Göklerde De, Yerde De Övülmeye O Lâyıktır
Mekke Müşriklerinin Psikolojik Portresi
Meleğin İnsan Suretinde İnmesi
Kitap Ehli, Son Peygamberi Tanir Mıydı?
Ebû Talibin Duygu Ve Düşünceleri
Âhiret'le İlgili Uyarıcı Birkaç Safha
Maddeciler Kıyamete De İnanmazlar
Dünya Hayatı Bir Oyuncak Ve Eğlenceden İbarettir
İnsan Yükseldikçe Düşmanı Çoğalır
Beyni Yıkanmış İnkarcılara Mu'cize Göstermek
Allah Dileseydi Onları Doğru Yol Üzerinde Toplardı
Susturucu Ve İnandırıcı Bir Mu'cize
Hayvanlar Da Sizin Gibi Birer Ümmettirler
Kitapta Hiçbir Şeyi Eksik Bırakmadık
Peygamberlerin İki Asıl Görevi
Dirilip Yeni Bir Hayata Başlamak
İslâm, İnsanın Kalbine Ve Ameline
Değer Verir
Sınıflar Birbiriyle Çetin Bir Denemeye Tabi Tutulurlar
Kulları Üstünde Yegâınje Kahir
Sebeplerin Ucu O'nun Elindedir
Peygamber Tasarrufa Sahip Midir?
Her Haberin Kararlaştırılmış Vakti Var
Dini Oyuncak Ve Eğlence Edinenler
Şeytanların Şaşkınlaştırdıkları
Mü'minlerin Şerre Karşi Üç Silahı
Göklerin Ve Yerin Hak İle Yaratılması
İbrahim Peygamberin Örnek Gösterilmesi
İbrahim Peygamberi Putlarla Korkutmaları
Kronolojik Bir Sira Gözetilmemiştir
Kur'ân Bir Öğüt Ve Hatırlatmadır
Kur'ân Bir Öğüt Ve Hatırlatmadır
Tevrat'ın Ayrı Ayrı Kâğıtlara Yazılması
Ümmü'l-Kurâ = Kentler Anası Mekke
Güneş Ve Ay'ı Hesap Üzere Yaratmıştır
Allah'ın Varlığına, Birliğine Açik Belgeler
O'na Oğullar Ve Kizlar Uydurup Saçmaladılar
Yorumlar - Rivayetler Besâir :
Her Millete Amel Ve İnancı Süslenmiştir
Gözlerin Ve Gönüllerin Ters Çevrilmesi
Rabbin Dileseydi Böyle Olmazdı
İnsanların Çoğu Doğru Yolda Değildir
Allah'ın Adını Anarak Boğazlamak
İmân Aydınlık, Küfür Karanlıktır
İmân Ve Küfür Allah'tan Mıdır?
İleri Gelenlerin Şer Ve Hile Yapması
Cinlerin İnsanları Doğru Yoldan Saptırması
Kimimiz Kimimizden Yararlandık
Cinlere Kendilerinden Peygamber Gönderilmiş Midir?
Allah, Peygamberler Göndermedikçe Helak Edici Değildir
Herkes Ameline Göre Derece Alır
Allah Emaneti Ehil Olana Verir
Zalimler Kurtuluşa Eremiyecektir
Yararı, Tadı, Şekli, Niteliği Farklı Maddeler
Tırnaklı Hayvanlar Ve İç Yağları
İnsan İyiliğe, Kötülüğe İtilen Bir Canlıdır
Yasaklar Zincirinde En Önemli
Halka
Semavi Kitapların Ortak Vasıfları
Önce Okuyup Anlamak, Sonra Da Anladıklarını Açıklamak
İnkâr Bataklığında Bocalayanlar
İbrahim Peygamberin Hanîf Dini
Namazsız, İbâdetsiz Din Olur Mu?
Mü'minler, Yeryüzünün Halîfeleridir
Kur'-ân'ın altıncı
süresidir.
Müfessirlerin çoğuna
göre, 165 âyet, 3052 kelime, 12.240 harftir.
Bütünüyle bir defada
Mekke'de inmiştir. Ancak İbn Abbas (R.A.) ile Katade'ye göre, 91. ve 141.
âyetleri Medine'de inmiştir. Bu iki âyetten birincisinin Yahudilerden Mâlik b.
Sayf ile Kâb b. Eşref; ikincisinin Ansar'-dan Sabit b. Kays hakkında indiği
söylenir.
İbn Cüreyc'e göre,
141. âyet Muaz b. Cebel (R.A.) hakkında inmiştir. Mâverdî de aynı görüş ve
tesbiti ortaya koymuştur. Şa'bî'ye göre, 91, 92, 93,151,152,153. âyetler
Medine'de, diğerleri ise toplu halde Mekke'de bir defada inmiştir. Diğer bazı
tefsîrcilerimize göre, 20, 23, 91,92,93,114,141, 151, 152, 153. âyetleri
Medine'de inmiştir.
:
İki veya altı, ya da
on âyetin Medine'de indiğinin sebebi acıktır: Mekke'de daha çok Allah'ın
varlığı ve birliğiyle, Hz. Muhammed (A.S.)ın risâ-letiyle ve putperestlerin
inkâr ve inâtlarıyia ilgili âyetler inerken, Medine'de daha çok ahkâmla ilgili
âyetler inmiştir. Sözü edilen âyetlerin çoğu ahkâmla ilgili bulunuyor. İbn
Atiyye de aynı görüştedir.
Melek Cebrail bu sûreyi
yetmiş bin meleğin refakatinde ve onların azizlemesi ve toplu halde teşbih
havası içinde indirmiş, yalnız «Gaybın anahtarları O'nun yanındadır, onları
Allah'tan başkası bilmez» mealindeki âyete oniki bin melek eşlik etmiş ve hepsi
de teşbih ve tahmît sesleriyle inmişlerdir. Aynı gece Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz kâtipleri çağırıp sözü edilen sûreyi yazdırmıştır. [1]
«And olsun ki bu
sûreyi indirirken ufuğu kaplayacak
kadar melekler uğurlayıp eşlik etmişlerdir.» [2]
«En'âm Sûresi
indiğinde beraberinde yerle gök arasını kaplayacak kadar melek -eşlik ederek-
bulunuyordu; tesbîh seslerini yükseltiyor, yeryüzü bundan dolayı (âdeta)
titriyordu.»
Bu sesi işiten
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz, «Sübhâne'llahi'l-Azîm, Süb-hâne'Ilahi'l-Azîm»
diyordu. [3]
«En'âm Sûresi
bütünüyle bir defada üzerime indi; yetmiş bin melek tesbîh ve tahmîtle
seslerini yükseltip ona eşlik ederek uğurluyor ve aziz tutuyorlardı.» [4]
En'âm sûresi: Mâide
süresindeki bazı hükümlerin hem özetini, hem hikmetini verir. Tevhit Akidesine
ağırlık kazandırır. İlâhî rahmetin genişliğine dikkatleri çeker.
Putperestlerin ve Kitap Ehli'nden bir çoğunun nasıl bir inat ve inkâr
fırtınasına tutulduklarını tasvîr eder. İbrahim Peygamberin Tevhit İnaneı'na
verdiği öneme dokunur, onun bu vadide örnek davranışlarını hatırlatır. Bu
arada diğer birçok peygamberlerden söz eder, misaller sergiler. Kur'ân'ın
nasıl bir rahmet olduğunu belirtir. Kur'ân'a karşı olan inkarcıların iç yüzünü
gün ışığına çıkarır ve insanlarla ilgili hayat kanununun inceliğine parmak
basar, bu doğrultuda insan aklını ve idrâkini harekete geçirmeyi amaçlar.
Allah'a HAMD ile başlar,
O'nun cezalandırmasının çok sür'atli olmasına rağmen çok bağışlayıcı ve çok
merhamet edici bulunduğunu açıklıya-rak son bulur. [5]
1— Hamd o Allah'a ki, gökleri ve yeri yaratmış,
karanlıkları ve aydınlığı düzenleyip var kılmıştır. Sonra da (hakkı) inkâr
edenler Rablerine (yaptıkları putları, putlaştirdıkları kişileri) denk
tutuyorlar.
2— O ki, sizi çamurdan yaratmış, sonra da (size)
bir ecel belirleyip takdîr etmiştir. Belirlenip adlandırılan bir ecel O'nun
yanındadır. Sonra da siz (kalkıp) şüphe ediyorsunuz!.
3— O, göklerde de, yerde de (övülmeye lâyık olan)
Allah'dır; sizin gizli ve acık hallerinizi bilir; kazandıklarınızı da bilir.
«Şüphesiz ki Allah
(C.C.) Âdem'i yeryüzünün her yanından aldığı bir avuç topraktan yaratmıştır. Bu
sebeple Âdem oğulları yeryüzünün (renk ölçü ve vasfına) göre gelmiştir: Kimi
kızıl, kimi beyaz, kimi siyahtır ve bu arada kimi yumuşak tabiatlı, kimi
üzüntülüdür, kimi kötü, kimi de iyidir.» [6]
Ebû Hüreyre (R.A.)
anlatıyor; Resûlüllah (A.S.) buyurdu :
«Aziz ve Celîl olan
Allah, toprağı cumartesi, ondaki dağları pazar günü, ağaçları pazartesi günü,
hoşa gitmiyecek şeyleri salı günü, aydınlığı çarşamba günü, yeryüzüne yayılan
hayvanları perşembe günü, Âdem'i (A.S.) cuma günü ikindiden sonra -ki bu
cumanın son saatinde ikindi ile akşam arasında- en son yaratma (düzeyinde)
yaratmıştır.» [7]
«İnsanlar Âdem'den, Âdem de
topraktandır.» [8]
«Hamd o Allah'a ki, gökleri ve yeri
yaratmıştır....»
Yeryüzü jeolojik
değişmelere uğradıktan ve üzerinden dört veya daha fazla önemli çağ geçtikten
sonra insan ve diğer canlıların yaşamasına elverişli duruma gelmiş, böylece
hadîste belirtildiği gibi her devresi sırasıyla yedi günden birine tesadüf
etmek üzere yedi devre geçirmiştir. Birinci devrede yerkabuğu iyice oluşup
toprak haline gelmiştir. İkinci devrede dağlar oluşmuştur. Üçüncü devrede
ağaçlar ve bitkiler oluşmuştur. Dördüncü devrede insana hoş gelmiyen şeyler
oluşmuştur. Beşinci devrede hayvanlar oluşup muhtelif yerlere yayılmıştır.
Altıncı devrede insan yaratılıp, hazırlanan dünyaya ayak basmıştır.
İlgili âyetle bu
hususa işaret edilerek dünyanın güneşin etrafında bir elips çizerek dönmesi ve
aynı zamanda kendi ekseni etrafında dönmesiyle karanlıklarla aydınlığın (gece
ile gündüzün) derecelere ve meridyenlere göre düzenli biçimde gerçekleşmesi
hatırlatılıyor ve bu kadar ahenkli bir sistemi kuran Allah'ın elbetteki
övülmeğe lâyık olduğu vurgulanıyor.
Bunca ince hesaplar,
denge kanunları, yörüngeler ve düzenli hareketler gözler önünde dururken
Allah'ı tanımamak, başka nesneleri putları ve şahıslan Tanrı edinip Allah'a
denk tutmak şaşılacak bir tutum ve çok hatalı bir mantık değil midir? İnsan
aklı nerede? Aydınım diye geçinen inkarcıların sağduyuları hasta mıdır? Yoksa
mantıkları işlemiyor mu? Allah'ın varlığına, birliğine ve yüce kudretine bunca
açık ve kesinlik arzeden belgeler, deliller dururken, O'nun yokluğuna delâlet
eden tek bir belge olmadığı halde bunea inat, inkâr ve basîretsizlik neye?
Gerçi birkaç âyette ve
hadîs-i şeriflerde yerlerin ve göklerin altı günde yaratıldığı açıklanmakta ve
yeryüzünde meydana gelen toprağın, dağfarın, ağaçların, hayvan ve insanların da
altı günde oluştuğu belirtilmekteyse de, yukarıda açıkladığımız gibi, altı
günden maksat, altı çağ veya devredir. Çünkü Arapça sözlükte YEVM kelimesi
güneşin doğduğu andan batışına kadar geçeri zamana denildiği gibi, zamandan
sınırı belli olmayan bir devreye de denilmektedir. Nitekim Râğıb el-Esbehanî
el-MÜFREDAT adlı kıymetli eserinde YEVM maddesinde bu hususu gayet güzel açıklamıştır.
Arapçanın bu inceliklerini bilmiyenler, gerek Kur'ân'da, gerekse Hadîslerde
geçen Fİ SİTTETİ EYYAM = Altı Günde, tabirini gece ile gündüzden oluşan altı
gün sanmışlardır. Oysa Kur'ân çok önemli altı devreden söz etmektedir. [9]
«O ki, sizi çamurdan
yaratmıştır.»
Kur'ân'ın beş ayrı
yerinde insanın mutlak anlamda çamurdan yaratıldığı, bir yerinde süzme
çamurdan, diğer bir yerinde de yapışkan, katı ve çokça sabit çamurdan
yaratıldığı belirtilmiştir. Süzme bir çamurun katıla-şıp birbirine iyiee
yapışması ve sabit bir hal alması fiziksel bir olaydır. Günümüzde imal edilen
tuğla ve kiremitler de böyle değil midir? Sonra bu maddenin üzerine kudret
yağmurunun yağması ve ilâhî emirden olan nefs-i natıka = insanî ruhun ona
girmesiyle ilk insan oluşmuştur.
Ancak Kur'ân'ın birkaç
yerinde ve konumuzla ilgili âyette Âdem'in değil de insanın çamurdan
yaratıldığı belirtiliyor. Burada Kur'ân iki önemli hususa işaret etmektedir:
Birincisi, ilk insanın fizikötesi bir kanunla süzme yapışkan ve aynı zamanda
katılaşmış, sabit duruma gelmiş bir çamurdan yaratıldığını bize öğretiyor.
İkincisi, diğer bütün canlıların, özellikle insanların bildiğimiz mevcut
biyolojik kanunlara göre vücut bulduğunu ve bunların ıslak topraktan elde
edilen ürünlerle baba sulbünde sperma olarak oluşup geliştiğini hatırlatıyor.
Gerek anne ve
babaların, gerek ana rahminde oluşan ceninin bir ucu topraktan çıkan ürünlere
dayanmıyor mu? Erkekte oluşan SPERMA ile kadında oluşan yumurtalık menşe'
olarak belirtilen kanuna bağlı bulunarak var olmuyor mu?
O halde her iki yönden de
insan topraktan yaratılmıştır, sonucu ortaya çıkıyor. [10]
«Sonra da (size) bir ecel belirleyip takdir
etmiştir.»
İlgili âyette iki ayrı
ecelden söz edilmiştir. Genellikle sözlük olarak ecel, bir şey için tanınan
süre, konulan müddet anlamına gelir. Bir şeyin vakti veya o vaktin sonu da yine
bu kelimenin kapsamına girer. Bir süre sonra ödenecek borca deyn-i müeccel
denir. İnsan hayatı için belirlenen süreye eeel denilmesi bu sözlük mânayla
ilgilidir.
İlim adamları bu iki ecel i
şöyle yorumlamışlardır:
a) Hasan el-Basrî'ye göre, birinci ecel doğumdan
ölüme kadar belirlenmiş geçen süredir. İkinci eeel, ölümden ikinci hayata
kalkılacağına kadar belirlenen süredir. Katade ve Dehhak da aynı
görüştedirler.
b) Mücahit'e ve Said b. Cübeyr'e göre, birincisi
dünya eeeli, ikincisi âhiret eeelidir. Yani birincisi dünyanın son bulması,
ikincisi âhiretin başlamasıdır.
c) İbn Abbas'a (R.A.) göre, birinci ecel uyku,
ikinci ecel ölümdür.
d) İki ecel de aynıdır, yani ömürler için takdir
edilmiş bir ecel vardır ki, bu Allah katında -ezelî olan ilmiyle- belirlenip
takdîr edilmiştir. [11]
Allah'ın ilmi malûmata
tabi'dir. Dünyada hazırlanan mevcut ortam ve imkânlar içinde her insanın
kendine nasıl bir hayat yolu seçeceği önceden -ezelî ilimle- bilinmiş ve ecel
ona göre takdîr edilmiştir.
O halde kişinin
kendini tahrip eder anlamda bir takım kötü itiyatları, ibtilâlan nasıl ömrünü
kısaltıyorsa, sağlığını korumasını bilen, kalbini Allah sevgisiyle doidurup ic
huzuruna kavuşan, iyilik ve hayırlarda bulunmak suretiyle görevini yapma
mutluluğuna erişen kimsenin bu disiplinli hayatı onun ömrünü uzatır. İlâhî
ilim, eceli kişinin yaşama plânına göre belirleyip önceden takdîr eder.
Cenâb-ı Hak iklim
şartlarına göre, ortalama bir ömür süresi koymuştur. Bu Onun sünneti
gereğidir. Kişiler daha çok kendi irâde ve o irâdeye bağlı fiilleriyle bu
sürenin biraz üstünde veya altında bir ömür yaşayabilirler. Ama kulun iradesi
ve ona bağlı fiili ömrünü uzatacak mı, kısaltacak "nı, bu önceden
bilinmektedir. Bilindiği için de ecel takdîr edilmekte ve bu sebeple ne bir an
ileriye, ne de geriye gitmemekte, vakti-saati gelince gerçekleşmekledir. Bunun için
ecel birdir,-denilmiştir. [12]
«O, göklerde de, yerde de (övülmeye lâyık
olan) Allah'tır.»
Göz ve gönül dolduran
bir sanat eserini ortaya koyan kişiye hayranlık duyuyor ve sanatındaki
başarısından dolayı onu hem övüyor, hem ödüllendiriyoruz.
Yüksek bir matematikle
var kılınan ve çok mükemmel bir plânla hazırlanan kâinatı kim yaratmıştır?
Kendi kendine var olmuştur, dersek, gelişmiş bir elektronik beynin kendi
kendine var olduğunu iddia etmemiz kadar gülünç duruma düşeriz. Bir tesadüf
eseridir, dersek, bu kadar düzenli, plânlı ve programlı bir kâinatın her
parçasında aynı özellikleri görmekteyiz; milyonlarca kanunlara bağlı kalarak
şaşmadan yaratıldığı amaca doğru hareket halinde bulunan bunca düzen ve
sistemlerin peşpeşe tesadüflerin gelmesiyle vücut bulduğunu iddia etmiş oluruz
ki, bu mümkün değildir. Bir plânlayan, düzenleyip disipline eden var dersek,
bunun eşyanın kendisi olduğunu söyleyemeyiz, çünkü o zaman ilk noktaya gelip
takılırız; eşya kendi kendini yaratmıştır, diyerek fasit bir dâirede dolaşıp
kalırız. Başkası onu yaratmıştır, dersek, herhalde o başkası, sonradan
yaratılmış olamaz, Aksi halde aynı fasit daireye girmiş oluruz. O halde o
başkası, öncesiz ve sonrasızdır ve kudretine, ilmine bir sınır ve ölçü yoktur.
O da Allah'tır.
Hakikat bu olunca, o
Allah göklerde ve yerde övüimeğe lâyık değil midir?
İşte bunun için Kur'ân
akıl sahiplerine şöyle sesleniyor:
«Hamd (en derin övgü,
saygı) O Allah'a ki, gökleri ve yeri yaratmış, karanlıkları ve aydınlığı
düzenleyip var kılmıştır.»
Değerli ilim
adamlarından Prof. Dr. Ali Nihat TARLAN diyor ki: SİZ DE Mİ?
«Bir talebeme dedim,
bir gün söz arasında
— Peki yavrum
inşaallah!
Hafifçe gülümsedi,
dedi hayretle bana :
— Siz de inanırsınız demek. Hocam, Allah'a!?
— Ben de gülerek dedim :
— Yanlış sordun sanırım; şöyle sormalı idin,
— «İnanır mısınız siz, bir şeye O'ndan başka!?»
— Hayır, yavrum inanmam;
Ne bana inanırım, ne
sana inanırım ne de bu kâinata. İnanırım çünkü ben, O BİR olan ALLAH'a..
Birden şaşırdı, sordu
:
— Peki nerede O amma?
— Gözünün önündeki perdenin arkasında!.»
«Allah nedir? deyince gafil,
Allah deyip hâmuş olur dil..» [13]
Yukarıda geçen
âyetlerle dikkatler kâinat nizamına çekilmiş, güneş sistemini ayakta tutan
ilâhî kudretin yüceliğine işaret edilerek gece ve gündüzün oluşması üzerinde
iyice düşünmemize kapı açılmış, ipucu verilmiştir.
Böylece Allah'ın
varlığına ve birliğine delâlet eden düzen ve bağlı bulunduğu ilâhî kanunların
şaşmazlığı hatırlatılmış, insan aklını harekete geçirmek için ana fikirler
verilmiştir.
Aşağıdaki âyetlerle cehaletin
ruhsuz bırakıcı bataklığında değişmesi cok zor önyargıya sahip olan ve
putlardan başka bir ilâh tanımıyanların bunca belgeler, deliller ve düzenler
karşısında inkâr ve inatlarına devam ettikleri belirtiliyor. Hak ile alay
edecek kadar kör ve sağır olduklarına işaret edilerek yakın gelecekte hakkın
nasıl bir üstünlük sağlayacağına şahit olacakları haber veriliyor. Sonra da
geçmiş milletlerin bu tarz bir inkâr ve inat sonucu yok oldukları
hatırlatılarak, inkarcılar o milletlerin kalıntıları üzerinde düşünmeye davet
ediliyor. [14]
Onlara Rablerinin
âyetlerinden ne kadar bir âyet geldiyse, mutlaka ondan yüz çevirdiler.
5— Kendilerine (Rablerinden) hak (olan Peygamber
ve Kitap) geldiğinde durmadan onu yalanladılar. Yakında ne ile alay
ettiklerinin (baş döndürücü) haberi gelecektir.
6— Kendilerinden önce nice nesilleri yok
ettiğimizi görmediler mi? Yeryüzünde sizi yerleştirmediğimiz yerlere onları
yerleştirmiş, üzerlerine gökten bol yağmur indirmiş, ırmakları ayaklarının
altından akar duruma getirmiştik. Ama günahları sebebiyle onları yok ettik de
arkalarından başka bir nesil yetiştirdik.
«Onlara
Rablerinin âyetle-rinden ne kadar bir
âyet geldiyse, mutlaka ondan yüz çevirdiler.»
Mekke'de inen En'âm
Sûresi, ilgili âyetle bu yöre halkının kendi inançlarında, dede ve
babalarından tevarüs ettikleri âdetlerinde ne kadar tutucu olduklarını
hatırlatıyor. Böylece Kur'ân, onların bâtılda inatla ısrar etmelerinin hakka
ve yeniliğe karşı gelmelerinin psikolojik portresini çiziyor. Ciddi, köklü ve
yaygın bir eğitim görmeyen, günün kültürünü bile yeterince olmayan bir
topluluğu eğitmek, yeniliğe ısındırmak, ufuklarını açmak suretiyle kalplerini
hakkı kabul eder duruma getirmek hem çok zor, hem de uzun zaman istiyen bir
meseledir. Bu, ne ocak başında çalışmaya, ne örs üzerinde kızgın demiri
şekillendirmeye benzer. İnsan kafasında oluşup kökleşen önyargıyı değiştirmek,
denildiği gibi, atomu parçalamaktan daha zordur.
«Onlara Rablerinin
âyetlerinden ne kadar bir âyet geldiyse, mutlaka ondan yüz çevirdiler»
mealindeki âyet bunu tasvir etmektedir.
Hem böylesine bir
tutuculuk, eskiye bağlılık ferman dinlemez ölçüde olmasaydı tez-antitez
sürtüşme ve tartışması doğmaz; öyle olunca da hak sesini duyurma ortamı
bulamaz, bir bakıma doğduğu gibi ölmeye yüztu-tardı. Peygamber (A.S.)
Efendimizin böylesine aşırı putperest ve yeniliğe karşı hırçın ve acımasız bir
milletin arasından çıkmasının hikmetlerinden biri de işte belirtilen husustur.
Mücadele uzun sürer,
hakkın sesi yavaş yavaş, emekliyerek sath-ı mailinde hedefine doğru ilerler,
derken altedilmesi çok zor bir kuvvet haline gelir.
Kur'ân bunu şu âyetle
açıklamıştır; «Kendilerine Rablerinden hak (olan Peygamber ve Kitap) geldiğinde
durmadan onu yalanladılar. Yakında ne ile alay ettiklerinin (baş döndürücü)
haberi gelecektir.»
Evet o haber çeyrek
asır geçmeden Medine'den kutsal sesini yükselterek geldi ve Mekke'yi fethetti.
Daha önee onunla alay edenlerin başları eğildi, umutları tükendi. Bu her
devirde böyle olmuştur ve olmaya devam edecektir. [15]
«Ama günahları
sebebiyle onları yok ettik de, arkalarından başka bir nesil yetiştirdik.»
Kur'ân, Mekke
müşriklerine ve o paralelde bulunan çevre kabilelere ve sonra da hepimize,
dönüp tarihe bakmamızı, yok olan milletlerin yok olma sebeplerini
araştırmamızı emrediyor. Eski kavimlerin kendilerine ve kültür seviyelerine
göre kurdukları medeniyetlerin kalıntılarını arayıp bulmak, onlar hakkında bize
az-çok bir bilgi verir. Günümüzde yapılan arkeolojik çalışmalarla tarihin
karanlık kalan birçok yanları ve devirleri aydınlığa çıkartılmış ve gelip
geçen milletlerin ortaya koydukları harika sayılabilecek vasıftaki sanat
eserleri üzerinde yeterince durulmuş ve eserlerin kronolojik değerlendirmeleri
yapılarak müzelerde sergilenmiştir.
Konuyu sadece bu
yönüyle ele almak yeterli midir? Ne yazık ki, o milletlerin bunca sanat
eserleriyle, kurdukları medeniyetleriyle neden yerin derinliklerine
gömüldüğünü araştıran yoktur. Yaşamakta olan nesillere ibret dersi verecek
şey, onların yıkılıp yok olan sanat eserleri değil, yıkılıp yok oluş
sebepleridir.
İşte bunun için
Kur'ân'da onların eserlerine, medeniyetlerine kısaca dikkatler çekilirse de
daha çok silinip yok olma sebepleri açıklanır ve en duyarlı noktalara parmak
basılıp insan aklının ve vicdanının harekete geçirilmesi sağlanır.
Yukarıdaki âyetlerle
Mekke halkına, daha önce gelip geçen ve onlarca az-çok bilinen Âd, Semud,
Medyen ve Babil kavimlerinin yerle bir olduklarının nedenlerine ibret gözüyle bakmaları
öğütleniyor, aynı zamanda Kur'ân'ın muhtelif sûrelerinde bu kavimlerden sık
sık söz ediliyor. Çünkü Pasifik'te denizin derinliklerine gömülen MU
kıtasından onlara bahsetmenin pek anlamı yoktur. Kur'ân Araplardan başka
inanan milletlere kendi çevrelerindeki kalıntılara bakmalarını, Araplara da
kendi yakınlarında gelip geçen Âd ve Semud kavimlerinin akibetini görüp
araştırmalarını öğüt-lüyor.
Semud Kavmi, Asur
hâkimiyetinde yaşamıştır. Hicaz yakınlarında Hicr yöresinde oturdukları elde
edilen kitabelerden anlaşılmıştır. Âd Kavminin Umman ile Dahraman arasındaki
yörede oturdukları sanılmaktadır. Medyen ise Filistin'le Hicaz arasında
Kızıldeniz sahilinde bir bölgenin ismidir. Gençliğinde Musa Peygamberin bu
bölgeye gidip Şuayp Peygamberle görüştüğü yine Kur'ân'da açıklanır. Babil'in
ise ünlü kral Nemrut tarafından kurulduğu tahmin edilmektedir.
Bütün bunlar daha
verimli bölgelerde, bereketli topraklar üzerinde yaşıyorlardı. Ama inkâr,
inat, küfür ve tuğyanları, yok olmalarına sebep olmuş, yaptıkları muhteşem
saraylar, tiyatro sahneleri ve aşk odaları onları kurtaramamıştır. [16]
Ka rn :
a) Sözlük olarak iki veya daha fazla şeyin
biraraya gelmesi, iki şeyin birbirine eşlik etmesi mânasına geldiği gibi,
birtakım şeylerin biraraya getirilerek hepsini birden kuşatıp saran urgan
anlamında da kullanıldığı olmuştur.
b) Falan filâna akrandır, denilir. Bu yaşıt olan
iki kişi hakkında kul-
lanılır. Ayrıca güç ve
cesarette birbirine denk sayılan iki kişi için «falan filâna karindir» denilir.
Hac ile Umre'yi birarada yapmaya «Hacc-i Kiran» denilir ki bütün bunlar kök
mânadan alınmadır.
c) Bir devirde, bir çağda yaşamakta olan
insanlar topluluğu, bir devreye mahsus kuşaklar topluluğu, demektir.
d) Yüz yıl, seksen yıl, altmış yıl, kırk yıl
mânasında da kullanılmışsa da daha çok yüz yıl olarak kullanılması
yaygınlaşmıştır. [17]
Geçen âyetlerle bâtılı
temsil edip bu hususta beyinleri iyice yıkanan kişilerin hakka karşı nasıl
tuğyan ettikleri, hiçbir belge ve delili kabul etmedikleri; kâinatın mutlak
düzenine bile akıl ve idrâk gözüyle bakmadıkları açıklandı. Daha önce
gelip-geçen milletlerin neden tarih sahnesinden silindiklerini düşünmedikleri,
onlardan kalan kalıntılardan ibret almadıkları belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
inkâr ve idraksizliğin bataklığında bir ömür tüketmeye kararlı olanların daha
büyük mu'cizeler, belgeler istediklerine temas ediliyor. Varlık âleminin ilâhî
mu'cize ve belgelerle dolu olduğu hatırlatılıyor; bunca mu'cizeleri göremiyen
gözlerin çoktan görme hassesini kaybettiğine işaretle, istedikleri belge ve
mu'cizeler indirilse bile yine inan-mıyacakları, gözlerinin önündeki küfür,
cehl ve inat perdesi kalkmadıkça hiçbir şeyin sonuç vermeyeceğine bilhassa
parmak basılıyor. [18]
7— Eğer sana kâğıt üzerinde yazılı bir kitap
indirseydik, onlar da elleriyle ona dokunsalardı, o küfredenler yine de, «Bu,
açık bir sihirden başkası değildir» derlerdi.
8— Bir de Onun (Muhammed'm) üzerine (bizim
görebileceğimiz biçimde) bir melek indirilseydi ya, derler. Eğer bir melek
indirseydik, (İlâhî sünnet gereği) iş olup biterdi de kendilerine göz bile
açtırilmazdı.
9— Eğer o indireceğimizi melek kılsaydik, yine
onu bir adam (şeklinde, suretinde) yapardık da düştükleri şüpheye yine onları
düşürmüş olurduk.
10— And olsun ki, senden önceki peygamberlerle de
alay edildi, o alaya aldıkları şey onların üzerine inip her taraflarından
sararak mahvetti.
Keibî ve Mukaîil'e
göre, bu âyet Mekke ileri gelenlerinden ve az-çok okur-yazar olanlarından Nadr
b. Hars, Abdullah b. Umeyye ve Nevfel b. Huveylid hakkında inmiştir. Bunlar
şöyle diyorlardı: «Ya Muhammedi Allah'tan bize tyr kitap getireceksin,
eşliğinde dört melek bulunacak ve o melekleri biz gözlerimizle göreceğiz, onlar
da inen kitabın Allah tarafından gönderildiğine ve senin de Allah'ın hak
peygamberi olduğuna şehadette bulunacaklar. O takdirde sana imân ederiz.» [19]
Diğer bir rivayet:
Kur'ân âyetleri edebî
değeri çok yüksek bir üslûpla inip insan hayatını yine onun yaratılışındaki
yüceliğe eşdeğerde düzenliyen ilâhî belgelerle gelince, Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden anlayış beklerken aksine bir
tepkiyle karşılaşmış ve o yüzden üzülmüştü. Zaman zaman göğsü daralıyordu. Bu
sebeple yukarıdaki âyetler bir teselli mahiyetinde indirilmiştir. [20]
«Eğer sana kâğıt
üzerinde yazılı bir kitap indirseydik, onlar da elleriyle ona do-kunsaJardı, o
küfredenler yine de, «Bu, açık bir sihirden başkası değildir» derlerdi.»
Küfür ve inkâr
doğrultusunda beyinleri iyice yıkanan kişilere gerçeği, ilâhî belgelere dayalı
hakikatleri anlatmak çok zordur. Onlarda oluşan inkâr tabakaları katmerleşip
yoğunlaştığı için sağduyularını dumura uğratmıştır. Cok sistemli, bilinçli ve
sabırlı bir eğitim, ciddi bir mücadele ister. Konumuzla ilgili âyetlerle, Mekke
putperestlerinin küfür vadisinde kafalarında oluşan önyargının hemen
giderilmesinin mümkün olmadığına işaret ediliyor. Müşriklerin olmadık
belgeler, mu'cizeler istemesi de bundandır, Mesele inanmak değil, karşıt fikri
acze düşürmektir. Gökten yazılı kitap istemeleri, peygamberin insanlardan
değil meleklerden gönderilmesi veya Muhammed'e (A.S.) herkesin görebileceği bir
meleğin indirilmesi talebinde bulunmaları hep bu önyargının tabii sonucudur.
Cenâb-ı Hakk onların ruhsal durumlarını açığa vuruyor ve eğer yazılı kitap
indirseydik, elleriyle ona dokunup «bu apaçık bir sihirdir» diyerek
küfürlerini artıracaklarını bildiriyor ve önce gelip geçen peygamberlerin de
bu tür sorular ve alaylarla karşılaştıklarına dikkatleri çekiyor. [21]
«Eğer o indireceğimizi
melek kilsay-dık, yine onu bir adam (şeklinde) yapardık...»
Allah, Mekke
müşriklerinin Peygambere, görebilecekleri bir meleğin indirilmesi isteklerini
belirtirken iki önemli hususu öğrenmemizi murat ediyor :
1— Meleği asıl hılkatında gönderip
insanların da onu görebilmeleri
sağlanmış olsa, o zaman insan aklının, irâde ve ihtiyarının ölçü ve anlamı
kalkardı. Meleği asıl hılkatıyla görebilen her insan ister istemez Allah'a
inanır, peygamberi ve kitabı kabul ederdi. Bu da ruhu çok yücelerde bulunan
kâmil insanlarla, ruhu çok aşağılarda bulunan aşağılık insanları aynı seviyeye
getirir, insanların içindeki cevherin değeri
gerçek ölçüde takdir edilmedik kalırdı.
2— Ayrıca
meleği asıl hılkatında
görmeğe imkân yoktur,
imkân olsa bile, insanın buna tahammül gücü yoktur. Melek adam suretinde
gönderilmiş olsa, o zaman onun melek olup olmadığında şüphe edilecek, inkarcılara
yine bir yarar sağlamıyacak, aynı zamanda inkarcıların hemen yok edilmesi
gerekecekti..
Nitekim Melek Cebrail
asıl hılkatıyla Peygamber (A.S.) Efendimize görününce, peygamber baygınlık
geçirmiş ve bir ara kendini kaybeder gibi olmuştu. Cebrail vahiy getirdiğinde,
Peygamber (A.S.) Efendimizin bedensel yapısı ruhuna dönüşüyor, öylece vahyi
telakki ediyordu. Çünkü gerek melek, gerekse ruh, fizikötesi âlemdendirler.
Bunun dışında meleğin,
İbrahim Peygambere, Lut Peygambere ve Meryem'e insan suretinde geldiği Kur'ân
âyetleriyle sübut bulmuştur. Demek ki, meleği maddî gözlerimizle görmemiz
mümkün değildir, o halde onun insan suretine girmesi gerekir. Nitekim Melek
Cebrail'in Peygamberimize (A.S.) bu ölçü doğrultusunda Dihye el-Kelbî suretine
girerek geldiği bilinmektedir. [22]
Yukarıda geçen
âyetlerle, beyni iyice yıkanmış, eskiye körükörüne bağlanıp yeninin karşısına
inatla çıkmış inkarcı putperestlerin bilgisizce bazı isteklerinden söz edildi.
Allah'ın varlığını, birliğini, Hz. Muhammed'in (A.S.) hak peygamber olduğunu anlamak
istiyenlerin bir takım ölçüsüz isteklerde
bulunmalarının kendilerine bir yarar sağlamıyacağı hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetle,
yeryüzünün belgelerle dolu bulunduğuna dikkatler çekiliyor; gelip geçen, sadece
kalıntılarıyla bilinen inkarcı kavim ve milletlerin neden yerin derinliğine
gömüldüklerini anlamak suretiyle küfür ve inkârın birçok medeniyetleri yerle
bir ettiği gerçeğine kapı açmanın mümkün olabileceği üzerinde duruluyor, bunun
için yeryüzünde ibret gözüyle gezip dolaşmanın yararlı olacağı açıklanıyor. [23]
11__ De kj(
(ey inkarcılar!) Yeryüzünde gezip dolaşın da sonra (hakkı) yalanlıyanların
sonunun ne olduğuna bir bakın!.
Kur'ân insan aklını,
idrâkini hakikate yöneltmek için bazan kâinatın mutlak düzen ve dengesine
dikkatleri çeker, bazan güneş ailesini yakın bir sistem olarak sergiler, bazan
bitkilerin ve hayvanların yaratılışına akılcı gözle bakılmasını tavsiye eder,
bazan yağmurun nasıl oluşup indiği üzerinde düşünülmesini emreder, bazan da
gelip geçen medeniyetlerin yerle bir olduğunu hatırlatarak, kalıntılarının
dikkatle incelenmesini, yıkılış ve yok ojuş sebeplerinin araştırılmasını
hatırlatır.
Böylece Kur'ân, hak ve
hakikati insan kalbine ve kafasına işlemek İçin astronomi, fizik, kimya,
jeoloji, arkeoloji, zooloji, biyoloji, tarih, coğrafya gibi ilim dallarından
yararlanmayı tavsiye eder ve bu yoldan kâinatta mutlak bir kudretin en ince
hesaplarla eşyayı özelliklerine göre düzenleyip vücuda getirdiğine atıf yapar;
her varlık için belli kanunlar konulup ona uyulmasının kaçınılmaz olduğunu
açık-seçik olarak hatırlatır.
Yukarıdaki âyetle daha
çok arkeolojik ve tarih yönünden bir araştırma yapılması öneriliyor.
Yeryüzünde her birinin kendine has medeniyete sahip milletlerin yok olduğu bir
gerçektir. Geriye onlardan sadece bir takım sanat eserleri, yıkıntılar ve
kitabeler kalmıştır. Âyette, bunlar üzerinde ciddi biçimde araştırma yapılması,
şekilden ziyade, sebepler ve sonuçları üzerinde durulması emrediliyor.
Allah'ını bilmiyen,
tanımıyan, inkâr bataklığında, küfür çukurunda bir ömür harcayıp kendi
elleriyle taştan ve ağaçtan yaptıkları putlara tapanların; kimine Güneş
Tanrısı, kimine Yağmur ve Bereket Tanrısı, kimine Tanrıça diyerek katı mermer
parçasının önünde dizçökenlerin; bazı kahramanları ilâhlaştıranların sonunun
bir hiç olduğu çok duyarlı biçimde vurgulanıyor. İşte Efes, Milet ve Bodrum
harabeleri, işte Side ve benzeri kalıntılar!. İşte
mermerden şehirler,
aşk odaları, seks için özel hamamlar!, hepsi toprağın derinliğine gömülmüş,
yerle bir olmuştur. Bunlara benzer binlerce sanat eserleri, binlerce heykel,
yüzlerce taştan ve ağaçtan tanrı ve tanrıçalar.. Bütün bunlar günümüzde müzelik
ve turistik yönüyle değerlendirilmekte, yıkılıp yok ediliş sebepleri üzerinde
durulmamakta, böylece tarihin karanlık kalmış devreleri sadece sanat değeriyle
aydınlatılmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm,
geçmişi, geçmiş milletleri tarihleriyle, kültür ve me-deniyetleriyle
araştırmanın yeterli olmadığını, inançlarıyla, ahlâklarıyla da incelenmesinin
gerekli olduğunu hatırlatıyor. Gerçi bir milletin kültürünü araştırmak, onların
inanç ve ahlâkını, örf ve âdetini de içine alır. Ama Kur'ân'ın asıl parmak
bastığı husus, onları bu yönleriyle incelerken yıkılış, yok oluş sebeplerinin
ortaya çıkarılmasıdır. Ancak o zaman ibret tablosu ortaya çıkmış olur. Bir
milleti yıkıp yok eden, ne onların sanat eserleridir, ne kurdukları muhteşem
şehirler, ne de geliştirdikleri medeniyettir. Onları yıkıp yok eden asıl sebep,
inançsızlık, ahlâksızlık ve Allahsızlıktır. Bugün Allah'ı inkâr eden ve
materyalizm felsefesi üzerinde yükselen süper milletler varsa, onların şimdiki
güç ve ihtişamlarına aldanmamak lâzım. Yarının neler getireceğini düşünmekte
yarar vardır. İnkâr, zulüm ve tuğyana dönüştüğü, kurdukları fitne ve fesat
çarkı dünyayı rahatsız ettiği gün, onların yıkılış ve yok oluşu yakındır. [24]
Geçen âyetle,
dikkatler geçmiş milletlerin kalıntılarına çekildi, onların yıkılış sebepleri
üzerinde durularak yeryüzünde gezip dolaşmamız emredildi.
Aşağıdaki âyetlerle göklerde
ve yerde tek hükümranın Allah olduğu, kanunlarının şaşmadan hedefine doğru yol
aldığı; her canlı nasıl kendi hakkındaki sünnetullaha, diğer bir deyimle hayat
kanununa uymak zorunda ise, milletlerin hayatıyla da ilgili sünnetlerin
bulunduğu, buna uyan milletlerin hem uzun ömürlü, hem mutlu olduğu işaret
yoluyla belirtiliyor. [25]
12— De ki; Göklerde ve yerde olan kimindir? De
ki: Allah'ındır. O, rahmeti kendine gerekli kılmıştır. And olsun ki, meydana
geleceğinde hiç şüphe olmayan kıyamet günü sizi biraraya getirip toplayacaktır.
Kendilerine yazık edenler (var ya), işte onlar (Allah'a ve kıyamete)
inanmazlar.
13— Gecede ve gündüzde eyleşen ne varsa hepsi
O'nundur; O işiten ve bilendir.
14— De ki: Allah'tan başkasını mı dost ve
yardımcı edinirim? O ki göklerin ve yerin örneksiz, benzersiz yaratanıdır. O,
rızık verip yedirir; kendisi yedirilip rızıklanmaz. De ki : Ben, dini Allah'a
hâlis kılıp O'na teslimiyet gösterenlerin ilki olmakla emrolundum ve sakın
Allah'a ortak koşanlardan olma (diye bana buyruldu).
15— De ki: Eğer Rabbime (O'nun koyduğu düzene)
karşı gelirsem, elbette büyük günün azabından korkarım.
16— Artık kim o gün azâpdan çevrilirse, gerçekten
Allah ona merhamet etmiştir ve bu çok açık bir kurtuluştur.
«Allah rahmetini yüz
bölüme ayırmış, bunun doksan dokuzunu kendi yanında tutmuş, bir bölümünü
yeryüzüne indirmiştir. İşte canlılar âlemi bu bîr bölüm ile birbirlerine
merhametli davranırlar, o kadar ki (bu rahmet sayesinde) hayvan kendi yavrusuna
dokunmasın diye tırnağı (ayağı)m kaldırır.» [26]
«Şüphesiz ki Allah'ın
yüz rahmeti vardır; bundan birini cinler, insanlar, hayvanlar ve böcekler
arasına indirmiştir. Bütün bu canlılar o bir rahmetle birbirine şefkat ve
merhamet ederler ve yine o bir rahmetle vahşi hayvan yavrusuna ilgi duyup
şefkat gösterir. Allah doksan dokuz rahmetini ise geriye bırakmıştır; kıyamet
günü onunla kullarına rahmet edecektir.» [27]
Hz. Ömer (R.A.)
anlatıyor:
Savaşta elde edilen
esirler Peygamber (A.S.) Efendimize getirildi. Aralarında, birini heyecanla
arayıp görmeye çalışan bir kadın da bulunuyordu, derken kadın çocuğunu buldu
ve koşup bağrına bastı, emzirmeye başladı. Onun bu halini gören Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, bize : «Bu kadın çocuğunu ateşe atar mı, ne dersiniz?» diye
sordu. Biz de, «Hayır, vallahi güoü yettiği kadar hiçbir zaman onu ateşe
atmaz» diye cevap verdiğimizde, Allah Resulü (A.S.), «İşte Allah kullarına
karşı bu kadının çocuğuna karşı olan merhametinden daha çok merhametlidir.»
buyurdu. [28]
«Doğrusu Allah
mahlûkati yarattığında kendi katında Arş'ın üzerinde şöyle yazdı: «Şüphesiz
benim rahmetim gazabıma üstün gelir.» [29]
<(De ki: Göklerde
ve Yerde olan kimindir?»
Kur'ân'da ilgili
âyetle belirtilen gökler ve yer tabirlerinden mekân; gece ve gündüz tabirlerinden
zaman kavramları anlaşılıyor. Önce mekândan söz edilmesi, yerin kendi ekseni
etrafında dönmesi, yani bununla meydana gelen mekânî hareket, zaman ölçümünde
ilk hareket noktasını oluşturduğu içindir.
Böylece mekân ve zaman
ilâhî icat ve kudretle vücut bulmuştur ve ilâhî kanunla birbiriyle ilgisini
sürdürmektedir, O halde kâinatta meydana gelen olaylar zaman ve mekânla
iciçedir, diğer bir deyimle zaman ve mekân meydana gelen olaylara zarf
olmaktadır. Ne var ki, bu iki kavram da nisbî ve izafîdir. Biz canlılara ve
sonradan yaratılan varlıklara nisbetle zaman ve mekân söz konusudur. Zaman ve
mekânı yaratıp eşyaya zarf yapan Yüce Kudret bunların üstünde ve ötesindedir,
yani bu ikisiyle kayıtlı değildir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bunu AMÂ sözüyle
belirtmiştir. Allah mekân ve zamanın dışındadır, Onun için ne zaman, ne de
mekân sözkonu-sudur. Aksi halde sonradan yaratılmış bulunması gerekir. Öyle
olunca da öncesiz ve sonrasız ilâh olamaz. Amâ tabirinden maksat, beşer
aklının, ilminin ve tesbitinin erişemiyeceği mâna demektir.
Kur'ân bu hususa biraz
daha açıklık getirerek, zaman ve mekânı yaratıp düzenliyen kudretin bu
ikisinde mutlak tasarruf sahibi bulunduğuna dikkatleri çekmektedir. O bakımdan
göklerde ve yerde var olup eyleşen, sübut bulan her şey Allah'ındır; O'nun
yaratması, yokluktan aydınlığa çıkarması, düzenleyip belli kanunlara
bağlamasıyla vücut bulmaktadır.
O halde Allah hem
mekânın, hem mekânda bulunanların; hem zamanın hem de zamanda bulunanların
yaratanı, düzenleyicisi ve koruyucusu-dur.
Hakikat bu olunca,
yeme, içme, uyuma, doğup büyüme, ölüp değişikliğe uğrama mekân ve zaman içinde
yer alan canlıların özelliğindendir. Bedenimiz madde âleminin bir parçası,
ruhumuz mâna âleminin bir cüz'i-dir. Maddenin gelişip büyümesi kendi cinsiyle,
ruhun gelişmesi de kendi cinsiyle mümkündür. Yerden çıkan ürünler bedenin
gıdasını, madde ötesindeki yüce kudrete imân edip üstün bir sevgi ve saygıyla
ona bağlanmak ruhun gıdasını teşkil eder.
Kur'ân bu hususu çok
kısa bir cümleyle mantıkî sonuç olarak vermektedir: «De ki, o nzık verip
yedirir, kendisi yedirilip nzıklanmaz (rızıklandı-rır, rızıklanmaz.)» [30]
Meleklerle ruhlar
rızıklanıp beslenirler mi? Burada hatıra şu husus gelir: Allah mekân ve
zamandan ve bunlarda olan şeylerden başkasıdır ve hepsini O yaratmıştır. Hiçbir
şeye muhtaç değildir. Meleklerle ruhlar da madde âleminden değildirler; o halde
bir yorumla madde ve zaman ölçülerinin dışındadırlar, bir bakıma yemez ve
içmezler. Bu durumda yaratan ile yaratılan arasında fark nedir? Yaratan öncesiz
ve sonrasızdır, her şeyi o yaratmıştır, kendisi yaratılmamıştır. Sonsuz kudret
sahibidir; hiçbir şeye muhtaç değildir. Meleklerle ruhlar gerçi madde âleminden
veya cinsinden değildirler, ama sonradan yaratılmışlardır. Gıdalarını, diğer bir
deyimle rı-zıklarını ilâhî nur ve füyuzattan alırlar; Ahadiyyetin rahmet ve
inâyetiyle beslenirler.
İşte aradaki birçok
farklardan bir ikisi bunlardır. [31]
<(Gece ve gündüzde eyleşen
ne varsa hepsi O'nundur. O işiten ve bilendir.»
Kâinatta mutlak bir
düzen hâkimdir. Her şey bu düzen içinde yerini almakta ve ister istemez kendine
has hilkat kanunuyla Sünnetullah'a uyup varlığını yaratıldığı amaca yönelik
olarak sürdürmektedir. Canlılardan da her tür bağlı bulunduğu hayat kanununa
uymak, düzen içindeki yerini görevini bilmek ve uygulamak zorundadırlar. Aksi
halde hayat kanunu hiç kimseye acımaz. Dünya nasıl iki ayrı hareket kanununa
bağlı olarak yaratıldığı gayeye doğru şaşmadan hizmetini sürdürmek zorundaysa,
bal arısı da yaratıldığı gaye doğrultusunda iç güdüsüyle hareketini sağlayıp
görevini kusursuz yapmaya çalışmaktadır. Dünya bağlı bulunduğu kanunun dışına
çıkarsa düzeni alt-üst olur, gayeden uzaklaşır. Arı bağlı bulunduğu kanun, ya
da sünnet dışına çıkarsa, hayatı sona erer, kendine has düzeni yıkılır.
İnsan hangi maksada
yönelik yaratılmış ve mevcut düzen içindeki yeri nedir? O daha çok düzenin
sahibini bilmek. Onun sonsuz kudretini anlamak ve bağlı bulunduğu Sünnetullah
doğrultusunda ebedî saadete uzanan yolda yürümek için yaratılmıştır. Bu
Sünnetin dışına çıktığı takdirde kendine has düzeni alt-üst etmiş ve
yaratıldığı payeden uzaklaşmış olur. O takdirde de felâkete uzanan yola girmiş
sayılır. Sonuç ise beliidir.
Kur'ân-ı Kerîm bu
hususu hatırlatarak diyor ki :
«De ki, Allah'tan
başkasını mı dost ve yardımcı edinirim? O ki göklerin ve yerin -örneksiz ve
benzersiz- yaratanıdır.»
«De ki, eğer Rabbime
(Onun koyduğu düzene) karşı gelirsem, büyük günün azabından korkarım.»
İşte felâkete uzanan
yol,bu büyük günün azabıdır. Dünyada ise, ardı-arkası kesilmiyen huzursuzluk ve
zillettir. [32]
FÂTIR: Fetr kökünden
gelme bir isimdir. Arapça gramerde buna İSM-İ FAİL denilir. Fetr sözlükte,
yarmak, icat edip ortaya çıkarmak anlamına gelir. Râğıb el-Esbehanî'ye göre, bir
şeyi uzunlamasına yarmak, demektir. Ayrıca koyunu iki parmakla sağmak, hamuru
yarıp ekmek yapmak mânalarında da kullanılmıştır.
Allah'ın halkı
fetretmesi, onları yoktan icat edip örneksiz ve benzersiz meydana
getirmesidir.
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki :
«Fâtır'ın mânasını
bilmiyordum. Bir gün iki bedevi bir kuyu meselesinden dolayı davacı ve davalı
olarak bana geldiler. Onlardan biri ENE FETARTUHA = Kuyuyu ilk ben farkettim,
yani onu ilk ben yarıp açtım, demek istiyordu. O zaman bu kelimenin mânasını anladım.»
Nitekim el-En-barî diyor ki: «Fetr'in aslı bir şeye başlarken onu yarmak,
demektir. Göklerin ve yerin Fâtır'i denilince, onları ilk yokluk karanlığını
yarıp varlık alanına çıkaran, mânası hatıra gelir.» [33]
Ayrıca bu terkipten
göklerin ve yerin tek parça olduğu, sonra kudret-i İlâhiye ile yarılıp
parçalandığı ve bugünkü şeklini aldığı anlaşılıyor. [34]
Yukarıda geçen
âyetlerle, Allah'ın varlık âlemi üzerindeki mutlak hükümranlığına temas
edildi, rahmetinin gazabının önünde gittiğine işaret edilerek ilâhî rahmet ve
bağışlama kapısının her zaman açık tutulduğu hatırlatıldı. Buna rağmen
kendilerine yazık edenlerin kıyamete inanmadıklarına dokunularak, dönüş
yapmadıkları takdirde büyük bir günün onları beklediğine dikkatler çekildi.
Aşağıdaki ayetlerle
ilâhî ilmin her şeyi önceden kapsayıp kuşattığı açıklanıyor; kudretinin her
şeye hâkim bulunduğu belirtilerek ilâhî tasarrufun her zaman geçerliliğine
dikkatler çekiliyor. [35]
17— Eğer Allah sana bir sıkıntı ve üzüntü dokundurursa,
onu O'ndan başka giderip kaldıran bulunmaz. Ve eğer sana bir hayır dokunursa,
(şüphesiz ki) O, her şeye gücü yetendir.
18— O, kulları üstünde eşsiz üstünlüğe, sınırsız
tasarrufa sahiptir; O hikmetle tasarrufta bulunandır, (her şeyden) haberlidir.
İbn Abbas (R.A.)
anlatıyor:
— Bir gün Resûlüüah
(A.S.) Efendimizin yanında bulunuyordum. Bana ilgi göstererek şöyle buyurdu :
«Ya Abdellah! Sana
birkaç kelime öğreteceğim; Allah'ın hakkını koru ki Allah da seni
(kötülüklerden, sıkıntılardan) korusun. Allah'ın hakkına saygılı ol ki,
Allah'ın yardımını karşında bulasın. İstediğin, dilekte bulunduğun zaman,
Allah'tan iste. Yardım beklediğinde Allah'tan yardım bekle.. Bilmiş ol ki,
ümmetin hepsi toplanıp sana bir şey İle yarar sağlamaya çalışsalar, ancak
Allah'ın yazıp takdir ettiğini sağlıyabilirler. Toplanıp sana bir zarar vermek
isteseler ancak Allah'ın takdir edip yazdığı şey ne ise ona göre zarar
verebilirler. Kalemler kaldırıldı, sahifelerin (mürekkebi) kurudu.» [36]
«Allah'ın hakkını
koruyup muhafaza et ki onun (yardımını) karşında bulasın. Genişlik zamanında
Allah'ı bil ki, O da seni sıkıntılı zamanlarında bilsin. Bilmiş ol ki, sana
dokunmadan sapıp geçecek (musibet ve sıkıntı) herhalde dokunacak değildir. Sana
dokunacak şey de hatâ edip sapacak değil. Bilmiş ol ki, yardım sabırla
beraberdir. Ferahlık ise sıkıntıyla beraberdir. Doğrusu her sıkıntıyla beraber
bir genişlik ve ferahlık vardır.» [37]
«Allah, ilk önce
kalemi yarattı ve ona : yaz, dedi. Kalem ne yazayım? diye sordu. Allah, kıyamete
kadar olmuş olacak her şeyi yaz, buyurdu. Kalemin mürekkebi kurudu, sahifeler
dürülüp kaldırıldı.» [38]
«Eğer Allah sana bir sıkıntı ve " üzüntü
dokundurursa, onu O'ndan başka giderip kaldıran bulunmaz.»
Allah'ın öncesiz ve
sonrasız ilmi, geçmiş-gelecek her şeyi, her olayı kapsayıp kuşatmıştır. Her
insanın kendi çevresine, aklına, yeteneğine, irâde ve idrâkine göre işliyeceği
iyilik, ya da kötülükler; her insana dokunacak hayır ve musibetler önceden
tesbit edilip yazılmış ve her birinin model ve örneği MİSAL âleminde
sergilenmiştir.
Ancak bütün bunları
önceden tesbit edip yazan kalemler ikiye ayrılır: Biri KALEM-İ A'LÂ = En Yüce
Kalem, diğeri aşağı derecedeki AKLÂM = Kalemlerdir. Kalem-i A'lâ'nın yazdığı,
daha çok kâinatın mevcut düzeni, düzenin bozulması, kıyametin kopması.
Peygamber ve Kitapların gönderilmesi, kimlerin Peygamber, kimlerin velî
yaratılacağı gibi önemli hususlardır. Bunların değişmesi mümkün değildir.
«Benim katımda söz değişmez.» âyeti buna işarettir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin sözünü ettiği Kalem işte budur. O yazdığını yazdıktan sonra
mürekkebi kurumuş, sahifeler de dürülüp kaldırılmıştır. Artık değişmesi,
silinmesi söz konusu değildir. Kalemler ise, hâlen de yazmaya devam
etmektedirler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu kalem-lerih gıcırtı seslerini
duyduğunu şu hadîsleriyle belirtmişlerdir: «Sonra Cibril benimle yükseldi,
derken öyle bir düzeye geldim ki Kalemlerin gıcırtı seslerini duydum..» [39]
Evet, Mi'rac gecesi
Efendimizin gıcırtı seslerini işittiği kalemler, sözünü ettiğimiz ikinci
AKLÂM'dır. Bunların yazdıklarını Cenâb-ı Hak bazı sebeplerden dolayı bazen
siler, bazen tesbit eder. Kur'ân'da, «Allah dilediğini siler, dilediğini sabit
bırakır; Ümmü'l-Kitap (Ana Kitap) O'nun yanındadır.» âyeti buna işarettir. [40]
Ayrıca konumuzu
oluşturan ilgili âyette belirtilen, «Eğer Allah sana bir sıkıntı ve üzüntü
dokundurursa, onu O'ndan başka giderip kaldıran bulunmaz ve eğer sana bir
hayır dokundurursa, (şüphesiz ki) O, her şeye gücü yetendir.» mealindeki
hususa gelince, kulun iradesiyle meydana gelecek sıkıntı ve ferahlığı Kalemler
yazar; ama Allah bazan kulun iyi veya kötü bir halinden dolayı yazılanı siler
ve o şilince artık onu değiştiren bulunmaz. Bu sebeple sadaka, ana-babaya
iyilik, yakınlarla samimi ilgi kurmak gibi iyi haller ilâhî rahmeti coşturur ve
kulun irâdesi doğrultusunda meydana gelecek ve önceden yazılmış bulunan
musibeti Allah silip kaldırır. Çünkü Ana Kitap O'nun katındadır. [41]
DURR = ZARAR : Elem,
üzüntü, korku ve bunlardan birine sebep olan sıkıntı demektir.
NEFİ' = YARAR :
Lezzet, sevinç ve bunlardan birine yol açan iyilik demektir.
HAYR : Zararı savmakla
yararı elde etmek arasındaki ortaklaşa ölçünün ismidir.
KAHİR: Yarattığını
yüksek terbiyeyle yöneten, yönettiğini disipline eden, hiçbir şeyden âciz
olmayan, her şeyi hükümranlığı altında tutup dilediği gibi hikmetle tasarruf
eden yüce kuvvet ve kudret sahibi zat, demektir. Bu bakımdan Allah'ın
sıfatlarından biri sayılmıştır. [42]
Yukarıda geçen
âyetlerle, Allah'ın her şeyi kendi tedbir ve kudretiyle yönettiği belirtildi.
Kulları üstünde eşsiz bir hükümran bulunduğuna dikkatler çekildi. Hikmetle
tasarrufta bulunduğu, her şeyden haberdar olduğu açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle
Onun hikmetinin müstesna eserlerinden biri olan Hz Muhammed (A.S.)ın son nebî
olarak gönderildiği, Kur'ân'ın da son kitap olarak indirildiği hatırlatılıyor.
İnkarcılar bu yüce hikmete inanmasalar bile şahit olarak Allah'ın yettiği
açıklanıyor. Sonra da Kur'ân'dan önceki semavî kitaplarda yazılı bulunan son
peygamberin sıfatlarına işaret edilerek bu sebeple Kitap Ehlinden olan din
âlimlerinin Hz. Muhammed'i (AS) öz çocuklarını tanıdıkları gibi tanıdıklarına
temas ediliyor. [43]
19— De ki, hangi şey şahit olarak daha büyüktür?
De ki, Allah... O, benimle sizin aranızda şahittir. Bu Kur'ân bana, onunla sizi
ve kime ulaşırsa onu uyarmam için vahyedildi. Ya sizler cidden Allah ile
beraber ilâhlar bulunduğuna şehadet eder misiniz? De ki, ben şehadet etmem. De
ki, ancak O, tek ilâhtır ve ben şüphe yok ki, sizin ortak koştuklarınızdan
beriyim (hiçbir ilgim ve ilişiğim yoktur),
20— Kendilerine kitap verdiğimiz (ümmetler)
Onu (Peygamber Mu-hammed'i) öz
çocuklarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerine yazık edenler (var ya),
onlardır ki nanmazlar.
21— Allah'a iftirada bulunup yalan uyduran veya
O'nun âyetlerini ya-lanlıyanlardan daha zâlim kim vardır? Durum o ki, zâlimler
(umdukları) kurtuluşa elbette kavuşamazlar.
22— Onların hepsini (kabirlerinden) kaldırıp
biraraya getireceğimiz, sonra da ortak koşanlara, «iddia edip durduğunuz
ortaklarınız nerede?» diyeceğimiz gün, (onlar için hiç, ama hiç kurtuluş
olmayacaktır).
23— Sonra onların bir başka fitnesi olmayacak,
sadece, şu sözleri olacak: «Rabbİmiz Allah'a yemin ederiz ki biz ortak koşanlar
değildik.»
24— Bak, kendilerine karşı nasıl yalan söylediler
de uydurdukları şeyler (putlar) da onlardan (nasıl) uzaklaşıp kayboluverdiler!
Kelbî diyor ki:
— Mekke halkından
birkaç kişi toplanıp Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek dediler ki : «Ya
Muhammedi Senin Allah Resulü olduğuna şehadet eden kimse varsa bize göster.
Çünkü biz senin iddianı doğru kabul eden bir kimse göremiyoruz. Yahudi ve
Hıristiyanlardan da senin hakkında sorduk, seninle ilgili bir haberin
yanlarında bulunmadığını söylediler.»
Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [44]
Mücâhit diyor ki :
— Resûiüllah (A.S.)
Efendimizden, «Hangi şeyin
şahitlik yönünden daha büyük
olduğu» soruldu. Veya Resûlüllah'ın, Kureyş ileri gelenlerinden, hangi şeyin
şahitlik yönünden daha büyük olduğunu sorması emredildi. Sonra da aynı soruya
kendisinin «Allah benimle sizin aranızda şahittir» diye cevap vermesi tavsiye
edildi. [45]
«Benden isterse bir
âyet olsun (işitip) tebliğ edin. İsrâiloğulları'ndan da söz edin, bunda bir
sakınca yoktur. (Yalnız dikkat edin) kim bile bile bana yalan isnat ederse,
cehennemdeki yerine hazırlansın!» [46]
«Allah'tan (gönderilip
size ulaşan âyetleri) teblîğ ediniz.
Kime Allah'ın
kitabından bir âyet ulaşırsa -onu alsın almasın- şüphesiz ki ona Allah'ın emri
ulaşmıştır.» [47]
«Bizden bir şey işitip
onu işittiği gibi tebliğ eden kişinin yüzünü Allah nurlandırsm. Çünkü nice
kendisine tebliğ edilen kimseler var kî onu bizzat işitenden daha anlayışlı ve
daha hıfzedicidir.» [48]
Diğer bir rivayette
ise :
«Bizden bir hadîs
işitip onu başkasına teblîğ edinceye kadar hıfzeden (koruyan) kişinin Allah
yüzünü güzelleştirip nurlandırsm. Nice fıkıh yüklenen var kî onu kendisinden
daha anlayışlısına taşır ve nice fıkıh yüklenen de var ki, fakîh (dinde bilgili
ve yeterince anlayışlı) değildir.» [49]
<De k'i Allah... O,
benimle sizin aranızda şahittir.»
Kur'ân-ı Kerîm burada
insanı vicdanen rahat ve huzura kavuşturacak, fânilerin doğrulayıp, ya da
yalanlamasının tesirinden uzak tutacak; övenlerin ve yerenlerin hakikati
değiştiremiyeceğini gönüllere işliyecek çok kısa fakat derin anlamlı bir uyarı
sergilemektedir: «Hangi şey şahit olma bakımından daha büyüktür? De ki,
Allah...»
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Allah'ın dinini îeblîğ ederken bunun olumlu meyvelerini hemen
toplamak, ya da görmek istiyor; ama gerek putperestler, gerekse Yahudî ve
Hıristiyanlar onu doğrulamayınca hak adına üzülüyordu. Allah bu üzüntüye gerek
olmadığını; çünkü onun peygamberliğine en büyük şahit olarak kendisinin
bulunduğunu hatırlattı.
Gerçek bu olunca,
vicdan huzura, kalb sükûnete kavuştu. Çünkü insanı en çok üzen ve sıkan, kalb
ve vicdanın kendi kendini tasdîk etmeme halidir. Böyle bir hal Resûlüllah
(A.S.) Efendimizde mevcut değildi ve olamazdı da.. İlâhî beyân ve şehadetle
hak üzere olduğunu biliyordu. İnen âyet onun bu bilgisini kuvvetlendirdi, her
şeyi hakkıyla bilen Allah'ın Ona şahit olmasının yeterli bir ölçü bulunduğunu
hatırlattı. [50]
<<Bu Kur'ön bana' onunIa sizi ve kime
ulaşırsa onu uyarmam için vahyedildi.»
Kur'ân insanlara
tebliğ edilmek üzere indirilmiştir. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz ile onun seçkin
talebesi Ashab-ı Kiram bu kutsal görevi lâyıkıyla yapıp yerine getirdiler. Her
türlü sıkıntıya katlanıp tebliğ hizmetini aksatmadılar.
Peygamber ilmine vâris
olan mürşitler, ilim adamları da asırlarca bu hizmetin devamını sağladılar.
Çünkü Allah sözü, insanlara ulaştırılmak, amel edilmek için indirilmiştir. O
halde Kur'ân'ı tebliğ, din âlimlerine ve mürşitlere vâeiptir. İmkânı olup
vasat bulabilenler bu hususta hareketsiz kalırlarsa, vacibi terkten dolayı
günahkâr sayılırlar. Dikkat edildiğinde Efendimizin (A,S.) açıklayıcı
mahiyetindeki hadîsleri de tebliğin önemini belirtmektedir.
Bugün teblîğ nasıl
yapılmalıdır? Günün şartlarını, toplum yapısındaki değişmeleri, dünyanın yavaş
yavaş müşterek bir kültür ve medeniyete doğru itilmesini dikkate almak
gerekir. Dün diyar diyar gezip teblîğ görevini sürdürmek bir zaruretti.
Gezmeden, yorulmadan mümkün değildi. Bugün gezip dolaşmak gerekli olmakla
beraber o derece lüzumlu olmaktan çıkmıştır. Haberleşme imkânlarının doğması
ve kolaylaşması, radyo, televizyon ve basın gibi tesirli vasıtaların her eve
girmesi, teblîğ hizmetini bir bakıma kolaylaştırmıştır. Ne var ki İslâm
aleminin bütün bu vasıtaları iyi kullanacak geniş bilgili, kültürlü, imanlı
aydınları yetiştirmeye ihtiyacı var-
dır. Başta demirperde
gerisi ülkeler olmak üzere anti-İslâmî olan milletler ve topluluklar bunları
kendi idealleri, hevesleri ve inançları doğrultusunda İslâm'ın aleyhine çok
bilinçli biçimde kullanmasını beceriyorlar.
Özetliyecek olursak,
hemen belirtmeliyiz ki, teblîğ hizmetini camilerin dört duvarı arasında tutmak
hiçbir zaman yeterli değildir. Çünkü günümüzde İslâm ülkelerinin çoğunda
mevcut Müslümanların yüzde altmış, yetmişi cami' dışındadır ve çoğu İslâm'ın
ruhlara hayat veren feyiz pınarından uzak kalmıştır,
O halde İslâm âlemi
için en tesirli yol ve vasıta, güçlü din âlimleri, imanlı ilim adamları
yetiştirip meveut vasıtalardan yararlanma yollarını araştırmak ve güçlü
kalemler kadar güçlü ağızların sahnede olmasını sağlamaktır. [51]
«Kendilerine kitap
verdiğimiz (ümmetler) Onu (Peygamber Muhammed'i) öz çocuklarını tanıdıkları
gibi tanırlar.»
Kur'ân ilgili âyetle
bunun cevabını çok duyarlı biçimde vermektedir.
Kitap Ehlinden maksat,
Yahudî ve Hıristiyan din adamlarıdır. Onların son peygamberi tanımaları iki
yönden düşünülebilir: Birincisi, Mekke ve çevresindekiler Onun çocukluk,
gençlik devrelerini çok iyi bilir ve yakından tanırlardı. Hayatında hiç yalan
söylemediğine, kimseyi aldatmadığına, putlara tapmadığına, çok nezih bir hayat
sürdüğüne hepsi şahit olmuşlardı. İkineisi, Tevrat ve İneii'de son peygamberle
ilgili belgeler çok açıktır ve kesinlik arzederler. Peygamberin sıfatlarından
ana hatlarıyla söz edilir. O halde din adamları, öz çocuklarını tanıdıkları
gibi, Hz. Muhammed'i (A.S.) de tanırlar. Nitekim hayli değişikliklere
uğramasına rağmen mevcut Tevrat ve İncil'de SON NEBİ ile ilgili belgeleri
Bakara, Al-i İmrân, Nisa ve Mâide sûrelerinde ilgili âyetlerin tefsirinde
münasebet düştükçe naklettik; burada tekrar etmek istemiyoruz.
İşte Kur'ân o günkü
Kitap Ehlini uyardığı gibi, bugünkülerini de uyarıyor: «Kur'ân'ı dikkatle
inceleyin, Tevrat ve İncil ile karşılaştırın ve Hz. Muhammed (A.S.)ın hayatını
Tevrat ve İncil'deki belgelerle biraraya getirerek insaf ile düşünüp karar
verin..» demek istiyor.
Çünkü Allah'a karşı
yalan uydurup, Onun âyetlerini yalanlıyanlardan daha zâlim ve haksız kim
olabilir? Kur'ân özellikle Kitap Ehli'nden olan din adamlarını bu âyetle hakka
davet ediyor. Bize düşen açık bir tebliğdir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Medine'ye hicret edince Yahudî din âlimlerinden Abdullah b. Selâm
İslâm'a girdi. Hz. Ömer ona, yukarıdaki 20. âyeti hatırlatıp sordu : «Peygamber
Efendimizi tanır miydin?» Hz. Abdullah şu cevabı verdi: «Vallahi ya Ömer!
Peygamber (A.S.) Efendimize gözüm iliştiği ilk anda, öz oğlumu tanıdığım gibi
onu tanıdım ve imân ettim..» [52]
«Kendilerine yazık
edenler (var ya), onlardır ki inanmazlar.»
Sahih rivayetlerden
anlıyoruz ki, yeryüzüne ayak basan her insanın biri cennette, diğeri cehennemde
olmak üzere iki ayrı makamı vardır ve ebediyetin bu birbirine zıt iki eyleşme
yeri,sözü edilen hususa cevap verecek genişlikte yaratılmıştır. Cehennemdeki
yerini alanlar, kendilerine yazık edenlerdir. Çünkü dünya uğrağında ilâhî
belgelere gözlerini ve kulaklarını tıkamışlardır. Onların çoğu için bir
kurtuluş da yoktur. [53]
Yukarıda geçen
âyetlerle, büyük dâva adamlarının kendi haklı inançları doğrultusunda
verdikleri mücadelede -vicdanları her bakımdan haklı olduklarını fısıldıyor,
kalbleri bu sesle huzur buluyorsa- başka şahit aramalarına pek gerek olmadığı
bildirildi; çünkü vicdanı harekete geçiren, kalb-lere bu hususta ilham veren
Yüce Kudret şahit olarak yeterlidir. Hele bu dâva adamı Son Nebî Muhammed
(A.S.) olursa..
Sonra Tevrat ve
İncil'de Son Nebî'nin vasıflarının ana hatlarıyla belirtildiği, bu nedenle Kitap
Ehli'nden olan din âlimlerinin Onu, kendi öz çocuklarını tanıdıkları gibi
tanıdıkları açıklandı.. İnat ve inkârın zulüm olduğu belirtilerek gereken
uyarıda bulunuldu. Kıyamet günü bütün bu gerçeklerin bir bir ortaya çıkarılıp
sergileneceği söz konusu edilerek gereken uyarı yapıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
inkarcıların bir başka davranışı anlatılıyor, sırf kusur bulmak, çamur atmak
için Peygamberi gelip dinledikleri açıklanıyor; kendileri ruhen Peygamberden
uzak kaldıkları gibi başkalarının da Ona uymasına, yaklaşmasına engel oldukları
çok dokunaklı bir anlatımla haber veriliyor. [54]
25— Onlardan bir kısmı da sana kulak verip
dinlerler, (inandıkları için
dinlemezler, kusur bulmak için kulak kabartırlar.) Biz anlamamaları için
kaiblerinin üzerine kat kat örtü gerdik; kulaklarına da bir ağırlık koyduk;
artık onlar her belge ve mu'cizeyi de görseler yine inanmazlar. O kadar ki,
sana geldiklerinde seninle tartışıp çekişirler; küfredenler, «bu, eskilerin
masallarından başka bir şey değildir» derler..
26— Onlar ,ondan (Kur'ân ve Peygamber'den)
alıkoymak için engel olurlar ve kendileri de ondan uzak kalırlar. Farkına
varmıyarak ancak kendilerini mahvederler.
Kelbî diyor ki :
— Mekke ileri
gelenlerinden Ebû Süfyan, Ebû Cehİ, Velîd b. Muğîre, Nadr b. Hars, Şeybe,
Umeyye, Ubey b. Halef ve Hars b. Âmir biraraya gelip okunan Kur'ân'ı dinlemek
üzere gizlice Peygamber (A.S.) Efendimize yaklaşıp kulak vermeğe
başlamışlardı. Sonra da arkadaşları Nadr'a, «bundan ne anlıyorsun?» diye
sorduklarında, «doğrusu ne dediğini anlıyamadım. Sadece dilini oynatıp benim
size ötedenberi anlattığım gibi eski masalları anlatıp duruyor» diye cevap
vermişti. Ebû Süfyan ise, «hayır, ben onun söylediklerinin bir kısmının hak
olduğunu görüyorum» diye söze karışınca,
Ebû Cehl, «hayır,
olamaz, onun hiçbir sözü hak değildir; sakın haktır, demeyin!.» diye çıkışmıştı.
Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi. [55]
Diğer bir rivayet;
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki: Ebû Tâlib hem müşrikleri Peygamberimize eziyette bulunmaktan men'eder, hem
kendisi inanmayıp uzak dururdu. Bunun üzerine 26. âyet inmiştir. [56]
Bize kadar gelen sahih
rivayetlere göre, Peygamber (A.S.) Efendimize çok yardımcı olan Ebû Tâlib,
Kureyş müşrikleri tarafından kınanırım ve ayıplanırım endişesiyle imân etmemiş,
ama son dinin en hayırlı din olduğunu şu mısralarıyla dile getirmiştir:
«Vallahi dokunamaz
sana onların eli, Ben ölüp etmedikçe toprağı baş yastığı. Açıktan Hakk'ı söyle,
yok onun bir eksiği. Müjdeler olsun sana gözünün aydınlığı!. Yaptın daveti
bana, öğütçü oldun sahi, Eminlik lâkabiyle söyledin hep doğruyu!.
Sergiledin bir DİN ki,
herkes onu bilmeli, Yeryüzü dinlerinin içinde en hayırlı..
Kınama ve yerilme
korkusu olmasaydı, Kolaylıkla bu dine görürdün girdiğimi!.» [57]
Özetliyerek çevirisini
sunduğum bu mısralar, Ebû Tâlib'in Peygamber (A.S.) Efendimizi ne kadar sevip
koruduğunu, İslâm'a nasıl hayranlık duyduğunu yansıtmaktadır. [58]
Küfürde inat, inkârda
ısrar, insan kalbini körleştiren en kesif bir perdedir. Aynı zamanda kulakları
da sağır yapan bir ağırlıktır. Bu durumda olan kimseninJ Allah'ın hidâyet
kapıları açılmazsa, imân etmesi çok zor, hattâ bazan imkânsızdır. Fussilet
sûresinde de belirtildiği gibi, kalbleri inkâr kılıfında duyma, işitme yeteneklerini
kaybettiğinden Hakk'ın çağrısına hep şu karşılığı vermişlerdir: «Bizi
çağırdığınız şeye karşı kalblerimiz kılıflıdır (üzerinde kat kat perde
vardır), kulaklarımızda da ağırlık vardır.» [59]
Kur'ân'da onların bu
iç körlüğü ve sağırlığı hatırlatılıyor. Evet Allah dilerse kalbleri kılıf içine
sokar ve kulakları ağırlaştırır. Ama İlâhî Sünneti gereği böyle yapmaz, ilmiyle
her şeyi öneeden tesbit ettiğine bakılırsa, Ebû Cehl ve yandaşlarının kalbleri
hakk'ı kabul etmiyeeek, kulakları hakk'ın sesini duymayacak kadar körleşip
sağırlaştığı ve girdikleri yoldan dönmiyeoekieri bilindiği için, İlâhî Sünnetin
değişmiyeçeği, yani o Sünnete ters düşenlerin dönüş yapmadıkları takdirde
kendilerini mahvedecekleri hatırlatılıyor ve Sünnet gereği olan bu sonuç Allah'a
nisbet edilerek şöyle buyuruluyor:
«Biz, anlamamaları
için onların kalblerinin üzerine kat kat örtü gerdik, kulaklarına da ağırlık
koyduk; artık onlar bütün belge ve mu'cizeleri de görseler yine inanmazlar..»
Böyleee ilgili âyetle
işlerin sonunu bilen Allah tarafından müşriklerden bir kısmının küfür üzere
kalacakları haber veriliyor[60]
EKINNE: Kinan'ın
çoğuludur. Esinne, Sinan'ın çoğulu olduğu gibi. Bir şeyi örtüp gizlemek, kılıf
içinde tutmak anlamına gelir.
VAKR : Ağırlık, sağırlık
mânasına gelir.
ESÂTÎR : Estare'nin çoğuludur. Affeş'e göre,
Usture'nin çoğuludur. İstare'nin çoğulu olduğunu söyliyenier de var. Bu tabir
daha çok, bugünkü ilim diliyle MİTOLOJİ ile ilgilidir. Eskiden söylenen,
yazılan masallar ve efsaneler demektir. [61]
Yukarıda geçen
âyetlerle, inkarcı müşriklerin psikolojik durumlarına dikkatler çekildi; kin ve
haset sonucu kalblerinin Hakk'ı kabul edemez bir çıkmaza düştüğü, gözlerinin
göremez, kulaklarının işitemez olduğu hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
Hakk'tan bu derece uzaklaşanların kıyamet günü nasıl hezimete uğrayacakları,
ister istemez nasıl bir pişmanlık içinde kıvranacakları tasvîr edilerek cok
duyarlı bir anlatımla haber veriliyor. Sonra da dünya hayatının bir oyun ve
eğlenceden ibaret olduğuna dikkatler çekilerek sağlıklı düşünmeye davet
ediliyor. [62]
27— Onları
ateş üzerinde durdurulacakları zaman
bir görsen, «Ah keşke biz geri çevrilsek de Rabbimizin
âyetlerini bir daha yalanlamasak ve mü'minlerden olsak» derler.
28— Hayır, daha önce gizleyegeldikleri şeyler
onlara açıkça göründü. Eğer (dünyaya) geri çevrilselerdi, yine de
men'edildikleri şeylere döneceklerdi; doğrusu onlar yalancıdırlar.
29— Dediler ki: Hayat, sırf dünya hayatımızdır,
başka bir hayat yoktur ve biz bir daha diriltilip kaldırılacak da değiliz.
30— Onları, Rabbine karşı çıkarılıp (hesap
alanında) durdurulacakları zaman bir görsen, «şu (gördüğünüz dirilme) hak
değil mî?» diyecek. «Evet Rabbimize and olsun ki haktır», diyecekler. «O halde
inkâr ettiğinize karşılık azabı tadın»
buyuracak..
31— Allah'a kavuşmayı yalanlıyanlar gerçekten
ziyanda kaldılar; tâ-ki kıyametin kopuşu ansızın kendilerine gelince, günah ve
veballerinin ağırlıklarını sırtlarına yüklendikleri halde, dünyadaki noksanlık
ve kusurlarımızdan dolayı ah, yazıklar
olsun bize!» diyecekler, ne kötüdür o yüklendikleri şey!
32— Dünya hayatı bir oyuncak ve eğlenceden başka
bir şey değildir. Âhiret yurdu ise, Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlar
için elbette daha hayırlıdır; artık akletmiyecek misiniz?
Peygambere
uymayanların, ondan uzak kalanların kendilerine nasıl yazık ettikleri
belirtildikten sonra, konunun önemi dikkate alınarak açıklanmasına geçildi.
İnkâr ve inatları üzerinde son nefeslerini verenlerin, ateş üzerindeki SIRAT =
Köprü üzerinde durdurulacakları ve bu gerçek karşısında sarsılıp büyük bir
şaşkınlık içinde dünyaya döndürülmelerini temenni edecekleri haber veriliyor.
Çünkü Allah'ın sonsuz
ilim ve kudretine göre, geçmiş ve gelecek diye bir zaman kavramı söz konusu
değildir. Olacak şeyler önceden tesbit edilip bilinmiş ve misalleri bir film
şeridi gibi hazırlanmıştır. Bu sebeple kıyamet günü sergilenecek olaylar,
ameller ve düşünceler tablosu aynen açıklanıyor.
Cenâb-ı Hak, onların
bu temennilerinin bir şaşkınlık eseri olduğunu.
dünyaya çevrilmiş
olsalar yine men'edildikleri inkâr ve tuğyana döneceklerini haber veriyor.
Yıkanmış bir beyne, şartlanmış bir kafaya, katılaşmış bir kalbe, silinmiş bir
vicdana, küflenmiş bir ruha sahip olan kişilerin dünyada da uzun yıllar
tutuklu kaldıktan sonra yine eski yollarına dönüp amellerinin özentisini
çektikleri her gün görülen ve duyulan olaylardandır. Ömrünün üçte ikisini
zindanda geçirenlerin bile ıslah-ı nefs ettikleri pek az görülmüştür. Hele
ideolojik bir saplantısı olur da o potada şekillenirse... İnsan karakteri işte
bu!. Ancak Allah'ın kendilerine hidâyet lütfettiği kişiler müstesna.
İlgili âyetle, dünyada
Hakk'ın dâvetine kulak vermeyenlerin kıyamet günü gizleyegeldikleri inkâr ve
düşüncelerinin olduğu gibi ortaya döküleceği haber veriliyor ve böylece, dönüş
yapmalarına bir defa daha çağrıda bulunuluyor, ayrıca mü'minlerin nasıl bir
saadet düzeyinde bulunduklarına işaret ediliyor. [63]
«Dediler ki; Hayat
sırf dünya hayatımızdır, başka bir hayat yoktur ve biz bir daha diriltilip
kaldırılacak da değiliz.»
Maddecilerin kıyamete,
tekrar dirilip kalkmaya da inanmadıkları muhakkak. Çünkü onlara göre, ölü bir
bünyenin elemanları değişerek meselâ gübre olmakta, toprağı verimli kılmakta ve
başka başka canlıları meydana getirmektedir. Bu bir bakıma doğruysa da maddeyi
kabul edip ruhu reddetmektir. Ampulü kabul edip elektriği inkâr etmek gibi.
Evet, onlara göre, herhangi bir canlıdaki hayatın devamı bile ancak ölü
hücrelerin yerine canlı hücrelerin geçmesiyle mümkün olabilmektedir. Şu halde
yine onlara göre, hayatla ölüm durmadan birbirine dönüşmektedir.
Böylece maddeciler bu
konuyu veya iddialarını, kendilerine göre şu temel kaideye dayıyorlar: «Her şey
daima kendi zıddına dönüşür.» Aslında bu hiçbir zaman temel bir kural
sayılamaz. Çünkü zıddına dönüşmeyen çok şeyler var.
Tabii insanı yalnız
et, kan, kemik ve sinirden ibaret sayıp sadece maddesel bir varlık olduğunu
kabul etmek, bu sonuca ister istemez götürür, Maddecilerin yanıldığı
noktalardan biri de işte budur.. Kur'ân onların iddia ve inkârlarını şu âyetle
özetliyor: «Hayat, sırf dünya hayatımızdır.» Ondan sonra gübreleşme ve zıdda
dönüşme başlar.
Ne garip iddia!
Şuursuz maddenin bu kadar şuurlu ve mükemmel bir varlığı (canlı) meydana
getirmesi mümkün müdür?
Bu garip iddianın
dayanağı, materyalizmdir; onun da temeli, varlığı yani maddeyi düşüncenin
yaratıcısı olarak kabul etmesidir. Görülüyor ki, maddeyi esas kabul eden bu
görüş, düşünceyi diğer bir deyimle insandaki bütün yetenekleri maddenin eseri
sayıyor ve maddeyi tek yaratıcı olarak sunuyor ve savunuyor. Onlara,
kendisinde sözü edilen yetenekleri ta-şımıyan madde nasıl olur da bunca
yetenekleri meydana getirebiliyor, ya da yaratabiliyor? diye sorulunca,
kaçamaklı cevap verip geçiştirmeye çalışırlar ve şöyle derler: «Genel
anlamdaki varlık, mevcut değildir. Mevcut olan özel vasıflara sahip özel
varlıklardır. Düşünce için de durum budur.» Ve sonra çapraşık bir ifadeyle şunu
eklerler: «Dolayısıyla genel olarak varlık'ın soyut bir şey, özel olarak
varlık'ın somut birşey olduğunu söyleriz.» [64]
»Tâ ki kıyametin
kopuşu ansızın kendilerine gelince......»
Kur'ân, haktan ve
gerçeklerden bu kadar uzaklaşıp inkâr çukurunda bir ömür tüketenleri uyararak
bir gün, kâinatı örneksiz ve benzersiz bir plâna göre yaratıp insanın hizmetine
veren ve insanı da kendi kudret ve varlığının müstesna belgesi olarak yaratan
Allah'ın hesap soraeağını hatırlatıyor. Mevcut düzeni en ince hesaplarla var
kılan kudretin bir gün ayrı bir düzen meydana getirmek için onu bozup
değiştireceğini, yani ansızın kıyametin kopacağını haber veriyor.
Çünkü ilâhî emirden
olan RUH, bedene girip onun şeklini aldıktan sonra beden bir bakıma onun kullandığı
elbise anlamına geliyor. Bu elbise, her şey eskiyip değiştiği gibi, bir gün
eskiyecek ve eskiyen elbiseler atıldığı gibi, o da atılacak, yani toprağa
verilecek, bu defa ikinci kurulacak düzenin şartlarına uygun ikinci bir elbise
hazırlanacaktır. Materyalistler ruhu inkâr edip ikinci elbisenin anlam ve
niteliğini kavrayamadıkları için atılan beden elbisesinin zıddına dönüşeceğiyle
yetinip ilerisini düşünememişlerdir. Toprağa atılan buğday danesi zıddına
değil, benzerine dönüştüğü gibi, beden de bir süre sonra daha mükemmel bir
benzerine dönüşecek ve ikinci hayat başlayacaktır.
Ruha, ampul hizmeti
gören bedenin kendisinde ne akıl, ne zekâ, ne hafıza, ne düşünce, ne de idrâk
gibi üstün yetenekler vardır. Bütün bunlar ruha aittir. Beden bütün organlarıyla
bu yeteneklerin ortaya çıkmasına bir vasıtadan ibarettir. Tıpkı elektrik
akımıyla çeşitli elektronik cihazlar arasındaki ilgi ve bağ gibi. Akımı
kestiğimizde ne ışık kalır, ne de ses ve renk.
O halde kıyametin
kopması ve yeniden dirilme, ruh denilen güç ve kudret için yeni bir bedenin
hazırlanıp verilmesi, demektir. O gün gerçekleşince inkarcılar şaşkına
dönecek, inanmadıkları o muhteşem günün dehşeti içinde kendilerini bulacaklar.
İşin sonunun nereye vardığını anlamakta gecikmiyecekler, ama neden sonra. «Ah,
yazıklar olsun bize!» diyecekler. Çünkü sınav günü çok geride kalmış,
sonuçların okunmasına başlanmıştır. [65]
«Dünya hayatı bir oyuncak ve eğlenceden başka
bir şey değildir.»
Bu, daha çok çocukların
sabah olunca sokaklara, boş arsalara-koşuşup çelik-çomak oynaması, taştan
çamurdan bir takım kümes ve benzeri şeyler yapması ve bütün gün her şeyi unutup
zevk aldıkları oyun ve eğ-lenceleriyle haşır-neşir olmasına benzer. Akşam olup
ortalık kararınca, evlerini hatırlıyarak dönmeye başlarlar ve çoğu akşama kadar
yaptıklarının bir şey ifade etmediğini anlarlar, gerekirse ayaklarını
dokundurup yaptıklarını yerlebir edip öylece ayrılırlar.
Önünü gören, dünü
anlayan, yarını kavrayan, dünyaya geliş hikmetini bilen mü'minlere göre, dünya
hayatı da bir bakıma böyledir. Aradaki fark, bu hayatın ikinci hayata hazırlık
devresi olduğudur. İkinci hayat başlayınca, inkarcılar, maddeciler dünya
hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğunu ancak anlayabilecekler. Bütün
bu hususları Kur'ân yüksek anlatım ölçüleri içinde kalblere enjekte etmekte ve
inkarcıları hakka çağırmaktadır. Ne var ki onlarda gören bir göz, anlayabilen
bir kalb, işi-tebilen bir kulak kalmamış, hepsi de küfür ve maddenin tokmağıyla
dumura uğramıştır. [66]
Yukarıda geçen
âyetlerle inkarcıların inat ve tuğyanlarına uygun bir ceza göreceklerine temas
edilerek ateş üzerinde durdurulacakları zaman nasıl bir pişmanlık duyacakları
haber verildi. Maddeyi esas kabul edip âhi-
reti inkâr ettiklerine
karşılık, önce ebedî hayatın nasıl bir saadet olduğu kendilerine gösterileceği
ve sonra hak ettikleri cezaya itilecekler, bildirildi. Aşağıdaki âyetlerle,
beyni «yıkanmış maddecilerin Hakka karşı sistemli biçimde başkaldırmalarının
her devirde görülegelen aşırılıklardan biri ol-duau hatırlatılıyor. Bunun,
hakla bâtıl mücadelesinin bitip tukenmıyen dramı olduğuna işaret ediliyor.
Hakk'ın hak olarak bilinip tanınması, kafa ve gönüllerde yer etmesi için
herhalde karşıt fikirle mücadele düzeyinde bulunması gerektiğine parmak
basılıyor. Mü'minler bu mücadelede sabredip sistemli şekilde dâvalarını hem
savunur, hem kalblere ışık tutma gayreti içinde olurlarsa, Allah'ın yardımına
erişecekleri müjdeleniyor. [67]
33— Onların söylediklerinin seni üzdüğünü cok iyi
biliyoruz. Gerçekte onlar seni yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler bile bile
Allah'ın âyetlerini inkâr ediyorlar.
34— And olsun ki, senden önce gönderilen nice
peygamberler de ya-lanlanmıştır, ama onlar bizim yardımımız kendilerine
gelinceye kadar yalanlandıkları şeylere ve kendilerine yapılan eziyetlere
katlanıp sabrettiler. Allah'ın (va'dettiği) sözlerini değiştirecek (hiçbir
kuvvet) yoktur. Hem and olsun ki, sana o peygamberlerin haberinden bazı
bölümler de geldi.
35— Ama eğer onların yüzçevirdikleri sana ağır geliyorsa; hemen onlara daha başka bir âyet (benzeri
olmayan bir mu'cize) getirmen İçin yerin derinliklerine bir tünel veya göğe
(yükselmeğe) bir merdiven aramaya koyul, güç getîrebilirsen (durma,
gerçekleştir). Eğer Allah dileseydi onları doğru yol üzerinde toplayıp
biraraya getirirdi. Sakın sen bilgisizlerden olma!.
36— (Hakk'a çağrıya) olumlu cevap verenler, ancak
(seni gönülden) dinleyip kulak verenlerdir. Ölüleri ise ancak Allah diriltir;
sonra da hepsi O'na döndürülürler.
Müfessir Süddî'ye
göre, el-Ahmes ile Ebû Cehl karşılaştılar. el-Ahmes ona dedi ki:
— Ya Eba'l-Hakem! Şu anda burada ikimizden
başkası bulunmuyor. Muhammed hakkında ne dersin, O doğru sözlü müdür, yoksa
yalancı mıdır?
Ebû Cehl şu cevabı
verdi :
— And olsun ki, Muhammed doğrudur ve doğru
sözlüdür. O, hayatında hiç yalan söylemedi, diyebilirim. Ne var ki, KUSAY
Oğullan (Peygamberin soyu ve hanedanı) sancağı, gelen hacılara su dağıtmayı,
Kabe'nin hâcipliğini, toplanan şûrayı, ve peygamberliği kendi ellerinde
toplayıp tutarlarsa geriye ne kalır? Biz Kureyşliler Ona uydu olmaktan başka
bir yol bulamayız. Muhammed'e karşı çıkmamın ve Onu yalanlamamın sebebi işte
budur!.
Bu nedenle yukarıdaki
âyetler indi. [68]
Diğer bir rivayet:
Ebû Cehl bir gün
Peygambere, «Seni ne suçluyor, ne de yalanlıyoruz; ancak getirdiğin şeyi kabul
etmiyoruz.» demişti. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler inmiştir. [69]
Başka bir rivayet:
Hars b. Âmir,
Kureyşlilerden birkaç adamla birlikte Resûlüllah (A.S.) Efendimize gelip
dediler ki: «Senden önceki peygamberler nasıl kendi kavmlerine birtakım
mu'cizeler göstermişlerse, sen de bize (bizim arzu ettiğimiz) bir mu'cizeyi
göster, o takdirde sana imân ederiz.»
Bu sebeple yukarıdaki
âyetler inmiştir. [70]
«En şiddetli belâ
peygamberleredir. Sonra da derece derece değişir. Kişi dinine bağlı bulunduğu
oranda belâ ile karşılaşır. Dinine sıkı sıkıya bağlanmışsa, belâsı şiddetli
olur; dininde gevşek ise, ona göre belâya (çetin sınava) uğrar. Böylece belâ
(çetin sınav) kuldan hiç ayrılmaz, O, yeryüzünde hatasız (günahsız) gezinçeye
kadar onu terketmez.» [71]
«Gerçekte onlar
seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler bile bile Allah'ın âyetlerini
inkâr ediyorlar.»
Âyetin iniş sebeplerinden
de anlaşıldığı gibi, Mekke ileri gelenleri Peygamber (A.S.) Efendimize,
yalancı, diyemiyorlardı. Ancak kişisel çıkarlarına, biraz da onurlarına ve
başolma sevdalarına dokunduğu için getirdiği, ortaya koyduğu dini hayal ürünü
sayıyor, Muhammed'in (A.S.) ister istemez böyle bir hayale kapıldığını iddia
ediyorlardı. Bazan bu iddiaları büsbütün ölçüsünü kaçırıp iyice saçmalıyorlar;
Peygambere, sihirbaz, eskilerin masallarını anlatan hikayeci, şâir ve benzeri
şeyleri yakıştırmaya çalışıyorlardı.
Ama her şeyden önce,
onların bu tuğyan ve hakka karşı başkaldırmalarında haset ve baş olma
arzusunun payı çok büyüktür.
Peygamberimiz (A.S.)
için «Yalan söylüyor» diyemiyorlardı, çünkü Mekke ve çevresi Muhammed'in (A.S.)
doğru bir insan olduğunu biliyor ve hiç tereddüt göstermeden kabul ediyorlardı.
el-Emîn = Güvenilir adam denilmesi de bundandır.
Kabe'nin hâcipliğini
yapmak, gelen hacılara su dağıtmak, toplanan şûraya başkanlık etmek onlar için
başlıbaşına bir şerefti. Bir de peygamberlik payesini buna eklersek, karşı
gruba bir paye kalmıyordu. Çünkü Hz. Muhammedi (A.S.) hak peygamber kabul
ettikleri takdirde ister istemez bütün bu şeref ve payeler Ona ve hanedanına
geçecekti.
İşte Kureyş ileri
gelenlerinin asıl endişesi bu idi.
Aşk insanı nasıl kör
ederse, kin ve haset de insanı öylece kör ve sağır yapar. Gerçek bu olunca, kin
ve haset ateşinin önünde ne kadar ahlâk, fazilet ve hakseverlik varsa hepsi
çiğnenip yakılır.
Başta Ebû Cehl olmak
üzere Mekke müşriklerinin son dine ve son nebiye karşı tutumları bu idi. Kur'ön
onların psikolojik yapılarını bu doğrultuda tasvir etmektedir. Çünkü her
derdin bir devası vardır. Ama haset, makam hırsı, şan ve şeref ihtirasının
devası yoktur. Ancak haset edilen, kin beslenen adamın yükseldiği makam ve
mertebeden başaşağı düşmesi veya ölmesi bu derdin ilâcı olabilir. [72]
«And olsun kiF senden önce gönderilen peygamberler
de yalanlanmıştir.»
Kur'ân ilgili âyetle,
Peygamber (A.S.) Efendimizi teselli ederken,daha önce gelip geçen her peygamberin
bu tür yalanlama, tehdit, eziyet ve kara sürme, çamur atma gibi saldırılara
mâruz kaldığını hatırlatıyor. Bunun böyle olmasında başlıca üç sebep vardır:
1. Büyük dâvaların, yüoe amaçların ancak büyük
himmetlerle, çetin mücadelelerle, üstün fedakârlık ve ferağat-i nefs ile
gerçekleşebileceğinde şüphe yoktur.
2. İnsanlar yükseldikçe düşmanları da o nisbette
çoğalır. Peygamber en büyük insan ve yüce makam sahibi olduğuna göre, ona
düşmanlık edenlerin de o nisbette azgın, inatçı, hilekâr, kinci ve hasetçi
olması normaldir.
3. Kişisel
çıkarların ön plâna alındığı bir ülke veya toplumda fazîletin ortam bulması çok
zor, hattâ bazan imkânsızdır. O gibi toplumlarda rezî-let önde gider.
Günümüzde de post
kavgasına tutuşanların bitip tükenmiyen tartışma ve sürtüşmeleri -hiçbir
fazîlet kıstası tanımaksızın- gemi azıya alıp gitmektedir. Kişisel çıkarların
ön plânda tutulduğu her ülkede durum bundan farksızdır. Ama neticesi çok
tehlikeli ve üzücüdür. Frenlenmediği takdirde ülkeye pek pahalıya mal olur. [73]
«Allah'ın (va'dettîği)
sözlerini değiştirecek (hiçbir kuvvet) yoktur.»
Haktan yana olup,
sebepler zincirine tutunarak insanlığın saadeti için Allah isminin daha yüce
olması amacıyla bâtıl ve küfürle mücadele edenlere, Allah'ın yardım edeceği
va'dedilmiştir. Bu Onun sünneti gereğidir. Allah verdiği sözünden asla dönmez.
Kendisiyle kulları arasındaki imkân sınırı, değişmiyen sünnetidir. Bu sınıra
gelebilen mü'minlere mutlaka yardım ve rahmet kapıları açılır. Gelemiyenlerin
şikâyetçi olmalarına gerek yoktur; kendilerini kınamaları daha uygun olur.
Çünkü Allah'ın kanunları değişmez. O kanunlara uyanlar mutlu, uymayanlar mutsuz
olurlar.
O halde mü'minler dış
görünüşüyle ne kadar hizmet verirlerse versinler, eğer nefsleri önde gidiyorsa
veya belirtilen sınıra kendilerini sistemli biçimde getirememişlerse, o
takdirde Allah'ın yardımına mazhar olmaları düşünülemez.
Özetliyecek olursak,
Sünnetullah gereği, Allah'ın yardımı şartlıdır. Mü'minlerin tutumu, hizmeti ve
mücadelesi şartlarla uyum halinde ise, yardıma erişirler; değilse erişemezler.
Kur'ân bunu bir cümle ile özetlerken şöyle diyor: «Ey iman edenler! Eğer siz
Allah'a (Onun dinine, peygamberine ve O'nun yolunda olanlara) yardım
ederseniz, o da size yardım eder de ayaklarınızı sabit kılıp kaydırmaz.» [74]
Mekke ileri
gelenlerinin çoğu, belirttiğimiz gibi, Muhammed'e (A.S.) inanıp uyacak olursak
şeref ve itibarımız düşer, artık baş değil uydu oluruz, ister istemez Onun
emirleri altına gireriz, diye düşünüyorlar ve bu duruma düşmemek için de
şiddetli muhalefet gösteriyorlar, düşmanlıkta çok ileri gidiyorlardı. Ama hepsi
de Muhammed (A.S.)ın yalan söylemediğini çok iyi biliyor, ancak peygamberlik
iddiasında yanıldığına, bazı hayallere kapıldığına hükmediyorlardı. Hedef;
makam, şeref, söz sahibi olmak gibi geçici ve arızî sıfatlar olunca, ara yerde
hak ve fazilet çiğnenir, ölçü ve ahlâk diye bir şey kalmaz; bu açıdan bakınca
Mekkelilerin o günkü tutumları daha iyi anlaşılır.
Her şeye rağmen inananların
her geçen gün artması onları çileden çıkarıyor, Muhammed (A.S.) sevgisini gönüllerden silmek için
hileli yollara başvuruyor, akla gelmedik âyetler, mu'cizeler istiyorlardı.
Halbuki Hz. Peygamberin (A.S.) kendisi, inen vahiy ve okunan Kur'ân başlıbaşına
birer büyük mu'cize idi. Okur-yazar olmayan bir kimsenin, çok koyu cehaletin
hüküm sürdüğü bir ülkede ortaya çıkıp en büyük edipleri susturacak, dünyanın
hareket halinde olduğunu, ay ve güneşin birer hesap dahilinde hareket
ettiklerini söyleyerek ilim adamlarını derin uykudan uyandıracak, şahıs, aile
ve amme hukukunu bütün ayrıntılarıyla koyacak, çok mükemmel âyetler, sûreler
yazdırıp okuyanları hayran bırakacak.. Bu, mümkün mü? Tarihte, bunun bir
benzeri var mıdır? Gerçek bu olunca, Hz. Muhammed (A.S.)ın kendisi büyük bir
mu'cize ve ilâhî âyet değil de nedir? Kin ve ihtiraslarından bu mu'cizeyi
göremiyenlere başka mu'cize göstermenin ne yararı olabilirdi?
Bugün de Peygamber ve
Kur'ân mu'cizeleri bütün tazeliğiyle daha belirgin bir halde ortada durmuyor
mu? Onbeş asır geçtiği,, ilim ve teknikte akıllara durgunluk veren başarılar
sağlandığı halde Kur'ân'ın tıp, astronomi, biyoloji, zooloji, anatomi ve
benzeri konularda getirmiş olduğu ana fikirlerin yanlış olduğunu ortaya koyan
bir belge var mıdır? Her geçen gün gelişen ilim Kur'ân'ı tasdik etmiyor mu? Bu
büyük mu'cizeyi göremiyen inkarcılara, materyalistlere, komünistlere başka
mu'cize göstermenin bir yararı olur mu? Olmaz: çünkü beyinler iyice yıkanmış,
kalbierden kutsal hava alınmış, ruhlar katledilmiş, vicdanlar silik hale
getirilmiştir. Onlar için hareket noktası ya düşünce, ya da maddedir. O halde
yerin derinliklerine inmek veya göğe yükselmek için bir merdiven koymak,
meseleye çözüm getirmiyecektir. Günümüzün insanı bu iki hususu biraz gerçekleştirmiştir;
ama çoğu hâlâ Allah'ın kudretini tanımamakta, O'na şükretmemektedir. [75]
Eğer Allah dileseydi, onları doğru yol üzerinde
toplayıp biraraya getirirdi.»
Allah dileseydi. bütün
insanları, hakkı hiç tereddüt etmeden kabul edecek özellikte yaratırdı. O
zaman ne inkâr, ne de imân bilinirdi. Kimin ne olduğu ayırt edilmez, yeryüzü
melekleşmiş insanların eyleştiği bfr dünya olurdu.
İlk hatıra gelen,
böyle bir dünya yaratmak mümkün iken neden kavgalı, elemli, fırtınalı,
inkarcı, tuğyan edici bir dünya yaratılmıştır, hususudur. Cidden bu, insana çok
çekici gelmekte ve âdeta özlemini duymaktayız. Ama iyice düşündüğümüzde,
gerçeğin hiç de öyle olmadığını anlar ve Ya-ratan'ın yüksek hikmeti karşısında
secde etmekten başka bir şey düşünemeyiz.
Eğer hayal ettiğimiz
biçim ve ölçüde bir dünya yaratılsaydi, hayat ne bu kadar hareketli ve hızlı
olur, ne yeryüzü bayındır hale gelir, ne ilmî araştırmalar yapılırdı.
Tartışma, sürtüşme, inceleme, savaş, sanayi diye bir canlılık görülmezdi. Bir
bakıma hayat durur, atalet hüküm sürerdi.
O zaman melekler
varken insanların yaratılmasına gerek kalmazdı. Bir an hikmetin gereği kabul
etsek bile, peygambere, kitaba ihtiyaç kalmaz, kıyamette hesap, adalet ve
şefaatin yeri olmazdı.
Çünkü insanı harekete
geçiren, zıtların çatışması, muhaliflerin karşı çıkması, ihtiyaçların ardarda
kendini hissettirmesidir. Hareketsiz, ilimsiz, tartışmasız, mücadelesiz bir
dünya hayatının hiç bir anlamı yoktur; kı-sacasıi dünyanın yaratılması hikmet
dışı kalırdı.
İşte bu hikmetlerle,
Allah insanların hepsini doğru yol üzerinde biraraya getirip toplamadı. Her
insanı donattığı akıl, zekâ, hafıza, anlayış, idrâk ve iradesiyle bulunduğu
ortamla başbaşa bıraktı. İçinde fırtına koparacak zıt kuvvetlen yerleştirdi.
Dış âleminde de zıt kuvvetler meydana getirdi. Böylece insan hayatına
canlılık, hareket, hız kazandırdı, İhtiraslar yarışına kapıları açık tuttu.
Aşırı gitmelerini önlemek, zulüm ve tuğyanı durdurmak için yardımcı unsurlar
gönderdi. Kendisini tanıtmak suretiyle dengeyi sağlamayı murat etti.
Bütün bu hakikatleri
kavrayamıyan ölülere Hakk'ın sesini duyurmak, ilâhî âyet ve mu'eizeleri
göstermek çok zor, bazan imkânsızdır... İnanmak için her türlü araç-gereç
hazır, ama onun çatısını kuracak usta ellere ihtiyaç var. Yani köklü ve ciddi
bir eğitime -suya ekmeğe ve havaya olan ihtiyaç kadar- ihtiyaç var.. [76]
Yukarıda geçen
âyetlerle inkarcıların son dine karşı tutumları belirîildi. Nasıl bir hırçınlık
içinde kin beslediklerine işaret edilerek her gelen peygamberin buna benzer
pürüzlerle karşılaştıkları hatırlatıldı ve Resû-lüllah (A.S.) Efendimiz bir
bakıma teselli edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
inkarcıların başka bir taktiğe başvurdukları, apayrı bir mu'aize istedikleri,
amaçlarının inanmak değil. Peygamberin âciz olduğunu ortaya koyup inananların
ona olan bağlılığını sarsmayı plânladıkları hatırlatılıyor. Yeryüzünde
debelenen hayvanlarla, havada uçan kuşların da birer ümmet olduklarına
dikkatler çekilerek aklını kullanabilen kişiler için bu canlıların her birinin
bir mu'cize olduğuna işaret ediliyor. Ne var ki inkarcı ve maddecilerin görecek
gözü, işitecek kulağı bulunmadığı, bu yüzden kesif karanlıklar içinde
kaldıkları açıklanıyor. Çünkü cehalet, inkâr, inat ve hasedden daha kötü
karanlık yoktur. [77]
37— Ve ona (Muhammed'e) Rabbinden bîr başka âyet
(herkesi inandırıcı mu'cize) indirilseydi ya, derler. De ki :AIIah'ın bir âyet
(mu'cize) indirmeye mutlaka gücü yeter. Ne var ki onların çoğu (bu yüce
kudreti ve ilâhî sünneti) bilmezler.
38— Yeryüzünde yürüyüp hareket eden her hayvan,
kanatlarıyla uçan
her kuş, sizin gibi
birer ümmettirler. Kitap'ta hiçbir şeyi eksik bırakmadık ve ihmal de etmedik.
Sonunda (hepsi de) Rablerine haşrolunurlar.
39—
Âyetlerimizi yalanlıyanlar ise, karanlıklar içinde bir sürü sağırlar ve
dilsizlerdir. Allah dilediğini doğru yoldan saptırır; dilediğini de dosdoğru
yol üzerinde bulundurur.
«Eğer köpekler de
ümmetlerden bir ümmet olmasaydı, öldürülmelerini emrederdim.» [78]
«Allah ilk önce
kalem'i yarattı ve ona «yaz!» dedi. Kalem «ne yazayım?» diye sordu. Allah,
«Kıyamete kadar olmuş, olacak her şeyi yaz» diye buyurdu. Kalem'in mürekkebi
kurudu, sahifeler dürülüp kaldırıldı.» [79]
«Kıyamet günü mutlaka
hakları asıl sahiplerine ödiyeceksiniz; hattâ boynuzsuz koyunun hakkı boynuzlu
koyundan (kısas yapılarak) alınacaktır.» [80]
«(Mi'rac Gecesi)
Cebrail benimle yükseldi, derken öyle bir düzeye geldim ki, kalemlerin gıcırtı
seslerini duydum.» [81]
Bu hadîsin izahı,
En'âm Sûresi 17. âyetin tefsirinde yapılmıştır. [82]
«Ve O'na
(Muhammed'e), Rabbinden bir başka âyet indirilseydi ya, derler.»
İnkarcılar,
maddeciler; herkesi susturacak ve her görenin inanmasını sağlıyacak nitelik ve
özellikte bir mu'cize istiyorlardı. Oysa, hakiki imân, mu'cizeden ziyâde,
anlayış, kavrayış, akl-i selîm, sağduyu, irâde ve idrâk meselesidir. İnsan,
akıl ve zekâ denilen manevî gücünü kâinat kitabına çevirip, ilâhî kudretin
yüceliğine delâlet eden satırları, kelimeleri bir bir incelediğinde Yaratanına
daha çok yaklaşmış olur. Varlık âleminde sergilenen eşsiz ve benzersiz âyet ve
belgelerin karşısında durup düşündüğünde imânı artar ve olgunlaşır.
İşte kendini,kendi
irâde ve aklıyla bu düzeye getirebilen bir mü'minin başka bir mu'cizeye
ihtiyacı kalmaz. Çünkü kâinat ve ondan bir parça sayılan insan mu'cizelerle
dolup taşmaktadır. İnsan beyninin hafıza merkezinde milyarlarca eşyanın şekli,
rengi ve özelliği, sesi ve hareketinin tüm ayrıntılarıyla muhafaza edilmesi, kâfi
bir mu'cize değil midir? Kör ve sağır maddenin bu kadar mükemmel bir cihaz
yaratması mümkün müdür?
Kendini bu düzeye
getirmiyen inkarcılara istedikleri mu'cizeyi getirmenin ne yararı olabilir?
İnkâr karanlıklarında irâdesini kaybeden beyni yıkanmışların ne görecek
gözleri, ne işitecek kulakları kalmıştır.
Hem onların istediği
bir mu'cize indiği takdirde, inansalar bile böyle bir imânın ne değeri
olabilir? Çünkü akıl ve irâde, idrâk ve iz'an ürünü değildir. Allah katında en
makbul imân, sözü edilen yeteneklerin ürünü olanıdır. İnen mu'cizeye
inanmadıkları, yani yine tatmin olmadıkları takdirde, onlara en şiddetli azabı
hazırlar ki, buna dayanmak çok zordur.
Görülüyor ki, onların
istediği nitelikte bir mu'cize indirmek ve sonra da inanmadıkları takdirde
oniarı şiddetli bir azaba uğratmak, ilâhî rahmet ve sünnete ters düşmektedir.
Bu bakımdan arzulan yerine getirilmemiştir. [83]
«Yeryüzünde yürüyüp hareket eden her hayvan,
kanatlarıyla uçan her kuş, sizin gibi birer ümmettirler.»
Allah'ın varlığına,
birliğine inanmak için delil, büyük mu'cizelerden sayılan insanın kendi
yaratılışıdır. İnkarcılara bu yetmiyorsa, güneş sistemi, dünyanın bu sistem
içinde plânlı, hesaplı, ölçülü ve düzenli hareketleri hatırlatılıyor. Bu da
yetmiyorsa, yerde hareket halinde olan ve havada ucan hayvanlara dikkat
edilmesi, tavsiye ediliyor.
Canlılardan her türün
belli bir amaca yönelik yaratıldığı muhakkak. Boşuna ve gereksiz hiçbir şeyin
yaratılmadığı da bilimsel araştırmalarla kesinlik kazanmıştır. Her canlı,
türünün özelliğine ve kalıtım yoluyla gelen niteliklere göre, kendi hayatını
devam ettirmekte, milyonlarca yıl önce ilk yaratılan babalarının yaptığını -hiç
şaşırmadan, yanılmadan- Allah'ın sunduğu içgüdüyle sürdürmektedir. Aklı eren
veya aklını kullanabilen kişiler için bunlar birer inandırıcı âyetler değil
midir? Zoolojiyle uğraşan ilim adamlarının bugüne kadar yaptıkları tesbitler,
akıllara durgunluk verecek hikmet ve esrarı beraberinde taşımaktadır.
Ya havada uçan kuşlar?
Uçabilmeleri için kemiklerinin iliksiz olması, yağmurlu havalarda ıslanmamaları
için vücutlarının ince bir yağ salgıla-masıyla tüylerinin kaygan hale gelmesi
Allah'ın yüce kudretini yansıtan mu'cizeler değil midir?
Evet, onlar da bizim
gibi birer ümmet.. Yaradanı bitmekte, Onun sünnetine uymakta, O'nu teşbih
etmekte, içgüdüsüyle ibâdetini yerine getirmekte, birbiriyle anlaşıp üremekte,
aile yuvası oluşturmakta, neslini korumakta, rızkını elde etmeğe çalışmakta,
büyüyüp ölmektedirler.
Küfür karanlığında,
madde ve şehvet çukurunda bir ömür tüketen körler ve dilsizler bütün bu
harikaları düşünecek, anlayacak, âlemlerin Rabbini tanıyacak ruha sahip
değillerdir. Allah ise, varlık âlemine yerleştirdiği sünnetine uyanları doğru
yola eriştirir, uymayanları sapıttırır. [84]
«Kitap'ta hiçbir şeyi
eksik bırakmadık.»
Burada KİTAP
denilince, gene! anlamda anlaşılan iki kapak arasındaki kitap hatıra
gelmemelidir. Daha çok iki önemli husus üzerinde durmamızı gerektirmektedir:
Birincisi «UMMÜ'L-KITAP = LEVH-İ MAHFUZ, diğeri Allah kelâmı KUR'ÂN-I KERÎM.
Üçüncü bir ihtimalle de, KÂİNAT KİTABI akla gelebilir. Çünkü varlık âleminin
kendisi baştan sonuna kadar ilâhî kudret kalemiyle çizilip hazırlanmış, yazılıp
düzenlenmiş muhteşem bir kitaptır.
LEVH-İ MAHFUZ =
Korunan Yazılı Levha, Kalem-i A'lâ = En Yüce Kalem'in «yaz!» emriyle kıyamete
kadar olmuş olacak her şeyi bu levhG-ya yazıp sonuca bağlamasıyla
gerçekleşmiştir. Böylece mürekkebi kurumuş ve yazilan Levha kaldırılmıştır. [85]
«Allah ilk önce kalemi
yarattı ve ona, yaz! dedi. Kalem, ne yazayım? diye sordu. Allah, Kıyamete kadar
olmuş, olacak her şeyi yaz! diye buyurdu......»[86]
mealindeki hadîs ile, «Bilmezmisîn ki Allah mutlaka gökte ve
yerde olanları bilir.
Şüphesiz ki, bunların hepsi kitap'da (yazılı)dır ve bunlar elbette Allah'a pek
kolaydır.» [87]âyeti ve «Ömrü uzayanın
ömrünün uzaması ve ömrü kısalanın ömrünün kısalması, mutlaka Kitap'ta
(yazılı)dır. Şüphesiz kî bu da Allah'a göre çok kolaydır.» [88]
âyeti, LEVH-İ MAHFUZ
denilen Kitab'a işarettir.
Allah'ın ezelî ve
ebedî ilmi her şeyi kapsayıp kuşatmıştır. Varlık âleminde olmuş, olacak her
şey eksiksiz oraya kaydedilmiştir. Bu, ilâhî ilmin malûmata = bilginin bilinene
tabi' olması anlamında yorumlanır, O nedenle herkes yaptığından sorumludur.
Kur'ân-ı Kerîm ise,
yeryüzünde yaşıyan insanların dünya ve âhiretle-rini mutlu edecek hükümleri,
emir ve tavsiyeleri, esas ve prensipleri kendinde toplayan bir Kitap'tır. Bu
nedenle onda hiçbir eksiklik bırakılmamıştır. Ne var ki her devirde yeni yeni
açıklamalar isîiyen, her cağa hitap ettiği için bulunduğu cağa ait kapısının
açılmasını fısıldıyan bir kitaptır. Bu kitabın büyük ilim adamlarına, ciddi
araştırıcılara, samimi mü'minlere kapısı her zaman açıktır. [89]
Yukarıda geçen
âyetlerle, inkarcıların ölçüsüz mu'cize isteklerine dokunuldu, ilâhî kudrete
inanmıyanlar, varlık alemindeki milyonlarca mu'ci-zeyi göremediklerine göre,
isteklerine uygun indirilecek bir mu'cizeye de inanmıyacakları hatırlatıldı.
Sonra yeryüzünde hareket halinde olan hayvanlarla havada uçan kuşlara
dikkatler çekildi, her türün ayn bir ümmet olduğu belirtilirken, ilâhî kuvvet
ve kudretin her hayvanın varlığında ışıl ışıl kendini hissettirdiğine işaret
edilerek mu'cizelerin her gün yüzlerce misâlinin gözlerimizin önünde dönüp
dolaştığı haber verildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
küfredenlerin Allah'ı, âhireti. Peygamber ve Kitab'ı inkâr da etseler, doğuştan
içlerinde din ve Allah duygusunun mevcut olduğu açıklanıyor. Bir felâket
anında dinsizlerin ve inkarcıların ister istemez Allah'ı hatırlayıp kurtuluş
dileğinde bulunacakları, düşündürücü bir delil olarak gösteriliyor. Böylece
insan aklını ve mantığını harekete geçirmenin yol ve yöntemi üzerinde
duruluyor.
Bütün günah ve
isyanlara rağmen refah ve mutluluk insanların üzerine dqkülüp geliyorsa, bunun
sonunun acı bir felâket olacağı haber veriliyor. Ola ki, inkarcılar tuttukları
yanlış yoldan dönerler. [90]
40— De ki: (Ey inkarcılar!) bana haber verin;
size Allah'ın azabı gelecek olsa veya kıyamet saati gelip çatsa Allah'tan
başkasını mı çağırır, duâ edersiniz? Doğrulardan iseniz (söyleyin gerçeği)..
41— Herhalde ancak Allah'a duâ edersiniz de
dilerse O, (korkup) kendisine duâ ettiğiniz şeyi giderir; siz de O'na ortak
koştuğunuz şeyi unutursunuz.
42— And olsun ki, senden önce (gelip geçen)
ümmetlere peygamberler gönderdik, (muhalefet ettikleri için) onları -yalvarıp
yakarsmlar diye-sıkıntı, darlık ve bunaltıcı şeylerle yakaladık.
43— Onlara darlık ve sıkıntımız geldiği zaman
yalvarıp yakarsaydılar ya; ama nerede, kalbleri katılaşmış ve yapageldikleri
şeyleri şeytan onlara süsleyip çekici yapmıştır.
44— Ne vakit ki, kendilerine yapılan hatırlatmayı
unuttular; her şeyin kapılarını onlara açtık; sonunda verilen şeylerle
sevinip ferahladıklarında ansızın
kendilerini yakalayıverdik de ümitlerini yitirdiler.
45— Böylece zulmedenlerin ardı-arkası kesildi.
Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun..
«Doğan her çocuk
mutlaka fıtrat (din ve Allah duygusu ve düşüncesi) üzere doğar. Sonra ana-babası,
(çevresi) onu ya Yahudîleştirir, ya Hıris-tiyanlaştırır, ya da ateşperest (ve
dinsiz) yapar» [91]
«Allah'ın kuluna,
günah ve isyanlarına karşı dünyalıktan onun sevdiği şeyleri verdiğini gördüğün
zaman (bil ki) bu ancak bir istidrac (bir mühlet ve yavaş yavaş helake doğru
yaklaştırmaktır.» [92]
«Allah (lâyık olan)
bir kavm (topluluk, ya da millet)in devam edip yaşamasını, ya da gelişip
büyümesini dilediği zaman, onlara tutumlu ve âdil olmayı, haramdan sakınıp
iffetli yaşamayı nasîp eder. (Ahlaksız olan) bir kavmi de bölüp parçalamak
istediğinde, onlara (amellerine uygun) hiyâ-net kapısını açar (o millet
birbirlerine hile ve hiyânette yarışırlar) da bu suretle kendilerine verilen
(nîmetler)le sevinip ferahlanırlar ve Allah da onları ansızın yakalar, bir de
bakarsın umutsuzluğa düşmüşlerdir.» [93]
«Şüphesiz ki adam
işlediği günah sebebiyle (bir gün gelir) rızıktan mahrum olur ve kendisine
musibet dokunur. Kaderi ise ancak duâ geri çevirir, ömrü de ancak iyilik
(hakseverlik) artırır.» [94]
»De ki: (Ey İnkârcılar!) bana haber verin,
size Allah'ın azabı gelecek olsa veya kıyamet saati gelip çatsa Allah'tan
başkasını mı çağırır, duâ edersiniz?»
Psikolog ve
sosyologların iddia ettiği gibi, dinler ilkel insanların bazı tabii olaylardan
korkup bir sığınak aramala'rı, kurtarıcı manevî bir gücün varlığına yavaş yavaş
ilgi duyup inanmaları sonucu doğmamıştır. İlgili âyette de belirtildiği gibi,
din ve Allah duygusu doğuştan insan ruhunun derinliğine yerleştirilmiştir.
Bunun sağlıklı biçimde ortaya çıkması için düzenli bir ortama ihtiyaç vardır.
Peygamberimizin bu konudaki hadîsleri bize yeterince, ışık tutmakta ve
doğuştan var olan din ve Allah duygusunun ana-babanın, çevrenin olumlu olumsuz
eğitimiyle hak, ya da bâtıl biçimde ortaya çıkacağını haber vermektedir.
Nitekim bâtıl dinlerin
doğmasının sebeplerinden biri, hak dinin zamanla unutulması ve bu yüzden şekil
ve mâna değiştirmesi ise, diğeri doğuştan her insanın içinde, ruhunun
derinliğinde din ve Allah duygusunun mevcut olmasıdır. Yanlış bir muhit, ters
bir çevre o duyguyu bâtıl yönde geliştirir ve sonunda putperestliğin, bazı
canlılara, güneş ve ay'a tapınmaların ortaya çıkmasını sağlar. Böyle de olsa,
büyük bir felâket gelip çattığında insan ister istemez putların da, fânilerin
de çok ötesinde yüoe bir kudretin varlığını için için duyar ve farkına
varmadan ondan yardım ve umut bekler.
Dinsizliğini ilân eden
bir insanın içindeki o gizli duygu zaman zaman fısıldar da dine gerek var mı,
yok mu tartışmasına kapı açar. Çünkü içinde onu buna zorlayan bir kuvvet
mevcuttur. Maddeci (materyalist) ya da komünist bir kimse, yine içinde gizli
duran o duygunun vakit vakit kıpır-damasıyla Allah var mıdır, yok mudur,
kıyamet ve yeniden dirilme olacak mı, olmıyacak mı? sorusunu ortaya atar. ve
diliyle, mantığıyla onu inkâr etmeğe çalışsa bile içinde onun var olduğunu
hisseder ve bu hissini yenmek ister ama bir türlü yenemez.
Mekke putperestleri de
yeri ve sırası geldikçe putlarının çok ötesinde bir ilâh'ın varlığını söyler ve
çok tehlikeli anlarda, ister istemez o kudreti hatırlarlardı. Kur'ân'da birkaç
yerde onların bu halinden sözedilir.
Tıpkı tohumun içinde
gizli duran meyva ağacı gibi, usta bir ziraatçiye, iyi bir toprağa düşerse,
mükemmel bir meyva ağacı ortaya çıkar; çorak bir yere, beceriksiz ve bilgisiz
ellere düşecek olursa, ya tamamen kurur, yo da cılız ve meyvasız yetişir. Ama
her iki durumda da tohumun içinde meyva ağacının özü ve mayası mevcuttur.
Kur'ân bu gerçeği
hatırlatarakjnsanı Allah ve din hakkında derinder derine düşünmeye, akıl ve
mantığını iyice kullanmaya davet ediyor: «Df ki : (Ey inkarcılar!) bana haber
verin; size Allah'ın azabı gelecek olsa ve
ya kıyamet saati gelip
çatsa, Allah'tan başkasını mı çağırıp duâ edersiniz?»
Bir numaralı hadîs de
bu âyeti açıklamaktadır. [95]
«And olsun ki, senden
önce (gelip geçen) ümmetlere peygamberler gönderdik. {Muhalefet ettikleri
için) onları -yalvarıp yakarsmlar diye- darlık ve bunaltıcı şeylerle
yakaladık.»
Din ve Allah duygusunu
yanlış istikamette geliştiren inkarcı putperestler, gönderilen her peygambere
karşı gelmişlerdir. Böylece hak ile bâtıl arasında sürtüşme ve tartışma
doğmuştur. Gerçi bu bir bakıma tez-antitez düzeyinde meydana gelen ve ilâhî
kanun gereği olanj ruhun bir aksiyonudur. Ancak murad-i ilâhî, insanların
sapıklık ve inançsızlık vadisinde inat-laşıp bir ömür tüketmesinden yana
değildir. O nedenle inkarcıların dönüş yapması için bir takım fırsatlar
verilir: Aşırı inkâr ve tuğyandan sonra sıkıntı ve üzüntüler başgösterir.
Çetin bir sınav başlar. Allah'a yönelme duygusu ağırlık kazanırsa, ilâhî
rahmet bütün genişliğiyle tecelli eder.
Nitekim büyük felâket
ve musibetler gelip çattığında, inançsızlarla putperestlerden kimi, gelip çatan
felâketi putların değil, onların ötesinde yüce kudret sahibi Allah'ın
kaldırabileceğini düşünerek ona el açıp yalvarırken kiminin de küfür ve inkârı
artar. Çünkü, geçen günlerinde içinde bulundukları fazla refah, onları hem
Allah'ı anmaktan ya da O'na inanmaktan, hem âhireti hatırlamaktan ve
sorumluluk duygusu taşımaktan alıkoymuştu. Felâket, sıkıntı, dert ve üzüntü
ise, insanı az-çok Cenâb-ı Hakk'a çevirir. Zaten hayatın yolu da böylesine
zikzaklı uzayıp gider.
Bütün bunlar Hakk'a
yönelmenin metot ve kurallarını hazırlar. Yeter ki düşünebilen kafalar, anlayabilen
kalbler, gören gözler, işiten kulaklar bulunsun. [96]
»Ama nerede, kalbleri katılaşmış...»
Kendi varlığındaki
ilâhî mu'cizeyi, vücut yapısındaki kudret kaleminin çizgilerini, rahmet
fırçasının çok düzenli ve ahenkli işleyişini göremiyen ve
her geçen gün kalbleri
maddenin katılığıyla katılaşanlar, günah ve isyan bataklığına doğru kendilerini
adım adım itmiş olurlar. Refah ve mutluluk kapıları, bataklığın çevresindeki
bitki örtüsü gibi aldatıcı ve tehlikeyi kamufle edicidir. Dünyalık öylelerine
dört bir taraftan akıp gelir. İnkarcılar, günahkârlar bu refahın mahmurluğu
içindeyken ilâhî sünnet hükmünü yürütür; bir anda her şey alt-üst olabilir.
Ferahlık ve sevinç, yerini umutsuzluk, karamsarlık, elem ve kedere terkeder.
Milletlerin hayatı da
böyle : İlk gelişme, millet olma devresidir. Bu devrede haktan yana olma
gayretleri önde gider. Buna o milletin çocukluk, devresi de diyebiliriz.
İtinayla yetişme ve gelişme ölçüsü hâkimdir. Temeli oluşturulmuş millet olma,
ekonomik yönden de gelişme ve güçlenme devresi başlar. Bu devre o milletin
gençlik çağıdır. Bir takım ölçüsüzlüklere, refahın verdiği sarhoşluğa kapı
açmadan sağlıklı biçimde organize edilirse, ömrü uzun olur. Aksine şımarıklık,
ölçüsüzlük, inançsızlık başgösterir, şahsî çıkarlar ön plânda yer alırsa,
kalbler kısa zamanda katılaşır; hakkı unutma, ya da inkâr devresine girilmiş
olur, Kutsal değerlerle alay edilmeye başlanılır, Allah'a ihtiyaç kalmadığı
zannı kafaları bir örümcek ağı gibi kaplar. Tezelden mal ve servet sahibi olma
ihtirası o milletin benliğine sızar ve ahlâksızlık dörtnala yol almaya başlar.
Artık bunun ardından büyük bir felâketin geleceğini söylemek hiç de kehanet
sayılmaz. Çünkü Allah'ın değişmiyen kanunlarından biri de budur. Belirtilen
düzeye gelen bir milletin dış görünüşü refah ve mutluluk va'detmekte, iç
yapısı felâketin haberini vermektedir. Hemen uyanma ve dönüş olmazsa, mukadder
âkibetin çanları çalmaya başlar.
Hakk'a sırt çeviren,
kutsal değerlerle alay eden, insan haklarını hiçbir ölçü ve sınır tanımaksızın
çiğneyen âsi ve günahkâr bir milletin temeli sarsılır ve yıkılmaya yüztutar.
Kısa bir süre sonra zalimlerin ardıarkası kesilir. Allah'ı unutan, ya da inkâr
eden bir milletin sonu böylesine hazin olur. Hamd, âlemlerin Rabbi Allah'a
olsun.. [97]
Ereeyteküm: Bu tabirin
Türkçemizde sözlük olarak tam karşılığı «Sen veya siz gördünüz mü?»dür. Böyle
bir deyim, ya da anlatım şekli bizde yoktur. Arapçada ise, bu, kelimenin sözlük
anlamına göre değil, «Bize haber verin!» anlamın-da kullanılır. (TE) ve (KÜM)
te'kit içindir.
Be'sâ' : Şiddet,
sıkıntı, şiddetli yokluk, kıtlık, aşırı açlık gibi daha cok mal ve servete
dokunan musîbet, inen felâket, demektir.
D a r r â : Daha çok
cana dokunan hastalıklar, dertler ve sıkıntılar, demektir. [98]
Yukarıda geçen
âyetlerle, din ve Allah duygusunun doğuştan insanlarda var olduğu, bedene
yerleşen her ruhun bu inançla donatıldığı hatırlatıldı. Felâket anlarında,
dinsizlerin, inkarcıların ve putperestlerin ister istemez her şeyin üstünde
var olan yüce bir kudrete el açıp yalvardıkları, çoğunun «Allah!.» diye
inlediği, feryat ettiği bundandır. Âyet, bu hakikati hatırlatırken beşer aklını
ve vicdanını harekete geçirmeyi amaçlamaktadır.
Sonra inkarcıların
günah, isyan ve tuğyanlarına rağmen kendilerine bol nîmet kapılarının
açılmasının çetin bir sınav olduğu, uyanma olmazsa, felâketin yaklaşmakta
bulunduğu çok duyarlı biçimde işlendi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'ın varlığına, kudretinin eşsizliğine delâlet eden ve her biri başlıbaşına
bir mu'cize sayılan kulak, göz ve kalb nimetlerine dikkatler çekiliyor.
İnsanların kendilerine hazırladıkları tehlike haberi veriliyor. Peygamberlerin
müjdeciler ve uyarıcılar olarak gönderildikleri ve onların kişisel ihtirasları
bulunmadığı hatırlatılarak, kurtuluşun onlara uymakla gerçekleşeceği
bildiriliyor. [99]
46— De ki: Haber verin bana, eğer Allah
işitmenizi ve gözlerinizi alıç, kalblerinizin üzerini mühürlerse, Allah'tan
başka hangi ilâh onu size getirir? Dikkat et, âyetlerimizi nasıl türlü türlü
açıklayıp çeviriyoruz; sonra da onlar (inkâroı sapıklar) yüzçeviriyorlar.
47— De ki: Haber verin bana, eğer Allah'ın azabı
ansızın veya açıktan size gefecek olursa, zâlimler topluluğundan başkası mı
helak olur?
48— Biz, peygamberleri ancak müjdeciler ve
uyarıcılar olarak göndeririz. Artık kim imân edip kendini düzeltirse, onlar
üzerinde hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmiyeceklerdir de,.
49— Âyetlerimizi yalanhyanlara .ise, doğru yoldan
sapıp ilâhî sınırlan aşmaları karşılığında azap dokunacaktır.
Eğer Allah işitmenizi
ve gözlerinizi alır, kalblerinizin üzerini mühürlerse..»
Allah'ın varlığına,
birliğine, eşsiz kudretine delâlet eden üç önemli organdan sözediliyor.
İşitme, görme ve anlama.. İnsanın dış dünyasıyla temasını sağlıyan en yararlı
üç araç.. Bunların anatomik yapılarını açıklamamıza gerek yok. Daha çok işitme
görmeğe yardımcı olur, bu ikisi ise, kalbin anlamasını sağlar.
Hava titreşimiyle
gelen sesin kulak zarına çarpması ve beyinle ilişki kurup gelen sesin ne
olduğunu süratle tesbit etmesi, ne bir tesadüf, ne de bir tekâmül eseridir; ne
de şuursuz maddenin oluşturmasıdır. Cok yüksek bir fizikçinin ve anatomiyi en
mükemmel biçimde bilen bir kudretin, her şeyi belli bir plâna ve en ince
hesaplara göre yaratıp düzenliyen varlığın eseridir. Başka mu'cize aramaya ne
hacet, işitme duyumuz ilâhî kudrete yeterli delil değil midir?
Gözün de eşyanın
şeklini, boyutlarını, rengini görüp beyne intikal ettirmesi ve beynin de
süratie,görülen şeyi alıp hafıza merkezine iletmesi ve orada arşive alınması,
bu kadar mükemmel bir organı yaradan çok yüce kudretin varlığını kanıtlar.
Allah'ın varlığına, birliğine ve ilminin sınırsızlığına başka delil aramak,
güneşin varlığına delil aramak kadar gereksizdir. Çünkü güneşin kendisi kendi
varlığına delildir. Allah'ınjnsan denilen mükemmel eanlıyı en kıymetli eseri
olarak sunması, O'nun varlığının en açık belgesi değil midir?
Kalp ve beyin ise,
insan aklını âciz bırakan en büyük ve en mükemmel organlardır. Milyarlarca eşya
ve konuyu düşünüp anlayabilen kalp ve beyin, sadece düşünüp anlamakla
yetinmeyip kulak ve göz, koklama ve dokunma yoluyla tesbit edilen milyarlarca
eşyanın şeklini, rengini, kokusunu, boyutlarını hafıza merkezinde çok düzenli
biçimde arşivlemektedirler; istenileni anında verme plân ve düzenine
sahiptirler. Elektronik beyin bunların yanında çok basit kalır; kaldı ki o da
bu iki organın eseridir.
Allah şayet kulaksız
ve gözsüz bir insan yaratacak olursa, kim bu iki organı yaratma gücüne
sahiptir? Diğer bir yorumla, Allah varlık alemindeki sünneti gereği, kulağın
hak ve doğruyu işitmesine, gözün hak ve doğru olanı görmesine engel bir perde
koyup kalbi mühürlerse, hangi put, hangi ilâhlaştırılan fâni bu perdeyi
kaldırabilir ve mührü çözebilir?
O halde insana dış
dünyasıyla ilgi kurması ve bunu sürdürmesi, Allah'ını bilip O'nun hayat
kanununa uyması için sunulan bu yüce nimetler, yüksek değerdeki hayırlar
karşısında sonsuz kudret ve yüce hikmet sahibi Allah'a ibâdet etmemiz kadar
tabii ne olabilir? [100]
«De ki: Haber verin
ba-na, eğer Allah'ın azabı ansızın veya açıktan size gelecek olursa...»
Kur'ân burada iyice
düşünmemizi sağlamak için çok ince ve duyarlı bir anlatım kullanmıştır:
«Zâlimler topluluğundan başkası mı helak olur?»
İnsan için en büyük
felâket, malını ya da canını kaybetmek değildir. Yaratana âsi olup inkarcı ve
maddeci bir düşünce ve tutum içindeyken dünyaya veda etmektir. İman ve irfan
ile içini süsleyip dışını donatan kâmil insanın bir felâket nedeniyle ölmesi
saadetin kendisidir. Ama bu süsten mahrum olan inkarcının ölmesi, felâket ve
bedbahtlığın kendisidir.
O halele ansızın veya
açıktan gelecek olan ilâhî azap bilhassa zâlimleri kahreder: Önoe dünya
hayatına doymadan, arzularına ermeden, peşinde koşturduğu mutluluğu elde
etmeden dünyadan ayrılırlar. Sonra da inanmadıkları için elemli bir âleme
gitmiş olurlar. Çünkü gelen bir felâket yaş-kuru demeden hepsini yakıp kavurur;
ama herkes imân ve niyetine göre, yerini alır ve ona göre haşrolunur. [101]
<Biz Peygarnberleri ancak müjdeçiler ve uyarıcılar
olarak göndeririz.»
Peygamberlerin aslında
birçok görevleri vardır; meselâ, insanlarla Allah arasındaki engelleri
kaldırmak, Allah'a uzanan yolu işlek duruma getirmek, insan aklını ve idrâkini
harekete geçirip kullara Allah'ı tanıtmak, insan ruhunun yüeeliğiyle uyum
sağlıyacak bir hayat düzeni oluşturmak bu cümledendir. Ama bunların hepsini şu
iki esasta toplamak mümkündür: Peygamberler rahmet ve saadetin müjdecileri;
kötü yolun felâketle sonuçlanacağını haber verip, ilâhî gazaba götüreceğinin
uyarıcılarıdır.
Peygamberlerin ne baş
olma sevdası, ne kral olma arzusu, ne mal toplama ihtirası, ne de insanları
kendilerine kul-köle edinme istekleri vardır. Sıradan bir insan gibi basit bir
hayat düzeyinde kendilerini bulundururlar. İnsanlara Allah'ın varlığını,
birliğini, hazırladığı âhiret yurdunu tanıtmaktan ve bu doğrultuda onları
eğitmekten başka hiçbir kişisel çıkarları yoktur.
O halde peygamberler
en güvenilir kişilerdir. İnsanları aldatmaları söz konusu değildir. Çünkü
kendilerinden yana yonttukları hiçbir nesne yoktur.
Bu bakımdan Kur'ân,
Peygamberlerin bu müstesna özelliğini hatırlatarak insan aklını ve vicdanını
harekete geçirmek istiyor:
«Biz peygamberleri
ancak müjdeciler ve uyarıcılar olarak göndeririz. Artık kim imân edip kendini
(ona göre) düzeltirse, onlar üzerine hiçbir korku yoktur ve onlar
üzülmeyeceklerdir de..» [102]
Yukarıda geçen
âyetlerle Allah'ın varlığına, birliğine, kudretinin yüceliğine delâlet eden ve
her biri bir mu'cize sayılan üç organdan sözedildi. Bunca açık belgeler
karşısında hâlâ Allah'ı inkâr edenler varsa, bu, büyük bir haksızlığın ilk ve
son noktası olduğuna işaret edildi. Sonra da peygamberlerin asıl görevlerinin
iki önemli esasta toplandığı açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
peygamberin ana vasıflarına dikkatler çekiliyor, görevlerinin hedefi
belirleniyor, Kur'ân ile daha çok,âhirete imân eden kişileri uyarmanın yarar
sağlıyacağı hatırlatılıyor. [103]
50— De ki: Ben size, Allah'ın hazîneleri benim
yanımdadır, demiyorum. Gaybi de bilmem. Size elbette, ben bir meleğim de
demiyorum. Ben ancak, bana vahy edilene uyarım.
De ki: Görmiyenle
gören bir midir? Artık düşünmez misiniz?
51— Ve bunun (Kur'ân) ile, Rablarına haşrolunacaklarına (inanıp) korkanları uyar; onlara
Rablerinden gayri ne bir sahip çıkan dostları, ne de bir şefaatçileri vardır;
ola ki (Allah'tan) korkup kötülüklerden sakınırlar.
Müşrikler, Peygamber
(A.S.) Efendimizden herkesi tatmin edecek -kendilerine göre- bir takım âyetler,
mu'cizeler istiyorlardı. Amaç, inananların güvenini sarsmak, inanmak
istiyenleri caydırmak ve Peygamberi zor durumda bırakmaktı. Bunun üzerine
yukarıdaki âyetler indi.
İnkarcılardan bir
kısmı da bolluğa kavuşturulmalarını, fakirliklerinin kaldırılmasını istiyor ve
bu hususta gökten bir mu'cize bekliyorlardı. Aksi halde inanmıyacaklarını
söylüyorlardı. Diğer bir kısmı da, «Bu nasıl peygamberdir ki, yemek yer,
sokaklarda dolaşır, kadınlarla evlenir?!» diyor ve peygamberin melek olmasının
gereğini iddia ediyorlardı. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler peygamberin ana
vasıflarından birkaçını belirtir mahiyette indi. [104]
«De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri benim
yanımdadır, demiyorum.»
Peygamberin ana vasıflarını
bilenler, ancak Ona vahyolunanı dinlemek ister ve söyleneni olduğu gibi kabul
edip hiç tereddüt etmeden ona uyar.
Onun ana vasıflarını
bilmiyen bilgisizler ise, ya onu bir melek gibi görmek ister; ya ondan
hazinelerin kapılarını açmasını talep eder, ya da ileride meydana gelecek iyi
ve kötü olayları önceden haber vermesini bekler. Bunlar gerçekleşmediği
takdirde inanmak şöyle dursun, peygamber aleyhinde>olmadık yalanlamaları
mubah sayar.
Nitekim Mekke
putperestleri koyu bir cehalet içinde Peygamberden yersiz ve anlamsız bir takım
isteklerde bulunmuşlardı :
1— Allah tarafından görevlendirilmiş bir
peygamber isen, bize dünyalıktan geniş ve bol nzıklar ve tükenmez hayırlar
getir.
2— Eğer hak peygamber isen, gelecek günlerin
neler getireceğini bize haber ver ki ona göre tedbirli olalım.
3— Allah'ın gönderdiği bir peygamber olsaydın,
yemek yememen, sokaklarda dolaşmaman, kadınlarla evlenmemen gerekirdi.
Allah hem onlara, hem
sonra gelecek olanlara peygamberin hangi vasıflar üzerinde bulunduğunu
açıklıyarak sözünü ettiğimiz üç maddeyi cevaplandırmıştır: «De ki, ben, size,
Allah'ın hazîneleri benim yanımdadır, demiyorum». Çünkü mülk ancak Allah'ındır,
bizler eğreti olarak onun üzerinde bulunuyoruz. Kuvvet ve kudret Allah'a
aittir. Mülkün hakiki sahibi O'dur, mülkü dilediğine verir; dilediğini aziz
kılar, dilediğini alçaltıp hakîr eder; hayır O'nun elindedir. Benim görevim,
Allah'tan gelen buyrukları kusursuz tebliğ etmektir.
«Ben, gaybi de
bilmem.» Ancak Allah'ın bana bildirdiğini bilebilirim. Gaybi ancak O bilir ve
dilediğine bildirir. Ben de sizin gibi bir insanım* ne var ki bana vahiy
inmektedir. Her konuda olduğu gibi, yeme, içme, gezme, evlenme, insanlarla
ilişki kurma hususlarında da insanlara yol göstermek, örnek olmak görevimdir.
Ayrıca ilgili
âyetlerle şu hikmetler de yansıtılmaktadır:
a) İleride aşırı bağlılık gösterenlerin, Hz.
Muhammed'i de (A.S.) fsâ Peygamber gibi ifâhlaştırmalarını önlemek,
b) Peygamberin Allah'ın kulu bulunduğunu her
yönüyle belirleyip açıklamak,
c) Tevazuun, Allah'a teslimiyet ve mahviyetin
doruğunda bulunduğunu hatırlatmak ve ileride peygamber ilmine vâris olanlara
en sağlam ölçüyü bırakmak,
d) Peygamberin kendiliğinden mu'cize
göstermesinin, gaybden haber vermesinin mümkün olmadığını kafa ve gönüllere
iyice işlemek, bu cümledendir. [105]
«De ki ' görmeyenle gören bir midir? Artık
düşünmez misiniz?»
Görmek : İmânın, doğru
yolun, bilginin, fazilet ve aydınlığın sembolüdür. Görmemek : Küfrün, nifakın,
inkâr ve inadın, bilgisizlik ve rezîletin, tek kelimeyle karanlığın simgesidir.
Böylece gerçek mü'min,
doğru yolda yürüyen, bilginin aşığı olup her geçen gün ilmini, irfanını
artıran, faziletin örneği olan, hem içini, hem çevresini aydınlatandır. Kâfir
ve inkarcı ise, her yönüyle karanlıkta kalıp ne kendini, ne de başkasını
aydınlatandır.
Bu iki sıfat
birbirinin karşıtı sayılır. İmânın değeri ve ölçüsü, küfür ile
karşılaştırıldığında daha çok anlaşılır. Küfrün de yıkıcı ve yakıcı olduğu,
imânla bir araya getirildiğinde daha da belirginleşir.
İşte hakiki kıstas:
İmân, her yönüyie huzur, umut ve saadet, iç aydınlığı, gönül yatışkanlığıdır.
İnkâr, her yönüyle umutsuzluk, huzursuzluk, tedirginlik ve karanlıktır. Bu
ikisi hiç bir olur mu? [106]
Allah'a imândan sonra
bir insan için âhirete inanmak, her türlü hayır ve faziletin kaynağı,
sorumluluk ve hakseverliğin en açık ölçeğidir. Âhiret ve ona imân olmasaydı, ne
imânın, ne faziletin, ne de güzel ahlâkın müeyyidesi kalır, bütün bunlar
fantezi birer kavram olmaktan öteye geçmezdi. Dünyanın da, insanın da
yaratılması bir bakıma anlamsız olurdu. Hayat; yemek, içmek, evlenmek, doğup
büyümek ve ölüp yok olmaktan ibaret kalır, böylece insanın niçin
yaratıldığının hikmeti anlaşılmazdı. O halde âhiretin varlığı, dünyanın ve
insanın variığı açısından zaruridir. Biri diğerini tamamlamakta, birinden
diğerine geçiş sağlanmaktadır.
İlgili âyetle bu
hakikate işaret edilerek, inen Kur'ân'ın ancak âhirete inanan kimseleri
uyaracağı belirtilmektedir. Allah'a imândan sonra âhirete imânın nasıl yüce bir
amaca yönelik bulunduğu kendiliğinden anlaşılmış oluyor. O halde Allah'a ve
âhirete imân, bütün hayırların kaynağı, saadetlerin menbaıdır. Peygamberlere^
kitaplara imân, bu iki kaynağı hakkıyla anlayıp kavramak içindir.
Allah ve âhireti inkâr
eden materyalist ve komünistlerin dünyada nasıl bir huzursuzluk kaynağı haline
geldikleri ortada. İç karanlıklarıyla, insanlığın hem içini, hem de dış
dünyasını karanlığa boğmaya çalışmaktadırlar.
[107]
Yukarıda geçen
âyetlerle peygamberin asıl vasıfları açıklandı. Kur'ân ile, daha çok âhirete
imân edenlerin uyarılması belirtildi. Allah ve din hakkında ciddi bilgisi
olmayan maddeci inkarcıların Hakk'ı anlamaya yanaşmadıkları, bu yüzden
içlerini kararttıkları gibi, çevrelerini de karartmaya çalıştıklarına temas
edildi. Hakk'ı bilip Allah'a teslimiyet gösterenlerin ise, iç ve dış
aydınlığına kavuştuklarına dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
sözü edilen aydınlık içinde sabah-akşam Rabla-rına duâ edip kulluk görevlerini
yerine getirenlerin Allah yanında çok aziz tutulacakları bildiriliyor. Bunlara,
fakir ve köle de olsalar sıcak ilgi gösterilmesi, mü'minlerin meclisinde
itibar edilmesi hatırlatılıyor. Şeref ve itibarı makam ve servette arayıp
fakirlerle birlikte oturmayı gururlarına ye-diremiyenlerin Allah yanında bir
değerleri olmadığına dikkatler çekilerek İslâmiyetin nasıl bir eşitlik getirip
insana, mü'min olduğu için kıymet verdiği üzerinde durularak müslüman
cemaatinin özelliği belirtiliyor. [108]
52— Allah'ın hoşnutluğunu dileyerek
sabah-akşam Rablerine duâ edip
(kulluk görevlerini yerine getirmeye) çalışanları (huzurundan ya da meclisinde
bulunmaktan) kovma; onların hesabından sana bir şey yok; senin hesabından da
onlara bir şey yok ki, onları kovup haksızlıkta bulunanlardan olasın..
53— Böylece onlardan kimini kimiyle deneyip
fitneye soktuk, tâ ki, «Aramızdan bunlara mı Allah nîmet verip lûtufta
bulunmuştur?» desinler. Allah şükredenleri daha iyi bilen değil midir?
54— Âyetlerimize inananlar sana geldiklerinde, de
ki: «Selâm size, Rabbiniz kendine rahmeti gerekli kılmıştır. Şüphesiz ki sizden
kim bilmiye-rek bir kötülük (ve günah) işler, sonra da tevbe edip kendini
düzeltirse, Allah şüphesiz ki çok bağışlayandır ve çok merhamet edendir.»
55— İşte böylece âyetlerimizi bir bir açıklıyoruz
ki, suçluların yolu belli olup seçilsin.
52, 53. Âyetler,
Habbab b. Eret ve arkadaşları hakkında inmiştir. Şöyle ki, kalbleri daha yeni
İslâm'a ısınan kabile başkanlarından AKRA' b. Habis et-Temîmî ve UYEYNE b.
Hısnü'I-Fezarî, bir gün Peygamber (A.S.) Efendimizi ziyarete geldiklerinde Onu,
Suheyb, Bilâl, Ammar, Habbab ve benzeri fakir ve kölelerle oturup sohbet eder
bir halde buldular. Onlara göre, bu yadırganacak bir davranıştı. Bunun için şöyle
dediler: «Ey Peygamber! Eğer geçip meclisin baş kısmında oturur ve şu adamları
da, beden ve elbiselerinden gelen kokuları da uzaklaştırırsan, o takdirde
meclisinde oturur ve senden bir şeyler öğreniriz.»
Terbiye ve nezaketin
doruğunda bulunan Resûlüllah (A.S.) Efendimiz Çok nazik bir anlatımla onları
uyararak : «Ben, bana gelen mü'minleri kovan bir kimse değilim ve böyle de
yapamam..» buyurdu. Onlar bu defa şu öneriyi ileri sürdüler: «O halde Arapların şeref ve itibarımızı
tanıyıp bilmeleri için bize özel bir meclis hazırla. Çünkü Arap kabilelerinin
heyetleri sana geliyor; onların bizi bu kölelerle birlikte oturduğumuzu
görmelerinden utanırız. Sana geldiğimizde, şu fakir ve köle tabakası meclisi
terketsinler, biz gidince istersen onları huzuruna alabilirsin,» diyerek ricada
bulundular. Peygamber (A.S.) Efendimiz onları İslâm'a ve Kur'ân terbiyesine
daha iyi ısındırıp alıştırmak için önerilerini olumlu karşılıyacak bir havaya
girer gibi oldu. Onlar da, «bu hususta bize yazılı bir belge ver ki Arap ileri
gelenlerine gösterip onların da sana rahatlıkla gelmelerini sağlıyalım» diyerek
ikinci bir öneride bulundular. Bunun üzerine Hz. Peygamber (A.S.) bir kâğıt
istedi ve Hz. Ali'yi çağırtıp yazmasını emredeceği sırada Melek Cebrail (A.S.)
yukarıdaki âyetleri indirdi. Peygamber de kâğıdın yazılmayıp kaldırılmasını
emretti ve sözü edilen mü'min köle ve fakirleri çağırıp, «Selâm size, Rabbiniz
kendine rahmeti gerekli kıldı» diyerek ilâhî buyruğu yerine getirdi. [109]
Kelbî bu konuda diyor
ki :
Kureyş ileri gelenleri
Peygamber [A.S.) Efendimize gelerek,«fakir ve köleler için ayrı bir gün, bizim
için de ayrı bir gün ayır»diye ricada bulundular. Peygamberimiz (A.S.),
«Hayır, öyle yapamam..» diye cevap verince, onlar, «O halde biz meclisinize
geldiğimizde hiç olmazsa yüzünüzü bize döndür, sadece bizimle ilgilen» diye
teklifte bulundular. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi.
İbn Mes'ud (R.A.)
diyor ki :
Kureyş kabilesinden
bir heyet Peygamber (A.S.) Efendimize uğradıklarında, yanında Suheyb, Ammar,
Bilâl, Habbab ve benzeri fakirleri gördüler. Bunu fazlasıyla yadırgadılar,
«Aramızdan Allah'ın kendilerine lütuf ve keremiyle nîmet verdiği kişiler bunlar
mıdır? Biz bunlara mı uyacağız?! Bunları meclisinden kovarsan, o takdirde gelip
sana uyarız» diye bir takım yersiz tekliflerde bulundular. Bu sebeple
yukarıdaki âyetler indi. [110]
«Şüphesiz ki Allah
sizin şekillerinize, renklerinize bakmaz; ama kalb-lerinize ve amellerinize
bakar.» [111]
«Allahım! Beni
(dünyalıktan yana) fakir olarak yaşat, fakir olarak canımı al ve beni fakirler
zümresiyle birlikte haşreyle. Şüphesiz ki bedbahthğın en kötüsü, bir kimsenin
kendi üzerinde dünya fakirliğini (aç gözlülük ve ihtiras), âhiret azabını bir
araya getirmesidir.» [112]
«Allah mahlûkatı
yaratıp bu husustaki hükmünü yerine getirdiğinde, Arş'in üzerinde kendi
katındaki bir Kitab'a şunu yazdı: «Şüphesiz ki rahmetim gazabıma üstünlük
sağlamıştır.» [113]
Peygamber (A.S.)
Efendimiz, Muaz b. Cebel'e şöyle buyurdu:
«Allah'ın kulları
üzerindeki hakkı nedir, bilir misin? Kullarının Ona tapıp ibâdet etmeleri ve
hiçbir şeyi O'na ortak koşmamalarıdır. Kulların Allah üzerindeki hakkı nedir
bilir misin? Onlar kulluk görevini yerine getirdikleri takdirde Allah'ın
onlara azap etmemesidir.» [114]
«Şüphesiz ki Allah
sizin şekillerinize ve mallarınıza bakmaz, ama sizin kalblerinize ve
amellerinize bakar.» [115]
«Allah'm hoşnutluğunu
dileyerek sabah-akşam Rablarına duâ edenleri kovma!»
İslâm'ın cihan dini ve
insanlık dini olduğunu söylemeğe gerek yoktur. Kur'ân, insan unsuruna lâyık
olduğu yeri verirken, onun bu husustaki asıl değer ölçüsünü, anatomik ve
fiziksel yapısı, kıyafet ve serveti, makam ve rütbesi ile değil, kalbindeki
imân ve bunun tabii meyveleri sayılan amelleriyle belirler.
Nitekim Resûlüllah
{A.S.) Efendimizin 23 yıllık daveti, insanlarla olan teması, toplantıları,
eami'lerde oluşturduğu safları hep bu ölçü ve kıstasa göre olmuştur. Onun için
efendilerince, kabile reislerince, kral ve çevrelerince aşağılanan fakirler,
zayıflar ve köleler, insan olmanın mâna ve ölçüsünü ancak Peygamber (A.S.)
Efendimizin mübarek huzurunda ve mutlu meclisinde bulabilmişlerdir. Mescid-i
Saadetin bitişiğindeki Suffe'de toplanan ve sayıları sık sık değişen Ashabın
çoğu fakirler ve kölelerden oluşuyordu. Peygamberimiz günün mutlaka birkaç
saatini onlarla geçirir ve çok şefkatli bir arkadaş gibi davranır, kendisine
hediye olarak sunulan bir tas sütü önce onlara takdim etme nezaketini
gösterirdi.
İşte Kur'ân bu
hakikati Peygamber diliyle dünyaya, dünya milletlerine şöyle duyuruyor:
«Allah'ın hoşnutluğunu
dileyerek sabah-akşam Rablerine duâ edip (ibâdette bulunan, Kulluk görevini
yerine getirmeye) çalışanları (huzurundan ve meclisinde bulunmaktan) kovma!»
Onun için Peygamber
diiiyle deniliyor ki: «İnsanlığının gerçek ölçü ve değerini bulmak ve görmek
istiyen herkes İslâm'a gelsin. Ona yönel-sin. Allah'ın sevgisine ve rızasına
erişmek istiyenler İslâm'a girsin. Allah katında itibarlı olmak istiyenler,
camilerdeki saflara katılsın..» [116]
«Böylece onlardan
kimini kimiyle deneyip fitneye soktuk...»
Kur'ân hem sınıf
mücadelesine kapı açmaz, hem de insanların hasım sınıflara ayrılmasına cevaz
vermez. Mevcut farklı sınıfların her birini toplum düzeninin birer kopmaz
parçası sayar. Sosyal hayatı dengeli tutmak için onları bu hayatın birer
lüzumlu organı olarak takdîm eder. Ayrıca Kur'ân bu konuda çok hassas bir
noktaya dokunarak farklı sınıfları uyarır : Zenginler, soylular, makam
sahipleri, fakirleri, güçsüzleri ve zayıfları küçümseyip aşağılar; fakir ve
zayıflar da onlara sunulan geniş nimetlere nail olmadıkları için ilâhî düzene
saygısızlıkta bulunurlarsa, her iki taraf da sınavı kaybetmiş, ilâhî hikmetin
inceliğini ve farklı sınıfların meydana getirilmesinin amacını anlayamadıkları
için günaha girmiş olurlar.
Nitekim Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz devrinde, fakirler, köleler ve güçsüzler İslâm'a girince ve
bu yüksek şerefe herkesten önce kalblerini ve kafalarını hazırlayınca, ileri
gelenler, aristokratlar onlarla birlikte aynı mecliste oturmayı gururlarına
yediremiyerek şirkte Kalmayı tercin etmişlerdir, Böylece fakirlerin durumu
onlar için çetin bir sınav dönemi olmuş ve bir kısmı bunu kaybetme
bedbahtlığına uğrayarak, kendilerini fitneye sokmuşlardı. [117]
«Ayetlerimize inananlar
sana geldiklerinde, de ki : Selâm size, Rabbınız kendine rahmeti gerekli
kılmıştır.»
İmân düzeyinde
mü'minlik vasfına lâyık olanların Allah katındaki kıymeti, melekleri çok
gerilerde bırakacak bir anlam taşır. Çünkü insan çok çetin mücadeleler
verdikten sonra bu düzeye gelebiliyor ve hayli mesai sarfettikten sonra sözü
edilen sıfata hak kazanabiliyor.
Mü'minlerin önünde
birçok tuzaklar, engeller ve caydırıcı pürüzler vardır. Meleklerin önünde ise
hiçbir engel yoktur.
Bunun için Cenâb-ı
Hakk mü'minleri rahmet ve gufranla selâmlıyor ve Resulüne şu direktifi veriyor:
«Âyetlerimize inananlar sana geldiklerinde, de ki : Selâm size; Rabbiniz
kendine rahmeti gerekli kılmıştır!» [118]
İnsan iyilikle kötülük,
sevap ile günah, hayır ile şer arasında bocalayıp durur. Peygamberler dışında
hiç kimse kendini tamamen günah ve kusur işlemekten koruyup kurtaramaz. Günkü
içindeki hayvanı sıfatlar, zaman zaman İblisin fısıltı ve dürtmesiyle, sınırı
aşmasına neden olurlar. NEFS bu sıfatların ortak ismidir; aynı zamanda
şehvetin, günahın ve aşırılığın asıl kaynağıdır. Bunu sağlam bir imân,
gelişmiş bir irfan ile frenlemek ancak mümkündür.
İnsanın iç âleminde
sürüp gider, sürtüşme ve tartışma bundan dolayıdır. Galibiyet el değiştirir.
Bunun için Cenâb-ı Hak, mü'minleri Peygamberinin diliyle selâmlarken rahmeti
kendine gerekli kıldığını müjdeliyor ve sonra da şu geniş umut kapısını açık
bulunduruyor:
«Şüphesiz ki, sizden
kim bilmiyerek bir kötülük (veya günah) işledikten sonra tevbe edip kendini
düzeltirse, Allah şüphesiz ki, çok bağışlayandır ve çok merhamet edendir.» [119]
Yukarıda geçen
âyetlerle kendilerini Allah'a veren mü'minlerin Allah -tarafından selâmlandığı
hatırlatıldı. Bilmiyerek günah ve kötülük işledikten sonra tevbe edenlerin
bağışlanacağı müjdelendi ve inananlarla inkarcılar arasındaki kıstasların
belirlenmesinden maksadın, suçluların tuttukları yolun selâmete uzanmadığını
ortaya koymaya yönelik bulunduğu açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle
suçluların, inkarcı ve
müşriklerin tercih ettikleri yoldan gidilmemesi, onlara
uyulmaması bildiriliyor. Allah'ın varlığını, kudret ve saltanatını yansıtan
milyonlarca âyetin varlık âleminde sergilendiğine işaret edilerek son peygamberin
cok açık belgelerle gönderildiğine dikkatler çekiliyor. [120]
56— De ki :
Doğrusu ben sizin Allah'tan başka taptığınız şeye tapmaktan men'olundum. Ve de
ki: Sizin heveslerinize de uymam; aksi haide hem sapıtırım, hem de doğru yol
üzerinde bulunanlardan olmam..
57— De ki: Şüphesiz ki ben, Rabbİmden (hakkı ve
gerçeği yansıtan) açık belge üzereyim ve siz onu yalan saydınız; acele edip
isteyedurduğu-nuz azap da elimde değildir; hüküm anoak Allah'ındır; o hakkı
anlatır; O, (hakkı bâtıldan), doğruyu eğriden, iyiyi kötüden ayırt edenlerin en
hayir-lısıdır.
58— De ki: Eğer sizin acele edip istediğiniz şey
elimde olsaydı, aramızdaki durum herhalde çoktan hükme bağlanıp sonuçlanırdı.
Allah ise zâlimleri daha iyi bilendir.
59— Gaybın anahtarları (veya hazineleri) O'nun
katındadır; onları O'ndan
başkası bilmez, O denizdeki ve karadaki şeyleri bilir. Bir yaprak düşmez ki O
bilmesin; yerin karanlıklarmdaki bir doneyi de O bilir. Yaş, kuru ne varsa
hepsi o açık, her şeyi açıklayan kitaptadır.
Kur'ân, Hz. Peygambere
(A.S.) ara-sıra,müşriklerin elim bir azap ile müjdelenmesin! tavsiye eder. Bu
azabın, hem dünyada, hem de âhirette olabileceğine dikkatlerinin çekilmesini
ister. Peygamber (A.S.) Efendimiz de bu esasa bağlı kalarak önce müjdeci, sonra
da uyarıcı olarak hizmetini sürdürmüştür. Müşrikler Hz. Muhammed'e (A.S.),
ara-sıra: «Şu sözünü ettiğin azabı neden getirmiyorsun veya o azap neden
inmiyor?» der ve alaylı bir tavır takınırlardı.
Yukarıdaki âyetler,
hem peygamberin yetki ve görev sınırını belirlemek, hem de inkarcılara
susturucu bir cevap vermek üzere inmiştir. [121]
«Gaybın anahtarı
beştir; Allah'tan başkası onları bilmez: Kıyamet saatinin bilgisi Allah
katındadır. Yağmuru O (belli kanunlara) göre indirir. Ana rahmindeki çocuğun
(ileride ne olacağını) O bilir. Hiçbir kimse yarın ne kazanacağını, (ne ile
karşılaşacağını) bilmez. Hiç kimse nerede öleceğini de bilmez.» [122]
«Ve de ki : Sizin
heveslerinize de uymam...»
Allah'ı inkâr edip
putperestlik doğrultusunda kendi seviyelerine göre bir takım eşyayı ilâh edinen
veya bazı ünlü kişileri ilâhlaştırıp tabulaştı-ran ve sapık ideoloji peşinde
koşanların hevesleri, her türlü kötülüğün, günah ve isyanın kaynağı sayılan
nefs ve şeytanlarından gelmektedir.
Kur'ân-ı Kerîm,
Peygamberin (A.S.) diliyle bu zavallıları uyarıp> ruhlarının yüceliğine,
yaratılışlarındaki benzersiz sanatın mükemmelliğine eşdeğerde bir hayat
düzeyine çağırıyor ve kendilerini doğru yola eriştirmek için şöyle sesleniyor :
«De ki: Doğrusu ben
sizin Allah'tan başka taptığınız şeye tapmaktan men'olundum. Ve de ki: Sizin
heveslerinize de uymam, aksi halde hem sapıtırım, hem de doğru yol üzerinde
bulunanlardan olmam.» [123]
<(De k'1: Şüphesiz
ki ben, Rabbimden (hakkı ve gerçeği yansıtan) açık belgeler üzereyim...»
Hakk'ı bâtıldan, iyiyi
kötüden, sevabı günahtan, fazileti rezîletten ayırt eden ve taşıdığı âyetlerle
hasımlarını susturan Kur'ân, Hakk'ı, doğruyu ve saadeti yansıtan en sağlam ve
en acık belgedir. Bin dörtyüz küsur yıldan beridir her gecen gün tazeliğini
yeterince koruyan, taşıdığı ana fikirleri, gelişen ilimle ters düşmeyen;
getirdiği aile ve eğitim düzeniyle diğer bütün sistemlerden ayrılan, kendine
has bir hukukî sistemle ortaya Cikan Kur'ân, en parlak mu'cize, en acık âyet,
en tatmin edici belge değil midir? Bir benzeri yazılabilmiş midir? Okur-yazar
dahi olmayan bir kişinin onbeş asır önce kalkıp kendiliğinden böylesine
mükemmel, hatası olmayan, edebî parçaların doruğunda bulunan, ilmî esaslarla
dünya milletlerini uykudan uyandıran bir kitap yazdırması mümkün müdür? Bu,
Hakk'ı yansıtan çok acık bir belge değil midir?
Kur'ân'ın diğer bir
kudreti de dünya ile âhiret arasında cok mükemmel bir köprü kurması, ikisi
arasında sağlam denge meydana getirmesi, bedenle ruh arasındaki açıklığı
kapatıp uyum sağlamaya yönelik esas ve prensipler koyması ve tek kelimeyle
yalnız insana yakışanı ve yararlı olanı
emretmesidir. [124]
«De ki: Eğer
sizin acele edip istediğiniz şey elimde olsaydı, aramızdaki durum
herhalde çoktan hükme bağlanıp sonuçlanırdı.»
İlgili âyetle,
Peygamber (A.S.) Efendimizin görev ve yetkilerinin sınırlı olduğu
belirtilirken, diğer yandan inkarcıların alaylı bir eda ile acele azap
istemelerinin Sünnetullah'a aykırı bulunduğu bildiriliyor. Mekke müşriklerinin
tezelden bekledikleri azabı, Kur'ân bir diğer yerinde şöyle açıklıyor : «Ey
Allahımız! Eğer bu Kur'ân hakikaten senden ise, üzerimize gökten taş yağdır
veya bize daha acıklı bir azap getir, demişlerdi.» [125]
Onların böylesine
bilgisizce azap istemeleri, elbette yeryüzünde carî ilâhî sünneti ve insanlarla
milletler hakkındaki hayat kanunlarını değiştiremez. Sırası ve ölçüsü gelince,
kıvamını bulunca ilâhî kanunlar hükmünü yürütürler; aksi halde kâinatın düzeni
alt-üst olur, hiçbir şey karar ve ölçüsünü koruyamazdı.
Peygamberin görev ve
yetkilerine gelince :
Bu, yukarıda
belirtildiği gibi, sınırlıdır. Varlık alemindeki olayları, canlıların
türlerinin özelliğine göre hayat kanunlarını uygulayıp sürdüren, yönlendirip
idare eden Peygamber değil, Allah'tır. Onun koymuş olduğu esaslara göre^düzen
devamlılığını sağlar. Peygamberin görevi, inen ilâhî vahyi alıp teblîğ etmek
ve dinin kuvvet bulması, insanların doğru yola erişmesi için çalışmak, duâ ve
niyazda bulunmak, kurduğu İslâm sistemini yıkmak istiyenlerle -Allah'a
dayanıp- savaşmaktır.
Bir jet motorunu veya
bir elektronik beyni rasgele kurcalamak nasıl sakıncalı bir sonuç verirse,
herkesin isteğini yerine getirmek de varlık düzeninde öylesine bir sonuç
doğurur.
Allah'a yükselen bir
dilek ve istek, Sünnetullah'a uygun gelirse, kabul olunur. Bir peygamber,
peygamberliğini kanıtlamak için Allah'ın izniyle fizik ötesinden haber
aldığını söylerken bir mu'cize meydana getirebilir. İlâhî düzende yerini alan
o olay, bir an için bizim bildiğimiz fiziksel sınırı aşıp sebeplere bağlı
kalmaksızın gerçekleşir. Onda müessir olan gizli illet ve sebep, fizik ötesiyle
ilgilidir; bilmemize bir bakıma imkân yoktur.
Hem mu'oizeye pek az
yer verilir. Çünkü Peygamber (A.S.) insan aklını ve idrâkini harekete
geçirecek mâkul ölçü ve anlamda belgelerle ortaya çıkmıştır. İnsan irâdesinin
gücü ve başarısı da bu noktada kendini gösterebilir. Yoksa mu'cize karşısında
ister istemez inanmak fazla bir anlam taşımaz.
Eğer ilâhî sünnete ve
koyduğu şaşmaz düzene müdahalede bulunma ve tasarruf etme yetkisi peygamberin
elinde olsaydı, Hakk'a karşı tuğyan eden müşriklere karşı pek sabırlı
davranamazdı da onların bu taşkınlığını hemen bir sonuca bağlamak isterdi.
Kur'ân bu gerçeğe
dokunarak, «De ki: Eğer sizin acele edip istediğiniz şey elimde olsaydı,
aramızdaki durum herhalde çoktan hükme bağlanıp sonuçlanırdı.» Ama gaybın
anahtarları Allah katındadır. Her şeyi O bilir ve bildiğine, koyduğu düzenin
bağlı bulunduğu kanunlara göre hükmeder. O hep Hakk'ı söyler. Benim yetkim ve
görevim sınırlıdır, Çünkü ben de sizin gibi bir ihsanım, ancak ne var ki bana
ilâhî vahiy inmektedir. Onu size kusursuz tebliğ etmeğe çalışıyorum. [126]
«Gaybın anahtarları (veya hazinele-ri) O'nun
katındadır; onları O'ndan başkası bilmez.»
İlâhî Kudret bütün
mümkinata hâkimdir. Her şeyin hazinesi O'nun katındadır; onları vakti gelince
belirlenmiş ölçüde indiren de O'dur.
O halde hiçbir olay
sebepsiz değildir. Sonradan olan her şey bir oldurucuya, her mikrıkin bir
vâcibi'l-vücuda, her malûl bir illete muhtaçtır. Buna bir bakıma İLLİYET =
KOZALİTE Kanunu denilir. Türkçemizde.NEDEN-SELLİK ve SEBEPLİLİK ile ifâde
edilir.
Bir olayın nedenini ve
sebebini biimek, o sebebe bağlı bulunan olayı bilmek demektir. Ama olayı
bilmek, sebebini bilmeyi gerektirmez. Bu bakımdan var olan şey, ya zati
itibariyle VÂCİBTIR, ya da MÜMKÜNDÜR. Birincisi, hiçbir şeye muhtaç olmadığı
gibi, varlığı kendi zatının gereğidir, önoesiz ve sonrasızdır. Bu da ancak
Vâcibü'l-Vücut olan Allah hakkında caizdir. Ondan başka her şey mümkündür;
varlığı kendi zatının gereği değildir, varlığı vacip olan zatın tesiriyle
vücut bulur. O halde Cenâb-ı Hakk'-dan gayrisi. Onun icadıyla mevcut, Onun
oluşturmasıyla oluşmuştur. Bu icat ya vasıtasızdır, ya da bir veya birkaç
vasıtayladır.
O nedenle Kur'ân,
«Gaybın anahtarları (veya gaybın hazineleri) O'nun katındadır, onları Allah'tan
başkası bilmez», buyurmuştur. Çünkü Allah'ın ilmi, irâdesi ve kudreti, icat
edip imkân alanına getirdiği her şeyi bütün detayıyla bilir. Mümkinattan
sayılan ve sonradan var kılınan insanın bilgisi ise, hem sınırlıdır, hem de
onun gibi sonradan olmadır, öncesiz ve sonrasız değildir.
İşte bu mânayla Allah,
denizde ve karada olan her şeyi bilir. Bir yaprak düşmez ki onu O bilmesin. Yerin
karanlıklarındaki bir doneyi de bilir. Yaş, kuru ne varsa hepsi, o her şeyi
açıklayan Kitap'tadır. [127]
<<Ya kuru ne
varsa hepsi açıkı her şeyi açıklayan
kitaptadır.»
Yukarıda geçen
âyetlerin tefsirinde KİTAP deyimi üzerinde durulmuş, bununla daha çok ANA KİTAP
sayılan LEVH-İ MAHFUZ'un (Korunmuş Levha'nın) kasdedildiğini belirtmiştik.
Bu neyi anlatır? Hemen
cevap verelim ki: Milyarlarca türün, çok çeşitli eşyanın, başdöndürücü
sistemlerin plânsız, programsız, hesapsız yaratılıp imkân alanına getirildiği
düşünülemez. Kâinatta her yönüyle mut-!a,k bir plân hâkimdir. Her varlık bu
plânda belirlenen yerini almıştır. Plânın müfredatı; imkân alanına nelerin
yaratılıp getirileceği, nelerin oluşturulacağı ve ne gibi olayların meydana
geleceği önceden EZELÎ İLİMLE belirlenip LEVH-İ MAHFUZ'a yazılmıştır. Çünkü
plân ve programcının ilmi geçmiş, gelecek, olmuş, olacak her şeyi kapsayıp
içine almıştır. Hiçbir olay bu ilmin dışında,mümkün değil meydana gelmez.
Varlık alemindeki eşya ya katı, ya sıvı, ya da gaz halindedir. Bunlar
birbirlerine dönüşebilirler. Kur'ân kâinatta yer alan bütün eşyayı kapsayan
«yaş-kuru» tabirini kullanarak, çok veciz ve kapsamlı iki kelime seçmiştir.
Bununla her şeyin belli bir maksada yönelik olarak yaratıldığı, program dışı
hiç bir şeyin söz konusu olamıyacağı belirtiliyor. [128]
Yukarıda geçen
âyetlerle Peygamber (A.S.)m ancak Hakk'a taptığı, müşriklerin heveslerine
uymadığı açıklandı. Ayrıca insan aklına ışık tuta-çak ölçü ve anlamda açık
belgeyle irşat ve tebliğ alanına çıktığına dikkatler çekildi. Sonra da her
şeyin dizgininin Allah'ın kudret elinde bulunduğu, varlık âleminde anoak Onun
hükümran olduğu açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
her şeye hükümran olan yüce kudretin, öldükten sonra insanları dirilteceğine
ipucu vererek uyku denilen ve fakat mahiyeti tamamen bilinmiyen sünnetin bir
bakıma küçük ölüm olduğu, uyanmanın ise, yeniden dirilip kalkma anlamında
bulunduğu hatırlatılıyor, sonunda her şeyin Mevlâ'ya döneceği açıklanarak
inkarcılar insafa, inanmışlar intibaha
davet ediliyor. [129]
60— Geceleyin sizi uyutup ölü gibi yapan,
gündüzleyin neler kazandığınızı bilen; sonra belirlenmiş eceliniz tamamlansın
diye sizi (süreli olarak) uyutup kaldıran O'dur. Sonra da dönüşünüz ancak
O'nadır; sonunda yapageldiklerinizi size bir bir haber verir.
61— Kulların üzerinde kudret ve saltanatıyla hep
O üstündür. Size HAFEZE (amelleri yazıp koruyan melekler) gönderir, sizden
birinize Ölüm geldiğinde, elcilerimiz onun canını alırlar ve onlar
(görevlerinde) bir eksiklik yapmazlar.
62— Sonra da canları alınanlar Hakk olan
Mevlâ'larına (yegâne sahiplerine) döndürülürler. Haberiniz olsun ki, hüküm
ancak O'nundur ve o hesap görenlerin en çabuğudur.
«Sizin için geceleyin
ve gündüzleyin melekler münavebe ile birbirini takip ederler. Sabah ve ikindi
namazlarında biraraya gelirler. Sonra da sizinle geceliyenler (göğe)
yükselirler. Allah daha iyi bildiği halde yine onlara sorar : «Kullarımı nasıl
ve ne vaziyette bırakıp geldiniz?» Onlar da, «Kullarını namaz kılar bir halde
terkettik ve kendilerine gittiğimizde yine namaz kılar bir halde bulduk», diye
cevap verirler.» [130]
«Ölmek üzere olan
kimseye melekler gelip hazır olurlar. Ölen kimse sâlih (iyi bir kişi) ise,
melekler ona : Ey tertemiz bedendeki tertemiz olan can, çık! Övülerek,
müjdelenerek çık!. Huzur ve ferahlıkla, gazap etmiyen Rabbine çık!, derler.» [131]
«Her insanla beraber
bir melek daha var ki, uyuduğunda melek onun canının (bir ucundan) tutar ve
tekrar (uyanacağı sırada) bırakır. Allah o canı almaya izin verirse melek onu
alır, değilse geri çevirir.» [132]
«Geceleyin sizi uyutup
ölü gibi yapan........O'dur.»
İnsan ve birçok
canlıların dinlenmesine yönelik bulunan uyku, vücut sistemine yerleştirilip Allah'ın
insandan yana lûtfunu yansıtan kanunlarından biridir. Bu devrede küçük ölüm
başlar; bilinç kaybolur, ruhî faaliyetin kesif bir bölümü duraklamaya geçer,
yetenekler görevini tatil eder, sinir durumu, kalb hareketi çok azalır.
UYKU insana belli devrelerde
peryodik biçimde gelir ve tersine de çevrilebilir. Ruhun, bulunduğu ortamla
ilişki kurma yeteneği ortadan kalkar, onun bir veya birkaç ibresi mâna âlemine
intikal sağlar. Gördüğümüz rü'yaların çoğu bu intikal sonucu gerçekleşir. Ruh
tamamen serbest olmadığı için gördüğü şeyleri çok karmaşık biçimde bazı
misaller doğrultusunda alır ve beynimize intikal ettirir. Ölüm gelinceye kadar
bu hal sürüp gider. Yani büyük ölüm gelinceye kadar küçük ölüm sayılan uyku
düzenli olarak devam eder ve ruhun faaliyeti bedenle azalır, mâna ve misal alemiyle
irtibat kurar, Büyük ölümde ise, ruh tamamen serbest kalır ve mâna âleminde
olup biten hususları daha net görme imkânına erişir.
Kur'ân'da ilâhî
varlığın ve kudretin yüceliğinden söz edilirken, öldükten sonra dirilmeye,
yeni bir hayatın başlayacağına yer verilir. Sonra da uykunun ölüme, uyanmanın
yeniden dirilip kalkmaya açık bir delil olduğuna dikkâtler çekilir. Bedenle
ruh arasındaki ilgi ve ilişkiyi, ilâhî hayat kanunu bazan azaltır (uyku halinde
olduğu gibi); bazan da keser (ölüm halindeki durum gibi). Sonra bizim, mahiyetini
bilmediğimiz kün (ol)! emriyle
tekrar ruhla beden arasındaki ilişki ve ilgiyi sağlar ve yeniden dirilme olayı
meydana gelmiş olur.
İlim bize uykunun
mahiyetini henüz tamamen açıklayamadığına göre, öldükten sonra dirilmenin
mahiyetini, ruhla beden arasındaki irtibatın ölçü ve anlamını nasıl
açıklayabilir? Allah bize uykuyu bir misal vererek iyi düşünmemizi ve o açıdan
hareketle neticeye varmamızı murat etmiştir. Çünkü metafizikle ilgili konular,
daha çok bir imân ve irfan meselesiair. [133]
«Kulları üzerinde
kudret ve saltanatıyla hep O üstündür.»
Kâinatı şaşmaz
kanunlarıyla belli bir plâna göre idare eden KUDRET; her şeyi bir amaç, bir
gaye için yaratan KUVVET; boşuna hiçbir şeyi var-kılmayan HİKMET; canlıların
yaşamasını sağlayan ve her türün özelliğine göre hayat yolunu belirliyen RAB;
canlılar arasında insanı akıl, zekâ, idrâk ve hafıza gibi üstün yeteneklerle
süsleyip varlığına ve birliğine delil kılan RAHMAN; varlığında eşi,
tasarrufunda ortağı, hükümranlığında benzeri, terbiye ve tekâmül ettirmede
dengi bulunmayan KAHHAR; varlık âleminde olup biten, doğup ölen, gelişip
sönen, düşüp kalkan, yeşerip çürüyen, kıpırdanıp gezen, konuşup susan, ağlayıp
gülen, uyuyup kalkan, çalışıp kazanan, iyi ve kötü birçok şeyleri düşünen
bütün şeyleri en iyi bilen Allah, elbetteki kullan üstünde KUDRET ve
SALTANATIYLA, SÜNNET ve KANUNUYLA hep üstündür. Mülk Önün, nîmet Onun, ihsan
Onun, insan Onun, canlı-cansız her şey Onundur.
Bize düşen, Onu
bilmek, inkârı silmek, buyruğuna uymak, Sünnetine başeğmektir.. Kalbimizi Onun
sevgisiyle doldurmak, başka bütün sevgileri soldurmaktır.. Rahmetini ummak,
adaletinin gereği olan azabından yine Ona sığınmaktır.. [134]
«Size Hafeze (işlediklerinizi yazıp koruyan
melekler) gönderir..»
Kur'ân, insan hayatını
en sağlam ölçüde disipline eden iki önemli ma nevî güçten sözediyor: Kudret ve
saltanatıyla üstümüzde durup her ân bi zi denetliyen ALLAH; söz ve
davranışlarımızı günü gününe, dakikası da
kikasına fire
vermeksizin tesbit edip yazan HAFEZE (Koruyucu Melekler). Bu iki kudretin
denetimi altında olduğuna inanan bir mü'minin nasıl bir sorumluluk duygusu
taşıdığını anlatmaya gerek yoktur. Hayatı düzene sokulmuş, yolu belirlenmiş,
işi ölçüsünü bulmuştur. Haksızlığa uğrayabilir, ama haksızlık etmez;
sevilmiyebilir, ama sever. Yardım görmiyebilir, ama yardım eder; çevresine
huzur ve aydınlık olmaya çalışır.
Bu nitelikte olan
kimse, şüphesiz ki kâmil mü'mindir. Bunları yetiştirmek çok ciddi bir eğitim
ister. Çünkü her milletin böylesine inanmış, sorumluluk duygusu taşıyan,
faziletin örneği olacak bir düzeye gelen kişilere çok hem çok ihtiyacı vardır,
Böyleleri toplum yapısında her zaman denge unsurudur.
O halde bütün işlerin
başı, faziletlerin kaynağı, hayırların menbaı, Allah'ı bilmek, O'nun varlığına
inanmak, âdil bir kudret olduğunu düşünerek Ondan korkmaktır.
Kur'ân, hakiki
mü'mini, gerçek insanı bize tanıtırken, üçüncü bir denetleyici faktörden bahsediyor:
ÖLÜM.. Her insanın belirlenen vakti ve saati gelince ruhunu,görevli meleğe
teslim edeceğini çok duyarlı bir anlatımla insan idrâkini işleyerek bir bakıma
hayatın hikmet ve amacını belir-liyor. [135]
«Sonra da canları
alınarak Hak olan Mevlâ'larına döndürülürler.»
İlgili âyetle, çok
önemli bir hususa, MEVLÂ tabiriyle işaret edilmektedir. Çünkü bu sıfat,
RAHMAN, RAHÎM, ALÎM, HABÎR ve HAKİM sı-fatiarını kendinde toplamakta ve onların
inceliklerini kendinde taşımaktadır. Burada Allah hakkında kullanılmasının
sebebi de budur. Ölümün mahiyetini anlayabilen her insana, büyük bir teselli ve
ferahlatıcı bir müjdedir.
Bir yerden başka bir
yere göçetmek zorunluğu var, ister istemez herkes bu göç için sırasını
beklemekte ve kaderin çizgisinde ömrünün son nefesini vermeye hazırlanmaktadır.
Gidilecek yer, oldukça farklı ve şartları değişiktir. O âleme göç edenlerin
kimi mahzun ve kederli, kimi fe-rahlı ve neşeli; kimi derin bir pişmanlık
duymakta, kimi tekrar dünyaya dönmeyi arzulamaktadır. Aralarında hısımlık
bağları kesik, dünya dostluğu eksiktir.
Gerçek bu olunca her
göçen bir dost aramakta, bunun için durmadan etrafı taramakta.. İşlerini düzene
sokacak, yalnızlığını giderecek koruyucu bir dosta derin bir ihtiyaç
hissetmekte.. Allah'ı, dünyada bilip inananlar Onu tek Mevlâ olarak bulacak,
inanmıyanlar mevlâsız kalacak.. Hesaplar çarçabuk görülecek, adalet milimetre
şaşmıyaeak, Mevlâ haklıdan yana olaeak, haksızın boynunu büküp kudretini izhar
edecek.
Böylece Kur'ân'ın
yüksek ifadesiyle, «canları alınanlar hak olan MEV-LÂLARINA döndürülürler»
buyurulmaktadır.
«Haberiniz olsun ki,
hüküm ancak O'nundur ve O hesap görenlerin en çabuğudur.» [136]
T e v e f f î :
Âl-i İmrân sûresi 55.
ve Mâide sûresi 117. âyetlerin tefsirinde bu tabir üzerinde yeteri kadar
durulmuştur. Tabir, öneeki ve sonraki cümlelerle olan ilgisi itibariyle şu
mânalarda kullanılmaktadır: Kaldırıp yükseltmek, uyutmak, uyuttuktan sonra
kaldırmak, hem uyutmak,hem canını almak..
Konumuzu oluşturan
âyette ise, «Geceleyin uyutmak» anlamında kullanılmıştır. Aslında uyku, küçük
ölüm, ruhun bedenden ayrılması büyük ölüm olduğuna göre, TEVEFFÎ bunlardan her
birine hakikî mâna açısından delâlet eder. [137]
Yukarıda geçen
âyetlerle, varlığını, kudret ve saltanatını bazı açık belgelerle insan idrâkine
sunan Allah, aşağıdaki âyetlerle varlık âleminde cereyan eden her olayın bir
takım sebep ve kanunlara bağlı olduğunu ve bütün sebeplerin kendi kudret elinde
bulunduğunu hatırlatarak karada ve denizde meydana gelen tehlikeli olaylara
dikkatleri çekiyor. İnsanın, özünde ve mayasında gizlenen Allah ve din
duygusunun olaylar karşısında kabuğunu kırıp nasıl ortaya çıktığına işaret
edilerek insan aklına ve sonra da hissine sesleniliyor. [138]
63— De ki: Sizi kara ve denizin karanlıklarından
kim kurtarır? Yal-vara yalvara gizlice Allah'a duâ edersiniz de, eğer bizi
bundan kurtarırsa herhalde şükredenlerden oluruz, (dersiniz).
64— De ki: Allah sizi ondan da ve her sıkıntıdan
da kurtarır; sonra da (kurtulunca) siz (O'na) ortak koşarsınız!
65— De ki : O'nun, üstünüzden veya ayaklarınızın
altından bir azap göndermeğe veya sizi birbirinize katıp taraflara ayırmaya ve
kiminize kiminizin hıncını tattırmaya elbette gücü yeter.
Âyetleri nasıl ayrı
ayrı anlatımla açıklıyoruz, bir bak! Ola ki anlarlar.
Müslümanların güçlenip
ekonomik yönden de rahatladıkları zaman Allah'ı unutmamaları, bir tehlikeyle
burunburuna geldiklerinde O'nu daha çok anmaları ve tehlikeyi atlattıktan sonra
Allah'a gönülden şükredip daha çok kulluk görevlerini yerine getirmeleri
gerektiğine işaret edilirken, inkarcıların tutumları düşündürücü bir misal
olarak veriliyor. Böylece bu tür olaylar karşısında mü'minlerin idrâkini daha
uyanık tutmak için yukarıdaki âyetler indiriliyor. [139]
«Onun üstünüzden bir
azap göndermeye elbette gücü yeter» âyeti indiğinde, Resûlüliah (A.S.)
Efendimiz, «Allahım! bundan Zat-i Kibriyâna sığınırım» diye niyaz ve ilticada
bulundu. «Ayaklarınızın altından da bir azap göndermeğe gücü yeter» âyetine
gelince, «Allahım! bundan da Zat-i Kibriyâna sığınırım» diye niyazda bulundu.
«Kiminize kiminizin hıncını tattırmağa kadirdir.» âyetine gelince, «Bu
diğerlerine nisbetle biraz daha kolaydır»
buyurdu. [140]
Sa'd b. Ebî Vakkas
(R.A.) anlatıyor:
Bir gün Resûlüliah
(A.S.) Efendimiz/Âliye yöresinden hareketle Beni Muâviye mescidine uğradı.
İçeri girip iki rekât namaz kıldı; biz de Onunla beraber namaz kıldık. Sonra
Rabbine uzun bir duada bulundu. Sonra da bize dönüp şöyle buyurdu :
«Rabbimden üç şey
istedim; ikisini bana verdi, birisini vermedi. Rab-bimden ümmetimi açlık ve
kıtlık ile helak etmemesini istedim, bunu verdi. Rabbimden ümmetimin tufan ve
benzeri bir felâketle boğulup helak olmamasını diledim, onu da verdi ve
Rabbimden ümmetimin birbirlerine hınçlarının ve şiddetlerinin aralarında bir
vuruşma sebebine dönüşmemesini istedim, beni bu isteğimden men'etti.» [141]
«Ümmetim hakkında ben
ancak saptırıcı, dalâlete düşürücü hükümdar ve liderlerden korkarım. Ümmetimin
arasına kılıç konulunca bir daha kıyamete kadar kaldırılmaz.» [142]
«Benden sonra kılıç
ile birbirinizin boynunu vuran kâfirler olarak dönüş yapmayın.» [143]
«Benim ümmetim de
ileride yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bir fırka dışında hepsi de
cehennemdedir.» [144]
<<De ki; siz'
kara ve denizin karanlıklarından kim kurtarır.»
Kara ve denizin
karanlıkları ister hissî, ister manevî olsun her biri bir sebebe, her birinin
faaliyeti belli bir Sünnetullah'a göre var olmakta ve varlığını sürdürmektedir.
Sebepleri oluşturan, belli kanunları koyan kimdir? Sebepler kendiliğinden
oluşuyor, düzeni sağlayan fiziksel kanunları tesadüfler meydana getiriyor,
dersek, o zaman bir hareket, bir faaliyet ve bir düzen var, fakat harekete
geçiren, faaliyetin başlangıç ve bitişini sağlayan ve mutlak düzeni koruyan
yoktur, diye kabul etmemiz gerekir. Oysa gerçek hiç de öyle değildir. Nerede
bir hareket, bir faaliyet varsa, mutlaka bir harekete geçiren de vardır. Nerede
bilinçli bir düzen varsa, mutlaka onu sağlayan bir düzenleyici vardır.
Konuyu bu açıdan
incelersek, ilgili âyetin asıl delâlet ettiği mânayı anlayabiliriz: Olaylar
sebeplere bağlanıyor; sebeplerin uou Allah'ın kudret elinde bulunuyor, çünkü
sebepleri belli kanunlara göre meydana getirip amacına yönelten O'dur. Gecenin
karanlığında denizde fırtınaya tutulan bir gemi içindeki tayfaları ve
yolcuları o anda ne hissederler? Her insanın doğuştan özünde ve mayasında ezelî
ilim ve kudretle enjekte edilmiş Allah ve din duygusu harekete geçer; ölüm
korkusu, yaşama arzusu ruhtaki güc ve düşünceleri açığa çıkarır; bu durumda
dinsizi de, putperesti de, materyalisti de ister istemez o anlarda içlerinden
gelen ve önü alınmayan bir duyguyla, O en yüce kudrete sığınma ihtiyacını
hisseder ve yardım bekler. O kudret ise çok merhametlidir; dilerse sebepleri
değiştirir, gemiyi batırmıyacak ölçüdeki sebepleri harekete geçirir. O halde
fırtınanın şiddeti nasıl bir takım sebeplere dayanıyorsa, dinmesi de bir takım
sebeplere dayanır, ama her İki yönlü sebepleri yaratıp belli kanunlarla organize
eden Allah'tır; sebepler boşlukta, başıboş değildir, yani kendiliğinden
oluşmazlar.
İşte böylece insan 50,
60, 70 yıllık bir ömür devresi içinde buna benzer birçok sınavlardan geçer;
çok tehlikeli anlarda Allah'ı hatırlayıp kendine gelir, bir daha inkâra ve
nankörlüğe sapmıyacağını İçin için düşünür ve kendi kendine söz verir. Kurtulup
selâmete erişince, her şeyi unutur. Bu döneklik ve nankörlük birbirlerini
izler, dururken kıtlık, deprem, savaş ve benzeri kahredici olaylar meydana
gelir, yaş-kuru ne varsa alıp götürür. Sonra herkes kendi inanç ve niyetine
göre hesap verir ve karşılık görür.
Bütün bunlar neye?.
Neden bunca meşakkat, tehlike ve üzüntü?. Zıt kuvvetlerin durmadan sürtüşüp
tartıştığı bir dünyada kendi içinde de kar-Şit iki ayrı kuvveti taşıyan, insan
denilen canlının hayat kanunudur. Aynı zamanda yaratılışındaki özelliğinin
tabii sonucudur. Böyle yaratılmasaydı, melek tabiatlı, uysal, hakkına razı, aza
kanaat edip hiç günah işlemiyen bir kıvamda bulunsaydı, o zaman onu yaratmanın
bir anlamı kalmaz, hikmet-i ilâhiyeye ters düşerdi. Çünkü bu özelliği daha
mükemmel anlamda kendinde bulunduran melekler var ve sayılarını ancak Allah
bilir.
Ayrıca insan hayatını
hareketli tutmak, aklı ve diğer bütün yetenekleri işler duruma getirmek için
böylesine zikzaklı, çetin ve yorucu bir hayat sistemine ihtiyaç vardır, Aksi
halde hareket ve canlılık kalmaz, ilmî araştırmalar olmaz, bir bakıma hayat kör
ve sağır kalırdı. Bu da insana yönelik hilkat kanununa ve onunla ilgili ilâhî
hikmete ters düşer.
Olayların diğer bir
yönü, yaratanı tanıtmaya yöneliktir. Her olay bir uyarı niteliğindedir. Kıyamet
günü, «aklımı harekete geçiren, yaradan hakkında düşünmeme imkân hazırlayan
bir olayla karşılaşmadım» diye itirazlara kapı açmamayı da amaçlar.
Netice, insanın
mutluluğa erişmesi için fırsat ve İmkânlar peşpeşe sıralanmaktadır. İlâhî
âyetlerle insan aklına ve hissine seslenilmekte, her olaydan hissesini almaya
çağrılmaktadır. Bunun için cok değişik, cok renkli belgeler, uyarılar
indirilmiştir: Kimi hisse, kimi akla, kimi vicdana hitap eder, kimi fizik
ötesinden haber verir ve Yaratan ile yaratılan arasındaki engelleri kaldırmayı
plânlar. Önemli olan, Allah'ın rahmet dolu bu hikmetini ve gözlerimizin önüne
serdiği o muhteşem plânını görebilmek ve anlayabilmektir. [145]
Yukarıda gecen
âyetlerle, doğuştan insanın ruhuna zerkedilen Allah duygusunun cok tehlikeli
anlarda kendini hissetirmeğe başladığı hatırlatılıyor. Sonra da inkarcı
nankörlerin tehlikeyi atlatınca döneklik yaptıklarına dokunularak hayat
yolundaki tehlikelerin bitmiyeceği, sırası gelince karşılarına çıkacağı
açıklanıyor.
Aşağıdaki âyetlerle,
Kur'ân'ın -inkarcılarla nankörler beğenmese de-hak olduğu belirtiliyor. Uyarı
anlamında verilen haberlerin vakti saati gelince ortaya çıkıp
gerçekleşeceğinde şüphe edilmemesine dikkatler çekiliyor. Allah'ın âyetleriyle
alay eden inkarcılarla beraber oturulmaması emrediliyor. [146]
66— Kavmin onu (Kur'ân'ı) yalan saydı. Halbuki o
haktır. De ki: Üzerinize vekîl değilim (benim görevim açık bir tebliğdir. Azap
ve mükâfat verme Allah'ın kudreti dahilindedir).
67— Her haberin kararlaştırılmış bir vakti
(belirlenmiş bir saati) vardır ve siz de onu ileride görüp anlıyacaksınız.
68— Âyetlerimize (alaylı bir tavırla, saygısız
bir ağızla) dalanları gördüğün zaman, başka bir söze dalıncaya kadar onlardan
yüzçevir. Şayet şeytan sana unutturursa, hatırladıktan sonra artık o zâlim kavm
ile beraber oturma.
69— Allah'tan korkup kötülüklerden sakınanlar
üzerine, onların hesabından bir şey yoktur; fakat bir hatırlatmadır, ola ki
sakınırlar.
«Âdem (A.S.) unuttu,
zürriyetine de (soyçekimi nedeniyle bu
geçtiği için onlarda da) unutkanlık meydana geldi.» [147]
«Ben de sîzin gibi bir
beşerim; sizin unuttuğunuz gibi ben de (dünya
işlerinde bazı
şeyleri) unutabilirim. O halde (bir şeyi) unuttuğum zaman bana hatırlatın.» [148]
«Ümmetimden hatâ,
unutma ve bir de zorlanarak işledikleri bir şeyin (günah ve cezası)
kaldırılmıştır.» [149]
«De ki: Üzerinize vekil değilim.»
Kur'ân'da sırası
gelince °eygamberin görev ve yetkileri üzerinde durulur ve ayrı ayrı sıfat ve
yetkileri sözkonusu edilerek gerekli açıklama yapılır.
Değişik ifadelerle
değişik sıfatlara dikkatler çekilir ve bu hususta yapılan tekrarlar çok önemli
birkaç hususu bize öğretip bilgimizi artırır. Şöyle ki:
a) Aynı konunun belirttiğimiz ölçüde tekrarı,
her defasında ayrı bir mâna kapısını açar, düşünce ufkunu genişletir.
b) Kişilerin ifrata (aşırı gidip
ölçüsüzlüğe) kaçmasını önler ve lider
olarak başlarına geçen kişileri ilâhlaştırmalarına engel olmak için, en büyük
insan ve Allah'ın tayîn ettiği en başarılı lider ve önder olan Hz. Mu-hammed
(A.S.)in bile insanlar üzerinde dilediği gibi tasarrufa yetkili bulunmadığını
hatırlatır; ilâhî kudret ve yetkinin fânilere havale edilmediğini; hiç
kimsenin Allah'ın vereceği azabı verme veya geri çevirme güç ve tasarrufu
taşımadığını telkîn eder.
c) Peygamberin
asıl vazifesi, ilâhî buyrukları rahmet havası içinde tebliğ
etmek; İnkarcıları, nankörleri ve âsileri tuttukları yolun kendilerini"
felâkete götürdüğü hususunda uyarmaktır.
Kur'ân'da Peygamberin
görev ve yetkilerini belirten diğer âyetler de hep bu amaçlara yöneliktir. [150]
<<Her haberin
kararlaştırılmış bir vakti (belirlenmiş bir saati) vardır......»
Olmuş olacak her şey
önceden tesbit edilip LEVH-İ MAHFUZA (ANA KİTABA, KORUNMUŞ İLÂHÎ LEVHAYA)
yazılmış. Misal Âleminde de birer misali konulmuştur. Her olay mutlaka zaman ve
mekân kavramlarıyla bağlantılıdır. Tabii olaydan kasdımız, biz canlılar
alemiyle, madde âleminde meydana gelenleridir. Olaylar ise, genellikle ikiye
ayrılır: Allah'ın Yüce Kalem'le önceden yazıp sonuca bağladıkları; diğeri ise,
insanların kendi irâde ve istekleriyle yapacakları şeyler. Yüce Kalem'in yazıp
sonuca bağladığı ve mürekkebinin kuruduğu olaylar, vakti-saati gelince meydana
çıkar. Bunların değişmesi veya geciktirilmesi, ya da terkedilmesi söz konusu
değildir. Kurulan kâinat düzeni ve bu düzen içinde yerini alan sistemlerin
yaratılması, göklerle yerin altı devrede vücut bulması, güneş sistemi dahil
diğer bütün sistemler, yeraltı madenlerinin oluşturulması, depremler, dünyanın
iki ayrı hareketi. Kitap ve Peygamberlerin gönderilmesi bu cümledendir.
İnsanların irâde ve
ihtiyarlarıyla meydana gelen olaylar da önceden tesbit edilmiş ve diğer ikinci
derecede bulunan kalemler onları yazmıştır ve yazmaktadır, vakti-saati gelince
oluşup meydana çıkar. Ne var ki bunlar yazıldığı için ortaya çıkmıyor,
çıkacağı için yazılmışlardır. Bazan ilâhî müdahale bu olaylara yön verir, bazan
da sildiği olur. Çünkü Allah bu ikinci kademede yazılan şeylerden dilediğini
siler, dilediğini sabit bırakır; Ana Kitap O'nun katındadır. Bu, kaderin bir
sırrıdır ki, anlamak ve anlatmak mümkün değildir.
Kur'ân'da ilgili
âyetle bu hususlara işaret edilirken bilhassa Allah'ın inkarcıları ve
müşrikleri -bunca âyet ve belge karşısında- cezasız bırakmı-yaçağı belirtilir
ve bütün bunların vakti-saati gelince gerçekleşeceği hatırlatılır. Çünkü
Allah'ın sözü haktır, o mutlaka yerine gelecektir. Allah sözünden dönmez, O
yegâne hikmet sahibidir. [151]
«Âyetlerimize (alaylı
bir tavırla) dalanları gördüğün zaman...... onlardan yüzçevir.»
İnkâr imân derecesinde
bir kuvvet kazanır, kişinin beyni küfür doğrultusunda iyice yıkanıp hakka
karşı içinde aşırı bir kin ve hınç oluşturulursa, artık öylesiyle tartışmak,
bilgi alış-verişinde bulunmak yarar yerine zarar getirir. Önyargı, hep önde
gider. Birinin hakka, diğerinin bâtıla tahammülü yoktur. Arıdaki fark ise, çok
değişik yönlüdür: İnkarcıda akıl ve mantık yerini hisse terketmiş; inananlarda
ise, akıl ve mantık imânla birleşip sarsılmaz bir güç oluşturmuştur.
Akla ve mantığa karşı
akıl ve mantıkla cevap verilirse sonuca varmak mümkün olur.
Kur'ân bu konuda
önemli bir noktaya parmak basarak mesafenin açılmasında bir yarar olmadığını,
hisse hisle karşı koymanın hakka ve gerçeğe götürmiyeceğini belirtiyor. Bunun
için inkarcı inatçıların hislerinin esiri olarak hak din ve hak kitap ile alay
ettikleri bir toplantıda mü'min-lerin oturmaması emrediliyor.
Yukarıda da kısmen
belirtildiği gibi, böyle bir metot uygulamakta birçok yararlar vardır, onları
özetiiyecek olursak, konu daha iyi anlaşılmış olur:
a— Önce
saygısız inkarcıları ölçüsüz duygularıyla başbaşa bırakmak,
Duygusal söz ve
davranışlara duygusal ölçüde cevap vermemek, akl-i selîmle hareket etmeyi âdet
edinmek,
c— Seviyesiz
kişilerin seviyesine düşmemek, konuşmadan meclisi terkederek en güzel cevabı
vermiş olmak,
d—
Mü'minlerin her hususta olduğu gibi, bu gibi hallerde de yüksek bir terbiye
örneği vermekten yana olduklarını ortaya koymak,
e— Azgının
azgınlığını artırmasına, câhilin cehaletini kırıcı ölçüde ortaya dökmesine
fırsat vermemek...
Görülüyor ki Kur'ân,
ilim alış-verişine kapı kapamıyor, onu her yerde teşvik ediyor. Allah'ın kitabı
Kur'ân üzerinde de seviyeli bir tartışmayı yasaklamıyor. Hissin rehberliğinde
kaba ve bilgisizce bir tartışmaya muhatap olmayı yasaklıyor. Çünkü din ve
kitabı alaya almakta, aklın değil hissin, ilmin değil cehaletin, saygının
değil saygısızlığın rehberliği hâkimdir. [152]
«Şayet şeytan sana
unutturursa......»
Hafıza (bellek) :
İnsanın deneylerle edindiği izlenim ve bilgileri tesbit
edip beyninde
biriktirme ve gerektiğinde bunları ortaya koyma ve yararlanma yeteneğidir.
İnsan beyninde birkaç milyar hücrenin bulunduğu ve hafıza merkezinin
milyarlarca şeyi rengiyle, biçimiyle, sesiyle ve sözüyle alıp arşivliyecek
güçte olduğu bilinmektedir.
Hafıza ile ilgili
incelemelerde, izlenimin tesbiti, korunması ve yeniden yüzeye çıkarılması
olarak üç aşama bulunduğunu söyliyebiliriz.
Diğer taraftan
öğrenilmiş bilgilerin gereğince korunabilmesi, beyinde derin ve yeterli izler
bırakabilmesi, tekrarı gerektirir. Hem önemsenmiyen, hem de tekrar edilmiyen
bir konuyu, bir olayı, bir sözü unutabiliriz, çünkü beyinde bıraktığı derin bir
izi yoktur.
Şüphesiz ki, her
insanın hafıza yeteneği aynı güçte değildir. İrsî kusur ve meziyetlerin de
bunda payı pek büyüktür. Ama hepsi de bazı sebeplerle unutma, silinme arızasıyla
yüzyüzedir.
Şüphesiz ki Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz gerek akıl ve zekâ, gerek hafıza, idrâk ve irâde gibi
yetenekler bakımından çok güçlü ve gelişkin idi. Bütün çağlara ve gelecek olan
milletlere hitap etme durumunda olan bir peygamberin de kuşkusuz böyle olması
gerekirdi. O bakımdan yaratılıştan yani doğuştan üstün yeteneklerle
donatılmıştı. Böyle olmasına rağmen, kalbleri ve ruhları her dem yüce kudretle
temas halinde bulunduğu, metafizikle derinden ilgilendiği için bazan dünya ile
iigili hususları unuttuğu olurdu. Ama çok geçmeden hatırlıyabilir, başka
cihetle bağlantılı bulunan dikkatini o konuya çevirebilirdi.
Kur'ân'da Musa (A.S.)
ile Hızır kıssasında, Musa Peygamber'in verdiği sözü unuttuğundan söz edilir.
«Unuttuğun zaman Rabbini an!» [153]
âyetiyle de peygamberimizin bazan unuttuğu hususların olduğuna işarette
bulunuluyor. [154]
Yukarıda geçen
âyetlerle, bunca belgelere ve kâinattaki ilâhî kudreti yansıtan delillere
rağmen putperest ve inatçı inkarcıların hâlâ Kur'ân'ı insan ürünü saymaları
kınandı. Peygamberin hemen azap indiren veya inecek azabı geri çeviren bir
kudret olmadığı, bütün tasarrufun Allah'a ait bulunduğu açıklandı.
Kur'ân âyetlerine
alaylı bir tavırla dalanlarla beraber oturuimaması emredildi.
Aşağıdaki ayetle, bu
kadar kör ve nankör olanların kendi dinlerini de oyuncak ve alay edindiklerine
temas ediliyor; inat hastalığına yakalanıp sadece hisleriyle hüküm vermeye
kalkışan beyni yıkanmışların çoğunun böylesine mariz bir karakter taşıdığına
işarette bulunuluyor. Sonunda ilâhî adaletin tecelli edeceği, bir uyarı
şeklinde hatırlatılıyor. [155]
70—
Dinlerini oyuncak ve eğlence edinenleri, dünya hayatının aldattığı kimseleri
(kendi hallerine) bırak (da bocalayıp dursunlar). Ve Kur'ân ile şunu hatırlat
ki, bir kimse kendi kazandığı ile kendini mahvetmeye görsün, (o takdirde) onun
için Allah'tan başka ne bir yakın dost, ne de bir şefaatçi vardır. Her türlü
fidyeyi de verse kendisinden alınmaz.
Kazandıklarına
karşılık mahvolanlar işte bunlardır! (Evet) bunlar için inkâr ettiklerine
karşılık çok kaynar bir içki ve elem verici bir azap vardır.
«Dinlerini oyuncak ve
eğlence edinenleri.....
(kendi hallerine)
bırak (da bocalayıp dursunlar).»
Hak din, Allah'tan
indirildiği gibi korunmaz da bilgisiz ve ilgisiz ellere terkedilirse, ifrat ve
tefrite gidilerek bir takım ilâveler, ya da noksanlıklar yapılır ve zamanla
karmaşık bir görünüm alırsa; artık o, din olmaktan çıkar, insan aklına ve
duygusuna göre, diğer bir deyimle insan mantığına göre bir oyuncak ve eğlence
aracı durumuna düşer. Yahudilerle Hıristiyanlar,- dinlerini değiştire
değiştire bu duruma getirmemişler midir?
Ne Musa Peygamber, ne
de İsâ Peygamber mabetlere kanepe ve iskemle koymuştur. Ne İsâ Peygamber ayin
yaparken şarap içmiş, ne başkasına içirmiştir; ne de resimlerin karşısına
geçip istavroz çıkarmıştır. Kiliselere meleklerin, Meryem'in ve kendisinin boy
boy resimlerinin konulmasını da emretmemiştir. Bütün bunlar Allah'ın indirdiği
dini aslından uzaklaştırmak, insan mantığına uydurup yeni bir din şekli ortaya
çıkarmaktan başkası değildir.
Hiçbir hak din, yani
semavî din, mabetlere resim ve heykellerin konulmasına, üç ilâh inancının
ortaya çıkarılmasına, bu suretle Allah'a ortak koşulmasına cevaz vermemiştir.
Hıristiyanların kiliselerde yapageldikleri ibâdet ve ayinlerin İncil'de yerini
gösterebilecek bir kahraman düşünemiyoruz.
Putperestlere gelince
: Kendi elleriyle taşları, ağaçları yontup şekillendirmeleri, sonra da bunlara
ilâh nazarıyla bakıp karşılarına geçerek tapınmaları daha gülünç ve daha
eğlenceli değil midir?
Kur'ân'da ilgili
âyetle hem bunlara dikkatler çekiliyor, hem de Hak dinin kutsallığının indiği
gibi korunması emrediliyor. Aynı zamanda müslü-manların da kendi dinlerinin
aslına bağlı kalmaları, fazlalık, noksanlık yapmamaları çok duyarlı biçimde
hatırlatılıyor. Dini oyuncak ve eğlence haline getirenlerin toplum arasında
yalnız bırakılmaları, o tiplerle dostluk ve arkadaşlık kurulmaması bir çare
olarak öneriliyor.
Tarih boyunca İslâm dininde,
Peygamber sünneti dışında ortaya çıkan Bâtınî, Bahaî, Kadiyanî ve benzeri
sapık mezhepler ve tarikatlar, İslâm'ı temelinden tahribe yönelik değil midir?
Bugün hâlâ İslâmî ilimlerde ciddi, seviyeli ve sistemli bir tahsil görmemiş
yarı cahillerin din adına neler ortaya attıklarını, ne herzeler savurduklarını
görmüyor muyuz? Helâli haram, haramı helâl sayanlar bile yarış halinde..
«Doğrudan ilâhî huzura girme imkânı varken, vuslat perdesi bize aralanmışken
namaz ve benzeri ibâdetlere ne gerek var» diyerek din adına cinayet işliyen ve
yeterince dinî kültür almamış saf Müslümanları ağlarına düşürenler/ mürşit diye
itibar görmüyorlar mı?
İşte Kur'ân'ın
tabiriyle, bunlardır ki hem kendilerini, hem başkalarını mahvedenler!. [156]
Yukarıdaki âyetle dini
oyuncak ve eğlence edenlerin kendilerini ve dolayısıyla başkalarını nasıl
mahvettikleri açıklandı. Aşağıdaki âyetlerle doğru yolu bulduktan sonra şeytana
ve şeytan ruhlu nankörlere uyarak gerisin geri dönmenin ne büyük felâket olduğuna
dikkatler çekiliyor Kalbinde imân, ruhunda irfan, dilinde Rahman olan
müzminlerin doğru yoldan sapmalarının pek sözkonusu olmayacağı hatırlatılıyor.
Sonra da insanı bu irfan düzeyinde tutacak üç temel sıfat açıklanıyor. [157]
71— De ki: Allah'ı bırakıp da bize ne bir yarar
sağlıyan, ne de zarar verebilen şeylere mi tapalım? Allah bizi doğru yola
eriştirdikten sonra şeytanların, şaşkın-perişan bir halde yeryüzüne atıp
dolaştırmak istedikleri ve arkadaşlarının ise, «bize gel!» diye doğru yola
çağırdıkları kimse gibi mi topuklarımızın üzerine geriye dönelim?.
De ki: Şüphesiz
Allah'ın (gösterdiği) yol, doğru yolun kendisidir ve biz de âlemlerin Rabbına
teslimiyet göstermekte emrolunduk.
72— Ayrıca namazı dosdoğru kılın, Allah'tan
korkup kötülüklerden sakının diye emrolunduk. Haşrolunacağımız da ancak
O'nadır.
73— O ki gökleri ve yeri hak ile yarattı, «OH»
dediği gün oluverir. O'nun sözü haktır. Sûr üfrüleceği gün de mülk (saltanat ve
hüküm) O'nun-dur. Görülmeyeni de, görüleni de (olmuş olacağı da) O bilir. O
hikmet sahibidir ve (her şeyden) haberlidir.
Bir rivayete göre, Ebû
Bekir SIDDÎK (R.A.)ın oğiu Abdurrahman İslâm'a girmeden önoe katı bir tutum
içinde bocalayıp duruyordu. Kendisini hakk'a davet edenlere olumlu cevap
vermek şöyle dursun, İslâm'ın nuruyla içini dışını aydınlatan babasını tekrar
küfre dönmeğe davet edecek kadar şuurunu kaybetmişti. Bunun üzerine yukarıdaki
âyetler indi. [158]
Müfessir Süddî'ye göre
: Hz. Muhammed'e (A.S.) gelip imân eden Müslümanları İslâm'dan döndürmek için
inkarcı putperestler, onları kendi şaşkın ve sapık inançlarına çağırıyorlardı.
Bu nedenle yukarıdaki âyetler indi. [159]
«Allah'a and olsun ki,
müşrikler bu işi bırakmam, dâvamdan vazgeçmem için güneşi sağ elime, ayı da
sol elime koysalar yine de vazgeçemem; Allah bu dâvayı üstün kılıncaya, ya da
ben bu yolda mahvoluncaya kadar bunu elbette sürdüreceğim.» [160]
«Şüphesiz ki, Melek
İsrafil Sûr'u bir lokma gibi ağzına yerleştirmiş, yay gibi tutup onu üflemek
için emir beklemektedir.» [161]
«Allah gökleri ve yeri
yarattıktan sonra Sûr'u yaratıp İsrafil'e verdi; o da onu ağzına koyup
gözlerini Arş'a dikerek üflemek için emir beklemektedir.»
Bunun üzerine Ebû
Hüreyre (R.A.) sordu :
— Ey Allah'ın Peygamberi! Sûr nedir? Cevap
verdi :
— O büyük bir şeydir. Beni hak ile gönderen
Allah'a and olsun ki, ondaki dairenin büyüklüğü göklerle yerin genişliği
gibidir. Sûr'a üç defa üfrülecek: Birincisi, dehşet ve korku salan üflemedir.
İkincisi, canlıların kendilerini kaybedip ölmelerine sebep olacak üflemedir.
Üçüncüsü, kabirlerden kaldırılarak âlemlerin Rabbine yönelme üflemesidir. [162]
Bir Bedevî gelip
Peygamber (A,S.) Efendimize sordu :
— Ey Allah'ın Resulü! Sûr nedir? Allah Resulü
cevap verdi:
— Üflenecek bir boynuzdur. [163]
Kur'ân'da geçen ŞEYTAN
ve ŞEYTANLAR tabirleri, bazı yerlerde hakiki anlamında, bazı yerlerde de hem
hakiki, hem mecazî anlamlarda kullanılmıştır. Konumuzu oluşturan âyette
ŞEYTANLAR tabiri bu ikinci kısma girenlerdendir.
Ayet, çok önemli bir
hususa dikkatleri çekmektedir: İnkâr fırtınasına tutulup hakka karşı gelmek,
müzmin bir hastalık halini alınca, şeytanlar ve şeytan ruhlu kişilerin, dini
kültürü olmayan kimseleri şaşkına çevirip toplum arasına atmaları, sosyal
yapıda geniş tahribat yapar. Aslında amaç da bundan başkası değildir.
Mü'minlerin, biri
beyin, diğeri piyon olmak üzere faaliyet gösteren sapık teşkilatları çok iyi
tanımaları ve ona göre tedbirli olmaları hatırlatılıyor. Çünkü her devirde
bunlar değişik metotla ortaya çıkarlar. [164]
«Ve biz âlemlerin
Rabbına teslimiyet göstermekle emrolunduk. Ayrıca namazı dosdoğru kıhn,
Allah'tan korkup kötülüklerden sakının dîye emrolunduk.»
Kur'ân, inkarcı
sapıkların nasıl çalıştıklarını, adam kazanmak için beyin yıkama metoduyla
dinî kültürü oluşmamış kişileri nasıl şaşkına çevirdiklerini açıkladıktan
sonra bu şer ve fitne ağına düşmemek için daha çok şu üç silaha sahip olmanın
gereğine dikkatleri çekiyor:
1. Allah'a dosdoğru inandıktan sonra namazı
dosdoğru kılmak,
2. Allah'tan korkup kötülüklerden sakınmak,
3. Yegane terbiyeci olan Allah'a tam bir
teslimiyet göstermek.
İmân ve namaz, kalble
organları belli amaca yöneltip doğru yoldan sapmayı önleyen faktörlerin başında
gelir. Allah'a karşı saygılı olmanın derin anlamını içimizde taşıyıp her yerde
O'ndan korkmamız, hayatımızın tek ölçüsü ve düsturudur. Kul olmanın anlamı da
bu noktada kendini hissettirir. Sonra da her hal-ü kârda Allah'a teslimiyet
gösterip tedbirden sonra kaderin hükmüne razı olmamız, tesellilerin en güzeli
ve en doyuru-cusudur.
O halde diyebiliriz
ki: Birinci madde, kalb ve organlarla ilgili amellerin önde gelenidir. Çünkü
imân ve namaz, biri ağaç ise diğeri onun mey-vesidir. İkincisi ve üçüncüsü daha
çok kalbe, ruha ve vicdana dayanmaktadır; diğer bir deyimle ruhun en verimli
ürünleri, imânın en tatlı meyvala-rıdır. [165]
«O ki, gökleri ve yeri hak ile yarattı.»
Hakk'i inkâr, kâinatın
mutlak düzenini inkâr kadar gülünçtür. Kur'ân, inkarcıların dikkatini göklerle
yerin yaratılışına ve taşıdığı düzen ve denge kanununa çekiyor. Dünyanın iki
ayrı hareketiyle gece ve gündüzün, sonra da yıl ve mevsimlerin meydana gelmesi,
atmosfer tabakasının kalınlığı ve sağladığı yararlar, dünya ile güneş
arasındaki hesaplı mesafe neyi anlatıyor? Bütün bunlar kör bir tesadüfün mü,
yoksa şuursuz maddenin mi bir-araya getirip ortaya koyduğu bir düzendir? Bir
araba motorunun veya bir elektronik beynin tesadüflerin birbirini izlemesiyle
meydana geldiğini iddia etmek ne kadar saçmaysa, o motor ve o beyinden çok daha
mükemmel düzende olan göklerle yerin tesadüfen meydana geldiğini iddia etmek o
kadar saçmadır.
Her şeyin belli ölçü
ve kanunlara göre yaratılıp hizmete sunulması, mutlak bir kudretin varlığını
isbata kâfidir. Başka delil aramaya gerek yoktur. Çünkü bunlar hak ile
yaratılmıştır. Hak ise, ölçüdür, düzendir, dengedir, hesaptır, plân ve
programdır. [166]
«Ol, dediği gün
oluverir. O'nun sözü haktır.»
İlâhî plân, program,
yaratma, icat etme, denge ve düzene getirme, hep «ol!» emrine dayanır. Bu emir
sebepleri oluşturur, her sebebi belli bir kanuna bağlar. Çünkü O'nun sözü
haktır; belli hesaplarla, kesin sonuçlarla tecelli eder.
Kâinatı belli bir
plâna ve değişmiyen kanunlara göre var kıldığı gibi, bir gün yine onu belli bir
plân ve kanuna göre bozup yeni bir düzen meydana getirecektir. Bu da mahiyeti
bizce bilinmiyen SUR denilen bir vasıtaya üfürülmekle gerçekleşecektir. Çünkü
mülk Onundur, tasarrufu da Ona aittir. Dilediğini işler, dilediği zaman
kudretini izhar eder. O bilendir ve mutlak hikmet sahibidir. [167]
Yukarıda geçen
âyetlerle insan denilen çok mükemmel bir canlının, Allah'tan başka bir takım
eşyayı ilâh edinmesinin derin bir gaflet, koyu bir cehalet eseri olduğuna
dikkatler çekildi. Doğru yolun, mutlaka her şeyi doğru ve yararlı yaratan ve
belli bir hesap dahilinde her şeye yön veren Allah'ın yolu bulunduğu
belirtildi. Sonra buna delil gösterilerek göklerin ve yerin yaratıiişındaki
incelikten söz edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
İbrahim Peygamberin inkarcı cahilleri yola getirmek için hangi metotlara
başvurduğu anlatılıyor. Böylece her devirde hakkı dosdoğru yansıtmanın
ölçüleri veriliyor. İnsanların dikkati daha çok göklerle yerin yaratıhşındaki
mükemmelliğe çekiliyor. [168]
74— Bir zaman İbrahim, babası Azer'e : Putları
ilâhlar mı ediniyor-sun? demiş ve doğrusu ben seni ve kavmini açık bir sapıklık
içinde görüyorum, (diye ilâve etmişti).
75— İşte böylece biz İbrahim'e, kesin bilgi
edinenlerden olsun diye göklerin ve yerin melekût (yaratıhşındaki düzen, denge,
plân ve bazı kanunların işleyişini gösteriyorduk.
76— Gece karanlığı basınca bir (büyükçe) yıldız
gördü, «bu imiş Rab-bim» dedi. Yıldız batınca da «ben batanları sevmem» dedi.
77— Sonra ay'ı doğarken görünce, «bu imiş benim
Rabbim» dedi. Ay batınca, «eğer Rabbim beni doğru yola eriştirmeseydi, herhalde
şu sapıtmış topluluktan olurdum» (diyerek putperestleri uyarmaya çalıştı).
78— Ne vakit ki güneşi doğarken gördü, «bu imiş
benim Rabbim, bu daha büyükmüş» dedi. Güneş batınca, O, «Ey kavmim! şüphesiz ki
sizin ortak koştuklarınızdan beriyim,» diyerek (onlara hak ile bâtıl arasında
bir mukayese yapma düşüncesi vermeye çalıştı).
79— Hem ben şüphesiz ki yüzümü, bâtıldan uzak,
hakka tamamen yönelmiş bir halde gökleri ve yeri örneksiz yaratana çevirdim ve
ben ortak koşanlardan değilim, (diyerek inanç ve görevini açıkladı).
«Bir zaman İbrahim
babası Âzer'e: Putları tanrılar mı ediniyorsun? demişti...»
Putlara tapan inatçı
inkarcıların, güneşe ve yıldızlara tapan müşriklerin dikkatini Allah'ın
varlığına ve yüce kudretine çekmek, akıllarını harekete geçirmek, vicdanlarına
yön vermek için yeryüzündeki canlılar ve bitkilerin mükemmel ölçülerde, belli
plân ve programda, değişmiyen kanunlarla yaratılmaları, her biriyle ilgili
hayatı sürdürme sünnetleri; yerlerin ve göklerin mutlak bir düzen içinde
meydana getirilmeleri cok duyarlı biçimde açıklandı. Sonra da hem Kitap Ehli,
hem de Arap putperestleri tarafından saygı gösterilen İbrahim Peygamberin
TEVHÎT İNANCI'na, putlar ve ilâh edinilen diğer varlıklar hakkındaki
düşüncelerine geniş yer verildi; her yönüyle örnek alınacak bir peygamber ve
uyulacak bir önder olduğu hatırlatıldı.
Böylece son peygambere
karşı amansız şekilde mücadele edenler insafa davet edildi. İbrahim Peygamberi
sevip saydıkları halde onun soyundan gelen son peygambere karşı çıkmalarının
anlamsızlığı ve ölçüsüzlüğü gözler önüne serildi. O son peygamber ki,
İbrahim'in yolunda olduğunu, aynı Tevhit inancına bağlı bulunduğunu ilân etmiş
ve bundan bir milimetre olsun sapmamıştı, Ona karşı çıkmanın ciddi bir anlamı,
makul bir sebebi var mıydı? [169]
İşte böyleçe biz İbrahim'e kesin bilgi
edinenlerden olsun diye göklerin ve yerin me-lekûtunu gösteriyorduk.»
Melekût, mülk kökünden
mübalağa ifade eden bir kelimedir; ceberut ve rehebut gibi. Burada ise, daha
cok göklerde ve yerde câri olan ilâhî düzen, denge ve fiziksel kanunlar, dünya
ile güneş ve ay arasındaki dengeli ilgi kasdedilmiştir. Gelişkin bir aklı
imânla birleştirip peygamberlik pa-yesiyle bütünleştiren ve onu İbrahim'e veren
Allah, varlık âleminde hükümran olan sünnetini bu peygambere tanıtmış ve
inkarcılara karşı daha rahat konuşup delil getirebilsin diye doyurucu belgeler
vermiştir.
İbrahim Peygamber, din
ve Allah fikrine ve inancına karşı çıkan putperestlerin seviyesine göre bir
yola başvurmuş ve onları hem susturmak, hem de yola getirmek için küçümser bir
ifadeyle büyük bir yıldızı göstererek «Bu imiş benim Rabbim!,» deyip
inkarcıların dikkatini o noktayd çekmiş, sonra da yıldız batınca, «batanları
sevmem» diyerek onların kafasında iz bırakacak bir istifham oluşturmaya
çalışmış; sonra ay doğmaya yüz-tutunca, «Öyle ise o değil, bu imiş Rabbim»
diyerek aralarındaki mesafeyi kısaltmayı amaçlamış ve o da batınca, «Eğer
Rabbim beni doğru yola eriştirmeseydi, herhalde şu sapıtmış topluluktan biri
olurdum» sözüyle kafalardaki istifhamı büyültmeye yönelmişti. Çünkü o,
batanları, başka birinin hareket vermesiyle hareket edenleri, başka bir kudretin
var kılmasıyla var olanları ilâh edinmenin sapıklık olduğunu öğretme gayretini
taşıyordu.
İbrahim Peygamber bu
mantıkî mukayese ile putperestlerin yanlış yolda olduklarını derin bir iz
bırakacak biçimde anlatmasını becermiş ve artık son sözünü söyleme ortamını
hazırlamıştı : «Şüphesiz ki sizin inkâra sapıp ortak koştuklarınızdan
beriyim.» Çünkü aklını kullanabilen ve kâinat kitabını okuyabilen bir insana,
kendi eliyle yontup meydana getirdiği cisimlere tapmak, belli kanunlarla
varlıklarını sürdürmek zorunda olan güneş, ay ve yıldızları ilâh edinmek asla
yakışmaz.
Sonra da Allah'a olan
sınırsız inanç ve bağlılığını şu sözleriyle noktalamıştır: «Doğrusu ben
yüzümü, bâtıldan uzak, hakka tamamen yönelik bir halde gökleri ve yeri örneksiz
yaratana çevirdim ve ben ortak koşan inkarcılardan değilim.» [170]
Tarihçiler bu konuda
pek sıhhatli bilgi verememişlerdir. Birçok ansiklopedilerde de çelişkili
bilgilere, gerçeğe uymayan rivayetlere yer verildiğini görüyoruz. Tahminlere
göre, Nuh Tufanından sonra, M.Ö. 20. yüzyıl ile 17. yüzyıl arasında doğduğu
sanılmaktadır. Bu da daha çok Tevrat'ın Tekvin kısmındaki bilgilere
dayanmaktadır. [171]
İbrahim Peygamber, Nuh
Peygamberden sonra gelen birçok peygamberlerin atası sayılır. Eski adı UR,
şimdiki adı URFA olan beldede doğduğu ve böylece Sümer ülkesinde yaşadığı
anlaşılmaktadır.
İsim olarak
İbranioe'den Arapçaya geçmiş bir kelimedir. Kök mânası ise «Büyük cumhur atası»
demek olduğu belirtilmiştir. Ayrıca Hammurabî'-ye ( ? - M.Ö. 1961) çağdaş
olduğu da iddia edilir. Yahudiler ise bunu ABRAM ve ABRAHAM şeklinde telaffuz
ederler. Tevrat'ta bu iki şekliyle de geçmektedir.
Babasına gelince :
Tevrat/Tekvin kısmının 11/26. belgesinde adının TERAH olduğu belirtilmişse de
Kur'ân onu tashih ederek AZER olduğunu açıklar. Bâtılı redde, hakkı telkinde
baba-evlât arasında mutlak sevgi ve saygı aranmaz. Bu bakımdan Azer'in İbrahim
Peygamberin babası olup olmadığında şüpheye düşmenin, bir takım yersiz
yorumlar yapmanın, gayr-i ciddi rivayetlere başvurmanın hiçbir mâkui anlamı
yoktur. Kur'ân gayet açık biçimde, şüphelere yer vermiyecek şekilde Azer'in,
İbrahim'in babası olduğunu belirtmiştir. [172]
Geçen âyetlerle
İbrahim Peygamberin inkarcı putperestleri doğru yola getirmek, hiç olmazsa bu
hususta kafalarında bir iz bırakmak amacıyla ay, güneş, yıldız, taş ve
ağaçların ilâh olamıyacağını onların anlayabileceği mantıkî delillerle ortaya
koymuş ve tartışmaya kalkışanların önyargılarını değiştirmeye çalışmıştı.
Aşağıdaki âyetlerle, İbrahim
Peygamberle tartışmaya girip hakkın karşısında sarsılan inkarcıların, bu defa
onun, putların hışmına uğrayacağından endişe duyduklarına yer veriliyor ve
bununla o yüce peygamberi korkutmak istedikleri açıklanıyor. [173]
80— Kavmi İbrahim'le tartışmaya kalkıştı. O da
dedi ki: «Beni doğru yola eriştirmişken Allah hakkında benimle tartışıyor
musunuz? O'na ortak koştuklarınız şeylerden korkmam; meğerki Rabbim bir şeyi
dilerse (Onun dileği mutlaka yerine gelir). Rabbim ilim bakımından her şeyi kuşatıp
kapsamıştır. Artık düşünüp öğüt almaz mısınız?!
81— Ortak koştuğunuz şeylerden nasıl korkarım ki;
üzerinize hakkında hiç bir kanıt ve belge indirmediği şeyleri O'na ortak
koşmaktan korkmuyorsunuz!.. O halde eğer biliyorsanız (söyleyin), iki taraftan
hangisi güve-nilmeye daha haklıdır?
82— İmân edip imânlarını hiçbir haksızlıkla
kanştırmıyanlar var ya, işte güven onlaradır; doğru yola erişenler de
onlardır!»
83— İşte bu, kavmine karşı İbrahim'e verdiğimiz
kanıt ve belgelerdir
Dilediğimiz kimselerin
derecelerim yükseltiriz. Şüphesiz ki, Rabbin hikmet sahibidir ve (her şeyi)
bilendir.
«İmân edip imânlarını
hiç bir haksızlıkla karıştırmayanlar var ya, işte güven onlaradır.» mealindeki
âyet inince, bu, Müslümanlara çok ağır geldi ve «Hangimiz nefsine zulmetmez
ki?..» diyerek endişelerini açıkladılar. Bunun üzerine Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz onlara : Sözü edilen zulüm, Allah'a ortak koşmaktır. Siz Lukman'ın
kendi oğluna, Allah'a ortak koşma. Şüphesiz ki şirk (ortak koşmak) büyük bir zulümdür,
dediğini duymadınız mı? buyurdu..» [174]
Cerîr b. Abdullah
(R.A.) anlatıyor:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizle Medine dışına çıkmıştık. Ansızın bir atlının bize doğru geldiğini
gördük. Peygamber (A.S.), «Ola ki bu atlı sizi arzulayarak geliyor» buyurdu,
derken adam gelip selâm verdi. Sonra Peygamberimizle (A.S.) onun arasında şu
konuşma geçti:
— Nereden geliyorsun?
— Çoluk-çocuğumdan ve kabilemin yanından
geliyorum.
— Nereye gitmek istiyorsunuz?
— Allah'ın Peygamberini ziyaret etmek
istiyorum.
— Aradığını buldun, Peygamber benim.
— O halde ey Allah'ın Peygamberi! İmân nedir,
bunu bana öğret?
— Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in
Allah'ın Peygamberi olduğuna şehadet etmen, namaz kılman, zekât vermen, oruç
tutman ve Beytullah'a haccetmendir.
— Ben bunları kabul ve ikrar ettim, dedikten
sonra atının ayağı bir çukura girdi ve kendisiyle birlikte yere yuvarlandılar,
adam düştüğü yerde ruhunu teslim etti.
Bunun üzerine
Peygamber (A.S.), «Ona dikkatle bakın» buyurdu. Am-mar b. Yasir ile Huzeyfe b.
Yeman koştular, adamın öldüğünü söylediler. Peygamberimiz (A.S.), «Ondan
vazgeçin olduğu gibi bırakın!.» buyurdu. Bunun sebebi sorulduğunda şu cevabı
verdi: «İki meleğin Cennet meyva-larından onun ağzına koyduklarını gördüm, aç
bir halde öldüğünü anladım. İşte bu adam imânına zulüm kanştırmıyanlardandır»
diye ilâve etti. [175]
«Kavmi, İbrahimle
tartışmaya kalkıştı. O da dedi ki: Beni doğru yola eriştirmişker Allah hakkında
benimle tartışıyor musunuz? O'na ortak koştuğunuz şey lerden korkmam.»
Güneşe, ay'a,
yıldızlara ve insan eliyle şekillendirilen putlara tapan lar, İbrahim
Peygamberin susturucu delilleri karşısında başka çıkar ye bulamayınca, onların
ileri gelenleri, bu defa kendi ilâhlarının hışmını ha tırlatarak İbrahim
Peygamberi korkutmaya çalıştılar. O da, âlemlerin Rab bi bir şeyi dilemedikçe
putların, bâtıl ilâhların hiçbir zarar veremiyeceğin bu yüzden de onlardan
korkmadığını, yine mantıkî ölçülerle anlatma iMi yacını duydu. Böylece bütün
kuvvet ve kudretin Allah'a ait olduğunu, C dilemedikçe hiçbir şeyin meydana
gelmiyeceğini kafalara işlemeye çalıştı.
Neden bu olay
anlatılıyor?
Musa Peygamberden çok
önce gelip geçen İbrahim Peygamberle pul perest inkarcılar arasında meydana
gelen tartışmanın Kur'ân'da anlatı1 ması, çok önemli dört hususu belirtmeye ve
ümmeti o doğrultuda uyarmc ya yöneliktir -.
1— İbrahim Peygamber Asya kıtasının bir çok
yöresinde tanınıp sa\ gı duyulan kadri yüce bir nebidir, Tevrat ondan geniş
şekilde bahsetmişti Yaşadığı devirde ilâhlık iddiasında bulunacak kadar şımarık
ve de güçl hükümdarların bulunduğu, buna rağmen İbrahim Peygamberin hakk'ı tc
nıtmak için çok sistemli ve metotlu bir mücadele verdiği muhakkak. B bakımdan
her yönüyle örnek alınacak bir peygamberdir.
2— Her devirde hakla bâtılın karşıkarşıya
bulunduğu, hakkı reddt denlerin yerli yersiz azgınlık gösterdikleri, daha çok
onların sahnede o duğu hatırlatılıyor. Dünyada sürüp gelen olayların aslında,
temelinde b değişiklik yoktur. Surette ve metotta değişiklik vardır. Putperestliğin
c bir çok çeşitlerinin bulunabileceğine işaret ediliyor; kimi zaman insanle
ilâhlaştınlır; kimi zaman taşlara, ağaçlara;
kimi yerde hayvanlara, kir yerde
güneş ve aya ibadet edilir. O halde Hakk'ın bilinip tanınması için t tür
bâtılların ortaya çıkması, sünnetullah gereğidir. Mücadele ise, durdukça devam
edecektir.
3—
İnkarcılarla, putperest ve müşriklerle tez-antitez doğrultusunda tartışırken
ilmî ölçüleri, mantıkî yollan bilmenin lüzumuna işaret ediliyor. Ayrıca tarihî
bilgiye geniş biçimde sahip olmanın gereği anlatılıyor. Bilgisiz, kültürsüz
bir tartışmanın kuru bir İddiadan öteye geçmiyeceğine dikkatler çekiliyor.
İbrahim Peygamberin
sergilediği mantıkî deliller, kendi devrinin kültür seviyesinin biraz
üstündedir. O halde her devrin gelişen ilim ve kültürüne göre, hazırlıklı
olmamız şarttır. Ama değişmiyen bir şeyin her devirde geçerli olduğu
muhakkaktır: Yerde ve göklerde câri olan düzen, denge ve illiyet kanunu iyice
bilindiği takdirde hep susturucu olacaktır.
Nitekim günümüzde
Hegel'in Diyalektik Felsefesi, Marksizmin temelini oluşturan Materyalist
Felsefe ile millî ve dinî duyguları geliştirilmemiş gençlerin beyinlerini
yıkayan aşırı akımlara karşı, yine günün gelişen metoduyla çıkmamız ve
İslâm'ın inanç esasları doğrultusunda gençliğe doyurucu bilgi malzemesi
vermemiz gerekmektedir. Aksi halde arzulanan sonucu elde etmek mümkün
değildir. Bu akımların can simidi olmadığını bilimsel yollardan anlatmak, en
uygun yollardan biridir. [176]
Yukarıda geçen âyetlerle
İbrahim Peygamberin Allah'ın varlığını ve birliğini, kudret ve yüceliğini günün
metoduna göre isbatlayıp ortaya koyması anlatıldı. Bütün bu bilgi ve delillere
onun kalbini ve kafasını yatkın kılan Allah'ın inayetine dikkatler çekildi. Bu
sebeple İbrahim'in (A.S.) yüksek derecelere eriştirildiği anlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
Allah'ın ona olan üçüncü bir lûtfundan söz ediliyor, dünyada da aziz
kılındığı, soyundan bir nice peygamberler geldiği belirtiliyor ve Allah'ın
doğru yola eriştirdiği bu peygamberlere TEVHÎT doğrultusunda uyulmasının
gereği hatırlatılıyor. [177]
84— Ve
ayrıca ona (İbrahim'e) İshak'ı ve Yakub'u bağışladık ve her birini doğru yolda
bulundurduk. Daha önce Nuh'u ve O'nun soyundan Davud'u, Süleyman'ı, Eyyub'u,
Yusuf'u, Musa ve Harun'u da doğru yolda bulundurduk.
İşte böylece iyi ve
güzel davrananları mükâfatlandırırız.
85— Zekeriyya, Yahya, İsâ ve İlyas'ı da doğru
yolda bulundurduk; hepsi de iyi, yararlı kişilerden idi.
86— İsmail'i, Elyasa'i, Yûnus'u ve Lût'u da doğru
yolda bulundurduk ki hepsini de (yaşadıkları çağın) insanlarından üstün kıldık.
87— Onların babalarından, soylarından ve
kardeşlerinden de seçtiklerimizi doğru yola eriştirdik.
88— İşte bu, Allah'ın yoludur ki, kullarından
dilediğini ona eriştirir. Onlar Allah'a ortak koşmuş olsalardı amelleri boşa
çıkardı.
89— Bunlar, kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir.
Eğer onlar (Mekke
müşrikleri) bunları tanımaz da inkâr ederlerse, inkarcı olmayan bir kavmi buna
vekil kılmışızdır.
90— İşte bunlar Allah'ın doğru yola eriştirdiği
kimselerdir; sen de onların yoluna uy. De ki: Buna karşılık sizden bir mükâfat
istemem. O (Kur1-ân) âlemler için ancak bir öğüt, bir hatırlatmadır.
Kur'ân, peygamber
konusunda, diğer bazı yerlerde genel bir açıklık ve açıklama getirerek her
kavme ve her millete daha önce bir peygamber gönderildiğini ve bir ülkeye, ya
da kavme peygamber gönderilmedikçe azap edilmiyeceğini haber verirken burada
nüfusun çok kalabalık bulunduğu ve ticarî kervanların haberleşmeyi
kolaylaştırdığı ASYA kıtasının önemli bir kesiminde gönderilen ünlü
peygamberlerden on sekiz tanesinin isminden sözederek, özellikle Arap
Yarımadasında yaşıyan ve bu isimlere pek yabancı olmıyan Arapları uyarmayı
amaçlamıştır.
Çünkü Kur'ân her
millete ve her çağa seslenen son kitaptır. Araplar onu okuduğunda kendilerine
göre nasiplerini alırlar. Başka milletler de okuyunca kendilerine göre
nasiplerini alabilecek bir çok âyetler bulabilirler. Kısacası Kur'ân hem çok
yönlü, hem de her sınıf insana hitap edebilecek bir muhteva ve kudrette
indirilmiştir. [178]
İlgili âyetlerle on
sekiz peygamberden ismen söz edilirken tarih.sırası gözetilmemiştir. Aynı
zamanda Resul ve Nebi tertibine de gidilmemiştir;
neden? Bunun cevabı
gayet açıktır-. Kur'ân çoğu yerde geçmiş olayları anlatırken de tarihe ve tarih
sırasına yer vermez, onu araştırıcı tarihçilere bırakır; çünkü Kur'ân'a göre,
olayın meydana geldiği yıl ve gün önemli değil, olayın ibret ve öğüt alınacak
noktalan önemlidir. Bu bakımdan olayların detayına inmez, onu günlük önemli
olayları yazanlara terkeder. Geçmişten ders ve ibret alıp geleeeğe yön
vermemizi emreder; ana fikir verir, insan aklını harekete geçirir; olayları
özetleyip bir komprime haline getirir; insana düşünme ve araştırma fırsatı
verir. Şüphesiz ki bu metot, Allah'ın kitabının özelliklerinden biridir.
On sekiz peygamber
burada kendilerine sunulan fazl-ü kerem yönünden sınıflandırılmışlardır. Çünkü
her birine ilâhî lûtuftan, başka bir kapı açılmıştır:
a) Nuh, İbrahim, İshak ve Yakup, sonra gelen
peygamberlerin ataları olma fazîletini taşımaktadırlar. Çünkü Asya'da
gönderilen bütün peygamberler bunların soyundandır.
b) Dâvud
ile Süleyman'a gelince,
bunlara hem peygamberlik,
hem hükümdarlık payesi verilmiştir. Bu özellikleriyle diğer
peygamberlerden ayrılırlar.
e) Eyyub
peygamber ise, gelen şiddete, inen musibete sabredenlerin başında gelir. Sonra
da bu iki mertebeyi,yani peygamberlik ve hükümdarlık payesiyle birlikte belâ ve
musibetlere uğramayı kendinde toplayan Yusuf Peygamber, adı geçenler üzerine
atfedilmiştir.
d) Musa ile Harun'a gelince, çok çetin mücadele,
çok mu'cize ve açık belgeler göstermekle bilinmektedirler.
e) Zekeriyya, Yahya, İsâ ve İlyas Peygamberler
ise, dünyadan el-etek çekip yüzleri daha çok âhirete yönelik bulunmakla ün
yapmışlardır. Bu sebeple «SALİH» sıfatıyla anılmışlardır.
f) İsmail, Elyesa', Yunus ve Lût Peygamberlere
gelince, bunlar şeriatı olmayan peygamberlerdir.
Görülüyor ki Kur'ân,
Peygamberleri tarihleri sırasına göre değil, taşıdıkları özelliklerine göre
sıralamaktadır. [179]
<l9te bun'af
Allah'ın doğru yola eriştirdiği kimselerdir.»
Mealindeki âyetle,
peygamberliğe lâyık görülenlerin, doğuştan bu şerefli hizmete aday yaratıldıkları
ve vakti-saati getince ilâhî vahye mazhar kılındıkları belirtiliyor.
Bu sebeple ilim
adamlarımıza göre, peygamberlik cahşılarak, zühd-u takva göstererek, öğrenim
yaparak elde edinilebilecek bir meslek değildir. Nitekim Şeyh Muhyiddin Arabî
de bu hususa ışık tutarak der ki: «Peygamber, peygamber olarak; velî de velî
olarak yaratılır; bu payeler sonradan elde edilir türden değildir.» [180]
Sen de onların yoluna
uy.»
Bu emîr, hidâyet
yolunda bulunan Resûlüllah (A.S.) Efendimizin ve daha önce gelip geçen her
peygamberin de aynı yolda yürüdüğünü hatırlatır. Bu yo! TEVHÎT = Allah'ı bir
bilmenin esaslarıdır. Ayrıca sözü edilen her peygamberin özelliğinin
Peygamberimizde kemai derecesinde bulunduğunu, böylece O bir bakıma bütün
peygamberlerin aslı ve her birine sunulan ilâhî inayetin ve yönelen iltifatın
kaynağı sayılır.
O halde olgunluğun
bütün incelikleri, şeref ve fazîletin bütün ölçüleri son nebide kemal
mertebesinde bir araya gelip bütünleşmiştir.
Bu hususu biraz daha
açıklıyaiım :
Nuh Peygamber uzun
yıllar müşriklerin saldırısına, eziyet ve cefasına karşı dayanan ve
mücadelesini taviz vermeden sürdüren bir peygamberdir. Bu sıfat
Peygamberimizde (A.S.) çok daha belirgindir.
İbrahim Peygamber, çok
cömert ve âlicenap bir zatts. İnkarcılarla çok seviyeli, metotlu ve ölçülü bir
tartışma ortaya koymuş, günün şartlarına, muhataplarının kültür seviyesine göre
mantıkî ve aklî yollara başvurmuştur. Bu sıfatlar Resûlüllah (A.S.)
Efendimizde doruk noktasında bulunuyordu.
Yakup ve İshak
Peygamberler kıtlık, sıkıntı, belâ ve dert ile yüzyüze gelmiş, her şeye rağmen
Hakk'a teslimiyette kusur etmemişlerdir. Bu sıfatların Peygamber (A.S.)
Efendimizde en parlak noktasına eriştiğini görüyoruz.
Davud ve Süleyman
Peygamberler, geniş nîmetler içinde şükreden kişiler olarak bilinmektedir.
Peygamber (A.S.) Efendimiz o kadar genişliğe erişmediği halde hamd ve şükürde
grafiğin en üst çizgisinde bulunuyordu.
Eyyub Peygamber, çetin
sınavlardan geçen, musibete karşı dayanma gücünü sergiliyen bir peygamberdir.
Ama bu sıfat Resûlüllah (A.S.) Efendimizde son sınırına erişmiştir.
Musa ve Harun
Peygamberler çok çetin mücadele veren. Tanrılık iddiasında bulunan Fir'avn'a
karşı çıkan ve sonra da büyük mu'cizeler gösteren peygamberlerdir. Bu sıfatlar
Peygamber (A.S.) Efendimizde son kertesine ulaşmıştır.
Zekeriyya, Yahya ve
Elyesa' Peygamberler zühd-u takvanın çok ileri merhalesinde bulunuyorlardı.
Ayrıca İsrâiloğulları'nın amansız saldırısına hedef olmuşlardı. Bu sıfatlar
Resûlüllah (A.S.) Efendimizde kemâl derecesinde idi.
İsmail Peygamber
doğruluk ve teslimiyetin; Yunus Peygamber Allah'a yalvarıp yakarmanın burcunda
yer almışlardı. Bu sıfatlar Peygamber (A.S.) Efendimizde Arş'a kadar yükselen
bir mâna taşıyordu. Ama hepsi de Hakk'a giden yol üzerinde birer meşale olarak
bulunuyorlar, bu yolda yürüme bahtiyarlığına erişenlerin önünü
aydınlatıyorlardı. O bakımdan bütün peygamberler aynı yol üzerinde bulunmuştur.
Ne var ki onlar yaşadıkları çağın ilim, teknik, sosyal ve kültürel yapılarına
göre teçhiz edilerek kendi kavimlerine gönderilmişlerdir. Çünkü ulaşım
imkânları mevcut değildi. Her millete bir peygamber, bir uyarıcı göndermek
gerekiyordu. Dünya milletleri arasında ticarî kervanlar gelişince son olarak
bütün milletlere bir peygamber ve bir kitap gönderildi. [181]
<O (Kur'ân) âlemler
için ancak bir öğüt ve hatırlatmadır.»
Her insanın doğuştan
ruhuna enjekte edilmiş olan din ve Allah duygusu, Kur'ân ile kabuğunu kırıp
ortaya çıkabilir. Çünkü insandaki gizli duran o sedefin kırılması için çok
usta bir çekice ihtiyaç vardır. Elbette ki Allah sözü, çekiçlerin en
mükemmelidir. İyi kullanıldığı takdirde kimseleri in-çitmeden sözü edilen
cevher üzerindeki nefs kabuğunu kırmaya yeterlidir. Her millet ve topluluk
ister istemez böyle bir ilâhî araoa muhtaçtır. Ne var ki aracın yararını
öğretecek yetenekli din bilginlerine, kıymetli eserlere olan ihtiyaç daha
büyüktür.
Kalblerini bu ilâhî
araca açık tutmayan Mekkeliler, inkâr ve inatlarında ısrar edince, Kur'ân'a
sahip çıkan vekiller olarak Allah Medinelileri gö- Mealindeki âyetle,
peygamberliğe lâyık görülenlerin, doğuştan bu şerefli hizmete aday
yaratıldıkları ve vakti-saati gelince ilâhî vahye mazhar kılındıkları
belirtiliyor.
Bu sebeple ilim
adamlarımıza göre, peygamberlik çalışılarak, zühd-u takva göstererek, öğrenim
yaparak elde edinilebilecek bir meslek değildir. Nitekim Şeyh Muhyiddin Arabî
de bu hususa ışık tutarak der ki: «Peygamber, peygamber olarak; velî de veiî
olarak yaratılır; bu payeler sonradan elde edilir türden değildir.» [182]
Geçen âyetlerle
Allah'ın doğru yol üzerinde bulundurduğu ve insanlıktan yana rahmet olarak
gönderdiği peygamberlerden söz edildi. Onların örnek hayatlarının en önemli
noktasına dikkatler çekildi. Allah'ın bu rahmetine kulak vermiyen bir milletin
en büyük hayır ve saadeti kaybettiğine işaret edilerek inkarcı olmayan
milletlere bu rahmet ve şerefin sunulacağı açıklandı.
Aşağıdaki âyetlerle,
delilsiz ortaya çıkıp Allah'ın hiçbir kitap indirmediğini iddia etmenin derin
bir gaflet, koyu bir cehalet olduğuna dikkatler çekiliyor. Eğer indirilen
kitaplar insanlara sunulmamış olsaydı, âhiret, hesap, cennet, cehennem ve tek
kelimeyle fizik-ötesi âlemlerden kimin haberi olabilirdi? sorusu
hatırlatılıyor. Kur'ân'ın tükenmez bir feyiz ve bereket kaynağı olduğu
belirtilerek ona sarılmanın gereğine işaret ediliyor. [183]
91_
(Yahudiler) Allah insana hiçbir şey indirmemiştir, diyerek Allah'ın kadr-u
kıymetini, azamet ve kudretini bilip anlayamadılar. De kî: Musa'nın insanlara
bir nûr, bir hidâyet olarak getirdiği kitabı kim indirdi? -ki siz onu ayrı ayrı
kâğıtlara yazarak kimini ortaya çıkarıp açıklıyorsunuz, çoğunu da
gizliyorsunuz. Ne sizin, ne babalarınızın bilmediğiniz şeyler (o kitapla) size
öğretilmiştir-. De ki (onu) Allah indirmiştir. Sonra da onları bırak da
daldıkları şeyde oynayadursunlar.
92— Bu
indirdiğimiz kitap mübarektir; ellerindeki (Tevrat ve İncil'i) tasdik edicidir.
Ümmu'l-Kura (Kentler anası Mekke)lileri ve çevresindekileri uyarmak içindir.
Âhirete imân edenler, namazlarına devam ederek ona da imân ederler.
Saîd b. Cübeyr diyor
ki :
— Tartışmak üzere
Peygamber (A.S.) Efendimize gelen Yahudi
bil-
ginlerinden Mâlik b.
Sayf'dan Peygamberimiz şunu sordu: «Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah adına and
veriyorum, Tevrat'ta, ALLAH ŞİŞMAN BİLGİNİ SEVMEZ diye bir cümle yazılı değil
midir?» Bunun üzerine Mâlik b. Sayf kızdı ve sinirinden Ölçüsünü kaybederek,
«And olsun ki, Allah hiçbir insana hiçbir şey indirmemiştir!» demişti.
Yanındaki Yahudî arkadaşları, «Ne yapıyorsun?! Allah Musa'ya da mı bir şey
indirmemiştir?» diye kınadıklarında, o yine öfkesinden, «Evet, Allah hiç bir
insana hiç bir şey indirmemiştir» diyerek sözünü tekrarlamıştı. Yahudiler bu
yüzden onu başkanlıktan uzaklaştırıp, yerine Kâb b. Eşraf'i getirdiler.
Yukarıdaki âyetler bu
sebeple indi. [184]
Bu rivayete bakılırsa,
ilgili âyet Medine'de inmiştir. İbn Abbas, Mücahit ve İbn Cerîr'e göre,
Mekke'de Kureyş müşrikleri hakkında inmiştir. [185]
«Allah'ın kadr-u kıymetini, azamet ve
kudretini anlayamadılar.»
Allah'ı, O'nun
kudretinin sınırsızlığını, kâinattaki câri kanunlarını, varlık âleminin her
parçasına yerleştirilen hikmetlerini hakkıyla bilip takdir etmek; şüphesiz ki
çok sağlam bir bilgi ve köklü bir imân işidir. Bu iki değer ölçüsüne lâyıkıyla
sahip olamıyanlar, Allah hakkında çok yanlış ve o nis-bette sakat düşünce ve
inanç taşırlar, Tıpkı sözü edilen Yahudî din adamları gibi, işlerine gelmediği
zaman, «Allah insana hiçbir şey indirmemiştir» diyecek kadar şaşkınlık göstermişlerdir.
Allah'ın her varlığın
önünde gizli üstün hikmetini, geniş rahmetini, her şeyi kapsayan sınırsız
ilmini bilen ve anlayan; kudretinin açık belgelerini kendi yaratılışında ve
varlığın her zerresinde idrâk eden kimse, hiç tereddüt etmeden O'nun her şeyi
en güzel ve en mükemmel ölçü ve anlamda yarattığını bilir ve inanır ve insanı
-diğer canlılara nisbetle- çok yetenekli kıldığını doğrular. Unutmayalım ki,
ilâhî kudretin insan ruhuna sunduğu yeteneklerin pek çoğunun mahiyetini, gerçek
sebebini, oluş ve işleyiş tarzını, yöntemini ilim henüz tamamen çözmüş
değildir. Her şeyi bir yana bırakalım sadece içimizdeki düşünce ve hafızayı
ele alalım: Belirli bir enerji sarfına sebep olmadan içimizde yaşıyan bu
acayip iki kudretin mahiyeti nedir? Canlı maddenin içinde geçen bu iki olay,
dünyanın en büyük kudreti ve Allah'ın varlığının en parlak belgesi değil
midir? Hemen belirtelim ki, yeryüzü hattâ uzay, düşünce sayesinde akıt almaz
değişikliklere uğramaktadır. Birçok büyük filozof hayatını bu gibf~meseleleri
çözmeye vermiş, yine de sonuca varamamıştır. En sağlam, en doyurucu bilgiyi
Peygamberler (A.S.) getirmiştir, çünkü onlar fizikötesinden alıp öylece
konuşmuşlardır. Geri kalan ilim adamları ve filozoflar ise, aklın sınırında
takılıp kalmışlar, bu sebeple doyurucu ve sağlam bilgi verememişlerdir.
İşte bu yüce
kudretleri içimizde yaratan O sonsuz kudreti hakkıyla bilip anlamamız düğümü
ancak çözebilmiştir. Ne yazık ki, insanların çoğu böylesine sonuoa eriştirici
çözüm yolu varken sırf kendi aklına güvenerek başka yollara sapmış ve büsbütün
kendini kurtuluşu zor çıkmazlara sokmuştur. Oysa akıl henüz fizik âlemini
çözememiştir; nerede kaldı fizik-ötesine nüfuz etmesi.. Akıl henüz insanın
yaratılışının sır ve hikmetini anlayamamış ve ilk insanın nasıl meydana
geldiğini çözememiştir, nerede ölüm ötesinden, kıyametten söz edebilmesi? Akıl
henüz kâinatın büyüklüğünü, galeksi ve kehkeşanların sırrını anlayamamıştır;
onun ötesini anlaması mümkün mü? Akıl insanın fizikî yapısının bütün esrarına
kapı açamamış, nerede ona kumanda eden ruhu idrâk edebilsin?. [186]
«Ki siz Onu ayrı ayrı
kâğıtlara yazarak kimini ortaya çı-karıp açıklıyorsunuz; çoğunu da
gizliyorsunuz.»
Kur'ân, İsrâiloğulları
için bir ışık ve Hakk'a uzanan dosdoğru bir yol niteliğinde olan Tevrat'ın Musa
Peygamberden sonra mevcut Levhalardan istinsah edilirken dağınık biçimde ayrı
ayrı kâğıtlara yazıldığını, bu sırada bazı önemli belgelerin gizli tutulduğunu
açıklıyor. Özellikle son nebî ile ilgili birçok belgelerin istinsah edilirken
hazırlanan nüshaya alınmadığı anlaşılıyor. Gerçi ilk anda Tevrat'ın aslı
Levhalar üzerinde yazılı bulunduğu için işin sonunun nereye varacağının
farkına belki varılmamıştır. Ama İsrâiloğullan'nın esaret ve zillet devri başlayınca
Levhalar kaybolmuş, ellerinde sadece yazdıkları kâğıtlar kalmıştır. Böylece
Allah sözünün Levha-lardaki aslı ve tamamı sıhhatli biçimde korunamamış ve bu
yüzden âhi-retle ilgili bütün bilgiler de unutulmuştur.
En son indirilen
Kur'ân, hem Tevrat'ın, hem İncil'in aslını tasdik eder; meydana gelen önemli
değişikliği ve unutulan belgeleri haber vererek tashihe yönelir. Çünkü Kur'ân
az kelimeyle çok şey anlatan, sayısız hükümler, ana fikirler, kıssalar,
uyarılar ve müjdeler getiren ve bütün bunları bir feyiz pınarı gibi durmadan
akıtan çok bereketli ve çok mübarek bir kitaptır. [187]
«Bu indirdiğimiz
kitap mübarektir; ellerindeki (Tevrat ve İncil'i) tasdik eder. Ümmü'l-Kurâ
(Kentler anası Mekke)lileri ve çevresindekileri uyarman içindir.»
Mekke'ye ÜMMÜ'L-KURA
denilmiştir. Bu, o mübarek beldenin sıfat ve isimlerinden biridir. KENTLER
ANASI anlamına geiir. Son dinin ve onun kitabı Kur'ân'ın daha önceki dinler ve
kitaplarla mukayese edilemiyecek kadar genellik arzettiğine işaret ediliyor;
aynı zamanda Tevrat ve İncil'in daha çok İsrâiloğullan'na gönderilen, onları
aydınlatan bir nur, doğru yolu gösteren bir rehber olduğuna dikkatler
çekiliyor. Kur'ân ise, hem kentler anası sayılan Mekkeiileri, hem de bu ana
merkeze yüzçeviren bütün dünya milletlerini aydınlatan bir nur, doğru yolu
gösteren bir hidâyettir.
Dünya nüfusunun
çoğunun yaşadığı Asya ile Afrika arasında tampon olarak merkezî bir durum
arzettiği, kuzey yarımkürenin denizlerle kara parçası arasında, Amerika kıtasının
orta kesimiyle aynı enlemler üzerinde yer aldığı, yeryüzünde Allah'a ibâdet
için ilk mabedin burada yapıldığı ve bu mabedin yeryüzündeki bütün inanmışlara
kıble ta'yîrı edildiği dikkate alınınca, MEKKE'ye neden ÜMMÜ'L-KURA (Kentler
Anası) denildiğinin sebebi rahatlıkla anlaşılır.
Nitekim son
peygamberle, son kitabın da Ümmu'l-Kurada parıldayıp dünya milletlerine müjdeci
ve uyarıcı, yo! gösterici ve rahmet saçıcı olarak gönderildikleri, En'âm
Sûresi 119, Furkan Sûresi 1, Sebe1 Sûresi 28. öyetleriyle açıklanmaktadır. [188]
Başta Kur'ân olmak
üzere indirilen kitaplar daha çok üç önemli amaca yöneliktir: TEVHİT
doğrultusunda Allah'ın varlığını, birliğini, eşinin, benzerinin ve denginin
olmadığını öğretmek; Peygamberliğin anlamını, yararını ve lüzumunu belirtmek;
Kıyametin ikinci hayat olarak hazırlanmasının sebep ve hikmetini açıklamak.
İşte bu üç ana tema,
bütün hayır ve faziletlerin kaynağı, niçin yaratıldığımızın hikmeti, kâinatın
var kılınmasının asıl sebepleridir.
İlgili âyetlerle bu üç
ana hedefe dikkatler çekiliyor. Öyle ki bundan önceki âyetlerle de İbrahim'in
peygamberliği anlatılırken O'nun, A'lah'-ın varlığını ve birliğini delillerle
açıkladığına yer verildi. Sonra âhfrete imâ-
nın anlamı üzerinde
duruldu. Arkasından Tevrat'ın da aslında bu amaca yönelik bir nur ve hidâyet
olduğu belirtildi. Sonra da Kur'ân'ın çok mübarek bir kitap olmasından söz
edilerek, hayır ve yararının çokluğu, feyiz ve bereketinin sürekliliği
belirtildi ve böylece her iki kitabın da bu açıdan bakılınca, yukarıda sözü
edilen Tevhît İnanci'nı işlediğinin görülebileceğine işaret edildi. [189]
Yukarıda geçen
âyetlerle Kur'ân'ın çok feyizli, bereketli, doğru yola götürücü bir kitap
olduğunda ve her sözüyle Allah'tan indirildiğinde hiç şüphe bulunmadığı
açıklandı. İnsan kafasından bu kadar düzenli, ahenkli, tutarlı,'hikmetli ve
hatasız bir kitabın çıkmıyacağına işaret edildi.
Aşağıdaki âyetlerle
Kur'ân'daki bunca ilâhî kudret ve hikmeti görmeyip, kendisine vahiy indiğini
veya istediği takdirde Kur'ân gibi bir kitap yazabileceğini idda edenlern ne
kadar büyük bir haksızlık içinde oldukları belirtiliyor; bu yüzden onları
horlayacak, aşağılayacak bir azabın beklendiği haber veriliyor. Sonra da
ikinci hayata kalkış hakkında bilgi verilerek inkarcılar uyarılıyor. [190]
93— Allah'a
karşı yalan uydurandan veya kendisine hiçbir şey vah-yedilmediği halde, «bana
vahyolundu» diyenden ve «Allah'ın indirdiği gibi ben de (âyetler) indireceğim»
söyliyenden daha zâlim kim vardır?
O zalimleri ölümün
şiddetli dalgalanması içinde meleklerin ellerini uzatıp «çanlarınızı çıkarın,
Allah'a karşı haksız söylediklerinize ve O'nun âyetlerine karşı büyüklük
taslamakta olduğunuza karşılık bugün horlayıçı alçaltıçı azap ile
cezalandırılacaksınız!» (derlerken) bir görsen.
94— Şanıma
and olsun ki, sizi ilk yarattığımız gibi, bize bir bir geldiniz ve size
verdiğimiz nimetleri arkanızda bıraktınız. Aranızda, (Allah'a) ortak olduğunu
iddia ettiğiniz şefaatçilerinizi beraberinizde göremiyoruz. And olsun ki,
aranızdaki bağlar kopmuş ve iddia edip durduğunuz (her şeyler) sizden ayrılıp
kaybolmuştur.
Katade'ye göre, bu âyet,
Peygamberlik iddiasında bulunan yalancı Müseyleme hakkında inmiştir.
Adı geçen, kendisine
vahiy indiğini iddia ederek halkı aldatmaya çalışmış ve bu arada Resûlüllah
(A.S.) Efendimize iki de elçi gönderecek kadar işi azıtmıştı. Gelen elçilere,
Peygamber (A.S.) Efendimiz: «Siz, Müseyleme'nin peygamber olduğuna şehadet
ediyor musunuz?» diye sorduğunda, onlar hiç çekinmeden, «Evet...» diye cevap
verdiler. Bunun üzerine Peygamber (A.S.) Efendimiz, «Eğer elçileri öldürmek
âdet olsaydı, herhalde sizin boynunuzu vurdururdum!» buyurdu. [191]
«And ofsun ki, insanı
süzülmüş bir çamurdan yarattık.»
Mealindeki Mü'minûn
sûresi 12. âyet inince, Resûlüilah (A.S.) Efendimiz vahiy kâtiplerinden ve
aynı zamanda Hz. Osman'ın süt kardeşi olan Abdullah b. Sarh'i çağırıp âyeti ona
yazdırdı ve «Sonra da onu bambaşka bir yaratık yaptık.» âyetine gelince,
Abdullah b. Sarh insanın yaratılışını tasvir eden bu âyetin taşıdığı yüce anlam
karşısında hayretini ifade ederek «Yaratanların en güzeli olan Allah ne
yücedir, ne mukaddestir ve O çok mübarektir!» dedi. Bunun üzerine Resûlüllah
(A.S.) Efendimiz, o cümleyi de yaz, çünkü inen âyet bu şekilde bana
vahyedildi.» buyurdu.
Abdullah b. Sarh'in
kafasında birtakım şüpheler belirdi ve kendi kendine, «Eğer Muhammed doğru bir
kimse ise, ona vahyolunan bana da vahyolundu. Eğer yalancı ise, onun dediği
gibi ben de söyledim» şeklinde düşünerek İslâm'dan- çıktı ve kaçıp müşriklere
iltihak eyledi.
Kelbî'nin İbn Abbas
(R.A.)dan yaptığı rivayete göre, 93. âyet onunla ilgili olarak inmiştir. [192]
«Uyuduğum bir sırada
yeryüzünün hazineleri bana verildi. Bu arada elime altundan iki bilezik
konuldu. Bunu oldukça önemsedim, derken onlara üflemem emredildi. Üflediğimde
ikisi de uçup gitti. Bunları aralarında bulunduğum iki yalancıyla yorumladım:
(San'a sahibi el-Esved el-Anesî ve Yemame sahibi Müseyleme).» [193]
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki :
— Resûtüllah (A.S.)
Efendimiz kalkıp bize öğüt verdi ve özetle şöyle buyurdu : «Ey insanlar!
Şüphesiz kî sizler yalınayak, çırılçıplak, sünnet olmadık bir halde Allah'a
haşrolunacaksınız. (Yaratmaya ilk başladığımız gibi -verdiğimiz bir va'd
olarak- onu tekrar iade edeceğiz. Her halde biz (bunu) yapıcılarız.) âyetinde
buyuruiduğu gibi..» [194]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz buyurdu ki:
«İnsanlar yalınayak,
çırılçıplak ve sünnet olmadık bir halde haşrolu-nacaklardır.»
Bunun üzerine Hz. Âişe
(R.A.) «Ya Resûlellah! erkeklerle kadınlar birlikte birbirlerine bakar
vaziyette mî?...» diye sorunca, Peygamber Efendimiz, «Durum bu gibi şeylere
ilgi duyulmayacak kadar şiddetlidir (ve korkunçtur).» buyurdu.[195]
«Allah'a karşı yalan
uydurandan...... daha zâlim kim vardır?»
Bazan insan
çevresinden ilgi görünce, yavaş yavaş değişmeye başlar; ilgi artınca değişme
de ona orantılı olarak kendini hissettirir. Bir gün gelir olmadık iddialarda
bulunmaya, kendisini olduğundan fazla göstermeye başlar. Buna birkaç örnek
vermemiz gerekirse, 19. asırda Hindistan'da ortaya çıkan Mirza Gulâm AHMED
KADIYÂNÎ'yi ve yine aynı asırda İran'da ortaya çıkan Babilik - Bahailik
fikrinin öncülerinden Şiraz'lı Mirza Ali Muhammed Rıza'yı gösterebiliriz.
Önceleri din adına birer mürşit hüviyetiyle ortaya çıkan bunlar, İslâm'ı bölüp
parçalamak istiyen yabancıların da desteğiyle çok geçmeden MEHDÎLİK iddiasında
bulunmuş, halk üzerindeki tesir çemberleri iyice genişledikten ve kendilerini
kabul ettirdikten sonra peygamberlik iddiasında bulunma cesaretini kendilerinde
bulmuşlardır.
Diyebiliriz ki, hemen
her devirde buna yakın bir takım akımlar ortaya çıkmıştır ve çıkmaya devam
edecektir. Günümüzde kendini MÜRŞİD-İ KÂMİL ilân edip tamamen Peygamber
sünnetinin dışına çıkarak saf Müslümanları aldatıp çevresinde toplayanlar
eksik değildir. Bunların bir kısmı, İslâm'ı bozmada daha çok yetenekliyse
yabancı ülkelerden de yardım görmektedir. Tarikat adı altında Kitap ve
Sünnetin dışına taşıp din adına akla hayale gelmedik şeyler uyduranların, namaz
ve benzeri ibâdetlere gerek olmadığını basit mantıkî yollarla anlatanların
çoğunun ciddi hiçbir tahsili yoktur. Bir âyet, ya da hadîsi ilmî ölçülerle
çözüp anlayacak ve anlatabilecek bilgiye sahip değillerdir. Ne yazık ki,
yeterince İslâm kültürü almayan aydınlarımızdan bir kısmı bu cahillerin önünde
eğilmekte ve onu kendine bir kurtarıcı seçip manevî boşluğunu doldurmaya
çalışmaktadırlar.
İşte Kur'ân ilgili
âyetle bu sapık ve şaşkınları üç grupta toplamaktadır :
1. Kendilerini olduklarından fazla gösterip
Allah'a karşı yalan uyduranlar.
2. Kendisine hiçbir suretle vahiy inmediği
halde, kendini peygamber göstermek için bana da vahiy iniyor, diyenler.
3. Kur'ân'a bilgisizlik gözlüğüyle bakıp, ben de
bunun gibi sure ve âyetler yazabilir, ortaya koyabilirim diyen şaşkınlar.
Resûlüllah jA.S.)
Efendimiz devrinde bu üç ayrı tip şaşkın ve sapıklar ortaya çıkmış, ondan
sonra da günümüze kadar değişik metot ve ambalajlarla her devirde sahneye
çıkanlar eksik olmamıştır.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz devrinde Yemame'de Müseyleme, San'a'-da Esved el-Anasî gibi
yalancılar çıkıp bize de vahiy iniyor, diyerek birtakım garip iddialar,
uydurma âyetler ortaya atmışlardır.
Günümüzde Kur'an in
çok kısır terceme ve meallerine bakarak onu küçümseyen, aslına yönelip ciddi
hiçbir ilmî araştırma yapmayan bazı eli kalem tutan kişilerin, «Kur'ân'da
sanıldığı gibi önemli fikirler yoktur. Ondan daha mükemmelini yazmak her zaman
mümkündür» diyenler bulunduğu gibi, «Bu yalnız cahil Araplara göre hazırlanmış
bir kitaptır» diye her türlü bilimsel görüşten uzak iddialarda bulunanlar da
eksik değildir.
Evet, dün
Peygamberimize (A.S.) vahiy kâtipliği yapan ve aklına gelen bir cümlenin inen
vahye uyması üzerine büyük bir şaşkınlık içinde dinden çıkan Abdullah bin Sarh
ne ise bunlar da odur. İnsan kafası ve kalbi bu derece bilgisizlik bataklığına
saplanıp kalınca, artık onun hesabı kıyamete kalır.
Kur'ân bu şaşkınların
ölüm devresini başlangıç kabul edip, birkaç safhada çok duyarlı ve uyarıcı bir
üslûpla işin sonunun nereye varacağını sergilemektedir. Peygamberlere
verilmiyen yetkilere sahip olduklarını, ölüm anında imânı kurtaracaklarını
iddia eden şefaatçilerin nasıl bir hüsrana uğrayacakları, ilk yaratıldığı gibi
herkesin bir bir Allah'ın huzuruna geldiği gün belli olacaktır. Artık orada
her fert kendi ameliyle başbaşa kalıp halkı ifsat edenler de aldattıklarından
kaçacaklardır. [196]
«Şanıma and olsun ki,
sizi ilk yarattığımız gibi bize bir bir geldiniz...»
Kur'ân burada ikinci
hayata kalkışın portresini çiziyor. Ayakkabı nasıl ayağın şeklini alırsa,
bedenlere giren her ruh da girdiği bedenin şeklini alır. Eskiyen bedeni
attıktan sonra bir süre ruhlar âleminde eyleşir, ikinci bir beden yine aynı
biçimde hazırlanır ve ruh ilk bedende aldığı şekliyle ikinci bedene rahatlıkla
yerleşir.
Doğduğumuzda nasıl
çıplak idiysek, beraberimizde nasıl bir makam ve mevki, mal ve servet, put ve
şefaatçi bulunmuyorduysa, ikinci hayata da öylece adım atacağız.
O halde batıp yokluğa
karışan fânilere dayanıp güvenmek büyük bir gaflet değil midir? İnsana yakışan,
kendi yaratılışındaki o yüksek sanatı görüp asıl sanatkârına yönelmek, ona
güvenip dayanmak değil midir? Dünyada ruhumuza sunulan beden âletini nerede,
nasıl, niçin kullanmak gerekiyor? Bunu bilmemek, düşünmemek cehaletin en
kötüsüdür. Çünkü her âlet bir ödev, yararlı bir hizmet yapmak içindir. Ruh,
beden aletiyle hakiki maarife, yüae ahlâka, ilâhî dine yönelmek için
yaratılmıştır. Kendisine verilen âleti bu amaç için kullanmıyanlardan bir gün
o âlet elbette geri alınacaktır. İşte o zaman derin bir pişmanlık, hasret ve
üzüntü için için kendini hissettirecek, ama dönüşü mümkün olmayan bir noktaya
varılmış olacaktır.
İlâhî beyân, rahmet
havası içinde bizleri aydınlatıyor. Âyetler birer inci misali gözler önüne
seriliyor. Hiç yok iken yaratılan insanın ikinci kez yaratılmasının hiç de güç
olmıyacağına işarette bulunuluyor. Böylece kalb-leri saran'nefsin kesif perdesi
yırtılmak isteniyor. Sadece fizik alemiyle haşır-neşir olan akla fizikötesinden
kapılar açılıyor. [197]
Geçen âyetlerle
kendini Allah'a veya peygambere denk tutanların şaşkın halleri, kıyamette
kendilerine çok kötü bir sonuç hazırladikları belirtildi.. Öldükten sonra -ilk
yaratıldığımız gibi- birer birer dirilip kalkacağımız, bu nedenle dünyada
ilâhlaştırılan putlar ve şahıslarla bütün bağların kopacağı, herkesin kendi
ameliyle başbaşa kalacağı hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
yegâne yaratıcı olan Allah'ın varlığına ve birliğine açık biçimde delâlet eden
dane ve çekirdeğin içinde nasıl bir hayat unsuru taşıdığı, küçük bir
çekirdekten büyük ağaçların vücut bulduğu açıklanıyor. Bununla insan aklına
ışık tutuluyor ve hiçbir şeyin tesadüfi olmadığı bilhassa belirtiliyor.
Kâinatın şaşmayan mutlak bir düzen içinde bulunduğu hatırlatılarak yıldızların
yön tayininde ne kadar şaşmaz ölçüler verdiğine dikkatler çekiliyor. [198]
95— Şüphesiz ki Allah taneyi ve çekirdekleri
(yeniden hayat verip yeşertmek'için) çatlatıp yarandır. Diriyi ölüden çıkarır;
ölüyü de diriden çıkarandır. İşte Allah bu! (Hak'tan) nasıl ve neden (oluyor
da) döndürülüyorsunuz?!
96— O, sabahı (karanlıktan) yarıp çıkarandır.
Geceyi de dinlenip sükûnet bulma dönemi kılmış; güneş ve ay'ı hesap üzere yaratıp
düzenlemiştir. İşte bu yegâne üstün olanın ve her şeyi hakkıyla bilenin
takdiridir.
97— Kara ve deniz karanlıklarında yolunuzu
bulmanız için yıldızları düzenlemiştir. Gerçekten biz, âyetlerimizi bilip
anlayan bir millet için açık açık belirttik.
«Şüphesiz ki Allah taneyi ve çekirdeği hayat verip
yeşertmek için) çatlatıp yarandır.»
Bitki hücresinde
yuvarlak, oval mercimek biçiminde bir cisimcik vardır. Buna çekirdek adı
verilir. İlâhî kudret bu çekirdeği gayet inee bir zarla korumaktadır. Bu zarın
içinde ayrıca proteinden taneler yaratmıştır, Bunlara ilim dilinde MİSKET
denir.
Çekirdek içinde ayrı
olarak KROMATİN denilen bir ağ yapısı vardır. Hücre üremek üzere ikiye
bölündüğü sırada KROMATİN bir takım iplikler durumunda çözülür. Bunlar o türün
soy karakterlerini taşıyan hayatî unsurlardır.
Şimdi soruyoruz: Her
bitkiyi, yine kendine benziyen aynı çeşit bir bitki meydana getirmeye zorlayan
bu cevher nedir? Hücre çekirdeği içinde saklı olan bu ilâhî sır ve kudret,
hayatın en büyük mu'cizelerinden ve yaratanın varlığına, yüce kudretine
delâlet eden en açık belge değil midir? Hayatı bu kadar ince hesaplarla ve
akıllara durgunluk veren biçimde düzenleyip koruyan maddenin kendisi midir?
Şuursuz bir madde bu kadar ölçülü, hesaptı ve düzenli hayat sırrını nasıl
oluşturabilir? Bu mümkün müdür?
İşte Kur'ân'ın ilgili
âyetinde, taneyi, çekirdeği yaran Allah'tır, denilince, O'nun hücre
çekirdeğine yerleştirdiği hayat sırrının değişmiyen bir kanunla belli ortam ve
şartlarda harekete geçmesi ve türünün özelliğini aynen koruyup yeşermesi
hatırlatılmaktadır.
Hayatın sırrını
taşıyan hücre çekirdeği ve hücre duvarıyla bitişik olan ve birçok madensel
unsurları taşıyan EKTOPLAZMA, hücre bölünmeden önce ölü bir devredir. Şartlar
bir araya gelince, hücre üremek üzere ikiye bölündüğünde, diri ölüden
yaratılmaya başlar. Kur'ân bunu şu cümleyle tasvir ediyor: «Allah diriyi ölüden
çıkarır.»
Bitkinin yeşerip
büyümesi devresinde ise, yeniden çekirdeğin, ya da tanenin oluşması, diriden
ölünün çıkarılmasıdır ve bu kanun şaşmadan sürüp gider.
Gerçek bu olunca,
hayatın belirtilen sırrını fark edip de onu belli kanunlarla düzenleyen
Allah'tan ve indirdiği Kitap'tan yüzçevirmek ne büyük cehalet ve ne şaşkınca
bir gaflettir!. [199]
»Of sabahı
(karanlıktan) yarıp çıkarandır.»
Bu, dünyanın, biri
güneşin etrafında, diğeri kendi ekseni etrafında iki ayrı hareketine işarettir.
Ayrıca dünyanın bir de güneş sistemiyle birlikte bir üçüncü hareketi daha
vardır.
Yüce kudretin canlı ve
bitkilerin yaşayıp gelişmesi, dinlenip varolması için dünyayı böylesine bir
hareket kanununa bağladığını temel bilgi olarak vermektedir. Görülüyor ki,
dünyanın hareket halinde olduğunu açık-
layan birçok âyetler
vardır. İlmin bu husustaki tesbit ve başarısı ise, çok sonraları
gerçekleşebilmiştir. [200]
«Güneş ve ay'ı da hesap üzere yaratıp
düzenlemistir.»
Ay, dünyanın
uydusudur. Bilindiği gibi 384.000 kilometre uzakta bulunuyor. Dünyamızdan elli
defa küçüktür. Saatte 3600 km. hızla yol almaktadır. Dünya ise güneşin
etrafında başdöndürücü bir hızla dönerken, ay da onu takip eder ve bu arada
dünyanın etrafında 29 günde dönecek zaman bulur. Bu küçük uydu, dünyamızın
etrafında dönerken kendi etrafında da 29 günde döner ve dünyaya hep aynı
yüzünü gösterir. Onun bütün bu hareketleri ve kendine has yörüngede seyretmesi
belli hesaplara, değişmeyen kanunlara göre yaratılmıştır.
Güneş, dünyamıza 149,5
milyon km. uzaktadır. Sıeak gazlardan meydana gelmiştir. Dünya ile arasındaki
mesafe ve dünyanın güneş çevresinde bir elips çizip dönmesi de çok inee
hesaplara dayanmaktadır. Bu mesafe biraz az veya fazla olsaydı, bugünkü hayat
olmazdı. Konulan düzen tamamen'matematik ve fiziğe dayalı bir tablodur;
şaşmadan sürüp gitmektedir.
Gökadada sayısı
belirsiz yıldızlar yer almıştır. Milyarlarca yıldızdan bir kuşak oluşturan
SAMANYOLU gibi daha kim bilir nice kuşaklar vardır.
Yıldızların
konumlarına, özelliklerine göre, düzenli biçimde hareket halinde oldukları da
bilinmektedir. Böylece gökadanın tamamının döndüğü ve hareket halinde olduğu
tesbit edilmiştir.
Bu düzenli hareket
sayesinde ve dünyamızın da düzenli üç ayrı hareketiyle gerek takım
yıldızlardan, gerekse parlak yıldızlardan yönümüzü tayin etmemiz mümkündür.
Kur'ân bu gerçeği
belirtirken Özellikle önemli bir noktayı hatırlatıyor: Yıldızlar ve gökada çok
düzenli ve her takım ya da kuşak özel biçimde hareket halinde bulunuyor; her
gün aynı yıldızlan belli ve belirli kesimlerde görmek mümkündür. Milyarlarca
yıldızı düzenli hareket ettiren ilâhî kudretin şaşmazlığı ve her yıldızın da
hareketinin en ince matematiksel ölçülere, en duyarlı fiziksel kanunlara bağlı
bulunduğu kendiliğinden ortaya çıkmış oluyor.
Aklını ve ilmini
bilerek kullanan bir millete, Allah'ın varlığına ve kudretinin yücelik ve
sınırsızlığına delâlet eden belgeler, ana fikirler ne güzel sıralanmaktadır!. [201]
Felk - Fark - Fetk :
Yarıp çatlatmak anlamına gelir. İnfilak da felk kökünden alınmadır.
Habb: Buğday ve benzeri tanelere verilen cins
isimdir. Neva: Nüvatın çoğuludur;
çekirdekler demektir.
Hisab ve Hüsbân :
Saymak, hesaplayıp sonuç çıkarmak anlamına gelir. Matematiksel esaslara göre,
varlığını sürdüren eşya hakkında da kullanılır; ilgili âyette olduğu gibi. [202]
Yukarıda geçen
âyetlerle Allah'ın varlığını kanıtlayan belgeler sıralandı. Aşağıdaki
âyetlerle de başka belgelerden söz edilerek insan aklına ışık tutuluyor ve
insan idrâkini kamçılar mahiyette fizikötesine ve fizik âlemine dikkatler
çekiliyor. [203]
98— O ki, sizi bir tek nefsten meydana getirdi.
Bir karar yeri, bir de emanet yeri vardır. Gerçekten biz anlayışlı olan bir
millete âyetlerimizi bir bir açıkladık.
99— O ki, gökten su indirdi de onunla her şeyin
bitkisini çıkardık; ondan da yeşillikler çıkardık; ondan da birbiri üzerine
sıralanmış daneler çıkardık. Hurma tomurcuğundan sarkan salkımlar; üzümlerden
bağlar, birbirine benzer ve benzemez zeytin ve nar çıkardık. Meyve
verdiklerinde meyvelerine ve olgunlaşmış durumuna bir bakın! Şüphesiz ki bunlarda
inanan bir millet için açık belgeler vardır.
«O ki sizi bir tek
nefsten meydana getirdi..»
İlgili âyetle, ilk
insan Adem Peygamberin yaratılış şekli ve
niteliği tasvir edilmekte, NEFS-İ VAHİDE deyimiyle, onun madde ve ruhtan
oluştuğuna işaret edilmektedir. Çünkü
nefs tabiri, maddeyle
ruhun mec-muuna verilen bir
isimdir.
Bakara ve Nisa
sûrelerinde ilk insanın yaratılışı HALAKA = Yarattı fiiliyle ifâde edilirken,
burada ondan meydana gelen nesil için ENŞEE fiili kullanılmıştır. Birincisi,
geçmişte bir model ve örnek olmaksızın yoktan yaratıp var kılmak mânasında
yaygındır. İkincisi ilk başlangıcı söz konusu olmaksızın yaratıp yavaş yavaş
terbiye ederek geliştirmektir.
O halde, İNŞÂ'da :
a) Bir şeyi icat ve yaratma,
b} Yavaş
yavaş terbiye etme,
c)
Geliştirip kemâle erdirme mânaları yaygındır. Böylece HALAKA fiiliyle, ilk
insanın Âdem olduğu, geçmiş bir örnek ve model olmaksızın -bizim bilmediğimiz
«ol!» emri kanunuyla- yaratıldığı açıklanıyor. ENŞEE fiiliyle, diğer insanların
yaratılmasında Âdem ile Havva'nın menşe' olduğu belirtiliyor. Ayrıca her doğan,
insanın ciddi bir terbiyeye muhtaç bulunduğuna dikkatler çekiliyor. Türden
türe geçişin sözkonusu olamıyacağına, tekâmülün her türün özelliğine göre
değişmiyen bir kanunla sürüp gittiğine işarette bulunuluyor. [204]
Bir karar yeri, bir de emanet yeri.»
Diye çevirisini
yaptığımız bu iki tabir, okunuş tarzına göre, bir takım değişik mânalara
delâlet eder:
«Mustakirr» şeklinde
okununca, kiminiz istikrar halinde, kiminiz de bir emânet halindesiniz,
demektir. O halde «mustekarr» şeklinde okunacak olursa, mimli masdar veya
ism-i mekân olur ki, «her birinizin bir istikrar haliniz, bir istikrar yeriniz
ve bir de emanet yeriniz vardır» mânası ortaya çıkar.
Bu farklı duruma göre,
hepiniz bir tek nefsten yaratıldınız, ama:
a) Her birinizin baba sulbünde bir karar yeri,
ana rahminde bir emânet yeri ya da devresi vardır.
b) Kiminiz dünyaya gözünü açıp istikrar buldu,
kiminiz ana rahminde emanet olarak beklemekte.
c) Kiminiz dünyada emânet olarak bulunuyorsunuz.
Kiminiz de ölüp kabirde karar kıldınız.
Böylece Kur'ân'da bu
iki ayrı deyimle ilk insanın yaratılışıyla ondan üreyip dünyaya gelen
insanların yaratılışı hakkındaki kanunların değişik olduğuna; Âdem için sperm
ile ana rahmindeki yumurtalığın söz konusu olamadığına, ama onunla Havva'dan
üreyen insanlar için döllenme kanununun söz konusu bulunduğuna dikkatler
çekiliyor.
Gerçekten anlayabilen
bir millet, bir topluluk için bunda Allah'ın varlığına ve kudretinin yüceliğine
delâlet eden acık belgeler vardır. [205]
«O ki, gökten su
indirdi de...»Bu söz ilk bakışta fazla bir anlam taşımıyor gibi görünürse de
aslında çok önemli bir konuya parmak basılarak insan aklına ışık tutuluyor ve
eserden müessire, plândan plânlayana, programdan programcıya geçiş sağlamayı
amaçlıyor. Kur'ân bu âyetle, daha çok bulutların belli kanunlarla oluşmasından
sonra yağmur olarak yeryüzüne inmesinin, kâinatı şaşmayan sünnetiyle yönetip
düzende tutan Allah'ın kudretinin yüceliğini yansıtan açık bir âyet anlamı
taşıdığını belirtmektedir. Hiçbir şeyin kendiliğinden, plânsız, programsız,
sebepsiz varolmayacağı kesindir. Varlık âleminin her parçasının kendine has
illet ve sebeplerle oluştuğu ise, muhakkak. Sebep ve illetleri, bilinen
bilinmiyen kanunlarla belli düzende oluşturup harekete geçiren kimdir? İşte
Kur'ân bu sorunun cevabını vermektedir. [206]
«Şüphesiz
ki bunlarda inanan
bir millet için açık belgeler
vardır.»
Kur'ân ilgili âyetle,
insanın yaratılışındaki kademeli safhalarına, sonra da bitki ve meyvelerin
tohum ve çekirdekten kademeli biçimde yeşerip meydana geldiklerine ve bu arada
meyvalann oluşup olgunlaşmasına dikkatleri çekiyor; insan aklına ve idrâkine
ışık tutuyor. Bir imalat varsa, mutlaka bir imalatçı vardır, diyor. Her iki
ayrı cinsin oluşup varlık alanına çıkmasının belirli ve ölçülü kanunlara
dayandığını hatırlatıyor. Tesadüflerin bu kadar düzenli, plânlı ve programlı
sonuçlar doğuramıyacağını ön fikir anlamında haber veriyor.
Şüphesiz ki, bunlarda
inanan bir topluluk, bir millet için açık belgeler vardır. Allah'ı arayan, onu
her yerde, her varlıkta görebilir. Çünkü her varlık O'nun eseri, her şey O'nun
varlığının ve kudretinin habercisidir; her şey O'nun damgasını taşımaktadır.
«Vardır her şeyde akla
ışık tutan açık bir belge, Yaratanın varlığını yansıtır, dinle ve anla..» [207]
Yukarıda geçen
âyetlerle Allah'ın varlığına, birliğine ve kudretinin sınırsızlığına delâlet
eden fizik âleminden belgeler açıklandıktan ve yaratılıştaki mutlak düzen,
plân ve programa dikkatler çekildikten sonra, aşağıdaki âyetlerle bu defa
fizikötesi varlıkların Allah'a ortak koşulduğu üzerinde duruluyor; böylesine
bilgisizlik ve şaşkınlık içinde bocalayanları uyarmak için Allah'ın
sıfatlarıyla akla ışık tutuluyor; sonra da örneksiz ve benzersiz bir kâinatın
var kıldığı ve var kılınan şu âlemin belli kanunlarla mutlak bir düzen içinde
sürüp gittiği haber veriliyor ve bunun da O'nun ortağı bulunmadığına açık bir
belge anlamı taşıdığı belirtilmek isteniyor. Böylece insan aklına yer verilip
ona -doğru yolu bulabilmesi için- yeterince temel bilgi ve malzeme sunuluyor. [208]
100— Bir de cinleri, -O yarattığı halde- Allah'a
ortak koştular. Ayrıca O'na, bilgisizce oğullar ve kızlar uydurup saçmaladılar.
Allah onların vas-fedegeldikferinden paktır ve yücedir.
101— Gökleri ve yeri örneksiz ve modelsiz var
kılıp vücuda getirendir. Onun eşi olmadığı halde çocuğu nasıl olabilir?! Her
şeyi yaratmıştır ve O her şeyi bilendir.
102— İşte Rabbiniz Allah budur! O'ndan başka ilâh
yoktur; her şeyi yaratan O; artık O'na kulluk edip tapın. O her şeye vekîldir,
(koruyup düzen ve dengede tutan, belli kanunlarına göre tasarrufta bulunan
O'dur).
103— Gözler O'nu kuşatıp göremez; O, gözleri görüp
kuşatır. O, lütuf sahibidir ve her şeyden haberlidir.
Kelbî'ye göre, Allah'ı
hakiki sıfatlarıyla bilmiyen ve âhirete inanmayan bazı sapıklar, yaratmada
Allah'a ortak koştular; dediler ki: Allah, nuru, insanları, eti yenen
hayvanları yaratandır. İblis ise, karanlığı, canavarları, yılan ve akrepleri
yaratandır. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler inmiştir.
İbn Abbas(R.A.)dan da
bu anlamda bir rivayet yapılmıştır. Fahruddin Râzî de İbn Abbas'dan nakledilen
rivayete yer vermiş ve : «Bu, Mecusîle-rin, yani ateşe tapanların mezhebidir»
demiştir.
Diğer bir rivayete
göre :
Saffat Sûresinde :
«Bunlar Allah ile cinler arasında bir de hısımlık uydurdular.» mealindeki
âyetle açıklandığı gibi, Allah'la İblis'i kardeş sayan şaşkınların ve «Melekler
Allah'ın kızlarıdır» diyen beyinsiz câhillerin saçmalıklarını reddedici
anlamda yukarıdaki âyetler
inmiştir. [209]
«Şüphesiz ki,
Rabbinizi kıyamet günü, ay'ı bedir gecesinde gördüğünüz gibi göreceksiniz.
Arada bulut ve sis olmadığı halde güneşi görür gibi göreceksiniz.» [210]
«Bir de cinleri -O yarattığı halde- Allah'a
ortak koştular.»
Cin, kök mâna olarak,
örtünmek, gizlenmek, kapanmak demektir. Melekler, ruhlar ve şeytanlar gözle
görülmedikleri, bize gizli-kapalı kaldıkları için bazan hepsi hakkında bu
tabir kullanılmıştır. Ne var ki, daha çok dumansız ateşten = ışınlardan
yaratılan ve gözle görülmeyen varlıklara isim olmakta daha yaygındır.
İbn Abbas (R.A.) da,
cin kavramı üzerinde dururken, kök mâna olarak istitar = gizlenmek, göze
görünmemek manasına delâlet eder diye yorumlamıştır. [211]
Bu mânayla ilgili olan
âyet, şu iki hususa işarette bulunmaktadır: Birincisi, Zerdüşt dinine ve
onların Zend kitabına; ikincisi, Arapların cinlerde tahayyül ettikleri üstün
kudrete... Kur'ân, insan kafasının ürünü olan bu iki inancı da reddetmektedir.
M.Ö. VII. yy. da
İran'da ortaya çıkan Zerdüştizm, bâtıl dinlerden biridir. Kurucusu hakkında
yeterli bir tesbit ve bilgi yoktur. Bilinen tek şey, GATHA adı altında birtakım
özdeyişleri biraraya getiren AVESTA adlı kitabın yorumlanmasına dayanır.
Araplar buna ZEND der. Esası ise, onlara göre, hayır ile şer — iyilik ile
kötülük arasındaki sürekli savaşın varlığına, yani ikicilik ilkelerine
inanmaktan ibarettir. Çünkü bu dinin kurucusu, insan ruhunu sözü edilen iki
zıt güçlerin savaş alanı olarak kabul etmiş, iyiliği HÜRMÜZ, kötülüğü
EHRİMAN'ın temsil ettiğini söylemiştir. Bunlardan hangisi üstün gelirse, insan
o yana eğilim duyar. HÜRMÜZ iyilik melekleriyle, EHRİMAN şeytanlarla iş görür.
Cenâb-ı Hak gözle
görülen putları, ay, güneş ve yıldızları tanrı edinenlerin derin bir sapıklık
içinde bulunduklarını ve kendisinden başka ilâh olmadığını, her şeyin sonradan
belli kanunlara göre yaratıldığını açıkladıktan sonra, bir de gözle görülemiyen
iyilik ve kötülük ilâhlarıyla ilgili inancın sakatlığını ortaya koyuyor ve
Yüce Yaratanın eşi, dengi, benzeri ve kardeşi, yardımcısı ve koruyucusu
bulunmadığını belirtiyor. Akla ışık tutarak malzeme ve ön bilgi veriyor. [212]
«Ayrıca O'na, bilgisizce, oğullar ve kızlar uydurup
saçmaladılar.»
Varlık, genellikle
ikiye ayrılır:
1. Vâcibü'l-vücut — Varlığı zatının gereği olan,
2. Mümkini'l-vücut = Varlığı zatının gereği
olmayıp mümkün olan ve Vacibü'l-vücut tarafından imkân alanına çıkarılan.
Bilindiği gibi,
ikincisinin var olması, birincisiyle mümkündür. Vacibü'l-vücut yoksa,
mümkini'l-vücut da yoktur. O ancak birincisinin varlığıyla var olabilir.
Birinci varlığın da kendi zatının gereği var olmadığı, bir başka varlığın
varlığıyla vücut bulduğu söylenirse, meseleye çözüm bulunmaz, bu zincir bir
sınır belirlenmeksizin sürüp gider, bu da mümkün değildir. Mutlaka bir İLLET-İ
ULA'nın var olması ve MA'LUL-İLLET zincirinin onda son bulması şarttır. Çünkü
mümkini'l-vücut olanların bir yerde noktalanması gerekir. Aksi halde fasit bir
dairede dönüp dolaşılır ve hiçbir sonuca bağlanamaz.
O halde bir
VÂCİBÜ'L-VÜCÜT zarurîdir ki, o da Allah'tır. Gerçek bu
olunca,
vâcibü'l-vücut, başka bir vâcibü'l-vücuda muhtaç değildir; aksi halde
vâcibü'l-vücut olamaz. Sonuç olarak, Allah'ın varlığına bir illet = sebep ve
neden yoktur ve düşünülemez de.. Onun varlığı zatının gereğidir. O halde onun
kardeşi, eşi, kızı ve oğlu da olamaz. Çünkü bunlar ancak mümkini'l-vücut olan
varlıkla eşdeğerdedirler. Vâcibü'l-vücutla değil. O takdirde bunlar birinci
varlığın yaratıkları, ikinci varlığın ürettikleridirler.
Bunun için ilgili
âyetle, Allah'ın bu gibi vasıflardan, inkarcı câhillerin vasfedegeldiklerinden
pâk ve yüce olduğu açıklanıyor. [213]
«Gökleri ve yeri
örneksiz ve modelsiz var kılıp vücuda getirendir.»
Diye çevirisini
yaptığımız âyetle, Allah, hem birden fazla ilâh olmadığını, hem de ilâhî
kudretin her şeyi kapsayıp kuşattığını, «ol!» emriyle tecelli edince
dilediğini dilediği ölçü ve biçimde yaratıp vücuda getirebileceğini açıklıyor.
Qünkü birden fazla İlâh mevcut olsaydı, şu görünen düzen devam etmezdi.
Birinin yaptığını diğeri bozar, iki hükümdar bir ülkede saltanat süremezdi.
Gökleri ve yeri bir örneğe göre yaratmış olsaydı, ikinci bir yaratıcı kudretin
var olduğunu ortaya koyacaktı. Bir İlâh hayır ve iyiliğe yönelirken diğeri şer
ve kötülüğe yönelecek, yine görünen ve bilinen düzenin devamı mümkün
olmıyacaktı. Ama devam ettiğine göre, iki değil bir ilâh vardır ve her şey
örneksiz ve modelsiz yaratılmıştır.
Mevcut düzenin devamı
ve her şeyin hayra, iyiliğe yönelik mutlak bir irâdenin tasarrufu altında
bulunması ve yaratıldığı plân üzere varlığını sürdürmesi, Allah'ın bir
olduğunu, öncesiz ve sonrasız bulunduğunu kanıtlar.
Sadece «göklerin ve
yerin mubd.i'î,» denilmesi, fizik âleminden görebildiğimiz belirgin iki şeyi
sergilemeye yöneliktir.
Böylece o bir tek olan
İlâh'ın eşi yoktur ki çocuğu olsun. Ortağı yok ki düzeni bozulsun. Öncesi yok
ki, sonu olsun. İhtiyacı yok ki, dayanağı bulunsun. O her şeyin dayanağı,
gözetleyip koruyucusu, yönetip sürdürü-cüsüdür. Tek kelimeyle değişmiyen
Vâcibü'l-vücut'dur.
Gözler O'nun zatını,
kudretinin yüceliğini ve sınırsızlığını idrâk edemez. Çünkü gözlerin görüş
alanı sınırlıdır. Allah ise sınırsızdır. Ancak cennette keyfiyeti bizce
bilinmiyen anlamda cennet ehli O'nu görecektir. Bu da bu âlemin şartlarına,
fiziksel kanunlarına göre değil, o âlemin şartları-na ve mevcut kanunlarına
göre tecelli edecektir. [214]
Allah'ın doksan dokuz
isminden biridir. Özetle şu anlamlara delâlet eder:
1— Dostlarını bilip gözeten,
2— Kullarına yakın destek olan,
3_ Eşyayı
bütün incelikleriyle bilip denge ve düzende tutan,
4— Bir şeyi şefkat ve merhametle ulaştıran,
5— Kullarına işledikleri günahları unutturan,
6— Kullarına bilmedikleri cihetten lütuf ve
ihsanda bulunan.
7_ Kullarına
şefkatından dolayı güç getiremiyecekleri tekliflerde bulunmayan,
8— Kullarını işledikleri ibâdet ve taatlerinden
dolayı öven,
9— İyilikleri işlemekte, hayra ulaşmakta
sebepleri kolaylaştıran, kötülüklerden koruyan.. [215]
Geçen âyetlerle
Allah'ın varlığını kanıtlayan açık belgeler, akla ışık tutan âyetler açıklandı.
Dikkatler fizik âlemine ve fizikötesi âlemlere çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
dâvanın özü, ilâhî buyrukların tebliği ve peygamberliğin anlamı üzerinde
duruluyor; bütün bunların kudreti yansıtan belgelerle bütünleştirilmesi, kalb
gözünü açarak olumlu sonuçlara varılması emrediliyor. Sonra da her insana,
inen ilâhî âyetlere uymanın, iç ve dış düzenini" sağlayıp başkasına örnek
davranışlarda bulunmasının gereği hatırlatılıyor. [216]
104— Gerçekten Rabbinizden size kalb gözünüzü
açacak, aklınıza ışık tutacak belgeler gelmiştir. Artık kim gözünü açar, aklını
kullanırsa, kendi lehine, kim de körlük ederse kendi aleyhinedir. Ve ben
üzerinizde koruyucu bir bekçi değilim.
105— İşte biz böylece ayetleri çeşit çeşit
açıklayıp biçimden biçime çeviririz. O kadar ki, «Sen okumuş, öğrenim yapmışsın»
derler; biz de onu (Kur'ân'ı) bilebilen bir millete açıklıyaiım (diye çeşitli
açıklamalar yapıyoruz).
106— Sana Rabbİnden vahyedilene uy. Ondan başka
ilâh yoktur. Allah'a ortak koşanlardan yüzçevir.
107— Allah dileseydi, onlar ortak koşmazlardı. Biz
seni onlar üzerine bir koruyucu kılmadık ve sen onlar üzerinde vekîl de
değilsin.
«Gerçekten Rabbınızdan
size kalb gözünü açacak, aklınıza ışık tutacak belgeler gelmiştir,»
Kur'ân, insan aklına
ışık tutar anlamda göklerin ve yerin belli amaçlara yönelik yaratıldığını, her
şeyin değişmiyen plâna bağlı vücut bulduğunu; bitkilerin ve canlıların ilk
yaratılışını ve üreyip çoğalma kanunlarını -ana fikirler doğrultusunda-
açıklıyor. Akla yardımcı, idrâki kamçılayıcı ölçüler ve deliller sıralandığını
hatırlatıp kâinatın mu'cizelerle dolu olduğuna işarette bulunuyor.
Böylece akla yardımcı
faktörlerin yeterince açıklandığı, Hakk'ı bilmek için gereken malzemenin
verildiği belirtiliyor ve sonuç olarak, insanın yaratana ve O'nun varlığına,
birliğine ve sınırsız kudretine delâlet eden mu'cizetf belgeler karşısında kör
ve sağır kalmaması isteniliyor. «Gerçekten Rabbinizden size basiretler
gelmiştir.» mealindeki âyette geçen BA-ŞÂİR tabirinin, kalb gözünü açacak
sağlam kanıtlar ve akla ışık tutan belgeler şeklinde yorumlanması, insanın
kâinat kitabına bu gözle bakmasını hatırlatır.
Bunca kanıtlar ve
belgelerden sonra Allah ayrıca kabirlerden ve âhi-retten yazılı belgeler
göndermez. Bunun gibi, insanlar ile ruhlar arasında aracılık ettiklerini,
ruhlarla fısıldaştıklannı, onlardan mesajlar aldıklarını iddia eden
medyumların, aslında ruhlarla değil, farkında olmadan inkarcı cinlerle
fısıldaştıkları ve bunların âhiretten haber veren belgeler olmadığını
bilmemizde yarar vardır. Seanslarda iddia edildiğine bakılırsa, kendilerini
insan ruhu olarak tanıtan inkarcı cinler, verdikleri haberlerle hak dinlerin
âhiretle ilgili esaslarını kökünden yıkmaktadırlar. Bunun sebebi açıktır:
Ruhlarla insanların görüşüp konuşması hakkında Allah'ın câri bir kanunu yoktur.
Böyle bir kanun konulmuş olsaydı, hak dinlere, kitap ve peygamberlere gerek
kalmaz ve insan aklının ve idrâkinin sağlam bir ölçü ve kıstas olma özelliği
ortadan kalkar ve yıkılırdı. Bu da ilâhî sünnete ve insanın yaratıldığı amaç ve
ölçüye ters düşer; AHah'ın âhirette, haber verilen hesap gününde adaletiyle
tecelli edeceği inancını dumura uğratır. Nitekim dikkat edildiğinde, ispritizma
ve medyumculukla daha cok islâmiyet ve Kur'ân hakkında sağlam, köklü bilgisi
olmayanlar meşguldürler. Çünkü onların arzuladığı iki cennet vardır: Biri dünya
cenneti, diğeri öldükten sonra ruhun ruhlar âleminde huzura erişmesi. Bu
gibilerin inanç ve anlayışına göre, âhiret sadece ruhun ruhlar âleminde yerini
alması ve ebediyen orada huzur bulmasıdır. Bedenlerin yeniden oluşması, hesap.
Sırat, Cennet ve Cehennem gibi temel itikadı hiçbir meseleyi kabul etmezler.
İnkarcı cinler bu iki zümrenin ve onların tesiri altına giren kişilerin arzuları
doğrultusunda -ruhlar adına- haber vermektedirler.
«Gaybe imân getir ey
mülhid-i fâcir!.
Ki sana âhiretten
hatt-i ta'lîkle hüccet gelmez.» mısralarını hatırlamamak mümkün mü?
Gerçek bu olunca,
artık kimsenin hesap gününde itiraz hakkı yoktur. Kim gözünü açar, aklını
kullanır, idrâkini harekete geçirir de ilâhî düzenin hikmetini anlarsa kendi
lehine; kim de madde çukurunda yolunu kaybedip körleşirse kendi aleyhinedir.
Peygamber ve onun yolunda olan ilim adamlarına düşen, sadece gerçeği söylemek,
hakikate irşat etmektir. Bunca belge, kanıt ve âyetlere rağmen hâlâ kalblerini
ve kafalarını hakikate açmıyaniar varsa, onlardan yüzçevirip örnek mü'min
düzeyinde ilâhî buyrukları kusursuz yerine getirmemiz en uygun yol ve
yöntemdir. [217]
Besîre'nin çoğuludur.
Kalbin hakikate açık bulunması, sağlam akideye sahip olma, şüpheden uzak
marifete erişme, ibretle bakıp gerçeğe'nü-îuz etme, meseleyi isbat eder ölçüde
kanıtlama, ilmî hakikatleri idrâk edecek kuvvet ve yetenekte bulunma, aklı
imânla birleştirip gerçeği bulma, eserden müessire intikal sağlama, inandırıcı
belgeler ve hüccetleri anlayıp kabul etme
gibi çok yönlü mânalara delâlet eden bir kelimedir. [218]
Geçen âyetlerle kalb
gözümüzü açacak, bizi hakikate götürecek belgelerin gönderildiği ve aslında
kâinatın bu belgelerle dolu bulunduğu hatırlatıldı. İnsan aklına destek
olacak, idrâkini kolaylaştıracak kadar delil ve hüccetlerin indirildiğine
işaret edildi.
Aşağıdaki âyetle,
hakikati idrâk eden mü'minlerin hırçın, sövücü, kırıcı olmadığına dikkatler
çekiliyor; başkasının inanç ve düşüncesine dil uzatmakla sağlam bir sonuca
varılamıyacağı, büsbütün aradaki mesafenin açılacağı hatırlatılıyor; bu
nedenle ve Allah'ın azizlik ve kutsallığını tecavüzlerden koruma amacıyla
İnkarcılara sövülmemesi emrediliyor. Kısacası, mü'minlere, hak dini yaymada
önemli metotlardan biri veriliyor. [219]
108—
Allah'tan başkasını ilâh edinip (onlara) tapanlara sövmeyin, sonra onlar da
bilgisizce sınırı aşıp Allah'a söverler. Her ümmete amelini böylece
süslemişizdir. (Hepsinin de) dönüşü Rablarınadır; o zaman neler işlediklerini
onlara bir bir haber verecektir.
Katade'ye göre,
mü'minlerden bir kısmı duygusal davranıp putlara sövüyorlardı. Putperestlerin
de haddi aşıp bilgisizce Allah'a sövmelerine kapı açmamak için yukarıdaki âyet
indi.
Süddî'ye göre, Ebû
Talip ölmek üzere son saatlerini yaşıyordu. Ku-reyş ileri gelenleri toplanıp
ona geldiler ve : «Ya Ebâ Talib! Şüphesiz ki sen bizim efendimiz ve
büyüğümüzsün. Bildiğin gibi, Muhammed bize ve ilâhlarımıza eziyet ediyor.
Arzumuz odur ki, o, bizimle ilâhlarımızı kendi halimize bıraksın, biz de onu ve
ilâhını kendi hallerine bırakalım.» Bunun üzerine Ebû Talip, Peygamber (A.S.)
Efendimizi çağırıp Kureyş ileri gelenlerinin insafa geldiklerini hatırlattı.
Peygamberimiz (A.S.) orada hazır bulunan Kureyşlilere dönüp, «Sizin bu
dediğinize olumlu cevap verirsem, siz de Araplara sahip olacağınızı, Acemleri
size yaklaştırıp boyun eğmelerini sağlıyacak bir kelime ile söz verir
misiniz?» diyerek bir öneride bulundu. Ebû Cehl, «Evet, aziz babanızın hakkı
için onu da, on mislini de veririz! Söyle, nedir o kelime?» deyince,
Peygamberimiz (A.S.) Efendimiz, «LÂ İLAHE İLLÂLLAH'dır» buyurdu. Kureyş'liler
bu kelimeden nefret edip uzaklaştılar. [220]
Bu sebeple yukarıdaki
âyet indi. [221]
Kur'ân'da Kitap Ehli
sayılan Yahudi ve Hıristiyanların yer yer ilâhî doğrultudan saptıkları,
gönderilen Tevrat ve İncil'in insan eliyle değiştirildiği açıklanır ve bu
yüzden din bilginleri kınanırken, Müslümanlarla ilgi ve ilişkilerinin bir
ölçüde kesilmemesine özen gösterilir. Aradaki mesafeyi açmak yerine daraltmaya
yönelinir. Putperestlerin de bilgisizce inanç ve tutumları -akıl ve idrâklerini
harekete geçirir biçimde-'kınanır. Her birisi için elim bir azabın
hazırlandığı haber verilirken dönüş yaptıkları takdirde mükâfatlarının çok
büyük olacağı hatırlatılır; fakat hislerinin, olumsuz yönde kabartılması ve
saplandıkları şeylerden dolayı fazla rencide edilmeleri hoş karşılanmaz.
İslâm'ın insanlara sunduğu yüksek terbiyenin bu hususta da gıpta edilecek bir
düzeyde tutulması tavsiye edilir.
Böylece, İslâm'ı yayma
politikası, kaba söz, ölçüsüz davranış ve saldırılarla değil, hakikatleri en
duyarlı biçimde ortaya koymakla yürütülür. İnsan psikolojisi bu ya, hak olsun,
bâtıl olsun inanıp bağlandığı dinden, ideolojiden kopması zor olmakla beraber
onu savunmada ve haklı göstermede doğru sınırı aşıp karşı tarafın en mâkul
delillerini reddeder; aşırı taassup gösterip mütecaviz olabilir. Bunun için
Allah, ilgili âyetle Müslümanlara, inkarcı da olsa, küfür içinde de
yuvarlansa, başkasına inancından dolayı sövmemelerini, dil uzatmamalarını
emreder. Hakkı hak olduğu için savunmayı ve karşı tarafa kabul ettirmeye
çalışmayı, hisle değil, akıl ve mantıkla, kaba sözlerle değil, gerçekleri
yansıtarak okşayıcı bir metotla anlatmayı tavsiye eder. [222]
«Her ümmete amelini
böylece süslemişiz-dir.
Her millete, hattâ her
ferde, inanıp saplandığı, bağlanıp da ilgi duyduğu inanç ve ideali Allah
tarafından süslenip çekici hale getirilmişse, o takdirde hak olmayan dinlere ve
fikirlere saplanıp bağlı kalanların günahı nedir? Âyette yer alan kelime
dizisinden bu mana anlaşılıyorsa da gerçek mâna bu değildir. Allah, ilgili
âyetle insanın psikolojik yapısının ölçüsünü vermektedir. İndirilen bir dini,
çıkarılan bir yönetmeliği, ortaya atılan bir fikri herkesin benimsemesi
düşünülemez. Çünkü her insanın kendine has bir karakteri, nefsî temayülü ve
düşünce tarzı vardır. Hayatımızın temel esaslarını yansıtan ilâhî buyruklara
karşı, insanların çoğunda baş kaldırma duygusu mevcuttur; daha önce inanıp
bağlandığı, beğenip takıldığı inanç ve idealin esiridir. İnsan bu ölçü ve
değişik karakterde yaratılmamış olsaydı, fikrî tartışmalar, farklı inanç ve
idealler arasındaki sürtüşme ve üstün gelme gayretleri ya hiç olmaz, ya da
önemsenmiyecek kadar basit bir düzeyde seyrederdi. Bu da insan ruhunu, aklını
ve benzeri yeteneklerini âtıl duruma getirir, ilmî araştırmaların kesif bir
bölümünün kapıları kapalı kalır; hakla bâtılı birbirinden ayırt etmek çok
zorlaşır, hattâ bazen imkansızlaşırdı.
O halde insanın daha
önce saplandığı inanç ve idealin çemberini kırıp dışarı çıkabilmesi, bu
hususlarda ufkunu genişletebilmesi için ruhen yücelmesi, yani ruhuna yön
verecek ciddi bir eğitimden geçmesi gerekir. Saplandığı alışkanlıklardan,
bağlandığı bâtıl inançlardan, hatta beğendiği bir siyasi partiden, kendini
kurtarıp daha iyisini seçebilme basiretini kaç kişi gösterebilir? Her öneri
bir şaşkınlık, her baskı bir ıstırap ve tepki, her düşünce bir iştahsızlık
meydana getirir. Gerçi bu genel bir kaide değildir. Ama çoğu kimselerin tutumu
bu ölçüde veya buna yakındır. Bu da insan ruhunun derinliğine yerleştirilmiş
bir duygu, bir güçtür ki hayatı hareketli tutmaya, ciddi araştırmalar yapmaya
yöneliktir.
İşte her ümmete
amelini böyle süslemişizdir, mealindeki âyetin asıl mânası budur! O halde
süslenen kötü amelin tesirinden kurtulmak için imkân ve irâdeyi son sınırına
kadar kullanmak hem elimizdedir, hem de görevimizdir. Sorumluluğun asıl ölçü
ve anlamı da bu noktada kendini gösterir. [223]
Yukarıda geçen âyetle,
aklımızı harekete geçirecek, irâdemize
yardımcı olup yön verecek, mantığımızı işletecek birçok belgelerin indirildiğinden ve esasen
kâinatın her parçasında bir çok ilâhî
kudreti yansıtan belgelerin mevcut bulunduğundan söz edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
kalb gözü kör olanlar bunca belge ve mu'cizele-ri göremediklerine göre, kendi
istekleri doğrultusunda bir mu'cizenin inmesinin ne gibi yaran olacağı, bir
bakıma soruluyor ve kalbiyle kafasını birleştirmiyen yozmuşlara birçok
mu'oizefer de gösterilse, yine de inanmı-yaçakfarı belirtiliyor. [224]
109— Eğer kendilerine (arzulan doğrultusunda) bir
mu'cize gelirse, herhalde ona inanacaklarına dair olanca yeminleriyle yemin
ettiler. De ki: mu'cizeler ancak Allah kalındadır. Farkında değilsiniz, onlara
mu'cize gelse yine de inanmazlar.
110— Onların gönüllerini ve gözlerini ilk önce
inanmadıkları gibi ters çeviririz ve kendilerini azgınlıkları içinde bırakırız
da bocalayıp dururlar.
Muhammed b. Kâb
el-Kurezî ile Kelbî'ye göre, Kureyş'ten bazı şahıslar Peygamberimize gelerek,
«Ey Muhammed! sen bize Musa Peygamberin Asa'sından ve onu taşa vurup oniki
pınar fışkırttığından; İsâ Peygamberin ölüleri dirilttiğinden sözediyorsun. O
halde sen de bize bir mu'cize getir ki imân edelim.» dediler. Bunun üzerine
Peygamber (A.S.) Efendimiz onlara : «Nasıl bir mu'cize istiyorsunuz?» diye
sordu. Onlar da: «Safa tepesini altına çevir, ölülerimizden bir kısmını dirilt
ele onlardan senin hak peygamber olup olmadığını sorup öğrenelim. Bir de
melekleri bize göster de senin peygamberliğine tanıklık etsinler, görelim.»
Peygamberimiz (A.S.)
onlara : «İyi ama
sizin istediğiniz bu mu'cizelerden birini veya ikisini gös-terirsem benî tasdik
eder misiniz?» diye sorunca, onlar: «Evet, tasdik ederve inanırız.» diye cevap
verdiler. Peygamberimiz (A.S.) Safa tepesinin altın olması için duâ etmeyi
düşünürken Cebrail indi ve : «Ya Resû-lellah! dilersen dilediğin kabul olunur;
ama gösterilen mu'cizeden sonra inanmazlarsa, kendilerine çok acıklı bir azap
dokunur. Dilersen onları kendi haline bırak, tevbe eden eder, etmiyecek
olanlar da etmez.» diyerek uyarıda bulundu ve bu sebeple yukarıdaki âyetler
indi. [225]
«Ey kalbleri evirip çeviren!
Kalbimi dinin üzerinde sabit kıl..» [226]
Daha önce de
belirtildiği gibi, keramet, mu'cize olağanüstü hallerdir. Sebeplerin iptal
edilmesiyle ortaya çıkar. Aslında çevremiz, içinde yaşadığımız dünya ve
görebildiğimiz kadarıyla gökler mu'cizelerle doludur. Okur-yazar olmayan
Peygamber (A.S.) Efendimizin her yönüyle çok mükemmel bir kitap getirmesi
nasıl büyük bir mu'cize ise, getirdiği kitabın kendisi de başlıbaşına büyük bir
mu'cizedir. Varlık âleminde ve ondan bir parça olan Güneş Ailesinde ve o
ailenin bir parçası sayılan dünyamızda her gün, her saat binlerce mu'cize
birbirini izlemekte ve bu dünya yaratı-lalıdan beri böylece sürüp gitmektedir.
Bütün bunları göremiyen, anlayamayan bir topluluğa başka mu'cize getirmenin
anlamı olmasa gerek.. Çünkü cereyan eden olaylar ve düzenli hareketlerde câri
olan ilâhî âdet ve tecellilere, kimi sadece baş gözüyle, kimi de baş gözünü
kalb gözüyle, kalb gözünü de akıl ve idrâkiyle birleştirip bütünleştirerek
bakmakta ve baktığı şeyleri incelemektedir. Her şeyin bir sebebi, her sebebin
dayandığı bir plânı ve hesabı vardır. Sebep ve plân ise, çok yüce bir kudretin
eseridir. Kafa ile kalb gözünü birleştirenler bunu anlamakta gecikmezler. GEN
harikası üzerinde duran, çekirgenin hayatını inceliyen, dünyanın yirmi üç
derecelik meyilli ve aynı zamanda kutuplardan basık bulunduğundan sonuçlar
çıkaran, atmosfer tabakası üzerinde ciddi araştırma yapıp canlıların
yaşamasıyla olan ilgisini belirliyen ilim adamlarının^ her zaman «Bizi Allah'a
inandıran şeyler!.» diye sözettikleri bilinmektedir.
Bilindiği gibi, duygu
akıl ile, akıl ilimle; ilim kalb gözüyle birleşince asıl ölçüsünü bulabilmekte,
imândan güç alınca da hedefine kavuşmaktadır. Yalnız duygu çoğu zaman
yanıltıcıdır. Yalnız akıl yeterli değildir; onu som altın yapan tek şey, kalb
gözüyle birleşip bütünleşen sağlam bir imândır.
Mekke müşrikleri
hislerinin öncülüğünde davranan ve hüküm veren kimselerdi. Her insan için
lüzumlu olan üç ana unsuru birleştirmekten çok uzaktılar. Yeni yeni mu'cizeler
istemeleri, akıldan ve kalb gözünden kaynaklanmıyordu. Bunun için Cenâb-ı Hak,
onların bu isteğinden bahsederken, «Farkında değilsiniz, onlara mu'cize gelse
yine de inanmazlar.» buyurmuştur. Çünkü gönülleri ve gözleri ters
çevrilmiştir; gözleri gönüllerinden, gönülleri akıllarından kopmuştur, sadece
hisleri nefislerinin gölgesinde işler haldedir. [227]
«Onların gönüllerini ve gözlerini, ilk önce
inanmadıkları gibi ters çeviririz.»
Âyetin açık anlatımına
göre, gözleri ve gönülleri ters çevirip inkârda ısrar üzere bırakan Allah'tır.
Diğer âyetlerde buna benzer ifadelerde yapılan yorumlar bu âyette de
geçerlidir. Aksi halde teklif, sorumluluk ve ceza ile mükâfat esaslarıyla
bağdaştırmak çok zor olur. O halde, âyet, ilâhî sünnetlerden birini yansıtırken
aklımızı iyice kullanalım diye üstü kapaif, yoruma muhtaç bir ifade şekli
getirmektedir. Her konu, her sünnetullah ve âdetullah, yoruma lüzum
göstermiyecek kadar açık ve kesin belirtilmiş olsaydı. Kaza ve Kader,
Mesuliyet, Teklif gibi bazı ana meseleler üzerinde ilmî çalışmalar yapılmaz,
fer'î meselelerde bile farklı görüş ve yorumlar ortaya konulmazdı. Akıl bu
gibi konularda hareketsiz kalır, düşünce çemberi genişlemez, bilgi alış-verişi
kesintiye uğrardı.
İşte Cenâb-ı Hakk'ın
sözü olan Kur'ân'ın özelliklerinden biri de budur. O halde yukarıda konumuzu
oluşturan ilgili âyeti yorumlamamız gerekir. Gözleri ve gönülleri ters çeviren
Allah mıdır? Önce şunu belirtelim ki, her insan kâinatı, ondaki mevcut ilâhî
belgeleri, eâri olan sünnetullahı ve âdetullahı kendi gözlüğüyle görür. Eşyaya
ve olaylara onunla bakar. Meseleye bu açıdan bakınca, duygularının tamamen
etkisi altında bulunanların akıl gözlüğü, duygularıdır, yani akıllan
duygularına tabidir. Aklını duygularının tesir alanının dışında, yani üstünde
tutup kalb gözüyle bakma düzeyinde bulunan olgun kişilerin gözlüğü ise,
akıllarıdır. Böylele-rinin gerçeği görmesi, hakikate kapı açması her zaman için
mümkündür.
Sünnetullah
doğrultusunda eşyayı ve olayları araştırması gerekir. Araştırdıkça ilâhî
sünnete uyma, hayatı bu sünnet ölçülerine göre değerlendirme basireti doğar.
Sünnetullah ise,
kimselere uymaz. Çünkü o uyulmak için şaşmayan ölçülerle konulmuştur. Bu
bakımdan her insan, her canlı ona uymak zorunda ve ihtiyaaındadır. Kâinata
duygu gözlüğüyle bakıp hakikate kapı açamıyanlar, ilâlnî sünnete çoğu zaman
uymazlar, Böyle olunca da ilk to-katı ondan yer ve gözleriyle kalbleri ters
çevrilir. İşte Allah'ın ters çevirmesinin anlamı bubur. [228]
«De ki; Mu'cizeler
ancak Allah katında- Peygamberin dilediği zaman câri kanunları, plânlanmış
sebepleri ib-tal edip mu'cize meydana getiremiyeceği gibi, bir velînin de
dilediği zaman keramet gösteremiyeceği muhakkaktır.
Hem mu'cize ile
keramet aklını yeterince kullanamayan, duygularının esiri olan kişiler için
fazla bir anlam taşır. Akıl ve basîretini birleştirip varlık âlemine ve onda
cereyan eden olaylara bu gözle bakan kimse tein kâinat mu'cizeyle doludur.
Kendi vücut yapısı, organlarından her biri birer mu'cize değil midir? Beyin
denilen ve milyonlarca görevi sağlıklı biçimde karıştırmadan bir arada yürüten
ilâhî cihaz, belge olarak yeter de artar. Başka mu'cize aramaya ne gerek var.
Mu'cizeler pazarında
gezip dolaşan ve fakat hiçbirini görmeyip devamlı mu'cize arayan kimsenin gözü ve gönlü ters dönmemiş midir?
Peygamberlerin ilk
göreve adım attıkları devrede, Allah daha çok birinci gruba giren kişilere
peygamberin sıradan bir insan olmadığını göstermek için o peygamberin elinde,
dilinde günün şartlan da dikkate alınarak birkaç mu'aize doğurur. [229]
Yukarıda geçen
âyetlerle kâinata ve olaylara duygularının gözlüğüyle bakan ve inkarcılık
doğrultusunda iyice şartlanmış bulunan putperestlerin yersiz ve anlamsız bir
takım isteklerine dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
aklını, idrâk ve vicdanını bir türlü
harekete çeviremiyerilere, istedikleri mu'clzeler gösterilse yine de
inanmayacakları; kâinatın her parçasında nice mu'cizelerin kendini açıkbiçimde
gösterdiği halde, onları idrâk edemiyecek kadar akıl ve vicdanlarını
kaybettikleri belirtiliyor ve o gibilerle fazla uğraşmanın olumlu bir sonuç
vermiyeceği hatırlatılıyor. [230]
111— Eğer onlara melekleri de indirmiş olsak,
ölüler onlarla konuşmuş bulunsa, her şeyi karşılarında grup grup toplasak yine
de Allah dilemedikçe onlar imân edecek değillerdir. Ne var kî çokları (bu
gerçeğe) bilgisizdirler.
112— İşte bunun gibi her peygambere insan ve cin
şeytanlarını düşman kıldık; onlar aldatmak için birbirine yaldızlı sözler
fısıldarlar; Rabbin dileseydi bunu yapamazlardı. Onları da, iftira edip
durdukları şeyleri de (başbaşa) bırak.
113— Bir de
âhirete inanmayanların gönüllerinin meyletmesini, hoşlanmalarını ve elde
ettikleri günahları işiiyedurmalarını (devam ettirmek) için (bu yola
başvururlar).
İbn Cüreyc'diyor ki:
Din ve peygamberle alay eden Kureyş Kabilesinden birkaç kişi Peygamber (A.S.)
Efendimize gelip, «Bize ölülerimizden bazısını dirilt de senin hak peygamber
olup olmadığını onlardan soralım. Bir de senin peygamberliğine tanıklık edecek
melekleri bize göster veya karşımıza Allah ile Melekleri getiriver!» diyerek
yersiz ve anlamsız isteklerde bulundular. O sebeple yukarıdaki âyetler indi. [231]
Ebû Zer el-Gıffarî
(R.A.) diyor ki: Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bana : «Cin ve insan
şeytanlarından Allah'a sığındın mı?» diye sordu. Ben de, «Ey Allah'ın
Peygamberi! İnsandan da şeytan olur mu?» dedim. Buyurdu ki: «Evet, onlardan
olan şeytanlar, cin şeytanından daha kötüdürler!» [232]
Peygamberimiz (A.S.)
buyurdu :
«Sizden hiç kimse yok
ki cinden bir yakını ona tevkil edilmiş bulunmasın.»
Bunun üzerine soruldu
:
— Size de mi?.. Cevap verdi:
— Bana da tevkil edilmişti, ancak Allah ona
karşı bana yardımda bulundu da o Müslüman oldu. O nedenle bana ancak hayır ile
fısıldar. [233]
İnsan her ne kadar
Allah ve din fikriyle, duygusuyla donatılarak yaratılmışsa da nefsi itibariyle
küfür ve isyana eğilimli bulunuyor. Bu bakımdan insan iki karşıt duygu ve
düşüncenin alanı halindedir. İkisinden birini üstün kılma serbestisine
sahiptir. Aile, toplum, okul ve eğitimin bunda etkisi çok büyüktür. Gelişme
cağında olan çocuğun, ergenlik devresine giren gencin manevî boşluğu, diğer bir
deyimle inanç ihtiyacı hangi yoldan giderilirse, daha çok o akıma yönelmiş
olur.
İlâhî müdahale istisna
teşkil eder. Çünkü bu yolda carî bir sünnetul-lah ve âdetullah yoktur.
Kureyş
putperestlerinden dini alaya alıp, olmadık mu'cizeler isteyenler; küfür
akımının tesirinde şekillenmiş ve ruhlarının ihtiyacını o yoldan tatmine
alışmış kişilerdi. Daha önce bazı mu'cizeler onları bu olumsuz akımın etki
alanından kurtaramamıştı. Şimdi daha büyük mu'cizeler istiyorlardı. İlâhî
ilim, onların ihtiyarî imânla inanmıyacaklarını tesbit ettiği ve âdetullah
gereği müdahale de etmiyeceği için Peygamber (A.S.) Efendimize, o şaşkınların
arzusuna uyarak mu'cize istemekten vazgeçmesi hususu hatırlatılıyor.
«Allah dilemedikçe
onlar iman edecek değillerdir.»
Burada ilâhî meşietin
ihtiyarî İmânı iztirarî hale getirmeye yönelmediği belirtiliyor. Allah
dileseydi, onların kalblerini derhal inkârdan boşaltıp imân ve irfan ile
doldurabilirdi. Ne var ki o takdirde aklın, irâdenin ve idrâkin ölçü ve
anlamı, insan olarak yaratılmanın hikmeti kalmaz; iyi ile kötü, fazîiet ile
rezîlet birbirinden ayırt edilemez olurdu. Bu nedenle difeme-miştir. Çünkü bu
yolda carî bir âdetullah mevcut değildir. Böylece imân da, inkâr da kişinin
ihtiyarına bırakılmıştır. [234]
«İşte bunun gibi her peygam bere insan ve cin
şeytanlarını düşman kıldık...»
ŞEYTAN, sözlükte ya
ŞATANE - YEŞTUNU, ya da ŞÂTE YEŞÎTU fiilinden gelme bir isimdir. Birinci fiil
itibariyle, muhalefet etmek, uzaklaşmak, uzaklaştırmak, haktan uzak kalmak
mânalarına gelir. İkinci fiil itibariyle, öfkeden yanıp tutuşmak, haset edip
kin beslemek mânalarına gelir.
O halde şeytan ister
özel, ister cins isim olarak kullanılsın bu gibi mânalara delâlet etmektedir.
İblis haset ve gururuna yenilerek Âdem Peygambere secde etmeyip böylece ilâhî
emre muhalefet ettiğinden kendisine Şeytan denildiği bilinmektedir. Günkü
kendisinin yalın, dumansız ateşten,'diğer bir deyimle ışınlardan yaratılması,
Âdem'in ise, süzülmüş balçıktan yaratılması, onu çok hatalı bir kıyaslamaya
sürüklemiştir. Böylece sözlük manasıyla, isim olarak taşıdığı mâna
birleşmektedir. Bu manayla ilâhî buyruğa muhalefet eden, haktan uzaklaşan ve
uzaklaştıran her insan ve cin'e şeytan denilebilir. İlgili âyette bilhassa bu
hususa delâlet ve isâret vardır. O nedenle, ilim adamları «kendini yükseklerde
görüp başkasını küçümseyen, ölçüsünü bilmeyip ilâhî sınırı aşan ve Allah'a
kulluk hususunda büyüklük taslayıp haktan uzaklaşan inatçı, âsi her insan ve
cin'e şeytan denilir» diyerek bir genellemede bulunmuşlardır. Nitekim İbn
Ab-bas, Atâ', Mücahit, el-Hasan ve Katade de bu görüşü ortaya koymuşlardır.
Diğer bazı ilim
adamlarına göre, ŞEYTAN isminin İNS ve CİN kelimeleri üzerine atfı, başkalığı
gerektirir. O halde şeytanlar ayrı, cinler de ayrı yaratıklardır. Şeytanlar,
Âdem Peygambere secde etmeyen İBLİS'ten üreyip çoğalmışlardır. Cinler ise CAN
KAVMİ denilen ve Âdem'den önce yaratılan, aynı zamanda aslı ateş olan gözle
görülemiyen varlıklardır. Allah'a imân edenleri olduğu gibi, etmiyenleri de
vardır.
KİMİ de CİN ve ŞEYTAN
tabirleri üzerinde durup bunları HABİS RUH-lar diye yorumlamışlardır. Onlara
göre, ruhlar ikiye ayrılır: Bir kısmı dünya ötesinde, bir kısmı ise dünyada
eyleşirler. Dünyada eyleşenler de TEMİZ RUHLAR ve HABÎS RUHLAR olmak üzere iki
kısma ayrılırlar. Temiz ruhlar, iyilik ve hayrı, ibâdet ve itaati fısıldarlar
ki, bunlar,yeryüzünde görevli olan meleklerdir. İkinciler ise, şer ve
kötülüğü, isyan, "kin ve muhalefeti, ahlâksızlık ve başkaldırmayı
fısıldarlar ki bunlar da yeryüzünde dolaşan şeytanlardır. Bu iki kısımdan her
biri kendi aralarında da yaratılışlarına uygun anlamda fısıldaşırlar.
İnsanlara gelince :
İçi tertemiz olup ilâhî buyruklara uyanlar, daha çok hayır ve iyilik düşünüp bu
doğrultuda hem kendini, hem çevresini aydınlatanlar ve her vesileyle
düşüncelerini berraklaştıranlar tertemiz melekler gibidirler. Bunun aksine bir
yol tutanlar ise habîs şeytanlar gibidirler. Bu mânayla onlara, İNSAN
ŞEYTANLARI denilmiştir.
Her iki türden olan
şeytanlar başkalarını aldatmak, yoldan saptırmak için çok süslü ve yaldızlı
sözler fısıldanırlar. Basit mantıkî oyunlara başvurup aldatmaya çalışırlar.
Haktan yana görünüp hakkı inkâr ederler ve fırsat bulunca hakkı değiştirmekten
çekinmezler.
Daha çok peygamberlere
ve onların vârisleri sayılan din mürşitlerine, güçlü itim adamlarına dil
uzatır, onlara çamur atar, toplum içinde itibarlarını sarsmak için din adına
dini yıkarlar. Bu tipler her devirde sahneden eksik olmazlar. Günün şartlarına
göre, yol ve yöntem seçip uygularlar.
Kur'ân-ı Kerîm
mü'minlerin dikkatini bu tip şeytanlara çekmekte ve gereken uyarıda
bulunmaktadır. [235]
(Rabbin dileseydi bunu
yapamazlardı.»
Allah, hikmeti gereği
insanı, meleği, cin ve şeytanı ayrı ayrı maddelerden ve ruhlardan yaratmıştır.
Her birinin yapısı, karakteri ve görevleri değişiktir. İnsanda yaratılıştan
Allah ve din duygusu mevcuttur. Ona imân mayası da diyebiliriz. Bunun
yanibaşında onda kötülük ve günaha meyledecek duygu da vardır ve bu da
doğuştan onda mevcuttur. Buna inkâr ve isyan mayası da diyebiliriz. Cinler de
böyledir. Şeytanlar ise daha çok şer ve kötülük mayasını taşımaktadırlar.
Yaratılışlarında bu maya vardır ve İblis'in Hakk'a isyanıyla, o rakipsiz duruma
gelmiştir.
Görülüyor ki,
bunlardan hertür kendine has kanunlarla, değişik ruh ve karakterlerle
yaratılmıştır. Biri diğerine pek benzememektedir. Allah dileseydi, bunların
hepsini melekler gibi tertemiz ruhlar olarak yaratabilirdi. O zaman ayrı tür
yaratmaya gerek kalmazdı. Zira sayısı belirsiz melekler her an Yüce Yaratan'a
secde etmektedirler. Maksat, nurdan melekleri yarattığı gibi, ateşten cin ve
şeytanları, topraktan insanları yaratmak ve doğuştan onları bir takım öz
mayalarla donatmaktır. O halde bu üç, ya da dört ayrı varlık hakkında konulan
câri kanunlar vardır ki bunlar ezelle ebet arasında yoluna devam ederek değişmezler.
Allah dilerse bu kanunları değiştirebilir, dileseydi bu dört varlığı başka
türlü yaratabilirdi. Ama öyle dilememiştir. İnsanlara da, cinlere de hakkı
bulmak için bir çok imkânlar ve yetenekler verilmiştir. Ama her varlık
kendisiyle ilgili bulunan hayat kanununa uymak zorundadır. Uyan mutlu olur,
uymayan mutsuz olur. [236]
Yukarıda geçen
âyetlerle inatçı inkarcıların, İstedikleri mu'cizeler gösterildiği takdirde
kesinlikle inanacaklarına, son peygambere uyacaklarına dair kendilerine göre
katmerli yeminde bulundukları, ancak bu sözlerinde samimi olmadıkları
açıklandı. Böylece onların inat, inkâr, kin ve haset bataklığında akıl ve
idrâklerini kaybettikleri belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Kur'ân-ı KerîrrTin, Peygamberin risâletı hakkında en kuvvetli delil bulunduğu,
mu'cizelerin en büyüğü olduğu hatırlatılıyor. Bu büyük mu'cize karşısında hâlâ
inkârlarında ısrar edenlerin iman etmiyeceklerine dikkatler çekiliyor. [237]
114_ Allah
size Kitab'i bölüm bölüm (yeterince) açıklanmış biçimde indirmişken O'ndan
başkasını mı hakem istiyeyim? Kendilerine (daha önce) kitap verdiklerimiz
bilirler ki, O (Kur'ân) elbette hak olarak Rabbinden indirilmiştir. Artık sen
şüphelenenlerden olma!
115— Rabbin
sözü doğruluk bakımından da, adalet bakımından da tamamlanmıştır. Onun sözünü
değiştirecek yoktur. O, İşiten ve bilendir.
İnanmadıkları halde
gereksiz yere mu'cizeler istiyenlerin samimi olmadıkları bildirilince, bu-defa
Peygamber'e (A.S.), aramızda hükmedecek bir hakem belirle, diye teklifte
bulunmuşlardı. Bunun üzerine yukarıdaki âyetler indi. [238]
«Allah'tan başkasını
mı hakem isteyeyim?»
İnsan eseri olan her
kitapta birçok hatalara, noksanlara rastlamak mümkün. En usta kalemden çıkan
bir kitap en çok iki ya da üç defa okunabilir. Ondan sonra bütün tazeliğini
yitirir. Allah sözü olan ve münhasıran O'nun eseri kabul edilen Kur'ân'da en
küçük bir hatâya, ya da noksanlık ve ölçüsüzlüğe rastlamak mümkün değildir. Her
âyeti parlak bir yıldız, her sûresi kâinatı aydınlatan bir güneş, her cümlesi
güzel sözlerin en güzeli olmaya devam etmektedir. Okundukça cilâsı artmakta,
araştırıldıkça esrar ve hikmet perdeleri aralanmakta, asırlar geçtikçe yeni
yeni kapıları açılmakta; her ilim adamının bilgi seviyesine göre malzeme
sunmakta, her sınıf insana hitap etmekte, eskimek bilmeyen ana fikirleriyle,
temel bilgileriyle her geçen gün tazeliğini korumaktadır. Binlerce hadîs
arasında yer alan bir âyeti, bir cümlesi, «Ben Kur'ân'danım» diye seslenmekte,
diğer bütün sözlerden kesinlikle ayrılmaktadır. Çünkü O Allah sözüdür ve
yalnız Allahcadır.
İnsan idrâkinin önüne
böylesine muhteşem bir mu'cize sergilenmişken, başka bir mu'cize aramak, başka
bir hakem istemek gaflet değil de nedir? Bin dörtyüz yıl önce, günümüzde gelişip
gönülleri büyüleyen ilmî buluşların ana fikirlerini, öz ve mayasını belirleyip
koyan ve her geçen gün ancak doğruluğu anlaşılan başka bir kitap var mıdır?
İnsan kafasının ürünü olarak bu ölçü ve kudrette bir kitap yazılabilmiş midir?
İşte konumuzla ilgili
âyet, bizlere bu hakikati bütün çıplaklığıyla duyurmaya çalışmakta ve gerek
doğrulukça, gerek adaletçe en mükemmel ölçüde ve kudrette olan Kur'ân'ın en
büyük mu'cize ve en kusursuz hakem bulunduğunu bildirmektedir. [239]
«Kendilerine (daha önce) kitap verdiklerimiz
bilirler ki, O (Kur'ân) elbette hak olarak Rabbın-dan indirilmiştir.»
Kur'ân, kendilerine
kitap verilen milletlerin din bilginlerinden cidden araştırma yapıp insaf
gözüyle ilâhî belgeleri tarayanların, gerek son peygamber Hz. Muhammed'in
(A.S.), gerekse son kitabın hak olduğunu bildiklerine yer yer dokunmakta ve bu
hususta gereken uyanda bulunmak-
tadır. Bakara sûresi
146. âyetin tefsirinde bu husus yeterince açıklanmış ve Tevrat'la İncil'den
bazı önemli belgeler nakledilmiştir. Değişikliğe uğ-ratılmalarına rağmen hiç
şüphesiz ki, elimizdeki mevcut Tevrat ve İncil nüshalarında Son Nebî'nin
geleceği hakkında birkaç kayıt vardır. Özellikte 1709'da İtalyanca yazılı
BERNABA İncil'inin Prusya (Eski Alman Devleti) kralı danışmanlarından
Kreimer'in eline geçmesiyle bu hakikat iyice su yüzüne çıkmış ve İsa
Peygamberin sadık Havarilerinden BERNABA'nın yazdığı ve bilahare İtalyancaya
çevrilen bu İncil'in yirmiye yakın yerinde Hz. Muhammed'in (A.S.) geleceğine
dair çok açık ve net bilgilerin yazılı olduğu görülmüştür, Onlardan bir kaç
belgeyi aşağıya naklediyoruz:
«Allah, Âdem'i
yaratınca, Âdem iki ayağı üzerine kalkıp doğruldu. Başını göğe doğru çevirdi.
Güneş kadar parlak iki satır yazı gördü: LÂ İLAHE İLLALLAH - MUHAMMED'ÜN RESÛLÜLLAH
(Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Muhammed O'nun peygamberidir.) Âdem ağzını
açıp dedi ki: «Ey Rabbim ve İlâhım! Sana şükrediyorum, çünkü beni fazl-ü
kereminle yarattın. Huzurunda eğilir, yalvarırım; bu sözün (Muhammed
Resûlüllah cümlesinin) anlamını bana bildirmeni dilerim.» Rab ona cevap verdi:
«Ey kulum Âdem!» Güvenle, esenlikle bana yaklaş. Sana derim ki, ilk yarattığım
insan sensin. Şu ismini gördüğün nur, senin soyundan ve evlâdındandtr. Yıllar
sonra dünyaya gönderilecektir. O benim peygamberim olacaktır. Her şeyi onun
(hatırı) için yarattım. O geldiğinde varlık âlemini aydınlatacaktır. Ben henüz
hiçbir şeyi yaratmadan altmış bin yıl önce onun nurunu ve ruhunu yarattım.
Bunun üzerine Âdem
tekrar Allah'a yalvarıp dedi ki: «Ya Rab! şu iki sözün tırnaklarım üzerine
nakşedilmesin! lütfet.» Allah ilk insanın bu dileğini kabul etti ve onun sağ
elinin beş parmağı üzerine LÂ İLAHE İLLALLAH (Allah'tan başka hiçbir tanrı
yoktur) cümlesini; sol elinin baş parmağının tırnağı üzerine MUHAMMED'ÜN RESÛLÜLLAH
(Muhammed, Allah'ın Peygamberidir) cümlesini nakşetti. İlk insan Âdem baş
parmakları üzerindeki bu iki cümleyi öptü, sonra da gözlerine sürdü. Ve şöyle
dedi: «Sen şu âleme ayak basacağın gün ne mübarek gün olacak!.»[240]
«İsa onlara dedi ki:
Ben size hakkı söylerim; bugüne kadar gelen her peygamber ancak bir kavme veya
bir millete gönderilmiştir. Her peygamber Allah'ın rahmetinin belirtisidir.
Ancak her peygamberin sözü, gönderildiği kabile veya milletin dışına
taşmamıştır. Ama o Allah'ın Resulü gelince, yüzük taşı misali olacak, Allah
ona verecek de verecek.. O yeryüzündeki milletler için kurtuluş ve rahmet
taşıyacak, onun talimini kabul edenler kurtulup rahmete erişecek. O zalim
zorbalar üzerine kuvvetle yürüyecek, putlara tapınmayı kökünden yıkacak; öyle
ki şeytanı perişan ve rüs-vay edecektir. Çünkü Allah o son peygamber hakkında
İbrahim Peygambere böylece va'detmiştir: «Dikkat ya İbrahim! Ben senin soyunla
yeryüzündeki kabile ve milletleri mübarek kılacağım. Sen nasıl putlarla savaştın,
onlarıdevirdinse, o da öylece savaşıp devirecektir.» [241]
«İşte bunun için size
derim ki: Şüphesiz Allah'ın Peygamberi Ahmed ile yakında Allah'ın yarattığı her
şey sevinecektir. Çünkü o anlayış ve danışma ruhudur. O, hikmet ve kuvvet
ruhudur. O, sevgi ve rahmet ruhudur. O, adalet ve takva ruhudur. O, lütuf ve
sabır ruhudur. Allah ona verdiğini hiç kimseye vermemiştir. O, âleme geldiği
zaman, ne mutlu zaman olacak! Beni tasdik edin. Onu (yani ruhunu) her
peygamberin gördüğü gibi ben de gördüm,, saygı ve ta'zimde bulundum.» [242]
İşte ilgili âyetle bu
hakikatler haber veriliyor, Kitap Ehli ve şüphede kalan Müslümanlar uyarılıyor.
Çünkü bunca açık belgeler karşısında şüphecilerden olmanın mantıkî hiçbir yanı
yoktur. [243]
«Rabbin
sözü doğruluk bakımından da, adalet bakımından da tamamlanmıştır. O'nun
sözünü değiştirecek yoktur. O, işiten ve bilendir.»
İlgili âyetle çok
önemli bir noktaya işaret edilmekte ve Muhammed (A.S.) ümmetine büyük bir müjde
verilmektedir. Tevrat ve İncil'e insan eli dokunduğu, insan sözü karıştığı için
aslından uzaklaşma felâketine uğramışlardır. Son kitap Allah sözü Kur'ân ise,
bu felâketten kesinlikle korunmuştur. Onu hiçbir kuvvet değiştiremiyecektir;
indiği gibi, tesbit edilip yazıldığı, yazılıp mushaf haline sokulduğu gibi muhafaza
olunmuştur ve olunacaktır da. Bu da Kur'ân'ın ayrı bir mu'cizesi, başka bir
yüceliğidir. [244]
Hüküm kökünden gelen
HAKEM ve HÂKİM arasında bir takım farklar vardır. Hakem, hükümde daha çok uzman
olan ve tarafların güvenine lâyık görülen kimsedir.
Bu manayla Hakem,
taraflar arasında ihtilâf konusu olup şüphe ve tereddüde yol açan, hakkı
bâtıldan, haramı helâldan ayırt edip ona göre karar veren ve verdiği kararı
taraflarca kabul edilen bilir kişi demektir. O nedenle hakem hâkimden daha kâmil
bir mertebededir denilebilir. Çünkü her hüküm verene hâkim sıfatı verilebilir,
ama hakem sıfatı verilemez. Hakem ancak hak ile hak üzere hükmedendir. Bu
sebeple HAKEM Allah'ın sıfatlarından biridir. Kur'ân hakkında da
kullanılmıştır.
Aynı kökten gelen HİKMET
ise, daha has bir mâna taşımaktadır: Hakk'-ın hak olduğunu ilim ve akıl yoluyla
tesbit edip ortaya koymak mânasında daha çok yaygındır. [245]
Yukarıda geçen
âyetlerle Kur'ân-ı Kerlm'in doğrulukça da, adaletçe de tamamlandığı, insanın
dünya ve âhiretini aydınlatacak, onu mutlu kılacak belgelerin noksansız
indirildiği ve her konunun çok açık biçimde ortaya konduğu anlatıldı.
Böylesine büyük bir mu'oize ortada dururken başka mu'eize ve belge aramanın
anlamsız olduğu belirtildi. Hakem olarak Allah'ın veya bu ilâhî kitabın yeterli
bulunduğuna dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
hakikat bu olmakla beraber insanların ruhsal yapıları ve taşıdıkları karakter
bakımından çok farklı fikir, inanç, ideal ve siyasî kanaat taşıdıkları; çoğunun
ise hakkın dışında kalan bir takım sapık ideolojilerin rengiyle boyandıkları
ve bu yüzden Allah yolundan saptıkları hatırlatılıyor, O halde insanların
çoğuna uymanın gerçek bir kıstas olmadığı bildiriliyor. [246]
116— Yeryüzündekilerin çoğuna uyarsan, seni Allah
yolundan saptırırlar; onlar zandan başkasına uymazlar ve onlar sadece yalan
söyler, tahminlerde bulunurlar.
117— Şüphesiz ki Rabbin kendi yolundan sapanları
daha iyi bilir ve O, doğru yolda bulunanları da çok iyi bilendir.
Allah'a ortak koşan
inatçı inkarcılardan bir grup Peygamber (A.S,) Efendimize geierek, «Siz kendi
öldürdüğünüz hayvanları yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüklerini yeriniyorsunuz!»
diyerek basit bir kıyaslamayla mü'-minleri şüpheye düşürmeye çalıştılar. Bunun
üzerine yukarıdaki âyetler indi, [247]
«Allah'ın benden önce
gönderdiği her peygamberin mutlaka ümmetinden bir takım yardımcıları,
sünnetini tutan ve emirlerine uyan arkadaşları olmuştur. Onlardan sonra
gelenler ise, yapmadıklarını söyler, emre-dilmedikleri şeyleri işlerler. Kim
eliyle onlarla savaşırsa, o mü'mindir. Kim diliyle savaşırsa, o da mü'mindir.
Kim kalbiyle savaşırsa, o da mü'mindir. Artık bunun ötesinde hardal tanesi
kadar imândan bîr şey yoktur.»[248]
Hz. Âişe (R.A.)
Validemiz anlatıyor:
— Resûlüllah (A.S.)
Efendimize dedim ki: «Ya Resûlellah! Allah yeryüzündekilere kahr-u kuvvetini
indirmiştir; oysa aralarında iyi kişiler vardır ki, kötülerin helak edilmesi
sebebiyle onlar da helak ediliyorlar!.» Bunun üzerine Allah Resulü (A.S.} şu
cevabı verdi: «Ya Âişe! Şüphesiz ki aziz ve celil olan Allah, kahr-u gazabını,
azabına hak kazanmışlar üzerine indirince, aralarında iyi kişiler de bulunur.
Onlar da diğerleriyle birlikte aynı azaba uğrarlar. Sonra herbirleri kendi
niyetlerine göre, kabirlerinden kalkıp haş-rolunurlar.» [249]
Tarihin hangi devrine
bakılırsa bakılsın, yaşayan insanların çoğunun doğru yolda olmadığı görülür.
İnsanın nefs yapısı, diğer bir deyimle karakteri sınırsız bir serbesti ister,
Belli ölçülere, dinî ve ahlâkî kurallara bağlı kalmaktan hoşlanmaz. Bu yüzden
daha çok kural dışında, dinî ve ahlâkî ölçüleri tanımıyan kitleyle uyum
sağlar. Kitlelerin böylesine yanlış bir yolda yürümesinin devamını ise, yine
onların bünyesinden filizlenip çıkan liderler sağlar. Bu durumda insanların
çoğuna uyma heveslileri, çok geçmeden onların arasında eriyip şekillenir ve
bir daha kendilerini zor kurtarabilirler. Çünkü insan toplum içinde
aşılanacağı inancın rengine göre bir yol izler; din ve Allah'ı tanımazlık, her
şeyi mubah saymak, lidere taparcasına bağlanmak, politika ağına düşüp politize
olmak, batıl bir dini benimsemek, hak dini reddetmek, ahlâk ve fazilet sınırı
tanımamak gibi değişik renklere boyanmak bu yolun tabii sonucudur. Kuşakları
böylesine bir akımdan kurtarmak âdeta imkânsızdır, Allah'ın hidâyete
erdirdikleri müstesna. Böylece doğru yolun dışında çoğunluğu oluşturan
insanlardan her biri inanıp bağlandığı fikir, ideal ve inanç ne ise o hususta
güç kazanır ve onun savunucusu olur.
İnsanın ruhsal yapısı
ve temelinde nefs bulunan karakteri bu olunca, çoğunun hayat dizginini,
bağlandığı fikir ve idealin eline teslim ettiğini görürüz. Fikirler, idealler,
inançlar ve temayüller sayılmıyacak kadar çoktur. Bunlardan ancak birisi HAK'tır,
Çünkü hak bölünmez ve birkaçtık kabul etmez. O halde insanlardan çoğu haktan
uzak, hattâ hakkın karşısında; azı ise haktan yanadır.
İşte Kur'ân toplumun
mânevi yapısının asıl ölçüsüne işarette bulunurken insan karakterine dikkatleri
çekiyor ve çoğunun doğru yolda bulunmadığını hatırlatıyor. Sonra da hak yolda
bulunanlarla kaynaşmanın yararını belirtiyor. Kurtuluş ve gerçek mutluluğun
ancak ilâhî yolda olduğuna parmak basarak gereken uyarısını yapıyor.
Çünkü Müslüman uydu
değil, uyulandır. O anasından böyle doğar, böyle yaşar ve böyle ölür.
Hak olmayan bir dâva,
bir inanç ve ideale bağlı bulunanlar ise, zan ve tahminden öteye geçemezler;
sadece yalan söyleyip boyandıkları rengi başkalarına da sürmek isterler. Zira
her insan kendi renginde, kendi inancında ve kendi karakterinde adam arar;
başkalarının kendisine uymasını hiç değilse gönüldaş olmasını arzular. [250]
Yukarıda geçen
âyetlerle her devirde yaşayan insanların çoğunun doğru yolda bulunmadığı, ilâhî
sınırları aştığı belirtildi. Sayısal bakımdan çoğunlukta olanlara uyulmamasına
bilhassa dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle
belirtilen çoğunluğun kendi mantıklarına göre bir takım zan ve tahminlerde
bulunarak helâl ve haram konularında ölçüsüz ve dayanaksız hüküm vermelerinin
dinî ve ilmî bir değer taşımadığı hatırlatılıyor. Darda kalınmadıkça harama
yaklaşılmaması uyarılıyor. Üzerine Allah'ın adı anılan hayvanların yenilmesinin
helâl olduğu tekrar belirtiliyor ve inandıktan sonra artık günahın açığını da,
gizlisini de bırakmanın gereği üzerinde duruluyor. [251]
118— Üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan
yeyin; eğer O'nun âyetlerine inanan mü'minlerseniz (buna dikkat edin).
119— Size ne oluyor da üzerine Allah'ın adı
anıimış olanlardan yemi-yorsunuz? Halbuki -darda katıp kesin ihtiyaç duyduğunuz
durum dişında-size haram kıldıklarını bir bir açıklayıp bildirmiştir. Doğrusu
birçokları bilgisizce heveslerine uyup saptırıyorlar. Şüphesiz ki Rabbın,
aşırı gidip (ilâhî) sınırı aşanları en iyi bilendir.
120— Artık günahın açığını da, gizlisini de
bırakın! Doğrusu onlar ki günah kazanırlar, kazandıklarının karşılığını
göreceklerdir.
121— Üzerine Allah'ın adı anılmamış olanlardan
yemeyin; çünkü bu (başkası adına ve bir de putlar için, onlar adına boğazlamak)
şüphesiz ki ilâhî yoldan çıkmaktır. Hem şeytanlar sizinle mücadele etmeleri
için dostlarına fısıldayıp dururlar; eğer onlara uyarsanız, şüphesiz ki siz de
Allah'a ortak koşanlar olursunuz.
Müfessirler bir önceki
iki âyetin iniş sebebiyle bu âyetlerin iniş sebebinin aynı olduğunu
belirtmişlerdir. [252]
«Eğitilmiş köpeğini
salıverip Allah'ın adını onun üzerine andığın zaman, o köpeğin senin için
yakaladığını ye.,»[253]
«Kanı akıtılıp üzerine
Allah'ın adı anılandan yeyin.» [254]
Hz. Âişe Validemiz (R.A.)
anlatıyor:
— Bir grup adam
Peygamber (A.S.) Efendimize gelerek, dediler ki: «Ey Allah'ın Peygamberi! Bazı
kabilelerden bize et getiriyorlar, ama onları boğazlarken Allah'ın adını anıp
anmadıklarını bilmiyoruz (bu hususta ne buyurursunuz?). Efendimiz şu cevabı
verdi : «Getirilen etin üzerine siz kendiniz Allah'ın adını anıp öylece
yeyiniz!» [255]
Hadiste belirtilen et,
daha yeni İslâm'a girmiş kabilelerce boğazlanıp Medine'ye getirilip Ashabdan
bazı şahıslara hediye ediliyor veya satılıyordu. Ashabın ete ihtiyaçları
olmakla beraber onların boğazladıklarının yenilip yenilmiyeceğinde tereddüde
düştüler. Resûlüllah (A.S.) Efendimiz onların bu şüphe ve tereddüdünü gidermiş
oldu.
«Müslüman bir kimse
Allah'ın adım anmadığı halde hayvanı boğazlarsa, ondan yesin (veya ondan
yenilsin). Çünkü Müslümanda Allah'ın isimlerinden bir isim vardır.» [256]
«Müslümanın ismi
kendisine yeter; hayvan boğazlarken unutup Allah'ın adını anmazsa, sonra
Allah'ın adını anıp öylece yesin.» [257]
İmam Şafiî bu iki
hadîsle istidlal edip, besmeleyi kasden terkeden müslümanın kestiği yenilir
demiştir.
«Şüphesiz ki Allah
benim ümmetimden hatâ ve nisyanı (unutma) ve bir de üzerine zorlandığı şeyi
(yani bunlardan dolayı meydana gelen günahı) kaldırmıştır, (sorumlu
tutmayacaktır).» [258]
«Günah senin göğsünü
(vicdanını) tırmalayan ve insanların ona muttali' olmasını hoş karşılamadığın
şeydir.» [259]
«Allah'ın adını ansın
anmasın Müslümanın boğazladığı helâldir. Çünkü o eğer anarsa ancak Allah'ın
adını anar.» [260]
«Helâl açık ve
bellidir; haram da açık ve bellidir. Bu ikisi arasında birtakım şüpheli şeyler
vardır ki insanların çoğu onları bilmezler. Artık kim şüpheli şeylerden
sakınırsa, herhalde iffet ve namusunu, dinini temize çıkarmış olur. Kim de
şüpheli şeylere düşerse, harama düşmüş olur. Tıpkı koruluk etrafında (davarını)
otlatan çoban gibi, çok sürmez (davarları) koruluğun içine düşer. Haberiniz
olsun ki, her hükümdarın bir koruluğu vardır; Allah'ın ise yeryüzündeki
koruluğu, haram kıldığı şeylerdir. Dikkat edin, cesette bir et parçası vardır,
o düzeldiğinde cesedin tamamı düzelir; o bozulduğunda cesedin tamamı bozulur.
Haberiniz olsun ki o et parçası kalbdir.» [261]
«Helâl açık ve
bellidir; haram da açık ve bellidir. O halde sen, seni şüpheye düşüren şeyleri
bırak, şüpheye düşürmeyen şeylere (yönel).» [262]
«Size ne oluyor da
üzerine Allah'ın adı anılmış olanlardan yemiyorsunuz?»
Dinimiz her canlıya
karşı merhametli olmayı tavsiye ederken, Allah'ın insanların yararına sunduğu
hayvanları boğazlarken her canlıyı yokluk karanlığından varlık alanına çıkaran
Yüce Kudreti hatırlamamızı ve bu nî-mete Allah'ın adını anarak el uzatmamızı
emreder. Çünkü her nimetin asıl değeri, nîmeti veren hatırlandığı ve ona
şükredildiği ölçüde kendini hissettirir. Nimetten yararlanıp onu bize
hazırlayıp vereni hatırlamamak basî-. retsizliğin, nankörlüğün bir başka
tezahürüdür. Bunun için deniliyor ki; «Bir hayvanı boğazlarken için için de ki,
seni benim elime teslim eden kudret, beni de daha güçlü ellere teslim
edecektir.»
Peygamber terbiyesinde
yetişen Ashab-ı Kiram her olay ve her işte, baktıkları her şeyde Allah'ın yüce
kudretini, varlığının, birliğinin belgelerini görür, duyar, zikir ve fikir ile
ona yönelirlerdi. Bismillah diyerek eşyaya el uzatır; nîmeti, asıl sahibini,
mâlikini hatırlamadan kendi yararlarına kullanmazlardı. Zaten İslâm'ın amacı,
imânın sıhhati bunu böyle gerektirmektedir.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, «Şüphesiz ki Müslümanda Allah'ın isimlerinden bir isim (her zaman)
mevcuttur.» [263] buyururken, İslâm'ın
tertemiz havasında yetişip gelişen bir mü'minin her zaman Allah ile beraber
bulunduğuna işaret etmiştir. «Allah adı her Müslüman üzerindedir..»[264]
mealindeki hadîsleri -rivayet bakımından zayıf olsa bile- yüce bir hikmeti
terennüm etmekte ve Müslümanın değer ölçüsünü belirlemektedir.
Aliah isminin
yüceliğini, azametini kendinde taşımıyan, Onu hatırla-mıyan, nimetlere Onun
ismiyle el uzatmayan Müslümanlarda hayır yoktur. Öylesi ismen müslümandır. [265]
Eti yenen bir hayvanı
boğazlarken Allah'ın adını anmakla ilgili konuda üç önemli görüş ve içtihat
ortaya çıkmıştır:
1. Hayvanı boğazlarken Besmele'yi, ya da Allah
adını ister kasden, ister unutarak terkedecek olursa, o hayvanın eti helâl
olmaz.
İbn Ömer, Nâfi', Şa'bî
ve Muhammed b. Sirîn bu görüştedirler. İmam Mâlik ile İmam Ahmed bin Hanbel'in
de -bir rivayete göre- içtihatları bu anlamdadır. Ebû Sevr ile Dâvud ez-Zâhirî
de aynı görüş ve içtihadı benimsemişlerdir. Bunlar, âyetin yorumunda daha çok
Âdiy bin Hâtem ve( Râfi' b. Hudayc'in rivayet ettikleri hadîsleri kendilerine
senet kabul etmişlerdir.
2. Hayvanı boğazlarken Tesmiye yani Allah'ın
adını anmak, Bismillan demek şart değil, müstehaptır. O halde bunu kasden veya
unutarak terkederse bir şey gerekmez, yani boğazlanan hayvan yine helâl olur,
eti yenilir.
Bu, daha cok İmam
Şafiî ve arkadaşlarının içtihadıdır. Bir rivayete göre, Ahmed bin Hanbel de
aynı görüştedir. Nitekim İbn Abbas, Ebû Hüreyre ve Tabiînden Atâ' b. Ebî
Rebah'tan bu anlamda sahih rivayetler tesbk edilmiştir.
İmam Şafiî belirtilen
hadîsleri de gözönünde bulundurarak âyeti şöyle yorumlamıştır: «Üzerine
Allah'ın adı anılmayıp O'ndan başkasının ismi anılan hayvanı yemeyin!» Çünkü
Allah'tan başkasının adıyla boğazlanan hayvan murdar olur, yenilmez. Kur'ân
bunu fisk = İlâhî sınırı aşmak diye belirtmiştir.
Bu, İmam Ebû
Hanîfe'nin içtihadıdır. Bir rivayete göre, İmam Mâlik ve İmam Ahmed b. Hanbel
de aynı görüş ve içtihattadırlar. Bu aynı zamanda Hz. Ali, İbn Abbas (R.A.)
ile tabiînden Saîd b. Müseyyeb, Atâ', Tavus, Hasan el-Basrî'den rivayet edilen
yorumdur.
Mezheplerin farklı
içtihat ve tesbitleri, her birinin dayandığı hadîs ve rivayetler, âyet-i kerîme
üzerindeki yorumlan daha çok ahkâmla ilgili kitaplarda yeterince
açıklanmıştır. Özetliyerek tefsirimize naklettiğimiz görüş ve ictihadlar,
ümmete genişlik ve kolaylık sağlamıştır. Bunların her biriyle -gerektiğinde-
amel etmek caiz ve sahihtir. [266]
«Darda kalıp kesin ihtiyaç duyduğunuz durum
dışında....»
Kur'ân'da ilgili âyetle mü'minlere başka bir
kolaylığın kapısı açılıyor. İslâm'a göre, helâl ve haram sınırları kesin
hatlarıyla belirtilmiştir. O nedenle kişilerin görüş ve mantıklarına göre yeni
hükümlerin yeri ve anlamı yoktur. Allah ve Peygamberi neleri helâl ve haram
kılmışlarsa, ancak onlar helâl ve haramdır. İstisnaî olarak bu genel kuralın
dışında .tutulan bazı hususlar vardır: Darda kalıp açlık, ya da susuzluktan
ölüm tehlikesiyle yüzyüze gelenlerin ölmeyecek kadar haramdan yemesinde dinen
bir sakınca yoktur. Çünkü hayat hakkı daha muhteremdir.
Gerçek bu olmakla
beraber, inatçı kâfirler, müslümanları saptırmak için diğer şeytanlarla
birleşip fısıldaşarak kendi anlayış ve basit mantıkî ölçülerine göre, «Köpek
veşahin'in yakalayıp öldürdüğünü yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüklerini
yemiyorsunuz!» diyerek ahkâm kesiyorlardı. Oysa kendileri taştan yontulup
şekillendirilmiş putlara secde edip onlar adına kurbanlar kesiyor, Allah;a
eş-ortak koşmaktan çekinmiyorlardı. Kur'ân bu hususta da mü'minleri
uyararak,«Eğer onlara uyarsanız, şüphesiz kî siz de Allah'a ortak koşanlar
olursunuz.» diyerek ilâhî hükmünü açıklamaktadır. [267]
Yukarıda geçen
âyetlerle, inatçı inkarcıların Allah'ın son dini hakkında mü'minlerle çetin
bir mücadeleye giriştikleri, insan ve cinlerden olan şeytanların da onlara
fısıldamasıyla bu mücadelenin sürüp gittiği açıklandı.
Aşağıdaki âyetle,
sürüp giden mücadele havası içinde Allah mü'minlerle müşriklerin durumunu
açıklıyor, İnanmayan bir kimsenin ruh ve kalb bakımından ölü olduğu, inandıktan
sonra gerçek diriliğe kavuştuğu, kendisine sunulan imân ve irfan nuruyla
insanlar arasında yürüdüğü, hem kendini, hem de çevresini aydınlattığı
hatırlatılıyor. Küfür bataklığında bir ömür tüketenlerin ise, içinden çıkılmaz
bir karanlığa gömüldüklerine dikkatler çekiliyor. [268]
122— Ölü
iken dirilttiğimiz, insanlar arasında yürümesi için kendisine bir nûr
sunduğumuz kimse, karanlıklar içinde kalıp bir türlü çıkamayan kimse gibi
midir?
Böylece kâfirlere
işleyegeldikleri ameller süslenip yaldızlı gösterilmiştir.
Peygamberimiz (A.S.)
Efendimiz ibâdet ederken; Ebû Cehl, içindeki pislikleriyle birlikte deve
işkembe ve barsaklarını O'nun üzerine attırmış-tı. Avdan dönen Peygamberimizin
amcası Hz. Hamza (R.A.), bu aşağılık davranışı duyunca beyninden vurulmuşa
dönmüş ve amcalık gayretiyle elindeki yayı Ebû Cehl'in başına vurmuş ve «Sizden
daha beyinsiz ve âdi kim olabilir ki, Allah'ı bırakıp taşa tapıyorsunuz?! Ben,
Allah'tan başka ilâh olmadığına, Muhammed'in de Allah'ın peygamberi bulunduğuna
şe-hadet ediyorum!» demiş ve İslâm'a girdiğini ilân etmişti. Bunun üzerine
yukarıdaki âyet indi.
Diğer bir rivayete
göre, ilgili âyet, Ömer b. Hattab (R,A.) ile Ebû Cehl hakkında inmiştir.
İkrime ve Kelbî'ye
göre : Âyet, Ammar b. Yasir ile' Ebû Cehl hakkında inmiştir. [269]Ammar,
İslâm'a girince ölü iken dirilmiş, Ebû Cehl ise, küfrün karanlığında yolunu,
ruhunu ve faziletini tamamen kaybetmişti. [270]
«Ölü iken dirilttiğimiz,
insanlar içinde yürümesi için kendisine bir nur sunduğumuz kimse......»
«Din insanın sınırlı
bilgisinden doğmuştur.» diyen materyalistler, Allah'a ve âhirete imânı,
bilgisizliğin tabii sonucu saymışlardır. Onlara göre, bu husustaki bilgisizlik
iki yönlüdür: Tabiat hakkında bilgisizlik; kendileri hakkında bilgisizlik.
Materyalist bu
iddiasıyla da fahiş bir yanılgı içindedir; aynı zamanda gerçek dışı kalıp
bilimsel olmayan basit bir mantık oyunu sergilemeye çalışmaktadır. Tabiatı her
geçen gün keşfeden, yeni yeni buluşlarla esrar perdesini aralayan ilim,
ilerledikçe insanı daha çok Allah'a yaklaştırmakta ve inkâr uçurumunu yavaş
yavaş kapamaktadır. Zira varlık âleminde hâkim olan çok mükemmel düzen, her
şeyin belli bir plân ve belli bir hesaba göre yaratılıp gayesine yöneltilmesi,
varlığın her parçasında bir dengesizliğin, başıboşluğun bulunmadığını isbat
etmiş ve düzenden düzenleyiciye istidlal şuurunu uyandırmıştır.
İnsan vücudu üzerinde
tıbbın zaferi, henüz devede kulak oranında sayılmasına rağmen bu karmaşık fakat
akıllara durgunluk veren yapının, sayısı belirsiz tesadüflerin biraraya
gelmesiyle oluşamayacağını ortaya koymuştur. İnsan beyninin taşıdığı binlerce
sistematik faaliyet ve milyonlarca akımın, idrâk üstü çok yüce bir kudretin
varlığını kanıtlamaktadır. Büyük bir liman olan karaciğer, durmadan kanı
vücudun her tarafına pompalayan kalb, çok mükemmel uzman bir ustanın eseri
bulunduğunu göstermiyor mu?
O halde Hak Dinin
kökeninde değil, materyalizmin kökeninde bilgisizlik, idraksizlik vardır.
Çünkü gerek tabiat, gerek insan vücudu üzerinde ilmin buluş ve zaferi, bir
olan Allah'a inanmaya kapı açmış, materyalizmin hayal ürünü iddialarını
reddetmiştir.
İlgili âyet bu
bilgisizlik ve idraksizlikten doğan inkâr ve İnadı, karanlık ve ölümle; imânla
birleşip bütünleşen ilim ve irfanı, aydınlık ve dirilikle vasıflandırmıştır.
EINSTEIN gibi dünya
çapında bir fizik âliminin varlık alemindeki mutlak düzen karşısındaki şu
itirafı, materyalizme bir daha en ağır tokatlardan birini indirmeye yetmiştir:
«Benim Tanrı görüşüm,
anlaşılmayan evrende kendini gösteren üstün bir düşünüş kudretinin mevcudiyetine
kuvvetle ve heyecanla inanmaktır.»
«Benim dinim, o zayıf
ve âciz zihnimizle algıladığımız cüz'î teferruatta kendini gösteren sınırsız
derecede yüksek ZEKÂ karşısında duyduğum mahviyetkâr bir hayranlıktan
ibarettir.» [271]
Semavî dinler ilmin ve
ilim adamının elde ettiği bu sonuca yön verir, ilmi imânla bütünleştirip asıl
ölçü ve değerine kavuşturur. Onun için, «Gerçek ilim imâna ve çok yüce bir
kudretin varlığına götürür.» diyenler, çok doğru bir teşhiste bulunmuşlardır.
Bütün dert ve mesele, yarım aydınlıktan doğmaktadır. Eline İlmin az-çok
anahtarlarından birini alan, fakat üniversiteyi bitirdikten sonra bu anahtarı
kullanmayan, bilgi ve kültürünü günlük gazetelerin sütunlarına bağlayan
okumuşların, materyalizme kayması; dinin lüzumsuzluğunu, Allah ve kıyametin
hayal ürünü olduğunu İddia etmesi, yarı aydın kalmasının tabii sonuoudur. Bir
böylesini düşünün, bir de elindeki ilim anahtarını durmadan kitapları açmak
suretiyle kullanan Einstein'ı düşünün.
Yarım aydın kalmanın,
ciddi bir dinî eğitim görmemenin neticesi olarak materyalistlere, Allah'ı ve
dini ret ve inkâr etmek oldukça süslenmiş ve çok aldatıcı bir kılıf içinde
sunulmuştur. [272]
Âyetin kelime
dizisinin açık anlatımından, öldürücü olan küfürden kurtarıp, hayat veren
imâna kavuşturanın Allah olduğu anlaşılıyor. Ama âyetin asıl delâlet ettiği
mâna bu değildir. İnsanoğlunun, önünde, ikisi yukarıya, ikisi aşağıya doğru
konulmuş dört basamak vardır. Yani ikisi ruhunun yüceliğiyle uyum sağlar ölçü
ve anlamda yüce âleme doğru yükseltici, ikisi de onunla uyumsuzluk içinde
aşağı âleme doğru düşürücüdür. Her insanın hayatı bu basamaklardan başlar ve
ona göre noktalanır. Akıl ve idrâkimizi Kur'ân'ın getirdiği esaslarla
güçlendirip harekete geçirecek olursak, yukarıya doğru iletici olan iki
basamağa yükselmiş oluruz. Aksi halde aşağıya indiren iki basamağın kurbanı
haline geliriz.
Basamakları belli ve
şaşmaz kanunlarıyla yaratan, insanı doğruyu, iyiyi, güzeli ve yüceyi
seçebilecek bir çok yeteneklerle donatan Allah, bunlardan herhangi birini
seçmekte bizi serbest bırakmış, aneak yüceltici olan, ruhumuzla uyum sağlayan
basamakların mutlak kurtuluş olduğunu, diğer basamakların felâkete düşürücü
bulunduğunu haber vermiş, gerekli bütün uyarıları yapmıştır.
Sözünü ettiğimiz dört
basamaktan ikisi marifet ve hidâyet (Yüce Yaratanı bilip doğru yola erişmeyi
dilemek ve bu hususta azmetmek)tir. Diğer iki basamak ise, inkâr ve
sapıklıktır.
Artık kim Allah'ın
verdiği yeteneklerle -peygamber sesine ve uyarısına kulak vererek- Marifet ve
Hidâyete yönelirse, Allah da ona bu hususta yardımcı olur. Kim de inkâr ve
sapıklığı seçerse, Allah onu seçtiği şeyle başbaşa bırakır. Çünkü Allah'ın câri
olan kanunu yani Sünnetullah ve Âdetullah'ı budur, değişmez.
O nedenle imâna
eriştirmeyi, karanlıktan kurtarmayı kendine nisbet etmiş, bununla değişmeyen
câri âdetini hatırlatmayı murat etmiştir. [273]
Yukarıda gecen âyetle,
imânın aydınlık ve hayat olduğu, küfrün ise karanlık ve öldürücü bir hava
niteliğinde bulunduğu açıklandı. İmân ve İslâm nuruna kavuşanla, küfür
bataklığında bocalayıp bir türlü çıkamayan kimsenin bir olmadığına dikkatler
çekildi. Daha çok Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinin, küfür bataklığında
bir ömür tüketmenin öncülüğünü yaptıkları belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
her memleketin refah seviyesi yüksek oian ileri gelenlerinin çoğunun madde ve
dünyalığı amaç ve hedef seçtikleri için diğer insanlara kötü örnek olacak
şekilde bir takım suçlar işledikleri, kirli işlere bulaştıkları, başkalarını aldatmak
için bir çok hileler çevirdikleri anlatılıyor. Aslında onların kendilerini
aldattıkları belirtilerek dikkatler çekiliyor. Çünkü kötülük namına
işledikleri her suç ve günahtan memleketin zarar göreceğinde şüphe olmadığına
işarette bulunuluyor. [274]
123— jşte bunun gibi her kasabanın İleri
gelenlerini, orada hile yapıp birtakım kirli işler çevirsinler diye o
kasabanın suç işleyenleri yaptık. Oysa onlar ancak kendilerini aldatıp hile
yaparlar da farkında olmazlar.
124— Kendilerine bir âyet (mu'cize, Kur'ân'dan
açık bir belge) geldiği zaman, «Allah'ın peygamberlerine verilen (şeref ve
itibarın) bir benzeri bize verilmedikçe asla imân etmeyiz!» dediler. Allah
ise, peygamberlik görevini nereye (kime) vereceğini daha iyi bilir.
Suç işleyen o kimselere
-hilelerinden ve kirli işlerinden dolayı- Allah katından hem aşağılık, hem de
şiddetli bir azap dokunacaktır.
Mekke'ye uzanan her
yolun başında Mekke ileri gelenlerinden dört kişi oturur, girip çıkanları Hz.
Muhammed (A.S.)ın aleyhine çevirmeye çalışır, ona inanmamaları için olmadık
yalan söyler, hileler ortaya koyarlardı.
Ayrıca yine bunlardan
Muğîre oğlu Velid, Peygamberimize (A.S.): «Eğer peygamberlik hak olsaydı,
herhalde ona senden ziyade ben lâyık görülürdüm. Çünkü ben hem senden büyüğüm,
hem de daha zenginimdir.» diyerek küstahlık yaptı. Bunun üzerine yukarıdaki
âyetler indi. [275]
Ebû Cehl de,
«Muhammed'e gelen vahiy bize de gelmedikçe asla imân etmeyiz» diyerek bu
konudaki bilgisizliğini ve idraksizliğini bir kat daha ortaya koymaktan
utanmıyordu. Yukarıdaki âyetler bu sebeple inmiştir. [276]
«Şüphesiz ki Allah,
İbrahim'in evlâdından İsmail'i beğenip seçti. İsmail'in oğullarından Kinâne
Oğullarını seçip beğendi. Kinâne Oğullarından Kureyş'i seçip beğendi. Kureyş'ten
de Hâşim Oğullarını seçip beğendi. Beni de Hâşim Oğullarından seçip beğendi.» [277]
«Kuşak kuşak Âdem
oğullarının en hayırlı kuşaklarından intikal ede ede gönderildim. Sonunda
aralarında bulunduğum kuşaktan seçilip görevlendirildim.» [278]
Resûfüflah (A.S.) Efendimiz,
bazı kişilerin ileri-geri konuştuklarını haber alınca minbere çıkıp şöyle
buyurdu :
— Ben kimim? Ashab-ı Kiram da :
— Sen Allah'ın Peygamberisin, diye cevap
verdiler. Bunun üzerine Efendimiz şöyle
buyurdu :
— Ben,
Abdulmuttalib oğlu Abdullah'ın
oğlu Muhammed'im. Allah halkı yarattı, beni onların en
hayırlısı kıldı. Halkı iki gruba ayırdı, beni en hayırlı gruptan eyledi.
Kabileleri yarattı, beni en hayırlı kabileden meydana getirdi. Allah
kabileleri ailelerle donattı, beni en hayırlı aileden dünyaya getirdi. Ben
aile yönünden de, bir insan olma bakımından da sizin en hayırlınızım. [279]
«Allah kullarının
kalblerine baktı; Muhammed'in kalbini, kalblerin en hayırlısı olarak buldu. Bu
sebeple onu kendisi için (elçi) seçip peygamberlik göreviyle gönderdi.» [280]
Hayır ile şer,
iyilikle kötülük, sevap ile günah nisbî ve izafîdir, yani bir söz, ya da
davranışın hayır ya da şer, iyi ya da kötü, sevap ya da günah olması bize
nisbetledir.
Konuyu bu açıdan
incelediğimizde, kurulan mutlak ilâhî düzen içinde insanın, yaratılışına,
ruhunun yücelik ve özelliğine uygun biçimde yerini alması gerekir. Hayır ve
şer, iyilik ve kötülük yollarını bir bakıma açık tutan, nelerin hayır, nelerin
şer olduğunu peygamber vasıtasıyla bildiren ve insanı bu yolların başlangıç
noktasına getirip serbest bırakan Allah'tır. Bu yollardan birini kendi hür
iradesiyle seçen ise kuldur. Allah onu birçok Yeteneklerle donatmakla kalmamış
bir de günahı sevaptan, doğruyu eğriden, iyiyi kötüden ayırt edecek ölçü ve
anlamda Kitap ve Peygamber göndermiştir. Allah'ın bu doğrultuda düzenlediği
hayat kanunu ise, doğruya, İyiye, hayra ve fazilete yöneliktir; kısacası,
hayır ve faziletle uyum halindedir; kötülük ve rezîlet ile ters düşer. İşte bu
kanun şaşmaz, kimsenin arzusuna göre değişmez. O nedenle herkes o kanuna
uymak, onunla uyum sağlamak ihtiyacındadır; öyle ki, uyan mutlu olur, uymayan
mutsuz olur.
Kişinin günlük
yaşayışında yer alan söz ve davranışları, sözü edilen hayat kanunuyla uyum
sağlarsa hayır ve fazilet olur; uyum sağlamaz da ters düşerse, şer ve günah
olur.
İlgili âyette, «Her
kasabanın ileri gelenlerini orada hile yapıp kirli işler çevirsinler diye o
kasabanın suç işleyenleri yaptık.» deniliyor. İlk nazarda bundan insanı hayır
ve şerre itenin Aliah olduğu anlaşılıyorsa da gerçek mânası böyle değildir.
Hayır ve şer yollarını açık tutan, hayra ve fazilete yönelik hayat kanununu
koyan, bu yollardan herhangi birinde yürüme güç ve irâdesini veren Allah'tır.
Tercih yapan ise kuldur.
Kur'ân bu önemli konu
üzerinde iyice düşünüp araştırma yapmamızı sağlamak için kapalı bir ifade ve
esneklik taşıyan cümleler sergilemiştir. Bu da ilâhî metot olarak ilmî
araştırma ve geliştirmeyi sağlamayı amaçlar. [281]
«İşte böylece her kasabanın ileri gelenlerini,
orada hile yapıp kirli işler çevirsinler diye o kasabanın suç işleyenleri
yaptık.»
Ciddi dinî eğitim
görmemiş, ruhuna doğruluk ve fazilet ışığı tutulmamış, sadece pozitif
bilgilerle donatılmış kişilerin çoğu makam ve servet düşkünüdür. Oniar için
hayatta tek amaç, yüksek makamlara çıkmak, geniş bir servete erişip konforlu
bir hayat sürmektir. Amaç ve hedefleri bu olunca, niyetleriyle hedefleri
arasında engel olarak bulunan ne kadar dinî ve millî engeller varsa onları
çiğnemekte tereddüt etmezler. Amaçlarına erişince de mevcut imkânları
nefislerinden yana yontmasını ve kullanmasını becerirler. Bu yüzden bir takım
hilelere, kirli işlere başvururlar. Her biri kuzu postuna bürünmüş bir kurda
benzer. Servet çoğaldıkça, makam yükseldikçe azgınlık, günah, isyan ve rezîlet
de çoğalır, orantılı şekilde sürüp gider. Dalkavuklarının şuursuzca yakınlığı,
makamlarının satveti, servetlerinin göz kamaştırması onların işledikleri
kötülükleri bir süre örter.
Büyük Müfessir
Fahruddin Râzî'nin dediği gibi: Mal çokluğu, makam güc ve kudreti, insanı çeker
ve kendine hizmetçi yapar. Bu bakımdan insan bu ikisini koruyup devam ettirmek
ister. Koruyabilmek için de birçok günah ve kötülükleri kendine mubah sayar;
zaman olur ki, engelleri kaldırmak için ilâhî hiçbir kıstasa iltifat etmez.
Akla gelmedik dolaplar çevirir, hile ve yalana başvurur.
Tabii bu tipler
farkında olmadan kendilerini aldatırlar. Balık baştan kokar misali,
ülkelerine, yetişmekte olan kuşaklara en kötü mirası, en fena örneği
bırakırlar. Bir gün birikip, barajı patlayacak olan ahlâksızlık selinden
kendilerini de kurtaramıyacaklarıni düşünmezler. Yükseldikleri ikbal
merdivenlerinden alaşağı edilip zillet ve meskenet çukuruna düşeceklerini
hesaba katmazlar. Tarih bunun tatlı ve acı örnekleriyle dolup taşmaktadır; ama
ibret alanlar pek azdır, Kur'ân daha çok onlara seslenerek : «Suç işleyen o
kimselere hilelerinden ve kirli işlerinden dolayı Allah katından (ilâhî kanun
gereği) hem aşağılık, hem şiddetli bir azap dokunacaktır.» diye uyarısını yapmaktadır.
Bu aşağılık her iki dünyada da olabilirse de daha çok âhirette meydana
geleceğine dikkatler çekiliyor.
Ayrıca Kur'ân, Mekke
ileri gelenlerinin şirretliğini, hilelerini, azgınlık ve Allah hakkındaki
bilgisizliklerini söz konusu ederken her milletin, her kasabanın ileri
gelenlerinin çoğunun bu doğrultuda bulunduğunu hatırlatıyor. [282]
Yukarıda geçen
âyetlerle, her memlekette insanlara kötü örnek olan, kendilerinden sonraki
nesillere kötü miras bırakan kişilerin, daha çok o memleketin ileri gelenleri,-
makam ve servet sahibi bulunanları olduğuna dikkatler çekildi. O gibilerin
çoğunda refah seviyesi arttıkça ahlâkta ve dindarlıkta gerileme olduğuna işaret
edildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Allah'ın ancak ehil olanları doğru yola eriştireceği; akıl ve idrâkini iyi
yolda kullanmayıp bütün mevcudiyetini dünyalığa veren ve ruhundaki cevheri
belirsiz hale getiren basiretsiz kişileri haşır-neşir oldukları madde ve inkâr
ile başbaşa bırakacağı açıklanıyor. [283]
125— Allah kimi doğru yola eriştirmeyi dilerse
onun kalbini İslama açar. Kimi de saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş gibi
göğsünü daraltıp sıkıştırır. İşte böylece Allah imân etmeyenler üzerine
murdarlık ve rüs-vaylık, azap ve ıstırap getirir.
126— İşte bu (İslâm Dini) Rabbin dosdoğru yoludur.
Düşünüp idrâkini kullanabilen bir millete âyetleri bir bir yeterince
açıkladık.
127— Onlara
Rableri katında Dârü's-Selâm (Selâmet Yurdu) vardır; ve yapageldikleri
(iyi amelieri)ne karşılık O, onların dost ve yârıdır.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimize bu âyet indiğinde, Ashabdan birisi sordu :
— Ey Allah'ın Peygamberi! Allah insanın kalbini
nasıl açıp genişletir? Efendimiz şu cevabı verdi:
— Bu, İnsanın kalbine atılan bir nurdur ki, o
sayede kalb açılıp genişler.
— Bunun bir belirtisi var mıdır? diye
sorulunca, buyurdu ki:
— Ebediyet yurduna yönelmek, aldatıcı yurt
(dünya)dan (gönül sevgi ve ilgisini) uzaklaştırmak, ölümle karşılaşmadan ona
(yeterince) hazırlanmaktır.. [284]
Hz. Ömer (R.A.) bu
âyeti okurken yanında Kinane
kabilesinden bir bedevî bulunuyordu. Hz. Ömer (R.A.) ona sordu :
— Harec nedir bilir misin? Bedevî şu cevabı
verdi:
— Bilirim, çok sık ağaçlı ve dikenli bir yerdir
ki, ne davar, ne de vahşî bir hayvan oraya sokulabilir.
Bunun üzerine Hz, Ömer
(R.A.) şöyle dedi:
— İşte münafıkın kalbi de öyledir; hayır ve
faziletten hiçbir şey oraya sokulamaz.
İbn Abbas (R.A.) de bu
âyeti okurken hatırına gelmiş de yanındakilere şunu sormuş :
— Aranızda Benî Bekr kabilesinden bir kimse var
mı? Bir adam :
— Ben varım, demiş, İbn Abbas (R.A.) de ona :
— Harec nedir bilir misin? diye sormuş, o da :
— Ağaç ve dikenleri birbirine girift biçimde
girmiş bir yer demektir, diye karşılık vermiştir. Bunun üzerine İbn Abbas
(R.A.) :
— İşte kâfirin kaibi
de böyledir! diyerek konuyu noktalamıştır. [285]
«Allah kimi doğru yola
eriştirmeyi dilerse, onun kalbini İslâm'a açar.»
«İnsanlar madenler
gibidir; cahiliye devrinde iyi ve seçkin olanlar İslâm'da da iyi ve
seçkinlerdir.» [286]
Buharî'nin naklettiği
bu sahih hadîs yukarıda mealini sunduğumuz âyeti daha iyi anlamamızı
kolaylaştırmaktadır.
Doğan her insanın
kendine has bir ruhî yapısı ve bu yapıda taşıdığı bir cevheri vardır. Bu cevher
çok kıymetli olabileceği gibi, kıymetsiz de olabilir. İrsî kusur ve meziyetleri
de ilâve edersek? o cevher ya büsbütün paslanıp işe yaramaz hale gelir, ya da
aslını koruyup kıymeti artabilir. Aile, çevre, eğitim, akıl ve irâde bu cevher
üzerindeki kılıfı aldıktan sonra ya onu kirletip paslandırır, ya da cilalayıp
asıl amacına yöneltir.
O halde ruhunda iyi
bir cevher taşıyan kimse akıl ve irâdesini de kullanarak aldığı eğitim, ya da
telkin tesiriyle imân ve İslâm'a ehil duruma gelirse, Allah onun kalbini doğru
yola açar. Ruhundaki cevher demir misali âdi bir maden olur, ancak sahibi
bütün yeteneklerini olumlu yönde kullanır, eğitim ya da çevrenin telkin ve
tesiriyle onu cilalarsa, o da İmân ve İslâm'a ehil duruma gelir, Allah onun da
kalbini doğru yola acar. Ancak ne var ki cevheri çok kıymetli olup, doğru yolu
bulan kişiyle ölçülemez. Ebû Bekir SİDDÎK (R.A.) ile sıradan bir Müslüman
arasındaki fark ne ise, bu ikisi arasındaki fark da odur, diyebiliriz.
Madeni âdi olup irsî
kusurlarla büsbütün âdileşir, eğitim, aile ve çevrenin olumsuz yöndeki
tesiriyle cilâlanmayıp paslanır ve bu arada akıl ve irâde gibi yeteneklerini de
kullanmasını beceremezse, İmân ve İslâm'a ehil olma düzeyine gelemez. Bu
durumda Allah da onun kalbini -göğe yük-seliyormuşcasına- sıkıp daraltır.
Küfrün her çeşidi ona çok süslü ve çekici gelir. Gerektiğinde bu uğurda canını
verir. Madeni iyi olduğu halde belirtilen vasıtalar onu kirletip
paslandırırsa, madeni bozuk olup sapıtan kadar azgın, şirret ve inkarcı olmasa
bile akıl ve irâdesini olumlu yönde kullanmadığı için İmân ve İslâm'a ehil
olamaz. Zira inkâr ve inat kalbi ve ruhu büsbütün kirleten bir murdarlıktır,
kişinin tutumundan ve anlayışsızlığından dolayı bu murdarlık artar da artar..
İşte 125. âyetle bu
hakikat yansıtılıyor. 126. âyet ise, insan aklına ve idrâkine, düşünce ve
duygusuna işaret ederek doğruyu bulmakta bunların çok önemli rolü bulunduğunu
hatırlatıyor. İçindeki cevher ne olursa olsun, bu yeteneklerini olumlu yönde
kullanabilenler için çok açık belgeler indirilmiştir ve kâinat belgelerle dolup
taşmaktadır. Kendini bu düzeye getiren kişilere Allah'ın hidâyet kapısı açılır. [287]
«Allah kimi saptırmak isterse, göğe yükseliyormuş
gibi göğsünü daraltıp sıkıştırır.»
Kur'ân, Arap
Yarımadasında ilk mabedin kurulduğu Mekke'de inmiştir. Medine ise, bu inişe
ikinci merkez olmuştur. Bilindiği gibi. Yarımadada atmosferin yüksek
tabakalarında oksijen azlığını hissettirecek kadar ne yüksek dağlar, ne de o
nisbette yüksek tepeler vardır. O günkü Arapların yüksek tabakalarda oksijen
azlığını bilmesi ise, hiç düşünülemez. Çünkü atmosfer hakkındaki bilimsel
araştırma daha çok günümüzden ikiyüzyıl öncesine dayanır. Bu bakımdan
Arapların belirtilen konuda ciddi hiçbir bilgileri yoktu. Ama Kur'ân ilgili
âyetle küfrün kalbde meydana getirdiği daraltmayı, yüksek tabakalardaki
oksijen azlığına benzeterek atmosferin üst tabakalarına çiKiıdıkça nefes alıp
vermenin güçleşeceğini, göğsün daralıp büyük bir sıkıntının başlıyacağını tâ o
günden haber vererek gelecek nesillerin dikkâtini çekmiş, bu konuda bir ana
fikir ortaya koymuştur.
O halde Kur'ân ne
yalnız Araplara, ne de yalnız bir çağa göre inmiştir. O, kıyamete kadar
geleeek olan bütün milletlere ve çağlara hitab edecek kudrette donatılmıştır.
Günümüzde ilim bize
atmosfer katları hakkında ciddi tesbitler yapmış, tropikal bölgelerde 18 km.,
kutuplarda 12 km. kalınlığındaki tabakanın insan ve diğer canlıların
yaşayışını sağlayıp devam ettirecek nitelikte bulunduğunu ortaya koymuştur.
Böyle olmakla beraber bu kattan, kademe kademe yükseldikçe oksijen nisbetinin
gitgide azaldığı görülmüştür. Özellikle 18 km. den itibaren yukarıya çıkılınea
yaşayabilmek için oksijen tüplerine ihtiyaç duyulur. Aksi halde teneffüs etmek
güçleşir, göğüs daralıp ölüm olayı meydana gelir.
Görülüyor ki Kur'ân
çağımızın insanına seslenmekte, ilmî araştırmalara esas teşkil eden belgeleri
açıklayarak onların akıl ve idrâkine ışık tutmaktadır. «İşte bu (İslâm Dini),
Rabbin dosdoğru yoludur. Düşünüp idrâkini kullanabilen bir millete âyetleri
bir bir yeterince açıkladık..» derken, özellikle aydın kişilerin Kur'ân üzerinde
ciddi araştırma yapmalarını, bin-dörtyüz sene geriye gidilerek ortaya konan
ilmî hakikatlerin o zaman mümkün olup olmadığı üzerinde düşünmelerini öneriyor.
Bir topluluk Allah'a
dosdoğru inandıktan sonra ilim ve irfanını, akıl ve idrâkiyle bütünleştirip
Kur'ân'ın getirdiği hakikatleri anlarsa, artık o topluluk için hem dünyada, hem
de âhirette esenlik vardır. Özellikle âhiret-te ebedî saadet yurdu oian
Daru's-Selâm (Selâmet yurdu veya bu isimdeki Cennet) hazırlanmıştır. Onların
bu iyi amellerine karşılık Allah'ın dostluğu da büyük bir mükâfat olarak
verilir. [288]
Yukarıda geçen
âyetlerle küfrün sıkıcı, bunaltıcı, ümitsizliğe düşürücü olduğu belirtildi.
Sonra insan aklına ve idrâkine seslenilerek Kur'ân'-daki hakikatlere yönelmeleri
uyarıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
hakikati bırakıp hayal peşinde koşanların haline, cinlerle temas kurup semavî
dinlerin getirdiği inanç esaslarını yıkmaya yönelen medyumlara ve onlara
uyanlara işaret ediliyor. İspritizmacılarla çinçîlerin çok hatalı bir yolda
bulundukları hatırlatılıyor. İslâmî esasları ciddi anlamda bilmeyen bu
gibilerin hem kendilerinin saptığı, hem-de başkalarını saptırdıkları
belirtiliyor.. [289]
128— Onların
hepsini (kabirlerinden kaldırıp) bir araya toplayacağı gün, «Ey cin topluluğu!
insanlardan çoğunu (doğru yoldan çıkartıp) kendinize çekme amacını
sürdürdünüz.» (diyecek). Onların insanlardan olan dost ve yoldaşları,
«Rabbimiz! Kimimiz kimimizden yararlandık ve bizim için takdir buyurduğun
sonuca gelip eriştik» diyecekler. (Rableri şöyle) buyuracak: «Cehennem ateşi
sizin konağınızdır; orada -Allah'ın diledikleri müstesna- ebedî
kalıcılarsınız.»
Şüphesiz kî Rabbin
hikmet sahibidir ve (her şeyi) bilendir.
129— İşte böylece zâlimlerin kimini kimine
-kazandıkları (günah ve yaptıkları zulüm) sebebiyle- dost ve yoldaş ederiz.
130— «Ey cin ve insan toplulukları! Size
âyetlerimizi anlatan ve sizi bugününüzün gelip çatacağıyla uyaran sizden
peygamberler, elçiler gelmedi mi?» (diye sorulacak).
«(Ey Rabbimiz!) Kendi
aleyhimize şahitler olduk» diyecekler. Dünya hayatı onları aldattı da kâfir
olduklarına dair kendi aleyhlerine şahitlik ettiler.
131— jşte bu, (peygamberler gönderilmesinin,
uyarıda bulunmalarının sebebi), haberleri yokken zulümleri yüzünden Rabbinin
kasabalıları yok edici olmadığı (hikmetine dayanmakta)dır.
«Cinlerden bir ifrit
dün gece namazımı kesip bozdurmak için ansızın bana hücum etti. Ne var ki Allah
bana imkân sundu da istediğimi yapmaya fırsat verdi. Öyle ki, sabah olup
hepiniz onu güresiniz diye Mescid'in direklerinden birine bağlamak İstedim.
Fakat kardeşim Dâvud oğlu Süleyman (A.S.)ın, «Rabbim! Beni mağfiret et ve
benden sonra kimseye lâyık olmayacak bir mülkü bana bağışla..» demiş olduğunu
hatırladım (ve ifriti köpek gibi kovdum).» [290]
Abdullah bin Mes'ud'e
(R.A.) soruldu :
— Cinden bir grup Kur'ân dinlemek istedikleri
gece, onların bu halini kim Peygambere bildirdi?
Şu cevabı verdi:
— Çin'i, bir ağaç (Sakız ağacı) haber verdi! [291]
Ebû Hüreyre (R.A.)
anlatıyor:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin maiyetinde Onun abdest suyu için bir kırba taşırdım. Efendimiz bir
gün şöyle buyurdu :
«Bana, Nasîbîn
(Nuseybîn) cinlerinin bir heyeti geldi. Ama bunlar ne hoş cinlerdi! Benden azık
istediler. Ben de onlar için Allah'a şöyle dua ettim: «Cinler ne kadar bir
kemik ve bir tezeke uğrarlarsa mutlaka onların üzerinde yiyecek bulsunlar..» [292]
«Kim zâlime yardım
ederse, Allah er-geç o zâlimi ona
musallat eder.» [293]
Âyette daha cok
günümüzün insanlarını yakından ilgilendiren çok önemli bir konu belirtiliyor:
İnsanları aldatan, doğru yoldan ayırmaya çalışan Şeytanlar ve Kâfir cinlerden
söz ediliyor.
Daha önce de kısaca
belirtildiği gibi şeytan ve cin, dumansız ateşten = ışınlardan
yaratılmışlardır. Şeytana ait ruh ateşe ya da ışına girince şeytan, cin'e ait
ruh ışına girince cin yaratılmış oluyor.
Cin sûresinde,
cinlerin de insanlar gibi imân edenleri ve etmiyenleri belirtiliyor. Mealini
sunduğumuz hadîsler de buna delâlet etmektedir.
Cinler insanları aldatmak,
saptırmak için onları nasıl kendilerine çekmektedirler ve hangi yoldan
aldatmaktadırlar? Burada daha çok bu iki hususu açıklamak istiyoruz.
Âyette gecen «CİN
TOPLULUĞU» tabirinden, şeytan ve cinler kasde-diliyor. Şeytanların kalbe ve
daha cok beynin ilgili merkezlerine sinyal verip kötülükleri telkîne
çalıştıkları, şehveti tahrik ettikleri; Allah, Peygamber ve Âhiret hakkında
bir takım şüpheler fısıldadıkları bilinmektedir. Çünkü onların yaratılışı daha
cok bu tür faaliyetlere yöneliktir. Kur'ân sûrelerinin çoğunda şeytandan, onun
kalbiere ve dimağlara fısıldamasından çeşitli ifadelerle bahsedilir.
Şeytanî ruh ışınlara
girince artık -ilâhî engel müstesna- hiç bir engel tanımazlar. Röntgen ışınlan
nasıl bizi delip geçiyor, farkına varmıyorsak, şeytanların da beynimizdeki
belli noktalara nüfuzu ve kalbe vesvese ilka etmesi böyledir.
Cinlerin aldatması,
beyne olumsuz yönde sinyal vermesi, bazı kişilerle, daha çok cincilerle,
medyumlarla temas kurması, günümüzde az çok gelişen ve fakat henüz bir ilim dalı
haline gelmeyen ispritizma konusudur.
Bilindiği gibi,
İspritizma, ruhun bedene girmeden önceki, girdikten ve ayrıldıktan sonraki
varoluşunu ve ölülerin ruhlarının canlılara görünme, fısıldama, haber verme
durumunu inceleyen gizli bir ilimdir. İspritizma cılara göre, «ölüm
gerçekleştiğinde ruh maddeden sıyrılır ve tenleşmeden kurtulmuş olur. Ne var ki
o, kendisini dünyevî alanlarda esir tutan pres-prit ile kuşatılmış haldedir.
Ruh bu durumdayken canlılar ve maddî eşya üstünde akışkancasma bir etkide bulunur
ve yeniden tenleşinceye kadsr MEDYUMLAR aracılığıyla dile gelir.»
Önce şunu belirtelim
ki, Allah'ın câri sünneti ve âdeti gereği, yaşamakta olan insanların
ölmüşlerin ruhlarıyla temas kurmaları mümkün değildir. Tabii Peygamberler ve
yüksek derecedeki Allah dostları sayılan velîler istisna teşkil eder ve bu
genel kaideyi bozmaz. Çünkü İspritizmacılara göre ruhların haber verdiklerini
ister istemez kabul eden kimselerin artık İslâm'a ve Kur'ân'a inanmaması
gerekir. Çağrılan bir ruh, bütün ruhların eşit durumda bulunduğunu haber
vermekte ve Kur'ân'm belirttiği bir kabir âleminden sözetmemektedir. Eğer Allah
kendi varlığını, âhireti, öldükten sonra dirilmeyi ruhlar vasıtasıyla
bildirmeyi dileseydi, peygamber göndermesine, kitap indirmesine bir bakıma
lüzum kalmazdı. Bu arada aklın ve idrâkin ölçüsü de ortadan kalkar, ruhî
cevheri ve mayası cok mükemmel olan bir insanla, bu cevheri değersiz bulunan
bir başka insan arasında fark olmaz, masanın yerinden oynadığını, kalemin yazı
yazdığını, medyumun haber verdiğini duyan ve şahit olan herkes -aklını fazla
kullanmadan- İnanır ve bu inançta çoğu aynı seviyede bulunurlardı.
Ayrıca ruhların
yeniden tenleşmesi (tenasüh) söz konusu ediliyor ki, bu onlara göre, bir
insandan sıyrılıp çıkan ruh, bir süre sonra başka bir bedene girip tenleşir.
Budizmden gelen bu inanç, İspritizmacıların da inancıdır. Oysa, bedenler
yaratılmadan önce, yeryüzüne gelecek olan insan sayısı önceden takdir edilmiş,
ona göre ruh yaratılmıştır. Günü, saati gelince ruh yeryüzüne inip kendisine
ait tene girer. En son ruh gelinceye kadar kıyamet kopmaz. İslâmî inanç bu
ölçüdedir ve hakikat olan da budur. Onların iddia ettiği gibi, ruhlar ten
değiştirmek suretiyle değişik kılıflarla ortaya çıksaydı, İnsanların
çoğalmaması, belü bir sayıda donup kalması gerekirdi. Hem bu inanç âhiret
inancını, hesap ve mesuliyet esasını kökünden yıkmaktadır.
Bunun için Kur'ân-ı
Kerîm'de ilgili âyetlerle gereken uyarıda bulunulmuştur : «Ey cin topluluğu!
İnsanlardan çoğunu doğru yoldan çıkarıp kendinize çekme amacını sürdürdünüz.»
Bir yandan şeytan şüphe ve inkâr sinyallerini verirken, diğer yandan inanmayan
cinler, cinciler ve medyumlar vasıtasıyla cok ustaca ve sinsice âhiret
inancını, dinin bir kısım esaslarını yıkmaya çalışmaktadırlar. Çünkü gerek cinci,
gerekse medyum cinlerin fısıldamasına uygun ortamı hazırlayanlardır. Çin'in
kendini çağrılan ruh olarak tanıtması ise, bu ortamın hazırladığı tabii bir
sonuçtur. Kur'ân, cinlerin insanların çoğunu aldatmaya ve doğru yoldan
saptırmaya yönelik bulunduklarını ana çizgileriyle belirtiyor; meseleye
esneklik vererek insan aklını ve idrâkini harekete geçirmeyi plânlıyor.
Ruh, onların iddia
ettiği gibi, ne dünyevî alanlarda esir tutulan presp-rit ile kuşatılmıştır, ne
de başka bir tene girmek suretiyle tenleşme arzusundadır. Ruhlar tenlerden
sıyrıldıktan sonra Berzah alemindeki yerlerini alırlar. Bu âlemle Cennet ve
Cehennem arasında kopmaz bağlar ve kanallar vardır. Aynı zamanda kendilerine
ait bedenlerin gömülü bulunduğu yer ile de ibrelerinden birini oraya çevirmek
suretiyle ilgilidir. Peygamberler ve yüksek derecedeki velîlerden başkasının
onlarla ilgi kurmaları hakkında câri ilâhî sünnet konulmamıştır. [294]
«Rabbimiz! Kimimiz kimimizden yararlandık ve bizim için
takdir buyurduğun sonuca gelip eriştik diyecekler.»
Kıyamet günü iki ayrı
tür olan cinlerle insanlar biraraya getirilip toplanınca, dünyada dost ve
yoldaş olanlar, cinciler, kâhinler ve medyumlar aracılığıyla insanları doğru
yoldan saptıranlar ister istemez gerçeği söyleyecekler, «Kimimiz kimimizden
yararlandık ve bizim için takdir buyurduğun sonuca gelip eriştik» diyecekler.
Cin ve insanlardan inanmayanlar arasında bir kader-i müşterek (ortak kader)
var. O da: Âhiret inancını yıkmak ve böylece dinin getirdiği bütün esas ve
prensipleri bir çırpıda saçma kabul ettirmektir. Kâfir cinler o insanları araç
olarak kullanırken, onlar da ruh sandıkları cinler vasıtasıyla bozuk
inançlarını çevreye yayma imkânını elde etmiş olurlar. Cincîlerle kâhinler ise,
imân ve ahlâkları karşılığında dünyalık elde etmek için cinleri kullanırlar.
Cinler de bu iki gruba, ölenlerin ruhlarının aynı seviyede bulunduğunu, sırası
gelince bu ruhların dünyada tekrar tenleşmeye yöneleceklerini telkin ederler.
Görüldüğü gibi, yararlanma her iki taraf için de söz konusudur.
İlgili âyetle Cenâb-ı
Hak, bu iki yoldaş türün konaklarının ateş olacağını haber verirken, ilâhî
rahmet gereği onları uyarıyor. [295]
«Sizden
peygamberler, elçiler size
gelmedi mi?»
Âyetin açık
delâletinden, her iki ayrı türden olan topluluğa kendilerinden peygamberler
gönderildiği anlaşılıyor. Müfessirlerimiz bu konuda bazı ihtimal ve yorumlarda
bulunmuşlardır. Kur'ân'da bu konu açıklanırken r ü s ü I tabiri kullanılmıştır.
Bu daha çok peygamberler anlamına gelir ve bazen de peygamberin bir kavme
uyarıcı olarak görevlendirip gönderdiği elçiler anlamında kullanıldığı olur.
Bizce en doğru yorum bu olsa gerek. Yâsîn Sûresi 13-14. âyetlerde kuvvetli bir
ihtimalle İsâ Peygamberin gönderdiği uyarıcı elçilerden söz edilirken murselîn
tabiri kullanılmıştır. Cin Sûresinde : Cinlerden bir topluluğun Kur'ân dinleyip
imân ettikleri ve sonra elçiler olarak kendi topluluklarını uyarmaya
yöneldikleri anlatılıyor.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz için ilim adamlarımız RESÛL-İ SAKALEYN (İnsanlar ve cinlerin
peygamberi) demişlerdir. Onun her iki ayrı tür topluluğa peygamber olarak
gönderildiği böylece ilim adamlarının çoğu tarafından kabul edilmiştir. Ancak
bu son peygambere has bir mazhariyet olabilir. Çünkü O'ndan önce gönderilen
peygamberler böylesine genel bir mazhariyetle gönderilmemişlerdir.
O halde âyetle ilgili
ikinci yorum daha isabetlidir ve bu nedenle tağ-lîb kaidesi vardır, şöyle ki:
İnsanlara peygamber, cinlere de peygamber ve kitabı duyan kendilerinden
elçiler gönderilmiş ve hepsine birden RÜSÜL denilmiştir. Ay ile güneşe KAMAREYN
denildiği gibi.Allah daha iyisini bilir. [296]
«İşte bu, (peygamberler
gönderilmesinin, onların uyarıda bulunmasının sebebi) haberleri yokken,
zulümleri yüzünden Rabbının kasabaları yok edici olmadığı (hikmetine
dayanmaktajdır.»
Kur'ân-ı Kerîm'in
birkaç yerinde değişik ifadelerle bu husus belirtilmiştir: «Biz peygamber
göndermedikçe azap ediciler değiliz.» [297]
mealindeki âyet bu cümledendir. Konumuzu oluşturan 131. âyetle de aynı husus
açıklanıyor.
Bunun sebebi gayet
açıktır: Öİümötesinİ, Allah'ın varlığını, birliğini, kudretinin sınırsızlığını,
öncesiz ve sonrasız olduğunu, kabir âlemini, ki-vâmet ve yeniden dirilmeyi,
hesap ve verilecek mükâfat ve cezaları; Alcı)
lah'a nasıl kulluk
yapılabileceğini, ibâdetin anlam ve hikmetini, ölçü ve resmiyetini yalnız
akılla bulup çıkarmak ve bütün bunları idrâk etmek mümkün değildir. O halde
akla yardımcı olacak, ona ışık tutacak ilâhî bilgilere, semavî haberlere
ihtiyaç vardır. O nedenle, Allah, peygamber göndermedikçe azûp edici
olmadığını açıklarken insana verilen yeteneklerin bu konuda yalnız başına
yeterli olmadığını belirtmek istemiştir.
Ancak kıyamet günü,
peygamberden, kitaptan haberi olmadan dünyadan ayrılan kişilerin sadece akıl
yoluyla kâinatın bir yaratıcısı bulunduğunu idrâk etmediklerinden sorumlu
tutulacaklarını bazı ilim adamları ve müctehit imamlar söylemişlerdir. Bunun
dışında zulüm, insan haklarına tecavüz de hesap ve ceza dışı tutulmayacaktır.
Dünya hayatındaki akış
da az-çok bu ölçüde cereyan etmiştir. Kendilerine peygamber gönderildiği halde
küfür ve tuğyanını artırıp inkârda tsrar ve inat eden kavimler helak
edilmişlerdir.
Şunu da belirtelim ki,
bazı kişiler, çok ücra yerlerdeki küçük topluluklar istisna edilirse.
Peygamber (A.S.) Efendimizden önceki bütün millet ve kabilelere uyarıcı olarak
peygamber gönderildiğini yine Kur'ân'dan öğrenmiş bulunuyoruz. Ancak her
millet ve kavim kendi diline ve örfüne göre, ortaya çıkan uyarıcıya bir isim
vermiştir. Araplar buna NEBÎ ve RESUL, İranlılar PEYAMBER, Türkler PEYGAMBER,
Yunanlılar FİLOZOF demişlerdir.
«And olsun ki, her
ümmete, Allah'a kulluk edin; azdırıp saptırıcı inkarcılardan kaçının, diyerek
(uyarıda bulunan) peygamber göndermişizdir.» [298]
«Hiçbir millet yoktur
ki içlerinden (gelecek felâkete, inkâr ve sapık-lıklarındaki inatlarına karşı)
bir uyarıcı peygamber gelip geçmiş olmasın.» [299]
Ne var ki, her ümmete
uyarıcı gönderildiği halde, aralarındaki zenginler, makam ve mevki sahipleri
hep inkâra sapıp, hakka karşı gelmişlerdir. Bir sürü kirli işler çeviren,
gayr-i meşru yollarda bulunan ileri gelenlerin çoğunun anlayış ve yaşayışıyla,
gönderilen peygamberin getirdiği iyi ahlâk kuralları ve fazilet ışığı ters
düşmüştür. Bu bakımdan onlar bütün kin ve şiddetleriyle peygambere karşı çıkıp
onu yalanlamışlardır. Se-be' sûresi 46. âyette de buna temas edilerek
büyuruluyor ki: «Onlardan önce ,gelip geçen (inkarcılar da peygamberlerini)
yalanlamışlardı.» Konumuzla ilgili âyette ise bu husus daha açık biçimde
belirtilmektedir. [300]
Geçen âyetlerle her
memleketin ileri gelenlerinin çoğunun nasıl inkâra sapıp peygamberleri yalan
saydıkları açıklandı. Bilhassa cinlerin insanlardan çoğunu saptırmaya
çalıştığı üzerinde durularak iki ayrı türden olan insanlarla cinlerin
birbirlerinden inkâr ve sapıklık vadisinde nasıl yararlandıkları üzerinde
duruldu.
Aşağıdaki âyetlerle
mü'min olsun, kâfir olsun herkese işlediğine göre bir yer hazırlandığı, farklı
bir dereee belirlendiği hatırlatılmakta; inandıktan sonra inkâra sapan bir
millete Allah'ın ihtiyacı bulunmadığına ve dilediği takdirde İslâm emanetini
bir başka ehil olan millete devredeceğine dikkatler çekilmektedir. [301]
132— Her
biri için işlediklerinden dolayı dereceler vardır. Rabbin on
ların işlediklerinden
habersiz değildir.
133— Rabbin her şeyden müstağni (hiçbir şeye
ihtiyacı yoktur, bütün varlık âlemi O'nun)dir; rahmet sahibidir. Dilerse sizi
ortadan kaldırıp yok eder ve arkanızdan yerinize dilediğini getirir; nasıl ki
sizi de başka bir milletin soyundan meydana getirmiştir.
134— Size va'dolunan elbette gelecektir ve siz
(gelecek olan kazayı engelleyip Allah'ı) âciz kılacak değilsinizdir.
135— De ki: Ey kavmim! İmkân ve gücünüz yettiğince
yapın yapacağınızı; doğrusu ben (görevimi yerine) getiriciyim. İleride dünya
evinin, âhi-ret yurdunun (feyizli) sonucu kimin olacaktır, bileceksiniz.
Zâlimler elbette kurtuluşa eremiyeceklerdir.
«Ey Âdemoğulları! Eğer
aklınızı yeterince kulianabiliyorsanız, kendinizi ölüler sayınız. Canımı
kudret elinde bulunduran zata and olsun ki, size va'dolunan mutlaka gelecektir
ve siz ona asla engel olamıyacaksınız.» [302]
«Her biri için
işlediklerinden dolayı dereceler vardır.»
Bu, ilâhî adaletin
gereğidir. İşlenen amellerin niyet ve amaçla birleştirilip değer ölçüsünün
gerçek mânada ortaya çıkarılması, ancak âhirette mümkündür. Çünkü orada kulları
arasında hükmeden, kullardan biri değil, Allah'tır. O her şeyden doygundur;
kimselere ihtiyacı yoktur. Dünyada işlenen her amelin karşılığı sahibine
aittir; her amelin üzerinde sahibinin niyet ve amaç damgası vardır. O nedenle
dünyada çok dindar ve takva sahibi bilinen bir kimsenin niyet ve amacı dünyalık
ve gösteriş ise, âhiret-teki derecesi o nisbette düşük olacaktır. Çünkü ceza
amelin cinsindendir. Ilgıh ayet özellikle niyet ve amaca işaretle uyarıda
bulunuyor. Allah ancak iyi niyet ve güzel amaçla yapılan amelleri kabul eder. [303]
<Diferse sizi
ortadan kaldınp yok eder ve arkanızdan yerinize dilediğini getirir.»
İslâm ve Kur'ân,
Allah'ın insanlığa gönderdiği en son ve en aziz emanetleridir. Bu emânet Mekke
vadisine indirildi. Ora halkının ileri gelenleri ona ehil olamadılar;
Allah,emânetine Medineli ansar ile Mekke'den hicret eden fakir mü'minleri lâyık
gördü. Bu yüzden Mekke müşriklerinin ileri gelenlerinden çoğu helak oldu.
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizden sonra Araplar sözü edilen emânete ehil olduklarını uzun bir süre
isbat edip sürdürdüler. Ülke genişleyip mal ve servet çoğalınca mü'minler yavaş
yavaş dünyalığı ön plâna aldılar ve böylece ehliyet ölçüsünü zedelediler.
Allah,ruhî yapıları İslâm'la uyum sağ-lıyan Türkleri seçti ve emâneti onlara
verdi. Böylece Emevîler tarihin derinliğine gömülüp silindiği gibi, Abbasiler
de öyle oldu. Emaneti koruma sırası Büyük Selçuklulara, Anadolu Selçuklularına
ve Osman Oğullarına geldi; emanet ehil olanlara teslim edildi. İlgili âyetle bu
gerçeğe işarette bulunuluyor. [304]
«Zalimler elbette kurtuluşa eremiyeceklerdir.»
Sosyal yapının feyizli
meyvasıni oluşturan İslâm dininin ve din ahlâkının önemi üzerinde duruluyor.
Her iki dünyada da feyizli, huzurlu ve mutlu bir hayatın Allah'tan yana
olanlara lâyık bulunduğu belirtiliyor. Ancak gerçek huzur ve mutluluğu refah
seviyesinde değil, inanan kalblerde, gelişen vicdanlarda, arınan ruhlarda,
hayırhahiık bağlarının gelişip dal-budak saldığı toplumlarda aramamız gerekir.
Bunun aksini iddia eden, ya da düşünenlerin sonunda aldandığı görülmüş ve
olaylar da bu düşüncenin yanlışlığını ortaya koymuştur. Allah ve âhirete
inanmayan bir kalb, her geçen gün umutsuzluğun verdiği endişe ve sıkıntıyla
huzursuzdur. Böylesi, milyarlar içinde de olsa hiçbir zaman olgun bir mü'minin
içinde duyduğu huzur ve saadeti duyamaz. Refah seviyesi çok yüksek olan Avrupa
ülkelerinin bir çoğunda genç kuşakların başlarını alıp çılgınca bir hayat sürme
arzuları ve bir kısmının intihar etmesi bizim için açık bir belge niteliğinde
değil midir?
Resûlüllah (A.S.)
Efendimizin Allah'a ve öhirete inanmayan ve son dini kabul etmeyen müşriklere:
«Ey kavmim! İmkân ve gücünüz yettiğince yapın yapacağınızı, doğrusu ben
(görevimi yerine) getiriciyim,» diye uyarıda bulunmasının Allah tarafından
emredilmesi bu gerçeği cok duyar-, lı biçimde hatırlatmıyor mu? Âyetin son
kısmında ise, daha büyük bir uyarı yer almaktadır: «Zalimler elbette kurtuluşa
eremiyeceklerdir.»
Tarih binlerce defa
bunun doğruluğunu ortaya koymamış mıdır? Günümüzün geno'iği neden kabına
sığmamakta, neden bir kısmı uyuşturucu kurbanı olmakta ve önemli bir kısmı
neden huzursuzluk çıkarmaktadır? Amaç ve hedefleri nedir, nereye gitmek
istiyorlar? Onları dünyalık tatmin edemediğine;-,okul onların manevî
boşluklarını gerçek anlamda dolduramadığına göre, tatmin eden ne olabilir;
boşluğun mahiyeti ve ilâcı nedir? Bütün bu sorulara cevap bulmak zorundayız.
Aksi halde her memleket kendi felâketini hazırlamakta yarışırcasına bir gayret
içine girmiş olur.
Allah'a ve âhirete,
dine ve onun getirdiği yüksek ahlâka inanıp bağlanmak kime ne zarar
getirmiştir? Allah'ını bulan ve O'na gönülden inanan kimse ne kaybetmiştir?
İnanmayıp maddeye sarılanlar ne kazanmıştır? Son yıllarda ülkemizde de
materyalist felsefenin kurbanı olan Allahsızların silaha sarılıp hem devleti
ve milleti alaşağı etmeye kalkışmaları, hem de acımadan arkadaşlarını,
babalarını ve kardeşlerini öldürmeleri, Allah'ını kaybedenin her şeyini
kaybettiğini göstermiyor mu? Başka kanıt aramaya, başka sebepler bulup çıkarmaya
gerek var mıdır?
Allah her şeyden
doygundur. Rahmeti ise umumidir. Çorak kalblerin bu rahmetten yararlanması
mümkün değildir. Kalbin çoraklığını ise, millî ve dinî değerleri ayakta tutan
ciddi bir eğitim giderebilir. Sadece tekniğe ve refaha dayalı medeniyetin yakın
tarihimizde iki kez hurdahaş olduğunu, nasıl büyük bir felâket getirdiğini
gördük. Üçüncü kez hurdahaş olmak üzeredir. Kur'ân taşıdığı yüksek hikmetiyle
bunu haber veriyor. [305]
Yukarıda geçen
âyetlerle inkarcıların, putperest müşriklerin tekrar dirilme, kıyamet ve
hesapla ilgili inançlarının yanlışlığı ve sakatlığı belirtildi. Din ve Allah
hakkında doğru bir bilgi taşımadıklarına dikkatler çekildi.
Aşağıdaki âyetlerle
onların diğer hususlardaki bilgisizlikleri sözkonu-su ediliyor; sırası gelince
putlarını Allah'a tercih ettikleri anlatılıyor. Kendi akıllarına göre, bir din
şekli uydurup ortaya koydukları konu ediliyor.
[306]
136— Bir de kalkıp Allah'a, yarattığı ekin ve
davarlardan bir pay ayırdılar da kendi zanlarınca, «bu Aliah için, bu da
ortaklarımız (olan putlarımız) içindir» dediler. Ortakları için olanı Allah
tarafına geçmezdi, (ama) Allah için olanı ortaklarına (aktarılarak) geçip
ulaşırdı. Hükmettikleri şey ne kötü!.
137— Bunun gibi, ortakları müşriklerden bir çoğuna
öz çocuklarını öldürmeyi süsleyip çekici kılmıştı. (Bu da) hem onları
mahvetmek, hem de dinlerini karıştırmak içindi. Allah dileseydi böyle
yapmazlardı. O halde (ey peygamber!) onları iftira edip durdukları şeyle
başbaşa bırak..
138— Onlar kendi zanlarına göre, «bu davarlar ve
ekinler dokunulmaz; dilediğimiz
kimseferden başkası bunlardan
yiyemez. Davarlardan bir
kısmının sırtları haramdır» derler. Bir kısmını da (boğazlarken) üzerine Allah
adını anmazlar da Allah'a iftira ederler.
İftiralarına karşılık
Allah onları cezalandıracaktır.
139— Yine onlar, «şu davarların karınlarında
bulunan yavrular (oan-Iı doğarsa) sadece erkeklerimize mahsustur; eşlerimize
ise haramdır. Ölü olursa, hepsi (hepimiz) ona ortaktırlar» derler,
Allah onlara, bu
vasıflanmalarından dolayı çezâ verecektir. Şüphesiz ki Allah hikmet sahibidir
ve (her şeyi) bilendir.
140— Düşüncesizlikleri ve beyinsizlikleri yüzünden
bilgisizce öz çocuklarını öldürenler; Allah'ın kendilerine rızık olarak
verdiği şeyleri Allah'a iftira ederek haram kılanlar zarara uğramışlardır.
Gerçekten onlar sapmışlardır (ve hiçbir zaman) doğru yolu da bulamadılar.
Allah, Mekke ve
çevresindeki müşriklerin koyu cehaletini ve son peygamberin nasıl katı bir
milletle karşıkarşıya geldiğini hatırlatıyor. İnkarcı putperestler ekinieriyle
davarlarından birer pay kendi putlarına, birer
pay da kendi
anlayışlarına göre Allah'a ayırırlardı. Allah için ayırdıklarını misafirlerine,
yoksullara ve muhtaçlara; putları için ayırdıklarını putlara ve puthanedeki
hademeye harcarlardı. Putlara ayırdıklarından bir şey zayi' olur veya
harcanacağı yere yetmiyecek olursa, Allah'a ayırdıklanyla onu tamamlar,
noksanlığı giderirlerdi. Allah'a ayırdıkları yetmediği takdirde onu, putlarına
ayırdıklanyla takviye etmezlerdi.
Onların bu bilgisizce
tutum ve inançları yerilerek yukarıdaki âyetler indi. [307]
«Kim, bir olan, ortağı
olmayan Allah'a ihlâs üzere (ibâdet ve amelde) bulunurken ve namazı dosdoğru
kılıp zekâtı verirken dünyadan ayniırsa, şüphesiz ki, Allah ondan razı
bulunduğu halde ayrılmış olur.» [308]
«Amel ve ibâdetini
ıhlâs üzere yapanlara müjde olsun! Onlar doğru yolun kandilleridir. Karanlık
olan her fitne onlar sayesinde sıyrılıp kalkar.» [309]
«Ameller ancak
niyetlere göre değer kazanır. Herkese niyetinin karşılığı vardır. Artık kimin
hicreti Allah ve Resulüne ise, onun hicreti (cidden) Allah ve Resûlünedir.
Kimin hicreti elde edeceği bir dünyalık, ya da evleneceği bir kadın ise, onun
da hicreti ona (hicret ettiği şeye)dir.» [310]
«İnsanlar (kıyamet
günü) niyetlerine göre kaldırılıp hesaba çekilirler.» [311]
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki: «Arapların cehaletinin ölçüsünü öğrenmek isteyen, En'âm Sûresini 130.
âyetten itibaren okusun.»
Cidden sözü edilen
âyetlerle Arapların koyu bilgisizlikleri, sapıklıkları, katılıkları ve
tuğyanları özetleniyor. Kısacası, onların inanç ve ruhsal yapılarının, sosyal
düzenlerinin ve kültür seviyelerinin portresi çiziliyor.
Kendilerine ilâhî bir
hüküm inmediği, Tevrat ve İncil ile de amel etmedikleri halde Allah adına,
putları adına bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri de haram saymaları, ilâhî
buyrukları sağlıklı biçimde getiren son peygambere karşı çıkmaları ve hak
namına her şeyi reddetmeleri, İslâm'ın karşısında nasıl bir engelin
bulunduğunu rahatlıkla gösterir. Koyu cehaletin ve ondan doğan örf ve âdetin
esiri olmuş; beyinleri bu vadide iyice yıkanmış bir milleti yola getirmenin
güçlüğü kendiliğinden anlaşılır.
Bilgisizliğin ürünü
sayılan geçmiş bir olayı anmanın yararı ne olabilir? Şüphesiz ki bu, daha çok
hakla bâtılın karşıkarşıya gelmesini ve sonunda bâtılın yok olmasını açıklar;
İslâm'ın, kafa ve vicdanları aydınlatan nuru karşısında küfür ve tuğyanın,
cehalet ve ahlâksızlık karanlığının yok olduğunu hatırlatır. Ayrıca Allah'ın
sünneti gereği tez-antitez düzeyinde imânla küfrün devamlı sürtüşme ve tartışma
halinde olacağına da işaret edilmekte, Allah'ın bu husustaki kaza ve
takdirinin, hüküm ve irâdesinin câri bir kanun halinde sürüp geldiğini ve
kıyamete kadar devam edeceğini vurgulamaktadır.
Küfür her devirde
sosyal yapının özelliklerine, kültür değişmelerine ve kitle psikolojisine göre
kılık veya kılıf değiştirir. Ambalajının içinde hep aynı şey vardır: Allah'ı ve
âhireti inkâr etmek. Bunun devamındaki yarar nedir? Her şey karşıtıyla tanınır
ve gelişme kaydedebilir. Küfür olmasaydı, imân ve irfanın ne olduğu bilinmez ve
arzulanan gelişmeyi kaydedemezdi.
Kur'ân'da belirtildiği
gibi, Allah dileseydi ne kendisine ortak koşulur, ne putperestlik hortlar, ne
de insanlar inkâr ve inat içinde hakkın karşısına çıkarlardı; ama O'nun ezelî
takdiri insanları bu nitelikte yaratmayı murat etmemiştir. İnsanı bir takım
yeteneklerle donatıp hakla bâtılın, iyilikle kötülüğün, sevapla günahın yer
değiştirdiği ve sürtüştüğü bir ortama koymuştur. [312]
«Bu Allah için, şu da ortaklarımız (olan
putlarımız) içindir, dediler.»
Allah'a kullukta, O'na
yaklaşmada, ibâdette bulunmada başkasını ortak koşmak şirktir. Bilindiği gibi,
maddede ve mânada bir şeyin iki, ya da fazla kişi arasında ortaklaşa bulunması
şirkettir. Buna müşareke de denilir. Dinî terim olarak bu kökten gelen şirk
daha çok iki mânad da kullanılır:
1. Büyük şirk
2. Küçük şirk..
Birincisi daha çok
Allah'a varlığında, kudretinde, tedbirinde ve takdirinde ortak koşmak anlamına
gelir. Bu, küfürdür. «Şüphesiz ki Allah kendisine ortak koşulmasını
bağışlamaz..» mealindeki âyette belirtildiği gibi. [313]
Konumuzu oluşturan
ilgili âyette, Mekke müşriklerinin putları Allah'a ortak koşmaları bu kısma
girer.
İkincisi, daha çok Allah'a
ibâdette, yakınlık ve kullukta riya ve süm'a (Allah'tan başkasının görüp
beğenmesini, işitip takdir etmesini) düşünmek ve böyle bir niyet taşımaktır.
Allah bu iki tür
şirkten de yücedir, müstağnidir ve münezzehtir. O ancak kendisi için yapılanı
kabul eder. [314]
«Hükmettikleri şey ne
kötü!»
Her şeyden âciz
durumda bulunan putları Allah'a ortak koşmaları ve sırası gelince onları
Allah'a tercih etmeleri, çok kötü bir yargı ve küfrü gerektiren bjr inançtır.
Allah'a kulluk, O'na yakınlık ancak O'nun belirlediği ölçü ve anlamda
gerçekleşebilir. İnsan kafasının ürünü olan ibâdet, kulluk ve yakınlık çoğu
zaman ilâhî doğrultuda değildir. Çünkü Allah kendisine nasıl ibâdet
edileceğini, nasıl yaklaşılacağını, kendi yüceliğine yakışır anlamda
belirleyip peygamberler aracılığıyla bildirmiştir. Bunun dışındaki her türlü
ibâdet şekli ve muhtevası insan eseridir ve makbul değildir.
Kur'ân'da bu husus,
Mekke müşriklerinin inanç ve ibâdet şekilleri örnek verilerek yeriliyor ve
mü'minler uyarılıyor. Mekke putperestlerinin kendi mantıklarına göre
yapageldikleri ibâdet ve dindarlığın bazı örnekleri:
a) Ekin ve davarlarından putlar ve Allah adına
birer pay ayırmak,
b) Allah'a ayırdıklarından putlara aktarmak, putlara
ayırdıklarından Allah için aktarmamak,
c) Putları adına çocuklarını öldürmek
d) Ekin ve davarların bir kısmını haram kılmak,
bir kısmını helâl saymak,
e) Hayvan diri doğurursa, ondan ancak erkekler
yiyebilir, ölü doğurursa herkes yiyebilir kuralını korumak,
f) Bazı hayvanların sırtına binmeyi haram
kılmak,
g) Bazı hayvanları boğazlarken Allah'ın ismini
anmamak..
Dini insan tasarrufuna
terketmiyen Allah, onun indiği gibi korunmasını emretmiştir. Bunun için
Resûlüllah (A.S.) Efendimiz dinde olmayan şeyleri din adına uydurup ortaya
koyanları kınamış ve bu hususta bid'a tabirini kullanarak her bid'anın sapıklık
ve her sapıklığın ateşte olduğunu haber vermiştir. [315]
Her çağın, gelişen
kültür ve sosyal yapıya göre bir cahiliyeti vardır. Milattan önce ve sonra
birçok milletler ve kurdukları medeniyetler gelip geçmiştir. Kimi güneş, ay ve
yıldızları ilâh saymış, kimi mermerleri şekillendirerek kendi elleriyle kendi
ilâhlarını vücuda^getirmişlerdir. Kimi canlılardan birini kutsallaştırmış,
kimi de tabiatta cereyan eden bir takım tabii olayları kutsallaştırmıştır.
Kimi Tanrı adına öz evlâdını öldürmüş, kimi kadınları kutsal sayıp ona
tapınmıştır.
Cağımızda ise, bu tür
cahiliyetler kılıf ve yöntem değiştirmiştir. Kimi maddeciliği, kimi düşünceyi
esas kabul etmekte, kimi Allah'ı ve âhireti inkâra sapmakta, kimi ruhların ten
değiştirdiğine inanmakta, kimi cinlerle temas kurup medyumculuk yapmakta, kimi
dinlerin korku ve ümit ürünü olduğunu belirtmekte, kimi kuraklık içinde
yeşillik ve soğuk su hasreti çeken Arapları yola getirmek için Cennet ve
Cehennem kavramlarının uydurulduğunu iddia etmekte, kimi ruhları çağırıp
kendine göre bir ölümötesi inancı kurmaya çalışmakta, kimi de dinsiz çocuk
yetiştirmeyi amaç edinmektedir.
Görülüyor ki,
medeniyetin şekil değiştirmesiyle cahiliyet de şekil ve kıfıf değiştiriyor? ama
bütün cahiliyetler esasta birleşiyor ve hepsinin' inkâr temeli üzerinde
yükseldiği görülüyor. Diğer bir deyimle hepsinin kökeninde Tevhit İnancını
temelinden yıkma bulunuyor. [316]
En'âm Sûresinde
bilindiği gibi daha çok Tevhît (Allah'ın varlığı, birliği); Nübüvvet
(peygamberliğin taşıdığı mâna ve son peygamberin gönde-rilmesi)nden amacın ne
olduğu ve âhiret hayatı (öldükten sonra dirilip kalkmak, yıpranmayan yeni bir
bedenle sonsuz hayata adım atmak) işlenmekte; Kaza ve Kader (Allah'ın ezelî ve
ebedî ilmiyle olmuş-olacak her olayı, vücuda gelecek her eşyayı önceden tesbit
edip yazması ve sırası gelince bunların yazıldığı gibi gerçekleşeceği) haber
verümekte; ayrıca ilâhî müdahalenin saklı bir sır halinde kader çizgisinde yer
aldığı*çok yönlü anlatım biçimleriyle öğretilmektedir.
Aşağıdaki âyetlerle de
Tevhîd'in taşıdığı yüce kudretin, şaşmayan kanunlarla varlık alemindeki eşyada
nasıl tezahür ettiğine dikkatler çekilmekte, eserden müessire bir geçiş
sağlanması hususunda geniş malzeme verilmektedir. [317]
141— O ki, çardaklı çardaksız, aşmalı asmasiz bağ
ve bahçeleri; yemişleri ve tatları farklı olan hurma ve ekinleri; birbirine
benzeyen ve benzemeyen zeytin ve narı yaratıp ortaya çıkarandır. Gelişip meyve
verdiği zaman meyvesinden yeyin ve biçilip devşirildiği gün hakkını verin; bir
de sakın israf etmeyin; çünkü Allah gerçekten israf edenleri sevmez.
142— Davarlardan da yük taşıyan ve yününden
kılından yaygı yapılıp serilen (türler) yaratıp meydana getiren O'dur.
Allah'ın size rızık
olarak verdiğinden yeyin, şeytanın adımlarına uymayın; çünkü o sizin açık
düşmamnızdır,
143— (Allah) sekiz çift (dişili erkekli sekiz
davar) yaratmıştır. Koyundan iki, keçiden de iki... De ki: İki erkeğini mi,
yoksa iki dişisini mi veya iki dişinin rahminin kapsayıp sarındığını mı haram
kılmıştır? Eğer doğrulardan İseniz ilme dayanarak bana haber verin!
144— Ve deveden de iki, sığırdan da iki yarattı.
De ki: İki erkeği mi, yoksa iki dişiyi mi veya iki dişinin rahminin kapsayıp
sarındığını mı haram kılmıştır? Yoksa Allah size bununla tavsiyede bulunurken
siz hazır mıydınız?
Bilgisiz (dayanaksız
ve vahiysiz)ce, insanları saptırmak için Allah'a karşı yalan uydurandan daha
zâlim kim vardır? Şüphesiz ki, Allah zâlim topluluğu doğru yola eriştirmez.
Arap putperestleri
kendi anlayış ve basit mantıklarına göre, ekin ve davarlar hakkında karmaşık,
dayanaksız ve gelişigüzel hükümler veriyor; bazan erkeğini, bazan dişisini ve
bazan da ana rahmindeki yavruyu haram kılıyor, bazan hayvanın sırtına yük
vurulmasını ve binilmesini yasaklıyor ve bazan de hayvanı işaretleyip
dokunulmazlığını bildirerek salıveriyorlardı.
Onların ileri
gelenlerinden Avf oğlu Mâlik bu hususta Peygamberle tartışmak istedi. Peygamber
(A.S.) ona : «Allah bunları helâl kıldığı halde siz neye dayanarak haram
kılıyorsunuz? Erkeğinden mi, yoksa dişisinden mi bu haram geliyor?» diye
sorunca Mâlik şaşırıp cevap veremedi ve mugalataya başvurdu. Yukarıdaki
âyetler bu konuyu açıklar ve ilâhî hükümleri belirtir mahiyette inmiştir. [318]
İbn Cüreyc diyor ki :
Ashaptan Sabit bin
Kays (R.A.) ağaçta iyice olgunlaşan hurmaları topladıktan sonra, «bugün kim
bana gelirse herhalde bu hurmadan ona yedireceğim» dedi ve öyle yaptı. Akşam olunca
çoluk çocuğunun yiyecek hurması kalmadı. Bunun üzerine «Bir de sakın israf
etmeyin..» mealindeki âyet indi. [319]
İlgili âyetlerle ilâhî
kudretin sonsuzluğuna ve yüceliğine odak olacak üç önemli delil sunuluyor:
1. Varlık âleminde belli ve belirli ölçülerde
bir oluşma, gelişme ve değişme sürüp gitmektedir. Ama her şey türünün
özelliğini korumakta, kalıtımını kuşak kuşak taşımaktadır. Her oluşun bir
oluşturanı, her gelişimin bir geliştireni, her değişimin bir değiştireni vardır.
Yüce Yaratan'ın, eşya3 hakkındaki câri kanunu şaşmadan bu plân ve programı ve
plânın gerektirdiği düzeni korumaktadır.
2. Allah'ın kudret elinden çıkan her şey
mükemmeldir ve ya.rar-lıdtr ve her şey bir amaca yönelik yaratılmıştır. Zararlı
bilinen şeylerin zararı nisbîdir, izafîdir, yani bizim tesbit ve anlayışımıza
göre zararlıdır. Aslında kâinat düzeninde dengeyi koruma düzeyinde birçok
yararları vardır.
Meyva ve sebzelerin
beslenmemiz ve sağlığımız üzerindeki olumlu tesirleri ve taşıdıkları vitaminler
ve tuzların yararlan bugün artık bilinmektedir. «Her şey insan için
yaratılmıştır» genel kuralından hareketle mükemmel bir plânın sahnede
uygulandığı kesindir. O halde ortada mükemmel bir plân varsa ve bu plân
aksamadan uygulanıyorsa, herhalde bir yapan ve uygulayan vardır,
3. Suyun
damarlar vasıtasıyla her bitkinin, meyva ve ağacın bütün alanına düzenli
biçimde çıkıp yayılması ve sonra bitkinin türünün özelliğine göre bir tat ve
koku alması, varlık âleminde çok yüce bir zekânın hükümranlığını kanıtlar. [320]
«O ki, çardaklı
çaVdak-siz, aşmalı asmasız bağı ve bahçeleri... yaratıp ortaya çıkarandır.»
1— Çardaklı çardaksız, aşmalı asmasız bağlar ve
bahçeler.
2— Hurma ve ekinler.
3— Birbirine benzeyen ve benzemiyen zeytinler ve
narlar.
4— Olgunlaşan meyvalar.
Kur'ân burada çok
mükemmel bir sıralama yapıp, önemli bazı maddelerden söz etmektedir. Hemen
söyleyelim ki, bu sıralama gelişigüzel değildir. Çardaklı çardaksız, aşmalı
asmasız bağ ve bahçeler her evin ve insanın özlemini duyduğu bir dünya
cennetidir. Kuzey yarımküresinin bütün ılık bölgelerinde yetişen asma,
muhakkak ki müstesna bir meyvadır, 200'den fazla çeşidi vardır; insana sağlık,
huzur ve neşe verir; o kadar ki; bir ağacın, bir asmanın günde bir kilodan
fazlajnsana zararlı olan karbon-oksit emdiğini, bir kilodan fazla oksijen
verdiğini ve yüz grama yakın ince tozlan yuttuğunu biliyor muyuz?
Hurma özellikle sıcak
bölgelerde hem belirtilen yararları sağlar, hem kalın gövdesi ve devamlı yeşil
kalan yapraklarıyla bir şemsiye görevini yapar. Meyvası ise besleyici ve
doyurucudur. Ziraate elverişli olmayan sıcak kesimlerde bu ağaca çok İhtiyaç
vardır. Çünkü meyvası ekmek yerine geçebiliyor.
Ekin, her ülke için
açlığı önleme ve döviz kaybına engel olma bakımından ve besin olma yönünden çok
lüzumludur. Günümüzde ekonomik yönden geri kalmış birçok ülke açlık
tehlikesiyle karşıkarşıya bulunuyor. Yakın gelecekte tahıl petrolden çok daha
kıymetli bir düzeye gelecek ve yüksek bir değer taşıyacaktır. Böylece Kur'ân
insanların dikkatini ziraat-çiliğe ve geniş çapta tahıl yetiştirmeye çekiyor.
Zeytin önemli bir
endüstri bitkisidir. Meyvası yenildiği gibi yağından da azamî derecede
yararlanılır. Uzun ömürlüdür, bir zeytinin yüz yıl dayandığı bilinmektedir. Ayrıca
zeytin yağı sindirimi çok kolaydır; bu bakımdan sağlığı bozucu nitelikte
değildir.
Böylece hem her
bölgede yetişebilen bitkilerden, hem de sıcak bölgelerde yetişen bitkilerden
ve ürünlerden çok düzenli biçimde sözedilmiş oiu-yor. Sıralamada yüksek
hikmetler gizlenmiştir.
Meyvalar yetişince
yememizi emreden kudret, bununla insana çok yararlı vitaminler sunmaktadır. Bu
emir tavsiye anlamına da gelse, dikkat çekicidir. Ancak bu nimetlerden
yararlanırken onları yüksek hikmetine, sonsuz ilmine ve değişmeyen sünnetine
göre yaratıp varlık alanına getiren Allah'a şükretmek gerekir. [321]
Aynı konuya bir sûrede
iki defa yer verilmiştir: En'âm Sûresi 99. âyet ile 141, 142. âyetler. İlk
bakışta birbirinin aynı gibi görünen âyetler arasında gerçekte bir takım
farklar mevcuttur. 99. Âyette daha çak yeryüzünde albüminlerin [322]
proteinlerin nasıl meydana geldiğine, yağmurun havada yıldırım ve şimşeklerin
etkisiyle oksijen ve azotu birleştirip renksiz azot-monoksit gazını
oluşturduğuna ve sonunda bitkiler için oluşan tuzların yağmurla indiğine
işaret edilir. Sonra da Allah'ın insanlara renkleri, tatlan, vitaminleri ve
yararlan ayrı ayrı olan nimetleri çok düzenli biçimde lütfettiği anlatılır.
141, 142. âyetlerde
ise, tahıl ve meyvaların iklimlere göre sıraya konulduğu, her birinin ayrı
yararı olduğu, insanın bağ ve bahçelere olan ihtiyacı, besleyici özellikte
olan maddelerin her devirde büyük önem taşıdığı, hiçbir milletin bundan
müstağni kalamıyacağı belirtiliyor. Her meyva ve bitkide Allah'ın yüce
kudretinin açık belirtilerine dikkatler çekiliyor, Eserden müessire geçiş
sağlanması için ipuçları veriliyor. [323]
«Biçilip devşirildiği
gün hakkını verin..»
Ashab ve Tabiînin,
ayrıca müctehit imamların bu âyetin taşıdığı hüküm hakkındaki görüş, îesbit ve
içtihatları farklıdır:
a) Büyük
sahabî İbn Abbas (R.A.) ile Enes bin Mâlik'e (R.A.) göre, hasat günü verilmesi
emredilen hak, farz olan zekâttır. Tabiînden Tavus, el-Hasen, Câbir blrîZeyd,
Saîd bin Müseyyeb ve Muhammed bin Hanîfe de aynı görüştedirler. Katade de aynı
görüşe katılmış ve ürün yağmur iie sulanıyorsa ondabir, diğer külfetli
araçlarla sulanıyorsa yirmidebir zekât verilir, demiş ve ilgili âyeti
peygamberimizin hadîsleriyle açıklayarak yo-rumlamıştır.
Nitekim İbn Abbas
(R.A.)dan yapılan diğer bir rivayetten de âyetin bu anlamda bir hüküm taşıdığı
anlaşılmaktadır.
Ancak bu görüş ve
yorum üzerinde duranlar bazı müşkiller ortaya koymuşlar ve En'âm sûresinin
Mekke'de indiğini, zekât âyetinin ise Medine'ye hicretten iki yıl sonra
indiğini dikkate almışlardır.
Ünlü ilim adamı İbn
Cevzî bunlara cevap vererek, En'âm sûresinin 141. âyetinin Medine'de indiğini
iddia etmiştir. Bu takdirde âyet muhkemdir ve zekâtın farziyetiyle ilgili
inmiştir.
b) Sözü edilen «hak», zekâttan başka sadaka
verilmesini emretmektedir ve zekât âyetiyle hükmü kaldırılmıştır. Ürünler
biçilip devşirildiğinde, hazır olan fakirlere ağaç üstünde ve altında, tarlada
ve harman yerinde kalan ürünler verilirdi. Sonra zekâtın farziyeti hakkındaki
âyet inince buna gerek katmadı ve böylece hükmü kaldırıldı.
Bu, daha cok Ali bin
Hasan, Atâ', Mücahit ve Hammad'ın görüş ve tesbitidir. Ayrıca Ashab-ı Kiramın
da zekât âyeti inmeden önce bu emre uydukları, hattâ hurma salkımlarını getirip
Mescid'in dış duvarına asarak fakirlerin yararlanmasını sağladıkları
bilinmektedir.
c) Âyetteki emir vücup ipin midir, yoksa
istihbap için midir? Vücup içindir, diyenlere göre zekât âyetiyle hükmü
kaldırılmıştır. İstihbap içindir, diyenlere göre, âyet muhkemdir; hasat ve
devşirmeden sonra ağaç üstünde ve altında, tarla ve bahçede kalan ürünlerin
fakirlere bırakılması müstehaptır.
İbn Abbas'a göre,
Kur'ân'daki sadakayla ilgili bütün
emirler, zekât âyetiyle nesh edilmiş, yani hükmü kaldırılmıştır. İbn Cerîr
Taberî de bu görüşün sahih olduğunu kabul etmiştir. Vahidî ile Râzî de bu kavli
ihtiyar etmiş ve ona göre fetva vermişlerdir.
Müctehit İmamların
yorum ve içtihadına gelince:
a) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, yağmurla sulanan
üründen ondabir, diğer masraflı ve külfetli vasıtalarla sulanan üründen
yirmidebir zekât verilir. Âyet buna delâlet etmektedir. Fıkıhta bu ntsbete
«öşür» ve «nısf-İ öşür» denilir.
Ayrıca İmam'a göre,
insanlar tarafından ekilen her çeşit meyva, sebze ve ürünün zekâtı gerekir.
İmam Ebû Yusuf da aynı görüş ve içtihattadır, ancak odun, ot, kamış ve incir
bu genellemenin dışında kalır, demiştir.
b) İmam Mâlik'e göre, KUT niteliğinde olup
kilerde korunabilen ürünlerin zekâtı vaciptir.
c) İmam Şafiî'ye göre, KUT niteliğinde olup
kurutularak kilerde korunabilen her ürünün zekâtı farzdır.
d) İmam Ahmed bin Hanbel'e göre, yerden çıkıp
beş VESK'a [324] ulaşan her ürünün
zekâtı vâcibdir.
e) İmam Nahaî'ye göre, yerden az olsun, çok
olsun çıkan her ürünün zekâtı vaciptir. [325]
Aslında davarlar dört
çifttir/ancak Kur'ân erkeği dişiye, dişiyi de erkeğe nisbet ederek sekiz çift
tabirini kullanmıştır. Bundan maksat, birinin diğersiz vücut bulmasının,
üreyip çoğalmasının mümkün olmadığını, kâinatta bazı istisnalarla her şeyin
çift yaratıldığını, zevciyet kanununun carî bir sünnet olduğunu hatırlatmak
içindir.
Sekiz çift davar:
Koyun, keçi, sığır ve devedir. Kur'ân bu hayvanların dişisinin de erkeğinin
de, yavrusunun da helâl olduğunu açıklıyor ve diğer hiçbir hayvanın bu dört
davarın yerini tutamıyacağfna işarette bulunuyor. Nitekim günümüze kadar,
dünyanın her bölgesinde ağırlık bu dört türden biri veya birkaçı üzerindedir.
Diğer bir husus da,
helâl ve haram kılma yetkisinin Aliah'a ait bulunduğu, hiç kimsenin kendi
zannına göre, helâli haram, haramı da helâl kılma hakkına sahip olmadığıdır.
Öyleki, Cahil Arapların bu tür tasarrufları kınanıp insanlar için faydalı olan
şeylerin helâl kılındığı belirtiliyor. [326]
Yukarıda gecen
âyetlerle cahiliye devrinin âdet ve kültürünü alanların çoğunun Allah'a karşı
yalan uydurup bazı şeyleri helâl, bazı şeyleri de haram kıldıklarına dikkatler
çekildi. Sonra Allah'ın insanlara sunduğu bitki ve meyvalar hatırlatıldı. Her
insanın özlemi olan çardaklı çardaksız, aşmalı asmasız bağlar ve bahçelerin
yaygınlaştırılmasına dolaylı yoldan teşvikte bulunuldu ve her bitkinin vücut
bulup gelişmesinde hâkim olan ilâhî sünnetin yüceliği ve inceliği -aklı ve
idrâki harekete" geçirir ölçü ve biçimde- belirtildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
müşriklerin bir şeyi helâl ya da haram kılmakta, bir sakınca görmedikleri
kınanıyor; aslında hiç kimsenin böyle bir hüküm vermeye yetkili bulunmadığı
hatırlatılıyor ve inen vahiyde onların haram saydıklarının haram kılınmadığı
açıklanıyor; sonra da dört önemli haram nesneye dikkatler çekiliyor. [327]
145— De ki: Bana vahyolunan ölü, akıtılmış kan,
domuz eti -ki o murdardır-, ilâhi sınırı aşıp günah işleyerek Allah'tan
başkası adına boğazlanan hayvandan gayrisinin, yiyecek olan bir kimseye haram
sayıldığıyla ilgili (bir emir, bir belge) bulamıyorum.
(Bunlardan da) kim
yemeğe muztar kalırsa, (diğer darda kalana ve başkalarının hakkına) tecâvüz
etmeme*, (zurûret miktarını) aşmamak üzere yiyebilir. Şüphesiz ki Rabbin çok
bağışlayan ve çok merhamet edendir.
146— Yahudi (dininden) olanlara da (Tevrat'ta) her tırnaklı hayvanı ve haram
kıldık. Sığır ve koyunların da sırtlarında veya bağırsaklarında ya kemiğe
karışık bulunan yağlar dışında iç yağlarını haram kıldık.
Bu, aşırı gidip ilâhî
sınırları aşmalarından, insan haklarına el uzatmalarından dolayı onlara
verdiğimiz bir cezadır ve elbette biz doğrularızdır.
147— Eğer
seni yalanlarlarsa, de ki: Rabbiniz geniş rahmet sahibidir; Onun saltanat-u
kahrı suçlu günahkâr topluluktan geri çevrilemez.
«Haberiniz olsun ki,
bana hem Kitap (Kur'ân), hem de onunla birlikte bir misli daha (hüküm) verildi.
Dikkatli olun! Çok sürmez tok bir adam, tahtı (koltuğu veya kürsüsü) üzerine
kurulup «Şu Kur'ân'a gerekli olun, onda helâl kılınmış ne bulursanız helâl
kabul edin; onda haram kılınmış ne bulursanız onu da haram kabul edin!»
diyecek. Haberiniz olsun ki, (helâl ve haram hükümleri yalnız Kur'ân'dakiler
değildir), size ehli eşek helâl değildir; canavarlardan yırtıcı parçalayıcı
dişi olanlar da helâl değildir; kendileriyle anlaşma ve andlaşma yapılan
kimselerin düşürdükleri şey de helâl değildir. Meğer ki sahibi ondan doygun
kalıp (terketmiş ola)...» [328]
İbn Abbas (R.A.) diyor
ki
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz canavarlardan yırtıcı parçalayıcı dişi olanı, kuşlardan da yırtıcı
parçalayıcı pençesi -tırnağı- bulunanı yasaklamış (etini haram kılmışjtır.» [329]
Ebû Hüreyre (R.A.)
diyor ki:
«Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz Hayber günü ehli eşeklerin etini yemeği yasakladı.» [330]
Yine Ebû Hüreyre
(R.A.) diyor ki: «Efendimiz, ölmüş hayvanlardan balıkla çekirgeyi, kandan da
ciğerle dalağı tahrîm hükmünün dışında tutmuştur.» [331]
Peygamber (A.S.)
Efendimiz Mekke'nin fethinde şöyle buyurdu : «Şüphesiz ki Allah içkinin, ölmüş
hayvanın, domuzun ve putların alım-satımını haram kılmıştır.»
Bunun üzerine bir adam
dedi ki: «Ya Resülellah! bilirsin ki, ölmüş hayvanın iç yağıyla gemiler
sıvanır, deriler yağlanır ve halk onu çıra olarak kullanır..» Efendimiz,
«Hayır, o haramdır» diye cevap verdi. [332]
«Allah Yahudileri
katletsin, Allah onlara hayvan iç yağlarını haram kılınca, onlar o yağları
erittikten sonra satıp parasını yediler.» [333]
1— Ölmüş hayvan
(leş)
2— Akıtılmış kan
3— Domuz eti (ki o murdardır)
4— Allah'tan
başkası adına boğazlanan..
Bakara, Mâide, En'âm
ve Nahl sûrelerinde olmak üzere Kur'ân'ın dört yerinde bu dört nesnenin haram
olduğu tekrarlanmıştır. Bakara ile Nahl sûrelerinde aynı kelime ve cümle
dizisiyle; Mâide ve En'âm sûrelerinde değişik cümlelerle anlatılır; şu farkla
ki, Mâide'de ölü hayvanın detaylı açıklanması yapılır.
Ancak ilk bakışta
tekrar gibi görünen söz dizisi arasında, bir önceki âyetle bir sonraki âyetler
itibariyle bakıldığında değişik hükümlere yer verildiği ve o bakımdan bazı
farkların olduğu görülür.
Bakara sûresinde,
inkarcı müşriklerin dede-babalannın yolundan ayrılmayacakları hakkındaki
sözleri açıklanır ve bu yüzden helâl ve haram sınırlarını kendi geleneklerine
göre belirlediklerinden söz edilir, sonra da mü'minlere Allah'ın rızık olarak
hazırladığı nesnelerin iyi, temiz ve helâl olanından yemeleri emredilir ve bu
emirle ortaya bir soru çıkar: Temiz ve helâl olmayan nesneler nelerdir? İşte
aynı sûrenin 173. âyetiyle bu soru cevaplandırılır: «O, ancak size ölü (hayvan
etini), kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası adına boğazlananı haram
kılmıştır.»
Diğer semavî dinlerce
de bu dört şeyin haram kılındığına, ancak din adamlarının az bir değer
karşılığında ilâhî hükümleri gizlediklerine ve Tevrat ile İncil'in aslının
zayi edilmesiyle sonradan toplanan bu kitaplarda bir takım yanlışların yer
aldığına dikkatler çekilir.
Mâide sûresinin
birinci ve ikinci âyetleriyle akidleri yerine getirme ve hac mevsiminde hacı
adayları için yasaklanan bazı önemli hususlardan söz edildikten sonra yasaklar
zincirine dört haram nesne daha eklenir; sonra da bunlardan ölü hayvandan
maksadın neler olduğu açıklanır ve yasaklar zincirine putlara kesilen
hayvanların; fal oklarıyla kısmet arama gibi Araplar arasında çok yaygın olan
iki şeyin haram kılındığı eklenir.
Böylece Bakara
sûresinde özetlenen dört haram nesnenin kısmen açıklanması yapılır ve diğer
ilgili hükümlere.yer verilerek tahrîm hükümlerinin dört şeye inhisar etmediği
belirtilir.
En'âm sûresinde ise,
Arap müşriklerinin Allah'a karşı yalan uydurup bazı helâl şeyleri haram, haram
şeyleri de helâl saydıklarına dikkatler çekiliyor, onların iddia ettiği gibi
ilâhî hükümlerin inmediği, Hz. Muhammed'e (A.S.) vahyedilen hükümlerde o tür
yasakların bulunmadığı açıklanıyor ve Arapların daha çok dört nesneyi helâl
saymaları konu edinilerek dördünün de İslâm'a göre haram olduğu belirtiliyor
ve böylece onların zan ve tahminlere dayalı iddiaları reddediliyor. Sonra da
domuz etinin ayrıca murdar (necisü'l-ayn) olduğu hatırlatılıyor; haram kılınan
kanın ise, hayvan boğazlanınca akan kan olduğu, damarlarda ve ette kalan kanın
haram olmadığı hakkında bir açıklık getiriliyor. Sonra Bakara süresindeki
hüküm te'kid edilerek tahrîmler zincirinde darda kalanlar için bir kolaylık hükmü
konuluyor, diğer darda kalanlarınkine tecavüz1 etmemek ve zaruret miktarını
aşmamak üzere onların haram kılınan şeylerden yiyebilmelerine ruhsat
veriliyor.
Böylece En'âm
sûresinde diğerlerine nisbetle farklı hükümler ve farklı sebeplere yer
veriliyor.
Nahl sûresi 114, 115.
âyetlerle Allah'ın helâl ve temiz rızıklarından ye-yiniz diye tavsiye edilirken
bunların şükrünü yerine getirmenin gereğine işaret ediliyor. Sonra Helâl ve
Haram kıima yetkisinin sadece Allah'a ait olduğu hatırlatılıyor ve sözü edilen
dört nesne bir daha anılarak dikkatler çekiliyor. Arap müşriklerinin bazı basit
mantıki kaideler ileri sürerek bu dört şeyi helâl göstermeye çalışmalarına
karşılık Kur'ân hafızalarda iz bırakmak, dört nesne hakkında idrâkleri uyanık
tutmak için dördüncü defa bunlardan söz ediyor. Sonra da dilin yalan-yanlış
konuşmaya alışık bulunduğu için, bazı kişilerin «şu helâldir, şu haramdır»
diyebileceklerine atıf yapılarak bu hususta başkasının yetkili olmadığı
belirtiliyor. Sonra da hem Nahl, hem
En'âm sürelerinde yahudilerin
bu ölçüye riayet etmediklerinden bazı hükümleri
gizleyip diğer bazısını değiştirdiklerine değinilerek bilgi veriliyor.
O halde dört ayrı
yerde aynı konu hakkında dört ayrı açıklama ile dört haramdan sözediliyor.
Bu dört haram nesnenin
tahrîm sebeplerini kısmen Bakara'da, kısmen de Mâide'de açıklamış bulunuyoruz.
Bilgi edinmek isteyenler o sûrelerde-ki ilgili âyetlerin tefsirine
bakabilirler. [334]
«Kim yemeğe mecbur
kalırsa (diğer darda kalana ve başkalarının hakkına) tecavüz etmemek, (zaruret
miktarını) aşmamak üzere yiyebilir.»
İslâm Fıkhı bu konuda
zaruretin sınırını belirlemiş ve miktarını açıklamıştır. Haram kılınan şeyler
ne zaman, ne halde ve ne kadar yenilebilir, içilebilir hususlarını hükme
bağlamıştır. En'âm ile Nahl sûrelerinde Özellikle bunun ana çizgileri
belirtilerek müctehit imamların içtihadına imkân hazırlanmıştır. «Gayre bâğin
velâ âdin..» (diğer darda kalanın elindekini almaksızın ve açlığı giderecek,
yani ölmeyecek kadarını yiyip zaruret miktarını aşmaksızın mubahtır). Çünkü
hayat hakkı daha muhteremdir.
Buna dayanarak ünlü
hukukçu İbn Nüceym, «Zaruretler mahzurlu şeyleri mubah kılar» kaidesini
açıklarken şöyle diyor: «Bunun için kıtlık, açlık zamanlarında (ölmeyecek
kadar) ölü hayvandan yemek caizdir. Doktor avret yerine ancak hacet miktarı
bakabilir. Kedinin elbiseye dokunan sidiği af kapsamına girer, kap-kacağa
dokunursa af kapsamına girmez. Çünkü kaplarda zûreret söz konusu değildir, hem
açık kapların örtülmesi emredilmiştir.» [335]
«Yahudi (dininden)
olanlara da (Tevrat'ta) her tırnaklı olan hayvanı haram kıldık....»
İsrailoğuliarı
dünyalık elde etmek, saltanat kurmak için ilâhî sınırları aşmakta bir sakınca
görmediler, bu yüzden tuğyan edip insan haklarına el uzattılar. Allah -ceza
olarak onlara tek tırnaklı hayvanların etini ve bir de sığırla koyunun sırta,
bağırsağa ve kemiğe yapışık ve karışık olanları dışında iç yağlarını haram
kılmıştır.
Tevrat'ta bu konuya
birkaç yerde değinilirse de en açık anlatımı Le-vililer bölümünde geçer:
«Ve Rab Musa'ya
söyleyip dedi : İsrailoğullarınâ söyleyip de : «Hiç bir yağ, öküz yahut koyun,
yahut keçi yağı yemiyeceksiniz. Ve kendiliğin-.den ölen, yahut parçalanmış olan
hayvanın yağı başka bir iş için kullanılabilir; fakat onu hiç yemiyeeeksiniz.
Çünkü ateşle yapılan takdime olarak RABBE arzedilmekte olan hayvanlardan
birinin yağını kim yerse, ondan yiyen can kavminden atılacaktır. Bütün
meskenlerinizde kuşun olsun, hayvanın olsun hiç bir çeşit kan yemiyeceksiniz.
Ne kanı olursa olsun, bir .adam kan yerse, o can kavminden atılacaktır.» [336]
Kur'ân'daki ilgili
âyetlerle Tevrat'ın bu belgelen tashih edilir ve Tevrat'ta bu gibi hükümlerin
bulunduğu belirtilir. [337]
Züfür:
Z-F-R maddesi F'nin
sükûniyle ZÜFR okunduğu gibi, Z'nin esresiy-le ZİFR ve her ikisinin ötresiyle
ZÜFÜR okunmuştur. Çoğulu, EZFAR, EZ-FÛR ve EZÂFÎR gelir ve şu yorumlara delâlet
eder:
a) Katade ve Mücahid'e göre, çatal tırnaklı
olmayan hayvanların tırnakları kasdedilmiştir.
b) İbn Zeyd'e göre, bundan deve huffu
kasdedilmiştir.
c) Diğer bazı lûgatçilere göre, at, katır gibi
tek tırnaklılar kastedilmiştir.
d) Tirmizİ ve Hakîm'e göre, tek tırnağa ve
kuşların çengellerine züfür denilir.
e) Dehhak'e göre, vahşi eşek ile devekuşu
kastedilmiştir.
f) Kelbî'ye göre, kuşlardan çengel tırnaklılar,
hayvanlardan tek tırnaklılar, canavarlardan yırtıcı pençelilere şâmildir.
g) Zemahşerî'ye göre, devekuşu
ve yırtıcı pençesi olan haydi vanlara şamildir.
Bu hususta görüldüğü
gibi farklı tesbit ve yorumlar vardır. Ama «Her tırnak sahibisnden devenin
kastedildiğini söyleyenler çoğunluktadır.
Yahudilere gelince,
onlar hem geviş getirip hem çatal tırnaklı olan hayvanları kendilerine helâl,
bu iki ölçüde olmayan hayvanları ise, haram saymışlardır. Koyun, keçi, sığır ve
benzen geviş getiren,aynı zamanda ça-tai tırnaklı hayvanların etinden yemişler,
diğerlerinden yememişlerdir.
Kur'ân'da ilgili
âyette geçen hükümle, Yahudilere sığır, koyun ve keçinin dışında kalan diğer
tırnaklı hayvanların haram kılındığı belirtiliyor. Ayrıca sığır, koyun ve
keçinin iç yağlarının haram kılındığına dikkatler çekiliyor. Ancak bu
hayvanların sırtlarına ve barsaklarına, bir de kemiklerine karışık ve yapışık
bulunan yağların genel hükmün dışında tutulduğu hatırlatılıyor. [338]
Geçen âyetlerle
tevhit,nübüvvet, öldükten sonra dirilme ve ikinci hayat gibi İslâm'ın temel
esas ve prensiplerinden söz edildi. Bu konularda Allah'a ortak koşanların inkâr
ve şüpheleri reddedilerek insan aklı ile kâinattaki belgelere dikkatler
çekildi. Helâl ve haram hususlarında onların kendi mantıklarına göre hareket
etmeleri, küfür içinde bocaladıklarına delil olarak gösterildi.
Aşağıdaki âyetlerle,
Cenâb-ı Hak her şeyi, geçmişi ve geleceği kapsayıp içine alan ilâhi ilmiyle,
müşriklerin ileride de buna benzer sözler sarfedeceklerini, kendi basit
mantıklarına göre, haklı olduklarını savunacaklarını ve böylece hakkı inkâr
sadedinde bütün vebalin Allah'a ait bulunduğunu iddia edeceklerini haber
veriyor. [339]
148— Allah'a ortak koşanlar diyecekler ki: «Allah
dileseydi ne biz (putlara taparak) ortak koşardık, ne babalarımız ortak
koşarlardı, ne de bir şeyi haram kılardık.» Onlardan öncekiler de böyle
yalanladılar (veya böyle yalan söylediler); sonunda kahredici azabımızı
tattılar.
De ki: (bunu
belgeleyecek) yanınızda ilimden bize çıkaracağınız bir şey var mı? Siz ancak
zanne uyuyorsunuz ve siz ancak (delilsiz, bilgisiz, yalan yanlış) atıp
tutuyorsunuz.
149— De ki: En kesin ve üstün delil Allah'ındır;
dileseydi hepinizi doğru yola eriştirirdi, (ama öyle bir kanun koymadı, size
akıl verip doğru ve eğri yolu göstererek sizi serbest bıraktı).
150— De ki: Allah'ın bunu haram kıldığına tanıklık
edecek şahitleri-
nizi haydi getirin!
Eğer şahitlik ederlerse, sen onlarla beraber şahitlik etme; bizim âyetlerimizi
yalanlayanların ve âhirete de inanmayanların heveslerine uyma; onlar
(putlarını) Rablerine denk tutarlar.
Mekke'nin ileri gelen
inkarcı putperestleri kendilerini mazur göstermek için her şeyin ilâhî irâde
ve fiille vücut bulduğunu, kulun elinde hiçbir irâde ve hürriyetin olmadığını
iddia ettiler. Bununla onlar kendi zanlarınca, her şeyi yapıp yakıştıranın,
sevk-u idare edenin, iyiliğe ve kötülüğe, hakka ve bâtıla itenin Allah olduğuna
göre, insanların kimi iyidir, kimi kötüdür, kimi haklıdır, kimi haksızdır, kimi
mü'mindir, kimi kâfirdir demenin mâkul hiçbir yanı, anlamı ve ölçüsü yoktur,
demek istiyorlardı. Tabii her geçen gürr hakikat burounda yükselen İslâm güneşi
karşısında yarasa gözlülerin mazereti ancak bu kadar olabilirdi.
Evet, Allah dileseydi
elbette ne onlar, ne de başkaları ortak koşar, inkâra sapıp haktan
ayrılırlardı. Ama Allah insanoğlunu, biri hayvani = nefsanî, diğeri melekî
olmak üzere iki zıt sıfatla yaratıp onu akıl, irâde, idrâk, zekâ, hafıza ve
düşünme yetenekleriyle donatmıştır. Ayak bastığı dünya denilen âlemde de birçok
zıtlar sürtüşme halindedir. Her insan mevcut yeteneklerini kullanıp bu âlemdeki
yerini ve görevini bilmeli ve anlamalıdır. Aksi halde Allah, insanın hiçbir
olumlu gayret ve irâdesi olmaksızın onu tutup hakka giden yola koymaz. Çünkü
O'nun insan hakkında koymuş olduğu hayat kanunu ve insanın hakikati araştırıp
bulma irâdesi buna ters düşer ve o takdirde irâde ve aklın, melek ve şeytanın,
nefs ve ruhun değeri ve anlamı kalmaz. Onun için Allah her canlı hakkında ayrı
bir hayat kanunu koyarken insanı bunun dışında tutmamış ve iyi ile kötüyü,
doğru ile eğriyi, hak ile bâtılı ayırt edecek yeteneklerle onu teçhiz etmiştir;
tıpkı denizde seyredip dümeni, pusulası, radarı ve lüzumlu bütün aletleri
bulunan gemi gibi.. Geminin bu âletlerini çalıştırmayın da onu denize indirin
ve Allah selâmet sahiline, arzuladığımız limana eriştirir bizi, deyin; bu
mümkün mü? Evet Allah dilerse onu selâmet sahiline eriştirebi-lir; ama dilemez;
koyduğu kanun, diğer bir deyimle sünnetullaha göre, onu insanların aklına,
irâde ve idrâkine bırakmıştır. Bu sünnet, bazı istisnaları olsa bile değişmez.
Eğer Allah hiç günah
işlemeyen, haktan ve doğruluktan ayrılmayan bîr canlı yaratmak isteseydi,
elbette ki yaratabilirdi. Ama buna gerek yok, çünkü melekleri bu ölçüde
yaratmıştır. O halde başkasını yaratmak hikmete ters düşerdi. Akıl ve idrakten
mahrum diğer canlılar gibi yaratmak isteseydi, buna da lüzum yoktu, çünkü
hayvanları bu ölçü ve anlamda insanlar için yaratmıştır. Bu iki varlık
arasında, fakat her ikisinden bazı sıfatları kendinde taşıyan bir canlı
yaratmayı murat etmiş ve insanı yaratmış, bu doğrultuda ilgili sünnetini koyup
onu serbest bırakmıştır. Ve artık bu sünnet değişmez.
Belirtilen hayat
kanununu ve sünnetullahı dikkate almayıp kendi zan-nına göre hüküm verenleri
uyaran Kur'ân, bir bakıma insan aklını harekete geçirmeyi amaçlıyor ve buna
rağmen inat ve inkârları devam edenleri kahredici bir azâb ile müjdeliyor.
Kur'ân ayrıca onlara
ikinci bir soru yöneltiyor: «İddianızı doğrulayacak bilimsel bir belgeniz var
mıdır, bize gösterin» diyor. Böyle bir belge olamaz. Çünkü insanın
yaratılışındaki özellik onu reddetmektedir. Öyle ki, insan ne günah işlemiyen,
nefs taşımayan melekler gibi, ne de akıl, idrâk ve düşünceden yoksun hayvanlar
gibi yaratılmıştır.
İşte görülüyor ki :
«En kesin ve üstün delil Allah'ındır.» Dileseydi insanları melekler gibi
yaratır veya kötülük, inkâr ve şirke kaymalarına engel olurdu. Ama insan
hakkında koymuş olduğu sünnetin hikmeti bununla bağdaşamaz; koyduğu kanunları
bazen uygulayan, bazen uygulamayan bir hükümdarın gülünç durumuna düşerdi.
Allah ise, bu tür noksanlıklardan, hikmet dışı fiillerden pak ve münezzehtir.
«Allah dileseydi,
hepinizi doğru yola eriştirirdi.»
Bu cümle şart edatı
olan (LEV) ile getirilmiştir. Gramatik olarak (LEV) meşrutun yok olmasıyla
şartın yok olmasını gerektirir. Bu kurala göre, hidâyet etmediğine göre
dilememiştir de..
Kur'ân, inkarcı
putperestlerin hep yalan söylediklerine, zan ve tahminlerde bulunduklarına
dikkatleri çekiyor ve : «Allah'ın bunu (yani helâl ve temiz şeyi) haram
kıldığına tanıklık edecek şahitlerinizi getirin,» diyor. Tabii kendi
adamlarından getirecekleri şahitler onların heves ve arzuları doğrultusunda
şahitlik edecekleri bilindiğinden Allah, Peygambere: «Sen onlarla beraber
şahitlik etme!» buyurmuştur. Çünkü onlar Allah'ın âyetlerini yalan sayıp
âhirete de inanmazlar. Gerçek bu olunca onlarda hesap korkusu, adaletin tecelli
endişesi ve mes'uliyet duygusu yoktur. Bu bakımdan hem yalan söylerler, hem de
yalan şahitlikte bulunurlar. [340]
Geçen âyetlerle Allah,
kullarına nelerin haram kılındığını belirttikten sonra bu husustaki kesin
delilleri açıkladı. Müşriklerin kendi zanlarına göre bazı şeyleri haram
kılmalarının ciddi ve sağlıklı bir yanı olmadığını açık-
ladı.
Aşağıdaki âyetlerle de
söz ve fiillerde haram kılınan şeylerin astllan belirtiliyor. Nelerin Allah
tarafından haram kılındığının özeti veriliyor.
[341]
151— De ki: (Ey Allah'a karşı yalan uyduranlar!)
Gelin de Allah'ın size neleri haram kıldığını okuyup (haber vereyim):
Hiç bir şeyi O'na ortak koşmayın; ana-babanıza iyilikte bulunun; yoksulluk
endişesiyle çocuklarınızı öldürmeyin, -sizin de onların da rızkınızı biz
veririz-,- hayasızlığın açığına da gizlisine de yaklaşmayın; Allah'ın haram
kıldığı canı -haksız yere-öldürmeyin.
İşte Allah bunları,
aklınızı kullanasınız diye size emreder.
152— Bir de yetim malına -rüşdüne erişinceye
kadar- en iyi ve en uygun tarzın dışında yaklaşmayın; ölçüyü tartıyı tam ve
doğru ölçüp tartın. Hiç kimseye güç getiremiyeceğiyle teklifte bulunmayız. Söz
söylediğiniz zaman -yakınınız bile olsa- ancak adaleti gözetin. Allah'ın
ahdini (farz ve vacip kıldığı hususları ve O'na verdiğiniz sözü) yerine
getirin.
İşte Allah bunları
size emreder; ola ki düşünür de öğüt alırsınız.
153— Şüphesiz bu benim dosdoğru yolumdur; artık bu
yola uyun, başka yollara uymayın, sonra o yollar sizi Allah yolundan saptırıp
parçalar.
İşte Allah size
bunları emretmektedir; ola ki sakınırsınız.
«Helak edici yedi
şeyden sakının :
1— Allah'a ortak koşmak,
2— Sihir (ve büyücülük gibi gözboyayan, aldatıp
oyalayan şeylerle meşgul olmak),
3— Allah'ın haram kıldığı cana haksız yere
kıymak,
4— Yetim malı yemek,
5— Savaş alanından kaçmak,
6— Faiz yemek,
7— İffetli, namuslu, suçtan beri, mü'mine kadınlara zina isnat
etmek.» [342]
«Cebrail bana gelerek
şu müjdeyi verdi: «Ümmetinden kim Allah'a ortak koşmadığı halde ölürse, Cennete
girer.» Bunun üzerine ona dedim ki «Zina da etse, hırsızlık da yapsa...?» cevap
verdi: «Evet, zina da etse, hırsızlık da yapsa...»
Râvî diyor ki:
Peygamberimiz (A.S.) bu soruyu üç defa tekrarladı, her defasında aynı cevap
verildi. [343]
Açıklama :
Zina etmek, hırsızlık
yapmak büyük günahlardandır. Bu fiillerden birini işledikten sonra pişmanlık
duyup gönülden tevbe ve istiğfar edenler hakkında Allah Gafur ve Rahimdir;
dilerse affeder, dilerse kıyamet günü cezalandırır. Ancak kıyamet günü
bunlardan dolayı cezasını çeken mü'-minler cennete girerler. Hadîsin bir bakıma
yorumu bu anlamdadır.
«İbn Mes'ud (R.A.)
diyor ki:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimize sordum, dedim ki:
— Hangi amel daha üstündür?
Cevap verdi:
— Vaktinde kılman namaz...
— Ondan sonra?
-— Ana-babaya iyilik.
— Ondan sonra?
— Allah yolunda cihat.» [344]
«Yine İbn Mes'ud
(R.A.), Peygamber (A.S.) Efendimize sordu :
— Hangi günah daha büyüktür? Allah Resulü cevap
verdi :
— Seni yarattığı halde Allah'a denk, ortak ve
benzer koşman...
— Ondan sonra?
— Seninle beraber oturup (hazırlanan yemekleri)
yer korkusuyla çocuğunu öldürmen...
— Ondan sonra?
— Komşun karısıyla zina etmen...» [345]
«Allah'tan başka ilâh
(tanrı) olmadığına, benim de Allah'ın peygamberi bulunduğuma şehâdet eden
Müslüman kişinin kanı helâl değildir; ancak şu üç sebepten biriyle helâldir:
1. Zina eden evli ve dul.
2. Cana can (kısas = misilleme).
3. Dinini terkedip İslâm cemaatinden ayrılan.» [346]
Açıklama :
Dinini terkedip İslâm
cemaatinden ayrılan kişi tevbe edip dönüş ya-pafsa öldürülmez.
«Müslüman kişinin kanı
ancak şu üç sebepten biriyle helâl olur:
1— Zina eden evli (recmedilir).
2— Kasden haksız yere adam öldüren öldürülür.
3— İslâm'dan çıkıp AUah ve Peygamberin
hükümlerine baş kaldıran öldürülür veya asılır, ya da sürgün edilir.» [347]
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz ölçü ve tartı işleriyle uğraşanlara şöyle buyurdu :
«Siz öyle bir işe
sahip çıktınız ki, sizden önceki ümmetler o yüzden helak olmuşlardır.» [348]
İbn Mes'ud (R.A.)
diyor ki:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz eliyle düz bir çizgi çekti ve : «Bu, Allah'ın dosdoğru yoludur.»
buyurdu. Sonra bu düz çizginin sağ ve sol taraflarına birtakım çizgiler daha
.çizdi ve : «Bu yollardan hiç biri yok ki ona çağıran bir şeytan bulunmasın.»
diye ilâve etti. [349]
İlgili âyetle yasaklar
zincirinde, aklı, ruhu ve fıtratı bulandıran, aynı zamanda vicdanı rahatsız
eden on haram nesneden söz ediliyor. İlâhî metot gereği bütün yasaklar bir
çırpıda açıklanmıyor; belki olayların ortaya çıkışına göre ilâhî buyruklar
iniyor. Ayrıca her yasağın yer aldığı sûre ve bölümde bir önceki ve sonraki
âyetler dizisinde başka hükümlerin de is-tinbat edilmesi hikmeti amaçlanıyor.
Buradaki yasaklar, ana
hükümler niteliğinde iki önemli grupta toplanmaktadır :
Birincisinde söz ve
fiillerden haram kılınanlar belirtilmekte; ikincisinde fazîletlerin kaynağı ve
iyiliklerin temeli anlatılmaktadır.
Bu iki grup içice
işlenirken her yasağın iyiliği, fazileti, adaleti ve olgunluğu amaçladığı
görülür. Bu da Kur'ân'a, diğer bir tabirle İslâm Hukukuna has bir yoldur ki,
başka sistemlerde bu amaçların tümünün birleştirilip bir komprime haline
getirildiğini görmek mümkün değildir.
On yasağın
açıklanması:
1— Hiçbir
şeyi O'na ortak koşmayın.
Ortak koşmak,
putlardan krallara; meleklerden canlılara; ay, güneş ve yıldızlardan diğer
varlıklara; sofilerden mürşitlere kadar uzanarak geniş bir alanı içine alır.
Taştan insan eliyle yontulmuş putlara tanrı diye tapınmak nasıl küfürse,
Fir'avn misali krallara, hükümdarlara tapınmak da öylece küfürdür. Melekleri
tanrı saymak veya onlara Allah'ın kızları demek nasıl şirkse canlıları, ay ve
güneşi ve benzeri eşyayı ilâh saymak da şirktir. Bütün bunlar açık şirktir,
küfürdür. Allah sevgisini unutturan bütün sevgi ve ilgiler; gösteriş için
yapılan ibâdet ve hayırlar ise gizli şirktir.
Görülüyor ki, Allah'ın
varlığına, birliğine ve kudretinin yüceliğine inanmakta, O'na imân etmekte
yüksek bir ahlâk, köklü bir fazilet ve engin bir iyilik amacı yeralmaktadır,
2—
Ana-babaya iyilikte bulunmak.
İnsan türünün devamını
sağlamaya yönelik olan aile, iki ana unsurdan oluşur: Ana ile baba. Çok külfet
isteyen çocuk bakımı bir aile için en ağır fakat en zevkli bir iş ve görevdir.
Bu köklü zevk ve sevgi, çocukla ana-babası arasındaki fıtrî bağa ve sıcak
ilgiye dayanmaktadır. Ne var ki, sözü edilen ilgi ve sevgi, yine bu fıtrat
gereği daha çok yukardan aşağıya doğru inmektedir. Buna NESLİ İDAME KANUNU da diyebiliriz.
Yani ana-babanın çocuklarına ve torunlarına olan sevgi ve ilgileri, kendi
ana-baba-larına olan sevgi ve ilginin üstünde seyreder. Bunun nedeni açıktır:
Beslenip büyütülmesi çok külfetli ve kahırlı olan çocuğun korunup yetişmesinin
sağlanması gereklidir. Aksi halde neslin devamı aksar ve denge bozulur. O
sebeple bunca külfetlere katlanan ana-babaya karşı ilgi ve sevgimiz, kendi öz
evlâdımıza olan ilgi ve sevgimizin altında da olsa, onlara iyilikte bulunmamız
farz kılınmıştır. Bu vücup da hem dengeyi sağlamaya, hem de insanî görevi
yerine getirmeye yönelik bulunmaktadır.
Bilindiği gibi, bu
emirde de insanlığımıza yakışan yüksek ahlâkın, er-demliğin ve kadir bilirliğin
mayası mevcuttur.
3— Yoksulluk endişesiyle çocuklarınızı
öldürmeyin.
Kur'ân burada
«öldürmeyin!.» tabirine esneklik katmış, çağın özelliklerine göre hüküm
çıkarılmasını kolaylaştırmıştır. Yani usûl ilmine göre, âyet mücmel
bırakılmıştır. Çünkü çocuk, biri bedensel, diğeri ruhsal ve beyinsel olmak
üzere iki türlü öldürülür. Birincisi, ana rahminde oluşan cenini kürtaj ile
imha etmek; diğeri ise doğan çocuğu kötü bir eğitimle fıtratından
uzaklaştırmak, ruhunu din ve güzel ahlâk gıdasından mahrum bırakıp yozlaşmasına
sebep olmaktır.
Coeuğu belirtilen her
iki türlü katletme kesinlikle yasak ve harnmdır. Ancak zarurî haller müstesna..
Kur'ân'da sözü edilen
yasak belirtilirken iki ayrı anlatım biçimi ortaya konmuştur. En'âm sûresinde,
«Sizin de onların da rızkınızı biz veririz» buyurulurken, İsrâ sûresinde :
«Onları da sîzi de biz rızıklandınrızt»[350]
buyurulmuştur. Kelime konumundaki değişiklik ve tekrar, değişik hükümler
getirmiştir: Birinci şekilde küçük çocuklarınızı fakirlik korkusuyla öldürmeyin;
çünkü sizin ve sizinle birlikte o yavruların rızkını biz veririz, yani küçük
yavrular size verdiğimiz rızıkla rahatlıkla geçinebilirler. O nedenle endişeye
mahal olmadığı hatırlatılıyor. İkinci şekilde ise, baba ile ananın
rızıklanmakta bir gün gelir de büyüyen çocuklarına tabi olacakları, ihtiyaçların
karşılıklı yardımla gerçekleşeceği belirtiliyor. Büyüyüp hayata atılan
çocuklar iş sahibi olduklarında kendileri için hazırlayacakları rızıkla pekâlâ
fakir düşen ana-babalarını da geçindirebilirler; bu fazla bir masraf ve külfeti
gerektirmez.
4— Hayasızlığın açığına da, gizlisine de yaklaşmayın.
İslâmî ölçülere
göre, insanın yaratılışındaki azizliğe,
ruhundaki yüceliğe,
fıtratındaki teslimiyete ters düşen her söz ve davranış hayasızlıktır. Bunun
açığından da gizlisinden de kaçınmamız vaciptir. Başkaları görür de ayıplar,
endişesiyle açık hayasızlıktan kaçınan kişi, Allah görür ve bilir inancıyla
gizli hayasızlıktan kaçınmadıkça olgun bir mü'min ve kâmil bir müslüman
olamaz.
Bu bakımdan Kur'ân
daha çok insan ruhunu ve vicdanını arındırmaya yönelmiştir.
5— Allah'ın
haram kıldığı canı haksız yere öldürmeyin.
Kısas = misilleme,
açıktan zina, devlete başkaldırıp isyan; dinden dönme gibi Kur'ân Ahkâmınca
öldürülmesi haklı sebeplere dayananlar dışında, haksız yere adam öldürmek
kesinlikle yasaktır ve haramdır. O sebeple kasden adam öldüren öldürülür,
hükmü konulmuştur. Meğer ki öldürülenin baba tarafından vârisi onu affetmiş
olsun.
6— Uygun ve
meşru sebepler dışında yetim malına -rüşde erişinceye kadar- yaklaşmayın.
Rüşd ile çevirisini
yaptığımız EŞÜDDE tabiri üzerinde farklı yorumlarda bulunulmuştur:
a) Kurtubî'ye göre, fiziksel gücüne erişip bazı
tecrübeler edininceye kadar..
b) Ergen olup, bazı tecrübeler edininceye
kadar..
Bu daha çok İbn
Zeyd'in ve onun paralelinde olanların görüşüdür.
c) Medine
fukahasına göre, ergen olup, rüşdü kabul edilinceye kadar..
d) İmam Ebû Hanîfe'ye göre, 15 yaşına girinceye
kadar.
Nisa sûresi 6. âyetin
tefsirinde RÜŞD tabiri üzerinde yeterince durulmuş ve gerekli açıklamalar
yapılmıştır. Ancak RÜŞD ile EŞÜDD tabirleri arasında n ürün s vardır; amaç ergen
olup, doğruyu eğriden seçebilme düzeyine gelmektir. Bu sebeple her iki tabir
için de «evlenme çağı» diye yorum yapanlar çoğunluktadır.
e) Alaeddin Ali'ye göre, erkeklik çağına
gelinceye kadar..
f) Şa'bî ve Mâlik'e göre, buluğa erip teklif
çağına gelinceye kadar..
g) Ebû Ali'ye göre, aklını kullanıp gücünü
biraraya getirinceye kadar.. h) Kelbİ'ye
göre, 18 yaşına girinceye kadar..
7— Ölçü ve
tartıyı âdilâne olarak tam ölçüp tartın.
Alım-satımda ölçü ve tartıyı tam kullanmak farzdır. Aksi
ise haram ve büyük günahtır. Bu
daha çok kul hakkıyla ilgili bir konudur. O bakımdan üzerinde hem Kitap'ta,
hem de Sünnet'te fazlasıyla durulmuştur. Bundan doğacak günah ne namaz ve
oruçla, ne hac ve zekât ile ne de tevbe ve istiğfarla affolunur. Önce hak sahibinin
hakkının ödenmesi, sonra da tevbe ve istiğfar edilmesi gerekir. Üzerinde kul
hakkı bulunduğu halde savaşta şehit düşen mü'minin bu yüzden Cennetin
kapısında bekletildiği meşhur rivayetlerle sabit olmuştur. Ayrıca borçlu bir
halde ölen mü'minin cenaze namazını Peygamber (A.S.) Efendimizin kılmadığı,
ashabının bu farzı yerine getirmelerini' emrettiği sahih rivayetlerden
anlaşılmaktadır. Kaldı ki, ölçü ve tartıyı noksan kullanmak bir borç olmaktan
ziyade dolaylı yoldan kul hakkına tecâvüzdür. Geçmiş milletlerden bir kısmının
bu yüzden helak olduğu ise, Kur'ân ve Hadîste açıklanmıştır.
8— Söz söylediğiniz (bir hüküm verdiğiniz) zaman
-yakınınız bile olsa- ancak adaleti gözetin,
İster yargı makamında
olun, ister şahit, ister davalı, ya da davacı bulunun, ancak adaleti gözeterek
söz söyleyin, ona göre hüküm verin. Çünkü ülke ancak adaletle ayakta
durabilir. Adalet mekanizması ters yönde çalışan bir ülkede güven kalmadığı
gibi, zulüm ve haksızlık kolgezer ve yıkılması
için başka bir sebebe gerek kalmaz.
9— Allah'ın ahdini yerine getirin.
Allah'ın Peygamber
aracılığıyla insanlara söz verdiği, söz aldığı hususları yerine getirin. Bunu
özetliyerek şöyle açıklıyabiliriz:
a) Allah'ın insanlara sunduğu akıl, zekâ, viedan
ve sağduyuyu yerinde kullanmak ve Yaratanı bilip koyduğu hayat kanununu idrak
ederek ona göre günlük hayatı düzenlemek,
b) Allah'ın mü'minlere verdiği sözün mutlaka
gerçekleşeceğine inanmak. Kelime-i Şehadet ile O'na verdiğimiz sözü yerine
getirmeğe çalışmak.
c) Allah adına yapılan andlaşmaiara ve
sözleşmelere sadık kalmak.
d) ELESTÜ hitabına verdiğimiz cevabı unutmamak, ona göre tertemiz bir hayat
sürmek,
10— Allah'ın dosdoğru yoluna uyup başka yollara
uymamak.
Hak birdir, birkaç
değildir; o bakımdan parçalanma, bölünme kabul etmez. Haktan sonra ancak
sapıklık ve bâtıl vardır. Hak, tek kelimeyle Allah'ın adıdır ve O'nun yoludur,
Diğer bütün yollar saptırıcı ve bâtıla sürükleyicidir. Müslümanlardan iki grup
birbirine karşı çıkıp cephe alır veya ça-tışifsa, haklı olan gruptan yana olup,
diğerini doğru yola getirinceye kadar müeadele etmek vaciptir. İnananların bu doğrultudaki asil davranışları ülkeye
huzur, esenlik, birlik ve dirlik getirir.
İbn Mes'ud (R.A.)
diyor ki :
Resûlüilah (A.S.)
Efendimiz mübarek eliyle düz bir çizgi çizdi ve : «Bu Allah'ın dosdoğru
yoludur!» buyurdu. Sonra o çizginin sağ ve soluna birtakım çizgiler daha çizdi
ve ; «Bu yollardan her birinde mutlaka bir şeytan vardır ki ona davet
etmektedir» diye ilâve etti. Sonra da ilgili âyeti okudu. [351]
Bunun İçin İbn Abbas
(R.A.) diyor ki:
«Allah bu âyetle
mü'minlerin tek bir eemaat olmasını emrediyor; ayrılıp gruplaşmaları
yasaklıyor ve geçmiş milletlerin bir çoğunun bölünüp parçalanma yüzünden
yıkılıp yok olduklarını haber veriyor.» [352]
Birinci bölümde, «Ola
ki aklınızı kullanırsınız» buyurulurken, ikinci bölümde, «ola ki düşünüp öğüt
alırsınız..» buyurulmuştur. Çünkü putperest müşrikler inkârda inat edip kız
çocuklarını öldürüyor, zinaya devam edip haksız yere adam öldürüyorlardı. Bütün
bunlar insan aklına da ters düşmektedir. O nedenle, «Ola ki aklınızı
kullanırsınız» denilerek beşer aklı harekete geçirilmek istenmiştir.
Yetim malını korumak,
ölçü ve tartıyı tam kullanmak, söz söylerken, hüküm verirken âdil olmak,
akıldan ziyade viedan ve sağduyu işidir. Bu sebeple, «Ola ki düşünür öğüt
alırsınız» buyurulmuştur. [353]
Son din İslâm'ın
getirdiği esasların insan ruhunun yüceliği ile eşdeğerde olduğu
hatırlatıldıktan sonra inatçı inkarcıların ortaya attıkları şüphelerin aklî
delillerle de giderilebileceğine dikkatler çekilmiş ve on önemli hususa parmak
basılarak gereken tavsiyeler yapılmıştır.
Aşağıdaki âyetlerle
Kur'ân'ın doğru yola irşat etmedeki yerinin önemi belirtiliyor, o nedenle
Kur'ân'a uymanın vücubu hatırlatılıyor; müşriklerin ortaya koydukları özürlerin
mâkul hiçbir yanı olmadığına işaret ediliyor ve Kur'ân'ın getirdiği esasları
yansıtmakta Tevrat'ın da insanları aydınlattığına dikkatler çekiliyor ve
böylece semavî kitapların aynı kaynaktan süzülüp geldiği çok duyarlı biçimde
işleniyor. [354]
154— Sonra biz Musa'ya kitabı, onu güzel
(uygulayana) tamamlamak, her şeyi uygun biçimde açıklamak ve doğru yolu
göstermek, aynı zamanda rahmet olmak için verdik; ola ki (İsrâiloğulları)
Rablerine kavuşacaklarına inanırlar.
155— Bu (Kur'ân)
ise, indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Artık ona uyunuz ve (Allah'tan korkup
kötülüklerden) sakınınız ki, merhamet oluna-sınız.
156— «Bizden önce yalnız iki topluluğa (Yahudi ve
Nasarâ'ya) kitap indirildi ve biz de onların eğitim ve öğretimlerinden habersiz
bulunuyorduk» dememeniz.
157— Veya «bize de kitap indirilseydi herhalde
onlardan daha çok doğru yolu bulup başarılı olurduk» dememeniz içindir. İşte
size Rabbiniz-den açık belge, hidâyet (doğru yolu gösteren) ve bir de rahmet
gelmiştir.
Allah'ın âyetlerini
yalanlayıp (insanları ona yönelmekten) alıkoyanlardan daha zâlim kim vardır?
Âyetlerimize (yönelenleri) engelliyenleri bu
engellemeleri sebebiyle en kötü
azapla cezalandıracağız.
«Sonra biz Musa'ya
kitabı, onu güzel (uygulayana) tamamlamak, her şeyi uygun biçimde açıklamak ve
doğru yolu göstermek, aynı zamanda rahmet olmak için verdik.»
Aynı kaynaktan süzülüp
gelen kutsal kitapların temelde ortak yanları ve vasıfları vardır. Yukarıdaki
âyetle bu husus mücmel (öz ve özet) şekilde belirtilmektedir;
1— İndiği çağın özelliklerine ışık tutacak güçte
ve uygulayanlara yeterli malzeme sunacak ölçü ve muhtevadadırlar.
2— Yaratan'ın bir olduğu, eşi, dengi ve
benzerinin bulunmadığı noktasından hareket ederler.
3— Dinî mesele ve konuların ana kurallarını
şüphelerden uzak anlam ve ifadede açıklarlar.
4— Allah'ın insan mutluluğu için insan ruhunun
yüceliğiyle eşdeğerdeki
kanunlarını ve sunduğu dosdoğru yolu gösterirler,
5— İnsanları ilâhî rahmetin serinletici,
ferahlatıcı ve ümit verici havasına çağırırlar.
6— İnsanın yaratılışındaki saygıdeğerliğe ters
düşen ve onun ruhunu, vicdanını kirleten şeyleri yasaklarlar. Yararlı
nesneleri mubah sayarlar.
Bu altı ortak esas ve
prensibi araştırıp akıl ve irfan gözüyle bakanların AJlah'a ve âhîrete
inanmaları gerekir. Aksine hiçbir mazeretleri makbul değildir. Kutsal
kitapların indirdiğinden haberi olan herkesin o kitaplar hakkında bilgi
edinmesi, daha iyi bilenlerden sorması, araştırıp'öğrenmesi vaciptir. İnsan
aklı ve idrâki bu vücubu duyacak ölçüdedir.
Kur'ân Tevhîd'e daveti
kısaca açıkladıktan sonra çok önemli iki hususa daha dikkatleri çekiyor:
a) Kutsal
kitapların önce iki topluluk (Yahudi ve Nasarâ) üzerine indirilmesine karşı, bu
iki ayrı milletle temas kurma ve haberleşme imkânına sahip olanlar için, O iki
milletin dilini, öğretimini bilmiyoruz; bu bakımdan inen kitaplara ilgisiz ve
bilgisiz kaldık» diyenlerin mazeretleri geçerli olmayacaktır.
b) «Kutsal
kitaplar o milletlere değil de bize indirilmiş olsaydı, onlardan daha fazla
başarılı olur, doğru yolu bulurduk» demek, haklı bir değer ve anlam
taşımayacaktır. Çünkü temas ve haberleşme imkânları bulunan bölgede yaşayan
milletlerin hepsine değil, birine kutsal kitap indirilmesi kâfidir. Ayrıca Cenâb-ı
Hak hangi topluluk, ya da milleti lâyık görürse bu emaneti ona verir.
İlgili âyetlerle bu
hususlara işaret edildikten sonra Arap kabilelerinin çoğuna ve sonra da aynı
görüş ve düşüncede olan diğer bütün milletlere, özürlerinin anlamsızlığı
hatırlatılıyor; ilâhî kudretin yüceliğini, uluhiyette-ki eşsizliğini en açık
belgelerle yansıtan ve milletler için yol gösterici bir rahmet olarak indirilen
Kur'ân'a dikkatler çekiliyor. Haberleşmenin ve milletler arasında olduğu gibi
kıtalar arasında bilgi ve kültür alış-verişinin geliştiği çağda, «Kur'ân bize
indirilmedi veya ondan haberimiz olmadı veya bizim dilimizden başka bir dil
üzeredir» gibi mazeretlerin yeri, hükmü ve anlamı yoktur. Böylece ilgili âyetle
önce Mekkelilere, sonra da diğer milletlere mana itibariyle şöyle sesleniyor:
«İşte size arzu
ettiğiniz kitap indirildi. İddianızda doğru iseniz, imân ve İslâm'da
başkalarından daha başarılı olduğunuzu gösterin!.» [355]
«Bu (Kur'ân) ise,
indirdiğimiz mübarek bir kitaptır. Artık ona uyunuz....»
İlgili âyetlerle son
olarak çok önemli bir hususa daha dikkatler çekiliyor. İnen kutsal kitaplar
her şeyden önce okunup incelenmek, öğrenilip amel edilmek için gönderilmiştir.
Bunun için de her kişinin kendi başına okuyup incelemede bulunması yeterli
değildir. Kur'ân'ın kendi deyimiyle DIRASET = Eğitim ve Öğretim şarttır. Bu
yola girilmeden yani eğitim ve öğretim kapısı açılmadan kutsal kitap üzerinde
konuşmak, ondan hüküm çıkarmak, yorum yapmak, fikir ortaya koymak hem
sakıncalı, hem de çok yanıltıcı ve doğru yoldan saptırıcı olur.
Dinî tahsil görmeden,
bu alanda güçlü ilim adamlarından ciddi biçimde yararlanmadan din ve kutsal
kitap hakkında yalan-yanlış söz söylemek, yargıda bulunmak haksızlık değil
midir? Tıp tahsili görmeyen fakat bu konuda derme-çatma bilgi kırıntıları
edinen, bazı ansiklopedik malûmat toplayan kimsenin tıp hakkında söz sahibi
olması düşünülebilir mi?
Ne yazık ki birçok
konuları o alanda yetişen uzmanlara bıraktığımız halde hayatımızın her cephesi
ve her anıyla içice olan, fert ve aile hayatına yön ve düzen veren, sosyal
hayatı tanzim eden dinî konularda çoğu kişiler cehaletten gelen bir cesaretle
kendini yetkili görmekte ve ileri-geri konuşup ahkâm kesmektedirler. Bir iki
yıl Arapça gramer okuyan, birkaç hadîs ezberleyen ve daha İslâm Fıkhının
baplarından, usûl ilimlerinden, tefsir, hadîs ve rivayet yollarından, müetehit
imamların içtihat ve istinbat sisteminden, İslâm Hukukunun ana kaidelerinden
habersiz bulunan gayr-İ mes'ul kişilerin dinî ilimlerde uzmanmış gibi bir
görünüm içinde kendini merci' tanıtmaya çalışmaları çok hazindir.
İşte bütün bunların
temelinde bilgisizlik, eğitimsizlik ve öğretimsizlik yatmaktadır. O nedenle
Kur'ân özellikle İslâm Milletlerini uyarmakta, dinî eğitim ve öğretime ciddi
şekilde eğilmelerini emretmektedir. Aksine bir yol tutmaları ise, büyük bir
haksızlığa yol açar ve bu yüzden çok kötü bir azabı kendilerine hazırlamış
olurlar.
Özetleyecek olursak :
1— Diraset emrine uyularak dinî eğitim ve
öğretim gereklidir. Aksi halde bu çok önemli konu bilgisizliğin elinde can
çekiştirir.
2— Yeterli bilgi ve tahsili olmayanların dinî
meseleler hakkında konuşması, fetva verip ahkâm kesmesi zulümdür.
3— Dinî eğitim ve öğretimi engellemek, insanlık
aleyhine bir cinayettir.
4— Bunu engelleyen veya ihmal edenler, çok
tehlikeJi bir yolda yürüdüklerini bilmelidirler. Unutmasınlar ki, kendilerini
dünyada da, âhirette de kötü bir azap beklemektedir.
5— Bütün bu hususlarda mazeretin yeri ve anlamı
yoktur. [356]
Yukarıdaki âyetlerle
kutsal kitapların indirilme sebeplerinden en önemli bölüm anlatıldı. Son olarak
Kur'ân'ın indirilmesinin her türlü mazerete kapıları kapattığına işaret
edildi. Dini eğitim ve öğretimin lüzumu çok duyarlı biçimde belirtildi.
Aşağıdaki âyetle,
ilâhî emir ve uyanlara kulaklarını tıkayıp vurdumduymazlıktan gelenlerin sözü
edilen hakikatleri anlayabilmeleri için çok büyük belge ve mu'cizeler
istedikleri açıklanıyor. Beyinleri inkâr ve inatla yıkananların akıl ve
idrâklerini kullanmadıklarına işaret ediliyor ve büyük mucizelerin, ya da
belgelerin ortaya çıkması halinde inanmanın bir yararı olmayacağı
hatırlatılıyor. [357]
158— Onlar
ancak kendilerine meleklerin gelmesini veya Rabbin gelmesini veya Rabbin bazı
âyetleri (mu'cizeleri)nin gelmesini bekliyorlar. Rabbin bazı âyetlerinin
geleceği gün, daha önce imân etmemiş veya imânından bir hayır (iyilik ve sâlih
amel) kazanmamış hiçbir kişiye imânı (ve hayrı = iyilik ve salih ameli) yarar
sağlamayacaktır.
Onlara de ki:
Bekleyin, biz de bekliyoruz..
«Üç (alâmet ortaya)
çıktığında, daha önce imân etmeyen hiçbir kimseye inanması yarar vermez :
Güneşin batıdan doğması, Deccal'in çıkması ve Dabbetü'l-Arz'ın belirmesi...» [358]
güneş batıdan doğmadan
önce tevbe ederse, Allah onun tev-besini kabul eder.» [359]
«Güneş batıdan
doğmadıkça kıyamet kopmaz. İnsanlar güneşin batıdan doğduğunu görünce yeryüzü
üzerinde bulunanlar imân ederler. Daha önce imân etmemişler veya imânlarında
bir hayır kazanmamışlarsa, o andaki imânları (ve hayırları) fayda vermez.» [360]
«Güneş batıdan
doğunca, İblis secdeye kapanıp sesini şöyle yükseltir : «Rabbım! emret de
dilediğine secde edeyim!.» Bunun üzerine azap melekleri onun boşma toplanıp
hepsi de, «Bu ne zariliktir?» diye sorarlar. O da «Rabbimden belirli bir vakte
kadar bana mühlet vermesini dilemiştim. İşte belirli vakit (gelip çattı)» diye
cevap verir.» [361]
«Onlar ancak
kendilerine meleklerin gelmesini......
bekliyorlar.
İnkâr inatla birleşip
kaîb ve viedanı karartıp idrâki işlemez hale sokunca artık ne kitap, ne
peygamber, ne de akl-i selimin yol göstermesi fayda verir. Beyin küfürle
yıkanınoa hakikat güneşi görünmez olur.
Kur'ân, insanın
böylesine şaşırtıcı ve bunaltıcı bir yola girmesini tas-vîr ederken inanması için
üç büyük olayın ortaya çıkmasını uyarı mahiyetinde haber veriyor:
A) Ölüm, ya da azap meleklerinin aniden gelip eanları çekip alacağı zaman.
B) Kıyamet kopup, Allah'ın adalet ve
saltanatıyla tecelli edeceği vakit.
C) Göklerin darmadağın olup çökme, yıldızların
başlarına inme, güneşin batıdan doğma, İsâ Peygamberin inme ânı...
Oysa her şeyin bitip
sona ermesi, ümitlerin kopup aklın ve yeniden inanmanın işe yaramadığı zaman
irâde dışı imân etmenin, salih amellerde bulunmanın hiçbir yararı yoktur. Çünkü
bu durumdaki imân ihtiyarî değil, ıztırarîdir.
[362]
Dinî ölçü ve esaslara
göre, imânın muteber olabilmesinin bazı şartlan vardır:
1. Gaybe yönelik olması,
2. Gelecekte ortaya çıkacağı haber verilen
olaylarla ilgili bulunması,
3. Gelecek için hayır ve iyilik elde etmeyi
sağlaması..
Tekliflerin hükümsüz
kalacağı, amellerin bir anlam ve yarar taşımayacağı günde, daha önce
işlemediği halde iyi amelde bulunmak da irâde ve ihtiyar dışı sayılır. Zira
amel-i sâlih de irâde ve ihtiyarla vücut bulunca yararlı kabul edilir.
Serbest irâdeye dayalı
ihtiyarî imân, şüphe ve taklît barajını aşınca TAHKİK! imâna dönüşür. Gerçek
imân da budur. Böyle bir iman doğrultusunda işlenen amel-i sâlihin büyük
yararı vardır. O nedenle ıztirarî imânla ıztirarî amel-i sâlihin faydalı
olmayacağı hükme bağlanmıştır. Çünkü bu anlamdaki imân ve hayırda kişinin irâde
ve ihtiyarı hâkim ve müessir değildir. Ortaya çıkan fevkalâde olay müessirdir.
O kadar ki ister istemez kişiyi etkileyip inanmasını sağlar. [363]
İmanın asıl cevheri
GAYBE inanmakla oluşur ve yavaş yavaş şüphe bulutlarından sıyrılarak olgunlaşıp
kemal bulur.
Allah'ı görmemiz
mümkün değildir. Çünkü O'nun için zaman, mekân şekil ve suret yoktur ve
düşünülemez de. Ancak O'nun yüce varlığına, birliğine, kudret ve azametine,
öncesizlik ve sonrasızlığına delâlet eden binlerce aklî, naklî ve mantıkî
deliller mevcuttur. Peygamberlerin Allah hakkındaki haberlerine inandıktan
sonra kâinat kitabına göz gezdirip O'nun sıfatlarının tecellilerini, kudretinin
her zerreye nüfuz ettiğini görmeğe çalışmak,imân düzeyinde karar kılmanın en
sağlam ölçüsüdür.
Kıyamet kopacaktır.
Onun kopuşunu bugünden görmemiz mümkün değildir. Ama bazı istisnalarla her
şeyin çift yaratıldığına ve erdemlikle iy! işlerin karşılığının mutlaka saadet
olacağına, yeryüzünde delilsiz, belgesiz zulüm işleyenlerin cezasız
kalmayacağına bakacak olursak, dünya hayatından sonra âhiretin başlıyacağını
bir bakıma istidlal edebiliriz. Naklî delilleri de buna ekleyince, kendimizi
kıyamete inanmakta şüphelerden uzak biçimde imân düzeyine getirmiş oluruz.
İsa Peygamberin
ineceğini kestirmek ve herhangi bir şeyle bunu istidlal etmek pek mümkün
değildir. Ama Peygamber (A.S.) Efendimizin bu hususta verdiği haberin
doğruluğuna inanarak, onun ineceğini şimdiden kabul etmemiz, gaybe imânın
şubelerinden biri sayılır.
Güneşin bir gün gelip
batıdan doğacağı hakkında ipuçları bulup çıkarmak bir bakıma mümkünse de imân
edecek kadar kuvvetli ve sağlam, aynı zamanda doyurucu değildir. Ama Peygamber
(A.S.) Efendimiz bunu böyle haber vermiştir, o halde doğrudur ve bir gün
mutlaka onun haber verdiği gibi güneş batıdan doğacaktır, diye inanmak, gaybe
imânın belir^ tilerinden biridir.
Bu konuda misalleri
çoğaltmak mümkün. Bütün bunlar gaybe imanla ilgilidir. İrâde ve ihtiyarımız
kapsamında aklımızı da yardımcı olarak kullanıp naklî delil ve haberlere
dayanarak imân etmemiz ve sâlih amellerde bulunmamız, gaybe imânın temelini
oluşturur. [364]
Yukarıda geçen âyetle
inkârda inat edenlerin doğru yolu seçmelerine ne akıllarının, ne de semavî
haberlerin kâfi gelmediğine işaret edildi. Beyni küfrün uyuşturucu havasıyla
yıkanmışların çok büyük ve reddi gayr-i mümkin fevkalade olaylar karşısında
ancak inanabileceklerine dikkatler çekildi. Oysa sözü edilen olağanüstü
durumlarda imân ve amel-i sâlihin -daha önce imân edip hayır işlememişse- bir
yarar sağlamayacağı, çünkü bunun irâde ve ihtiyar dışı gerçekleşeceği
hatırlatıldı.
Aşağıdaki âyetlerle,
inananların da bazı zaaflarının bulunacağı söz konusu ediliyor. Kâfirin inat ve
basiretsizliği kendisini nasıl mahvedip yüce maksatlardan uzaklaştırıyorsa,
mü'minin de BENLİK-SENLİK dâvasına kalkışması ve bu yüzden farklı
gruplaşmaların doğmasına neden olması, onu ve din kardeşlerini mahvedip
İslâm'ın yüce amacına hizmetten alıkoyacağı hatırlatılıyor. Dönüş yapanlar
için rahmet kapılarının açık tutulduğu ve her iyiliğin on misliyle karşılık
göreceği haber veriliyor. [365]
159— Şüphesiz ki gruplaşarak dinlerini parça parça
edenler var ya, sen hiçbir şeyde onlarla bağımlı ve ilgili değilsin. Onların
durumu Allah'a kalmıştır. İleride, ne işlediklerini onlara haber verecektir.
160— Artık kim iyilikle gelirse, ona on misli
vardır. Kim de kötülükle gelirse, ona ancak misliyle karşılık vardır ve onlara
haksızlık edilmez.
Ashab-ı Kiramdan İrbad
b. Sâriye (R.A.) anlatıyor: Bir gün Resûlül-lah (A.S.) Efendimiz mübarek yüzünü
bize çevirerek çok açık ve net bir vaazda bulundu, öyle ki gözler yaşardı,
kalbler ürperdi. Bunun üzerine biz veya bir adam dedi ki: «Ey Allah'ın
Peygamberi! bu bir veda konuşmasına benziyor; bize neleri muhafaza edip nelere
riâyet etmemizi emredersin?» Efendimiz ona şu cevabı verdi : «Size Allah'tan
korkup kötülüklerden sakınmanızı, başımzdaki kimseleri -isterse habeşii bir
köle olsun- dinleyip itaat etmenizi tavsiye ederim. Benden sonra sizden
yaşayanlar, birçok ihtilaflar göreceklerdir. Artık o durumda benim ve doğruyu
bulan, doğru yola erişen ve doğru yola irşat eden halîfelerin sünnetine
gerekli olun; ono sımsıkı sarılın. Buna karşı (sıkıntıdan) dişlerinizi sıkın ve
bir de sonradan din adına uydurulup ortaya atılan şeylerden sakının. Çünkü
sonradan din adına uydurulup ortaya atılan her şey bid'adir ve her bid'a sapıklıktır.»
[366]
Muaviye (R.A.) anlatıyor:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz aramızda bulunduğu
bir sırada ayağa kalkıp şöyle
hitapta bulundu : «Haberiniz olsun ki, sizden önceki Kitap Ehli yetmiş iki
fırkaya ayrıldılar; doğrusu bu (benim) ümmetim de yetmiş üç fırkaya
ayrılacaktır; yetmiş iki fırkası Cehennemde, bir fırkası Cennettedir; o bir
fırka (İslâm'ın özüne ve ruhuna bağlı kalan) cemaattir.» [367]
«Şüphesiz ki
İsrâiloğullan yetmiş iki fırkaya bölündüler. Benim ümmetim ise yetmiş üç
fırkaya ayrılacaktır; biri hariç diğerleri Cehennemde olacaktır.»
Bunun üzerine soruldu
:
— O bir fırka kimlerdir? Cevap verdi:
— «Ben ve Ashabımın bulunduğu yol üzerinde
olanlardır.» [368]
«Sizden biriniz
(inanıp) İslâmiyetini güzelleştirirse işleyeceği her iyilik on misliyle
kendisine yazılır ve bu yediyüze kadar yükselir. İşleyeceği her kötülük ise
misliyle onun aleyhine yazılır ve bu hal, o, Allah'a kavuşuncaya kadar sürüp
gider.» [369]
Kudsî Hadîs : Aziz ve
Celîl olan Allah buyuruyor:
«Kulum bir kötülük
işlemek istediğinde, onu işlemedikçe aleyhine bir şey yazmayın; işleyecek
olursa misliyle yazın. Onu benim için yapmayıp terkederse kendisine bir iyilik
yazın. Kulum bir iyilik yapmak istediğinde onu işlemeyecek olursa yine de
kendisine bir iyilik yazın; işleyecek olursa, on ilâ yediyüz misliyle yazın.» [370]
«Şüphesiz ki,
hizipleşerek dinlerini parça parça edenler var ya, sen hiçbir şeyde onlarla
bağımlı ve ilgili değilsin.»
İnsanların saadetine
yönelik mutlak hayrı emreden din, makam ve nüfuz sağlamanın ötesinde
çok yüce amaçlar' için
gönderilmiştir. Hizmeti hasbî,
mükâfatı uhrevîdir. Dinde başolma sevdası büyük vebal, ehil mürşide uymak büyük
sevaptır. Değişik isimler altında din adına bir takım ekoller oluşturmak ve
hizmeti kendi tekelinde tutma basîretsizliğini sergilemek, cinayetlerin en
kötüsüdür. Peygamber (A.S.) Efendimiz İslâm adına başınıza gecen kişi Habeşli
bir köle bile olsa ona itaat ediniz, diye emrederken, ileride dinin özünden ve
mayasından ayrılıp onu kendi kişisel çıkarı uğrunda vasıta olarak kullanacak
kişileri uyarmıştır.
Ayrıca ortaya çıkan
her grup, ya da ekol, dini ve onun kutsal kitabı Kur'ân'ı, Hz. Peygamberin
(A.S.) hadîslerini kendi hevesi doğrultusunda yorumlamaya kalkışır; sırf
muhalefet olsun, dikkatler kendisine çevrilsin diye Müslüman cemaatinden ayrılmayı
amaçlarsa, dinde birlik yerine bölünme, kardeşlik yerine düşmanlık ortaya
çıkar ve bu durum İslâm'ın hayat damarlarının kopmasına sebep olur, düşmanın
ekmeğine yağ sürer. Sonra da zillet ve esaret başgösterir.
Kur'ân daha önce Kitap
Ehlinin yetmişiki fırkaya ayrıldığına işaret ederken, Hz. Peygamber bunu açık
biçimde ifade ediyor ve tarih boyunca Yahudilerin perişan olmasının, asırlarca
esaret kaydı altında inlemesinin sebeplerinden en önemlisine parmak basıyor.
Kutsal Tevrat'ta yaptıkları değişiklik neticesi dinde ayrılığa düşmeleri ise,
onlar için daha hazin tablolar meydana getirmiştir.
Hıristiyanlara
gelince: Dinî liderlik sevdasına kapılmaları ve o yüzden her ruhanî reisin
kendi düşünceleri doğrultusunda bir İncil hazırlayıp dindaşlarına sunması
neticesi yüzlerce farklı İncil'in ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu yüzden
dinde ayrılık başgöstermiş, dinin özünden ve mayasından uzaklaştıkları, kendi
mantıklarına göre bir din düzenledikleri için haçlı ruhunun şahlanmasına, insan
kanının boş yere akıtılmasına ve din adına yüzkarası sayılan ENGİZİSYON
MAHKEMELERİNİN kurulmasına sebep olmuşlardır. Engizisyon bilindiği gibi «çok
aşırı eziyet» anlamına gelir. Oysa din insanlara eziyet etmek, onlara akla
gelmedik işkenceler uygulamak için değil, onları dünya ve âhiret saadetine
eriştirmek, kul ile Allah arasındaki engelleri kaldırıp kulu ilâhî rahmet ve
sevginin engin havasına kavuşturmak için gönderilmiştir.
Müslümanlara gelince :
Daha hicretin birinci asrında Hz. Osman'ın âsiler tarafından öldürülmesi; Hz.
Ali ile Hz. Muaviye arasındaki çetin savaş, İslâm'ın birliğini ve dirliğini
bozmuş ve bu ortamdan yeterince yararlanmayı fırsat bilen iç ve dış düşmanlar
tarafından değişik isimler altında oluşturulan, fakat hepsi de sözde ve
görünürde İslâmiyet adına hareket eden farkh gruplar, ekoller ve mezhepler
meydana çıkmıştır. Özellikle dinin temel prensipleri üzerinde ardı-arkası
kesilmeyen tartışma ve sürtüşmeler kışkırtılıp körüklenmiş ve çok geçmeden Hz.
Peygamber (A.S.) Efendimizin hadîslerinde en güzel ifâdesini bulan yetmiş üç
fırka oluşmuştur.. Böylece İslâm âlemine konuk olarak sokulan FİTNE, bir daha
çıkmama-sıya,yerleşik hüviyete bürünmüştür. Bugün hâlâ aynı düşmanların yeni
yeni metotlarla fitne ateşini körükledikleri muhakkak. Ortaya çıkan ve din
adına kendini MÜCAHİDÎN olarak tanıtan ekoller ve gruplar her geçen gün
azalacağı yerde çoğalmakta ve İslâm'ı için için kemirmekte, onu esasından,
amacından uzaklaştırıp hayat damarlarını kurutmaya yönelmektedir. Buna karşı
eli kalem tutan şuurlu din âlimlerinin gayret ve himmeti Allah'ın inayetine
mazhar olarak bu felaketin karşısında bir set gibi durmaktadır. O nedenle sözü
edilen âlimleri Müslüman halkın gözünden ve gönlünden düşürmek için İslâmiyeti
paravana yaparak olmadık yalan ve iftiralar tezgahlanmakta, pervasızca çamur
atılmakta, kara sürülmektedir.
Bunun sebebi açıktır:
İslâm'ı çağın ve her
çağın hayat dini ve can simidi olarak tanıtan ilim adamlarını tesirsiz hale
getirip halkın nefretine hedef seçtikleri ve az-çok başarı sağladıkları gün,
herşey bitmiş, düşmanın arzusu yerine gelmiş _ olur. O takdirde din sadece bir
duâ ve ibâdet dini olarak derin bir uykuya sokulur, camiler cansızlarla dolar;
hikâye ve uydurma kıssalarla vakitler öldürülür. Bunun tabii sonucu olarak
Müslümanlar ruhtan kopup şekle bağlı kalırlar, keyfiyeti bırakıp kemiyetin
peşine takılırlar. Her yerde muhteşem eamiler, Kur'ân Kursları, Yurt Binaları
ve benzen tesisler vücuda getirilir, fakat içinde kimin nasıl yetiştirileceği
üzerinde pek düşünülmez.
İslâm'dan yana hizmet
ettiğini iddia edenlerin haklı, ya da haksız olduklarını anlatmak ise, çok zor
ve bazı kesimlerde imkânsızdır. Bu grupların çoğu temelde dinî eğitim ve
öğretim görmemişlerdir. Ellerinde doğruyu eğriden, hakkı bâtıldan ayırt edecek
sağlam kıstasları da yoktur.
Kur'ân bu gerçeğe
parmak basarak diyor ki «Gruplaşarak dinlerini parça parça edenler var ya, sen
hiçbir şeyle onlarla bağımlı ve ilgili değilsin. Onların durumu Allah'a
kalmıştır. İleride ne işlediklerini onlara bir bir haber verecektir.»
Bu haber iki yönlüdür:
Biri dünyada, diğeri âhirette gerçekleşir. Dünyada bu parçalanmadan dolayı
İslâm'ın üzerine çökecek musibetin öldürücü ağırlığı hissedildiğinde. Âhirette
ilâhi adalet bütün ihtişamiyle tecelli ettiğinde..
Ve sonra Kur'ân,
gruplaşma sonucu parçalanan Müslümanlara seslenerek onları İslâm'ın birliğine
davet ediyor; tevbe kapılarının açık bulunduğunu hatırlatıyor :
«Artık kim iyilikle
gelirse, ona on misli vardır. Kim de kötülükle gelirse, ona ancak misliyle
karşılık vardır ve onlara haksızlık edilmez.» [371]
Yukarıda geçen
âyetlerle dinde bölünüp parçalanmanın nasıl bir mu-sîbet olduğuna işaret edildi
ve bilerek veya bilmeyerek bu son derece sakıncalı yola giren Müslümanlar
uyarıldı.
Aşağıdaki âyetlerle
Tevhit Dininin temelini sapasağlam kendinde taşıyan İbrahim Peygamberin Hanîf
dini örnek veriliyor. Hz. Peygamberin bu dimdik ve arızasız ayakta duran,
batıldan uzak, hakka yönelik temel üzerinde yükseldiği belirtiliyor ve sonra
da dinin asıl hayat felsefesi çok özlü ve duyarlı biçimde anlatılıyor. [372]
161— De ki: Doğrusu Rabbim beni dosdoğru yola,
İbrahim'in dimdik ayakta duran, bâtıldan uzak Hakk'a yönelmiş (Hanîf) dinine
eriştirmiştir. Ve o hiçbir zaman müşriklerden (Allah'a ortak koşanlardan) olmadı.
162— De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim,
hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbı Allah içindir.
163— Onun hiçbir ortağı yoktur; ben sadece bununla
emrolundum ve ben Müslümanların ilkiyim.
164— De ki: Allah her şeyin Rabbı olduğu halde ben
O'ndan başka Rab mı ararım? Herkesin kazandığı (günah ve vebal) kendisine
aittir. Günah yükü taşıyan hiç kimse diğerinin günah yükünü taşımaz. Sonunda
dönüşünüz Rabbınızadır; o zaman hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyi size bildirecektir.
165— Sizi yeryüzünün halîfeleri kılan; verdiği
şeylerden dolayı sizi denemek için kiminizi kiminizden üstün derecelerle
yükselten O'dur, Doğrusu Rabbim cezalandırmayı çok çabuk gerçekleştirendir ve
şüphesiz ki O, hem çok bağışlayan, hem çok merhamet edendir.
Mekke müşriklerinden
Velîd b. Muğîre ve yoldaşları, Allah ve Peygambere imân edenlere, «Muhammed'i
bırakıp bize gelin, eski dininize dönün, bir günah varsa bizim boynumuza..»
diyerek İslâm'dan dönmenin günah olmadığını iddia ediyorlardı. Bunun üzerine
164. âyet indi. [373]
Resûiüllah (A.S.)
Efendimiz sabahladığında şöyle duâ ederdi:
«İslâm milleti, İhlâs
kelimesi ve Peygamber Muhammed'in dini; Hanîf olan, müşriklerden olmayan
babamız İbrahim'in milleti (dini ve esası) üzerine sabahladık.» [374]
İbn Abbas (R.A.)
anlatıyor: Peygamber {A.S.) Efendimize soruldu :
— Allah katında dinlerin hangisi daha çok
sevimlidir? [375]
— Bâtıldan uzak Hakk'a yönelmiş koskolay
olanı...
Diye cevap verdi. [376]
Yine İbn Abbas (R.A.)
anlatıyor:
Resûlüllah (A.S.)
Efendimiz, Kurban Bayramı günü iki koç kurban ederken şu duayı yaptı: «Gökleri
ve yeri yoktan var kılan Allah'a Hanîf olarak yüzümü çevirdim. Ben müşriklerden
değilim. Şüphesiz ki benim namazım, İbâdetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin
Rabbı Allah içindir. Onun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emroiundum ve ben
Müslümanların ilkiyim.» [377]
Hz. Ali (R.A.)den
yapılan sahih rivayete göre, Resûlüllah (A.S.) Efendimiz bu duayı daha çok
namaza başladığında okurdu. [378]
«Yaratılışta
Peygamberlerin ilkiyim. Peygamber olarak (yeryüzüne) gönderilmekte olanların
sonuncusuyum.» [379]
«İbrahim'in dimdik
ayakta duran, bâtıldan uzak, tamamıyla Hakk'a yönelmiş {Hanîf) dinîne...»
HANÎF DİNİ hakkında
Bakara : 135, Âl-i İmrân : 67-69, Nisa: 125 ve En'âm : 79'da gereken açıklamayı
yaptığımızdan burada tekrar aynı kelimenin sözcük ve terim anlamlan üzerinde
durmaya lüzum görmüyoruz.
Son din ve son
peygamber hakkında İlâhî sözleri, haberleri değiştirip inkâr ve inada sapan
Yahudî ve Hıristiyanlar bu tutumlarıyla da Hakk^ı temsilden çok uzak
kalmışlardır. Kendi peygamberlerini takdîm ve tak-dîrde ölçüyü kaçırıp onları
«Allah'ın oğulları» diye vasıflamaları ise, din adına bir ölçüsüzlüktür.
Böylece saf ve duru TEVHİT İNANCINI bozdular; bâtıldan uzak, hakka yönelik olma
doğrultusundan saptılar. Son Peygamber Hz. Muhammed (A.S.) Efendimiz risâlet
göreviyle insanlık âlemine şeref verince, bağlı bulunanları çok az olmasına
rağmen ayakta bütün safi-yetiyle dimdik kalan tek din Hz. İbrahim'in Hanîf Dini
idi.. Adnan soyundan
gelenlerin bir kısmı
bu dine bağlılık göstermiş ve Tevhît inancını korumaya çalışmışlardı. Aynı
zamanda İbrahim Peygamber, Musa ve İsâ Peygamberlerden önce geldiği ve bu iki
dine bağlı olanların atası sayıldığı, birçok peygamberler onun soyundan
seçildiği ve son peygamberin de atası bulunduğu için hepsi tarafından sevilir
ve sayılır bir düzeyde bulunuyordu.
Hz. Muhammed'in (A.S.)
getirdiği dinin esasları Tevhît çerçevesi içinde Hanîf diniyle uyum halinde
bulunuyordu. İbrahim'in asla bir müşrik olmadığı kesinlikle biliniyordu.
Kur'ân'da da bu husus birkaç yerde üzerine parmak basılarak belirtilmektedir.
Çünkü Yahudiler de, Hıristiyanlar da, putperestler de İbrahim Peygambere saygı
duymakla beraber onun dinini lâyıkıyla araştırmamışlardı. Bu bakımdan Kur'ân'da
ilgili âyetlerle Yahudî ve Hıristiyanların İbrahim Peygamber ve koyduğu Hanîf
dini hakkında çok yanlış itikatlarının bulunduğuna dikkatler çekilerek yer yer
tashihler yapılmaktadır. İnsan eliyle hayli değişikliklere uğratılan Tevrat ve
İncil'in Hanîf Dininin Tevhît esaslarıyla ters düştüğü hatırlatılmakta,
İbrahim'e (A.S.) olan bağlılık ve sevginin gerçek bir anlam taşımadığına işaret
edilmektedir. [380]
Kur'ân'ın gerek
konumuzla ilgili âyetlerinde, gerekse diğer birkaç yerinde Hanîf Dininin
Tevhît esaslarını açıklaması, bir bakıma semavî dinler arasındaki ortaklaşa
bağı geliştirmeye ve hepsi tarafından sevilip sayılan İbrahim Peygamberin
mevcut semavî dinler arasında bir barış sembolü olarak tanınmasına yöneliktir.
Ayrıca Hanîf Dininin getirdiği Tevhît esasının semavî dinlerin hepsinin özünde
ve mayasında mevcut olduğunu haber vermeyi amaçlar. Çünkü Hanîf Dininin Tevhît
esası şu sözlerle özetlenip ifadesini bulmuştur:
1. Allah'ın varlığına, birliğine inanmak.
2. Allah'a hiçbir suretle eş-ortak koşmamak.
3. Doğru yolda, Allah'ın şaşmayan yolunda
yürümek.
4. Bâtıl'dan uzak, Hakk'a her veçhile yönelik
bulunmak.
İşte İbrahim Peygamber
bu esaslar üzerinde görevini sürdürmüş ve hiç bir zaman Allah'a eş-ortak, denk
ve benzer koşanlardan olmamıştır.
İslâm Dini ve onun
şanlı Peygamberi Hz. Muhammed (A.S.) bu mücmel (kısa, öz ve özet) olnn
esasları hem belirler, hem de şüpheleri giderecek biçimde buna açıklık
kazandırır. Ayrıca Tevhît'in tamamlayıcı kısımları olan imânın diğer esas ve
şartlarıyla bunu kemâl mertebesinde
bütünleştirir. Sonra
da Tevhît konusunda, iman esasları doğrultusunda Peygamber ve mü'minlerin ne
ile emrolundukları öz ve özet olarak ortaya konulur. [381]
Tevhît (Allah'ı bir
bilmejsiz din olmayacağı gibi, namazsız da din olmaz. O nedenle Adem
Peygamberden son Peygamber Hz. Muhammed (A.S.) Efendimize kadar gelip geçen
bütün peygamberler namaz ile emredilmiş ve semavî olan her kitapta buna yer
verilmiştir.
Kur'ân'da ilgili âyetle
mü'minin ölçüsü, ibâdetin amacı, hayat ve ölümün asıl değer ve manası üzerinde
durularak, Allah ile kulları arasındaki ilgi ve irtibat, diğer bir tâbirle
işlek yol belirlenmektedir:
1. Namaz
2. Kurban dahil, diğer bütün ibâdetler
3. Hayat
4. Ölüm
Hayat, asıl ölçü ve
değerini ve Allah'a kulluğun en yüksek manasını namazda bulur. Diğer bütün
ibâdetler ise namazın amaç ve hedefini oluşturur, böylece onu tamamlayıp
bütünleştirir. Namaz ve diğer ibâdetler ölümün, Hakk'a ve sonsuz saadete
açılan bir kapı olduğunu ilham eder. Böylece sözü edilen dört ayrı ölçü ve
manayı biraraya getirmenin lüzumu belirtilir. Namaz ve ibâdet, hayatın sadece
yeme, içme, uyuma ve benzeri ihtiyaçlardan ibaret olmadığının kıstasıdır,
denilebilir. Böylece her insan, hayatını değerlendirdiği ölçü ve bulunduğu hal
üzerine ölür ve öldüğü ölçü ve hal üzerine kabrinden kalkar.
Yokluk karanlığından
varlık alanına adım atan her insan için değişmeyen dört düstur budur.. İşte
mutluluğun değişmeyen yolu!. Umut içinde ömür sürmenin malzemesi!. [382]
<De ki: Allah her
şeyin Rabbı olduğu halde ben O'ndan başka Rab mı arzulayıp ararım.»
Allah terbiyenin ve
terbiye etmenin kemal mertebesidir. O nedenle Allah mutlak manada âlemlerin
yegâne terbiyecisidir. Her şeyi yaratılı-şındaki mayasına, türünün özelliğine
göre terbiye eder. O'nun
terbiye elinden çıkan her şey mükemmeldir. Canlılar âleminde yüksek
kudret, hikmet ve müstesna terbiyesiyle mutlak bir denge sağlayıp türlerin
devamına imkân verir. Biz insanların bilgisizce el uzatmamız bu dengeyi yer
yer bozar. Peygamberler ve kutsal kitaplar aracılığıyla indirdiği terbiye sistemi
de mükemmeldir. Günün şartları ne kadar değişirse değişsin o, insanın
yaratılışındaki yücelikle uyum sağlar. Bilimsel ölçülerle uygulama alanına
konulduğu takdirde insan unsurunu ahlâklı ve erdemli yetiştirir; kalb ve dimağı
sonsuz kudretin sevgi ve korkusuyla doldurur; vicdanların bu manayla
gelişmesini hızlandırır.
Bunun için Kur'ân, Hz.
Peygambere (A.S.) bu gerçeği şu sözlerle ifade etmesini emrediyor: «De ki Allah her şeyin Rabbi (yegâne terbiyecisi,
yetiştirip kemâle eriştiricisi) olduğu halde, ben ondan başka Rab mı arzulayıp
ararım?»
Aksi halde, yani dinî
terbiye dışında başka bir sistemle terbiyecisinin hem sapmasına, hem de saptırmasına
neden olur. Çünkü Allahsız, dinsiz ve imansız bir terbiye sisteminin başarılı
olması mümkün değildir. Geçici olarak bazı başarılar kaydetse bile serap misali
aldatıcı ve oyalayıcıdır. [383]
<{Sizi yeryüzünün halifeleri
kılan O'dur.»
Son Nebi, insanları
doğru yola irşat eden en büyük mürşit ve terbiyecidir. Ümmeti de yeryüzünde
onu temsilen Allah adına konuşan, Allah adına hükmeden en son ve en bahtiyar
ümmettir. Bu ümmet her zaman metbu' (uyulan) durumundadır, doğuştan buna
adaydır. Ancak her mü'min lider ve önder olma yetenek ve kudretinde
yaratılmamıştır. Akıl, zekâ, ba-sîret, idrâk, mal, makam ve rızık bakımından
farklı derecelerde bulunurlar. Bu kanun her toplumun yapısında câridir. Çünkü
sosyal hayatın düzen ve dengesi için kaçınılmaz bir olaydır ve reddi mümkün
değildir.
O nedenle insanlar
genetik olarak da farklı yetenekte yaratılmışlardır. Herkes kendi ölçüsünü
bilip ona göre yerini belirlemelidir. Aksi halde düzensizlik ve dengesizlik
başlar.
Sözü edilen
yeteneklerde insanların farklı yaratılması bir haksızlık sayılmaz mı? Oysa
Allah son derece âdildir ve hikmet sahibidir. Haksızlık hiçbir zaman söz konusu
değildir ve olamaz da. Çünkü her insan yetenekleri ölçüsünde sorumludur;
hiçbir zaman kişi güç getiremeyeceği şeylerle yükümlü tutulmamıştır. Yani
«teklîf-i mâla yutak» yoktur. O halde her fert mevcut yetenek ve imkânları
oranında sâlih amelde bulunursa, âhirette saa-
det bakımından daha
yetenekliden aşağı kalmayacaktır. Çünkü her ikisi de kendi imkân ve yeteneğini
kullanmıştır. Bu da ilâhî adaletin en parlak örneklerinden biridir.
Bunun için dünyada
farklı yetenek ve derecelerde bulunanlar unutmamalıdırlar ki, her ân ilâhî
deneme okulunda bulunuyorlar. Kendi derece ve ölçüsünü bilip o nisbette hayatını
iyi ameller düzeyinde değerlendirip başkasına haset etmez, kin gütmezse
denemede başarılı sayılır. Bu ölçüye dikkat etmeyenler ise, başarısız olurlar.
Allah ise, hiç kimseye haksızlık etmez. Her insan ya kendine iyilik ya da
kötülük ve haksızlık eder. Kıyamet gününde ise, Allah yine âdi! davranıp işi
sürüncemede bırakmaz, insanlara bıkkınlık vermez, hesapları çarçabuk görür.
Mükâfata lâyık olan hemen mutlu olsun, lâyık olmayan da hemen cezasını çeksin
diye kudretinin sınırsızlığına has bir yöntem kullanır. [384]
NÜSÜK : Nesîke'nin
çoğuludur, Taşıdığı mâna üzerinde farkh tesbit ve görüşler yer aimıştır:
a) Mücahit, Saîd b. Cübeyr, Dahhak ve Süddî'ye
göre, Hacc ve Umre'de boğazlanan kurbandır.
b) İbâdet anlamına gelir.
c) Sadece hac menasiki demektir.
d) İnsanı Allah'a yaklaştıran her çeşit ibâdet
anlamını taşır.
e) Yabancı maddeden arınan gümüş misali her
türlü günah ve isyan kirinden arınmak anlamına bir benzetmedir.
f) Din mânasına da kullanılmıştır. Zeccac da bu
görüştedir. [385]
VİZİR : Kök mânası
ağırlık demektir. İnşirah sûresinde bu mânada ifade edilmiştir. Sonra vicdan
ve ruh üzerinde manevî bir ağırlık olan günah anlamında kullanılmıştır. İlgili
âyetteki vizir bu cümledendir. [386]
Allah'ın yüce inâyetiyle
En'âm sûresinin tefsiri burada bitti. Hamd O'na mahsustur. Salât-u selâm
sevgili peygamberi Hz. Muhammed'e (A.S.) ve onun ashap ve yaranına olsun.. [387]
[1] Fazla bilgi için bak: Tefsîr-i Kebîr - ÂIûsî - ibn
Kesir"- Kurtubî - Fet-hu'1-Kadîr/Şavkânî.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1836.
[2] Hafız el-Hâkim :
Müslim'in şartı üzerine sahihtir.
[3] îbn Mürdeveyh :
Enes bin Mâlik (R.A.)den..
[4] Taberânî : îbn
Ömer (R.A.)dan.
[5] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1836-1837.
[6] Ebû Dâvud/sünnet: 16 Tirmizî/tefsîr : 7, 49 - Ahmed :
1/251, 299, 4/186-6/441 - Ebû Musa el-Eş'ari (R.A.)den.
[7] Sahîh-i Müslim/raünafıkın 27 - Ahmed : 2/327
[8] îbn Sa'd : Tabakatmda - Tirmizî/menakıb : 74
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1838-1839.
[9] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1839-1840.
[10] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1740.
[11] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1841.
[12] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1841-1842.
[13] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1842.
[14] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1843.
[15] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1844-1845.
[16] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1845-1846.
[17] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1846-1847.
[18] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1847.
[19] Esbab-ı Nüzul - Lübabu't-Te'vîl - Kurtubî.
[20] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1848-1849.
[21] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1849.
[22] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1849-1850.
[23] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1850.
[24] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1851-1852.
[25] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1852.
[26] Buharî/edeb:
19- Müslim/tevbe: 17,
19- Tirmizî/dâvat: 99-
İbn Mâ-ce/zühd: 35
[27] Müsned-i Ahmed :
6/26
[28] Müslim/tevbe :
22
[29] Buharî/tevhîd :
15, 22, 28, 55 - bed'i halk: 1-
Müslim/tevbe: 14,16 - İbn Mâce/zühd :
35- Ahmed : 2/242, 258, 260, 313,
358, 397, 433, 466
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1854.
[30] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1855-1856.
[31] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1856.
[32] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1856-1857.
[33] Bilgi için bak:
el-Müfredat - Külliyat-I Ebî'1-Beka..
[34] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1857.
[35] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1857-1858.
[36] Tirmizî/kıyâmet :
59- Hadisim sahihtin - Ahmed : 1/293,
303. 307
[37] Ahmed bin Hanbel.
[38] Ahmed: 1/116,
118, 140 - Tlrmizî/hudud: 1, Ubade b.
Sâmit (R.A.)den.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1858-1859.
[39] Zührî:
İbn Abbas (R.A.)dan
- Buharî/sâlat: 1,
enbiya: 5 - Müslim/ imân : 263 -
Ahmed : 5/144
[40] Ra'd sûresi: 39
[41] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1859-1860.
[42] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1860.
[43] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1860-1861.
[44] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî
- Lübabu't-Te'vîl - Kurtubî.
[45] Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin Ali
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1862-1863.
[46] Buharı/enbiyâ :
50 - Tirmizî/ilim: 13 - Dâremî/mukaddeme: 46 - Ah-med:
2/159, 202, 214
[47] Abdurrezzak :
Mâmer tarikiyle
[48] Buharî/uzhiye :
5, ilim: 9, tevhid; 24 - Müslim/kasamet: 29 - Ahmed: 5/37, 39
[49] İbn Mâee/mukaddeme:
18, menâsık: 76 - Tirmizî/ilim: 7- Ebû Dâvud/ ilim: 13- Ahmed:
1/437-5/183
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1863.
[50] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1863-1864.
[51] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1864-1865.
[52] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1865-1866.
[53] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1866.
[54] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1866.
[55] Esbab-ı Nüzül/Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl/Alaeddin-Ali
- Kurtubî - Mef a-tihü'1-gayb/Fahruddin
Râzî.
[56] Lübab - İbn Kesir - Kurtubî.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1867-1868.
[57] Tefsîr-i Kurtubî :
6/406.
[58] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1868.
[59] Fussilet Sûresi :
5
[60] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1868-1869.
[61] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1869.
[62] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1869-1870.
[63] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1871-1872.
[64] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1872-1873.
[65] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1873-1874.
[66] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1874.
[67] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1874-1875.
[68] Esbab-ı Ntizul/Nisaburî - Lübab - Kurtubî - tbn Kesir - İbn Cerîr.
[69] Lübab - Tiraıizî :
Hz. Ali (R.AJden.
İbn Kesir - Esbab-ı Nüzul.
[70] Lübab.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1876-1877.
[71] Buharî/merzâ :
3 - Tirmizî/zühd: 57 - İbn Mâce/fiten : 23
Ahraed : 1/172, 174, 180,
185 - 6/369 - Dâremî/rikak; 67
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1877.
[72] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1877-1878.
[73] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1878-1879.
[74] Muhammed sûresi;
7
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1879.
[75] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1879-1880.
[76] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1880-1881.
[77] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1881-1882.
[78] Ebû
Dâvud/edahî : 22 - Tirraizî/sayd
: 16,
17 - Nesâî/sayd: 10 - îbn Mâce/sayd: 2 - Dâremî/sayd : 3 - Ahmed:
4/85- 5/54, 56, 57
[79] Buharî/talâk :
11, hudud : 22 - Ebû
Dâvud/hudud : 17 -
Tirmizî/hu-dud: 1 Nesâî/talâk:
21 - tbn Mâce/talâk : 15 - Ahmed;
1/116, 118, 140,
155, 158 - 6/100, 101
[80] Müslim/btrr:
60 - Tirmizî/kıyâmet: 2 - Ahmed
: 2/235, 301,
323, 372, 411
[81] Buharî/sâlât:
1, enbiyâ: 5 - Müslim/imân: 263 - Ahmed: 5/144
[82] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1883.
[83] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1883-1884.
[84] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1884-1885.
[85] En'âm sûresi:
17. âyetin tefsirinde gerekli açıklama yapılmıştır.
[86] Kaynağı az yukarıda- gösterildi.
[87] Hac sûresi: 70
[88] Fâtır sûresi : 11
[89] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1885-1886.
[90] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1886.
[91] Buharî/cenâiz :
92- Ebû Dâvud/sünnet: 17 -
Tirmizî/kader : 5 -
Tabe-rânî/cenâiz: 52 - Ahmed: 2/233,
275, 393, 410, 481
[92] Müsned-i Ahmed :
2/145
[93] ibn Ebî Hâtıra :
Ubâde b. Sâmit (R.A.)den
[94] Tirmizî/kader :
6 - tbn Mâce/mukaddeme : 10,
fiten 22 - Ahmed : 5/277, 280.
282
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1888.
[95] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1888-1890.
[96] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1890.
[97] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 4/1890-1891.
[98] Fazla bilgi için bak:
Keşşaf - Kurtubî - İbn Cerîr,
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1891-1892.
[99] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1892.
[100] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1893-1894.
[101] Fazla bilgi için bak : Enfal Sûresi 25. âyetin
tefsirine.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1895.
[102] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1895-1896.
[103] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1896.
[104] Lübabu't-Te'vîl - Mefatihü'1-gayb.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1897.
[105] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1897-1898.
[106] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1899.
[107] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1899-1900.
[108] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1901.
[109] Esbab-ı Nüzul - Lübabu't-Te'vîl - İbn Kesîr - Kurtubî.
[110] Esbab-ı Nüzul-Lübabü't-Te'vîl-îbn Kesîr
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1901-1902.
[111] Müsned-i Ahmed :
2/285, 539
[112] îbn Asâkir : Ebû Saîd
(R.A.)den sahîh senetle
[113] Buharî/tevhîd :
55, 15, 22, 28 - halk : 1 - Müslim/tevbe : 14,
16 - İbn Mace/zühd : 35 -
Ahmed: 2/242, 258, 260, 313, 358, 381, 397, 433, 466
[114] Buharî/libas:
101, cihad : 46, isti'zan: 30, rikak:
37, tevhîd: 1 - Müslim/imân
: 48,
51 - Tirmizî/iman: 18 -
İbn Mace/zühd: 35 - Ahmed:
2/309, 525, 535 - 3/260, 261
[115] Müslim/birr :
32 - İbn Mace/zühd: 9
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1902-1903.
[116] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1903-1904.
[117] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1904.
[118] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1904-1905.
[119] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1905.
[120] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1905-1906.
[121] Geniş
bilgi için bak:
Mefatihü'1-gayb - LübnbuVTe'vîl.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1907.
[122] Sahih-i Buharî/tefihr : 1/6-2/31
- Ahmed: 2/122
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1907.
[123] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1907-1908.
[124] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1908.
[125] Enfâl sûresi
: 32
[126] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1908-1910.
[127] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1910-1911.
[128] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1911.
[129] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1911.
[130] Buharî-Müslim :
Ebû Hüreyre (R.A.)den.
[131] Ahmed bin Hanbel : » »
[132] ibn Murdeveyh :
İbn Abbas (R.A.)dan.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1912-1913.
[133] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1913-1914.
[134] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1914.
[135] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1914-1915.
[136] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1915-1916.
[137] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1916.
[138] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1916.
[139] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1917.
[140] Buharî: Câbir
b. Abdullah (R.A.)dan
[141] Müslim - Tirmizî/fiten : 14
[142] îbn Mâce/fiten:
9- İbn Murdeveyh: îsnâd-ı ceyyid
ile..
[143] Buharî/ilim: 43, hac: 132, mağazî: 77, edeb; 95,
hudud: 9, fiten: 8- Müslim/imân: 118,
fiten: 50- Ebû Dâvud/sünnet : 15-
Tirmizî/fiten: 28- Nesâî/ tanrım : 29- İbn Mâce/fiten: 5- Ahmed
: 1/230 - 2/85, 87, 104 - 3/477 - 4/76, 351
[144] Ebû
Dâvud/sünnet: 1 - Dâremî/siyer ; 74 - Deylemî : 75
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1918.
[145] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1918-1920.
[146] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1920.
[147] Tirmizî/tefsir-i sûre : 7
[148] Buharî/salât:
31- Müslim/mesâcid: 90,
92, 93, 94- Ebû Dâvud/salât: 189, 190, sehv; 25, 26- îbn
Mâce ikamet : 129, 133- Ahmed : 1/379, 420, 424, 438, 455
[149] îbn MAce/talftk :
IG- Taberanî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1921-1922.
[150] Fazla bilgi için bak :
Ğaşiye : 21, Kaaf ; 45 ve Müdessir : 11. âyetlerin tefsirine...
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1922.
[151] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1923.
[152] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1923-1924.
[153] Kehf sûresi :
24
[154] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1924-1925.
[155] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1925-1926.
[156] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1926-1928.
[157] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1928.
[158] Mefatihü'1-gayb/Fahruddin Râzî.
[159] îbn Kesir.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1929.
[160] Sîret-i Nebevîye/îbn Hisam : 1/266
[161] Sahîh-i Müslim - Ahmed : 3/73
[162] Taberanî ;
el-Mutavvelaf da..
[163] Ahmed b Hanbel : 2/126, 192 - Tirmizî/tefsir: 39,
kıyamet: 8 - Dâremî/ rikak : 79
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1929-1930.
[164] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1930.
[165] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1931.
[166] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1931-1932.
[167] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1932.
[168] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1932.
[169] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1934.
[170] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1935.
[171] Geniş bilgi için bak : Bakara : 124, 127 - Âl-i îmrân : 65-68, ayetlerin tefsirlerine
[172] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1936.
[173] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1936.
[174] Buharı-Müslim-Ahmed
b. Hanbel.
[175] Ahmed bin Hanbel :
Cerir b. Abdullah' (R.A.)den.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1938-1939.
[176] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1939-1940.
[177] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1940.
[178] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1942.
[179] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1942-1943.
[180] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/19431944.
[181] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1944-1945.
[182] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1945-1946.
[183] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu
Yayınları: 4/1946.
[184] Esbab-ı
Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-Te'vîl.
[185] îbn Cerîr
Taberî - tbn Kesîr/Ebûlfidâ.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1947-1948.
[186] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1948-1949.
[187] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1949.
[188] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1950.
[189] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1950-1951.
[190] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1951.
[191] Esbab-i Nüzul-Lübabu't-Te'vîl - Mefatihü'1-Gayb.
[192] Tefsîr-i Kurtubî :
7/40.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1952-1953.
[193] Buharî/tabii:
38, 40, menakıb :
25, mağazî: 70,
71 - Müslim/rüya: 21, 22 -
Tirmizî/rüya: 10 - İbn Mâce/rüya:
10 - Ahmed : 1/263 -2/319, 338,
344-3/86
[194] Buharî/menakıb:
25. mağazî: 70,
71 - Müslim/cennet: 56, 59 Tirmizî/ kıyamet: 3, tefsir:
80 - Nesâî/cenâiz : 118, 119 -
İbn Mace/zühd: 33
[195] Buharî - Müslim ;
Aynı numara..
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1953-1954.
[196] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1954-1955.
[197] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1955-1956.
[198] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1956.
[199] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1957-1958.
[200] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1958-1959.
[201] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1959-1960.
[202] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1960.
[203] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1960.
[204] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1961-1962.
[205] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1962-1963.
[206] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1963.
[207] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1963-1964.
[208] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1964.
[209] Fazla bilgi
için bak : Esbab-ı
Nüzul/Nisaburî - Lübabu't-te'vîl/Alaed dm Ali - Mefatihü'1-gayb/Fahruddin
Râzî.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1965-1966.
[210] Buharî/mevakiyt : 16. 26;
ezan: 129; tefsir:
50; rikak: 52;
tevhîd- 24 Ebu Davud/sünnet: 19 - Tirmizî/cennet: 16 - Ahmed:
3/16, 17, 26 27
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1966.
[211] Cin hakkında gerekli açıklama aynı sûrenin 128.
âyetinin tefsirinde va-pilmıştır.
[212] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1966-1967.
[213] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1967-1968.
[214] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1968.
[215] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1969.
[216] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1969.
[217] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1970-1972.
[218] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1972.
[219] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1972.
[220] Esbab-ı Nüzul - Lübabu't-Te'vîl - tbn Kesir.
[221] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1973.
[222] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1974.
[223] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1974-1975.
[224] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1975.
[225] İbn Cerîr Taberî - Esbab-ı Nüzul - Lübabu't-Te'vîl - İbn Kesir-Kurtubî- Mefatihü'1-gayb.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1976-1977.
[226] Tirmizî/kader:
7, daavat: 89, 124 - İbn Mace/duâ: 2 - Ahmed :
4/182, 418 - 6/91, 251, 294,
302, 315
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1977.
[227] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1977-1978.
[228] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1978-1979.
[229] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1979.
[230] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1979-1980.
[231] Lübabu't-te'vîl/Alaeddin Ali.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1981.
[232] Bağavî senetsiz rivayet etmiştir - îbn Cerîr Taberİ de
ona isnaden nak-letmiştir. Ayrıca Katade aynı rivayeti belirtmiştir. Ayrıca
Hafız Ebû Bekir b. Murdaveyh de hadîsi diğer kısmıyla nakletmiştir.
[233] Sahîh-i
Müslim/müsafirîn: 69 -
Dâremî/rikak : 25 - Ahmed: 1/385, 397, 401, 460
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1981.
[234] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1981-1982.
[235] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1982-1984.
[236] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1984.
[237] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1984-1985.
[238] LÜbabu't-te'vîl/Alâeddin Ali.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1985.
[239] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1986.
[240] Bernaba İncil'i
: 39/14-28 / Kahire : 1908.
[241] Bernaba İncil'i :
43/13-29
[242] »
» : 44/19-31
[243] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1986-1988.
[244] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1988.
[245] Geniş bilgi için
bak : el-Müfredat Fi
Garibi'I-Kur'ân/Rağıb
el-Esbe-hanî - Mefatihü'1-gayb/Fahruddin Râzî.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1988-1989.
[246] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1989.
[247] LÜbabu't-te'vil/Alâeddin Ali.
Celal Yıldırım, İlmin Işığında
Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1990.
[248] Sahih-i Müslim : îtin Mes'ud (R.A.)den.
[249] İbn Hibban : Hz. Âişe (R.A.)dan / sahih rivayetle..
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1990-1991.
[250] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1991-992.
[251] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1992.
[252] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1994.
[253] Buharî/vüdû':
3, büyü,: 3, zebâyih: 2, 9
Müslim / sayd : I, 5:
Adiy b. Hâtem (R.A.)den.
[254] Buharî : 3, 16, cihad : 191, zebâyih : 15, 18, 20, 23,
36, 37 - Müslim/edâhi: 15 - Tirmizî/sayd :
18 - Nesâi/dahaya : 19. 21, 26 -
İbn Mâce/zebayih : 5 - Ah-med : 3/463, 464 - 4/140,' 142
[255] İbn Mâce/zebayih :
4
[256] Dârekutnî : İbn
Abbas (R.A.)dan
[257] Beyhakî : İbn
Abbas (R.A.)dan
[258] İbn Mâce/talâk :
16
[259] Müslim/birr :
14. 15 - Tirmizî/zühd : 52 -
Dâremî/büyû' : 2 - Ahmed : 4/182, 227,
228 - 5/251, 252, 256
[260] Ebû Dâvud/edahî :
11, 12, 14, 15
[261] Buharî/iman :
39, büyü : 2 - Müslim/müsakat
: 107,
108 - Ebü Davud/ büyü': 3 -
Tirmizî/büyû': 1 - Nesâî/büyû' : 2,
kudat: 11 - İbn Mace/fiten : 14 - Dareraî/büyû: 1 - Ahmed :
4/267, 269, 271, 285
[262] Buharî/büyû': 3 - Tirmizi/kıyamet : 60 - Nesâî/kudat : 11 -
- Dâremî/büyû' : 2 - Ahmed :
6/153
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1994-1995.
[263] Dârekutnî : İbn
Abbas (R.A.)dan
[264] Hafız Ebû Ahmed b. Adiy : Ebû Hüreyre (R.A.)den - İbn Kesîr: 2/170
[265] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1995-1996.
[266] Geniş
bilgi için bak:
Ahkâmü'l-Kur'ân / Cessas - İbn
Kesîr -Tefsir- j Kurtubî - Fethü'l-Kadir - tbn Cerir Taber i
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/1996-1997.
[267] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1997-1998.
[268] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1998.
[269] Esbab-ı Nüzul/Nisaburî
- Lübabu't-te'vil/Alaeddin Ali.
[270] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/1999.
[271] Einstein Ve Evren ;
88/îstanbul : 1959
[272] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2000-2001.
[273] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2001-2002.
[274] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2002.
[275] Lübabu't-te'vîl - Kurtubî -
Mefatihü'1-gayb
[276] »
Celal Yıldırım, İlmin Işığında
Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2003-2004.
[277] Ahmed bin Hanbel:
4/107 - Müslim/fezâil : 1- Tirmizî/menakıb: 1
[278] Sahîh-i Buharı /menakıb : 23
[279] Alımed biri Hanbel.
[280] » » »
: Abdullah b.
Mes'ud (R.A.)den.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2004.
[281] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2005.
[282] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2005-2006.
[283] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2006-2007.
[284] Abdurrezzak - Taberânî - İbn Cerîr Taberî - tbn Ebî
Hatim.
[285] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2008-2009.
[286] Buharı/enbiyâ:
W, menakıb: 1-
Müslim/fazâil: 199- Ahmed :
2/257, 260, 391, 438,
485, 498, 525, 539
- 3/367
[287] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2009-2010.
[288] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2010-2011.
[289] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2011.
[290] Sahîh-i Buharî/salât:
73, enbiyâ: 40, tefsir: 38- Müslim/mesâcid : 39-Ahmed ;
2/298
[291] Sahİh-i Buharî/menakıb: 32
[292] Sahîh-i Buhar! :
Ebû Hüreyre (R.A.)den.
[293] îbn Asâkir : îbn Mes'ud (R.A.)den.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2013-2014.
[294] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2014-2016.
[295] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2016.
[296] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2016-2017.
[297] isrâ Sûresi :
15
[298] Nahl sûresi :
36
[299] Fatır sûresi :
23
[300] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2017-2018.
[301] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2019.
[302] ibn Ebî Hatim :
Saîd el-Hudrf'den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2020.
[303] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2020.
[304] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2021.
[305] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2021-2022.
[306] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2022.
[307] Lübabu't-te'vîl - İbn Kesir - Kurtubî
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2024-2025.
[308] ibn Mâce/mukaddeme:
18, menasik : 76- Ahmed : 3/225-4/80, 82-5/183 - Hâkim : Enes b.
Mâlik (R.A.) den
[309] Beyhakî :
Sevbân (R.A.)den
[310] Buharî/bed'ü'l-vahiy : 1,
ıtk : 6. menakıb : 45.
talak : 11, eyman : 23, hiyel :
1 - Müslim/imaret : 155 -
Ebû Dâvud/talâk : 11 - Nesâi/taharet : 59,
talâk : 24, eymân : 19 - İbn Mâce/zühd : 26
[311] İbn Mace/üten :
30. zühd : 26 -
Ahmed : 2/392 - 6/105, 287. 289
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2025.
[312] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2025-2026.
[313] Bilgi için bak:
Nisa sûresi 48. âyetin tefsirine.
[314] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2026-2027.
[315] Müslim/cumua :
43 - Ebû Dâvud/sünnet: 5 - Nesâî
/iydeyn: 22 - İbn Mâ-ee/muKaddeme : 7 - Ahmed : 3/310, 371-4/126, 127
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2027-2028.
[316] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2028.
[317] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2029.
[318] Hak Dini Kur'ân Dili —ibn Cerîr Taberî
[319] İbn Kesîr : 2/182.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2031.
[320] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2031-2032.
[321] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2032-2033.
[322] Albümin :
Bitki ve hayvanların doku ve
sıvılarında bulunan karbon, oksijen, azot, hidrojen ve kükürt bileşimi
madde.
[323] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2033.
[324] 60 sa\ yaklaşık 200 kg. ölçek.
[325] Fazla bilgi için bak : Tefsîr-i Kurtubî -
Lübabu't-te'vîle ve Ahkâmla ilgili kitaplara.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2034-2035.
[326] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2035-2036.
[327] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2036.
[328] Ebû
Dâvud/sünnet : 5 - Ahmed : 4/131
[329] Nesâî/sayd : 28 - İbn Mâce/sayd : 13 - Taberâni/sayd : 13. 14 - Ahmed: 2/36, 418
[330] Buharî/zebayih : 28, humus : 20, mağazî : 38, nikâh :
31 -Müslim/nikâh: 30. sayd : 23,
25, 27, 30, 31, 37 - Tirmizi/nikâh : 29, .sayd:
9, et*ime : 6 - Nesâi/ nikâh: 71, sayd:
31 - İbn Mâce/zebayih : 13 - Ahmed: 2/21,
102, 143, 144,
219-4/48, 89, 90, 127, 131
[331] İbn Mâce/sayd :
9, efime : 31 - Ebû Dâvud/efime
: 34 - Taberani/sıfa-tü'n-Nebi : 30 - Ahmed :
2/97
[332] Buharî/büyü'
: 24, 105, 112, salât:
73, tefsir: 2 - Müslim/müsakat: 69, 70, eşribe : 83 - Ebû Dâvud/büyû' : 63, 64 - Ahmed : 1/25,
130
[333] Müslim/müsakat:
74 - Buharı/enbiya : 50,
büyü': 103, 118 - Nesâi/füru1: 9 - Ahmed : 1/25. 247, 293, 322-2/117
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2038-2039.
[334] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2039-2041.
[335] Fazla bilgi için bak : el-Eşbah ve'n-Nezaİr :
34/Mısır: ?
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2041.
[336] Levililer : 7/22,
27
[337] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2041-2042.
[338] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2042-2043.
[339] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2043.
[340] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2045-2046.
[341] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2046-2047.
[342] Buharî/vasaya :
23, tıb: 48,
htiduci : 44 - Müslim/iman
: 144 - Ebû Dâvud/vasaya : 10 - Nesâî/vasaya : 12
[343] Buharî/cenâiz :
1, bed-i halk : 6, libas : 24, ıstı'zan : 30, rıkak :
13, 14. tevhid : 33
Müslim/imân: 153, 154,
zekât: 32, 33 - Tirmizî/imân : 18 - Ahmed : 5/152, 159, 161, 285-6/166
[344] Buhari/imân :
18, rikak : 2, cihad : 1, tevhîd :
47 - Müslim/imân:
137-Nesâî/siyam : 43 -
Dâremî/salât : ,24, fezâil : 33 -
Ahmed: 5/150. 171,
318. 368
[345] Buharı/tefsir:
2, 3, 25, edeb : 20, hudud : 20, diyat:
1, tevhîd : 40, 46-Müslim/imân
: 141, 142 - Ebû Dâvud/talâk : 50 - Tirmizî/tefsîr : 25 - Nesâî/ey-raan : 6, tahrim : 4 - Ahmed :
1/380, 431, 434, 462, 464
[346] Buharî/diyat: 6
- Müslim/kas a met : 5, 11,
14, siyer: 11 - Ahmed : 1/61, 63, 65, 70, 163, 382, 428, 444, 465 --
6/181, 214
[347] Buharî/diyat: 6
- Müslim/kasamet: 5, 11,
14, siyer: 11 - Ahmed:
1/61, 63, 65, 70, 163, 382,
428, 444, 465 - 6/181,
214
[348] Tirmizî : İbn
Abbas (R.A.)dan
[349] Ahmed : 1/399,
455, 458 - Hâkim : îbn Mes'ud (R.A.)den
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2048-2050.
[350] îsrâ sûresi ;
31
[351] Ahmed bin Hanbel - Nesâî - Ebû Şeyh.
[352] İbn Cerîr Taberî.
[353] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2051-2055.
[354] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2055.
[355] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2057-2058.
[356] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2058-2059.
[357] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2059-2060.
[358] Müslim/İmân:
249
[359] Müslim/zikir :
43- Ahmed : 2/225, 395, 427, 495, 506,
507
[360] Buharî/fiten :
22, 25, hudud : 20, îstitabe
: 8- Müslim/imân: 234, 248, fiten : 1- Tirmizî/fiten : 19, 21, 35, 37, 40, 42, 43- tbn Mâce/fiten :
32, 33, 35, 36-Taberânî/cenâiz :
45- Ahmed : 2/210,
231, 236, 237-3/17,
31, 36-5/31, 89, 92
[361] Taberânî : Abdullah b. Amr b. Âs (R.A.)dan
Celal Yıldırım, İlmin Işığında
Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2060-2061.
[362] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2061.
[363] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2062.
[364] Fazla bilgi için bak : Fatiha Sûresinin tefsirine.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2062-2063.
[365] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2063.
[366] Tirmizî/ilim : 16- Ebû Dâvud/sünnet : 5- îbn
Mâce/mukaddeme- 6- Dâ-remî/mukaddeme :
16- Ahmed : 4/126, 127
[367] Ebû Dâvud/sünnet:
1- Tirm izi/imân : 18- îbn
Mâce/fiten : 17- Ahraed: 2/232, -3/145
[368] Ebû Dâvud/sünnet:
1- Tirmizî/imân : 18- İbn
Mâce/fiten: 17- Ahmed: -2/332-
3/120, 143
[369] Buharî/imân :
31- Müslim/imân : 205
[370] Buharî/tevhîd :
35- Müslim /İman : 205-
Ahmed : 2/315
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2064-2065.
[371] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2065-2068.
[372] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2068.
[373] Lübabu't-Te'vîl :
tbn Abbas (R.A.)dan.
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2069.
[374] Ahmed bin Hanbel: 3/406, 407 - 5/122 - Ebû Davud/adahî
: 4- Dâremî/ isti'zan : 54
[375] Burada dinden maksat, dindarlıktır.
[376] Ebû Dâvud - Ahmed :
1/236
[377] İbn Ebî Hatim - İbn Kesîr : 2/198
[378] Kurtubî :
7/153 - Dare-Kutrtî.
[379] Kurtubî Katade'den :
7/155
Celal Yıldırım, İlmin
Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, Anadolu Yayınları: 4/2069-2070.
[380] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2070-2071.
[381] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2071-2072.
[382] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2072.
[383] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2072-2073.
[384] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2073-2074.
[385] Fazla bilgi için bak : İbn Cerir Taberi - Kurtubî -
Lübab ve Alûsî Tefsirlerine.
[386] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2074.
[387] Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri,
Anadolu Yayınları: 4/2074.