk gibi masdar olup dilcilere göre sonundaki "ût" eki
kelimeye mübalağa anlamı kazandırmaktadır. Buna göre melekût, "tam olarak
sahip ve mâlik olmak" demektir. Nitekim Zemahşerî, bu anlamını dikkate
alarak kelimeyi "rubûbiyyet ve ulûhiyyet" şeklinde tefsir etmiştir
(II, 24). Melekût, "mülk"le eş anlamlı olarak "Allah'ın
hükümranlık ve yönetimi" şeklinde de açıklanmıştır. İbn Âşûr, her iki
halde de kelimenin mecazi olarak geçtiğini ve buradaki hakiki anlamının
"memlûk" (sahip ve mâlik olunan şeyler) olduğunu ifade eder (VE,
316). 83. âyeti dikkate alarak "hüccet" anlamı taşıdığını da düşünmek
mümkündür. Biz, bu anlamı da dikkate alarak ilgili kısmı "İbrahim'e
göklerin ve yerin melekûtunu görüp kavrama imkânı veriyorduk" şeklinde
çevirdik. Nitekim Zemahşerî de bu kısmı, "Onun düşünce yeteneğini güçlendiriyorduk,
istidlal yöntemine ulaştırıyorduk" şeklinde açıklamıştır (II, 24). Bu
açıklamalara göre âyet şu mânaya gelmektedir: Putlara tapan kavminin ve
babasının dalâlette olduğunu gören, bu yüzden babasını ikaz eden İbrahim'e
biz, göklerde ve yerde mülkiyet ve tasarrufumuz altında bulunan şeylerin
mahiyetlerini, hakikatlerini açık seçik gösterdik; bunların bizden başka
yaratıcısı ve yöneticisi olmadığı hususunda onu bilgilendirdik ve bütün
bunları, kuşku götürmez kesinlikte bir imana ulaşsın diye yaptık. [147]
76-79.
Milâttan önce 2100lerde yaşadığı kabul edilen ve Allah'ın birliği esasına
dayalı (Hanîf) dinî geleneğin önderi olarak bilinen Hz. İbrahim'in mensubu
bulunduğu Keldânîler'in dinleri Sâbiîlik idi. Bunlar ay, güneş ve yıldızlarla
bu gök cisimlerini sembolize eden putlara taparlardı. Hz. İbrahim'in doğum yeri
olan Ur şehrinde yapılan kazılar sonucu bulunan tabletlerde 5000 civarında
tanrı ismi geçmektedir. İbrahim aleyhisselâm, muhtemelen kendisi bu gözlemlere
girişmeden önce de tevhid ehlinden olmakla birlikte, kavminin bu bâtıl
inançlarından hareket ederek onları tevhid akidesine İkna etmek düşüncesiyle
önce, belki de yıldızlar içinde en parlak olan birinin, sonra ayın ve ardından
da güneşin tanrı olup olamayacağını araştırmış; gelip geçici ve değişken bîr
varlığın tann olamayacağı, tanrısal bir sevgiyle benimsenemeyeceği şeklindeki
temel gerçeğe dayanarak bunların hiçbirini ilâh diye kabul etmenin mümkün
olmadığını, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'tan başka gerçek ilâh
bulunmadığını ispatlamış; nihayet sahip olduğu veya gözlemlerinden sonra
ulaştığı yakînî imanı "Ben, Hanîf olarak yüzümü (bütün varlığımla),
gökleri ve yeri yoktan yaratan (dolayısıyla sizin tapmakta olduğunuz
yıldızlan, ayı ve güneşi de yaratan) Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden
değilim" ifadesiyle ortaya koymuştur. Böylece Hz. İbrahim pek çok müslüman
ilim ve Fikir adamının Allah'ın varlık ve birliğini aklî delillerle ispat etmek
bakımından önemle üzerinde durdukları, gözleme dayalı bu istidlali ile hem putperest
kavminin inançlarını çürütmüş hem de hak dinin en temel ilkesi olan doğru bir
ulûhiyyet İnancının nasıl olması gerektiğini göstermiş bulunmaktadır.
İbn Âşûr, 78. âyetteki
"Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım"
şeklindeki İfadeden, İbrahim'in bu gözlemi tek başına yapmadığı , yanında
kavminden bir grup insanın da bulunduğu sonucunu çıkarmıştır (VII, 319). Ayrıca
aynı İfadeden, başka birçok insan topluluğu gibi bu kavmin de aslında Allah'ın
varlığına inandıkları, fakat gök cisimlerini ve bunları sembolize eden putları
O'na ortak koşmak suretiyle tevhid inancından saptıkları anlaşılmaktadır.
Esasen Kur'an'ın hâkim tavrı, tanrı tanımazlardan ziyade şirkle mücadeledir. Bu
da Kur'an'ın insanlarda ulûhiyyet fikrinin fıtrî olduğu, ancak bunun birçok
şirk çeşidiyle, çok tanrıcılık inancıyla bozulduğu şeklindeki yaklaşımından
kaynaklanmaktadır. [148]
80. Kavmi onunla
tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: "Beni doğru yola iletmişken, Allah
hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na ortak koştuğunuz şeylerden
korkmam. Ancak rabbimin bir şey dilemesi hariç. Rabbimin ilmi her şeyi
kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz? 81. Siz, Allah'ın size haklarında
hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmazken, ben sizin
ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki
gruptan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?" 82. İnanıp da imanlarına
herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya, işte güven onlarındır ve onlar
doğru yolu bulanlardır. [149]
80. Hz.
İbrahim'in, Allah'ın birer âyeti olan tabii varlıklardan istidlalle O'nun
birliğine dair ortaya koyduğu bu açık ve kesin delillere karşı kavmi de kendi
inançlarının doğruluğunu kanıtlamak için onunla tartışmaya, deliller ileri sürmeye
kalkışmışlardır. Âyette bu delillerin zikredilmemesi, onların anılmaya bile
değmeyecek kadar temelsiz olduğunu göstermektedir. Nitekim Hz. İbrahim'in
"Allah hakkında (O'nun eşi, benzeri ve ortağı olduğunu kanıtlamak için)
benimle tartışıyor musunuz?" şeklindeki ifadesi de onların iddialarının
saçmalığına işaret etmektedir.
Burada açıkça
bildirilmemekle beraber Hz. İbrahim'in "Ben sizin Allah'a ortak
koştuğunuz şeylerden korkmam" demesinden, kavminin onu, tanrılarının öfkelenerek
kendisini cezalandırmasıyla tehdit ettikleri anlaşılmaktadır. İbrahim
aley-hisselâm bu tehdide aldırış
etmemekle birlikte, iyi bir mümin olarak, ilmi her şeyi kuşatan ve bu suretle
bütün olup bitenler gibi kendisinin hal ve hareketlerini de eksiksiz bilen
Allah'tan korktuğunu ifade etmiş; böylece fayda ve zararın da Allah'tan
geldiğine, O'nun ilim ve iradesine bağlı bulunduğuna olan inancını ortaya
koymuştur.
Âyetin sonundaki
"Hâlâ ibret almıyor musunuz?" şeklindeki uyarıyla Hz. İbrahim,
kavmini, putperestlikle kendisinin kesin delillerle kanıtladığı tevhid inancı arasında
doğru öncüllere dayalı aklî değerlendirme ve mukayese yapmaya, bu suretle
hakikati bulup tanımaya çağırmıştır. [150]
81. Benzer
mantıkî değerlendirme ve uyarılar bu âyette de devam etmekte ve sonuç olarak,
mutlaka taraflardan biri inancı sayesinde güvenliğe kavuşacağına göre hangi
tarafın, ilmi her şeyi kuşatan, fayda ve zararın yaratıcısı olan Allah'a ortak
koşup İsyan edenlerin mi, yoksa O'nun birliğine ve hükümranlığına inanıp
yolundan gidenlerin mi güvence içinde oldukları sorulmaktadır. "Eğer
biliyorsanız" kaydıyla da bu soruya yalnız bilgi sahibi olanların doğru
cevap verebileceklerine, dolayısıyla bâtıl inançlardan kurtulma hususunda
bilginin önemine işaret edilmektedir. [151]
82.
Ağırlıklı görüşe göre bu âyetteki ifade de Hz. İbrahim'e aittir ve onun
"İki taraftan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?" şeklindeki
sorusuna yine kendisi tarafından verilen cevaptır. Sorunun soran tarafından
cevaplandırılması, başka bir cevabın bulunmamasından dolayıdır.
"(Allah'a) inanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık
bulaştırmayanlar" ifadesi, söz konusu kavmin Allah'a inanmakla birlikte,
Tanrı saydıkları başka şeyleri O'na ortak koştuklarını göstermektedir.
Âyetteki zulümden maksat, Allah'a şirk koşmaktır. Çünkü zulmün asıl anlamı,
"hak sahibinin hakkını tanımamak, vermemektir." Ulûhiyyet ve
rubûbiyyet yalnızca Allah'a ait olduğu halde, başka varlık ve nesneleri de
Tanrı yerine koymak, Allah'ın mahlûkatı üzerindeki hakkını tanımamaktır.
Nitekim Hz. Peygamber de "Allah'ın kullan üzerindeki hakkı O'na kulluk
edip hiçbir şeyi kendisine ortak koymamaktır. [152] buyurmuştur.
Sahih kaynaklarda nakledilen bir rivayete göre bu âyet geldiğinde müslümanlar,
hayat boyunca zulümden uzak durmanın kendileri için mümkün olmadığını düşünerek
telâşa kapılmışlar; bunun üzerine Resûlullah âyete şu şekilde açıklık getirmiştir:
Bu sîzin düşündüğünüz zulüm değildir. Burada Lokmân'ın oğluna hitaben söylediği
"Sevgili oğlum! Allah'a ortak koşma; çünkü O'na ortak koşmak kesinlikle çok
büyük bir haksızlıktır[153] sözündeki
zulüm kastedilmiştir"[154]
83. İşte bu, kavmine
karşı İbrahim'e verdiğimiz delillerimizdir. Biz dilediğimiz kimselerin
derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki senin rabbin hikmet sahibidir, hakkıyla
bilendir. [155]
83.
"Hiiccet"ten maksat, Hz. İbrahim'in gözlemleri ve aklî
İstidlâlleriyle ulaştığı kesin sonuçlarla ortaya koyduğu delillerdir. Âyetteki
"alâ" edatı bu delillerin hasmı susturacak doğruluk ve sağlamlıkta
olduğuna işaret eder. Bu delillerin ilâhî bir lütuf olarak gösterilmesinden sonra "Biz dilediğimiz
kimselerin derecelerini yükseltiriz" buyurulması, bu tür gözlemler
yapmanın sadece İbrahim'e mahsus olmadığını, başkalarının da buna benzer
metotlarla doğru sonuçlara ulaşabileceklerini; aynca, eşya ve olaylar üzerinde
düşünerek bunlardan aklî ve ilmî bakımdan doğru sonuçlar çıkaran insanların
Allah nezdindeki derece ve itibarlarını gösterir. Nitekim âyetin sonunda Allah
Teâlâ kendi zatının ululuğunu da ilim ve hikmetteki kemali ile ifade buyurmuştur. [156]
84. Biz ona İshak ve
Ya'kub'u da armağan ettik; hepsini de doğru yola ilettik. Daha önce de Nuh'u ve
onun soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Ey-yûb'u, Yûsuf u, Musa'yı ve Harun'u doğru
yola iletmiştik. Biz, iyi davrananları böyle mükâfatlandırırız. 85. Zekeriyyâ,
Yahya, îsâ ve İlyâs'ı da (doğru yola iletmiştik). Hepsi de iyilerden idi. 86.
İsmail, Elyesa', Yûnus ve Lût'u da (hidayete erdirdik). Hepsini âlemlere üstün
kıldık. 87. Onların atalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını, evet
onları da seçkin kıldık ve dosdoğru yola yönelttik. 88. İşte bu, Allah'ın
hidayetidir; O, bununla kullarından dilediğini doğru yola ulaştırır. Eğer
onlar Allah'a ortak koşsalardı ya-pageldikleri iyi şeyler elbette boşa giderdi.
89- Onlar, kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir.
Eğer şimdi onlar bu söylenenleri inkâr ederlerse muhakkak ki yerlerine,
bunları inkâr etmeyecek bir topluluk getiririz. 90. İşte o peygamberler,
Allah'ın hidayete erdirdiği kimselerdir. Onların rehberliğine uy. De ki:
"Ben, bu görevimden dolayı hiçbir karşılık istemiyorum; bilinsin ki bu,
bütün insanlığa bir öğütten ibarettir." [157]
84-86.
Önceki âyetlerde Hz. İbrahim'in gözlem ve istidlal metoduyla ulaştığı
hidayetten ve onun tevhİd akidesinden söz edildikten sonra bu âyetlerde İbrahim'in
sahip olduğu akîdenin bütün peygamberlerce benimsenen mutlak hakikat olduğu
anlatılmaktadır. 84, âyette, Hz. İbrahim'in imanda hakikate ulaşma ve tev-hid
akidesini hâkim kılma çabasının bir ödülü olmak üzere kendisine İshak adlı bir
oğul ve Ya'kub adlı bir torun armağan edildiği belirtiliyor. [158]
87-88.
Araplar'in ataları olarak bildikleri[159] ve saygı duydukları İbrahim'le birlikte on
sekiz peygamberin İsmi zikredilerek hepsinin de hidayet üzere yaşadıkları, İyi
ve sâlih kimselerden oldukları, bunların atalarından ve zürriyet-lerinden de,
Allah'ın fazlu keremiyle, âlemlere üstün kılınmış kimselerin bulunduğu; bütün
bu sayılanların doğru yoldan giderek hidayete kavuşturulmuş seçkin insanlar
olduğu ifade edildikten sonra "İşte bu, Allah'ın hidayetidir; O, bununla
kullarından dilediğini doğru yola ulaştırır. Eğer onlar (siz Kureyş müşrikleri
gibi) Allah'a ortak koşsalardı, yapageldikleri iyi şeyler elbette boşa
giderdi" buyurularak, Câhiliye Arapları'nın, ataları İbrahim'in de içinde
bulunduğu bu üstün insanların hidayet yolundan saptıklarına zımnen işaret
edilmektedir. [160]
89. Yüce
Allah'ın, anılan peygamberlere verdiği kitaptan maksat, peygamberlere
gönderilen ilâhî mesajlar bütünü veya genel olarak ilim ve marifettir. Âyet
metnindeki hüküm, bizim tercih ettiğimiz şekilde hikmet, yani gerçekler ve yanlışlar,
iyilik ve kötülükler hakkındaki doğru ve kuşatıcı bilgi şeklinde yorumlandığı
gibi hükümdarlık olarak da anlaşılmıştır. "Nübüvvet"ten maksat ise
peygamberliktir. Bu yüce şahsiyetlerden bazılarına bu lütuflann tamamı,
bazılarına da biri veya ikisi verilmiştir. [161]
90. Allah'ın
bu kişileri hidayete erdirdiği, tarihî bir hakikati kesin olarak ortaya koymak
bakımından, bir defa daha vurgulandıktan sonra Hz. Muhammed'e, son peygamber
olarak onların hidayetine uyup aynı evrensel hakikati devam ettirmesi
emredilmiştir. Burada Araplar'a ve Kur'an'ın muhatabı olan herkese, Hz. Muhammed'in
görülmemiş duyulmamış bir din icat etmediğine, aksine, geçmiş peygamberlerin
sünnetini devam ettirdiğine ilişkin dolaylı bir hatırlatma da vardır. Ayrıca
Resûlullah'a, seleflerinden birini veya bir kısmını örnek almak yerine, hepsinin
hidayetine uyması, meziyetlerini kendisinde toplaması emredilmiştir. Bu buyruk
hangi devir, ülke, millet ve kültüre ait olursa olsun, evrensel gerçekliğin,
doğruluk ve iyiliğin benimsenmesi ve yaşatılması gerektiğine işaret etmekte;
Hz. Peygamber'den de bu değerlere sahip çıkmasını istemektedir. [162]
91. Onlar Allah'ı
gereği gibi takdir edip tanımadılar. Çünkü "Allah hiçbir insana hiçbir
şey indirmedi" dediler. De ki: "Öyleyse Musa'nın insanlara bir nur ve
hidayet olarak getirdiği kitabı kim indirdi?" Siz onu kâğıtlara yazıp
(istediğinizi) açıklıyor, çoğunu da gizliyorsunuz. Sizin de, atalarınızın da
bilemediği şeyler (Kur'an da) size öğretilmiştir. (Resulüm!) Sen
"Allah" de, sonra onları bırak, daldıktan bataklıkta
oyalanadursunlar! 92. Bu (Kur'an), Ümmülkurâ (Mekke) ve çevresindeken uyarman
için sana indirdiğimiz, kendisinden öncekileri doğrulayıcı mübarek bir
kitaptır. Âhirete inananlar buna da inanırlar ve onlar namazlarını kılmaya
hakkıyla devam ederler. [163]
91. Bu âyet,
peygamberler ve onların gösterdikleri hidayet yolu, getirdikleri dinler ve
kitaplarla ilgili önceki âyetlerin bir sonucu olarak görülmektedir.
"Allah hiçbir
insana hiçbir şey indirmedi" diyerek bütün peygamberleri ve ilâhî
kitapları inkâr edenlerin kim veya kimler olduğu hususunda tefsirlerde değişik
görüşler İleri sürülmüştür. Bir görüşe göre bu sözü söyleyen kişi bir yahudi hahamıdır.
İbn Abbas'a isnad edilen bir rivayete göre Hz. Peygamber kendisiyle tartışmaya
kalkışan bu hahama "Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah için doğru
söyle,Tevrat'ta Allah'ın şişman hahamı sevmeyeceği yazılmış mıdır?" diye
sormuş; kendisi de şişman olan haham, bu söze öfkelenerek "Allah hiçbir
insana hiçbir şey indirmedi" demiştir. [164] Bu
rivayetin doğruluğu kabul eden müfessirlere göre En'âm sûresi Mekkî olmakla
beraber 91. âyet Medine'de inmiştir. Çünkü Mekke'de yahudi cemaati
bulunmadığından böyle bir tartışmadan da söz edilemez.
Ancak söz konusu
rivayetin sıhhati tartışmalıdır. Öncelikle Resûlullah'ın bir insanı
şişmanlığından dolayı küçük düşürmesi onun üstün ahlakıyla bağdaşmaz. Çünkü o,
insanların dinî ve ahlâkî kusurlarını bile yüzlerine vurmaz; "İçinizde
şöyle şöyle yapanları görüyorum" gibi sözlerle uyanlarını isim vermeden
yapardı. Ayrıca, bir yahudi din adamının bütün peygamberleri ve kitapları inkâr
etmesi inanılır gibi görünmüyor. Söz konusu rivayette hahamın bu İnkârı
üzerine, yahudile-rin kendisini görevinden uzaklaştırarak yerine Kâ'b b. Eşrefi
getirdikleri belirtiliyor. Ancak Kâ'b'ın Arap asıllı ve bir Arap kabilesinin
lideri olması göz önüne alınırsa, bu rivayetin asılsız olma ihtimali daha da
artar.
Bu durum karşısında, âyette
peygamberleri ve kitapları inkâr ettikleri bildirilenlerin müşrik Araplar
olduğu görüşü ağnlık kazanmaktadır. Onlar bu gibi inkarcı ifadeleriyle, önceki
âyetlerde bir kısmı isimleriyle anılan peygamberleri, aynı âyetlerde üzerinde
durulan Allah'ın hidayetini, tebliğlerini ve dolayısıyla insanlara yönelik
rahmetini inkâr etmiş; bu suretle Allah'ı gerektiği şekilde tanımadıklarım,
hakkıyla takdir etmediklerini göstermişlerdir.
Onların bu tutumlarına
karşı yüce Allah, Peygamberi'ne şu soruyu sormasını öğütlemiştir:
"Öyleyse Musa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği kitabı
(Tevrat'ı) kim indirdi?" Çünkü Araplar yahudi olmamakla birlikte, daha çok
ticarî seyahatler esnasında az çok bilgi edindikleri Yahudiliğe, onun peygamberlerine
ve kutsal kitabına bir ölçüde saygı duyuyorlardı. Âyetten anlaşıldığına göre
onların okur-yazar olanlarından bir kısmı yahudi kutsal metinlerinden bazı
parçaları da yazarak saklıyorlardı. Âyette bu duruma da işaret edilerek, buna
rağmen "Allah hiçbir insana hiçbir şey indirmedi" demelerinin bir
çelişki olduğu ortaya konmuştur. [165]
92. "Allah
hiçbir insana (peygambere) hiçbir şey indirmedi" diyenlere âyet şu cevabı
veriyor: "İşte bu Kur'an, Ümmülkurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyarman
İçin sana indirdiğimiz, kendisinden öncekileri doğrulayıcı mübarek bir kitaptır."
Böylece âyette Kur'an, vahyin ve nübüvvetin gerçek olduğunu belgeleyen canlı ve
güncel bir kanıt olarak gösterilmiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'in
mübarek diye nitelendirilmesi, ona inanıp gereğince yaşayanların dünya ve
âhiret hayatları için feyiz, bereket, mutluluk ve huzur kaynağı olmasından
dolayıdır.
Kur'an'in kendisinden
önceki kitapları tasdik etmesi iki noktada toplanır: Öncelikle bazı eski
kitaplarda yer alan Hz. Muhammed'İn risâletine ilişkin müjde, Kur'an'ın inzali
ile fiilen gerçekleşmiş; bu suretle Kur'an eski kitaplardaki müjdeyi tasdik
etmiş, yani doğruluğunu kanıtlamıştır. İkinci olarak Kur'an başta Allah'ın
birliği, nübüvvet ve âhiret gibi itikadı konular olmak üzere birçok esasda ve
hükümde eski kitaplarla tam bir uyum içinde olmuştur. Bu da Kur'an'ın onlar hakkındaki
bir tasdikidir. Kur'an'ın, geçmiş dinlerdeki bazı amelî hükümleri değiştirmesi
veya kaldırması ve onlarda bulunmayan yeni hükümler getirmesi tamamen değişen
ve gelişen şartlarla ilgili olup o dinlerin kutsal kitaplarını tasdik edici
özelliğini bozmaz.
Mekke'nin
"Ümmülkurâ" diye anılması bölgenin din ve ticaret merkezi, bilhassa
hac mahalli olması, ayrıca Arabistan'ın en eski mabedi sayılan Kabe'nin orada
bulunmasından[166] dolayıdır.
Kur'an evrensel bir
kitap olmakla birlikte vahyin ilk muhatapları Mekke ve çevresinde yaşayan
Araplar olduğu için Mekke'de inen En'âm sûresinin bu âyetinde de, tabii
olarak, öncelikle buralardaki insanların uyarılması üzerinde durulmuştur. [167]
93. Allah'a karşı
yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyedil-memişken "Bana da
vahiy geldi" diyenden ve "Ben de Allah 'in indirdiği âyetlerin
benzerini indireceğim" diyenlerden daha zalim kim vardır? O zalimler,
ölümün boğucu dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara "Haydi,
canlarınızı kurtarın! Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun
âyetlerine karşı kibirlilik taslamanızdan Ötürü bugün alçaklık aza-bıyla
cezalandırılacaksınız!" derken onların halini bir görsen! 94. Ândolsun ki,
sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve (dünyada) size
verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız. Yaratılışınızda ortaklarımız
sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda görmeyeceğiz. Andolsun, aranız açılmış,
(tanrı) sandığınız şeyler sizi bırakıp gitmiştir. [168]
93.
"Allah'a karşı yalan uyduran"dan maksat, Allah'ın hiçbir insana
hiçbir şey indirmediğini ileri sürenlerdir; veya bu âyet, müşriklerin
"Kur'an Muham-med'in uydurmasıdır" şeklindeki İftiralarına[169]
karşı bir cevaptır. Zira Allah'a ait olmayan sözleri O'na isnat etmek, Allah'a
karşı bir iftira ve büyük bir haksızlık olup Hz. Muhammed böyle bir davranışta
bulunmaktan münezzehtir.
Bazı müfessirlere göre
bu âyetteki, bir kısım inkarcıların, kendilerine de vahiy geldiğini, yahut
kendilerinin de Kur'an'dakine benzer âyetler ortaya koyabileceklerini ileri
sürdüklerini belirten açıklamalar bu âyetin Medine'de indiğini göstermektedir.
Çünkü Medine döneminde Müseylemetülkezzâb ve Esved el-Ansî isimli yalancı
peygamberler bu tür iddialarda bulunmuşlar; ayrıca söylendiğine göre yine
Medine'de, eski bir vahiy kâtibi iken irtidad eden Abdullah b. Şerh, Allah'ın
indirdiklerine benzer âyetleri kendisinin de ortaya koyabileceğini söylemeye
kalkışmıştır. Ancak bu gerekçeler âyetin Medine'de indiğini kanıtlamak İçin
yeterli görülmemiştir. Zira Mekke müşrikleri arasında da istihza maksadıyla benzer
iddialarda bulunanlar olmuştur. Ayrıca 93. âyetle, Mekke'de indiği kesin olan
94. âyet arasındaki güçlü alâka da 93. âyetin Mekkî olduğunu göstermektedir. [170]
94,
İnkarcıların âhirette, mutlak güç ve hâkimiyet sahibi olan Allah karşısındaki
yalnızlık ve çaresizliklerinin anlatıldığı âyete göre onların dünyadaki akraba
ve dostları, kendilerini şımartıp azgınlaştıran mal ve mülkler, makam ve
mevkiler, Allah'tan başka tapmış oldukları şeyler Allah karşısında onlara zerre
kadar fayda sağlamayacak, yardımını umdukları şeyler kaybolup gidecektir. [171]
95, Şüphesz Allah,
tohumu ve çekirdeği çatlatandır; O, ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü
çıkarandır. İşte Allah budur. O halde (haktan) nasıl dönersiniz! 96.0, sabahı
aydınlatandır. Ve O, geceyi dinlenme zamanı, güneşi ve ayı birer hesap ölçüsü
kılmıştır. İşte bu, aziz ve alîm olan Allah'ın takdiridir. 97.0, kara ve
denizin karanlıklarında kendileri ile yol bulaşınız diye sizin için yıldızları
yaratandır. Gerçekten biz, bilen bîr toplum için âyetleri birer birer
açıkladık. 98. O, sizi bir tek nefisten yaratandır. (Sizin için) bİr kalma
yeri, bir de emanet olarak konulacağınız yer vardır. Anlayan bir topluluk için
âyetleri ayrıntılı bir şekilde açıkladık. 99.0, gökten su indirendir. İşte biz,
her çeşit bitkiyi onunla bitirdik. O bitkiden de, kendisinde üst üste binmiş
taneler bitireceğimiz bir yeşillik, hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar,
üzüm bağlan; bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzemeyen zeytin ve
nar bahçeleri meydana getirdik. Meyve verirken ve olgunlaştığı zaman her
birinin meyvesine bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için
ibretler vardır. [172]
95. Bu ve
müteakip âyetlerde, her biri başlı basma birer mucize olan, fakat her zaman
tekrarlandığı için insanların önemini kavramaktan gafil olduğu başlıca
yaratılış olaylarına ve ilâhî kudretin işaretlerine dikkat çekilmiştir.
Tohumun ve çekirdeğin
patlayarak filiz vermesi ve bu suretle tabiatın canlanması, bitkilerle
bezenmesi, nimetlerle dolup taşması o yüce kudretin muhteşem eserleridir.
Böylece O, ölüden diriyi, diriden ölüyü, tohumdan ve çekirdekten bitkileri,
bitkiden tohum ve çekirdekleri çıkarmaktadır. Âyette, kesintisiz tekrar eden
bu açık seçik
tecellilere rağmen insanoğlunun nasıl olup da gerçeğe sırtını, dönebildiği,
O'tıu yaratıcı olarak tanıyıp kulluk etmekten geri durabildiği sorulmaktadır. [173]
96. Sabahın
aydınlanması, gecenin sükûnet ve âsûdeliği, ay ve güneşin şaşmaz bir
matematiksel nispetle, insanların zamanı ve daha başka astronomik ve coğrafî
ölçüleri bulmalarına İmkân verecek düzenlilikle işlevlerini sürdürmeleri de o
azîz ve alîm olan Allah'ın takdiridir, düzenlemesidir. [174]
97. İnsanlar
çok eski dönemlerden beri yolculuk ederken yön tayininde bazı yıldızların ve
yıldız kümelerinin konumundan yararlanırlar. Özellikle henüz pusulanın icat
edilmediği çağlarda büyük önem taşıyan bu durum, bugün de modern imkânların
bulunmadığı şartlarda önemini korumaktadır. Yıldızların konumlarından
yararlanılsın veya yararlanılmasın, onların kozmik düzeni -Allah bu düzeni
devam ettirdiği sürece- ilâhî kudretin işareti olma özelliğini koruyacaktır. [175]
98. Kur'an
mucizesinin gerçekleştiği alem içinde yaratılış hadisesinin en muhteşem sonucu
hiç şüphesiz insandır. Bu âyette yüce Allah bu büyük mucizeyi de kudretinin
nişanesi olarak zikretmektedir. Tefsirlerde genellikle âyet-i kerîmedeki nefs
kelimesinden Hz. Âdem'in kastedildiği belirtilmiş; müstakar kelimesine
"yeryüzü veya ana rahmi", müstevda' kelimesine de "kabir veya
babanın sulbü" gibi mânalar verilmiştir.
[176]Süleyman
Ateş klasik tefsirlerin aksine, nefsi "Hz. Âdem'den ve evrimleşerek ikili
cinsel üreme düzeyine ulaşmadan önceki İnsanlığın eşeysiz ilk kökeni veya
genel olarak baba", müstakar kelimesini "babaların belleri",
müstevda' kelimesini de "annelerin rahimleri" olarak açıklamıştır
(III, 206-208).
Bazı eski ve yem
tefsirlerde belirtildiği gibi[177]bu
iki kavramı, insanın birbirini takip eden iki muayyen konumuyla sınırlamak
yerine, bunların ilk yaratılıştan insanın varlığının devamı süresince içinde
bulunduğu ve intikal etmeye hazır olduğu bütün konumlarına işaret ettiğini
düşünmek daha isabetli olur. Buna göre insanoğlu başlangıcından itibaren
varlığının her konumunda hem bir karar hem de intikale aday olma, emanet
halinde bulunma durumlarım birlikte yaşar. Böylece o, cennet veya cehenneme
varıncaya kadar, sırasıyla ilk nefsin özünde yani insanı saklayan ilk cevherde,
babanın sulbünde, annenin rahminde, toprağın üzerinde, yerin altında ve haşir
yerinde hem bir karar halini hem de gelecek intikale namzet emanet halini
birlikte yaşar. Müstakâr bu hallerin ilkine, müstevda' da ikincisine işaret
etmektedir. [178]
99. Aynı
yağmurla sulandığı halde sayılamayacak kadar çok çeşitli cinslerde bitkiler
veren yeryüzündeki tabiat hârikalarından bir demet sunulmakta ve bımla-nn,
şuursuz tabiatın, kör tesadüfün sonucu olmayıp yine o ulu kudretin eserleri olduğu
bildirilmekte; bunların her birinde inanan insanlar için âyetler, yaratıcısına
delâlet eden tecelliler bulunduğuna dikkat çekilmektedir. [179]
100. Cinleri Allah'a ortak
koştular. Oysa onları da Allah yaratmıştır. Bilgisizce O'na oğullar ve kızlar
yakıştırdılar. Allah, onların ileri sürdüğü vasıflardan uzak ve yücedir.
101.0, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Eşi olmadığı halde nasıl çocuğu
olabilir? Her şeyi O yaratmıştır ve her şeyi hakkıyla bilen O'dur. 102. İşte
rabbiniz Allah O'dur. O'ndan başka tanrı yoktur. O her şeyin yaratıcısıdır.
Öyleyse O'na kulluk edin, O her şeye vekildir (Güvenilip dayanılacak tek
varlık O'dur). 103. Gözler O'nu idrak edemez, halbuki O gözeleri idrak eder. O
latiftir, habîrdir. [180]
100. Cin
kelimesi ateşten yaratılmış, gözle görülmeyen, insanlar gibi iyileri ve
kötüleri olan varlıkları ifade eder[181]Tefsirlerde
cin kelimesinin "örtülü, kapalı, duyularla algılanamayan" şeklindeki
sözlük anlamı dikkate alınarak âyetteki cin kavramının, belirtilen terim
anlamı yanında, melekleri ve şeytanları da kapsadığı yönünde açıklamalar
yapılmıştır. Araplar cinlere bazı tanrısal güç ve yetenekler yükler,
zararlarından korunmak için tedbirler alır, hoşnutluklarını kazanmaya çalışır,
bunun için cinler adına kurban keserlerdi. Aynca onlar, cinlerin kâhinlere
gökten haberler getirdiğine, şeytanların da şairlere ilham verdiğine inanır;
böylece Allah ile bu gizli varlıklar arasında bir bağ kurarlardı. [182]Nitekim
başka âyetlerde de müşriklerin cinlere ve meleklere taptıkları[183]Allah
ile görünmez varlıklar arasında nesep bağı kurdukları[184]
melekleri Allah'ın kızları olarak düşündükleri[185] bildirilmektedir. İbn Âşûr'un bildirdiğine
göre Câhiliye Araplan'nın bir kısmı şeytanın şer tanrısı olduğuna inanır,
melekleri Allah'ın askerleri, cinleri de şeytanın askerleri sayarlardı.
Özellikle bu son inançta Mazdeİzm'in iki tanrılı inancının etkisi olduğu
düşünülmektedir, Fahreddin er-Râzî'ye göre âyette, bu âlem ve orada olup
bitenlerin iki ayrı tanrıya bağlı bulunduğunu, bunlardan birinin iyilik
tanrısı, diğerinin kötülük tannsı olduğunu ileri süren inanca işaret edilmiştir
(XIII, 112-113). Nitekim İbn Abbas'a isnat edilen bir rivayette âyetin, Allah
ve İblîs'in "iki kardeş" olduğuna, Allah'ın iyileri ve İyilikleri,
İblîs'in de kötüleri ve kötülükleri yaratıp yönettiğine inanan
"Zenâdika" hakkında indiği belirtilmiştir (Vahidî, Esbâb-ı Nüzul, s.
165). İslâmî kaynaklarda, Mecusîliğin Zend (Zend Avesta) isimli kutsal kitabına
inananlara "Zendf'Menildiği, Arapça'daki zındık (çoğulu zenâdika)
kelimesinin buradan geldiği belirtilir. Aynca, eski kaynaklarda bu tür düalist
dinlere Sineviyye de (Senevİyye) denilmektedir. Sonuç olarak âyette bu şekilde
Allah'tan başka gözle görülmeyen bazı varlıkların da ulûhiyyetine inananlar;
özellikle putperestlik yanında Sâbiîlik, şeytanperestlik, Mecusîlik ve kısmen
Yahudilikle Hıristiyanlığın tevhide aykırı inançlarından etkilenmiş olan
Araplar'in bâtıl itikatları eleştirilmiştir.
"Oysa onlan da
(görünmez varlıkları) Allah yaratmıştır" mealindeki cümle, müfessirlerce
"Halbuki bu varlıktan Allah'a ortak koşanların kendileri de onlan Allah'ın
yarattığını biliyorlardı" şeklinde anlaşılmıştır. Buna göre âyette müşriklerin,
mahlûk olduğunu kabul ettikleri varlıkları halika ortak koşmalarının, böylece
onlara ulûhiyyet tanımalarının bir çelişki olduğu ifade edilmiştir. [186]
101. Bedî* kelimesi Allah'ın ismi olarak
kullanıldığında "Bir şeyi herhangi bir alete, temel maddeye, daha önce var
olan örneğe, zaman ve mekâna ihtiyaç duymadan, yoktan ve eşsiz bir
mükemmellikte yaratan" anlamına gelir ve sadece Allah için kullanılır. Bir
önceki âyette müşriklerin, yüce Allah'ın birliğine ve kemaline aykırı düşen
bâtıl inançları reddedilip, O'nun bu tür yakıştırmalardan münezzeh bulunduğu
ifade buyurulduktan sonra bu âyette de tenzihin gerekçesi açıklanmıştır. Buna
göre müşriklerin iddialarının aksine, gerek onların ulûhiyyet İsnat ettikleri
varlıkları gerekse bütün görünür ve görünmez mevcudatı, gökleri ve yeri kısaca
bütünüyle evreni benzersiz bir şekilde yapıp yaratan Allah'tır. Bu durumda
herhangi bir varlığı O'na ortak koşmak son derece anlamsızdır. [187]
102.
İnsanlar, şuradan buradan edindikleri aslı olmayan derme çatma inançlardan
vazgeçerek, Allah hakkında, bir önceki âvette belirtildiği şekilde İnanç tasımaya
çağrılmakta, O'ndan başka tanrı bulunmadığı, önceden olduğu gibi şimdi ve
bundan sonra da her şeyin yaratıcısının O olduğu vurgulanmakta; insanlardan,
burada belirtildiği şekilde oluşturdukları sahih imanlarını, uydurma tanrılara
değil, yalnız Allah'a kulluk ederek ibadetle pekiştirmeleri istenmektedir.
Çünkü O her şeye vekildir. Âyetin bu kısmında tevhidin en yüksek noktası
gösterilmiş bulunmaktadır. Çünkü bu ifadeye göre gerçek ve adaletli bir
şekilde yapıp yaratan, yaşatan, rızıklandıran O'dur; her varlığa kendi varlık
mertebesinde lâyık olan imkân ve şartlan hazırlama, sebepleri ve sonuçları
düzenleme işlevi sadece O'na aittir; bundan dolayı güvenilip dayanılacak ve
sığınılacak olan da O'ndan başkası olamaz. [188]
103.
"Arzulanan bir şeye ulaşma" anlamına gelen idrak, mecaz olarak
"duyu organının duyulur şeyi algılaması veya aklın soyut bir varlık ya da
mânayı kavraması" mânasmfta kullanılır. Buradaki kullanımında her iki
anlamı da kapsamaktadır; yani "Gözler O'nu idrak edemez" ifadesiyle
hem Allah'ın gözle görülür maddî ve cismanî bir varlık olmadığı hem de zâtından
başka hiçbir varlık tarafından O'nun gerçek varlığının ve mahiyetinin
bütünüyle bilinip kuşaklamayacağı ortaya konmuştur. Bu İfade ile özellikle
maddî nesneleri, putları, heykelleri, resimleri tannlaştıran, bunlara tanrısal
aslanlık ve kutsallık yükleyerek kendilerine sığınılan veya korkulan birer güç
kaynağı gibi gören bütün dinler, inançlar ve bunlara dayalı tutumlar
reddedilmiştir.
Mu'tezile bilginleri,
daha başka aklî ve naklî deliller yanında, özellikle bu âyete dayanarak Ehl-i
sünnet'in düşündüğünün aksine, Allah'ın, dünyada olduğu gibi âhirette de
görülemeyeceğini ileri sürerken Ehl-i sünnet bilginleri, âyetin baki olan
Allah'ı bu dünyada fâni gözlerle görmenin imkânsızlığına işaret ettiğini;
âhirette ise, insanların ölümsüz hale getirilecek olan bedenlerindeki sonsuz
bir görme İmkânına kavuşturulmuş gözleriyle baki olan Allah'ı görmelerinin mümkün
olduğunu savunmuşlardır. Onlar, inkarcıların âhirette "rablerinden mahrum
kalacaklarını (perdelenmiş olacaklarını)" bildiren âyeti de [189] bu
iddialarına delil göstermişlerdir. Zira "mahrum olma (perdelenme)"
ifadesi sadece inkarcılar için kullanıldığına göre müminler rablerini
görebileceklerdir. Ancak bu görmenin keyfiyeti âhiretteki hal ve şartlara göre
olacaktır. Yine Ehl-i sünnet'e mensup müfessirlere ait başka bir yoruma göre
âyette Allah'ı görmenin tamamen imkânsız olduğundan söz edilmemekte, O'nun tam
olarak idrak edilmesinin İmkânsız olduğu bildirilmektedir. Şu halde eksik de
olsa kulların O'nu görmeleri mümkün olacaktır.
[190]
Latîf ve habîr,
Allah'ın esmâ-i hüsnâsmdandır. Latîf ismi Allah'ın sevgi, merhamet, hoşgörü,
ihsan ve ikramıyla bütün mahlûkatla birlikte kullarına karşı çok lutufkâr
olduğunu ifade etmesi yanında, özellikle habîr ismiyle birlikte kullanıldığında
"her şeyi en ince ayrıntılarına kadar kusursuz bilen" anlamına gelmekte
olup özellikle "bütün olup bitenler gibi kullarının hallerinden de eksiksiz
haberdar olan" mânasındaki habîr ismiyle birlikte kullanıldığında ikinci
mânada anlaşılması daha isabetli görülmektedir. [191]
104. Doğrusu size
rabbiniz tarafından basiretler (idrak kabiliyetleri) verilmiştir. Artık kim
hakkı görürse faydası kendine, kim de kör olursa zararı kendinedir. (De ki:)
Ben üzerinize bekçi değilim. 105, Böylece biz âyetleri geniş geniş açıklıyoruz
ki, "İyi öğrenmişsin" desinler re biz, anlayan toplum için Kur'an'ı
iyice açıklayalım. 106. Rabbinden sana vahyolunana uy. O'ndan başka tanrı
yoktur. Müşriklerden yüz çevir. 107. Allah dileseydi onlar ortak koşmazlardı.
Biz seni onların üzerine bir bekçi kılmadık. Sen onlann vekili de değilsin. [192]
104. Besâir
kelimesi "kalbin nuru, kalpte hâsıl olan bilgi ve idrak" anlamına
gelen basiretin çoğuludur. Beden gözüyle algılamaya basar, akıl ve zihin
mele-keleriyle algılamaya da basiret denir. Âyette, Allah tarafından geldiği
bildirilen "basîretler"den maksat, hakka davet eden, kurtuluş yolunu
gösteren âyetler ve özellikle yukarıda geçen tevhid akidesinin ispatına dair
âyetler ile -Râzİ'ye göre-Cenâb-ı Hakk'm insan fıtratına bahşettiği, küfrü
terkedip İmana yönelme istidadı yani bilgi ve düşünme melekesİdir (XIII, 134).
Buna göre Hz. Peygamber'in hakka davetini doğru bir şekilde kavrayan, bununla
ilgili delilleri akıl ve düşünme yeteneğini isabetle kullanarak değerlendiren
ve bu sayede hidayeti bulan kimse kendine iyilik etmiş; gurur ve kibre
kapılarak bunun aksine davranan da kendine kötülük etmiş olur. Âyetin son
kısmı, Hz. Peygamber'in, bu şekilde basiretsizliği yüzünden helake doğru
gidenleri koruma ve engelleme imkânının bulunmadığını bildirmektedir. Bunun
bizzat Hz. Peygamber'in ağzından ifade edilmesi, müfessirle-rin çoğunluğuna
göre, âyetin başında veya bu son cümlesinden önce Resulullah'a hitaben "de
ki" şeklinde bir zımnî emrin bulunduğunu gösterir. Elmalılı Hamdi Yazır bu
görüşü isabetsiz bularak mealinde "bekçi" anlamı verilen hafız kelimesine
Allah'ı ifade edecek şekilde mâna verirken[193]
tasavvufî, hatta bir ölçüde vahdet-i vücûdcu bir yaklaşımı tercih eden Süleyman
Ateş'e göre bazı âyetlerde görülen bu durum "vahyin Hz. Muhammed'İn
içbenliğiyle ilişkisinden ileri gelmektedir ve aynı durum, mutasavvıfların
"Hak sıfatıyla mevsûf insan" tanımıyla izah edilebilir. [194]
105. "Âyetlerin
geniş geniş açıklanması" iki maksada bağlanmış olup ilki İnkarcıların Hz.
Muhammed'e "Sen (Kur'an'ı, âyetleri) iyi öğrenmişsin" demeleri,
ikincisi de Allah Teâlâ'nın bilen bir kavme yani hak ve hidayeti bilip takip
edenlere Kur'an'ı açık seçik tanıtmasıdır. Bir yoruma göre Allah'ın, âyetleri
"geniş geniş açıklaması"nın sebebi, Hz. Peygamber'in onları kesin
deliller olarak ortaya koyabilmesini sağlamaktır. O kadar ki, inkarcılar
Resûlullah'a "Onları iyi Öğrenmişsin" deme gereğini duyacaklardır.
Başka bir yoruma göre inkarcılar âyetlerin bu açık seçildiği karşısında
Resûlullah'ın onları başkalarından yani Ehl-i kitap'tan ders alarak öğrendiğini
söyleyeceklerdir. [195]Bu
ikinci yoruma göre yüce Allah'ın, âyetleri peyderpey, geniş geniş açıklayarak
indirmesi, insanların bir kısmına Kur'an'ı açık seçik tanıtma amacı taşırken
bir kısmının da Peygamber ve Kur'an'ı inkâr etmelerine sebep olmaktadır.
Mu'tezile âlimleri, bu şekildeki bir yorumu, Allah'ın adaleti ve İnsanın
sorumluluğu ilkesine aykırı buldukları için âyetteki "li-yekulû
dereste" kısmının başındaki "li" edatının "akıbet"
ifade ettiğini düşünmüşlerdir. Buna göre söz konusu âyet "Biz âyetleri
geniş geniş açıklarız; sonuçta da onlar kendi seçimleriyle inkâra yönelip bütün
delilleri hiçe sayarak Hz. Muhammed'e 'Sen Kur'an'ı başkalarından okuyup
öğrendin' derler" şeklinde açıklanmalıdır. Bazı son dönem Sünnî
müfessirlerin de bu son yorumu tercih ettikleri görülmektedir. [196]
106-107. Hz.
Peygamber'in görevi, insanları Allah'ın âyetlerine imana davet yanında, bizzat
kendisinin de bunlara uyması, Allah'tan başka tanrı bulunmadığını ikrar etmesi
ve böylece şirke sapanlardan uzaklaşmasıdır. Allah dileseydi onlar da şirk
koşmazdı; fakat ilâhı düzen ve hikmet, insanlardan kiminin kendi seçimleriyle
iman etmelerine, kiminin de şirk, küfür gibi dalalet çeşitlerine sapmalarına
imkân verecek şekilde tecelli etmiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber'in inkarcılar
üzerinde koruyuculuk ve bekçilik yapmak gibi bir sorumluluğu yoktur. [197]
108. Allah'tan başkasına
tapanlara sövmeyin; sonra onlar da bilmeden, taşkınlık yaparak Allah'a
söverler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini çekici gösterdik. Sonunda
dönüşleri rablerinedir. Artık O, ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir. [198]
108. Zemahşerî,
âyetteki sebb kelimesini genel olarak "eleştiri" mânasına alarak
normal şartlarda yanlışlıklan ve kötülükleri eleştirmenin bir görev olduğunu,
ancak eğer eleştiri eleştirilen durumdan daha zararlı ve yıkıcı sonuçlara yol
açacaksa bundan kaçınmanın da bir görev olduğunu belirtmektedir (II, 23). Bununla
birlikte, birçok müfessirin de kaydettiği gibi, sebb kelimesi şetm yani
"terbiye ve nezaketle bağdaşmayan çirkin sözler" demektir. Yanlış
yolda olanları eleştirmek, neyin doğru neyin yanlış olduğunu ortaya koymak
zorunlu olmakla birlikte; âyete göre, bunu hakaret, sövüp sayma gibi İslâm
ahlâkının hilim, edep ve nezaket kurallarıyla bağdaştırılması mümkün olmayan
bir üslûpla yapmak caiz değildir. Nitekim âyette hitabın, Hz. Peygamber'e
değil de, diğer müminlere yöneltilmiş olması da bunu gösterir. Çünkü sövüp
sayma zaten Resûlullah'ın ahlakıyla bağdaşmadığı için ona böyle bir uyarıda
bulunulmasına gerek yoktur.
Bu âyete göre
başkalarına, onların inançlarına ve kutsal saydıkları değerlere hakaret etmek
İslâmî edep ve ahlâkla bağdaşmadığı gibi, İslâm'ın izzetine de zarar getirir.
Esasen, Râzî'nin de belirttiği gibi (XIII, 139), müşrikler putlara tapmakla
birlikte Allah'a da İnanıyorlardı. Bu yüzden durup dururken O'na hakaret
etmeleri düşünülemez. Şu halde bazı müslümanlann müşrikler ve İnançları hakkındaki
ölçüsüz sözleri onları taşkınlığa sevketmiş; doğrudan doğruya Allah'a sövmek
maksadıyla olmasa bile, öfkeye kapılarak müslümanlann kutsal inançlarına sövüp
saymaya kalkışmışlardır. Bu âyette müslümanlann bu durumlara imkân verecek söz
ve davranışlardan kaçınmalan emredilmektedir. Ayette İslâm'ın tebliğ ve davet
metoduna da işaret vardır. Buna göre bizim gibi başkalarının inanç ve
kanaatleri de onlara göre değerlidir. Diyalog ve ikna etmenin yolu saygı ve
nezaketten geçer. Hakaret ve küfür ise sadece muhatabın düşmanlık duygularını
kabartır; inatlaşma, sertleşme ve giderek çatışmaya yol açar."Biz her
ümmete kendi işlerini çekici gösterdik" mealindeki cümle, Allah'ın
İnsanlara inanç ve yaşayışları konusunda bir seçme imkânı bırakmadığı şeklinde
anlaşılmamalıdır. İnsanların inanç ve telakkilerine, ahlâk ve yaşayışlarına
tesir eden, sonuçta onların inanç ve davranışlarım beğenmelerini sağlayan
birçok psikolojik ve sosyal sebep vardır ve her şey gibi bunlar da Allah'ın
koyduğu kanunlar uyarınca oluşmaktadır. İnsanın asıl görevi ise akıl ve
muhakeme gücü yardımıyla bu sebepleri aşarak Allah'ın âyetleri üzerine
düşünmesi, hoşlanıp bağlandığı inancı ve hayatı sorgulamasıdır. İnsanlar,
bilgisine ve dürüstlüğüne inanıp güvendikleri seçkin kişilerin görüşlerinden
ve irşadlarından da yararlanıp aydınlanarak gerçeğe ulaşma imkânına
sahiptirler; Allah insanlardan bu imkânı esirgememiştir. [199]
109. Kendilerine bir
mucize gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair Allah adına kuvvetle yemin
ettiler. De ki: Mucizeler ancak Allah karındandır. Ama mucize geldiğinde de
inanmayacaklarının farkında mısınız? 110. O'na iman etmedikleri ilk durumdaki
gibi (mucize gösterdikten sonra da) yine onların gönüllerini ve gözlerini ters
çeviririz. Ve onları şaşkın olarak azgınlıkları içinde bırakırız. 111. Eğer
(istedikleri gibi) onlara melekleri indirseydik, ölüler de onlarla konuşsaydı
ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de
inanacak değillerdi; fakat çokları bunu bilmezler. [200]
109.
Müşrikler Kur'an'ın Allah kelâmı olduğuna inanmadıkları, Hz. Muham-med'in onu
Tevrat ve İncil hakkında bilgi sahibi olanlardan ders alarak öğrendiğini iddia
ettikleri için ondan peygamberliğini kanıtlayacak başka mucizeler istiyor; o
takdirde bu mucizeye, dolayısıyla Hz. Peygamber'e inanacaklarına dair and içiyorlardı.
Ayette Hz. Peygamber'den, mucizeyi gerçekleştirmenin ancak Allah'ın dilemesine
bağlı bulunduğunu açıklaması istenmektedir. Hz. Peygamber'in de bu gerçeği her
vesileyle ifade ettiği, kendisinin ancak bir beşer olduğunu açıklıkla belirttiği
görülmektedir. [201]
Bazı tefsirlerde
İşaret edildiği gibi, muhtemelen o dönemdeki müslümanlar, iyi niyetleri
sebebiyle, inkarcıların mucize istemekte samimi olduklarını düşündükleri için,
Resûlullah'tan bu isteklere olumlu karşılık vermesini beklemişlerdi. Bu sebeple
âyette "Mucize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız?"
buyurularak müşriklerin samimiyetsizliğine dikkat çekilmiştir. [202]
110. Allah
Teâlâ, inkarcıların kalplerini veya akıllarını ve gözlerini ters çevireceğini,
böylece eğriyi doğru, doğruyu eğri göreceklerini, önceden olduğu gibi mucize
gösterildikten sonra da inanmamakta ısrar edeceklerini bildiriyor. Çünkü
niyetleri içtenlikte düşünmek ve hakikati bulmak değil, Hz. Peygamber'i güç durumda
bırakmaktır. Bu inatçı ve ters tutumları sebebiyle Allah da onları kendi hallerine
bırakır, böylece azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar. [203]
111. Allah
müşriklerin istedikleri şekilde mucize olarak onlara melekleri indirse, onları
ölülerle konuştursa, daha başka türlü mucizeleri önlerine serse yine de Allah
dilemedikçe inanmayacaklardır.
Bu ve bundan Önceki
âyetin üslûbuna bakarak bundan cebirci bir sonuç çıkarmak doğru değildir.
Kur'an, kendine özgü üslûbu içinde, evrendeki bütün olup bitenler gibi
insanların inanç ve amel hayatındaki gelişme ve değişmeleri de onto-lojik
bakımdan Allah'ın kuşatıcı iradesine bağlar ve bunu doğru bir tanrı akidesinin
gereği sayar. Buna göre müminin imanı da kâfirin inkârı da O'nun mutlak İradesi
ve kanunları çerçevesinde oluşmaktadır; bunları Allah'ın kudret ve iradesinin
dışında görmek, bazı şeylerin O'nun hâkimiyet ve tasarruf alanı dışında olup
bittiği gibi yanlış bir sonuca ve kusurlu bir tanrı anlayışına götürür.
Bununla birlikte Allah, yine kendi iradesi ve yaratmasıyla evrende sadece
insanı akıl, irade gibi hakkı bâtıldan ayırma yetenekleriyle donatmıştır. Buna
rağmen insan, müşrik Araplar gibi, içinde doğup büyüdüğü psikolojik ve sosyal
şartların doğal tesirlerini aşamaz, insanî yeteneklerini kullanarak gerçeğin
ve İyinin arayışı içinde olmaz, aksine bâtılda ısrar ederse, böylelerinin
gözleri ve gönülleri iyice kararır. Allah'ın böylelerini zorla hakikate
sevketmesi mümkünse de[204] bu
durum, O'nun koymuş olduğu görev, sorumluluk ve ceza-mükâfat düzeniyle uyuşmaz.
Bu yüzden bir âyette "Gerçek, rabbinizden gelendir. Artık dİ-leyen iman
etsin, dileyen inkâr etsin"[205] buyurulur. [206]
112-113. Böylece biz,
her peygambere insan ve cin şeytanlarım düşman kıldık. Bunlar, aldatmak için
birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı.
Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak da âhirete inanmayanların
kalpleri ona (o yaldızlı sözlere) kansın, ondan hoşlansınlar ve işledikleri
kötülüğü bundan böyle de işlemeye devam etsinler. [207]
112-113.
Daha önceki âyetlerde geniş olarak bildirildiği üzere, Allah Teâlâ müşriklerin
inat, inkâr ve türlü tecavüzleri karşısında Hz. Muhammed'i imtihan ettiği
gibi, eski peygamberlerin hayatlarına dair birçok âyette gösterildiği gibi o
peygamberlere de bazı ruhanî ve cismanî güçleri düşman kılıp onların mücadele
etmekteki sabır ve sebatlarını denemiş; bu suretle, Allah'ın bu en seçkin
kullan, ilâhî hakikatleri tebliğ ve yaşatma uğruna büyük mücadeleler
sergilemişlerdir.
Burada ifade buyurduğu
gibi Allah dileseydi o "insan ve cin şeytanları" düşmanlık yapamaz,
aldatıcı ve kandırıcı telkinlerde bulunamazlardı. Allah'ın bunları
peygamberlere düşman kılması, bir yandan peygamberlerin güçlükler karşısındaki
sabır ve kararlılıklarını ölçmek; bir yandan da her bir ümmete, üstün ideallere
ağır meşakkatleri, güçlü direnişleri yenerek ulaşılabileceğini; kişinin
değerinin de bu yoldaki azim ve sebatıyla ortaya çıkacağını göstermektir. İlâhî
irade dünya hayatını -imanla inkârın, hayırla şerrin- bir çatışma alanı
yapmıştır. Hakkı yaşatmak ancak, daima direniş konumunda bulunan bâtılı
etkisiz kılmakla mümkün olur. Allah'ın hikmetli yaratışı ve bu yaratmanın bir
eseri olan insan aklı ve mantığı uyarınca, peygamberlerle onlara uyanların
iman ve amellerinin değer kazanması için böyle bir mücadeleye gerek vardır.
Kahramanlık şerefini sadece bir savaştan zaferle çıkanlar hak edebilirler.
Dünyada insanın insan olmayandan farkı ve ayrıcalığı da buradadır.
"İnsanların
şeytanları", bâtılı ve şerri seçmeleri yanında, hakkı temsil eden
peygamberlere ve onları izleyenlere karşı düşmanlık bayrağını açanlar;
"cinlerin şeytanları" da bu mücadelede İnsanların şeytanlarına destek
olup onlara aldatıcı ve yıkıcı fikirler telkin eden manevî güçlerdir, Çünkü,
İslâm itikadına göre cinlerin de mümini kâfiri vardır. [208]
112. âyette zımnen
"Yâ Muhammedi Düşmanı olan tek peygamber sen değilsin. Biz geçmiş
peygamberlere insan ve cin şeytanlarını düşman yaparak onları da sıkıntılardan
geçirdik" buyurulmak suretiyle bir bakıma Hz. Peygamber teselli
edilmiştir. Ayrıca "Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa
bırak" ifadesi de, 113. âyetin beyanına göre, kalpleri bu şeytanların
yaldızlı sözüne kamp bu sözlerden hoşlanan, işlemekte oldukları fenalıkları
devam ettiren inkarcılar için bir tehdit, Resûlullah için de bir teselli
anlamı taşımaktadır. [209]
114. (De ki:)
"Allah'tan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size kitabı açıklanmış
olarak indiren O'dur." Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, Kur'an'ın
gerçekten rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler. Sakın şüpheye
düşenlerden olma! 115. Rabbinin sözü hem doğruluk hem de adalet bakımından
tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirecek kimse yoktur. O işitendir,
bilendir. 116. Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olursan, seni Allah
yolundan saptırırlar. Çünkü onlar zandan başka bir şeye tâbi olmuyorlar ve
temelsiz bir tahminden başka bir şeye de dayanmıyorlar. 117. Muhakkak ki senin
rabbin, evet O, kendi yolundan sapanı en iyi bilendir; O, doğru yolda gidenleri
de iyi bilendir. [210]
114.
Fahreddin er-Râzî'ye göre âyet bir bakıma, Hz. Peygamber bir mucize getirirse
buna inanacaklarına dair yemin eden[211] müşriklere
bir cevap teşkil etmektedir. Buna göre Allah'ın, gerek fesahat ve belagatı,
gerekse açık seçik muhtevasıyla gerçekliği apaçık olan Kur'an'ı indirmesi,
başka bir mucizeye olduğu gibi, Hz. Peygamber'in doğruluğunu kanıtlamak İçin
Allah'tan başka bir hakemin hükmüne de gerek bırakmamıştır (XIII, 159).
Üstelik hissî (duyu organlarına hitap eden) mucizelerin delâleti müphem ve
geçici, "mufassal bir kitap" olan Kur'an'ın delâleti ise açık, kesin
ve kalıcıdır . [212]
Bu sûre Mekke'de
inmiştir. Burada kayda değer bir Ehl-i kitap topluluğu yoktu; ancak özellikle
yahüdiler Mekke'ye ticarî seyahat yaptıkları gibi Araplar da yahudilerin
yaşadığı bölgelere gidiyorlardı. Böylece Araplar Tevrat hakkında bilgi sahibi
oldukları gibi, Hz. Peygamber'in tebliğlerinden haberdar olan ve henüz onunla
herhangi bir nüfuz çatışmaları bulunmayan yahüdiler de Kur'an hükümlerinin özü
itibariyle Tevrat'la uyuştuğunu biliyorlardı. Âyette onların bu bilgisi de Hz.
Muhammed'in hak peygamber olduğunu kanıtlayan bir delil olarak gösterilmiştir. [213] Âyetin son cümlesi her müslümana karşı
doğrudan yöneltilmiş bir uyarı §ayılabİlir. [214]
115. Sıdk,
"sözde ve işte doğruluk, dürüstlük, gerçeğe uygunluk"; adi de
"bir sözün veya işin yerli yerince, hak ve nesafet kaidelerine uygun
olması; hiçbir zulüm, haksızlık ve aşırılık unsuru taşımaması" demektir.
Âyette Allah'ın sözünün yani kelâmının, belirtilen değerleri eksiksiz taşıdığı
ve bu niteliklerini değiştirmenin de mümkün olmadığı vurgulanıyor. Nitekim
Râzî de, âyeti geniş olarak açıkladıktan sonra okuyucusuna hitaben,
"Kur'an bahislerinin bu iki kısma (yani haber bildiren ve yükümlülük
getiren âyetler grubuna) ayrıldığını bildiğine göre, biz deriz ki eğer bir
âyetin konusu haber grubuna giriyorsa Allah'ın kelâmı sıdk (doğruluk ve
gerçeklik) bakımından; eğer yükümlülük grubuna giriyorsa adalet bakımından
eksiksiz ve mükemmeldir. Bu, son derece güzel bir tespittir" (XITI, 161)
demektedir. Böylece âyette Allah kelâmının, diğer bütün üstün nitelikleri de
kapsayan dört temel niteliğine işaret edilmiştir: Tam ve mükemmel oluşu, doğru
ve gerçek oluşu, âdil oluşu, değiştirilemez ve tahrif edilemez oluşu. [215]
116. Kur'an
dilinde zan, çoğu yerde "delile dayanmadığı, bu yüzden de hatalı olduğu
halde sahibinin gerçek ve sahih saydığı inanç" anlamında kullanılır.
Müfessirler genellikle âyet metnindeki yahrusûn Fiilini "yalan
söylerler" mânasında anlamışlarsa da İbn Âşûr kelimenin buradaki
mânasının "temelsiz tahminde bulunurlar" anlamına geldiğini
savunmuştur.
Kur'an'da arz kelimesi
hem bütünüyle "dünya" hem de belli bir "ülke" veya
"şehir[216] anlamında kullanılır.
Müfessirlerin çoğunluğuna göre buradaki arz ile bütün dünya kastedilmiştir;
ancak bu âyette sadece Mekke'nin ve Mekkeli müşriklerin söz konusu edildiği
görüşü de vardır. [217]Asıl vurgulanan husus,
dinî ve dünyevî meselelerde İnsanların çoğunluğunun belli bir görüş, inanç ve
yaşayış biçimini seçtiğine bakarak, sadece buradan hareketle bunun doğru
olduğunu zannetmenin ve onlara uymanın her zaman isabetli olmayacağıdır. Zira
bu çoğunluk, inançlarım ve hayat tarzlarını oluşturup belirlerken aklıselime,
gerçek bilgiye ve temiz vicdana dayanmak yerine -Mekke müşriklerinde görüldüğü
gibi- kuruntulara, zan ve tahminlere de dayanıyor olabilirler. Bu sebeple Hz.
Muhammed'in şahsında müslümanlar, inanç ve yaşayışlarını, nefsânî meyil ve
güdüler, zan ve tahminler veya yalanlar üzerine kuran çoğunluğu taklit edip
onlara uymaktan sakındınlmıştır. [218]
117.
İnsanlar inanç ve yaşayış bakımından
genellikle "Allah'ın yolundan sapanlar" ve "doğru yolda
gidenler" şeklinde ikiye ayrılmış; kimlerin yoldan saptığını, kimlerin
hak yolda olduğunu Allah Teâlâ'nın çok iyi bildiği belirtilerek, dolaylı bir
ifadeyle, yalan ve kuruntularla yollanın belirleyen dalâlet ehline güvenmek ve
bağlanmak yerine, Allah'a güvenip bağlanmak, hakikati tayinde sadece O'nu ve
O'nun bilgi hazinesi olan Kur'an'ı rehber kılmak gerektiğine işaret edilmiştir. [219]
118. Allah'ın
âyetlerine inanıyorsanız, üzerine O'nun adı anılarak kesilenlerden yiyin. 119.
Üzerine Allah'ın adı anılarak kesilenden yememenizc sebep nedir? Oysa Allah,
çaresiz yemek zorunda kaldığınız dışında, haram kıldığı şeyleri size
açıklamıştır. Doğrusu birçoktan bilgisizce kendi kötü arzularına uyarak
saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir. 120. Günahın
açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının
cezasını mutlaka göreceklerdir. 121. Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen
hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz bu büyük günahtır. Gerçekten şeytanlar
dostlanna, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız
şüphesiz siz de Allah'a ortak koşmuş olursunuz. [220]
118. Bİr
önceki âyetin sonunda yoldan sapmışlarla hidayette olanlardan söz edilmişti.
Burada ise hidayet ehli olan müslümanlardan, ("Bismillah..." diyerek
veya başka şekillerde) Allah'ın ismi anılmak suretiyle kesilen (yahut avlanan)
hayvanlardan yemeleri istenmekte olup bu istek buyruk değil,
"yiyebilirsiniz" anlamında izin (ibâha) ifade eder. Müşrikler
putların ve cinlerin adını anarak da hayvan kesiyorlardı. Âyette bu uygulama
yasaklanmaktadır. [221]
119.
Hafâcî'nin kaydettiği bir rivayete göre ilk dönem müslümanlanndan bir kısmı,
zühd ve takva olsun diye bazı önemli gıda maddelerini kendilerine yasaklıyorlardı.
Âyette böyle bir tutumun doğru olmadığına işaret edilmiştir[222]Ancak
Taberî, kendisinin ilk müslümanlar arasında böyle bir anlayış bulunduğunu
gösteren bir bilgiye rastlamadığını belirtiyor (VIH, 12). Bununla birlikte
vejetaryen anlayışın bu âyetin hükmüyle bağdaşmadığı da açıktır. Zira yüce
Allah, açlıktan ölmek gibi bîr çaresizlik dışında hangi şeylerin yenilmesinin
haram olduğunu açıklamıştır.
Âyetin "Oysa
Allah ... haram kıldığı şeyleri size açıklamıştır" cümlesiyle hangi âyetin
kastedildiği hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Miifessirle-rin
çoğunluğuna göre bu ifade ile, yenilmesi haram olan şeyleri açıklayan Mâide
sûresinin 3. âyetine atıfta bulunulmuştur. Ancak En'âm sûresi Mekke'de, Mâide
sûresi İse Medine'de indiğinden bu görüş isabetli görülmemektedir. Râzî ise söz
konusu ifadeyle, bu sûrenin az sonra gelecek olan 145. âyetinin kastedildiği
görüşündedir.
Âyette, zaruret
halinde haram kılınan şeylerden yenilmesine izin verilmiştir. Ancak zaruret
halinin tespitiyle ilgili kesin ölçüler belirlenmesi önemli güçlükler taşır; bu
durum büyük ölçüde vicdanî bir meseledir. Bu sebeple âyetin sonunda
"Muhakkak ki rabbin haddi aşanları çok iyi bilir!" buyurularak bu
ruhsatı istismar etmeye kalkışacak olan kötü niyetli kimseler uyarılmıştır. [223]
120. Bir önceki âyetin son cümlesiyle bağlantılı
olarak bu âyet "Kötülüğü alenen yapmaktan da gizli yapmaktan da
sakının" veya "Zina, hırsızlık gibi açık ve fiilî kötülükleri de;
kibir, kıskançlık gibi gizli kötülükleri de bırakın" mânasında
anlaşılabilir. Bir görüşe göre bu âyetle zinanın gizli yapılmasını helâl sayan
Câ-hiliye Araplan'mn bu anlayışı reddedilmiştir. [224]
Ancak âyette her türlü kötülüğün açıktan yapılmasının da gizlice yapılmasının
da haram kılındığını düşünmek daha isabetli olur. Elmahh M. Hamdı, haklı olarak
"Bu âyet, alelumum ahkâm-ı hürmet hakkında bir asl-ı küllî beyan
etmektedir" der [225]
121. Burada
ister kendiliğinden ölmüş olsun, ister kesilerek öldürülmüş olsun, Allah'ın
ismi anılmadan kesilen hayvan etinin yenilmesi yasaklanmıştır. İmam Mâlik'e
göre, kasten de olsa unutkanlık veya bilgisizlik neticesinde de olsa, Allah'ın
adı anılmadan kesilen hayvanın etini yemek haramdır. Hanefîler'e göre sadece
kasıtlı olarak Allah'ı anmadan kesilen hayvanın etini yemek haramdır. İmam
Şafiî ise âyetin asıl maksadının Allah'tan başkası adına kesilen hayvanın etini
haram kılmak olduğunu düşünerek, böyle bir niyet bulunmadığı sürece, bilerek
de olsa bilmeden de olsa, Allah'ın ismi zikredilmeden kesilen hayvanın etinin
yenilebileceği hükmüne varmıştır. [226]
122. Ölü iken
dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebileceği bir ışık
verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki
kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere yaptıkları böyle süslü gösterilmiştir. [227]
122. Bir
önceki âyette müşriklerin, şeytanların telkinleri altında müminlere karşı
mücadele açmasından söz edildikten sonra bu âyette, belirtilen iki kesimin
durumu parlak bir temsille değerlendirilmektedir. Burada müminlerin İslâm'ı kabul
etmelerinden önceki durumu, bir ölü gibi bütünüyle hayır ve faydadan yoksun
kalmış olanın durumuna benzetilmiştir. Çünkü küfür ve şirk, insanın hakkı bâtıldan
ayırarak kurtuluş yolunu bulmasına engel olur. Buna karşılık Allah'ın kendisine
İslâm'ı nasip ettiği kişi ise, yeniden hayata kavuşmuş insan gibi, gerçeği gerçek
olmayandan, doğru ve yararlı olanı yanlış ve zararlı olandan ayırt etme imkânına
kavuşmuştur; böylece iman nuruyla zihni ve kalbi aydınlanan kişinin bu sayede
yolu da aydınlık olur. İnkâra saplanmış olan için ise, küfrü devam ettiği sürece
karanlıktan kurtuluş ümidi de kalmamıştır, 121. âyette belirtildiği üzere inkarcılar,
şeytanların telkin ettiği vesveselerle muhakeme ve değerlendirme disiplinlerini
kaybettikleri için yaptıktan çirkin işler de artık kendilerine güzel
gösterilmiştir. [228]
123. Böylece biz, her
beldede, oraların günahkârlarını liderler yaptık ki oralarda hile ve tuzak
kursunlar. Halbuki onlar farkında olmadan yalnız kendilerini aldatırlar. 124.
Onlara bir âyet geldiğinde (okunduğunda), "Allah'ın elçilerine verilenin
benzeri bize de verilmedikçe kesinlikle inanmayız" dediler. Allah,
elçiliğini kime vereceğini çok iyi bilir. Suç işleyenler, yapıp durdukları
hileler sebebiyle, Allah tarafından bir aşağılanmaya ve çetin bir azaba
uğratılacaklardır. [229]
123.
Sözlükte karye kelimesi "köy, kasaba" demek olup Kur'an'da
"belde, şehir, ülke" gibi daha genel mânada da kullanılmaktadır.
İyilerin ve kötülerin belli olması için Allah'ın koyduğu kanun uyarınca, henüz
müşrik zorbaların hâkim olduğu Mekke'de olduğu gibi, gerek o dönemdeki gerekse
geçmişteki nice toplumlarda, şehir veya ülkelerde de insanları hak ve hayırdan
alıkoymak maksadıyla hile ve tuzaklar kuran yöneticiler olmuştur. Allah
böylece insanları kötüler ve kötülüklerle imtihan eder ki imanda, hak ve hayır
yolunda sebat edenler de İnanç zafiyetinden ötürü kötülüğe teslim olanlar da
belli olsun. Aslında hakka karşı tu-zak kurmaya kalkışanlar, farkında olmadan,
ancak kendilerine tuzak kurmuş olur, kendi ruhlarını ve ebedî hayatlarını
tahrip ederler.
İbn Âşûr'a göre bu
âyet, statik ve bâtıl geleneklerin kökleştiği yerleşik toplumlara göre göçebe
ve iptidaî toplulukların daha saf fıtratta, doğruyu kabule daha yatkın durumda
olduklarına işaret eder (VIII, 47).
124. Müfessirlerin
çoğunluğuna göre âyet, müşriklerin ileri gelenlerinin Hz. Peygamber'e karşı
kıskançlıklarım dile getirmektedir. Fahreddin er-Râzî'ye göre de "Onlar,
hüccet ve deliller bekledikleri için değil, aşın kıskançlıkları yüzünden
İnkârda daima ısrarlı olmuşlardır" (XIII, 175). Esasen tarihin bütün
dönemlerinde ve günümüzde inkarcılık veya bâtıl inançlarda ısrar etmenin
temelinde çoğunlukla kıskançlık, gurur ve kibir, yanlış geleneklerin veya
telkinlerin etkisini aşamama gibi psikolojik sebepler bulunmaktadır. Hz.
Muhammed'İn risâletini kıskanan Ve-lîd b. Mugîre, Ebû Cehil gibi Mekke ileri
gelenleri de oğullarının çokluğunu, soylu veya zengin olduklarını gerekçe
göstererek kendilerinin yahut kendi kabilelerinden birinin peygamberliğe daha
lâyık olduğunu ileri sürmüşlerdir. [230]
Âyette bu tür iddialara "Allah, elçiliğini kime vereceğini çok iyi
bilir" şeklinde cevap verilmiştir. Bu ifade bize peygamberliğin kesbî
(İnsanın istemesi ve gayret göstermesiyle elde edebileceği) bir makam
olmadığını, Allah'ın birine peygamberlik vermesinin sadece O'nun bir lütfü
olduğunu göstermektedir. Ancak Allah, mutlak irade ve tasarrufuyla,
peygamberliği lütfedeceği kişiyi yüksek ahlâkî ve zihnî melekelerle donatır.
Buna karşılık kendilerini de peygamberliğe lâyık görenlerin ruhları İsyan,
kıskançlık, hile ve desisecilik, gurur ve kibir gibi fenalıklarla kirlenmiş
olup buna rağmen Peygamber'i tanımamaya, cürümler işlemeye devam ettikleri
için, kibirlerine karşılık aşağılık ve zillete, isyanlarına karşılık da azaba
mâruz kalacaklardır. [231]
125. Allah kimi doğru
yola iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar; kimi de saptırmak isterse,
göğe çıkıyormuş gibi kalbine darlık ve sıkıntı verir. Allah, inanmayanların
üstüne işte böyle murdarlık verir. 126. Bu (din), rabbanin dosdoğru yoludur.
Biz öğüt alacak bir kavim için âyetleri ayrıntılı olarak açıkladık. 127.
Rableri katında onlara esenlik yurdu vardır. Ve yapmakta oldukları (güzel)
işler sebebiyle Allah onların dostudur. [232]
125. Bir
önceki âyette bildirildiğine göre müşrikler, Allah'ın elçilerine verilenlerin
benzerleri kendilerine de verilmedikçe asla inanmayacaklarını ilân etmişler,
güya zahirî bazı sebeplere dayanarak kendilerini de peygamberliğe lâyık görmüşlerdi.
Bu âyet gösteriyor ki, Allah'ın evrende mutlak geçerli olan külli kanunlan
insanların inanç ve amel hayatında da geçerlidir ve bütün zahirî sebeplerin ötesinde
asıl ve gerçek sebeptir. O, köllî kanunları uyarınca, birinin hidayete ulaşmasını
dilerse onun gönlünü İslâm'a açar, onu sevdirir ve kabul ettirir; eğer birinin
haktan uzak kalmasını istiyorsa onun da kalbine hakkı benimseyip sevmesini engelleyici
bir darlık ve sıkıntı verir.
Âyette ikinci
konumdaki kimselerin yaşadığı psikolojik durumun göğe doğru yükselenlerin
hissettiği fizyolojik sıkıntıya benzetilmesi ilgi çekicidir. Zira bilindiği
gibi, yükseğe çıkıldıkça hava basıncı düşer ve irtifaın artması oranında nefes
almak da güçleşir. Böyle bir tabiat kanunun henüz bilinmediği bir dönemde
Kur'an'in bu kanunu açıkça ifade etmesi onun kesin bir mûcizesidir. Bunun kadar
önemli olan diğer bir husus da menfi duyguların etkisinde kalan insanların
yaşadığı psikolojik sıkıntıların ve açmazların bu âyette mükemmel bir şekilde
teşhis ve veciz bir benzetmeyle tasvir edilmiş olmasıdır. Buna göre kötü niyet,
kıskançlık, İnatçılık gurur ve kibir, zevk ve menfaat tutkusu gibi psikolojik
âmillerin etkisine kapılan kâfirler akıllarını duygulanna kurban ederler; bu
tutumda ısrar ettikçe, tıpkı yükseldikçe nefes alma güçlüğü çekenler gibi,
Müslümanlık ve müslümanlar karşısında giderek artan bir sıkıntı ve huzursuzluk
hissederler; hak ve hidayet üzerine rahat ve sağlıklı düşünme imkânından
gittikçe uzaklaşırlar; İslâm'ın anlatılması canlarını sıkar, inat ve
inkârlarını arttmr, haksız davranışlara sevkeder; böylece ebedî hayat ve
kurtuluş demek olan hidayete ulaşma imkânını da giderek kaybederler. Bütün
bunlar, Allah'ın küllî kanunlanmn zorunlu bir sonucu olarak, olumsuz duygu ve
tutkularının, kötü niyetlerinin esiri olanlar için kaçınılmaz bir durumdur. [233]
126-127. İlk
âyet, inkarcıların tuttuklan dalâlet yolunun zıddı olan hidayet yolunun
özelliğini, 127. âyet de bu yoldan gidenlerin ulaşacakları huzur ve mutluluğu
dile getirmektedir. Buna göre Allah'ın, ruhunu ve gönlünü İslâm'a açtığı, bu
sayede İyi niyetli olan ve sağlıklı düşünen insanlar tarafından benimsenen
İslâm, şerefli Peygamber'in rabbi olan Allah'ın dosdoğru gerçeğe ve mutluluğa
götüren yoludur. Böylece Kur'an doğru yolu da eğri yolu da açık seçik
bildirmiştir. Fakat bundan ancak öğüt ve İbret almaya niyetli olanlar
yararlanırlar; bu sayede onlar rableri nezdînde esenlik yurdunu, bütün
güzelliklerin yaşanacağı cenneti; aynca hayırlı amelleriyle, bütün nimetlerin
en yücesi olmak üzere, Allah'ın dostluğunu kazanırlar.
127. âyetteki
"esenlik yurdu" tabirini, müslümanlann doğru inançlan ve temiz
yaşayıslan sayesinde gerçekleştirecekleri düzenli, huzurlu güvenli ve mutlu bir
ülke veva dünya hayatı seklinde anlamak da mümkündür. [234]
128. Allah, onların
hepsini bir araya topladığı gün "Ey cinler (şeytanlar) topluluğu! Siz
insanlarla çok uğraştınız" (der). Onların insanlar arasındaki dostları ise
"Eyrabbimiz! Biz birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sürenin
sonuna ulaştık" derler. Allah buyurur ki: "Allah'ın dilediği hariç olmak
üzere, içinde ebedî kalacağınız yer ateştir." Şüphesiz rabbin hikmet sahibidir,
bilendir. 129. İşte böylece işledikleri günahlardan ötürü zalimlerden bir
kısmını diğer bir kısmının peşine takarız. [235]
128. Önceki
âyetler grubunda Allah'ın doğru yola İlettiği, ayrıntılı olarak açıklanan
âyetler üzerinde düşünerek onlardan gerekli ders ve öğütleri alan ve bu sayede
"esenlik yurdu"nu (cennet) kazanan müminlerin bu güzel akıbetinden
söz edildikten sonra bu âyette de vukuu kesin olan, kesin olduğu için de sanki
gerçekleşmiş gibi geçmiş zaman fiilleriyle söz edilen mahşerden müşrikler ve
inkarcılarla ilgili bir tablo sergilenmektedir. "Cinler"den maksat,
112. âyette belirtilen "cinlerin şeytanları"dır. Şeytanlar
insanlarla çok uğraşmışlar, onları dalâlete sevket-mişler, kendi yandaşları
yapmışlar; böylece müşrikler onların dostları olmuşlardır. Yüce Allah mahşerde
cinleri (şeytanim) bu yaptıkları yüzünden suçladığında müşrikler sanki bu
dostluğun bir gereği olarak "Yâ rabbi! Biz birbirimizden yararlandık; biz
onlardan faydalandık, onlar da bizden faydalandılar" diyecekler.Buna göre
şeytanlar onların kötü arzu ve isteklerini kolaylaştırmışlar, onlara zevklerin
ve nazların kapılarını açmışlar; onlara şeytanlara bağlanmak suretiyle onların
yandaşlarının sayılarını çoğaltmışlardır. Âyetin bu kısmı kötülük âmilleri
olan şeytanlarla inkarcılar arasında her devirde geçerli ve sorumluluğu
gönüllü paylaşacak kadar ileri olan derin bir İlişkiyi dile getirmesi
bakımından ilgi çekicidir. Ancak onlar, İslâm'ın gerçeklerine karşı
şeytanlarla birlik olup mücadele verenler için Allah'ın tanıdığı müddetin sonsuz
olmadığını mahşerde anlayacaklardır, "Bize verdiğin sürenin sonuna
ulaştık" şeklindeki ifadeleri, artık mühletlerinin dolduğunu, Allah'a
teslim olmaktan başka çıkar yolları bulunmadığını gösteren samimi bir itiraftır.
Zİra bu, artık kötüler için bütün çarelerin bittiği bir andır. Ne var ki geç
kalmış bu itiraf işe yaramayacak ve Allah Teâlâ onlara "İçinde ebedî
kalacağınız yer ateştir" buyuracaktır. Hemen bu tehdidin ardından gelen
"illâ mâşâallah" şeklindeki istisna ifadesi farklı yorumların
yapılmasına sebep olmuştur. Bir görüşe göre bu, "Allah dilerse bu
ebedîliği bir müddet sonra sona erdirir"; başka bir görüşe göre de
"Allah, dilediği kimseleri orada ebedî kalmaktan kurtarır" anlamına
gelir. Bunlardan ilki cehennemin sonlu olacağı, ikincisi ise bazı müşrik ve
inkarcıların cehennemde ebediyen kalmaktan kurtulacakları ihtimalini hatıra
getirmektedir. Oysa başka birçok âyette her iki İhtimali de ortadan kaldıran
açıklamalar mevcuttur. Bu sebeple söz konusu istisnayı, bazı insanları sürekli
olarak cehennemde bırakmanın, Allah için bir mecburiyet olmadığı, O'nun hür
irade ve isteği ile olduğu şeklinde anlamak daha isabetli görülmüştür. Nitekim
Hûd sûresinin 107. âye-tindeki benzer bir ifadenin ardından "Rabbin
gerçekten İstediğini yapar" buyunıl-ması da bunu göstermektedir. [236]
129.
Şeytanlar insanlara kötülük işletmiş, İnsanlar da kendi tercihleriyle onlara
uyarak kötülük İşlemişler ve böylece kendi rızâlanyla kötülüğe iştirak etmelerinden
dolayı Allah onları birbirinin dostları yapmıştır. Şu halde benimsedikleri
inançlar, yaptıkları işler, tuttukları yollar aynı olanlar birbirinin
dostlarıdırlar ve akıbetleri de aynıdır. Mümin müminin, münkir münkirin, zalim
de zalimin dostudur ve âyetin beyanına göre bu, ilâhî bir yasadır. Buna göre
bir mümin bir münkire veya zalime, onunla dostluk kurmak için değil, onu inkâr
ve zulmünden vazgeçirmek için yaklaşmalıdır; dostluk ise'ancak bu sağlandıktan
sonra kurulabilir. [237]
130. Ey cin ve insan
topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bugünle karşılaşacağınıza dair
sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? Derler ki: "Kendi aleyhimize şahitlik
ederiz." Dünya hayatı onları aldattı re kâfir olduklarına dair kendi
aleyhlerine şahitlik ettiler. 131. Gerçek şu ki, halkı habersizken, rabbin
haksızlıkla ülkeleri helak edici değildir. 132. Herkesin yaptıkları işlere
göre dereceleri vardır. Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir. [238]
130.
İnsanoğlunun, imanla inkâr arasında nihaî bir tercih yapmakla karşı karşıya
bulunduğu, fakat aklının, bilgisinin, bütün beşerî imkânlarının doğruyu bulmakta
yetersiz kaldığı kaderinin en kritik anında, Allah'ın engin rahmetinin eseri
olarak gönderdiği peygamberler, ebedî kurtuluşlarını düşünen insanlar için
nihaî bir fesattır. Âyette, "İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bugünle
(mahşer günüyle) karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi
mi?" şeklindeki bir soru ifadesiyle bu Büyük fırsatı kaçırmış olanların
yaptıkları korkunç hataya dikkat çekilmekte, bir bakıma insanlar, böyle bir
soru ve suçlamayla karşılaşmadan önce uyarılmaktadır. Zira dünyanın aldatıcı
zevklerine, çıkar kaygısı veya benlik davası gibi yıkıcı duygulara kapılarak
peygamberlerin tebliğlerini hiçe sayan veya onları etkisiz kılmaya çalışan ve
bu suretle hüsranı tercih edenlerin, mahşerde bu kaçınılmaz soruyla karşı
karşıya kalınca kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik etmekten
başka çareleri kalmayacaktır. [239]
131-132; Bu
âyetlerde Allah Teâlâ'nın adalet ve rahmeti vurgulanmıştır. O, hem ülke ve
milletler hakkında, hem de tek tek insanlar hakkında adaletle muamele eder;
bundan dolayı da peygamberler göndererek insanlığa lâyık inanç ve hayat
düzeninin ne olduğunu bildirmeden, sapıklığa düşmüş olan ülke ve milletleri,
gerçeklerden habersizken çöküşe mâruz bırakmaz. Ayrıca O, her bir ferdin
derecesini yaptıklarına göre belirler. Çünkü Allah onların yaptıklarından
habersiz değildir. İlminden hiçbir şey kaçmadığı için insanları amellerine göre
derecelendirmekte de hata etme ihtimali yoktur. [240]
133. Rabbin ganîdir,
rahmet sahibidir; tıpkı sizi başka bir kavmin zür-rijetinden yarattığı gibi,
eğer isterse sizi ortadan kaldırır ve arkanızdan yerinize dilediği bir kavmi
getirir. 134. Size bildirilen mutlaka gelecektir; bunu önleyemezsiniz. 135. De
ki: "Ey kavmim! Elinizden gelen ne varsa yapın! Ben de yapacağını! İleride
göreceksiniz, son yurt kimin olacak? Şu muhakkak kî zalimler iflah olmaz." [241]
133-134.
Allah ganîdidir, hiçbir şeye İhtiyacı yoktur, insanlardan yapmalarını istediği
işleri bunlara muhtaç olduğu için istememektedir; O, merhametli olduğu İçin
muradı insanları sıkıntıya sokmak da değildir. Fahreddin er-Râzî, Allah'ın
kullarım mükellef kılmasını O'nun ihsan ve rahmetine bağlar (XIII, 201). Zira
bütün mükellefiyetlerin temelinde doğruyu, hakkı bilip ona inanma ve iyi olanı
yapma ödevi vardır; insanı öteki canlılardan ayıran ve onu gerçekten insan
yapan, bu ödev bilinci ve uygulamasıdır. Tarih boyunca yüce Allah, haktan ve
iyilikten uzaklaşan, bu suretle insanlık değerini de yitirmiş olan nice
kavimlere, merhametinin eseri olarak hallerini ıslah etmeleri için mühlet
vermiş; en sonunda da kendilerini ıslah etmeyenleri ortadan kaldırarak
yerlerine başka nesiller getirmiştir. İnsanlığın bu sürekli yenilenişi ve
gelişmesi 133. âyette hem Allah'ın zenginliğinin hem de rahmetinin neticesi ve
delili olarak gösterilmiştir. [242]
135. Burada,
bütün uyarılara rağmen Hakk'ın yolunu tanımayanlara bir ihtar ve ikaz vardır;
ayrıca Hz. Peygamber'e de kendi görevini azim ve ümitle devam etmesi telkin
edilmiştir. [243]
136. Allah'ın
yarattığı ekin ve hayvanlardan Allah'a pay ayırıp zanla-rınca "Bu Allah'a,
bu da ortaklarımıza (putlarımıza)" dediler. Ortakları için ayrılan
AIlah'a,ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm
veriyorlar! 137. Bunun gibi, ortakları, müşriklerden çoğuna çocuklarım
öldürmeyi iyi bir şey gibi gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler hem de
dinlerini karıştırıp bozsunlar! Allah dileseydi bunu yapamazlardı. Öyleyse
onları uydurdukları) la baş başa bırak! 138. Onlar saçma düşüncelerine göre
dediler ki: "Bunlar, dokunulmaz hayvanlar ve ekinler olup onları bizim
dilediğimizden başkası yiyemez. Şunlar da binilmesi yasaklanmış hayvanlardır."
Bir kısım hayvanlar da vardır ki, (böyle İstiyor diye) Allah'a iftira ederek
(keserken) üzerlerine O'nun ismini anmazlar. Yapmakta oldukları iftiraları
yüzünden Allah onları cezalandıracaktır. 139. Dediler ki; "Şu hayvanların
karınlarında olanlar yalnız erkeklerimize aittir, eşlerimize ise yasaklanmıştır.
Şayet (yavru) ölü doğarsa, o zaman (kadın-erkek) hepsi ona ortaktır."
Allah bu değerlendirmelerinin cezasını verecektir. Şüphesiz kî O, hikmet
sahibidir, hakkıyla bilendir. 140. Bilgisizlikleri yüzünden beyinsizce
çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği rızkı, Allah'a iftira
ederek (kadınlara) yasaklayanlar muhakkak ki ziyana uğramışlardır; bunlar
yoldan sapmışlardır, doğruyu bulacak durumda değillerdir. [244]
136. Hem
Allah'ın varlığına inanan hem de cinlerin, meleklerin ve ölmüş atalarının
sembolleri olarak düşündükleri, bu sebeple de kendilerine şefaatçi olacaklarına
inandıkları putları Allah'a ortak koşan Câhiliye Arapları ziraî ürünleriyle
hayvanlarından bir pay Allah'a, bir pay da ilgi ve şefaatlerini umdukları aile
veya kabile putlarına adarlar, Allah'a adadıklarını misafirlere, yoksullara,
yetimlere vb. muhtaçlara harcarlar, putlara ayırdıklarını da onların önünde
icra edilen âyinlerde ve putların bakımı gibi hizmetlerde kullanırlardı. Bu
bâtıl geleneğe göre, Allah'ın bu mallara ihtiyacı olmadığı düşünülerek, Allah
için ayrılandan putların payına aktarma yapılabilir, fakat putların payından
Allah'a ayrılana aktarma yapılmazdı. Yıl sonu geldiğinde müşrikler Allah için
adadıklarından artakalanı kendilerine harcar, fakat putların payından artana
dokunmazlardı. Câhiliye döneminin bazı bâtıl yasalarının, hüküm ve
uygulamalarının eleştirildiği bölümün ilki olan bu âyette asıl üzerinde durulan
husus, Câhiliye Araplan'nın, yalnız inançta değil, harcamalarında, hayır ve
hasenatlarında da putları Allah'a ortak koşmaları, hatta O'ndan daha üstün
tutmalarıdır. Burada ayrıca, daha genel bir yaklaşımla, Allah'tan başkası
uğruna harcama yapmayı Allah nzâsı uğruna harcama yapmaktan daha önemli gören
anlayışlara da dolaylı bir tenkit bulunduğu düşünülebilir. [245]
137.
Câhiliye Arapları'nın sapkınlıklarından biri de çocuklarını öldürme şeklindeki
uygulamalarıdır; ortakları bunu onlara iyi bîr şey gibi göstermiştir. Klasik
tefsirlerde bu âyet açıklanırken, bazı Araplar'in geçim sıkıntısı veya
özellikle kabile savaşları yüzünden ileride esir düşüp câriye haline getirilip
fuhuşa sevkedile-bilir kaygısıyla kız çocuklarını diri diri toprağa gömerek
öldürdükleri hatırlatılarak âyette bu acımasız geleneğe işaret edildiği
belirtilmektedir. [246] Süleyman Ateş, Araplar'da bu uygulamanın
nadiren görüldüğünü ve toplumda hoş karşılanmadığını belirterek âyette geçen
"zeyyene" kelimesinden hareketle, burada işaret edilen "evlât
öldürme" uygulamasının başka milletlerden alınmış olduğunu ifade eder.
Ona göre müşriklere evlâtlarını öldürmeyi öğütleyen put bakıcıları, belki de
evlâdı Allah için kurban etmenin, Hz. İbrahim'den kalma büyük bir ibadet
olduğunu söylüyorlardı. Câhiliye çağında bir adam, şu kadar çocuğu olduğu
takdirde bunlardan birini kurban edeceğine yemin ederdi. Nitekim
Abdülmuttalib, kendisini koruyacak kadar oğlu olduğu takdirde birisini kurban
etmeyi adamıştı (III, 240). Ancak -çeşitli tarihî bilgiler yanında- özellikle
İkinci Akabe Biati sırasında Medinelİ müslü-manlarm, Câhiliye döneminde yaygın
olarak işledikleri başlıca günahlardan vazgeçtiklerine dair söz verirken
bunlar arasında evlât Öldürme suçunu da sıralamaları[247] ve Resulullah'in mümin kadınlardan aldığı
biattan söz eden âyette bu şarta da yer verilmesi[248] bu
uygulamanın pek de nâdir olmadığını göstermektedir.
Ayette Câhiliye
Araplan'na evlâtlarını öldürmeyi iyi gibi gösterdikleri belirtilen ortaklardan
maksadın insan ve cin şeytanları veya özellikle put bakıcıları olduğuna dair
görüşler vardır. [249] Bu son anlayışa göre bir
tür din adamları olan put bakıcıları, ataları olan İbrahim ve İsmail'in dinine
uyduklarını zanneden müşrik Araplar'a, Allah'a kurban etmek maksadıyla çocuk
öldürmenin, ataları İbrahim ve İsmail'in dininden kalma, kendilerini Allah'a
yaklaştıran güzel bir gelenek olduğunu telkin etmişler ve bu şekilde dinlerini
bozmak, karıştırmak suretiyle böylesine büyük bir cinayeti onlara bir ibadet
gibi benimsetmiş, sevdirmişlerdi. [250]
138. Burada
Câhiliye Arapları 'mn bazı hayvanları ve ziraî ürünleriyle ilgili geleneksel
uygulamalarına işaret edilmektedir. Buna göre Araplar söz konusu varlıkları üç
kısma ayırırlardı: Bunlardan tanrıları için adadıklarından sahipleri yiyemez;
ancak put bakıcıları, kutsal mekânların hizmetçileri veya buraları ziyarete gelenler
gibi mal sahiplerinin uygun gördüğü kimseler yararlanabilirdi. Bahire, sâ-ibe,
vasile ve hânı isimleriyle andıkları bir kısım hayvanlara binmeyi yasaklar[251] bir kısmını keserken de Allah'ın adım
özellikle anmazlar, bir riva-yete göre bunları putlarının adını anarak
keserlerdi. [252] Ayette dolaylı olarak bu tür uygulamalar şirk
dininin kalıntıları sayılmakta ve ilga edilmekte; müşriklerin, icat ettikleri
bu tür bâtıl uygulamalar yüzünden cezalandırılacakları bildirilmektedir. [253]
139.
Câhiliye döneminde hayvanlarla ilgili hükümlerin dördüncüsüne işaret
edilmektedir. Buna göre bahire ve sâibe diye adlandırdıkları adak hayvanlarının
sağ olarak doğan yavrularını sadece erkekler yiyebilir, ölü doğan veya doğum esnasında
ölen yavruyu ise hem erkekler hem de kadınlar yiyebilirdi. Buradan, Câhiliye
Arapları'nm kadınları bazı haklardan yoksun bıraktıkları, ayrıca ölü hayvanın
etini yedikleri anlaşılmaktadır. İbn Âşûr, âyette ezvâc kelimesinin kullanılmış
olmasını dikkate alarak, canlı yavrunun yenilmesinin sadece evli kadınlara
yasaklanmış olduğunu belirtir. İbn Aşûr'a göre muhtemelen onlar, eğer eşleri
bu yavruların etlerinden yerlerse kısırlık, aile geçimsizliği, boşanma gibi
bazı uğursuz sonuçların doğacağına inanıyorlardı [254]
140. Müşrik
Araplar'in, ailenin geçimi hususunda bir
yük saydıkları veya ileride savaşlarda esir düşerek ailenin onurunun
zedelenmesine sebep olacaklarından kaygılandıkları için kız çocuklarım
öldürmeleri, Allah'ın nzık olarak verdiği ve helâl kıldığı hayvanların
etlerinden yemeyi kendilerine yasaklamaları ve üstelik Allah'ın hükmünün böyle
olduğunu ileri sürerek Allah hakkında hükümler uydurmaları kendilerini hüsrana
ve sapkınlığa götüren bir beyinsizlik ve bilgisizlik şeklinde
değerlendirilmektedir. [255]
141. Çardakn ve
çardaksız bağlan, değişik ürünleriyle hurmaları, ekinleri, birbirine benzeyen
ve benzemeyen biçimlerde zeytin ve narları meydana getiren O'dur. Her biri ürün
verdiğinde ürününden yiyin; hasat günü de hakkını verin; fakat israf etmeyin;
çünkü Allah israf edenleri sevmez. 142. Hayvanlardan yük taşıyanları ve
tüyünden sergi yapılanları da (yaratan O'dur). Allah'ın size rızık olarak
verdiklerinden yiyin; şeytanın ardına düşmeyin; şüphesiz o sizin için apaçık
bir düşmandır. [256]
141-142.
Arapça'da cennet (çoğulu cennât) kelimesi "bahçe" anlamına gelirse
de, âyetin devamındaki "ma'rûşe" (çardak) kelimesi dikkate
alındığında cennât kelimesini "bağlar" şeklinde tercüme etmek daha
isabetli olur. Zemahşerî, "muhtelifen ükiilühû" ifadesini
"rengi, tadı, hacmi ve kokusu değişik" şeklinde açıklamıştır (II,
44). Yukarıdaki âyetlerde bazı Câhilİye uygulamalarının hükümsüz olduğu
belirtildikten sonra burada tekrar sûrenin asıl konusu olan itikadı meselelere
dönülerek yeryüzünü türlü nimetlerle bezeyen yüce Allah'ın kudretinin sınırsızlığına
ve buna işaret eden delillerin zenginliğine dikkat çekilmesi yanında;
müşriklerin, yukarıda değinilen telakkilerinin aksine, sahiplerinin bu tür
meyve, ekin ve hayvanların ürünlerinden ve genel olarak Allah'ın insanlar için
yarattığı n-zıklardan istifade etmenin temelde mubah olduğu, bu sebeple
onlardan öncelikle kendilerinin yemeleri veya kullanmalarında bir sakınca
bulunmadığı; bunun yanında, başkalarının da bu ürünlerde sadaka, nafaka, komşu
hakkı gibi hakları olduğu belirtilmekte ve bu hakkın ödenmesi emredilmektedir. [257]
143. Koyundan iki,
keçiden iki olmak üzere sekiz eş... De ki: "O, bunlardan iki erkeği mi,
iki dişiyi mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerindeki yavrularını mı haram kıldı?
Eğer doğruysaniz bana bilerek söyleyin." 144. Ve deveden iki, sığırdan
iki... De ki: "O, bunlardan iki erkeği mi, iki dişiyi mi, yoksa bu iki
dişinin rahimlerindeki yavruları mı haram kıldı? Yoksa Allah'ın size böyle
vasiyet ettiğine şahit mi oldunuz?" Bilgisizce insanları saptırmak için
Allah hakkında yalan uydurandan daha zalimi kimdir! Allah o zalimler topluluğunu
asla doğru yola iletmez. 145. De ki: "Bana vahyedilende, murdar et veya
akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da günah işlenerek
Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, bunu (haram dediğinizi)
yiyecek kimse için yasaklanmış bir şey bulamıyorum. Başkasına zarar vermemek
ve sının aşmamak şartıyla, kim (yasaklananlardan) yemek zorunda kalırsa,
bilsin ki Rabbin bağışlayan ve esirgeyendir." [258]
143-144.
Tefsircilerin İttifakla belirttiklerine göre, müşrik Araplar, bazı hayvanların
etlerinin yenilmesini haram saymışlar ve haksız olarak bunun Allah'ın bir hükmü
olduğunu ileri sürmüşlerdi. Âyette eti yenilen hayvanlardan koyun, keçi, deve
ve sığır türleri özellikle zikredilerek onların bu hayvanların etlerinin yenilmesiyle
ilgili bu iddiaları çürütülmüş, Allah'ın böyle bir hükmünün bulunmadığı
açıklanmış; ayrıca bunların dişi ve erkek cinsleri arasında etlerinin yenilmesi
bakutundan fark bulunmadığını bildirmek için bunlar eşler halinde anılmıştır.
Âyette şu hususa da İşaret edildiği görülmektedir: Eğer belirtilen hay vanlann
erkeklerinden veya dişilerinden ya da yavrularından biri haram kılınsaydı
bütün erkekleri, dişileri ya da yavruları haram kılınmış olurdu; aynı şekilde,
Allah bir hayvan türünün dişisini haram kılsaydı erkeğini de haram kılardı,
keza erkeğini haram kıl-saydı dişisini de haram kılardı. Sonuç olarak bu
âyetlerde cedel metotlarından biri olan "sebr ve taksim"
(ihtimalleri sıralayıp teker teker çürüterek doğruyu bulma) yöntemiyle
müşriklerin iddiaları çürütülmüş, böylece onların söz konusu hayvanlar
hakkındaki görüşleri reddedilmiş bulunmaktadır. [259]
145.
Hayvanlarla ilgili olarak yenilmesi haram olanlar bildirilmektedir. [260]
146. Yahudilere mahsus
olmak, üzere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut
bağırsaklarında taşıdıktan ya da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere, sığır
ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıldık. Azgınlıkları yüzünden onları
böyle cezalandırdık. Biz elbette doğru sözlüyüz. 147. Eğer seni yalanlarlarsa
de ki: "Rabbiniz geniş rahmet sahibidir; bununla birlikte O'nun azabı da
suçlu toplumdan uzaklaştınlamaz." [261]
146. Bir
önceki âyette hangi hay vanlann etlerinin yenileceğine ilişkin genel hüküm
belirtildikten sonra burada, azgınlık ve zulümleri sebebiyle sadece yahudi-lere
tırnaklı hayvanların etleriyle sığır ve koyunun iç yağlarının da haram kılındığı
belirtilmektedir. [262]
147. Hz.
Peygamber'den, eğer müşrikler İslâm'ın çağrısına uyarak eski bâtıl uygulamalarından
vazgeçer ve yeni dinin hükümlerini tatbik ederlerse Allah'ın rahmetinin son
derece geniş olduğunu, bundan yararlanma imkânlarının bulunduğunu, şayet
kendisini yalanlayarak eski fikirlerinde devam ederlerse, O'nun son derece
şiddetli olan azabından bütün mücrimler gibi onların da kurtulmalarının mümkün
olmadığını hatırlatması istenmektedir. [263]
148. Putperestler
diyecekler ki: "Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız.
Hiçbir şeyi de haram saymazdık." Onlardan öncekiler de aynı şekilde
yalanladılar ve sonunda azabımızı tattılar. De ki: "Yanınızda bize
açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz
sadece temelsiz bir tahminde bulunuyorsunuz." 149. De ki: -'Kesin delil ancak
Allah'ındır. Allah dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi." 150.
De ki: "Allah şunu yasak etti, diye şahadet edecek şahitlerinizi
getirin." Eğer onlar şahitlik ederlerse, sen onlarla birlikte şahitlik
etme; âyetlerimizi yalanlayanların ve âhîret gününe inanmayanların arzularına
uyma. Onlar rablerİ-ne eş tutuyorlar. [264]
148. Yüce
Allah, Hz. Peygamber'le tartışırken, her şeyin Allah'ın dilemesine bağlı
olduğu gerçeğini, kendi bâtıl uygulamalarının haklılığına gerekçe olarak
gösteren ve sanki "Böyle inanıp böyle yaşamamamız Allah'ın dilemesi
olduğuna göre biz O'nun iradesine uyuyor, böylece günah işlemiş de
olmuyoruz" diyerek söz konusu gerçeği hedefinden saptıran, istismara
kalkışan müşriklerin kötü niyet-lerini yüzlerine vurmakta, onların böyle bir
gerekçeye dayanarak Hz. Peygamber'i ve onun tebliğlerini yalanlamaya haklan
olmadığını bildirmekte; nitekim daha önce de aynı mantıkla yalanlamada bulunan
milletlerin azaba mânız kalmaktan kurtulamadıklarını hatırlatmaktadır. Elbette
evrende bütün olup bitenler, Allah'ın hür ve mutlak iradesiyle koymuş olduğu
kanunlar çerçevesinde işlemektedir. İnsanın, kendi irade ve aklını kullanarak
doğru ve yanlış olanı birbirinden ayırması, doğruyu seçme imkânına sahip
olması da aynı kanunun bir parçasıdır. Bu sebeple inkarcıların kendi
kötülüklerini Allah'ın irade ve meşîetine yüklemeye kalkışarak kendilerini
mazur göstermeleri, O'nun azabını gerektirecek bir suçtur. Nitekim âyetin
devamı da, müşriklerin bu istidlallerinin, ilmî bir değer taşımayıp sadece bir
zan ve kuruntudan ibaret olduğunu göstermektedir. [265]
149. Asıl
güvenilecek olan üstün ve gerçek delil, Allah'ındır; O'nun ortaya koyduğu,
akla, ilme, irfana dayalı delildir ki o da Allah'ın gerek vahyedilen bilgilerde,
gerekse akıhve basiret sahiplerine hitap eden tabiat düzeninde sergilediği
gerçeklerdir. [266]
150.
Müşrikler, haram olduğunu ileri sürdükleri şeylerden herhangi biri için
"Allah şunu yasak etti" diyebilecek herhangi bir tanık gösteremezler;
tanık diye ortaya çıkardıklarına da asla itibar edilemez. Eşyada asıl olan
mubahlıktır; eğer bir şeyin haram olduğu ileri sürülüyorsa bunun Allah
tarafından haram kılındığının kanıtlanması gerekir. Burada, müşriklerin, daha
önceki âyetlerde belirtilen bazı hayvanlarla İlgili hüküm ve kanaatlerinin
asılsız olduğu, bunların Allah'ın hükümleri olmadığı belirtilmektedir. [267]
151. De ki: Gelin,
rabbiıtizin size neleri haram kıldığmı okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak
koşmayın, ana-babaya iyilik edin. Fakirlik korkusuyla çocuklarınızı
öldürmeyin; biz, sizin de onlann da rızkım veririz. Kötülüklerin açığına da
gizlisine de yaklaşmayın. Haklı bir sebep olmadıkça Allah'ın yasakladığı cana
kıymayın. İşte düşünüp anlayasımz diye Allah bunları size emretti. Umulur ki
anlarsınız. 152. Rüşdüne erişînceye kadar yetimin malına, sadece iyi tutumla
yaklaşın. Ölçü re tartıyı adaletle yapın. Biz herkese ancak gücünün yettiği
kadarını yükleriz. Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız bile olsa, adaletli
olun. Allah'ın ahdini tam olarak yerine getirin. İşte düşünüp öğüt alasınız diye
Allah size bunları emretti. 153. Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur. Buna
uyun; (başka) yollara sapmayın; sonra onlar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte
korunmanız için Allah bunları size emretti. [268]
151-153.
Yukarıda müşriklerin temelsiz hükümleri ve kuralları eleştirildikten sonra bu
âyetlerde asıl benimsenmesi gereken başlıca ilâhî kurallar ve hükümler yer
almakta; biri tevhid İnancına, diğerleri ahlâka dair olmak üzere İslâm'ın dokuz
temel buyruğu sıralanmakta, son olarak da bütün bu Duyurulanları kapsayıcı
küllî bir ödev olmak üzere, Allah'ın dosdoğru olan yolundan gidilmesi
emredilmekte-dir. 151. âyetin başındaki "Gelin, rabbinizin size neleri
haram kıldığını okuyayım" mealindeki ifade muhatapların ilgisini, müteakip
ifadelerdeki ilkeleri ihtiva eden yolun tek doğru ve izlenmesi zorunlu yol olduğu
gerçeğine çekme gayesini gütmektedir.
Bu âyetlerde sıralanan
buyruklar şunlardır:
1.
"Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayın." Bu, İslâm'ın ana ilkesi olan
Allah'ın her yönden birliği inancının bir gereği olup müslüman olmanın da ilk
şartıdır. Fah-reddin er-Râzî, ilgili âyetlere göndermeler yaparak, bu sûrede
çeşitli müşrik zümrelerin en iyi şekilde açıklandığını belirttikten sonra
bunları şöyle sıralamaktadır: putperestler, yıldızperestler, Yezdan ve
Ehrimen'in tanrılığını iddia edenler, Allah'a erkek ve kız çocuk isnat
edenler. [269]
2.
"Ana-babaya iyilik edin." Âyetin bu kısmında geçen ihsan
"güzellik, iyilik" anlamına gelen hüsn kelimesinden türetilmiş olup
en geniş anlamda "iyilik etmek, güzel davranmak" demektir. Âyette bu
buyruğun, Allah'ın birliğine inanmayı emreden ifadeden hemen sonra gelmesi,
ana-baba hakkının önemini gösterir[270]
3.
"Fakirlik korkusuyla çocuklannızı Öldürmeyin." Özellikle geçim
kaygısıyla çocuk öldürmenin, Allah'ın hazinesinin herkesi nzıklandıracak kadar
zengin olduğundan şüphelenme anlamı taşıdığına bir işaret vardır. Aynca
burada, sadece eski tefsirlerde söz konusu edilen Câhiliye dönemindeki çocuk
öldürme uygulaması[271] kastedİlmeyip
özellikle "fakirlik korkusuyla" veya "geçim kaygısıyla"
şeklindeki kayıttan hareketle, anne karnındaki çocuğun öldürülmesinin de
yasaklandığı dikkate alınmalıdır; aynca böyle bir uygulamanın Câhiliye
döneminde de mevcut olduğu düşünülebilir. Günümüzde bir baba veya annenin kendi
çocuğunu öldürmesi bütün dünyada suç sayılmakta ve nadiren vuku bulmaktaysa da,
bu ve benzeri âyetler, doğum kontrolü ve nüfus planlaması gibi meseleler
dolayısıyla güncelliğini korumakta ve bu bakımdan ilgili âyet ve hadislere
dayanılarak söz konusu meseleler hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmektedir,Hz.
Peygamber'in, doğum kontrolünün en basit şekli olan azil (meniyi rahi-min
dışına akıtma) uygulamasına İzin verdiğine dair hadisler vardır[272] Çeşitli
mezheplerin âUmlerinin çoğunluğu da azlin caiz olduğunu kabul etmişlerdir.
Gazzâlî, azlin mubah olduğunu, haram olmak şöyle dursun, tahrîmen veya tenzîhen
mekruh sayılması için dahi hiçbir delil bulunmadığını belirtmiş olup[273]
kanaatimizce bu en isabetli görüştür. Azlin mubah olması, gebe kalmamak için
-başka bir yasak çiğnenmedikçe ve zararlı olmamak kaydıyla- daha başka tıbbî
Önlemlere başvurmanın da caiz olduğunu gösterir. Çünkü Kur'an'da gebe kalmamak
değil, çocuk öldürmek yasaklanmıştır. Bununla birlikte evlenmenin asıl amacı,
neslin devamı ve gelişmesi için çocuk yapmaktır. Bu sebeple kadının
güzelliğinin bozulması, çocuğun bir ayak bağı telakki edilmesi gibi keyfî
sebeplerle fıtratın tabii akışına müdahale etmek, özellikle müslüman nüfusun
artmasının gerekli olduğu hal ve şartlarda çocuk yapmaktan kaçınmak doğru
değildir.
Âyetteki
"Çocuklannızı öldürmeyin" emri, günümüzde yaygın olarak uygulanan ve
ciddi tartışmalara yol açan kürtaj konusuyla yakından ilgilidir. Günümüz
âlimlerinin büyük çoğunluğu, hamileliğin hangi safhasında olursa olsun, çocuk
düşürme ve aldırmanın haram olduğu görüşündedirler.
4.
"Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın." Burada geçen
fevâhiş kelimesi fuhş kökünden gelmekte olup "çirkin ve yüz kızartıcı,
utanç verici söz ve davranışlar"ı ifade eder. İbn Abbas'tan nakledilen bir
rivayete göre Câhiliye Araplan açıktan zina edilmesini hoş karşılamaz, ancak
gizli gizli zina ederlerdi[274]Âyette
onların bu anlayış ve tutumları reddedilmiştir. Bununla birlikte, âyetteki
fevâhiş lafzı çoğul olduğundan ve ayrıca bununla sadece zinanın kastedildiğini
gösteren belirleyici bir ifade bulunmadığından, bu yasağı zina ile sınırlamak
doğru değildir. Burada kötülüklerin gizlisinin de açığının da özellikle tasrih
edilmesi ilgi çekicidir. Çünkü eğer bir insan, açıktan işlemeye çekindiği bir
kötülüğü gizli olarak yapabiliyorsa, bu onun, insanlar tarafından kınanmaktan
çekindiği halde Allah'ın buyruğunu ihlâl etmekten çekinmediğini gösterir.
Ayrıca kötülüğü "yapmayın" veya "işlemeyin" yerine
"yaklaşmayın" buyurulması, İnsanı kaçınılmaz olarak kötülük işlemeye
sevkedebilecek ortam ve şartlardan uzak durmayı öngörmektedir.
5.
"Haklı bir sebep olmadıkça Allah'ın yasakladığı cana kıymayın."
Buradaki tahrîmde "yasaklama" yanında "muhterem ve dokunulmaz
kılma" anlamı da vardır. Bunun özellikle belirtilmesi, insan hayatının
Hz. Âdem'den beri dokunulmaz olduğunu ima eder[275] Âyetteki hak kelimesi bâtılın zıddı olup din
ve aklın doğru, gerçek, meşru saydığı durumu ifade eder. Burada "doğru,
gerçek, geçerli, meşru sebep" anlamında kullanılmıştır. [276]
6. "Rüşdüne erişinceye kadar yetimin malına
sadece iyi tutumla yaklaşın." Şüphesiz meşruiyet içinde bütün insanların
mallan dokunulmaz olmakla birlikte, zayıf ve korumasız olmalarından dolayı
yetimlerin mallan daha çok saldırı veya istismara açık olduğu için âyette bu
hususta özellikle titiz olunması gerektiğine dikkat çekilmiştir. Aynca yetimin
malına bütünüyle ilgisiz kalmak bu malın zaman içinde aşınmasına veya en
azından bir artış sağlamamasına yol açacağından, bu malla ilgilenmeye izin
verilmiş, hatta "en iyi ve en güzel" (ahsen) kaydından anlaşıldığı
kadanyla ilgilenmek zımnen teşvik edilmiştir. Zira en iyi ve en güzeli yapmak
faziletin gereğidir.
7.
"Ölçü ve tartıyı adaletle yapın." İnsanlar arasındaki en yoğun
ilişkilerden olan ahş-veriş sırasındaki ölçü ve tartılarda haksızlıklar
sıklıkla vuku bulduğu için hemen her dönemin illeti olan bu duruma özellikle
dikkat çekilmiş; aynca adaleti her zaman tam olarak yerine getirmek insanın
gücünü aşan bir yükümlülük olduğundan, âyetin devamında "Biz herkese
ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz" buyurulmakla kasıtsız olarak
yapılan yanlış ölçü ve tartıların sorumluluğu gerektirmediğine işaret
edilmiştir. Râzî'nin de belirttiği üzere, burada geçen ifa kavramı tam olarak
ölçüp tartmayı ifade etmekle birlikte aynca bir de kist (adalet) kelimesinin
geçmesinden anlaşılıyor ki, ahş-veriş sırasında satıcının da müşterinin de
karşılıklı olarak adalet ve hakkaniyeti gözetmeleri gerekmektedir.
8. "Söz
söylediğiniz zaman, yabnlannız bile olsa, adaletli olun." Bu buyruk,
çeşitli konularla ilgili bilgi, haber, hüküm, övgü, yergi, sözleşme, yemin,
vaad, vasiyet, öğüt, eleştiri, emir, istek, istişare gibi her türlü sözlü
ilişkilerde adaletli, dürüst ve doğru olmayı; haksızlık, zulüm, incitme,
eziyet, hakaret gibi ahlâka aykırı amaçlar güden sözler sarfetmekten sakınmayı
kapsamaktadır. İnsanların yakınlarına duydukları sevgi ve acıma gibi sübjektif
sebeplerle haksızlık yapmaları sıklıkla karşılaşılan beşerî zaaflardan olduğu
için âyetteki "yakınlarınız bile olsa" kaydıyla bu hususta özellikle
uyanda bulunulmuştur.
9. "Allah'ın ahdini tam olarak yerine
getirin." Allah'ın ahdinden maksat, O'nun kullarına yüklediği her türlü
vazifelerdir. Müslüman olan kişi, bîr bakıma Allah ile ahidleşmiş, O'nun
hükümlerine uymayı taahhüt etmiş olduğundan âyette bu durum
hatırlatılmaktadır. Ayrıca insanlara meşru bir vaadde bulunulduğunda bunun
yerine getirilmesi de Allah'ın buyruğu olup söz konusu âyet bu buyruğu da
kapsamaktadır.
10. "Bu
benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun, (başka) yollara uymayın."
153. âyetin bu kısmı
yukarıdaki bütün emir ve yasakları kapsamakta, devamında ise bunun dışındaki
bütün yolların, yani burada başlıca ilkeleri belirtilmiş bulunan İslâm'a aykırı
her türlü düşünce ve hayat tarzlarının, insanları Allah'ın yolundan, hak dinden
uzaklaştıran sapmalardan ibaret olduğu ifade buyurulmaktadır. [277]
154. Sonra iyilik
edenlere (nimetimizi) tamamlamak ve her şeyi açıklamak için, bir hidayet ve
rahmet olmak üzere Musa'ya kitabı indirdik ki rab-lerinin huzuruna
varacaklarına inansınlar. 155. Bu da (Kur'an) bizim indirdiğimiz mübarek bir
kitaptır. Ona uyun ve korunun ki size rahmet edilsin. 156. "Kitap yalnız
bizden önceki iki topluluğa indirildi; biz ise onların okuduklarından tamamen
habersiziz" demeyesiniz; 157. Yahut "Bize de kitap in-dirilseydi
onlardan daha çok doğru yolda olurduk" demeyesiniz diye (Kur'an'ı
indirdik). İşte size rabbinizden apaçık bir delil, bir hidayet ve rahmet
geldi. Allah'ın âyetlerini yalanlayan ve onlardan yüz çevirenden daha zalim
kim vardır? Âyetlerimizden yüz çevirenleri yüz çevirmelerinden ötürü azabın en
kötüsüyle cezalandıracağız. [278]
154-155.
Müşrikler, bir önceki âyette "Allah'ın yolu" diye nitelenen İslâm'ı
reddettikleri için 154. âyette Hz. Musa'ya Tevrat'ın indirildiği belirtildikten
sonra 155. âyette Kur'an'ın da Allah tarafından indirilmiş kutsal bir kitap
olduğu hatırlatılmaktadır. Nitekim yine bu sûrede başka bir vesileyle böyle
bir hatırlatmada daha bulunulmuştu[279]Ayrıca
Tevrat ile Kur'an arasında böyle bir münasebetin kurulmasıyla 151-153.
âyetlerde sıralanan hükümlerin Tevrat'ta da yer almış bulunan evrensel hükümler
olduğuna işaret buyurulmakta-dır. [280]
156-157. Bir
önceki âyette Kur'an'ın Allah katından indirilmiş bereketli ve hayırlı bir
kitap olduğu belirtildikten sonra bu âyetlerde de onun indiriliş gerekçelerinden
ikisi zikredilmektedir. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre müşrikler Tevrat ve
İncil'in Allah kelâmı olduğuna inanıyor, ancak o günkü şartların el vermemesi,
özellikle dillerinin farklı olması sebebiyle bu kitaplardan
yararlanamadıklarını söyleyerek güya bundan üzüntü duyuyorlardı; ayrıca onlar,
yahudİlerle hıristiyan-lann din konusundaki gevşekliklerini de biliyor ve eğer
kendilerine bir kitap gelecek olsa onlardan daha kararlı bir şekilde doğru
yolda yaşayacaklarını ileri sürüyorlardı. Yüce Allah, müşriklerin bu türlü
yakınmalarla mazeretler ileri sürmelerini (bazı müfessirlere göre bu
mazeretleri âhirette de tekrar etmelerini) önlemek için "İşte size
rabbinizden apaçık bir delil, bir hidayet ve rahmet geldi" buyurarak
onların özlemlerinin gerçekleştiğini, mazeretlerinin ortadan kalktığını
belirtmekte; buna rağmen Allah'ın âyetlerini inkâr eder ve ondan yüz
çevirirlerse en büyük haksızlığı işlemiş olacaklarını ve bunun cezasını da ağır
bir şekilde göreceklerini bildirmektedir.
157. âyette Kur'ân-ı
Kerîm'in üç kavramla nitelendirildiği görülmektedir: Beyyİne,hüdâ, rahmet.
Beyyine "gerçeği apaçık ifadelerle ortaya koyan kesin belge"
demektir. Kur'an, gerek eşsiz edebî üstünlüğü gerekse yalnızca gerçeği, iyiyi
ve güzeli dile getiren muhtevası
itibariyle apaçık bir delil ve belge olduğu için beyyine; bu vasfıyla şaşmaz
bir rehber olduğu için hüdâ (hidayet kaynağı); bütün bunların bir neticesi
olarak kendisine inanıp bağlanan kişi ve toplumlara sadece hayır ve saadet
getirdiği İçin de rahmet diye nitelendirilmiştir. [281]
158. "(İnanmak
için) ille de kendilerine meleklerin gelmesini veya rabbi-nin gelmesini ya da
rabbinin bazı âyetlerinin gelmesini mi bekliyorlar! Daha önce inanmamış yahut
inancı kendisine iyilik kazandırmamış kimseye, rabbinin bazı âyetleri geldiği
gün iman etmesi fayda sağlamaz. De ki: "Bekleyin! Şüphesiz biz de
bekleyenlerdeniz." [282]
158.
Kendilerine, belirtilen üstün nitelikleri taşıyan bir kitap gelmesine rağmen
hâlâ yüz çevirip inanmamakta direnen o zalimler İman etmek için daha neyi
bekliyorlar? Önceki bazı âyetlerde geçtiği üzere[283]müşrikler,
İslâm'ın hak din olduğunu kanıtlayan açık seçik delillerle yetinmeyerek,
akıllarınca Hz. Peygamber'i güç durumda bırakmak için daha başka delillerin
gösterilmesini istiyorlardı.
Klasik tefsirlerde
genellikle buradaki "bazı âyetler" ifadesi kıyamet alâmetleri
(eşrât-ı saat) şeklinde tefsir edilmiştir. Ancak bu âyetlerden, Cenâb-ı Hakk'ın
kudretinin tecellilerinden olan ölüm hadiselerinin kastedildiğini düşünmek de
mümkündür. [284] "Rabbin gelmesinden
maksat, O'nun azabının gelmesi, vuku bulması veya Allah'ın mahşerde hüküm
vermesidir. Kıyamet alâmetlerinin zuhurundan sonra veya sekerât-ı mevt denilen
ölüm anında artık yükümlülük zamanı geçmiş ve sorumluluk dönemi başlamış
olduğundan, bundan önce iman etmemiş "yahut inancı kendisine iyilik
kazandırmamış" yani imanını sâlih amellerle bütünleştirip yararlı hale
getirmemiş[285]kişinin o andan itibaren
inandığını İfade etmesi kendisine bir fayda sağlamayacaktır[286]
159, Dinlerini parça
parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur.
Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını
bildirecektir, 160. Kim iyilikle gelirse ona getirdiğinin on katı vardır; kim
de kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırılır. Onlar
haksızhğa uğratılmazlar. [287]
159. İbn
Abbas, Mücâhid ve Katâde'den nakledilen bir rivayete göre "dinlerini
parça parça edip gruplara aynlanlar"dan maksat yahudiler ve Hıristiyanlar. [288] yine İbn Abbas'a isnad edilen başka bir görüşe
göre bunlar müşriklerdir.Zira, 100. âyetin tefsirinde de belirtildiği gibi
İslâm'dan önceki Araplar çok çeşitli inanç gruplarına ayrılmışlardı. Ayrıca bu
âyette, İslâm ümmeti içinde daha sonra ortaya çıkan gruplaşmalara işaret
buyurulduğu da düşünülebilir. Her halükârda âyet-i kerîme, dinde birlik ve
beraberliğin önemini vurgulamakta, bu hususta ayrılığa düşenlerin Hz.
Muhammed'den de uzaklaşmış olacakları uyarısında bulunmaktadır. [289]
160. Hasene,
dinin ve aklıselimin iyi ve doğru kabul ettiği her türlü inanç, tutum ve
davranışı, seyyie de bunların zıddmı ifade eder. Her ne kadar bazı âlimler
buradaki haseneyi "kelime-i tevhid", seyyieyi de "küfür" ve
"şirk" şeklinde açık-lamışlarsa da âyetin genel olan lafzını bu
şekilde tahsis etmek için sebep yoktur. [290] Nitekim
Taberî'nin bu âyet münasebetiyle aktardığı bir rivayete göre ashabdan Ebû
Zer'in "Yâ Resûlellah, 'Lâ ilahe illallah' sözü hasenattan mıdır?"
sorusuna Hz. Peygamber'İn verdiği "Hem de en üstünü!" şeklindeki
cevap[291] hasenenin, kelime-i
tevhidi de içine alan geniş kapsamlı bir kavram olduğunu göstermektedir.
Burada da görüldüğü
gibi bazı âyet ve hadislerde kötülüğün karşılığının dengi ile, iyiliğin
karşılığınmsa fazlasıyla verileceği bildirilmiş; bu fazlalık yukarıdaki âyette
"on misli" olarak belirtilmiştir. Diğer âyetlerde ise, böyle bir
miktar belirtilmeden hasenenin "kat kat fazlasıyl[292] daha
iyisiyle[293]daha güzeliyle[294]karşılık
bulacağı bildirilmekle yerinilir. Bütün ilgili kaynaklarda, 160. âyete
dayanılarak, bir iyiliğin mükâfatının en az on misli fazla olacağı, ikinci
âyetler grubunun bundan daha büyük miktarları gösterdiği ifade edilmiştir.
Hatta Enes b. Mâlik'in rivayet ettiği bir hadiste, cennet ehlinin dilekleri
üzerine Hz. Peygamber'in şefaati sayesinde, "kalbinde zerre kadar bir
hayır (iman) bulunan kimse"nin bile cehennemden kurtulacağı bildirilmiştir. [295]
Hadis sarihlerinin
ayrıntılı olarak incelediği[296]bazı
hadislere göre istenip de yapılmayan kötülük yazılmayacak, yapılan da bir tek
kötülük olarak yazılacak; buna mukabil yine istenip de yapılmayan iyilik bir
iyilik olarak, yapılan da on mislinden 700 misline kadar katlanarak
yazılacaktır. Bu hadislerin birinde "700 mİsli"nden sonra bir de
"daha çok katlanarak" ifadesi yer alır. [297] İbn
Hacer'İn oldukça mâkul gelen bir görüşüne göre iyilik, bir fiil ve davranış
olarak 700 misline kadar ödüllendirilir. Şu var ki, bu davranışın arkasındaki
iyi niyet, ihlâs, azim ve kararlılık, gönül huzuru gibi yüksek duygu ve
düşüncelere, aynca yapılan işin kalitesine, hayır ve menfaatinin kapsamına vb.
müs-bet niteliklerine göre ecri de yüksek olur. [298]
Şuna da işaret etmek
gerekir ki, daha başka benzerleri yanında, özellikle "Kİm (ilâhî huzura)
iyilikle gelirse ona daha iyisi verilir... Ama kimler de kötülükle gelirse
işte onlar yüzüstü cehenneme atılırlar. Yaptıklarınızın karşılığından başkasını
mı göreceksiniz?" [299]mealindeki âyetle Kasas
sûresinin aynı mahiyetteki 84. âyetini dikkate alarak iyiliklerin karşılığının
fazlasıyla verilmesi, şefaat ve af gibi konularda, insanları dinî ve ahlâkî
görevlerini ihmal etmeye kadar götürebilecek aşın iyimserliklerden,
ümitlerden de kaçınmak gerekmektedir. [300]
161. De ki:
"Şüphesiz rabbim beni doğru yola, sapasağlam bir dine, Allah'ı bir bilen
İbrahim'in dinine iletti." O, ortak koşanlardan değildi. 162. De kî:
''Benim namazım, (her türlü) ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin rabbi olan
Allah içindir. 163.0'nun ortağı yoktur. Bana sadece bu emrolundu ve ben
müslümanlarm ilkiyim. 164. Allah her şeyin rabbi iken ben O'ndan başka bir rab
mı arayacağım!" Herkesin kazanacağı yalnız kendisine aittir. Hiçbir suçlu
başkasmın suçunu yüklenmez. Sonunda dönüşünüz rabbinizedir ve O, hakkında
anlaşmazlığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir. 165. Sizi yeryüzünün
halifeleri kılan, size verdiği şeylerde sizi denemek için kiminizi kinlinizden
derecelerle üstün kılan O'dur. Şüphesiz rabbin, cezası çok çabuk olandır; yine
O, gerçekten bağışlayan, merhamet edendir. [301]
161-165.
"Millet-i İbrâhîm" ifadesi, başta tevhid inancı olmak özere bütün
peygamberlerin benimseyip tebliğ ettikleri ilâhî ve değişmez ilkeleri,
mesajları kapsar ve genellikle Hz. Muhammed'in yeni bir din uydurmadığı, aksine
bütün hak dinlerde var olduğu halde unutulmuş veya tahrif edilmiş bulunan
evrensel ilkeleri benimseyip tebliğ ettiği ve bu bakımdan geçmiş
peygamberlerin bir devamı olduğu fikrini vurgular, Nüsük kelimesi hem genel
olarak "tapınma" hem de özellikle "kurban" anlamına gelir.
Burada müfessirlerce her iki mâna da verilmiştir. Halîfe ise "birinin
ardından gelen, onun yerini alan" demektir. [302]
Sûrenin başından
itibaren Allah'ın varlığı, birliği, ilim, irade ve kudretinin genişliği ve her
yönden mükemmelliği ile İslâm'ın hak din, Hz. Muhammed'in de hak peygamber olduğu;
aynca İslâm'a aykırı bütün yolların bâtıl olduğu ve bunların insanlara
dünyaları için de âhiretleri için de asla hayır getirmeyeceği hususunda, peşin
yargılı olmayanlar için en doyurucu ve en ikna edici açıklamalar yapıldıktan,
deliller verildikten sonra, bu son âyetlerde de sonuç mahiyetindeki ifadeler
yer almaktadır. Bu İfadelerde Hz. Peygamber'e hitaben, insanlar ister
inansınlar ister inanmasınlar, kendisinin Allah'ın lütfettiği hidayet
sayesinde, belli başlı ilkelerine bu sûrede de yer verilen dosdoğru yolda
bulunduğunu, itikadı ve amelî hükümleriyle gerçek, düzgün ve sapasağlam bir
dine bağlandığını; bunun, hem Araplar'ın hem de yahudiler ve hıristîyanlann
sözde inandıkları İbrahim'in, bâtıl inanç ve uygulamalardan münezzeh olan
tevhid dini olduğunu; müşriklerin putlara tapmalarına karşılık kendisinin
namazıyla, niyazıyla, kurbanıyla ölümüne kadar bütün varlığıyla hayatını
Allah'a adadığını ve bu inançları taşıyan ilk müslüman olduğunu, bu sebeple de
Allah'tan başka birini asla tanrı tanımayacağını tam bir İnanç ve güvenle
açıklaması emrolunmaktadır, Kuşkusuz bu, esas itibariyle bütün müslümanlara
yönelik bir buyruktur. Herkes kendi ettiklerinin karşılığını görecek, kimse
kimsenin vebalini yüklenmeyecektir. Hz. Peygamber tebliğini yapmış, görevini
eksiksiz yerine getirmiştir; bu sebeple inkâr ve kötülüklerde direnler sonunda
Allah'ın huzuruna varacak ve müslümanlarla tartışmaya kalkışıp inkâr ettikleri
gerçeği o zaman Allah kendilerine apaçık bildirecektir.
Son âyette Allah,
gerek bütün insanlara gerekse insanların bir kısmına bahşettiği üstünlüğü ve
seçkin nimetleri hatırlatmaktadır. Buna göre yeryüzünde birçok canlının nesli
kesildiği halde yüce Allah, peş peşe yarattığı nesillerle insanları birbirine
halef kılmış; dünyayı insanla şenlendirmiş, onları yeryüzünün seçkin varlıkları
yapmıştır; ayrıca kimi insanlara, diğerlerine nispetle dünyevî bakımdan üstün
dereceler de vermiştir. Ama bunların hepsi bir imtihan İçindir; hepsinin
hesabı, sorumluluğu vardır.
Bu son âyetle dolaylı
olarak, nesilleri birbiri peşine getirerek insan soyunu kıyamete kadar devam
ettiren Allah'ın onları âhiret hayatı için yeniden yaratmaya ve hesaba çekmeye
de kadir olduğu hatırlatılmakta ve nihayet Allah'ın cezalandırmasının çok
çabuk olduğu uyarısıyla inkârda ısrar edenler bir defa daha uyarılırken, O'nun
bağışlayıcı ve esirgeyici olduğu müjdesiyle de müminler sevindiril-mektedir. [303]
[1] Taberânî, el-Mu'ce-mü's-sağîr, I, 145
[2] Taberânî, el-Mıı'cernü'l-kebır, XX, 215
[3] bk. İbn Atıyye, II, 265; Elmalıh, III, 1861
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/295.
[4] Buhârî, "Tef-sîr", 6; Tirmizî,
"Tefsir", 7
[5] aynca bk. Mâide 5/1
[6] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/295.
[7] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/295-296.
[8] Dârimî, "Fezâilü'l-Kur'ân", 17
[9] bk. İbnAtıyye,II,265 Prof. Dr. Hayrettin Karaman,
Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/196.
[10] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/296.
[11] Buhârî, "Megazî", 17
[12] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/296-297.
[13] Enbiyâ 21/30
[14] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/297-300.
[15] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/300
[16] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/300.
[17] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/300-301.
[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/301.
[19] Buhârî, "Şehâdât", 9; Tirmizî,
"Fiten", 45
[20] meselâ bk. İbn Âşûr, VII, 139
[21] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/301-302.
[22] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/303.
[23] İsrâ 17/93
[24] Müddessir 74/52
[25] En'âm 6/7
[26] Tûr 52/29
[27] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/303
[28] III, 1880-1881; ayrıca bk. Necm 53/1-18; Buharı,
"Tefsir", 53/1-2
[29] Buhârî, "Bed'ü'1-vahy", 2-3
[30] A'râf 7/80-84
[31] Elmalılı, III, 1180
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/303-304.
[32] Müddessir 74/25
[33] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/305.
[34] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/305.
[35] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/305.
[36] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/306.
[37] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/306.
[38] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/307.
[39] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/307.
[40] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/307.
[41] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/307-308.
[42] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/308.
[43] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: II/308.
[44] Esbâbü'n-nüzûl, s. 160; el-Vecîz, i, 347
[45] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/308-309.
[46] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/309.
[47] Zemahşerî, II, 7; Şevkânî, 122; İbn Âşûr, VII, 171;
El-mahlı, İÜ, 1893
[48] bk. A'râf 7/157
[49] ayrıca bk. Bakara 2/146
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/309.
[50] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/309-310.
[51] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/310.
[52] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/310.
[53] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/311.
[54] Esbâbü'n-nüzûl, s. 160
[55] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/311-312.
[56] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/312.
[57] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/312-313.
[58] Zemahşerî, II, 9-10; Şevkânî, E, 126; Elmalılı, III,
1908
[59] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/313.
[60] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/314.
[61] meselâ bk. Bakara 2/62
[62] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/314.
[63] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/314.
[64] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/315.
[65] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/315.
[66] Şuarâ 26/3
[67] Müsned, III, 425
[68] Tefsir", 7/1
[69] bk. Elmalılı, m, 1913-1915
[70] İbn Hişâm, Stretü'n-Nebî [M. M. Abdülhamîd], 1,337-338
[71] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/136-317
[72] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/317.
[73] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/317
[74] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/318.
[75] Müs-ned, 1,242,258
[76] İsrâ 17/90-95
[77] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/318.
[78] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/318-319.
[79] Yûnus 10/44
[80] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/319-320
[81] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/320.
[82] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/320-321.
[83] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/321.
[84] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/321.
[85] meselâ bk. İsrâ 17/67; AnkebÛt 29/65; Lokman 31/32
[86] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/321-322.
[87] insanın günahlarını daha da arttırmasına yol açabilecek
nimetler; bilgi için bk. A'râf 7/182
[88] İbn Atıyye, II, 292
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/323.
[89] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/323.
[90] meselâ bk. Mü'minûn 23/84-89
[91] Buhârî, "Edeb", 18; Müslim,
"Tevbe", 22; İbn Mâce, "Zühd", 35
[92] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: II/323-324.
[93] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/324.
[94] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/324.
[95] Müsned, I, 242, 258
[96] krş. Ar'âf 7/188
[97] En'âm 6/8
[98] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/325
[99] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/325
[100] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/325
[101] Feza-ilü's-sahâbe", 45-46
[102] Râzî, XII, 236-237
[103] Zemahşerî, II, 16
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/325-326.
[104] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/326-327.
[105] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/327.
[106] bk. Zemahşerî, E, 17
[107] ayrıca bk. Nisa 4/86
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/327-328.
[108] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/328.
[109] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/328.
[110] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/329.
[111] gayb terimi için bk. Bakara 2/3
[112] Zemahşerî, II, 19; İbn Atıyye, n, 300). Râzî son
yorumu tercih eder (XIII, 11
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/329-330.
[113] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/330.
[114] Şevkânî, II143
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/330-331.
[115] İnfıtâr 82/10
[116] Şevkânî, II, 144
[117] bk. Elmalıh, II, 1951; Ateş, III, 160
[118] Zemahşerî, II, 19
[119] ayrıca bk. Bakara 2/30; Secde 32/11
[120] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/331-332.
[121] Nesefî, I, 327
[122] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/332.
[123] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/332-333
[124] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/333-334.
[125] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/334.
[126] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/334-335.
[127] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/335.
[128] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/336.
[129] Nisa 4/140
[130] bk. Taberî, VII, 228-229; İbn Atıyye, II, 303-304; M.
Reşîd Rızâ, VII, 508
[131] Buhârî, "Salât", 31; Müslim,
"Mesâcid", 89,92,93,94
[132] Dârimî, "Mukaddime", 23
[133] zulüm hakkında bilgi için bk. Bakara 2/54
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/336-337.
[134] Begavî, Meâlimü'i-Tenzîl, II, 105
[135] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/337.
[136] meselâ bk. En'âm 6/32; Ankebût 29/64; Hadîd 57/20
[137] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/337-338.
[138] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/338-339.
[139] Bakara 2/191,217; fitnenin anlamı konusunda geniş
bilgi için bk. Bakara 2/191
[140] İbn Âşûr, VI, 302-303
[141] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/339.
[142] Râzî, XIII, 33
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/339-340.
[143] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/340.
[144] Tekvin, 11/31-32; Yeşû, 24/2
[145] Tevbe 9/114; Meryem 19/41-49
[146] Hz. İbrahim'in hayatı ve şahsiyeti hakkında bilgi
için bk. Bakara 2/124
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/340-341.
[147] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/341.
[148] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/342.
[149] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/343.
[150] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/343-344
[151] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/344.
[152] Buhârî, "Tevhîd", 1; Müslim,
"îmân", 48-51
[153] Lokman 31/13
[154] Buhârî, "Enbiyâ", 41
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/344.
[155] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/344.
[156] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/345.
[157] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/345-346.
[158] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/346.
[159] Hac 22/78
[160] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/346.
[161] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/346.
[162] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/346-347.
[163] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/347.
[164] Vahidî, Esbâbü'n-nüzûl, s. 164
[165] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/347-348
[166] Âl-i İmrân 3/96-97
[167] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/348-349.
[168] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/349-350.
[169] bk. Furkan 25/4; Hakka 69/44-46
[170] İbn Âşûr, Vn, 375-376; Ateş, III, 201-202
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/350.
[171] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/350.
[172] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/351.
[173] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/351-352.
[174] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/352.
[175] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/352.
[176] geniş bilgi için bk. Elmalılı, III, 1990-1995; İbn
Âşûr, VII, 396-397
[177] meselâ bk. Taberî, VE, 286-291; İbn Atıyye, n,
326-327; İbn Âşûr, VII, 397
[178] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/352.
[179] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/352-353.
[180] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/353.
[181] bilgi için bk. Cin 72/1-3
[182] İbn Âşûr, VII, 405
[183] Sebe' 34/41; Zuhruf 43/20
[184] Sâffât 37/158
[185] Nahl 16/57; Sâffât 37/149; Zuhruf 43/16; Tûr 58/39
[186] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/353-354.
[187] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/354.
[188] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/354-355.
[189] Mutaffıfîn 83/15
[190] Şevkânî, II, 170-171
[191] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/355-356.
[192] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/356.
[193] bk. III, 2020
[194] bk. III, 216
[195] Şevkânî, II, 172
[196] meselâ bk. Elmalılı, El, 2020; İbn Âşûr, VII, 422
Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/356-357.
[197] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/357.
[198] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/358.
[199] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/358-359
[200] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/359.
[201] Kehf 18/110; Fussılet 41/6
[202] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/359-360.
[203] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/360.
[204] meselâ bk. En'âm 6/35,107, 112, 137
[205] Kehf 18/29
[206] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/360.
[207] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/361.
[208] cinler hakkında bilgi için bk. Cin 72/1-3
[209] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/361-362.
[210] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/362.
[211] bk. 109. âyet
[212] Elmalılı, III, 2033
[213] İbn Âşûr, VIII, 16
[214] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/362-363.
[215] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/363.
[216] bk. Mâide 5/21; İsrâ 17/104
[217] Şevkâ-nî, II, 179
[218] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/363-364.
[219] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/364.
[220] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/364-365.
[221] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/365.
[222] bk. İbn Âşûr, Vm, 33
[223] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/365.
[224] Râzî, XIII, 167
[225] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/365-366.
[226] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/366.
[227] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/366.
[228] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/366.
[229] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/367.
[230] bk. Râzî, XIII, 175
[231] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/367-368
[232] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/368.
[233] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/368-369
[234] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/369.
[235] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/370.
[236] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/370-371.
[237] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/371.
[238] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/371-372.
[239] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/372.
[240] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/372.
[241] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/373.
[242] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/373.
[243] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/373.
[244] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/374.
[245] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/374-375.
[246] bk. Cevâd Ali, el-Mufassalfî târîhi'l-Arab
kable'l-İslâm, IV, 651-652
[247] Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 154
[248] bk. Mümtehi-ne 60/12
[249] bk. Râzî, XIII, 206
[250] Mevdûdî, 1,523-524
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/375-376.
[251] bk. Mâide 5/103
[252] Râzî, XIII, 207
[253] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/376.
[254] başka yorumlarla birlikte bk. VIII, 110-111
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/376.
[255] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/376.
[256] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/377
[257] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/377.
[258] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı,
Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet
İşleri Başkanlığı Yayınları: II/378.
[259] Râzî, XIII, 217; İbn Aşûr, Vm, 131-133
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/378-379.
[260] yenilmesi haram ve mubah olan hayvanlar ve
"zaruret" hali hakkında bilgi için bk. Bakara 2/173; Mâide 5/3
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/379.
[261] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/379.
[262] Yahudilik1 te bu konuyla ilgili helâller ve haramlar
için bk. Le-vililer, 3/17; VÜ/23; XI/1 vd.; Tesniye, 14/3 vd.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/379.
[263] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/379-380.
[264] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/380.
[265] âyetteki hars kavramı hakkında 116. âyetin tefsirine
bk.
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/380-381.
[266] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/381.
[267] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/381.
[268] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/382.
[269] Râzî, XIII, 232
[270] geniş bilgi için bk. İsrâ 17/23
[271] bilgi için bk. En'âm 6/137,140
[272] Buhârî, "Nikâh", 96, "Megazî",
32; Müslim, "Nikâh", 125,134, 136, Ebû Dâvûd, "Nikâh", 49;
Tirmizî, "Nikâh", 39; Müsned, III, 33,51,53,309; ei-Muvatta',
"Talâk", 95
[273] geniş bilgi için bk. İhya', Mısır 1334, II. 47-49
[274] İbn Âşûr, V, 160
[275] İbn Âşûr, VIII, 161
[276] geniş bilgi için bk. Mâide 5/32
[277] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/382-385.
[278] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/385.
[279] geniş bilgi için bk. 91. âyet
[280] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/386.
[281] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/386-387.
[282] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/387.
[283] bk. 8-9, 37, 50, 58, 111, 124
[284] Ateş, IH, 267
[285] İbn Atıyye, E, 367
[286] âyetin bu kısmıyla ilgili olarak mezheplerin farklı
tefsir ve görüşleriyle ilgili ayrıntılı bilgi için bk. Elmalılı, IH, 2104-2109;
İbn Âşûr, VIII, 186-1191
Prof. Dr. Hayrettin
Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr.
Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/387.
[287] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/388.
[288] Râzî, XIV, 7
[289] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/388.
[290] Râzî, XIV, 8
[291] VIII, 108
[292] Nisa 4/40
[293] Nemi 27/89
[294] Şûra 42/23
[295] Bu-hârî, "Tevhîd", 19; Müslim,
"îmân", 304
[296] meselâ bk. Nevevî, Şerhu Müslim, I,148-152; İbn Hacer,
Fethu'l-bârî, XXIV, 115-123
[297] Buhârî "Rikak", 31; "Tevhîd", 35;
Müslim, "îmân", 2B3-207
[298] Fethu'l-bârî, XXIV, 118
[299] Nemi 27/89-90
[300] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/388-389.
[301] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/390.
[302] halîfe teriminin anlamlan konusunda ayrıntılı bilgi
için bk. Bakara 2/30
[303] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa
Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu,
Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/390-391