EN'ÂM SÛRESİ

 

6

En'âm Sûresi

 

 

İndiği Yer   :  Mekke

 

İniş Sırası   :  55

 

Âyet Sayısı :  165

 

Nüzulü

 

Mushaftaki sıralamada 6, iniş sırasına göre 55. sûredir. Hicr sûresinden son­ra Sâffât sûresinden önce Mekke'de nazil olmuştur. Tamamına yakınının Mek­ke'de indiği hususunda ittifak vardır. Abdullah b. Ömer'e ulaşan bir rivayete göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: "En'âm sûresi bana toplu olarak indi. 70.000 melek teşbih ve hamd sözleriyle bu sûrenin inişine eşlik etti.[1]  Abdullah b. Abbas'tan aktarılan bir rivayette de Mekke'de "birdefada" indiği teyit edilmiştir. [2]An­cak birkaç âyetinin Medine'de İndiğine dair görüşler de vardır. [3]

 

Adı

 

Hz. Peygamber zamanından beri sadece "el-En'âm" adıyla anılmıştır. Ayrı­ca Hz. Ömer, Abdullah b. Abbas, Abdullah b. Mes'ûd ve diğer bazı sahâbîlerin de aynı isimle andıkları bilinmektedir. Bu sebeple bütün mushaflarda, tefsir, hadis ki­tapları ve diğer İslâmî kaynaklarda hep bu isimle kaydedilmiştir. [4] Sözlükte en'âm "deve" anlamına gelen, ayrıca sığır, koyun gibi bazı evcil hayvanlarla ceylan, geyik ve benzeri yabani hayvanlar ve -Gâfir (Mü'min) sûre­sinde (40/79) geçen "Kimine binesiniz, kiminden yiyecek elde edesiniz diye sizin için hayvanları (en'âm) yaratan Allah'tır" mealindeki âyetten anlaşıldığına göre-bazı binek hayvanları için de kullanılan neam kelimesinin çoğulu olup[5] bu sûrenin 136,138, 139 ve 142. âyetlerinde altı defa tekrar edilmiş­tir. Söz konusu âyetlerde Araplar'in hayvanlarla ilgili bazı uygulamaları ve telak­kileri anlatıldığı için sûreye bu isim verilmiştir.[6]

 

Konusu

 

Ağırlıklı olarak Allah'ın birliği (tevhid), ilim, İrade, kudret, adalet gibi sıfatlan; peygamberlik, vahiy, yeniden dirilme, müşrik ve inkarcı zümrelerin bâtıl inançlarının reddi, doğru inanca ulaşmanın yolları vb. itikadı konulardır. Sûrede ayrıca Hz. Peygamber'in şahsına ve risâletine yapılan itirazlar cevaplandırılmış, uğradıkları sıkıntılar yüzünden kaygıya ve üzüntüye kapılan Hz. Peygamber ile ar­kadaşlarına teselli ve ümit verilmiştir. Hz. İbrahim'in, aklıyla ve gözlemleriyle Al­lah'ın varlığı ve birliği hakkında kesin bilgi ve inanca ulaşmasını anlatan âyetler özellikle İslâm âlimlerinin ilgisini çekmiştir. Ayrıca 151-153. âyetleri İslâm ahlâ­kının başta gelen kurallarını ihtiva etmektedir. [7]

 

Fazileti

 

Faziletine ilişkin bazı rivayetler nakledilmiştir. 70.000 meleğin inişine eşlik ettiğini bildiren yukarıdaki hadis bunlardan biridir. Başka bir rivayette Hz. Ömer'in, "En'âm sûresi Kur'an'ın seçkin sûrelerinden biridir" dediği[8] ve faziletini önemle vurguladığı; Hz. Ali'nin de okuyan kimsenin Allah'ın rızâsını kazanacağını ifade ettiği yolunda rivayetler vardır. [9]

 

Meali

 

Rahman ve rahîm olan Allah'ın adıyla...

1. Hanıd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve ışığı var eden Allah'a mahsustur. Ama yine de kâfir olanlar (putları) rablerine eş tutuyorlar. 2. Sizi bir çamurdan yaratan, sonra ölüm zamanını takdir eden ancak O'dur. O'nun katında bir ecel daha vardır. Siz hâlâ şüphe ediyorsunuz. 3. O, göklerde ve yerde tek Allah'tır. Gizimizi açığınızı bilir, ne kazandığınızı da bilir. [10]

 

Tefsiri

 

1. Sûre, her yönden övgüye lâyık bulunanın sadece Allah olduğunu insanla­ra bildirmekle başlıyor. Çünkü O, bütün varlıklar âleminin yaratıcısıdır ve bundan dolayı ulûhiyyet vasfı yalnızca O'na aittir. Sûrenin ilk âyeti özel olarak, sözde kendilerine yardım ettiğini hayal ettikleri putlara inanan, onlara ulûhiyyet vasfı yükleyen ve darda kaldıklarında onlardan yardım dileyen müşriklere karşı bir red­diyedir. Nitekim Uhud Savaşı'nda kısmî bir başarı sağlayan müşriklerin kuman­danı Ebû Süfyân, bu başarıyı putlarından bilerek müslümanlara karşı "Şanın yüce olsun Hiibet! (müslümanlara seslenerek) Bizim Uzzâmız var, sizin Uzzânız yok" diyerek övünmüştü[11] Ayrıca nimet ve yardım kimden ge­lirse gelsin, asıl nimet sahibinin Allah Teâlâ olduğunu düşünerek öncelikle O'na hamd ve teşekkür etmek gerektiğine de işaret edilmiştir.

Yüce Allah bütün mevcudatın, başka bir deyişle, var olan her bir şeyin yara­tıcısı olduğu halde âyette O'nun, yer ve gökleri, karanlıklarla ve ışığı yaratan ol­duğu hatırlatılmakla yetinilmiştir. Çünkü "yer" ve "gökler", diğer yaratılmışları da kapsayan es kuşaba kavran)arâ? Aynca mahteter jDİnm pek pek e)Meri bulunmakla birlikte, bunlar içinde bütün insanların en kolay ve yakından algılaya­bildikleri, genel olarak varlık kavramından sonra İnsan zihninin en temel gerçek­ler olarak farkına vardığı durumlar ışık ve karanlıktır. Nitekim ışık ve karanlığın varlık alemiyle yakın ilgisinden dolayı bazı eski felsefî akımlarda ışık varlığın il­kesi, karanlık da yokluğun İlkesi sayılmış; yine bazı eski Doğu dinlerinde, özellik­le Maniheizm'de biri "ışık tanrısı", diğeri "karanlıklar tanrısı" olmak üzere, iki tanrı kabul edilmiştir ki, söz konusu âyette ışığı da karanlıkları da yaratanın sade­ce Allah olduğu belirtilerek bu iki tanrı inancı reddedilmektedir. Öte yandan Hz. îsâ ve Rûhulkudüs'e ulûhiyyet isnat eden Hıristiyanlık'la birlikte, insanlık tarihin­de önemli bir yer tutmuş olan yıldız-gezegen kültüne dayalı paganist inançlar da çürütülmüş; böylece her ne suretle olursa olsun, rablerine eş koşan, başka varlık­ları O'nun ulûhiyyetine denk tutarak fâni şeylere tanrı gibi sarılıp bunlara kul olan bütün zümreler tevhid ilkesinden saptıkları için "kâfirler" diye nitelenmiştir. Bu arada karanlıklar kelimesiyle inkâr çeşitlerine, ışıkla da imana işaret bulunduğu belirtilir. Nitekim birtek doğru inanç yolu bulunduğu için âyette ışık tekille (nur), birçok bâtıl inanç bulunduğu için de karanlık çoğulla (zulümât) ifade edilmiştir. [12]

 

2. Varlığının başlangıcından sonuna kadar insanın da yüce Allah'ın yaratma, takdir ve tasarrufunda bulunduğu ifade edilmek üzere "Sizi bir çamurdan yaratan O'dur" buyurulduktan sonra iki ayrı "ecel"den söz edilmektedir.

Müfessirler insanın "çamurdan" yaratılmasına iki değişik yorum getirmişler­dir:

a) Bütün insanların atası olan Hz. Âdem çamurdan yani topraktan yaratıldı­ğına göre onun soyu da esas itibariyle topraktan gelmektedir.

b) Her insanın oluşumu, alman besinler yoluyla toprağa dayanır. Çünkü hayatın temel öğesi olan kan besinlerden, besinler de doğrudan veya dolaylı yollarla topraktan gelmektedir.

İnsanın yaratılmasına dikkat çekilmesinin sebebi, ba'si (yeniden dirilme) in­kâr eden müşriklere, insanı topraktan yaratan yüce kudretin onu ölümünden sonra tekrar döndüğü bu aslî varlığından yeniden yaratmaya da muktedir olduğunu bil­dirmektir. Âyetin diğer bir önemli yönü de topraktan canlıların en mükemmeli olan İnsanın yaratılmasındaki harikulade olaya işaret edilmesidir. Arz yaratıldığı zaman üzerinde "hayaf'tan eser yoktu. Yok kendi kendini var edemez. Toprakta canı var eden ve onu "insan" yapan; insanda ruhu, aklı, irfanı yaratan yüce Al­lah'tır. Çünkü gelişmenin her safhasında o alîm, hakim ve rahîm olan Allah'ın ya­ratma fiili bulunmaktadır. Bu sebeple yoktan varlığın, basitten bileşiğin, cansızdan canlının, şuursuz tabiattan zekânın kendiliğinden ortaya çıktığına inanmaktan da­ha bâtıl bir inanç olamaz.

Gerek bu gerek diğer ilgili âyetlerde Allah'ın varlığını ve birliğini, eşsiz kud­ret ve hikmetli yaratışını ispatlamak için insanın yaratılışına dikkat çekilmesi son derece önemlidir. Zira bütün evrenin bilebildiğimiz en büyük olayı hayatın ortaya çıkışıdır. Bütün varlıklar içinde en zeki canlı insan olduğu için o, evrenin göz be­beğidir. Eğer bilim kâinatta dünyadakinden başka bir canlı ve zeki varlık keşfeder­se, hiç kuşkusuz ki bu, bütün keşiflerin en muhteşemi olacaktır. Halen bilinen ge­zegenlerin hiçbirinde canlı ve zeki varlığa rastlanmadığı için dünyamız değerini ve eşsizliğini korumaktadır. Bu değer, canlılardan özellikle de İnsandan gelmektedir. Fakat bu canlılar ve insan nasıl oluştu? Neden dünyaya en yakın olan ve -Kur'ân-ı Kerîm'de de işaret buyurulduğu gibi[13] bir zamanlar dünyamızla bi­tişikken sonradan ayrılan diğer semavî kürelerde hayat yok da dünyada var? Bun­lara verilebilecek her ilmî cevap yeni sorularla karşılaşır. İlletsiz hiçbir hadise meydana gelemeyeceğine göre, jenerasyon spontane (kendi kendine üreme, oluş­ma) imkânsız bulunduğuna göre yaratılış illetinin, tabiatın dışında ve üstünde bir güç olması gerektiği, yine yaratılış eşsiz bîr düzen ve anlam taşıdığına göre onu yaratanın da mükemmel, sonsuz, ilim ve hikmet sahibi olması gerektiği, mutlak bir gerçektir ve bütün yaratılmışlar, özellikle de hayat, akıl ve zekâ sahibi insanın var­lığı, her bir insanın baştan sona yaratılışı, gelişmesi bunun en kesin ve açık delili­dir. Diğer canlılar gibi insan da çamurdan, yanı topraktan meydana gelmiştir. Bu­nun nasıl olduğunu, hangi gücün tesiriyle meydana geldiğini deneysel olarak bile­miyorsak da kutsal kitabımız bunun hakiki failini, yapıp yaratanım bize bildirmek­te; aklımız da bâtıllardan arındığında bu gerçeği açık seçik kavrayabilmektedir. 2. âyette iki defa zikredilen ecel kelimesi sözlükte "bir sürenin sonu" anlamına gelir. Âyetteki iki ecelden nelerin kastedildiği hususunda müfessirler farklı gö­rüşler ileri sürmüşlerdir. Bunlardan bazıları şöyledir:

a) İlk ecel ölüm vakti, ikinci ecel kıyamet vakti.

b)  İlk ecel yaratılışla ölüm arası, ikinci ecel ölümle ba's (yeniden dirilme) arasındaki süre (berzah) veya bu sürenin sonu.

c) İlk ecel ömrünün süresi kesin olanların ve bu sürenin sonunda ölenlerin eceli, ikinci ecel sıla-i rahim (akraba ziyaretleri), sadaka gibi bazı hayırlı işler yap­tıkları için ömürleri uzatılacak olanların eceli.

d) İlk ecel insanın normal olarak yaşayıp ömrünün dolmasıyla hayatının so­na ermesi (tabii ecel), ikincisi vücut fonksiyonlarının tamamı henüz sağlıklı ve ya­şamaya elverişli iken boğulma, yangın gibi kazalar ve dış sebeplerle hayatın son bulması (ihtiramı ecel).

Fahreddin er-Râzî'nin filozoflara nispet ettiği (XII, 153-154) bu son görüş, M, Haindi Yazır'ın da belirttiği gibi, sağlığa önem vermeyi, gerektiğinde tedavi olmayı, tehlikelerden korunmayı Öngörmesi açısından yararlı olmakla birlikte, bu­radan, bir insanın ölümüyle ilgili ilci farklı ecel bulunduğu sonucunu çıkarmak doğru değildir. Olsa olsa bir insanın, ya tabii veya ihtiramı olmak üzere bir tek ecelinin olduğu söylenebilir. Bunlardan hangisi vuku bulmuşsa Allah'ın takdir et­tiği ecel odur; dolayısıyla diğerinin vuku bulması imkânsızdır.

Zemahşerî (E, 3), yukarıda sıralanan ecelle İlgili görüşlerden ilkini; Şevkânî (II, 114), İbn Âşûr (IV, 130-131), M. Hamdı Yazır (III, 1874-1877) gibi bazı mü-fessİrler de İkincisini tercih etmişlerdir. İbn Âşûr, bunun gerekçesini âyette, ikin­ci ecelle ilgili olarak, bu ecelin "Allah katında belirlenmiş" olduğu, yani insanlar tarafından bilinemeyeceği şeklindeki kayda dayandırır. Buna göre ilk ecel her bir insanın ömrüdür; çünkü kişi öldüğünde insanlar onun ne kadar süre yaşadığını bi­lirler. İkinci ecel, yani İnsanların ölümüyle ba's arasında geçen sürenin miktarını ne dünyada ne de kıyamet gününde Allah'tan başka bilebilir.

2. âyetin sonunda "Siz hâlâ şüphe ediyorsunuz" ifadesiyle müşriklere hitap edilmiştir. Çünkü bu ifadede bir tenkit ve tehdit vardır; müminler âyetlerde bildi­rilen gerçeklere inandıklarından böyle bir itham ve tehdide mâruz kalmaları düşü­nülemez.

Burada insanın yaratılışının semâvat ve arzın yaratılışiyla ilgili ifadelerden sonra zikredilmesi, önce İslâm düşünürlerinin deyimiyle "büyük âlem"in, ardın­dan da "küçük âlem"in yaratıldığını belirtmek içindir. Bu şekilde insanın yaratılı­şına dikkat çekilmesinin sebebi, kâfirlerin ba'si inkâr etmeleri, onlara, müşahede ettikleri, bildikleri bu gerçeği göz önüne alarak ba'sin mümkün olduğunu ispatla­maktır. İbn Âşûr, ilk yaratılışa inanan müşriklerin ikinci yaratılışa da (ba's) inan­malarının aklen gerekli olduğunu hatırlatmaktadır. Âyette "Sizi çamurdan yaratan yalnız O'dur" buyurulmakla Allah'ın yaratmada hiçbir ortağı bulunmadığı vurgu­lanmıştır. Burada insanların "çamurdan" yaratıldığı özellikle belirtilmiş ve böyle­ce "İnsan toprak olduktan sonra tekrar insan olarak yaratılması İmkânsızdır" şek­linde ileri sürdükleri delil çürütülmek istenmiştir. Zira müşrikler insanın öldükten sonra toprağa düştüğünü kabul ediyorlar; ayrıca topraktan yaratıldığını da benim­siyorlar; şu halde ikinci defa yine topraktan yaratılması neden imkânsız olsun? [14]

 

3. Allah, göklerin de yerin de mutlak hâkimi, yaratıcısı ve yöneticisidir. O, hem ilâhtır hem de rabdır; yani her şeyi yapıp yönettiği gibi bütün evren ve evren-dekiler O'nun yasalarına boyun eğer, bu suretle farkında olarak veya olmayarak O'na kulluk ve itaat eder; aslında inkâr edenler bile O'nun yasalarının dışına çıka­mazlar. Îlm-İ ilâhîsi ile de O her şeyi kuşattığı gibi, -bilmeli ve dikkatli olmalıyız ki- bizim gizlimizi açığımızı, ne yapıp ne ettiğimizi de hep bilmektedir. [15]

 

Meali

 

4. Rablerinin âyetlerinden onlara bir âyet gelmeye görsün, o âyetlerden ille de yüz çevirirler. 5. Gerçekten onlar, kendilerine hak geldiğinde onu ya­lanlamışlardır. Fakat yakında onlara alay ettikleri şeyin haberleri gelecektir! [16]

 

Tefsiri

 

4-5. Burada geçen âyet, bilhassa Allah'ın tek tanrı olduğuna delâlet eden ka­nıtlar, Hz. Peygamber'İn verdiği haberlerin, özellikle vahdaniyetle (Allah'ın birli­ği) ilgili bilgilerin doğruluğunu gösteren ve müşrikleri, fesahat ve belagatta bir ör­neğini ortaya koymaktan âciz bırakan Kur'an âyetleri veya Resûlullah'ın Kur'an dışındaki mucizeleri şeklinde tefsir edilmiş; "âyetlerden yüz çevirme" ise Mekke putperestlerinin göze hitap eden mucizeleri reddetmeleri, Kur'ân-ı Kerîm'i dinle­meye tahammül edemeyip ona kulak vermekten veya onu dinledikleri halde sırf inat ve kibirlerinden ötürü onun bir mucize ve gerçek olduğunu itiraftan kaçınma­ları şeklinde açıklanmıştır. "Alay ettikleri şeyin haberleri" ise, kıyametin vukuu ve âhiret azabı veya İslâm'ın doğması ve isminin yükselmesi sırasında şirkin ve küf­rün çöküşü ya da inkarcıların müslümanlar karşısındaki hezimetleriyle ilgili olarak Kur'an'ın verdiği haberlerdir. Bu bilgiler ışığında bu âyetler şu şekilde açık­lanmıştır:

O müşriklere ve inkarcılara, üzerinde düşünüp taşınmaları gereken bir âyet, bir delil veya mucize geldiğinde muhakkak surette rablerinden gelen bu türlü âyet­lerden yüz çevirirler; onların doğru olup olmadığı hususunda ciddi ve samimi ola­rak zihin yormadan, akıllanın kullanarak düşünüp taşınmadan hemen red ve inkâr ederler. İşte böylece onlar bütün âyetlerin, delil ve mucizelerin en yücesi ve en şe­reflisi olan hak yani Kur'an kendilerine geldiği zaman onu da yalanlayıp inkâr et­mişlerdir. Ancak böyle yalanladıkları, üstelik bir de alaya aldıkları Kur'an'ın bil­dirdiği haberler, yani kıyamet ve âhiret azabını ya da İslâm'ın doğuşu ve onun adı­nın yükselişi sırasında inkarcıların başlarına gelecek azap ve yıkımı, müslümanlar karşısında uğrayacakları hezimeti görünce ne ile alay ettiklerinin farkına varacak­lardır! [17]

 

Meali

 

6. Görmediler mi ki, onlardan önce yeryüzünde size vermediğimiz onca imkânı kendilerine Yerdiğimiz, gökten üzerlerine bol bol yağmur indirip (ev­lerinin) altlarından ırmaklar akıttığımız nice nesilleri helak ettik. Biz onları günahları sebebiyle helak ettik ve onların ardından başka nesiller meydana getirdik. [18]

 

Tefsiri

 

6. Başka âyetlerde de geçen ve "nesiller" diye çevirdiğimiz karn kelimesinin iki anlamı vardır: a) Bir dönemde yaşamış millet, kavim, nesil, kuşak, b) Uzun bir süreyi kapsayan dönem, asır, yüzyıl. Kelime bu âyette ilk anlamıyla kullanılmış­tır. Nitekim Hz. Peygamber'in "Nesillerin (kurun) en hayırlısı benim neslim (karn), sonra bunları izleyenler, sonra da bu sonuncuları izleyen nesildir" mâna-srndaki hadisinde de karn bu İlk anlamında geçmektedir. [19]Bazı tefsirlerde gök anlamındaki sema kelimesinin bu âyet­te "yağmur" mânasına geldiği belirtilmiştir. [20]

Bu âyette özel olarak müşrik Araplar'a hitap edilmekle birlikte umumiyetle bâtıl inançlara sapan kötülüklere dalan ve bu suretle topyekün helake müstahak olan her millet için bir tehdit ve uyan olmak üzere şöyle buyurulmuş olmaktadır: O kendi güçlerine güvenerek inkarcılıkta, haksızlık ve bâtılda direnenler, geçmiş milletlerin kalıntılarını, tarihî izlerini inceleyip öğrenerek, bizim (sonsuz kudret sahibi yüce Allah) nice nesilleri helak ettiğimizi görmediler mi? Biz onlara, yer­yüzünde size verdiğimizden daha fazlasını vermiş; onları, bol yağmuruyla, bolluk ve bereketiyle cennet gibi ülkelere sahip kılmıştık; onlar bu ülkeleri vatan tutup medeniyetler kurmuşlardı. Sonra da günahları yüzünden onları helak ettik ve on­ların ardından başka nesiller, nice milletler meydana getirdik. Şimdi, sizden daha güçlü olan bu milletleri tarihten silen yüce kudretin sizi helak etmeyeceğini mi dü­şünüyorsunuz?

Ayet-i kerîme güçlerine, servetlerine, sahip oldukları diğer bedenî ve maddî imkânlara aklanarak Allah'a âsi olan, şımaran, ellerindeki her şeyi kendisine borç­lu bulunduğu rablerini unutarak dalâlete sapıp azgınlaşan, günahlara boğulan top­lumlara karşı genel bir tehdit ve uyandır.

Kur'ân-ı Kerîm'de bu tarihî tecrübeye büyük önem verilmiş; çeşitli vesile­lerle eski milletlerin hayatları ve akıbetleri anlatılırken özellikle kötülük ve zulüm­leri, azgınlaşıp İsyan etmeleri yüzünden helak edildikleri ve böylece tarih sahne­sinden silindikleri anlatılarak insanların bu tarihî gerçekten ibret alıp sünnetullahı daima göz önünde tutmaları, şimdi sahip oldukları imkânların kendilerini felâket­lerden koruyamayacağını iyi bilmeleri ve hayatlarını buna göre düzenlemeleri is­tenmiştir. Ad, Semûd gibi çok eski dönemlerde yaşamış kavimler yanında, daha yakın çağlardaki birçok devletin, imparatorluğun çöküşü veya tarihten silinişinin temelinde de aynı olumsuz sebeplerin yattığında kuşku yoktur. Buna karşılık, inançta, ahlâk ve fazilette, idare ve siyasette doğru yoldan gittiği, hak ve adalet üzere bulunduğu halde helak olmuş tek bir millet yoktur. [21]

 

Meali

 

7. Eğer sana kâğıt üzerine yazılmış bir kitap indir şeydik de onlar elleriy­le onu tutmuş olsalardı, yine de o inkarcılar, "Bu apaçık bir büyüden başka bir şey değil" derlerdi. 8. "Ona bir melek indirilseydi ya!" dediler. Eğer biz bir melek indirsej dik elbette iş bitirilmiş olur, artık kendilerine mühlet veril­mezdi. 9. Eğer Peygamber'i bir melek kılsaydık muhakkak ki onu (yine) bir adam suretine sokar, onları yine halen içinde bulundukları kuşkuya düşürür­dük. 10, Senden önceki peygamberlerle de alay edilmiş, sonunda onlarla alay edenleri, alaya aldıkları şey (azap) kuşatıvermişti. 11. De ki: Yeryüzünde do­laşın, sonra (hakikati) yalan sayanların sonunun nasıl olduğuna bakın! [22]

 

Tefsiri

 

7. Kur'ân-ı Kerîm'in başka yerlerinde de belirtildiği üzere müşrikler, Hz. Peygamber'in ilâhî kelâmı kendilerine okuyup duyurmasını yeterli bulmamış, gökten kendilerine okuyacakları bir kitap[23]  veya "açılmış sahîfeler" [24] İndirilmesini istemişlerdi. Aslında onlar bu istekleriyle güya Hz. Peygamber'i zor durumda bırakmayı amaçladıklarından, âyette, onların bu tür istekleri yerine getirilse ve kendilerini kâğıt üzerine yazılmış bir kitap indirilse bi­le, yine de inanmayacakları, bunun apaçık bir büyü olduğunu iddia edecekleri açıklanarak gerçek niyetleri yüzlerine vurulmaktadır. Zira Hz. Hatice, Ebû Bekir, Ömer ve diğer samimi insanlar Resûlullah'ın dürüstlüğünü, Kur'an âyetlerinin ih­tiva ettiği açık seçik gerçekleri dikkate alarak iman etmişler; buna karşılık nefisle­rinin gururuna kapılan, Kur'an'ın getirdiği ilkelerin, kendilerinin veya kabileleri­nin çıkarlarını zedeleyeceğini düşünen ve Câhiliye taassubunda direnen İnatçı kimseler ise çeşitli bahaneler ileri sürerek, sonunda hiçbir mantıkî gerekçe bula­madıkları İçin Kur'an'm "bir büyü"[25]Hz. Peygamber'in de "bir kâhin veya mecnun"[26] olduğu yönünde hakikatten uzak ithamlarda bulunmuş­lardır. [27]

 

8. Müşrikler görünüşte ilâhî vahyin geliş tarzını inandırıcı bulmadıkları için, hakikatte ise sırf inat ve taassuplarından dolayı başka bir istekte bulunmuşlar, Hz. Muhammed'i kastederek, "Ona bir melek İnseydi ya!" demişlerdir. Aslında Hz. Peygamber'e melek inmekle birlikte, müşrikler onun hakiki suretinde gelip Hz. Peygamber'le dolaşmasını ve bunu gözleriyle görmeyi istiyorlardı. Âyetin deva­mında yüce Allah "Eğer biz (istedikleri şekilde) bir melek indirseydîk elbette iş bi­tirilmiş olur, artık kendilerine mühlet verilmezdi" buyurarak onların bu talebini de reddetmiştir. Tefsirlerde âyetin bu kısmıyla ilgili olarak çeşitli görüşler ileri sürül­müştür. Şöyle ki:

a) Zemahşerî "iş bitirilirdi" ifadesini "Onlar helak edilirlerdi" şeklinde yo­rumlamakta ve bunu da şu gerekçeye bağlamaktadır: Meleği görmelerinden sonra -âyette de belirtildiği gibi- artık onlara mühlet verilmezdi; ya meleğin kendi sure­tinde Resûlullah'a geldiğini ayan beyan gördükleri halde yine de iman etmeyecek­leri için veya melek gelip de artık her şey apaçık kesinlik kazanınca yükümlülü­ğün esası olan ihtiyar (seçme özgürlüğü) ortadan kalkacağı için helak edilmeleri gerekli olurdu; ya da meleği kendi suretinde gördükleri anda, gördüklerinin verdi­ği dehşetten dolayı ruhları bedenlerinden ayrılır, yani oluverirlerdi. Çünkü "şidde­tin aniden zuhuru, şiddetin kendisinden daha dehşet vericidir" (II, 4-5).

b) Şevkânî'ye göre müşrikler "Ona bir melek indİrilseydi ya!" derken mele­ğin aslî suretiyle gelerek kendileriyle konuşur, Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu kendilerine bildirirse ona inanıp tâbi olacaklarını açıklıyorlardı. Oysa Allah biliyordu ki, onlara böyle bir melek gelmiş olsa yine de iman etmeyecekler ve bunun sonucunda derhal helak edilmeye müstahak olacaklardı (II, 117).

c) Elmalılı M. Hamdi'ye göre eğer melek kendi suretinde gelip de hakikat iti­raza mahal kalmayacak şekilde apaçık ortaya çıksaydı, artık Hz. Peygamber'in ha­ber verdiği azap hemen uygulanırdı. Özellikle vahiy meleği Cebrail'i, sıradan in­sanlar şöyle dursun, peygamberlerden bile pek azı asıl varlığıyla görebilmiştir. [28] Ayrıca Hz. Mu­hammed'in dahi vahiy esnasında büyük bir dehşet ve sıkıntı hali yaşadığına iliş­kin hadisler vardır. [29]

Hz. Peygamber'in özellikle ilk vahyi aldığı sırada yaşadığı olağan üstü sar­sıntıya Kur'ân-ı Kerîm de işaret etmektedir. [30]

d) İbn Âşûr ise "İş bitirilmiş olurdu" ifadesini "Tehdit edildikleri azap ger­çekleştirilirdi" anlamında açıklamıştır. Zira Allah'ın gazabına uğrayan bir toplu­ma melekler ancak azap getirmek için inerler. Nitekim Lût kavminin durumu bu­nu göstermektedir. Muhtemelen Allah Teâlâ melekleri hak uğru­na müsamahasız bir sertlik ve öfke tabiatında yaratmıştır (IV, 145). Aynı müfessir ayrıca Cenâb-ı Hakk'ın müşriklerin, aslında mahvolmalarına yol açacak olan bu taleplerini karşılıksız bırakmasını, O'nun İnkarcılara karşı bir rahmeti şeklinde yo­rumlamamak gerektiğini savunuyorsa da bu görüşün isabetli olduğu kanaatinde değiliz. Zira âyette de dolaylı olarak belirtildiği gibi Allah onlara mühlet vermiş ve bu sayede daha sonra bazıları İslâm'ı kabul etme şerefine ermişlerdir ki, bunlar arasında bu sûrenin 7, âyetinin İnmesine sebep olduğu rivayet edilen Abdullah b. Ebû Ümeyye de vardır. Hatta bu zat daha sonra Tâif te şehid düşmüştür. [31]

 

9. Eğer Allah onlara gönderdiği elçiyi bir melek yapsaydı ya da beşer yerine bir meleği elçi gönderseydi yine onu melek suretinde değil İnsan görünümünde, hem de -müşriklerin, meleklerin dişi olduğu şeklindeki bâtıl inançlarının aksine-onu "adam suretinde" göndereceği, bunun sonucu olarak yine onları, bu gelenin gerçekten melek mi yoksa insan mı olduğu hususunda şaşkınlığa düşüreceği bildi­rilmektedir. Nitekim başka bir âyette ifade edildiği üzere, onlar Kur'ân-ı Kerîm için "Bu, bildiğiniz insan sözünden başka bir şey değildir"[32] de­mişlerdi. Halbuki tamamen ruhanî varlıklar olan meleklerin İnsanlara görünmesi ve onlara hitap edebilmesi, ancak cismanî bir görünüme bürünmeleriyle mümkün­dür. Bu durumda vahyin doğruluğunu, ihtiva ettiği yüksek hakikatlere göre değer­lendirmek yerine, onu kendilerine tebliğ edenin melek olmasında arayanlar, bu cismanî görünümlü varlığın insan olduğunu ileri sürerek yine inkâra sapacaklar, şimdi olduğu gibi yine şüphe edeceklerdi. [33]

 

10-11. Müşrikler, gerçeği daha yakından kavramak gibi iyi niyete dayalı se­beplerle değil, sırf Hz. Peygamber'e karşı çıkmak, onunla alay etmek, acze düşü­rüp İtibarım yıkmak maksadıyla bu tür teklifler ileri sürdükleri için 10. âyette Re-sûlullah'a, kendisinden önceki peygamberlerin de böyle alayla karşılandıkları ha­tırlatılmakta, fakat onların, başlarına gelen felaketler sonunda alay ettikleri haber­lerin ne kadar kesin gerçekler olduğunu acı şekilde anladıkları bildirilmekte; 11. âyette Mekke müşriklerine, dolayısıyla peygamberlik ve vahiy gerçeğinden kuş­kuya düşüp İnkâr eden, alaya alan herkese, dünyayı gezip dolaşmaları, eskilerin iz­lerini, kalıntılarını inceleyerek İlâhî hakikatleri yalanlayanların akıbetlerinin ne ol­duğunu görmeleri tavsiye edilmektedir. [34]

 

 

 

Meali

 

12. "Göklerde ve yerde olanlar kimindir" diye sor. De ki: "Allah'ındır. O, kendi üzerine rahmeti yazmıştır. Sizi, varlığında şüphe olmayan kıyamet gününde elbette toplayacaktır." Kendilerine zarar verenler var ya işte onlar inanmazlar. 13. Gece ve gündüzde barınan her şey O'nundur. O, her şeyi işi­tendir, bilendir. [35]

 

Tefsiri

 

12. Bu sûrenin ilk âyetinde gökleri ve yeri Cenâb-ı Hakk'ın yarattığı, 3. âye­tinde göklerde ve yerde tek Tanrı'nın O olduğu belirtilmişti. Burada İse göklerde ve yerde bulunanların yalnızca O'nun mülkü olduğu, dolayısıyla rubûbiyyette ol­duğu gibi ubûdiyyette de O'nur ortağı bulunmadığı, yalnız O'nun rab olarak bi­linmesi ve yalnız O'na ibadet edilmesi gerektiği soru-cevap şeklinde bir üslûpla vurgulanmaktadır. Sorunun tek ve kesin bir cevabı olduğu için hemen arkasından kısa ve net bir şekilde "Allah'ındır" şeklinde cevap verilmesi istenmiştir. Bütün varlıkların yaratıcısı, mâlik ve sahibi Allah olduğuna ve esasen müşrikler de buna inandıklarına göre, bu varlıklar içinde yükümlü tutulanları yani insanları hesaba çekme yetkisi de O'na ait bulunduğu için âyette, kesin olarak vuku bulacak olan kıyamet gününde Allah'ın muhakkak surette insanları hesaba çekmek üzere bir araya toplayacağı bildirilmiştir. Burada ayrıca, bir bakıma varlıkların mebdei (baş­langıcı) ve meâdıyla (akıbeti) ilgili iki bölümün arasına "O kendi üzerine (kullan için) rahmeti yazmıştır" şeklinde bîr kayıt konulması özellikle ilgi çekicidir. Bu suretle sanki insanlara şöyle bir uyanda bulunulmuştur: Diğer bütün varlıklar gibi sizi de Allah yarattı; kıyamet vuku bulup da O'nun huzurunda hesap vermek için toplanmadan önce, hayatta iken Allah'ın kesin olan rahmetinden yararlanmaya ba­kınız; inanıp hayırlı işler yapınız; bu geniş rahmete nail olmak için günahlannız-dan tövbe ediniz. Açık seçik delillere rağmen, müşriklerin yaptığı gibi, Hz. Pey-gamber'in tebliğlerini yalanlamak için türlü bahaneler İleri sürmek yerine, Al­lah'ın rahmetinin üzerinizdeki eserlerinden olan aklınızı kullanarak Hz. Peygam-ber'in doğruluğunu tasdik ediniz. Bunun aksine, geçici menfaatlerine, mânâsız inatlarına ve benlik iddialarına kapılarak gerçeği kabule yanaşmayanlar, böylece kendilerini ziyana sokanlar artık iman etmekten de mahrum kalırlar ve sonuçta Al­lah'ın çok geniş olan rahmetinden yararlanma fırsatını kaçırmış, kendi kendilerine yazık etmiş olurlar. [36]

 

13. Bu âyette de Allah'ın hükümranlığı teyit edilerek göklerde ve yerde bu­lunanlar gibi gece ile gündüzde sakın olan, barınan her şeyin yani bütün zamanlı varlıklann da Allah'ın mülkünden olduğu; Allah'ın, ister gecenin karanlığında, is­ter gündüzün aydınlığında olsun, her varlığı, her olup biteni kesin olarak duyup bildiği İfade edilmiştir. [37]

 

Meali

 

14. De ki: "Gökleri ve yeri yoktan var eden, yedirdiği halde yedirilme-yen Allah'tan başkasını mı dost edineceğim!" De ki: "Bana müslüman olan­ların ilki olmam emredildi ve sakın müşriklerden olma (denildi)". 15. De ki: "Ben rabbime isyan edersem gerçekten büyük günün azabına uğrayacağım­dan korkarım." 16.0 gün kim azaptan kurtarıbrsa gerçekten Allah onu esir­gemiştir. İşte apaçık kurtuluş budur. 17. Eğer Allah seni bir zarara uğratır­sa onu kendisinden başka giderecek yoktur; ve eğer sana bir hayır verirse bi­lesin ki O her şeye kadirdir. 18.0, kullarının üstünde tam bir tasarrufa sa­hiptir, O hakimdir, her şeyden haberdardır. [38]

 

Tefsiri

 

14. "Dost" diye çevirdiğimiz velî ve "yoktan var eden" diye çevirdiğimiz fâ-tır, esmâ-i hüsnâdan olup ilki Allah'ın yönetici, yardımcı ve dost olduğunu; ikin­cisi de yapıp yaratan, yokluktan varlık sahnesine çıkaran olduğunu ifade eder. Bu âyette yüce Allah bsaca "yedirip yedirilmeyen" şeklinde tavsif edilerek bütün var­lıkların azıklarını, ihtiyaçlarını karşılarken kendisinin yedirilmekten, ihtiyaçtan münezzeh olduğu ifade buyurulmuştur. Çünkü bütün uydurma tanrılar aslında bi­rer hiç olup kendi bağlılannca beslendikleri, desteklendikleri, büyültüldükleri, ululandıkları halde beslenmeye muhtaç olmayan, her şeye kendisi değer kazandı­rıp hiçbir kimsenin ve hiçbir şeyin kendisine değer katmasına, destek vermesine muhtaç olmayan, dolayısıyla gerçek anlamıyla ulûhiyyete lâyık olan tek varlık O'dur. [39]

 

15. "Büyük gün"den maksat âhiret günüdür. Âyete göre Hz. Peygamber bile tebliğ ettiği dinin hükümlerinden istisna edilmiş değildir. Aksine günah İşleyen -farzımuhal- bizzat peygamber bile olsa, o da âhirette günahının cezasını çekecek­tir. [40]

 

16. Âhirette azaptan kurtulan kimse rahmet-i ilâhiyyeye olacaktır. Kuşkusuz insan için bundan daha büyük bir kurtuluş yoktur; çünkü ebedî hayattaki mutlulu­ğu bu şekildeki bir kurtuluşa bağlıdır. [41]

 

17-18. Hayır ve şerrin Allah'tan olduğu şeklindeki Ehl-İ sünnet itikadını des­tekleyen bu âyetlere göre hastalık, yoksulluk gibi insanlara elem veren ve istenme­yen durumlar da, sağlık ve zenginlik gibi arzu edilen durumlar da Allah'ın kudret elinde olup Allah bir kimseye bunlardan birini veya ötekini takdir ederse bunu ön­leyecek, takdire kargı koyabilecek hiçbir güç yoktur. Allah'tan gelebilecek zararı da faydayı da ancak dilerse yine kendisi önler. İnsanlar ne dilerse dilesin, sonun­da yine O'nun dilediği olur. O'nun her şeye gücü yeter ve O kullan üzerinde tam bir hâkimiyete, karşı konulamaz bir kudrete sahiptir. Ayrıca O, tam bir hikmet sa­hibi ve her şeyden haberdar olduğu için kimlerin fayda veya zarara müstahak ol­duğunu bilir; herkesin her halinden haberi olur ve hakîm olmasının bir sonucu ola­rak herkese, haline münasip ne ise onu verir, dolayısıyla hiç kimseye haksızlık et­mez. [42]

 

Meali

 

19. De ki: "Hangi şahidin şahitliği daha güvenilirdir?" De ki: "Benimle sizin aranızda Allah şahittir. Bu Kur'an bana, hem sizi hem de ulaştığı her­kesi onunla uyarmam için vahyedildi. Yoksa siz Allah ile beraber başka tan­rılar olduğuna şahitlik mi ediyorsunuz?" De ki: "Ben buna şahittik etmem." "O, ancak bir tek Allah'tır; ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden kesinlikle uzağım" de. [43]

 

Tefsiri

 

19. İlk cümlenin harfî tercümesi "Şahitlik bakımından hangi şey daha büyük­tür?" şeklindedir. Ancak biz, Zemahşerî'nin getirdiği yorumu (II, 7) esas alarak anlamayı kolaylaştırmak için söz konusu cümleyi "Hangi şahidin şahitliği daha güvenilirdir?" şeklinde çevirmeyi uygun bulduk. Bundan önceki âyetlerde ağırlık­lı olarak Allah Teâlâ'nın zât ve sıfatlarıyla ilgili deliller üzerinde durulmuştu. Bu âyette ise Hz. Muhammed'in risâletinin ispatına geçilerek bu hususta en büyük şa­hidin kim olduğu sorusuna -cevabın açıklığından dolayı- hemen "Benimle sizin aranızda Allah şahittir" cevabı verilmiştir. Vahidî'nin, bu âyetin inmesine sebep olduğunu kaydettiği bir rivayete göre[44]  Mekke ileri gelenleri Resûlullab'a hitaben "Ey Muhammed, söylediklerinle ilgili olarak hiç kimsenin seni tasdik ettiğini görmedik. Hatta yahudilere ve hıristiyan-lara sorduk; onlar, senin ismin veya niteliklerinle ilgili olarak kendi kitaplarında ve dinlerinde herhangi bir bilgi olmadığını söylüyorlar. Bize, senin Allah'ın elçisi olduğuna şahitlik edecek birini göster" demişler; bunun üzerine yukarıdaki âyet nazil olmuştur.

"Bu Kur'an bana, hem sizi hem de ulaştığı herkesi onunla uyarmam için vah-yedildİ" mealindeki ifade, Hz. Peygamberin ve Kur'ân-ı Kerîm'in bütün insanlı­ğa gönderildiğini, dolayısıyla İslâm'ın evrensel bir din olduğunu göstermektedir. Bu âyet, insanları hem Allah'ın birliğine hem de Hz. Muhammed'in peygamberli­ğine şahadet etmeye çağırdığından, kelime-i şehâdeti anlam olarak ihtiva etmekte­dir. [45]

 

Meali

 

20. Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu kendi oğullarını tanıdıktan gi­bi tanırlar. Kendilerine zarar verenlere gelince, işte onlar inanmazlar. 21. Ya­lan sözlerle Allah'a iftira edenden veya O'nun âyetlerini yalanlayandan daha zalim kimdir? Şüphe yok ki zalimler kurtuluşa ermezler. [46]

 

Tefsiri

 

20. Zemahşerî ve diğer birçok müfessir, âyette Ehl-i kitabın tanıdıkları ifade edilenin Hz Muhammed olduğunu belirtmişler, bazıları da bunun Kur'ân-ı Kerîm olduğunu söylemişlerdir. [47]  İlk anlayışa göre Ehl-i kitap, özellikle hıristiyanlar kendi kutsal kitaplarında Hz. Muhammed'in peygamberliğine ilişkin bazı işaretler bulunduğu­nu biliyorlardı. [48]İkinci anlayışın daha isabetli olduğunu düşünen İbn Âşûr'a göre Ehl-i kitap âlimleri Kur'an'm Allah katından geldiğini biliyorlar­dı. Çünkü Kur'an, onların kitaplarında da haber verilmiş olan bilgiler ihtiva et­mekteydi. Ayrıca onların kitaplarında, son peygamberle ilgili bilgiler bulunduğun­dan, Kur'an'ı bildireni de bu bakımdan tanıyorlardı. [49]

 

21. Allah'ın Kur'an'da tevhid inancını açık açık bildirmesine rağmen, O'nun putlan kendisine ortak edindiğini savunan, aynı şekilde, kendi kitaplarında Al­lah'ın Kur'an ve Hz. Muhammed hakkında bilgi vermediğini iddîa eden Ehl-i ki-tap'tan daha zalim ve haksız kim vardır! Âyetten şöyle bir anlam da çıkarılabile­ceği söylenmiştir: Eğer -farzımuhal- Hz. Muhammed, müşriklerin iddia ettiği gi­bi, kendisi bazı sözler uydurarak bunları Allah'a isnat etseydi zalimlerin, haksız­ların en fenası olmaz mıydı? Oysa o, Allah'a olan saygısı ve dürüstlüğü ile tanı­nan bir kişi olduğuna göre bildirdikleri de kesinlikle Allah kelâmıdır. [50]

 

Meali

 

22. Unutma o günü ki onları hep birden toplayacağız; sonra da Allah'a ortak koşanlara "Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?" diyece­ğiz. 23. Sonra onların mazeretleri "Rabbimiz Allah'a andolsun ki biz ortak koşanlar olmadık" demekten başka bir şey olmadı. 24, Gör ki kendi aleyhle­rinde nasıl yalan söylediler ve (tanrı diye) uydurdukları şeyler kendilerinden nasıl kaybolup gitti! [51]

 

Tefsiri

 

22-24. İnsanlar ölüp ruhlar bedenlerden ayrıldıktan veya insanlar yeniden di­riltildikten sonra Allah Teâlâ kendisine putları ortak koşmak ve bu suretle İslâm'ın tevhid akidesine karşı mücadele bayrağını açmak gibi büyük bir suçun vebalini yüklenmiş olan müşriklere, dünyadaki alelade varlıklara yahut kişilere tanrı gibi taparcasına bağlanarak hakikî mâbudlarmı inkâr edenlere "Hani o bana ortak koş­tuğunuz putlarınız; sözde tanrılarınız nerede?" anlamında olmak üzere "Nerede boş yere davasını güttüğünüz ortaklarınız?" diye soracaktır. Sonra onlar bu fitne­lerinin, bu inkârlarının neticesi olarak, Allah'ın her hallerine vâkıf olduğunu bile bile, "Rabbimiz Allah'a andolsun ki biz ortak koşanlar olmadık" diyerek şaşkınlık ve çaresizlik yüzünden yalan söyleyecekler; böylece kendi kendilerine karşı, yani söylediklerinin asılsız olduğunu bizzat kendileri de bile bile yalan söyleme gere­ğini duyacaklardır. Üstelik dünyadayken, uydurma bir inançla, akıllı ve güçlü ol­duğunu, kendilerine şefaat edeceğini sandıklan putları -sözde tanrıları- kendile­rinden uzaklaşmıştır. [52]

 

Meali

 

25. Onlardan seni (okuduğun Kur'an'ı) dinleyenler de vardır. Fakat onu anlamalarına engel olmak için kalplerinin üstüne örtüler, kulaklarına da ağırlık verdik. Onlar her türlü mucizeyi görseler bile yine de ona inanmazlar. Hatta o kâfirler sana geldiklerinde "Bu Kur'an eskilerin masallarından baş­ka bir şey değildir" diyerek seninle tartışırlar. 26. Onlar hem insanları Hz. Peygamber'den uzaklaştırmaya çalışırlar hem de kendileri ondan uzak du­rurlar. Oysa onlar farkında obuadan ancak kendilerini mahvederler. [53]

 

Tefsiri

 

25-26. Bu âyetler İslâm'a karşı ilk düşmanlık ve engelleme hareketini başla­tan müşriklerin tutumlarını ve bu tutumlarının doğuracağı sonuçlan anlatmaktadır. Buna göre müşriklerin bazıları Kur'an'ı dinliyorlardı; ancak Kur'an'm neler bil­dirdiğini, bunların doğru olup olmadığını merak ettikleri, samimiyetle öğrenmek, anlamak ve eğer doğru bulurlarsa onu tasdik etmek niyetiyle değil; itiraz etmek, karşı çıkmak alay ve hakaret etmek için bahaneler bulmak amacıyla dinliyorlardı. Gurur, kibir, bencillik, ihtiras gibi kötü huylarla, sihir, hurafe, şirk gibi bâtıl inanç­larla ruhları kirlenmiş; fıtrî tabiatlarının istikran bozulmuştu. Bu şekilde ruhları kararmış insanların, zihin disiplinlerini, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayırma yeteneklerini de kaybetmeleri ilâhî bir kanundur. Bu sebepledir ki 25. âyette on­lardan bir kısmının Resûlullah'ı dinlediği, fakat kalpleri üzerinde Kur'an anla­malarını engelleyen örtüler, kulaklarında da sağırlık meydana getirildiği İçin on­dan istifade edemedikleri ifade buyurulmuştur. Ehl-i sünnet âlimleri bu vb. âyet­lerden hareketle prensip olarak Allah'ın, dilediği kimselerin iman etmelerini en­gelleyeceğini savunmuşlar; Mu'tezile ulemâsı İse bu görüşe karşı çıkarak söz ko­nusu âyetleri kendi adalet ve hürriyet anlayışları İstikametinde te'vil etmişlerdir. Bu teorik tartışmalar bir yana, yaratılış itibariyle insan fıtratı, gerçeği kabule elve­rişli olmakla birlikte, bazı iç ve dış etkenler insanın psikolojisini, akıl ve düşünme melekelerini etkilemektedir. Müşrikler de gerek atalarından ve çevrelerinden al­dıkları telkinler, gerekse çeşitli olumsuz duygu ve davranışlarının tesiriyle inanmaya yatkın olmaktan çıktıkları için kalpleri perdelenmiş, kulakları ağırlaşmış, ya­ni gerçek karşısından duyarsız kalmışlardır. Şu halde onların inkârları, ilâhî kanun uyarınca kalplerinin perdelenmesi kendi tutum ve davranışlarının, bencil duygula­rının, ön yargılarının, taassup ve inatlarının bir sonucudur; bundan dolayı da yan­lış inançlarından ve kötü fillerinden sorumludurlar.

25. âyette geçen esatir kelimesinin tekili olan ustûre, büyük ihtimalle "hikâ­ye, kıssa, tarih" anlamına gelen Grekçe historia kelimesinden Arapçal aştırılmış olup Arapça'da daha çok eğlence ve şenliklerde hoşça vakit geçirmek için anlatı­lan, eski dönemlere ait abartılı veya asılsız hikâyeler, masallar için kullanılır. Müş­rikler Kur'ân-ı Kerîm'in inanılırliğına gölge düşürmek için sık sık onun eskilerin masalları olduğunu ileri sürerlerdi. Vâhidî'nin İbn Abbas'tan naklettiği bir rivaye­te göre [54] Ebû Süfyân, Ebû Cehil, Utbe b. Rebî' ve karde­şi Şeybe, Velîd b. Mugîre, Nadr b. Haris gibi müşriklerin önde gelenlerinden ba­zıları birlikte Hz. Peygamber'in yanma giderek bir müddet Kur'an'ı dinledikten sonra, Kureyştiler'e Acem kıssaları anlatmakla tanınan Nadr b. Haris'e Resûlullah hakkındaki fikrini sormuşlar; o da "Söylediklerinden bir şey anlamıyorum; sadece dudaklarını hareket ettirdiğini görüyorum. Söylediği sözler, tıpkı benim size geç­miş devirlerle ilgili olarak anlattıklarım gibi eskilerin masallarından başka bir şey değildir" demiştir. Müşrikler bu tür sözleriyle hem başkalarını Kur'an'dan uzak­laştırırlar hem de bizzat kendileri ondan uzak dururlar ve bu suretle ebedî gelecek­lerini mahvederlerdi; üstelik bunun farkında da değillerdi. Allah Teâlâ, inkarcıla­rın Hz. Peygamber ve Kur'an karşısındaki bu tavırlarından dolayı âhİrette duya­cakları pişmanlıklarını aşağıda bildirmektedir. [55]

 

 

Meali

 

27. Onların ateşin karşısında durdurulup "Ah, keşke dünyaya geri gön-dcrilsek de bir daha rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve inananlardan ol­sak" dediklerini bir görsen! 28. Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) kendilerine göründü. Eğer geri gönderilseler yine kendilerine ya­sak edilen şeylere döneceklerdir. Zira onlar gerçekten yalancıdırlar. [56]

 

Tefsiri

 

27. İnkarcılar âhirette cehenneme götürülüp ateşle karşı karşıya geldiklerinde, daha önce inanmaya yanaşmadıkları âkıbetleriyle yüz yüze gelince büyük bir ıstırap içinde hissettikleri pişmanlığı "Ne olur, dünyaya geri gönderildim de rab-bimizin âyetlerini bir daha yalanlamayalım; biz de inananlardan olalım!" şeklin­deki temennileriyle ifade edeceklerdir. [57]

 

28, Bu temenniye bir cevap olmak üzere âyette, onlar için artık kurtuluş fır­satı ve ümidi kalmadığı, çünkü bu fırsata dünyada sahip oldukları halde bunun kıy­metini bilemedikleri bildiriliyor. "Daha önce gizlemekte oldukları şeyler kendile­rine göründü" mealindeki cümlede geçen "gizledikleri" ifadesiyle ne kastedildiği hakkında farklı yorumlar yapılmıştır. Bazı müfessirler bunu "amel defterlerindeki kötülükleri, çirkin halleri, inkârları veya gizledikleri münafıklıkları" şeklinde açık­larken, bazıları "Ehl-i kitabın Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğuna dair gizli tuttukları bilgiler" olarak yorumlamıştır. [58]  Bizce de isabetli olan İbn Âşûr'un görüşüne göre müş­rikler inanmayı icap ettiren delilleri veya müminlerin başarılarını gördükçe gizli­den gizliye İslâm inancının gerçek olabileceğini düşünüyor, fakat hâkimiyet ve güçlerini devam ettirmekteki ısrar ve inatlarından dolayı Hz. Peygamber'in üstün­lüğünü ve müminlerin hayırlarda, faziletlerde kendilerinden daha ileride oldukla­rını itiraftan kaçınıyorlardı. Çünkü müslümanlar arasında onların köleleri ve top­lumun en zayıf kesimleri bulunmaktaydı. Nitekim onlar Hz. Peygamber'e bu za­yıf insanları yanından uzaklaştırması şartıyla kendisiyle görüşebileceklerini söyle­mişler ve bu sûrenin 52. âyetinde Hz. Peygamber'e bu teklifi reddetmesi emredil­mişti. İnkarcıların dünyada iken gizledikleri bu düşünceleri veya inkâr ve kötülük­leri o zaman açık seçik önlerine serilecektir. Fakat eğer onların temennileri kabul edilip de tekrar dünyaya gönderilseler, yine nehyedİldikleri fenalıklara dönecek­lerdi. Çünkü onlar yalancıdırlar; yalancılık onlarda karakter halini almıştır. [59]

 

Meali

 

29. Onlar "Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdan ibarettir; biz bir daha diriltilecek değiliz" demişlerdi. 30. Rablerinin huzuruna getirilirken sen onları bir görsen! Allah "Bu (yeniden dirilme haberi) hak değil miymiş?" diye­cek. Onlar da "Rabbimize andolsun ki evet, öyleymiş" diyecekler. Allah da "inkâr ettiğinizden dolayı tadın azabı!" diyecek. 31. Allah'ın huzuruna çık­mayı yalanlayanlar gerçekten ziyana uğramışlardır. Nihayet onlara kıyamet vakti ansızın gelip çatınca, onlar günahlarını sırtlarına yüklenmiş bir halde diyecekler ki: "Dünyada iyi amelleri terketmemizden dolayı vah halimize!" Dikkat edin, yüklendikleri şeyler ne kötüdür! 32. Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Muttaki olanlar için şüphesiz ki âhiret yur­du daha hayırlıdır. Hâlâ akıl erdiremiyor musunuz? [60]

 

Tefsiri       

 

29. Müşriklerin, genel olarak da inkarcıların ve materyalistlerin özelliklerin­den birine işaret edilmektedir. Onlar "Dünyada yaşadığımızdan başka bir hayat -yani öldükten sonra geri dirilme ve âhiret hayatı- yoktur; biz bir daha diriltilecek değiliz" dediler. Bu âyet Câhiliye dönemi Araplan'nın genellikle âhirete inanma­dıklarını göstermektedir. Bu, onların şirkten sonraki en büyük günahlarıdır. Zira Kur'ân-ı Kerîm'de sık sık "Allah ve âhiret gününe iman"[61]birlikte zikredilmek suretiyle bu inancın önemi ve âhireti inkâr etmenin başlıca kü­für alâmetlerinden biri olduğu gösterilmiştir. [62]

 

30-31. İnkarcıların öldükten sonraki durumlarıyla ilgili gelişmeler geçmiş za­man fiilleriyle anlatılmaktadır. Müfessirler, bu ifadelerde, ba's ve âhiret olayları­nın sanki vuku bulmuş kadar kesin olduğunu vurgulamak için geçmiş zaman fiil­lerinin kullanıldığını belirtirler. Bununla birlikte âyetlerin, yalnız kıyamete hasre­dilmesi yerine, her inkarcının ölümünden yani ruhunun bedeninden ayrılmasından sonraki durumunu anlattığını düşünmek de mümkündür. Buna göre, ölen her insan gibi müşriklerin ruhları da bedenlerinden ayrıldıktan sonra ölümün ardından ikin­ci bir hayat daha olduğunu apaçık görmüş, dünyadayken bu hayata inanmamakla yanıldıklarını anlamış ve hu yanılgılarını yüce Allah'ın huzurunda itiraf etmişler­dir. Şimdiye kadar ölmüş olanlar bu hali yaşamış olduğu gibi şimdiden sonra öle­cek olanlar da yaşayacaklardır. İnsanlardan Allah'ın huzuruna çıkarılacaklarına inanmayanlar, bunu yalanlayanlar hüsrana uğramışlardır. Sonunda o belli saat ya­ni ölüm ansızın gelip de dünyadan ayrıldıklarında yahut yeniden diriltilip Allah'ın huzuruna çıkarıldıklarında, sırtlarına günahlarını yüklenmiş bir halde "Dünyadaki kusurlarımız, terkettiklerimiz yüzünden vah başımıza gelenlere!" diyeceklerdir. [63]

 

32. İnkarcılar dünya hayatından başka bir hayat tanımadıklarını belirtirler. Kur'an İse onlara şu gerçeği hatırlatarak cevap yermektedir: Âhiret kaygısı taşıma­dan sırf dünya ile meşgul olanlar için "Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir." Hayata anlam ve değer katan şeyler, Allah'ın hoşnutluğunu ve O'na yakınlaşmayı umarak yapılan hayırlı işlerdir. Böyle bir düşünce ve niyet taşı­madan yaşanılan hayat boş, manasız ve faydasız geçirilen, tüketilen bir süreden iba­rettir. Buna mukabil muttaki olanlar yani dünyada yaptıkları her işin hesabını Al­lah'ın huzurunda vereceklerini düşünerek yaşayan; Onun buyruklarına âsi olmak­tan, yasaklarını çiğnemekten sakınanlar, kanunlarına tam bir saygı şuuruyla bağla­nanlar, bu tutumlarıyla dünyada kendilerine tanınan fırsatı hakkıyla değerlendirdik­leri için bunlar hakkında âhiret yurdu dünyadan daha hayırlı, daha güzel olacaktır. [64]

 

Meali

 

33. Onların söylediklerinin gerçekten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar; fakat o zalimler açıkça Allah'ın âyetleri­ni inkâr ediyorlar. 34. Andolsun ki senden önceki peygamberler de yalanlan-mıştı. Fakat onlar, yalancılıkla itham edilmelerine ve eziyete uğramalarına rağmen sabrettiler; sonunda yardımımız onlara yetişti. Allah'ın kelimelerini (kanunlarını) değiştirebilecek hiç kimse yoktur. Muhakkak ki peygamberlerin haberlerinden bazısı sana da geldi. 35. Eğer onların yüz çevirmeleri sana ağır geldi ise, yapabilirsen, yerin içine inebileceğin bir tünel ya da göğe çıkabilece­ğin bir merdiven ara ki, onlara bir mucize getiresin! Allah dikseydi elbette onları hidayet üzerinde toplayıp birleştirirdi. O halde sakın cahillerden obua! 36. Ancak (samimiyetle) dinleyenler daveti kabul eder. Ölülere gelince, Allah onları diriltecek, sonra da O'na döndürülecekler. [65]

 

Tefsiri

 

33. Hz. Muhammed, müşriklerin kendisi hakkında sarfettikleri sihirbaz, mec­nun, şair, yalancı gibi sözlerden, Kur'an'ın asılsız, İslâmiyet'in gerçek dışı oldu­ğunu söylemelerinden dolayı son derece müteessir oluyordu. Nitekim başka bir âyette [66] İman etmiyorlar diye neredeyse kendini helak edeceksin!" buyurularak onun hissettiği bu derin üzüntüye işaret edilmiştir. Bu sebeple Allah Teâlâ burada peygamberini teselli etmekte, ayrıca o "zalimler"in, yani Hz. Pey­gamber'in bildirdiği hakikatleri haksız yere reddedenlerin gerçekte Hz. Peygam-ber'i yalanlamadıklarını, Allah'ın âyetlerini inkâr ettiklerini bildirmektedir. Âye­tin bu kısmıyla ilgili olarak müfessirler farklı açıklamalara yer vermişlerdir:

a)  Hz. Muhammed'in bildirdikleri aslında Allah'ın âyetleridir; dolayısıyla onu yalanlayanlar Allah'ın âyetlerini yalanlamış ve inkâr etmiş olurlar. Çünkü Hz, Peygamber'in yaptığı Allah'tan kendisine gelenleri insanlara duyurmaktan İbaret­tir. O, bir elçi ve temsilcidir. Elçiyi yalanlayan, temsil ettiği kimseyi yalanlamış; tersine onu tasdik eden de yine mesajın asıl sahibini tasdik etmiş olur. Nitekim bu husus başka âyetlerde de belirtilmiştir. Meselâ Nisa sûresinde (4/80) "Resûlullah'a itaat eden Allah'a itaat etmiş olur"; Feth sûresinde de (48/10) "Sana yeminle bağ­lılık sözü verenler gerçekte bu sözü Allah'a vermiş oluyorlar" buyurulmuştur.

b) Bütün Mekkeliler Hz, Muhammed'i çocukluğundan beri dürüst olarak ta­nırlar, bu yüzden de onun için "el-emîn" sıfatım kullanırlardı. [67]  Peygamber olduktan sonra, kendisine inananlar gibi inanmayanların da bu husus­taki kanaatleri değişmemişti. Ancak tebliğ ettiği şeyleri inkâr ettiler; yani Hz. Pey­gamber'in kendisi, duyurduğu şeylerin doğruluğuna inansa da bunun bir yanılgı olduğunu, bildirdiklerinin doğru olamayacağını iddia ettiler. Nitekim Sünen-i Tir-mizî'de yer alan[68]  ve hemen bütün müfessİrlerin kaydettiği bir riva­yete göre Ebû Cehil, Hz. Peygamber'e "Bİz seni değil, bildirdiklerini yalanlıyo­ruz" demiştir. Buna benzer iddialar sonraları bazı Batılı yazarlarca da ileri sürül­müştür. [69]

c) Başka bir yoruma göre müşriklerin Resûlullah'ın tebliğlerine inanmama­ları, onun yalan söylediğini, gerçekten bildirdiklerinin asılsız olduğunu düşünme­lerinden kaynaklanmıyordu. Onlar İslâm'ın hükümlerini çıkarlarına aykm bulduk­ları, itibarlarını zedelemesinden kaygı duydukları için olumsuz tavır takınmışlar­dı. Nitekim yine Ebû Cehil, Hz. Muhammed'in mensup olduğu Abdi Menâf oğul­larının zaten Mekke'de itibar kazandıran birçok görevi uhdesinde bulundurduğu­nu, bunların yanında bir de içlerinden bir peygamber çıkmasının kendi kabileleri

İçin tamamen onur kinci olacağını, bu yüzden onun dinini tanımayacaklarım be­lirtmiştir. [70]

Hz. Muhammed'in mesajını tarafsız olarak, kişisel haz ve menfaatler yerine insanlığın yararlarını dikkate alarak, iyi niyetle, aklî ve ilmî ölçülere göre değer­lendireceklerine, kendi İdeolojilerinin, zihniyetlerinin, mensubu bulundukları zümrelerin hegemonyası için tehlikeli bularak reddetme anlayışının bugün de mevcut olduğu görülmektedir. [71]

 

34. Hz. Muhammed'e, daha önceki peygamberlerin de yalancılıkla itham edildikleri, fakat onların, Allah'ın yardımıyla zafere ulaşıncaya kadar bu yalanla­malara, hatta uğradıkları eziyetlere sabırla göğüs gerdikleri haber verilmekte, böy­lece Resûlullah hem teselli edilmekte hem de dolaylı olarak geçmiş peygamberle­rin bu olumlu tutumlarım Örnek alması istenmektedir. Âyetin "Allah'uı kelimele­rini değiştirebilecek hiç kimse yoktur" mealindeki kısmında geçen "kelimeler"den maksat, inkarcıların menfi ve haksız tutumlarına rağmen görevlerini sabır ve me­tanetle yerine getirmeye çalışan peygamberlere, sonunda Allah'ın "zafer" verece­ği yönündeki vaadidir. Âyette bunun Allah'ın değişmeyen kanunu olduğuna işaret edilmiştir. [72]

 

35-36. İlk âyete göre Hz. Peygamber, bir kısım insanların doğru yolu kabul etmemelerinden dolayı ne kadar üzülse de onun bu husustaki gücü sınırlıdır. O, Allah'ın İzni olmadan insanları hidayete kavuşturamayacağı gibi yine Allah murat etmedikçe mucize de gösteremez. Bütün insanları hidayette toplama kudreti yal­nız Allah'a aittir. Bununla birlikte O, insanları hidayette toplanıp birleşmeye zor-lamamış; doğru yolu kendi afal ve iradeleriyle bulmalarını tercih etmiştir. Nitekim 36. âyette "Ancak (samimiyetle) dinleyenler daveti kabul eder. Ölülere gelince, Allah onları diriltecek, sonra da O'na döndürülecekler" buyurularak hakikat kar­şısında kulakları ve kalpleri açık olanların, afal ve iradeleriyle doğru yolu bulacak­ları belirtilirken, İslâm'ın sesine kulaklarım ve gönüllerini kapatanlardan "ölüler" diye söz edilmiş; bunların işinin âhirete kaldığına işaret edilmiştir. [73]

 

Meali

 

37. "Ona rabbinden bir mucize indirilseydi ya" dediler. De ki: Şüphesiz Allah mucize indirmeye kadirdir. Fakat onların çoğu bilmezler. 38. Yeryü­zünde yürüyen hayvanlar ve gökyüzünde iki kanadıyla uçan kuşlardan ne varsa hepsi sizin gibi topluluklardır. Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık. Nihayet (hepsi) toplanıp Rablerinin huzuruna getirileceklerdir, 39. Âyetleri­mizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağırlar ve dilsizlerdir. Allah kimi dilerse onu şaşırtır; dilediği kimseyi de doğru yola iletir. [74]

 

Tefsiri

 

37. Aslında Hz. Muhammed'e birçok âyet indiği ve vahiy başlı başına bir mucize olduğu halde müşrikler inatlarından dolayı bu indirilenlere inanmayıp ye-nİ âyetler İndirilmesini veya ResûLullah'tan Safa tepesinin altına çevrilmesi[75] Mekke arazisinin genişletilmesi ve bu topraklar içinden nehirler akıtılması ya da 8. âyette işaret edildiği tarzda melekler gönderilmesi gibi kendi is­tedikleri şekilde mucizeler gösterilmesini istiyorlardı[76]Yüce Allah onların bu sözlerine, istedikleri şekilde bir mucize ve âyet indirmeye de ka­dir olduğunu, ancak onların çoğunun bunu da doğru dürüst değerlendirmeyecekle­rini belirterek, bazılarının ise âyetleri bilip anladıkları halde inatlarından dolayı inanmayacaklarına işaret ederek cevap veriyor. Zira âyet ve mucize indirmekten maksat, insanların bunu doğru olarak anlayıp hakka teslim olmalarıdır. Ayrıca Al­lah Resulü kendisine indirilen âyetleri onlara eksiksiz bildirmiştir ve doğru düşü­nenlerin inanmaları için bu âyetler yeterlidir. Şu halde müşrikler, daha önce indi­rilen âyetlere ve mucizelere karşı nasıl davrandılarsa bu istedikleri gerçekleştiri-lince de öyle davranacaklardı, [77]

 

38. Görenler, düşünenler için yeryüzünde ve insanları kuşatan tabiatta da bir­çok âyet, mucize, Allah'ın kudretini apaçık gösteren deliller vardır. Âyette bu de­lillerden birkaçına işaret edilmektedir. Buna göre yeryüzünde yürüyüp dolaşan bü­tün canlılar, gökyüzünde kanat çırpıp uçan bütün kuşlar da insanlar gibi birer "üm­met", düzenli birer topluluktur; İnsanlar gibi onlar da birer canlı sınıfıdır. Hepsi de Allah'ın kudretinin eseri olup O'nun verdiği nzıkla beslenmekte, O'nun verdiği canla yaşamakta ve üremekte, ilâhî kudretin birer nişanesi olarak cinsler, türler oluşturmaktadır. Bütün bunları düzenleyen kanunlar Allah tarafından konulmuş olup O'nun varlığına, ilmine ve kudretine delâlet etmektedir.

Âyette "Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmadık" buyuruluyor. Buradaki ki­tap birkaç şekilde anlaşılmıştır. Bir görüşe göre bu kitap levh-i mahfuzdur. Yüce Allah,alemde olmuş ve olacak şeyi her varlığı ve her olayı ,ilm-İ ezelîsinin bir ifadesi olarak, levh-i mahfuzda bütün ayrıntı ve kanunlarıyla tespit ve tayin et­miştir. Âlemde vuku bulan her şey O'nun ilmi, O'nun kurduğu düzen içinde ger­çekleşmekte, İlmine ve kudretine şahadet etmektedir. Daha zayıf olan diğer bir gö­rüşe göre bu kitap, Kur'ân-ı Kerîm'dir. Çünkü Kur'an'da insanların muhtaç oldu­ğu pek çok bilgi, Allah'ın varlığına ve birliğine inanmayı gerekli kılan yeteri ka­dar delil mevcuttur. Buna rağmen inanmayanlar, Kur'an'da eksik bilgi verildiğin­den değil, İnatlarından veya İslâm'ın getirdiği hükümleri kendi menfaatlerine ay­kırı bulduklarından dolayı inanmamaktadırlar. Fakat sonunda onlar rablerinin hu­zurunda haşrolunacaklar ve birbirlerinden gördükleri zarar, ziyan ve acıların kar­şılığını bulacaklardır. [78]

 

39. Yüce Allah, insanlara muhtaç oldukları her bilgiyi, her uyarıyı bildirdiği halde yine de inanmamakta direnenler hakkında şöyle buyuruyor: "Âyetlerimizi yalanlayanlar, karanlıklar içinde kalmış sağırlar ve dilsizlerdir." Tıpkı karanlıkta kalanın nereye gittiğinin farkında olmaması, bastığı yeri görememesi gibi bunlar da hak ite bâtılı ayıramaz, hayatın anlamının ve hakikatinin ne olduğundan haber­siz olarak yaşarlar; bundan dolayı ne hakka kulak verirler ne de hakkı konuşurlar. Bu yüzden Allah onları dalâlete düşürmüş yani dalâleti böyleleri için yaratmıştır. "Allah kimi dilerse onu şaşırtır." Diğer bir görüşe göre ise "Gerçek şu ki Allah in­sanlara zerrece kötülük etmez, fakat insanlar kendilerine kötülük ediyorlar. [79] Böyle olunca Allah, yalnızca hakka karşı direnenlerin dalâlete düşme­sini ister. Bu, O'nun kötülüğü istemesinden değil, adaleti istemesinden ileri gelir. Buna karşılık, "O, dilediği kimseyi de doğru yola iletir"; sirât-ı müstakim üzere yaşatır. Her kim inattan, peşin hükümlerden ve kötü niyetlerden arınmış olarak ku­lağını hakkı dinlemeye açık tutar, dilini hakkı söylemeye âmâde kılarsa yüce Al­lah böylelerinin de hidayette olmalarını ister ve onları doğru yolda yaşatır. Bu da Allah'ın adalet ve lütfunun bir sonucudur. Bu ve benzeri âyetlerden anlaşılması gereken, Cebriyye mezhebi mensuplarının ileri sürdükleri gibi, Allah'ın -hâşâ- bir zalim ve gaddarın keyfi tutumuna benzer şekilde, adaletsiz, hikmetsiz ve nizamsız olarak insanları rastgele iyilik veya kötülük yapmaya mecbur ettiği değil; O'nun irade ve kudretinin hiçbir kayıt ve şartla sınırlanamayacağı, O'nun mutlak hüküm­ran olduğudur. Hükümranlık, ancak kötüler tarafından zalimce kullanılır. Allah ise mutlak iyidir; zulüm ve haksızlık yapmaktan münezzehtir. Bu sebeple hükümran­lığını kendi adaletiyle uyum halinde kullanır ve sonuçta, tamamen hür ve sınırsız olan iradesiyle kötüleri dalâlete, iyileri hidayete yöneltir. Mu'tezile mezhebi, Al­lah'ın bu şekilde adaletli iş yapmasını hikmet olarak adlandırmış ve hikmete uy-mavı Allah için "eerekli" sormuştur. İmam Mâtürîdî bu görüsü eleştirirken özetle şöyle der: Allah'ın fiillerinin hikmete uygun olması O'nun için bir mecburiyet değildir. Nasıl ki tecrübî âlemde adalet ve hikmete uygun iş yapan insanlar bunun aksini yapmaya kadirseler, aynı şekilde Allah da hikmetin zıddına kadirdir. Ancak, insanların hikmetten sapmalarının sebepleri ya "ihtiyaç" veya "bilgisizlik"tir. Yü­ce Allah bu nevi kusurlardan münezzeh olduğu için adalet ve hikmetin dışına çık­ması düşünülemez; dolayısıyla hiçbir insanı, hak etmediği halde dalâlete düşür-mez [80]

 

Meali

 

40. De ki: "Ne dersiniz, size Allah'ın azabı gelse yahut o vakit gelip çat* sa size, Allah'tan başkasına im yalvarırsınız? Doğru sözlü iseniz (söyleyin ba­kalım)!" 41. Aksine, yalnız Allah'a yalvarırsınız. O da yalvarmanıza konu olan belâyı dilerse kaldırır, siz de ortak koştuğunuz şeyleri unutursunuz. [81]

 

Tefsiri

 

40-41. İnsanlar çeşitli sıkıntılara mâruz kalmakla birlikte, yine Allah'ın mümkün kıldığı bazı tedbirlere, yarattığı bazı çarelere başvurarak bu sıkıntılardan kurtulabilmektedirler. Ancak Allah'ın, tedbir ve çarelerini yaratmadığı, giderme imkânlarını yalnız kendisinde saklı tuttuğu belâ ve musibetler de vardır ki, insan­lar böyle durumlarla karşılaştıklarında genellikle, inançlısıyla  inançsızıyla, kurtu­luş için yalnız Allah'a yalvarır; Allah'ı unutanlar bile taptıkları putlarını, uydurma tanrılarını, taparcasına bağlandıkları servetlerini, makamlarını, liderlerini unuta­rak, Allah'ın vicdanlarına yerleştirdiği fıtrî bir eğilimle Allah'a yönelir, O'ndan başka kurtarıcı ulu kudret bulunmadığının farkına vararak kurtuluşu yalnız O'ndan dilerler. Allah Teâlâ bu âyetlerde, belirtilen duruma işaret ederek inkarcılara, Al­lah'ın azabının kendilerine gelmesi, ölüm veya kıyamet vaktinin gelip çatması ha­linde ne yapacaklarını sormakta, inatlarından veya bizzat kendi fıtratları hakkında cahil olduklarından bu soruya doğru dürüst cevap veremeyecekleri için, sorunun doğru cevabını yine kendisi vermekte ve onların böyle durumlarda yalnız kendi yüce zâtına yönelip kendisine yalvaracaklarını açıklamaktadır. Böylece 38, âyette Allah'ın varlığının ve kudretinin dış dünyadaki bazı delillerinden söz edildikten sonra burada da bir kısım insanların bazı şeylere tanrılık isnat etmelerinin bizzat asılsızlığının ortava konduğu belirtilmekte ve Allah'tan başka dayanılıp güvenilecek gerçek ilâh bulunmadı­ğı bizzat insanın kendi fıtratından gösterilen aklî delil ite kanıtlanmaktadır. [82]

 

Meali

 

42. Andolsun ki senden önceki ümmetlere de elçiler gönderdik. Ardın­dan, belki yalvarıp yakarırlar diye onları darlık ve hastalıklara uğrattık. 43. Hiç olmazsa kendilerine bu şekilde azabımız geldiğinde boyun eğselerdi! Fa­kat kalpleri iyice katılaşti; şeytan da onlara yaptıklarını şirin gösterdi. 44. Kendilerine yapılan uyarıları unuttuklarında her şeyin kapılarını onlara aç­tık. Nihayet kendilerine verilenler yüzünden şımardıkları zaman onları ansı­zın yakaladık! Böylece onlar birden bire bütün ümitlerini yitirdiler. 45. So­nunda zulmeden kavmin kökü kesildi. Her türlü övgü, âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur. [83]

 

Tefsiri

 

42. Bundan önceki iki âyette inkarcılar, Allah'ın azabı ve ölümle (veya kıya­met) tehdit edilerek uyarılmışlardı. Bu âyette ise onlara daha önce bu şekilde ce­zalandırılmış olan âsi kavimlerden söz edilerek bundan ibret almaları amaçlanmış­tır. Ayrıca burada müşriklerin inat ve İnkârlarından dolayı üzüntü duyan Hz. Pey­gamber için de bir teselli vardır. Çünkü kendilerine bildirilen ilâhî hakikatleri red­dedenler sadece Arap müşrikleri değildir. Bu âyette verilen bilgilere göre Hz. Mu-hammed'den önceki milletlere de peygamberler gönderilmiş; yüce Allah, bunlar arasında inkarcı olanların, akıllarını başlarına toplayıp doğru yolu seçmeleri için peygamberlerini tasdik ederek kendisine niyazda bulunmaları, yalvararak af dile­meleri için onları geçim sıkıntısı, hastalık gibi sıkıntılara mâruz bırakmıştı. [84]

 

43. Bu milletlerin, musibet gibi görünen bu fırsatlardan yararlanarak Allah'a tazarru ve niyazda bulunmaları gerekirdi. Çünkü az çok basireti olanların, olaylar­dan İbret almaya yatkınlığı bulunanların, bunun bir uyan olduğunu fark etmeleri gerekirdi. Nitekim ba2i âyetlerde insanların genellikle, hiç olmazsa zor durumda kaldıklarında, Allah'ın dinini tanıyarak ihlâsla O'na yalvardıkları bildirilmektedir. [85] Ancak burada ifade bu-yurulduğuna göre söz konusu eski milletlerin "kalpleri iyice katılaşmış, şeytan da onlara yaptıklarını (tuttukları bâtıl yolu) şirin göstermiş" ve bu yüzden onlar kötü­yü iyi görmüşlerdi. Sonuçta terbiye olmaları için uğratıldıkları musibetler de kâr etmedi. [86]

 

44-45. İnsanlar, kıtlıktan bolluğa, hastalıktan sağlığa, sıkıntıdan esenliğe ka­vuştukları zaman, bunda kendileri için bir imtihan bulunduğunu düşünmeli ve her zamankinden daha dikkatli, daha sorumlu hareket etmeli, bu nimet ve imkânları veren Allah'a minnet ve şükran hissi duymalıdırlar. Âyette söz konusu edilen ka­vimler, bu imkânların bir imtihan olduğunu düşünerek uyanlara önem verecekleri yerde, kendileri için bir istidrâc [87]  bir İmtihan olan bu bolluk ve rahatlı­ğa aldandılar; "sonunda kendilerine verilenler yüzünden şımardıktan sırada" Al­lah Teâlâ onları ansızın yakaladı. "Bir anda bütün ümitlerini yitirdiler; böylece ar­tık zulmeden -yani şükretmeleri gerekirken küfredip başkaldıran- kavmin kökü ke­sildi." Bu şekilde ıslah olma ümidi kalmamış olan kötülerin Allah tarafından yok edilmesi iyiler hakkında bir rahmet olduğu için, bu gelişmeleri anlatan âyetlerin sonunda "Her türlü övgü, âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur" buyurulmuştur. Rivayete göre Hz. Peygamber, "Bir topluluk günah işlemekte ısrar ederken yine de Allah'ın onlara istedikleri şeyleri verdiğini görürseniz bilin ki bu bir istidrâc-dır" buyurmuşlar, ardından da bu âyeti okumuşlardır. [88]

 

Meali

 

46. De ki: "Ne dersiniz; eğer Allah kulaklarınızı sağır, gözlerinizi kör eder, kalplerinizi de mühürlerse bunları size Allah'tan başka hangi tanrı ge­ri verebilir!" Bak, delilleri nasıl açıklıyoruz. Onlar hâlâ yüz çeviriyorlar! 47. De ki: "Söyler misiniz; size Allah'ın azabı ansızın veya açıkça gelirse, zalim toplumdan başkası mı helak olur?" 48. Biz peygamberleri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Kim iman eder ve halini düzeltirse onlara korku yoktur, onlar üzüntü de çekmeyecekler. 49. Âyetlerimizi yalanlayanla­ra gelince, yoldan çıkmalarından dolayı onlar azap çekeceklerdir. 50. De ki: "Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyarım." De ki: "Hiç kör ile gören bir olur mu? Siz hiç düşünmez misiniz?" [89]

 

Tefsiri

 

46-47. Muhatabın ve özellikle müşriklerin akıl ve iz'anlanna hitap eden âyet­lerde Allah'ın sınırsız kudretine dikkat çekilmektedir. 46. âyette bu kudretle, insa­nın en dikkat çekici yeteneklerinden olan işitme ve görme duyulanyla akıl gücü­nün yok edilmesi halinde, Allah'tan başka, onu bu imkânlara yeniden kavuştura­cak bir kudret bulunmadığı vurgulanmaktadır. Âyette geçen "Bunları size Al­lah'tan başka hangi tann geri verebilir?" sorusundan da anlaşılacağı üzere müşrik­ler, putları Allah'a ortak koşsalar da, yaratanın yalnızca Allah olduğuna inanıyor­lardı. Nitekim başka âyetlerde benzer sorulara, dünyanın, göklerin ve bunlardaki bütün varlıkların gerçek sahip ve mâlikinin Allah olduğu cevabını verecekleri be­lirtilmiştir. [90] Onların asıl suçu, put denilen nesne­leri Allah'a eş tutmaları, bunlara kulluk etmeleri, putların kendilerine yardım ve şefaat edeceklerine İnanmaları ve genel olarak İslâm dininin itikadı ve amelî hü­kümlerini reddetmeleridir.

Hz. Peygamber'in çeşitli vesilelerle belirttiği üzere Allah Teâlâ, engin mer­hametinden dolayı, kullarının tövbe edip bağış dileyerek yanlışlardan dönmesini ister; O'nun bu müsbet davranıştan duyduğu memnuniyet, Resûlullah'ın teşbihiy-le  ağır bir savaş sırasında kaybettiği çocuğu için çırpınan annenin, onu bulduğu an­daki sevincinden daha büyüktür. [91] Bu sebeple sonsuz merhamet sahibi olan Allah, gerek burada gerekse daha pek çok âyette yanlış inançlıları, kötü yaşayışlıları ikna yoluyla dü­zeltmek, doğru yolu bulmalarını sağlamak için birçok delil göstermiştir. [92]

 

48. Peygamberler yalnız "müjdeciler ve uyarıcılar olarak" gönderilmiş olup onlara samimiyetle kulak vererek "iman eden ve (böylece) halini düzelten" yani gerek kendilerini gerekse başkalarını ıslah edenler için artık korku kalmayacaktır. "Onlar üzüntü de çekmeyecekler"; çünkü gerçek anlamda güven de sevinç ve mut­luluk da Allah yolundadır. Âhirette böyle olacağı gibi, bazı maddî ve geçici sıkın­tılara rağmen dünyada da müminler inanmanın, ibadet ve faziletin verdiği sükûn ve güvenle huzur bulurlar. Bu sebeple Allah'ın azabı ancak "zalim toplunTu kap­sayacaktır. Dünyadaki herhangi bir musibet müminleri de etkİlese bile, onların âhiretteki hayatları imanlarının ve iyi amellerinin kazandıracağı mutluluk ve ni­metlerle bezenecektir. [93]

 

49. Allah'ın âyetlerini yalanlayanlar, bu suretle O'nun merhamet ve keremin­den yararlanma İmkânım reddedenler, işledikleri fısku fücur yüzünden azaba çarp­tırılacaklardır. [94]

 

50. Hz. Peygamber gerek kendi kavmine gerekse bütün insanlara yalnızca "Allah'ın âyetlerf'ni, akıl ve kalplere, vicdanlara hitap eden delillerini duyuruyor­du. Kureyş müşrikleri ise öteden beri kâhin, sâhir, arrâf gibi isimlerle andıkları ki­şilerde olağan üstü güçlerin mevcut olduğuna inanıyor; peygamber olduğunu ve Allah katından bilgiler getirdiğini söyleyen Hz. Muhammed'de de bu şekilde güç­ler bulunması gerektiğini düşündükleri için ondan meselâ bir dağı altın kütlesi ha­line getirmesini[95] kayıp şeyleri bulmasını, şifasız hastalan iyileştirmesini [96]gökten melekler indirmesini ve kendileriyle ko­nuşturmasını... [97] istiyorlardı. Âyet, Hz. Peygamber 'in bu cahilce talep­lere vermesi istenen çarpıcı cevabı içermektedir. Aslında zihni ve gönlü hakikate açık, önyargılardan uzak, ruhu ihtiraslarla kirlenmemiş, kalbi inkâr ve isyan duy­gularıyla körleşmemiş insanlar için, Allah'tan vahiy aldığı birçok kanıtla anlaşılan bir kimsenin, hiçbir komplekse kapılmadan, engin bir tevazu halt sergileyerek böylesine gerçekçi ve samimi beyanlarda bulunması, dağları altına çevirmekten daha güçlü ve ikna edici bir delildir. Fakat "Hiç kör ile gören bir olur mu?" Onun için âyetin sonunda "Hiç düşünmez misiniz?" buyunılmuştur. [98]

 

Meali

 

51. Kendileri için rablerinden başka bir koruyucu ve bir aracı bulun­maksızın O'nun huzurunda toplanmanın kaygısını duyan insanları onunla (Kur'an'la) uyar ki günahlardan sakınsınlar. 52. Rablerinin rızâsını isteyerek sabah akşam O'na yalvaranları kovma! Onların hesaplarından sana sorum­luluk yoktur, senin hesabından da onlara sorumluluk yoktur ki onları yanın­dan uzaklaştırıp da zalimlerden olasın. 53. "Aramızda Allah'ın kendilerine lütufta bulunduğu kimseler de bunlar mı?" demeleri için onların bir kısmım diğerleriyle işte böyle imtihan ettik. Allah şükredenleri bilmez mi! [99]

 

Tefsiri

 

51. Uyarı ve sakındırma ancak öldükten sonra ba's (yeniden dirilme) ve ha­şir (mahşerde toplanma) gibi âhiret hallerinin vuku bulacağına inanan veya en azından böyle bir ihtimali göz önüne alan, bunun kaygı ve korkusunu hisseden kimseler üzerinde etkili olabileceği için âyette özellikle bunların uyarılması emre­dilmiş ve bu suretle tamamen inkâra saplanan muannit kâfirleri, ateistleri vb. in­karcıları uyarmak için çaba harcamanın yararsız olacağına işaret edilmiştir. Ze-mahşerî, uyarıdan yararlanması umulan zümreleri şöyle sıralamıştır: a) Müslüman oldukları halde yanlış işler yapanlar, b) Âhirete inanan Ehl-i kitap mensupları, c) Ba's ite ilgili haberleri duyup da bunların doğru olabileceğini düşünerek kaygıla­nan müşrikler (II, 16). Aynı müfessir, âyetin "Kendileri için rablerinden başka bir koruyucu ve bir aracı bulunmaksızın" mealindeki bölümünü, mensubu bulunduğu Mû'tezile mezhebinin görüşü doğrultusunda, âhirette Allah'tan başka hiçbir kim­senin şefaat edemeyeceği şeklinde yorumlamışsa da, Ehl-i sünnet mensubu müfes-sirler, özellikte Bakara süresindeki "Âyetü'l-kürsî" diye bilinen 255. âyeti göz önüne alarak, Allah'ın iznine bağlı olmak üzere, peygamberler ve diğer Allah dostlarının şefaat ermesinin câİz olduğunu düşünmüşlerdir. [100]

 

52. Bu âyetin işaret ettiği bir olayla ilgili olarak Müslim'in Sahîh'i[101]  ve diğer bazı hadis kaynaklarında yer alan bir rivayete göre Hz. Peygamber'in, Abdullah b. Mes'ûd, Bilâl-i Habeşî, Ammâr b. Yâsir gibi bazı yoksul ve kimsesiz sahâbîlerin de bulunduğu bir toplulukla birlikte olduğu bir sı­rada müşriklerin ileri gelenleri Hz. Muhammed'le görüşmek istediklerini, ancak bunun için yanındaki müslümanlan oradan uzaklaştırması gerektiğini, zira köle­lerle ve yoksullarla bir arada bulunmayı kendilerine yakıştıramadıklarını bildir­mişlerdi. Resûlullah "Ben müminleri kovamam" cevabını verince, hiç olmazsa kendileri geldiğinde onların ayakta durmasını istemişler; Hz. Peygamber, belki on­lara İslâm'ı kabul ettirebileceği ümidiyle bu son teklifi kabul etmeyi düşünürken kendisini ikaz edip bu düşüncesinden vazgeçiren 52. âyet inmiştir. Ancak müfes-sirlerin çoğu bu sûrenin, parça parça değil, tamamının bir defada indiğini bildiren haberleri de dikkate alarak, bu âyetin söz konusu olayla İlişkisi olamayacağını ifa­de etmişlerdir. Âyetin böyle bir olay üzerine indiği kabul edilse bile, bu olayın sa­dece âyetteki evrensel ahlâkî öğretinin ortaya konması için bir vesile oluşturduğu düşünülmelidir,

"Onların hesaplarından sana sorumluluk yoktur..." cümlesindeki "onlar" za-miriyle müşriklere işaret edildiğini düşünenler olmuşsa da ağırlıklı görüş, bunun­la yukarıda anılan müslümanların kastedildiği yönündedir. Rivayete göre müşrik­ler, Hz. Peygamber'in çevresinde toplanan söz konusu kişilerin, aslında -samimi dindarlıklarından değil- barınma İmkânı buldukları, yiyip içtikleri için orada top­landıklarını ileri sürmüşlerdi. İşte -bir görüşe göreâyet-i kerîmede, öyle olsa bi­le, Resûlullah ile o yoksul müslümanların sorumluluklarının ayrı olduğu, herkesin kendi yapıp ettiklerinin sorumluluğunu yine kendisinin taşıdığı bildirilerek Resûl-i Ekrem'in onlara olan ilgisini sürdürmesi istenmiş, aksi halde haksızlık yapmış ola­cağı ifade edilmiştir. Başka bir yoruma göre bu insanlar sabah akşam ibadet ve ta-atle meşgul oldukları için maişetlerini temin edemeyecekler kaygısıyla Hz. Pey-gamber'in onları -işlerine güçlerine baksınlar diye- meclisinden ayrılmaya zorla-maması istenmiş; onların geçimleriyle ilgili hesabın kendisine ait olmadığına yani ne yiyip ne içeceklerini hesap etmesi gerekmediğine, çünkü herkesin rızkım vere­nin Allah Teâlâ olduğuna İşaret buyurulmuştur. [102]

Hangi şekilde yorumlanırsa yorumlansın bu âyet, İslâm dininde insanın, mevki, zenginlik ve soyuna göre değil iman zenginliğine, Allah'a saygı ve ruh yü­celiğine göre değer taşıdığını ortaya koyması, aynca Hz. Peygamber'in yüce ahlâ­kının Kur'an ilkelerine göre şekillendiğini göstermesi bakımından büyük önem ta­şımaktadır. Âyetin sonunda Resûlullah'a sorumluluğu hatırlatıldıktan sonra, kâfir­lerin gözünde değersiz olsalar bile, iman ve yaşayışlarıyla Allah nezdinde değerli olan insanlara karşı küçültücü davranışlarda bulunan bir kimsenin, -farzımuhal bu kimse peygamber bile olsa- zalim olarak gösterilmesi son derece ilgi çekicidir. Muhtemelen yukarıda sözü edilen altı kişiden biri olan Habbâb'ın anlattığına gö­re bu âyetin inmesinden sonra Hz. Peygamber'le yoksul ve kimsesiz müslümanlar arasındaki yakınlık o kadar artmıştır ki meclislerde diz dize oturur olmuşlar; Hz. Peygamber daha önce, bir aradayken yanındakilerin kalkmasını beklemeden ken­disi kalkarken bu âyet geldikten sonra incitici olmasın diye daima onların kalkma­sını beklemiştir. [103]

 

53. Yüce Allah, İnsanların kimine türlü nimetler, kimine de sıkıntılar vermek suretiyle birbirlerine karşı nasıl tutum takınacakları hususunda onları sınamakta­dır. İnsanların soy sop, makam ve mal gibi fâni ve aldatıcı durumlara göre değer taşıdıklarını zanneden inkarcıların ileri gelenleri "Aramızda Allah'ın kendilerine lütufta bulunduğu kimseler de bunlar mı?"; yani "Biz büyükler ve soylu önderler varken Allah'ın gerçeğe ulaştırdığı, hidayete kavuşturduğu kimseler bunlar ola­maz!" şeklindeki alaylı ifadelerle onları küçümsemişler; sahip oldukları imkânlar kendileri için birer fitne olmuş; küstahça davranışlarıyla Allah'a karşı kötü bir im­tihan vermişlerdir. [104]

 

Meali

 

54. Âyetlerimize inananlar sana geldiğinde onlara de ki: Selâm size! Rabbiniz merhamet etmeyi kendisine yazdı. Gerçek şu ki: Sizden kim bilme­yerek bir kötülük yapar da ardından tövbe edip kendisini düzeltirse, bilsin ki Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir. 55. Böylece suçluların yolu belli olsun diye âyetlerimizi iyice açıklıyoruz. [105]

 

Tefsiri

 

54. Her ne kadar -İbn Atıyye'nin kaydettiği gibi (III, 296) müfessirlerin ço­ğunluğu âyetin ilk cümlesindeki "inananlarda bilhassa Hz. Peygamber'in yanın­daki yoksul müslümanlar olduğunu söylemişlerse de aynı müfessire göre âyet, her­hangi bir zümre kastetmeksizîn bütün müslümanlan içermektedir. Âyetteki ceha­let kelimesi "günah olduğunu bile bile sefihlere ve hoyratlara özgü bir şekilde" ve­ya -mealinde gösterildiği gibi- "(günah olduğunu) bilmeyerek" şeklinde açıklan­mıştır. [106]Yüce Allah'ın, daha önce bilerek veya bilmeyerek bazı kötülükler işledikleri halde, sonradan tövbe edip inanç ve yaşayışlarım düzel­tenlere merhamet edeceğini bu şekilde kesin bir ifadeyle vaad etmesi, O'nun iyi kullan için eşsiz bir lütuf ve keremidir. Ayrıca burada, ilâhî rahmete mazhar ola­bilmek için yalnızca tövbe edip hakka ve hayra yönelmenin şart koşulduğu, dola­yısıyla insanların makam, servet, cinsiyet veya milliyet gibi durumlarına bakıhna-yacağı, böylece İslâm'ın -kelimenin en doğru anlamıyla- adaletçi ve eşitlikçi bir din olduğuna işaret edildiği görülmektedir. Yine bu âyette İslâm dininin en güzel ve köklü şiarlarından olan selamlaşmanın önemine dikkat çekildiğini görüyoruz. Mealinde "selâm size!" diye çevrilen cümlenin âyetteki karşılığı "selâmünaley-küm"dür. Diğer bazı âyetlerde ise bu ifade "esselâmüaleyküm" şeklindedir. [107]

 

55. Bazı tefsirlerde, "suçlular" diye çevirdiğimiz âyetteki "inücrimler"den, özellikle Hz. Peygamber ve çevresindeki masum müslümanlara karşı haksız tu­tumlarıyla cürüm (suç) işleyen, türlü şekillerde hakarete yeltenen müşriklerin kas­tedildiği belirtilmektedir. [108]

 

Meali

 

56. De ki: "Allah'ın dışında taptığınız şeylere tapmak bana yasak edil­di." De ki: "Ben sizin arzularınıza uymam; aksi halde sapıtırım da hidayete erenlerden olmam." 57. De ki: "Şüphesiz ben, rabbimden gelen apaçık bir de­lile dayanıyorum. Siz ise onu yalanladınız. Çabucak gelmesini istediğiniz (azap) benim yanımda değildir. Hüküm ancak Allah'ındır ve Allah hakkı an­latır; O, doğru hüküm yerenlerin en hayırlısıdır". 58. De ki: "Acele istediği­niz şey (azap) benim elimde olsaydı, elbette benimle sizin aranızda iş bitiril­mişti, Allah zalimleri daha iyi bilir." 59. Gaybın anahtarları Allah'ın yanın­dadır; onlan O'ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde ne varsa bilir; O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanhklarındaki tek bir taneyi bile bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır. [109]

 

Tefsiri

 

56. Hz. Peygamber'e, inançsızlar istiyor diye onların taptıklarına tapmaktan, böylece tebliğinin birinci esası olan tevhid İlkesini ihlâl etmekten menedildiğini açıklaması emrolunmaktadır. Bu, onun şahsında bütün müslümanlara yöneltilen ve imanlarından tâviz vermelerini yasaklayan bir talimattır. 56-57. âyetler, Hz. Peygamber'in, tebliğ ettiği din ve ondaki esasların doğruluğu hakkında en küçük bir tereddüdü bulunmadığının güzel bir örneğidir. Zira, burada açıkça ifade edildi­ği gibi, Hz. Muhammed, Allah'tan gelmiş bulunan bir "deüt'e, yani kesin bilgiye (veya başka bir yoruma göre Kur'an'a) dayanmakta, imanının gücünü, gerek ken­disi gerekse sağlıklı düşünen her insan için apaçık olan bu gerçeklerden almakta­dır. Hak peygamberi yaiatıcıiardan, sahte önderlerden ayiran en belirgin özeilik-lerden biri de onun, savunduğu inanç ve fikirlerin doğruluğuna, önerdiği hayat tar­zının güzelliğine öncelikle kendisinin kuşkusuz olarak inanması ve yaşamasıdır. Bu açıdan hiçbir gerçek peygamber, kendisinin yükümlülük ve sorumlulukların dışında, kural ve kanunların üstünde görmemiştir. Bu âyette, Hz. Muhammed'in de -farzımuhal- tevhidden sapması halinde "dalâlete düşmüş ve hidayete erenler­den ayrılmış" olacağı açıkça İfade edilmiştir. [110]

 

57-59. İlk âyet, bir bakıma, inkarcıların Resûlullah'ı "şair, sihirbaz, mecnun" gibi hiçbir gerçeklik taşımayan ifadelerle itham etmelerine karşı bir cevap teşkil etmekte; onun tebliğlerinin kesin ve apaçık delile (beyyine) dayandığını haber ver­mektedir, 57-59. âyetlerde, müşriklerin, güya Hz. Peygamber'i zor durumda bırak­mak ve âciz olduğunu göstermek için "Eğer iddialarında doğruysan, hadi şu bizi tehdit ettiğin azap ve musibetleri başımıza getir de görelim!" gibi sözler sarfetme-lerine karşılık, Resûlullah'ta tanrısal bir güç bulunmadığı, onun böyle bir iddia da taşımadığı, azap ve musibet gibi hususlardaki hükmün yalnız Allah'a ait olduğu bildirilmiştir. Hz. Peygamber'in, Kur'an'daki bu açıklamaları, yani Allah'ın ken­disine tanıdığı yetki ve görevin ötesinde ilâhî güçler taşımadığım, gaybı da bilme­diğini kendilerini olduğundan daha kudretli göstermeye çalışan sahte önderlerin aksine- hiçbir komplekse kapılmadan tam bir dürüstlük ve içtenlikle insanlara bil­dirmesi, onun nübüvvetinin en belirgin delillerinden biridir.

59. âyet, yüce Allah'ın ilminin ne kadar geniş, ne kadar kapsamlı olduğunun çok veciz ve eşsiz ifadelerindendir: Gaybın anahtarları (başka bir kıraate göre gay-bm hazineleri) Allah'ın yanındadır. [111] Burada Al­lah'ın ilminin, karalar ve denizler gibi en geniş varlık ve olaylardan, düşen bir yap­rağa, yerin karanlıklanndaki bir bitki tanesine, kuruluk, yaşlılık vb. keyfiyetler gi-hi pıı hncit varlık w n1 avlara kadar her sevi loısatiD kaDsadığı. dolayısıyla bütün bunların en yüce, en ince bilgi ve kudretle yaratılıp düzenlendiği ifade buyurul-muştur. Bundan dolayı kelâm bilginleri tarafından söz konusu âyet, bazı düşünür­lerin, ilm-İ İlâhînin ciiz'iyyâtı (değişken varlık ve olayları) kapsamadığı yolunda­ki iddialarım çürüten en kesin delillerden biri olarak gösterilmiştir. "Apaçık bir ki­tap" diye çevirdiğimiz "kitabin mübîn" tamlaması, "hafaza melekleri tarafından tutulan amel defteri", "levh-i mahfuz" veya "Allah'ın her şeyi kuşatan ilmi" ola­rak açıklanmıştır. [112]

 

Meali

 

60. Geceleyin sizi öldüren, gündüzün de işlerinizi bilen; sonra belirlen­miş eceliniz tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten O'dur. Sonra dönüşü­nüz yine O'nadır. Sonunda O, yaptıklarınızı size haber verecektir. 61.0, kul­larının üstünde yegâne kudret ve tasarruf sahibidir. Size koruyucular gönde­rir. Nihayet birinize ölüm geldi mi elçilerimiz (görevli melekler) onun canını alırlar. Onlar vazifede kusur etmezler, 62-. Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler. Bilesiniz ki hüküm yalnız O'nundur ve O, hesap görenlerin en çabuğudur. [113]

 

Tefsiri

 

60. Bu ve bundan sonraki âyetler, sûrenin genel muhtevasına uygun olarak özellikle inkarcılar ve müşriklere karşı yüce Allah'ın varlığını ve birliğini, kudret ve ilminin mükemmelliğini gösteren yeni deliller ve örnekler ortaya koymaktadır.

"Geceleyin öldürme"den maksat, insanın uykuya daldırılması, "diriltme"den maksat da uykudan uyandmlmasıdır. Uyku ve uyanma için vefat ve ba's kökün­den fiillerin kullanılması, uyku ile ölüm, uyanma ile de yeniden dirilme arasında, bir ölçüde ruhî ve fizyolojik bir benzerlik olmasından dolayıdır. Uyku sırasında organizmanın faalivetlerinin bir kısmı tamamen durmakta, bir kısmı da yavaşlamaktadır. Özellikle görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyulanyla hare­ket, konuşma gibi faaliyetlerin; ayrıca birçok duygusal tepkilerin durması yahut yavaşlaması, uykunun ölümü hatırlatan bir olay olduğunu gösterir. Uyanma ise çe­şitli bedenî ve psikolojik faaliyetlerin yeniden normale dönmesini sağladığından, bir bakıma yeniden hayata dönüştür. Âyette dikkati çeken önemli bir husus da öl­dürme (uyutma) ve diriltme (uyandırma) fiillerinin Allah'a nispet edilmesi, böyle­ce insanın uyuması ve uyanmasının kendi İradesine bağlı olmadığının gösterilme­sidir. Uyuma, bedenin ve ruhun dinlenmesi için bir ihtiyaç olarak görülmektedir. Allah'ın değişmez kanunları uyarınca beden ve ruh, uyku yoluyla dinlenme ihti­yacı hissettiği zaman normal şartlarda ve zorunlu olarak uyku olayı meydana ge­lir. Hiçbir insan bu zorunluluğu ortadan kaldırma gücüne sahip değildir.

"Sizi öldüren ...sizi dirilten O'dur" şeklindeki vurgulu ifadeler, yüce Al­lah'ın hem kudretini hem de lütfunu göstermektedir. Zİra bu ifadeler "O isteme­seydi siz uyuyamazdınız; uyuduğunuz takdirde de uyanamazdıntz" anlamını taşı­yor. Âyetteki "ceraha" fiili genellikle "işleme, yapma" mânasında kullanılmakla birlikte, kök anlamı (delme, yırtma, yaralama) itibariyle öncelikle kötülük işleme­yi İfade eder ve Allah'ın belirtilen lütfuna karşı kulun nankörlüğüne işaret eder. Yine de Allah her insanı "belirlenmiş ecel "ine kadar yaşatmak suretiyle rahmetini tecelli ettirir. Ancak eninde sonunda herkes O'na dönecek ve O, bütün insanlara neler yaptıklarını haber verecektir.

Tefsirlerde uyku sırasında ruhun durumunun ne olduğu konusunda farklı gö­rüşler ileri sürülmüştür. Şevkânî âyetin "yeteveffâküm bi'1-leyli" kısmını şöyle açıklamıştır: "Allah sizi uyutunca, kendileriyle temyiz sahibi olduğunuz nefisleri­nizi (ruhlarınızı) kabzeder. Ancak bu hakiki ölüm değildir. Bir görüşe göre uyku sırasında ruh bedenden çıkmakla birlikte hayat bedende kalmaya devam eder. Baş­ka bir görüşe göre ruh bedenden çıkmaz; fakat sadece zihin çıkar (şuur faaliyetle­ri durur). Ancak, doğrusu şudur ki, bu olayın mahiyetini yüce Allah'tan başkası bi­lemez. [114]

 

61. "Koruyucular" dîye tercüme edilen hafaza kelimesi, eski tefsirlerde ge­nellikle "Kirâmen Kâtibin" (değerli yazıcılar) adı verilen ve insanların bütün amellerini kaydetmekle görevlendirilen melekler şeklinde yorumlanmıştır. Şevkâ­nî , daha ihtiyatlı bir ifade İle, hafazayı "sizi koruyan melekler" şeklinde açıklamış­tır. Ayrıca "Oysa sizi gözetleyen muhafızlar, değerli yazıcılar var[115] mealindeki âyeti de zikrederek, bunların insanları "âfetlerden koruyan" ve "amel­leri tespit eden kimseler" (melekler) olduklarını belirtir. [116] Bazı vp.ni tefsirlerde hafaza kelimesinin vukarıdaki anlamı yanında, canlıların bedenî ve ruhî varlığını koruyan çeşitli psikolojik güçler, yetenekler ve organlar olabileceği yönünde görüşler de yer alır. [117]

Şüphesiz -59. âyette açık olarak belirtildiği üzere- yüce Allah'ın ilmi, böyle yazıcı meleklerin tuttukları amel defterlerine gerek kalmayacak şekilde, insanların bütün yaptıklarım kuşatmaktadır. Bu durumda meleklerin amelleri yazmalarının hikmeti, "insanların, yapmakta oldukları işlerin anında yazıldığını ve âhirette yazıcı meleklerin şahitliğiyle amel defterlerine kaydedilmiş olan işlerinin kendilerine tek tek okunacağını düşünerek daha dikkatli davranmalarım sağlama" gibi mânalarla açıklanmıştır. [118]

Yine 61. âyette geçen "elçiler"den maksat, müfessirlerin çoğunluğuna göre,Azrail ismiyle bilinen "ölüm meleği" ile onun yardımcıları olan başka meleklerdir. Bu melekler insanların amellerini kaydetmekte veya ömrü bitenlerin ruhunu; kabzetmekte asla kusur etmezler[119]  Sonunda insanlar "gerçek mevlâlanna döndürüleceklerdir". Hüküm yalnız O'na aittir ve O İnsanların hesabını çok çabuk görecektir, [120]

 

62. Bazı müfessirler, âyetteki hak kelimesini "adaletli" diye açıklamışlarsa da[121] bu âyetlerin genellikle müşriklere hitap ettiği, onların da Allah'tan başka tanrılar, mevlâlar tanıdıkları göz önüne alınarak, âyetin ilgili kısmı "Sonra insanlar gerçek sahipleri olan Allah'a döndürülürler" şeklinde tercüme edilmiştir.  [122]                                  

 

Meali

 

63. De ki: "Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?" O'na gizli gizli yalvararak "Eğer bizi bundan kurtarırsan andolsun şükre-denlerden olacağız" diye dua edersiniz. 64. De ki: "Ondan ve bütün sıkıntılardan Allah kurtarır; "Sonra siz yine O’na ortak koşarsınız.65. De ki;"Size üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azap göndermeye ya da si­zi muhalif gruplara ayırıp birbirinize karşı şiddet uygulatmaya Allah'ın gü­cü yeter." Bak, anlasınlar diye âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz! 66.0 hak oldu­ğu halde kavmin onu yalanladı. De ki: "Ben size kefil değilim." 67. Her habe­rin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında siz de gerçeği bileceksiniz. [123]

 

Tefsiri

 

63-64. Müfessirlere göre 63. âyette geçen "karanın ve denizin karanlıkla­rından maksat, insanların buralarda karşılaştıkları tehlikeler, acılar, felâketlerdir. Bu suretle müşrikler, inkârları ve günahları sebebiyle, benzer durumdaki eski ka­vimler gibi, türlü felâketlere mâruz bırakılmakla tehdit edilmekte ve bu durumlar­dan kendilerini ancak Allah'ın kurtarabileceği hatırlatılmaktadır. Âyette "Karanın ve denizin karanlıklarından sizi kim kurtarır?" diye sorulması, müşriklerin Allah'a inandıklarını gösterir. Nitekim cevap müsbet olacağı için zikredilmeye gerek gö­rülmemiştir. Şevkânî'nin de belirttiği gibi, Allah'ın kurtarıcılığının soru şeklinde İfade buyurulması, müşrikler hakkında bir kınama anlamı da taşımaktadır (II, 145). Buna göre 63-64. âyetlerin anlamını şöylece açmak mümkündür: Sizi kara­rım ve denizin tehlikelerinden ancak Allah'ın koruduğunu bildiğiniz, üstelik O'na gizli gizli yalvararak "Eğer bizi bundan kurtarırsan andolsun şükredenlerden ola­cağız" diye söz de verdiğiniz halde, nasıl olur da daha sonra tekrar eski halinize dönerek birer cansız ve âciz nesneler olan putlarınızı Allah'a ortak koşarsınız!"

Bu iki âyet insanoğlunun önemli bir zaafına işaret etmektedir: İnsanlar ço­ğunlukla sağlık, güvenlik, bolluk ve rahatlık gibi imkânlar içinde yaşarken; özel­likle ihtiraslarının, hevâ ve heveslerinin peşinde koşarken manevî hayatlarını, ha­lika ve mahlûka karşı ödevlerini ihmal eder, bunları düşünmek istemezler. Açık­tan veya dolaylı bir şekilde Allah'ın varlığını ve birliğini inkâr veya göz ardı ede­rek başka nesnelere ya da insanlara tapar yahut taparcasına bağlanır, boyun eğer­ler; yalnız Allah'tan beklemeleri gereken şeyleri fânilerden bekler; onları önder, rehber, hatta rab edinirler. Buna karşılık, genellikle Allah'tan başkasının gidere­meyeceği türlü felâketlerin insanlar üzerinde bir  uyancılık ve onları kendine getir­me, sağlıklı düşünmelerini, değerlendirme yapmalarını ve sonuçta Allah'ı hatırla­yıp O'na yönelmelerini sağlama gibi olumlu tesirleri sayesinde insanlar Allah'a yönelip kurtuluş için O'na yalvarır, hatta bundan böyle iyi birer kul olarak ödev­lerini yerine getireceklerine söz verirler. Geçmişte ve günümüzde felâket anların­da Allah'ı anıp O'na sığınmayan pek az insan vardır. Ancak, birçok insan, sıkın­tıdan kurtulup da her şey tekrar yoluna girince yeniden eski yanlış ve isyankâr tu­tumlarına döner. Söz konusu âyetler insanları bu zaafları hususunda uyarmakta,kendilerini dert ve kederlerden kurtaranın Allah olduğunu, dolayısıyla zor zaman­larda olduğu gibi rahata kavuştuklarında da O'nu tanımaları, O'ndan yüz çevirme­meleri gerektiğini hatırlatmaktadır. [124]

 

65. İnsanları bir belâdan kurtaran Allah, başka bir veya birçok belâya uğrat­maya; onlara "üstlerinden veya ayaklarının altından" yani gökten ve yerden türlü felâketler göndermeye; hatta onların ihtiraslarını birbiriyle çatıştırarak, değişik mezhep, fırka ve parti gibi gruplara ayırarak birbirleriyle çarpışmalarım, savaşma­larını sağlamaya da kadirdir. Geçmişte insanoğlu beklemediği, ummadığı birçok semavî ve dünyevî felâketlerle karşılaşmış, şimdi de karşılaşmaktadır. İnsanoğlu, Allah'ın koyduğu kanunlardan sapmanın bedeli olarak, tabii âfetler denilenlerin yanında, bizzat kendi eliyle ortaya çıkardığı umulmadık belâlara da duçar olmak­tadır. Nükleer felâketler, çevre kirlenmesi, tabiat düzeninin bozulması; ihtiraslar­dan veya ideoloji ayrılıklarından, din ve mezhep ayrılıklarından, ırkçılıktan ve böl­gesel çıkar hesaplarından kaynaklanan ve kısa sürelerde yüz binlerce insanın ölü­müne ve yaralanmasına, sakat düşmesine, aç ve açık kalmasına, ülkelerin harap ol­masına yol açan savaşlar bu belâlardan bazılarıdır.

Âyetin, bölünüp parçalanmayı bir felâket olarak gösteren kısmı özellikle ma­nidardır. Gerçekten, Allah'ı tanıyıp O'nun buyruk ve kanunları uyarınca hayatla­rını düzenlemekten uzaklaşan toplumlar genellikle ortak inanç ve fikirlerden, istek ve ideallerden uzaklaşmakta, sonuçta bu farklı fikir ve isteklerin çatışması insan­ları fiilî çatışmalara, fitne ve fesada, nihayet savaşlara kadar götürmektedir ki, âyet-i kerîmede bu durum, insanların Allah'tan yüz çevirmelerinin, O'nu unutarak fâni şeyleri birer tanrı gibi kabul edip onların peşine takılmalarının, nihayet onla­rı Allah'a eş ve ortak tutmalarının bir sonucu olarak gösterilmiştir. Öyle görülüyor ki, insanoğlu malın mülkün, şan ve şöhretin, ihtiras ve şehvetin ve nihayet hak yol­dan saptıran sahte önderlerin esiri olmaktan, onlara tapmaktan kurtularak yalnız Allah'ı rab bilip sadece O'ndan yardım dilemediği, O'nun buyruklarım kesin ka­nunlar olarak tanıyıp bunları hayata hâkim kılmadığı sürece âyetlerde işaret edilen bu tehlikelere de müstahak olacak, bilinen ve bilinmeyen birçok felâkete, âyetteki deyimiyle azaba mânız kalacak ve Allah'tan başka hiçbir güç, hiçbir zekâ, hatta Allah'ın kitabında yer alan "hikmet"ten nasipsiz olan bilim ve teknoloji de bu fe­lâketleri önleyemeyecek; aksine hikmetten mahrum kaldığı sürece bilim ve tekno­loji yeni felâketlere yol açacaktır. Bu bakımdan yukarıdaki âyetler bütün insanla­ra, insanlığın selâmeti için mutlaka dikkate alınması gereken bir uyandır. Dolayı­sıyla 65. âyetin sonunda "anlasınlar diye..." buyurulmuştur. [125]

 

66. Bu âyete göre Hz. Peygamber'in kavmi (Mekke müşrikleri) onun peygamberliğinin ve bildirdiklerinin gerçek olduğunu gereğince anlayıp kavramadık­ları gibi onu yalanlamışlardır. Bazı müfessirter burada "hak" (gerçek) olduğu be­lirtilenden maksadın Hz. Muhammed'in peygamberliği, bazıları da Kur'ân-ı Ke­rîm olduğunu ifade etmişlerdir. Ancak 63-66. âyetler topluca dikkate alındığında bu gerçeğin söz konusu âyetlerde yer alan azap uyarısı olduğu görüşü ağır basar. Müşrikler gerçeği yani Hak kelâmı olan Kur'an'i veya hak peygamber olan Hz. Muhammed'in risâletini ya da Allah'ın, aslında kendileri ve bütün insanlık için ha­yatî önem taşıyan uyarılarını gerektiği gibi anlamamışlar ve bu yüzden yalanlayıp reddetmişlerdir. Artık onlar helake müstehak olmuşlardır. Bu sebeple 66. âyette Resûlullah'a "Ben size kefil değilim" demesi emredilmiştir, "vekil" olarak çevir­diğimiz vekil kelimesi Kur'an dilinde "koruyan, kollayan, savunan, esirgemeye çalışan" gibi anlamlara gelir. Hz. Peygamber'İn inkarcılara karşı aslî görevi davet, tebliğ ve uyarıdır; onların kalplerindeki bâtıl İnançları zorla değiştirmek onun elin­de değildir; dolayısıyla onlar adına bir kefalet yükümlülüğü de yoktur. [126]

 

67. Hz. Peygamber, tebliğ ettiği Kur'an vasıtasıyla müşrikleri ve genel ola­rak dünyadaki bütün İnkarcıları açık açık uyardığına göre, artık inkarcılık ve kö­tülüklerde direnenlerin müstehak oldukları felâketlerin vuku bulması kaçınılmaz­dır. "Her haberin gerçekleşeceği bir zaman vardır. Yakında siz de gerçeği bilecek­siniz" mealindeki tehdit, esasta özellikle müşriklere ve hakkı tekzip eden bütün in­karcılaradır; ancak, İslâm'ın hakikatlerinden, Kur'an'ın hikmetlerinden uzaklaşa­cak derecede fikir ayrılıklarına düşen; hakkı bir yana bırakarak fırkalara, mezhep­lere, partilere bölünüp gurur, kibir, bencillik, menfaat ve ihtiraslar uğruna birbiriy­le çarpışan müslümanlar için de âyetten alınacak dersler olduğunda kuşku yoktur. [127]

 

Meali

 

68. Âyetlerimiz hakkında ileri-geri konuşmaya dalanları gördüğünde, onlar başka bir söze geçinceye kadar kendilerinden uzak dur. Eğer şeytan sa­na ıı nutturursa, hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma. 69. Takva sahiplerine, onların hesabından bir sorumluluk yoktur. Fakat, belki korunurlar diye hatırlatmak gerekir. 70. Dinlerini bir oyuncak ve bir eğlen­ce edinen, dünya hayatının aldattığı kimseleri bir tarafa bırak. Hiçbir kimse­nin yaptıkları sebebiyle bir felâket yaşamaması için Kur'an ile nasihat et. O kimse için, Allah'tan başka ne koruyucu vardır ne de şefaatçi. O, bütün varı­nı fidye olarak verse, yine de ondan kabul edilmez. Onlar, yapıp ettikleri yü­zünden felâkete sürüklenmiş kimselerdir. İnkâr ettiklerinden dolayı onlar için kaynar sudan ibaret bir içecek ve elem verici bir azap vardır. [128]

 

Tefsiri

 

68. "Allah'ın âyetleri hakkında ileri-geri konuşmaya dalmak"tan maksat, Kur'ân-ı Kerîm'i alaya almak veya eleştirmeye kalkışmaktır. Âyet, bu şekilde davrananların -eğer engel olmak mümkün değilse- başka bir konuya geçinceye ka­dar yanlarından ayrılmayı emretmektedir. Aynı buyruk, daha sonra gelen bir baş­ka âyette de tekrar edilmiştir. [129] Fahreddin er-Râzî'nin naklettiğine gö­re âyetin asıl mâna ve maksadını dikkate alan bazı âlimler, inançsızların Kur'an'la ilgili kötü sözlerine karşı, yanlarından uzaklaşmanın dışında başka tepkiler de gös­terilebileceğini belirtmişlerdir (XIII, 25). Aynı müfessİr bu âyetteki havd kelime­sini açıklarken -haklı olarak- "Havd, sözlükte eğlence tarzında ve aşırı derecede dalmayı ifade eder... Binaenaleyh, bazı Haşviyye'nİn zannettiğinin aksine bundan, ilâhiyyât meselelerini derinlemesine inceleyip araştırmanın, istidlal ve münazaranın, Allah'ın âyetlerine dalmaktır diye, haram olduğu sonucunu çıkarmaya kalkı-şılmamalıdır" der.

Bazı müfessirler, âyette sadece Hz. Peygamber'e hitap edildiğini, dolayısıy­la buyruğun da yalnız ona yönelik olduğunu ileri siirmüşlerse de yaygın kanaate göre âyetin asıl muhatabı hem Resûlullah hem ümmetidir. [130] Muhatabın Hz. Peygam­ber dışındaki müslümanlar olduğu da söylenmiştir. Ancak, beşer olması itibariyle Hz. Peygamber'in de bazı şeyleri unutabileceğin!, bunu bizzat kendisinin kabul et­tiğini bildiren hadisler de vardır. Bu hadislerin birinde Resûlulİah şöyle buyurmuş­tur: "Ben, ancak bir beşerim; sizin gibi ben de unutabilirim.. [131]

Âyette bu talimatın unutulması halinde oturmaktan ötürü günahkâr olunmayacağı (zira unutma meşru bir mazerettir), ancak hatırlayınca artık "zalimler"le oturmamak gerektiği ifade ediliyor. Kur'an aleyhinde konuşanlara "zalimler" de­nilmesi, onların konuşmalarının iyi niyetli, adaletli, gerçeklere dayalı olmadığını; aksine tahkir, tezyif ve iptal amacı taşıyan asılsız ve gerçek dışı konuşmalar oldu­ğunu ortaya koymaktadır.

Bu âyet bize, Allah'ın âyetlerine dil uzatmadıktan, İslâmî değerlere karşı saygısızca sözler sarfetmedikleri sürece, yanlış inanç ve görüşteki insanlarla bir arada oturulup konuşulabileceğini göstermektedir. Kanaatimizce "Allah'ın âyetle­ri hakkında ileri-geri konuşmaya dalma", onlarla eğlenme ya da onları reddetme, bu birlikteliği ortadan kaldıran en temel sebepse de, bu bir örnek olup, düşmanlık duygularına dayalı daha başka kötü ve yanlış söz veya davranışta bulunan kimse­leri de terketmek gerekir. Nitekim gıybet eden kimselerin meclislerini terketmeyi emreden hadisler de vardır. [132] Esasen "Hatırladıktan sonra artık o zalimler topluluğu ile oturma" İfadesindeki "zalimler" nitelemesi de bunu gösteriyor. Çünkü "zulüm", başta inkarcılık olmak üzere her türlü haksızlık ve adaletsizliği, kasıtlı kötülükleri kapsamaktadır. [133]

 

69. Takva sahibi müminler yani Allah'a ve Onun kanunlarına saygı duyup bunları ihlâl etmekten sakınan müslümanlar, şayet Allah'ın âyetlerine dil uzatan zalimlerin yanında bulunmak zorunda kalırlarsa, belki sakınırlar ve vazgeçerler di­ye onları uyarmalıdırlar. Bu durumda kendileri de sorumluluktan kurtulurlar, Abdullah b. Abbas'ın belirttiğine göre bazı sahâbîler, inkarcıların her tarafta Kur'an'a dil uzattıklarım söyleyerek, bu durum karşısında onlardan uzaklaşmala­rı mecbur kılınırsa Harem-i şerifte bulunmalarının bile imkânsız hale geleceğin­den endişe ettiklerini belirtmişler, bunun üzerine ruhsat mahiyetindeki 69. âyet nâ-zİl olmuştur[134]

Âyette herkesin hesabının (sorumluluk) kendisine ait olduğu belirtilerek, bir bakıma, müslümanlann görevinin, ne pahasına olursa olsun, diğerlerinden gelen saçma itirazlara, haksız tenkitlere cevap yetiştirmek, böylece faydasız, hatta daha da inatlaşmaya yol açabilecek polemiklere girmek olmadığı, sadece işin doğrusu­nu edip uyarmanın yeterli bulunduğu anlatılmak istenmiştir. Nitekim 70. âyetin başlangıcı da bunu göstermektedir. [135]

 

70. Kuşkusuz her konu gibi din hususunda da ilmî ve fikrî değerlendirmeler önemli olmakla birlikte; insanların maddî ve manevî, ferdî ve sosyal, dünyevî ve uhrevî yönleriyle bütün hayatlarım çok yakından ilgilendiren, tarihin bütün dö­nemlerinde insanlığı derinden etkileyen din müessesesini önemsiz gibi telakki ederek oyun ve eğlence haline getiren insanlar artık kendileriyle konuşup tartışma­ya bile değmeyecek kadar bayağılaşmış olurlar. Bu tür insanlar dünya hayatını ye­gâne ilgi konusu yaparak dünyanın geçici zevklerine kapıldıkları, onları her şeyin üstünde tuttukları için dini bir tür eğlence gibi düşünerek putları veya buna benzer şeyleri tannlaştınrlar; yahut ferdin ve toplumun manevî ruhî, zihnî, bedenî ve dünyevî hayatını şekillendirecek olan hak dini, üzerinde ciddiyetle düşünüp be­nimseyecekleri yerde, alaya alırlar.

Fahreddİn er-Râzî'ye göre (XIII, 27-28) çeşitli âyetlerde geçen ve dünya ha­yatının gerçekte bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu bildiren açıklamalar[136] dikkate alındığında bu âyette­ki "dini bir oyuncak ve bir eğlence edinme" ifadesinin mânası daha iyi anlaşılır. Buna göre asıl oyun ve eğlence sayılması gereken şey dünya hayatıyla ilgili geçi­ci arzu ve tutkularıdır. Hakiki dindarlar, gerçeklik ve doğruluğu delillerle İspatlan­mış olan hak dine bağlanıp destek olan kimselerdir. Buna karşılık dini, mevki ve mansıp kazanmak, rakiplerini yenilgiye uğratmak ve servete ulaşmak için araç ha­line getirenler dine sadece dünya menfaatleri için bağlanır ve bu suretle aslında dünya hayatını değil de dini oyun ve eğlence haline getirmiş olurlar. Râzî'nİn ge­tirdiği bu yorumun, âyetin maksadını aştığı söylenebilirse de sahte dindarlığı çok iyi tanımlaması bakımından önemli sayılabilir. [137]

 

Meali

 

71. De kî: "Allah'ı bırakıp da bize fayda da zarar da veremeyecek olan şeylere mi tapalım? Allah bizi doğru yola ilettikten sonra şeytanların saptırıp şaşkın olarak çöle düşürmek istedikleri, arkadaşlarının ise 'Bize gel!' diye doğru yola çağırdıktan şaşkın kimse gibi gerisin geri (küfre) mi döndürülecegiz?" De ki: "Allah'ın hidayeti doğru yolun ta kendisidir. Bize âlemlerin rab-bine teslim obuamız emredilmiştir." 72. "Namazı dosdoğru kılın ve Allah'tan korkun" diye de (emrolundu). O, huzuruna varıp toplanacağınız Allah'tır. 73. O, gökleri ve yeri hak (ve hikmet) ile yaratandır. "Ol!" dediği gün her şey olu­verir. O'nun sözü gerçektir. Sûra üflendiği gün de hükümranlık O'nundur. Gizliyi ve açığı bilendir ve O, hikmet sahibidir, her şeyden haberdardır. [138]

 

Tefsiri

 

71. Müslümanlar, kendilerini eski bâtıl dinlerine döndürmeye çalışan müşrik­lerin kötü emellerine karşı uyarılmaktadır. Nitekim müşrikler kendi akraba ve dostları olan müslümanlan İslâm'dan dönmeleri için ikna etmeye çalışmışlar; hat­ta giderek onlara bu yönde şiddetli baskılar uygulamışlardır. Kur'an başka yerler­de bu sözlü ve fiilî baskıyı veya bu baskı sebebiyle dinden dönmeyi ölmekten da­ha büyük ve daha şiddetli bir fitne olarak nitelemiştir. [139] Bu âyette, güzel bir teşbih­le, müslümanlan inkâr ve irtidada çağıran müşrikler, insanların aklını çelip yolu­nu şaşırtan şeytanlara; onların bu çağasına aldananlann durumu, şeytanların veya cinlerin aldatması ya da büyüsüyle aklî dengesi bozulduğu için yolunu kaybedip ne yapacağını bilemez bir halde ortalıkta şaşkın kalan kimsenin durumuna; Al­lah'ın insanları hak dine ve imana davet etmesi de bir kimseyi gerçek dostlarının doğru yola çağırmasına benzetilmiştir. [140]

Ayette "... Bize fayda da zarar da veremeyecek olan şeylere mi tapalım?" ifa­desinden putlar kastedilmiştir. Bununla birlikte âyetin maksadı göz önüne alındı­ğında burada her dönemdeki müslümanlann, gerek sapık inançlı ve kötü fikirli İn­sanlar, gerekse akıllan karıştırıp zihinleri bulandıran çevreler, kurumlar tarafından gelebilecek ve kendilerini dinlerinden döndürecek veya dinlerinin gereklerini ye­rine getirmekten alıkoyacak olan bütün menfi teşebbüslere karşı bir uyan olduğun­da kuşku yoktur. Böyle durumlarda müslüman, "Allah'ın hidayeti, doğru yolun ta kendisidir. Bize âlemlerin rabbine teslim olmamız emredilmiştir" demeyi bilmeli­dir. [141]

 

73. "Üflendiğinde ses çıkaran boynuz biçiminde bir boru" diye tanımlanan sûr'un benzer açıklamaları hadislerde de geçmektedir. Geleneksel İslâmî İnanca göre dört büyük melekten biri olan İsrafil, sûr adı verilen ve çok güçlü ses çıkaran boruyu iki defa üfleyecek, ilk üflemede kâinattaki bütün canlılar ölecek ikinci üf­lemede ise canlılar tekrar dirilecektir. Âhiretle ilgili diğer haberler gibi sûr hakkın­daki bilgiler de insan aklının kapasitesini aşan, naslarda nasıl bildirilmişse öylece inanılması gereken hususlardır. Ancak sûru, sûret'in çoğulu olarak suver şeklinde okuyanlar da vardır. Buna göre âyetin mânası şöyledir: Suretlere (ölülerin be­denlerine ruhları veya hayatları) lifleyeceği günde hükümranlık Allah'ındır. [142]

 

Meali

 

74. İbrahim, babası Âzer'e, "Putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıldık içinde görüyorum" demişti. 75. Aynı şekilde biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu görüp kavrama im­kânı veriyorduk ki kesin inananlardan olsun. 76. Gecenin karanlığı onu kap­layınca bir yıldız gördü. "Rabbim budur" dedi. Yıldız batınca, "Batanları sevmem" dedi. 77. Ayı doğarken görünce, Rabbim budur" dedi. O da batın­ca, "Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette yolunu şaşırmış topluluk­lardan olurum" dedi. 78. Güneşi doğarken görünce de, "Rabbim budur; zira bu daha büyük" dedi. O da batınca dedi ki: "Ey kavmim! ben, sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. 79. Ben, hanîf olarak, yüzümü, gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim." [143]

 

Tefsiri

 

74. Kur'ân-ı Kerîm'de sadece bu âyette Hz. İbrahim'in babasının ismi olarak geçen Âzer kelimesinin menşeî ve söz konusu kişinin asıl ismi olup olmadığı tar­tışmalıdır. Bu ismin, "işini sağlam yapan, güçlü" anlamındaki İbrânîce âzûr keli­mesinden Arapçalaştınldığı veya yine İbrânîce elizer kelimesinin galat-ı meşhuru olduğu gibi çeşitli görüşler ileri sürülmüştür.

Tevrat'ta ve diğer İbrânîce kaynaklarda Hz. İbrahim'in babasının ismi Terah şeklinde geçmektedir. Nitekim Zemahşerî de buna işaret eder (II, 23). Batılı bazı araştırmacılara göre eski bir kaynaktaki Therra isminin değiştirilmiş şekli olan At-har, İslâm dünyasına Âzer olarak geçmiştir. Müslüman tarihçiler ve miifessirler bu kişiyi hem Âzer hem de Târih (veya Târah) b. Nahor diye anarlar ve bu isim fark­lılığını değişik şekillerde açıklarlar. Gerek eski dönemlerde gerekse zamanımızda bir dilden başka bir dile geçen isimlerin çeşitli değişikliklere uğradığı görülür, Hz. İbrahim'in babasının ismi de Araplar'a Âzer olarak geçmiş Kur'an'da da bu ismi zikredilmiştir. Çünkü eğer Kur'an'da bu kişi Terah diye anılsaydı, her konuda Hz. Peygamber'in açığım arayan müşrikler Resûlullah'ın sözünü ettiği kişinin ismini bile yanlış bildiğini söyleyerek itibarını sarsmaya kalkışacaklardı.

Âzer'in hayatı hakkında fazla bilgi yoktur. Ahd-i Atîk'te Nahor'un oğlu ol­duğu, putlara taptığı, 205 yaşında Harran'da öldüğü söylenir[144]  Tevrat tefsirlerinde put ustası olduğu, sonraları tövbe ettiği ileri sü-rülmüşse de Kur'ân-ı Kerîm'e göre[145] o, oğlu İb­rahim'in bütün ısrar ve ikazlarına rağmen putperestlikten vazgeçmemiş ve bu yüz­den İbrahim'in, onun affedilmesi için yaptığı dua kabul edilmemiştir. [146]

 

75. Melekût aslında milk gibi masdar olup dilcilere göre sonundaki "ût" eki kelimeye mübalağa anlamı kazandırmaktadır. Buna göre melekût, "tam olarak sa­hip ve mâlik olmak" demektir. Nitekim Zemahşerî, bu anlamını dikkate alarak ke­limeyi "rubûbiyyet ve ulûhiyyet" şeklinde tefsir etmiştir (II, 24). Melekût, "mülk"le eş anlamlı olarak "Allah'ın hükümranlık ve yönetimi" şeklinde de açık­lanmıştır. İbn Âşûr, her iki halde de kelimenin mecazi olarak geçtiğini ve burada­ki hakiki anlamının "memlûk" (sahip ve mâlik olunan şeyler) olduğunu ifade eder (VE, 316). 83. âyeti dikkate alarak "hüccet" anlamı taşıdığını da düşünmek müm­kündür. Biz, bu anlamı da dikkate alarak ilgili kısmı "İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu görüp kavrama imkânı veriyorduk" şeklinde çevirdik. Nitekim Ze­mahşerî de bu kısmı, "Onun düşünce yeteneğini güçlendiriyorduk, istidlal yönte­mine ulaştırıyorduk" şeklinde açıklamıştır (II, 24). Bu açıklamalara göre âyet şu mânaya gelmektedir: Putlara tapan kavminin ve babasının dalâlette olduğunu gö­ren, bu yüzden babasını ikaz eden İbrahim'e biz, göklerde ve yerde mülkiyet ve tasarrufumuz altında bulunan şeylerin mahiyetlerini, hakikatlerini açık seçik gös­terdik; bunların bizden başka yaratıcısı ve yöneticisi olmadığı hususunda onu bil­gilendirdik ve bütün bunları, kuşku götürmez kesinlikte bir imana ulaşsın diye yaptık. [147]

 

76-79. Milâttan önce 2100lerde yaşadığı kabul edilen ve Allah'ın birliği esa­sına dayalı (Hanîf) dinî geleneğin önderi olarak bilinen Hz. İbrahim'in mensubu bulunduğu Keldânîler'in dinleri Sâbiîlik idi. Bunlar ay, güneş ve yıldızlarla bu gök cisimlerini sembolize eden putlara taparlardı. Hz. İbrahim'in doğum yeri olan Ur şehrinde yapılan kazılar sonucu bulunan tabletlerde 5000 civarında tanrı ismi geçmektedir. İbrahim aleyhisselâm, muhtemelen kendisi bu gözlemlere girişme­den önce de tevhid ehlinden olmakla birlikte, kavminin bu bâtıl inançlarından ha­reket ederek onları tevhid akidesine İkna etmek düşüncesiyle önce, belki de yıldız­lar içinde en parlak olan birinin, sonra ayın ve ardından da güneşin tanrı olup ola­mayacağını araştırmış; gelip geçici ve değişken bîr varlığın tann olamayacağı, tan­rısal bir sevgiyle benimsenemeyeceği şeklindeki temel gerçeğe dayanarak bunla­rın hiçbirini ilâh diye kabul etmenin mümkün olmadığını, bütün noksan sıfatlar­dan münezzeh olan Allah'tan başka gerçek ilâh bulunmadığını ispatlamış; nihayet sahip olduğu veya gözlemlerinden sonra ulaştığı yakînî imanı "Ben, Hanîf olarak yüzümü (bütün varlığımla), gökleri ve yeri yoktan yaratan (dolayısıyla sizin tap­makta olduğunuz yıldızlan, ayı ve güneşi de yaratan) Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim" ifadesiyle ortaya koymuştur. Böylece Hz. İbrahim pek çok müslüman ilim ve Fikir adamının Allah'ın varlık ve birliğini aklî delillerle ispat et­mek bakımından önemle üzerinde durdukları, gözleme dayalı bu istidlali ile hem putperest kavminin inançlarını çürütmüş hem de hak dinin en temel ilkesi olan doğru bir ulûhiyyet İnancının nasıl olması gerektiğini göstermiş bulunmaktadır.

İbn Âşûr, 78. âyetteki "Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım" şeklindeki İfadeden, İbrahim'in bu gözlemi tek başına yapma­dığı , yanında kavminden bir grup insanın da bulunduğu sonucunu çıkarmıştır (VII, 319). Ayrıca aynı İfadeden, başka birçok insan topluluğu gibi bu kavmin de aslın­da Allah'ın varlığına inandıkları, fakat gök cisimlerini ve bunları sembolize eden putları O'na ortak koşmak suretiyle tevhid inancından saptıkları anlaşılmaktadır. Esasen Kur'an'ın hâkim tavrı, tanrı tanımazlardan ziyade şirkle mücadeledir. Bu da Kur'an'ın insanlarda ulûhiyyet fikrinin fıtrî olduğu, ancak bunun birçok şirk çe­şidiyle, çok tanrıcılık inancıyla bozulduğu şeklindeki yaklaşımından kaynaklan­maktadır. [148]

 

Meali

 

80. Kavmi onunla tartışmaya girişti. Onlara dedi ki: "Beni doğru yola iletmişken, Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? Ben sizin O'na or­tak koştuğunuz şeylerden korkmam. Ancak rabbimin bir şey dilemesi hariç. Rabbimin ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ ibret almıyor musunuz? 81. Siz, Al­lah'ın size haklarında hiçbir hüküm indirmediği şeyleri O'na ortak koşmak­tan korkmazken, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım? Şim­di biliyorsanız (söyleyin), iki gruptan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?" 82. İnanıp da imanlarına herhangi bir haksızlık bulaştırmayanlar var ya, iş­te güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır. [149]

 

Tefsiri

 

80. Hz. İbrahim'in, Allah'ın birer âyeti olan tabii varlıklardan istidlalle O'nun birliğine dair ortaya koyduğu bu açık ve kesin delillere karşı kavmi de ken­di inançlarının doğruluğunu kanıtlamak için onunla tartışmaya, deliller ileri sür­meye kalkışmışlardır. Âyette bu delillerin zikredilmemesi, onların anılmaya bile değmeyecek kadar temelsiz olduğunu göstermektedir. Nitekim Hz. İbrahim'in "Allah hakkında (O'nun eşi, benzeri ve ortağı olduğunu kanıtlamak için) benimle tartışıyor musunuz?" şeklindeki ifadesi de onların iddialarının saçmalığına işaret etmektedir.

Burada açıkça bildirilmemekle beraber Hz. İbrahim'in "Ben sizin Allah'a or­tak koştuğunuz şeylerden korkmam" demesinden, kavminin onu, tanrılarının öfke­lenerek kendisini cezalandırmasıyla tehdit ettikleri anlaşılmaktadır. İbrahim aley-hisselâm bu tehdide  aldırış etmemekle birlikte, iyi bir mümin olarak, ilmi her şeyi kuşatan ve bu suretle bütün olup bitenler gibi kendisinin hal ve hareketlerini de ek­siksiz bilen Allah'tan korktuğunu ifade etmiş; böylece fayda ve zararın da Al­lah'tan geldiğine, O'nun ilim ve iradesine bağlı bulunduğuna olan inancını ortaya koymuştur.

Âyetin sonundaki "Hâlâ ibret almıyor musunuz?" şeklindeki uyarıyla Hz. İb­rahim, kavmini, putperestlikle kendisinin kesin delillerle kanıtladığı tevhid inancı arasında doğru öncüllere dayalı aklî değerlendirme ve mukayese yapmaya, bu su­retle hakikati bulup tanımaya çağırmıştır. [150]

 

81. Benzer mantıkî değerlendirme ve uyarılar bu âyette de devam etmekte ve sonuç olarak, mutlaka taraflardan biri inancı sayesinde güvenliğe kavuşacağına göre hangi tarafın, ilmi her şeyi kuşatan, fayda ve zararın yaratıcısı olan Allah'a ortak koşup İsyan edenlerin mi, yoksa O'nun birliğine ve hükümranlığına inanıp yolundan gidenlerin mi güvence içinde oldukları sorulmaktadır. "Eğer biliyorsa­nız" kaydıyla da bu soruya yalnız bilgi sahibi olanların doğru cevap verebilecek­lerine, dolayısıyla bâtıl inançlardan kurtulma hususunda bilginin önemine işaret edilmektedir. [151]

 

82. Ağırlıklı görüşe göre bu âyetteki ifade de Hz. İbrahim'e aittir ve onun "İki taraftan hangisi güvende olmaya daha lâyıktır?" şeklindeki sorusuna yine ken­disi tarafından verilen cevaptır. Sorunun soran tarafından cevaplandırılması, baş­ka bir cevabın bulunmamasından dolayıdır. "(Allah'a) inanıp da imanlarına her­hangi bir haksızlık bulaştırmayanlar" ifadesi, söz konusu kavmin Allah'a inan­makla birlikte, Tanrı saydıkları başka şeyleri O'na ortak koştuklarını göstermekte­dir. Âyetteki zulümden maksat, Allah'a şirk koşmaktır. Çünkü zulmün asıl anla­mı, "hak sahibinin hakkını tanımamak, vermemektir." Ulûhiyyet ve rubûbiyyet yalnızca Allah'a ait olduğu halde, başka varlık ve nesneleri de Tanrı yerine koy­mak, Allah'ın mahlûkatı üzerindeki hakkını tanımamaktır. Nitekim Hz. Peygam­ber de "Allah'ın kullan üzerindeki hakkı O'na kulluk edip hiçbir şeyi kendisine ortak koymamaktır. [152] buyurmuştur. Sahih kaynaklarda nakledilen bir rivayete göre bu âyet geldiğinde müslümanlar, hayat boyunca zulümden uzak durmanın kendileri için mümkün olmadığını düşü­nerek telâşa kapılmışlar; bunun üzerine Resûlullah âyete şu şekilde açıklık getir­miştir: Bu sîzin düşündüğünüz zulüm değildir. Burada Lokmân'ın oğluna hitaben söylediği "Sevgili oğlum! Allah'a ortak koşma; çünkü O'na ortak koşmak kesin­likle çok büyük bir haksızlıktır[153] sözündeki zulüm kastedilmiştir"[154]

 

Meali

 

83. İşte bu, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz delillerimizdir. Biz dile­diğimiz kimselerin derecelerini yükseltiriz. Şüphesiz ki senin rabbin hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir. [155]

 

 

Tefsiri

 

83. "Hiiccet"ten maksat, Hz. İbrahim'in gözlemleri ve aklî İstidlâlleriyle ulaştığı kesin sonuçlarla ortaya koyduğu delillerdir. Âyetteki "alâ" edatı bu delil­lerin hasmı susturacak doğruluk ve sağlamlıkta olduğuna işaret eder. Bu delillerin ilâhî bir lütuf olarak  gösterilmesinden sonra "Biz dilediğimiz kimselerin derecele­rini yükseltiriz" buyurulması, bu tür gözlemler yapmanın sadece İbrahim'e mah­sus olmadığını, başkalarının da buna benzer metotlarla doğru sonuçlara ulaşabile­ceklerini; aynca, eşya ve olaylar üzerinde düşünerek bunlardan aklî ve ilmî ba­kımdan doğru sonuçlar çıkaran insanların Allah nezdindeki derece ve itibarlarını gösterir. Nitekim âyetin sonunda Allah Teâlâ kendi zatının ululuğunu da ilim ve hikmetteki kemali ile ifade buyurmuştur. [156]

 

Meali

 

84. Biz ona İshak ve Ya'kub'u da armağan ettik; hepsini de doğru yola ilettik. Daha önce de Nuh'u ve onun soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Ey-yûb'u, Yûsuf u, Musa'yı ve Harun'u doğru yola iletmiştik. Biz, iyi davranan­ları böyle mükâfatlandırırız. 85. Zekeriyyâ, Yahya, îsâ ve İlyâs'ı da (doğru yola iletmiştik). Hepsi de iyilerden idi. 86. İsmail, Elyesa', Yûnus ve Lût'u da (hidayete erdirdik). Hepsini âlemlere üstün kıldık. 87. Onların atalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını, evet onları da seçkin kıldık ve dosdoğru yola yönelttik. 88. İşte bu, Allah'ın hidayetidir; O, bununla kulla­rından dilediğini doğru yola ulaştırır. Eğer onlar Allah'a ortak koşsalardı ya-pageldikleri iyi şeyler elbette boşa giderdi. 89- Onlar, kendilerine kitap, hik­met ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Eğer şimdi onlar bu söylenenle­ri inkâr ederlerse muhakkak ki yerlerine, bunları inkâr etmeyecek bir toplu­luk getiririz. 90. İşte o peygamberler, Allah'ın hidayete erdirdiği kimselerdir. Onların rehberliğine uy. De ki: "Ben, bu görevimden dolayı hiçbir karşılık is­temiyorum; bilinsin ki bu, bütün insanlığa bir öğütten ibarettir." [157]

 

Tefsiri

 

84-86. Önceki âyetlerde Hz. İbrahim'in gözlem ve istidlal metoduyla ulaştı­ğı hidayetten ve onun tevhİd akidesinden söz edildikten sonra bu âyetlerde İbra­him'in sahip olduğu akîdenin bütün peygamberlerce benimsenen mutlak hakikat olduğu anlatılmaktadır. 84, âyette, Hz. İbrahim'in imanda hakikate ulaşma ve tev-hid akidesini hâkim kılma çabasının bir ödülü olmak üzere kendisine İshak adlı bir oğul ve Ya'kub adlı bir torun armağan edildiği belirtiliyor. [158]

 

87-88. Araplar'in ataları olarak bildikleri[159]  ve saygı duydukları İb­rahim'le birlikte on sekiz peygamberin İsmi zikredilerek hepsinin de hidayet üze­re yaşadıkları, İyi ve sâlih kimselerden oldukları, bunların atalarından ve zürriyet-lerinden de, Allah'ın fazlu keremiyle, âlemlere üstün kılınmış kimselerin bulundu­ğu; bütün bu sayılanların doğru yoldan giderek hidayete kavuşturulmuş seçkin in­sanlar olduğu ifade edildikten sonra "İşte bu, Allah'ın hidayetidir; O, bununla kul­larından dilediğini doğru yola ulaştırır. Eğer onlar (siz Kureyş müşrikleri gibi) Al­lah'a ortak koşsalardı, yapageldikleri iyi şeyler elbette boşa giderdi" buyurularak, Câhiliye Arapları'nın, ataları İbrahim'in de içinde bulunduğu bu üstün insanların hidayet yolundan saptıklarına zımnen işaret edilmektedir. [160]

 

89. Yüce Allah'ın, anılan peygamberlere verdiği kitaptan maksat, peygam­berlere gönderilen ilâhî mesajlar bütünü veya genel olarak ilim ve marifettir. Âyet metnindeki hüküm, bizim tercih ettiğimiz şekilde hikmet, yani gerçekler ve yan­lışlar, iyilik ve kötülükler hakkındaki doğru ve kuşatıcı bilgi şeklinde yorumlandı­ğı gibi hükümdarlık olarak da anlaşılmıştır. "Nübüvvet"ten maksat ise peygamber­liktir. Bu yüce şahsiyetlerden bazılarına bu lütuflann tamamı, bazılarına da biri ve­ya ikisi verilmiştir. [161]

 

90. Allah'ın bu kişileri hidayete erdirdiği, tarihî bir hakikati kesin olarak or­taya koymak bakımından, bir defa daha vurgulandıktan sonra Hz. Muhammed'e, son peygamber olarak onların hidayetine uyup aynı evrensel hakikati devam ettir­mesi emredilmiştir. Burada Araplar'a ve Kur'an'ın muhatabı olan herkese, Hz. Muhammed'in görülmemiş duyulmamış bir din icat etmediğine, aksine, geçmiş peygamberlerin sünnetini devam ettirdiğine ilişkin dolaylı bir hatırlatma da vardır. Ayrıca Resûlullah'a, seleflerinden birini veya bir kısmını örnek almak yerine, hep­sinin hidayetine uyması, meziyetlerini kendisinde toplaması emredilmiştir. Bu buyruk hangi devir, ülke, millet ve kültüre ait olursa olsun, evrensel gerçekliğin, doğruluk ve iyiliğin benimsenmesi ve yaşatılması gerektiğine işaret etmekte; Hz. Peygamber'den de bu değerlere sahip çıkmasını istemektedir. [162]

 

Meali

 

91. Onlar Allah'ı gereği gibi takdir edip tanımadılar. Çünkü "Allah hiç­bir insana hiçbir şey indirmedi" dediler. De ki: "Öyleyse Musa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği kitabı kim indirdi?" Siz onu kâğıtlara ya­zıp (istediğinizi) açıklıyor, çoğunu da gizliyorsunuz. Sizin de, atalarınızın da bilemediği şeyler (Kur'an da) size öğretilmiştir. (Resulüm!) Sen "Allah" de, sonra onları bırak, daldıktan bataklıkta oyalanadursunlar! 92. Bu (Kur'an), Ümmülkurâ (Mekke) ve çevresindeken uyarman için sana indirdiğimiz, kendisinden öncekileri doğrulayıcı mübarek bir kitaptır. Âhirete inananlar buna da inanırlar ve onlar namazlarını kılmaya hakkıyla devam ederler. [163]

 

Tefsiri

 

91. Bu âyet, peygamberler ve onların gösterdikleri hidayet yolu, getirdikleri dinler ve kitaplarla ilgili önceki âyetlerin bir sonucu olarak görülmektedir.

"Allah hiçbir insana hiçbir şey indirmedi" diyerek bütün peygamberleri ve ilâhî kitapları inkâr edenlerin kim veya kimler olduğu hususunda tefsirlerde deği­şik görüşler İleri sürülmüştür. Bir görüşe göre bu sözü söyleyen kişi bir yahudi ha­hamıdır. İbn Abbas'a isnad edilen bir rivayete göre Hz. Peygamber kendisiyle tar­tışmaya kalkışan bu hahama "Tevrat'ı Musa'ya indiren Allah için doğru söyle,Tevrat'ta Allah'ın şişman hahamı sevmeyeceği yazılmış mıdır?" diye sormuş; kendisi de şişman olan haham, bu söze öfkelenerek "Allah hiçbir insana hiçbir şey indirmedi" demiştir. [164] Bu rivayetin doğruluğu ka­bul eden müfessirlere göre En'âm sûresi Mekkî olmakla beraber 91. âyet Medi­ne'de inmiştir. Çünkü Mekke'de yahudi cemaati bulunmadığından böyle bir tartış­madan da söz edilemez.

Ancak söz konusu rivayetin sıhhati tartışmalıdır. Öncelikle Resûlullah'ın bir insanı şişmanlığından dolayı küçük düşürmesi onun üstün ahlakıyla bağdaşmaz. Çünkü o, insanların dinî ve ahlâkî kusurlarını bile yüzlerine vurmaz; "İçinizde şöyle şöyle yapanları görüyorum" gibi sözlerle uyanlarını isim vermeden yapardı. Ayrıca, bir yahudi din adamının bütün peygamberleri ve kitapları inkâr etmesi ina­nılır gibi görünmüyor. Söz konusu rivayette hahamın bu İnkârı üzerine, yahudile-rin kendisini görevinden uzaklaştırarak yerine Kâ'b b. Eşrefi getirdikleri belirtili­yor. Ancak Kâ'b'ın Arap asıllı ve bir Arap kabilesinin lideri olması göz önüne alı­nırsa, bu rivayetin asılsız olma ihtimali daha da artar.

Bu durum karşısında, âyette peygamberleri ve kitapları inkâr ettikleri bildiri­lenlerin müşrik Araplar olduğu görüşü ağnlık kazanmaktadır. Onlar bu gibi inkar­cı ifadeleriyle, önceki âyetlerde bir kısmı isimleriyle anılan peygamberleri, aynı âyetlerde üzerinde durulan Allah'ın hidayetini, tebliğlerini ve dolayısıyla insanla­ra yönelik rahmetini inkâr etmiş; bu suretle Allah'ı gerektiği şekilde tanımadıkla­rım, hakkıyla takdir etmediklerini göstermişlerdir.

Onların bu tutumlarına karşı yüce Allah, Peygamberi'ne şu soruyu sorması­nı öğütlemiştir: "Öyleyse Musa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği ki­tabı (Tevrat'ı) kim indirdi?" Çünkü Araplar yahudi olmamakla birlikte, daha çok ticarî seyahatler esnasında az çok bilgi edindikleri Yahudiliğe, onun peygamber­lerine ve kutsal kitabına bir ölçüde saygı duyuyorlardı. Âyetten anlaşıldığına göre onların okur-yazar olanlarından bir kısmı yahudi kutsal metinlerinden bazı parça­ları da yazarak saklıyorlardı. Âyette bu duruma da işaret edilerek, buna rağmen "Allah hiçbir insana hiçbir şey indirmedi" demelerinin bir çelişki olduğu ortaya konmuştur. [165]

 

92. "Allah hiçbir insana (peygambere) hiçbir şey indirmedi" diyenlere âyet şu cevabı veriyor: "İşte bu Kur'an, Ümmülkurâ (Mekke) ve çevresindekileri uyar­man İçin sana indirdiğimiz, kendisinden öncekileri doğrulayıcı mübarek bir kitap­tır." Böylece âyette Kur'an, vahyin ve nübüvvetin gerçek olduğunu belgeleyen canlı ve güncel bir kanıt olarak gösterilmiştir.

Kur'ân-ı Kerîm'in mübarek diye nitelendirilmesi, ona inanıp gereğince yaşayanların dünya ve âhiret hayatları için feyiz, bereket, mutluluk ve huzur kayna­ğı olmasından dolayıdır.

Kur'an'in kendisinden önceki kitapları tasdik etmesi iki noktada toplanır: Öncelikle bazı eski kitaplarda yer alan Hz. Muhammed'İn risâletine ilişkin müjde, Kur'an'ın inzali ile fiilen gerçekleşmiş; bu suretle Kur'an eski kitaplardaki müjde­yi tasdik etmiş, yani doğruluğunu kanıtlamıştır. İkinci olarak Kur'an başta Al­lah'ın birliği, nübüvvet ve âhiret gibi itikadı konular olmak üzere birçok esasda ve hükümde eski kitaplarla tam bir uyum içinde olmuştur. Bu da Kur'an'ın onlar hak­kındaki bir tasdikidir. Kur'an'ın, geçmiş dinlerdeki bazı amelî hükümleri değiştir­mesi veya kaldırması ve onlarda bulunmayan yeni hükümler getirmesi tamamen değişen ve gelişen şartlarla ilgili olup o dinlerin kutsal kitaplarını tasdik edici özel­liğini bozmaz.

Mekke'nin "Ümmülkurâ" diye anılması bölgenin din ve ticaret merkezi, bil­hassa hac mahalli olması, ayrıca Arabistan'ın en eski mabedi sayılan Kabe'nin orada bulunmasından[166]  dolayıdır.

Kur'an evrensel bir kitap olmakla birlikte vahyin ilk muhatapları Mekke ve çevresinde yaşayan Araplar olduğu için Mekke'de inen En'âm sûresinin bu âye­tinde de, tabii olarak, öncelikle buralardaki insanların uyarılması üzerinde durul­muştur. [167]

 

Meali

 

93. Allah'a karşı yalan uydurandan yahut kendisine hiçbir şey vahyedil-memişken "Bana da vahiy geldi" diyenden ve "Ben de Allah 'in indirdiği âyet­lerin benzerini indireceğim" diyenlerden daha zalim kim vardır? O zalimler, ölümün boğucu dalgaları içinde, melekler de pençelerini uzatmış, onlara "Haydi, canlarınızı kurtarın! Allah'a karşı gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı kibirlilik taslamanızdan Ötürü bugün alçaklık aza-bıyla cezalandırılacaksınız!" derken onların halini bir görsen! 94. Ândolsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi teker teker bize geleceksiniz ve (dünyada) si­ze verdiğimiz şeyleri arkanızda bırakacaksınız. Yaratılışınızda ortaklarımız sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda görmeyeceğiz. Andolsun, aranız açıl­mış, (tanrı) sandığınız şeyler sizi bırakıp gitmiştir. [168]

 

Tefsiri

 

93. "Allah'a karşı yalan uyduran"dan maksat, Allah'ın hiçbir insana hiçbir şey indirmediğini ileri sürenlerdir; veya bu âyet, müşriklerin "Kur'an Muham-med'in uydurmasıdır" şeklindeki İftiralarına[169] karşı bir cevaptır. Zira Allah'a ait olmayan sözleri O'na isnat etmek, Allah'a kar­şı bir iftira ve büyük bir haksızlık olup Hz. Muhammed böyle bir davranışta bu­lunmaktan münezzehtir.

Bazı müfessirlere göre bu âyetteki, bir kısım inkarcıların, kendilerine de va­hiy geldiğini, yahut kendilerinin de Kur'an'dakine benzer âyetler ortaya koyabile­ceklerini ileri sürdüklerini belirten açıklamalar bu âyetin Medine'de indiğini gös­termektedir. Çünkü Medine döneminde Müseylemetülkezzâb ve Esved el-Ansî isimli yalancı peygamberler bu tür iddialarda bulunmuşlar; ayrıca söylendiğine göre yine Medine'de, eski bir vahiy kâtibi iken irtidad eden Abdullah b. Şerh, Al­lah'ın indirdiklerine benzer âyetleri kendisinin de ortaya koyabileceğini söyleme­ye kalkışmıştır. Ancak bu gerekçeler âyetin Medine'de indiğini kanıtlamak İçin yeterli görülmemiştir. Zira Mekke müşrikleri arasında da istihza maksadıyla ben­zer iddialarda bulunanlar olmuştur. Ayrıca 93. âyetle, Mekke'de indiği kesin olan 94. âyet arasındaki güçlü alâka da 93. âyetin Mekkî olduğunu göstermektedir. [170]

 

94, İnkarcıların âhirette, mutlak güç ve hâkimiyet sahibi olan Allah karşısın­daki yalnızlık ve çaresizliklerinin anlatıldığı âyete göre onların dünyadaki akraba ve dostları, kendilerini şımartıp azgınlaştıran mal ve mülkler, makam ve mevkiler, Allah'tan başka tapmış oldukları şeyler Allah karşısında onlara zerre kadar fayda sağlamayacak, yardımını umdukları şeyler kaybolup gidecektir. [171]

 

Meali     

 

95, Şüphesz Allah, tohumu ve çekirdeği çatlatandır; O, ölüden diriyi çı­karır, diriden de ölüyü çıkarandır. İşte Allah budur. O halde (haktan) nasıl dönersiniz! 96.0, sabahı aydınlatandır. Ve O, geceyi dinlenme zamanı, güne­şi ve ayı birer hesap ölçüsü kılmıştır. İşte bu, aziz ve alîm olan Allah'ın tak­diridir. 97.0, kara ve denizin karanlıklarında kendileri ile yol bulaşınız diye sizin için yıldızları yaratandır. Gerçekten biz, bilen bîr toplum için âyetleri birer birer açıkladık. 98. O, sizi bir tek nefisten yaratandır. (Sizin için) bİr kalma yeri, bir de emanet olarak konulacağınız yer vardır. Anlayan bir top­luluk için âyetleri ayrıntılı bir şekilde açıkladık. 99.0, gökten su indirendir. İşte biz, her çeşit bitkiyi onunla bitirdik. O bitkiden de, kendisinde üst üste binmiş taneler bitireceğimiz bir yeşillik, hurmanın tomurcuğundan sarkan salkımlar, üzüm bağlan; bir kısmı birbirine benzeyen, bir kısmı da benzeme­yen zeytin ve nar bahçeleri meydana getirdik. Meyve verirken ve olgunlaştı­ğı zaman her birinin meyvesine bakın! Kuşkusuz bütün bunlarda inanan bir toplum için ibretler vardır. [172]

 

Tefsiri

 

95. Bu ve müteakip âyetlerde, her biri başlı basma birer mucize olan, fakat her zaman tekrarlandığı için insanların önemini kavramaktan gafil olduğu başlıca yaratılış olaylarına ve ilâhî kudretin işaretlerine dikkat çekilmiştir.

Tohumun ve çekirdeğin patlayarak filiz vermesi ve bu suretle tabiatın canlan­ması, bitkilerle bezenmesi, nimetlerle dolup taşması o yüce kudretin muhteşem eserleridir. Böylece O, ölüden diriyi, diriden ölüyü, tohumdan ve çekirdekten bit­kileri, bitkiden tohum ve çekirdekleri çıkarmaktadır. Âyette, kesintisiz tekrar eden

bu açık seçik tecellilere rağmen insanoğlunun nasıl olup da gerçeğe sırtını, döne­bildiği, O'tıu yaratıcı olarak tanıyıp kulluk etmekten geri durabildiği sorulmakta­dır. [173]

 

96. Sabahın aydınlanması, gecenin sükûnet ve âsûdeliği, ay ve güneşin şaş­maz bir matematiksel nispetle, insanların zamanı ve daha başka astronomik ve coğrafî ölçüleri bulmalarına İmkân verecek düzenlilikle işlevlerini sürdürmeleri de o azîz ve alîm olan Allah'ın takdiridir, düzenlemesidir. [174]

 

97. İnsanlar çok eski dönemlerden beri yolculuk ederken yön tayininde bazı yıldızların ve yıldız kümelerinin konumundan yararlanırlar. Özellikle henüz pusu­lanın icat edilmediği çağlarda büyük önem taşıyan bu durum, bugün de modern imkânların bulunmadığı şartlarda önemini korumaktadır. Yıldızların konumların­dan yararlanılsın veya yararlanılmasın, onların kozmik düzeni -Allah bu düzeni devam ettirdiği sürece- ilâhî kudretin işareti olma özelliğini koruyacaktır. [175]

 

98. Kur'an mucizesinin gerçekleştiği alem içinde yaratılış hadisesinin en muhteşem sonucu hiç şüphesiz insandır. Bu âyette yüce Allah bu büyük mucizeyi de kudretinin nişanesi olarak zikretmektedir. Tefsirlerde genellikle âyet-i kerîme­deki nefs kelimesinden Hz. Âdem'in kastedildiği belirtilmiş; müstakar kelimesi­ne "yeryüzü veya ana rahmi", müstevda' kelimesine de "kabir veya babanın sul­bü" gibi mânalar verilmiştir. [176]Süleyman Ateş klasik tefsirlerin aksine, nefsi "Hz. Âdem'­den ve evrimleşerek ikili cinsel üreme düzeyine ulaşmadan önceki İnsanlığın eşey­siz ilk kökeni veya genel olarak baba", müstakar kelimesini "babaların belleri", müstevda' kelimesini de "annelerin rahimleri" olarak açıklamıştır (III, 206-208).

Bazı eski ve yem tefsirlerde belirtildiği gibi[177]bu iki kavramı, insanın birbirini takip eden iki muayyen konumuyla sınırlamak yerine, bunların ilk yaratılıştan in­sanın varlığının devamı süresince içinde bulunduğu ve intikal etmeye hazır oldu­ğu bütün konumlarına işaret ettiğini düşünmek daha isabetli olur. Buna göre insa­noğlu başlangıcından itibaren varlığının her konumunda hem bir karar hem de in­tikale aday olma, emanet halinde bulunma durumlarım birlikte yaşar. Böylece o, cennet veya cehenneme varıncaya kadar, sırasıyla ilk nefsin özünde yani insanı saklayan ilk cevherde, babanın sulbünde, annenin rahminde, toprağın üzerinde, yerin altında ve haşir yerinde hem bir karar halini hem de gelecek intikale namzet emanet halini birlikte yaşar. Müstakâr bu hallerin ilkine, müstevda' da ikincisine işaret etmektedir. [178]

 

99. Aynı yağmurla sulandığı halde sayılamayacak kadar çok çeşitli cinslerde bitkiler veren yeryüzündeki tabiat hârikalarından bir demet sunulmakta ve bımla-nn, şuursuz tabiatın, kör tesadüfün sonucu olmayıp yine o ulu kudretin eserleri ol­duğu bildirilmekte; bunların her birinde inanan insanlar için âyetler, yaratıcısına delâlet eden tecelliler bulunduğuna dikkat çekilmektedir. [179]

 

Meali

 

100. Cinleri Allah'a ortak koştular. Oysa onları da Allah yaratmıştır. Bilgisizce O'na oğullar ve kızlar yakıştırdılar. Allah, onların ileri sürdüğü va­sıflardan uzak ve yücedir. 101.0, göklerin ve yerin eşsiz yaratıcısıdır. Eşi ol­madığı halde nasıl çocuğu olabilir? Her şeyi O yaratmıştır ve her şeyi hakkıy­la bilen O'dur. 102. İşte rabbiniz Allah O'dur. O'ndan başka tanrı yoktur. O her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse O'na kulluk edin, O her şeye vekildir (Güve­nilip dayanılacak tek varlık O'dur). 103. Gözler O'nu idrak edemez, halbuki O gözeleri idrak eder. O latiftir, habîrdir. [180]

 

Tefsiri

 

100. Cin kelimesi ateşten yaratılmış, gözle görülmeyen, insanlar gibi iyileri ve kötüleri olan varlıkları ifade eder[181]Tefsirlerde cin ke­limesinin "örtülü, kapalı, duyularla algılanamayan" şeklindeki sözlük anlamı dik­kate alınarak âyetteki cin kavramının, belirtilen terim anlamı yanında, melekleri ve şeytanları da kapsadığı yönünde açıklamalar yapılmıştır. Araplar cinlere bazı tan­rısal güç ve yetenekler yükler, zararlarından korunmak için tedbirler alır, hoşnut­luklarını kazanmaya çalışır, bunun için cinler adına kurban keserlerdi. Aynca on­lar, cinlerin kâhinlere gökten haberler getirdiğine, şeytanların da şairlere ilham verdiğine inanır; böylece Allah ile bu gizli varlıklar arasında bir bağ kurarlardı. [182]Nitekim başka âyetlerde de müşriklerin cinlere ve meleklere taptıkları[183]Allah ile görünmez varlıklar arasında nesep bağı kurdukları[184] melekleri Allah'ın kızları olarak düşündükle­ri[185]  bildirilmektedir. İbn Âşûr'un bildirdiğine göre Câhiliye Araplan'nın bir kısmı şeytanın şer tanrısı oldu­ğuna inanır, melekleri Allah'ın askerleri, cinleri de şeytanın askerleri sayarlardı. Özellikle bu son inançta Mazdeİzm'in iki tanrılı inancının etkisi olduğu düşünül­mektedir, Fahreddin er-Râzî'ye göre âyette, bu âlem ve orada olup bitenlerin iki ayrı tanrıya bağlı bulunduğunu, bunlardan birinin iyilik tanrısı, diğerinin kötülük tannsı olduğunu ileri süren inanca işaret edilmiştir (XIII, 112-113). Nitekim İbn Abbas'a isnat edilen bir rivayette âyetin, Allah ve İblîs'in "iki kardeş" olduğuna, Allah'ın iyileri ve İyilikleri, İblîs'in de kötüleri ve kötülükleri yaratıp yönettiğine inanan "Zenâdika" hakkında indiği belirtilmiştir (Vahidî, Esbâb-ı Nüzul, s. 165). İslâmî kaynaklarda, Mecusîliğin Zend (Zend Avesta) isimli kutsal kitabına ina­nanlara "Zendf'Menildiği, Arapça'daki zındık (çoğulu zenâdika) kelimesinin bu­radan geldiği belirtilir. Aynca, eski kaynaklarda bu tür düalist dinlere Sineviyye de (Senevİyye) denilmektedir. Sonuç olarak âyette bu şekilde Allah'tan başka göz­le görülmeyen bazı varlıkların da ulûhiyyetine inananlar; özellikle putperestlik ya­nında Sâbiîlik, şeytanperestlik, Mecusîlik ve kısmen Yahudilikle Hıristiyanlığın tevhide aykırı inançlarından etkilenmiş olan Araplar'in bâtıl itikatları eleştirilmiş­tir.

"Oysa onlan da (görünmez varlıkları) Allah yaratmıştır" mealindeki cümle, müfessirlerce "Halbuki bu varlıktan Allah'a ortak koşanların kendileri de onlan Allah'ın yarattığını biliyorlardı" şeklinde anlaşılmıştır. Buna göre âyette müşrik­lerin, mahlûk olduğunu kabul ettikleri varlıkları halika ortak koşmalarının, böyle­ce onlara ulûhiyyet tanımalarının bir çelişki olduğu ifade edilmiştir. [186]

 

101.  Bedî* kelimesi Allah'ın ismi olarak kullanıldığında "Bir şeyi herhangi bir alete, temel maddeye, daha önce var olan örneğe, zaman ve mekâna ihtiyaç duymadan, yoktan ve eşsiz bir mükemmellikte yaratan" anlamına gelir ve sadece Allah için kullanılır. Bir önceki âyette müşriklerin, yüce Allah'ın birliğine ve ke­maline aykırı düşen bâtıl inançları reddedilip, O'nun bu tür yakıştırmalardan mü­nezzeh bulunduğu ifade buyurulduktan sonra bu âyette de tenzihin gerekçesi açık­lanmıştır. Buna göre müşriklerin iddialarının aksine, gerek onların ulûhiyyet İsnat ettikleri varlıkları gerekse bütün görünür ve görünmez mevcudatı, gökleri ve yeri kısaca bütünüyle evreni benzersiz bir şekilde yapıp yaratan Allah'tır. Bu durumda herhangi bir varlığı O'na ortak koşmak son derece anlamsızdır. [187]

 

102. İnsanlar, şuradan buradan edindikleri aslı olmayan derme çatma inanç­lardan vazgeçerek, Allah hakkında, bir önceki âvette belirtildiği şekilde İnanç tasımaya çağrılmakta, O'ndan başka tanrı bulunmadığı, önceden olduğu gibi şimdi ve bundan sonra da her şeyin yaratıcısının O olduğu vurgulanmakta; insanlardan, burada belirtildiği şekilde oluşturdukları sahih imanlarını, uydurma tanrılara değil, yalnız Allah'a kulluk ederek ibadetle pekiştirmeleri istenmektedir. Çünkü O her şeye vekildir. Âyetin bu kısmında tevhidin en yüksek noktası gösterilmiş bulun­maktadır. Çünkü bu ifadeye göre gerçek ve adaletli bir şekilde yapıp yaratan, ya­şatan, rızıklandıran O'dur; her varlığa kendi varlık mertebesinde lâyık olan imkân ve şartlan hazırlama, sebepleri ve sonuçları düzenleme işlevi sadece O'na aittir; bundan dolayı güvenilip dayanılacak ve sığınılacak olan da O'ndan başkası ola­maz. [188]

 

103. "Arzulanan bir şeye ulaşma" anlamına gelen idrak, mecaz olarak "du­yu organının duyulur şeyi algılaması veya aklın soyut bir varlık ya da mânayı kav­raması" mânasmfta kullanılır. Buradaki kullanımında her iki anlamı da kapsamak­tadır; yani "Gözler O'nu idrak edemez" ifadesiyle hem Allah'ın gözle görülür maddî ve cismanî bir varlık olmadığı hem de zâtından başka hiçbir varlık tarafın­dan O'nun gerçek varlığının ve mahiyetinin bütünüyle bilinip kuşaklamayacağı ortaya konmuştur. Bu İfade ile özellikle maddî nesneleri, putları, heykelleri, re­simleri tannlaştıran, bunlara tanrısal aslanlık ve kutsallık yükleyerek kendilerine sığınılan veya korkulan birer güç kaynağı gibi gören bütün dinler, inançlar ve bun­lara dayalı tutumlar reddedilmiştir.

Mu'tezile bilginleri, daha başka aklî ve naklî deliller yanında, özellikle bu âyete dayanarak Ehl-i sünnet'in düşündüğünün aksine, Allah'ın, dünyada olduğu gibi âhirette de görülemeyeceğini ileri sürerken Ehl-i sünnet bilginleri, âyetin ba­ki olan Allah'ı bu dünyada fâni gözlerle görmenin imkânsızlığına işaret ettiğini; âhirette ise, insanların ölümsüz hale getirilecek olan bedenlerindeki sonsuz bir görme İmkânına kavuşturulmuş gözleriyle baki olan Allah'ı görmelerinin müm­kün olduğunu savunmuşlardır. Onlar, inkarcıların âhirette "rablerinden mahrum kalacaklarını (perdelenmiş olacaklarını)" bildiren âyeti de [189] bu iddialarına delil göstermişlerdir. Zira "mahrum olma (perdelenme)" ifadesi sade­ce inkarcılar için kullanıldığına göre müminler rablerini görebileceklerdir. Ancak bu görmenin keyfiyeti âhiretteki hal ve şartlara göre olacaktır. Yine Ehl-i sünnet'e mensup müfessirlere ait başka bir yoruma göre âyette Allah'ı görmenin tamamen imkânsız olduğundan söz edilmemekte, O'nun tam olarak idrak edilmesinin İm­kânsız olduğu bildirilmektedir. Şu halde eksik de olsa kulların O'nu görmeleri mümkün olacaktır. [190]

Latîf ve habîr, Allah'ın esmâ-i hüsnâsmdandır. Latîf ismi Allah'ın sevgi, merhamet, hoşgörü, ihsan ve ikramıyla bütün mahlûkatla birlikte kullarına karşı çok lutufkâr olduğunu ifade etmesi yanında, özellikle habîr ismiyle birlikte kulla­nıldığında "her şeyi en ince ayrıntılarına kadar kusursuz bilen" anlamına gelmek­te olup özellikle "bütün olup bitenler gibi kullarının hallerinden de eksiksiz haber­dar olan" mânasındaki habîr ismiyle birlikte kullanıldığında ikinci mânada anla­şılması daha isabetli görülmektedir. [191]

 

Meali

 

104. Doğrusu size rabbiniz tarafından basiretler (idrak kabiliyetleri) ve­rilmiştir. Artık kim hakkı görürse faydası kendine, kim de kör olursa zararı kendinedir. (De ki:) Ben üzerinize bekçi değilim. 105, Böylece biz âyetleri ge­niş geniş açıklıyoruz ki, "İyi öğrenmişsin" desinler re biz, anlayan toplum için Kur'an'ı iyice açıklayalım. 106. Rabbinden sana vahyolunana uy. O'ndan başka tanrı yoktur. Müşriklerden yüz çevir. 107. Allah dileseydi onlar ortak koşmazlardı. Biz seni onların üzerine bir bekçi kılmadık. Sen onlann vekili de değilsin. [192]

 

Tefsiri

 

104. Besâir kelimesi "kalbin nuru, kalpte hâsıl olan bilgi ve idrak" anlamına gelen basiretin çoğuludur. Beden gözüyle algılamaya basar, akıl ve zihin mele-keleriyle algılamaya da basiret denir. Âyette, Allah tarafından geldiği bildirilen "basîretler"den maksat, hakka davet eden, kurtuluş yolunu gösteren âyetler ve özellikle yukarıda geçen tevhid akidesinin ispatına dair âyetler ile -Râzİ'ye göre-Cenâb-ı Hakk'm insan fıtratına bahşettiği, küfrü terkedip İmana yönelme istidadı yani bilgi ve düşünme melekesİdir (XIII, 134). Buna göre Hz. Peygamber'in hak­ka davetini doğru bir şekilde kavrayan, bununla ilgili delilleri akıl ve düşünme ye­teneğini isabetle kullanarak değerlendiren ve bu sayede hidayeti bulan kimse ken­dine iyilik etmiş; gurur ve kibre kapılarak bunun aksine davranan da kendine kö­tülük etmiş olur. Âyetin son kısmı, Hz. Peygamber'in, bu şekilde basiretsizliği yüzünden helake doğru gidenleri koruma ve engelleme imkânının bulunmadığını bil­dirmektedir. Bunun bizzat Hz. Peygamber'in ağzından ifade edilmesi, müfessirle-rin çoğunluğuna göre, âyetin başında veya bu son cümlesinden önce Resulullah'a hitaben "de ki" şeklinde bir zımnî emrin bulunduğunu gösterir. Elmalılı Hamdi Yazır bu görüşü isabetsiz bularak mealinde "bekçi" anlamı verilen hafız kelime­sine Allah'ı ifade edecek şekilde mâna verirken[193] tasavvufî, hatta bir ölçüde vahdet-i vücûdcu bir yaklaşımı tercih eden Süleyman Ateş'e göre bazı âyetlerde görülen bu durum "vahyin Hz. Muhammed'İn içbenliğiyle ilişkisinden ileri gelmektedir ve aynı durum, mutasavvıfların "Hak sıfatıyla mevsûf insan" ta­nımıyla izah edilebilir. [194]

105. "Âyetlerin geniş geniş açıklanması" iki maksada bağlanmış olup ilki İn­karcıların Hz. Muhammed'e "Sen (Kur'an'ı, âyetleri) iyi öğrenmişsin" demeleri, ikincisi de Allah Teâlâ'nın bilen bir kavme yani hak ve hidayeti bilip takip eden­lere Kur'an'ı açık seçik tanıtmasıdır. Bir yoruma göre Allah'ın, âyetleri "geniş ge­niş açıklaması"nın sebebi, Hz. Peygamber'in onları kesin deliller olarak ortaya ko­yabilmesini sağlamaktır. O kadar ki, inkarcılar Resûlullah'a "Onları iyi Öğrenmiş­sin" deme gereğini duyacaklardır. Başka bir yoruma göre inkarcılar âyetlerin bu açık seçildiği karşısında Resûlullah'ın onları başkalarından yani Ehl-i kitap'tan ders alarak öğrendiğini söyleyeceklerdir. [195]Bu ikinci yoruma gö­re yüce Allah'ın, âyetleri peyderpey, geniş geniş açıklayarak indirmesi, insanların bir kısmına Kur'an'ı açık seçik tanıtma amacı taşırken bir kısmının da Peygamber ve Kur'an'ı inkâr etmelerine sebep olmaktadır. Mu'tezile âlimleri, bu şekildeki bir yorumu, Allah'ın adaleti ve İnsanın sorumluluğu ilkesine aykırı buldukları için âyetteki "li-yekulû dereste" kısmının başındaki "li" edatının "akıbet" ifade ettiği­ni düşünmüşlerdir. Buna göre söz konusu âyet "Biz âyetleri geniş geniş açıklarız; sonuçta da onlar kendi seçimleriyle inkâra yönelip bütün delilleri hiçe sayarak Hz. Muhammed'e 'Sen Kur'an'ı başkalarından okuyup öğrendin' derler" şeklinde açıklanmalıdır. Bazı son dönem Sünnî müfessirlerin de bu son yorumu tercih et­tikleri görülmektedir. [196]

 

106-107. Hz. Peygamber'in görevi, insanları Allah'ın âyetlerine imana davet yanında, bizzat kendisinin de bunlara uyması, Allah'tan başka tanrı bulunmadığı­nı ikrar etmesi ve böylece şirke sapanlardan uzaklaşmasıdır. Allah dileseydi onlar da şirk koşmazdı; fakat ilâhı düzen ve hikmet, insanlardan kiminin kendi seçimle­riyle iman etmelerine, kiminin de şirk, küfür gibi dalalet çeşitlerine sapmalarına imkân verecek şekilde tecelli etmiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber'in inkarcılar üzerinde koruyuculuk ve bekçilik yapmak gibi bir sorumluluğu yoktur. [197]

 

Meali

 

108. Allah'tan başkasına tapanlara sövmeyin; sonra onlar da bilmeden, taşkınlık yaparak Allah'a söverler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini çe­kici gösterdik. Sonunda dönüşleri rablerinedir. Artık O, ne yaptıklarını ken­dilerine bildirecektir. [198]

 

Tefsiri

 

108. Zemahşerî, âyetteki sebb kelimesini genel olarak "eleştiri" mânasına alarak normal şartlarda yanlışlıklan ve kötülükleri eleştirmenin bir görev olduğu­nu, ancak eğer eleştiri eleştirilen durumdan daha zararlı ve yıkıcı sonuçlara yol açacaksa bundan kaçınmanın da bir görev olduğunu belirtmektedir (II, 23). Bu­nunla birlikte, birçok müfessirin de kaydettiği gibi, sebb kelimesi şetm yani "ter­biye ve nezaketle bağdaşmayan çirkin sözler" demektir. Yanlış yolda olanları eleş­tirmek, neyin doğru neyin yanlış olduğunu ortaya koymak zorunlu olmakla birlik­te; âyete göre, bunu hakaret, sövüp sayma gibi İslâm ahlâkının hilim, edep ve ne­zaket kurallarıyla bağdaştırılması mümkün olmayan bir üslûpla yapmak caiz de­ğildir. Nitekim âyette hitabın, Hz. Peygamber'e değil de, diğer müminlere yönel­tilmiş olması da bunu gösterir. Çünkü sövüp sayma zaten Resûlullah'ın ahlakıyla bağdaşmadığı için ona böyle bir uyarıda bulunulmasına gerek yoktur.

Bu âyete göre başkalarına, onların inançlarına ve kutsal saydıkları değerlere hakaret etmek İslâmî edep ve ahlâkla bağdaşmadığı gibi, İslâm'ın izzetine de za­rar getirir. Esasen, Râzî'nin de belirttiği gibi (XIII, 139), müşrikler putlara tap­makla birlikte Allah'a da İnanıyorlardı. Bu yüzden durup dururken O'na hakaret etmeleri düşünülemez. Şu halde bazı müslümanlann müşrikler ve İnançları hak­kındaki ölçüsüz sözleri onları taşkınlığa sevketmiş; doğrudan doğruya Allah'a sövmek maksadıyla olmasa bile, öfkeye kapılarak müslümanlann kutsal inançları­na sövüp saymaya kalkışmışlardır. Bu âyette müslümanlann bu durumlara imkân verecek söz ve davranışlardan kaçınmalan emredilmektedir. Ayette İslâm'ın teb­liğ ve davet metoduna da işaret vardır. Buna göre bizim gibi başkalarının inanç ve kanaatleri de onlara göre değerlidir. Diyalog ve ikna etmenin yolu saygı ve neza­ketten geçer. Hakaret ve küfür ise sadece muhatabın düşmanlık duygularını kabar­tır; inatlaşma, sertleşme ve giderek çatışmaya yol açar."Biz her ümmete kendi işlerini çekici gösterdik" mealindeki cümle, Allah'ın İnsanlara inanç ve yaşayışları konusunda bir seçme imkânı bırakmadığı şeklinde anlaşılmamalıdır. İnsanların inanç ve telakkilerine, ahlâk ve yaşayışlarına tesir eden, sonuçta onların inanç ve davranışlarım beğenmelerini sağlayan birçok psi­kolojik ve sosyal sebep vardır ve her şey gibi bunlar da Allah'ın koyduğu kanun­lar uyarınca oluşmaktadır. İnsanın asıl görevi ise akıl ve muhakeme gücü yardı­mıyla bu sebepleri aşarak Allah'ın âyetleri üzerine düşünmesi, hoşlanıp bağlandı­ğı inancı ve hayatı sorgulamasıdır. İnsanlar, bilgisine ve dürüstlüğüne inanıp gü­vendikleri seçkin kişilerin görüşlerinden ve irşadlarından da yararlanıp aydınlana­rak gerçeğe ulaşma imkânına sahiptirler; Allah insanlardan bu imkânı esirgeme­miştir. [199]

 

Meali

 

109. Kendilerine bir mucize gelirse ona mutlaka inanacaklarına dair Al­lah adına kuvvetle yemin ettiler. De ki: Mucizeler ancak Allah karındandır. Ama mucize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız? 110. O'na iman etmedikleri ilk durumdaki gibi (mucize gösterdikten sonra da) yine onla­rın gönüllerini ve gözlerini ters çeviririz. Ve onları şaşkın olarak azgınlıkları içinde bırakırız. 111. Eğer (istedikleri gibi) onlara melekleri indirseydik, ölü­ler de onlarla konuşsaydı ve her şeyi toplayıp karşılarına getirseydik, Allah dilemedikçe yine de inanacak değillerdi; fakat çokları bunu bilmezler. [200]

 

Tefsiri

 

109. Müşrikler Kur'an'ın Allah kelâmı olduğuna inanmadıkları, Hz. Muham-med'in onu Tevrat ve İncil hakkında bilgi sahibi olanlardan ders alarak öğrendiği­ni iddia ettikleri için ondan peygamberliğini kanıtlayacak başka mucizeler istiyor; o takdirde bu mucizeye, dolayısıyla Hz. Peygamber'e inanacaklarına dair and içiyorlardı. Ayette Hz. Peygamber'den, mucizeyi gerçekleştirmenin ancak Allah'ın dilemesine bağlı bulunduğunu açıklaması istenmektedir. Hz. Peygamber'in de bu gerçeği her vesileyle ifade ettiği, kendisinin ancak bir beşer olduğunu açıklıkla be­lirttiği görülmektedir. [201]

Bazı tefsirlerde İşaret edildiği gibi, muhtemelen o dönemdeki müslümanlar, iyi niyetleri sebebiyle, inkarcıların mucize istemekte samimi olduklarını düşün­dükleri için, Resûlullah'tan bu isteklere olumlu karşılık vermesini beklemişlerdi. Bu sebeple âyette "Mucize geldiğinde de inanmayacaklarının farkında mısınız?" buyurularak müşriklerin samimiyetsizliğine dikkat çekilmiştir. [202]

 

110. Allah Teâlâ, inkarcıların kalplerini veya akıllarını ve gözlerini ters çevi­receğini, böylece eğriyi doğru, doğruyu eğri göreceklerini, önceden olduğu gibi mucize gösterildikten sonra da inanmamakta ısrar edeceklerini bildiriyor. Çünkü niyetleri içtenlikte düşünmek ve hakikati bulmak değil, Hz. Peygamber'i güç du­rumda bırakmaktır. Bu inatçı ve ters tutumları sebebiyle Allah da onları kendi hal­lerine bırakır, böylece azgınlıkları içinde bocalayıp dururlar. [203]

 

111. Allah müşriklerin istedikleri şekilde mucize olarak onlara melekleri in­dirse, onları ölülerle konuştursa, daha başka türlü mucizeleri önlerine serse yine de Allah dilemedikçe inanmayacaklardır.

Bu ve bundan Önceki âyetin üslûbuna bakarak bundan cebirci bir sonuç çı­karmak doğru değildir. Kur'an, kendine özgü üslûbu içinde, evrendeki bütün olup bitenler gibi insanların inanç ve amel hayatındaki gelişme ve değişmeleri de onto-lojik bakımdan Allah'ın kuşatıcı iradesine bağlar ve bunu doğru bir tanrı akidesi­nin gereği sayar. Buna göre müminin imanı da kâfirin inkârı da O'nun mutlak İra­desi ve kanunları çerçevesinde oluşmaktadır; bunları Allah'ın kudret ve iradesinin dışında görmek, bazı şeylerin O'nun hâkimiyet ve tasarruf alanı dışında olup bit­tiği gibi yanlış bir sonuca ve kusurlu bir tanrı anlayışına götürür. Bununla birlikte Allah, yine kendi iradesi ve yaratmasıyla evrende sadece insanı akıl, irade gibi hakkı bâtıldan ayırma yetenekleriyle donatmıştır. Buna rağmen insan, müşrik Araplar gibi, içinde doğup büyüdüğü psikolojik ve sosyal şartların doğal tesirleri­ni aşamaz, insanî yeteneklerini kullanarak gerçeğin ve İyinin arayışı içinde olmaz, aksine bâtılda ısrar ederse, böylelerinin gözleri ve gönülleri iyice kararır. Allah'ın böylelerini zorla hakikate sevketmesi mümkünse de[204] bu durum, O'nun koymuş olduğu görev, sorumluluk ve ceza-mükâfat düzeniyle uyuşmaz. Bu yüzden bir âyette "Gerçek, rabbinizden gelendir. Artık dİ-leyen iman etsin, dileyen inkâr etsin"[205] buyurulur. [206]

 

Meali

 

112-113. Böylece biz, her peygambere insan ve cin şeytanlarım düşman kıldık. Bunlar, aldatmak için birbirlerine yaldızlı sözler fısıldarlar. Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bı­rak da âhirete inanmayanların kalpleri ona (o yaldızlı sözlere) kansın, ondan hoşlansınlar ve işledikleri kötülüğü bundan böyle de işlemeye devam etsinler. [207]

 

 

Tefsiri

 

112-113. Daha önceki âyetlerde geniş olarak bildirildiği üzere, Allah Teâlâ müşriklerin inat, inkâr ve türlü tecavüzleri karşısında Hz. Muhammed'i imtihan et­tiği gibi, eski peygamberlerin hayatlarına dair birçok âyette gösterildiği gibi o pey­gamberlere de bazı ruhanî ve cismanî güçleri düşman kılıp onların mücadele et­mekteki sabır ve sebatlarını denemiş; bu suretle, Allah'ın bu en seçkin kullan, ilâ­hî hakikatleri tebliğ ve yaşatma uğruna büyük mücadeleler sergilemişlerdir.

Burada ifade buyurduğu gibi Allah dileseydi o "insan ve cin şeytanları" düş­manlık yapamaz, aldatıcı ve kandırıcı telkinlerde bulunamazlardı. Allah'ın bunla­rı peygamberlere düşman kılması, bir yandan peygamberlerin güçlükler karşısın­daki sabır ve kararlılıklarını ölçmek; bir yandan da her bir ümmete, üstün idealle­re ağır meşakkatleri, güçlü direnişleri yenerek ulaşılabileceğini; kişinin değerinin de bu yoldaki azim ve sebatıyla ortaya çıkacağını göstermektir. İlâhî irade dünya hayatını -imanla inkârın, hayırla şerrin- bir çatışma alanı yapmıştır. Hakkı yaşat­mak ancak, daima direniş konumunda bulunan bâtılı etkisiz kılmakla mümkün olur. Allah'ın hikmetli yaratışı ve bu yaratmanın bir eseri olan insan aklı ve man­tığı uyarınca, peygamberlerle onlara uyanların iman ve amellerinin değer kazan­ması için böyle bir mücadeleye gerek vardır. Kahramanlık şerefini sadece bir sa­vaştan zaferle çıkanlar hak edebilirler. Dünyada insanın insan olmayandan farkı ve ayrıcalığı da buradadır.

"İnsanların şeytanları", bâtılı ve şerri seçmeleri yanında, hakkı temsil eden peygamberlere ve onları izleyenlere karşı düşmanlık bayrağını açanlar; "cinlerin şeytanları" da bu mücadelede İnsanların şeytanlarına destek olup onlara aldatıcı ve yıkıcı fikirler telkin eden manevî güçlerdir, Çünkü, İslâm itikadına göre cinlerin de mümini kâfiri vardır. [208]

112. âyette zımnen "Yâ Muhammedi Düşmanı olan tek peygamber sen de­ğilsin. Biz geçmiş peygamberlere insan ve cin şeytanlarını düşman yaparak onları da sıkıntılardan geçirdik" buyurulmak suretiyle bir bakıma Hz. Peygamber teselli edilmiştir. Ayrıca "Artık onları uydurdukları şeylerle baş başa bırak" ifadesi de, 113. âyetin beyanına göre, kalpleri bu şeytanların yaldızlı sözüne kamp bu sözler­den hoşlanan, işlemekte oldukları fenalıkları devam ettiren inkarcılar için bir teh­dit, Resûlullah için de bir teselli anlamı taşımaktadır. [209]

 

Meali

 

114. (De ki:) "Allah'tan başka bir hakem mi arayacağım? Halbuki size kitabı açıklanmış olarak indiren O'dur." Kendilerine kitap verdiğimiz kim­seler, Kur'an'ın gerçekten rabbin tarafından indirilmiş olduğunu bilirler. Sa­kın şüpheye düşenlerden olma! 115. Rabbinin sözü hem doğruluk hem de adalet bakımından tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirecek kimse yok­tur. O işitendir, bilendir. 116. Yeryüzünde bulunanların çoğuna uyacak olur­san, seni Allah yolundan saptırırlar. Çünkü onlar zandan başka bir şeye tâbi olmuyorlar ve temelsiz bir tahminden başka bir şeye de dayanmıyorlar. 117. Muhakkak ki senin rabbin, evet O, kendi yolundan sapanı en iyi bilendir; O, doğru yolda gidenleri de iyi bilendir. [210]

 

Tefsiri

 

114. Fahreddin er-Râzî'ye göre âyet bir bakıma, Hz. Peygamber bir mucize getirirse buna inanacaklarına dair yemin eden[211] müşriklere bir cevap teşkil etmektedir. Buna göre Allah'ın, gerek fesahat ve belagatı, gerekse açık se­çik muhtevasıyla gerçekliği apaçık olan Kur'an'ı indirmesi, başka bir mucizeye olduğu gibi, Hz. Peygamber'in doğruluğunu kanıtlamak İçin Allah'tan başka bir ha­kemin hükmüne de gerek bırakmamıştır (XIII, 159). Üstelik hissî (duyu organla­rına hitap eden) mucizelerin delâleti müphem ve geçici, "mufassal bir kitap" olan Kur'an'ın delâleti ise açık, kesin ve kalıcıdır . [212]

Bu sûre Mekke'de inmiştir. Burada kayda değer bir Ehl-i kitap topluluğu yoktu; ancak özellikle yahüdiler Mekke'ye ticarî seyahat yaptıkları gibi Araplar da yahudilerin yaşadığı bölgelere gidiyorlardı. Böylece Araplar Tevrat hakkında bil­gi sahibi oldukları gibi, Hz. Peygamber'in tebliğlerinden haberdar olan ve henüz onunla herhangi bir nüfuz çatışmaları bulunmayan yahüdiler de Kur'an hükümle­rinin özü itibariyle Tevrat'la uyuştuğunu biliyorlardı. Âyette onların bu bilgisi de Hz. Muhammed'in hak peygamber olduğunu kanıtlayan bir delil olarak gösteril­miştir. [213]  Âyetin son cümlesi her müslümana karşı doğrudan yö­neltilmiş bir uyarı §ayılabİlir. [214]

 

115. Sıdk, "sözde ve işte doğruluk, dürüstlük, gerçeğe uygunluk"; adi de "bir sözün veya işin yerli yerince, hak ve nesafet kaidelerine uygun olması; hiçbir zu­lüm, haksızlık ve aşırılık unsuru taşımaması" demektir. Âyette Allah'ın sözünün yani kelâmının, belirtilen değerleri eksiksiz taşıdığı ve bu niteliklerini değiştirme­nin de mümkün olmadığı vurgulanıyor. Nitekim Râzî de, âyeti geniş olarak açık­ladıktan sonra okuyucusuna hitaben, "Kur'an bahislerinin bu iki kısma (yani ha­ber bildiren ve yükümlülük getiren âyetler grubuna) ayrıldığını bildiğine göre, biz deriz ki eğer bir âyetin konusu haber grubuna giriyorsa Allah'ın kelâmı sıdk (doğ­ruluk ve gerçeklik) bakımından; eğer yükümlülük grubuna giriyorsa adalet bakı­mından eksiksiz ve mükemmeldir. Bu, son derece güzel bir tespittir" (XITI, 161) demektedir. Böylece âyette Allah kelâmının, diğer bütün üstün nitelikleri de kap­sayan dört temel niteliğine işaret edilmiştir: Tam ve mükemmel oluşu, doğru ve gerçek oluşu, âdil oluşu, değiştirilemez ve tahrif edilemez oluşu. [215]

 

116. Kur'an dilinde zan, çoğu yerde "delile dayanmadığı, bu yüzden de ha­talı olduğu halde sahibinin gerçek ve sahih saydığı inanç" anlamında kullanılır. Müfessirler genellikle âyet metnindeki yahrusûn Fiilini "yalan söylerler" mâna­sında anlamışlarsa da İbn Âşûr kelimenin buradaki mânasının "temelsiz tahminde bulunurlar" anlamına geldiğini savunmuştur.

Kur'an'da arz kelimesi hem bütünüyle "dünya" hem de belli bir "ülke" veya "şehir[216] anlamında kullanılır. Müfessirlerin çoğunlu­ğuna göre buradaki arz ile bütün dünya kastedilmiştir; ancak bu âyette sadece Mekke'nin ve Mekkeli müşriklerin söz konusu edildiği görüşü de vardır. [217]Asıl vurgulanan husus, dinî ve dünyevî meselelerde İnsanların çoğunluğunun belli bir görüş, inanç ve yaşayış biçimini seçtiğine bakarak, sadece bura­dan hareketle bunun doğru olduğunu zannetmenin ve onlara uymanın her zaman isabetli olmayacağıdır. Zira bu çoğunluk, inançlarım ve hayat tarzlarını oluşturup belirlerken aklıselime, gerçek bilgiye ve temiz vicdana dayanmak yerine -Mekke müşriklerinde görüldüğü gibi- kuruntulara, zan ve tahminlere de dayanıyor olabi­lirler. Bu sebeple Hz. Muhammed'in şahsında müslümanlar, inanç ve yaşayışları­nı, nefsânî meyil ve güdüler, zan ve tahminler veya yalanlar üzerine kuran çoğun­luğu taklit edip onlara uymaktan sakındınlmıştır. [218]

 

117. İnsanlar inanç  ve yaşayış bakımından genellikle "Allah'ın yolundan sa­panlar" ve "doğru yolda gidenler" şeklinde ikiye ayrılmış; kimlerin yoldan saptı­ğını, kimlerin hak yolda olduğunu Allah Teâlâ'nın çok iyi bildiği belirtilerek, do­laylı bir ifadeyle, yalan ve kuruntularla yollanın belirleyen dalâlet ehline güven­mek ve bağlanmak yerine, Allah'a güvenip bağlanmak, hakikati tayinde sadece O'nu ve O'nun bilgi hazinesi olan Kur'an'ı rehber kılmak gerektiğine işaret edil­miştir. [219]

 

Meali

 

118. Allah'ın âyetlerine inanıyorsanız, üzerine O'nun adı anılarak kesi­lenlerden yiyin. 119. Üzerine Allah'ın adı anılarak kesilenden yememenizc se­bep nedir? Oysa Allah, çaresiz yemek zorunda kaldığınız dışında, haram kıl­dığı şeyleri size açıklamıştır. Doğrusu birçoktan bilgisizce kendi kötü arzula­rına uyarak saptırıyorlar. Muhakkak ki Rabbin haddi aşanları çok iyi bilir. 120. Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptık­larının cezasını mutlaka göreceklerdir. 121. Üzerine Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlardan yemeyin. Kuşkusuz bu büyük günahtır. Gerçekten şeytanlar dostlanna, sizinle mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. Eğer on­lara uyarsanız şüphesiz siz de Allah'a ortak koşmuş olursunuz. [220]

 

Tefsiri

 

118. Bİr önceki âyetin sonunda yoldan sapmışlarla hidayette olanlardan söz edilmişti. Burada ise hidayet ehli olan müslümanlardan, ("Bismillah..." diyerek veya başka şekillerde) Allah'ın ismi anılmak suretiyle kesilen (yahut avlanan) hayvanlardan yemeleri istenmekte olup bu istek buyruk değil, "yiyebilirsiniz" an­lamında izin (ibâha) ifade eder. Müşrikler putların ve cinlerin adını anarak da hay­van kesiyorlardı. Âyette bu uygulama yasaklanmaktadır. [221]

 

119. Hafâcî'nin kaydettiği bir rivayete göre ilk dönem müslümanlanndan bir kısmı, zühd ve takva olsun diye bazı önemli gıda maddelerini kendilerine yasaklı­yorlardı. Âyette böyle bir tutumun doğru olmadığına işaret edilmiştir[222]Ancak Taberî, kendisinin ilk müslümanlar arasında böyle bir an­layış bulunduğunu gösteren bir bilgiye rastlamadığını belirtiyor (VIH, 12). Bunun­la birlikte vejetaryen anlayışın bu âyetin hükmüyle bağdaşmadığı da açıktır. Zira yüce Allah, açlıktan ölmek gibi bîr çaresizlik dışında hangi şeylerin yenilmesinin haram olduğunu açıklamıştır.

Âyetin "Oysa Allah ... haram kıldığı şeyleri size açıklamıştır" cümlesiyle hangi âyetin kastedildiği hususunda değişik görüşler ileri sürülmüştür. Miifessirle-rin çoğunluğuna göre bu ifade ile, yenilmesi haram olan şeyleri açıklayan Mâide sûresinin 3. âyetine atıfta bulunulmuştur. Ancak En'âm sûresi Mekke'de, Mâide sûresi İse Medine'de indiğinden bu görüş isabetli görülmemektedir. Râzî ise söz konusu ifadeyle, bu sûrenin az sonra gelecek olan 145. âyetinin kastedildiği görü­şündedir.

Âyette, zaruret halinde haram kılınan şeylerden yenilmesine izin verilmiştir. Ancak zaruret halinin tespitiyle ilgili kesin ölçüler belirlenmesi önemli güçlükler taşır; bu durum büyük ölçüde vicdanî bir meseledir. Bu sebeple âyetin sonunda "Muhakkak ki rabbin haddi aşanları çok iyi bilir!" buyurularak bu ruhsatı istismar etmeye kalkışacak olan kötü niyetli kimseler uyarılmıştır. [223]

 

120.  Bir önceki âyetin son cümlesiyle bağlantılı olarak bu âyet "Kötülüğü alenen yapmaktan da gizli yapmaktan da sakının" veya "Zina, hırsızlık gibi açık ve fiilî kötülükleri de; kibir, kıskançlık gibi gizli kötülükleri de bırakın" mânasın­da anlaşılabilir. Bir görüşe göre bu âyetle zinanın gizli yapılmasını helâl sayan Câ-hiliye Araplan'mn bu anlayışı reddedilmiştir. [224] Ancak âyette her türlü kötülüğün açıktan yapılmasının da gizlice yapılmasının da haram kılındığını düşünmek daha isabetli olur. Elmahh M. Hamdı, haklı olarak "Bu âyet, alelumum ahkâm-ı hürmet hakkında bir asl-ı küllî beyan etmektedir" der [225]

 

121. Burada ister kendiliğinden ölmüş olsun, ister kesilerek öldürülmüş ol­sun, Allah'ın ismi anılmadan kesilen hayvan etinin yenilmesi yasaklanmıştır. İmam Mâlik'e göre, kasten de olsa unutkanlık veya bilgisizlik neticesinde de olsa, Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanın etini yemek haramdır. Hanefîler'e göre sadece kasıtlı olarak Allah'ı anmadan kesilen hayvanın etini yemek haramdır. İmam Şafiî ise âyetin asıl maksadının Allah'tan başkası adına kesilen hayvanın etini haram kılmak olduğunu düşünerek, böyle bir niyet bulunmadığı sürece, bile­rek de olsa bilmeden de olsa, Allah'ın ismi zikredilmeden kesilen hayvanın etinin yenilebileceği hükmüne varmıştır. [226]

 

Meali

 

122. Ölü iken dirilttiğimiz ve kendisine insanlar arasında yürüyebilece­ği bir ışık verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan hiç çıkamayacak durumdaki kimse gibi olur mu? İşte kâfirlere yaptıkları böyle süslü gösteril­miştir. [227]

 

Tefsiri

 

122. Bir önceki âyette müşriklerin, şeytanların telkinleri altında müminlere karşı mücadele açmasından söz edildikten sonra bu âyette, belirtilen iki kesimin durumu parlak bir temsille değerlendirilmektedir. Burada müminlerin İslâm'ı ka­bul etmelerinden önceki durumu, bir ölü gibi bütünüyle hayır ve faydadan yoksun kalmış olanın durumuna benzetilmiştir. Çünkü küfür ve şirk, insanın hakkı bâtıl­dan ayırarak kurtuluş yolunu bulmasına engel olur. Buna karşılık Allah'ın kendi­sine İslâm'ı nasip ettiği kişi ise, yeniden hayata kavuşmuş insan gibi, gerçeği ger­çek olmayandan, doğru ve yararlı olanı yanlış ve zararlı olandan ayırt etme imkâ­nına kavuşmuştur; böylece iman nuruyla zihni ve kalbi aydınlanan kişinin bu sa­yede yolu da aydınlık olur. İnkâra saplanmış olan için ise, küfrü devam ettiği sü­rece karanlıktan kurtuluş ümidi de kalmamıştır, 121. âyette belirtildiği üzere inkar­cılar, şeytanların telkin ettiği vesveselerle muhakeme ve değerlendirme disiplinle­rini kaybettikleri için yaptıktan çirkin işler de artık kendilerine güzel gösterilmiş­tir. [228]

 

Meali

 

123. Böylece biz, her beldede, oraların günahkârlarını liderler yaptık ki oralarda hile ve tuzak kursunlar. Halbuki onlar farkında olmadan yalnız kendilerini aldatırlar. 124. Onlara bir âyet geldiğinde (okunduğunda), "Al­lah'ın elçilerine verilenin benzeri bize de verilmedikçe kesinlikle inanmayız" dediler. Allah, elçiliğini kime vereceğini çok iyi bilir. Suç işleyenler, yapıp durdukları hileler sebebiyle, Allah tarafından bir aşağılanmaya ve çetin bir azaba uğratılacaklardır. [229]

 

Tefsiri

 

123. Sözlükte karye kelimesi "köy, kasaba" demek olup Kur'an'da "belde, şehir, ülke" gibi daha genel mânada da kullanılmaktadır. İyilerin ve kötülerin bel­li olması için Allah'ın koyduğu kanun uyarınca, henüz müşrik zorbaların hâkim olduğu Mekke'de olduğu gibi, gerek o dönemdeki gerekse geçmişteki nice top­lumlarda, şehir veya ülkelerde de insanları hak ve hayırdan alıkoymak maksadıy­la hile ve tuzaklar kuran yöneticiler olmuştur. Allah böylece insanları kötüler ve kötülüklerle imtihan eder ki imanda, hak ve hayır yolunda sebat edenler de İnanç zafiyetinden ötürü kötülüğe teslim olanlar da belli olsun. Aslında hakka karşı tu-zak kurmaya kalkışanlar, farkında olmadan, ancak kendilerine tuzak kurmuş olur, kendi ruhlarını ve ebedî hayatlarını tahrip ederler.

İbn Âşûr'a göre bu âyet, statik ve bâtıl geleneklerin kökleştiği yerleşik top­lumlara göre göçebe ve iptidaî toplulukların daha saf fıtratta, doğruyu kabule da­ha yatkın durumda olduklarına işaret eder (VIII, 47).

124. Müfessirlerin çoğunluğuna göre âyet, müşriklerin ileri gelenlerinin Hz. Peygamber'e karşı kıskançlıklarım dile getirmektedir. Fahreddin er-Râzî'ye göre de "Onlar, hüccet ve deliller bekledikleri için değil, aşın kıskançlıkları yüzünden İnkârda daima ısrarlı olmuşlardır" (XIII, 175). Esasen tarihin bütün dönemlerinde ve günümüzde inkarcılık veya bâtıl inançlarda ısrar etmenin temelinde çoğunlukla kıskançlık, gurur ve kibir, yanlış geleneklerin veya telkinlerin etkisini aşamama gibi psikolojik sebepler bulunmaktadır. Hz. Muhammed'İn risâletini kıskanan Ve-lîd b. Mugîre, Ebû Cehil gibi Mekke ileri gelenleri de oğullarının çokluğunu, soy­lu veya zengin olduklarını gerekçe göstererek kendilerinin yahut kendi kabilelerin­den birinin peygamberliğe daha lâyık olduğunu ileri sürmüşlerdir. [230] Âyette bu tür iddialara "Allah, elçiliğini kime vereceğini çok iyi bilir" şek­linde cevap verilmiştir. Bu ifade bize peygamberliğin kesbî (İnsanın istemesi ve gayret göstermesiyle elde edebileceği) bir makam olmadığını, Allah'ın birine pey­gamberlik vermesinin sadece O'nun bir lütfü olduğunu göstermektedir. Ancak Al­lah, mutlak irade ve tasarrufuyla, peygamberliği lütfedeceği kişiyi yüksek ahlâkî ve zihnî melekelerle donatır. Buna karşılık kendilerini de peygamberliğe lâyık gö­renlerin ruhları İsyan, kıskançlık, hile ve desisecilik, gurur ve kibir gibi fenalıklar­la kirlenmiş olup buna rağmen Peygamber'i tanımamaya, cürümler işlemeye de­vam ettikleri için, kibirlerine karşılık aşağılık ve zillete, isyanlarına karşılık da azaba mâruz kalacaklardır. [231]

 

Meali

 

125. Allah kimi doğru yola iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar; ki­mi de saptırmak isterse, göğe çıkıyormuş gibi kalbine darlık ve sıkıntı verir. Allah, inanmayanların üstüne işte böyle murdarlık verir. 126. Bu (din), rab­banin dosdoğru yoludur. Biz öğüt alacak bir kavim için âyetleri ayrıntılı ola­rak açıkladık. 127. Rableri katında onlara esenlik yurdu vardır. Ve yapmak­ta oldukları (güzel) işler sebebiyle Allah onların dostudur. [232]

 

Tefsiri

 

125. Bir önceki âyette bildirildiğine göre müşrikler, Allah'ın elçilerine veri­lenlerin benzerleri kendilerine de verilmedikçe asla inanmayacaklarını ilân etmiş­ler, güya zahirî bazı sebeplere dayanarak kendilerini de peygamberliğe lâyık gör­müşlerdi. Bu âyet gösteriyor ki, Allah'ın evrende mutlak geçerli olan külli kanunlan insanların inanç ve amel hayatında da geçerlidir ve bütün zahirî sebeplerin öte­sinde asıl ve gerçek sebeptir. O, köllî kanunları uyarınca, birinin hidayete ulaşma­sını dilerse onun gönlünü İslâm'a açar, onu sevdirir ve kabul ettirir; eğer birinin haktan uzak kalmasını istiyorsa onun da kalbine hakkı benimseyip sevmesini en­gelleyici bir darlık ve sıkıntı verir.

Âyette ikinci konumdaki kimselerin yaşadığı psikolojik durumun göğe doğ­ru yükselenlerin hissettiği fizyolojik sıkıntıya benzetilmesi ilgi çekicidir. Zira bi­lindiği gibi, yükseğe çıkıldıkça hava basıncı düşer ve irtifaın artması oranında ne­fes almak da güçleşir. Böyle bir tabiat kanunun henüz bilinmediği bir dönemde Kur'an'in bu kanunu açıkça ifade etmesi onun kesin bir mûcizesidir. Bunun kadar önemli olan diğer bir husus da menfi duyguların etkisinde kalan insanların yaşadı­ğı psikolojik sıkıntıların ve açmazların bu âyette mükemmel bir şekilde teşhis ve veciz bir benzetmeyle tasvir edilmiş olmasıdır. Buna göre kötü niyet, kıskançlık, İnatçılık gurur ve kibir, zevk ve menfaat tutkusu gibi psikolojik âmillerin etkisine kapılan kâfirler akıllarını duygulanna kurban ederler; bu tutumda ısrar ettikçe, tıp­kı yükseldikçe nefes alma güçlüğü çekenler gibi, Müslümanlık ve müslümanlar karşısında giderek artan bir sıkıntı ve huzursuzluk hissederler; hak ve hidayet üze­rine rahat ve sağlıklı düşünme imkânından gittikçe uzaklaşırlar; İslâm'ın anlatıl­ması canlarını sıkar, inat ve inkârlarını arttmr, haksız davranışlara sevkeder; böy­lece ebedî hayat ve kurtuluş demek olan hidayete ulaşma imkânını da giderek kay­bederler. Bütün bunlar, Allah'ın küllî kanunlanmn zorunlu bir sonucu olarak, olumsuz duygu ve tutkularının, kötü niyetlerinin esiri olanlar için kaçınılmaz bir durumdur. [233]

 

126-127. İlk âyet, inkarcıların tuttuklan dalâlet yolunun zıddı olan hidayet yolunun özelliğini, 127. âyet de bu yoldan gidenlerin ulaşacakları huzur ve mutlu­luğu dile getirmektedir. Buna göre Allah'ın, ruhunu ve gönlünü İslâm'a açtığı, bu sayede İyi niyetli olan ve sağlıklı düşünen insanlar tarafından benimsenen İslâm, şerefli Peygamber'in rabbi olan Allah'ın dosdoğru gerçeğe ve mutluluğa götüren yoludur. Böylece Kur'an doğru yolu da eğri yolu da açık seçik bildirmiştir. Fakat bundan ancak öğüt ve İbret almaya niyetli olanlar yararlanırlar; bu sayede onlar rableri nezdînde esenlik yurdunu, bütün güzelliklerin yaşanacağı cenneti; aynca hayırlı amelleriyle, bütün nimetlerin en yücesi olmak üzere, Allah'ın dostluğunu kazanırlar.

127. âyetteki "esenlik yurdu" tabirini, müslümanlann doğru inançlan ve te­miz yaşayıslan sayesinde gerçekleştirecekleri düzenli, huzurlu güvenli ve mutlu bir ülke veva dünya hayatı seklinde anlamak da mümkündür. [234]

 

Meali

 

128. Allah, onların hepsini bir araya topladığı gün "Ey cinler (şeytanlar) topluluğu! Siz insanlarla çok uğraştınız" (der). Onların insanlar arasındaki dostları ise "Eyrabbimiz! Biz birbirimizden yararlandık ve bize verdiğin sü­renin sonuna ulaştık" derler. Allah buyurur ki: "Allah'ın dilediği hariç ol­mak üzere, içinde ebedî kalacağınız yer ateştir." Şüphesiz rabbin hikmet sa­hibidir, bilendir. 129. İşte böylece işledikleri günahlardan ötürü zalimlerden bir kısmını diğer bir kısmının peşine takarız. [235]

 

Tefsiri

 

128. Önceki âyetler grubunda Allah'ın doğru yola İlettiği, ayrıntılı olarak açıklanan âyetler üzerinde düşünerek onlardan gerekli ders ve öğütleri alan ve bu sayede "esenlik yurdu"nu (cennet) kazanan müminlerin bu güzel akıbetinden söz edildikten sonra bu âyette de vukuu kesin olan, kesin olduğu için de sanki gerçek­leşmiş gibi geçmiş zaman fiilleriyle söz edilen mahşerden müşrikler ve inkarcılar­la ilgili bir tablo sergilenmektedir. "Cinler"den maksat, 112. âyette belirtilen "cin­lerin şeytanları"dır. Şeytanlar insanlarla çok uğraşmışlar, onları dalâlete sevket-mişler, kendi yandaşları yapmışlar; böylece müşrikler onların dostları olmuşlardır. Yüce Allah mahşerde cinleri (şeytanim) bu yaptıkları yüzünden suçladığında müşrikler sanki bu dostluğun bir gereği olarak "Yâ rabbi! Biz birbirimizden yarar­landık; biz onlardan faydalandık, onlar da bizden faydalandılar" diyecekler.Buna göre şeytanlar onların kötü arzu ve isteklerini kolaylaştırmışlar, onlara zevklerin ve nazların kapılarını açmışlar; onlara şeytanlara bağlanmak suretiyle onların yan­daşlarının sayılarını çoğaltmışlardır. Âyetin bu kısmı kötülük âmilleri olan şeytan­larla inkarcılar arasında her devirde geçerli ve sorumluluğu gönüllü paylaşacak ka­dar ileri olan derin bir İlişkiyi dile getirmesi bakımından ilgi çekicidir. Ancak on­lar, İslâm'ın gerçeklerine karşı şeytanlarla birlik olup mücadele verenler için Al­lah'ın tanıdığı müddetin sonsuz olmadığını mahşerde anlayacaklardır, "Bize verdiğin sürenin sonuna ulaştık" şeklindeki ifadeleri, artık mühletlerinin dolduğunu, Allah'a teslim olmaktan başka çıkar yolları bulunmadığını gösteren samimi bir iti­raftır. Zİra bu, artık kötüler için bütün çarelerin bittiği bir andır. Ne var ki geç kal­mış bu itiraf işe yaramayacak ve Allah Teâlâ onlara "İçinde ebedî kalacağınız yer ateştir" buyuracaktır. Hemen bu tehdidin ardından gelen "illâ mâşâallah" şeklin­deki istisna ifadesi farklı yorumların yapılmasına sebep olmuştur. Bir görüşe göre bu, "Allah dilerse bu ebedîliği bir müddet sonra sona erdirir"; başka bir görüşe gö­re de "Allah, dilediği kimseleri orada ebedî kalmaktan kurtarır" anlamına gelir. Bunlardan ilki cehennemin sonlu olacağı, ikincisi ise bazı müşrik ve inkarcıların cehennemde ebediyen kalmaktan kurtulacakları ihtimalini hatıra getirmektedir. Oysa başka birçok âyette her iki İhtimali de ortadan kaldıran açıklamalar mevcut­tur. Bu sebeple söz konusu istisnayı, bazı insanları sürekli olarak cehennemde bı­rakmanın, Allah için bir mecburiyet olmadığı, O'nun hür irade ve isteği ile oldu­ğu şeklinde anlamak daha isabetli görülmüştür. Nitekim Hûd sûresinin 107. âye-tindeki benzer bir ifadenin ardından "Rabbin gerçekten İstediğini yapar" buyunıl-ması da bunu göstermektedir. [236]

 

129. Şeytanlar insanlara kötülük işletmiş, İnsanlar da kendi tercihleriyle on­lara uyarak kötülük İşlemişler ve böylece kendi rızâlanyla kötülüğe iştirak etme­lerinden dolayı Allah onları birbirinin dostları yapmıştır. Şu halde benimsedikleri inançlar, yaptıkları işler, tuttukları yollar aynı olanlar birbirinin dostlarıdırlar ve akıbetleri de aynıdır. Mümin müminin, münkir münkirin, zalim de zalimin dostu­dur ve âyetin beyanına göre bu, ilâhî bir yasadır. Buna göre bir mümin bir münki­re veya zalime, onunla dostluk kurmak için değil, onu inkâr ve zulmünden vazge­çirmek için yaklaşmalıdır; dostluk ise'ancak bu sağlandıktan sonra kurulabilir. [237]

 

Meali

 

130. Ey cin ve insan topluluğu! İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bu­günle karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi? Derler ki: "Kendi aleyhimize şahitlik ederiz." Dünya hayatı onları aldattı re kâfir ol­duklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ettiler. 131. Gerçek şu ki, halkı ha­bersizken, rabbin haksızlıkla ülkeleri helak edici değildir. 132. Herkesin yap­tıkları işlere göre dereceleri vardır. Rabbin onların yaptıklarından habersiz değildir. [238]

 

Tefsiri

 

130. İnsanoğlunun, imanla inkâr arasında nihaî bir tercih yapmakla karşı kar­şıya bulunduğu, fakat aklının, bilgisinin, bütün beşerî imkânlarının doğruyu bul­makta yetersiz kaldığı kaderinin en kritik anında, Allah'ın engin rahmetinin eseri olarak gönderdiği peygamberler, ebedî kurtuluşlarını düşünen insanlar için nihaî bir fesattır. Âyette, "İçinizden size âyetlerimi anlatan ve bugünle (mahşer günüy­le) karşılaşacağınıza dair sizi uyaran peygamberler gelmedi mi?" şeklindeki bir so­ru ifadesiyle bu Büyük fırsatı kaçırmış olanların yaptıkları korkunç hataya dikkat çekilmekte, bir bakıma insanlar, böyle bir soru ve suçlamayla karşılaşmadan önce uyarılmaktadır. Zira dünyanın aldatıcı zevklerine, çıkar kaygısı veya benlik dava­sı gibi yıkıcı duygulara kapılarak peygamberlerin tebliğlerini hiçe sayan veya on­ları etkisiz kılmaya çalışan ve bu suretle hüsranı tercih edenlerin, mahşerde bu ka­çınılmaz soruyla karşı karşıya kalınca kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şa­hitlik etmekten başka çareleri kalmayacaktır. [239]

 

131-132; Bu âyetlerde Allah Teâlâ'nın adalet ve rahmeti vurgulanmıştır. O, hem ülke ve milletler hakkında, hem de tek tek insanlar hakkında adaletle muame­le eder; bundan dolayı da peygamberler göndererek insanlığa lâyık inanç ve hayat düzeninin ne olduğunu bildirmeden, sapıklığa düşmüş olan ülke ve milletleri, ger­çeklerden habersizken çöküşe mâruz bırakmaz. Ayrıca O, her bir ferdin derecesi­ni yaptıklarına göre belirler. Çünkü Allah onların yaptıklarından habersiz değildir. İlminden hiçbir şey kaçmadığı için insanları amellerine göre derecelendirmekte de hata etme ihtimali yoktur. [240]

 

Meali

 

133. Rabbin ganîdir, rahmet sahibidir; tıpkı sizi başka bir kavmin zür-rijetinden yarattığı gibi, eğer isterse sizi ortadan kaldırır ve arkanızdan yeri­nize dilediği bir kavmi getirir. 134. Size bildirilen mutlaka gelecektir; bunu önleyemezsiniz. 135. De ki: "Ey kavmim! Elinizden gelen ne varsa yapın! Ben de yapacağını! İleride göreceksiniz, son yurt kimin olacak? Şu muhakkak kî zalimler iflah olmaz." [241]

 

Tefsir

 

133-134. Allah ganîdidir, hiçbir şeye İhtiyacı yoktur, insanlardan yapmaları­nı istediği işleri bunlara muhtaç olduğu için istememektedir; O, merhametli oldu­ğu İçin muradı insanları sıkıntıya sokmak da değildir. Fahreddin er-Râzî, Allah'ın kullarım mükellef kılmasını O'nun ihsan ve rahmetine bağlar (XIII, 201). Zira bü­tün mükellefiyetlerin temelinde doğruyu, hakkı bilip ona inanma ve iyi olanı yap­ma ödevi vardır; insanı öteki canlılardan ayıran ve onu gerçekten insan yapan, bu ödev bilinci ve uygulamasıdır. Tarih boyunca yüce Allah, haktan ve iyilikten uzaklaşan, bu suretle insanlık değerini de yitirmiş olan nice kavimlere, merhame­tinin eseri olarak hallerini ıslah etmeleri için mühlet vermiş; en sonunda da kendi­lerini ıslah etmeyenleri ortadan kaldırarak yerlerine başka nesiller getirmiştir. İn­sanlığın bu sürekli yenilenişi ve gelişmesi 133. âyette hem Allah'ın zenginliğinin hem de rahmetinin neticesi ve delili olarak gösterilmiştir. [242]

 

135. Burada, bütün uyarılara rağmen Hakk'ın yolunu tanımayanlara bir ihtar ve ikaz vardır; ayrıca Hz. Peygamber'e de kendi görevini azim ve ümitle devam etmesi telkin edilmiştir. [243]

 

Meali

 

136. Allah'ın yarattığı ekin ve hayvanlardan Allah'a pay ayırıp zanla-rınca "Bu Allah'a, bu da ortaklarımıza (putlarımıza)" dediler. Ortakları için ayrılan AIlah'a,ulaşmıyor, fakat Allah için ayrılan ortaklarına ulaşıyor! Ne kötü hüküm veriyorlar! 137. Bunun gibi, ortakları, müşriklerden çoğuna ço­cuklarım öldürmeyi iyi bir şey gibi gösterdi ki, hem kendilerini mahvetsinler hem de dinlerini karıştırıp bozsunlar! Allah dileseydi bunu yapamazlardı. Öyleyse onları uydurdukları) la baş başa bırak! 138. Onlar saçma düşüncele­rine göre dediler ki: "Bunlar, dokunulmaz hayvanlar ve ekinler olup onları bizim dilediğimizden başkası yiyemez. Şunlar da binilmesi yasaklanmış hay­vanlardır." Bir kısım hayvanlar da vardır ki, (böyle İstiyor diye) Allah'a ifti­ra ederek (keserken) üzerlerine O'nun ismini anmazlar. Yapmakta oldukları iftiraları yüzünden Allah onları cezalandıracaktır. 139. Dediler ki; "Şu hay­vanların karınlarında olanlar yalnız erkeklerimize aittir, eşlerimize ise ya­saklanmıştır. Şayet (yavru) ölü doğarsa, o zaman (kadın-erkek) hepsi ona or­taktır." Allah bu değerlendirmelerinin cezasını verecektir. Şüphesiz kî O, hikmet sahibidir, hakkıyla bilendir. 140. Bilgisizlikleri yüzünden beyinsizce çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği rızkı, Allah'a iftira ederek (kadınlara) yasaklayanlar muhakkak ki ziyana uğramışlardır; bunlar yoldan sapmışlardır, doğruyu bulacak durumda değillerdir. [244]

 

Tefsiri

 

136. Hem Allah'ın varlığına inanan hem de cinlerin, meleklerin ve ölmüş atalarının sembolleri olarak düşündükleri, bu sebeple de kendilerine şefaatçi ola­caklarına inandıkları putları Allah'a ortak koşan Câhiliye Arapları ziraî ürünleriy­le hayvanlarından bir pay Allah'a, bir pay da ilgi ve şefaatlerini umdukları aile ve­ya kabile putlarına adarlar, Allah'a adadıklarını misafirlere, yoksullara, yetimlere vb. muhtaçlara harcarlar, putlara ayırdıklarını da onların önünde icra edilen âyinlerde ve putların bakımı gibi hizmetlerde kullanırlardı. Bu bâtıl geleneğe göre, Al­lah'ın bu mallara ihtiyacı olmadığı düşünülerek, Allah için ayrılandan putların pa­yına aktarma yapılabilir, fakat putların payından Allah'a ayrılana aktarma yapıl­mazdı. Yıl sonu geldiğinde müşrikler Allah için adadıklarından artakalanı kendi­lerine harcar, fakat putların payından artana dokunmazlardı. Câhiliye döneminin bazı bâtıl yasalarının, hüküm ve uygulamalarının eleştirildiği bölümün ilki olan bu âyette asıl üzerinde durulan husus, Câhiliye Araplan'nın, yalnız inançta değil, har­camalarında, hayır ve hasenatlarında da putları Allah'a ortak koşmaları, hatta O'ndan daha üstün tutmalarıdır. Burada ayrıca, daha genel bir yaklaşımla, Al­lah'tan başkası uğruna harcama yapmayı Allah nzâsı uğruna harcama yapmaktan daha önemli gören anlayışlara da dolaylı bir tenkit bulunduğu düşünülebilir. [245]

 

137. Câhiliye Arapları'nın sapkınlıklarından biri de çocuklarını öldürme şek­lindeki uygulamalarıdır; ortakları bunu onlara iyi bîr şey gibi göstermiştir. Klasik tefsirlerde bu âyet açıklanırken, bazı Araplar'in geçim sıkıntısı veya özellikle ka­bile savaşları yüzünden ileride esir düşüp câriye haline getirilip fuhuşa sevkedile-bilir kaygısıyla kız çocuklarını diri diri toprağa gömerek öldürdükleri hatırlatıla­rak âyette bu acımasız geleneğe işaret edildiği belirtilmektedir. [246]  Süleyman Ateş, Araplar'da bu uygulamanın nadiren görüldüğünü ve toplumda hoş karşılanmadığını belirterek âyette geçen "zeyyene" kelimesinden hareketle, burada işaret edilen "evlât öldür­me" uygulamasının başka milletlerden alınmış olduğunu ifade eder. Ona göre müşriklere evlâtlarını öldürmeyi öğütleyen put bakıcıları, belki de evlâdı Allah için kurban etmenin, Hz. İbrahim'den kalma büyük bir ibadet olduğunu söylüyor­lardı. Câhiliye çağında bir adam, şu kadar çocuğu olduğu takdirde bunlardan biri­ni kurban edeceğine yemin ederdi. Nitekim Abdülmuttalib, kendisini koruyacak kadar oğlu olduğu takdirde birisini kurban etmeyi adamıştı (III, 240). Ancak -çe­şitli tarihî bilgiler yanında- özellikle İkinci Akabe Biati sırasında Medinelİ müslü-manlarm, Câhiliye döneminde yaygın olarak işledikleri başlıca günahlardan vaz­geçtiklerine dair söz verirken bunlar arasında evlât Öldürme suçunu da sıralamala­rı[247]  ve Resulullah'in mümin kadınlardan aldığı biattan söz eden âyette bu şarta da yer verilmesi[248] bu uygulamanın pek de nâdir olmadığını göstermektedir.

Ayette Câhiliye Araplan'na evlâtlarını öldürmeyi iyi gibi gösterdikleri belir­tilen ortaklardan maksadın insan ve cin şeytanları veya özellikle put bakıcıları ol­duğuna dair görüşler vardır. [249] Bu son anlayışa göre bir tür din adamları olan put bakıcıları, ataları olan İbrahim ve İsmail'in dinine uyduklarını zanneden müşrik Araplar'a, Allah'a kurban etmek maksadıyla çocuk öldürmenin, ataları İbrahim ve İsmail'in dininden kalma, kendilerini Allah'a yaklaştıran güzel bir gelenek olduğunu telkin etmişler ve bu şekilde dinlerini bozmak, karıştırmak suretiyle böylesine büyük bir cinayeti onlara bir ibadet gibi benimsetmiş, sevdir­mişlerdi. [250]

 

138. Burada Câhiliye Arapları 'mn bazı hayvanları ve ziraî ürünleriyle ilgili geleneksel uygulamalarına işaret edilmektedir. Buna göre Araplar söz konusu var­lıkları üç kısma ayırırlardı: Bunlardan tanrıları için adadıklarından sahipleri yiye­mez; ancak put bakıcıları, kutsal mekânların hizmetçileri veya buraları ziyarete ge­lenler gibi mal sahiplerinin uygun gördüğü kimseler yararlanabilirdi. Bahire, sâ-ibe, vasile ve hânı isimleriyle andıkları bir kısım hayvanlara binmeyi yasaklar[251]  bir kısmını keserken de Allah'ın adım özellikle anmazlar, bir riva-yete göre bunları putlarının adını anarak keserlerdi. [252]  Ayette do­laylı olarak bu tür uygulamalar şirk dininin kalıntıları sayılmakta ve ilga edilmek­te; müşriklerin, icat ettikleri bu tür bâtıl uygulamalar yüzünden cezalandırılacak­ları bildirilmektedir. [253]

 

139. Câhiliye döneminde hayvanlarla ilgili hükümlerin dördüncüsüne işaret edilmektedir. Buna göre bahire ve sâibe diye adlandırdıkları adak hayvanlarının sağ olarak doğan yavrularını sadece erkekler yiyebilir, ölü doğan veya doğum es­nasında ölen yavruyu ise hem erkekler hem de kadınlar yiyebilirdi. Buradan, Câ­hiliye Arapları'nm kadınları bazı haklardan yoksun bıraktıkları, ayrıca ölü hayva­nın etini yedikleri anlaşılmaktadır. İbn Âşûr, âyette ezvâc kelimesinin kullanılmış olmasını dikkate alarak, canlı yavrunun yenilmesinin sadece evli kadınlara yasak­lanmış olduğunu belirtir. İbn Aşûr'a göre muhtemelen onlar, eğer eşleri bu yavru­ların etlerinden yerlerse kısırlık, aile geçimsizliği, boşanma gibi bazı uğursuz so­nuçların doğacağına inanıyorlardı [254]

 

140. Müşrik Araplar'in, ailenin  geçimi hususunda bir yük saydıkları veya ile­ride savaşlarda esir düşerek ailenin onurunun zedelenmesine sebep olacaklarından kaygılandıkları için kız çocuklarım öldürmeleri, Allah'ın nzık olarak verdiği ve helâl kıldığı hayvanların etlerinden yemeyi kendilerine yasaklamaları ve üstelik Allah'ın hükmünün böyle olduğunu ileri sürerek Allah hakkında hükümler uydur­maları kendilerini hüsrana ve sapkınlığa götüren bir beyinsizlik ve bilgisizlik şek­linde değerlendirilmektedir. [255]

 

Meali

 

141. Çardakn ve çardaksız bağlan, değişik ürünleriyle hurmaları, ekin­leri, birbirine benzeyen ve benzemeyen biçimlerde zeytin ve narları meydana getiren O'dur. Her biri ürün verdiğinde ürününden yiyin; hasat günü de hak­kını verin; fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez. 142. Hay­vanlardan yük taşıyanları ve tüyünden sergi yapılanları da (yaratan O'dur). Allah'ın size rızık olarak verdiklerinden yiyin; şeytanın ardına düşmeyin; şüphesiz o sizin için apaçık bir düşmandır. [256]

 

Tefsiri

 

141-142. Arapça'da cennet (çoğulu cennât) kelimesi "bahçe" anlamına ge­lirse de, âyetin devamındaki "ma'rûşe" (çardak) kelimesi dikkate alındığında cen­nât kelimesini "bağlar" şeklinde tercüme etmek daha isabetli olur. Zemahşerî, "muhtelifen ükiilühû" ifadesini "rengi, tadı, hacmi ve kokusu değişik" şeklinde açıklamıştır (II, 44). Yukarıdaki âyetlerde bazı Câhilİye uygulamalarının hüküm­süz olduğu belirtildikten sonra burada tekrar sûrenin asıl konusu olan itikadı me­selelere dönülerek yeryüzünü türlü nimetlerle bezeyen yüce Allah'ın kudretinin sı­nırsızlığına ve buna işaret eden delillerin zenginliğine dikkat çekilmesi yanında; müşriklerin, yukarıda değinilen telakkilerinin aksine, sahiplerinin bu tür meyve, ekin ve hayvanların ürünlerinden ve genel olarak Allah'ın insanlar için yarattığı n-zıklardan istifade etmenin temelde mubah olduğu, bu sebeple onlardan öncelikle kendilerinin yemeleri veya kullanmalarında bir sakınca bulunmadığı; bunun ya­nında, başkalarının da bu ürünlerde sadaka, nafaka, komşu hakkı gibi hakları ol­duğu belirtilmekte ve bu hakkın ödenmesi emredilmektedir. [257]

 

Meali

 

143. Koyundan iki, keçiden iki olmak üzere sekiz eş... De ki: "O, bunlar­dan iki erkeği mi, iki dişiyi mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerindeki yavruları­nı mı haram kıldı? Eğer doğruysaniz bana bilerek söyleyin." 144. Ve deveden iki, sığırdan iki... De ki: "O, bunlardan iki erkeği mi, iki dişiyi mi, yoksa bu iki dişinin rahimlerindeki yavruları mı haram kıldı? Yoksa Allah'ın size böy­le vasiyet ettiğine şahit mi oldunuz?" Bilgisizce insanları saptırmak için Allah hakkında yalan uydurandan daha zalimi kimdir! Allah o zalimler topluluğu­nu asla doğru yola iletmez. 145. De ki: "Bana vahyedilende, murdar et veya akıtılmış kan yahut domuz eti -ki pisliğin kendisidir- ya da günah işlenerek Allah'tan başkası adına kesilmiş bir hayvandan başka, bunu (haram dediğini­zi) yiyecek kimse için yasaklanmış bir şey bulamıyorum. Başkasına zarar ver­memek ve sının aşmamak şartıyla, kim (yasaklananlardan) yemek zorunda ka­lırsa, bilsin ki Rabbin bağışlayan ve esirgeyendir." [258]

 

Tefsiri

 

143-144. Tefsircilerin İttifakla belirttiklerine göre, müşrik Araplar, bazı hay­vanların etlerinin yenilmesini haram saymışlar ve haksız olarak bunun Allah'ın bir hükmü olduğunu ileri sürmüşlerdi. Âyette eti yenilen hayvanlardan koyun, keçi, deve ve sığır türleri özellikle zikredilerek onların bu hayvanların etlerinin yenil­mesiyle ilgili bu iddiaları çürütülmüş, Allah'ın böyle bir hükmünün bulunmadığı açıklanmış; ayrıca bunların dişi ve erkek cinsleri arasında etlerinin yenilmesi bakutundan fark bulunmadığını bildirmek için bunlar eşler halinde anılmıştır. Âyet­te şu hususa da İşaret edildiği görülmektedir: Eğer belirtilen hay vanlann erkekle­rinden veya dişilerinden ya da yavrularından biri haram kılınsaydı bütün erkekle­ri, dişileri ya da yavruları haram kılınmış olurdu; aynı şekilde, Allah bir hayvan tü­rünün dişisini haram kılsaydı erkeğini de haram kılardı, keza erkeğini haram kıl-saydı dişisini de haram kılardı. Sonuç olarak bu âyetlerde cedel metotlarından bi­ri olan "sebr ve taksim" (ihtimalleri sıralayıp teker teker çürüterek doğruyu bulma) yöntemiyle müşriklerin iddiaları çürütülmüş, böylece onların söz konusu hayvan­lar hakkındaki görüşleri reddedilmiş bulunmaktadır. [259]

 

145. Hayvanlarla ilgili olarak yenilmesi haram olanlar bildirilmektedir. [260]

 

Meali

 

146. Yahudilere mahsus olmak, üzere bütün tırnaklı hayvanları haram kıldık. Sırtlarında yahut bağırsaklarında taşıdıktan ya da kemiğe karışan yağlar hariç olmak üzere, sığır ve koyunun iç yağlarını da onlara haram kıl­dık. Azgınlıkları yüzünden onları böyle cezalandırdık. Biz elbette doğru söz­lüyüz. 147. Eğer seni yalanlarlarsa de ki: "Rabbiniz geniş rahmet sahibidir; bununla birlikte O'nun azabı da suçlu toplumdan uzaklaştınlamaz." [261]

 

Tefsiri

 

146. Bir önceki âyette hangi hay vanlann etlerinin yenileceğine ilişkin genel hüküm belirtildikten sonra burada, azgınlık ve zulümleri sebebiyle sadece yahudi-lere tırnaklı hayvanların etleriyle sığır ve koyunun iç yağlarının da haram kılındı­ğı belirtilmektedir. [262]

 

147. Hz. Peygamber'den, eğer müşrikler İslâm'ın çağrısına uyarak eski bâtıl uygulamalarından vazgeçer ve yeni dinin hükümlerini tatbik ederlerse Allah'ın rahmetinin son derece geniş olduğunu, bundan yararlanma imkânlarının bulundu­ğunu, şayet kendisini yalanlayarak eski fikirlerinde devam ederlerse, O'nun son derece şiddetli olan azabından bütün mücrimler gibi onların da kurtulmalarının mümkün olmadığını hatırlatması istenmektedir. [263]

 

Meali

 

148. Putperestler diyecekler ki: "Allah dileseydi ne biz ortak koşardık ne de atalarımız. Hiçbir şeyi de haram saymazdık." Onlardan öncekiler de aynı şekilde yalanladılar ve sonunda azabımızı tattılar. De ki: "Yanınızda bize açıklayacağınız bir bilgi var mı? Siz zandan başka bir şeye uymuyorsunuz ve siz sadece temelsiz bir tahminde bulunuyorsunuz." 149. De ki: -'Kesin delil ancak Allah'ındır. Allah dileseydi elbette hepinizi doğru yola iletirdi." 150. De ki: "Allah şunu yasak etti, diye şahadet edecek şahitlerinizi getirin." Eğer onlar şahitlik ederlerse, sen onlarla birlikte şahitlik etme; âyetlerimizi yalan­layanların ve âhîret gününe inanmayanların arzularına uyma. Onlar rablerİ-ne eş tutuyorlar. [264]

 

Tefsiri

 

148. Yüce Allah, Hz. Peygamber'le tartışırken, her şeyin Allah'ın dilemesi­ne bağlı olduğu gerçeğini, kendi bâtıl uygulamalarının haklılığına gerekçe olarak gösteren ve sanki "Böyle inanıp böyle yaşamamamız Allah'ın dilemesi olduğuna göre biz O'nun iradesine uyuyor, böylece günah işlemiş de olmuyoruz" diyerek söz konusu gerçeği hedefinden saptıran, istismara kalkışan müşriklerin kötü niyet-lerini yüzlerine vurmakta, onların böyle bir gerekçeye dayanarak Hz. Peygamber'i ve onun tebliğlerini yalanlamaya haklan olmadığını bildirmekte; nitekim daha önce de aynı mantıkla yalanlamada bulunan milletlerin azaba mânız kalmaktan kur­tulamadıklarını hatırlatmaktadır. Elbette evrende bütün olup bitenler, Allah'ın hür ve mutlak iradesiyle koymuş olduğu kanunlar çerçevesinde işlemektedir. İnsanın, kendi irade ve aklını kullanarak doğru ve yanlış olanı birbirinden ayırması, doğru­yu seçme imkânına sahip olması da aynı kanunun bir parçasıdır. Bu sebeple inkar­cıların kendi kötülüklerini Allah'ın irade ve meşîetine yüklemeye kalkışarak ken­dilerini mazur göstermeleri, O'nun azabını gerektirecek bir suçtur. Nitekim âyetin devamı da, müşriklerin bu istidlallerinin, ilmî bir değer taşımayıp sadece bir zan ve kuruntudan ibaret olduğunu göstermektedir. [265]

 

149. Asıl güvenilecek olan üstün ve gerçek delil, Allah'ındır; O'nun ortaya koyduğu, akla, ilme, irfana dayalı delildir ki o da Allah'ın gerek vahyedilen bilgi­lerde, gerekse akıhve basiret sahiplerine hitap eden tabiat düzeninde sergilediği gerçeklerdir. [266]

 

150. Müşrikler, haram olduğunu ileri sürdükleri şeylerden herhangi biri için "Allah şunu yasak etti" diyebilecek herhangi bir tanık gösteremezler; tanık diye ortaya çıkardıklarına da asla itibar edilemez. Eşyada asıl olan mubahlıktır; eğer bir şeyin haram olduğu ileri sürülüyorsa bunun Allah tarafından haram kılındığının kanıtlanması gerekir. Burada, müşriklerin, daha önceki âyetlerde belirtilen bazı hayvanlarla İlgili hüküm ve kanaatlerinin asılsız olduğu, bunların Allah'ın hüküm­leri olmadığı belirtilmektedir. [267]

 

Meali

 

151. De ki: Gelin, rabbiıtizin size neleri haram kıldığmı okuyayım: O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana-babaya iyilik edin. Fakirlik korkusuyla ço­cuklarınızı öldürmeyin; biz, sizin de onlann da rızkım veririz. Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın. Haklı bir sebep olmadıkça Allah'ın ya­sakladığı cana kıymayın. İşte düşünüp anlayasımz diye Allah bunları size em­retti. Umulur ki anlarsınız. 152. Rüşdüne erişînceye kadar yetimin malına, sadece iyi tutumla yaklaşın. Ölçü re tartıyı adaletle yapın. Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz. Söz söylediğiniz zaman, yakınlarınız bile olsa, adaletli olun. Allah'ın ahdini tam olarak yerine getirin. İşte düşünüp öğüt alasınız diye Allah size bunları emretti. 153. Şüphesiz bu benim dosdoğ­ru yolumdur. Buna uyun; (başka) yollara sapmayın; sonra onlar sizi Allah'ın yolundan ayırır. İşte korunmanız için Allah bunları size emretti. [268]

 

Tefsiri

 

151-153. Yukarıda müşriklerin temelsiz hükümleri ve kuralları eleştirildikten sonra bu âyetlerde asıl benimsenmesi gereken başlıca ilâhî kurallar ve hükümler yer almakta; biri tevhid İnancına, diğerleri ahlâka dair olmak üzere İslâm'ın dokuz temel buyruğu sıralanmakta, son olarak da bütün bu Duyurulanları kapsayıcı küllî bir ödev olmak üzere, Allah'ın dosdoğru olan yolundan gidilmesi emredilmekte-dir. 151. âyetin başındaki "Gelin, rabbinizin size neleri haram kıldığını okuyayım" mealindeki ifade muhatapların ilgisini, müteakip ifadelerdeki ilkeleri ihtiva eden yolun tek doğru ve izlenmesi zorunlu yol olduğu gerçeğine çekme gayesini gütmektedir.

Bu âyetlerde sıralanan buyruklar şunlardır:

1. "Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayın." Bu, İslâm'ın ana ilkesi olan Allah'ın her yönden birliği inancının bir gereği olup müslüman olmanın da ilk şartıdır. Fah-reddin er-Râzî, ilgili âyetlere göndermeler yaparak, bu sûrede çeşitli müşrik züm­relerin en iyi şekilde açıklandığını belirttikten sonra bunları şöyle sıralamaktadır: putperestler, yıldızperestler, Yezdan ve Ehrimen'in tanrılığını iddia edenler, Al­lah'a erkek ve kız çocuk isnat edenler. [269]

2. "Ana-babaya iyilik edin." Âyetin bu kısmında geçen ihsan "güzellik, iyi­lik" anlamına gelen hüsn kelimesinden türetilmiş olup en geniş anlamda "iyilik et­mek, güzel davranmak" demektir. Âyette bu buyruğun, Allah'ın birliğine inanma­yı emreden ifadeden hemen sonra gelmesi, ana-baba hakkının önemini gösterir[270]

3. "Fakirlik korkusuyla çocuklannızı Öldürmeyin." Özellikle geçim kaygısıy­la çocuk öldürmenin, Allah'ın hazinesinin herkesi nzıklandıracak kadar zengin ol­duğundan şüphelenme anlamı taşıdığına bir işaret vardır. Aynca burada, sadece eski tefsirlerde söz konusu edilen Câhiliye dönemindeki çocuk öldürme uygula­ması[271] kastedİlmeyip özellikle "fakirlik korkusuy­la" veya "geçim kaygısıyla" şeklindeki kayıttan hareketle, anne karnındaki çocu­ğun öldürülmesinin de yasaklandığı dikkate alınmalıdır; aynca böyle bir uygula­manın Câhiliye döneminde de mevcut olduğu düşünülebilir. Günümüzde bir baba veya annenin kendi çocuğunu öldürmesi bütün dünyada suç sayılmakta ve nadiren vuku bulmaktaysa da, bu ve benzeri âyetler, doğum kontrolü ve nüfus planlaması gibi meseleler dolayısıyla güncelliğini korumakta ve bu bakımdan ilgili âyet ve hadislere dayanılarak söz konusu meseleler hakkında çeşitli görüşler ileri sürül­mektedir,Hz. Peygamber'in, doğum kontrolünün en basit şekli olan azil (meniyi rahi-min dışına akıtma) uygulamasına İzin verdiğine dair hadisler vardır[272] Çeşitli mezheplerin âUmlerinin çoğunluğu da azlin caiz olduğunu kabul etmişler­dir. Gazzâlî, azlin mubah olduğunu, haram olmak şöyle dursun, tahrîmen veya tenzîhen mekruh sayılması için dahi hiçbir delil bulunmadığını belirtmiş olup[273] kanaatimizce bu en isabetli görüş­tür. Azlin mubah olması, gebe kalmamak için -başka bir yasak çiğnenmedikçe ve zararlı olmamak kaydıyla- daha başka tıbbî Önlemlere başvurmanın da caiz oldu­ğunu gösterir. Çünkü Kur'an'da gebe kalmamak değil, çocuk öldürmek yasaklan­mıştır. Bununla birlikte evlenmenin asıl amacı, neslin devamı ve gelişmesi için ço­cuk yapmaktır. Bu sebeple kadının güzelliğinin bozulması, çocuğun bir ayak bağı telakki edilmesi gibi keyfî sebeplerle fıtratın tabii akışına müdahale etmek, özel­likle müslüman nüfusun artmasının gerekli olduğu hal ve şartlarda çocuk yapmak­tan kaçınmak doğru değildir.

Âyetteki "Çocuklannızı öldürmeyin" emri, günümüzde yaygın olarak uygu­lanan ve ciddi tartışmalara yol açan kürtaj konusuyla yakından ilgilidir. Günümüz âlimlerinin büyük çoğunluğu, hamileliğin hangi safhasında olursa olsun, çocuk düşürme ve aldırmanın haram olduğu görüşündedirler.

4. "Kötülüklerin açığına da gizlisine de yaklaşmayın." Burada geçen fevâhiş kelimesi fuhş kökünden gelmekte olup "çirkin ve yüz kızartıcı, utanç verici söz ve davranışlar"ı ifade eder. İbn Abbas'tan nakledilen bir rivayete göre Câhiliye Araplan açıktan zina edilmesini hoş karşılamaz, ancak gizli gizli zina ederlerdi[274]Âyette onların bu anlayış ve tutumları reddedilmiştir. Bununla bir­likte, âyetteki fevâhiş lafzı çoğul olduğundan ve ayrıca bununla sadece zinanın kastedildiğini gösteren belirleyici bir ifade bulunmadığından, bu yasağı zina ile sı­nırlamak doğru değildir. Burada kötülüklerin gizlisinin de açığının da özellikle tasrih edilmesi ilgi çekicidir. Çünkü eğer bir insan, açıktan işlemeye çekindiği bir kötülüğü gizli olarak yapabiliyorsa, bu onun, insanlar tarafından kınanmaktan çe­kindiği halde Allah'ın buyruğunu ihlâl etmekten çekinmediğini gösterir. Ayrıca kötülüğü "yapmayın" veya "işlemeyin" yerine "yaklaşmayın" buyurulması, İnsa­nı kaçınılmaz olarak kötülük işlemeye sevkedebilecek ortam ve şartlardan uzak durmayı öngörmektedir.

5. "Haklı bir sebep olmadıkça Allah'ın yasakladığı cana kıymayın." Buradaki tahrîmde "yasaklama" yanında "muhterem ve dokunulmaz kılma" anlamı da var­dır. Bunun özellikle belirtilmesi, insan hayatının Hz. Âdem'den beri dokunulmaz ol­duğunu ima eder[275]  Âyetteki hak kelimesi bâtılın zıddı olup din ve aklın doğru, gerçek, meşru saydığı durumu ifade eder. Burada "doğru, gerçek, ge­çerli, meşru sebep" anlamında kullanılmıştır. [276]

6.  "Rüşdüne erişinceye kadar yetimin malına sadece iyi tutumla yaklaşın." Şüphesiz meşruiyet içinde bütün insanların mallan dokunulmaz olmakla birlikte, zayıf ve korumasız olmalarından dolayı yetimlerin mallan daha çok saldırı veya istismara açık olduğu için âyette bu hususta özellikle titiz olunması gerektiğine dikkat çekilmiştir. Aynca yetimin malına bütünüyle ilgisiz kalmak bu malın za­man içinde aşınmasına veya en azından bir artış sağlamamasına yol açacağından, bu malla ilgilenmeye izin verilmiş, hatta "en iyi ve en güzel" (ahsen) kaydından anlaşıldığı kadanyla ilgilenmek zımnen teşvik edilmiştir. Zira en iyi ve en güzeli yapmak faziletin gereğidir.

7. "Ölçü ve tartıyı adaletle yapın." İnsanlar arasındaki en yoğun ilişkilerden olan ahş-veriş sırasındaki ölçü ve tartılarda haksızlıklar sıklıkla vuku bulduğu için hemen her dönemin illeti olan bu duruma özellikle dikkat çekilmiş; aynca adaleti her zaman tam olarak yerine getirmek insanın gücünü aşan bir yükümlülük oldu­ğundan, âyetin devamında "Biz herkese ancak gücünün yettiği kadarını yükleriz" buyurulmakla kasıtsız olarak yapılan yanlış ölçü ve tartıların sorumluluğu gerek­tirmediğine işaret edilmiştir. Râzî'nin de belirttiği üzere, burada geçen ifa kavra­mı tam olarak ölçüp tartmayı ifade etmekle birlikte aynca bir de kist (adalet) ke­limesinin geçmesinden anlaşılıyor ki, ahş-veriş sırasında satıcının da müşterinin de karşılıklı olarak adalet ve hakkaniyeti gözetmeleri gerekmektedir.

8. "Söz söylediğiniz zaman, yabnlannız bile olsa, adaletli olun." Bu buyruk, çeşitli konularla ilgili bilgi, haber, hüküm, övgü, yergi, sözleşme, yemin, vaad, va­siyet, öğüt, eleştiri, emir, istek, istişare gibi her türlü sözlü ilişkilerde adaletli, dü­rüst ve doğru olmayı; haksızlık, zulüm, incitme, eziyet, hakaret gibi ahlâka aykırı amaçlar güden sözler sarfetmekten sakınmayı kapsamaktadır. İnsanların yakınla­rına duydukları sevgi ve acıma gibi sübjektif sebeplerle haksızlık yapmaları sık­lıkla karşılaşılan beşerî zaaflardan olduğu için âyetteki "yakınlarınız bile olsa" kaydıyla bu hususta özellikle uyanda bulunulmuştur.

9.  "Allah'ın ahdini tam olarak yerine getirin." Allah'ın ahdinden maksat, O'nun kullarına yüklediği her türlü vazifelerdir. Müslüman olan kişi, bîr bakıma Allah ile ahidleşmiş, O'nun hükümlerine uymayı taahhüt etmiş olduğundan âyet­te bu durum hatırlatılmaktadır. Ayrıca insanlara meşru bir vaadde bulunulduğun­da bunun yerine getirilmesi de Allah'ın buyruğu olup söz konusu âyet bu buyruğu da kapsamaktadır.

10. "Bu benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun, (başka) yollara uymayın."

153. âyetin bu kısmı yukarıdaki bütün emir ve yasakları kapsamakta, devamında ise bunun dışındaki bütün yolların, yani burada başlıca ilkeleri belirtilmiş bulunan İslâm'a aykırı her türlü düşünce ve hayat tarzlarının, insanları Allah'ın yolundan, hak dinden uzaklaştıran sapmalardan ibaret olduğu ifade buyurulmaktadır. [277]

 

Meali

 

154. Sonra iyilik edenlere (nimetimizi) tamamlamak ve her şeyi açıkla­mak için, bir hidayet ve rahmet olmak üzere Musa'ya kitabı indirdik ki rab-lerinin huzuruna varacaklarına inansınlar. 155. Bu da (Kur'an) bizim indir­diğimiz mübarek bir kitaptır. Ona uyun ve korunun ki size rahmet edilsin. 156. "Kitap yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi; biz ise onların oku­duklarından tamamen habersiziz" demeyesiniz; 157. Yahut "Bize de kitap in-dirilseydi onlardan daha çok doğru yolda olurduk" demeyesiniz diye (Kur'an'ı indirdik). İşte size rabbinizden apaçık bir delil, bir hidayet ve rah­met geldi. Allah'ın âyetlerini yalanlayan ve onlardan yüz çevirenden daha za­lim kim vardır? Âyetlerimizden yüz çevirenleri yüz çevirmelerinden ötürü azabın en kötüsüyle cezalandıracağız. [278]

 

Tefsiri

 

154-155. Müşrikler, bir önceki âyette "Allah'ın yolu" diye nitelenen İslâm'ı reddettikleri için 154. âyette Hz. Musa'ya Tevrat'ın indirildiği belirtildikten sonra 155. âyette Kur'an'ın da Allah tarafından indirilmiş kutsal bir kitap olduğu hatır­latılmaktadır. Nitekim yine bu sûrede başka bir vesileyle böyle bir hatırlatmada daha bulunulmuştu[279]Ayrıca Tevrat ile Kur'an arasın­da böyle bir münasebetin kurulmasıyla 151-153. âyetlerde sıralanan hükümlerin Tevrat'ta da yer almış bulunan evrensel hükümler olduğuna işaret buyurulmakta-dır. [280]

 

156-157. Bir önceki âyette Kur'an'ın Allah katından indirilmiş bereketli ve hayırlı bir kitap olduğu belirtildikten sonra bu âyetlerde de onun indiriliş gerekçe­lerinden ikisi zikredilmektedir. Bu âyetlerden anlaşıldığına göre müşrikler Tevrat ve İncil'in Allah kelâmı olduğuna inanıyor, ancak o günkü şartların el vermeme­si, özellikle dillerinin farklı olması sebebiyle bu kitaplardan yararlanamadıklarını söyleyerek güya bundan üzüntü duyuyorlardı; ayrıca onlar, yahudİlerle hıristiyan-lann din konusundaki gevşekliklerini de biliyor ve eğer kendilerine bir kitap gele­cek olsa onlardan daha kararlı bir şekilde doğru yolda yaşayacaklarını ileri sürü­yorlardı. Yüce Allah, müşriklerin bu türlü yakınmalarla mazeretler ileri sürmele­rini (bazı müfessirlere göre bu mazeretleri âhirette de tekrar etmelerini) önlemek için "İşte size rabbinizden apaçık bir delil, bir hidayet ve rahmet geldi" buyurarak onların özlemlerinin gerçekleştiğini, mazeretlerinin ortadan kalktığını belirtmekte; buna rağmen Allah'ın âyetlerini inkâr eder ve ondan yüz çevirirlerse en büyük haksızlığı işlemiş olacaklarını ve bunun cezasını da ağır bir şekilde göreceklerini bildirmektedir.

157. âyette Kur'ân-ı Kerîm'in üç kavramla nitelendirildiği görülmektedir: Beyyİne,hüdâ, rahmet. Beyyine "gerçeği apaçık ifadelerle ortaya koyan kesin bel­ge" demektir. Kur'an, gerek eşsiz edebî üstünlüğü gerekse yalnızca gerçeği, iyiyi ve  güzeli dile getiren muhtevası itibariyle apaçık bir delil ve belge olduğu için bey­yine; bu vasfıyla şaşmaz bir rehber olduğu için hüdâ (hidayet kaynağı); bütün bunların bir neticesi olarak kendisine inanıp bağlanan kişi ve toplumlara sadece hayır ve saadet getirdiği İçin de rahmet diye nitelendirilmiştir. [281]

 

Meali

 

158. "(İnanmak için) ille de kendilerine meleklerin gelmesini veya rabbi-nin gelmesini ya da rabbinin bazı âyetlerinin gelmesini mi bekliyorlar! Daha önce inanmamış yahut inancı kendisine iyilik kazandırmamış kimseye, rabbi­nin bazı âyetleri geldiği gün iman etmesi fayda sağlamaz. De ki: "Bekleyin! Şüphesiz biz de bekleyenlerdeniz." [282]

 

Tefsiri

 

158. Kendilerine, belirtilen üstün nitelikleri taşıyan bir kitap gelmesine rağ­men hâlâ yüz çevirip inanmamakta direnen o zalimler İman etmek için daha neyi bekliyorlar? Önceki bazı âyetlerde geçtiği üzere[283]müşrikler, İslâm'ın hak din olduğunu kanıtlayan açık seçik delillerle yetinmeye­rek, akıllarınca Hz. Peygamber'i güç durumda bırakmak için daha başka delillerin gösterilmesini istiyorlardı.

Klasik tefsirlerde genellikle buradaki "bazı âyetler" ifadesi kıyamet alâmet­leri (eşrât-ı saat) şeklinde tefsir edilmiştir. Ancak bu âyetlerden, Cenâb-ı Hakk'ın kudretinin tecellilerinden olan ölüm hadiselerinin kastedildiğini düşünmek de mümkündür. [284] "Rabbin gelmesinden maksat, O'nun azabının gel­mesi, vuku bulması veya Allah'ın mahşerde hüküm vermesidir. Kıyamet alâmet­lerinin zuhurundan sonra veya sekerât-ı mevt denilen ölüm anında artık yüküm­lülük zamanı geçmiş ve sorumluluk dönemi başlamış olduğundan, bundan önce iman etmemiş "yahut inancı kendisine iyilik kazandırmamış" yani imanını sâlih amellerle bütünleştirip yararlı hale getirmemiş[285]kişinin o an­dan itibaren inandığını İfade etmesi kendisine bir fayda sağlamayacaktır[286]

 

Meali

 

159, Dinlerini parça parça edip gruplara ayrılanlar var ya, senin onlar­la hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah'a kalmıştır. Sonra Allah on­lara yaptıklarını bildirecektir, 160. Kim iyilikle gelirse ona getirdiğinin on ka­tı vardır; kim de kötülükle gelirse o sadece getirdiğinin dengiyle cezalandırı­lır. Onlar haksızhğa uğratılmazlar. [287]

 

Tefsiri  

 

159. İbn Abbas, Mücâhid ve Katâde'den nakledilen bir rivayete göre "dinle­rini parça parça edip gruplara aynlanlar"dan maksat yahudiler ve Hıristiyanlar. [288]  yine İbn Abbas'a isnad edilen başka bir görüşe göre bunlar müş­riklerdir.Zira, 100. âyetin tefsirinde de belirtildiği gibi İslâm'dan önceki Araplar çok çeşitli inanç gruplarına ayrılmışlardı. Ayrıca bu âyette, İslâm ümmeti içinde daha sonra ortaya çıkan gruplaşmalara işaret buyurulduğu da düşü­nülebilir. Her halükârda âyet-i kerîme, dinde birlik ve beraberliğin önemini vurgu­lamakta, bu hususta ayrılığa düşenlerin Hz. Muhammed'den de uzaklaşmış ola­cakları uyarısında bulunmaktadır. [289]

 

160. Hasene, dinin ve aklıselimin iyi ve doğru kabul ettiği her türlü inanç, tu­tum ve davranışı, seyyie de bunların zıddmı ifade eder. Her ne kadar bazı âlimler buradaki haseneyi "kelime-i tevhid", seyyieyi de "küfür" ve "şirk" şeklinde açık-lamışlarsa da âyetin genel olan lafzını bu şekilde tahsis etmek için sebep yoktur. [290] Nitekim Taberî'nin bu âyet münasebetiyle aktardığı bir rivayete göre ashabdan Ebû Zer'in "Yâ Resûlellah, 'Lâ ilahe illallah' sözü hasenattan mı­dır?" sorusuna Hz. Peygamber'İn verdiği "Hem de en üstünü!" şeklindeki cevap[291] hasenenin, kelime-i tevhidi de içine alan geniş kapsamlı bir kavram olduğunu göstermektedir.

Burada da görüldüğü gibi bazı âyet ve hadislerde kötülüğün karşılığının den­gi ile, iyiliğin karşılığınmsa fazlasıyla verileceği bildirilmiş; bu fazlalık yukarıda­ki âyette "on misli" olarak belirtilmiştir. Diğer âyetlerde ise, böyle bir miktar be­lirtilmeden hasenenin "kat kat fazlasıyl[292] daha iyisiyle[293]daha güzeliyle[294]karşılık bulacağı bildirilmekle yerinilir. Bütün ilgili kaynaklarda, 160. âyete dayanılarak, bir iyiliğin mükâfatının en az on misli fazla olacağı, ikinci âyetler grubunun bundan daha büyük miktarları göster­diği ifade edilmiştir. Hatta Enes b. Mâlik'in rivayet ettiği bir hadiste, cennet ehli­nin dilekleri üzerine Hz. Peygamber'in şefaati sayesinde, "kalbinde zerre kadar bir hayır (iman) bulunan kimse"nin bile cehennemden kurtulacağı bildirilmiştir. [295]

Hadis sarihlerinin ayrıntılı olarak incelediği[296]bazı hadislere göre istenip de yapılmayan kötülük yazılmayacak, yapılan da bir tek kötülük olarak yazılacak; buna mukabil yine istenip de yapılmayan iyilik bir iyilik olarak, yapılan da on mislinden 700 misline kadar katlanarak yazılacaktır. Bu hadislerin birinde "700 mİsli"nden son­ra bir de "daha çok katlanarak" ifadesi yer alır. [297] İbn Hacer'İn oldukça mâkul gelen bir görüşüne göre iyi­lik, bir fiil ve davranış olarak 700 misline kadar ödüllendirilir. Şu var ki, bu davranı­şın arkasındaki iyi niyet, ihlâs, azim ve kararlılık, gönül huzuru gibi yüksek duygu ve düşüncelere, aynca yapılan işin kalitesine, hayır ve menfaatinin kapsamına vb. müs-bet niteliklerine göre ecri de yüksek olur. [298]

Şuna da işaret etmek gerekir ki, daha başka benzerleri yanında, özellikle "Kİm (ilâhî huzura) iyilikle gelirse ona daha iyisi verilir... Ama kimler de kötülükle ge­lirse işte onlar yüzüstü cehenneme atılırlar. Yaptıklarınızın karşılığından başkasını mı göreceksiniz?" [299]mealindeki âyetle Kasas sûresinin aynı mahi­yetteki 84. âyetini dikkate alarak iyiliklerin karşılığının fazlasıyla verilmesi, şefaat ve af gibi konularda, insanları dinî ve ahlâkî görevlerini ihmal etmeye kadar götü­rebilecek aşın iyimserliklerden,

 ümitlerden de kaçınmak gerekmektedir. [300]

 

Meali

 

161. De ki: "Şüphesiz rabbim beni doğru yola, sapasağlam bir dine, Al­lah'ı bir bilen İbrahim'in dinine iletti." O, ortak koşanlardan değildi. 162. De kî: ''Benim namazım, (her türlü) ibadetim, hayatım ve ölümüm âlemlerin rabbi olan Allah içindir. 163.0'nun ortağı yoktur. Bana sadece bu emrolundu ve ben müslümanlarm ilkiyim. 164. Allah her şeyin rabbi iken ben O'ndan baş­ka bir rab mı arayacağım!" Herkesin kazanacağı yalnız kendisine aittir. Hiç­bir suçlu başkasmın suçunu yüklenmez. Sonunda dönüşünüz rabbinizedir ve O, hakkında anlaşmazlığa düştüğünüz gerçeği size haber verecektir. 165. Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği şeylerde sizi denemek için kiminizi kinlinizden derecelerle üstün kılan O'dur. Şüphesiz rabbin, cezası çok çabuk olandır; yine O, gerçekten bağışlayan, merhamet edendir. [301]

 

Tefsiri 

 

161-165. "Millet-i İbrâhîm" ifadesi, başta tevhid inancı olmak özere bütün peygamberlerin benimseyip tebliğ ettikleri ilâhî ve değişmez ilkeleri, mesajları kapsar ve genellikle Hz. Muhammed'in yeni bir din uydurmadığı, aksine bütün hak dinlerde var olduğu halde unutulmuş veya tahrif edilmiş bulunan evrensel il­keleri benimseyip tebliğ ettiği ve bu bakımdan geçmiş peygamberlerin bir devamı olduğu fikrini vurgular, Nüsük kelimesi hem genel olarak "tapınma" hem de özel­likle "kurban" anlamına gelir. Burada müfessirlerce her iki mâna da verilmiştir. Halîfe ise "birinin ardından gelen, onun yerini alan" demektir. [302]

Sûrenin başından itibaren Allah'ın varlığı, birliği, ilim, irade ve kudretinin genişliği ve her yönden mükemmelliği ile İslâm'ın hak din, Hz. Muhammed'in de hak peygamber olduğu; aynca İslâm'a aykırı bütün yolların bâtıl olduğu ve bun­ların insanlara dünyaları için de âhiretleri için de asla hayır getirmeyeceği hususunda, peşin yargılı olmayanlar için en doyurucu ve en ikna edici açıklamalar yapıldıktan, deliller verildikten sonra, bu son âyetlerde de sonuç mahiyetindeki ifadeler yer almaktadır. Bu İfadelerde Hz. Peygamber'e hitaben, insanlar ister inansınlar ister inanmasınlar, kendisinin Allah'ın lütfettiği hidayet sayesinde, bel­li başlı ilkelerine bu sûrede de yer verilen dosdoğru yolda bulunduğunu, itikadı ve amelî hükümleriyle gerçek, düzgün ve sapasağlam bir dine bağlandığını; bunun, hem Araplar'ın hem de yahudiler ve hıristîyanlann sözde inandıkları İbrahim'in, bâtıl inanç ve uygulamalardan münezzeh olan tevhid dini olduğunu; müşriklerin putlara tapmalarına karşılık kendisinin namazıyla, niyazıyla, kurbanıyla ölümüne kadar bütün varlığıyla hayatını Allah'a adadığını ve bu inançları taşıyan ilk müslüman olduğunu, bu sebeple de Allah'tan başka birini asla tanrı tanımayacağını tam bir İnanç ve güvenle açıklaması emrolunmaktadır, Kuşkusuz bu, esas itibariy­le bütün müslümanlara yönelik bir buyruktur. Herkes kendi ettiklerinin karşılığını görecek, kimse kimsenin vebalini yüklenmeyecektir. Hz. Peygamber tebliğini yapmış, görevini eksiksiz yerine getirmiştir; bu sebeple inkâr ve kötülüklerde direnler sonunda Allah'ın huzuruna varacak ve müslümanlarla tartışmaya kalkışıp inkâr ettikleri gerçeği o zaman Allah kendilerine apaçık bildirecektir.

Son âyette Allah, gerek bütün insanlara gerekse insanların bir kısmına bah­şettiği üstünlüğü ve seçkin nimetleri hatırlatmaktadır. Buna göre yeryüzünde bir­çok canlının nesli kesildiği halde yüce Allah, peş peşe yarattığı nesillerle insanları birbirine halef kılmış; dünyayı insanla şenlendirmiş, onları yeryüzünün seçkin var­lıkları yapmıştır; ayrıca kimi insanlara, diğerlerine nispetle dünyevî bakımdan üs­tün dereceler de vermiştir. Ama bunların hepsi bir imtihan İçindir; hepsinin hesabı, sorumluluğu vardır.

Bu son âyetle dolaylı olarak, nesilleri birbiri peşine getirerek insan soyunu kıyamete kadar devam ettiren Allah'ın onları âhiret hayatı için yeniden yaratmaya ve hesaba çekmeye de kadir olduğu hatırlatılmakta ve nihayet Allah'ın cezalandır­masının çok çabuk olduğu uyarısıyla inkârda ısrar edenler bir defa daha uyarılır­ken, O'nun bağışlayıcı ve esirgeyici olduğu müjdesiyle de müminler sevindiril-mektedir. [303]

 



[1] Taberânî, el-Mu'ce-mü's-sağîr, I, 145

[2] Taberânî, el-Mıı'cernü'l-kebır, XX, 215

[3] bk. İbn Atıyye, II, 265; Elmalıh, III, 1861

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/295.

[4] Buhârî, "Tef-sîr", 6; Tirmizî, "Tefsir", 7

[5] aynca bk. Mâide 5/1

[6] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/295.

[7] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/295-296.

[8] Dârimî, "Fezâilü'l-Kur'ân", 17

[9] bk. İbnAtıyye,II,265 Prof. Dr. Hayrettin Karaman,

Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/196.

[10] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/296.

[11] Buhârî, "Megazî", 17

[12] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/296-297.

[13] Enbiyâ 21/30

[14] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/297-300.

[15] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/300

[16] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/300.

[17] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/300-301.

[18] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/301.

[19] Buhârî, "Şehâdât", 9; Tirmizî, "Fiten", 45

[20] meselâ bk. İbn Âşûr, VII, 139

[21] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/301-302.

[22] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/303.

[23] İsrâ 17/93

[24] Müddessir 74/52

[25] En'âm 6/7

[26] Tûr 52/29

[27] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/303

[28] III, 1880-1881; ayrıca bk. Necm 53/1-18; Buharı, "Tefsir", 53/1-2

[29] Buhârî, "Bed'ü'1-vahy", 2-3

[30] A'râf 7/80-84

[31] Elmalı­lı, III, 1180

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/303-304.

[32] Müddessir 74/25

[33] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/305.

[34] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/305.

[35] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/305.

[36] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/306.

[37] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/306.

[38] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/307.

[39] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/307.

[40] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/307.

[41] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/307-308.

[42] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/308.

[43] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/308.

[44] Esbâbü'n-nüzûl, s. 160; el-Vecîz, i, 347

[45] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/308-309.

[46] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/309.

[47] Zemahşerî, II, 7; Şevkânî, 122; İbn Âşûr, VII, 171; El-mahlı, İÜ, 1893

[48] bk. A'râf 7/157

[49] ayrıca bk. Bakara 2/146

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/309.

[50] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/309-310.

[51] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/310.

[52] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/310.

[53] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/311.

[54] Esbâbü'n-nüzûl, s. 160

[55] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/311-312.

[56] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/312.

[57] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/312-313.

[58] Zemahşerî, II, 9-10; Şevkânî, E, 126; Elmalılı, III, 1908

[59] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/313.

[60] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/314.

[61] meselâ bk. Bakara 2/62

[62] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/314.

[63] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/314.

[64] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/315.

[65] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/315.

[66] Şuarâ 26/3

[67] Müsned, III, 425

[68] Tefsir", 7/1

[69] bk. Elmalılı, m, 1913-1915

[70] İbn Hişâm, Stretü'n-Nebî [M. M. Abdülhamîd], 1,337-338

[71] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/136-317

[72] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/317.

[73] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/317

[74] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/318.

[75] Müs-ned, 1,242,258

[76] İsrâ 17/90-95

[77] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/318.

[78] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/318-319.

[79] Yû­nus 10/44

[80] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/319-320

[81] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/320.

[82] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/320-321.

[83] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/321.

[84] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/321.

[85] meselâ bk. İsrâ 17/67; AnkebÛt 29/65; Lokman 31/32

[86] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/321-322.

[87] insanın günahlarını daha da arttırmasına yol aça­bilecek nimetler; bilgi için bk. A'râf 7/182

[88] İbn Atıyye, II, 292

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/323.

[89] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/323.

[90] meselâ bk. Mü'minûn 23/84-89

[91] Buhârî, "Edeb", 18; Müslim, "Tevbe", 22; İbn Mâce, "Zühd", 35

[92] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/323-324.

[93] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/324.

[94] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/324.

[95] Müsned, I, 242, 258

[96] krş. Ar'âf 7/188

[97] En'âm 6/8

[98] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/325

[99] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/325

[100] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/325

[101] Feza-ilü's-sahâbe", 45-46

[102] Râzî, XII, 236-237

[103] Zemahşerî, II, 16

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/325-326.

[104] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/326-327.

[105] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/327.

[106] bk. Zemahşerî, E, 17

[107] ayrı­ca bk. Nisa 4/86

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/327-328.

[108] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/328.

[109] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/328.

[110] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/329.

[111] gayb terimi için bk. Bakara 2/3

[112] Zemahşerî, II, 19; İbn Atıyye, n, 300). Râzî son yorumu tercih eder (XIII, 11

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/329-330.

[113] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/330.

[114] Şevkânî, II143

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/330-331.

[115] İnfıtâr 82/10

[116] Şevkânî, II, 144

[117] bk. Elmalıh, II, 1951; Ateş, III, 160

[118] Zemahşerî, II, 19

[119] ayrıca bk. Bakara 2/30; Secde 32/11

[120] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/331-332.

[121] Nesefî, I, 327

[122] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/332.

[123] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/332-333

[124] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/333-334.

[125] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/334.

[126] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/334-335.

[127] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/335.

[128] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/336.

[129] Nisa 4/140

[130] bk. Taberî, VII, 228-229; İbn Atıyye, II, 303-304; M. Reşîd Rızâ, VII, 508

[131] Buhârî, "Salât", 31; Müslim, "Mesâcid", 89,92,93,94

[132] Dârimî, "Mukaddime", 23

[133] zulüm hakkında bilgi için bk. Bakara 2/54

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/336-337.

[134] Begavî, Meâlimü'i-Tenzîl, II, 105

[135] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/337.

[136] me­selâ bk. En'âm 6/32; Ankebût 29/64; Hadîd 57/20

[137] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/337-338.

[138] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/338-339.

[139] Bakara 2/191,217; fitnenin anlamı konusunda geniş bilgi için bk. Bakara 2/191

[140] İbn Âşûr, VI, 302-303

[141] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/339.

[142] Râzî, XIII, 33

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/339-340.

[143] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/340.

[144] Tekvin, 11/31-32; Yeşû, 24/2

[145] Tevbe 9/114; Meryem 19/41-49

[146] Hz. İbra­him'in hayatı ve şahsiyeti hakkında bilgi için bk. Bakara 2/124

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/340-341.

[147] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/341.

[148] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/342.

[149] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/343.

[150] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/343-344

[151] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/344.

[152] Buhârî, "Tevhîd", 1; Müslim, "îmân", 48-51

[153] Lokman 31/13

[154] Buhârî, "Enbiyâ", 41

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/344.

[155] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/344.

[156] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/345.

[157] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/345-346.

[158] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/346.

[159] Hac 22/78

[160] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/346.

[161] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/346.

[162] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/346-347.

[163] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/347.

[164] Vahidî, Esbâbü'n-nüzûl, s. 164

[165] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/347-348

[166] Âl-i İmrân 3/96-97

[167] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/348-349.

[168] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/349-350.

[169] bk. Furkan 25/4; Hakka 69/44-46

[170] İbn Âşûr, Vn, 375-376; Ateş, III, 201-202

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/350.

[171] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/350.

[172] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/351.

[173] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/351-352.

[174] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/352.

[175] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/352.

[176] geniş bilgi için bk. Elmalılı, III, 1990-1995; İbn Âşûr, VII, 396-397

[177] meselâ bk. Taberî, VE, 286-291; İbn Atıyye, n, 326-327; İbn Âşûr, VII, 397

[178] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/352.

[179] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/352-353.

[180] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/353.

[181] bilgi için bk. Cin 72/1-3

[182] İbn Âşûr, VII, 405

[183] Sebe' 34/41; Zuhruf 43/20

[184] Sâffât 37/158

[185] Nahl 16/57; Sâffât 37/149; Zuhruf 43/16; Tûr 58/39

[186] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/353-354.

[187] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/354.

[188] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/354-355.

[189] Mutaffıfîn 83/15

[190] Şevkânî, II, 170-171

[191] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/355-356.

[192] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/356.

[193] bk. III, 2020

[194] bk. III, 216

[195] Şevkânî, II, 172

[196] meselâ bk. Elmalılı, El, 2020; İbn Âşûr, VII, 422

 Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/356-357.

[197] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/357.

[198] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/358.

[199] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/358-359

[200] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/359.

[201] Kehf 18/110; Fussılet 41/6

[202] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/359-360.

[203] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/360.

[204] meselâ bk. En'âm 6/35,107, 112, 137

[205] Kehf 18/29

[206] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/360.

[207] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/361.

[208] cinler hakkında bilgi için bk. Cin 72/1-3

[209] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/361-362.

[210] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/362.

[211] bk. 109. âyet

[212] Elmalılı, III, 2033

[213] İbn Âşûr, VIII, 16

[214] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/362-363.

[215] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/363.

[216] bk. Mâide 5/21; İsrâ 17/104

[217] Şevkâ-nî, II, 179

[218] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/363-364.

[219] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/364.

[220] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/364-365.

[221] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/365.

[222] bk. İbn Âşûr, Vm, 33

[223] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/365.

[224] Râzî, XIII, 167

[225] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/365-366.

[226] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/366.

[227] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/366.

[228] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/366.

[229] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/367.

[230] bk. Râzî, XIII, 175

[231] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/367-368

[232] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/368.

[233] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/368-369

[234] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/369.

[235] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/370.

[236] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/370-371.

[237] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/371.

[238] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/371-372.

[239] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/372.

[240] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/372.

[241] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/373.

[242] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/373.

[243] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/373.

[244] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/374.

[245] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/374-375.

[246] bk. Cevâd Ali, el-Mufassalfî târîhi'l-Arab kable'l-İslâm, IV, 651-652

[247] Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 154

[248] bk. Mümtehi-ne 60/12

[249] bk. Râzî, XIII, 206

[250] Mevdûdî, 1,523-524

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/375-376.

[251] bk. Mâide 5/103

[252] Râzî, XIII, 207

[253] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/376.

[254] başka yorumlarla birlikte bk. VIII, 110-111

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/376.

[255] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/376.

[256] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/377

[257] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/377.

[258] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/378.

[259] Râzî, XIII, 217; İbn Aşûr, Vm, 131-133

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/378-379.

[260] ye­nilmesi haram ve mubah olan hayvanlar ve "zaruret" hali hakkında bilgi için bk. Bakara 2/173; Mâide 5/3

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/379.

[261] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/379.

[262] Yahudilik1 te bu konuyla ilgili helâller ve haramlar için bk. Le-vililer, 3/17; VÜ/23; XI/1 vd.; Tesniye, 14/3 vd.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/379.

[263] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/379-380.

[264] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/380.

[265] âyetteki hars kavramı hakkında 116. âyetin tefsirine bk.

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/380-381.

[266] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/381.

[267] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/381.

[268] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/382.

[269] Râzî, XIII, 232

[270] geniş bilgi için bk. İsrâ 17/23

[271] bilgi için bk. En'âm 6/137,140

[272] Buhârî, "Ni­kâh", 96, "Megazî", 32; Müslim, "Nikâh", 125,134, 136, Ebû Dâvûd, "Nikâh", 49; Tirmizî, "Nikâh", 39; Müsned, III, 33,51,53,309; ei-Muvatta', "Talâk", 95

[273] ge­niş bilgi için bk. İhya', Mısır 1334, II. 47-49

[274] İbn Âşûr, V, 160

[275] İbn Âşûr, VIII, 161

[276] geniş bilgi için bk. Mâide 5/32

[277] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/382-385.

[278] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/385.

[279] geniş bilgi için bk. 91. âyet

[280] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/386.

[281] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/386-387.

[282] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/387.

[283] bk. 8-9, 37, 50, 58, 111, 124

[284] Ateş, IH, 267

[285] İbn Atıyye, E, 367

[286] âyetin bu kısmıyla ilgili olarak mezheplerin farklı tefsir ve görüşleriyle ilgili ayrıntılı bilgi için bk. Elmalılı, IH, 2104-2109; İbn Âşûr, VIII, 186-1191

Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/387.

[287] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/388.

[288] Râzî, XIV, 7

[289] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/388.

[290] Râzî, XIV, 8

[291] VIII, 108

[292] Nisa 4/40

[293] Nemi 27/89

[294] Şûra 42/23

[295] Bu-hârî, "Tevhîd", 19; Müslim, "îmân", 304

[296] meselâ bk. Nevevî, Şerhu Müslim, I,148-152; İbn Hacer, Fethu'l-bârî, XXIV, 115-123

[297] Buhârî "Rikak", 31; "Tevhîd", 35; Müslim, "îmân", 2B3-207

[298] Fethu'l-bârî, XXIV, 118

[299] Nemi 27/89-90

[300] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/388-389.

[301] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/390.

[302] halîfe teriminin an­lamlan konusunda ayrıntılı bilgi için bk. Bakara 2/30

[303] Prof. Dr. Hayrettin Karaman, Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, Prof. Dr. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Dr. Sadrettin Gümüş, Kur’an Yolu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: II/390-391