EN'AM SÛRESİ 8

İlgili Hadisler. 8

Meali  : 8

İlgili Hadîsler. 8

Yerkürenin Yaratılması 9

Çasv1sjrdan İnsan Yaratma. 9

Ecelin Takdir Edilmesi 9

Ecelin Kaza Ve Kaderle İlgisi 10

Göklerde De, Yerde De Övülmeye O Lâyıktır. 10

Âyetler Arasında Bağlantı 10

Meali  : 11

Mekke Müşriklerinin Psikolojik Portresi 11

Tarihten İbret Almaya Davet 11

Yorumlar - Rivayetler. 12

Âyetler Arasında Bağlanti 12

Meali : 12

İniş Sebebi 12

İnkârda Önyargı 13

Meleğin İnsan Suretinde İnmesi 13

Âyetler Arasında Bağlantı 13

Meali: 13

Gelip Geçen Milletlerin Sonu. 13

Âyetler Arasında Bağlantı 14

Meali  : 14

İlgili Hadîsler. 14

Mekân Ve Zaman. 15

Melekler Ve Ruhlar. 15

İlahî Düzene Uymak. 15

Yorumlar - Rivayetler. 16

Âyetler Arasında Bağlantı 16

Meali: 16

İlgili Hadîsler. 16

Kader Çizgisi 17

Yorumlar - Rivayetler. 17

Âyetler Arasında Bağlantı 17

Meali: 17

İniş Sebebi 18

İlgili Hadîsler. 18

Allah'ın Şahit Olması Yeter. 18

Tebliğ Görevi 19

Kitap Ehli, Son Peygamberi Tanir Mıydı?. 19

Kendilerine Yazık Edenler. 19

Âyetler Arasında Bağlantı 19

Meali: 20

İniş Sebebi 20

Ebû Talibin Duygu Ve Düşünceleri 20

Kalbler Üzerinde Kılıf 20

Yorumlar - Rivayetler. 21

Âyetler Arasinda Bağlantı 21

Meali: 21

Âhiret'le İlgili Uyarıcı Birkaç Safha. 21

Maddeciler Kıyamete De İnanmazlar. 22

Kıyametin Ansızın  Kopacağı 22

Dünya Hayatı Bir Oyuncak Ve Eğlenceden İbarettir. 22

Âyetler Arasında Bağlantı 23

Meali : 23

İniş Sebebi 23

İlgili Hadîsler. 24

Peygamberi Yalanlamıyorlardı 24

İnsan Yükseldikçe Düşmanı Çoğalır. 24

Allah Va'dinden Dönmez. 24

Beyni Yıkanmış İnkarcılara Mu'cize Göstermek. 25

Allah Dileseydi Onları Doğru Yol Üzerinde Toplardı 25

Âyetler Arasında Bağlantı 26

Meali: 26

İlgili Hadîsler. 26

Susturucu Ve İnandırıcı Bir Mu'cize. 26

Hayvanlar Da Sizin Gibi Birer Ümmettirler. 27

Kitapta Hiçbir Şeyi Eksik Bırakmadık. 27

Âyetler Arasında Bağlantı 27

Meali: 28

İlgili Hadîsler. 28

Din Ve Allah Duygusu Fıtrîdir. 28

Peygamberlere  Muhalefet 29

Kalelerin Katılaşması 29

Yorumlar - Rivayetler. 29

Âyetler Arasında Bağlantı 30

Meali: 30

Kulak, Göz Ve Kalp. 30

İlâhî Azap Gelecek Olursa. 31

Peygamberlerin İki Asıl Görevi 31

Âyetler Arasında Bağlantı 31

Meali: 31

İniş Sebebi 31

Peygamberin Ana Vasıfları 32

Görenle Görmiyen Bir Midir?. 32

Dirilip Yeni Bir Hayata Başlamak. 32

Âyetler Arasinda Bağlantı 33

Meali: 33

İniş Sebebi 33

İlgili Hadîsler. 34

İslâm, İnsanın  Kalbine Ve Ameline Değer Verir. 34

Sınıflar Birbiriyle Çetin Bir Denemeye Tabi Tutulurlar. 34

İnananları Allah Selâmlıyor. 35

İnsan Ve Kötülük. 35

Âyetler Arasında  Bağlantı 35

Meali 35

İniş Sebebi 35

İlgili Hadîsler. 36

İnkarcıların Hevesleri 36

Hakkı Yansıtan Belge. 36

Acele İstedikleri Azap. 36

İlâhî Kudret Ve Mümkinat 37

Her Şeyi Açıklayan Kitap. 37

Âyetler  Arasında   Bağlantı 37

Meali: 38

İlgili Hadîsler. 38

Küçük Ölüm   =  Uyku. 38

Kulları Üstünde Yegâınje Kahir. 38

Hafeze = Koruyucu  Melekler. 39

Mevlâ'ya Dönüş. 39

Yorumlar - Rivayetler. 39

Âyetler Arasinda Bağlantı 39

Meali: 40

İniş Sebebi 40

İlgili Hadîsler. 40

Sebeplerin Ucu O'nun Elindedir. 40

Âyetler Arasında Bağlantı 41

Meali: 41

İlgili Hadîsler. 41

Peygamber Tasarrufa Sahip Midir?. 42

Her Haberin Kararlaştırılmış Vakti Var. 42

İnkâr İmân Derecesinde Olursa. 42

Unutma - Unutkanlık. 43

Âyetler Arasında Bağlantı 43

Meali; 43

Dini Oyuncak Ve Eğlence Edinenler. 43

Âyetler Arasında Bağlantı 44

Meali: 44

İniş  Sebebi 44

İlgili Hadîsler. 44

Şeytanların Şaşkınlaştırdıkları 45

Mü'minlerin Şerre Karşi Üç Silahı 45

Göklerin Ve Yerin Hak İle Yaratılması 45

Ol, Deyince Oluverir. 46

Ayetler Arasında Bağlantı 46

Meali: 46

İbrahim Peygamberin Örnek Gösterilmesi 46

Göklerin Ve Yerin Melekûtu. 46

İbrahım> Peygamber Kimdir?. 47

Âyetler Arasında Bağlantı 47

Meali: 47

İlgili Hadîsler. 48

İbrahim Peygamberi Putlarla Korkutmaları 48

Âyetler Arasında Bağlantı 49

Meali: 49

Asya Kıtasındaki Peygamberler. 49

Kronolojik Bir Sira Gözetilmemiştir. 49

Allah'ın Yolu. 50

Sen De Onların Yoluna Uy!. 50

Kur'ân Bir Öğüt Ve Hatırlatmadır. 50

Sen De Onların Yoluna Uy!. 51

Kur'ân Bir Öğüt Ve Hatırlatmadır. 51

Âyetler Arasında Bağlantı 52

Meali: 52

İniş Sebebi 52

Allah'ı Bilmek. 52

Tevrat'ın Ayrı Ayrı Kâğıtlara Yazılması 53

Ümmü'l-Kurâ  =  Kentler Anası Mekke. 53

İbrahim - Mekke - Kur'ân. 53

Âyetler Arasında Bağlantı 53

Meali: 54

İniş Sebebi 54

İlgili Hadîsler. 54

Üç Ayrı Sapıklık Ve Çılgınlık. 55

İlk Yaratıldığımız Gibi 55

Âyetler Arasında Bağlantı 56

Meali: 56

Tane Ve Çekirdek. 56

Sabahı Yarıp Çıkaran. 56

Güneş Ve Ay'ı Hesap Üzere Yaratmıştır. 57

Yorumlar - Rivayetler. 57

Âyetler Arasında Bağlantı 57

Meali: 57

Bir Nefsten İnşâ. 57

Müstakar - Mustevda' 58

Gökten Su İndirdi 58

Allah'ın Varlığına, Birliğine Açik Belgeler. 58

Âyetler Arasinda Bağlantı 58

Meali: 59

İniş Sebebi 59

İlgili Hadîs. 59

Cinler. 59

O'na Oğullar Ve Kizlar Uydurup Saçmaladılar. 59

Bedî' - İbda' - Mübdî1. 60

Yorumlar - Rivayetler Latîf 60

Âyetler Arasında Bağlanti 60

Meali : 61

Kâinat Mu'cizelerle Doludur. 61

Yorumlar - Rivayetler Besâir : 61

Âyetler Arasında Bağlantı 61

Meali: 62

İniş Sebebi 62

Dini Yayma Politikası 62

Her Millete Amel Ve İnancı Süslenmiştir. 62

Âyetler Arasında Bağlantı 63

Meali: 63

İniş Sebebi 63

İlgili Hadîs. 63

Mu'cize İsteği 63

Gözlerin Ve Gönüllerin Ters Çevrilmesi 64

Mu'cizeler Allah'ın  Elindedir. 64

Âyetler Arasında Bağlantı 64

Meali: 65

İniş Sebebi 65

İlgili Hadîsler. 65

İhtiyarî İmân. 65

İnsan Ve Cin Şeytanları 65

Rabbin Dileseydi Böyle Olmazdı 66

Âyetler Arasında Bağlantı 66

Meali: 67

İniş Sebebi 67

En Doğru Ve En Âdil Hakem.. 67

Kitap Verilenler. 67

Rabbin Sözü. 68

Hakem - Hâkim.. 68

Âyetler Arasinda Bağlantı 68

Meali: 69

İniş Sebebi 69

İlgili  Hadîsler. 69

İnsanların Çoğu Doğru Yolda Değildir. 69

Âyetler Arasında Bağlantı 69

Meali: 70

İniş Sebebi 70

İlgili Hadîsler. 70

Allah'ın Adını Anarak Boğazlamak. 71

Fıkhı Yönü. 71

Darda Kalan. 71

Âyetler Arasında Bağlantı 72

Meali: 72

İniş Sebebi 72

İmân Aydınlık, Küfür Karanlıktır. 72

İmân Ve Küfür Allah'tan Mıdır?. 73

Âyetler Arasında Bağlantı 73

Meali: 73

İniş Sebebi 74

İlgili Hadîsler. 74

Hayır Ve Şer. 74

İleri Gelenlerin Şer Ve Hile Yapması 75

Âyetler Arasında Bağlantı 75

Meali: 75

İlgili Hadîsler. 75

İmân Ve İslâm'a Ehil Olanlar. 76

İlmî Yönü. 76

Âyetler Arasında Bağlantı 77

Meali : 77

İlgili Hadîsler. 77

Cinlerin İnsanları Doğru Yoldan Saptırması 77

Kimimiz Kimimizden Yararlandık. 78

Cinlere Kendilerinden Peygamber Gönderilmiş Midir?. 79

Allah, Peygamberler Göndermedikçe Helak Edici Değildir. 79

Âyetler Arasında Bağlanti 80

Meali: 80

İlgili Hadîs. 80

Herkes Ameline Göre Derece Alır. 80

Allah Emaneti Ehil Olana Verir. 80

Zalimler  Kurtuluşa Eremiyecektir. 80

Âyetler Arasında Bağlantı 81

Meali: 81

İniş Sebebi 81

İlgili Hadîsler. 82

Araplarin Cehaleti 82

Allah Ortak Kabul Etmez. 82

Hükmettikleri Şey Ne Kötü!. 83

Cağın Cahiliyeti 83

Âyetler Arasında Bağlantı 83

Meali: 84

İniş Sebebi 84

Kudretin Yüceliğine Üc Delil 84

Yararı, Tadı, Şekli, Niteliği Farklı Maddeler. 84

Konunun Tekrarı 85

Fıkhî Yönü. 85

Davarlardan Sekiz Çift 86

Âyetler Arasında Bağlantı 86

Meali: 86

İlgili Hadîsler. 86

Dört Haram Nesne. 87

Muztar Kalan. 88

Tırnaklı Hayvanlar Ve İç Yağları 88

Yorumlar - Rivayetler. 88

Âyetler Arasında Bağlantı 89

Meali: 89

İnsan İyiliğe, Kötülüğe İtilen Bir Canlıdır. 89

Âyetler Arasında Bağlantı 90

Meali: 90

İlgili Hadîsler. 90

Yasaklar Zincirinde En Önemli  Halka. 91

Âyetler Arasinda Bağlantı 93

Meali: 94

Semavi Kitapların Ortak Vasıfları 94

Önce Okuyup Anlamak, Sonra Da Anladıklarını Açıklamak. 94

Âyetler Arasında Bağlantı 95

Meali: 95

İlgili Hadîsler. 95

İnkâr Bataklığında Bocalayanlar. 96

İmânın Muteber Olması İçin. 96

Gaybe İmânın Esasları 96

Âyetler Arasında Bağlantı 96

Meali: 97

İlgili Hadîsler. 97

Dinde Post Kavgası Haramdır. 97

Âyetler Arasında Bağlantı 98

Meali: 99

İniş Sebebi 99

İlgili  Hadîsler. 99

İbrahim Peygamberin Hanîf Dini 99

Hanîf Dininin Tevhît Esasları 100

Namazsız, İbâdetsiz Din Olur Mu?. 100

En Feyizli Terbiyeci 100

Mü'minler, Yeryüzünün Halîfeleridir. 101

Yorumlar - Rivayetler. 101

En'âm Sûresinin Sonu. 101


 

EN'AM SÛRESİ

 

Kur'-ân'ın altıncı süresidir.

Müfessirlerin çoğuna göre, 165 âyet, 3052 kelime, 12.240 harftir.

Bütünüyle bir defada Mekke'de inmiştir. Ancak İbn Abbas (R.A.) ile Katade'ye göre, 91. ve 141. âyetleri Medine'de inmiştir. Bu iki âyetten birincisinin Yahudilerden Mâlik b. Sayf ile Kâb b. Eşref; ikincisinin Ansar'-dan Sabit b. Kays hakkında indiği söylenir.

İbn Cüreyc'e göre, 141. âyet Muaz b. Cebel (R.A.) hakkında inmiştir. Mâverdî de aynı görüş ve tesbiti ortaya koymuştur. Şa'bî'ye göre, 91, 92, 93,151,152,153. âyetler Medine'de, diğerleri ise toplu halde Mekke'de bir defada inmiştir. Diğer bazı tefsîrcilerimize göre, 20, 23, 91,92,93,114,141, 151, 152, 153. âyetleri Medine'de inmiştir.                         :

İki veya altı, ya da on âyetin Medine'de indiğinin sebebi acıktır: Mek­ke'de daha çok Allah'ın varlığı ve birliğiyle, Hz. Muhammed (A.S.)ın risâ-letiyle ve putperestlerin inkâr ve inâtlarıyia ilgili âyetler inerken, Medine'­de daha çok ahkâmla ilgili âyetler inmiştir. Sözü edilen âyetlerin çoğu ah­kâmla ilgili bulunuyor. İbn Atiyye de aynı görüştedir.

Melek Cebrail bu sûreyi yetmiş bin meleğin refakatinde ve onların azizlemesi ve toplu halde teşbih havası içinde indirmiş, yalnız «Gaybın anahtarları O'nun yanındadır, onları Allah'tan başkası bilmez» mealindeki âyete oniki bin melek eşlik etmiş ve hepsi de teşbih ve tahmît sesleriyle inmişlerdir. Aynı gece Resûlüllah (A.S.) Efendimiz kâtipleri çağırıp sözü edilen sûreyi yazdırmıştır. [1]

 

İlgili Hadisler

 

«And olsun ki bu sûreyi   indirirken ufuğu kaplayacak kadar melekler uğurlayıp eşlik etmişlerdir.» [2]

«En'âm Sûresi indiğinde beraberinde yerle gök arasını kaplayacak ka­dar melek -eşlik ederek- bulunuyordu; tesbîh seslerini yükseltiyor, yeryü­zü bundan dolayı (âdeta) titriyordu.»

Bu sesi işiten Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Sübhâne'llahi'l-Azîm, Süb-hâne'Ilahi'l-Azîm» diyordu. [3]

«En'âm Sûresi bütünüyle bir defada üzerime indi; yetmiş bin melek tesbîh ve tahmîtle seslerini yükseltip ona eşlik ederek uğurluyor ve aziz tutuyorlardı.» [4]

En'âm sûresi: Mâide süresindeki bazı hükümlerin hem özetini, hem hikmetini verir. Tevhit Akidesine ağırlık kazandırır. İlâhî rahmetin genişli­ğine dikkatleri çeker. Putperestlerin ve Kitap Ehli'nden bir çoğunun nasıl bir inat ve inkâr fırtınasına tutulduklarını tasvîr eder. İbrahim Peygam­berin Tevhit İnaneı'na verdiği öneme dokunur, onun bu vadide örnek dav­ranışlarını hatırlatır. Bu arada diğer birçok peygamberlerden söz eder, mi­saller sergiler. Kur'ân'ın nasıl bir rahmet olduğunu belirtir. Kur'ân'a karşı olan inkarcıların iç yüzünü gün ışığına çıkarır ve insanlarla ilgili hayat ka­nununun inceliğine parmak basar, bu doğrultuda insan aklını ve idrâkini harekete geçirmeyi amaçlar.

Allah'a HAMD ile başlar, O'nun cezalandırmasının çok sür'atli olma­sına rağmen çok bağışlayıcı ve çok merhamet edici bulunduğunu açıklıya-rak son bulur. [5]

 

Meali  :

 

1—  Hamd o Allah'a ki, gökleri ve yeri yaratmış, karanlıkları ve ay­dınlığı düzenleyip var kılmıştır. Sonra da (hakkı) inkâr edenler Rablerine (yaptıkları putları, putlaştirdıkları kişileri) denk tutuyorlar.

2—  O ki, sizi çamurdan yaratmış, sonra da (size) bir ecel belirleyip takdîr etmiştir. Belirlenip adlandırılan bir ecel O'nun yanındadır. Sonra da siz (kalkıp) şüphe ediyorsunuz!.

3—  O, göklerde de, yerde de (övülmeye lâyık olan) Allah'dır; sizin giz­li ve acık hallerinizi bilir; kazandıklarınızı da bilir.

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki Allah (C.C.) Âdem'i yeryüzünün her yanından aldığı bir avuç topraktan yaratmıştır. Bu sebeple Âdem oğulları yeryüzünün (renk ölçü ve vasfına) göre gelmiştir: Kimi kızıl, kimi beyaz, kimi siyahtır ve bu arada kimi yumuşak tabiatlı, kimi üzüntülüdür, kimi kötü, kimi de iyidir.» [6]

Ebû Hüreyre (R.A.) anlatıyor; Resûlüllah (A.S.) buyurdu :

«Aziz ve Celîl olan Allah, toprağı cumartesi, ondaki dağları pazar gü­nü, ağaçları pazartesi günü, hoşa gitmiyecek şeyleri salı günü, aydınlığı çarşamba günü, yeryüzüne yayılan hayvanları perşembe günü, Âdem'i (A.S.) cuma günü ikindiden sonra -ki bu cumanın son saatinde ikindi ile akşam arasında- en son yaratma (düzeyinde) yaratmıştır.» [7]

«İnsanlar Âdem'den, Âdem de topraktandır.» [8]

 

Yerkürenin Yaratılması

 

 «Hamd o Allah'a ki, gökleri ve yeri yaratmıştır....»

Yeryüzü jeolojik değişmelere uğradıktan ve üzerinden dört veya daha fazla önemli çağ geçtikten sonra insan ve diğer canlıların yaşamasına el­verişli duruma gelmiş, böylece hadîste belirtildiği gibi her devresi sırasıy­la yedi günden birine tesadüf etmek üzere yedi devre geçirmiştir. Birinci devrede yerkabuğu iyice oluşup toprak haline gelmiştir. İkinci devrede dağ­lar oluşmuştur. Üçüncü devrede ağaçlar ve bitkiler oluşmuştur. Dördüncü devrede insana hoş gelmiyen şeyler oluşmuştur. Beşinci devrede hayvan­lar oluşup muhtelif yerlere yayılmıştır. Altıncı devrede insan yaratılıp, ha­zırlanan dünyaya ayak basmıştır.

İlgili âyetle bu hususa işaret edilerek dünyanın güneşin etrafında bir elips çizerek dönmesi ve aynı zamanda kendi ekseni etrafında dönmesiyle karanlıklarla aydınlığın (gece ile gündüzün) derecelere ve meridyenlere gö­re düzenli biçimde gerçekleşmesi hatırlatılıyor ve bu kadar ahenkli bir sis­temi kuran Allah'ın elbetteki övülmeğe lâyık olduğu vurgulanıyor.

Bunca ince hesaplar, denge kanunları, yörüngeler ve düzenli hareketler gözler önünde dururken Allah'ı tanımamak, başka nesneleri putları ve şa­hıslan Tanrı edinip Allah'a denk tutmak şaşılacak bir tutum ve çok hatalı bir mantık değil midir? İnsan aklı nerede? Aydınım diye geçinen inkarcı­ların sağduyuları hasta mıdır? Yoksa mantıkları işlemiyor mu? Allah'ın varlığına, birliğine ve yüce kudretine bunca açık ve kesinlik arzeden bel­geler, deliller dururken, O'nun yokluğuna delâlet eden tek bir belge olma­dığı halde bunea inat, inkâr ve basîretsizlik neye?

Gerçi birkaç âyette ve hadîs-i şeriflerde yerlerin ve göklerin altı gün­de yaratıldığı açıklanmakta ve yeryüzünde meydana gelen toprağın, dağfarın, ağaçların, hayvan ve insanların da altı günde oluştuğu belirtilmektey­se de, yukarıda açıkladığımız gibi, altı günden maksat, altı çağ veya dev­redir. Çünkü Arapça sözlükte YEVM kelimesi güneşin doğduğu andan ba­tışına kadar geçeri zamana denildiği gibi, zamandan sınırı belli olmayan bir devreye de denilmektedir. Nitekim Râğıb el-Esbehanî el-MÜFREDAT adlı kıymetli eserinde YEVM maddesinde bu hususu gayet güzel açıkla­mıştır. Arapçanın bu inceliklerini bilmiyenler, gerek Kur'ân'da, gerekse Ha­dîslerde geçen Fİ SİTTETİ EYYAM = Altı Günde, tabirini gece ile gündüz­den oluşan altı gün sanmışlardır. Oysa Kur'ân çok önemli altı devreden söz etmektedir. [9]

 

Çasv1sjrdan İnsan Yaratma

 

«O ki, sizi çamurdan yaratmıştır.»

Kur'ân'ın beş ayrı yerinde insanın mutlak anlamda çamurdan yaratıl­dığı, bir yerinde süzme çamurdan, diğer bir yerinde de yapışkan, katı ve çokça sabit çamurdan yaratıldığı belirtilmiştir. Süzme bir çamurun katıla-şıp birbirine iyiee yapışması ve sabit bir hal alması fiziksel bir olaydır. Gü­nümüzde imal edilen tuğla ve kiremitler de böyle değil midir? Sonra bu maddenin üzerine kudret yağmurunun yağması ve ilâhî emirden olan nefs-i natıka = insanî ruhun ona girmesiyle ilk insan oluşmuştur.

Ancak Kur'ân'ın birkaç yerinde ve konumuzla ilgili âyette Âdem'in de­ğil de insanın çamurdan yaratıldığı belirtiliyor. Burada Kur'ân iki önemli hususa işaret etmektedir: Birincisi, ilk insanın fizikötesi bir kanunla süz­me yapışkan ve aynı zamanda katılaşmış, sabit duruma gelmiş bir çamur­dan yaratıldığını bize öğretiyor. İkincisi, diğer bütün canlıların, özellikle insanların bildiğimiz mevcut biyolojik kanunlara göre vücut bulduğunu ve bunların ıslak topraktan elde edilen ürünlerle baba sulbünde sperma ola­rak oluşup geliştiğini hatırlatıyor.

Gerek anne ve babaların, gerek ana rahminde oluşan ceninin bir ucu topraktan çıkan ürünlere dayanmıyor mu? Erkekte oluşan SPERMA ile kadında oluşan yumurtalık menşe' olarak belirtilen kanuna bağlı buluna­rak var olmuyor mu?

O halde her iki yönden de insan topraktan yaratılmıştır, sonucu orta­ya çıkıyor. [10]

 

Ecelin Takdir Edilmesi

 

 «Sonra da (size) bir ecel belirleyip takdir etmiştir.»

İlgili âyette iki ayrı ecelden söz edilmiştir. Genellikle sözlük ola­rak ecel, bir şey için tanınan süre, konulan müddet anlamına gelir. Bir şeyin vakti veya o vaktin sonu da yine bu kelimenin kapsamına girer. Bir süre sonra ödenecek borca deyn-i müeccel denir. İnsan hayatı için belirlenen süreye eeel denilmesi bu sözlük mânayla ilgilidir.

İlim adamları bu iki   ecel i   şöyle yorumlamışlardır:

a)  Hasan el-Basrî'ye göre, birinci ecel doğumdan ölüme kadar belir­lenmiş geçen süredir. İkinci eeel, ölümden ikinci hayata kalkılacağına ka­dar belirlenen süredir. Katade ve Dehhak da aynı görüştedirler.

b)  Mücahit'e ve Said b. Cübeyr'e göre, birincisi dünya eeeli, ikincisi âhiret eeelidir. Yani birincisi dünyanın son bulması, ikincisi âhiretin baş­lamasıdır.

c)  İbn Abbas'a (R.A.) göre, birinci ecel uyku, ikinci ecel ölümdür.

d)  İki ecel de aynıdır, yani ömürler için takdir edilmiş bir ecel vardır ki, bu Allah katında -ezelî olan ilmiyle- belirlenip takdîr edilmiştir. [11]

 

Ecelin Kaza Ve Kaderle İlgisi

 

Allah'ın ilmi malûmata tabi'dir. Dünyada hazırlanan mevcut ortam ve imkânlar içinde her insanın kendine nasıl bir hayat yolu seçeceği önce­den -ezelî ilimle- bilinmiş ve ecel ona göre takdîr edilmiştir.

O halde kişinin kendini tahrip eder anlamda bir takım kötü itiyatları, ibtilâlan nasıl ömrünü kısaltıyorsa, sağlığını korumasını bilen, kalbini Al­lah sevgisiyle doidurup ic huzuruna kavuşan, iyilik ve hayırlarda bulunmak suretiyle görevini yapma mutluluğuna erişen kimsenin bu disiplinli hayatı onun ömrünü uzatır. İlâhî ilim, eceli kişinin yaşama plânına göre belirle­yip önceden takdîr eder.

Cenâb-ı Hak iklim şartlarına göre, ortalama bir ömür süresi koymuş­tur. Bu Onun sünneti gereğidir. Kişiler daha çok kendi irâde ve o irâdeye bağlı fiilleriyle bu sürenin biraz üstünde veya altında bir ömür yaşayabi­lirler. Ama kulun iradesi ve ona bağlı fiili ömrünü uzatacak mı, kısaltacak "nı, bu önceden bilinmektedir. Bilindiği için de ecel takdîr edilmekte ve bu sebeple ne bir an ileriye, ne de geriye gitmemekte, vakti-saati gelince ger­çekleşmekledir.  Bunun için   ecel   birdir,-denilmiştir. [12]

 

Göklerde De, Yerde De Övülmeye O Lâyıktır

 

 «O, göklerde de, yerde de (övülmeye lâyık olan) Allah'tır.»

Göz ve gönül dolduran bir sanat eserini ortaya koyan kişiye hayran­lık duyuyor ve sanatındaki başarısından dolayı onu hem övüyor, hem ödüllendiriyoruz.

Yüksek bir matematikle var kılınan ve çok mükemmel bir plânla ha­zırlanan kâinatı kim yaratmıştır? Kendi kendine var olmuştur, dersek, ge­lişmiş bir elektronik beynin kendi kendine var olduğunu iddia etmemiz ka­dar gülünç duruma düşeriz. Bir tesadüf eseridir, dersek, bu kadar düzen­li, plânlı ve programlı bir kâinatın her parçasında aynı özellikleri görmek­teyiz; milyonlarca kanunlara bağlı kalarak şaşmadan yaratıldığı amaca doğru hareket halinde bulunan bunca düzen ve sistemlerin peşpeşe tesa­düflerin gelmesiyle vücut bulduğunu iddia etmiş oluruz ki, bu mümkün de­ğildir. Bir plânlayan, düzenleyip disipline eden var dersek, bunun eşyanın kendisi olduğunu söyleyemeyiz, çünkü o zaman ilk noktaya gelip takılırız; eşya kendi kendini yaratmıştır, diyerek fasit bir dâirede dolaşıp kalırız. Başkası onu yaratmıştır, dersek, herhalde o başkası, sonradan yaratılmış olamaz, Aksi halde aynı fasit daireye girmiş oluruz. O halde o başkası, öncesiz ve sonrasızdır ve kudretine, ilmine bir sınır ve ölçü yoktur. O da Allah'tır.

Hakikat bu olunca, o Allah göklerde ve yerde övüimeğe lâyık değil midir?

İşte bunun için Kur'ân akıl sahiplerine şöyle sesleniyor:

«Hamd (en derin övgü, saygı) O Allah'a ki, gökleri ve yeri yaratmış, karanlıkları ve aydınlığı düzenleyip var kılmıştır.»

Değerli ilim adamlarından Prof. Dr. Ali Nihat TARLAN diyor ki: SİZ DE Mİ?

«Bir talebeme dedim, bir gün söz arasında

— Peki yavrum inşaallah!

Hafifçe gülümsedi, dedi hayretle bana :

  Siz de inanırsınız demek. Hocam, Allah'a!?

  Ben de gülerek dedim :

  Yanlış sordun sanırım; şöyle sormalı idin,

  «İnanır mısınız siz, bir şeye O'ndan başka!?»

  Hayır, yavrum inanmam;

Ne bana inanırım, ne sana inanırım ne de bu kâinata. İnanırım çünkü ben, O BİR olan ALLAH'a..

Birden şaşırdı, sordu :

  Peki nerede O amma?

  Gözünün önündeki perdenin arkasında!.»

«Allah nedir? deyince gafil, Allah deyip hâmuş olur dil..» [13]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle dikkatler kâinat nizamına çekilmiş, güneş sistemini ayakta tutan ilâhî kudretin yüceliğine işaret edilerek gece ve gündüzün oluşması üzerinde iyice düşünmemize kapı açılmış, ipucu ve­rilmiştir.

Böylece Allah'ın varlığına ve birliğine delâlet eden düzen ve bağlı bu­lunduğu ilâhî kanunların şaşmazlığı hatırlatılmış, insan aklını harekete ge­çirmek için ana fikirler verilmiştir.

Aşağıdaki âyetlerle cehaletin ruhsuz bırakıcı bataklığında değişmesi cok zor önyargıya sahip olan ve putlardan başka bir ilâh tanımıyanların bunca belgeler, deliller ve düzenler karşısında inkâr ve inatlarına devam ettikleri belirtiliyor. Hak ile alay edecek kadar kör ve sağır olduklarına işa­ret edilerek yakın gelecekte hakkın nasıl bir üstünlük sağlayacağına şahit olacakları haber veriliyor. Sonra da geçmiş milletlerin bu tarz bir inkâr ve inat sonucu yok oldukları hatırlatılarak, inkarcılar o milletlerin kalıntıları üzerinde düşünmeye davet ediliyor. [14]

 

Meali  :

 

Onlara Rablerinin âyetlerinden ne kadar bir âyet geldiyse, mut­laka ondan yüz çevirdiler.

5—  Kendilerine (Rablerinden) hak (olan Peygamber ve Kitap) geldi­ğinde durmadan onu yalanladılar. Yakında ne ile alay ettiklerinin (baş dön­dürücü) haberi gelecektir.

6—  Kendilerinden önce nice nesilleri yok ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde sizi yerleştirmediğimiz yerlere onları yerleştirmiş, üzerlerine gökten bol yağmur indirmiş, ırmakları ayaklarının altından akar duruma getirmiştik. Ama günahları sebebiyle onları yok ettik de arkalarından baş­ka bir nesil yetiştirdik.

 

Mekke Müşriklerinin Psikolojik Portresi

 

«Onlara Rablerinin  âyetle-rinden ne kadar bir âyet geldiyse, mutlaka ondan yüz çevirdiler.»

Mekke'de inen En'âm Sûresi, ilgili âyetle bu yöre halkının kendi inanç­larında, dede ve babalarından tevarüs ettikleri âdetlerinde ne kadar tutu­cu olduklarını hatırlatıyor. Böylece Kur'ân, onların bâtılda inatla ısrar et­melerinin hakka ve yeniliğe karşı gelmelerinin psikolojik portresini çiziyor. Ciddi, köklü ve yaygın bir eğitim görmeyen, günün kültürünü bile yeterince olmayan bir topluluğu eğitmek, yeniliğe ısındırmak, ufuklarını açmak suretiyle kalplerini hakkı kabul eder duruma getirmek hem çok zor, hem de uzun zaman istiyen bir meseledir. Bu, ne ocak başında çalışmaya, ne örs üzerinde kızgın demiri şekillendirmeye benzer. İnsan kafasında oluşup kökleşen önyargıyı değiştirmek, denildiği gibi, atomu parçalamaktan daha zordur.

«Onlara Rablerinin âyetlerinden ne kadar bir âyet geldiyse, mutlaka ondan yüz çevirdiler» mealindeki âyet bunu tasvir etmektedir.

Hem böylesine bir tutuculuk, eskiye bağlılık ferman dinlemez ölçüde olmasaydı tez-antitez sürtüşme ve tartışması doğmaz; öyle olunca da hak sesini duyurma ortamı bulamaz, bir bakıma doğduğu gibi ölmeye yüztu-tardı. Peygamber (A.S.) Efendimizin böylesine aşırı putperest ve yeniliğe karşı hırçın ve acımasız bir milletin arasından çıkmasının hikmetlerinden biri de işte belirtilen husustur.

Mücadele uzun sürer, hakkın sesi yavaş yavaş, emekliyerek sath-ı mailinde hedefine doğru ilerler, derken altedilmesi çok zor bir kuvvet ha­line gelir.

Kur'ân bunu şu âyetle açıklamıştır; «Kendilerine Rablerinden hak (olan Peygamber ve Kitap) geldiğinde durmadan onu yalanladılar. Yakın­da ne ile alay ettiklerinin (baş döndürücü) haberi gelecektir.»

Evet o haber çeyrek asır geçmeden Medine'den kutsal sesini yüksel­terek geldi ve Mekke'yi fethetti. Daha önee onunla alay edenlerin başları eğildi, umutları tükendi. Bu her devirde böyle olmuştur ve olmaya devam edecektir. [15]

 

Tarihten İbret Almaya Davet

 

«Ama günahları sebebiyle on­ları yok ettik de, arkalarından başka bir nesil yetiştirdik.»

Kur'ân, Mekke müşriklerine ve o paralelde bulunan çevre kabilelere ve sonra da hepimize, dönüp tarihe bakmamızı, yok olan milletlerin yok ol­ma sebeplerini araştırmamızı emrediyor. Eski kavimlerin kendilerine ve kül­tür seviyelerine göre kurdukları medeniyetlerin kalıntılarını arayıp bulmak, onlar hakkında bize az-çok bir bilgi verir. Günümüzde yapılan arkeolojik çalışmalarla tarihin karanlık kalan birçok yanları ve devirleri aydınlığa çı­kartılmış ve gelip geçen milletlerin ortaya koydukları harika sayılabilecek vasıftaki sanat eserleri üzerinde yeterince durulmuş ve eserlerin krono­lojik değerlendirmeleri yapılarak müzelerde sergilenmiştir.

Konuyu sadece bu yönüyle ele almak yeterli midir? Ne yazık ki, o milletlerin bunca sanat eserleriyle, kurdukları medeniyetleriyle neden ye­rin derinliklerine gömüldüğünü araştıran yoktur. Yaşamakta olan nesil­lere ibret dersi verecek şey, onların yıkılıp yok olan sanat eserleri değil, yıkılıp yok oluş sebepleridir.

İşte bunun için Kur'ân'da onların eserlerine, medeniyetlerine kısaca dikkatler çekilirse de daha çok silinip yok olma sebepleri açıklanır ve en duyarlı noktalara parmak basılıp insan aklının ve vicdanının harekete ge­çirilmesi sağlanır.

Yukarıdaki âyetlerle Mekke halkına, daha önce gelip geçen ve on­larca az-çok bilinen Âd, Semud, Medyen ve Babil kavimlerinin yerle bir olduklarının nedenlerine ibret gözüyle bakmaları öğütleniyor, aynı zaman­da Kur'ân'ın muhtelif sûrelerinde bu kavimlerden sık sık söz ediliyor. Çün­kü Pasifik'te denizin derinliklerine gömülen MU kıtasından onlara bahset­menin pek anlamı yoktur. Kur'ân Araplardan başka inanan milletlere kendi çevrelerindeki kalıntılara bakmalarını, Araplara da kendi yakınlarında ge­lip geçen Âd ve Semud kavimlerinin akibetini görüp araştırmalarını öğüt-lüyor.

Semud Kavmi, Asur hâkimiyetinde yaşamıştır. Hicaz yakınlarında Hicr yöresinde oturdukları elde edilen kitabelerden anlaşılmıştır. Âd Kavminin Umman ile Dahraman arasındaki yörede oturdukları sanılmaktadır. Med­yen ise Filistin'le Hicaz arasında Kızıldeniz sahilinde bir bölgenin ismidir. Gençliğinde Musa Peygamberin bu bölgeye gidip Şuayp Peygamberle gö­rüştüğü yine Kur'ân'da açıklanır. Babil'in ise ünlü kral Nemrut tarafından kurulduğu tahmin edilmektedir.

Bütün bunlar daha verimli bölgelerde, bereketli topraklar üzerinde ya­şıyorlardı. Ama inkâr, inat, küfür ve tuğyanları, yok olmalarına sebep ol­muş, yaptıkları muhteşem saraylar, tiyatro sahneleri ve aşk odaları onla­rı kurtaramamıştır. [16]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

Ka rn :

a)  Sözlük olarak iki veya daha fazla şeyin biraraya gelmesi, iki şeyin birbirine eşlik etmesi mânasına geldiği gibi, birtakım şeylerin biraraya ge­tirilerek hepsini birden kuşatıp saran urgan anlamında da kullanıldığı ol­muştur.

b)  Falan filâna akrandır, denilir. Bu yaşıt olan iki kişi hakkında kul-

lanılır. Ayrıca güç ve cesarette birbirine denk sayılan iki kişi için «falan filâna karindir» denilir. Hac ile Umre'yi birarada yapmaya «Hacc-i Kiran» denilir ki bütün bunlar kök mânadan alınmadır.

c)  Bir devirde, bir çağda yaşamakta olan insanlar topluluğu, bir dev­reye mahsus kuşaklar topluluğu, demektir.

d)  Yüz yıl, seksen yıl, altmış yıl, kırk yıl mânasında da kullanılmışsa da daha çok yüz yıl olarak kullanılması yaygınlaşmıştır. [17]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Geçen âyetlerle bâtılı temsil edip bu hususta beyinleri iyice yıkanan kişilerin hakka karşı nasıl tuğyan ettikleri, hiçbir belge ve delili kabul et­medikleri; kâinatın mutlak düzenine bile akıl ve idrâk gözüyle bakmadık­ları açıklandı. Daha önce gelip-geçen milletlerin neden tarih sahnesinden silindiklerini düşünmedikleri, onlardan kalan kalıntılardan ibret almadık­ları belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, inkâr ve idraksizliğin bataklığında bir ömür tü­ketmeye kararlı olanların daha büyük mu'cizeler, belgeler istediklerine te­mas ediliyor. Varlık âleminin ilâhî mu'cize ve belgelerle dolu olduğu ha­tırlatılıyor; bunca mu'cizeleri göremiyen gözlerin çoktan görme hassesini kaybettiğine işaretle, istedikleri belge ve mu'cizeler indirilse bile yine inan-mıyacakları, gözlerinin önündeki küfür, cehl ve inat perdesi kalkmadıkça hiçbir şeyin sonuç vermeyeceğine bilhassa parmak basılıyor. [18]

 

Meali :

 

7—  Eğer sana kâğıt üzerinde yazılı bir kitap indirseydik, onlar da el­leriyle ona dokunsalardı, o küfredenler yine de, «Bu, açık bir sihirden baş­kası değildir» derlerdi.

8—  Bir de Onun (Muhammed'm) üzerine (bizim görebileceğimiz bi­çimde) bir melek indirilseydi ya, derler. Eğer bir melek indirseydik, (İlâhî sünnet gereği) iş olup biterdi de kendilerine göz bile açtırilmazdı.

9—  Eğer o indireceğimizi melek kılsaydik, yine onu bir adam (şeklin­de, suretinde) yapardık da düştükleri şüpheye yine onları düşürmüş olur­duk.

10—  And olsun ki, senden önceki peygamberlerle de alay edildi, o alaya aldıkları şey onların üzerine inip her taraflarından sararak mahvetti.

 

İniş Sebebi

 

Keibî ve Mukaîil'e göre, bu âyet Mekke ileri gelenlerinden ve az-çok okur-yazar olanlarından Nadr b. Hars, Abdullah b. Umeyye ve Nevfel b. Huveylid hakkında inmiştir. Bunlar şöyle diyorlardı: «Ya Muhammedi Al­lah'tan bize tyr kitap getireceksin, eşliğinde dört melek bulunacak ve o melekleri biz gözlerimizle göreceğiz, onlar da inen kitabın Allah tarafın­dan gönderildiğine ve senin de Allah'ın hak peygamberi olduğuna şehadette bulunacaklar. O takdirde sana imân ederiz.» [19] Diğer bir rivayet:

Kur'ân âyetleri edebî değeri çok yüksek bir üslûpla inip insan haya­tını yine onun yaratılışındaki yüceliğe eşdeğerde düzenliyen ilâhî belge­lerle gelince, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Mekke müşriklerinin ileri gelen­lerinden anlayış beklerken aksine bir tepkiyle karşılaşmış ve o yüzden üzülmüştü. Zaman zaman göğsü daralıyordu. Bu sebeple yukarıdaki âyet­ler bir teselli mahiyetinde indirilmiştir. [20]

 

İnkârda Önyargı

 

«Eğer sana kâğıt üzerinde yazılı bir kitap indirseydik, onlar da elleriyle ona do-kunsaJardı, o küfredenler yine de, «Bu, açık bir sihirden başkası değildir» derlerdi.»

Küfür ve inkâr doğrultusunda beyinleri iyice yıkanan kişilere gerçeği, ilâhî belgelere dayalı hakikatleri anlatmak çok zordur. Onlarda oluşan in­kâr tabakaları katmerleşip yoğunlaştığı için sağduyularını dumura uğrat­mıştır. Cok sistemli, bilinçli ve sabırlı bir eğitim, ciddi bir mücadele ister. Konumuzla ilgili âyetlerle, Mekke putperestlerinin küfür vadisinde kafa­larında oluşan önyargının hemen giderilmesinin mümkün olmadığına işa­ret ediliyor. Müşriklerin olmadık belgeler, mu'cizeler istemesi de bundan­dır, Mesele inanmak değil, karşıt fikri acze düşürmektir. Gökten yazılı ki­tap istemeleri, peygamberin insanlardan değil meleklerden gönderilmesi veya Muhammed'e (A.S.) herkesin görebileceği bir meleğin indirilmesi ta­lebinde bulunmaları hep bu önyargının tabii sonucudur. Cenâb-ı Hakk on­ların ruhsal durumlarını açığa vuruyor ve eğer yazılı kitap indirseydik, el­leriyle ona dokunup «bu apaçık bir sihirdir» diyerek küfürlerini artıracak­larını bildiriyor ve önce gelip geçen peygamberlerin de bu tür sorular ve alaylarla karşılaştıklarına dikkatleri çekiyor. [21]

 

Meleğin İnsan Suretinde İnmesi

 

«Eğer o indireceğimizi melek kilsay-dık, yine onu bir adam (şeklinde) yapardık...»

Allah, Mekke müşriklerinin Peygambere, görebilecekleri bir meleğin indirilmesi isteklerini belirtirken iki önemli hususu öğrenmemizi murat edi­yor :

1—  Meleği asıl hılkatında    gönderip    insanların da onu    görebilme­leri sağlanmış olsa, o zaman insan aklının, irâde ve ihtiyarının ölçü ve an­lamı kalkardı. Meleği asıl hılkatıyla görebilen her insan ister istemez Al­lah'a inanır, peygamberi ve kitabı kabul ederdi. Bu da ruhu çok yücelerde bulunan kâmil insanlarla, ruhu çok aşağılarda bulunan aşağılık insanları aynı seviyeye getirir, insanların içindeki cevherin değeri  gerçek ölçüde takdir edilmedik kalırdı.

2—  Ayrıca   meleği   asıl   hılkatında   görmeğe   imkân   yoktur,   imkân olsa bile, insanın buna tahammül gücü yoktur. Melek adam suretinde gön­derilmiş olsa, o zaman onun melek olup olmadığında şüphe edilecek, in­karcılara yine bir yarar sağlamıyacak, aynı zamanda inkarcıların hemen yok edilmesi gerekecekti..

Nitekim Melek Cebrail asıl hılkatıyla Peygamber (A.S.) Efendimize gö­rününce, peygamber baygınlık geçirmiş ve bir ara kendini kaybeder gibi olmuştu. Cebrail vahiy getirdiğinde, Peygamber (A.S.) Efendimizin beden­sel yapısı ruhuna dönüşüyor, öylece vahyi telakki ediyordu. Çünkü gerek melek, gerekse ruh, fizikötesi âlemdendirler.

Bunun dışında meleğin, İbrahim Peygambere, Lut Peygambere ve Mer­yem'e insan suretinde geldiği Kur'ân âyetleriyle sübut bulmuştur. Demek ki, meleği maddî gözlerimizle görmemiz mümkün değildir, o halde onun insan suretine girmesi gerekir. Nitekim Melek Cebrail'in Peygamberimize (A.S.) bu ölçü doğrultusunda Dihye el-Kelbî suretine girerek geldiği bilin­mektedir. [22]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, beyni iyice yıkanmış, eskiye körükörüne bağlanıp yeninin karşısına inatla çıkmış inkarcı putperestlerin bilgisizce bazı isteklerinden söz edildi. Allah'ın varlığını, birliğini, Hz. Muhammed'in (A.S.) hak peygamber olduğunu anlamak istiyenlerin bir takım ölçüsüz is­teklerde  bulunmalarının  kendilerine  bir yarar sağlamıyacağı  hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetle, yeryüzünün belgelerle dolu bulunduğuna dikkatler çekiliyor; gelip geçen, sadece kalıntılarıyla bilinen inkarcı kavim ve milletle­rin neden yerin derinliğine gömüldüklerini anlamak suretiyle küfür ve inkâr­ın birçok medeniyetleri yerle bir ettiği gerçeğine kapı açmanın mümkün olabileceği üzerinde duruluyor, bunun için yeryüzünde ibret gözüyle gezip dolaşmanın yararlı olacağı açıklanıyor. [23]

 

Meali:

 

11__ De kj( (ey inkarcılar!) Yeryüzünde gezip dolaşın da sonra (hakkı) yalanlıyanların sonunun ne olduğuna bir bakın!.

 

Gelip Geçen Milletlerin Sonu

 

Kur'ân insan aklını, idrâkini hakikate yöneltmek için bazan kâinatın mutlak düzen ve dengesine dikkatleri çeker, bazan güneş ailesini yakın bir sistem olarak sergiler, bazan bitkilerin ve hayvanların yaratılışına akılcı gözle bakılmasını tavsiye eder, bazan yağmurun nasıl oluşup indiği üze­rinde düşünülmesini emreder, bazan da gelip geçen medeniyetlerin yerle bir olduğunu hatırlatarak, kalıntılarının dikkatle incelenmesini, yıkılış ve yok ojuş sebeplerinin araştırılmasını hatırlatır.

Böylece Kur'ân, hak ve hakikati insan kalbine ve kafasına işlemek İçin astronomi, fizik, kimya, jeoloji, arkeoloji, zooloji, biyoloji, tarih, coğ­rafya gibi ilim dallarından yararlanmayı tavsiye eder ve bu yoldan kâinatta mutlak bir kudretin en ince hesaplarla eşyayı özelliklerine göre düzenleyip vücuda getirdiğine atıf yapar; her varlık için belli kanunlar konulup ona uyulmasının kaçınılmaz olduğunu açık-seçik olarak hatırlatır.

Yukarıdaki âyetle daha çok arkeolojik ve tarih yönünden bir araştır­ma yapılması öneriliyor. Yeryüzünde her birinin kendine has medeniyete sahip milletlerin yok olduğu bir gerçektir. Geriye onlardan sadece bir ta­kım sanat eserleri, yıkıntılar ve kitabeler kalmıştır. Âyette, bunlar üzerinde ciddi biçimde araştırma yapılması, şekilden ziyade, sebepler ve sonuçları üzerinde durulması emrediliyor.

Allah'ını bilmiyen, tanımıyan, inkâr bataklığında, küfür çukurunda bir ömür harcayıp kendi elleriyle taştan ve ağaçtan yaptıkları putlara tapanla­rın; kimine Güneş Tanrısı, kimine Yağmur ve Bereket Tanrısı, kimine Tanrı­ça diyerek katı mermer parçasının önünde dizçökenlerin; bazı kahramanları ilâhlaştıranların sonunun bir hiç olduğu çok duyarlı biçimde vurgulanıyor. İşte Efes, Milet ve Bodrum harabeleri, işte Side ve benzeri kalıntılar!. İşte

mermerden şehirler, aşk odaları, seks için özel hamamlar!, hepsi toprağın derinliğine gömülmüş, yerle bir olmuştur. Bunlara benzer binlerce sanat eserleri, binlerce heykel, yüzlerce taştan ve ağaçtan tanrı ve tanrıçalar.. Bütün bunlar günümüzde müzelik ve turistik yönüyle değerlendirilmekte, yı­kılıp yok ediliş sebepleri üzerinde durulmamakta, böylece tarihin karanlık kalmış devreleri sadece sanat değeriyle aydınlatılmaktadır.

Kur'ân-ı Kerîm, geçmişi, geçmiş milletleri tarihleriyle, kültür ve me-deniyetleriyle araştırmanın yeterli olmadığını, inançlarıyla, ahlâklarıyla da incelenmesinin gerekli olduğunu hatırlatıyor. Gerçi bir milletin kültürünü araştırmak, onların inanç ve ahlâkını, örf ve âdetini de içine alır. Ama Kur'ân'ın asıl parmak bastığı husus, onları bu yönleriyle incelerken yıkılış, yok oluş sebeplerinin ortaya çıkarılmasıdır. Ancak o zaman ibret tablosu ortaya çıkmış olur. Bir milleti yıkıp yok eden, ne onların sanat eserleridir, ne kurdukları muhteşem şehirler, ne de geliştirdikleri medeniyettir. Onları yıkıp yok eden asıl sebep, inançsızlık, ahlâksızlık ve Allahsızlıktır. Bugün Allah'ı inkâr eden ve materyalizm felsefesi üzerinde yükselen süper mil­letler varsa, onların şimdiki güç ve ihtişamlarına aldanmamak lâzım. Ya­rının neler getireceğini düşünmekte yarar vardır. İnkâr, zulüm ve tuğyana dönüştüğü, kurdukları fitne ve fesat çarkı dünyayı rahatsız ettiği gün, on­ların yıkılış ve yok oluşu yakındır. [24]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetle, dikkatler geçmiş milletlerin kalıntılarına çekildi, onların yıkılış sebepleri üzerinde durularak yeryüzünde gezip dolaşmamız emre­dildi.

Aşağıdaki âyetlerle göklerde ve yerde tek hükümranın Allah olduğu, kanunlarının şaşmadan hedefine doğru yol aldığı; her canlı nasıl kendi hakkındaki sünnetullaha, diğer bir deyimle hayat kanununa uymak zorun­da ise, milletlerin hayatıyla da ilgili sünnetlerin bulunduğu, buna uyan mil­letlerin hem uzun ömürlü, hem mutlu olduğu işaret yoluyla belirtiliyor. [25]

 

Meali  :

 

12—  De ki; Göklerde ve yerde olan kimindir? De ki: Allah'ındır. O, rahmeti kendine gerekli kılmıştır. And olsun ki, meydana geleceğinde hiç şüphe olmayan kıyamet günü sizi biraraya getirip toplayacaktır. Kendi­lerine yazık edenler (var ya), işte onlar (Allah'a ve kıyamete) inanmazlar.

13—  Gecede ve gündüzde eyleşen ne varsa hepsi O'nundur; O işiten ve bilendir.

14—  De ki: Allah'tan başkasını mı dost ve yardımcı edinirim? O ki göklerin ve yerin örneksiz, benzersiz yaratanıdır. O, rızık verip yedirir; ken­disi yedirilip rızıklanmaz. De ki : Ben, dini Allah'a hâlis kılıp O'na teslimi­yet gösterenlerin ilki olmakla emrolundum ve sakın Allah'a ortak koşan­lardan olma (diye bana buyruldu).

15—  De ki: Eğer Rabbime (O'nun koyduğu düzene) karşı gelirsem, elbette büyük günün azabından korkarım.

16—  Artık kim o gün azâpdan çevrilirse, gerçekten Allah ona merha­met etmiştir ve bu çok açık bir kurtuluştur.

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah rahmetini yüz bölüme ayırmış, bunun doksan dokuzunu kendi yanında tutmuş, bir bölümünü yeryüzüne indirmiştir. İşte canlılar âlemi bu bîr bölüm ile birbirlerine merhametli davranırlar, o kadar ki (bu rahmet sayesinde) hayvan kendi yavrusuna dokunmasın diye tırnağı (ayağı)m kal­dırır.» [26]

«Şüphesiz ki Allah'ın yüz rahmeti vardır; bundan birini cinler, insan­lar, hayvanlar ve böcekler arasına indirmiştir. Bütün bu canlılar o bir rah­metle birbirine şefkat ve merhamet ederler ve yine o bir rahmetle vahşi hayvan yavrusuna ilgi duyup şefkat gösterir. Allah doksan dokuz rahme­tini ise geriye bırakmıştır; kıyamet günü onunla kullarına rahmet edecek­tir.» [27]

Hz. Ömer (R.A.) anlatıyor:

Savaşta elde edilen esirler Peygamber (A.S.) Efendimize getirildi. Aralarında, birini heyecanla arayıp görmeye çalışan bir kadın da bulunu­yordu, derken kadın çocuğunu buldu ve koşup bağrına bastı, emzirmeye başladı. Onun bu halini gören Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, bize : «Bu ka­dın çocuğunu ateşe atar mı, ne dersiniz?» diye sordu. Biz de, «Hayır, val­lahi güoü yettiği kadar hiçbir zaman onu ateşe atmaz» diye cevap verdi­ğimizde, Allah Resulü (A.S.), «İşte Allah kullarına karşı bu kadının çocu­ğuna karşı olan merhametinden daha çok merhametlidir.» buyurdu. [28]

«Doğrusu Allah mahlûkati yarattığında kendi katında Arş'ın üzerinde şöyle yazdı: «Şüphesiz benim rahmetim gazabıma üstün gelir.» [29]

 

Mekân Ve Zaman

 

<(De ki: Göklerde ve Yerde olan kimindir?»

Kur'ân'da ilgili âyetle belirtilen gökler ve yer tabirlerinden mekân; ge­ce ve gündüz tabirlerinden zaman kavramları anlaşılıyor. Önce mekândan söz edilmesi, yerin kendi ekseni etrafında dönmesi, yani bununla meyda­na gelen mekânî hareket, zaman ölçümünde ilk hareket noktasını oluştur­duğu içindir.

Böylece mekân ve zaman ilâhî icat ve kudretle vücut bulmuştur ve ilâhî kanunla birbiriyle ilgisini sürdürmektedir, O halde kâinatta meydana gelen olaylar zaman ve mekânla iciçedir, diğer bir deyimle zaman ve me­kân meydana gelen olaylara zarf olmaktadır. Ne var ki, bu iki kavram da nisbî ve izafîdir. Biz canlılara ve sonradan yaratılan varlıklara nisbetle za­man ve mekân söz konusudur. Zaman ve mekânı yaratıp eşyaya zarf ya­pan Yüce Kudret bunların üstünde ve ötesindedir, yani bu ikisiyle kayıtlı değildir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bunu AMÂ sözüyle belirtmiştir. Allah mekân ve zamanın dışındadır, Onun için ne zaman, ne de mekân sözkonu-sudur. Aksi halde sonradan yaratılmış bulunması gerekir. Öyle olunca da öncesiz ve sonrasız ilâh olamaz. Amâ tabirinden maksat, beşer aklının, il­minin ve tesbitinin erişemiyeceği mâna demektir.

Kur'ân bu hususa biraz daha açıklık getirerek, zaman ve mekânı ya­ratıp düzenliyen kudretin bu ikisinde mutlak tasarruf sahibi bulunduğuna dikkatleri çekmektedir. O bakımdan göklerde ve yerde var olup eyleşen, sübut bulan her şey Allah'ındır; O'nun yaratması, yokluktan aydınlığa çı­karması, düzenleyip belli kanunlara bağlamasıyla vücut bulmaktadır.

O halde Allah hem mekânın, hem mekânda bulunanların; hem zama­nın hem de zamanda bulunanların yaratanı, düzenleyicisi ve koruyucusu-dur.

Hakikat bu olunca, yeme, içme, uyuma, doğup büyüme, ölüp değişik­liğe uğrama mekân ve zaman içinde yer alan canlıların özelliğindendir. Bedenimiz madde âleminin bir parçası, ruhumuz mâna âleminin bir cüz'i-dir. Maddenin gelişip büyümesi kendi cinsiyle, ruhun gelişmesi de kendi cinsiyle mümkündür. Yerden çıkan ürünler bedenin gıdasını, madde ötesin­deki yüce kudrete imân edip üstün bir sevgi ve saygıyla ona bağlanmak ruhun gıdasını teşkil eder.

Kur'ân bu hususu çok kısa bir cümleyle mantıkî sonuç olarak vermektedir: «De ki, o nzık verip yedirir, kendisi yedirilip nzıklanmaz (rızıklandı-rır, rızıklanmaz.)» [30]

 

Melekler Ve Ruhlar

 

Meleklerle ruhlar rızıklanıp beslenirler mi? Burada hatıra şu husus gelir: Allah mekân ve zamandan ve bunlarda olan şeylerden başkasıdır ve hepsini O yaratmıştır. Hiçbir şeye muhtaç değildir. Meleklerle ruhlar da madde âleminden değildirler; o halde bir yorumla madde ve zaman ölçüle­rinin dışındadırlar, bir bakıma yemez ve içmezler. Bu durumda yaratan ile yaratılan arasında fark nedir? Yaratan öncesiz ve sonrasızdır, her şeyi o yaratmıştır, kendisi yaratılmamıştır. Sonsuz kudret sahibidir; hiçbir şeye muhtaç değildir. Meleklerle ruhlar gerçi madde âleminden veya cinsinden değildirler, ama sonradan yaratılmışlardır. Gıdalarını, diğer bir deyimle rı-zıklarını ilâhî nur ve füyuzattan alırlar; Ahadiyyetin rahmet ve inâyetiyle beslenirler.

İşte aradaki birçok farklardan bir ikisi bunlardır. [31]

 

İlahî Düzene Uymak

 

<(Gece ve gündüzde eyleşen ne varsa hepsi O'nundur. O işiten ve bilendir.»

Kâinatta mutlak bir düzen hâkimdir. Her şey bu düzen içinde yerini almakta ve ister istemez kendine has hilkat kanunuyla Sünnetullah'a uyup varlığını yaratıldığı amaca yönelik olarak sürdürmektedir. Canlılardan da her tür bağlı bulunduğu hayat kanununa uymak, düzen içindeki yerini gö­revini bilmek ve uygulamak zorundadırlar. Aksi halde hayat kanunu hiç kimseye acımaz. Dünya nasıl iki ayrı hareket kanununa bağlı olarak ya­ratıldığı gayeye doğru şaşmadan hizmetini sürdürmek zorundaysa, bal arısı da yaratıldığı gaye doğrultusunda iç güdüsüyle hareketini sağlayıp görevini kusursuz yapmaya çalışmaktadır. Dünya bağlı bulunduğu kanu­nun dışına çıkarsa düzeni alt-üst olur, gayeden uzaklaşır. Arı bağlı bulun­duğu kanun, ya da sünnet dışına çıkarsa, hayatı sona erer, kendine has düzeni yıkılır.

İnsan hangi maksada yönelik yaratılmış ve mevcut düzen içindeki ye­ri nedir? O daha çok düzenin sahibini bilmek. Onun sonsuz kudretini an­lamak ve bağlı bulunduğu Sünnetullah doğrultusunda ebedî saadete uza­nan yolda yürümek için yaratılmıştır. Bu Sünnetin dışına çıktığı takdirde kendine has düzeni alt-üst etmiş ve yaratıldığı payeden uzaklaşmış olur. O takdirde de felâkete uzanan yola girmiş sayılır. Sonuç ise beliidir.

Kur'ân-ı Kerîm bu hususu hatırlatarak diyor ki :

«De ki, Allah'tan başkasını mı dost ve yardımcı edinirim? O ki göklerin ve yerin -örneksiz ve benzersiz- yaratanıdır.»

«De ki, eğer Rabbime (Onun koyduğu düzene) karşı gelirsem, büyük günün azabından korkarım.»

İşte felâkete uzanan yol,bu büyük günün azabıdır. Dünyada ise, ardı-arkası kesilmiyen huzursuzluk ve zillettir. [32]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

FÂTIR: Fetr kökünden gelme bir isimdir. Arapça gra­merde buna İSM-İ FAİL denilir. Fetr sözlükte, yarmak, icat edip orta­ya çıkarmak anlamına gelir. Râğıb el-Esbehanî'ye göre, bir şeyi uzunlama­sına yarmak, demektir. Ayrıca koyunu iki parmakla sağmak, hamuru yarıp ekmek yapmak mânalarında da kullanılmıştır.

Allah'ın halkı fetretmesi, onları yoktan icat edip örneksiz ve benzer­siz meydana getirmesidir.

İbn Abbas (R.A.) diyor ki :

«Fâtır'ın mânasını bilmiyordum. Bir gün iki bedevi bir kuyu mesele­sinden dolayı davacı ve davalı olarak bana geldiler. Onlardan biri ENE FETARTUHA = Kuyuyu ilk ben farkettim, yani onu ilk ben yarıp açtım, de­mek istiyordu. O zaman bu kelimenin mânasını anladım.» Nitekim el-En-barî diyor ki: «Fetr'in aslı bir şeye başlarken onu yarmak, demektir. Göklerin ve yerin Fâtır'i denilince, onları ilk yokluk karanlığını yarıp varlık alanına çıkaran, mânası hatıra gelir.» [33]

Ayrıca bu terkipten göklerin ve yerin tek parça olduğu, sonra kudret-i İlâhiye ile yarılıp parçalandığı ve bugünkü şeklini aldığı anlaşılıyor. [34]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, Allah'ın varlık âlemi üzerindeki mutlak hü­kümranlığına temas edildi, rahmetinin gazabının önünde gittiğine işaret edilerek ilâhî rahmet ve bağışlama kapısının her zaman açık tutulduğu ha­tırlatıldı. Buna rağmen kendilerine yazık edenlerin kıyamete inanmadık­larına dokunularak, dönüş yapmadıkları takdirde büyük bir günün onları beklediğine dikkatler çekildi.

Aşağıdaki ayetlerle ilâhî ilmin her şeyi önceden kapsayıp kuşattığı açıklanıyor; kudretinin her şeye hâkim bulunduğu belirtilerek ilâhî tasarru­fun her zaman geçerliliğine dikkatler çekiliyor. [35]

 

Meali:

 

17—  Eğer Allah sana bir sıkıntı ve üzüntü dokundurursa, onu O'ndan başka giderip kaldıran bulunmaz. Ve eğer sana bir hayır dokunursa, (şüp­hesiz ki) O, her şeye gücü yetendir.

18—  O, kulları üstünde eşsiz üstünlüğe, sınırsız tasarrufa sahiptir; O hikmetle tasarrufta bulunandır, (her şeyden) haberlidir.

 

İlgili Hadîsler

 

İbn Abbas (R.A.) anlatıyor:

— Bir gün Resûlüüah (A.S.) Efendimizin yanında bulunuyordum. Ba­na ilgi göstererek şöyle buyurdu :

«Ya Abdellah! Sana birkaç kelime öğreteceğim; Allah'ın hakkını koru ki Allah da seni (kötülüklerden, sıkıntılardan) korusun. Allah'ın hakkına saygılı ol ki, Allah'ın yardımını karşında bulasın. İstediğin, dilekte bulun­duğun zaman, Allah'tan iste. Yardım beklediğinde Allah'tan yardım bek­le.. Bilmiş ol ki, ümmetin hepsi toplanıp sana bir şey İle yarar sağlamaya çalışsalar, ancak Allah'ın yazıp takdir ettiğini sağlıyabilirler. Toplanıp sa­na bir zarar vermek isteseler ancak Allah'ın takdir edip yazdığı şey ne ise ona göre zarar verebilirler. Kalemler kaldırıldı, sahifelerin (mürekkebi) ku­rudu.» [36]

«Allah'ın hakkını koruyup muhafaza et ki onun (yardımını) karşında bulasın. Genişlik zamanında Allah'ı bil ki, O da seni sıkıntılı zamanlarında bilsin. Bilmiş ol ki, sana dokunmadan sapıp geçecek (musibet ve sıkıntı) herhalde dokunacak değildir. Sana dokunacak şey de hatâ edip sapacak değil. Bilmiş ol ki, yardım sabırla beraberdir. Ferahlık ise sıkıntıyla bera­berdir. Doğrusu her sıkıntıyla beraber bir genişlik ve ferahlık vardır.» [37]

«Allah, ilk önce kalemi yarattı ve ona : yaz, dedi. Kalem ne yazayım? diye sordu. Allah, kıyamete kadar olmuş olacak her şeyi yaz, buyurdu. Ka­lemin mürekkebi kurudu, sahifeler dürülüp kaldırıldı.» [38]

 

Kader Çizgisi

 

 «Eğer Allah sana bir sıkıntı ve " üzüntü dokundurursa, onu O'ndan başka giderip kaldıran bulunmaz.»

Allah'ın öncesiz ve sonrasız ilmi, geçmiş-gelecek her şeyi, her olayı kapsayıp kuşatmıştır. Her insanın kendi çevresine, aklına, yeteneğine, irâ­de ve idrâkine göre işliyeceği iyilik, ya da kötülükler; her insana dokuna­cak hayır ve musibetler önceden tesbit edilip yazılmış ve her birinin mo­del ve örneği MİSAL âleminde sergilenmiştir.

Ancak bütün bunları önceden tesbit edip yazan kalemler ikiye ayrılır: Biri KALEM-İ A'LÂ = En Yüce Kalem, diğeri aşağı derecedeki AKLÂM = Kalemlerdir. Kalem-i A'lâ'nın yazdığı, daha çok kâinatın mevcut düzeni, düzenin bozulması, kıyametin kopması. Peygamber ve Kitapların gönde­rilmesi, kimlerin Peygamber, kimlerin velî yaratılacağı gibi önemli husus­lardır. Bunların değişmesi mümkün değildir. «Benim katımda söz değiş­mez.» âyeti buna işarettir.

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin sözünü ettiği Kalem işte budur. O yaz­dığını yazdıktan sonra mürekkebi kurumuş, sahifeler de dürülüp kaldırıl­mıştır. Artık değişmesi, silinmesi söz konusu değildir. Kalemler ise, hâlen de yazmaya devam etmektedirler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu kalem-lerih gıcırtı seslerini duyduğunu şu hadîsleriyle belirtmişlerdir: «Sonra Cibril benimle yükseldi, derken öyle bir düzeye geldim ki Kalemlerin gıcır­tı seslerini duydum..» [39]

Evet, Mi'rac gecesi Efendimizin gıcırtı seslerini işittiği kalemler, sözü­nü ettiğimiz ikinci AKLÂM'dır. Bunların yazdıklarını Cenâb-ı Hak bazı se­beplerden dolayı bazen siler, bazen tesbit eder. Kur'ân'da, «Allah diledi­ğini siler, dilediğini sabit bırakır; Ümmü'l-Kitap (Ana Kitap) O'nun yanında­dır.» âyeti buna işarettir. [40]

Ayrıca konumuzu oluşturan ilgili âyette belirtilen, «Eğer Allah sana bir sıkıntı ve üzüntü dokundurursa, onu O'ndan başka giderip kaldıran bu­lunmaz ve eğer sana bir hayır dokundurursa, (şüphesiz ki) O, her şeye gü­cü yetendir.» mealindeki hususa gelince, kulun iradesiyle meydana gele­cek sıkıntı ve ferahlığı Kalemler yazar; ama Allah bazan kulun iyi veya kö­tü bir halinden dolayı yazılanı siler ve o şilince artık onu değiştiren bulun­maz. Bu sebeple sadaka, ana-babaya iyilik, yakınlarla samimi ilgi kurmak gibi iyi haller ilâhî rahmeti coşturur ve kulun irâdesi doğrultusunda mey­dana gelecek ve önceden yazılmış bulunan musibeti Allah silip kaldırır. Çünkü Ana Kitap O'nun katındadır. [41]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

DURR = ZARAR : Elem, üzüntü, korku ve bunlardan birine sebep olan sıkıntı demektir.

NEFİ' = YARAR : Lezzet, sevinç ve bunlardan birine yol açan iyilik demektir.

HAYR : Zararı savmakla yararı elde etmek arasındaki ortak­laşa ölçünün ismidir.

KAHİR: Yarattığını yüksek terbiyeyle yöneten, yönettiğini disipline eden, hiçbir şeyden âciz olmayan, her şeyi hükümranlığı altında tutup dilediği gibi hikmetle tasarruf eden yüce kuvvet ve kudret sahibi zat, demektir. Bu bakımdan Allah'ın sıfatlarından biri sayılmıştır. [42]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, Allah'ın her şeyi kendi tedbir ve kudretiyle yönettiği belirtildi. Kulları üstünde eşsiz bir hükümran bulunduğuna dikkatler çekildi. Hikmetle tasarrufta bulunduğu, her şeyden haberdar oldu­ğu açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle Onun hikmetinin müstesna eserlerinden biri olan Hz Muhammed (A.S.)ın son nebî olarak gönderildiği, Kur'ân'ın da son ki­tap olarak indirildiği hatırlatılıyor. İnkarcılar bu yüce hikmete inanmasa­lar bile şahit olarak Allah'ın yettiği açıklanıyor. Sonra da Kur'ân'dan ön­ceki semavî kitaplarda yazılı bulunan son peygamberin sıfatlarına işaret edilerek bu sebeple Kitap Ehlinden olan din âlimlerinin Hz. Muhammed'i (AS) öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanıdıklarına temas ediliyor. [43]

 

Meali:

 

19—  De ki, hangi şey şahit olarak daha büyüktür? De ki, Allah... O, benimle sizin aranızda şahittir. Bu Kur'ân bana, onunla sizi ve kime ulaşır­sa onu uyarmam için vahyedildi. Ya sizler cidden Allah ile beraber ilâhlar bulunduğuna şehadet eder misiniz? De ki, ben şehadet etmem. De ki, an­cak O, tek ilâhtır ve ben şüphe yok ki, sizin ortak koştuklarınızdan beri­yim (hiçbir ilgim ve ilişiğim yoktur),

20—  Kendilerine kitap verdiğimiz (ümmetler) Onu  (Peygamber Mu-hammed'i) öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerine yazık eden­ler (var ya), onlardır ki   nanmazlar.

21—  Allah'a iftirada bulunup yalan uyduran veya O'nun âyetlerini ya-lanlıyanlardan daha zâlim kim vardır? Durum o ki, zâlimler (umdukları) kurtuluşa elbette kavuşamazlar.

22—  Onların hepsini (kabirlerinden) kaldırıp biraraya getireceğimiz, sonra da ortak koşanlara, «iddia edip durduğunuz ortaklarınız nerede?» diyeceğimiz gün, (onlar için hiç, ama hiç kurtuluş olmayacaktır).

23—  Sonra onların bir başka fitnesi olmayacak, sadece, şu sözleri olacak: «Rabbİmiz Allah'a yemin ederiz ki biz ortak koşanlar değildik.»

24—  Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler de uydurdukları şey­ler (putlar) da onlardan (nasıl) uzaklaşıp kayboluverdiler!

 

İniş Sebebi

 

Kelbî diyor ki:

— Mekke halkından birkaç kişi toplanıp Peygamber (A.S.) Efendi­mize gelerek dediler ki : «Ya Muhammedi Senin Allah Resulü olduğuna şehadet eden kimse varsa bize göster. Çünkü biz senin iddianı doğru ka­bul eden bir kimse göremiyoruz. Yahudi ve Hıristiyanlardan da senin hak­kında sorduk, seninle ilgili bir haberin yanlarında bulunmadığını söyledi­ler.»

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [44]

Mücâhit diyor ki :

— Resûiüllah   (A.S.)   Efendimizden,   «Hangi  şeyin  şahitlik  yönünden daha büyük olduğu» soruldu. Veya Resûlüllah'ın, Kureyş ileri gelenlerin­den, hangi şeyin şahitlik yönünden daha büyük olduğunu sorması emre­dildi. Sonra da aynı soruya kendisinin «Allah benimle sizin aranızda şa­hittir» diye cevap vermesi tavsiye edildi. [45]

 

İlgili Hadîsler

 

«Benden isterse bir âyet olsun (işitip) tebliğ edin. İsrâiloğulları'ndan da söz edin, bunda bir sakınca yoktur. (Yalnız dikkat edin) kim bile bile bana yalan isnat ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın!» [46]

«Allah'tan (gönderilip size ulaşan âyetleri) teblîğ ediniz.

Kime Allah'ın kitabından bir âyet ulaşırsa -onu alsın almasın- şüp­hesiz ki ona Allah'ın emri ulaşmıştır.» [47]

«Bizden bir şey işitip onu işittiği gibi tebliğ eden kişinin yüzünü Al­lah nurlandırsm. Çünkü nice kendisine tebliğ edilen kimseler var kî onu bizzat işitenden daha anlayışlı ve daha hıfzedicidir.» [48]

Diğer bir rivayette ise :

«Bizden bir hadîs işitip onu başkasına teblîğ edinceye kadar hıfzeden (koruyan) kişinin Allah yüzünü güzelleştirip nurlandırsm. Nice fıkıh yükle­nen var kî onu kendisinden daha anlayışlısına taşır ve nice fıkıh yüklenen de var ki, fakîh (dinde bilgili ve yeterince anlayışlı) değildir.» [49]

 

Allah'ın Şahit Olması Yeter

 

<De k'i Allah... O, benimle sizin aranızda şahittir.»

Kur'ân-ı Kerîm burada insanı vicdanen rahat ve huzura kavuşturacak, fânilerin doğrulayıp, ya da yalanlamasının tesirinden uzak tutacak; öven­lerin ve yerenlerin hakikati değiştiremiyeceğini gönüllere işliyecek çok kısa fakat derin anlamlı bir uyarı sergilemektedir: «Hangi şey şahit olma ba­kımından daha büyüktür? De ki, Allah...»

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Allah'ın dinini îeblîğ ederken bunun olum­lu meyvelerini hemen toplamak, ya da görmek istiyor; ama gerek putpe­restler, gerekse Yahudî ve Hıristiyanlar onu doğrulamayınca hak adına üzülüyordu. Allah bu üzüntüye gerek olmadığını; çünkü onun peygamber­liğine en büyük şahit olarak kendisinin bulunduğunu hatırlattı.

Gerçek bu olunca, vicdan huzura, kalb sükûnete kavuştu. Çünkü in­sanı en çok üzen ve sıkan, kalb ve vicdanın kendi kendini tasdîk etmeme halidir. Böyle bir hal Resûlüllah (A.S.) Efendimizde mevcut değildi ve ola­mazdı da.. İlâhî beyân ve şehadetle hak üzere olduğunu biliyordu. İnen âyet onun bu bilgisini kuvvetlendirdi, her şeyi hakkıyla bilen Allah'ın Ona şahit olmasının yeterli bir ölçü bulunduğunu hatırlattı. [50]

 

Tebliğ Görevi

 

 <<Bu Kur'ön bana' onunIa sizi ve kime ulaşırsa onu uyarmam için vahyedildi.»

Kur'ân insanlara tebliğ edilmek üzere indirilmiştir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile onun seçkin talebesi Ashab-ı Kiram bu kutsal görevi lâyıkıy­la yapıp yerine getirdiler. Her türlü sıkıntıya katlanıp tebliğ hizmetini ak­satmadılar.

Peygamber ilmine vâris olan mürşitler, ilim adamları da asırlarca bu hizmetin devamını sağladılar. Çünkü Allah sözü, insanlara ulaştırılmak, amel edilmek için indirilmiştir. O halde Kur'ân'ı tebliğ, din âlimlerine ve mür­şitlere vâeiptir. İmkânı olup vasat bulabilenler bu hususta hareketsiz ka­lırlarsa, vacibi terkten dolayı günahkâr sayılırlar. Dikkat edildiğinde Efen­dimizin (A,S.) açıklayıcı mahiyetindeki hadîsleri de tebliğin önemini belirt­mektedir.

Bugün teblîğ nasıl yapılmalıdır? Günün şartlarını, toplum yapısındaki değişmeleri, dünyanın yavaş yavaş müşterek bir kültür ve medeniyete doğ­ru itilmesini dikkate almak gerekir. Dün diyar diyar gezip teblîğ görevini sürdürmek bir zaruretti. Gezmeden, yorulmadan mümkün değildi. Bugün gezip dolaşmak gerekli olmakla beraber o derece lüzumlu olmaktan çık­mıştır. Haberleşme imkânlarının doğması ve kolaylaşması, radyo, televiz­yon ve basın gibi tesirli vasıtaların her eve girmesi, teblîğ hizmetini bir bakıma kolaylaştırmıştır. Ne var ki İslâm aleminin bütün bu vasıtaları iyi kullanacak geniş bilgili, kültürlü, imanlı aydınları yetiştirmeye ihtiyacı var-

dır. Başta demirperde gerisi ülkeler olmak üzere anti-İslâmî olan milletler ve topluluklar bunları kendi idealleri, hevesleri ve inançları doğrultusun­da İslâm'ın aleyhine çok bilinçli biçimde kullanmasını beceriyorlar.

Özetliyecek olursak, hemen belirtmeliyiz ki, teblîğ hizmetini camilerin dört duvarı arasında tutmak hiçbir zaman yeterli değildir. Çünkü günü­müzde İslâm ülkelerinin çoğunda mevcut Müslümanların yüzde altmış, yet­mişi cami' dışındadır ve çoğu İslâm'ın ruhlara hayat veren feyiz pınarın­dan uzak kalmıştır,

O halde İslâm âlemi için en tesirli yol ve vasıta, güçlü din âlimleri, imanlı ilim adamları yetiştirip meveut vasıtalardan yararlanma yollarını araştırmak ve güçlü kalemler kadar güçlü ağızların sahnede olmasını sağ­lamaktır. [51]

 

Kitap Ehli, Son Peygamberi Tanir Mıydı?

 

«Kendilerine kitap verdiğimiz (üm­metler) Onu (Peygamber Muhammed'i) öz çocuklarını tanıdıkları gibi ta­nırlar.»

Kur'ân ilgili âyetle bunun cevabını çok duyarlı biçimde vermektedir.

Kitap Ehlinden maksat, Yahudî ve Hıristiyan din adamlarıdır. Onların son peygamberi tanımaları iki yönden düşünülebilir: Birincisi, Mekke ve çevresindekiler Onun çocukluk, gençlik devrelerini çok iyi bilir ve yakın­dan tanırlardı. Hayatında hiç yalan söylemediğine, kimseyi aldatmadığına, putlara tapmadığına, çok nezih bir hayat sürdüğüne hepsi şahit olmuş­lardı. İkineisi, Tevrat ve İneii'de son peygamberle ilgili belgeler çok açıktır ve kesinlik arzederler. Peygamberin sıfatlarından ana hatlarıyla söz edilir. O halde din adamları, öz çocuklarını tanıdıkları gibi, Hz. Muhammed'i (A.S.) de tanırlar. Nitekim hayli değişikliklere uğramasına rağmen mevcut Tev­rat ve İncil'de SON NEBİ ile ilgili belgeleri Bakara, Al-i İmrân, Nisa ve Mâide sûrelerinde ilgili âyetlerin tefsirinde münasebet düştükçe naklettik; burada tekrar etmek istemiyoruz.

İşte Kur'ân o günkü Kitap Ehlini uyardığı gibi, bugünkülerini de uya­rıyor: «Kur'ân'ı dikkatle inceleyin, Tevrat ve İncil ile karşılaştırın ve Hz. Muhammed (A.S.)ın hayatını Tevrat ve İncil'deki belgelerle biraraya geti­rerek insaf ile düşünüp karar verin..» demek istiyor.

Çünkü Allah'a karşı yalan uydurup, Onun âyetlerini yalanlıyanlardan daha zâlim ve haksız kim olabilir? Kur'ân özellikle Kitap Ehli'nden olan din adamlarını bu âyetle hakka davet ediyor. Bize düşen açık bir tebliğdir.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Medine'ye hicret edince Yahudî din âlim­lerinden Abdullah b. Selâm İslâm'a girdi. Hz. Ömer ona, yukarıdaki 20. âyeti hatırlatıp sordu : «Peygamber Efendimizi tanır miydin?» Hz. Abdullah şu cevabı verdi: «Vallahi ya Ömer! Peygamber (A.S.) Efendimize gözüm iliş­tiği ilk anda, öz oğlumu tanıdığım gibi onu tanıdım ve imân ettim..» [52]

 

Kendilerine Yazık Edenler

 

«Kendilerine yazık edenler (var ya), onlardır ki inanmazlar.»

Sahih rivayetlerden anlıyoruz ki, yeryüzüne ayak basan her insanın biri cennette, diğeri cehennemde olmak üzere iki ayrı makamı vardır ve ebediyetin bu birbirine zıt iki eyleşme yeri,sözü edilen hususa cevap ve­recek genişlikte yaratılmıştır. Cehennemdeki yerini alanlar, kendilerine ya­zık edenlerdir. Çünkü dünya uğrağında ilâhî belgelere gözlerini ve kulak­larını tıkamışlardır. Onların çoğu için bir kurtuluş da yoktur. [53]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, büyük dâva adamlarının kendi haklı inançları doğrultusunda verdikleri mücadelede -vicdanları her bakımdan haklı ol­duklarını fısıldıyor, kalbleri bu sesle huzur buluyorsa- başka şahit arama­larına pek gerek olmadığı bildirildi; çünkü vicdanı harekete geçiren, kalb-lere bu hususta ilham veren Yüce Kudret şahit olarak yeterlidir. Hele bu dâva adamı Son Nebî Muhammed (A.S.) olursa..

Sonra Tevrat ve İncil'de Son Nebî'nin vasıflarının ana hatlarıyla be­lirtildiği, bu nedenle Kitap Ehli'nden olan din âlimlerinin Onu, kendi öz ço­cuklarını tanıdıkları gibi tanıdıkları açıklandı.. İnat ve inkârın zulüm oldu­ğu belirtilerek gereken uyarıda bulunuldu. Kıyamet günü bütün bu gerçek­lerin bir bir ortaya çıkarılıp sergileneceği söz konusu edilerek gereken uyarı yapıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, inkarcıların bir başka davranışı anlatılıyor, sırf kusur bulmak, çamur atmak için Peygamberi gelip dinledikleri açıklanıyor; kendileri ruhen Peygamberden uzak kaldıkları gibi başkalarının da Ona uymasına, yaklaşmasına engel oldukları çok dokunaklı bir anlatımla ha­ber veriliyor. [54]

 

Meali:

 

25—  Onlardan bir kısmı da sana kulak verip dinlerler,  (inandıkları için dinlemezler, kusur bulmak için kulak kabartırlar.) Biz anlamamaları için kaiblerinin üzerine kat kat örtü gerdik; kulaklarına da bir ağırlık koy­duk; artık onlar her belge ve mu'cizeyi de görseler yine inanmazlar. O ka­dar ki, sana geldiklerinde seninle tartışıp çekişirler; küfredenler, «bu, es­kilerin masallarından başka bir şey değildir» derler..

26—  Onlar ,ondan (Kur'ân ve Peygamber'den) alıkoymak için engel olurlar ve kendileri de ondan uzak kalırlar. Farkına varmıyarak ancak ken­dilerini mahvederler.

 

İniş Sebebi

 

Kelbî diyor ki :

— Mekke ileri gelenlerinden Ebû Süfyan, Ebû Cehİ, Velîd b. Muğîre, Nadr b. Hars, Şeybe, Umeyye, Ubey b. Halef ve Hars b. Âmir biraraya gelip okunan Kur'ân'ı dinlemek üzere gizlice Peygamber (A.S.) Efendimize yak­laşıp kulak vermeğe başlamışlardı. Sonra da arkadaşları Nadr'a, «bundan ne anlıyorsun?» diye sorduklarında, «doğrusu ne dediğini anlıyamadım. Sadece dilini oynatıp benim size ötedenberi anlattığım gibi eski masalları anlatıp duruyor» diye cevap vermişti. Ebû Süfyan ise, «hayır, ben onun söylediklerinin bir kısmının hak olduğunu görüyorum» diye söze karışınca,

Ebû Cehl, «hayır, olamaz, onun hiçbir sözü hak değildir; sakın haktır, de­meyin!.»  diye çıkışmıştı.

Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [55] Diğer bir rivayet;

İbn Abbas (R.A.) diyor ki: Ebû Tâlib hem müşrikleri Peygamberimize eziyette bulunmaktan men'eder, hem kendisi inanmayıp uzak dururdu. Bu­nun üzerine 26. âyet inmiştir. [56]

 

Ebû Talibin Duygu Ve Düşünceleri

 

Bize kadar gelen sahih rivayetlere göre, Peygamber (A.S.) Efendimi­ze çok yardımcı olan Ebû Tâlib, Kureyş müşrikleri tarafından kınanırım ve ayıplanırım endişesiyle imân etmemiş, ama son dinin en hayırlı din oldu­ğunu şu mısralarıyla dile getirmiştir:

«Vallahi dokunamaz sana onların eli, Ben ölüp etmedikçe toprağı baş yastığı. Açıktan Hakk'ı söyle, yok onun bir eksiği. Müjdeler olsun sana gözünün aydınlığı!. Yaptın daveti bana, öğütçü oldun sahi, Eminlik lâkabiyle söyledin hep doğruyu!.

Sergiledin bir DİN ki, herkes onu bilmeli, Yeryüzü dinlerinin içinde en hayırlı..

Kınama ve yerilme korkusu olmasaydı, Kolaylıkla bu dine görürdün girdiğimi!.» [57]

Özetliyerek çevirisini sunduğum bu mısralar, Ebû Tâlib'in Peygamber (A.S.) Efendimizi ne kadar sevip koruduğunu, İslâm'a nasıl hayranlık duy­duğunu yansıtmaktadır. [58]

 

Kalbler Üzerinde Kılıf

 

Küfürde inat, inkârda ısrar, insan kalbini körleştiren en kesif bir perdedir. Aynı zamanda kulakları da sağır yapan bir ağırlıktır. Bu durumda olan kimseninJ Allah'ın hidâyet kapıları açılmazsa, imân etmesi çok zor, hattâ bazan imkânsızdır. Fussilet sûresinde de belirtildiği gibi, kalbleri in­kâr kılıfında duyma, işitme yeteneklerini kaybettiğinden Hakk'ın çağrısına hep şu karşılığı vermişlerdir: «Bizi çağırdığınız şeye karşı kalblerimiz kı­lıflıdır (üzerinde kat kat perde vardır), kulaklarımızda da ağırlık vardır.» [59]

Kur'ân'da onların bu iç körlüğü ve sağırlığı hatırlatılıyor. Evet Allah dilerse kalbleri kılıf içine sokar ve kulakları ağırlaştırır. Ama İlâhî Sünneti gereği böyle yapmaz, ilmiyle her şeyi öneeden tesbit ettiğine bakılırsa, Ebû Cehl ve yandaşlarının kalbleri hakk'ı kabul etmiyeeek, kulakları hakk'ın sesini duymayacak kadar körleşip sağırlaştığı ve girdikleri yoldan dönmiyeoekieri bilindiği için, İlâhî Sünnetin değişmiyeçeği, yani o Sünnete ters düşenlerin dönüş yapmadıkları takdirde kendilerini mahvedecekleri hatırlatılıyor ve Sünnet gereği olan bu sonuç Allah'a nisbet edilerek şöyle buyuruluyor:

«Biz, anlamamaları için onların kalblerinin üzerine kat kat örtü gerdik, kulaklarına da ağırlık koyduk; artık onlar bütün belge ve mu'cizeleri de görseler yine inanmazlar..»

Böyleee ilgili âyetle işlerin sonunu bilen Allah tarafından müşrikler­den bir kısmının küfür üzere kalacakları haber veriliyor[60]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

EKINNE: Kinan'ın çoğuludur. Esinne, Sinan'ın çoğulu olduğu gibi. Bir şeyi örtüp gizlemek, kılıf içinde tutmak anlamına gelir.

VAKR : Ağırlık, sağırlık mânasına gelir.

ESÂTÎR :  Estare'nin çoğuludur. Affeş'e göre, Usture'nin çoğuludur. İstare'nin çoğulu olduğunu söyliyenier de var. Bu tabir daha çok, bugünkü ilim diliyle MİTOLOJİ ile ilgilidir. Eskiden söylenen, yazılan masallar ve efsaneler demektir. [61]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, inkarcı müşriklerin psikolojik durumlarına dikkatler çekildi; kin ve haset sonucu kalblerinin Hakk'ı kabul edemez bir çıkmaza düştüğü, gözlerinin göremez, kulaklarının işitemez olduğu hatır­latıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, Hakk'tan bu derece uzaklaşanların kıyamet gü­nü nasıl hezimete uğrayacakları, ister istemez nasıl bir pişmanlık içinde kıvranacakları tasvîr edilerek cok duyarlı bir anlatımla haber veriliyor. Son­ra da dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğuna dikkatler çekilerek sağlıklı düşünmeye davet ediliyor. [62]

 

Meali:

 

27—  Onları  ateş  üzerinde  durdurulacakları  zaman  bir  görsen,  «Ah keşke biz geri çevrilsek de Rabbimizin âyetlerini bir daha yalanlamasak ve mü'minlerden olsak» derler.

28—  Hayır, daha önce gizleyegeldikleri şeyler onlara açıkça görün­dü. Eğer (dünyaya) geri çevrilselerdi, yine de men'edildikleri şeylere dö­neceklerdi; doğrusu onlar yalancıdırlar.

29—  Dediler ki: Hayat, sırf dünya hayatımızdır, başka bir hayat yok­tur ve biz bir daha diriltilip kaldırılacak da değiliz.

30—  Onları, Rabbine karşı çıkarılıp (hesap alanında) durdurulacak­ları zaman bir görsen, «şu (gördüğünüz dirilme) hak değil mî?» diyecek. «Evet Rabbimize and olsun ki haktır», diyecekler. «O halde inkâr ettiğinize karşılık azabı tadın»   buyuracak..

31—  Allah'a kavuşmayı yalanlıyanlar gerçekten ziyanda kaldılar; tâ-ki kıyametin kopuşu ansızın kendilerine gelince, günah ve veballerinin ağırlıklarını sırtlarına yüklendikleri halde, dünyadaki noksanlık ve kusur­larımızdan dolayı   ah, yazıklar olsun bize!» diyecekler, ne kötüdür o yük­lendikleri şey!

32—  Dünya hayatı bir oyuncak ve eğlenceden başka bir şey değildir. Âhiret yurdu ise, Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlar için elbette daha hayırlıdır; artık akletmiyecek misiniz?

 

Âhiret'le İlgili Uyarıcı Birkaç Safha

 

Peygambere uymayanların, ondan uzak kalanların kendilerine nasıl yazık ettikleri belirtildikten sonra, konunun önemi dikkate alınarak açık­lanmasına geçildi. İnkâr ve inatları üzerinde son nefeslerini verenlerin, ateş üzerindeki SIRAT = Köprü üzerinde durdurulacakları ve bu gerçek kar­şısında sarsılıp büyük bir şaşkınlık içinde dünyaya döndürülmelerini te­menni edecekleri haber veriliyor.

Çünkü Allah'ın sonsuz ilim ve kudretine göre, geçmiş ve gelecek diye bir zaman kavramı söz konusu değildir. Olacak şeyler önceden tesbit edi­lip bilinmiş ve misalleri bir film şeridi gibi hazırlanmıştır. Bu sebeple kı­yamet günü sergilenecek olaylar, ameller ve düşünceler tablosu aynen açıklanıyor.

Cenâb-ı Hak, onların bu temennilerinin bir şaşkınlık eseri olduğunu.

dünyaya çevrilmiş olsalar yine men'edildikleri inkâr ve tuğyana dönecek­lerini haber veriyor. Yıkanmış bir beyne, şartlanmış bir kafaya, katılaşmış bir kalbe, silinmiş bir vicdana, küflenmiş bir ruha sahip olan kişilerin dün­yada da uzun yıllar tutuklu kaldıktan sonra yine eski yollarına dönüp amel­lerinin özentisini çektikleri her gün görülen ve duyulan olaylardandır. Öm­rünün üçte ikisini zindanda geçirenlerin bile ıslah-ı nefs ettikleri pek az görülmüştür. Hele ideolojik bir saplantısı olur da o potada şekillenirse... İnsan karakteri işte bu!. Ancak Allah'ın kendilerine hidâyet lütfettiği kişi­ler müstesna.

İlgili âyetle, dünyada Hakk'ın dâvetine kulak vermeyenlerin kıyamet günü gizleyegeldikleri inkâr ve düşüncelerinin olduğu gibi ortaya dö­küleceği haber veriliyor ve böylece, dönüş yapmalarına bir defa daha çağ­rıda bulunuluyor, ayrıca mü'minlerin nasıl bir saadet düzeyinde bulunduk­larına işaret ediliyor. [63]

 

Maddeciler Kıyamete De İnanmazlar

 

«Dediler ki; Hayat sırf dünya hayatımızdır, başka bir hayat yoktur ve biz bir daha diriltilip kaldırılacak da değiliz.»

Maddecilerin kıyamete, tekrar dirilip kalkmaya da inanmadıkları mu­hakkak. Çünkü onlara göre, ölü bir bünyenin elemanları değişerek meselâ gübre olmakta, toprağı verimli kılmakta ve başka başka canlıları meyda­na getirmektedir. Bu bir bakıma doğruysa da maddeyi kabul edip ruhu red­detmektir. Ampulü kabul edip elektriği inkâr etmek gibi. Evet, onlara göre, herhangi bir canlıdaki hayatın devamı bile ancak ölü hücrelerin yerine can­lı hücrelerin geçmesiyle mümkün olabilmektedir. Şu halde yine onlara gö­re, hayatla ölüm durmadan birbirine dönüşmektedir.

Böylece maddeciler bu konuyu veya iddialarını, kendilerine göre şu temel kaideye dayıyorlar: «Her şey daima kendi zıddına dönüşür.» Aslın­da bu hiçbir zaman temel bir kural sayılamaz. Çünkü zıddına dönüşmeyen çok şeyler var.

Tabii insanı yalnız et, kan, kemik ve sinirden ibaret sayıp sadece mad­desel bir varlık olduğunu kabul etmek, bu sonuca ister istemez götürür, Maddecilerin yanıldığı noktalardan biri de işte budur.. Kur'ân onların iddia ve inkârlarını şu âyetle özetliyor: «Hayat, sırf dünya hayatımızdır.» Ondan sonra gübreleşme ve zıdda dönüşme başlar.

Ne garip iddia! Şuursuz maddenin bu kadar şuurlu ve mükemmel bir varlığı (canlı) meydana getirmesi mümkün müdür?

Bu garip iddianın dayanağı, materyalizmdir; onun da temeli, varlığı yani maddeyi düşüncenin yaratıcısı olarak kabul etmesidir. Görülüyor ki, maddeyi esas kabul eden bu görüş, düşünceyi diğer bir deyimle insanda­ki bütün yetenekleri maddenin eseri sayıyor ve maddeyi tek yaratıcı ola­rak sunuyor ve savunuyor. Onlara, kendisinde sözü edilen yetenekleri ta-şımıyan madde nasıl olur da bunca yetenekleri meydana getirebiliyor, ya da yaratabiliyor? diye sorulunca, kaçamaklı cevap verip geçiştirmeye ça­lışırlar ve şöyle derler: «Genel anlamdaki varlık, mevcut değildir. Mevcut olan özel vasıflara sahip özel varlıklardır. Düşünce için de durum budur.» Ve sonra çapraşık bir ifadeyle şunu eklerler: «Dolayısıyla genel olarak varlık'ın soyut bir şey, özel olarak varlık'ın somut birşey olduğunu söyle­riz.» [64]

 

Kıyametin Ansızın  Kopacağı

 

»Tâ ki kıyametin kopuşu ansızın kendilerine gelince......»

Kur'ân, haktan ve gerçeklerden bu kadar uzaklaşıp inkâr çukurunda bir ömür tüketenleri uyararak bir gün, kâinatı örneksiz ve benzersiz bir plâna göre yaratıp insanın hizmetine veren ve insanı da kendi kudret ve varlığının müstesna belgesi olarak yaratan Allah'ın hesap soraeağını ha­tırlatıyor. Mevcut düzeni en ince hesaplarla var kılan kudretin bir gün ay­rı bir düzen meydana getirmek için onu bozup değiştireceğini, yani ansı­zın kıyametin kopacağını haber veriyor.

Çünkü ilâhî emirden olan RUH, bedene girip onun şeklini aldıktan son­ra beden bir bakıma onun kullandığı elbise anlamına geliyor. Bu elbise, her şey eskiyip değiştiği gibi, bir gün eskiyecek ve eskiyen elbiseler atıl­dığı gibi, o da atılacak, yani toprağa verilecek, bu defa ikinci kurulacak düzenin şartlarına uygun ikinci bir elbise hazırlanacaktır. Materyalistler ruhu inkâr edip ikinci elbisenin anlam ve niteliğini kavrayamadıkları için atılan beden elbisesinin zıddına dönüşeceğiyle yetinip ilerisini düşüneme­mişlerdir. Toprağa atılan buğday danesi zıddına değil, benzerine dönüştü­ğü gibi, beden de bir süre sonra daha mükemmel bir benzerine dönüşe­cek ve ikinci hayat başlayacaktır.

Ruha, ampul hizmeti gören bedenin kendisinde ne akıl, ne zekâ, ne hafıza, ne düşünce, ne de idrâk gibi üstün yetenekler vardır. Bütün bunlar ruha aittir. Beden bütün organlarıyla bu yeteneklerin ortaya çıkmasına bir vasıtadan ibarettir. Tıpkı elektrik akımıyla çeşitli elektronik cihazlar arasındaki ilgi ve bağ gibi. Akımı kestiğimizde ne ışık kalır, ne de ses ve renk.

O halde kıyametin kopması ve yeniden dirilme, ruh denilen güç ve kudret için yeni bir bedenin hazırlanıp verilmesi, demektir. O gün gerçek­leşince inkarcılar şaşkına dönecek, inanmadıkları o muhteşem günün deh­şeti içinde kendilerini bulacaklar. İşin sonunun nereye vardığını anlamak­ta gecikmiyecekler, ama neden sonra. «Ah, yazıklar olsun bize!» diyecek­ler. Çünkü sınav günü çok geride kalmış, sonuçların okunmasına başlan­mıştır. [65]

 

Dünya Hayatı Bir Oyuncak Ve Eğlenceden İbarettir

 

 «Dünya hayatı bir oyuncak ve eğlenceden başka bir şey değildir.»

Bu, daha çok çocukların sabah olunca sokaklara, boş arsalara-koşu­şup çelik-çomak oynaması, taştan çamurdan bir takım kümes ve benzeri şeyler yapması ve bütün gün her şeyi unutup zevk aldıkları oyun ve eğ-lenceleriyle haşır-neşir olmasına benzer. Akşam olup ortalık kararınca, evlerini hatırlıyarak dönmeye başlarlar ve çoğu akşama kadar yaptıkları­nın bir şey ifade etmediğini anlarlar, gerekirse ayaklarını dokundurup yap­tıklarını yerlebir edip öylece ayrılırlar.

Önünü gören, dünü anlayan, yarını kavrayan, dünyaya geliş hikmeti­ni bilen mü'minlere göre, dünya hayatı da bir bakıma böyledir. Aradaki fark, bu hayatın ikinci hayata hazırlık devresi olduğudur. İkinci hayat baş­layınca, inkarcılar, maddeciler dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu ancak anlayabilecekler. Bütün bu hususları Kur'ân yük­sek anlatım ölçüleri içinde kalblere enjekte etmekte ve inkarcıları hakka çağırmaktadır. Ne var ki onlarda gören bir göz, anlayabilen bir kalb, işi-tebilen bir kulak kalmamış, hepsi de küfür ve maddenin tokmağıyla du­mura uğramıştır. [66]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle inkarcıların inat ve tuğyanlarına uygun bir ceza göreceklerine temas edilerek ateş üzerinde durdurulacakları zaman nasıl bir pişmanlık duyacakları haber verildi. Maddeyi esas kabul edip âhi-

reti inkâr ettiklerine karşılık, önce ebedî hayatın nasıl bir saadet olduğu kendilerine gösterileceği ve sonra hak ettikleri cezaya itilecekler, bildirildi. Aşağıdaki âyetlerle, beyni «yıkanmış maddecilerin Hakka karşı sistem­li biçimde başkaldırmalarının her devirde görülegelen aşırılıklardan biri ol-duau hatırlatılıyor. Bunun, hakla bâtıl mücadelesinin bitip tukenmıyen dra­mı olduğuna işaret ediliyor. Hakk'ın hak olarak bilinip tanınması, kafa ve gönüllerde yer etmesi için herhalde karşıt fikirle mücadele düzeyinde bu­lunması gerektiğine parmak basılıyor. Mü'minler bu mücadelede sabredip sistemli şekilde dâvalarını hem savunur, hem kalblere ışık tutma gayreti içinde olurlarsa, Allah'ın yardımına erişecekleri müjdeleniyor. [67]

 

Meali :

 

33—  Onların söylediklerinin seni üzdüğünü cok iyi biliyoruz. Gerçek­te onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar.

34—  And olsun ki, senden önce gönderilen nice peygamberler de ya-lanlanmıştır, ama onlar bizim yardımımız kendilerine gelinceye kadar ya­lanlandıkları şeylere ve kendilerine yapılan eziyetlere katlanıp sabrettiler. Allah'ın (va'dettiği) sözlerini değiştirecek (hiçbir kuvvet) yoktur. Hem and olsun ki, sana o peygamberlerin haberinden bazı bölümler de geldi.

35—  Ama eğer onların yüzçevirdikleri  sana ağır geliyorsa;  hemen onlara daha başka bir âyet (benzeri olmayan bir mu'cize) getirmen İçin yerin derinliklerine bir tünel veya göğe (yükselmeğe) bir merdiven arama­ya koyul, güç getîrebilirsen (durma, gerçekleştir). Eğer Allah dileseydi on­ları doğru yol üzerinde toplayıp biraraya getirirdi. Sakın sen bilgisizlerden olma!.

36—  (Hakk'a çağrıya) olumlu cevap verenler, ancak (seni gönülden) dinleyip kulak verenlerdir. Ölüleri ise ancak Allah diriltir; sonra da hepsi O'na döndürülürler.

 

İniş Sebebi

 

Müfessir Süddî'ye göre, el-Ahmes ile Ebû Cehl karşılaştılar. el-Ahmes ona dedi ki:

  Ya Eba'l-Hakem! Şu anda burada ikimizden başkası bulunmuyor. Muhammed hakkında ne dersin, O doğru sözlü müdür, yoksa yalancı mı­dır?

Ebû Cehl şu cevabı verdi :

  And olsun ki, Muhammed doğrudur ve doğru sözlüdür. O, haya­tında hiç yalan söylemedi, diyebilirim. Ne var ki, KUSAY Oğullan (Peygam­berin soyu ve hanedanı) sancağı, gelen hacılara su dağıtmayı, Kabe'nin hâcipliğini, toplanan şûrayı, ve peygamberliği kendi ellerinde toplayıp tu­tarlarsa geriye ne kalır? Biz Kureyşliler Ona uydu olmaktan başka bir yol bulamayız. Muhammed'e karşı çıkmamın ve Onu yalanlamamın sebebi iş­te budur!.

Bu nedenle yukarıdaki âyetler indi. [68]

Diğer bir rivayet:

Ebû Cehl bir gün Peygambere, «Seni ne suçluyor, ne de yalanlıyoruz; ancak getirdiğin şeyi kabul etmiyoruz.» demişti. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler inmiştir. [69]

Başka bir rivayet:

Hars b. Âmir, Kureyşlilerden birkaç adamla birlikte Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelip dediler ki: «Senden önceki peygamberler nasıl kendi kavmlerine birtakım mu'cizeler göstermişlerse, sen de bize (bizim arzu ettiğimiz) bir mu'cizeyi göster, o takdirde sana imân ederiz.»

Bu sebeple yukarıdaki âyetler inmiştir. [70]

 

İlgili Hadîsler

 

«En şiddetli belâ peygamberleredir. Sonra da derece derece değişir. Kişi dinine bağlı bulunduğu oranda belâ ile karşılaşır. Dinine sıkı sıkıya bağlanmışsa, belâsı şiddetli olur; dininde gevşek ise, ona göre belâya (çe­tin sınava) uğrar. Böylece belâ (çetin sınav) kuldan hiç ayrılmaz, O, yer­yüzünde hatasız (günahsız) gezinçeye kadar onu terketmez.» [71]

 

Peygamberi Yalanlamıyorlardı

 

«Gerçekte    onlar    seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler bile bile Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar.»

Âyetin iniş sebeplerinden de anlaşıldığı gibi, Mekke ileri gelenleri Pey­gamber (A.S.) Efendimize, yalancı, diyemiyorlardı. Ancak kişisel çıkarları­na, biraz da onurlarına ve başolma sevdalarına dokunduğu için getirdiği, ortaya koyduğu dini hayal ürünü sayıyor, Muhammed'in (A.S.) ister iste­mez böyle bir hayale kapıldığını iddia ediyorlardı. Bazan bu iddiaları büs­bütün ölçüsünü kaçırıp iyice saçmalıyorlar; Peygambere, sihirbaz, eski­lerin masallarını anlatan hikayeci, şâir ve benzeri şeyleri yakıştırmaya ça­lışıyorlardı.

Ama her şeyden önce, onların bu tuğyan ve hakka karşı başkaldırma­larında haset ve baş olma arzusunun payı çok büyüktür.

Peygamberimiz (A.S.) için «Yalan söylüyor» diyemiyorlardı, çünkü Mekke ve çevresi Muhammed'in (A.S.) doğru bir insan olduğunu biliyor ve hiç tereddüt göstermeden kabul ediyorlardı. el-Emîn = Güvenilir adam de­nilmesi de bundandır.

Kabe'nin hâcipliğini yapmak, gelen hacılara su dağıtmak, toplanan şûraya başkanlık etmek onlar için başlıbaşına bir şerefti. Bir de peygam­berlik payesini buna eklersek, karşı gruba bir paye kalmıyordu. Çünkü Hz. Muhammedi (A.S.) hak peygamber kabul ettikleri takdirde ister iste­mez bütün bu şeref ve payeler Ona ve hanedanına geçecekti.

İşte Kureyş ileri gelenlerinin asıl endişesi bu idi.

Aşk insanı nasıl kör ederse, kin ve haset de insanı öylece kör ve sağır yapar. Gerçek bu olunca, kin ve haset ateşinin önünde ne kadar ahlâk, fazilet ve hakseverlik varsa hepsi çiğnenip yakılır.

Başta Ebû Cehl olmak üzere Mekke müşriklerinin son dine ve son nebiye karşı tutumları bu idi. Kur'ön onların psikolojik yapılarını bu doğ­rultuda tasvir etmektedir. Çünkü her derdin bir devası vardır. Ama haset, makam hırsı, şan ve şeref ihtirasının devası yoktur. Ancak haset edilen, kin beslenen adamın yükseldiği makam ve mertebeden başaşağı düşme­si veya ölmesi bu derdin ilâcı olabilir. [72]

 

İnsan Yükseldikçe Düşmanı Çoğalır

 

 «And olsun kiF senden önce gönderilen pey­gamberler de yalanlanmıştir.»

Kur'ân ilgili âyetle, Peygamber (A.S.) Efendimizi teselli ederken,daha önce gelip geçen her peygamberin bu tür yalanlama, tehdit, eziyet ve ka­ra sürme, çamur atma gibi saldırılara mâruz kaldığını hatırlatıyor. Bunun böyle olmasında başlıca üç sebep vardır:

1.  Büyük dâvaların, yüoe amaçların ancak büyük himmetlerle, çetin mücadelelerle, üstün fedakârlık ve ferağat-i nefs ile gerçekleşebileceğinde şüphe yoktur.

2.  İnsanlar yükseldikçe düşmanları da o nisbette çoğalır. Peygamber en büyük insan ve yüce makam sahibi olduğuna göre, ona düşmanlık eden­lerin de o nisbette azgın, inatçı, hilekâr, kinci ve hasetçi olması normaldir.

3. Kişisel çıkarların ön plâna alındığı bir ülke veya toplumda fazîletin ortam bulması çok zor, hattâ bazan imkânsızdır. O gibi toplumlarda rezî-let önde gider.

Günümüzde de post kavgasına tutuşanların bitip tükenmiyen tartışma ve sürtüşmeleri -hiçbir fazîlet kıstası tanımaksızın- gemi azıya alıp gitmek­tedir. Kişisel çıkarların ön plânda tutulduğu her ülkede durum bundan farksızdır. Ama neticesi çok tehlikeli ve üzücüdür. Frenlenmediği takdirde ülkeye pek pahalıya mal olur. [73]

 

Allah Va'dinden Dönmez

 

«Allah'ın (va'dettîği) sözlerini değiştirecek (hiçbir kuvvet) yoktur.»

Haktan yana olup, sebepler zincirine tutunarak insanlığın saadeti için Allah isminin daha yüce olması amacıyla bâtıl ve küfürle mücadele eden­lere, Allah'ın yardım edeceği va'dedilmiştir. Bu Onun sünneti gereğidir. Allah verdiği sözünden asla dönmez. Kendisiyle kulları arasındaki imkân sınırı, değişmiyen sünnetidir. Bu sınıra gelebilen mü'minlere mutlaka yar­dım ve rahmet kapıları açılır. Gelemiyenlerin şikâyetçi olmalarına gerek yoktur; kendilerini kınamaları daha uygun olur. Çünkü Allah'ın kanunları değişmez. O kanunlara uyanlar mutlu, uymayanlar mutsuz olurlar.

O halde mü'minler dış görünüşüyle ne kadar hizmet verirlerse versin­ler, eğer nefsleri önde gidiyorsa veya belirtilen sınıra kendilerini sistemli biçimde getirememişlerse, o takdirde Allah'ın yardımına mazhar olmaları düşünülemez.

Özetliyecek olursak, Sünnetullah gereği, Allah'ın yardımı şartlıdır. Mü'minlerin tutumu, hizmeti ve mücadelesi şartlarla uyum halinde ise, yardıma erişirler; değilse erişemezler. Kur'ân bunu bir cümle ile özetler­ken şöyle diyor: «Ey iman edenler! Eğer siz Allah'a (Onun dinine, peygam­berine ve O'nun yolunda olanlara) yardım ederseniz, o da size yardım eder de ayaklarınızı sabit kılıp kaydırmaz.» [74]

 

Beyni Yıkanmış İnkarcılara Mu'cize Göstermek

 

Mekke ileri gelenlerinin çoğu, belirttiğimiz gibi, Muhammed'e (A.S.) inanıp uyacak olursak şeref ve itibarımız düşer, artık baş değil uydu oluruz, ister istemez Onun emirleri altına gireriz, diye düşünüyorlar ve bu duruma düşmemek için de şiddetli muhalefet gösteriyorlar, düşmanlıkta çok ileri gidiyorlardı. Ama hepsi de Muhammed (A.S.)ın yalan söyleme­diğini çok iyi biliyor, ancak peygamberlik iddiasında yanıldığına, bazı ha­yallere kapıldığına hükmediyorlardı. Hedef; makam, şeref, söz sahibi ol­mak gibi geçici ve arızî sıfatlar olunca, ara yerde hak ve fazilet çiğnenir, ölçü ve ahlâk diye bir şey kalmaz; bu açıdan bakınca Mekkelilerin o gün­kü tutumları daha iyi anlaşılır.

Her şeye rağmen inananların her geçen gün artması onları çileden çıkarıyor, Muhammed  (A.S.) sevgisini gönüllerden silmek için hileli yol­lara başvuruyor, akla gelmedik âyetler, mu'cizeler istiyorlardı. Halbuki Hz. Peygamberin (A.S.) kendisi, inen vahiy ve okunan Kur'ân başlıbaşına birer büyük mu'cize idi. Okur-yazar olmayan bir kimsenin, çok koyu cehaletin hüküm sürdüğü bir ülkede ortaya çıkıp en büyük edipleri susturacak, dün­yanın hareket halinde olduğunu, ay ve güneşin birer hesap dahilinde ha­reket ettiklerini söyleyerek ilim adamlarını derin uykudan uyandıracak, şa­hıs, aile ve amme hukukunu bütün ayrıntılarıyla koyacak, çok mükemmel âyetler, sûreler yazdırıp okuyanları hayran bırakacak.. Bu, mümkün mü? Tarihte, bunun bir benzeri var mıdır? Gerçek bu olunca, Hz. Muhammed (A.S.)ın kendisi büyük bir mu'cize ve ilâhî âyet değil de nedir? Kin ve ih­tiraslarından bu mu'cizeyi göremiyenlere başka mu'cize göstermenin ne yararı olabilirdi?

Bugün de Peygamber ve Kur'ân mu'cizeleri bütün tazeliğiyle daha be­lirgin bir halde ortada durmuyor mu? Onbeş asır geçtiği,, ilim ve teknikte akıllara durgunluk veren başarılar sağlandığı halde Kur'ân'ın tıp, astrono­mi, biyoloji, zooloji, anatomi ve benzeri konularda getirmiş olduğu ana fi­kirlerin yanlış olduğunu ortaya koyan bir belge var mıdır? Her geçen gün gelişen ilim Kur'ân'ı tasdik etmiyor mu? Bu büyük mu'cizeyi göremiyen in­karcılara, materyalistlere, komünistlere başka mu'cize göstermenin bir yararı olur mu? Olmaz: çünkü beyinler iyice yıkanmış, kalbierden kutsal hava alınmış, ruhlar katledilmiş, vicdanlar silik hale getirilmiştir. Onlar için hareket noktası ya düşünce, ya da maddedir. O halde yerin derinliklerine inmek veya göğe yükselmek için bir merdiven koymak, meseleye çözüm getirmiyecektir. Günümüzün insanı bu iki hususu biraz gerçekleştirmiştir; ama çoğu hâlâ Allah'ın kudretini tanımamakta, O'na şükretmemektedir. [75]

 

Allah Dileseydi Onları Doğru Yol Üzerinde Toplardı

 

Eğer  Allah dileseydi, onları doğru yol üze­rinde toplayıp biraraya getirirdi.»

Allah dileseydi. bütün insanları, hakkı hiç tereddüt etmeden kabul ede­cek özellikte yaratırdı. O zaman ne inkâr, ne de imân bilinirdi. Kimin ne olduğu ayırt edilmez, yeryüzü melekleşmiş insanların eyleştiği bfr dünya olurdu.

İlk hatıra gelen, böyle bir dünya yaratmak mümkün iken neden kavga­lı, elemli, fırtınalı, inkarcı, tuğyan edici bir dünya yaratılmıştır, hususudur. Cidden bu, insana çok çekici gelmekte ve âdeta özlemini duymaktayız. Ama iyice düşündüğümüzde, gerçeğin hiç de öyle olmadığını anlar ve Ya-ratan'ın yüksek hikmeti karşısında secde etmekten başka bir şey düşüne­meyiz.

Eğer hayal ettiğimiz biçim ve ölçüde bir dünya yaratılsaydi, hayat ne bu kadar hareketli ve hızlı olur, ne yeryüzü bayındır hale gelir, ne ilmî araş­tırmalar yapılırdı. Tartışma, sürtüşme, inceleme, savaş, sanayi diye bir canlılık görülmezdi. Bir bakıma hayat durur, atalet hüküm sürerdi.

O zaman melekler varken insanların yaratılmasına gerek kalmazdı. Bir an hikmetin gereği kabul etsek bile, peygambere, kitaba ihtiyaç kalmaz, kıyamette hesap, adalet ve şefaatin yeri olmazdı.

Çünkü insanı harekete geçiren, zıtların çatışması, muhaliflerin karşı çıkması, ihtiyaçların ardarda kendini hissettirmesidir. Hareketsiz, ilimsiz, tartışmasız, mücadelesiz bir dünya hayatının hiç bir anlamı yoktur; kı-sacasıi dünyanın yaratılması hikmet dışı kalırdı.

İşte bu hikmetlerle, Allah insanların hepsini doğru yol üzerinde bir­araya getirip toplamadı. Her insanı donattığı akıl, zekâ, hafıza, anlayış, id­râk ve iradesiyle bulunduğu ortamla başbaşa bıraktı. İçinde fırtına kopa­racak zıt kuvvetlen yerleştirdi. Dış âleminde de zıt kuvvetler meydana ge­tirdi. Böylece insan hayatına canlılık, hareket, hız kazandırdı, İhtiraslar yarışına kapıları açık tuttu. Aşırı gitmelerini önlemek, zulüm ve tuğyanı durdurmak için yardımcı unsurlar gönderdi. Kendisini tanıtmak suretiyle dengeyi sağlamayı murat etti.

Bütün bu hakikatleri kavrayamıyan ölülere Hakk'ın sesini duyurmak, ilâhî âyet ve mu'eizeleri göstermek çok zor, bazan imkânsızdır... İnanmak için her türlü araç-gereç hazır, ama onun çatısını kuracak usta ellere ih­tiyaç var. Yani köklü ve ciddi bir eğitime -suya ekmeğe ve havaya olan ihtiyaç kadar- ihtiyaç var.. [76]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle inkarcıların son dine karşı tutumları belirîildi. Nasıl bir hırçınlık içinde kin beslediklerine işaret edilerek her gelen peygamberin buna benzer pürüzlerle karşılaştıkları hatırlatıldı ve Resû-lüllah (A.S.) Efendimiz bir bakıma teselli edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, inkarcıların başka bir taktiğe başvurdukları, ap­ayrı bir mu'aize istedikleri, amaçlarının inanmak değil. Peygamberin âciz olduğunu ortaya koyup inananların ona olan bağlılığını sarsmayı plânla­dıkları hatırlatılıyor. Yeryüzünde debelenen hayvanlarla, havada uçan kuş­ların da birer ümmet olduklarına dikkatler çekilerek aklını kullanabilen ki­şiler için bu canlıların her birinin bir mu'cize olduğuna işaret ediliyor. Ne var ki inkarcı ve maddecilerin görecek gözü, işitecek kulağı bulunmadığı, bu yüzden kesif karanlıklar içinde kaldıkları açıklanıyor. Çünkü cehalet, inkâr, inat ve hasedden daha kötü karanlık yoktur. [77]

 

Meali:

 

37—  Ve ona (Muhammed'e) Rabbinden bîr başka âyet (herkesi inan­dırıcı mu'cize) indirilseydi ya, derler. De ki :AIIah'ın bir âyet (mu'cize) indir­meye mutlaka gücü yeter. Ne var ki onların çoğu (bu yüce kudreti ve ilâhî sünneti) bilmezler.

38—  Yeryüzünde yürüyüp hareket eden her hayvan, kanatlarıyla uçan

her kuş, sizin gibi birer ümmettirler. Kitap'ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık ve ihmal de etmedik. Sonunda (hepsi de) Rablerine haşrolunurlar.

39— Âyetlerimizi yalanlıyanlar ise, karanlıklar içinde bir sürü sağır­lar ve dilsizlerdir. Allah dilediğini doğru yoldan saptırır; dilediğini de dos­doğru yol üzerinde bulundurur.

 

İlgili Hadîsler

 

«Eğer köpekler de ümmetlerden bir ümmet olmasaydı, öldürülmelerini emrederdim.» [78]

«Allah ilk önce kalem'i yarattı ve ona «yaz!» dedi. Kalem «ne yaza­yım?» diye sordu. Allah, «Kıyamete kadar olmuş, olacak her şeyi yaz» di­ye buyurdu. Kalem'in mürekkebi kurudu, sahifeler dürülüp kaldırıldı.» [79]

«Kıyamet günü mutlaka hakları asıl sahiplerine ödiyeceksiniz; hattâ boynuzsuz koyunun hakkı boynuzlu koyundan (kısas yapılarak) alınacak­tır.» [80]

«(Mi'rac Gecesi) Cebrail benimle yükseldi, derken öyle bir düzeye gel­dim ki, kalemlerin gıcırtı seslerini duydum.» [81]

Bu hadîsin izahı, En'âm Sûresi 17. âyetin tefsirinde yapılmıştır. [82]

 

 Susturucu Ve İnandırıcı Bir Mu'cize

 

«Ve  O'na  (Muhammed'e),  Rabbinden  bir başka âyet indirilseydi ya, derler.»

İnkarcılar, maddeciler; herkesi susturacak ve her görenin inanmasını sağlıyacak nitelik ve özellikte bir mu'cize istiyorlardı. Oysa, hakiki imân, mu'cizeden ziyâde, anlayış, kavrayış, akl-i selîm, sağduyu, irâde ve idrâk meselesidir. İnsan, akıl ve zekâ denilen manevî gücünü kâinat kitabına çe­virip, ilâhî kudretin yüceliğine delâlet eden satırları, kelimeleri bir bir incelediğinde Yaratanına daha çok yaklaşmış olur. Varlık âleminde sergile­nen eşsiz ve benzersiz âyet ve belgelerin karşısında durup düşündüğünde imânı artar ve olgunlaşır.

İşte kendini,kendi irâde ve aklıyla bu düzeye getirebilen bir mü'minin başka bir mu'cizeye ihtiyacı kalmaz. Çünkü kâinat ve ondan bir parça sa­yılan insan mu'cizelerle dolup taşmaktadır. İnsan beyninin hafıza merke­zinde milyarlarca eşyanın şekli, rengi ve özelliği, sesi ve hareketinin tüm ayrıntılarıyla muhafaza edilmesi, kâfi bir mu'cize değil midir? Kör ve sağır maddenin bu kadar mükemmel bir cihaz yaratması mümkün müdür?

Kendini bu düzeye getirmiyen inkarcılara istedikleri mu'cizeyi getir­menin ne yararı olabilir? İnkâr karanlıklarında irâdesini kaybeden beyni yıkanmışların ne görecek gözleri, ne işitecek kulakları kalmıştır.

Hem onların istediği bir mu'cize indiği takdirde, inansalar bile böyle bir imânın ne değeri olabilir? Çünkü akıl ve irâde, idrâk ve iz'an ürünü de­ğildir. Allah katında en makbul imân, sözü edilen yeteneklerin ürünü ola­nıdır. İnen mu'cizeye inanmadıkları, yani yine tatmin olmadıkları takdir­de, onlara en şiddetli azabı hazırlar ki, buna dayanmak çok zordur.

Görülüyor ki, onların istediği nitelikte bir mu'cize indirmek ve sonra da inanmadıkları takdirde oniarı şiddetli bir azaba uğratmak, ilâhî rahmet ve sünnete ters düşmektedir. Bu bakımdan arzulan yerine getirilmemiştir. [83]

 

Hayvanlar Da Sizin Gibi Birer Ümmettirler

 

 «Yeryüzünde yürüyüp hareket eden her hayvan, kanatlarıyla uçan her kuş, sizin gibi birer ümmettirler.»

Allah'ın varlığına, birliğine inanmak için delil, büyük mu'cizelerden sayı­lan insanın kendi yaratılışıdır. İnkarcılara bu yetmiyorsa, güneş sistemi, dünyanın bu sistem içinde plânlı, hesaplı, ölçülü ve düzenli hareketleri ha­tırlatılıyor. Bu da yetmiyorsa, yerde hareket halinde olan ve havada ucan hayvanlara dikkat edilmesi, tavsiye ediliyor.

Canlılardan her türün belli bir amaca yönelik yaratıldığı muhakkak. Boşuna ve gereksiz hiçbir şeyin yaratılmadığı da bilimsel araştırmalarla kesinlik kazanmıştır. Her canlı, türünün özelliğine ve kalıtım yoluyla gelen niteliklere göre, kendi hayatını devam ettirmekte, milyonlarca yıl önce ilk yaratılan babalarının yaptığını -hiç şaşırmadan, yanılmadan- Allah'ın sun­duğu içgüdüyle sürdürmektedir. Aklı eren veya aklını kullanabilen kişiler için bunlar birer inandırıcı âyetler değil midir? Zoolojiyle uğraşan ilim adam­larının bugüne kadar yaptıkları tesbitler, akıllara durgunluk verecek hik­met ve esrarı beraberinde taşımaktadır.

Ya havada uçan kuşlar? Uçabilmeleri için kemiklerinin iliksiz olması, yağmurlu havalarda ıslanmamaları için vücutlarının ince bir yağ salgıla-masıyla tüylerinin kaygan hale gelmesi Allah'ın yüce kudretini yansıtan mu'cizeler değil midir?

Evet, onlar da bizim gibi birer ümmet.. Yaradanı bitmekte, Onun sün­netine uymakta, O'nu teşbih etmekte, içgüdüsüyle ibâdetini yerine getir­mekte, birbiriyle anlaşıp üremekte, aile yuvası oluşturmakta, neslini ko­rumakta, rızkını elde etmeğe çalışmakta, büyüyüp ölmektedirler.

Küfür karanlığında, madde ve şehvet çukurunda bir ömür tüketen körler ve dilsizler bütün bu harikaları düşünecek, anlayacak, âlemlerin Rabbini tanıyacak ruha sahip değillerdir. Allah ise, varlık âlemine yerleş­tirdiği sünnetine uyanları doğru yola eriştirir, uymayanları   sapıttırır. [84]

 

Kitapta Hiçbir Şeyi Eksik Bırakmadık

 

«Kitap'ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık.»

Burada KİTAP denilince, gene! anlamda anlaşılan iki kapak arasın­daki kitap hatıra gelmemelidir. Daha çok iki önemli husus üzerinde dur­mamızı gerektirmektedir: Birincisi «UMMÜ'L-KITAP = LEVH-İ MAHFUZ, diğeri Allah kelâmı KUR'ÂN-I KERÎM. Üçüncü bir ihtimalle de, KÂİNAT Kİ­TABI akla gelebilir. Çünkü varlık âleminin kendisi baştan sonuna kadar ilâhî kudret kalemiyle çizilip hazırlanmış, yazılıp düzenlenmiş muhteşem bir kitaptır.

LEVH-İ MAHFUZ = Korunan Yazılı Levha, Kalem-i A'lâ = En Yüce Kalem'in «yaz!» emriyle kıyamete kadar olmuş olacak her şeyi bu levhG-ya yazıp sonuca bağlamasıyla gerçekleşmiştir. Böylece mürekkebi kurumuş ve yazilan Levha kaldırılmıştır. [85]

«Allah ilk önce kalemi yarattı ve ona, yaz! dedi. Kalem, ne yazayım? diye sordu. Allah, Kıyamete kadar olmuş, olacak her şeyi yaz! diye buyur­du......»[86] mealindeki hadîs ile, «Bilmezmisîn ki Allah mutlaka gökte ve

yerde olanları bilir. Şüphesiz ki, bunların hepsi kitap'da (yazılı)dır ve bunlar elbette Allah'a pek kolaydır.» [87]âyeti ve «Ömrü uzayanın ömrünün uzama­sı ve ömrü kısalanın ömrünün kısalması, mutlaka Kitap'ta (yazılı)dır. Şüphesiz kî bu da Allah'a göre çok kolaydır.» [88] âyeti,   LEVH-İ   MAHFUZ  deni­len Kitab'a işarettir.

Allah'ın ezelî ve ebedî ilmi her şeyi kapsayıp kuşatmıştır. Varlık âle­minde olmuş, olacak her şey eksiksiz oraya kaydedilmiştir. Bu, ilâhî ilmin malûmata = bilginin bilinene tabi' olması anlamında yorumlanır, O neden­le herkes yaptığından sorumludur.

Kur'ân-ı Kerîm ise, yeryüzünde yaşıyan insanların dünya ve âhiretle-rini mutlu edecek hükümleri, emir ve tavsiyeleri, esas ve prensipleri ken­dinde toplayan bir Kitap'tır. Bu nedenle onda hiçbir eksiklik bırakılmamış­tır. Ne var ki her devirde yeni yeni açıklamalar isîiyen, her cağa hitap et­tiği için bulunduğu cağa ait kapısının açılmasını fısıldıyan bir kitaptır. Bu kitabın büyük ilim adamlarına, ciddi araştırıcılara, samimi mü'minlere ka­pısı her zaman açıktır. [89]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, inkarcıların ölçüsüz mu'cize isteklerine do­kunuldu, ilâhî kudrete inanmıyanlar, varlık alemindeki milyonlarca mu'ci-zeyi göremediklerine göre, isteklerine uygun indirilecek bir mu'cizeye de inanmıyacakları hatırlatıldı. Sonra yeryüzünde hareket halinde olan hay­vanlarla havada uçan kuşlara dikkatler çekildi, her türün ayn bir ümmet olduğu belirtilirken, ilâhî kuvvet ve kudretin her hayvanın varlığında ışıl ışıl kendini hissettirdiğine işaret edilerek mu'cizelerin her gün yüzlerce misâlinin gözlerimizin önünde dönüp dolaştığı haber verildi.

Aşağıdaki âyetlerle, küfredenlerin Allah'ı, âhireti. Peygamber ve Kitab'ı inkâr da etseler, doğuştan içlerinde din ve Allah duygusunun mevcut ol­duğu açıklanıyor. Bir felâket anında dinsizlerin ve inkarcıların ister iste­mez Allah'ı hatırlayıp kurtuluş dileğinde bulunacakları, düşündürücü bir delil olarak gösteriliyor. Böylece insan aklını ve mantığını harekete geçir­menin yol ve yöntemi üzerinde duruluyor.

Bütün günah ve isyanlara rağmen refah ve mutluluk insanların üze­rine dqkülüp geliyorsa, bunun sonunun acı bir felâket olacağı haber ve­riliyor. Ola ki, inkarcılar tuttukları yanlış yoldan dönerler. [90]

 

Meali:

 

40—  De ki: (Ey inkarcılar!) bana haber verin; size Allah'ın azabı ge­lecek olsa veya kıyamet saati gelip çatsa Allah'tan başkasını mı çağırır, duâ edersiniz? Doğrulardan iseniz (söyleyin gerçeği)..

41—  Herhalde ancak Allah'a duâ edersiniz de dilerse O, (korkup) kendisine duâ ettiğiniz şeyi giderir; siz de O'na ortak koştuğunuz şeyi unu­tursunuz.

42—  And olsun ki, senden önce (gelip geçen) ümmetlere peygamber­ler gönderdik, (muhalefet ettikleri için) onları -yalvarıp yakarsmlar diye-sıkıntı, darlık ve bunaltıcı şeylerle yakaladık.

43—  Onlara darlık ve sıkıntımız geldiği zaman yalvarıp yakarsaydılar ya; ama nerede, kalbleri katılaşmış ve yapageldikleri şeyleri şeytan onlara süsleyip çekici yapmıştır.

44—  Ne vakit ki, kendilerine yapılan hatırlatmayı unuttular; her şeyin kapılarını onlara açtık; sonunda verilen şeylerle sevinip   ferahladıklarında ansızın kendilerini yakalayıverdik de ümitlerini yitirdiler.

45—  Böylece zulmedenlerin ardı-arkası kesildi. Âlemlerin Rabbi Al­lah'a hamdolsun..

 

İlgili Hadîsler

 

«Doğan her çocuk mutlaka fıtrat (din ve Allah duygusu ve düşüncesi) üzere doğar. Sonra ana-babası, (çevresi) onu ya Yahudîleştirir, ya Hıris-tiyanlaştırır, ya da ateşperest (ve dinsiz) yapar» [91]

«Allah'ın kuluna, günah ve isyanlarına karşı dünyalıktan onun sevdiği şeyleri verdiğini gördüğün zaman (bil ki) bu ancak bir istidrac (bir müh­let ve yavaş yavaş helake doğru yaklaştırmaktır.» [92]

«Allah (lâyık olan) bir kavm (topluluk, ya da millet)in devam edip ya­şamasını, ya da gelişip büyümesini dilediği zaman, onlara tutumlu ve âdil olmayı, haramdan sakınıp iffetli yaşamayı nasîp eder. (Ahlaksız olan) bir kavmi de bölüp parçalamak istediğinde, onlara (amellerine uygun) hiyâ-net kapısını açar (o millet birbirlerine hile ve hiyânette yarışırlar) da bu suretle kendilerine verilen (nîmetler)le sevinip ferahlanırlar ve Allah da onları ansızın yakalar, bir de bakarsın umutsuzluğa düşmüşlerdir.» [93]

«Şüphesiz ki adam işlediği günah sebebiyle (bir gün gelir) rızıktan mahrum olur ve kendisine musibet dokunur. Kaderi ise ancak duâ geri çevirir, ömrü de ancak iyilik (hakseverlik) artırır.» [94]

 

Din Ve Allah Duygusu Fıtrîdir

 

 »De ki: (Ey İnkârcılar!) bana haber verin, size Allah'ın azabı gelecek olsa veya kıyamet saa­ti gelip çatsa Allah'tan başkasını mı çağırır, duâ edersiniz?»

Psikolog ve sosyologların iddia ettiği gibi, dinler ilkel insanların bazı tabii olaylardan korkup bir sığınak aramala'rı, kurtarıcı manevî bir gücün varlığına yavaş yavaş ilgi duyup inanmaları sonucu doğmamıştır. İlgili âyet­te de belirtildiği gibi, din ve Allah duygusu doğuştan insan ruhunun derin­liğine yerleştirilmiştir. Bunun sağlıklı biçimde ortaya çıkması için düzenli bir ortama ihtiyaç vardır. Peygamberimizin bu konudaki hadîsleri bize ye­terince, ışık tutmakta ve doğuştan var olan din ve Allah duygusunun ana-babanın, çevrenin olumlu olumsuz eğitimiyle hak, ya da bâtıl biçimde or­taya çıkacağını haber vermektedir.

Nitekim bâtıl dinlerin doğmasının sebeplerinden biri, hak dinin zaman­la unutulması ve bu yüzden şekil ve mâna değiştirmesi ise, diğeri doğuş­tan her insanın içinde, ruhunun derinliğinde din ve Allah duygusunun mev­cut olmasıdır. Yanlış bir muhit, ters bir çevre o duyguyu bâtıl yönde geliş­tirir ve sonunda putperestliğin, bazı canlılara, güneş ve ay'a tapınmaların ortaya çıkmasını sağlar. Böyle de olsa, büyük bir felâket gelip çattığında insan ister istemez putların da, fânilerin de çok ötesinde yüoe bir kudre­tin varlığını için için duyar ve farkına varmadan ondan yardım ve umut bekler.

Dinsizliğini ilân eden bir insanın içindeki o gizli duygu zaman zaman fısıldar da dine gerek var mı, yok mu tartışmasına kapı açar. Çünkü için­de onu buna zorlayan bir kuvvet mevcuttur. Maddeci (materyalist) ya da komünist bir kimse, yine içinde gizli duran o duygunun vakit vakit kıpır-damasıyla Allah var mıdır, yok mudur, kıyamet ve yeniden dirilme olacak mı, olmıyacak mı? sorusunu ortaya atar. ve diliyle, mantığıyla onu inkâr etmeğe çalışsa bile içinde onun var olduğunu hisseder ve bu hissini yen­mek ister ama bir türlü yenemez.

Mekke putperestleri de yeri ve sırası geldikçe putlarının çok ötesinde bir ilâh'ın varlığını söyler ve çok tehlikeli anlarda, ister istemez o kudreti hatırlarlardı. Kur'ân'da birkaç yerde onların bu halinden sözedilir.

Tıpkı tohumun içinde gizli duran meyva ağacı gibi, usta bir ziraatçiye, iyi bir toprağa düşerse, mükemmel bir meyva ağacı ortaya çıkar; çorak bir yere, beceriksiz ve bilgisiz ellere düşecek olursa, ya tamamen kurur, yo da cılız ve meyvasız yetişir. Ama her iki durumda da tohumun içinde mey­va ağacının özü ve mayası mevcuttur.

Kur'ân bu gerçeği hatırlatarakjnsanı Allah ve din hakkında derinder derine düşünmeye, akıl ve mantığını iyice kullanmaya davet ediyor: «Df ki : (Ey inkarcılar!) bana haber verin; size Allah'ın azabı gelecek olsa ve

ya kıyamet saati gelip çatsa, Allah'tan başkasını mı çağırıp duâ edersi­niz?»

Bir numaralı hadîs de bu âyeti açıklamaktadır. [95]

 

 Peygamberlere  Muhalefet

 

«And olsun ki, senden önce (gelip geçen) ümmetlere peygamberler gönderdik. {Muha­lefet ettikleri için) onları -yalvarıp yakarsmlar diye- darlık ve bunaltıcı şey­lerle yakaladık.»

Din ve Allah duygusunu yanlış istikamette geliştiren inkarcı putperest­ler, gönderilen her peygambere karşı gelmişlerdir. Böylece hak ile bâtıl arasında sürtüşme ve tartışma doğmuştur. Gerçi bu bir bakıma tez-antitez düzeyinde meydana gelen ve ilâhî kanun gereği olanj ruhun bir aksiyonu­dur. Ancak murad-i ilâhî, insanların sapıklık ve inançsızlık vadisinde inat-laşıp bir ömür tüketmesinden yana değildir. O nedenle inkarcıların dönüş yapması için bir takım fırsatlar verilir: Aşırı inkâr ve tuğyandan sonra sı­kıntı ve üzüntüler başgösterir. Çetin bir sınav başlar. Allah'a yönelme duy­gusu ağırlık kazanırsa, ilâhî rahmet bütün genişliğiyle tecelli eder.

Nitekim büyük felâket ve musibetler gelip çattığında, inançsızlarla putperestlerden kimi, gelip çatan felâketi putların değil, onların ötesinde yüce kudret sahibi Allah'ın kaldırabileceğini düşünerek ona el açıp yal­varırken kiminin de küfür ve inkârı artar. Çünkü, geçen günlerinde içinde bulundukları fazla refah, onları hem Allah'ı anmaktan ya da O'na inanmak­tan, hem âhireti hatırlamaktan ve sorumluluk duygusu taşımaktan alıkoy­muştu. Felâket, sıkıntı, dert ve üzüntü ise, insanı az-çok Cenâb-ı Hakk'a çevirir. Zaten hayatın yolu da böylesine zikzaklı uzayıp gider.

Bütün bunlar Hakk'a yönelmenin metot ve kurallarını hazırlar. Yeter ki düşünebilen kafalar, anlayabilen kalbler, gören gözler, işiten kulaklar bulunsun. [96]

 

Kalelerin Katılaşması

 

 »Ama nerede, kalbleri katılaşmış...»

Kendi varlığındaki ilâhî mu'cizeyi, vücut yapısındaki kudret kaleminin çizgilerini, rahmet fırçasının çok düzenli ve ahenkli işleyişini göremiyen ve

her geçen gün kalbleri maddenin katılığıyla katılaşanlar, günah ve isyan bataklığına doğru kendilerini adım adım itmiş olurlar. Refah ve mutluluk kapıları, bataklığın çevresindeki bitki örtüsü gibi aldatıcı ve tehlikeyi ka­mufle edicidir. Dünyalık öylelerine dört bir taraftan akıp gelir. İnkarcılar, günahkârlar bu refahın mahmurluğu içindeyken ilâhî sünnet hükmünü yü­rütür; bir anda her şey alt-üst olabilir. Ferahlık ve sevinç, yerini umutsuz­luk, karamsarlık, elem ve kedere terkeder.

Milletlerin hayatı da böyle : İlk gelişme, millet olma devresidir. Bu dev­rede haktan yana olma gayretleri önde gider. Buna o milletin çocukluk, devresi de diyebiliriz. İtinayla yetişme ve gelişme ölçüsü hâkimdir. Temeli oluşturulmuş millet olma, ekonomik yönden de gelişme ve güçlenme dev­resi başlar. Bu devre o milletin gençlik çağıdır. Bir takım ölçüsüzlüklere, refahın verdiği sarhoşluğa kapı açmadan sağlıklı biçimde organize edilir­se, ömrü uzun olur. Aksine şımarıklık, ölçüsüzlük, inançsızlık başgösterir, şahsî çıkarlar ön plânda yer alırsa, kalbler kısa zamanda katılaşır; hakkı unutma, ya da inkâr devresine girilmiş olur, Kutsal değerlerle alay edilme­ye başlanılır, Allah'a ihtiyaç kalmadığı zannı kafaları bir örümcek ağı gibi kaplar. Tezelden mal ve servet sahibi olma ihtirası o milletin benliğine sı­zar ve ahlâksızlık dörtnala yol almaya başlar. Artık bunun ardından büyük bir felâketin geleceğini söylemek hiç de kehanet sayılmaz. Çünkü Allah'ın değişmiyen kanunlarından biri de budur. Belirtilen düzeye gelen bir mil­letin dış görünüşü refah ve mutluluk va'detmekte, iç yapısı felâketin ha­berini vermektedir. Hemen uyanma ve dönüş olmazsa, mukadder âkibetin çanları çalmaya başlar.

Hakk'a sırt çeviren, kutsal değerlerle alay eden, insan haklarını hiç­bir ölçü ve sınır tanımaksızın çiğneyen âsi ve günahkâr bir milletin temeli sarsılır ve yıkılmaya yüztutar. Kısa bir süre sonra zalimlerin ardıarkası ke­silir. Allah'ı unutan, ya da inkâr eden bir milletin sonu böylesine hazin olur. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a olsun.. [97]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

Ereeyteküm: Bu tabirin Türkçemizde sözlük olarak tam karşılığı «Sen veya siz gör­dünüz mü?»dür. Böyle bir deyim, ya da anlatım şekli bizde yoktur. Arapçada ise, bu, kelimenin sözlük anlamına göre değil, «Bize haber verin!» anlamın-da kullanılır. (TE) ve (KÜM) te'kit içindir.

Be'sâ' : Şiddet, sıkıntı, şiddetli yokluk, kıtlık, aşırı açlık gibi daha cok mal ve servete dokunan musîbet, inen felâket, demektir.

D a r r â : Daha çok cana dokunan hastalıklar, dertler ve sıkıntılar, demektir. [98]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, din ve Allah duygusunun doğuştan insan­larda var olduğu, bedene yerleşen her ruhun bu inançla donatıldığı hatır­latıldı. Felâket anlarında, dinsizlerin, inkarcıların ve putperestlerin ister is­temez her şeyin üstünde var olan yüce bir kudrete el açıp yalvardıkları, çoğunun «Allah!.» diye inlediği, feryat ettiği bundandır. Âyet, bu hakikati hatırlatırken beşer aklını ve vicdanını harekete geçirmeyi amaçlamaktadır.

Sonra inkarcıların günah, isyan ve tuğyanlarına rağmen kendilerine bol nîmet kapılarının açılmasının çetin bir sınav olduğu, uyanma olmazsa, felâketin yaklaşmakta bulunduğu çok duyarlı biçimde işlendi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın varlığına, kudretinin eşsizliğine delâlet eden ve her biri başlıbaşına bir mu'cize sayılan kulak, göz ve kalb nimet­lerine dikkatler çekiliyor. İnsanların kendilerine hazırladıkları tehlike ha­beri veriliyor. Peygamberlerin müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderildik­leri ve onların kişisel ihtirasları bulunmadığı hatırlatılarak, kurtuluşun on­lara uymakla gerçekleşeceği bildiriliyor. [99]

 

Meali:

 

46—  De ki: Haber verin bana, eğer Allah işitmenizi ve gözlerinizi alıç, kalblerinizin üzerini mühürlerse, Allah'tan başka hangi ilâh onu size getirir? Dikkat et, âyetlerimizi nasıl türlü türlü açıklayıp çeviriyoruz; sonra da onlar (inkâroı sapıklar) yüzçeviriyorlar.

47—  De ki: Haber verin bana, eğer Allah'ın azabı ansızın veya açık­tan size gefecek olursa, zâlimler topluluğundan başkası mı helak olur?

48—  Biz, peygamberleri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak gön­deririz. Artık kim imân edip kendini düzeltirse, onlar üzerinde hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmiyeceklerdir de,.

49—  Âyetlerimizi yalanhyanlara .ise, doğru yoldan sapıp ilâhî sınır­lan aşmaları karşılığında azap dokunacaktır.

 

Kulak, Göz Ve Kalp

 

Eğer Allah işitmenizi ve gözlerinizi alır, kalblerinizin üzerini mühürlerse..»

Allah'ın varlığına, birliğine, eşsiz kudretine delâlet eden üç önemli or­gandan sözediliyor. İşitme, görme ve anlama.. İnsanın dış dünyasıyla te­masını sağlıyan en yararlı üç araç.. Bunların anatomik yapılarını açıklama­mıza gerek yok. Daha çok işitme görmeğe yardımcı olur, bu ikisi ise, kal­bin anlamasını sağlar.

Hava titreşimiyle gelen sesin kulak zarına çarpması ve beyinle ilişki kurup gelen sesin ne olduğunu süratle tesbit etmesi, ne bir tesadüf, ne de bir tekâmül eseridir; ne de şuursuz maddenin oluşturmasıdır. Cok yüksek bir fizikçinin ve anatomiyi en mükemmel biçimde bilen bir kudretin, her şeyi belli bir plâna ve en ince hesaplara göre yaratıp düzenliyen varlığın eseridir. Başka mu'cize aramaya ne hacet, işitme duyumuz ilâhî kudrete yeterli delil değil midir?

Gözün de eşyanın şeklini, boyutlarını, rengini görüp beyne intikal et­tirmesi ve beynin de süratie,görülen şeyi alıp hafıza merkezine iletmesi ve orada arşive alınması, bu kadar mükemmel bir organı yaradan çok yüce kudretin varlığını kanıtlar. Allah'ın varlığına, birliğine ve ilminin sınırsızlı­ğına başka delil aramak, güneşin varlığına delil aramak kadar gereksizdir. Çünkü güneşin kendisi kendi varlığına delildir. Allah'ınjnsan denilen mü­kemmel eanlıyı en kıymetli eseri olarak sunması, O'nun varlığının en açık belgesi değil midir?

Kalp ve beyin ise, insan aklını âciz bırakan en büyük ve en mükemmel organlardır. Milyarlarca eşya ve konuyu düşünüp anlayabilen kalp ve be­yin, sadece düşünüp anlamakla yetinmeyip kulak ve göz, koklama ve do­kunma yoluyla tesbit edilen milyarlarca eşyanın şeklini, rengini, kokusu­nu, boyutlarını hafıza merkezinde çok düzenli biçimde arşivlemektedirler; istenileni anında verme plân ve düzenine sahiptirler. Elektronik beyin bun­ların yanında çok basit kalır; kaldı ki o da bu iki organın eseridir.

Allah şayet kulaksız ve gözsüz bir insan yaratacak olursa, kim bu iki organı yaratma gücüne sahiptir? Diğer bir yorumla, Allah varlık aleminde­ki sünneti gereği, kulağın hak ve doğruyu işitmesine, gözün hak ve doğru olanı görmesine engel bir perde koyup kalbi mühürlerse, hangi put, hangi ilâhlaştırılan fâni bu perdeyi kaldırabilir ve mührü çözebilir?

O halde insana dış dünyasıyla ilgi kurması ve bunu sürdürmesi, Al­lah'ını bilip O'nun hayat kanununa uyması için sunulan bu yüce nimetler, yüksek değerdeki hayırlar karşısında sonsuz kudret ve yüce hikmet sahi­bi Allah'a ibâdet etmemiz kadar tabii ne olabilir? [100]

 

İlâhî Azap Gelecek Olursa

 

«De ki: Haber verin ba-na, eğer Allah'ın azabı ansızın veya açıktan size gelecek olursa...»

Kur'ân burada iyice düşünmemizi sağlamak için çok ince ve duyarlı bir anlatım kullanmıştır: «Zâlimler topluluğundan başkası mı helak olur?»

İnsan için en büyük felâket, malını ya da canını kaybetmek değildir. Yaratana âsi olup inkarcı ve maddeci bir düşünce ve tutum içindeyken dünyaya veda etmektir. İman ve irfan ile içini süsleyip dışını donatan kâ­mil insanın bir felâket nedeniyle ölmesi saadetin kendisidir. Ama bu süs­ten mahrum olan inkarcının ölmesi, felâket ve bedbahtlığın kendisidir.

O halele ansızın veya açıktan gelecek olan ilâhî azap bilhassa zâlim­leri kahreder: Önoe dünya hayatına doymadan, arzularına ermeden, pe­şinde koşturduğu mutluluğu elde etmeden dünyadan ayrılırlar. Sonra da inanmadıkları için elemli bir âleme gitmiş olurlar. Çünkü gelen bir felâket yaş-kuru demeden hepsini yakıp kavurur; ama herkes imân ve niyetine göre, yerini alır ve ona göre haşrolunur. [101]

 

Peygamberlerin İki Asıl Görevi

 

<Biz  Peygarnberleri ancak müjdeçiler ve uyarıcılar olarak göndeririz.»

Peygamberlerin aslında birçok görevleri vardır; meselâ, insanlarla Al­lah arasındaki engelleri kaldırmak, Allah'a uzanan yolu işlek duruma ge­tirmek, insan aklını ve idrâkini harekete geçirip kullara Allah'ı tanıtmak, insan ruhunun yüeeliğiyle uyum sağlıyacak bir hayat düzeni oluşturmak bu cümledendir. Ama bunların hepsini şu iki esasta toplamak mümkündür: Peygamberler rahmet ve saadetin müjdecileri; kötü yolun felâketle sonuç­lanacağını haber verip, ilâhî gazaba götüreceğinin uyarıcılarıdır.

Peygamberlerin ne baş olma sevdası, ne kral olma arzusu, ne mal toplama ihtirası, ne de insanları kendilerine kul-köle edinme istekleri var­dır. Sıradan bir insan gibi basit bir hayat düzeyinde kendilerini bulundu­rurlar. İnsanlara Allah'ın varlığını, birliğini, hazırladığı âhiret yurdunu ta­nıtmaktan ve bu doğrultuda onları eğitmekten başka hiçbir kişisel çıkar­ları yoktur.

O halde peygamberler en güvenilir kişilerdir. İnsanları aldatmaları söz konusu değildir. Çünkü kendilerinden yana yonttukları hiçbir nesne yoktur.

Bu bakımdan Kur'ân, Peygamberlerin bu müstesna özelliğini hatırla­tarak insan aklını ve vicdanını harekete geçirmek istiyor:

«Biz peygamberleri ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Artık kim imân edip kendini (ona göre) düzeltirse, onlar üzerine hiçbir kor­ku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir de..» [102]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle Allah'ın varlığına, birliğine, kudretinin yüce­liğine delâlet eden ve her biri bir mu'cize sayılan üç organdan sözedildi. Bunca açık belgeler karşısında hâlâ Allah'ı inkâr edenler varsa, bu, büyük bir haksızlığın ilk ve son noktası olduğuna işaret edildi. Sonra da peygam­berlerin asıl görevlerinin iki önemli esasta toplandığı açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, peygamberin ana vasıflarına dikkatler çekiliyor, görevlerinin hedefi belirleniyor, Kur'ân ile daha çok,âhirete imân eden ki­şileri uyarmanın yarar sağlıyacağı hatırlatılıyor. [103]

 

Meali:

 

50—  De ki: Ben size, Allah'ın hazîneleri benim yanımdadır, demiyo­rum. Gaybi de bilmem. Size elbette, ben bir meleğim de demiyorum. Ben ancak, bana vahy edilene uyarım.

De ki: Görmiyenle gören bir midir? Artık düşünmez misiniz?

51—  Ve bunun (Kur'ân) ile, Rablarına    haşrolunacaklarına    (inanıp) korkanları uyar; onlara Rablerinden gayri ne bir sahip çıkan dostları, ne de bir şefaatçileri vardır; ola ki (Allah'tan) korkup kötülüklerden sakınırlar.

 

İniş Sebebi

 

Müşrikler, Peygamber (A.S.) Efendimizden herkesi tatmin edecek -kendilerine göre- bir takım âyetler, mu'cizeler istiyorlardı. Amaç, inanan­ların güvenini sarsmak, inanmak istiyenleri caydırmak ve Peygamberi zor durumda bırakmaktı. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi.

İnkarcılardan bir kısmı da bolluğa kavuşturulmalarını, fakirliklerinin kaldırılmasını istiyor ve bu hususta gökten bir mu'cize bekliyorlardı. Aksi halde inanmıyacaklarını söylüyorlardı. Diğer bir kısmı da, «Bu nasıl pey­gamberdir ki, yemek yer, sokaklarda dolaşır, kadınlarla evlenir?!» diyor ve peygamberin melek olmasının gereğini iddia ediyorlardı. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler peygamberin ana vasıflarından birkaçını belirtir mahi­yette indi. [104]

 

Peygamberin Ana Vasıfları

 

 «De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri be­nim yanımdadır, demiyorum.»

Peygamberin ana vasıflarını bilenler, ancak Ona vahyolunanı dinle­mek ister ve söyleneni olduğu gibi kabul edip hiç tereddüt etmeden ona uyar.

Onun ana vasıflarını bilmiyen bilgisizler ise, ya onu bir melek gibi gör­mek ister; ya ondan hazinelerin kapılarını açmasını talep eder, ya da ile­ride meydana gelecek iyi ve kötü olayları önceden haber vermesini bekler. Bunlar gerçekleşmediği takdirde inanmak şöyle dursun, peygamber aleyhinde>olmadık yalanlamaları mubah sayar.

Nitekim Mekke putperestleri koyu bir cehalet içinde Peygamberden yersiz ve anlamsız bir takım isteklerde bulunmuşlardı :

1—  Allah tarafından görevlendirilmiş bir peygamber isen, bize dün­yalıktan geniş ve bol nzıklar ve tükenmez hayırlar getir.

2—  Eğer hak peygamber isen, gelecek günlerin neler getireceğini bi­ze haber ver ki ona göre tedbirli olalım.

3—  Allah'ın gönderdiği bir peygamber olsaydın, yemek yememen, so­kaklarda dolaşmaman, kadınlarla evlenmemen gerekirdi.

Allah hem onlara, hem sonra gelecek olanlara peygamberin hangi vasıflar üzerinde bulunduğunu açıklıyarak sözünü ettiğimiz üç maddeyi cevaplandırmıştır: «De ki, ben, size, Allah'ın hazîneleri benim yanımdadır, demiyorum». Çünkü mülk ancak Allah'ındır, bizler eğreti olarak onun üze­rinde bulunuyoruz. Kuvvet ve kudret Allah'a aittir. Mülkün hakiki sahibi O'dur, mülkü dilediğine verir; dilediğini aziz kılar, dilediğini alçaltıp hakîr eder; hayır O'nun elindedir. Benim görevim, Allah'tan gelen buyrukları ku­sursuz tebliğ etmektir.

«Ben, gaybi de bilmem.» Ancak Allah'ın bana bildirdiğini bilebilirim. Gaybi ancak O bilir ve dilediğine bildirir. Ben de sizin gibi bir insanım* ne var ki bana vahiy inmektedir. Her konuda olduğu gibi, yeme, içme, gezme, evlenme, insanlarla ilişki kurma hususlarında da insanlara yol göstermek, örnek olmak görevimdir.

Ayrıca ilgili âyetlerle şu hikmetler de yansıtılmaktadır:

a)  İleride aşırı bağlılık gösterenlerin, Hz. Muhammed'i de (A.S.) fsâ Peygamber gibi ifâhlaştırmalarını önlemek,

b)  Peygamberin Allah'ın kulu bulunduğunu her yönüyle belirleyip açık­lamak,

c)  Tevazuun, Allah'a teslimiyet ve mahviyetin doruğunda bulunduğu­nu hatırlatmak ve ileride peygamber ilmine vâris olanlara en sağlam öl­çüyü bırakmak,

d)  Peygamberin kendiliğinden mu'cize göstermesinin, gaybden haber vermesinin mümkün olmadığını kafa ve gönüllere iyice işlemek, bu cümle­dendir. [105]

 

Görenle Görmiyen Bir Midir?

 

 «De ki ' görmeyenle gören bir midir? Artık düşünmez misiniz?»

Görmek : İmânın, doğru yolun, bilginin, fazilet ve aydınlığın sembolü­dür. Görmemek : Küfrün, nifakın, inkâr ve inadın, bilgisizlik ve rezîletin, tek kelimeyle karanlığın simgesidir.

Böylece gerçek mü'min, doğru yolda yürüyen, bilginin aşığı olup her geçen gün ilmini, irfanını artıran, faziletin örneği olan, hem içini, hem çev­resini aydınlatandır. Kâfir ve inkarcı ise, her yönüyle karanlıkta kalıp ne kendini, ne de başkasını aydınlatandır.

Bu iki sıfat birbirinin karşıtı sayılır. İmânın değeri ve ölçüsü, küfür ile karşılaştırıldığında daha çok anlaşılır. Küfrün de yıkıcı ve yakıcı olduğu, imânla bir araya getirildiğinde daha da belirginleşir.

İşte hakiki kıstas: İmân, her yönüyie huzur, umut ve saadet, iç ay­dınlığı, gönül yatışkanlığıdır. İnkâr, her yönüyle umutsuzluk, huzursuzluk, tedirginlik ve karanlıktır. Bu ikisi hiç bir olur mu? [106]

 

Dirilip Yeni Bir Hayata Başlamak

 

Allah'a imândan sonra bir insan için âhirete inanmak, her türlü hayır ve faziletin kaynağı, sorumluluk ve hakseverliğin en açık ölçeğidir. Âhiret ve ona imân olmasaydı, ne imânın, ne faziletin, ne de güzel ahlâkın mü­eyyidesi kalır, bütün bunlar fantezi birer kavram olmaktan öteye geçmez­di. Dünyanın da, insanın da yaratılması bir bakıma anlamsız olurdu. Ha­yat; yemek, içmek, evlenmek, doğup büyümek ve ölüp yok olmaktan iba­ret kalır, böylece insanın niçin yaratıldığının hikmeti anlaşılmazdı. O halde âhiretin varlığı, dünyanın ve insanın variığı açısından zaruridir. Biri diğe­rini tamamlamakta, birinden diğerine geçiş sağlanmaktadır.

İlgili âyetle bu hakikate işaret edilerek, inen Kur'ân'ın ancak âhirete inanan kimseleri uyaracağı belirtilmektedir. Allah'a imândan sonra âhirete imânın nasıl yüce bir amaca yönelik bulunduğu kendiliğinden anlaşılmış oluyor. O halde Allah'a ve âhirete imân, bütün hayırların kaynağı, saadet­lerin menbaıdır. Peygamberlere^ kitaplara imân, bu iki kaynağı hakkıyla anlayıp kavramak içindir.

Allah ve âhireti inkâr eden materyalist ve komünistlerin dünyada na­sıl bir huzursuzluk kaynağı haline geldikleri ortada. İç karanlıklarıyla, insanlığın hem içini, hem de dış dünyasını karanlığa boğmaya çalışmakta­dırlar. [107]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle peygamberin asıl vasıfları açıklandı. Kur'ân ile, daha çok âhirete imân edenlerin uyarılması belirtildi. Allah ve din hak­kında ciddi bilgisi olmayan maddeci inkarcıların Hakk'ı anlamaya yanaş­madıkları, bu yüzden içlerini kararttıkları gibi, çevrelerini de karartmaya çalıştıklarına temas edildi. Hakk'ı bilip Allah'a teslimiyet gösterenlerin ise, iç ve dış aydınlığına kavuştuklarına dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, sözü edilen aydınlık içinde sabah-akşam Rabla-rına duâ edip kulluk görevlerini yerine getirenlerin Allah yanında çok aziz tutulacakları bildiriliyor. Bunlara, fakir ve köle de olsalar sıcak ilgi göste­rilmesi, mü'minlerin meclisinde itibar edilmesi hatırlatılıyor. Şeref ve iti­barı makam ve servette arayıp fakirlerle birlikte oturmayı gururlarına ye-diremiyenlerin Allah yanında bir değerleri olmadığına dikkatler çekilerek İslâmiyetin nasıl bir eşitlik getirip insana, mü'min olduğu için kıymet ver­diği üzerinde durularak müslüman cemaatinin özelliği belirtiliyor. [108]

 

Meali:

 

52—  Allah'ın hoşnutluğunu  dileyerek   sabah-akşam    Rablerine duâ edip (kulluk görevlerini yerine getirmeye) çalışanları (huzurundan ya da meclisinde bulunmaktan) kovma; onların hesabından sana bir şey yok; senin hesabından da onlara bir şey yok ki, onları kovup haksızlıkta bulu­nanlardan olasın..

53—  Böylece onlardan kimini kimiyle deneyip fitneye soktuk, tâ ki, «Aramızdan bunlara mı Allah nîmet verip lûtufta bulunmuştur?» desinler. Allah şükredenleri daha iyi bilen değil midir?

54—  Âyetlerimize inananlar sana geldiklerinde, de ki: «Selâm size, Rabbiniz kendine rahmeti gerekli kılmıştır. Şüphesiz ki sizden kim bilmiye-rek bir kötülük (ve günah) işler, sonra da tevbe edip kendini düzeltirse, Allah şüphesiz ki çok bağışlayandır ve çok merhamet edendir.»

55—  İşte böylece âyetlerimizi bir bir açıklıyoruz ki, suçluların yolu belli olup seçilsin.

 

İniş Sebebi

 

52, 53. Âyetler, Habbab b. Eret ve arkadaşları hakkında inmiştir. Şöy­le ki, kalbleri daha yeni İslâm'a ısınan kabile başkanlarından AKRA' b. Habis et-Temîmî ve UYEYNE b. Hısnü'I-Fezarî, bir gün Peygamber (A.S.) Efendimizi ziyarete geldiklerinde Onu, Suheyb, Bilâl, Ammar, Habbab ve benzeri fakir ve kölelerle oturup sohbet eder bir halde buldular. Onlara göre, bu yadırganacak bir davranıştı. Bunun için şöyle dediler: «Ey Pey­gamber! Eğer geçip meclisin baş kısmında oturur ve şu adamları da, be­den ve elbiselerinden gelen kokuları da uzaklaştırırsan, o takdirde mecli­sinde oturur ve senden bir şeyler öğreniriz.»

Terbiye ve nezaketin doruğunda bulunan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Çok nazik bir anlatımla onları uyararak : «Ben, bana gelen mü'minleri ko­van bir kimse değilim ve böyle de yapamam..» buyurdu. Onlar bu defa şu öneriyi ileri sürdüler:  «O halde Arapların şeref ve itibarımızı tanıyıp bilmeleri için bize özel bir meclis hazırla. Çünkü Arap kabilelerinin heyetleri sana geliyor; onların bizi bu kölelerle birlikte oturduğumuzu görmelerinden utanırız. Sana geldiğimizde, şu fakir ve köle tabakası meclisi terketsinler, biz gidince istersen onları huzuruna alabilirsin,» diyerek ricada bulundu­lar. Peygamber (A.S.) Efendimiz onları İslâm'a ve Kur'ân terbiyesine daha iyi ısındırıp alıştırmak için önerilerini olumlu karşılıyacak bir havaya girer gibi oldu. Onlar da, «bu hususta bize yazılı bir belge ver ki Arap ileri ge­lenlerine gösterip onların da sana rahatlıkla gelmelerini sağlıyalım» diye­rek ikinci bir öneride bulundular. Bunun üzerine Hz. Peygamber (A.S.) bir kâğıt istedi ve Hz. Ali'yi çağırtıp yazmasını emredeceği sırada Melek Ceb­rail (A.S.) yukarıdaki âyetleri indirdi. Peygamber de kâğıdın yazılmayıp kaldırılmasını emretti ve sözü edilen mü'min köle ve fakirleri çağırıp, «Se­lâm size, Rabbiniz kendine rahmeti gerekli kıldı» diyerek ilâhî buyruğu ye­rine getirdi. [109]

Kelbî bu konuda diyor ki :

Kureyş ileri gelenleri Peygamber [A.S.) Efendimize gelerek,«fakir ve köleler için ayrı bir gün, bizim için de ayrı bir gün ayır»diye ricada bulun­dular. Peygamberimiz (A.S.), «Hayır, öyle yapamam..» diye cevap verince, onlar, «O halde biz meclisinize geldiğimizde hiç olmazsa yüzünüzü bize döndür, sadece bizimle ilgilen» diye teklifte bulundular. Bunun üzerine yu­karıdaki âyetler indi.

İbn Mes'ud (R.A.) diyor ki :

Kureyş kabilesinden bir heyet Peygamber (A.S.) Efendimize uğradık­larında, yanında Suheyb, Ammar, Bilâl, Habbab ve benzeri fakirleri gör­düler. Bunu fazlasıyla yadırgadılar, «Aramızdan Allah'ın kendilerine lütuf ve keremiyle nîmet verdiği kişiler bunlar mıdır? Biz bunlara mı uyacağız?! Bunları meclisinden kovarsan, o takdirde gelip sana uyarız» diye bir ta­kım yersiz tekliflerde bulundular. Bu sebeple yukarıdaki âyetler indi. [110]

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki Allah sizin şekillerinize, renklerinize bakmaz; ama kalb-lerinize ve amellerinize bakar.» [111]

«Allahım! Beni (dünyalıktan yana) fakir olarak yaşat, fakir olarak ca­nımı al ve beni fakirler zümresiyle birlikte haşreyle. Şüphesiz ki bedbahthğın en kötüsü, bir kimsenin kendi üzerinde dünya fakirliğini (aç gözlülük ve ihtiras), âhiret azabını bir araya getirmesidir.» [112]

«Allah mahlûkatı yaratıp bu husustaki hükmünü yerine getirdiğinde, Arş'in üzerinde kendi katındaki bir Kitab'a şunu yazdı: «Şüphesiz ki rah­metim gazabıma üstünlük sağlamıştır.» [113]

Peygamber (A.S.) Efendimiz, Muaz b. Cebel'e şöyle buyurdu:

«Allah'ın kulları üzerindeki hakkı nedir, bilir misin? Kullarının Ona ta­pıp ibâdet etmeleri ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmamalarıdır. Kulların Al­lah üzerindeki hakkı nedir bilir misin? Onlar kulluk görevini yerine getir­dikleri takdirde Allah'ın onlara azap etmemesidir.» [114]

«Şüphesiz ki Allah sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz, ama si­zin kalblerinize ve amellerinize bakar.» [115]

 

İslâm, İnsanın  Kalbine Ve Ameline Değer Verir

 

«Allah'm hoşnutluğu­nu dileyerek sabah-akşam Rablarına duâ edenleri kovma!»

İslâm'ın cihan dini ve insanlık dini olduğunu söylemeğe gerek yok­tur. Kur'ân, insan unsuruna lâyık olduğu yeri verirken, onun bu husus­taki asıl değer ölçüsünü, anatomik ve fiziksel yapısı, kıyafet ve serveti, makam ve rütbesi ile değil, kalbindeki imân ve bunun tabii meyveleri sa­yılan amelleriyle belirler.

Nitekim Resûlüllah {A.S.) Efendimizin 23 yıllık daveti, insanlarla olan teması, toplantıları, eami'lerde oluşturduğu safları hep bu ölçü ve kıstasa göre olmuştur. Onun için efendilerince, kabile reislerince, kral ve çevre­lerince aşağılanan fakirler, zayıflar ve köleler, insan olmanın mâna ve öl­çüsünü ancak Peygamber (A.S.) Efendimizin mübarek huzurunda ve mut­lu meclisinde bulabilmişlerdir. Mescid-i Saadetin bitişiğindeki Suffe'de toplanan ve sayıları sık sık değişen Ashabın çoğu fakirler ve kölelerden oluşuyordu. Peygamberimiz günün mutlaka birkaç saatini onlarla geçirir ve çok şefkatli bir arkadaş gibi davranır, kendisine hediye olarak sunulan bir tas sütü önce onlara takdim etme nezaketini gösterirdi.

İşte Kur'ân bu hakikati Peygamber diliyle dünyaya, dünya milletleri­ne şöyle duyuruyor:

«Allah'ın hoşnutluğunu dileyerek sabah-akşam Rablerine duâ edip (ibâdette bulunan, Kulluk görevini yerine getirmeye) çalışanları (huzurun­dan ve meclisinde bulunmaktan) kovma!»

Onun için Peygamber diiiyle deniliyor ki: «İnsanlığının gerçek ölçü ve değerini bulmak ve görmek istiyen herkes İslâm'a gelsin. Ona yönel-sin. Allah'ın sevgisine ve rızasına erişmek istiyenler İslâm'a girsin. Allah katında itibarlı olmak istiyenler, camilerdeki saflara katılsın..» [116]

 

Sınıflar Birbiriyle Çetin Bir Denemeye Tabi Tutulurlar

 

«Böylece onlardan kimini kimiyle deneyip fitneye soktuk...»

Kur'ân hem sınıf mücadelesine kapı açmaz, hem de insanların hasım sınıflara ayrılmasına cevaz vermez. Mevcut farklı sınıfların her birini top­lum düzeninin birer kopmaz parçası sayar. Sosyal hayatı dengeli tutmak için onları bu hayatın birer lüzumlu organı olarak takdîm eder. Ayrıca Kur'ân bu konuda çok hassas bir noktaya dokunarak farklı sınıfları uya­rır : Zenginler, soylular, makam sahipleri, fakirleri, güçsüzleri ve zayıfları küçümseyip aşağılar; fakir ve zayıflar da onlara sunulan geniş nimetlere nail olmadıkları için ilâhî düzene saygısızlıkta bulunurlarsa, her iki taraf da sınavı kaybetmiş, ilâhî hikmetin inceliğini ve farklı sınıfların meydana getirilmesinin amacını anlayamadıkları için günaha girmiş olurlar.

Nitekim Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devrinde, fakirler, köleler ve güç­süzler İslâm'a girince ve bu yüksek şerefe herkesten önce kalblerini ve kafalarını hazırlayınca, ileri gelenler, aristokratlar onlarla birlikte aynı mecliste oturmayı gururlarına yediremiyerek şirkte Kalmayı tercin etmiş­lerdir, Böylece fakirlerin durumu onlar için çetin bir sınav dönemi olmuş ve bir kısmı bunu kaybetme bedbahtlığına uğrayarak, kendilerini fitneye sokmuşlardı. [117]

 

İnananları Allah Selâmlıyor

 

«Ayetlerimize inananlar sana geldiklerinde, de ki : Selâm size, Rabbınız kendine rahme­ti gerekli kılmıştır.»

İmân düzeyinde mü'minlik vasfına lâyık olanların Allah katındaki kıy­meti, melekleri çok gerilerde bırakacak bir anlam taşır. Çünkü insan çok çetin mücadeleler verdikten sonra bu düzeye gelebiliyor ve hayli mesai sarfettikten sonra sözü edilen sıfata hak kazanabiliyor.

Mü'minlerin önünde birçok tuzaklar, engeller ve caydırıcı pürüzler vardır. Meleklerin önünde ise hiçbir engel yoktur.

Bunun için Cenâb-ı Hakk mü'minleri rahmet ve gufranla selâmlıyor ve Resulüne şu direktifi veriyor: «Âyetlerimize inananlar sana geldikle­rinde, de ki : Selâm size; Rabbiniz kendine rahmeti gerekli kılmıştır!» [118]

 

İnsan Ve Kötülük

 

İnsan iyilikle kötülük, sevap ile günah, hayır ile şer arasında bocala­yıp durur. Peygamberler dışında hiç kimse kendini tamamen günah ve ku­sur işlemekten koruyup kurtaramaz. Günkü içindeki hayvanı sıfatlar, za­man zaman İblisin fısıltı ve dürtmesiyle, sınırı aşmasına neden olurlar. NEFS bu sıfatların ortak ismidir; aynı zamanda şehvetin, günahın ve aşı­rılığın asıl kaynağıdır. Bunu sağlam bir imân, gelişmiş bir irfan ile frenle­mek ancak mümkündür.

İnsanın iç âleminde sürüp gider, sürtüşme ve tartışma bundan dola­yıdır. Galibiyet el değiştirir. Bunun için Cenâb-ı Hak, mü'minleri Peygam­berinin diliyle selâmlarken rahmeti kendine gerekli kıldığını müjdeliyor ve sonra da şu geniş umut kapısını açık bulunduruyor:

«Şüphesiz ki, sizden kim bilmiyerek bir kötülük (veya günah) işledik­ten sonra tevbe edip kendini düzeltirse, Allah şüphesiz ki, çok bağışlayan­dır ve çok merhamet edendir.» [119]

 

Âyetler Arasında  Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle kendilerini Allah'a veren mü'minlerin Allah -tarafından selâmlandığı hatırlatıldı. Bilmiyerek günah ve kötülük işledik­ten sonra tevbe edenlerin bağışlanacağı müjdelendi ve inananlarla inkar­cılar arasındaki kıstasların belirlenmesinden maksadın, suçluların tuttuk­ları yolun selâmete uzanmadığını ortaya koymaya yönelik bulunduğu açık­landı.

Aşağıdaki  âyetlerle  suçluların,  inkarcı  ve  müşriklerin  tercih  ettikleri yoldan gidilmemesi, onlara uyulmaması bildiriliyor. Allah'ın varlığını, kud­ret ve saltanatını yansıtan milyonlarca âyetin varlık âleminde sergilendi­ğine işaret edilerek son peygamberin cok açık belgelerle gönderildiğine dikkatler çekiliyor. [120]

 

Meali

 

56— De ki : Doğrusu ben sizin Allah'tan başka taptığınız şeye tap­maktan men'olundum. Ve de ki: Sizin heveslerinize de uymam; aksi haide hem sapıtırım, hem de doğru yol üzerinde bulunanlardan olmam..

57—  De ki: Şüphesiz ki ben, Rabbİmden (hakkı ve gerçeği yansıtan) açık belge üzereyim ve siz onu yalan saydınız; acele edip isteyedurduğu-nuz azap da elimde değildir; hüküm anoak Allah'ındır; o hakkı anlatır; O, (hakkı bâtıldan), doğruyu eğriden, iyiyi kötüden ayırt edenlerin en hayir-lısıdır.

58—  De ki: Eğer sizin acele edip istediğiniz şey elimde olsaydı, ara­mızdaki durum herhalde çoktan hükme bağlanıp sonuçlanırdı. Allah ise zâlimleri daha iyi bilendir.

59—  Gaybın anahtarları (veya hazineleri)   O'nun   katındadır;   onları O'ndan başkası bilmez, O denizdeki ve karadaki şeyleri bilir. Bir yaprak düşmez ki O bilmesin; yerin karanlıklarmdaki bir doneyi de O bilir. Yaş, kuru ne varsa hepsi o açık, her şeyi açıklayan kitaptadır.

 

İniş Sebebi

 

Kur'ân, Hz. Peygambere (A.S.) ara-sıra,müşriklerin elim bir azap ile müjdelenmesin! tavsiye eder. Bu azabın, hem dünyada, hem de âhirette olabileceğine dikkatlerinin çekilmesini ister. Peygamber (A.S.) Efendimiz de bu esasa bağlı kalarak önce müjdeci, sonra da uyarıcı olarak hiz­metini sürdürmüştür. Müşrikler Hz. Muhammed'e (A.S.), ara-sıra: «Şu sö­zünü ettiğin azabı neden getirmiyorsun veya o azap neden inmiyor?» der ve alaylı bir tavır takınırlardı.

Yukarıdaki âyetler, hem peygamberin yetki ve görev sınırını belirle­mek, hem de inkarcılara susturucu bir cevap vermek üzere inmiştir. [121]

 

İlgili Hadîsler

 

«Gaybın anahtarı beştir; Allah'tan başkası onları bilmez: Kıyamet saa­tinin bilgisi Allah katındadır. Yağmuru O (belli kanunlara) göre indirir. Ana rahmindeki çocuğun (ileride ne olacağını) O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını, (ne ile karşılaşacağını) bilmez. Hiç kimse nerede ölece­ğini de bilmez.» [122]

 

İnkarcıların Hevesleri

 

«Ve de ki : Sizin heveslerinize de uymam...»

Allah'ı inkâr edip putperestlik doğrultusunda kendi seviyelerine göre bir takım eşyayı ilâh edinen veya bazı ünlü kişileri ilâhlaştırıp tabulaştı-ran ve sapık ideoloji peşinde koşanların hevesleri, her türlü kötülüğün, gü­nah ve isyanın kaynağı sayılan nefs ve şeytanlarından gelmektedir.

Kur'ân-ı Kerîm, Peygamberin (A.S.) diliyle bu zavallıları uyarıp> ruh­larının yüceliğine, yaratılışlarındaki benzersiz sanatın mükemmelliğine eş­değerde bir hayat düzeyine çağırıyor ve kendilerini doğru yola eriştirmek için şöyle sesleniyor :

«De ki: Doğrusu ben sizin Allah'tan başka taptığınız şeye tapmaktan men'olundum. Ve de ki: Sizin heveslerinize de uymam, aksi halde hem sapıtırım, hem de doğru yol üzerinde bulunanlardan olmam.» [123]

 

Hakkı Yansıtan Belge

 

<(De k'1: Şüphesiz ki ben, Rabbimden (hakkı ve gerçeği yansıtan) açık belgeler üzereyim...»

Hakk'ı bâtıldan, iyiyi kötüden, sevabı günahtan, fazileti rezîletten ayırt eden ve taşıdığı âyetlerle hasımlarını susturan Kur'ân, Hakk'ı, doğ­ruyu ve saadeti yansıtan en sağlam ve en acık belgedir. Bin dörtyüz kü­sur yıldan beridir her gecen gün tazeliğini yeterince koruyan, taşıdığı ana fikirleri, gelişen ilimle ters düşmeyen; getirdiği aile ve eğitim düzeniyle diğer bütün sistemlerden ayrılan, kendine has bir hukukî sistemle ortaya Cikan Kur'ân, en parlak mu'cize, en acık âyet, en tatmin edici belge değil midir? Bir benzeri yazılabilmiş midir? Okur-yazar dahi olmayan bir kişinin onbeş asır önce kalkıp kendiliğinden böylesine mükemmel, hatası olmayan, edebî parçaların doruğunda bulunan, ilmî esaslarla dünya mil­letlerini uykudan uyandıran bir kitap yazdırması mümkün müdür? Bu, Hakk'ı yansıtan çok acık bir belge değil midir?

Kur'ân'ın diğer bir kudreti de dünya ile âhiret arasında cok mükem­mel bir köprü kurması, ikisi arasında sağlam denge meydana getirmesi, bedenle ruh arasındaki açıklığı kapatıp uyum sağlamaya yönelik esas ve prensipler koyması ve tek kelimeyle yalnız insana yakışanı ve yararlı ola­nı  emretmesidir. [124]

 

Acele İstedikleri Azap

 

«De ki:  Eğer  sizin acele edip istediğiniz şey elimde olsaydı, aramızdaki durum herhalde çoktan hükme bağlanıp sonuçlanırdı.»

İlgili âyetle, Peygamber (A.S.) Efendimizin görev ve yetkilerinin sınır­lı olduğu belirtilirken, diğer yandan inkarcıların alaylı bir eda ile acele azap istemelerinin Sünnetullah'a aykırı bulunduğu bildiriliyor. Mekke müş­riklerinin tezelden bekledikleri azabı, Kur'ân bir diğer yerinde şöyle açık­lıyor : «Ey Allahımız! Eğer bu Kur'ân hakikaten senden ise, üzerimize gök­ten taş yağdır veya bize daha acıklı bir azap getir, demişlerdi.» [125]

Onların böylesine bilgisizce azap istemeleri, elbette yeryüzünde carî ilâhî sünneti ve insanlarla milletler hakkındaki hayat kanunlarını değişti­remez. Sırası ve ölçüsü gelince, kıvamını bulunca ilâhî kanunlar hükmü­nü yürütürler; aksi halde kâinatın düzeni alt-üst olur, hiçbir şey karar ve ölçüsünü koruyamazdı.

Peygamberin görev ve yetkilerine gelince :

Bu, yukarıda belirtildiği gibi, sınırlıdır. Varlık alemindeki olayları, can­lıların türlerinin özelliğine göre hayat kanunlarını uygulayıp sürdüren, yön­lendirip idare eden Peygamber değil, Allah'tır. Onun koymuş olduğu esas­lara göre^düzen devamlılığını sağlar. Peygamberin görevi, inen ilâhî vah­yi alıp teblîğ etmek ve dinin kuvvet bulması, insanların doğru yola erişme­si için çalışmak, duâ ve niyazda bulunmak, kurduğu İslâm sistemini yık­mak istiyenlerle -Allah'a dayanıp- savaşmaktır.

Bir jet motorunu veya bir elektronik beyni rasgele kurcalamak nasıl sakıncalı bir sonuç verirse, herkesin isteğini yerine getirmek de varlık düzeninde öylesine bir sonuç doğurur.

Allah'a yükselen bir dilek ve istek, Sünnetullah'a uygun gelirse, ka­bul olunur. Bir peygamber, peygamberliğini kanıtlamak için Allah'ın izniy­le fizik ötesinden haber aldığını söylerken bir mu'cize meydana getirebi­lir. İlâhî düzende yerini alan o olay, bir an için bizim bildiğimiz fiziksel sı­nırı aşıp sebeplere bağlı kalmaksızın gerçekleşir. Onda müessir olan gizli illet ve sebep, fizik ötesiyle ilgilidir; bilmemize bir bakıma imkân yoktur.

Hem mu'oizeye pek az yer verilir. Çünkü Peygamber (A.S.) insan ak­lını ve idrâkini harekete geçirecek mâkul ölçü ve anlamda belgelerle or­taya çıkmıştır. İnsan irâdesinin gücü ve başarısı da bu noktada kendini gösterebilir. Yoksa mu'cize karşısında ister istemez inanmak fazla bir an­lam taşımaz.

Eğer ilâhî sünnete ve koyduğu şaşmaz düzene müdahalede bulunma ve tasarruf etme yetkisi peygamberin elinde olsaydı, Hakk'a karşı tuğyan eden müşriklere karşı pek sabırlı davranamazdı da onların bu taşkınlığını hemen bir sonuca bağlamak isterdi.

Kur'ân bu gerçeğe dokunarak, «De ki: Eğer sizin acele edip istediği­niz şey elimde olsaydı, aramızdaki durum herhalde çoktan hükme bağla­nıp sonuçlanırdı.» Ama gaybın anahtarları Allah katındadır. Her şeyi O bi­lir ve bildiğine, koyduğu düzenin bağlı bulunduğu kanunlara göre hükme­der. O hep Hakk'ı söyler. Benim yetkim ve görevim sınırlıdır, Çünkü ben de sizin gibi bir ihsanım, ancak ne var ki bana ilâhî vahiy inmektedir. Onu size kusursuz tebliğ etmeğe çalışıyorum. [126]

 

İlâhî Kudret Ve Mümkinat

 

 «Gaybın anahtarları (veya hazinele-ri) O'nun katındadır; onları O'ndan başkası bilmez.»

İlâhî Kudret bütün mümkinata hâkimdir. Her şeyin hazinesi O'nun ka­tındadır; onları vakti gelince belirlenmiş ölçüde indiren de O'dur.

O halde hiçbir olay sebepsiz değildir. Sonradan olan her şey bir oldu­rucuya, her mikrıkin bir vâcibi'l-vücuda, her malûl bir illete muhtaçtır. Bu­na bir bakıma İLLİYET = KOZALİTE Kanunu denilir. Türkçemizde.NEDEN-SELLİK ve SEBEPLİLİK ile ifâde edilir.

Bir olayın nedenini ve sebebini biimek, o sebebe bağlı bulunan olayı bilmek demektir. Ama olayı bilmek, sebebini bilmeyi gerektirmez. Bu ba­kımdan var olan şey, ya zati itibariyle VÂCİBTIR, ya da MÜMKÜNDÜR. Birincisi, hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi, varlığı kendi zatının gereğidir, önoesiz ve sonrasızdır. Bu da ancak Vâcibü'l-Vücut olan Allah hakkında caizdir. Ondan başka her şey mümkündür; varlığı kendi zatının gereği de­ğildir, varlığı vacip olan zatın tesiriyle vücut bulur. O halde Cenâb-ı Hakk'-dan gayrisi. Onun icadıyla mevcut, Onun oluşturmasıyla oluşmuştur. Bu icat ya vasıtasızdır, ya da bir veya birkaç vasıtayladır.

O nedenle Kur'ân, «Gaybın anahtarları (veya gaybın hazineleri) O'nun katındadır, onları Allah'tan başkası bilmez», buyurmuştur. Çünkü Allah'ın ilmi, irâdesi ve kudreti, icat edip imkân alanına getirdiği her şeyi bütün detayıyla bilir. Mümkinattan sayılan ve sonradan var kılınan insanın bil­gisi ise, hem sınırlıdır, hem de onun gibi sonradan olmadır, öncesiz ve sonrasız değildir.

İşte bu mânayla Allah, denizde ve karada olan her şeyi bilir. Bir yaprak düşmez ki onu O bilmesin. Yerin karanlıklarındaki bir doneyi de bilir. Yaş, kuru ne varsa hepsi, o her şeyi açıklayan Kitap'tadır. [127]

 

Her Şeyi Açıklayan Kitap

 

<<Ya kuru ne varsa hepsi  açıkı her şeyi açıklayan kitaptadır.»

Yukarıda geçen âyetlerin tefsirinde KİTAP deyimi üzerinde durulmuş, bununla daha çok ANA KİTAP sayılan LEVH-İ MAHFUZ'un (Korunmuş Levha'nın) kasdedildiğini belirtmiştik.

Bu neyi anlatır? Hemen cevap verelim ki: Milyarlarca türün, çok çe­şitli eşyanın, başdöndürücü sistemlerin plânsız, programsız, hesapsız ya­ratılıp imkân alanına getirildiği düşünülemez. Kâinatta her yönüyle mut-!a,k bir plân hâkimdir. Her varlık bu plânda belirlenen yerini almıştır. Plâ­nın müfredatı; imkân alanına nelerin yaratılıp getirileceği, nelerin oluştu­rulacağı ve ne gibi olayların meydana geleceği önceden EZELÎ İLİMLE belirlenip LEVH-İ MAHFUZ'a yazılmıştır. Çünkü plân ve programcının ilmi geçmiş, gelecek, olmuş, olacak her şeyi kapsayıp içine almıştır. Hiçbir olay bu ilmin dışında,mümkün değil meydana gelmez. Varlık alemindeki eşya ya katı, ya sıvı, ya da gaz halindedir. Bunlar birbirlerine dönüşebilir­ler. Kur'ân kâinatta yer alan bütün eşyayı kapsayan «yaş-kuru» tabirini kullanarak, çok veciz ve kapsamlı iki kelime seçmiştir. Bununla her şeyin belli bir maksada yönelik olarak yaratıldığı, program dışı hiç bir şeyin söz konusu olamıyacağı belirtiliyor. [128]

 

Âyetler  Arasında   Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle Peygamber (A.S.)m ancak Hakk'a taptığı, müşriklerin heveslerine uymadığı açıklandı. Ayrıca insan aklına ışık tuta-çak ölçü ve anlamda açık belgeyle irşat ve tebliğ alanına çıktığına dik­katler çekildi. Sonra da her şeyin dizgininin Allah'ın kudret elinde bulun­duğu, varlık âleminde anoak Onun hükümran olduğu açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, her şeye hükümran olan yüce kudretin, öldükten sonra insanları dirilteceğine ipucu vererek uyku denilen ve fakat mahi­yeti tamamen bilinmiyen sünnetin bir bakıma küçük ölüm olduğu, uyan­manın ise, yeniden dirilip kalkma anlamında bulunduğu hatırlatılıyor, so­nunda her şeyin Mevlâ'ya döneceği açıklanarak inkarcılar insafa, inan­mışlar intibaha  davet ediliyor. [129]

 

Meali:

 

60—  Geceleyin sizi uyutup ölü gibi yapan, gündüzleyin neler kazan­dığınızı bilen; sonra belirlenmiş eceliniz tamamlansın diye sizi (süreli ola­rak) uyutup kaldıran O'dur. Sonra da dönüşünüz ancak O'nadır; sonunda yapageldiklerinizi size bir bir haber verir.

61—  Kulların üzerinde kudret ve saltanatıyla hep O üstündür. Size HAFEZE (amelleri yazıp koruyan melekler) gönderir, sizden birinize Ölüm geldiğinde, elcilerimiz onun canını alırlar ve onlar (görevlerinde) bir ek­siklik yapmazlar.

62—  Sonra da canları alınanlar Hakk olan Mevlâ'larına (yegâne sa­hiplerine) döndürülürler. Haberiniz olsun ki, hüküm ancak O'nundur ve o hesap görenlerin en çabuğudur.

 

İlgili Hadîsler

 

«Sizin için geceleyin ve gündüzleyin melekler münavebe ile birbirini takip ederler. Sabah ve ikindi namazlarında biraraya gelirler. Sonra da sizinle geceliyenler (göğe) yükselirler. Allah daha iyi bildiği halde yine on­lara sorar : «Kullarımı nasıl ve ne vaziyette bırakıp geldiniz?» Onlar da, «Kullarını namaz kılar bir halde terkettik ve kendilerine gittiğimizde yine namaz kılar bir halde bulduk», diye cevap verirler.» [130]

«Ölmek üzere olan kimseye melekler gelip hazır olurlar. Ölen kimse sâlih (iyi bir kişi) ise, melekler ona : Ey tertemiz bedendeki tertemiz olan can, çık! Övülerek, müjdelenerek çık!. Huzur ve ferahlıkla, gazap etmiyen Rabbine çık!, derler.» [131]

«Her insanla beraber bir melek daha var ki, uyuduğunda melek onun canının (bir ucundan) tutar ve tekrar (uyanacağı sırada) bırakır. Allah o canı almaya izin verirse melek onu alır, değilse geri çevirir.» [132]

 

Küçük Ölüm   =  Uyku

 

«Geceleyin sizi uyutup ölü gibi yapan........O'dur.»

İnsan ve birçok canlıların dinlenmesine yönelik bulunan uyku, vücut sistemine yerleştirilip Allah'ın insandan yana lûtfunu yansıtan kanunların­dan biridir. Bu devrede küçük ölüm başlar; bilinç kaybolur, ruhî faaliyetin kesif bir bölümü duraklamaya geçer, yetenekler görevini tatil eder, sinir durumu, kalb hareketi çok azalır.

UYKU insana belli devrelerde peryodik biçimde gelir ve tersine de çevrilebilir. Ruhun, bulunduğu ortamla ilişki kurma yeteneği ortadan kal­kar, onun bir veya birkaç ibresi mâna âlemine intikal sağlar. Gördüğümüz rü'yaların çoğu bu intikal sonucu gerçekleşir. Ruh tamamen serbest ol­madığı için gördüğü şeyleri çok karmaşık biçimde bazı misaller doğrultu­sunda alır ve beynimize intikal ettirir. Ölüm gelinceye kadar bu hal sürüp gider. Yani büyük ölüm gelinceye kadar küçük ölüm sayılan uyku düzen­li olarak devam eder ve ruhun faaliyeti bedenle azalır, mâna ve misal ale­miyle irtibat kurar, Büyük ölümde ise, ruh tamamen serbest kalır ve mâ­na âleminde olup biten hususları daha net görme imkânına erişir.

Kur'ân'da ilâhî varlığın ve kudretin yüceliğinden söz edilirken, öldük­ten sonra dirilmeye, yeni bir hayatın başlayacağına yer verilir. Sonra da uykunun ölüme, uyanmanın yeniden dirilip kalkmaya açık bir delil oldu­ğuna dikkâtler çekilir. Bedenle ruh arasındaki ilgi ve ilişkiyi, ilâhî hayat kanunu bazan azaltır (uyku halinde olduğu gibi); bazan da keser (ölüm ha­lindeki durum gibi). Sonra bizim,   mahiyetini   bilmediğimiz kün (ol)!   emriyle tekrar ruhla beden arasındaki ilişki ve ilgiyi sağlar ve yeniden diril­me olayı meydana gelmiş olur.

İlim bize uykunun mahiyetini henüz tamamen açıklayamadığına göre, öldükten sonra dirilmenin mahiyetini, ruhla beden arasındaki irtibatın öl­çü ve anlamını nasıl açıklayabilir? Allah bize uykuyu bir misal vererek iyi düşünmemizi ve o açıdan hareketle neticeye varmamızı murat etmiştir. Çünkü metafizikle ilgili konular, daha çok bir imân ve irfan meselesiair. [133]

 

Kulları Üstünde Yegâınje Kahir

 

«Kulları üzerinde kudret ve saltanatıyla hep O üstündür.»

Kâinatı şaşmaz kanunlarıyla belli bir plâna göre idare eden KUDRET; her şeyi bir amaç, bir gaye için yaratan KUVVET; boşuna hiçbir şeyi var-kılmayan HİKMET; canlıların yaşamasını sağlayan ve her türün özelliğine göre hayat yolunu belirliyen RAB; canlılar arasında insanı akıl, zekâ, id­râk ve hafıza gibi üstün yeteneklerle süsleyip varlığına ve birliğine delil kılan RAHMAN; varlığında eşi, tasarrufunda ortağı, hükümranlığında ben­zeri, terbiye ve tekâmül ettirmede dengi bulunmayan KAHHAR; varlık âle­minde olup biten, doğup ölen, gelişip sönen, düşüp kalkan, yeşerip çürü­yen, kıpırdanıp gezen, konuşup susan, ağlayıp gülen, uyuyup kalkan, ça­lışıp kazanan, iyi ve kötü birçok şeyleri düşünen bütün şeyleri en iyi bi­len Allah, elbetteki kullan üstünde KUDRET ve SALTANATIYLA, SÜNNET ve KANUNUYLA hep üstündür. Mülk Önün, nîmet Onun, ihsan Onun, insan Onun, canlı-cansız her şey Onundur.

Bize düşen, Onu bilmek, inkârı silmek, buyruğuna uymak, Sünnetine başeğmektir.. Kalbimizi Onun sevgisiyle doldurmak, başka bütün sevgi­leri soldurmaktır.. Rahmetini ummak, adaletinin gereği olan azabından yi­ne Ona sığınmaktır.. [134]

 

Hafeze = Koruyucu  Melekler

 

 «Size Hafeze (işlediklerinizi yazıp koruyan melekler) gönderir..»

Kur'ân, insan hayatını en sağlam ölçüde disipline eden iki önemli ma nevî güçten sözediyor: Kudret ve saltanatıyla üstümüzde durup her ân bi zi denetliyen ALLAH; söz ve davranışlarımızı günü gününe, dakikası da

kikasına fire vermeksizin tesbit edip yazan HAFEZE (Koruyucu Melekler). Bu iki kudretin denetimi altında olduğuna inanan bir mü'minin nasıl bir sorumluluk duygusu taşıdığını anlatmaya gerek yoktur. Hayatı düzene so­kulmuş, yolu belirlenmiş, işi ölçüsünü bulmuştur. Haksızlığa uğrayabilir, ama haksızlık etmez; sevilmiyebilir, ama sever. Yardım görmiyebilir, ama yardım eder; çevresine huzur ve aydınlık olmaya çalışır.

Bu nitelikte olan kimse, şüphesiz ki kâmil mü'mindir. Bunları yetiş­tirmek çok ciddi bir eğitim ister. Çünkü her milletin böylesine inanmış, sorumluluk duygusu taşıyan, faziletin örneği olacak bir düzeye gelen ki­şilere çok hem çok ihtiyacı vardır, Böyleleri toplum yapısında her zaman denge unsurudur.

O halde bütün işlerin başı, faziletlerin kaynağı, hayırların menbaı, Al­lah'ı bilmek, O'nun varlığına inanmak, âdil bir kudret olduğunu düşüne­rek Ondan korkmaktır.

Kur'ân, hakiki mü'mini, gerçek insanı bize tanıtırken, üçüncü bir de­netleyici faktörden bahsediyor: ÖLÜM.. Her insanın belirlenen vakti ve saati gelince ruhunu,görevli meleğe teslim edeceğini çok duyarlı bir anla­tımla insan idrâkini işleyerek bir bakıma hayatın hikmet ve amacını belir-liyor. [135]

 

Mevlâ'ya Dönüş

 

«Sonra da canları alınarak Hak olan Mev­lâ'larına döndürülürler.»

İlgili âyetle, çok önemli bir hususa, MEVLÂ tabiriyle işaret edilmek­tedir. Çünkü bu sıfat, RAHMAN, RAHÎM, ALÎM, HABÎR ve HAKİM sı-fatiarını kendinde toplamakta ve onların inceliklerini kendinde taşımak­tadır. Burada Allah hakkında kullanılmasının sebebi de budur. Ölümün mahiyetini anlayabilen her insana, büyük bir teselli ve ferahlatıcı bir müj­dedir.

Bir yerden başka bir yere göçetmek zorunluğu var, ister istemez her­kes bu göç için sırasını beklemekte ve kaderin çizgisinde ömrünün son nefesini vermeye hazırlanmaktadır. Gidilecek yer, oldukça farklı ve şart­ları değişiktir. O âleme göç edenlerin kimi mahzun ve kederli, kimi fe-rahlı ve neşeli; kimi derin bir pişmanlık duymakta, kimi tekrar dünyaya dönmeyi arzulamaktadır. Aralarında hısımlık bağları kesik, dünya dostlu­ğu eksiktir.

Gerçek bu olunca her göçen bir dost aramakta, bunun için durmadan etrafı taramakta.. İşlerini düzene sokacak, yalnızlığını giderecek koruyu­cu bir dosta derin bir ihtiyaç hissetmekte.. Allah'ı, dünyada bilip inananlar Onu tek Mevlâ olarak bulacak, inanmıyanlar mevlâsız kalacak.. Hesaplar çarçabuk görülecek, adalet milimetre şaşmıyaeak, Mevlâ haklıdan yana olaeak, haksızın boynunu büküp kudretini izhar edecek.

Böylece Kur'ân'ın yüksek ifadesiyle, «canları alınanlar hak olan MEV-LÂLARINA döndürülürler» buyurulmaktadır.

«Haberiniz olsun ki, hüküm ancak O'nundur ve O hesap görenlerin en çabuğudur.» [136]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

T e v e f f î :

Âl-i İmrân sûresi 55. ve Mâide sûresi 117. âyetlerin tefsirinde bu ta­bir üzerinde yeteri kadar durulmuştur. Tabir, öneeki ve sonraki cümle­lerle olan ilgisi itibariyle şu mânalarda kullanılmaktadır: Kaldırıp yükselt­mek, uyutmak, uyuttuktan sonra kaldırmak, hem uyutmak,hem canını al­mak..

Konumuzu oluşturan âyette ise, «Geceleyin uyutmak» anlamında kul­lanılmıştır. Aslında uyku, küçük ölüm, ruhun bedenden ayrılması büyük ölüm olduğuna göre, TEVEFFÎ bunlardan her birine hakikî mâna açısın­dan delâlet eder. [137]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, varlığını, kudret ve saltanatını bazı açık belgelerle insan idrâkine sunan Allah, aşağıdaki âyetlerle varlık âlemin­de cereyan eden her olayın bir takım sebep ve kanunlara bağlı olduğunu ve bütün sebeplerin kendi kudret elinde bulunduğunu hatırlatarak kara­da ve denizde meydana gelen tehlikeli olaylara dikkatleri çekiyor. İnsa­nın, özünde ve mayasında gizlenen Allah ve din duygusunun olaylar kar­şısında kabuğunu kırıp nasıl ortaya çıktığına işaret edilerek insan aklına ve sonra da hissine sesleniliyor. [138]

 

Meali:

 

63—  De ki: Sizi kara ve denizin karanlıklarından kim kurtarır? Yal-vara yalvara gizlice Allah'a duâ edersiniz de, eğer bizi bundan kurtarır­sa herhalde şükredenlerden oluruz, (dersiniz).

64—  De ki: Allah sizi ondan da ve her sıkıntıdan da kurtarır; sonra da (kurtulunca) siz (O'na) ortak koşarsınız!

65—  De ki : O'nun, üstünüzden veya ayaklarınızın altından bir azap göndermeğe veya sizi birbirinize katıp taraflara ayırmaya ve kiminize kimi­nizin hıncını tattırmaya elbette gücü yeter.

Âyetleri nasıl ayrı ayrı anlatımla açıklıyoruz, bir bak! Ola ki anlarlar.

 

İniş Sebebi

 

Müslümanların güçlenip ekonomik yönden de rahatladıkları zaman Allah'ı unutmamaları, bir tehlikeyle burunburuna geldiklerinde O'nu daha çok anmaları ve tehlikeyi atlattıktan sonra Allah'a gönülden şükredip da­ha çok kulluk görevlerini yerine getirmeleri gerektiğine işaret edilirken, inkarcıların tutumları düşündürücü bir misal olarak veriliyor. Böylece bu tür olaylar karşısında mü'minlerin idrâkini daha uyanık tutmak için yuka­rıdaki âyetler indiriliyor. [139]

 

İlgili Hadîsler

 

«Onun üstünüzden bir azap göndermeye elbette gücü yeter» âyeti indiğinde, Resûlüliah (A.S.) Efendimiz, «Allahım! bundan Zat-i Kibriyâna sığınırım» diye niyaz ve ilticada bulundu. «Ayaklarınızın altından da bir azap göndermeğe gücü yeter» âyetine gelince, «Allahım! bundan da Zat-i Kibriyâna sığınırım» diye niyazda bulundu. «Kiminize kiminizin hıncını tat­tırmağa kadirdir.» âyetine gelince, «Bu diğerlerine nisbetle biraz daha ko­laydır»   buyurdu. [140]

Sa'd b. Ebî Vakkas (R.A.) anlatıyor:

Bir gün Resûlüliah (A.S.) Efendimiz/Âliye yöresinden hareketle Beni Muâviye mescidine uğradı. İçeri girip iki rekât namaz kıldı; biz de Onun­la beraber namaz kıldık. Sonra Rabbine uzun bir duada bulundu. Sonra da bize dönüp şöyle buyurdu :

«Rabbimden üç şey istedim; ikisini bana verdi, birisini vermedi. Rab-bimden ümmetimi açlık ve kıtlık ile helak etmemesini istedim, bunu ver­di. Rabbimden ümmetimin tufan ve benzeri bir felâketle boğulup helak ol­mamasını diledim, onu da verdi ve Rabbimden ümmetimin birbirlerine hınçlarının ve şiddetlerinin aralarında bir vuruşma sebebine dönüşmeme­sini istedim, beni bu isteğimden men'etti.» [141]

«Ümmetim hakkında ben ancak saptırıcı, dalâlete düşürücü hüküm­dar ve liderlerden korkarım. Ümmetimin arasına kılıç konulunca bir daha kıyamete kadar kaldırılmaz.» [142]

«Benden sonra kılıç ile birbirinizin boynunu vuran kâfirler olarak dö­nüş yapmayın.» [143]

«Benim ümmetim de ileride yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka dı­şında hepsi de cehennemdedir.» [144]

 

Sebeplerin Ucu O'nun Elindedir

 

<<De ki; siz' kara ve denizin karanlıklarından kim kurtarır.»

Kara ve denizin karanlıkları ister hissî, ister manevî olsun her biri bir sebebe, her birinin faaliyeti belli bir Sünnetullah'a göre var olmakta ve varlığını sürdürmektedir. Sebepleri oluşturan, belli kanunları koyan kim­dir? Sebepler kendiliğinden oluşuyor, düzeni sağlayan fiziksel kanunları tesadüfler meydana getiriyor, dersek, o zaman bir hareket, bir faaliyet ve bir düzen var, fakat harekete geçiren, faaliyetin başlangıç ve bitişini sağlayan ve mutlak düzeni koruyan yoktur, diye kabul etmemiz gerekir. Oysa gerçek hiç de öyle değildir. Nerede bir hareket, bir faaliyet varsa, mutlaka bir harekete geçiren de vardır. Nerede bilinçli bir düzen varsa, mutlaka onu sağlayan bir düzenleyici vardır.

Konuyu bu açıdan incelersek, ilgili âyetin asıl delâlet ettiği mânayı anlayabiliriz: Olaylar sebeplere bağlanıyor; sebeplerin uou Allah'ın kud­ret elinde bulunuyor, çünkü sebepleri belli kanunlara göre meydana ge­tirip amacına yönelten O'dur. Gecenin karanlığında denizde fırtınaya tu­tulan bir gemi içindeki tayfaları ve yolcuları o anda ne hissederler? Her insanın doğuştan özünde ve mayasında ezelî ilim ve kudretle enjekte edil­miş Allah ve din duygusu harekete geçer; ölüm korkusu, yaşama arzusu ruhtaki güc ve düşünceleri açığa çıkarır; bu durumda dinsizi de, putpe­resti de, materyalisti de ister istemez o anlarda içlerinden gelen ve önü alınmayan bir duyguyla, O en yüce kudrete sığınma ihtiyacını hisseder ve yardım bekler. O kudret ise çok merhametlidir; dilerse sebepleri değiş­tirir, gemiyi batırmıyacak ölçüdeki sebepleri harekete geçirir. O halde fır­tınanın şiddeti nasıl bir takım sebeplere dayanıyorsa, dinmesi de bir ta­kım sebeplere dayanır, ama her İki yönlü sebepleri yaratıp belli kanunlar­la organize eden Allah'tır; sebepler boşlukta, başıboş değildir, yani ken­diliğinden oluşmazlar.

İşte böylece insan 50, 60, 70 yıllık bir ömür devresi içinde buna ben­zer birçok sınavlardan geçer; çok tehlikeli anlarda Allah'ı hatırlayıp ken­dine gelir, bir daha inkâra ve nankörlüğe sapmıyacağını İçin için düşünür ve kendi kendine söz verir. Kurtulup selâmete erişince, her şeyi unutur. Bu döneklik ve nankörlük birbirlerini izler, dururken kıtlık, deprem, savaş ve benzeri kahredici olaylar meydana gelir, yaş-kuru ne varsa alıp götü­rür. Sonra herkes kendi inanç ve niyetine göre hesap verir ve karşılık gö­rür.

Bütün bunlar neye?. Neden bunca meşakkat, tehlike ve üzüntü?. Zıt kuvvetlerin durmadan sürtüşüp tartıştığı bir dünyada kendi içinde de kar-Şit iki ayrı kuvveti taşıyan, insan denilen canlının hayat kanunudur. Aynı za­manda yaratılışındaki özelliğinin tabii sonucudur. Böyle yaratılmasaydı, melek tabiatlı, uysal, hakkına razı, aza kanaat edip hiç günah işlemiyen bir kıvamda bulunsaydı, o zaman onu yaratmanın bir anlamı kalmaz, hikmet-i ilâhiyeye ters düşerdi. Çünkü bu özelliği daha mükemmel anlamda kendin­de bulunduran melekler var ve sayılarını ancak Allah bilir.

Ayrıca insan hayatını hareketli tutmak, aklı ve diğer bütün yetenek­leri işler duruma getirmek için böylesine zikzaklı, çetin ve yorucu bir ha­yat sistemine ihtiyaç vardır, Aksi halde hareket ve canlılık kalmaz, ilmî araştırmalar olmaz, bir bakıma hayat kör ve sağır kalırdı. Bu da insana yönelik hilkat kanununa ve onunla ilgili ilâhî hikmete ters düşer.

Olayların diğer bir yönü, yaratanı tanıtmaya yöneliktir. Her olay bir uyarı niteliğindedir. Kıyamet günü, «aklımı harekete geçiren, yaradan hak­kında düşünmeme imkân hazırlayan bir olayla karşılaşmadım» diye iti­razlara kapı açmamayı da amaçlar.

Netice, insanın mutluluğa erişmesi için fırsat ve İmkânlar peşpeşe sı­ralanmaktadır. İlâhî âyetlerle insan aklına ve hissine seslenilmekte, her olaydan hissesini almaya çağrılmaktadır. Bunun için cok değişik, cok renkli belgeler, uyarılar indirilmiştir: Kimi hisse, kimi akla, kimi vicdana hitap eder, kimi fizik ötesinden haber verir ve Yaratan ile yaratılan ara­sındaki engelleri kaldırmayı plânlar. Önemli olan, Allah'ın rahmet dolu bu hikmetini ve gözlerimizin önüne serdiği o muhteşem plânını görebil­mek ve anlayabilmektir. [145]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda gecen âyetlerle, doğuştan insanın ruhuna zerkedilen Allah duygusunun cok tehlikeli anlarda kendini hissetirmeğe başladığı hatırla­tılıyor. Sonra da inkarcı nankörlerin tehlikeyi atlatınca döneklik yaptıkları­na dokunularak hayat yolundaki tehlikelerin bitmiyeceği, sırası gelince karşılarına çıkacağı açıklanıyor.

Aşağıdaki âyetlerle, Kur'ân'ın -inkarcılarla nankörler beğenmese de-hak olduğu belirtiliyor. Uyarı anlamında verilen haberlerin vakti saati ge­lince ortaya çıkıp gerçekleşeceğinde şüphe edilmemesine dikkatler çeki­liyor. Allah'ın âyetleriyle alay eden inkarcılarla beraber oturulmaması em­rediliyor. [146]

 

Meali:

 

66—  Kavmin onu (Kur'ân'ı) yalan saydı. Halbuki o haktır. De ki: Üze­rinize vekîl değilim (benim görevim açık bir tebliğdir. Azap ve mükâfat verme Allah'ın kudreti dahilindedir).

67—  Her haberin kararlaştırılmış bir vakti (belirlenmiş bir saati) var­dır ve siz de onu ileride görüp anlıyacaksınız.

68—  Âyetlerimize (alaylı bir tavırla, saygısız bir ağızla) dalanları gör­düğün zaman, başka bir söze dalıncaya kadar onlardan yüzçevir. Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zâlim kavm ile bera­ber oturma.

69—  Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlar üzerine, onların he­sabından bir şey yoktur; fakat bir hatırlatmadır, ola ki sakınırlar.

 

İlgili Hadîsler

 

«Âdem (A.S.) unuttu, zürriyetine de (soyçekimi nedeniyle   bu geçtiği için onlarda da) unutkanlık meydana geldi.» [147]

«Ben de sîzin gibi bir beşerim; sizin unuttuğunuz gibi ben de (dünya

işlerinde bazı şeyleri) unutabilirim. O halde (bir şeyi) unuttuğum zaman bana hatırlatın.» [148]

«Ümmetimden hatâ, unutma ve bir de zorlanarak işledikleri bir şeyin (günah ve cezası) kaldırılmıştır.» [149]

 

Peygamber Tasarrufa Sahip Midir?

 

 «De ki: Üzerinize vekil değilim.»

Kur'ân'da sırası gelince °eygamberin görev ve yetkileri üzerinde du­rulur ve ayrı ayrı sıfat ve yetkileri sözkonusu edilerek gerekli açıklama yapılır.

Değişik ifadelerle değişik sıfatlara dikkatler çekilir ve bu hususta ya­pılan tekrarlar çok önemli birkaç hususu bize öğretip bilgimizi artırır. Şöy­le ki:

a)  Aynı konunun belirttiğimiz ölçüde tekrarı, her defasında ayrı bir mâna kapısını açar, düşünce ufkunu genişletir.

b)  Kişilerin ifrata (aşırı gidip ölçüsüzlüğe)  kaçmasını önler ve lider olarak başlarına geçen kişileri ilâhlaştırmalarına engel olmak için, en bü­yük insan ve Allah'ın tayîn ettiği en başarılı lider ve önder olan Hz. Mu-hammed (A.S.)in bile insanlar üzerinde dilediği gibi tasarrufa yetkili bu­lunmadığını hatırlatır; ilâhî kudret ve yetkinin fânilere havale edilmediği­ni; hiç kimsenin Allah'ın vereceği azabı verme veya geri çevirme güç ve tasarrufu taşımadığını telkîn eder.

c)  Peygamberin  asıl   vazifesi,   ilâhî buyrukları rahmet havası içinde tebliğ etmek; İnkarcıları, nankörleri ve âsileri tuttukları yolun kendilerini" felâkete götürdüğü hususunda uyarmaktır.

Kur'ân'da Peygamberin görev ve yetkilerini belirten diğer âyetler de hep bu amaçlara yöneliktir. [150]

 

Her Haberin Kararlaştırılmış Vakti Var

 

<<Her haberin kararlaştırılmış bir vakti (belirlenmiş bir saati) vardır......»

Olmuş olacak her şey önceden tesbit edilip LEVH-İ MAHFUZA (ANA KİTABA, KORUNMUŞ İLÂHÎ LEVHAYA) yazılmış. Misal Âleminde de birer misali konulmuştur. Her olay mutlaka zaman ve mekân kavramlarıyla bağ­lantılıdır. Tabii olaydan kasdımız, biz canlılar alemiyle, madde âleminde meydana gelenleridir. Olaylar ise, genellikle ikiye ayrılır: Allah'ın Yüce Kalem'le önceden yazıp sonuca bağladıkları; diğeri ise, insanların kendi irâde ve istekleriyle yapacakları şeyler. Yüce Kalem'in yazıp sonuca bağladığı ve mürekkebinin kuruduğu olaylar, vakti-saati gelince meydana çıkar. Bunların değişmesi veya geciktirilmesi, ya da terkedilmesi söz ko­nusu değildir. Kurulan kâinat düzeni ve bu düzen içinde yerini alan sis­temlerin yaratılması, göklerle yerin altı devrede vücut bulması, güneş sis­temi dahil diğer bütün sistemler, yeraltı madenlerinin oluşturulması, dep­remler, dünyanın iki ayrı hareketi. Kitap ve Peygamberlerin gönderilmesi bu cümledendir.

İnsanların irâde ve ihtiyarlarıyla meydana gelen olaylar da önceden tesbit edilmiş ve diğer ikinci derecede bulunan kalemler onları yazmıştır ve yazmaktadır, vakti-saati gelince oluşup meydana çıkar. Ne var ki bun­lar yazıldığı için ortaya çıkmıyor, çıkacağı için yazılmışlardır. Bazan ilâhî müdahale bu olaylara yön verir, bazan da sildiği olur. Çünkü Allah bu ikinci kademede yazılan şeylerden dilediğini siler, dilediğini sabit bırakır; Ana Kitap O'nun katındadır. Bu, kaderin bir sırrıdır ki, anlamak ve anlat­mak mümkün değildir.

Kur'ân'da ilgili âyetle bu hususlara işaret edilirken bilhassa Allah'ın inkarcıları ve müşrikleri -bunca âyet ve belge karşısında- cezasız bırakmı-yaçağı belirtilir ve bütün bunların vakti-saati gelince gerçekleşeceği ha­tırlatılır. Çünkü Allah'ın sözü haktır, o mutlaka yerine gelecektir. Allah sö­zünden dönmez, O yegâne hikmet sahibidir. [151]

 

İnkâr İmân Derecesinde Olursa

 

«Âyetlerimize (alaylı bir tavır­la) dalanları gördüğün zaman...... onlardan yüzçevir.»

İnkâr imân derecesinde bir kuvvet kazanır, kişinin beyni küfür doğrul­tusunda iyice yıkanıp hakka karşı içinde aşırı bir kin ve hınç oluşturulur­sa, artık öylesiyle tartışmak, bilgi alış-verişinde bulunmak yarar yerine za­rar getirir. Önyargı, hep önde gider. Birinin hakka, diğerinin bâtıla taham­mülü yoktur. Arıdaki fark ise, çok değişik yönlüdür: İnkarcıda akıl ve man­tık yerini hisse terketmiş; inananlarda ise, akıl ve mantık imânla birleşip sarsılmaz bir güç oluşturmuştur.

Akla ve mantığa karşı akıl ve mantıkla cevap verilirse sonuca var­mak mümkün olur.

Kur'ân bu konuda önemli bir noktaya parmak basarak mesafenin açıl­masında bir yarar olmadığını, hisse hisle karşı koymanın hakka ve ger­çeğe götürmiyeceğini belirtiyor. Bunun için inkarcı inatçıların hislerinin esiri olarak hak din ve hak kitap ile alay ettikleri bir toplantıda mü'min-lerin oturmaması emrediliyor.

Yukarıda da kısmen belirtildiği gibi, böyle bir metot uygulamakta bir­çok yararlar vardır, onları özetiiyecek olursak, konu daha iyi anlaşılmış olur:

a— Önce saygısız inkarcıları ölçüsüz duygularıyla başbaşa bırakmak,

Duygusal söz ve davranışlara duygusal ölçüde cevap vermemek, akl-i selîmle hareket etmeyi âdet edinmek,

c— Seviyesiz kişilerin seviyesine düşmemek, konuşmadan meclisi terkederek en güzel cevabı vermiş olmak,

d— Mü'minlerin her hususta olduğu gibi, bu gibi hallerde de yüksek bir terbiye örneği vermekten yana olduklarını ortaya koymak,

e— Azgının azgınlığını artırmasına, câhilin cehaletini kırıcı ölçüde ortaya dökmesine fırsat vermemek...

Görülüyor ki Kur'ân, ilim alış-verişine kapı kapamıyor, onu her yerde teşvik ediyor. Allah'ın kitabı Kur'ân üzerinde de seviyeli bir tartışmayı ya­saklamıyor. Hissin rehberliğinde kaba ve bilgisizce bir tartışmaya muha­tap olmayı yasaklıyor. Çünkü din ve kitabı alaya almakta, aklın değil his­sin, ilmin değil cehaletin, saygının değil saygısızlığın rehberliği hâkimdir. [152]

 

Unutma - Unutkanlık

 

«Şayet şeytan sana unutturursa......»

Hafıza (bellek) : İnsanın deneylerle edindiği izlenim ve bilgileri tesbit

edip beyninde biriktirme ve gerektiğinde bunları ortaya koyma ve yarar­lanma yeteneğidir. İnsan beyninde birkaç milyar hücrenin bulunduğu ve hafıza merkezinin milyarlarca şeyi rengiyle, biçimiyle, sesiyle ve sözüyle alıp arşivliyecek güçte olduğu bilinmektedir.

Hafıza ile ilgili incelemelerde, izlenimin tesbiti, korunması ve yeniden yüzeye çıkarılması olarak üç aşama bulunduğunu söyliyebiliriz.

Diğer taraftan öğrenilmiş bilgilerin gereğince korunabilmesi, beyinde derin ve yeterli izler bırakabilmesi, tekrarı gerektirir. Hem önemsenmiyen, hem de tekrar edilmiyen bir konuyu, bir olayı, bir sözü unutabiliriz, çünkü beyinde bıraktığı derin bir izi yoktur.

Şüphesiz ki, her insanın hafıza yeteneği aynı güçte değildir. İrsî ku­sur ve meziyetlerin de bunda payı pek büyüktür. Ama hepsi de bazı sebep­lerle unutma, silinme arızasıyla yüzyüzedir.

Şüphesiz ki Resûlüllah (A.S.) Efendimiz gerek akıl ve zekâ, gerek ha­fıza, idrâk ve irâde gibi yetenekler bakımından çok güçlü ve gelişkin idi. Bütün çağlara ve gelecek olan milletlere hitap etme durumunda olan bir peygamberin de kuşkusuz böyle olması gerekirdi. O bakımdan yaratılış­tan yani doğuştan üstün yeteneklerle donatılmıştı. Böyle olmasına rağ­men, kalbleri ve ruhları her dem yüce kudretle temas halinde bulunduğu, metafizikle derinden ilgilendiği için bazan dünya ile iigili hususları unut­tuğu olurdu. Ama çok geçmeden hatırlıyabilir, başka cihetle bağlantılı bu­lunan dikkatini o konuya çevirebilirdi.

Kur'ân'da Musa (A.S.) ile Hızır kıssasında, Musa Peygamber'in ver­diği sözü unuttuğundan söz edilir. «Unuttuğun zaman Rabbini an!» [153] âyetiyle de peygamberimizin bazan unuttuğu hususların olduğuna işaret­te bulunuluyor. [154]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, bunca belgelere ve kâinattaki ilâhî kudre­ti yansıtan delillere rağmen putperest ve inatçı inkarcıların hâlâ Kur'ân'ı insan ürünü saymaları kınandı. Peygamberin hemen azap indiren veya inecek azabı geri çeviren bir kudret olmadığı, bütün tasarrufun Allah'a ait bulunduğu açıklandı.

Kur'ân âyetlerine alaylı bir tavırla dalanlarla beraber oturuimaması emredildi.

Aşağıdaki ayetle, bu kadar kör ve nankör olanların kendi dinlerini de oyuncak ve alay edindiklerine temas ediliyor; inat hastalığına yakalanıp sadece hisleriyle hüküm vermeye kalkışan beyni yıkanmışların çoğunun böylesine mariz bir karakter taşıdığına işarette bulunuluyor. Sonunda ilâ­hî adaletin tecelli edeceği, bir uyarı şeklinde hatırlatılıyor. [155]

 

Meali;

 

70— Dinlerini oyuncak ve eğlence edinenleri, dünya hayatının aldat­tığı kimseleri (kendi hallerine) bırak (da bocalayıp dursunlar). Ve Kur'ân ile şunu hatırlat ki, bir kimse kendi kazandığı ile kendini mahvetmeye gör­sün, (o takdirde) onun için Allah'tan başka ne bir yakın dost, ne de bir şe­faatçi vardır. Her türlü fidyeyi de verse kendisinden alınmaz.

Kazandıklarına karşılık mahvolanlar işte bunlardır! (Evet) bunlar için inkâr ettiklerine karşılık çok kaynar bir içki ve elem verici bir azap vardır.

 

Dini Oyuncak Ve Eğlence Edinenler

 

«Dinlerini oyuncak ve eğlence edinenleri.....

(kendi hallerine) bırak (da bocalayıp dursunlar).»

Hak din, Allah'tan indirildiği gibi korunmaz da bilgisiz ve ilgisiz ellere terkedilirse, ifrat ve tefrite gidilerek bir takım ilâveler, ya da noksanlıklar yapılır ve zamanla karmaşık bir görünüm alırsa; artık o, din olmaktan çı­kar, insan aklına ve duygusuna göre, diğer bir deyimle insan mantığına gö­re bir oyuncak ve eğlence aracı durumuna düşer. Yahudilerle Hıristiyan­lar,- dinlerini değiştire değiştire bu duruma getirmemişler midir?

Ne Musa Peygamber, ne de İsâ Peygamber mabetlere kanepe ve is­kemle koymuştur. Ne İsâ Peygamber ayin yaparken şarap içmiş, ne baş­kasına içirmiştir; ne de resimlerin karşısına geçip istavroz çıkarmıştır. Kiliselere meleklerin, Meryem'in ve kendisinin boy boy resimlerinin konul­masını da emretmemiştir. Bütün bunlar Allah'ın indirdiği dini aslından uzaklaştırmak, insan mantığına uydurup yeni bir din şekli ortaya çıkarmak­tan başkası değildir.

Hiçbir hak din, yani semavî din, mabetlere resim ve heykellerin konul­masına, üç ilâh inancının ortaya çıkarılmasına, bu suretle Allah'a ortak koşulmasına cevaz vermemiştir. Hıristiyanların kiliselerde yapageldikleri ibâdet ve ayinlerin İncil'de yerini gösterebilecek bir kahraman düşünemi­yoruz.

Putperestlere gelince : Kendi elleriyle taşları, ağaçları yontup şekil­lendirmeleri, sonra da bunlara ilâh nazarıyla bakıp karşılarına geçerek tapınmaları daha gülünç ve daha eğlenceli değil midir?

Kur'ân'da ilgili âyetle hem bunlara dikkatler çekiliyor, hem de Hak di­nin kutsallığının indiği gibi korunması emrediliyor. Aynı zamanda müslü-manların da kendi dinlerinin aslına bağlı kalmaları, fazlalık, noksanlık yap­mamaları çok duyarlı biçimde hatırlatılıyor. Dini oyuncak ve eğlence hali­ne getirenlerin toplum arasında yalnız bırakılmaları, o tiplerle dostluk ve arkadaşlık kurulmaması bir çare olarak öneriliyor.

Tarih boyunca İslâm dininde, Peygamber sünneti dışında ortaya çı­kan Bâtınî, Bahaî, Kadiyanî ve benzeri sapık mezhepler ve tarikatlar, İs­lâm'ı temelinden tahribe yönelik değil midir? Bugün hâlâ İslâmî ilimlerde ciddi, seviyeli ve sistemli bir tahsil görmemiş yarı cahillerin din adına ne­ler ortaya attıklarını, ne herzeler savurduklarını görmüyor muyuz? Helâli haram, haramı helâl sayanlar bile yarış halinde.. «Doğrudan ilâhî huzura girme imkânı varken, vuslat perdesi bize aralanmışken namaz ve benzeri ibâdetlere ne gerek var» diyerek din adına cinayet işliyen ve yeterince dinî kültür almamış saf Müslümanları ağlarına düşürenler/ mürşit diye itibar görmüyorlar mı?

İşte Kur'ân'ın tabiriyle, bunlardır ki hem kendilerini, hem başkalarını mahvedenler!. [156]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetle dini oyuncak ve eğlence edenlerin kendilerini ve dolayısıyla başkalarını nasıl mahvettikleri açıklandı. Aşağıdaki âyetlerle doğru yolu bulduktan sonra şeytana ve şeytan ruhlu nankörlere uyarak gerisin geri dönmenin ne büyük felâket olduğuna dikkatler çekiliyor Kal­binde imân, ruhunda irfan, dilinde Rahman olan müzminlerin doğru yoldan sapmalarının pek sözkonusu olmayacağı hatırlatılıyor. Sonra da insanı bu irfan düzeyinde tutacak üç temel sıfat açıklanıyor. [157]

 

Meali:

 

71—  De ki: Allah'ı bırakıp da bize ne bir yarar sağlıyan, ne de zarar verebilen şeylere mi tapalım? Allah bizi doğru yola eriştirdikten sonra şey­tanların, şaşkın-perişan bir halde yeryüzüne atıp dolaştırmak istedikleri ve arkadaşlarının ise, «bize gel!» diye doğru yola çağırdıkları kimse gibi mi topuklarımızın üzerine geriye dönelim?.

De ki: Şüphesiz Allah'ın (gösterdiği) yol, doğru yolun kendisidir ve biz de âlemlerin Rabbına teslimiyet göstermekte emrolunduk.

72—  Ayrıca namazı dosdoğru kılın, Allah'tan korkup kötülüklerden sakının diye emrolunduk. Haşrolunacağımız da ancak O'nadır.

73—  O ki gökleri ve yeri hak ile yarattı, «OH» dediği gün oluverir. O'nun sözü haktır. Sûr üfrüleceği gün de mülk (saltanat ve hüküm) O'nun-dur. Görülmeyeni de, görüleni de (olmuş olacağı da) O bilir. O hikmet sa­hibidir ve (her şeyden) haberlidir.

 

İniş  Sebebi

 

Bir rivayete göre, Ebû Bekir SIDDÎK (R.A.)ın oğiu Abdurrahman İs­lâm'a girmeden önoe katı bir tutum içinde bocalayıp duruyordu. Kendisi­ni hakk'a davet edenlere olumlu cevap vermek şöyle dursun, İslâm'ın nu­ruyla içini dışını aydınlatan babasını tekrar küfre dönmeğe davet edecek kadar şuurunu kaybetmişti. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [158]

Müfessir Süddî'ye göre : Hz. Muhammed'e (A.S.) gelip imân eden Müslümanları İslâm'dan döndürmek için inkarcı putperestler, onları ken­di şaşkın ve sapık inançlarına çağırıyorlardı. Bu nedenle yukarıdaki âyet­ler indi. [159]

 

İlgili Hadîsler

 

«Allah'a and olsun ki, müşrikler bu işi bırakmam, dâvamdan vazgeç­mem için güneşi sağ elime, ayı da sol elime koysalar yine de vazgeçemem; Allah bu dâvayı üstün kılıncaya, ya da ben bu yolda mahvoluncaya kadar bunu elbette sürdüreceğim.» [160]

«Şüphesiz ki, Melek İsrafil Sûr'u bir lokma gibi ağzına yerleştirmiş, yay gibi tutup onu üflemek için emir beklemektedir.» [161]

«Allah gökleri ve yeri yarattıktan sonra Sûr'u yaratıp İsrafil'e verdi; o da onu ağzına koyup gözlerini Arş'a dikerek üflemek için emir bekle­mektedir.»

Bunun üzerine Ebû Hüreyre (R.A.) sordu :

  Ey Allah'ın Peygamberi! Sûr nedir? Cevap verdi :

  O büyük bir şeydir. Beni hak ile gönderen Allah'a and olsun ki, ondaki dairenin büyüklüğü göklerle yerin genişliği gibidir. Sûr'a üç defa üfrülecek: Birincisi, dehşet ve korku salan üflemedir. İkincisi, canlıların kendilerini kaybedip ölmelerine sebep olacak üflemedir. Üçüncüsü, kabir­lerden kaldırılarak âlemlerin Rabbine yönelme üflemesidir. [162]

Bir Bedevî gelip Peygamber (A,S.) Efendimize sordu :

  Ey Allah'ın Resulü! Sûr nedir? Allah Resulü cevap verdi:

  Üflenecek bir boynuzdur. [163]

 

Şeytanların Şaşkınlaştırdıkları

 

Kur'ân'da geçen ŞEYTAN ve ŞEYTANLAR tabirleri, bazı yerlerde ha­kiki anlamında, bazı yerlerde de hem hakiki, hem mecazî anlamlarda kul­lanılmıştır. Konumuzu oluşturan âyette ŞEYTANLAR tabiri bu ikinci kıs­ma girenlerdendir.

Ayet, çok önemli bir hususa dikkatleri çekmektedir: İnkâr fırtınasına tutulup hakka karşı gelmek, müzmin bir hastalık halini alınca, şeytanlar ve şeytan ruhlu kişilerin, dini kültürü olmayan kimseleri şaşkına çevirip toplum arasına atmaları, sosyal yapıda geniş tahribat yapar. Aslında amaç da bundan başkası değildir.

Mü'minlerin, biri beyin, diğeri piyon olmak üzere faaliyet gösteren sa­pık teşkilatları çok iyi tanımaları ve ona göre tedbirli olmaları hatırlatılı­yor. Çünkü her devirde bunlar değişik metotla ortaya çıkarlar. [164]

 

Mü'minlerin Şerre Karşi Üç Silahı

 

«Ve biz âlemlerin Rabbına teslimiyet göstermekle emrolunduk. Ayrı­ca namazı dosdoğru kıhn, Allah'tan korkup kötülüklerden sakının dîye em­rolunduk.»

Kur'ân, inkarcı sapıkların nasıl çalıştıklarını, adam kazanmak için be­yin yıkama metoduyla dinî kültürü oluşmamış kişileri nasıl şaşkına çevir­diklerini açıkladıktan sonra bu şer ve fitne ağına düşmemek için daha çok şu üç silaha sahip olmanın gereğine dikkatleri çekiyor:

1.  Allah'a dosdoğru inandıktan sonra namazı dosdoğru kılmak,

2.  Allah'tan korkup kötülüklerden sakınmak,

3.  Yegane terbiyeci olan Allah'a tam bir teslimiyet göstermek.

İmân ve namaz, kalble organları belli amaca yöneltip doğru yoldan sapmayı önleyen faktörlerin başında gelir. Allah'a karşı saygılı olmanın derin anlamını içimizde taşıyıp her yerde O'ndan korkmamız, hayatımızın tek ölçüsü ve düsturudur. Kul olmanın anlamı da bu noktada kendini his­settirir. Sonra da her hal-ü kârda Allah'a teslimiyet gösterip tedbirden sonra kaderin hükmüne razı olmamız, tesellilerin en güzeli ve en doyuru-cusudur.

O halde diyebiliriz ki: Birinci madde, kalb ve organlarla ilgili amelle­rin önde gelenidir. Çünkü imân ve namaz, biri ağaç ise diğeri onun mey-vesidir. İkincisi ve üçüncüsü daha çok kalbe, ruha ve vicdana dayanmak­tadır; diğer bir deyimle ruhun en verimli ürünleri, imânın en tatlı meyvala-rıdır. [165]

 

Göklerin Ve Yerin Hak İle Yaratılması

 

 «O ki, gökleri ve yeri hak ile yarattı.»

Hakk'i inkâr, kâinatın mutlak düzenini inkâr kadar gülünçtür. Kur'ân, inkarcıların dikkatini göklerle yerin yaratılışına ve taşıdığı düzen ve denge kanununa çekiyor. Dünyanın iki ayrı hareketiyle gece ve gündüzün, sonra da yıl ve mevsimlerin meydana gelmesi, atmosfer tabakasının kalınlığı ve sağladığı yararlar, dünya ile güneş arasındaki hesaplı mesafe neyi anlatı­yor? Bütün bunlar kör bir tesadüfün mü, yoksa şuursuz maddenin mi bir-araya getirip ortaya koyduğu bir düzendir? Bir araba motorunun veya bir elektronik beynin tesadüflerin birbirini izlemesiyle meydana geldiğini iddia etmek ne kadar saçmaysa, o motor ve o beyinden çok daha mükem­mel düzende olan göklerle yerin tesadüfen meydana geldiğini iddia etmek o kadar saçmadır.

Her şeyin belli ölçü ve kanunlara göre yaratılıp hizmete sunulması, mutlak bir kudretin varlığını isbata kâfidir. Başka delil aramaya gerek yok­tur. Çünkü bunlar hak ile yaratılmıştır. Hak ise, ölçüdür, düzendir, denge­dir, hesaptır, plân ve programdır. [166]

 

Ol, Deyince Oluverir

 

«Ol, dediği gün oluverir. O'nun sözü haktır.»

İlâhî plân, program, yaratma, icat etme, denge ve düzene getirme, hep «ol!» emrine dayanır. Bu emir sebepleri oluşturur, her sebebi belli bir kanuna bağlar. Çünkü O'nun sözü haktır; belli hesaplarla, kesin sonuçlarla tecelli eder.

Kâinatı belli bir plâna ve değişmiyen kanunlara göre var kıldığı gibi, bir gün yine onu belli bir plân ve kanuna göre bozup yeni bir düzen mey­dana getirecektir. Bu da mahiyeti bizce bilinmiyen SUR denilen bir vasıta­ya üfürülmekle gerçekleşecektir. Çünkü mülk Onundur, tasarrufu da Ona aittir. Dilediğini işler, dilediği zaman kudretini izhar eder. O bilendir ve mut­lak hikmet sahibidir. [167]

 

Ayetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle insan denilen çok mükemmel bir canlının, Allah'tan başka bir takım eşyayı ilâh edinmesinin derin bir gaflet, koyu bir cehalet eseri olduğuna dikkatler çekildi. Doğru yolun, mutlaka her şeyi doğru ve yararlı yaratan ve belli bir hesap dahilinde her şeye yön veren Allah'ın yolu bulunduğu belirtildi. Sonra buna delil gösterilerek göklerin ve yerin yaratıiişındaki incelikten söz edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, İbrahim Peygamberin inkarcı cahilleri yola getir­mek için hangi metotlara başvurduğu anlatılıyor. Böylece her devirde hak­kı dosdoğru yansıtmanın ölçüleri veriliyor. İnsanların dikkati daha çok göklerle yerin yaratıhşındaki mükemmelliğe çekiliyor. [168]

 

Meali:

 

74—  Bir zaman İbrahim, babası Azer'e : Putları ilâhlar mı ediniyor-sun? demiş ve doğrusu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık içinde görü­yorum, (diye ilâve etmişti).

75—  İşte böylece biz İbrahim'e, kesin bilgi edinenlerden olsun diye göklerin ve yerin melekût (yaratıhşındaki düzen, denge, plân ve bazı ka­nunların işleyişini gösteriyorduk.

76—  Gece karanlığı basınca bir (büyükçe) yıldız gördü, «bu imiş Rab-bim» dedi. Yıldız batınca da «ben batanları sevmem» dedi.

77—  Sonra ay'ı doğarken görünce, «bu imiş benim Rabbim» dedi. Ay batınca, «eğer Rabbim beni doğru yola eriştirmeseydi, herhalde şu sapıt­mış topluluktan olurdum» (diyerek putperestleri uyarmaya çalıştı).

78—  Ne vakit ki güneşi doğarken gördü, «bu imiş benim Rabbim, bu daha büyükmüş» dedi. Güneş batınca, O, «Ey kavmim! şüphesiz ki sizin ortak koştuklarınızdan beriyim,» diyerek (onlara hak ile bâtıl arasında bir mukayese yapma düşüncesi vermeye çalıştı).

79—  Hem ben şüphesiz ki yüzümü, bâtıldan uzak, hakka tamamen yönelmiş bir halde gökleri ve yeri örneksiz yaratana çevirdim ve ben ortak koşanlardan değilim, (diyerek inanç ve görevini açıkladı).

 

İbrahim Peygamberin Örnek Gösterilmesi

 

«Bir zaman İbrahim babası Âzer'e: Putları tanrılar mı ediniyorsun? demişti...»

Putlara tapan inatçı inkarcıların, güneşe ve yıldızlara tapan müşrik­lerin dikkatini Allah'ın varlığına ve yüce kudretine çekmek, akıllarını ha­rekete geçirmek, vicdanlarına yön vermek için yeryüzündeki canlılar ve bitkilerin mükemmel ölçülerde, belli plân ve programda, değişmiyen ka­nunlarla yaratılmaları, her biriyle ilgili hayatı sürdürme sünnetleri; yerle­rin ve göklerin mutlak bir düzen içinde meydana getirilmeleri cok duyarlı biçimde açıklandı. Sonra da hem Kitap Ehli, hem de Arap putperestleri ta­rafından saygı gösterilen İbrahim Peygamberin TEVHÎT İNANCI'na, putlar ve ilâh edinilen diğer varlıklar hakkındaki düşüncelerine geniş yer verildi; her yönüyle örnek alınacak bir peygamber ve uyulacak bir önder olduğu hatırlatıldı.

Böylece son peygambere karşı amansız şekilde mücadele edenler in­safa davet edildi. İbrahim Peygamberi sevip saydıkları halde onun soyun­dan gelen son peygambere karşı çıkmalarının anlamsızlığı ve ölçüsüzlü­ğü gözler önüne serildi. O son peygamber ki, İbrahim'in yolunda olduğu­nu, aynı Tevhit inancına bağlı bulunduğunu ilân etmiş ve bundan bir mi­limetre olsun sapmamıştı, Ona karşı çıkmanın ciddi bir anlamı, makul bir sebebi var mıydı? [169]

 

Göklerin Ve Yerin Melekûtu

 

İşte  böyleçe biz İbrahim'e kesin bilgi edinenlerden olsun diye göklerin ve yerin me-lekûtunu gösteriyorduk.»

Melekût, mülk kökünden mübalağa ifade eden bir kelimedir; ceberut ve rehebut gibi. Burada ise, daha cok göklerde ve yerde câri olan ilâhî düzen, denge ve fiziksel kanunlar, dünya ile güneş ve ay arasındaki den­geli ilgi kasdedilmiştir. Gelişkin bir aklı imânla birleştirip peygamberlik pa-yesiyle bütünleştiren ve onu İbrahim'e veren Allah, varlık âleminde hüküm­ran olan sünnetini bu peygambere tanıtmış ve inkarcılara karşı daha rahat konuşup delil getirebilsin diye doyurucu belgeler vermiştir.

İbrahim Peygamber, din ve Allah fikrine ve inancına karşı çıkan put­perestlerin seviyesine göre bir yola başvurmuş ve onları hem susturmak, hem de yola getirmek için küçümser bir ifadeyle büyük bir yıldızı göstere­rek «Bu imiş benim Rabbim!,» deyip inkarcıların dikkatini o noktayd çek­miş, sonra da yıldız batınca, «batanları sevmem» diyerek onların kafasın­da iz bırakacak bir istifham oluşturmaya çalışmış; sonra ay doğmaya yüz-tutunca, «Öyle ise o değil, bu imiş Rabbim» diyerek aralarındaki mesafeyi kısaltmayı amaçlamış ve o da batınca, «Eğer Rabbim beni doğru yola eriş­tirmeseydi, herhalde şu sapıtmış topluluktan biri olurdum» sözüyle kafa­lardaki istifhamı büyültmeye yönelmişti. Çünkü o, batanları, başka birinin hareket vermesiyle hareket edenleri, başka bir kudretin var kılmasıyla var olanları ilâh edinmenin sapıklık olduğunu öğretme gayretini taşıyordu.

İbrahim Peygamber bu mantıkî mukayese ile putperestlerin yanlış yolda olduklarını derin bir iz bırakacak biçimde anlatmasını becermiş ve artık son sözünü söyleme ortamını hazırlamıştı : «Şüphesiz ki sizin inkâ­ra sapıp ortak koştuklarınızdan beriyim.» Çünkü aklını kullanabilen ve kâi­nat kitabını okuyabilen bir insana, kendi eliyle yontup meydana getirdiği cisimlere tapmak, belli kanunlarla varlıklarını sürdürmek zorunda olan gü­neş, ay ve yıldızları ilâh edinmek asla yakışmaz.

Sonra da Allah'a olan sınırsız inanç ve bağlılığını şu sözleriyle nokta­lamıştır: «Doğrusu ben yüzümü, bâtıldan uzak, hakka tamamen yönelik bir halde gökleri ve yeri örneksiz yaratana çevirdim ve ben ortak koşan inkarcılardan değilim.» [170]

 

İbrahım> Peygamber Kimdir?

 

Tarihçiler bu konuda pek sıhhatli bilgi verememişlerdir. Birçok ansik­lopedilerde de çelişkili bilgilere, gerçeğe uymayan rivayetlere yer verildi­ğini görüyoruz. Tahminlere göre, Nuh Tufanından sonra, M.Ö. 20. yüzyıl ile 17. yüzyıl arasında doğduğu sanılmaktadır. Bu da daha çok Tevrat'ın Tekvin kısmındaki bilgilere dayanmaktadır. [171]

İbrahim Peygamber, Nuh Peygamberden sonra gelen birçok peygam­berlerin atası sayılır. Eski adı UR, şimdiki adı URFA olan beldede doğduğu ve böylece Sümer ülkesinde yaşadığı anlaşılmaktadır.

İsim olarak İbranioe'den Arapçaya geçmiş bir kelimedir. Kök mânası ise «Büyük cumhur atası» demek olduğu belirtilmiştir. Ayrıca Hammurabî'-ye ( ? - M.Ö. 1961) çağdaş olduğu da iddia edilir. Yahudiler ise bunu AB­RAM ve ABRAHAM şeklinde telaffuz ederler. Tevrat'ta bu iki şekliyle de geçmektedir.

Babasına gelince : Tevrat/Tekvin kısmının 11/26. belgesinde adının TERAH olduğu belirtilmişse de Kur'ân onu tashih ederek AZER olduğunu açıklar. Bâtılı redde, hakkı telkinde baba-evlât arasında mutlak sevgi ve saygı aranmaz. Bu bakımdan Azer'in İbrahim Peygamberin babası olup ol­madığında şüpheye düşmenin, bir takım yersiz yorumlar yapmanın, gayr-i ciddi rivayetlere başvurmanın hiçbir mâkui anlamı yoktur. Kur'ân gayet açık biçimde, şüphelere yer vermiyecek şekilde Azer'in, İbrahim'in baba­sı olduğunu belirtmiştir. [172]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle İbrahim Peygamberin inkarcı putperestleri doğru yo­la getirmek, hiç olmazsa bu hususta kafalarında bir iz bırakmak amacıy­la ay, güneş, yıldız, taş ve ağaçların ilâh olamıyacağını onların anlayabile­ceği mantıkî delillerle ortaya koymuş ve tartışmaya kalkışanların önyar­gılarını değiştirmeye çalışmıştı.

Aşağıdaki âyetlerle, İbrahim Peygamberle tartışmaya girip hakkın karşısında sarsılan inkarcıların, bu defa onun, putların hışmına uğrayaca­ğından endişe duyduklarına yer veriliyor ve bununla o yüce peygamberi korkutmak istedikleri açıklanıyor. [173]

 

Meali:

 

80—  Kavmi İbrahim'le tartışmaya kalkıştı. O da dedi ki: «Beni doğru yola eriştirmişken Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? O'na ortak koştuklarınız şeylerden korkmam; meğerki Rabbim bir şeyi dilerse (Onun dileği mutlaka yerine gelir). Rabbim ilim bakımından her şeyi kuşatıp kap­samıştır. Artık düşünüp öğüt almaz mısınız?!

81—  Ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım ki; üzerinize hakkın­da hiç bir kanıt ve belge indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmu­yorsunuz!.. O halde eğer biliyorsanız (söyleyin), iki taraftan hangisi güve-nilmeye daha haklıdır?

82—  İmân edip imânlarını hiçbir haksızlıkla kanştırmıyanlar var ya, işte güven onlaradır; doğru yola erişenler de onlardır!»

83—  İşte bu, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz kanıt ve belgelerdir

Dilediğimiz kimselerin derecelerim yükseltiriz. Şüphesiz ki, Rabbin hikmet sahibidir ve (her şeyi) bilendir.

 

İlgili Hadîsler

 

«İmân edip imânlarını hiç bir haksızlıkla karıştırmayanlar var ya, işte güven onlaradır.» mealindeki âyet inince, bu, Müslümanlara çok ağır geldi ve «Hangimiz nefsine zulmetmez ki?..» diyerek endişelerini açıkladılar. Bu­nun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz onlara : Sözü edilen zulüm, Allah'a ortak koşmaktır. Siz Lukman'ın kendi oğluna, Allah'a ortak koşma. Şüp­hesiz ki şirk (ortak koşmak) büyük bir zulümdür, dediğini duymadınız mı? buyurdu..» [174]

Cerîr b. Abdullah (R.A.) anlatıyor:

Resûlüllah (A.S.) Efendimizle Medine dışına çıkmıştık. Ansızın bir at­lının bize doğru geldiğini gördük. Peygamber (A.S.), «Ola ki bu atlı sizi ar­zulayarak geliyor» buyurdu, derken adam gelip selâm verdi. Sonra Pey­gamberimizle (A.S.) onun arasında şu konuşma geçti:

  Nereden geliyorsun?

  Çoluk-çocuğumdan ve kabilemin yanından geliyorum.

  Nereye gitmek istiyorsunuz?

  Allah'ın Peygamberini ziyaret etmek istiyorum.

  Aradığını buldun, Peygamber benim.

  O halde ey Allah'ın Peygamberi! İmân nedir, bunu bana öğret?

  Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Peygam­beri olduğuna şehadet etmen, namaz kılman, zekât vermen, oruç tutman ve Beytullah'a haccetmendir.

  Ben bunları kabul ve ikrar ettim, dedikten sonra atının ayağı bir çukura girdi ve kendisiyle birlikte yere yuvarlandılar, adam düştüğü yer­de ruhunu teslim etti.

Bunun üzerine Peygamber (A.S.), «Ona dikkatle bakın» buyurdu. Am-mar b. Yasir ile Huzeyfe b. Yeman koştular, adamın öldüğünü söylediler. Peygamberimiz (A.S.), «Ondan vazgeçin olduğu gibi bırakın!.» buyurdu. Bunun sebebi sorulduğunda şu cevabı verdi: «İki meleğin Cennet meyva-larından onun ağzına koyduklarını gördüm, aç bir halde öldüğünü anladım. İşte bu adam imânına zulüm kanştırmıyanlardandır» diye ilâve et­ti. [175]

 

İbrahim Peygamberi Putlarla Korkutmaları

 

«Kavmi, İbrahimle tartışmaya kalkıştı. O da dedi ki: Beni doğru yola eriştirmişker Allah hakkında benimle tartışıyor musunuz? O'na ortak koştuğunuz şey lerden korkmam.»

Güneşe, ay'a, yıldızlara ve insan eliyle şekillendirilen putlara tapan lar, İbrahim Peygamberin susturucu delilleri karşısında başka çıkar ye bulamayınca, onların ileri gelenleri, bu defa kendi ilâhlarının hışmını ha tırlatarak İbrahim Peygamberi korkutmaya çalıştılar. O da, âlemlerin Rab bi bir şeyi dilemedikçe putların, bâtıl ilâhların hiçbir zarar veremiyeceğin bu yüzden de onlardan korkmadığını, yine mantıkî ölçülerle anlatma iMi yacını duydu. Böylece bütün kuvvet ve kudretin Allah'a ait olduğunu, C dilemedikçe hiçbir şeyin meydana gelmiyeceğini kafalara işlemeye çalıştı.

Neden bu olay anlatılıyor?

Musa Peygamberden çok önce gelip geçen İbrahim Peygamberle pul perest inkarcılar arasında meydana gelen tartışmanın Kur'ân'da anlatı1 ması, çok önemli dört hususu belirtmeye ve ümmeti o doğrultuda uyarmc ya yöneliktir -.

1—  İbrahim Peygamber Asya kıtasının bir çok yöresinde tanınıp sa\ gı duyulan kadri yüce bir nebidir, Tevrat ondan geniş şekilde bahsetmişti Yaşadığı devirde ilâhlık iddiasında bulunacak kadar şımarık ve de güçl hükümdarların bulunduğu, buna rağmen İbrahim Peygamberin hakk'ı tc nıtmak için çok sistemli ve metotlu bir mücadele verdiği muhakkak. B bakımdan her yönüyle örnek alınacak bir peygamberdir.

2—  Her devirde hakla bâtılın karşıkarşıya bulunduğu, hakkı reddt denlerin yerli yersiz azgınlık gösterdikleri, daha çok onların sahnede o duğu hatırlatılıyor. Dünyada sürüp gelen olayların aslında, temelinde b değişiklik yoktur. Surette ve metotta değişiklik vardır. Putperestliğin c bir çok çeşitlerinin bulunabileceğine işaret ediliyor; kimi zaman insanle ilâhlaştınlır; kimi zaman taşlara, ağaçlara;  kimi yerde hayvanlara,  kir yerde güneş ve aya ibadet edilir. O halde Hakk'ın bilinip tanınması için t tür bâtılların ortaya çıkması, sünnetullah gereğidir. Mücadele ise, durdukça devam edecektir.

3— İnkarcılarla, putperest ve müşriklerle tez-antitez doğrultusunda tartışırken ilmî ölçüleri, mantıkî yollan bilmenin lüzumuna işaret ediliyor. Ayrıca tarihî bilgiye geniş biçimde sahip olmanın gereği anlatılıyor. Bilgi­siz, kültürsüz bir tartışmanın kuru bir İddiadan öteye geçmiyeceğine dik­katler çekiliyor.

İbrahim Peygamberin sergilediği mantıkî deliller, kendi devrinin kültür seviyesinin biraz üstündedir. O halde her devrin gelişen ilim ve kül­türüne göre, hazırlıklı olmamız şarttır. Ama değişmiyen bir şeyin her de­virde geçerli olduğu muhakkaktır: Yerde ve göklerde câri olan düzen, den­ge ve illiyet kanunu iyice bilindiği takdirde hep susturucu olacaktır.

Nitekim günümüzde Hegel'in Diyalektik Felsefesi, Marksizmin teme­lini oluşturan Materyalist Felsefe ile millî ve dinî duyguları geliştirilmemiş gençlerin beyinlerini yıkayan aşırı akımlara karşı, yine günün gelişen me­toduyla çıkmamız ve İslâm'ın inanç esasları doğrultusunda gençliğe do­yurucu bilgi malzemesi vermemiz gerekmektedir. Aksi halde arzulanan so­nucu elde etmek mümkün değildir. Bu akımların can simidi olmadığını bi­limsel yollardan anlatmak, en uygun yollardan biridir. [176]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle İbrahim Peygamberin Allah'ın varlığını ve birliğini, kudret ve yüceliğini günün metoduna göre isbatlayıp ortaya koy­ması anlatıldı. Bütün bu bilgi ve delillere onun kalbini ve kafasını yatkın kılan Allah'ın inayetine dikkatler çekildi. Bu sebeple İbrahim'in (A.S.) yük­sek derecelere eriştirildiği anlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle Allah'ın ona olan üçüncü bir lûtfundan söz edili­yor, dünyada da aziz kılındığı, soyundan bir nice peygamberler geldiği be­lirtiliyor ve Allah'ın doğru yola eriştirdiği bu peygamberlere TEVHÎT doğ­rultusunda uyulmasının gereği hatırlatılıyor. [177]

 

Meali:

 

84— Ve ayrıca ona (İbrahim'e) İshak'ı ve Yakub'u bağışladık ve her birini doğru yolda bulundurduk. Daha önce Nuh'u ve O'nun soyundan Da­vud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u, Yusuf'u, Musa ve Harun'u da doğru yolda bu­lundurduk.

İşte böylece iyi ve güzel davrananları mükâfatlandırırız.

85—  Zekeriyya, Yahya, İsâ ve İlyas'ı da doğru yolda bulundurduk; hepsi de iyi, yararlı kişilerden idi.

86—  İsmail'i, Elyasa'i, Yûnus'u ve Lût'u da doğru yolda bulundurduk ki hepsini de (yaşadıkları çağın) insanlarından üstün kıldık.

87—  Onların babalarından, soylarından ve kardeşlerinden de seçtik­lerimizi doğru yola eriştirdik.

88—  İşte bu, Allah'ın yoludur ki, kullarından dilediğini ona eriştirir. Onlar Allah'a ortak koşmuş olsalardı amelleri boşa çıkardı.

89—  Bunlar, kendilerine kitap,   hüküm ve peygamberlik   verdiğimiz kimselerdir.

Eğer onlar (Mekke müşrikleri) bunları tanımaz da inkâr ederlerse, in­karcı olmayan bir kavmi buna vekil kılmışızdır.

90—  İşte bunlar Allah'ın doğru yola eriştirdiği kimselerdir; sen de on­ların yoluna uy. De ki: Buna karşılık sizden bir mükâfat istemem. O (Kur1-ân) âlemler için ancak bir öğüt, bir hatırlatmadır.

 

Asya Kıtasındaki Peygamberler

 

Kur'ân, peygamber konusunda, diğer bazı yerlerde genel bir açıklık ve açıklama getirerek her kavme ve her millete daha önce bir peygamber gönderildiğini ve bir ülkeye, ya da kavme peygamber gönderilmedikçe azap edilmiyeceğini haber verirken burada nüfusun çok kalabalık bulun­duğu ve ticarî kervanların haberleşmeyi kolaylaştırdığı ASYA kıtasının önemli bir kesiminde gönderilen ünlü peygamberlerden on sekiz tanesinin isminden sözederek, özellikle Arap Yarımadasında yaşıyan ve bu isimlere pek yabancı olmıyan Arapları uyarmayı amaçlamıştır.

Çünkü Kur'ân her millete ve her çağa seslenen son kitaptır. Araplar onu okuduğunda kendilerine göre nasiplerini alırlar. Başka milletler de okuyunca kendilerine göre nasiplerini alabilecek bir çok âyetler bulabi­lirler. Kısacası Kur'ân hem çok yönlü, hem de her sınıf insana hitap ede­bilecek bir muhteva ve kudrette indirilmiştir. [178]

 

Kronolojik Bir Sira Gözetilmemiştir

 

İlgili âyetlerle on sekiz peygamberden ismen söz edilirken tarih.sıra­sı gözetilmemiştir. Aynı zamanda Resul ve Nebi tertibine de gidilmemiştir;

neden? Bunun cevabı gayet açıktır-. Kur'ân çoğu yerde geçmiş olayları anlatırken de tarihe ve tarih sırasına yer vermez, onu araştırıcı tarihçilere bırakır; çünkü Kur'ân'a göre, olayın meydana geldiği yıl ve gün önemli de­ğil, olayın ibret ve öğüt alınacak noktalan önemlidir. Bu bakımdan olay­ların detayına inmez, onu günlük önemli olayları yazanlara terkeder. Geç­mişten ders ve ibret alıp geleeeğe yön vermemizi emreder; ana fikir verir, insan aklını harekete geçirir; olayları özetleyip bir komprime haline geti­rir; insana düşünme ve araştırma fırsatı verir. Şüphesiz ki bu metot, Al­lah'ın kitabının özelliklerinden biridir.

On sekiz peygamber burada kendilerine sunulan fazl-ü kerem yönün­den sınıflandırılmışlardır. Çünkü her birine ilâhî lûtuftan, başka bir kapı açılmıştır:

a)  Nuh, İbrahim, İshak ve Yakup, sonra gelen peygamberlerin atala­rı olma fazîletini taşımaktadırlar. Çünkü Asya'da gönderilen bütün pey­gamberler bunların soyundandır.

b)  Dâvud  ile Süleyman'a gelince,  bunlara  hem  peygamberlik,  hem hükümdarlık payesi verilmiştir. Bu özellikleriyle diğer peygamberlerden ay­rılırlar.

e) Eyyub peygamber ise, gelen şiddete, inen musibete sabredenlerin başında gelir. Sonra da bu iki mertebeyi,yani peygamberlik ve hükümdar­lık payesiyle birlikte belâ ve musibetlere uğramayı kendinde toplayan Yu­suf Peygamber, adı geçenler üzerine atfedilmiştir.

d)  Musa ile Harun'a gelince, çok çetin mücadele, çok mu'cize ve açık belgeler göstermekle bilinmektedirler.

e)  Zekeriyya, Yahya, İsâ ve İlyas Peygamberler ise, dünyadan el-etek çekip yüzleri daha çok âhirete yönelik bulunmakla ün yapmışlardır. Bu sebeple «SALİH» sıfatıyla anılmışlardır.

f)  İsmail, Elyesa', Yunus ve Lût Peygamberlere gelince, bunlar şe­riatı olmayan peygamberlerdir.

Görülüyor ki Kur'ân, Peygamberleri tarihleri sırasına göre değil, ta­şıdıkları özelliklerine göre sıralamaktadır. [179]

 

Allah'ın Yolu

 

<l9te bun'af Allah'ın doğru yola eriştirdiği kim­selerdir.»

Mealindeki âyetle, peygamberliğe lâyık görülenlerin, doğuştan bu şe­refli hizmete aday yaratıldıkları ve vakti-saati getince ilâhî vahye mazhar kılındıkları belirtiliyor.

Bu sebeple ilim adamlarımıza göre, peygamberlik cahşılarak, zühd-u takva göstererek, öğrenim yaparak elde edinilebilecek bir meslek değildir. Nitekim Şeyh Muhyiddin Arabî de bu hususa ışık tutarak der ki: «Pey­gamber, peygamber olarak; velî de velî olarak yaratılır; bu payeler sonra­dan elde edilir türden değildir.» [180]

 

Sen De Onların Yoluna Uy!.

 

Sen de onların yoluna uy.»

Bu emîr, hidâyet yolunda bulunan Resûlüllah (A.S.) Efendimizin ve da­ha önce gelip geçen her peygamberin de aynı yolda yürüdüğünü hatırla­tır. Bu yo! TEVHÎT = Allah'ı bir bilmenin esaslarıdır. Ayrıca sözü edilen her peygamberin özelliğinin Peygamberimizde kemai derecesinde bulun­duğunu, böylece O bir bakıma bütün peygamberlerin aslı ve her birine su­nulan ilâhî inayetin ve yönelen iltifatın kaynağı sayılır.

O halde olgunluğun bütün incelikleri, şeref ve fazîletin bütün ölçüleri son nebide kemal mertebesinde bir araya gelip bütünleşmiştir.

Bu hususu biraz daha açıklıyaiım :

Nuh Peygamber uzun yıllar müşriklerin saldırısına, eziyet ve cefasına karşı dayanan ve mücadelesini taviz vermeden sürdüren bir peygamber­dir. Bu sıfat Peygamberimizde (A.S.) çok daha belirgindir.

İbrahim Peygamber, çok cömert ve âlicenap bir zatts. İnkarcılarla çok seviyeli, metotlu ve ölçülü bir tartışma ortaya koymuş, günün şartlarına, muhataplarının kültür seviyesine göre mantıkî ve aklî yollara başvurmuş­tur. Bu sıfatlar Resûlüllah (A.S.) Efendimizde doruk noktasında bulunuyor­du.

Yakup ve İshak Peygamberler kıtlık, sıkıntı, belâ ve dert ile yüzyüze gelmiş, her şeye rağmen Hakk'a teslimiyette kusur etmemişlerdir. Bu sı­fatların Peygamber (A.S.) Efendimizde en parlak noktasına eriştiğini gö­rüyoruz.

Davud ve Süleyman Peygamberler, geniş nîmetler içinde şükreden ki­şiler olarak bilinmektedir. Peygamber (A.S.) Efendimiz o kadar genişliğe erişmediği halde hamd ve şükürde grafiğin en üst çizgisinde bulunuyordu.

Eyyub Peygamber, çetin sınavlardan geçen, musibete karşı dayanma gücünü sergiliyen bir peygamberdir. Ama bu sıfat Resûlüllah (A.S.) Efen­dimizde son sınırına erişmiştir.

Musa ve Harun Peygamberler çok çetin mücadele veren. Tanrılık id­diasında bulunan Fir'avn'a karşı çıkan ve sonra da büyük mu'cizeler gös­teren peygamberlerdir. Bu sıfatlar Peygamber (A.S.) Efendimizde son ker­tesine ulaşmıştır.

Zekeriyya, Yahya ve Elyesa' Peygamberler zühd-u takvanın çok ileri merhalesinde bulunuyorlardı. Ayrıca İsrâiloğulları'nın amansız saldırısına hedef olmuşlardı. Bu sıfatlar Resûlüllah (A.S.) Efendimizde kemâl derece­sinde idi.

İsmail Peygamber doğruluk ve teslimiyetin; Yunus Peygamber Allah'a yalvarıp yakarmanın burcunda yer almışlardı. Bu sıfatlar Peygamber (A.S.) Efendimizde Arş'a kadar yükselen bir mâna taşıyordu. Ama hepsi de Hakk'a giden yol üzerinde birer meşale olarak bulunuyorlar, bu yolda yü­rüme bahtiyarlığına erişenlerin önünü aydınlatıyorlardı. O bakımdan bütün peygamberler aynı yol üzerinde bulunmuştur. Ne var ki onlar yaşadıkları çağın ilim, teknik, sosyal ve kültürel yapılarına göre teçhiz edilerek kendi kavimlerine gönderilmişlerdir. Çünkü ulaşım imkânları mevcut değildi. Her millete bir peygamber, bir uyarıcı göndermek gerekiyordu. Dünya millet­leri arasında ticarî kervanlar gelişince son olarak bütün milletlere bir pey­gamber ve bir kitap gönderildi. [181]

 

Kur'ân Bir Öğüt Ve Hatırlatmadır

 

<O (Kur'ân) âlemler için ancak bir öğüt ve hatırlatmadır.»

Her insanın doğuştan ruhuna enjekte edilmiş olan din ve Allah duy­gusu, Kur'ân ile kabuğunu kırıp ortaya çıkabilir. Çünkü insandaki gizli du­ran o sedefin kırılması için çok usta bir çekice ihtiyaç vardır. Elbette ki Al­lah sözü, çekiçlerin en mükemmelidir. İyi kullanıldığı takdirde kimseleri in-çitmeden sözü edilen cevher üzerindeki nefs kabuğunu kırmaya yeterlidir. Her millet ve topluluk ister istemez böyle bir ilâhî araoa muhtaçtır. Ne var ki aracın yararını öğretecek yetenekli din bilginlerine, kıymetli eserlere olan ihtiyaç daha büyüktür.

Kalblerini bu ilâhî araca açık tutmayan Mekkeliler, inkâr ve inatların­da ısrar edince, Kur'ân'a sahip çıkan vekiller olarak Allah Medinelileri gö- Mealindeki âyetle, peygamberliğe lâyık görülenlerin, doğuştan bu şe­refli hizmete aday yaratıldıkları ve vakti-saati gelince ilâhî vahye mazhar kılındıkları belirtiliyor.

Bu sebeple ilim adamlarımıza göre, peygamberlik çalışılarak, zühd-u takva göstererek, öğrenim yaparak elde edinilebilecek bir meslek değildir. Nitekim Şeyh Muhyiddin Arabî de bu hususa ışık tutarak der ki: «Pey­gamber, peygamber olarak; velî de veiî olarak yaratılır; bu payeler sonra­dan elde edilir türden değildir.» [182]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Allah'ın doğru yol üzerinde bulundurduğu ve insan­lıktan yana rahmet olarak gönderdiği peygamberlerden söz edildi. Onların örnek hayatlarının en önemli noktasına dikkatler çekildi. Allah'ın bu rah­metine kulak vermiyen bir milletin en büyük hayır ve saadeti kaybettiğine işaret edilerek inkarcı olmayan milletlere bu rahmet ve şerefin sunulacağı açıklandı.

Aşağıdaki âyetlerle, delilsiz ortaya çıkıp Allah'ın hiçbir kitap indirme­diğini iddia etmenin derin bir gaflet, koyu bir cehalet olduğuna dikkatler çekiliyor. Eğer indirilen kitaplar insanlara sunulmamış olsaydı, âhiret, he­sap, cennet, cehennem ve tek kelimeyle fizik-ötesi âlemlerden kimin habe­ri olabilirdi? sorusu hatırlatılıyor. Kur'ân'ın tükenmez bir feyiz ve bereket kaynağı olduğu belirtilerek ona sarılmanın gereğine işaret ediliyor. [183]

 

Meali:

 

91_ (Yahudiler) Allah insana hiçbir şey indirmemiştir, diyerek Al­lah'ın kadr-u kıymetini, azamet ve kudretini bilip anlayamadılar. De kî: Musa'nın insanlara bir nûr, bir hidâyet olarak getirdiği kitabı kim indirdi? -ki siz onu ayrı ayrı kâğıtlara yazarak kimini ortaya çıkarıp açıklıyorsunuz, çoğunu da gizliyorsunuz. Ne sizin, ne babalarınızın bilmediğiniz şeyler (o kitapla) size öğretilmiştir-. De ki (onu) Allah indirmiştir. Sonra da onları bırak da daldıkları şeyde oynayadursunlar.

92— Bu indirdiğimiz kitap mübarektir; ellerindeki (Tevrat ve İncil'i) tasdik edicidir. Ümmu'l-Kura (Kentler anası Mekke)lileri ve çevresinde­kileri uyarmak içindir. Âhirete imân edenler, namazlarına devam ederek ona da imân ederler.

 

İniş Sebebi

 

Saîd b. Cübeyr diyor ki :

— Tartışmak üzere Peygamber (A.S.)  Efendimize gelen Yahudi bil-

ginlerinden Mâlik b. Sayf'dan Peygamberimiz şunu sordu: «Musa'ya Tev­rat'ı indiren Allah adına and veriyorum, Tevrat'ta, ALLAH ŞİŞMAN BİL­GİNİ SEVMEZ diye bir cümle yazılı değil midir?» Bunun üzerine Mâlik b. Sayf kızdı ve sinirinden Ölçüsünü kaybederek, «And olsun ki, Allah hiçbir insana hiçbir şey indirmemiştir!» demişti. Yanındaki Yahudî arkadaşları, «Ne yapıyorsun?! Allah Musa'ya da mı bir şey indirmemiştir?» diye kına­dıklarında, o yine öfkesinden, «Evet, Allah hiç bir insana hiç bir şey indir­memiştir» diyerek sözünü tekrarlamıştı. Yahudiler bu yüzden onu başkan­lıktan uzaklaştırıp, yerine Kâb b. Eşraf'i getirdiler.

Yukarıdaki âyetler bu sebeple indi. [184]

Bu rivayete bakılırsa, ilgili âyet Medine'de inmiştir. İbn Abbas, Mü­cahit ve İbn Cerîr'e göre, Mekke'de Kureyş müşrikleri hakkında inmiştir. [185]

 

Allah'ı Bilmek

 

 «Allah'ın kadr-u kıymetini, azamet ve kudretini anlayamadılar.»

Allah'ı, O'nun kudretinin sınırsızlığını, kâinattaki câri kanunlarını, var­lık âleminin her parçasına yerleştirilen hikmetlerini hakkıyla bilip takdir et­mek; şüphesiz ki çok sağlam bir bilgi ve köklü bir imân işidir. Bu iki değer ölçüsüne lâyıkıyla sahip olamıyanlar, Allah hakkında çok yanlış ve o nis-bette sakat düşünce ve inanç taşırlar, Tıpkı sözü edilen Yahudî din adam­ları gibi, işlerine gelmediği zaman, «Allah insana hiçbir şey indirmemiştir» diyecek kadar şaşkınlık göstermişlerdir.

Allah'ın her varlığın önünde gizli üstün hikmetini, geniş rahmetini, her şeyi kapsayan sınırsız ilmini bilen ve anlayan; kudretinin açık belgelerini kendi yaratılışında ve varlığın her zerresinde idrâk eden kimse, hiç tered­düt etmeden O'nun her şeyi en güzel ve en mükemmel ölçü ve anlamda yarattığını bilir ve inanır ve insanı -diğer canlılara nisbetle- çok yetenekli kıldığını doğrular. Unutmayalım ki, ilâhî kudretin insan ruhuna sunduğu yeteneklerin pek çoğunun mahiyetini, gerçek sebebini, oluş ve işleyiş tar­zını, yöntemini ilim henüz tamamen çözmüş değildir. Her şeyi bir yana bı­rakalım sadece içimizdeki düşünce ve hafızayı ele alalım: Belirli bir ener­ji sarfına sebep olmadan içimizde yaşıyan bu acayip iki kudretin mahiye­ti nedir? Canlı maddenin içinde geçen bu iki olay, dünyanın en büyük kud­reti ve Allah'ın varlığının en parlak belgesi değil midir? Hemen belirtelim ki, yeryüzü hattâ uzay, düşünce sayesinde akıt almaz değişikliklere uğra­maktadır. Birçok büyük filozof hayatını bu gibf~meseleleri çözmeye ver­miş, yine de sonuca varamamıştır. En sağlam, en doyurucu bilgiyi Peygam­berler (A.S.) getirmiştir, çünkü onlar fizikötesinden alıp öylece konuşmuş­lardır. Geri kalan ilim adamları ve filozoflar ise, aklın sınırında takılıp kal­mışlar, bu sebeple doyurucu ve sağlam bilgi verememişlerdir.

İşte bu yüce kudretleri içimizde yaratan O sonsuz kudreti hakkıyla bilip anlamamız düğümü ancak çözebilmiştir. Ne yazık ki, insanların çoğu böylesine sonuoa eriştirici çözüm yolu varken sırf kendi aklına güvenerek başka yollara sapmış ve büsbütün kendini kurtuluşu zor çıkmazlara sok­muştur. Oysa akıl henüz fizik âlemini çözememiştir; nerede kaldı fizik-ötesine nüfuz etmesi.. Akıl henüz insanın yaratılışının sır ve hikmetini an­layamamış ve ilk insanın nasıl meydana geldiğini çözememiştir, nerede ölüm ötesinden, kıyametten söz edebilmesi? Akıl henüz kâinatın büyük­lüğünü, galeksi ve kehkeşanların sırrını anlayamamıştır; onun ötesini an­laması mümkün mü? Akıl insanın fizikî yapısının bütün esrarına kapı aça­mamış, nerede ona kumanda eden ruhu idrâk edebilsin?. [186]

 

Tevrat'ın Ayrı Ayrı Kâğıtlara Yazılması

 

«Ki siz Onu ayrı ayrı kâğıtlara yazarak kimini ortaya çı-karıp açıklıyorsunuz; çoğunu da gizliyorsunuz.»

Kur'ân, İsrâiloğulları için bir ışık ve Hakk'a uzanan dosdoğru bir yol niteliğinde olan Tevrat'ın Musa Peygamberden sonra mevcut Levhalar­dan istinsah edilirken dağınık biçimde ayrı ayrı kâğıtlara yazıldığını, bu sı­rada bazı önemli belgelerin gizli tutulduğunu açıklıyor. Özellikle son nebî ile ilgili birçok belgelerin istinsah edilirken hazırlanan nüshaya alınmadığı anlaşılıyor. Gerçi ilk anda Tevrat'ın aslı Levhalar üzerinde yazılı bulundu­ğu için işin sonunun nereye varacağının farkına belki varılmamıştır. Ama İsrâiloğullan'nın esaret ve zillet devri başlayınca Levhalar kaybolmuş, el­lerinde sadece yazdıkları kâğıtlar kalmıştır. Böylece Allah sözünün Levha-lardaki aslı ve tamamı sıhhatli biçimde korunamamış ve bu yüzden âhi-retle ilgili bütün bilgiler de unutulmuştur.

En son indirilen Kur'ân, hem Tevrat'ın, hem İncil'in aslını tasdik eder; meydana gelen önemli değişikliği ve unutulan belgeleri haber vererek tas­hihe yönelir. Çünkü Kur'ân az kelimeyle çok şey anlatan, sayısız hüküm­ler, ana fikirler, kıssalar, uyarılar ve müjdeler getiren ve bütün bunları bir feyiz pınarı gibi durmadan akıtan çok bereketli ve çok mübarek bir kitap­tır. [187]

 

Ümmü'l-Kurâ  =  Kentler Anası Mekke

 

«Bu indirdi­ğimiz kitap mübarektir; ellerindeki (Tevrat ve İncil'i) tasdik eder. Ümmü'l-Kurâ (Kentler anası Mekke)lileri ve çevresindekileri uyarman içindir.»

Mekke'ye ÜMMÜ'L-KURA denilmiştir. Bu, o mübarek beldenin sıfat ve isimlerinden biridir. KENTLER ANASI anlamına geiir. Son dinin ve onun kitabı Kur'ân'ın daha önceki dinler ve kitaplarla mukayese edilemiyecek kadar genellik arzettiğine işaret ediliyor; aynı zamanda Tevrat ve İncil'in daha çok İsrâiloğullan'na gönderilen, onları aydınlatan bir nur, doğru yo­lu gösteren bir rehber olduğuna dikkatler çekiliyor. Kur'ân ise, hem kent­ler anası sayılan Mekkeiileri, hem de bu ana merkeze yüzçeviren bütün dünya milletlerini aydınlatan bir nur, doğru yolu gösteren bir hidâyettir.

Dünya nüfusunun çoğunun yaşadığı Asya ile Afrika arasında tampon olarak merkezî bir durum arzettiği, kuzey yarımkürenin denizlerle kara par­çası arasında, Amerika kıtasının orta kesimiyle aynı enlemler üzerinde yer aldığı, yeryüzünde Allah'a ibâdet için ilk mabedin burada yapıldığı ve bu mabedin yeryüzündeki bütün inanmışlara kıble ta'yîrı edildiği dikkate alı­nınca, MEKKE'ye neden ÜMMÜ'L-KURA (Kentler Anası) denildiğinin se­bebi rahatlıkla anlaşılır.

Nitekim son peygamberle, son kitabın da Ümmu'l-Kurada parıldayıp dünya milletlerine müjdeci ve uyarıcı, yo! gösterici ve rahmet saçıcı ola­rak gönderildikleri, En'âm Sûresi 119, Furkan Sûresi 1, Sebe1 Sûresi 28. öyetleriyle açıklanmaktadır. [188]

 

İbrahim - Mekke - Kur'ân

 

Başta Kur'ân olmak üzere indirilen kitaplar daha çok üç önemli amaca yöneliktir: TEVHİT doğrultusunda Allah'ın varlığını, birliğini, eşinin, benze­rinin ve denginin olmadığını öğretmek; Peygamberliğin anlamını, yararını ve lüzumunu belirtmek; Kıyametin ikinci hayat olarak hazırlanmasının se­bep ve hikmetini açıklamak.

İşte bu üç ana tema, bütün hayır ve faziletlerin kaynağı, niçin yaratıl­dığımızın hikmeti, kâinatın var kılınmasının asıl sebepleridir.

İlgili âyetlerle bu üç ana hedefe dikkatler çekiliyor. Öyle ki bundan önceki âyetlerle de İbrahim'in peygamberliği anlatılırken O'nun, A'lah'-ın varlığını ve birliğini delillerle açıkladığına yer verildi. Sonra âhfrete imâ-

nın anlamı üzerinde duruldu. Arkasından Tevrat'ın da aslında bu amaca yönelik bir nur ve hidâyet olduğu belirtildi. Sonra da Kur'ân'ın çok müba­rek bir kitap olmasından söz edilerek, hayır ve yararının çokluğu, feyiz ve bereketinin sürekliliği belirtildi ve böylece her iki kitabın da bu açıdan bakılınca, yukarıda sözü edilen Tevhît İnanci'nı işlediğinin görülebileceği­ne işaret edildi. [189]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle Kur'ân'ın çok feyizli, bereketli, doğru yola gö­türücü bir kitap olduğunda ve her sözüyle Allah'tan indirildiğinde hiç şüphe bulunmadığı açıklandı. İnsan kafasından bu kadar düzenli, ahenkli, tu­tarlı,'hikmetli ve hatasız bir kitabın çıkmıyacağına işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle Kur'ân'daki bunca ilâhî kudret ve hikmeti görme­yip, kendisine vahiy indiğini veya istediği takdirde Kur'ân gibi bir kitap ya­zabileceğini idda edenlern ne kadar büyük bir haksızlık içinde oldukları belirtiliyor; bu yüzden onları horlayacak, aşağılayacak bir azabın beklen­diği haber veriliyor. Sonra da ikinci hayata kalkış hakkında bilgi verile­rek inkarcılar uyarılıyor. [190]

 

Meali:

 

93— Allah'a karşı yalan uydurandan veya kendisine hiçbir şey vah-yedilmediği halde, «bana vahyolundu» diyenden ve «Allah'ın indirdiği gibi ben de (âyetler) indireceğim» söyliyenden daha zâlim kim vardır?

O zalimleri ölümün şiddetli dalgalanması içinde meleklerin ellerini uzatıp «çanlarınızı çıkarın, Allah'a karşı haksız söylediklerinize ve O'nun âyetlerine karşı büyüklük taslamakta olduğunuza karşılık bugün horlayıçı alçaltıçı azap ile cezalandırılacaksınız!» (derlerken) bir görsen.

94— Şanıma and olsun ki, sizi ilk yarattığımız gibi, bize bir bir geldi­niz ve size verdiğimiz nimetleri arkanızda bıraktınız. Aranızda, (Allah'a) ortak olduğunu iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi beraberinizde göremiyoruz. And olsun ki, aranızdaki bağlar kopmuş ve iddia edip durduğunuz (her şey­ler) sizden ayrılıp kaybolmuştur.

 

İniş Sebebi

 

Katade'ye göre,  bu âyet,  Peygamberlik  iddiasında  bulunan yalancı Müseyleme hakkında inmiştir.

Adı geçen, kendisine vahiy indiğini iddia ederek halkı aldatmaya ça­lışmış ve bu arada Resûlüllah (A.S.) Efendimize iki de elçi gönderecek ka­dar işi azıtmıştı. Gelen elçilere, Peygamber (A.S.) Efendimiz: «Siz, Müseyleme'nin peygamber olduğuna şehadet ediyor musunuz?» diye sor­duğunda, onlar hiç çekinmeden, «Evet...» diye cevap verdiler. Bunun üze­rine Peygamber (A.S.) Efendimiz, «Eğer elçileri öldürmek âdet olsaydı, herhalde sizin boynunuzu vurdururdum!» buyurdu. [191]

«And ofsun ki, insanı süzülmüş bir çamurdan yarattık.»

Mealindeki Mü'minûn sûresi 12. âyet inince, Resûlüilah (A.S.) Efen­dimiz vahiy kâtiplerinden ve aynı zamanda Hz. Osman'ın süt kardeşi olan Abdullah b. Sarh'i çağırıp âyeti ona yazdırdı ve «Son­ra da onu bambaşka bir yaratık yaptık.» âyetine gelince, Abdullah b. Sarh insanın yaratılışını tasvir eden bu âyetin taşıdığı yüce anlam karşısında hayretini ifade ederek «Yaratanların en gü­zeli olan Allah ne yücedir, ne mukaddestir ve O çok mübarektir!» dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, o cümleyi de yaz, çünkü inen âyet bu şekilde bana vahyedildi.» buyurdu.

Abdullah b. Sarh'in kafasında birtakım şüpheler belirdi ve kendi ken­dine, «Eğer Muhammed doğru bir kimse ise, ona vahyolunan bana da vah­yolundu. Eğer yalancı ise, onun dediği gibi ben de söyledim» şeklinde dü­şünerek İslâm'dan- çıktı ve kaçıp müşriklere iltihak eyledi.

Kelbî'nin İbn Abbas (R.A.)dan yaptığı rivayete göre, 93. âyet onunla ilgili olarak inmiştir. [192]

 

İlgili Hadîsler

 

«Uyuduğum bir sırada yeryüzünün hazineleri bana verildi. Bu arada elime altundan iki bilezik konuldu. Bunu oldukça önemsedim, derken onlara üflemem emredildi. Üflediğimde ikisi de uçup gitti. Bunları aralarında bu­lunduğum iki yalancıyla yorumladım: (San'a sahibi el-Esved el-Anesî ve Yemame sahibi Müseyleme).» [193]

İbn Abbas (R.A.) diyor ki :

— Resûtüllah (A.S.) Efendimiz kalkıp bize öğüt verdi ve özetle şöyle buyurdu : «Ey insanlar! Şüphesiz kî sizler yalınayak, çırılçıplak, sünnet ol­madık bir halde Allah'a haşrolunacaksınız. (Yaratmaya ilk başladığımız gi­bi -verdiğimiz bir va'd olarak- onu tekrar iade edeceğiz. Her halde biz (bu­nu) yapıcılarız.) âyetinde buyuruiduğu gibi..» [194]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz buyurdu ki:

«İnsanlar yalınayak, çırılçıplak ve sünnet olmadık bir halde haşrolu-nacaklardır.»

Bunun üzerine Hz. Âişe (R.A.) «Ya Resûlellah! erkeklerle kadınlar bir­likte birbirlerine bakar vaziyette mî?...» diye sorunca, Peygamber Efendi­miz, «Durum bu gibi şeylere ilgi duyulmayacak kadar şiddetlidir (ve kor­kunçtur).» buyurdu.[195]

 

Üç Ayrı Sapıklık Ve Çılgınlık

 

«Allah'a karşı yalan uydurandan...... daha zâlim kim vardır?»

Bazan insan çevresinden ilgi görünce, yavaş yavaş değişmeye baş­lar; ilgi artınca değişme de ona orantılı olarak kendini hissettirir. Bir gün gelir olmadık iddialarda bulunmaya, kendisini olduğundan fazla göster­meye başlar. Buna birkaç örnek vermemiz gerekirse, 19. asırda Hindis­tan'da ortaya çıkan Mirza Gulâm AHMED KADIYÂNÎ'yi ve yine aynı asır­da İran'da ortaya çıkan Babilik - Bahailik fikrinin öncülerinden Şiraz'lı Mirza Ali Muhammed Rıza'yı gösterebiliriz. Önceleri din adına birer mür­şit hüviyetiyle ortaya çıkan bunlar, İslâm'ı bölüp parçalamak istiyen ya­bancıların da desteğiyle çok geçmeden MEHDÎLİK iddiasında bulunmuş, halk üzerindeki tesir çemberleri iyice genişledikten ve kendilerini kabul ettirdikten sonra peygamberlik iddiasında bulunma cesaretini kendilerin­de bulmuşlardır.

Diyebiliriz ki, hemen her devirde buna yakın bir takım akımlar ortaya çıkmıştır ve çıkmaya devam edecektir. Günümüzde kendini MÜRŞİD-İ K­MİL ilân edip tamamen Peygamber sünnetinin dışına çıkarak saf Müslü­manları aldatıp çevresinde toplayanlar eksik değildir. Bunların bir kısmı, İslâm'ı bozmada daha çok yetenekliyse yabancı ülkelerden de yardım gör­mektedir. Tarikat adı altında Kitap ve Sünnetin dışına taşıp din adına ak­la hayale gelmedik şeyler uyduranların, namaz ve benzeri ibâdetlere ge­rek olmadığını basit mantıkî yollarla anlatanların çoğunun ciddi hiçbir tahsili yoktur. Bir âyet, ya da hadîsi ilmî ölçülerle çözüp anlayacak ve an­latabilecek bilgiye sahip değillerdir. Ne yazık ki, yeterince İslâm kültürü al­mayan aydınlarımızdan bir kısmı bu cahillerin önünde eğilmekte ve onu kendine bir kurtarıcı seçip manevî boşluğunu doldurmaya çalışmaktadır­lar.

İşte Kur'ân ilgili âyetle bu sapık ve şaşkınları üç grupta toplamakta­dır :

1.  Kendilerini olduklarından fazla gösterip Allah'a karşı yalan uydu­ranlar.

2.  Kendisine hiçbir suretle vahiy inmediği halde, kendini peygamber göstermek için bana da vahiy iniyor, diyenler.

3.  Kur'ân'a bilgisizlik gözlüğüyle bakıp, ben de bunun gibi sure ve âyetler yazabilir, ortaya koyabilirim diyen şaşkınlar.

Resûlüllah jA.S.) Efendimiz devrinde bu üç ayrı tip şaşkın ve sapık­lar ortaya çıkmış, ondan sonra da günümüze kadar değişik metot ve am­balajlarla her devirde sahneye çıkanlar eksik olmamıştır.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz devrinde Yemame'de Müseyleme, San'a'-da Esved el-Anasî gibi yalancılar çıkıp bize de vahiy iniyor, diyerek bir­takım garip iddialar, uydurma âyetler ortaya atmışlardır.

Günümüzde Kur'an in çok kısır terceme ve meallerine bakarak onu küçümseyen, aslına yönelip ciddi hiçbir ilmî araştırma yapmayan bazı eli kalem tutan kişilerin, «Kur'ân'da sanıldığı gibi önemli fikirler yoktur. On­dan daha mükemmelini yazmak her zaman mümkündür» diyenler bulun­duğu gibi, «Bu yalnız cahil Araplara göre hazırlanmış bir kitaptır» diye her türlü bilimsel görüşten uzak iddialarda bulunanlar da eksik değildir.

Evet, dün Peygamberimize (A.S.) vahiy kâtipliği yapan ve aklına ge­len bir cümlenin inen vahye uyması üzerine büyük bir şaşkınlık içinde din­den çıkan Abdullah bin Sarh ne ise bunlar da odur. İnsan kafası ve kalbi bu derece bilgisizlik bataklığına saplanıp kalınca, artık onun hesabı kıya­mete kalır.

Kur'ân bu şaşkınların ölüm devresini başlangıç kabul edip, birkaç saf­hada çok duyarlı ve uyarıcı bir üslûpla işin sonunun nereye varacağını sergilemektedir. Peygamberlere verilmiyen yetkilere sahip olduklarını, ölüm anında imânı kurtaracaklarını iddia eden şefaatçilerin nasıl bir hüs­rana uğrayacakları, ilk yaratıldığı gibi herkesin bir bir Allah'ın huzuruna gel­diği gün belli olacaktır. Artık orada her fert kendi ameliyle başbaşa kalıp halkı ifsat edenler de aldattıklarından kaçacaklardır. [196]

 

İlk Yaratıldığımız Gibi

 

«Şanıma and olsun ki, sizi ilk yarattığımız gibi bize bir bir geldiniz...»

Kur'ân burada ikinci hayata kalkışın portresini çiziyor. Ayakkabı na­sıl ayağın şeklini alırsa, bedenlere giren her ruh da girdiği bedenin şekli­ni alır. Eskiyen bedeni attıktan sonra bir süre ruhlar âleminde eyleşir, ikin­ci bir beden yine aynı biçimde hazırlanır ve ruh ilk bedende aldığı şekliyle ikinci bedene rahatlıkla yerleşir.

Doğduğumuzda nasıl çıplak idiysek, beraberimizde nasıl bir makam ve mevki, mal ve servet, put ve şefaatçi bulunmuyorduysa, ikinci hayata da öylece adım atacağız.

O halde batıp yokluğa karışan fânilere dayanıp güvenmek büyük bir gaflet değil midir? İnsana yakışan, kendi yaratılışındaki o yüksek sanatı görüp asıl sanatkârına yönelmek, ona güvenip dayanmak değil midir? Dün­yada ruhumuza sunulan beden âletini nerede, nasıl, niçin kullanmak ge­rekiyor? Bunu bilmemek, düşünmemek cehaletin en kötüsüdür. Çünkü her âlet bir ödev, yararlı bir hizmet yapmak içindir. Ruh, beden aletiyle hakiki maarife, yüae ahlâka, ilâhî dine yönelmek için yaratılmıştır. Kendisine ve­rilen âleti bu amaç için kullanmıyanlardan bir gün o âlet elbette geri alı­nacaktır. İşte o zaman derin bir pişmanlık, hasret ve üzüntü için için ken­dini hissettirecek, ama dönüşü mümkün olmayan bir noktaya varılmış olacaktır.

İlâhî beyân, rahmet havası içinde bizleri aydınlatıyor. Âyetler birer in­ci misali gözler önüne seriliyor. Hiç yok iken yaratılan insanın ikinci kez yaratılmasının hiç de güç olmıyacağına işarette bulunuluyor. Böylece kalb-leri saran'nefsin kesif perdesi yırtılmak isteniyor. Sadece fizik alemiyle haşır-neşir olan akla fizikötesinden kapılar açılıyor. [197]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle kendini Allah'a veya peygambere denk tutanların şaş­kın halleri, kıyamette kendilerine çok kötü bir sonuç hazırladikları belir­tildi.. Öldükten sonra -ilk yaratıldığımız gibi- birer birer dirilip kalkacağımız, bu nedenle dünyada ilâhlaştırılan putlar ve şahıslarla bütün bağların ko­pacağı, herkesin kendi ameliyle başbaşa kalacağı hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, yegâne yaratıcı olan Allah'ın varlığına ve birliği­ne açık biçimde delâlet eden dane ve çekirdeğin içinde nasıl bir hayat unsuru taşıdığı, küçük bir çekirdekten büyük ağaçların vücut bulduğu açık­lanıyor. Bununla insan aklına ışık tutuluyor ve hiçbir şeyin tesadüfi olma­dığı bilhassa belirtiliyor. Kâinatın şaşmayan mutlak bir düzen içinde bu­lunduğu hatırlatılarak yıldızların yön tayininde ne kadar şaşmaz ölçüler verdiğine dikkatler çekiliyor. [198]

 

Meali:

 

95—  Şüphesiz ki Allah taneyi ve çekirdekleri (yeniden hayat verip yeşertmek'için) çatlatıp yarandır. Diriyi ölüden çıkarır; ölüyü de diriden çıkarandır. İşte Allah bu! (Hak'tan) nasıl ve neden (oluyor da) döndürü­lüyorsunuz?!

96—  O, sabahı (karanlıktan) yarıp çıkarandır. Geceyi de dinlenip sü­kûnet bulma dönemi kılmış; güneş ve ay'ı hesap üzere yaratıp düzenlemiş­tir. İşte bu yegâne üstün olanın ve her şeyi hakkıyla bilenin takdiridir.

97—  Kara ve deniz karanlıklarında yolunuzu bulmanız için yıldızları düzenlemiştir. Gerçekten biz, âyetlerimizi bilip anlayan bir millet için açık açık belirttik.

 

Tane Ve Çekirdek

 

 «Şüphesiz  ki Allah taneyi ve çekirdeği hayat verip yeşertmek için) çatlatıp yarandır.»

Bitki hücresinde yuvarlak, oval mercimek biçiminde bir cisimcik var­dır. Buna çekirdek adı verilir. İlâhî kudret bu çekirdeği gayet inee bir zar­la korumaktadır. Bu zarın içinde ayrıca proteinden taneler yaratmıştır, Bunlara ilim dilinde MİSKET denir.

Çekirdek içinde ayrı olarak KROMATİN denilen bir ağ yapısı vardır. Hücre üremek üzere ikiye bölündüğü sırada KROMATİN bir takım iplikler durumunda çözülür. Bunlar o türün soy karakterlerini taşıyan hayatî un­surlardır.

Şimdi soruyoruz: Her bitkiyi, yine kendine benziyen aynı çeşit bir bit­ki meydana getirmeye zorlayan bu cevher nedir? Hücre çekirdeği içinde saklı olan bu ilâhî sır ve kudret, hayatın en büyük mu'cizelerinden ve ya­ratanın varlığına, yüce kudretine delâlet eden en açık belge değil midir? Hayatı bu kadar ince hesaplarla ve akıllara durgunluk veren biçimde dü­zenleyip koruyan maddenin kendisi midir? Şuursuz bir madde bu kadar ölçülü, hesaptı ve düzenli hayat sırrını nasıl oluşturabilir? Bu mümkün mü­dür?

İşte Kur'ân'ın ilgili âyetinde, taneyi, çekirdeği yaran Allah'tır, denilin­ce, O'nun hücre çekirdeğine yerleştirdiği hayat sırrının değişmiyen bir ka­nunla belli ortam ve şartlarda harekete geçmesi ve türünün özelliğini ay­nen koruyup yeşermesi hatırlatılmaktadır.

Hayatın sırrını taşıyan hücre çekirdeği ve hücre duvarıyla bitişik olan ve birçok madensel unsurları taşıyan EKTOPLAZMA, hücre bölünmeden önce ölü bir devredir. Şartlar bir araya gelince, hücre üremek üzere ikiye bölündüğünde, diri ölüden yaratılmaya başlar. Kur'ân bunu şu cümleyle tasvir ediyor: «Allah diriyi ölüden çıkarır.»

Bitkinin yeşerip büyümesi devresinde ise, yeniden çekirdeğin, ya da tanenin oluşması, diriden ölünün çıkarılmasıdır ve bu kanun şaşmadan sürüp gider.

Gerçek bu olunca, hayatın belirtilen sırrını fark edip de onu belli ka­nunlarla düzenleyen Allah'tan ve indirdiği Kitap'tan yüzçevirmek ne büyük cehalet ve ne şaşkınca bir gaflettir!. [199]

 

Sabahı Yarıp Çıkaran

 

»Of sabahı (karanlıktan) yarıp çıkarandır.»

Bu, dünyanın, biri güneşin etrafında, diğeri kendi ekseni etrafında iki ayrı hareketine işarettir. Ayrıca dünyanın bir de güneş sistemiyle bir­likte bir üçüncü hareketi daha vardır.

Yüce kudretin canlı ve bitkilerin yaşayıp gelişmesi, dinlenip varolma­sı için dünyayı böylesine bir hareket kanununa bağladığını temel bilgi olarak vermektedir. Görülüyor ki, dünyanın hareket halinde olduğunu açık-

layan birçok âyetler vardır. İlmin bu husustaki tesbit ve başarısı ise, çok sonraları gerçekleşebilmiştir. [200]

 

Güneş Ve Ay'ı Hesap Üzere Yaratmıştır

 

 «Güneş ve ay'ı da hesap üzere yaratıp düzenlemistir.»

Ay, dünyanın uydusudur. Bilindiği gibi 384.000 kilometre uzakta bulu­nuyor. Dünyamızdan elli defa küçüktür. Saatte 3600 km. hızla yol almak­tadır. Dünya ise güneşin etrafında başdöndürücü bir hızla dönerken, ay da onu takip eder ve bu arada dünyanın etrafında 29 günde dönecek za­man bulur. Bu küçük uydu, dünyamızın etrafında dönerken kendi etrafın­da da 29 günde döner ve dünyaya hep aynı yüzünü gösterir. Onun bütün bu hareketleri ve kendine has yörüngede seyretmesi belli hesaplara, de­ğişmeyen kanunlara göre yaratılmıştır.

Güneş, dünyamıza 149,5 milyon km. uzaktadır. Sıeak gazlardan mey­dana gelmiştir. Dünya ile arasındaki mesafe ve dünyanın güneş çevresin­de bir elips çizip dönmesi de çok inee hesaplara dayanmaktadır. Bu me­safe biraz az veya fazla olsaydı, bugünkü hayat olmazdı. Konulan düzen tamamen'matematik ve fiziğe dayalı bir tablodur; şaşmadan sürüp gitmek­tedir.

Gökadada sayısı belirsiz yıldızlar yer almıştır. Milyarlarca yıldızdan bir kuşak oluşturan SAMANYOLU gibi daha kim bilir nice kuşaklar var­dır.

Yıldızların konumlarına, özelliklerine göre, düzenli biçimde hareket halinde oldukları da bilinmektedir. Böylece gökadanın tamamının dön­düğü ve hareket halinde olduğu tesbit edilmiştir.

Bu düzenli hareket sayesinde ve dünyamızın da düzenli üç ayrı ha­reketiyle gerek takım yıldızlardan, gerekse parlak yıldızlardan yönümüzü tayin etmemiz mümkündür.

Kur'ân bu gerçeği belirtirken Özellikle önemli bir noktayı hatırlatıyor: Yıldızlar ve gökada çok düzenli ve her takım ya da kuşak özel biçimde ha­reket halinde bulunuyor; her gün aynı yıldızlan belli ve belirli kesimlerde görmek mümkündür. Milyarlarca yıldızı düzenli hareket ettiren ilâhî kud­retin şaşmazlığı ve her yıldızın da hareketinin en ince matematiksel ölçü­lere, en duyarlı fiziksel kanunlara bağlı bulunduğu kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor.

Aklını ve ilmini bilerek kullanan bir millete, Allah'ın varlığına ve kud­retinin yücelik ve sınırsızlığına delâlet eden belgeler, ana fikirler ne gü­zel sıralanmaktadır!. [201]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

Felk - Fark - Fetk : Yarıp çatlatmak anlamına gelir. İnfilak da felk kökünden alınmadır.

Habb:   Buğday ve benzeri tanelere verilen cins isimdir. Neva:   Nüvatın çoğuludur; çekirdekler demektir.

Hisab ve Hüsbân : Saymak, hesaplayıp sonuç çıkarmak an­lamına gelir. Matematiksel esaslara göre, varlığını sürdüren eşya hakkın­da da kullanılır; ilgili âyette olduğu gibi. [202]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle Allah'ın varlığını kanıtlayan belgeler sıralan­dı. Aşağıdaki âyetlerle de başka belgelerden söz edilerek insan aklına ışık tutuluyor ve insan idrâkini kamçılar mahiyette fizikötesine ve fizik âlemine dikkatler çekiliyor. [203]

 

Meali:

 

98—  O ki, sizi bir tek nefsten meydana getirdi. Bir karar yeri, bir de emanet yeri vardır. Gerçekten biz anlayışlı olan bir millete âyetlerimizi bir bir açıkladık.

99—  O ki, gökten su indirdi de onunla her şeyin bitkisini çıkardık; on­dan da yeşillikler çıkardık; ondan da birbiri üzerine sıralanmış daneler çı­kardık. Hurma tomurcuğundan sarkan salkımlar; üzümlerden bağlar, bir­birine benzer ve benzemez zeytin ve nar çıkardık. Meyve verdiklerinde meyvelerine ve olgunlaşmış durumuna bir bakın! Şüphesiz ki bunlarda ina­nan bir millet için açık belgeler vardır.

 

Bir Nefsten İnşâ

 

«O ki sizi bir tek nefsten meydana ge­tirdi..»

İlgili âyetle, ilk insan Adem Peygamberin yaratılış şekli ve   niteliği tasvir edilmekte, NEFS-İ VAHİDE deyimiyle, onun madde ve ruhtan oluştuğuna  işaret edilmektedir.  Çünkü   nefs   tabiri,  maddeyle  ruhun  mec-muuna verilen bir isimdir.

Bakara ve Nisa sûrelerinde ilk insanın yaratılışı HALAKA = Yarattı fiiliyle ifâde edilirken, burada ondan meydana gelen nesil için ENŞEE fii­li kullanılmıştır. Birincisi, geçmişte bir model ve örnek olmaksızın yoktan yaratıp var kılmak mânasında yaygındır. İkincisi ilk başlangıcı söz konusu olmaksızın yaratıp yavaş yavaş terbiye ederek geliştirmektir.

O halde, İNŞÂ'da :

a)  Bir şeyi icat ve yaratma,

b} Yavaş yavaş terbiye etme,

c) Geliştirip kemâle erdirme mânaları yaygındır. Böylece HALAKA fiiliyle, ilk insanın Âdem olduğu, geçmiş bir örnek ve model olmaksızın -bizim bilmediğimiz «ol!» emri kanunuyla- yaratıldığı açıklanıyor. ENŞEE fiiliyle, diğer insanların yaratılmasında Âdem ile Havva'nın menşe' olduğu belirtiliyor. Ayrıca her doğan, insanın ciddi bir terbiyeye muhtaç bulundu­ğuna dikkatler çekiliyor. Türden türe geçişin sözkonusu olamıyacağına, tekâmülün her türün özelliğine göre değişmiyen bir kanunla sürüp gitti­ğine işarette bulunuluyor. [204]

 

Müstakar - Mustevda'

 

Bir  karar yeri, bir de emanet yeri.»

Diye çevirisini yaptığımız bu iki tabir, okunuş tarzına göre, bir takım değişik mânalara delâlet eder:

«Mustakirr» şeklinde okununca, kiminiz istikrar halinde, kiminiz de bir emânet halindesiniz, demektir. O halde «mustekarr» şeklinde okuna­cak olursa, mimli masdar veya ism-i mekân olur ki, «her birinizin bir is­tikrar haliniz, bir istikrar yeriniz ve bir de emanet yeriniz vardır» mânası ortaya çıkar.

Bu farklı duruma göre, hepiniz bir tek nefsten yaratıldınız, ama:

a)  Her birinizin baba sulbünde bir karar yeri, ana rahminde bir emâ­net yeri ya da devresi vardır.

b)  Kiminiz dünyaya gözünü açıp istikrar buldu, kiminiz ana rahmin­de emanet olarak beklemekte.

c)  Kiminiz dünyada emânet olarak bulunuyorsunuz. Kiminiz de ölüp kabirde karar kıldınız.

Böylece Kur'ân'da bu iki ayrı deyimle ilk insanın yaratılışıyla ondan üreyip dünyaya gelen insanların yaratılışı hakkındaki kanunların değişik olduğuna; Âdem için sperm ile ana rahmindeki yumurtalığın söz konusu olamadığına, ama onunla Havva'dan üreyen insanlar için döllenme kanu­nunun söz konusu bulunduğuna dikkatler çekiliyor.

Gerçekten anlayabilen bir millet, bir topluluk için bunda Allah'ın var­lığına ve kudretinin yüceliğine delâlet eden acık belgeler vardır. [205]

 

Gökten Su İndirdi

 

«O ki, gökten su indirdi de...»Bu söz ilk bakışta fazla bir anlam taşımıyor gibi görünürse de aslın­da çok önemli bir konuya parmak basılarak insan aklına ışık tutuluyor ve eserden müessire, plândan plânlayana, programdan programcıya geçiş sağlamayı amaçlıyor. Kur'ân bu âyetle, daha çok bulutların belli kanun­larla oluşmasından sonra yağmur olarak yeryüzüne inmesinin, kâinatı şaş­mayan sünnetiyle yönetip düzende tutan Allah'ın kudretinin yüceliğini yan­sıtan açık bir âyet anlamı taşıdığını belirtmektedir. Hiçbir şeyin kendiliğin­den, plânsız, programsız, sebepsiz varolmayacağı kesindir. Varlık âlemi­nin her parçasının kendine has illet ve sebeplerle oluştuğu ise, muhakkak. Sebep ve illetleri, bilinen bilinmiyen kanunlarla belli düzende oluşturup harekete geçiren kimdir? İşte Kur'ân bu sorunun cevabını vermektedir. [206]

 

Allah'ın Varlığına, Birliğine Açik Belgeler

 

 «Şüphesiz  ki  bunlarda   inanan  bir  millet için açık belgeler vardır.»

Kur'ân ilgili âyetle, insanın yaratılışındaki kademeli safhalarına, son­ra da bitki ve meyvelerin tohum ve çekirdekten kademeli biçimde yeşerip meydana geldiklerine ve bu arada meyvalann oluşup olgunlaşmasına dik­katleri çekiyor; insan aklına ve idrâkine ışık tutuyor. Bir imalat varsa, mut­laka bir imalatçı vardır, diyor. Her iki ayrı cinsin oluşup varlık alanına çık­masının belirli ve ölçülü kanunlara dayandığını hatırlatıyor. Tesadüflerin bu kadar düzenli, plânlı ve programlı sonuçlar doğuramıyacağını ön fikir anlamında haber veriyor.

Şüphesiz ki, bunlarda inanan bir topluluk, bir millet için açık belgeler vardır. Allah'ı arayan, onu her yerde, her varlıkta görebilir. Çünkü her varlık O'nun eseri, her şey O'nun varlığının ve kudretinin habercisidir; her şey O'nun damgasını taşımaktadır.

«Vardır her şeyde akla ışık tutan açık bir belge, Yaratanın varlığını yansıtır, dinle ve anla..» [207]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretinin sı­nırsızlığına delâlet eden fizik âleminden belgeler açıklandıktan ve yara­tılıştaki mutlak düzen, plân ve programa dikkatler çekildikten sonra, aşa­ğıdaki âyetlerle bu defa fizikötesi varlıkların Allah'a ortak koşulduğu üze­rinde duruluyor; böylesine bilgisizlik ve şaşkınlık içinde bocalayanları uyarmak için Allah'ın sıfatlarıyla akla ışık tutuluyor; sonra da örneksiz ve benzersiz bir kâinatın var kıldığı ve var kılınan şu âlemin belli kanunlarla mutlak bir düzen içinde sürüp gittiği haber veriliyor ve bunun da O'nun ortağı bulunmadığına açık bir belge anlamı taşıdığı belirtilmek isteniyor. Böylece insan aklına yer verilip ona -doğru yolu bulabilmesi için- yeterin­ce temel bilgi ve malzeme sunuluyor. [208]

 

Meali:

 

100—  Bir de cinleri, -O yarattığı halde- Allah'a ortak koştular. Ayrıca O'na, bilgisizce oğullar ve kızlar uydurup saçmaladılar. Allah onların vas-fedegeldikferinden paktır ve yücedir.

101—  Gökleri ve yeri örneksiz ve modelsiz var kılıp vücuda getiren­dir. Onun eşi olmadığı halde çocuğu nasıl olabilir?! Her şeyi yaratmıştır ve O her şeyi bilendir.

102—  İşte Rabbiniz Allah budur! O'ndan başka ilâh yoktur; her şeyi yaratan O; artık O'na kulluk edip tapın. O her şeye vekîldir, (koruyup dü­zen ve dengede tutan, belli kanunlarına göre tasarrufta bulunan O'dur).

103—  Gözler O'nu kuşatıp göremez; O, gözleri görüp kuşatır. O, lü­tuf sahibidir ve her şeyden haberlidir.

 

İniş Sebebi

 

Kelbî'ye göre, Allah'ı hakiki sıfatlarıyla bilmiyen ve âhirete inanmayan bazı sapıklar, yaratmada Allah'a ortak koştular; dediler ki: Allah, nuru, insanları, eti yenen hayvanları yaratandır. İblis ise, karanlığı, canavarları, yılan ve akrepleri yaratandır. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler inmiştir.

İbn Abbas(R.A.)dan da bu anlamda bir rivayet yapılmıştır. Fahruddin Râzî de İbn Abbas'dan nakledilen rivayete yer vermiş ve : «Bu, Mecusîle-rin, yani ateşe tapanların mezhebidir» demiştir.

Diğer bir rivayete göre :

Saffat Sûresinde : «Bunlar Allah ile cinler arasında bir de hısımlık uy­durdular.» mealindeki âyetle açıklandığı gibi, Allah'la İblis'i kardeş sayan şaşkınların ve «Melekler Allah'ın kızlarıdır» diyen beyinsiz câhillerin saç­malıklarını  reddedici  anlamda  yukarıdaki  âyetler  inmiştir. [209]

 

İlgili Hadîs

 

«Şüphesiz ki, Rabbinizi kıyamet günü, ay'ı bedir gecesinde gördüğü­nüz gibi göreceksiniz. Arada bulut ve sis olmadığı halde güneşi görür gi­bi göreceksiniz.» [210]

 

Cinler

 

 «Bir de cinleri -O yarattığı halde- Allah'a ortak koştular.»

Cin, kök mâna olarak, örtünmek, gizlenmek, kapanmak demektir. Me­lekler, ruhlar ve şeytanlar gözle görülmedikleri, bize gizli-kapalı kaldıkla­rı için bazan hepsi hakkında bu tabir kullanılmıştır. Ne var ki, daha çok dumansız ateşten = ışınlardan yaratılan ve gözle görülmeyen varlıklara isim olmakta daha yaygındır.

İbn Abbas (R.A.) da, cin kavramı üzerinde dururken, kök mâna ola­rak istitar = gizlenmek, göze görünmemek manasına delâlet eder diye yorumlamıştır. [211]

Bu mânayla ilgili olan âyet, şu iki hususa işarette bulunmaktadır: Bi­rincisi, Zerdüşt dinine ve onların Zend kitabına; ikincisi, Arapların cinler­de tahayyül ettikleri üstün kudrete... Kur'ân, insan kafasının ürünü olan bu iki inancı da reddetmektedir.

M.Ö. VII. yy. da İran'da ortaya çıkan Zerdüştizm, bâtıl dinlerden biri­dir. Kurucusu hakkında yeterli bir tesbit ve bilgi yoktur. Bilinen tek şey, GATHA adı altında birtakım özdeyişleri biraraya getiren AVESTA adlı ki­tabın yorumlanmasına dayanır. Araplar buna ZEND der. Esası ise, onlara göre, hayır ile şer — iyilik ile kötülük arasındaki sürekli savaşın varlığı­na, yani ikicilik ilkelerine inanmaktan ibarettir. Çünkü bu dinin kurucu­su, insan ruhunu sözü edilen iki zıt güçlerin savaş alanı olarak kabul et­miş, iyiliği HÜRMÜZ, kötülüğü EHRİMAN'ın temsil ettiğini söylemiştir. Bun­lardan hangisi üstün gelirse, insan o yana eğilim duyar. HÜRMÜZ iyilik melekleriyle, EHRİMAN şeytanlarla iş görür.

Cenâb-ı Hak gözle görülen putları, ay, güneş ve yıldızları tanrı edinen­lerin derin bir sapıklık içinde bulunduklarını ve kendisinden başka ilâh ol­madığını, her şeyin sonradan belli kanunlara göre yaratıldığını açıkladık­tan sonra, bir de gözle görülemiyen iyilik ve kötülük ilâhlarıyla ilgili inan­cın sakatlığını ortaya koyuyor ve Yüce Yaratanın eşi, dengi, benzeri ve kardeşi, yardımcısı ve koruyucusu bulunmadığını belirtiyor. Akla ışık tuta­rak malzeme ve ön bilgi veriyor. [212]

 

O'na Oğullar Ve Kizlar Uydurup Saçmaladılar

 

 «Ayrıca O'na, bilgisizce, oğullar ve kızlar uydurup saçmaladılar.»

Varlık, genellikle ikiye ayrılır:

1.  Vâcibü'l-vücut — Varlığı zatının gereği olan,

2.  Mümkini'l-vücut = Varlığı zatının gereği olmayıp mümkün olan ve Vacibü'l-vücut tarafından imkân alanına çıkarılan.

Bilindiği gibi, ikincisinin var olması, birincisiyle mümkündür. Vacibü'l-vücut yoksa, mümkini'l-vücut da yoktur. O ancak birincisinin varlığıyla var olabilir. Birinci varlığın da kendi zatının gereği var olmadığı, bir başka var­lığın varlığıyla vücut bulduğu söylenirse, meseleye çözüm bulunmaz, bu zincir bir sınır belirlenmeksizin sürüp gider, bu da mümkün değildir. Mut­laka bir İLLET-İ ULA'nın var olması ve MA'LUL-İLLET zincirinin onda son bulması şarttır. Çünkü mümkini'l-vücut olanların bir yerde noktalanması gerekir. Aksi halde fasit bir dairede dönüp dolaşılır ve hiçbir sonuca bağ­lanamaz.

O halde bir VÂCİBÜ'L-VÜCÜT zarurîdir ki, o da Allah'tır. Gerçek bu

olunca, vâcibü'l-vücut, başka bir vâcibü'l-vücuda muhtaç değildir; aksi halde vâcibü'l-vücut olamaz. Sonuç olarak, Allah'ın varlığına bir illet = sebep ve neden yoktur ve düşünülemez de.. Onun varlığı zatının gereği­dir. O halde onun kardeşi, eşi, kızı ve oğlu da olamaz. Çünkü bunlar an­cak mümkini'l-vücut olan varlıkla eşdeğerdedirler. Vâcibü'l-vücutla değil. O takdirde bunlar birinci varlığın yaratıkları, ikinci varlığın ürettikleridirler.

Bunun için ilgili âyetle, Allah'ın bu gibi vasıflardan, inkarcı câhillerin vasfedegeldiklerinden pâk ve yüce olduğu açıklanıyor. [213]

 

Bedî' - İbda' - Mübdî1

 

«Gökleri ve yeri örneksiz ve modelsiz var kılıp vücuda getirendir.»

Diye çevirisini yaptığımız âyetle, Allah, hem birden fazla ilâh olmadı­ğını, hem de ilâhî kudretin her şeyi kapsayıp kuşattığını, «ol!» emriyle te­celli edince dilediğini dilediği ölçü ve biçimde yaratıp vücuda getirebile­ceğini açıklıyor. Qünkü birden fazla İlâh mevcut olsaydı, şu görünen dü­zen devam etmezdi. Birinin yaptığını diğeri bozar, iki hükümdar bir ülke­de saltanat süremezdi. Gökleri ve yeri bir örneğe göre yaratmış olsaydı, ikinci bir yaratıcı kudretin var olduğunu ortaya koyacaktı. Bir İlâh hayır ve iyiliğe yönelirken diğeri şer ve kötülüğe yönelecek, yine görünen ve bilinen düzenin devamı mümkün olmıyacaktı. Ama devam ettiğine göre, iki değil bir ilâh vardır ve her şey örneksiz ve modelsiz yaratılmıştır.

Mevcut düzenin devamı ve her şeyin hayra, iyiliğe yönelik mutlak bir irâdenin tasarrufu altında bulunması ve yaratıldığı plân üzere varlığını sür­dürmesi, Allah'ın bir olduğunu, öncesiz ve sonrasız bulunduğunu kanıtlar.

Sadece «göklerin ve yerin mubd.i'î,» denilmesi, fizik âleminden görebil­diğimiz belirgin iki şeyi sergilemeye yöneliktir.

Böylece o bir tek olan İlâh'ın eşi yoktur ki çocuğu olsun. Ortağı yok ki düzeni bozulsun. Öncesi yok ki, sonu olsun. İhtiyacı yok ki, dayanağı bulunsun. O her şeyin dayanağı, gözetleyip koruyucusu, yönetip sürdürü-cüsüdür. Tek kelimeyle değişmiyen Vâcibü'l-vücut'dur.

Gözler O'nun zatını, kudretinin yüceliğini ve sınırsızlığını idrâk ede­mez. Çünkü gözlerin görüş alanı sınırlıdır. Allah ise sınırsızdır. Ancak cen­nette keyfiyeti bizce bilinmiyen anlamda cennet ehli O'nu görecektir. Bu da bu âlemin şartlarına, fiziksel kanunlarına göre değil, o âlemin şartları-na ve mevcut kanunlarına göre tecelli edecektir. [214]

 

Yorumlar - Rivayetler Latîf

 

Allah'ın doksan dokuz isminden biridir. Özetle şu anlamlara delâlet eder:

1—  Dostlarını bilip gözeten,

2—  Kullarına yakın destek olan,

3_ Eşyayı bütün incelikleriyle bilip denge ve düzende tutan,

4—  Bir şeyi şefkat ve merhametle ulaştıran,

5—  Kullarına işledikleri günahları unutturan,

6—  Kullarına bilmedikleri cihetten lütuf ve ihsanda bulunan.

7_ Kullarına şefkatından dolayı güç getiremiyecekleri tekliflerde bu­lunmayan,

8—  Kullarını işledikleri ibâdet ve taatlerinden dolayı öven,

9—  İyilikleri işlemekte, hayra ulaşmakta sebepleri kolaylaştıran, kö­tülüklerden koruyan.. [215]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Geçen âyetlerle Allah'ın varlığını kanıtlayan açık belgeler, akla ışık tutan âyetler açıklandı. Dikkatler fizik âlemine ve fizikötesi âlemlere çe­kildi.

Aşağıdaki âyetlerle, dâvanın özü, ilâhî buyrukların tebliği ve peygam­berliğin anlamı üzerinde duruluyor; bütün bunların kudreti yansıtan bel­gelerle bütünleştirilmesi, kalb gözünü açarak olumlu sonuçlara varılma­sı emrediliyor. Sonra da her insana, inen ilâhî âyetlere uymanın, iç ve dış düzenini" sağlayıp başkasına örnek davranışlarda bulunmasının gereği ha­tırlatılıyor. [216]

 

Meali :

 

104—  Gerçekten Rabbinizden size kalb gözünüzü açacak, aklınıza ışık tutacak belgeler gelmiştir. Artık kim gözünü açar, aklını kullanırsa, kendi lehine, kim de körlük ederse kendi aleyhinedir. Ve ben üzerinizde koruyucu bir bekçi değilim.

105—  İşte biz böylece ayetleri çeşit çeşit açıklayıp biçimden biçime çeviririz. O kadar ki, «Sen okumuş, öğrenim yapmışsın» derler; biz de onu (Kur'ân'ı) bilebilen bir millete açıklıyaiım (diye çeşitli açıklamalar yapıyo­ruz).

106—  Sana Rabbİnden vahyedilene uy. Ondan başka ilâh yoktur. Al­lah'a ortak koşanlardan yüzçevir.

107—  Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz seni onlar üzerine bir koruyucu kılmadık ve sen onlar üzerinde vekîl de değilsin.

 

Kâinat Mu'cizelerle Doludur

 

«Gerçekten Rabbınızdan size kalb gözünü açacak, aklınıza ışık tutacak belgeler gelmiştir,»

Kur'ân, insan aklına ışık tutar anlamda göklerin ve yerin belli amaçla­ra yönelik yaratıldığını, her şeyin değişmiyen plâna bağlı vücut bulduğu­nu; bitkilerin ve canlıların ilk yaratılışını ve üreyip çoğalma kanunlarını -ana fikirler doğrultusunda- açıklıyor. Akla yardımcı, idrâki kamçılayıcı öl­çüler ve deliller sıralandığını hatırlatıp kâinatın mu'cizelerle dolu olduğu­na işarette bulunuyor.

Böylece akla yardımcı faktörlerin yeterince açıklandığı, Hakk'ı bil­mek için gereken malzemenin verildiği belirtiliyor ve sonuç olarak, insa­nın yaratana ve O'nun varlığına, birliğine ve sınırsız kudretine delâlet eden mu'cizetf belgeler karşısında kör ve sağır kalmaması isteniliyor. «Gerçek­ten Rabbinizden size basiretler gelmiştir.» mealindeki âyette geçen BA-ŞÂİR tabirinin, kalb gözünü açacak sağlam kanıtlar ve akla ışık tutan bel­geler şeklinde yorumlanması, insanın kâinat kitabına bu gözle bakmasını hatırlatır.

Bunca kanıtlar ve belgelerden sonra Allah ayrıca kabirlerden ve âhi-retten yazılı belgeler göndermez. Bunun gibi, insanlar ile ruhlar arasın­da aracılık ettiklerini, ruhlarla fısıldaştıklannı, onlardan mesajlar aldıkla­rını iddia eden medyumların, aslında ruhlarla değil, farkında olmadan in­karcı cinlerle fısıldaştıkları ve bunların âhiretten haber veren belgeler olmadığını bilmemizde yarar vardır. Seanslarda iddia edildiğine bakılırsa, kendilerini insan ruhu olarak tanıtan inkarcı cinler, verdikleri haberlerle hak dinlerin âhiretle ilgili esaslarını kökünden yıkmaktadırlar. Bunun sebe­bi açıktır: Ruhlarla insanların görüşüp konuşması hakkında Allah'ın câri bir kanunu yoktur. Böyle bir kanun konulmuş olsaydı, hak dinlere, kitap ve peygamberlere gerek kalmaz ve insan aklının ve idrâkinin sağlam bir ölçü ve kıstas olma özelliği ortadan kalkar ve yıkılırdı. Bu da ilâhî sünnete ve insanın yaratıldığı amaç ve ölçüye ters düşer; AHah'ın âhirette, haber verilen hesap gününde adaletiyle tecelli edeceği inancını dumura uğratır. Nitekim dikkat edildiğinde, ispritizma ve medyumculukla daha cok islâ­miyet ve Kur'ân hakkında sağlam, köklü bilgisi olmayanlar meşguldürler. Çünkü onların arzuladığı iki cennet vardır: Biri dünya cenneti, diğeri öl­dükten sonra ruhun ruhlar âleminde huzura erişmesi. Bu gibilerin inanç ve anlayışına göre, âhiret sadece ruhun ruhlar âleminde yerini alması ve ebediyen orada huzur bulmasıdır. Bedenlerin yeniden oluşması, hesap. Sırat, Cennet ve Cehennem gibi temel itikadı hiçbir meseleyi kabul etmez­ler. İnkarcı cinler bu iki zümrenin ve onların tesiri altına giren kişilerin ar­zuları doğrultusunda -ruhlar adına- haber vermektedirler.

«Gaybe imân getir ey mülhid-i fâcir!.

Ki sana âhiretten hatt-i ta'lîkle hüccet gelmez.» mısralarını hatırlamamak mümkün mü?

Gerçek bu olunca, artık kimsenin hesap gününde itiraz hakkı yoktur. Kim gözünü açar, aklını kullanır, idrâkini harekete geçirir de ilâhî düzenin hikmetini anlarsa kendi lehine; kim de madde çukurunda yolunu kaybe­dip körleşirse kendi aleyhinedir. Peygamber ve onun yolunda olan ilim adamlarına düşen, sadece gerçeği söylemek, hakikate irşat etmektir. Bun­ca belge, kanıt ve âyetlere rağmen hâlâ kalblerini ve kafalarını hakikate açmıyaniar varsa, onlardan yüzçevirip örnek mü'min düzeyinde ilâhî buy­rukları kusursuz yerine getirmemiz en uygun yol ve yöntemdir. [217]

 

Yorumlar - Rivayetler Besâir :

 

Besîre'nin çoğuludur. Kalbin hakikate açık bulunması, sağlam akide­ye sahip olma, şüpheden uzak marifete erişme, ibretle bakıp gerçeğe'nü-îuz etme, meseleyi isbat eder ölçüde kanıtlama, ilmî hakikatleri idrâk ede­cek kuvvet ve yetenekte bulunma, aklı imânla birleştirip gerçeği bulma, eserden müessire intikal sağlama, inandırıcı belgeler ve hüccetleri anla­yıp kabul etme  gibi çok yönlü mânalara delâlet eden bir kelimedir. [218]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle kalb gözümüzü açacak, bizi hakikate götürecek bel­gelerin gönderildiği ve aslında kâinatın bu belgelerle dolu bulunduğu ha­tırlatıldı. İnsan aklına destek olacak, idrâkini kolaylaştıracak kadar delil ve hüccetlerin indirildiğine işaret edildi.

Aşağıdaki âyetle, hakikati idrâk eden mü'minlerin hırçın, sövücü, kı­rıcı olmadığına dikkatler çekiliyor; başkasının inanç ve düşüncesine dil uzatmakla sağlam bir sonuca varılamıyacağı, büsbütün aradaki mesafe­nin açılacağı hatırlatılıyor; bu nedenle ve Allah'ın azizlik ve kutsallığını te­cavüzlerden koruma amacıyla İnkarcılara sövülmemesi emrediliyor. Kısa­cası, mü'minlere, hak dini yaymada önemli metotlardan biri veriliyor. [219]

 

Meali:

 

108— Allah'tan başkasını ilâh edinip (onlara) tapanlara sövmeyin, sonra onlar da bilgisizce sınırı aşıp Allah'a söverler. Her ümmete amelini böylece süslemişizdir. (Hepsinin de) dönüşü Rablarınadır; o zaman neler işlediklerini onlara bir bir haber verecektir.

 

İniş Sebebi

 

Katade'ye göre, mü'minlerden bir kısmı duygusal davranıp putlara sö­vüyorlardı. Putperestlerin de haddi aşıp bilgisizce Allah'a sövmelerine ka­pı açmamak için yukarıdaki âyet indi.

Süddî'ye göre, Ebû Talip ölmek üzere son saatlerini yaşıyordu. Ku-reyş ileri gelenleri toplanıp ona geldiler ve : «Ya Ebâ Talib! Şüphesiz ki sen bizim efendimiz ve büyüğümüzsün. Bildiğin gibi, Muhammed bize ve ilâhlarımıza eziyet ediyor. Arzumuz odur ki, o, bizimle ilâhlarımızı kendi halimize bıraksın, biz de onu ve ilâhını kendi hallerine bırakalım.» Bunun üzerine Ebû Talip, Peygamber (A.S.) Efendimizi çağırıp Kureyş ileri ge­lenlerinin insafa geldiklerini hatırlattı. Peygamberimiz (A.S.) orada hazır bulunan Kureyşlilere dönüp, «Sizin bu dediğinize olumlu cevap verirsem, siz de Araplara sahip olacağınızı, Acemleri size yaklaştırıp boyun eğme­lerini sağlıyacak bir kelime ile söz verir misiniz?» diyerek bir öneride bu­lundu. Ebû Cehl, «Evet, aziz babanızın hakkı için onu da, on mislini de ve­ririz! Söyle, nedir o kelime?» deyince, Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz, «LÂ İLAHE İLLÂLLAH'dır» buyurdu. Kureyş'liler bu kelimeden nefret edip uzaklaştılar. [220]

Bu sebeple yukarıdaki âyet indi. [221]

 

Dini Yayma Politikası

 

Kur'ân'da Kitap Ehli sayılan Yahudi ve Hıristiyanların yer yer ilâhî doğrultudan saptıkları, gönderilen Tevrat ve İncil'in insan eliyle değişti­rildiği açıklanır ve bu yüzden din bilginleri kınanırken, Müslümanlarla il­gi ve ilişkilerinin bir ölçüde kesilmemesine özen gösterilir. Aradaki mesa­feyi açmak yerine daraltmaya yönelinir. Putperestlerin de bilgisizce inanç ve tutumları -akıl ve idrâklerini harekete geçirir biçimde-'kınanır. Her bi­risi için elim bir azabın hazırlandığı haber verilirken dönüş yaptıkları tak­dirde mükâfatlarının çok büyük olacağı hatırlatılır; fakat hislerinin, olum­suz yönde kabartılması ve saplandıkları şeylerden dolayı fazla rencide edilmeleri hoş karşılanmaz. İslâm'ın insanlara sunduğu yüksek terbiye­nin bu hususta da gıpta edilecek bir düzeyde tutulması tavsiye edilir.

Böylece, İslâm'ı yayma politikası, kaba söz, ölçüsüz davranış ve sal­dırılarla değil, hakikatleri en duyarlı biçimde ortaya koymakla yürütülür. İnsan psikolojisi bu ya, hak olsun, bâtıl olsun inanıp bağlandığı dinden, ideolojiden kopması zor olmakla beraber onu savunmada ve haklı göster­mede doğru sınırı aşıp karşı tarafın en mâkul delillerini reddeder; aşı­rı taassup gösterip mütecaviz olabilir. Bunun için Allah, ilgili âyetle Müs­lümanlara, inkarcı da olsa, küfür içinde de yuvarlansa, başkasına inancın­dan dolayı sövmemelerini, dil uzatmamalarını emreder. Hakkı hak olduğu için savunmayı ve karşı tarafa kabul ettirmeye çalışmayı, hisle değil, akıl ve mantıkla, kaba sözlerle değil, gerçekleri yansıtarak okşayıcı bir me­totla anlatmayı tavsiye eder. [222]

 

Her Millete Amel Ve İnancı Süslenmiştir

 

«Her ümmete amelini böylece süslemişiz-dir.

Her millete, hattâ her ferde, inanıp saplandığı, bağlanıp da ilgi duy­duğu inanç ve ideali Allah tarafından süslenip çekici hale getirilmişse, o takdirde hak olmayan dinlere ve fikirlere saplanıp bağlı kalanların günahı nedir? Âyette yer alan kelime dizisinden bu mana anlaşılıyorsa da ger­çek mâna bu değildir. Allah, ilgili âyetle insanın psikolojik yapısının ölçü­sünü vermektedir. İndirilen bir dini, çıkarılan bir yönetmeliği, ortaya atılan bir fikri herkesin benimsemesi düşünülemez. Çünkü her insanın kendine has bir karakteri, nefsî temayülü ve düşünce tarzı vardır. Hayatımızın te­mel esaslarını yansıtan ilâhî buyruklara karşı, insanların çoğunda baş kal­dırma duygusu mevcuttur; daha önce inanıp bağlandığı, beğenip takıldığı inanç ve idealin esiridir. İnsan bu ölçü ve değişik karakterde yaratılmamış olsaydı, fikrî tartışmalar, farklı inanç ve idealler arasındaki sürtüşme ve üstün gelme gayretleri ya hiç olmaz, ya da önemsenmiyecek kadar basit bir düzeyde seyrederdi. Bu da insan ruhunu, aklını ve benzeri yetenekle­rini âtıl duruma getirir, ilmî araştırmaların kesif bir bölümünün kapıları ka­palı kalır; hakla bâtılı birbirinden ayırt etmek çok zorlaşır, hattâ bazen im­kansızlaşırdı.

O halde insanın daha önce saplandığı inanç ve idealin çemberini kı­rıp dışarı çıkabilmesi, bu hususlarda ufkunu genişletebilmesi için ruhen yücelmesi, yani ruhuna yön verecek ciddi bir eğitimden geçmesi gerekir. Saplandığı alışkanlıklardan, bağlandığı bâtıl inançlardan, hatta beğendiği bir siyasi partiden, kendini kurtarıp daha iyisini seçebilme basiretini kaç ki­şi gösterebilir? Her öneri bir şaşkınlık, her baskı bir ıstırap ve tepki, her dü­şünce bir iştahsızlık meydana getirir. Gerçi bu genel bir kaide değildir. Ama çoğu kimselerin tutumu bu ölçüde veya buna yakındır. Bu da insan ruhunun derinliğine yerleştirilmiş bir duygu, bir güçtür ki hayatı hareket­li tutmaya, ciddi araştırmalar yapmaya yöneliktir.

İşte her ümmete amelini böyle süslemişizdir, mealindeki âyetin asıl mânası budur! O halde süslenen kötü amelin tesirinden kurtulmak için im­kân ve irâdeyi son sınırına kadar kullanmak hem elimizdedir, hem de gö­revimizdir. Sorumluluğun asıl ölçü ve anlamı da bu noktada kendini gös­terir. [223]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetle, aklımızı harekete  geçirecek, irâdemize yar­dımcı olup yön verecek, mantığımızı işletecek  birçok belgelerin indirildi­ğinden ve esasen kâinatın her parçasında bir  çok ilâhî kudreti yansıtan belgelerin mevcut bulunduğundan söz edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, kalb gözü kör olanlar bunca belge ve mu'cizele-ri göremediklerine göre, kendi istekleri doğrultusunda bir mu'cizenin in­mesinin ne gibi yaran olacağı, bir bakıma soruluyor ve kalbiyle kafasını birleştirmiyen yozmuşlara birçok mu'oizefer de gösterilse, yine de inanmı-yaçakfarı belirtiliyor. [224]

 

Meali:

 

109—  Eğer kendilerine (arzulan doğrultusunda) bir mu'cize gelirse, herhalde ona inanacaklarına dair olanca yeminleriyle yemin ettiler. De ki: mu'cizeler ancak Allah kalındadır. Farkında değilsiniz, onlara mu'cize gel­se yine de inanmazlar.

110—  Onların gönüllerini ve gözlerini ilk önce inanmadıkları gibi ters çeviririz ve kendilerini azgınlıkları içinde bırakırız da bocalayıp dururlar.

 

İniş Sebebi

 

Muhammed b. Kâb el-Kurezî ile Kelbî'ye göre, Kureyş'ten bazı şahıs­lar Peygamberimize gelerek, «Ey Muhammed! sen bize Musa Peygambe­rin Asa'sından ve onu taşa vurup oniki pınar fışkırttığından; İsâ Peygam­berin ölüleri dirilttiğinden sözediyorsun. O halde sen de bize bir mu'cize getir ki imân edelim.» dediler. Bunun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimiz onlara : «Nasıl bir mu'cize istiyorsunuz?» diye sordu. Onlar da: «Safa te­pesini altına çevir, ölülerimizden bir kısmını dirilt ele onlardan senin hak peygamber olup olmadığını sorup öğrenelim. Bir de melekleri bize göster de senin peygamberliğine tanıklık etsinler, görelim.» Peygamberimiz (A.S.)

onlara : «İyi ama sizin istediğiniz bu mu'cizelerden birini veya ikisini gös-terirsem benî tasdik eder misiniz?» diye sorunca, onlar: «Evet, tasdik ederve inanırız.» diye cevap verdiler. Peygamberimiz (A.S.) Safa tepesi­nin altın olması için duâ etmeyi düşünürken Cebrail indi ve : «Ya Resû-lellah! dilersen dilediğin kabul olunur; ama gösterilen mu'cizeden sonra inanmazlarsa, kendilerine çok acıklı bir azap dokunur. Dilersen onları ken­di haline bırak, tevbe eden eder, etmiyecek olanlar da etmez.» diyerek uyarıda bulundu ve bu sebeple yukarıdaki âyetler indi. [225]

 

İlgili Hadîs

 

«Ey kalbleri evirip çeviren! Kalbimi dinin üzerinde sabit kıl..» [226]

 

Mu'cize İsteği

 

Daha önce de belirtildiği gibi, keramet, mu'cize olağanüstü hallerdir. Sebeplerin iptal edilmesiyle ortaya çıkar. Aslında çevremiz, içinde yaşa­dığımız dünya ve görebildiğimiz kadarıyla gökler mu'cizelerle doludur. Okur-yazar olmayan Peygamber (A.S.) Efendimizin her yönüyle çok mü­kemmel bir kitap getirmesi nasıl büyük bir mu'cize ise, getirdiği kitabın kendisi de başlıbaşına büyük bir mu'cizedir. Varlık âleminde ve ondan bir parça olan Güneş Ailesinde ve o ailenin bir parçası sayılan dünyamızda her gün, her saat binlerce mu'cize birbirini izlemekte ve bu dünya yaratı-lalıdan beri böylece sürüp gitmektedir. Bütün bunları göremiyen, anlaya­mayan bir topluluğa başka mu'cize getirmenin anlamı olmasa gerek.. Çün­kü cereyan eden olaylar ve düzenli hareketlerde câri olan ilâhî âdet ve te­cellilere, kimi sadece baş gözüyle, kimi de baş gözünü kalb gözüyle, kalb gözünü de akıl ve idrâkiyle birleştirip bütünleştirerek bakmakta ve bak­tığı şeyleri incelemektedir. Her şeyin bir sebebi, her sebebin dayandığı bir plânı ve hesabı vardır. Sebep ve plân ise, çok yüce bir kudretin eseridir. Kafa ile kalb gözünü birleştirenler bunu anlamakta gecikmezler. GEN ha­rikası üzerinde duran, çekirgenin hayatını inceliyen, dünyanın yirmi üç derecelik meyilli ve aynı zamanda kutuplardan basık bulunduğundan so­nuçlar çıkaran, atmosfer tabakası üzerinde ciddi araştırma yapıp canlı­ların yaşamasıyla olan ilgisini belirliyen ilim adamlarının^ her zaman «Bizi Allah'a inandıran şeyler!.» diye sözettikleri bilinmektedir.

Bilindiği gibi, duygu akıl ile, akıl ilimle; ilim kalb gözüyle birleşince asıl ölçüsünü bulabilmekte, imândan güç alınca da hedefine kavuşmakta­dır. Yalnız duygu çoğu zaman yanıltıcıdır. Yalnız akıl yeterli değildir; onu som altın yapan tek şey, kalb gözüyle birleşip bütünleşen sağlam bir imân­dır.

Mekke müşrikleri hislerinin öncülüğünde davranan ve hüküm veren kimselerdi. Her insan için lüzumlu olan üç ana unsuru birleştirmekten çok uzaktılar. Yeni yeni mu'cizeler istemeleri, akıldan ve kalb gözünden kay­naklanmıyordu. Bunun için Cenâb-ı Hak, onların bu isteğinden bahseder­ken, «Farkında değilsiniz, onlara mu'cize gelse yine de inanmazlar.» bu­yurmuştur. Çünkü gönülleri ve gözleri ters çevrilmiştir; gözleri gönüllerin­den, gönülleri akıllarından kopmuştur, sadece hisleri nefislerinin gölgesin­de işler haldedir. [227]

 

Gözlerin Ve Gönüllerin Ters Çevrilmesi

 

 «Onların gönüllerini ve gözlerini, ilk önce inanmadıkları gibi ters çeviririz.»

Âyetin açık anlatımına göre, gözleri ve gönülleri ters çevirip inkârda ısrar üzere bırakan Allah'tır. Diğer âyetlerde buna benzer ifadelerde yapı­lan yorumlar bu âyette de geçerlidir. Aksi halde teklif, sorumluluk ve ceza ile mükâfat esaslarıyla bağdaştırmak çok zor olur. O halde, âyet, ilâhî sünnetlerden birini yansıtırken aklımızı iyice kullanalım diye üstü kapaif, yoruma muhtaç bir ifade şekli getirmektedir. Her konu, her sünnetullah ve âdetullah, yoruma lüzum göstermiyecek kadar açık ve kesin belirtilmiş olsaydı. Kaza ve Kader, Mesuliyet, Teklif gibi bazı ana meseleler üzerinde ilmî çalışmalar yapılmaz, fer'î meselelerde bile farklı görüş ve yorumlar or­taya konulmazdı. Akıl bu gibi konularda hareketsiz kalır, düşünce çembe­ri genişlemez, bilgi alış-verişi kesintiye uğrardı.

İşte Cenâb-ı Hakk'ın sözü olan Kur'ân'ın özelliklerinden biri de bu­dur. O halde yukarıda konumuzu oluşturan ilgili âyeti yorumlamamız ge­rekir. Gözleri ve gönülleri ters çeviren Allah mıdır? Önce şunu belirtelim ki, her insan kâinatı, ondaki mevcut ilâhî belgeleri, eâri olan sünnetullahı ve âdetullahı kendi gözlüğüyle görür. Eşyaya ve olaylara onunla bakar. Meseleye bu açıdan bakınca, duygularının tamamen etkisi altında bulu­nanların akıl gözlüğü, duygularıdır, yani akıllan duygularına tabidir. Ak­lını duygularının tesir alanının dışında, yani üstünde tutup kalb gözüyle bakma düzeyinde bulunan olgun kişilerin gözlüğü ise, akıllarıdır. Böylele-rinin gerçeği görmesi, hakikate kapı açması her zaman için mümkündür.

Sünnetullah doğrultusunda eşyayı ve olayları araştırması gerekir. Araştır­dıkça ilâhî sünnete uyma, hayatı bu sünnet ölçülerine göre değerlendirme basireti doğar.

Sünnetullah ise, kimselere uymaz. Çünkü o uyulmak için şaşma­yan ölçülerle konulmuştur. Bu bakımdan her insan, her canlı ona uymak zorunda ve ihtiyaaındadır. Kâinata duygu gözlüğüyle bakıp hakikate kapı açamıyanlar, ilâlnî sünnete çoğu zaman uymazlar, Böyle olunca da ilk to-katı ondan yer ve gözleriyle kalbleri ters çevrilir. İşte Allah'ın ters çevir­mesinin anlamı bubur. [228]

 

Mu'cizeler Allah'ın  Elindedir

 

«De ki; Mu'cizeler ancak Allah katında- Peygamberin dilediği zaman câri kanunları, plânlanmış sebepleri ib-tal edip mu'cize meydana getiremiyeceği gibi, bir velînin de dilediği za­man keramet gösteremiyeceği muhakkaktır.

Hem mu'cize ile keramet aklını yeterince kullanamayan, duyguları­nın esiri olan kişiler için fazla bir anlam taşır. Akıl ve basîretini birleştirip varlık âlemine ve onda cereyan eden olaylara bu gözle bakan kimse tein kâinat mu'cizeyle doludur. Kendi vücut yapısı, organlarından her biri bi­rer mu'cize değil midir? Beyin denilen ve milyonlarca görevi sağlıklı bi­çimde karıştırmadan bir arada yürüten ilâhî cihaz, belge olarak yeter de artar. Başka mu'cize aramaya ne gerek var.

Mu'cizeler pazarında gezip dolaşan ve fakat hiçbirini görmeyip de­vamlı mu'cize arayan   kimsenin gözü ve gönlü ters dönmemiş midir?

Peygamberlerin ilk göreve adım attıkları devrede, Allah daha çok bi­rinci gruba giren kişilere peygamberin sıradan bir insan olmadığını göster­mek için o peygamberin elinde, dilinde günün şartlan da dikkate alınarak birkaç mu'aize doğurur. [229]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle kâinata ve olaylara duygularının gözlüğüy­le bakan ve inkarcılık doğrultusunda iyice şartlanmış bulunan putperest­lerin yersiz ve anlamsız bir takım isteklerine dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, aklını,  idrâk ve vicdanını  bir türlü  harekete çeviremiyerilere, istedikleri mu'clzeler gösterilse yine de inanmayacakları; kâinatın her parçasında nice mu'cizelerin kendini açıkbiçimde gösterdiği halde, onları idrâk edemiyecek kadar akıl ve vicdanlarını kaybettikleri be­lirtiliyor ve o gibilerle fazla uğraşmanın olumlu bir sonuç vermiyeceği ha­tırlatılıyor. [230]

 

Meali:

 

111—  Eğer onlara melekleri de indirmiş olsak, ölüler onlarla konuş­muş bulunsa, her şeyi karşılarında grup grup toplasak yine de Allah di­lemedikçe onlar imân edecek değillerdir. Ne var kî çokları (bu gerçeğe) bilgisizdirler.

112—  İşte bunun gibi her peygambere insan ve cin şeytanlarını düş­man kıldık; onlar aldatmak için birbirine yaldızlı sözler fısıldarlar; Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Onları da, iftira edip durdukları şeyleri de (başbaşa) bırak.

113— Bir de âhirete inanmayanların gönüllerinin meyletmesini, hoş­lanmalarını ve elde ettikleri günahları işiiyedurmalarını (devam ettirmek) için (bu yola başvururlar).

 

İniş Sebebi

 

İbn Cüreyc'diyor ki: Din ve peygamberle alay eden Kureyş Kabilesin­den birkaç kişi Peygamber (A.S.) Efendimize gelip, «Bize ölülerimizden bazısını dirilt de senin hak peygamber olup olmadığını onlardan soralım. Bir de senin peygamberliğine tanıklık edecek melekleri bize göster veya karşımıza Allah ile Melekleri getiriver!» diyerek yersiz ve anlamsız istek­lerde bulundular. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [231]

 

İlgili Hadîsler

 

Ebû Zer el-Gıffarî (R.A.) diyor ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bana : «Cin ve insan şeytanlarından Allah'a sığındın mı?» diye sordu. Ben de, «Ey Allah'ın Peygamberi! İnsandan da şeytan olur mu?» dedim. Buyurdu ki: «Evet, onlardan olan şeytanlar, cin şeytanından daha kötüdürler!» [232]

Peygamberimiz (A.S.) buyurdu :

«Sizden hiç kimse yok ki cinden bir yakını ona tevkil edilmiş bulun­masın.»

Bunun üzerine soruldu :

  Size de mi?.. Cevap verdi:

  Bana da tevkil edilmişti, ancak Allah ona karşı bana yardımda bu­lundu da o Müslüman oldu. O nedenle bana ancak hayır ile fısıldar. [233]

 

İhtiyarî İmân

 

İnsan her ne kadar Allah ve din fikriyle, duygusuyla donatılarak yaratılmışsa da nefsi itibariyle küfür ve isyana eğilimli bulunuyor. Bu bakım­dan insan iki karşıt duygu ve düşüncenin alanı halindedir. İkisinden biri­ni üstün kılma serbestisine sahiptir. Aile, toplum, okul ve eğitimin bunda etkisi çok büyüktür. Gelişme cağında olan çocuğun, ergenlik devresine giren gencin manevî boşluğu, diğer bir deyimle inanç ihtiyacı hangi yol­dan giderilirse, daha çok o akıma yönelmiş olur.

İlâhî müdahale istisna teşkil eder. Çünkü bu yolda carî bir sünnetul-lah ve âdetullah yoktur.

Kureyş putperestlerinden dini alaya alıp, olmadık mu'cizeler isteyen­ler; küfür akımının tesirinde şekillenmiş ve ruhlarının ihtiyacını o yoldan tatmine alışmış kişilerdi. Daha önce bazı mu'cizeler onları bu olumsuz akımın etki alanından kurtaramamıştı. Şimdi daha büyük mu'cizeler isti­yorlardı. İlâhî ilim, onların ihtiyarî imânla inanmıyacaklarını tesbit ettiği ve âdetullah gereği müdahale de etmiyeceği için Peygamber (A.S.) Efen­dimize, o şaşkınların arzusuna uyarak mu'cize istemekten vazgeçmesi hu­susu hatırlatılıyor.

«Allah dilemedikçe onlar iman edecek değillerdir.»

Burada ilâhî meşietin ihtiyarî İmânı iztirarî hale getirmeye yönelme­diği belirtiliyor. Allah dileseydi, onların kalblerini derhal inkârdan boşaltıp imân ve irfan ile doldurabilirdi. Ne var ki o takdirde aklın, irâdenin ve id­râkin ölçü ve anlamı, insan olarak yaratılmanın hikmeti kalmaz; iyi ile kö­tü, fazîiet ile rezîlet birbirinden ayırt edilemez olurdu. Bu nedenle difeme-miştir. Çünkü bu yolda carî bir âdetullah mevcut değildir. Böylece imân da, inkâr da kişinin ihtiyarına bırakılmıştır. [234]

 

İnsan Ve Cin Şeytanları

 

 «İşte bunun gibi her peygam bere insan ve cin şeytanlarını düşman kıldık...»

ŞEYTAN, sözlükte ya ŞATANE - YEŞTUNU, ya da ŞÂTE YEŞÎTU fii­linden gelme bir isimdir. Birinci fiil itibariyle, muhalefet etmek, uzaklaş­mak, uzaklaştırmak, haktan uzak kalmak mânalarına gelir. İkinci fiil iti­bariyle, öfkeden yanıp tutuşmak, haset edip kin beslemek mânalarına ge­lir.

O halde şeytan ister özel, ister cins isim olarak kullanılsın bu gibi mâ­nalara delâlet etmektedir. İblis haset ve gururuna yenilerek Âdem Pey­gambere secde etmeyip böylece ilâhî emre muhalefet ettiğinden kendisine Şeytan denildiği bilinmektedir. Günkü kendisinin yalın, dumansız ateş­ten,'diğer bir deyimle ışınlardan yaratılması, Âdem'in ise, süzülmüş bal­çıktan yaratılması, onu çok hatalı bir kıyaslamaya sürüklemiştir. Böylece sözlük manasıyla, isim olarak taşıdığı mâna birleşmektedir. Bu manayla ilâhî buyruğa muhalefet eden, haktan uzaklaşan ve uzaklaştıran her in­san ve cin'e şeytan denilebilir. İlgili âyette bilhassa bu hususa delâlet ve isâret vardır. O nedenle, ilim adamları «kendini yükseklerde görüp başka­sını küçümseyen, ölçüsünü bilmeyip ilâhî sınırı aşan ve Allah'a kulluk hu­susunda büyüklük taslayıp haktan uzaklaşan inatçı, âsi her insan ve cin'e şeytan denilir» diyerek bir genellemede bulunmuşlardır. Nitekim İbn Ab-bas, Atâ', Mücahit, el-Hasan ve Katade de bu görüşü ortaya koymuşlar­dır.

Diğer bazı ilim adamlarına göre, ŞEYTAN isminin İNS ve CİN kelime­leri üzerine atfı, başkalığı gerektirir. O halde şeytanlar ayrı, cinler de ayrı yaratıklardır. Şeytanlar, Âdem Peygambere secde etmeyen İBLİS'ten üreyip çoğalmışlardır. Cinler ise CAN KAVMİ denilen ve Âdem'den önce yaratılan, aynı zamanda aslı ateş olan gözle görülemiyen varlıklardır. Al­lah'a imân edenleri olduğu gibi, etmiyenleri de vardır.

KİMİ de CİN ve ŞEYTAN tabirleri üzerinde durup bunları HABİS RUH-lar diye yorumlamışlardır. Onlara göre, ruhlar ikiye ayrılır: Bir kısmı dün­ya ötesinde, bir kısmı ise dünyada eyleşirler. Dünyada eyleşenler de TE­MİZ RUHLAR ve HABÎS RUHLAR olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Temiz ruhlar, iyilik ve hayrı, ibâdet ve itaati fısıldarlar ki, bunlar,yeryüzünde gö­revli olan meleklerdir. İkinciler ise, şer ve kötülüğü, isyan, "kin ve muhale­feti, ahlâksızlık ve başkaldırmayı fısıldarlar ki bunlar da yeryüzünde dola­şan şeytanlardır. Bu iki kısımdan her biri kendi aralarında da yaratılışları­na uygun anlamda fısıldaşırlar.

İnsanlara gelince : İçi tertemiz olup ilâhî buyruklara uyanlar, daha çok hayır ve iyilik düşünüp bu doğrultuda hem kendini, hem çevresini aydın­latanlar ve her vesileyle düşüncelerini berraklaştıranlar tertemiz melekler gibidirler. Bunun aksine bir yol tutanlar ise habîs şeytanlar gibidirler. Bu mânayla onlara, İNSAN ŞEYTANLARI denilmiştir.

Her iki türden olan şeytanlar başkalarını aldatmak, yoldan saptırmak için çok süslü ve yaldızlı sözler fısıldanırlar. Basit mantıkî oyunlara baş­vurup aldatmaya çalışırlar. Haktan yana görünüp hakkı inkâr ederler ve fırsat bulunca hakkı değiştirmekten çekinmezler.

Daha çok peygamberlere ve onların vârisleri sayılan din mürşitlerine, güçlü itim adamlarına dil uzatır, onlara çamur atar, toplum içinde itibar­larını sarsmak için din adına dini yıkarlar. Bu tipler her devirde sahneden eksik olmazlar. Günün şartlarına göre, yol ve yöntem seçip uygularlar.

Kur'ân-ı Kerîm mü'minlerin dikkatini bu tip şeytanlara çekmekte ve gereken uyarıda bulunmaktadır. [235]

 

Rabbin Dileseydi Böyle Olmazdı

 

(Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı.»

Allah, hikmeti gereği insanı, meleği, cin ve şeytanı ayrı ayrı maddeler­den ve ruhlardan yaratmıştır. Her birinin yapısı, karakteri ve görevleri de­ğişiktir. İnsanda yaratılıştan Allah ve din duygusu mevcuttur. Ona imân mayası da diyebiliriz. Bunun yanibaşında onda kötülük ve günaha meyle­decek duygu da vardır ve bu da doğuştan onda mevcuttur. Buna inkâr ve isyan mayası da diyebiliriz. Cinler de böyledir. Şeytanlar ise daha çok şer ve kötülük mayasını taşımaktadırlar. Yaratılışlarında bu maya vardır ve İblis'in Hakk'a isyanıyla, o rakipsiz duruma gelmiştir.

Görülüyor ki, bunlardan hertür kendine has kanunlarla, değişik ruh ve karakterlerle yaratılmıştır. Biri diğerine pek benzememektedir. Allah dile­seydi, bunların hepsini melekler gibi tertemiz ruhlar olarak yaratabilirdi. O zaman ayrı tür yaratmaya gerek kalmazdı. Zira sayısı belirsiz melekler her an Yüce Yaratan'a secde etmektedirler. Maksat, nurdan melek­leri yarattığı gibi, ateşten cin ve şeytanları, topraktan insanları yaratmak ve doğuştan onları bir takım öz mayalarla donatmaktır. O halde bu üç, ya da dört ayrı varlık hakkında konulan câri kanunlar vardır ki bunlar ezelle ebet arasında yoluna devam ederek değişmezler. Allah dilerse bu kanun­ları değiştirebilir, dileseydi bu dört varlığı başka türlü yaratabilirdi. Ama öyle dilememiştir. İnsanlara da, cinlere de hakkı bulmak için bir çok im­kânlar ve yetenekler verilmiştir. Ama her varlık kendisiyle ilgili bulunan hayat kanununa uymak zorundadır. Uyan mutlu olur, uymayan mutsuz olur. [236]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle inatçı inkarcıların, İstedikleri mu'cizeler gös­terildiği takdirde kesinlikle inanacaklarına, son peygambere uyacaklarına dair kendilerine göre katmerli yeminde bulundukları, ancak bu sözlerin­de samimi olmadıkları açıklandı. Böylece onların inat, inkâr, kin ve haset bataklığında akıl ve idrâklerini kaybettikleri belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Kur'ân-ı KerîrrTin, Peygamberin risâletı hakkın­da en kuvvetli delil bulunduğu, mu'cizelerin en büyüğü olduğu hatırlatılı­yor. Bu büyük mu'cize karşısında hâlâ inkârlarında ısrar edenlerin iman etmiyeceklerine dikkatler çekiliyor. [237]

 

Meali:

 

114_ Allah size Kitab'i bölüm bölüm (yeterince) açıklanmış biçimde indirmişken O'ndan başkasını mı hakem istiyeyim? Kendilerine (daha ön­ce) kitap verdiklerimiz bilirler ki, O (Kur'ân) elbette hak olarak Rabbinden indirilmiştir. Artık sen şüphelenenlerden olma!

115— Rabbin sözü doğruluk bakımından da, adalet bakımından da tamamlanmıştır. Onun sözünü değiştirecek yoktur. O, İşiten ve bilendir.

 

İniş Sebebi

 

İnanmadıkları halde gereksiz yere mu'cizeler istiyenlerin samimi olma­dıkları bildirilince, bu-defa Peygamber'e (A.S.), aramızda hükmedecek bir hakem belirle, diye teklifte bulunmuşlardı. Bunun üzerine yukarıdaki âyet­ler indi. [238]

 

En Doğru Ve En Âdil Hakem

 

«Allah'tan başkasını mı hakem isteyeyim?»

İnsan eseri olan her kitapta birçok hatalara, noksanlara rastlamak mümkün. En usta kalemden çıkan bir kitap en çok iki ya da üç defa oku­nabilir. Ondan sonra bütün tazeliğini yitirir. Allah sözü olan ve münhasıran O'nun eseri kabul edilen Kur'ân'da en küçük bir hatâya, ya da noksanlık ve ölçüsüzlüğe rastlamak mümkün değildir. Her âyeti parlak bir yıldız, her sûresi kâinatı aydınlatan bir güneş, her cümlesi güzel sözlerin en gü­zeli olmaya devam etmektedir. Okundukça cilâsı artmakta, araştırıldıkça esrar ve hikmet perdeleri aralanmakta, asırlar geçtikçe yeni yeni kapıları açılmakta; her ilim adamının bilgi seviyesine göre malzeme sunmakta, her sınıf insana hitap etmekte, eskimek bilmeyen ana fikirleriyle, temel bil­gileriyle her geçen gün tazeliğini korumaktadır. Binlerce hadîs arasında yer alan bir âyeti, bir cümlesi, «Ben Kur'ân'danım» diye seslenmekte, di­ğer bütün sözlerden kesinlikle ayrılmaktadır. Çünkü O Allah sözüdür ve yalnız Allahcadır.

İnsan idrâkinin önüne böylesine muhteşem bir mu'cize sergilenmiş­ken, başka bir mu'cize aramak, başka bir hakem istemek gaflet değil de nedir? Bin dörtyüz yıl önce, günümüzde gelişip gönülleri büyüleyen ilmî buluşların ana fikirlerini, öz ve mayasını belirleyip koyan ve her geçen gün ancak doğruluğu anlaşılan başka bir kitap var mıdır? İnsan kafasının ürünü olarak bu ölçü ve kudrette bir kitap yazılabilmiş midir?

İşte konumuzla ilgili âyet, bizlere bu hakikati bütün çıplaklığıyla du­yurmaya çalışmakta ve gerek doğrulukça, gerek adaletçe en mükemmel ölçüde ve kudrette olan Kur'ân'ın en büyük mu'cize ve en kusursuz hakem bulunduğunu bildirmektedir. [239]

 

Kitap Verilenler

 

 «Kendilerine (daha önce) kitap verdiklerimiz bilirler ki, O (Kur'ân) elbette hak olarak Rabbın-dan indirilmiştir.»

Kur'ân, kendilerine kitap verilen milletlerin din bilginlerinden cidden araştırma yapıp insaf gözüyle ilâhî belgeleri tarayanların, gerek son pey­gamber Hz. Muhammed'in (A.S.), gerekse son kitabın hak olduğunu bil­diklerine yer yer dokunmakta ve bu hususta gereken uyanda bulunmak-

tadır. Bakara sûresi 146. âyetin tefsirinde bu husus yeterince açıklanmış ve Tevrat'la İncil'den bazı önemli belgeler nakledilmiştir. Değişikliğe uğ-ratılmalarına rağmen hiç şüphesiz ki, elimizdeki mevcut Tevrat ve İncil nüshalarında Son Nebî'nin geleceği hakkında birkaç kayıt vardır. Özellik­te 1709'da İtalyanca yazılı BERNABA İncil'inin Prusya (Eski Alman Dev­leti) kralı danışmanlarından Kreimer'in eline geçmesiyle bu hakikat iyice su yüzüne çıkmış ve İsa Peygamberin sadık Havarilerinden BERNABA'nın yazdığı ve bilahare İtalyancaya çevrilen bu İncil'in yirmiye yakın yerinde Hz. Muhammed'in (A.S.) geleceğine dair çok açık ve net bilgilerin yazılı olduğu görülmüştür, Onlardan bir kaç belgeyi aşağıya naklediyoruz:

«Allah, Âdem'i yaratınca, Âdem iki ayağı üzerine kalkıp doğruldu. Ba­şını göğe doğru çevirdi. Güneş kadar parlak iki satır yazı gördü: LÂ İLAHE İLLALLAH - MUHAMMED'ÜN RESÛLÜLLAH (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Muhammed O'nun peygamberidir.) Âdem ağzını açıp dedi ki: «Ey Rabbim ve İlâhım! Sana şükrediyorum, çünkü beni fazl-ü kereminle ya­rattın. Huzurunda eğilir, yalvarırım; bu sözün (Muhammed Resûlüllah cüm­lesinin) anlamını bana bildirmeni dilerim.» Rab ona cevap verdi: «Ey ku­lum Âdem!» Güvenle, esenlikle bana yaklaş. Sana derim ki, ilk yarattığım insan sensin. Şu ismini gördüğün nur, senin soyundan ve evlâdındandtr. Yıllar sonra dünyaya gönderilecektir. O benim peygamberim olacaktır. Her şeyi onun (hatırı) için yarattım. O geldiğinde varlık âlemini aydınlatacak­tır. Ben henüz hiçbir şeyi yaratmadan altmış bin yıl önce onun nurunu ve ruhunu yarattım.

Bunun üzerine Âdem tekrar Allah'a yalvarıp dedi ki: «Ya Rab! şu iki sözün tırnaklarım üzerine nakşedilmesin! lütfet.» Allah ilk insanın bu di­leğini kabul etti ve onun sağ elinin beş parmağı üzerine LÂ İLAHE İLLAL­LAH (Allah'tan başka hiçbir tanrı yoktur) cümlesini; sol elinin baş parma­ğının tırnağı üzerine MUHAMMED'ÜN RESÛLÜLLAH (Muhammed, Allah'­ın Peygamberidir) cümlesini nakşetti. İlk insan Âdem baş parmakları üze­rindeki bu iki cümleyi öptü, sonra da gözlerine sürdü. Ve şöyle dedi: «Sen şu âleme ayak basacağın gün ne mübarek gün olacak!.»[240]

«İsa onlara dedi ki: Ben size hakkı söylerim; bugüne kadar gelen her peygamber ancak bir kavme veya bir millete gönderilmiştir. Her peygam­ber Allah'ın rahmetinin belirtisidir. Ancak her peygamberin sözü, gönderil­diği kabile veya milletin dışına taşmamıştır. Ama o Allah'ın Resulü gelin­ce, yüzük taşı misali olacak, Allah ona verecek de verecek.. O yeryüzün­deki milletler için kurtuluş ve rahmet taşıyacak, onun talimini kabul eden­ler kurtulup rahmete erişecek. O zalim zorbalar üzerine kuvvetle yürüyecek, putlara tapınmayı kökünden yıkacak; öyle ki şeytanı perişan ve rüs-vay edecektir. Çünkü Allah o son peygamber hakkında İbrahim Peygam­bere böylece va'detmiştir: «Dikkat ya İbrahim! Ben senin soyunla yeryü­zündeki kabile ve milletleri mübarek kılacağım. Sen nasıl putlarla savaş­tın, onlarıdevirdinse, o da öylece savaşıp devirecektir.» [241]

«İşte bunun için size derim ki: Şüphesiz Allah'ın Peygamberi Ahmed ile yakında Allah'ın yarattığı her şey sevinecektir. Çünkü o anlayış ve da­nışma ruhudur. O, hikmet ve kuvvet ruhudur. O, sevgi ve rahmet ruhudur. O, adalet ve takva ruhudur. O, lütuf ve sabır ruhudur. Allah ona verdiğini hiç kimseye vermemiştir. O, âleme geldiği zaman, ne mutlu zaman olacak! Beni tasdik edin. Onu (yani ruhunu) her peygamberin gördüğü gibi ben de gördüm,, saygı ve ta'zimde bulundum.» [242]

İşte ilgili âyetle bu hakikatler haber veriliyor, Kitap Ehli ve şüphede kalan Müslümanlar uyarılıyor. Çünkü bunca açık belgeler karşısında şüp­hecilerden olmanın mantıkî hiçbir yanı yoktur. [243]

 

Rabbin Sözü

 

 «Rabbin   sözü doğruluk bakımından da, adalet bakımından da tamamlanmıştır. O'nun sö­zünü değiştirecek yoktur. O, işiten ve bilendir.»

İlgili âyetle çok önemli bir noktaya işaret edilmekte ve Muhammed (A.S.) ümmetine büyük bir müjde verilmektedir. Tevrat ve İncil'e insan eli dokunduğu, insan sözü karıştığı için aslından uzaklaşma felâketine uğra­mışlardır. Son kitap Allah sözü Kur'ân ise, bu felâketten kesinlikle korun­muştur. Onu hiçbir kuvvet değiştiremiyecektir; indiği gibi, tesbit edilip yazıldığı, yazılıp mushaf haline sokulduğu gibi muhafaza olunmuştur ve olunacaktır da. Bu da Kur'ân'ın ayrı bir mu'cizesi, başka bir yüceliğidir. [244]

 

Hakem - Hâkim

 

Hüküm kökünden gelen HAKEM ve HÂKİM arasında bir takım farklar vardır. Hakem, hükümde daha çok uzman olan ve tarafların güvenine lâ­yık görülen kimsedir.

Bu manayla Hakem, taraflar arasında ihtilâf konusu olup şüphe ve tereddüde yol açan, hakkı bâtıldan, haramı helâldan ayırt edip ona göre karar veren ve verdiği kararı taraflarca kabul edilen bilir kişi demektir. O nedenle hakem hâkimden daha kâmil bir mertebededir denilebilir. Çünkü her hüküm verene hâkim sıfatı verilebilir, ama hakem sıfatı verilemez. Ha­kem ancak hak ile hak üzere hükmedendir. Bu sebeple HAKEM Allah'ın sıfatlarından biridir. Kur'ân hakkında da kullanılmıştır.

Aynı kökten gelen HİKMET ise, daha has bir mâna taşımaktadır: Hakk'-ın hak olduğunu ilim ve akıl yoluyla tesbit edip ortaya koymak mânasında daha çok yaygındır. [245]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle Kur'ân-ı Kerlm'in doğrulukça da, adaletçe de tamamlandığı, insanın dünya ve âhiretini aydınlatacak, onu mutlu kı­lacak belgelerin noksansız indirildiği ve her konunun çok açık biçimde or­taya konduğu anlatıldı. Böylesine büyük bir mu'oize ortada dururken baş­ka mu'eize ve belge aramanın anlamsız olduğu belirtildi. Hakem olarak Allah'ın veya bu ilâhî kitabın yeterli bulunduğuna dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle, hakikat bu olmakla beraber insanların ruhsal ya­pıları ve taşıdıkları karakter bakımından çok farklı fikir, inanç, ideal ve siyasî kanaat taşıdıkları; çoğunun ise hakkın dışında kalan bir takım sa­pık ideolojilerin rengiyle boyandıkları ve bu yüzden Allah yolundan sap­tıkları hatırlatılıyor, O halde insanların çoğuna uymanın gerçek bir kıstas olmadığı bildiriliyor. [246]

 

Meali:

 

116—  Yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan, seni Allah yolundan saptı­rırlar; onlar zandan başkasına uymazlar ve onlar sadece yalan söyler, tahminlerde bulunurlar.

117—  Şüphesiz ki Rabbin kendi yolundan sapanları daha iyi bilir ve O, doğru yolda bulunanları da çok iyi bilendir.

 

İniş Sebebi

 

Allah'a ortak koşan inatçı inkarcılardan bir grup Peygamber (A.S,) Efendimize geierek, «Siz kendi öldürdüğünüz hayvanları yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüklerini yeriniyorsunuz!» diyerek basit bir kıyaslamayla mü'-minleri şüpheye düşürmeye çalıştılar. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi, [247]

 

İlgili  Hadîsler

 

«Allah'ın benden önce gönderdiği her peygamberin mutlaka ümme­tinden bir takım yardımcıları, sünnetini tutan ve emirlerine uyan arkadaş­ları olmuştur. Onlardan sonra gelenler ise, yapmadıklarını söyler, emre-dilmedikleri şeyleri işlerler. Kim eliyle onlarla savaşırsa, o mü'mindir. Kim diliyle savaşırsa, o da mü'mindir. Kim kalbiyle savaşırsa, o da mü'mindir. Artık bunun ötesinde hardal tanesi kadar imândan bîr şey yoktur.»[248]

Hz. Âişe (R.A.) Validemiz anlatıyor:

— Resûlüllah (A.S.) Efendimize dedim ki: «Ya Resûlellah! Allah yeryüzündekilere kahr-u kuvvetini indirmiştir; oysa aralarında iyi kişiler var­dır ki, kötülerin helak edilmesi sebebiyle onlar da helak ediliyorlar!.» Bu­nun üzerine Allah Resulü (A.S.} şu cevabı verdi: «Ya Âişe! Şüphesiz ki aziz ve celil olan Allah, kahr-u gazabını, azabına hak kazanmışlar üzerine indirin­ce, aralarında iyi kişiler de bulunur. Onlar da diğerleriyle birlikte aynı azaba uğrarlar. Sonra herbirleri kendi niyetlerine göre, kabirlerinden kalkıp haş-rolunurlar.» [249]

 

İnsanların Çoğu Doğru Yolda Değildir

 

Tarihin hangi devrine bakılırsa bakılsın, yaşayan insanların çoğunun doğru yolda olmadığı görülür. İnsanın nefs yapısı, diğer bir deyimle karak­teri sınırsız bir serbesti ister, Belli ölçülere, dinî ve ahlâkî kurallara bağ­lı kalmaktan hoşlanmaz. Bu yüzden daha çok kural dışında, dinî ve ahlâ­kî ölçüleri tanımıyan kitleyle uyum sağlar. Kitlelerin böylesine yanlış bir yolda yürümesinin devamını ise, yine onların bünyesinden filizlenip çıkan liderler sağlar. Bu durumda insanların çoğuna uyma heveslileri, çok geç­meden onların arasında eriyip şekillenir ve bir daha kendilerini zor kur­tarabilirler. Çünkü insan toplum içinde aşılanacağı inancın rengine göre bir yol izler; din ve Allah'ı tanımazlık, her şeyi mubah saymak, lidere ta­parcasına bağlanmak, politika ağına düşüp politize olmak, batıl bir dini benimsemek, hak dini reddetmek, ahlâk ve fazilet sınırı tanımamak gibi değişik renklere boyanmak bu yolun tabii sonucudur. Kuşakları böylesine bir akımdan kurtarmak âdeta imkânsızdır, Allah'ın hidâyete erdirdikleri müstesna. Böylece doğru yolun dışında çoğunluğu oluşturan insanlardan her biri inanıp bağlandığı fikir, ideal ve inanç ne ise o hususta güç ka­zanır ve onun savunucusu olur.

İnsanın ruhsal yapısı ve temelinde nefs bulunan karakteri bu olunca, çoğunun hayat dizginini, bağlandığı fikir ve idealin eline teslim ettiğini gö­rürüz. Fikirler, idealler, inançlar ve temayüller sayılmıyacak kadar çok­tur. Bunlardan ancak birisi HAK'tır, Çünkü hak bölünmez ve birkaçtık ka­bul etmez. O halde insanlardan çoğu haktan uzak, hattâ hakkın karşısın­da; azı ise haktan yanadır.

İşte Kur'ân toplumun mânevi yapısının asıl ölçüsüne işarette bulunurken insan karakterine dikkatleri çekiyor ve çoğunun doğru yolda bu­lunmadığını hatırlatıyor. Sonra da hak yolda bulunanlarla kaynaşmanın yararını belirtiyor. Kurtuluş ve gerçek mutluluğun ancak ilâhî yolda oldu­ğuna parmak basarak gereken uyarısını yapıyor.

Çünkü Müslüman uydu değil, uyulandır. O anasından böyle doğar, böyle yaşar ve böyle ölür.

Hak olmayan bir dâva, bir inanç ve ideale bağlı bulunanlar ise, zan ve tahminden öteye geçemezler; sadece yalan söyleyip boyandıkları ren­gi başkalarına da sürmek isterler. Zira her insan kendi renginde, kendi inancında ve kendi karakterinde adam arar; başkalarının kendisine uy­masını hiç değilse gönüldaş olmasını arzular. [250]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle her devirde yaşayan insanların çoğunun doğru yolda bulunmadığı, ilâhî sınırları aştığı belirtildi. Sayısal bakımdan çoğunlukta olanlara uyulmamasına bilhassa dikkatler çekildi.

Aşağıdaki âyetlerle belirtilen çoğunluğun kendi mantıklarına göre bir takım zan ve tahminlerde bulunarak helâl ve haram konularında ölçüsüz ve dayanaksız hüküm vermelerinin dinî ve ilmî bir değer taşımadığı hatır­latılıyor. Darda kalınmadıkça harama yaklaşılmaması uyarılıyor. Üzerine Allah'ın adı anılan hayvanların yenilmesinin helâl olduğu tekrar belirtili­yor ve inandıktan sonra artık günahın açığını da, gizlisini de bırakmanın gereği üzerinde duruluyor. [251]

 

Meali:

 

118—  Üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yeyin; eğer O'nun âyet­lerine inanan mü'minlerseniz (buna dikkat edin).

119—  Size ne oluyor da üzerine Allah'ın adı anıimış olanlardan yemi-yorsunuz? Halbuki -darda katıp kesin ihtiyaç duyduğunuz durum dişında-size haram kıldıklarını bir bir açıklayıp bildirmiştir. Doğrusu birçokları bil­gisizce heveslerine uyup saptırıyorlar. Şüphesiz ki Rabbın, aşırı gidip (ilâ­hî) sınırı aşanları en iyi bilendir.

120—  Artık günahın açığını da, gizlisini de bırakın! Doğrusu onlar ki günah kazanırlar, kazandıklarının karşılığını göreceklerdir.

121—  Üzerine Allah'ın adı anılmamış olanlardan yemeyin; çünkü bu (başkası adına ve bir de putlar için, onlar adına boğazlamak) şüphesiz ki ilâhî yoldan çıkmaktır. Hem şeytanlar sizinle mücadele etmeleri için dost­larına fısıldayıp dururlar; eğer onlara uyarsanız, şüphesiz ki siz de Allah'a ortak koşanlar olursunuz.

 

İniş Sebebi

 

Müfessirler bir önceki iki âyetin iniş sebebiyle bu âyetlerin iniş sebe­binin aynı olduğunu belirtmişlerdir. [252]

 

İlgili Hadîsler

 

«Eğitilmiş köpeğini salıverip Allah'ın adını onun üzerine andığın za­man, o köpeğin senin için yakaladığını ye.,»[253]

«Kanı akıtılıp üzerine Allah'ın adı anılandan yeyin.» [254]

Hz. Âişe Validemiz (R.A.) anlatıyor:

— Bir grup adam Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek, dediler ki: «Ey Allah'ın Peygamberi! Bazı kabilelerden bize et getiriyorlar, ama onla­rı boğazlarken Allah'ın adını anıp anmadıklarını bilmiyoruz (bu hususta ne buyurursunuz?). Efendimiz şu cevabı verdi : «Getirilen etin üzerine siz kendiniz Allah'ın adını anıp öylece yeyiniz!» [255]

Hadiste belirtilen et, daha yeni İslâm'a girmiş kabilelerce boğazlanıp Medine'ye getirilip Ashabdan bazı şahıslara hediye ediliyor veya satılıyor­du. Ashabın ete ihtiyaçları olmakla beraber onların boğazladıklarının ye­nilip yenilmiyeceğinde tereddüde düştüler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz on­ların bu şüphe ve tereddüdünü gidermiş oldu.

«Müslüman bir kimse Allah'ın adım anmadığı halde hayvanı boğazlar­sa, ondan yesin (veya ondan yenilsin). Çünkü Müslümanda Allah'ın isim­lerinden bir isim vardır.» [256]

«Müslümanın ismi kendisine yeter; hayvan boğazlarken unutup Al­lah'ın adını anmazsa, sonra Allah'ın adını anıp öylece yesin.» [257]

İmam Şafiî bu iki hadîsle istidlal edip, besmeleyi kasden terkeden müslümanın kestiği yenilir demiştir.

«Şüphesiz ki Allah benim ümmetimden hatâ ve nisyanı (unutma) ve bir de üzerine zorlandığı şeyi (yani bunlardan dolayı meydana gelen gü­nahı) kaldırmıştır, (sorumlu tutmayacaktır).» [258]

«Günah senin göğsünü (vicdanını) tırmalayan ve insanların ona mut­tali' olmasını hoş karşılamadığın şeydir.» [259]

«Allah'ın adını ansın anmasın Müslümanın boğazladığı helâldir. Çün­kü o eğer anarsa ancak Allah'ın adını anar.» [260]

«Helâl açık ve bellidir; haram da açık ve bellidir. Bu ikisi arasında bir­takım şüpheli şeyler vardır ki insanların çoğu onları bilmezler. Artık kim şüpheli şeylerden sakınırsa, herhalde iffet ve namusunu, dinini temize çı­karmış olur. Kim de şüpheli şeylere düşerse, harama düşmüş olur. Tıpkı koruluk etrafında (davarını) otlatan çoban gibi, çok sürmez (davarları) koruluğun içine düşer. Haberiniz olsun ki, her hükümdarın bir koruluğu vardır; Allah'ın ise yeryüzündeki koruluğu, haram kıldığı şeylerdir. Dikkat edin, cesette bir et parçası vardır, o düzeldiğinde cesedin tamamı düze­lir; o bozulduğunda cesedin tamamı bozulur. Haberiniz olsun ki o et par­çası kalbdir.» [261]

«Helâl açık ve bellidir; haram da açık ve bellidir. O halde sen, seni şüpheye düşüren şeyleri bırak, şüpheye düşürmeyen şeylere (yönel).» [262]

 

Allah'ın Adını Anarak Boğazlamak

 

«Size ne oluyor da üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yemiyorsunuz?»

Dinimiz her canlıya karşı merhametli olmayı tavsiye ederken, Allah'­ın insanların yararına sunduğu hayvanları boğazlarken her canlıyı yokluk karanlığından varlık alanına çıkaran Yüce Kudreti hatırlamamızı ve bu nî-mete Allah'ın adını anarak el uzatmamızı emreder. Çünkü her nimetin asıl değeri, nîmeti veren hatırlandığı ve ona şükredildiği ölçüde kendini his­settirir. Nimetten yararlanıp onu bize hazırlayıp vereni hatırlamamak basî-. retsizliğin, nankörlüğün bir başka tezahürüdür. Bunun için deniliyor ki; «Bir hayvanı boğazlarken için için de ki, seni benim elime teslim eden kud­ret, beni de daha güçlü ellere teslim edecektir.»

Peygamber terbiyesinde yetişen Ashab-ı Kiram her olay ve her işte, baktıkları her şeyde Allah'ın yüce kudretini, varlığının, birliğinin belgeleri­ni görür, duyar, zikir ve fikir ile ona yönelirlerdi. Bismillah diyerek eşyaya el uzatır; nîmeti, asıl sahibini, mâlikini hatırlamadan kendi yararlarına kul­lanmazlardı. Zaten İslâm'ın amacı, imânın sıhhati bunu böyle gerektirmek­tedir.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Şüphesiz ki Müslümanda Allah'ın isim­lerinden bir isim (her zaman) mevcuttur.» [263] buyururken, İslâm'ın terte­miz havasında yetişip gelişen bir mü'minin her zaman Allah ile beraber bulunduğuna işaret etmiştir. «Allah adı her Müslüman üzerindedir..»[264] mealindeki hadîsleri -rivayet bakımından zayıf olsa bile- yüce bir hikmeti terennüm etmekte ve Müslümanın değer ölçüsünü belirlemektedir.

Aliah isminin yüceliğini, azametini kendinde taşımıyan, Onu hatırla-mıyan, nimetlere Onun ismiyle el uzatmayan Müslümanlarda hayır yoktur. Öylesi ismen müslümandır. [265]

 

Fıkhı Yönü

 

Eti yenen bir hayvanı boğazlarken Allah'ın adını anmakla ilgili konu­da üç önemli görüş ve içtihat ortaya çıkmıştır:

1.  Hayvanı boğazlarken Besmele'yi, ya da Allah adını ister kasden, ister unutarak terkedecek olursa, o hayvanın eti helâl olmaz.

İbn Ömer, Nâfi', Şa'bî ve Muhammed b. Sirîn bu görüştedirler. İmam Mâlik ile İmam Ahmed bin Hanbel'in de -bir rivayete göre- içtihatları bu anlamdadır. Ebû Sevr ile Dâvud ez-Zâhirî de aynı görüş ve içtihadı benim­semişlerdir. Bunlar, âyetin yorumunda daha çok Âdiy bin Hâtem ve( Râfi' b. Hudayc'in rivayet ettikleri hadîsleri kendilerine senet kabul etmişlerdir.

2.  Hayvanı boğazlarken Tesmiye yani Allah'ın adını anmak, Bismillan demek şart değil, müstehaptır. O halde bunu kasden veya unutarak terkederse bir şey gerekmez, yani boğazlanan hayvan yine helâl olur, eti yenilir.

Bu, daha cok İmam Şafiî ve arkadaşlarının içtihadıdır. Bir rivayete gö­re, Ahmed bin Hanbel de aynı görüştedir. Nitekim İbn Abbas, Ebû Hürey­re ve Tabiînden Atâ' b. Ebî Rebah'tan bu anlamda sahih rivayetler tesbk edilmiştir.

İmam Şafiî belirtilen hadîsleri de gözönünde bulundurarak âyeti şöy­le yorumlamıştır: «Üzerine Allah'ın adı anılmayıp O'ndan başkasının ismi anılan hayvanı yemeyin!» Çünkü Allah'tan başkasının adıyla boğazlanan hayvan murdar olur, yenilmez. Kur'ân bunu fisk = İlâhî sınırı aşmak diye belirtmiştir.

Bu, İmam Ebû Hanîfe'nin içtihadıdır. Bir rivayete göre, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b. Hanbel de aynı görüş ve içtihattadırlar. Bu aynı za­manda Hz. Ali, İbn Abbas (R.A.) ile tabiînden Saîd b. Müseyyeb, Atâ', Ta­vus, Hasan el-Basrî'den rivayet edilen yorumdur.

Mezheplerin farklı içtihat ve tesbitleri, her birinin dayandığı hadîs ve rivayetler, âyet-i kerîme üzerindeki yorumlan daha çok ahkâmla ilgili ki­taplarda yeterince açıklanmıştır. Özetliyerek tefsirimize naklettiğimiz gö­rüş ve ictihadlar, ümmete genişlik ve kolaylık sağlamıştır. Bunların her biriyle -gerektiğinde- amel etmek caiz ve sahihtir. [266]

 

Darda Kalan

 

 «Darda kalıp kesin ihtiyaç duyduğunuz durum dışında....»

 Kur'ân'da ilgili âyetle mü'minlere başka bir kolaylığın kapısı açılıyor. İslâm'a göre, helâl ve haram sınırları kesin hatlarıyla belirtilmiştir. O ne­denle kişilerin görüş ve mantıklarına göre yeni hükümlerin yeri ve anlamı yoktur. Allah ve Peygamberi neleri helâl ve haram kılmışlarsa, ancak on­lar helâl ve haramdır. İstisnaî olarak bu genel kuralın dışında .tutulan ba­zı hususlar vardır: Darda kalıp açlık, ya da susuzluktan ölüm tehlikesiyle yüzyüze gelenlerin ölmeyecek kadar haramdan yemesinde dinen bir sa­kınca yoktur. Çünkü hayat hakkı daha muhteremdir.

Gerçek bu olmakla beraber, inatçı kâfirler, müslümanları saptırmak için diğer şeytanlarla birleşip fısıldaşarak kendi anlayış ve basit mantıkî öl­çülerine göre, «Köpek veşahin'in yakalayıp öldürdüğünü yiyorsunuz da Al­lah'ın öldürdüklerini yemiyorsunuz!» diyerek ahkâm kesiyorlardı. Oysa kendileri taştan yontulup şekillendirilmiş putlara secde edip onlar adına kurbanlar kesiyor, Allah;a eş-ortak koşmaktan çekinmiyorlardı. Kur'ân bu hususta da mü'minleri uyararak,«Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz kî siz de Allah'a ortak koşanlar olursunuz.» diyerek ilâhî hükmünü açıklamak­tadır. [267]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, inatçı inkarcıların Allah'ın son dini hak­kında mü'minlerle çetin bir mücadeleye giriştikleri, insan ve cinlerden olan şeytanların da onlara fısıldamasıyla bu mücadelenin sürüp gittiği açık­landı.

Aşağıdaki âyetle, sürüp giden mücadele havası içinde Allah mü'min­lerle müşriklerin durumunu açıklıyor, İnanmayan bir kimsenin ruh ve kalb bakımından ölü olduğu, inandıktan sonra gerçek diriliğe kavuştuğu, ken­disine sunulan imân ve irfan nuruyla insanlar arasında yürüdüğü, hem kendini, hem de çevresini aydınlattığı hatırlatılıyor. Küfür bataklığında bir ömür tüketenlerin ise, içinden çıkılmaz bir karanlığa gömüldüklerine dik­katler çekiliyor. [268]

 

Meali:

 

122— Ölü iken dirilttiğimiz, insanlar arasında yürümesi için kendisi­ne bir nûr sunduğumuz kimse, karanlıklar içinde kalıp bir türlü çıkama­yan kimse gibi midir?

Böylece kâfirlere işleyegeldikleri ameller süslenip yaldızlı gösterilmiş­tir.

 

İniş Sebebi

 

Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz ibâdet ederken; Ebû Cehl, içindeki pislikleriyle birlikte deve işkembe ve barsaklarını O'nun üzerine attırmış-tı. Avdan dönen Peygamberimizin amcası Hz. Hamza (R.A.), bu aşağılık davranışı duyunca beyninden vurulmuşa dönmüş ve amcalık gayretiyle elindeki yayı Ebû Cehl'in başına vurmuş ve «Sizden daha beyinsiz ve âdi kim olabilir ki, Allah'ı bırakıp taşa tapıyorsunuz?! Ben, Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın peygamberi bulunduğuna şe-hadet ediyorum!» demiş ve İslâm'a girdiğini ilân etmişti. Bunun üzerine yukarıdaki âyet indi.

Diğer bir rivayete göre, ilgili âyet, Ömer b. Hattab (R,A.) ile Ebû Cehl hakkında inmiştir.

İkrime ve Kelbî'ye göre : Âyet, Ammar b. Yasir ile' Ebû Cehl hakkın­da inmiştir. [269]Ammar, İslâm'a girince ölü iken dirilmiş, Ebû Cehl ise, küfrün karanlığında yolunu, ruhunu ve faziletini tamamen kaybetmişti. [270]

 

İmân Aydınlık, Küfür Karanlıktır

 

«Ölü iken diriltti­ğimiz, insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur sunduğumuz kim­se......»

«Din insanın sınırlı bilgisinden doğmuştur.» diyen materyalistler, Al­lah'a ve âhirete imânı, bilgisizliğin tabii sonucu saymışlardır. Onlara göre, bu husustaki bilgisizlik iki yönlüdür: Tabiat hakkında bilgisizlik; kendileri hakkında bilgisizlik.

Materyalist bu iddiasıyla da fahiş bir yanılgı içindedir; aynı zamanda gerçek dışı kalıp bilimsel olmayan basit bir mantık oyunu sergilemeye ça­lışmaktadır. Tabiatı her geçen gün keşfeden, yeni yeni buluşlarla esrar perdesini aralayan ilim, ilerledikçe insanı daha çok Allah'a yaklaştırmak­ta ve inkâr uçurumunu yavaş yavaş kapamaktadır. Zira varlık âleminde hâkim olan çok mükemmel düzen, her şeyin belli bir plân ve belli bir he­saba göre yaratılıp gayesine yöneltilmesi, varlığın her parçasında bir den­gesizliğin, başıboşluğun bulunmadığını isbat etmiş ve düzenden düzenle­yiciye istidlal şuurunu uyandırmıştır.

İnsan vücudu üzerinde tıbbın zaferi, henüz devede kulak oranında sayılmasına rağmen bu karmaşık fakat akıllara durgunluk veren yapının, sayısı belirsiz tesadüflerin biraraya gelmesiyle oluşamayacağını ortaya koymuştur. İnsan beyninin taşıdığı binlerce sistematik faaliyet ve milyon­larca akımın, idrâk üstü çok yüce bir kudretin varlığını kanıtlamaktadır. Büyük bir liman olan karaciğer, durmadan kanı vücudun her tarafına pom­palayan kalb, çok mükemmel uzman bir ustanın eseri bulunduğunu gös­termiyor mu?

O halde Hak Dinin kökeninde değil, materyalizmin kökeninde bilgi­sizlik, idraksizlik vardır. Çünkü gerek tabiat, gerek insan vücudu üzerin­de ilmin buluş ve zaferi, bir olan Allah'a inanmaya kapı açmış, materya­lizmin hayal ürünü iddialarını reddetmiştir.

İlgili âyet bu bilgisizlik ve idraksizlikten doğan inkâr ve İnadı, karan­lık ve ölümle; imânla birleşip bütünleşen ilim ve irfanı, aydınlık ve diri­likle vasıflandırmıştır.

EINSTEIN gibi dünya çapında bir fizik âliminin varlık alemindeki mut­lak düzen karşısındaki şu itirafı, materyalizme bir daha en ağır tokatlar­dan birini indirmeye yetmiştir:

«Benim Tanrı görüşüm, anlaşılmayan evrende kendini gösteren üs­tün bir düşünüş kudretinin mevcudiyetine kuvvetle ve heyecanla inanmak­tır.»

«Benim dinim, o zayıf ve âciz zihnimizle algıladığımız cüz'î teferruat­ta kendini gösteren sınırsız derecede yüksek ZEKÂ karşısında duyduğum mahviyetkâr bir hayranlıktan ibarettir.» [271]

Semavî dinler ilmin ve ilim adamının elde ettiği bu sonuca yön verir, ilmi imânla bütünleştirip asıl ölçü ve değerine kavuşturur. Onun için, «Ger­çek ilim imâna ve çok yüce bir kudretin varlığına götürür.» diyenler, çok doğru bir teşhiste bulunmuşlardır. Bütün dert ve mesele, yarım aydınlık­tan doğmaktadır. Eline İlmin az-çok anahtarlarından birini alan, fakat üni­versiteyi bitirdikten sonra bu anahtarı kullanmayan, bilgi ve kültürünü gün­lük gazetelerin sütunlarına bağlayan okumuşların, materyalizme kayma­sı; dinin lüzumsuzluğunu, Allah ve kıyametin hayal ürünü olduğunu İddia etmesi, yarı aydın kalmasının tabii sonuoudur. Bir böylesini düşünün, bir de elindeki ilim anahtarını durmadan kitapları açmak suretiyle kullanan Einstein'ı düşünün.

Yarım aydın kalmanın, ciddi bir dinî eğitim görmemenin neticesi ola­rak materyalistlere, Allah'ı ve dini ret ve inkâr etmek oldukça süslenmiş ve çok aldatıcı bir kılıf içinde sunulmuştur. [272]

 

İmân Ve Küfür Allah'tan Mıdır?

 

Âyetin kelime dizisinin açık anlatımından, öldürücü olan küfürden kur­tarıp, hayat veren imâna kavuşturanın Allah olduğu anlaşılıyor. Ama âye­tin asıl delâlet ettiği mâna bu değildir. İnsanoğlunun, önünde, ikisi yukarı­ya, ikisi aşağıya doğru konulmuş dört basamak vardır. Yani ikisi ruhunun yüceliğiyle uyum sağlar ölçü ve anlamda yüce âleme doğru yükseltici, iki­si de onunla uyumsuzluk içinde aşağı âleme doğru düşürücüdür. Her in­sanın hayatı bu basamaklardan başlar ve ona göre noktalanır. Akıl ve id­râkimizi Kur'ân'ın getirdiği esaslarla güçlendirip harekete geçirecek olur­sak, yukarıya doğru iletici olan iki basamağa yükselmiş oluruz. Aksi hal­de aşağıya indiren iki basamağın kurbanı haline geliriz.

Basamakları belli ve şaşmaz kanunlarıyla yaratan, insanı doğruyu, iyiyi, güzeli ve yüceyi seçebilecek bir çok yeteneklerle donatan Allah, bun­lardan herhangi birini seçmekte bizi serbest bırakmış, aneak yüceltici olan, ruhumuzla uyum sağlayan basamakların mutlak kurtuluş olduğunu, diğer basamakların felâkete düşürücü bulunduğunu haber vermiş, gerekli bü­tün uyarıları yapmıştır.

Sözünü ettiğimiz dört basamaktan ikisi marifet ve hidâyet (Yüce Ya­ratanı bilip doğru yola erişmeyi dilemek ve bu hususta azmetmek)tir. Di­ğer iki basamak ise, inkâr ve sapıklıktır.

Artık kim Allah'ın verdiği yeteneklerle -peygamber sesine ve uyarısı­na kulak vererek- Marifet ve Hidâyete yönelirse, Allah da ona bu hususta yardımcı olur. Kim de inkâr ve sapıklığı seçerse, Allah onu seçtiği şeyle başbaşa bırakır. Çünkü Allah'ın câri olan kanunu yani Sünnetullah ve Âdetullah'ı budur, değişmez.

O nedenle imâna eriştirmeyi, karanlıktan kurtarmayı kendine nisbet etmiş, bununla değişmeyen câri âdetini hatırlatmayı murat etmiştir. [273]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda gecen âyetle, imânın aydınlık ve hayat olduğu, küfrün ise karanlık ve öldürücü bir hava niteliğinde bulunduğu açıklandı. İmân ve İslâm nuruna kavuşanla, küfür bataklığında bocalayıp bir türlü çıkama­yan kimsenin bir olmadığına dikkatler çekildi. Daha çok Mekke müşrikle­rinin ileri gelenlerinin, küfür bataklığında bir ömür tüketmenin öncülüğü­nü yaptıkları belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, her memleketin refah seviyesi yüksek oian ileri gelenlerinin çoğunun madde ve dünyalığı amaç ve hedef seçtikleri için diğer insanlara kötü örnek olacak şekilde bir takım suçlar işledikleri, kir­li işlere bulaştıkları, başkalarını aldatmak için bir çok hileler çevirdikleri anlatılıyor. Aslında onların kendilerini aldattıkları belirtilerek dikkatler çe­kiliyor. Çünkü kötülük namına işledikleri her suç ve günahtan memleketin zarar göreceğinde şüphe olmadığına işarette bulunuluyor. [274]

 

Meali:

 

123—  jşte bunun gibi her kasabanın İleri gelenlerini, orada hile ya­pıp birtakım kirli işler çevirsinler diye o kasabanın suç işleyenleri yaptık. Oysa onlar ancak kendilerini aldatıp hile yaparlar da farkında olmazlar.

124—  Kendilerine bir âyet (mu'cize, Kur'ân'dan açık bir belge) gel­diği zaman, «Allah'ın peygamberlerine verilen (şeref ve itibarın) bir ben­zeri bize verilmedikçe asla imân etmeyiz!» dediler. Allah ise, peygamber­lik görevini nereye (kime) vereceğini daha iyi bilir.

Suç işleyen o kimselere -hilelerinden ve kirli işlerinden dolayı- Allah katından hem aşağılık, hem de şiddetli bir azap dokunacaktır.

 

İniş Sebebi

 

Mekke'ye uzanan her yolun başında Mekke ileri gelenlerinden dört ki­şi oturur, girip çıkanları Hz. Muhammed (A.S.)ın aleyhine çevirmeye çalı­şır, ona inanmamaları için olmadık yalan söyler, hileler ortaya koyarlardı.

Ayrıca yine bunlardan Muğîre oğlu Velid, Peygamberimize (A.S.): «Eğer peygamberlik hak olsaydı, herhalde ona senden ziyade ben lâyık görülürdüm. Çünkü ben hem senden büyüğüm, hem de daha zenginimdir.» diyerek küstahlık yaptı. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [275]

Ebû Cehl de, «Muhammed'e gelen vahiy bize de gelmedikçe asla imân etmeyiz» diyerek bu konudaki bilgisizliğini ve idraksizliğini bir kat daha ortaya koymaktan utanmıyordu. Yukarıdaki âyetler bu sebeple inmiş­tir. [276]

 

İlgili Hadîsler

 

«Şüphesiz ki Allah, İbrahim'in evlâdından İsmail'i beğenip seçti. İs­mail'in oğullarından Kinâne Oğullarını seçip beğendi. Kinâne Oğulların­dan Kureyş'i seçip beğendi. Kureyş'ten de Hâşim Oğullarını seçip beğen­di. Beni de Hâşim Oğullarından seçip beğendi.» [277]

«Kuşak kuşak Âdem oğullarının en hayırlı kuşaklarından intikal ede ede gönderildim. Sonunda aralarında bulunduğum kuşaktan seçilip görev­lendirildim.» [278]

Resûfüflah (A.S.) Efendimiz, bazı kişilerin ileri-geri konuştuklarını ha­ber alınca minbere çıkıp şöyle buyurdu :

  Ben kimim? Ashab-ı Kiram da :

  Sen Allah'ın Peygamberisin, diye cevap verdiler.  Bunun üzerine Efendimiz şöyle buyurdu :

  Ben,  Abdulmuttalib  oğlu  Abdullah'ın  oğlu   Muhammed'im.   Allah halkı yarattı, beni onların en hayırlısı kıldı. Halkı iki gruba ayırdı, beni en hayırlı gruptan eyledi. Kabileleri yarattı, beni en hayırlı kabileden meyda­na getirdi. Allah kabileleri ailelerle donattı, beni en hayırlı aileden dünya­ya getirdi. Ben aile yönünden de, bir insan olma bakımından da sizin en hayırlınızım. [279]

«Allah kullarının kalblerine baktı; Muhammed'in kalbini, kalblerin en hayırlısı olarak buldu. Bu sebeple onu kendisi için (elçi) seçip peygam­berlik göreviyle gönderdi.» [280]

 

Hayır Ve Şer

 

Hayır ile şer, iyilikle kötülük, sevap ile günah nisbî ve izafîdir, yani bir söz, ya da davranışın hayır ya da şer, iyi ya da kötü, sevap ya da gü­nah olması bize nisbetledir.

Konuyu bu açıdan incelediğimizde, kurulan mutlak ilâhî düzen içinde insanın, yaratılışına, ruhunun yücelik ve özelliğine uygun biçimde yerini alması gerekir. Hayır ve şer, iyilik ve kötülük yollarını bir bakıma açık tu­tan, nelerin hayır, nelerin şer olduğunu peygamber vasıtasıyla bildiren ve insanı bu yolların başlangıç noktasına getirip serbest bırakan Allah'tır. Bu yollardan birini kendi hür iradesiyle seçen ise kuldur. Allah onu birçok Yeteneklerle donatmakla kalmamış bir de günahı sevaptan, doğruyu eğ­riden, iyiyi kötüden ayırt edecek ölçü ve anlamda Kitap ve Peygamber göndermiştir. Allah'ın bu doğrultuda düzenlediği hayat kanunu ise, doğ­ruya, İyiye, hayra ve fazilete yöneliktir; kısacası, hayır ve faziletle uyum halindedir; kötülük ve rezîlet ile ters düşer. İşte bu kanun şaşmaz, kim­senin arzusuna göre değişmez. O nedenle herkes o kanuna uymak, onun­la uyum sağlamak ihtiyacındadır; öyle ki, uyan mutlu olur, uymayan mut­suz olur.

Kişinin günlük yaşayışında yer alan söz ve davranışları, sözü edilen hayat kanunuyla uyum sağlarsa hayır ve fazilet olur; uyum sağlamaz da ters düşerse, şer ve günah olur.

İlgili âyette, «Her kasabanın ileri gelenlerini orada hile yapıp kirli iş­ler çevirsinler diye o kasabanın suç işleyenleri yaptık.» deniliyor. İlk na­zarda bundan insanı hayır ve şerre itenin Aliah olduğu anlaşılıyorsa da gerçek mânası böyle değildir. Hayır ve şer yollarını açık tutan, hayra ve fazilete yönelik hayat kanununu koyan, bu yollardan herhangi birinde yü­rüme güç ve irâdesini veren Allah'tır. Tercih yapan ise kuldur.

Kur'ân bu önemli konu üzerinde iyice düşünüp araştırma yapmamızı sağlamak için kapalı bir ifade ve esneklik taşıyan cümleler sergilemiştir. Bu da ilâhî metot olarak ilmî araştırma ve geliştirmeyi sağlamayı amaçlar. [281]

 

İleri Gelenlerin Şer Ve Hile Yapması

 

 «İşte böylece her kasabanın ileri gelenlerini, orada hile yapıp kirli işler çevirsinler diye o ka­sabanın suç işleyenleri yaptık.»

Ciddi dinî eğitim görmemiş, ruhuna doğruluk ve fazilet ışığı tutulma­mış, sadece pozitif bilgilerle donatılmış kişilerin çoğu makam ve servet düşkünüdür. Oniar için hayatta tek amaç, yüksek makamlara çıkmak, ge­niş bir servete erişip konforlu bir hayat sürmektir. Amaç ve hedefleri bu olunca, niyetleriyle hedefleri arasında engel olarak bulunan ne kadar dinî ve millî engeller varsa onları çiğnemekte tereddüt etmezler. Amaçlarına erişince de mevcut imkânları nefislerinden yana yontmasını ve kullanma­sını becerirler. Bu yüzden bir takım hilelere, kirli işlere başvururlar. Her biri kuzu postuna bürünmüş bir kurda benzer. Servet çoğaldıkça, makam yükseldikçe azgınlık, günah, isyan ve rezîlet de çoğalır, orantılı şekilde sürüp gider. Dalkavuklarının şuursuzca yakınlığı, makamlarının satveti, servetlerinin göz kamaştırması onların işledikleri kötülükleri bir süre örter.

Büyük Müfessir Fahruddin Râzî'nin dediği gibi: Mal çokluğu, makam güc ve kudreti, insanı çeker ve kendine hizmetçi yapar. Bu bakımdan in­san bu ikisini koruyup devam ettirmek ister. Koruyabilmek için de birçok günah ve kötülükleri kendine mubah sayar; zaman olur ki, engelleri kal­dırmak için ilâhî hiçbir kıstasa iltifat etmez. Akla gelmedik dolaplar çevi­rir, hile ve yalana başvurur.

Tabii bu tipler farkında olmadan kendilerini aldatırlar. Balık baştan ko­kar misali, ülkelerine, yetişmekte olan kuşaklara en kötü mirası, en fena örneği bırakırlar. Bir gün birikip, barajı patlayacak olan ahlâksızlık selin­den kendilerini de kurtaramıyacaklarıni düşünmezler. Yükseldikleri ikbal merdivenlerinden alaşağı edilip zillet ve meskenet çukuruna düşeceklerini hesaba katmazlar. Tarih bunun tatlı ve acı örnekleriyle dolup taşmaktadır; ama ibret alanlar pek azdır, Kur'ân daha çok onlara seslenerek : «Suç işleyen o kimselere hilele­rinden ve kirli işlerinden dolayı Allah katından (ilâhî kanun gereği) hem aşağılık, hem şiddetli bir azap dokunacaktır.» diye uyarısını yapmaktadır. Bu aşağılık her iki dünyada da olabilirse de daha çok âhirette meydana geleceğine dikkatler çekiliyor.

Ayrıca Kur'ân, Mekke ileri gelenlerinin şirretliğini, hilelerini, azgınlık ve Allah hakkındaki bilgisizliklerini söz konusu ederken her milletin, her kasabanın ileri gelenlerinin çoğunun bu doğrultuda bulunduğunu hatır­latıyor. [282]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle, her memlekette insanlara kötü örnek olan, kendilerinden sonraki nesillere kötü miras bırakan kişilerin, daha çok o memleketin ileri gelenleri,- makam ve servet sahibi bulunanları olduğuna dikkatler çekildi. O gibilerin çoğunda refah seviyesi arttıkça ahlâkta ve dindarlıkta gerileme olduğuna işaret edildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Allah'ın ancak ehil olanları doğru yola eriştire­ceği; akıl ve idrâkini iyi yolda kullanmayıp bütün mevcudiyetini dünyalığa veren ve ruhundaki cevheri belirsiz hale getiren basiretsiz kişileri haşır-neşir oldukları madde ve inkâr ile başbaşa bırakacağı açıklanıyor. [283]

 

Meali:

 

125—  Allah kimi doğru yola eriştirmeyi dilerse onun kalbini İslama açar. Kimi de saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi göğsünü daral­tıp sıkıştırır. İşte böylece Allah imân etmeyenler üzerine murdarlık ve rüs-vaylık, azap ve ıstırap getirir.

126—  İşte bu (İslâm Dini) Rabbin dosdoğru yoludur. Düşünüp idrâ­kini kullanabilen bir millete âyetleri bir bir yeterince açıkladık.

127— Onlara Rableri  katında Dârü's-Selâm  (Selâmet Yurdu) vardır; ve yapageldikleri (iyi amelieri)ne karşılık O, onların dost ve yârıdır.

 

İlgili Hadîsler

 

Resûlüllah (A.S.) Efendimize bu âyet indiğinde, Ashabdan birisi sor­du :

  Ey Allah'ın Peygamberi! Allah insanın kalbini nasıl açıp genişletir? Efendimiz şu cevabı verdi:

  Bu, İnsanın kalbine atılan bir nurdur ki, o sayede kalb açılıp ge­nişler.

  Bunun bir belirtisi var mıdır? diye sorulunca, buyurdu ki:

  Ebediyet yurduna yönelmek, aldatıcı yurt (dünya)dan (gönül sev­gi ve ilgisini) uzaklaştırmak, ölümle karşılaşmadan ona (yeterince) hazır­lanmaktır.. [284]

Hz. Ömer (R.A.) bu âyeti okurken yanında  Kinane kabilesinden bir bedevî bulunuyordu. Hz. Ömer (R.A.) ona sordu :

  Harec nedir bilir misin? Bedevî şu cevabı verdi:

  Bilirim, çok sık ağaçlı ve dikenli bir yerdir ki, ne davar, ne de vah­şî bir hayvan oraya sokulabilir.

Bunun üzerine Hz, Ömer (R.A.) şöyle dedi:

  İşte münafıkın kalbi de öyledir; hayır ve faziletten hiçbir şey ora­ya sokulamaz.

İbn Abbas (R.A.) de bu âyeti okurken hatırına gelmiş de yanındakilere şunu sormuş :

  Aranızda Benî Bekr kabilesinden bir kimse var mı? Bir adam :

  Ben varım, demiş, İbn Abbas (R.A.) de ona :

  Harec nedir bilir misin? diye sormuş, o da :

  Ağaç ve dikenleri birbirine girift biçimde girmiş bir yer demek­tir, diye karşılık vermiştir. Bunun üzerine İbn Abbas (R.A.) :

— İşte kâfirin kaibi de böyledir! diyerek konuyu noktalamıştır. [285]

 

İmân Ve İslâm'a Ehil Olanlar

 

«Allah kimi doğru yola eriştirmeyi dilerse, onun kalbini İslâm'a açar.»

«İnsanlar madenler gibidir; cahiliye devrinde iyi ve seçkin olanlar İs­lâm'da da iyi ve seçkinlerdir.» [286]

Buharî'nin naklettiği bu sahih hadîs yukarıda mealini sunduğumuz âyeti daha iyi anlamamızı kolaylaştırmaktadır.

Doğan her insanın kendine has bir ruhî yapısı ve bu yapıda taşıdığı bir cevheri vardır. Bu cevher çok kıymetli olabileceği gibi, kıymetsiz de olabilir. İrsî kusur ve meziyetleri de ilâve edersek? o cevher ya büsbütün paslanıp işe yaramaz hale gelir, ya da aslını koruyup kıymeti artabilir. Aile, çevre, eğitim, akıl ve irâde bu cevher üzerindeki kılıfı aldıktan son­ra ya onu kirletip paslandırır, ya da cilalayıp asıl amacına yöneltir.

O halde ruhunda iyi bir cevher taşıyan kimse akıl ve irâdesini de kul­lanarak aldığı eğitim, ya da telkin tesiriyle imân ve İslâm'a ehil duruma gelirse, Allah onun kalbini doğru yola açar. Ruhundaki cevher demir mi­sali âdi bir maden olur, ancak sahibi bütün yeteneklerini olumlu yönde kullanır, eğitim ya da çevrenin telkin ve tesiriyle onu cilalarsa, o da İmân ve İslâm'a ehil duruma gelir, Allah onun da kalbini doğru yola acar. An­cak ne var ki cevheri çok kıymetli olup, doğru yolu bulan kişiyle ölçüle­mez. Ebû Bekir SİDDÎK (R.A.) ile sıradan bir Müslüman arasındaki fark ne ise, bu ikisi arasındaki fark da odur, diyebiliriz.

Madeni âdi olup irsî kusurlarla büsbütün âdileşir, eğitim, aile ve çev­renin olumsuz yöndeki tesiriyle cilâlanmayıp paslanır ve bu arada akıl ve irâde gibi yeteneklerini de kullanmasını beceremezse, İmân ve İslâm'a ehil olma düzeyine gelemez. Bu durumda Allah da onun kalbini -göğe yük-seliyormuşcasına- sıkıp daraltır. Küfrün her çeşidi ona çok süslü ve çeki­ci gelir. Gerektiğinde bu uğurda canını verir. Madeni iyi olduğu halde be­lirtilen vasıtalar onu kirletip paslandırırsa, madeni bozuk olup sapıtan ka­dar azgın, şirret ve inkarcı olmasa bile akıl ve irâdesini olumlu yönde kul­lanmadığı için İmân ve İslâm'a ehil olamaz. Zira inkâr ve inat kalbi ve ruhu büsbütün kirleten bir murdarlıktır, kişinin tutumundan ve anlayışsızlı­ğından dolayı bu murdarlık artar da artar..

İşte 125. âyetle bu hakikat yansıtılıyor. 126. âyet ise, insan aklına ve idrâkine, düşünce ve duygusuna işaret ederek doğruyu bulmakta bunla­rın çok önemli rolü bulunduğunu hatırlatıyor. İçindeki cevher ne olursa olsun, bu yeteneklerini olumlu yönde kullanabilenler için çok açık belgeler indirilmiştir ve kâinat belgelerle dolup taşmaktadır. Kendini bu düzeye getiren kişilere Allah'ın hidâyet kapısı açılır. [287]

 

İlmî Yönü

 

«Allah  kimi saptırmak is­terse, göğe yükseliyormuş gibi göğsünü daraltıp sıkıştırır.»

Kur'ân, Arap Yarımadasında ilk mabedin kurulduğu Mekke'de inmiş­tir. Medine ise, bu inişe ikinci merkez olmuştur. Bilindiği gibi. Yarımadada atmosferin yüksek tabakalarında oksijen azlığını hissettirecek kadar ne yüksek dağlar, ne de o nisbette yüksek tepeler vardır. O günkü Arapların yüksek tabakalarda oksijen azlığını bilmesi ise, hiç düşünülemez. Çünkü atmosfer hakkındaki bilimsel araştırma daha çok günümüzden ikiyüzyıl ön­cesine dayanır. Bu bakımdan Arapların belirtilen konuda ciddi hiçbir bilgi­leri yoktu. Ama Kur'ân ilgili âyetle küfrün kalbde meydana getirdiği daralt­mayı, yüksek tabakalardaki oksijen azlığına benzeterek atmosferin üst ta­bakalarına çiKiıdıkça nefes alıp vermenin güçleşeceğini, göğsün daralıp büyük bir sıkıntının başlıyacağını tâ o günden haber vererek gelecek ne­sillerin dikkâtini çekmiş, bu konuda bir ana fikir ortaya koymuştur.

O halde Kur'ân ne yalnız Araplara, ne de yalnız bir çağa göre inmiş­tir. O, kıyamete kadar geleeek olan bütün milletlere ve çağlara hitab ede­cek kudrette donatılmıştır.

Günümüzde ilim bize atmosfer katları hakkında ciddi tesbitler yapmış, tropikal bölgelerde 18 km., kutuplarda 12 km. kalınlığındaki tabakanın in­san ve diğer canlıların yaşayışını sağlayıp devam ettirecek nitelikte bu­lunduğunu ortaya koymuştur. Böyle olmakla beraber bu kattan, kademe kademe yükseldikçe oksijen nisbetinin gitgide azaldığı görülmüştür. Özel­likle 18 km. den itibaren yukarıya çıkılınea yaşayabilmek için oksijen tüp­lerine ihtiyaç duyulur. Aksi halde teneffüs etmek güçleşir, göğüs daralıp ölüm olayı meydana gelir.

Görülüyor ki Kur'ân çağımızın insanına seslenmekte, ilmî araştırma­lara esas teşkil eden belgeleri açıklayarak onların akıl ve idrâkine ışık tutmaktadır. «İşte bu (İslâm Dini), Rabbin dosdoğru yoludur. Düşünüp id­râkini kullanabilen bir millete âyetleri bir bir yeterince açıkladık..» derken, özellikle aydın kişilerin Kur'ân üzerinde ciddi araştırma yapmalarını, bin-dörtyüz sene geriye gidilerek ortaya konan ilmî hakikatlerin o zaman mümkün olup olmadığı üzerinde düşünmelerini öneriyor.

Bir topluluk Allah'a dosdoğru inandıktan sonra ilim ve irfanını, akıl ve idrâkiyle bütünleştirip Kur'ân'ın getirdiği hakikatleri anlarsa, artık o topluluk için hem dünyada, hem de âhirette esenlik vardır. Özellikle âhiret-te ebedî saadet yurdu oian Daru's-Selâm (Selâmet yurdu veya bu isimde­ki Cennet) hazırlanmıştır. Onların bu iyi amellerine karşılık Allah'ın dost­luğu da büyük bir mükâfat olarak verilir. [288]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle küfrün sıkıcı, bunaltıcı, ümitsizliğe düşürü­cü olduğu belirtildi. Sonra insan aklına ve idrâkine seslenilerek Kur'ân'-daki hakikatlere yönelmeleri uyarıldı.

Aşağıdaki âyetlerle hakikati bırakıp hayal peşinde koşanların haline, cinlerle temas kurup semavî dinlerin getirdiği inanç esaslarını yıkmaya yönelen medyumlara ve onlara uyanlara işaret ediliyor. İspritizmacılarla çinçîlerin çok hatalı bir yolda bulundukları hatırlatılıyor. İslâmî esasları ciddi anlamda bilmeyen bu gibilerin hem kendilerinin saptığı, hem-de baş­kalarını saptırdıkları belirtiliyor.. [289]

 

Meali :

 

128— Onların hepsini (kabirlerinden kaldırıp) bir araya toplayacağı gün, «Ey cin topluluğu! insanlardan çoğunu (doğru yoldan çıkartıp) ken­dinize çekme amacını sürdürdünüz.» (diyecek). Onların insanlardan olan dost ve yoldaşları, «Rabbimiz! Kimimiz kimimizden yararlandık ve bizim için takdir buyurduğun sonuca gelip eriştik» diyecekler. (Rableri şöyle) buyuracak: «Cehennem ateşi sizin konağınızdır; orada -Allah'ın diledikle­ri müstesna- ebedî kalıcılarsınız.»

Şüphesiz kî Rabbin hikmet sahibidir ve (her şeyi) bilendir.

129—  İşte böylece zâlimlerin kimini kimine -kazandıkları (günah ve yaptıkları zulüm) sebebiyle- dost ve yoldaş ederiz.

130—  «Ey cin ve insan toplulukları! Size âyetlerimizi anlatan ve sizi bugününüzün gelip çatacağıyla uyaran sizden peygamberler, elçiler gel­medi mi?» (diye sorulacak).

«(Ey Rabbimiz!) Kendi aleyhimize şahitler olduk» diyecekler. Dünya hayatı onları aldattı da kâfir olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik et­tiler.

131—  jşte bu, (peygamberler gönderilmesinin, uyarıda bulunmaları­nın sebebi), haberleri yokken zulümleri yüzünden Rabbinin kasabalıları yok edici olmadığı (hikmetine dayanmakta)dır.

 

İlgili Hadîsler

 

«Cinlerden bir ifrit dün gece namazımı kesip bozdurmak için ansızın bana hücum etti. Ne var ki Allah bana imkân sundu da istediğimi yapma­ya fırsat verdi. Öyle ki, sabah olup hepiniz onu güresiniz diye Mescid'in direklerinden birine bağlamak İstedim. Fakat kardeşim Dâvud oğlu Sü­leyman (A.S.)ın, «Rabbim! Beni mağfiret et ve benden sonra kimseye lâ­yık olmayacak bir mülkü bana bağışla..» demiş olduğunu hatırladım (ve ifriti köpek gibi kovdum).» [290]

Abdullah bin Mes'ud'e (R.A.) soruldu :

  Cinden bir grup Kur'ân dinlemek istedikleri gece, onların bu ha­lini kim Peygambere bildirdi?

Şu cevabı verdi:

  Çin'i, bir ağaç (Sakız ağacı) haber verdi! [291]

Ebû Hüreyre (R.A.) anlatıyor:

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin maiyetinde Onun abdest suyu için bir kırba taşırdım. Efendimiz bir gün şöyle buyurdu :

«Bana, Nasîbîn (Nuseybîn) cinlerinin bir heyeti geldi. Ama bunlar ne hoş cinlerdi! Benden azık istediler. Ben de onlar için Allah'a şöyle dua et­tim: «Cinler ne kadar bir kemik ve bir tezeke uğrarlarsa mutlaka onların üzerinde yiyecek bulsunlar..» [292]

«Kim zâlime    yardım   ederse,    Allah    er-geç o zâlimi   ona   musallat eder.» [293]

 

Cinlerin İnsanları Doğru Yoldan Saptırması

 

Âyette daha cok günümüzün insanlarını yakından ilgilendiren çok önemli bir konu belirtiliyor: İnsanları aldatan, doğru yoldan ayırmaya ça­lışan Şeytanlar ve Kâfir cinlerden söz ediliyor.

Daha önce de kısaca belirtildiği gibi şeytan ve cin, dumansız ateş­ten = ışınlardan yaratılmışlardır. Şeytana ait ruh ateşe ya da ışına girin­ce şeytan, cin'e ait ruh ışına girince cin yaratılmış oluyor.

Cin sûresinde, cinlerin de insanlar gibi imân edenleri ve etmiyenleri belirtiliyor. Mealini sunduğumuz hadîsler de buna delâlet etmektedir.

Cinler insanları aldatmak, saptırmak için onları nasıl kendilerine çek­mektedirler ve hangi yoldan aldatmaktadırlar? Burada daha çok bu iki hususu açıklamak istiyoruz.

Âyette gecen «CİN TOPLULUĞU» tabirinden, şeytan ve cinler kasde-diliyor. Şeytanların kalbe ve daha cok beynin ilgili merkezlerine sinyal ve­rip kötülükleri telkîne çalıştıkları, şehveti tahrik ettikleri; Allah, Peygam­ber ve Âhiret hakkında bir takım şüpheler fısıldadıkları bilinmektedir. Çün­kü onların yaratılışı daha cok bu tür faaliyetlere yöneliktir. Kur'ân sûrele­rinin çoğunda şeytandan, onun kalbiere ve dimağlara fısıldamasından çe­şitli ifadelerle bahsedilir.

Şeytanî ruh ışınlara girince artık -ilâhî engel müstesna- hiç bir engel tanımazlar. Röntgen ışınlan nasıl bizi delip geçiyor, farkına varmıyorsak, şeytanların da beynimizdeki belli noktalara nüfuzu ve kalbe vesvese ilka etmesi böyledir.

Cinlerin aldatması, beyne olumsuz yönde sinyal vermesi, bazı kişiler­le, daha çok cincilerle, medyumlarla temas kurması, günümüzde az çok gelişen ve fakat henüz bir ilim dalı haline gelmeyen ispritizma konusudur.

Bilindiği gibi, İspritizma, ruhun bedene girmeden önceki, girdikten ve ayrıldıktan sonraki varoluşunu ve ölülerin ruhlarının canlılara görünme, fısıldama, haber verme durumunu inceleyen gizli  bir ilimdir.  İspritizma cılara göre, «ölüm gerçekleştiğinde ruh maddeden sıyrılır ve tenleşmeden kurtulmuş olur. Ne var ki o, kendisini dünyevî alanlarda esir tutan pres-prit ile kuşatılmış haldedir. Ruh bu durumdayken canlılar ve maddî eşya üstünde akışkancasma bir etkide bulunur ve yeniden tenleşinceye kadsr MEDYUMLAR aracılığıyla dile gelir.»

Önce şunu belirtelim ki, Allah'ın câri sünneti ve âdeti gereği, yaşa­makta olan insanların ölmüşlerin ruhlarıyla temas kurmaları mümkün de­ğildir. Tabii Peygamberler ve yüksek derecedeki Allah dostları sayılan ve­lîler istisna teşkil eder ve bu genel kaideyi bozmaz. Çünkü İspritizmacıla­ra göre ruhların haber verdiklerini ister istemez kabul eden kimselerin ar­tık İslâm'a ve Kur'ân'a inanmaması gerekir. Çağrılan bir ruh, bütün ruh­ların eşit durumda bulunduğunu haber vermekte ve Kur'ân'm belirttiği bir kabir âleminden sözetmemektedir. Eğer Allah kendi varlığını, âhireti, öl­dükten sonra dirilmeyi ruhlar vasıtasıyla bildirmeyi dileseydi, peygamber göndermesine, kitap indirmesine bir bakıma lüzum kalmazdı. Bu arada aklın ve idrâkin ölçüsü de ortadan kalkar, ruhî cevheri ve mayası cok mü­kemmel olan bir insanla, bu cevheri değersiz bulunan bir başka insan ara­sında fark olmaz, masanın yerinden oynadığını, kalemin yazı yazdığını, medyumun haber verdiğini duyan ve şahit olan herkes -aklını fazla kullan­madan- İnanır ve bu inançta çoğu aynı seviyede bulunurlardı.

Ayrıca ruhların yeniden tenleşmesi (tenasüh) söz konusu ediliyor ki, bu onlara göre, bir insandan sıyrılıp çıkan ruh, bir süre sonra başka bir bedene girip tenleşir. Budizmden gelen bu inanç, İspritizmacıların da inancıdır. Oy­sa, bedenler yaratılmadan önce, yeryüzüne gelecek olan insan sayısı ön­ceden takdir edilmiş, ona göre ruh yaratılmıştır. Günü, saati gelince ruh yeryüzüne inip kendisine ait tene girer. En son ruh gelinceye kadar kı­yamet kopmaz. İslâmî inanç bu ölçüdedir ve hakikat olan da budur. On­ların iddia ettiği gibi, ruhlar ten değiştirmek suretiyle değişik kılıflarla or­taya çıksaydı, İnsanların çoğalmaması, belü bir sayıda donup kalması ge­rekirdi. Hem bu inanç âhiret inancını, hesap ve mesuliyet esasını kökün­den yıkmaktadır.

Bunun için Kur'ân-ı Kerîm'de ilgili âyetlerle gereken uyarıda bulunul­muştur : «Ey cin topluluğu! İnsanlardan çoğunu doğru yoldan çıkarıp ken­dinize çekme amacını sürdürdünüz.» Bir yandan şeytan şüphe ve inkâr sinyallerini verirken, diğer yandan inanmayan cinler, cinciler ve med­yumlar vasıtasıyla cok ustaca ve sinsice âhiret inancını, dinin bir kısım esaslarını yıkmaya çalışmaktadırlar. Çünkü gerek cinci, gerekse medyum cinlerin fısıldamasına uygun ortamı hazırlayanlardır. Çin'in kendini çağ­rılan ruh olarak tanıtması ise, bu ortamın hazırladığı tabii bir sonuçtur. Kur'ân, cinlerin insanların çoğunu aldatmaya ve doğru yoldan saptırmaya yönelik bulunduklarını ana çizgileriyle belirtiyor; meseleye esneklik ve­rerek insan aklını ve idrâkini harekete geçirmeyi plânlıyor.

Ruh, onların iddia ettiği gibi, ne dünyevî alanlarda esir tutulan presp-rit ile kuşatılmıştır, ne de başka bir tene girmek suretiyle tenleşme arzu­sundadır. Ruhlar tenlerden sıyrıldıktan sonra Berzah alemindeki yerlerini alırlar. Bu âlemle Cennet ve Cehennem arasında kopmaz bağlar ve ka­nallar vardır. Aynı zamanda kendilerine ait bedenlerin gömülü bulunduğu yer ile de ibrelerinden birini oraya çevirmek suretiyle ilgilidir. Peygamber­ler ve yüksek derecedeki velîlerden başkasının onlarla ilgi kurmaları hak­kında câri ilâhî sünnet konulmamıştır. [294]

 

Kimimiz Kimimizden Yararlandık

 

«Rabbimiz!  Kimimiz kimimizden yararlandık ve bizim için takdir buyurduğun sonuca gelip eriştik diyecekler.»

Kıyamet günü iki ayrı tür olan cinlerle insanlar biraraya getiri­lip toplanınca, dünyada dost ve yoldaş olanlar, cinciler, kâhinler ve med­yumlar aracılığıyla insanları doğru yoldan saptıranlar ister istemez gerçe­ği söyleyecekler, «Kimimiz kimimizden yararlandık ve bizim için takdir bu­yurduğun sonuca gelip eriştik» diyecekler. Cin ve insanlardan inanmayan­lar arasında bir kader-i müşterek (ortak kader) var. O da: Âhiret inan­cını yıkmak ve böylece dinin getirdiği bütün esas ve prensipleri bir çırpı­da saçma kabul ettirmektir. Kâfir cinler o insanları araç olarak kullanır­ken, onlar da ruh sandıkları cinler vasıtasıyla bozuk inançlarını çevreye yayma imkânını elde etmiş olurlar. Cincîlerle kâhinler ise, imân ve ahlâk­ları karşılığında dünyalık elde etmek için cinleri kullanırlar. Cinler de bu iki gruba, ölenlerin ruhlarının aynı seviyede bulunduğunu, sırası gelince bu ruhların dünyada tekrar tenleşmeye yöneleceklerini telkin ederler. Gö­rüldüğü gibi, yararlanma her iki taraf için de söz konusudur.

İlgili âyetle Cenâb-ı Hak, bu iki yoldaş türün konaklarının ateş olaca­ğını haber verirken, ilâhî rahmet gereği onları uyarıyor. [295]

 

Cinlere Kendilerinden Peygamber Gönderilmiş Midir?

 

«Sizden peygamberler,   elçiler   size   gelmedi mi?»

Âyetin açık delâletinden, her iki ayrı türden olan topluluğa kendilerin­den peygamberler gönderildiği anlaşılıyor. Müfessirlerimiz bu konuda ba­zı ihtimal ve yorumlarda bulunmuşlardır. Kur'ân'da bu konu açıklanırken r ü s ü I tabiri kullanılmıştır. Bu daha çok peygamberler anlamına gelir ve bazen de peygamberin bir kavme uyarıcı olarak görevlendirip gönderdiği elçiler anlamında kullanıldığı olur. Bizce en doğru yorum bu olsa gerek. Yâsîn Sûresi 13-14. âyetlerde kuvvetli bir ihtimalle İsâ Peygamberin gön­derdiği uyarıcı elçilerden söz edilirken murselîn tabiri kullanılmıştır. Cin Sûresinde : Cinlerden bir topluluğun Kur'ân dinleyip imân ettikleri ve sonra elçiler olarak kendi topluluklarını uyarmaya yöneldikleri anlatılıyor.

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz için ilim adamlarımız RESÛL-İ SAKALEYN (İnsanlar ve cinlerin peygamberi) demişlerdir. Onun her iki ayrı tür top­luluğa peygamber olarak gönderildiği böylece ilim adamlarının çoğu ta­rafından kabul edilmiştir. Ancak bu son peygambere has bir mazhariyet olabilir. Çünkü O'ndan önce gönderilen peygamberler böylesine genel bir mazhariyetle gönderilmemişlerdir.

O halde âyetle ilgili ikinci yorum daha isabetlidir ve bu nedenle tağ-lîb kaidesi vardır, şöyle ki: İnsanlara peygamber, cinlere de peygam­ber ve kitabı duyan kendilerinden elçiler gönderilmiş ve hepsine birden RÜSÜL denilmiştir. Ay ile güneşe KAMAREYN denildiği gibi.Allah daha iyisini bilir. [296]

 

Allah, Peygamberler Göndermedikçe Helak Edici Değildir

 

«İşte bu, (peygam­berler gönderilmesinin, onların uyarıda bulunmasının sebebi) haberleri yokken, zulümleri yüzünden Rabbının kasabaları yok edici olmadığı (hik­metine dayanmaktajdır.»

Kur'ân-ı Kerîm'in birkaç yerinde değişik ifadelerle bu husus belirtil­miştir: «Biz peygamber göndermedikçe azap ediciler değiliz.» [297] mealin­deki âyet bu cümledendir. Konumuzu oluşturan 131. âyetle de aynı husus açıklanıyor.

Bunun sebebi gayet açıktır: Öİümötesinİ, Allah'ın varlığını, birliğini, kudretinin sınırsızlığını, öncesiz ve sonrasız olduğunu, kabir âlemini, ki-vâmet ve yeniden dirilmeyi, hesap ve verilecek mükâfat ve cezaları; Al­cı)

lah'a nasıl kulluk yapılabileceğini, ibâdetin anlam ve hikmetini, ölçü ve resmiyetini yalnız akılla bulup çıkarmak ve bütün bunları idrâk etmek mümkün değildir. O halde akla yardımcı olacak, ona ışık tutacak ilâhî bil­gilere, semavî haberlere ihtiyaç vardır. O nedenle, Allah, peygamber gön­dermedikçe azûp edici olmadığını açıklarken insana verilen yeteneklerin bu konuda yalnız başına yeterli olmadığını belirtmek istemiştir.

Ancak kıyamet günü, peygamberden, kitaptan haberi olmadan dün­yadan ayrılan kişilerin sadece akıl yoluyla kâinatın bir yaratıcısı bulunduğu­nu idrâk etmediklerinden sorumlu tutulacaklarını bazı ilim adamları ve müctehit imamlar söylemişlerdir. Bunun dışında zulüm, insan haklarına te­cavüz de hesap ve ceza dışı tutulmayacaktır.

Dünya hayatındaki akış da az-çok bu ölçüde cereyan etmiştir. Ken­dilerine peygamber gönderildiği halde küfür ve tuğyanını artırıp inkârda tsrar ve inat eden kavimler helak edilmişlerdir.

Şunu da belirtelim ki, bazı kişiler, çok ücra yerlerdeki küçük topluluk­lar istisna edilirse. Peygamber (A.S.) Efendimizden önceki bütün millet ve kabilelere uyarıcı olarak peygamber gönderildiğini yine Kur'ân'dan öğ­renmiş bulunuyoruz. Ancak her millet ve kavim kendi diline ve örfüne gö­re, ortaya çıkan uyarıcıya bir isim vermiştir. Araplar buna NEBÎ ve RESUL, İranlılar PEYAMBER, Türkler PEYGAMBER, Yunanlılar FİLOZOF demiş­lerdir.

«And olsun ki, her ümmete, Allah'a kulluk edin; azdırıp saptırıcı in­karcılardan kaçının, diyerek (uyarıda bulunan) peygamber göndermişiz­dir.» [298]

«Hiçbir millet yoktur ki içlerinden (gelecek felâkete, inkâr ve sapık-lıklarındaki inatlarına karşı) bir uyarıcı peygamber gelip geçmiş olma­sın.» [299]

Ne var ki, her ümmete uyarıcı gönderildiği halde, aralarındaki zen­ginler, makam ve mevki sahipleri hep inkâra sapıp, hakka karşı gelmiş­lerdir. Bir sürü kirli işler çeviren, gayr-i meşru yollarda bulunan ileri ge­lenlerin çoğunun anlayış ve yaşayışıyla, gönderilen peygamberin getirdi­ği iyi ahlâk kuralları ve fazilet ışığı ters düşmüştür. Bu bakımdan onlar bü­tün kin ve şiddetleriyle peygambere karşı çıkıp onu yalanlamışlardır. Se-be' sûresi 46. âyette de buna temas edilerek büyuruluyor ki: «Onlardan önce ,gelip geçen (inkarcılar da peygamberlerini) yalanlamışlardı.» Konu­muzla ilgili âyette ise bu husus daha açık biçimde belirtilmektedir. [300]

 

Âyetler Arasında Bağlanti

 

Geçen âyetlerle her memleketin ileri gelenlerinin çoğunun nasıl in­kâra sapıp peygamberleri yalan saydıkları açıklandı. Bilhassa cinlerin in­sanlardan çoğunu saptırmaya çalıştığı üzerinde durularak iki ayrı türden olan insanlarla cinlerin birbirlerinden inkâr ve sapıklık vadisinde nasıl ya­rarlandıkları üzerinde duruldu.

Aşağıdaki âyetlerle mü'min olsun, kâfir olsun herkese işlediğine göre bir yer hazırlandığı, farklı bir dereee belirlendiği hatırlatılmakta; inandık­tan sonra inkâra sapan bir millete Allah'ın ihtiyacı bulunmadığına ve di­lediği takdirde İslâm emanetini bir başka ehil olan millete devredeceğine dikkatler çekilmektedir. [301]

 

Meali:

 

132— Her biri için işlediklerinden dolayı dereceler vardır. Rabbin on

ların işlediklerinden habersiz değildir.

133—  Rabbin her şeyden müstağni (hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, bü­tün varlık âlemi O'nun)dir; rahmet sahibidir. Dilerse sizi ortadan kaldırıp yok eder ve arkanızdan yerinize dilediğini getirir; nasıl ki sizi de başka bir milletin soyundan meydana getirmiştir.

134—  Size va'dolunan elbette gelecektir ve siz (gelecek olan kazayı engelleyip Allah'ı) âciz kılacak değilsinizdir.

135—  De ki: Ey kavmim! İmkân ve gücünüz yettiğince yapın yapaca­ğınızı; doğrusu ben (görevimi yerine) getiriciyim. İleride dünya evinin, âhi-ret yurdunun (feyizli) sonucu kimin olacaktır, bileceksiniz. Zâlimler elbet­te kurtuluşa eremiyeceklerdir.

 

İlgili Hadîs

 

«Ey Âdemoğulları! Eğer aklınızı yeterince kulianabiliyorsanız, kendini­zi ölüler sayınız. Canımı kudret elinde bulunduran zata and olsun ki, size va'dolunan mutlaka gelecektir ve siz ona asla engel olamıyacaksınız.» [302]

 

Herkes Ameline Göre Derece Alır

 

«Her biri için işlediklerinden dolayı de­receler vardır.»

Bu, ilâhî adaletin gereğidir. İşlenen amellerin niyet ve amaçla birleş­tirilip değer ölçüsünün gerçek mânada ortaya çıkarılması, ancak âhirette mümkündür. Çünkü orada kulları arasında hükmeden, kullardan biri de­ğil, Allah'tır. O her şeyden doygundur; kimselere ihtiyacı yoktur. Dünyada işlenen her amelin karşılığı sahibine aittir; her amelin üzerinde sahibinin niyet ve amaç damgası vardır. O nedenle dünyada çok dindar ve takva sahibi bilinen bir kimsenin niyet ve amacı dünyalık ve gösteriş ise, âhiret-teki derecesi o nisbette düşük olacaktır. Çünkü ceza amelin cinsindendir. Ilgıh ayet özellikle niyet ve amaca işaretle uyarıda bulunuyor. Allah an­cak iyi niyet ve güzel amaçla yapılan amelleri kabul eder. [303]

 

Allah Emaneti Ehil Olana Verir

 

<Diferse sizi ortadan kaldınp yok eder ve arkanızdan yerinize dilediğini getirir.»

İslâm ve Kur'ân, Allah'ın insanlığa gönderdiği en son ve en aziz ema­netleridir. Bu emânet Mekke vadisine indirildi. Ora halkının ileri gelenleri ona ehil olamadılar; Allah,emânetine Medineli ansar ile Mekke'den hicret eden fakir mü'minleri lâyık gördü. Bu yüzden Mekke müşriklerinin ileri ge­lenlerinden çoğu helak oldu.

Resûlüllah (A.S.) Efendimizden sonra Araplar sözü edilen emânete ehil olduklarını uzun bir süre isbat edip sürdürdüler. Ülke genişleyip mal ve servet çoğalınca mü'minler yavaş yavaş dünyalığı ön plâna aldılar ve böylece ehliyet ölçüsünü zedelediler. Allah,ruhî yapıları İslâm'la uyum sağ-lıyan Türkleri seçti ve emâneti onlara verdi. Böylece Emevîler tarihin de­rinliğine gömülüp silindiği gibi, Abbasiler de öyle oldu. Emaneti koruma sırası Büyük Selçuklulara, Anadolu Selçuklularına ve Osman Oğullarına geldi; emanet ehil olanlara teslim edildi. İlgili âyetle bu gerçeğe işarette bulunuluyor. [304]

 

Zalimler  Kurtuluşa Eremiyecektir

 

 «Zalimler elbette kurtuluşa eremiyeceklerdir.»

Sosyal yapının feyizli meyvasıni oluşturan İslâm dininin ve din ahlâ­kının önemi üzerinde duruluyor. Her iki dünyada da feyizli, huzurlu ve mutlu bir hayatın Allah'tan yana olanlara lâyık bulunduğu belirtiliyor. An­cak gerçek huzur ve mutluluğu refah seviyesinde değil, inanan kalblerde, gelişen vicdanlarda, arınan ruhlarda, hayırhahiık bağlarının gelişip dal-budak saldığı toplumlarda aramamız gerekir. Bunun aksini iddia eden, ya da düşünenlerin sonunda aldandığı görülmüş ve olaylar da bu düşünce­nin yanlışlığını ortaya koymuştur. Allah ve âhirete inanmayan bir kalb, her geçen gün umutsuzluğun verdiği endişe ve sıkıntıyla huzursuzdur. Böyle­si, milyarlar içinde de olsa hiçbir zaman olgun bir mü'minin içinde duy­duğu huzur ve saadeti duyamaz. Refah seviyesi çok yüksek olan Avrupa ülkelerinin bir çoğunda genç kuşakların başlarını alıp çılgınca bir hayat sürme arzuları ve bir kısmının intihar etmesi bizim için açık bir belge ni­teliğinde değil midir?

Resûlüllah (A.S.) Efendimizin Allah'a ve öhirete inanmayan ve son dini kabul etmeyen müşriklere: «Ey kavmim! İmkân ve gücünüz yettiğin­ce yapın yapacağınızı, doğrusu ben (görevimi yerine) getiriciyim,» diye uyarıda bulunmasının Allah tarafından emredilmesi bu gerçeği cok duyar-, lı biçimde hatırlatmıyor mu? Âyetin son kısmında ise, daha büyük bir uya­rı yer almaktadır: «Zalimler elbette kurtuluşa eremiyeceklerdir.»

Tarih binlerce defa bunun doğruluğunu ortaya koymamış mıdır? Gü­nümüzün geno'iği neden kabına sığmamakta, neden bir kısmı uyuşturucu kurbanı olmakta ve önemli bir kısmı neden huzursuzluk çıkarmaktadır? Amaç ve hedefleri nedir, nereye gitmek istiyorlar? Onları dünyalık tatmin edemediğine;-,okul onların manevî boşluklarını gerçek anlamda doldura­madığına göre, tatmin eden ne olabilir; boşluğun mahiyeti ve ilâcı nedir? Bütün bu sorulara cevap bulmak zorundayız. Aksi halde her memleket kendi felâketini hazırlamakta yarışırcasına bir gayret içine girmiş olur.

Allah'a ve âhirete, dine ve onun getirdiği yüksek ahlâka inanıp bağ­lanmak kime ne zarar getirmiştir? Allah'ını bulan ve O'na gönülden ina­nan kimse ne kaybetmiştir? İnanmayıp maddeye sarılanlar ne kazanmış­tır? Son yıllarda ülkemizde de materyalist felsefenin kurbanı olan Allah­sızların silaha sarılıp hem devleti ve milleti alaşağı etmeye kalkışmaları, hem de acımadan arkadaşlarını, babalarını ve kardeşlerini öldürmeleri, Allah'ını kaybedenin her şeyini kaybettiğini göstermiyor mu? Başka kanıt aramaya, başka sebepler bulup çıkarmaya gerek var mıdır?

Allah her şeyden doygundur. Rahmeti ise umumidir. Çorak kalblerin bu rahmetten yararlanması mümkün değildir. Kalbin çoraklığını ise, millî ve dinî değerleri ayakta tutan ciddi bir eğitim giderebilir. Sadece tekniğe ve refaha dayalı medeniyetin yakın tarihimizde iki kez hurdahaş olduğu­nu, nasıl büyük bir felâket getirdiğini gördük. Üçüncü kez hurdahaş olmak üzeredir. Kur'ân taşıdığı yüksek hikmetiyle bunu haber veriyor. [305]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle inkarcıların, putperest müşriklerin tekrar dirilme, kıyamet ve hesapla ilgili inançlarının yanlışlığı ve sakatlığı belir­tildi. Din ve Allah hakkında doğru bir bilgi taşımadıklarına dikkatler çe­kildi.

Aşağıdaki âyetlerle onların diğer hususlardaki bilgisizlikleri sözkonu-su ediliyor; sırası gelince putlarını Allah'a tercih ettikleri anlatılıyor. Ken­di akıllarına göre, bir din şekli uydurup ortaya koydukları konu ediliyor. [306]

 

Meali:

 

136—  Bir de kalkıp Allah'a, yarattığı ekin ve davarlardan bir pay ayır­dılar da kendi zanlarınca, «bu Aliah için, bu da ortaklarımız (olan putları­mız) içindir» dediler. Ortakları için olanı Allah tarafına geçmezdi, (ama) Allah için olanı ortaklarına (aktarılarak) geçip ulaşırdı. Hükmettikleri şey ne kötü!.

137—  Bunun gibi, ortakları müşriklerden bir çoğuna öz çocuklarını öldürmeyi süsleyip çekici kılmıştı. (Bu da) hem onları mahvetmek, hem de dinlerini karıştırmak içindi. Allah dileseydi böyle yapmazlardı. O halde (ey peygamber!) onları iftira edip durdukları şeyle başbaşa bırak..

138—  Onlar kendi zanlarına göre, «bu davarlar ve ekinler dokunul­maz; dilediğimiz  kimseferden  başkası  bunlardan  yiyemez.   Davarlardan bir kısmının sırtları haramdır» derler. Bir kısmını da (boğazlarken) üzerine Allah adını anmazlar da Allah'a iftira ederler.

İftiralarına karşılık Allah onları cezalandıracaktır.

139—  Yine onlar, «şu davarların karınlarında bulunan yavrular (oan-Iı doğarsa) sadece erkeklerimize mahsustur; eşlerimize ise haramdır. Ölü olursa, hepsi (hepimiz) ona ortaktırlar» derler,

Allah onlara, bu vasıflanmalarından dolayı çezâ verecektir. Şüphesiz ki Allah hikmet sahibidir ve (her şeyi) bilendir.

140—  Düşüncesizlikleri ve beyinsizlikleri yüzünden bilgisizce öz ço­cuklarını öldürenler; Allah'ın kendilerine rızık olarak verdiği şeyleri Allah'a iftira ederek haram kılanlar zarara uğramışlardır. Gerçekten onlar sap­mışlardır (ve hiçbir zaman) doğru yolu da bulamadılar.

 

İniş Sebebi

 

Allah, Mekke ve çevresindeki müşriklerin koyu cehaletini ve son pey­gamberin nasıl katı bir milletle karşıkarşıya geldiğini hatırlatıyor. İnkar­cı putperestler ekinieriyle davarlarından birer pay kendi putlarına, birer

pay da kendi anlayışlarına göre Allah'a ayırırlardı. Allah için ayırdıklarını misafirlerine, yoksullara ve muhtaçlara; putları için ayırdıklarını putlara ve puthanedeki hademeye harcarlardı. Putlara ayırdıklarından bir şey zayi' olur veya harcanacağı yere yetmiyecek olursa, Allah'a ayırdıklanyla onu tamamlar, noksanlığı giderirlerdi. Allah'a ayırdıkları yetmediği takdirde onu, putlarına ayırdıklanyla takviye etmezlerdi.

Onların bu bilgisizce tutum ve inançları yerilerek yukarıdaki âyetler indi. [307]

 

İlgili Hadîsler

 

«Kim, bir olan, ortağı olmayan Allah'a ihlâs üzere (ibâdet ve amelde) bulunurken ve namazı dosdoğru kılıp zekâtı verirken dünyadan ayniırsa, şüphesiz ki, Allah ondan razı bulunduğu halde ayrılmış olur.» [308]

«Amel ve ibâdetini ıhlâs üzere yapanlara müjde olsun! Onlar doğru yolun kandilleridir. Karanlık olan her fitne onlar sayesinde sıyrılıp kal­kar.» [309]

«Ameller ancak niyetlere göre değer kazanır. Herkese niyetinin kar­şılığı vardır. Artık kimin hicreti Allah ve Resulüne ise, onun hicreti (cid­den) Allah ve Resûlünedir. Kimin hicreti elde edeceği bir dünyalık, ya da evleneceği bir kadın ise, onun da hicreti ona (hicret ettiği şeye)dir.» [310]

«İnsanlar (kıyamet günü) niyetlerine göre kaldırılıp hesaba çekilir­ler.» [311]

 

Araplarin Cehaleti

 

İbn Abbas (R.A.) diyor ki: «Arapların cehaletinin ölçüsünü öğrenmek isteyen, En'âm Sûresini 130. âyetten itibaren okusun.»

Cidden sözü edilen âyetlerle Arapların koyu bilgisizlikleri, sapıklık­ları, katılıkları ve tuğyanları özetleniyor. Kısacası, onların inanç ve ruhsal yapılarının, sosyal düzenlerinin ve kültür seviyelerinin portresi çiziliyor.

Kendilerine ilâhî bir hüküm inmediği, Tevrat ve İncil ile de amel et­medikleri halde Allah adına, putları adına bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri de haram saymaları, ilâhî buyrukları sağlıklı biçimde getiren son peygam­bere karşı çıkmaları ve hak namına her şeyi reddetmeleri, İslâm'ın karşı­sında nasıl bir engelin bulunduğunu rahatlıkla gösterir. Koyu cehaletin ve ondan doğan örf ve âdetin esiri olmuş; beyinleri bu vadide iyice yıkanmış bir milleti yola getirmenin güçlüğü kendiliğinden anlaşılır.

Bilgisizliğin ürünü sayılan geçmiş bir olayı anmanın yararı ne olabi­lir? Şüphesiz ki bu, daha çok hakla bâtılın karşıkarşıya gelmesini ve so­nunda bâtılın yok olmasını açıklar; İslâm'ın, kafa ve vicdanları aydınlatan nuru karşısında küfür ve tuğyanın, cehalet ve ahlâksızlık karanlığının yok olduğunu hatırlatır. Ayrıca Allah'ın sünneti gereği tez-antitez düzeyinde imânla küfrün devamlı sürtüşme ve tartışma halinde olacağına da işaret edilmekte, Allah'ın bu husustaki kaza ve takdirinin, hüküm ve irâdesinin câri bir kanun halinde sürüp geldiğini ve kıyamete kadar devam edece­ğini vurgulamaktadır.

Küfür her devirde sosyal yapının özelliklerine, kültür değişmelerine ve kitle psikolojisine göre kılık veya kılıf değiştirir. Ambalajının içinde hep aynı şey vardır: Allah'ı ve âhireti inkâr etmek. Bunun devamındaki yarar nedir? Her şey karşıtıyla tanınır ve gelişme kaydedebilir. Küfür olmasaydı, imân ve irfanın ne olduğu bilinmez ve arzulanan gelişmeyi kaydedemezdi.

Kur'ân'da belirtildiği gibi, Allah dileseydi ne kendisine ortak koşulur, ne putperestlik hortlar, ne de insanlar inkâr ve inat içinde hakkın karşısı­na çıkarlardı; ama O'nun ezelî takdiri insanları bu nitelikte yaratmayı mu­rat etmemiştir. İnsanı bir takım yeteneklerle donatıp hakla bâtılın, iyilikle kötülüğün, sevapla günahın yer değiştirdiği ve sürtüştüğü bir ortama koy­muştur. [312]

 

Allah Ortak Kabul Etmez

 

 «Bu Allah için, şu da ortaklarımız (olan putlarımız) içindir, dediler.»

Allah'a kullukta, O'na yaklaşmada, ibâdette bulunmada başkasını or­tak koşmak şirktir. Bilindiği gibi, maddede ve mânada bir şeyin iki, ya da fazla kişi arasında ortaklaşa bulunması şirkettir. Buna müşareke de denilir. Dinî terim olarak bu kökten gelen şirk daha çok iki mâna­d    da kullanılır:

1.  Büyük şirk

2.  Küçük şirk..

Birincisi daha çok Allah'a varlığında, kudretinde, tedbirinde ve takdi­rinde ortak koşmak anlamına gelir. Bu, küfürdür. «Şüphesiz ki Allah ken­disine ortak koşulmasını bağışlamaz..» mealindeki âyette belirtildiği gi­bi. [313]

Konumuzu oluşturan ilgili âyette, Mekke müşriklerinin putları Allah'a ortak koşmaları bu kısma girer.

İkincisi, daha çok Allah'a ibâdette, yakınlık ve kullukta riya ve süm'a (Allah'tan başkasının görüp beğenmesini, işitip takdir etmesini) düşünmek ve böyle bir niyet taşımaktır.

Allah bu iki tür şirkten de yücedir, müstağnidir ve münezzehtir. O an­cak kendisi için yapılanı kabul eder. [314]

 

Hükmettikleri Şey Ne Kötü!.

 

«Hükmettikleri şey ne kötü!»

Her şeyden âciz durumda bulunan putları Allah'a ortak koşmaları ve sırası gelince onları Allah'a tercih etmeleri, çok kötü bir yargı ve küfrü gerektiren bjr inançtır. Allah'a kulluk, O'na yakınlık ancak O'nun belirledi­ği ölçü ve anlamda gerçekleşebilir. İnsan kafasının ürünü olan ibâdet, kulluk ve yakınlık çoğu zaman ilâhî doğrultuda değildir. Çünkü Allah ken­disine nasıl ibâdet edileceğini, nasıl yaklaşılacağını, kendi yüceliğine ya­kışır anlamda belirleyip peygamberler aracılığıyla bildirmiştir. Bunun dı­şındaki her türlü ibâdet şekli ve muhtevası insan eseridir ve makbul de­ğildir.

Kur'ân'da bu husus, Mekke müşriklerinin inanç ve ibâdet şekilleri ör­nek verilerek yeriliyor ve mü'minler uyarılıyor. Mekke putperestlerinin ken­di mantıklarına göre yapageldikleri ibâdet ve dindarlığın bazı örnekleri:

a)  Ekin ve davarlarından putlar ve Allah adına birer pay ayırmak,

b)  Allah'a ayırdıklarından  putlara aktarmak,  putlara  ayırdıklarından Allah için aktarmamak,

c)  Putları adına çocuklarını öldürmek

d)  Ekin ve davarların bir kısmını haram kılmak, bir kısmını helâl say­mak,

e)  Hayvan diri doğurursa, ondan ancak erkekler yiyebilir, ölü doğu­rursa herkes yiyebilir kuralını korumak,

f)  Bazı hayvanların sırtına binmeyi haram kılmak,

g)  Bazı hayvanları boğazlarken Allah'ın ismini anmamak..

Dini insan tasarrufuna terketmiyen Allah, onun indiği gibi korunma­sını emretmiştir. Bunun için Resûlüllah (A.S.) Efendimiz dinde olmayan şeyleri din adına uydurup ortaya koyanları kınamış ve bu hususta bid'a tabirini kullanarak her bid'anın sapıklık ve her sapıklığın ateşte olduğunu haber vermiştir. [315]

 

Cağın Cahiliyeti

 

Her çağın, gelişen kültür ve sosyal yapıya göre bir cahiliyeti vardır. Milattan önce ve sonra birçok milletler ve kurdukları medeniyetler gelip geçmiştir. Kimi güneş, ay ve yıldızları ilâh saymış, kimi mermerleri şekil­lendirerek kendi elleriyle kendi ilâhlarını vücuda^getirmişlerdir. Kimi can­lılardan birini kutsallaştırmış, kimi de tabiatta cereyan eden bir takım ta­bii olayları kutsallaştırmıştır. Kimi Tanrı adına öz evlâdını öldürmüş, kimi kadınları kutsal sayıp ona tapınmıştır.

Cağımızda ise, bu tür cahiliyetler kılıf ve yöntem değiştirmiştir. Kimi maddeciliği, kimi düşünceyi esas kabul etmekte, kimi Allah'ı ve âhireti in­kâra sapmakta, kimi ruhların ten değiştirdiğine inanmakta, kimi cinlerle temas kurup medyumculuk yapmakta, kimi dinlerin korku ve ümit ürünü olduğunu belirtmekte, kimi kuraklık içinde yeşillik ve soğuk su hasreti çe­ken Arapları yola getirmek için Cennet ve Cehennem kavramlarının uydu­rulduğunu iddia etmekte, kimi ruhları çağırıp kendine göre bir ölümötesi inancı kurmaya çalışmakta, kimi de dinsiz çocuk yetiştirmeyi amaç edin­mektedir.

Görülüyor ki, medeniyetin şekil değiştirmesiyle cahiliyet de şekil ve kıfıf değiştiriyor? ama bütün cahiliyetler esasta birleşiyor ve hepsinin' in­kâr temeli üzerinde yükseldiği görülüyor. Diğer bir deyimle hepsinin köke­ninde Tevhit İnancını temelinden yıkma bulunuyor. [316]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

En'âm Sûresinde bilindiği gibi daha çok Tevhît (Allah'ın varlığı, birli­ği); Nübüvvet (peygamberliğin taşıdığı mâna ve son peygamberin gönde-rilmesi)nden amacın ne olduğu ve âhiret hayatı (öldükten sonra dirilip kalkmak, yıpranmayan yeni bir bedenle sonsuz hayata adım atmak) işlenmekte; Kaza ve Kader (Allah'ın ezelî ve ebedî ilmiyle olmuş-olacak her olayı, vücuda gelecek her eşyayı önceden tesbit edip yazması ve sı­rası gelince bunların yazıldığı gibi gerçekleşeceği) haber verümekte; ay­rıca ilâhî müdahalenin saklı bir sır halinde kader çizgisinde yer aldığı*çok yönlü anlatım biçimleriyle öğretilmektedir.

Aşağıdaki âyetlerle de Tevhîd'in taşıdığı yüce kudretin, şaşmayan ka­nunlarla varlık alemindeki eşyada nasıl tezahür ettiğine dikkatler çekil­mekte, eserden müessire bir geçiş sağlanması hususunda geniş malzeme verilmektedir. [317]

 

Meali:

 

141—  O ki, çardaklı çardaksız, aşmalı asmasiz bağ ve bahçeleri; ye­mişleri ve tatları farklı olan hurma ve ekinleri; birbirine benzeyen ve benze­meyen zeytin ve narı yaratıp ortaya çıkarandır. Gelişip meyve verdiği za­man meyvesinden yeyin ve biçilip devşirildiği gün hakkını verin; bir de sa­kın israf etmeyin; çünkü Allah gerçekten israf edenleri sevmez.

142—  Davarlardan da yük taşıyan ve yününden kılından yaygı yapılıp serilen (türler) yaratıp meydana getiren O'dur.

Allah'ın size rızık olarak verdiğinden yeyin, şeytanın adımlarına uy­mayın; çünkü o sizin açık düşmamnızdır,

143—  (Allah) sekiz çift (dişili erkekli sekiz davar) yaratmıştır. Koyun­dan iki, keçiden de iki... De ki: İki erkeğini mi, yoksa iki dişisini mi veya iki dişinin rahminin kapsayıp sarındığını mı haram kılmıştır? Eğer doğru­lardan İseniz ilme dayanarak bana haber verin!

144—  Ve deveden de iki, sığırdan da iki yarattı. De ki: İki erkeği mi, yoksa iki dişiyi mi veya iki dişinin rahminin kapsayıp sarındığını mı haram kılmıştır? Yoksa Allah size bununla tavsiyede bulunurken siz hazır mıy­dınız?

Bilgisiz (dayanaksız ve vahiysiz)ce, insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan daha zâlim kim vardır? Şüphesiz ki, Allah zâlim topluluğu doğru yola eriştirmez.

 

İniş Sebebi

 

Arap putperestleri kendi anlayış ve basit mantıklarına göre, ekin ve davarlar hakkında karmaşık, dayanaksız ve gelişigüzel hükümler veriyor; bazan erkeğini, bazan dişisini ve bazan da ana rahmindeki yavruyu haram kılıyor, bazan hayvanın sırtına yük vurulmasını ve binilmesini yasaklıyor ve bazan de hayvanı işaretleyip dokunulmazlığını bildirerek salıveriyorlardı.

Onların ileri gelenlerinden Avf oğlu Mâlik bu hususta Peygamberle tartışmak istedi. Peygamber (A.S.) ona : «Allah bunları helâl kıldığı halde siz neye dayanarak haram kılıyorsunuz? Erkeğinden mi, yoksa dişisinden mi bu haram geliyor?» diye sorunca Mâlik şaşırıp cevap veremedi ve mu­galataya başvurdu. Yukarıdaki âyetler bu konuyu açıklar ve ilâhî hüküm­leri belirtir mahiyette inmiştir. [318]

İbn Cüreyc diyor ki :

Ashaptan Sabit bin Kays (R.A.) ağaçta iyice olgunlaşan hurmaları topladıktan sonra, «bugün kim bana gelirse herhalde bu hurmadan ona yedireceğim» dedi ve öyle yaptı. Akşam olunca çoluk çocuğunun yiyecek hurması kalmadı. Bunun üzerine «Bir de sakın israf etmeyin..» mealindeki âyet indi. [319]

 

Kudretin Yüceliğine Üc Delil

 

İlgili âyetlerle ilâhî kudretin sonsuzluğuna ve yüceliğine odak olacak üç önemli delil sunuluyor:

1.  Varlık âleminde belli ve belirli ölçülerde bir oluşma, gelişme ve de­ğişme sürüp gitmektedir. Ama her şey türünün özelliğini korumakta, ka­lıtımını kuşak kuşak taşımaktadır. Her oluşun bir oluşturanı, her gelişimin bir geliştireni, her değişimin bir değiştireni vardır. Yüce Yaratan'ın, eşya3 hakkındaki câri kanunu şaşmadan bu plân ve programı ve plânın gerek­tirdiği düzeni korumaktadır.

2.  Allah'ın kudret elinden çıkan her şey mükemmeldir ve ya.rar-lıdtr ve her şey bir amaca yönelik yaratılmıştır. Zararlı bilinen şeylerin zararı nisbîdir, izafîdir, yani bizim tesbit ve anlayışımıza göre zararlıdır. Aslında kâinat düzeninde dengeyi koruma düzeyinde birçok yararları vardır.

Meyva ve sebzelerin beslenmemiz ve sağlığımız üzerindeki olumlu tesirleri ve taşıdıkları vitaminler ve tuzların yararlan bugün artık bilinmek­tedir. «Her şey insan için yaratılmıştır» genel kuralından hareketle mü­kemmel bir plânın sahnede uygulandığı kesindir. O halde ortada mükem­mel bir plân varsa ve bu plân aksamadan uygulanıyorsa, herhalde bir ya­pan ve uygulayan vardır,

3. Suyun damarlar vasıtasıyla her bitkinin, meyva ve ağacın bütün alanına düzenli biçimde çıkıp yayılması ve sonra bitkinin türünün özelli­ğine göre bir tat ve koku alması, varlık âleminde çok yüce bir zekânın hü­kümranlığını kanıtlar. [320]

 

Yararı, Tadı, Şekli, Niteliği Farklı Maddeler

 

«O ki, çardaklı çaVdak-siz, aşmalı asmasız bağı ve bahçeleri... yaratıp ortaya çıkarandır.»

1—  Çardaklı çardaksız, aşmalı asmasız bağlar ve bahçeler.

2—  Hurma ve ekinler.

3—  Birbirine benzeyen ve benzemiyen zeytinler ve narlar.

4—  Olgunlaşan meyvalar.

Kur'ân burada çok mükemmel bir sıralama yapıp, önemli bazı mad­delerden söz etmektedir. Hemen söyleyelim ki, bu sıralama gelişigüzel de­ğildir. Çardaklı çardaksız, aşmalı asmasız bağ ve bahçeler her evin ve insanın özlemini duyduğu bir dünya cennetidir. Kuzey yarımküresinin bü­tün ılık bölgelerinde yetişen asma, muhakkak ki müstesna bir meyvadır, 200'den fazla çeşidi vardır; insana sağlık, huzur ve neşe verir; o kadar ki; bir ağacın, bir asmanın günde bir kilodan fazlajnsana zararlı olan karbon-oksit emdiğini, bir kilodan fazla oksijen verdiğini ve yüz grama yakın ince tozlan yuttuğunu biliyor muyuz?

Hurma özellikle sıcak bölgelerde hem belirtilen yararları sağlar, hem kalın gövdesi ve devamlı yeşil kalan yapraklarıyla bir şemsiye görevini ya­par. Meyvası ise besleyici ve doyurucudur. Ziraate elverişli olmayan sıcak kesimlerde bu ağaca çok İhtiyaç vardır. Çünkü meyvası ekmek yerine ge­çebiliyor.

Ekin, her ülke için açlığı önleme ve döviz kaybına engel olma bakımından ve besin olma yönünden çok lüzumludur. Günümüzde ekonomik yönden geri kalmış birçok ülke açlık tehlikesiyle karşıkarşıya bulunuyor. Yakın gelecekte tahıl petrolden çok daha kıymetli bir düzeye gelecek ve yüksek bir değer taşıyacaktır. Böylece Kur'ân insanların dikkatini ziraat-çiliğe ve geniş çapta tahıl yetiştirmeye çekiyor.

Zeytin önemli bir endüstri bitkisidir. Meyvası yenildiği gibi yağından da azamî derecede yararlanılır. Uzun ömürlüdür, bir zeytinin yüz yıl da­yandığı bilinmektedir. Ayrıca zeytin yağı sindirimi çok kolaydır; bu bakım­dan sağlığı bozucu nitelikte değildir.

Böylece hem her bölgede yetişebilen bitkilerden, hem de sıcak bölge­lerde yetişen bitkilerden ve ürünlerden çok düzenli biçimde sözedilmiş oiu-yor. Sıralamada yüksek hikmetler gizlenmiştir.

Meyvalar yetişince yememizi emreden kudret, bununla insana çok yararlı vitaminler sunmaktadır. Bu emir tavsiye anlamına da gelse, dik­kat çekicidir. Ancak bu nimetlerden yararlanırken onları yüksek hikme­tine, sonsuz ilmine ve değişmeyen sünnetine göre yaratıp varlık alanına getiren Allah'a şükretmek gerekir. [321]

 

Konunun Tekrarı

 

Aynı konuya bir sûrede iki defa yer verilmiştir: En'âm Sûresi 99. âyet ile 141, 142. âyetler. İlk bakışta birbirinin aynı gibi görünen âyetler ara­sında gerçekte bir takım farklar mevcuttur. 99. Âyette daha çak yeryü­zünde albüminlerin [322] proteinlerin nasıl meydana geldiğine, yağmurun havada yıldırım ve şimşeklerin etkisiyle oksijen ve azotu birleştirip renksiz azot-monoksit gazını oluşturduğuna ve sonunda bitkiler için oluşan tuz­ların yağmurla indiğine işaret edilir. Sonra da Allah'ın insanlara renkleri, tatlan, vitaminleri ve yararlan ayrı ayrı olan nimetleri çok düzenli biçimde lütfettiği anlatılır.

141, 142. âyetlerde ise, tahıl ve meyvaların iklimlere göre sıraya ko­nulduğu, her birinin ayrı yararı olduğu, insanın bağ ve bahçelere olan ih­tiyacı, besleyici özellikte olan maddelerin her devirde büyük önem taşıdığı, hiçbir milletin bundan müstağni kalamıyacağı belirtiliyor. Her meyva ve bitkide Allah'ın yüce kudretinin açık belirtilerine dikkatler çekiliyor, Eser­den müessire geçiş sağlanması için ipuçları veriliyor. [323]

 

Fıkhî Yönü

 

«Biçilip devşirildiği gün hakkını verin..»

Ashab ve Tabiînin, ayrıca müctehit imamların bu âyetin taşıdığı hü­küm hakkındaki görüş, îesbit ve içtihatları farklıdır:

a) Büyük sahabî İbn Abbas (R.A.) ile Enes bin Mâlik'e (R.A.) göre, hasat günü verilmesi emredilen hak, farz olan zekâttır. Tabiînden Tavus, el-Hasen, Câbir blrîZeyd, Saîd bin Müseyyeb ve Muhammed bin Hanîfe de aynı görüştedirler. Katade de aynı görüşe katılmış ve ürün yağmur iie sulanıyorsa ondabir, diğer külfetli araçlarla sulanıyorsa yirmidebir zekât verilir, demiş ve ilgili âyeti peygamberimizin hadîsleriyle açıklayarak yo-rumlamıştır.

Nitekim İbn Abbas (R.A.)dan yapılan diğer bir rivayetten de âyetin bu anlamda bir hüküm taşıdığı anlaşılmaktadır.

Ancak bu görüş ve yorum üzerinde duranlar bazı müşkiller ortaya koymuşlar ve En'âm sûresinin Mekke'de indiğini, zekât âyetinin ise Me­dine'ye hicretten iki yıl sonra indiğini dikkate almışlardır.

Ünlü ilim adamı İbn Cevzî bunlara cevap vererek, En'âm sûresinin 141. âyetinin Medine'de indiğini iddia etmiştir. Bu takdirde âyet muhkem­dir ve zekâtın farziyetiyle ilgili inmiştir.

b)  Sözü edilen «hak», zekâttan başka sadaka verilmesini emretmek­tedir ve zekât âyetiyle hükmü kaldırılmıştır. Ürünler biçilip devşirildiğinde, hazır olan fakirlere ağaç üstünde ve altında, tarlada ve harman yerinde kalan ürünler verilirdi. Sonra zekâtın farziyeti hakkındaki âyet inince bu­na gerek katmadı ve böylece hükmü kaldırıldı.

Bu, daha cok Ali bin Hasan, Atâ', Mücahit ve Hammad'ın görüş ve tesbitidir. Ayrıca Ashab-ı Kiramın da zekât âyeti inmeden önce bu emre uydukları, hattâ hurma salkımlarını getirip Mescid'in dış duvarına asarak fakirlerin yararlanmasını sağladıkları bilinmektedir.

c)  Âyetteki emir vücup ipin midir, yoksa istihbap için midir? Vücup içindir, diyenlere göre zekât âyetiyle hükmü kaldırılmıştır. İstihbap içindir, diyenlere göre, âyet muhkemdir; hasat ve devşirmeden sonra ağaç üs­tünde ve altında, tarla ve bahçede kalan ürünlerin fakirlere bırakılması müstehaptır.

İbn Abbas'a göre, Kur'ân'daki sadakayla  ilgili bütün emirler, zekât âyetiyle nesh edilmiş, yani hükmü kaldırılmıştır. İbn Cerîr Taberî de bu görüşün sahih olduğunu kabul etmiştir. Vahidî ile Râzî de bu kavli ihtiyar etmiş ve ona göre fetva vermişlerdir.

Müctehit İmamların yorum ve içtihadına gelince:

a)  İmam Ebû Hanîfe'ye göre, yağmurla sulanan üründen ondabir, di­ğer masraflı ve külfetli vasıtalarla sulanan üründen yirmidebir zekât ve­rilir. Âyet buna delâlet etmektedir. Fıkıhta bu ntsbete «öşür» ve «nısf-İ öşür» denilir.

Ayrıca İmam'a göre, insanlar tarafından ekilen her çeşit meyva, seb­ze ve ürünün zekâtı gerekir. İmam Ebû Yusuf da aynı görüş ve içtihatta­dır, ancak odun, ot, kamış ve incir bu genellemenin dışında kalır, demiş­tir.

b)  İmam Mâlik'e göre, KUT niteliğinde olup kilerde korunabilen ürün­lerin zekâtı vaciptir.

c)  İmam Şafiî'ye göre, KUT niteliğinde olup kurutularak kilerde koru­nabilen her ürünün zekâtı farzdır.

d)  İmam Ahmed bin Hanbel'e göre, yerden çıkıp beş VESK'a [324] ula­şan her ürünün zekâtı vâcibdir.

e)  İmam Nahaî'ye göre, yerden az olsun, çok olsun çıkan her ürünün zekâtı vaciptir. [325]

 

Davarlardan Sekiz Çift

 

Aslında davarlar dört çifttir/ancak Kur'ân erkeği dişiye, dişiyi de er­keğe nisbet ederek sekiz çift tabirini kullanmıştır. Bundan maksat, biri­nin diğersiz vücut bulmasının, üreyip çoğalmasının mümkün olmadığını, kâinatta bazı istisnalarla her şeyin çift yaratıldığını, zevciyet kanununun carî bir sünnet olduğunu hatırlatmak içindir.

Sekiz çift davar: Koyun, keçi, sığır ve devedir. Kur'ân bu hayvanla­rın dişisinin de erkeğinin de, yavrusunun da helâl olduğunu açıklıyor ve diğer hiçbir hayvanın bu dört davarın yerini tutamıyacağfna işarette bu­lunuyor. Nitekim günümüze kadar, dünyanın her bölgesinde ağırlık bu dört türden biri veya birkaçı üzerindedir.

Diğer bir husus da, helâl ve haram kılma yetkisinin Aliah'a ait bulunduğu, hiç kimsenin kendi zannına göre, helâli haram, haramı da helâl kılma hakkına sahip olmadığıdır. Öyleki, Cahil Arapların bu tür tasarrufları kınanıp insanlar için faydalı olan şeylerin helâl kılındığı belirtiliyor. [326]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda gecen âyetlerle cahiliye devrinin âdet ve kültürünü alanla­rın çoğunun Allah'a karşı yalan uydurup bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri de haram kıldıklarına dikkatler çekildi. Sonra Allah'ın insanlara sunduğu bit­ki ve meyvalar hatırlatıldı. Her insanın özlemi olan çardaklı çardaksız, aş­malı asmasız bağlar ve bahçelerin yaygınlaştırılmasına dolaylı yoldan teş­vikte bulunuldu ve her bitkinin vücut bulup gelişmesinde hâkim olan ilâ­hî sünnetin yüceliği ve inceliği -aklı ve idrâki harekete" geçirir ölçü ve bi­çimde- belirtildi.

Aşağıdaki âyetlerle, müşriklerin bir şeyi helâl ya da haram kılmakta, bir sakınca görmedikleri kınanıyor; aslında hiç kimsenin böyle bir hüküm vermeye yetkili bulunmadığı hatırlatılıyor ve inen vahiyde onların haram saydıklarının haram kılınmadığı açıklanıyor; sonra da dört önemli haram nesneye dikkatler çekiliyor. [327]

 

Meali:

 

145—  De ki: Bana vahyolunan ölü, akıtılmış kan, domuz eti -ki o mur­dardır-, ilâhi sınırı aşıp günah işleyerek Allah'tan başkası adına boğazlanan hayvandan gayrisinin, yiyecek olan bir kimseye haram sayıldığıyla ilgili (bir emir, bir belge) bulamıyorum.

(Bunlardan da) kim yemeğe muztar kalırsa, (diğer darda kalana ve başkalarının hakkına) tecâvüz etmeme*, (zurûret miktarını) aşmamak üzere yiyebilir. Şüphesiz ki Rabbin çok bağışlayan ve çok merhamet eden­dir.

146—  Yahudi (dininden) olanlara da  (Tevrat'ta) her tırnaklı hayvanı ve haram kıldık. Sığır ve koyunların da sırtlarında veya bağırsaklarında ya kemiğe karışık bulunan yağlar dışında iç yağlarını haram kıldık.

Bu, aşırı gidip ilâhî sınırları aşmalarından, insan haklarına el uzatma­larından dolayı onlara verdiğimiz bir cezadır ve elbette biz doğrularızdır.

147— Eğer seni yalanlarlarsa, de ki: Rabbiniz geniş rahmet sahibi­dir; Onun saltanat-u kahrı suçlu günahkâr topluluktan geri çevrilemez.

 

İlgili Hadîsler

 

«Haberiniz olsun ki, bana hem Kitap (Kur'ân), hem de onunla birlikte bir misli daha (hüküm) verildi. Dikkatli olun! Çok sürmez tok bir adam, tahtı (koltuğu veya kürsüsü) üzerine kurulup «Şu Kur'ân'a gerekli olun, on­da helâl kılınmış ne bulursanız helâl kabul edin; onda haram kılınmış ne bulursanız onu da haram kabul edin!» diyecek. Haberiniz olsun ki, (helâl ve haram hükümleri yalnız Kur'ân'dakiler değildir), size ehli eşek helâl değildir; canavarlardan yırtıcı parçalayıcı dişi olanlar da helâl değildir; kendileriyle anlaşma ve andlaşma yapılan kimselerin düşürdükleri şey de helâl değildir. Meğer ki sahibi ondan doygun kalıp (terketmiş ola)...» [328]

İbn Abbas (R.A.) diyor ki

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz canavarlardan yırtıcı parçalayıcı dişi ola­nı, kuşlardan da yırtıcı parçalayıcı pençesi -tırnağı- bulunanı yasaklamış (etini haram kılmışjtır.» [329]

Ebû Hüreyre (R.A.) diyor ki:

«Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Hayber günü ehli eşeklerin etini yemeği yasakladı.» [330]

Yine Ebû Hüreyre (R.A.) diyor ki: «Efendimiz, ölmüş hayvanlardan balıkla çekirgeyi, kandan da ciğerle dalağı tahrîm hükmünün dışında tut­muştur.» [331]

Peygamber (A.S.) Efendimiz Mekke'nin fethinde şöyle buyurdu : «Şüp­hesiz ki Allah içkinin, ölmüş hayvanın, domuzun ve putların alım-satımını haram kılmıştır.»

Bunun üzerine bir adam dedi ki: «Ya Resülellah! bilirsin ki, ölmüş hayvanın iç yağıyla gemiler sıvanır, deriler yağlanır ve halk onu çıra ola­rak kullanır..» Efendimiz, «Hayır, o haramdır» diye cevap verdi. [332]

«Allah Yahudileri katletsin, Allah onlara hayvan iç yağlarını haram kılınca, onlar o yağları erittikten sonra satıp parasını yediler.» [333]

Dört Haram Nesne

 

1—  Ölmüş hayvan  (leş)

2—  Akıtılmış kan

3—  Domuz eti (ki o murdardır)

4— Allah'tan başkası adına boğazlanan..

Bakara, Mâide, En'âm ve Nahl sûrelerinde olmak üzere Kur'ân'ın dört yerinde bu dört nesnenin haram olduğu tekrarlanmıştır. Bakara ile Nahl sûrelerinde aynı kelime ve cümle dizisiyle; Mâide ve En'âm sûrelerinde değişik cümlelerle anlatılır; şu farkla ki, Mâide'de ölü hayvanın detaylı açıklanması yapılır.

Ancak ilk bakışta tekrar gibi görünen söz dizisi arasında, bir önceki âyetle bir sonraki âyetler itibariyle bakıldığında değişik hükümlere yer ve­rildiği ve o bakımdan bazı farkların olduğu görülür.

Bakara sûresinde, inkarcı müşriklerin dede-babalannın yolundan ay­rılmayacakları hakkındaki sözleri açıklanır ve bu yüzden helâl ve ha­ram sınırlarını kendi geleneklerine göre belirlediklerinden söz edilir, sonra da mü'minlere Allah'ın rızık olarak hazırladığı nesnelerin iyi, temiz ve he­lâl olanından yemeleri emredilir ve bu emirle ortaya bir soru çıkar: Temiz ve helâl olmayan nesneler nelerdir? İşte aynı sûrenin 173. âyetiyle bu so­ru cevaplandırılır: «O, ancak size ölü (hayvan etini), kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası adına boğazlananı haram kılmıştır.»

Diğer semavî dinlerce de bu dört şeyin haram kılındığına, ancak din adamlarının az bir değer karşılığında ilâhî hükümleri gizlediklerine ve Tev­rat ile İncil'in aslının zayi edilmesiyle sonradan toplanan bu kitaplarda bir takım yanlışların yer aldığına dikkatler çekilir.

Mâide sûresinin birinci ve ikinci âyetleriyle akidleri yerine getirme ve hac mevsiminde hacı adayları için yasaklanan bazı önemli hususlardan söz edildikten sonra yasaklar zincirine dört haram nesne daha eklenir; sonra da bunlardan ölü hayvandan maksadın neler olduğu açıklanır ve yasaklar zincirine putlara kesilen hayvanların; fal oklarıyla kısmet arama gibi Araplar arasında çok yaygın olan iki şeyin haram kılındığı eklenir.

Böylece Bakara sûresinde özetlenen dört haram nesnenin kısmen açıklanması yapılır ve diğer ilgili hükümlere.yer verilerek tahrîm hüküm­lerinin dört şeye inhisar etmediği belirtilir.

En'âm sûresinde ise, Arap müşriklerinin Allah'a karşı yalan uydurup bazı helâl şeyleri haram, haram şeyleri de helâl saydıklarına dikkatler çe­kiliyor, onların iddia ettiği gibi ilâhî hükümlerin inmediği, Hz. Muhammed'e (A.S.) vahyedilen hükümlerde o tür yasakların bulunmadığı açıklanıyor ve Arapların daha çok dört nesneyi helâl saymaları konu edinilerek dördü­nün de İslâm'a göre haram olduğu belirtiliyor ve böylece onların zan ve tahminlere dayalı iddiaları reddediliyor. Sonra da domuz etinin ayrıca mur­dar (necisü'l-ayn) olduğu hatırlatılıyor; haram kılınan kanın ise, hayvan bo­ğazlanınca akan kan olduğu, damarlarda ve ette kalan kanın haram ol­madığı hakkında bir açıklık getiriliyor. Sonra Bakara süresindeki hüküm te'kid edilerek tahrîmler zincirinde darda kalanlar için bir kolaylık hük­mü konuluyor, diğer darda kalanlarınkine tecavüz1 etmemek ve zaruret miktarını aşmamak üzere onların haram kılınan şeylerden yiyebilmele­rine ruhsat veriliyor.

Böylece En'âm sûresinde diğerlerine nisbetle farklı hükümler ve fark­lı sebeplere yer veriliyor.

Nahl sûresi 114, 115. âyetlerle Allah'ın helâl ve temiz rızıklarından ye-yiniz diye tavsiye edilirken bunların şükrünü yerine getirmenin gereğine işaret ediliyor. Sonra Helâl ve Haram kıima yetkisinin sadece Allah'a ait olduğu hatırlatılıyor ve sözü edilen dört nesne bir daha anılarak dikkatler çekiliyor. Arap müşriklerinin bazı basit mantıki kaideler ileri sürerek bu dört şeyi helâl göstermeye çalışmalarına karşılık Kur'ân hafızalarda iz bı­rakmak, dört nesne hakkında idrâkleri uyanık tutmak için dördüncü defa bunlardan söz ediyor. Sonra da dilin yalan-yanlış konuşmaya alışık bu­lunduğu için, bazı kişilerin «şu helâldir, şu haramdır» diyebileceklerine atıf yapılarak bu hususta başkasının yetkili olmadığı belirtiliyor. Sonra da hem Nahl, hem  En'âm sürelerinde yahudilerin  bu  ölçüye  riayet etmediklerinden bazı hükümleri gizleyip diğer bazısını değiştirdiklerine değinilerek bil­gi veriliyor.

O halde dört ayrı yerde aynı konu hakkında dört ayrı açıklama ile dört haramdan sözediliyor.

Bu dört haram nesnenin tahrîm sebeplerini kısmen Bakara'da, kısmen de Mâide'de açıklamış bulunuyoruz. Bilgi edinmek isteyenler o sûrelerde-ki ilgili âyetlerin tefsirine bakabilirler. [334]

 

Muztar Kalan

 

«Kim yemeğe mecbur kalırsa (diğer darda kalana ve başkalarının hakkına) tecavüz etmemek, (zaruret miktarını) aşma­mak üzere yiyebilir.»

İslâm Fıkhı bu konuda zaruretin sınırını belirlemiş ve miktarını açık­lamıştır. Haram kılınan şeyler ne zaman, ne halde ve ne kadar yenilebilir, içilebilir hususlarını hükme bağlamıştır. En'âm ile Nahl sûrelerinde Özel­likle bunun ana çizgileri belirtilerek müctehit imamların içtihadına imkân hazırlanmıştır. «Gayre bâğin velâ âdin..» (diğer darda kalanın elindekini almaksızın ve açlığı giderecek, yani ölmeyecek kadarını yiyip zaruret mik­tarını aşmaksızın mubahtır). Çünkü hayat hakkı daha muhteremdir.

Buna dayanarak ünlü hukukçu İbn Nüceym, «Zaruretler mahzurlu şey­leri mubah kılar» kaidesini açıklarken şöyle diyor: «Bunun için kıtlık, aç­lık zamanlarında (ölmeyecek kadar) ölü hayvandan yemek caizdir. Doktor avret yerine ancak hacet miktarı bakabilir. Kedinin elbiseye dokunan si­diği af kapsamına girer, kap-kacağa dokunursa af kapsamına girmez. Çünkü kaplarda zûreret söz konusu değildir, hem açık kapların örtülmesi emredilmiştir.» [335]

 

Tırnaklı Hayvanlar Ve İç Yağları

 

«Yahudi (dininden) olanlara da (Tevrat'ta) her tırnaklı olan hayvanı haram kıldık....»

İsrailoğuliarı dünyalık elde etmek, saltanat kurmak için ilâhî sınırları aşmakta bir sakınca görmediler, bu yüzden tuğyan edip insan haklarına el uzattılar. Allah -ceza olarak onlara tek tırnaklı hayvanların etini ve bir de sığırla koyunun sırta, bağırsağa ve kemiğe yapışık ve karışık olanları dışında iç yağlarını haram kılmıştır.

Tevrat'ta bu konuya birkaç yerde değinilirse de en açık anlatımı Le-vililer bölümünde geçer:

«Ve Rab Musa'ya söyleyip dedi : İsrailoğullarınâ söyleyip de : «Hiç bir yağ, öküz yahut koyun, yahut keçi yağı yemiyeceksiniz. Ve kendiliğin-.den ölen, yahut parçalanmış olan hayvanın yağı başka bir iş için kullanı­labilir; fakat onu hiç yemiyeeeksiniz. Çünkü ateşle yapılan takdime olarak RABBE arzedilmekte olan hayvanlardan birinin yağını kim yerse, ondan yiyen can kavminden atılacaktır. Bütün meskenlerinizde kuşun olsun, hay­vanın olsun hiç bir çeşit kan yemiyeceksiniz. Ne kanı olursa olsun, bir .adam kan yerse, o can kavminden atılacaktır.» [336]

Kur'ân'daki ilgili âyetlerle Tevrat'ın bu belgelen tashih edilir ve Tev­rat'ta bu gibi hükümlerin bulunduğu belirtilir. [337]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

 Züfür:

Z-F-R maddesi F'nin sükûniyle ZÜFR okunduğu gibi, Z'nin esresiy-le ZİFR ve her ikisinin ötresiyle ZÜFÜR okunmuştur. Çoğulu, EZFAR, EZ-FÛR ve EZÂFÎR gelir ve şu yorumlara delâlet eder:

a)  Katade ve Mücahid'e göre, çatal tırnaklı olmayan hayvanların tır­nakları kasdedilmiştir.

b)  İbn Zeyd'e göre, bundan deve huffu kasdedilmiştir.

c)   Diğer bazı lûgatçilere göre, at, katır gibi tek tırnaklılar kastedil­miştir.

d)  Tirmizİ ve Hakîm'e göre, tek tırnağa ve kuşların çengellerine zü­für denilir.

e)   Dehhak'e göre, vahşi eşek ile devekuşu kastedilmiştir.

f)  Kelbî'ye göre, kuşlardan çengel tırnaklılar, hayvanlardan tek tır­naklılar, canavarlardan yırtıcı pençelilere şâmildir.

g)  Zemahşerî'ye göre,  devekuşu      ve     yırtıcı     pençesi olan hay­di  vanlara şamildir.

Bu hususta görüldüğü gibi farklı tesbit ve yorumlar vardır. Ama «Her tırnak sahibisnden devenin kastedildiğini söyleyenler çoğunluktadır.

Yahudilere gelince, onlar hem geviş getirip hem çatal tırnaklı olan hayvanları kendilerine helâl, bu iki ölçüde olmayan hayvanları ise, haram saymışlardır. Koyun, keçi, sığır ve benzen geviş getiren,aynı zamanda ça-tai tırnaklı hayvanların etinden yemişler, diğerlerinden yememişlerdir.

Kur'ân'da ilgili âyette geçen hükümle, Yahudilere sığır, koyun ve ke­çinin dışında kalan diğer tırnaklı hayvanların haram kılındığı belirtiliyor. Ayrıca sığır, koyun ve keçinin iç yağlarının haram kılındığına dikkatler çe­kiliyor. Ancak bu hayvanların sırtlarına ve barsaklarına, bir de kemiklerine karışık ve yapışık bulunan yağların genel hükmün dışında tutulduğu hatır­latılıyor. [338]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle tevhit,nübüvvet, öldükten sonra dirilme ve ikinci ha­yat gibi İslâm'ın temel esas ve prensiplerinden söz edildi. Bu konularda Allah'a ortak koşanların inkâr ve şüpheleri reddedilerek insan aklı ile kâi­nattaki belgelere dikkatler çekildi. Helâl ve haram hususlarında onların kendi mantıklarına göre hareket etmeleri, küfür içinde bocaladıklarına de­lil olarak gösterildi.

Aşağıdaki âyetlerle, Cenâb-ı Hak her şeyi, geçmişi ve geleceği kapsa­yıp içine alan ilâhi ilmiyle, müşriklerin ileride de buna benzer sözler sarfedeceklerini, kendi basit mantıklarına göre, haklı olduklarını savunacakları­nı ve böylece hakkı inkâr sadedinde bütün vebalin Allah'a ait bulunduğunu iddia edeceklerini haber veriyor. [339]

 

Meali:

 

148—  Allah'a ortak koşanlar diyecekler ki: «Allah dileseydi ne biz (putlara taparak) ortak koşardık, ne babalarımız ortak koşarlardı, ne de bir şeyi haram kılardık.» Onlardan öncekiler de böyle yalanladılar (veya böyle yalan söylediler); sonunda kahredici azabımızı tattılar.

De ki: (bunu belgeleyecek) yanınızda ilimden bize çıkaracağınız bir şey var mı? Siz ancak zanne uyuyorsunuz ve siz ancak (delilsiz, bilgisiz, yalan yanlış) atıp tutuyorsunuz.

149—  De ki: En kesin ve üstün delil Allah'ındır; dileseydi hepinizi doğru yola eriştirirdi, (ama öyle bir kanun koymadı, size akıl verip doğru ve eğri yolu göstererek sizi serbest bıraktı).

150—  De ki: Allah'ın bunu haram kıldığına tanıklık edecek şahitleri-

nizi haydi getirin! Eğer şahitlik ederlerse, sen onlarla beraber şahitlik et­me; bizim âyetlerimizi yalanlayanların ve âhirete de inanmayanların he­veslerine uyma; onlar (putlarını) Rablerine denk tutarlar.

 

İnsan İyiliğe, Kötülüğe İtilen Bir Canlıdır

 

Mekke'nin ileri gelen inkarcı putperestleri kendilerini mazur göster­mek için her şeyin ilâhî irâde ve fiille vücut bulduğunu, kulun elinde hiçbir irâde ve hürriyetin olmadığını iddia ettiler. Bununla onlar kendi zanlarınca, her şeyi yapıp yakıştıranın, sevk-u idare edenin, iyiliğe ve kötülüğe, hakka ve bâtıla itenin Allah olduğuna göre, insanların kimi iyidir, kimi kötüdür, kimi haklıdır, kimi haksızdır, kimi mü'mindir, kimi kâfirdir demenin mâkul hiçbir yanı, anlamı ve ölçüsü yoktur, demek istiyorlardı. Tabii her geçen gürr hakikat burounda yükselen İslâm güneşi karşısında yarasa gözlüle­rin mazereti ancak bu kadar olabilirdi.

Evet, Allah dileseydi elbette ne onlar, ne de başkaları ortak koşar, inkâra sapıp haktan ayrılırlardı. Ama Allah insanoğlunu, biri hayvani = nefsanî, diğeri melekî olmak üzere iki zıt sıfatla yaratıp onu akıl, irâde, idrâk, zekâ, hafıza ve düşünme yetenekleriyle donatmıştır. Ayak bastığı dünya denilen âlemde de birçok zıtlar sürtüşme halindedir. Her insan mevcut yeteneklerini kullanıp bu âlemdeki yerini ve görevini bilmeli ve anlamalıdır. Aksi halde Allah, insanın hiçbir olumlu gayret ve irâdesi ol­maksızın onu tutup hakka giden yola koymaz. Çünkü O'nun insan hakkın­da koymuş olduğu hayat kanunu ve insanın hakikati araştırıp bulma irâ­desi buna ters düşer ve o takdirde irâde ve aklın, melek ve şeytanın, nefs ve ruhun değeri ve anlamı kalmaz. Onun için Allah her canlı hakkında ay­rı bir hayat kanunu koyarken insanı bunun dışında tutmamış ve iyi ile kö­tüyü, doğru ile eğriyi, hak ile bâtılı ayırt edecek yeteneklerle onu teçhiz et­miştir; tıpkı denizde seyredip dümeni, pusulası, radarı ve lüzumlu bütün aletleri bulunan gemi gibi.. Geminin bu âletlerini çalıştırmayın da onu de­nize indirin ve Allah selâmet sahiline, arzuladığımız limana eriştirir bizi, deyin; bu mümkün mü? Evet Allah dilerse onu selâmet sahiline eriştirebi-lir; ama dilemez; koyduğu kanun, diğer bir deyimle sünnetullaha göre, onu insanların aklına, irâde ve idrâkine bırakmıştır. Bu sünnet, bazı istisnaları olsa bile değişmez.

Eğer Allah hiç günah işlemeyen, haktan ve doğruluktan ayrılmayan bîr canlı yaratmak isteseydi, elbette ki yaratabilirdi. Ama buna gerek yok, çünkü melekleri bu ölçüde yaratmıştır. O halde başkasını yaratmak hik­mete ters düşerdi. Akıl ve idrakten mahrum diğer canlılar gibi yaratmak isteseydi, buna da lüzum yoktu, çünkü hayvanları bu ölçü ve anlamda insanlar için yaratmıştır. Bu iki varlık arasında, fakat her ikisinden bazı sı­fatları kendinde taşıyan bir canlı yaratmayı murat etmiş ve insanı yaratmış, bu doğrultuda ilgili sünnetini koyup onu serbest bırakmıştır. Ve artık bu sünnet değişmez.

Belirtilen hayat kanununu ve sünnetullahı dikkate almayıp kendi zan-nına göre hüküm verenleri uyaran Kur'ân, bir bakıma insan aklını hare­kete geçirmeyi amaçlıyor ve buna rağmen inat ve inkârları devam eden­leri kahredici bir azâb ile müjdeliyor.

Kur'ân ayrıca onlara ikinci bir soru yöneltiyor: «İddianızı doğrulaya­cak bilimsel bir belgeniz var mıdır, bize gösterin» diyor. Böyle bir belge olamaz. Çünkü insanın yaratılışındaki özellik onu reddetmektedir. Öyle ki, insan ne günah işlemiyen, nefs taşımayan melekler gibi, ne de akıl, idrâk ve düşünceden yoksun hayvanlar gibi yaratılmıştır.

İşte görülüyor ki : «En kesin ve üstün delil Allah'ındır.» Dileseydi in­sanları melekler gibi yaratır veya kötülük, inkâr ve şirke kaymalarına en­gel olurdu. Ama insan hakkında koymuş olduğu sünnetin hikmeti bununla bağdaşamaz; koyduğu kanunları bazen uygulayan, bazen uygulamayan bir hükümdarın gülünç durumuna düşerdi. Allah ise, bu tür noksanlıklar­dan, hikmet dışı fiillerden pak ve münezzehtir.

«Allah dileseydi, hepinizi doğru yola eriştirirdi.»

Bu cümle şart edatı olan (LEV) ile getirilmiştir. Gramatik olarak (LEV) meşrutun yok olmasıyla şartın yok olmasını gerektirir. Bu kurala göre, hi­dâyet etmediğine göre dilememiştir de..

Kur'ân, inkarcı putperestlerin hep yalan söylediklerine, zan ve tah­minlerde bulunduklarına dikkatleri çekiyor ve : «Allah'ın bunu (yani helâl ve temiz şeyi) haram kıldığına tanıklık edecek şahitlerinizi getirin,» diyor. Tabii kendi adamlarından getirecekleri şahitler onların heves ve arzuları doğrultusunda şahitlik edecekleri bilindiğinden Allah, Peygambere: «Sen onlarla beraber şahitlik etme!» buyurmuştur. Çünkü onlar Allah'ın âyetle­rini yalan sayıp âhirete de inanmazlar. Gerçek bu olunca onlarda hesap korkusu, adaletin tecelli endişesi ve mes'uliyet duygusu yoktur. Bu bakım­dan hem yalan söylerler, hem de yalan şahitlikte bulunurlar. [340]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Geçen âyetlerle Allah, kullarına nelerin haram kılındığını belirttikten sonra bu husustaki kesin delilleri açıkladı. Müşriklerin kendi zanlarına gö­re bazı şeyleri haram kılmalarının ciddi ve sağlıklı bir yanı olmadığını açık-

ladı.

Aşağıdaki âyetlerle de söz ve fiillerde haram kılınan şeylerin astllan belirtiliyor. Nelerin Allah tarafından haram kılındığının özeti veriliyor. [341]

 

Meali:

 

151—  De ki: (Ey Allah'a karşı yalan  uyduranlar!)  Gelin de Allah'ın size neleri haram kıldığını okuyup (haber vereyim): Hiç bir şeyi O'na ortak koşmayın; ana-babanıza iyilikte bulunun; yoksulluk endişesiyle çocukla­rınızı öldürmeyin, -sizin de onların da rızkınızı biz veririz-,- hayasızlığın açı­ğına da gizlisine de yaklaşmayın; Allah'ın haram kıldığı canı -haksız yere-öldürmeyin.

İşte Allah bunları, aklınızı kullanasınız diye size emreder.

152—  Bir de yetim malına -rüşdüne erişinceye kadar- en iyi ve en uygun tarzın dışında yaklaşmayın; ölçüyü tartıyı tam ve doğru ölçüp tar­tın. Hiç kimseye güç getiremiyeceğiyle teklifte bulunmayız. Söz söyledi­ğiniz zaman -yakınınız bile olsa- ancak adaleti gözetin. Allah'ın ahdini (farz ve vacip kıldığı hususları ve O'na verdiğiniz sözü) yerine getirin.

İşte Allah bunları size emreder; ola ki düşünür de öğüt alırsınız.

153—  Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur; artık bu yola uyun, baş­ka yollara uymayın, sonra o yollar sizi Allah yolundan saptırıp parçalar.

İşte Allah size bunları emretmektedir; ola ki sakınırsınız.

 

İlgili Hadîsler

 

«Helak edici yedi şeyden sakının :

1—  Allah'a ortak koşmak,

2—  Sihir (ve büyücülük gibi gözboyayan, aldatıp oyalayan şeylerle meşgul olmak),

3—  Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere kıymak,

4—  Yetim malı yemek,

5—  Savaş alanından kaçmak,

6—  Faiz yemek,

7—  İffetli, namuslu, suçtan beri, mü'mine   kadınlara zina   isnat   et­mek.» [342]

«Cebrail bana gelerek şu müjdeyi verdi: «Ümmetinden kim Allah'a ortak koşmadığı halde ölürse, Cennete girer.» Bunun üzerine ona dedim ki «Zina da etse, hırsızlık da yapsa...?» cevap verdi: «Evet, zina da etse, hırsızlık da yapsa...»

Râvî diyor ki: Peygamberimiz (A.S.) bu soruyu üç defa tekrarladı, her defasında aynı cevap verildi. [343]

Açıklama :

Zina etmek, hırsızlık yapmak büyük günahlardandır. Bu fiillerden bi­rini işledikten sonra pişmanlık duyup gönülden tevbe ve istiğfar edenler hakkında Allah Gafur ve Rahimdir; dilerse affeder, dilerse kıyamet günü cezalandırır. Ancak kıyamet günü bunlardan dolayı cezasını çeken mü'-minler cennete girerler. Hadîsin bir bakıma yorumu bu anlamdadır.

«İbn Mes'ud (R.A.) diyor ki:

Resûlüllah (A.S.) Efendimize sordum, dedim ki:

  Hangi amel daha üstündür?

Cevap verdi:

  Vaktinde kılman namaz...

  Ondan sonra?

-— Ana-babaya iyilik.

  Ondan sonra?

  Allah yolunda cihat.» [344]

«Yine İbn Mes'ud (R.A.), Peygamber (A.S.) Efendimize sordu :

  Hangi günah daha büyüktür? Allah Resulü cevap verdi :

  Seni yarattığı halde Allah'a denk, ortak ve benzer koşman...

  Ondan sonra?

  Seninle beraber oturup (hazırlanan yemekleri) yer korkusuyla çocuğunu öldürmen...

  Ondan sonra?

  Komşun karısıyla zina etmen...» [345]

«Allah'tan başka ilâh (tanrı) olmadığına, benim de Allah'ın peygam­beri bulunduğuma şehâdet eden Müslüman kişinin kanı helâl değildir; an­cak şu üç sebepten biriyle helâldir:

1.  Zina eden evli ve dul.

2.  Cana can (kısas = misilleme).

3.  Dinini terkedip İslâm cemaatinden ayrılan.» [346]

Açıklama :

Dinini terkedip İslâm cemaatinden ayrılan kişi tevbe edip dönüş ya-pafsa öldürülmez.

«Müslüman kişinin kanı ancak şu üç sebepten biriyle helâl olur:

1—  Zina eden evli  (recmedilir).

2—  Kasden haksız yere adam öldüren öldürülür.

3—  İslâm'dan çıkıp AUah ve Peygamberin hükümlerine baş kaldıran öldürülür veya asılır, ya da sürgün edilir.» [347]

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ölçü ve tartı işleriyle uğraşanlara şöyle buyurdu :

«Siz öyle bir işe sahip çıktınız ki, sizden önceki ümmetler o yüzden helak olmuşlardır.» [348]

İbn Mes'ud (R.A.) diyor ki:

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz eliyle düz bir çizgi çekti ve : «Bu, Allah'ın dosdoğru yoludur.» buyurdu. Sonra bu düz çizginin sağ ve sol taraflarına birtakım çizgiler daha .çizdi ve : «Bu yollardan hiç biri yok ki ona çağı­ran bir şeytan bulunmasın.» diye ilâve etti. [349]

 

Yasaklar Zincirinde En Önemli  Halka

 

İlgili âyetle yasaklar zincirinde, aklı, ruhu ve fıtratı bulandıran, aynı zamanda vicdanı rahatsız eden on haram nesneden söz ediliyor. İlâhî me­tot gereği bütün yasaklar bir çırpıda açıklanmıyor; belki olayların ortaya çıkışına göre ilâhî buyruklar iniyor. Ayrıca her yasağın yer aldığı sûre ve bölümde bir önceki ve sonraki âyetler dizisinde başka hükümlerin de is-tinbat edilmesi hikmeti amaçlanıyor.

Buradaki yasaklar, ana hükümler niteliğinde iki önemli grupta top­lanmaktadır :

Birincisinde söz ve fiillerden haram kılınanlar belirtilmekte; ikincisin­de fazîletlerin kaynağı ve iyiliklerin temeli anlatılmaktadır.

Bu iki grup içice işlenirken her yasağın iyiliği, fazileti, adaleti ve ol­gunluğu amaçladığı görülür. Bu da Kur'ân'a, diğer bir tabirle İslâm Hu­kukuna has bir yoldur ki, başka sistemlerde bu amaçların tümünün birleş­tirilip bir komprime haline getirildiğini görmek mümkün değildir.

On yasağın açıklanması:

1— Hiçbir şeyi O'na ortak koşmayın.

Ortak koşmak, putlardan krallara; meleklerden canlılara; ay, güneş ve yıldızlardan diğer varlıklara; sofilerden mürşitlere kadar uzanarak ge­niş bir alanı içine alır. Taştan insan eliyle yontulmuş putlara tanrı diye ta­pınmak nasıl küfürse, Fir'avn misali krallara, hükümdarlara tapınmak da öylece küfürdür. Melekleri tanrı saymak veya onlara Allah'ın kızları demek nasıl şirkse canlıları, ay ve güneşi ve benzeri eşyayı ilâh saymak da şirktir. Bütün bunlar açık şirktir, küfürdür. Allah sevgisini unutturan bütün sevgi ve ilgiler; gösteriş için yapılan ibâdet ve hayırlar ise gizli şirktir.

Görülüyor ki, Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretinin yüceliğine inan­makta, O'na imân etmekte yüksek bir ahlâk, köklü bir fazilet ve engin bir iyilik amacı yeralmaktadır,

2— Ana-babaya iyilikte bulunmak.

İnsan türünün devamını sağlamaya yönelik olan aile, iki ana unsur­dan oluşur: Ana ile baba. Çok külfet isteyen çocuk bakımı bir aile için en ağır fakat en zevkli bir iş ve görevdir. Bu köklü zevk ve sevgi, çocukla ana-babası arasındaki fıtrî bağa ve sıcak ilgiye dayanmaktadır. Ne var ki, sözü edilen ilgi ve sevgi, yine bu fıtrat gereği daha çok yukardan aşağıya doğru inmektedir. Buna NESLİ İDAME KANUNU da diyebiliriz. Yani ana-babanın çocuklarına ve torunlarına olan sevgi ve ilgileri, kendi ana-baba-larına olan sevgi ve ilginin üstünde seyreder. Bunun nedeni açıktır: Bes­lenip büyütülmesi çok külfetli ve kahırlı olan çocuğun korunup yetişme­sinin sağlanması gereklidir. Aksi halde neslin devamı aksar ve denge bo­zulur. O sebeple bunca külfetlere katlanan ana-babaya karşı ilgi ve sev­gimiz, kendi öz evlâdımıza olan ilgi ve sevgimizin altında da olsa, onlara iyilikte bulunmamız farz kılınmıştır. Bu vücup da hem dengeyi sağlamaya, hem de insanî görevi yerine getirmeye yönelik bulunmaktadır.

Bilindiği gibi, bu emirde de insanlığımıza yakışan yüksek ahlâkın, er-demliğin ve kadir bilirliğin mayası mevcuttur.

3—  Yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin.

Kur'ân burada «öldürmeyin!.» tabirine esneklik katmış, çağın özellik­lerine göre hüküm çıkarılmasını kolaylaştırmıştır. Yani usûl ilmine göre, âyet mücmel bırakılmıştır. Çünkü çocuk, biri bedensel, diğeri ruhsal ve beyinsel olmak üzere iki türlü öldürülür. Birincisi, ana rahminde oluşan cenini kürtaj ile imha etmek; diğeri ise doğan çocuğu kötü bir eğitimle fıt­ratından uzaklaştırmak, ruhunu din ve güzel ahlâk gıdasından mahrum bırakıp yozlaşmasına sebep olmaktır.

Coeuğu belirtilen her iki türlü katletme kesinlikle yasak ve harnmdır. Ancak zarurî haller müstesna..

Kur'ân'da sözü edilen yasak belirtilirken iki ayrı anlatım biçimi orta­ya konmuştur. En'âm sûresinde, «Sizin de onların da rızkınızı biz veririz» buyurulurken, İsrâ sûresinde : «Onları da sîzi de biz rızıklandınrızt»[350] buyurulmuştur. Kelime konumundaki değişiklik ve tekrar, değişik hükümler getirmiştir: Birinci şekilde küçük çocuklarınızı fakirlik korkusuyla öldür­meyin; çünkü sizin ve sizinle birlikte o yavruların rızkını biz veririz, yani küçük yavrular size verdiğimiz rızıkla rahatlıkla geçinebilirler. O nedenle endişeye mahal olmadığı hatırlatılıyor. İkinci şekilde ise, baba ile ananın rızıklanmakta bir gün gelir de büyüyen çocuklarına tabi olacakları, ihti­yaçların karşılıklı yardımla gerçekleşeceği belirtiliyor. Büyüyüp hayata atı­lan çocuklar iş sahibi olduklarında kendileri için hazırlayacakları rızıkla pekâlâ fakir düşen ana-babalarını da geçindirebilirler; bu fazla bir masraf ve külfeti gerektirmez.

4—  Hayasızlığın açığına da, gizlisine de yaklaşmayın.

İslâmî  ölçülere  göre,  insanın  yaratılışındaki  azizliğe,  ruhundaki   yü­celiğe, fıtratındaki teslimiyete ters düşen her söz ve davranış hayasızlık­tır. Bunun açığından da gizlisinden de kaçınmamız vaciptir. Başkaları gö­rür de ayıplar, endişesiyle açık hayasızlıktan kaçınan kişi, Allah görür ve bilir inancıyla gizli hayasızlıktan kaçınmadıkça olgun bir mü'min ve kâ­mil bir müslüman olamaz.

Bu bakımdan Kur'ân daha çok insan ruhunu ve vicdanını arındırma­ya yönelmiştir.

5— Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin.

Kısas = misilleme, açıktan zina, devlete başkaldırıp isyan; dinden dönme gibi Kur'ân Ahkâmınca öldürülmesi haklı sebeplere dayananlar dı­şında, haksız yere adam öldürmek kesinlikle yasaktır ve haramdır. O se­beple kasden adam öldüren öldürülür, hükmü konulmuştur. Meğer ki öl­dürülenin baba tarafından vârisi onu affetmiş olsun.

6— Uygun ve meşru sebepler dışında yetim malına -rüşde erişinceye kadar- yaklaşmayın.

Rüşd ile çevirisini yaptığımız EŞÜDDE tabiri üzerinde farklı yorumlar­da bulunulmuştur:

a)  Kurtubî'ye göre, fiziksel gücüne erişip bazı tecrübeler edininceye kadar..

b)  Ergen olup, bazı tecrübeler edininceye kadar..

Bu daha çok İbn Zeyd'in ve onun paralelinde olanların görüşüdür.

c) Medine fukahasına göre, ergen olup, rüşdü kabul edilinceye kadar..

d)  İmam Ebû Hanîfe'ye göre, 15 yaşına girinceye kadar.

Nisa sûresi 6. âyetin tefsirinde RÜŞD tabiri üzerinde yeterince durul­muş ve gerekli açıklamalar yapılmıştır. Ancak RÜŞD ile EŞÜDD tabirleri arasında n ürün s vardır; amaç ergen olup, doğruyu eğriden seçebilme dü­zeyine gelmektir. Bu sebeple her iki tabir için de «evlenme çağı» diye yo­rum yapanlar çoğunluktadır.

e)  Alaeddin Ali'ye göre, erkeklik çağına gelinceye kadar..

f)  Şa'bî ve Mâlik'e göre, buluğa erip teklif çağına gelinceye kadar..

g)  Ebû Ali'ye göre, aklını kullanıp gücünü biraraya getirinceye kadar.. h)  Kelbİ'ye göre, 18 yaşına girinceye kadar..

7— Ölçü ve tartıyı âdilâne olarak tam ölçüp tartın.

Alım-satımda  ölçü ve tartıyı tam  kullanmak farzdır.  Aksi  ise  haram ve büyük günahtır. Bu daha çok kul hakkıyla ilgili bir konudur. O bakım­dan üzerinde hem Kitap'ta, hem de Sünnet'te fazlasıyla durulmuştur. Bun­dan doğacak günah ne namaz ve oruçla, ne hac ve zekât ile ne de tevbe ve istiğfarla affolunur. Önce hak sahibinin hakkının ödenmesi, sonra da tevbe ve istiğfar edilmesi gerekir. Üzerinde kul hakkı bulunduğu halde sa­vaşta şehit düşen mü'minin bu yüzden Cennetin kapısında bekletildiği meşhur rivayetlerle sabit olmuştur. Ayrıca borçlu bir halde ölen mü'minin cenaze namazını Peygamber (A.S.) Efendimizin kılmadığı, ashabının bu farzı yerine getirmelerini' emrettiği sahih rivayetlerden anlaşılmaktadır. Kaldı ki, ölçü ve tartıyı noksan kullanmak bir borç olmaktan ziyade do­laylı yoldan kul hakkına tecâvüzdür. Geçmiş milletlerden bir kısmının bu yüzden helak olduğu ise, Kur'ân ve Hadîste açıklanmıştır.

8—  Söz söylediğiniz (bir hüküm verdiğiniz) zaman -yakınınız bile ol­sa- ancak adaleti gözetin,

İster yargı makamında olun, ister şahit, ister davalı, ya da davacı bu­lunun, ancak adaleti gözeterek söz söyleyin, ona göre hüküm verin. Çün­kü ülke ancak adaletle ayakta durabilir. Adalet mekanizması ters yönde çalışan bir ülkede güven kalmadığı gibi, zulüm ve haksızlık kolgezer ve yıkılması  için  başka  bir sebebe gerek kalmaz.

9—  Allah'ın ahdini yerine getirin.

Allah'ın Peygamber aracılığıyla insanlara söz verdiği, söz aldığı hu­susları yerine getirin. Bunu özetliyerek şöyle açıklıyabiliriz:

a)  Allah'ın insanlara sunduğu akıl, zekâ, viedan ve sağduyuyu yerin­de kullanmak ve Yaratanı bilip koyduğu hayat kanununu idrak ederek ona göre günlük hayatı düzenlemek,

b)  Allah'ın mü'minlere verdiği sözün mutlaka gerçekleşeceğine inan­mak. Kelime-i Şehadet ile O'na verdiğimiz sözü yerine getirmeğe çalış­mak.

c)  Allah adına yapılan andlaşmaiara ve sözleşmelere sadık kalmak.

d)   ELESTÜ hitabına verdiğimiz cevabı  unutmamak, ona göre terte­miz bir hayat sürmek,

10—  Allah'ın dosdoğru yoluna uyup başka yollara uymamak.

Hak birdir, birkaç değildir; o bakımdan parçalanma, bölünme kabul et­mez. Haktan sonra ancak sapıklık ve bâtıl vardır. Hak, tek kelimeyle Al­lah'ın adıdır ve O'nun yoludur, Diğer bütün yollar saptırıcı ve bâtıla sürük­leyicidir. Müslümanlardan iki grup birbirine karşı çıkıp cephe alır veya ça-tışifsa, haklı olan gruptan yana olup, diğerini doğru yola getirinceye kadar müeadele etmek vaciptir. İnananların  bu doğrultudaki asil davranış­ları ülkeye huzur, esenlik, birlik ve dirlik getirir.

İbn Mes'ud (R.A.) diyor ki :

Resûlüilah (A.S.) Efendimiz mübarek eliyle düz bir çizgi çizdi ve : «Bu Allah'ın dosdoğru yoludur!» buyurdu. Sonra o çizginin sağ ve soluna bir­takım çizgiler daha çizdi ve ; «Bu yollardan her birinde mutlaka bir şeytan vardır ki ona davet etmektedir» diye ilâve etti. Sonra da ilgili âyeti oku­du. [351]

Bunun İçin İbn Abbas (R.A.) diyor ki:

«Allah bu âyetle mü'minlerin tek bir eemaat olmasını emrediyor; ay­rılıp gruplaşmaları yasaklıyor ve geçmiş milletlerin bir çoğunun bölünüp parçalanma yüzünden yıkılıp yok olduklarını haber veriyor.» [352]

Birinci bölümde, «Ola ki aklınızı kullanırsınız» buyurulurken, ikinci bö­lümde, «ola ki düşünüp öğüt alırsınız..» buyurulmuştur. Çünkü putperest müşrikler inkârda inat edip kız çocuklarını öldürüyor, zinaya devam edip haksız yere adam öldürüyorlardı. Bütün bunlar insan aklına da ters düş­mektedir. O nedenle, «Ola ki aklınızı kullanırsınız» denilerek beşer aklı ha­rekete geçirilmek istenmiştir.

Yetim malını korumak, ölçü ve tartıyı tam kullanmak, söz söylerken, hüküm verirken âdil olmak, akıldan ziyade viedan ve sağduyu işidir. Bu sebeple, «Ola ki düşünür öğüt alırsınız» buyurulmuştur. [353]

 

Âyetler Arasinda Bağlantı

 

Son din İslâm'ın getirdiği esasların insan ruhunun yüceliği ile eşde­ğerde olduğu hatırlatıldıktan sonra inatçı inkarcıların ortaya attıkları şüp­helerin aklî delillerle de giderilebileceğine dikkatler çekilmiş ve on önemli hususa parmak basılarak gereken tavsiyeler yapılmıştır.

Aşağıdaki âyetlerle Kur'ân'ın doğru yola irşat etmedeki yerinin önemi belirtiliyor, o nedenle Kur'ân'a uymanın vücubu hatırlatılıyor; müşriklerin ortaya koydukları özürlerin mâkul hiçbir yanı olmadığına işaret ediliyor ve Kur'ân'ın getirdiği esasları yansıtmakta Tevrat'ın da insanları aydın­lattığına dikkatler çekiliyor ve böylece semavî kitapların aynı kaynaktan süzülüp geldiği çok duyarlı biçimde işleniyor. [354]

 

Meali:

 

154—  Sonra biz Musa'ya kitabı, onu güzel (uygulayana) tamamlamak, her şeyi uygun biçimde açıklamak ve doğru yolu göstermek, aynı zaman­da rahmet olmak için verdik; ola ki (İsrâiloğulları) Rablerine kavuşacak­larına inanırlar.

155—  Bu (Kur'ân)   ise, indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Artık   ona uyunuz ve (Allah'tan korkup kötülüklerden) sakınınız ki, merhamet oluna-sınız.

156—  «Bizden önce yalnız iki topluluğa (Yahudi ve Nasarâ'ya) kitap indirildi ve biz de onların eğitim ve öğretimlerinden habersiz bulunuyor­duk» dememeniz.

157—  Veya «bize de kitap indirilseydi herhalde onlardan daha çok doğru yolu bulup başarılı olurduk» dememeniz içindir. İşte size Rabbiniz-den açık belge, hidâyet (doğru yolu gösteren) ve bir de rahmet gelmiştir.

Allah'ın âyetlerini yalanlayıp (insanları ona yönelmekten) alıkoyanlardan daha zâlim kim vardır?

Âyetlerimize   (yönelenleri)   engelliyenleri  bu   engellemeleri  sebebiyle en kötü azapla cezalandıracağız.

 

Semavi Kitapların Ortak Vasıfları

 

«Sonra biz Musa'ya kitabı, onu güzel (uygulayana) tamamlamak, her şeyi uygun biçimde açıklamak ve doğru yolu göstermek, aynı zamanda rahmet olmak için verdik.»

Aynı kaynaktan süzülüp gelen kutsal kitapların temelde ortak yan­ları ve vasıfları vardır. Yukarıdaki âyetle bu husus mücmel (öz ve özet) şekilde belirtilmektedir;

1—  İndiği çağın özelliklerine ışık tutacak güçte ve uygulayanlara ye­terli malzeme sunacak ölçü ve muhtevadadırlar.

2—  Yaratan'ın bir olduğu, eşi, dengi ve benzerinin bulunmadığı nok­tasından hareket ederler.

3—  Dinî mesele ve konuların ana kurallarını şüphelerden uzak anlam ve ifadede açıklarlar.

4—  Allah'ın insan mutluluğu için insan   ruhunun   yüceliğiyle   eşde­ğerdeki kanunlarını ve sunduğu dosdoğru yolu gösterirler,

5—  İnsanları ilâhî rahmetin serinletici, ferahlatıcı ve ümit verici ha­vasına çağırırlar.

6—  İnsanın yaratılışındaki saygıdeğerliğe ters düşen ve onun ruhu­nu, vicdanını kirleten şeyleri yasaklarlar. Yararlı nesneleri mubah sayarlar.

Bu altı ortak esas ve prensibi araştırıp akıl ve irfan gözüyle bakanla­rın AJlah'a ve âhîrete inanmaları gerekir. Aksine hiçbir mazeretleri makbul değildir. Kutsal kitapların indirdiğinden haberi olan herkesin o kitaplar hakkında bilgi edinmesi, daha iyi bilenlerden sorması, araştırıp'öğrenme­si vaciptir. İnsan aklı ve idrâki bu vücubu duyacak ölçüdedir.

Kur'ân Tevhîd'e daveti kısaca açıkladıktan sonra çok önemli iki hu­susa daha dikkatleri çekiyor:

a) Kutsal kitapların önce iki topluluk (Yahudi ve Nasarâ) üzerine indirilmesine karşı, bu iki ayrı milletle temas kurma ve haberleşme im­kânına sahip olanlar için, O iki milletin dilini, öğretimini bilmiyoruz; bu bakımdan inen kitaplara ilgisiz ve bilgisiz kaldık» diyenlerin mazeretleri geçerli olmayacaktır.

b) «Kutsal kitaplar o milletlere değil de bize indirilmiş olsaydı, onlar­dan daha fazla başarılı olur, doğru yolu bulurduk» demek, haklı bir değer ve anlam taşımayacaktır. Çünkü temas ve haberleşme imkânları bulunan bölgede yaşayan milletlerin hepsine değil, birine kutsal kitap indirilmesi kâfidir. Ayrıca Cenâb-ı Hak hangi topluluk, ya da milleti lâyık görürse bu emaneti ona verir.

İlgili âyetlerle bu hususlara işaret edildikten sonra Arap kabilelerinin çoğuna ve sonra da aynı görüş ve düşüncede olan diğer bütün milletlere, özürlerinin anlamsızlığı hatırlatılıyor; ilâhî kudretin yüceliğini, uluhiyette-ki eşsizliğini en açık belgelerle yansıtan ve milletler için yol gösterici bir rahmet olarak indirilen Kur'ân'a dikkatler çekiliyor. Haberleşmenin ve mil­letler arasında olduğu gibi kıtalar arasında bilgi ve kültür alış-verişinin geliştiği çağda, «Kur'ân bize indirilmedi veya ondan haberimiz olmadı ve­ya bizim dilimizden başka bir dil üzeredir» gibi mazeretlerin yeri, hükmü ve anlamı yoktur. Böylece ilgili âyetle önce Mekkelilere, sonra da diğer milletlere mana itibariyle şöyle sesleniyor:

«İşte size arzu ettiğiniz kitap indirildi. İddianızda doğru iseniz, imân ve İslâm'da başkalarından daha başarılı olduğunuzu gösterin!.» [355]

 

Önce Okuyup Anlamak, Sonra Da Anladıklarını Açıklamak

 

«Bu (Kur'ân) ise, indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Artık ona uyunuz....»

İlgili âyetlerle son olarak çok önemli bir hususa daha dikkatler çeki­liyor. İnen kutsal kitaplar her şeyden önce okunup incelenmek, öğrenilip amel edilmek için gönderilmiştir. Bunun için de her kişinin kendi başına okuyup incelemede bulunması yeterli değildir. Kur'ân'ın kendi deyimiyle DIRASET = Eğitim ve Öğretim şarttır. Bu yola girilmeden yani eğitim ve öğretim kapısı açılmadan kutsal kitap üzerinde konuşmak, ondan hüküm çıkarmak, yorum yapmak, fikir ortaya koymak hem sakıncalı, hem de çok yanıltıcı ve doğru yoldan saptırıcı olur.

Dinî tahsil görmeden, bu alanda güçlü ilim adamlarından ciddi biçimde yararlanmadan din ve kutsal kitap hakkında yalan-yanlış söz söylemek, yargıda bulunmak haksızlık değil midir? Tıp tahsili görmeyen fakat bu ko­nuda derme-çatma bilgi kırıntıları edinen, bazı ansiklopedik malûmat top­layan kimsenin tıp hakkında söz sahibi olması düşünülebilir mi?

Ne yazık ki birçok konuları o alanda yetişen uzmanlara bıraktığımız halde hayatımızın her cephesi ve her anıyla içice olan, fert ve aile haya­tına yön ve düzen veren, sosyal hayatı tanzim eden dinî konularda çoğu kişiler cehaletten gelen bir cesaretle kendini yetkili görmekte ve ileri-geri konuşup ahkâm kesmektedirler. Bir iki yıl Arapça gramer okuyan, birkaç hadîs ezberleyen ve daha İslâm Fıkhının baplarından, usûl ilimlerinden, tefsir, hadîs ve rivayet yollarından, müetehit imamların içtihat ve istinbat sisteminden, İslâm Hukukunun ana kaidelerinden habersiz bulunan gayr-İ mes'ul kişilerin dinî ilimlerde uzmanmış gibi bir görünüm içinde kendini merci' tanıtmaya çalışmaları çok hazindir.

İşte bütün bunların temelinde bilgisizlik, eğitimsizlik ve öğretimsizlik yatmaktadır. O nedenle Kur'ân özellikle İslâm Milletlerini uyarmakta, dinî eğitim ve öğretime ciddi şekilde eğilmelerini emretmektedir. Aksine bir yol tutmaları ise, büyük bir haksızlığa yol açar ve bu yüzden çok kötü bir azabı kendilerine hazırlamış olurlar.

Özetleyecek olursak :

1—  Diraset emrine uyularak dinî eğitim ve öğretim gereklidir. Aksi halde bu çok önemli konu bilgisizliğin elinde can çekiştirir.

2—  Yeterli bilgi ve tahsili olmayanların dinî meseleler hakkında ko­nuşması, fetva verip ahkâm kesmesi zulümdür.

3—  Dinî eğitim ve öğretimi engellemek, insanlık aleyhine bir cinayet­tir.

4—  Bunu engelleyen veya ihmal edenler, çok tehlikeJi bir yolda yü­rüdüklerini bilmelidirler. Unutmasınlar ki, kendilerini dünyada da, âhirette de kötü bir azap beklemektedir.

5—  Bütün bu hususlarda mazeretin yeri ve anlamı yoktur. [356]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıdaki âyetlerle kutsal kitapların indirilme sebeplerinden en önemli bölüm anlatıldı. Son olarak Kur'ân'ın indirilmesinin her türlü maze­rete kapıları kapattığına işaret edildi. Dini eğitim ve öğretimin lüzumu çok duyarlı biçimde belirtildi.

Aşağıdaki âyetle, ilâhî emir ve uyanlara kulaklarını tıkayıp vurdum­duymazlıktan gelenlerin sözü edilen hakikatleri anlayabilmeleri için çok büyük belge ve mu'cizeler istedikleri açıklanıyor. Beyinleri inkâr ve inatla yıkananların akıl ve idrâklerini kullanmadıklarına işaret ediliyor ve büyük mucizelerin, ya da belgelerin ortaya çıkması halinde inanmanın bir yararı olmayacağı hatırlatılıyor. [357]

 

Meali:

 

158— Onlar ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbin gel­mesini veya Rabbin bazı âyetleri (mu'cizeleri)nin gelmesini bekliyorlar. Rabbin bazı âyetlerinin geleceği gün, daha önce imân etmemiş veya imâ­nından bir hayır (iyilik ve sâlih amel) kazanmamış hiçbir kişiye imânı (ve hayrı = iyilik ve salih ameli) yarar sağlamayacaktır.

Onlara de ki: Bekleyin, biz de bekliyoruz..

 

İlgili Hadîsler

 

«Üç (alâmet ortaya) çıktığında, daha önce imân etmeyen hiçbir kim­seye inanması yarar vermez : Güneşin batıdan doğması, Deccal'in çıkma­sı ve Dabbetü'l-Arz'ın belirmesi...» [358]

güneş batıdan doğmadan önce tevbe ederse, Allah onun tev-besini kabul eder.» [359]

«Güneş batıdan doğmadıkça kıyamet kopmaz. İnsanlar güneşin batı­dan doğduğunu görünce yeryüzü üzerinde bulunanlar imân ederler. Daha önce imân etmemişler veya imânlarında bir hayır kazanmamışlarsa, o an­daki imânları (ve hayırları) fayda vermez.» [360]

«Güneş batıdan doğunca, İblis secdeye kapanıp sesini şöyle yüksel­tir : «Rabbım! emret de dilediğine secde edeyim!.» Bunun üzerine azap melekleri onun boşma toplanıp hepsi de, «Bu ne zariliktir?» diye sorarlar. O da «Rabbimden belirli bir vakte kadar bana mühlet vermesini dilemiş­tim. İşte belirli vakit (gelip çattı)» diye cevap verir.» [361]

 

İnkâr Bataklığında Bocalayanlar

 

«Onlar ancak kendilerine meleklerin  gelmesini...... bekliyorlar.

İnkâr inatla birleşip kaîb ve viedanı karartıp idrâki işlemez hale so­kunca artık ne kitap, ne peygamber, ne de akl-i selimin yol göstermesi fayda verir. Beyin küfürle yıkanınoa hakikat güneşi görünmez olur.

Kur'ân, insanın böylesine şaşırtıcı ve bunaltıcı bir yola girmesini tas-vîr ederken inanması için üç büyük olayın ortaya çıkmasını uyarı mahi­yetinde haber veriyor:

A)  Ölüm, ya da azap meleklerinin  aniden gelip eanları çekip alacağı zaman.

B)  Kıyamet kopup, Allah'ın adalet ve saltanatıyla tecelli edeceği vakit.

C)  Göklerin darmadağın olup çökme, yıldızların başlarına inme, gü­neşin batıdan doğma, İsâ Peygamberin inme ânı...

Oysa her şeyin bitip sona ermesi, ümitlerin kopup aklın ve yeniden inanmanın işe yaramadığı zaman irâde dışı imân etmenin, salih amellerde bulunmanın hiçbir yararı yoktur. Çünkü bu durumdaki imân ihtiyarî değil, ıztırarîdir. [362]

 

İmânın Muteber Olması İçin

 

Dinî ölçü ve esaslara göre, imânın muteber olabilmesinin bazı şart­lan vardır:

1.  Gaybe yönelik olması,

2.  Gelecekte ortaya çıkacağı haber verilen olaylarla ilgili bulunması,

3.  Gelecek için hayır ve iyilik elde etmeyi sağlaması..

Tekliflerin hükümsüz kalacağı, amellerin bir anlam ve yarar taşıma­yacağı günde, daha önce işlemediği halde iyi amelde bulunmak da irâde ve ihtiyar dışı sayılır. Zira amel-i sâlih de irâde ve ihtiyarla vücut bulunca yararlı kabul edilir.

Serbest irâdeye dayalı ihtiyarî imân, şüphe ve taklît barajını aşınca TAHKİK! imâna dönüşür. Gerçek imân da budur. Böyle bir iman doğrultu­sunda işlenen amel-i sâlihin büyük yararı vardır. O nedenle ıztirarî imânla ıztirarî amel-i sâlihin faydalı olmayacağı hükme bağlanmıştır. Çünkü bu anlamdaki imân ve hayırda kişinin irâde ve ihtiyarı hâkim ve müessir de­ğildir. Ortaya çıkan fevkalâde olay müessirdir. O kadar ki ister istemez kişiyi etkileyip inanmasını sağlar. [363]

 

Gaybe İmânın Esasları

 

İmanın asıl cevheri GAYBE inanmakla oluşur ve yavaş yavaş şüphe bulutlarından sıyrılarak olgunlaşıp kemal bulur.

Allah'ı görmemiz mümkün değildir. Çünkü O'nun için zaman, mekân şekil ve suret yoktur ve düşünülemez de. Ancak O'nun yüce varlığına, bir­liğine, kudret ve azametine, öncesizlik ve sonrasızlığına delâlet eden bin­lerce aklî, naklî ve mantıkî deliller mevcuttur. Peygamberlerin Allah hak­kındaki haberlerine inandıktan sonra kâinat kitabına göz gezdirip O'nun sıfatlarının tecellilerini, kudretinin her zerreye nüfuz ettiğini görmeğe ça­lışmak,imân düzeyinde karar kılmanın en sağlam ölçüsüdür.

Kıyamet kopacaktır. Onun kopuşunu bugünden görmemiz mümkün değildir. Ama bazı istisnalarla her şeyin çift yaratıldığına ve erdemlikle iy! işlerin karşılığının mutlaka saadet olacağına, yeryüzünde delilsiz, belge­siz zulüm işleyenlerin cezasız kalmayacağına bakacak olursak, dünya ha­yatından sonra âhiretin başlıyacağını bir bakıma istidlal edebiliriz. Naklî delilleri de buna ekleyince, kendimizi kıyamete inanmakta şüphelerden uzak biçimde imân düzeyine getirmiş oluruz.

İsa Peygamberin ineceğini kestirmek ve herhangi bir şeyle bunu istidlal etmek pek mümkün değildir. Ama Peygamber (A.S.) Efendimizin bu hususta verdiği haberin doğruluğuna inanarak, onun ineceğini şimdiden kabul etmemiz, gaybe imânın şubelerinden biri sayılır.

Güneşin bir gün gelip batıdan doğacağı hakkında ipuçları bulup çı­karmak bir bakıma mümkünse de imân edecek kadar kuvvetli ve sağlam, aynı zamanda doyurucu değildir. Ama Peygamber (A.S.) Efendimiz bunu böyle haber vermiştir, o halde doğrudur ve bir gün mutlaka onun haber verdiği gibi güneş batıdan doğacaktır, diye inanmak, gaybe imânın belir^ tilerinden biridir.

Bu konuda misalleri çoğaltmak mümkün. Bütün bunlar gaybe imanla ilgilidir. İrâde ve ihtiyarımız kapsamında aklımızı da yardımcı olarak kul­lanıp naklî delil ve haberlere dayanarak imân etmemiz ve sâlih amellerde bulunmamız, gaybe imânın temelini oluşturur. [364]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetle inkârda inat edenlerin doğru yolu seçmelerine ne akıllarının, ne de semavî haberlerin kâfi gelmediğine işaret edildi. Bey­ni küfrün uyuşturucu havasıyla yıkanmışların çok büyük ve reddi gayr-i mümkin fevkalade olaylar karşısında ancak inanabileceklerine dikkatler çekildi. Oysa sözü edilen olağanüstü durumlarda imân ve amel-i sâlihin -daha önce imân edip hayır işlememişse- bir yarar sağlamayacağı, çün­kü bunun irâde ve ihtiyar dışı gerçekleşeceği hatırlatıldı.

Aşağıdaki âyetlerle, inananların da bazı zaaflarının bulunacağı söz konusu ediliyor. Kâfirin inat ve basiretsizliği kendisini nasıl mahvedip yü­ce maksatlardan uzaklaştırıyorsa, mü'minin de BENLİK-SENLİK dâvasına kalkışması ve bu yüzden farklı gruplaşmaların doğmasına neden olması, onu ve din kardeşlerini mahvedip İslâm'ın yüce amacına hizmetten alıko­yacağı hatırlatılıyor. Dönüş yapanlar için rahmet kapılarının açık tutuldu­ğu ve her iyiliğin on misliyle karşılık göreceği haber veriliyor. [365]

 

Meali:

 

159—  Şüphesiz ki gruplaşarak dinlerini parça parça edenler var ya, sen hiçbir şeyde onlarla bağımlı ve ilgili değilsin. Onların durumu Allah'a kalmıştır. İleride, ne işlediklerini onlara haber verecektir.

160—  Artık kim iyilikle gelirse, ona on misli vardır. Kim de kötülükle gelirse, ona ancak misliyle karşılık vardır ve onlara haksızlık edilmez.

 

İlgili Hadîsler

 

Ashab-ı Kiramdan İrbad b. Sâriye (R.A.) anlatıyor: Bir gün Resûlül-lah (A.S.) Efendimiz mübarek yüzünü bize çevirerek çok açık ve net bir vaazda bulundu, öyle ki gözler yaşardı, kalbler ürperdi. Bunun üzerine biz veya bir adam dedi ki: «Ey Allah'ın Peygamberi! bu bir veda konuşma­sına benziyor; bize neleri muhafaza edip nelere riâyet etmemizi emreder­sin?» Efendimiz ona şu cevabı verdi : «Size Allah'tan korkup kötülükler­den sakınmanızı, başımzdaki kimseleri -isterse habeşii bir köle olsun- din­leyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Benden sonra sizden yaşayanlar, bir­çok ihtilaflar göreceklerdir. Artık o durumda benim ve doğruyu bulan, doğ­ru yola erişen ve doğru yola irşat eden halîfelerin sünnetine gerekli olun; ono sımsıkı sarılın. Buna karşı (sıkıntıdan) dişlerinizi sıkın ve bir de son­radan din adına uydurulup ortaya atılan şeylerden sakının. Çünkü sonra­dan din adına uydurulup ortaya atılan her şey bid'adir ve her bid'a sapık­lıktır.» [366]

Muaviye (R.A.) anlatıyor:

Resûlüllah  (A.S.)   Efendimiz   aramızda  bulunduğu  bir sırada  ayağa kalkıp şöyle hitapta bulundu : «Haberiniz olsun ki, sizden önceki Kitap Eh­li yetmiş iki fırkaya ayrıldılar; doğrusu bu (benim) ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır; yetmiş iki fırkası Cehennemde, bir fırkası Cennette­dir; o bir fırka (İslâm'ın özüne ve ruhuna bağlı kalan) cemaattir.» [367]

«Şüphesiz ki İsrâiloğullan yetmiş iki fırkaya bölündüler. Benim üm­metim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır; biri hariç diğerleri Cehennemde olacaktır.»

Bunun üzerine soruldu :

  O bir fırka kimlerdir? Cevap verdi:

  «Ben ve Ashabımın bulunduğu yol üzerinde olanlardır.» [368]

«Sizden biriniz (inanıp) İslâmiyetini güzelleştirirse işleyeceği her iyi­lik on misliyle kendisine yazılır ve bu yediyüze kadar yükselir. İşleyeceği her kötülük ise misliyle onun aleyhine yazılır ve bu hal, o, Allah'a kavuşun­caya kadar sürüp gider.» [369]

Kudsî Hadîs : Aziz ve Celîl olan Allah buyuruyor:

«Kulum bir kötülük işlemek istediğinde, onu işlemedikçe aleyhine bir şey yazmayın; işleyecek olursa misliyle yazın. Onu benim için yapmayıp terkederse kendisine bir iyilik yazın. Kulum bir iyilik yapmak istediğinde onu işlemeyecek olursa yine de kendisine bir iyilik yazın; işleyecek olur­sa, on ilâ yediyüz misliyle yazın.» [370]

 

Dinde Post Kavgası Haramdır

 

«Şüphesiz ki, hizipleşerek dinlerini parça parça edenler var ya, sen hiçbir şeyde onlarla bağımlı ve ilgili de­ğilsin.»

İnsanların saadetine yönelik mutlak hayrı emreden din, makam ve nüfuz sağlamanın  ötesinde  çok yüce amaçlar' için  gönderilmiştir.  Hizmeti hasbî, mükâfatı uhrevîdir. Dinde başolma sevdası büyük vebal, ehil mürşide uymak büyük sevaptır. Değişik isimler altında din adına bir ta­kım ekoller oluşturmak ve hizmeti kendi tekelinde tutma basîretsizliğini sergilemek, cinayetlerin en kötüsüdür. Peygamber (A.S.) Efendimiz İslâm adına başınıza gecen kişi Habeşli bir köle bile olsa ona itaat ediniz, diye emrederken, ileride dinin özünden ve mayasından ayrılıp onu kendi kişi­sel çıkarı uğrunda vasıta olarak kullanacak kişileri uyarmıştır.

Ayrıca ortaya çıkan her grup, ya da ekol, dini ve onun kutsal kitabı Kur'ân'ı, Hz. Peygamberin (A.S.) hadîslerini kendi hevesi doğrultusunda yorumlamaya kalkışır; sırf muhalefet olsun, dikkatler kendisine çevrilsin diye Müslüman cemaatinden ayrılmayı amaçlarsa, dinde birlik yerine bö­lünme, kardeşlik yerine düşmanlık ortaya çıkar ve bu durum İslâm'ın ha­yat damarlarının kopmasına sebep olur, düşmanın ekmeğine yağ sürer. Sonra da zillet ve esaret başgösterir.

Kur'ân daha önce Kitap Ehlinin yetmişiki fırkaya ayrıldığına işaret ederken, Hz. Peygamber bunu açık biçimde ifade ediyor ve tarih boyun­ca Yahudilerin perişan olmasının, asırlarca esaret kaydı altında inleme­sinin sebeplerinden en önemlisine parmak basıyor. Kutsal Tevrat'ta yap­tıkları değişiklik neticesi dinde ayrılığa düşmeleri ise, onlar için daha ha­zin tablolar meydana getirmiştir.

Hıristiyanlara gelince: Dinî liderlik sevdasına kapılmaları ve o yüzden her ruhanî reisin kendi düşünceleri doğrultusunda bir İncil hazırlayıp din­daşlarına sunması neticesi yüzlerce farklı İncil'in ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu yüzden dinde ayrılık başgöstermiş, dinin özünden ve ma­yasından uzaklaştıkları, kendi mantıklarına göre bir din düzenledikleri için haçlı ruhunun şahlanmasına, insan kanının boş yere akıtılmasına ve din adına yüzkarası sayılan ENGİZİSYON MAHKEMELERİNİN kurulmasına sebep olmuşlardır. Engizisyon bilindiği gibi «çok aşırı eziyet» anlamına gelir. Oysa din insanlara eziyet etmek, onlara akla gelmedik işkenceler uygulamak için değil, onları dünya ve âhiret saadetine eriştirmek, kul ile Allah arasındaki engelleri kaldırıp kulu ilâhî rahmet ve sevginin engin ha­vasına kavuşturmak için gönderilmiştir.

Müslümanlara gelince : Daha hicretin birinci asrında Hz. Osman'ın âsiler tarafından öldürülmesi; Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasındaki çetin sa­vaş, İslâm'ın birliğini ve dirliğini bozmuş ve bu ortamdan yeterince yarar­lanmayı fırsat bilen iç ve dış düşmanlar tarafından değişik isimler altında oluşturulan, fakat hepsi de sözde ve görünürde İslâmiyet adına hareket eden farkh gruplar, ekoller ve mezhepler meydana çıkmıştır. Özellikle di­nin temel prensipleri üzerinde ardı-arkası kesilmeyen tartışma ve sürtüşmeler kışkırtılıp körüklenmiş ve çok geçmeden Hz. Peygamber (A.S.) Efen­dimizin hadîslerinde en güzel ifâdesini bulan yetmiş üç fırka oluşmuştur.. Böylece İslâm âlemine konuk olarak sokulan FİTNE, bir daha çıkmama-sıya,yerleşik hüviyete bürünmüştür. Bugün hâlâ aynı düşmanların yeni yeni metotlarla fitne ateşini körükledikleri muhakkak. Ortaya çıkan ve din adına kendini MÜCAHİDÎN olarak tanıtan ekoller ve gruplar her geçen gün azalacağı yerde çoğalmakta ve İslâm'ı için için kemirmekte, onu esasın­dan, amacından uzaklaştırıp hayat damarlarını kurutmaya yönelmektedir. Buna karşı eli kalem tutan şuurlu din âlimlerinin gayret ve himmeti Allah'­ın inayetine mazhar olarak bu felaketin karşısında bir set gibi durmak­tadır. O nedenle sözü edilen âlimleri Müslüman halkın gözünden ve gön­lünden düşürmek için İslâmiyeti paravana yaparak olmadık yalan ve ifti­ralar tezgahlanmakta, pervasızca çamur atılmakta, kara sürülmektedir.

Bunun sebebi açıktır:

İslâm'ı çağın ve her çağın hayat dini ve can simidi olarak tanıtan ilim adamlarını tesirsiz hale getirip halkın nefretine hedef seçtikleri ve az-çok başarı sağladıkları gün, herşey bitmiş, düşmanın arzusu yerine gelmiş _ olur. O takdirde din sadece bir duâ ve ibâdet dini olarak derin bir uykuya sokulur, camiler cansızlarla dolar; hikâye ve uydurma kıssalarla vakitler öldürülür. Bunun tabii sonucu olarak Müslümanlar ruhtan kopup şekle bağlı kalırlar, keyfiyeti bırakıp kemiyetin peşine takılırlar. Her yerde muh­teşem eamiler, Kur'ân Kursları, Yurt Binaları ve benzen tesisler vücuda getirilir, fakat içinde kimin nasıl yetiştirileceği üzerinde pek düşünülmez.

İslâm'dan yana hizmet ettiğini iddia edenlerin haklı, ya da haksız ol­duklarını anlatmak ise, çok zor ve bazı kesimlerde imkânsızdır. Bu grup­ların çoğu temelde dinî eğitim ve öğretim görmemişlerdir. Ellerinde doğru­yu eğriden, hakkı bâtıldan ayırt edecek sağlam kıstasları da yoktur.

Kur'ân bu gerçeğe parmak basarak diyor ki «Gruplaşarak dinlerini parça parça edenler var ya, sen hiçbir şeyle onlarla bağımlı ve ilgili değilsin. Onların durumu Allah'a kalmıştır. İleri­de ne işlediklerini onlara bir bir haber verecektir.»

Bu haber iki yönlüdür: Biri dünyada, diğeri âhirette gerçekleşir. Dün­yada bu parçalanmadan dolayı İslâm'ın üzerine çökecek musibetin öldürü­cü ağırlığı hissedildiğinde. Âhirette ilâhi adalet bütün ihtişamiyle tecelli ettiğinde..

Ve sonra Kur'ân, gruplaşma sonucu parçalanan Müslümanlara sesle­nerek onları İslâm'ın birliğine davet ediyor; tevbe kapılarının açık bulun­duğunu hatırlatıyor :

«Artık kim iyilikle gelirse, ona on misli vardır. Kim de kötülükle gelir­se, ona ancak misliyle karşılık vardır ve onlara haksızlık edilmez.» [371]

 

Âyetler Arasında Bağlantı

 

Yukarıda geçen âyetlerle dinde bölünüp parçalanmanın nasıl bir mu-sîbet olduğuna işaret edildi ve bilerek veya bilmeyerek bu son derece sa­kıncalı yola giren Müslümanlar uyarıldı.

Aşağıdaki âyetlerle Tevhit Dininin temelini sapasağlam kendinde ta­şıyan İbrahim Peygamberin Hanîf dini örnek veriliyor. Hz. Peygam­berin bu dimdik ve arızasız ayakta duran, batıldan uzak, hakka yö­nelik temel üzerinde yükseldiği belirtiliyor ve sonra da dinin asıl hayat felsefesi çok özlü ve duyarlı biçimde anlatılıyor. [372]

 

Meali:

 

161—  De ki: Doğrusu Rabbim beni dosdoğru yola, İbrahim'in dimdik ayakta duran, bâtıldan uzak Hakk'a yönelmiş (Hanîf) dinine eriştirmiştir. Ve o hiçbir zaman müşriklerden (Allah'a ortak koşanlardan) olmadı.

162—  De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, hayatım ve ölü­müm âlemlerin Rabbı Allah içindir.

163—  Onun hiçbir ortağı yoktur; ben sadece bununla emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim.

164—  De ki: Allah her şeyin Rabbı olduğu halde ben O'ndan başka Rab mı ararım? Herkesin kazandığı (günah ve vebal) kendisine aittir. Gü­nah yükü taşıyan hiç kimse diğerinin günah yükünü taşımaz. Sonunda dö­nüşünüz Rabbınızadır; o zaman hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyi size bil­direcektir.

165—  Sizi yeryüzünün halîfeleri kılan; verdiği şeylerden dolayı sizi denemek için kiminizi kiminizden üstün derecelerle yükselten O'dur, Doğ­rusu Rabbim cezalandırmayı çok çabuk gerçekleştirendir ve şüphesiz ki O, hem çok bağışlayan, hem çok merhamet edendir.

 

İniş Sebebi

 

Mekke müşriklerinden Velîd b. Muğîre ve yoldaşları, Allah ve Pey­gambere imân edenlere, «Muhammed'i bırakıp bize gelin, eski dininize dö­nün, bir günah varsa bizim boynumuza..» diyerek İslâm'dan dönmenin gü­nah olmadığını iddia ediyorlardı. Bunun üzerine 164. âyet indi. [373]

 

İlgili  Hadîsler

 

Resûiüllah (A.S.) Efendimiz sabahladığında şöyle duâ ederdi:

«İslâm milleti, İhlâs kelimesi ve Peygamber Muhammed'in dini; Ha­nîf olan, müşriklerden olmayan babamız İbrahim'in milleti (dini ve esası) üzerine sabahladık.» [374]

İbn Abbas (R.A.) anlatıyor: Peygamber {A.S.) Efendimize soruldu :

  Allah katında dinlerin hangisi daha çok sevimlidir? [375]

  Bâtıldan uzak Hakk'a yönelmiş koskolay olanı...

Diye cevap verdi. [376]

Yine İbn Abbas (R.A.) anlatıyor:

Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, Kurban Bayramı günü iki koç kurban ederken şu duayı yaptı: «Gökleri ve yeri yoktan var kılan Allah'a Hanîf olarak yüzümü çevirdim. Ben müşriklerden değilim. Şüphesiz ki benim namazım, İbâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbı Allah içindir. Onun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emroiundum ve ben Müslümanla­rın ilkiyim.» [377]

Hz. Ali (R.A.)den yapılan sahih rivayete göre, Resûlüllah (A.S.) Efen­dimiz bu duayı daha çok namaza başladığında okurdu. [378]

«Yaratılışta Peygamberlerin ilkiyim. Peygamber olarak (yeryüzüne) gönderilmekte olanların sonuncusuyum.» [379]

 

İbrahim Peygamberin Hanîf Dini

 

«İbrahim'in dimdik ayakta duran, bâtıldan uzak, tamamıyla Hakk'a yönelmiş {Hanîf) dinîne...»

HANÎF DİNİ hakkında Bakara : 135, Âl-i İmrân : 67-69, Nisa: 125 ve En'âm : 79'da gereken açıklamayı yaptığımızdan burada tekrar aynı ke­limenin sözcük ve terim anlamlan üzerinde durmaya lüzum görmüyoruz.

Son din ve son peygamber hakkında İlâhî sözleri, haberleri değiştirip inkâr ve inada sapan Yahudî ve Hıristiyanlar bu tutumlarıyla da Hakk^ı temsilden çok uzak kalmışlardır. Kendi peygamberlerini takdîm ve tak-dîrde ölçüyü kaçırıp onları «Allah'ın oğulları» diye vasıflamaları ise, din adına bir ölçüsüzlüktür. Böylece saf ve duru TEVHİT İNANCINI bozdular; bâtıldan uzak, hakka yönelik olma doğrultusundan saptılar. Son Peygam­ber Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz risâlet göreviyle insanlık âlemine şe­ref verince, bağlı bulunanları çok az olmasına rağmen ayakta bütün safi-yetiyle dimdik kalan tek din Hz. İbrahim'in Hanîf Dini idi.. Adnan soyundan

gelenlerin bir kısmı bu dine bağlılık göstermiş ve Tevhît inancını koruma­ya çalışmışlardı. Aynı zamanda İbrahim Peygamber, Musa ve İsâ Peygam­berlerden önce geldiği ve bu iki dine bağlı olanların atası sayıldığı, bir­çok peygamberler onun soyundan seçildiği ve son peygamberin de atası bulunduğu için hepsi tarafından sevilir ve sayılır bir düzeyde bulunuyordu.

Hz. Muhammed'in (A.S.) getirdiği dinin esasları Tevhît çerçevesi için­de Hanîf diniyle uyum halinde bulunuyordu. İbrahim'in asla bir müşrik ol­madığı kesinlikle biliniyordu. Kur'ân'da da bu husus birkaç yerde üzerine parmak basılarak belirtilmektedir. Çünkü Yahudiler de, Hıristiyanlar da, putperestler de İbrahim Peygambere saygı duymakla beraber onun dinini lâyıkıyla araştırmamışlardı. Bu bakımdan Kur'ân'da ilgili âyetlerle Yahudî ve Hıristiyanların İbrahim Peygamber ve koyduğu Hanîf dini hakkında çok yanlış itikatlarının bulunduğuna dikkatler çekilerek yer yer tashihler yapıl­maktadır. İnsan eliyle hayli değişikliklere uğratılan Tevrat ve İncil'in Ha­nîf Dininin Tevhît esaslarıyla ters düştüğü hatırlatılmakta, İbrahim'e (A.S.) olan bağlılık ve sevginin gerçek bir anlam taşımadığına işaret edilmekte­dir. [380]

 

Hanîf Dininin Tevhît Esasları

 

Kur'ân'ın gerek konumuzla ilgili âyetlerinde, gerekse diğer birkaç ye­rinde Hanîf Dininin Tevhît esaslarını açıklaması, bir bakıma semavî dinler arasındaki ortaklaşa bağı geliştirmeye ve hepsi tarafından sevilip sayılan İbrahim Peygamberin mevcut semavî dinler arasında bir barış sembolü olarak tanınmasına yöneliktir. Ayrıca Hanîf Dininin getirdiği Tevhît esası­nın semavî dinlerin hepsinin özünde ve mayasında mevcut olduğunu ha­ber vermeyi amaçlar. Çünkü Hanîf Dininin Tevhît esası şu sözlerle özetle­nip ifadesini bulmuştur:

1.  Allah'ın varlığına, birliğine inanmak.

2.  Allah'a hiçbir suretle eş-ortak koşmamak.

3.  Doğru yolda, Allah'ın şaşmayan yolunda yürümek.

4.  Bâtıl'dan uzak, Hakk'a her veçhile yönelik bulunmak.

İşte İbrahim Peygamber bu esaslar üzerinde görevini sürdürmüş ve hiç bir zaman Allah'a eş-ortak, denk ve benzer koşanlardan olmamıştır.

İslâm Dini ve onun şanlı Peygamberi Hz. Muhammed (A.S.) bu müc­mel (kısa, öz ve özet) olnn esasları hem belirler, hem de şüpheleri gide­recek biçimde buna açıklık kazandırır. Ayrıca Tevhît'in tamamlayıcı kı­sımları olan imânın diğer esas ve şartlarıyla bunu kemâl mertebesinde

bütünleştirir. Sonra da Tevhît konusunda, iman esasları doğrultusunda Peygamber ve mü'minlerin ne ile emrolundukları öz ve özet olarak ortaya konulur. [381]

 

Namazsız, İbâdetsiz Din Olur Mu?

 

Tevhît (Allah'ı bir bilmejsiz din olmayacağı gibi, namazsız da din ol­maz. O nedenle Adem Peygamberden son Peygamber Hz. Muhammed (A.S.) Efendimize kadar gelip geçen bütün peygamberler namaz ile emre­dilmiş ve semavî olan her kitapta buna yer verilmiştir.

Kur'ân'da ilgili âyetle mü'minin ölçüsü, ibâdetin amacı, hayat ve ölü­mün asıl değer ve manası üzerinde durularak, Allah ile kulları arasındaki ilgi ve irtibat, diğer bir tâbirle işlek yol belirlenmektedir:

1.  Namaz

2.  Kurban dahil, diğer bütün ibâdetler

3.  Hayat

4.  Ölüm

Hayat, asıl ölçü ve değerini ve Allah'a kulluğun en yüksek manasını namazda bulur. Diğer bütün ibâdetler ise namazın amaç ve hedefini oluş­turur, böylece onu tamamlayıp bütünleştirir. Namaz ve diğer ibâdetler ölü­mün, Hakk'a ve sonsuz saadete açılan bir kapı olduğunu ilham eder. Böy­lece sözü edilen dört ayrı ölçü ve manayı biraraya getirmenin lüzumu be­lirtilir. Namaz ve ibâdet, hayatın sadece yeme, içme, uyuma ve benzeri ihtiyaçlardan ibaret olmadığının kıstasıdır, denilebilir. Böylece her insan, hayatını değerlendirdiği ölçü ve bulunduğu hal üzerine ölür ve öldüğü öl­çü ve hal üzerine kabrinden kalkar.

Yokluk karanlığından varlık alanına adım atan her insan için değiş­meyen dört düstur budur.. İşte mutluluğun değişmeyen yolu!. Umut için­de ömür sürmenin malzemesi!. [382]

 

En Feyizli Terbiyeci

 

<De ki: Allah her şeyin Rabbı oldu­ğu halde ben O'ndan başka Rab mı arzulayıp ararım.»

Allah terbiyenin ve terbiye etmenin kemal mertebesidir. O nedenle Allah mutlak manada âlemlerin yegâne terbiyecisidir. Her şeyi yaratılı-şındaki  mayasına, türünün  özelliğine  göre terbiye  eder.  O'nun  terbiye elinden çıkan her şey mükemmeldir. Canlılar âleminde yüksek kudret, hik­met ve müstesna terbiyesiyle mutlak bir denge sağlayıp türlerin devamı­na imkân verir. Biz insanların bilgisizce el uzatmamız bu dengeyi yer yer bozar. Peygamberler ve kutsal kitaplar aracılığıyla indirdiği terbiye siste­mi de mükemmeldir. Günün şartları ne kadar değişirse değişsin o, insa­nın yaratılışındaki yücelikle uyum sağlar. Bilimsel ölçülerle uygulama ala­nına konulduğu takdirde insan unsurunu ahlâklı ve erdemli yetiştirir; kalb ve dimağı sonsuz kudretin sevgi ve korkusuyla doldurur; vicdanların bu manayla gelişmesini  hızlandırır.

Bunun için Kur'ân, Hz. Peygambere (A.S.) bu gerçeği şu sözlerle ifa­de etmesini emrediyor: «De ki  Allah her şeyin Rabbi (yegâne terbiyecisi, yetiştirip kemâle eriştiricisi) olduğu halde, ben ondan başka Rab mı ar­zulayıp ararım?»

Aksi halde, yani dinî terbiye dışında başka bir sistemle terbiyecisinin hem sapmasına, hem de saptırmasına neden olur. Çünkü Allahsız, dinsiz ve imansız bir terbiye sisteminin başarılı olması mümkün değildir. Geçici olarak bazı başarılar kaydetse bile serap misali aldatıcı ve oyalayıcıdır. [383]

 

Mü'minler, Yeryüzünün Halîfeleridir

 

<{Sizi yeryüzünün halifeleri kılan O'dur.»

Son Nebi, insanları doğru yola irşat eden en büyük mürşit ve terbi­yecidir. Ümmeti de yeryüzünde onu temsilen Allah adına konuşan, Allah adına hükmeden en son ve en bahtiyar ümmettir. Bu ümmet her zaman metbu' (uyulan) durumundadır, doğuştan buna adaydır. Ancak her mü'min lider ve önder olma yetenek ve kudretinde yaratılmamıştır. Akıl, zekâ, ba-sîret, idrâk, mal, makam ve rızık bakımından farklı derecelerde bulunur­lar. Bu kanun her toplumun yapısında câridir. Çünkü sosyal hayatın dü­zen ve dengesi için kaçınılmaz bir olaydır ve reddi mümkün değildir.

O nedenle insanlar genetik olarak da farklı yetenekte yaratılmışlardır. Herkes kendi ölçüsünü bilip ona göre yerini belirlemelidir. Aksi halde dü­zensizlik ve dengesizlik başlar.

Sözü edilen yeteneklerde insanların farklı yaratılması bir haksızlık sa­yılmaz mı? Oysa Allah son derece âdildir ve hikmet sahibidir. Haksızlık hiçbir zaman söz konusu değildir ve olamaz da. Çünkü her insan yetenek­leri ölçüsünde sorumludur; hiçbir zaman kişi güç getiremeyeceği şeylerle yükümlü tutulmamıştır. Yani «teklîf-i mâla yutak» yoktur. O halde her fert mevcut yetenek ve imkânları oranında sâlih amelde bulunursa, âhirette saa-

det bakımından daha yetenekliden aşağı kalmayacaktır. Çünkü her ikisi de kendi imkân ve yeteneğini kullanmıştır. Bu da ilâhî adaletin en parlak örneklerinden biridir.

Bunun için dünyada farklı yetenek ve derecelerde bulunanlar unutma­malıdırlar ki, her ân ilâhî deneme okulunda bulunuyorlar. Kendi derece ve ölçüsünü bilip o nisbette hayatını iyi ameller düzeyinde değerlendirip baş­kasına haset etmez, kin gütmezse denemede başarılı sayılır. Bu ölçüye dikkat etmeyenler ise, başarısız olurlar. Allah ise, hiç kimseye haksızlık etmez. Her insan ya kendine iyilik ya da kötülük ve haksızlık eder. Kıya­met gününde ise, Allah yine âdi! davranıp işi sürüncemede bırakmaz, in­sanlara bıkkınlık vermez, hesapları çarçabuk görür. Mükâfata lâyık olan hemen mutlu olsun, lâyık olmayan da hemen cezasını çeksin diye kudre­tinin sınırsızlığına has bir yöntem kullanır. [384]

 

Yorumlar - Rivayetler

 

NÜSÜK : Nesîke'nin çoğuludur, Taşıdığı mâna üzerinde farkh tesbit ve görüşler yer aimıştır:

a)  Mücahit, Saîd b. Cübeyr, Dahhak ve Süddî'ye göre, Hacc ve Umre'de boğazlanan kurbandır.

b)  İbâdet anlamına gelir.

c)  Sadece hac menasiki demektir.

d)  İnsanı Allah'a yaklaştıran her çeşit ibâdet anlamını taşır.

e)  Yabancı maddeden arınan gümüş misali her türlü günah ve isyan kirinden arınmak anlamına bir benzetmedir.

f)  Din mânasına da kullanılmıştır. Zeccac da bu görüştedir. [385]

VİZİR : Kök mânası ağırlık demektir. İnşirah sûresinde bu mânada ifade edil­miştir. Sonra vicdan ve ruh üzerinde manevî bir ağırlık olan günah an­lamında kullanılmıştır. İlgili âyetteki vizir bu cümledendir. [386]

 

En'âm Sûresinin Sonu

Allah'ın yüce inâyetiyle En'âm sûresinin tefsiri burada bitti. Hamd O'na mahsustur. Salât-u selâm sevgili peygamberi Hz. Muhammed'e (A.S.) ve onun  ashap ve yaranına olsun.. [387]

 



[1] Fazla bilgi için bak: Tefsîr-i Kebîr - ÂIûsî - ibn Kesir"- Kurtubî - Fet-hu'1-Kadîr/Şavkânî.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1836.

[2] Hafız el-Hâkim :  Müslim'in şartı üzerine sahihtir.

[3] îbn Mürdeveyh :  Enes bin Mâlik  (R.A.)den..

[4] Taberânî :  îbn Ömer   (R.A.)dan.

[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1836-1837.

[6] Ebû Dâvud/sünnet: 16 Tirmizî/tefsîr : 7, 49 - Ahmed : 1/251, 299, 4/186-6/441   -  Ebû Musa el-Eş'ari   (R.A.)den.

[7] Sahîh-i Müslim/raünafıkın 27 - Ahmed :  2/327

[8] îbn Sa'd : Tabakatmda - Tirmizî/menakıb : 74

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1838-1839.

[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1839-1840.

[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1740.

[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1841.

[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1841-1842.

[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1842.

[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1843.

[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1844-1845.

[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1845-1846.

[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1846-1847.

[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1847.

[19] Esbab-ı Nüzul - Lübabu't-Te'vîl - Kurtubî.

[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1848-1849.

[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1849.

[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1849-1850.

[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1850.

[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1851-1852.

[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1852.

[26] Buharî/edeb:   19-   Müslim/tevbe:   17,   19-   Tirmizî/dâvat:   99-   İbn  Mâ-ce/zühd:  35

[27] Müsned-i Ahmed :   6/26

[28] Müslim/tevbe :   22

[29] Buharî/tevhîd :  15, 22, 28, 55 - bed'i halk:  1- Müslim/tevbe: 14,16 - İbn Mâce/zühd :  35- Ahmed :  2/242, 258, 260, 313, 358, 397, 433, 466

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1854.

[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1855-1856.

[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1856.

[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1856-1857.

[33] Bilgi için bak:  el-Müfredat - Külliyat-I Ebî'1-Beka..

[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1857.

[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1857-1858.

[36] Tirmizî/kıyâmet :   59-   Hadisim  sahihtin - Ahmed :   1/293,   303.   307

[37] Ahmed bin Hanbel.

[38] Ahmed:  1/116, 118, 140 - Tlrmizî/hudud:   1, Ubade b. Sâmit  (R.A.)den.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1858-1859.

[39] Zührî:   İbn   Abbas   (R.A.)dan   -   Buharî/sâlat:   1,   enbiya:   5 - Müslim/ imân :   263  - Ahmed :   5/144

[40] Ra'd sûresi:  39

[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1859-1860.

[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1860.

[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1860-1861.

[44] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî  - Lübabu't-Te'vîl - Kurtubî.

[45] Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin  Ali

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1862-1863.

[46] Buharı/enbiyâ :   50 -  Tirmizî/ilim:   13 - Dâremî/mukaddeme:   46 - Ah-med:  2/159, 202, 214

[47] Abdurrezzak :   Mâmer  tarikiyle

[48] Buharî/uzhiye :  5, ilim:  9, tevhid;  24 - Müslim/kasamet:  29 - Ahmed: 5/37, 39

[49] İbn Mâee/mukaddeme:  18, menâsık: 76 - Tirmizî/ilim: 7- Ebû Dâvud/ ilim:   13- Ahmed:   1/437-5/183

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1863.

[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1863-1864.

[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1864-1865.

[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1865-1866.

[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1866.

[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1866.

[55] Esbab-ı Nüzül/Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin-Ali - Kurtubî - Mef a-tihü'1-gayb/Fahruddin  Râzî.

[56] Lübab - İbn Kesir - Kurtubî.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1867-1868.

[57] Tefsîr-i Kurtubî :   6/406.

[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1868.

[59] Fussilet Sûresi :   5

[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1868-1869.

[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1869.

[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1869-1870.

[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1871-1872.

[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1872-1873.

[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1873-1874.

[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1874.

[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1874-1875.

[68] Esbab-ı Ntizul/Nisaburî - Lübab - Kurtubî  - tbn Kesir - İbn Cerîr.

[69] Lübab - Tiraıizî :   Hz.  Ali   (R.AJden.  İbn Kesir  -  Esbab-ı Nüzul.

[70] Lübab.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1876-1877.

[71] Buharî/merzâ :    3 - Tirmizî/zühd:    57 - İbn   Mâce/fiten :    23   Ahraed : 1/172,   174,   180,   185 - 6/369 - Dâremî/rikak;   67

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1877.

[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1877-1878.

[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1878-1879.

[74] Muhammed sûresi;   7

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1879.

[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1879-1880.

[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1880-1881.

[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1881-1882.

[78] Ebû   Dâvud/edahî :   22 - Tirraizî/sayd :   16,   17 - Nesâî/sayd:   10 -   îbn Mâce/sayd:   2 - Dâremî/sayd :   3 - Ahmed:   4/85- 5/54, 56, 57

[79] Buharî/talâk :   11,   hudud :   22 - Ebû  Dâvud/hudud :   17 - Tirmizî/hu-dud:   1  Nesâî/talâk:   21 - tbn  Mâce/talâk :   15 - Ahmed;   1/116,   118,   140,   155, 158 - 6/100,   101

[80] Müslim/btrr:   60 - Tirmizî/kıyâmet:   2 - Ahmed :   2/235,   301,   323,   372, 411

[81] Buharî/sâlât:   1,   enbiyâ:   5 - Müslim/imân:   263 - Ahmed:   5/144

[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1883.

[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1883-1884.

[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1884-1885.

[85] En'âm sûresi:  17. âyetin tefsirinde gerekli açıklama yapılmıştır.

[86] Kaynağı az yukarıda- gösterildi.

[87] Hac sûresi:  70

[88] Fâtır sûresi : 11

[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1885-1886.

[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1886.

[91] Buharî/cenâiz :  92- Ebû Dâvud/sünnet:   17 - Tirmizî/kader :  5 - Tabe-rânî/cenâiz:   52 - Ahmed:   2/233,  275,  393, 410, 481

[92] Müsned-i Ahmed :   2/145

[93] ibn Ebî Hâtıra :  Ubâde b. Sâmit  (R.A.)den

[94] Tirmizî/kader :   6 - tbn  Mâce/mukaddeme :    10,    fiten    22 - Ahmed : 5/277,  280.  282

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1888.

[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1888-1890.

[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1890.

[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1890-1891.

[98] Fazla bilgi için bak:  Keşşaf - Kurtubî - İbn Cerîr,

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1891-1892.

[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1892.

[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1893-1894.

[101] Fazla bilgi için bak : Enfal Sûresi 25. âyetin tefsirine.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1895.

[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1895-1896.

[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1896.

[104] Lübabu't-Te'vîl - Mefatihü'1-gayb.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1897.

[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1897-1898.

[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1899.

[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1899-1900.

[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1901.

[109] Esbab-ı Nüzul - Lübabu't-Te'vîl - İbn Kesîr - Kurtubî.

[110] Esbab-ı Nüzul-Lübabü't-Te'vîl-îbn Kesîr

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1901-1902.

[111] Müsned-i Ahmed :   2/285, 539

[112] îbn Asâkir : Ebû Saîd  (R.A.)den sahîh senetle

[113] Buharî/tevhîd :   55,  15,  22, 28 - halk :   1   -  Müslim/tevbe :   14,  16 - İbn Mace/zühd :   35   -   Ahmed:   2/242,   258, 260, 313,   358, 381, 397,   433, 466

[114] Buharî/libas:   101, cihad :   46, isti'zan:   30, rikak:   37, tevhîd:   1 - Müs­lim/imân :   48,   51 - Tirmizî/iman:    18 - İbn   Mace/zühd:   35 - Ahmed:   2/309, 525, 535  - 3/260,   261

[115] Müslim/birr :   32 - İbn Mace/zühd:   9

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1902-1903.

[116] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1903-1904.

[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1904.

[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1904-1905.

[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1905.

[120] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1905-1906.

[121] Geniş  bilgi  için  bak:   Mefatihü'1-gayb - LübnbuVTe'vîl.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1907.

[122] Sahih-i Buharî/tefihr :   1/6-2/31  - Ahmed:   2/122

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1907.

[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1907-1908.

[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1908.

[125] Enfâl   sûresi :   32

[126] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1908-1910.

[127] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1910-1911.

[128] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1911.

[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1911.

[130] Buharî-Müslim :   Ebû Hüreyre   (R.A.)den.

[131] Ahmed bin Hanbel :         »              »

[132] ibn Murdeveyh :   İbn Abbas   (R.A.)dan.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1912-1913.

[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1913-1914.

[134] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1914.

[135] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1914-1915.

[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1915-1916.

[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1916.

[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1916.

[139] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1917.

[140] Buharî:  Câbir b. Abdullah   (R.A.)dan

[141] Müslim - Tirmizî/fiten :   14

[142] îbn Mâce/fiten:  9- İbn Murdeveyh:  îsnâd-ı ceyyid ile..

[143] Buharî/ilim: 43, hac: 132, mağazî: 77, edeb; 95, hudud: 9, fiten:  8- Müs­lim/imân:   118,   fiten:   50- Ebû  Dâvud/sünnet :   15-   Tirmizî/fiten:   28-   Nesâî/ tanrım : 29- İbn Mâce/fiten: 5- Ahmed : 1/230 - 2/85, 87, 104 - 3/477 - 4/76, 351

[144] Ebû  Dâvud/sünnet:   1  - Dâremî/siyer ;   74 - Deylemî :   75

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1918.

[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1918-1920.

[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1920.

[147] Tirmizî/tefsir-i sûre : 7

[148] Buharî/salât:   31-   Müslim/mesâcid:   90,   92, 93,   94- Ebû   Dâvud/salât: 189, 190, sehv; 25, 26- îbn Mâce ikamet :  129, 133- Ahmed :  1/379, 420, 424, 438, 455

[149] îbn MAce/talftk :  IG- Taberanî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1921-1922.

[150] Fazla bilgi için bak :  Ğaşiye :  21, Kaaf ;  45 ve Müdessir :   11. âyetlerin tefsirine...

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1922.

[151] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1923.

[152] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1923-1924.

[153] Kehf sûresi :  24

[154] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1924-1925.

[155] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1925-1926.

[156] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1926-1928.

[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1928.

[158] Mefatihü'1-gayb/Fahruddin Râzî.

[159] îbn Kesir.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1929.

[160] Sîret-i Nebevîye/îbn Hisam :  1/266

[161] Sahîh-i Müslim - Ahmed :  3/73

[162] Taberanî ;   el-Mutavvelaf da..

[163] Ahmed b Hanbel : 2/126, 192 - Tirmizî/tefsir: 39, kıyamet: 8 - Dâremî/ rikak : 79

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1929-1930.

[164] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1930.

[165] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1931.

[166] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1931-1932.

[167] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1932.

[168] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1932.

[169] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1934.

[170] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1935.

[171] Geniş bilgi için bak : Bakara :  124, 127 - Âl-i îmrân : 65-68,      ayetlerin tefsirlerine

[172] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1936.

[173] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1936.

[174] Buharı-Müslim-Ahmed  b. Hanbel.

[175] Ahmed bin Hanbel :  Cerir b. Abdullah' (R.A.)den.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1938-1939.

[176] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1939-1940.

[177] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1940.

[178] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1942.

[179] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1942-1943.

[180] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/19431944.

[181] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1944-1945.

[182] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1945-1946.

[183] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1946.

[184] Esbab-ı  Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl.

[185] îbn  Cerîr Taberî - tbn Kesîr/Ebûlfidâ.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1947-1948.

[186] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1948-1949.

[187] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1949.

[188] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1950.

[189] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1950-1951.

[190] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1951.

[191] Esbab-i Nüzul-Lübabu't-Te'vîl - Mefatihü'1-Gayb.

[192] Tefsîr-i Kurtubî :   7/40.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1952-1953.

[193] Buharî/tabii:   38,  40,  menakıb :   25,  mağazî:   70,  71 - Müslim/rüya:   21, 22 - Tirmizî/rüya:   10 - İbn  Mâce/rüya:   10 - Ahmed :   1/263 -2/319, 338, 344-3/86

[194] Buharî/menakıb:   25.  mağazî:   70,   71 - Müslim/cennet:   56, 59  Tirmizî/ kıyamet:  3, tefsir:  80 - Nesâî/cenâiz :   118, 119 - İbn Mace/zühd:   33

[195] Buharî - Müslim ;   Aynı numara..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1953-1954.

[196] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1954-1955.

[197] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1955-1956.

[198] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1956.

[199] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1957-1958.

[200] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1958-1959.

[201] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1959-1960.

[202] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1960.

[203] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1960.

[204] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1961-1962.

[205] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1962-1963.

[206] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1963.

[207] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1963-1964.

[208] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1964.

[209] Fazla  bilgi için  bak :   Esbab-ı  Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-te'vîl/Alaed dm Ali - Mefatihü'1-gayb/Fahruddin Râzî.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1965-1966.

[210] Buharî/mevakiyt :   16. 26;  ezan:   129;  tefsir:  50;  rikak:  52;  tevhîd-  24 Ebu  Davud/sünnet:   19 - Tirmizî/cennet:   16 - Ahmed:   3/16,   17, 26   27

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1966.

[211] Cin hakkında gerekli açıklama aynı sûrenin 128. âyetinin tefsirinde va-pilmıştır.                                                                                                           

[212] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1966-1967.

[213] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1967-1968.

[214] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1968.

[215] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1969.

[216] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1969.

[217] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1970-1972.

[218] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1972.

[219] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1972.

[220] Esbab-ı Nüzul - Lübabu't-Te'vîl - tbn Kesir.

[221] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1973.

[222] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1974.

[223] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1974-1975.

[224] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1975.

[225] İbn  Cerîr  Taberî - Esbab-ı  Nüzul - Lübabu't-Te'vîl - İbn  Kesir-Kurtubî- Mefatihü'1-gayb.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1976-1977.

[226] Tirmizî/kader:   7, daavat:   89,  124 - İbn Mace/duâ:   2 - Ahmed :   4/182, 418 - 6/91,  251,  294,  302, 315

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1977.

[227] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1977-1978.

[228] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1978-1979.

[229] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1979.

[230] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1979-1980.

[231] Lübabu't-te'vîl/Alaeddin Ali.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1981.

[232] Bağavî senetsiz rivayet etmiştir - îbn Cerîr Taberİ de ona isnaden nak-letmiştir. Ayrıca Katade aynı rivayeti belirtmiştir. Ayrıca Hafız Ebû Bekir b. Murdaveyh de hadîsi diğer kısmıyla nakletmiştir.

[233] Sahîh-i   Müslim/müsafirîn:    69 - Dâremî/rikak :    25 - Ahmed:    1/385, 397, 401, 460

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1981.

[234] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1981-1982.

[235] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1982-1984.

[236] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1984.

[237] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1984-1985.

[238] LÜbabu't-te'vîl/Alâeddin Ali.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1985.

[239] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1986.

[240] Bernaba İncil'i  :    39/14-28 / Kahire :  1908.

[241] Bernaba İncil'i :    43/13-29

[242] »            »         :     44/19-31

[243] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1986-1988.

[244] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1988.

[245] Geniş bilgi için   bak :   el-Müfredat   Fi   Garibi'I-Kur'ân/Rağıb   el-Esbe-hanî - Mefatihü'1-gayb/Fahruddin Râzî.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1988-1989.

[246] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1989.

[247] LÜbabu't-te'vil/Alâeddin Ali.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1990.

[248] Sahih-i Müslim : îtin Mes'ud (R.A.)den.

[249] İbn Hibban : Hz. Âişe (R.A.)dan / sahih rivayetle..

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1990-1991.

[250] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1991-992.

[251] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1992.

[252] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1994.

[253] Buharî/vüdû':  3, büyü,:  3, zebâyih:  2,  9 Müslim / sayd :   I,  5:  Adiy b. Hâtem (R.A.)den.

[254] Buharî : 3, 16, cihad : 191, zebâyih : 15, 18, 20, 23, 36, 37 - Müslim/edâhi: 15 - Tirmizî/sayd :  18 - Nesâi/dahaya :   19. 21, 26 - İbn Mâce/zebayih :  5 - Ah-med :  3/463, 464 - 4/140,' 142

[255] İbn Mâce/zebayih :   4

[256] Dârekutnî :  İbn Abbas  (R.A.)dan

[257] Beyhakî :  İbn Abbas  (R.A.)dan

[258] İbn Mâce/talâk :  16

[259] Müslim/birr :  14. 15 - Tirmizî/zühd :  52 - Dâremî/büyû' :  2 - Ahmed : 4/182, 227, 228 - 5/251, 252, 256

[260] Ebû Dâvud/edahî :  11, 12, 14, 15

[261] Buharî/iman :   39, büyü :   2 - Müslim/müsakat :   107,  108 - Ebü Davud/ büyü':   3 - Tirmizî/büyû':    1 - Nesâî/büyû' :    2,   kudat:    11 - İbn   Mace/fiten : 14 - Dareraî/büyû:   1 - Ahmed :  4/267, 269, 271, 285

[262] Buharî/büyû':   3 - Tirmizi/kıyamet :   60 - Nesâî/kudat :   11 -    -  Dâre­mî/büyû' :   2 - Ahmed :   6/153

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1994-1995.

[263] Dârekutnî :  İbn Abbas  (R.A.)dan

[264] Hafız Ebû Ahmed b. Adiy : Ebû Hüreyre  (R.A.)den - İbn Kesîr:  2/170

[265] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1995-1996.

[266] Geniş  bilgi  için   bak:   Ahkâmü'l-Kur'ân / Cessas   -   İbn   Kesîr -Tefsir- j Kurtubî - Fethü'l-Kadir - tbn Cerir Taber i 

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1996-1997. 

[267] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1997-1998.

[268] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1998.

[269] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî  -  Lübabu't-te'vil/Alaeddin Ali.

[270] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1999.

[271] Einstein Ve Evren ;  88/îstanbul :   1959

[272] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2000-2001.

[273] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2001-2002.

[274] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2002.

[275] Lübabu't-te'vîl - Kurtubî   -   Mefatihü'1-gayb

[276] »

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2003-2004.

[277] Ahmed  bin  Hanbel:   4/107 - Müslim/fezâil :   1-   Tirmizî/menakıb:   1

[278] Sahîh-i Buharı /menakıb :   23

[279] Alımed biri Hanbel.

[280] »         »         »      :    Abdullah  b.  Mes'ud   (R.A.)den.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2004.

[281] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2005.

[282] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2005-2006.

[283] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2006-2007.

[284] Abdurrezzak - Taberânî - İbn Cerîr Taberî - tbn Ebî Hatim.

[285] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2008-2009.

[286] Buharı/enbiyâ:   W,  menakıb:   1-   Müslim/fazâil:   199-   Ahmed :   2/257, 260,  391,  438,  485, 498,  525,   539   -   3/367

[287] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2009-2010.

[288] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2010-2011.

[289] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2011.

[290] Sahîh-i Buharî/salât:   73, enbiyâ:   40, tefsir:   38- Müslim/mesâcid :   39-Ahmed ;   2/298

[291] Sahİh-i Buharî/menakıb:   32

[292] Sahîh-i Buhar! :  Ebû Hüreyre   (R.A.)den.

[293] îbn Asâkir : îbn Mes'ud (R.A.)den.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2013-2014.

[294] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2014-2016.

[295] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2016.

[296] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2016-2017.

[297] isrâ Sûresi :   15

[298] Nahl sûresi :  36

[299] Fatır sûresi :   23

[300] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2017-2018.

[301] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2019.

[302] ibn Ebî Hatim :  Saîd el-Hudrf'den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2020.

[303] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2020.

[304] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2021.

[305] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2021-2022.

[306] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2022.

[307] Lübabu't-te'vîl - İbn Kesir  - Kurtubî

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2024-2025.

[308] ibn Mâce/mukaddeme:   18, menasik :  76- Ahmed :  3/225-4/80, 82-5/183 - Hâkim : Enes b. Mâlik  (R.A.) den

[309] Beyhakî :   Sevbân   (R.A.)den

[310] Buharî/bed'ü'l-vahiy :   1,   ıtk :   6. menakıb :   45.   talak :   11, eyman :   23, hiyel :   1 - Müslim/imaret :   155 - Ebû   Dâvud/talâk :   11 - Nesâi/taharet :   59,   ta­lâk :  24, eymân :  19 - İbn Mâce/zühd :  26

[311] İbn Mace/üten :   30. zühd :   26  -  Ahmed :   2/392 - 6/105,  287. 289

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2025.

[312] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2025-2026.

[313] Bilgi için bak:  Nisa sûresi 48. âyetin tefsirine.

[314] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2026-2027.

[315] Müslim/cumua :  43 - Ebû Dâvud/sünnet:   5 - Nesâî /iydeyn: 22 - İbn Mâ-ee/muKaddeme : 7 - Ahmed : 3/310, 371-4/126, 127

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2027-2028.

[316] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2028.

[317] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2029.

[318] Hak Dini Kur'ân Dili —ibn Cerîr Taberî

[319] İbn Kesîr : 2/182.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2031.

[320] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2031-2032.

[321] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2032-2033.

[322] Albümin :   Bitki ve hayvanların doku ve  sıvılarında bulunan karbon, oksijen, azot, hidrojen ve kükürt bileşimi madde.

[323] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2033.

[324] 60 sa\ yaklaşık 200 kg. ölçek.

[325] Fazla bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî - Lübabu't-te'vîle ve Ahkâmla il­gili kitaplara.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2034-2035.

[326] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2035-2036.

[327] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2036.

[328] Ebû  Dâvud/sünnet :   5 - Ahmed :   4/131

[329] Nesâî/sayd : 28 - İbn Mâce/sayd :  13 - Taberâni/sayd :   13. 14 - Ahmed: 2/36, 418

[330] Buharî/zebayih : 28, humus : 20, mağazî :  38, nikâh :  31 -Müslim/nikâh: 30. sayd :  23, 25, 27, 30,  31,  37 - Tirmizi/nikâh :   29, .sayd:   9, et*ime :   6 - Nesâi/ nikâh:  71, sayd:  31 - İbn Mâce/zebayih :   13 - Ahmed:   2/21,  102,   143,  144,  219-4/48, 89, 90,  127, 131

[331] İbn Mâce/sayd :   9, efime :   31 - Ebû Dâvud/efime :   34 - Taberani/sıfa-tü'n-Nebi :  30 - Ahmed :  2/97

[332] Buharî/büyü'  :   24, 105,  112, salât:  73, tefsir:  2 - Müslim/müsakat:  69, 70, eşribe :  83 - Ebû Dâvud/büyû' :   63, 64 - Ahmed :   1/25,  130

[333] Müslim/müsakat:   74 - Buharı/enbiya :   50, büyü':   103,   118 - Nesâi/füru1: 9 - Ahmed :   1/25. 247, 293, 322-2/117

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2038-2039.

[334] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2039-2041.

[335] Fazla bilgi için bak : el-Eşbah ve'n-Nezaİr : 34/Mısır:  ?

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2041.

[336] Levililer :   7/22,  27

[337] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2041-2042.

[338] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2042-2043.

[339] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2043.

[340] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2045-2046.

[341] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2046-2047.

[342] Buharî/vasaya :   23,  tıb:   48,  htiduci :   44 - Müslim/iman :   144 - Ebû  Dâvud/vasaya :   10 - Nesâî/vasaya :   12

[343] Buharî/cenâiz :   1, bed-i halk :  6, libas :   24, ıstı'zan :   30, rıkak :   13, 14. tevhid :  33 Müslim/imân:   153,  154,  zekât:   32,  33 - Tirmizî/imân :   18 - Ahmed : 5/152, 159, 161, 285-6/166

[344] Buhari/imân :   18, rikak :   2, cihad :   1, tevhîd :  47 - Müslim/imân:   137-Nesâî/siyam :   43 - Dâremî/salât : ,24, fezâil :   33   -  Ahmed:   5/150.   171,  318.  368

[345] Buharı/tefsir:  2, 3, 25, edeb :  20, hudud :  20, diyat:   1, tevhîd :  40, 46-Müslim/imân :    141, 142 - Ebû   Dâvud/talâk :    50 - Tirmizî/tefsîr :    25 - Nesâî/ey-raan : 6, tahrim :  4 - Ahmed :  1/380, 431, 434, 462, 464

[346] Buharî/diyat:  6 - Müslim/kas a met :   5,  11,  14, siyer:   11 - Ahmed :   1/61, 63, 65, 70, 163, 382, 428, 444, 465 -- 6/181,  214

[347] Buharî/diyat:  6 - Müslim/kasamet:  5,  11,  14, siyer:   11  - Ahmed:   1/61, 63, 65, 70, 163,   382, 428,  444,  465 - 6/181,   214

[348] Tirmizî :  İbn Abbas  (R.A.)dan

[349] Ahmed :   1/399, 455, 458 - Hâkim :  îbn Mes'ud  (R.A.)den

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2048-2050.

[350] îsrâ sûresi ;   31

[351] Ahmed bin Hanbel - Nesâî - Ebû Şeyh.

[352] İbn Cerîr Taberî.

[353] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2051-2055.

[354] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2055.

[355] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2057-2058.

[356] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2058-2059.

[357] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2059-2060.

[358] Müslim/İmân:  249

[359] Müslim/zikir :   43- Ahmed :   2/225,  395, 427, 495,  506,  507

[360] Buharî/fiten :  22, 25, hudud :   20, îstitabe :   8- Müslim/imân:   234, 248, fiten : 1- Tirmizî/fiten :  19, 21, 35, 37, 40, 42, 43- tbn Mâce/fiten : 32, 33, 35, 36-Taberânî/cenâiz :   45-   Ahmed :   2/210,   231,   236,   237-3/17,   31, 36-5/31,   89,   92

[361] Taberânî : Abdullah b. Amr b. Âs (R.A.)dan

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2060-2061.

[362] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2061.

[363] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2062.

[364] Fazla bilgi için bak : Fatiha Sûresinin tefsirine.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2062-2063.

[365] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2063.

[366] Tirmizî/ilim : 16- Ebû Dâvud/sünnet : 5- îbn Mâce/mukaddeme- 6- Dâ-remî/mukaddeme :   16- Ahmed :  4/126,  127

[367] Ebû Dâvud/sünnet:  1- Tirm izi/imân :  18- îbn Mâce/fiten :  17- Ahraed: 2/232,   -3/145

[368] Ebû Dâvud/sünnet:  1- Tirmizî/imân :  18- İbn Mâce/fiten:  17- Ahmed: -2/332- 3/120,  143

[369] Buharî/imân :  31- Müslim/imân :  205

[370] Buharî/tevhîd :   35-  Müslim /İman :   205-  Ahmed :   2/315

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2064-2065.

[371] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2065-2068.

[372] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2068.

[373] Lübabu't-Te'vîl :   tbn  Abbas   (R.A.)dan.

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2069.

[374] Ahmed bin Hanbel: 3/406, 407 - 5/122 - Ebû Davud/adahî : 4- Dâremî/ isti'zan :  54

[375] Burada dinden maksat, dindarlıktır.

[376] Ebû Dâvud - Ahmed :  1/236

[377] İbn Ebî Hatim - İbn Kesîr :   2/198

[378] Kurtubî :   7/153   -   Dare-Kutrtî.

[379] Kurtubî Katade'den :  7/155

Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2069-2070.

[380] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2070-2071.

[381] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2071-2072.

[382] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2072.

[383] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2072-2073.

[384] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2073-2074.

[385] Fazla bilgi için bak : İbn Cerir Taberi - Kurtubî - Lübab ve Alûsî Tef­sirlerine.

[386] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2074.

[387] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2074.